MÜSTEŞRİKLERİN HZ. OSMAN DÖNEMİ OLAYLARINA YAKLAŞIMLARI
Hazırlayan:
Shamo KAZIMOV
Hz. Peygamber’in vefatını takip eden yıllarda İslamiyet, yapılan fetihler
sonucunda sınırlarını genişletmiş ve Arabistan Yarımadası’nın dışına çıkmayı
başarmıştır. Artık müslümanlar dinlerini rahatlık içinde yaşamakla
beraber, refah içinde yaşamaya da başlamışlardı. Bu İslam’ın başarılı bir
şekilde tebliği sonucunda gerçekleşmiştir. Fakat İslam devleti sınırlarının her
geçen yıl daha da genişlemesi, iyilik ve güzellikleri ile beraber bazı olumsuz
olaylara da neden olmuştur. Bu, esasen fitne veya kargaşa olayları olarak
karşımıza çıkmaktadır. İslam hilafeti de, ilk kez Râşid halifelerin üçüncüsü
olan Osman b. Affan’ın hilafeti yıllarında bu olaylara şahit olmaktayız.
Neticede büyük bir isyanın ardından herkesin gözleri önünde halifenin kendisi
katledilmiştir.
Hz. Osman
döneminde meydana gelen olaylar ve gelişmeler hakkında ve hatta bunların
nedenleri üzerine çeşitli çalışmalar yapılmış ve olaylara farklı yorumlar
getirilmiştir. Bu konuda tarih boyunca İslam alimleri bazen farklı bazen de
aynı fikir ve görüşleri ileri sürmüşler, ciltlerle kitaplar yazmışlarsa da
belli ve ortak bir sonuca varamamışlardır. Herbirinin görüşü aşağı- yukarı
birbirine benzerlik arzetmektedir. XIX. yüzyıldan itibaren Batı aleminin
İslamiyet hakkında bu din hakkında (özellikle de İslam tarihi ve diğer klasik
İslam bilimlerinde) yoğun araştırmalara koyulmaları, İslam dini ve tarihi ile
ilişkili birçok yeni eserlerin yazılmasına neden olmuştur. İslam tarihine dair
yazdıkları kitaplarda değindikleri ve üzerinde ciddi şekilde durdukları konular
arasında, İslam tarihinde ilk defa Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında baş
göstermiş ve onun katline yol açmış fitne ve kargaşa olayları da önemli yer
tutmuştur. Konuyla ilgili kaynak eserleri İslam’ın ilk dönemlerinde yazılmış
kitaplar oluşturduklarından, oryantalistler (Batılı veya gayrimüslim yazarlar)
de bunları kullanmışlar, fakat olaylara kendi görüş açılarından yaklaşmaları
sonucunda Müslüman bilginlerin yazdıklarından farklı (bazen de tam tersi)
birçok görüşlerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Müsteşriklerin bazen
birbirilerinin
görüşlerine
zıt fikirler de ortaya koydukları görülmektedir. Fakat konuyla ilgili unutmamamız gereken diğer bir husus
da, müslüman araştırmacılarının çoğunun, o döneme kutsallık atfederek ilk devir
müslümanlarını hatasız göstermeye çalışmış olmalarıdır. Batılı düşünürlerin ise
daha çok maddeci ve eleştirel bir düşünce zemininde olaylara yaklaştıkları
görülmektedir.
Müsteşriklerin bu dönemdeki fitne olaylarına bakış açılarına, yaklaşım
tarzlarına olan aşırı ilgimden dolayı ben de tez konumu bu mevzu üzerinde
yapmayı düşündüm. Beni bu çalışmayı yapmaya yönlendiren esas nedenlerden birisi
de gayrimüslim birinin, Müslümanlar arasında baş vermiş herhangi bir olaya
yaklaşımları, başverenler hakkındaki düşünce tarzları ve benzeri diğer
yönlerinin neler olduğu konusundaki ilgi ve alakalarım etkili olmuştur. Ayrıca
memleketim Azerbaycan’da da bu konu ile ilgili hiçbir çalışma yapılmamış
olduğundan, tez konumu ilk fitne olayları mevzusu üzerinde yapmayı düşündüm ve
olaylara müsteşriklerin nasıl baktığını sorgulamaya çalıştım.
Tez çalışmamız bir giriş, iki ana bölüm ve bir de sonuç bölümünden
meydana gelmektedir. Giriş kısmında, çalışmanın konusu ve önemi, hazırlama
yöntemi ve metodu, araştırma yapma nedenlerimiz ve kullandığımız kaynakların
kısa bir değerlendirmesi gibi hususların üzerinde durduk. Bu mevzuda çalışan
şarkiyatçıların sayısının çokluğunu nazarı itibara alarak, yalnız dokuz
oryantalisti ve görüşlerini inceledik. Özellikle eserlerinde Hz. Osman dönemi
olaylarını konu edinen müsteşriklerden seçmeye çalıştım. Müsteşriklerin
çokluğundan, fakat yaşadıkları dönemlerin yalnız XIX. ve XXI. yüzyılları
kapsamış olmasından dolayı tez konumuzun birinci bölümünde klasik devir (XIX
yüzyıl ve XX. yüzyılın birinci yarısı) müsteşriklerini, ikinci bölümde ise
yakın dönem (XX. yüzyılın ikinci yarısı ve sonrası) müsteşriklerini ele alıp
inceledik. Önce herbir müellifin biyografisi, eserleri ve faaliyetleri hakkında
kısa bilgiler verdim. Kaynak olarak çoğu oryantalistin kitabını orijinalinden
kullanmamızın yanısıra üç müellifin eserini çevirisinden kullandım. Tüm
oryantalistlerin kullandıkları klasik İslami kaynaklara da müracaat etmeye
gayret ettim. Konumuz hakkında yalnız dokuz oryantalisti ele almam, istediğim
sonuca tam bir şekilde ulaşamayacağımı göstermektedir. Temel İslam
kaynaklarından da yararlanarak konuyu iyi bir şekilde araştırabildiğimi
düşünmekteyim. Fakat hatalarımın olacağı da kuşkusuzdur.
Şamo KAZIMOV Isparta /2015
İslam dininin kısa sürede Arabistan Yarımadası’nın dışında da yayılmaya
başlamasından sonra İslam tarihinde fitne olayları da ilk kez görülmeye
başlamıştır. Bu çalışmamızın konusu da Hz. Osman döneminde ortaya çıkan olaylar
hakkındadır. Esasen bu konuya müsteşriklerin yaklaşımları da son derece önem
arzetmektedir. Ayrıca bu konuyu işlerken, Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) vefatından sonraki yıllarında (özellikle de Hz. Osman’ın hilafeti
döneminde) meydana gelen olaylara ışık tutulmuş, o dönemin fitneye neden
olabilecek birçok hâdiselerine de yer verilmiştir.
Bir tarihsel olayın önemini hıfzeden asıl durum, söz konusu olayın
günümüz toplumlarına etki derecesidir. Bu etkinin olumlu veya olumsuz olması, önemli
değildir. Ancak etkisinin hâlâ devam edip etmemesidaha fazla önem
kazanmaktadır. Etkisi yalnız geçmişle sınırlı kalan ve günümüze hiçbir
yansıması olmayan tarihsel bir olay ise zaman içinde (etkileri farkedilene dek)
ölü bir geçmiş addedilecek, onun hakkında hiçbir araştırma yapılmayacaktır.
Burada ingiliz tarihçisi ve filozofu olan R. G. Collingwood’un şu sözleri tam
da yerine oturmaktadır: “Geçmişin
şimdide yaşadığı tarihsel süreci, şimdi doğduğu zaman geçmişin öldüğü doğal bir
süreçle karıştırmıştır. tarihsel sürecin doğal bir sürece bu indirgenişi
pozitivizmin mirasıdır. Şimdiden kopmuş, salt bir gösteriye dönmüş geçmişin
hiçbir değeri olamaz; sadece doğaya dönüşmüş tarihtir o.”[1]
Tarihsel bir olayın etkisi, ortaya çıktığı dönemden uzun yıllar hatta
asırlar sonrasına kadar tam olarak anlaşılmayabilir. Bu olay üzerinde
çalışılmadığı sürece bilgi yığını olarak kalmaya mahkûmdur. Fakat öyle bir gün
gelebilir ki, birisi kalkar ve bu olayı kendi zamanında (veya daha eski
zamandaki kaynaklara istinaden) bu olayın etkilerinin olduğuna dair belirtiler
veya içinde bulunduğu topluma hakim tarihsel bakış açısının kendi üzerindeki
etkilerini bulabilir. Dolayısıyla bu olayı tarihin karanlıklarına gömülmesinden
kurtarabilir; veya herhangi târihî bir olayı inceleyenlerin çokluğuna rağmen,
onlar, en önemli sonuca varmayabilirler.
Bu bakımdan Hz. Osman’ın halifeliği devrindeki olaylar da büyük öneme
sahiptir. Aradan onbeş yüzyıl geçmesine rağmen o zamanlar başvermiş olayların
etkisini bugün de görmekteyiz. Sonradan İslam aleminde ortaya çıkacak olan
mezheplerin, grupların varolma nedenlerinden biri de bizzat bu fitne olayları
olmuştur. Hatta aslına bakılırsa daha Hz. Osman döneminde bunun ilk
tohumlarının atıldığını ve bazı birbirilerine zıt grupların oluştuğunu
söyleyebiliriz. Bunlar hâkim Emevi ailesi ve onların faaliyetlerine razı
olmayan karşı tarafın mensuplarından oluşan gruplardı. Hz. Osman’ın katliyle bu
ayrılıklar kendisini daha bariz şekilde göstermiş, İslam toplumunda Cemel ve
Sıffin savaşları, Kerbala faciası gibi büyük olaylar meydana gelmiştir. Bunlar
birtakım tarihsel gelişmelerin de etkisiyle hizipleşmenin derinleşmesine neden
olacaktı. Fakat, halifenin katliyle sonuçlanan bu olaylar hakkında tarih boyunca
ister İslam alimleri ister gayrimüslim tarihçiler bir sürü fikirler ileri
sürmüş, konuyu neredeyse tüm ayrıntılarına kadar tartışmışlarsa da ortak ve net
bir karara gelinememiştir.
Aslında müsümanlar arasında ilk anlaşmazlık bu dönemde baş göstermemiştir.
Bunun ilk örneklerine daha Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından, Beni
Sa’ide Sakifesi’nde de görmek mümkündür; veya buna Hz. Ebu Bekr’in halife
seçilmesinden kısa süre sonra yaşanan irtidat olaylarını da misal verebiliriz.
Bunlar, daha ilk dönemlerde bile yeni ve genç İslam toplumunda hem dinî hem de
siyasî-iktisad’i nedenlerden kaynaklanan bir parçalanma eğiliminin varolduğunu
göstermektedir. Ancak Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, daha titiz davranarak kendi
dönemlerinde ihtilafların derinleşmesine veya tekrar yaşanmasına izin
vermemişlerdir. Hz. Osman’ın politika alanındaki yeteneğinin bu iki sahabi
kadar güçlü olmaması, onların devrinde de yaşanma ihtimali olup da
gerçekleşemeyen iç karışıklık olaylarının artmasına yol açmıştı.
Birçok hizbin ortaya çıkmasına sebep olan fitne olayları zamanla devam
etmiştir. Tarih boyunca bazen mezhepler arasındaki sürtüşmeler yoğun bir hal
almış, büyük müslüman katliamlarına neden olmuştur. Bugün de buna benzer bir
dizi olaylara şahit olmaktayız. Her hizbin taraftarları yalnız karşı tarafı
değil, artık, iş o derece ileri gitmiş ki, aynı mezhebin çeşitli fırkalarına
mensup üyeleri birbirilerini dışlamaya başlamışlardır. Tüm mezhepler
kendilerini “Fırkay-i Naciye” (Kurtulmuş Fırka) olarak görmeye başlamış,
birbirlerinden nefret etmeye, kin tutmaya, birbirlerinden kız alıp-vermemeye
kadar işi abartmışlardır. Dinî, iktisadî, siyasî maksatlardan dolayı devam
edegelen bu sorunlar, etkisini zamanla sosyal zeminde de göstermiştir.
Fitne olayları sonucunda ortaya çıkan mezhep, fırka ve grupların sayısı,
tarih boyunca çoğalmış olsa da zamanla çoğu tarih sahnesinden silinmiş ve
günümüze, Sünni ve Şii denilen iki ana akım gelmiştir. Günümüz İslam
dünyasındaki Sünni ve Şii akımları arasındaki tartışmaların odağında ise, Hz.
Osman ve Emevi soyu ile hilafet ve imamet gibi meseleler bulunmaktadır. Bunlar
tek sebep olmasa da bizzat bu konudaki anlaşmazlıklar yüzünden asırlardır bu
iki grub anlaşamamıştır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, tarih boyunca müslüman alimlerin ilk
fitne olaylarına yaklaşımları ve tartışmalarına hiçbiri olumlu sonuç
getirmemiştir. Batı dünyasının İslam dini ile ilgilenmesi ve Kur’an, Hadis,
Tefsir, İslam Tarihi gibi İslam din ilimlerini incelemeye başlamaları
sonucunda, artık XIX. yüzyıldan itibaren, İslam tarihinde yaşanmış ilk fitne
olaylarına onların da bir sürü fikirler söylemelerine rastlanmaya başlanmıştır.
XIX. ve XXI. yüzyıllar arasında batılı İslam tarihçileri bu konu üzerinde
özellikle durmuş, onlar da çeşitli tartışmalara koyulmuş, fakat ortak bir
sonuca varamamışlardır.
Tarihi bir mevzu hakkında yazan kişinin herşeyden önce bir metodu olması,
bunu yazmadan önce belirlemesi gerekmektedir. Çünkü metotsuz yazılacak olan bir
çalışma, arzu edilen sonucu vermeyecektir. Yazdığımız metoda geçmeden önce
tarihçinin yapması ve dikkat etmesi gereken bazı hususlara kısaca değinmek
isteriz. Şöyle ki, herşeyden önce bir tarihçi herhangi bir dönemdeki olayı ele
alırken tarafsız mevki olmalı, ortaya çıkan olaylara karşı kendi çağ ve
toplumundan baktığını unutmamalı, olaylara tek cepheden bakmamalıdır. Bir
olayın siyasî, iktisadî ve dinî olmak üzere çeşitli boyutlara sahip
olabileceğini her zaman gözönünde tutmalıdır. Kaçınılması gereken hususlardan
birisi de kes-yapıştır metodudur. Böyle bir yöntem tekrardan ibaret olup ortaya
yeni hiçbirşey koymamakla sonuçlanacaktır. Zira bu, tarihçinin araştırmacılık,
eleştiricilik gibi hususlarını elinden alacak; veya bu gibi vasıfları
kazanmasına mani olacaktır.
Kendi çalışmamıza gelince ise, bu uyarılara son derece riayet etmeğe
çalıştık. Hz. Osman devri fitne olaylarına, esasen müsteşriklerin görüş ve
yaklaşımlarını vermemizin yanında herbirinin görüşüne analizci yönden
yaklaşmaya çalıştık. O devirdeki İslam dünyasının durumunu, mevcut şartların
hangi yönde değiştiği ve konumuz açısından önemli olan başka faktörleri
gözönünde bulundurmamız için, Hz. Osman’ın kimliği, hayatı ve hilafet
yıllarındaki çeşitli olaylara değindik. Sonraki kısımlarda ise yalnız Hz. Osman
hakkında sözügeden şarkiyatçıların olaylara yaklaşımlarını ele aldık. Önsöz
kısmında da zikrettiğimiz gibi ve okuyucuya kolaylık sağlayacağını düşündüğümüz
için birinci bölümde klasik devir, ikinci bölümde ise yakın devir
oryantalistlerin olaylara yaklaşımlarını incelemeğe gayret ettik.
Herhangi bir olaya oryantalistlerin hepsinin değinmesi sözkonusu
olduğundan aynı olayı birkaç defa (kısa şekilde de olsa) tekrar etmek zorunda
kaldık. Fakat hikâye türünden olan olayları rivayet şeklinde geniş sunmamakla
mevzuyu uzatmamaya özen gösterdik. Zira bu, okuyucuyu usandırabilir. Diğer bir
husus da bunun tam aksidir. Yani, bazı müsteşrikler, fitneye neden olabilecek
önemli bir konuya değinmemişler. Buna örnek olarak, M. Hodgson’un, iç
karışıklıkları daha da derinleşmesine neden olabilecek önemli faktörlerden biri
olan “Mektup olayı”na hiç yer ayırmamış olmasını verebiliriz.
Burada şunu da belirtmek isteriz ki, bu çalışmamızı yaparken herhangi bir
konuda çeşitli müsteşriklerin görüşlerini bir arada değil de her bir
müsteşriğin görüşlerini ayrı ayrı ele alarak planladık. Her müsteşrikin
görüşlerini tespit etmek için onların yazdığı kaynakların ilgili bölümlerini
okuduk. Ayrıca onların ortaya koydukları görüş ve değerlendirmelerin önemli
kısımlarını da ele aldık. Son olarak, kaynaklardan aldığımız her bilgi ve
alıntıyı dipnotlarda gösterdik. Kendi yorum, değerlendirme ve analizlerimize
gelince, bunları değerlendirme cümleleri şeklinde vermeyi uygun bulduk.
Çalışmamızı hazırlarken kullandığımız kaynaklar esasta üç çeşittir:
Müsteşriklerin de bizzat
kullandıkları klasik İslam tarihi kaynakları;
Hz. Osman ve dönemi hakkındaki
gelişmeler ile ilgili yazılmış araştırma ürünü, eser ve makalelerdir.
Müsteşriklerin görüşleri, konumuzun
temel gayesini oluşturduğundan dolayı ilk etapta onların konuyla ilgili
çalışmalarını incelemeye gayret ettik. İslam toplumunda ortaya çıkan ilk fitne
olayları hakkında onların görüş ve yaklaşımlarını ortaya koymak için bizzat bu
konuda yazan oryantalistlerin eserlerinden istifade etmemiz gerekti. Bunlar
arasında klasik dönem müsteşriklerinden William Muir’in iki eserini ele almış
olmamıza rağmen -The Caliphate: Its Rise, Decline and Fall ve Annals
of the Early Caliphate[2]- bunlardan
ikincisi, birincinin sonradan bazı ilave ve değişiklikler yapılarak ve başka
adla isimlendirilerek yeniden basılan şeklidir. Konumuzla ilgili iki kitabından
yararlandığımız başka bir müsteşrik de, onunla aynı dönemde (XIX. yüzyıl)
yaşamış Julius Wellhausen’dir. Burada her iki eserin Türkçeye yapılmış
tercümelerinden istifade ettik.[3] Çalışmamızda
kullandığımız diğer müsteşriklerden nispeten onlara yakın dönemde yaşamış
Batılı yazarlardan John Bagot Glubb’un (Glubb Paşa) eserlerinde[4], müellifin ilk
fitne olaylarına ciddi bir şekilde yaklaştığını görmekteyiz. Bu kaynakların
kullanımını da konumuz açısından tam bir uyumluluğa sahip bulmaktayız. Birkaç
eserinden yararlandığımız başka bir oryantalist ise, kullandığımız müellifler
arasında tek kadın yazar olan Patricia Crone’dur. Onun birkaç eserinde[5] [6] konumuzla
ilgili önemli mevzulara değindiğini gördük.
İlk fitne olayları ile ilgili olarak kitaplarından yararlandığımız diğer
müelliflerin ise, yalnız bir eserini kaynak olarak kullandık. Bunlara
Montgomery Watt’ı ve G. S. Marshall Hodgson’u[7] örnek
verebiliriz. Ayrıca bu yazarların eserleri Türkçeye tercüme edildiği için
Türkçe çevirilerini kullanmayı tercih ettik. Eserlerini kaynak olarak
kullandığımız diğer müsteşrikleriyse şöyle sıralayabiliriz: Martin Hinds[8] [9], Bernard Lewis,9 ve Wilferd Madelung.[10] [11] [12]
[13] Klasik İslam tarihi kaynakları
da tez konumuzu araştırırken istifade ettiğimiz ana kaynaklar oldu. Özellikle
Hz. Osman’ın biyografisi ve hilafeti yıllarında ortaya çıkmış birçok mühim
tartışma ve olayları ilk müelliflerin nasıl aktardıklarını görmemiz için bu tür
kaynaklara da başvurduk. Bu kaynaklar arasında en önemli olanları Taberi’nin
(H. 310/M. 923)11 Târihu’t-Taberi adı ile meşhur olan Târihu
’r-Rusul ve ’l-Mulûk, Belâzurî’nin (H. 279/M. 892- 893)12 Futûhu’l-Buldân ve Ensâbu’l-Eşrâf,
İbn Kesir’in (H. 774/M. 1372)13 el- Bidâye ve’n-Nihâye,
İbnü‘l-Esir’in (H. 637/M. 1239)[14]
el-Kâmil fi’t-Târih, Ya’kubi’nin (H. 292/M. 905’ten sonra)[15] Târîhu’l-Ya‘kûbî,[16] Süyuti’nin
(911/1505)[17]'Târihu'l- Hulefa[18],
İbn Asâkir’in (H. 571/M. 1176)[19]
Târihu Medîneti Dimaşk[20],
Seyf b. Ömer’in (H. 180/M. 796)[21] el-Fitnetü
ve Vak’atu’l- Cemel[22] isimli
eserleri gelmektedir. Tabakât türü eserlere gelince ise, daha çok sahabe
biyografisi üzerinde duran İbn Sa’d’ın (H. 230/M. 845)[23] et-Tabakâtü-l-
Kübra’sından yararlandık. Müsteşriklerden Wilferd Madelung’un İbn Şebbe’nin
(262/876)[24] [25] Târihü'l-Medîneti'l-
Münevvere: Ahbârü'l- Medîneti'l- 25
Münevvere eserini kullanmasından dolayı biz de bu esere başvurduk.
Konumuzla ilgili Türkiye’de yazılmış İslam tarihi ile ilgili kitap ve
makaleler de istifade ettiğimiz önemli yayınlar oldu. Örneğin Hakkı Dursun
Yıldız’ın Doğuştan Günümüze Büyük İslam Târihi kitabının Hülefay-i
Râşidîn ve Emeviler Devri,[26] [27]
[28] Sabri
Hizmetli’nin İslam Târihi, -İlk Dönem-,21 Murat Sarıcığ’ın, Bütün
Yönleriyle Dört Halife Dönemi,2 Mustafa
Fayda’nın Hulefâ- yı Râşidîn Devri: Dört Halife Dönemi[29]
[30]
ve Adem Apak’ın Anahatlarıyla İslam Tarihi (2): Hülefâ-i Râşidîn Dönemi26 isimli
çeşitli kitaplardan faydalandık.
Mevzumuzla ilgili kullandığımız makalelere gelince, bunlar arasında Sabri
Hizmetli’nin “Genel Olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları; Sonuçları ve
Etkileri”,[31] Ünal
Kılıç’ın “Kûfelilerin Hz. Osman’a Muhalefet Etmelerinin Sebepleri”,[32] M. Mahfuz
Söylemez’in “Hz. Osman Dönemindeki Ekonomik
Krizin Garnizon Kentlere
Etkisi- Kûfe Örneği”,55 Ethem
Ruhi Fığlalı’nın “Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler”54 gibi
araştırma ürünü makalelerden yararlandık. Ayrıca, konumuzla bir şekilde
bağlantılı olduğundan İsmail Hakkı Atçeken’in “Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında
Mervân b. Hakem’in Rolü”55,
Adem Apak’ın, “Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Ümeyyeoğulları’nın Devlet
İdaresindeki Yeri”,[33] [34]
[35] [36] ve
“Hz. Osman'ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî Problemler ve Sebepleri
Üzerine Bazı Değerlendirmeler”,[37]
Sabri Hizmetli’nin “Tarihî Rivayetlere Göre
Hz.Osman’ın
Öldürülmesi”[38] başlıklı
makalelerini de kullandık. Bu kaynaklar, Hz. Osman dönemindeki gelişmeleri
muhtevalı bir şekilde ele alarak incelemeleri, Türkiye’deki araştırıcıların
konuya bakış açıları bakımından önemli görüşler sunarlar.
Hz.
Osman’ın Kısaca Hayatı ve İslam Tarihindeki Yeri
Hz. Osman Kureyş
kabilesinin Ümeyyeoğulları kolundan olup, İslam’a ilk giren büyük
sahabilerdendir. Tam adı Osman b. Affan b. el-‘As b. Ümeyye b. Abdi Şems b.
Abdi Menaf b. Kusay olan büyük şahsın annesi, Erva bnt. Kureyz b. Rabia b.
Habib b. Abdi Şems b. Abdi Menaf b. Kusay’dır.
Görüldüğü üzere anne ve babası Abdi Şems b. Abdi
Menaf b. Kusay’da birleşmekte ve bu nedenle Hz. Peygamber ile akraba oldukları anlaşılmaktadır.[39] Kaynaklarda
çoğunlukla Osman b. Affan’ın 82 yaşında katledildiği söylendiğinden,[40] doğum
tarihinin Fil olayından üç sene sonra doğduğunu söylememiz mümkündür. Künyesi
cahiliyye döneminde Ebu Amr olan Osman, İslam’ı kabul ettikten sonra
müslümanlar ona Ebu Abdillah künyesini kullandılar. Zevcesi, Hz. Peygamber’in
kızı Rukiyye’den, Abdullah isimli çocukları olmuştu. Abdullah isimli bu çocuğu,
daha altı yaşındayken bir horozun gözlerini oyması sonucu hastalanmış ve
ölmüştü.[41]
Gençliğinde babasının yanında ticaretle uğraşan Osman, İslam öncesi
dönemde Mekke’nin önemli tüccarlarından addediliyordu. İslami davetin ilk
yıllarında Hz. Ebu Bekir’in delaletiyle Rasulullah’ın yanına giderek müslüman
olmuştu. Böylece o, ilk on müslüman arasına ismini yazdırmış oluyordu.[42]
Ne uzun ne de kısa boylu olan Osman, yumuşak huylu, güzel yüzlü ve sık
sakallı idi. Sakalını sarı renge boyardı. Teni esmer renkteydi.[43] Rasulullah’ın
kendisi hakkında “ Ümmetim içerisinde en hayalı şahıs Osman’dan başkası
değildir ”[44]
veya “Meleklerin haya ettiğinden ben haya duymayayım mı?”[45] söylemesi
onun utangaç, edepli olmasına işarettir. İslam’ı ilk kabul edenlerden olan
Osman Cennetle müjdelenen on sahabiden birisidir. Daru’l-Erkam’da müslüman olan
ve İslam’ın zor günlerinde şiddete maruz kalanlardandı. Ayrıca, birinci Habeşistan
hicretine zevcesi Rukiyye ile katıldığından dolayı Rasulullah onlar hakkında “Şüphesiz
bunlar ikisi İbrahim ve Lut’tan sonra Allah’a hicret eden ilk kimselerdir?”
söylemiştir.[46] Zira
onlar da ailelerini yanlarına alıp Allah yolunda yurtlarını terk etmişlerdi.
Keza onlar, Medîne’ye hicret etmeleri ile de bilinmekteler.[47]
Cömertliği ile de
meşhur olan Hz. Osman’ın Allah ve Rasulu yolunda çok miktarda para harcadığı
kaynaklarda geçmiştir; ayrıca Rume kuyusunu kendi parasıyla alıp müslümanların
hizmetine vermiştir. Müslümanların saylarının her sene daha da artması
nedeniyle Mescid-i Nebevi’ye sığmaz olmuşlardı. Bu zaman, caminin arazisini
genişletmek için paraya büyük ihtiyaç duyulmuş, yine Hz. Osman öne çıkıp kendi
malından harcayarak yakındaki araziyi satın almış bu sorunu çözmüştür. Tebük
gazvesinde de 30.000 kişiden oluşan İslam ordusunun yarısını kendi parasıyla
techiz etmesi onun cömertliğine başka bir örnektir.[48] Hatta
Hz. Osman’ın bu harcamasının ardından Hz. Peygamber kendisi hakkında ””Bugünden
sonra Osman’a (her ne) yapsa zarar vermeyecektir?” buyurmuştu.[49]
Hilafeti yıllarına gelince, bilindiği üzere İslam devleti güç ve kuvvete
sahip olmuş, artık Arabistan Yarımadası dışında fetihlere başlanılmıştı. Önceki
halife Hz. Ömer’in zamanında İran ve Bizans topraklarının bir kısmı Müslümanlar’ın
eline geçmişti. Lakin halife Ömer’in H. 23/M. 644 senesinde namaz kıldırırken
öldürülmesi hem hilafet makamına yeni bir halifenin atanmasını gerektirmiş, hem
de fetih harekâtlarının duraksaması tehlikesini doğurmuştur. Hz. Ömer kendi
yerine hiç kimseyi atamamış, bu işi, kendi oluşturduğu şurayla halletmeyi
karara bağlamıştı.[50] Hz.
Osman hilafet makamına geldiğinde bu fetihler hızlı bir şekilde devam
etmekteydi. Fakat bu hareketler esasen hilafetinin ilk altı yılını
kapsamaktadır. Bu zaman diliminde Afrika, Mısır, Tunus, Trablus’da büyük
fetihler gerçekleştirmek mümkün olmuş,[51] İslam
dini bu yerlere kadar yayılabilmiştir. Onun döneminde Azerbaycan, Dağıstan,
İrminiye ve Gürcistan, Arran bölgesinin fethi tamamlanmıştı. Hz. Osman, Erdebil
merkez olmak üzere Azerbaycan’ın çeşitli yerlerine birlikler de yerleştirmişti.[52]
Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında gerçekleştirilen fetih hareketlerindeki
başka bir yenilik de donanma kurularak gemilerle fetihlere başlanmasıydı. H.
28/M. 648-49 yıllarında gemilerle Kıbrıs’a bir sefer düzenlenmiş, sonuçta ada
barış yoluyla vergiye bağlanmıştı. Bir sene sonra Suriye sahilleri yakınındaki
Ervad (Cyzikus) adası fethedildi. H. 32/M 652-53’te ise İtalya sahillerindeki
Sicilya ve Rodos’a gemilerle seferler düzenlendi. Ertesi yıl Kıbrıs
idarecilerinin vergileri ödememeleri sebebiyle 500 gemilik bir donanmayla
(ikinci kez) Kıbrıs’a sefer yapılmış ve ada fetholunmuştu. Râşid Halifeler
döneminin en büyük deniz savaşı addedilen “Zatü’s-savari” savaşı bu yıllarda
gerçekleşmişti. 200 gemiden oluşan İslam donanması İskenderiye açıklarında II.
Konstans rehberliğindeki 500 gemilik Bizans donanmasını mahvederek Bizans’ın
Doğu Akdeniz’deki hakimiyetine son vermişti. [53]
Tüm bu başarılara rağmen, Hz. Osman’ın başarı ve zafer dolu ilk altı
yıllık hilafet dönemi, yerini fitne ve kargaşa dolu ikinci altı yıllık bir
döneme bırakmaya başlamıştı. Yapılan fetihler neticesinde devletin sınırları
genişlemiş ve hazine dolmuş olsa da, bu dönem kendisiyle beraberinde çözülmesi
güç olan bir dizi sorunları da getirmişti. Yeni fetholunmuş topraklarda farklı
inanca sahip olanları kontrölde tutmak kolay değildi. [54] Diğer bir husus
da ilk iki halifenin hilafeti yıllarıyla kıyaslandığında ortaya çıkar. Mesela,
Hz. Ebu Bekir’in döneminde başkanlık seçimi, irtidat ve irtica hareketleri gibi
birtakım sosyal yönleri de olan kitlesel olaylar yaşanmışsa da toplumu bozucu
etkileri olmadı. Hz. Ömer devrinde de bu konuda hiçbir problem yaşanmadı. Hz.
Osman dönemi ise bitmez bilmeyen fitne olaylarının başlangıcıydı.[55]
Hz. Osman’ın hilafet yıllarının sonları, yoğun fitne olaylarına şahitlik
eden bir devir olmuştur. Arapça bir kelime olan “fitne” tabiri, Kur’an-ı
Kerim’in birkaç yerinde çeşitli manalarda kullanılmıştır. Bunlara mihnet,
bela ve imtihan,[56] [57] azap51 şiddet,[58] küfür[59]
fücur, fısk, şekavet, kavga ve diğerlerini örnek verebiliriz. Hz.
Peygamber’in fitnenin tehlikeli bir durum olduğunu, ümmetin fitneden kaçınması
ve ondan uzak durması hususunda çeşitli uyarıcı hadisleri vardır.[60] Onlardan
birinde kendileri şöyle buyururlar: “İki müslüman birbirine kılıç çekerse
ikisi de ateşdedir.”[61] Fitne
öyle bir devirdir ki, dostu dosta, kardeşi kardeşe mu’minleri bile
birbirilerine düşürebilir. Hz. Osman devri ve sonrası buna en iyi delil
olabilir.
Hilafetinin ikinci altı
yılında fetih hareketleri duraksamış, devletin sınırları dahilinde iç
savaşların tohumları atılmaya başlanmış ve bu süre fitne ve kargaşa olaylarının
daha da derinlik kazanmasına neden olmuştu. Fitneye neden olan olayların
bazılarını şöyle de sıralayabiliriz: Halifenin, sahabilerin elindeki
mushafların yakılarak resmi nüsha teşkil ettirmesi, bazı arazilerin
devletleştirilmesi, halifenin yaptığı yenilikler ve ashaba muamelesi,
Rasulullah’ın mührünü Eris kuyusuna düşürmesi, akrabalarına düşkünlüğü, çok
yumuşak ve merhametli oluşu. Bu ve daha zikretmediğimiz diğer hususlar,
boyutları hergün genişleyen fitne olaylarına ve İslam birliğinin bozulmasına neden
oldu.[62] Bu durum halife
Osman’ın katliyle sonuçlandı.[63] Fakat
bu fitne başka biçimde de olsa İslam alemini terk etmeyecek tarzda devam
edecekti. İleriki sayfalarda Hz. Osman döneminde yaşanan bu gelişmeler ve
kendisine yöneltilen bu eleştiriler hakkında batılı müsteşriklerin ne tür
yaklaşım ve yorumlar yaptıklarını ele almaya çalışacağız.
KLASİK DÖNEM MÜSTEŞRİKLERİN HZ. OSMAN DÖNEMİ OLAYLARINA YAKLAŞIMLARI
Wellhausen’in
Hayatı ve Eserleri
Babası bir Protestan papazı olan J. Wellhausen 17 Mayıs
1844 tarihinde Almanya’nın Aşağı Saksonya eyaletinde Hameln an der Weser
şehrinde doğdu. İlk eğitimini de Hameln’de gördü ve sonra (1859’da) Hannover
Lisesi’ne kaydoldu. 1862’de Göttingem Üniversitesi Teoloji Bölümüne kayıt
yaptırarak burada dinler tarihi ve teoloji eğitiminin yanı sıra İbranice,
Aramice ve Arapça öğrenmeye başladı. Üniversiteyi bitirdikten sonra (1865)
Hannover’de kısa bir süre özel hocalık da yaptı. 1868-1872 yılları arasında ise
yalnız teoloji öğrencilerinin kalmış oldukları bir yurt olan Göttingen
Theologischer Stift’te Mukarrir sıfatıyla çalıştı. J. Wellhausen doktora
unvanını Göttingen Üniversitesi’nde De gentibus et familiis judaeies quae I.
Chr. 2. 4. enümerantur başlıklı teziyle aldı (1870). Bir yıl sonra Der
Text der Bücher Samuelis untersucht (Güttingen) adlı eserini hazırlamış,
kısa bir süre sonra da Greifswald Üniversitesi’ne kadrolu Ahd-i Atik
profesörlüğüne atandı (1871). Fakat buradaki çalışma ve araştırmaları kendisini
1882’de teoloji profesörlüğünden istifa etme noktasına getirdi. O, kiliseyle
bilimsel araştırmanın bağdaşmadığı kanaatine varmıştı. Kendisinin mustafi
sayılması için bizzat mektup yazmıştı. Mektupta kendisinin kutsal kitap
hakkında ilmi çalışmalar yapmak için teoloji öğrenimi gördüğünü, ancak bir
görevinin de öğrencileri kilisede papazlık yapacak şekilde yetiştirmek
olduğunu, bu görevini ise yerine getiremeyeceğini ifade ederek Felesefe
Profesörlüğüne atanmasını talep etti. Talebi kabul gören Wellhausen, aynı yıl
Halle Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde Sami Dilleri Profesörlüğüne atandı.
1885’te ise kadrolu profesör olarak Marburg Üniversitesi Felsefe Fakultesi’ne
tayin edildi. 1892’de Göttingen Üniversitesi Doğu Dilleri Kürsüsü’ne getirildi.
Altmış yaşından itibaren duyma yetkisini de kaybeden Wellhausen, uzun
hastalıktan sonra 7 Ocak 1918 yılında Göttingen’de öldü.[64]
Hayatı boyunca Doğu dilleri ve tarihi üzerine çalışan
J. Wellhausen, 1892’de Göttingen Kraliyet Cemiyeti’ne üye olmuşsa da
toplantıdaki konuşmaları takip edemediğinden bu üyelikten 1903’te ayrılmak
zorunda kalmıştır. 1901 yılında kendisine Prusya Devleti tarafından “Pour le
merite” nişanı verilen Wellhausen’in şerefine, Göttingen Bilimler Akademisi
tarafından her yıl “Julius Wellhausen-Vorlesung” başlıklı konferanslar
düzenlenmekte ve bu konferanslar aynı adı taşıyan seri altında
neşredilmektedir. Böylesi konferanslar, 2007
senesinden itibaren her yıl organize edilmektedir. Carl Heinrich Becker gibi
bir kısım ünlü şarkiyatçılar üzerinde etki bırakan Wellhausen, aynı zamanda
kendisi de ekol oluşturan bir teologdur. Ayrıca o, klâsik
şarkiyatçıların son temsilcilerinden addedilmektedir. tarih, teoloji, filoloji
gibi alanlarda da uzmanlaşmayı başarmış, XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl
başlarında Alman düşüncesinin önemli şahsiyetleri arasında yer almıştır.
Wellhausen akademik hayatına Yahudilik hakkındaki araştırmalarıyla
başlamıştır. Çalışmalarını ise Ahd-i Atik, Ahd-i Cedid ve İslam tarihi gibi
geniş bir alana yaymayı başarmıştır. Onun Tevrat hakkındaki fikirleri oldukça
dikkat çekicidir. Şöyle ki, o, Tevrat’ın bir dönemde, tek bir kişi tarafından
değil farklı dönemlerde farklı kişiler tarafından kaleme alınarak yazılmış,
derleme bir kitap olduğunu savunur.[65]
Wellhausen’in İslam tarihi alanıyla ilgilenmesine (sonralar daha da
yoğunlaşmasına) neden olan faktörü şöyle açıklayabiliriz. Bilindiği üzere İslam
tarihi çalışmaları Yahudilikle ilgili araştmalarının devamı ve Yahudilik de
Hristiyanlığın bir önceki kısmı olduğu için modern kültür açısından daha fazla
önem kazanmaktadır. Yahudiliğin geçmişini öğrenmek için de tarihi verileri
kesin olan İslami kaynaklara başvurmak gerekmektedir. Çünkü bizim döneme zaman
bakımından daha yakın olanı da bizzat bu tarihtir. Wellhausen, Ahd-i Atik’ten
İslam tarihine geçiş yapmanın lüzumlu oluşunu, “Muhammed in Medina” adlı
eserinin giriş kısmında, İsrail tarihinin anlaşılabilmesi için İslam öncesi
putperest Araplar’ın bilinmesinin gerekli olduğu şeklinde açıklar. Fakat artık
inançları değişmemiş Araplar hiç kalmadığından Wellhausen, isteğinin yalnız
İslam tarihinin öğrenilmesiyle gerçekleşebileceğini anlamıştır. Sonuç olarak
İslami kaynakları Yahudiliği anlamak için kullanmış, öğrendiği İslam dini ve
tarihini de bu çerçevede ele almıştır. İslam tarihine dini açıdan yanaşmamış,
bunun bir kültür tarihi olduğunu kabul etmiştir. Çalışmalarını da yukarıda
anlattığımız amacına uygun biçimde gerçekleştirmiştir. Yazarın Yahudilik ve
Hristiyanlıkla ilgili önemli eserlerini şöyle sıralaya biliriz:
De gentibus et
familiis judaeis quae I. Chr. 2. 4. enumerantur, Gottingae : Officina
academica Di eteri chi ana, Göttingen, 1870. (Bu eser, müellifin Doktora
tezidir.), Der text der Bücher Samuelis untersucht, Vndenhoeck und
Ruprecht, Göttingen, 1871), Die Pharisaer und Sadducaer. Eine untersuchung
zur inneren jüdischen Geschichte, (L. Bamberg, Greifswald, 1874), Geschichte
Israel, (Georg Reimer, Berlin 1878), Die Composition de s Hexateuchs.
Wellhausen, Skizzen und (Vorarbeiten, Georg Reimer, Berlin, 1885), Die
kleinen Propheten übersetzt, (Georg Reimer, Berlin, 1892)
İslam tarihi ile ilişkili olan eserlerine ise şunları örnek olarak
verebiliriz: Muhammed in Medina. Das ist Vakidi’s Kitab al-Maghazi in
verkürzter deutscher Wiedergabe, (Georg Reimer, Berlin 1882). Yazarın bu
eseri Kitabü’l-Meğazi’nin kısaltılmış Almanca tercümesidir. Die religiüs-
politischen Oppositionsparteien im alten İslam, (Berlin, 1901). Bu eser,
İslam’ın ilk dönemlerinde, sonradan ortaya çıkmış Haricilik ve Şia’dan bahseder.
Das arabische Reich und sein Sturz, (Georg Reimer, Berlin, 1902). Bu eserine
gelince ise, İslam’ın ilk devirlerinden başlayarak Emeviler’in sonuna kadar
olan tarihi ihtiva eder. Reste arabischen Heidentums, (De Gruyter &
Co. Berlin, 1927). Prolegomena zur altesten Geschichte des Islams,
(Georg Reimer, Berlin, 1899).[66]
Bu kitapları arasında bizim konuyla yakından ilişkin olduğundan, kaynak
olarak ikisini kullanmayı uygun bulduk. Bunlar da “Das arabische Reich und
sein Sturz” (Arap Devleti ve Sükutu, çev: Fikret Işıltan, Ankara Üniversitesi
Basım Evi, Ankara, 1963) ve “Prolegomena zur altesten Geschichte des Islams”
(İslamın En Eski Tarihine Giriş, çev: Fikret Işıltan, Ankara Matbaası,
İstanbul, 1960) adlı önemli eserleridir. Ünlü teolog, bu iki eserinde yalnız
Hz. Osman’ın halifeliği devrindeki olayları değil, Hz. Muhammed’in döneminden
başlayarak (İslam öncesi Arabistan’daki durum da dahil) İslam tarihinde
yaşanmış olayları işlemiş ve kendi görüşlerini de sunmuş olmakla yeni, orijinal
kitap kaleme almıştır. Tabii, İslami düşünceye zıt fikirlerinin bulunmasını da
gayet normal karşılamamız gerekmektedir. Görüldüğü üzere yazılarını esasen Doğu
bölgesi üzere yoğunlaştırmıştır. Eserlerinde olaylara esasen politik açıdan
yanaşmaya öncelik vermiş bulunmaktaydı. Almanca yazdığı kitapları, dünyanın
birçok dillerine ve ayrıca Türkçe’ye de çevrilmiştir.
Wellhausen’in
Hz. Osman’ın Halife Seçilmesine Bakışı
Wellhausen’in, Hz. Osman’ın devrinde ortaya çıkmış fitne olaylarına
değinirken, meseleye farklı tarzda yaklaştığını görmekteyiz. Kendisi gayrimüslim
olduğundan dolayı bunu gayet normal karşılamamız uygun olur.
Bilindiği üzere Hz. Ömer insanlara namaz kıldırırken, Muğire b. Şu’be’nin
İranlı kölesi olan Ebu Lu’lu’ tarafından şehit edilmiş, devletin idaresini de
belirli bir kişiye bırakmamıştı. Sadece önde gelen altı sahabeye aralarından
uygun birini seçmeleri işini bildirmişti. Buna şura denmekteydi. Hilafet
makamına aday olan önde gelen sahabiler Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talib, Talha
b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avftan
oluşmaktaydı.[67]
Wellhausen’e göre bu sahabelerden beşi birleşerek (veya kasıtlı olmadan da
olabilir ama kendilerini bu zor görevden uzak tutmak için), kendi çıkarları
için en tehlikesiz bir zat olan, yumuşak huylu, Ümeyye ailesine mensup Osman b.
Affan’ı seçmişler. Ve fitneye, tüm karışıklığa neden olan da bizzat onlardır.
Bu gibi olayların ortaya çıkmasında etkili olan önemli faktörleden biri, belki
de birincisi Hz. Osman’ın za’fıydı. Zira temelleri tam oturtulmamış,
kendi-kendine işleyen bir devlet nizamı belirlenmemişti. Böyle olunca da tüm
işleri bir arada tutabilmek için güçlü bir şahsa ihtiyaç vardı. Teokrâsinin
kitle halindeki birliği cemaat yüzünden bozulmalara yüz tutmuş ve kısa zaman
içinde bir kısım siyasî-dinî fırkalar ortaya çıkmıştı.[68]
Sonradan Hz. Osman’ın da katline sebep olacak iç savaşlarla aslında Janus
kapısı (Eski Roma’da harp açılır ve ancak harbin bitmesini müteakip kapatılır.
Bu ifadeyle Wellhausen buna işaret etmektedir) açılacak ve bir daha
kapatılmayacaktı. Müslümanların, müslümanlarla savaşmasını tabii İslam dini de
kabul edemezdi. Bununla teokrâsinin temel prensibi ihlal edilmiş oldu. Ayrıca
olaylara bitaraf kalmak da doğru karşılanmamalıydı. Çünkü böyle olduğu
takdirde, İslam için o kadar mühim olan, hak için, açıkça söz ve fiille ortaya
atılmak şartına karşı gelinmiş oluyordu. Olaylara iştirak etmek için bütün
mukaddesatı bir tarafa bırakmak gerekiyordu. Bunun bazıları için kolay olduğu
görülmüş, bilhassa önde gelen yüksek teokratik otoriteler başta olmakla bu
hususta gayet beşeri hareket etmişlerdir.[69]
Wellhausen, konuyla ilgili ele aldığı diğer tanınmış eseri olan “Arap
Devleti ve Sükutu” nda bir şeyi farklı vurgulamış bulunmaktadır. Eğer
yukarıda Hz. Osman’a karşı diğer sahabilerin birleşerek ve kasıtlı olarak böyle
yaptıklarını vurgulamışsa, diğer eserinde altı sahabenin, üstünlüğünü tanımak
istemedikleri için, Hz. Ali’yi atlayarak Ümeyye ailesinden Osman b. Affan’ı
seçmiş olduklarını gösteriyor.[70] Ama
aynı eserin ilerki sayfalarındada tekrar eski fikirlerini destekler mahiyette
devam eder. Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in alevlenmekte olan ateşi
söndürmekte gayret etmediklerini belirterek, onları suçlu gösterir. Bizzat
halifeye karşı belki de, “elleri bağlı olduğundan” (hiçbir şey yapmaya güçleri
olmadığından) yardım edemedikleri için müteessir oldukları numarası
yapıyorlardı. Yani onlar bu olayların sonucunun kendileri için kârlı olacağı
ümidiyle, kargaşanın gidişatını değiştirmek için hiç bir çaba sarf
etmemişlerdi.
Wellhausen’in
Kûfe’deki Hoşnutsuzluklara Yaklaşımı
Bilindiği üzere Hz. Osman’a karşı ortaya çıkan
huzursuzlukların en önemli merkezlerinden birisi Kûfe idi. Yalnız bu şehirde
değil diğer eyaletlerde de durum hergün kötüye doğru gitmekteydi. Hal böyle
iken iç karışıklık halife Hz. Osman’ın hilafetinin sonlarına doğru, dış
savaşların (fetih harekâtlarını kastediyor); ruhları artık sarmamaya başlaması
ile patlak verdi. Sonradan
gelişecek buhranın başlangıcı da
Irak’ın önemli ordugâh şehri Kûfe’de kendini gösterdi. Burada dikkat çeken
önemli bir husus da Kûfe’nin, Bekr, Rebia, Ezd, Kinde, Temim, Kudâ’a gibi
fetihlerde büyük yararlılık gösteren güçlü kabilelerin yerleşim merkezi
olmasıydı.[71] Wellhausen’e göre ise, aslına
bakıldığında Kûfeliler daha halife Hz. Ömer zamanında şımartılmışlardı. Ciddiyetiyle tarihte ün bırakan
Hz. Ömer bile onlara karşı ihtiyatla davranmıştı. O hilafeti devrinde her
yerdeki valilerini mümkün olduğu kadar uzun müddet kendi görevlerinde bıraktığı
halde, Kûfe valilerini, Kûfeliler’in isteklerine uyarak tek hilafetinin son
altı yılı içinde üç kere değiştirmişti. Hz. Ömer’in bu politikasını isabetli
bulan yazarımız, onu işinin ehli addetmektedir.[72]
[73]
Hz. Osman ise Kûfe’ye eski vali Sa’d b. Ebi Vakkas’ı getirdi ise de sonradan ,73
azlederek yerine
kendi akrabalarından olan Velıd b. Ukbe yi atamıştı. Beklenildiği üzere
Kûfeliler Velîd’le de iyi geçinmemişlerdi. Bu yeni vali birkaç Kûfeli
gencin serseri hırsızlığından dolayı idam ettirince onların da babaları intikam
çareleri düşünmüş, kin ateşlerini valinin şahsında söndürmek için İslamı kalkan
olarak kullanmışlardır. Bundan başka Velîd, yakın arkadaşlarından olan Tayy’lı
şair Ebu Zübeyd ile kendi evinde sohbet ederken hemen Kûfeli intikamcılar,
şarap içerken yakalamak ümidi ile gizlice içeri girmişler ama istediklerini
bulamayınca mahcup halde geri dönmüşlerdi. Wellhausen’e göre Velîd’in buradaki
hatası, olanları halifeye şikâyet etmemesi idi.[74] Aslında bunu
düşünmek onun aklından bile geçmemişti. Yani tedbirsiz biriydi.
Kûfe’deki kargaşanın derinleşmesinde ve fitne ateşinin körüklenmesinde
ismi öne çıkan diğer bir şahıs Malik b. Eşter el-Nehâi idi. O, bir gece sohbetinde
vali Sa’îd b. As’ın, Irak’ın verimli arazilerinden olan Sevad topraklarının
Kureyşin bahçesi olduğunu söyleyince, sert şekilde karşı çıkmış ve bu
hareketinden dolayı muhafızlar tarafından dışarı atılmıştı. Malik bu
konuşmalarını başka yerlerde de yaymaya başlayınca vali onu halifeye şikâyet
etmiş, halife de onu (yanındaki on fitneci ile birlikte) Suriye’ye göndermişti.
Suriye’de herkes vali Mu’aviye’ye büyük rağbet gösteriyordu. Buraya gönderilen
Kûfeli fitneciler onun mevkiini bilmiyor olduklarından kendisine hemayar
muamelesi yaptılar. Valinin sakalını ve başını bile tartakladılar. Son derece
sabırlı davranan Mu’aviye sükûnetle onlara: ” Burada Kûfe’de değilsiniz.
Suriyeliler ’im bunu görselerdi, sizin hayatızı ben bile kurtaramazdım’”
demiş ve o da bu fitnecilerin burada kalmasına razı olmamıştı. Sonra Kûfe’ye
oradan yine geriye Suriye’ye gitmiş, ama bu kez Hıms’a- Abdurrahman b. Halit b.
Velıd in yanına gelmişlerdi.
Konuyla ilişkin dikkat çeken başka bir görüşe de Türkiye’de yapılmış
çalışmalarda rastlamamız mümkündür. Bunlar arasında Ünal Kılıç’ın bazı
yorumlarını aktarmayı uygun gördüğümüzden, onları burada zikretmemiz yerinde
olacaktır. Onun fikrince o zamanlar Kûfe’de hâkim unsur Araplar olsa da onlar
kendi aralarında da homojen bir yapıya sahip değillerdi. Kûfe’deki Araplar
Kuzey ve Güney Arapları olmakla iki büyük gruba ayrılmaktaydı. Onların
arasındaysa eskiden devam edegelen bir çekişme sözkonusuydu. Oradaki halkın
büyük kısmını Güney Arapları (özellikle de Yemen asıllı Araplar) oluşturuyordu.
Halbuki yüksek görevlerde (devlet yöneticileri, vali ve amillerin büyük bir
kısmı) azınlığı teşkil eden Kuzey Araplarındandı. İşte bizzat bu faktör Güney
Araplarının yönetimde temsil edilemeyecekleri inancını ortaya çıkarmış, bu da
öteden beri aralarında mevcut olan çekişmeyi daha körüklemeye başlamıştı. Bu
çekişme bizzat Kuzey Araplarından olan Kureyş’e mahsus Hz. Peygamber’in
döneminde değil, sonraki halifelerin de Kureyş’ten olmaları sonucunda
körüklenmişti. Böylece Güney Arapları bu hali kendi aleyhlerine bir durum
olarak algılamış, iç savaşların ve kargaşaların ilk kez Kûfe’de ortaya
çıkmasına sebebiyyet vermişti.[75] [76]
Diğer bir araştırmacı M. Mahfuz Söylemez ise iç savaşlara neden olacak
ilk eleştirilerin nedenlerini fetih hareketlerinin duraksamasında görmüş,
bundan ilk ve en çok etkilenen garnizon şehrinin Kûfe olduğunu kabul etmiştir.
Bu ekonomik kriz Basra ve Fustat’ta da etkisini çok göstermişti.[77]
Wellhausen’e
Göre Müslümanlar Arasındaki Dünyevilik Eğilimleri
Malum olduğu üzere iç karışıklık olayları her geçen gün daha da
yayılmaktaydı. Artık halife ve valilerine karşı duyulan kızgın tavırlar yalnız
Kûfe ile kalmıyor, her tarafa yayılmaya yüz tutuyordu. Wellhausen bu durumun,
müslümanların ilk kez dünyevileştirilmesinden kaynaklanmış olabileceğini iddia
etmektedir. Artık dışarıda yapılan savaşlar sonucunda bol ganimet toplanmış, halk
paraya aldanmış, ahiret gözden kaybolmuştu. Ayrıca Teokrâsi’nin zahiri
vazifeleri ile temeli sağlam inanca dayanan dindarlık da unutulmuştu. Yeni
ortaya çıkmış bu durum, birkaç bölgede bazı sahabilerin hoşuna gitmemiş ve
açıktan açığa protesto etmişlerdir. Dımaşk’ta Ebu Zer, Basra‘da Amir b. Abdkays
bunlardan sadece ikisi idi. Wellhausen bunların sıkıntılarının önemli nedenini
şuna dayandırmaktaydı: Onlar İslam’ın inkişafının daha Hz. Peygamber zamanında
Medîne’de girdiği geniş yola güvenmemişler ve Teokrâsi’nin değişmiş olan büyük
dünya devletinde huzur bulamamışlardı. İslam’ın dünyevileşmesine karşı
aldıkları mühalif tavırla bunlar, hâkim tabaka ile mücadelesi ancak ganimet
kavgası olan siyâsi mühalefet ile aynı seviyede bulunmuyorlardı. Bunlar sayıları
az ve münferit idiler.[78] Yazarımız
böylelerini derin dindarlıklarından dolayı Hristiyan azizlerine de
benzetmektedir. Fakat her zaman mutad olduğu gibi muhalefet, aslında kendisi
ile aynı cinsten olmayan unsurlardan da istifade etmek suretiyle devleti onlara
karşı da kışkırttı. Yani, dindarlık muhalefete ne olursa olsun bir kalkan
vazifesi görmek mecburiyetinde idi. Çünkü devlet bir Teokrâsi idi.[79]
Burada Wellhausen’in bildiğimiz bir Kur’ânî terime özel fikrini sunmuş ve
şöyle düşündüğünü görmekteyiz: İslam’da mevcut iktidara karşı her baş
kaldırmanın parolası ”el-Emru bi ’l-Ma ’rufi ve ’l-Nehyu ‘an-il Munkeri ” olmuştur.[80] Mühalefet
de iç dindarlık yerine umumun anlayıp tatbik ettiği zâhirî zühd ve takva
perdesine bürünmüştü. Halifenin yapması istenilen icraatı, ne kadar faydalı
olursa olsun, hemen bid’at damgası vurularak itirazla karşılanıyordu. Bu
icraatları kısaca şöyle sıralayabiliriz; Mekke’de camiyi genişletmesi ve
Mescid’ül-Haram’ın sınır taşlarını değiştirmesi, Mina’da namazı seferi değil de
mukim olarak kıldırması,[81] Medîne’de
yeni inşa edilen hanesinden cuma günü iki defa cuma namazına davet ettirmesi,
Kur’an nüshalarının çoğaltılarak eyaletlere dağıtılması,[82] Arabistan’da
miri veya savafi[83] otlaklar
(Hima) tesis etmesi.
Hz. Osman’ın verimli arazilerle ilgili yaptığı icraatlara değinirken
Wellhausen şöyle düşünmektedir; sanki hazinenin fethedilen bölgelerde taksim
edilmeyen araziden yeteri kadar malı yoktu da toprak isteyeni bir de
Arabistan’da yerleştirmek mecburdu. Hz. Peygamber ve ilk iki halife bir çok
otlakları ordunun at ve develeri için zaten istimlak etmişlerdi. Burası da bir gerçektir
ki, Hz. Osman’ın yaptığını Hz. Ömer yapmış olsaydı kimse ses çıkaramazdı. Çünki
Hz. Osman bir de Hz. Peygamber’in yüzüğünü kaybetmiş ve Hz. Peygamber’in asası
elinde kırılmıştı. Halk arasında yayılmış rahatsızlığın ve ona karşı patlak
vermiş memnuniyetsizliği abartan başka bir unsur da buydu. Genel olarak
söylersek, Wellhausen’e göre İslam toplumunda ilk kez görülmeye başlamış itiraz
dalgası ve tüm hoşnutsuzlukların sebebi, Teokrâsi’nin umumi olarak
devletleştirilmesi idi.[84]
Wellhausen’in
Abdullah b. Sebe Hakkındaki Görüşleri
Önce şunu vurgulamamız gerekiyor ki, Wellhausen bu konuyu çalışırken Seyf
b. Ömer’i[85] ana
kaynak olarak ele almıştır. Çünkü onunla ilgili haberlere Seyf’de rastlıyoruz.
Bazen Seyf’in yanlış düşündüğünü söylemekten de çekinmemiştir.
Malum olduğu üzere fitneyi ortaya çıkaranlar arasında San’a’lı Yahudi
asıllı Abdullah b. Sebe ismine çok rastlıyoruz. Kaynaklarda ismi çeşitli
şekillerde geçmektedir. Örneğin İbnü’s-Sevda, İbn. Vehb b. Seba. İbnü’s- Sevda
es-Sebe’i, İbn Sebe el-Himyeri, İbn Sebe er- Râsibi el-Hemedani bunlardandır.
Fakat en çok anılan ismi Abdullah b. Sebe olan bu kişi Sebeiyye, Sebaiyye veya
Saibe adlı Şi’i mezhebinin kurucusu sayılır.[86]
İslam’ı sonradan kabul ederek merkeze gelmiş ve kendi
düşüncelerini yaymaya başlamıştı. Bu kişi, ilk defa Hz. Ali’nin Hz.
Peygamber’in vâsisi ve varisi olduğunu[87] iddia eden
kimsedir. Müellif de bu görüşü ile onun, Şia’nın ilk kurucusu olduğunu
düşünmektedir. Şi’a sonradan onun düşüncelerine dayanarak ortaya çıkacak bir
mezhep, siyasî bir fırka haline gelmiştir. Belki de İbn Sebe’nin böyle bir
parti kurmak fikri olmamış, sonraki olaylar böyle bir grubun oluşmasına imkân sağlamıştır.
Fakat onun en azından fitne çıkarmakla müslümanları parçalamayı oluşturmakta
istekli olduğu görülmektedir.
Dolayısıyla gelecekte ismi ne olursa olsun bir muhalif grubun oluşmasını
hedeflediği açıkça sezilmektedir.
İbn Sebe ilk faaliyetine Hicaz’da
başlamış olmakla sonradan Suriye ve Irak ile devam etmiş, nihayet Mısır’da
arzusunu daha çok gerçekleştirebilmişti.[88] Olaylardan
halifenin bizzat haberi yoktu veya olsaydı bile önem vermiyordu. Haberdar
olunca, ilgili yerlere güvenilir kimselerden bazılarını tahkikat için
göndermiş, ama yapılan dedikoduların temelsiz olduğu ortaya çıkmıştı.
Wellhausen gönderilen bu tahkikat hey’eti arasındakilerden yalnız Mısır’a
gönderilmiş Ammar b. Yâsir’in orada İbn Sebe’nin tesirinde kaldığını
söylemektedir.[89]
[90]
Bu arada Julius Wellhausen bir meseleye de değinmeden geçmemiş bulunuyor.
Müellif İbn Sebe ve taraftarlarının oluşturduğu grub hakkında şunları aktarmaktadır:
“Her ne kadar Sebe ’iyye Şi ’i mezhebi olmuşsa da, bu, hilafeti iskat
ve müslümanların birbirine düşmesini intac eden hadise ile ortaya çıkmış
değildir. Hassaten Iran ’lı Şi’iler tarafından geliştirilip Abbâsilerin ve
onlardan sonra daha bir çok iktidar müddeilerinin başarılarını borçlu
oldukları, mühabir ve ajanlar vasıtası ile suni ve gizli şekilde ihtilal
hazırlamak sistemi, bu en eski devir müslümanlarına tatbik edilecek bir şey
değildi. Çünki bu sonuncular henüz Araplardan ibaret olup, Araplarda da
münferit şahısların birbirinden uzak, geniş ülkelerde gizli tertipler
kurabilmelerini imkansız kılan kabile asabiyeti henüz ayakta durmakta idi. Hem
de devlete karşı henüz hiç bir korku hissedilmediğine göre gizliliğe ne hacet
vardı! Bunun gibi Ali ’nın dini bakımdan ilahlaştırılması, bu husus o zaman
için mümkün olsaydı bile, herhalde pek tutacak bir şey değildi.-'1"
Müellifin görüşünce buradaki Hz. Ali’nin taraftarları Mu’aviye’nin
taraftarı olan grub gibi ancak siyasî bir parti olup, dini mezheple hiç bir
ilişkisi yoktur. Aslına bakılırsa bu doğru yaklaşımdır. Çünkü hiç bir kaynakta
Hz. Ali ve Mu’aviye arasında sonradan görülecek ihtilafın temelinde namaz,
oruc, zekat, hac gibi önemli konularda bir sıkıntıya rastlanılmamaktadır. Demek
ki, onlar arasındaki problem yalnız siyâsi alandadır. Bu hem de o dönemde
herhangi bir mezhebin daha oluşmadığını gösterir.
Fitne ateşinin körüklenmesinde tarihçiler Abdullah b. Sebe konusuna yer
vermiş olsalar da bazıları bunu kabul etmemiş, böyle bir kişinin varlığından
kuşku duyduklarını iddia etmişler. Belâzurî böyle bir kişinin ismini Hz. Osman
ve Hz. Ali dönemleri dahil olmakla yalnız bir yerde zikreder. Taberi ve onun
râvîlerine gelince, bu iki dönemde fitne olayları sırasında onu ve
taraftarlarını kısaca zikretmişlerse de o zamanlar ortaya çıkmış olduğu iddia
edilen Sebeiyye fırkasını unutmuşlardı.[91] Durum
ne olursa olsun Wellhausen bu konuyu ele almış ve kendi yorum ve
değerlendirmelerini yukarıdaki tarzda sunmuştur.
Wellhausen’e
Göre Hz. Osman’a Karşı Olan Sahabiler ve Emeviler’in Tutumları
Alman şarkiyatçı Welhausen, Hz. Osman’a karşı mühalefetin asılreisleri
hakkında konuşurken onların bizzat Medîne’de aranması gerektiğini önemle
vurgulamaktadır. Wellhausen diyor ki, bu şahıslar Hz. Peygamber ve ilk iki
halife döneminde Teokrâsi’nin yüksek meclisini teşkil etmiş, Hz. Peygamber’in
en yakın ve en eski arkadaşları idiler. Bunlar İbn Avf, Hz. Ali, Talha, Zübeyr
ve Sa’d b Ebi Vakkas’dan oluşan beş kişilik küçük bir gruptu. Hatta Hz. Ayşe de
bunlara dahildi. İşte bunlar kendi aralarında Hz. Osman’ı en suya sabuna
dokunmaz bir şahıs olarak, hilafete seçmişlerdi. Ama zamanla seçimlerinde
yanıldıkları tezahür etmişti. Çünkü onun za’fı kendilerine değil, bilerek veya
bilmeyerek kendini terk ettiği ailesine yaramıştı. Hz. Osman’ın mensubu olduğu
Emeviler, hicretten hemen sonra Kureyş’in riyasetini ele geçirmiş ve Hz.
Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem’e karşı mücadelenin başında
bulunmuşlardı. Mekke siyâsi ehemmiyetini kaybettiğinden dolayı, Ümeyyeoğulları
Medîne’ye gelmiş ve orada pek kısa zamanda idareki yönetime yaklaşmışlardı.[92]
Bu konuda ilginç olan diğer bir şey de putperest Kureyşliler’i imha ile
tehdit eden akımın, onları daha da yükseklere kaldırmış bulunmasıydı. Aslında
Emeviler hâkimiyete bizzat Hz. Osman’ın devrinde ulaşmış oluyordu. Örneğin bir
müddet önce Kûfe’ye atadığı anabir kardeşi Velîd b. Ukbe’yi H. 30/M. 651
yılında içki içtiğinden dolayı görevinden almasına rağmen, onun yerine diğer
akrabası olan genç Sa’id b. As’ı tayin etmişti.[93] Keza
bundan önce halife Basra’ya da Emeviler’den Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh’i vali
olarak atamıştı. Bununla da o, her yerde Emeviler’i tayin etmiş ve dolayısıyla
iktidar onların ellerine geçmiş oluyordu. Yine bizzat Medîne’de halife, kâtibi
olarak Mervan’ı atamış, İfrikiye bölgesinin beşte birini ona (Mervan’a)
bağışlamıştı.[94]
Dımaşk’taysa Mu’aviye’nin daha Hz. Ömer devrinden vali olduğu bilinen bir
gerçekti. Bunlar da sonradan görülecek fitne olaylarının zühurunda etkileyici
bir unsurdu aslında.
Wellhausen’e göre Hz. Peygamber’in diğer büyük sahabeleri, kendilerini,
Emeviler’e verilen böylesi yetkiler karşısında ikinci plana atılmış veya en
azından tehdit edilmiş hissediyorlardı. Düşmanlık için tam da yeterli sebep
vardı artık. Emeviler, İslam’ı yok etmek için elinden gelen herşeyi yapmış olan
eski putperest âsillerdi. Diğer büyük sahabiler ise kökü tamamiyle İslam’a
dayanan gerçek Teokrâsi âsiller idi. Onlar, soylu müşrik ailelerii tarafından
arka plana atılmayı bir türlü kabul edemiyorlardı. Aslında bunlar da Kureyşli
idiler ve hiç bir şekilde Hz. Peygamber’in kabilesine mensubiyetlerini bir
tarafa bırakarak, İslam’a ettikleri hizmeti, iktidara liyakat için yeterli
görmüyorlardı. Bunu anlayan ashap grubu da artık Hz. Peygamber’in en önde gelen
taraftarları oldukları özelliklerini göstermeye başlamış olduklarından ortaya
çıkan sahne de çok karmaşıktı. Hatta Ümeyyeoğulları’na mensup olmayan ashap
grubu, önce halifeyi ayırmaya gayret etmiş, bununla da Hz. Osman’ın Medine’deki
nüfuzunun temellerini zayıflatmış bulunmuşlardı. Artık bu hareketleri ile
onlar, Araplar arasında halifeye karşı hoşnutsuzluğun yaranmasına neden
olmuşlardı.[95]
Wellhausen’in
Fey Gelirlerinin Paylaşımına İlişkin Görüşleri
Konuya geçmezden önce “fey” kelimesinin ne anlama geldiğini kısa olarak
anlatmakta yarar vardır. Sözlükte “geri dönmek, şekil değiştirmek” (isim olarak
“gölge”) anlamlarını veren fey, terim olarak gayrimüslimlerden alınan haraç,
cizye, ticari mal vergisi (üşür) ve diğer bazı gelirleri ifade eder. Bazıları
bu terime, ganimet de dahil olmak üzere gayrimüslimlerden alınan her türlü malı
içine alacak şekilde geniş bir anlam vermişse de yaygın görüşe göre ganimet
feyin kapsamı dışındadır.[96]
[97] [98]
Fey kelimesi Kur’an-i Kerim’de fiil olarak iki farklı yerde üç defa “geri
dönmek, vazgeçmek,'”91
manasına gelmekte olup, başka üç ayette de “ganimet olarak vermek”9 anlamında
geçmektedir. Medine yakınlarında yaşayan Beni Nadir yahudilerinin bölgeden
sürülmesi ve savaşsız olarak mallarının ele geçirilmesinin ardından Haşr
suresinin ilk on ayeti nazil olmuştu. Bu ayetlerde gayrimüslimlerden alınan
mallar hakkında fey kelimesi kullanılmıştır. Halbuki bu olaydan yaklaşık bir
sene önce gerçekleşmiş Bedir Gazvesi’nden sonra ganimetlerin paylaşımı ve humus
denen verginin bir hissesinin Allah ve Resulü’ne ait olduğunu bildiren Enfal
suresinin ilk ayeti nazil olmuştu. Bu surenin 41. ayetinde ganimetlerin
taksimiyle ilgili hükümler indirilmişti. Haşr suresinde inen ayetlerin
Enfal’deki ayetlerden farklı hükümler içermiş olabileceği gözönünde tutularak
fıkıh âlimleri de tarih boyu bu konuda farklı görüşler söylemişlerdi.[99]
Dönemin en güçlü devletinden biri haline gelen İslam devleti, bilindiği
üzere durmaksızın yaptığı Futûhat içerisinde arazileri her gün genişlemekte ve
gelirleri de artmaktaydı. Ganimet olarak bildiğimiz bu gelirleri, Wellhausen
açıktan açığa yağma, çapulculuk olarak görmektedir.[100] Bu
gelirlerin daimi olan seferler sayesinde mutemadiyen akıp geldiği müddetce,
devletin, o zamanlar kendilerinin ne yapacaklarını daha bilmedikleri fey’e,
itaat altına alınanların menkul olmayan mülklerine ve şahıslarına el koymasına
aldırış etmemişlerdi. Ama gelişmekte olan olaylar ve zaruretler ganimetin en
değerli kısmını ellerinden kaçırmış olduklarını kendilerine göstermişti. Fey’in
yıllık tutarı kendilerine verilmiş olsaydı bile yine ses çıkarmayacaklardı. Ama
görüldüğü üzere bu da yapılmamıştı.[101]
Gayrimüslim tebeadan alınan cizye vergileri de diğer vergilerle birlikte
devletin hazinesine akıyordu. Ancak yazara göre devlet bu vergileri savaşçılar
arasında maaşı uygun paylaştırmıyordu. Yani bir bakıma şöyle söylüyordu:
Muhtevası orduya ait olduğu halde, kesenin ağzı devletin elindeydi. Futûhatlar
ordu tarafından yapılıyor olduğu halde ne kadar ilginçtir ki, devlet arazi ve
şahısları taksim etmemek ve bunların vergi kuvvetlerini eline geçirmek
suretiyle ordudan ayrı, özel, mustakil bir duruma geçmişti. Demek ki, ordu,
devletin istediği yüksek mikyasta tevcih ettiği veya geri alabildiği maaşlarla
devlete bağımlı hale gelmişti. Bunun tanımını kısa şekilde şu ifadeyle de
verebiliriz: önceleri devlet ordu sayesinde yaşarken, şimdi ordu devlet
sayesinde yaşayacak hale gelmiş bulunuyordu. Ayrıca, bunlar haraçtan gelen
paranın devlete değil, kendilerine ait olduğunu, bunların mâl-ı Allah
değil malü’l müslimin olduğunu iddia ediyorlardı. Fey gelirlerinin
taksim edilmesini ısrarla talep edenler de fırsat bulunca eyaletlerdeki devlet
kasalarını yağmalıyor ve bu kasalarda fazla kalan paranın devletin ana
hazinesine geçmesine mani olmak istiyorlardı. Yani devlete karşı duydukları
hınçlarını onun eyaletlerdeki paralarına hükmeden memurlarına
yöneltmekteydiler.[102]
Julius Wellhausen, bu protesto ile ilgili olarak şunu da söylemektedir
ki, aslında bu olumsuz tavırlar, Hz. Osman’a değil Hz. Ömer’in yönetim
sistemine karşı idi. Konuyla ilgili olarak şöyle diyor:
”Fey ’i ordunun elinden alarak, her ne kadar
“Peygamber tarafından bizzat takip olunan hazine menfaati politikasına uygun
olarak, fakat yine de Kur’an’ın ahkamı zıddına devlete vermiş olan Ömer idi. Bu
mevzudaki kızgınlığın Ömer devrinde değil de önce Osman zamanında uyanmış
olması, zamanın değişik mahiyeti ile değil, hükümdarın değişik olan şahsiyeti
ile de izah edilmelidir. ”[103]
Aslına bakılırsa Hz. Osman’da, selefi (Hz. Ömer) gibi amirane otorite
politikası yoktu. Bunun için de, Hz. Ömer zamanında cesaret edilemeyecek
hareketlere kendisinin maruz kaldığını söylerken Hz. Osman doğrudan doğruya
haklıydı. İşte vali ve memurların ego hisleri, hoşlarına gitmeyen Hz. Ömer
devrine nazaran bizzat bu dönemde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış bulunuyordu.
Tabi ki, bir de bunlar Ümeyye ailesine mensupsa sonrasını düşünmeye gerek de
yok. Bu zikredilenlerden Wellhausen’in kastettiğini kısa olarak söylersek eğer,
devlet, eyaletleri kemirme iznine sahip birkaç görevli şahsın çiftliği haline
gelmiş durumdaydı.[104]
İsyancıların
Medîne’yi Basmaları ve Hz. Osman’ın Katli
Her geçen gün diğer eyaletlerin yanısıra Medine’de de durum
kötüleşmekteydi. Birzamanlar birbirilerine kardeşcesine sıkı bağlı olan ashabın
büyükleri arasında artık eski sevgi kaybolmaya yüz tutmuştu. Bunlardan biri de
Medine’deki sahabilerden Abdurrahman b. Avftı. Hz. Osman’ın hatalarından dolayı
kendisine karşı tutumunu değiştirmişti. Ona eskisi gibi değer vermiyor bazen de
kaba davranıyordu. Ayrıca, Hz. Peygamber’in hanımı Hz. Ayşe de maaşını azaltmış
olan halifeye karşı eski tutumunu değiştirmişti. Bu hareketleriyle onlar,
halifenin düşük olan nüfuzunu daha da yıpratmış oluyorlardı. Wellhausen, bu ve
diğer sahabilerin halifeye karşı mücadeleye kendisinin gözü önünde ve
Medineliler’in yardımı ile girişmek istemediklerini düşüncesindedir. Sanki
herşeyi zamana bırakmış durumdaydılar.[105]
İşler
her gün isyana doğru yeni bir adım mahiyetindeydi. Bu arada Medîneliler H.
34/M. 655 yılında eyalet halkına böyle bir mektup yazdılar:
“Gaza yapmak
istiyorsanız, bunun yeri şimdi Medine’dir.” Bu haber önce Kûfe’de isyana sebep
oldu. Hatta Mekke’den geri dönen vali Sa’id’in bile şehre girmesine karşı
çıktılar. Halife de ortayı sakinleştirmek kastıyla onun yerine arkadaşı
olmadığı halde Ebu Musa’yı, âsilerin isteği üzerine Kûfe’ye vali tayin etti.
Ama bu kez de Wellhausen’e göre Mısırlılar, Medîne’ye yönelmeyi karara
bağladılar. Sebebi de şu idi: Devletin otoritesi daha H. 28/M. 649 yılında
Mısır’daki Umeyyeoğulları tarafından alınmıştı. İşte Amr b. ‘As da bu yüzden
halifeye duşman kesilmiş, ona karşı koymaya başlamıştı. Ayrıca Hz. Ali’nin
oğulluğa götürdüğü Ebu Bekirin oğlu Muhammed ile Hz. Osman’ın kendi
yetiştirmesi olan Muhammed b. Ebi Huzeyfe kendilerini bir şey zannetmeye
başlamış, Abdullah b. Ebi Serh’in bir deniz seferi esnasında, hakiki cihadın
geride bırakıldığı görüşlerini ileri sürerek kendi gemileri ile donanmadan
ayrılmışlardı. Bunlar da Hz. Osman’ı malum sebepler yüzünden itham etmeye başlamış
olmakla fitne tohumlarını atıyorlardı. Bu olaylar süregelirken tarih H. 34/M.
655 senesini gösteriyordu.[106]
Wellhausen’e göre bir sene sonra yeni bir olayın yaşanması da durumuun
kötüleşmesine etki yapmkıştı. Beş yüz Mısırlı, İbn Üdeys el-Belevi komutasında
iç duşmana karşı Allah rızası için savaşa davet edilince hepsi de icabet
etmişlerdi. Muhammed b. Ebi Bekir de onlara katılmış bulunuyordu. Onlar Zu
Huşup’ta konaklamış, taleplerini halifeye buradan bildirmiş, kabul etmediği
takdirde zor kullanacakları ile tehdit etmişlerdi. Dikkat çeken bir husus
Medînelilerden çok az kişinin halifeyi savunması idi. Çoğunluk bu isyancı grubu
himaye etmekteydi. Hz. Osman büyük bir hilafetin rehberi olmasına rağmen hiç
bir şey yapamıyordu. Çünkü iktidarını destekleyecek kuvveti dahi yoktu. Bizzat
bu nedenle âsilerle anlaşmak zorunda kalmıştı. Muhammed b. Mesleme aracılığı
ile yapılan anlaşma sonucu Mısırlılar geri döndüler. Onlar uzaklaşır uzaklaşmaz
Hz. Osman bu kez Mervan ve Beni Umeyye’nin diger mensupları tarafından teşvik
edilerek tekrar canlanmıştı. Hatta Cuma hutbesinde Mısırlılar’ın haksız
olduklarını anladıklarını ve bundan dolayı geri döndüklerini ihtiva eden bir
konuşma yaptı. Konuşmasının ardından Medîneliler içinde ona karşı sert tepkiler
görüldü. Seslerini yükseltmekle yetinmeyerek bir de kendisini taşladılar.
Halife bayılmış halde evine götürülmüş olmakla beraber bir daha camide hiç bir
zaman görülmeyecekti.[107]
Bu durum bizlere bir daha gösteriyor ki, artık fitne Medîne’ye, halifenin
tam da evine kadar ulaşmıştı. Burada halifenin acele davranması eleştirilmesi
gereken hususlardandı. Hemen böyle bir çağrıya icabet etmeseydi belki de bunlar
yaşanmayacaktı. Bu hareket zaten yayılmaya yüz tutmuş fitnenin dalgasını biraz
da derinleştirmiş oldu. Zira artık Medîneliler evinin etrafından
dağılmayacaklarını bildirerek bunda israr etmişlerdi. Ayrıca âsiler hakkındaki
konuşması kendilerine yetişmiş olduğundan onlar tekrar geri dönmüş ve dönme
sebeblerine başka bir delil de eklenmişti. Bu kez onlar halifenin imzası olan
mektupla gelmişlerdi.[108] Mektupta
Hz. Osman’ın vali İbn Ebi Serh’i azledecek yerde dönekçesine ona âsilerin
reislerinin geri döndüğünde öldürülmesi emrini ifade eden yazı yazılmış
bulunuyordu. Mısırlılar’ın sorgulaması üzerine halife yazıdan habersiz olduğunu
dile getiriyor, böyle bir şey yapmadığını bildiriyordu. Baskılar artınca artık
istifa teklifleri de söylenmeye başlanmıştı. Ama halife bu fikri reddediyordu.
Bizzat bundan sonra Hz. Osman Mısırlılar tarafından muhasara olundu. Ve
kendisine su verilmesi bile yasaklandı.[109] Onu koruyanlar uşakları,
mevalisi ve bir kaç Ümeyyeli idiler.
Biz muhasaracı âsilerin her küçük hareketinin birer fitne aleti olduğuna
şahit oluyoruz. Bilindiği üzere ilk katl olayını gerçekleştirenler müdafilerdi.
Onlar yukarıdan taş atarak eski ashaptan Niyar’ı öldürmüşlerdi. Tabii bu hiç de
küçümsenecek bir olay değildi. Bu ana kadar herşeyi fitneye alet edenler böyle
bir fırsattan da maksimum yararlanmayı başardılar. Katili Hz. Osman’dan talep
edince halife de teslim etmeyeceğini bildirmişti. Ardınca da isyancılar kendilerini
daha haklı görerek çekinmeksizin eve girmiş ve halifeyi kılıç darbeleriyle
katletmişlerdi. İçeri girerek katli gerçekleştirenlerin Kambere, Seyyidan ve
Akib isimli üç kişinin, son halledici darbeyi ise Kinane b. Bişr et- Tucibi’nin
vurduğu önemli kaynaklarda yer almaktadır.[110]
Wellhausen’in
Medîneliler Hakkındaki Yorumu
Olayların gidişatını incelemeğe koyulan Wellhausen konuya ilişkin
dikkatleri kendine çekecek bilgiler sunmaktadır. Wellhausen’in tüm bu olanlarda
suçun tamamile Medîneliler’de olduğu görüşünü desteklediğini görüyoruz. O, bu
konuda bazı tutarlı deliller de sunmaktadır. Örneğin, onun fikrince eğer halk
isteseydi Mısırlılar’a karşı bır kaç yüz kişilik orduyu kısa sürede toplayabilirdi.
Hem burası kendi toprakları idi. Mısırlılar ise bu yerlere onlar gibi muttali
değillerdi. Yazarımız onları bir anlık geriye püskürtebileceklerinin ama bunu
yapmadıklarının üzerinde önemle durmaktadır. Mısırlılar’ın hareketlerine göz
yummakla beraber halifeye taaruza başlayanlar da bizzat Medînelilerdi. Ayrıca
Wellhausen, yerel halkın bu işin sadece ikmalini Mısır’dan gelenlere havale
ettiklerini söylemektedir. Hatta bununla da yetinmeyerek âsilere yardımda
bulundular. Âsileri şehre getiren Amr b. Hazm olmuş, onların halifenin yanına
varma imkanını da bizzat kendisi ayarlamıştı. İsyancıların onun evinin
üzerinden geçerek Hz. Osman’ın odasına girmeleri bunu açıkca ispatlamaktadır.
Ayrıca Rifa’a b. Rafi veya Ubeyd b. Rifa’a’nın kapıdaki mücadeleye iştirakını
zikredilenlere başka bir delil olarak sunmaktadır. Başka bir önemli husus da
ilk katl olayında öldürülenin (Niyar’ın) Mısırlı değil, Medîneli olmasıydı.
Yani bu olay çıkınca oradaki Medîneliler’den bir çoğu durumun daha da korkunç
hal aldığını gördüklerinden oradan uzaklaşmayı uygun görmüşlerdi.
Wellhausen, bunu yapmalarındaki kasıtlarını, zahiren ellerini bu kirli işe
sokmadıklarını göstermek istemeleri şeklinde yorumluyor.[111]
Yazarın bu konuda
değindiği diğer kişiler de mu’minlerin annesi Hz. Ayşe ve ashaptan Amr b.
‘As’tır. Bunları tehlikeli şahıslar olarak görür. Ona göre, Amr b. ‘As
Mısırlılar’ı halifeye karşı kışkırtmış, kendisi ise Filistin’e çekilerek
hasretle kanlı sonucu beklemişti. Wellhausen bunlarla da yetinmeyerek ashabın önde
gelenlerinden olan Hz. Ali, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’ı da bu
olayda en suçlular arasında görüyor. Hepsinin Medîne’de bulunmasına
rağmen bir işi yapmamaları onu böyle sözler sarf etmeye götürmüş olabilir. O,
ateşi körükleyenlerin bizzat bunlar olduğunu ama söndürmek için hiç bir
teşebbüsde bulunmadıklarını da önemle vurgulamaktadı.[112] Ayrıca İslam
tarihi kaynaklarından da gördüğümüz gibi, Mısırlı isyancılar Hz. Ali’ye,
Kûfe’den gelenler Zübeyr b. Avvam’a ve Nihâyet Basra’dan çıkan âsiler grubu da
Talha b. Ubeydullah’a bi’at etmek üzere Medîne’ye gelmekteydiler.[113] Ünlü
yazarın bu büyük sahabiler hakkında yukarıdaki fikirleri söylemesinde bizzat bu
faktörün de önemli rolü vardır.
Yukarıda da görüldüğü üzere, esasen ashabın ileri gelenlerini suçlu bulan
ünlü müsteşriğin, burada diğer üç büyük sahabeye karşı farklı tavır takındığını
görmekteyiz. Bu kişiler Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Abdullah b.
Ömer’dir. Wellhausen fitne ateşinin körüklenmesinde bunlardan hiçbirini itham
etmemektedir. Bu iddiasını ortaya atarken de tutarlı deliller sunduğunu
görmekteyiz. Bu şahıslardan ilki, olaylardan önce ölmüş, diğer ikisi de
kendileri geri çekilmişlerdi.[114]
Son olarak ise en büyük suçun Talha ve Zübeyr’de olduğunu iddia ediyor.
Hz. Ali’ye gelince de bu konuda devamla şöyle diyor:
"Ali ’nin hilafetin kısa zamanda kendisine sebep olmak üzere,
olayların inkişafına mudahelede bir menfaati yoktu. Esasen çok yaşlı bulunan
halifenin katli ile kendi hakkı zayıflamış, muvaffakiyet ümidi tehlikeye düşmüş
ve durumu ehemmiyetli surette kötüleşmiş oluyordu. Buna mukabil, Talha ve
Zübeyr ’in bu gayri meşru hadisede, bunun Ali’ye, neticeden istifade ediyormuş
görünmesi sebebi ile büyük zararı dokunacağını düşünebilecekleri cihetiyle,
büyük menfaatleri mevzuu bahisti. Her şey normal seyrini takip ettiği takdirde
bunlar Ali ile rekabet edecek vaziyette bulunmayacaklardı. ”[115]
Hz. Osman’ın muhasarası sırasında büyük sahabilerden bazılarının hiçbir
tepki göstermediklerini kabul eden S. Hizmetli, pâsif davranmalarına rağmen
halifeye bağlılıklarını kaybetmediklerini ve çocuklarıyla onu savunmaya
çalıştıklarını söylemekle bir bakıma Wellhausen’in bu görüşüne katılmadığını
ifade etmiştir.[116]
Wellhausen’in
Hz. Osman’ın Katli Sonrası Durum Hakkında Söyledikleri
Bilindiği üzere olayların şu veya bu tarzda akışı son olarak Hz. Osman’ın
katledilmesiyle sonuçlandı. Halife H. 35/ M. 656 senesi, Zilhicce’nin
onsekizinci günü odasına giren birkaç kişi tarafından katledilmişti. Halifenin
odasına giren kişiler arasında Muhammed b. Ebi Bekir, Sudan b. Humran, Kinane
b. Bişr et-Tucibi vardı. Öldürücü darbeyi halifeye Kinane b. Bişr et- Tucibi
vurmuştu.[117]
Hz. Osman’ın âsiler tarafından katledilmesinin ardından hilafet makamı
boş kalmıştı. Bir an önce bu boşluğun doldurulması gerekiyordu. Kimin ve nasıl
halife tayin olunması ise belirlenmemişti. Bu durumda da yine isyankarlar öne
çıkarak sorunun çözülmesi işini üstlendiler. Hz. Ali’yi tehdit ederek ona bi’at
ettiler. Fakat Hz. Ali kendi isteği ile olmasa da fitne ve kargaşanın
derinleşmemesi için buna razı olmuştu.[118] Lakin
protestocular yine terör havası estirmekten geri durmamaktaydı. Her an tehlike
sözkonusuydu. Görüldüğü üzere Hz. Osman’ın şehadetinden sonra Hz. Ali hilafet
başına geçmiş ama bununla da fitne olayları bir türlü bitememişti. Herkes
olayların durgunlaşacağını zannettiği sırada durum tam aksine, daha da kötüye
doğru gitmekteydi.
Wellhausen’e göre durumun daha da kötüye doğru değişmesine neden olan
başka bir faktör, yeni halife başkenti Kûfe’ye taşıdıktan sonra görülmüştü.
Zira tüm eyaletler ona bi’at etse de bu kez Şam valisi Mu’aviye b. Ebi Sufyan
itaatden boyun kaçırmış, böylece Suriye tecrit edilmiş hale gelmişdi.
Wellhausen Şam’daki Araplar’ı incelerken onların hicret yoluyla gelmemiş
olduklarına, Kûfe ve Basra’dan ayrı bir geleneğe sahip olduklarına
dikkatlerimizi çeker. Ayrıca onların eskiden Grek-Roma etki ve nüfuzunda
kalmalarına, İslam’dan evvel bir devlete (Gassaniler devleti) mensup olmalarına
vurgu yapar. Bu yüzden nizam ve itaate daha alışık olmalarına işaret eder.
Böylece konuyu Şamlılar’ın valilerine sarsılmaz itaatlerine bağlar. Hatta
başlarındaki bir gayr-i Suriyeli (veya gayri-Bizanslı) - Ümeyyeden Mu’aviye -
olsa bile, adaletten, iyi yönetimden uzaklaşmadıkça ona gönülden itaat etmiş,
bu itaatlerinde samimi ve devamlı olmuşlar. İsyan çıkarmayı akıllarına bile
getirmemişler. Babaları ve dedeleri harp ve politika dahileri olduğundan,
Mu’aviye b. Ebi Sufyan da 20 yıl valisi olduğu Şam’da durarak kolay kolay
Kûfe’deki birine-Hz. Ali’ye- bi’at etmeyi hiç düşünmüyordu.[119] [120]
Wellhausen’e göre aslına bakılırsa,
Hz. Ali’ye karşı Mu’aviye’nin durumu Talha ve Zübeyr’inkinden tamamen farklı ve
daha müsaitti. Zira Mu’aviye’nin bu iki büyük sahabe gibi hilafet üzerinde hiç
bir davası yoktu. Valisi olduğu eyalette hilafetin noktay-ı nazarının mümessili
durumundaydı. Hz. Ali’ye karşı takındığı tavır ise şehit olan yakın akrabası
Hz. Osman’ın katillerinin bulunması meselesiydi. Yeni halifeden onların
bulunarak cezalandırılmalarını talep ediyordu. Ve bu konuda haklıydı. Onu da unutmamak
gerekir ki, Mu’aviye, Şam’da özel, güçlü bir orduya da sahip bulunuyordu.
Bizzat bu nedenler yüzünden daha beş yıl İslam dünyasında bu 120 karmaşık, korkunç devir devam
edecekti.
Hz. Osman’ın katli sonucu ortaya çıkan olaylar daha da derinleşmeye,
halledilmesi zor olacak sonuçlara yol açmış bulunmaktadır. Wellhausen de İslam
dininin içinde parçalanmalara neden olacak fitne olaylarına aşağı yukarı bu
doğrultuda bakmıştı: Yazarımıza göre Hz. Peygamber’in temellerini attığı bu
ümmetin birliği zahiri olarak ve cebir yoluyla muhafaza edilebildi. Biraz daha
derine gidecek olursak eğer, aslında cemaatin çözüldüğünü ve daima siyâsi
açıdan tutunmaya çalışan ve imamları aleyhine silahla davranan partilere
bölündüğü fikrine sahip görülüyor. Zuhur eden hal ise dindarları daha da üzmüş,
onlara eski dönemin hasretini çekdirmiş ve sonuç olarak içinden çıkmayacakları
soruna götürmüş oldu. Artık bu samimi dindar kesim, kime itibar edilip
edilemeyeciğinde de kuşkuya düşmüş, içlerinden bazıları sırf bu yüzden olay
çıkan bu mübarek beldeyi terketmek zorunda kalmıştı. Şehirde kalanlar da
doğruyu söyleseler dahi hemen kendilerine karşı tavır alanlar bulunuyordu.
Sonraları insanlar birbirlerine: “Osman’ın katli hakkında ne dersin?”
sorusunu sorarak kimliklerini belirleyecek duruma dahi gelecekti.[121]
Belli olduğu gibi Hz. Osman’ın katlinden kısa süre sonra hilafet makamına
geçen Hz. Ali, hilafetin merkezini Medine’nin dışına (Irak’a- Kûfe’ye)
taşımıştı. Wellhausen bunu Hz. Peygamber’in şehrinde hilafetin bitmesi gibi
değerlendirmiş, bundan sonra hilafetin mukaddesliğinin sona ermiş olduğunu
vurgulamıştı. Ona göre artık hilafet için yapılan mücadele bir kudret
meselesine dönüşmüş oldu. Kuvvet de artık eyaletlerde idi. Çünkü kabileler,
aileleri ve önemli kısımlarıyla ordugâh şehirlerine göç etmiş, merkez Medîne
ise içindeki tüm iyi-kötü ne var ise, neredeyse hepsini kendi toprakları
haricine taşımıştı. Ashabın önde gelenleri de siyâsi manada el etek
çekmişlerdi. Çünkü bir zamanlar herkese tebliğ ettikleri, anlattıkları, bizzat
kendilerinin örnek oldukları ve dayanakları olan ahlakî otoriteyi
kaybetmişlerdi.[122]
Yazar, bundan sonra Medîne’nin ”umumi hicretle tenhalaşan şehir” olarak
tasvirini vermiş, İslam’dan evvelki seviyenin de aşağısına düşmüş olduğunu
vurgulamıştı. Artık burası İslam’ın merkezi olmaktan çıkmıştı. Eski mevkiini
geri kazanmak için yapılan çabalar da hiçbir yarar sağlayamadı. Artık Medine,
burada teşekkül eden İslam’ın merkezi ve Hz. Muhammed’in bıraktığı İslam
Aristokrâsisinin kenara atılmış üyelerinin oturup bazen iddia ettikleri hakları
gerçekleştirmeye çalıştıkları tenha ve küskünlük tekkesi haline dönüşmüştü. Ama
bazılarına göre cazibesini kaybetmemişti. Bu insanlar da oturacakları yeri
serbestce seçebilenler, siyâsi alanda hiçbir etkisi kalmayan veya başka
sebeplerden dolayı aktif hayattan çekilmiş olanlardı. Julius Wellhausen,
böylece önemli İslam şehrinin aynı zamanda, daha sonra eğlenmek isteyen âsil ve
zengin Arap cemiyetinin eğlence, musiki ve sefahat şehrine dönüşmeye
başladığına vurgu yapmakla buranın eskisinden daha kötü bir duruma geldiğini
söylemiştir.[123]
Hz. Osman dönemi siyâsi olaylarını kendine has bir tarzda yorumlayan
Wellhausen’in fikirlerini incelendiğimizde (bizim görüşümüzce) birkaç yerde
yanlışa yol verdiğini söyleyebiliriz. Ashabın önde gelenlerinden beş kişinin
(Hz. Ali, Talha b. Übeydullah, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr
b. Avvam) sözü bir yere koyarak, kendi çıkarları için sinsice Hz. Osman’ı
hilafet makamına getirmeleri iddiası buna örnek olabilir. Bize göre onlar
hakkında böyle düşünmek hatalı olacaktır. Zira (Hz. Osman da dahil olmak üzere)
hepsi de Hz. Peygamber’in kendileri hakkında özel övgüler yaptığı, cennetle
müjdelediği kişilerdi. İslam dininin geldiği ilk günlerde zor şartlar altında,
ölümü de göze alarak bu dini tebliğde adeta yarışmışlardı. Dünyevi isteklerden
ötürü birbirilerine karşı böyle bir tuzak hazırlamaları kendilerinden
beklenilemezdi. Wellhausen’in ise faziletlerini bildiği halde bunu çekinmeden
söylemesi bize göre doğru kabul edilmemelidir.
WILLIAM MUIR
Muir’in
Hayatı, Faaliyetleri ve Eserleri
İskoç asıllı İngiliz şarkiyatçı William Muir, 1819’da
İskoçya’nın Glasgow şehrinde doğdu. Edinburg ve Glasgow Üniversiteleri’nde
okudu. O, hayatının otuz dokuz yılını Hindistan’da geçirmişti. Bunun nedeni,
İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin çeşitli yönetim kademelerinde, bu şirketin
siyâsi statüsünün ilga edilmesinden sonraysa, o zaman yeni kurulan Hindistan
Genel Valiliği hükümetinin Dışişleri Başkanlığı’nda, koloninin kuzey-batı
eyaleti başkan yardımcılığında görevde bulunması idi. Hatta, 1857 yılında
Hindistan’da baş
göstermiş büyük Sipahi ayaklanmasında da önemli görevler üstlenmiştir. 1876’da
(emekli olduğundan) Londra’ya dönmüş ve oradaki Hindistan Konseyine dahil
edilmişti. Ayrıca 1884’te Royal Âsiatic Society’nin başkanlığına ve 1885’te de
Edinburg Üniversitesi rektörlüğüne (bu görevinde 1903 yılına dek kalmıştı)
seçildi. Hindistan’da geçirdiği uzun zaman zarfında yaptığı görevindeki
başarılara dayanarak 1867’de ”Sir” unvanına layık görüldü. İlmi
çalışmalarından dolayı (biri altın madalya olmak üzere) birçok ödül almış,
birkaç üniversite tarafından kendisine şeref doktoru payesi verilmiştir. Hatta
Muir’in adına Edinburg Üniversitesi’nde bir enstitü de açılmıştır. Bu enistitü,
Arap ve İslam araştırmaları enstitüsüdür.[124]
William Muir’in uzmanlık alanı Sansikrit dili ve edebiyatı olmasına
rağmen, o, kendisini daha çok Arap dili ve İslami araştırmalarına vermiş, ilmi
hayatındaki ününü de bu alanda kazanmıştır. Kendisi İngiltere Kraliçesi
Victoria’ya Hintçe öğrenmesinde bizzat yardımcı olmuş, 1862’de Edinburg
Üniversitesi’nde Sansikrit dili ve edebiyatı dalının kürsüsünü kurmayı
başarmıştır. Fakat Muir’in Arap dili ve İslami araştırmalarda kendini
yoğunlaştırmasının asıl nedeni, İngiliz sömürge idaresi politikasının
çıkarlarına hizmet etmekti. Yani hiçbir ilmi tutkusundan dolayı bunu
yapmamıştı. Kendisini iyi bir dindar gibi göstererek birçok yerde misyonerlik
faaliyetlerinde bulunmuş ve her bakımdan destek vermiştir. Çalışmalarına
dikkatle bakılırsa, Kur’an’ın ve tefsir kaynaklarının hristiyan vahyini teyit
ettiğini ispatlamağa çalıştığını, İslam’ı ve peygamberi’ni ilmi tarafsızlıktan
uzak, yıkıcı eleştirileriyle yıpratmak olduğu açıkça görülecektir. Muir kendi
İngiliz politikasına hizmet edecek tarzda eğitim faaliyetleriyle de ilgilenmiş;
bu eğitim usulunun geliştirilmesine özel dikkat etmiştir. O, soylu ailelerin
mallarını da kullanarak Allahabad’ta (Muir Koleji ve Muir Üniversitesi gibi)
Hindistan’ın birçok yerinde hristiyan eğitimi veren okullar açmıştır. [125]
Muir’in en önemli eserlerinden biri “The Life of
Mahomet”” tir (c. I-IV, Smith, Elder and Co. London, 1858-1861). Bu
eser, yazarın, Hz. Muhammed’in hayatına dair en önemli eseri olup, çok ciltli
bir çalışmasıdır. W. Muir bu eserinde en önemli İslami kaynaklar olan İbn
Hişam, Vakidi ve Taberi gibi kaynakları kullanmış olmakla beraber, A.
Sprenger’in “Life of Muhammed” isimli eserinin etkisi altında yazmıştır.
Bu eserin en önemli özelliği, XIX. yüzyılda Batı’da Hz. Peygamber hakkında yapılan
en hacimli ve Arapça kaynaklar kullanılarak yazılan ilk İngilizce çalışma
olmasıdır. Kendisi mutaasıp bir hristiyan olan Muir, bu kitapta Hz. Peygamber
hakkında yer yer saldırgan bir dil kullanmış, eserini Hz. Muhammed’in
peygamberliğinin gerçek olmadığını, gelen vahyin bilinç altından gelen şeyler
olduğunu ifade etmektedir. Müellifin “Sources for the Biography of Mahomet:
The Coran and Tradition” adlı çalışması da bu kitapla birlikde
yayımlanmıştır.
Yazarımızın ikinci eseri “Annals of the Early Cahphate"
(Smith, Elder & Co, London, 1883) olarak bilinmektedir. Dikkatlice
incelenirse, bunun, önceki eserin devamı niteliğinde olduğu anlaşılacaktır.
Eser Râşid halifeler devrinden itibaren Emeviler’in sonuna kadar devam eden
konuları ihtiva etmektedir. Fakat eser ikinci baskısında “The Caliphate: Its
Rise, Decline and FalT adıyla (Religious Tract Society, London, 1891) tüm
Emevi ve Abbâsi halifelerini de detaylı şekilde genişletilerek yeniden kaleme
alınmıştır. Muir bu eserinde de İslam’a aşağılayıcı nazarlarla bakmış
bulunmaktadır. O, İslam’ın değişime kapalı olduğunu, insanlığın gelişimine
ortam sağlayacak bir yapısının bulunmadığını, özgürlük kavramı tanımadığı gibi
iddialara yer vermektedir. Yazarın bu tarafı onun mutaassıp hristiyan müntesibi
olduğunu bir daha göstermektedir.[126]
“The Mamluke or Slave Dynasty of Egypt 1260-1517” (Smith Elder
& Co, London, 1896) başlıklı eseri ise önce Eyyubiler ve Haçlılar’dan
bahseder, daha sonra Baybars dönemiyle devam eder. Ana kaynak olarak Makrizi,
Ebu’l- Mehâsin ibn Tağriberdi ve İbn İyas; şarkiyatçılardan ise Weil’in Geschihte’sini
kullanmıştır.[127]
Muir’in Kur’an-ı Kerim’le ilgili yazdığı eseri ise “The Coran and the
Testimony it Bears to the Holy Scriptures”” tir (Society for Promoting
Christian Knowledge; New York: Macmillan Co, London, 1920). Bu kitabın ilk
baskısı 1856 yılında Agra’da yapılmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kur’an
ayetlerinin ve tefsir kaynaklarının hristiyan vahyini teyit ettiğini göstermeye
çalıştığı eseri budur. Burada Kur’an’ın çok zor anlaşılan bir kitap olduğunu,
hatta bazı bölümlerinin Hz. Muhammed tarafından bizzat yazıldığını
vurgulamıştır. Muir’in diğer önemli eserlerine de örnek olarak şunları
verebiliriz: “The Apology of al-Kindi” (Smith Elder, London, 1882); “The
Mohemmedan Controversy” (Edinburg, T. & T. Clark, London, 1897); “Exctracts
from the Coran, in the Original, ith English Rendering” (London, 1880); “Agra
Correspondence During the Mutiny”” (Edinburgh: T. & T. Clark London,
1898).
W. Muir, 1857 yılında İngiliz sömürge yönetimine karşı Hindistan’da baş
göstermiş ordu ayaklanmasıyla ilgili anılarına bu sonuncu eserinde geniş yer
vermiştir. Çalışmalarıyla İngiliz sömürge devletine var gücüyle hizmet etmiş
müellif, 1905 yılında Londra’da ölmüştür.[128]
Muir’in
Mektup Olayına Yaklaşımı
W. Muir, Hz. Osman devrindeki kışkırtma ve fitne olaylarına ilişkin
görüşlerini ilk önce “The Caliphate: Its Rise, Decline and Fall isimli kitabında ortaya koymuş, fakat bu
eserini sonraları geliştirerek “Annals of the Early Caliphate'” adı
altında yeniden basılmasına önem vermiştir. İkinci kitapta olaylara dipnotta
kendine has özel görüşlerini sunmakla beraber, az önce de belirtildiği gibi
kitabın hacmini, Emevi ve Abbâsi halifelerini de kapsamlı şekilde genişleterek
yeniden kaleme almıştır. Ayrıca Hz. Osman’ın hilafetinin ilk altı yıllık
dönemindeki olaylardan çok, son devirdeki hâdiselere geniş yer ayırdığından,
biz de burada esasen mezkûr halifenin hâkimiyetinin son dönemlerinden
bahsedeceğiz.
Bilindiği gibi halifeye karşı hoşnutsuzluk duyguları halk arasında artık
yayılmaya başlamıştı. Fakat bu yönde düşünenler, başlangıçta “yer altında”
faaliyet göstererek gizlice halkı halifeye karşı kışkırtmaktaydılar. W. Muir
böyle bir durumun başında; Hz. Osman’ın akrabalarına karşı yaptığı hoşgörünün
de etkisi olduğunu, fakat bu iddiaların esasen Abbâsiler devrinde abartılarak
zamanımıza kadar geldiğini düşünmektedir. Böyle düşünerken de herhangi bir
kaynağa istinad etmediğini, yalnız kendi görüşü olduğunu söylemektedir. [129]
Muir’e göre Geçen her gün halifenin aleyhine gelişmekteydi. Halifeye
karşı kışkırtılan isyancılar, Medîne yakınlarına kadar, hatta şehrin iç
kısımlarına kadar gelerek bizzat halifenin kendisi ile görüşmeyi başarmışlardı.
Bu isyancılar Kûfe, Mısır ve Basra’dan gelmişlerdi. Hz. Ali’nin de içlerinde
olduğu bazı sahabilerin tavsiyesi ve yardımı üzere Hz. Osman onların
isteklerinin bir kısmını yerine getireceği ile bağlı va’dlerde bulunarak onları
geri dönmeye ikna edebilmişti. Çünkü hem halife hem de (Hz. Ali başta olmak
üzere) diğer sahabiler kan akıtılmasına karşıydılar. Halifenin ikna etmesi
üzerine âsiler grubu şehri terk etseler de, kısa süre sonra yeniden Medine’de
göründüler. Çünkü yolda Hz. Osman’ın hizmetçilerinden birinin üzerinde
mektup bulmuşlardı. Mektupta, gidecekleri yerlerin valilerine bu isyancı
grupların bazılarının hapsedilmesi bazılarının da öldürülmesi yazılmıştı.
Onlar bu yazının halife tarafından yazıldığını, dolayısı ile de tuzağa
düşündüklerini iddia ederek yeniden geriye, Medine’ye dönmüşlerdi. Onlar
halifenin kendilerine verdiği va’di çiğnediğini ve tuzak kurduğunu iddia
etmekteydiler. W. Muir burada Hz. Ali’nin bir tespiti üzerinde kısaca durarak
aslında isyancıların bu hareketlerinin mantıksız olduğuna işaret eder. Onlar
geri dönerek bu iddialarını sunduklarında, Hz. Ali onlara bu mektup haberinin
kısa zaman zarfında Kûfe’li ve Basra’lı isyancılara nasıl ulaştığını sormuştu.[130] Çünkü
mektubu taşıyan kişi Mısırlılar tarafından yolda tutuklanmış, diğer iki grup da
bu bahane ile tekrar Medine’ye dönmüşlerdi. Mektubun üzerine halifenin mühürü
basılmıştı. Fakat Hz. Osman yemin ederek böyle bir mektuptan haberi olmadığını
israrla bildirince, isyancılar da buna inanmadıklarını, üstelik bu hareketinden
dolayı onun azledilmesini talep etmişlerdi.[131] İsyancılar
halifeyi zayıf idarecilikle itham etmekteydiler. Onların mektup konusunda öne
koydukları şart çok ilginçti: Eğer mektubu halife yazdıysa ihanet etmişti ve
azledilmesi gerekiyordu. Yok eğer o yazmamışsa, nasıl olur da halifenin adına
habersiz şekilde mektup yazılmakta, üzerine halifenin mühürü basılmaktaydı ve
bundan halifenin haberi olmamaktaydı.[132] Bu
da halifenin yönetimdeki beceriksizliğine delalet eder, azledilmesini zorunlu
kılar. Yani her iki durumda Hz. Osman’ın azledilmesi gerekiyordu. [133] Ayrıca,
müellif eserinde, mektubun kim tarafından yazılmış olabileceği hakkında bazı
ihtimaller ileri sürmüş bulunmaktadır.
Muir’in Mektup Konusunda İleri Sürdüğü İhtimaller
Mervan
b. Hakem
W. Muir mektup olayı hakkında konuşurken ortada açık, net söylenecek bir
fikrin olmadığını düşünmektedir. O, bir taraftan mektubun bizzat halifenin
mühürüyle imzalandığını söylemekte, fakat nasıl gizli şekilde elde edilmediğini
kavrayamamakta olup bu konuda kesin bir fikir söylenmesinin zor olduğunu iddia
etmektedir. Konuyla ilgili olarak bazı kaynakların halifenin akrabalarından
olan Mervan’ı suçlu olarak görmesini vurguladıktan sonra bu haberlerin Abbâsi
ve anti-Ümeyye kuvvetlerinin önyargıları sonucu ileri sürülebileceğini
düşünmektedir. Konu hakkında kesin bir görüş söylemenin tüm tarihçilerin
gücünün ötesinde olduğunu kabul etmişse de, kendisi de bazı ihtimalları dile
getirmekten çekinmemektedir. Müellif, bu işte önceden hazırlanmış bir tuzağın
olabileceği kanaatindedir. O, mektubun bizzat Mervan tarafından
yazılabileceğini, fakat halifenin bundan haberinin olmadığını isabetli görüş
olarak kabul etmiştir. Mervan’ın bunu yazarken, halifenin haberinin olduğu
seçeneğini mantıksız bulmaktadır. Çünkü fazileti herkesce bilinen halife, yalan
yere Allah’ın adına yemin etmezdi. Belki Mervan da bunu yaparken olayların
sonradan bu kadar kötüye doğru değişebileceğini düşünmemişti. Niyeti farklıydı
ama istediği olmamıştı.[134]
Mektup olayıyla ilgili
olarak Türkiye’deki tarih araştırmacılarından İsmail Hakkı Atçeken, bu konuyu
incelemeye çalışmıştır.[135] Bu
olayda Mervan’ı suçlu bulan tarihçilerin yanında onu savunmaya çalışanların da
olduğunu belirten Atçeken, klâsik ve modern dönem araştırmacılarının da bır kısım
görüşlerini sunduktan sonra tüm suçun Mervan’da olduğunu söylemenin
adil olmayacağını
ileri sürmüştür. O, bu sözleriyle Mervan’ı savunmak istemediğini (zira zaman
zaman hatalar yaptığı görülmekteydi), sadece bu olaylarda mektubun âsiler
tarafından yazılma ihtimalinin büyük olduğunu düşünmektedir. Çünkü onlar daha
önce de Hz. Ali, Ayşe, Talha ve Zübeyr hakkında sahte mektuplar yazmışlardı.
Ayrıca mektubun yakalanması olayı Mısır’da olduğu halde Kûfe ve Basra’daki
isyancılar da onlarla aynı zamanda Medîne’ye geri dönmüşlerdi.[136]
Mervan b. Hakem’in Hz. Osman’ın
sekreteri olması böyle bir işi yapanın onun olabileceği düşüncesini akıllara
getirmektedir. Bizim görüşümüzce mektubu gizli yazan, mühür bastıranın Mervan
olma ihtimali ağırlık kazanmaktadır. Zira halife çok yaşlı olduğundan birçok
işi o görmekte, halifenin değil kendi isteği doğrultusunda hareket etmekteydi.
Ne zaman Hz. Ali Hz. Osman’a tavsiyede bulunurdusa Mervan derhal araya girer ve
halifeyi fikrinden vazgeçtirirdi. Hz. Ali’yle Hz. Osman’ın aralarında yaranmış
olan sorunların temelinde Mervan’ın olduğunu düşünürsek, kendisinim veya
ailesinden başka birisinin hilafet makamına geçmesi için böyle bir şey
yapmasını beklememiz mümkündür.
İsyancılar
W. Muir, net bir
görüşün dile getirilmesi zor olan konu hakkında görüşlerini sunarken durmadan
ihtimaller ileri sürmektedir. Mektubun Hz. Osman tarafından yazılabileceğini
imkansız bulan yazar, onun akrabası Mervan’ın yazma ihtimalini mümkün
bulmaktadı. Fakat müellif, üçüncü bir seçeneğin de olduğunu düşünmüştür. Onun
fikrince bu mektup bizzat
isyancıların
kendileri tarafından önceden yazılmıştı. Yani Medîne’ye ilk gelişlerinde eğer
halife onları ikna ederek geri çevirmeyi başarsaydı, ellerindeki bu
delilleriyle yeniden Medîne’ye gelebilirlerdi. Aynı zamanda böyle bir dönüşte
onlar kızgınlıklarını açık ve daha sert şekilde ortaya koyabileceklerdi. Yalnız
bu yolla halkın halifeye karşı tavır almasını sağlayabilirlerdi. Onların daha
Medîne’ye ilk gelişlerinden önce, ellerinde böyle bir mektup vardı veya
Medîne’ye geldiklerinde şehirdeki taraftarlarından birine yazdırmış
olabilirlerdi. Fakat, eğer mektup isyancı grublar tarafından önceden planlanmış
şekilde hazırlanmış idiyse, halifenin mühürünün nasıl kullanılmış olabileceği
hakkında W. Muir hiçbir şey söylememektedir. Ayrıca o, ileri sürülecek olan tüm
iddia veya ihtimallerin hepsinin sadece birer ihtimal olarak kalacağını,
herkesi ikna edebilecek kesin bir sonuca varılamayacağını ifade etmektedir.[137]
Kaynaklardaki
Dil Farklılığı
Burada şunu da söylememiz gerekmektedir ki, müellif, mektup olayı
hakkındaki görüşlerini sunarken, kaynak olarak Taberi’nin “Târihu’t- Taberi”
kitabını kullanmıştır. Olayların gidişatını kısa da olsa aşağı-yukarı
olduğu gibi yukarıda gördük. Fakat, William Muir aynı eserin Farsça yazılmış
karşılığında farklı anlatımların olduğunu dile getirmektedir. Bu kaynakta
Mısırlılar’ın mektubu bulmalarının hemen ardından Medîne’ye yönelmeleri ve Kûfe
ile Basra’ya elçilerle, Medîne’ye gelmeleri hakkında haber göndermeleri yer almaktadır.
Mektupta, halifenin onlara ihanet ettiği, buna göre de isyan için Medîne’de
toplanmalarının gerektiği yazılmaktadır. Ardından birlikte halifeye karşı
hucuma geçmeleri istenmektedir. Buna rağmen, W. Muir eserin Farsça
anlatımlarını tutarsız kabul etmektedir. Çünkü önemli İslam tarihçilerinden
İbn’ü- Esir ve İbn’i Hallikan bunu isabetli görüş olarak bulmamışlardır.
Müellifin fikrince yalnız eserin yazıldığı orijinal dil daha güvenilir
olabilir. Zira Farsça yazılan eser de bizzat Arapça yazılan eserden tercüme
edilmiştir.
Tercüme olunmuş kısım orijinallik açısından kitabın aslından farklı
olacaktır. 138
Ve buyuk ihtimalle Farsçadakı farklılık da buradan kaynaklanmaktadır.
Mektubun, kimin tarafından yazılmış olması konusunda William Muir’in
sonuca vardığı görüşün Mervan b. el-Hakem olduğunu söyleyebiliriz. Bu ihtimali
o, diğer müsteşriklere nazaran daha kuvvetli göstermektedir.
Muir’in
Hz. Ali, Talha ve Zübeyr Hakkındaki Görüşleri
Bilindiği üzere, Hz. Osman’ın evi isyancılar tarafından muhasara olunduğu
sıralarda, yani hengamenin ve kargaşanın çıktığı daha ilk günlerde büyük
sahabilerden olan Ali, Talha ve Zübeyr kendi oğullarını halifeye yardım kastı
ve bizzat halifenin kapısı karşısındaki izdihamı engellemeye çalışmaları için
olay yerine göndermişlerdi. (Burada W. Muir, bu kişilerin Hz. Osman’ın halife
seçiminde kendisinin önemli rakipleri olduğunu, fakat kendi çıkarları için
yardım etmekten geri durmadıklarına özellikle işaret eder). Lakin onlar üzücü
olaylar sırasında kendilerini tamamen arka planda tutarak önemli bir katkıda ve
yardımda bulunmamışlardı. Yalnız halifenin bayılmasından sonra diğerleri ile
beraber olayın nasıl sonuçlandığını öğrenmek için içeri girmişlerdi. Bu sırada
da başlarında Mervan olmakla Hz. Osman’ın diğer akrabaları çıkagelmiş, orada
bulunanlar arasında Hz. Ali’ye karşı sert tavır göstermiş, hatta onun suçlu
olduğunu açıktan açığa kendisine söylemişlerdi. İthamlardan hoşlanmayan Hz. Ali
de kızgın halde orayı terketmişti. Hz. Ali halifeyi bazı konularda verdiği
vââtlerini yerine getireceğine ikna etmişti. Fakat Hz. Osman’ın va’dini yerine
getireceği sırada akrabası Mervan’a uyması Hz. Ali’yi kızdırıyor, bizzat bu
etkenler de kendisinin bazen halifeye karşı tavır almasına neden oluyordu. Hz.
Osman’ın karısı Naile bnt. Ferafise de arasıra politikadan iyi anlamayan
kocasını kararsız tutumundan dolayı eleştirmekteydi. W. Muir, Hz. Ali ve Hz.
Osman arasında mevcut konuşmaların, halifenin sözunu yerine getireceği ile
bağlı ona verdiği vaatlerini ve diğer önemli meselelere ilişkin tartışmalarının
esasen Abbâsiler’e dayalı kaynaklarda rastlamanın mümkün olduğunu iddia
etmektedir. Ayrıca onun fikrince, bu kaynaklar, Ali b. Ebu Talip, Zübeyr b.
Avvam ve Talha b. Ubeydullah’ın kaçındıkları, kendi çıkarları için hilafete
karşı isyancılarla gizlice işbirliği yapma ihtimalini hafifletmek için
sıkıntının, halifenin zayıf politik becerisi ve onun akrabası Mervan’dan
kaynaklanmış olabileceğini ileri sürmüşler.[138]
[139]
Bilindiği üzere Hz. Osman Hz. Ali’yi üç günlük ateşkes sağlamaya ikna
edebilmişti. Şart olarak bu zaman zarfında devletin yönetiminde yeni ıslahatlar
yapacağını vaad etmişti. Fakat bitmek bilmeyen muhasaranın uzaması ve hergün
daha da şiddetlenmesi, halifenin isteklerini gerçekleştirmesine mani olmuş,
böylece verdiği vadine sadık kalamamıştı. W. Muir ise bunu, Hz. Osman’ın haince
davranışı olarak değerlendirmiştir. Bu kısa süre içinde halife, yalnız
muhasaraya karşı mudafaayı güçlendirmeye çalışmıştı. Müellif onun bu hareketini
Hz. Ali’den istediği üç günü kendi çıkarına kullanma olarak algılamakta ve
halifeyi suçlamaktadır. Bu rivayetin Abbâsi kaynaklı olmasına rağmen, o da aynı
şekilde düşünmüştür.[140]
Hz.Osman- Hz. Ali karşılaştırmasında Muir’in değinmek istediği başka bir
konu da, hicri III. Yüzyılda (Abbâsi halifelerinden halife Me’mun dönemi)
yazılmış “Apology of al- Kıııdy' adlı eserindeki olaylardır. Burada Hz.
Ali’nin Hz. Osman’ı, daha önceleri de (isyan ve fitne olaylarından önce)
katletmek gibi düşünce ve planlarının olması yer almaktadır.[141] Fakat
müellif bu iddiaya karşı gelerek onun asılsız olduğu görüşünü ispatlamaya
çalışmıştır. Muir’e göre Hz. Ali’nin öyle bir niyeti olsaydı, kendi oğullarını
Hz. Osman muhasarada iken ona yardım etmeleri için olay yerine göndermezdi.[142] Ayrıca zor
durumda olan halifenin yanına içmesi için su yasaklandığı sırada bizzat Hz. Ali
kendisini ölümün pencelerine atarak bu görevi kendi üzerine almıştı. Eğer o,
halifeye karşı düşmanlık besleseydi veya onu öldürmek gibi niyeti olsaydı onun
uğruna kendisini tehlikeye atmazdı.[143]
Diğer iki büyük sahabi olan Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam
hakkında da konuşan Muir’in onları savunduğunu görmekteyiz. Fakat önce Hz. Ali
de dahil olmak şartıyla bu ikisini muhasara sırasında isyancılara karşı hiçbir
şey yapmadıklarından dolayı kınamaktadır. Daha sonraysa (muhtemelen diğer
kaynakların da etkisiyle) onlar hakkında biraz farklı düşündüğünü görmekteyiz.
Şöyle ki, İslam kaynaklarında gördüğümüz üzere şarkiyatçıların da bu şahısları
isyanın büyümesinde halifeye karşı tavır aldıklarını bilmekteyiz. Hatta Talha
b. Ubeydullah’ın halifeye karşı son derece sert tepkilerini kaynaklardan da
okumaktayız.[144] Zübeyr
b. Avvam’ın da isyancılarla işbirliği yaparak onları devlete ve halifeye karşı
kışkırttığını önceki başlıklarda da gördük. Fakat Muir, onların bazı hatalarını
kabul etmişse de halifeye karşı hiçbir düşmanlık hislerinin olmadığını
düşünmekte, böyle birşeyin akıl almaz olduğunu söylemektedir. Hatta bazı
kaynaklarda onların isyan sırasında Medine’yi terkettiklerini, bunun da mümkün
olabileceğini iddia ederek onlar hakkındaki fikirlerini ispatlamaya
çalışmaktadır. Yazara göre, isyancılar galeyana gelerek halifenin evini
muhasaraya aldıklarında, bu ikisi, halifenin yanına hiçbir şahsın içeri
girmemesi için evin etrafını sarmışlardı. Yani halifeyi öldürmek için değil onu
savunma maksadıyla muhasarada tutmuşlardı.[145] Böylece,
Muir Hz. Talha ve Hz. Zübeyr hakkında -Hz. Osman’ı şiddetle eleştirmiş olsalar
bile- onun katli sırasında hatalarının olmadığını görüşünü savunmaktadır.
Muir’in
Hz. Osman’ın Katledilmesi Olayına Yaklaşımı
Hz. Osman’ın yönetimindeki yalnışlıklardan (burada isyancıların kendi
görüşleri kastedilmektedir) hoşnutsuz olan âsilerden oluşan grub, hergün durumu
daha da kötüye doğru götürmekteydi.. Durum o yere varmıştı ki, artık halife
muhasaranın şiddetinden dolayı ihtiyacını gidermek için dışarıya da çıkamaz
olmuştu. Hergün çoğalan tehditler ve isyancıların tavırlarının bu yere kadar
şiddetlenmesi korkunç sonu haber vermekteydi ve onların niyetlerinin halifeyi
öldürmek olduğu anlaşılmıştı. Nitekim sonuçta onlar bu planlarını
gerçekleştirdiler.
Bilindiği üzere isyan ve kargaşa olayları hergün daha da büyüyerek en
Nihâyetinde H. 35/M. 656 yılında son noktasına geldi. 82 yaşındaki halife
odasında Kur’an-i Kerim okumaktayken isyancılardan birkaçı baskın yaparak içeri
girmişti.[146] Onların
kim oldukları bilinmemektedir. Hz. Ebu Bekr’in oğlu Muhammed b. Ebu Bekr’in
onların arasında olduğu neredeyse tüm güvenilir kaynaklarda yer almaktadır.
Lakin onun halifenin sakalını tutarak öldürmek istemesi ve halifenin de ona “Baban
şu halini görseydi hiç hoşnut olmazdı!” veya “Babanın hiçbir zaman
tutmadığı bir sakalı mı tutuyorsun?” söylemesi üzerine Muhammed’in utanarak
fikrinden vazgeçmesi[147]
kabul edilen umumi görüştür. Çünkü o sırada olay yerinde bulunan halifenin
karısı Naile bnt. Ferafise de onun içeri girdiğini, Hz. Osman’ın ona bazı
sözler söylemesi üzerine odayı terketmesini gördüğünü bildirmişti. Katl
olayından birkaç gün sonra Muhammed b. Ebu Bekr’in de katiller arasında
olup-olmaması ona sorulduğunda bu olayı zikrederek Muhammed’i savunmuştu. İçeri
giren âsilerin Mısırlı isyancılar grubundan oldukları rivayet edilmektedir.[148]
Katillerin kesin olarak bulunmasını, tarihçilerin gücü ve bilgilerinin
ötesinde bir şey olduğunu algılayan W. Muir’in de yukarıdaki görüşü kabul
ettiğini görmekteyiz. Ona göre içeri giren isyancılara liderliği el-Gafiki
yapmıştır. Halifeye ilk ölümcül darbeyi vuran kişinin ise Suvdan b. Humran el-
Muradî veya Kinane b. Bişr olduğu kanaatindedir.[149] Son ve öldürücü
darbeyi de Amr b. Hamak indirmişti. Hatta o, halifeye dokuz kılıç darbesi
vurmuş ve vururken de “Bu darbelerin üçü Allah rızası için, altısı ise
kalbimde beslediğim kinimdendir!” demişti.[150] Halife
katledildikten sonra isyancılar hazineyi de yağmalamış, maktulün defnedilmesine
mani olmaktan da geri durmamışlardı. İş o yere varmıştı ki, cenazeyi gece karanlığında
taşımakla sorunu halledebilmişlerdi. Muir’e göre isyancıların halifeye olan
kinlerinin şiddetini görmek isteyen kişinin, onun cenazesine katılması
gerekiyor. O, ölü bir cesetin cenaze tabutunu taşa tutmalarını mantıksız bulmuş
olmakla beraber, bunun isyancıların Hz. Osman’a karşı takındıkları tavrın
geleceği son haddi olduğunu vurgulamıştı. [151] Cenaze törenine
Zübeyr b. Avvam, Hz. Hasan b. Ali ve kendi akrabalarından bazı kimseler de
katılmıştı. Maktul halifenin cenazesi Nihâyet Cennetü’l-Baki mezarlığının
dışında kalan Haşşu Kevkeb denilen yerde defnedilmişti.[152]
Muir halifenin katledilmesiyle sonuçlanan olaylarda bizzat Hz. Osman’ın
kendisinin de rolü olduğuna işaret etmektedir. O, halifeyi, zayıf politik güce
sahip olmasına, kesin ve net bir karar vermede isabetsiz davranışına göre
kınamaktadır. Ayrıca, tabiatinden kaynaklanan yumuşak huylu olmasının da
idarecilik yöntemine menfi etki yaptığını vurgulamış, bundan başka akrabalarına
karşı aşırı derecede düşkün olmasını onun bıraktığı önemli hataları arasında
yer aldığını söylemektedir. Müellif onun kararsızlığı, akrabalarına düşkünlüğü
yanında bir de bencil olduğunu vurgulamışsa da[153] bu
karakteri yapısına herhangi bir örnek sunmamış olduğundan bu kısım bize de
anlamsız gelmiştir.
Türkiye’deki İslam
tarihi araştırmacılarından Adem Apak’a göre Hz. Osman’ın akrabalarına yüksek
makamlar vermesi iki farklı sebebe dedayanabilir. Birincisi, kendi ailesine
karşı düşkünlüğüdür. Halifenin akrabalarını yüksek görevlere ataması bundan
dolayı olabilirdi. Lakin onun bu iyi niyeti, akrabaları olan Emeviler
tarafından istismar edildi. Bunu yapmaktan kasıtları da Hz. Peygamber devrinde
kaybettikleri eski nüfuzlarını elde etmekti. İkinci sebebin ise vilayetlerin
yönetiminde ve merkezde birliği sağlamak için aynı aileden oluşan yakınlığından
faydalanma isteği olabilir. Hz. Osman böyle yapmakla akrabalarının kendi emir
ve sözlerini dinleyeceklerini, itaat edeceklerini düşünmüştür. Fakat tabiri
caizse, halife onların hırslarına mağlup oldu.[154]
Muir’in
Yeni Halife Seçimi ve İsyancıların Terkibine Bakışı
H. 35/M. 656 yılında Hz. Osman isyancılar tarafından katledildikten sonra
bizzat bu âsiler tarafından tehdit edilerek Hz. Ali hilafet makamına
getirilmişti. Başlangıçta hilafetin her tarafında terör kokusu alınmakta
olduğundan Hz. Ali, bu görevi üstlenmekten vazgeçmiş olsa da kendisini
öldürmeleri tehdidinden sonra (fitne ve kargaşa olaylarının genişlemesini
durdurmayı da gözönüne alarak) halife olmayı kabul etmişti. Onun halife
olmasını bazı taraftarları da kendisinden ricada bulunmuşlardı. Onun hilafetini
halk bi’at için elinden tutarak kabul ettiklerini belirtmişlerdi. Onların
arasında Talha ve Zübeyr bulunmuşsa da,[155] Muir
bu ikisinin kolay kolay bi’ata yanaşmadıklarını mantıksız kabul eder. Bu
konudaki rivayetlerin çeşitlilik arzettiğini söylediklerine delil getirerek
Talha ve Zübeyr’in tehdit veya umutsuzluk içinde bi’at edebileceklerini
söylemektedir. Ayrıca Talha’nın bir kolunun, Uhud savaşında Hz. Peygamber’i
savunurken yara alması sonucunda felç olduğunu, bunun da Hz. Ali’nin elini
(bi’at için) tutmasına engel olduğunu düşünmektedir.[156] Fakat
bize göre Muir’in bu ikinci görüşü mantıksız ve akıl dışıdır. Zira bi’at için
diğer kolu sağlıklı idi veya diliyle de bunu yapabilirdi. Zaten biatten kasıt,
onu halife olarak tanımasıdır ve bunu herhangi bir şekilde de ifade edebilir.
Hz. Osman’ın katlinden sonra müslümanlar arasında yeni görülmeğe başlamış
ihtilaflar Hz. Ali’nin halifeliği döneminde derinleşmeğe başlamıştı. Her
ağızdan farklı sözler, her beyinden farklı fikirler ve görüşler ileri sürülmeğe
başlanmıştı. Yeni halife de her taraftan baskıya maruz kalıyor, herkes kendi
düşüncesini haklı görerek ona etki yapmaya çalışıyordu. Burada W. Muir’in,
isyancılara destek veren şahısların bazılarının kimler olabileceğini
söylediğini de görmekteyiz. Ona göre, fitne ateşini körükleyenler kendilerini
belli etmemişlerse de, onların kullandıkları kişilerin bir kısmını köle nüfus (servile
population, Sabaya or captives) teşkil etmekteydi.[157] Bunlar
özellikle de fetihler sırasında başka şehirlerden gelen, sonra da esir veya
köle (mevali) gibi varlıklarını devam ettiren kesimdi. Bunların büyük bir kısmı
özel hizmetçi, bekçi, muhafızlık gibi işlerde çalıştırılmış olduklarından bir
bakıma yarı hür (quâsi-freedom) kimseler idi. Müslümanlar kendilerine
birçok özel imtiyazlar vermiş olduğundan onlara gönüllü şekilde hizmet etmeyi
tercih etmişlerdi. Fakat isyan patlak verdiğinde başkaldıranlar arasında bunlar
da vardı. Muir, onların isyana katıldıkları ilk merkezin Basra olabileceğini
söylemektedir. Fitne ateşini körükleyenlere gelince onlar, yakaladıkları
fırsatı bırakmayarak bu kişileri kullanmayı başarmışlardı. Çünkü isyana katılanlar
arasında eğitilmiş kimseler yalnız bu yarı hür kimselerdi. Onların muhafızlık
ve bekçilik tecrübelerinin kendi çıkarlarınca kullanılmasının müsbet sonuçlar
vereceği umuduyla bu işe girişmiş ve netice de istedikleri gibi olmuştu. Hz.
Ali döneminde de bunlardan faydalanmak mümkün olmuştur[158] Bize
göre ise, bu kısım kişilerin isyana katılmaları mümkündür. Fakat bu kendi
istekleri doğrultusunda değil, onları yönetenlerin kendilerini kandırmaları şeklinde
mümkün olmuştur. Zira kendilerinin bulundukları mevki veya durumlarından
rahatsız olduklarına dair kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Muir’in
Görüşleri Doğrultusunda Kısa Değerlendirme
Fitne olaylarının ilk kez Hz. Osman’ın hilafeti döneminde görüldüğünü,
fakat bunu oluşturanların kimler olduğunu söylemekte güçlük çeken Muir, konuyu
incelerken sorunların çözülmesini imkansız bulmaktadır. Aradan Oniki Yüzyıl
geçtikten sonra (müellif bu eseri XIX. yüzyılda yazmıştır.) ve bu zaman zarfında
kimsenin çözemediği sorunu halletmenin imkansız ve mantıksız olduğunu
söylemiştir. Buna rağmen, kendi fikir ve görüşlerini de ileri süren yazar,
bazen sahabileri bazen de isyancıları suçlu bulmakta, hatta halifenin (Hz.
Osman’ın) hilafetinin tanrısız, dinsiz bir temele dayandığını düşünmektedir.[159] Sadece burada
değil (biyografi kısmında da vurgu yaptık), başka eserlerinde de[160] İslam
dini, Hz. Peygamber ve ashabı-kiram hakkında aşağılayıcı sözler sarfeden
Muir’in mutaassıp bir hrıstiyan olduğunu da unutmamak gerekir.
Daha sonra Hz. Ali’nin halife seçilmesi ve sonrasında devam edegelen
olaylara değinen müellifin, fitne devrinin yeni bir aşamaya yükseldiğini ve
halledilecek daha çok sorunun ortaya çıktığını, bunlara çözüm yolları aramaya
çalıştığını görmekteyiz. Aslında Hz. Ali’nin halife seçilmesi, bazılarınca
fitne ve kargaşalara son verileceği gibi yorumlanmışsa da sonraki olaylar bunun
tam aksini gösterecekti. Çözülmesi güç yeni sorunlar ortaya çıkmıştı. Onlardan
biri, maktûl halifenin akrabaları idi. Onlar bir an önce katillerin bulunmasını
ve onlara kısas uygulanmasını talep etmişlerdi. Bu kesimin başında, katledilmiş
halifenin Şam’daki valisi ve akrabası Mu’aviye b. Ebi Süfyan gelmekteydi. Son
derece sabırlı davranmayı tercih eden Hz. Ali, onların bulunup kısas
uygulanacağını kendilerine bildirdiyse de bunlar aceleci tavır takınmış ve yeni
halifeye karşı kendi çetelerini oluşturmuşlardı. Bunun göstergesi ise halifeye
bi’at etmemişlerdi.[161]
Yeni halife
döneminde ortaya çıkan diğer bir problem de Hariciler’in ortaya çıkışı idi.[162] Bunlar
önceleri Hz. Ali’nin tarafgirliğini yapmış olmalarına rağmen, Hakem olayı
sonucunda Hz. Ali’yi tekfir ederek onu kabule yanaşmadıklarını dile getiren,
İslam’da ilk kez ortaya çıkan bir hizbin (Havariç) müntesipleri idi. Hz. Ali’yi
sonunda katledenler de bizzat bunlar olacaktı. Hz. Ali’nin şehadetini takip
eden yıllarda ise onun sert ve mutaassıp taraftarı olduklarını iddia eden Şi’a
grubu ortaya çıkacak ve İslam dünyasında bugün de devam etmekte olan
mezheplerarası düşmanlığın tohumlarını böyle atmışlardı.
Muir’in Hz. Osman dönemi siyâsi olaylarına ilişkin görüşlerini
incelediğimizde onun, olayların içinde çıkmaza düşmüş gibi davrandığı
görmekteyiz. Özellikle de mektup olayında şahidi olduğumuz bu tavrı diğer
olaylarda da sezilmektedir. Fakat onun da ashabın önde gelenleri hakkında
aşağılayıcı, birbirilerine düşman olma vasıfları atfetmesi kanaatimizce yanlış
davranıştı. Çünkü Hz. Peygamber’in kontrölü ve terbiyesinde savaşlara katılmış,
İslam dininn tebliğinde hep aynı safda mücadele etmişlerdi. İki cümleyle kısaca
değindiğimiz bu gerçek faktörler onlar hakkında böyle düşünmenin mantıksız
olacağına işaret etmektedir.
JOHN BAGOT GLUBB (GLUBB PAŞA)
Glubb’un
Hayatı, Faaliyeti ve Eserleri
Asıl adı Sir John Bagot olan bu ünlü tarihçi 1897 yılında, İngiltere'nin
Lancashire iline bağlı Preston'da doğdu. Glubb eğitimini Royal Military
Academy'de tamamladıktan sonra orduda göreve başladı. Onu diğer
şarkiyatçılardan ayıran en önemli özelliği, hayatının büyük bir kısmını askeri
alanda geçirmiş, yalnız bundan sonra makale ve eserler kaleme almış olmasıdır.
Askeri akademiyi bitirmiş olmasının bunda büyük etkisi olmuştur. Paşa unvanı da
askeri hizmetlerinden dolayı kendisine verilmiştir.[163]
Dunya Savaşı
sırasında Avrupa'da Fransa cephesinde yer almış ve yaralanmıştı. İngilizler'in
işgali altındaki Irak ve Ürdün'de yaptığı faaliyetleriyle ün kazanan Glubb,
1920'de Irak'a tayin edilerek, burada bedevileri teşkilatlandırıp Güney Irak'ta
çöl boyunca sınırların güvenliğini sağlayacak olan disiplinli bir polis gücü
oluşturma görevini almıştır. Fakat 1926'da Irak manda hükümetinin idari
müfettişi olmak için İngiliz ordusundan istifa etmişti. 1930 senesinde Ürdün'e
giderek Arap ordusunda (el-ceyşü'I- Arabi) yardımcılığını üstlendi. Başlangıçta
Arap ordusunun görevi sadece iç güvenliği sağlamak ve İngiliz menfaatlerini
korumaktan ibaret olsa da 1930'dan 1939'a kadar bu ordunun yardımcılığında
bulunan Glubb Paşa kısa zamanda General Peak'ten daha etkin bir konuma geldi.
Daha sonraları Necid taraflarından Ürdün'e sızan Abdulaziz b. Suud'un
adamlarına karşı verdiği başarılı mücadele şöhretini arttıracaktı. Irak'ta
bedevileri teşkilatlandırmak için aralarında yaşarken onlarla ilişki kurmayı da
öğrenen Glubb, kendisine yapılan muhalefete rağmen bedevileri Arap lejyonuna
dahil etmeyi başardı. Buna da bedevi Araplarla diyaloglar yaparak nail
olabilmişti. Onlara, disiplinli askeri kuvvet haline getireceğini vadederek
isteğine ulaşmıştı. Hatta Bedeviler kendisine "Ebu Hâneyk" (küçük çeneli)
lakabını takmışlardı. Glubb Paşa gerçekten de güçlü bir politikacıydı.
Bölgedeki İngiliz devleti temsilcisinin desteğini sağlayabilmesi de bunu
kanıtlayacak diğer delildir. Şu kadar var ki o, 1939 yılında General Peak'in
yerine Arap ordusu komuanlığına getirilmişti. Bizzat bu tarihten sonra Arap
lejyonu bölgenin en güçlü ve disiplinli ordusu haline geldi. Ve bu lejyon
İngilizler'in Ortadoğu'daki gücünün simgesi oldu.[164]
II. Dünya Harbi’nde savaş Ortadoğu'ya sıçrayınca (1941) Ürdün Emiri
Abdullah, İngilizler’e yardım etme arzusunu dile getirdi. Bunun üzerine
İngilizler'in isteği doğrultusunda Glubb Paşa ve ordusu öncelikle, Irak'ta
Alman subaylarının yardımıyla iktidarı ele geçiren Râşid Ali'ye karşı kullanılarak
savaşa iştirak ettirildi. Daha sonraysa İngiliz kuvvetlerinin Suriye'ye
girmesinde büyük rol oynayacaktı. Dikkatimizi çeken önemli unsurlardan birisi de, II. Dunya Savaşı
sırasında bölgede müttefiklerine yardımda başarı gösterebilmiş yegâne kuvvetin,
Arap lejyonu olmasıydı. Glubb Paşa ve Arap ordusunun yeniden ön plana çıkışı,
1948'de İsrail'in kuruluşundan sonra bir daha görülmüştü. Ürdün sınırlarının
İsrail saldırılarına karşı korunması ve Kral Abdullah'ın çok önem verdiği eski
Küdüs'ün yahudiler tarafından işgalinin önlenmesi için mücadelelere katıldı.
Fakat 1951’de Kral Abdullah'ın öldürülmesinden sonra tahta genç yaştaki oğlu
Hüseyin (ondan önce akıl hastası olan Tallal tahttan indirilmişti) getirildi.
Hayatının otuz altı yılını Araplar arasında geçiren Glubb Paşa’nın bundan sonra
etkinliği azalmaya başlayacaktı. Kral 1956 yılında Glubb Paşa'yı ve ordudaki
diğer İngiliz subaylarını aynı yılın mart ayında azletti. Ardından da Glubb'u
bir darbeye teşebbüs etmesi ihtimaline karşı Kıbrıs'a sürdü.[165]
Hayatının büyük ve önemli kısmını askeri alanda geçirmiş olduğundan bu
konuya geniş yer vermemiz mümkün olmayacaktır. Çünkü bu dönemde herhangi bir
eser yazdığı bilinmemektedir. Önemli makale, yazı ve eserlerini yalnız
görevinden azledildikten sonra, kendi memleketi olan İngiltere’de kaleme
almıştı. Glubb Paşa böylece iyi bir yazar olduğunu da kanıtlamıştır.
Eserlerinde diğer şarkiyatçılara göre nispeten insaflı davranmış ve Avrupa'da
İsrail'e karşı Araplar'ın müdafaasını yapmıştır. Yazarın kaleme aldığı önemli
eserlerini şöyle sıralaya biliriz: “The Story of Arab Legion”” (London
1948); Askeri yıllarda yazdığı bu eserinde, Arap ordusunun birinci elden bir
değerlendirilmesi yapılmıştır. Eser, hiçbir yerde yayımlanmamış pek çok resim
ve haritayı ihtiva etmektedir. Diğer eserleriyse şunlardır: “A Soldier With
the Arabs” (Hodder and Stoughton, London, 1958), “Britain and the Arabs”
(Hodder and Stoughton, Great Britain, London, 1959), “A Short History of
the Arab Peoples”” (Quartet Books, London, 1978), “Syria, Lebanon,
Jordan”” (Walker, New York, 1967), “Soldiers of Fortune: Story of the
Mamlukes, 1250-1517”, (Stein and Day, New York, 1973), “The Life and
Times of Muhammed” (Cooper Square Press, New York, 1998), “Peace in the
Holy Land: An Historical Analysis of the Palestine Problem”” (Hodder and
Stoughton, London, 1971), “Great Arab Conquests”” (Hodder and Stoughton,
London, 1963).[166]
Glubb’un
Hz. Osman’ın Halife Seçimine ve Politikalarına Yaklaşımı
Diğer müsteşriklerden farklı olarak Glubb, Hz. Osman dönemi siyasi
olaylarına, kendine has bir açıdan yaklaşmış, olayların gerçekleşmesinin bazı
sebeplerinin çok eski zamanlarda görülmeye başladığına işaret etmiştir. Yazar
bu dönemdeki karışık ve halledilmesi zor olayların ortaya çıkma nedenlerinin
aslını, Hz. Peygamber’in dönemindeki iki büyük rakip kabilenin arasındaki
anlaşmazlıklara kadar götürmektedir.[167] Bu iki kabile
de Rasulullah’ın bizzat mensubu olduğu Haşimoğulları ve sonraki devirde kendi
hanedanlıklarını kurmayı başaracak olan Ümeyyeoğulları idi.
Bilindiği üzere İslam’ın ikinci halifesi Hz. Ömer, (H. 12-22/M. 634644)
namaz kıldırdığı esnada şehit edilmişti.[168] Kendi
yerine halife tayin etmesi talebi üzerine o, belli bir kişiyi halifeliğe
atamaktan sakınarak altı kişiden ibaret (onların kim olduklarını da kendisi
bizzat isimlerini bildirmişti) şura teşkil edilmesini ve onların kendi
aralarından birini bu makama seçmelerini tavsiye ederek gözlerini bu dünyaya
ebediyen yummuştu. Seçim şurasına katılmak için Hz. Ömer tarafından gösterilen
altı büyük sahabe; Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talib, Talha b. Ubeydullah,
Zübeyr b. Avvam, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avftan[169] oluşuyordu.
Hepsi de İslam’ın yayılmasında en çok gayret gösteren ashabın önde
gelenleriydi. Seçim devam ederken sona iki kişinin Hz. Ali ve Hz. Osman’ın
kaldığını Glubb şöyle değerlendiriyor: “Artık Hilafet makamına iki aday
kalmıştı. Bunlar, Ümeyyeoğulları ’ndan Osman ve Haşimoğulları ’ndan Ali idi.
Allah’ın Elçisi’nin vefatından oniki sene sonra bu iki büyük aile (kabile),
yeniden karşı karşıya gelmişlerdi. ”[170] [171] Son
cümlesinden de görüldüğü üzere sorunların nedenlerinin başında, iki büyük
kabile arasında eskiden varola gelen rekabet gelmekteydi.
Yazarın fikrince halife seçiminin dördüncü günü, Medîne’de, iki grub (Hz.
Osman ve Hz. Ali) arasındaki gerginlik artık son haddine varmıştı. Nihayet
kendi isteği üzerine hilafet adaylığından elini çeken Abdurrahman b.
171 Avf tarafından (şura sonucu
olarak) Hz. Osman, hilafete getirilmiş oldu. Bundan sonra zamanla İslam
dünyasında görülmeye başlayacak fitne ve karışıklık olaylarının ikinci ve en
önemli nedeni olarak da Glubb, bizzat bu seçim kararını görmektedir. Ayrıca
diğer müsteşrikler gibi o da Hz. Osman’ın karakterindeki ılımlılığı, çok
şefkatli, cömert, yumuşak huylu olmasını, sonradan bu karakterini kötüye
kullananlar için alet edildiği gibi ifade etmiştir. Yeni halifenin politikada
yaptığı diğer yanlışlık ise akrabalarını yüksek makamlara getirmesi oldu. Hatta
iş o yere varmıştı ki, hata yaptığından dolayı görevinden azledilen bir
Emevi’nin yerine, aynı soydan başka birisi getirilmekteydi.[172] Bu
kısma, önceki müsteşriklerin fikirlerini söylerken değindiğimizden, hangi
akrabalarının hangi bölgelerde yüksek mevkilere atandıklarına yeniden dönerek
tekrara yer vermek istemedik.
Burada dikkatlerimizi çeken bir hususa kısaca değinmek isteriz. Şöyle ki,
yazarımız, bu devirdeki yanlış politika ve iç karışıklıkla ilgili konulara daha
çok yer ayırmasına rağmen, devam edegelen fetih harekâtları hakkında iki
cümleyle yetinmiştir. Bu, yazarın, konuya olduğu gibi tüm taraflarıyla değil,
yalnız bir açıdan (eleştiri açısından, yani taraflı) yaklaştığını bizlere
açıkcasına göstermektedir.
Yazarın çeşitli eyaletlere atanan Emevi valiler hakkındaki fikirlerine
gelinceyse, onların arasından yalnız Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ı görevinde
başarılı addettiğini görebiliriz. Beni Ümeyye’den olup, (Hz. Ömer tarafından)
daha önceden Suriye’ye vali atanan Mu’aviye, Hz. Osman tarafından makamında
korunmuş olmakla beraber halifeyi bu adımında başarılı görmektedir. Bunu böyle
görmesinin temel nedeni, Emevi soyundan olanların hakimiyet, idarecilik
konusunda zeki ve başarılı olmalarında aramaktadır.
Haşimoğulları’yla kıyaslandığında bunlar daha yetkiliydiler. Hz.
Peygamber’in sağlığında kimse Ümeyyeoğulları’nın yüksek görevlerde
bulunmalarını akıllarına getirmezdi. İslam’ın en büyük düşman saflarını
onlar oluşturuyorlardı. Fakat devir değişmişti. O’nun vefatı üzerinden on
seneyi aşkın bir zaman geçtikten sonra, konum neredeyse tam aksine vukuu
bulmuştur. Artık en önemli ve yüksek görevlerde Beni Ümeyye soyuna mensup
olanlar görülmekteydi.[173]
Yazarın kısa olarak değinmek istediği diğer bir konu da, Hz. Ömer’in
kendi hilafeti zamanında karşılaştığı bir çıkmaz durumla ilgiliydi. O, yeni
fetholunmuş topraklara Araplar’ın (fatihlerin) göçürülmesinin veya öyle
yapmayıp garnizonlarındaki görevleriyle meşgul olmalarının hangisinin doğru,
hangisinin yanlış adım olduğu hususunda tereddütler geçirmiyordu. Glubb’a göre
onların yeni insanlarla (özellikle de Bizans’ın sarışın ve mavi gözlü
kadınlarının etkisinden rahatsızdı) tanışması ve onlarla karışmasının, İslam’ın
geleceği ve fetih harekâtları için tehlike arzedebilirdi.[174]
Hz. Peygamber’in vefatından yirmi sene geçmesine rağmen, (H. 31/M. 652
senesinde) Araplar’ın cihat savaşlarına yine aynı cesaret ve istekle
katılmaları, aynı zamanda başka sorunlara neden olmuştu. Fakat bu sorunlar
fetih harekâtlarının duraksamaya başladığı bu seneden itibaren görülmüştü.
Gittikleri uzak beldelerde kalan müslüman askerler, cihat harekâtlarına ara
verilince, uğraşacakları bir işleri kalmamıştı. Bir bakıma hayatlarını sıkıcı
bulmuşlardı. Günlerini hep at sırtında, ellerinde kılıç olarak geçirmiş bu
savaşçıların boş işlerle uğraşmalarına bir çözüm yolu getirilmeliydi.[175]
Glubb’a
Göre Fitnenin Ortaya Çıkışında Etkili Olan Faktörler
Glubb, yirmi seneyi aşkın zaman zarfında, daha Rasulullah tarafından
müslümanların kalplerinde oluşturulan iman hissinin zayıflamasına yol açan
nedenlerin bir kaçını sıralayarak bunların fitne olaylarının ortaya çıkmasında
önemli etkisi olduğuna da işaret eder:
İlk olarak Araplar arasında
İslam öncesi dönemde mevcut kabilelerine sıkı bağlılık duygusunu bu dönemde
yeniden başgösterdğini kaydeder. Kabile asabiyetini öngören bu hisler, İslami
ruha uygun düşmediğinden (zaten İslam dini bunu yasaklar), Araplar bu iki zıt
olguyu birbiriyle bağdaştıramamış ve sonuç İslam dünyası için iyi olmamıştı.
Hz. Osman’ın idarciliğindeki
sorunlar ile bir önceki halifenin (Hz. Ömer’in) politikasını kıyaslayarak
ortaya koymaya çalışmıştır. Glubb, Hz. Ömer’i halifeliğinde daha başarılı,
görevinin üstesinden çok iyi gelen biri olarak tanıtmakta olup askerlerine,
kendi komutanlarından duydukları rahatsızlığı, şikâyetleri doğrudan kendisine
haber vermelerini emretmesini övmüşse de, bu halin Hz. Osman’ın hilafetine hiç
uygun olmadığını da belirtmiştir. Ardından da bu devirde görülen karışıklık
olaylarına Hz. Ömer’in de neden olduğuna işaret eder. Âsilik ve başkaldırı olaylarına
neden olan ilk faktörün bizzat Hz. Ömer’in bu siyaseti olduğunu söylemektedir.[176] Tabii,
bu politikanın o devirde uygulanması yerine göre tam ayarlanmıştı. Ayrıca Hz.
Ömer’in, durumun sonraki yıllarda bu şekilde kötüye doğru değişebileceğini
düşünmediğini de kaydetmek yerinde olacaktır.
Yazarın, olayların böyle akış
almasına delil getirdiği diğer bir sebebin de, Kureyş kabilesinin hâkimiyeti
ile ilgili bulduğunu görmekteyiz. Ona göre Kureyş kabilesi Hz. Peygamber’in
bizzat intisap ettiği kabile olduğundan kabile müntesipleri bu itibarlarını
kullanmaya başlamış olabilirler. Bu da diğer kabilelerin onların bu tavırlarına
karşı sert tepki göstermelerine neden olabilmişti.[177]
İngiliz yazarın dördüncü delili
aslında üçüncünün uzantısı mahiyetindedir. Ona göre, Kureyş kabilesinin kendi
içinde birbirilerine karşı parçalanmaları da olayları tepkilemiştir. Kureyş
kabilesinin iki en büyük kolu olan Beni Haşim ve Beni Ümeyye arasında, zaten
İslamiyetten önce de bir kıskançlık söz konusuydu. Şimdi bu kıskançlık
kendisini biraz daha “gelişmiş” şekilde göstermeye başlamıştı. Bunun en
mantıklı ve tutarlı delili olarak da Hz. Ömer’in şehadetinden sonraki yeni seçimlerde,
bizzat bu iki kabileye mensup adayların kalmadığını, aralarındaki husumetin iki
veya üç gün sürdüğünü kaydetmektedir. Bu iki büyük zat da Beni Haşim kolundan
Hz. Ali ve Beni Ümeyye’den Hz. Osman idi.[178]
O, diğer önemli sorunun da, Hz.
Osman’dan kaynaklandığı fikrini ortaya koymakta ve dolayısıyla meydana gelen
olaylarda da en çok etkili olanın, halifenin kendisi olduğu görüşünü
savunmaktadır. Bu konuda neredeyse Hz. Osman’ı eleştiren diğer müsteşriklerin
görüşlerine katılmış bulunmaktadır. Onun çok hoşgörülü, mülayim tabiatli, halim
karakterli olması, ayrıca akrabalarına karşı aşırı düşkünlüğü,[179] sonradan
tüm İslam dünyasına pahalıya mal olacaktı. Çeşitli eyaletlere vali olarak
esasen Ümeyyeoğulları’ndan olan akrabalarını (diğer önemli yüksek görevlere de)
tayin etmesi buna açık bir delildir.[180] Kendisi
de birkaç yerde bu ilişkinin hatalı olduğunu söyleyen Glubb, Hz. Osman’ın
akrabalarına karşı tutumunun eleştirilmesini kabul etmediğini belirter. Ona
göre bu herkesin hayatında yapabileceği sıradan bir durumdur. Hz. Osman’ın bu
konuda, isabetli delillerle kendini savunmasını haklı karar olarak addediyor.
O, Allah’ın akrabalara yardım etme emrini gerçekleştirdiğini iddia ediyor,
ayrıca kendisinden önceki halifeleri, bu konuda ihmalkâr olduklarından dolayı
eleştiriyordu. [181]
Mamaafih, yazar, bu konuda İngiltere’deki akarabalara bağlılık
duygularıyla Doğu’daki aynı duyguları kıyaslayarak, yakın akrabalara olan
sevgi, bağlılık hislerinin Doğu ülkelerinde (aslında bu, tüm Müslüman alemine
has bir durumdur) daha aşırı hal almasını delil göstererek bu konuda Hz.
Osman’ı haklı çıkarmaya gayret ettiğini görmekteyiz.[182]
Diğer taraftan, halifenin
eyaletlere atadığı akrabaları, Hz. Peygamber hayatta iken, O’nun ve İslam’ın en
büyük düşmanlarını oluşturuyordu. İster ilk dönemde (Mekke’de), isterse sonraki
dönemde (Medîne’de) onlar tutumlarını değiştirmemişlerdi. Onların çoğu
Mekke’nin fethi sonrası Müslüman olmuşlardı. Müslümanların sayısı Bedir ve Uhud
savaşlarında, Rıdvan bi’atinde olduğundan defalarca çok idi. Fakat şimdi
başlarında, bizzat o savaşlarda kendilerine karşı savaştıkları kişiler idareci
olarak yer almışlardı. Bunların ekserisi İslam’ı samimi olarak değil, ölümden
canlarını kurtarmak için, kalpleri İslam’a ısınsın diye para karşılığında kabul
ettiklerinden, şimdi lüks hayat onların imanlarının önüne geçmişti. Sanki
samimi, gerçek mu’minler, bir anda kendilerini Hz. Peygamber’in düşmanları
tarafından yönetildiklerini farketmişler, ama bu, onlara hiçbir fayda
sağlayamamıştı.[183]
Yazara göre Araplar arasında halifeye karşı hızlı şekilde yayılmakta
devam edegelen isyanların nedenlerine, aslında bugün de rastlamak mümkündür. Bu
konuya kısa değinerek bazı benzeri örnekleri karşımıza sunmuş bulunmaktadır.
Bunlara pazarlarda yaygınlaşan dedikodu olaylarının, devletin icraata
bağladığı yeni tedbirlere karşı sert tepki gösterenlerin, yahut bazı kişilerin
otoriteye karşı propaganda faaliyetlerinin içlerine sızması faktörlerini
göstererek on beş yüzyıl önceki isyanın nedenleriyle günümüz ölçüsüyle
kıyaslmaktadır.[184]
[185]
Glubb’un
Hz. Ali, Talha ve Zübeyr Hakkındaki Suçlamaları
Glubb Paşa, Hz.
Osman’ın katlinde, daha sonra da onun yanında görünen fakat hayatta iken
kendisini eleştiren yakın arkadaşlarından Hz. Ali, Talha ve Zübeyr’in yeterince
ona yardımcı olmadıklarını düşünmektedir. Diğer taraftan Hz. Osman’ın
düşmanlarının önemli kısmının, bizzat kendi yanında (Medîne’de) olduğuna vurgu
yaptığını görmekteyiz. Medîne’deki müslüman büyüklerinin (Ali b. Ebi Talip,
Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah), halifeye karşı başkaldırılan isyan
hareketleri konusunda faydası olmayan tavsiyelerde bulunmalarına işaret ederek,
sorunların önemli kaynaklarının bu
şahıslar olduğunu açıkca bildirmektedir.
Ayrıca, bu liderlerin halifeye eleştiri yapanların ta kendileri olduklarını da
söylemektedir. Bunlara Hz. Peygamber’in dul eşi, mu’minlerin annesi Hz. Ayşe ve
Mısır’ın fatihi olarak bilinen Amr b. ‘As’ı da eklemekten geri durmamıştır. Amr
b. As’ın halkı devlete karşı kışkırtıcı faaliyetlerde bulunmasının sebebini de,
Hz. Osman’ın onu görevinden alarak yerine kendi üvey kardeşini tayin etmesi ile
yorumlamıştır. Hz. Ali b. Ebi Talip, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah’ın bu
tutumlarını ise, halife isyancılar tarafından muhasarada iken, hiçbirinin ona
yardımda bulunmamalarıyla kanıtlamaya çalışmıştır. Her üçü de bu durumda kendi
evlerine çekilmiş, gizlice ve sakin bir şekilde olayların sonucunu
beklemişlerdi. Fakat mu’minlerin emiri isyancılar tarafından katledildikten
sonra her üçü de üzgün ve öfkeli halde onun evine gelerek muhafızları ihmalkar
davranmakla suçlamışlardı. Müellif, onların bu tutumlarını ve kendilerini
üzgün göstermelerini eleştirerek şöyle diyor: “ ... Onların bu gibi sözler
söylemesi boşuna kullandıkları kelimelerdi. Çünkü iyi hatırlıyoruz ki, Osman’ın
evinin muhasarası kırk gün sürmüştü ve bu günlerde bu kişilerden hiçbiri
gösterişli dahi olsa bir şey yapmamışlardı.”1,5 Ancak bunun kendilerinin
de öldürülecekleri korkularından mı, yoksa Hz. Osman’a olan kıskançlıklarından
mı olduğunu kesin olarak hiç kimsenin bilmediğini ve hiçbir zaman da
bilemeyeceğini söyleyerek konuyu olduğu gibi bırakmıştır.[186]
Glubb’un
Hz. Osman’da Gördüğü Hatalar
Bilindiği üzere, İslam dünyasında meydana gelen ilk büyük fitne olayları,
Hz. Osman’ın, hilafet başına geçmesinden sonra görülmeye başlamıştı. Bunun
sebeplerinden birkaçını (yukarıda verdiğimiz gibi) müellif açıklamıştı. Fakat
bu kısımda, onun konuyla ilgili olarak, bizzat yeni halife seçilmiş Hz.
Osman’ın yaptığı hatalarına işaret ettiğini göreceğiz.
Yazar onun temelden hilafete layık biri olmadığını açıkca söylemektedir.
Onun fikrince Hz. Osman, fesat çıkarmaya, bölücülüğe yatkın, bir anda coşup
galeyana gelen Arap ruhlu halkı kontrol etmekte oldukca güçsüzdü. Sergilediği
hatalı idarecilik siyasetiyle da bunu kanıtlamıştır. O, bu tutumunu özellikle
de fetih harekâtlarının durgunlaşmaya başladığı dönemde ortaya koymuştu. Yazar,
halifenin siyasi idare yeteneğinin oldukça kısıtlı olmasını, devletin
ehemiyetli işlerinin hallinde etkisiz güç kullanmasıni, sözünün etrafındakiler
tarafından dinlenmemesini doğru bulmamaktadır. Ayrıca, halkı kendi iradesi ile
değil, bizzat yakın akrabalarının etkisiyle idare ettiğini eleştirirken, bunun
hiçbir güçlü idareci veya yöneticiye has tutum olmadığını sert bir dille
eleştirerek vurgulamaktadır.[187]
Glubb’un temas
ettiği diğer bir husus da Hz. Osman’ın rahat tavır ve lüks hayatıyla ilgilidir.
Ona göre hep hediye, bahşişler kabul etmiş, lüks hayat sürmüş ve bu da
idareciliğine menfi etki yapmıştır. Ama eski Bizans ve Sasani hükümdarları gibi
aşırı lüks hayat yaşamadığını vurgulamaktadır. Fakat Hz.Peygamber ve sonraki
iki halifenin dünya malına azıcık da olsa meyletmediklerini, sahip oldukları
para, mal-mülkün yönetimdeki tutumluluk ve titizliklerine hiçbir yan etki
yapmadığını da söylemektedir. Yazarımız bunu Hz. Osman’ın en önemli hatası
olarak kabul eder.[188] Fakat
biz Glubb’un bu görüşünü isabetli bulmamaktayız. Zira, Hz. Peygamber’in bizzat
övgüsüne mazhar olmuş birisinden böyle bir şey beklemek akıl dışıdır. Ayrıca
Hz. Osman’ın daha Hz. Peygamber hayattayken ne kadar cömert biri olduğu
kaynaklarla tespit olunmuştur (Bu konuya Giriş kısmında değinmişizdir). Bunun
karşılığında da onun iyi ahlakına, tevazusuna sahip olduğunu üstün meziyetleri
arasında zikretmiştir. Hz. Peygamber’in onu Cennetle müjdelemesini, Meleklerin
karşısında hayasından çekindiklerini kaydetmekle aynı zamanda halifenin iyi
birisi olduğundan kuşku duymadığını da belirtmiştir. Ona göre sorun, yalnız
devlet işlerinin idaresindeydi. Kendisi iyi insan olabilirdi, ama hilafete ehil
kimse değildi. Eğer o, devletin başına getirilmeseydi, hayatı herkes tarafından
sevilir biri olarak kabul görecek, herkesin hatırında iyi bir dindar insan
olarak yaşayacaktı. Bu konuda Hz. Osman’ı, İngiliz İç Savaşı’nda (1642 - 1651
yılları arasında Cumhuriyetçiler ve
Kraliyet yanlıları arasında yaşanmış politik ve harbi olaylar) Kraliyet
ailesini temsil eden ve 1649 yılında idam edilerek öldürülen I. Charles’ın
durumu ile kıyaslar. Çünkü o da eğer tahta çıkmamış olsaydı herkesin sevdiği,
saygı duyduğu erdemli biri gibi hatıralarda kalacaktı.[189]
Glubb’un
Araplar Hakkındaki Düşünceleri ve Genel Değerlendirmesi
Biyografi bölümünde de gördüğümüz üzere Glubb, hayatının büyük bir
kısmını Araplar arasında geçirmiştir. Bu yıllar boyunca onların karakterleri,
karşılaştıkları özel, olağanüstü durumlar karşısındaki tutumları ve başka
benzeri özelliklerini görmüştü. Kendisi bu zaman zarfında sayısız Arapla görüşmüş,
hatta onlardan müteşekkil askeri gruplara rehberlik etmişti. Onun Araplar
üzerinde böyle büyük bir göreve getirilmesi, kendisinin Yarımada insanını çok
iyi öğrenebildiğine işaret eder.
Müellif, ilk İslam hilafeti
sıralarındaki bozulmalardan bahsederken, önce Araplar’ın bu seviyeye nasıl
geldiklerini incelemektedir. Aslında bozulmanın bazı nedenlerinin bizzat bu
dereceye ulaştıkları zaman kullandıkları yanlış yöntemlerde olmasını
kanıtlamaya çalışmaktadır. Bazı Batılı tarihçiler gibi o da yedinci yüzyılda
Arap dünyasında görülmüş büyük ilerlemenin önce, bu topraklarda insan sayısının
artması, bunun da bölgeye açlık, susuzluk (zaten o yerler çok sıcak ve kuru
iklime sahiptir) gibi insanı ölüme sürükleyen durumların ortaya çıkmasına neden
olmasıyla izah etmiştir. Onun fikrince, eğer gerçekten de Arap Yarımadası’nda
lüks hayatı mevcut olsaydı hiçbir zaman memleketlerini terk etmezlerdi.[190] Yaptıkları
savaşlarda ise başlarına isabetli kumandanlar tayin etmeleri, onları büyük
başarılara ulaştırmıştır. (Yazar burada, başta Hz. Peygamber olmakla, özellikle
Halit b. Velîd’e işaret eder). Bu ordu komutanlarının dünya malına önem
vermeyerek savaşmaları, hiç kimseye haksızlık etmemeleri hallerini takdir
etmekte, başarılarının nedenlerini de buna bağlamaktadır. Arkasından da bu
durumu yalnız Hz. Peygamber’in vefatından 25 yıl sonrasına kadar devam ettiğini
kabul eder.[191] Bizzat
Hz. Osman’ın hilafeti yıllarındaki fitne olaylarının meydana gelmesinin bu
“altın çağın” kapanma nedeni olduğunu belirtiyor. Bunun diğer önemli (ve aynı
zamanda doğru olmayan) nedenini ise bölge adamlarının dini inançlarında ifrata
varan tutumları ile yorumlamaktadır. Ayrıca yazarın böyle bir inançla yapılan
savaşlar sonrası kazanılan başarının uzun sürmeyeceği düşüncesinde olduğunu
görmekteyiz. Yani o, böylesi başarıları isabetli hesap etmiyor. Hz.
Peygamber’in vefatından 25 yıl sonrasına kadar aynı durumun görüldüğünü bizlere
aktarmaktadır. Artık bundan sonraki büyük İslami fetihleri başarı olarak
addetmemektedir. Sonraki savaşların ise dinin adını kullanarak yapılmış
ihtilaller olarak görüyor. Buna, 929-969 yıllarında Arabistan Yarımadası’nı
tutmuş, Mekke ve Medîne’yi de işgal ederek, bizzat halifeyi kendilerinden asılı
hale getiren Karmatiler’i örnek olarak vermiştir. Onlar da ifrat dini inançla
savaşmış ve büyük başarılar kazanmışlardı, fakat 40 yıl sonra tarih sahnesinden
silinmeye başladığı bilinen bir gerçektir. XVIII. Yüzyılda ortaya çıkmış
Vehhabilik harekatı da aynı 192 senaryonun devamıydı.
Arap dünyasındaki görülmemiş gelişmelerin ve çöküşlerin bazı nedenlerini
kendi düşüncesine göre yorumlayarak kendini haklı çıkarmaya gayret eden Glubb,
sonunda kendine, aynı zamanda öyle düşünen diğer tarihçilere bir sual
sormaktadır: “... Hırs, zorluklar, yoksulluk ve açgözlük Arapların kendi
arazilerinden dışarıya çıkmalarına neden olduğunu kabul ediyoruz. Fakat
Muhammed’den bin yıllar önce de (hayatta iken vefatına kadar olan zaman
diliminde de) bu çöl Arapları açlık ve sefalet içindeydiler. Peki neden onlar
Peygamber’in vefatından sonraki yirmi beş yıllık sürede yenilmez bir kuvvete
çevrilmişlerdi?”[192]
[193] İşte
burada yazarımız, İslam diniyle birlikte Arapların öteden beri daha verimli
kuzey bölgelere göçlerinin yeniden ivme kazandığına işaret ediyor olmalıdır.
İster İslam tarihçileri olsun, isterse Batılı müsteşrikler Hz. Osman
dönemi olaylarını ele aldıkları zaman, onun hilafetinin ikinci altı senelik
devrinde kendisini göstermiş ve Hz. Ali devrinde hızla yayılarak devam
edegelmiş iç karışıklıklarla ilgili olaylara geniş yer vermiş ve bu konuda uzun
uzadı yorumlar yapmışlardı. Glubb da bu yazarlardan biri olarak kendi
görüşlerini sunmuş ve olayların ortaya çıkışında çabuk öfkelenip galeyana gelen
Arap karakteri ve zihniyetinin bunda büyük role sahip olduğu görüşünü ileri
sürmüştür. Fakat şunu da zikredelim ki, hiçbir yazarın kesin bir sonuca vardığı
müşahede edilmemiştir.
Bu konuyla ilgili Türkiye’de çalışma yapan İslam tarihçilerinden Sabri
Hizmetli de olaylara yaklaşırken takip edilmesi gereken bazı hususlara işaret
etmiş bulunmaktadır. Mesela, ona göre bu gibi olayların ele alınışı veya
yorumlanışı bir tarih araştırmacısından ötekisine önemli farklılık arzeder.
Zira râviler ve tarihçilerden herbiri olayları kendi ideolojileri, din ve
mezhep telakkilerine göre açıklayarak değerlendirmektedirler. Araştırmacı
buraya tarihçilerin siyasi ve sosyal eğilimlerini de eklemektedir.[194] Onun
bu konuda izlenmesini önerdiği diğer bir husus da olaylara yaklaşanların
dayanılan rivayetler ve kaynaklara göre farklı değerlendirmelerde
bulunmalarının gözönüne alınması gerektiğidir. Örneğin, Hz. Osman dönemi
olaylarını araştıracak biri Seyf b. Ömer’in rivayetlerini de ele almalıdır, Ebu
Mihnef ve Vakidi’nin de; Fakat bu zaman farklı görüşlerin ortaya çıkacağı
bellidir. S. Hizmetli’ye göre bunlardan birinciye dayanılarak olaylara
yaklaşılırsa, iç karışıklıkların asıl sebepkârlarının Abdullah b. Sebe ve
Sebe’iyye grubu; ikinci gruptakilere esas alınırsa anarşi olaylarına neden
olacak kişilerin Hz. Ali, Aişe, Talha ve Zübeyr gibi ashabın önde gelenleri olacağı
kanaatine varacaktır.[195]
Fakat yazarımız Glubb’un bu gibi hususların etkisinde kalmadığını
söylememiz gerekmektedir. Bunun nedenine gelince daha önce en başta
vurgulamıştık. Yazarımız uzun yıllar boyunca Araplar arasında yaşamış
olduğundan, kendi gözleriyle gördüğü Arap zihniyeti açısından Hz. Osman devri
olaylarına yaklaşmıştır.
MONTGOMERY WATT
Watt’ın
Hayatı ve Eserleri
Montgomery Watt, 14 Mart 1909’da İskoçya’nın Fife bölgesine bağlı Ceres
köyünde doğdu. Babası İskoç Episkopal kilisesi görevlisi Andrew Watt’ın 1910’da
ölümü üzerine annesiyle birlikte baba evine taşındı. Watt, çocukluk ve ilk
gençlik yıllarını burada dindar bir çevrede Birleşik Özgür Kilisesi ile İskoç
Episkopal Kilisesi’nin faaliyetlerine katılarak geçirdi.
M. Watt, öğrenim hayatına Lakhall Academy’de başladı. 1925 senesinde
Edinburgh’a taşınarak orta öğrenimini George Watson’s College’da tamamladı
(1927). Ardından da Edinburgh Üniversitesi’ne kaydoldu ve burada klasik
edebiyat dalında öğrenim gördü. 1930’da burslu olarak gittiği Oxford
Üniversitesi’nde “literae humaniores”ten mezun oldu (1932). Bir sene
sonra “literatür master” derecesini kazandı ve doktora tezi hazırlamak
amacıyla Edinburgh’a döndü. 1934 yılındaysa Almanya’nın Jena şehrine giderek
burada eğitimini felsefe üzerine devam ettirdi. 1934-1938 yılları arasında
Edinburg Üniversitesi Ahlak Felsefesi Bölümünde Asistan olarak görev yaptı.
İslam’la ilk tanışıklığına
gelince, bu, bir öğrenci arkadaşı ile
bağlantılıdır. Aynı evde kaldığı
bir müslüman arkadaşı vasıtasıyla biraz İslami bilgilere sahip oldu. 1938
yılında üniversitedeki asistanlık süresi biten Watt, Küdüs’teki Anglikan
piskoposunun İslam’a entellektüel yönden yaklaşacak birini aradığını öğrenmiş
ve oraya başvuru yapmıştı. Başvurusu kabul görünce bir müddet sonra,
Oxford’daki Cuddeston College’da hızlandırılmış teoloji programına katıldı.
M. Watt’ın eğitim yıllarındaki özelliklerinden birisi de onun papazlık
yapmış olmasıdır. 1939-1941 yıllarında Londra’da, 1944 senesine kadar
Edinburgh’ta papazlık yapmıştı. Arapçayı bizzat papazlık yaptığı dönemlerde
öğrenmeye başladı. 1944’te Edinburgh Üniversitesi’nde "Free Will and
Predestination in Early İslam” başlıklı teziyle doktor unvanı aldıktan
sonra da Küdüs’e gitti. İki sene sonra memleketine dönen M. Watt, Edinburgh
Üniversitesi’nde eski çağ felsefe dersleri vermeye başladı. 1947’den itibaren
Arapça okutmanlığı görevini üstlendi. Profesör unvanını ise 1964 yılında aldı.
Aynı yılda Arap ve İslam Araştırmaları Kürsüsü başkanlığına atandı. İskoç
Episkopal kilisesindeki papazlığını üniversitedeki görevi süresince de devam
ettirmişti. Ünlü İskoç yazar 2006 yılında, Edinburgh’da öldü.[196]
Kendisi inançlı bir hristiyan olan M. Watt, İslam ve Hristiyanlığın yanı
sıra günümüzde İslam dünyasındaki gelişmelerin değerlendirilmesi yönünde
çalışmalar yapmıştır. Ayrıca, 1963-1964’te Toronto, 1970’te Paris ve 1978-
1979’da Georgetown üniversitelerinde misafir hoca olarak faaliyetini bir müddet
memleketinden uzaklarda sürdürdü. Hatta bazı ilmi toplantılar için Türkiye’ye
de geldi. 1976 yılında düzenlenen I. Siret Kongresi’ne ve 1985 yılındaki I. Din
Bilimleri Kongresi’ne bizzat katıldı. O, Iona Community’e de üye idi. Bu
şekilde bir süre İngiliz Oryantalistleri Derneği’nin başkanlığını yapmıştı. M.
Watt çok sayıda kitap ve makalelerin müellifi olmakla beraber, yazıları ve
öğrencileri üzerinden İslam dünyasında ve özellikle Türkiye‘de önemli etkiler
bırakmıştır.
Yazar, hayatı boyu mensubu olduğu hristiyanlığı iyi yaşamış biri olarak
bilinmektedir. İlmi ve fikri hayatı da bu inancıyla uyumlu bir şahsiyetti.
O’nun, 1980’li yılların başlarına kadar Hristiyanlığı, genelde dinî olanı,
dolayısıyla da İslam’ı o devirde etkili olan materyalizme (özellikle de tarihi
materyalizme) karşı savunduğunu görmekteyiz. Bu konuda yazdığı eserlerinde dini
savunurken İslam’ı tarihsel ve sistematik bakımdan bir araç gibi kullanmıştır.
O, bir taraftan Hz. Peygamber’in hayatında ve İslamiyet’in ilk zamanlarında
dinin, hayatı şekillendirmede gösterdiği başarıyı, fikrin maddi aleme tesirinin
örneği olarak zikretmiş, diğer taraftan tarihi materyalizm tezini tercih ederek
bunu araştırmalarında uygulamaya gayret göstermiştir. Bu ilk bakışta çelişki
gibi gözüküyor olsa da fikirlerin verilişi maddi şartlarda etkin olduğuna
dikkat edilirse bu durum ortadan kalkmış olur. [197]
M. Watt’ın
eserlerine dikkat edilirse, fikirlerinde rasyonel düşüncenin etkisinden
kurtulamadağını görürüz. İslam’ı bir din olmaktan çok modern terimlerle
açıklanabilecek bir sosyal hareket olarak görüyor. Ayrıca o, İslam’ın o
dönemdeki tarihi şartlarla izah edilemeyecek tarzda aşkın bir kaynaktan geldiği
izlenimini uyandırmış olsa da, tarihi şartlarda muhteva kazandığını söylemektedir.
Menşei itibariyle İslam’ı ilahi kabul ediyor, fakat tarihi gelişim ve etkileşim
sürecinde beşeri olduğu düşüncesi onun tüm araştırmalarında sergilediği tahmin
edilir. Hatta ilk yazılarında İslam’ı, Allah’ın gönderdiği bir din, Kur’an’ı
vahiy eseri, Hz. Peygamber’i de vahiy alan biri olarak vermektedir. Fakat o, bu
son dinin, tarihin belirli bir döneminde Arap toplumunu ıslah etmek için
gönderildiğini kabul ediyor. Daha ilginç olanı da M. Watt’ın Kur’an’ı mana
olarak Allah’a, lafız olarak Hz. Peygamber’e nisbet etmesi, daha sonraki
gelişmeleri tebliğ müddetine bağlı bir ilham saymış olmasıdır. Bir de bunun
yalnız müslümanların başarısı olduğunu iddia etmiştir. Kuran ayetlerinin bir
kısmının da yalnız o dönemle ilişkisi olduğunu
vurgulamıştır. Buna örnek olarak ise
şöyle demektedir: Hristiyanlık’la ilgili ayetler aynı devirde (Mısır, Suriye ve
Arap Yarımadası’nda) yaşayan ve “ana kilise”nin sapık olarak nitelediği
hristiyanlar hakkında olduğunu iddia etmiştir. Burada bir bakıma hristiyanlığa
haklılık kazandırmaya gayret ettiği açıkça görülmektedir. Yani bu ayetlerin
yalnız o devir Doğu Hristiyanlarının inançlarını ihtiva ettiğini, bugünkülerin
ise onun haricinde olduğunu savunmaktadır.
Yazarımızın Türkçeye de
çevirisi yapılmış ünlü eserlerinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Free
Will and Predestination in Early İslam (Luzac, London, 1948), Muhammed
at Mecca, Oxford, 1966, (Hz. Muhammed Mekke’de, çev: M. Rami Ayas, Azmi Yüksel,
Ankara, 1986) Muhammed at Medina (Clarendon Press, Oxford, 1956), Prophet
and Statesman, Oxford University Press, Oxford, 1961 (Peygamber ve Devlet
Kurucusu, çev:Hayrullah Örs, İstanbul, 1963) İslam and the İntegration of
Society(Northwestern University Press, London, 1961), Muslim
İntellectual: A Study of al-Ghazali (Edinburgh, 1963), İslamıc
Philosophy and Theology: An Extend Survey (Edinburgh University Press,
Edinburgh, 1985), A History of İslamic Spain, Edinburgh University
Press, Edinburgh, 1965, (Endülüs Tarihi, çev: Cumhur Ersin Adıgüzel-Kıyas
Şükürov, İstanbul, 2011), Companion to the Qur’an: Based on Arberry’s
Translation (Routladge, London, 2008), İslamic Political Thought
(University Press, Edinburgh, 2007), What is İslam?, Praeger, New York,
1968, (İslam Nedir? çev: Elif Rıza, İstanbul, 1993) The Formative Period of
İslamic Thought (University Press, Edinburgh, 1973, (Islam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev: Ethem Ruhi Fığlalı, 4. Baskı, Sarkaç Yay.,
Ankara, ty) The Majesty That was İslam (Praeger, New York, 1974), [198] Muhammed’s Mecca
Edinburgh, 1988 (Hz. Muhammed’in Mekke’si, çev: M. Akif Ersin, Ankara 1995)
Son olarak şunu da belirtelim ki, Watt’ın çalışmalarında teknik tarihi
verilerle Hristiyanlık inancı ve kültürüne bağlı yorum çerçevesi birbirine
karışmış bulunmaktadır. Yazdığı eserler ve bu eserlerde ortaya koyduğu fikir
yapısı ve düşünceleri, değişen dünya şartlarına göre İslam’a ve müslümanlara
karşı tavrında ciddi bir değişiklik meydana getirmiştir. Bununla da M. Watt,
klasik oryantalist tipinin son zamanlardaki en önemli temsilcisidir. [199]
Watt’ın
Hz. Osman’a Yapılan Şikâyetlere Yaklaşımı
Ünlü oryantalist, konumuzla ilgili olarak daha detaylı şekilde “The
Formative Period of Islamic Thought” (İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri)
isimli eserinde bahsetmiş olduğundan biz de Hz. Osman ile ilgili
değerlendirmelerini bu eserini esas alarak yapacağız. M. Watt, Hz. Osman’ın
öldürülmesi ve buna yol açan sebepleri kitabının ilk başlangıç bölümü olan
Hariciler kısmında ele almıştır.
Bilindiği üzere izlediği politikadan dolayı Hz. Osman’dan hoşnutsuz olan
bir takım müslümanlar vardı. Onlar bu hususa itirazlarını belirtmek için ya
halifenin yaptığı bazı küçük hataları olduğundan büyük şekilde göstermeye
çalışmış, ya da büyük hatalarını dillere destan yapacak surette gittikleri her
yerde yaymaya koyulmuşlardı. M. Watt, bu konuyu ele alırken, bazı durumlarda
halifeyi savunur. Bunu aşağıdaki alt başlıklarda açık şekilde görmemiz
mümkündür:
Halifenin
Toprak Bağışları Meselesi
Halifeden hoşnutsuz olanların sundukları delillerden biri, onun Irak’ta
belli kişilere toprak bağışlarında bulunması idi. M. Watt bu meseleye
değinirken şöyle söylemektedir: “Bu davranış sıradan müslümanlar için,
fethedilmiş toprakların, fethe katılmış olanlar arasında paylaşılamayacağı,
aksine müslümanların emniyeti için elde tutulacağı ve kiraların hazineye
ödeneceği yolundaki ictihadın terki şeklinde görülmüş olmalıdır. ”[200] Yazarın
fikrince Hz. Osman, bu bağışları,[201] genel
olarak müslümanların değil, ta başından beri halifeye ait olan toprağın bazı
özel kısımlarından verdiği için, böylesi özel durumlarda kendi hakkını kullanmıştı.
Fakat müellif, müslümanların menfaatleri veya hakları gözetilmiş olsa da bazı
haksızlıkların da olmasını itiraf etmektedir. Toprak konusunda halkın
çoğunluğunun şikâyette bulunduğunu, bedevi hayattan gelen müslümanların
hislerini gayet güzel açıklayacak bir faktör olarak göstermiştir. Çünkü halife
ilk Mekkeli tüccar veya diğer iş adamlarının, fethedilen arazilerde en üst
seviyede “iş verimliliği” görüşü ile düzenledikleri üsulleri tatbik etmişti.[202]
Akrabalarına
Yaptığı İyilikler
Akrabalarına yaptığı
iyiliklerden bahsederken M. Watt’ın yine Hz. Osman yanlısı olduğunu
görmekteyiz. Ancak onu savunurken delilini de göstermiştir. Bilindiği üzere Hz.
Osman’ı eleştirenlerin en başta gelen ve en önemli delil veya bahaneleri, onun,
kendi kabilesinden olanlara veya (çoğunlukla) yakın akrabalarına mali
yardımlarda bulunması, onları yüksek makamlara getirmesi idi. Mesela, o
katledildiği zaman Mekke’de Abdullah b. el- Hadrami, Taif’te el-Kasım b.
Rabi’atu’s- Sekafi, Basra‘da Abdullah b. Amir b. Kureyz, San’a’da Ya’la b.
Munye, Cened arazisinde Abdullah b. Ebi Rabi’a (Hz. Osman onu görevinden
azletse de yerine hiçkimseyi tayin etmemişti.), Kûfe’de Sa’id b. el- ‘As,
Mısır’da Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh, Şam diyarında ise Mu’aviye b. Ebi Sufyan
vali olarak görev yapmaktaydı.[203] Yazar,
valiler hakkında konuşurken onların hepsinin bizzat Hz. Osman tarafından atanmadıklarına
önemle vurgu yapmaktadır. Özellikle de halifenin en yakın akrabalarından olan
Şam valisi Mu’aviye b. Ebi Sufyan, Hz. Ömer zamanında görevine atanmıştı. Diğer
taraftan da müellif, Hz. Osman’ın böyle bir girişimde bulunmasını politik
açıdan uygun ve isabetli bulmuştur. Yani, bu politikanın temelinde idari
iktidarı (akrabalarını üst görevlere tayin etmek yolu ile) emniyetle
birleştirmek düşüncesine dayanmaktaydı. Bu düşüncesinde halifenin başarılı
olduğunu kabul etmiştir. Ortaya çıkacak olan kargaşa veya fitne olaylarının
başgöstermesini halife kendisi de istemezdi. Çünkü böyle olması kendisinin
hakimiyetini tehdit edecek, en kötü halde ise katledilmesi ile
sonuçlanabilecekti. Halife halkın refahını hedef almış olmasına rağmen, sonuçta
olacakları aklından bile geçirememişti.[204]
Velîd
b. Ukbe Meselesi
Hz. Osman halife seçildiği sırada Kûfe’de vali Muğire b. Şu’be idi. Yeni
halife onu görevinden azlederek yerine Sa’d b. Ebi Vakkas’ı tayin etmişti.
Bir müddet sonra Hz. Osman onu da azlederek yerine, anne bir kardeşi
Velîd b. Ukbe b. Ebi Mu’ayt b. Ebi Amr b. Ümeyye’yi atadı. Kûfeliler halifenin
bu kararına itirazlarını bildirdiler. Şikâyetçiler arasında Kumeyl b. Ziyad,
Amr b. Zurare ve başka birkaç kişi de vardı. Amr b. Zurare, bu yanlış hareketinden,
yani akrabasından birini valiliğe atamasından dolayı halifenin doğru yolu
terkettiğini, Velîd’in de azledilmesinin gerektiğini söylemişti. Bu haber
Velîd’e ulaşınca o da olanları bir mektupla halifeye bildirmiş, halife de Amr’ı
Şam’a sürgün ettirmişti.[205]
Velîd b. Ukbe ile ilgili yaşanan diğer olay da onun, (Kûfe valisi iken)
bir gün sabah vakti halka sarhoş halde namaz kıldırması idi. İki rek’atlık
sabah namazını bitirince de kendisine uyanlara: “Yine ilave edeyim mi?”
diye sorunca halk olanları anlamış ve halifeye şikâyet etmişlerdi. Bu konuda
İslam’ın emrettiği had cezasını halife tatbik etmekten boyun kaçırdığına göre
müslümanlar, Velîd b. Ukbe’den dolayı ikinci kez ona karşı çıkmışlardı.[206] Bu
konu hakkında bahsederken M. Watt, Hz. Osman’a hak vermese de, hata yaptığını
da açık şekilde belirtmemeğe çalışmıştır. Onun bu konuya aynı tarzda
yaklaşması, sanki halife yanlısı düşündüğüne gizli bir işaret eder. Müellifin
fikrince, bu gibi hususlar daha sonraki tarihte, Hz. Osman’ın haksız mı, yoksa
haklı mı olarak öldürüldüğü meselesi resmen tartışıldığı zaman ileri sürülmüş
olabilir. Ayrıca, bu hususun, fiili isyancıların zihinlerinde hakim bir unsur
olduğu ihtimal olunmaktadır.[207] Burada
şunu da belirtelim ki, Velîd, içki içmesi nedeniyle Kûfeliler’in eleştirileri
sonucunda görevinden azledilmiş olmakla beraber kendisine had cezası tatbik
edilmişti.[208]
Velîd b. Ukbe’nin Kûfe valisi olduğu zaman yaptığı başka bir hatası da
kendisine getirilen bir sihirbazla ilgiliydi. Fakat M. Watt bu konuya
değinmemektedir. Sihirbazın durumunu Abdullah b. Mesut’a sorunca o da
sihirbazın öldürülmesini emretmiş, lakin cezası infaz olunmadan önce Velîd’in
onun mescitte sihir göstermesine izin verdiği haberi yayılmaya başlamıştı.[209] Bu
da onun adının halk arasında kötüye çıkmasında etkili sebeplerden biri olmuştu.
Şikâyetlere
Genel Yaklaşımı
Herşeyden önce şunu belirtelim ki, M. Watt, burada halifeye yapılan
şikâyetlerin hepsine değinmemiştir. Ona göre en büyük ve en önemli şikâyetler
yukarıda bahsedilen hususlardır. Fakat, bu ve değinmediği diğer şikâyetler
hakkında genel fikir söylerken, hataları halifeden önce bedevi ruhlu Araplar’ın
bedevilik taraflarının kabarmasında görmüştür. Yapılan itirazların, halifeye
karşı girişilen hareketin şiddeti için yeterli sebep olamayacağını kabul eden
yazar, bu şikâyetlerin altında yatan şeyin bizzat, önceleri bedevi olanların
hayat tarzlarındaki toplu değişiklik olduğunu söylemektedir. Bu kısmını
anlatırken şöyle yazmıştır:
“Bu insanların babaları ve bizzat kendileri, daha önceki yıllarda
çölde develeri güderek, şimdi ve sonraları ise, diğer kabilelere ve komşu
topraklara akınlar yaparak yaşamışlardı. Artık 36/656 yılından itibaren,
askerliği meslek edinmiş oldukları söylenebilir. Sınır bölgelerine yapılan
askeri seferler, daha geniş çapta olmakla birlikte kabile tahriplerine benzedi;
ama bu insanlar askeri seferlerden sonra kara çadırlara değil, ordugah-
şehirlerin nispeten lüks hayatına döndüler”™
Yazara göre çöl hayatında da bazı esaslar, kabile geleneğinin tesiri
altında kalmıştı. Aynı zamanda az da olsa şeklî bir disiplin vardı. Hiçbir
kabilenin reisi her hususta keyfince emirler veremezdi. Fakat yeni oluşturulmuş
sistemde ortaya çıkacak problemlere ve itirazlara karşı da sıkı bir disiplinin
olması gerekiyordu. Yani, mevcut şartlar bu bedevi insanlara çölün “sınırsız”
hürriyeti devrinin bittiğini göstermekteydi. Artık onların güçlü bir
bürokrasinin kontrolü altına girmeleri gerekiyordu. Şüphe yok ki, bazıları,
kendilerinin yeni idari kuruluşun işlerini yapacaklarını ve bundan kurtulmanın
mümkün olmadığını hissetmişlerdi. M. Watt’a göre ortada tek bir şikâyet vardı
ki, o da mevcut bir önderin tedbirleri ile tashih edilebilecek türden değildi.
Yeni bir zıddıyet oluşmuştu. İnsanlar yeni, teşkilatlı, belirli bir düzene
sahip devlette yaşamak, bunun nimetlerinden yararlanmak istiyorlardı. Lakin bu
hayatın bazı taraflarını çok sıkıcı bulmaktaydılar. Çok az kısım yeniden eski
göçebe hayatına dönmeği arzu ediyordu. Dikkatleri kendisine çeken bir diğer
husus da bu az sayıdaki insan arasında, halife Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ın
(müellif o döneme genel açıdan yaklaştığından Mu’aviye’nin hilafeti yıllarından
da örnek vermiştir.) her türlü nimet içinde yüzecek kadar zenginleşen Meysun
adlı bir karısının olmasıydı. Bu kadın düşüncelerini aşağıdaki beyitlerle dile
getirmekle kendi arzu ve isteklerini ortaya koymaktaydı: “içinde rüzgârların
çarptığı bir çadır, bana muazzam bir saraydan daha değerlidir. ”[210] [211] Böylece
yazar, Arapların çöl hasreti ve kabilesel yaşama eğiliminin geçerli olduğunu
göstermeye çalışmıştır.[212]
Watt’ın
İsyana Katılanlar Hakkındaki Görüşleri
M. Watt, Hz. Osman’ın öldürülmesi ve buna yol açan sebepleri kitabının
başlangıç bölümü olan Hariciler kısmında ele almıştır. Yazar, halife Hz.
Osman’ın 35/656 yılında Medîne’de, evinde öldürülmesini, İslam düşüncesinin,
özellikle de İslam tarihinde ortaya çıkan ilk fırkanın, Hariciler’in
incelenmesi için uygun bir başlangıç noktası olarak görmektedir. Hariciler,
devamlılığın kesin tabiatı veya önemi açık olmamakla birlikte, katlden sorumlu
olan ihtilalci unsurların devamı olduklarını ileri sürmüşlerdi. Birçok düşünür
ise Hz. Osman’a karşı çıkıştan Hz. Ali’nin öldürülmesine (40/661) kadar geçen
zaman zarfında, müslümanların takındıkları çeşitli tavırların doğru veya yanlış
olduğunu tartışmışlardır. Onlar bu dönemi, İslam tarihinin en karışık ve en
karanlık devri olarak zikrederler. Yazar, bu devri dinî-siyasî partilerin
çıktığı, siyasi zümreleşmenin yaşandığı münasip bir zaman dilimi olarak kabul
etmektedir.[213]
Bilindiği üzere 35/656 yılının baharında Mısır, Basra ve Küfe’den yola
çıkan isyancı takımlar, çeşitli konularda şikâyetlerde bulunarak İslam’ın o
zamanki başkenti Medîne’ye yürümüşlerdi.[214] Dikkatle
incelenirse katılan bu grupların hepsi de, mahalli Arap güçlerinin yalnızca
belli kesimlerini temsil etmekteydi. M. Watt’a göre aslında onların arasında
halife Hz. Osman’dan hoşnut olmayanlar gibi ona karşı müsamahalı davrananlar
(veya en azından hiçbir kargaşanın çıkmasını istemeyenler) da vardı. Onların
arasında ise hiçbir ictimai veya iktisadi fark yoktu. Fakat ortada gerçek bir
faktör vardı, neredeyse bu katılanların hepsi bedevi kabilelerin üyeleri
idiler. Belki de hangi kesimlerin Hz. Osman’ı desteklediğine hangilerinin de
ona karşı girişilen bu harekette yer aldığına karar verme hususunda, kabile
rekabetleri de rol oynamıştı. Müellif burada Kureyş’in diğer kabilelerden
farklı konumda olmasına işaret ederek bunların daha önceleri Hz. Osman’ın soyu
olan Ümeyyeoğulları’yla birlik halinde olan kabilelerin mensuplarının ona taraftar
olmaya temayül gösterdiklerinin mümkün olabileceğini vurgulamıştır. Öte yandan
da rakip takımdan olanların Mahzum kabilesi ile birleşerek ona karşı çıkmaya
meyletmeleri görülmüştür. Bu konuda Ensar’a da değinen müellif, onların
iktisadi açıdan Kureyşliler’den nispeten aşağı durumda olduklarını, fakat bu
durumlarının isyanın gidişatına pek çok etki yapmadığını düşünmektedir.
Yaptıklarının sadece hiçbir tarafa meyletmedikleri olduğunu söylemektedir.
Yani, itirazları vardısa da bunu susmaları ile ortaya koymuşlardı.[215]
Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra Hz. Ali’nin hilafete getirilmesi
bazılarınca o günkü İslam alemini bürümüş bu karışık duruma son verecekti.
Lakin herşey daha da kötüye gitmişti. Bunun en önemli sebebine gelince,
yeni halifenin katl olayını tasvip etmemesiyle beraber isyancılara daha çok
ilgi göstermiş olması ve sorumlu kişileri cezalandırmak için bir adım dahi
atmamıştı. Bundan dolayı, öyle görülüyor ki, bazı dindar sahabiler (Abdullah b.
Ömer gibi) Hz. Ali’yi halife kabul etmeyerek Medîne’yi terk etmişti. Hz. Ali
halifenin katillerini cezalandırmayı başaramayınca, maktul halifenin intikamı
konusunda kendini görevli addeden Şam valisi Mu’aviye (yeni halifeye bi’at
etmemiş yegane vali idi) üstelik bu hakkını da talep etmişti.
Burada başka bir grup da karşımıza çıkmaktadır ki, M. Watt bu grubun, Hz.
Peygamber’in zevcesi, mü’minlerin annesi Hz. Ayşe ile Mekkeli iki büyük sahabi;
Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’ın birleşmesinden oluştuğunu
söylemiştir. Fakat yazarın bu kişilerin durumu hakkında daha ihtiyatlı
düşündüğünü görmekteyiz. Onlarla ilgili olarak diyor ki, aslında bu üçüncü
taraf, bütün hatalı hareket edenlere karşı tarafsız bir tarzda şer’i cezaların
tatbik edilmesi için uğraştıklarını iddia etmelerine rağmen, açık bir dinî
konuma sahip görünmemekteler. Ardından da yazar, bu hareketlerinin kendi şahsi
menfaatlerine göre olabileceğine işaret ediyor. Durum nasıl oluyorsa olsun,
sonuçta Hz. Ali önce bu üçüncü tarafı Cemel savaşında (H. 36/M. 656),[216] bir
sene sonra ise Mu’aviye’nin takımını Sıffin’de (H. 37/M. 657) yenecek[217] ama fitne
olayları bir türlü bitmek bilmeyecekti.
Görüldüğü üzere M. Watt, İslam dünyasında ilk kez Hz. Osman’ın hilafeti
yıllarında ortaya çıkmış fitne ve hoşnutsuzluk olaylarına yaklaşırken, esasen
Arap toplumunu teşkil eden bedevilerin psikolojik durumlarını ve kabilevi
yapılarını öne çıkarmaya çalışmıştır. Ona göre bizzat bu eski bedevi ruhlu
düşünce ve tabiatları onları yeni, gelişmiş ve (çöl şartları ile
kıyaslandığında) lüks hayata önem veren devlet sistemi ile uyum sağlamalarına
mani olan en önemli unsur idi. Fakat hiç kimse tüm Arapların geriye- çöl
hayatına dönmeleri gerektiğini açıkca söyleyebilmiş değildir. İşte bu yüzden
olmalıdır ki, eski hürriyetin hasretini çeken ve ona kavuşmanın yolu olmadığını
gören birçokları için, büyük hayal kırıklığı doğmuş olmalıdır.[218]
Ayrıca müellif, meselenin kökünü, (çöl hayatına alışkın Arapların,
kendilerini bir anda içinde buldukları) iktisadi, ictimai ve siyasi yapı ile
irtibatlandırmıştır. Bu şartlarda hissi gerginlikler, son noktasına ulaşıncaya
kadar yükselmeye devam etmişti. Müellif bizzat bu olayların etkisinin, sadece
Hz. Osman’ın katledilmesinde değil, onun öldürülmesinden sonraki yıllarda da
görüleceğini söylemiş, hatta bu katl olayının, sonradan yaşanacak olan bir dizi
patlamanın ilki olarak kabul etmiştir.[219] İslam
dünyasında sonraki dönemlerde tarih sahnesinde görülmüş olacak Harici ve Şi’i
hareketleri de aynı gerginliğin devamı neticesinde ortaya çıkmıştı.
Haricilikle ilgili Türkiye’de yapılmış çalışmalardan birinde Ethem Ruhi
Fığlalı Hariciliğin doğuşu konusundan bahsederken bu grubun önceleri siyasi
hizipten doğduğunu, lakin sonradan dini mahiyet kazandığını söylemektedir.[220] Burada
şunu da belirtelim ki, M. Watt, fitne olaylarının nedenlerini daha çok bedevi
ruhlu Araplar’ın yeni lüks hayata alışamamaları ve başka benzeri olgularla izah
etmeye gayret göstermişti. Wellhausen ise olayların nedenlerini, biraz daha
önceki yıllara dönmekle aktarmış bulunmaktadır. Fakat gördüğümüz gibi, sonuç
olarak M. Watt da, Wellhausen gibi düşünmeye başlamıştır. Bu, onların konuya
yaklaşma tarzlarında görülen benzerlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Onlar
arasındaki başka bir benzerlik de, Sabri Hizmetli’nin belirttiği gibi -Râşidi
Halifelerin hepsi dahil olmak üzere- bu dönemin olaylarına Ebu Mihnef ve
Vakidi’yi temel kaynak olarak ele almaları ve bu nedenle de bazı büyük
sahabileri olayların başlıca müsebbipleri olarak görmeleridir.[221]
YAKIN DÖNEM MÜSTEŞRİKLERİN HZ. OSMAN DÖNEMİ OLAYLARINA YAKLAŞIMLARI
MARSHALL GOODWIN SIMMS HODGSON
Hodgson’un
Hayatı, Faaliyeti ve Eserleri
Kaynaklarda adı kısa olarak Marshall Hodgson olarak yer
alan tarihçi ve şarkiyatçı, 1922 yılında Amerika Birleşik Devletlerin’de,
İndiana eyaletine bağlı Richmond kasabasında doğdu. Lisans eğitimini ve
doktorasını Chicago Üniversitesi’nde tamamladı. 1951’de ise bu üniversiteye
öğretim görevlisi olarak atandı. Hayatının sonuna dek bu görevde kaldı. Ayrıca
o, disiplinlerarası lisans üstü eğitim programı ile Sosyal Düşünce Komitesi’ne
başkanlık da yaptı. Hodgson’un ilk kitabı onun doktora tezidir. Bu tezini
sonraları kitap haline getirerek bastırmıştır. Doktora tezi “The Order of
Assassins: The Struggle of the Early Nizari Isma’ilis against the Islamic
World” (‘s-Gravenhage Press, Mouton, 1955) olarak isim verdi. Bu kitap,
Nizari-İsma’ili Şiileri’nin fikirleri üzerine yapılmış ilk incelemedir. Aynı
zamanda Nizari doktrininin, XI. ve XII. Yüzyılların kültür ortamı bağlamında
hem dini hem de siyasi önemini belirlemektedir. İslam medeniyeti tarihi
alanında yazdığı ve üç ciltten oluşan “The Venture of Islam: Conscıence and
History in a World Civilization” (University of Chicago Press, Chicago,
1974)[222] kitabı
ise, Hodgson’un dünyada ünlü bir şarkiyatçı kimliyiyle tanınmasını sağlamıştır.
Onun müsvedde halindeki “The Unity of History” adlı çalışmasının bazı
kısımları ise Edmund Burke III. tarafından “Rethinking World History:
Essayson Europe, Islam and World History” (Cambridge University Press,
Cambridge, 1993) isimli kitapta toplanmış ve yeniden yayımlanmıştır. Diğer
bilinen makalelerine “The Role of Islam in World History” ve “Cultural
Patterning in Islamdom and the Occident”‘i örnek verebiliriz. Bunların
birincisi, İslam medeniyeti tarihine dünya tarihi çerçevesinde genel bir bakışı
kapsar. Diğer makalesinde ise İslam 223 ve Batı Avrupa medeniyetlerini karşılaştırdığını görmekteyiz.[223]
Bilindiği üzere M. Hodgson’un en önemli eseri “The Venture of Islam:
Conscıence and History in a World Civilization” (İslam’ın Serüveni: Bir
Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih) adlı kitabıdır. Yazarın Türkçeye çevrisi
yapılan bu kitabı, bizim de bu çalışmamızda kullandığımız önemli eserlerden
biridir. Yazar bu eserinde İslami çalışmalara kavramsal ve metodolojik katkılar
yapmıştır. Ayrıca, İslam tarihini, başlangıçtan günümüze dek gelmiş müslümanların
ahlaki ve dini diyalogu şeklinde ve dünya tarihinin bir parçası olarak
değerlendirmiş bulunmaktadır. [224]
Hodgson kardeşliği esas alan ve değişik dini inançlara hoşgörüyle bakmayı
emreden Protestan kökenli Quaker mezhebine mensup dindar bir hrıstiyan
ailesinde doğmuştu. Bu da onun yazdığı makale veya eserlerde, özellikle de
İslam tarihine karşı tutumunda etkisini göstermiştir. Onun ilgi çekici
taraflarından biri de İslam’ın doğuşunu Arabistan şartlarına göre değil Batı
Asya genelinde değerlendirmiş olmasıdır. İslam medeniyetini yalnız Ortadoğu
düşüncesiyle sınırlandırmamış, dünya tarihi bağlamında da ele almıştır ki, bu
da onun ayırıcı özelliklerindendir. Bir de onun moderniteye getirdiği değişik
bir yorum vardır. Bu da yaşadığı dönemde geçerli modernizasyon teorisinin temel
özelliklerinden biri olan istisnacılığı bir yana bırakmış olmasıydı. Bazı
tarihçiler Batılılaşma’yı moderniteyle karıştırmış olsalar da Hodgson buna
global bir süreç olarak bakar. Ona göre modernite ilk olarak İslam dünyasında
gerçekleşmiş olsaydı modern toplumun eşitlikçi eğilimleri daha güçlü olurdu. O,
Rönesans’ın Avrupa’da modernitenin başlangıcı olduğu görüşünün yanlış olduğunu
da açıkca söylemektedir. Hatta bunun Avrupa’yı diğer medeniyetlerin kültürel
seviyesine getirdiğini iddia eder.[225]
Hodgson’un diğer ayırıcı bir özelliği de İslam tarihindeki standart
kronoloji (modern öncesi ve modern çağlar) yerine yeni bir taksim sistemi
getirmesi veya kullanmasıydı. O, bilinen kronolojinin yerine Nil ile Amuderya
arasındaki önemli ilmi, siyasi, içtimai, ve kültürel gelişmelere dayanarak
İslam tarihini şu dönemlere ayırmıştır:
Son Sasaniler ve İlk Halifelik
Dönemleri. (485-692).
Klasik Yüksek Halifelik
Medeniyeti Dönemi. (692-945).
Erken Orta İslami Dönem
(milletlerarası bir medeniyetin kuruluşu, 945-1258).
Geç Orta İslami Dönem (kriz ve
yenilenme, Moğol hakimiyeti ve nüfuz çağı, 1259-1503).
Barut İmparatorlukları Dönemi
(ikinci filizlenme 1503-1789).
Modern Teknik Çağ ve İslam
(Sanayi devrimi ve Fransız ihtilali sonrası, 1789’dan sonrakı yıllar).
Tarih boyunca İslam medeniyetini açıklarken orta dönemlere (945-1258 ve
1258-1500) büyük önem vermede israrcı davranması da Hodgson’un dikkat çekici
özelliklerinden biridir. XVI. yüzyılda mevcut olmuş üç büyük İmparatorluk
(Osmanlı, Babur ve Safevi) arasındaki benzerliklere dikkat çeken ve onları
temel özellikleri açısından modern olarak değerlendiren ilk tarihçilerdendir.
Getirdiği diğer bir yenilik de modernliği Batı’nın yükselişinin ve Avrupa
emperyalizminin bir tezahürü olarak görmemesi, bunu dünyada başgösteren
gelişmeler çerçevesinde oluşan bir olgu niteliği ile değerlendirmesidir.
Modernliğe giden birçok yolun bulunduğunu söyleyerek günümüze dek yetişmiş olan
ahlak mirasının devam etmesinde İslam medeniyetinin önemli rol oynadığını
savunmaktadır. İslam’la ve İslam tarihiyle yakından ilgilenmiş olan Hodgson’un
İslam’a sempati duyduğu sezilmektedir. O, İslam’ı bir din, aynı zamanda bir
dünya medeniyeti olarak görmektedir.
Hodgson’un özellikle “The Venture of İslam” adlı eserinde
değindiği İslamileşmiş ayırımı, bir din ve medeniyet olarak İslam’a nasıl
baktığıyla ilgili belirleyici fikirlerden birini teşkil eder. 1968 yılında,
kırk altı yaşında vefat etmesine rağmen, görüldüğü üzere İslam tarihinde bir
sıra yeniliklere imza atmayı başarmış, Batı’da İslam tarihinin araştırılmasında
kendine özgü iz bırakıp gitmiştir. Kısa hayatı ona çalışma alanını geniş
tutmaya ve başka kitaplar yazmasına imkân vermemişti.[226]
Hodgson’a
Göre Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın Yönetimlerindeki Farklılıkları
M. Hodgson Hz. Osman dönemindeki olaylardan bahsederken, önce Hz.
Osman’ın politik yeteneksizliğine işaret eder. Ona göre Hz. Osman, Hz. Ömer’in
politikasını devam ettirmiş olsa da bunda başarılı olamamıştı. Almanyalı
oryantalist J. Wellhausen gibi o da Emevi hanedanına ait kuralların daha Hz.
Osman döneminde ortaya çıktığını söylemiş, aşağı-yukarı benzer ve aynı
delilleri sunmuştu. Yani hilafetin tüm önemli ve etkili temsilcilerinin
Ümeyyeoğulları ailesinden olması fikri onu şu sonuca varmaya sevketmişti.
Bilindiği üzere Hz. Muhammed'in vefatından sonraki yıllarda müslümanlar
Arabistan Yarımadası haricinde fetihlere girişmiş ve bunda başarılı olmuşlardı.
İran ve Bizans'la yapılan savaşlarda kazanılan galibiyetler sonucu büyük
topraklar da fetholunmaya başlamıştı. Hz. Osman devrinde de Afrika, Mısır,
Tunus, Trablus ve Kıbrıs'ta büyük fetihler gerçekleşmişti.[227] Bu
fetihler kendi yönetiminde bazı yeni kuralların tatbik edilmesini de zorunlu
hale getirmişti. Hz. Ömer’in hilafeti yıllarında böyle bir kural
oluşturulmuştu: garnizon şehirlerin savaş esası üzerine oraya yerleştirilen
asker- kabile mensupları (mukatile), Araplardan ayrılmış Araplar olarak,
burada daimi surette kalmak durumundaydı. Bu da, savaş halinin aralıksız devam
edeceği sırada değişmez olacaktı. Ardından yazar, dikkatleri diğer bir tarafa
çeker ve şöyle söyler, Kureyş’in tacir aileleri ve onların Sakifli (Taif’li)
yandaşları, (kabileciliğe ve yöreye bağlılığa karşı merkezi güce taraftar
çıkacak olan) Emevi ailesine mensup olan daha otoriter kişiler tarafından
yönetileceklerdi. Bunun Hz. Ömer döneminde geçici hal almış olmasına rağmen,
bizzat Hz. Osman zamanında düzenli bir politikaya dönüşmesine özenle
dikkatlerimizi çekmekte, sanki bununla artık tüm sorunların Hz. Osman’dan kaynaklandığına
işaret etmektedir.
Unutmamamız gereken diğer husus da şudur: hem asker-kabile mensuplarını,
hem de valileri kontrol altında tutacak olan tek şey, İslam duygusuydu. M.
Hodgson da bu duyguyu, bir insanı gerçek bir Arap yapan duyguya benzetmiş
bulunuyor.[228] [229] Amerikalı
müsteşrik, Hz. Osman’ın Hz. Ömer gibi Mekke’nin zengin ailelerinin eyaletlere
(özellikle Irak’a) giderek oralarda ticari girişimlerde bulunmalarına izin
vermesini, hilafet namına doğru addediyordu. Bu da durumları daha kötü olan
yerel Araplar’ın arzuları hilafına yapılmaktaydı. Fakat Sevad bölgesinde
(Irak’ın mühim sulama merkeziydi) özel mülk edinme isteklerini tersine çevirebildi.
Durum böyle olunca bu kez yatırımlarını Hicaz’a aktarmak amacıyla, böylesi
girişimlerde bulunanları zorladı.[230] Aslında
burasının sulama kaynakları bir zaman içinde hepsi kullanılarak bitirile
bilirdi. Sonuç olarak bu durum, Arap kültürünün kolay kolay bereketli
Hilal’deki kültürle kaynaşması tehlikesini azaltmakla beraber merkezi iktidarı
maddeten güçlendirmiş oldu. İlk bakıştan belki de bu, Hz. Osman’ın insanların
ilgisini kazanacağını akıllara getirebilir. Ama bu beklentilerin aksi meydana
gelmişti.[231]
Halifeye
Yöneltilen Bazı Şikâyetler
Önceki oryantalistlerin (ve sonraki kısımlarda da görüleceği üzere) Hz.
Osman hakkındaki şikâyetlere değinme tarzından farklı olarak M. Hodgson bu
konunun üzerinde pek fazla durmamış bulunmaktadır. Sadece bazılarını sayarak
üzerinden geçmiştir..
Hilafetinin ilk döeneminde kendisine karşı arasıra yapılan şikâyetler,
birkaç sene içerisinde çoğalmaya başlamıştı. Bu şikâyetlerin arasında Kûfe
valisi (halifenin bizzat kendi akrabası olan) Velîd b. Ukbe’nin içki içtiği
halde[232] had cezasına
çarptırılmamamsı önemli yer tutmaktaydı. Yazara göre bir valinin ayyaşlığı
halifenin musamaha ettiği başka hususlardan daha kötü olmasa da açık bir suçtu
ve cezalandırılması gerekirdi.. Bazı kişiler de halifenin ibadet tarzında
yaptığı ufak-tefek düzenlemelerden şikâyette bulundular. Kendisine karşı
yöneltilen itirazlardan bir başkası da onun tüm garnizon kasabalarında Kur’an
ayetlerinin vahit bir şekilde, aynı kopyasının kullanmasını temin etmesi idi.
O, herkesin okuyabileceği, ortak bir Kur’an nüshasının oluşturulması ve
sonradan yaşanabilecek ihtilafların önceden karşısına geçmek için tüm farklı
nüshaları yaktırmıştı. [233] Bu
karar çoğu eyaletlerde kabul gördüyse de bazı kısımlarda itirazla
karşılanmıştı. Bu yeni kararı itirazla karşılayan şehirlerin başında sonradan
fitne ateşinin tutuşacağı ve isyanın önemli merkezlerinden olacak Kûfe idi.[234] Buradaki
isyanlar ilk dönemde başarıyla yatıştırılmıştı. Hatta Kûfe’deki ayaklanmalardan
biri Arap (yazar Arap demekle müslümanı kastetmektedir) kanı dökülerek
cezalandırmayı gerektirmişti.[235]
Ayrıca, İran’daki fetih hareketlerinin bittiği sıralarda askeri
kasabalarının bazılarında hoşnutsuzluklar görülmeye başlanmıştı. Bu garnizon
kasabaları sistemini Hz. Ömer kurmuş olsa da aslına uygun ve düzenli şekilde
kullanılmaktaydı. Sadece Hz. Osman devrinde bazı zayıf noktalar belirmeye
başlamış, mali sistemden şikâyet ve itirazlar gelmeye başlanmıştı. Onların
istekleri bu doğrultudaydı: kendi bölgelerinden toplanan gelir kaynakları
doğrudankendilerine tahsis edilmeliydi. Ancak devlet malı (fey) kabul edilerek
başkent Medîne’den kontrol olunuyordu. Yazara göre, bazıları fethedilen
toprakların savaş ganimetleri gibi, doğrudan askerlere dağıtılması gerektiğini
ileri sürmüş gibi görünüyorlardı. Ne olursa olsun hiç bir kısmı Medîne’ye
gönderilmemeliydi.[236]
Hz. Ali
hakkında pek fazla söz etmeyen müellif, ondan bahsederken, zamanında onunla ilk
iki halife arasında herhangi bir problemin yaşanmadığını belirtmiş, fakat
onların politikalarını aynısı gibi takib etmemiş, bazı değişiklikler yaptığını
vurgulamıştı. Hatta onun isyancıların kullanmış oldukları bir kişi olabileceği
fikrini de açıkca dile getirmiştir. Yapılan eleştirilerin gidişi sırasında onun
takındığı tavra kısa şekilde değinerek şöyle söyler: "Peygamber ’in
evinde büyümüş Ali b. Ebi Talib ’in önce Ömer ’in politikalarına ve şimdi de
Osman’ın politikalarına mühalefet ettiğine dair bazı işaretler vardır. Güçlü
bir savaşcı olarak bilinen Ali b. Ebi Talip, durumdan hoşnut olmayanların
sözcüsü olarak görüldü. Şimdi ise protestocular hizbinin sembolü haline geldi.”[237]
Bundan başka Hodgson, (eleştiri nedenlerinden biri olarak görülen) Hz.
Osman’ın diğer Kur’an nushalarını yakarak imha etmesini ve yalnız tek bir
nushayı kullanmasını, İslam’ın ve Arap birliğinin teminatı rölünü oynaması
bakımından son derece önemli adım olarak değerlendirmektedir. Hatta halifenin,
bunu israrla yaptırmasının taraftarıydı. Diğer bölgelerde tepkilerin
çıkabileceğini normal karşılamakta, zamanla herkesin bu yeniliğe alışacağını da
vurgulamaktaydı. Nitekim, söylenilenler kısa sürede kendini göstermiş olacaktı.[238]
Hodgson’un
Halifenin Öldürülmesi Olayına Yaklaşımı
Halifenin öldürülmesi olayı[239] hakkında pek
fazla konuşmayan yazar, isyancıların (Kûfe ve Mısır’dan gelenlerin) kendi
taleplerinin kabul görmesini önceleri sükut halinde istediklerine işaret eder
ve onların, zamanla liderlerinin idam edileceğini farkedince, isyankâr halde
geri dönmeleri ile yorumlamıştır. Ümmeyyeoğulları’ndan başka yerde kalan diğer önde
gelen ailelerden neredeyse hiçbiri ortaya çıkan karışık duruma müdahele etmeme
kararı almış görülüyordu (veya kendilerini öyle göstermekteydiler). Onların
arasında isyancı askerleri denetim altına almak için fazla bir şey yapmayan bir
çok sayıda Hz. Osman muhalifi vardı. Hatta onların bir kısmına bu olayların
devamı sırasında bazı makamlar da verilmişti. Bu da gayet normal görülmeliydi.
Çünkü Ümeyyeoğulları eyaletlerde hakimiyeti ele almış durumdaydılar. Dahilde
böyle bir hoşnutsuzluğun oluşması onlar için hoş karşılanamazdı. Aksine, onlar
huzur içinde hakimiyetlerinin devam etmesini istiyorlardı. Bu durum diğer
Medîneli önde gelen ailelerini razı edemezdi ve bu da gayet normaldı. Çünkü
onlar (Ümeyyeoğulları) daha dün Hz. Muhammed’e ve dolayısı ile de İslam’a karşı
uzun süre savaş yapanlardı. Şimdi ilk
müslüman olan önde gelenlerin (liderler olmaya da bilir) böyle
makamlardan uzak kalmaları onları haklı olarak rahatsız duruma düşmelerine
sebebiyet vermişti.. M. Hodgson da bizzat bunu vurgulayarak olaylar karşısında
harekete geçmeyen diğer Medîneli önde gelenleri haklı görmekteydi.[240]
Müellif, isyancıların kolay kolay, hiçbir savunmayla karşılaşmaksızın Hz.
Osman’ın evine girerek onu öldürmeleri olayındaki başka bir yanlışlığı da
halifenin bizzat kendisinde görmektedir. Bir devlet başkanı -ismi halife veya
kral olsun, farketmez- özel bir koruma görevlisine sahip bulunmalıydı. Hz.
Osman’ın koruma gücü ise yalnız dini prestije dayanıyordu. Hiçbir özel koruma
görevlisi bile yoktu.[241] Fakat
burada onu da zikretmek gerekiyor ki, ondan önceki iki halife (Hz. Ebu Bekir ve
Hz. Ömer) de özel korumaya sahip değillerdi. Dini prestiji esas alıyorlardı. Bu
konuda gayet başarılı olmuşlardı. Demek ki, sorunu başka hususta aramak
gerekiyor. Lakin yazar bunun hakkında başka bir şey söylememiştir.
Halifenin
Katledilmesinden Sonra Gelişen Olaylara Bakışı ve Son Değerlendirmeleri
Hz. Osman’ın katlinden sonra, isyancı askerler ve pek çok Medîneli, kısa
süre içinde hilafet makamına Hz. Ali’yi getirmişlerdi.[242] Herkes belki de
yeni halifenin seçilmiş olmasıyla artık fitnenin sona ereceğini zannetmişti.
Ancak tam tersi olacaktı. Aslında halifenin katli daha herşeyin başlangıcı
olacak, kıyamete dek halli çözülemeyecek başka yeni sorunların ortaya çıkmasına
neden olacaktı.
Hz. Ali hilafete geçtiğinde, Hz. Muhammed’in hanımlarından Hz. Ayşe,
Muhacirler arasından iki en itibarlı kişiyle (Hz. Talha ve Hz. Zübeyr) birlikte
ondan halifenin katillerinin bulunup onlara kısas uygulanmasını, talep etmiş,
yeni halife ise bunu kabule yanaşmayınca birlikte onu eleştirmeğe
koyulmuşlardı. Müellif burada, dikkatlerin bir an önce Hz. Ali’nin tavrına
yöneltilmesinin gerektiğini söylemektedir. Hz. Ali’nin böyle davranmasının en
önemli nedeni, isyancıların bizzat ordusunun önde gelen askerleri olmalarıydı.
M. Hodgson bu konuya şöyle yaklaşıyor:
“isyancılar haince hareket ettiği ve Kuran’a uygun bir yönetimde
bulunmadığı için, Hz. Osman’ın öldürülmesinin meşru olduğunu ileri sürdüler; bu
nedenle de, onlara göre kısas çağrısı yapmaya gerek yoktu. Hz. Ali bu savı
kabul etmek zorundaydı. O, taraftarlarının bulunduğu Kûfe ’ye, muhalifleri dse
Basra ’ya çekildiler. ”[243]
Yeni halifenin başkenti Medîne’den Kûfe’ye taşımasından sonra, onu (Hz.
Ali’yi) fitnekâr oyunlara karşı beş senelik mücadele (Cemel, Sıffin ve Nehrevan
gibi savaşlar) ve en sonunda, İslam tarihinde ilk kez ortaya çıkan Hariciler[244] tarafından
şehit olarak öldürülmesi bekleniyordu.
Onun hilafeti sırasında fetih hareketlerinin durulmasının önemli nedeni
de bizzat hilafetin dahilindeki iç karışıklıklarla mücadele teşkil etmekteydi.
Bu iç mücadele sırasında müslümanlar, Sasani destekçileri tarafından Horasan
eyaletinden sürülmüş, diğer yerlerde de herhangi bir ilerleme sağlanmamıştı.
Hz. Ali’den sonra hilafet makamına geçen Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ın zamanında
ise başarısızlıklar telafi etmeye başlamış ve bir dizi başarılar elde
edilmişti. Fakat tek çözülmeyen sorun vardı; Hz. Osman’ın katlinden sonra, Hz.
Ali’nin hilafeti yıllarında görülen Hariciler sorunu. Onlar yeni bir model
oluşturmuş durumdaydılar. Halifenin (Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ın) idaresindeki
Basra ve Kûfe’de ateşli adamlardan oluşmuş gruplar diğer müslümanları daha
yüksek standartlara çağırarak küçük savaş çeteleri halinde birkaç defa
kendilerini İslam devletinin karşısına koymuşlardı. Bilindiği üzere onlar
Kur’an-i Kerim’in birkaç yerinde geçen ve hükmün yalnız Allah’a mahsus olduğunu
belirten ayetleri[245] kendilerine
tek slogan yapmışlardı. Mücadelelerini de bu ayetlerin gölgesinde yapıyorlardı.
M. Hodgson, farklı biçimde olmasına rağmen, Mu’aviye döneminde de devam
edegelen fitne hakkında bahsederken Iraklı ve Suriyeli Araplar üzerinde de
durmuş, onların sürekli birbirilerine karşı sergiledikleri kötü tavırlarına
dikkatleri çekmiştir.[246]
Yazar, sonu gelmez bir şekilde devam edegelen problemlerin, müslümanların
birliği açısından önem arzettiğini düşünmüş, bunun (fitnenin) sonucunda
kendilerine ibret dersi olduğu birçok müslümanın varlığından bahsetmiştir.
Müellife göre bu grup müslümanlar yalnız İslam cemaatinin menfaatini düşünmüş
olduklarından Mu’aviye b. Ebi Sufyan’a bağlılıklarını (gönülsüz olsalar da)
devam ettirmeyi tercih etmişlerdi. Onlar, ilk kez Hz. Osman’ın hilafeti
yıllarında görülen, Hz. Ali’nin devrinde farklı şekilde devam eden olayların
yeniden tekrarlanmamasını arzu ettiklerinden, Mu’aviye’nin halifeliğinin
tarafgirliğini yapmışlardı. M. Hodgson bu iddiasına da delil olarak, onların
halifenin Suriyeli taraftarları ile kaynaşmadığını göstermiştir. Yani onlar
Suriye iktidarını geçici bir önlem olarak görmüşlerdi.[247]
BERNARD LEWİS
Lewis’in
Hayatı, Faaliyeti ve Eserleri
Bir İngiliz müsteşriği olan Bernard Lewis 1916 yılında İngiltere’nin
başkenti Londra’da doğdu. Kendisi Yahudi kökenli olan B. Lewis Amerikalı
tarihçi olarak ta bilinmektedir. Eğitimini Londra Üniversitesi'nde görmüş,
yüksek lisansını Ortadoğu tarihi yoğunluklu olmak üzere tarih konusunda devam
ettirmiştir. Doktorasını ise İslam tarihi konusunda yapmayı planlayan yazar,
isteğine nail olmuş, mezun olduktan sonra bazı araştırmalarından dolayı Paris
Üniversitesi’ne gitmiştir. Buradaki araştırmaları sırasında Türkçe öğrenmeyi
başarmıştı. Artık 1938 yılından itibaren kendisi ders vermeye başlamıştı. 1974
senesine kadar Londra Üniversitesi’nde hocalık yapan Bernard Lewis, aynı görevi
1974-1986 yılları arasında Princeton Üniversitesi’nde de devam ettirmişti.
B. Lewis daha İkinci Dünya Savaşı sırasında Dışişleri Bakanlığı’nda
göreve atanmazdan önce İngiliz ordusundaki Royal Armoured and Intelligence
Corps’da (Kraliyet Zırhlı Kolordu ve İstihbarat Kolordu) hizmet yaptı. Savaştan
sonraki yıllarda ise yeniden Londra Üniversitesi’ndeki School of Oriental and
African Studies’e (Doğu ve Africa Çalışmaları Okulu) geri dönmüş, ardından da
Yakın ve Orta Doğu tarihi alanında yeni göreve atanmıştı. Eski Amerika
cumhurbaşkanlarından George W. Bush’un danışmanlığını yapmış olan B. Lewis,
1993 yılında Le Monde gazetesine verdiği bir demeçte Osmanlı döneminde
1915 Ermeni tehciri sırasında ölen Ermenilerin “soykırım” olmadığını, sadece
savaş sırasında başgöstermiş bir olay olduğunu bildirmiştir. Fakat Paris’te bir
mahkeme bunu “Ermeni soykırımının” inkarı olarak kabul ettiğinden tarihçiyi
(sembolik olarak) bir Frank değerinde para cezasına çarptırmıştı.
Ayrıca o, Princeton Üniversitesi’nden Yakın Doğu Çalışmaları üzerine
emekli Profesördür. İslam tarihi ile İslam ve Batı arasındaki etkileşim dalında
uzmanlaşmış olan ünlü tarihçi, özellikle de Osmanlı tarihi üzerine yaptığı
çalışmalarıyla akademik çevrelerde tanınmıştı. Orta Doğu’da çok okunan
uzmanlardan biri olan B. Lewis, bu bölgenin önde gelen Batılı
akademisyenlerinden biri olarak kabul görmüştür. Doktora tezi bizzat B. Lewis
tarafından yönetilen ve kabul gören Martin Kramer, Encyclopedia of
Historians and Historical Writing’ de (Tarihçiler ve Tarihi Yazı
Ansklopedisi) onu, savaştan sonraki dönemde en etkili İslam ve Orta Doğu
tarihçisi olduğunu söylemiştir.[248]
B. Lewis’in siyaset yönündeki fikir, düşünce ve tavsiyeleri politika
adamları tarafından da ciddi şekilde dikkate alınmıştır. Bir zamanlar ABD’nin
cumhurbaşkanı George W. Bush’un danışmanlığını yapması bu görüşe en isabetli
delil teşkil etmektedir. 1998 yılında Atatürk Barış Ödülü'nü alan
tarihçi-yazarın bir çok kitabı Türkçe’ye de çevrilmiştir. Kendisi İslam tarihi
ve İslam-Batı ilişkisi konusunda uzman biri olarak Ortadoğu hakkında
uzmanlaşmış batılı uzmanlar arasında en çok okunan yazarlardandır. Araştırma
alanları Ortaçağ İslam Dünyası, günümüz Ortadoğusu ve Osmanlı Devleti'dir.
Dünyaca ünlü yazarın (bazılarının Türkçeye çevirisi de yapılmış olan) birkaç
önemli eserini şöyle sıralayabiliriz:
The Arabs in History, Oxford University Press, -6th edition-
Oxford, 1993, (Tarihte Araplar, çev: Hakkı Dursun Yıldız, V. baskı, Ağaç
Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2009), The Emer gence of Modern Turkey,
London, Oxford University Press, 1961, (Modem Türkiye'nin Doğuşu, IX.
Baskı, TTK Yayınları, Ankara, 2004), The Assassins: a Radical Sect in Islam
(Basic Books, New York, 1968), The Muslim Discovery of Europe (W.W.
Norton, New York, 1982), The Political Language of Islam, University of
Chicago Press, Chicago, 1988, (İslam'ın Siyasal Söylemi, çev: Ünsal
Oskay, Phoenix Yay., İstanbul, 2007), Islam and the West (Oxford
University Press, New York, 1993), Islam in History: Ideas, People, and
Events in the Middle East, Open Court, Chicago, 1993, History from the
Rise of Christianity to the Present Day (Weidenfeld & Nicolson, London,
1995), The Middle East: A Brief History of the Last 2.000 Years
(Scribner, New York, 1995), The End of Modern History in the Middle East
(Hoover Institution Press, Stanford, Calif, 2011), The Multiple Identities
of the Middle East (Schocken Books: Distributed by Pantheon Books, New
York, 1999), A Middle East Mosaic: Fragments of Life, Letters and History (Random
House, New York, 1999), The Jews of Islam, Princeton University Press,
Princeton, 1984, (İslam Dünyasında Yahudiler, çev: Bahadır Sina Şener, İmge
Kitabevi, Birinci Baskı, Ankara, 1996). 99 yaşındaki emekli müsteşrik Bernard
Lewis hala faaliyetini devam ettirmektedir. [249]
Lewis’in
Fitnenin İlk Kaynağı ve Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi Hakkındaki Görüşü
Ünlü Batılı müsteşriklerden olan Bernard Lewis, Hz. Osman’ın hilafet
yıllarında ortaya çıkmış olan ve İslam dünyasında bugüne kadar etkisini
kaybetmeyen fitne olaylarına kendinisine has bir üslüpta yaklaşsa da aşağı-
yukarı diğer Batılı yazarlar gibi düşünmektedir.
B. Lewis’e göre yeni yaranmış genç ama gitdikçe büyüyen, sınırları
genişlemekte olan Hilafet’in dahilinde iç karışıklıklara neden olacak
tohumların atılması, daha ikinci halife Hz. Ömer’in döneminde olmuştu. Bunun en
büyük kanıtı olarak ise en sonunda halifenin bizzat daha varlıklarını ve
faaliyetlerini “yerin altında“ sürdüren bu gizli asiler grubu tarafından
öldürülmesi olayıdır.[250] B.
Lewis’in diğer önemli bir kanıtı da, halife Hz. Ömer’in öldürülmesinden
itibaren fitnenin çıkmaya başladığını bildirmesidir.[251] Bu
konuda o, şöyle düşünmektedir: Aslında o katledildiği sırada, kendi devletinde
(Hilafet’te) bir iç harbin çıktığını fark etmişti. Hatta kendi yerine oğlunu
(Abdullah b. Ömer) bile tayin etmekten vazgeçmişti. Çünki o, geleceği iyi
sezebilme yeteneğine sahipti. Onu da iyi farkedebilmişti ki, oğlunu halife
tayin ederse kendisini öldüren isyankar topluluk, yakın zamanda onu (Abdullah
b. Ömer’i) da katl edeceklerdi. (Bu, yazarın, Hz. Ömer’i güçlü bir politikacı
olarak kabul ettiğinin göstergesidir) Ve bundan dolayıdır ki, Hz. Ömer
kendisinden sonra bu makama halef olabilecek adaylardan meydana gelen şura
(yahut seçim komitesi) tayin etmişti. Fakat, B. Lewis, şuranın kararları ile
ilgili raporların birbirlerini tutmadığını vurgulamaktadır. Lakin kendisinin bu
konuda başka bir şey söylemediğini de görmekteyiz. Seçimin sonuçlarına gelince Hz.
Osman’ın halife seçilmesi haberinin artık halkta rahatsızlıklar yarattığını
düşünmektedir. Halbuki İslamî kaynaklarda, oniki yıllık hilafetinin ilk altı
yılında halkın Hz. Osman’la herhangi bir sorun yaşadığı hakkında haberler yer
almamaktadır. B. Lewis ise onun, daha halife seçilmeden önce halk tarafından
iktidarsızlığı ve korkaklığı ile tanınmış olduğunu kaydetmektedir. [252]
Bilindiği üzere halife Ömer, 644 yılında İran asıllı bir köle tarafından
şehit edildikten sonra hilafet makamı boş kalmıştı.[253] O,
kendisinden sonra kimseyi halife tayin etmemiş, bu işin yapılması için şura
oluşturulmasını tavsiye etmişti. Şura sonucu da Hz. Osman bu makama seçilmişti.
B. Lewis ise onun halife seçilmesi konusuna değinirken bu meselenin arkasında
saklı olabilecek bazı gizli faktörlerin varlığından bahsetmektedir. Yazar, Hz.
Osman’ın halife seçilmesini, İslam’ın menfaatlerini kısa bir sürede kabul etmiş
Mekke’nin eski oligarşik sınıfının bir başarısı olarak görmektedir. Bu sınıf, o
zamana kadar söz sahibi olan diğer kabilelerden nefret ediyordu. Hz. Ebu Bekir
ve Hz. Ömer’in bir sıra yüksek mevkileri onlara vermesinin arka planında,
onları kazanma taktiğinin olmasıyla yorumlamaktadır. (Hz. Ömer’in Mu’aviye’yi
Suriye’ye vali olarak atamasını örnek olarak verebiliriz). Ama Mekkeli bu eski
oligarşik sınıf bununla da yetinmiyor, gelecekte tüm hakların kendi ellerine
geçeceğini umut ederek üstünlüğü sağlamaya gayret ediyordu. Aslında Mu’aviye
gibi Hz. Osman’ın da Ümeyyeoğulları’na mensup olması, onların tam da planlarına
uyur, bundan net bir şekilde yararlanmaya gayret ediyorlardı. Sonradan
da görüleceği üzere bu işte onları başarılı hesap etmemiz mümkündür. Üçüncü
halife olarak Hz. Osman’ın seçilmesiyle artık Emevi hanedanının kesin zaferinin
temelleri atılıyordu. Lakin o zamanlar böyle bir ihtimal, hiçbir kimsenin
aklına gelmiyordu. Kimse hayal edemezdi bunu. Fakat Ümeyyeoğulları isteklerine
ulaşmada bir adım daha ilerlemiş durumdaydılar. B. Lewis, bu görüşünü
kanıtlamak için şöyle söylemektedir: “Osman kısa süre sonra imparatorluğun
yüksek mevkilerini elde etmeye çalışan ailesinin ileri gelenlerinin etkisi
altına girdi ve birbiri arkasından devletin yüksek memuriyetleri bu aile
mensuplarına verildi.”25
Lewis’in
Hz. Osman’ın Hatalarına Yaklaşımı
Hiçbir insan günah ve hatadan uzak kalamaz. Hayatta herkesin doğruları
olduğu gibi yanlışları da olur. Bu yanlışlar devlet işlerinde yapılmış
olduğunda ise bunun etkisi sonuç açısından daha kötü olmaktadır. Hz. Osman da
bazı hatalarını devlet işlerinde yapan kimselerden olarak tarihte yerini almış
büyük şahsiyetlerdendir. B. Lewis halifenin hatalarını sıralamasının yanında
bazı konularda onu haklı görmüş bulunmaktadır. Sonuç olarak onu hata
yapabilecek bir insan olarak kabul ettiğini görmekteyiz.
Hz. Osman’ın devlet yönetiminde yaptığı hatalı uygulamalar asker
birliklerini daha da rahatsız etmişti. Zira onlar uzun yıllardır devletin
sınırlarında hizmetlerini sürdürmekteydiler. Bu nedenle de kendilerini
huzursuzluk içerisinde bulmuşlardı. Yazara göre, halifelik yılları döneminde
ortaya çıkan tüm huzursuzlukların kaynağı Hz. Osman’ın yaptığı kusurlardır.
Fakat, diğer taraftan bakıldığında, herşeyi ona bağlamayarak sorunların ortaya
çıkmasında başka faktörlerin de önemli rol oynadığını belirtir. Bu sebeplerin
sayının bir değil birkaç, hem de derin, çözülmesinin zor olduğunu
vurgulamaktadır. Halifenin en büyük hatasına gelince bizzat bu sebepleri
bilmemesi ve bunlara karşı zamanında tedbir almamasını görmektedir. Sebeplerden
biri olarak Hz. Ömer’in şehadetinden[254]
[255] sonra
fetihlerin hızının kesilmesi (veya duraklaması), ardından da Arapların yeni
fethedilmiş topraklara göçlerinin tamamlanmış olmasını göstermektedir. Bununla
o bölgelerde nüfus fazlalığının verdiği kuvvet bir anda tükenmiş oluyordu.
Bundan başka Arapların karşılaştığı diğer sorun da Doğu’da İranlılar ve onlara
mahsus yüksek yaylalar, kuzeyde Anadolu ve Batıda denizin bulunmasıydı.
Çünkü bu faktörler fetih harekatını, savaşları zorlaştırıyordu.
Askerlerde savaşma ruhunu zayıflatıyor ve onları yorgun düşürüyordu.[256] Dolayısıyla
o fetihlerin gerilemesini coğrafi şartların zorluğuna ve müslüman Arapların
alışık olmadığı koşullara bağlamaktaydı.
Ayrıca, Bernard Lewis, fetihlerin duraksamasının halka başka yönden de
sorunlar getirdiğini söylemektedir. Ona göre bu durum, kabilelere o zamana
kadar meşgul olmadıkları meseleleri derin-derin düşünme olanağı vermiştir.
Bundan başka, Araplar’da eskiden kalma bedevi huylarının uyanmasının yeni
dönemle uyuşmaması da müşahede edilmekteydi. Bizzat bu bedeviliğin merkezi
otoriteye karşı olan tutumu, idarenin zayıflamasına ve büyümekte olan genç
devletin dahilinde patlamaya sebebiyet vermişti. Hatta yazar, bu muhalif
unsurların Hz. Ömer’in hilafeti döneminde varlıklarını hissetirmeye
başladıklarını ve muhtemelen de onun ölümüne zemin hazırladıklarını
düşünmektedir. Sadece onun sert yapısı ve daha uyanık olması bunların
çıkarlarına uygun gelmiyor, faaliyetlerini gizli sürdürüyorlardı. Ondan bir
sonraki seçimlerde Hz. Osman’ın halifeliği kazanması aslında bu unsurların
kazanması anlamına gelmekteydi. Fakat bunu o zaman kimse düşünemezdi. Bundan
dolayıdır ki, onun zayıf idaresine karşı mühalefet kendini açıkca göstermiş
oldu.[257] Yazara
göre ortaya çıkmış isyanın, ne dinle bir alakası vardı, ne de herhangi bir
şahsa karşı yönelikti. Asıl sebep bizzat bedeviliğin merkezî idareye karşı
çıkması idi. Aslında bu görüş (M. Watt dahil) diğer müsteşriklerin fikirleri
ile de benzerlik teşkil etmektedir. O bu durumu, Hz. Osman’ın devletine değil,
sadece devletin otoritesine karşı gelmek olarak yorumlamaktadır. Yani,
isyancıların bedeviliğin kalıntısı olabilecek anlayışlarına göre itaat bir
şahsa, kendi arzu ve istekleri doğrultusunda boyun eğmekti. Onlara göre Hz.
Osman, bu konuda başarısızlığa uğramıştı. Yani, istedikleri bu duyguyu onlara
veremediğinden isyancılar (dolayısı ile bedeviler) ondan önce kendi
istekleriyle itaat arzettikleri halde artık bundan vazgeçmekle kendilerini
rahat hissediyorlardı.[258]
Lewis’in
Halifeye Karşı Olan Sahabiler Hakkındaki Yorumları
Hz. Osman’ın hilafetinin son yıllarında çevresi genişlemekte olan iç
savaş ve kargaşa olayları halk arasında etkisini o kadar göstermeye başlamıştı
ki, artık kimse kimseye itibar etemez hale gelmişti. Bu duruma yazarımız
değinmeden etmemiştir. Herşeyden önce şunu belirtelim ki, Lewis, Hz. Osman’a
karşı yapılan silahlı saldırının uzak Mısır’dan gelmesine rağmen, mühalefetin
en önemli merkezinin bizzat halifenin kendisinin de oturduğu Medîne olarak
görmektedir (veya göstermektedir). Yazara göre Medine’de bulunan ve merkezî idareden
rahatsız olan tanınmış sahabilerden Talha b. Ubeydullah ile Zübeyr b. Avvam
halifenin hayatına karşı gizli şekilde suikast planları teşkil etmekteydiler.
Ayrıca, onların bu faaliyetlerine Hz. Peygamber’in dul eşi, mu’minlerin annesi
Hz. Ayşe ve Hz. Osman tarafından Mısır valiliği görevinden azledildiğinden
halifeye karşı kızgın olan Amr b. As da katılmıştı. Mühalefetin çekirdeğini
oluşturan elebaşları da bizzat bunlardı. Bununla halifenin katledilmesinde
bunların da rollerinin olabileceği ihtimalinin uzak olmadığını vurgulamaktadır.
Ardından Hz. Ayşe ve Amr b. As’ın kendilerini temize çıkarabildiklerine de özel
değiniyor.[259]
Fakat Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam hakkında başka bir söz söylememesi
onlar hakkındaki fikrinin bizlerce karanlık kalmasına neden oluyor.
Olaylarda ismi
ortaya çıkan diğer bir önemli şahıs olarak Ali b. Ebi Talib’i görüyoruz. B.
Lewis’in onun hakkında daha ihtiyatlı konuştuğunu farketmekteyiz. O, Hz.
Ali’nin herhangi bir meseleye karışmadığını düşünmüş olsa da, sonuçta konunun
karanlık olarak kaldığını kabul ediyor. Onun bu cinayette elinin
olmadığını düşünüyor. Fakat halifenin katledilmesi olayına engel olmayışı ve bu
hadiselerde ağırlığını hissettirmemesinin sonraki hadiselerde kendi
düşmanlarının eline etkili bir silah vermiş olması ile sonuçlandığını
zikretmiştir.[260]
Hz. Osman’dan sonra hilafet makamına Hz. Ali getirilmiş olsa da artık
fitne tüm hilafeti bürümüş ve gittikçe de derinleşmekteydi. Yazar, maktul
halifenin düşmanlarından bazılarının, suçlu olmamalarına rağmen, Hz. Ali’nin
hilafete geçmesini,[261] bir
halifenin katline borçlu olan birisinin halifeliğini tanıma hususunda titiz
davrandıklarını kaydetmektedir. Diğer önemli bir husus da Hz. Osman’ı hoş
görmeyen grupun, yeni halifeyi de tanımak istemiyordu. Bunun aksine olarak maktul
halifenin öldürülmesinde suçlu olanların tutuklanarak cezalandırılmalarını
talep eden Hz. Osman taraftarı olan yeni bir partinin oluşturulması, İslam
dünyasındaki parçalanmaların diğer bir örneği idi. Hz. Ali bu grupların
istekleri karşısında çaresiz kalmakla aslında (kendisi de farkında olarak)
birçok yeni düşmanlar kazanmış oluyordu. Yazara göre yeni halifenin böyle bir
duruma düşmesinin diğer bir sebebi de önceki halifenin (Hz. Osman’ın) tayin
ettiği adamları vazifelerinden azletmesi idi. Zaten ortaya çıkmış mühalefet
partisi sadece merkezini hemen değiştirerek Mekke’ye doğru yol almıştı. Artık
onlar, Mekke’de oturan Hz. Ayşe bnt. Ebi Bekir, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr
b. Avvam’ın etrafında toplanmış oluyorlardı.[262] Artık
İslam dünyasını karanlıklar dolu gelecek bekliyordu. Karşıda ilk kez olarak
müslüman ordularının başında duran bir halife, başka bir müslüman ordularına
karşı savaşlara başlayacaktı. Sonraki olaylarda iç savaşlar ortaya çıkacaktı.
Hz. Ali’nin Cemel savaşında (36/656)[263] Hz.
Ayşe ve ona tabi olacak orduları, bir yıl sonra diğer muhalif grubu oluşturan
Mu’aviye’nin, Şam’dan gelen ordularını Sıffin savaşında, ardından da bu savaş
sonrası ilk kez müslümanlardan ayrılacak olan ve Havariç diye isimlenecek olan
yeni grubu Nehrevan’da (658) yenmesi, Hakem olayı, Hz. Ali’nin Hariciler
tarafından şehit edilmesi, oğlu Hz. Hasan’ın 6 ay sürecek olan hilafet devri[264] ve
H. 40/M. 661 yılından itibaren Mu’aviye’nin halife olmasıyla Ümeyyeoğulları
Nihâyet seneler sonra istediklerine nail olacaklardı.
Yazarımızın konu hakkında genel olarak düşündüklerini kısaca özetlersek,
meselenin temelinde Arapların bedevilik ve kabilecilik sebepleri yatmaktaydı.
Ona göre itaat, bedevilikten gelen anlayışa göre bir şahsa kendi arzularıyla
boyun eğmekten ibaretti. Hz. Osman onları bu konuda tatmin edemediğinden
bedeviler önceleri kendi istekleriyle itaat etmelerine rağmen artık bundan
vazgeçmekte kendilerinde bir serbestlik bulmuşlardı. Yani ortaya çıkan
hoşnutsuzluk olaylarından bizzat halife kendisi sorumluydu. Halifeye yapılan
eleştiri ve itirazların hacminin genişlemesi yakında kendisinin azledileceğinden
veya katledileceğinden haber vermekteydi. Nitekim öyle de oldu.
Müellife göre H. 35/M. 656 yılında Hz. Osman’ın isyancılar tarafından
öldürülerek şehit edilmesi İslam tarihinde bir dönüm noktasıydı. Bununla
aslında, İslam birliğinin garantisi addedilen halifeliğin dini itibarı
zayıflamış oluyordu. Bundan sonraki durum ise dini olmaktan çıkacak, hükumet
ile kabileler arasındaki bağlar yalnız siyasi ve iktisadi olup, hiçbiri fayda
sağlayamayacaktı. Benzeri doğrultudaki görüşler, yapılan bazı araştırmalarda da
ifade edilmiştir. Nitekim bu konuya "Hancılığın Siyasi Görüşlerinin
İtikadileşmesi” başlıklı makalesinde değinen Ahmet Akbulut, artık siyasi
davranışlarla iman arasında ilişkilerin kurulduğunu önemle vurgular. O,
sonradan ashabın önde gelenleri (örneğin, Hz. Ali ile Talha, Zübeyr ve Ayşe
veya Ali ile Mu’aviye b. Ebi Süfyan) arasında yaşanmış olacak çatışmalarda
bizzat bu düşünce modelinin büyük etkisi olduğunu söylemektedir. [265]
WILFERD FERDINAND MADELUNG
Madelung’un
Hayatı ve Eserleri
Tam adı Wilferd Ferdinand Madelung olan yazar İslam tarihi alanında
tanınmış bir Avrupalı tarihçidir. 1930 yılında Almanya’nın Ştutgart şehrinde
doğdu. İlk eğitimini de doğduğu şehirdeki Eberhard-Ludwigs-Gymnasium’da aldı.
O, daha onyedi yaşındayken ailesi ABD’ye göçetmiş olduğundan eğitimini de orada
devam ettirmek zorunda kalmıştı. Georgetown Universitesi’nden mezun olduktan
sonra Mısır’a gitmiş (1952) ve bir sene orada ikamet etmişti. 1952 yılında
Mısır’ın tarihinde baş vermiş büyük bir inkilap, yazarın orada kaldığı sürede
gerçekleşmişti. W. Madelung, burada İslam aleminin büyük ilim adamlarından olan
İhsan Abbas ile de görüşme imkanı bulmuştu. Mısır’dan ayrıldıktan sonra kendi
memleketi Almanya’ya gelen yazar, burada Alman oryantalist Berthold Spuler’in
danışmanlığında doktora eğitimine başlamış ve doktorasını 1957’de bitirmiştir.
1958 yılında W. Madelung, elçilik görevi yapması için Irak’a gönderilir.
Bağdat’a varmasından kısa süre sonra burada Tuğgeneral Abdulkerim Kasım kanlı
bir askeri darbe ile mevcut rejimi deviren inkilap yapmıştı. Böylece o, daha
iki yıl Irak’ta kalmış oldu. Daha sonra ABD’ye dönen müsteşrik, Chicago
Universitei’nde hocalık yapmıştır. Zamanla kendisini daha da geliştiren yazar,
1978-1998 seneleri arasında Oxford Universitesi’nde Arap dili dalında
profesörlük yapmıştır.[266]
W. Madelung’un yazdığı eserler esasen ilk devir İslam tarihi, özellikle
de İslam dünyasında sonradan görülmeye başlanmış mezhepler, fırkalarla
ilgilidir. Mezhepler üzerinde yaptığı araştırma ve çalışmaları Şi’a ve Şi’anın
bir kolu olan İsmaililikle ilgilidir. Ayrıca o, birkaç akademik derginin yayın
kurulunda da çalışmıştır. Bunlardan en ünlü olanı Arap ve İslam Araştırmalar Dergisi’dir.
Halen Londra'da İsmaili Çalışmaları Enstitüsü'nde kıdemli araştırmacı olarak
görevini devam ettirmektedir. Araştırmaya dayalı eserler yazan W. Madelung,
Franz Steiner’in Arabic Texts Concerning The History of The Zaydi Imams of
Tabaristan, Daylaman And Gilan (?, 1987) isimli eserine editörlük yapmış
olmakla beraber aşağıdaki bazı ünlü kitapların da müellifidir: Religious
Trends in Early Islamic Iran, (Albany, N.Y: Persian Heritage Foundation,
1988), Religious and Ethnic Movements in Medieval Islam, (Brookfield:
Variorum, Hampshire, 1992), The Succession to Muhammad, (Cambridge
University Press, Cambridge, 1997), Religious School and Sects in Medieval
Islam (Ashgate Press/Variorum, Aldershot, 1999), Der Imam al- Qasim ibn
Ibrahim und die Glaubenslehre der Zaiditen, Walter De Gruyter Incorporated,
(De Gruyter Incorporated, Walter, 2002). Ayrıca W. Madelung, P. E. Walker ile
bir birlikte An Ismaili Heresiography, (Leiden, 1998) ve The
Advent of the Fatimids: A Contemporary Shi'i Witness, (New York I.B.
Tauris, London, 2000) isimli kitapların da müellifidir.[267]
Madelung’un
Hz. Osman’ın Hilafet Makamına Geçişine Yaklaşımı
Ünlü Alman müsteşriği W. Madelung, Hz. Osman’ın hilafet yıllarında baş
vermiş olaylara The Succession to Muhammad: a Study of the Early Caliphate
adlı eserinde geniş bir şekilde değinmiştir. O, Hz. Osman dönemi olayları
hakkında yazarken İslami kaynaklardan esasen Taberi (Tarihu Taberi), Belâzurî
(Ensâb’ul-Eşrâf), İbn Sa’d ve İbn Şebbe (Tarihu’l Medîneti’l-
Münevvere)’yi kullanmıştır. Olaylar hakkında kendi görüşlerini sunarken
diğer bazı müsteşriklerden etkilendiğini de görmemiz mümkündür. J. Wellhausen
ve L. Caetani bunlara örnek olabilir. Kitabında İslam tarihiyle ilgili geniş
bilgileri ihtiva etmiş, ilk kez Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında görülmeye
başlamış fitne ve kargaşa olaylarını derinden- derine incelemeğe çalışmıştır.
Ayrıca müellif, konuyla ilgili bir sıra özel görüşlerini de ileri sürmüş, sonda
mükemmel bir eser ortaya koymayı başarmıştır.
Bilindiği üzere H. 22/M. 644 senesinde halife Hz. Ömer, önceden
planlanmış suikast neticesinde katledilince[268] hilafet
makamına kimin geleceği meselesi ortaya çıkmıştı. Ölüm döşeğindeyken kendisine,
yerine halife tayin edilmesi teklif edildiğinde belli bir kişiyi atamaktan
vazgeçmiş, sahabilerin ileri gelenlerinden altı kişinin katılacağı bir şura
oluşturmayı, yeni halifeyi yalnız bu yolla kendi aralarından birini seçmelerini
vasiyet etmiş ve gözlerini ebediyen yummuştu. Bu altı kişi Osman b. Affan, Ali
b. Ebi Talip, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf ve Sa’d
b. Ebi Vakkas’dan oluşuyordu.[269] W.
Madelung bu adaylar arasında Hz. Osman’ın isabetli biri olmadığını kabul ederek
aslında onun bu adaylar arasında yer almasının yanlış olduğuna işaret
etmektedir. Onun fikrince, İslam’ın geldiği ilk yıllarda olduğu gibi sonraki
devirlerde de zenginliğini korumayı başarmış Hz. Osman, siyaset adamı
olmasından ziyade ticaret dahisiydi. Hz. Peygamber’in hiçbir zaman onu ordu
komutanı olarak tayin etmediğini bu düşüncesine delil olarak getirmektedir.
Konuya bu yönden yanaşması müellifi, klasik devir oryantalistlerinden J. Wellhausen
gibi düşünmeğe sevketmiştir. Zaten yazar, kitabında bu konuya değinirken
kendisi de onun fikrine istinad ettiğini dile getirmiştir. Ayrıca o, seçim
sırasında (veya önceden) sahabilerden beşinin Hz. Ali’ye karşı birleşmiş ve
dördünün gizlice Hz. Osman’a oy vermede sözleşmiş olmalarından bahsetmektedir.
Müellife göre diğerleri, Hz. Ali’ye karşı tek güçlü rakip olarak bizzat onun
halifeliğini ileri sürmüşlerdi. Hz. Osman da seçileceğinden emin gibi
gözükmekteydi. Yazara göre o, Mekke’de varolan aristokrasi üyelerini tam ikna
etmişti.[270] [271]
Hz. Osman’ın halife seçimi hakkında konuşurken W. Madelung’un geldiği
sonuç, onun hiçbir gayret göstermeden hilafet makamına yükselmiş olmasıdır.
Sanki bu işte Hz. Osman, hilafet makamına oturması zamanını bekliyormuş gibi
davranmıştı. Netice de onun istediği gibi olunca artık o, kendine has özel
islahatlarını yerine yetirmeğe koyulacaktı. Müellif onun “hiçbir çaba
sarfetmeden” halife seçilmesinin kendisinde büyük etki bıraktığına da özel
işaret eder. Onun fikrince, Hz. Osman’ın halife seçilmesi hakkındaki “Allah’ın
kendisine giydirdiği libas”211 ifadelerini
kullanmasının nedeni de 272 bizzat
bu etkiden kaynaklanmaktaydı. [272]
Madelung’un Hz. Osman’a Yöneltilen Şikâyetler
Konusundaki Görüşleri
Akrabalarına
Karşı Düşkünlüğü
Hz. Osman halife seçildiği sırada Kur’an ve Sünnet’in emrettiği şekilde
görevini yerine getireceğini ve kendisinden önceki iki halifenin yolunu takip
edeceğini vaad etmişti. Fakat daha hakimiyetinin ilk yıllarında bazı
akrabalarına para yardımında bulunması, verdiği va’dinden döndüğü anlamına
gelmekteydi. Mesela, halife, ana tarafından yakın akrabalarından olan Sa’id b.
el-‘As’a (kendi yeğeni idi) 100.000 dirhem bağışta bulunmuştu. Bu haberi duyan
diğer Şura (halife seçiminde altı kişiden oluşturulmuş seçki komitesi)
üyelerinin hepsi (Ali b. Ebi Talip, Sa’d b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah,
Zübeyr b. Avvam ve Abdurrahman b. Avf) halifeye itirazlarını bildirmeleri için
birer temsilci göndermişlerdi. Halife onlara yakın akrabalara yardım etmenin
İslam’da da beğenilen emirlerden olduğunu bildirmiş, onlar ise Hz. Ebu Bekir ve
Hz. Ömer’in halife oldukları sırada böyle davranmadıklarını kendisine
arzetmişlerdi. Bu defaysa Hz. Osman, onların öyle yapmalarıyla ahirette daha
büyük sevabı arzu ettiklerini bildirmiş, akrabasına yaptığı bağışın[273] da
devletin malından değil, bizzat kendi servetinden olduğunu ifade ederek
kendisini savunmuştu. Onlar da Allah’a yemin ederek ilk iki halifenin tutumunu
halifenin kendi tutumundan daha uygun olduğunu bildirmişlerdi.
Belki de Şura üyeleri bu paranın devletin malından olduğunu zann
etmişlerdi. Bu yüzden halifeye karşı sert tepki göstermişlerdi. W. Madelung
ise, bu konuya değinirken Hz. Osman’ın böyle davranmasının iki olasılıktan
birinden kaynaklanmış olabileceğine vurgu yapmaktadır:
Hz. Osman’ın akrabalarına para
veya mal yardımında bulunması, onun tabiatında varolagelen yumuşak huyundan,
samimiyetinden, akrabalarına olan aşırı sevgisinden ve düşkünlüğünden
kaynaklanmaktaydı. Bu, kendi mevkiini akrabaları nazarında yüksek tutmaya
gayret şeklinde de olabilirdi. Yukarıdaki itirazlara karşı kendisini savunma
mahiyetinde verdiği cevabı buna delil olabilir.
Onun böyle davranmasının
sebebiyle ilgili yürüttüğü ikinci görüşü ise, mensubu olduğu Emeviler’i
yüceltmeye matuftu. Müellifin fikrince daha İslam’ın ilk yıllarında Hz. Osman’ın
da mensubu olduğu Ümeyyeoğulları soyu Hz. Peygamber’e karşı aldıkları
tavırlarıyla herkesin gözünde nisbeten aşağı ve rezil durumdaydı. Böylece
halife, onlara makam ve mevkii vermekle kendi soyunun eski şan ve şerefini geri
getirmek istiyordu. Yönetimde kendileri olsalar da bu yeni ve genç devleti
İslam adına idare etmeyi düşünüyordu.[274]
Fey
Arazilerinin Paylaşımındaki Hatası
Bilindiği üzere İslam dini güçlenerek Arabistan Yarımadası’nın dışında da
yayılmaya başlayınca fetih hareketleri sonucunda geniş ve kullanılmayan
araziler müslüman orduları tarafından fethedilmişti. Ayrıca savaşılmadan
elegeçirilmiş Fe’y toprakları da vardı. Fakat bu yerler sahipsiz ve
istifadesiz kalmıştı. Hz. Ömer bu yerleri o arazilerin fatihleri arasında
bölüştürmüştü.[275]
Fakat bu bölgüyü, mülkiyeti devlette olmak üzere tasarruf hakkını onlara
vermek suretiyle yapmıştı. Hz. Osman ise Irak’taki böyle arazileri sahabilerin
önde gelenlerine bağışta bulunmuştu. Bunların arasında Sa’d b. Ebi Vakkas,
Zübeyr b. Avvam, Ammar b. Yasir, Talha b. Ubeydullah ve diğerleri vardı. Ancak
halifenin bu davranışı Kûfe’deki halkı kızdırmış, itirazlarına neden olmuştu.
Böyle olunca da halife, kendi görüşünü savunmak veya kendini haklı göstermek
için Arabistan’daki özel arazilerin- Sevad topraklarının Irak’taki arazilerle
takasına izin vermişti. Ayrıca o, bununla kargaşanın yatışmasını sağlamayı
düşünerek yapmıştı. W. Madelung Hz. Osman’ın böyle manevra etmesini planlı
şekilde yapmasıyla yorumlamaktadır. Çünkü bu karar ona, Arabistan’daki
arazileri devletin mülküne çevirme ve böylece rahat-rahat bu yerleri kullanma
imkanı sunacaktı. Durum böyle olunca, artık garnizonda
bulunan askerler bile halifenin
arazileri kullanmasına bir söz söyleyemeyeceklerdi.[276] Fakat
halifenin fe’y topraklarını devletin mülküne devretmesi garnizon şehir
bölgelerindeki askerler tarafından hoşnutsuzlukla karşılandı. Onlar halifeyi,
müslümanların malını kendi isteğine göre kullanmakla itham etmeye
başlamışlardı. Onun bu tatbikatına karşı çıkan büyük sahabilerden biri Ebu Zer
el- Gifari olmuştu. Suriye’de de şikâyet ve itirazlarını devam ettiren Ebu Zer,
oranın valisi Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ın isteği üzerine halife tarafından
geriye- Medîne’ye çağırılmış,
hoşnutsuzluğundan doğan itirazlarını burada da durdurmayınca, Rebeze’ye
sürülmüştü.[277] Hz.
Osman’ın fey ve diğer arazilerle ilgili güttüğü bu siyaseti hakkında konuşan W.
Madelung, önce birkaç oryantalistin (J. Wellhausen, Leon Caetani, Giorgio Levi
della Vida) bu konuda görüşlerini vermiş, sonra da kendi fikrini ortaya
koymuştur. Diğerleri aşağı-yukarı aynı tarzda düşünerek ilk hatanın Hz.
Ömer’den kaynaklandığını, fakat kendisinin sert tabiatı, hiç kimsenin isyana
veya ayaklanmaya imkan vermediğini iddia etmişlerdir. W. Madelung’a gelince ise
o, Hz. Osman’ın izlediği bu politikanın, hilafetin geleneksel kraliyete dönüşmesi
yolunda atılan ilk adım olarak algılamıştır. Müellifin fikrince bu işte ona
“yardım” eden kişiyse Suriye valisi Mu’aviye b. Ebi Sufyan idi.[278]
Hz. Osman’ı Medîne’de Eleştirenler ve Eleştirme Nedenleri
Amr b.
el-‘As
İster halifenin akrabalarına karşı düşkünlüğü olsun, isterse de bazı
yanlış tatbikatları olsun, sıradan halkın dışında bazı büyük sahabiler de Hz.
Osman’a karşı itirazlarını yükseltmişlerdi. W. Madelung’a göre Kureyşliler
arasında bu yönde ittihamlarını ortaya koyan ilk kişi Amr b. ‘As idi. Onun
fikrince, bunun nedeni, halifenin onu Mısır valiliği görevinden azletmesiydi. O
da karşılığında karısı, halifenin üvey kardeşi (anabir kardeş idiler) Ümmü
Gülsüm’ü boşamakla ilk tepkisini göstermişti. Kısa süre sonra onu açıktan açığa
eleştirmeğe başlayan Amr b. ‘As, daha sonra sahabilerin bazı önde gelenlerini
de halifeye karşı kışkırtmaya koyuldu. Onların arasında Ali b. Ebi Talip,
Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah da vardı. Müellif onun, Hz. Ayşe’nin
düşüncelerine de etkisini yaptığını söylemekteydi. Şöyle ki, Mısırlı isyancı
grubu Medîne yakınlarındaki Zu Huşup’ta toplandıkları sırada[279] Hz. Osman
tavsiye almak için Hz. Ayşe ile konuşmuş, o da halifeden Amr’ı eski görevine
yeniden tayin etmesini teklif etmişti.[280] [281] Amr
b. ‘As ise halifenin yaptığı bazı yeniliklerin yanlış olduğunu dile getirerek
hac ziyaretine gelenleri de ona karşı kışkırtmaktan çekinmemişti. Amr’ın
aksine, Kûfe valiliği
görevinden azledilen Sa’d b. Ebi Vakkas
ise halifeye karşı mesafeli davranmıştı. W. Madelung, onun bu şekilde hareket
etmesini, halifenin zor durumda olmasıyla yorumlamıştı. Yani, herkes tarafından
baskı ve taarruzlarla karşlaşan Hz. Osman’a bir de kendisi karşı gelerek onu
daha zor duruma sokmak istemiyordu.
Ali b.
Ebi Talip, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam
İtalyan oryantalist Leon Caetani’nin görüşleri ile neredeyse aynı düşünen
W. Madelung, (kaynak olarak kullandığımız The Succecion to Muhammad
eserinde Leon Caetani’nin fikirlerinden sürekli iktibas getirmesi ve kıyaslama
yapması buna işaret etmektedir.) hilafete karşı ayaklanan isyanın önemli
sebepkarlarının bizzat Kureyşliler olduğu görüşündedir. Onların fikirlerince,
Ali b. Ebi Talip, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’ın kendileri birer
Kureyşli olmalarına rağmen, anti- Kureyş duygu ve hislerin diğer eyaletlerde oluşmasına
ve hızlı bir şekilde yayılmasına yardım edenler de bizzat onlar olmuşlardır. Bu
işlerini gördüklerinde ise kendilerini masum gösterdiklerinden kimse onlardan
kuşku duyamamıştır. Onlar Kureyş’in kendi aralarında baş göstermiş
parçalanmadan bahsetmekteler. Kureyş’e mensup Beni Zuhre’nin ihanette iştirak
etmesini bu görüşlerine delil getirmişler. Özellikle de Kureyş’in kendi içinde
Ümeyyeoğulları’na karşı tutumu geniş olarak yayılmaktaydı. Yazara göre bu
yüzden Beni Haşim koluna mensup olan Hz. Ali’nin onlara karşı gizlice art
niyetli planlar hazırlaması gayet normal karşılanmalıydı.[282] W.
Madelung, Gifar kabilesinin Ebu Zer, Huzeyl ve Beni Zuhre’nin İbn Mes’ut,
Mahzum kabilesinin de Ammar b. Yasir tarafından kışkırtılmış olmasında hiçbir
kuşkunun olmayacağını söyleyerek sanki Kureyş dahilindeki parçalanmanın
gidişatını gözler önüne sermektedir. Ayrıca o, Ammar b. Yasir’in bizzat Ali b.
Ebi Talip tarafından halifeye karşı kışkırtıldığını kabul etmektedir. Çoğu
zaman birlikte faaliyet göstermeleri, bir çok konuda Ammar’ın Hz. Ali’yi
desteklemesi de bunu ispatlar mahiyettedir. Fakat unutmamak gerekir ki, farklı
düşünen muhalifler de, bazen mühalefette birlişebilirler. Madelung’a göre Hz.
Osman, fey topraklarını keyfi isteğine göre özelleştirirken, bu iddiasına karşı
Ammar’ın sert şekilde karşı çıkmasında Hz. Ali’nin rolü vardı. Halife kendisine
ceza veremediğinden Ammar’ı sadece sürgün edebilmişti.[283]
Aslında ashabın önde gelenleri arasında ihtilafın olması normal
karşılanmalıdır. Lakin bu konuda ifrata düşerek onları birbirilerine düşman
gibi göstermek yanlış olurdu. Sahabeler arasında kırgınlık ve dargınlık gibi
olayların yaşanması, normal bir hâldir. Hatta Hz. Peygamber hayattayken
(örneğin ailesinde) huzursuzluk, küskünlük olaylarına şahit olunmuştur. Sadece
küçük olayları olduğundan farklı şekilde yorumlayarak haklarında sert hükümler
vermek yanlış kabul edilmektedir. Bize göre Madelung’un da değindiği bu
hususlar, sahabiler arasında yaşanan aynı türden olaylardı.
Bilindiği üzere Hz. Osman’ı eleştiren ünlü Kureyşli sahabiler arasında
Talha b. Ubeydullah da vardı.[284]
O, halife seçimindeki adaylardan biri olmasına rağmen seçim sırasında Medîne’de
olmadığından iştirak edememişti. Kendisi Medîne’ye bir müddet sonra geri
dönmüş, kısa süre sonra da hoşnutsuzluğunu ortaya koymuştu. O, kendisini,
görüşü ihmal edilmiş biri olarak zannettiğinden, rahat edemiyordu. Onun bu
halini gören, kendisi de adaylardan biri olan Abdurrahman b. Avf, İslam’ın
birliği ve bütünlüğünün bozulmaması hatırına ondan bunu yapmamasını istemişti.
Hz. Osman’ın Talha’ya para yardımında bulunmasını müellif, onun şiddete
başvuracağından endişelenmiş olmasıyla izah etmiş, bunu yapmakla halife, onun
kalbini almayı düşünmüştü.[285] Talha’nın
diğer bir eleştiri nedeni de halifenin akrabası Mervan’ın onun (Hz. Osman’ın)
ismini kullanarak pazarlarda kendine has avantaj sağlamasıydı. Fakat halife ona
böyle bir izin vermediğini yemin ederek bildirmişti. Halk arasında kargaşanın
yayıldığı sırada ise Talha, halifeye karşı kışkırtmak için eyaletlere mektup
yazanlardan biri idi. Halifenin evinin muhasarası sırasında da Talha sert
tepkileri ile meşhurdur.[286] [287] Müellif
burada özellikle Talha’nın halifeye suyun ulaştırılmasına mani olmasını
göstermeye 287 çalışmıştır.
Zübeyr b. Avvam’dan bahsederken müellif, Belâzurî’nin Ensâb'ında yeralan
ve halifenin muhasarası sırasında onun Talha ile işbirliğinde olmasını gösteren
rivayetleri kabul etmemektedir. Çünkü diğer temel kaynaklarda Zübeyr’in isyanın
gidişatında ve muhasara sırasında halifeye karşı herhangi bir tavrından
bahsedilmemektedir. Ayrıca halife ile akrabalığı da bulunan Zübeyr’in,
isyanların başlamasından önce Hz. Ali ile ilişkilerini zayıflatarak halifenin
politikasına destek olması onlar arasındaki ilişkilerin gayet normal olmasına
işaret eder.[288]
Ayşe
bint Ebi Bekir
Madelung, Hz. Ayşe’den bahsederken hem Şi’i hem
de Sünni kaynaklardan yararlanmıştır. Böyle olunca da onun hakkında birbirine
zıt görüşler söylemesi normal karşılanmalıdır. Önceki başlıklarda da gördüğümüz
üzere halifeden hoşnut olmayanlar arasında Hz. Peygamber’in eşi Hz. Ayşe de
vardı. İlk ve büyük sahabilerden biri olan Abdullah b. Mes’ud, halifenin
akrabalarından Velîd b. Ukbe aracılığıyla Kûfe’de kargaşa çıkarmakla
suçlandığına göre Hz. Osman tarafından Kûfe’den Medîne’ye geri çağırılmıştı. Bu
haberi öğrenen Hz. Ayşe de sesini halifeye karşı yükselterek eleştirmiş,
Rasulullah’ın sahabisi hakkında böyle davranmasını sert şekilde tenkid • • 289 etmişti. [289]
Onun ikinci kez halifeye karşı koymasına neden olan olay da aynı kişinin
(Kûfe valisi Velîd’in) içki içmesi haberinin yayılması[290] ve
bunu dört şahidi ile birlikte kanıtlanmış olmasına karşın halife Hz. Osman’ın
had cezasından vazgeçmesiydi.[291] Hz.
Ayşe’ye gelince (Şi’i kaynakları esas aldığında) kendisini suçlu bulmaktadır.
Hz. Ayşe’nin eleştirilerini saydıktan sonra W. Madelung, Talha b. Ubeydullah
gibi, onun da halkı halifeye karşı kışkırtmak için eyaletlere mektuplar yazmış
olabileceğinden bahsetmektedir. Kendisinin ona yöneltilen bu iddiaları asılsız
addederek inkar eden Hz. Ayşe, böyle düşünenlere sert tepki göstermiş olmasına
rağmen, müellif onun da bu işte rolü olabileceğini düşünmektedir. Buna delil
olarak ise muhasara sırasında onun Kûfeli isyancıların başı olan Eşter’e sesini
yükselterek “Allah müslümanların kanını akıtmayı yasaklamıştır!” dediği
zaman Eşter’in ona verdiği bu cevap idi: “Bize mektubu sen verdin. Şimdi de
harp senin amellerinden dolayı alevlendiği sırada bunu bizlere yasak mı
kılıyorsun?”[292]
Müellifin konu ile ilgili diğer delili de Belâzurî’nin Ensâbu’l
Eşrâf’ında yer alan bu olaydı: “İbn Mes’ud’un öğrencilerinden olan
Mesruk b. el-Ecda el- Hemedani rivayet ediyor ki, Hz. Ayşe Hz. Osman’ın
katlinde iştirak edenleri sert bir dille eleştirince, Mesruk ona şöyle cevap
vermişti: “Bunların hepsi senin işindir. Adamların ona karşı yürümeleri emrini
onlara sen yazdın. Hz. Ayşe ise bu konuda onlara bir harf bile yazmadığını,
müslüman kanı akıtmaktan Allah’a sığındığını bildirerek inkar etmişti.”[293] Bu
görüşleri sunarak Hz. Ayşe’yi suçlu addetmeye çalışan müellifin, Hz. Ayşe’yi
mektup olayı konusunda (Sünni kaynaklar esas alarak) suçlu olamayacağını
savunmuş bulunmaktadır. Yazar, mu’minlerin annesinden böyle bir şeyi beklemenin
mantıksız olduğunu, aslında mektubun isyancıların bizzat kendileri tarafından
yazılmış olmasını düşündüğünü görmekteyiz.[294] Diğer
taraftan, W. Madelug’a göre Hz. Ayşe’nin halifeye karşı koyduğu tavrın
temelinde kıskançlık, kendi çıkarını düşünmek gibi duygular yatmamaktaydı. Onun
böyle davranmasına sebep olan şey, Hz. Osman’ın, temelleri Hz. Peygamber
tarafından atılmış olan ve ilk iki halifenin devam ettirdiği İslam devletinin
yönetiminde başarısız olması idi. Bu dul kadın, halifenin İslam’dan önceki
kabile asabiyetine dayalı devlet ilkelerini yeniden canlandırdığını
düşünmekteydi. Buna delil olarak eyaletlere ve diğer yüksek görevlere Emevi
soyundan olanları atamasını göstermekteydi. Hz. Ayşe’nin bununla ilgili
taleplerinin arasında Amr b. el- ‘As ve Ebu Musa el- Eş’ari’nin eski
görevlerine getirilmeleri ve Mu’aviye b. Ebi Sufyan’ın (Suriye valiliğinden) ve
Abdullah b. ‘Amir’in (İbn Kurayz’ın) azledilmeleriydi. Fakat halife onun
(Mu’aviye’nin) kendisi değil, bir önceki halife tarafından atandığını ve
görevinde başarılı olduğunu söyleyerek sonuncu teklifini yapamayacağını
bildirmişti. Bunun üzerine Hz. Ayşe, Amr b. ‘As’ın da eski Mısır valiliği
görevine getirilirse görevini iyi şekilde yerine getirebileceğini, dolayısıyla
onu yeniden vali yapması gerektiğini söylemişti.[295] W.
Madelung Hz. Osman’ın, Emevi soyundan olan valilerin görevlerinden
azledilmeleri hakkındaki isteği gerçekleştirmesini akıl dışı hesap etmektedir.
Müellifin fikrince, halifenin Hz. Ayşe’nin taleplerini kabul etmesi, aslında
Arabistan Yarımadası’nın dışındaki arazilerde Ümeyyeoğulları tekelinin
kırılması demekti. Ayrıca, halife inatçı ve kendisini eleştiren siyaset dahisi
Amr b. ‘As’, yeniden görev başına gelirse kendisine karşı ayaklanmalara da
neden olabileceğini düşünüyordu.[296]
Mervan
b. Hakem
Madelung Medîne’de halifeyi eleştirenlerin arasında Mervan b. Hakem’i de
vurgulamıştır. Fakat o, Mervan’ın tutumunun diğerlerinden farklı olduğunu
söylemektedir. Eğer yukarıda isimleri geçen eleştiriciler itirazlarını açıkca
bildirmekten çekinmedilerse, o başka tarzda bunu yapmış ve halife de dahil
kimseye bunu i’lan etmemiştir. Onun eleştirisi sözle değil, hareketleriyle
olmaktaydı. Mektup olayında da bizzat onu suçlu addetmek mümkündür. Keza, Mervan b. Hakem hakkında
bahsederken müellif, onun kendi ve bizzat müntesibi olduğu Ümeyyeoğulları’nın
çıkarlarını düşündüğünü iddia etmektedir. Onun fikrince Mervan’ın kendi yolu
vardı ve bu da onun harbin çıkmasıydı. Dolayısıyla iç savaşın çıkmasındaki
temel unsurların başında o gelmektedir. Kendi hırsı uğruna, istenilen sahabiye
karşı hareket etmekte bir sakınca görmemekteydi. Birkaç defa kendisini
suçlanmalardan koruyan, aynı zamanda akrabası olan halifeye karşı bile
gelmekten çekinmemişti. Fakat bunu açıktan-açığa değil yaptığı gizli ve sessiz
politikayla sergilemiştir.[297]
W. Madelung’a göre fitnenin ve iç karışıklıkların derinleştiği sırada,
Hz. Osman’ın elini kana bulamadan, müslüman kanı dökmeden sorunları çözmeye
yeltenmesini de uygun davranış olarak kabul etmemesi, Mervan’ın niyetini ortaya
koymaktadır.[298] Ayrıca
Mervan’ın tahtta gözü olduğunu açıkca söylemese de, halife olmakta istekli
davrandığına işaret etmektedir. Hatta Mervan, barış yoluyla değil savaş yoluyla
başa geçmekten yanaydı. Son olarak şunu söylememiz gerekir: yazarın düşüncesine
göre Mervan’ın, kendisinin (veya Ümeyyeoğulları’nın) kan dökerek ve tehditle
tahta geçme arzu ve isteği onun İslam’ı tam idrak edememesinden kaynaklanmış
olabilir.[299]
Madelung’un
Halifenin Katli Hakkındaki Eleştirel Görüşü
W. Madelung halifenin katledilmesi
hakkında kendi görüşlerini
sunarken, önce başka bir oryantalist yazar L.
Caetani’yi eleştirir. Çünkü o, Annali dell İslam isimli eserinde (bu
konuya kitabın VIII. ciltinde
değinmektedir.) Hz. Osman’ın katlinde suçlu olan şahsın bizzat Hz. Ali
olduğunu iddia eder. Eserinde açıktan açığa İslami kaynakların bu faktörleri
gizlediklerini, bu konuda hiçbir şey söylemediklerini ifade eder. O, Hz.
Ali’nin genç ve politik zekasının zayıflığından dolayı halife seçilmediğini,
(hakimiyete olan aşırı hırsını da bunlara ilave eder) böylece halifeden
intikamını almanın yollarını aradığını, bunun da gayet normal olduğunu tutarsız
ispatlamaya çalışmıştır. Fakat Hz. Ali’nin halka
kendisini masum gösterdiğini, halifeyi ise bulunduğunu sergilemektedir. W.
Madelung’a tamamiyle hakikatten uzak olduğunu, böyle yanlışlığını kabul
etmektedir.
rahatsızlık duyduğunu kabul etmişse de, Hz. katledilmesi için hiçbir
gayrette bulunmadığı görüşünün doğru olduğunu söylemektedir. Onun fikrince,
Ayşe bnt. Ebi Bekir ve Talha b. Ubeydullah’ın halifeye karşı tavırları vardı.
Hz. Ali’nin halifeye karşı kin ve nefreti olsaydı ilk önce -gizli veya açık- bu
kişilerle ilişki kurması gerekiyordu. W. Madelung bunun imkansız olduğunu
ispatlamak için Ayşe’nin Ali’ye olan kinini ortaya atmış, onların asla
işbirliği yapamayacakları görüşünü ileri sürmüştü.[300] Bu
delilini de yine Ensâb’da yer alan ve Hz. Ayşe’ye isnat edilen “Osman’ın
sadece bir gecesi, Ali ’nin tüm hayatından iyi idi.”[301] sözleri
ile ispatlamaya çalışmıştı. Buna rağmen, Madelung, Hz. Ali’de hilafet isteği
olmasını kabul etmektedir. Fakat bundan dolayı isyana neden olacak, halkı
isyanlara kışkırtacak herhangi bir faaliyette olmadığı görüşünün üzerinde
önemle dayanmaktadır. Hz. Ali Kureyş’in hakim sınıfı tarafından kabul görmese
de bazı anti-Ümeyye kuvvetlerin bulunduğu eyaletlerde (özellikle de Kûfe’de)
halk arasında kendisine karşı istek belirtileri görülmeye başlamıştı.[302]
Görüldüğü üzere W. Madelung, Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katlinde hiçbir
sorumluluğu olmadığı görüşünü savunmuş olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat o
bazı konuların karanlık kalmasını kendisinde kuşkuların yaranmasına neden
olabileceğini de bildirmektedir. Bu konuda öne çıkan isim Malik b. el- Eşter ve
yanındaki birkaç isyancı grubudur. Sayıları toplamda on kişidir. Önceki
bölümlerde de gördüğümüz üzere Kûfe’de vali Sa’id b. el-‘As olduğu sırada bu on
kişi halk arasında hoşnutsuzluğa neden olmalarından dolayı halifenin kararı ile
Kûfe’den Dımaşk’a sürülmüşlerdi. Orada Amr b. Zurare’nin evinde kalan bu
kişilerin Hz. Ali’ye meylettikleri kaynaklarda da açıktan açığa geçmektedir.
İsyancıların Kûfe valisi Sa’id b. el-‘As’a karşı ayaklanmasına da, halifenin
muhasara olunduğu sırada Medîne’ye giren isyancılara da bizzat Malik b.
el-Eşter liderlik yapmıştı. Hz. Ali’nin hilafeti yıllarında (656-661) da bu
kişiler onun en yakın ve kendisinden ayrılmaz destekçileri arasında idiler.
Onun katlinden sonra ortaya çıkan ilk Şi’i grup arasında, bu on kişiden biri
olan Kumeyl b. Ziyad el-Nehai de vardı. Burada müellifi düşündüren ve konunun önemli
tarafı, Hz. Ali’yi destekleyen bu Kûfeli isyancıların, halifenin öldürülmesine
kadar ortalarda pek fazla gözükmemeleridir. Büyük ihtimalle, faaliyetlerini
gizli şekilde sürdürmekteydiler. Çünkü olaylarının yaşandığı sırada Hz. Ali’nin
bu şahıslarla yakından ilişkide bulunduğına dair tutarlı delil yoktur. Fakat
onların varlığından haberdardı. [303]
Madelung’un Hz. Ali ve Hz. Osman Arasındaki Münasebetlere Bakışı
Madelung bu konu hakkındaki görüşlerini sunarken, kaynakların Sünni ve
Şi’i esaslı olmasına önem vermemişti. Sanki karşısına ne kaynak çıkmışsa hemen
onu almıştır. Böyle olunca da karşımıza birbirine zıt görüşler çıkmaktadır.
Mesela, Hz. Ayşe’yle ilgili başlıkta olduğu gibi, burada da Şi’i kaynağa
başvurmuştur (İbn Ebi’l Hadid’in Şerh isimli eserinin VIII. cildi ve İbn
Şebbe’nin Târihu’l- Medîneti’l- Münevvere: Ahbâru’l- Medîneti’l- Münevvere
eserinin IV. cilti) Böyle olunca, tabii ki, aralarındaki münasebetlerin pek iyi
olmayacağı anlaşılacaktır. Aynı zamanda Sünni kaynaklı (örneğin, bu konu ile
ilgili olarak Taberi’nin Târih-i Taberi’sini kullanmıştır.) kitaplardan
da yararlanmış ve karşımıza öncekinden farklı bilgiler koymuştur. Sünni
kaynaklara dayalı verdiği haberler, aralarındaki münasebetlerin normal olduğunu
göstermektedir. Ayrıca, aralarındaki akrabalık bağlarını sıkıca vurgulamayı da
unutmamaktadır. Şi’i kaynaklı haberlere gelince de bu durumun pek iyi
olmadığını söylemektedir. Böylece müellif, hiçbir tarafı savunmaksızın ve her
iki tarafın kaynaklarını kullanarak bilgiler aktarmış, onlar arasındaki
münasebetleri sadece tasvir etmeye çalışmıştır.
Müellif, konuyu işlerken önce onlar arasındaki
mevcut durumun normal olmadığını göstermeğe çalışmıştır. Daha sonra da
(özellikle de muhasaranın şiddetlendiği sırada) Hz. Osman’ın en güvenilir kişi
olarak Hz. Ali’yi görmesine özenle dikkatleri çekmektedir. Aralarındaki
huzursuzluklara gelince bunlara, halifenin yakın akrabası ve Kûfe valisi olan
Velîd b. Ukbe’nin içki içmesi karşılığında ona hadd cezasının uygulanmamasını
örnek vermiştir. Hz. Ali onu Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetine karşı
çıkmasıyla itham ederek sert bir dille eleştirmekten çekinmemişti. Fakat
sonunda Velîd had cezasına çarptırılmıştır.[304] Ayrıca
o, halifenin fey toprakları hakkındaki yeni uygulamalarından da (bu konuya
önceki kısımlarda, özellikle de J. Wellhausen bölümünde geniş bir şekilde
değinilmiştir.) hoşlanmayarak buna karşı itirazını bildirmişti. Hz. Ali’nin halifeyi
eleştirdiği diğer konu da onun bazı büyük ve faziletli sahabilere karşı tutumu
idi. Bunlar da Abdullah b. Mes’ud, Ammar b. Yasir, Zübeyr b. el-Avvam
(Abdurrahman b. Avf’la da hoşnutsuzluk olmuşsa da[305] müellif,
esasen bu üç kişiyi göstermiştir) idiler. Halifenin sürekli Mervan b. Hakem’in
istekleri doğrultusunda hareket etmesi de Hz. Ali’yi rahatsız eden
faktörlerdendi. Çünkü o, hep kendi nefsi isteklerine uyarak Ümeyyeoğulları’nın
menfaatini düşünmekte, halifeyi de bu yönde davranmaya sevketmekteydi.
Haşimoğulları’na mensup biri olarak Hz. Ali ise, bunlara asla razı olamazdı.[306]
Onlar arasındaki münasebetler okadar kötüye varmıştı ki, Hz. Osman, önde
gelen büyük sahabilere onu şikâyet etmekten bile çekinmemişti. Sonunda Zeyd b.
Sabit, Muğire b. el-Ahnes ve başka birkaç sahabiyi konuşmaları için Hz. Ali’ye
gönderdi. Zeyd b. Sabit Hz. Ali ile konuşurken halifenin onun (Ali’nin)
üzerinde iki önemli hakkının olduğunu vurguladı. Bunlar akrabalık ve halifelik
haklarıydı. Hz. Ali halifeden yüz çevirmekle akrabalık haklarını önemsemediğini
gösteriyordu. Verilen emirlere itaat etmemekle de halifelik haklarına karşı
gelmiş oluyordu. Hz. Ali ise cevabında halifeye karşı gelme niyetinin
olmadığını, fakat onun Allah’ın koyduğu bazı kuralları çiğnemesine de göz
yummasının imkansız olduğunu bildirmişti. (Burada, özellikle halifenin içki
içen akrabası Velîd b. Ukbe’ye hadd cezasının uygulanmamasını kastediyor). O esnada
araya giren Muğire b. Ahnes biraz sert konuşunca Zeyd b. Sabit arayı
sakinleştirdi ve Hz. Ali’ye, ona karşı delil aramak için değil, sadece halife
ile aralarını uzlaştırmak için geldiklerini haber verdi. Ayrıca, Allah’ın her
ikisi üzerindeki nimetlerini de hatırlatarak orayı terk etmişlerdi.[307]
Daha sonra müellif, onların arasındaki mevcut akrabalık bağlarından ve
bunun faydalarından bahsetmiştir. Hz. Osman’a karşı itirazlar başlayıp,
huzursuzluğun şiddetlendiği sırada Zu Huşup’ta toplanan Mısırlı isyancılarla
konuşması ve arabuluculuk yapması için halife bizzat kendisi, Hz. Ali’den bunu
istemişti. Hz. Ali de Muhammed b. Mesleme ile birlikte Zu Huşub’a giderek
isyancıları sakinleştirmiş, halifenin hatalarını düzeltececeğine, şikâyetlerine
bakacağına dair onları ikna etmiştir.[308] Mısırlı
isyancılar geri döndükten kısa süre sonra halife, camideki ilk va’zında onlar
hakkında yeniden sert konuşmuştu. Onun böyle konuşmasına neden olan kişi ise
Mervan b. Hakem idi. Fakat camide kargaşa kopunca, yine Hz. Ali araya girerek
halifeye hatalarını itiraf etmesini tavsiye etti. Hz. Osman bu tavsiyeye uyarak
istenilenleri yerine getirdiyse de, sonradan Mervan b. Hakem yine onu
kandırmayı başarmıştı. Hz. Ali’nin tavsiyelerine uymanın siyasi hata olmasını
halifeye ikna ettiren Mervan, isteğine nail olmuştu. W. Madelung akrabalık
bağlarından kaynaklanan diğer hoşgörü örneğini Mısırlı isyancılar geri
dönüşlerinde yaşanan olaylarda göstermiştir. Onlar halifenin adıyla
kendilerinin hapsedilmeleri ve bazılarının da öldürülmeleri yazılı olan bir
mektup ele geçirdiklerinde yeniden geri dönmüş ve bu kez halifenin evini
muhasaraya almışlardı. Hz. Ali isyancılara, halifenin böyle bir şey
yapabileceğinin mantıksız olduğunu bildirince onlar bunu kabul etmemiş, ayrıca
bir de Hz. Osman’ın bizzat kendisine sormaları üzerine o da Allah’a yemin
ederek mektuptan habersiz olduğunu söylemişti. İsyancılar bunu kabul etmeyerek
ithamlarını devam ettirince, odada sesler yükselmeye başlayınca Hz. Ali,
Muhammed b. Mesleme ile orayı terk etmişti. Müellifin fikrince o, bu mesele
hakkında bir daha arabuluculuk etmemeği niyetlenmiş gibi gözükmekteydi. Çünkü
elinden geldiği kadarıyla halifeye yardım ediyor, fakat halife de ardından
Mervan b. Hakem’e uyarak işlerin kötüye gitmesine neden oluyordu. Müellif buna
delil olarak ise Hz. Ali’nin, muhasanın şiddetinin artmasına kadar hiçbir şey
yapmamasını göstermiştir. Yalnız halifeye su ulaştırılmasına mani olunduğu
haberi duyduğunda Hz. Ali (yine akrabalık bağlarına sadık kaldığına işaret
ederek) araya girmiş ve ona su verilmesi için şartlar oluşturmuştu.[309] [310] Ayrıca Sa’d b. Ebi Vakkas,
muhasaranın son günü, bir kez daha halifeye yardım etmesi için Hz. Ali’yi buna
sevk etmişti. Fakat o, 310 harekete geçerken artık olanlar olmuş, halife katledilmişti.
Hz. Ali- Hz. Osman ilişkilerine özellikle değinen müellif, birincinin
kararsız olduğunu düşünmektedir. Onun kararsız olduğu iki önemli faktör ise
şunlardı: ya hiç kimseyi ve hiçbir şeyi göz önüne almadan tüm kuvvetini
(akrabalık bağlarına sarılmak ve gözetmekle) halifeyi koruyacak, ya da İslam’ın
temel ilkelerine sadık kalarak hakikatın yanında yer alacaktı. Fakat olayların
sonuna doğru Hz. Ali’nin, halifenin hatalarına göz yummaması - ki, müellif
bunda Mervan b. Hakem’i suçlu bulmaktadır- onun Hz. Osman’a karşı biraz soğuk
muamele etmesine neden olmuştur. Yani Hz. Ali, Hz. Osman’a karşı hiçbir nefret
veya düşmanlık hisleri beslememişti. Sadece olayların gidişatı Hz. Ali’yi böyle
davranmaya itmişti.[311]
PATRICIA CRONE
Crone’un
Hayatı ve Eserleri
Patricia Crone 1945 yılında Danimarka’da doğdu. Kendisi bilim adamı,
erken devir İslam tarihçisi ve oryantalisti, aynı zamanda birçok ilmi eserlerin
müellifi olarak bilnmektedir. Kendisi 1977 yılında Oxford’daki Jesus Koleji’nde
İslam tarihinden üniversite öğretim üyesi ve görevlisi olarak çalışmaya
başlamış, 1990 senesinde ise Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Calus Koleji’nde
İslami bilimler dalında üniversite öğretim üyesi ve Gonville’de görevli olarak
çalışmıştır. O zamandan itibaren Cambridge’de birkaç mevkide görev aldı.
1994’ten 1997’e kadar ise İslam tarihi’nden Reader (kıdemli öğretim üyesi için
kullanılan bir unvan; profesörler için de kullanılır. ordinarus proseföre
eşdeğerdedir) olarak hocalık faaliyetini devam ettirdi. P. Crone, aynı sene
(1997 yılında) New Jersey’de, Princeton’daki Yüksek Araştırmalar Enstitüsü’ne
atandı. 2002’den itibaren “Sosyal Evrim ve tarih” dergisinin yayın kurulu’na
üye oldu.[312]
[313]
Crone’un araştırmaları, Yakın Doğu’nun eski çağlarından
Moğollar’ın bu topraklara geldiği XIII. yüzyıla kadar geçen dönemi ihtiva
etmektedir. Ayrıca o, İslam dünyasında (özellikle de müslümanların
fethettikleri bölgelerde) oluşmuş kültürel çevre ile bağlantılı dini, siyasi
olayların gidişatı ile ilgilenmiştir. Kendisi bir siyasi, sosyal ve askeri
tarihçi olmak üzere bu hanım oryantalist, (Kutsal yazılar olarak) İncil’de yer
alan Kur’an’daki eski tarihi olayları da incelemekle meşguldur. Bu ünlü İslam
tarihçisi ve
araştırmacısının bazı önemli eserleri arasında şunlar bulunmaktadır: Slaves
on Horses: The Evolution of the Islamic Polity (Cambridge University Press,
Cambridge, 2002), Roman, Provincial and Islamic Law : The Origins of the
Islamic Patronate (Cambridge University Press, New York, 1987), Pre- Industrial
Societies: Anatomy of the Pre-Modern World (Oneworld, Oxford, 2003), God's
Rule: Government and Islam. Six Centuries of Medieval Islamic Political Thought
(Columbia University Press, New York, 2004). Medieval Islamic Political
Thought, Edinburg Press, Edinburg, 2004 (Ortaçağ İslam Dünyası’nda Siyasi
Düşünce) From Arabian Tribes to Islamic Empire: Army, State and Society in
the Near East c. 600-850 (Burlington, VT, Ashgate, Aldershot, 2008),
The Nativist Prophets of Early Islamic Iran: Rural Revolt and Local
Zoroastrianism (Cambridge University Press, Cambridge, 2014). M. Hinds ile
birlikte kaleme aldıkları God’s Caliph (Cambridge University Press, 313
Cambridge, 2003) adlı eseri de bu sayılanlara dahildir.
Çalışmalarına Orta Doğu’nun erken dönem askeri ve ekonomi tarihi üzere
araştırmalar yaparak başlayan ve ömrünün son yıllarında Kur’an ve Irak’ın,
İran’ın (Orta Asya’nın İran’a mahsus eski kısmının) kültürel ve dini
gelenekleri mevzusu üzerinde yoğun olarak çalışan Crone, 70 yaşında iken (11.
07. 2015 tarihinde) vefat ettiğini öğrenmiş bulunmaktayız.[314]
Crone’un
Hz. Osman’ın Hilafeti Hakkındaki Görüşleri
Patricia Crone Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında yaşanmış olaylara birkaç
eserinde değinmiştir. Bunların arasında God’s Caliph’in özel yeri
vardır.
Ayrıca Slaves on Hor ses: The Evolution of the Islamic Polity ve God’s
Rule Goverenment and Islam: Six Centuries of Medieval Islamic Political Thought
adlı eserlerinde de o dönemin mühim olaylarına geniş yer ayırmıştır.
Yazarımız Hz. Osman’ın halifeliğini meşru kabul etmekte, kendisinin
katledilmesinden beş sene sonra kurulacak olan Emeviler’in halifelik haklarında
da bizzat Hz. Osman’ın meşru imamlığının dayandığını söylemektedir.[315] Halifenin
katli olayına değinirken esasen, konuya politik açıdan yanaşmayı tercih
etmiştir. Hz. Osman’ın halifeliğinin meşruluğunu kabul ettiğini birkaç yerde
açık şekilde söylemekten çekinmemektedir. Yalnız onun değil tüm Emevi soyundan
gelen sonraki halifeleri meşru kabul etmiş, Hz. Ali’nin ise bu işte payı
olmadığını savunmuş, ona karşı aşağılayıcı bazı ifadeler kullanmaktan da geri
durmamıştır.[316]
Yazar daha sonra Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından, onun (halifenin)
doğru veya hatalı lider olması hakkında da kısaca değinmiştir. Yaşanan
tartışmalar yönetenlerin veya yönetilenlerin değil, daha ziyade Hz. Osman’ın manevi
durumuyla ilgiliydi. Eğer halife gerçekten de hatasız bir lider idiyise, onu
öldürenler bu amelleriyle kesinlikle hata yapmışlardı. Diğer taraftan, eğer
bazı yenilikler yaptıysa bu, halifenin öldürülmesi için yeterli delil
sayılamazdı. P. Crone bu durumun üzerinde özellikle durarak, isyancıların onu
(eğer hatası bu ise) görevinden alma hakkına sahip olduklarını vurgular. Kısaca
söyler isek yazara göre isyancılar, yalnız bu konuda haklı idiler.[317] Hatta Hz. Osman
onların bu itirazlarına karşı çıkmış olsaydı, bu zaman güç kullanarak onu
liderlik makamından indire bilirlerdi. Ve bunu yapmak onların üzerine vacip bir
tavır olurdu. O zaman isyancılara hak vermek mümkün olabilirdi. Onlarsa böyle
yapmamışlardı.
Ayrıca müellif, o dönemde müslümanların çoğunun katledilen halife
hakkında kralcı denilebilecek bir düşüncede olduklarını iddia eder. Fakat
kendisi Hz. Osman’ın başlangıçtan sonuna kadar meşru halifelik yaptığını
düşünerek onu haklı görmüştür. Katledilmesini de son derece büyük ve hatalı bir
iş olarak kabul etmiştir. Üstelik, evvela onun intikamının alınmasının ve
yalnız bundan sonra şura yoluyla yeni bir halifenin seçilmesinin taraftarları
olduğunu dile getirmiştir. İsyancıların durumları ve tavırları en başından
yanlış olduğundan onların Hz. Ali’yi hilafete tehdit sonucu getirmelerini de
doğru karşılamadığı sonucuna vardığı anlaşılır (Görüldüğü üzere, kendisi
anti-Haşimi tavır sergileyen P. Crone burada Hz. Ali’de de hak payı olduğunu
söylemektedir). Yani ilk üç halife şura yoluyla gelmiş idilerse, seçilecek yeni
halife de aynı yolla olmalıydı.[318] Burada
Hz. Ali’nin hilafete gelmek isteğinde olmamasını da hemen belirtmemiz
gerekmektedir. Kimse zorla bir göreve getirilemez. Ancak Hz. Ali zor ve baskı
altında bu göreve getirilmişti.[319]
Yeni halifenin (Hz. Ali) döneminde de iç savaşlar devam edecekti. Bu,
yeni ve genç devletin (P. Crone bunu imparatorluk diye isimlendirmektedir)
tarihinde ilk defa görülecek bir hal idi. Daha önce böyle çatışmalara şahit
olmayan Hilafet, bir anda kendisini içinde bulduğu iç savaşlar karşısında nasıl
bir tavır ortaya koymalı, isyanları yatıştırrmak için hangi taktiği uygulayacaktı
acaba? Durumun daha zor olmasının diğer bir sebebi de benzeri durumun daha Hz.
Peygamber döneminde yaşanmamış olmasıydı. Yani, eğer böyle bir şey yaşansaydı,
yeni halife onunla bir kıyaslama yapabilir, politikasında başarılı olabilirdi.[320]
Crone’un
Emevi- Haşimi Kıyaslaması
Müellif, Hilafet dahilindeki parçalanma sonucunda Kureyş kabilesinin iki
önemli kolunun - Haşimiler’in ve Emeviler’in- her ikisinin de hilafete
gelmelerinde hak sahibi olmalarını dile getirmişse de, bunlardan yalnız birinin
doğru yol üzere olduğunu söylemiş ve Emeviler’i savunmuştur. Bilindiği üzere
Haşimiler’in temsilcisi Ali b. Ebi Talip, Emeviler’in ise Mu’aviye b. Ebi
Sufyan idi. Onun fikrince Ümeyyeoğulları daha Hz. Osman zamanında hilafet
başına gelmiş, beş senelik Haşimi hükümranlığının ardından yeniden eski
hakimiyetlerine kovuşmuşlardı. Halifenin öldürülmesini haksız bulan P. Crone,
onun Emevi soyundan olan akrabaları ve intikamcılarının ondan devraldıkları
hilafet makamlarını sahih ve doğru hesap etmektedir. [321] Haşimiler
hakkında nispeten sert ifadeler kullanan müellif, Hz. Ali’nin asla meşru bir
halife olarak görülmediğini, ona uyanların putperest Iraklılar olduklarını,
bunların tabi olma tarzlarını da Yahudiler’in altın buzağıya tapınmaları ile
eşdeğer tuttuğunu ifade etmiştir. [322] Emeviler’e
gelinceyse yazar, onları kendi müdahalelerini bir restorasyon olarak gören
Osmaniler olarak tanımlamaktadır. Bunların birer kraliyet yanlıları olduğunu
kabul eder. Yani, onların meşru monarşileri daha Hz. Osman devrinde kurulmuştu.
Kureyş’in bu kolunun hakimiyetini istemeyen isyancı grublar tarafından
devrilmişse de, beş senelik aradan sonra isyancıların hepsi etkisiz hale
getirilmiş ve meşru hakimiyetlerini yeniden tesis etmişti.[323] Hz.
Osman da dahil olmak üzere tüm Emevi hükümdar ve yöneticilerini kendi
zamanlarının en faziletli insanları olduklarını[324] düşünen
yazar, aynı zamanda onların bu makama yükselmelerini, onların Allah’ın razı
olacağı üstün meziyetleri karşılığında bizzat Allah’ın isteği olarak gerçekleştiğini
iddia etmektedir. Bir başka anlatımla onlar, Allah’ın bu lutfunu haketmişlerdi.[325]
Bu konuda görüş benzerliği bulunmuş olduğundan kısa olarak tarih
araştırmacısı Adem Apak’ın konuya değindiği bir hususu zikretmenin yerinde
olacağını uygun bulduk. O, “Hz. Osman'ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen
Siyasî Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler" başlıklı
makalesinde Hz. Osman’ın hilafet makamına gelmesinden kısa süre sonra yüksek
görevlere kendi kabilesine mensup kişileri atadığını, bunun isabetsiz bir görüş
olduğunu söylemektedir. Bunu ispatlamak için de Hz. Peygamber ve ilk iki
halifenin uygulamalarını delil getirmektedir. Şöyle ki, Hz. Peygamber yüksek
görevlere Haşimiler’den yalnız Hz. Ali’yi getirmiştir. Sonraki halifeler Hz.
Ebu Bekr ve Hz. Ömer de akrabalarını devlet idaresinden uzak tutmuşlardı. Bu
hareketleriyle de onlar Hz. Peygamber döneminde yok olmaya yüz tutmuş asabiyyet
ateşinin canlanmasına engel olmaya çalışmış ve bunda başarılı olmuşlardı.
Makalenin müellifi bu konuda Hz. Osman’ın tam tersi bir yol takip ettiğini,
önemli görevlere bizzat kendisinin de mensubu olduğu Ümeyyeoğulları’nı
atadığını, bunun da başta Hz. Peygamber’in uyguladığı yöntem olmakla ilk iki
halifenin de izledikleri politikalarla mukayesede yanlış metod olduğunu
söylemektedir. Bunu iyice anlamamız için Hz. Osman döneminde atanan valilerin
kimliklerine kısaca göz atmak yerinde olacaktır: Kûfe’ye Velîd b. Ukbe (Hz.
Osman’ın ana bir kardeşi), Basra’ya başka bir Ümeyyeli Abdullah b. Amir,
Mısır’a Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh atanmıştır. Ayrıca halife kendi katibi
olarak diğer yakın akrabası Mervan b. Hakem’i görev başına getirmiştir. Daha
Hz. Ömer döneminde Şam valiliğine atanmış Mu’aviye b. Ebi Süfyan’ı (başka
birçok valileri azletmesine rağmen) görevinden ayırmaması da Hz. Osman’ın
Emeviler’e olan bağlılığını aşırı derecede olduğuna işarettir.[326]
Crone’na
Göre Hz. Osman’ın Katli ve Sonraki Gelişmeler
Patricia Crone’un Hz. Osman’ın devrindeki olaylara yaklaşımı nispeten
genelleme bir metoda sahip olsa da, esasen ortaya çıkan olaylara politik yönden
yanaştığı görülmektedir. Olayların kimler tarafından organize edilebileceği,
takındıkları tavırları, hazırladıkları planları hakkında bahsetmeden çoğunlukla
Batı dünyası ile kıyaslamalar yaparak olaylara değinmiştir.
Patricia Crone, önce Hz. Ömer’in şehit edilmesi ile kendisinden sonra
yeni halifenin seçilmesi işini şura isimli bir kuruma bırakmasında Hz.
Ömer’i iyi düşünceli bir idareci olarak niteliyor. Ona göre bu seçim yöntemi
adayların halifelik uğrunda birbirileriyle savaşmalarını engellemek için
geliştirilmişti. Hz. Osman dönemi hakkında konuşurken, onun on iki yıllık
hilafetinin ilk altı yılını görmezden gelir gibi davranmış, fitnenin ortaya
çıkarak yayılmaya yüz tuttuğu sonraki altı yılı tüm hakimiyetine atfederek ilk
altı yıllık dönemdeki fetihlerin, başarıların, İslam’ın kazandıklarının
üzerinde fazlaca durmamıştır.[327]
Danimarkalı müsteşrik, ilk kez bu dönemde görülmeye başlayan karışıklık
olaylarının nedenleri ile çok uğraşmamış ve konuya yüzeysel değinmiştir.
Mesela, bu dönemde görülmeye başlayan iç karışıklıkların önemli sebeplerinden
birinin de, Suriye, Mısır ve Irak topraklarına çok sayıda Arap kabilelerinin
yerleşmesi gerçeğini öne çıkarmıştır. Bu yerleştirmeler yapılana kadar Medîne
siyasetinde eyaletlerin önemli bir rol oynamadığını görmekteyiz. Fakat bu veya
diğer şehirlere yerleştirilen Arap topluluğu kısa süre sonra gittikleri
yerlerde Hz. Osman’ın hilafetinden şikâyet eder duruma gelmiş, yeni yönetimden
rahatsız olduklarını açıkça belirtmeye başlamışlardı. Rahatsızlıktan artmakta
olan şikâyetler, 35/656 yılında bizzat o bölgelerden (özellikle de Mısır ve
Irak’tan) başkent Medîne’ye delegelerin gelmesine sebep olmuş,[328] yönetim
metotlarıyla ilgili sıkıntılarını açıkca ve sert şekilde dile getirmişlerdi.
İtirazlarında o kadar ileri gitmişlerdi ki, sonunda halifelerini katletmekten
de çekinmemişlerdi.[329]
Patricia Crone, Hz. Osman’ın şehit edilmesinden bahsederken, onu İngiliz
İç Savaşı (1642 - 1651 yılları arasında Cumhuriyetçiler ve Kraliyet yanlıları
arasında yaşanmış politik görüş anlaşmazlıkları ve fiziksel çatışmaları
adlandırırken kullanılan genel terimdir. İsyanın gidişi sırasında 1649’da Kral
I. Charles yargılanıp idam edilmiş ve aynı yılın Şubat ayında krallık ve
lordlar kamarası ortadan kaldırılmıştı. Fakat Cumhuriyetçilerin zaferi ile
bitecek olan isyan daha iki yıl sürecekti) sırasındaki I. Charles’in veya Büyük
Fransız Devrimi (1789-1794) sırasındaki Kral XVI. Louis’in öldürülmeleri (XVI. Louis,
1775 - 1792 yılları arasında Fransa Kralı ve Marie Antoinette'nin kocası. 21
Ocak 1793'te Fransız İhtilali esnasında "Vatan Hainliği" suçlaması
ile giyotinle idam edilmiştir. Fransız devrimi'nin "günah keçisi"
haline gelmiş ve eski rejimin bütün olumsuzlukları kişiliğine yüklenmiştir) ile
kıyaslar ve aralarındaki bazı benzerlikleri dile getirir. Onun dikkatini çeken
ilginç husus şuydu: “Neden Osman b. Affan için Avrupa kralları gibi mahkeme
kurulmamıştı? Ve niçin onun katilleri monarşiyi, (yazar burada hilafeti
kastediyor) yıkmaya teşebbüs dahi etmemişlerdi?”[330] Onun
ardından hilafet makamına Hz. Peygamber’in yakın akrabalarından Hz. Ali geçse
de İslam dünyası bununla da huzura kavuşamamıştı. Aksine olaylar zamanla daha
zor duruma dönüşmekte olup, halledilmesi gayrimümkün hale geliyordu.
Rahatsızlık duyan cemaatin, halifenin hayatına son verme teşebbüsünde bulunma
gerçeği, ilk Müslümanlar için olduğu kadar sonraki Müslüman toplum için de şok
etki oluşturmuştu. Aslında bunu ne hakla yaptıkları bizlere hala karanlık
kalmakta ve görülüyor ki, bundan sonra da öyle kalacaktır.
P. Crone, fitne olaylarının
Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında ortaya çıktığını kabul etmekle beraber, katli
sonrası gelişmekte olan iç savaşların başlangıç noktasını birkaç faktörde
aramaktadır. Önce yazar, iç savaşın başlangıç noktasını Hz. Ali’nin, başkenti
Medîne’den Irak’a (Kûfe’ye) taşıması olarak görmektedir. Artık bundan sonra bir
kaç hizip hak uğrunda mübarezeye başlayacak veya kendilerini hakk olarak
görecek, fakat beş senelik Hz. Ali döneminde (656-661) İslam dünyası huzurun ne
olduğunu bilmeyecekti. Bu hiziplerden birisi Medîne’de oturan ve Rasulullah’ın
zevcelerinden Ayşe bnt. Ebu Bekir, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’dan
ibaret olan bir gruptu. Diğeri Kûfe’deki hakim devleti temsilen Hz. Ali idi.
Şehit edilen halifenin yakın akrabalarından olup onun kan davasını, kısas
yapılmasını öne sürerek siyaset sahnesine neredeyse haklı olarak katılan ve
yeni halifeye bi’at etmeyen Şam valisi Mu’aviye b. Ebu Sufyan da, başka bir
hizbi oluşturmaktaydı. Crone’a göre sonuncu hizbi Hz. Ali’nin kendi ordusunda
olup da bir müddet sonra halifeyi yanlışlıkta, kafirlikte itham edecek olan
Haricilerdi. Olaylar Hz. Ali’nin, bizzat bu Harici grubu tarafından öldürülerek
şehit edilmesi, ardından Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ın altı aylık hilafeti[331] ve
sonra da Mu’aviye’nin karşılıklı anlaşma sonucu bu makamı ondan almasıyla, 90
yıl sürecek Emeviler Hanedanı’nın kurulmasıyla sonuçlanacaktı.[332]
Görüldüğü üzere Hz. Osman’ın katli ve sonraki gelişmelere genel ve
kabileler arası çekişme açısından yanaşan P. Crone, fitne olaylarını derinden
incelememiştir. Fitnenin ortaya çıkmasını da iki büyük kabilenin
çekişmesinden doğan huzursuzlukta aramaya koyulmuş,
ardından da Emeviler’i haklı gördüğünü söylemiştir. Sonunda ise Emeviler’in,
iktidarı kendi hakları olarak görmeleri nedeni ile hür irade karşısında
determinizmi (sebep-netice ilişkisini) desteklediklerini ifade etmiş, bunu da
halkınkendilerine isyan etmesini engellemek amacıyla yaptıklarını bildirmiştir.
Zaten sonradan İslam aleminde ortaya çıkacak ve Emeviler’in düşmanları
konumunda olan Hariciler ,
Şi’iler ve Mürciler de onlar gibi determinist bir politika çizmekteydiler.
Artık siyasi mücadeleler neredeyse hep böyle bir yol takip etmeye başlamış
durumdaydı. Bu nedenledir ki, Emeviler, kendi rejimlerini meşrulaştırmak için
Allah’ın mutlak gücüyle insan davranışları arasında daha fazla bir ilişki
kurmaya lüzum görmüyorlardı. P. Crone, Ümeyyeoğulları’nın başarılarının
nedenini, Allah’ın hep onların yanında olmaları ile izah etmeğe çalışmıştır.
Bunu açıklamak için de Ortaçağ Avrupası’nın ünlü bilim adamı ve teologlarından
olan İsviçreli Jean Calvin’in (1509-1564) şu sözlerini örnek getirmiştir: “Allah
onların yönetmesine izin verdiği sürece ... krallar Allah’tan gelen bir otorite
ile donatılmıştır.” Yani bir kral insanları kendisine itaat ettirebilme
gücüne sahipse, (bu süre içinde) ona itaat edilmesi gerekmektedir. Ve yahut
aynı dönemlerde yaşamış diğer keşiş, bilim adamı ve Protestanlığın babası
addedilen Almanyalı Martin Luther’in (1483-1546) şu sözlerini de kendi
görüşlerini destekler mahiyette kullanmıştır: “Allah en güçlüye herzaman
yardım eder.” En sonunda ise Emeviler’in çağdaş bir izlenimle özgür irade
karşısında determinizmi desteklemelerinin arkasında, • • -i -ı .. * ..-i • . • 334
esasen siyasi nedenlerin yattığını söylemiştir.
MARTIN HINDS
Hinds’in
Hayatı ve Eserleri
Martin Hinds 1941 yılında İngiltere’de Galler’in güney kısmında yer alan
Penarth’da doğdu. İlk eğitimini Dame Allen’s School’da alan yazar, daha sonra
eğitimini Londra’da School of Oriental and African Studies’de (SOAS) devam
ettirdi. Burada, klasik ve modern dönem Arapçasını çok iyi bildiğinden dolayı
birinci derece onur madalyası ve Rhuvon Guest Prize’le taltif edilmiştir. Erken
dönem İslam tarihi ve İslam fetihleri alanında ihtisaslaşmaya başlayan M.
Hinds, 1969 yılında Londra’daki doktora tezini Irak’taki Erken Devir Islami
Hiziplerin Târihi başlığı ile yazmıştır. Fakat kısa hayatı yüzünden bu
tezini yayınlayamadı. 1963 senesinde SAOS’ta Arap dili alanında öğretim görevlisi
olan ünlü bilim adamı, 1966’da aynı göreve Cambridge Üniversitesi’nde atandı.
1970’te ise aynı alanda üniversite öğretim üyesi’ne kadar yükseldi. Kısa süre
sonra Kahire’ye giderek burada Yurtdışında Arapça Etüd Merkezi’nin (Center for
Arabic Study Abroad- CASA) yöneticiliğini üstlenen M. Hinds, 1970-1972
senelerinde Kahire’deki American University’de Arap Dili Bölümünün direktörü
olarak görev yaptı. Bu gibi sorumluluklar yazarı, oradaki Arabic Lexicograpy
Program’a da direktörlük yapmasına neden oldu. Onun kısa akademik kariyeri
bundan ibarettir.
Kendisi Orta Doğu üzerine ihtisaslaşmış bir ilim adamı olmasının yanısıra
bir de erken dönem İslam tarihçisi olarak tanınmıştır. Konumuzla ilgili olarak
kendisinden de yararlanmaya çalıştığımız Danimarkalı tarihçi ve oryantalist P.
Crone ile birlikte God's Caliph : Religious Authority in the First Centuries
of İslam isimli kitabın müellifidir.
M. Hinds’in İslam kültürü ile ilk tanışıklığı 1960’lı yıllara rastlar. O
zamanlar yazar, Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda Kuzey Afrika’dan olan
birkaç akademisyenle tanışmış ve onlar vasıtasıyla İslam dini ve alemi ile
ilgilenmeye başlamıştı. 1962 senesinin yazında kendisi bizzat Tunus’a gitmiş,
orada eski dönemde birzamanlar Kartaca İmparatorluğu’nun başkenti olan fakat
artık Tunus’un varoşlarından biri haline gelen Kartaca gibi bazı meşhur tarihi
yerleri ziyaret etmişti. Bunların arasında İslam’a ait anıtsal mekanlar da yer
almıştır. Afrika’da yapılmış ilk iki büyük camiyi - ez-Zeytuniye ve
Kayravan’daki Ukbe camilerini de ziyaret etmeyi unutmamıştı. Gördüğü İslam
mimari yapılarının ve Zeytuniye camisinin tarihte sahip olduğu önemli akademik
rolü hakkındaki bilgiler karşısında hayranlığını gizleyemeyen M. Hinds’in bu dine
ve müslümanlara bakış açısında da bazı değişiklikler olmuştu.
Kırk yedi
senelik kısa hayatı boyunca müellif, başarılı ilmi faaliyetlerde bulunmuş,
İslam’ın erken devri, ilk fetihler ve İslam tarihinde görülen ilk fırkalar
hakkındaki araştırmaları, Batı dünyasının Doğu (özellikle de İslam) alemi ile
daha yakından bilinmesinde başlıca rollerden birini oynamış, araştırma ve
makaleleri Batı’da yazılmış İslam Ansiklopedileri’nde önemli kaynak olarak
kullanılmıştır.
Hinds’in
Kûfe Faktörü Üzerinden Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın Politikalarını Kıyaslaması
M. Hinds, Hz. Osman’ın hilafeti yıllarındaki olaylara Studies in Early
Islamic History ve P. Crone’la birlikte müellifi olduğu God’s Caliph
isimli eserlerinde değinmiştir. Onun Hz. Osman ve dönemi hakkındaki görüşlerini
bu eserlerden istifade ederek sunabiliriz.
Hinds’e göre Hz.
Osman’ın hilafet makamına gelmesi, büyük bir devletin onun tarafından eskisi
gibi huzur içinde ve düzenli şekilde devam ettirilmesini icap ettiriyordu.
Çünki önceki halife Hz. Ömer, ona böyle bir hilafeti miras olarak bırakmıştı.
Hz. Ömer, Hz. Peygamber tarafından temelleri Medîne’de sağlam atılmış ve daha
sonra Hz. Ebu Bekir tarafından korunmuş olan bu yeni ve genç İslam devletini
aynı yöntemle devam ettirmeyi başarmıştı. O, eyaletlere vali olarak ve diğer
yüksek vazifelere de İslam uğrunda herşeylerini feda etmiş Muhacir, Ensar ve
diğer sahabileri tayin etmişti. Bununla o, ortaya çıkması muhtemel olan
geleneksel bozucu kabile liderliği düşüncesini bertaraf etmeye gayret ediyordu.
Bu nedenle de, onları birbirinden ayırarak hepsini kontrolda tutmaya
çalışmıştı. M. Hind’e göre, ilk kez Hz. Ebu Bekir’in döneminde görülen irtidat
olaylarına ortam yaradan bizzat İslam’ın çok ılımlı ilkeleriydi. Mesela, kabile
önde gelenlerine müslüman olmaları için hediyeler, büyük miktarda para
veriliyordu. Böyle yapılmasının nedeni onların kalplerini kazanmak olsa da
zamanla onlar sui-istimale başvurdular. Ve Hz.
Osman’ın döneminde de artık söz sahibi
olmaya bile yeltendiler. Nihâyet İslam dünyasını bitmez-tükenmez fitne ve
karmaşıklık olayları bürüdü. [333]
Hinds İslam dünyasını ilk kez
karıştırmış ve Hz. Osman’ın hilafeti sırasında görülmeye başlamış fitne
olaylarından bahsederken hatanın halifede olmasının yanısıra, diğer önemli
faktörün Mısır, Kûfe ve Basra’daki olaylarla sıkı ilişkisi olduğu görüşünü
sunmaktadır. Bunların arasında da Basra’nın diğer ikisiyle kıyaslandığında
nispeten sakin karakterde olduğunu kabul etmektedir. Olayların ilk
sebepkarlarının ise Kûfeliler olduğunu dile getirir. Başka bir neden olarak ise
Mekkeliler ve diğer kabile üyeleri arasındaki eskiden varolan ve kıskançlıktan
dolayı yeniden başgösteren tefrikacı hareketlerini göstermektedir.
Müellif, sözkonusu fitne olaylarının ilk tohumlarının Kûfe’de atıldığı
görüşündedir. Orada bulunan yerel ahali, sonradan buralara yerleştirilenlerin,
özellikle de kabile reislerinin, kendileri üzerinde etkilerinin artmasından
hoşnutsuz olmaya başlamışlardı. Halbuki Kûfe’de, orayı fethedenler (veya
onların akrabaları) yerleşmişlerdi. Bu toprakları kimseye bırakmak gibi bir
niyetleri de yoktu. Yeni gelenlerin bir kısmı, İslam’ı yeni kabul edenlerdi.
Hal böyle olunca, Kûfe’de birçok hizbin oluşması da gayet normaldı. Yeni gelen
kabile liderlerinin başında Eş’as b. Kays vardı. Kûfe’deki sorunlar, bu arazilerin
genişletilmesi için yapılan yanlış girişimlerden dolayı daha da şiddetlenmişti.
Hatta olaylar öylesine gelişmiş durumdaydı ki, yeni atanan valiyi de kabule
yanaşmayıp geri çevirdiler. M. Hinds, bu olayların, baştagelen kabile
reislerine değil, bizzat halife Hz. Osman’ın politikasına karşı ayaklanmalara
neden olduğunu ileri sürer.[334]
Diğer bir faktör de Kûfe’nin yapısının, farklı bölgelerden gelen
adamlardan dolayı çok karma olmasıydı. Herkes geldiği bölgenin gelenek ve
törelerini buraya taşıyınca ortaya acayip terkipte, verilen emirlere uymayan ve
zor anlayan (veya anlamak istemeyen) bir topluluk oluşmuştu. Hz. Ömer de bu
yerlere özel dikkat ayırmaya gayret etmişti. Çünkü o, bu tarafların adamlarının
psikolojisini çözmüş durumdaydı. Kûfe’yi daima kontrolde tutmayı hiç
aksatmamış, aksine burada İslam’ın emirlerine uyacak yeni bir sosyal cemiyet
kurmayı planlamış ve başarılı da olmuştu. Hz. Ömer’in böyle davranmasının
sebebi, farklı bölgelerden gelerek Kûfe’de toplananların küçük topluluklar
halinde birkaç grub oluşturmalarıydı. İşte bu hal, potansiyel fitne ateşi
demekti. Bunlar çoğu zaman karşılaştıkları her durumdan rahatsızdılar. Sanki
isyan çıkarmak için bir fırsat kollamaktaydılar. Fakat böylesi protestolarını
Hz. Ömer’in hilafeti döneminde gösteremiyorlardı. Onlar Hz. Ömer’in devam
ettirdiği İslami ideolojiye ve yürüttüğü politikaya karşı gelmeyi düşünmüş
olmalarına rağmen, onun hilafeti yıllarında isteklerine varamadılar.[335]
M. Hinds’in fikrince
halife Ömer Kûfeliler’in kalplerini kazanacak başka yönteme başvurmuş ve onlara
bazı haklar vermişti. Örneğin onların tam olarak otonomi hukuklarını
halife kendilerine vermişti. Müellif, halifenin böyle yapmaktan başka çaresinin
olmadığını belirterek yapacak başka bir seçiminin de bulunmadığını kabul
etmektedir. Onlar bu arazilere kararlı bir şekilde yerleştirilmişlerdi.
Yerlerini değiştirme kararını almak mantıksız olurdu. Ve eğer Hz. Ömer onları
daha sıkı bir kontrol altında tutmak isteseydi, neredeyse kendi sisteminde
ılımlılık bulabilirdi.[336]
Bu sözleriyle M. Hinds, aslında Hz. Osman’ın da böyle bir politikayı takip veya
tatbik etmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Hz. Osman’la kıyaslandığında Hz.
Ömer’in diğer bir üstün tarafı da fitnenin başka bir kaynağı olarak görülen
Mısır’ın, kendi döneminde fethedilmiş olmasına rağmen ora halkının daha yeni
fetholunması ve halifenin sert karaktere sahip olması nedenleriyle isyan
çıkarmayı düşünmemiş olmalarıydı. Hal böyle olunca da Hz. Ömer’in karşısında
iki sıkıntılı bölge kalıyordu. Bunlar Kûfe ve Basra’dan oluşuyordu. Bunlardan
Basra, Hz. Osman dönemindeki olaylarda da görüleceği üzere nispeten ılımlı
mevkideydi.
Dolayısıyla Hz. Ömer,
karşısında yalnız Kûfe sorununu bulmuş olduğundan bunun üstesinden başarıyla
gelebilmişti. Hz. Osman ise karşısında Kûfe, Mısır ve Basralı isyancıları
bulmuş, onlar sözlerini bir yere koyunca, olaylarda kendisini tek bulan halife,
isyanlar ve fitne olayları karşısında aciz kalmış ve sonunda da katledilmişti.
Yazara göre bunların arasında en sert ve radikal mevkiyi ise bizzat Kûfeli grub
teşkil etmekteydi.[337]
Hinds’e Göre Medîne‘deki Mevcut Hizipler
Muhacirler
Yazar, halifenin Medîne’de öldürülmesiyle sonuçlanacak olayların
gelişmesinde şehirdeki birkaç önemli grubun varlığından bahseder. Dikkatleri
kendisine çeken özellikse, bu hiziplerin bizzat başkent Medîne’de bulunmasıydı.
M. Hinds, bu hiziplerden ilkinin Muhacirlerden oluştuğunu kaydetmektedir.
Ayrıca bunlara bazı önde gelen sahabileri de eklemektedir. Bu sahabiler Hz.
Osman’ın yönetimde yapılan yeniliklerini isabetli bulmuyor, onu Hz. Ömer
katledilirken mevcut olan idari sistemi aynısı gibi devam ettireceğine dair
verdiği sözünde durmamasıyla itham ediyorlardı. Halifenin seferde kılınacak iki
rekatlı namazları mukim olarak kıldırması, Cuma namazlarında ilave olarak dış
ezanın okunması, yüksek görevlere kendi akrabalarını ataması gibi yenilik ve
uygulamaları bu grub sahabileri hiddetlendirmiş ve açıktan açığa reislerine
şikâyet etmekten geri durmamışlar. Müellif böylesi durumun Muhacirler ve bazı
önde gelen diğer büyük sahabiler arasında Ümeyyeoğulları’na karşı kin duygularının
oluşmasına neden olduğunu önemle vurgulamaktadır.[338] O,
önde gelen bu sahabilerin başında Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mes’ud, Ebu
Zer el-Gifari ve Ammar b. Yasir’in olduklarını iddia ediyor.. Onlar hakkında
konuşurken de herbirinin Hz. Osman’la aralarında yaşanmış anlaşmazlıklarını
delil getirmektedir. Mesela, Abdurrahman b. Avf, yaşlandığı sırada Hz. Osman’ın
vadinden döndüğünü, yönetimindeki yanlışlıklarını dile getirerek ondan şikâyet
etmiş, ardından da cenazesinde onun namaz kıldırmamasını istemişti.[339] Onunla aynı
senede vefat eden Abdullah b. Mes’ud da aynı konudan dolayı halifeyi şikâyet
etmiş, buna işaret olarak da Kûfe’deki zekat memurluğu görevinden istifa
etmiştir. Hatta böyle konuşmalarından dolayı halife bizzat ona vurmuş ve
camiden kovmuştu. Ardınca da İbn Mes’ud Irak’a gitmiş ve halkı Hz. Osman’a
karşı kışkırtmştır. Daha sonra halife onu Suriye’ye gödermeyi düşünmüş, fakat
orada da aynı şeyleri tekrarlayacağından endişe ettiği için bu fikrinden
vazgeçmişti.
Diğer iki önde gelen sahabiye gelince, bunlar Ebu Zer el-Gifari ve Ammar
b. Yasir idi. Müellif Ebu Zer’in Suriye’de halkı halifeye karşı kışkırtmasının
yanında bir de onun yakın akrabalarından olan Suriye valisi Mu’aviye b. Ebi
Sufyan’ı eleştirmesine de özellikle vurgu yapmaktadır. Mu’aviye Ebu Zer’in bu
durumunu Hz. Osman’a bildirince halife onu Rebeze’ye sürgün etmiş ve orada
ölmüştü. Ammar b. Yasir’e gelince o da Mısır’da aynı işleri çevirmiş olduğundan
dolayı sonunda sert tepkiyle karşılanmış, hatta dövülmüştü. M. Hinds,
Muhacirlerden oluşan bu eleştirici grubun böyle davranmalarının diğer nedenini
de onların halk arasındaki eski değerlerinin ve faziletlerinin azalmasında, önemsenmeyecek
duruma düşmelerinde, sonuçta bunu kabul edememelerinde görmektedir. Kısacası bu
sahabiler, kendi haklarının çiğnenmesini, İslam’ın onlara verdiği değeri
aşağılamak olarak görüyorlardı.[340]
Ensar
M. Hinds Hz. Osman’a karşı çıkan ikinci muhalif grubun da bizzat
Medîne’de olduğunu söylemektedir. Bunlar da Hz. Peygamber’in büyük değer
verdiği Ensar’dan oluşmaktaydı. Onlar da Hz. Ömer’in hilafeti yıllarında
otoritenin önemli şahıslarıydı ve yüksek görevlerde yer almışlardı. Ancak bu
durum yalnız Hz. Osman’ın dönemine kadar sürdü. Eleştiri konusunda Ensar’ın
Muhacirler’den bir farklı hususu da vardı. O da Hz. Osman’ın, Medîne pazarları
üzerine muhacirlerden Haris b. el-Hakem’i tayin etmesiydi. Hal böyle olunca,
Ensar kendi pazarlarında kendilerini etkisiz bulmuş ve bu da onları Hz. Osman’a
karşı koymalarına iten başka bir neden olmuştur. Müellif bu grubun da mühalif
Muhacirler’le iş birliğinde olabileceğini de istisna etmemektedir. Onun
fikrince maksat ve hedefleri aynı olduğundan böyle düşünmek isabetli olacaktır.
[341]
Yazar, halife katledildiği sırada onu muhasaraya alanlar arasında
“Yesrib’in torunları” diye bilinen ve Medîne’de oturan Huza’a, Sa’d ibn. Bekir,
Hüzeyl, Cüheyne ve Müzeyne gibi kabilelerin Hz. Osman’a karşı olumsuz
tutumlarını onlarda eskiden mevcut olan kabilecilik duygularının yeniden
canlanmasıyla izah etmeye çalışmıştır. Son derece coşkun olan bu kabile
üyeleri, eleştiri faaliyetlerinde ve özellikle de halifenin muhasara
edilmesinde önemli rol oynamışlardı. Ensar yalnız Medîne’de bazı haklarının
kısıtlanmasını değil, önemli mevkilerinin kaybedilme tehlikesini de göz önüne
alarak şikâyetlerde bulunmaktaydı. Bu da onları Muhacirler’le Hz. Osman’a karşı
aynı safta yer almalarına iten önemli sebepti. Çünkü Muhacirler de aynı sorunla
karşıkarşıyaydı. Ensar’ın başka bir eleştiri nedeni de Mısırlılar’ın
Medîneliler’e maaş bağlanmasının dayandırılması teklifiydi. Onlar bu teklifi
halifeye takdim etmiş olduklarından, Ensar bizzat Hz. Osman’ı eleştiri objesi
olarak gördüler.[342]
Üçüncü
Bir Hizip
M. Hinds metinde Muhacir ve Ensarın
yanısıra üçüncü bir hizipten bahseder. Bu grubun üyelerinden bahsederken
onların çoğunun Muhacirlerden oluştuğuna (fakat kendilerini bu isim altında
göstermemeye gayret ettiklerine) vurgu yapmaktadır. O, bu grub üyelerinin
takındıkları karşıt tavrın temel nedeninin, Kureyş’in diğer kabilelerinin ihmal
edilmesi ve yalnız
Ümeyyeoğulları’nın şanlarının yüceltilmesi olgusuyla yorumlamıştır. Yani
bu grub üyeleri, Kureyş’in diğer kabilelerinin de yüksek mevkilere, görevlere
getirilme haklarına sahip olduklarını iddia etmekteydiler. Yazarımızın
kanaatince bu hizipteki önde gelen sahabilerin başında Talha b. Ubeydullah
durmaktaydı. Diğer iki önemli şahsa gelince, bunlar Zübeyr b. el- Avvam ve Hz.
Ayşe idi. Fakat bu üçüncü grubu organize edenin bizzat Talha b. Ubeydullah
olduğunu kabul etmektedir. Çünkü bunların çoğu Talha’nın intisap ettiği
Kureyş’in Beni Teym ibn ‘Adi kolundan olanlar teşkil etmekteydi. Aslında Hz.
Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında Kureyş’e mensup olanlar, yeni fethedilen
arazilere gitmekte hiçbir zorlanmaya tabi tutulmuyorlardı. Halife onları yalnız
Hicaz bölgesinde tutmamış, diledikleri yerlere gitmekte serbestlik haklarını
tanımıştı.[343] [344]
[345] Hatta
onun bu iyiliği sonucunda Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. el- Avvam’ın büyük
toprak ve arazi sahiplerine dönüştüklerini de unutmamak gerekiyor. Yazar bu
tarafın üzerinde de önemle durmaktadır. Fakat Talha’yı halifeye karşı tavır
almaya iten temel nedenin halifenin diğer Kureyş kabilelerini önemseyerek
bizzat Beni Ümeyye’ye mensup olanları öne 347 çıkarmasıydı.
Dikkat edilecek diğer bir husus da, müellifin ortaya çıkmış kargaşanın
temelinde iktisadi endişelerin yattığını söylemesidir. Onun fikrince, üçüncü
grubun üyelerini rahatsız eden en önemli faktör, gelecekte Ümeyyeoğulları’nın
heryerde ve herşeyin idaresini kendi ellerine alma ihtimali idi. Hal böyle
olunca da, onların Hicaz, Mısır, Kûfe, Basra’daki geniş arazilerine el
koyabileceklerine hiçkimse kuşku duyamazdı. Yani bu karşı koymaları, önceden
tedbir alma karakteri mahiyetliydi.34 Ayrıca müellif, Talha’yı,
halifeye karşı yapılan eleştirilerde diğerlerinden daha aktif rol alan kişi
olarak görmektedir. Taberi’de geçen bir olayı da buna delil olarak getirmektedir.
Şöyle ki, Hz. Osman’ı muhasaraya alanlar arasında bulunan Sudan b. Humran,
sonda odadan “Talha nerede? Osman’ı katlettik’”4 diye bağırarak çıkmıştı.
Yani aslında bu bir müjde haberiydi. Zübeyr b. el-Avvam ise muhasarada son
kademede yer almaktaydı. M. Hinds Hz. Ayşe konusuna pek çok değinmemiş, fakat
onun da bazı kışkırtıcı faaliyetlerde bulunduğunu, ancak kendini olaylardan
uzakmış gibi göstermek için geldiği Mekke’ye geri döndüğünü bildirmektedir.
Hakeza, müellif, Hz. Ayşe’nin, Hz. Osman’ın öldürülmesinde istekli
olabileceğini ve sonunda Talha b. Ubeydullah’ın yönetimi ele geçireceğini
umduğunun da ihtimal dahilinde görmüştür.[346]
[347]
Bu konuda Türkiye’de Sabri Hizmetli tarafından yapılan bir çalışma, M.
Hinds’in bu son görüşleriyle zıddiyet teşkil eder. Hizmetli’ye göre sahabilerin
birbirilerine karşı gelmeleri mümkün olsa da bu abartılmayacak derecededir.[348] Esasen
birkaç tarihi rivayetlere dayanarak Hz. Osman’ın katledilmesi olayını inceleyen
araştırmacı Sabri Hizmetli’nin geldiği bazı kanaatler M. Hinds’in bu son
görüşleriyle farklılık göstermektedir. Onun fikrince halifeyi bazı icraatlerinden
dolayı eleştirmiş olmalarına rağmen Talha ve Zübeyr’in zihninde hilafet
makamını ele geçirme temayülü kesinlikle görülmemişti. Hz. Osman’ın
öldürülmesinden sonra da yeni seçilmiş halifeyi (Hz. Ali’yi) hilafet için en
yetkili kişi olarak görmüşlerdi. M. Hinds’in eleştirdiği Hz. Ayşe’nin de Hz.
Ali’nin halifeliğini desteklediğini ve bu görüşte Talha ve Zübeyr’in yanında
yer aldığını söylemektedir. Bu üç büyük sahabinin Hz. Ali’ye karşı takındıkları
tavrın temelinde ise Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünden kanını talep
etmiş olmaları, Hz. Ali’nin de bu işte aceleci olmamayı tercih etmesi idi.[349]
Tarafsızlardan
Oluşan Hizip
Medîne’de Hz. Osman’a karşı dördüncü bir grubun da varlığını kaydeden
müellif, bunların hiçbir faaliyette bulunmadıklarını zikreder. Bunlar ne
halifenin lehine ne de aleyhine tavır takınmamışlardı. Bu, olayları kenardan
izleyen, sonucun nasıl olacağını bekleyen tarafsızlar grubuydu. Müellife göre
bu gruba dahil olan ünlü sahabilere Abdullah b. Ömer, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Muğire b. Şu’be’yi örnek olarak
vermemiz mümkündür. Fakat burada dikkatimizi çeken bir unsur var. O da
müellifin büyük sahabilerden olan Hz. Ali’yi de bu grubda görmesiydi. Çünkü
daha önce de gördüğümüz gibi, diğer müsteşrikler Hz. Ali’yi, Talha b.
Ubeydullah ve Zübeyr b. el-Avvam ile birlikte zikretmişler. M. Hinds’e gelince
ise o, Hz. Ali ile birlikte tüm Beni Haşim’i de bu tarafsızlar grubuna dahil
etmektedir. Olayları derinden inceleyen müellifin fikrince, Hz. Ali ve Hz.
Osman arasında önceleri hiçbir sorun yoktu. İlk anlaşmazlığın da halifenin
akrabası, Kûfe valisi Velîd b. Ukbe’nin içki içmesi[350] olayından
sonra yaşanmıştı. Bilindiği üzere Hz. Ali, dinin kurallarına göre cezaya
çarptırılmasını israrla talep etmiş fakat Hz. Osman buna yanaşmamıştı. Hz.
Ali’yi üçüncü gruba almamasına rağmen müellif, onun, ilk grubun üyelerinden Ebu
Zer el-Gifari ve Ammar b. Yasir’le iyi ilişkide olduğunu kaydetmektedir.
Hatta neredeyse her konuda Ammar’ı savunduğunu zikretmektedir. Ayrıca, bu
sahabilerin taraftarlığını yapan Hz. Ali’ye, isyancılar ve şikâyetcilerle
halife arasında birer arabulucu gözüyle bakmıştır. Çünkü ekser şikâyetleri Hz.
Osman’a çoğu kez bizzat Hz. Ali taşımaktaydı.[351]
Müellife göre Hz. Ali ve Hz. Osman’ın aileleri arasındaki güvensizlik
belirtilerinin esas nihai noktası, Mısırlılar’ın İbn Sa’d’a götürülecek olan
mektubu yakalayarak Medîne’ye geri dönmelerinden sonra baş vermişti. Hz.
Ali’nin muhasaranın bitmesi için gayret sarfetmesine dair hiçbir delilin
olmadığını düşünen M. Hinds, durumun sakinleşmesi için en azından bazı çabalar
gösterdiğine işaret etmektedir. Mesela, Hz. Osman’a, muhasaranın son
günlerinde, kendisine su götürülmesine izin verilmediği sırada, bizzat Hz. Ali
ona (gizli de olsa) suyun ulaştırılması için elinden geleni yapmıştı.[352] Diğer
bir örnekse, onun Talha b. Ubeydullah’a muhasaraya son vermesi için
seslenmesiydi. Fakat Talha’nın haklarına kavuşmadan geri çekilmeyeceği cevabı
üzerine Hz. Ali de bir şey yapamaz olmuştu. Onun karşısında birkaç seçim
olmasına rağmen hiçbirini yapmak uygun değildi. Ne Ümeyyeoğulları’nın tarafgirliğini
yapan Hz. Osman’ı savunabiliyor, ne tamamiyle Medîne’yi terkedebiliyor ve ne de
Talha’nın halifenin katlinden faydalanmasına gönlü rahat olabiliyordu.
Tutunduğu tavırsa yalnız kenardan olayların sonucunu izlemek olmuştu.[353]
Hinds’in
Konu Hakkındaki Genel Değerlendirmeleri
Yazarımız Hinds, Hz. Osman’ın döneminde ortaya çıkmış çatışmaların
temelinde kabile reislerinin de etkisi olduğunu düşünmüştü. O, daha cahiliye
döneminde varolmuş eski ve geleneksel kabile liderliği kurallarının artık yeni
devirdekiyle uyuşamadığını, bunun da zamanla kargaşalara, en sonunda da
isyanlara neden olduğunu iddia etmektedir. Onun kanaatince, VII. Yüzyılda
Arabistan Yarımadası’nda meydana gelen ve yönetime karşı olan bu rahatsızlık
olayları daha Hz. Peygamber’in döneminde mevcuttu. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in
döneminde zamanla gelişmiş ve Nihâyet Hz. Osman’ın zamanında isyan, fitne ve
karışıklıklar şeklinde zuhur etmiştir.35
Çevre ve merkez faktörlerine önem veren
Hinds, daha sonra diğer iki nedenden bahseder. Bunlardan birincisi, fetihlerin
duraksamasından sonra merkezi otoritenin gücünün artması ve fethedilmiş diğer
eyaletlere erken yerleşmiş olanların, bunun karşılığında kendi otonomilerini
kaybetmeye başlamalarından dolayı buna etki göstermeleriydi. İkinci sebebe
gelince ise bu, taşraların kendi aralarında mevcut olan çatışmaların zamanla
hızını artırmasıydı. Bunlar da politik zekaya, yöneticilik tecrübesine ve geleneksel
kabilecilik ruhuna sahip kimselerle, kabilenin güçlenmesine daha az önem veren
(bir bakıma kabileciliğe karşı olan), kendileri tarafından fethedilen
arazilerde İslam hükümlerinin nispeten zayıflaması veya kendi .^.358 bağımsızlıklarının
azalmasına karşı koyan taraftı.
Böylece taşralıların isyanları, Hz. Osman’ın hilafeti yıllarında ilk kez
Kûfe’de görüldü. Bu da daha sonra Mısır’a büyük etkisini gösterdi. Mısır’dan
Basra, ve Nihâyet Medîne de kendi payını aldı. Ve ne olduysa da Medîne’de oldu.
Müellif Hicaz’daki duruma nazar ederken terazinin bir gözünde kabile
asabiyetine daha çok önem veren Ümeyyeoğulları’nı, diğer gözünde ise Kureyş de
dahil olmakla çeşitli kabilelere mensup Ensar ve başka Medîneli sahabileri
koymuştur. Halifeden hoşlanmayan diğer bir grubun (bu grubu Talha b.
Ubeydullah, Zübeyr b. el-Avvam ve Hz. Ayşe oluşturuyordu) Muhacir ve sahabi
karakterlerine dikkatleri çektiğini görüyoruz. Fakat onların da birer Kureyşli
olduklarını unutmamaktadır. Medîne’deki Kûfeli ve Basralı isyancılara bizzat bu
şahıslar destek vermiş ve onlar da bu sahabilere, özellikle de Talha ve
Zübeyr’e Hz. Osman’ın katli olayında liderleri, yardım edenleri gözüyle
bakmışlar. Yazarın fikrince halife öldürüldükten sonra bu iki büyük sahabi,
isyancılara karşı eski tavırlarını sürdürme güçlerini kaybetmiş ve kendilerini
temize çıkarmak için Mekke’ye çekilmişlerdir. Medîne’deki en güçlü hiziplerin
Mısırlılar ve Ensar’ın olduğunu kabul eden yazar, onların katl olayından kısa
süre sonra vatanlarına dönmelerini, isyanı geç kalmadan biran önce Mısır’da da
devam ettirmek isteğinden doğabileceğini vurgulamıştır. Ensar’a gelince ise
onlar, Talha veya Zübeyr’in tarafına geçmeyi değil, Hz. Ali’nin yanında
toparlanmayı uygun görmüşler. Bu girişim Kûfe ve Basralılar’ı [354] [355]
Hz. Ali’nin arkasında birleşmeye neden olmuş ve Hz. Ali’ye karşı sahte
taraftarlıklarının faydasız olduğunu anlayan Talha ve Zübeyr de Mekke’ye
giderek Kureyşli taraftarlarıyla orada bir araya gelmişlerdi.[356]
Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle sonuçlanan olaylarda
Emeviler’in sergilediği rol de yazarın dikkatini çekmiştir. O, Talha ve
Zübeyr’in katl olayını Hz. Ali’ye yüklediklerini, ardınca da bazı Emevi soyundan
olanların bu yolu takip ettiği düşüncesindedir. Hz. Ayşe’nin ise böyle bir
tavır takınmadığını, bunun da halifenin önemli eleştiricilerinden olan Talha ve
Hz. Ayşe arasında zıddiyet teşkil ettiğine vurgu yapmaktadır. Burada isimleri
öne çıkan Ümeyyeoğulları’ndan Sa’id b. el-‘As, Mervan b. el-Hakem ve Velîd b.
Ukbe’dir. Mekkeli grubun Basra’ya gitmelerinin ardından Sa’id b. el-‘As, Talha
ve Zübeyr’e Hz. Osman’ın oğullarından birini onun yerine halife tatin etmeyi
teklif etmişse de onlar buna razı olmamışlardı. Böylece Sa’id bu grubu
terketmişti.[357] [358] Bu
hareketiyle Sa’id’in, yönetimin Emeviler’de kalmasının taraftarı olduğu
sonucuna varabiliriz. Müellif, çeşitli hedeflere sahip Emevi üyelerinin, planlarını
sonraya ertelemeyi uygun görmelerinden bahsetmiş, bunun sebebini ise, ortak bir
karar verememelerinden, (bundan dolayı da) düşmanları addettikleri Hz. Ali’yle
uyum sağlama taktiğini tercih etmekte .görüyor.
Fitne olayları ve muhasara sırasında Mu’aviye’nin Hz. Osman’a Suriye’ye
gelme teklifini kabul etmeyen halifenin katlolunmasının bir nedeninin de bizzat
bu daveti kabul etmemesinde görmektedir. Bunu halifenin en uğursuz hareketi ve
en büyük hatalarından biri olarak değerlendirmektedir. Mu’aviyenin bu davetini
ise, onun halifenin kendi akrabası olmasının yanısıra birzaman kendisine
yaptığı iyilikler karşılığında edebileceğini varsaymaktadır.[359] Çünkü Hz.
Osman, isyancıların zor ve baskısı altında diğer eyaletlerdeki valileri
görevlerinden azletmiş olmasına rağmen onun Suriye’deki valilik görevinin devam
ettirilmesine engel olmamıştı. Böylece o, Suriye’de yirmi küsür sene vali
olarak görev yapmıştı.
Sonunda müslümanlar arasındaki parçalanma ve birliğin bozulmasından
bahseden M. Hinds, Cemel savaşında sahabilerin birbirileriyle savaşmasından,
Talha b. Ubeydullah’ın bu savaşta katledilmesinden, Hz. Mu’aviye ve Hz. Ali
arasında görülen sonraki politik mücadelelerinden söz etmektedir.[360]
SONUÇ
Hz. Osman dönemindeki çeşitli gelişmeler ve kendisinin katliyle
sonuçlanan fitne olayları hakkında ele aldığımız müsteşriklerin çeşitli fikir,
yorum ve iddialarda bulunduklarını görmüş bulunmaktayız. Onlar konuya
genellikle içinde yaşadıkları kültür ve medeniyetin, sahip oldukları düşünce ve
eğilimlerin tesiri altında yaklaşmışlardır. Haklı oldukları hususlar olmakla
birlikte, hatalı görüşler de ileri sürmüşlerdir. Fakat onların arasında
bazılarının, yalnız halifeyi eleştirdiğini, bazılarının da eleştirmesinin
ardından onda bulunan olumlu karakter veya tutumlarını da itiraf ettiklerini
görmekteyiz.
Yukarıda bahsettiğimiz müsteşriklerin Hz. Osman dönemi olaylarına
yaklaşımlarını kısaca özetlemek gerekirse, şöyle sırasıyla bahsedebiliriz:
Ekser müsteşrikler gibi klasik dönem müsteşriklerinden konuyu daha detaylı
incelemiş Wellhausen, Hz. Osman dönemi olaylarına değinirken hatanın yalnız
halifede olmadığını, etrafındaki büyük ve faziletli sahabilerin de bunda pay
sahipleri oldukları sonucuna varmıştır. Klasik dönem oryantalistlerinden W.
Muir’in, Hz. Osman’ın net bir karar vermekte zorluk çekmesini (kararsızlığını),
yumuşak huyunu ve akrabalarına düşkünlüğünü bir halife veya yöneticide bulunan
menfi karakterler olarak bulmasında gerçeklik payı olduğu görüşündedir. Fakat
halife hakkında söylediği bencillik duygusuna sahip olmasını ise hiçbir delile
dayanmaksızın söylediğinden dolayı bu görüşünü isabetli bulmamaktayız. Zira
temel İslami kaynaklarının hiçbirinde onun bu özelliğine işaret edecek herhangi
bir örneğe rastlanmamaktadır.
Kendisi uzun yıllar boyunca bir subay olarak Araplar arasında bulunan
John Bagott Glubb’a (Glubb Paşa) gelince, fitne ve iç savaşlarla sonuçlanan
havadise neden olan faktörler arasında ilk olarak Arap zihniyetinin rolünden
bahsetmiştir. Ayrıca, W. Muir’den farklı olarak o, Hz. Osman’la ilgili
eleştirili görüşlerini sunmasının ardından, ondaki bazı faziletli hususları da
dile getirmekten çekinmemiştir. Ayrıca, Hz. Peygamber’in bizzat kendisi
hakkında söyledikleri hadis-i şeriflere de sıklıkla başvurmuştur. Hatta Glubb
Paşa, Hz. Osman hakkında değerlendirme yaparken, onun şahsiyetine ait olumlu
yönde yaklaşmış, devlet yönetimi konusunda ise eksikliklerini dile getirmiştir.
Özellikle ondaki sorunun yalnız devlet işlerinin idaresinde olduğuna vurgu
yapmıştır.
Klasik dönem müsteşriklerinin dördüncüsü ve sonuncusu olan Montgomery
Watt’a gelince, mezkur dönemden bahsederken o da Glubb’ın görüşlerine benzer
mahiyette fikirler sunmaktadır. Ona göre lüks hayata alışkın olmayan ve çabuk
öfkelenen çöl şartlarına yatkın olan bedevi ruhlu Arap psikolojisi bu olaylarda
en önemi unsurdu. Yaptığı hataları konusunda Hz.
Osman’ı savunmaya çalışması da onun, Glubb’ın görüşlerine yakınlığını
gösteren ikinci bir delildir.
Yakın dönem musteşriklerine gelince, ilk olarak ele aldığımız M. Hodgson,
bu dönemin siyasi olaylarındaki ortaya çıkmış iç karışıklıklarda yalnız Hz.
Osman’ı eleştirmemiş, önceki halifenin (Hz. Ömer’in) hilafeti yıllarında
kurulan bazı sistemlerin zayıf noktalarının kendisinin zamanında görülmesinin
de bunda rolü olduğunu iddia etmiştir. Hz. Osman’ı eleştirdiği kısma gelince,
bu, akrabalarını yüksek görevlere getirtmesi fakat onları kendi kontrölünde
tutamamasıydı. Zira Hz. Ömer de onun akrabalarından bazı kimseleri böylesi
görevlere atamış ve onların bu becerilerinden gerektiği şekilde
yararlanabilmişti. Hz. Osman ise bundan faydalanmayı başaramamıştı.
Bernard Lewis Hz. Osman devrinde görülmeye başlamış siyasi
karışıklıkların nedeninin ne dini ne de şahsi olduğunu söylemiş, asıl sebebin
bedevilğin, merkezî idareye karşı gelmesi olarak yorumlamıştır. Yazara göre
itaat, bedevilikten gelen anlayışa göre bir şahsa kendi arzularıyla boyun
eğmekten ibaretti. Hz. Osman onları bu konuda tatmin edemediğinden bedeviler
önceleri kendi istekleriyle itaat etmelerine rağmen artık bundan vazgeçmekte
kendilerinde bir serbestlik bulmuşlardı.
Hz. Osman’ın idari zafının diğer büyük sahabilerce bilindiği halde onlar
tarafından kendisinin halife seçilmesinin yanlış olduğunu düşünen Madelung ise
görüldüğü üzere ilk hata yapanların onu hilafet makamına getirenlerde olduğunu
söylemektedir. Yani iç karışıklıkların ortaya çıkacağı ihtimali daha kendisi
halife seçilince belli olmuştu. Sadece bu olayları ortaya çıkaracak unsurları
beklemek gerekiyordu. Madelung Hz. Osman’ın bazı sahabilere karşı yanlış
davranışlarını, akrabalarına gösterdiği aşırı ilgiyi, bazı arazilerin
paylaşımındaki hatalarını ve başka hareketlerinin (yalnız halk arasında değil)
ashabın ilerigelenleri arasında kendisine karşı olumsuz tavırların
takınılmasını özellikle zikretmektedir. Yazar, devletin dahilinde iç
karışıklıklara neden olan faktörlerin de bizzat bunlar olduğu görüşündedir.
Fitne olaylarını incelemeğe çalışan müsteşrikler arasında, her konuda Hz.
Osman’ın savunucusu mevkiinde olduğu görülen Patricia Crone gibi yazarların da
var olduğunu görmekteyiz. İç karışılık olaylarının nedenlerine pek fazla
değinmeyen Crone, Hz. Osman’ın hilafeti yılları da dahil olmak üzere, esasen
Emevileri, kendi devletlerini kurmalarından dolayı takdir etmiş, hatta bunun
onların hakları olduğunu söylemekten çekinmemiştir.
Ele aldığımız müsteşriklerden sonuncusu olan M. Hinds’e gelince, o, Hz.
Osman dönemi siyasi olaylarında etkili olan en önemli faktörün cahiliye
devrindeki eski kabile liderliği kurallarının yeni devirdekiyle uyuşmaması
olarak yorumlamıştır. Ayrıca müellif, fetihlerin duraksamasını ve fetholunmuş
topraklardaki halkın eskiden aralarında mevcut olan çatışmaların hızını
artırmasının da bunda payı olduğu görüşündedir.
Ele aldığımız bu iki devir musteşriklerinin görüşlerini kıyaslamanın zor
olduğunu belirtmemizin yanısıra şunu da zikredelim ki, onların görüşleri
arasında yakınlık üstünlük arzetmektedir. Çünkü ele aldığımız dokuz
müsteşrikten neredeyse hepsi hatanın halifede olmasıyla beraber kendisinden
kaynaklanmayacak nedenlerin de var olduğundan bahsetmişlerdir. Farklılık esasen
eleştirmeye koyuldukları şahısların (halife dışında) kimliklerinde kendisini göstermiştir.
Konumuzla ilgili Türkiye’de yapılmış araştırmalar sonucunda (özellikle de
düşünce ve yorumlarını ele aldığımız Sabri Hizmetli, Ethem Ruhi Fığlalı, Adem
Apak, Ünal Kılıç ve dğr) bu dönemin olaylarını kısa olarak yorumlarsak şöyle
söyleyebiliriz: Hz. Osman ve atadığı valilerinin dini anlayış ve
yaşantılarının, siyasi ve iktisadi politikalarının bir takım toplumsal
sonuçları olmuştur. Valiler halifeye olan akrabalık bağlarını kullanarak kendi
çıkarları için bu bağı suistimal etmekteydi. Hz. Osman’ın bu konuda başlıca
hatalarından birisi, valileri bu konuda uyarmaması veya cezalandırmaması idi.
Ayrıca bu yazarlar müslüman olduklarından Hz. Osman’ın faziletlerine de
değinmeden geçmemişlerdir. Halbuki bunu müsteşriklerin çalışmalarında görmemiz
(bazıları istisna olmakla) pek kolay değildir. Olaylardan bahsederken müslüman
araştırmacılar esasen Hz. Osman’ın çeşitli hususiyetlerine ışık tutarlar:
ashabın büyüklerinden ve Cennet’le müjdelenen on sahabiden birisiydi, herzaman
Allah yolunda en çok mal harcayan, Hz. Peygamber’in iki kızıyla evlenmesinden
dolayı “Zi’n Nureyn (iki nur sahibi)” lakabıyla hitap olunuyordu. Ayrıca
Hz. Peygamber tarafından kendisinden meleklerin bile haya ettiği kişi olarak
bilinmesi, adının tarihe üçüncü Râşidi halife olarak geçmesi ve başka
faziletlerini örnek olarak verebiliriz.
Fakat bu araştırmacılar da halifenin kendisinden kaynaklanan hataları
eserlerinde söylemiş ve uzun-uzadıya üzerinde yorumlar yapmışlardır. Ayrıca
onun, temel İslam tarihi kaynaklarını esas alarak çeşitli hatalarımı
sıralamakta bir sakınca olmadığını düşündüklerini görmekteyiz. Konunun üzerinde
durmakla onların halifede gördükleri bazı hataları ve yaklaşmalarını şöyle
sıralayabiliriz:
O, daha halife seçimleri
sırasında bile bazı ashabın mühalefetiyle karşılaşmıştı. Halife seçilmesinin
ardından icra etmeye koyulduğu bazı uygulamalardan bazı kimselerde şüpheler,
rahatsızlık faktörleri görülmeğe başlamıştı. Bunların ilki, Hz. Ömer’in oğlu
Ubeydullah’ın işlediği cinayete karşılık onu affetmesiydi. Ashap bu konuda Hz.
Osman’ın, Allah’ın hükmüne aykırı davrandığını iddia etmeye koyulmuşlardı.
Ashabın hiddetine neden olan
diğer bir husus da herkesin kullanabileceği meraların (otlakların) halkın
kullanımına kapatılarak Ümeyyeoğulları’na tahsis edilerek onlara mahsus deve ve
zekat develerinin otlatılmasına tahsis edilmesiydi.
Halkın halifenin yanlış
buldukları icraatları arasında Kur’an yazımının yalnız Kureyş lehçesiyle
sınırlandırmış olması da vardı. Bu meselede ikinci bir sürtüşme Abdullah b.
Mes’ud’a görev verilmemesi idi. Zira o, bu konuda diğerlerinden daha kıdemli
sahabe idi. Kur’an’ı en iyi okuyan ve anlayanlardan biri olduğu daha Hz.
Peygamber döneminde de bilinen bir gerçekti.
ç) Ashabın Hz. Osman’da buldukları yanlış icraatlardan birisi de onun
(halifenin), bir zamanlar Hz. Peygamber’in Medine’den sürgün ettirdiği Hakem b.
el-‘As’ın, seneler sonra yeniden başkente gelmesine izin vermesiydi. İslam’a
karşı yaptığı düşmanlığından dolayı sürgün edilmiş, Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer’in hilafeti yıllarında da sürgünde olan Hakem’in tekrar Medine’ye
getirilmesi bazılarının hiddetine neden olmuştu. Hatta halife bizzat kendisi
mektup yazarak Medine’ye gelmesini istemişti.[361] Onların
arasında Mervan b. Hakem ve diğer yakınları da vardı.[362] Hz.
Osman yalnız onları geri getirmekle yetinmemiş, kendilerine mali bağışlarda
bulunmuş, çocuklarını devletin bir sıra önemli kademelerine getirmişti. Burada
vurgulamak istediğimiz başka bir husus da müsteşriklerden hiçbirinin bu mevzuya
değinmeden geçmeleridir. Halbuki bu mesele de şikâyetler arasında yer
almaktaydı. Onların bahsettikleri konuya gelince esasen Mervan b. Hakem
üzerinde yoğunlaştığını görmekteyiz.
İster Hz. Osman olsun isterse
atadığı valiler, hiçbirinin dini ve toplumsal anlayış ile iktisadi
politikalarının, siyaset meydanında ciddi ve olumlu etkileri görülmedi. Bu
yaptıkları da yansımadan başka birşey değildi. O, büyük merkezlerdeki
yöneticileri ufak sorunlarından dolayı azletmekle kalmamış, onların yerine
Ümeyyeoğulları’na mensup kişileri atamıştı. Bu konuda ikinci bir sorun da
halifenin vali atama kriteriyle ilgiliydi. Şöyle ki, bu kriter kabileci bir
zihniyetin eseriydi. Çünkü o, ilk iki halifenin aksine olarak, atadığı
yöneticileri takva ve ehliyetlerine göre değil, kendisine yakınlık derecesine
göre seçiyordu. Özellikle de kan bağına önem vermekteydi.
Ayrıca, müslümanlar hac
farizasını eda ederlerken Mina’ya geldiklerinde namazı iki rek’at olarak değil,
mukim olarak (4 rek’at) kıldırması da kendisine yapılan itirazların
sırasındaydı. Zira bu uygulamasıyla o, Hz. Peygamber’in ve ilk iki halifenin
uygulamasına aykırı davranmış oluyordu.
Bu ve diğer şikâyete neden olan belli ve önemli hususlar, Hz. Osman’ın
dine yaklaşımındaki te’vilci anlayışı ve bunu hayatına yansıtmasını
göstermektedir. Bu durum, ashabın bazılarınca eleştirilere sebep olmuş, onların
halifeye olan güvenlerini sarsmıştı. Halbuki ashap bu icraatlar karşısında
susmamış, sürekli halifeyi uyarmıştı. Bu önde gelen sahabiler arasında Ali b.
Ebi Talip, Zübeyr b. El-‘Avvam, Talha b. Ubeydullah, Ammar b. Yasir,
Abdurrahman b. Avf, Ayşe bint Ebi Bekir, Abdullah b. Mes’ud, Amr b. ‘As ve
başkalarının isimlerini bilmekteyiz. Bu kişilerin her türlü uyarılarına rağmen,
Hz. Osman icraatlarını yorumlayarak meşrulaştırmaya gayret etmişti. Onun bizzat
bu tutumu ashap nazarındaki hilafete dair meşruiyetini zayıflatmıştı.
Türkiye’de yapılmış araştırmalardan da etkilenmemizin sonucu olarak
değinmek istediğimiz başka bir husus da, Hz. Osman’ın icraatları sonucu
karşımıza çıkan manzaradır. Bunları iktisadi ve siyasi icraatlar olarak kısaca
yorumlayacak olursak, birinci (iktisadi) alanda yaptığı icraatlar sonucu
Kureyş, özellikle Ümeyyeoğulları’na mensup bazı imtiyazlı kişiler aşırı
zenginleşmeye başlamışlardı. Bu kimseler halkı sömürüyor, onları küçük,
kendilerini ise üstün görmeye başlamışlardı.
Siyasi
alandaki uygulamalara gelince, bunun da iki mühim sonucu olduğunu görmekteyiz.
Birincisi; esasen cahiliyet dönemine has kabileci zihniyetin yeniden
kabarmasıydı. Bu zihniyet, Ümeyyeoğulları liderliğinde canlanmıştı. Onların bu
tutumları halk arasındaki mühalefetci grubu kışkırtmaya başlamış olması da
gayet normal karşılamamız gerekmektedir. İkinci sonuç ise şuydu: bunlar
Hilafetin en önemli makam ve mevkilerini işgal etmekle yetinmemiş, devleti
kendi mülkleri olarak da görmeye başlamışlardı. Onların bu tavırları, halk
arasında büyük İslam devletinin meşruiyetini yitirmesiyle sonuçlanmıştı.
Toplumun çoğunluğu arasında meşruiyetini yitiren ve bütün çağrılara rağmen,
hilafetten el çekmeyen Hz. Osman, en sonunda bizzat isyancıların başını çektiği
grup tarafından ve Medîne’de yaşayan halkın da sessiz kalması sonucunda evinde
katledilerek yönetimi sonlandırılmıştır. Ancak, onun hilafet dönemi
müslümanlara (belki de kıyamete dek) bitmeyecek büyük bir parçalanmışlığı miras
olarak bırakmış, İslam tarihinde sonradan görülecek olan Harici, Şi’i ve diğer
radikal mezheplerin ortaya çıkmasına zemin yaratmıştı.
Ağarı, Murat, ”Ya’kubi”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay.,
Ankara, 2013, c. XXXXIII, s. 287-288.
Akbulut, Ahmet, “Hariciliğin Siyasi Görüşlerinin İtikadileşmesi”, A.Ü.İ.F.D,
Ankara, 1989, c. XXXI, s. 331-345.
Apak, Adem, Anahatlarıyla İslam Tarihi (2): Hülefâ-i Râşidîn Dönemi,
Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007.
Apak, Adem, “Hz. Osman'ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî
Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usul: İslam
Araştırmaları (Islaınic Researches), Temmuz-Aralık 2005, Sy: 4, s. 157-170.
Apak, Adem, “Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Ümeyyeoğulları’nın Devlet
İdaresindeki Yeri”, U.Ü.İ.F.D, Bursa, 1998, c. VII, Sy: 7, s.
487-522.
Apak, Adem, “Hz. Osman Dönemi Fetihleri”, U.Ü.İ.F.D, Bursa 2000,
c. IX, Sy. 9, s. 437-446.
Atçeken, İsmail Hakkı, “Hz. Osman Dönemi İç
Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”,
S.Ü.İ.F.D, Konya, 2000, Sy: 9, s.
315-348.
Belâzurî, Ahmed b. Yahya b. Cabir, Ensâbu’l Eşrâf, Daru’l Fikir,
Beyrut, Lubnân, 1996, c. VI.
Belâzurî, Ahmed b. Yahya b. Cabir, Futûhu'lBuldân, (çev: Mustafa
Fayda), T.C. Kültür Başkanlığı Yay., Ankara, 2007.
Bosworth, Edmund, “Martin Hinds, 1941-1988." Bulletin (British
Society for Middle Eastern Studies), Vol. 16, No. I, (1989), s. 118-120.
Buhari, Muhammed b. İsmail, Sahih’i Buhari ve Tercemesi, (çev:
Mehmed Sofuoğlu, Hikmet Tekin), Ötüken Yay, c. XV, İstanbul, 1987-1990.
Burke, Edmund III, “Hodgson, Marshall G. S”, İslam Ansiklopedisi
(DİA), TDV Yay., 1998, c. XVIII, s. 211-213.
Büyükkara, Mehmet Ali, “Vehhabilik”, İslam Ansiklopedisi (DİA),
TDV yayınları, Ankara, 2012, c. XXXXII, s. 611-615.
Cânan, İbrahim, Kütübi-i Sitte Muhtasarı: Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yay., Ankara, 1988-1994, c. XVI.
Collingwood, R. George, Tarih Tasarımı (çev: Kurtuluş Dinçer),
Doğubatı Yay., Ankara, 2007.
Crone, Patricia, God’s Rule Government and İslam Six Centuries of
Medieval Islamic Political Thought, Columbia University Press, New York,
2004.
Crone, Patricia, Ortaçağ İslam Dünyasında Siyasi Düşünce, çev:
Hakan Köni, Kapı Yay, İstanbul, 2007.
Crone, Patricia- Martin Hinds, God’s Caliph, Cambridge University
Press, Cambridge, 2003.
Crone, Patricia, Slaves on Horses: The Evolution of the Islamic
Polity, Cambridge University Press, Cambridge, 2002.
Durmuş, İsmail, “İbnü’l-Esir, Ziyâeddin”, İslam Ansiklopedisi
(DİA), TDV Yay., Ankara, 2000, c. XXI, s. 30-32.
Esedi, Seyf b. Ömer, ed-Dabi, el-Fitnetü ve Vak’atu’l-Cemel,
Daru’n-Nefais, Beyrut- Lubnân, 1993.
Fayda, Mustafa, Hulefâ-yı Râşidîn Devri: Dört Halife Dönemi,
Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2014.
Fayda, Mustafa, “Belâzurî”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay.,
Ankara, 1992, c. V, s. 392-393.
Fayda, Mustafa, “İbn Sa’d”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay.,
Ankara, 1999, c. XX, s. 295.
Fayda, Mustafa, “İbn Şebbe”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay.,
Ankara, 2013, c. XX. s. 372.
Fayda, Mustafa, “Fey”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara,
1995, c. XII, s. 511-513.
Fayda, Mustafa, “Seyf b. Ömer”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV
Yay., Ankara, 2009, c. XXXVII, s. 27-28.
Fayda, Mustafa, “Taberi, Muhammed b. Cerîr”, İslam Ansiklopedisi
(DİA), TDV Yay, Ankara, 2010, c. XXXIX, s. 314-318.
Fığlalı, Ethem Ruhi, “Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, A.Ü.İ.F.D,
Ankara, 1978, c. XXII, s. 245-275.
Fığlalı, Ethem Ruhi, “Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler”, A.Ü.İ.F.D,
Ankara, 1975, c. XX, s. 219-247.
Fılalı, Ethem Ruhi, “Abdullah b. Sebe”, İslam Ansiklopedisi (DİA),
TDV Yay., Ankara, 1988, c. I, s. 133-134.
Glubb, John, Bagot, A Short History of the Arab Peoples, Quartet
Books, London, 1978.
Glubb, John, Bagot, The Great Arab Conquestes, Hodder and
Stoughton, London, 1963.
Görgün, Hilal, “Wellhausen, Julius”, İslam Ansiklopedisi
(DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c. XXXXIII, s. 155-157.
Görgün Tahsin, “Watt, William Montgomery”, İslam Ansiklopedisi
(DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c, XXXXIII, s. 148-152.
Hinds, Martin, Studies in Early Islamic History, The Darwin
Press, Princeton, New Jersey, 1996.
Hizmetli, Sabri, “Tarihi Rivayetlere Göre Hz.Osman’ın Öldürülmesi”, A.Ü.İ.F.D,
c. XXVII, Ankara, 1995, s. 149-176.
Hizmetli, Sabri, “Genel Olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları; Sonuçları
ve Etkileri”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1999, Sy: 1, c. XXXIX, s. 28-54
Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi: İlk Dönem, Ankara Okulu Yay.,
Ankara, 2006
Hodgson, G. S. Marshall, İslam ’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde
Bilinç ve Tarih, (çev: Alp Eker, Mutlu Bozkurt ve dğr), Yeni Şafak, İz
Yayıncılık, c. I, İstanbul, 1995.
Hüseyin, Tâhâ, “Fitne Döneminde İbn Sebe’nin Rolü Hakkında Bir
Değerlendirme”, çev: Âdem Apak, U.Ü.İ.F.D, Bursa, 1994, c. VI, Sy: 6, s.
421-424.
İbn Asâkir, Ebu Kasım Ali b. el- Hasan, Târihu Medîneti Dimaşk,
Dar'ul- Fikr, c. XXXIX, Beyrut, Lubnân, 1996.
İbnu’l-Esir, el- Kâmil fi’t- Târih: Büyük İslam Tarihi, (çev:
Ahmet Ağırakça), Bahar Yay, c. III, İstanbul 1989.
İbn Kesir, İmaduddin Ebu’l Fida İsmail İbnu Umar, el-Bidâye
ve'n-Nihâye, (çev: Mehmet Keskin), Çağrı Yay., c. VII, İstanbul 1994,
İbn Şebbe, Ebû Zeydî, Târihü'l-Medmeti'l-Münevvere:
Ahbârü'l-Medîneti'l-Münevvere, Dârü'l-İsfahani, c. IV, Cidde, 1973.
Kazancı, Ahmet Lütfi, Hakem b. Ebi’l-‘As ve Sürgün Olayı, U.Ü.İ.F.D,
Bursa, 1994, Sy: 6, c. VI, s. 41-51.
Kılıç, Ünal, “Kûfelilerin Hz. Osman’a Mühalefet Etmelerinin Sebepleri”, C.Ü.İ.F.D,
Sivas, 2002, Sy: 2, c. VI, 239-260.
Kurşun, Zekeriya, “Glubb Paşa”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV
Yay., c. XIV, Ankara, 1996, s. 96-97.
Küçükaşçı S. Mustafa - Cengiz Tomar, “İbn Asâkir, Ebü'l-Kâsım”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1999, c. XIX, s. 321-324.
Lewis, Bernard, The Arabs in History, Oxford University
Press, (6th Edition) Oxford, 1993 (Bernard Lewis, Tarihte Acaplac, çev:
Hakkı Dursun Yıldız, 5. Baskı, Ağaç Kitabevi Yay., İstanbul, 2009.).
Madelung, F. Wilferd, The Succession to Muhammad. A Study of the Early
Caliphate, Cambridge University Press, 1997.
Muir, William, Annals of the Early Caliphate, Oriental Press,
Amsterdam, 1968.
Muir, William, The Caliphate: Its Rise, Decline and Fall,
Beirut, Khayats 1963, (Reprint 5th, Reprinted from the edition of 1898).
Muir, William, The Life of Mahomet, c. IV, Smith, Elder and Co,
London, 1861.
Özaydın, Abdülkerim, “İbn Kesir, Ebü’l-Fidâ”, İslam Ansiklopedisi
(DİA), TDV Yay., Ankara, 1999, c. XX, s. 132-134.
Özkan, Halit, “Süyuti”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay.,
Ankara, 2010, c. XXXVIII, s. 188.
Sarıcık, Murat, Bütün Yönleriyle Dört Halife Dönemi, Nesil Yay.,
İstanbul, 2013.
Söylemez, M. Mahfuz, “Hz. Osman Dönemindeki Ekonomik Krizin Garnizon
Kentlere Etkisi- Kûfe Örneği ”, G.Ü.Ç.İ.F.D. Çorum, 2003, c. II,
Sy: 3, s. 63-86.
Süyuti, Celaleddin Abdurrahman b. Ebubekir, Târihu'l- Hulefâ, Thk:
Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, el- Mektebetu'l- Asriyye, Beyrut, 1997.
Taberi, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir, Târihu’r Rusûl ve ’lMulûk,
Dar’ul Me’arif, c. IV, Mısır, 1970,
Taberi, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir, Târihu Taberi, (çev: M.
Faruk Gürtunca), c. III, Sağlam Yayınevi, İstanbul, Ty.
Tirmizi, Ebu İsa Muhammed, Camiu’s- Sahih: Sünenu ’t Tirmizi,
Mektebet’ul İslamiyye, Kahire, 1962
Yahaya, Mahayudin, “Kûfelilerin Miladi VII. Yüzyılın Ortalarındaki Siyasi
Mühalefetleri”, çev: Ünal Kılıç, C.Ü.İ.F.D, Sivas, 2002, c. VI, Sy: 2,
s. 229-238.
Ya’kubi, Ahmed b. Ebî Ya‘kûb, Târîhu’l-Ya‘kûbî, Thk: Mühenna,
Abdulemir, Müessesetü'l- A'lamili'l- Matbuat, Beyrut, 1993.
Yıldız, Hakkı Dursun (red. ), Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi:
Hülefâyi Râşidîn ve Emeviler Devri, çev: Arif Aytekin, Durak Pusmaz ve dğr,
Kombassan Yay., c. II, Konya, 1994.
Yiğit, İsmail, “Osman”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay.,
Ankara, 2007, c. XXXIII, s. 438-443.
Zuhri, Muhammed b. Sa’d b. Meni’, Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebir, (thk,
Ali Muhammed Ömer), 1. Bsk, Mektebetu’l-Hanci, c. III, Kahire, 2001.
Watt, W. Montgomery, Islam Düşüncesinin Teşekkül Devri, (çev:
Ethem Ruhi Fığlalı), 4. Baskı, Sarkaç Yay., Ankara. Ty.
Wellhausen, Julius, Arap Devleti ve Sukutu, çev: Fikret Işıltan,
Ankara Üniversitesi Basım Evi, Ankara, 1963.
Wellhausen, Julius, İslamın En Eski Tarihine Giriş, (çev:
Fikret Işıltan), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul,
1960.
Woodhead, Cristine, “Muir, Sir William”, İslam Ansiklopedisi
(DİA), TDV Yay., c. XXXI, Ankara, 2006, s. 94.
Kramer, Martin, “Bernard Lewis,” Encyclopedia of Historians and
Historical Writing (London: Fitzroy Dearborn, 1999), vol. 1, s. 719-720 ; http://www.webcitation.
org/query?url=http%3A%2F%2Fwww.martinkramer.org%2Fsandbox%2Freader
%2Farchives%2Fbernard-lewis%2F&date=2010-11-13 (29. 06. 2015)
The Institute of Ismaili Studies, “Wilferd Madelung, Biography”:
http://www.iis.ac.uk/ view
person.asp?ID=54&type=auth (14.05.2015);
http://en.wikipedia.org/wiki/ Wilferd
Madelung#cite ref-1, (11. 05. 2015),
“Patricia Crone”, Institute for Advanced Study, Einstein Drive,
Princeton: https://www.ias.edu/people/faculty-and-emeriti/crone,
(13. 05. 2015)
[1] Robin
George Collingwood, Tarih Tasarımı (çev: Kurtuluş Dinçer), Doğubatı Yay,
Ankara, 2007, s. 236.
[2] William Muir, The
Caliphate: Its Rise, Decline and Fall, Beirut, Khayats, 1963, (Reprint. V.
Reprinted From the Edition of 1898, Annals of the Early Caliphate,
Oriental Press, Amsterdam, 1968.
[3] Julius Wellhausen, Das
Arabische Reich und sein Sturz (Arap Devleti ve Sukutu, çev: Fikret
Işıltan,
Ankara Üniversitesi Basım Evi, Ankara, 1963) ve Prolegomena
zur altesten Geschichte des Islams, (İslam’ın En Eski Târihine Giriş, çev:
Fikret Işıltan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul,
1960).
[4] John Bagot Glubb, A short
History of the Arab Peoples, Quartet Books, London, 1978 ve The Great
Arab Conquests Hodder and
Stoughton, London, 1963.
[5] Patricia Crone, Slaves on
Horses: The Evolution of the Islamic Polity, Cambridge University Press,
Cambridge, 2002; God’s Rule Goverenment and Islam: Six
Centuries of Medieval Islamic Political Thought, Columbia University Press,
New York, 2004, (Ortaçağ İslam Dünyası ’nda Siyasi Düşünce, çev: Hakan
Köni, Kapı Yay. İstanbul, 2007), God’s Caliph, Cambridge University
Press, Cambridge, 2003.
[6] Montgomery Watt, Islamic
Political Thought, (Islam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev: Ethem Ruhi
Fığlalı, 4.baskı, Sarkaç yay.
Ankara, ty).
[7] G. S. Marshall Hodgson, The
Venture of Islam. Conscience and History in a World Civilization,
(İslam ’ın Serüveni- Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve
Târih, çev: Alp Eker, Mutlu Bozkurt ve dğr, Yeni Şafak, İz Yayıncılık,
İstanbul 1995, c. I).
[8] Martin Hinds, Studies in
Early Islamic History, The Darwin Press, Inc, Princeton, New Jersey, 1996.
[9] Bernard Lewis, The Arabs in
History, Oxford University Press, (6th edition) Oxford, 1993.
[10] Wilferd Madelung, The Succession
to Muhammad: A Study of the Early Caliphate, Cambridge University Press,
1997.
[11] Mustafa Fayda, ”Taberi,
Muhammed b. Cerîr”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 2010, c.
XXXIX, s. 314-318.
[12] Mustafa Fayda, “Belâzurî”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 1992, c. V, s. 392-393
[13] Abdülkerim Özaydın, “İbn
Kesir, Ebü’l-Fidâ”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 1999, c.
XX, s. 132-134.
[14] İsmâil Durmuş, “İbnü’l-Esir,
Ziyâeddin”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 2000, c. XXI,
s. 30-32.
[15] Murat Ağarı, ”Ya’kubi”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c. XXXXIII, s. 287.
[16] Ya’kubi, Târîhu’l-Ya‘kûbî,
Thk: Mühenna, Abdulemir, Müessesetü'l- A'lamili'l- Matbuat, Beyrut, 1993
[17] Halit Özkan, “Süyuti”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 2010, c. XXXVIII, s. 188
[18] Süyuti, Celaleddin, Târihu'l-
Hulefâ, Thk: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, el- Mektebetu'l- Asriyye,
Beyrut, 1997.
[19] Mustafa S. Küçükaşçı - Cengiz
Tomar, “İbn Asâkir, Ebü'l-Kâsım”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV
Yay., Ankara, 1999, c. XIX, s.
321-324.
[20] İbn Asâkir, Târihu
Medîneti Dimaşk, Dar'ul- Fikr, c. XXXIX, Beyrut, Lubnân, 1996.
[21] Mustafa Fayda, “Seyf b.
Ömer”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2009, c. XXXVII, s.
27-28.
[22] Seyf b. Ömer, ed-Dâbi,
el-Fitnetü ve Vak’atu’l-Cemel, Daru’n-Nefais, Beyrut-Lubnân, 1993.
[23] Mustafa Fayda, “İbn Sa’d”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1999, c. XX, s. 295.
[24] Mustafa Fayda, “İbn Şebbe”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2013, c. XX, s. 372.
[25] Ebû Zeyd Ömer b. Şebbe
en-Nümeyrî el-Basrî, Târihü'l-Medîneti'l-Münevvere: Ahbarü'l-Medîneti'l-
Münevvere, Cidde, Dârü'l-İsfahani, 1973, c. IV.
[26] Yıldız, Hakkı Dursun (red. ),
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Târihi, Hulefâyi Râşidîn ve Emeviler
Devri, (çev: Arif Aytekin,
Durak Pusmaz ve dğr. ), Kombassan Yayınları, Konya,1994, c. II.
[27] Sabri Hizmetli, İslam Tarihi:İlkDönem, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2006, s.
431-433.
[28] Murat Sarıcık, Bütün
Yönleriyle Dört Halife Dönemi, Nesil Yay., İstanbul, 2013.
[29] Mustafa Fayda, Hulefâ-yı
Râşidîn Devri, Dört Halife Dönemi, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2014.
[30] Adem Apak, Anahatlarıyla
İslam Tarihi, (2), Hülefâ-i Râşidîn Dönemi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007.
[31] Sabri Hizmetli, “Genel
Olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları: Sonuçları ve Etkileri”, A. Ü.İ.F.D. Ankara,
1999, c. XXXIX, Sy: 1, s. 27-54.
[32] Ünal Kılıç, “Kûfelilerin Hz.
Osman’a Muhalefet Etmelerinin Sebepleri”, C.U.İ.F.D. Sivas, 2002, c. VI,
Sy:2, s. 239-260.
[33] M. Mahfuz Söylemez, “Hz.Osman
Dönemindeki Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi- Kûfe
Örneği”, G.Ü.Ç.İ.FD, Çorum,
2003, c. II, Sy: 3, s. 63-86.
[34] Ethem Ruhi Fiğlalı,
“Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler”, A.Ü.İ.F.D, Ankara,
1975, c.
XX, s. 219-247.
[35] İsmâil Hakkı Atçeken, “Hz.
Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”, S.Ü İ.F.D.
Konya, 2000, Sy: 9, s. 315-348.
[36] Adem Apak, “Hz. Osman’ın
Hilafeti Döneminde Ümeyyeoğullan’nın Devlet İdaresindeki Yeri”, U. Ü.
İ. F. D, Bursa, 1998, c.
VII, Sy: 7, s. 487-522.
[37] Adem Apak, “Hz. Osman'ın
Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı
Değerlendirmeler”, Üsul, İslam (Araştırmalan Islaınic Researches), Sy:
4, Temmuz- Aralık 2005, s. 157-170.
[38] Sabri Hizmetli, “Tarihi
Rivayetlere Göre Hz.Osman’ın Öldürülmesi”, A.U.İ.F.D, Ankara, 1995, c.
XXVII, s. 149-176.
[39] Taberi, Târihu ’r Rusûl ve
’lMulûk, Daru’l Mearif, Mısır, 1970, c. IV, s. 420.
[40] İbn Sa’d, Tabakâtu’l-Kubrâ,
Mektebetu’l-Hanci, Kahire, 2001, 1. Bsk, c. III, s. 73.
[41] İbn Sa’d, Tabakât,
c.III, s. 73; Taberi, Târihu’rRusûl, c. IV, s. 419.
[42] İsmâil Yiğit, “Osman”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2007, c. XXXIII, s. 438-443.
[43] Taberi, Târihu’r Rusûl,
c. IV, s. 419.
[44] Belâzurî, Ensâbu’lEşrâf,
Daru’l Fikir, Beyrut, Lubnân, 1996, c. VI; s. 104.
[45] İbrahim Canan, Kütübi-i
Sitte Muhtasarı: Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yay., Ankara, 1988-1994, c. XVI.
s. 460.
[46] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 100.
[47] Belâzurî,Age, c. VI,
s. 100; Taberi, Târihu’rRusul, c. IV, s. 419.
[48] Belâzurî, Age, c. VI;
s. 105-106.
[49] İbrahim Canan, Age, c.
XVI. s. 463. Hz. Peygamber’in dilinden Hz. Osman konusuyla iligili geniş bilgi
için bkz: Murat Sarıcık, Bütün Yönleriyle Dört Halife Dönemi, Nesil
Yay., İstanbul, 2013, s. 307-314.
[50] Sabri Hizmetli, İslam
Târihi: İlk Dönem, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2006, s. 431-433.
[51] Belâzurî, Futûhu'l Buldan,
(çev: Mustafa Fayda), T.C. Kültür Başkanlığı Yay., Ankara, 2007, s. 326
328.
[52] İsmâil Yiğit, “Osman”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2007, c. XXXIII, s. 439.
[53] İsmâil Yiğit, “Osman”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), s. 439.
[54] Bu konuda geniş bilgi için
bkz: Murat Sarıcık, Bütün Yönleriyle Dört Halife Dönemi, Nesil Yay.,
İstanbul, 2013, s. 321.
[55] Sabri Hizmetli, “Genel
Olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, A.Ü.İ.F.D, Ankara,
1999, c. XXXIX, Sy: 1, s. 50.
[56] Ankebut, 29/3.
[57] Zariyat, 51/14.
[58] Nahl, 16/110.
[59] Hadid, 57/13-14.
[60] Buhâri, Sahîh ’i Buhari ve
Tercemesi, (çev: Mehmed Sofuoğlu, Hikmet Tekin), Ötüken Yay., c. XV,
İstanbul, 1987-1990, s. 6921.; Tirmizi, Câmiu’s-
Sahîh: Sünenu’t Tirmizi, Mektebet’ul İslamiyye, Kâhire, 1962, s. 486.
[61] Buhâri, Age, c. XV, s.
6943.
[62] Sabri Hizmetli, Agm,
s. 50.
[63] İbn Asâkir, Ebu'l- Kâsım Ali
b. el- Hasan, Târihu Medîneti Dimaşk, Dar'ul- Fikr, c. XXXIX, Beyrut,
Lubnân, 1996, s.
440.
[64] Hilal Görgün, “Wellhausen,
Julius”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 2013, c. XXXXIII,
Ankara, s. 155.
[65] Hilal
Görgün, “Wellhausen, Julius”, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XXXXIII, s.
155-156.
[66] Hilal Görgün, “Wellhausen,
Julius”, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XXXXIII, s. 156-157.
[67] İbnu’l Esir, el-Kâmil
fi’t-Târih: Büyük İslam Tarihi, (çev: Ahmet Ağırakça), Bahar Yay.,
İstanbul,
1989, c. III,
s.71.
[68] Julius Wellhausen, İslamın
En Eski Tarihine Giriş, (çev: Fikret Işıltan), İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1960, s. 102 (sonraki
dipnotlarda “İslamın En Eski Tarihi”olarak verilecektir).
[69] Julius Wellhausen, İslamın
En Eski Tarihi, s. 102.
[70] Julius Wellhausen, Arap
Devleti ve Sükutu, (çev. Fikret Işıltan), Ankara Üniversitesi Basım Evi,
1963,
Ankara, s. 19, (sonraki
dipnotlarda, “ArapDevleti” olarak verilecektir).
[71] İsmâil Yiğit, “Osman,” İslam
Ansiklopedisi, DİA, s. 440.
[72] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Târihi, s. 103.
[73] Hakkı Dursun Yıldız (red. ), Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Târihi: Hülefayi Râşidin ve Emeviler
Devri,
(çev: Arif Aytekin, Durak Pusmaz ve dğr. ), Kombassan Yayınları, Konya, 1994,
c. II. s. 202
[74] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 103.
[75] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 107.
[76] Ünal Kılıç, “KûfelilerinHz.
Osman’a Muhalefet Etmelerinin Sebepleri”, C.Ü.İ.F.D, Sivas, 2002, c. VI,
Sy: 2, s.
254-256.
[77] M. Mahfuz Söylemez,
“Hz.Osman Dönemindeki Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi- Kûfe
Örneği”, G.Ü.Ç.İ.F.D,
Çorum, 2003, c. II, Sy: 3, s. 65-66.
[78] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 109.
[79] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 109-110.
[80] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 110.
[81] İbn Asâkir, Age, c.
XXXIX, s. 255.
[82] Murat Sarıcık, Age, s.
325.
[83] Barış ve savaş yoluyla ele
geçirilen topraklardan alınan vergiler yanında, fetihlerle ele geçen ve
sahipleri bulunmayan üçüncü bir arazi
grubu. Geniş bilgi için bkz: Mustafa Fayda, Hulefâ-yı Râşidîn Devri: Dört
Halife Dönemi, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2014, s. 309.
[84] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 110.
[85] Seyf b. Ömer ed-Dâbi
el-Esedi, el-Fitnetü ve Vak’atu ’l-Cemel, Daru’n-Nefais, Beyrut-Lübnân,
1993, s.
48-49.
[86] Ethem Ruhi Fığlalı, “Abdullah
b. Sebe”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1988, c. I, s.
133-134.
[87] İbnu’l- Esir, Age, c.
III, s. 159-160.
[88] Seyf b. Ömer, Age, s.
48.
[89] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 111.
[90] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 111.
[91] Taha Hüseyin, “Fitne
Döneminde İbn Sebe’nin Rolü Hakkında Bir Değerlendirme”, çev: Âdem Apak,
U.Ü.İ.F.D,
Bursa, 1994, c. VI, Sy: 6, s. 424.
[92] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 112.
[93] Belâzurî, Age, c. VI, s. 145.
[94] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 208.
[95] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 112.
[96] Mustafa Fayda, “Fey,” İslam
Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1995, c. XII, s. 511.
[97] Bakara, 2 /226; Hucurat 49/
9.
[98] Ahzab, 33/50; Haşr, 59/6-7.
[99] Mustafa Fayda, “Fey”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), c. XII, s. 511.
[100] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 20.
[101] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 20.
[102] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 20-21.
[103] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 21.
[104] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 21.
[105] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 112-113.
[106] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 113.
[107] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 114-115.
[108] Hakkı Dursun Yıldız (red.),
Age, c. II, s. 215; Mektubun Mervan b. Hakem tarafından yazılıp
yazılmaması konusu hakkında bkz: İsmâil Hakkı Atçeken, “Hz. Osman Dönemi İç
Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”, S.Ü.İ.FD, Konya, 2000, Sy: 9, s.
315-344.
[109] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 211.
[110] Taberi, Târihu Taberi,
(çev: M. Faruk Gürtunca), Sağlam Yayınevi, İstanbul, ty, c. III, s. 564
(sonraki dipnotlarda Târih olarak geçer).
[111] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 117.
[112] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 23.
[113] İbn Kesir, Age, c.
VII, s. 365.
[114] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 117.
[115] Julius Wellhausen, İslam
’ın En Eski Tarihi, s. 118.
[116] Sabri Hizmetli, “Târihi
Rivayetlere Göre Hz.Osman’ın Öldürülmesi”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1995, c.
XXVII, s. 159.
[117] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 220.
[118] Taberi, Târihu ’ r-
Rusûl, c. IV, s. 427-428.
[119] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 26.
[120] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 26.
[121] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 23-24.
[122] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 25.
[123] Julius Wellhausen, Arap
Devleti, s. 25.
[124] Cristine Woodhead, “Muir,
Sir William”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2006, c. XXXI,
s. 94.
[125] Cristine Woodhead, “Muir,
Sir William”, İslam Ansiklopedisi, (DİA), c. XXXI, s. 94.
[126] Cristine Woodhead, “Muir,
Sir William”, İslam Ansiklopedisi, (DİA), c. XXXI, s. 94.
[127] Cristine Woodhead, “Muir,
Sir William”, İslam Ansiklopedisi, (DİA), c. XXXI, s. 94.
[128] Cristine Woodhead, “Muir,
Sir William”, İslam Ansiklopedisi, (DİA), c. XXXI, s. 94.
[129] William Muir, Annals of
the Early Caliphate, Oriental Press, Amsterdam, 1968, s. 324-325 (sonraki
dipnotlarda Annals olarak geçecektir).
[130] William Muir, Annals,
s. 331.
[131] İbn Sa’d, Tabakât, c.
III, s. 61.
[132] William Muir, Annals,
s. 331-332.
[133] İbnü’l- Esir, Age, c.
III, s. 350; Belâzurî, Age, c. VI, s. 171-172.
[134] William Muir, The
Caliphate: Its Rise, Decline and Fall, Beirut, Khayats, 1963, (Reprint. 5th
Reprinted From the Edition of 1898), s. 240. (sonraki dipnotlarda The
Caliphate olarak geçer).
[135] İsmâil Hakkı Atçeken, “Hz.
Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”, S.Ü.İ.F.D, Konya,
2000, Sy: 9, s. 315-344.
[136] İsmâil Hakkı Atçeken, Agm,
s. 336-338.
[137] William
Muir, The Caliphate, s. 240.
[138] William Muir, Annals,
s. 332.
[139] William Muir, Annals,
s. 334.
[140] William Muir, Annals,
s. 336.
[141] Suyuti, Celaleddin
Abdurrahman b. Ebubekir, Târihu’l-Hulefâ, el-Mektebetu'l- Asriyye,
Beyrut, 1997, s. 179-181.
[142] William Muir, Annals,
s. 337.
[143] William Muir, The
Caliphate, s. 244.
[144] Belazurı, Age, c. VI,
s. 201.
[145] William Muir, Annals,
s. 337.
[146] Taberi, Târih, c.
III, s. 564.
[147] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 202.
[148] İbn Kesir, Age,
c.VII, s. 303-305.
[149] William Muir, Annals,
s. 340.
[150] Ibnu’l Esır: Age, c.
III, s. 186-187.
[151] William Muir, Annals,
s. 341.
[152] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 205.
[153] William Muir, Annals,
s. 341.
[154] Adem Apak, “Hz. Osman’ın
Hilafeti Döneminde Ümeyyeoğullan’nın Devlet İdaresindeki Yeri”, U.Ü.I.F.D,
Bursa, 1998, c. VII, Sy: 7, s. 506-507.
[155] İbnü’l- Esir, Age, c.
III, s. 195.
[156] William Muir, Annals,
s. 343.
[157] William Muir, Annals,
s. 344.
[158] William Muir, Annals,
s. 344.
[159] William Muir, Annals,
s. 345.
[160] William Muir, The Life of
Mahomet, c. IV, Smith, Elder and Co, London, 1861, s. 306-307.
[161] William Muir, Annals,
s. 346-347.
[162] İbn Kesir, Age, c.
VII, s. 439-441.
[163] Zekeriya Kurşun,
“Glubb Paşa“, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 1996, c. XIV,
s. 96.
[164] Zekeriya
Kurşun, “Glubb Paşa“, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XIV, s. 96.
[165] Zekeriya Kurşun,”
Glubb Paşa“, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XIV, s. 96.
[166] Zekeriya Kurşun, “Glubb
Paşa“, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XIV, s. 96.
[167] John Bagot Glubb, A Short
History of the Arab Peoples, Quartet Books, London, 1978, s. 64. (sonraki
dipnotlarda A Short History olarak geçer).
[168] Hakkı Dursun Yıldız (red. ),
Age, c. II. s. 63-64.
[169] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, s.71.
[170] John Bagot Glubb, A Short
History s. 64.
[171] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, s.71.
[172] John Bagot Glubb, A
ShortHistory s. 64, Taberi, Târihu’rRusûl, c. IV, s. 421.
[173] John Bagot Glubb, A Short
History, s. 64-65.
[174] John Bagot Glubb, A Short
History, s. 65.
[175] John Bagot Glubb, A Short
History, s. 64-65.
[176] John Bagot Glubb, A Short
History, s. 65.
[177] John Bagot Glubb, A Short
History, s. 65.
[178] John Bagot Glubb, A Short
History, s. 65.
[179] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, s.157.
[180] John Bagot Glubb, A Short
History, s. 65.
[181] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, s.157.
[182] John Bagot Glubb, The
Great Arab Conquests, Hodder and Stoughton, London, 1963. s. 297 (sonraki
dipnotlarda “Arab Conquests” olarak geçer).
[183] John Bagot Glubb, Arab
Conquests, s. 297.
[184] John Bagot Glubb, Arab
Conquests, s. 299.
[185] John Bagot Glubb, Arab
Conquests, s. 304.
[186] John Bagot Glubb, Arab
Conquests, s 301, 303.
[187] John Bagot Glubb, Arab
Conquests, s. 304-305.
[188] John Bagot Glubb, Arab
Conquests, s. 305.
[189] John Bagot Glubb, Arab
Conquests, s. 304-305.
[190] Fetih hareketlerindeki
başarı faktörleri hakkında bkz: Murat Sarıcık, Age, s. 107.
[191] John Bagot Glubb, Arab
Conquests, s. 306.
[192] John Bagot Glubb, Arab
Conquests s. 306; Vehhabilik hakkında bilgiler için bkz: Mehmet Ali
Büyükkara, “Vehhabilik,” İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara,
2012, c. XXXXII, s. 611.
[193] John Bagot Glubb, Arab
Conquests, s. 306.
[194] Sabri Hizmetli, “Genel
olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, A.Ü.İ.F.D, Ankara,
1999, c. XXXIX, Sy: 1, s. 49.
[195] Sabri Hizmetli, Ag.m,
s. 49-50.
[196] Tahsin Görgün, “Watt,
William Montgomery”, İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay., Ankara, 2013,
c, XXXXIII, s. 148-149.
[197] Tahsin Görgün, “Watt,
William Montgomery”, İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XXXXIII, s. 149.
198
Tahsin Görgün, “Watt, William Montgomery”, İslam
Ansiklopedisi (DİA), c. XXXXIII, s. 152.
[199] Tahsin Görgün, “Watt,
William Montgomery”, İslam Ansiklopedisi (DİA), c, XXXXIII, s. 151-152.
[200] Montgomery Watt, Islam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, (çev: Ethen Ruhi Fığlalı), 4. baskı, Sarkaç
Yay, Ankara, ty, s. 12.
[201] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 208.
[202] Montgomery Watt, Age,
s. 12-13.
[203] Taberi, Târihu’r Rusûl,
c. IV, s. 421.
[204] Montgomery Watt, Age,
s. 13.
[205] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 138-139; Kûfeli muhaliflerin Şam’a sürgün edilmeleri hakkında bkz: Adem
Apak, Anahatlarıyla
İslam Tarihi (2): Hülefâ-i Râşidîn Dönemi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007.
[206] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 141-143.
[207] Montgomery Watt, Age,
s. 13.
[208] Taberi, Târihu’rRusul,
c. IV, s. 275-277.
[209] Taberi, Târihu’rRusul,
c. IV, s. 275.
[210] Montgomery Watt, Age,
s. 13-14.
[211] Montgomery Watt, Age,
s. 14.
[212] Hz. Osman’ın şahsi
uygulamalnndan kaynaklanan şikâyetler için bkz: Adem Apak, Anahatlarıyla
İslam Târihi (2): Hülefayi Râşidin Dönemi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007,
s. 223-226.
[213] Montgomery Watt, Age,
s. 11.
[214] İbn Kesir, el-Bidâye
ve'n-Nihâye, (çev: Mehmet Keskin), Çağrı Yay., İstanbul, 1994, c. VII, s.
287.
[215] Montgomery Watt, Age,
s. 12.
[216] İbn Kesir, Age, c.
VII, s. 371-376.
[217] Taberi, Târihu’rRusûl,Age,
c. IV, s. 563-565.
[218] Montgomery Watt, Age,
s. 14.
[219] Montgomery Watt, Age,
s. 15.
[220] Ethem Ruhi Fığlalı,
“Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, A.Ü.İ.F.D, c. XXII, Ankara,
1978, s. 249.
[221] Sabri Hizmetli, “Genel
olarak Râşid Halifeler Dönemi Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, A.Ü.İ.F.D, Ankara,
1999, c. XXXIX, Sy: 1, s. 50.
[222] Marshall Hodgson, İslam
’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, çev: Alp Eker, Mutlu
Bozkurt ve dğr, Yeni Şafak, İz Yayıncılık, c. I-IV, İstanbul, 1995.
[223] Edmund Burke III, “Hodgson,
Marshall G. S,” İslam Ansiklopedisi (DİA), TDV Yay, Ankara, 1998, c,
XVIII, s. 211-212.
[224] Edmund Burke III, “Hodgson,
Marshall G. S,” İslam Ansiklopedisi (DİA), c, XVIII, s. 211-212.
[225] Edmund
Burke III, “Hodgson, Marshall G. S,” İslam Ansiklopedisi (DİA), c,
XVIII, s. 212.
[226] Edmund Burke III, “Hodgson,
Marshall G. S,” İslam Ansiklopedisi (DİA), c, XVIII, s. 211-212.
[227] Belâzurî, Futûhu’l
Buldân, (çev: Mustafa Fayda), T.C. Kültür Başkanlığı Yay., Ankara, 2007, s.
326328.
[228] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 154.
[229] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 154.
[230] Fethedilen topraklar ve
bunların haracı konusuyla ilgili olarak ayrıca bkz: Mustafa Fayda, Age,
s. 305308.
[231] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 154.
[232] Ya’kubi, Ahmed b. Ebi
Ya’kub, Târihu’l- Ya’kubi, c. II, s. 59.
[233] İbn Asâkir, Age, c.
XXXIX, s. 241.
[234] Kûfeliler’in Hz. Osman'a
muhalefet etme nedenlerinden birinin halifenin halk -özellikle de zayıf kesim-
arasında itibarını yükseltmek için onlara para yardımında bulunması iddiası
hakkında geniş bilgi için bkz: Mahayudin Yahaya, “Kûfelilerin Miladi VII.
Yüzyılın Ortalarındaki Siyasi Muhalefetleri”, çev: Ünal Kılıç, C.Ü.İ.F.D,
Sivas, 2002, c. VI, Sy: 2, s. 231-232, Taberi, Târihu’r Rusûl, c. IV, s.
274.
[235] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 154-155.
[236] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 155.
[237] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 155.
[238] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 154-155.
[239] İbn Kesîr, Age, c.
VII, s. 301-309.
[240] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 155.
[241] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 156.
[242] İbn Kesîr, Age, c.
VII, s. 360-365.
[243] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 156.
[244] Hariciliğin ortaya çıkışı
ve teşkilatlanmaları hakkında geniş bilgi için bkz: Ethem Ruhi Fığlalı,
“Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, A. Ü.İ.F.D, Ankara, 1978, c.
XXII, s. 245-275; Ethem Ruhi Fığlalı, “Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı
Sebepler”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1975, c. XX, s. 219247.
[245] Yusuf, 12/40 ve 67; Mu’min,
40/12.
[246] Marshall.Hodgson, Age,
c. I, s. 159.
[247] Marshall Hodgson, Age,
c. I, s. 159-160.
[248] Martin
Kramer, “Bernard Lewis”, Encyclopedia of Historians and Historical Writing
, Fitzroy Dearborn, London, 1999, vol. 1, s. 719-20.
[249]Martin Kramer, “Bernard Lewis”, Encyclopedia of Historians and
Historical Writing , Fitzroy Dearborn, London, 1999, vol. 1, s. 719-20.
[250] Bernard Lewis, The Arabs
in History, Oxford University Press, (6 th edition) Oxford, 1993, s. 59.
[251] Hz. Peygamber’in Hz. Ömer’in
ölümü hakkında kullandığı “Fitnenin Kapısı” terimi ve olayı için bkz: Murat
Sarıcık, Age, s. 270-71.
[252] Bernard Lewis, Age.
s. 59.
[253] Taberi, Târihu’r Rusul,
c. IV, s. 91.
[254] Bernard Lewis, Age,
s. 59.
[255] Taberi, Târihu’r Rusul,
c. IV, s. 91.
[256] Bernard Lewis, Age,
s. 60.
[257] Bernard Lewis, Age.
s. 59-60.
[258] Bernard Lewis, Age.
s. 60.
[259] Bernard Lewis, Age.
s. 60.
[260] Bernard Lewis, Age.
s. 60.
[261] Taberi, Târih, c.
III, s. 568-569.
[262] Bernard Lewis, Age.
s. 60-61.
[263] İbn Kesir, Age, c.
VII, s. 371-376.
[264] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, 409-410.
[265] Ahmet Akbulut, “Hariciliğ’in
Siyasi Görüşlerinin İtikadileşmesi”, A.Ü.İ.F.D Ankara, 1989, c. XXXI, s.
333.
[266] The
Institute of Ismaili Studies, “Wilferd Madelung, Biography”, http://www.iis.ac.uk/view
person.asp?ID=54&type=auth (14.05.2015).
[267] http://en.wikipedia.org/wiki/Wilferd
Madelung#cite ref-1, (11. 05. 2015), The Institute of Ismaili
Studies,
“Wilferd Madelung, Biography”,
http://www.iis.ac.uk/view person.asp?ID=54&type=auth, (14.05.2015).
[268] İbn Sa’d, Age, c,
III, s. 321.
[269] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, s. 71.
[270]Wilferd Madelung, The Succession to Muhammad: A Study of the
Early Caliphate, Cambridge University Press, Cambridge, 1997, s. 80
(sonraki dipnotlarda The Succession olarak geçer.)
[271] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, s. 184.
[272] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 80.
[273] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, s. 157.
[274] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 81.
[275] Hz. Ömer’in Fey toprakları
konusunda çıkardığı karar hakkında geniş bilgi için bkz: Mustafa Fayda, Age,
s. 299.
[276] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 83.
[277] Belazun, Age, c. VI,
s. 167-168.
[278] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 85.
[279] Taberi, Târihu’rRusul,
c. IV, s. 340-365.
[280] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 91.
[281] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 95.
[282] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 96.
[283] Wilferd Madelung, The Succession,
s. 96.
[284] Belazurı, Age, c. VI,
s. 201; 211.
[285] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 98.
[286] Belazurı, Age, c. VI,
s. 201.
[287] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 99; Belazurı, Age, VI, 211.
[288] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 104.
[289] Belazurı, Age, VI,
144-147.
[290] Belazurı, Age, VI,
142-143.
[291] Belazurı, Age, VI,
144.
[292] İbn Şebbe, Târihu’l-
Medîneti’l- Münevvere: Ahbaru’l- Medîneti’l- Münevvere, Cidde,
Dârü'l-İsfahani, 1973. c. IV, s. 1224-1225; Wilferd Madelung, The
Succession, s. 101.
[293] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 225.
[294] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 100.
[295] Taberi, Târihu’rRusul,
c. IV, s. 409.
[296] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 102.
[297] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 135.
[298] Mervan b. Hakem’in iç
savaşlarda sahip olduğu payı hakkında bkz: İsmâil Hakkı Atçeken, “Hz.
Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”, S.Ü.İ.F.D, Konya,
2000, Sy: 9, s. 315344.
[299] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 136.
[300] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 106-107.
[301] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 213.
[302] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 107.
[303] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 108.
[304] Taberi, Târihu’rRusûl,
c. IV, s. 275-277.
[305] Belâzurî, Age, c. VI,
s. 177.
[306] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 108-109.
[307] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 110-111.
[308] Taberi, Târihu’rRusul,
c. IV, 358-360.
[309] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, s. 173; Belâzurî, Age, c. VI, 185; W. Madelung, The Succession,
s. 112.
[310] Taberi, Târihu’rRusul,
c. IV, s. 377-378.
[311] Wilferd Madelung, The
Succession, s. 113.
[312] “Patricia Crone”, Institute
for Advanced Study, Einstein Drive, Princeton, https://www.ias.edu/people/
faculty-and-emeriti/crone, (13.
05. 2015).
[313] http://en.wikipedia.org/wiki/Patricia_Crone
(21. 07. 2015)
[314] http://en.wikipedia.org/wiki/Patricia
Crone (21. 07. 2015)
[315] Patricia Crone and Martin
Hinds, God’s Caliph, Cambridge University Press, Cambridge, 2003, s. 3132.
[316] Patricia Crone, Slaves on
Horses: The Evolution of the Islamic Polity, Cambridge University Press,
2002, s. 204 (sonraki dipnotlarda Slaves olarak geçer).
[317] Patricia Crone, God’s
Rule Goverenment and Islam: Six Centuries of Medieval Islamic Political
Thought, Columbia University Press, New York, 2004, s. 20; (Sonraki
dipnotlarda God’sRule olarak geçer).
[318] Patricia Crone, God’s
rule, s. 20.
[319] Taberi, Târih, c.
III, s. 568-569.
[320] Patricia Crone, Ortaçağ
İslam Dünyası’nda Siyasi Düşünce, çev: Hakan Köni, Kapı Yay., İstanbul,
2007, s. 31. (Sonraki dipnotlarda Ortaçağ olarak geçer).
[321] Patricia Crone, Ortaçağ,
s. 52.
[322] Patricia Crone, Slave,
s. 203-204.
[323] Patricia Crone, Ortaçağ,
s. 52-53.
[324] Patricia Crone and M. Hinds,
God’s Caliph, s. 30. (23. ve 24. notlar).
[325] Patricia Crone, Ortaçağ,
s. 53-54.
[326] Adem Apak, “Hz.
Osman'ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî Problemler ve Sebepleri
Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usul: İslam Araştırmaları, (Islamic
Researches), Sy: 4, Temmuz- Aralık 2005, s. 160.
[327] Patricia Crone, Ortaçağ,
s. 28.
[328] Taberi, Târihu’r-Rusûl,
c. IV, s. 338.
[329] Patricia Crone, Ortaçağ,
s. 28-29.
[330] Patricia Crone, Ortaçağ,
s. 29
[331] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, s. 409-410.
[332] Patricia Crone, Ortaçağ,
s. 31.
[333] Martin
Hinds, Studies in Early Islamic History, The Darwin Press, Princeton,
New Jersey, 1996 s. 30.
[334] Martin Hinds, Age, s.
31.
[335] Martin Hinds, Age, s.
46.
[336] Martin Hinds, Age, s.
46.
[337] Martin Hinds, Age, s.
47.
[338] Martin Hinds, Age, s.
48.
[339] Belâzurî, Age, c, VI,
s, 171-172.
[340] Martin Hinds, Age, s.
49.
[341] Martin Hinds, Age, s.
50.
[342] Martin Hinds, Age, s.
50.
[343] Taberi, Târihu’rRusûl,
c. IV, s. 397.
[344] Martin Hinds, Age, s.
50.
[345] Martin Hinds, Age, s.
51.
[346] Taberi, Târihu’rRusul,
c. IV, s. 379.
[347] Martin Hinds, Age, s.
51.
[348] Sabri Hizmetli, “Târihi
Rivayetlere Göre Hz.Osman’ın Öldürülmesi”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1995, c.
XXVII, s. 159-160.
[349] Sabri Hizmetli, Agm,
s. 159-160.
[350] Belazurı, Age, c. VI,
s. 142-143.
[351] Martin Hinds, Age, s.
51-52.
[352] İbnü’l-Esir, Age, c.
III, s. 173.
[353] Martin Hinds, Age, s.
52.
[354] Martin Hinds, Age, s.
52.
[355] Martin Hinds, Age, s.
52-53.
[356] Martin Hinds, Age, s.
53.
[357] Taberı, Târihu’rRusul
, c. IV, s. 398.
[358] Martin Hinds, Age, s.
54.
[359] Martin Hinds, Age, s.
55
[360] Martin Hinds, Age, s.
54-55
[361] Ya’kubi, Age, c. II,
s. 58.
[362] Ahmet Lütfi Kazancı, “Hakem
b. Ebi’l-‘As ve Sürgün Olayı”, U.Ü.İ.F.D, Bursa, 1994, Sy: 6, c. VI, s.
48-49.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar