Print Friendly and PDF

MÜSTEŞRİKLERİN HZ. OSMAN DÖNEMİ OLAYLARINA YAKLAŞIMLARI

Bunlarada Bakarsınız



 


Hazırlayan: Shamo KAZIMOV

Hz. Peygamber’in vefatını takip eden yıllarda İslamiyet, yapılan fetihler sonucunda sınırlarını genişletmiş ve Arabistan Yarımadası’nın dışına çıkmayı başarmıştır. Artık müslümanlar dinlerini rahatlık içinde yaşamakla beraber, refah içinde yaşamaya da başlamışlardı. Bu İslam’ın başarılı bir şekilde tebliği sonucunda gerçekleşmiştir. Fakat İslam devleti sınırlarının her geçen yıl daha da genişlemesi, iyilik ve güzellikleri ile beraber bazı olumsuz olaylara da neden olmuştur. Bu, esasen fitne veya kargaşa olayları olarak karşımıza çıkmaktadır. İslam hilafeti de, ilk kez Râşid halifelerin üçüncüsü olan Osman b. Affan’ın hilafeti yıllarında bu olaylara şahit olmaktayız. Neticede büyük bir isyanın ardından herkesin gözleri önünde halifenin kendisi katledilmiştir.

Hz. Osman döneminde meydana gelen olaylar ve gelişmeler hakkında ve hatta bunların nedenleri üzerine çeşitli çalışmalar yapılmış ve olaylara farklı yorumlar getirilmiştir. Bu konuda tarih boyunca İslam alimleri bazen farklı bazen de aynı fikir ve görüşleri ileri sürmüşler, ciltlerle kitaplar yazmışlarsa da belli ve ortak bir sonuca varamamışlardır. Herbirinin görüşü aşağı- yukarı birbirine benzerlik arzetmektedir. XIX. yüzyıldan itibaren Batı aleminin İslamiyet hakkında bu din hakkında (özellikle de İslam tarihi ve diğer klasik İslam bilimlerinde) yoğun araştırmalara koyulmaları, İslam dini ve tarihi ile ilişkili birçok yeni eserlerin yazılmasına neden olmuştur. İslam tarihine dair yazdıkları kitaplarda değindikleri ve üzerinde ciddi şekilde durdukları konular arasında, İslam tarihinde ilk defa Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında baş göstermiş ve onun katline yol açmış fitne ve kargaşa olayları da önemli yer tutmuştur. Konuyla ilgili kaynak eserleri İslam’ın ilk dönemlerinde yazılmış kitaplar oluşturduklarından, oryantalistler (Batılı veya gayrimüslim yazarlar) de bunları kullanmışlar, fakat olaylara kendi görüş açılarından yaklaşmaları sonucunda Müslüman bilginlerin yazdıklarından farklı (bazen de tam tersi) birçok görüşlerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Müsteşriklerin bazen birbirilerinin

görüşlerine zıt fikirler de ortaya koydukları görülmektedir. Fakat konuyla ilgili unutmamamız gereken diğer bir husus da, müslüman araştırmacılarının çoğunun, o döneme kutsallık atfederek ilk devir müslümanlarını hatasız göstermeye çalışmış olmalarıdır. Batılı düşünürlerin ise daha çok maddeci ve eleştirel bir düşünce zemininde olaylara yaklaştıkları görülmektedir.

Müsteşriklerin bu dönemdeki fitne olaylarına bakış açılarına, yaklaşım tarzlarına olan aşırı ilgimden dolayı ben de tez konumu bu mevzu üzerinde yapmayı düşündüm. Beni bu çalışmayı yapmaya yönlendiren esas nedenlerden birisi de gayrimüslim birinin, Müslümanlar arasında baş vermiş herhangi bir olaya yaklaşımları, başverenler hakkındaki düşünce tarzları ve benzeri diğer yönlerinin neler olduğu konusundaki ilgi ve alakalarım etkili olmuştur. Ayrıca memleketim Azerbaycan’da da bu konu ile ilgili hiçbir çalışma yapılmamış olduğundan, tez konumu ilk fitne olayları mevzusu üzerinde yapmayı düşündüm ve olaylara müsteşriklerin nasıl baktığını sorgulamaya çalıştım.

Tez çalışmamız bir giriş, iki ana bölüm ve bir de sonuç bölümünden meydana gelmektedir. Giriş kısmında, çalışmanın konusu ve önemi, hazırlama yöntemi ve metodu, araştırma yapma nedenlerimiz ve kullandığımız kaynakların kısa bir değerlendirmesi gibi hususların üzerinde durduk. Bu mevzuda çalışan şarkiyatçıların sayısının çokluğunu nazarı itibara alarak, yalnız dokuz oryantalisti ve görüşlerini inceledik. Özellikle eserlerinde Hz. Osman dönemi olaylarını konu edinen müsteşriklerden seçmeye çalıştım. Müsteşriklerin çokluğundan, fakat yaşadıkları dönemlerin yalnız XIX. ve XXI. yüzyılları kapsamış olmasından dolayı tez konumuzun birinci bölümünde klasik devir (XIX yüzyıl ve XX. yüzyılın birinci yarısı) müsteşriklerini, ikinci bölümde ise yakın dönem (XX. yüzyılın ikinci yarısı ve sonrası) müsteşriklerini ele alıp inceledik. Önce herbir müellifin biyografisi, eserleri ve faaliyetleri hakkında kısa bilgiler verdim. Kaynak olarak çoğu oryantalistin kitabını orijinalinden kullanmamızın yanısıra üç müellifin eserini çevirisinden kullandım. Tüm oryantalistlerin kullandıkları klasik İslami kaynaklara da müracaat etmeye gayret ettim. Konumuz hakkında yalnız dokuz oryantalisti ele almam, istediğim sonuca tam bir şekilde ulaşamayacağımı göstermektedir. Temel İslam kaynaklarından da yararlanarak konuyu iyi bir şekilde araştırabildiğimi düşünmekteyim. Fakat hatalarımın olacağı da kuşkusuzdur.

Şamo KAZIMOV Isparta /2015

GİRİŞ

Konunun Önemi ve Amacı

İslam dininin kısa sürede Arabistan Yarımadası’nın dışında da yayılmaya başlamasından sonra İslam tarihinde fitne olayları da ilk kez görülmeye başlamıştır. Bu çalışmamızın konusu da Hz. Osman döneminde ortaya çıkan olaylar hakkındadır. Esasen bu konuya müsteşriklerin yaklaşımları da son derece önem arzetmektedir. Ayrıca bu konuyu işlerken, Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatından sonraki yıllarında (özellikle de Hz. Osman’ın hilafeti döneminde) meydana gelen olaylara ışık tutulmuş, o dönemin fitneye neden olabilecek birçok hâdiselerine de yer verilmiştir.

Bir tarihsel olayın önemini hıfzeden asıl durum, söz konusu olayın günümüz toplumlarına etki derecesidir. Bu etkinin olumlu veya olumsuz olması, önemli değildir. Ancak etkisinin hâlâ devam edip etmemesidaha fazla önem kazanmaktadır. Etkisi yalnız geçmişle sınırlı kalan ve günümüze hiçbir yansıması olmayan tarihsel bir olay ise zaman içinde (etkileri farkedilene dek) ölü bir geçmiş addedilecek, onun hakkında hiçbir araştırma yapılmayacaktır. Burada ingiliz tarihçisi ve filozofu olan R. G. Collingwood’un şu sözleri tam da yerine oturmaktadır: “Geçmişin şimdide yaşadığı tarihsel süreci, şimdi doğduğu zaman geçmişin öldüğü doğal bir süreçle karıştırmıştır. tarihsel sürecin doğal bir sürece bu indirgenişi pozitivizmin mirasıdır. Şimdiden kopmuş, salt bir gösteriye dönmüş geçmişin hiçbir değeri olamaz; sadece doğaya dönüşmüş tarihtir o.[1]

Tarihsel bir olayın etkisi, ortaya çıktığı dönemden uzun yıllar hatta asırlar sonrasına kadar tam olarak anlaşılmayabilir. Bu olay üzerinde çalışılmadığı sürece bilgi yığını olarak kalmaya mahkûmdur. Fakat öyle bir gün gelebilir ki, birisi kalkar ve bu olayı kendi zamanında (veya daha eski zamandaki kaynaklara istinaden) bu olayın etkilerinin olduğuna dair belirtiler veya içinde bulunduğu topluma hakim tarihsel bakış açısının kendi üzerindeki etkilerini bulabilir. Dolayısıyla bu olayı tarihin karanlıklarına gömülmesinden kurtarabilir; veya herhangi târihî bir olayı inceleyenlerin çokluğuna rağmen, onlar, en önemli sonuca varmayabilirler.

Bu bakımdan Hz. Osman’ın halifeliği devrindeki olaylar da büyük öneme sahiptir. Aradan onbeş yüzyıl geçmesine rağmen o zamanlar başvermiş olayların etkisini bugün de görmekteyiz. Sonradan İslam aleminde ortaya çıkacak olan mezheplerin, grupların varolma nedenlerinden biri de bizzat bu fitne olayları olmuştur. Hatta aslına bakılırsa daha Hz. Osman döneminde bunun ilk tohumlarının atıldığını ve bazı birbirilerine zıt grupların oluştuğunu söyleyebiliriz. Bunlar hâkim Emevi ailesi ve onların faaliyetlerine razı olmayan karşı tarafın mensuplarından oluşan gruplardı. Hz. Osman’ın katliyle bu ayrılıklar kendisini daha bariz şekilde göstermiş, İslam toplumunda Cemel ve Sıffin savaşları, Kerbala faciası gibi büyük olaylar meydana gelmiştir. Bunlar birtakım tarihsel gelişmelerin de etkisiyle hizipleşmenin derinleşmesine neden olacaktı. Fakat, halifenin katliyle sonuçlanan bu olaylar hakkında tarih boyunca ister İslam alimleri ister gayrimüslim tarihçiler bir sürü fikirler ileri sürmüş, konuyu neredeyse tüm ayrıntılarına kadar tartışmışlarsa da ortak ve net bir karara gelinememiştir.

Aslında müsümanlar arasında ilk anlaşmazlık bu dönemde baş göstermemiştir. Bunun ilk örneklerine daha Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından, Beni Sa’ide Sakifesi’nde de görmek mümkündür; veya buna Hz. Ebu Bekr’in halife seçilmesinden kısa süre sonra yaşanan irtidat olaylarını da misal verebiliriz. Bunlar, daha ilk dönemlerde bile yeni ve genç İslam toplumunda hem dinî hem de siyasî-iktisad’i nedenlerden kaynaklanan bir parçalanma eğiliminin varolduğunu göstermektedir. Ancak Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, daha titiz davranarak kendi dönemlerinde ihtilafların derinleşmesine veya tekrar yaşanmasına izin vermemişlerdir. Hz. Osman’ın politika alanındaki yeteneğinin bu iki sahabi kadar güçlü olmaması, onların devrinde de yaşanma ihtimali olup da gerçekleşemeyen iç karışıklık olaylarının artmasına yol açmıştı.

Birçok hizbin ortaya çıkmasına sebep olan fitne olayları zamanla devam etmiştir. Tarih boyunca bazen mezhepler arasındaki sürtüşmeler yoğun bir hal almış, büyük müslüman katliamlarına neden olmuştur. Bugün de buna benzer bir dizi olaylara şahit olmaktayız. Her hizbin taraftarları yalnız karşı tarafı değil, artık, iş o derece ileri gitmiş ki, aynı mezhebin çeşitli fırkalarına mensup üyeleri birbirilerini dışlamaya başlamışlardır. Tüm mezhepler kendilerini “Fırkay-i Naciye” (Kurtulmuş Fırka) olarak görmeye başlamış, birbirlerinden nefret etmeye, kin tutmaya, birbirlerinden kız alıp-vermemeye kadar işi abartmışlardır. Dinî, iktisadî, siyasî maksatlardan dolayı devam edegelen bu sorunlar, etkisini zamanla sosyal zeminde de göstermiştir.

Fitne olayları sonucunda ortaya çıkan mezhep, fırka ve grupların sayısı, tarih boyunca çoğalmış olsa da zamanla çoğu tarih sahnesinden silinmiş ve günümüze, Sünni ve Şii denilen iki ana akım gelmiştir. Günümüz İslam dünyasındaki Sünni ve Şii akımları arasındaki tartışmaların odağında ise, Hz. Osman ve Emevi soyu ile hilafet ve imamet gibi meseleler bulunmaktadır. Bunlar tek sebep olmasa da bizzat bu konudaki anlaşmazlıklar yüzünden asırlardır bu iki grub anlaşamamıştır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, tarih boyunca müslüman alimlerin ilk fitne olaylarına yaklaşımları ve tartışmalarına hiçbiri olumlu sonuç getirmemiştir. Batı dünyasının İslam dini ile ilgilenmesi ve Kur’an, Hadis, Tefsir, İslam Tarihi gibi İslam din ilimlerini incelemeye başlamaları sonucunda, artık XIX. yüzyıldan itibaren, İslam tarihinde yaşanmış ilk fitne olaylarına onların da bir sürü fikirler söylemelerine rastlanmaya başlanmıştır. XIX. ve XXI. yüzyıllar arasında batılı İslam tarihçileri bu konu üzerinde özellikle durmuş, onlar da çeşitli tartışmalara koyulmuş, fakat ortak bir sonuca varamamışlardır.

Takip Edilen Metot

Tarihi bir mevzu hakkında yazan kişinin herşeyden önce bir metodu olması, bunu yazmadan önce belirlemesi gerekmektedir. Çünkü metotsuz yazılacak olan bir çalışma, arzu edilen sonucu vermeyecektir. Yazdığımız metoda geçmeden önce tarihçinin yapması ve dikkat etmesi gereken bazı hususlara kısaca değinmek isteriz. Şöyle ki, herşeyden önce bir tarihçi herhangi bir dönemdeki olayı ele alırken tarafsız mevki olmalı, ortaya çıkan olaylara karşı kendi çağ ve toplumundan baktığını unutmamalı, olaylara tek cepheden bakmamalıdır. Bir olayın siyasî, iktisadî ve dinî olmak üzere çeşitli boyutlara sahip olabileceğini her zaman gözönünde tutmalıdır. Kaçınılması gereken hususlardan birisi de kes-yapıştır metodudur. Böyle bir yöntem tekrardan ibaret olup ortaya yeni hiçbirşey koymamakla sonuçlanacaktır. Zira bu, tarihçinin araştırmacılık, eleştiricilik gibi hususlarını elinden alacak; veya bu gibi vasıfları kazanmasına mani olacaktır.

Kendi çalışmamıza gelince ise, bu uyarılara son derece riayet etmeğe çalıştık. Hz. Osman devri fitne olaylarına, esasen müsteşriklerin görüş ve yaklaşımlarını vermemizin yanında herbirinin görüşüne analizci yönden yaklaşmaya çalıştık. O devirdeki İslam dünyasının durumunu, mevcut şartların hangi yönde değiştiği ve konumuz açısından önemli olan başka faktörleri gözönünde bulundurmamız için, Hz. Osman’ın kimliği, hayatı ve hilafet yıllarındaki çeşitli olaylara değindik. Sonraki kısımlarda ise yalnız Hz. Osman hakkında sözügeden şarkiyatçıların olaylara yaklaşımlarını ele aldık. Önsöz kısmında da zikrettiğimiz gibi ve okuyucuya kolaylık sağlayacağını düşündüğümüz için birinci bölümde klasik devir, ikinci bölümde ise yakın devir oryantalistlerin olaylara yaklaşımlarını incelemeğe gayret ettik.

Herhangi bir olaya oryantalistlerin hepsinin değinmesi sözkonusu olduğundan aynı olayı birkaç defa (kısa şekilde de olsa) tekrar etmek zorunda kaldık. Fakat hikâye türünden olan olayları rivayet şeklinde geniş sunmamakla mevzuyu uzatmamaya özen gösterdik. Zira bu, okuyucuyu usandırabilir. Diğer bir husus da bunun tam aksidir. Yani, bazı müsteşrikler, fitneye neden olabilecek önemli bir konuya değinmemişler. Buna örnek olarak, M. Hodgson’un, iç karışıklıkları daha da derinleşmesine neden olabilecek önemli faktörlerden biri olan “Mektup olayı”na hiç yer ayırmamış olmasını verebiliriz.

Burada şunu da belirtmek isteriz ki, bu çalışmamızı yaparken herhangi bir konuda çeşitli müsteşriklerin görüşlerini bir arada değil de her bir müsteşriğin görüşlerini ayrı ayrı ele alarak planladık. Her müsteşrikin görüşlerini tespit etmek için onların yazdığı kaynakların ilgili bölümlerini okuduk. Ayrıca onların ortaya koydukları görüş ve değerlendirmelerin önemli kısımlarını da ele aldık. Son olarak, kaynaklardan aldığımız her bilgi ve alıntıyı dipnotlarda gösterdik. Kendi yorum, değerlendirme ve analizlerimize gelince, bunları değerlendirme cümleleri şeklinde vermeyi uygun bulduk.

Konunun Kaynakları

Çalışmamızı hazırlarken kullandığımız kaynaklar esasta üç çeşittir:

Müsteşriklerin eserleri;

Müsteşriklerin de bizzat kullandıkları klasik İslam tarihi kaynakları;

Hz. Osman ve dönemi hakkındaki gelişmeler ile ilgili yazılmış araştırma ürünü, eser ve makalelerdir.

Müsteşriklerin görüşleri, konumuzun temel gayesini oluşturduğundan dolayı ilk etapta onların konuyla ilgili çalışmalarını incelemeye gayret ettik. İslam toplumunda ortaya çıkan ilk fitne olayları hakkında onların görüş ve yaklaşımlarını ortaya koymak için bizzat bu konuda yazan oryantalistlerin eserlerinden istifade etmemiz gerekti. Bunlar arasında klasik dönem müsteşriklerinden William Muir’in iki eserini ele almış olmamıza rağmen -The Caliphate: Its Rise, Decline and Fall ve Annals of the Early Caliphate[2]- bunlardan ikincisi, birincinin sonradan bazı ilave ve değişiklikler yapılarak ve başka adla isimlendirilerek yeniden basılan şeklidir. Konumuzla ilgili iki kitabından yararlandığımız başka bir müsteşrik de, onunla aynı dönemde (XIX. yüzyıl) yaşamış Julius Wellhausen’dir. Burada her iki eserin Türkçeye yapılmış tercümelerinden istifade ettik.[3] Çalışmamızda kullandığımız diğer müsteşriklerden nispeten onlara yakın dönemde yaşamış Batılı yazarlardan John Bagot Glubb’un (Glubb Paşa) eserlerinde[4], müellifin ilk fitne olaylarına ciddi bir şekilde yaklaştığını görmekteyiz. Bu kaynakların kullanımını da konumuz açısından tam bir uyumluluğa sahip bulmaktayız. Birkaç eserinden yararlandığımız başka bir oryantalist ise, kullandığımız müellifler arasında tek kadın yazar olan Patricia Crone’dur. Onun birkaç eserinde[5] [6] konumuzla ilgili önemli mevzulara değindiğini gördük.

İlk fitne olayları ile ilgili olarak kitaplarından yararlandığımız diğer müelliflerin ise, yalnız bir eserini kaynak olarak kullandık. Bunlara Montgomery Watt’ı ve G. S. Marshall Hodgson’u[7] örnek verebiliriz. Ayrıca bu yazarların eserleri Türkçeye tercüme edildiği için Türkçe çevirilerini kullanmayı tercih ettik. Eserlerini kaynak olarak kullandığımız diğer müsteşrikleriyse şöyle sıralayabiliriz: Martin Hinds[8] [9], Bernard Lewis,9 ve Wilferd Madelung.[10] [11] [12] [13] Klasik İslam tarihi kaynakları da tez konumuzu araştırırken istifade ettiğimiz ana kaynaklar oldu. Özellikle Hz. Osman’ın biyografisi ve hilafeti yıllarında ortaya çıkmış birçok mühim tartışma ve olayları ilk müelliflerin nasıl aktardıklarını görmemiz için bu tür kaynaklara da başvurduk. Bu kaynaklar arasında en önemli olanları Taberi’nin (H. 310/M. 923)11 Târihu’t-Taberi adı ile meşhur olan Târihu ’r-Rusul ve ’l-Mulûk, Belâzurî’nin (H. 279/M. 892- 893)12 Futûhu’l-Buldân ve Ensâbu’l-Eşrâf, İbn Kesir’in (H. 774/M. 1372)13 el- Bidâye ve’n-Nihâye, İbnü‘l-Esir’in (H. 637/M. 1239)[14] el-Kâmil fi’t-Târih, Ya’kubi’nin (H. 292/M. 905’ten sonra)[15] Târîhu’l-Ya‘kûbî,[16] Süyuti’nin (911/1505)[17]'Târihu'l- Hulefa[18], İbn Asâkir’in (H. 571/M. 1176)[19] Târihu Medîneti Dimaşk[20], Seyf b. Ömer’in (H. 180/M. 796)[21] el-Fitnetü ve Vak’atu’l- Cemel[22] isimli eserleri gelmektedir. Tabakât türü eserlere gelince ise, daha çok sahabe biyografisi üzerinde duran İbn Sa’d’ın (H. 230/M. 845)[23] et-Tabakâtü-l- Kübra’sından yararlandık. Müsteşriklerden Wilferd Madelung’un İbn Şebbe’nin (262/876)[24] [25] Târihü'l-Medîneti'l- Münevvere: Ahbârü'l- Medîneti'l- 25

Münevvere eserini kullanmasından dolayı biz de bu esere başvurduk.

Konumuzla ilgili Türkiye’de yazılmış İslam tarihi ile ilgili kitap ve makaleler de istifade ettiğimiz önemli yayınlar oldu. Örneğin Hakkı Dursun Yıldız’ın Doğuştan Günümüze Büyük İslam Târihi kitabının Hülefay-i Râşidîn ve Emeviler Devri,[26] [27] [28] Sabri Hizmetli’nin İslam Târihi, -İlk Dönem-,21 Murat Sarıcığ’ın, Bütün Yönleriyle Dört Halife Dönemi,2 Mustafa Fayda’nın Hulefâ- yı Râşidîn Devri: Dört Halife Dönemi[29] [30] ve Adem Apak’ın Anahatlarıyla İslam Tarihi (2): Hülefâ-i Râşidîn Dönemi26 isimli çeşitli kitaplardan faydalandık.

Mevzumuzla ilgili kullandığımız makalelere gelince, bunlar arasında Sabri Hizmetli’nin “Genel Olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları; Sonuçları ve Etkileri”,[31] Ünal Kılıç’ın “Kûfelilerin Hz. Osman’a Muhalefet Etmelerinin Sebepleri”,[32] M. Mahfuz Söylemez’in “Hz. Osman Dönemindeki Ekonomik

Krizin Garnizon Kentlere Etkisi- Kûfe Örneği”,55 Ethem Ruhi Fığlalı’nın “Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler”54 gibi araştırma ürünü makalelerden yararlandık. Ayrıca, konumuzla bir şekilde bağlantılı olduğundan İsmail Hakkı Atçeken’in “Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”55, Adem Apak’ın, “Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Ümeyyeoğulları’nın Devlet İdaresindeki Yeri”,[33] [34] [35] [36] ve “Hz. Osman'ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”,[37] Sabri Hizmetli’nin “Tarihî Rivayetlere Göre

Hz.Osman’ın Öldürülmesi”[38] başlıklı makalelerini de kullandık. Bu kaynaklar, Hz. Osman dönemindeki gelişmeleri muhtevalı bir şekilde ele alarak incelemeleri, Türkiye’deki araştırıcıların konuya bakış açıları bakımından önemli görüşler sunarlar.

Hz. Osman’ın Kısaca Hayatı ve İslam Tarihindeki Yeri

Hz. Osman Kureyş kabilesinin Ümeyyeoğulları kolundan olup, İslam’a ilk giren büyük sahabilerdendir. Tam adı Osman b. Affan b. el-‘As b. Ümeyye b. Abdi Şems b. Abdi Menaf b. Kusay olan büyük şahsın annesi, Erva bnt. Kureyz b. Rabia b. Habib b. Abdi Şems b. Abdi Menaf b. Kusay’dır.

Görüldüğü üzere anne ve babası Abdi Şems b. Abdi Menaf b. Kusay’da birleşmekte ve bu nedenle Hz. Peygamber ile akraba oldukları anlaşılmaktadır.[39] Kaynaklarda çoğunlukla Osman b. Affan’ın 82 yaşında katledildiği söylendiğinden,[40] doğum tarihinin Fil olayından üç sene sonra doğduğunu söylememiz mümkündür. Künyesi cahiliyye döneminde Ebu Amr olan Osman, İslam’ı kabul ettikten sonra müslümanlar ona Ebu Abdillah künyesini kullandılar. Zevcesi, Hz. Peygamber’in kızı Rukiyye’den, Abdullah isimli çocukları olmuştu. Abdullah isimli bu çocuğu, daha altı yaşındayken bir horozun gözlerini oyması sonucu hastalanmış ve ölmüştü.[41]

Gençliğinde babasının yanında ticaretle uğraşan Osman, İslam öncesi dönemde Mekke’nin önemli tüccarlarından addediliyordu. İslami davetin ilk yıllarında Hz. Ebu Bekir’in delaletiyle Rasulullah’ın yanına giderek müslüman olmuştu. Böylece o, ilk on müslüman arasına ismini yazdırmış oluyordu.[42]

Ne uzun ne de kısa boylu olan Osman, yumuşak huylu, güzel yüzlü ve sık sakallı idi. Sakalını sarı renge boyardı. Teni esmer renkteydi.[43] Rasulullah’ın kendisi hakkında “ Ümmetim içerisinde en hayalı şahıs Osman’dan başkası değildir[44] veya “Meleklerin haya ettiğinden ben haya duymayayım mı?[45] söylemesi onun utangaç, edepli olmasına işarettir. İslam’ı ilk kabul edenlerden olan Osman Cennetle müjdelenen on sahabiden birisidir. Daru’l-Erkam’da müslüman olan ve İslam’ın zor günlerinde şiddete maruz kalanlardandı. Ayrıca, birinci Habeşistan hicretine zevcesi Rukiyye ile katıldığından dolayı Rasulullah onlar hakkında “Şüphesiz bunlar ikisi İbrahim ve Lut’tan sonra Allah’a hicret eden ilk kimselerdir?” söylemiştir.[46] Zira onlar da ailelerini yanlarına alıp Allah yolunda yurtlarını terk etmişlerdi. Keza onlar, Medîne’ye hicret etmeleri ile de bilinmekteler.[47]

Cömertliği ile de meşhur olan Hz. Osman’ın Allah ve Rasulu yolunda çok miktarda para harcadığı kaynaklarda geçmiştir; ayrıca Rume kuyusunu kendi parasıyla alıp müslümanların hizmetine vermiştir. Müslümanların saylarının her sene daha da artması nedeniyle Mescid-i Nebevi’ye sığmaz olmuşlardı. Bu zaman, caminin arazisini genişletmek için paraya büyük ihtiyaç duyulmuş, yine Hz. Osman öne çıkıp kendi malından harcayarak yakındaki araziyi satın almış bu sorunu çözmüştür. Tebük gazvesinde de 30.000 kişiden oluşan İslam ordusunun yarısını kendi parasıyla techiz etmesi onun cömertliğine başka bir örnektir.[48] Hatta Hz. Osman’ın bu harcamasının ardından Hz. Peygamber kendisi hakkında ””Bugünden sonra Osman’a (her ne) yapsa zarar vermeyecektir?” buyurmuştu.[49]

Hilafeti yıllarına gelince, bilindiği üzere İslam devleti güç ve kuvvete sahip olmuş, artık Arabistan Yarımadası dışında fetihlere başlanılmıştı. Önceki halife Hz. Ömer’in zamanında İran ve Bizans topraklarının bir kısmı Müslümanlar’ın eline geçmişti. Lakin halife Ömer’in H. 23/M. 644 senesinde namaz kıldırırken öldürülmesi hem hilafet makamına yeni bir halifenin atanmasını gerektirmiş, hem de fetih harekâtlarının duraksaması tehlikesini doğurmuştur. Hz. Ömer kendi yerine hiç kimseyi atamamış, bu işi, kendi oluşturduğu şurayla halletmeyi karara bağlamıştı.[50] Hz. Osman hilafet makamına geldiğinde bu fetihler hızlı bir şekilde devam etmekteydi. Fakat bu hareketler esasen hilafetinin ilk altı yılını kapsamaktadır. Bu zaman diliminde Afrika, Mısır, Tunus, Trablus’da büyük fetihler gerçekleştirmek mümkün olmuş,[51] İslam dini bu yerlere kadar yayılabilmiştir. Onun döneminde Azerbaycan, Dağıstan, İrminiye ve Gürcistan, Arran bölgesinin fethi tamamlanmıştı. Hz. Osman, Erdebil merkez olmak üzere Azerbaycan’ın çeşitli yerlerine birlikler de yerleştirmişti.[52]

Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında gerçekleştirilen fetih hareketlerindeki başka bir yenilik de donanma kurularak gemilerle fetihlere başlanmasıydı. H. 28/M. 648-49 yıllarında gemilerle Kıbrıs’a bir sefer düzenlenmiş, sonuçta ada barış yoluyla vergiye bağlanmıştı. Bir sene sonra Suriye sahilleri yakınındaki Ervad (Cyzikus) adası fethedildi. H. 32/M 652-53’te ise İtalya sahillerindeki Sicilya ve Rodos’a gemilerle seferler düzenlendi. Ertesi yıl Kıbrıs idarecilerinin vergileri ödememeleri sebebiyle 500 gemilik bir donanmayla (ikinci kez) Kıbrıs’a sefer yapılmış ve ada fetholunmuştu. Râşid Halifeler döneminin en büyük deniz savaşı addedilen “Zatü’s-savari” savaşı bu yıllarda gerçekleşmişti. 200 gemiden oluşan İslam donanması İskenderiye açıklarında II. Konstans rehberliğindeki 500 gemilik Bizans donanmasını mahvederek Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki hakimiyetine son vermişti. [53]

Tüm bu başarılara rağmen, Hz. Osman’ın başarı ve zafer dolu ilk altı yıllık hilafet dönemi, yerini fitne ve kargaşa dolu ikinci altı yıllık bir döneme bırakmaya başlamıştı. Yapılan fetihler neticesinde devletin sınırları genişlemiş ve hazine dolmuş olsa da, bu dönem kendisiyle beraberinde çözülmesi güç olan bir dizi sorunları da getirmişti. Yeni fetholunmuş topraklarda farklı inanca sahip olanları kontrölde tutmak kolay değildi. [54] Diğer bir husus da ilk iki halifenin hilafeti yıllarıyla kıyaslandığında ortaya çıkar. Mesela, Hz. Ebu Bekir’in döneminde başkanlık seçimi, irtidat ve irtica hareketleri gibi birtakım sosyal yönleri de olan kitlesel olaylar yaşanmışsa da toplumu bozucu etkileri olmadı. Hz. Ömer devrinde de bu konuda hiçbir problem yaşanmadı. Hz. Osman dönemi ise bitmez bilmeyen fitne olaylarının başlangıcıydı.[55]

Hz. Osman’ın hilafet yıllarının sonları, yoğun fitne olaylarına şahitlik eden bir devir olmuştur. Arapça bir kelime olan “fitne” tabiri, Kur’an-ı Kerim’in birkaç yerinde çeşitli manalarda kullanılmıştır. Bunlara mihnet, bela ve imtihan,[56] [57] azap51 şiddet,[58] küfür[59] fücur, fısk, şekavet, kavga ve diğerlerini örnek verebiliriz. Hz. Peygamber’in fitnenin tehlikeli bir durum olduğunu, ümmetin fitneden kaçınması ve ondan uzak durması hususunda çeşitli uyarıcı hadisleri vardır.[60] Onlardan birinde kendileri şöyle buyururlar: “İki müslüman birbirine kılıç çekerse ikisi de ateşdedir.”[61] Fitne öyle bir devirdir ki, dostu dosta, kardeşi kardeşe mu’minleri bile birbirilerine düşürebilir. Hz. Osman devri ve sonrası buna en iyi delil olabilir.

Hilafetinin ikinci altı yılında fetih hareketleri duraksamış, devletin sınırları dahilinde iç savaşların tohumları atılmaya başlanmış ve bu süre fitne ve kargaşa olaylarının daha da derinlik kazanmasına neden olmuştu. Fitneye neden olan olayların bazılarını şöyle de sıralayabiliriz: Halifenin, sahabilerin elindeki mushafların yakılarak resmi nüsha teşkil ettirmesi, bazı arazilerin devletleştirilmesi, halifenin yaptığı yenilikler ve ashaba muamelesi, Rasulullah’ın mührünü Eris kuyusuna düşürmesi, akrabalarına düşkünlüğü, çok yumuşak ve merhametli oluşu. Bu ve daha zikretmediğimiz diğer hususlar, boyutları hergün genişleyen fitne olaylarına ve İslam birliğinin bozulmasına neden oldu.[62] Bu durum halife Osman’ın katliyle sonuçlandı.[63] Fakat bu fitne başka biçimde de olsa İslam alemini terk etmeyecek tarzda devam edecekti. İleriki sayfalarda Hz. Osman döneminde yaşanan bu gelişmeler ve kendisine yöneltilen bu eleştiriler hakkında batılı müsteşriklerin ne tür yaklaşım ve yorumlar yaptıklarını ele almaya çalışacağız.

BİRİNCİ BÖLÜM

KLASİK DÖNEM MÜSTEŞRİKLERİN HZ. OSMAN DÖNEMİ OLAYLARINA YAKLAŞIMLARI

JULIUS WELLHAUSEN

Wellhausen’in Hayatı ve Eserleri

Babası bir Protestan papazı olan J. Wellhausen 17 Mayıs 1844 tarihinde Almanya’nın Aşağı Saksonya eyaletinde Hameln an der Weser şehrinde doğdu. İlk eğitimini de Hameln’de gördü ve sonra (1859’da) Hannover Lisesi’ne kaydoldu. 1862’de Göttingem Üniversitesi Teoloji Bölümüne kayıt yaptırarak burada dinler tarihi ve teoloji eğitiminin yanı sıra İbranice, Aramice ve Arapça öğrenmeye başladı. Üniversiteyi bitirdikten sonra (1865) Hannover’de kısa bir süre özel hocalık da yaptı. 1868-1872 yılları arasında ise yalnız teoloji öğrencilerinin kalmış oldukları bir yurt olan Göttingen Theologischer Stift’te Mukarrir sıfatıyla çalıştı. J. Wellhausen doktora unvanını Göttingen Üniversitesi’nde De gentibus et familiis judaeies quae I. Chr. 2. 4. enümerantur başlıklı teziyle aldı (1870). Bir yıl sonra Der Text der Bücher Samuelis untersucht (Güttingen) adlı eserini hazırlamış, kısa bir süre sonra da Greifswald Üniversitesi’ne kadrolu Ahd-i Atik profesörlüğüne atandı (1871). Fakat buradaki çalışma ve araştırmaları kendisini 1882’de teoloji profesörlüğünden istifa etme noktasına getirdi. O, kiliseyle bilimsel araştırmanın bağdaşmadığı kanaatine varmıştı. Kendisinin mustafi sayılması için bizzat mektup yazmıştı. Mektupta kendisinin kutsal kitap hakkında ilmi çalışmalar yapmak için teoloji öğrenimi gördüğünü, ancak bir görevinin de öğrencileri kilisede papazlık yapacak şekilde yetiştirmek olduğunu, bu görevini ise yerine getiremeyeceğini ifade ederek Felesefe Profesörlüğüne atanmasını talep etti. Talebi kabul gören Wellhausen, aynı yıl Halle Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde Sami Dilleri Profesörlüğüne atandı. 1885’te ise kadrolu profesör olarak Marburg Üniversitesi Felsefe Fakultesi’ne tayin edildi. 1892’de Göttingen Üniversitesi Doğu Dilleri Kürsüsü’ne getirildi. Altmış yaşından itibaren duyma yetkisini de kaybeden Wellhausen, uzun hastalıktan sonra 7 Ocak 1918 yılında Göttingen’de öldü.[64]

Hayatı boyunca Doğu dilleri ve tarihi üzerine çalışan J. Wellhausen, 1892’de Göttingen Kraliyet Cemiyeti’ne üye olmuşsa da toplantıdaki konuşmaları takip edemediğinden bu üyelikten 1903’te ayrılmak zorunda kalmıştır. 1901 yılında kendisine Prusya Devleti tarafından “Pour le merite” nişanı verilen Wellhausen’in şerefine, Göttingen Bilimler Akademisi tarafından her yıl “Julius Wellhausen-Vorlesung” başlıklı konferanslar düzenlenmekte ve bu konferanslar aynı adı taşıyan seri altında neşredilmektedir. Böylesi konferanslar, 2007 senesinden itibaren her yıl organize edilmektedir. Carl Heinrich Becker gibi bir kısım ünlü şarkiyatçılar üzerinde etki bırakan Wellhausen, aynı zamanda kendisi de ekol oluşturan bir teologdur. Ayrıca o, klâsik şarkiyatçıların son temsilcilerinden addedilmektedir. tarih, teoloji, filoloji gibi alanlarda da uzmanlaşmayı başarmış, XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başlarında Alman düşüncesinin önemli şahsiyetleri arasında yer almıştır.

Wellhausen akademik hayatına Yahudilik hakkındaki araştırmalarıyla başlamıştır. Çalışmalarını ise Ahd-i Atik, Ahd-i Cedid ve İslam tarihi gibi geniş bir alana yaymayı başarmıştır. Onun Tevrat hakkındaki fikirleri oldukça dikkat çekicidir. Şöyle ki, o, Tevrat’ın bir dönemde, tek bir kişi tarafından değil farklı dönemlerde farklı kişiler tarafından kaleme alınarak yazılmış, derleme bir kitap olduğunu savunur.[65]

Wellhausen’in İslam tarihi alanıyla ilgilenmesine (sonralar daha da yoğunlaşmasına) neden olan faktörü şöyle açıklayabiliriz. Bilindiği üzere İslam tarihi çalışmaları Yahudilikle ilgili araştmalarının devamı ve Yahudilik de Hristiyanlığın bir önceki kısmı olduğu için modern kültür açısından daha fazla önem kazanmaktadır. Yahudiliğin geçmişini öğrenmek için de tarihi verileri kesin olan İslami kaynaklara başvurmak gerekmektedir. Çünkü bizim döneme zaman bakımından daha yakın olanı da bizzat bu tarihtir. Wellhausen, Ahd-i Atik’ten İslam tarihine geçiş yapmanın lüzumlu oluşunu, “Muhammed in Medina” adlı eserinin giriş kısmında, İsrail tarihinin anlaşılabilmesi için İslam öncesi putperest Araplar’ın bilinmesinin gerekli olduğu şeklinde açıklar. Fakat artık inançları değişmemiş Araplar hiç kalmadığından Wellhausen, isteğinin yalnız İslam tarihinin öğrenilmesiyle gerçekleşebileceğini anlamıştır. Sonuç olarak İslami kaynakları Yahudiliği anlamak için kullanmış, öğrendiği İslam dini ve tarihini de bu çerçevede ele almıştır. İslam tarihine dini açıdan yanaşmamış, bunun bir kültür tarihi olduğunu kabul etmiştir. Çalışmalarını da yukarıda anlattığımız amacına uygun biçimde gerçekleştirmiştir. Yazarın Yahudilik ve Hristiyanlıkla ilgili önemli eserlerini şöyle sıralaya biliriz:

De gentibus et familiis judaeis quae I. Chr. 2. 4. enumerantur, Gottingae : Officina academica Di eteri chi ana, Göttingen, 1870. (Bu eser, müellifin Doktora tezidir.), Der text der Bücher Samuelis untersucht, Vndenhoeck und Ruprecht, Göttingen, 1871), Die Pharisaer und Sadducaer. Eine untersuchung zur inneren jüdischen Geschichte, (L. Bamberg, Greifswald, 1874), Geschichte Israel, (Georg Reimer, Berlin 1878), Die Composition de s Hexateuchs. Wellhausen, Skizzen und (Vorarbeiten, Georg Reimer, Berlin, 1885), Die kleinen Propheten übersetzt, (Georg Reimer, Berlin, 1892)

İslam tarihi ile ilişkili olan eserlerine ise şunları örnek olarak verebiliriz: Muhammed in Medina. Das ist Vakidi’s Kitab al-Maghazi in verkürzter deutscher Wiedergabe, (Georg Reimer, Berlin 1882). Yazarın bu eseri Kitabü’l-Meğazi’nin kısaltılmış Almanca tercümesidir. Die religiüs- politischen Oppositionsparteien im alten İslam, (Berlin, 1901). Bu eser, İslam’ın ilk dönemlerinde, sonradan ortaya çıkmış Haricilik ve Şia’dan bahseder. Das arabische Reich und sein Sturz, (Georg Reimer, Berlin, 1902). Bu eserine gelince ise, İslam’ın ilk devirlerinden başlayarak Emeviler’in sonuna kadar olan tarihi ihtiva eder. Reste arabischen Heidentums, (De Gruyter & Co. Berlin, 1927). Prolegomena zur altesten Geschichte des Islams, (Georg Reimer, Berlin, 1899).[66]

Bu kitapları arasında bizim konuyla yakından ilişkin olduğundan, kaynak olarak ikisini kullanmayı uygun bulduk. Bunlar da “Das arabische Reich und sein Sturz” (Arap Devleti ve Sükutu, çev: Fikret Işıltan, Ankara Üniversitesi Basım Evi, Ankara, 1963) ve “Prolegomena zur altesten Geschichte des Islams” (İslamın En Eski Tarihine Giriş, çev: Fikret Işıltan, Ankara Matbaası, İstanbul, 1960) adlı önemli eserleridir. Ünlü teolog, bu iki eserinde yalnız Hz. Osman’ın halifeliği devrindeki olayları değil, Hz. Muhammed’in döneminden başlayarak (İslam öncesi Arabistan’daki durum da dahil) İslam tarihinde yaşanmış olayları işlemiş ve kendi görüşlerini de sunmuş olmakla yeni, orijinal kitap kaleme almıştır. Tabii, İslami düşünceye zıt fikirlerinin bulunmasını da gayet normal karşılamamız gerekmektedir. Görüldüğü üzere yazılarını esasen Doğu bölgesi üzere yoğunlaştırmıştır. Eserlerinde olaylara esasen politik açıdan yanaşmaya öncelik vermiş bulunmaktaydı. Almanca yazdığı kitapları, dünyanın birçok dillerine ve ayrıca Türkçe’ye de çevrilmiştir.

Wellhausen’in Hz. Osman’ın Halife Seçilmesine Bakışı

Wellhausen’in, Hz. Osman’ın devrinde ortaya çıkmış fitne olaylarına değinirken, meseleye farklı tarzda yaklaştığını görmekteyiz. Kendisi gayrimüslim olduğundan dolayı bunu gayet normal karşılamamız uygun olur.

Bilindiği üzere Hz. Ömer insanlara namaz kıldırırken, Muğire b. Şu’be’nin İranlı kölesi olan Ebu Lu’lu’ tarafından şehit edilmiş, devletin idaresini de belirli bir kişiye bırakmamıştı. Sadece önde gelen altı sahabeye aralarından uygun birini seçmeleri işini bildirmişti. Buna şura denmekteydi. Hilafet makamına aday olan önde gelen sahabiler Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talib, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avftan oluşmaktaydı.[67] Wellhausen’e göre bu sahabelerden beşi birleşerek (veya kasıtlı olmadan da olabilir ama kendilerini bu zor görevden uzak tutmak için), kendi çıkarları için en tehlikesiz bir zat olan, yumuşak huylu, Ümeyye ailesine mensup Osman b. Affan’ı seçmişler. Ve fitneye, tüm karışıklığa neden olan da bizzat onlardır. Bu gibi olayların ortaya çıkmasında etkili olan önemli faktörleden biri, belki de birincisi Hz. Osman’ın za’fıydı. Zira temelleri tam oturtulmamış, kendi-kendine işleyen bir devlet nizamı belirlenmemişti. Böyle olunca da tüm işleri bir arada tutabilmek için güçlü bir şahsa ihtiyaç vardı. Teokrâsinin kitle halindeki birliği cemaat yüzünden bozulmalara yüz tutmuş ve kısa zaman içinde bir kısım siyasî-dinî fırkalar ortaya çıkmıştı.[68]

Sonradan Hz. Osman’ın da katline sebep olacak iç savaşlarla aslında Janus kapısı (Eski Roma’da harp açılır ve ancak harbin bitmesini müteakip kapatılır. Bu ifadeyle Wellhausen buna işaret etmektedir) açılacak ve bir daha kapatılmayacaktı. Müslümanların, müslümanlarla savaşmasını tabii İslam dini de kabul edemezdi. Bununla teokrâsinin temel prensibi ihlal edilmiş oldu. Ayrıca olaylara bitaraf kalmak da doğru karşılanmamalıydı. Çünkü böyle olduğu takdirde, İslam için o kadar mühim olan, hak için, açıkça söz ve fiille ortaya atılmak şartına karşı gelinmiş oluyordu. Olaylara iştirak etmek için bütün mukaddesatı bir tarafa bırakmak gerekiyordu. Bunun bazıları için kolay olduğu görülmüş, bilhassa önde gelen yüksek teokratik otoriteler başta olmakla bu hususta gayet beşeri hareket etmişlerdir.[69]

Wellhausen, konuyla ilgili ele aldığı diğer tanınmış eseri olan “Arap Devleti ve Sükutu” nda bir şeyi farklı vurgulamış bulunmaktadır. Eğer yukarıda Hz. Osman’a karşı diğer sahabilerin birleşerek ve kasıtlı olarak böyle yaptıklarını vurgulamışsa, diğer eserinde altı sahabenin, üstünlüğünü tanımak istemedikleri için, Hz. Ali’yi atlayarak Ümeyye ailesinden Osman b. Affan’ı seçmiş olduklarını gösteriyor.[70] Ama aynı eserin ilerki sayfalarındada tekrar eski fikirlerini destekler mahiyette devam eder. Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in alevlenmekte olan ateşi söndürmekte gayret etmediklerini belirterek, onları suçlu gösterir. Bizzat halifeye karşı belki de, “elleri bağlı olduğundan” (hiçbir şey yapmaya güçleri olmadığından) yardım edemedikleri için müteessir oldukları numarası yapıyorlardı. Yani onlar bu olayların sonucunun kendileri için kârlı olacağı ümidiyle, kargaşanın gidişatını değiştirmek için hiç bir çaba sarf etmemişlerdi.

Wellhausen’in Kûfe’deki Hoşnutsuzluklara Yaklaşımı

Bilindiği üzere Hz. Osman’a karşı ortaya çıkan huzursuzlukların en önemli merkezlerinden birisi Kûfe idi. Yalnız bu şehirde değil diğer eyaletlerde de durum hergün kötüye doğru gitmekteydi. Hal böyle iken iç karışıklık halife Hz. Osman’ın hilafetinin sonlarına doğru, dış savaşların (fetih harekâtlarını kastediyor); ruhları artık sarmamaya başlaması ile patlak verdi. Sonradan

gelişecek buhranın başlangıcı da Irak’ın önemli ordugâh şehri Kûfe’de kendini gösterdi. Burada dikkat çeken önemli bir husus da Kûfe’nin, Bekr, Rebia, Ezd, Kinde, Temim, Kudâ’a gibi fetihlerde büyük yararlılık gösteren güçlü kabilelerin yerleşim merkezi olmasıydı.[71] Wellhausen’e göre ise, aslına bakıldığında Kûfeliler daha halife Hz. Ömer zamanında şımartılmışlardı. Ciddiyetiyle tarihte ün bırakan Hz. Ömer bile onlara karşı ihtiyatla davranmıştı. O hilafeti devrinde her yerdeki valilerini mümkün olduğu kadar uzun müddet kendi görevlerinde bıraktığı halde, Kûfe valilerini, Kûfeliler’in isteklerine uyarak tek hilafetinin son altı yılı içinde üç kere değiştirmişti. Hz. Ömer’in bu politikasını isabetli bulan yazarımız, onu işinin ehli addetmektedir.[72] [73] Hz. Osman ise Kûfe’ye eski vali Sa’d b. Ebi Vakkas’ı getirdi ise de sonradan ,73 azlederek yerine kendi akrabalarından olan Velıd b. Ukbe yi atamıştı. Beklenildiği üzere Kûfeliler Velîd’le de iyi geçinmemişlerdi. Bu yeni vali birkaç Kûfeli gencin serseri hırsızlığından dolayı idam ettirince onların da babaları intikam çareleri düşünmüş, kin ateşlerini valinin şahsında söndürmek için İslamı kalkan olarak kullanmışlardır. Bundan başka Velîd, yakın arkadaşlarından olan Tayy’lı şair Ebu Zübeyd ile kendi evinde sohbet ederken hemen Kûfeli intikamcılar, şarap içerken yakalamak ümidi ile gizlice içeri girmişler ama istediklerini bulamayınca mahcup halde geri dönmüşlerdi. Wellhausen’e göre Velîd’in buradaki hatası, olanları halifeye şikâyet etmemesi idi.[74] Aslında bunu düşünmek onun aklından bile geçmemişti. Yani tedbirsiz biriydi.

Kûfe’deki kargaşanın derinleşmesinde ve fitne ateşinin körüklenmesinde ismi öne çıkan diğer bir şahıs Malik b. Eşter el-Nehâi idi. O, bir gece sohbetinde vali Sa’îd b. As’ın, Irak’ın verimli arazilerinden olan Sevad topraklarının Kureyşin bahçesi olduğunu söyleyince, sert şekilde karşı çıkmış ve bu hareketinden dolayı muhafızlar tarafından dışarı atılmıştı. Malik bu konuşmalarını başka yerlerde de yaymaya başlayınca vali onu halifeye şikâyet etmiş, halife de onu (yanındaki on fitneci ile birlikte) Suriye’ye göndermişti. Suriye’de herkes vali Mu’aviye’ye büyük rağbet gösteriyordu. Buraya gönderilen Kûfeli fitneciler onun mevkiini bilmiyor olduklarından kendisine hemayar muamelesi yaptılar. Valinin sakalını ve başını bile tartakladılar. Son derece sabırlı davranan Mu’aviye sükûnetle onlara: ” Burada Kûfe’de değilsiniz. Suriyeliler ’im bunu görselerdi, sizin hayatızı ben bile kurtaramazdım’” demiş ve o da bu fitnecilerin burada kalmasına razı olmamıştı. Sonra Kûfe’ye oradan yine geriye Suriye’ye gitmiş, ama bu kez Hıms’a- Abdurrahman b. Halit b. Velıd in yanına gelmişlerdi.

Konuyla ilişkin dikkat çeken başka bir görüşe de Türkiye’de yapılmış çalışmalarda rastlamamız mümkündür. Bunlar arasında Ünal Kılıç’ın bazı yorumlarını aktarmayı uygun gördüğümüzden, onları burada zikretmemiz yerinde olacaktır. Onun fikrince o zamanlar Kûfe’de hâkim unsur Araplar olsa da onlar kendi aralarında da homojen bir yapıya sahip değillerdi. Kûfe’deki Araplar Kuzey ve Güney Arapları olmakla iki büyük gruba ayrılmaktaydı. Onların arasındaysa eskiden devam edegelen bir çekişme sözkonusuydu. Oradaki halkın büyük kısmını Güney Arapları (özellikle de Yemen asıllı Araplar) oluşturuyordu. Halbuki yüksek görevlerde (devlet yöneticileri, vali ve amillerin büyük bir kısmı) azınlığı teşkil eden Kuzey Araplarındandı. İşte bizzat bu faktör Güney Araplarının yönetimde temsil edilemeyecekleri inancını ortaya çıkarmış, bu da öteden beri aralarında mevcut olan çekişmeyi daha körüklemeye başlamıştı. Bu çekişme bizzat Kuzey Araplarından olan Kureyş’e mahsus Hz. Peygamber’in döneminde değil, sonraki halifelerin de Kureyş’ten olmaları sonucunda körüklenmişti. Böylece Güney Arapları bu hali kendi aleyhlerine bir durum olarak algılamış, iç savaşların ve kargaşaların ilk kez Kûfe’de ortaya çıkmasına sebebiyyet vermişti.[75] [76]

Diğer bir araştırmacı M. Mahfuz Söylemez ise iç savaşlara neden olacak ilk eleştirilerin nedenlerini fetih hareketlerinin duraksamasında görmüş, bundan ilk ve en çok etkilenen garnizon şehrinin Kûfe olduğunu kabul etmiştir. Bu ekonomik kriz Basra ve Fustat’ta da etkisini çok göstermişti.[77]

Wellhausen’e Göre Müslümanlar Arasındaki Dünyevilik Eğilimleri

Malum olduğu üzere iç karışıklık olayları her geçen gün daha da yayılmaktaydı. Artık halife ve valilerine karşı duyulan kızgın tavırlar yalnız Kûfe ile kalmıyor, her tarafa yayılmaya yüz tutuyordu. Wellhausen bu durumun, müslümanların ilk kez dünyevileştirilmesinden kaynaklanmış olabileceğini iddia etmektedir. Artık dışarıda yapılan savaşlar sonucunda bol ganimet toplanmış, halk paraya aldanmış, ahiret gözden kaybolmuştu. Ayrıca Teokrâsi’nin zahiri vazifeleri ile temeli sağlam inanca dayanan dindarlık da unutulmuştu. Yeni ortaya çıkmış bu durum, birkaç bölgede bazı sahabilerin hoşuna gitmemiş ve açıktan açığa protesto etmişlerdir. Dımaşk’ta Ebu Zer, Basra‘da Amir b. Abdkays bunlardan sadece ikisi idi. Wellhausen bunların sıkıntılarının önemli nedenini şuna dayandırmaktaydı: Onlar İslam’ın inkişafının daha Hz. Peygamber zamanında Medîne’de girdiği geniş yola güvenmemişler ve Teokrâsi’nin değişmiş olan büyük dünya devletinde huzur bulamamışlardı. İslam’ın dünyevileşmesine karşı aldıkları mühalif tavırla bunlar, hâkim tabaka ile mücadelesi ancak ganimet kavgası olan siyâsi mühalefet ile aynı seviyede bulunmuyorlardı. Bunlar sayıları az ve münferit idiler.[78] Yazarımız böylelerini derin dindarlıklarından dolayı Hristiyan azizlerine de benzetmektedir. Fakat her zaman mutad olduğu gibi muhalefet, aslında kendisi ile aynı cinsten olmayan unsurlardan da istifade etmek suretiyle devleti onlara karşı da kışkırttı. Yani, dindarlık muhalefete ne olursa olsun bir kalkan vazifesi görmek mecburiyetinde idi. Çünkü devlet bir Teokrâsi idi.[79]

Burada Wellhausen’in bildiğimiz bir Kur’ânî terime özel fikrini sunmuş ve şöyle düşündüğünü görmekteyiz: İslam’da mevcut iktidara karşı her baş kaldırmanın parolası ”el-Emru bi ’l-Ma ’rufi ve ’l-Nehyu ‘an-il Munkeri ” olmuştur.[80] Mühalefet de iç dindarlık yerine umumun anlayıp tatbik ettiği zâhirî zühd ve takva perdesine bürünmüştü. Halifenin yapması istenilen icraatı, ne kadar faydalı olursa olsun, hemen bid’at damgası vurularak itirazla karşılanıyordu. Bu icraatları kısaca şöyle sıralayabiliriz; Mekke’de camiyi genişletmesi ve Mescid’ül-Haram’ın sınır taşlarını değiştirmesi, Mina’da namazı seferi değil de mukim olarak kıldırması,[81] Medîne’de yeni inşa edilen hanesinden cuma günü iki defa cuma namazına davet ettirmesi, Kur’an nüshalarının çoğaltılarak eyaletlere dağıtılması,[82] Arabistan’da miri veya savafi[83] otlaklar (Hima) tesis etmesi.

Hz. Osman’ın verimli arazilerle ilgili yaptığı icraatlara değinirken Wellhausen şöyle düşünmektedir; sanki hazinenin fethedilen bölgelerde taksim edilmeyen araziden yeteri kadar malı yoktu da toprak isteyeni bir de Arabistan’da yerleştirmek mecburdu. Hz. Peygamber ve ilk iki halife bir çok otlakları ordunun at ve develeri için zaten istimlak etmişlerdi. Burası da bir gerçektir ki, Hz. Osman’ın yaptığını Hz. Ömer yapmış olsaydı kimse ses çıkaramazdı. Çünki Hz. Osman bir de Hz. Peygamber’in yüzüğünü kaybetmiş ve Hz. Peygamber’in asası elinde kırılmıştı. Halk arasında yayılmış rahatsızlığın ve ona karşı patlak vermiş memnuniyetsizliği abartan başka bir unsur da buydu. Genel olarak söylersek, Wellhausen’e göre İslam toplumunda ilk kez görülmeye başlamış itiraz dalgası ve tüm hoşnutsuzlukların sebebi, Teokrâsi’nin umumi olarak devletleştirilmesi idi.[84]

Wellhausen’in Abdullah b. Sebe Hakkındaki Görüşleri

Önce şunu vurgulamamız gerekiyor ki, Wellhausen bu konuyu çalışırken Seyf b. Ömer’i[85] ana kaynak olarak ele almıştır. Çünkü onunla ilgili haberlere Seyf’de rastlıyoruz. Bazen Seyf’in yanlış düşündüğünü söylemekten de çekinmemiştir.

Malum olduğu üzere fitneyi ortaya çıkaranlar arasında San’a’lı Yahudi asıllı Abdullah b. Sebe ismine çok rastlıyoruz. Kaynaklarda ismi çeşitli şekillerde geçmektedir. Örneğin İbnü’s-Sevda, İbn. Vehb b. Seba. İbnü’s- Sevda es-Sebe’i, İbn Sebe el-Himyeri, İbn Sebe er- Râsibi el-Hemedani bunlardandır. Fakat en çok anılan ismi Abdullah b. Sebe olan bu kişi Sebeiyye, Sebaiyye veya Saibe adlı Şi’i mezhebinin kurucusu sayılır.[86]

İslam’ı sonradan kabul ederek merkeze gelmiş ve kendi düşüncelerini yaymaya başlamıştı. Bu kişi, ilk defa Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’in vâsisi ve varisi olduğunu[87] iddia eden kimsedir. Müellif de bu görüşü ile onun, Şia’nın ilk kurucusu olduğunu düşünmektedir. Şi’a sonradan onun düşüncelerine dayanarak ortaya çıkacak bir mezhep, siyasî bir fırka haline gelmiştir. Belki de İbn Sebe’nin böyle bir parti kurmak fikri olmamış, sonraki olaylar böyle bir grubun oluşmasına imkân sağlamıştır. Fakat onun en azından fitne çıkarmakla müslümanları parçalamayı oluşturmakta istekli olduğu görülmektedir.

Dolayısıyla gelecekte ismi ne olursa olsun bir muhalif grubun oluşmasını hedeflediği açıkça sezilmektedir.

İbn Sebe ilk faaliyetine Hicaz’da başlamış olmakla sonradan Suriye ve Irak ile devam etmiş, nihayet Mısır’da arzusunu daha çok gerçekleştirebilmişti.[88] Olaylardan halifenin bizzat haberi yoktu veya olsaydı bile önem vermiyordu. Haberdar olunca, ilgili yerlere güvenilir kimselerden bazılarını tahkikat için göndermiş, ama yapılan dedikoduların temelsiz olduğu ortaya çıkmıştı. Wellhausen gönderilen bu tahkikat hey’eti arasındakilerden yalnız Mısır’a gönderilmiş Ammar b. Yâsir’in orada İbn Sebe’nin tesirinde kaldığını söylemektedir.[89] [90]

Bu arada Julius Wellhausen bir meseleye de değinmeden geçmemiş bulunuyor. Müellif İbn Sebe ve taraftarlarının oluşturduğu grub hakkında şunları aktarmaktadır:

“Her ne kadar Sebe ’iyye Şi ’i mezhebi olmuşsa da, bu, hilafeti iskat ve müslümanların birbirine düşmesini intac eden hadise ile ortaya çıkmış değildir. Hassaten Iran ’lı Şi’iler tarafından geliştirilip Abbâsilerin ve onlardan sonra daha bir çok iktidar müddeilerinin başarılarını borçlu oldukları, mühabir ve ajanlar vasıtası ile suni ve gizli şekilde ihtilal hazırlamak sistemi, bu en eski devir müslümanlarına tatbik edilecek bir şey değildi. Çünki bu sonuncular henüz Araplardan ibaret olup, Araplarda da münferit şahısların birbirinden uzak, geniş ülkelerde gizli tertipler kurabilmelerini imkansız kılan kabile asabiyeti henüz ayakta durmakta idi. Hem de devlete karşı henüz hiç bir korku hissedilmediğine göre gizliliğe ne hacet vardı! Bunun gibi Ali ’nın dini bakımdan ilahlaştırılması, bu husus o zaman için mümkün olsaydı bile, herhalde pek tutacak bir şey değildi.-'1"

Müellifin görüşünce buradaki Hz. Ali’nin taraftarları Mu’aviye’nin taraftarı olan grub gibi ancak siyasî bir parti olup, dini mezheple hiç bir ilişkisi yoktur. Aslına bakılırsa bu doğru yaklaşımdır. Çünkü hiç bir kaynakta Hz. Ali ve Mu’aviye arasında sonradan görülecek ihtilafın temelinde namaz, oruc, zekat, hac gibi önemli konularda bir sıkıntıya rastlanılmamaktadır. Demek ki, onlar arasındaki problem yalnız siyâsi alandadır. Bu hem de o dönemde herhangi bir mezhebin daha oluşmadığını gösterir.

Fitne ateşinin körüklenmesinde tarihçiler Abdullah b. Sebe konusuna yer vermiş olsalar da bazıları bunu kabul etmemiş, böyle bir kişinin varlığından kuşku duyduklarını iddia etmişler. Belâzurî böyle bir kişinin ismini Hz. Osman ve Hz. Ali dönemleri dahil olmakla yalnız bir yerde zikreder. Taberi ve onun râvîlerine gelince, bu iki dönemde fitne olayları sırasında onu ve taraftarlarını kısaca zikretmişlerse de o zamanlar ortaya çıkmış olduğu iddia edilen Sebeiyye fırkasını unutmuşlardı.[91] Durum ne olursa olsun Wellhausen bu konuyu ele almış ve kendi yorum ve değerlendirmelerini yukarıdaki tarzda sunmuştur.

Wellhausen’e Göre Hz. Osman’a Karşı Olan Sahabiler ve Emeviler’in Tutumları

Alman şarkiyatçı Welhausen, Hz. Osman’a karşı mühalefetin asılreisleri hakkında konuşurken onların bizzat Medîne’de aranması gerektiğini önemle vurgulamaktadır. Wellhausen diyor ki, bu şahıslar Hz. Peygamber ve ilk iki halife döneminde Teokrâsi’nin yüksek meclisini teşkil etmiş, Hz. Peygamber’in en yakın ve en eski arkadaşları idiler. Bunlar İbn Avf, Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Sa’d b Ebi Vakkas’dan oluşan beş kişilik küçük bir gruptu. Hatta Hz. Ayşe de bunlara dahildi. İşte bunlar kendi aralarında Hz. Osman’ı en suya sabuna dokunmaz bir şahıs olarak, hilafete seçmişlerdi. Ama zamanla seçimlerinde yanıldıkları tezahür etmişti. Çünkü onun za’fı kendilerine değil, bilerek veya bilmeyerek kendini terk ettiği ailesine yaramıştı. Hz. Osman’ın mensubu olduğu Emeviler, hicretten hemen sonra Kureyş’in riyasetini ele geçirmiş ve Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem’e karşı mücadelenin başında bulunmuşlardı. Mekke siyâsi ehemmiyetini kaybettiğinden dolayı, Ümeyyeoğulları Medîne’ye gelmiş ve orada pek kısa zamanda idareki yönetime yaklaşmışlardı.[92]

Bu konuda ilginç olan diğer bir şey de putperest Kureyşliler’i imha ile tehdit eden akımın, onları daha da yükseklere kaldırmış bulunmasıydı. Aslında Emeviler hâkimiyete bizzat Hz. Osman’ın devrinde ulaşmış oluyordu. Örneğin bir müddet önce Kûfe’ye atadığı anabir kardeşi Velîd b. Ukbe’yi H. 30/M. 651 yılında içki içtiğinden dolayı görevinden almasına rağmen, onun yerine diğer akrabası olan genç Sa’id b. As’ı tayin etmişti.[93] Keza bundan önce halife Basra’ya da Emeviler’den Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh’i vali olarak atamıştı. Bununla da o, her yerde Emeviler’i tayin etmiş ve dolayısıyla iktidar onların ellerine geçmiş oluyordu. Yine bizzat Medîne’de halife, kâtibi olarak Mervan’ı atamış, İfrikiye bölgesinin beşte birini ona (Mervan’a) bağışlamıştı.[94] Dımaşk’taysa Mu’aviye’nin daha Hz. Ömer devrinden vali olduğu bilinen bir gerçekti. Bunlar da sonradan görülecek fitne olaylarının zühurunda etkileyici bir unsurdu aslında.

Wellhausen’e göre Hz. Peygamber’in diğer büyük sahabeleri, kendilerini, Emeviler’e verilen böylesi yetkiler karşısında ikinci plana atılmış veya en azından tehdit edilmiş hissediyorlardı. Düşmanlık için tam da yeterli sebep vardı artık. Emeviler, İslam’ı yok etmek için elinden gelen herşeyi yapmış olan eski putperest âsillerdi. Diğer büyük sahabiler ise kökü tamamiyle İslam’a dayanan gerçek Teokrâsi âsiller idi. Onlar, soylu müşrik ailelerii tarafından arka plana atılmayı bir türlü kabul edemiyorlardı. Aslında bunlar da Kureyşli idiler ve hiç bir şekilde Hz. Peygamber’in kabilesine mensubiyetlerini bir tarafa bırakarak, İslam’a ettikleri hizmeti, iktidara liyakat için yeterli görmüyorlardı. Bunu anlayan ashap grubu da artık Hz. Peygamber’in en önde gelen taraftarları oldukları özelliklerini göstermeye başlamış olduklarından ortaya çıkan sahne de çok karmaşıktı. Hatta Ümeyyeoğulları’na mensup olmayan ashap grubu, önce halifeyi ayırmaya gayret etmiş, bununla da Hz. Osman’ın Medine’deki nüfuzunun temellerini zayıflatmış bulunmuşlardı. Artık bu hareketleri ile onlar, Araplar arasında halifeye karşı hoşnutsuzluğun yaranmasına neden olmuşlardı.[95]

Wellhausen’in Fey Gelirlerinin Paylaşımına İlişkin Görüşleri

Konuya geçmezden önce “fey” kelimesinin ne anlama geldiğini kısa olarak anlatmakta yarar vardır. Sözlükte “geri dönmek, şekil değiştirmek” (isim olarak “gölge”) anlamlarını veren fey, terim olarak gayrimüslimlerden alınan haraç, cizye, ticari mal vergisi (üşür) ve diğer bazı gelirleri ifade eder. Bazıları bu terime, ganimet de dahil olmak üzere gayrimüslimlerden alınan her türlü malı içine alacak şekilde geniş bir anlam vermişse de yaygın görüşe göre ganimet feyin kapsamı dışındadır.[96] [97] [98]

Fey kelimesi Kur’an-i Kerim’de fiil olarak iki farklı yerde üç defa “geri dönmek, vazgeçmek,'91 manasına gelmekte olup, başka üç ayette de “ganimet olarak vermek9 anlamında geçmektedir. Medine yakınlarında yaşayan Beni Nadir yahudilerinin bölgeden sürülmesi ve savaşsız olarak mallarının ele geçirilmesinin ardından Haşr suresinin ilk on ayeti nazil olmuştu. Bu ayetlerde gayrimüslimlerden alınan mallar hakkında fey kelimesi kullanılmıştır. Halbuki bu olaydan yaklaşık bir sene önce gerçekleşmiş Bedir Gazvesi’nden sonra ganimetlerin paylaşımı ve humus denen verginin bir hissesinin Allah ve Resulü’ne ait olduğunu bildiren Enfal suresinin ilk ayeti nazil olmuştu. Bu surenin 41. ayetinde ganimetlerin taksimiyle ilgili hükümler indirilmişti. Haşr suresinde inen ayetlerin Enfal’deki ayetlerden farklı hükümler içermiş olabileceği gözönünde tutularak fıkıh âlimleri de tarih boyu bu konuda farklı görüşler söylemişlerdi.[99]

Dönemin en güçlü devletinden biri haline gelen İslam devleti, bilindiği üzere durmaksızın yaptığı Futûhat içerisinde arazileri her gün genişlemekte ve gelirleri de artmaktaydı. Ganimet olarak bildiğimiz bu gelirleri, Wellhausen açıktan açığa yağma, çapulculuk olarak görmektedir.[100] Bu gelirlerin daimi olan seferler sayesinde mutemadiyen akıp geldiği müddetce, devletin, o zamanlar kendilerinin ne yapacaklarını daha bilmedikleri fey’e, itaat altına alınanların menkul olmayan mülklerine ve şahıslarına el koymasına aldırış etmemişlerdi. Ama gelişmekte olan olaylar ve zaruretler ganimetin en değerli kısmını ellerinden kaçırmış olduklarını kendilerine göstermişti. Fey’in yıllık tutarı kendilerine verilmiş olsaydı bile yine ses çıkarmayacaklardı. Ama görüldüğü üzere bu da yapılmamıştı.[101]

Gayrimüslim tebeadan alınan cizye vergileri de diğer vergilerle birlikte devletin hazinesine akıyordu. Ancak yazara göre devlet bu vergileri savaşçılar arasında maaşı uygun paylaştırmıyordu. Yani bir bakıma şöyle söylüyordu: Muhtevası orduya ait olduğu halde, kesenin ağzı devletin elindeydi. Futûhatlar ordu tarafından yapılıyor olduğu halde ne kadar ilginçtir ki, devlet arazi ve şahısları taksim etmemek ve bunların vergi kuvvetlerini eline geçirmek suretiyle ordudan ayrı, özel, mustakil bir duruma geçmişti. Demek ki, ordu, devletin istediği yüksek mikyasta tevcih ettiği veya geri alabildiği maaşlarla devlete bağımlı hale gelmişti. Bunun tanımını kısa şekilde şu ifadeyle de verebiliriz: önceleri devlet ordu sayesinde yaşarken, şimdi ordu devlet sayesinde yaşayacak hale gelmiş bulunuyordu. Ayrıca, bunlar haraçtan gelen paranın devlete değil, kendilerine ait olduğunu, bunların mâl-ı Allah değil malü’l müslimin olduğunu iddia ediyorlardı. Fey gelirlerinin taksim edilmesini ısrarla talep edenler de fırsat bulunca eyaletlerdeki devlet kasalarını yağmalıyor ve bu kasalarda fazla kalan paranın devletin ana hazinesine geçmesine mani olmak istiyorlardı. Yani devlete karşı duydukları hınçlarını onun eyaletlerdeki paralarına hükmeden memurlarına yöneltmekteydiler.[102]

Julius Wellhausen, bu protesto ile ilgili olarak şunu da söylemektedir ki, aslında bu olumsuz tavırlar, Hz. Osman’a değil Hz. Ömer’in yönetim sistemine karşı idi. Konuyla ilgili olarak şöyle diyor:

Fey ’i ordunun elinden alarak, her ne kadar “Peygamber tarafından bizzat takip olunan hazine menfaati politikasına uygun olarak, fakat yine de Kur’an’ın ahkamı zıddına devlete vermiş olan Ömer idi. Bu mevzudaki kızgınlığın Ömer devrinde değil de önce Osman zamanında uyanmış olması, zamanın değişik mahiyeti ile değil, hükümdarın değişik olan şahsiyeti ile de izah edilmelidir.[103]

Aslına bakılırsa Hz. Osman’da, selefi (Hz. Ömer) gibi amirane otorite politikası yoktu. Bunun için de, Hz. Ömer zamanında cesaret edilemeyecek hareketlere kendisinin maruz kaldığını söylerken Hz. Osman doğrudan doğruya haklıydı. İşte vali ve memurların ego hisleri, hoşlarına gitmeyen Hz. Ömer devrine nazaran bizzat bu dönemde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış bulunuyordu. Tabi ki, bir de bunlar Ümeyye ailesine mensupsa sonrasını düşünmeye gerek de yok. Bu zikredilenlerden Wellhausen’in kastettiğini kısa olarak söylersek eğer, devlet, eyaletleri kemirme iznine sahip birkaç görevli şahsın çiftliği haline gelmiş durumdaydı.[104]

İsyancıların Medîne’yi Basmaları ve Hz. Osman’ın Katli

Her geçen gün diğer eyaletlerin yanısıra Medine’de de durum kötüleşmekteydi. Birzamanlar birbirilerine kardeşcesine sıkı bağlı olan ashabın büyükleri arasında artık eski sevgi kaybolmaya yüz tutmuştu. Bunlardan biri de Medine’deki sahabilerden Abdurrahman b. Avftı. Hz. Osman’ın hatalarından dolayı kendisine karşı tutumunu değiştirmişti. Ona eskisi gibi değer vermiyor bazen de kaba davranıyordu. Ayrıca, Hz. Peygamber’in hanımı Hz. Ayşe de maaşını azaltmış olan halifeye karşı eski tutumunu değiştirmişti. Bu hareketleriyle onlar, halifenin düşük olan nüfuzunu daha da yıpratmış oluyorlardı. Wellhausen, bu ve diğer sahabilerin halifeye karşı mücadeleye kendisinin gözü önünde ve Medineliler’in yardımı ile girişmek istemediklerini düşüncesindedir. Sanki herşeyi zamana bırakmış durumdaydılar.[105]

İşler her gün isyana doğru yeni bir adım mahiyetindeydi. Bu arada Medîneliler H. 34/M. 655 yılında eyalet halkına böyle bir mektup yazdılar:

“Gaza yapmak istiyorsanız, bunun yeri şimdi Medine’dir.” Bu haber önce Kûfe’de isyana sebep oldu. Hatta Mekke’den geri dönen vali Sa’id’in bile şehre girmesine karşı çıktılar. Halife de ortayı sakinleştirmek kastıyla onun yerine arkadaşı olmadığı halde Ebu Musa’yı, âsilerin isteği üzerine Kûfe’ye vali tayin etti. Ama bu kez de Wellhausen’e göre Mısırlılar, Medîne’ye yönelmeyi karara bağladılar. Sebebi de şu idi: Devletin otoritesi daha H. 28/M. 649 yılında Mısır’daki Umeyyeoğulları tarafından alınmıştı. İşte Amr b. ‘As da bu yüzden halifeye duşman kesilmiş, ona karşı koymaya başlamıştı. Ayrıca Hz. Ali’nin oğulluğa götürdüğü Ebu Bekirin oğlu Muhammed ile Hz. Osman’ın kendi yetiştirmesi olan Muhammed b. Ebi Huzeyfe kendilerini bir şey zannetmeye başlamış, Abdullah b. Ebi Serh’in bir deniz seferi esnasında, hakiki cihadın geride bırakıldığı görüşlerini ileri sürerek kendi gemileri ile donanmadan ayrılmışlardı. Bunlar da Hz. Osman’ı malum sebepler yüzünden itham etmeye başlamış olmakla fitne tohumlarını atıyorlardı. Bu olaylar süregelirken tarih H. 34/M. 655 senesini gösteriyordu.[106]

Wellhausen’e göre bir sene sonra yeni bir olayın yaşanması da durumuun kötüleşmesine etki yapmkıştı. Beş yüz Mısırlı, İbn Üdeys el-Belevi komutasında iç duşmana karşı Allah rızası için savaşa davet edilince hepsi de icabet etmişlerdi. Muhammed b. Ebi Bekir de onlara katılmış bulunuyordu. Onlar Zu Huşup’ta konaklamış, taleplerini halifeye buradan bildirmiş, kabul etmediği takdirde zor kullanacakları ile tehdit etmişlerdi. Dikkat çeken bir husus Medînelilerden çok az kişinin halifeyi savunması idi. Çoğunluk bu isyancı grubu himaye etmekteydi. Hz. Osman büyük bir hilafetin rehberi olmasına rağmen hiç bir şey yapamıyordu. Çünkü iktidarını destekleyecek kuvveti dahi yoktu. Bizzat bu nedenle âsilerle anlaşmak zorunda kalmıştı. Muhammed b. Mesleme aracılığı ile yapılan anlaşma sonucu Mısırlılar geri döndüler. Onlar uzaklaşır uzaklaşmaz Hz. Osman bu kez Mervan ve Beni Umeyye’nin diger mensupları tarafından teşvik edilerek tekrar canlanmıştı. Hatta Cuma hutbesinde Mısırlılar’ın haksız olduklarını anladıklarını ve bundan dolayı geri döndüklerini ihtiva eden bir konuşma yaptı. Konuşmasının ardından Medîneliler içinde ona karşı sert tepkiler görüldü. Seslerini yükseltmekle yetinmeyerek bir de kendisini taşladılar. Halife bayılmış halde evine götürülmüş olmakla beraber bir daha camide hiç bir zaman görülmeyecekti.[107]

Bu durum bizlere bir daha gösteriyor ki, artık fitne Medîne’ye, halifenin tam da evine kadar ulaşmıştı. Burada halifenin acele davranması eleştirilmesi gereken hususlardandı. Hemen böyle bir çağrıya icabet etmeseydi belki de bunlar yaşanmayacaktı. Bu hareket zaten yayılmaya yüz tutmuş fitnenin dalgasını biraz da derinleştirmiş oldu. Zira artık Medîneliler evinin etrafından dağılmayacaklarını bildirerek bunda israr etmişlerdi. Ayrıca âsiler hakkındaki konuşması kendilerine yetişmiş olduğundan onlar tekrar geri dönmüş ve dönme sebeblerine başka bir delil de eklenmişti. Bu kez onlar halifenin imzası olan mektupla gelmişlerdi.[108] Mektupta Hz. Osman’ın vali İbn Ebi Serh’i azledecek yerde dönekçesine ona âsilerin reislerinin geri döndüğünde öldürülmesi emrini ifade eden yazı yazılmış bulunuyordu. Mısırlılar’ın sorgulaması üzerine halife yazıdan habersiz olduğunu dile getiriyor, böyle bir şey yapmadığını bildiriyordu. Baskılar artınca artık istifa teklifleri de söylenmeye başlanmıştı. Ama halife bu fikri reddediyordu. Bizzat bundan sonra Hz. Osman Mısırlılar tarafından muhasara olundu. Ve kendisine su verilmesi bile yasaklandı.[109] Onu koruyanlar uşakları, mevalisi ve bir kaç Ümeyyeli idiler.

Biz muhasaracı âsilerin her küçük hareketinin birer fitne aleti olduğuna şahit oluyoruz. Bilindiği üzere ilk katl olayını gerçekleştirenler müdafilerdi. Onlar yukarıdan taş atarak eski ashaptan Niyar’ı öldürmüşlerdi. Tabii bu hiç de küçümsenecek bir olay değildi. Bu ana kadar herşeyi fitneye alet edenler böyle bir fırsattan da maksimum yararlanmayı başardılar. Katili Hz. Osman’dan talep edince halife de teslim etmeyeceğini bildirmişti. Ardınca da isyancılar kendilerini daha haklı görerek çekinmeksizin eve girmiş ve halifeyi kılıç darbeleriyle katletmişlerdi. İçeri girerek katli gerçekleştirenlerin Kambere, Seyyidan ve Akib isimli üç kişinin, son halledici darbeyi ise Kinane b. Bişr et- Tucibi’nin vurduğu önemli kaynaklarda yer almaktadır.[110]

Wellhausen’in Medîneliler Hakkındaki Yorumu

Olayların gidişatını incelemeğe koyulan Wellhausen konuya ilişkin dikkatleri kendine çekecek bilgiler sunmaktadır. Wellhausen’in tüm bu olanlarda suçun tamamile Medîneliler’de olduğu görüşünü desteklediğini görüyoruz. O, bu konuda bazı tutarlı deliller de sunmaktadır. Örneğin, onun fikrince eğer halk isteseydi Mısırlılar’a karşı bır kaç yüz kişilik orduyu kısa sürede toplayabilirdi. Hem burası kendi toprakları idi. Mısırlılar ise bu yerlere onlar gibi muttali değillerdi. Yazarımız onları bir anlık geriye püskürtebileceklerinin ama bunu yapmadıklarının üzerinde önemle durmaktadır. Mısırlılar’ın hareketlerine göz yummakla beraber halifeye taaruza başlayanlar da bizzat Medînelilerdi. Ayrıca Wellhausen, yerel halkın bu işin sadece ikmalini Mısır’dan gelenlere havale ettiklerini söylemektedir. Hatta bununla da yetinmeyerek âsilere yardımda bulundular. Âsileri şehre getiren Amr b. Hazm olmuş, onların halifenin yanına varma imkanını da bizzat kendisi ayarlamıştı. İsyancıların onun evinin üzerinden geçerek Hz. Osman’ın odasına girmeleri bunu açıkca ispatlamaktadır. Ayrıca Rifa’a b. Rafi veya Ubeyd b. Rifa’a’nın kapıdaki mücadeleye iştirakını zikredilenlere başka bir delil olarak sunmaktadır. Başka bir önemli husus da ilk katl olayında öldürülenin (Niyar’ın) Mısırlı değil, Medîneli olmasıydı. Yani bu olay çıkınca oradaki Medîneliler’den bir çoğu durumun daha da korkunç hal aldığını gördüklerinden oradan uzaklaşmayı uygun görmüşlerdi. Wellhausen, bunu yapmalarındaki kasıtlarını, zahiren ellerini bu kirli işe sokmadıklarını göstermek istemeleri şeklinde yorumluyor.[111]

Yazarın bu konuda değindiği diğer kişiler de mu’minlerin annesi Hz. Ayşe ve ashaptan Amr b. ‘As’tır. Bunları tehlikeli şahıslar olarak görür. Ona göre, Amr b. ‘As Mısırlılar’ı halifeye karşı kışkırtmış, kendisi ise Filistin’e çekilerek hasretle kanlı sonucu beklemişti. Wellhausen bunlarla da yetinmeyerek ashabın önde gelenlerinden olan Hz. Ali, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’ı da bu olayda en suçlular arasında görüyor. Hepsinin Medîne’de bulunmasına rağmen bir işi yapmamaları onu böyle sözler sarf etmeye götürmüş olabilir. O, ateşi körükleyenlerin bizzat bunlar olduğunu ama söndürmek için hiç bir teşebbüsde bulunmadıklarını da önemle vurgulamaktadı.[112] Ayrıca İslam tarihi kaynaklarından da gördüğümüz gibi, Mısırlı isyancılar Hz. Ali’ye, Kûfe’den gelenler Zübeyr b. Avvam’a ve Nihâyet Basra’dan çıkan âsiler grubu da Talha b. Ubeydullah’a bi’at etmek üzere Medîne’ye gelmekteydiler.[113] Ünlü yazarın bu büyük sahabiler hakkında yukarıdaki fikirleri söylemesinde bizzat bu faktörün de önemli rolü vardır.

Yukarıda da görüldüğü üzere, esasen ashabın ileri gelenlerini suçlu bulan ünlü müsteşriğin, burada diğer üç büyük sahabeye karşı farklı tavır takındığını görmekteyiz. Bu kişiler Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Abdullah b. Ömer’dir. Wellhausen fitne ateşinin körüklenmesinde bunlardan hiçbirini itham etmemektedir. Bu iddiasını ortaya atarken de tutarlı deliller sunduğunu görmekteyiz. Bu şahıslardan ilki, olaylardan önce ölmüş, diğer ikisi de kendileri geri çekilmişlerdi.[114]

Son olarak ise en büyük suçun Talha ve Zübeyr’de olduğunu iddia ediyor. Hz. Ali’ye gelince de bu konuda devamla şöyle diyor:

"Ali ’nin hilafetin kısa zamanda kendisine sebep olmak üzere, olayların inkişafına mudahelede bir menfaati yoktu. Esasen çok yaşlı bulunan halifenin katli ile kendi hakkı zayıflamış, muvaffakiyet ümidi tehlikeye düşmüş ve durumu ehemmiyetli surette kötüleşmiş oluyordu. Buna mukabil, Talha ve Zübeyr ’in bu gayri meşru hadisede, bunun Ali’ye, neticeden istifade ediyormuş görünmesi sebebi ile büyük zararı dokunacağını düşünebilecekleri cihetiyle, büyük menfaatleri mevzuu bahisti. Her şey normal seyrini takip ettiği takdirde bunlar Ali ile rekabet edecek vaziyette bulunmayacaklardı. ”[115]

Hz. Osman’ın muhasarası sırasında büyük sahabilerden bazılarının hiçbir tepki göstermediklerini kabul eden S. Hizmetli, pâsif davranmalarına rağmen halifeye bağlılıklarını kaybetmediklerini ve çocuklarıyla onu savunmaya çalıştıklarını söylemekle bir bakıma Wellhausen’in bu görüşüne katılmadığını ifade etmiştir.[116]

Wellhausen’in Hz. Osman’ın Katli Sonrası Durum Hakkında Söyledikleri

Bilindiği üzere olayların şu veya bu tarzda akışı son olarak Hz. Osman’ın katledilmesiyle sonuçlandı. Halife H. 35/ M. 656 senesi, Zilhicce’nin onsekizinci günü odasına giren birkaç kişi tarafından katledilmişti. Halifenin odasına giren kişiler arasında Muhammed b. Ebi Bekir, Sudan b. Humran, Kinane b. Bişr et-Tucibi vardı. Öldürücü darbeyi halifeye Kinane b. Bişr et- Tucibi vurmuştu.[117]

Hz. Osman’ın âsiler tarafından katledilmesinin ardından hilafet makamı boş kalmıştı. Bir an önce bu boşluğun doldurulması gerekiyordu. Kimin ve nasıl halife tayin olunması ise belirlenmemişti. Bu durumda da yine isyankarlar öne çıkarak sorunun çözülmesi işini üstlendiler. Hz. Ali’yi tehdit ederek ona bi’at ettiler. Fakat Hz. Ali kendi isteği ile olmasa da fitne ve kargaşanın derinleşmemesi için buna razı olmuştu.[118] Lakin protestocular yine terör havası estirmekten geri durmamaktaydı. Her an tehlike sözkonusuydu. Görüldüğü üzere Hz. Osman’ın şehadetinden sonra Hz. Ali hilafet başına geçmiş ama bununla da fitne olayları bir türlü bitememişti. Herkes olayların durgunlaşacağını zannettiği sırada durum tam aksine, daha da kötüye doğru gitmekteydi.

Wellhausen’e göre durumun daha da kötüye doğru değişmesine neden olan başka bir faktör, yeni halife başkenti Kûfe’ye taşıdıktan sonra görülmüştü. Zira tüm eyaletler ona bi’at etse de bu kez Şam valisi Mu’aviye b. Ebi Sufyan itaatden boyun kaçırmış, böylece Suriye tecrit edilmiş hale gelmişdi. Wellhausen Şam’daki Araplar’ı incelerken onların hicret yoluyla gelmemiş olduklarına, Kûfe ve Basra’dan ayrı bir geleneğe sahip olduklarına dikkatlerimizi çeker. Ayrıca onların eskiden Grek-Roma etki ve nüfuzunda kalmalarına, İslam’dan evvel bir devlete (Gassaniler devleti) mensup olmalarına vurgu yapar. Bu yüzden nizam ve itaate daha alışık olmalarına işaret eder. Böylece konuyu Şamlılar’ın valilerine sarsılmaz itaatlerine bağlar. Hatta başlarındaki bir gayr-i Suriyeli (veya gayri-Bizanslı) - Ümeyyeden Mu’aviye - olsa bile, adaletten, iyi yönetimden uzaklaşmadıkça ona gönülden itaat etmiş, bu itaatlerinde samimi ve devamlı olmuşlar. İsyan çıkarmayı akıllarına bile getirmemişler. Babaları ve dedeleri harp ve politika dahileri olduğundan, Mu’aviye b. Ebi Sufyan da 20 yıl valisi olduğu Şam’da durarak kolay kolay Kûfe’deki birine-Hz. Ali’ye- bi’at etmeyi hiç düşünmüyordu.[119] [120]

Wellhausen’e göre aslına bakılırsa, Hz. Ali’ye karşı Mu’aviye’nin durumu Talha ve Zübeyr’inkinden tamamen farklı ve daha müsaitti. Zira Mu’aviye’nin bu iki büyük sahabe gibi hilafet üzerinde hiç bir davası yoktu. Valisi olduğu eyalette hilafetin noktay-ı nazarının mümessili durumundaydı. Hz. Ali’ye karşı takındığı tavır ise şehit olan yakın akrabası Hz. Osman’ın katillerinin bulunması meselesiydi. Yeni halifeden onların bulunarak cezalandırılmalarını talep ediyordu. Ve bu konuda haklıydı. Onu da unutmamak gerekir ki, Mu’aviye, Şam’da özel, güçlü bir orduya da sahip bulunuyordu. Bizzat bu nedenler yüzünden daha beş yıl İslam dünyasında bu 120 karmaşık, korkunç devir devam edecekti.

Hz. Osman’ın katli sonucu ortaya çıkan olaylar daha da derinleşmeye, halledilmesi zor olacak sonuçlara yol açmış bulunmaktadır. Wellhausen de İslam dininin içinde parçalanmalara neden olacak fitne olaylarına aşağı yukarı bu doğrultuda bakmıştı: Yazarımıza göre Hz. Peygamber’in temellerini attığı bu ümmetin birliği zahiri olarak ve cebir yoluyla muhafaza edilebildi. Biraz daha derine gidecek olursak eğer, aslında cemaatin çözüldüğünü ve daima siyâsi açıdan tutunmaya çalışan ve imamları aleyhine silahla davranan partilere bölündüğü fikrine sahip görülüyor. Zuhur eden hal ise dindarları daha da üzmüş, onlara eski dönemin hasretini çekdirmiş ve sonuç olarak içinden çıkmayacakları soruna götürmüş oldu. Artık bu samimi dindar kesim, kime itibar edilip edilemeyeciğinde de kuşkuya düşmüş, içlerinden bazıları sırf bu yüzden olay çıkan bu mübarek beldeyi terketmek zorunda kalmıştı. Şehirde kalanlar da doğruyu söyleseler dahi hemen kendilerine karşı tavır alanlar bulunuyordu. Sonraları insanlar birbirlerine: “Osman’ın katli hakkında ne dersin?” sorusunu sorarak kimliklerini belirleyecek duruma dahi gelecekti.[121]

Belli olduğu gibi Hz. Osman’ın katlinden kısa süre sonra hilafet makamına geçen Hz. Ali, hilafetin merkezini Medine’nin dışına (Irak’a- Kûfe’ye) taşımıştı. Wellhausen bunu Hz. Peygamber’in şehrinde hilafetin bitmesi gibi değerlendirmiş, bundan sonra hilafetin mukaddesliğinin sona ermiş olduğunu vurgulamıştı. Ona göre artık hilafet için yapılan mücadele bir kudret meselesine dönüşmüş oldu. Kuvvet de artık eyaletlerde idi. Çünkü kabileler, aileleri ve önemli kısımlarıyla ordugâh şehirlerine göç etmiş, merkez Medîne ise içindeki tüm iyi-kötü ne var ise, neredeyse hepsini kendi toprakları haricine taşımıştı. Ashabın önde gelenleri de siyâsi manada el etek çekmişlerdi. Çünkü bir zamanlar herkese tebliğ ettikleri, anlattıkları, bizzat kendilerinin örnek oldukları ve dayanakları olan ahlakî otoriteyi kaybetmişlerdi.[122]

Yazar, bundan sonra Medîne’nin ”umumi hicretle tenhalaşan şehir” olarak tasvirini vermiş, İslam’dan evvelki seviyenin de aşağısına düşmüş olduğunu vurgulamıştı. Artık burası İslam’ın merkezi olmaktan çıkmıştı. Eski mevkiini geri kazanmak için yapılan çabalar da hiçbir yarar sağlayamadı. Artık Medine, burada teşekkül eden İslam’ın merkezi ve Hz. Muhammed’in bıraktığı İslam Aristokrâsisinin kenara atılmış üyelerinin oturup bazen iddia ettikleri hakları gerçekleştirmeye çalıştıkları tenha ve küskünlük tekkesi haline dönüşmüştü. Ama bazılarına göre cazibesini kaybetmemişti. Bu insanlar da oturacakları yeri serbestce seçebilenler, siyâsi alanda hiçbir etkisi kalmayan veya başka sebeplerden dolayı aktif hayattan çekilmiş olanlardı. Julius Wellhausen, böylece önemli İslam şehrinin aynı zamanda, daha sonra eğlenmek isteyen âsil ve zengin Arap cemiyetinin eğlence, musiki ve sefahat şehrine dönüşmeye başladığına vurgu yapmakla buranın eskisinden daha kötü bir duruma geldiğini söylemiştir.[123]

Hz. Osman dönemi siyâsi olaylarını kendine has bir tarzda yorumlayan Wellhausen’in fikirlerini incelendiğimizde (bizim görüşümüzce) birkaç yerde yanlışa yol verdiğini söyleyebiliriz. Ashabın önde gelenlerinden beş kişinin (Hz. Ali, Talha b. Übeydullah, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam) sözü bir yere koyarak, kendi çıkarları için sinsice Hz. Osman’ı hilafet makamına getirmeleri iddiası buna örnek olabilir. Bize göre onlar hakkında böyle düşünmek hatalı olacaktır. Zira (Hz. Osman da dahil olmak üzere) hepsi de Hz. Peygamber’in kendileri hakkında özel övgüler yaptığı, cennetle müjdelediği kişilerdi. İslam dininin geldiği ilk günlerde zor şartlar altında, ölümü de göze alarak bu dini tebliğde adeta yarışmışlardı. Dünyevi isteklerden ötürü birbirilerine karşı böyle bir tuzak hazırlamaları kendilerinden beklenilemezdi. Wellhausen’in ise faziletlerini bildiği halde bunu çekinmeden söylemesi bize göre doğru kabul edilmemelidir.

WILLIAM MUIR

Muir’in Hayatı, Faaliyetleri ve Eserleri

İskoç asıllı İngiliz şarkiyatçı William Muir, 1819’da İskoçya’nın Glasgow şehrinde doğdu. Edinburg ve Glasgow Üniversiteleri’nde okudu. O, hayatının otuz dokuz yılını Hindistan’da geçirmişti. Bunun nedeni, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin çeşitli yönetim kademelerinde, bu şirketin siyâsi statüsünün ilga edilmesinden sonraysa, o zaman yeni kurulan Hindistan Genel Valiliği hükümetinin Dışişleri Başkanlığı’nda, koloninin kuzey-batı eyaleti başkan yardımcılığında görevde bulunması idi. Hatta, 1857 yılında

Hindistan’da baş göstermiş büyük Sipahi ayaklanmasında da önemli görevler üstlenmiştir. 1876’da (emekli olduğundan) Londra’ya dönmüş ve oradaki Hindistan Konseyine dahil edilmişti. Ayrıca 1884’te Royal Âsiatic Society’nin başkanlığına ve 1885’te de Edinburg Üniversitesi rektörlüğüne (bu görevinde 1903 yılına dek kalmıştı) seçildi. Hindistan’da geçirdiği uzun zaman zarfında yaptığı görevindeki başarılara dayanarak 1867’de ”Sir” unvanına layık görüldü. İlmi çalışmalarından dolayı (biri altın madalya olmak üzere) birçok ödül almış, birkaç üniversite tarafından kendisine şeref doktoru payesi verilmiştir. Hatta Muir’in adına Edinburg Üniversitesi’nde bir enstitü de açılmıştır. Bu enistitü, Arap ve İslam araştırmaları enstitüsüdür.[124]

William Muir’in uzmanlık alanı Sansikrit dili ve edebiyatı olmasına rağmen, o, kendisini daha çok Arap dili ve İslami araştırmalarına vermiş, ilmi hayatındaki ününü de bu alanda kazanmıştır. Kendisi İngiltere Kraliçesi Victoria’ya Hintçe öğrenmesinde bizzat yardımcı olmuş, 1862’de Edinburg Üniversitesi’nde Sansikrit dili ve edebiyatı dalının kürsüsünü kurmayı başarmıştır. Fakat Muir’in Arap dili ve İslami araştırmalarda kendini yoğunlaştırmasının asıl nedeni, İngiliz sömürge idaresi politikasının çıkarlarına hizmet etmekti. Yani hiçbir ilmi tutkusundan dolayı bunu yapmamıştı. Kendisini iyi bir dindar gibi göstererek birçok yerde misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuş ve her bakımdan destek vermiştir. Çalışmalarına dikkatle bakılırsa, Kur’an’ın ve tefsir kaynaklarının hristiyan vahyini teyit ettiğini ispatlamağa çalıştığını, İslam’ı ve peygamberi’ni ilmi tarafsızlıktan uzak, yıkıcı eleştirileriyle yıpratmak olduğu açıkça görülecektir. Muir kendi İngiliz politikasına hizmet edecek tarzda eğitim faaliyetleriyle de ilgilenmiş; bu eğitim usulunun geliştirilmesine özel dikkat etmiştir. O, soylu ailelerin mallarını da kullanarak Allahabad’ta (Muir Koleji ve Muir Üniversitesi gibi) Hindistan’ın birçok yerinde hristiyan eğitimi veren okullar açmıştır. [125]

Muir’in en önemli eserlerinden biri The Life of Mahomet”” tir (c. I-IV, Smith, Elder and Co. London, 1858-1861). Bu eser, yazarın, Hz. Muhammed’in hayatına dair en önemli eseri olup, çok ciltli bir çalışmasıdır. W. Muir bu eserinde en önemli İslami kaynaklar olan İbn Hişam, Vakidi ve Taberi gibi kaynakları kullanmış olmakla beraber, A. Sprenger’in “Life of Muhammed” isimli eserinin etkisi altında yazmıştır. Bu eserin en önemli özelliği, XIX. yüzyılda Batı’da Hz. Peygamber hakkında yapılan en hacimli ve Arapça kaynaklar kullanılarak yazılan ilk İngilizce çalışma olmasıdır. Kendisi mutaasıp bir hristiyan olan Muir, bu kitapta Hz. Peygamber hakkında yer yer saldırgan bir dil kullanmış, eserini Hz. Muhammed’in peygamberliğinin gerçek olmadığını, gelen vahyin bilinç altından gelen şeyler olduğunu ifade etmektedir. Müellifin “Sources for the Biography of Mahomet: The Coran and Tradition” adlı çalışması da bu kitapla birlikde yayımlanmıştır.

Yazarımızın ikinci eseri “Annals of the Early Cahphate" (Smith, Elder & Co, London, 1883) olarak bilinmektedir. Dikkatlice incelenirse, bunun, önceki eserin devamı niteliğinde olduğu anlaşılacaktır. Eser Râşid halifeler devrinden itibaren Emeviler’in sonuna kadar devam eden konuları ihtiva etmektedir. Fakat eser ikinci baskısında “The Caliphate: Its Rise, Decline and FalT adıyla (Religious Tract Society, London, 1891) tüm Emevi ve Abbâsi halifelerini de detaylı şekilde genişletilerek yeniden kaleme alınmıştır. Muir bu eserinde de İslam’a aşağılayıcı nazarlarla bakmış bulunmaktadır. O, İslam’ın değişime kapalı olduğunu, insanlığın gelişimine ortam sağlayacak bir yapısının bulunmadığını, özgürlük kavramı tanımadığı gibi iddialara yer vermektedir. Yazarın bu tarafı onun mutaassıp hristiyan müntesibi olduğunu bir daha göstermektedir.[126]

“The Mamluke or Slave Dynasty of Egypt 1260-1517” (Smith Elder & Co, London, 1896) başlıklı eseri ise önce Eyyubiler ve Haçlılar’dan bahseder, daha sonra Baybars dönemiyle devam eder. Ana kaynak olarak Makrizi, Ebu’l- Mehâsin ibn Tağriberdi ve İbn İyas; şarkiyatçılardan ise Weil’in Geschihte’sini kullanmıştır.[127]

Muir’in Kur’an-ı Kerim’le ilgili yazdığı eseri ise “The Coran and the Testimony it Bears to the Holy Scriptures”” tir (Society for Promoting Christian Knowledge; New York: Macmillan Co, London, 1920). Bu kitabın ilk baskısı 1856 yılında Agra’da yapılmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kur’an ayetlerinin ve tefsir kaynaklarının hristiyan vahyini teyit ettiğini göstermeye çalıştığı eseri budur. Burada Kur’an’ın çok zor anlaşılan bir kitap olduğunu, hatta bazı bölümlerinin Hz. Muhammed tarafından bizzat yazıldığını vurgulamıştır. Muir’in diğer önemli eserlerine de örnek olarak şunları verebiliriz: “The Apology of al-Kindi” (Smith Elder, London, 1882); “The Mohemmedan Controversy” (Edinburg, T. & T. Clark, London, 1897); “Exctracts from the Coran, in the Original, ith English Rendering” (London, 1880); “Agra Correspondence During the Mutiny”” (Edinburgh: T. & T. Clark London, 1898).

W. Muir, 1857 yılında İngiliz sömürge yönetimine karşı Hindistan’da baş göstermiş ordu ayaklanmasıyla ilgili anılarına bu sonuncu eserinde geniş yer vermiştir. Çalışmalarıyla İngiliz sömürge devletine var gücüyle hizmet etmiş müellif, 1905 yılında Londra’da ölmüştür.[128]

Muir’in Mektup Olayına Yaklaşımı

W. Muir, Hz. Osman devrindeki kışkırtma ve fitne olaylarına ilişkin görüşlerini ilk önce “The Caliphate: Its Rise, Decline and Fall  isimli kitabında ortaya koymuş, fakat bu eserini sonraları geliştirerek “Annals of the Early Caliphate'” adı altında yeniden basılmasına önem vermiştir. İkinci kitapta olaylara dipnotta kendine has özel görüşlerini sunmakla beraber, az önce de belirtildiği gibi kitabın hacmini, Emevi ve Abbâsi halifelerini de kapsamlı şekilde genişleterek yeniden kaleme almıştır. Ayrıca Hz. Osman’ın hilafetinin ilk altı yıllık dönemindeki olaylardan çok, son devirdeki hâdiselere geniş yer ayırdığından, biz de burada esasen mezkûr halifenin hâkimiyetinin son dönemlerinden bahsedeceğiz.

Bilindiği gibi halifeye karşı hoşnutsuzluk duyguları halk arasında artık yayılmaya başlamıştı. Fakat bu yönde düşünenler, başlangıçta “yer altında” faaliyet göstererek gizlice halkı halifeye karşı kışkırtmaktaydılar. W. Muir böyle bir durumun başında; Hz. Osman’ın akrabalarına karşı yaptığı hoşgörünün de etkisi olduğunu, fakat bu iddiaların esasen Abbâsiler devrinde abartılarak zamanımıza kadar geldiğini düşünmektedir. Böyle düşünerken de herhangi bir kaynağa istinad etmediğini, yalnız kendi görüşü olduğunu söylemektedir. [129]

Muir’e göre Geçen her gün halifenin aleyhine gelişmekteydi. Halifeye karşı kışkırtılan isyancılar, Medîne yakınlarına kadar, hatta şehrin iç kısımlarına kadar gelerek bizzat halifenin kendisi ile görüşmeyi başarmışlardı. Bu isyancılar Kûfe, Mısır ve Basra’dan gelmişlerdi. Hz. Ali’nin de içlerinde olduğu bazı sahabilerin tavsiyesi ve yardımı üzere Hz. Osman onların isteklerinin bir kısmını yerine getireceği ile bağlı va’dlerde bulunarak onları geri dönmeye ikna edebilmişti. Çünkü hem halife hem de (Hz. Ali başta olmak üzere) diğer sahabiler kan akıtılmasına karşıydılar. Halifenin ikna etmesi üzerine âsiler grubu şehri terk etseler de, kısa süre sonra yeniden Medine’de göründüler. Çünkü yolda Hz. Osman’ın hizmetçilerinden birinin üzerinde mektup bulmuşlardı. Mektupta, gidecekleri yerlerin valilerine bu isyancı grupların bazılarının hapsedilmesi bazılarının da öldürülmesi yazılmıştı. Onlar bu yazının halife tarafından yazıldığını, dolayısı ile de tuzağa düşündüklerini iddia ederek yeniden geriye, Medine’ye dönmüşlerdi. Onlar halifenin kendilerine verdiği va’di çiğnediğini ve tuzak kurduğunu iddia etmekteydiler. W. Muir burada Hz. Ali’nin bir tespiti üzerinde kısaca durarak aslında isyancıların bu hareketlerinin mantıksız olduğuna işaret eder. Onlar geri dönerek bu iddialarını sunduklarında, Hz. Ali onlara bu mektup haberinin kısa zaman zarfında Kûfe’li ve Basra’lı isyancılara nasıl ulaştığını sormuştu.[130] Çünkü mektubu taşıyan kişi Mısırlılar tarafından yolda tutuklanmış, diğer iki grup da bu bahane ile tekrar Medine’ye dönmüşlerdi. Mektubun üzerine halifenin mühürü basılmıştı. Fakat Hz. Osman yemin ederek böyle bir mektuptan haberi olmadığını israrla bildirince, isyancılar da buna inanmadıklarını, üstelik bu hareketinden dolayı onun azledilmesini talep etmişlerdi.[131] İsyancılar halifeyi zayıf idarecilikle itham etmekteydiler. Onların mektup konusunda öne koydukları şart çok ilginçti: Eğer mektubu halife yazdıysa ihanet etmişti ve azledilmesi gerekiyordu. Yok eğer o yazmamışsa, nasıl olur da halifenin adına habersiz şekilde mektup yazılmakta, üzerine halifenin mühürü basılmaktaydı ve bundan halifenin haberi olmamaktaydı.[132] Bu da halifenin yönetimdeki beceriksizliğine delalet eder, azledilmesini zorunlu kılar. Yani her iki durumda Hz. Osman’ın azledilmesi gerekiyordu. [133] Ayrıca, müellif eserinde, mektubun kim tarafından yazılmış olabileceği hakkında bazı ihtimaller ileri sürmüş bulunmaktadır.

Muir’in Mektup Konusunda İleri Sürdüğü İhtimaller

Mervan b. Hakem

W. Muir mektup olayı hakkında konuşurken ortada açık, net söylenecek bir fikrin olmadığını düşünmektedir. O, bir taraftan mektubun bizzat halifenin mühürüyle imzalandığını söylemekte, fakat nasıl gizli şekilde elde edilmediğini kavrayamamakta olup bu konuda kesin bir fikir söylenmesinin zor olduğunu iddia etmektedir. Konuyla ilgili olarak bazı kaynakların halifenin akrabalarından olan Mervan’ı suçlu olarak görmesini vurguladıktan sonra bu haberlerin Abbâsi ve anti-Ümeyye kuvvetlerinin önyargıları sonucu ileri sürülebileceğini düşünmektedir. Konu hakkında kesin bir görüş söylemenin tüm tarihçilerin gücünün ötesinde olduğunu kabul etmişse de, kendisi de bazı ihtimalları dile getirmekten çekinmemektedir. Müellif, bu işte önceden hazırlanmış bir tuzağın olabileceği kanaatindedir. O, mektubun bizzat Mervan tarafından yazılabileceğini, fakat halifenin bundan haberinin olmadığını isabetli görüş olarak kabul etmiştir. Mervan’ın bunu yazarken, halifenin haberinin olduğu seçeneğini mantıksız bulmaktadır. Çünkü fazileti herkesce bilinen halife, yalan yere Allah’ın adına yemin etmezdi. Belki Mervan da bunu yaparken olayların sonradan bu kadar kötüye doğru değişebileceğini düşünmemişti. Niyeti farklıydı ama istediği olmamıştı.[134]

Mektup olayıyla ilgili olarak Türkiye’deki tarih araştırmacılarından İsmail Hakkı Atçeken, bu konuyu incelemeye çalışmıştır.[135] Bu olayda Mervan’ı suçlu bulan tarihçilerin yanında onu savunmaya çalışanların da olduğunu belirten Atçeken, klâsik ve modern dönem araştırmacılarının da bır kısım görüşlerini sunduktan sonra tüm suçun Mervan’da olduğunu söylemenin

adil olmayacağını ileri sürmüştür. O, bu sözleriyle Mervan’ı savunmak istemediğini (zira zaman zaman hatalar yaptığı görülmekteydi), sadece bu olaylarda mektubun âsiler tarafından yazılma ihtimalinin büyük olduğunu düşünmektedir. Çünkü onlar daha önce de Hz. Ali, Ayşe, Talha ve Zübeyr hakkında sahte mektuplar yazmışlardı. Ayrıca mektubun yakalanması olayı Mısır’da olduğu halde Kûfe ve Basra’daki isyancılar da onlarla aynı zamanda Medîne’ye geri dönmüşlerdi.[136]

Mervan b. Hakem’in Hz. Osman’ın sekreteri olması böyle bir işi yapanın onun olabileceği düşüncesini akıllara getirmektedir. Bizim görüşümüzce mektubu gizli yazan, mühür bastıranın Mervan olma ihtimali ağırlık kazanmaktadır. Zira halife çok yaşlı olduğundan birçok işi o görmekte, halifenin değil kendi isteği doğrultusunda hareket etmekteydi. Ne zaman Hz. Ali Hz. Osman’a tavsiyede bulunurdusa Mervan derhal araya girer ve halifeyi fikrinden vazgeçtirirdi. Hz. Ali’yle Hz. Osman’ın aralarında yaranmış olan sorunların temelinde Mervan’ın olduğunu düşünürsek, kendisinim veya ailesinden başka birisinin hilafet makamına geçmesi için böyle bir şey yapmasını beklememiz mümkündür.

İsyancılar

W. Muir, net bir görüşün dile getirilmesi zor olan konu hakkında görüşlerini sunarken durmadan ihtimaller ileri sürmektedir. Mektubun Hz. Osman tarafından yazılabileceğini imkansız bulan yazar, onun akrabası Mervan’ın yazma ihtimalini mümkün bulmaktadı. Fakat müellif, üçüncü bir seçeneğin de olduğunu düşünmüştür. Onun fikrince bu mektup bizzat

isyancıların kendileri tarafından önceden yazılmıştı. Yani Medîne’ye ilk gelişlerinde eğer halife onları ikna ederek geri çevirmeyi başarsaydı, ellerindeki bu delilleriyle yeniden Medîne’ye gelebilirlerdi. Aynı zamanda böyle bir dönüşte onlar kızgınlıklarını açık ve daha sert şekilde ortaya koyabileceklerdi. Yalnız bu yolla halkın halifeye karşı tavır almasını sağlayabilirlerdi. Onların daha Medîne’ye ilk gelişlerinden önce, ellerinde böyle bir mektup vardı veya Medîne’ye geldiklerinde şehirdeki taraftarlarından birine yazdırmış olabilirlerdi. Fakat, eğer mektup isyancı grublar tarafından önceden planlanmış şekilde hazırlanmış idiyse, halifenin mühürünün nasıl kullanılmış olabileceği hakkında W. Muir hiçbir şey söylememektedir. Ayrıca o, ileri sürülecek olan tüm iddia veya ihtimallerin hepsinin sadece birer ihtimal olarak kalacağını, herkesi ikna edebilecek kesin bir sonuca varılamayacağını ifade etmektedir.[137]

Kaynaklardaki Dil Farklılığı

Burada şunu da söylememiz gerekmektedir ki, müellif, mektup olayı hakkındaki görüşlerini sunarken, kaynak olarak Taberi’nin “Târihu’t- Taberi” kitabını kullanmıştır. Olayların gidişatını kısa da olsa aşağı-yukarı olduğu gibi yukarıda gördük. Fakat, William Muir aynı eserin Farsça yazılmış karşılığında farklı anlatımların olduğunu dile getirmektedir. Bu kaynakta Mısırlılar’ın mektubu bulmalarının hemen ardından Medîne’ye yönelmeleri ve Kûfe ile Basra’ya elçilerle, Medîne’ye gelmeleri hakkında haber göndermeleri yer almaktadır. Mektupta, halifenin onlara ihanet ettiği, buna göre de isyan için Medîne’de toplanmalarının gerektiği yazılmaktadır. Ardından birlikte halifeye karşı hucuma geçmeleri istenmektedir. Buna rağmen, W. Muir eserin Farsça anlatımlarını tutarsız kabul etmektedir. Çünkü önemli İslam tarihçilerinden İbn’ü- Esir ve İbn’i Hallikan bunu isabetli görüş olarak bulmamışlardır. Müellifin fikrince yalnız eserin yazıldığı orijinal dil daha güvenilir olabilir. Zira Farsça yazılan eser de bizzat Arapça yazılan eserden tercüme edilmiştir.

Tercüme olunmuş kısım orijinallik açısından kitabın aslından farklı olacaktır. 138

Ve buyuk ihtimalle Farsçadakı farklılık da buradan kaynaklanmaktadır.

Mektubun, kimin tarafından yazılmış olması konusunda William Muir’in sonuca vardığı görüşün Mervan b. el-Hakem olduğunu söyleyebiliriz. Bu ihtimali o, diğer müsteşriklere nazaran daha kuvvetli göstermektedir.

Muir’in Hz. Ali, Talha ve Zübeyr Hakkındaki Görüşleri

Bilindiği üzere, Hz. Osman’ın evi isyancılar tarafından muhasara olunduğu sıralarda, yani hengamenin ve kargaşanın çıktığı daha ilk günlerde büyük sahabilerden olan Ali, Talha ve Zübeyr kendi oğullarını halifeye yardım kastı ve bizzat halifenin kapısı karşısındaki izdihamı engellemeye çalışmaları için olay yerine göndermişlerdi. (Burada W. Muir, bu kişilerin Hz. Osman’ın halife seçiminde kendisinin önemli rakipleri olduğunu, fakat kendi çıkarları için yardım etmekten geri durmadıklarına özellikle işaret eder). Lakin onlar üzücü olaylar sırasında kendilerini tamamen arka planda tutarak önemli bir katkıda ve yardımda bulunmamışlardı. Yalnız halifenin bayılmasından sonra diğerleri ile beraber olayın nasıl sonuçlandığını öğrenmek için içeri girmişlerdi. Bu sırada da başlarında Mervan olmakla Hz. Osman’ın diğer akrabaları çıkagelmiş, orada bulunanlar arasında Hz. Ali’ye karşı sert tavır göstermiş, hatta onun suçlu olduğunu açıktan açığa kendisine söylemişlerdi. İthamlardan hoşlanmayan Hz. Ali de kızgın halde orayı terketmişti. Hz. Ali halifeyi bazı konularda verdiği vââtlerini yerine getireceğine ikna etmişti. Fakat Hz. Osman’ın va’dini yerine getireceği sırada akrabası Mervan’a uyması Hz. Ali’yi kızdırıyor, bizzat bu etkenler de kendisinin bazen halifeye karşı tavır almasına neden oluyordu. Hz. Osman’ın karısı Naile bnt. Ferafise de arasıra politikadan iyi anlamayan kocasını kararsız tutumundan dolayı eleştirmekteydi. W. Muir, Hz. Ali ve Hz. Osman arasında mevcut konuşmaların, halifenin sözunu yerine getireceği ile bağlı ona verdiği vaatlerini ve diğer önemli meselelere ilişkin tartışmalarının esasen Abbâsiler’e dayalı kaynaklarda rastlamanın mümkün olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca onun fikrince, bu kaynaklar, Ali b. Ebu Talip, Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah’ın kaçındıkları, kendi çıkarları için hilafete karşı isyancılarla gizlice işbirliği yapma ihtimalini hafifletmek için sıkıntının, halifenin zayıf politik becerisi ve onun akrabası Mervan’dan kaynaklanmış olabileceğini ileri sürmüşler.[138] [139]

Bilindiği üzere Hz. Osman Hz. Ali’yi üç günlük ateşkes sağlamaya ikna edebilmişti. Şart olarak bu zaman zarfında devletin yönetiminde yeni ıslahatlar yapacağını vaad etmişti. Fakat bitmek bilmeyen muhasaranın uzaması ve hergün daha da şiddetlenmesi, halifenin isteklerini gerçekleştirmesine mani olmuş, böylece verdiği vadine sadık kalamamıştı. W. Muir ise bunu, Hz. Osman’ın haince davranışı olarak değerlendirmiştir. Bu kısa süre içinde halife, yalnız muhasaraya karşı mudafaayı güçlendirmeye çalışmıştı. Müellif onun bu hareketini Hz. Ali’den istediği üç günü kendi çıkarına kullanma olarak algılamakta ve halifeyi suçlamaktadır. Bu rivayetin Abbâsi kaynaklı olmasına rağmen, o da aynı şekilde düşünmüştür.[140]

Hz.Osman- Hz. Ali karşılaştırmasında Muir’in değinmek istediği başka bir konu da, hicri III. Yüzyılda (Abbâsi halifelerinden halife Me’mun dönemi) yazılmış “Apology of al- Kıııdy' adlı eserindeki olaylardır. Burada Hz. Ali’nin Hz. Osman’ı, daha önceleri de (isyan ve fitne olaylarından önce) katletmek gibi düşünce ve planlarının olması yer almaktadır.[141] Fakat müellif bu iddiaya karşı gelerek onun asılsız olduğu görüşünü ispatlamaya çalışmıştır. Muir’e göre Hz. Ali’nin öyle bir niyeti olsaydı, kendi oğullarını Hz. Osman muhasarada iken ona yardım etmeleri için olay yerine göndermezdi.[142] Ayrıca zor durumda olan halifenin yanına içmesi için su yasaklandığı sırada bizzat Hz. Ali kendisini ölümün pencelerine atarak bu görevi kendi üzerine almıştı. Eğer o, halifeye karşı düşmanlık besleseydi veya onu öldürmek gibi niyeti olsaydı onun uğruna kendisini tehlikeye atmazdı.[143]

Diğer iki büyük sahabi olan Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam hakkında da konuşan Muir’in onları savunduğunu görmekteyiz. Fakat önce Hz. Ali de dahil olmak şartıyla bu ikisini muhasara sırasında isyancılara karşı hiçbir şey yapmadıklarından dolayı kınamaktadır. Daha sonraysa (muhtemelen diğer kaynakların da etkisiyle) onlar hakkında biraz farklı düşündüğünü görmekteyiz. Şöyle ki, İslam kaynaklarında gördüğümüz üzere şarkiyatçıların da bu şahısları isyanın büyümesinde halifeye karşı tavır aldıklarını bilmekteyiz. Hatta Talha b. Ubeydullah’ın halifeye karşı son derece sert tepkilerini kaynaklardan da okumaktayız.[144] Zübeyr b. Avvam’ın da isyancılarla işbirliği yaparak onları devlete ve halifeye karşı kışkırttığını önceki başlıklarda da gördük. Fakat Muir, onların bazı hatalarını kabul etmişse de halifeye karşı hiçbir düşmanlık hislerinin olmadığını düşünmekte, böyle birşeyin akıl almaz olduğunu söylemektedir. Hatta bazı kaynaklarda onların isyan sırasında Medine’yi terkettiklerini, bunun da mümkün olabileceğini iddia ederek onlar hakkındaki fikirlerini ispatlamaya çalışmaktadır. Yazara göre, isyancılar galeyana gelerek halifenin evini muhasaraya aldıklarında, bu ikisi, halifenin yanına hiçbir şahsın içeri girmemesi için evin etrafını sarmışlardı. Yani halifeyi öldürmek için değil onu savunma maksadıyla muhasarada tutmuşlardı.[145] Böylece, Muir Hz. Talha ve Hz. Zübeyr hakkında -Hz. Osman’ı şiddetle eleştirmiş olsalar bile- onun katli sırasında hatalarının olmadığını görüşünü savunmaktadır.

Muir’in Hz. Osman’ın Katledilmesi Olayına Yaklaşımı

Hz. Osman’ın yönetimindeki yalnışlıklardan (burada isyancıların kendi görüşleri kastedilmektedir) hoşnutsuz olan âsilerden oluşan grub, hergün durumu daha da kötüye doğru götürmekteydi.. Durum o yere varmıştı ki, artık halife muhasaranın şiddetinden dolayı ihtiyacını gidermek için dışarıya da çıkamaz olmuştu. Hergün çoğalan tehditler ve isyancıların tavırlarının bu yere kadar şiddetlenmesi korkunç sonu haber vermekteydi ve onların niyetlerinin halifeyi öldürmek olduğu anlaşılmıştı. Nitekim sonuçta onlar bu planlarını gerçekleştirdiler.

Bilindiği üzere isyan ve kargaşa olayları hergün daha da büyüyerek en Nihâyetinde H. 35/M. 656 yılında son noktasına geldi. 82 yaşındaki halife odasında Kur’an-i Kerim okumaktayken isyancılardan birkaçı baskın yaparak içeri girmişti.[146] Onların kim oldukları bilinmemektedir. Hz. Ebu Bekr’in oğlu Muhammed b. Ebu Bekr’in onların arasında olduğu neredeyse tüm güvenilir kaynaklarda yer almaktadır. Lakin onun halifenin sakalını tutarak öldürmek istemesi ve halifenin de ona “Baban şu halini görseydi hiç hoşnut olmazdı!” veya “Babanın hiçbir zaman tutmadığı bir sakalı mı tutuyorsun?” söylemesi üzerine Muhammed’in utanarak fikrinden vazgeçmesi[147] kabul edilen umumi görüştür. Çünkü o sırada olay yerinde bulunan halifenin karısı Naile bnt. Ferafise de onun içeri girdiğini, Hz. Osman’ın ona bazı sözler söylemesi üzerine odayı terketmesini gördüğünü bildirmişti. Katl olayından birkaç gün sonra Muhammed b. Ebu Bekr’in de katiller arasında olup-olmaması ona sorulduğunda bu olayı zikrederek Muhammed’i savunmuştu. İçeri giren âsilerin Mısırlı isyancılar grubundan oldukları rivayet edilmektedir.[148]

Katillerin kesin olarak bulunmasını, tarihçilerin gücü ve bilgilerinin ötesinde bir şey olduğunu algılayan W. Muir’in de yukarıdaki görüşü kabul ettiğini görmekteyiz. Ona göre içeri giren isyancılara liderliği el-Gafiki yapmıştır. Halifeye ilk ölümcül darbeyi vuran kişinin ise Suvdan b. Humran el- Muradî veya Kinane b. Bişr olduğu kanaatindedir.[149] Son ve öldürücü darbeyi de Amr b. Hamak indirmişti. Hatta o, halifeye dokuz kılıç darbesi vurmuş ve vururken de “Bu darbelerin üçü Allah rızası için, altısı ise kalbimde beslediğim kinimdendir!” demişti.[150] Halife katledildikten sonra isyancılar hazineyi de yağmalamış, maktulün defnedilmesine mani olmaktan da geri durmamışlardı. İş o yere varmıştı ki, cenazeyi gece karanlığında taşımakla sorunu halledebilmişlerdi. Muir’e göre isyancıların halifeye olan kinlerinin şiddetini görmek isteyen kişinin, onun cenazesine katılması gerekiyor. O, ölü bir cesetin cenaze tabutunu taşa tutmalarını mantıksız bulmuş olmakla beraber, bunun isyancıların Hz. Osman’a karşı takındıkları tavrın geleceği son haddi olduğunu vurgulamıştı. [151] Cenaze törenine Zübeyr b. Avvam, Hz. Hasan b. Ali ve kendi akrabalarından bazı kimseler de katılmıştı. Maktul halifenin cenazesi Nihâyet Cennetü’l-Baki mezarlığının dışında kalan Haşşu Kevkeb denilen yerde defnedilmişti.[152]

Muir halifenin katledilmesiyle sonuçlanan olaylarda bizzat Hz. Osman’ın kendisinin de rolü olduğuna işaret etmektedir. O, halifeyi, zayıf politik güce sahip olmasına, kesin ve net bir karar vermede isabetsiz davranışına göre kınamaktadır. Ayrıca, tabiatinden kaynaklanan yumuşak huylu olmasının da idarecilik yöntemine menfi etki yaptığını vurgulamış, bundan başka akrabalarına karşı aşırı derecede düşkün olmasını onun bıraktığı önemli hataları arasında yer aldığını söylemektedir. Müellif onun kararsızlığı, akrabalarına düşkünlüğü yanında bir de bencil olduğunu vurgulamışsa da[153] bu karakteri yapısına herhangi bir örnek sunmamış olduğundan bu kısım bize de anlamsız gelmiştir.

Türkiye’deki İslam tarihi araştırmacılarından Adem Apak’a göre Hz. Osman’ın akrabalarına yüksek makamlar vermesi iki farklı sebebe dedayanabilir. Birincisi, kendi ailesine karşı düşkünlüğüdür. Halifenin akrabalarını yüksek görevlere ataması bundan dolayı olabilirdi. Lakin onun bu iyi niyeti, akrabaları olan Emeviler tarafından istismar edildi. Bunu yapmaktan kasıtları da Hz. Peygamber devrinde kaybettikleri eski nüfuzlarını elde etmekti. İkinci sebebin ise vilayetlerin yönetiminde ve merkezde birliği sağlamak için aynı aileden oluşan yakınlığından faydalanma isteği olabilir. Hz. Osman böyle yapmakla akrabalarının kendi emir ve sözlerini dinleyeceklerini, itaat edeceklerini düşünmüştür. Fakat tabiri caizse, halife onların hırslarına mağlup oldu.[154]

Muir’in Yeni Halife Seçimi ve İsyancıların Terkibine Bakışı

H. 35/M. 656 yılında Hz. Osman isyancılar tarafından katledildikten sonra bizzat bu âsiler tarafından tehdit edilerek Hz. Ali hilafet makamına getirilmişti. Başlangıçta hilafetin her tarafında terör kokusu alınmakta olduğundan Hz. Ali, bu görevi üstlenmekten vazgeçmiş olsa da kendisini öldürmeleri tehdidinden sonra (fitne ve kargaşa olaylarının genişlemesini durdurmayı da gözönüne alarak) halife olmayı kabul etmişti. Onun halife olmasını bazı taraftarları da kendisinden ricada bulunmuşlardı. Onun hilafetini halk bi’at için elinden tutarak kabul ettiklerini belirtmişlerdi. Onların arasında Talha ve Zübeyr bulunmuşsa da,[155] Muir bu ikisinin kolay kolay bi’ata yanaşmadıklarını mantıksız kabul eder. Bu konudaki rivayetlerin çeşitlilik arzettiğini söylediklerine delil getirerek Talha ve Zübeyr’in tehdit veya umutsuzluk içinde bi’at edebileceklerini söylemektedir. Ayrıca Talha’nın bir kolunun, Uhud savaşında Hz. Peygamber’i savunurken yara alması sonucunda felç olduğunu, bunun da Hz. Ali’nin elini (bi’at için) tutmasına engel olduğunu düşünmektedir.[156] Fakat bize göre Muir’in bu ikinci görüşü mantıksız ve akıl dışıdır. Zira bi’at için diğer kolu sağlıklı idi veya diliyle de bunu yapabilirdi. Zaten biatten kasıt, onu halife olarak tanımasıdır ve bunu herhangi bir şekilde de ifade edebilir.

Hz. Osman’ın katlinden sonra müslümanlar arasında yeni görülmeğe başlamış ihtilaflar Hz. Ali’nin halifeliği döneminde derinleşmeğe başlamıştı. Her ağızdan farklı sözler, her beyinden farklı fikirler ve görüşler ileri sürülmeğe başlanmıştı. Yeni halife de her taraftan baskıya maruz kalıyor, herkes kendi düşüncesini haklı görerek ona etki yapmaya çalışıyordu. Burada W. Muir’in, isyancılara destek veren şahısların bazılarının kimler olabileceğini söylediğini de görmekteyiz. Ona göre, fitne ateşini körükleyenler kendilerini belli etmemişlerse de, onların kullandıkları kişilerin bir kısmını köle nüfus (servile population, Sabaya or captives) teşkil etmekteydi.[157] Bunlar özellikle de fetihler sırasında başka şehirlerden gelen, sonra da esir veya köle (mevali) gibi varlıklarını devam ettiren kesimdi. Bunların büyük bir kısmı özel hizmetçi, bekçi, muhafızlık gibi işlerde çalıştırılmış olduklarından bir bakıma yarı hür (quâsi-freedom) kimseler idi. Müslümanlar kendilerine birçok özel imtiyazlar vermiş olduğundan onlara gönüllü şekilde hizmet etmeyi tercih etmişlerdi. Fakat isyan patlak verdiğinde başkaldıranlar arasında bunlar da vardı. Muir, onların isyana katıldıkları ilk merkezin Basra olabileceğini söylemektedir. Fitne ateşini körükleyenlere gelince onlar, yakaladıkları fırsatı bırakmayarak bu kişileri kullanmayı başarmışlardı. Çünkü isyana katılanlar arasında eğitilmiş kimseler yalnız bu yarı hür kimselerdi. Onların muhafızlık ve bekçilik tecrübelerinin kendi çıkarlarınca kullanılmasının müsbet sonuçlar vereceği umuduyla bu işe girişmiş ve netice de istedikleri gibi olmuştu. Hz. Ali döneminde de bunlardan faydalanmak mümkün olmuştur[158] Bize göre ise, bu kısım kişilerin isyana katılmaları mümkündür. Fakat bu kendi istekleri doğrultusunda değil, onları yönetenlerin kendilerini kandırmaları şeklinde mümkün olmuştur. Zira kendilerinin bulundukları mevki veya durumlarından rahatsız olduklarına dair kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır.

Muir’in Görüşleri Doğrultusunda Kısa Değerlendirme

Fitne olaylarının ilk kez Hz. Osman’ın hilafeti döneminde görüldüğünü, fakat bunu oluşturanların kimler olduğunu söylemekte güçlük çeken Muir, konuyu incelerken sorunların çözülmesini imkansız bulmaktadır. Aradan Oniki Yüzyıl geçtikten sonra (müellif bu eseri XIX. yüzyılda yazmıştır.) ve bu zaman zarfında kimsenin çözemediği sorunu halletmenin imkansız ve mantıksız olduğunu söylemiştir. Buna rağmen, kendi fikir ve görüşlerini de ileri süren yazar, bazen sahabileri bazen de isyancıları suçlu bulmakta, hatta halifenin (Hz. Osman’ın) hilafetinin tanrısız, dinsiz bir temele dayandığını düşünmektedir.[159] Sadece burada değil (biyografi kısmında da vurgu yaptık), başka eserlerinde de[160] İslam dini, Hz. Peygamber ve ashabı-kiram hakkında aşağılayıcı sözler sarfeden Muir’in mutaassıp bir hrıstiyan olduğunu da unutmamak gerekir.

Daha sonra Hz. Ali’nin halife seçilmesi ve sonrasında devam edegelen olaylara değinen müellifin, fitne devrinin yeni bir aşamaya yükseldiğini ve halledilecek daha çok sorunun ortaya çıktığını, bunlara çözüm yolları aramaya çalıştığını görmekteyiz. Aslında Hz. Ali’nin halife seçilmesi, bazılarınca fitne ve kargaşalara son verileceği gibi yorumlanmışsa da sonraki olaylar bunun tam aksini gösterecekti. Çözülmesi güç yeni sorunlar ortaya çıkmıştı. Onlardan biri, maktûl halifenin akrabaları idi. Onlar bir an önce katillerin bulunmasını ve onlara kısas uygulanmasını talep etmişlerdi. Bu kesimin başında, katledilmiş halifenin Şam’daki valisi ve akrabası Mu’aviye b. Ebi Süfyan gelmekteydi. Son derece sabırlı davranmayı tercih eden Hz. Ali, onların bulunup kısas uygulanacağını kendilerine bildirdiyse de bunlar aceleci tavır takınmış ve yeni halifeye karşı kendi çetelerini oluşturmuşlardı. Bunun göstergesi ise halifeye bi’at etmemişlerdi.[161]

Yeni halife döneminde ortaya çıkan diğer bir problem de Hariciler’in ortaya çıkışı idi.[162] Bunlar önceleri Hz. Ali’nin tarafgirliğini yapmış olmalarına rağmen, Hakem olayı sonucunda Hz. Ali’yi tekfir ederek onu kabule yanaşmadıklarını dile getiren, İslam’da ilk kez ortaya çıkan bir hizbin (Havariç) müntesipleri idi. Hz. Ali’yi sonunda katledenler de bizzat bunlar olacaktı. Hz. Ali’nin şehadetini takip eden yıllarda ise onun sert ve mutaassıp taraftarı olduklarını iddia eden Şi’a grubu ortaya çıkacak ve İslam dünyasında bugün de devam etmekte olan mezheplerarası düşmanlığın tohumlarını böyle atmışlardı.

Muir’in Hz. Osman dönemi siyâsi olaylarına ilişkin görüşlerini incelediğimizde onun, olayların içinde çıkmaza düşmüş gibi davrandığı görmekteyiz. Özellikle de mektup olayında şahidi olduğumuz bu tavrı diğer olaylarda da sezilmektedir. Fakat onun da ashabın önde gelenleri hakkında aşağılayıcı, birbirilerine düşman olma vasıfları atfetmesi kanaatimizce yanlış davranıştı. Çünkü Hz. Peygamber’in kontrölü ve terbiyesinde savaşlara katılmış, İslam dininn tebliğinde hep aynı safda mücadele etmişlerdi. İki cümleyle kısaca değindiğimiz bu gerçek faktörler onlar hakkında böyle düşünmenin mantıksız olacağına işaret etmektedir.

JOHN BAGOT GLUBB (GLUBB PAŞA)

Glubb’un Hayatı, Faaliyeti ve Eserleri

Asıl adı Sir John Bagot olan bu ünlü tarihçi 1897 yılında, İngiltere'nin Lancashire iline bağlı Preston'da doğdu. Glubb eğitimini Royal Military Academy'de tamamladıktan sonra orduda göreve başladı. Onu diğer şarkiyatçılardan ayıran en önemli özelliği, hayatının büyük bir kısmını askeri alanda geçirmiş, yalnız bundan sonra makale ve eserler kaleme almış olmasıdır. Askeri akademiyi bitirmiş olmasının bunda büyük etkisi olmuştur. Paşa unvanı da askeri hizmetlerinden dolayı kendisine verilmiştir.[163]

Dunya Savaşı sırasında Avrupa'da Fransa cephesinde yer almış ve yaralanmıştı. İngilizler'in işgali altındaki Irak ve Ürdün'de yaptığı faaliyetleriyle ün kazanan Glubb, 1920'de Irak'a tayin edilerek, burada bedevileri teşkilatlandırıp Güney Irak'ta çöl boyunca sınırların güvenliğini sağlayacak olan disiplinli bir polis gücü oluşturma görevini almıştır. Fakat 1926'da Irak manda hükümetinin idari müfettişi olmak için İngiliz ordusundan istifa etmişti. 1930 senesinde Ürdün'e giderek Arap ordusunda (el-ceyşü'I- Arabi) yardımcılığını üstlendi. Başlangıçta Arap ordusunun görevi sadece iç güvenliği sağlamak ve İngiliz menfaatlerini korumaktan ibaret olsa da 1930'dan 1939'a kadar bu ordunun yardımcılığında bulunan Glubb Paşa kısa zamanda General Peak'ten daha etkin bir konuma geldi. Daha sonraları Necid taraflarından Ürdün'e sızan Abdulaziz b. Suud'un adamlarına karşı verdiği başarılı mücadele şöhretini arttıracaktı. Irak'ta bedevileri teşkilatlandırmak için aralarında yaşarken onlarla ilişki kurmayı da öğrenen Glubb, kendisine yapılan muhalefete rağmen bedevileri Arap lejyonuna dahil etmeyi başardı. Buna da bedevi Araplarla diyaloglar yaparak nail olabilmişti. Onlara, disiplinli askeri kuvvet haline getireceğini vadederek isteğine ulaşmıştı. Hatta Bedeviler kendisine "Ebu Hâneyk" (küçük çeneli) lakabını takmışlardı. Glubb Paşa gerçekten de güçlü bir politikacıydı. Bölgedeki İngiliz devleti temsilcisinin desteğini sağlayabilmesi de bunu kanıtlayacak diğer delildir. Şu kadar var ki o, 1939 yılında General Peak'in yerine Arap ordusu komuanlığına getirilmişti. Bizzat bu tarihten sonra Arap lejyonu bölgenin en güçlü ve disiplinli ordusu haline geldi. Ve bu lejyon İngilizler'in Ortadoğu'daki gücünün simgesi oldu.[164]

II. Dünya Harbi’nde savaş Ortadoğu'ya sıçrayınca (1941) Ürdün Emiri Abdullah, İngilizler’e yardım etme arzusunu dile getirdi. Bunun üzerine İngilizler'in isteği doğrultusunda Glubb Paşa ve ordusu öncelikle, Irak'ta Alman subaylarının yardımıyla iktidarı ele geçiren Râşid Ali'ye karşı kullanılarak savaşa iştirak ettirildi. Daha sonraysa İngiliz kuvvetlerinin Suriye'ye girmesinde büyük rol oynayacaktı. Dikkatimizi çeken önemli unsurlardan birisi de, II. Dunya Savaşı sırasında bölgede müttefiklerine yardımda başarı gösterebilmiş yegâne kuvvetin, Arap lejyonu olmasıydı. Glubb Paşa ve Arap ordusunun yeniden ön plana çıkışı, 1948'de İsrail'in kuruluşundan sonra bir daha görülmüştü. Ürdün sınırlarının İsrail saldırılarına karşı korunması ve Kral Abdullah'ın çok önem verdiği eski Küdüs'ün yahudiler tarafından işgalinin önlenmesi için mücadelelere katıldı. Fakat 1951’de Kral Abdullah'ın öldürülmesinden sonra tahta genç yaştaki oğlu Hüseyin (ondan önce akıl hastası olan Tallal tahttan indirilmişti) getirildi. Hayatının otuz altı yılını Araplar arasında geçiren Glubb Paşa’nın bundan sonra etkinliği azalmaya başlayacaktı. Kral 1956 yılında Glubb Paşa'yı ve ordudaki diğer İngiliz subaylarını aynı yılın mart ayında azletti. Ardından da Glubb'u bir darbeye teşebbüs etmesi ihtimaline karşı Kıbrıs'a sürdü.[165]

Hayatının büyük ve önemli kısmını askeri alanda geçirmiş olduğundan bu konuya geniş yer vermemiz mümkün olmayacaktır. Çünkü bu dönemde herhangi bir eser yazdığı bilinmemektedir. Önemli makale, yazı ve eserlerini yalnız görevinden azledildikten sonra, kendi memleketi olan İngiltere’de kaleme almıştı. Glubb Paşa böylece iyi bir yazar olduğunu da kanıtlamıştır. Eserlerinde diğer şarkiyatçılara göre nispeten insaflı davranmış ve Avrupa'da İsrail'e karşı Araplar'ın müdafaasını yapmıştır. Yazarın kaleme aldığı önemli eserlerini şöyle sıralaya biliriz: “The Story of Arab Legion”” (London 1948); Askeri yıllarda yazdığı bu eserinde, Arap ordusunun birinci elden bir değerlendirilmesi yapılmıştır. Eser, hiçbir yerde yayımlanmamış pek çok resim ve haritayı ihtiva etmektedir. Diğer eserleriyse şunlardır: “A Soldier With the Arabs” (Hodder and Stoughton, London, 1958), “Britain and the Arabs” (Hodder and Stoughton, Great Britain, London, 1959), “A Short History of the Arab Peoples”” (Quartet Books, London, 1978), “Syria, Lebanon, Jordan”” (Walker, New York, 1967), “Soldiers of Fortune: Story of the Mamlukes, 1250-1517”, (Stein and Day, New York, 1973), “The Life and Times of Muhammed” (Cooper Square Press, New York, 1998), “Peace in the Holy Land: An Historical Analysis of the Palestine Problem”” (Hodder and Stoughton, London, 1971), “Great Arab Conquests”” (Hodder and Stoughton, London, 1963).[166]

Glubb’un Hz. Osman’ın Halife Seçimine ve Politikalarına Yaklaşımı

Diğer müsteşriklerden farklı olarak Glubb, Hz. Osman dönemi siyasi olaylarına, kendine has bir açıdan yaklaşmış, olayların gerçekleşmesinin bazı sebeplerinin çok eski zamanlarda görülmeye başladığına işaret etmiştir. Yazar bu dönemdeki karışık ve halledilmesi zor olayların ortaya çıkma nedenlerinin aslını, Hz. Peygamber’in dönemindeki iki büyük rakip kabilenin arasındaki anlaşmazlıklara kadar götürmektedir.[167] Bu iki kabile de Rasulullah’ın bizzat mensubu olduğu Haşimoğulları ve sonraki devirde kendi hanedanlıklarını kurmayı başaracak olan Ümeyyeoğulları idi.

Bilindiği üzere İslam’ın ikinci halifesi Hz. Ömer, (H. 12-22/M. 634­644) namaz kıldırdığı esnada şehit edilmişti.[168] Kendi yerine halife tayin etmesi talebi üzerine o, belli bir kişiyi halifeliğe atamaktan sakınarak altı kişiden ibaret (onların kim olduklarını da kendisi bizzat isimlerini bildirmişti) şura teşkil edilmesini ve onların kendi aralarından birini bu makama seçmelerini tavsiye ederek gözlerini bu dünyaya ebediyen yummuştu. Seçim şurasına katılmak için Hz. Ömer tarafından gösterilen altı büyük sahabe; Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talib, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avftan[169] oluşuyordu. Hepsi de İslam’ın yayılmasında en çok gayret gösteren ashabın önde gelenleriydi. Seçim devam ederken sona iki kişinin Hz. Ali ve Hz. Osman’ın kaldığını Glubb şöyle değerlendiriyor: “Artık Hilafet makamına iki aday kalmıştı. Bunlar, Ümeyyeoğulları ’ndan Osman ve Haşimoğulları ’ndan Ali idi. Allah’ın Elçisi’nin vefatından oniki sene sonra bu iki büyük aile (kabile), yeniden karşı karşıya gelmişlerdi. ”[170] [171] Son cümlesinden de görüldüğü üzere sorunların nedenlerinin başında, iki büyük kabile arasında eskiden varola gelen rekabet gelmekteydi.

Yazarın fikrince halife seçiminin dördüncü günü, Medîne’de, iki grub (Hz. Osman ve Hz. Ali) arasındaki gerginlik artık son haddine varmıştı. Nihayet kendi isteği üzerine hilafet adaylığından elini çeken Abdurrahman b.

171 Avf tarafından (şura sonucu olarak) Hz. Osman, hilafete getirilmiş oldu. Bundan sonra zamanla İslam dünyasında görülmeye başlayacak fitne ve karışıklık olaylarının ikinci ve en önemli nedeni olarak da Glubb, bizzat bu seçim kararını görmektedir. Ayrıca diğer müsteşrikler gibi o da Hz. Osman’ın karakterindeki ılımlılığı, çok şefkatli, cömert, yumuşak huylu olmasını, sonradan bu karakterini kötüye kullananlar için alet edildiği gibi ifade etmiştir. Yeni halifenin politikada yaptığı diğer yanlışlık ise akrabalarını yüksek makamlara getirmesi oldu. Hatta iş o yere varmıştı ki, hata yaptığından dolayı görevinden azledilen bir Emevi’nin yerine, aynı soydan başka birisi getirilmekteydi.[172] Bu kısma, önceki müsteşriklerin fikirlerini söylerken değindiğimizden, hangi akrabalarının hangi bölgelerde yüksek mevkilere atandıklarına yeniden dönerek tekrara yer vermek istemedik.

Burada dikkatlerimizi çeken bir hususa kısaca değinmek isteriz. Şöyle ki, yazarımız, bu devirdeki yanlış politika ve iç karışıklıkla ilgili konulara daha çok yer ayırmasına rağmen, devam edegelen fetih harekâtları hakkında iki cümleyle yetinmiştir. Bu, yazarın, konuya olduğu gibi tüm taraflarıyla değil, yalnız bir açıdan (eleştiri açısından, yani taraflı) yaklaştığını bizlere açıkcasına göstermektedir.

Yazarın çeşitli eyaletlere atanan Emevi valiler hakkındaki fikirlerine gelinceyse, onların arasından yalnız Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ı görevinde başarılı addettiğini görebiliriz. Beni Ümeyye’den olup, (Hz. Ömer tarafından) daha önceden Suriye’ye vali atanan Mu’aviye, Hz. Osman tarafından makamında korunmuş olmakla beraber halifeyi bu adımında başarılı görmektedir. Bunu böyle görmesinin temel nedeni, Emevi soyundan olanların hakimiyet, idarecilik konusunda zeki ve başarılı olmalarında aramaktadır.

Haşimoğulları’yla kıyaslandığında bunlar daha yetkiliydiler. Hz. Peygamber’in sağlığında kimse Ümeyyeoğulları’nın yüksek görevlerde bulunmalarını akıllarına getirmezdi. İslam’ın en büyük düşman saflarını onlar oluşturuyorlardı. Fakat devir değişmişti. O’nun vefatı üzerinden on seneyi aşkın bir zaman geçtikten sonra, konum neredeyse tam aksine vukuu bulmuştur. Artık en önemli ve yüksek görevlerde Beni Ümeyye soyuna mensup olanlar görülmekteydi.[173]

Yazarın kısa olarak değinmek istediği diğer bir konu da, Hz. Ömer’in kendi hilafeti zamanında karşılaştığı bir çıkmaz durumla ilgiliydi. O, yeni fetholunmuş topraklara Araplar’ın (fatihlerin) göçürülmesinin veya öyle yapmayıp garnizonlarındaki görevleriyle meşgul olmalarının hangisinin doğru, hangisinin yanlış adım olduğu hususunda tereddütler geçirmiyordu. Glubb’a göre onların yeni insanlarla (özellikle de Bizans’ın sarışın ve mavi gözlü kadınlarının etkisinden rahatsızdı) tanışması ve onlarla karışmasının, İslam’ın geleceği ve fetih harekâtları için tehlike arzedebilirdi.[174]

Hz. Peygamber’in vefatından yirmi sene geçmesine rağmen, (H. 31/M. 652 senesinde) Araplar’ın cihat savaşlarına yine aynı cesaret ve istekle katılmaları, aynı zamanda başka sorunlara neden olmuştu. Fakat bu sorunlar fetih harekâtlarının duraksamaya başladığı bu seneden itibaren görülmüştü. Gittikleri uzak beldelerde kalan müslüman askerler, cihat harekâtlarına ara verilince, uğraşacakları bir işleri kalmamıştı. Bir bakıma hayatlarını sıkıcı bulmuşlardı. Günlerini hep at sırtında, ellerinde kılıç olarak geçirmiş bu savaşçıların boş işlerle uğraşmalarına bir çözüm yolu getirilmeliydi.[175]

Glubb’a Göre Fitnenin Ortaya Çıkışında Etkili Olan Faktörler

Glubb, yirmi seneyi aşkın zaman zarfında, daha Rasulullah tarafından müslümanların kalplerinde oluşturulan iman hissinin zayıflamasına yol açan nedenlerin bir kaçını sıralayarak bunların fitne olaylarının ortaya çıkmasında önemli etkisi olduğuna da işaret eder:

İlk olarak Araplar arasında İslam öncesi dönemde mevcut kabilelerine sıkı bağlılık duygusunu bu dönemde yeniden başgösterdğini kaydeder. Kabile asabiyetini öngören bu hisler, İslami ruha uygun düşmediğinden (zaten İslam dini bunu yasaklar), Araplar bu iki zıt olguyu birbiriyle bağdaştıramamış ve sonuç İslam dünyası için iyi olmamıştı.

Hz. Osman’ın idarciliğindeki sorunlar ile bir önceki halifenin (Hz. Ömer’in) politikasını kıyaslayarak ortaya koymaya çalışmıştır. Glubb, Hz. Ömer’i halifeliğinde daha başarılı, görevinin üstesinden çok iyi gelen biri olarak tanıtmakta olup askerlerine, kendi komutanlarından duydukları rahatsızlığı, şikâyetleri doğrudan kendisine haber vermelerini emretmesini övmüşse de, bu halin Hz. Osman’ın hilafetine hiç uygun olmadığını da belirtmiştir. Ardından da bu devirde görülen karışıklık olaylarına Hz. Ömer’in de neden olduğuna işaret eder. Âsilik ve başkaldırı olaylarına neden olan ilk faktörün bizzat Hz. Ömer’in bu siyaseti olduğunu söylemektedir.[176] Tabii, bu politikanın o devirde uygulanması yerine göre tam ayarlanmıştı. Ayrıca Hz. Ömer’in, durumun sonraki yıllarda bu şekilde kötüye doğru değişebileceğini düşünmediğini de kaydetmek yerinde olacaktır.

Yazarın, olayların böyle akış almasına delil getirdiği diğer bir sebebin de, Kureyş kabilesinin hâkimiyeti ile ilgili bulduğunu görmekteyiz. Ona göre Kureyş kabilesi Hz. Peygamber’in bizzat intisap ettiği kabile olduğundan kabile müntesipleri bu itibarlarını kullanmaya başlamış olabilirler. Bu da diğer kabilelerin onların bu tavırlarına karşı sert tepki göstermelerine neden olabilmişti.[177]

İngiliz yazarın dördüncü delili aslında üçüncünün uzantısı mahiyetindedir. Ona göre, Kureyş kabilesinin kendi içinde birbirilerine karşı parçalanmaları da olayları tepkilemiştir. Kureyş kabilesinin iki en büyük kolu olan Beni Haşim ve Beni Ümeyye arasında, zaten İslamiyetten önce de bir kıskançlık söz konusuydu. Şimdi bu kıskançlık kendisini biraz daha “gelişmiş” şekilde göstermeye başlamıştı. Bunun en mantıklı ve tutarlı delili olarak da Hz. Ömer’in şehadetinden sonraki yeni seçimlerde, bizzat bu iki kabileye mensup adayların kalmadığını, aralarındaki husumetin iki veya üç gün sürdüğünü kaydetmektedir. Bu iki büyük zat da Beni Haşim kolundan Hz. Ali ve Beni Ümeyye’den Hz. Osman idi.[178]

O, diğer önemli sorunun da, Hz. Osman’dan kaynaklandığı fikrini ortaya koymakta ve dolayısıyla meydana gelen olaylarda da en çok etkili olanın, halifenin kendisi olduğu görüşünü savunmaktadır. Bu konuda neredeyse Hz. Osman’ı eleştiren diğer müsteşriklerin görüşlerine katılmış bulunmaktadır. Onun çok hoşgörülü, mülayim tabiatli, halim karakterli olması, ayrıca akrabalarına karşı aşırı düşkünlüğü,[179] sonradan tüm İslam dünyasına pahalıya mal olacaktı. Çeşitli eyaletlere vali olarak esasen Ümeyyeoğulları’ndan olan akrabalarını (diğer önemli yüksek görevlere de) tayin etmesi buna açık bir delildir.[180] Kendisi de birkaç yerde bu ilişkinin hatalı olduğunu söyleyen Glubb, Hz. Osman’ın akrabalarına karşı tutumunun eleştirilmesini kabul etmediğini belirter. Ona göre bu herkesin hayatında yapabileceği sıradan bir durumdur. Hz. Osman’ın bu konuda, isabetli delillerle kendini savunmasını haklı karar olarak addediyor. O, Allah’ın akrabalara yardım etme emrini gerçekleştirdiğini iddia ediyor, ayrıca kendisinden önceki halifeleri, bu konuda ihmalkâr olduklarından dolayı eleştiriyordu. [181] Mamaafih, yazar, bu konuda İngiltere’deki akarabalara bağlılık duygularıyla Doğu’daki aynı duyguları kıyaslayarak, yakın akrabalara olan sevgi, bağlılık hislerinin Doğu ülkelerinde (aslında bu, tüm Müslüman alemine has bir durumdur) daha aşırı hal almasını delil göstererek bu konuda Hz. Osman’ı haklı çıkarmaya gayret ettiğini görmekteyiz.[182]

Diğer taraftan, halifenin eyaletlere atadığı akrabaları, Hz. Peygamber hayatta iken, O’nun ve İslam’ın en büyük düşmanlarını oluşturuyordu. İster ilk dönemde (Mekke’de), isterse sonraki dönemde (Medîne’de) onlar tutumlarını değiştirmemişlerdi. Onların çoğu Mekke’nin fethi sonrası Müslüman olmuşlardı. Müslümanların sayısı Bedir ve Uhud savaşlarında, Rıdvan bi’atinde olduğundan defalarca çok idi. Fakat şimdi başlarında, bizzat o savaşlarda kendilerine karşı savaştıkları kişiler idareci olarak yer almışlardı. Bunların ekserisi İslam’ı samimi olarak değil, ölümden canlarını kurtarmak için, kalpleri İslam’a ısınsın diye para karşılığında kabul ettiklerinden, şimdi lüks hayat onların imanlarının önüne geçmişti. Sanki samimi, gerçek mu’minler, bir anda kendilerini Hz. Peygamber’in düşmanları tarafından yönetildiklerini farketmişler, ama bu, onlara hiçbir fayda sağlayamamıştı.[183] Yazara göre Araplar arasında halifeye karşı hızlı şekilde yayılmakta devam edegelen isyanların nedenlerine, aslında bugün de rastlamak mümkündür. Bu konuya kısa değinerek bazı benzeri örnekleri karşımıza sunmuş bulunmaktadır.

Bunlara pazarlarda yaygınlaşan dedikodu olaylarının, devletin icraata bağladığı yeni tedbirlere karşı sert tepki gösterenlerin, yahut bazı kişilerin otoriteye karşı propaganda faaliyetlerinin içlerine sızması faktörlerini göstererek on beş yüzyıl önceki isyanın nedenleriyle günümüz ölçüsüyle kıyaslmaktadır.[184] [185]

Glubb’un Hz. Ali, Talha ve Zübeyr Hakkındaki Suçlamaları

Glubb Paşa, Hz. Osman’ın katlinde, daha sonra da onun yanında görünen fakat hayatta iken kendisini eleştiren yakın arkadaşlarından Hz. Ali, Talha ve Zübeyr’in yeterince ona yardımcı olmadıklarını düşünmektedir. Diğer taraftan Hz. Osman’ın düşmanlarının önemli kısmının, bizzat kendi yanında (Medîne’de) olduğuna vurgu yaptığını görmekteyiz. Medîne’deki müslüman büyüklerinin (Ali b. Ebi Talip, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah), halifeye karşı başkaldırılan isyan hareketleri konusunda faydası olmayan tavsiyelerde bulunmalarına işaret ederek, sorunların önemli kaynaklarının bu

şahıslar olduğunu açıkca bildirmektedir. Ayrıca, bu liderlerin halifeye eleştiri yapanların ta kendileri olduklarını da söylemektedir. Bunlara Hz. Peygamber’in dul eşi, mu’minlerin annesi Hz. Ayşe ve Mısır’ın fatihi olarak bilinen Amr b. ‘As’ı da eklemekten geri durmamıştır. Amr b. As’ın halkı devlete karşı kışkırtıcı faaliyetlerde bulunmasının sebebini de, Hz. Osman’ın onu görevinden alarak yerine kendi üvey kardeşini tayin etmesi ile yorumlamıştır. Hz. Ali b. Ebi Talip, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah’ın bu tutumlarını ise, halife isyancılar tarafından muhasarada iken, hiçbirinin ona yardımda bulunmamalarıyla kanıtlamaya çalışmıştır. Her üçü de bu durumda kendi evlerine çekilmiş, gizlice ve sakin bir şekilde olayların sonucunu beklemişlerdi. Fakat mu’minlerin emiri isyancılar tarafından katledildikten sonra her üçü de üzgün ve öfkeli halde onun evine gelerek muhafızları ihmalkar davranmakla suçlamışlardı. Müellif, onların bu tutumlarını ve kendilerini üzgün göstermelerini eleştirerek şöyle diyor: “ ... Onların bu gibi sözler söylemesi boşuna kullandıkları kelimelerdi. Çünkü iyi hatırlıyoruz ki, Osman’ın evinin muhasarası kırk gün sürmüştü ve bu günlerde bu kişilerden hiçbiri gösterişli dahi olsa bir şey yapmamışlardı.”1,5 Ancak bunun kendilerinin de öldürülecekleri korkularından mı, yoksa Hz. Osman’a olan kıskançlıklarından mı olduğunu kesin olarak hiç kimsenin bilmediğini ve hiçbir zaman da bilemeyeceğini söyleyerek konuyu olduğu gibi bırakmıştır.[186]

Glubb’un Hz. Osman’da Gördüğü Hatalar

Bilindiği üzere, İslam dünyasında meydana gelen ilk büyük fitne olayları, Hz. Osman’ın, hilafet başına geçmesinden sonra görülmeye başlamıştı. Bunun sebeplerinden birkaçını (yukarıda verdiğimiz gibi) müellif açıklamıştı. Fakat bu kısımda, onun konuyla ilgili olarak, bizzat yeni halife seçilmiş Hz. Osman’ın yaptığı hatalarına işaret ettiğini göreceğiz.

Yazar onun temelden hilafete layık biri olmadığını açıkca söylemektedir. Onun fikrince Hz. Osman, fesat çıkarmaya, bölücülüğe yatkın, bir anda coşup galeyana gelen Arap ruhlu halkı kontrol etmekte oldukca güçsüzdü. Sergilediği hatalı idarecilik siyasetiyle da bunu kanıtlamıştır. O, bu tutumunu özellikle de fetih harekâtlarının durgunlaşmaya başladığı dönemde ortaya koymuştu. Yazar, halifenin siyasi idare yeteneğinin oldukça kısıtlı olmasını, devletin ehemiyetli işlerinin hallinde etkisiz güç kullanmasıni, sözünün etrafındakiler tarafından dinlenmemesini doğru bulmamaktadır. Ayrıca, halkı kendi iradesi ile değil, bizzat yakın akrabalarının etkisiyle idare ettiğini eleştirirken, bunun hiçbir güçlü idareci veya yöneticiye has tutum olmadığını sert bir dille eleştirerek vurgulamaktadır.[187]

Glubb’un temas ettiği diğer bir husus da Hz. Osman’ın rahat tavır ve lüks hayatıyla ilgilidir. Ona göre hep hediye, bahşişler kabul etmiş, lüks hayat sürmüş ve bu da idareciliğine menfi etki yapmıştır. Ama eski Bizans ve Sasani hükümdarları gibi aşırı lüks hayat yaşamadığını vurgulamaktadır. Fakat Hz.Peygamber ve sonraki iki halifenin dünya malına azıcık da olsa meyletmediklerini, sahip oldukları para, mal-mülkün yönetimdeki tutumluluk ve titizliklerine hiçbir yan etki yapmadığını da söylemektedir. Yazarımız bunu Hz. Osman’ın en önemli hatası olarak kabul eder.[188] Fakat biz Glubb’un bu görüşünü isabetli bulmamaktayız. Zira, Hz. Peygamber’in bizzat övgüsüne mazhar olmuş birisinden böyle bir şey beklemek akıl dışıdır. Ayrıca Hz. Osman’ın daha Hz. Peygamber hayattayken ne kadar cömert biri olduğu kaynaklarla tespit olunmuştur (Bu konuya Giriş kısmında değinmişizdir). Bunun karşılığında da onun iyi ahlakına, tevazusuna sahip olduğunu üstün meziyetleri arasında zikretmiştir. Hz. Peygamber’in onu Cennetle müjdelemesini, Meleklerin karşısında hayasından çekindiklerini kaydetmekle aynı zamanda halifenin iyi birisi olduğundan kuşku duymadığını da belirtmiştir. Ona göre sorun, yalnız devlet işlerinin idaresindeydi. Kendisi iyi insan olabilirdi, ama hilafete ehil kimse değildi. Eğer o, devletin başına getirilmeseydi, hayatı herkes tarafından sevilir biri olarak kabul görecek, herkesin hatırında iyi bir dindar insan olarak yaşayacaktı. Bu konuda Hz. Osman’ı, İngiliz İç Savaşı’nda (1642 - 1651 yılları arasında Cumhuriyetçiler ve

Kraliyet yanlıları arasında yaşanmış politik ve harbi olaylar) Kraliyet ailesini temsil eden ve 1649 yılında idam edilerek öldürülen I. Charles’ın durumu ile kıyaslar. Çünkü o da eğer tahta çıkmamış olsaydı herkesin sevdiği, saygı duyduğu erdemli biri gibi hatıralarda kalacaktı.[189]

Glubb’un Araplar Hakkındaki Düşünceleri ve Genel Değerlendirmesi

Biyografi bölümünde de gördüğümüz üzere Glubb, hayatının büyük bir kısmını Araplar arasında geçirmiştir. Bu yıllar boyunca onların karakterleri, karşılaştıkları özel, olağanüstü durumlar karşısındaki tutumları ve başka benzeri özelliklerini görmüştü. Kendisi bu zaman zarfında sayısız Arapla görüşmüş, hatta onlardan müteşekkil askeri gruplara rehberlik etmişti. Onun Araplar üzerinde böyle büyük bir göreve getirilmesi, kendisinin Yarımada insanını çok iyi öğrenebildiğine işaret eder.

Müellif, ilk İslam hilafeti sıralarındaki bozulmalardan bahsederken, önce Araplar’ın bu seviyeye nasıl geldiklerini incelemektedir. Aslında bozulmanın bazı nedenlerinin bizzat bu dereceye ulaştıkları zaman kullandıkları yanlış yöntemlerde olmasını kanıtlamaya çalışmaktadır. Bazı Batılı tarihçiler gibi o da yedinci yüzyılda Arap dünyasında görülmüş büyük ilerlemenin önce, bu topraklarda insan sayısının artması, bunun da bölgeye açlık, susuzluk (zaten o yerler çok sıcak ve kuru iklime sahiptir) gibi insanı ölüme sürükleyen durumların ortaya çıkmasına neden olmasıyla izah etmiştir. Onun fikrince, eğer gerçekten de Arap Yarımadası’nda lüks hayatı mevcut olsaydı hiçbir zaman memleketlerini terk etmezlerdi.[190] Yaptıkları savaşlarda ise başlarına isabetli kumandanlar tayin etmeleri, onları büyük başarılara ulaştırmıştır. (Yazar burada, başta Hz. Peygamber olmakla, özellikle Halit b. Velîd’e işaret eder). Bu ordu komutanlarının dünya malına önem vermeyerek savaşmaları, hiç kimseye haksızlık etmemeleri hallerini takdir etmekte, başarılarının nedenlerini de buna bağlamaktadır. Arkasından da bu durumu yalnız Hz. Peygamber’in vefatından 25 yıl sonrasına kadar devam ettiğini kabul eder.[191] Bizzat Hz. Osman’ın hilafeti yıllarındaki fitne olaylarının meydana gelmesinin bu “altın çağın” kapanma nedeni olduğunu belirtiyor. Bunun diğer önemli (ve aynı zamanda doğru olmayan) nedenini ise bölge adamlarının dini inançlarında ifrata varan tutumları ile yorumlamaktadır. Ayrıca yazarın böyle bir inançla yapılan savaşlar sonrası kazanılan başarının uzun sürmeyeceği düşüncesinde olduğunu görmekteyiz. Yani o, böylesi başarıları isabetli hesap etmiyor. Hz. Peygamber’in vefatından 25 yıl sonrasına kadar aynı durumun görüldüğünü bizlere aktarmaktadır. Artık bundan sonraki büyük İslami fetihleri başarı olarak addetmemektedir. Sonraki savaşların ise dinin adını kullanarak yapılmış ihtilaller olarak görüyor. Buna, 929-969 yıllarında Arabistan Yarımadası’nı tutmuş, Mekke ve Medîne’yi de işgal ederek, bizzat halifeyi kendilerinden asılı hale getiren Karmatiler’i örnek olarak vermiştir. Onlar da ifrat dini inançla savaşmış ve büyük başarılar kazanmışlardı, fakat 40 yıl sonra tarih sahnesinden silinmeye başladığı bilinen bir gerçektir. XVIII. Yüzyılda ortaya çıkmış Vehhabilik harekatı da aynı 192 senaryonun devamıydı.

Arap dünyasındaki görülmemiş gelişmelerin ve çöküşlerin bazı nedenlerini kendi düşüncesine göre yorumlayarak kendini haklı çıkarmaya gayret eden Glubb, sonunda kendine, aynı zamanda öyle düşünen diğer tarihçilere bir sual sormaktadır: “... Hırs, zorluklar, yoksulluk ve açgözlük Arapların kendi arazilerinden dışarıya çıkmalarına neden olduğunu kabul ediyoruz. Fakat Muhammed’den bin yıllar önce de (hayatta iken vefatına kadar olan zaman diliminde de) bu çöl Arapları açlık ve sefalet içindeydiler. Peki neden onlar Peygamber’in vefatından sonraki yirmi beş yıllık sürede yenilmez bir kuvvete çevrilmişlerdi?[192] [193] İşte burada yazarımız, İslam diniyle birlikte Arapların öteden beri daha verimli kuzey bölgelere göçlerinin yeniden ivme kazandığına işaret ediyor olmalıdır.

İster İslam tarihçileri olsun, isterse Batılı müsteşrikler Hz. Osman dönemi olaylarını ele aldıkları zaman, onun hilafetinin ikinci altı senelik devrinde kendisini göstermiş ve Hz. Ali devrinde hızla yayılarak devam edegelmiş iç karışıklıklarla ilgili olaylara geniş yer vermiş ve bu konuda uzun uzadı yorumlar yapmışlardı. Glubb da bu yazarlardan biri olarak kendi görüşlerini sunmuş ve olayların ortaya çıkışında çabuk öfkelenip galeyana gelen Arap karakteri ve zihniyetinin bunda büyük role sahip olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Fakat şunu da zikredelim ki, hiçbir yazarın kesin bir sonuca vardığı müşahede edilmemiştir.

Bu konuyla ilgili Türkiye’de çalışma yapan İslam tarihçilerinden Sabri Hizmetli de olaylara yaklaşırken takip edilmesi gereken bazı hususlara işaret etmiş bulunmaktadır. Mesela, ona göre bu gibi olayların ele alınışı veya yorumlanışı bir tarih araştırmacısından ötekisine önemli farklılık arzeder. Zira râviler ve tarihçilerden herbiri olayları kendi ideolojileri, din ve mezhep telakkilerine göre açıklayarak değerlendirmektedirler. Araştırmacı buraya tarihçilerin siyasi ve sosyal eğilimlerini de eklemektedir.[194] Onun bu konuda izlenmesini önerdiği diğer bir husus da olaylara yaklaşanların dayanılan rivayetler ve kaynaklara göre farklı değerlendirmelerde bulunmalarının gözönüne alınması gerektiğidir. Örneğin, Hz. Osman dönemi olaylarını araştıracak biri Seyf b. Ömer’in rivayetlerini de ele almalıdır, Ebu Mihnef ve Vakidi’nin de; Fakat bu zaman farklı görüşlerin ortaya çıkacağı bellidir. S. Hizmetli’ye göre bunlardan birinciye dayanılarak olaylara yaklaşılırsa, iç karışıklıkların asıl sebepkârlarının Abdullah b. Sebe ve Sebe’iyye grubu; ikinci gruptakilere esas alınırsa anarşi olaylarına neden olacak kişilerin Hz. Ali, Aişe, Talha ve Zübeyr gibi ashabın önde gelenleri olacağı kanaatine varacaktır.[195]

Fakat yazarımız Glubb’un bu gibi hususların etkisinde kalmadığını söylememiz gerekmektedir. Bunun nedenine gelince daha önce en başta vurgulamıştık. Yazarımız uzun yıllar boyunca Araplar arasında yaşamış olduğundan, kendi gözleriyle gördüğü Arap zihniyeti açısından Hz. Osman devri olaylarına yaklaşmıştır.

MONTGOMERY WATT

Watt’ın Hayatı ve Eserleri

Montgomery Watt, 14 Mart 1909’da İskoçya’nın Fife bölgesine bağlı Ceres köyünde doğdu. Babası İskoç Episkopal kilisesi görevlisi Andrew Watt’ın 1910’da ölümü üzerine annesiyle birlikte baba evine taşındı. Watt, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını burada dindar bir çevrede Birleşik Özgür Kilisesi ile İskoç Episkopal Kilisesi’nin faaliyetlerine katılarak geçirdi.

M. Watt, öğrenim hayatına Lakhall Academy’de başladı. 1925 senesinde Edinburgh’a taşınarak orta öğrenimini George Watson’s College’da tamamladı (1927). Ardından da Edinburgh Üniversitesi’ne kaydoldu ve burada klasik edebiyat dalında öğrenim gördü. 1930’da burslu olarak gittiği Oxford Üniversitesi’nde “literae humaniores”ten mezun oldu (1932). Bir sene sonra “literatür master” derecesini kazandı ve doktora tezi hazırlamak amacıyla Edinburgh’a döndü. 1934 yılındaysa Almanya’nın Jena şehrine giderek burada eğitimini felsefe üzerine devam ettirdi. 1934-1938 yılları arasında Edinburg Üniversitesi Ahlak Felsefesi Bölümünde Asistan olarak görev yaptı.

İslam’la ilk tanışıklığına gelince, bu, bir öğrenci arkadaşı ile

bağlantılıdır. Aynı evde kaldığı bir müslüman arkadaşı vasıtasıyla biraz İslami bilgilere sahip oldu. 1938 yılında üniversitedeki asistanlık süresi biten Watt, Küdüs’teki Anglikan piskoposunun İslam’a entellektüel yönden yaklaşacak birini aradığını öğrenmiş ve oraya başvuru yapmıştı. Başvurusu kabul görünce bir müddet sonra, Oxford’daki Cuddeston College’da hızlandırılmış teoloji programına katıldı.

M. Watt’ın eğitim yıllarındaki özelliklerinden birisi de onun papazlık yapmış olmasıdır. 1939-1941 yıllarında Londra’da, 1944 senesine kadar Edinburgh’ta papazlık yapmıştı. Arapçayı bizzat papazlık yaptığı dönemlerde öğrenmeye başladı. 1944’te Edinburgh Üniversitesi’nde "Free Will and Predestination in Early İslam” başlıklı teziyle doktor unvanı aldıktan sonra da Küdüs’e gitti. İki sene sonra memleketine dönen M. Watt, Edinburgh Üniversitesi’nde eski çağ felsefe dersleri vermeye başladı. 1947’den itibaren Arapça okutmanlığı görevini üstlendi. Profesör unvanını ise 1964 yılında aldı. Aynı yılda Arap ve İslam Araştırmaları Kürsüsü başkanlığına atandı. İskoç Episkopal kilisesindeki papazlığını üniversitedeki görevi süresince de devam ettirmişti. Ünlü İskoç yazar 2006 yılında, Edinburgh’da öldü.[196]

Kendisi inançlı bir hristiyan olan M. Watt, İslam ve Hristiyanlığın yanı sıra günümüzde İslam dünyasındaki gelişmelerin değerlendirilmesi yönünde çalışmalar yapmıştır. Ayrıca, 1963-1964’te Toronto, 1970’te Paris ve 1978- 1979’da Georgetown üniversitelerinde misafir hoca olarak faaliyetini bir müddet memleketinden uzaklarda sürdürdü. Hatta bazı ilmi toplantılar için Türkiye’ye de geldi. 1976 yılında düzenlenen I. Siret Kongresi’ne ve 1985 yılındaki I. Din Bilimleri Kongresi’ne bizzat katıldı. O, Iona Community’e de üye idi. Bu şekilde bir süre İngiliz Oryantalistleri Derneği’nin başkanlığını yapmıştı. M. Watt çok sayıda kitap ve makalelerin müellifi olmakla beraber, yazıları ve öğrencileri üzerinden İslam dünyasında ve özellikle Türkiye‘de önemli etkiler bırakmıştır.

Yazar, hayatı boyu mensubu olduğu hristiyanlığı iyi yaşamış biri olarak bilinmektedir. İlmi ve fikri hayatı da bu inancıyla uyumlu bir şahsiyetti. O’nun, 1980’li yılların başlarına kadar Hristiyanlığı, genelde dinî olanı, dolayısıyla da İslam’ı o devirde etkili olan materyalizme (özellikle de tarihi materyalizme) karşı savunduğunu görmekteyiz. Bu konuda yazdığı eserlerinde dini savunurken İslam’ı tarihsel ve sistematik bakımdan bir araç gibi kullanmıştır. O, bir taraftan Hz. Peygamber’in hayatında ve İslamiyet’in ilk zamanlarında dinin, hayatı şekillendirmede gösterdiği başarıyı, fikrin maddi aleme tesirinin örneği olarak zikretmiş, diğer taraftan tarihi materyalizm tezini tercih ederek bunu araştırmalarında uygulamaya gayret göstermiştir. Bu ilk bakışta çelişki gibi gözüküyor olsa da fikirlerin verilişi maddi şartlarda etkin olduğuna dikkat edilirse bu durum ortadan kalkmış olur. [197]

M. Watt’ın eserlerine dikkat edilirse, fikirlerinde rasyonel düşüncenin etkisinden kurtulamadağını görürüz. İslam’ı bir din olmaktan çok modern terimlerle açıklanabilecek bir sosyal hareket olarak görüyor. Ayrıca o, İslam’ın o dönemdeki tarihi şartlarla izah edilemeyecek tarzda aşkın bir kaynaktan geldiği izlenimini uyandırmış olsa da, tarihi şartlarda muhteva kazandığını söylemektedir. Menşei itibariyle İslam’ı ilahi kabul ediyor, fakat tarihi gelişim ve etkileşim sürecinde beşeri olduğu düşüncesi onun tüm araştırmalarında sergilediği tahmin edilir. Hatta ilk yazılarında İslam’ı, Allah’ın gönderdiği bir din, Kur’an’ı vahiy eseri, Hz. Peygamber’i de vahiy alan biri olarak vermektedir. Fakat o, bu son dinin, tarihin belirli bir döneminde Arap toplumunu ıslah etmek için gönderildiğini kabul ediyor. Daha ilginç olanı da M. Watt’ın Kur’an’ı mana olarak Allah’a, lafız olarak Hz. Peygamber’e nisbet etmesi, daha sonraki gelişmeleri tebliğ müddetine bağlı bir ilham saymış olmasıdır. Bir de bunun yalnız müslümanların başarısı olduğunu iddia etmiştir. Kuran ayetlerinin bir kısmının da yalnız o dönemle ilişkisi olduğunu

vurgulamıştır. Buna örnek olarak ise şöyle demektedir: Hristiyanlık’la ilgili ayetler aynı devirde (Mısır, Suriye ve Arap Yarımadası’nda) yaşayan ve “ana kilise”nin sapık olarak nitelediği hristiyanlar hakkında olduğunu iddia etmiştir. Burada bir bakıma hristiyanlığa haklılık kazandırmaya gayret ettiği açıkça görülmektedir. Yani bu ayetlerin yalnız o devir Doğu Hristiyanlarının inançlarını ihtiva ettiğini, bugünkülerin ise onun haricinde olduğunu savunmaktadır.

Yazarımızın Türkçeye de çevirisi yapılmış ünlü eserlerinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Free Will and Predestination in Early İslam (Luzac, London, 1948), Muhammed at Mecca, Oxford, 1966, (Hz. Muhammed Mekke’de, çev: M. Rami Ayas, Azmi Yüksel, Ankara, 1986) Muhammed at Medina (Clarendon Press, Oxford, 1956), Prophet and Statesman, Oxford University Press, Oxford, 1961 (Peygamber ve Devlet Kurucusu, çev:Hayrullah Örs, İstanbul, 1963) İslam and the İntegration of Society(Northwestern University Press, London, 1961), Muslim İntellectual: A Study of al-Ghazali (Edinburgh, 1963), İslamıc Philosophy and Theology: An Extend Survey (Edinburgh University Press, Edinburgh, 1985), A History of İslamic Spain, Edinburgh University Press, Edinburgh, 1965, (Endülüs Tarihi, çev: Cumhur Ersin Adıgüzel-Kıyas Şükürov, İstanbul, 2011), Companion to the Qur’an: Based on Arberry’s Translation (Routladge, London, 2008), İslamic Political Thought (University Press, Edinburgh, 2007), What is İslam?, Praeger, New York, 1968, (İslam Nedir? çev: Elif Rıza, İstanbul, 1993) The Formative Period of İslamic Thought (University Press, Edinburgh, 1973, (Islam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev: Ethem Ruhi Fığlalı, 4. Baskı, Sarkaç Yay., Ankara, ty) The Majesty That was İslam (Praeger, New York, 1974), [198] Muhammed’s Mecca Edinburgh, 1988 (Hz. Muhammed’in Mekke’si, çev: M. Akif Ersin, Ankara 1995)

Son olarak şunu da belirtelim ki, Watt’ın çalışmalarında teknik tarihi verilerle Hristiyanlık inancı ve kültürüne bağlı yorum çerçevesi birbirine karışmış bulunmaktadır. Yazdığı eserler ve bu eserlerde ortaya koyduğu fikir yapısı ve düşünceleri, değişen dünya şartlarına göre İslam’a ve müslümanlara karşı tavrında ciddi bir değişiklik meydana getirmiştir. Bununla da M. Watt, klasik oryantalist tipinin son zamanlardaki en önemli temsilcisidir. [199]

Watt’ın Hz. Osman’a Yapılan Şikâyetlere Yaklaşımı

Ünlü oryantalist, konumuzla ilgili olarak daha detaylı şekilde “The Formative Period of Islamic Thought” (İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri) isimli eserinde bahsetmiş olduğundan biz de Hz. Osman ile ilgili değerlendirmelerini bu eserini esas alarak yapacağız. M. Watt, Hz. Osman’ın öldürülmesi ve buna yol açan sebepleri kitabının ilk başlangıç bölümü olan Hariciler kısmında ele almıştır.

Bilindiği üzere izlediği politikadan dolayı Hz. Osman’dan hoşnutsuz olan bir takım müslümanlar vardı. Onlar bu hususa itirazlarını belirtmek için ya halifenin yaptığı bazı küçük hataları olduğundan büyük şekilde göstermeye çalışmış, ya da büyük hatalarını dillere destan yapacak surette gittikleri her yerde yaymaya koyulmuşlardı. M. Watt, bu konuyu ele alırken, bazı durumlarda halifeyi savunur. Bunu aşağıdaki alt başlıklarda açık şekilde görmemiz mümkündür:

Halifenin Toprak Bağışları Meselesi

Halifeden hoşnutsuz olanların sundukları delillerden biri, onun Irak’ta belli kişilere toprak bağışlarında bulunması idi. M. Watt bu meseleye değinirken şöyle söylemektedir: “Bu davranış sıradan müslümanlar için, fethedilmiş toprakların, fethe katılmış olanlar arasında paylaşılamayacağı, aksine müslümanların emniyeti için elde tutulacağı ve kiraların hazineye ödeneceği yolundaki ictihadın terki şeklinde görülmüş olmalıdır.[200] Yazarın fikrince Hz. Osman, bu bağışları,[201] genel olarak müslümanların değil, ta başından beri halifeye ait olan toprağın bazı özel kısımlarından verdiği için, böylesi özel durumlarda kendi hakkını kullanmıştı. Fakat müellif, müslümanların menfaatleri veya hakları gözetilmiş olsa da bazı haksızlıkların da olmasını itiraf etmektedir. Toprak konusunda halkın çoğunluğunun şikâyette bulunduğunu, bedevi hayattan gelen müslümanların hislerini gayet güzel açıklayacak bir faktör olarak göstermiştir. Çünkü halife ilk Mekkeli tüccar veya diğer iş adamlarının, fethedilen arazilerde en üst seviyede “iş verimliliği” görüşü ile düzenledikleri üsulleri tatbik etmişti.[202]

Akrabalarına Yaptığı İyilikler

Akrabalarına yaptığı iyiliklerden bahsederken M. Watt’ın yine Hz. Osman yanlısı olduğunu görmekteyiz. Ancak onu savunurken delilini de göstermiştir. Bilindiği üzere Hz. Osman’ı eleştirenlerin en başta gelen ve en önemli delil veya bahaneleri, onun, kendi kabilesinden olanlara veya (çoğunlukla) yakın akrabalarına mali yardımlarda bulunması, onları yüksek makamlara getirmesi idi. Mesela, o katledildiği zaman Mekke’de Abdullah b. el- Hadrami, Taif’te el-Kasım b. Rabi’atu’s- Sekafi, Basra‘da Abdullah b. Amir b. Kureyz, San’a’da Ya’la b. Munye, Cened arazisinde Abdullah b. Ebi Rabi’a (Hz. Osman onu görevinden azletse de yerine hiçkimseyi tayin etmemişti.), Kûfe’de Sa’id b. el- ‘As, Mısır’da Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh, Şam diyarında ise Mu’aviye b. Ebi Sufyan vali olarak görev yapmaktaydı.[203] Yazar, valiler hakkında konuşurken onların hepsinin bizzat Hz. Osman tarafından atanmadıklarına önemle vurgu yapmaktadır. Özellikle de halifenin en yakın akrabalarından olan Şam valisi Mu’aviye b. Ebi Sufyan, Hz. Ömer zamanında görevine atanmıştı. Diğer taraftan da müellif, Hz. Osman’ın böyle bir girişimde bulunmasını politik açıdan uygun ve isabetli bulmuştur. Yani, bu politikanın temelinde idari iktidarı (akrabalarını üst görevlere tayin etmek yolu ile) emniyetle birleştirmek düşüncesine dayanmaktaydı. Bu düşüncesinde halifenin başarılı olduğunu kabul etmiştir. Ortaya çıkacak olan kargaşa veya fitne olaylarının başgöstermesini halife kendisi de istemezdi. Çünkü böyle olması kendisinin hakimiyetini tehdit edecek, en kötü halde ise katledilmesi ile sonuçlanabilecekti. Halife halkın refahını hedef almış olmasına rağmen, sonuçta olacakları aklından bile geçirememişti.[204]

Velîd b. Ukbe Meselesi

Hz. Osman halife seçildiği sırada Kûfe’de vali Muğire b. Şu’be idi. Yeni halife onu görevinden azlederek yerine Sa’d b. Ebi Vakkas’ı tayin etmişti.

Bir müddet sonra Hz. Osman onu da azlederek yerine, anne bir kardeşi Velîd b. Ukbe b. Ebi Mu’ayt b. Ebi Amr b. Ümeyye’yi atadı. Kûfeliler halifenin bu kararına itirazlarını bildirdiler. Şikâyetçiler arasında Kumeyl b. Ziyad, Amr b. Zurare ve başka birkaç kişi de vardı. Amr b. Zurare, bu yanlış hareketinden, yani akrabasından birini valiliğe atamasından dolayı halifenin doğru yolu terkettiğini, Velîd’in de azledilmesinin gerektiğini söylemişti. Bu haber Velîd’e ulaşınca o da olanları bir mektupla halifeye bildirmiş, halife de Amr’ı Şam’a sürgün ettirmişti.[205]

Velîd b. Ukbe ile ilgili yaşanan diğer olay da onun, (Kûfe valisi iken) bir gün sabah vakti halka sarhoş halde namaz kıldırması idi. İki rek’atlık sabah namazını bitirince de kendisine uyanlara: “Yine ilave edeyim mi?” diye sorunca halk olanları anlamış ve halifeye şikâyet etmişlerdi. Bu konuda İslam’ın emrettiği had cezasını halife tatbik etmekten boyun kaçırdığına göre müslümanlar, Velîd b. Ukbe’den dolayı ikinci kez ona karşı çıkmışlardı.[206] Bu konu hakkında bahsederken M. Watt, Hz. Osman’a hak vermese de, hata yaptığını da açık şekilde belirtmemeğe çalışmıştır. Onun bu konuya aynı tarzda yaklaşması, sanki halife yanlısı düşündüğüne gizli bir işaret eder. Müellifin fikrince, bu gibi hususlar daha sonraki tarihte, Hz. Osman’ın haksız mı, yoksa haklı mı olarak öldürüldüğü meselesi resmen tartışıldığı zaman ileri sürülmüş olabilir. Ayrıca, bu hususun, fiili isyancıların zihinlerinde hakim bir unsur olduğu ihtimal olunmaktadır.[207] Burada şunu da belirtelim ki, Velîd, içki içmesi nedeniyle Kûfeliler’in eleştirileri sonucunda görevinden azledilmiş olmakla beraber kendisine had cezası tatbik edilmişti.[208]

Velîd b. Ukbe’nin Kûfe valisi olduğu zaman yaptığı başka bir hatası da kendisine getirilen bir sihirbazla ilgiliydi. Fakat M. Watt bu konuya değinmemektedir. Sihirbazın durumunu Abdullah b. Mesut’a sorunca o da sihirbazın öldürülmesini emretmiş, lakin cezası infaz olunmadan önce Velîd’in onun mescitte sihir göstermesine izin verdiği haberi yayılmaya başlamıştı.[209] Bu da onun adının halk arasında kötüye çıkmasında etkili sebeplerden biri olmuştu.

Şikâyetlere Genel Yaklaşımı

Herşeyden önce şunu belirtelim ki, M. Watt, burada halifeye yapılan şikâyetlerin hepsine değinmemiştir. Ona göre en büyük ve en önemli şikâyetler yukarıda bahsedilen hususlardır. Fakat, bu ve değinmediği diğer şikâyetler hakkında genel fikir söylerken, hataları halifeden önce bedevi ruhlu Araplar’ın bedevilik taraflarının kabarmasında görmüştür. Yapılan itirazların, halifeye karşı girişilen hareketin şiddeti için yeterli sebep olamayacağını kabul eden yazar, bu şikâyetlerin altında yatan şeyin bizzat, önceleri bedevi olanların hayat tarzlarındaki toplu değişiklik olduğunu söylemektedir. Bu kısmını anlatırken şöyle yazmıştır:

“Bu insanların babaları ve bizzat kendileri, daha önceki yıllarda çölde develeri güderek, şimdi ve sonraları ise, diğer kabilelere ve komşu topraklara akınlar yaparak yaşamışlardı. Artık 36/656 yılından itibaren, askerliği meslek edinmiş oldukları söylenebilir. Sınır bölgelerine yapılan askeri seferler, daha geniş çapta olmakla birlikte kabile tahriplerine benzedi; ama bu insanlar askeri seferlerden sonra kara çadırlara değil, ordugah- şehirlerin nispeten lüks hayatına döndüler”

Yazara göre çöl hayatında da bazı esaslar, kabile geleneğinin tesiri altında kalmıştı. Aynı zamanda az da olsa şeklî bir disiplin vardı. Hiçbir kabilenin reisi her hususta keyfince emirler veremezdi. Fakat yeni oluşturulmuş sistemde ortaya çıkacak problemlere ve itirazlara karşı da sıkı bir disiplinin olması gerekiyordu. Yani, mevcut şartlar bu bedevi insanlara çölün “sınırsız” hürriyeti devrinin bittiğini göstermekteydi. Artık onların güçlü bir bürokrasinin kontrolü altına girmeleri gerekiyordu. Şüphe yok ki, bazıları, kendilerinin yeni idari kuruluşun işlerini yapacaklarını ve bundan kurtulmanın mümkün olmadığını hissetmişlerdi. M. Watt’a göre ortada tek bir şikâyet vardı ki, o da mevcut bir önderin tedbirleri ile tashih edilebilecek türden değildi. Yeni bir zıddıyet oluşmuştu. İnsanlar yeni, teşkilatlı, belirli bir düzene sahip devlette yaşamak, bunun nimetlerinden yararlanmak istiyorlardı. Lakin bu hayatın bazı taraflarını çok sıkıcı bulmaktaydılar. Çok az kısım yeniden eski göçebe hayatına dönmeği arzu ediyordu. Dikkatleri kendisine çeken bir diğer husus da bu az sayıdaki insan arasında, halife Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ın (müellif o döneme genel açıdan yaklaştığından Mu’aviye’nin hilafeti yıllarından da örnek vermiştir.) her türlü nimet içinde yüzecek kadar zenginleşen Meysun adlı bir karısının olmasıydı. Bu kadın düşüncelerini aşağıdaki beyitlerle dile getirmekle kendi arzu ve isteklerini ortaya koymaktaydı: “içinde rüzgârların çarptığı bir çadır, bana muazzam bir saraydan daha değerlidir.[210] [211] Böylece yazar, Arapların çöl hasreti ve kabilesel yaşama eğiliminin geçerli olduğunu göstermeye çalışmıştır.[212]

Watt’ın İsyana Katılanlar Hakkındaki Görüşleri

M. Watt, Hz. Osman’ın öldürülmesi ve buna yol açan sebepleri kitabının başlangıç bölümü olan Hariciler kısmında ele almıştır. Yazar, halife Hz. Osman’ın 35/656 yılında Medîne’de, evinde öldürülmesini, İslam düşüncesinin, özellikle de İslam tarihinde ortaya çıkan ilk fırkanın, Hariciler’in incelenmesi için uygun bir başlangıç noktası olarak görmektedir. Hariciler, devamlılığın kesin tabiatı veya önemi açık olmamakla birlikte, katlden sorumlu olan ihtilalci unsurların devamı olduklarını ileri sürmüşlerdi. Birçok düşünür ise Hz. Osman’a karşı çıkıştan Hz. Ali’nin öldürülmesine (40/661) kadar geçen zaman zarfında, müslümanların takındıkları çeşitli tavırların doğru veya yanlış olduğunu tartışmışlardır. Onlar bu dönemi, İslam tarihinin en karışık ve en karanlık devri olarak zikrederler. Yazar, bu devri dinî-siyasî partilerin çıktığı, siyasi zümreleşmenin yaşandığı münasip bir zaman dilimi olarak kabul etmektedir.[213]

Bilindiği üzere 35/656 yılının baharında Mısır, Basra ve Küfe’den yola çıkan isyancı takımlar, çeşitli konularda şikâyetlerde bulunarak İslam’ın o zamanki başkenti Medîne’ye yürümüşlerdi.[214] Dikkatle incelenirse katılan bu grupların hepsi de, mahalli Arap güçlerinin yalnızca belli kesimlerini temsil etmekteydi. M. Watt’a göre aslında onların arasında halife Hz. Osman’dan hoşnut olmayanlar gibi ona karşı müsamahalı davrananlar (veya en azından hiçbir kargaşanın çıkmasını istemeyenler) da vardı. Onların arasında ise hiçbir ictimai veya iktisadi fark yoktu. Fakat ortada gerçek bir faktör vardı, neredeyse bu katılanların hepsi bedevi kabilelerin üyeleri idiler. Belki de hangi kesimlerin Hz. Osman’ı desteklediğine hangilerinin de ona karşı girişilen bu harekette yer aldığına karar verme hususunda, kabile rekabetleri de rol oynamıştı. Müellif burada Kureyş’in diğer kabilelerden farklı konumda olmasına işaret ederek bunların daha önceleri Hz. Osman’ın soyu olan Ümeyyeoğulları’yla birlik halinde olan kabilelerin mensuplarının ona taraftar olmaya temayül gösterdiklerinin mümkün olabileceğini vurgulamıştır. Öte yandan da rakip takımdan olanların Mahzum kabilesi ile birleşerek ona karşı çıkmaya meyletmeleri görülmüştür. Bu konuda Ensar’a da değinen müellif, onların iktisadi açıdan Kureyşliler’den nispeten aşağı durumda olduklarını, fakat bu durumlarının isyanın gidişatına pek çok etki yapmadığını düşünmektedir. Yaptıklarının sadece hiçbir tarafa meyletmedikleri olduğunu söylemektedir. Yani, itirazları vardısa da bunu susmaları ile ortaya koymuşlardı.[215]

Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra Hz. Ali’nin hilafete getirilmesi bazılarınca o günkü İslam alemini bürümüş bu karışık duruma son verecekti.

Lakin herşey daha da kötüye gitmişti. Bunun en önemli sebebine gelince, yeni halifenin katl olayını tasvip etmemesiyle beraber isyancılara daha çok ilgi göstermiş olması ve sorumlu kişileri cezalandırmak için bir adım dahi atmamıştı. Bundan dolayı, öyle görülüyor ki, bazı dindar sahabiler (Abdullah b. Ömer gibi) Hz. Ali’yi halife kabul etmeyerek Medîne’yi terk etmişti. Hz. Ali halifenin katillerini cezalandırmayı başaramayınca, maktul halifenin intikamı konusunda kendini görevli addeden Şam valisi Mu’aviye (yeni halifeye bi’at etmemiş yegane vali idi) üstelik bu hakkını da talep etmişti.

Burada başka bir grup da karşımıza çıkmaktadır ki, M. Watt bu grubun, Hz. Peygamber’in zevcesi, mü’minlerin annesi Hz. Ayşe ile Mekkeli iki büyük sahabi; Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’ın birleşmesinden oluştuğunu söylemiştir. Fakat yazarın bu kişilerin durumu hakkında daha ihtiyatlı düşündüğünü görmekteyiz. Onlarla ilgili olarak diyor ki, aslında bu üçüncü taraf, bütün hatalı hareket edenlere karşı tarafsız bir tarzda şer’i cezaların tatbik edilmesi için uğraştıklarını iddia etmelerine rağmen, açık bir dinî konuma sahip görünmemekteler. Ardından da yazar, bu hareketlerinin kendi şahsi menfaatlerine göre olabileceğine işaret ediyor. Durum nasıl oluyorsa olsun, sonuçta Hz. Ali önce bu üçüncü tarafı Cemel savaşında (H. 36/M. 656),[216] bir sene sonra ise Mu’aviye’nin takımını Sıffin’de (H. 37/M. 657) yenecek[217] ama fitne olayları bir türlü bitmek bilmeyecekti.

Görüldüğü üzere M. Watt, İslam dünyasında ilk kez Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında ortaya çıkmış fitne ve hoşnutsuzluk olaylarına yaklaşırken, esasen Arap toplumunu teşkil eden bedevilerin psikolojik durumlarını ve kabilevi yapılarını öne çıkarmaya çalışmıştır. Ona göre bizzat bu eski bedevi ruhlu düşünce ve tabiatları onları yeni, gelişmiş ve (çöl şartları ile kıyaslandığında) lüks hayata önem veren devlet sistemi ile uyum sağlamalarına mani olan en önemli unsur idi. Fakat hiç kimse tüm Arapların geriye- çöl hayatına dönmeleri gerektiğini açıkca söyleyebilmiş değildir. İşte bu yüzden olmalıdır ki, eski hürriyetin hasretini çeken ve ona kavuşmanın yolu olmadığını gören birçokları için, büyük hayal kırıklığı doğmuş olmalıdır.[218]

Ayrıca müellif, meselenin kökünü, (çöl hayatına alışkın Arapların, kendilerini bir anda içinde buldukları) iktisadi, ictimai ve siyasi yapı ile irtibatlandırmıştır. Bu şartlarda hissi gerginlikler, son noktasına ulaşıncaya kadar yükselmeye devam etmişti. Müellif bizzat bu olayların etkisinin, sadece Hz. Osman’ın katledilmesinde değil, onun öldürülmesinden sonraki yıllarda da görüleceğini söylemiş, hatta bu katl olayının, sonradan yaşanacak olan bir dizi patlamanın ilki olarak kabul etmiştir.[219] İslam dünyasında sonraki dönemlerde tarih sahnesinde görülmüş olacak Harici ve Şi’i hareketleri de aynı gerginliğin devamı neticesinde ortaya çıkmıştı.

Haricilikle ilgili Türkiye’de yapılmış çalışmalardan birinde Ethem Ruhi Fığlalı Hariciliğin doğuşu konusundan bahsederken bu grubun önceleri siyasi hizipten doğduğunu, lakin sonradan dini mahiyet kazandığını söylemektedir.[220] Burada şunu da belirtelim ki, M. Watt, fitne olaylarının nedenlerini daha çok bedevi ruhlu Araplar’ın yeni lüks hayata alışamamaları ve başka benzeri olgularla izah etmeye gayret göstermişti. Wellhausen ise olayların nedenlerini, biraz daha önceki yıllara dönmekle aktarmış bulunmaktadır. Fakat gördüğümüz gibi, sonuç olarak M. Watt da, Wellhausen gibi düşünmeye başlamıştır. Bu, onların konuya yaklaşma tarzlarında görülen benzerlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Onlar arasındaki başka bir benzerlik de, Sabri Hizmetli’nin belirttiği gibi -Râşidi Halifelerin hepsi dahil olmak üzere- bu dönemin olaylarına Ebu Mihnef ve Vakidi’yi temel kaynak olarak ele almaları ve bu nedenle de bazı büyük sahabileri olayların başlıca müsebbipleri olarak görmeleridir.[221]

İKİNCİ BÖLÜM

YAKIN DÖNEM MÜSTEŞRİKLERİN HZ. OSMAN DÖNEMİ OLAYLARINA YAKLAŞIMLARI

MARSHALL GOODWIN SIMMS HODGSON

Hodgson’un Hayatı, Faaliyeti ve Eserleri

Kaynaklarda adı kısa olarak Marshall Hodgson olarak yer alan tarihçi ve şarkiyatçı, 1922 yılında Amerika Birleşik Devletlerin’de, İndiana eyaletine bağlı Richmond kasabasında doğdu. Lisans eğitimini ve doktorasını Chicago Üniversitesi’nde tamamladı. 1951’de ise bu üniversiteye öğretim görevlisi olarak atandı. Hayatının sonuna dek bu görevde kaldı. Ayrıca o, disiplinlerarası lisans üstü eğitim programı ile Sosyal Düşünce Komitesi’ne başkanlık da yaptı. Hodgson’un ilk kitabı onun doktora tezidir. Bu tezini sonraları kitap haline getirerek bastırmıştır. Doktora tezi “The Order of Assassins: The Struggle of the Early Nizari Isma’ilis against the Islamic World” (‘s-Gravenhage Press, Mouton, 1955) olarak isim verdi. Bu kitap, Nizari-İsma’ili Şiileri’nin fikirleri üzerine yapılmış ilk incelemedir. Aynı zamanda Nizari doktrininin, XI. ve XII. Yüzyılların kültür ortamı bağlamında hem dini hem de siyasi önemini belirlemektedir. İslam medeniyeti tarihi alanında yazdığı ve üç ciltten oluşan “The Venture of Islam: Conscıence and History in a World Civilization” (University of Chicago Press, Chicago, 1974)[222] kitabı ise, Hodgson’un dünyada ünlü bir şarkiyatçı kimliyiyle tanınmasını sağlamıştır. Onun müsvedde halindeki “The Unity of History” adlı çalışmasının bazı kısımları ise Edmund Burke III. tarafından “Rethinking World History: Essayson Europe, Islam and World History” (Cambridge University Press, Cambridge, 1993) isimli kitapta toplanmış ve yeniden yayımlanmıştır. Diğer bilinen makalelerine “The Role of Islam in World History” ve “Cultural Patterning in Islamdom and the Occident”‘i örnek verebiliriz. Bunların birincisi, İslam medeniyeti tarihine dünya tarihi çerçevesinde genel bir bakışı kapsar. Diğer makalesinde ise İslam 223 ve Batı Avrupa medeniyetlerini karşılaştırdığını görmekteyiz.[223]

Bilindiği üzere M. Hodgson’un en önemli eseri “The Venture of Islam: Conscıence and History in a World Civilization” (İslam’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih) adlı kitabıdır. Yazarın Türkçeye çevrisi yapılan bu kitabı, bizim de bu çalışmamızda kullandığımız önemli eserlerden biridir. Yazar bu eserinde İslami çalışmalara kavramsal ve metodolojik katkılar yapmıştır. Ayrıca, İslam tarihini, başlangıçtan günümüze dek gelmiş müslümanların ahlaki ve dini diyalogu şeklinde ve dünya tarihinin bir parçası olarak değerlendirmiş bulunmaktadır. [224]

Hodgson kardeşliği esas alan ve değişik dini inançlara hoşgörüyle bakmayı emreden Protestan kökenli Quaker mezhebine mensup dindar bir hrıstiyan ailesinde doğmuştu. Bu da onun yazdığı makale veya eserlerde, özellikle de İslam tarihine karşı tutumunda etkisini göstermiştir. Onun ilgi çekici taraflarından biri de İslam’ın doğuşunu Arabistan şartlarına göre değil Batı Asya genelinde değerlendirmiş olmasıdır. İslam medeniyetini yalnız Ortadoğu düşüncesiyle sınırlandırmamış, dünya tarihi bağlamında da ele almıştır ki, bu da onun ayırıcı özelliklerindendir. Bir de onun moderniteye getirdiği değişik bir yorum vardır. Bu da yaşadığı dönemde geçerli modernizasyon teorisinin temel özelliklerinden biri olan istisnacılığı bir yana bırakmış olmasıydı. Bazı tarihçiler Batılılaşma’yı moderniteyle karıştırmış olsalar da Hodgson buna global bir süreç olarak bakar. Ona göre modernite ilk olarak İslam dünyasında gerçekleşmiş olsaydı modern toplumun eşitlikçi eğilimleri daha güçlü olurdu. O, Rönesans’ın Avrupa’da modernitenin başlangıcı olduğu görüşünün yanlış olduğunu da açıkca söylemektedir. Hatta bunun Avrupa’yı diğer medeniyetlerin kültürel seviyesine getirdiğini iddia eder.[225]

Hodgson’un diğer ayırıcı bir özelliği de İslam tarihindeki standart kronoloji (modern öncesi ve modern çağlar) yerine yeni bir taksim sistemi getirmesi veya kullanmasıydı. O, bilinen kronolojinin yerine Nil ile Amuderya arasındaki önemli ilmi, siyasi, içtimai, ve kültürel gelişmelere dayanarak İslam tarihini şu dönemlere ayırmıştır:

Son Sasaniler ve İlk Halifelik Dönemleri. (485-692).

Klasik Yüksek Halifelik Medeniyeti Dönemi. (692-945).

Erken Orta İslami Dönem (milletlerarası bir medeniyetin kuruluşu, 945-1258).

Geç Orta İslami Dönem (kriz ve yenilenme, Moğol hakimiyeti ve nüfuz çağı, 1259-1503).

Barut İmparatorlukları Dönemi (ikinci filizlenme 1503-1789).

Modern Teknik Çağ ve İslam (Sanayi devrimi ve Fransız ihtilali sonrası, 1789’dan sonrakı yıllar).

Tarih boyunca İslam medeniyetini açıklarken orta dönemlere (945-1258 ve 1258-1500) büyük önem vermede israrcı davranması da Hodgson’un dikkat çekici özelliklerinden biridir. XVI. yüzyılda mevcut olmuş üç büyük İmparatorluk (Osmanlı, Babur ve Safevi) arasındaki benzerliklere dikkat çeken ve onları temel özellikleri açısından modern olarak değerlendiren ilk tarihçilerdendir. Getirdiği diğer bir yenilik de modernliği Batı’nın yükselişinin ve Avrupa emperyalizminin bir tezahürü olarak görmemesi, bunu dünyada başgösteren gelişmeler çerçevesinde oluşan bir olgu niteliği ile değerlendirmesidir. Modernliğe giden birçok yolun bulunduğunu söyleyerek günümüze dek yetişmiş olan ahlak mirasının devam etmesinde İslam medeniyetinin önemli rol oynadığını savunmaktadır. İslam’la ve İslam tarihiyle yakından ilgilenmiş olan Hodgson’un İslam’a sempati duyduğu sezilmektedir. O, İslam’ı bir din, aynı zamanda bir dünya medeniyeti olarak görmektedir.

Hodgson’un özellikle “The Venture of İslam” adlı eserinde değindiği İslamileşmiş ayırımı, bir din ve medeniyet olarak İslam’a nasıl baktığıyla ilgili belirleyici fikirlerden birini teşkil eder. 1968 yılında, kırk altı yaşında vefat etmesine rağmen, görüldüğü üzere İslam tarihinde bir sıra yeniliklere imza atmayı başarmış, Batı’da İslam tarihinin araştırılmasında kendine özgü iz bırakıp gitmiştir. Kısa hayatı ona çalışma alanını geniş tutmaya ve başka kitaplar yazmasına imkân vermemişti.[226]

Hodgson’a Göre Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın Yönetimlerindeki Farklılıkları

M. Hodgson Hz. Osman dönemindeki olaylardan bahsederken, önce Hz. Osman’ın politik yeteneksizliğine işaret eder. Ona göre Hz. Osman, Hz. Ömer’in politikasını devam ettirmiş olsa da bunda başarılı olamamıştı. Almanyalı oryantalist J. Wellhausen gibi o da Emevi hanedanına ait kuralların daha Hz. Osman döneminde ortaya çıktığını söylemiş, aşağı-yukarı benzer ve aynı delilleri sunmuştu. Yani hilafetin tüm önemli ve etkili temsilcilerinin Ümeyyeoğulları ailesinden olması fikri onu şu sonuca varmaya sevketmişti.

Bilindiği üzere Hz. Muhammed'in vefatından sonraki yıllarda müslümanlar Arabistan Yarımadası haricinde fetihlere girişmiş ve bunda başarılı olmuşlardı. İran ve Bizans'la yapılan savaşlarda kazanılan galibiyetler sonucu büyük topraklar da fetholunmaya başlamıştı. Hz. Osman devrinde de Afrika, Mısır, Tunus, Trablus ve Kıbrıs'ta büyük fetihler gerçekleşmişti.[227] Bu fetihler kendi yönetiminde bazı yeni kuralların tatbik edilmesini de zorunlu hale getirmişti. Hz. Ömer’in hilafeti yıllarında böyle bir kural oluşturulmuştu: garnizon şehirlerin savaş esası üzerine oraya yerleştirilen asker- kabile mensupları (mukatile), Araplardan ayrılmış Araplar olarak, burada daimi surette kalmak durumundaydı. Bu da, savaş halinin aralıksız devam edeceği sırada değişmez olacaktı. Ardından yazar, dikkatleri diğer bir tarafa çeker ve şöyle söyler, Kureyş’in tacir aileleri ve onların Sakifli (Taif’li) yandaşları, (kabileciliğe ve yöreye bağlılığa karşı merkezi güce taraftar çıkacak olan) Emevi ailesine mensup olan daha otoriter kişiler tarafından yönetileceklerdi. Bunun Hz. Ömer döneminde geçici hal almış olmasına rağmen, bizzat Hz. Osman zamanında düzenli bir politikaya dönüşmesine özenle dikkatlerimizi çekmekte, sanki bununla artık tüm sorunların Hz. Osman’dan kaynaklandığına işaret etmektedir.

Unutmamamız gereken diğer husus da şudur: hem asker-kabile mensuplarını, hem de valileri kontrol altında tutacak olan tek şey, İslam duygusuydu. M. Hodgson da bu duyguyu, bir insanı gerçek bir Arap yapan duyguya benzetmiş bulunuyor.[228] [229] Amerikalı müsteşrik, Hz. Osman’ın Hz. Ömer gibi Mekke’nin zengin ailelerinin eyaletlere (özellikle Irak’a) giderek oralarda ticari girişimlerde bulunmalarına izin vermesini, hilafet namına doğru addediyordu. Bu da durumları daha kötü olan yerel Araplar’ın arzuları hilafına yapılmaktaydı. Fakat Sevad bölgesinde (Irak’ın mühim sulama merkeziydi) özel mülk edinme isteklerini tersine çevirebildi. Durum böyle olunca bu kez yatırımlarını Hicaz’a aktarmak amacıyla, böylesi girişimlerde bulunanları zorladı.[230] Aslında burasının sulama kaynakları bir zaman içinde hepsi kullanılarak bitirile bilirdi. Sonuç olarak bu durum, Arap kültürünün kolay kolay bereketli Hilal’deki kültürle kaynaşması tehlikesini azaltmakla beraber merkezi iktidarı maddeten güçlendirmiş oldu. İlk bakıştan belki de bu, Hz. Osman’ın insanların ilgisini kazanacağını akıllara getirebilir. Ama bu beklentilerin aksi meydana gelmişti.[231]

Halifeye Yöneltilen Bazı Şikâyetler

Önceki oryantalistlerin (ve sonraki kısımlarda da görüleceği üzere) Hz. Osman hakkındaki şikâyetlere değinme tarzından farklı olarak M. Hodgson bu konunun üzerinde pek fazla durmamış bulunmaktadır. Sadece bazılarını sayarak üzerinden geçmiştir..

Hilafetinin ilk döeneminde kendisine karşı arasıra yapılan şikâyetler, birkaç sene içerisinde çoğalmaya başlamıştı. Bu şikâyetlerin arasında Kûfe valisi (halifenin bizzat kendi akrabası olan) Velîd b. Ukbe’nin içki içtiği halde[232] had cezasına çarptırılmamamsı önemli yer tutmaktaydı. Yazara göre bir valinin ayyaşlığı halifenin musamaha ettiği başka hususlardan daha kötü olmasa da açık bir suçtu ve cezalandırılması gerekirdi.. Bazı kişiler de halifenin ibadet tarzında yaptığı ufak-tefek düzenlemelerden şikâyette bulundular. Kendisine karşı yöneltilen itirazlardan bir başkası da onun tüm garnizon kasabalarında Kur’an ayetlerinin vahit bir şekilde, aynı kopyasının kullanmasını temin etmesi idi. O, herkesin okuyabileceği, ortak bir Kur’an nüshasının oluşturulması ve sonradan yaşanabilecek ihtilafların önceden karşısına geçmek için tüm farklı nüshaları yaktırmıştı. [233] Bu karar çoğu eyaletlerde kabul gördüyse de bazı kısımlarda itirazla karşılanmıştı. Bu yeni kararı itirazla karşılayan şehirlerin başında sonradan fitne ateşinin tutuşacağı ve isyanın önemli merkezlerinden olacak Kûfe idi.[234] Buradaki isyanlar ilk dönemde başarıyla yatıştırılmıştı. Hatta Kûfe’deki ayaklanmalardan biri Arap (yazar Arap demekle müslümanı kastetmektedir) kanı dökülerek cezalandırmayı gerektirmişti.[235]

Ayrıca, İran’daki fetih hareketlerinin bittiği sıralarda askeri kasabalarının bazılarında hoşnutsuzluklar görülmeye başlanmıştı. Bu garnizon kasabaları sistemini Hz. Ömer kurmuş olsa da aslına uygun ve düzenli şekilde kullanılmaktaydı. Sadece Hz. Osman devrinde bazı zayıf noktalar belirmeye başlamış, mali sistemden şikâyet ve itirazlar gelmeye başlanmıştı. Onların istekleri bu doğrultudaydı: kendi bölgelerinden toplanan gelir kaynakları doğrudankendilerine tahsis edilmeliydi. Ancak devlet malı (fey) kabul edilerek başkent Medîne’den kontrol olunuyordu. Yazara göre, bazıları fethedilen toprakların savaş ganimetleri gibi, doğrudan askerlere dağıtılması gerektiğini ileri sürmüş gibi görünüyorlardı. Ne olursa olsun hiç bir kısmı Medîne’ye gönderilmemeliydi.[236]

Hz. Ali hakkında pek fazla söz etmeyen müellif, ondan bahsederken, zamanında onunla ilk iki halife arasında herhangi bir problemin yaşanmadığını belirtmiş, fakat onların politikalarını aynısı gibi takib etmemiş, bazı değişiklikler yaptığını vurgulamıştı. Hatta onun isyancıların kullanmış oldukları bir kişi olabileceği fikrini de açıkca dile getirmiştir. Yapılan eleştirilerin gidişi sırasında onun takındığı tavra kısa şekilde değinerek şöyle söyler: "Peygamber ’in evinde büyümüş Ali b. Ebi Talib ’in önce Ömer ’in politikalarına ve şimdi de Osman’ın politikalarına mühalefet ettiğine dair bazı işaretler vardır. Güçlü bir savaşcı olarak bilinen Ali b. Ebi Talip, durumdan hoşnut olmayanların sözcüsü olarak görüldü. Şimdi ise protestocular hizbinin sembolü haline geldi.[237]

Bundan başka Hodgson, (eleştiri nedenlerinden biri olarak görülen) Hz. Osman’ın diğer Kur’an nushalarını yakarak imha etmesini ve yalnız tek bir nushayı kullanmasını, İslam’ın ve Arap birliğinin teminatı rölünü oynaması bakımından son derece önemli adım olarak değerlendirmektedir. Hatta halifenin, bunu israrla yaptırmasının taraftarıydı. Diğer bölgelerde tepkilerin çıkabileceğini normal karşılamakta, zamanla herkesin bu yeniliğe alışacağını da vurgulamaktaydı. Nitekim, söylenilenler kısa sürede kendini göstermiş olacaktı.[238]

Hodgson’un Halifenin Öldürülmesi Olayına Yaklaşımı

Halifenin öldürülmesi olayı[239] hakkında pek fazla konuşmayan yazar, isyancıların (Kûfe ve Mısır’dan gelenlerin) kendi taleplerinin kabul görmesini önceleri sükut halinde istediklerine işaret eder ve onların, zamanla liderlerinin idam edileceğini farkedince, isyankâr halde geri dönmeleri ile yorumlamıştır. Ümmeyyeoğulları’ndan başka yerde kalan diğer önde gelen ailelerden neredeyse hiçbiri ortaya çıkan karışık duruma müdahele etmeme kararı almış görülüyordu (veya kendilerini öyle göstermekteydiler). Onların arasında isyancı askerleri denetim altına almak için fazla bir şey yapmayan bir çok sayıda Hz. Osman muhalifi vardı. Hatta onların bir kısmına bu olayların devamı sırasında bazı makamlar da verilmişti. Bu da gayet normal görülmeliydi. Çünkü Ümeyyeoğulları eyaletlerde hakimiyeti ele almış durumdaydılar. Dahilde böyle bir hoşnutsuzluğun oluşması onlar için hoş karşılanamazdı. Aksine, onlar huzur içinde hakimiyetlerinin devam etmesini istiyorlardı. Bu durum diğer Medîneli önde gelen ailelerini razı edemezdi ve bu da gayet normaldı. Çünkü onlar (Ümeyyeoğulları) daha dün Hz. Muhammed’e ve dolayısı ile de İslam’a karşı uzun süre savaş yapanlardı. Şimdi ilk

müslüman olan önde gelenlerin (liderler olmaya da bilir) böyle makamlardan uzak kalmaları onları haklı olarak rahatsız duruma düşmelerine sebebiyet vermişti.. M. Hodgson da bizzat bunu vurgulayarak olaylar karşısında harekete geçmeyen diğer Medîneli önde gelenleri haklı görmekteydi.[240]

Müellif, isyancıların kolay kolay, hiçbir savunmayla karşılaşmaksızın Hz. Osman’ın evine girerek onu öldürmeleri olayındaki başka bir yanlışlığı da halifenin bizzat kendisinde görmektedir. Bir devlet başkanı -ismi halife veya kral olsun, farketmez- özel bir koruma görevlisine sahip bulunmalıydı. Hz. Osman’ın koruma gücü ise yalnız dini prestije dayanıyordu. Hiçbir özel koruma görevlisi bile yoktu.[241] Fakat burada onu da zikretmek gerekiyor ki, ondan önceki iki halife (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) de özel korumaya sahip değillerdi. Dini prestiji esas alıyorlardı. Bu konuda gayet başarılı olmuşlardı. Demek ki, sorunu başka hususta aramak gerekiyor. Lakin yazar bunun hakkında başka bir şey söylememiştir.

Halifenin Katledilmesinden Sonra Gelişen Olaylara Bakışı ve Son Değerlendirmeleri

Hz. Osman’ın katlinden sonra, isyancı askerler ve pek çok Medîneli, kısa süre içinde hilafet makamına Hz. Ali’yi getirmişlerdi.[242] Herkes belki de yeni halifenin seçilmiş olmasıyla artık fitnenin sona ereceğini zannetmişti. Ancak tam tersi olacaktı. Aslında halifenin katli daha herşeyin başlangıcı olacak, kıyamete dek halli çözülemeyecek başka yeni sorunların ortaya çıkmasına neden olacaktı.

Hz. Ali hilafete geçtiğinde, Hz. Muhammed’in hanımlarından Hz. Ayşe, Muhacirler arasından iki en itibarlı kişiyle (Hz. Talha ve Hz. Zübeyr) birlikte ondan halifenin katillerinin bulunup onlara kısas uygulanmasını, talep etmiş, yeni halife ise bunu kabule yanaşmayınca birlikte onu eleştirmeğe koyulmuşlardı. Müellif burada, dikkatlerin bir an önce Hz. Ali’nin tavrına yöneltilmesinin gerektiğini söylemektedir. Hz. Ali’nin böyle davranmasının en önemli nedeni, isyancıların bizzat ordusunun önde gelen askerleri olmalarıydı. M. Hodgson bu konuya şöyle yaklaşıyor:

“isyancılar haince hareket ettiği ve Kuran’a uygun bir yönetimde bulunmadığı için, Hz. Osman’ın öldürülmesinin meşru olduğunu ileri sürdüler; bu nedenle de, onlara göre kısas çağrısı yapmaya gerek yoktu. Hz. Ali bu savı kabul etmek zorundaydı. O, taraftarlarının bulunduğu Kûfe ’ye, muhalifleri dse Basra ’ya çekildiler. ”[243]

Yeni halifenin başkenti Medîne’den Kûfe’ye taşımasından sonra, onu (Hz. Ali’yi) fitnekâr oyunlara karşı beş senelik mücadele (Cemel, Sıffin ve Nehrevan gibi savaşlar) ve en sonunda, İslam tarihinde ilk kez ortaya çıkan Hariciler[244] tarafından şehit olarak öldürülmesi bekleniyordu.

Onun hilafeti sırasında fetih hareketlerinin durulmasının önemli nedeni de bizzat hilafetin dahilindeki iç karışıklıklarla mücadele teşkil etmekteydi. Bu iç mücadele sırasında müslümanlar, Sasani destekçileri tarafından Horasan eyaletinden sürülmüş, diğer yerlerde de herhangi bir ilerleme sağlanmamıştı. Hz. Ali’den sonra hilafet makamına geçen Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ın zamanında ise başarısızlıklar telafi etmeye başlamış ve bir dizi başarılar elde edilmişti. Fakat tek çözülmeyen sorun vardı; Hz. Osman’ın katlinden sonra, Hz. Ali’nin hilafeti yıllarında görülen Hariciler sorunu. Onlar yeni bir model oluşturmuş durumdaydılar. Halifenin (Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ın) idaresindeki Basra ve Kûfe’de ateşli adamlardan oluşmuş gruplar diğer müslümanları daha yüksek standartlara çağırarak küçük savaş çeteleri halinde birkaç defa kendilerini İslam devletinin karşısına koymuşlardı. Bilindiği üzere onlar Kur’an-i Kerim’in birkaç yerinde geçen ve hükmün yalnız Allah’a mahsus olduğunu belirten ayetleri[245] kendilerine tek slogan yapmışlardı. Mücadelelerini de bu ayetlerin gölgesinde yapıyorlardı. M. Hodgson, farklı biçimde olmasına rağmen, Mu’aviye döneminde de devam edegelen fitne hakkında bahsederken Iraklı ve Suriyeli Araplar üzerinde de durmuş, onların sürekli birbirilerine karşı sergiledikleri kötü tavırlarına dikkatleri çekmiştir.[246]

Yazar, sonu gelmez bir şekilde devam edegelen problemlerin, müslümanların birliği açısından önem arzettiğini düşünmüş, bunun (fitnenin) sonucunda kendilerine ibret dersi olduğu birçok müslümanın varlığından bahsetmiştir. Müellife göre bu grup müslümanlar yalnız İslam cemaatinin menfaatini düşünmüş olduklarından Mu’aviye b. Ebi Sufyan’a bağlılıklarını (gönülsüz olsalar da) devam ettirmeyi tercih etmişlerdi. Onlar, ilk kez Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında görülen, Hz. Ali’nin devrinde farklı şekilde devam eden olayların yeniden tekrarlanmamasını arzu ettiklerinden, Mu’aviye’nin halifeliğinin tarafgirliğini yapmışlardı. M. Hodgson bu iddiasına da delil olarak, onların halifenin Suriyeli taraftarları ile kaynaşmadığını göstermiştir. Yani onlar Suriye iktidarını geçici bir önlem olarak görmüşlerdi.[247]

BERNARD LEWİS

Lewis’in Hayatı, Faaliyeti ve Eserleri

Bir İngiliz müsteşriği olan Bernard Lewis 1916 yılında İngiltere’nin başkenti Londra’da doğdu. Kendisi Yahudi kökenli olan B. Lewis Amerikalı tarihçi olarak ta bilinmektedir. Eğitimini Londra Üniversitesi'nde görmüş, yüksek lisansını Ortadoğu tarihi yoğunluklu olmak üzere tarih konusunda devam ettirmiştir. Doktorasını ise İslam tarihi konusunda yapmayı planlayan yazar, isteğine nail olmuş, mezun olduktan sonra bazı araştırmalarından dolayı Paris Üniversitesi’ne gitmiştir. Buradaki araştırmaları sırasında Türkçe öğrenmeyi başarmıştı. Artık 1938 yılından itibaren kendisi ders vermeye başlamıştı. 1974 senesine kadar Londra Üniversitesi’nde hocalık yapan Bernard Lewis, aynı görevi 1974-1986 yılları arasında Princeton Üniversitesi’nde de devam ettirmişti.

B. Lewis daha İkinci Dünya Savaşı sırasında Dışişleri Bakanlığı’nda göreve atanmazdan önce İngiliz ordusundaki Royal Armoured and Intelligence Corps’da (Kraliyet Zırhlı Kolordu ve İstihbarat Kolordu) hizmet yaptı. Savaştan sonraki yıllarda ise yeniden Londra Üniversitesi’ndeki School of Oriental and African Studies’e (Doğu ve Africa Çalışmaları Okulu) geri dönmüş, ardından da Yakın ve Orta Doğu tarihi alanında yeni göreve atanmıştı. Eski Amerika cumhurbaşkanlarından George W. Bush’un danışmanlığını yapmış olan B. Lewis, 1993 yılında Le Monde gazetesine verdiği bir demeçte Osmanlı döneminde 1915 Ermeni tehciri sırasında ölen Ermenilerin “soykırım” olmadığını, sadece savaş sırasında başgöstermiş bir olay olduğunu bildirmiştir. Fakat Paris’te bir mahkeme bunu “Ermeni soykırımının” inkarı olarak kabul ettiğinden tarihçiyi (sembolik olarak) bir Frank değerinde para cezasına çarptırmıştı.

Ayrıca o, Princeton Üniversitesi’nden Yakın Doğu Çalışmaları üzerine emekli Profesördür. İslam tarihi ile İslam ve Batı arasındaki etkileşim dalında uzmanlaşmış olan ünlü tarihçi, özellikle de Osmanlı tarihi üzerine yaptığı çalışmalarıyla akademik çevrelerde tanınmıştı. Orta Doğu’da çok okunan uzmanlardan biri olan B. Lewis, bu bölgenin önde gelen Batılı akademisyenlerinden biri olarak kabul görmüştür. Doktora tezi bizzat B. Lewis tarafından yönetilen ve kabul gören Martin Kramer, Encyclopedia of Historians and Historical Writing’ de (Tarihçiler ve Tarihi Yazı Ansklopedisi) onu, savaştan sonraki dönemde en etkili İslam ve Orta Doğu tarihçisi olduğunu söylemiştir.[248]

B. Lewis’in siyaset yönündeki fikir, düşünce ve tavsiyeleri politika adamları tarafından da ciddi şekilde dikkate alınmıştır. Bir zamanlar ABD’nin cumhurbaşkanı George W. Bush’un danışmanlığını yapması bu görüşe en isabetli delil teşkil etmektedir. 1998 yılında Atatürk Barış Ödülü'nü alan tarihçi-yazarın bir çok kitabı Türkçe’ye de çevrilmiştir. Kendisi İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi konusunda uzman biri olarak Ortadoğu hakkında uzmanlaşmış batılı uzmanlar arasında en çok okunan yazarlardandır. Araştırma alanları Ortaçağ İslam Dünyası, günümüz Ortadoğusu ve Osmanlı Devleti'dir. Dünyaca ünlü yazarın (bazılarının Türkçeye çevirisi de yapılmış olan) birkaç önemli eserini şöyle sıralayabiliriz:

The Arabs in History, Oxford University Press, -6th edition- Oxford, 1993, (Tarihte Araplar, çev: Hakkı Dursun Yıldız, V. baskı, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2009), The Emer gence of Modern Turkey, London, Oxford University Press, 1961, (Modem Türkiye'nin Doğuşu, IX. Baskı, TTK Yayınları, Ankara, 2004), The Assassins: a Radical Sect in Islam (Basic Books, New York, 1968), The Muslim Discovery of Europe (W.W. Norton, New York, 1982), The Political Language of Islam, University of Chicago Press, Chicago, 1988, (İslam'ın Siyasal Söylemi, çev: Ünsal Oskay, Phoenix Yay., İstanbul, 2007), Islam and the West (Oxford University Press, New York, 1993), Islam in History: Ideas, People, and Events in the Middle East, Open Court, Chicago, 1993, History from the Rise of Christianity to the Present Day (Weidenfeld & Nicolson, London, 1995), The Middle East: A Brief History of the Last 2.000 Years (Scribner, New York, 1995), The End of Modern History in the Middle East (Hoover Institution Press, Stanford, Calif, 2011), The Multiple Identities of the Middle East (Schocken Books: Distributed by Pantheon Books, New York, 1999), A Middle East Mosaic: Fragments of Life, Letters and History (Random House, New York, 1999), The Jews of Islam, Princeton University Press, Princeton, 1984, (İslam Dünyasında Yahudiler, çev: Bahadır Sina Şener, İmge Kitabevi, Birinci Baskı, Ankara, 1996). 99 yaşındaki emekli müsteşrik Bernard Lewis hala faaliyetini devam ettirmektedir. [249]

Lewis’in Fitnenin İlk Kaynağı ve Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi Hakkındaki Görüşü

Ünlü Batılı müsteşriklerden olan Bernard Lewis, Hz. Osman’ın hilafet yıllarında ortaya çıkmış olan ve İslam dünyasında bugüne kadar etkisini kaybetmeyen fitne olaylarına kendinisine has bir üslüpta yaklaşsa da aşağı- yukarı diğer Batılı yazarlar gibi düşünmektedir.

B. Lewis’e göre yeni yaranmış genç ama gitdikçe büyüyen, sınırları genişlemekte olan Hilafet’in dahilinde iç karışıklıklara neden olacak tohumların atılması, daha ikinci halife Hz. Ömer’in döneminde olmuştu. Bunun en büyük kanıtı olarak ise en sonunda halifenin bizzat daha varlıklarını ve faaliyetlerini “yerin altında“ sürdüren bu gizli asiler grubu tarafından öldürülmesi olayıdır.[250] B. Lewis’in diğer önemli bir kanıtı da, halife Hz. Ömer’in öldürülmesinden itibaren fitnenin çıkmaya başladığını bildirmesidir.[251] Bu konuda o, şöyle düşünmektedir: Aslında o katledildiği sırada, kendi devletinde (Hilafet’te) bir iç harbin çıktığını fark etmişti. Hatta kendi yerine oğlunu (Abdullah b. Ömer) bile tayin etmekten vazgeçmişti. Çünki o, geleceği iyi sezebilme yeteneğine sahipti. Onu da iyi farkedebilmişti ki, oğlunu halife tayin ederse kendisini öldüren isyankar topluluk, yakın zamanda onu (Abdullah b. Ömer’i) da katl edeceklerdi. (Bu, yazarın, Hz. Ömer’i güçlü bir politikacı olarak kabul ettiğinin göstergesidir) Ve bundan dolayıdır ki, Hz. Ömer kendisinden sonra bu makama halef olabilecek adaylardan meydana gelen şura (yahut seçim komitesi) tayin etmişti. Fakat, B. Lewis, şuranın kararları ile ilgili raporların birbirlerini tutmadığını vurgulamaktadır. Lakin kendisinin bu konuda başka bir şey söylemediğini de görmekteyiz. Seçimin sonuçlarına gelince Hz. Osman’ın halife seçilmesi haberinin artık halkta rahatsızlıklar yarattığını düşünmektedir. Halbuki İslamî kaynaklarda, oniki yıllık hilafetinin ilk altı yılında halkın Hz. Osman’la herhangi bir sorun yaşadığı hakkında haberler yer almamaktadır. B. Lewis ise onun, daha halife seçilmeden önce halk tarafından iktidarsızlığı ve korkaklığı ile tanınmış olduğunu kaydetmektedir. [252]

Bilindiği üzere halife Ömer, 644 yılında İran asıllı bir köle tarafından şehit edildikten sonra hilafet makamı boş kalmıştı.[253] O, kendisinden sonra kimseyi halife tayin etmemiş, bu işin yapılması için şura oluşturulmasını tavsiye etmişti. Şura sonucu da Hz. Osman bu makama seçilmişti. B. Lewis ise onun halife seçilmesi konusuna değinirken bu meselenin arkasında saklı olabilecek bazı gizli faktörlerin varlığından bahsetmektedir. Yazar, Hz. Osman’ın halife seçilmesini, İslam’ın menfaatlerini kısa bir sürede kabul etmiş Mekke’nin eski oligarşik sınıfının bir başarısı olarak görmektedir. Bu sınıf, o zamana kadar söz sahibi olan diğer kabilelerden nefret ediyordu. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in bir sıra yüksek mevkileri onlara vermesinin arka planında, onları kazanma taktiğinin olmasıyla yorumlamaktadır. (Hz. Ömer’in Mu’aviye’yi Suriye’ye vali olarak atamasını örnek olarak verebiliriz). Ama Mekkeli bu eski oligarşik sınıf bununla da yetinmiyor, gelecekte tüm hakların kendi ellerine geçeceğini umut ederek üstünlüğü sağlamaya gayret ediyordu. Aslında Mu’aviye gibi Hz. Osman’ın da Ümeyyeoğulları’na mensup olması, onların tam da planlarına uyur, bundan net bir şekilde yararlanmaya gayret ediyorlardı. Sonradan da görüleceği üzere bu işte onları başarılı hesap etmemiz mümkündür. Üçüncü halife olarak Hz. Osman’ın seçilmesiyle artık Emevi hanedanının kesin zaferinin temelleri atılıyordu. Lakin o zamanlar böyle bir ihtimal, hiçbir kimsenin aklına gelmiyordu. Kimse hayal edemezdi bunu. Fakat Ümeyyeoğulları isteklerine ulaşmada bir adım daha ilerlemiş durumdaydılar. B. Lewis, bu görüşünü kanıtlamak için şöyle söylemektedir: “Osman kısa süre sonra imparatorluğun yüksek mevkilerini elde etmeye çalışan ailesinin ileri gelenlerinin etkisi altına girdi ve birbiri arkasından devletin yüksek memuriyetleri bu aile mensuplarına verildi.”25

Lewis’in Hz. Osman’ın Hatalarına Yaklaşımı

Hiçbir insan günah ve hatadan uzak kalamaz. Hayatta herkesin doğruları olduğu gibi yanlışları da olur. Bu yanlışlar devlet işlerinde yapılmış olduğunda ise bunun etkisi sonuç açısından daha kötü olmaktadır. Hz. Osman da bazı hatalarını devlet işlerinde yapan kimselerden olarak tarihte yerini almış büyük şahsiyetlerdendir. B. Lewis halifenin hatalarını sıralamasının yanında bazı konularda onu haklı görmüş bulunmaktadır. Sonuç olarak onu hata yapabilecek bir insan olarak kabul ettiğini görmekteyiz.

Hz. Osman’ın devlet yönetiminde yaptığı hatalı uygulamalar asker birliklerini daha da rahatsız etmişti. Zira onlar uzun yıllardır devletin sınırlarında hizmetlerini sürdürmekteydiler. Bu nedenle de kendilerini huzursuzluk içerisinde bulmuşlardı. Yazara göre, halifelik yılları döneminde ortaya çıkan tüm huzursuzlukların kaynağı Hz. Osman’ın yaptığı kusurlardır. Fakat, diğer taraftan bakıldığında, herşeyi ona bağlamayarak sorunların ortaya çıkmasında başka faktörlerin de önemli rol oynadığını belirtir. Bu sebeplerin sayının bir değil birkaç, hem de derin, çözülmesinin zor olduğunu vurgulamaktadır. Halifenin en büyük hatasına gelince bizzat bu sebepleri bilmemesi ve bunlara karşı zamanında tedbir almamasını görmektedir. Sebeplerden biri olarak Hz. Ömer’in şehadetinden[254] [255] sonra fetihlerin hızının kesilmesi (veya duraklaması), ardından da Arapların yeni fethedilmiş topraklara göçlerinin tamamlanmış olmasını göstermektedir. Bununla o bölgelerde nüfus fazlalığının verdiği kuvvet bir anda tükenmiş oluyordu. Bundan başka Arapların karşılaştığı diğer sorun da Doğu’da İranlılar ve onlara mahsus yüksek yaylalar, kuzeyde Anadolu ve Batıda denizin bulunmasıydı.

Çünkü bu faktörler fetih harekatını, savaşları zorlaştırıyordu. Askerlerde savaşma ruhunu zayıflatıyor ve onları yorgun düşürüyordu.[256] Dolayısıyla o fetihlerin gerilemesini coğrafi şartların zorluğuna ve müslüman Arapların alışık olmadığı koşullara bağlamaktaydı.

Ayrıca, Bernard Lewis, fetihlerin duraksamasının halka başka yönden de sorunlar getirdiğini söylemektedir. Ona göre bu durum, kabilelere o zamana kadar meşgul olmadıkları meseleleri derin-derin düşünme olanağı vermiştir. Bundan başka, Araplar’da eskiden kalma bedevi huylarının uyanmasının yeni dönemle uyuşmaması da müşahede edilmekteydi. Bizzat bu bedeviliğin merkezi otoriteye karşı olan tutumu, idarenin zayıflamasına ve büyümekte olan genç devletin dahilinde patlamaya sebebiyet vermişti. Hatta yazar, bu muhalif unsurların Hz. Ömer’in hilafeti döneminde varlıklarını hissetirmeye başladıklarını ve muhtemelen de onun ölümüne zemin hazırladıklarını düşünmektedir. Sadece onun sert yapısı ve daha uyanık olması bunların çıkarlarına uygun gelmiyor, faaliyetlerini gizli sürdürüyorlardı. Ondan bir sonraki seçimlerde Hz. Osman’ın halifeliği kazanması aslında bu unsurların kazanması anlamına gelmekteydi. Fakat bunu o zaman kimse düşünemezdi. Bundan dolayıdır ki, onun zayıf idaresine karşı mühalefet kendini açıkca göstermiş oldu.[257] Yazara göre ortaya çıkmış isyanın, ne dinle bir alakası vardı, ne de herhangi bir şahsa karşı yönelikti. Asıl sebep bizzat bedeviliğin merkezî idareye karşı çıkması idi. Aslında bu görüş (M. Watt dahil) diğer müsteşriklerin fikirleri ile de benzerlik teşkil etmektedir. O bu durumu, Hz. Osman’ın devletine değil, sadece devletin otoritesine karşı gelmek olarak yorumlamaktadır. Yani, isyancıların bedeviliğin kalıntısı olabilecek anlayışlarına göre itaat bir şahsa, kendi arzu ve istekleri doğrultusunda boyun eğmekti. Onlara göre Hz. Osman, bu konuda başarısızlığa uğramıştı. Yani, istedikleri bu duyguyu onlara veremediğinden isyancılar (dolayısı ile bedeviler) ondan önce kendi istekleriyle itaat arzettikleri halde artık bundan vazgeçmekle kendilerini rahat hissediyorlardı.[258]

Lewis’in Halifeye Karşı Olan Sahabiler Hakkındaki Yorumları

Hz. Osman’ın hilafetinin son yıllarında çevresi genişlemekte olan iç savaş ve kargaşa olayları halk arasında etkisini o kadar göstermeye başlamıştı ki, artık kimse kimseye itibar etemez hale gelmişti. Bu duruma yazarımız değinmeden etmemiştir. Herşeyden önce şunu belirtelim ki, Lewis, Hz. Osman’a karşı yapılan silahlı saldırının uzak Mısır’dan gelmesine rağmen, mühalefetin en önemli merkezinin bizzat halifenin kendisinin de oturduğu Medîne olarak görmektedir (veya göstermektedir). Yazara göre Medine’de bulunan ve merkezî idareden rahatsız olan tanınmış sahabilerden Talha b. Ubeydullah ile Zübeyr b. Avvam halifenin hayatına karşı gizli şekilde suikast planları teşkil etmekteydiler. Ayrıca, onların bu faaliyetlerine Hz. Peygamber’in dul eşi, mu’minlerin annesi Hz. Ayşe ve Hz. Osman tarafından Mısır valiliği görevinden azledildiğinden halifeye karşı kızgın olan Amr b. As da katılmıştı. Mühalefetin çekirdeğini oluşturan elebaşları da bizzat bunlardı. Bununla halifenin katledilmesinde bunların da rollerinin olabileceği ihtimalinin uzak olmadığını vurgulamaktadır. Ardından Hz. Ayşe ve Amr b. As’ın kendilerini temize çıkarabildiklerine de özel değiniyor.[259] Fakat Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam hakkında başka bir söz söylememesi onlar hakkındaki fikrinin bizlerce karanlık kalmasına neden oluyor.

Olaylarda ismi ortaya çıkan diğer bir önemli şahıs olarak Ali b. Ebi Talib’i görüyoruz. B. Lewis’in onun hakkında daha ihtiyatlı konuştuğunu farketmekteyiz. O, Hz. Ali’nin herhangi bir meseleye karışmadığını düşünmüş olsa da, sonuçta konunun karanlık olarak kaldığını kabul ediyor. Onun bu cinayette elinin olmadığını düşünüyor. Fakat halifenin katledilmesi olayına engel olmayışı ve bu hadiselerde ağırlığını hissettirmemesinin sonraki hadiselerde kendi düşmanlarının eline etkili bir silah vermiş olması ile sonuçlandığını zikretmiştir.[260]

Hz. Osman’dan sonra hilafet makamına Hz. Ali getirilmiş olsa da artık fitne tüm hilafeti bürümüş ve gittikçe de derinleşmekteydi. Yazar, maktul halifenin düşmanlarından bazılarının, suçlu olmamalarına rağmen, Hz. Ali’nin hilafete geçmesini,[261] bir halifenin katline borçlu olan birisinin halifeliğini tanıma hususunda titiz davrandıklarını kaydetmektedir. Diğer önemli bir husus da Hz. Osman’ı hoş görmeyen grupun, yeni halifeyi de tanımak istemiyordu. Bunun aksine olarak maktul halifenin öldürülmesinde suçlu olanların tutuklanarak cezalandırılmalarını talep eden Hz. Osman taraftarı olan yeni bir partinin oluşturulması, İslam dünyasındaki parçalanmaların diğer bir örneği idi. Hz. Ali bu grupların istekleri karşısında çaresiz kalmakla aslında (kendisi de farkında olarak) birçok yeni düşmanlar kazanmış oluyordu. Yazara göre yeni halifenin böyle bir duruma düşmesinin diğer bir sebebi de önceki halifenin (Hz. Osman’ın) tayin ettiği adamları vazifelerinden azletmesi idi. Zaten ortaya çıkmış mühalefet partisi sadece merkezini hemen değiştirerek Mekke’ye doğru yol almıştı. Artık onlar, Mekke’de oturan Hz. Ayşe bnt. Ebi Bekir, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’ın etrafında toplanmış oluyorlardı.[262] Artık İslam dünyasını karanlıklar dolu gelecek bekliyordu. Karşıda ilk kez olarak müslüman ordularının başında duran bir halife, başka bir müslüman ordularına karşı savaşlara başlayacaktı. Sonraki olaylarda iç savaşlar ortaya çıkacaktı. Hz. Ali’nin Cemel savaşında (36/656)[263] Hz. Ayşe ve ona tabi olacak orduları, bir yıl sonra diğer muhalif grubu oluşturan Mu’aviye’nin, Şam’dan gelen ordularını Sıffin savaşında, ardından da bu savaş sonrası ilk kez müslümanlardan ayrılacak olan ve Havariç diye isimlenecek olan yeni grubu Nehrevan’da (658) yenmesi, Hakem olayı, Hz. Ali’nin Hariciler tarafından şehit edilmesi, oğlu Hz. Hasan’ın 6 ay sürecek olan hilafet devri[264] ve H. 40/M. 661 yılından itibaren Mu’aviye’nin halife olmasıyla Ümeyyeoğulları Nihâyet seneler sonra istediklerine nail olacaklardı.

Yazarımızın konu hakkında genel olarak düşündüklerini kısaca özetlersek, meselenin temelinde Arapların bedevilik ve kabilecilik sebepleri yatmaktaydı. Ona göre itaat, bedevilikten gelen anlayışa göre bir şahsa kendi arzularıyla boyun eğmekten ibaretti. Hz. Osman onları bu konuda tatmin edemediğinden bedeviler önceleri kendi istekleriyle itaat etmelerine rağmen artık bundan vazgeçmekte kendilerinde bir serbestlik bulmuşlardı. Yani ortaya çıkan hoşnutsuzluk olaylarından bizzat halife kendisi sorumluydu. Halifeye yapılan eleştiri ve itirazların hacminin genişlemesi yakında kendisinin azledileceğinden veya katledileceğinden haber vermekteydi. Nitekim öyle de oldu.

Müellife göre H. 35/M. 656 yılında Hz. Osman’ın isyancılar tarafından öldürülerek şehit edilmesi İslam tarihinde bir dönüm noktasıydı. Bununla aslında, İslam birliğinin garantisi addedilen halifeliğin dini itibarı zayıflamış oluyordu. Bundan sonraki durum ise dini olmaktan çıkacak, hükumet ile kabileler arasındaki bağlar yalnız siyasi ve iktisadi olup, hiçbiri fayda sağlayamayacaktı. Benzeri doğrultudaki görüşler, yapılan bazı araştırmalarda da ifade edilmiştir. Nitekim bu konuya "Hancılığın Siyasi Görüşlerinin İtikadileşmesi” başlıklı makalesinde değinen Ahmet Akbulut, artık siyasi davranışlarla iman arasında ilişkilerin kurulduğunu önemle vurgular. O, sonradan ashabın önde gelenleri (örneğin, Hz. Ali ile Talha, Zübeyr ve Ayşe veya Ali ile Mu’aviye b. Ebi Süfyan) arasında yaşanmış olacak çatışmalarda bizzat bu düşünce modelinin büyük etkisi olduğunu söylemektedir. [265]

WILFERD FERDINAND MADELUNG

Madelung’un Hayatı ve Eserleri

Tam adı Wilferd Ferdinand Madelung olan yazar İslam tarihi alanında tanınmış bir Avrupalı tarihçidir. 1930 yılında Almanya’nın Ştutgart şehrinde doğdu. İlk eğitimini de doğduğu şehirdeki Eberhard-Ludwigs-Gymnasium’da aldı. O, daha onyedi yaşındayken ailesi ABD’ye göçetmiş olduğundan eğitimini de orada devam ettirmek zorunda kalmıştı. Georgetown Universitesi’nden mezun olduktan sonra Mısır’a gitmiş (1952) ve bir sene orada ikamet etmişti. 1952 yılında Mısır’ın tarihinde baş vermiş büyük bir inkilap, yazarın orada kaldığı sürede gerçekleşmişti. W. Madelung, burada İslam aleminin büyük ilim adamlarından olan İhsan Abbas ile de görüşme imkanı bulmuştu. Mısır’dan ayrıldıktan sonra kendi memleketi Almanya’ya gelen yazar, burada Alman oryantalist Berthold Spuler’in danışmanlığında doktora eğitimine başlamış ve doktorasını 1957’de bitirmiştir. 1958 yılında W. Madelung, elçilik görevi yapması için Irak’a gönderilir. Bağdat’a varmasından kısa süre sonra burada Tuğgeneral Abdulkerim Kasım kanlı bir askeri darbe ile mevcut rejimi deviren inkilap yapmıştı. Böylece o, daha iki yıl Irak’ta kalmış oldu. Daha sonra ABD’ye dönen müsteşrik, Chicago Universitei’nde hocalık yapmıştır. Zamanla kendisini daha da geliştiren yazar, 1978-1998 seneleri arasında Oxford Universitesi’nde Arap dili dalında profesörlük yapmıştır.[266]

W. Madelung’un yazdığı eserler esasen ilk devir İslam tarihi, özellikle de İslam dünyasında sonradan görülmeye başlanmış mezhepler, fırkalarla ilgilidir. Mezhepler üzerinde yaptığı araştırma ve çalışmaları Şi’a ve Şi’anın bir kolu olan İsmaililikle ilgilidir. Ayrıca o, birkaç akademik derginin yayın kurulunda da çalışmıştır. Bunlardan en ünlü olanı Arap ve İslam Araştırmalar Dergisi’dir. Halen Londra'da İsmaili Çalışmaları Enstitüsü'nde kıdemli araştırmacı olarak görevini devam ettirmektedir. Araştırmaya dayalı eserler yazan W. Madelung, Franz Steiner’in Arabic Texts Concerning The History of The Zaydi Imams of Tabaristan, Daylaman And Gilan (?, 1987) isimli eserine editörlük yapmış olmakla beraber aşağıdaki bazı ünlü kitapların da müellifidir: Religious Trends in Early Islamic Iran, (Albany, N.Y: Persian Heritage Foundation, 1988), Religious and Ethnic Movements in Medieval Islam, (Brookfield: Variorum, Hampshire, 1992), The Succession to Muhammad, (Cambridge University Press, Cambridge, 1997), Religious School and Sects in Medieval Islam (Ashgate Press/Variorum, Aldershot, 1999), Der Imam al- Qasim ibn Ibrahim und die Glaubenslehre der Zaiditen, Walter De Gruyter Incorporated, (De Gruyter Incorporated, Walter, 2002). Ayrıca W. Madelung, P. E. Walker ile bir birlikte An Ismaili Heresiography, (Leiden, 1998) ve The

Advent of the Fatimids: A Contemporary Shi'i Witness, (New York I.B. Tauris, London, 2000) isimli kitapların da müellifidir.[267]

Madelung’un Hz. Osman’ın Hilafet Makamına Geçişine Yaklaşımı

Ünlü Alman müsteşriği W. Madelung, Hz. Osman’ın hilafet yıllarında baş vermiş olaylara The Succession to Muhammad: a Study of the Early Caliphate adlı eserinde geniş bir şekilde değinmiştir. O, Hz. Osman dönemi olayları hakkında yazarken İslami kaynaklardan esasen Taberi (Tarihu Taberi), Belâzurî (Ensâb’ul-Eşrâf), İbn Sa’d ve İbn Şebbe (Tarihu’l Medîneti’l- Münevvere)’yi kullanmıştır. Olaylar hakkında kendi görüşlerini sunarken diğer bazı müsteşriklerden etkilendiğini de görmemiz mümkündür. J. Wellhausen ve L. Caetani bunlara örnek olabilir. Kitabında İslam tarihiyle ilgili geniş bilgileri ihtiva etmiş, ilk kez Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında görülmeye başlamış fitne ve kargaşa olaylarını derinden- derine incelemeğe çalışmıştır. Ayrıca müellif, konuyla ilgili bir sıra özel görüşlerini de ileri sürmüş, sonda mükemmel bir eser ortaya koymayı başarmıştır.

Bilindiği üzere H. 22/M. 644 senesinde halife Hz. Ömer, önceden planlanmış suikast neticesinde katledilince[268] hilafet makamına kimin geleceği meselesi ortaya çıkmıştı. Ölüm döşeğindeyken kendisine, yerine halife tayin edilmesi teklif edildiğinde belli bir kişiyi atamaktan vazgeçmiş, sahabilerin ileri gelenlerinden altı kişinin katılacağı bir şura oluşturmayı, yeni halifeyi yalnız bu yolla kendi aralarından birini seçmelerini vasiyet etmiş ve gözlerini ebediyen yummuştu. Bu altı kişi Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talip, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Ebi Vakkas’dan oluşuyordu.[269] W. Madelung bu adaylar arasında Hz. Osman’ın isabetli biri olmadığını kabul ederek aslında onun bu adaylar arasında yer almasının yanlış olduğuna işaret etmektedir. Onun fikrince, İslam’ın geldiği ilk yıllarda olduğu gibi sonraki devirlerde de zenginliğini korumayı başarmış Hz. Osman, siyaset adamı olmasından ziyade ticaret dahisiydi. Hz. Peygamber’in hiçbir zaman onu ordu komutanı olarak tayin etmediğini bu düşüncesine delil olarak getirmektedir. Konuya bu yönden yanaşması müellifi, klasik devir oryantalistlerinden J. Wellhausen gibi düşünmeğe sevketmiştir. Zaten yazar, kitabında bu konuya değinirken kendisi de onun fikrine istinad ettiğini dile getirmiştir. Ayrıca o, seçim sırasında (veya önceden) sahabilerden beşinin Hz. Ali’ye karşı birleşmiş ve dördünün gizlice Hz. Osman’a oy vermede sözleşmiş olmalarından bahsetmektedir. Müellife göre diğerleri, Hz. Ali’ye karşı tek güçlü rakip olarak bizzat onun halifeliğini ileri sürmüşlerdi. Hz. Osman da seçileceğinden emin gibi gözükmekteydi. Yazara göre o, Mekke’de varolan aristokrasi üyelerini tam ikna etmişti.[270] [271]

Hz. Osman’ın halife seçimi hakkında konuşurken W. Madelung’un geldiği sonuç, onun hiçbir gayret göstermeden hilafet makamına yükselmiş olmasıdır. Sanki bu işte Hz. Osman, hilafet makamına oturması zamanını bekliyormuş gibi davranmıştı. Netice de onun istediği gibi olunca artık o, kendine has özel islahatlarını yerine yetirmeğe koyulacaktı. Müellif onun “hiçbir çaba sarfetmeden” halife seçilmesinin kendisinde büyük etki bıraktığına da özel işaret eder. Onun fikrince, Hz. Osman’ın halife seçilmesi hakkındaki “Allah’ın kendisine giydirdiği libas”211 ifadelerini kullanmasının nedeni de 272 bizzat bu etkiden kaynaklanmaktaydı. [272]

Madelung’un Hz. Osman’a Yöneltilen Şikâyetler Konusundaki Görüşleri

Akrabalarına Karşı Düşkünlüğü

Hz. Osman halife seçildiği sırada Kur’an ve Sünnet’in emrettiği şekilde görevini yerine getireceğini ve kendisinden önceki iki halifenin yolunu takip edeceğini vaad etmişti. Fakat daha hakimiyetinin ilk yıllarında bazı akrabalarına para yardımında bulunması, verdiği va’dinden döndüğü anlamına gelmekteydi. Mesela, halife, ana tarafından yakın akrabalarından olan Sa’id b. el-‘As’a (kendi yeğeni idi) 100.000 dirhem bağışta bulunmuştu. Bu haberi duyan diğer Şura (halife seçiminde altı kişiden oluşturulmuş seçki komitesi) üyelerinin hepsi (Ali b. Ebi Talip, Sa’d b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam ve Abdurrahman b. Avf) halifeye itirazlarını bildirmeleri için birer temsilci göndermişlerdi. Halife onlara yakın akrabalara yardım etmenin İslam’da da beğenilen emirlerden olduğunu bildirmiş, onlar ise Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in halife oldukları sırada böyle davranmadıklarını kendisine arzetmişlerdi. Bu defaysa Hz. Osman, onların öyle yapmalarıyla ahirette daha büyük sevabı arzu ettiklerini bildirmiş, akrabasına yaptığı bağışın[273] da devletin malından değil, bizzat kendi servetinden olduğunu ifade ederek kendisini savunmuştu. Onlar da Allah’a yemin ederek ilk iki halifenin tutumunu halifenin kendi tutumundan daha uygun olduğunu bildirmişlerdi.

Belki de Şura üyeleri bu paranın devletin malından olduğunu zann etmişlerdi. Bu yüzden halifeye karşı sert tepki göstermişlerdi. W. Madelung ise, bu konuya değinirken Hz. Osman’ın böyle davranmasının iki olasılıktan birinden kaynaklanmış olabileceğine vurgu yapmaktadır:

Hz. Osman’ın akrabalarına para veya mal yardımında bulunması, onun tabiatında varolagelen yumuşak huyundan, samimiyetinden, akrabalarına olan aşırı sevgisinden ve düşkünlüğünden kaynaklanmaktaydı. Bu, kendi mevkiini akrabaları nazarında yüksek tutmaya gayret şeklinde de olabilirdi. Yukarıdaki itirazlara karşı kendisini savunma mahiyetinde verdiği cevabı buna delil olabilir.

Onun böyle davranmasının sebebiyle ilgili yürüttüğü ikinci görüşü ise, mensubu olduğu Emeviler’i yüceltmeye matuftu. Müellifin fikrince daha İslam’ın ilk yıllarında Hz. Osman’ın da mensubu olduğu Ümeyyeoğulları soyu Hz. Peygamber’e karşı aldıkları tavırlarıyla herkesin gözünde nisbeten aşağı ve rezil durumdaydı. Böylece halife, onlara makam ve mevkii vermekle kendi soyunun eski şan ve şerefini geri getirmek istiyordu. Yönetimde kendileri olsalar da bu yeni ve genç devleti İslam adına idare etmeyi düşünüyordu.[274]

Fey Arazilerinin Paylaşımındaki Hatası

Bilindiği üzere İslam dini güçlenerek Arabistan Yarımadası’nın dışında da yayılmaya başlayınca fetih hareketleri sonucunda geniş ve kullanılmayan araziler müslüman orduları tarafından fethedilmişti. Ayrıca savaşılmadan elegeçirilmiş Fe’y toprakları da vardı. Fakat bu yerler sahipsiz ve istifadesiz kalmıştı. Hz. Ömer bu yerleri o arazilerin fatihleri arasında bölüştürmüştü.[275] Fakat bu bölgüyü, mülkiyeti devlette olmak üzere tasarruf hakkını onlara vermek suretiyle yapmıştı. Hz. Osman ise Irak’taki böyle arazileri sahabilerin önde gelenlerine bağışta bulunmuştu. Bunların arasında Sa’d b. Ebi Vakkas, Zübeyr b. Avvam, Ammar b. Yasir, Talha b. Ubeydullah ve diğerleri vardı. Ancak halifenin bu davranışı Kûfe’deki halkı kızdırmış, itirazlarına neden olmuştu. Böyle olunca da halife, kendi görüşünü savunmak veya kendini haklı göstermek için Arabistan’daki özel arazilerin- Sevad topraklarının Irak’taki arazilerle takasına izin vermişti. Ayrıca o, bununla kargaşanın yatışmasını sağlamayı düşünerek yapmıştı. W. Madelung Hz. Osman’ın böyle manevra etmesini planlı şekilde yapmasıyla yorumlamaktadır. Çünkü bu karar ona, Arabistan’daki arazileri devletin mülküne çevirme ve böylece rahat-rahat bu yerleri kullanma imkanı sunacaktı. Durum böyle olunca, artık garnizonda

bulunan askerler bile halifenin arazileri kullanmasına bir söz söyleyemeyeceklerdi.[276] Fakat halifenin fe’y topraklarını devletin mülküne devretmesi garnizon şehir bölgelerindeki askerler tarafından hoşnutsuzlukla karşılandı. Onlar halifeyi, müslümanların malını kendi isteğine göre kullanmakla itham etmeye başlamışlardı. Onun bu tatbikatına karşı çıkan büyük sahabilerden biri Ebu Zer el- Gifari olmuştu. Suriye’de de şikâyet ve itirazlarını devam ettiren Ebu Zer, oranın valisi Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ın isteği üzerine halife tarafından geriye- Medîne’ye çağırılmış,

hoşnutsuzluğundan doğan itirazlarını burada da durdurmayınca, Rebeze’ye sürülmüştü.[277] Hz. Osman’ın fey ve diğer arazilerle ilgili güttüğü bu siyaseti hakkında konuşan W. Madelung, önce birkaç oryantalistin (J. Wellhausen, Leon Caetani, Giorgio Levi della Vida) bu konuda görüşlerini vermiş, sonra da kendi fikrini ortaya koymuştur. Diğerleri aşağı-yukarı aynı tarzda düşünerek ilk hatanın Hz. Ömer’den kaynaklandığını, fakat kendisinin sert tabiatı, hiç kimsenin isyana veya ayaklanmaya imkan vermediğini iddia etmişlerdir. W. Madelung’a gelince ise o, Hz. Osman’ın izlediği bu politikanın, hilafetin geleneksel kraliyete dönüşmesi yolunda atılan ilk adım olarak algılamıştır. Müellifin fikrince bu işte ona “yardım” eden kişiyse Suriye valisi Mu’aviye b. Ebi Sufyan idi.[278]

Hz. Osman’ı Medîne’de Eleştirenler ve Eleştirme Nedenleri

Amr b. el-‘As

İster halifenin akrabalarına karşı düşkünlüğü olsun, isterse de bazı yanlış tatbikatları olsun, sıradan halkın dışında bazı büyük sahabiler de Hz. Osman’a karşı itirazlarını yükseltmişlerdi. W. Madelung’a göre Kureyşliler arasında bu yönde ittihamlarını ortaya koyan ilk kişi Amr b. ‘As idi. Onun fikrince, bunun nedeni, halifenin onu Mısır valiliği görevinden azletmesiydi. O da karşılığında karısı, halifenin üvey kardeşi (anabir kardeş idiler) Ümmü Gülsüm’ü boşamakla ilk tepkisini göstermişti. Kısa süre sonra onu açıktan açığa eleştirmeğe başlayan Amr b. ‘As, daha sonra sahabilerin bazı önde gelenlerini de halifeye karşı kışkırtmaya koyuldu. Onların arasında Ali b. Ebi Talip, Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah da vardı. Müellif onun, Hz. Ayşe’nin düşüncelerine de etkisini yaptığını söylemekteydi. Şöyle ki, Mısırlı isyancı grubu Medîne yakınlarındaki Zu Huşup’ta toplandıkları sırada[279] Hz. Osman tavsiye almak için Hz. Ayşe ile konuşmuş, o da halifeden Amr’ı eski görevine yeniden tayin etmesini teklif etmişti.[280] [281] Amr b. ‘As ise halifenin yaptığı bazı yeniliklerin yanlış olduğunu dile getirerek hac ziyaretine gelenleri de ona karşı kışkırtmaktan çekinmemişti. Amr’ın aksine, Kûfe valiliği

görevinden azledilen Sa’d b. Ebi Vakkas ise halifeye karşı mesafeli davranmıştı. W. Madelung, onun bu şekilde hareket etmesini, halifenin zor durumda olmasıyla yorumlamıştı. Yani, herkes tarafından baskı ve taarruzlarla karşlaşan Hz. Osman’a bir de kendisi karşı gelerek onu daha zor duruma sokmak istemiyordu.

Ali b. Ebi Talip, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam

İtalyan oryantalist Leon Caetani’nin görüşleri ile neredeyse aynı düşünen W. Madelung, (kaynak olarak kullandığımız The Succecion to Muhammad eserinde Leon Caetani’nin fikirlerinden sürekli iktibas getirmesi ve kıyaslama yapması buna işaret etmektedir.) hilafete karşı ayaklanan isyanın önemli sebepkarlarının bizzat Kureyşliler olduğu görüşündedir. Onların fikirlerince, Ali b. Ebi Talip, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’ın kendileri birer Kureyşli olmalarına rağmen, anti- Kureyş duygu ve hislerin diğer eyaletlerde oluşmasına ve hızlı bir şekilde yayılmasına yardım edenler de bizzat onlar olmuşlardır. Bu işlerini gördüklerinde ise kendilerini masum gösterdiklerinden kimse onlardan kuşku duyamamıştır. Onlar Kureyş’in kendi aralarında baş göstermiş parçalanmadan bahsetmekteler. Kureyş’e mensup Beni Zuhre’nin ihanette iştirak etmesini bu görüşlerine delil getirmişler. Özellikle de Kureyş’in kendi içinde Ümeyyeoğulları’na karşı tutumu geniş olarak yayılmaktaydı. Yazara göre bu yüzden Beni Haşim koluna mensup olan Hz. Ali’nin onlara karşı gizlice art niyetli planlar hazırlaması gayet normal karşılanmalıydı.[282] W. Madelung, Gifar kabilesinin Ebu Zer, Huzeyl ve Beni Zuhre’nin İbn Mes’ut, Mahzum kabilesinin de Ammar b. Yasir tarafından kışkırtılmış olmasında hiçbir kuşkunun olmayacağını söyleyerek sanki Kureyş dahilindeki parçalanmanın gidişatını gözler önüne sermektedir. Ayrıca o, Ammar b. Yasir’in bizzat Ali b. Ebi Talip tarafından halifeye karşı kışkırtıldığını kabul etmektedir. Çoğu zaman birlikte faaliyet göstermeleri, bir çok konuda Ammar’ın Hz. Ali’yi desteklemesi de bunu ispatlar mahiyettedir. Fakat unutmamak gerekir ki, farklı düşünen muhalifler de, bazen mühalefette birlişebilirler. Madelung’a göre Hz. Osman, fey topraklarını keyfi isteğine göre özelleştirirken, bu iddiasına karşı Ammar’ın sert şekilde karşı çıkmasında Hz. Ali’nin rolü vardı. Halife kendisine ceza veremediğinden Ammar’ı sadece sürgün edebilmişti.[283]

Aslında ashabın önde gelenleri arasında ihtilafın olması normal karşılanmalıdır. Lakin bu konuda ifrata düşerek onları birbirilerine düşman gibi göstermek yanlış olurdu. Sahabeler arasında kırgınlık ve dargınlık gibi olayların yaşanması, normal bir hâldir. Hatta Hz. Peygamber hayattayken (örneğin ailesinde) huzursuzluk, küskünlük olaylarına şahit olunmuştur. Sadece küçük olayları olduğundan farklı şekilde yorumlayarak haklarında sert hükümler vermek yanlış kabul edilmektedir. Bize göre Madelung’un da değindiği bu hususlar, sahabiler arasında yaşanan aynı türden olaylardı.

Bilindiği üzere Hz. Osman’ı eleştiren ünlü Kureyşli sahabiler arasında Talha b. Ubeydullah da vardı.[284] O, halife seçimindeki adaylardan biri olmasına rağmen seçim sırasında Medîne’de olmadığından iştirak edememişti. Kendisi Medîne’ye bir müddet sonra geri dönmüş, kısa süre sonra da hoşnutsuzluğunu ortaya koymuştu. O, kendisini, görüşü ihmal edilmiş biri olarak zannettiğinden, rahat edemiyordu. Onun bu halini gören, kendisi de adaylardan biri olan Abdurrahman b. Avf, İslam’ın birliği ve bütünlüğünün bozulmaması hatırına ondan bunu yapmamasını istemişti. Hz. Osman’ın Talha’ya para yardımında bulunmasını müellif, onun şiddete başvuracağından endişelenmiş olmasıyla izah etmiş, bunu yapmakla halife, onun kalbini almayı düşünmüştü.[285] Talha’nın diğer bir eleştiri nedeni de halifenin akrabası Mervan’ın onun (Hz. Osman’ın) ismini kullanarak pazarlarda kendine has avantaj sağlamasıydı. Fakat halife ona böyle bir izin vermediğini yemin ederek bildirmişti. Halk arasında kargaşanın yayıldığı sırada ise Talha, halifeye karşı kışkırtmak için eyaletlere mektup yazanlardan biri idi. Halifenin evinin muhasarası sırasında da Talha sert tepkileri ile meşhurdur.[286] [287] Müellif burada özellikle Talha’nın halifeye suyun ulaştırılmasına mani olmasını göstermeye 287 çalışmıştır.

Zübeyr b. Avvam’dan bahsederken müellif, Belâzurî’nin Ensâb'ında yeralan ve halifenin muhasarası sırasında onun Talha ile işbirliğinde olmasını gösteren rivayetleri kabul etmemektedir. Çünkü diğer temel kaynaklarda Zübeyr’in isyanın gidişatında ve muhasara sırasında halifeye karşı herhangi bir tavrından bahsedilmemektedir. Ayrıca halife ile akrabalığı da bulunan Zübeyr’in, isyanların başlamasından önce Hz. Ali ile ilişkilerini zayıflatarak halifenin politikasına destek olması onlar arasındaki ilişkilerin gayet normal olmasına işaret eder.[288]

Ayşe bint Ebi Bekir

Madelung, Hz. Ayşe’den bahsederken hem Şi’i hem de Sünni kaynaklardan yararlanmıştır. Böyle olunca da onun hakkında birbirine zıt görüşler söylemesi normal karşılanmalıdır. Önceki başlıklarda da gördüğümüz üzere halifeden hoşnut olmayanlar arasında Hz. Peygamber’in eşi Hz. Ayşe de vardı. İlk ve büyük sahabilerden biri olan Abdullah b. Mes’ud, halifenin akrabalarından Velîd b. Ukbe aracılığıyla Kûfe’de kargaşa çıkarmakla suçlandığına göre Hz. Osman tarafından Kûfe’den Medîne’ye geri çağırılmıştı. Bu haberi öğrenen Hz. Ayşe de sesini halifeye karşı yükselterek eleştirmiş, Rasulullah’ın sahabisi hakkında böyle davranmasını sert şekilde tenkid • • 289 etmişti. [289]

Onun ikinci kez halifeye karşı koymasına neden olan olay da aynı kişinin (Kûfe valisi Velîd’in) içki içmesi haberinin yayılması[290] ve bunu dört şahidi ile birlikte kanıtlanmış olmasına karşın halife Hz. Osman’ın had cezasından vazgeçmesiydi.[291] Hz. Ayşe’ye gelince (Şi’i kaynakları esas aldığında) kendisini suçlu bulmaktadır. Hz. Ayşe’nin eleştirilerini saydıktan sonra W. Madelung, Talha b. Ubeydullah gibi, onun da halkı halifeye karşı kışkırtmak için eyaletlere mektuplar yazmış olabileceğinden bahsetmektedir. Kendisinin ona yöneltilen bu iddiaları asılsız addederek inkar eden Hz. Ayşe, böyle düşünenlere sert tepki göstermiş olmasına rağmen, müellif onun da bu işte rolü olabileceğini düşünmektedir. Buna delil olarak ise muhasara sırasında onun Kûfeli isyancıların başı olan Eşter’e sesini yükselterek “Allah müslümanların kanını akıtmayı yasaklamıştır!” dediği zaman Eşter’in ona verdiği bu cevap idi: “Bize mektubu sen verdin. Şimdi de harp senin amellerinden dolayı alevlendiği sırada bunu bizlere yasak mı kılıyorsun?”[292] Müellifin konu ile ilgili diğer delili de Belâzurî’nin Ensâbu’l Eşrâf’ında yer alan bu olaydı: “İbn Mes’ud’un öğrencilerinden olan Mesruk b. el-Ecda el- Hemedani rivayet ediyor ki, Hz. Ayşe Hz. Osman’ın katlinde iştirak edenleri sert bir dille eleştirince, Mesruk ona şöyle cevap vermişti: “Bunların hepsi senin işindir. Adamların ona karşı yürümeleri emrini onlara sen yazdın. Hz. Ayşe ise bu konuda onlara bir harf bile yazmadığını, müslüman kanı akıtmaktan Allah’a sığındığını bildirerek inkar etmişti.”[293] Bu görüşleri sunarak Hz. Ayşe’yi suçlu addetmeye çalışan müellifin, Hz. Ayşe’yi mektup olayı konusunda (Sünni kaynaklar esas alarak) suçlu olamayacağını savunmuş bulunmaktadır. Yazar, mu’minlerin annesinden böyle bir şeyi beklemenin mantıksız olduğunu, aslında mektubun isyancıların bizzat kendileri tarafından yazılmış olmasını düşündüğünü görmekteyiz.[294] Diğer taraftan, W. Madelug’a göre Hz. Ayşe’nin halifeye karşı koyduğu tavrın temelinde kıskançlık, kendi çıkarını düşünmek gibi duygular yatmamaktaydı. Onun böyle davranmasına sebep olan şey, Hz. Osman’ın, temelleri Hz. Peygamber tarafından atılmış olan ve ilk iki halifenin devam ettirdiği İslam devletinin yönetiminde başarısız olması idi. Bu dul kadın, halifenin İslam’dan önceki kabile asabiyetine dayalı devlet ilkelerini yeniden canlandırdığını düşünmekteydi. Buna delil olarak eyaletlere ve diğer yüksek görevlere Emevi soyundan olanları atamasını göstermekteydi. Hz. Ayşe’nin bununla ilgili taleplerinin arasında Amr b. el- ‘As ve Ebu Musa el- Eş’ari’nin eski görevlerine getirilmeleri ve Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ın (Suriye valiliğinden) ve Abdullah b. ‘Amir’in (İbn Kurayz’ın) azledilmeleriydi. Fakat halife onun (Mu’aviye’nin) kendisi değil, bir önceki halife tarafından atandığını ve görevinde başarılı olduğunu söyleyerek sonuncu teklifini yapamayacağını bildirmişti. Bunun üzerine Hz. Ayşe, Amr b. ‘As’ın da eski Mısır valiliği görevine getirilirse görevini iyi şekilde yerine getirebileceğini, dolayısıyla onu yeniden vali yapması gerektiğini söylemişti.[295] W. Madelung Hz. Osman’ın, Emevi soyundan olan valilerin görevlerinden azledilmeleri hakkındaki isteği gerçekleştirmesini akıl dışı hesap etmektedir. Müellifin fikrince, halifenin Hz. Ayşe’nin taleplerini kabul etmesi, aslında Arabistan Yarımadası’nın dışındaki arazilerde Ümeyyeoğulları tekelinin kırılması demekti. Ayrıca, halife inatçı ve kendisini eleştiren siyaset dahisi Amr b. ‘As’, yeniden görev başına gelirse kendisine karşı ayaklanmalara da neden olabileceğini düşünüyordu.[296]

Mervan b. Hakem

Madelung Medîne’de halifeyi eleştirenlerin arasında Mervan b. Hakem’i de vurgulamıştır. Fakat o, Mervan’ın tutumunun diğerlerinden farklı olduğunu söylemektedir. Eğer yukarıda isimleri geçen eleştiriciler itirazlarını açıkca bildirmekten çekinmedilerse, o başka tarzda bunu yapmış ve halife de dahil kimseye bunu i’lan etmemiştir. Onun eleştirisi sözle değil, hareketleriyle olmaktaydı. Mektup olayında da bizzat onu suçlu addetmek mümkündür. Keza, Mervan b. Hakem hakkında bahsederken müellif, onun kendi ve bizzat müntesibi olduğu Ümeyyeoğulları’nın çıkarlarını düşündüğünü iddia etmektedir. Onun fikrince Mervan’ın kendi yolu vardı ve bu da onun harbin çıkmasıydı. Dolayısıyla iç savaşın çıkmasındaki temel unsurların başında o gelmektedir. Kendi hırsı uğruna, istenilen sahabiye karşı hareket etmekte bir sakınca görmemekteydi. Birkaç defa kendisini suçlanmalardan koruyan, aynı zamanda akrabası olan halifeye karşı bile gelmekten çekinmemişti. Fakat bunu açıktan-açığa değil yaptığı gizli ve sessiz politikayla sergilemiştir.[297]

W. Madelung’a göre fitnenin ve iç karışıklıkların derinleştiği sırada, Hz. Osman’ın elini kana bulamadan, müslüman kanı dökmeden sorunları çözmeye yeltenmesini de uygun davranış olarak kabul etmemesi, Mervan’ın niyetini ortaya koymaktadır.[298] Ayrıca Mervan’ın tahtta gözü olduğunu açıkca söylemese de, halife olmakta istekli davrandığına işaret etmektedir. Hatta Mervan, barış yoluyla değil savaş yoluyla başa geçmekten yanaydı. Son olarak şunu söylememiz gerekir: yazarın düşüncesine göre Mervan’ın, kendisinin (veya Ümeyyeoğulları’nın) kan dökerek ve tehditle tahta geçme arzu ve isteği onun İslam’ı tam idrak edememesinden kaynaklanmış olabilir.[299]

Madelung’un Halifenin Katli Hakkındaki Eleştirel Görüşü

W. Madelung halifenin katledilmesi hakkında kendi görüşlerini

sunarken, önce başka bir oryantalist yazar L. Caetani’yi eleştirir. Çünkü o, Annali dell İslam isimli eserinde (bu konuya kitabın VIII. ciltinde

değinmektedir.) Hz. Osman’ın katlinde suçlu olan şahsın bizzat Hz. Ali olduğunu iddia eder. Eserinde açıktan açığa İslami kaynakların bu faktörleri gizlediklerini, bu konuda hiçbir şey söylemediklerini ifade eder. O, Hz. Ali’nin genç ve politik zekasının zayıflığından dolayı halife seçilmediğini, (hakimiyete olan aşırı hırsını da bunlara ilave eder) böylece halifeden intikamını almanın yollarını aradığını, bunun da gayet normal olduğunu tutarsız ispatlamaya çalışmıştır. Fakat Hz. Ali’nin   halka kendisini masum gösterdiğini, halifeyi ise bulunduğunu sergilemektedir. W. Madelung’a tamamiyle hakikatten uzak olduğunu, böyle yanlışlığını kabul etmektedir.

rahatsızlık duyduğunu kabul etmişse de, Hz. katledilmesi için hiçbir gayrette bulunmadığı görüşünün doğru olduğunu söylemektedir. Onun fikrince, Ayşe bnt. Ebi Bekir ve Talha b. Ubeydullah’ın halifeye karşı tavırları vardı. Hz. Ali’nin halifeye karşı kin ve nefreti olsaydı ilk önce -gizli veya açık- bu kişilerle ilişki kurması gerekiyordu. W. Madelung bunun imkansız olduğunu ispatlamak için Ayşe’nin Ali’ye olan kinini ortaya atmış, onların asla işbirliği yapamayacakları görüşünü ileri sürmüştü.[300] Bu delilini de yine Ensâb’da yer alan ve Hz. Ayşe’ye isnat edilen “Osman’ın sadece bir gecesi, Ali ’nin tüm hayatından iyi idi.”[301] sözleri ile ispatlamaya çalışmıştı. Buna rağmen, Madelung, Hz. Ali’de hilafet isteği olmasını kabul etmektedir. Fakat bundan dolayı isyana neden olacak, halkı isyanlara kışkırtacak herhangi bir faaliyette olmadığı görüşünün üzerinde önemle dayanmaktadır. Hz. Ali Kureyş’in hakim sınıfı tarafından kabul görmese de bazı anti-Ümeyye kuvvetlerin bulunduğu eyaletlerde (özellikle de Kûfe’de) halk arasında kendisine karşı istek belirtileri görülmeye başlamıştı.[302]

Görüldüğü üzere W. Madelung, Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katlinde hiçbir sorumluluğu olmadığı görüşünü savunmuş olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat o bazı konuların karanlık kalmasını kendisinde kuşkuların yaranmasına neden olabileceğini de bildirmektedir. Bu konuda öne çıkan isim Malik b. el- Eşter ve yanındaki birkaç isyancı grubudur. Sayıları toplamda on kişidir. Önceki bölümlerde de gördüğümüz üzere Kûfe’de vali Sa’id b. el-‘As olduğu sırada bu on kişi halk arasında hoşnutsuzluğa neden olmalarından dolayı halifenin kararı ile Kûfe’den Dımaşk’a sürülmüşlerdi. Orada Amr b. Zurare’nin evinde kalan bu kişilerin Hz. Ali’ye meylettikleri kaynaklarda da açıktan açığa geçmektedir. İsyancıların Kûfe valisi Sa’id b. el-‘As’a karşı ayaklanmasına da, halifenin muhasara olunduğu sırada Medîne’ye giren isyancılara da bizzat Malik b. el-Eşter liderlik yapmıştı. Hz. Ali’nin hilafeti yıllarında (656-661) da bu kişiler onun en yakın ve kendisinden ayrılmaz destekçileri arasında idiler. Onun katlinden sonra ortaya çıkan ilk Şi’i grup arasında, bu on kişiden biri olan Kumeyl b. Ziyad el-Nehai de vardı. Burada müellifi düşündüren ve konunun önemli tarafı, Hz. Ali’yi destekleyen bu Kûfeli isyancıların, halifenin öldürülmesine kadar ortalarda pek fazla gözükmemeleridir. Büyük ihtimalle, faaliyetlerini gizli şekilde sürdürmekteydiler. Çünkü olaylarının yaşandığı sırada Hz. Ali’nin bu şahıslarla yakından ilişkide bulunduğına dair tutarlı delil yoktur. Fakat onların varlığından haberdardı. [303]

Madelung’un Hz. Ali ve Hz. Osman Arasındaki Münasebetlere Bakışı

Madelung bu konu hakkındaki görüşlerini sunarken, kaynakların Sünni ve Şi’i esaslı olmasına önem vermemişti. Sanki karşısına ne kaynak çıkmışsa hemen onu almıştır. Böyle olunca da karşımıza birbirine zıt görüşler çıkmaktadır. Mesela, Hz. Ayşe’yle ilgili başlıkta olduğu gibi, burada da Şi’i kaynağa başvurmuştur (İbn Ebi’l Hadid’in Şerh isimli eserinin VIII. cildi ve İbn Şebbe’nin Târihu’l- Medîneti’l- Münevvere: Ahbâru’l- Medîneti’l- Münevvere eserinin IV. cilti) Böyle olunca, tabii ki, aralarındaki münasebetlerin pek iyi olmayacağı anlaşılacaktır. Aynı zamanda Sünni kaynaklı (örneğin, bu konu ile ilgili olarak Taberi’nin Târih-i Taberi’sini kullanmıştır.) kitaplardan da yararlanmış ve karşımıza öncekinden farklı bilgiler koymuştur. Sünni kaynaklara dayalı verdiği haberler, aralarındaki münasebetlerin normal olduğunu göstermektedir. Ayrıca, aralarındaki akrabalık bağlarını sıkıca vurgulamayı da unutmamaktadır. Şi’i kaynaklı haberlere gelince de bu durumun pek iyi olmadığını söylemektedir. Böylece müellif, hiçbir tarafı savunmaksızın ve her iki tarafın kaynaklarını kullanarak bilgiler aktarmış, onlar arasındaki münasebetleri sadece tasvir etmeye çalışmıştır.

Müellif, konuyu işlerken önce onlar arasındaki mevcut durumun normal olmadığını göstermeğe çalışmıştır. Daha sonra da (özellikle de muhasaranın şiddetlendiği sırada) Hz. Osman’ın en güvenilir kişi olarak Hz. Ali’yi görmesine özenle dikkatleri çekmektedir. Aralarındaki huzursuzluklara gelince bunlara, halifenin yakın akrabası ve Kûfe valisi olan Velîd b. Ukbe’nin içki içmesi karşılığında ona hadd cezasının uygulanmamasını örnek vermiştir. Hz. Ali onu Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetine karşı çıkmasıyla itham ederek sert bir dille eleştirmekten çekinmemişti. Fakat sonunda Velîd had cezasına çarptırılmıştır.[304] Ayrıca o, halifenin fey toprakları hakkındaki yeni uygulamalarından da (bu konuya önceki kısımlarda, özellikle de J. Wellhausen bölümünde geniş bir şekilde değinilmiştir.) hoşlanmayarak buna karşı itirazını bildirmişti. Hz. Ali’nin halifeyi eleştirdiği diğer konu da onun bazı büyük ve faziletli sahabilere karşı tutumu idi. Bunlar da Abdullah b. Mes’ud, Ammar b. Yasir, Zübeyr b. el-Avvam (Abdurrahman b. Avf’la da hoşnutsuzluk olmuşsa da[305] müellif, esasen bu üç kişiyi göstermiştir) idiler. Halifenin sürekli Mervan b. Hakem’in istekleri doğrultusunda hareket etmesi de Hz. Ali’yi rahatsız eden faktörlerdendi. Çünkü o, hep kendi nefsi isteklerine uyarak Ümeyyeoğulları’nın menfaatini düşünmekte, halifeyi de bu yönde davranmaya sevketmekteydi. Haşimoğulları’na mensup biri olarak Hz. Ali ise, bunlara asla razı olamazdı.[306]

Onlar arasındaki münasebetler okadar kötüye varmıştı ki, Hz. Osman, önde gelen büyük sahabilere onu şikâyet etmekten bile çekinmemişti. Sonunda Zeyd b. Sabit, Muğire b. el-Ahnes ve başka birkaç sahabiyi konuşmaları için Hz. Ali’ye gönderdi. Zeyd b. Sabit Hz. Ali ile konuşurken halifenin onun (Ali’nin) üzerinde iki önemli hakkının olduğunu vurguladı. Bunlar akrabalık ve halifelik haklarıydı. Hz. Ali halifeden yüz çevirmekle akrabalık haklarını önemsemediğini gösteriyordu. Verilen emirlere itaat etmemekle de halifelik haklarına karşı gelmiş oluyordu. Hz. Ali ise cevabında halifeye karşı gelme niyetinin olmadığını, fakat onun Allah’ın koyduğu bazı kuralları çiğnemesine de göz yummasının imkansız olduğunu bildirmişti. (Burada, özellikle halifenin içki içen akrabası Velîd b. Ukbe’ye hadd cezasının uygulanmamasını kastediyor). O esnada araya giren Muğire b. Ahnes biraz sert konuşunca Zeyd b. Sabit arayı sakinleştirdi ve Hz. Ali’ye, ona karşı delil aramak için değil, sadece halife ile aralarını uzlaştırmak için geldiklerini haber verdi. Ayrıca, Allah’ın her ikisi üzerindeki nimetlerini de hatırlatarak orayı terk etmişlerdi.[307]

Daha sonra müellif, onların arasındaki mevcut akrabalık bağlarından ve bunun faydalarından bahsetmiştir. Hz. Osman’a karşı itirazlar başlayıp, huzursuzluğun şiddetlendiği sırada Zu Huşup’ta toplanan Mısırlı isyancılarla konuşması ve arabuluculuk yapması için halife bizzat kendisi, Hz. Ali’den bunu istemişti. Hz. Ali de Muhammed b. Mesleme ile birlikte Zu Huşub’a giderek isyancıları sakinleştirmiş, halifenin hatalarını düzeltececeğine, şikâyetlerine bakacağına dair onları ikna etmiştir.[308] Mısırlı isyancılar geri döndükten kısa süre sonra halife, camideki ilk va’zında onlar hakkında yeniden sert konuşmuştu. Onun böyle konuşmasına neden olan kişi ise Mervan b. Hakem idi. Fakat camide kargaşa kopunca, yine Hz. Ali araya girerek halifeye hatalarını itiraf etmesini tavsiye etti. Hz. Osman bu tavsiyeye uyarak istenilenleri yerine getirdiyse de, sonradan Mervan b. Hakem yine onu kandırmayı başarmıştı. Hz. Ali’nin tavsiyelerine uymanın siyasi hata olmasını halifeye ikna ettiren Mervan, isteğine nail olmuştu. W. Madelung akrabalık bağlarından kaynaklanan diğer hoşgörü örneğini Mısırlı isyancılar geri dönüşlerinde yaşanan olaylarda göstermiştir. Onlar halifenin adıyla kendilerinin hapsedilmeleri ve bazılarının da öldürülmeleri yazılı olan bir mektup ele geçirdiklerinde yeniden geri dönmüş ve bu kez halifenin evini muhasaraya almışlardı. Hz. Ali isyancılara, halifenin böyle bir şey yapabileceğinin mantıksız olduğunu bildirince onlar bunu kabul etmemiş, ayrıca bir de Hz. Osman’ın bizzat kendisine sormaları üzerine o da Allah’a yemin ederek mektuptan habersiz olduğunu söylemişti. İsyancılar bunu kabul etmeyerek ithamlarını devam ettirince, odada sesler yükselmeye başlayınca Hz. Ali, Muhammed b. Mesleme ile orayı terk etmişti. Müellifin fikrince o, bu mesele hakkında bir daha arabuluculuk etmemeği niyetlenmiş gibi gözükmekteydi. Çünkü elinden geldiği kadarıyla halifeye yardım ediyor, fakat halife de ardından Mervan b. Hakem’e uyarak işlerin kötüye gitmesine neden oluyordu. Müellif buna delil olarak ise Hz. Ali’nin, muhasanın şiddetinin artmasına kadar hiçbir şey yapmamasını göstermiştir. Yalnız halifeye su ulaştırılmasına mani olunduğu haberi duyduğunda Hz. Ali (yine akrabalık bağlarına sadık kaldığına işaret ederek) araya girmiş ve ona su verilmesi için şartlar oluşturmuştu.[309] [310] Ayrıca Sa’d b. Ebi Vakkas, muhasaranın son günü, bir kez daha halifeye yardım etmesi için Hz. Ali’yi buna sevk etmişti. Fakat o, 310 harekete geçerken artık olanlar olmuş, halife katledilmişti.

Hz. Ali- Hz. Osman ilişkilerine özellikle değinen müellif, birincinin kararsız olduğunu düşünmektedir. Onun kararsız olduğu iki önemli faktör ise şunlardı: ya hiç kimseyi ve hiçbir şeyi göz önüne almadan tüm kuvvetini (akrabalık bağlarına sarılmak ve gözetmekle) halifeyi koruyacak, ya da İslam’ın temel ilkelerine sadık kalarak hakikatın yanında yer alacaktı. Fakat olayların sonuna doğru Hz. Ali’nin, halifenin hatalarına göz yummaması - ki, müellif bunda Mervan b. Hakem’i suçlu bulmaktadır- onun Hz. Osman’a karşı biraz soğuk muamele etmesine neden olmuştur. Yani Hz. Ali, Hz. Osman’a karşı hiçbir nefret veya düşmanlık hisleri beslememişti. Sadece olayların gidişatı Hz. Ali’yi böyle davranmaya itmişti.[311]

PATRICIA CRONE

Crone’un Hayatı ve Eserleri

Patricia Crone 1945 yılında Danimarka’da doğdu. Kendisi bilim adamı, erken devir İslam tarihçisi ve oryantalisti, aynı zamanda birçok ilmi eserlerin müellifi olarak bilnmektedir. Kendisi 1977 yılında Oxford’daki Jesus Koleji’nde İslam tarihinden üniversite öğretim üyesi ve görevlisi olarak çalışmaya başlamış, 1990 senesinde ise Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Calus Koleji’nde İslami bilimler dalında üniversite öğretim üyesi ve Gonville’de görevli olarak çalışmıştır. O zamandan itibaren Cambridge’de birkaç mevkide görev aldı. 1994’ten 1997’e kadar ise İslam tarihi’nden Reader (kıdemli öğretim üyesi için kullanılan bir unvan; profesörler için de kullanılır. ordinarus proseföre eşdeğerdedir) olarak hocalık faaliyetini devam ettirdi. P. Crone, aynı sene (1997 yılında) New Jersey’de, Princeton’daki Yüksek Araştırmalar Enstitüsü’ne atandı. 2002’den itibaren “Sosyal Evrim ve tarih” dergisinin yayın kurulu’na üye oldu.[312] [313]

Crone’un araştırmaları, Yakın Doğu’nun eski çağlarından Moğollar’ın bu topraklara geldiği XIII. yüzyıla kadar geçen dönemi ihtiva etmektedir. Ayrıca o, İslam dünyasında (özellikle de müslümanların fethettikleri bölgelerde) oluşmuş kültürel çevre ile bağlantılı dini, siyasi olayların gidişatı ile ilgilenmiştir. Kendisi bir siyasi, sosyal ve askeri tarihçi olmak üzere bu hanım oryantalist, (Kutsal yazılar olarak) İncil’de yer alan Kur’an’daki eski tarihi olayları da incelemekle meşguldur. Bu ünlü İslam tarihçisi ve

araştırmacısının bazı önemli eserleri arasında şunlar bulunmaktadır: Slaves on Horses: The Evolution of the Islamic Polity (Cambridge University Press, Cambridge, 2002), Roman, Provincial and Islamic Law : The Origins of the Islamic Patronate (Cambridge University Press, New York, 1987), Pre- Industrial Societies: Anatomy of the Pre-Modern World (Oneworld, Oxford, 2003), God's Rule: Government and Islam. Six Centuries of Medieval Islamic Political Thought (Columbia University Press, New York, 2004). Medieval Islamic Political Thought, Edinburg Press, Edinburg, 2004 (Ortaçağ İslam Dünyası’nda Siyasi Düşünce) From Arabian Tribes to Islamic Empire: Army, State and Society in the Near East c. 600-850 (Burlington, VT, Ashgate, Aldershot, 2008), The Nativist Prophets of Early Islamic Iran: Rural Revolt and Local Zoroastrianism (Cambridge University Press, Cambridge, 2014). M. Hinds ile birlikte kaleme aldıkları God’s Caliph (Cambridge University Press, 313

Cambridge, 2003) adlı eseri de bu sayılanlara dahildir.

Çalışmalarına Orta Doğu’nun erken dönem askeri ve ekonomi tarihi üzere araştırmalar yaparak başlayan ve ömrünün son yıllarında Kur’an ve Irak’ın, İran’ın (Orta Asya’nın İran’a mahsus eski kısmının) kültürel ve dini gelenekleri mevzusu üzerinde yoğun olarak çalışan Crone, 70 yaşında iken (11. 07. 2015 tarihinde) vefat ettiğini öğrenmiş bulunmaktayız.[314]

Crone’un Hz. Osman’ın Hilafeti Hakkındaki Görüşleri

Patricia Crone Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında yaşanmış olaylara birkaç eserinde değinmiştir. Bunların arasında God’s Caliph’in özel yeri vardır.

Ayrıca Slaves on Hor ses: The Evolution of the Islamic Polity ve God’s Rule Goverenment and Islam: Six Centuries of Medieval Islamic Political Thought adlı eserlerinde de o dönemin mühim olaylarına geniş yer ayırmıştır.

Yazarımız Hz. Osman’ın halifeliğini meşru kabul etmekte, kendisinin katledilmesinden beş sene sonra kurulacak olan Emeviler’in halifelik haklarında da bizzat Hz. Osman’ın meşru imamlığının dayandığını söylemektedir.[315] Halifenin katli olayına değinirken esasen, konuya politik açıdan yanaşmayı tercih etmiştir. Hz. Osman’ın halifeliğinin meşruluğunu kabul ettiğini birkaç yerde açık şekilde söylemekten çekinmemektedir. Yalnız onun değil tüm Emevi soyundan gelen sonraki halifeleri meşru kabul etmiş, Hz. Ali’nin ise bu işte payı olmadığını savunmuş, ona karşı aşağılayıcı bazı ifadeler kullanmaktan da geri durmamıştır.[316]

Yazar daha sonra Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından, onun (halifenin) doğru veya hatalı lider olması hakkında da kısaca değinmiştir. Yaşanan tartışmalar yönetenlerin veya yönetilenlerin değil, daha ziyade Hz. Osman’ın manevi durumuyla ilgiliydi. Eğer halife gerçekten de hatasız bir lider idiyise, onu öldürenler bu amelleriyle kesinlikle hata yapmışlardı. Diğer taraftan, eğer bazı yenilikler yaptıysa bu, halifenin öldürülmesi için yeterli delil sayılamazdı. P. Crone bu durumun üzerinde özellikle durarak, isyancıların onu (eğer hatası bu ise) görevinden alma hakkına sahip olduklarını vurgular. Kısaca söyler isek yazara göre isyancılar, yalnız bu konuda haklı idiler.[317] Hatta Hz. Osman onların bu itirazlarına karşı çıkmış olsaydı, bu zaman güç kullanarak onu liderlik makamından indire bilirlerdi. Ve bunu yapmak onların üzerine vacip bir tavır olurdu. O zaman isyancılara hak vermek mümkün olabilirdi. Onlarsa böyle yapmamışlardı.

Ayrıca müellif, o dönemde müslümanların çoğunun katledilen halife hakkında kralcı denilebilecek bir düşüncede olduklarını iddia eder. Fakat kendisi Hz. Osman’ın başlangıçtan sonuna kadar meşru halifelik yaptığını düşünerek onu haklı görmüştür. Katledilmesini de son derece büyük ve hatalı bir iş olarak kabul etmiştir. Üstelik, evvela onun intikamının alınmasının ve yalnız bundan sonra şura yoluyla yeni bir halifenin seçilmesinin taraftarları olduğunu dile getirmiştir. İsyancıların durumları ve tavırları en başından yanlış olduğundan onların Hz. Ali’yi hilafete tehdit sonucu getirmelerini de doğru karşılamadığı sonucuna vardığı anlaşılır (Görüldüğü üzere, kendisi anti-Haşimi tavır sergileyen P. Crone burada Hz. Ali’de de hak payı olduğunu söylemektedir). Yani ilk üç halife şura yoluyla gelmiş idilerse, seçilecek yeni halife de aynı yolla olmalıydı.[318] Burada Hz. Ali’nin hilafete gelmek isteğinde olmamasını da hemen belirtmemiz gerekmektedir. Kimse zorla bir göreve getirilemez. Ancak Hz. Ali zor ve baskı altında bu göreve getirilmişti.[319]

Yeni halifenin (Hz. Ali) döneminde de iç savaşlar devam edecekti. Bu, yeni ve genç devletin (P. Crone bunu imparatorluk diye isimlendirmektedir) tarihinde ilk defa görülecek bir hal idi. Daha önce böyle çatışmalara şahit olmayan Hilafet, bir anda kendisini içinde bulduğu iç savaşlar karşısında nasıl bir tavır ortaya koymalı, isyanları yatıştırrmak için hangi taktiği uygulayacaktı acaba? Durumun daha zor olmasının diğer bir sebebi de benzeri durumun daha Hz. Peygamber döneminde yaşanmamış olmasıydı. Yani, eğer böyle bir şey yaşansaydı, yeni halife onunla bir kıyaslama yapabilir, politikasında başarılı olabilirdi.[320]

Crone’un Emevi- Haşimi Kıyaslaması

Müellif, Hilafet dahilindeki parçalanma sonucunda Kureyş kabilesinin iki önemli kolunun - Haşimiler’in ve Emeviler’in- her ikisinin de hilafete gelmelerinde hak sahibi olmalarını dile getirmişse de, bunlardan yalnız birinin doğru yol üzere olduğunu söylemiş ve Emeviler’i savunmuştur. Bilindiği üzere Haşimiler’in temsilcisi Ali b. Ebi Talip, Emeviler’in ise Mu’aviye b. Ebi Sufyan idi. Onun fikrince Ümeyyeoğulları daha Hz. Osman zamanında hilafet başına gelmiş, beş senelik Haşimi hükümranlığının ardından yeniden eski hakimiyetlerine kovuşmuşlardı. Halifenin öldürülmesini haksız bulan P. Crone, onun Emevi soyundan olan akrabaları ve intikamcılarının ondan devraldıkları hilafet makamlarını sahih ve doğru hesap etmektedir. [321] Haşimiler hakkında nispeten sert ifadeler kullanan müellif, Hz. Ali’nin asla meşru bir halife olarak görülmediğini, ona uyanların putperest Iraklılar olduklarını, bunların tabi olma tarzlarını da Yahudiler’in altın buzağıya tapınmaları ile eşdeğer tuttuğunu ifade etmiştir. [322] Emeviler’e gelinceyse yazar, onları kendi müdahalelerini bir restorasyon olarak gören Osmaniler olarak tanımlamaktadır. Bunların birer kraliyet yanlıları olduğunu kabul eder. Yani, onların meşru monarşileri daha Hz. Osman devrinde kurulmuştu. Kureyş’in bu kolunun hakimiyetini istemeyen isyancı grublar tarafından devrilmişse de, beş senelik aradan sonra isyancıların hepsi etkisiz hale getirilmiş ve meşru hakimiyetlerini yeniden tesis etmişti.[323] Hz. Osman da dahil olmak üzere tüm Emevi hükümdar ve yöneticilerini kendi zamanlarının en faziletli insanları olduklarını[324] düşünen yazar, aynı zamanda onların bu makama yükselmelerini, onların Allah’ın razı olacağı üstün meziyetleri karşılığında bizzat Allah’ın isteği olarak gerçekleştiğini iddia etmektedir. Bir başka anlatımla onlar, Allah’ın bu lutfunu haketmişlerdi.[325]

Bu konuda görüş benzerliği bulunmuş olduğundan kısa olarak tarih araştırmacısı Adem Apak’ın konuya değindiği bir hususu zikretmenin yerinde olacağını uygun bulduk. O, “Hz. Osman'ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler" başlıklı makalesinde Hz. Osman’ın hilafet makamına gelmesinden kısa süre sonra yüksek görevlere kendi kabilesine mensup kişileri atadığını, bunun isabetsiz bir görüş olduğunu söylemektedir. Bunu ispatlamak için de Hz. Peygamber ve ilk iki halifenin uygulamalarını delil getirmektedir. Şöyle ki, Hz. Peygamber yüksek görevlere Haşimiler’den yalnız Hz. Ali’yi getirmiştir. Sonraki halifeler Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer de akrabalarını devlet idaresinden uzak tutmuşlardı. Bu hareketleriyle de onlar Hz. Peygamber döneminde yok olmaya yüz tutmuş asabiyyet ateşinin canlanmasına engel olmaya çalışmış ve bunda başarılı olmuşlardı. Makalenin müellifi bu konuda Hz. Osman’ın tam tersi bir yol takip ettiğini, önemli görevlere bizzat kendisinin de mensubu olduğu Ümeyyeoğulları’nı atadığını, bunun da başta Hz. Peygamber’in uyguladığı yöntem olmakla ilk iki halifenin de izledikleri politikalarla mukayesede yanlış metod olduğunu söylemektedir. Bunu iyice anlamamız için Hz. Osman döneminde atanan valilerin kimliklerine kısaca göz atmak yerinde olacaktır: Kûfe’ye Velîd b. Ukbe (Hz. Osman’ın ana bir kardeşi), Basra’ya başka bir Ümeyyeli Abdullah b. Amir, Mısır’a Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh atanmıştır. Ayrıca halife kendi katibi olarak diğer yakın akrabası Mervan b. Hakem’i görev başına getirmiştir. Daha Hz. Ömer döneminde Şam valiliğine atanmış Mu’aviye b. Ebi Süfyan’ı (başka birçok valileri azletmesine rağmen) görevinden ayırmaması da Hz. Osman’ın Emeviler’e olan bağlılığını aşırı derecede olduğuna işarettir.[326]

Crone’na Göre Hz. Osman’ın Katli ve Sonraki Gelişmeler

Patricia Crone’un Hz. Osman’ın devrindeki olaylara yaklaşımı nispeten genelleme bir metoda sahip olsa da, esasen ortaya çıkan olaylara politik yönden yanaştığı görülmektedir. Olayların kimler tarafından organize edilebileceği, takındıkları tavırları, hazırladıkları planları hakkında bahsetmeden çoğunlukla Batı dünyası ile kıyaslamalar yaparak olaylara değinmiştir.

Patricia Crone, önce Hz. Ömer’in şehit edilmesi ile kendisinden sonra yeni halifenin seçilmesi işini şura isimli bir kuruma bırakmasında Hz. Ömer’i iyi düşünceli bir idareci olarak niteliyor. Ona göre bu seçim yöntemi adayların halifelik uğrunda birbirileriyle savaşmalarını engellemek için geliştirilmişti. Hz. Osman dönemi hakkında konuşurken, onun on iki yıllık hilafetinin ilk altı yılını görmezden gelir gibi davranmış, fitnenin ortaya çıkarak yayılmaya yüz tuttuğu sonraki altı yılı tüm hakimiyetine atfederek ilk altı yıllık dönemdeki fetihlerin, başarıların, İslam’ın kazandıklarının üzerinde fazlaca durmamıştır.[327]

Danimarkalı müsteşrik, ilk kez bu dönemde görülmeye başlayan karışıklık olaylarının nedenleri ile çok uğraşmamış ve konuya yüzeysel değinmiştir. Mesela, bu dönemde görülmeye başlayan iç karışıklıkların önemli sebeplerinden birinin de, Suriye, Mısır ve Irak topraklarına çok sayıda Arap kabilelerinin yerleşmesi gerçeğini öne çıkarmıştır. Bu yerleştirmeler yapılana kadar Medîne siyasetinde eyaletlerin önemli bir rol oynamadığını görmekteyiz. Fakat bu veya diğer şehirlere yerleştirilen Arap topluluğu kısa süre sonra gittikleri yerlerde Hz. Osman’ın hilafetinden şikâyet eder duruma gelmiş, yeni yönetimden rahatsız olduklarını açıkça belirtmeye başlamışlardı. Rahatsızlıktan artmakta olan şikâyetler, 35/656 yılında bizzat o bölgelerden (özellikle de Mısır ve Irak’tan) başkent Medîne’ye delegelerin gelmesine sebep olmuş,[328] yönetim metotlarıyla ilgili sıkıntılarını açıkca ve sert şekilde dile getirmişlerdi. İtirazlarında o kadar ileri gitmişlerdi ki, sonunda halifelerini katletmekten de çekinmemişlerdi.[329]

Patricia Crone, Hz. Osman’ın şehit edilmesinden bahsederken, onu İngiliz İç Savaşı (1642 - 1651 yılları arasında Cumhuriyetçiler ve Kraliyet yanlıları arasında yaşanmış politik görüş anlaşmazlıkları ve fiziksel çatışmaları adlandırırken kullanılan genel terimdir. İsyanın gidişi sırasında 1649’da Kral I. Charles yargılanıp idam edilmiş ve aynı yılın Şubat ayında krallık ve lordlar kamarası ortadan kaldırılmıştı. Fakat Cumhuriyetçilerin zaferi ile bitecek olan isyan daha iki yıl sürecekti) sırasındaki I. Charles’in veya Büyük Fransız Devrimi (1789-1794) sırasındaki Kral XVI. Louis’in öldürülmeleri (XVI. Louis, 1775 - 1792 yılları arasında Fransa Kralı ve Marie Antoinette'nin kocası. 21 Ocak 1793'te Fransız İhtilali esnasında "Vatan Hainliği" suçlaması ile giyotinle idam edilmiştir. Fransız devrimi'nin "günah keçisi" haline gelmiş ve eski rejimin bütün olumsuzlukları kişiliğine yüklenmiştir) ile kıyaslar ve aralarındaki bazı benzerlikleri dile getirir. Onun dikkatini çeken ilginç husus şuydu: “Neden Osman b. Affan için Avrupa kralları gibi mahkeme kurulmamıştı? Ve niçin onun katilleri monarşiyi, (yazar burada hilafeti kastediyor) yıkmaya teşebbüs dahi etmemişlerdi?”[330] Onun ardından hilafet makamına Hz. Peygamber’in yakın akrabalarından Hz. Ali geçse de İslam dünyası bununla da huzura kavuşamamıştı. Aksine olaylar zamanla daha zor duruma dönüşmekte olup, halledilmesi gayrimümkün hale geliyordu. Rahatsızlık duyan cemaatin, halifenin hayatına son verme teşebbüsünde bulunma gerçeği, ilk Müslümanlar için olduğu kadar sonraki Müslüman toplum için de şok etki oluşturmuştu. Aslında bunu ne hakla yaptıkları bizlere hala karanlık kalmakta ve görülüyor ki, bundan sonra da öyle kalacaktır.

P. Crone, fitne olaylarının Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında ortaya çıktığını kabul etmekle beraber, katli sonrası gelişmekte olan iç savaşların başlangıç noktasını birkaç faktörde aramaktadır. Önce yazar, iç savaşın başlangıç noktasını Hz. Ali’nin, başkenti Medîne’den Irak’a (Kûfe’ye) taşıması olarak görmektedir. Artık bundan sonra bir kaç hizip hak uğrunda mübarezeye başlayacak veya kendilerini hakk olarak görecek, fakat beş senelik Hz. Ali döneminde (656-661) İslam dünyası huzurun ne olduğunu bilmeyecekti. Bu hiziplerden birisi Medîne’de oturan ve Rasulullah’ın zevcelerinden Ayşe bnt. Ebu Bekir, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’dan ibaret olan bir gruptu. Diğeri Kûfe’deki hakim devleti temsilen Hz. Ali idi. Şehit edilen halifenin yakın akrabalarından olup onun kan davasını, kısas yapılmasını öne sürerek siyaset sahnesine neredeyse haklı olarak katılan ve yeni halifeye bi’at etmeyen Şam valisi Mu’aviye b. Ebu Sufyan da, başka bir hizbi oluşturmaktaydı. Crone’a göre sonuncu hizbi Hz. Ali’nin kendi ordusunda olup da bir müddet sonra halifeyi yanlışlıkta, kafirlikte itham edecek olan Haricilerdi. Olaylar Hz. Ali’nin, bizzat bu Harici grubu tarafından öldürülerek şehit edilmesi, ardından Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ın altı aylık hilafeti[331] ve sonra da Mu’aviye’nin karşılıklı anlaşma sonucu bu makamı ondan almasıyla, 90 yıl sürecek Emeviler Hanedanı’nın kurulmasıyla sonuçlanacaktı.[332]

Görüldüğü üzere Hz. Osman’ın katli ve sonraki gelişmelere genel ve kabileler arası çekişme açısından yanaşan P. Crone, fitne olaylarını derinden incelememiştir. Fitnenin ortaya çıkmasını da iki büyük kabilenin

çekişmesinden doğan huzursuzlukta aramaya koyulmuş, ardından da Emeviler’i haklı gördüğünü söylemiştir. Sonunda ise Emeviler’in, iktidarı kendi hakları olarak görmeleri nedeni ile hür irade karşısında determinizmi (sebep-netice ilişkisini) desteklediklerini ifade etmiş, bunu da halkınkendilerine isyan etmesini engellemek amacıyla yaptıklarını bildirmiştir. Zaten sonradan İslam aleminde ortaya çıkacak ve Emeviler’in düşmanları konumunda olan Hariciler , Şi’iler ve Mürciler de onlar gibi determinist bir politika çizmekteydiler. Artık siyasi mücadeleler neredeyse hep böyle bir yol takip etmeye başlamış durumdaydı. Bu nedenledir ki, Emeviler, kendi rejimlerini meşrulaştırmak için Allah’ın mutlak gücüyle insan davranışları arasında daha fazla bir ilişki kurmaya lüzum görmüyorlardı. P. Crone, Ümeyyeoğulları’nın başarılarının nedenini, Allah’ın hep onların yanında olmaları ile izah etmeğe çalışmıştır. Bunu açıklamak için de Ortaçağ Avrupası’nın ünlü bilim adamı ve teologlarından olan İsviçreli Jean Calvin’in (1509-1564) şu sözlerini örnek getirmiştir: “Allah onların yönetmesine izin verdiği sürece ... krallar Allah’tan gelen bir otorite ile donatılmıştır.” Yani bir kral insanları kendisine itaat ettirebilme gücüne sahipse, (bu süre içinde) ona itaat edilmesi gerekmektedir. Ve yahut aynı dönemlerde yaşamış diğer keşiş, bilim adamı ve Protestanlığın babası addedilen Almanyalı Martin Luther’in (1483-1546) şu sözlerini de kendi görüşlerini destekler mahiyette kullanmıştır: “Allah en güçlüye herzaman yardım eder.” En sonunda ise Emeviler’in çağdaş bir izlenimle özgür irade karşısında determinizmi desteklemelerinin arkasında, • • -i -ı .. * ..-i • . • 334

esasen siyasi nedenlerin yattığını söylemiştir.

MARTIN HINDS

Hinds’in Hayatı ve Eserleri

Martin Hinds 1941 yılında İngiltere’de Galler’in güney kısmında yer alan Penarth’da doğdu. İlk eğitimini Dame Allen’s School’da alan yazar, daha sonra eğitimini Londra’da School of Oriental and African Studies’de (SOAS) devam ettirdi. Burada, klasik ve modern dönem Arapçasını çok iyi bildiğinden dolayı birinci derece onur madalyası ve Rhuvon Guest Prize’le taltif edilmiştir. Erken dönem İslam tarihi ve İslam fetihleri alanında ihtisaslaşmaya başlayan M. Hinds, 1969 yılında Londra’daki doktora tezini Irak’taki Erken Devir Islami Hiziplerin Târihi başlığı ile yazmıştır. Fakat kısa hayatı yüzünden bu tezini yayınlayamadı. 1963 senesinde SAOS’ta Arap dili alanında öğretim görevlisi olan ünlü bilim adamı, 1966’da aynı göreve Cambridge Üniversitesi’nde atandı. 1970’te ise aynı alanda üniversite öğretim üyesi’ne kadar yükseldi. Kısa süre sonra Kahire’ye giderek burada Yurtdışında Arapça Etüd Merkezi’nin (Center for Arabic Study Abroad- CASA) yöneticiliğini üstlenen M. Hinds, 1970-1972 senelerinde Kahire’deki American University’de Arap Dili Bölümünün direktörü olarak görev yaptı. Bu gibi sorumluluklar yazarı, oradaki Arabic Lexicograpy Program’a da direktörlük yapmasına neden oldu. Onun kısa akademik kariyeri bundan ibarettir.

Kendisi Orta Doğu üzerine ihtisaslaşmış bir ilim adamı olmasının yanısıra bir de erken dönem İslam tarihçisi olarak tanınmıştır. Konumuzla ilgili olarak kendisinden de yararlanmaya çalıştığımız Danimarkalı tarihçi ve oryantalist P. Crone ile birlikte God's Caliph : Religious Authority in the First Centuries of İslam isimli kitabın müellifidir.

M. Hinds’in İslam kültürü ile ilk tanışıklığı 1960’lı yıllara rastlar. O zamanlar yazar, Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda Kuzey Afrika’dan olan birkaç akademisyenle tanışmış ve onlar vasıtasıyla İslam dini ve alemi ile ilgilenmeye başlamıştı. 1962 senesinin yazında kendisi bizzat Tunus’a gitmiş, orada eski dönemde birzamanlar Kartaca İmparatorluğu’nun başkenti olan fakat artık Tunus’un varoşlarından biri haline gelen Kartaca gibi bazı meşhur tarihi yerleri ziyaret etmişti. Bunların arasında İslam’a ait anıtsal mekanlar da yer almıştır. Afrika’da yapılmış ilk iki büyük camiyi - ez-Zeytuniye ve Kayravan’daki Ukbe camilerini de ziyaret etmeyi unutmamıştı. Gördüğü İslam mimari yapılarının ve Zeytuniye camisinin tarihte sahip olduğu önemli akademik rolü hakkındaki bilgiler karşısında hayranlığını gizleyemeyen M. Hinds’in bu dine ve müslümanlara bakış açısında da bazı değişiklikler olmuştu.

Kırk yedi senelik kısa hayatı boyunca müellif, başarılı ilmi faaliyetlerde bulunmuş, İslam’ın erken devri, ilk fetihler ve İslam tarihinde görülen ilk fırkalar hakkındaki araştırmaları, Batı dünyasının Doğu (özellikle de İslam) alemi ile daha yakından bilinmesinde başlıca rollerden birini oynamış, araştırma ve makaleleri Batı’da yazılmış İslam Ansiklopedileri’nde önemli kaynak olarak kullanılmıştır.

Hinds’in Kûfe Faktörü Üzerinden Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın Politikalarını Kıyaslaması

M. Hinds, Hz. Osman’ın hilafeti yıllarındaki olaylara Studies in Early Islamic History ve P. Crone’la birlikte müellifi olduğu God’s Caliph isimli eserlerinde değinmiştir. Onun Hz. Osman ve dönemi hakkındaki görüşlerini bu eserlerden istifade ederek sunabiliriz.

Hinds’e göre Hz. Osman’ın hilafet makamına gelmesi, büyük bir devletin onun tarafından eskisi gibi huzur içinde ve düzenli şekilde devam ettirilmesini icap ettiriyordu. Çünki önceki halife Hz. Ömer, ona böyle bir hilafeti miras olarak bırakmıştı. Hz. Ömer, Hz. Peygamber tarafından temelleri Medîne’de sağlam atılmış ve daha sonra Hz. Ebu Bekir tarafından korunmuş olan bu yeni ve genç İslam devletini aynı yöntemle devam ettirmeyi başarmıştı. O, eyaletlere vali olarak ve diğer yüksek vazifelere de İslam uğrunda herşeylerini feda etmiş Muhacir, Ensar ve diğer sahabileri tayin etmişti. Bununla o, ortaya çıkması muhtemel olan geleneksel bozucu kabile liderliği düşüncesini bertaraf etmeye gayret ediyordu. Bu nedenle de, onları birbirinden ayırarak hepsini kontrolda tutmaya çalışmıştı. M. Hind’e göre, ilk kez Hz. Ebu Bekir’in döneminde görülen irtidat olaylarına ortam yaradan bizzat İslam’ın çok ılımlı ilkeleriydi. Mesela, kabile önde gelenlerine müslüman olmaları için hediyeler, büyük miktarda para veriliyordu. Böyle yapılmasının nedeni onların kalplerini kazanmak olsa da zamanla onlar sui-istimale başvurdular. Ve Hz.

Osman’ın döneminde de artık söz sahibi olmaya bile yeltendiler. Nihâyet İslam dünyasını bitmez-tükenmez fitne ve karmaşıklık olayları bürüdü. [333]

Hinds İslam dünyasını ilk kez karıştırmış ve Hz. Osman’ın hilafeti sırasında görülmeye başlamış fitne olaylarından bahsederken hatanın halifede olmasının yanısıra, diğer önemli faktörün Mısır, Kûfe ve Basra’daki olaylarla sıkı ilişkisi olduğu görüşünü sunmaktadır. Bunların arasında da Basra’nın diğer ikisiyle kıyaslandığında nispeten sakin karakterde olduğunu kabul etmektedir. Olayların ilk sebepkarlarının ise Kûfeliler olduğunu dile getirir. Başka bir neden olarak ise Mekkeliler ve diğer kabile üyeleri arasındaki eskiden varolan ve kıskançlıktan dolayı yeniden başgösteren tefrikacı hareketlerini göstermektedir.

Müellif, sözkonusu fitne olaylarının ilk tohumlarının Kûfe’de atıldığı görüşündedir. Orada bulunan yerel ahali, sonradan buralara yerleştirilenlerin, özellikle de kabile reislerinin, kendileri üzerinde etkilerinin artmasından hoşnutsuz olmaya başlamışlardı. Halbuki Kûfe’de, orayı fethedenler (veya onların akrabaları) yerleşmişlerdi. Bu toprakları kimseye bırakmak gibi bir niyetleri de yoktu. Yeni gelenlerin bir kısmı, İslam’ı yeni kabul edenlerdi. Hal böyle olunca, Kûfe’de birçok hizbin oluşması da gayet normaldı. Yeni gelen kabile liderlerinin başında Eş’as b. Kays vardı. Kûfe’deki sorunlar, bu arazilerin genişletilmesi için yapılan yanlış girişimlerden dolayı daha da şiddetlenmişti. Hatta olaylar öylesine gelişmiş durumdaydı ki, yeni atanan valiyi de kabule yanaşmayıp geri çevirdiler. M. Hinds, bu olayların, baştagelen kabile reislerine değil, bizzat halife Hz. Osman’ın politikasına karşı ayaklanmalara neden olduğunu ileri sürer.[334]

Diğer bir faktör de Kûfe’nin yapısının, farklı bölgelerden gelen adamlardan dolayı çok karma olmasıydı. Herkes geldiği bölgenin gelenek ve törelerini buraya taşıyınca ortaya acayip terkipte, verilen emirlere uymayan ve zor anlayan (veya anlamak istemeyen) bir topluluk oluşmuştu. Hz. Ömer de bu yerlere özel dikkat ayırmaya gayret etmişti. Çünkü o, bu tarafların adamlarının psikolojisini çözmüş durumdaydı. Kûfe’yi daima kontrolde tutmayı hiç aksatmamış, aksine burada İslam’ın emirlerine uyacak yeni bir sosyal cemiyet kurmayı planlamış ve başarılı da olmuştu. Hz. Ömer’in böyle davranmasının sebebi, farklı bölgelerden gelerek Kûfe’de toplananların küçük topluluklar halinde birkaç grub oluşturmalarıydı. İşte bu hal, potansiyel fitne ateşi demekti. Bunlar çoğu zaman karşılaştıkları her durumdan rahatsızdılar. Sanki isyan çıkarmak için bir fırsat kollamaktaydılar. Fakat böylesi protestolarını Hz. Ömer’in hilafeti döneminde gösteremiyorlardı. Onlar Hz. Ömer’in devam ettirdiği İslami ideolojiye ve yürüttüğü politikaya karşı gelmeyi düşünmüş olmalarına rağmen, onun hilafeti yıllarında isteklerine varamadılar.[335]

M. Hinds’in fikrince halife Ömer Kûfeliler’in kalplerini kazanacak başka yönteme başvurmuş ve onlara bazı haklar vermişti. Örneğin onların tam olarak otonomi hukuklarını halife kendilerine vermişti. Müellif, halifenin böyle yapmaktan başka çaresinin olmadığını belirterek yapacak başka bir seçiminin de bulunmadığını kabul etmektedir. Onlar bu arazilere kararlı bir şekilde yerleştirilmişlerdi. Yerlerini değiştirme kararını almak mantıksız olurdu. Ve eğer Hz. Ömer onları daha sıkı bir kontrol altında tutmak isteseydi, neredeyse kendi sisteminde ılımlılık bulabilirdi.[336] Bu sözleriyle M. Hinds, aslında Hz. Osman’ın da böyle bir politikayı takip veya tatbik etmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Hz. Osman’la kıyaslandığında Hz. Ömer’in diğer bir üstün tarafı da fitnenin başka bir kaynağı olarak görülen Mısır’ın, kendi döneminde fethedilmiş olmasına rağmen ora halkının daha yeni fetholunması ve halifenin sert karaktere sahip olması nedenleriyle isyan çıkarmayı düşünmemiş olmalarıydı. Hal böyle olunca da Hz. Ömer’in karşısında iki sıkıntılı bölge kalıyordu. Bunlar Kûfe ve Basra’dan oluşuyordu. Bunlardan Basra, Hz. Osman dönemindeki olaylarda da görüleceği üzere nispeten ılımlı mevkideydi.

Dolayısıyla Hz. Ömer, karşısında yalnız Kûfe sorununu bulmuş olduğundan bunun üstesinden başarıyla gelebilmişti. Hz. Osman ise karşısında Kûfe, Mısır ve Basralı isyancıları bulmuş, onlar sözlerini bir yere koyunca, olaylarda kendisini tek bulan halife, isyanlar ve fitne olayları karşısında aciz kalmış ve sonunda da katledilmişti. Yazara göre bunların arasında en sert ve radikal mevkiyi ise bizzat Kûfeli grub teşkil etmekteydi.[337]

Hinds’e Göre Medîne‘deki Mevcut Hizipler

Muhacirler

Yazar, halifenin Medîne’de öldürülmesiyle sonuçlanacak olayların gelişmesinde şehirdeki birkaç önemli grubun varlığından bahseder. Dikkatleri kendisine çeken özellikse, bu hiziplerin bizzat başkent Medîne’de bulunmasıydı. M. Hinds, bu hiziplerden ilkinin Muhacirlerden oluştuğunu kaydetmektedir. Ayrıca bunlara bazı önde gelen sahabileri de eklemektedir. Bu sahabiler Hz. Osman’ın yönetimde yapılan yeniliklerini isabetli bulmuyor, onu Hz. Ömer katledilirken mevcut olan idari sistemi aynısı gibi devam ettireceğine dair verdiği sözünde durmamasıyla itham ediyorlardı. Halifenin seferde kılınacak iki rekatlı namazları mukim olarak kıldırması, Cuma namazlarında ilave olarak dış ezanın okunması, yüksek görevlere kendi akrabalarını ataması gibi yenilik ve uygulamaları bu grub sahabileri hiddetlendirmiş ve açıktan açığa reislerine şikâyet etmekten geri durmamışlar. Müellif böylesi durumun Muhacirler ve bazı önde gelen diğer büyük sahabiler arasında Ümeyyeoğulları’na karşı kin duygularının oluşmasına neden olduğunu önemle vurgulamaktadır.[338] O, önde gelen bu sahabilerin başında Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Zer el-Gifari ve Ammar b. Yasir’in olduklarını iddia ediyor.. Onlar hakkında konuşurken de herbirinin Hz. Osman’la aralarında yaşanmış anlaşmazlıklarını delil getirmektedir. Mesela, Abdurrahman b. Avf, yaşlandığı sırada Hz. Osman’ın vadinden döndüğünü, yönetimindeki yanlışlıklarını dile getirerek ondan şikâyet etmiş, ardından da cenazesinde onun namaz kıldırmamasını istemişti.[339] Onunla aynı senede vefat eden Abdullah b. Mes’ud da aynı konudan dolayı halifeyi şikâyet etmiş, buna işaret olarak da Kûfe’deki zekat memurluğu görevinden istifa etmiştir. Hatta böyle konuşmalarından dolayı halife bizzat ona vurmuş ve camiden kovmuştu. Ardınca da İbn Mes’ud Irak’a gitmiş ve halkı Hz. Osman’a karşı kışkırtmştır. Daha sonra halife onu Suriye’ye gödermeyi düşünmüş, fakat orada da aynı şeyleri tekrarlayacağından endişe ettiği için bu fikrinden vazgeçmişti.

Diğer iki önde gelen sahabiye gelince, bunlar Ebu Zer el-Gifari ve Ammar b. Yasir idi. Müellif Ebu Zer’in Suriye’de halkı halifeye karşı kışkırtmasının yanında bir de onun yakın akrabalarından olan Suriye valisi Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ı eleştirmesine de özellikle vurgu yapmaktadır. Mu’aviye Ebu Zer’in bu durumunu Hz. Osman’a bildirince halife onu Rebeze’ye sürgün etmiş ve orada ölmüştü. Ammar b. Yasir’e gelince o da Mısır’da aynı işleri çevirmiş olduğundan dolayı sonunda sert tepkiyle karşılanmış, hatta dövülmüştü. M. Hinds, Muhacirlerden oluşan bu eleştirici grubun böyle davranmalarının diğer nedenini de onların halk arasındaki eski değerlerinin ve faziletlerinin azalmasında, önemsenmeyecek duruma düşmelerinde, sonuçta bunu kabul edememelerinde görmektedir. Kısacası bu sahabiler, kendi haklarının çiğnenmesini, İslam’ın onlara verdiği değeri aşağılamak olarak görüyorlardı.[340]

Ensar

M. Hinds Hz. Osman’a karşı çıkan ikinci muhalif grubun da bizzat Medîne’de olduğunu söylemektedir. Bunlar da Hz. Peygamber’in büyük değer verdiği Ensar’dan oluşmaktaydı. Onlar da Hz. Ömer’in hilafeti yıllarında otoritenin önemli şahıslarıydı ve yüksek görevlerde yer almışlardı. Ancak bu durum yalnız Hz. Osman’ın dönemine kadar sürdü. Eleştiri konusunda Ensar’ın Muhacirler’den bir farklı hususu da vardı. O da Hz. Osman’ın, Medîne pazarları üzerine muhacirlerden Haris b. el-Hakem’i tayin etmesiydi. Hal böyle olunca, Ensar kendi pazarlarında kendilerini etkisiz bulmuş ve bu da onları Hz. Osman’a karşı koymalarına iten başka bir neden olmuştur. Müellif bu grubun da mühalif Muhacirler’le iş birliğinde olabileceğini de istisna etmemektedir. Onun fikrince maksat ve hedefleri aynı olduğundan böyle düşünmek isabetli olacaktır. [341]

Yazar, halife katledildiği sırada onu muhasaraya alanlar arasında “Yesrib’in torunları” diye bilinen ve Medîne’de oturan Huza’a, Sa’d ibn. Bekir, Hüzeyl, Cüheyne ve Müzeyne gibi kabilelerin Hz. Osman’a karşı olumsuz tutumlarını onlarda eskiden mevcut olan kabilecilik duygularının yeniden canlanmasıyla izah etmeye çalışmıştır. Son derece coşkun olan bu kabile üyeleri, eleştiri faaliyetlerinde ve özellikle de halifenin muhasara edilmesinde önemli rol oynamışlardı. Ensar yalnız Medîne’de bazı haklarının kısıtlanmasını değil, önemli mevkilerinin kaybedilme tehlikesini de göz önüne alarak şikâyetlerde bulunmaktaydı. Bu da onları Muhacirler’le Hz. Osman’a karşı aynı safta yer almalarına iten önemli sebepti. Çünkü Muhacirler de aynı sorunla karşıkarşıyaydı. Ensar’ın başka bir eleştiri nedeni de Mısırlılar’ın Medîneliler’e maaş bağlanmasının dayandırılması teklifiydi. Onlar bu teklifi halifeye takdim etmiş olduklarından, Ensar bizzat Hz. Osman’ı eleştiri objesi olarak gördüler.[342]

Üçüncü Bir Hizip

M. Hinds metinde Muhacir ve Ensarın yanısıra üçüncü bir hizipten bahseder. Bu grubun üyelerinden bahsederken onların çoğunun Muhacirlerden oluştuğuna (fakat kendilerini bu isim altında göstermemeye gayret ettiklerine) vurgu yapmaktadır. O, bu grub üyelerinin takındıkları karşıt tavrın temel nedeninin, Kureyş’in diğer kabilelerinin ihmal edilmesi ve yalnız

Ümeyyeoğulları’nın şanlarının yüceltilmesi olgusuyla yorumlamıştır. Yani bu grub üyeleri, Kureyş’in diğer kabilelerinin de yüksek mevkilere, görevlere getirilme haklarına sahip olduklarını iddia etmekteydiler. Yazarımızın kanaatince bu hizipteki önde gelen sahabilerin başında Talha b. Ubeydullah durmaktaydı. Diğer iki önemli şahsa gelince, bunlar Zübeyr b. el- Avvam ve Hz. Ayşe idi. Fakat bu üçüncü grubu organize edenin bizzat Talha b. Ubeydullah olduğunu kabul etmektedir. Çünkü bunların çoğu Talha’nın intisap ettiği Kureyş’in Beni Teym ibn ‘Adi kolundan olanlar teşkil etmekteydi. Aslında Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında Kureyş’e mensup olanlar, yeni fethedilen arazilere gitmekte hiçbir zorlanmaya tabi tutulmuyorlardı. Halife onları yalnız Hicaz bölgesinde tutmamış, diledikleri yerlere gitmekte serbestlik haklarını tanımıştı.[343] [344] [345] Hatta onun bu iyiliği sonucunda Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. el- Avvam’ın büyük toprak ve arazi sahiplerine dönüştüklerini de unutmamak gerekiyor. Yazar bu tarafın üzerinde de önemle durmaktadır. Fakat Talha’yı halifeye karşı tavır almaya iten temel nedenin halifenin diğer Kureyş kabilelerini önemseyerek bizzat Beni Ümeyye’ye mensup olanları öne 347 çıkarmasıydı.

Dikkat edilecek diğer bir husus da, müellifin ortaya çıkmış kargaşanın temelinde iktisadi endişelerin yattığını söylemesidir. Onun fikrince, üçüncü grubun üyelerini rahatsız eden en önemli faktör, gelecekte Ümeyyeoğulları’nın heryerde ve herşeyin idaresini kendi ellerine alma ihtimali idi. Hal böyle olunca da, onların Hicaz, Mısır, Kûfe, Basra’daki geniş arazilerine el koyabileceklerine hiçkimse kuşku duyamazdı. Yani bu karşı koymaları, önceden tedbir alma karakteri mahiyetliydi.34 Ayrıca müellif, Talha’yı, halifeye karşı yapılan eleştirilerde diğerlerinden daha aktif rol alan kişi olarak görmektedir. Taberi’de geçen bir olayı da buna delil olarak getirmektedir. Şöyle ki, Hz. Osman’ı muhasaraya alanlar arasında bulunan Sudan b. Humran, sonda odadan “Talha nerede? Osman’ı katlettik’4 diye bağırarak çıkmıştı. Yani aslında bu bir müjde haberiydi. Zübeyr b. el-Avvam ise muhasarada son kademede yer almaktaydı. M. Hinds Hz. Ayşe konusuna pek çok değinmemiş, fakat onun da bazı kışkırtıcı faaliyetlerde bulunduğunu, ancak kendini olaylardan uzakmış gibi göstermek için geldiği Mekke’ye geri döndüğünü bildirmektedir. Hakeza, müellif, Hz. Ayşe’nin, Hz. Osman’ın öldürülmesinde istekli olabileceğini ve sonunda Talha b. Ubeydullah’ın yönetimi ele geçireceğini umduğunun da ihtimal dahilinde görmüştür.[346] [347]

Bu konuda Türkiye’de Sabri Hizmetli tarafından yapılan bir çalışma, M. Hinds’in bu son görüşleriyle zıddiyet teşkil eder. Hizmetli’ye göre sahabilerin birbirilerine karşı gelmeleri mümkün olsa da bu abartılmayacak derecededir.[348] Esasen birkaç tarihi rivayetlere dayanarak Hz. Osman’ın katledilmesi olayını inceleyen araştırmacı Sabri Hizmetli’nin geldiği bazı kanaatler M. Hinds’in bu son görüşleriyle farklılık göstermektedir. Onun fikrince halifeyi bazı icraatlerinden dolayı eleştirmiş olmalarına rağmen Talha ve Zübeyr’in zihninde hilafet makamını ele geçirme temayülü kesinlikle görülmemişti. Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra da yeni seçilmiş halifeyi (Hz. Ali’yi) hilafet için en yetkili kişi olarak görmüşlerdi. M. Hinds’in eleştirdiği Hz. Ayşe’nin de Hz. Ali’nin halifeliğini desteklediğini ve bu görüşte Talha ve Zübeyr’in yanında yer aldığını söylemektedir. Bu üç büyük sahabinin Hz. Ali’ye karşı takındıkları tavrın temelinde ise Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünden kanını talep etmiş olmaları, Hz. Ali’nin de bu işte aceleci olmamayı tercih etmesi idi.[349]

Tarafsızlardan Oluşan Hizip

Medîne’de Hz. Osman’a karşı dördüncü bir grubun da varlığını kaydeden müellif, bunların hiçbir faaliyette bulunmadıklarını zikreder. Bunlar ne halifenin lehine ne de aleyhine tavır takınmamışlardı. Bu, olayları kenardan izleyen, sonucun nasıl olacağını bekleyen tarafsızlar grubuydu. Müellife göre bu gruba dahil olan ünlü sahabilere Abdullah b. Ömer, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Muğire b. Şu’be’yi örnek olarak vermemiz mümkündür. Fakat burada dikkatimizi çeken bir unsur var. O da müellifin büyük sahabilerden olan Hz. Ali’yi de bu grubda görmesiydi. Çünkü daha önce de gördüğümüz gibi, diğer müsteşrikler Hz. Ali’yi, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. el-Avvam ile birlikte zikretmişler. M. Hinds’e gelince ise o, Hz. Ali ile birlikte tüm Beni Haşim’i de bu tarafsızlar grubuna dahil etmektedir. Olayları derinden inceleyen müellifin fikrince, Hz. Ali ve Hz. Osman arasında önceleri hiçbir sorun yoktu. İlk anlaşmazlığın da halifenin akrabası, Kûfe valisi Velîd b. Ukbe’nin içki içmesi[350] olayından sonra yaşanmıştı. Bilindiği üzere Hz. Ali, dinin kurallarına göre cezaya çarptırılmasını israrla talep etmiş fakat Hz. Osman buna yanaşmamıştı. Hz. Ali’yi üçüncü gruba almamasına rağmen müellif, onun, ilk grubun üyelerinden Ebu Zer el-Gifari ve Ammar b. Yasir’le iyi ilişkide olduğunu kaydetmektedir. Hatta neredeyse her konuda Ammar’ı savunduğunu zikretmektedir. Ayrıca, bu sahabilerin taraftarlığını yapan Hz. Ali’ye, isyancılar ve şikâyetcilerle halife arasında birer arabulucu gözüyle bakmıştır. Çünkü ekser şikâyetleri Hz. Osman’a çoğu kez bizzat Hz. Ali taşımaktaydı.[351]

Müellife göre Hz. Ali ve Hz. Osman’ın aileleri arasındaki güvensizlik belirtilerinin esas nihai noktası, Mısırlılar’ın İbn Sa’d’a götürülecek olan mektubu yakalayarak Medîne’ye geri dönmelerinden sonra baş vermişti. Hz. Ali’nin muhasaranın bitmesi için gayret sarfetmesine dair hiçbir delilin olmadığını düşünen M. Hinds, durumun sakinleşmesi için en azından bazı çabalar gösterdiğine işaret etmektedir. Mesela, Hz. Osman’a, muhasaranın son günlerinde, kendisine su götürülmesine izin verilmediği sırada, bizzat Hz. Ali ona (gizli de olsa) suyun ulaştırılması için elinden geleni yapmıştı.[352] Diğer bir örnekse, onun Talha b. Ubeydullah’a muhasaraya son vermesi için seslenmesiydi. Fakat Talha’nın haklarına kavuşmadan geri çekilmeyeceği cevabı üzerine Hz. Ali de bir şey yapamaz olmuştu. Onun karşısında birkaç seçim olmasına rağmen hiçbirini yapmak uygun değildi. Ne Ümeyyeoğulları’nın tarafgirliğini yapan Hz. Osman’ı savunabiliyor, ne tamamiyle Medîne’yi terkedebiliyor ve ne de Talha’nın halifenin katlinden faydalanmasına gönlü rahat olabiliyordu. Tutunduğu tavırsa yalnız kenardan olayların sonucunu izlemek olmuştu.[353]

Hinds’in Konu Hakkındaki Genel Değerlendirmeleri

Yazarımız Hinds, Hz. Osman’ın döneminde ortaya çıkmış çatışmaların temelinde kabile reislerinin de etkisi olduğunu düşünmüştü. O, daha cahiliye döneminde varolmuş eski ve geleneksel kabile liderliği kurallarının artık yeni devirdekiyle uyuşamadığını, bunun da zamanla kargaşalara, en sonunda da isyanlara neden olduğunu iddia etmektedir. Onun kanaatince, VII. Yüzyılda Arabistan Yarımadası’nda meydana gelen ve yönetime karşı olan bu rahatsızlık olayları daha Hz. Peygamber’in döneminde mevcuttu. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in döneminde zamanla gelişmiş ve Nihâyet Hz. Osman’ın zamanında isyan, fitne ve karışıklıklar şeklinde zuhur etmiştir.35

Çevre ve merkez faktörlerine önem veren Hinds, daha sonra diğer iki nedenden bahseder. Bunlardan birincisi, fetihlerin duraksamasından sonra merkezi otoritenin gücünün artması ve fethedilmiş diğer eyaletlere erken yerleşmiş olanların, bunun karşılığında kendi otonomilerini kaybetmeye başlamalarından dolayı buna etki göstermeleriydi. İkinci sebebe gelince ise bu, taşraların kendi aralarında mevcut olan çatışmaların zamanla hızını artırmasıydı. Bunlar da politik zekaya, yöneticilik tecrübesine ve geleneksel kabilecilik ruhuna sahip kimselerle, kabilenin güçlenmesine daha az önem veren (bir bakıma kabileciliğe karşı olan), kendileri tarafından fethedilen arazilerde İslam hükümlerinin nispeten zayıflaması veya kendi .^.358 bağımsızlıklarının azalmasına karşı koyan taraftı.

Böylece taşralıların isyanları, Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında ilk kez Kûfe’de görüldü. Bu da daha sonra Mısır’a büyük etkisini gösterdi. Mısır’dan Basra, ve Nihâyet Medîne de kendi payını aldı. Ve ne olduysa da Medîne’de oldu. Müellif Hicaz’daki duruma nazar ederken terazinin bir gözünde kabile asabiyetine daha çok önem veren Ümeyyeoğulları’nı, diğer gözünde ise Kureyş de dahil olmakla çeşitli kabilelere mensup Ensar ve başka Medîneli sahabileri koymuştur. Halifeden hoşlanmayan diğer bir grubun (bu grubu Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. el-Avvam ve Hz. Ayşe oluşturuyordu) Muhacir ve sahabi karakterlerine dikkatleri çektiğini görüyoruz. Fakat onların da birer Kureyşli olduklarını unutmamaktadır. Medîne’deki Kûfeli ve Basralı isyancılara bizzat bu şahıslar destek vermiş ve onlar da bu sahabilere, özellikle de Talha ve Zübeyr’e Hz. Osman’ın katli olayında liderleri, yardım edenleri gözüyle bakmışlar. Yazarın fikrince halife öldürüldükten sonra bu iki büyük sahabi, isyancılara karşı eski tavırlarını sürdürme güçlerini kaybetmiş ve kendilerini temize çıkarmak için Mekke’ye çekilmişlerdir. Medîne’deki en güçlü hiziplerin Mısırlılar ve Ensar’ın olduğunu kabul eden yazar, onların katl olayından kısa süre sonra vatanlarına dönmelerini, isyanı geç kalmadan biran önce Mısır’da da devam ettirmek isteğinden doğabileceğini vurgulamıştır. Ensar’a gelince ise onlar, Talha veya Zübeyr’in tarafına geçmeyi değil, Hz. Ali’nin yanında toparlanmayı uygun görmüşler. Bu girişim Kûfe ve Basralılar’ı [354] [355]

Hz. Ali’nin arkasında birleşmeye neden olmuş ve Hz. Ali’ye karşı sahte taraftarlıklarının faydasız olduğunu anlayan Talha ve Zübeyr de Mekke’ye giderek Kureyşli taraftarlarıyla orada bir araya gelmişlerdi.[356]

Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle sonuçlanan olaylarda Emeviler’in sergilediği rol de yazarın dikkatini çekmiştir. O, Talha ve Zübeyr’in katl olayını Hz. Ali’ye yüklediklerini, ardınca da bazı Emevi soyundan olanların bu yolu takip ettiği düşüncesindedir. Hz. Ayşe’nin ise böyle bir tavır takınmadığını, bunun da halifenin önemli eleştiricilerinden olan Talha ve Hz. Ayşe arasında zıddiyet teşkil ettiğine vurgu yapmaktadır. Burada isimleri öne çıkan Ümeyyeoğulları’ndan Sa’id b. el-‘As, Mervan b. el-Hakem ve Velîd b. Ukbe’dir. Mekkeli grubun Basra’ya gitmelerinin ardından Sa’id b. el-‘As, Talha ve Zübeyr’e Hz. Osman’ın oğullarından birini onun yerine halife tatin etmeyi teklif etmişse de onlar buna razı olmamışlardı. Böylece Sa’id bu grubu terketmişti.[357] [358] Bu hareketiyle Sa’id’in, yönetimin Emeviler’de kalmasının taraftarı olduğu sonucuna varabiliriz. Müellif, çeşitli hedeflere sahip Emevi üyelerinin, planlarını sonraya ertelemeyi uygun görmelerinden bahsetmiş, bunun sebebini ise, ortak bir karar verememelerinden, (bundan dolayı da) düşmanları addettikleri Hz. Ali’yle uyum sağlama taktiğini tercih etmekte .görüyor.

Fitne olayları ve muhasara sırasında Mu’aviye’nin Hz. Osman’a Suriye’ye gelme teklifini kabul etmeyen halifenin katlolunmasının bir nedeninin de bizzat bu daveti kabul etmemesinde görmektedir. Bunu halifenin en uğursuz hareketi ve en büyük hatalarından biri olarak değerlendirmektedir. Mu’aviyenin bu davetini ise, onun halifenin kendi akrabası olmasının yanısıra birzaman kendisine yaptığı iyilikler karşılığında edebileceğini varsaymaktadır.[359] Çünkü Hz. Osman, isyancıların zor ve baskısı altında diğer eyaletlerdeki valileri görevlerinden azletmiş olmasına rağmen onun Suriye’deki valilik görevinin devam ettirilmesine engel olmamıştı. Böylece o, Suriye’de yirmi küsür sene vali olarak görev yapmıştı.

Sonunda müslümanlar arasındaki parçalanma ve birliğin bozulmasından bahseden M. Hinds, Cemel savaşında sahabilerin birbirileriyle savaşmasından, Talha b. Ubeydullah’ın bu savaşta katledilmesinden, Hz. Mu’aviye ve Hz. Ali arasında görülen sonraki politik mücadelelerinden söz etmektedir.[360]

SONUÇ

Hz. Osman dönemindeki çeşitli gelişmeler ve kendisinin katliyle sonuçlanan fitne olayları hakkında ele aldığımız müsteşriklerin çeşitli fikir, yorum ve iddialarda bulunduklarını görmüş bulunmaktayız. Onlar konuya genellikle içinde yaşadıkları kültür ve medeniyetin, sahip oldukları düşünce ve eğilimlerin tesiri altında yaklaşmışlardır. Haklı oldukları hususlar olmakla birlikte, hatalı görüşler de ileri sürmüşlerdir. Fakat onların arasında bazılarının, yalnız halifeyi eleştirdiğini, bazılarının da eleştirmesinin ardından onda bulunan olumlu karakter veya tutumlarını da itiraf ettiklerini görmekteyiz.

Yukarıda bahsettiğimiz müsteşriklerin Hz. Osman dönemi olaylarına yaklaşımlarını kısaca özetlemek gerekirse, şöyle sırasıyla bahsedebiliriz: Ekser müsteşrikler gibi klasik dönem müsteşriklerinden konuyu daha detaylı incelemiş Wellhausen, Hz. Osman dönemi olaylarına değinirken hatanın yalnız halifede olmadığını, etrafındaki büyük ve faziletli sahabilerin de bunda pay sahipleri oldukları sonucuna varmıştır. Klasik dönem oryantalistlerinden W. Muir’in, Hz. Osman’ın net bir karar vermekte zorluk çekmesini (kararsızlığını), yumuşak huyunu ve akrabalarına düşkünlüğünü bir halife veya yöneticide bulunan menfi karakterler olarak bulmasında gerçeklik payı olduğu görüşündedir. Fakat halife hakkında söylediği bencillik duygusuna sahip olmasını ise hiçbir delile dayanmaksızın söylediğinden dolayı bu görüşünü isabetli bulmamaktayız. Zira temel İslami kaynaklarının hiçbirinde onun bu özelliğine işaret edecek herhangi bir örneğe rastlanmamaktadır.

Kendisi uzun yıllar boyunca bir subay olarak Araplar arasında bulunan John Bagott Glubb’a (Glubb Paşa) gelince, fitne ve iç savaşlarla sonuçlanan havadise neden olan faktörler arasında ilk olarak Arap zihniyetinin rolünden bahsetmiştir. Ayrıca, W. Muir’den farklı olarak o, Hz. Osman’la ilgili eleştirili görüşlerini sunmasının ardından, ondaki bazı faziletli hususları da dile getirmekten çekinmemiştir. Ayrıca, Hz. Peygamber’in bizzat kendisi hakkında söyledikleri hadis-i şeriflere de sıklıkla başvurmuştur. Hatta Glubb Paşa, Hz. Osman hakkında değerlendirme yaparken, onun şahsiyetine ait olumlu yönde yaklaşmış, devlet yönetimi konusunda ise eksikliklerini dile getirmiştir. Özellikle ondaki sorunun yalnız devlet işlerinin idaresinde olduğuna vurgu yapmıştır.

Klasik dönem müsteşriklerinin dördüncüsü ve sonuncusu olan Montgomery Watt’a gelince, mezkur dönemden bahsederken o da Glubb’ın görüşlerine benzer mahiyette fikirler sunmaktadır. Ona göre lüks hayata alışkın olmayan ve çabuk öfkelenen çöl şartlarına yatkın olan bedevi ruhlu Arap psikolojisi bu olaylarda en önemi unsurdu. Yaptığı hataları konusunda Hz.

Osman’ı savunmaya çalışması da onun, Glubb’ın görüşlerine yakınlığını gösteren ikinci bir delildir.

Yakın dönem musteşriklerine gelince, ilk olarak ele aldığımız M. Hodgson, bu dönemin siyasi olaylarındaki ortaya çıkmış iç karışıklıklarda yalnız Hz. Osman’ı eleştirmemiş, önceki halifenin (Hz. Ömer’in) hilafeti yıllarında kurulan bazı sistemlerin zayıf noktalarının kendisinin zamanında görülmesinin de bunda rolü olduğunu iddia etmiştir. Hz. Osman’ı eleştirdiği kısma gelince, bu, akrabalarını yüksek görevlere getirtmesi fakat onları kendi kontrölünde tutamamasıydı. Zira Hz. Ömer de onun akrabalarından bazı kimseleri böylesi görevlere atamış ve onların bu becerilerinden gerektiği şekilde yararlanabilmişti. Hz. Osman ise bundan faydalanmayı başaramamıştı.

Bernard Lewis Hz. Osman devrinde görülmeye başlamış siyasi karışıklıkların nedeninin ne dini ne de şahsi olduğunu söylemiş, asıl sebebin bedevilğin, merkezî idareye karşı gelmesi olarak yorumlamıştır. Yazara göre itaat, bedevilikten gelen anlayışa göre bir şahsa kendi arzularıyla boyun eğmekten ibaretti. Hz. Osman onları bu konuda tatmin edemediğinden bedeviler önceleri kendi istekleriyle itaat etmelerine rağmen artık bundan vazgeçmekte kendilerinde bir serbestlik bulmuşlardı.

Hz. Osman’ın idari zafının diğer büyük sahabilerce bilindiği halde onlar tarafından kendisinin halife seçilmesinin yanlış olduğunu düşünen Madelung ise görüldüğü üzere ilk hata yapanların onu hilafet makamına getirenlerde olduğunu söylemektedir. Yani iç karışıklıkların ortaya çıkacağı ihtimali daha kendisi halife seçilince belli olmuştu. Sadece bu olayları ortaya çıkaracak unsurları beklemek gerekiyordu. Madelung Hz. Osman’ın bazı sahabilere karşı yanlış davranışlarını, akrabalarına gösterdiği aşırı ilgiyi, bazı arazilerin paylaşımındaki hatalarını ve başka hareketlerinin (yalnız halk arasında değil) ashabın ilerigelenleri arasında kendisine karşı olumsuz tavırların takınılmasını özellikle zikretmektedir. Yazar, devletin dahilinde iç karışıklıklara neden olan faktörlerin de bizzat bunlar olduğu görüşündedir.

Fitne olaylarını incelemeğe çalışan müsteşrikler arasında, her konuda Hz. Osman’ın savunucusu mevkiinde olduğu görülen Patricia Crone gibi yazarların da var olduğunu görmekteyiz. İç karışılık olaylarının nedenlerine pek fazla değinmeyen Crone, Hz. Osman’ın hilafeti yılları da dahil olmak üzere, esasen Emevileri, kendi devletlerini kurmalarından dolayı takdir etmiş, hatta bunun onların hakları olduğunu söylemekten çekinmemiştir.

Ele aldığımız müsteşriklerden sonuncusu olan M. Hinds’e gelince, o, Hz. Osman dönemi siyasi olaylarında etkili olan en önemli faktörün cahiliye devrindeki eski kabile liderliği kurallarının yeni devirdekiyle uyuşmaması olarak yorumlamıştır. Ayrıca müellif, fetihlerin duraksamasını ve fetholunmuş topraklardaki halkın eskiden aralarında mevcut olan çatışmaların hızını artırmasının da bunda payı olduğu görüşündedir.

Ele aldığımız bu iki devir musteşriklerinin görüşlerini kıyaslamanın zor olduğunu belirtmemizin yanısıra şunu da zikredelim ki, onların görüşleri arasında yakınlık üstünlük arzetmektedir. Çünkü ele aldığımız dokuz müsteşrikten neredeyse hepsi hatanın halifede olmasıyla beraber kendisinden kaynaklanmayacak nedenlerin de var olduğundan bahsetmişlerdir. Farklılık esasen eleştirmeye koyuldukları şahısların (halife dışında) kimliklerinde kendisini göstermiştir.

Konumuzla ilgili Türkiye’de yapılmış araştırmalar sonucunda (özellikle de düşünce ve yorumlarını ele aldığımız Sabri Hizmetli, Ethem Ruhi Fığlalı, Adem Apak, Ünal Kılıç ve dğr) bu dönemin olaylarını kısa olarak yorumlarsak şöyle söyleyebiliriz: Hz. Osman ve atadığı valilerinin dini anlayış ve yaşantılarının, siyasi ve iktisadi politikalarının bir takım toplumsal sonuçları olmuştur. Valiler halifeye olan akrabalık bağlarını kullanarak kendi çıkarları için bu bağı suistimal etmekteydi. Hz. Osman’ın bu konuda başlıca hatalarından birisi, valileri bu konuda uyarmaması veya cezalandırmaması idi. Ayrıca bu yazarlar müslüman olduklarından Hz. Osman’ın faziletlerine de değinmeden geçmemişlerdir. Halbuki bunu müsteşriklerin çalışmalarında görmemiz (bazıları istisna olmakla) pek kolay değildir. Olaylardan bahsederken müslüman araştırmacılar esasen Hz. Osman’ın çeşitli hususiyetlerine ışık tutarlar: ashabın büyüklerinden ve Cennet’le müjdelenen on sahabiden birisiydi, herzaman Allah yolunda en çok mal harcayan, Hz. Peygamber’in iki kızıyla evlenmesinden dolayı “Zi’n Nureyn (iki nur sahibi)” lakabıyla hitap olunuyordu. Ayrıca Hz. Peygamber tarafından kendisinden meleklerin bile haya ettiği kişi olarak bilinmesi, adının tarihe üçüncü Râşidi halife olarak geçmesi ve başka faziletlerini örnek olarak verebiliriz.

Fakat bu araştırmacılar da halifenin kendisinden kaynaklanan hataları eserlerinde söylemiş ve uzun-uzadıya üzerinde yorumlar yapmışlardır. Ayrıca onun, temel İslam tarihi kaynaklarını esas alarak çeşitli hatalarımı sıralamakta bir sakınca olmadığını düşündüklerini görmekteyiz. Konunun üzerinde durmakla onların halifede gördükleri bazı hataları ve yaklaşmalarını şöyle sıralayabiliriz:

O, daha halife seçimleri sırasında bile bazı ashabın mühalefetiyle karşılaşmıştı. Halife seçilmesinin ardından icra etmeye koyulduğu bazı uygulamalardan bazı kimselerde şüpheler, rahatsızlık faktörleri görülmeğe başlamıştı. Bunların ilki, Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah’ın işlediği cinayete karşılık onu affetmesiydi. Ashap bu konuda Hz. Osman’ın, Allah’ın hükmüne aykırı davrandığını iddia etmeye koyulmuşlardı.

Ashabın hiddetine neden olan diğer bir husus da herkesin kullanabileceği meraların (otlakların) halkın kullanımına kapatılarak Ümeyyeoğulları’na tahsis edilerek onlara mahsus deve ve zekat develerinin otlatılmasına tahsis edilmesiydi.

Halkın halifenin yanlış buldukları icraatları arasında Kur’an yazımının yalnız Kureyş lehçesiyle sınırlandırmış olması da vardı. Bu meselede ikinci bir sürtüşme Abdullah b. Mes’ud’a görev verilmemesi idi. Zira o, bu konuda diğerlerinden daha kıdemli sahabe idi. Kur’an’ı en iyi okuyan ve anlayanlardan biri olduğu daha Hz. Peygamber döneminde de bilinen bir gerçekti.

ç) Ashabın Hz. Osman’da buldukları yanlış icraatlardan birisi de onun (halifenin), bir zamanlar Hz. Peygamber’in Medine’den sürgün ettirdiği Hakem b. el-‘As’ın, seneler sonra yeniden başkente gelmesine izin vermesiydi. İslam’a karşı yaptığı düşmanlığından dolayı sürgün edilmiş, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilafeti yıllarında da sürgünde olan Hakem’in tekrar Medine’ye getirilmesi bazılarının hiddetine neden olmuştu. Hatta halife bizzat kendisi mektup yazarak Medine’ye gelmesini istemişti.[361] Onların arasında Mervan b. Hakem ve diğer yakınları da vardı.[362] Hz. Osman yalnız onları geri getirmekle yetinmemiş, kendilerine mali bağışlarda bulunmuş, çocuklarını devletin bir sıra önemli kademelerine getirmişti. Burada vurgulamak istediğimiz başka bir husus da müsteşriklerden hiçbirinin bu mevzuya değinmeden geçmeleridir. Halbuki bu mesele de şikâyetler arasında yer almaktaydı. Onların bahsettikleri konuya gelince esasen Mervan b. Hakem üzerinde yoğunlaştığını görmekteyiz.

İster Hz. Osman olsun isterse atadığı valiler, hiçbirinin dini ve toplumsal anlayış ile iktisadi politikalarının, siyaset meydanında ciddi ve olumlu etkileri görülmedi. Bu yaptıkları da yansımadan başka birşey değildi. O, büyük merkezlerdeki yöneticileri ufak sorunlarından dolayı azletmekle kalmamış, onların yerine Ümeyyeoğulları’na mensup kişileri atamıştı. Bu konuda ikinci bir sorun da halifenin vali atama kriteriyle ilgiliydi. Şöyle ki, bu kriter kabileci bir zihniyetin eseriydi. Çünkü o, ilk iki halifenin aksine olarak, atadığı yöneticileri takva ve ehliyetlerine göre değil, kendisine yakınlık derecesine göre seçiyordu. Özellikle de kan bağına önem vermekteydi.

Ayrıca, müslümanlar hac farizasını eda ederlerken Mina’ya geldiklerinde namazı iki rek’at olarak değil, mukim olarak (4 rek’at) kıldırması da kendisine yapılan itirazların sırasındaydı. Zira bu uygulamasıyla o, Hz. Peygamber’in ve ilk iki halifenin uygulamasına aykırı davranmış oluyordu.

Bu ve diğer şikâyete neden olan belli ve önemli hususlar, Hz. Osman’ın dine yaklaşımındaki te’vilci anlayışı ve bunu hayatına yansıtmasını göstermektedir. Bu durum, ashabın bazılarınca eleştirilere sebep olmuş, onların halifeye olan güvenlerini sarsmıştı. Halbuki ashap bu icraatlar karşısında susmamış, sürekli halifeyi uyarmıştı. Bu önde gelen sahabiler arasında Ali b. Ebi Talip, Zübeyr b. El-‘Avvam, Talha b. Ubeydullah, Ammar b. Yasir, Abdurrahman b. Avf, Ayşe bint Ebi Bekir, Abdullah b. Mes’ud, Amr b. ‘As ve başkalarının isimlerini bilmekteyiz. Bu kişilerin her türlü uyarılarına rağmen, Hz. Osman icraatlarını yorumlayarak meşrulaştırmaya gayret etmişti. Onun bizzat bu tutumu ashap nazarındaki hilafete dair meşruiyetini zayıflatmıştı.

Türkiye’de yapılmış araştırmalardan da etkilenmemizin sonucu olarak değinmek istediğimiz başka bir husus da, Hz. Osman’ın icraatları sonucu karşımıza çıkan manzaradır. Bunları iktisadi ve siyasi icraatlar olarak kısaca yorumlayacak olursak, birinci (iktisadi) alanda yaptığı icraatlar sonucu Kureyş, özellikle Ümeyyeoğulları’na mensup bazı imtiyazlı kişiler aşırı zenginleşmeye başlamışlardı. Bu kimseler halkı sömürüyor, onları küçük, kendilerini ise üstün görmeye başlamışlardı.

Siyasi alandaki uygulamalara gelince, bunun da iki mühim sonucu olduğunu görmekteyiz. Birincisi; esasen cahiliyet dönemine has kabileci zihniyetin yeniden kabarmasıydı. Bu zihniyet, Ümeyyeoğulları liderliğinde canlanmıştı. Onların bu tutumları halk arasındaki mühalefetci grubu kışkırtmaya başlamış olması da gayet normal karşılamamız gerekmektedir. İkinci sonuç ise şuydu: bunlar Hilafetin en önemli makam ve mevkilerini işgal etmekle yetinmemiş, devleti kendi mülkleri olarak da görmeye başlamışlardı. Onların bu tavırları, halk arasında büyük İslam devletinin meşruiyetini yitirmesiyle sonuçlanmıştı. Toplumun çoğunluğu arasında meşruiyetini yitiren ve bütün çağrılara rağmen, hilafetten el çekmeyen Hz. Osman, en sonunda bizzat isyancıların başını çektiği grup tarafından ve Medîne’de yaşayan halkın da sessiz kalması sonucunda evinde katledilerek yönetimi sonlandırılmıştır. Ancak, onun hilafet dönemi müslümanlara (belki de kıyamete dek) bitmeyecek büyük bir parçalanmışlığı miras olarak bırakmış, İslam tarihinde sonradan görülecek olan Harici, Şi’i ve diğer radikal mezheplerin ortaya çıkmasına zemin yaratmıştı.

KAYNAKÇA

Ağarı, Murat, ”Ya’kubi”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c. XXXXIII, s. 287-288.

Akbulut, Ahmet, “Hariciliğin Siyasi Görüşlerinin İtikadileşmesi, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1989, c. XXXI, s. 331-345.

Apak, Adem, Anahatlarıyla İslam Tarihi (2): Hülefâ-i Râşidîn Dönemi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007.

Apak, Adem, “Hz. Osman'ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usul: İslam Araştırmaları (Islaınic Researches), Temmuz-Aralık 2005, Sy: 4, s. 157-170.

Apak, Adem, “Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Ümeyyeoğulları’nın Devlet İdaresindeki Yeri, U.Ü.İ.F.D, Bursa, 1998, c. VII, Sy: 7, s. 487-522.

Apak, Adem, “Hz. Osman Dönemi Fetihleri”, U.Ü.İ.F.D, Bursa 2000, c. IX, Sy. 9, s. 437-446.

Atçeken, İsmail Hakkı, “Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”,

S.Ü.İ.F.D, Konya, 2000, Sy: 9, s. 315-348.

Belâzurî, Ahmed b. Yahya b. Cabir, Ensâbu’l Eşrâf, Daru’l Fikir, Beyrut, Lubnân, 1996, c. VI.

Belâzurî, Ahmed b. Yahya b. Cabir, Futûhu'lBuldân, (çev: Mustafa Fayda), T.C. Kültür Başkanlığı Yay., Ankara, 2007.

Bosworth, Edmund, “Martin Hinds, 1941-1988." Bulletin (British Society for Middle Eastern Studies), Vol. 16, No. I, (1989), s. 118-120.

Buhari, Muhammed b. İsmail, Sahih’i Buhari ve Tercemesi, (çev: Mehmed Sofuoğlu, Hikmet Tekin), Ötüken Yay, c. XV, İstanbul, 1987-1990.

Burke, Edmund III, “Hodgson, Marshall G. S”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., 1998, c. XVIII, s. 211-213.

Büyükkara, Mehmet Ali, “Vehhabilik”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV yayınları, Ankara, 2012, c. XXXXII, s. 611-615.

Cânan, İbrahim, Kütübi-i Sitte Muhtasarı: Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yay., Ankara, 1988-1994, c. XVI.

Collingwood, R. George, Tarih Tasarımı (çev: Kurtuluş Dinçer), Doğubatı Yay., Ankara, 2007.

Crone, Patricia, God’s Rule Government and İslam Six Centuries of Medieval Islamic Political Thought, Columbia University Press, New York, 2004.

Crone, Patricia, Ortaçağ İslam Dünyasında Siyasi Düşünce, çev: Hakan Köni, Kapı Yay, İstanbul, 2007.

Crone, Patricia- Martin Hinds, God’s Caliph, Cambridge University Press, Cambridge, 2003.

Crone, Patricia, Slaves on Horses: The Evolution of the Islamic Polity, Cambridge University Press, Cambridge, 2002.

Durmuş, İsmail, “İbnü’l-Esir, Ziyâeddin”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2000, c. XXI, s. 30-32.

Esedi, Seyf b. Ömer, ed-Dabi, el-Fitnetü ve Vak’atu’l-Cemel, Daru’n-Nefais, Beyrut- Lubnân, 1993.

Fayda, Mustafa, Hulefâ-yı Râşidîn Devri: Dört Halife Dönemi, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2014.

Fayda, Mustafa, “Belâzurî”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1992, c. V, s. 392-393.

Fayda, Mustafa, “İbn Sa’d”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1999, c. XX, s. 295.

Fayda, Mustafa, “İbn Şebbe”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c. XX. s. 372.

Fayda, Mustafa, “Fey”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 1995, c. XII, s. 511-513.

Fayda, Mustafa, “Seyf b. Ömer”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2009, c. XXXVII, s. 27-28.

Fayda, Mustafa, “Taberi, Muhammed b. Cerîr”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 2010, c. XXXIX, s. 314-318.

Fığlalı, Ethem Ruhi, “Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1978, c. XXII, s. 245-275.

Fığlalı, Ethem Ruhi, “Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1975, c. XX, s. 219-247.

Fılalı, Ethem Ruhi, “Abdullah b. Sebe”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1988, c. I, s. 133-134.

Glubb, John, Bagot, A Short History of the Arab Peoples, Quartet Books, London, 1978.

Glubb, John, Bagot, The Great Arab Conquestes, Hodder and Stoughton, London, 1963.

Görgün, Hilal, “Wellhausen, Julius”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c. XXXXIII, s. 155-157.

Görgün Tahsin, “Watt, William Montgomery”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c, XXXXIII, s. 148-152.

Hinds, Martin, Studies in Early Islamic History, The Darwin Press, Princeton, New Jersey, 1996.

Hizmetli, Sabri, “Tarihi Rivayetlere Göre Hz.Osman’ın Öldürülmesi”, A.Ü.İ.F.D, c. XXVII, Ankara, 1995, s. 149-176.

Hizmetli, Sabri, “Genel Olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1999, Sy: 1, c. XXXIX, s. 28-54

Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi: İlk Dönem, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2006

Hodgson, G. S. Marshall, İslam ’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, (çev: Alp Eker, Mutlu Bozkurt ve dğr), Yeni Şafak, İz Yayıncılık, c. I, İstanbul, 1995.

Hüseyin, Tâhâ, “Fitne Döneminde İbn Sebe’nin Rolü Hakkında Bir Değerlendirme”, çev: Âdem Apak, U.Ü.İ.F.D, Bursa, 1994, c. VI, Sy: 6, s. 421-424.

İbn Asâkir, Ebu Kasım Ali b. el- Hasan, Târihu Medîneti Dimaşk, Dar'ul- Fikr, c. XXXIX, Beyrut, Lubnân, 1996.

İbnu’l-Esir, el- Kâmil fi’t- Târih: Büyük İslam Tarihi, (çev: Ahmet Ağırakça), Bahar Yay, c. III, İstanbul 1989.

İbn Kesir, İmaduddin Ebu’l Fida İsmail İbnu Umar, el-Bidâye ve'n-Nihâye, (çev: Mehmet Keskin), Çağrı Yay., c. VII, İstanbul 1994,

İbn Şebbe, Ebû Zeydî, Târihü'l-Medmeti'l-Münevvere: Ahbârü'l-Medîneti'l-Münevvere, Dârü'l-İsfahani, c. IV, Cidde, 1973.

Kazancı, Ahmet Lütfi, Hakem b. Ebi’l-‘As ve Sürgün Olayı, U.Ü.İ.F.D, Bursa, 1994, Sy: 6, c. VI, s. 41-51.

Kılıç, Ünal, “Kûfelilerin Hz. Osman’a Mühalefet Etmelerinin Sebepleri”, C.Ü.İ.F.D, Sivas, 2002, Sy: 2, c. VI, 239-260.

Kurşun, Zekeriya, “Glubb Paşa”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., c. XIV, Ankara, 1996, s. 96-97.

Küçükaşçı S. Mustafa - Cengiz Tomar, “İbn Asâkir, Ebü'l-Kâsım”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1999, c. XIX, s. 321-324.

Lewis, Bernard, The Arabs in History, Oxford University Press, (6th Edition) Oxford, 1993 (Bernard Lewis, Tarihte Acaplac, çev: Hakkı Dursun Yıldız, 5. Baskı, Ağaç Kitabevi Yay., İstanbul, 2009.).

Madelung, F. Wilferd, The Succession to Muhammad. A Study of the Early Caliphate, Cambridge University Press, 1997.

Muir, William, Annals of the Early Caliphate, Oriental Press, Amsterdam, 1968.

Muir, William, The Caliphate: Its Rise, Decline and Fall, Beirut, Khayats 1963, (Reprint 5th, Reprinted from the edition of 1898).

Muir, William, The Life of Mahomet, c. IV, Smith, Elder and Co, London, 1861.

Özaydın, Abdülkerim, “İbn Kesir, Ebü’l-Fidâ”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1999, c. XX, s. 132-134.

Özkan, Halit, “Süyuti”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2010, c. XXXVIII, s. 188.

Sarıcık, Murat, Bütün Yönleriyle Dört Halife Dönemi, Nesil Yay., İstanbul, 2013.

Söylemez, M. Mahfuz, “Hz. Osman Dönemindeki Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi- Kûfe Örneği , G.Ü.Ç.İ.F.D. Çorum, 2003, c. II, Sy: 3, s. 63-86.

Süyuti, Celaleddin Abdurrahman b. Ebubekir, Târihu'l- Hulefâ, Thk: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, el- Mektebetu'l- Asriyye, Beyrut, 1997.

Taberi, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir, Târihu’r Rusûl ve ’lMulûk, Dar’ul Me’arif, c. IV, Mısır, 1970,

Taberi, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir, Târihu Taberi, (çev: M. Faruk Gürtunca), c. III, Sağlam Yayınevi, İstanbul, Ty.

Tirmizi, Ebu İsa Muhammed, Camiu’s- Sahih: Sünenu ’t Tirmizi, Mektebet’ul İslamiyye, Kahire, 1962

Yahaya, Mahayudin, “Kûfelilerin Miladi VII. Yüzyılın Ortalarındaki Siyasi Mühalefetleri”, çev: Ünal Kılıç, C.Ü.İ.F.D, Sivas, 2002, c. VI, Sy: 2, s. 229-238.

Ya’kubi, Ahmed b. Ebî Ya‘kûb, Târîhu’l-Ya‘kûbî, Thk: Mühenna, Abdulemir, Müessesetü'l- A'lamili'l- Matbuat, Beyrut, 1993.

Yıldız, Hakkı Dursun (red. ), Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi: Hülefâyi Râşidîn ve Emeviler Devri, çev: Arif Aytekin, Durak Pusmaz ve dğr, Kombassan Yay., c. II, Konya, 1994.

Yiğit, İsmail, “Osman”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2007, c. XXXIII, s. 438-443.

Zuhri, Muhammed b. Sa’d b. Meni’, Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebir, (thk, Ali Muhammed Ömer), 1. Bsk, Mektebetu’l-Hanci, c. III, Kahire, 2001.

Watt, W. Montgomery, Islam Düşüncesinin Teşekkül Devri, (çev: Ethem Ruhi Fığlalı), 4. Baskı, Sarkaç Yay., Ankara. Ty.

Wellhausen, Julius, Arap Devleti ve Sukutu, çev: Fikret Işıltan, Ankara Üniversitesi Basım Evi, Ankara, 1963.

Wellhausen, Julius, İslamın En Eski Tarihine Giriş, (çev: Fikret Işıltan), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1960.

Woodhead, Cristine, “Muir, Sir William”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., c. XXXI, Ankara, 2006, s. 94.

İNTERNET KAYNAKLARI

Kramer, Martin, “Bernard Lewis,” Encyclopedia of Historians and Historical Writing (London: Fitzroy Dearborn, 1999), vol. 1, s. 719-720 ; http://www.webcitation. org/query?url=http%3A%2F%2Fwww.martinkramer.org%2Fsandbox%2Freader %2Farchives%2Fbernard-lewis%2F&date=2010-11-13 (29. 06. 2015)

The Institute of Ismaili Studies, “Wilferd Madelung, Biography”: http://www.iis.ac.uk/ view person.asp?ID=54&type=auth (14.05.2015); http://en.wikipedia.org/wiki/ Wilferd Madelung#cite ref-1, (11. 05. 2015),

“Patricia Crone”, Institute for Advanced Study, Einstein Drive, Princeton: https://www.ias.edu/people/faculty-and-emeriti/crone, (13. 05. 2015)



[1] Robin George Collingwood, Tarih Tasarımı (çev: Kurtuluş Dinçer), Doğubatı Yay, Ankara, 2007, s. 236.

[2] William Muir, The Caliphate: Its Rise, Decline and Fall, Beirut, Khayats, 1963, (Reprint. V. Reprinted From the Edition of 1898, Annals of the Early Caliphate, Oriental Press, Amsterdam, 1968.

[3]  Julius Wellhausen, Das Arabische Reich und sein Sturz (Arap Devleti ve Sukutu, çev: Fikret Işıltan,

Ankara Üniversitesi Basım Evi, Ankara, 1963) ve Prolegomena zur altesten Geschichte des Islams, (İslam’ın En Eski Târihine Giriş, çev: Fikret Işıltan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1960).

[4] John Bagot Glubb, A short History of the Arab Peoples, Quartet Books, London, 1978 ve The Great

Arab Conquests Hodder and Stoughton, London, 1963.

[5]  Patricia Crone, Slaves on Horses: The Evolution of the Islamic Polity, Cambridge University Press,

Cambridge, 2002; God’s Rule Goverenment and Islam: Six Centuries of Medieval Islamic Political Thought, Columbia University Press, New York, 2004, (Ortaçağ İslam Dünyası ’nda Siyasi Düşünce, çev: Hakan Köni, Kapı Yay. İstanbul, 2007), God’s Caliph, Cambridge University Press, Cambridge, 2003.

[6]  Montgomery Watt, Islamic Political Thought, (Islam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev: Ethem Ruhi

Fığlalı, 4.baskı, Sarkaç yay. Ankara, ty).

[7]  G. S. Marshall Hodgson, The Venture of Islam. Conscience and History in a World Civilization,

(İslam ’ın Serüveni- Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Târih, çev: Alp Eker, Mutlu Bozkurt ve dğr, Yeni Şafak, İz Yayıncılık, İstanbul 1995, c. I).

[8] Martin Hinds, Studies in Early Islamic History, The Darwin Press, Inc, Princeton, New Jersey, 1996.

[9] Bernard Lewis, The Arabs in History, Oxford University Press, (6th edition) Oxford, 1993.

[10]  Wilferd Madelung, The Succession to Muhammad: A Study of the Early Caliphate, Cambridge University Press, 1997.

[11] Mustafa Fayda, ”Taberi, Muhammed b. Cerîr”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 2010, c.

XXXIX, s. 314-318.

[12] Mustafa Fayda, “Belâzurî”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 1992, c. V, s. 392-393

[13] Abdülkerim Özaydın, “İbn Kesir, Ebü’l-Fidâ”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 1999, c.

XX, s. 132-134.

[14] İsmâil Durmuş, “İbnü’l-Esir, Ziyâeddin”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 2000, c. XXI,

s. 30-32.

[15] Murat Ağarı, ”Ya’kubi”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c. XXXXIII, s. 287.

[16] Ya’kubi, Târîhu’l-Ya‘kûbî, Thk: Mühenna, Abdulemir, Müessesetü'l- A'lamili'l- Matbuat, Beyrut, 1993

[17] Halit Özkan, “Süyuti”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 2010, c. XXXVIII, s. 188

[18]  Süyuti, Celaleddin, Târihu'l- Hulefâ, Thk: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, el- Mektebetu'l- Asriyye, Beyrut, 1997.

[19] Mustafa S. Küçükaşçı - Cengiz Tomar, “İbn Asâkir, Ebü'l-Kâsım”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV

Yay., Ankara, 1999, c. XIX, s. 321-324.

[20] İbn Asâkir, Târihu Medîneti Dimaşk, Dar'ul- Fikr, c. XXXIX, Beyrut, Lubnân, 1996.

[21] Mustafa Fayda, “Seyf b. Ömer”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2009, c. XXXVII, s.

27-28.

[22] Seyf b. Ömer, ed-Dâbi, el-Fitnetü ve Vak’atu’l-Cemel, Daru’n-Nefais, Beyrut-Lubnân, 1993.

[23]  Mustafa Fayda, “İbn Sa’d”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1999, c. XX, s. 295.

[24] Mustafa Fayda, “İbn Şebbe”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c. XX, s. 372.

[25] Ebû Zeyd Ömer b. Şebbe en-Nümeyrî el-Basrî, Târihü'l-Medîneti'l-Münevvere: Ahbarü'l-Medîneti'l- Münevvere, Cidde, Dârü'l-İsfahani, 1973, c. IV.

[26] Yıldız, Hakkı Dursun (red. ), Doğuştan Günümüze Büyük İslam Târihi, Hulefâyi Râşidîn ve Emeviler

Devri, (çev: Arif Aytekin, Durak Pusmaz ve dğr. ), Kombassan Yayınları, Konya,1994, c. II.

[27] Sabri Hizmetli, İslam Tarihi:İlkDönem, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2006, s. 431-433.

[28] Murat Sarıcık, Bütün Yönleriyle Dört Halife Dönemi, Nesil Yay., İstanbul, 2013.

[29] Mustafa Fayda, Hulefâ-yı Râşidîn Devri, Dört Halife Dönemi, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2014.

[30] Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Tarihi, (2), Hülefâ-i Râşidîn Dönemi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007.

[31]  Sabri Hizmetli, “Genel Olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları: Sonuçları ve Etkileri”, A. Ü.İ.F.D. Ankara, 1999, c. XXXIX, Sy: 1, s. 27-54.

[32] Ünal Kılıç, “Kûfelilerin Hz. Osman’a Muhalefet Etmelerinin Sebepleri”, C.U.İ.F.D. Sivas, 2002, c. VI,

Sy:2, s. 239-260.

[33]  M. Mahfuz Söylemez, “Hz.Osman Dönemindeki Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi- Kûfe

Örneği”, G.Ü.Ç.İ.FD, Çorum, 2003, c. II, Sy: 3, s. 63-86.

[34] Ethem Ruhi Fiğlalı, “Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1975, c.

XX, s. 219-247.

[35]  İsmâil Hakkı Atçeken, “Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”, S.Ü İ.F.D.

Konya, 2000, Sy: 9, s. 315-348.

[36] Adem Apak, “Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Ümeyyeoğullan’nın Devlet İdaresindeki Yeri”, U. Ü.

İ. F. D, Bursa, 1998, c. VII, Sy: 7, s. 487-522.

[37]  Adem Apak, “Hz. Osman'ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Üsul, İslam (Araştırmalan Islaınic Researches), Sy: 4, Temmuz- Aralık 2005, s. 157-170.

[38]  Sabri Hizmetli, “Tarihi Rivayetlere Göre Hz.Osman’ın Öldürülmesi”, A.U.İ.F.D, Ankara, 1995, c. XXVII, s. 149-176.

[39] Taberi, Târihu ’r Rusûl ve ’lMulûk, Daru’l Mearif, Mısır, 1970, c. IV, s. 420.

[40] İbn Sa’d, Tabakâtu’l-Kubrâ, Mektebetu’l-Hanci, Kahire, 2001, 1. Bsk, c. III, s. 73.

[41] İbn Sa’d, Tabakât, c.III, s. 73; Taberi, Târihu’rRusûl, c. IV, s. 419.

[42] İsmâil Yiğit, “Osman”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2007, c. XXXIII, s. 438-443.

[43] Taberi, Târihu’r Rusûl, c. IV, s. 419.

[44] Belâzurî, Ensâbu’lEşrâf, Daru’l Fikir, Beyrut, Lubnân, 1996, c. VI; s. 104.

[45] İbrahim Canan, Kütübi-i Sitte Muhtasarı: Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yay., Ankara, 1988-1994, c. XVI.

s. 460.

[46] Belâzurî, Age, c. VI, s. 100.

[47] Belâzurî,Age, c. VI, s. 100; Taberi, Târihu’rRusul, c. IV, s. 419.

[48] Belâzurî, Age, c. VI; s. 105-106.

[49] İbrahim Canan, Age, c. XVI. s. 463. Hz. Peygamber’in dilinden Hz. Osman konusuyla iligili geniş bilgi için bkz: Murat Sarıcık, Bütün Yönleriyle Dört Halife Dönemi, Nesil Yay., İstanbul, 2013, s. 307-314.

[50] Sabri Hizmetli, İslam Târihi: İlk Dönem, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2006, s. 431-433.

[51] Belâzurî, Futûhu'l Buldan, (çev: Mustafa Fayda), T.C. Kültür Başkanlığı Yay., Ankara, 2007, s. 326­

328.

[52] İsmâil Yiğit, “Osman”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2007, c. XXXIII, s. 439.

[53] İsmâil Yiğit, “Osman”, İslam Ansiklopedisi (DİA), s. 439.

[54]  Bu konuda geniş bilgi için bkz: Murat Sarıcık, Bütün Yönleriyle Dört Halife Dönemi, Nesil Yay., İstanbul, 2013, s. 321.

[55]  Sabri Hizmetli, “Genel Olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1999, c. XXXIX, Sy: 1, s. 50.

[56] Ankebut, 29/3.

[57] Zariyat, 51/14.

[58] Nahl, 16/110.

[59] Hadid, 57/13-14.

[60] Buhâri, Sahîh ’i Buhari ve Tercemesi, (çev: Mehmed Sofuoğlu, Hikmet Tekin), Ötüken Yay., c. XV,

İstanbul, 1987-1990, s. 6921.; Tirmizi, Câmiu’s- Sahîh: Sünenu’t Tirmizi, Mektebet’ul İslamiyye, Kâhire, 1962, s. 486.

[61] Buhâri, Age, c. XV, s. 6943.

[62] Sabri Hizmetli, Agm, s. 50.

[63] İbn Asâkir, Ebu'l- Kâsım Ali b. el- Hasan, Târihu Medîneti Dimaşk, Dar'ul- Fikr, c. XXXIX, Beyrut,

Lubnân, 1996, s. 440.

[64] Hilal Görgün, “Wellhausen, Julius”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 2013, c. XXXXIII, Ankara, s. 155.

[65] Hilal Görgün, “Wellhausen, Julius”, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XXXXIII, s. 155-156.

[66] Hilal Görgün, “Wellhausen, Julius”, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XXXXIII, s. 156-157.

[67]  İbnu’l Esir, el-Kâmil fi’t-Târih: Büyük İslam Tarihi, (çev: Ahmet Ağırakça), Bahar Yay., İstanbul,

1989, c. III, s.71.

[68] Julius Wellhausen, İslamın En Eski Tarihine Giriş, (çev: Fikret Işıltan), İstanbul Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1960, s. 102 (sonraki dipnotlarda “İslamın En Eski Tarihi”olarak verilecektir).

[69] Julius Wellhausen, İslamın En Eski Tarihi, s. 102.

[70] Julius Wellhausen, Arap Devleti ve Sükutu, (çev. Fikret Işıltan), Ankara Üniversitesi Basım Evi, 1963,

Ankara, s. 19, (sonraki dipnotlarda, “ArapDevleti” olarak verilecektir).

[71] İsmâil Yiğit, “Osman,” İslam Ansiklopedisi, DİA, s. 440.

[72] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Târihi, s. 103.

[73] Hakkı Dursun Yıldız (red. ), Doğuştan Günümüze Büyük İslam Târihi: Hülefayi Râşidin ve Emeviler

Devri, (çev: Arif Aytekin, Durak Pusmaz ve dğr. ), Kombassan Yayınları, Konya, 1994, c. II. s. 202

[74] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 103.

[75] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 107.

[76] Ünal Kılıç, “KûfelilerinHz. Osman’a Muhalefet Etmelerinin Sebepleri”, C.Ü.İ.F.D, Sivas, 2002, c. VI,

Sy: 2, s. 254-256.

[77]  M. Mahfuz Söylemez, “Hz.Osman Dönemindeki Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi- Kûfe

Örneği”, G.Ü.Ç.İ.F.D, Çorum, 2003, c. II, Sy: 3, s. 65-66.

[78] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 109.

[79] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 109-110.

[80] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 110.

[81] İbn Asâkir, Age, c. XXXIX, s. 255.

[82] Murat Sarıcık, Age, s. 325.

[83]  Barış ve savaş yoluyla ele geçirilen topraklardan alınan vergiler yanında, fetihlerle ele geçen ve

sahipleri bulunmayan üçüncü bir arazi grubu. Geniş bilgi için bkz: Mustafa Fayda, Hulefâ-yı Râşidîn Devri: Dört Halife Dönemi, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2014, s. 309.

[84] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 110.

[85] Seyf b. Ömer ed-Dâbi el-Esedi, el-Fitnetü ve Vak’atu ’l-Cemel, Daru’n-Nefais, Beyrut-Lübnân, 1993, s.

48-49.

[86] Ethem Ruhi Fığlalı, “Abdullah b. Sebe”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1988, c. I, s.

133-134.

[87] İbnu’l- Esir, Age, c. III, s. 159-160.

[88] Seyf b. Ömer, Age, s. 48.

[89] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 111.

[90] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 111.

[91] Taha Hüseyin, “Fitne Döneminde İbn Sebe’nin Rolü Hakkında Bir Değerlendirme”, çev: Âdem Apak,

U.Ü.İ.F.D, Bursa, 1994, c. VI, Sy: 6, s. 424.

[92] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 112.

[93] Belâzurî, Age, c. VI, s. 145.

[94] Belâzurî, Age, c. VI, s. 208.

[95] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 112.

[96] Mustafa Fayda, “Fey,” İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1995, c. XII, s. 511.

[97] Bakara, 2 /226; Hucurat 49/ 9.

[98] Ahzab, 33/50; Haşr, 59/6-7.

[99] Mustafa Fayda, “Fey”, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XII, s. 511.

[100] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 20.

[101] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 20.

[102] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 20-21.

[103] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 21.

[104] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 21.

[105] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 112-113.

[106] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 113.

[107] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 114-115.

[108]  Hakkı Dursun Yıldız (red.), Age, c. II, s. 215; Mektubun Mervan b. Hakem tarafından yazılıp yazılmaması konusu hakkında bkz: İsmâil Hakkı Atçeken, “Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”, S.Ü.İ.FD, Konya, 2000, Sy: 9, s. 315-344.

[109] Belâzurî, Age, c. VI, s. 211.

[110] Taberi, Târihu Taberi, (çev: M. Faruk Gürtunca), Sağlam Yayınevi, İstanbul, ty, c. III, s. 564 (sonraki dipnotlarda Târih olarak geçer).

[111] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 117.

[112] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 23.

[113] İbn Kesir, Age, c. VII, s. 365.

[114] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 117.

[115] Julius Wellhausen, İslam ’ın En Eski Tarihi, s. 118.

[116]  Sabri Hizmetli, “Târihi Rivayetlere Göre Hz.Osman’ın Öldürülmesi”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1995, c. XXVII, s. 159.

[117] Belâzurî, Age, c. VI, s. 220.

[118] Taberi, Târihu ’ r- Rusûl, c. IV, s. 427-428.

[119] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 26.

[120] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 26.

[121] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 23-24.

[122] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 25.

[123] Julius Wellhausen, Arap Devleti, s. 25.

[124] Cristine Woodhead, “Muir, Sir William”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2006, c. XXXI, s. 94.

[125] Cristine Woodhead, “Muir, Sir William”, İslam Ansiklopedisi, (DİA), c. XXXI, s. 94.

[126] Cristine Woodhead, “Muir, Sir William”, İslam Ansiklopedisi, (DİA), c. XXXI, s. 94.

[127] Cristine Woodhead, “Muir, Sir William”, İslam Ansiklopedisi, (DİA), c. XXXI, s. 94.

[128] Cristine Woodhead, “Muir, Sir William”, İslam Ansiklopedisi, (DİA), c. XXXI, s. 94.

[129] William Muir, Annals of the Early Caliphate, Oriental Press, Amsterdam, 1968, s. 324-325 (sonraki dipnotlarda Annals olarak geçecektir).

[130] William Muir, Annals, s. 331.

[131] İbn Sa’d, Tabakât, c. III, s. 61.

[132]  William Muir, Annals, s. 331-332.

[133] İbnü’l- Esir, Age, c. III, s. 350; Belâzurî, Age, c. VI, s. 171-172.

[134]  William Muir, The Caliphate: Its Rise, Decline and Fall, Beirut, Khayats, 1963, (Reprint. 5th Reprinted From the Edition of 1898), s. 240. (sonraki dipnotlarda The Caliphate olarak geçer).

[135] İsmâil Hakkı Atçeken, “Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”, S.Ü.İ.F.D, Konya, 2000, Sy: 9, s. 315-344.

[136] İsmâil Hakkı Atçeken, Agm, s. 336-338.

[137] William Muir, The Caliphate, s. 240.

[138] William Muir, Annals, s. 332.

[139] William Muir, Annals, s. 334.

[140] William Muir, Annals, s. 336.

[141] Suyuti, Celaleddin Abdurrahman b. Ebubekir, Târihu’l-Hulefâ, el-Mektebetu'l- Asriyye, Beyrut, 1997, s. 179-181.

[142] William Muir, Annals, s. 337.

[143] William Muir, The Caliphate, s. 244.

[144] Belazurı, Age, c. VI, s. 201.

[145] William Muir, Annals, s. 337.

[146] Taberi, Târih, c. III, s. 564.

[147] Belâzurî, Age, c. VI, s. 202.

[148] İbn Kesir, Age, c.VII, s. 303-305.

[149] William Muir, Annals, s. 340.

[150] Ibnu’l Esır: Age, c. III, s. 186-187.

[151] William Muir, Annals, s. 341.

[152] Belâzurî, Age, c. VI, s. 205.

[153] William Muir, Annals, s. 341.

[154]  Adem Apak, “Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Ümeyyeoğullan’nın Devlet İdaresindeki Yeri”, U.Ü.I.F.D, Bursa, 1998, c. VII, Sy: 7, s. 506-507.

[155] İbnü’l- Esir, Age, c. III, s. 195.

[156] William Muir, Annals, s. 343.

[157] William Muir, Annals, s. 344.

[158] William Muir, Annals, s. 344.

[159] William Muir, Annals, s. 345.

[160] William Muir, The Life of Mahomet, c. IV, Smith, Elder and Co, London, 1861, s. 306-307.

[161] William Muir, Annals, s. 346-347.

[162] İbn Kesir, Age, c. VII, s. 439-441.

[163] Zekeriya Kurşun, “Glubb Paşa“, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1996, c. XIV, s. 96.

[164] Zekeriya Kurşun, “Glubb Paşa“, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XIV, s. 96.

[165] Zekeriya Kurşun,” Glubb Paşa“, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XIV, s. 96.

[166] Zekeriya Kurşun, “Glubb Paşa“, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XIV, s. 96.

[167] John Bagot Glubb, A Short History of the Arab Peoples, Quartet Books, London, 1978, s. 64. (sonraki dipnotlarda A Short History olarak geçer).

[168] Hakkı Dursun Yıldız (red. ), Age, c. II. s. 63-64.

[169] İbnü’l-Esir, Age, c. III, s.71.

[170] John Bagot Glubb, A Short History s. 64.

[171] İbnü’l-Esir, Age, c. III, s.71.

[172] John Bagot Glubb, A ShortHistory s. 64, Taberi, Târihu’rRusûl, c. IV, s. 421.

[173] John Bagot Glubb, A Short History, s. 64-65.

[174] John Bagot Glubb, A Short History, s. 65.

[175] John Bagot Glubb, A Short History, s. 64-65.

[176] John Bagot Glubb, A Short History, s. 65.

[177] John Bagot Glubb, A Short History, s. 65.

[178] John Bagot Glubb, A Short History, s. 65.

[179] İbnü’l-Esir, Age, c. III, s.157.

[180] John Bagot Glubb, A Short History, s. 65.

[181] İbnü’l-Esir, Age, c. III, s.157.

[182] John Bagot Glubb, The Great Arab Conquests, Hodder and Stoughton, London, 1963. s. 297 (sonraki dipnotlarda “Arab Conquests” olarak geçer).

[183] John Bagot Glubb, Arab Conquests, s. 297.

[184] John Bagot Glubb, Arab Conquests, s. 299.

[185] John Bagot Glubb, Arab Conquests, s. 304.

[186] John Bagot Glubb, Arab Conquests, s 301, 303.

[187] John Bagot Glubb, Arab Conquests, s. 304-305.

[188] John Bagot Glubb, Arab Conquests, s. 305.

[189] John Bagot Glubb, Arab Conquests, s. 304-305.

[190] Fetih hareketlerindeki başarı faktörleri hakkında bkz: Murat Sarıcık, Age, s. 107.

[191] John Bagot Glubb, Arab Conquests, s. 306.

[192] John Bagot Glubb, Arab Conquests s. 306; Vehhabilik hakkında bilgiler için bkz: Mehmet Ali Büyükkara, “Vehhabilik,” İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 2012, c. XXXXII, s. 611.

[193] John Bagot Glubb, Arab Conquests, s. 306.

[194]  Sabri Hizmetli, “Genel olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1999, c. XXXIX, Sy: 1, s. 49.

[195] Sabri Hizmetli, Ag.m, s. 49-50.

[196] Tahsin Görgün, “Watt, William Montgomery”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c, XXXXIII, s. 148-149.

[197] Tahsin Görgün, “Watt, William Montgomery”, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XXXXIII, s. 149.

198 Tahsin Görgün, “Watt, William Montgomery”, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XXXXIII, s. 152.

[199] Tahsin Görgün, “Watt, William Montgomery”, İslam Ansiklopedisi (DİA), c, XXXXIII, s. 151-152.

[200] Montgomery Watt, Islam Düşüncesinin Teşekkül Devri, (çev: Ethen Ruhi Fığlalı), 4. baskı, Sarkaç Yay, Ankara, ty, s. 12.

[201] Belâzurî, Age, c. VI, s. 208.

[202] Montgomery Watt, Age, s. 12-13.

[203] Taberi, Târihu’r Rusûl, c. IV, s. 421.

[204] Montgomery Watt, Age, s. 13.

[205] Belâzurî, Age, c. VI, s. 138-139; Kûfeli muhaliflerin Şam’a sürgün edilmeleri hakkında bkz: Adem

Apak, Anahatlarıyla İslam Tarihi (2): Hülefâ-i Râşidîn Dönemi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007.

[206] Belâzurî, Age, c. VI, s. 141-143.

[207] Montgomery Watt, Age, s. 13.

[208] Taberi, Târihu’rRusul, c. IV, s. 275-277.

[209] Taberi, Târihu’rRusul, c. IV, s. 275.

[210] Montgomery Watt, Age, s. 13-14.

[211] Montgomery Watt, Age, s. 14.

[212]  Hz. Osman’ın şahsi uygulamalnndan kaynaklanan şikâyetler için bkz: Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Târihi (2): Hülefayi Râşidin Dönemi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 223-226.

[213] Montgomery Watt, Age, s. 11.

[214] İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, (çev: Mehmet Keskin), Çağrı Yay., İstanbul, 1994, c. VII, s. 287.

[215] Montgomery Watt, Age, s. 12.

[216] İbn Kesir, Age, c. VII, s. 371-376.

[217] Taberi, Târihu’rRusûl,Age, c. IV, s. 563-565.

[218] Montgomery Watt, Age, s. 14.

[219] Montgomery Watt, Age, s. 15.

[220] Ethem Ruhi Fığlalı, “Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, A.Ü.İ.F.D, c. XXII, Ankara, 1978, s. 249.

[221]  Sabri Hizmetli, “Genel olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1999, c. XXXIX, Sy: 1, s. 50.

[222] Marshall Hodgson, İslam ’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, çev: Alp Eker, Mutlu Bozkurt ve dğr, Yeni Şafak, İz Yayıncılık, c. I-IV, İstanbul, 1995.

[223] Edmund Burke III, “Hodgson, Marshall G. S,” İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 1998, c, XVIII, s. 211-212.

[224] Edmund Burke III, “Hodgson, Marshall G. S,” İslam Ansiklopedisi (DİA), c, XVIII, s. 211-212.

[225] Edmund Burke III, “Hodgson, Marshall G. S,” İslam Ansiklopedisi (DİA), c, XVIII, s. 212.

[226] Edmund Burke III, “Hodgson, Marshall G. S,” İslam Ansiklopedisi (DİA), c, XVIII, s. 211-212.

[227] Belâzurî, Futûhu’l Buldân, (çev: Mustafa Fayda), T.C. Kültür Başkanlığı Yay., Ankara, 2007, s. 326­328.

[228] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 154.

[229] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 154.

[230] Fethedilen topraklar ve bunların haracı konusuyla ilgili olarak ayrıca bkz: Mustafa Fayda, Age, s. 305­308.

[231] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 154.

[232] Ya’kubi, Ahmed b. Ebi Ya’kub, Târihu’l- Ya’kubi, c. II, s. 59.

[233] İbn Asâkir, Age, c. XXXIX, s. 241.

[234]  Kûfeliler’in Hz. Osman'a muhalefet etme nedenlerinden birinin halifenin halk -özellikle de zayıf kesim- arasında itibarını yükseltmek için onlara para yardımında bulunması iddiası hakkında geniş bilgi için bkz: Mahayudin Yahaya, “Kûfelilerin Miladi VII. Yüzyılın Ortalarındaki Siyasi Muhalefetleri”, çev: Ünal Kılıç, C.Ü.İ.F.D, Sivas, 2002, c. VI, Sy: 2, s. 231-232, Taberi, Târihu’r Rusûl, c. IV, s. 274.

[235] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 154-155.

[236] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 155.

[237] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 155.

[238] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 154-155.

[239] İbn Kesîr, Age, c. VII, s. 301-309.

[240] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 155.

[241] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 156.

[242] İbn Kesîr, Age, c. VII, s. 360-365.

[243] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 156.

[244]  Hariciliğin ortaya çıkışı ve teşkilatlanmaları hakkında geniş bilgi için bkz: Ethem Ruhi Fığlalı, “Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, A. Ü.İ.F.D, Ankara, 1978, c. XXII, s. 245-275; Ethem Ruhi Fığlalı, “Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1975, c. XX, s. 219­247.

[245] Yusuf, 12/40 ve 67; Mu’min, 40/12.

[246] Marshall.Hodgson, Age, c. I, s. 159.

[247] Marshall Hodgson, Age, c. I, s. 159-160.

[248]  Martin Kramer, “Bernard Lewis”, Encyclopedia of Historians and Historical Writing , Fitzroy Dearborn, London, 1999, vol. 1, s. 719-20.

[249]Martin Kramer, “Bernard Lewis”, Encyclopedia of Historians and Historical Writing , Fitzroy Dearborn, London, 1999, vol. 1, s. 719-20.

[250] Bernard Lewis, The Arabs in History, Oxford University Press, (6 th edition) Oxford, 1993, s. 59.

[251] Hz. Peygamber’in Hz. Ömer’in ölümü hakkında kullandığı “Fitnenin Kapısı” terimi ve olayı için bkz: Murat Sarıcık, Age, s. 270-71.

[252] Bernard Lewis, Age. s. 59.

[253] Taberi, Târihu’r Rusul, c. IV, s. 91.

[254] Bernard Lewis, Age, s. 59.

[255] Taberi, Târihu’r Rusul, c. IV, s. 91.

[256] Bernard Lewis, Age, s. 60.

[257] Bernard Lewis, Age. s. 59-60.

[258] Bernard Lewis, Age. s. 60.

[259] Bernard Lewis, Age. s. 60.

[260] Bernard Lewis, Age. s. 60.

[261] Taberi, Târih, c. III, s. 568-569.

[262] Bernard Lewis, Age. s. 60-61.

[263] İbn Kesir, Age, c. VII, s. 371-376.

[264] İbnü’l-Esir, Age, c. III, 409-410.

[265] Ahmet Akbulut, “Hariciliğ’in Siyasi Görüşlerinin İtikadileşmesi”, A.Ü.İ.F.D Ankara, 1989, c. XXXI, s. 333.

[266]  The Institute of Ismaili Studies, “Wilferd Madelung, Biography”, http://www.iis.ac.uk/view person.asp?ID=54&type=auth (14.05.2015).

[267] http://en.wikipedia.org/wiki/Wilferd Madelung#cite ref-1, (11. 05. 2015), The Institute of Ismaili

Studies, “Wilferd Madelung, Biography”, http://www.iis.ac.uk/view person.asp?ID=54&type=auth, (14.05.2015).

[268] İbn Sa’d, Age, c, III, s. 321.

[269] İbnü’l-Esir, Age, c. III, s. 71.

[270]Wilferd Madelung, The Succession to Muhammad: A Study of the Early Caliphate, Cambridge University Press, Cambridge, 1997, s. 80 (sonraki dipnotlarda The Succession olarak geçer.)

[271] İbnü’l-Esir, Age, c. III, s. 184.

[272] Wilferd Madelung, The Succession, s. 80.

[273] İbnü’l-Esir, Age, c. III, s. 157.

[274] Wilferd Madelung, The Succession, s. 81.

[275] Hz. Ömer’in Fey toprakları konusunda çıkardığı karar hakkında geniş bilgi için bkz: Mustafa Fayda, Age, s. 299.

[276] Wilferd Madelung, The Succession, s. 83.

[277] Belazun, Age, c. VI, s. 167-168.

[278] Wilferd Madelung, The Succession, s. 85.

[279] Taberi, Târihu’rRusul, c. IV, s. 340-365.

[280] Wilferd Madelung, The Succession, s. 91.

[281] Wilferd Madelung, The Succession, s. 95.

[282] Wilferd Madelung, The Succession, s. 96.

[283] Wilferd Madelung, The Succession, s. 96.

[284] Belazurı, Age, c. VI, s. 201; 211.

[285] Wilferd Madelung, The Succession, s. 98.

[286] Belazurı, Age, c. VI, s. 201.

[287] Wilferd Madelung, The Succession, s. 99; Belazurı, Age, VI, 211.

[288] Wilferd Madelung, The Succession, s. 104.

[289] Belazurı, Age, VI, 144-147.

[290] Belazurı, Age, VI, 142-143.

[291] Belazurı, Age, VI, 144.

[292] İbn Şebbe, Târihu’l- Medîneti’l- Münevvere: Ahbaru’l- Medîneti’l- Münevvere, Cidde, Dârü'l-İsfahani, 1973. c. IV, s. 1224-1225; Wilferd Madelung, The Succession, s. 101.

[293] Belâzurî, Age, c. VI, s. 225.

[294] Wilferd Madelung, The Succession, s. 100.

[295] Taberi, Târihu’rRusul, c. IV, s. 409.

[296] Wilferd Madelung, The Succession, s. 102.

[297] Wilferd Madelung, The Succession, s. 135.

[298] Mervan b. Hakem’in iç savaşlarda sahip olduğu payı hakkında bkz: İsmâil Hakkı Atçeken, “Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”, S.Ü.İ.F.D, Konya, 2000, Sy: 9, s. 315­344.

[299] Wilferd Madelung, The Succession, s. 136.

[300] Wilferd Madelung, The Succession, s. 106-107.

[301] Belâzurî, Age, c. VI, s. 213.

[302] Wilferd Madelung, The Succession, s. 107.

[303] Wilferd Madelung, The Succession, s. 108.

[304] Taberi, Târihu’rRusûl, c. IV, s. 275-277.

[305] Belâzurî, Age, c. VI, s. 177.

[306] Wilferd Madelung, The Succession, s. 108-109.

[307] Wilferd Madelung, The Succession, s. 110-111.

[308] Taberi, Târihu’rRusul, c. IV, 358-360.

[309] İbnü’l-Esir, Age, c. III, s. 173; Belâzurî, Age, c. VI, 185; W. Madelung, The Succession, s. 112.

[310] Taberi, Târihu’rRusul, c. IV, s. 377-378.

[311] Wilferd Madelung, The Succession, s. 113.

[312] “Patricia Crone”, Institute for Advanced Study, Einstein Drive, Princeton, https://www.ias.edu/people/ faculty-and-emeriti/crone, (13. 05. 2015).

[315] Patricia Crone and Martin Hinds, God’s Caliph, Cambridge University Press, Cambridge, 2003, s. 31­32.

[316] Patricia Crone, Slaves on Horses: The Evolution of the Islamic Polity, Cambridge University Press, 2002, s. 204 (sonraki dipnotlarda Slaves olarak geçer).

[317]  Patricia Crone, God’s Rule Goverenment and Islam: Six Centuries of Medieval Islamic Political Thought, Columbia University Press, New York, 2004, s. 20; (Sonraki dipnotlarda God’sRule olarak geçer).

[318] Patricia Crone, God’s rule, s. 20.

[319] Taberi, Târih, c. III, s. 568-569.

[320] Patricia Crone, Ortaçağ İslam Dünyası’nda Siyasi Düşünce, çev: Hakan Köni, Kapı Yay., İstanbul, 2007, s. 31. (Sonraki dipnotlarda Ortaçağ olarak geçer).

[321] Patricia Crone, Ortaçağ, s. 52.

[322] Patricia Crone, Slave, s. 203-204.

[323] Patricia Crone, Ortaçağ, s. 52-53.

[324] Patricia Crone and M. Hinds, God’s Caliph, s. 30. (23. ve 24. notlar).

[325] Patricia Crone, Ortaçağ, s. 53-54.

[326] Adem Apak, “Hz. Osman'ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usul: İslam Araştırmaları, (Islamic Researches), Sy: 4, Temmuz- Aralık 2005, s. 160.

[327] Patricia Crone, Ortaçağ, s. 28.

[328] Taberi, Târihu’r-Rusûl, c. IV, s. 338.

[329] Patricia Crone, Ortaçağ, s. 28-29.

[330] Patricia Crone, Ortaçağ, s. 29

[331] İbnü’l-Esir, Age, c. III, s. 409-410.

[332] Patricia Crone, Ortaçağ, s. 31.

[333] Martin Hinds, Studies in Early Islamic History, The Darwin Press, Princeton, New Jersey, 1996 s. 30.

[334] Martin Hinds, Age, s. 31.

[335] Martin Hinds, Age, s. 46.

[336] Martin Hinds, Age, s. 46.

[337] Martin Hinds, Age, s. 47.

[338] Martin Hinds, Age, s. 48.

[339] Belâzurî, Age, c, VI, s, 171-172.

[340] Martin Hinds, Age, s. 49.

[341] Martin Hinds, Age, s. 50.

[342] Martin Hinds, Age, s. 50.

[343] Taberi, Târihu’rRusûl, c. IV, s. 397.

[344] Martin Hinds, Age, s. 50.

[345] Martin Hinds, Age, s. 51.

[346] Taberi, Târihu’rRusul, c. IV, s. 379.

[347] Martin Hinds, Age, s. 51.

[348]  Sabri Hizmetli, “Târihi Rivayetlere Göre Hz.Osman’ın Öldürülmesi”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1995, c. XXVII, s. 159-160.

[349] Sabri Hizmetli, Agm, s. 159-160.

[350] Belazurı, Age, c. VI, s. 142-143.

[351] Martin Hinds, Age, s. 51-52.

[352] İbnü’l-Esir, Age, c. III, s. 173.

[353] Martin Hinds, Age, s. 52.

[354] Martin Hinds, Age, s. 52.

[355] Martin Hinds, Age, s. 52-53.

[356] Martin Hinds, Age, s. 53.

[357] Taberı, Târihu’rRusul , c. IV, s. 398.

[358] Martin Hinds, Age, s. 54.

[359] Martin Hinds, Age, s. 55

[360] Martin Hinds, Age, s. 54-55

[361] Ya’kubi, Age, c. II, s. 58.

[362] Ahmet Lütfi Kazancı, “Hakem b. Ebi’l-‘As ve Sürgün Olayı”, U.Ü.İ.F.D, Bursa, 1994, Sy: 6, c. VI, s. 48-49.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar