MUHTÂR B. EBÎ UBEYD ES-SEKAFÎ
Hazırlıyan: YASİN KURNAZ
Sorunları aşmanın gerek
vahiy, gerekse güçlü lider varlığı ile kolay olduğu Asr-ı Saâdet dönemi, Hz.
Peygamber’in vefatıyla sekteye uğramış ve İslâm âlemi siyasî otorite başlığı
altında zor bir imtihan vermeye başlamıştır. Üstelik bu imtihan, Hz.
Peygamber’in irtihalinden birkaç gün dahi geçmeden ortaya çıkmış, Hz.
Ebûbekir’in sert ve kararlı tedbirleriyle önemli ölçüde zayıflatılmıştır. Hz.
Ömer dönemi, iç buhranlar bakımından Hz. Ebûbekir dönemine nazaran daha huzurlu
gözükse de, Hz. Ömer’in, kendisinden sonraki halifeyi tespit etmekle
görevlendirdiği şûra, Hz. Osman’ı halife seçmekle, tarihte silinmeyecek izler
bırakmıştır. Hz. Osman hilafetinin ikinci yarısıyla başlayan ve halifenin
şehadeti, Hz. Ali’nin hilafete gelişi, bunun akabinde Muâviye’nin Hz. Osman’ın
kanını talep adıyla otoriteye direnişi, İslâm coğrafyasında binlerce inananın
kardeş kanına bulaşmasına neden olmuştur. Hz. Ali’nin, bir suikastla, kendinden
önceki diğer iki halife gibi şehadeti, işin esasta ne kadar derin olduğunun
habercisidir. Zira Hz. Ali’nin canına kasteden Muâviye değil, yeni bir akım
olan Hâricîler’dir. Anlaşılan o ki; toplumsal bölünme ikiden fazlaya çıkmıştır.
Hz. Hasan’ın Muâviye ile anlaşarak hilafeti Muâviye’ye devretmesi, müslüman
kanının daha fazla dökülmemesi amacı taşırken, Hz. Hasan’ın vefatına kadar da
bu amaca hizmet etmiştir. Ancak bundan sonrası, tarihin hiçbir zaman izlerini
silemediği, aksine her geçen gün daha da büyüyen yaraların açılmasına sahne
olmuştur.
Hz. Hüseyin, hilafetin verasete dönüşmesine
sessiz kalamamış, kendisinin liderliğine muhtaç olduğuna inandırıldığı kitlenin
desteğini arkasına aldığına olan kanaatiyle kıyam etmiştir. Bu kıyamın birden
çok siyasal, sosyal, ekonomik ve dinî sebebi olduğu yapılan çalışmalarda ortaya
konmuştur. Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da sadece kıyam ettiği kesimin değil,
kendisini kıyama çağıran Kûfeliler’den de katılımının olduğu bir ordu
tarafından şehid edilmesi, tarihin çoğu zaman anlamakta zorlandığı noktalardan
birisi olmuştur. Dolayısıyla böylesine acı bir neticenin yankılarının kısa bir
süre içinde dinmeyeceği açıktır.
Kerbelâ, tarihte kendisinden sonraki birden
çok kıyama ve belki de bölgedeki tüm kıyamlara sebep gösterilmek gibi bir
kadere sahip olarak gerçekleşmiş hadisedir. Sosyal, ekonomik, politik düzeyde
gerekçeler son zamanlarda yapılan çalışmalarda ortaya konmakla birlikte,
benzeri çalışmalara hâlâ ihtiyaç duyulmaktadır.
Zamanla dinî duyguların istismarı artmış ve
bu isyanlar her geçen gün îtikâdî bir nitelik kazanmıştır. Yeni kavramlar ve
imâmiye teorileri ile siyasî çekişmelerin îtikâdî alana çekilmeleri hep bu
dönemden sonra başlamıştır. Yaşanan toplumsal kırılmaların sadece din kaynaklı
olup olmadığının tartışılması bir yana, sonraki süreçlerde ortaya çıkardığı
kavramlarla îtikâdî alanda yaşanan farklılıklara ve günümüze kadar daha da
karmaşıklaşan derin çizgilere temel atılmıştır.
Muhtâr
es-Sekafî, tüm bu kırılma ve şekillenmelerin tohumlarını atan ilk kimselerden
birisi olarak karşımıza çıkması hasebiyle, onun hayatı daha da önem arz
etmektedir. Rivayetlere göre “Mehdî”, “Vasî” gibi kavramları ilk kez kullanan,
“Ehl-i Beyt”, “Hz. Hüseyin’in kanı” vb. söylemlerle hareketine hatırı sayılır
destek bulan ve hatta belli bir ölçüde başarı da sağlayan Muhtâr es-Sekafî,
tarihte kendisinin başlattığı bu tarz söylemlerle dinî karakterli yeni bir akım
ve inanç terminolojisi nüvelerinin sahibidir. Tüm bu
nedenlerden, Muhtâr es-Sekafî’nin hayatının incelenmesinin ve onun siyasî,
sosyal etkilerinin araştırılmasının ne kadar elzem olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Muhtâr b. Ebî Ubeyd es-Sekafî’nin Tarih Sahnesine Çıkışı
Muhtâr’ın nesebi;
el-Muhtâr b. Ebî Ubeyd b. Mes’ûd b. Amr b. Umeyr b. Avf b. Ukde b. Ğıyera b.
Avf b. Sakîf (Kasî) es-Sekafî[1] b.
Münebbih b. Bekr b. Hevâzin’dir.[2] Künyesi;
Ebû İshâk’tır.[3]
Annesi Sakîf kabilesinden
Dûme binti Amr b. Vehb b. Muattib‘tir. Rivâyet edildiğine göre iri ve kuvvetli
bir kadındır.[4] Muhtâr’ın
babası ise Ebû Ubeyd b. Mes’ûd’tur. Kaynaklardan anlaşıldığına göre babası
sahâbîdir.[5]
Muhtâr’ın 1/622’de doğduğu hususunda
kaynaklar neredeyse ittifak halindedir.[6]
Bu konuda kafa karışıklığına neden olabilecek tek bilgi vardır: 40/660 yılında
Hz. Hasan, taraftarlarınca tartaklanıp Medâin’e sığınmıştır. Medâin’de Hz.
Ali’nin valisi Sa’d b. Mes’ûd vardır. Sa’d, Muhtâr’ın amcası olup, Muhtâr’la
birlikte yaşamaktadır. Taberî bu olayı anlatırken Muhtâr’ın genç bir delikanlı
olduğunu ifade etmektedir.[7] Bu bilgide
infirad eden Taberî’den ziyade, kaynaklarımızın çoğunluğunda geçen 1/622 doğumu
esas alındığında Muhtâr’ın 40 yaşlarında olduğu anlaşılmaktadır. Zira Taberî,
1/622’de doğduğu rivayetine de yer vermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı İslâm
Ansiklopedisi’nde Muhtâr maddesini kaleme alan Levi Della Vida, söz konusu
rivayetin sağlam bir temele dayanmadığına, bu rivayetin Muhtâr düşmanı Abdullah
b. Zübeyr’in de aynı yılda doğmuş olması ile irtibat kurulması gayesiyle
uydurulduğuna inandığını söylemektedir.[8]
Ancak yukarıda da ifade edildiği üzere kaynaklarımızın çoğu 1/622’de doğduğuna
dair ittifak halindedir. Muhtâr’ın 1/ 622 yılında doğmuş olması daha isabetli
görülmektedir.
Muhtâr’ın
Hayatı Açısından Sakîf Kabîlesi
Muhtâr, Sakîf kabilesine mensuptur. Sakîf
kabilesi Tâiftedir. Tâif; Kur’ân-ı Kerîm’de: “Ve dediler ki: bu Kur’ân, iki
şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı? Rabbinin rahmetini onlar mı
paylaşıyorlar?”[9] âyetiyle
yarımadanın iki büyük şehrinden biri olduğu vurgusuyla geçmektedir
Tâif denince akla Sakîf kabilesi gelir.
Muhtâr’ın ailesi, Sakîf kabilesi arasında önemli bir yere sahiptir. Zira Hz.
Peygamber Tâife çıktığında Sakîf kabilesiyle irtibata geçmiştir. Hz. Peygamber
Tâifte üç önemli kişi ile görüşmüştür ki bunların tamamı Sakîfli’dir. Bunlar:
Abd-i Yalîl b. Amr b. Umeyr b. Avf, Mes’ûd b. Amr b. Umeyr b. Avf, Habîb b. Amr
b. Umeyr b. Avftır.[10] Hz.
Peygamber’in bu üç kardeş ile konuşup olumsuz bir netice alması konumuzun
dışında kalıyor olmakla birlikte, burada değinmek istediğimiz nokta, söz konusu
kişilerden Mes’ûd b. Amr’ın Muhtâr’ın dedesi ve diğer iki kişinin de Muhtâr’ın
dedesinin kardeşleri yani büyük amcaları olduğudur. Anlaşılan o ki; Muhtâr,
Tâifin önemli bir kabilesi Sakîf’ten, Sakîf denilince de kabilede söz sahibi
olmalarıyla öne çıkmış Rasûlullah’ın davetine destek aradığında kendilerine
başvurmayı tercih ettiği önemli bir aileden gelmiştir. Bu davette olumsuz cevap
alan Rasûlullah; başarıya daha sonraki yıllarda yine Muhtâr’ın ailesinden olan
bir kimse yani amcası Urve ile ulaşacaktır.
Tâif’te İslâm adına çalışan ilk kimse,
Muhtâr’ın amcası Urve b. Mes’ûd’dur. Urve’nin, bir taraftan annesinin Kureyşli
olması hasebiyle, diğer taraftan Rasûlullah’ın bacanağı olması itibariyle Hz.
Peygamber’le bağlantısı vardır. Zira Urve, Ebû Süfyân’ın kızı Âmine’yle
evlidir.[11] Rivayete
göre Zuhrûf 31’de Kur’ân’ın kendisine indirilmesi gerektiği müşrikler
tarafından savunulan kişlerden birisidir.[12]
Rasûlullah’la ilk teması Hudeybiye’de, annesinin Kureyşli olmasını
gerekçe göstererek elçilik üstlenmiş olmakla kuran Urve, başarısızlıkla
sonuçlanan bu görüşme esnasında sahâbenin Hz. Peygamber’e olan bağlılığından
etkilenmiştir.[13] Rasûlullah’a
8/630’da ittiba eden Urve, kabilesi ve şehrinde muteber bir kimse olması,[14]
Hudeybiye’de çözüme yönelik hamlelerini görmesi,[15]
aralarındaki akrabalık bağının varlığıyla[16]
müslüman olarak, Rasûlullah’ı çok sevindirmiştir. Kabilesine dönüp İslâm’ı
anlatmak istediğini söylediğinde Rasûlullah onun için endişelenerek önce buna
müsaade etmemiştir. Ancak “Yâ Rasûlallah! Ben onlara kendi evlatlarından daha
sevimliyim” demesi üzerine Rasûlullah ikna olmuştur.[17]
Urve, evinin çatısında ezan okuyup
kabilesini İslâm’a davet ettiği esnada okla vurularak yaralanmıştır. İntikam
almak isteyen akrabalarına, şehit olmanın onuruyla mutlu olduğunu ifade ederek
kan davası gütmemelerini tembihlemiştir. Tam da bu haliyle Rasûlullah’ın; Yâsîn
sûresinde anlatılan, kavmi tarafından şehit edilen kimseye benzetilme onuruna
erişmiştir.[18] Urve’nin
şehid olmasından sonra oğlu Ebû’l-Melîh, Medîne’ye gelip müslüman olmuştur.[19] Muhtâr’ın
dört amcası vardır: Bunların isimleri Sa’d b. Mes’ûd,[20]
el-Hakem b. Mes’ûd,[21] el-Esved
b. Mes’ûd,[22] Urve
b. Mes’ûd’tur.[23] Bu beş
kardeşten sadece el-Esved müşrik olarak ölmüştür.[24]
Ailesi
ve Yetiştiği Ortamın Kişiliğine Etkileri
Muhtâr’ın babası Ebû Ubeyd b. Mes’ûd, Hz.
Peygamber döneminde müslüman olmuştur.[25]
Sahâbenin ileri gelenlerinden olduğu söylenmektedir.[26]
Ebû Ubeyd’in Hz. Peygamber döneminde ve Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde
kaynaklarımızda belirtilen herhangi bir faaliyeti bulunmamaktadır. Ebû Ubeyd,
tarih sahnesine Hz. Ömer’in hilafetinde çıkmıştır.[27]
Hz. Ömer, hilafetinin ilk yıllarında, bey’at aldığı dönemde, Hz. Ebû Bekir’den
kalma bir hesap olan Irak’ta konuşlanmış orduya takviye gücü gönderme konusunu
çözmeye teşebbüs etmiş ancak Medîne halkından umduğu iltifatı görememiş hatta
bunu sitemkâr bir dille ifade etmiştir.[28]
Hz. Ömer’in çağrısına ilk icabet eden Ebû Ubeyd olmuştur. Hz. Ömer bu
büyük ordunun[29] komuta
işini, harbe çekimser yaklaşımın aşikâr olduğu ortamda, ilk katılanına
devretmiştir.[30] Halkın bu
savaşa karşı çekimser tavrı, Sasânîler’i ordu, teçhizat vb. yönleriyle İslâm
ordularından daha güçlü görmelerine ve daha açık ifadeyle korkmalarına
bağlanmaktadır.[31] Halîfe,
Müsennâ b. Hârise’ye yazdığı mektupta Ebû Ubeyd’e itaat etmesi gerektiğini
emretmiştir.[32]
Muhtâr’ın babasının daha önce ordu
komutanlığı yaptığına dair bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Hz. Ömer’in
Muhtâr’ın babasına bu görevi neden vermiş olduğu meselesi harp esnasında almış
olduğu ve doğrudan harbin sonuçlarına tesir eden keskin kararlardan dolayı bir
tartışma konusu haline gelmiştir. Komutanın yanlış bir yöntemle belirlenmiş
olmasına dair eleştiriler kaynaklarımızda yer almamış ancak günümüze ait bir
çalışmada eleştirilen bir yorum olarak karşımıza çıkmıştır.[33]
Kanaatimizce Hz. Ömer savaşa katılımın az olduğunu görünce daha sonraki
asker toplamalarda etkisi olacağı düşüncesiyle Muhtâr’ın babasını seçmiştir.
Tâifliler’in de savaşta yer almasını sağlamak bir diğer gayesi olabilir.
Tarihte acı ile hatırlanan Köprü Savaşı’nda
10.000 kişilik ordudan 4.000 şehit verilmiştir.[34]
Kaçanlar, şehre geldiklerinde savaştan kaçmış olmalarına vurgu yapılarak halkın
eleştirisini almışlardır. Hz. Ömer ise onlara sahip çıkmıştır.[35] Muhtâr’ın
babası komuta şekliyle eleştirilen değil, ordusuyla birlikte korkusuzca ölümü
göze alarak çarpışan bir kahraman olarak algılanmıştır. Zira kaynaklar 4.000
şehit vermiş bir ordudan kaçanların eleştirildiğini aktarmaktadır. Ebû Ubeyd,
savaş esnasında, tek başına bir fili hortumunu kesmek suretiyle öldürmeyi
başarmıştır.[36]
Bu savaşa Muhtâr’ın annesi Dûme de
katılmıştır.[37] Belâzurî,
Muhtâr’ın da harbe katıldığını zikretmektedir.[38]
İbn Nemâ, Muhtâr’ın savaşa katıldığını ve hatta savaştan kaçmaya teşebbüs
ettiğini ancak buna amcası Sa’d’ın engel olduğunu söylemektedir.[39] Muhtâr’ın
savaştan kaçmaya çalıştığını söyledikten sonra Muhtâr’ın hiçbir şeyden
korkmadığını, çok cesur olduğunu sıralaması dikkat çekmektedir.[40] Bu iki
bilgi dışında Muhtâr’ın harbe katıldığını ifade eden bir başka rivayete daha
rastlanılmamaktadır. Muhtâr’ın yaşının küçük olması sebebiyle bu harbe
götürülmemiş olduğunu düşünmek daha isabetli bir tercihtir. Bununla birlikte
Ebû Ubeyd diğer üç oğlunu harbe götürmüştür ve çocukları bu harpte şehit
olmuşlardır.[41]
Bu
savaşta birçok Sakîfli şehit olmuş ve Muhtâr’ın babası cesurca mücadele
etmiştir. Bu cesaretinde İranlılar’la yapmış olduğu yakın zamanlı
mücadelelerden galip gelmesinin rolü vardır.
Muhtâr’ın üç erkek kardeşi vardır ve üçü de
bu savaşta şehit olmuştur. O, annesiyle birlikte kalmıştır. Bir de kız kardeşi
Safiye vardır.[42] Muhtâr’ın
1/622 doğumlu olduğu çıkış noktası alındığında, onun Köprü Savaşı esnasında
henüz 13 yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Muhtâr’ın babasının toplumda kötü bir
yönetim sergileyen komutan olarak algılandığına dair bir rivayet yoktur Tüm
erkek kardeşlerini, babasını, amcasını ve kabilesinden birçok kimseyi şehit
vermiş olması, Muhtâr’ın karakterinin şekillenmesine de tesir etmiştir.
Muhtâr’ın
kız kardeşi Safiye Köprü Savaşı’ndan hemen sonra Hz. Ömer’in hilafetinde
Abdullah b. Ömer’le evlenmiştir.[43] Düğünün
tarihi 16/637 olarak verilir.[44] Abdullah
b. Ömer’in Safiye’den olma çocuğu Abdullah b. Abdullah b. Ömer, Muhtâr’ın kızı
Ümmü Seleme ile evlenmiştir.[45] Bu
evlilikten de Ömer isminde bir oğlu olmuştur.[46]
[47] Bu
vesileyle Abdullah b. Ömer ile Muhtâr’ın akrabalık bağı daha da 47
kuvvetlenmiştir.
Muhtâr’ın birden fazla evlendiği
görülmektedir. Eşlerinden birincisi Ümmü Sâbit binti Semüre b. Cündeb
el-Fezârî’dir.[48]
Kayınpederi aslında sıkı bir Muâviye taraftarıdır. Ziyâd b. Ebîh ile birlikte
uzun yıllar uyumlu çalışmıştır. Ziyâd b. Ebîh’ten sonra 18 ay daha valilik yapmış
ve azledilmiştir. Azledilmesine kızarak kızı Ümmü Sâbit’i Hz. Ali
taraftarlığıyla bilinen Muhtâr’la evlendirerek Muhtâr’la ilişkilerini
güçlendirmeyi amaçlamıştır.[49] İkinci
evliliğini ise Amra binti en-Nu’mân b. Beşîr el-Ensârî ile yapmıştır.[50] Kayın pederi
en-Nu’mân b. Beşîr de Emevî taraftarıdır. Uzun yıllar Kûfe’de görev yapmış,
bazı Ehl-i Beyt taraftarlarının şehirde yarattığı hareketlenmelere karşı
tedbirlerinin yeterince sert olmadığı eleştirilerinin Yezîd b. Muâviye’ye
bildirilmesinden sonra görevinden azledilerek, yerini Ubeydullâh b. Ziyâd’a
bırakmıştır.[51] Sınırlı
sayıdaki kaynakta gördüğümüz Ümmü Zeyd es-Suğrâ binti Saîd b. Zeyd isimli bir
başka hanımından daha söz edilmektedir.[52]
Mus’ab’ın Muhtâr’ı öldürdükten sonra kalede bulunan tüm yakınlarını da
katletmesi esnasında orada bulunmamasından dolayı Ümmü Zeyd ile bir nikâh
bağının kalmadığı anlaşılmaktadır.[53]
Muhtâr’ın çocuklarının sayısı hakkında,
kaynakların birbirinden farklı bilgiler sunduğu görülmektedir. İsimleri Cebr b.
el-Muhtâr ve Ebû Ümeyye b. el-Muhtâr, Ümmü Seleme binti el-Muhtâr olan üç çocuk
tespit edilmektedir.[54] Ricâl
kitapları kendisinde ihtilaf ettikleri bir oğlundan daha bahsetmektedir. İsmi;
Ebû Muhammmed b. el-Muhtâr,[55] ya da
el-Hakem b. el-Muhtâr’dır.[56] Tûsî’nin
Bilâl isminde bir oğlunu daha kaydettiği görülmektedir.[57]
Ümmü Sâbit bint-i Semüre’den olma İshâk ve Muhammed isminleri ile de
karşılaşılmaktadır.[58] Belâzurî,
ismini vermediği bir kız çocuğunu daha rivayette infirad etmiştir.[59] İbn
Kuteybe ve Neşvân el-Himyerî ise isim vermeksizin Muhtâr’ın Kûfe’de çok çocuğu
olduğunu bildirir.[60] Muhtâr
hareketi hakkındaki rivayetler toplandığında çocuklarının herhangi bir eylemi
bulunmamaktadır. Bundan dolayı çocukların küçük yaşta oldukları
anlaşılmaktadır. Muhtâr’ın Mus’ab tarafından öldürülmesinden sonra Mus’ab’ın,
çocuklarını değil de hanımlarını kaleden indirme çabası da bu görüşümüzü teyit
etmektedir. Zira çocuklar imamete eşlerden daha evlâ olmalıdır.[61]
Hz. Peygamber ve Râşid
Halifeler Döneminde Muhtâr
Hz.
Peygamber ve İlk Üç Halife Döneminde Muhtâr
Muhtâr’ın Hz. Hüseyin’in intikamını alma
iddiasıyla yola çıkmadan önceki hayatı tarih kaynaklarında detaylıca yer
almamaktadır. Zaman zaman belli cümleler, vekâletler, harpte gösterdiği kimi
kahramanlıklar ve nihayetinde adının zikredildiği şiirlerle hayatı hakkında
yeterli açıklamalar yapılamamaktadır. Bu bilgiler bir araya getirildiğinde,
belli başlı mevzuları aydınlatmaktan ziyade daha da karışıklığa neden
olmaktadır. Tüm bilgiler toplandığında birbiriyle çelişen ifadeler yoruma
ihtiyaç duymakta ve tarihi gerçekliği ortaya çıkarmak üzere ayıklanmak
zorundadır.
Muhtâr’ın babası, Hz. Peygamber hayattayken
müslüman olmuştur. Sahâbîler arasında geçmektedir.[62]
İbn Kesîr, Muhtâr’ın Hz. Peygamber’i görmediğini, bu yüzden de birçok müellifin
onun ismini sahabiler arasında zikretmediğini belirtir. Buna ilaveten
İbnü’l-Esîr’in Üsdü’l-Ğâbe adlı eserinde Muhtâr’ı sahâbîler arasında
zikrettiğini belirten İbn Kesîr,[63]
İbnü’l-Esîr’in aynı eserinde Muhtâr’ın sahâbî olduğunu bildiren rivayetin sahih
olmadığı ifadesini anlaşılan o ki görmemiştir.[64]
Kanaatimizce Muhtâr sahâbî değildir.
Ebû Ubeyd, Hz. Peygamber döneminde, Taif’te
yaşamaya devam etmiş olmalıdır. Muhtâr hakkında Hz. Ebû Bekir döneminde de
kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte onun, memleketinde kalmaya
devam ettiği söylenilebilir. Köprü Savaşı(13/635)’nda yakınlarının neredeyse
tamamını kaybeden Muhtâr’ın, hayatının ilerleyen dönemlerinde amcası ile
birlikte anılıyor olmasından[65] anlaşılmaktadır
ki; Köprü Savaşı’ndan sonra Muhtâr’ın velâyetini en küçük amcası Sa’d
üstlenmiştir. Muhtâr’ın 13/635’te babasının şehit olması üzerine şöyle dediği
rivayet edilmektedir; “Allah’a yemin ederim ki bütün minberlere peş peşe
çıkacağım. Yok edilmedik ordu bırakmayacağım. Harameyn halkının korkulu rüyası olacağım.
Doğu ve Batı’ya korku salacağım. Benim (gönderileceğim) haberlerim eski
kitaplarda da yazılmıştır.”[66]
Bu rivayetin doğruluğunu üç noktadan
şüpheyle karşılarız. Birincisi: Bu sözü söylediğinde Muhtâr 13 yaşındadır.[67] 13
yaşında birisinin böylesine iddialı konuşması pek makul gözükmemektedir.[68] İkincisi:
Rivayeti sadece Belâzurî nakleder. Diğer kaynaklarda böyle bir rivayet yer
almamaktadır. Üçüncüsü: Harameyn’e korku salmakla Muhtâr neyi kastetmiş
olabilir? Zira Muhtâr’ın Harameyn’le bir hesabının olduğunu varsaymamızı
destekler mahiyette bilgi bulunmamaktadır.
1/622 yılında doğan Muhtâr’ın, 8 yaşlarında
müslüman olduğu tahmin edilebilir. Köprü Savaşı’nda kardeşleri ve babasını
kaybedip annesiyle birlikte Medîne’ye dönmüştür. Birkaç yıl içinde ablasının Hz.
Ömer’in oğlu Abdullah ile evlendiğine tanık olmuş ve tespit edemediğimiz bir
süre sonra da amcası Sa’d b. Mes’ûd’un yanına gitmiştir. Sa’d’ın yanına
gelinceye kadarki süreçte bilgilerimiz sınırlı olup, Sa’d’ın yanında geçirdiği
zaman dilimini aydınlatan rivayetler de son derece azdır. Bundan önce Sa’d b.
Mes’ûd’dan bahsetmek yerinde olacaktır.
Sa’d b. Mes’ûd’un hayatı hakkında
tafsilatlı bilgi bulunmamaktadır. Kabilesi ile birlikte müslüman olan Sa’d,
sahabîdir.[69] Hz. Ömer
döneminde Köprü Savaşı’nda kardeşine eşlik etmiş olmalıdır. Savaştan sağ çıkan
az sayıda kimseden olan Sa’d, Kûfe’ye yerleşmiştir. Zira fethine iştirak ettiği
topraklarda hak sahibidir. Yeğeni Muhtâr’ın da kendisiyle birlikte olduğu
aşağıda da ifade edeceğimiz bilgilerden anlaşılmaktadır.
Sa’d’ın ve Muhtâr’ın Kûfe’de pasif bir
hayat yaşadığı söylenemez. Kûfe valisi Ammâr, halk nezdinde bazı olumsuz
durumlarla karşılaşmış ve halk onun azlini istemiştir. Ammâr’ın azli için
uğraşanlardan biri de Sa’d’dır. Sa’d’ın Hz. Ömer’e Ammâr hakkında şikâyetleri
dile getirmesi üzerine Ammâr’ı sorgulayan Hz. Ömer Ammâr’ın cevapları
karşısında Sa’d’ın şikâyetlerindeki haklılığını anlamıştır. Tüm bu olaylardan
sonra Hz. Ömer, Ammâr’ı azletmiştir.[70]
Ammâr’ın azlinde halktan gelen şikâyetler önemlidir. Bununla birlikte Sa’d’ın
da Kûfe’nin sorunlarına kulak tıkamayan, Kûfe’nin sözcüsü konumunda bir kimse
olduğu görülmektedir. Zira Hz. Ömer’e giden iki kişiden birisidir.[71] Bu
bilgilerden Muhtâr’ın yanında yetiştiği amcası Sa’d’ın, Kûfe’nin sorunlarıyla
yakından ilgilenen, Hz. Ömer’le yakın irtibatlı bir kimse olduğu
anlaşılmaktadır. Muhtâr’ın Hz. Osman döneminde ise ismine tarih kaynaklarında
rastlanılmamaktadır.
Muhtâr’ın, Ehl-i Beyt söylemleri ile anılan
bir kimse olması hasebiyle Hz. Ali’nin hilafet yıllarındaki yaşantısına dair
bilgiler ayrı başlıkta değerlendirilmelidir. Ne var ki bu dönemde de onun
hakkındaki bilgiler sınırlı kalmaktadır.
Muhtâr, Hz. Ali’nin hilafet yıllarında
amcası Sa’d b. Mes’ûd’un yanında kalmaya ve ona yardım etmeye devam etmiştir.
Sa’d; Cemel’de Hz Ali’nin kendisine sancak verdiği kimselerden birisidir.[72] Muhtâr’ın
Cemel’e katılıp katılmadığı ise bilinmemektedir. Hz. Ali’nin Medâin valisi
olarak görev yapan Sa’d[73], Sıffîn
savaşında öncülerdendir.[74] Muhtâr’ın
Sıffîn’de yer aldığına dair bir rivayetle de karşılaşılmamaktadır. Sa’d ile Hz.
Ali arasındaki yakınlık sadece siyasî değildir. Hz. Ali, Urve b. Mes’ûd’un kızı
Ümmü Saîd ile bir evlilik yapmıştır.[75]
Muhtâr’ın ailesi, Ali evladı ile erken dönemde akrabalık bağı kurmuştur.
Muhtâr, Sa’d’ın yanında Medâin’de ikamet
etmiştir. Ancak Medâin’deki ikamet süresi hakkında net bilgiler yoktur. Hz.
Hasan’ın kendi taraftarları tarafından tartaklanması sürecinde Muhtâr’ın
Medâin’de amcası ile birlikte olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.[76] Taberî
ise Hz. Ali’nin Hâriciler’le mücadelesinde Medâin valisi Sa’d ile olan temasını
bildirerek[77] bize
Muhtâr’ın Medâin yılları hakkında ipuçları vermektedir. Sa’d, Hz. Ali safında
Hâricîler’le mücadele etmek üzere harekete geçtiğinde yerine Muhtâr’ı
bırakmıştır.[78] Muhtâr’ın
Sıffîn’e katıldığına dair bilgi bulunmamaktadır. Sa’d, Sıffîn savaşına
gittiğinde şehri Muhtâr’a bırakmış olabilir. Yine Sa’d’ın 38/659’da Hz. Ali’nin
emriyle gerçekleştirdiği bir çarpışmadan bahsedilmektedir.[79]
Muhtâr’ın Medîne’de
yetiştiği ve Hâşimoğulları’na yakınlığıyla bilindiği ifade edilmektedir.[80] Ancak
bunun hangi yıllar arasında olduğu belirtilmez. Amcası Sa’d’ın Medâin
valiliğinde Medâin’den Kûfe’ye Hz. Ali’ye vergi-mal nakliyatını sağladığı
rivayetler arasındadır.[81] Bu
rivayetlerden bir tanesinde Muhtâr’ın getirmiş olduğu vergilerin arasından 15
dirhemin bulunduğu bir kese çıkardığı ve Hz. Ali’ye: “Bu da fahişelerin
ücretlerindendir,” dediği nakledilmektedir. Bunun üzerine Hz. Ali Muhtâr’ı
azarlamış ve Muhtâr da gitmiştir. Muhtâr ayrıldıktan sonra Hz. Ali: “Allah onu
kahretsin! Şayet şimdi kalbi yarılsa Lât ve Uzza sevgisi ile dolu olarak
bulunur,” sözleriyle söylenmeye devam etmiştir.[82]
Söz konusu rivayet diğer kaynaklarda bulunmamaktadır. Ayrıca rivayette
aktarıldığına göre o dönemde vergisi toplanan böyle kurumsallaşmış yapı olup
olmadığı bazı soru işaretlerini beraberinde getirmektedir. Muhtâr’a ait benzeri
bir davranışı hayatı içerisinde bulamamış olmamız da bizi söz konusu rivayetin
sıhhatine şüpheyle bakmaya götürmektedir.
Muhtâr, amcasıyla birlikte
Hz. Hasan’ın hilafetinde de halifenin yanında yer almıştır. Ancak bu döneme
dair kaynaklarda yer alan bir hadise Muhtâr hakkındaki fikirlerimizi
karmaşıklaştırır. Öyle ki Muhtâr amcasına Hz. Hasan’ı Muâviye’ye teslim etmeyi
teklif etmiştir. Söz konusu durum karşımıza çıkan bütün çalışmalarda
sorgulanmaksızın kabul edilmiş ve Muhtâr aleyhine bir eleştiri yumağı haline
getirilmiştir.
Hz. Hasan kendi
taraftarlarınca tartaklanmış hatta yaralanmış ve akabinde Medâin’de vali
konağına sığınmıştır. Bunun sebebi olarak Hz. Hasan’ın ordusunda bir
isteksizlik gördüğü ve birlik çağrısında bulunduğu[83]
bunun neticesinde ise taraftarlarından saldırıya maruz kaldığı ifade
edilmektedir.[84] Hz. Hasan
çıkan karmaşada yaralanarak Medâin’de vali konağına sığınmıştır.[85] Muhtâr,
amcası Sa’d’a gelerek:
-Zenginlik ve şeref sahibi
olmak ister misin? Hasan’ın (elini) bağla ve onu Muâviye’ye teslim et, deyince
Sa’d:
Allah sana lanet etsin, sen ne kötü
adamsın![86] Allah
seni kahretsin! Teklifini de kahretsin! Ben Rasûlullah’ın kızı Fâtıma’nın
oğluna mı ihanet edeceğim, diyerek onu azarlamıştır.[87]
Üstelik Hz. Hasan taraftarı olan Zübyân b. Umâre ve el-Hâris el- A’ver onu bu
sözünden dolayı öldürmeye çalışmıştır. Bu davranışından ötürü Muhtâr’ın uzun
süre Hz. Osmân taraftarı olarak bilindiği rivayet edilmektedir.[88]
Buraya kadar anlatılanlar, hemen her
bakımdan Muhtâr’ın Ehl-i Beyt sevgisini sorgulamamıza neden olmaktadır. Bu
nedenle söz konusu hadisenin yeni bir değerlendirmeye ihtiyaç duyduğu
söylenebilir. Siyasî hayatının tamamını Ehl-i Beyt sözü ile canlandırması,
Ehl-i Beyt’in en önemli siması olan Hz. Hasan’a karşı bu tutumu ile
çelişmektedir. Bu rivayet, Muhtâr’a yöneltilen eleştirilerden birisi olmuştur.
Özellikle söz konusu rivayet merkeze alınıp, Muhtâr’ın hayatına bir bütün
olarak bakılmamasının eksikliği ile söylediği bu sözden dolayı Muhtâr, Hz.
Osman taraftarı olarak suçlanmıştır. Kanaatimizce söz konusu hadise yeniden
değerlendirilmeye ihtiyaç duymaktadır.
Hilafette hak iddiası taşımasına rağmen Hz.
Hasan’ın çeşitli gerekçelerle Muâviye ile anlaşma yoluna giderek bu hakkından
ferağat etmesi, oldukça derin etkilere neden olabilecek bir siyasî hamleydi.
Adnan Demircan’ın böylesi bir durumun İslâm dünyasında ilk defa karşılaşılan bir
gelişme olduğunu ve dünya tarihinde de çok örneğinin görülmediğini belirterek
hadiseyi yorumlaması,[89] bu
durumun oldukça beklenmedik, şaşırtıcı ve taraftarlarınca garipsenmesinin
normal olabileceği görüşümüzü izah etmektedir.
Nitekim Muhtâr, Hz. Hasan’ın bu
politikasına şiddetle karşı çıkmıştır. Kendisinden beklentileri, babası Hz. Ali
gibi hilafet için mücadele etmesidir. Üstelik ona karşı çıkan yalnızca Muhtâr
da değildir. Hz. Hasan’ın siyasî seçimine karşı olan diğer muasırları da öfke
içindedir.[90] [91] Hucr b.
Adiyy de Hz. Hasan’a öfkelenenlerden birisi olarak karşımıza çıkar. Hz.
Hasan’ın yanına gelerek:
-Ey Nebî’nin torunu! Ölmem, bana senin bu
yaptığına şahit olmaktan sevimli gelir. Sen bizi adaletten ayırdın ve zalimliğe
götürdün. Üzerinde olduğumuz haktan ayırıp, batıla taşıdın. Bizi rezil ettin.
Biz de bu rezilliğe senin yüzünden muhatap olduk demiştir. Bu sözlerin Hz.
Hasan’a ağır geldiği belirtilir.91 Görüldüğü üzere Hucr b. Adiyy başta olmak
üzere taraftarları Hz. Hasan’a tepki göstermiştir. Ancak o ve diğerleri Emevî
yanlısı olmakla suçlanmamıştır. Muhtâr’a isnad edilen, maksadı aşan bu sözünden
dolayı, onun Emevî yanlılığını ispatlar başka bir rivayet bulunmamaktadır.
50/670 yılında Kûfe’ye vali olarak atanan
Ziyâd b. Ebîh, Halife Muâviye’ye gönderilmek üzere muhaliflerden Hucr b. Adiyy
hakkında bir tahkikat başlatmıştır.[92]
Hucr’un aleyhine rapor Hâzirlanırken, Muhtâr’ın bu raporda imzası yoktur.[93] Oysa
Emevî yönetimi ile müspet ilişkiler kurmak için Hucr’un aleyhinde çalışmak, Hz.
Hasan’ı Emeviler’e teslim etmekten daha uygun bir zaman dilimine
rastlamaktadır.
Muhtâr, Muâviye’nin katında zenginlik ve
şeref sahibi olmak için çok fazla girişimde bulunma şansına sahiptir. Ancak
onun, yaklaşık 20 sene süren Muâviye iktidarı ile iletişime geçtiğine ve bundan
bir menfaat elde etmeye çalıştığına yönelik bir hamlesi kaydedilmemektedir. Şam
yönetimi ile köprüler kurma niyeti taşıyan bir kimse için söz konusu süre,
yeterli bir zaman iken, onun Emevî yönetimi ile adı anılmamaktadır.
Müslim b. Akîl’in Kûfe’de Hz. Hüseyin adına
çalışma yapmak üzere Muhtâr’ın evini tercih etmesi ve burayı bir propaganda
merkezi olarak kullanması söz konusudur. Müslim’in Muhtâr’ın evini seçerken
onun hakkında herhangi bir sorgulama yaptığına rastlanılmaz. Üstelik buna
Muhtâr’ın kayın pederinin Yezîd b. Muâviye’nin valisi konumunda bulunduğunu
bilmesi de eklenmelidir.[94]
Muhtâr’ın Hz. Hasan’ı Muâviye’ye teslim
etme fikrini öne sürmesinden sonra Zübyân b. Umâre’nin onu öldürmeye çalıştığı
rivayet edilir. Ancak Zübyân b. Umâre yıllar sonra Muhtâr’la birlikte hareket
etmiştir.[95]
Aralarında yaşanan bu olay üzerine herhangi bir konuşma kayıtlarda yer
almamaktadır.
İbn Kesîr, Muhtâr’ın bu teklifinin,
Şiî’lerin ona nefretle bakmasına neden olduğunu ifade eder.[96]
Muhtâr’ın bu tutumunu bir ihanet olarak tanımlayan ve 25 yıl sonra Şiîler
tarafından kınanmasına neden olduğunu söyleyen Levi Della Vida’nın[97] sözlerini
ispatlayan herhangi bir rivayet bulunmamaktadır.[98]
Muhtâr’ın Kûfe’ye dönüp “Ehl-i Beyt’in intikamı” sloganını dillendirerek
yürüttüğü hareketi esnasında halk içinde Hz. Hasan’a takındığı tutumu
hatırlatan olmamıştır. Ne Süleymân b. Surad ne de Sebî’ meydanındaki isyanda
eşrâf, Muhtâr’a yönelttiği eleştiriler arasında bu konuyu gündeme
getirmemişlerdir. Özellikle Süleymân b. Surad’ın, Muhtâr’ın kendi çalışmalarına
engel olmasını önleyebilmesini sağlayacak nitelikteki bu söylemini kullandığına
rastlanılmamaktadır.
Söylemez’in, İranlı tarihçi Hamdullâh
el-Müstevfî’nin Târîh-i Güzîde isimli eserinden naklettiğine göre, Muhtâr’a
yöneltilen bu itham öylesi bir hal almıştır ki, Hz. Hasan’ın esasında hilafeti
Muâviye’ye devretmek gibi bir niyet taşımadığı, ancak Muhtâr tarafından
yakalanarak Muâviye’ye teslim edileceğini anlayınca Muâviye ile anlaşma yoluna
gittiği nakledilir olmuştur.[99] Bazı
çalışmalarda ise bu tutumundan dolayı Muhtâr’ın psikolojisi sorgulanmaya
kalkışılmıştır.[100] Oysa Hz.
Hasan bundan çok önce barış fikrine sahiptir.
Onun hakkında, İslâm Tarihi’nde istikrarsız
şahsiyeti ile tanındığı, vasıtalar ne olursa olsun mal ve şöhrete ulaşmak istediği,
dostken düşman, düşmanken dost olmaya müsait olduğu,[101]
yukarıda izahını yaptığımız rivayete binaen söylenmiştir.
Muhtâr’ın Hz. Hasan’ı teslim etmeyi
önermesini; Hz. Osman katillerine ve katillerin Hz. Ali’yi halife yapan tarafta
olmasına, daha sonra Hz. Ali taraftarları safına geçmesini ise; Muâviye’nin
dünyevileşen devlet anlayışını, Yezîd’i halîfe atama çabalarını vb. görmesine
bağlamak[102] fazlaca
iyimser olmaktır. Muhtâr’ın bu teklifini, onun mal elde etme hırsına
bağlayanların yorumlarını haksız bulan ve buna Muhtâr’ın pek çok arazisi ve
varlığı olduğunu[103] delil
gösterenler vardır.[104]
Tüm bu mülahazalardan
sonra; Muhtâr’ın Hz. Hasan’ı Muâviye’ye verme arzusunun onun istikrarsızlığı ya
da Hz. Osman yanlılığı ile izah edilmesinin bazı problemler taşıdığını
söyleyebiliriz. Hadise, esasında Muhtâr’ın Hz. Hasan yanında bir menfaat elde
edemeyeceğini anlamasından ibarettir. Muhtâr’ın bu tutumunu, Hz. Hasan’da
liderlik vasfının olmadığına dair kanaat sahibi olması üzerine diğer birçok Hz.
Ali taraftarı gibi tepki göstermesi ile açıklamak isabetli olacaktır. Yine bu
olay bize, dönemin toplumunda Ehl-i Beyt mensuplarına ruhani bir değer
atfedilmeye başlanmamış olduğunu göstermektedir. O dönem halkı için Hz. Hasan,
Muhtâr örneğinde olduğu gibi, kendisi ile kazanılacak yönetimin menfaatlerinden
faydalanılması için halkı arkasında toplayabileceğine inandıkları bir kimseden
ibarettir. Böylece yönetimin Emevîler’e geçmesi halinde Hz. Osman dönemi
siyasetine dönülmesinden kurtulmak gibi dünyevi endişelerle arkasına düşülmek
istenmiştir. Aksi takdirde de yine aynı endişelerin sevketmesi ile Hz. Hasan’a
karşı sert bir tutum takınılabileceği görülmektedir. Irak halkının, hilafeti
Muâviye’ye bırakmasından dolayı Hz. Hasan’ı kınamakta ittifak etmenin dışında
hiçbir konuda birleşmemiş olduğu[105]
söylenilebilir. M. Bahaüddin Varol, bu durumu: “Hz. Hasan ise; Muâviye, güven
vermeyen bir ordu ve belirli menfaatler karşılığında saf değiştiren
samimiyetten uzak kişilerin dışında bir de bu şekilde hiç tahmin etmediği
düşmanlarla karşı karşıya idi” sözleriyle yorumlar.[106]
Hz. Hasan’ın Medâin’de 40
gün kaldığı rivayet edilmektedir.[107]
Bu dönemde Hz. Hasan’ın, Sa’d ve Muhtâr’la çok yakın bir temas içinde olduğunu
anlamak mümkündür. Muhtâr bu sırada 40 yaşlarındadır.
Muâviye
b. Ebî Süfyân Döneminde Muhtâr
Hz. Hasan’ın hilafeti
Muâviye’ye devretmesi tüm taraftarlarınca olduğu gibi Muhtâr’ı da hayal
kırıklığına uğratmış ancak ettiği bey’at gereğince Hz. Hasan’ın barışı sağlayan
adımlarını takip etmek zorunda kalmıştır. Bu açıdan bakıldığında Hz. Hasan’ın
görmüş olduğu o güvensiz tabloyu, Muhtâr da ilk zamanlarda olmasa dahi, daha
sonraları görmüş olmalıdır.
Muâviye iktidarı boyunca Kûfe şehrine fazla
güvenmemiştir. Halkın büyük çoğunluğu yeni yönetime mesafeli olmakla birlikte,
hemen muhalefete başlamamıştır. Yeni yönetimin icraatlarını görmek için
beklemiştir.[108] Bu
sebeple Hz. Hasan’ın birkaç yıl sonra vefat etmesine rağmen âmü’l-cemâa denilen
birlik süreci Muâviye’nin ölümüne kadar devam etmiştir. Muhtâr ise bu dönemde
tarih sahnesinde fazla yer almamıştır. Barış dönemlerinin, ticarete ve üretime
fayda sağlayan bir ortam olduğu düşünüldüğünde kanaatimizce sahip olduğu
topraklarda fazlasıyla çalışma imkânı bulmuştur. Kûfe’de Muğîre b. Şu’be
50/670’e kadar vali olarak kalmış, vefatıyla birlikte yerine Ziyâd b. Ebîh
gelmiştir.[109] Ziyâd’ın
Hucr b. Adiyy hareketini kanla bastırması, mevcut yönetimin tavizkâr
olmayacağını şehir halkına ispatlamaya yetecek bir hamledir. Daha sonrasında
ise Kûfe’den çıkan muhalif bir ses, kaynaklarda yer almamaktadır. Bu durumda
Muhtâr’ın çiftçilikle uğraştığını söylemek yerinde olur. Muhtâr, Muâviye
döneminde herhangi bir faaliyet içerisinde görülmemektedir. 51/671 yılında Kûfe
valisi Ziyâd b. Ebîh, Hucr b. Adiyy aleyhine düzenlemiş olduğu raporda Hucr’u
Emevîler aleyhine bir isyan çıkarmakla itham etmiştir. 70 kişinin imza attığı
bu rapora Muhtâr imza atmamış ve şehri terk 110 etmiştir.[110]
Muhtâr’ın, Muâviye’nin hilafeti döneminde
Muğîre b. Şu’be’nin valiliğine rastladığını anladığımız yıllarda Medîne’ye
yolculuklar yaptığı, bu seferlerde İbnü’l- Hanefiyye’ye uğradığı ve onunla
sohbet ettiği aktarılır.[111] Ancak bu
bilgiyi doğrulayacak başka bir rivayet bulunmamaktadır. Ayrıca Muhtâr’ın
hayatının ilerleyen dönemlerinde İbnü’l-Hanefiyye ile önceki yıllardan gelen
samimi bir bağ kurduğu izlenimi olmadığı gibi, İbnü’l-Hanefiyye’nin ilerleyen
yıllarda kendisine karşı temkinli olduğu görülmektedir.
Muhtâr’ın hayatına dair bu döneme rastlayan
bir diğer hâdise ise Muğîre b. Şu’be ile olan konuşmasıdır. Buna göre; Muhtâr
bir gün Kûfe çarşısında Muğîre b. Şu’be ile karşılaşır. Muğîre:
-Ben bir söz biliyorum ki; kim bu söz ile
topluma seslenirse bütün insanlar onun etrafında toplanır. En çok da mevâlî
toplanır, demiştir. Muhtâr, bu sözün ne olduğunu sorduğunda Muğîre:
-Tüm insanları Ehl-i Beyt’e yardıma ve
Ehl-i Beyt’in intikamını almaya çağırmaktır, diye cevaplamıştır. Rivayete göre
Muhtâr, kendi davetine başlayıncaya kadar bu sözü aklında tutmuştur.[112] Bu
rivayetten ve Muhtâr’ın Muâviye dönemindeki uzun sessizliğinden olsa gerek, Ali
Hasan Harbutlu şu yorumu yapmıştır: “Muğîre, Muhtâr için bir öğretmendir. Yüce
bir örnektir. Muhtâr Kûfe’de Muğîre’nin valiliği boyunca yaşamıştır. Ancak onun
gözle görülür hiçbir siyasî faaliyetine rastlanılmamıştır. O dönemde Muhtâr,
Muğîre’den çekinmekte, onu takdir etmekte ve ona amca diye hitap etmektedir.
Muğîre hiçbir amaç gütmeden Muhtâr’a siyasî hareketinde kasıtsız olarak
yukarıdaki rivayette geçen sözle yardım etmiştir.”[113]
Bu görüşe katılmamız mümkün değildir. Zira Kerbelâ olayından sonra o bölgede
Ehl-i Beyt söylemine dayanarak hareket eden birçok girişim olmuştur. Bunlarda
önemli sayıda mevâlî unsurunun katılımı göze çarpmaktadır. Tevvâbûn ordusu,
Muhtâr hareketi gibi kıyamlar, benzer dinamiklerle hareket etmiştir. Muhtâr,
hareketini, Muğîre b. Şu’be’nin öğretmenliği üzere değil, zaten şehre hâkim
olan, herkes tarafından da bilinen çeşitli temel rahatsızlıklar üzere bina
etmiştir. Dahası Muğîre’nin vefatı 50/670’tir.[114]
Kerbelâ olayından önce Ehl-i Beyt intikamını alma söyleminden 10 seneden fazla
zaman önceki bir tarihte bu sözleri gerektirecek siyasî, sosyal tecrübeler
henüz yaşanmamıştır. Rivayetlere bakıldığında yaşanan süreçte Ehl-i Beyt’in
kanını talep sloganının sıradan bir Arap’ı bile başarıya ulaştıracağı,
etrafında binlerce kişiyi toplayabileceği bir zemin oluştuğu[115] yorumu
ile karşılaşılmaktadır.
Görüldüğü
üzere Muhtâr’ın hayatının ilk dönemlerine dair bilgi bulmakta zorlanılmaktadır.
Onun hayatının bu devresine kadar kaynaklarda kendisi hakkındaki bilgiler
aktarılmıştır. Bundan sonraki süreçlerde o, tarih sahnesinde daha fazla
görülmektedir.
KÛFE
ŞEHRİNİ ELE GEÇİRMESİNE KADAR
MUHTÂR B. EBÎ UBEYD ES-SEKAFÎ
Çalışmamızın bu bölümünde,
Muhtâr b. Ebî Ubeyd es-Sekafî’nin Yezîd b. Muâviye’nin iktidara gelmesiyle
birlikte Hz. Hüseyin önderliğinde yeniden alevlenen ve Kerbelâ’da acı bir
şekilde sonuçlanan hareket sürecindeki yaşantısı ele alınacaktır. Muhtâr’ın
dönemin Kûfe valisi Ubeydullâh b. Ziyâd tarafından hapse atılması, Kûfe’den
sürülmesi, Muhtâr’ın Hicâz’da Abdullah b. Zübeyr ile birlikte Mekke
muhasarasındaki mücadelesi incelenecek; daha sonra Kûfe’ye dönen Muhtâr’ın
şehir yönetimini ele geçirmesi üzerinde durulacaktır.
Muâviye’nin vefatı,[116] ardından
Yezîd’in iktidara gelerek Hz. Hüseyin’e, bey’at için uyguladığı baskı
neticesinde Hz. Hüseyin’in, Yezîd’e bey’at etmeyip Mekke’ye sığınması[117] Kûfe
halkını harekete geçirmiştir. Dönemin valisi, Muhtâr’ın kayınpederi Nu’mân b.
Beşîr’dir.[118] Kûfe
eşrâfı Hz. Hüseyin’e ardarda birçok mektup yazmıştır. Bu eşraftan bazılarının
adı zikredilmesine rağmen, aralarında Muhtâr yoktur.[119]
Hz. Hüseyin ise mevcut durumu görmesi için
Müslim b. Akîl’i göndermiştir. Müslim’in şehre gelince Muhtâr’ın evine
yerleştiği ve burayı bir karargâh olarak kullandığı yönünde rivayetler olduğu
gibi,[120] Müslim b.
Avsece el-Esedî’nin evine yerleştiğine dair rivayetler de bulunmaktadır.[121]
Welhausen, Müslim’in Muhtâr’ın evinde kaldığını, Taberî’deki rivayetin bir
karıştırma neticesinde İbn Avsece diye zabta geçtiğini bildirmektedir.[122] İleride
de değineceğimiz üzere, Ubeydullâh, Müslim’i yakalamak için bir adamını
görevlendirmiş ve bu adam kendini Hz. Hüseyin taraftarı olarak tanıtmıştır.
Mescitte İbn Avsece’nin İbn Akîl adına bey’at aldığını öğrenen bu adam, İbn
Avsece’ye yakınlık kurmak suretiyle Müslim’in yakalanmasını kolaylaştırmıştır.[123] Buradan
hareketle; İbn Akîl’in, İbn Avsece’nin evinde kaldığı zamanlar olmuş olabilir.
Yahut Müslim b Akîl; Muhtâr ve İbn Avsece’nin evlerinde sabit olmadan dolaşmış
da olabilir. Ancak genel kanaat Muhtâr’ın evine yerleştiği yönündedir. Mantıklı
olan tercih de bu yönde olmalıdır. Zira Muhtâr, dönemin Kûfe valisi Nu’mân b.
Beşîr’in damadıdır.[124] Bu
sebeple Müslim b. Akîl, denetimden uzak kalabilecek, daha geniş bir hareket
alanı bulabilecektir. Nitekim umulan hâsıl olmuş ve ilk etapta hemen 18.000
kişiden bey’at alınmıştır.[125]
Müslim’in, Muhtâr’ın evinde gerçekleştirdiği bu başarılı girişim Hz. Hüseyin’e
Müslim tarafından bildirilmiş, ancak Muhtâr’ın evinden ayrıldıktan sonraki
süreçte gerçekleşen olaylar, Hz. Hüseyin’e karşı Müslim’i yalancı çıkarmıştır.
Müslim’in, Muhtâr’ın evinde kalmasının;
Muhtâr ile Hz. Hüseyin’ in arasında daha önceden bir tanışıklığın olduğuna
yahut en azından ikisi arasında bir mazinin olduğuna işaret ettiği
söylenmektedir.[126] Harbutlu
ise daha ileri giderek ikisinin küçük yaştan itibaren birbirlerine sevgi ile
bağlı iki samimi dost olduklarını, Müslim’in; Muhtâr’ın, Şiî ilkelere ve Ehl-i
Beyt’e ihlâsla bağlı olduğunu yakînen bildiğini iddia etmektedir.[127] Ancak
bunu ispatlayabilecek bir bilgi bulunmamaktadır. Muhtâr’ın Hz. Hüseyin’i
Kûfe’ye çağıran mektuplarda adı geçmemektedir. Müslim’in şehirde kendisini
bekleyen Ehl-i Beyt yanlısı çok sayıda eşrâftan birine değil de Muhtâr’a
gelmesi bizi Muhtâr’ın da Hz. Hüseyin’e yapılan çağrılarda katkı sahibi olduğu
ihtimaline yönlendirmektedir. Ancak bunlar da, Muhtâr’ın Hz. Hüseyin ile daha
önceden bir tanışıklıkları olduğu iddiasını izaha yetmemektedir.
Anlaşılan Muhtâr’ın evi, Müslim için başka
gerekçelerle de seçilmiştir. Hiç şüphesiz Muhtâr tüm misafirleri ağırlıyor,
onlara ev sahipliği yapıyor ve katılımın daha fazla olması için çalışıyordu. Bu
arada her ne kadar gizli tutularak bu işin yürütülmeye çalışıldığı anlaşılsa da
bu ölçüde yüksek sayıda insanın şehirde yarattığı hareketliliğin, şehir
yönetimi ve Emevî taraftarlarının gözünden kaçması imkânsızdır. Buradan, vali
Nu’mân b. Beşîr’in, azline sebep olacak gevşek tutumunu anlaşılabilir, aynı
zamanda hareket üssü olan evin damadına ait olmasının bunda payı olduğu
söylenebilir. Muhtâr, bu ev sahipliğinin mâlî külfetini uzun süre üstlenmiştir.
Müslim b. Akîl, Muhtâr’ın evinde en güzel şekilde ağırlanmıştır.[128]
Nu’mân’ın, Kûfe’deki hareketlenme
karşısındaki Şam yönetimince pasif bulunan tavrını, sadece Muhtâr’ın
kayınpederi olmasına bağlamak yeterli değildir. Zira yaptığı konuşmalarda sözde
kalan eylemlere müdahale etmeyeceğini, ancak kan dökmek gibi bir girişim olursa
bunu bastırma cihetine gideceğini belirtmesi,[129]
onun mevcut durumun ciddiyetini anlayamadığına yahut yapı itibariyle yumuşak
başlı olmasına[130]
yorumlanabilir. Müslim’in rahat hareket etme imkânı bulmasında, Muhtâr’a
çıkarılacak pay abartılı olmamalıdır. Nitekim Şam yönetimine giden ihbarlarda
da durum bu şekilde izah edilmiştir.[131]
Neticede Nu’mân azledilip yerine Ubeydullâh
b. Ziyâd atanmıştır. Ubeydullâh’ın, şehre gelince Hz. Hüseyin zannedilip
etrafında toplanılması[132] şehrin
kısa sürede ne kadar hızlı organize edildiğini ve Hz. Hüseyin lehine çok
çalışıldığını göstermektedir. Ubeydullâh yaptığı ilk konuşmada halka gözdağı
verip beklemiş,[133] halk,
sonraki günlerde Müslim’in etrafından dağılmaya başlamıştır. Müslim’in gücünü
kaybetmesinden sonra Ubeydullâh, Müslim hakkında arama emri vermiş, aranmakta
olduğunu duyan Müslim, Muhtâr’ın evinden çıkıp Hâni b. Urve el- Murâdî’nin
evine yerleşmiştir.[134] Hâni’nin
Müslim’i evinde istemeyerek ağırladığı rivayet edilmektedir.[135]
Müslim’in evinden ayrılmasından sonra
Muhtâr şehir dışındaki arazisine gitmiştir.[136]
Müslim’in ve Müslim’i evinde ağırlayan Hâni’nin feci ölümlerine baktığımızda [137]
Muhtâr’ın tehlikeyi önceden sezerek doğru bir hamle yaptığı anlaşılmaktadır.
Ayrıca Ubeydullâh’ın bundan sonra Müslim’le hareket edenlerden bazılarını daha
idam etmesi buna eklenmelidir.[138]
Muhtâr burada bir süre durup beklemiş,
Ubeydullâh’a gidebilecek olası muhtemel bir istihbari bilgi neticesindeki
sorgulamadan yahut ölümden kaçmıştır. Daha sonra Muhtâr Müslim’in isyan ettiği
haberini duyar duymaz adamları ile birlikte silahlı olarak[139]
öğle vakti çiftliğinden ayrılıp yola çıkmıştır. İsyan, taraftarlarca belirlenen
zamanda olmadığı için çok fazla Hâzirlık yapamamış olmalıdır. Kûfe’ye doğru
mevâlîsiyle birlikte yola çıktığı gün, Kûfe’de Hâni ve Müslim, Ubeydullâh
tarafından yakalanmıştı. Muhtâr; Hâni ve Müslim’in idamından sonra sessizliğe
bürünen Kûfe’ye akşamüstü gelmiştir. Muhtâr’ın gelişi, hayatı için büyük bir
risktir. Onun gelişi, halkta gözle görülebilir bir hareketlilik yaratmıştır.[140]
Ubeydullâh, Hâni ve Müslim’i öldürdükten
sonra şehirde savaşa katılabilecek durumu olan (eli silah tutan) herkesin
mescitte toplamasını emretmiştir. Bu şartı taşımayanlar için sokağa çıkma
yasağı ilan edilmiştir. Muhtâr’ın adamlarıyla, üstelik silahlı olarak şehre
girişi tam da böyle bir zamana denk gelmiştir. Adamlarıyla birlikte mescidin
girişlerinden birinde beklerken karşılaştığı kişiler Muhtâr’a derhal evlere
çekilmelerini yahut mescide gitmelerini tavsiye etmişlerdir. Muhtâr ise şehirde
karşılaşmış olduğu bu beklenmedik gelişmelerden dolayı öfkelenmiştir.[141] O sırada
eli silah tutan birisinin sokakta beklemesinin çok tehlikeli olduğu
belirtilmektedir.[142] Muhtâr’ın
şehre girdiğini görenlerden bazıları mescitte hemen Amr b. Hureys’in yanına
gelip Muhtâr’ın adamları ile birlikte ve muhtemelen silahlı olarak şehre
geldiğini ve sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla Müslim’e yapılanlara oldukça
sinirli olduğunu anlatmışlardır.[143]
Hasan Yaşaroğlu, Muhtâr’ın içinde bulunduğu ruh halini izah ederken oldukça
isabetlidir: “Muhtâr ne yapacağına karar veremiyordu. İçeriye girse Hz.
Hüseyin’e yardımdan geri kalacaktı. Dışarıda kalsa hayatının tehlikeye girmesi
söz konusuydu. Teslim olduğu takdirde Ubeydullâh’ın kendisine nasıl muamele
edeceğini bilemiyordu. Mütereddit bir şekilde mescidin kapısında kalakalmıştı.
Amacı Müslim’in başlatmış olduğu isyana katılmaktı. Ne yazık ki düşündüğünden
çok farklı bir manzara ile karşılaştı. Bu da onu tereddüt ve üzüntüye sevketti.
Müslim’in idamına çok sinirlenmişti. Muhtâr’ın arkadaşları ile mescidin dışında
kalması şehrin güvenliğini sağlamadan sorumlu olan Amr b. Hureys’i
telaşlandırdı. Muhtâr Ubeydullâh’ın tamimini çiğneyerek hem kendisinin hem de
Amr’ın hayatını tehlikeye sokmuştu.”[144]
Amr b.
Hureys hemen Abdurrahmân b. Ebî Umeyr’e ve Zâide b. Kudâme’ye: “Kalk!
Amcaoğlunun yanına git. Arkadaşının (Müslim’in) nerede olduğunu bilmediğini
Muhtâr’a söyle. Kendi başına bir işe kalkışmamasını ona tembihle. Ben ona can
emniyeti sözü veriyorum. Eğer İbn Ziyâd’a karşı bir kalkışması varsa, ona en
güzel şekilde şahitlik ederim,” dedi. Zâide, Abdurrahmân’la birlikte Muhtâr’ın
yanına gelip, Muhtâr’a kendi başına bir isyana kalkışmaması için yemin
ettirdiler. Bundan sonra Muhtâr, İbn Hureys’in yanına gelip, sabaha kadar onun
sancağının altında kaldı.[145]
Ertesi gün şehir halkının Muhtâr’ın
yaptıklarıyla çalkalandığı rivayet edilmektedir.146 Muhtâr’ın kendi
yanında çalıştırdığı adamlarından başka herhangi bir grubu yoktur. Kendisini
savunabilecek bir siyasî oluşumun içinde değildir. Kûfe’deki Ehl-i Beyt
yanlıları için dahi özel bir yeri olduğu söylenilemez. Hz. Hüseyin’e gönderilen
davet mektuplarında ismi geçmemektedir. Nitekim hayatının ilerleyen
aşamalarında kendisini halka benimsetirken son derece zorlanmıştır. Tüm bunlara
rağmen şehre gelmiş olması onun olaylardan habersiz olduğunu göstermektedir.
Halkın Muhtâr’ın gelişine gösterdiği şaşkınlık, onun cesaretinden ziyade şehir
yönetiminin böylesi baskıcı bir politika izlediği dönemde, onun şehir içinde
adamlarıyla geziyor olmasınadır ve bu durum onun yeni gelişmelerden haberinin
olmaması ile birlikte değerlendirilmelidir. Bununla birlikte Müslim b. Akîl’in,
Hâni b. Urve’nin ölümlerinde, şehirdeki Ehl-i Beyt yanlılarına yöneltilen eleştiriler
Muhtâr’a yöneltilmemelidir. Zira Muhtâr, Müslim’le birlikte iken üzerine düşen
vazifeyi yapmıştır.
Muhtâr’ın Amr b. Hureys’in
sancağı altına girmesi onun için bir avantaj sağlamamıştır. Zira Ubeydullâh,
Kûfe’ye geldikten sonra, Amr b. Hureys’e, şehre hâkim olamadığı için sitem
ederken, Umâre b. Ukbe, söze girip Ubeydulâh’a Muhtâr’ın Müslim’le birlikte
halkı kışkırttığını ve Muhtâr’ın mescidde olduğunu söylemiştir.147
İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 147. Görüldüğü üzere Hârûn b. Müslim’e ait rivayet Muhtâr’ı bir kahraman
olarak göstermektedir. Kanaatimizce Hârûn b. Müslîm’in rivayeti kabul
edilebilir bir mahiyet arz etmez. Zira Hârûn b. Müslim rivayetinde Muhtâr,
Müslimle birlikte huruc etmiş ve Ubeydullâh’a karşı Amr’a mukavemet göstermek
gibi bir vazife üslenmiştir. Ayrıca rivayetin devamında Muhtâr’ın tüm bu
olaylar esnasında Kûfe’de olduğu, henüz Müslim’in yakalanmadığı ve idam
edilmediği sonuçlarını çıkarabileceğimiz bilgiler aktarmaktadır. Oysa Muhtâr,
Ubeydullah’ın vali olarak gelmesi ile Kûfe valisi olma vazifesinden azledilen
Nu’mân b. Beşîr’in damadı olabilmenin avantajlarını kaybettiği için Müslim’e
eskisi kadar yardım edebilme ve onu koruyabilme imkânını artık
taşıyamamaktaydı. Ayrıca Muhtâr’ın evi, bey’at eden halkın sayısının
fazlalığıyla gizliliğini kaybetmiş ve bu yüzden olsa gerek, daha emniyetli
olabileceğine inanılan Hâni’nin evine gitmişti. Muhtâr ise daha önce
zikrettiğimiz üzere şehri terk etmekten başka yol bulamamıştı. Yine
rivayetlerde Muhtâr’ın, Müslim’in öldürüldüğünü, şehre girince öğrendiğini
anlıyoruz. Zaten şehirdeki baskıcı yönetimin böylesine arttığını bilse
yanındaki adamlarıyla silahlı olarak şehre girmenin tehlikesini anlayabilirdi.
Anlaşılan o ki; Muhtâr, Müslim’in öldürüldüğünden habersiz olarak, Müslim’e
isyanında destek olmak için gelmiştir. Taberî, bu iki farklı anlatımı, eserinin
ayrı ayrı bölümlerinde zikreder. Bkz. Taberî, VI, 381,570.
İbn
A’sem, V, 143. İbn A’sem Umâre ile Muhtâr arasında mazisi olan bir husumeti de
naklederek, aslında Umâre’nin öc alma gayesini bizlere göstermek istemektedir:
Muhtâr, Mescid-i Nebevî’de
Öğleye doğru Ubeydullâh sarayın kapılarını
açtırıp halka içeri girmeleri için izin verdi. Muhtâr da içeri girenler
arasındaydı. İbn Ziyâd Muhtâr’ı yanına çağırdı ve Muhtâr’a Müslim’e yardım edip
etmediğini sordu. Muhtâr Müslim’e yardım etmediğini söyledi. Amr b. Hureys de
Muhtâr’a şahitlik etti. Bunun üzerine Ubeydulah, elindeki değnekle[146] [147] yahut
kırbaçla[148]
Muhtâr’ın yüzüne vurdu ve Muhtâr’ın göz kapaklarını yukarı sıçrattı.[149]
Muhtâr’ın bu olayda bir gözünü kaybettiği söylenir.[150]
Ubeydullah, Muhtâr’a Amr b. Hureys’in kendisine şahitlik etmemesi halinde
boynunu vuracağını söyleyip Muhtâr’ın hapsedilmesini emretti. Muhtâr zindana
götürülüp hapsedildi. Hz. Hüseyin’in şehadetine kadar da hapiste kaldı.[151]
Ubeydullah’ın, Muhtâr’ın kırbaçlanmasını emrettiği[152]
ve Muhtâr’a 100 kırbaç vurulduğu rivayet edilmektedir.[153]
Muhtâr’ın Müslim’e ev sahipliği yapmış
olması, Emevî yönetimini, onun muhalif tarafta olduğuna inandırmıştı. Müslim’in
öldürüldüğü, halkın sindirildiği bir ortamda akrabalarının telkinleriyle Amr b.
Hureys’in sancağı altına girerek Ubeydullâh’ın talimatnamesine uyan bir şehirli
gibi görünmeye çalışmışsa da Ubeydullâh’ı inandıramamıştır. Bunda Ubeydullâh’a
haber taşıyanların rolü vardır. H. D. Van Gelder ise Muhtâr’ın fevri kişiliği
ile Ubeydullâh b. Ziyâd’ın gözüne battığını söyleyerek durumu izah etmeye
çalışmaktadır.[154]
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın niyeti Muhtâr’ı öldürmektir. Amr’ın şahitliği ise
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın Muhtâr’ı idam etme fikrini geciktirmekten başka işe
yaramamıştır.
Muhtâr’ın
hapis arkadaşlarının sayısı ve kim olduğu hakkında bilgi bulamadığımız gibi,
hepsinin Ehl-i Beyt yanlısı olup olmadığı da belli değildir. Ubeydullâh’ın;
Muhtâr’ı ve Abdurrahmân b. el-Hâris b. Nevfel’i getirene ödül vaat ettiği
rivayet edilse de bu rivayet kaynaklarımızdaki diğer bilgilerle farklılık arz
eder. Zira Muhtâr şehre kendi adamları dışında kimseyle gelmemiş ve
Ubeydullâh’ın karşısına kendisi çıkmıştır.[155]
[156] Muhtâr,
hapiste Abdurrahmân b. el-Hâris ile birlikte 157 yatmıştır.
Muhtâr’ın hapiste yaşadığı
bir olayı aktaran rivayet, onun hakkında karar verirken işimizi
zorlaştırmaktadır. Muhtâr’ın hayatı içerisinde istikbale dair bilgiler veren
hadise, sınırlı sayıda kaynakta geçer. İbn Hacer’in Müeyyid b. en-Nu’mân er-
Râfızî’nin Menâkıb-ı Alî adlı kitabından naklettiği rivayete göre, Miysem et-
Temmâr, Muhtâr’a gelecek hakkında bazı bilgiler vermiştir. Aynı rivayeti
İbrâhîm b. Muhammed b. Sa’d es-Sekafî’nin Kitâbü’l-Ğârât isimli eserinde de
kaydedildiği bildirilir.[157] Ancak
bundan önce Miysem hakkında kısaca bilgi verir. Buna göre;
Miysem et-Temmâr el-Esedî; Esed
kabilesinden bir kadının kölesi iken, Hz. Ali onu satın alıp, asıl adı olan
Sâlim yerine ona Rasûlullah’ın vermiş olduğu ismi - Miysem’i- kullanmasını
tavsiye etmiştir. Hz. Ali’nin ona şöyle söylediği nakledilir.
-Sen bir gün benden sonra yakalanıp
asılacaksın. Mızrakla vurulacaksın. Üçüncü gün olunca boğazından ve ağzından
kan gelecek, sakalın kana bulanacak. Amr b. Hureys’in kapısında on kişiden onuncusu
olarak asılacaksın. Asıldığın darağacı, darağaçlarının en kısası olacak fakat
en yakınları olacaksın. Haydi gel! Sana, asılacağın o hurmanın dalını
göstereyim.
Miysem’in o hurma ağacının yanında namaz
kıldığı ve orada dua ettiği de bildirilir. Amr b. Hureys’e de bu durumu ima
ettiği ancak Miysem’in bu imalı sözlerini Amr’ın tam olarak anlayamadığı
görülür. Miysem, İslâm’da atların ağzına gem vurulur gibi ağzına gem vurulan
ilk kimsedir. Hz. Ali’nin vasiyetlerinden, gelecekte olacak olaylardan ona haber
verdiği kaydedilir. Hz. Ali’nin kendisine bazı gizli sırları da verdiği
iddiasındadır. Bunun dışında müminlerin annesi Ümmü Seleme ile vefat edeceği
sene haccetmek için gittiği Hicâz’da görüştüğü, Ümmü Seleme’nin ona sıcak
davranarak Miysem’in sakalına koku sürdüğü ve “Bu sakal kana bulanacaktır”
dediği de bildirilir. Bu olaydan sonra Kûfe’ye dönen Miysem, Ubeydullâh’a Hz.
Ali’nin kendisi hakkındaki gelecekte başına nelerin geleceğini anlattığını
ifade etmiştir. Bu bilgileri Ubeydullâh’a söyledikten sonra Hz. Ali’nin bu
bilgileri nereden aldığını ise şöyle izah etmiştir:
-Vallahi o (Hz. Ali) bana Rasûlullah ile
Cebrâil ve Allah’tan haber vermiştir. Asılacağım yeri biliyorum. Allah’ın
yarattıkları içinde ilk dizgine vurulacak olan benim.
Bu olaydan sonra hapse Muhtâr’la birlikte
giren Miysem, Muhtâr’a şöyle demiştir:
-Sen serbest
bırakılacaksın. Hz. Hüseyin’in intikamını almak için çıkacaksın. Seni öldürmek
isteyen bu adamı sen öldüreceksin.[158]
Üstelik bu olaya dayanarak Abdullah b. el-Hâris’in, kendisini Ubeydullâh b.
Ziyâd tarafından öldürüleceğine inandırdırdığını ve hatta ölüme kendisini
Hâzirlamaya başladığı söylenir. Öyle ki İbn Nemâ (640/1183), Abdullah b.
el-Hâris’in İbn Ziyâd tarafından öldüreceğini söyleyerek vücudunu bu akıbete
Hâzirlamak üzere temizlik yapacağını söylediğinde Muhtâr, her ikisinin de
ölmeyeceğini hatta kısa bir süre sonra onun Basra’ya gideceğini söylediğini
aktarmaktadır.[159] İşte
böylesi bir dönemde Miysem’in kendilerine söz konusu riveyetteki bilgileri
verdiği detay kaydedilir.[160]
Bir özet olarak ifade
ettiğimiz bu bilgileri kabul etmek makul görünmemektedir. Baştan sona masalsı
bir anlatımla örülü, neredeyse tarihin yaşanıp geçmişe dönüldüğü ve yeniden
yazıldığı bir rivayettir. Hz. Ali’nin Allah’tan istikbale dair bilgiler
aldığını iddia edecek kadar da Doğu dinlerinin mistik özellikleri ile donanmış
olduğu açıktır.
Miysem Hz. Hüseyin’in
şehadetinden on gün önce öldürülmüştür.[161]
Muhtâr’ın hapishanede geçirdiği süre kaynaklara yansımamaktadır. Muhtâr,
Müslim idam edildiği gün yahut idamından birkaç gün sonra şehre gelmiştir.
Müslim’in öldürülmesi, 8/9 Zilhicce 60’tadır.[162]
Bu durumda Muhtâr’ın hapis hayatı, Zilhicce 9/10/11 tarihinden itibaren
olmalıdır. Çünkü Muhtâr’ın Hz. Hüseyin’in şehit edildiği esnada hapiste olduğu
kaynaklarda ifade edilmektedir.[163]
Muhtâr’ın hapisten çıkma
girişimi ise Kerbelâ hadisesinden sonra olmuştur. Muhtâr, Hz. Hüseyin şehit
edilirken Zâide b. Kudâme’yi Abdullah b. Ömer’e göndermiştir. Abdullah b. Ömer,
Medîne’de yaşamaktadır. Ondan Yezîd’e bir mektup yazarak kendisinin tahliye
edilmesi için bir girişimde bulunmasını istemiştir. Abdullah b. Ömer’in eşi,
Muhtâr’ın da kız kardeşi olan Safiyye’nin, Muhtâr’ın mektubunu okuyunca feryat
ettiği rivayet edilmektedir. Abdullah b. Ömer, Yezîd’e bir mektup yazarak
Muhtâr’ın affedilemesini istemiştir. Yezîd, Abdullah b. Ömer’in ricası üzere
İbn Ziyâd’a gönderdiği mektupta Muhtâr’ın serbest bırakılmasını emretmiştir.
İbn Ziyâd, Muhtâr’ı zindandan çıkarıp ona üç gün içerisinde Kûfe’den
ayrılmasını aksi takdirde onu öldüreceğini söylemiştir.
Muhtâr, üçüncü gün Hicâz’a
doğru yola çıkmıştır.[164] İbn
Hacer (852/1448), Muhtâr’ın Tâif’e sürüldüğünü ve Yezîd’in ölümüne kadar orada
kaldığını nakletmektedir.[165] Zehebî
(748/1348) ise Muhtâr’ın Tâif’e sürüldüğünü ve yolda Mekke’ye uğradığını
bildirir. Ancak bu bilginin doğruluğu üzerinde şüpheler olduğunu da ekler.[166]
Muhtâr’ın Azîb mevkiine varıncaya kadar bağlı olduğu nakledilse de[167] bu
bilginin sıhhat değeri yoktur. Zira üç gün mühlet tanınmış bir kimse için, üç
gün şehirde dolaşabilme özgürlüğü verilirken, neden şehirden ayrıldığı esnada
bağlanarak tedbir alınma ihtiyacı hissedildiği anlaşılmamaktadır.
Ubeydullâh Muhtâr’ın hapis
süresini çok daha uzun tutmayı istiyor ve belki de onu öldürmeyi düşünüyorken
Muhtâr hakkındaki planlarının değişmesi onu çok kızdırmıştır. Bundan dolayı
Zâide b. Kudâme’ye öfkelenmiş ve onu takibe almıştır. Zâide bundan haberdar
olunca kabilesinden birkaç kişinin tanıdıkları vasıtasıyla Ubeydullâh’tan
kendisi hakkında eman alıncaya kadar gizlenmiştir.[168]
Hicâz Sürgününden Tekrar
Kûfe’ye Dönüşüne Kadar Muhtâr
Muhtâr’ın
Hicâz Yolculuğu İle İlgili Rivayetlerin Tahlili
Muhtâr, Hz. Hasan’ın
vefatından sonra hayatında sağladığı istikrarı, Hz. Hüseyin’in hurucu süreciyle
kaybetmeye başlamıştır. Bir gözünü kaybetmiş, kırbaçlanmış, uzunca süre hapis
hayatı yaşamış, muhtemelen hapiste işkence edilmiş ve son olarak, fethinde
ailesi ve kabilesinden pek çok kişiyi kaybettiği, sınırları içinde bir düzen
kurduğu Irak bölgesi topraklarından sürgün edilmiştir. Üzerinde bir tek aba
olduğu halde hapisten çıkarılmıştır.[169]
Muhtâr’ın bu sürgüne tek
başına mı gittiği, yoksa ailesini de yanında mı götürdüğü meselesi kaynaklarda
müphem kalmaktadır. Kanaatimizce sahip olduğu topraklara göz kulak olması vb.
nedenlerden ötürü ailesini götürmemiştir. Yaklaşık iki yıl süren sürgününde,
ailesiyle ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca ileride de
değineceğimiz üzere Muhtâr’ın Kûfe’ye geri dönme ve Kûfe’de bazı işler yapma
niyetini taşıyor olması, onun ailesini yanında götürmediğine bir başka
delildir. Nitekim Muhtâr tekrar Kûfe’ye dönmek ve kendisine yapılanların
intikamını almak için Emevîler’e karşı diş bilemektedir.[170]
Onun Kûfe defterini
kapatmadığı, daha Hicâz’a ulaşmadan yolda yaşadığı bir olay ve sarf ettiği
sözlerden anlaşılmaktadır. Ebû Mihneften gelen rivayete göre Muhtâr, Hicâz
yolunda Sakîf kabilesinin azadlısı İbnü’l-Irk ile karşılaşmıştır.[171] Selamlaştıktan
sonra İbnü’l-Irk, Muhtâr’ın yaralı gözünü görünce üzülmüş ve gözüne ne olduğunu
sormuştur. Muhtâr, Ubeydullâh b. Ziyâd’ın yaptıklarını anlattıktan sonra:
-Ben de onun parmaklarını, damarlarını ve
uzuvlarını parça parça kesmezsem Allah beni kahretsin! Bu söylediklerimi
yapacağım zamana kadar sözlerimi aklında tut, demiştir. Daha sonra Muhtâr,
Abdullah b. Zübeyr hakkında sorular sormuş, İbnü’l-Irk ise ona İbn Zübeyr’in
kendisine bey’at edenlerin sayısı çoğalırsa halifeliğini ilan edeceğini
söylemiştir. Bunun üzerine Muhtâr:
-İbn Zübeyr, Arapların (içindeki yiğit)
adamdır. Benim peşimden gelir, sözümü dinlerse insanların hakkından ben
gelirim. Yok, eğer böyle yapmazsa ben Araplardan kimsesi olmayan bir adam
değilim. Eğer benim herhangi bir yerde ortaya çıktığımı işitecek olursan veya
görürsen, şöyle de: Muhtâr bir grup güçlü müslümanla birlikte zuhur etmiş ve
mazlum olarak Taffta[172] şehid
edilen müslümanların efendisinin kızının oğlu Hüseyin’in kanını istiyor.
Allah’a yemin ederim ki onun öldürülmesine karşılık Yahyâ b. Zekeriyyâ’nın
kanına karşılık öldürülenler kadar adam öldüreceğim. Bu söylediklerimi
yapacağım güne değin sözlerimi aklında tut, demiştir. İkisi birlikte bir saat
kadar yürüdükten sonra selamlaşarak ayrılmışlardır. İbnü’l-Irk, Muhtâr’dan
ayrıldıktan sonra kendi kendine Muhtâr’ın bu sözlerinin bir temenniden mi
ibaret olduğu yoksa gaybı bilmek anlamına mı geldiğini düşünmeye başlamıştır.
Rivayete göre İbnü’l-Irk sonraki yıllarda şöyle demiştir: “Vallahi onun
söylediği şeylerin hepsinin olduğunu görünceye değin ölmedim. Onun bu
söyledikleri, ister bu bilgiler ona ilham edilmiş olsun, ister birer temenniden
ibaret olsun hepsi gerçekleşmiştir.”[173]
Muhtâr ile arasında geçen bu sohbetten
İbnü’l-Irk, daha sonraları bir takım anlamlar çıkarmıştır. Ona göre Muhtâr tüm
bu sözlerle istikbale dair bilgi verebiliyor izlenimi oluşturmuştur. Muhtâr’ın
konuşma metnini tam olarak vermekle, böyle bir çıkarım yapmanın hatalı
olabileceğini göstermek istedik. Bu sözler, Muhtâr için acılarının en taze
olduğu dönemde intikam hırsı ile söylenmiştir. İfadelerindeki kesinlik, onun
kararlı bir tutum sergilemesinden ibarettir. İbnü’l-Irk’ın, Muhtâr’ın İbn
Ziyâd’ı öldürme tehditlerini gaybı bilebilme olarak yorumlamasından da
anlıyoruz ki; aralarındaki konuşma hakikatte bir tehditten ibarettir. Ancak tüm
bu iddialarını gerçekleştirmiş olması zamanla Muhtâr hakkında kanaatin
değişmesine neden olmuştur.
Ebû Mihnef, es-Sag’ab b. Züheyr’den
rivayetle İbnü’l-Irk’ın tüm bu olanları Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’ye
anlattığını bildirir. İbnü’l-Irk Haccâc’a Muhtâr’ın bu sözlerini aktardıktan
sonra onun gaybı bilip bilmediğini sormuş, Haccâc ise bu konuda bir fikrinin
olmadığını söylemiştir.[174]
İbnü’l-Irk’ın vefat tarihi bilinmemektedir. Haccâc ile aynı dönem yaşayıp
yaşamadığı konusunda bir kanaat belirtmek zordur. Hind Ğassân bu rivayeti kabul
ya da ret hususunda elimizde yeterli bilgi olmadığını söylemektedir.[175]
İbnü’l-Irk ile konuşmasından hareketle
Muhtâr’ın Ehl-i Beyt kanını talep iddiasının kuru bir slogan görünümünde
olduğu, Muhtâr’ın Ubeydullâh b. Ziyâd’a karşı şahsi intikam hırsı ile hareket
ettiği yorumu yapılmaktadır.[176] Bu
görüşe nispeten katılırız. Ancak 67/686’ya kadar yaşananlara bakıldığında
Ubeydullâh b. Ziyâd’a yönelik bir hamleden çok daha fazlasını hedefleyen
hesaplarla yürütülmüş bir hareket olduğu görülmektedir.
Muhtâr’ın, İbn Zübeyr hakkındaki sözlerine
de değinmemiz gerekmektedir. Muhtâr, Emevîler’e olan muhalif tavrına, yine
Emevî yönetimine karşı olan bir başka kanatla destek bulmak suretiyle yapmak
istediklerini gerçekleştirmeyi planlamaktadır. Muhtâr’ın, İbn Zübeyr’in
hakkında duyduklarından sonra nasıl bir yol haritası çizebileceğine dair
fikirlerinin netleşmiş olduğu, İbnü’l-Irk ile olan sohbetinden anlaşılmaktadır.
İbn Nemâ ise Muhtâr’ın
Vâkısa’da es-Sag’ab b. Züheyr el-Ezdî ile karşılaştığını söyler. es-Sag’ab’ın
Muhtâr’ın gözüne ne olduğunu sorması üzerine Muhtâr:
-Bunu Zâniye’nin oğlu bu
hale getirdi. Onu öldüreceğim, uzuvlarını parça parça keseceğim. Hz. Hüseyin’in
öldürülmesine karşın onu öldürenlerden Yahyâ b. Zekeriyâ’nın kanına karşılık
öldürülen 70.000 insan ödüreceğim. İsyankârları sevmeyen Allah’a yemin ederim
ki; Ezd’den, Mezhic’den, Hemdân’dan, Fehd’den, Havlân’dan, Bekr’den,
Hezzân’dan, Süal’den, Nebhân’dan, Abs, Zübyân, Kays- Aylân kabilelerinden olan
asileri, Nebî’nin kızının oğlu(başına gelenlere) öfkemden, (hepsini)
öldüreceğim. Benî Kinde, Selîm kabilelerini, Temîm’in eşrâfını yerlerde
süründüreceğim, demiş ve Mekke’ye doğru yola koyulmuştur.[177]
Welhausen; Muhtâr’ın, Hz. Hüseyin’in kanına karşılık Bühtünnasr’ın Vaftizci
Yohannes’in (Hz. Yahya) kanına karşılık dökülen kadar kan dökeceğini
söylediğini aktararak,[178] söz
konusu ifadeyi kendisine göre daha anlaşılır kılmış olmaktadır.
Taberî ve Belâzurî’nin
kayıtlarında es-Sag’ab b. Züheyr, İbnü’l-Irk’tan alarak bir benzerini rivayet
etmiştir. İbn Nemâ, İbnü’l-Irk’ı atlayarak râvî olan es-Sag’ab’ı İbnü’-Irk’ın
yerine koymuştur. Göze çarpan bir diğer nokta ise Muhtâr’ın birçok kabilenin
ismini zikredip hepsine birden meydan okuyabilmesidir. Muhtâr’ın hayatının
diğer aşamalarına bakıldığında, yukarıda ismi geçen kabilelerin desteğini almak
için gösterdiği çabalar, amaçlarını yerine getirebilmek için kurduğu ittifaklar
çalışmamızın ileriki bölümlerinde karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla bu
rivayetin hakikatlerle uyuşmadığı kanaatindeyiz.
Muhtâr’ın
Hicâz’daki İlk Faaliyetleri
Muhtâr’ın, Kûfe’deki
direnişi başlatabilecek gücü yoktu. Bunun için desteğe ihtiyacı vardı. Kûfe’den
sürülen Muhtâr, Mekke’ye geldi. Abdullah b. Zübeyr’in de Şam yönetimine karşı
güce ihtiyacı olduğunu öğrenmişti.
Ebû Mihnef, İbn Zübeyr ile Muhtâr’ın
buluşmalarını bizzat o buluşmaya şahitlik eden ve Muhtâr ile İbn Zübeyr
arasında aktif rol oynayan Abbâs b. Sehl b. Sa’d’dan aktarmaktadır. Buna göre:
Muhtâr, Mekke’ye gelince doğrudan Abdullah b. Zübeyr’e uğradı. Selamlaştıktan
sonra İbn Zübeyr, Muhtâr’a oturması için yer açtı ve ona Kûfe halkının durumunu
sordu. Muhtâr cevaben Kûfe halkının görünüşte yönetime bağlı olduğunu ancak
içten içe düşmanlıklarını devam ettirdiklerini söyledi. İbn Zübeyr ise:
-Bu, kötü kölenin vasfıdır. Sahibini
görünce ona itaat eder, hizmet eder. Sahibi yokken ise ona hakaret eder, lanet
eder, diye cevaplayarak, bir ölçüde Kûfe halkını yerdi. Bir saat kadar sürdüğü
anlaşılan bu konuşmada Muhtâr İbn Zübeyr’e yaklaştı ve ona:
-Ne bekliyorsun! Uzat elini sana bey’at
edeyim. Ama bunun karşılığında sen de bizi razı edecek şeyi ver. Bütün Hicâz
seninle beraberdir, dedi. Abdullah b. Zübeyr ise Muhtâr’a iltifat etmedi.[179] Muhtâr,
İbn Zübeyr’in bu davranışına oldukça öfkelenerek oradan ayrıldı.[180] Kûfe’den
çıkarken zihninde tasarladıklarını gerçekleştirmeye giden yolun İbn Zübeyr’e
bey’at etmekten geçtiğini anlaması uzun sürmemişti. Emevî yönetimine muhalefet
etmek için İbn Zübeyr’le Mekke’de liderlik üzerine bir rekabete girişmektense,
Mekke’de ikinci adam olarak kalıp Kûfe’ye kendini Hâzirlamayı seçmişti.
Muhtâr’ın İbnü’l-Irk ile yaptığı konuşmaya ve İbn Zübeyr ile anlaşma yoluna girmesindeki
hamlelerine bakılarak, onun yaşadıklarını kişiselleştirdiği ve şahsi menfaat
elde etme amacı taşıdığı söylenmektedir.[181]
İbn Zübeyr’in, Muhtâr’ın teklifine sessiz
kalmasının nedeni olarak; ileride de değineceğimiz üzere Muhtâr’ın İbn
Zübeyr’in izlediği bey’at planına aykırı davranmış olması gösterilir. Zira
İslâm coğrafyasından her kesimden ve görüşten insanın olduğu ortamda Muhtâr’ın
Mescid-i Haram’ın ortasında açıktan bey’at meselesini, alelacele dile
getirmesi, İbn Zübeyr’i tedirgin etmiş ve bu sebeple, Muhtâr’ı cevapsız
bırakarak oradan uzaklaşmıştır. Muhtâr ise bu davranışın, kendine has menfî bir
tutum olduğunu düşünmüştür.
İbn Zübeyr’in Muhtâr’ı reddetmesine bir
başka gerekçe olarak Yezîd b. Muâviye’nin henüz hayatta olduğu, İbn Zübeyr’in,
sonunun Hz. Hüseyin gibi olmaktan korktuğu da ileri sürülmektedir. Bundan
dolayı Hilâfet sözcüğünü kendisi için iddialı bulmuş, onun yerine “ £y^ j^ “
“Kâbe’ye Sığınan” ifadesini kullanmıştır.[182]
Muhtâr’ın Abdullah b. Zübeyr’den umduğunu
alamadığı anlaşılmaktadır. Zira bu konuşmadan sonra Muhtâr bir sene kadar
Mekke’de görünmemiştir.[183]
Muhtâr’ın bir sene boyunca ne yaptığı bilinmemekle birlikte bu döneme dair bir
rivayet bulunmaktadır. Abbâs b. Sehl, Muhtâr ile İbn Zübeyr’in ilk
buluşmasından bir yıl kadar sonra, yine İbn Zübeyr ile bir meclisteyken İbn
Zübeyr’in Muhtâr hakkındaki sorusuna Muhtâr’ı bir senedir görmediğini
söylemektedir. Abbâs, birkaç ay Medîne’de kalmış ve Muhtâr’ın Medîne’de
olmadığını anlamıştır. Umre için gelen bir grup Tâifliden Muhtâr’ın Tâif’te
olduğunu öğrendiğini, hatta Tâiflilerin Muhtâr hakkında: “Muhtâr (olanlara) çok
öfkeli bir haldedir ve zorbaları cezalandıracak kimse ancak Muhtâr’dır,”
dediklerini İbn Zübeyr’e aktarmıştır. Bunu duyan İbn Zübeyr’in Muhtâr hakkında:
-Allah Muhtâr’ı kahretsin. O, yalancı bir
kâhindir. Allah zorbaları helak edecek olsa önce Muhtâr’ı helak eder, dediğinin
rivayet edilmesi[184]
garipsenecek bir durumdur. Zira Abdullâh b. Zübeyr’in, bir kişiye bile ihtiyacı
olduğu dönemde hem Sakîf kabilesinden hem de Abdullah b. Ömer’in akrabası olan
Muhtâr’ı, kaybedebilecek yaklaşımda bulunması gayr-ı kabildir.[185] Ayrıca
Muhtâr’a ait kâhinlik ithamlarına neden olabilecek olaylar, Muhtâr’ın Tâif’te
iken Yezîd’in öldüğünü bildiğine dair söylemleri olduğunu bildiren rivayet
hariç, Muhtâr’ın hayatının daha sonraki dönemlerine rastlamaktadır. Muhtâr’ın
Yezîd’in öldüğünü bildirdiği rivayet ise, çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde
değineceğimiz üzere birçok problem barındırmaktadır.
Ayrıca Yezîd’in Medîne halkı ile kurmak
için gösterdiği diplomasi trafiğinde, en-Nu’mân b. Beşîr’e önemli roller
vermesi, İbn Zübeyr’in Muhtâr’a yaklaşma gerekçelerinden birisi olarak
sayılmaktadır.[186]
Son olarak şunu da eklemeliyiz: İbn Zübeyr
ile Abbâs b. Sehl arasında devam eden Muhtâr hakkındaki bu konuşmalarda, İbn
Zübeyr’in Muhtâr’dan bey’at almaya niyetli olduğu anlaşılmaktadır. İbn
Zübeyr’in Muhtâr’ın bey’atını almaya çalıştığı bir dönemde böyle bir görüşe
sahip olmasının nedeni yoktur. Tâif halkının Muhtâr’a ait intikam içerikli
sözleri ise bir temenniden ibarettir. Taberî’nin ûs^Akâhin olarak kaydettiği
kelimeyi[187],
Belâzurî ^Şvalavcı olarak zikreder.[188]
Bu durumda Muhtâr’ın kâhinlikle itham edilmesi meselesi, bir kez daha üzerinde
durulması gereken konu olmaktadır.
Muhtâr’ın kâhinlikle itham edilmesi meselelerinden
biri de Tâif’teki sürgün yıllarında gerçekleşmektedir. Buna göre Muhtâr Tâif’te
bir gece arkadaşları ile birlikte oturuyorken başını gökyüzüne kaldırıp bir
süre bakmış ve iki beyitlik bir şiir okumuştur:
Jlj ^r^j A^ ^^j j kfiL
jj j ^jaA jj
J ja J*ill A Aj 131 j
<A j£j IA jA V
Bol araziler ve bu
arazilerde otlayan birçok devenin sahibi
Emrine amade binekler,
biniciler sahibi
Sevmiyorsun diye bir
beldeyi küçümseme
Sen yok olunca, sahip
oldukların da yok olur.
Hemen sonrasında da
Yezîd’in öldüğü bildirilir.[189]
Muhtâr’ın, Yezîd’in
öldüğünü bilebilmiş olduğu izlenimi uyandıran rivayet bazı problemler
barındırmaktadır. Zira Yezîd’in öldüğü gece Tâif’te arkadaşlarıyla bu beyti
okuduğunu söyleyen ravi, başka bir rivayetinde Yezîd’in öldüğü gece Muhtâr’ın
Mekke muhasarasında çarpıştığını kaydetmektedir. Aynı gece Mekke’de savaşıyor
olduğunu bildiren başka rivayetler de vardır.[190]
Metne baktığımızda anlam itibariyle Yezîd’in ölümüne dair bir kehanette bulunma
gayesi anlaşılmayan şiirin son derece genel anlamlar taşıdığı aşikârdır.
İbn Nemâ; Mekke
muhasarasından sonraya tekabül eden bir zamanda Muhtâr’ın İbn Zübeyr’in yanına
geldiğini, ama ondan umduğu iltifatı göremeyince bir beyit okuduğunu söyler.
Şiir yukarıda Muhtâr’ı kâhinlikle ithama neden olan şiirle neredeyse aynı
anlamdadır:[191]
J^3 ^r^j A^. ^JİSjj |
Aj^
jj j (JjjİA^ jj |
J ja J*ill A Oİj I3lj |
AA
jA Vji^ JA V |
Giriş
bölümünde de |
izah
ettiğimiz üzere Muhtâr, babasıyla Tâif’ten çok |
küçük yaşlarda ayrılmış ve Köprü Savaşı’ndaki mağlubiyetten
sonra Medîne’de bir
süre annesiyle yaşayıp Medâin’e amcasının
yanına yerleşmiştir. Bu zaman diliminden sonra Tâif’e gidip gitmediğine dair
kaynaklarda bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Tam bir yıl Tâif’te amcaoğulları
yanında kalan Muhtâr’ın[192] bundan
sonra Mekke’ye geldiğini bildiren rivayette, Muhtâr ile Abbâs b. Sehl’in
konuşmaları dikkat çekmektedir. Öyle ki, Muhtâr Mescid-i Haram’a gelmiş, ancak
İbn Zübeyr’e karşı mesafeli durmuştur. Abdullah b. Zübeyr ise Abbâs b. Sehl’in
onunla görüşmesine, sessiz kalarak onay vermiştir. Abbâs, Muhtâr’ın yanına
gelince onun bu süre zarfında nerede olduğunu sormuş, Muhtâr ise açıklayıcı bir
cevap vermekten kaçınmıştır. Bu rivayete göre Muhtâr, bütün bir yılı sadece
Tâif’te geçirmemiş, çevre yerleşim merkezlerine de ziyaretlerde bulunmuştur. Abbâs,
Muhtâr’ı İbn Zübeyr’e bey’ata çağırmış, Muhtâr ise bir sene önce ona bey’at
etmek istediğini ama İbn Zübeyr’in kendisine iltifat etmediğini söylemiştir.
Bununla birlikte kendisinin İbn Zübeyr’e ihtiyacı olmadığını, asıl İbn
Zübeyr’in kendisine ihtiyacı olduğunu söylemesi[193]
Muhtâr’ın Mekke’ye dönüş zamanının planlı olduğunu göstermektedir. Muhtâr
şartlarını kabul ettirebilmek için, İbn Zübeyr’in Şam yönetimince en çok
sıkıştırıldığı bir dönemde gelmiştir. Abbâs, Muhtar’a bir sene önce İbn
Zübeyr’in kendisini geri çevirmesini, gizli konuşulan bir konuyu açıkça
toplumda dile getirmiş olması ile gerekçelendirmiştir. Böylece Muhtâr’ı ikna
etmiş ve aynı gece birlikte İbn Zübeyr’e gitmişlerdir. Rivayetin detaylarında
İbn Zübeyr’in bu işi gizli yürüttüğü anlaşılmaktadır. İbn Zübeyr, Abbâs ve
Muhtâr selamlaşıp kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra Muhtâr sözü ilk alan
kimse olarak:
-Ben
sana; bensiz hiçbir işe karar vermemen, bir işe kalkışacağında bana danışman ve
ortaya çıktığın zaman da beni en mühim işlerinde yardımcın yapman şartıyla
bey’at ederim, demiştir. İbn Zübeyr Muhtâr’dan kendisine şart koşmadan bey’at
etmesini istemişse de Muhtâr kendisine ayrıcalık tanınması konusunda
diretmiştir.
Abbâs b. Sehl de İbn Zübeyr’i Muhtâr’ın
şartlarını kabul etmeye teşvik etmiştir. Neticede İbn Zübeyr’in şartları kabul
etmesi ile birikte Muhtâr, İbn Zübeyr’e bey’at etmiştir.[194]
Mekke
Savunmasında Muhtâr’ın Rolü
Yezîd b. Muâviye’ye Abdullah b. Zübeyr’in
bey’at etmediği haberi verilince, Yezîd on kişilik bir heyeti Mekke’ye İbn Zübeyr’in
bey’atını almaya göndermiştir. Görüşmelerde sert ifadeler kullanılmıştır. İbn
Zübeyr kendisini öldürülmesi haram olan Mescid-i Haram’daki bir güvercin olarak
tasvir etmiş, bunun üzerine heyettekilerden Abdullah b. Az’ate eğer halifeye
itaatten uzak bir güvercin olursa, o güvercinin Mescid-i Haram’da olduğuna
bakmaksızın o güvercini öldüreceğini söyleyerek İbn Zübeyr’i tehdit etmiştir.
Muhtâr’ın, İbn Mutî’in, Abbâs b. Sehl’in de aynı mecliste olduğu
anlaşılmaktadır. Muhtâr söze girmiş ve Fil ashabının başına gelenleri
hatırlatınca karşılıklı seslerini yükselterek tartışmaya başlamışlardır. İbn
Zübeyr’in Muhtâr’a susmasını emretmesi ile tartışma bitmiş ve taraflar
anlaşamadan ayrılmışlardır.[195]
Nihayetinde 64/683 yıllarına gelindiğinde
İslâm coğrafyası Şam ve Hicâz olmak üzere ikiye bölünmüş bir haldeydi. Şam’da
Yezîd b. Muâviye, Mekke’de ise Abdullah b. Zübeyr vardı. Tekrar birliğin
sağlanması için Şam yönetimi Husayn b. Numeyr komutasında bir orduyu Mekke’ye
gönderdi.[196] Abdullah
b. Zübeyr’e ettiği bey’at gereğince, Muhtâr, Şam’dan gelen orduya karşı
hazırlıklara başlamış olmalıdır.
64/683 yılı Muharrem ayının sonunda, Husayn
b. Numeyr es-Sekûnî önderliğindeki ordu Mekke’yi kuşatmıştır.[197] Ebû
Kubeys dağına kurdurulan mancınıklarla Kâbe’nin taşlandığı,[198]
hatta yandığı bu kuşatma, Yezîd’in ölüm haberinin Rebîulevvel ayının başlarında
Mekke’ye ulaşmasıyla son bulmuştur.[199]
Yaklaşık iki ay süren kuşatmada Muhtâr’ın
büyük şecaat örneği gösterdiği, hatta İbn Zübeyr ordusunda kendisinden daha
çetin savaşan başka bir kimsenin olmadığı rivayet edilmektedir.[200] Bu
durum, bizzat İbn Zübeyr tarafından da: “Muhtâr benim yanımda olduktan sonra
kiminle savaştığıma aldırmam. Ben, ondan daha çetin savaşanını görmedim”
sözleriyle ikrar edilmiştir.[201] Muhtâr,
gösterdiği performansla[202] İbn
Zübeyr’in en yakını olmuştur.[203] Ashaptan
bazılarının öldürüldüğünde morali bozulan Mekke ordusuna karşı Muhtâr,
bağırarak orduyu ateşlemeyi başarmış, orduya cesaret vermiş ve olası bir
mağlubiyeti engellemiştir.[204]
İbn Zübeyr’in sıcak bir çatışmadan çekiniyor
olması ve buna gerekçe olarak da Mescid-i Haram bölgesinde olduklarını
göstermesine karşın olmalı ki, Muhtâr: “Onlar seninle savaşıncaya değin
Mescid-i Haram’da savaşma! (ancak onlar savaşırsa, savaş)”[205]
ayetini okuyarak savunma halinden taarruza geçmeyi önermiş, hatta İbn Zübeyr’i
buna teşvik etmiştir.[206]
Muhtâr bir grup Kureyşli ile birlikte iken:
“Güzel bir koku aldım. Vallahi bu kokuda zaferin kokusunu hissediyorum. Haydi,
onlara saldıralım,” demiştir. Muhtâr’ın bu çıkışından sonra Mekke ordusuna saldırdıkları
ve galip geldikleri, hatta Muhtâr’ın bir de adam öldürdüğü kaydedilmektedir.[207]
Abbâs b. Sehl: “Muhtâr, Kâbe’nin yandığı
günde de İbn Zübeyr’in yanındaydı. Muhtâr yanındaki 300 kişilik grubuyla, diğer
tüm askerlerden daha iyi savaştı. Hatta yorgunluktan kendinden geçinceye kadar
savaşıyordu. Arkadaşları etrafında toplanarak dinleniyor, sonra kalkıp yeniden
savaşa devam ediyordu. Kâbe’nin yandığı gün savaşı; ben, İbn Mutî’ ve Muhtâr
üstlenmişti. O gün, aramızda en çok gayret gösteren Muhtâr oldu”[208] demiştir.
Muhtâr’ın orduya taarruz emrini vermesinin savunma kuvvetlerinde olumlu bir
etkisi olmuştur.[209]
Muasırları onun hakkında: “Bir sıkıntıya yakalanıp da o sıkıntıdan en güzel
şekilde kurtulan odur” demişlerdir.[210]
Ebû Mihnef’ten gelen bir rivayete göre Muhtâr;
bu savunma harekâtında Yemâme’den bir grubu komuta etmiştir. Hâricîlerden olan
bu grubun, Abdullah b. Zübeyr için değil Kâbe için orada bulunduğu
söylenmektedir.[211]
Hâricîler kendi dönemlerinin sosyal dokusunu oldukça değiştirebilen bir akım
olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden olmalı ki halk Abdullah b. Zübeyr’e Hâricîler
hakkında:
-Sen bu mürtetlerle birlikte mi
savaşacaksın, denildiğinde:
-Şam ordusuna karşı Şeytan’la birlikte dahi
savaşırım diyerek cevap vermesi, onun asker sayısına olan ihtiyacı hakkında
bize ipuçları verir.[212] Abdullah
b. Zübeyr’in Mekke’yi savunmada elde ettiği başarıyı Basra’dan gelen
Hâricîler’e borçlu olduğu söylenmektedir.[213]
Abdullah b. Muti’ bir tarafta, Muhtâr diğer
tarafta olmak üzere gerçekleşen savaşta, Husayn, Mekke sokaklarını alma
girişimlerinde bulunmuş ama savunmanın direncini kıramamıştır. Hatta İbn Zübeyr
harp esnasında ölünceye değin savunmak üzere bey’at almıştır.[214]
Abbâs b. Sehl’in adamları ile birlikte
Mekke sokaklarında Şamlılar tarafından kuşatıldığında benzer bir durumda olan
Muhtâr saldırıya devam etmiştir. Onun bu atılgan ve cesur tutumu karşısında
adamlarının birbirlerine cesaret verici sözlerle teşviki neticesinde grupları
dağılmaktan son anda kurtulmuştur. Böylelikle Abbâs b. Sehl’in de kurtulması
sağlanmış ve ardından mübarezeye çıkılmıştır. Buna göre Muhtâr ve Abbâs
çıktıkları mübarezeden zaferle dönmenin moraliyle adamlarına saldırı emri
vererek Mekke sokaklarını Şam ordusundan kurtarmıştır.[215]
Muhtâr’ın, Abdullah b. Zübeyr’in ve Abdullah b. Mutî’in birer kişi öldürdüğünden
bahsedilir.[216]
Muhtâr’ın mübarezede öldürmeyi başardığı
askerlere karşı olan tutumu ise dikkat çekicidir. Zira Muhtâr, Abbâs’ın siyahî,
kendisinin beyaz bir Rum köleyi öldürmüş olduğunu öğrenince Abbâs’a dönerek:
-Git öğren bakalım!
Vallahi zannımca iki köleyi öldürdük. Eğer yenilmiş olsaydık bize güvenenler ve
bizlerin kabileleri bizleri ayıplarlardı. Bu ikisinin benim gözümde iki
köpekten farkı yoktur. Bundan sonra kim olduğunu bilmediğim birisiyle
çarpışmaya çıkmayacağım, dediği kaydedilir.[217]
İlerleyen zamanlarda tüm gücünü mevâlîden alan ve davasının temelinde de mevâlî
haklarının savunulmasının gerekliliğini bulunduran birisinin bu sözleri sarf
etmesi yadırganacak bir tutumdur. Ayrıca İbn Zübeyr’in kendisine gelen her
yardıma muhtaç olduğu bir dönemde tabiatıyla orduda da var olan mevâlî ve
kölelerin yanında böyle cüretkâr sözler etmesi pek makul gözükmemektedir.
Muhtâr’ın Husayn b. Numeyr
ile bire bir karşılaşma olasılığı ise Husayn’ın; muhtemel bir yenilgisinin
orduyu dağıtabileceği gerekçesini ileri sürmesiyle ortadan kalkmıştır. Bundan
sonra Muhtâr taarruza geçmek için orduya seslenmiş ve büyük ölçüde kuşatmanın
direnci kırılmıştır.[218] Yezîd’in
ölüm haberinin Rebîulevvel ayının başlarında Mekke’ye ulaşmasıyla Şam ordusu
geri çekilmiştir.[219]
Kaynaklara bakıldığında,
Muhtâr’ın Mekke savunmasında olanca gayretini gösterdiği kanaati hâsıl
olmaktadır. Emevî yönetimine, amcasının yanında iken başlayan muhalif
duyguları, Kerbelâ sürecinde hapse atılması ile iyice perçinlenmiştir. İbn
Zübeyr’den aldığı Kûfe valiliği görevine getirileceği sözü ise aslında mevcut
bulunan siyasî yönelime hizmetten ziyade, Şam’a karşı olan düşmanlığı eyleme
geçirebilme zeminini kazanma arzusundan ibarettir. Her iki taraf da bu
anlaşmadan kârlı çıkacaktır. Tarihsel süreçte ise olayların farklı geliştiğine
şahit olunmaktadır.
Mekke
Muhasarasından Sonra Muhtâr’ın Faaliyetleri
Muhtâr, İbn Zübeyr ile birlikte Yezîd b.
Muâviye ölünceye kadar Mekke’de kalmıştır. Bu döneme kadar aralarının iyi
olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Yezîd vefat ettikten ve muhasara
kaldırıldıktan sonra İbn Zübeyr, Mescid-i Haram’a sığınmış bir kimse iken,
bey’at almaya başlamış bir halife konumuna yükselmiştir. Muhtâr ise muhasaradan
sonra, İbn Zübeyr’e bey’at etmiş bir kimse, Mekke savunmasında gayretli bir
komutan olarak yer almıştır. Muhtâr’ın İbn Zübeyr’e bey’at ederken ileri
sürdüğü şartlardan birisi de, kendisini razı edecek şeyin Muhtâr’a verilmesiydi
ve İbn Zübeyr, Abbâs b. Sehl’in teşviki ile de olsa bu şartı kabul etmişti.
Anlaşılan o ki; Muhtâr, Kûfe valiliğini istiyordu.
Muhasaradan sonra İbn Zübeyr Muhtâr’dan
mümkün mertebe uzak kalmaya çalışmış ve bu durum yaklaşık beş ay sürmüştür.[220]
Muhtâr’ın İbn Zübeyr’in verdiği sözü tutmayacağını anlaması ise daha kısa bir
zamanda olmuştur.
Rivayete göre İbn Zübeyr ile Abdullah b.
Safvân tavaf ederlerken Muhtâr’ı görmüşler ve İbn Zübeyr Muhtâr’ı göstererek
İbn Safvân’a:
-Şuna bak! Yırtıcı hayvanların etrafını
sardığı kurttan daha dikkatli, demiştir. Muhtâr ise onların kendisine bakarak
konuştuklarını görmüş, İbn Safvân’la baş başa kaldıklarında İbn Zübeyr’in
kendisi hakkında ne söylediğini sormuştur. İbn Safvân:
-Hayırdan başka bir şey söylemedi, demiş
ancak Muhtâr’ı inandıramamıştır. Muhtâr bu duruma öfkelenmiştir. Zaten sonraki
süreçte İbn Zübeyr’in Muhtâr’a mesafeli duruyor olması onun verdiği sözleri
tutmayacağını yeterince ispatlamıştır.[221]
Muhtâr ona karşı kin gütmeye başlamış[222]
ve İbn Zübeyr’in kendisini herhangi bir göreve getirmemiş olmasından sonra da[223]
kendisine başka bir rota çizmesi gerektiğini anlamıştır.
Muhtâr’ın Kûfe’ye Dönüşü
ve Şehri Ele Geçirmesi
Muhtâr’ın
Kûfe’ye Dönüş Hazırlıkları
İbn Zübeyr’in verdiği sözü
tutmamasından sonra Muhtâr, Kûfe’ye dönüş için Hâzirlanmaya başladı. Kûfe
halkından Mekke’ye çeşitli vesilelerle gelenlerden şehirdeki durum hakkında
bilgiler aldı.[224] Onlardan
biri de Ramazan umresi için Mekke’ye gelen Hâni b. Ebî Hayye el-Vâdiî’ idi.
Muhtâr ona Kûfe‘de insanların durumunu sordu. Hâni ise ona halkın barış içinde
olduğunu, İbn Zübeyr’e bağlandığını söyledi ve ekledi:
-Şehirde bir grup insan
var ki; onları kendi görüşleri etrafında toplayacak bir adam olsa, onu, dünyayı
alt üst edecek bir kudrete eriştirecekler. Muhtâr:
-Ben Ebû İshâk’ım! Vallahi
onları hak üzerine toplayacak, batıl yolda gidenleri yok edecek, her inatçı,
zorba ve zalimi öldürecek olan benim. Ben, halkı fitneye değil doğruluğa ve
birliğe çağıracağım, dedi. Hâni b. Ebî Hayye onu vaz geçirmeye çalıştı ancak
başarılı olamadı. Muhtâr, onunla görüştüğü günün gecesi Kûfe’ye doğru yöneldi.[225]
Muhtâr’ın yolda Seleme b.
Mersed ile karşılaştığı rivayet edilir. Seleme’nin çok dindar ve Arapların en
cesuru olduğu bilgisi de kaydedildikten sonra aralarındaki diyalog aktarılır.
Karşılıklı selamlaştıktan sonra Muhtâr ona Kûfe halkının durumunu sormuştur.
Seleme ise Kûfe halkının, çobanlarını kaybetmiş koyun sürüsü gibi olduklarını
söylemiştir. Bunun üzerine Muhtâr kendisinin halkı en güzel şekilde
yöneteceğini ifade edince, Seleme:
-Allah’tan kork ve iyi bil
ki; yaptıklarının hesabını vereceksin. Amelin hayırlı ise mükâfatlandırılacaksın.
Amelin kötü ise cezalandırılacaksın diyerek, onu uyarmıştır. Sonra ayrıldılar
ve Muhtâr, Cuma günü Bahru’l-Hîyra’ya geldi.[226]
Muhtâr’ın Mekke’den çıkmadan Kûfe hakkında
bilgi topladığına dair başka bir rivayet, araştırdığımız kadarıyla kaynaklara
yansımamıştır. Kûfe yolunda karşılaştığı Seleme b. Mersed’le yaptığı konuşmadan
da anlaşıldığı üzere Kûfe hakkında bilgi toplamaya devam etmiş olması
mümkündür. Seleme b. Mersed’in Muhtâr’a ahiret hesabını hatırlatması, yeterince
gerginliklere sahne olan şehir halkı içerisinde, artık bu siyasî çekişmelerden
bıkan bir kesimin endişelerinden ibaret olsa gerektir. Bu söz, çeşitli
hiziplerin yayılma alanı bulmakta zorlanmadığı Kûfe halkının siyasî
birlikteliğe olan özlemi olarak yorumlanmalıdır. Ahmed Ağırakça’nın Muhtâr’ın
Kûfe’ye dönmesi ile ilgili yorumu kayda değerdir: “Bölgenin asayişi tamamen
sağlanmışken ve Ümeyyeoğulları iktidarı kaybetmek üzereyken, Muhtâr bir iç
savaşa doğru insanları götürme sevdasını açıktan açığa ortaya serdiğinde,
ahirette böyle bir davranışından dolayı cezaya çarptırılacağı kendisine
defalarca hatırlatılmasına rağmen o uyarılara kulak asmıyordu. Nihâi bir zafere
inanıp bu konuda büyük bir güç elde edeceğini söylüyordu.”[227]
Muhtâr’ın Kûfe hakkında edindiği bilgiler
dâhilinde zihninde tasarladığı planda İbnü’l-Hanefiyye’nin de yeri vardır.
Muhtâr, İbnü’l-Hanefiyye’nin desteğini almak istemiştir. İbnü’l-Hanefiyye’nin o
sıralarda İbn Zübeyr’e bey’at etmemiş olmasının, Muhtâr’ı İbnü’l-Hanefiyye’ye
gitmeye cesaretlendirdiği yorumu yapılmaktadır.[228]
Muhtâr ile İbnü’l-Hanefiyye arasındaki
irtibat, Muhtâr’ın İbn Zübeyr’den beklentilerinin karşılanacağına dair tüm
ümitlerini kesmesinden sonra başlamıştır.[229]
Kûfe’ye dönmeye karar verdiğinde bu durumu İbnü’l-Hanefiyye ile paylaşmak
istediği rivayet edilmektedir. Buna göre Muhtâr İbnü’l-Hanefiyye’ye gidip
gelmekte, İbnü’l-Hanefiyye ise ondan pek hoşlanmamaktadır. Muhtâr ona Irak’a
gideceğini söylediğinde İbnü’l-Hanefiyye onu onaylamış ve Abdullah b. Kâmil
el-Hemdânî’nin de yanında gitmesini söylemiştir. Sonra da Abdullah b. Kâmil’e
dönüp Muhtâr’dan sakınmasını ve Muhtâr’ın güvenilir biri olmadığını ifade
etmiştir.[230]
İbnü’l-Hanefiyye’nin Abdullah b. Kâmil’e
Muhtâr hakkında söylediği iddia edilen bu söz, kendi içinde birçok çelişkiyi
barındırmak suretiyle yorumlara açıktır. Hind Ğassân, bu rivayet hakkında şu
yorumu yapmaktadır: “Bu (bilgi) kabul edilmemelidir. Çünkü Abdullah b. Kâmil o
esnada Kûfe’de Tevvâbûn ile birliktedir. Onlardan, Aynü’l-Verde’ye çıkanlarla
birlikte çıkmıştır. Bu, İbnü’l-Hanefiyye’yi savunmaya ve onu Kûfe’de olanların
sorumluluğundan kurtarmaya çalışan bir rivayettir. Muhtâr, İbnü’l-Hanefiyye’nin
Hz. Hüseyin’in intikamının alınmasına karşı olmadığını anlamıştır. Bu hadisede;
Muhtâr’ın Kûfe’ye ulaştığı anda doğrudan davetine (başlamasına),
İbnü’l-Hanefiyye’nin de kendisini desteklediğine inanmasına bir açıklama
vardır. Bunu, daha sonraları Kûfe‘den gelen heyetle İbnü’l-Hanefiyye arasında
geçen konuşmalar temize çıkarır.”[231]
Abdullah b. Kâmil’in o sıralarda Tevvâbûn
ile birlikte Aynü’l-Verde’de olduğuna dair bir bilgi bulunmamaktadır. Süleymân
b. Surad’ın Aynü’l-Verde’ye gelmesi, Muhtâr’ın Mekke’den yola çıkıp Kûfe’ye
ulaşmasından sonradır. Tevvâbûn ordusu en-Nuhayle’dan 5 Rebîulâhir 65/19 Kasım
684’te ayrılmıştır.[232] Kılıçtan
geçirilmeleri bu tarihten daha sonradır. Muhtâr’ın Kûfe’ye ulaşması ise 15
Ramazan 64/6 Hâziran 684 tarihine rastlamaktadır.[233]
Bu durumda Abdullah b. Kamil’in Muhtâr ile birlikte yola çıkıp Kûfe’ye ulaşınca
da Tevvâbûn’a katılması mümkün görünmektedir.
Abdullah b. Kâmil, Muhtâr’ın çalışmalarının
her aşamasında yer almıştır. İbn Zübeyr’in valisi Abdullah b. Yezîd tarafından
hapse atıldığında dahi Muhtâr’la irtibat halinde olmuş ve henüz hapiste iken
ona bey’at etmiştir.[234]
İbnü’l-Hanefiyye ile yaptığı görüşmelerin hiçbirinde, kendisine Muhtâr’a dikkat
etmesi ve ona güvenmemesi gerektiğine dair uyarısına bir telmihte
bulunmamıştır.[235]
İbnü’l-Eşter’i Muhtâr’la birlikte hareket etmeye ikna çalışmalarında heyette
yer almıştır. Muhtâr’ın İbnü’l-Hanefiyye’den geldiğini iddia ettiği mektupta,
onun İbnü’l-Hanefiyye’nin veziri ve emini olduğuna herhangi bir yalanlama
getirmediği gibi, bir de bu durumun hakikatine şahitlik etmiştir.[236]
Şa’bî, İbnü’l-Hanefiyye ile Muhtâr arasında
gerçekten bir yakınlık olup olmadığı soruşturmasında, Muhtâr’ın güvenilir bir
kimse olduğunu ve mektubun İbnü’l-Hanefiyye’den geldiğini iddia eden gruba
dâhil olmuştur.[237] İbn Sa’d
bu rivayeti Ümmü Bekr binti el-Misver’den nakletmektedir. İbn Hacer onun
hakkında rivayetlerinin makbul olduğunu ve Buhârî’nin kendisinden rivayetlerde
bulunduğunu kaydetmektedir.[238]
Rivayetle ilgili göze çarpan bir nokta daha
vardır. İbnü’l-Hanefiyye, Muhtâr henüz İbn Zübeyr’in valisini Kûfe’den
çıkarmamış ve İbn Zübeyr’e karşı isyan etmemiş bir konumda iken ona karşı
tedbirli olmaktan bahsetmekte ve Muhtâr’ı güvenilir bulmadığını ifade
etmektedir. Ancak İbnü’l-Hanefiyye, Muhtâr Kûfe’yi ele geçirdikten sonra
Kûfe’den Muhtâr hakkında soruşturma yapmaya gelen taraftarlarına benzer bir
tutumu sergilememektedir. Oysa İbnü’l-Hanefiyye için o sıralarda Mekke’de
Muhtâr hakkında, şehir de bulunan halife İbn Zübeyr’e isyan etmiş bir kimse
algısı vardır. Muhtâr hakkında olumsuz şeyler söylemek için ikinci durum daha
uygun bir ortama sahip iken ve buna zorunlu gerekçeler varken İbnü’l-
Hanefiyye, Muhtâr’ı bir ölçüde destekler mahiyette sözlerle heyeti
uğurlamıştır.
Neticede İbnü’l-Hanefiyye’nin Abdullah b.
Kâmil’e Muhtâr’a güvenmemesi gerektiği yönündeki telkinini bildiren rivayet
birden çok problem barındırmaktadır. Bununla birlikte İbnü’l-Hanefiyye’nin
hayatında, Muhtâr’a, hareketinin hiçbir aşamasında tam anlamıyla güvendiğini
gösterir bir davranışı yoktur.
Muhtâr’ın
Mekke’den Ayrılması ile İlgili Tartışmalar
Muhtâr’ın, İbn Zübeyr ile arasının iyi
olmadığı daha önce belirtilmiştir. İbn Zübeyr’den Kûfe valiliği görevlendirmesi
karşılığında bir söz almış olarak Mekke muhasarasında çarpışan Muhtâr,
muhasaradan başarıyla çıkmış olmasına rağmen İbn Zübeyr’den umduğu ilgiyi
bulamamış ve Mekke’den ayrılmaya karar vermiştir. Ancak kaynaklarımız bu
kanaate ulaşırken işimizi zorlaştırmaktadır. Zira Muhtâr’ın İbn Zübeyr’in
izniyle Mekke’den ayrıldığı hatta İbn Zübeyr’in Muhtâr’ı vali olarak atadığı,
aşağıda da izah edeceğimiz üzere, eserlerde kayıtlıdır.
Vehb b. Cerîr’in rivayet ettiğine göre İbn
Zübeyr, Abdullah b. Mutî’i Kûfe’ye vali olarak atamıştır. Muhtâr İbn Zübeyr’e
gelerek:
-Ben bir kavim biliyorum ki; ne yaptığını
bilen rıfk sahibi bir tek adamları olsa, onlardan senin için Şam yönetimi ile
savaşacak bir ordu çıkar. Onlar, Kûfe’deki Ali taraftarları ve Benî Hâşim yanlılarıdır,
demiş, İbn Zübeyr de bu plan üzere Muhtâr’ı Kûfe’ye göndermiştir. Muhtâr,
Kûfe’ye gelince de pasif kaldığı iddiasıyla İbn Mutî’in aleyhine çalışıp, onu
şehirden çıkararak şehri ele geçirince İbn Zübeyr ile olan bağı kopmuştur.[239] İbn
Zübeyr’in Muhtâr hakkında kendi yanındaki değerini bildiren bir referans
mektubu kaleme aldığı da bildirilmektedir.[240]
İbn Sa’d ise Ümmü Bekir binti el-Misver’den
rivayetle Muhtâr’ın İbn Zübeyr’e gelerek Kûfe’de olmasının daha hayırlı
olacağını söylediğini, İbn Zübeyr’in de Muhtâr’ın samimiyetine inanarak onun
Mekke’den ayrılmasına izin verdiğini ancak Muhtâr’ın Kûfe’ye ulaşınca gizliden
gizliye İbn Mutî aleyhine çalıştığını kaydetmektedir.[241]
Bu rivayetler esas alındığında Muhtâr,
merkezi otoriteye isyan etmiş bir kimse konumundadır. Ayrıca bağlı olduğu
halifeye ihanet etmiştir. İbn Zübeyr ise Muhtâr’a güvenen, onu seven ve takdir
edip ödüllendiren bir tasvirle karşımıza çıkmaktadır.
Rivayetlerde İbn Mutî’in Kûfe’de vali
olduğu kaydedilir. Oysa İbn Mutî’in Kûfe’ye vali olarak atanması, Muhtâr’ın
Kûfe’ye dönmesinden uzunca bir zaman sonradır. İbn Mutî 25 Ramazan 66 Cuma günü
gelmiştir.[242]
Muhtâr’ın Kûfe’ye gelmesi Yezîd’in vefatından 5 ay sonra 16 Ramazan 64/ 6
Hâziran’dır.[243]
Rivayetlerde İbn Zübeyr’in Muhtâr’a duyduğu
güvenden bahsedilir. Oysa İbn Zübeyr, Muhtâr’a güvenmediği gibi, bunu
hakaretamiz bir dille ifade dahi etmiştir.[244]
Üstelik Muhtâr’ın da İbn Zübeyr’e karşı beslediği kini vardır.[245]
Muhtâr’ın Kûfe’ye Ehl-i Beyt
taraftarlarının kutuplaşmasını gerçekleştirip Şam’a karşı bir ordu çıkarma
ısrarı ile izin aldığı bilgisini ise doğrulayacak bir rivayetle
karşılaşılmamaktadır. Muhtâr, Kûfe’de Şam’a karşı Benî Hâşim ve Hz. Ali
yanlılarından bir ordu çıkarma görevi ile oraya gitmiş olsaydı, Mekke’ye
bağlandığını ilan eden şehirde İbn Zübeyr’den emir almış bir kimse olarak daha
rahat hareket eder ve hapse atılmazdı. Ayrıca Kûfe’de o süreçte bir ordu
çıkarmaya ihtiyaç da yoktu. Zira Süleymân b. Surad bu işi zaten yapmakta idi.
İbn Zübeyr’in Muhtâr’ı
Kûfe’ye özel bir görevle gönderip, henüz bu görevi tamamlayabilecek bir süre
tanımadan yaklaşık altı ay sonrasında İbn Mutî’i göndermesi de açıklanmaya
ihtiyaç duymaktadır.
Muhtâr’ın İbn Zübeyr’den
habersiz şehirden ayrılmasının mümkün olmadığı iddia edilmektedir.[246] Oysa
Muhtâr’ın, İbn Zübeyr tarafından bey’at teklifi reddedildikten sonra Mekke’den
ayrılıp yaklaşık bir sene sonra tekrar Mekke’ye döndüğünde İbn Zübeyr’in
Muhtâr’ın nerede olduğunu bilememesi hatırlandığında, bu iddia üzerinde
düşünülmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Muhtâr ile İbn Zübeyr‘in
arası iyi değildir. Muhtâr Kûfe’ye dönmeyi kararlaştırdığında İbn Zübeyr
tarafından engellenmeye kalkışılmamış yahut peşine biri takılmamıştır. Kûfe’ye
gittiği zaman halka gösterdiği bir tavsiye mektubu yoktur. Resmi bir görev
üzere değildir. Ailesi ve işinin orda olması hasebiyle Kûfe onun memleketi
konumundanır. Topraklarından İbn Ziyâd tarafından sürülmüştür ve son süreçte bu
tehlike de onun için ortadan kalkmıştır.
Yezîd’in
Vefatından Muhtâr’ın Gelişine Kadar Kûfe’deki Siyasî Gelişmeler
Ubeydullâh
b. Ziyâd Kerbelâ’dan sonra bir süre daha Kûfe’de kaldı. Daha sonra ise Basra’ya
geldi. Yezîd’in vefatıyla Basra halkı Ubeydullâh’a bey’at etti. Basra’nın
bey’atını almakla cesaret bulan Ubeydullâh b. Ziyâd, Kûfe’nin de bey’atını
almak için girişimde bulundu. O sırada Amr b. Hureys, Ubeydullâh’ın vekili
olarak şehirdeydi. Amr’dan kendisine Kûfe halkının bey’atını toplamasını
istedi. Ancak halk buna rağbet etmedi. Kûfe’nin İbn Ziyâd’ı reddetmesinden kısa
bir süre sonra Basra’da da işler İbn Ziyâd adına kötüye gitmeye başlayınca,
yaklaşık üç ay içinde İbn Ziyâd Şam’a kaçtı. Ubeydullâh’ın Basra’yı terk etmek
zorunda kalmasından hemen sonra Kûfe halkı İbn Ziyâd’ın vekili statüsünde
bulunan Amr b. Hureys’i makamından indirip yerine Âmir b. Mes’ûd’u getirdi. Bu
gelişmeleri de Mekke’de halifeliğini ilan eden Abdullah b. Zübeyr’e
bildirdiler.[247] Kuşkusuz
bütün bu gelişmeler Muhtâr’a da ulaşmıştır.[248]
Yezîd’in vefatından sonra
yaklaşık üç ay süren Amr b. Hureys yönetimi son bulunca, yerine geçen Âmir b.
Mes’ûd üç ay kadar şehri yönetmiştir.[249]
Toplamda geçen bu altı aydan sonra İbn Zübeyr, Kûfe’ye namaz kıldırması için
Ubeydullâh b. Yezîd el-Hatmî’yi, harac toplamak üzere de Muhammed b. Talha’yı
görevlendirmiş[250]onlar da
Muhtâr’dan sekiz gün önce Kûfe’ye gelmişlerdir.[251]
Muhtâr’ın
Mekke’den Ayrılması ve Kûfe’de İlk Temasları
Muhtâr, Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye
devretmesinden, Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye davet edildiği zamana kadar siyasetten
uzak bir kimse olarak yaşamıştır. Bu dönemde kaynaklar onun hakkında çok az
bilgi verir. Kendisini bu yıllarda işlerine vermiştir. Siyasetten uzak bir
görüntü sergileyen Muhtâr 64/684’te Kûfe’de geri kalan tüm ömrünü siyasî,
askerî ve idarî faaliyetlerle geçirecek ve bu uğurda ölecektir. İşte hayatının
bu dönemi, Kûfe’ye 16 Ramazan 64/6 Hâziran 684 bir Cuma günü dönmesiyle başlar.[252] Muhtâr,
Mekke’den, aynı yılın Ramazan ayında ayrılmıştır. Çünkü Mekke-Kûfe arasının 13
gün gidiş, 13 gün de geliş süresine sahip olduğu kaydedilir.[253]
Söylemez’in ifadeleriyle izah edecek olursak “son derece zeki, ne istediğini
bilen ve hedefine ulaşmak için her şeyi kullanabilecek kadar da hırslı olan
Muhtâr, kendisine Mekke yönetimi tarafından verilmeyen Kûfe valiliğini ele
geçirmek için harekete geçmiştir.”[254]
Muhtâr’ın Kûfe’ye gelişi Cuma gününe
rastlamıştır. Bahru’l-Hîre’ye gelince burada guslettiği, temiz elbiselerini
giydiği, sarığını sarıp kılıçlandığı ve hayvanına bindiğine varıncaya kadar
detaylı bilgiler verilmektedir. Nitekim sonrasındaki faaliyetleri için
hazırlandığı ve uğrayacağı yerlerde görüşeceği kimselere karşı temiz ve güçlü
görünmek istediği anlaşılmaktadır. Nereye uğradıysa oranın halkına selam
vermedikçe, kendini göstermedikçe ayrılmamıştır.[255]
Muhtâr bu temasları esnasında oldukça programlı hareket etmiştir. Karşılaştığı
insanlara: “Sizi, gelmesini arzuladığınız yardım ve zaferle müjdeliyorum,”
demek suretiyle ilgi çekmeyi ve insanları etrafında toplayabilmeyi başarmıştır.
Birçok kabilenin namazgâhına uğramıştır.
Beddâ oğullarına uğradığında Ubeyde b. Âmiru’l-Beddiyyü’l-Kindî’yi bulmuş, selamlaştıktan
sonra ona: “Seni zaferle müjdeliyorum,” demiştir. Ubeyde’nin halkın en cesuru,
en kuvvetli şairi ve Hz. Ali’ye en çok sevgi bağlılık göstereni olduğu
zikredilmektedir. Ubeyde, Muhtâr’a bu sözlerle ne kasdettiğini sorunca, durumu
görüşmek üzere akşam vakti buluşmayı kararlaştırmışlardır. Görüşmelerinde
intikam arzusunu dile getirmiştir. Konuşmasında Benî Ümeyye ve Kûfe’de
öldürmeyi planladığı kişiler hakkında “haramları helalleştiren, Hz.
Peygamber’in evlatlarının kanlarını dökenler” ifadeleri dikkat çekmektedir.
Kendisine yardımcı olmalarını camii cemaatine duyurmasını Ubeyde’den
istemiştir. Ubeyde ise cevabında aynı fikirde olduğunu belirtmiştir. Muhtâr,
Ubeyde’den Benî Hind yurdunun yolunu göstermesini istemiş, Ubeyde ise onunla
birlikte gidebileceğini söyleyerek bir anlamda Muhtâr ile kıyama katılan ilk
kimse olmuştur. Birlikte Benî Hind yurduna gitmişler ve orada Ehl-i Beyt
taraftarlığı ile bilinen İsmâîl b. Kesîr ile görüşmek istemişlerdir. Muhtâr,
önce Cüheyne mescidine gitmiştir. Muhtâr’ın Kûfe’ye gelişiyle birlikte her
mescidde kendini göstermesi planları dâhilindedir. Muhtâr buradan da Kûfe
mescidine girmiştir. Halkın onu hemen tanıdığı zikredilir. Mescidin
sütunlarından hemen birinin yanında namaz kılmış ve cemaatle namaza katılmıştır.
İkindi vaktine kadar namaz kılmaya devam etmiştir. İkindi namazını da cemaatle
kılmış ve mescidden ayrılmıştır. Daha sonra da Hemdânlılar’ın yanına gidip
onların da ilgilerini çekmeyi başarmıştır. Tüm bunlardan sonra evine gitmiş
olması onun kararlılığını ve planlarını uygulamaya olan inancını
göstermektedir. Aynı gece, Ubeyde b. Amr ve İsmâîl b. Kesîr, Muhtâr’ın evinde
buluşmuşlar ve Kûfe’de olup bitenleri konuşmuşlardır. Ehl-i Beyt
taraftarlarının Süleymân b. Surad’ın etrafında toplandıklarını ve yakında kıyam
edeceklerini öğrendiğinde Allah’a hamd ile başlayarak:
-Mehdî b. Vasî Muhammed b. Ali size, beni
gönderdi. Ben, size onun veziri olarak ve bizzat kendisinin seçtiği emiri
olarak geldim. Bana, işgalcilerle ve mülhidlerle çarpışmayı, Ehl-i Beyt’in[256] temiz
kanını akıtanlardan intikam almayı, zalimleri ezilenlerin üzerinden
uzaklaştırmayı emretti, demiştir. Bunun üzerine Muhtâr’a ilk bey’at eden Ubeyde
b. Âmir ve İsmâîl b. Kesîr olmuştur. [257]
Orada başka Ehl-i Beyt yanlısı varsa, onlar da bey’at etmiştir denilebilir. Bu
süreçte İbn Müseyyeb’in evi diye bilinen yerde konaklamıştır.[258] Bu ev,
Muhtâr’ın daha önce, Hz. Hüseyin tarafından Kûfe hakkında gözlem yapması için
gönderdiği Müslim b. Akîl ile birlikte kaldıkları evdir. H. D. Van Gelder,
Muhtâr’ın ilk günleri hakkındaki sözleri ile ona olan bakış açısını
özetlemektedir: “Muhtâr Kûfe’ye gelince hemen camiye girdi. Uzun uzun namaz
kıldı. Bunu halkın ilgisini çekmek için yapıyordu. İnsanların kalbini kazanmak
için camide dahi bu amaç uğruna hareket ediyordu.”[259]
Muhtâr’ın Kûfe’deki ilk günlerinde
İbnü’l-Hanefiyye’nin ismini anmamasından hareketle onun kendisini
İbnü’l-Hanefiyye tarafından gönderildiğini iddia etmeye, Süleymân b. Surad’ın
çalışmalarını görünce karar verdiği yorumu vardır.[260]
Muhtâr, Süleymân b. Surad’ın etrafında
toplanan Hz. Ali taraftarlarıyla temasa geçmeyi başarmıştır. Onlara yaptığı
konuşma kaynaklarda geçmektedir: “Ben size bütün işlerin idarecisi, fazilet
madeni, vasînin vasîsi olan imam Mehdî tarafından gelmiş bulunuyorum. Onun
işlerinde şifa, üstü örtülü konulara açıklık getirme, düşmanları öldürme,
nimetleri tamamlama vardır. Süleymân b. Surad ki; Allah ona ve bize iyilikler
versin, bu yolda kuru ekmek parçasından, çürük, kırık işe yaramaz sırçadan
başka bir şey değildir. O, ne işler hakkında bir tecrübe sahibidir, ne de
kendisinin savaş tekniklerinde bir bilgisi vardır. O, ancak kendisini ve sizi
öldürtmek için ortaya çıkmak istemektedir. Ben ise ancak bana yapıldığı şekilde
hareket edeceğim. Ben bu hususta düşmanınızı öldürmek, kalblerinize şifa vermek
üzere emredilmiş, vazifelendirilmiş bulunuyorum. Sözlerimi dinleyiniz ve emrime
itaat ediniz. Ben sizin bütün düşündüklerinizi, tasarladıklarınızı
gerçekleştirmeye kefilim.”[261]
Muhtâr’ın konuşmasının hemen olmasa da ilk
altı ay içinde yansımaları görülmeye başlamıştır. Ayrıca Muhtâr bu konuşmayı
benzer kavramlarla her fırsatta yapmıştır. Fakat kabile reisleri ve eşraftan
Ehl-i Beyt yanlıları hep Süleymân b. Surad tarafında toplanmıştır. Taberî’de
geçen bir cümle Muhtâr’ın içinde bulunduğu durumu özetler mahiyettedir:
“Süleymân b. Surad, Muhtâr nazarında Allah’ın yarattıklarının en sevimsizi ve
çekilmezi idi.”[262] Zamanla
konuşmalarındaki temas ettiği noktayı kendisinin Mehdî tarafından gönderildiği
söyleminden uzaklaştırarak, Süleymân b. Surad’a olan eleştirilerini daha da
sertleştirmek eksenine kaydırmıştır. Esasen o, taraftarını, daha rasyonel olan
bu hamlesiyle toplamıştır. Zira Ehl-i Beyt yanlıları daha önce harp tecrübesi
yaşamamış birinden ziyade, sonuç alacağını umduğu tarafı seçmeye başlamıştır.
Süleyman b. Surad, yaş itibariyle en büyükleridir. Bu durumun, onun tercih
edilme sebeplerinden birisi olmasına rağmen Muhtâr, halkı kendi etrafında
toplayacağından emindir.[263] Yine de
onunla boy ölçüşebilecek duruma henüz gelmemiştir.[264]
Muhtâr’ı Süleymân b. Surad’dan ayıran en
büyük siyasî fark, İbn Surad’ın derhal savaşa girişmeyi, Muhtâr’ın ise bütün
Ehl-i Beyt taraftarlarını bir sancakta toplayıp, gücü eline alıncaya değin
propaganda sürecini devam ettirmeyi önermesidir.[265]
İbnü’l-Hanefiyye’nin veziri olduğu söylemi
ise sanıldığının aksine ruhânî/dînî bir tanımlamaya[266]
henüz o yıllarda ulaşmamıştır. Bu söylem; Tevvâbûn hareketinin Kerbelâ sürecine
atfen doğmasına karşılık, Muhtâr’ın Hz. Hüseyin’in kanını talepte kendisini ön
planda tutmaya çalışmasının bir ürünüdür. Zira bir kimsenin kanını talep etmek
ancak o kimse ile nesep bağı bulunan bir kimseye aittir. Muhtâr her ne kadar
Ehl-i Beyt ile akrabalık bağı taşımasa da İbnü’l-Hanefiyye’nin vekili olma
iddiası ile hareketine meşruiyet kazandırırken, Süleymân b. Surad’ın böyle bir
avantajı kullanmadığı görülmektedir. Varol bu konuda: “Öyleyse Muhtâr
es-Sekafî’nin, bir hareket ortaya çıkarıp insanları etrafında toplayabilmesi
için, Hz. Hüseyin’in kanını talep edebilmesi gibi tüm müslümaları cezbedici bir
iddia ile çıkması, böyle bir iddianın örfî temellerinin oluşturulabilmesi için
de İbnü’l- Hanefiyye ile ilişki kurması gerekmiştir,”[267]
demektedir. Muhtâr’ın Süleymân b. Surad taraftarlarından bir kısmını kendi
saflarına katabilmesini sağlayan sebeplerden birisi, yukarıda izahını
yaptığımız durum olmuştur. Ama yine de Süleymân b. Surad’la hareket eden bir
kesimin hayatiyetini sürdürmesi, Tevvâbûn’un Ehl-i Beyt’in intikamını alma ve
hilafetin Ehl-i Beyt’e bırakılması söylemlerindeki samimiyetlerini sorgulamaya
bir gerekçe olabilir.[268] Ancak
kanaatimizce bu durum, henüz Ehl-i Beyt’in hilafet hakkı olan İmâmet, Vasiyet
ve Ehl-i Beyt nesline bugünkü anladığımız manada atfedilen ruhânî değerin henüz
o yıllarda toplumda mezhebî zeminde yer bulmamış olmasındandır.
Tevvâbûn; vicdan azabı çeken ve bu uğurda
ancak ölmekle tedavi arayan, Muhtâr’ın da eleştirilerinde yer verdiği üzere
hastalıklı bir hareket görünümündedir.
Muhtâr’ın etrafında toplananların sayısını
tam olarak tespit etmek güçtür. Ancak Süleymân b. Surad’ın etrafında toplananların
sayısı azaldıkça, Muhtâr taraftarları artmaya başlamıştır. Süleymân b. Surad
ile olan bu tehlikeli rekabette Muhtâr, Tevvâbûn grubunun silahlanma ve harbe
hazırlık heyecanına ortak olmayıp, sessizce bütün işin kendisine dönmesini
beklemiştir.[269]
Söylemez, Muhtâr’ın Süleymân b. Surad’ın
taraftarlarına yönelmesinin sebebine bir açıklama getirmektedir. O, Muhtâr’ın
Kûfe’ye gelince toplumdaki siyasî yönelimleri anlamak için bir çalışma
yapmasından hareket eder. Halkın Tevvâbûn, İbn Zübeyr taraftarları ve Emevî
yanlıları olmak üzere üç grup olduğunu görünce, bu gruplardan Tevvâbûn’a
yatırım yapmanın kendisi için en akıllıca hamle olacağını düşündüğünü iddia
eder. Ona göre Muhtâr Kûfe’de; Emevîler’in hem zayıf hem de sevilmeyen kitle
olduğunu görmüştür. İbn Zübeyr taraftarlarının ise güçlü olduklarını ve onları
karşısına almaması gerektiğini anlamıştır.[270]
Bu yoruma katılmamaktayız. Zira Muhtâr İbn Zübeyr’e yaklaşmak ve onun
tarafından görevlendirilmiş olmak için elinden geleni yapmıştır. Ancak İbn
Zübeyr ona meyletmemiştir. Muhtâr’ın Süleymân b. Surad’ın taraftarlarını
Kûfe’ye gelince seçmesini kabul etmemiz halinde, Mekke’de iken İbnü’l-Hanefiyye
ile neden görüştüğü meselesi müphem kalmaktadır.
Muhtâr’ın
İkinci Kez Hapse Atılması
Muhtâr, 16 Ramazan 64/6 Hâziran 684’te
Kûfe’ye gelmiştir. Tevvâbûn ise 24 Cemâziyelevvel 65’te Aynü’l-Verde’de kıyam
etmiştir. İşte bu sekiz aydan fazla süren bir zaman diliminde Muhtâr Tevvâbûn’a
katılmamıştır. Aksine zaferin kendi liderliğinde çıkacak bir ordu ya da siyasal
oluşumla gelebileceği iddiasındadır. Propaganda sürecini hiç ara vermeden
sürdüren Muhtâr, ilk başlarda umduğu sayıyı elde edememiştir. Kaynaklar
taraftar sayısının 2.000 kişiye ulaştığını söylemektedir. Bu zaman diliminde
Süleymân b. Surad’ın adamlarının sayısı 16.000’den 4.000’e düşmüştür. Süleymân
b. Surad, en-Nuhayle’ye geldiğinde sayının 4000’e kadar düşmüş olması
karşısında şaşkınlığını gizleyememiştir. Bu sayının Muhtâr tarafından
düşürüldüğüne de inanmamıştır. Zira kendisine bey’at edenlerden sadece 2.000’i
Muhtâr’la birliktedir. Geri kalan 10.000 kişi hakkında:
-Bunlar müslüman değiller midir? Neden
Allah’ı ve verdikleri sözleri hatırlamıyorlar, diyerek tepki göstermiştir.
Süleyman b. Surad üç gün daha beklemiş ve yaklaşık 1.000 kişinin daha
katıldığına tanık olmuştur.[271] Muhtâr’a
katılanların hepsi Tevvâbûn’a katılmaya söz vermiş ya da en azından niyet
etmiştir. Bu açıdan bakıldığında Tevvâbûn ordusunun başına gelenlerde hiç
şüphesiz Muhtâr’ın payı olduğu inkâr edilmemelidir. Ancak Süleymân b. Surad’ın
da beyan ettiği üzere halkın böyle bir tecrübenin yaşanmasına müsait bir yapıya
sahip olmasının da etkisi vardır. Zira Muhtâr’ın Mehdî’ye çağrı planının hemen
revaç bulmadığını söylenilebilir. Ancak eleştirilerini Tevvâbûn’un işleyişi ve
yönetimine yönlendirmesi kafaları karıştırmaya yetmiştir. Yani “Mehdî”
kavramının ilk başlarda revaç bulmaması mevcut kıyamın, salt Ehl-i Beyt’in
intikam arzusu taşımadığına bir işarettir. Ayrıca günümüzdeki Şîa’nın Ehl-i
Beyt kavramına yüklediği anlama, o yıllarda henüz ulaşılmadığını da
göstermektedir.
Muhtâr, bu propaganda sürecinde Kûfe
halkınca izlenmeye başlanmıştır. Gündem oluşturmayı başaran Muhtâr, her geçen
gün taraftarlarının sayısını biraz daha arttırmıştır.[272]
Muhtâr’ın adamlarının sayısının çoğaldığı ancak üstünlüğün Süleymân b. Surad’da
olduğu belirtilmektedir.[273]
Şehirde iki tane liderlik yarışı olmasına
rağmen şehir yönetimi kendilerine dokunulmadığı sürece mevcut duruma karşı
sessiz kalmayı tercih etmiştir. Süleymân b. Surad halktan aldığı sözlere
güvenerek hareket ederken, Muhtâr her türlü riski alarak söylemlerindeki
tehditleri o sırada hâlâ şehirde yaşamakta olan insanlardan bir kısmını da
kapsayacak şekilde genişletmiştir. Muhtâr’ın yaptığı suçlamalardan Abdullah b.
Zübeyr ve İbn Zübeyr’in Kûfe valisi Abdullah b. Yezîd ve diğer adamları da
nasibini almıştır. Muhtâr, Hz. Hüseyin’in katline karışanların hâlâ şehirde
yaşıyor olmalarına nasıl müsaade edildiğini sorgulamıştır. Şehir yönetimi
kendilerine engel olmasa, onları öldürebileceklerini ima etmiş, ya da bu işi
bizzat İbn Zübeyr ve İbn Zübeyr’in şehir yönetiminin yapmadığını söylemiştir.[274] Valiye
gelenler arasında her iki grubun da kendisi için tehdit oluşturduğunu
söyleyenler de vardır.[275]
Vali, bir konuşmasında isim vermeden Hz.
Hüseyin’in katline karışıp da hâlâ Kûfe’de yaşamaya devam edenlerin can
güvenliğini tehlikeye atanlara bilfiil cevap verileceğinden bahsetmiştir.
Süleymân b. Surad’ın kendi düşmanlarını şehir dışında aramış olmasına memnun
kalmış, bununla birlikte kendileri için tehdit oluşturabilecek Ehl-i Beyt
yanlıları olduğundan da endişe duymuştur.[276]
Abdullah b. Yezîd’in konuşmasında isim vermemesi, Muhtâr’ın propaganda sürecini
tam bir gizlilikle yürütmesine bağlanmaktadır.[277]
Abdullah b. Yezîd, yaptığı konuşmalarda Ehl-i Beyt söylemi üzere hareket edenleri
Ubeydullâh b. Ziyâd’a yönlendirmeye çalışmış, sükûneti sağlamaya çalışan bir
dil kullanmıştır. Kûfe’de birbirleriyle çatışarak güçlerini harcamalarının İbn
Ziyâd’ın hoşuna gideceğini ve Şam yönetimine karşı girişecekleri mücadelede
kendilerini zayıf bırakacağını, asıl hedeflerine odaklanmaları gerektiğini
söylemiştir. Kastettiği kimseler ise Hz. Hüseyin’in katline karışıp hâlâ
şehirde bulunan ve bir kısmı şehir eşrâfından olanlardır. Vali her ne kadar
çatışmadan uzak kalmaya çalışsa da harac amili İbrâhîm b. Muhammed b. Talha
aynı duruşu sergileyememiştir. Hatta Ehl-i Beyt taraftarlığıyla bilinen
el-Müseyyeb b. Necebe el-Fezârî ile aynı konu hakkında sözlü bir münakaşaya
girmiştir. Muhammed b. Talha’nın: “Ey insanlar! Sakın bu hilebazın savaşa dair
sözleri sizi aldatmasın. Allah’a yemin ederim ki herhangi biriniz, bize karşı
çıkacak olursa onu muhakkak öldürürüz,” demesi üzerine bir tartışma
başlamıştır.[278]
Muhtâr ve Tevvâbûn, görünüşte aynı uğurda
mücadele eden ancak bir araya gelmeyen iki hareket olarak karşımıza
çıkmaktadır. Aralarında bazı farklılıklar göze çarpar. Bunlardan bir tanesi de
Süleymân b. Surad’ın Ubeydullâh b. Ziyâd’ı öncelemesidir. Zira Aynü’l-Verde’ye
doğru yola çıkıldığında kendisine:
-Ömer b. Sa’d ve diğerleri gibi katiller
Kûfe’de yaşıyorken, biz neden kalkıp Hz. Hüseyin’in katilleri ile savaşmak için
Şam’a gidiyoruz, denildiğinde Süleymân:
-Hz. Hüseyin’i asıl öldüren Ubeydullâh b.
Ziyâd’dır. İbn Ziyâd’ı öldürdükten sonra Kûfe’de yaşayan katillere sıra
gelecek. Eğer önce Kûfe’ye yönelirsek, her biriniz ya babasını ya kardeşini ya
kayın biraderini öldürecektir. Bu, birliğimizi bozar diye cevaplamıştır.
Etrafındakiler de bu açıklamaya ikna olduklarını söylemiştir.[279] Muhtâr
ise Kûfe’deki sorumlulara karşı daha önce harekete geçilmesi gerektiğini ileri
sürmüştür.
Süleymân b. Surad’ın herhangi bir hilâfet
teorisi yoktur. Kıyamın gayesi, bir intikam arzusunun dile getirilmesinden
ibarettir. Üstelik şekli itibariyle aynı intikamın alınmasını isteyenler
tarafından da eleştirilmektedir. Muhtâr ise İbnü’l- Hanefiyye adı altında bir
Ehl-i Beyt ideolojisi sunuyor; bununla ileride daha da kemikleşecek bir siyasal
inanç sisteminin temellerini bilmeden atıyordu. Muhtâr, İbnü’l-Hanefiyye
vezaretinde Irak yönetiminin haklılığını, Rasulullâh’la olan kan bağının
ışığında ispatlamaya çalışıyordu.
Süleymân b. Surad ile Muhtâr hareketleri
arasında zikrettiğimiz farklardan sonuncusu ise Muhtâr’ın, kıyâm planlamasını
gözler önüne sermektedir. Tevvâbûn harp için çıktığında herhangi bir siyasal
meşruiyeti yoktu. Adeta mahalle kavgasına gider gibi sözleşerek yola
çıkmışlardı. İlk gün toplanan sayı, hesaplananın çok altında kalmıştı. Bu
yüzden harbe çıkış geciktirilip adam toplanması için haberciler gönderilmişti.
İhtiyaç anında işbirliği yapmak istemeleri halinde ittifak kurmak
istediklerinde öne sürecekleri bir teklifleri ve tekliflerini garanti
edebilecekleri dayanakları yoktu. Ordunun masraflarını karşılamak noktasında da
bu eksiklik kendisini hissettirmişti. Rivayetlere ilk bakışta; vicdan azabıyla
yola çıkan, kazanırlarsa düşmanlarını öldürmüş olacak, kaybederlerse de
taşıdıkları vicdan azabından kurtulacak bir amaca sahip grup izlenimi
uyandırmaktaydı. Muhtâr, Süleymân b. Surad hakkında: “Kendisini ve adamlarını
öldürtmek istiyor,” derken bunu kastetmiş olmalıydı. Muhtâr’a göre, başarıya
ulaşmasına engel gördüğü sorunlardan kurtulmak için önce Kûfe şehri ele
geçirilmeliydi. Böylece planlar siyasal bir zemin ve resmî bir devlet
gölgesinde kurgulanmalıydı.
Kûfe’de halk İbn Zübeyr’e bağlanmayı tercih
etmiş ancak bunun neredeyse hiçbir avantajını görememişti. İbn Zübeyr’in,
Kûfe’nin kendisine bağlanmasından sonra oraya atadığı iki görevli de Tevvâbûn’a
karşı durmamıştı. Üstelik Ehl-i Beyt yanlılarıyla tek ortak noktaları Emevî
yönetimine besledikleri düşmanlık olmasına rağmen uzaktan seyretmekle
yetinmişlerdi. Sözde sayıları 20.000 olacak kadar büyüklükte bir oluşuma
kayıtsız kalmışlardı. Dahası onlara kendileri için tehdit oluşturmamaları
uyarısında bulunmuşlardı. İbrâhîm b. Muhammed ise daha ileri giden saldırgan
bir tutum takınmıştı. Muhtâr Mekke yıllarında, Zübeyrî yönetimin Kûfe’ye nasıl
baktığını anlamış olmalıdır ki, Kûfe şehrini ve halkını bilen birisi ile
yönetilebileceği ve Şam’la kıyaslandığında kendilerine daha sıcak gelen İbn
Zübeyr’in de aslında Kûfe için doğru bir isim olmadığı kanaatine sahipti.
İbrâhîm b. Muhammed, el-Müseyyeb b. Necebe el-Fezârî ile girdiği sözlü kavga,
Tevvâbûn’a karşı düşmanlarını Şam’da aramalarına yönelik verdikleri ültimatom
ve yerlerine gelecek Abdullah b. Mutî’in Hz. Osmân’ın şehir siyasetine dizdiği
övgüler vb. hepsi Muhtâr’ı haklı çıkarmış ve onun elini güçlendirmişti. İbn
Zübeyr’in şehirdeki nufuzu kırılmalı, bununla yetinilmeyip Ehl-i Beyt
yanlılarının yönetimi ele geçirmesinden sonra Şâm’a karşı bir programa
girişilmeliydi. Muhtâr’ın kişisel hırsları inkâr edilmemekle birlikte
Tevvâbûn’a yönelttiği eleştiriler de geçiştirilemez nitelikteydi.
Saydığımız
bu farklardan dolayı Süleymân b. Surad’ın önderliğindeki grup Aynü’l-Verde’de
yola çıktığında Muhtâr ve adamları ona katılmamıştır. Bu tutumunda pek tabidir
ki Muhtâr’ın kişisel hırsları rol oynamıştır. Ancak bu davranışına gerekçe
olarak; insanları İbnü’l-Hanefiyye’nin önderliğinde meydana getirilecek bir
yapılanmaya çağırdığını göstermiştir. Tevvâbûn’a yardım etmemiştir. Tevvâbûn’a
katılanların ayrılmasıyla şehir boş ve savunmasız kalmış, vaadleri ve tehditkâr
konuşmaları ile şehirdeki bazı kesimlere korku salan Muhtâr, açık bir tehlike
olarak algılanmıştır. Tevvâbûn’a katılmayarak kimlerin ayrı safta kaldığı da
netleşmiştir. Ayrıca şehirdeki dedikodular da bir ölçüde haklı çıkmış, eşrâftan
bazıları korkmaya başlamıştır. Ömer b. Sa’d, Şebes b. Rib’î ve Yezîd b. Hâris
b. Rüveym vali Abdullah b. Yezîd’in yanına gelip; Muhtâr’ın Süleymân b.
Surad’dan daha tehlikeli olduğunu hatta Muhtâr’ın Tevvâbûn’un şehirden
ayrıldıktan sonra Kûfe’yi ele geçirmek üzere bir saldırıya niyetli olduğunu ve
derhal zindana atılması gerektiğini söylemişlerdir. Vali bu iddiaları yok
saymayarak Muhtâr’ı tedbiren hapsetmeye karar vermiştir. Bu karar, evinden alınan
Muhtâr’a sürpriz olmuştur. İbrâhîm b. Muhammed’in, vali Abdullah b. Yezîd’e onu
yalın ayak yürüterek ve bağlanmış olarak teşhir maksatlı hapse götürmesi
teklifi, vali tarafından reddedilmiştir. Vali buna gerekçe olarak Muhtâr’ın
düşmanlığını açıkça ortaya koymamış olmasını göstermiştir. Açıkça gerekli
deliller olmadan, dedikodular ve zan üzere Muhtâr’ı hapsettiğini söylemiştir.
Bundan sonra İbrâhîm b. Muhammed, Muhtâr’a dönerek;
-Ey İbn Ebî Ubeyd! Senin fitne çıkarmak
için halka yalanlar söylediğini duymadık mı sanıyorsun, demiş, Muhtâr ise bu
ithamı kabul etmemiştir. Muhtâr hepse götürülmek üzere bineğe bindirildiğinde
İbrâhîm’in onun bağlanması teklifine vali bir kez daha olumsuz cevap vermiştir.[280] Vali,
İbrâhîm b. Muhammed’e:
-Muhtâr, Abdullah b. Zübeyr’in yanında
(Mekke savunmasında kendisine görev verilmiş) iken çok başarılı bir imtihan
verdi. Biz ondan hayırdan başka bir şey görmemişken neden onu bağlayalım,
demiştir.[281]
Muhtâr’ın suçlamaları ısrarla reddetmesi, onun, adamlarının davetlerini
gizlilikle yürüttüğüne inanmasının bir ürünüdür.[282]
Eşrâfın valiye baskıları
sonucu elle tutulur bir delil bulunamadan hapse götürülen Muhtâr, yaklaşık üç
ay zindanda kalmıştır. O, Süleymân b. Surad’ın hurucundan sonra hapsedilmiştir.
Nitekim İbnü’l-Esîr, Tevvâbûn’dan sağ kalanların şehre döndüklerinde Muhtâr’ı
hapiste bulduklarını söylemiştir.[283]
5 Rebîulâhir 65/19 Kasım 684 tarihinde Aynü’l-Verde’ye doğru yola çıkmışlardır.[284] Aynı
yılın Rebîulâhir ayında İbn Ziyâd karşısında yenilen Tevvâbûn ordusundan geri
kalanlar şehre bir ay içinde dönmüş olmalıdır. Muhtâr ile aralarında bir
iletişim köprüsü kurulmuş, görüşmeler yapılmış, mektuplaşmalar gerçekleşmiş ve
Muhtar hapiste iken bir kısmı bey’at etmiştir. Tüm bunlardan sonra Muhtâr,
Abdullah b. Ömer’e gönderdiği mektupla hapisten çıkmıştır. Ne zaman çıktığına
dair kaynaklarımızda bir tarihe rastlanılmamıştır. Şu kadarı var ki; Abdullah
b. Zübeyr mevcut vali Abdullah b. Yezîd’i azledip yerine Abdullah b. Mutî’i
atamış, İbn Mutî’in Kûfe’ye gelmesi ise 25 Ramazan 65/Hâziran 685 tarihine
rastlamıştır. Bu tarihte Muhtâr’ın dışarıda olduğu anlaşılmaktadır.[285]
Dolayısıyla Muhtâr’ın hapiste kalma süresinin altı ayı geçmediği tahmin
edilebilir. Tevvâbûn ordusunun şehirden ayrılmasından hemen sonra hapsedilmiş
olsa dahi, Abdullah b. Mutî’in gelmesinden birkaç ay önce çıkmıştır. Çünkü
ileride de değineceğimiz üzere İbn Mutî’e ilk verilen raporlarda Ehl-i Beyt
yanlılarının yeni bir hareketliliğinin geçmesi, Muhtâr’ın dışarıda da bir süre
kalarak taraftarlarını organize ettiğini göstermektedir. Ayrıca hapiste kendi
taraftarlarınca çıkarılma girişimini, başka bir planı olduğunu söyleyerek
reddetmesi, kısa bir süre sonra da Abdullah b. Ömer’in referansı ile
çıkarılması, onun İbn Mutî’in şehre gelişinden birkaç ay önce çıktığını
göstermektedir. Bu durumda Muhtâr’ın hapis hayatı en fazla 3-4 ay sürmüştür.
Muhtâr, hapsedilmesinden
doğan mağduriyetini iyi kullanmıştır. Böylece Hz. Hüseyin’in kanını talep etmek
gibi bir amacı tescillenmiştir. Ayrıca bu amaca ulaşmakta İbn Zübeyr’e bağlı
şehir yönetiminin de kendisine engel olmakla katillere yardım ettiği fikrini
taraftarları nezdinde ispatlamıştır. Üstelik valiye baskı yapan grubun,
şehirdeki Ehl-i Beyt taraftarlarına olumsuz baktığı ortaya çıkmıştır. Muhtâr,
daha önce Hz. Hüseyin’i şehid eden Ubeydullâh b. Ziyâd tarafından aynı cezaya
çarptırılmışken Ubeydullâh b. Ziyâd ve mevcut Zübeyrî yönetim, böylece aynı
kefeye girmiştir.
Muhtâr, hapiste de yalnız kalmamıştır.
Taraftarlarının sayısı günden güne çoğalmış ve onu ziyarete gelmişlerdir.
Muhtâr’ın kendisini ziyarete gelenlere yaptığı konuşma yukarıdaki anlatılanları
doğrulamaktadır: “Denizlerin, hurma ağaçlarının ve diğer ağaçların Rabbine and
olsun ki; dînin direklerini dikinceye, müslümanların başlarının ağrısının dindiğini,
müminlerin kalp yaralarının iyileştiğini görünceye ve peygamberlerinin
intikamını alıncaya kadar her cebbar ve gaddarı, bütün adamlarının arasında, en
keskin kılıçla öldüreceğim! Bu yolda ne dünyanın zevali ne de ölüm beni
kaygılandıracaktır.” Bu beliğ, kendinden emin konuşmayı her gelene yapmış ve
nihayetinde ziyaretçi sayısı artmıştır. Gelenlerin hepsi bey’at ederek
ayrılmıştır.[286] Onun
hapse atılması, Kûfe’de sesinin daha çok yankılanmasını sağlamıştır.[287]
Muhtâr’ı güçlendiren asıl olay ise
Tevvâbûn’un büyük bir hezimete uğraması olmuştur. Zira bu yenilgi Muhtâr’ı
haklı çıkarmıştır. Wellhausen; Muhtâr’ın, Tevvâbûn ordusu hakkındaki
öngörülerinde haklı çıkmasından dolayı hiçbir vicdani huzursuzluk duymadan
Tevvâbûn’dan kalanlara önderlik etmeye Hâzir olduğunu söylemektedir.[288] Süleymân
b. Surad’ın da ortadan kalkmasıyla artık lider o olmuştur. Yeni bir lider
arayışına giren Tevvâbûn grubu, baştan beri kendisine davet yapan, çağrısından
vazgeçmeyen ve neredeyse hapiste bunu bekleyen Muhtâr’a sığınmıştır.
Çalışmamız esnasında Muhtâr hakkında bazı
kaynakların olumsuz bir dil kullandıklarına şahit olunmuştur. İbn Kesîr de bu
isimlerden birisidir. İbn Kesîr’e göre Muhtâr, Süleymân b. Surad’ın mağlup
olacağını, Tevvâbûn ordusu henüz Kûfe’ye gelmeden haber vermiştir. Dahası ona
bu haberleri şeytân vermiştir. Üstelik bu şeytân Müseylemetü’l-Kezzâb’a gelen
şeytân’ın aynısıdır. Sadece bu olayı değil, başka hadiseleri de Muhtâr’a
söylemektedir.[289]
Benzeri bir durum H. D.
Van Gelder’in şu sözlerinde de görülmektedir: “Alınan bu netice, Muhtâr’ın sarf
etmiş olduğu sözleri sanki ispatlar nitelikteydi. Çünkü Muhtâr halka, ordunun
Kûfe’den çıkışının 15 gün sonrasında, ordularının dönüşünün en az 10 gün en
fazla 4 hafta olacağını, büyük yenilgi alacaklarını, çok sayıda ölünün olacağını
ve bir belirsizliğin zuhur edeceğini söylemişti. Ardından asıl güvenilecek
kişinin kendisi olacağını vurgulayarak, hedefi doğrultusunda ilerliyordu.”[290]
Görüldüğü üzere Muhtâr
hakkında taraftarlarının inandığı efsanevi kabiliyetleri dışında, ona muhalif
olanların da Muhtâr’ı eleştirmek maksatlı benzer içerikli rivayetleri vardır.
Kanaatimizce Muhtâr’ın sözleri, sadece kendine olan güveni topluma telkin
ederek taraftar sayısını çoğaltmak, Tevvâbûn’daki var olan problemler üzerinden
kendi liderliğini perçinlemeye çalışmaktan ibarettir. Nitekim Muhtâr ordudan
sağ kalanlara yazdığı mektuplarla da onları kendi etrafında toplayabilmek için
söylemini değiştirerek aynı amaca matuf hareket etmiştir.
Muhtâr kime mektup
yazacağını da çok iyi seçmiştir.[291]
Kaynaklar Muhtâr’ın, Şam yönetimi ile gerçekleşen savaşta Tevvâbûn ordusundan
sağ kalanlara yazdığı mektupların metnini aktarmaktadırlar. Bunlardan bir
tanesinde Muhtâr Rifâa’ b. Şeddâd’a şöyle bir mektup kaleme almıştır: “Ey bu
harpten sağ olarak gelen (kardeşlerim)! Merhaba... Allah’tan, sizlere en büyük
ecri ve sevabı vermesini, şehitlerin ise ruhlarının peygamberler, sıddîkler,
şehitler ve salih kullarla birlikte haşr olunmasını dilerim. Muhakkak ki ben
görevlendirilmiş bir emîrim. Güvenilmiş bir kişiyim ve aynı zamanda ordu
komutanıyım. Din düşmanlarından intikam alan, zalimleri zincire vuran benim.
Öyleyse tetikte olun. Hâzirlık yapın, (etrafınızdakilere kıyamımız için) müjde
verin, sevindirin. Ben sizi Allah’ın Kitabı’na, Rasûlullah’ın sünnetine ve
Ehl-i Beyt’in kanını dökenlerden hesap sormaya, intikamlarını almaya, zayıfları
korumaya, işgalcilerle savaşmaya çağırıyorum.”[292]
Muhtâr’a ait ikinci mektup
ise Tevvâbûn’dan geri dönenlere yazılmış olmak üzere şöyledir: “Sizler hak
yoldan ayrılmış olanlarla çarpıştınız, işgalcilerle savaştınız. İşte bundan
dolayı Allah sizin ecrinizi artırsın ve günahlarınızı bağışlasın!
Bu yolda her ne harcadıysanız ve ne kadar
adım attıysanız, bunun miktarınca Allah sizin derecenizi yükseltmiş ve
Allah’tan başkasının sayamayacağı kadar, sizin için sevap yazmıştır. Size
müjdeler olsun! Yanınıza geleceğim ve Allah’ın izniyle doğudan batıya kadar tüm
düşmanlarınızı kılıçla yok edeceğim. Onları üst üste yığıp, teker teker ya da
çifter çifter öldüreceğim. Size yaklaşan, size yakınlık gösteren Allah
tarafından feraha kavuşturulsun ve hidayet bulsun. Size karşı koyanları, sizden
yüz çevirenleri de uzak etsin. Ey doğru yolda olan sizler; selam olsun size!”[293]
İçerik itibariyle benzer olan bu iki
mektupta; Muhtâr, Tevvâbûn’u; şimdiye kadar yapmış oldukları ile methettiğini,
bundan dolayı sevap kazanacaklarına inandığını söylemiştir. Böylece arayış
içerisinde olan kitleye olumlu mesajlar vererek doğru adresin kendisi olduğunu
açıklamıştır. Özellikle kendisinin harp bilgisine vurgu yapmıştır. Ancak daha
önceki eleştirilerinin aksine Süleymân b. Surad’ı ve şehitleri de hayırla yâd
edip, geri gelenlerin emeklerinin boşa gitmediğini söyleyerek sevgilerini
kazanmayı başarmıştır. Ayrıca ne yapmak istediğini de açıkça ifade etmiştir.
Tevvâbûn’un hezimete uğraması, Emevîler’e
karşı kini arttırmış, diğer taraftan Hz. Hüseyin’in katillerine karşı hiçbir
girişimde bulunmayan Abdullah b. Zübeyr yönetimine karşı olan güveni önemli
ölçüde sarsmıştır. Muhtâr da bu durumun farkında olmuştur.[294]
Düşman olarak addettiklerine karşı
kullandığı sert söylemlere bakıldığında bu söylemlerin şehir yönetiminin
Muhtâr’ı hapsetmesini haklı çıkarır nitelik taşıdığı görülür. Birinci mektubun
hapisten nasıl çıkarıldığı bilinmemektedir. Ancak ikinci mektubu Muhtâr’ı
ziyarete gelenlerden Seyhân b. Amr isimli bir taraftarının sarığının astarı
içine saklayarak çıkardığı kaynaklarımıza yansımıştır. Muhtemelen ilk mektup da
benzer bir gizlilik içerisinde dışarı çıkarılmıştır. Seyhân doğruca
arkadaşlarına gitmiştir. Bunlar: Rifâa’ b. Şeddadü’l-Fityân, el-Müsennâ b.
Mahrabe el-Abdî, Sa’d b. Huzeyfe b. el-Yemân, Yezîd b. Enes, Ahmer b. Şumeyt
el-Ahmesî, Abdullah b. Şeddad el-Becelî ve Abdullah b. Kâmil’dir. Muhtâr’ın
mektubuna karşı onlar da hemen harekete geçip Abdullah b. Kâmil’i göndererek Ehl-i
Beyt taraftarlarıyla ne zaman nereye isterse hemen oraya gelebileceklerini
bildirmişler, hatta derhal harekete geçerek onu hapisten dahi
kurtarabileceklerini söylemişlerdir. Muhtâr bu sözlere çok sevinmiş ancak yine
de yardım tekliflerini reddetmiştir. Doğru bir zaman olmadığını, kafasında
başka bir plan kurguladığını ve yakında çıkacağını bildirmiştir.[295] Bu işi
nezaketle ele almak istemiştir.[296] İşlerini
daha iyi yerine getirebilmesi için verilen kararlara saygı duyması ve işlerini
gizlice halletme yoluna bakması gerektiğini düşünmüştür. O, bu işlerin
gizlilikle yürütülmesi halinde başarıya ulaşacağına inanmıştır.[297]
Muhtâr,
hapiste iken ümidini yitirip ye’se düşmek şöyle dursun, tüm taraftarlarının
yanı sıra Tevvâbûn’dan gelenlerin de bey’atını almayı başarmıştır. Arkasında bu
kadar güçlü bir kitle ile hapisten çıkarılması çok kolay olabilecekken, hapiste
birkaç hafta daha fazla kalmasına neden olabilecek kendi planını uygulamıştır.
Zira bir isyanla hapisten çıkarılmasını amaçlarına ulaşmak için tehlikeli bir
yöntem olarak bulmuştur. Şehir yönetimiyle girilecek bir çatışmanın sonuçlarını
kestirmesi henüz hapiste iken güçtür. Başarısızlıkla sonuçlanması halinde,
böyle bir girişimin hurucunu başlamadan nihayete erdirebileceğini, dahası
canına da mal olabileceğini düşünmüştür. Herhangi bir kargaşa çıkarmadan
özgürlüğüne kavuşmayı ve ulaştığı sayıyı ve gücünü bizzat takdir etmesi
gerektiğini hesaplamıştır.
Muhtâr, Abdullah b. Ömer’e bir mektup
göndermiş ve eniştesi İbn Ömer’den kendisi için bir rica mektubu kaleme
almasını istemiştir Mektupta geçen “Haksız yere hapsedildim” ifadesi dikkat
çekmektedir. İbn Ömer, Muhtâr’ı hapisten ikinci kez kurtaracak, valiye ve harac
amiline gönderilmek üzere bir mektup kaleme almış, bu mektupta Muhtâr’la
arasındaki hısımlığa, vali ile olan dostluğuna atıf yaparak Muhtâr’ın berâatini
istemiştir.[298] İbn
Ömer’in Muhtâr’ın serbest bırakılmasına çalışmasının arka planında başka
hesapları olduğuna dair herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır. İbn Ömer’in bu
girişimi akrabalık bağları ve Muhtâr’ın kendisini suçsuz olduğunu söylemesine
inanması ile alakalıdır.[299]
İbn Ömer’in bu ricasına, vali Abdullah b.
Yezîd ve harac amili İbrâhîm b. Muhammed kayıtsız kalamamıştır. Ancak vali,
Muhtâr’dan tam da emin olamadığı için Muhtâr’dan kefil istemiştir. Çok sayıda
kişinin toplanması üzerine İbrâhîm b. Muhammed, gelenlerin içinden söz ve nüfuz
sahibi olanlardan on kadar kişinin kefaleti ile serbest bırakmasını önermiştir.[300] Bu
kefalet alındıktan sonra Muhtâr’ın söz vermesini istemiş, Muhtâr da yemin
etmiştir. Yeminin konusu, Kûfe yönetiminde bulundukları müddetçe onlara karşı
isyan etmeyeceği üzerine olmuştur. Eğer yemini bozacak olursa, Kâbe’de bin deve
kurban edeceğini ve bütün kölelerini azat edeceğini taahhüt etmiş, sonra da
serbest kalmıştır.[301]
Muhtâr’ın bu yemini, Muhtâr hakkındaki
tartışma konularından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Humeyd b. Müslim,
Muhtâr’ın serbest kaldıktan sonra şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Allah
onları kahretsin! Bunlar ne kadar da ahmak insanlar! Benim gerçekten bu yemini
tutacağımı sanıyorlar. Oysa ben, eğer yeminimi bozarak onların üzerine yürümeyi
daha hayırlı bulursam, kıyama kalkarım ve bozduğum yeminimden dolayı da kefaret
veririm. Bin deve kurban etmek ise bana bu uğurda ağır gelmez. Ben, ne bin deve
kurban etmekten, ne de bütün kölelerimi azad etmekten korkarak davamdan
vazgeçerim. Keşke tam bir başarıya erişsem de ondan sonra hiçbir köleye sahip
olmasam.”[302]
Kendisinin bu sözleri verdikten sonra bir
daha nasıl kıyama liderlik edeceğine yönelik şaşkınlığı gidermeye çalıştığını
anladığımız konuşmasında Muhtâr, davasından asla vazgeçmeyeceğinin altını
çizmiştir. Ancak yeminini bozmayı daha hayırlı görürse bunu yapacağını
belirterek taraftarlarına da bir mesaj vermiştir. Vali ve harac amili ile alay
ederek, aslında yeminine şeklî olarak itibar edeceğini göstermek istemiştir.
Bu meseleyi izah ederken bazı ideolojik
teviller de vardır. Hind Ğassân, Muhtâr’ın bu yemini, İbrâhîm b. Muhammed b.
Talha’ya ve Abdullah b. Yezîd’e ettiğini iddia emektedir. Ona göre Muhtâr, adı
geçen iki kişi görevde oldukları müddetçe isyan çıkarmamaya yemin etmiştir. İbn
Zübeyr’in ikisini azledip, yerlerine Abdullah b. Mutî’i atamasıyla Muhtâr’ın
yemini boşa çıkmış ve bu yeminin herhangi bir sorumluluğu üzerinde kalmamıştır.
Muhtâr’ın hapisten çıkar çıkmaz faaliyetlerine dönmediğini, yeni vali Abdullah
b. Mutî’in atanmasıyla kaldığı yerden devam etmeye başladığını iddia
etmektedir.[303] Ancak
iddialarını kaynaklarımızda delillendirecek bir bilgi vermemektedir. Hakikaten
Muhtâr’ın hapisten çıkınca bir süre çalışmalarına ara verdiğine dair bir
bilgiye rastlanılmamaktadır. Hatta taraftarlarının Muhtâr’a, onu hapisten
çıkarmayı ve bir an evvel gerekli hamleleri yapmaya başlamalarına dair
heyecanlarını yansıtan konuşmaları, aktardığımız üzere görülmektedir.
Harbutlu da benzer bir dille Abdullah b.
Zübeyr’in Abdullah b. Mutî’i atamasının ettiği yeminin sorumluluğundan Muhtâr’ı
kurtardığı ve İbn Zübeyr’in bilmeden Muhtâr’a kıyamında önemli bir fırsat
tanıdığını söylemektedir. [304] Eğer
böyle bir tevile gitme yolu gözükse, Muhtâr’ın yeminini bozmaktan ve bu yeminin
kefaretini ödemekten bahsetmemesi gerekmektedir. Neticede bu yorumda ait olunan
tarafı aklama çabası sezinlenmektedir. Muhtâr’ın hapisten çıktıktan sonra
ettiği yemini bozma hususundaki sözleri, onun kendisini adadığı davadan, bedeli
her ne olursa olsun vazgeçmeyeceğinin ispatıdır. Kendisi bu kadar kararlı iken,
Abdullah b. Yezîd’in ve Muhammed b. Talha’nın kendisini bir yemin karşılığında
bırakıyor olmasını ahmaklık olarak nitelemesi bundandır. Muhtâr davranışını bir
şekilde tevil edecek, gerekirse kefaretini ödeyecek ancak yapmak
istediklerinden vazgeçmeyecektir. Ettiği yemin hakkında Muhtâr’ın yukarıda
aktardığımız yorumu taraftarlarının dağılmamasına, hatta kararlılığını
göstermek suretiyle kendisine olan inançlarını daha da kuvvetlendirip
sayılarını arttırmaya matufdur. Kendisinden yemin etmesinin talep edilmesi,
Muhtâr’ı sadece güldürmüştür. Çünkü bütün servetine mâl olsa bile kefareti
ödemeyi tercih etmeye Hâzirdır.[305]
Muhtâr zindanda iken kendisine beş kişinin
bey’at ettiği bildirilmektedir. Bunlar: Sâib b. Mâlik el-Eş’arî, Yezîd b. Enes,
Ahmer b. Şumeyt, Rifâa’ b. Şeddad el- Fityânî, Abdullah b. Şeddad
el-Cüşemî’dir. Muhtâr evine geldiğinde, Ehl-i Beyt taraftarları onun etrafında
toplanmaya başlamıştır.[306] Bu
isimler, Muhtâr hareketinde ileriki dönemlerde ismini belli başlı görevlerde
duyduğumuz nitelikli kişilerden bazıları olması hasebiyle zikredilmiş
olmalıdır. Dolayısıyla bu sayı daha fazladır.
Muhtâr, kıyama kalkışmayacağına ettiği
yemin ve birçok kişinin kefaleti ile hapisten çıkmıştır. Berâatinde Abdullah b.
Ömer’in asıl paya sahip olduğu unutulmamalıdır. Abdullah b. Ömer, Muhtâr’ın
hayatında biri Emevî valisi İbn Ziyâd diğeri İbn Zübeyr valisi Abdullah b.
Yezîd döneminde olmak üzere iki kritik rol üstlenmiş ve ikisinde de Muhtâr’ı
neredeyse ölümden kurtarmıştır. Muhtâr, eniştesi İbn Ömer’in kardeşi Safiye’yi
kırmayacağına, kendisini hapse atanların da İbn Ömer’in ricasına karşı
gelemeyeceğine olan inancını, cesaretiyle süslemiştir.
Kûfe
Valiliğine Abdullah b. Mutî’in Atanması
Kûfe, Yezîd’in vefatından sonra İbn
Zübeyr’in valisi Abdullah b. Yezîd tarafından idare edilmekteydi. Bir buçuk yıl
kadar süren bu vazife, İbn Zübeyr’in Kûfe’ye Abdullah b. Mutî’i atamasına kadar
sürmüştür. Abdullah b. Mutî’ 25 Ramazan 65/685 tarihinde Kûfe’ye ulaşmıştır.[307] Halefi
olan valiye yanında kalabileceğini ya da Mekke’ye dönebileceğini söylemiş,
Abdullah b. Yezîd de Mekke’ye gitmeyi tercih etmiştir.[308]
İbn Mutî, aynı tercih hakkını harac âmili İbrâhîm b. Muhammed’e bırakmamış, o
da Medîne’ye gitmiştir.[309]
Kûfe’de namaz kıldırma ve harac işleriyle
uğraşmaya başlayan yeni valinin kaynaklara yansıyan ilk icraatlarından bir
diğeri de, İyâs b. Mudârib el-İclî’yi şehir emniyetinden sorumlu
sâhibu’ş-şurtanın başına getirmesi olmuştur. Ona dikkatli olmasını, gerginlik
çıkarmadan vazife yapmasını ancak emniyeti tehlikeye atacak şüpheli bir durumla
karşılaşırsa da gerekli şiddete başvurmasını tembihlemiştir.[310] Onun
bu tavsiyeyi edebilmesi, şehir halkının kargaşa çıkarmakla maruf olmasındandır.
İbn Mutî’in, görevinin ilk günlerinde
yaptığını anladığımız bir konuşması aktarılmaktadır. Bu konuşmasında İbn Zübeyr
tarafından gönderildiğini, ganimet dağıtımında halkın rızasını gözeterek
davranacağını, kötü niyetli ve asi olan kimselere karşı şiddete başvurmaktan
çekinmeyeceğini söylemiştir. Ancak konuşmasındaki bir cümle Kûfe’nin, halka ne
kadar uzak kişiler tarafından yönetilmeye çalışıldığını izah eder niteliktedir.
Öyle ki İbn Mutî’, tahsîlatlarda Hz. Ömer’in ölmeden hemen önce kendisine vasiyeti
üzere hareket edeceğini ve yine Hz.
Osman’ın uygulamalarını
takip edeceğini söylemiştir. Muhtâr’a daha önce bey’at edenlerin başında gelen
Sâib b. Mâlik el-Eş’arî hemen ayağa kalkarak:
-Ganimet dağıtımında
halkın rızasını gözeteceğini söyledin. Öyleyse bil ki; biz zaten bunu vermeye
razı değiliz. Bu payın aramızda bölüştürülmesini isteriz. Bir de biz, ne Osman
b. Affân’ın ne de Ömer b. Hattâb’ın uygulamasını istiyoruz. Biz Ali b. Ebî
Tâlib’in uyguladığı şekilde bir taksimat istiyoruz demiştir. Orada bulunanlardan
yine Muhtâr’ın taraftarlarından Yezîd b. Enes, Sâib’in sözlerini onaylamış,
Sâib’in halkın hislerine tercüman olduğunu gören İbn Mutî’, derhal sözü
toparlayarak: “Sizlerin istediği şekilde hareket edeceğim,” diyerek minberden
inmiştir.[311] İbn
Kesîr ise İbn Mutî’in Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın sünneti üzere bir yönetimi
benimsemesini kendisine İbn Zübeyr’in emrettiğini söylediğini aktarmaktadır.[312] Söz
konusu gaf, İbn Mutî’in halkını tanımayan bir idareci olduğu izlenimini bizde
uyandırmaktadır.
Muhtâr’ın
Abdullah b. Mutî’ ile İlişkileri
Muhtâr ile İbn Mutî Mekke
savunmasında görev almışlardır.[313] Bundan
daha önceki bir tarihten itibaren tanışıklıkları olduğuna dair kaynaklarda bir
bilgi bulunmamaktadır. Daha sonrasında ise Kûfe’de İbn Mutî’in valilik dönemine
rastlayan görüşmeleri vardır. Bu arayı doldurabilecek bir rivayete
rastlanılmamaktadır. İbn Kesîr’in Muhtâr ve İbn Mutî’ arasında daha önceden
samimi bir dostluk ve arkadaşlık olduğunu söylemesi,[314]
Muhtâr’ın Kûfe’yi ele geçirdikten sonra İbn Mutî’i öldürmekten kaçınmasını ve
hatta İbn Mutî’in kaçmasına yardım etmesini izah için olmalıdır. Oysa bizce
Muhtâr’ın İbn Mutî’i öldürmemesi, Şam dışında bir de Hicâz’daki yönetimle kısa
zamanda gerçekleşebilecek bir savaştan kaçınmaya yöneliktir.
Hişâm b. Urve ve Ümmü Bekir binti el-Misver
rivayetlerinde Muhtâr’ın İbn Mutî’e yakın durduğu, sık sık onu ziyarete
gittiği, yüz yüze geldiklerinde yakın iki dost gibi davranan Muhtâr’ın,
gizliden gizliye kendi planlarını uyguladığı, hem onun hem de İbn Zübeyr’in
aleyhinde Ehl-i Beyt taraftarlarıyla iş tuttuğu anlatılmaktadır.[315]
Kûfe halkı her ne kadar İbn Zübeyr’e bağlı
bir idarî yönetimi tercih etse de önce Süleymân b. Surad’ın, daha sonra da
Muhtâr’ın önderliğinde Ehl-i Beyt söylemi ile hareket etmiştir. İbn Mutî’in
vazifesi, halkın Muhtâr etrafında toplandığı bir döneme rastlamıştır. Göreve
başladığında şehrin emniyetini sağlamak üzere Şurta teşkilatının başına İyâs b.
Mudârib’i atamıştır. İyâs, kısa zamanda bu hareketliliği fark etmiş, valiye
gidip, durumu haber vermiştir. Muhtâr’ın teşkilatlandığını, Sâib b. Mâlik’in
Muhtâr’a çalıştığını, kısa zaman içinde şehirde bir kıyama kalkışmalarından
endişe ettiğini ve halkın bir süre sakinleşmeleri için Muhtâr’ın derhal
hapsedilmesi gerektiğini söylemiştir. Tüm bu bilgileri casuslarından öğrenen
İyâs, Muhtâr’ın kıyama kalkışacağından emin bir dille bahsetmiştir. Bunun
üzerine İbn Mutî’, İyâs’ın sözüne itibar edip Muhtâr’ı tutuklamak üzere
harekete geçmiştir.[316]
Bu hamle iki ayrı kaynakta farklı
şekillerde anlatılmaktadır. Belâzurî’deki rivayette vali Muhtâr’ı getirtmek
üzere bizzat İyâs b. Mudârib’i göndermiş, Muhtâr ise hemen kadife bir örtüye
bürünerek hasta olduğu yalanını söylemiştir.[317]
Taberî ise meseleyi daha detaylıca anlatan ve küçük farklılıklar içeren başka
bir rivayet aktarmaktadır. Buna göre vali, Muhtâr’ı getirtmek üzere Muhtâr’ın
akrabası Zâide b. Kudâme’yi ve Hemdân’dan Hüseyin b. Abdillah el-Bursümî’yi
görevlendirmiştir. Muhtâr’ın yanına gelip, valinin kendisini çağırttığını ve bu
emir üzere hemen gelmesi gerektiğini söylediklerinde, Muhtâr hiç itiraz etmeden
kalkıp Hâzirlanmaya başlamıştır. Elbiselerini giyerken çıkarttığı sesi Zâide ve
Hüseyin duyabildiği belirtilmektedir. Zâide, Muhtâr’ın Hâzirlandığını görünce
Enfâl sûresinin 30. âyetini okumaya başlamıştır. Bu âyet meâlen şöyledir:
“Hatırla ki; kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni
(yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak
kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en
iyisidir.”
Muhtâr, Zâide’nin verdiği mesajı anlamış,
derhal elbiselerini çıkarmış, hasta olduğunu söyleyip İbn Mutî’e dönmelerini ve
ona kendisinin hasta olduğunu bildirmelerini istemiştir. Zâide de Muhtâr’ın
daha sonra İbn Mutî’e geleceğini söylemiştir. Muhtâr bu sefer Hüseyin b.
Abdillah’a dönüp:
-Ey Hemdânlı kardeş! Sen
de İbn Mutî’in yanında benim mazeretimi beyan et. Zira bu senin için daha
hayırlı olur, demiş, Hüseyin b. Abdillâh, Muhtâr’ın bu sözünü tehdit olarak
algılamıştır. Muhtâr’a, valiye kendisi hakkında mazeretli olduğunu
söyleyeceğini ifade ederek olumlu bir cevap vermiştir. Ancak kendi kendine
valiye doğruları anlatmayı tasarlamıştır. Muhtâr’ın kendisine olan tehdidi onu
etkilememiştir. Muhtâr’ın kıyama kalkıştığında kendisini de düşman kitle
arasında görüp öldürmesinden endişe duyduğunu iç dünyasında dile getirmiştir.
Zâide ile birlikte Muhtâr’ın yanından ayrıldıklarında Muhtâr’ın evinin önündeki
kalabalığı ve kendisi için çalışan adamlarını görmüş olması aslında Muhtâr’ın
hangi işler peşinde koştuğunu anlamasına yetmiştir. Böylece fikir değiştirerek
valiye onun hasta olduğunu ifade edip yalan söylemiştir. Hüseyin, Zâide’ye
Muhtâr’a mesaj vermiş olduğunu anladığını söylemiş, Zâide ise bunu inkâr
etmekle yetinmiştir.[318] İbn
Mutî, Muhtâr’ın evindeki kalabalığın sebebini öğrenmek üzere birini göndermiş,
Muhtâr ise kendisine yapılan hasta ziyaretleri olduğunu söylemiştir.[319] İbn
Mutî’ bundan sonra Muhtâr’ın peşini bırakmıştır.[320]
Valinin böyle bir şüpheyle kendisine karşı harekete geçmiş olması, Muhtâr’ı,
planlarını daha hızlı uygulamaya ve evinin etrafında nöbetçi görevlendirmeye
itmiştir.[321]
Ehl-i
Beyt Taraftarlarının Muhtâr’dan Şüphe Duymaları
Muhtâr, 66 yılının
Muharrem/685 yılının Eylül ayında faaliyetlerini iyice artırmıştır.[322]
Taraftarları ile kıyam etme vaktinin geldiğini ve gerekli hamlelerin neler
olduğunu tartışmaya başladıkları bir döneme girmişlerdir. Taraftarlarından
bazıları ise kıyamı bir süre daha ertelemesi konusunda ısrar etmişlerdir.[323]
Muhtâr’ın şehri ele geçirmek için Muharrem ayını tespit etmiş olmasının tesadüf
olmadığı, aksine bu ayı bir sembol olarak hareketine hız kazandırmak için
seçtiği, böylece Hz. Hüseyin’in ölümüne seyirci kaldıkları için kendilerini
suçlu hisseden Kûfelilerin bu duygularından da faydalanmak istediği yorumları
yapılmaktadır.[324]
İşte böyle bir zamanda Muhtâr hakkında bir
şüphe ortaya atılmıştır. Muhtâr, Kûfe’ye geldiği andan itibaren kendisinin
İbnü’l-Hanefiyye tarafından Kûfe’deki kıyama liderlik etmesi için
gönderildiğini iddia etmiştir. Muhtâr’ın adamları arasında Kûfe’nin seçkin
kimselerinden Şibâm Abdurrahmân b. Şureyh; Si’r b. Si’ru’l- Hanefî’nin evinde
yine Muhtâr taraftarı olan birkaç arkadaşı ile buluşmuştur. Bunlar: Saîd b.
Münkîz es-Sevrî, el-Esved b. Cerâd el-Kindî, Kudâme b. Mâlik el- Cüşemî’dir. Bu
toplantıda Şibâm Abdurrahmân b. Şureyh, Muhtâr’ın İbnü’- Hanefiyye tarafından
gönderilip gönderilmediğini bizzat İbnü’l-Hanefiyye’nin kendisine sormayı
önermiştir. Diğerleri de bu öneriye katılmışlar ve uygun olan ilk zamanda yola
çıkmaya karar vermişlerdir.[325]
Daha önce Süleymân b. Surad ile çıktıkları
yolu tamamlamayan Kûfe halkı, şimdi de Muhtâr’la olan birlikteliklerini
sorgulamaya başlamışlardır. Muhtâr’ın sözlerini sorgulamak için çok fazla
zamanları olmasına rağmen bu toplantı İbn Mutî’in şehre gelmesinden üç ay sonra
olmuştur. Artık kıyamın son zamanlarına girdiklerinde halk, yine çıktıkları
davada mütereddit bir tutum sergilemeye başlamışlardır.[326]
Bu da, şehir halkının ne kadar güvenilmez olduğunu göstermektedir. Ağırakça,
Muhtâr taraftarlarının Muhtâr’ın İbnü’l-Hanefiyye tarafından gönderildiğine
şüphe duymalarında haklı olduklarını söylemektedir. O, İbnü’l-Hanefiyye’nin
böyle bir harekâta niyeti olması halinde önce kendisinin bazı Hâzirlıklar
yapacağını sonra da Muhtâr ya da başka bir kimseyi göndereceğini ileri sürmektedir.[327]
Toplanan bu grup Şibâm Abdurrahmân’ın
önderliğinde çok geçmeden yola çıkıp, İbnü’l-Hanefiyye’nin huzuruna
gelmişlerdir. Heyetle kısa bir sohbetten sonra özel konuşmak istedikleri için
tenhaya çekilmişlerdir. Sözcü olarak yine Şibâm Abdurrahmân öne çıkmış ve
Muhtâr’a tabi olmalarını uygun görüp görmediğini sormuştur. Heyetteki diğer
üyeler de benzer konuşmalar yapmışlardır. Konuşmalar bitince İbnü’l-Hanefiyye
konuşmasında açıklık getirilmesi istenilen konuyu, müphem bırakacak bir cevap
vermiştir:
-Allah’ın, faziletini bize verdiğini
zikrediyorsunuz. Şüphesiz Allah fazîletini dilediğine verir. O çok büyük
fazîlet ve lütuf sahibidir. Allah’a hamdolsun. Gelelim Hüseyin’in başına
gelenlerle uğradığımız musibetlerden zikrettiklerinize. Muhakkak ki bu kader-i ilâhi
idi. Hz. Hüseyin’in acı ölümü, onun yazısıydı. Allah bu ölümle onu
şereflendirdi, o kavim karşısında Hüseyin’in derecesini yükseltti. O kavmi ise
alçalttı. Allah’ın emri, gerçekleşen bir kaderdir. Gelelim intikamımızı almak
için davet edilme meselesine: Vallahi ben, Allah’ın, yarattığı kimselerden
birisi ile düşmanlarımıza karşı bize yardım etmesini elbette isterim. Diyeceğim
bu kadar. Allah sizi ve bizi affetsin.[328]
İbnü’l-Hanefiyye’nin bu sözlerinden,
Muhtâr’ın kıyamına karşı bir duruş bulunmadığı gibi aksine eğer Hz. Hüseyin’in
intikamı alınırsa, bunu yapan kim olursa olsun memnun kalacağını bizzat ikrar
etmiştir. Heyette bulunanlardan Esved b. Cerâd el-Kindî, İbnü’l-Hanefiyye’nin
sözleri hakkında heyetin düşüncelerini şöyle izah etmiştir:
-Vallahi ben, Allah’ın, yarattığı
kimselerden birisi ile düşmanlarımıza karşı bize yardım etmesini elbette
isterim, sözleriyle bize, Muhtâr’a olan bey’atimizde devam etmemize izin verdi.
Eğer bundan vazgeçmemizi söyleseydi bize “yapmayınız!” derdi.[329]
Heyet üyelerinin hepsi,
İbnü’l-Hanefiyye’nin bu konuşmasından aynı şeyi anlamamıştır. Ancak ortak bir
noktada hepsi aynı kararda birleşmişlerdir: İbnü’l- Hanefiyye, Kûfe’de Ehl-i
Beyt yanlılarının Hz. Hüseyin’i şehit edenlere karşı başlatacakları kıyama,
karşı değildir.
Nitekim İbnü’l-Hanefiyye’den de net bir
cevap beklemek yanlıştır. Zira kendisinden zorla bey’at almaya çalışan Abdullah
b. Zübeyr’in halifeliğini ilan ettiği ve bulunduğu şehirde yaşamaktadır. Muhtâr
ise Kûfe’de, İbn Zübeyr’in kontrolü altında bulunan bir şehirde, kıyam
Hâzirlıkları içindedir. Taraftarlarının bu kıyama dair İbnü’l-Hanefiyye’den
destek açıklaması duymaları pek mümkün değildir. Böylesi bir açıklama
İbnü’l-Hanefiyye’yi Mekke’de zor durumda bırakacaktır.
İbnü’l-Hanefiyye’nin, Muhtâr etrafında toplananların
Kûfe’de kalkışacakları isyana rızasının olmadığını söylemesi ise kolaydır. Zira
bu sözleri ile kendisini Mekke’de birçok ithamdan kurtarabilmesi mümkündür.
Ancak bu yolu da seçmemiştir. Dolayısıyla Esved b. Cerâd el-Kindî’nin
çıkarsaması, heyetten kendisine itiraz gelmemesi hep, İbnü’l-Hanefiyye’nin
içinde bulunduğu durumun, konuşmasının içeriğine tesir edebilmiş olacağını
düşünmelerindendir.
Bununla beraber aynı konunun aktarımında
Urve b. Zübeyr’e ait rivayet, İbnü’l-Hanefiyye’nin yukarıda aktardığımız
sözlerine ek olarak şu cümleleri de sarfettiğini zikretmektedir:
-Biz her zaman Allah’ın hesap ve mükâfatını
düşünürüz. Dünyanın sultasını verseler dahi bana haksız yere bir mü’minin
öldürülmesi sevimli gelmez. Yalancılardan sakınınız. Kendinizi ve dininizi
gözetiniz. Bundan yüz çeviriniz![330]
Esved’in sözü ile Urve’nin verdiği bilgi
çelişmektedir. Kanaatimizce bizzat heyette olan birisinin rivayeti, diğer
ravilerin rivayetlerine tercih edilmelidir. Zira kıyamın ^hazırlıkları önemli
ölçüde ilerlemişken, Kûfe’den Mekke’ye İbnü’l- Hanefiyye’nin rızasının olup
olmadığını bizzat kendisinin ağzından öğrenmeye gelmişlerdir.
İbnü’l-Hanefiyye’nin olumsuz bir cevapla heyeti uğurlaması halinde Kûfe’deki
hareketin seyri değişecektir. Ancak ilerleyen bölümlerde de izah ettiğimiz
üzere böyle bir olaylar zincirine tanık olunmamaktadır.
Bu anlatılanlarla İbnü’l-Hanefiyye’nin
Kûfe’de olanların dışında kaldığı ve bu konuda herhangi bir yönlendirmede
bulunmaktan kaçındığı anlaşılmaktadır. Şimdi ise İbnü’l-Hanefiyye ile heyet
arasında geçenlere dair yapılan yorumları değiştiren, ayrı bakış açısı daha
oluşturan rivayetlere değinilmelidir. Bunlardan birincisi İbn Sa’d ve
Zehebî’nin İbnü’l-Hanefiyye’nin heyete hitaben sözlerine ek olarak, yalancılara
dikkat edin! Yalancılardan sakının, uyarısında bulunduğunu zikretmeleridir.[331] Rivayete
göre her ne kadar isim vermemiş olsa da bu sözün, karinesi gereğince, karşılığı
Muhtâr’dır. Ancak heyetin kendi aralarındaki konuşmalarına baktığımızda
İbnü’l-Hanefiyye’nin bu sözle ne demek istediğine dair bir konuya
rastlanmamaktadır. Ayrıca İbnü’l-Hanefiyye’nin Muhtâr hakkında menfî bir
konuşma irad etmesine engel bir durum bulunmamaktadır. Heyeti çıktıkları bu
yoldan engellemek istemesi halinde bunu rahatlıkla dile getirebilecek konuma
sahiptir. Nitekim ileride değineceğimiz üzere İbnü’l-Hanefiyye, Muhtâr’ın şehri
ele geçirdikten sonra içlerinde Kerbelâ’ya katılanların da bulunduğu Kûfe
eşrâfı ile yakınlaşmasını sert bir dille eleştirmiştir.
Bir diğer yanlı bakış ise İbn Nemâ’ya
aittir. İbn Nemâ, heyetin İbnü’l- Hanefiyye’nin yanından çıktıktan sonra Ali b.
Hüseyin’e gittiğini, aynı soruyu ona sorduğunu, Ali b. Hüseyin’in cevaben
heyete: “Eğer Ehl-i Beyt’i seven zencî bir köle dahi olsa, insanların onu
desteklemesi vaciptir,” dediğini bildirmektedir. Bu söz üzerine heyetin:
“Zeynelâbidîn ve İbnü’l-Hanefiyye bizlere izin vermiştir,” dediklerini
eklemektedir.[332] Bununla
Şîi inanışın, İbnü’l-Hanefiyye’den açık bir dille alınmayan izni, henüz çocuk
yaşta olan Ali b. Hüseyin’den alarak, Muhtâr’ı davasında desteklemesine bir
örnek sunulmaktadır.
Mekke’de bunlar olurken Kûfe şehrinde de
sessiz bir bekleyiş hâkimdir. Zira Muhtâr hakkında şüphe duyan sadece heyette
olanlar değildir. Geride kalan Ehl-i Beyt taraftarlarından Mekke’den gelecek
haberi bekleyenler vardır. Bununla birlikte Muhtâr’a güvenenler de mevcuttur.
Onlardan bazıları kendisi hakkında bir soruşturma yapıldığını Muhtâr’a
söylemiş, Muhtâr da Mekke’den gelecek haberlerden emin olamadığı için korkmuş
ve endişeye kapılmıştır. Taraftarlarına, derhal kıyam etme çalışmalarını
başlatmak için telkinlerde bulunmuş ancak başarılı olamamıştır. Muhtâr’dan
kıyam emri alan taraftarları, emri uygulamada yavaş hareket ederek, heyetten
gelecek habere göre davranmaya karar vermişlerdir.[333]
Muhtâr’ın kıyam emrinin uygulanamıyor olması taraftarlarının önemli
ölçüde şüphe içerisinde olduğunu göstermektedir. Muhtâr bu krizde dağılmamış,
kendinden emin bir tavır sergileyerek amaçlarına ulaşmak üzere önemli bir
başarı göstermiştir. Nitekim yaptığı beliğ konuşması, bu durumu izah
etmektedir: “İçinizden bazı kimseler şüphelendiler, şaşırdılar, çekindiler,
bozgunculuğa kalkıştılar. Onlar, felakete uğrayacaklar! Gelecekler ve pişman
olacaklar! Onlar yüzleri üzere düşecekler, hor ve hakir olacaklar. Uyanacaklar,
kendilerini açığa vuracaklar, kabuklarından soyulacaklar ve helak olacaklar.”[334]
Heyet bir aydan fazla bir süre sonra
Kûfe’ye döndüğünde vakit kaybetmeden Muhtâr’a gitmiştir. Muhtâr’ın huzuruna
çıktıklarında Şibâm Abdurrahmân b. Şureyh, kendilerinin Muhtâr’a bey’at etmekle
emrolunduklarını söyleyince Muhtâr sevinçle tekbîr getirmiş ve taraftarlarını
etrafına toplamalarını emretmiştir. Ehl-i Beyt yanlıları toplanınca Muhtâr
onlara liderliğini açıklayan bir konuşma yapmıştır: “Ey Ehl-i Beyt
taraftarları! İçinizden bazı kimseler, size getirip tebliğ ettiğim şeyin doğru
olup olmadığını öğrenmek istediler. Onlar İmâmü’l-Hüdâ, en-Necîb el-Murtazâ b.
el- Hayr olan (İbnü’l-Hanefiyye)’nin yanına kadar gidip, size getirmiş olduğum
şeyi kendisinden sordular. O kendisinin veziri, yardımcısı, elçisi ve dostu
olduğumu onlara bildirdi ve haramları helalleştirenlerle çarpışmak ve mümtaz
Peygamberimiz’in Ehl-i Beyti’nin kanlarını aramak ve intikamlarını almak
hususunda size yapmış olduğum davetime uymanızı ve boyun eğmenizi emretti.”
Abdurrahmân ise İbnü’l-Hanefiyye’nin
Muhtâr’a yardımcı olmaları gerektiğini ve ona icabet etmelerini emrettiğini
söylemiştir. Bu sözlerin herkese duyurulması gerektiğini savaş için
Hâzirlıkların başlama vaktinin geldiğini duyurmuştur. Diğer heyet üyeleri de
benzer konuşmalar yaparak kendi yarattıkları şüpheyi yine kendileri
gidermişlerdir.[335]
Bu hadise Muhtâr’ın liderliğini
sağlamlaştırmış, adamlarının kendisine olan bağlılığını arttırmıştır. Kûfe’ye
döndüğünden beri uğraştığı davasında ilk kez liderliği Ehl-i Beyt taraftarlarından
kabul görmüş ve kendisini Hâzir hissetmesini sağlamıştır. Belki de Muhtar, İbn
Mutî’ öncesindeki yönetim tarafından hapse atıldığında, Tevvâbûn’dan dönenlerin
yardım teklifine de bu yüzden olumsuz bakmıştır. Daha önce kalkıştığı kıyamlarda
liderine karşı çok da olumlu bir sınav veremeyen şehir halkına yeteri derecede
güvenmemiş ancak İbnü’l-Hanefiyye’nin huzurundan gelen heyet, Muhtâr’ı bir anda
şehirdeki tek sözcü haline getirmiştir. İşte bu durum Muhtâr’ı ilk defa kıyama
Hâzir hissettirmiş ve vakit kaybetmeden Hâzirlıklara başlamıştır.
Muhtâr’ın
İbrâhîm b. el-Eşter’le İşbirliği Yapması
Muhtâr artık önünde hiçbir engel
kalmadığını ve Kûfe’de istediğini almak üzere her şeye sahip olduğunu
düşünmüştür. Heyetin Mekke’ye gitmesi onun için büyük bir kazanca dönüşmüştür.
Hem bütün tereddütleri dağıtmış, hem de daha önceki birçok kıyam girişiminde
karar değiştiren şehir halkına mazeret bırakmayarak makamını
sağlamlaştırmıştır.
Şehri ele geçirmek isteyen taraftarlarından
bazılarının, sahip oldukları güçle bunu başarabilme imkânları olmadığını
düşünenler vardı. Bunun için İbrâhîm b. el- Eşter’in Kûfe halkı ile birlikte
olmasının kendilerini zafere taşımak üzere oldukça etkili olacağı fikri ortaya
atılmıştır. Bu fikrin sahipleri, Kûfe eşrâfının toplanması büyük bir başarı ve
güç iken; İbnü’l-Eşter’in de bu oluşuma katılması halinde daha güçlü
olacaklarını ve muhaliflerinin arkadan gerçekleştirecekleri herhangi bir
saldırıdan emin olacakları iddiasında bulunmuşlardır. Ayrıca İbnü’l-Eşter’in
bir asker olduğunu, yiğitliğini, babasının şeref ve ün sahibi birisi,
kabilesinin kuvvetli olduğunu vurgulamışlardır. Bunun üzerine Muhtâr,
İbnü’l-Eşter’le irtibata geçilmesi için talimat vermiş, amaçlarının Ehl-i
Beyt’in intikamını almak olduğunun ve bununla emrolunduklarının bildirilmesinin
altını çizmiştir.
Âmir eş-Şa’bî’nin de içinde bulunduğu heyet
İbnü’l-Eşter’e gittiklerinde sözü Yezîd b. Enes almış, konuşmalarının bir sır
olarak kalmasını başta belirtmiştir. Yezîd b. Enes:
-Biz seni, Ehl-i Beyt taraftarlarının ittifak
ederek yöneldikleri işe davet ediyoruz. Seni Allah’ın Kitabı’na, Rasûlü’nün
sünnetine Ehl-i Beyt’in intikamını almaya, işgalcilerle savaşmaya, zayıfları
savunmaya davet ediyoruz, demiştir. Yezîd’den sonra Ahmer b. Şumeyt sözü alarak
İbnü’l-Eşter’in babası hakkında övgü dolu sözler sıralamış, onun insanlar
arasında bir efendi olduğunu, şimdi ise sıranın kendisine geldiğini ve
babasının yerini doldurması gerektiğini hatırlatmıştır. Tüm bu sözlerden sonra
İbnü’l-Eşter, kalkışılan bu işte sevk ve idarenin kendisine verilmesi durumunda
tekliflerine icabet edebileceğini söylemiştir. Heyet ise, böyle bir liderlik
görevini yerine getirebilecek yeteneğe sahip olduğunu belirttikten sonra bunun
imkânsız olduğunu şu sözlerle ifade etmişlerdir:
-Muhtâr, Mehdî tarafından, elçi olarak ve
savaşmak üzere gönderildi. Mehdî bize, Muhtâr’a itaat etmemizi emretti.
İbnü’l-Eşter ne söyleyeceğini bilemeyerek
susmuş, heyet de İbnü’l-Eşter’den umduğunu alamamış olarak Muhtâr’ın yanına
dönmüşlerdir.[336]
Bu yaşananlar ilk bakışta heyetin başarısız
olduğu izlenimini vermektedir. Oysa Muhtâr istediği zemini büyük ölçüde
Hâzirlamış olarak asıl adımını atmaya Hâzirlanmıştır. Zira mevcut hareketi
yönetmeye yakışan ya da en azından kendisini böyle bir mevkiye layık gören bir
kimseyi tek seferde itaat altına almak çok da kolay olmayacaktır. Muhtâr da
bunu bilen birisi olarak ilk heyette kendisi yer almamıştır. Böylece çağrı
tebliğ edilerek İbnü’l-Eşter’e düşünmesi için imkân sağlanmıştır. Muhtâr’ın
İbnü’l-Eşter’in ilk cevabından sadece üç gün sonra ikinci kez heyet göndermesi
ve hatta bu heyette kendisinin de yer alması bunu kanıtlamaktadır.
Nitekim Muhtâr üç gün sonra on kadar kişi
ile İbnü’l-Eşter’e gitmek üzere yola çıkmıştır. eş-Şa’bî, babası, Yezîd b.
Enes, Ahmer b. Şumeyt, Abdullah b. Kâmil, Becîle’den Ebû Amra Keysân heyette
ismi geçenlerdendir. Doğruca İbnü’l-Eşter’in evine gitmişlerdir. İbnü’l-Eşter,
son derece sıcak davranarak Muhtâr’ı yanına oturmuş, Muhtâr da beliğ konuşması
ile Allah’a hamd ve sena ettikten sonra:
-Bu mektup sana Emîru’l-Mü’minîn’in oğlu
Muhammed el-Mehdî el-Vasî tarafından gönderilmiştir. O, bugün itibari ile
yaşayanların en hayırlısıdır. Babası da Allah’ın peygamberlerinden ve
rasullerinden sonra yeryüzündeki tüm insanların en hayırlısıdır. İşte o, senden
bize yardım etmeni ve bizi desteklemeni istiyor. Eğer bize yardım etmezsen,
işte bu yazı senin aleyhine bir delildir. Allah, Mehdî Muhammed ve dostlarını
sana muhtaç bırakmayacaktır[337]
demiştir. Dîneverî buna ek olarak Muhtâr’ın:
-İbnü’l-Hanefiyye şu beraberinde gördüğün
kimselerin huzurunda sana bu mektubu gönderdi, dediğini orada bulunanların
hepsinin de İbnü’l-Hanefiyye’yi mektubu yazarken gördüklerini söylediklerini
aktarmaktadır.[338] Muhtâr
bu konuşmasından sonra Şa’bî’ye mektubu İbnü’l-Eşter’e vermesini emretmiştir.
Mektupta yazılanlar şunlardır:
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
el-Mehdî Muhammed b. Ali’den İbrâhîm b.
Mâlik el-Eşter’e! Seni Allah’ın selamıyla selamlıyorum. Kendisinden başka ilah
olmayan Allah’a hamd ederim.
Konuya gelince: Ben size, kendi adıma
seçtiğim vezirim, emîn, seçkin olan kişiyi gönderdim. Ona düşmanlarımla
çarpışmayı, Ehl-i Beyt’imin dökülen kanlarını almayı emrettim. Sen, kabilen ve
sana tâbi olanlar, onunla birlikte hareket edin. Eğer bana yardım edersen,
davetime olumlu cevap verirsen ve vezirime destek olursan, benim katımda üstün
bir değerin olur. Bütün atların yuları, bütün askerlerin dizginleri, Kûfe ve
Suriyelilere ait toprakların en uzak noktasına kadar eline geçireceğin bütün
şehirler, bütün minberler ve bütün bölgeler senin olacaktır. Eğer dediklerimi
yaparsan bu amellerinle Allah katında kerametin en faziletli olanına ulaşırsın.
Eğer çağrımdan yüz çevirirsen asla gelmesini engelleyemeyeceğin en büyük helak
ile yok olacaksın. Allah’ın selamı üzerine olsun.”
İbnü’l-Eşter mektubu okuduğunda,
İbnü’l-Hanefiyye’nin yazıp yazmadığından şüphelenmiştir: “Biz daha önce de
İbnü’l-Hanefiyye ile mektuplaşırdık. Kendi babasının ismini kullanarak
yazardı,” demiş, Muhtâr, böyle bir çıkışı beklemediği için doyurucu bir cevap
veremeyerek:
-O gün öyle idi. Bugün böyle, demekle
yetinmiştir. İbnü’l-Eşter bu mektubun İbnü’l-Hanefiyye’ye ait olduğuna şahit
isteyince Muhtâr; Yezîd b. Enes, Ahmer b. Şumeyt, Abdullah b. Kâmil ve benzeri
isimlerden birçoğunun bu mektubu İbnü’l- Hanefiyye’nin kaleminden çıktığını
bildiğini söylemiştir. Rivayetin sahibi olan Şa’bî ve Şa’bî’nin babası hariç
heyetteki üyelerin hepsi mektubun İbnü’l-Hanefiyye’ye ait olduğuna şahitlik
etmişlerdir. Bunun üzerine İbnü’l-Eşter, kendisine ait olan baş sedirden
ayrılıp Muhtâr’ı oturtmuş ve ona bey’at etmiştir. Başta Muhtâr olmak üzere
heyete ikramda bulunmuşutr. Birlikte hareket etmek üzere artık görüşmelere
başlanılması üzere söz birliğine varmışlardır.[339]
Ancak Şa’bî’nin ve babasının mektubun sahibinin İbnü’l-Hanefiyye olduğuna şahitlik
etmediği İbnü’l-Eşter’in gözünden kaçmamıştır. Heyeti uğurlarken Şa’bî’yi bir
kenara çekip evine götürerek ona neden kendisinin ve babasının şahitlik
etmediğini sormuş, Şa’bî ise:
-Bu şahitler kurrâdandır. Memleketin sözü
en dinlenen yaşlıları ve Arap süvarileridir. Ben şimdiye kadar onların ağzından
doğru sözden başka bir söz duymadım, diye cevaplamıştır. İbnü’l-Eşter,
kendisinden bu şahitlerin isimlerini yazmasını istemiştir. İbnü’l-Eşter’in sözü
edilen mektubun İbnü’l-Hanefiyye’ye ait olduğunu görenlerin ve doğru
söylediğine şahit olanların isimlerini tek tek yazdırması ilginçtir. Dahası bu
isimler arasında Şa’bî ve babası da yer almaktadır.[340]
Şa’bî, bir başka rivayetinde, mektup
hadisesini irdelediğini anlatmaktadır. Dineverî’de karşılaştığımız aktarıma
göre Şa’bî, İbnü’l-Eşter’in bu şüphesinden sonra ismi geçen şahısları tek tek
ziyaret etmiş ve herkes mektubun İbnü’l- Hanefiyye’nin elinden çıktığına
şahitlik etmiştir. Şa’bî, en son olarak Ebû Amra Keysân’a gitmiş ve ona mektubu
yazıldığı esnada kendisinin de orada olup olmadığını sormuştur. Ebû Amra:
-Vallahi o esnada orada değildim. Ancak
Muhtâr bizim katımızda güvenilir bir kimsedir. Bize İbnü’l-Hanefiyye’den bazı
işaretler getirdi, biz de doğru söylediğine inandık demiştir. Bunun üzerine
Şa’bî:
O anda Muhtâr’ın yalan söylediğini ve
durumu gizlediğini anladım. Kûfe’den çıkıp Hicâz’a gittim ve bu olaylara dair
hiçbir şey görmedim (Muhtâr ile birlikte hiçbir savaşa katılmadım) demiştir.[341]
Mektup ile İbnü’l-Eşter’in ikna edildiği
gecenin sabahında Muhtâr’ın Şa’bî’yi yanına çağırttığı da rivayetler
arasındadır. Buna göre Muhtâr, Şa’bî’ye önceki gece neden herkes gibi
kendisinin ve babasının mektubun İbnü’l-Hanefiyye’ye ait olduğuna şahitlik
etmekten kaçındığını sormuş, Şa’bî ise susmuştur. Muhtâr:
-İçinden geldiğince konuş. Sence dün bana
şahitlik edenler hak üzere mi davrandılar yoksa batıla mı kapıldılar? diye
üsteleyince Şa’bî:
-Hayır, ey Ebâ İshâk! Ben onların iyi birer
süvari ve Irak halkının efendileri oldukları dışında bir şey bilmiyorum. Onlar
ancak hak üzere şahitlik ederler kanaatindeyim demiştir. Rivayete göre işte o
zaman Şa’bî mektubu Muhtâr’ın yazdığına kesin kanaat getirmiştir.[342]
Mektubun hakikaten İbnü’l-Hanefiyye’ye ait
olup olmadığı hususunda yine Şa’bî’ye ait bir başka mülahaza Dîneverî’nin
eserinde nakledilmektedir. Buna göre; Muhtâr, ilk heyetin İbnü’l-Eşter’in
yanından dönüşünden üç gün sonra yeniden adamlarını topladığında aralarında
Şa’bî’de vardır. Şa’bî, o toplantı hakkında şöyle bir anlatımda bulunmaktadır:
“O gün Muhtâr’ın huzuruna girenler arasında ben de vardım. Beyaz kurşunun
parladığını gördüm. Zannettim ki bu geceden mühürlenmiş.”[343]
Hind Ğassân, Şa’bî’nin Muhtâr aleyhtarı
olduğunun bilindiğine vurgu yapıp, Muhtâr’ın mektubu kendi yazması ihtimalini
uzak görmektedir. Eğer kendi yazmış ise bu mektubu kaleme alması için daha
fazla zamanı olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca İbnü’l-Eşter benzer bir
eleştiride bulunmamıştır. Onun eleştirisi daha çok mektuptaki üsluba
yöneliktir. Zira İbnü’l-Hanefiyye’nin kendisini Mehdî olarak isimlendirmesini
garipsemiştir. Ancak, İbnü’l-Hanefiyye’nin, Muhtâr’ın Kûfe isyanından sonra
kendisine verilen Mehdî ismini benimsediğini iddia etmektedir.[344]
Şa’bî’nin, mektubun mührünü henüz sıcak
haliyle gördüğünü iddia ettiği rivayete başka kaynaklarda rastlanılmamaktadır.
Urve b. Zübeyr’e ait rivayet, mektubun
bizzat Muhtâr’ın kaleminden çıktığını belirtir. Muhtâr’ın İbnü’l-Eşter’e:
“Mehdî sana bir mektup yazdı. Buna, buradaki şu kişiler de şahittir,” dediğini,
ardından da hepsinin birlikte şahitliklerini ikrar ettiğini ve İbnü’l-Eşter’in
de hemen Muhtâr’a bey’at ettiğini kaydetmektedir.[345]
Sonuç olarak; Muhtâr hakkında kaynakların
işimizi zorlaştırdığı en önemli meselelerden biri olan İbnü’l-Hanefiyye’nin
ağzından Muhtâr’ın İbnü’l-Eşter’e yazdığı bu mektup meselesi kendi içinde
birçok çelişki barındırması hasebiyle itinayla incelenmelidir. Öncelikle bu
mesele ile ilgili Ebû Mihnef, Urve b. Zübeyr ve Şa’bî tarikli rivayetlerle
karşılaşılmaktadır. Urve rivayeti, Muhtâr’ın bu mektubu kendisinin yazdığını
iddia etmektedir. Heyetteki herkesin buna şahit olması ve İbnü’l-Eşter’in
itirazsız bey’at etmesi ile ilgili kısmı ise müphem bırakmaktadır.
Şa’bî rivayetlerine gelince; kendisinin
mühürde fark ettiği sıcaklığı heyetteki diğer üyeler ve mektup eline
verildiğinde İbnü’l-Eşter, fark edememiştir. Üstelik yola çıkmadan mührün
sıcaklığını anladığını söylüyor olması, onun en kısa zamanda heyetten
ayrılabilme imkânın da var olduğunu göstermektedir. Ancak o, görüşmeye yine de
gitmeyi tercih etmiştir.
Yine Şa’bî, görüşmenin sonunda İbnü’l-Eşter
ile baş başa kalmış ve İbnü’l- Eşter’in mektuba şahitlik edenler hakkındaki
sorularına, heyet üyeleri hakkında son derece olumlu ifadeler kullanarak cevap
vermiş ve mühür meselesinden bahsetmemiştir. Ayrıca İbnü’l-Eşter’in, bu
şahitlerin isimlerini yazarken, onların güvenilir kimse olduklarına Şa’bî’nin
bizzat kendisinin şahit olduğunu da eklemesine itiraz etmemiştir.
Dîneverî’den aktardığımıza göre mektup
meselesinden rahatsız olan Şa’bî, Kûfe’yi terkettiğini, Hicâz’a gittiğini,
hiçbir olaya karışmadığını ve herhangi bir meseleyi görmediğini söylemektedir.
Ancak kaynaklar ileride de değineceğimiz üzere Şa’bî’nin Kûfe’de kaldığını
ifade etmektedir.
Şa’bî’nin o yıllarda genç olduğu
bilinmektedir. İbnü’l-Eşter’in neden babasıyla değil de o yıllarda daha, çok
genç yaşta olan Şa’bî’ ile böyle önemli mevzuları konuştuğu ise merak
uyandırmaktadır. Muhtâr, sıcak savaşa Hâzirlanıldığı dönemde, birçok davranışı
kendisine mübah sayabilecek inanca sahip bir kimse izlenimi uyandırmaktadır.
Şa’bî, kendisinin tasvip etmediği bir davranışı görmüş ve bundan hoşlanmamış
ise Kûfe’deki direnişe katılmayabilirken, onun Ehl-i Beyt yanlıları ile hareket
etmeye devam ettiği göze çarpmaktadır.
Şa’bî hakkında eklenmesi gereken birkaç
konu daha vardır. Zira o, heyet üyelerini tek tek gezdiğini, hepsinin de
mektubun İbnü’l-Hanefiyye’nin kaleminden çıktığını söylediğini, sadece Ebû Amra
Keysân’ın bunun aksini söylediğini ifade etmesi dikkat çekmektedir. Çoğunluk bu
mektubu İbnü’l-Hanefiyye yazdı derken o, bir kişinin sözüne itibar etmiştir.
Zaten Ebû Amra da mektubun İbnü’l-Hanefiyye’ye ait olmadığını değil, sadece
bunu görmediğini söylemiştir.
İbnü’l-Eşter hakkında da eleştirilebilir
noktalar bulunmaktadır. Zira İbnü’l- Eşter’in, İbnü’l-Hanefiyye ile daha önce
mektuplaştığını söylemiştir. Yine bir mektup yazıp durumu teyit edebilir yahut
bir adam gönderebilir, ya da bizzat kendisi ile görüşebilirdi. İbnü’l-Eşter’in
İbnü’l-Hanefiyye’ye bir mektupla durumu bildirdiği, İbnü’l-Hanefiyye’nin de
benzer muğlâk ifadelerle İbnü’l-Eşter’e cevap verdiği aktarımı[346] belki de
bu karmaşayı çözmek içindir. Söz konusu rivayette müellifin infirad etmesi ve
hızlı gelişen olaylara bakıldığında sürenin buna pek uygun olmadığının
anlaşılması, rivayetin sıhhati hususunda şüphe uyandırmaktadır.
Muhtâr’ın, İbnü’l Hanefiyye’den böyle bir
mektup almadığı, bu mektubu kendisinin kaleme almış olduğu kuvvetle muhtemel
bir husustur. Zira Muhtâr’ın planları arasında İbnü’l-Eşter yoktur. Bu fikri
ona kendi adamları telkin etmişleridir. Muhtâr ise buna onay vermiştir. Heyetin
ilk görüşmesi birkaç gün sürmüştür. Tekrar döndüklerinde ise sadece üç gün
sonra İbnü’l-Eşter’e gitmişlerdir. Bu zaman dilimi, durumun İbnü’l-Hanefiyye’ye
bildirilip, tekrar İbnü’l-Eşter’e yazılmış bir mektupla Muhtâr’a dönmesine
imkân vermeyen bir süredir. Üstelik İbnü’l-Hanefiyye daha önce benzeri
konularda müphem cevaplar vermiş olmasıyla bilinirken, bir anda böylesine açık
planlar sergileyen bir mektubu yazmış olması ihtimal dışıdır. Muhtâr’ın
adamlarına, üstelik yüz yüze iken bile böyle keskin konuşmamıştır. Ayrıca bu
mektubu İbn-i Zübeyr’in halifeliğini açıkça ilan ettiği bir dönemde onun
şehrinde yazmış olması gayr-ı kabildir.
Bu durumu heyetteki kişiler de anlamış
olmalıdır. İbnü’l-Hanefiyye’nin konuşmalarından çıkardıkları mesaj ile Muhtâr’a
bey’at edenler kalkışacakları kıyamda İbnü’l-Eşter’i de yanlarında görmek
istemişler ve bunu başarmak için de yapılan bazı davranışları sineye
çekmişlerdir. İbrâhîm b. el-Eşter ise mektupta kendisine vaat edilenlerden başı
dönmüş olarak Muhtâr’a bey’at etmiştir. Nitekim Ubeydullâh b. Ziyâd’ı yendikten
sonra Musul ve çevresinin idaresini ele almış ve Muhtâr’la irtibatı kesmiştir.[347] H. D.
Van Gelder, İbrâhîm b. Mâlik el-Eşter’in Hz.
Ali evladına yapılanların
intikamını almayı kendisinin de öteden beri arzuladığını söylemekle bu ittifaka
rıza göstermesini gerekçelendirmektedir.[348]
Mektupta geçen Mehdî ismi
de üzerinde düşünülmesi gereken önemli konulardan birisi olarak durmaktadır.
Muhtâr, zihninde tasarladıklarını gerçekleştirmek için belli bir program takip
ettiği izlenimini uyandırmaktadır. İbnü’l- Eşter’e verdiği sözde
İbnü’l-Hanefiyye’ye ait mektupta İbnü’l-Eşter’in de dikkatini çeken Mehdî
sözcüğü planlarının bir parçası olmalıdır. Bu sözcük; Ehl-i Beyt yanlılarını
kurumsallaştıran, siyasallaştıran bir kıyamda tüm taraftarlarını toplamayı
sağlayan lider ve o liderin zihinlerde kalıcılığını sağlayacak tüm
taraftarlarına neden İbnü’l-Hanefiyye’nin arkasında bir huruc
gereçekleştirdiklerini sürekli vurgulayacak bir isim olmuştur. Bu ismi Kûfe’ye
geldiği ilk günden itibaren kullanmaya başlamış olması Muhtâr’ın bilinçli
hareket ettiğini göstermektedir.
Muhtâr’ın
Kûfe’yi Ele Geçirmesi ve Kûfe’nin Ele Geçirilmesinden Sonra İbn Mutî’in Durumu
Muhtâr’ın
Kûfe’yi Ele Geçirmesi
Muhtâr’ın Hz. Hüseyin’in kanını talep etmeye
olan çağrısı Kûfe’de hatırı sayılır bir taraftar kitlesini toplamayı
başarmıştır. Ona olumlu cevap verenlerin çoğunluğu Hemdânlılar ve Kûfe’de
yaşayan Acemlerdir. Halk arasında el-Hamrâ denilen bu kitlenin sayısı hakkında
20.000 gibi bir rakam telaffuz edilmektedir.[349]
Muhtâr’ın önderliğindeki Ehl-i Beyt taraftarları, mevcut sayılarına,
İbnü’l-Eşter’in ve kabîlesinin eklenmesi ile yeterli güce ulaşmıştır. Bu güç,
kararsız kalan kesimi de yanına çekmiş olmalıdır. Ağırakça, Muhtâr’ın Kûfe’de
Hz. Ali taraftarlarından iki önemli şahsın desteğini almadan Kûfe’yi ele
geçirmeye kalkışmamasını, onun adına akıllıca bir davranış olarak tanımlarken,
sözü edilen iki kişiyi ise İbnü’l-Eşter ve tâbîûnun ileri gelenlerinden İmâm
Şa’bî olarak zikretmektedir.[350] Ancak
Şa’bî’nin halk nezdinde etki yarattığına dair bir bilgi kaynaklara
yansımamaktadır. Bundan sonraki süreç, artık şehrin ele geçirilmesi yönünde
işlemiştir.
Neredeyse her gece buluşan Muhtâr ve
İbnü’l-Eşter, birlikte kararlar alarak kıyamın planını ve tarihini belirlemişlerdir.
Sabahlara kadar süren bu görüşmeler şehirde yeterince bir hareketlilik
oluşturmuş ve şehir yönetiminin dikkatini çekmiştir. Kıyam için hazırlanan
oldukça yüksek sayıdaki Ehl-i Beyt yanlılarının böylesine kapsamlı bir
çalışmasının şehir yönetiminin gözünden kaçması imkânsızdır. Durum valiye
bildirilmiş ve mevcut yönetim, huruc hakkındaki bilgileri, yaklaşık olarak
hangi tarihte başlatılacağına kadar öğrenmeyi başarmıştır. Ancak bu bilgi,
Muhtâr’ın belirlediği tarihten sadece iki gün önce ulaşılarak valiye
iletilmiştir. Abdullah b. Mutî’in şehir emniyetinden sorumlu olarak atadığı
İyâs b. Mudârib, valiye Muhtâr’ın iki gün içinde kıyam edeceğini bildirmesi
üzerine derhal tedbir alma yoluna gitmiştir. Hakikaten Muhtâr ve adamları 14
Rebîu’l-Evvel 66’da bir Perşembe günü kıyamı gerçekleştirmeyi planlamışlardır.
Kûfe emniyet amiri İyâs b. Mudârib şehir
meydanlarına kendi adamlarının konuşlandırılmasını önermiştir. Böylece her
kabile kendi bölgesi içinde sayısını toparlayamamış olanlarla kendi içlerinde
savaşarak direnişi sağlamlaştıracak ve kıyamı bir süre de olsa
durdurabilecektir. Ancak bu hesabın tutması için geç kalınmıştır. Ayrıca kıyama
katılanlar yanında, şehir yönetiminin hesabına çalışacağı umulanların sayısı
çok azdır.
İyâs’ın her kabileye kendisinden birisini
göndermek suretiyle görevlilerin kabilelerine sahip çıkmaları ve akrabalık
bağlarını kullanarak Ehl-i Beyt taraftarları arasında bölünme sağlama planı
uygulanamadı. Ayrıca vali konağının etrafında toplanmak suretiyle yapılacak bir
savunma hem daha uzun sürerek şehir dışından yardım alınmasına süre
tanıyabilecek, hem de fazlaca kayıp verilebileceği endişesiyle Muhtâr
saflarında bir kargaşaya neden olabilecektir. İyâs, güçlerin bölünmesi yolu ile
bir savunma denemiş, bu ise Muhtâr’ın işini kolaylaştırmıştır.[351] İyâs’ın
önerisi ile yapılan mahalle meydanlarındaki bu konuşlanmalar pazartesi günü
tamamlanmıştır.[352]
İbnü’l-Eşter ve Muhtâr arasındaki buluşma
programları yine devam etmiştir. Ancak Pazartesi gününden itibaren şehir
yönetiminin meydanlara ve sokaklara asker çıkarması, özellikle şehir
emniyetinden sorumlu İyâs b. Mudârib’in sarayı ve çarşıyı adamlarıyla denetim
altına alması[353] Muhtâr’ı
daha emniyetli davranmaya sevk etmiştir. İbnü’l-Eşter’in Muhtâr’la olan
toplantıları için geceleri fazlaca ortalıkta görünmesi, İyâs’ın dikkatini
çekmiş olmalı ki, durum valiye bildirildiğinde, vali bu konuda İbnü’l-Eşter’i
çarşı yolunu bu kadar sıklıkla kullanmaması yönünde uyarmak için haber
yollamıştır. İbnü’l-Eşter bu durumu Muhtâr’a haber verince Muhtâr, bu uyarıyı
dikkate almasını emretmiş, İbnü’l-Eşter de bu uyarı gereğince yolunu
değiştirmiştir.[354]
İhtilalin çıkış şekli Muhtâr saflarında yer
alan Humeyd b. Müslim’den anlatılmaktadır. Buna göre ihtilali gerçekleştirmeyi
planladıkları perşembe gecesinin hemen öncesindeki salı akşamı İbnü’l-Eşter,
yanında 100 adamıyla birlikte, silahlarını gizleyerek Muhtâr’a gitmek için yola
çıkmışlardır. Kendisine şehir emniyet amirinin bulunduğu meydan söylenildiği
halde Muhtâr’ın daha önce de kendisine nasihat etmiş olmasına rağmen bu yolu
güzergâh olarak kullanmayı seçmiştir. İyâs’ın yanındaki birliğin son derece
güçsüz olduğunu, kendilerine karşı koyamayacaklarını, eğer direnirlerse de
savaşmaktan çekinmeyeceğini belirterek birliği ile karşılarına çıkmıştır. İyâs,
İbnü’l-Eşter’in yolunu keserek onu valiye götürmeye çalışmıştır. İbnü’l-Eşter
ise seri bir hamle ile İyâs’ı öldürünce, adamları da kaçmıştır. Durumu haber
alan vali, İyâs’ın yerine oğlu Râşid b. İyâs’ı atamıştır. Bu olay salı gecesi
meydana gelmiştir. İbnü’l-Eşter, Muhtâr’ın yanına çarşamba gecesi İyâs’ın başı
ile gelmiştir. Salı gecesi çarpışmadan sonra olanlar ise müphem kalmaktadır.
İbnü’l-Eşter, Muhtâr’a olup biteni anlatıp, İyâs’ın başını Muhtâr’a gösterince
Muhtâr, adamlarına meşaleleri yakmalarını ve “Yâ Mansûr Emit”, “Ey Hüseyin’in
kanı, Ey Hüseyin’in intikamı! Nerdesin?” diye bağırmalarını emretmiştir.
Böylece şehrin dört bir yanında kıyamın başladığı duyurulmak üzere sesler
yükseltilmiştir. Ubeydullâh b. el-Hurr’un kabilesiyle beraber hemen geldiğinin
aktarılması, halkın kıyama katılmaya olan iştiyakını göstermektedir.[355]
Bütün
meydanlarda valinin adamları, birlikleri ile mahalle sakinleriden Ehl-i Beyt
yanlılarının Muhtâr’a katılmalarına engel olmak üzere hem akrabalık bağlarını
hem de silahlı güçlerini kullanmak üzere talimat beklemekteydiler. Bu sebeple
bu ilk çağrıya katılım az olmuş, istenilen sayıya ulaşılamamıştır.
İbnü’l-Eşter, mahallelerden katılımların önünü açmak için kendi birliklerini
toparlayıp, meydanlardaki İbn Mutî’in adamlarının üzerine yürümeyi teklif
etmiştir. İbnü’l-Eşter bütün mahallelerdeki taraftarlarının katılımını
sağladıktan sonra vali konağına yürümeyi, bu esnada Muhtâr’ın da kendisine
bey’at edenlerden yakın olanlarla kendisini savunacağını öngörmüştür. Muhtâr da
bu planı onaylamıştır. Ancak İbnü’l- Eşter’e; çok zor durumda kalmadıkça
kimseyle çarpışmamasını tembihlemiştir.[356]
Bir taraftan İbnü’l-Eşter diğer taraftan Ubeydullâh b. el-Hurr, Ehl-i Beyt
tarafatarlarını toplamak için çıkmışlardır.[357]
Muhtâr ise şehri rahatlıkla ele geçirebileceğini anlamıştır. Bu sebeple mümkün
mertebe kan dökmeden bu işi halletmek istemiştir. Ne kadar kansız
tamamlayabilirse, sonrasında yönetiminin o kadar kolay olacağını düşünmüştür.
Muhtâr’ın hareket esnasında şöyle dediği aktarılmaktadır: “Allah’ım sen bizim
Hz. Muhammed’in hanesi için öfkeli olduğumuzu biliyorsun. Allah’ım sen Ehl-i
Beyt’i öldürenlere karşı bize zafer ver ve çağrımızı tamamla. Muhakkak ki sen
her şeye kâdirsin.”[358]
İbnü’l-Eşter adamlarıyla birlikte kavmine
gelip tüm adamlarını toparlayarak Kûfe sokaklarını ele geçirmek için harekete
geçmiştir. Böylece büyük bir çoğunluğa ulaşmıştır. Elinden geldiği kadar İbn
Mutî’in çeşitli yerlere yerleştirdiği birliklere görünmemeye çalışsa da,
çatışma kaçınılmaz olmuştur.[359] Kûfe
mahalle mescitlerinde karşılaştıkları birlikleri bozguna uğratmışlar, ancak
kaçanların peşlerine düşmemişlerdir. Zira amaçları mahallelerden Muhtâr’a
katılmak isteyenleri toparlayabilmektir. Bu doğrultuda, ordunun içinden valinin
adamlarının geride bıraktıklarını, ganimet olarak toplamalarına dair talebi de
geri çevirmiştir. Her meydanda Muhtâr’a katılmak isteyenler için bir süre
beklemiş, katılımları aldıktan sonra en başta planladığı üzere Muhtâr’a
gitmiştir.[360]
Muhtâr’ın bu esnada Sebha meydanında
konuşlanmakla görevli Şebes b. Rib’î’nin kuvvetleriyle çarpıştığı
bildirilmektedir. İbnü’l-Eşter’in de gelip Muhtâr’a yardım etmesiyle Şebes
tutunamayarak kaçmış ve Abdullah b. Mutî’in yanına dönmek zorunda kalmıştır.
Şebes konağa dönünce valiye meydanlara konuşlandırılmış tüm birliklerini kendi
yanına çağırarak Muhtar’ın yanında toplanan birlikle çarpışmalarını önermiş,
İbn Mutî’ de bu tavsiyeye uymuştur. Daha önce yapılması gereken bir hareketi
geç anlamışlardır. En baştan Muhtâr’ın belli bir grup ile hareketi esnasında
yapılacak baskını, meydanlara adamların dağıtılması ile ertelemek, Muhtâr’ın
savunmasına direnmeyi güçleştirmiştir. Muhtâr şehir yönetiminin bu hamlesini
haber alınca Sebha’da konuşlanmıştır. Sonra gönderdiği adamları ile mahalle
halkını kendi yanına gelmeleri için ayaklanmalarını sağlatmıştır. Propaganda
yapanlar: “Ey Hüseyin’in intikamını almak isteyenler! Öldür! Öldür! Ey mahalle
halkı! Muhammed ailesinin emini ve veziri kıyama kalktı ve Hind Deyri’nde
bulunuyor. Beni size bir davetçi olarak gönderdi” diye bağırmışlardır. “Ey
Hüseyin’in kanı, nerdesin?” nidaları ile halk Muhtâr’a katılmak için evlerinden
dışarı çıkmıştır.[361] Baskıdan
dolayı Muhtâr’a katılamayanlar için bir fırsat sağlaması ve İbn Mutî’in
adamlarının Muhtâr’ın evine saldırmaları tehlikesine karşı, Muhtâr’ın evini
boşaltmış olması zekice bir hamledir.[362]
İyâs valiye, her mahalleye asker
konuşlandırılmasını önermiştir. Böylece mahalle halkının akrabalık bağlarının
da etkisi ile isyanın daha zararsız bastırılabileceğini düşünmüştür. Ancak
umulanın gerçekleşmediği, hatta bazen aksi bir etkiye da mahal verdiği
görülmektedir. Abdullah b. Kurâd el-Has’amî, Has’am’dan 200’e yakın kişi ile
Muhtâr’a katılmak üzere geldiğinde Ka’b b. Ebî Ka’b, onların kendi kavminden
olduğunu görünce çatışmaya girmeksizin onlara yolu açmış ve onların Muhtâr’a
katılmalarına izin vermiştir.[363]
Muhtâr’a bey’at edenlerin sayısı
12.000’dir. Ancak o gece Muhtâr’ın etrafında sadece 3.800 kişi olması gariptir.
Bu, sabaha çıkmadan önceki ulaştıkları son sayıdır.[364]
İbn Kesîr, bu sayıyı yaklaşık 4.000 olarak bildirmektedir.[365]
Muhtâr gün doğmadan ordusunu savaş düzenine
koymuş, sabah namazını kıldırmıştır. Bu sırada İbn Mutî’ Râşid b. İyâs’a şehir
meydanlarındaki adamlarını toplamasını emretmiş ve mescide gelmeyenler için
tehditkâr ilanlar yapılmıştır. Vali İbn Mutî’, Muhtâr’ın üzerine toplamda 7.000
kişilik bir ordu göndermiştir.[366] Bu
ordunun Muhtâr’ın yanına gelmesi, Muhtâr’ın adamlarına sabah namazını kıldırma
işini bitirdiği ana rastlamaktadır. Muhtâr, adamlarından Ebû Saîd es-Saykal’ı,
İbn Mutî’’in ordusunun arasına bir gözcü olarak göndermiş ve ordan haber
getirmesini istemiştir. Ebû Saîd Muhtâr’ın dediği gibi yapmış ve bu ordu
hakkında bilgi toplamıştır.[367] Bu işi
göze çarpmadan başarmış olması; şehir halkının kendilerini ait kıldıkları
tarafların ne kadar da belirsiz ve karmaşık, kimin nereye ait olduğunun çok
fazla ayırt edilemeyecek düzeyde olduğunu göstermektedir. Muhtâr bu durumu
bilerek kendi lehine çevirmiştir.
Bu olaydan hemen sonra bir haber de Si’r b.
Ebî Si’r el-Hanefî’den gelmiştir. Si’r’in Muhtâr’a, kendisine bey’at etmiş
olanlardan bazılarının Râşid’in adamlarından korktukları için gelemediklerini
söylemesi üzerine Muhtâr, İbnü’l- Eşter’i Râşid b. İyâs’ın üzerine yollamış ve
zafer elde etmelerini yahut ölünceye değin savaşmalarını emretmiştir.[368]
Si’r b. Ebî Si’r atlı birliklerin komutanı
olarak Şebes b. Rib’î karşısında gece boyu süren savaşta önce üstünlük
sağlasalar da Şebes’in ordusuna yaptığı konuşmalarla hareketlenen çatışmada
mağlup olmaktan kurtulamamıştır. Şebes’in orduyu cesaretlendirmek için yaptığı
konuşmada sarf ettiği sözler, tarafların dönemin siyasal, sosyal yapılanması
hakkında da ipuçları vermektedir: “Ey kötü kokmuşlar! Siz ne kötü atlılarsınız.
Siz kölelerinizden mi kaçıyorsunuz!”
gece Si’r b. Ebî Si’r el-Hanefî esir olarak
İbn Mutî’in ordusunun eline geçmiştir. Esirler arasındaki azadlı köleler infaz
edilmiş, bunun dışındakilerden serbest bırakılanlar olmuştur. Si’r de Arap
olduğu için bırakılmıştır. Bu bilgileri kendisinden aktardığımız Ebû Saîd,
Şebes’in yukarıdaki konuşması üzerine kendilerine saldıran birlik tarafından
esir alınanlar arasında kendisinin ve azadlı kölelerden Huleyd isminde
birisinin bulunduğunu söyler. Şebes, Huleyd’e kim olduğunu sorup, onun azadlı
bir köle olduğunu öğrenince, Huleyd’e karşı kendisi ve annesi hakkında
hakaretamiz bir dil kullanarak onu öldürmüştür. Si’r ise Arap olduğundan dolayı
serbest bırakılınca, Ebû Saîd kendisinin azadlı köle olduğunu gizleyerek
infazdan kurtulmuştur. Anlaşılan şehirdeki kavga sadece Ehl-i Beyt
taraftarlarının, Hz. Hüseyin’in intikamını almak için Zübeyrî yönetimi bir
engel olarak görmesi değildir. Ehl-i Beyt taraftarlarının içlerindeki mevâlî
sayısının fazlalığı, çoğunluğu yerli Arap eşrafından olan Zübeyrî yönetimi
huzursuz etmiştir. Ebû Saîd, Muhtâr’a giderek, kendisini hür olarak göstererek
kurtulduğunu anlatmış, Muhtâr’ın ise bu yaşadıklarını bir süre gizlemesini
istemiştir.[369]
Muhtâr’ın böylesi olumsuz haberlerle ordunun moralinin düşmemesini istediği
anlaşılmaktadır. Bu, ordusundaki azadlı kölelerin ve mevali sayısının
fazlalığındandır.
Şebes’in, yukarıda belirttiğimiz
galibiyetinden sonra Muhtâr’a giden yolda başka engeli kalmamıştır. Böylece
Muhtâr’ı ve beraberindeki Yezîd b. Enes’i muhasara altına almıştır. Bu esnada
İbn Mutî de Yezîd b. Hâris b. Ruveym öncülüğünde 2000 kişilik birliği
göndermiştir. Şebes’in saldırılarına karşı Muhtâr ve adamları bir süre direnç
göstermeyi başarmışlardır. Ancak aradaki güç ve sayı farkı Şebes lehine
olmasından dolayı askerlerinin cesaretlerinin kırılmasından korkan Yezîd b. Enes
şöyle bir konuşma yapmıştır: “Ey Ehl-i Beyt taraftarları! Hz. Peygamber’in
Ehl-i Beyt’ini sevdiğiniz için; öldürüldünüz, elleriniz ve ayaklarınız kesildi,
gözleriniz oyuldu, hurma dallarına asıldınız ve bütün bunlar size Ehl-i Beyt’i
sevdiğiniz için yapıldı. Tüm bunlara rağmen şimdi de evlerinizde oturup,
düşmanınıza itaat ediyorsunuz öyle mi! Peki, şu kavim size galip gelecek
olursa? Sizden kimseyi bırakmayacaklar. Evlatlarınızı, eşlerinizi, mallarınızı,
ellerinizden aldıklarına şahit olacaksınız. Ölmek ise elbette bundan
hayırlıdır.”[370]
Konuşmanın içeriğinde temas edilen konular, aslında halkın öteden beri var olan
rahatsızlıklarının bir dışa vurumu olarak bu isyana zeminin hazırlandığı
izlenimi vermektedir.
İbnü’l-Eşter o sırada
Muhtâr tarafından Murâdoğulları mıntıkasına gitmiştir. Oradaki taraftarlarının
Muhtâr’a katılımına imkân sağlamak üzere gittiği bölgede Râşid b. İyâs ile
karşılaşmıştır. Râşid’in birliğinin sayısı hakkında 4000 rakamı verilmektedir.
İbnü’l-Eşter’in birliğinin sayısı ise yukarıda da geçtiği üzere 12001500
arasındadır. Çatışmalar başladığında İbnü’l-Eşter, Râşid b. İyâs’ı öldürmeyi
başarmıştır. Râşid’in ölümü birliğinin de dağılmasına neden olmuştur.[371] [372] İbn
Mutî’, Râşid’in öldürüldüğünü duyunca yerine Süveyd b. Abdirrahmân el-Minkârî’yi
373 atamıştır.
İbnü’l-Eşter, Nu’mân b. Ca’d’ı Râşid’in
öldürüldüğünü söylemek üzere Muhtâr’a göndermiştir. Kendisi de birliği ile
beraber Muhtâr’a doğru yola koyulmuştur. Yolda Abdullah b. Mutî’in daha önceden
göndermiş olduğunu anladığımız yaklaşık 2000 kişilik birlikle
karşılaşmışlardır. İbnü’l-Eşter, bu çarpışmadan da galip ayrılarak Yezîd b.
Hâris ve Şebes b. Rib’î tarafından etrafı sarılmış konumda bulunan Muhtâr’a
doğru ilerlemeye devam etmiştir. Ancak Şebes’in Muhtâr’ın etrafını sarmış
olduğunu görmüştür.[373]
İbnü’l-Eşter,
Şebes b. Rib’î’nin üstüne yürümüş ve üstünlük sağlamayı başarmıştır. Muhtâr ile
birlikte şehre girmek istediklerinde ise sokaklara ve çatılara Yezîd b.
Hâris’in yerleştirdiği okçular tarafından engellenmişlerdir. Böylece Kûfe’ye başka
bir noktadan girmek üzere karar vererek yön değiştirmişlerdir.[374] [375] Hind
Ğassân, Kûfe şehir mücadelelerinde sokakların ne kadar önemli rol oynadığının
altını • 376
çizer.
Muhtâr, bulunduğu bölgeyi terk edip,
mahalle meydanının arkasını dolaşarak şehre girmeye karar vermiş ve oradan
ayrılıp Müzeynelerin, Ahmeslerin ve Bârikların evlerine kadar gitmişlerdir.
Kûfe’nin dışında kaldığını anladığımız bu yerleşim yerleri anlaşılan o ki
nisbeten Kûfe evlerinden ayrı kalan mahallelerdir. Muhtâr’ın buralarda sempati
duyulan bir kimse olduğu, mahalle sakinlerinin iltifatını gördüğü rivayetler
arasındadır.[376]
İbnü’l-Eşter, Muhtâr’a bulundukları mahallede kalmasını, kendisine ise Kûfe
merkezine yürümesi için müsaade etmesini önermiştir. Muhtâr zayıf, hasta ve
yaşlıların çatışmaya katılmamasını emredip orduyu savaş düzenine koymuş,
kendisi ise harekâta eşlik etmiştir.[377]
Sebha Meydanı’nda İbnü’l-Eşter’e yenilen ve
doğruca vali konağına giden birlik, İbn Mutî’e Raşid’in öldürüldüğü haberini
verince vali bu duruma çok üzülmüştür. Oldukça ümitsizliğe kapılan valiyi Amr
b. Haccâc tekrar yüreklendirmiştir. Amr, valiye hâlâ sayı üstünlüğünü ellerinde
bulundurduklarını ve henüz etrafından dağılıp gitmediklerini söylemiştir.
Valinin bu durgunluğu esnasında savunma yapmak için adam toplamaya koyulmuştur.[378] Toplamda
19.000 gibi önemli bir sayıya ulaşmışlardır.[379]
İbn Mutî’ ancak bundan sonra kendine gelebilmiş ve yaptığı konuşmada Muhtâr ve
adamlarını dini bozuk, az sayıda kimseler olarak niteleyip, onların amaçlarının
ganimetten başka bir şey olmadığı vurgusunda bulunmuş, halkı ise
mağlubiyetlerinden dolayı azarlamıştır.[380]
Muhtâr, İbnü’l-Eşter’le birlikte hareket
etmiştir. Hâlid b. Abdullah Meydanı’na geldiklerinde İbnü’l-Eşter’e Künâse
üzerinden Kûfe’ye girmelerini emretmiştir. Şehre girdiklerinde Şemir b.
Zilcevşen öncülüğündeki 2.000 kişilik birlikle karşılaşmışlardır. Muhtâr hemen
Saîd b Münkiz el-Hemedânî’ye talimat vererek Şemir’in karşısına çıkmasını
emretmiştir. Kaynaklar bu iki birlik arasında bir çatışma olup olmadığı veya
bir çatışma olduysa neticesinin ne olduğu hakkında bilgi vermemektedir. Muhtâr,
Saîd’i, Şemir birliğinin üzerine gönderirken İbnü’l-Eşter’e de doğruca
ilerlemesini emretmiştir. Abdullah b. Mutî’, İbnü’l-Eşter’in üzerine 5.000
kişilik birlik sevk etmiş, çarpışma kısa sürede İbnü’l-Eşter’in zaferiyle
sonuçlanmıştır.[381]
Daha önce yerine Şebes b. Rib’î’yi
bırakarak kuvvetlerinin arkasında çatışmaları takip eden Abdullah b. Mutî’,
birliklerinin bozguna uğraması ile adamlarını alıp konağa sığınmak zorunda
kalmıştır. Kuşatma altına alınan konakta İbn Mutî’in adamlarını sadece un ile
doyurduğu kaydedilmektedir. Üç gün süren kuşatma hakkında detaylı bilgiler
vardır.[382] Muhtâr
kuşatma esnasında çarşı tarafına konuşlanmıştır. İbnü’l-Eşter ise konağı
kuşatmıştır. İbn Mutî’ için zor bir süreç başlamıştır. Önce Amr b. Hureys,
konağı terk edip evine gitmiştir. Eşrâftan yanında kalan isimlerden bazıları
şunlardır: Şebes b. Rib’î, Esmâ b. Hârice, Abdurrahmân b. Muhannef, Abdurrahmân
b. Saîd b. Kays. Kuşatmanın uzaması ile konakta, gelecekleri üzere bir konuşma
başlamıştır. İbn Mutî’ adamlarından görüşlerini açıklamalarını istemiştir.
Şebes, Muhtâr’dan hem kendisi hem de adamları için eman alması gerektiğini,
kendisinin de İbn Zübeyr’e sığınmak üzere Mekke’ye kaçmasını söylemiştir. İbn Mutî’akşama
kadar düşünmüş, akşam olduğunda bir konuşma yaparak konaktan ayrılmıştır.
Konuşmasında dikkat çeken bazı noktalar vardır: “Ben biliyorum ki bütün bu
olanları yapanlar sizin en aşağılık, sefih, alçak ve soyu kesik olanlarınızdır.
Ben, birkaç kişi hariç olmak üzere, eşrâfın söz dinleyen, itaat eden,
birbirleri ile nasihatleşen insanlar olduğunu biliyorum. Ve bunu dostum (İbn
Zübeyr)’e anlatacağım. Sizin itaatinizi ve İbn Zübeyr’in düşmanlarına karşı
savaştığınızı da anlatacağım.” Konuşmasından sonra Ebû Musâ el-Eş’arî’nin evine
gidip saklanmıştır.[383]
İbn Mutî’in ayrıldığı gece
kuşatmanın dördüncü gecesi olmalıdır. Hemen ardından konağın kapıları açılmış
ve kendilerine eman verildiği ilan edilmiştir. Halk, konağı boşaltıp Muhtâr’a
bey’at etmiştir. Eşrâftan İbn Mutî’ yanlısı olanlar o geceyi mescitte
geçirmiştir. Muhtâr ertesi gün halka şu konuşmayı yapmıştır: “Hamdolsun o
Allah’a ki; dostuna yardım, düşmanına hüsran va’d etmiş ve dünyanın sonuna
kadar va’dini, hükmünü yerine getirmeyi gerekli kılmıştır. Allah’a karşı yalan
uyduran herkes muhakkak hüsrana uğramıştır. Ey insanlar! Hakka sırtını dönen,
karşı koyan, hakkı yalan sayan, haktan yüz çeviren bizden uzak olsun ve
kahrolsun. Ey insanlar! Giriniz ve en doğru şekilde bey’at ediniz. Allah’a ant
olsun ki; siz Ali b. Ebî Tâlib ve ehline bey’at ettiğinizden beri böylesine bir
hidayet bey’atı yapmadınız.” Bundan sonra halk, eşrâf dâhil Muhtâr’a bey’at
etmişlerdir. Bey’at esnasında Muhtâr: “Allah’ın Kitabı’na, Hz. Peygamber’in
sünnetine sarılmak, Ehl-i Beyt’in intikamını almak, haramları helal sayanlarla
çarpışmak, mazlumları kurtarmak üzere bana bey’at ediniz. Biz, bizimle
çarpışanlarla çarpışır, sulh edenlerle sulh ederiz,” demeye devam etmiş herkes
ona bey’at etmiştir. Muhtâr, halka ve eşrâfa iyi davranılmasını adamlarına
emretmiştir.[384]
Kûfe’nin
Ele Geçirilmesinden Sonra İbn Mutî’in Durumu
İbn Mutî’ konaktan kaçıp
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin evine saklanmıştır. Ancak bulunduğu yer Abdullah b.
Kâmil tarafından Muhtâr’a bildirilmiştir. Muhtâr, İbn Kâmil’in ısrarla bu
bilgiyi tekrarlamasına rağmen üstüne düşmemiştir. Hatta bu davranışını İbn
Kâmil, Muhtâr’ın İbn Mutî’i yakalamak istemediğine yormuştur. Zira aralarında
maziye dayanan bir dostluk vardır. Muhtâr İbn Mutî’e akşam olunca 100.000
dirhemle birlikte şu haberi iletmiştir: “Bu para ile yol Hâzirlık masraflarını
karşıla. Nerede kaldığın artık açığa çıktı. Derhal şehri terk et. Zannımca
paran olmadığın için hâlâ buradasın.”[385]
Eski dostluklarının Muhtâr’ı böyle bir davranışa sevkettiği zikredilmektedir.[386]
İbn Mutî’, Kûfe’den ayrılınca, Muhtâr
Abdullah b. Zübeyr’e bir mektup göndermiştir. İbn Mutî’e hakaret ettiği, İbn
Zübeyr’e ondan sakınması gerektiğini tembihlediği mektubunda: “Ben sana itaat
üzere Kûfe’ye geldiğimde İbn Mutî’i, Benî Ümeyye’ye sempati besleyen bir kimse
olarak buldum. Sana ettiğim bey’attan dolayı onun bu davranışlarını
onaylayamazdım. İbn Mutî Kûfe’den, ben ve kabilem sana itaat üzereyken
ayrıldı,” ifadelerine yer vermiştir.
Kûfe’den ayrılan İbn Mutî, Mekke’ye İbn
Zübeyr’in yanına gelmiştir. Bu mektup hakkında konuştuklarında İbn Mutî’
Muhtâr’ın tam aksi şeyler söylemiştir. Muhtâr’ın İbn Zübeyr’e ettiği bey’at
gereğince davranmadığını, aksine İbnü’l- Hanefiyye’ye bey’ata çağırdığını
söylemiştir. İbn Zübeyr, İbn Mutî’in sözlerine inanmayarak Muhtâr’a bir mektup
yazmıştır. Mektupta: “Senin hakkında birçok şey duyuyorum. (Ama) biliyorum ki
sen bu (ithamlardan) uzaksın. Eğer sen önceki verdiğin sözler üzere hareket
edersen, ben sana inanır ve seni tasdik ederim. Seni Kûfe’ye vali olarak atamış
bulunuyorum” demiştir.[387] Zehebî
de Muhtâr’ın kendisine yaptığı açıklamayı kabul edip Kûfe valiliğini Muhtâr’a
tevdî ettiğini söylemektedir.[388]
Olayların kurgusunu bu temelde ele alan İbn Kesîr, Muhtâr’ın Cuma hutbelerinde
İbn Zübeyr’e bey’ate davet ettiğini ancak gizliden gizliye İbn Ziyâd ve
ordusunu takibe aldığını bildirmektedir. Ayrıca Muhtâr’ın Ömer b. Sa’d ve Şemir
b. Zilcevşen gibi Hz. Hüseyin’in katline karışanları İbn Zübeyr’e itaat
üzereyken infaz ettiğini, Ubeydullâh’ın başını İbn Zübeyr’e gönderdiğini ve ancak
tüm bu olanlardan sonra Muhtâr’ın hükümdar olmaya karar verdiğini
söylemektedir. Bunun üzerine İbn Zübeyr, Mus’ab b. Zübeyr’i Basra’ya Muhtâr’la
savaşmaya sevketmiştir.[389] Hatta
İbn Kesîr, Vâkıdî’den aktardığı rivayetle Muhtâr’ın İbn Zübeyr’e düşman olduğu
tarih olarak; Basra’ya Mus’ab b. Zübeyr’in Muhtâr’la mücadele etmek üzere
atandığı günü göstermektedir.[390]
Ancak İbn Zübeyr’in Kûfe’ye vali ataması,
Hicâz’a yürüyen Şam orduları ile çarpışmak üzere İbn Zübeyr’e yardım birlikleri
göndermesi ve İbn Zübeyr’le aralarında gerçekleşen çarpışma, Muhtâr’ın
İbnü’l-Hanefiyye’yi kurtarma operasyonu düzenlemesi hep bu barış sürecine denk
gelmektedir. Tarihi olayların birbirleri ile uyumsuz bir görüntü çizerek
anktarıldığı bu bilgilere itibar edilmemelidir.
Bu rivayetler, Muhtâr’ı Kûfe’ye İbn Zübeyr
adına çalışmak üzere İbn Zübeyr tarafından gönderilmiş ve Kûfe’de Muhtâr’ın
Mekke yönetimine karşı isyan çıkarmış bir kimse olarak gösterme çabasında olan
rivayetlerdir. İbn Zübeyr’in Muhtâr’a nasıl davrandığını ve Mekke kuşatmasındaki
gayretlerine rağmen onu yırtıcı bir hayvan olarak nitelediği bilinmektedir.
Abdullah b. Yezîd’in onu hapse attığını ve yaklaşık 3 ay kadar hapiste
kaldığını İbn Zübeyr de duymuş olmalıdır. İbn Zübeyr eğer Muhtâr hakkında
müsbet düşüncelere sahip olsa idi, Muhtâr’ın, kendisini hapse atan İbn Zübeyr’e
bağlı valilerden beraat almak için Abdullah b. Ömer’e değil, bizzat o valilerin
bağlandığı halifeye rica mektubu yazması gerekirdi. İleride de değineceğimiz
üzere, İbn Zübeyr’in Kûfe’yi Muhtâr’dan almak üzere kısa sürede bir çalışma
başlattığını görmek bu rivayeti kabul etmemizi zorlaştıran bir diğer
gerekçedir. İbn Mutî’e gelince; o, Abdullah b. Zübeyr öldürülünceye kadar
Mekke’de kalmıştır.[391]
Bu bölümde Muhtâr’ın Kerbelâ sürecindeki
konumu, Ubeydullâh b. Ziyâd tarafından Kûfe’den sürülmesi, Hicâz’a gelen
Muhtâr’ın Abdullah b. Zübeyr ile birlikte Mekke savunmasında yer alması ama
buna rağmen İbn Zübeyr’den umduğu menfaati elde edemeyince Kûfe’ye geri dönmesi
ele alınmıştır. Kûfe’de Hz. Hüseyin’in intikamını alma iddiası ile halkı;
kendisini, İbnü’l-Hanefiyye’nin veziri olmakla ikna eden ve
İbnü’l-Hanefiyye’nin ağzı ile yazdığı bir mektupla İbnü’l- Eşter’i de saflarına
katmayı başaran Muhtâr’ın Kûfe’yi ele geçirmesi aktarılmıştır. Bundan sonra ise
Kûfe iktidarının ilk aylarındaki yaşadıkları incelenecektir.
KÛFE
ŞEHRİNİ ELE GEÇİRMESİNDEN SONRA
MUHTÂR B. EBÎ UBEYD ES-SEKAFÎ
Çalışmamızın ikinci
bölümünde Muhtâr’ın Kûfe’de sahip olduğu iktidarın idarî, adlî ve siyasî
uygulamaları değerlendirilecektir. Abdullah b. Zübeyr ve Emevî yönetimi ile
giriştiği siyasî ve askerî mücadelenin ilk aşamaları, Kûfe eşrâfının kendisine
gerçekleştirdiği isyanı ve Muhtâr’ın propaganda sürecindeki vaadlerinden en
önemlisi olan Hz. Hüseyin’in katillerini infaz etme süreci ele alınacaktır.
Hemen ardından Muhtâr için dördüncü tehdit olan Ubeydullâh b. el-Hurr’un
akınlarıyla meşgul olması incelenerek bölüm tamamlanacaktır.
Kûfe
Şehrini Ele Geçirmesinden Sonra Ubeydullâh b. Ziyâd’ın Öldürülmesine Kadar
Muhtâr
Muhtâr’ın
Şehir Yönetimindeki İlk İcraatları
Muhtâr, üç gün süren
kuşatmanın ardından, muhasaraya dayanamayan İbn Mutî’in adamlarına eman sözü
verilmesi ile açılan vilayet konağının kapılarından girerek şehir yönetimini
ele geçirmiştir. Konakta, kendilerine eman verileceği vaad edilenler, halk ve
eşrâf, köşkün kapısında sabaha kadar beklemiştir. Muhtâr ise geceyi konakta
geçirmiştir. İbn Mutî taraftarları, muhasara kaldırılmadan evvel bey’at etme
taahhüdü vermeleri karşılığında can emniyetinin temin edileceği sözünü aldıktan
sonra konağı Muhtâr yönetimine terk etmiş ve ertesi gün Muhtâr’a bey’at
etmiştir. Muhtâr’ın ertesi gün mescitte irad ettiği konuşma, yapacağı
icraatları hakkında ipucu vermektedir: “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
Dostlarına zaferi, düşmanlarına zararı vaat eden ve bunu kıyamete kadar
gerçekleşecek bir söz ve yerine gelecek bir kader olarak tayin eden Allah’a
hamdolsun! Ey insanlar! Sancağımız yükseltilmiş ve bize gayemiz gösterilmiştir.
Bizler davetçinin davetine uyduk. Bu uğurda öldürülmüş nice kişi vardır.
Azgınlık edip yüz çeviren, isyan edip yalanlayan herkes bizden uzak dursun. Ey
insanlar! Siz de bizim aramıza giriniz ve
hidayete uygun bey’atte bulununuz. Allah’a
yemin ederim ki sizler Ali b. Ebî Tâlib’e ve Hz. Ali’nin ailesine yapmış olduğunuz
bey’atten daha ileri hidayete götürecek bir bey’atte bulunmuş değilsiniz.”
Bu konuşmasından sonra Muhtâr kürsüden
inmiştir. Kûfe eşrâfı, onun etrafında toplanmıştır. Allah’ın Kitabı ve
Rasûlullah’ın sünnetine uymak, Ehl-i Beyt’in kanını talep etmek, o kanı
dökenlerin kanlarını helal sayıp onlarla cihad etmek, zayıfları korumak,
kendilerine karşı savaş açanlarla savaşmak, kendilerine karşı barış siyaseti
güdenlerle ise barış içerisinde yaşamak üzere bey’at alınmıştır.[392]
Muhtâr’ın konuşmasına bakıldığında
İbnü’l-Hanefiyye’nin adını açıkça zikretmediği ancak onun Ehl-i Beyt’e ve isim
vermeksizin İbnü’l-Hanefiyye’nin kendisine atıf yaptığı görülmektedir. Bu
tavrı, o sıralarda dahi şehirde, liderliği kendisinin üstleneceği bir yönetimi
tesis edeceği izlenimi uyandırmaktadır. A. S. Tritton bu durumu şu sözlerle
izah etmektedir: “Muhtâr, İbnü’l-Hanefiyye’nin emrinde ve lehinde hareket
ettiğini ilan etti. Öyle görünüyor ki, Muhtâr’ın imam hakkında mütevazı
fikirleri vardı. Nitekim diğer taraftarları pek o kadar sınırlı davranmadıkları
halde Muhtâr’ın (İbnü’l-Hanefiyye’yi) ciddiye aldığı şüphelidir.”[393]
Muhtâr’ın zayıfları korumayı zikretmesi
mevaliye yönelik bir mesajdır. Muhtâr kıyamını Şiî bir hareket olarak
tanımlayan Watt, Arap olmayan unsurları kıyamında görevlendirerek mevâlîyi
böylesi bir hadisenin içine dâhil etmekte Muhtâr’ın bir ilk olduğunu
söylemektedir.[394]
Davaları uğrunda öldürülen birçok kişi
olduğu vurgusu, sadece İbn Mutî’ yönetimini devirmek üzere çıkan çatışmalarda
hayatını kaybedenler değil, Süleymân b. Surad ile birlikte yola çıkan Tevvâbûn
şehitlerine de bir işaret taşımaktadır. Hz.
Peygamber’den sonra hilafete geçenler
arasında Hz. Ali’nin, kendilerince kabul edilen gerçek halife olduğu söylemi,
şehir yönetimini ele alan Şîa’nın siyasal alandaki ilk başarısının tezahürü
olarak gözükmektedir. Tabii burada kullanılan Şîa ifadesini, günümüzdeki
sınırları ile anlamlandırmak hatalıdır.[395]
Muhtâr, siyasal alanda belli bir dayanak
sağlamadan girişilen Tevvâbûn hareketinin başarısızlığının ardından, bu alanda
yarım kalan işleri tamamlayacağını, bey’at alırken ortaya koymuş, Hz.
Hüseyin’in katillerine yönelik izleyeceği politikayı bey’at şartlarından birisi
olarak sunmuştur. Bununla birlikte herhangi bir tarafa ait olmayan yahut ait
olduğu tarafın çizgilerini çok fazla üzerinde taşımayan tedirgin kesime ise
barış mesajları vererek şehirdeki tansiyonu düşürmeyi amaçlamıştır. Adamlarına,
halka ve eşrâfa iyi davranmalarını emrederek aynı amaca matuf hareket etmiştir.
H. D. Van Gelder, Muhtâr’ın Kûfe iktidarının ilk günlerindeki barış
politikalarını şu sözlerle açıklamaktadır: “Muhtâr’ın iktidarı her zaman için
tehdit altındaydı. Bir tarafta Hicâz’da İbn Zübeyr, diğer tarafta Sûriye’de
Emevîler onun için tehdit oluşturuyordu. Tek çıkış yolu, Kûfe halkının tamamını
aynı tarafta birleştirebilmekten ve beraberce olası bir tehlikeye birlikte
karşı koyabilmekten geçiyordu. Bunu başarmak, işte bu farklı gruplarla birlikte
çalışmakla mümkün olabilirdi ki, bu da oldukça zor bir işti. Çünkü Zübeyrîler,
yenilgiyi kabullenemedikleri için rahat durmuyorlardı. Kendi aralarında da
yapılanmaları vardı. Bunlara boyun eğdirmek oldukça zordu.”[396]
Muhtâr, bunu büyük oranda
başarabilmiştir. Ancak istenmeyen olaylarla karşılaşmaktan da kurtulamamıştır.
Ona bey’at edenlerden el-Münzir b. Hisân b. Dirâr ed-Dabî ve onun oğlu Hayyân
b. el-Münzir’in başlarına gelenler, söylediklerimize bir örnektir. Münzir ve
oğlu Hayyân, Muhtâr’a bey’at ettikten sonra evlerine giderken yolda Muhtâr
taraftarlarından bir grup ile karşılaşmışlardır. Söz konusu bu grup, ikisini
görünce onları öldürmüşlerdir. Bu grup içerisinde, Muhtâr’dan bir talimat
almadan bu işe kalkışmamalarını söyleyenler olmuştur. Ancak bu kişiler de,
Münzir ve oğlunu kurtarmaya yetmemiştir. Olayı duyan Muhtâr yaşananlardan son
derece rahatsız olmuştur.[397]
Kıyamının başlangıcından itibaren kullandığı söylemlerinin böyle bir olayın
yaşanmasını tabii kılabilecek bir düşünce yapısını taraftarlarının zihninde
oluşturduğu bir hakikattir. Muhtâr’ın ilerleyen zamanlardaki uygulamaları da
incelendiğinde, yaşanan olay onun tasvip edebileceği bir davranış olarak
nitelendirilemez. Zira Abdullah b. Mutî’in yerini öğrendiğinde, gizlilikle
kendisine önemli bir miktar para gönderip şehirden kaçmasını sağlaması, şehirde
gerginliği arttırıcı davranışlardan kaçındığını ispatlamaktadır.
Burada Abdullah b.
Hemmâm’dan bahsetmek yerinde olacaktır. Abdullah b. Hemmâm, Muhtâr’ın Kûfe’yi
ele geçirmesinden sonra korkarak saklanmıştır. Daha sonra Muhtâr’a yazdığı bir
şiirle onun gönlünü kazanarak Muhtâr’dan eman almıştır. Ancak taraftarları,
Muhtâr’ın onu affetmesini istememiş ve Abdullah b. Hemmâm’ı öldürmeye
çalışmıştır. Muhtâr ise buna engel olmayı başarmıştır.[398]
Muhtâr’ın bir defada 50
kişi öldürdüğü aktarılmaktadır.[399] Ancak bu
rivayeti doğrulayabilecek başka bir bilgi bulamadık. Dolayısıyla bu rivayete
temkinli yaklaşmamız gerekmektedir.
Kaynaklar incelendiğinde Muhtâr’ın ordusuna
karşı cömert olduğu görülmektedir. Kıyamına katılanları ödüllendirme hususunda
ordusunu iki kategoride değerlendirmiştir. İbn Mutî’i muhasara esnasında
yanında çarpışanlar ile vali konağını kuşattıktan sonra yanına gelenleri -her
ne kadar üç gece kendisi ile birlikte bekleseler de- ayırmıştır. İlk sayılan
grubun 3.800 kişi olduğu zikredilmektedir. Kendilerine kişi başı 500’er dirhem
dağıtmıştır. Sarayı kuşattıktan sonra üç gün boyunca yanında bekleyenlerin
sayısı ise 6.000’dir. Söz konusu 6.000 kişiye ise 200’er dirhem dağıtmıştır.
Toplamda dağıtılan miktarın 3.100.000’e ulaştığı
görülmektedir. Buna İbn Mutî’e gönderdiği 100.000 dirhemi de eklediğimizde
dağıtılan meblağ 3.200.000’e ulaşmaktadır. İlk başta yüksek bir miktar gibi
gözüken bu rakamlar, Muhtâr’ın Beytü’l-Mâl’de 9.000.000 dirhem ile karşılaştığı
düşünüldüğünde ve taraftarlarının kendisine verecekleri destek karşılığında
gerekli bir hamle olması itibariyle Muhtâr’ın otoritesini sağlamlaştırmasına
sağladığı katkının yanında küçük kalmaktadır.[400]
Şîi müellifler ise Muhtâr’ın İbn Mutî’e verdiği meblağı 10.000 dirhem olarak
zikretmektedir.[401] İbn
Mutî’e yüklü miktarda para vererek onu selametle şehirden çıkmasına müsaade
etmesinin Kûfelilerin Muhtâr’ın bu geniş yürekliliğini takdir ederek şehirde
huzursuzluk çıkarmamalarını sağladığı yorumu yapılmaktadır.403
Şehir halkının, hem Şam yönetiminin hem de
İbn Zübeyr’e bağlı yönetimlerin ekonomi politikalarından memnun olmadıkları
bilinmektedir. İbn Mutî’in, valiliğinin ilk günlerinde fey gelirleri hakkında
izleyeceği politikayı açıklamasından sonra halkın İbn Mutî’e gösterdiği tepki
ilk bölümde izah ettiğimiz bir örnektir. Bu ve benzeri uygulamalardan kurtulan
halk ve Muhtâr taraftarları, ilk kazançları olan Beytü’l-Mâl’den kaynak
sağlanarak yapılan bu dağıtım ile memnun edilmiştir. Şam’dan ve Mekke’den ayrı
bir yönetim dönemine geçen şehir, herhangi bir merkeze de ödeme yapmayacaktır.
Tüm bunlar değerlendirildiğinde dağıtılan miktar, Muhtâr nezdinde küçük
kalmaktadır.
Muhtâr’ın
iktidarının ilk dönemlerindeki malî işleri ile ilgili bir bilgi olmak üzere
Vehb b. Cerîr’den gelen rivayet, Muhtâr’ın Beytü’l-Mâl’den kişisel harcamalarla
israfta bulunduğunu bildirmekte infirad etmektedir. Rivayete göre Muhtâr,
hazine gelirlerinden kendine bir ev yaptırmıştır. Bir de bahçe edinmiş ve bu
ikisi için çok para harcamıştır.404
404
Belâzurî, Ensâb, VI, 454; Mes’ûdî, Mürûc, I, 380.
Muhtâr, halk ile doğru
iletişim kurmuştur. Onun adaletli davrandığı, güzel muamelede bulunduğu
kaydedilmektedir. Üstelik bu müspet tavırlarını eşrâfa karşı da göstermiştir.
Onlarla yakınlık ve sohbet arkadaşlıkları kurmaya başlamıştır.[405] Ebû
Mihnef, onun insanlara ülfet göstermesini ve yaşantısının güzelliğini
vurgulamaktadır.[406]
Muhtâr’ın mevâlîye yakın olmasına rağmen onlara kapılarak Arap eşrâfına sırt
dönmemesi, Irak’ta başarıya ulaşmasının sebeplerinden birisi olarak
zikredilebilir. Kıyamın başarıya ulaşmasından önce Arap olmayan unsurlardan önemli
ölçüde destek bulan ve ezilmişlerin haklarını savunacağına yönelik
söylemleriyle bu desteğin artmasını sağlayan Muhtâr’ın, şehrin yönetimini ele
alınca daha sık temas içerisinde olmasını makul görebileceğimiz şehrin ileri
gelenleri ile olan yakınlaşmaları, kendi taraftarlarında endişe uyandırmıştır.
Muhtâr’ın eşrâftan bazıları ile konuşma yaptığı bir esnada mevâlîden birisi bu
durumu dile getirmiştir. Muhtâr’ın kendi koruyucularının başına getirdiği Ebû
Amra Keysân’a gelerek, Muhtâr’ın yaptığı konuşmasının çoğu bölümlerini mevâlîye
doğru değil de Eşrâfa yönelerek icra etmiş olmasını eleştirmiştir. Ebû Amra ile
gerçekleşen bu konuşma Muhtâr’ın dikkatini çekmiş, Ebû Amra’ya bu sözü söyleyen
mevalî ile aralarında ne olduğunu sorup öğrendiğinde Ebû Amra’ya:
-Sen onlara şu sözümü
ilet. Benim eşrâf ile olan yakınlığım sizi endişelendirmesin. Çünkü ben
sizdenim, sizler de bendensiniz, demiştir. Muhtâr sadece bu sözüyle mevâlînin
kaygılarını bastıramayacağını bilmektedir. Bundan dolayı uzunca bir süre durmuş
ve konuşması esnasında ve muhtemelen yine eşrâfa dönerek:
-Muhakkak
bizler günahkârlardan intikam alıcılarız, âyetini[407]
okumuştur. Bu akıllıca hareketi Ebû Amra’nın, kendisine ilettiği, mevâlînin
kaygılandığı uyarısından sonra yaptığı anlaşılmaktadır. Bu ayeti okuması ile
mevâlî kendi aralarında:
-Müjde! Muhtâr bu ayeti okumak suretiyle
eşrâfa, vallahi (Ehl-i Beyt’in) kanını siz döktünüz demektedir, sözleriye
sevinmişlerdir.[408]
Yukarıda anlatılan olaylar, Muhtâr’ın ilk
aşamada karşısına çıkan zorluklardır. Mevâlî ile Arap eşrâfı arasında dengeyi
gözetmesi gerektiğini gören Muhtâr, aslında kendi taraftarları karşısında adım
adım izlendiğini de anlamıştır. Yaşanan olay, zamanı geldiğinde eşrâf ile
mevâlî arasında bir tercih yapmak zorunda kalacağının ilk sinyalleridir ve bu
aşamada Muhtâr tercihini mevâlîden yana kullanacağını göstermiştir. Mevâlî ise
bunu memnuniyetle karşılamıştır.
Yeni yönetimin sahibi olan Muhtâr,
kadroları da yenilemiştir. Abdullah b. Kâmil eş-Şâkirî’yi, Kûfe emniyet
amirliğine yani şurta teşkilatı başkanlığına, Ebû Amra Keysân’ı, kendisine ait
olan muhafız birliği başkanlığına atamıştır.[409]
Her ikisi de baştan beri yanından ayrılmayan, kendisinin ve davasının iki yakın
koruyucuları olarak itimat edebileceği kimselerdir. Muhtâr’ın Kûfe ile birlikte
yönetimini devraldığı yerlere de görevlendirmelerde bulunduğu kaydedilmektedir.[410] Musul’da
İbn Zübeyr’in görevlendirmiş olduğu Muhammed b. el-Eş’as b. Kays vardır. İbn
Zübeyr, Muhammed b. el-Eş’as’a, İbn Mutî ile yazışarak işleri yürütmesini ve
ona itaat etmesini emretmiştir.[411]
Muhtâr’ın Kûfe’yi ele geçirmesinden sonra yaptığı atamalarda Abdurrahmân b.
Saîd’i Musul’a emir olarak gönderince Muhammed b. el-Eş’as, Musul’dan ayrılmak
zorunda kalmıştır. Tikrît’e giden ve orada bir süre bekleyen Muhammed, bir süre
olayları uzaktan izleyerek nereye varacağını beklemiş sonra Muhtâr’ın yanına
giderek ona bey’at etmiştir.[412] Muhammed
b. el-Eş’as, Muhtâr’a bey’at etmeden önce İbn Zübeyr’e mektup yazarak olanları
anlatmıştır. İbn Zübeyr’in cevabı oldukça sert olmuş ve Muhammed b. el-Eş’as’ın
Musul’u Muhtâr’a kolayca bırakmasına tepki göstermiştir.[413]
Muhammed b. el-Eş’as’ın, Muhtâr’a bey’at
etmesinde oğlunun payı olduğu zikredilmektedir. Oğlu Muhtâr’a ilk gün bey’at
edenlerdendir. Muhtâr, Muhammed b. el-Eş’as’ın oğlunu yanına çağırıp, babasının
da kendisine bey’at etmesini sağlamasını istemiştir. Muhammed b. el-Eş’as’ın
Kerbelâ günü Hz. Hüseyin’e hitaben söylediği:
-Ey Hüseyin! Seninle Hz. Peygamber arasında
ne akrabalık var ki, sözünü hatırlatarak babasına olan öfkesini ifade etmiştir.
Abdurrahmân b. Muhammed b. el- Eş’as, babasını Muhtâr’a bey’at etmeye ikna
etmek için Tikrît’e gitmiştir. Babasına Muhtâr’a bey’at etmesini, çünkü ona
karşı gelebilecek bir ordusunun olmadığını söylemiştir. Muhammed b. el-Eş’as
ise oğlunun hurma bahçeleri olduğunu ve Muhtâr’ın o bahçeye zarar vermesinden
korktuğu için kendisini bey’ate çağırdığını söylemiştir. Abdurrahmân ise
babasına tehditkâr ifadelerle konuşma yapmaya devam etmiştir. Neticede ikna
olan Muhammed b. el-Eş’as adamları ve amca çocukları ile birlikte gelerek
Muhtâr’a bey’at etmiştir. Muhtâr’ın ona hürmet ettiği ve yakınında oturması
için ona yer verdiği ve hediyeler sunduğu kaydedilmektedir.[414]
Muhtâr’ın Kûfe’yi ele geçirmesi ile onun
hâkimiyet alanının sınırlandırılması konusunda kaynaklar arasında ittifak
görülmemektedir. Ebû Mihnef bu sınırlara Ermenistan, Azerbaycan, Musul, Medâin,
Cûhâ, Bihkubâz ve Hulvân’ı dâhil etmektedir.[415]
Dîneverî ise Irak topraklarına hâkim olduğunu, Cezîre, Şam ve Mısır hariç olmak
üzere geri kalan İslâm beldelerinin Muhtâr’a geçtiğini bildirmektedir.[416] İbn
A’sem Ermenistan, Azerbeycan, İran, Havrân, el-Mâhîn, Rey ve İsfehân’a kadar
genişletirken[417] İbn
Kesîr, Irak ve Horasan topraklarının Muhtâr’a bağlı olduğunu aktarmaktadır.[418]
Harbutlu, Irak’ın doğu
beldelerinin merkezi olduğunu, Irak’a hükmedenin diğer bütün beldelerin de
hâkimi olduğunu, Muhtâr’ın valilerinin kabilelerinin bilinen insanları
olduklarını söylemektedir. Hatta Muhtâr’ın otoritesini, Irak beldelerinin
tamamına nüfuz etmesini sağlamakta başarılı olduğunu ve bunda da Muhtâr’ın
Irak’taki siyasetini başarıya götüren birçok amilin olduğunu zikretmektedir.[419]
Harbutlu’nun Irak beldelerinin tamamına vali atadığı rivayetini desteklemek
için Irak halkının İslâm’dan önce ve sonra bağımsız bir yönetime meyilli
olduklarını iddia etmektedir.[420] Ona göre
Yezîd’in ölümünden sonra halkın Abdullah b. Zübeyr’e bağlanması iki şerli işten
daha ehven olana sarılmaktan 421 ibarettir.[421]
Muhtâr’ın iktidar alanını
Kûfe şehri ile sınırlayan eserler de vardır.[422]
Bizim kanaatimiz de bu yöndedir. Zira Tikrît’te Muhammed b. el-Eş’as’ın;
Musul’da ve Sevâd’da Ubeydullâh b. el-Hurr’un Muhtâr’a boyun eğmesi kaynaklara
yansırken, yukarıda valilerini Muhtâr’ın atadığı iddia edilen yerleşim
merkezlerinin Irak’ta Muhtâr’a boyun eğmesinin nasıl olduğuna dair bilgi
bulunmamaktadır. Üstelik ilerleyen bölümlerde değineceğimiz üzere Muhtâr’ın
zorda kaldığı zamanlarda yukarıda isimleri geçen yerleşim yerlerinden yardım
istediğine dair bir bilgi nakledilmemektedir.
Musul, Muhtâr döneminde
Irak’a boyun eğmiştir.[423] Sevâd
ise o dönemde Ubeydullâh b. el-Hur el-Cu’fî’nin hâkimiyeti altındadır.[424]
Ubeydullâh b. el-Hurr’un Ehl-i Beyt taraftarı olduğunu söyleyen rivayetler
olduğu gibi,[425] onun Hz.
Osman taraftarı olduğunu bildiren rivayetler de vardır.[426]
Onun karmaşık bir siyasî görüşe sahip olduğu görülmektedir. Hz. Hüseyin’in
kendisinden yardım talebini geri çevirmiş, sonra da buna pişman olmuştur.
Ubeydullâh b. el-Hurr, Yezîd b. Muâviye’nin vefatı ve Hicâz’da Abdullah b.
Zübeyr’in çıkması ile merkezi tek otoritenin oratadan kalktığı karmaşık bir
ortamda 700 kişi ile Sevâd’ı ele geçirip adamları için geçim kaynağı haline
getirmiştir. Burada tarımla uğraştığını anladığımız İbnü’l-Hurr, tüccarlara ve
oradaki yerli halka bir tehdit oluşturmamıştır. Muhtâr ortaya çıktığında da
İbnü’l-Hurr Sevâd’a hâkimdi.[427] Muhtâr
onunla anlaşmaya çalışmış ancak bunda başarılı olamamıştır.[428]
Muhtâr, beytü’l-mâl’in başına Abdurrahmân
b. Şureyh eş-Şibâmî el- Hemdânî’yi geçirmiştir.[429]
Muhtâr’ın yeni sorumlulukları içerisinde meşguliyeti oldukça fazla olduğu için
işleri önem sırasına göre yapmıştır. Bu sıralamanın ilk taraflarında bulunan
konulardan biri adlî işlerdir. Ancak bu konuda yapmak istedikleri, arzu ettiği
gibi gelişmemiştir. Şehirdeki tüm adlî vakalarda kadı olarak yer almayı gerçekleştirememiştir.
İşlerinin yoğunluğu nedeniyle bu vazifeye yetişememenin üzüntüsünü dile getiren
Muhtâr, önce Abdurrahmân b. Muhammed b. el-Eş’as’a bu görevi teklif etmiş ancak
o, bu görevi almayı reddetmiştir. Bunun üzerine Şureyh’i atamak istemiştir. Şehirde,
Şureyh hakkında Hz. Osmân taraftarı olduğu yönünde söylentiler çıkmış, Hucr b.
Adiyy’in aleyhine şahitlik yaptığı hatırlatılmıştır. Bu eleştirilerden bir
tanesi de Şureyh’in Hâni b. Urve’ye yapmakla emredildiği tebliği yapmamasıdır.
Hz. Ali’nin, onu Muhtâr’ın kendisine tevdi ettiği görevden aldığı konuşulmaya
başlanmıştır. Böylece Şureyh, bu vazifeye devam etmekten kaçınmıştır. Bu
vazifeden korkan Şureyh, gerekçe olarak hastalığını ileri sürmüştür. Halk ise
bu bahaneye inanmamıştır. Zira Şureyh, görevi reddetmesine gerekçe olarak ileri
sürdüğü hastalığın, bir bahane olmadığını hissettirmek için benzer
davranışlarını sergilemeye devam etmiştir. Muhtâr Şureyh hakkında yukarıdaki
eleştirileri duyduktan sonra Şureyh’in bu görevi üstlenmekten korkarak kaçmasını
fırsat bilmiş ve onun yerine Abdullah b. Utbe b. Mes’ûd’u tayin etmiştir. Bir
süre sonra Abdullah b. Utbe de hastalanarak görevden azlini isteyince onun
yerine Abdullah b. Mâlik et-Tâî’yi atamıştır.[430]
Mus’ab,
Kûfe’yi alınca bu göreve Saîd b. Nimrân’ı getirmiştir. Saîd b. Nimrân, Hucr b.
Adiyy’in arkadaşı olup, Muâviye’nin Hucr ile birlikte öldürülmesini istediği
Ehl-i Beyt taraftarlığı ile bilinen bir kişidir. Ve o dönem Hamza b. Mâlik’in
ricası ile ölümden kurtulmuştur. Saîd b. Nimrân’ın Mus’ab zamanındaki bu görevi
kısa sürmüştür. Mus’ab onun yerine Abdullah b. Utbe b. Mes’ûd’u atamıştır.
Muhtâr zamanında isteksiz olduğu ve bu yüzden kısa sürdüğünü anladığımız bu
görev, Mus’ab döneminde nisbeten daha uzun sürmüştür.[431]
Muhtâr adlî işler gibi birikim gerektiren bir mevkîde, görevlendirme yapmakta
zorlanmıştır ve kendisi döneminde çeşitli gerekçelerle bu görevden uzak kalmaya
çalışanların, daha sonra aynı göreve daha istekli olduklarının gözlenmesi, bu
görev için ismi anılan kişilerin dönemin şartlarından ve şehrin yöneticisi olan
Muhtâr’a karşı mesafeli durmak arzularındandır.[432]
Muhtâr’ın
Kûfe Hâkimiyetinin İlk Dönemlerinde Abdullah b. Zübeyr ile İlişkileri
Muhtâr’ın Kûfe yönetimini
ele geçirmesi ve Abdullah b. Zübeyr yönetimindeki vali İbn Mutî’i şehirden çıkarması
Mekke yönetimince onun; Hicâz’a başkaldırmış bir isyancı olarak tanımlanmasına
neden olmaktadır. Oysa rivayetlere bakıldığında Muhtâr’ın Hicâz’la iletişim
kurmak üzere çabaladığı görülmektedir Bu durum; Muhtâr’ın Abdullah b. Zübeyr’in
bir görevlisi olarak Kûfe’de çalışmalar yürüttüğü yönündeki rivayetleri haklı
çıkaran bir tarafa sahipmiş gibi gözükmektedir. Ancak Muhtâr’ın geliştirmek
istediği siyasetin; temelde Muhtâr’ın etrafındaki birçok düşman arasında
mücadeleye girişme ihtimali olan cepheleri mümkün mertebe azaltma çabasından
ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Bu cepheler, Hicâz yönetimi, Şam yönetimi,
Basra’daki Zübeyrî birlikler ve Kûfe’deki muhalif unsurlardır. Bu unsurların
hepsi, Muhtâr’a karşı giriştikleri mücadeleleri ile yeri geldikçe incelenecektir.
Muhtâr, İbn Zübeyr’le
girişeceği mücadeleden zafer elde etme ihtimalini az görmüş ve bu yüzden onun
hâkimiyeti altında bulunan yerleşim yerlerinin emirliğini alma girişiminde
bulunmamıştır.[433] Hatta o,
Abdullah b. Zübeyr ile diyalog kurmaya çalışmıştır. Bu girişimlerde cereyan
eden hadiseleri aktaran rivayetler bazı farklılıklar dışında durumu neredeyse
aynı anlatımlarla bize sunmaktadır.
Muhtâr’ın, Kûfe’de
otoritesini henüz tam anlamıyla kurmadığı bilinmektedir. Bunun için zaman
kazanmak maksadıyla İbn Zübeyr’i oyalayıp, kendisinden uzak tutmak için
çalışmıştır. İlk hamlesi de ona, adamlarının haberi olmadan gizlice bir mektup
göndermek olmuştur. İbn Kesîr Muhtâr’ın bu adımının sebebini şöyle
açıklamaktadır: “Muhtâr, İbn Zübeyr’in kendisine karşı tetikte durduğunu ve
gözüne uyku girmediğini anladı. İbn Ziyâd’ın ordusu ile Hicâz’a yürüdüğünü
duyunca İbn Zübeyr’i etkileyip güvenini kazanarak onu tuzağa düşürmeye
çalıştı.”[434]
Mektuptan taraftarlarının haberinin olmamasını sağlaması, mektubun içeriği ile
ilgili olmalıdır.
Mektupta: “Sana bağlılığımdaki samimiyetimi
bilirsin. Sana düşmanlık edenlere karşı ne kadar gayret ettiğimi de bilirsin.
Fakat ben sana böyle davrandığım halde sen bana ne verdin! Sana vefakâr olduğum
zamanlar bile bana vermiş olduğun sözleri yerine getirmedin. Eğer bana verdiğin
söze bağlıysan, tekrar sana dönmemi ve sana bey’at etmemi istediğinde bunu da
yaparım” demiştir.
Abdullah b. Zübeyr, Muhtâr’ın bu olumlu
adımına güvenip güvenemeyeceği konusunda kararsız kalmıştır. Ömer b. Abdirrahmân’ı
Kûfe valisi olarak atamış ve ona verdiği talimatta Muhtâr’ı kendi emirlerine
itaat etmekte olan birisi olarak tanımlamıştır. Ömer b. Abdirrahmân’ın
techizatlanması vb. ihitiyaçları karşılanması 30.000-40.000 dirhem arası bir
masraf tutmuştur. Ömer b. Abdirrahmân’ın yola çıktığını haber alan Muhtâr, bir
adamına 70.000 dirhem vererek 500 atlı ile Ömer b. Abdirrahmân’ı yolda
karşılamasını ve bu parayı kendisine vererek geri dönmeye onu ikna etmesini
söylemiştir. Eğer ikna olmazsa 500 atlı ile onu tehdit etmesini tembihlemiştir.
Nitekim Ömer b. Abdirrahmân’la gerçekleştirilen görüşmede Ömer, para
karşılığında geri dönmeye ikna edilemeyince, askerî güçle tehdit edilmiştir.
Ömer b. Abdirrahmân da Basra’ya giderek İbn Mutî’ ile bir araya gelmiştir.[435]
Vehb b. Cerîr’den rivayetle Muhtâr’ın
bundan sonra Abdullah b. Zübeyr’e yazdığı mektupta: “Ben Kûfe’yi kendime yurt
edinmiş bulunuyorum. Eğer benim gitmemi istiyorsan bana 1.000.000 dirhem
gönderirsin. Ben de Şam’a giderim. Orada Abdülmelik b. Mervân’ı yenerim” dediği
belirtilmektedir. Abdullah b. Zübeyr ise bu teklif karşılığında: “Bu Sakîfin
yalancısını ne zamana kadar idare edeceğim ve o beni ne zamana kadar aldatmak
isteyecek” diyerek gönderdiği cevap yazısında ona tek bir dirhem bile
vermeyeceğini bildirmiştir. Muhtâr’la böylesi bir anlaşma yoluna, bedeli can
vermek dahi olsa girmeyeceğini belirtmiştir.[436]
Muhtâr’ın böyle bir teklifte bulunmasına
ihtimal vermemek doğru olacaktır. Muhtâr’ın Kûfe’de Beytü’l-Mâl’den 1.000.000
dirhemden çok daha fazlasına sahip olmuştur. Üstelik İbnü’l-Hanefiyye ile bağ
kurmuş olma iddiasındayken, İbn Zübeyr ile anlaşmış olarak Kûfe’den ayrılması
makul değildir. Muhtâr’ın amacı eğer İbn Zübeyr’i oyalamak ise, kendisini para
karşılığında mücadelesini terk eden birisi olarak göstermek istemeyecektir.
Ubeydullâh’la mücadele etmek üzere bu parayı istiyorsa, yine Beytü’l-Mâl’den bu
ihtiyacını temin edebilecek bir miktarı alabilirdi. Dolayısıyla bu bilgi
Muhtâr’a karşı düşmanca bir dille kaydedilmiş, Muhtâr’ı para elde etmekten ve
bunu açıkça söylemekten çekinmeyen bir kimse olarak aksettirmeye çalışan bir
rivayettir.
Muhtâr’ın Abdullah b. Zübeyr’i kendisinden
uzak tutmak için girişmiş olduğu bu siyasetin, karşılıklı olarak anlaşmayla bir
süreliğine de olsa yürüdüğü görülmektedir.[437]
Muhtâr’ın Abdullah b. Zübeyr ile olan
ilişkilerine de değindiğimiz bu bölümde ikinci bir aşama daha yaşanmıştır.
Hicâz, Şam ve Kûfe merkezli üç yönetime tanık olunan tarihin bu aşamasında
Abdülmelik b. Mervân’ın, Hicâz üzerine harekete geçtiği ve Muhtâr’ın da bu
esnada adımlarını kendi çıkarları yönünde attığı görülmektedir. Abdülmelik b.
Mervân, Vâdi’l-Kurâ’ya birlik gönderdi. Abdülmelik’in bu hareketini öğrenen
Muhtâr, İbn Zübeyr’e yazdığı mektupta eğer isterse kendisine yardımcı
olabileceğini belirtmiştir. İbn Zübeyr cevap olarak derhal ordu göndermesini ve
Şam ordularına saldırmalarını emretmesini söylemiştir:
Muhtâr derhal harekete geçip çoğunluğu Arap
olmayan unsurlardan oluşan 3.000 kişilik bir ordu Hâzirlamıştır. Ordunun sadece
700 kadarı Araptır. Hâzirlanan bu orduya Şurahbil b. Vers el-Hemdânî’yi komutan
olarak atamış ve ona: “Medine’ye girinceye kadar yoluna devam et. Medîne’ye
girdiğin zaman bana mektup yaz ve orada emrim gelinceye kadar kal,” demiştir.
Muhtâr’ın asıl amacının Medîne’yi ele
geçirmek, oraya bir vali atamak ve sonra Mekke’de Abdullah b. Zübeyr’i muhasara
altına almak olduğu belirtilmektedir. İbn Zübeyr ise Muhtâr’a tam anlamıyla
güvenmemektedir. Muhtâr’ın kendisine bir tuzak kurması ihtimaline karşı
Mekke’den Abbâs b. Sehl b. Sa’d’ı 2.000 kişilik bir birlikle göndermiştir.
Ayrıca çevre kabilelerden kendisi ile birlikte savaşa katılmalarını
sağlamalarını emretmiştir. İbn Zübeyr, Abbâs b. Sehl’e: “Muhtâr’ın gönderdiği
ordunun bana itaat etmekte olduklarını görürsen planlarını uygula. Ancak bana
itaat etmiyorlarsa onları yok edinceye kadar onlarla savaş,” demiştir.
er-Rakîm
denilen mevkide iki ordu karşılaşmış ve Şurahbil b. Vers ordusuna savaş düzeni
vermiştir. Abbâs bunu görünce İbn Vers’e gelip onların İbn Zübeyr’e itaat üzere
olup olmadıklarını sormuş İbn Vers de buna olumlu bir cevap vermiştir. Bunun
üzerine Abbâs birlikte Şam ordusunun üzerine yürümeleri gerektiğini
söylemiştir. İbn Vers ise Medîne’ye gitmekle emrolunduğunu ve Muhtâr’dan haber
bekleyeceğini söyemiştir. Abbâs b. Sehl Şurahbil’in aklında başka hesapların
olduğunu anlamıştır ancak kendisinin Vâdi’l-Kurâ’ya doğru gideceğini söyleyerek
ona kendi planları hakkında doğruyu söylememiştir. O gece Abbâs, İbn Vers ve
adamlarına yiyecekler göndermiştir.[438]
Abbâs, Şurahbîl’e dostane davranarak güvenli bir ortam hissiyatını onlar için
oluşturmuş ve onların normal güvenlik tedbirlerini almalarını bile onlara
unutturmuştur.[439] İbn
Vers’in ordusu, su için dağınık halde bulundukları bir esnada Abbâs 1.000
askerle saldırmıştır. İbn Vers ise bu saldırı esnasında ancak 100 kişi
toplayabilmiştir. İbn Vers 70 adamı ile birlikte öldürülmüştür. Abbâs, İbn
Vers’in ordusu için eman çağrısında bulunmuş ve 300 kişi hariç herkes bu
çağrıya olumlu cevap vermiştir. Söz konusu 300 kişinin 200 kadarı girişilen çarpışmada
öldürülmüştür. Geri kalanların çoğu da dönüş yolunda ölmüşlerdir.[440] Bu
durumda yaklaşık 2.600 kişinin eman sancağı altına girmek suretiyle hayatta
kaldığı anlaşılmaktadır.
Muhtâr, İbnü’l-Hanefiyye’ye yazdığı
mektupta onun gönlünü kazanmaya ve ona yaklaşmaya çalışarak:[441] “Ben
sana bir ordu gönderdim. Bu ordu senin düşmanlarını yok edecek ve sana boyun
eğdirecekti. Bu ordu Medîne’ye yaklaştıklarında kendilerine karşı savaş açıldı.
Eğer istersen Medîne’ye daha kalabalık bir ordu göndereyim. Sen de göndereceğim
orduya kendi adamlarından birini gönder ki benim senin emirlerine göre hareket
ettiğimi bilsinler. Sana göndereceğim ordu Ehl-i Beyt’in hakkını savunacaktır.
Onların, Ehl-i Beyt’e karşı Abdullah b. Zübeyr’den daha şefkatli olduğuna tanık
olacaksın. Vesselâm!” diye yazmıştır.
İbnü’l-Hanefiyye’den
cevap olarak kendisine gönderilen mektupta yazılanlar ise şöyleydir: “Mektubunu
okudum. Hakkımı savunacağını ve benim mutlu olmamı sağlayacak niyetlere sahip
olduğunu öğrendim. Benim en sevdiğim iş; Allah’a itaat üzere olduğum iştir. Sen
de gücün yettiğince Allah’a itaat üzere işlerle meşgul ol. Benim savaş üzere
planlarım olsaydı, insanların derhal etrafımda toplandığını ve yardımcılarımın
çok olduğunu görecektim. Fakat sizlerden uzak duruyorum. Allah hükmünü
verinceye kadar sabredeceğim. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” Daha sonra
kan dökmekten uzak durmasını Muhtâr’a da tavsiye etmiştir. Muhtâr mektubu
okuduktan sonra halka yaptığı konuşmada: “Ben bütün iyilikleri toplamaya, bütün
hainlikleri de atmaya emir aldım” demiştir.[442]
Yaşanan bu olayla Muhtâr, Abdullah b.
Zübeyr’e karşı takındığı maskesini çıkarmıştır. İbnü’l-Hanefiyye’ye gönderdiği
mektubunda tek taraflı kalmış bağlantısını kuvvetlendirmek istemiştir. Ancak
İbnü’l-Hanefiyye menfi bir cevap vermiştir.[443]
Muhtâr’ın
Ubeydullâh b. Ziyâd ile Karşılaşması
Muhtâr’ın, nerdeyse tüm kıyamını üzerine
bina ettiği Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesi faciasının faillerini
cezalandırma iddiası, artık bir söylem olarak kalamayacak noktaya gelmiştir.
Bununla birlikte kaynaklar incelendiğinde Muhtâr’ın bu konuda herhangi bir adım
attığına dair bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Ubeydullâh b. Ziyâd’la
karşılaşması ise İbn Ziyâd’ın Muhtâr’dan önce davranıp Musul üzerine yürümesi
ile gerçekleşmiştir. İbn Ziyâd’ın Musul hamlesi ile Muhtâr’ın Kûfe yönetimini
ele geçirmesi arasındaki sürenin kısalığını göz önünde bulundurarak, Muhtâr’ın
bu süre zarfında şehir yönetimindeki diğer meselelerle ilgilendiği yukarıda
kaydedilmiştir. Ayrıca mümkün mertebe eşrâfla iyi geçinmeye çalışmış, düşman
kazanmamaya ve düşman saydıkları ile uğraşmamaya çalıştığı görülmüştür. Böylece
adımlarını daha sağlıklı atabilecek bir sakinliği sağlamış, yönetiminin ilk
günlerinde tansiyonu düşürebilmek gibi önemli bir siyaset başarısı göstererek, talihsiz
olayların yaşanmasını en az seviyeye indirebilmiştir. Muhtâr’ın bir süre daha
böyle bir politika izleyeceğini tahmin ettiğimiz bir dönemde Ubeydullâh b.
Ziyâd, Musul üzerine yürümüştür. Aşağıda izahını detaylıca yapacağımız bu
karşılaşma; esasında Muhtâr’la Ubeydullâh b. Ziyâd’ın doğrudan bir çarpışması
olmaktan ziyade Ubeydullâh’ın önden gönderdiği birliklerine karşı Muhtâr’ın
komutanlarından Yezîd b. Enes’in karşılaşmasından ibarettir.
Yezîd b. Muâviye’nin ölümünden sonra
Kûfe’de ardarda yönetim değişiklikleri yaşanmıştır. Şam’da ise Mervân b.
el-Hakem Kûfe’yi tekrar sınırlarına dâhil etmek üzere Ubeydullâh b. Ziyâd’ı
görevlendirmiş ve bu işi üç gün içinde tamamlamasını istemiştir. Tevvâbûn ile
karşılaşan ve onu yenen Şam yönetimi orduları bir takım iç işleri ile uğraşmak
zorunda kalmıştır. Bu hadiseler Kûfe’nin tekrar Şam’a bağlanmasını sağlama
girişimlerini bir yıl kadar ertelemiştir. Mervân b. el-Hakem vefat edip yerine
oğlu Abdülmelik b. Mervân geçince, ilk fırsatta Kûfe’ye karşı harekete geçme arzusunu
dile getirmiştir.[444]
Abdülmelik b. Mervân’ın emri ile Ramazan 65/ Nisan 685 tarihinde Abdülmelik b.
Mervân’ın kendi adamlarından Ubeydullâh b. Ziyâd’ın ordusuna yaptığı destekle
birlikte kurulan 80.000 kişilik ordu ile Irak ve Cezîre’ye doğru sefere çıkmıştır.[445] Bu sayı
Kûfe’yi ele geçirmek amacı taşıyan bir ordu için fazladır. Anlaşılan Abdülmelik
b. Mervân Ubeydullâh b. Ziyâd’ı, Muhtâr’ın ve Basra’daki Mus’ab b. Zübeyr’in
hâkimiyetlerine son vermek için göndermiştir.[446]
Muhtâr’ın Musul valisi Abdurrahmân b. Saîd
b. Kays’tır. Abdurrahmân, İbn Ziyâd’ın Musul üzerine yürüdüğünü öğrenince
Tikrît’e kadar çekilmiş ve bunu Muhtâr’a bir mektupla bildirerek kendisine
mevcut gelişmeler hakkında ne emrettiğini sormuştur.[447]
Muhtâr ise Abdurrahmân’ın Tikrît’e çekilmekle akıllıca hareket ettiğini ve emri
gelinceye kadar orada beklemesini bildirmiştir. Zira Ubeydullâh b. Ziyâd’ın
önden göndermiş olduğu birliğinin sayısı hakkında 20.000 rakamı telaffuz
edilmektedir.[448]
Muhtâr bu gelişmeler karşısında Yezîd b.
Enes el-Esedî’yi kendisine ait atlı birlikleri ile Ubeydullâh’ın üzerine
göndermiş ve kendisini piyadelerle destekleyeceği sözünü vermiştir. Ancak
Yezîd; bizzat kendisinin seçeceği 3.000 süvarinin yeteceğini, eğer piyadeye
ihtiyacı olursa kendisine mektupla bildireceğini ifade etmiştir. Muhtâr,
Yezîd’in bu isteğini yerine getirmiştir. Yezîd b. Enes’in Kûfe’nin ileri
gelenlerinden ve cesareti ile bilinenlerinden olduğu kaydedimektedir. Muhtâr,
halkla birlikte Yezîd b. Enes’i Kûfe dışına kadar uğurlamıştır. Muhtâr, Yezîd’e
düşman orduları ile karşılaşınca ilk fırsatta saldırmasını tembihlemiştir.
Muhtâr, Musul valisi Abdurrahmân b. Saîd’e
yazdığı mektupla Yezîd b. Enes ile Musul arasından çekilmesini ve Yezîd b.
Enes’e tabi olmasını emretmiştir.[449]
Yezîd b. Enes, ordusu ile birlikte Kûfe’den
yola çıkmış ve savaşın yapılacağı yere geldiğinde burada konuşlanmıştır.[450] İbn
A’sem, Abdurrahmân b. Saîd’in 1.000 kişiden müteşekkil birliği ile Yezîd’e
katıldığını bildirmektedir.[451] Böylece
sayıları 4.000’e ulaşmaktadır.
İbn Ziyâd Kûfe’den gelen bu ordunun
haberini aldığında karşılarına en az iki katı bir ordu çıkarmak üzere harekete
geçmiş ve üçer bin kişi ile teçhiz ettiği iki ayrı birlik göndermiştir.
Bunlardan biri diğerinden bir gün önce gelerek Yezîd b. Enes’in karşısında yer
almıştır. Yezîd, çok hasta olmasından dolayı, kendisi ölecek olursa yerine
Verka’ b. Âzib el-Esedî’nin geçmesini emretmiştir. Yezîd’in komutası esnasında
hastalığından dolayı ayılıp bayıldığı zikredilmektedir. 9 Zilhicce 66/8 Hâziran
686 tarihinde arefe günü başlayan savaş, Yezîd b. Enes’in üstünlüğü ile son
bulmuştur. Çatışma esnasında İbn Ziyâd’a bağlı bölüklerden birinin komutanı
olan Rabîa b. Muhârik’ın kendi askerlerini savaşa teşvik için söylediği
sözlerde Muhtâr ordusunu isyankâr köle ve İslâm’ı terk edenler olarak
tanımlaması Şam yönetiminin, Muhtâr’ın Kûfe’deki sağladığı sosyal yapıya olan
bakışını göstermektedir.
Rabîa b. Muhârik,
kuvvetleriyle önceden gelerek bu çarpışmaya girmiş, ordusunun önemli bir kısmı
ve kendisi öldürülmüştür. Geri kalanlar da kaçarken yolda Abdullah b. Hamle ve
emrindeki 3.000 kişi ile karşılaşmışlar, bu birliğe katılarak geri dönüp Kurban
bayramının birinci günü sabahı tekrar çatışmaya girmişlerdir. Bayramın birinci
günü gerçekleşen bu çatışmayı da Yezîd b. Enes kazanmıştır. 300 esir
alınmıştır. Akşama doğru Yezîd b. Enes’in hastalığı şiddetlenmiş ve vefat
etmiştir. Vefatından önce esirlerin öldürülmesi talimatını vermiştir.[452]
Çarpışmada sayı üstünlüğü Şam ordusu lehinde olsa da zafer, Kûfe ordusunun
olmuştur. Bunun sebebi; Ubeydullâh b. Ziyâd’ın iki birliğinin komutanına:
-Hanginiz önce giderse,
komutan o olsun. Eğer aynı vakitte savaş meydanına ulaşırsanız, yaşı büyük
olanınız komutan olsun[453]
talimatıdır. Zira iki birlik bir gün ara ile orada olmuş ve birlikteliklerini
bozmuşlardır. Burada Muhtâr’ın Yezîd’e ettiği nasihatın da etkisi olmuştur.
Zira Muhtâr, Yezîd’e düşman ordusu ile karşılaştıklarında fırsat tanımaksızın
saldırıya geçmelerini emretmiştir. Yezîd’in çarpışmayı bir gün ertelemesi
halinde diğer bölük de yetişecek ve Yezîd b. Enes için çarpışma daha zor
olacaktır. Ubeydullâh b. Ziyâd’ın, Yezîd b. Enes’in komuta ettiği birliği
küçümsediği anlaşılmaktadır. Yezîd b. Enes’in ordudaki asker sayısı 3.000’dir.[454]
Yezîd b. Enes’in vefatından sonra vasiyeti
üzere Verka’ b. Âzib yerini almıştır. Ubeydullâh b. Ziyâd’ın 80.000 kişi ile
harekete geçtiğini söyleyince taraftarlarının bir kısmı ordudan ayrılmıştır.
Bunun üzerine ordusu ile yaptığı istişarede geri dönmeyi kararlaştırmışlardır.
Gerekçe olarak, İbn Ziyâd’ın ordusuna karşılık verebilecek güce sahip
olmadıklarını, eğer kalıp savaşırlarsa yenileceklerini, yenilmeleri halinde
aynı gün kazanmış oldukları zaferin herhangi bir değerinin kalmayacağını ve
düşmanlarını böyle bir durumun cesaretlendirebileceğini öne sürmüşlerdir.
Verkâ’nın da bu savaşa girmeye cesaretinin olmadığı yaptığı konuşmasından
anlaşılmaktadır. Adamlarından bir kısmının Yezîd’in ölüm haberi ile
motivasyonlarını kaybettiklerini gözlemlemesi Verkâ’nın bu kararı almasının bir
başka nedenidir.[455] Bu durum
yadırganmamalıdır. Zira 3.000 atlı ve eğer geldi ise piyadelerle çıkılan bir
seferde Ubeydullâh b. Ziyâd’ın emrinde sayıları hakkında 80.000 gibi bir
rakamın zikredildiği kalabalık bir ordu karşısına çıkmak, oldukça zor bir
karardır. Üstelik ordunun sayıca az olduğunu düşündüğümüz bir kısmı en baştan
ayrılmaya başlamıştır.
Yezîd b. Enes’in ölümü neticesinde ordunun
Kûfe’ye dönme kararının haberi, iki gün süren bu çatışma ile gelen zaferin
coşkusunu şehir halkının yaşamasına fırsat tanımamıştır. Zira Kûfe‘de olay
Yezîd b. Enes’in harpte şehit olduğu ve birliğinin mağlup olduğu şeklinde
yankılanmıştır. Hatta şehir bu mağlubiyet haberi ile karmaşaya Hâzir bir yönü
olduğunu hemen göstermiştir. Medâin valisi İshâk b. Mes’ûd, bir adamını Kûfe’ye
göndermek suretiyle gerçekleri Muhtâr’a anlatmıştır.[456]
Birliğin geri dönüyor olduğu haberini alan Muhtâr derhal harekete geçmiş
ve İbnü’l- Eşter’i 7.000 kişi ile göndermiştir. Yolda Yezîd b. Enes’in ordusunu
da kendi mahiyetine almasını ve birlikte İbn Ziyâd ordusu ile savaşmaya
gitmesini emretmiş, İbnü’l-Eşter de bu emir üzere yola koyulmuştur.[457]
Eşrâfın
Muhtâr’a Karşı İsyan Çıkarmaları
Muhtâr, Kûfe’de eşrâfa mümkün mertebe
müspet bir tutum takınmıştır. Yönetimi ele geçirirken taraftarlarını motive
etmekte kullandığı sert ve ayrıştırıcı nefret dilini ve intikam söylemlerini
bırakmıştır. Hatta tansiyonu düşürmek için elinden geleni yapmıştır. Kendi
adamlarından bazılarının taşkınlıklarını önlemeye çalışmış ve taşkınlıkları
kınamıştır.
Bu tarz bir yönetim uygulamasına rağmen
eşrâfın kendisine aynı hoşgörüyü ve iyi niyeti taşımadığı kısa zamanda ortaya
çıkmıştır. İbnü’l-Eşter’in ordusu ile birlikte şehirden ayrılmasından hemen
sonra kendi aralarında, yeni yönetime yönelik eleştirilerini sıralamışlardır.
Ordunun şehirden ayrılmasına kadar herhangi bir muhalif davranış sergilemeyen
bu grup, İbnü’l-Eşter’in kumandanlığındaki askerî birliğin tehdidinin
kalmamasının cesareti ile içlerindeki rahatsızlıklarını yüksek sesle dile
getirebilecek güvende oldukları hissine kapılmışlardır. Şebes b. Rib’î’in de aralarında
bulunduğu bir meclisteki konuşmalarında hangi konuların onları böyle bir
harekete yönlendirdikleri anlaşılmaktadır: “Yezîd b. Enes hastalıktan
ölmemiştir. Bilakis harbi kaybettiklerinden dolayı savaş esnasında
öldürülmüştür. Allah’a yemin ederiz ki; şu adam biz, kendisini başımızda
istemediğimiz halde bizim yöneticimiz olmuştur. Bu adam kötü azadlı
kölelerimizin bineklerle gitmesine imkân veriyor. Harac ve ganimetlerimizden
onlara pay ayırıyor. Kölelerimizi, yetimlerimizi, dullarımızı bize isyan ettiriyor.”
İşte bu ve benzeri rahatsızlıkları ileri
sürerek durumu değerlendirmek üzere Şebes b. Rib’î’in evine gelmişlerdir.
Şebes, hem cahiliye devrini, hem de Hz. Peygamber dönemini görmüş yaşta
birisidir. O, Muhtâr ile bu konudaki sıkıntıları konuşmak üzere Muhtar’ın
yanına geldiğinde konuşulması gereken konuların hepsini ona ilettiği
kaydedilmektedir. Muhtâr’ın Şebes’e verdiği cevaplara baktığımızda, eşrâfın
rahatsızlıklarına kulak tıkamayan, onların eleştirilerini küçümsemeyen ve hatta
yapıcı olmaya çalışan bir görüntü çizdiği anlaşılmaktadır. Muhtâr, köleler
konusunda eşrâfın görüşüne değer verdiğini ve eşrâfın endişelerini gidereceğini
söylemiştir. Buna rağmen bu müspet davranışa Şebes b. Rib’î’den ve eşrâftan
karşılık bulamamıştır. Zira Şebes:
-Allah’ın bu topraklardan bize ganimet
olarak verdiği şeyler arasında bulunan ve sadece bu yoldaki ecir, sevaba ermeyi
umarak azad ettiğimiz kölelerimizi sen ganimetlerimizde bize ortak yaptın
demiştir. Muhtâr ise:
-Peki, ben sizin azatlılarınızı bırakıp da
ganimetinizi yalnız size verecek olursam, benimle birlikte Benî Ümeyye’ye ve
Abdullah b. Zübeyr’e karşı savaşır ve bu konuda Allah adına vereceğiniz ahit ve
sözlere bağlı kalacağınıza ve beni bu bakımdan ikna edeceğinize dair yemin
edecek misiniz, diye sormuştur. Şebes ise arkadaşlarının bu teklifi kabul
etmeyeceklerini ancak yine de onlarla konuşacağını söyleyerek ayrıldığı
meclise, Muhtâr’ın teklifine eşrâfın hangi tavrı takınacağı sonucunu Muhtâr’a
iletmek üzere geri dönmemiştir.[458] Şebes,
Muhtâr’ın sözlerini iletmiş, arkadaşları ise bu duruma öfkelenerek asla Muhtâr
ve adamları ile birlikte kimseyle savaşmayacaklarını hatta Muhtâr’a ettikleri
bey’atı bozarak Muhtâr’a karşı bir savaş başlatacaklarını söylemişlerdir.[459]
Muhtâr’ın
eşrâfla iyi geçinme çabalarının karşılıksız kaldığı görülmektedir. Muhtâr’ın
eşrâfın ifadesi ile ayak takımı ile iş tutması, eşrâfı rahatsız etmiştir.
Çalışmamızın geride kalan bölümlerinde ifade edildiği üzere şehri ele
geçirmeden önceki sert söylemlerini geride bırakarak, gerginliği minimum
seviyeye çekme çalışmaları ise Muhtâr’ın kıyamında başarılı olmasını sağlayan
mevâliyi kızdırmıştır. Muhtâr’ın Şebes b. Rib’î’ye eşrâfın kendisi ile Şam ve
Mekke yönetimlerine karşı girişeceği mücadelelerde destek olup olamayacakları
konusundaki sorusu onun, mevâlî ile iş tutmaya devam edeceğini açıkça ortaya
koymuştur. Tasarladıklarını gerçekleştirmede eşrâfa bir rol vermediğini ve
eşrâfın da zaten Muhtâr’la aynı amaçları taşımadığını bildiğini göstermiştir.
Düşünsel ayrılıklarını ilk kez bu kadar açıklıkta konuşma imkânını bulmuş
tarafların, o güne kadar süren birbirlerine karşı müspet yaklaşımlarının sadece
görüntüden ibaret olduğu ortaya çıkmıştır. Eşrâfın, İbnü’l-Eşter’in şehirden
ayrılır ayrılmaz Muhtâr’a karşı kendilerini daha güçlü hissetmeleri ile
aralarındaki ayrışmalarını açığa vurmaları, o güne kadarki dostane ilişkilerin
asıl mimarının Muhtâr olduğu tezimizi ispatlamaktadır.
Muhtâr’ın gayr-ı Arap unsurları kendine
yakın tutması, onlara hibeler tahsis etmesi açık bir düşmanlık olarak yankı bulmuştur.
Gayr-ı Arap unsurların Araplar’la eşit muamele görmesi bile eşrafa ağır
gelirken, Muhtâr’ın bu tutumu eşrâfın kendisine kin tutmasına neden olmuştur.[460] Ancak
Muhtâr’ın, bu davranışlarından çok daha fazlasını vaad ederek şehri ele
geçirmiş olduğu düşünülürse, mevâlînin hareket alanındaki rahatlığa, eşrâfın
abartılı yaklaştığı görülmektedir. Levi Della Vida, Muhtâr’ın mevâli
politikasını şöyle özetler: “Muhtâr’ın mevâlî hakkındaki müsavatçı fikirleri de
aslında vakitsiz olmakla beraber, geleceğin göstereceği üzere, İslâmiyet’in
daha sonraki genişlemesini ve başlangıçta sırf Araplara mahsus olan bir
hareketin, cihânşümûl bir medeniyete tahavvülünü temin edecek fikirleriydi.”[461] Nitekim
eşrâfın Muhtâr’ın huzuruna çıkarak ona eleştiriler sunması karşısında Muhtâr:
“Allah sizden başkasını benden uzak kılmasın. Sizlere ikram ettim, bana karşı
kibirlenip büyüklük tasladınız. Sizleri kendime dost edindim. Şu Acemler bana
sizden daha itaatkâr, daha vefalıdırlar. Benim emirlerimi yerine getirmede
sizden daha hızlılar,” demiştir.[462]
Dîneverî’nin önce Muhtâr’ın eşrâfa iyi davrandığını söyleyip sonrasında
Muhtâr’ın eşrâfı kendisinden uzak tuttuğunu söylemesi birbiriyle çelişen iki
ifade olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu durum; Muhtâr’ın şehri ele
geçirmeden önceki tehditlerini icraata geçirmek yerine, onlara iyi davranarak
birlikteliği sağladığını; eşrâfın ise bununla yetinmeyip, mevâlînin refahına
karşı rahatsızlık duymaları neticesinde kendilerini ikinci planda kalmış olarak
hissetmelerinden kaynaklı bir rahatsızlığın tezahürünü izah sadedinde
yorumlanmalıdır. Eşrâfın eleştirilerine bakıldığında bu durum anlaşılmaktadır.
Muhtâr’ın onlara verdiği cevap ise kendisinin eşrâfa iyi muamelede bulunmuş
olmasının, kendisine karşı itiraz etmelerine yöneltebilecek bir şımarıklığa
dönmüş olmasını izah etmektedir.
Dîneverî,
eşrâf’ın, Muhtâr’la konuşmalarından sonra kendi aralarındaki durum
değerlendirmesini aktarmaktadır. Buna göre eşrâf kendi arasında:
-Bu adam yalancının teki!
Hâşimoğullarına dost olduğunu iddia ediyor ama o aslında dünyalık mal peşinde
birisi, demişlerdir.[463] Muhtâr
hakkındaki eleştirilerinin arasında en ilgi çekici olarak eşrâfın, onun
İbnü’l-Hanefiyye ile olan ilişkisi iddiasını yalanlamaları gelmektedir. Zira
Muhtâr’ın İbnü’l-Hanefiyye’nin veziri olduğu iddiasının, eşrâfla olan
iletişimine doğrudan bir etkisi yoktur. O, bu iddiası ile Ehl-i Beyt
yanlılarını ve halinden memnun olmayan mevâlîyi etrafında toplamayı
amaçlamaktadır. Eşrâftan herhangi bir beklentisi yoktur. Kûfe’yi ele geçirmeden
önce, gerek Süleymân b. Surad’ın tevvâbûn ile yaşadığı hezimetten önce, gerekse
Tevvâbûn hareketinin başarısızlıkla sonuçlanan hareketinden sonra yaptığı
toplantılarda, katılanların isimleri arasında eşrâftan hiç kimsenin ismine
rastlanılmamaktadır. Şehri ele geçirdikten sonra, eşrâfla iyi geçinme
politikasına geçen Muhtâr’ın eşrâfı herhangi bir mecliste İbnü’l-Hanefiyye’ye
çağırdığına da rastlanılmamaktadır. Zaten onlar hakkında Hz. Hüseyin’e ihanet
ettiği kanaati varken, onları yeniden Ehl-i Beyt taraftarları arasına çağırması
mümkün değildir.
Kûfe sakinlerinden Câbir
b. Semûre es-Süvâî Muhtâr’a ettiği bey’atinin kıymetsiz olduğunu “Muhtâr’a 100
defa bey’at etsem ne yazar! Bey’at kalb ile olur” sözleriyle açıklaması[464] eşrâfın
halini özetlemektedir.
Neticede Kûfe eşrâfı Muhtâr’a
karşı bey’atlarını bozarak[465] harekete
geçmiştir. Şebes b. Rib’î’, Şemir b. Zilcevşen, Muhammed b. el-Eş’as ve
Abdurrahmân b. Saîd b. Kays birlikte çalışmaları yürütmüşlerdir. İsmi
geçenlerden Abdurrahmân b. Saîd b. Kays, Muhtâr’ın Musul’a vali olarak atadığı
görevlisidir. Bu durum, bizi taraflar arasında geçişi kolaylaştıran kaygan bir
zeminin varlığı kanaatine götürmektedir. Birlikte Ka’b b. Ebî Ka’b
el-Has’amî’nin yanına gitmişlerdir. Çıktıkları bu yolda Muhtâr’a karşı
rahatsızlıklarını dile getirirken İbnü’l- Hanefiyye’nin kendisini elçi olarak
gönderdiğine inanmadıklarını zikretmişlerdir.
Eleştiriler arasındaki; Muhtâr’ın
kendilerinin salih geçmişlerine hakaretler ettiği bahsi ile ne kastettiklerini
ise kaynaklar müphem bırakmaktadır.[466]
Eşrâf, Ka’b b. Ebî Ka’b el-Has’amî’nin
kendilerine katılmasından sonra Abdurrahmân b. Mihnefin yanına gitmişlerdir.
Abdurrahmân b. Mihnefe niyetlerini açıklayıp kendilerine katılmasını
istemişlerdir. Abdurrahmân ise onlara: “Bu işten vazgeçin. Ben, bölünmenizden
ve ayrılığa düşmenizden korkuyorum. En kahramanlarınız, ata en iyi
binenleriniz, falanca falanca kişiler Muhtâr’ın yanındadır. Ayrıca köleleriniz
ve azatlılarınız da Muhtâr’la birliktedir. Hepsi aynı amaçla hareket
etmektedir. Azatlılarınız ise size karşı düşmanlarınızdan daha çok kin
duymaktadır. Hepsi size karşı Araplar’ın kahramanlığıyla ve Acemlerin düşmanlık
duygularıyla savaşacaklardır. Eğer kısa bir süre beklerseniz, Şam veya Basra
halkının gelmesi ile böyle bir işe kalkışmanıza gerek kalmayacaktır. Böylelikle
sizler başkaları vasıtası ile onun hakkından gelmiş ve kendi gücünüzü de
kaybetmemiş olursunuz.[467] Bakınız
Ubeydullâh b. Ziyâd 80.000 yahut daha fazla kişilik ordusu ile Musul’a
gelmektedir,” demiştir.[468] Onlar
ise Abdurrahmân b. Mihneften kendilerine katılmaları için ısrarcı olmaya devam
etmişler ve neticede bunu başarmışlardır.[469]
Dikkat edildiği üzere
Abdurrâhmân’ın Kûfe eşrafına beklemeleri yönünde çağrıda bulunması,
kendilerinin Muhtâr ve taraftarları karşısında zayıf olduklarını bilmesinden
ibarettir. Ayrıca böyle bir kıyamı gereksiz olarak nitelemektedir. Heyet bu
işe, kendilerini emniyette hissetmedikleri için değil, toplumda sosyal hakların
mevâlî lehine hareket ettiği ve ekonomik olarak mevâlîye tanınan haklardan
rahatsız oldukları için kalkışmışlardır. Muhtâr’ın şehri ele geçirmek için
başlattığı isyan esnasında Şebes b. Rib’î’in eline esir olarak düşen üç kişiye
yaptığı muamele tezimizi ispatlar niteliktedir. Buna göre Şebes esirlerden
birisini sadece mevâlî olduğu gerekçesi ile infaz etmiş, diğer esiri Arap
olduğu için bağışlamıştır. Bu durumu gören üçüncü esir ise kendisinin Arap
olduğunu iddia ederek canını kurtarmayı başarmıştır.[470]
Özet olarak eşrâfın kıyam
etmelerinin sebeplerini sıralayacak olursak; azadlı kölelere tanınan haklar ve
onların sosyal statülerinin değişmesinden duyulan rahatsızlıklar başta
gelmektedir. Eşrâf mevâlînin ganimetten aldıkları payın çok olduğunu
düşünmektedir. Onlara hibe tahsis edilmiş olması da bir diğer unsurdur.
Muhtâr’ın İbnü’l-Hanefiyye tarafından gönderildiği iddiasının yalan olduğunu
kıyamlarına sebep olarak sunmaları ise yadırganacak mahiyettedir. Muhtâr’ın tek
amacının dünyalık olduğu da eşrâf tarafından zikredilmiştir.
Belâzurî ise eşrâfın
Muhtâr’ı kâhinlikle suçladığını kaydetmektedir.[471]
Benzer bir bilgi diğer kaynaklarda görülmemektedir. Muhtâr’ın kâhinlikle
suçlanması onun hayatının daha ileri yıllarındaki bazı sözler ve eylemlerinden
dolayıdır. Eşrâfın ona böylesi bir suçlama yöneltmelerine imkân veren bir
eylemine, Muhtâr’ın hayatının bu aşamasına kadar rastlanılmamaktadır. Eşrâfın
gerek kendi aralarındaki konuşmalarında, gerekse Muhtâr’ın huzurunda ona karşı
sıraladıkları eleştirileri arasında, ne onun ne de taraftarlarının hakkında
dine aykırı herhangi bir husus dile getirilmemiştir. Bundan dolayı Muhtâr hakkında
daha sonra çıkarılan pek çok ağır ithamın sebebinin, onun mevâlî politikaları
olduğu[472] ve/veya
bu aşamada aşırı yönelimlerin henüz olmadığı yorumları yapılmaktadır.[473]
Buraya kadar anlattıklarımızla, kıyamın
gerçekleşmesinde çalışan kişiler sıralandığında şu isimler karşımıza
çıkmaktadır: Şebes b. Rib’î, Şemir b. Zilcevşen, Muhammed b. el-Eş’as, Ka’b b.
Ka’b el-Has’amî, Abdurrahmân b. Saîd b. Kays, Zahr b. Kays. Bu isimlere
bakıldığında hepsinin aynı gerekçeyle kıyama katılmadığı anlaşılmaktadır.
İsimler arasında Şemir b. Zilcevşen gibi Hz. Hüseyin’in katline karışanlar ve
Zahr b. Kays gibi İbn Mutî ile birlikte Muhtâr’ın muhasarası altında kalmış
Abdullah b. Zübeyr yanlıları da görülmektedir. Kişisel meselelerle kıyama
kalkışanlar da vardır. Abdurrahmân b. Saîd, aslen Muhtâr taraftarıdır ve Muhtâr
kendisini Musul’a vali olarak görevlendirmiştir. Ubeydullâh’ın Musul’a yürüdüğü
haberini aldıktan sonra Tikrît’e çekilmiş ve durumu Muhtâr’a haber verdiğinde
Muhtâr tarafından gönderilen Yezîd b. Enes’in birliğine tâbi olması
emredilmiştir. Abdurrahmân b. Saîd’in bu olaydan sonra Muhtâr saflarından
ayrılıp eşrâfla birlikte kıyama kalkıştığı görülmektedir. Tüm bunlara
bakıldığında kıyama kalkışan tarafın birden fazla taraftan ve sebepten
birleşmiş bir blok hüviyeti taşıdığı anlaşılmaktadır.
Kûfe eşrâfı, İbnü’l-Eşter’in Ubeydullâh b.
Ziyâd ile karşılaşmak üzere şehirden ayrılmasını fırsat bilmiştir. Onun belli
bir mesafeye kadar gitmesini beklemişlerdir. Bir anlamda, geri dönme
ihtimalinin kalmayacağını düşündükleri bir mevkiie ulaştığı anda eşrâf harekete
geçmiştir. Kıyama katılan kabileler; Hemdân, Ezd, Kinde, Becîle, Has’am, Selûl,
Mudar, Rebîa, Mezhic, Neha’, Tay olarak sıralanmaktadır[474]
Eşrâfın, Muhtâr’a karşı tek bir kılıç haline geldiği görülmektedir.[475] Muhtâr,
eşrâfın Sebî’ meydanında toplandıklarını haber alınca hızlı hareket ederek
İbnü’l-Eşter’e bir mektup göndererek hızla geri dönmesini emretmiştir. Aynı
zamanda eşrâfa bir haberci göndererek nasıl arzu ediyorlarsa öyle davranacağını
bildirerek onları yatıştırmaya çalışmıştır.
Eşrâf ise: “Biz senin başımızdan ayrılmanı
ve buradan gitmeni istiyoruz. Sen, İbnü’l-Hanefiyye tarafından gönderilmen
konusunda yalan söylüyorsun. Oysa o seni göndermemiştir,” demişlerdir.
Muhtâr bu ithamlarına cevaben: “O halde siz
İbnü’l-Hanefiyye’ye bir heyet gönderin. Ben de bir heyet göndereyim. Bu durum
açıkça ortaya çıkıncaya kadar bekleyelim,” teklifinde bulunmuştur.
Muhtâr bu yaklaşımıyla İbnü’l-Eşter Kûfe’ye
dönünceye kadar zaman kazanmayı amaçlamıştır. Muhtâr diğer taraftan adamlarına,
eşrâfa herhangi bir saldırıda bulunmamalarını emretmiştir. Sokaklar ve
meydanlarda konuşlanan eşrâf ve birliği Muhtâr’ın bulunduğu yere giriş ve
çıkışları denetleyebilme imkânını kazanmışlar, Muhtâr’ın bulunduğu bölgeye
yiyecek ve su girişini engellemişlerdir. Muhtâr’ın adamlarının bulunduğu
bölgeye çok az miktarda su girişi sağlanabilmiştir.[476]
Eşrâfın kuşatması sırasında Muhtâr taraftarlarının sayısının sadece 4.000
olduğu bildirilmektedir.[477]
Muhtâr’ın böyle bir kalkışmayla
karşılaşacağına dair bir beklentisi olmadığı anlaşılmaktadır. Eşrâfla
aralarında çok samimi dostluklar olmamakla birlikte Muhtâr, eşrâfa karşı
kendisinden beklenen sert tutumu göstermemiştir. Aksine eşrâfa fazla güler yüz
göstermesinden dolayı taraftarlarınca eleştirilmiştir. Bununla birlikte eşrâfa
şehir yönetiminde herhangi bir görev verdiğine rastlanılmamaktadır.
Muhtâr bu kalkışma ile tedbirsiz bir
haldeyken karşılaşmıştır. Muhtâr’ın eşrâfa karşı, eşrâfın kendisine kıyam
edeceği zemini oluşturabilecek herhangi bir menfi davranışı göze
çarpmamaktadır. Eşrâfın eleştirilerine bakıldığında da bu anlaşılmaktadır.
Özellikle İbnü’l-Hanefiyye’nin kendisini gönderip göndermediği meselesini bir
kıyam gerekçesi olarak sunmaları gariptir. Zira İbnü’l-Hanefiyye’nin Muhtâr’ı
bir elçi olarak göndermiş olması halinde bile eşrâfın İbnü’l-Hanefiyye’ye
böylesi bir önem verdiği ile daha önce karşılaşılmamaktadır. Eşrâfın birlikleri
arasında, Muhtâr’ın yanında çarpışmış ancak sonraları saf değiştirmiş kişiler
olduğu için eşrâfın bu kimseleri gözeterek bu iddiayı ortaya attığı yorumu
yapılabilir.
Beklenmedik bir kalkışma ile yüzyüze gelen
Muhtâr, kriz anında art arda doğru hamleler yapmıştır. İbnü’l-Eşter’e vakit
kaybetmeksizin geri dönmesi emrini vermiş, eşrâfla anlaşma yollarına başvurmuş,
adamlarına herhangi bir saldırıda bulunmamaları talimatını vererek
girilebilmesi mümkün bir çatışmadan, en azından İbnü’l-Eşter gelinceye kadar
uzak durmuştur. Ancak Abdullah b. Sebî’, Yemenilerden bir grupla birkaç çatışma
gerçekleştirip, Muhtâr’ın adamlarından bir kısmını geri çekilmek zorunda
bırakmış ve Sebî’ meydanında konuşlanmıştır. Şemir b. Zilcevşen, Selûloğulları
meydanındaki birliği ile Sebî meydanındaki Yemenli grubun birlikte hareket
etmesi gerektiğini ve ancak kendisi komuta ederse çatışmaya gireceğini söylemiştir.
Daha sonra da kendi konuşlandığı bölge olan Selûl meydanına gitmiştir.[478] Muhtâr,
eşrâfın kendi aleyhine toplandığını bir gece yarısı öğrenmiş olup aynı gecenin
sabahında eşrâfı, endişelerini gidermek üzere ikna etmeye çalışmıştır. Diğer
gece ilk çatışmalar yaşanmış, sabahında ise Şemir b. Zilcevşen’in Yemenî grubu
kendi komuta kademesine çekmesi ve sözü edilen grubun Sebî meydanından
Selûloğulları meydanına taşınması gerçekleşmiş olmalıdır. Böylece üçüncü günün
sabahına tüm hazırlıklarını bitirmiş olarak çıkmışlardır.
Kûfe’de bunlar yaşanırken Muhtâr’ın
İbnü’l-Eşter’i Kûfe’ye döndürme planı da işlemiştir. Gelişmelerden ilk haber
aldığı zaman gönderilen mektup, o gecenin ertesi günü öğleden sonra
İbnü’l-Eşter’e ulaşmıştır. Mektubu alan İbnü’l-Eşter vakit kaybetmeksizin geri
dönüş için yola çıkmış, ertesi günün sabah namazı için sadece bir kez mola
verip aynı gün ikindi namazına kadar yola devam etmişlerdir. Geceyi mescitte
geçirerek ertesi günkü savaşa dinlenmişlerdir. Üçüncü günün sabahında, Muhtâr’ın
yanında savaşa Hâzir olarak yer almışlardır.[479]
İlk çarpışmalarda Muhtâr, İbnü’l-Eşter olmaksızın eşrâfa güç yetiremeyeceğini
anlamıştır.[480] Bu
açıdan Muhtâr mümkün mertebe zaman geçirmeye çalışmıştır.
Eşrâf ise ordunun şehirde olmaması
fırsatını değerlendirememiştir. Zamanı doğru kullanamamıştır. Bunun sebebi
birliklerin hepsinde yeterince kontrolü sağlayabilecek bir lidere sahip
olmamasıdır. Esasında asıl gerekçe olayların hızlı gelişmesi ve dolayısıyla
yeterince plan ve hesap yapılmadan yola çıkılmasıdır. Zira iki günden fazla bir
mesafede bulunan İbnü’l-Eşter ve ordusunun üç gün içinde geri döneceği ve bu
zamana kadar amaçlarına ulaşıp ulaşamayacaklarını konuşmamışlardır.
Ayrıca İbnü’l-Eşter yokken
Muhtâr’ı öldürebilseler dahi, İbn Ziyâd ile mücadeleye çıkmış bir ordunun
kendileri yokken liderlerinin öldürülmesinin ve yönetimin ellerinden
alınmasının takipçisi olacaklarını hesaplamamışlardır.
Şemir’in, Yemenileri aynı
sancakta toplamak istemesi ve buna rıza gösterilmezse çatışmaya girmekten
vazgeçeceğini söylemesi, hem yeterince Hâzir olmadıklarını hem de yeteri
derecede birliktelik sağlayamadıklarını göstermektedir. Üstelik bu,
aralarındaki tek anlaşmazlık da değildir. Sebî meydanındaki Yemeniler,
namazlarda kendilerinden olan bir kimsenin imamlığını istemişler ve başka bir
kişinin arkasında namaz kılmamışlardır. Diğer kabilelerin reisleri, Yemen
kabilelerinin kendi adamlarından başkasının arkasında namaz kılmamalarından
rahatsız olmuşlardır. Hatta Abdurrahmân b. Mihnef bu durum karşısında: “İşte
ilk anlaşmazlık çıktı bile. İhtilaf şimdiden başladı. En iyisi, hepinizin
kendisinden memnun kalacağınız, sevdiğiniz, Kur’ân’ı en iyi okuyan kâri Rifâa’
b. Şeddâd el- Becelî’yi namaz kıldırması için öne geçirmenizdir,” demiştir.
Rifâa’nın çarpışmaya başlayıncaya kadar namaz kıldırması,[481]
bu meselenin geçici olarak çözüldüğünü ancak yeterince birlikteliğe sahip
olamadığını göstermektedir.
Eşrâf birlikleri iki merkezde toplanmıştır.[482] Muhtâr,
Hemdân kabilesinden de kendisine yakın hissettiği için yardım istemiştir. Muhtâr
onlara: “Şunların yaptıklarını görüyor musunuz? Onların kıyamının sebebi benim
sizlere öncelik vermemdir. Onurlu ve özgür insanlar olun,” diyerek onları,
eşrâfa karşı savaşta nefretlerini arttırarak cesaretlendirmiştir. Dîneverî,
Muhtâr’ın burada yaptığı sayımda, ordusunun 40.000 olduğuna dair rivayetinde
mübalağa etmiştir.[483] Zira
Muhtâr’ın bu kadar kalabalık bir orduya sahip olması halinde eşrâf en başta bu
işe kalkışmaya cesaret edemeyecektir.
Künâse’deki birliğin komutanları Şebes b.
Rib’î ve Muhammed b. Umeyr b. Utârid’dir. Bu durumda Muhtâr da Yemenilerin
çoğunlukta olduğu Sebî’ meydanına doğru harekete geçmiştir. Biraz mesafe
kaydettikten sonra Ahmer b. Şumeyt ve Abdullah b. Kâmil’i ayrı yollardan Sebî’
meydanına çıkmakla görevlendirmiştir. Ahmer b. Şumeyt ve Abdullah b. Kâmil
gerçekleşen bu ilk çatışmada mağlup olmuşlardır. Ahmer b. Şumeyt geri dönüp
Muhtâr’ın yanına gelmiş, birliğinin bir kısmı geri dönmesine rağmen Abdullah b.
Kâmil’den haber alınamamıştır. Muhtâr, Ahmer ile birlikte tekrar yola koyulmuş
ve Abdullah b. Kurâd el-Has’amî’yi 400 atlı ile Abdullah b. Kâmil’i gönderdiği
yoldan sevk etmiştir. Abdullah b. Kurâd, Abdullah b. Kâmil’in hayatta olduğunu
ve Yemenîlerle çarpışmaya devam ettiğini görünce 300 atlıyı ona bırakıp,
kendisi 100 atlı ile ilerlemeye devam etmiştir. Burada Abdullah b. Kâmil’in
Muhtâr’ın galip gelmesini istediği halde karşı tarafta aralarında kendi
kabilesinden adamların bulunduğu gerekçesi ile çarpışmaya girmekten kaçındığı
kaydedilmektedir. Muhtâr ise diğer taraftan savaşçılığı ile meşhur Mâlik b.
Amru’n-Nehdî’yi 200 atlı ile Ahmer b. Şumeyt’e yardımcı olarak göndermiştir.
Muhtâr’ın bu hadisede zafere ulaşmasında Nehd kabilesi önemli bir rol
oynamıştır.[484]
Muhtâr’ın birliğinin sayısı 4.000’dir.
İbnü’l-Eşter’in ise 7.000 adamı vardır.[485]
İki koldan saldırı halinde başlayan eşrâf hareketine karşılık olarak Muhtâr ve
İbnü’l-Eşter iki bölük olarak yola çıkmıştır. Muhtâr, Sebî meydanını ele
geçirmek üzere yürürken İbnü’l-Eşter Künâse mevkiindeki Şebes b. Rib’î ile
karşılaşmak için hareket etmiştir. Nitekim Mudârlıların oluşturduğu Şebes b.
Rib’î komutasındaki birlikle karşılaştıklarında önce onların bu işten
vazgeçmelerini önermiştir. Ancak bu öneriye olumlu bir cevap verilmemesi üzere
girilen çarpışmada İbnü’l-Eşter galip gelmiştir. Neticede Muhtâr ve
İbnü’l-Eşter, Kûfe eşrâfının başlattığı bu isyanı bir gün süren çatışmalarla
bastırmayı başarmıştır.[486] En
şiddetli çarpışmaların Sebî’ meydanında gerçekleşmesinden dolayı eserlerde
hadise; Cebbânetü’s-Sebî’ Savaşı başlığı ile incelenmektedir.[487]
Harp, çok çeşitli sebeplerle Muhtâr’ın
lehine sonuçlanmıştır. Muhtâr’ın çatışma esnasında Benî Rebîa’ya karşı
kendisine ettikleri bey’atı hatırlatınca Benî Rebîa tarafsız kaldıklarını ilan
etmişlerdir.[488] Benî
Rebîa’nın bir anda saf değiştirmesi, Muhtâr’ın belli kesimlerle gizli planlara
sahip olduğu izlenimini uyandırsa da esasında bu tarz bir karar değişimi
olayların hazırlıksız ve hızlı gelişmesinden ibarettir. Eşrâf bloğunda bazı
kesimlerin böylesi bir kıyama yeterli gerekçelerinin olmaması, harp esnasında
geri çekilmelerin yaşanmasına neden olmuştur. Benî Rebîa ile Muhtâr arasında
gizli bir anlaşma olması halinde kendilerinden Muhtâr saflarında da savaşa
girmeleri beklenirdi. Ama onlar tarafsız kaldıklarını duyurmuşlardır.
Bu gelişme, kıyamın bastırılabilmesinin
sebeplerinden birisi olarak görünmektedir. Bir diğeri de eşrâf safında savaşan
birliklerde, Hz. Ali ve Hz. Osmân yanlılarının, sempati besledikleri isim
üzerinde siyaset gütmeleridir. Öyle ki Muhtâr taraftarları Sebî meydanına doğru
ilerlediklerinde “Ey Hüseyin’in intikamı!” diye bağırmaya başlamışlardır. Bu
nidayı duyan eşrâf ordusundan “Ey Osmân’ın intikamcıları!” diye sesleri
yükselmiştir. Bunu duyan Rifâ’a b. Şeddâd: “Hz. Osmân’dan bize ne! Ben Hz.
Osmân’ın kanını isteyen bir kavimle birlikte çarpışamam,” diyerek saf
değiştirmiştir. Etrafındakiler Rifâ’a’ya Muhtâr’ın tarafına
geçmesinden dolayı tepki gösterseler de
eşrafı bırakıp Muhtâr’ın adamları ile birlikte öldürülünceye kadar savaşmıştır.[489]
Yaşaroğlu, Rifâ’a’nın saf değiştirmesini
örnek vererek, “Bu savaş, kardeş kabileler hatta aynı kabilenin insanları
arasında cereyan ettiğinden, zaman zaman dramatik anlar yaşandı” demiştir.[490]
Rifâ’a’nın bu çıkışı ve harp esnasında saf değiştirmesi, Hz Ali ve Hz. Osman
taraftarlığının en ilkel halleridir.[491]
Savaşın neticesine tesir eden bir başka
âmil ise Muhtâr’ın, eşrâf tarafında olup bitenlerden haber edinebiliyor
olmasıdır. Bunun için kendisine haber getiren casusları vardır. Eşrâf
saflarındaki ayrılıklar ve anlaşmalardan haberinin olması, onun hangi taktik
üzere hareket edeceğini seçmekte işini kolaylaştırıyordu. Rebîa ve Mudar
arasındaki anlaşmayı Ezd kabilesine mensup bir kimsenin Muhtâr’a iletmesi buna
örnektir.[492]
Bu isyan, eşrâf için ağır bir mağlubiyetle
sonuçlanmıştır. Harbe katılanlardan bir kısmı kaçıp evine saklanmıştır. Bir
kısmı şehirden uzaklaşarak steplere kaçmıştır. Bir kısmı da Basra’ya, Mus’ab b.
Zübeyr’in yanına gitmiştir.
Muhtâr, adamlarına karşı taraftan kaç
kişinin öldürüldüğünün tespit edilmesini emretmiştir. Yapılan sayımda eşrâf
tarafından 640 kişinin hayatını kaybettiği anlaşılmıştır.[493]
Ebû Mihnef, Hemdân’dan 780 kişin öldürüldüğünü belirtmektedir. Hemdân’ın bir
kolu olduğunu anladığımız Vâdiîlerin evlerinden 500 esir, elleri kolları bağlı
olarak Muhtâr’ın huzuruna getirilmiştir. Muhtar bunların arasından Hz.
Hüseyin’in katline karışanların bulunup tespit edilmesini emretmiştir. Böylece
Hz. Hüseyin’in kanına karıştığı tespit edilen ya da iddia edilen 248 kişi
öldürülmüştür.[494] İbn
Kesîr, Hemdân’dan 780 kişi, buna ek olarak Mudar’dan 10-20 kişi öldürüldüğünü,
500 esir ele geçirildiğini, bunlardan 240’ının infaz edildiğini söylemektedir.[495] Dîneverî
ise öldürülenlerin sayısının 500; esir edilenlerin sayısının 200 olduğunu
kaydetmektedir.[496]
İbnü’l-Eşter’in, Mudar ve Rebîa’ya harpten çekilmeleri için imkân sağlamış
olmasının, karşı saflarda öldürülenlerin sayısının 90’ı geçmemesini sağladığı
anlaşılmaktadır.[497]
Eşrâf saflarından hayatını kaybedenlerin
sayısını tespit etmemizi sağlayan iki rivayet vardır. Bunlardan birincisini
Taberî kaydetmektedir. Mus’ab b. Zübeyr, Muhtâr’ı öldürdükten sonra Kûfe
konağında muhasara edilen Muhtâr tartaftarlarına ne yapacaklarını görüşüyorken,
onların affedilmesi önerisine karşı Abdurrahmân b. Saîd’in oğlu Muhammed b.
Abdirrahmân: “Onlar zamanında babamı, Hemdân ve şehir eşrâfından 500 kişiyi
öldürmüşlerdi,” diyerek itiraz etmiştir.[498]
Diğer rivayet ise Belâzurî tarafından
aktarılmaktadır. Buna göre aynı şartlar içinde itiraz edenin Muhammed b.
Eş’as’ın oğlu Abdurrahmân b. Muhammed b. Eş’as olduğu kaydedilmektedir. Bu
itirazında Abdurrahmân’ın Muhtâr ve taraftarlarının kendilerinden 500 veya daha
fazla kişiyi öldürdüğünü söylemiştir.[499]
Bu iki rivayet, Dîneverî’nin verdiği rakamın daha güvenilebilir olduğu
yönünde kanaat belirtmemizi sağlamaktadır. Hind Ğassân; Ebû Mihnef’in, savaştan
kaçanlardan esir alınanların sayısının öldürülenlere eklediği yorumunda
bulunur. Bunların sayısının 250 olduğunu ve hepsinin Hz. Hüseyin’in kanına
karışmakla itham edilerek öldürüldüğünü belirtir.[500]
Öldürülenlerin sadece Hz.
Hüseyin’in kanına karışanlardan ibaret olmadığı anlaşılmaktadır. Zira Muhtâr’ın
adamlarının hadiseyi kişiselleştirdiği ve önceki yıllarda kendilerine eziyet
edenlerden intikam almak için hepsini öldürmeye kalktıkları kaydedilmektedir.
Örneğin İbn Miskeveyh, Muhtâr’ın haberi olmadan birçok kişinin öldürüldüğünü
söyler.[501] Muhtâr
bu olayı duyunca derhal müdahale etmiştir. Esirlere “kendisine karşı hiçbir
düşmanı ile birleşmeyeceklerine ve ne Muhtâr’a ne de taraftarlarına karşı bir
kötülük yapmayacaklarına dair yemin etmelerini şart koşmuştur. Bu yeminleri
karşılığında onların serbest bırakılmalarını taraftarlarına emretmiştir.
Esirler serbest bırakıldıktan hemen sonra Muhtâr, adamlarından birinden şöyle
seslenmesini istemiştir: “Hz. Muhammed soyundan gelenlerin kanına iştirak etmiş
olanların dışında, evine çekilip kapısını kapatan herkes emniyettedir.”[502]
Muhtâr’ın Kûfe’de yönetime
tekrar hâkim olması üzerine Kûfe eşrâfı Basra’ya kaçmışlardır.[503] Böylece
Muhtâr, Hz. Hüseyin’in katilleri ile başa başa kalmıştır.[504]
10.000 kişinin kaçtığı rivayeti[505]
abartılıdır. Kıyamın bastırılması 24 Zilhicce 66/ 21 Temmuz 686 tarihinde
gerçekleşmiştir.[506] Olayın
tarihi olarak 22 Zilhicce 66/ 19 Temmuz 686 rivayeti de kaydedilmektedir.[507]
İnfazlar; bu tarihten sonraki birkaç ay içinde icra edilmiştir.
İsyanın
Bastırılmasından Sonra Muhtâr’ın Hz. Hüseyin’in İntikamını Almaya Başlaması
Muhtâr’ın Kûfe yönetimini ele geçirirken
ettiği vaatlerden en etkilisi, Kerbelâ’nın intikamını almaya dair olanlardır.
Hatta kendisi ile aynı amaç uğruna hareket ediyor görünen Tevvâbûn hareketine;
Süleymân b. Surad’ın, intikamı Ubeydullâh b. Ziyâd’ın ordusu ile yapılacak
savaşla almak istediğine, kendisinin ise bu işe Kûfe’dekilerle başlayacağını
ima eden ve zamanla açıkça ifade eden sözleriyle mesafe koymuştur. Ancak
yönetimi ele geçirdikten sonraki politikası başka bir doğrultuda ilerlemiştir.
Hatta bu hoşgörülü yaklaşım süreci, Muhtâr’ın önceleri insanları kendisine
ısındırmak için herkese iyi davrandığı, onlarla oturup sohbet ettiği
bildirilerek izah edilmektedir.[508]
Muhtâr’ın toplumun her kesimini kapsaması
için verdiği uğraşı, hatta Hz. Hüseyin’in katline karışanları da bir ölçüde
dâhil eden bu hoşgörü politikası uzun sürmemiştir. Eşrâfın isyanı ile artık
kimlerin gerçekte kendisi ile birlikte hareket edeceğine kanaat etmiş olarak, o
güne değin sergilemiş olduğu müspet yaklaşımdan vazgeçip, Hz. Hüseyin’in
intikamı adı altında ardı ardına infazlar gerçekleştirmiştir. Mevâlîden
hoşlanmayan, azadlılarla ganimet vb. gelirleri paylaşmak istemeyen, Muhtâr’ı
etraflarında görmeye tahammül edemeyen, Muhtâr yönetimine, ordusu şehirde
yokken isyan ederek yönetimi devirmek isteyen bu kesimi, Hz. Hüseyin’in kanına
karışmış olmaları suçlamasıyla yok etmeye karar vermiştir.
Ebû Mihnef, Ehl-i Beyt’in kanını talep iddiasıyla
gerçekleştirilen infazların, İbnü’l-Hanefiyye’den kaynaklandığını
bildirmektedir. Rivayet ettiğine göre İbnü’l- Hanefiyye’ye Muhtâr hakkında bir
bahis açılınca, İbnü’l-Hanefiyye: “Muhtâr’ın halini garipsiyorum. Kendisi,
intikamımızı almak istediğini söylüyor ama Hz. Hüseyin’in katilleri ile oturup
kalkıyor ve toplumda yeni yeni şeyler/icatlar çıkarıyor,” demiştir. Ebû Mihnef;
İbnü’l-Hanefiyye’nin bu eleştirisi Muhtâr’a iletildikten sonra Muhtâr’ın Hz.
Hüseyin’ in katillerini infaz etmeye kalkıştığını söylemektedir.[509] Bir
benzer rivayeti de İbn A’sem nakletmektedir.[510]
İbnü’l-Hanefiyye’nin Hz. Hüseyin’in katline
karışanlara ve Emevî yönetimine karşı yaklaşımına bütüncül bakmamız
gerekmektedir. Zira onun bu sözü Mekke’de iken söylediği, rivayetleri nakleden
kaynaklarda belirtilmektedir. Abdullah b. Zübeyr’in hilafetini açıkça ilan
ettiği, Muhtâr’ın ise İbn Zübeyr’e bağlanmış olan Kûfe‘de kıyam ettiği ve daha
sonra İbn Zübeyr tarafından atanmış valiyi şehirden çıkardığı bir dönemde
söylenmiş olduğu dikkate alındığında, İbnü’l-Hanefiyye’nin sözlerine
katacağımız anlam değişmektedir. İbnü’l-Hanefiyye Hz. Hüseyin’in katillerini
takibe almasını teşvik edici bir nitelikte konuşmamaktadır. Aksi takdirde
Muhtâr’ın doğru yolda olduğu ve sadece Kerbelâ’nın intikamını almak noktasında
eksik kaldığı anlamı çıkacaktır. Oysa İbnü’l-Hanefiyye, ne Kûfe’yi ele
geçirmesi için kıyama kalkışması yönünde, ne de Hz. Hüseyin’in katillerine
karşı açıkça bir intikam çağrısında bulunmuştur. Muhtâr, İbn Zübeyr’in şehrinde
isyankâr bir komutan olarak bilinmektedir. İbnü’l-Hanefiyye’nin eleştirisi;
Muhtâr’ın, Ehl-i Beyt adına başlatmış olduğu hareketin samimiyetini sorgulamak
içindir.
İbnü’l-Hanefiyye’nin bu sözü ne zaman
söylediği tam olarak bilinememektedir. Ancak Muhtâr’ın bu eleştiriyi duyduğunda
Ömer b. Sa’d’ı öldürmeye kalkıştığı hususunda kaynaklar ittifak etmektedir.
Kanaatimizce Muhtâr, Ehl-i Beyt’in intikamı adı altında, kendisi için tehdit
oluşturan kişileri öldürmek üzere bir dizi infaz gerçekleştirmiştir. Kendisine
karşı kalkışılan kıyam, bunda birinci sebeptir. Eşrâfın böylesi bir harekete
yeltenmeden önce Muhtâr’ın aşağıda izahlarını detaylıca yaptığımız eylemleri
uygulamaya yönelik niyetini gösterir bir işarete rastlanılmamaktadır. Ömer b.
Sa’d’a ve oğluna karşı herhangi bir hamlenin yapılmaması, İbnü’l-Hanefiyye’yi
gerçekleşen infazların gerekçelerini sorgulamaya yönelik bir eleştiri yapmaya
sevk etmiştir. Nitekim Ömer b. Sa’d ve oğlunun infazı aşağıda da değineceğimiz
üzere bu sebeple gecikmiştir.
İbn A’sem, bu infazların tamamının tarihini
daha öne çekmektedir. Ona göre Muhtâr, Kûfe’yi ele geçirip valileri atadıktan
sonra, vergi ve haraçların gelirleri ile şehrin ekonomik durumunu daha iyi bir
hale getirmiş ve hemen akabinde yaptığı konuşma ile Hz. Hüseyin’in katillerini
öldürme kararı almıştır.[511] Bu çaba,
Muhtâr’ın Hz. Hüseyin’in katilleri ile mücadele parolası ile yola çıkmış
olmasına rağmen, bu sözü yerine getirmeyi geciktirmesinden dolayı kendisine
yöneltilen eleştirilerden onu kurtarmak için olmalıdır.
Gerçekleştirilen infazlarda kaç kişinin
öldürüldüğü hususu tam bir netlik kazanmamaktadır. İnfazlar gerçekleştirilmeden
önce esirler arasından Hz. Hüseyin’in katline karışanlar seçilerek ayrı olarak
toplanılmıştır. Muhtâr, Hz. Hüseyin’in katline karışıp, esirler arasında bulunmayanların
ise yakalanıp getirilmesi üzere talimat vermiştir. Getirtilen esirlerden Hz.
Hüseyin’in katline karışmakla itham edilenlerin birer birer boyunları
vurulmuştur.[512]
Muhtâr’ın bu kişileri tespit etmede etrafından yardım aldığını anlaşılmaktadır.
Zira Muhtâr birbirinden ayrı yaptığı konuşmalarında bu duruma işaret etmiştir:
“Hz. Hüseyin’in katillerini hayatta bırakmak bizim dinimizde yoktur. Şayet ben
dünyada iken onlar hayatta kalacak olursa, Hz. Muhammed’in soyuna yardımcı
olduğumu nasıl söyleyebilirim? O zaman ben, beni adlandırdıkları gibi yalancı
olurum. Onlarla mücadelede Allah’ın yardımını istiyorum. Beni onlara vurmak
için bir kılıç, onlara saplanmak için bir mızrak yapan, Ehl-i Beyt’e kızan ve
kin tutanların peşine düşen, Ehl-i Beyt’in haklarını arayıcı kılan o Allah’a
hamdolsun. Zaten Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt’ini katledenleri öldürmek, onların
hakkını görmezden gelerek çiğneyenleri zelil kılıp hakir düşürmek, Allah’ın
üzerine bir haktı. Siz bana onların isimlerini verin ve onları bulun. Bu şehri
ve yeryüzünü Hz. Hüseyin’in katillerinden temizlemedikçe yemek- içmek bana
helal olmaz.”[513]
Muhtâr’ın adamlarının olayı
kişiselleştirdiği de kaydedilmektedir. Öyle ki birkaç kişinin, sanık hakkında
Hz. Hüseyin’in katline karıştığına şahit olduğunu söylemesinin, o sanığı idam
etmeye yeteceği kadar kontrolsüz bir ortam meydana gelmiştir.[514] Bununla
beraber, o zamana kadar yapılan idamlarda, kişisel intikam duygularına Ehl-i
Beyt’in kanını talep kılıfıyla infaz gerçekleştirenlere, herhangi bir tahkikat
başlattığına dair bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Burada gerçekleşen idamlar,
esirler arasında olanlardır. Esirlerden kendisine karşı kıyama
kalkışmayacaklarına söz alıp onları serbest bıraktıktan sonra da infazlar
gerçekleşmiştir. Sebî’ meydanının merkezinde cereyan eden bu olaydan sonra
infaz edilenlerin sayısı ise 30’u geçmemektedir. İnsan avı olarak
nitelendirilebilecek[515] infazlarda,
Ehl-i Beyt taraftarlarının duygularını tatmin için korkunç teknikler
kullanılmıştır. Muhtâr’ın, Kûfelileri uğruna davet ettiği esaslardan bir bölümü
gerçekleşmiştir.
Muhtâr’ın başlattığı bu infazlar aşağıda
derlenmiştir. Bu infazlardan bazılarının zamanlama itibari ile diğerlerinden
daha önce gerçekleştiği tespit edilebilmişse de bu konudaki rivayetlerin
aktarımında hadiselerin kronolojik sıralaması gözetilmemiştir. Öne çıkan bazı
isimler ayrı başlıklar altında izah edilmiştir. Bu isimlerin dışında kalan
diğer bazı kimseler ise tek başlıkta toplanmıştır. Ayrıca infaz edilmek için
çalışma başlatılan kimselerden olup yakalanamayanlar yahut ele geçirildiği
halde çeşitli gerekçelerle bağışlananlar yine ayrı başlıklar açmak suretiyle
değerlendirilmiştir.
Şemir
b. Zilcevşen’in Öldürülmesi
Şemir b. Zilcevşen, Muhtâr’a karşı kıyamda
aktif hareket edenlerdendir. Ayrıca onun Hz. Hüseyin’in başını Yezîd’e götüren
kimse olduğu bilinmektedir.[516]
Muhtâr’ın şehre hâkim olmasından sonra
Şemir, Kûfe’yi terk etmiş, Muhtâr, Şemir b. Zilcevşen’in peşine adam takmıştır.
Ancak Şemir onu öldürmeyi başarmıştır.[517]
Mus’ab b. Zübeyr’e bir mektup göndererek onunla irtibata geçmeye çalışmış,
mektubu taşıyan kişinin tedbirsizliği nedeniyle Şemir’in bulunduğu yer
Muhtâr’ın adamlarından Ebû Amra Keysân tarafından tespit edilmiştir.[518] Bir gece
yarısı yapılan baskınla Şemir öldürülmüştür.[519]
Şemir’in cesedinin köpeklere atıldığı aktarılmaktadır.[520]
Dîneverî ise Şemir b. Zilcevşen’in
öldürülmesi bahsini yukarıdaki anlatımdan bazı farklı detaylarla aktarır. Şemir
b. Zilcevşen’in öldürülme vaktini, Mus’ab b. Zübeyr’in Muhtâr’ı öldürmek üzere,
Basra’dan üzerine yürüdüğü tarihe kadar uzatmaktadır. Muhtâr orduları Mus’ab’la
karşılaşmak üzere Mezâr denilen mevkie geldiklerinde Şemir’in yerini öğrenmeyi
başarmıştır. Gerçekleşen çatışmada Şemir b. Zilcevşen ve beraberindekilerin
tamamı öldürülmüş ve Şemir’in başı Muhtâr’a iletilmiş, Muhtâr da
İbnü’Hanefiyye’ye göndermiştir.[521]
Dîneverî’nin anlatımında belirtilen,
“Şemir’in bu kadar geç bir zaman diliminde öldürülmüş olduğuna” dair rivayet
kabul edilmemelidir. Zira Sebî Meydanı ayaklanmasından sonra Muhtâr, Ehl-i
Beyt’in intikamı adı altında bir dizi infaz gerçekleştirirken, kendisi için bir
ceza çıkabileceği korkusu içinde bulunanlar, ya bir aracı ile kendini
kurtarmaya çalışmış ya da Kûfe’den kaçarak Basra’ya, Mus’ab b. Zübeyr’e
katılmıştır. Kaçanların arkasından gözcüler veya birlikler yollanmıştır.
Mezâr’da Mus’ab b. Zübeyr ile Muhtâr arasında cereyan eden savaş bu
yaşananlardan bir yıldan fazla bir zaman sonra gerçekleşmiştir. Bu süre de
Şemir’in Mus’ab’a ulaşmış olması daha makuldur. Ayrıca Mus’ab’ın savaşa
gireceği Muhtâr’a karşı, mevcut Kûfe sürgünü/kaçağı eşrâfı sahip olduğu nüfuzu
üzere yanından bırakmaması gerekecektir. Neticede Şemir’in öldürülmesi bahsinde
Taberî’nin aktarımı kabul edilmelidir.
İbn A’sem; Şemir’in kafası getirildiğinde
Muhtâr’ın secdeye kapandığını, kellesini Kûfe’de asarak teşhir ettiğini,
Şemir’i öldürene 10.000 dirhem verdiğini ve onu Hulvân’a vali olarak atadığını
aktarmaktadır.[522] Şemir’in
evinin yıktırıldığı da rivayetler arasındadır.[523]
Abdurrahmân
b. Saîd b. Kays el-Hemdânî’nin Öldürülmesi
Abdurrahmân b. Saîd, Muhtâr’ın Musul valisi
idi. Ubeydullâh b. Ziyâd’ın saldıracağı haberleri üzerine Tikrît’e kadar
çekilmiş ve durumu Muhtâr’a haber vermiştir. Muhtâr, Yezîd b. Enes’i
süvarilerle gönderip, Abdurrahmân b. Saîd’den Yezîd b. Enes’e itaatini
istemiştir. Daha önce aktarmış olduğumuz bu olaydan sonra Abdurrahmân b. Saîd
saf değiştirmiştir.[524] Onun
Muhtâr’a cephe alma sebebi, görevinden alınarak Yezîd b. Enes’e bağlanmasına
duyduğu öfkedir.
Abdurrahmân b. Saîd’in harp esnasında mı
yoksa harpten sonra mı öldürüldüğüne netlik kazandıracak bir rivayetle
karşılaşılmamıştır. Kendisini öldürenler arasında birçok ismin geçmesi, onun
öldürülmesinin çatışmanın sıcaklığını üzerinde taşıdığı bir zaman diliminde
gerçekleştiği kanaatine sahip olmamızı sağlamaktadır. Abdurrahmân b. Saîd’i
öldürenler arasında Si’r b. Ebî Si’r, Ebû’z-Zübeyr eş-Şibâmî, Şibâm el-Hemdânî
ve ismi verilmeksizin bir başka kişi daha zikredilmektedir. Si’r b. Ebi’s-Si’r
onu, kendisinin yaraladığını, Ebû’z-Zübeyr eş-Şibâmî ise Abdurrahmân b. Saîd’e
10 veya daha fazla darbe indirdiğini söylemektedir. Bu konuda oğlu ile arasında
geçen bir konuşmayı dahi aktarmaktadır. Anlatımı, yaşanan bu iç çekişmelerin
halkın gözündeki değeri hususunu anlamamızı sağlayacak niteliktedir. Öyle ki;
Abdurrahmân b. Saîd’in oğlu, Ebû’z-Zübeyr eş- Şibâmî’ye, sen, kavminin
efendisini nasıl öldürürsün diye sormuş, Ebû’z-Zübeyr cevaben:
-Allah’a ve ahiret gününe inanan bir
toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları olsa dahi- Allah’a ve
Rasûlü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin diyerek [525] Mücâdele
sûresinin 22. ayetinin bir bölümünü okumuştur.[526]
Ömer
b. Sa’d b. Ebî Vakkâs ve Oğlu Hafs’ın Öldürülmesi
Ömer b. Sa’d, Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’e
karşı orduyu komuta edenlerden birisidir.[527]
Kûfe’yi ele geçiren Muhtâr, konağın teslim edilmesi ve kendisine bey’at
edilmesi karşılığında can emniyetini sağlama sözü vermiştir. Böylece can
emniyeti sözü alanlardan birisi olan Ömer b. Sa’d’ın şehirden kaçması için
herhangi bir gerekçe kalmamıştır.[528]
Bununla birlikte Ömer b. Sa’d’ın, Sebî meydanında gerçekleşen eşrâf isyanına
katıldığına dair bir bilgi ile de karşılaşılmamıştır. Muhtâr Sebî meydanında
cereyan eden kıyamdan sonra eşrâfa karşı tutumunu değiştirmiştir. Ehl-i Beyt’in
intikamını alma adı altında bu kıyamda yer alanlara bir dizi infaz
gerçekleştirmiştir. Ömer b. Sa’d ise Abdullah b. Ca’de b. Hübeyre aracılığıyla
kendisine can emniyeti talebinde bulunmuştur. Ebû Mihnef, Mûsâ b. Âmir’den,
Abdullah b. Ca’de’nin Hz. Ali’ye yakınlığı dolayısıyla Muhtâr’ın nezdinde
Allah’ın yarattıklarının en şereflisi olduğunu rivayet etmektedir. Muhtâr
Abdullah b. Ca’de’nin ricası üzerine Ömer b. Sa’d’a eman vermiştir.[529]
Muhtâr’ın Ömer b. Sa’d’a verdiği emannamede
yazılanlar şunlardır: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Bu kâğıt Muhtâr b.
Ebî Ubeyd’den, Ömer b. Sa’d b. Ebî Vakkâs’a emandır. Sen, kendi canın, malın,
ailen, ev halkın ve oğlun, Allah’ın emanı ile emniyettesiniz. Emirlerimi
dinlediğin, itaat ettiğin, evinden, ailenden ve yaşadığın bu şehirden
ayrılmadığın sürece, senden daha önce sadır olan kötülüklerden dolayı sorumlu
tutulmayacaksın. Allah’ın Şurtası’ndan, Âl-i Muhammed Şîası’ndan ve başka
kişilerden Ömer b. Sa’d ile karşılaşanlar onu taciz edici davranışlardan
kaçınacak ve ona ancak iyilikle muamele edeceklerdir.”[530]
Bu emannamenin Sebî meydanında
gerçekleştirilen kıyamdan önce mi sonra mı yazıldığı ise yeni bir tartışmanın
konusudur. Kanaatimizce bu emanname Kûfe’nin ele geçirilmesinden hemen sonra
verilmiştir. Zira eşrâf isyanı, Muhtâr’ın bu isyanın katılımcılarını en kısa
zamanda yok etme kararı almasına itmiştir. Ebu Mihnef rivayetlerinde Ömer b.
Sa’d’ın eşrâf isyanında adı geçmemektedir. Böylece Muhtâr’a ettiği bey’ati
bozmamıştır. Gerçekleştirilen infazlar ise Kerbelâ’nın intikamı adı altında
olunca her ne kadar kendisi eşrâf isyanına katılmamış olsa da, Kerbelâ’da ordu
komutanlarından birisi olması, onu da hedef haline getirmiştir. Bununla
birlikte Muhtâr tarafından verilen ahit, Ömer b. Sa’d’ın can emniyetini güvence
altına almıştır. Bunun için Muhtâr’ın tek şartının, Ömer b. Sa’d’ın bir hadise
çıkarmamasıdır.
Ömer b. Sa’d’a sağlanan can emniyetinin
onun için oldukça müreffeh bir hayat sağladığını söylememiz güçtür. Her ne
kadar kendisine can emniyeti sağlansa da halk arasında zaman zaman sözlü
tacizlere maruz kalmıştır. İbnü’l-Esîr, Ömer b. Sa’d’ın sokakta çarşıda pazarda
gezerken onun hakkında “İşte bu adam Hz. Hüseyin’in katilidir” denildiğini
aktarmaktadır.[531]
Ömer b. Sa’d’a sağlanan can emniyeti
Muhtâr’ın davası hakkındaki samimiyetinin sorgulanmasına neden olmuştur.
Üstelik bu eleştiri bizzat İbnü’l- Hanefiyye’den gelmiştir. Rivayete göre
Muhtâr’ın adamlarından birisi Hicâz ziyareti esnasında İbnü’l-Hanefiyye’ye
uğramış ve Kûfe’de olan bitenler hakkında sohbet etmişlerdir. Muhtâr’ın
şehirdeki kıyamı, şehri ele geçirmesi, halka yaptığı çağrının mahiyeti, Ehl-i
Beyt’in intikamını alma arzusu ve bu intikamı alması gibi konular etrafında
sohbet şekillenmeye başlayınca İbnü’l-Hanefiyye: “Muhtâr bizim taraftarlarımız
içinde en gevşek olanıdır. O, kendisinin, bizim şîamız olduğunu ileri sürüyor
ama Hz. Hüseyin’in katilleri onun yanında koltuklar üzerinde oturup onunla
konuşuyor. Yeni yeni şeyler ihdas ediyor,” demiştir.
İbnü’l-Hanefiyye’nin bu sözleri Muhtâr’a
iletilince çok geçmeden Ömer b. Sa’d’ı ve oğlunu öldürmüş, onun ve oğlu Hafs’ın
başını İbnü’l-Hanefiyye’ye göndermiştir. Muhtâr’ın Ömer b. Sa’d’ı öldürmek gibi
bir gündemi olmadığı, İbnü’l- Hanefiyye’nin bu siteminin kendisine
iletilmesinden sonra bu işe kalkışıldığı aynı tarikle aktarılmaktadır.[532]
İbnü’l-Hanefiyye’nin bu sözünden sonra Muhtâr’ın Ömer b. Sa’d ve oğlunu
öldürmeye kalktığı hususunda ise kaynaklarda ittifak vardır.[533]
Sebî’ meydanı isyanından kısa bir süre
sonra infaz edildikleri düşünüldüğünde Muhtâr’a yöneltilen bu eleştirinin,
Muhtâr’ın Kûfe’yi ele geçirmesinden sonra eşrâfa yönelik müsbet tavrının bir
neticesi olmalıdır. Böylece Muhtâr eşrâf isyanına katılmayan Ömer b. Sa’d’a
daha önce vermiş olduğu eman gereğince herhangi bir menfi tutum takınmamıştır.[534]
Neticede, eşrâf kıyamından sonra
gerçekleşen bir dizi infaz eyleminin yoğun olduğu bir günde Muhtâr arkadaşları
ile otururken:
-Ben yarın büyük ayaklı, gözleri çökük,
kaşları gür bir kişiyi öldüreceğim. Bu kişinin öldürülmesine mü’minler ve
mukarreb melekler sevinecektir, demiştir. Orada bulunanlar Muhtâr’ın bu sözü ile
Ömer b. Sa’d’ı öldürmek istediğini anlamışlardır. İçlerinden biri Ömer b.
Sa’d’a Muhtâr’ın niyetini söyleyip, tedbir alması gerektiğini söylemiştir.
Olanlar anlatınca Ömer b. Sa’d kendisine eman verilmesine rağmen bunun nasıl
yapılabileceğine olan şaşkınlığını gizleyememiştir. Aynı gece evinden çıkıp bir
yakınının evine gitmiş ancak yakınları ona:
-Senin evini ve aileni bırakıp buraya kadar
gelmen büyük bir iştir(suçtur). Hemen ailene dön. Muhtâr’a senin aleyhinde
kullanabileceği bir yol verme demişlerdir. Bunun üzerine geri dönmeye karar
veren Ömer b. Sa’d sabahleyin evine ulaşmıştır.[535]
Ömer b. Sa’d’ın o gece evinden çıkıp şehir merkezinden ayrıldığı Muhtâr’a haber
verilince Muhtâr’ın: “Hayır gidemez. Onun boynunda kendisini geri çevirecek bir
zincir vardır,” dediği rivayet edilmektedir.[536]
Muhtâr, Ömer b. Sa’d’ı öldürmeyi ima ettiği
gecenin sabahı Ebû Amra’yı Ömer b. Sa’d’ı öldürmesi için görevlendirmiştir. Ebû
Amra Ömer b. Sa’d’ı öldürmüş, başını elbisesine sarıp Muhtâr’ın önüne
bırakmıştır. Muhtâr, bu yaşananlar esnasında orada bulunan Ömer b. Sa’d’ın oğlı
Hafs’ın da öldürülmesini emretmiştir.[537]
Muhtâr, Ömer b. Sa’d’ın ve oğlu Hafs’ın kesik başlarını bir araya getirip
sırayla önce Ömer b. Sa’d’ın başını sonra oğlu Hafs’ın başını göstererek:
-Bu Hz. Hüseyin’in başının yerinedir, bu da
Ali b. Hüseyin’in başının yerinedir. Ama asla eşit değillerdir. Vallahi
Kureyş’ten üç kabile öldürmüş olsaydım bile yine de Hz. Hüseyin’in ve oğlunun
parmaklarından bir parmağının intikamını almış olmazdım, demiştir.[538]
Muhtâr’ın daha önce kendisine eman verdiği
bir kimseyi öldürmesi meselesi Muhtâr’a yöneltilebilecek eleştiriler
arasındadır. Esasında Muhtâr’ın, Ömer b. Sa’d’ı önceleri öldürmek gibi bir
niyeti yoktur. Ancak eşrâf isyanını gerçekleştirenlerin Ehli Beyt intikamı
söylemiyle öldürülmeleri üzerine kurulan propaganda süreci, onu Ömer b. Sa’d’ın
infaz edilmesi emrini vermesine sürüklemiştir. Bununla beraber Muhtâr’ın
İbnü’l-Hanefiyye’nin veziri olduğu iddiasının üzerine kurduğu siyasetinde,
bizzat İbnü’l-Hanefiyye tarafından gelen bu konudaki eleştiriler ikinci bir
sebeptir.
Dolayısıyla Muhtâr’ın verdiği emanı bozduğu
anlaşılan rivayetlerde Muhtâr’ı haklı çıkarma çabaları sezinlenmektedir. Bu
rivayetlerden biri İbn Abdirabbih’in eserinde karşımıza çıkmaktadır. İbn
Abdirabbih, Ömer b. Sa’d’ın öldürülmesinden önce Muhtâr’ın bir ağıtçı
göndererek Ömer b. Sa’d’ın kapısında Ehl-i Beyt adına ağıtlar yakarak
ağlattığını bildirmektedir. Ömer b. Sa’d’ın Muhtâr’ın neden böyle yaptığını
sormak üzere oğlunu gönderdiğini, Muhtâr’ın da Ebû Amra’yı göndererek Ömer b.
Sa’d’ın boynunu vurdurduğunu aktarmaktadır.[539]
Burada ağıtçının Ömer b. Sa’d’ı tahrik etmek gibi bir vazifesi olduğunu ve Ömer
b. Sa’d’ı öldürürken halkın acılarını yenileme amacı taşıdığı anlaşılmaktadır.
Ebû Mihnef, Muhtâr’ın Ömer b. Sa’d’a eman
verirken ileri sürdüğü şartlardan birisinin, onun bulunduğu yeri terk etmemesi
olduğunu söylemektedir. Muhtâr Ömer b. Sa’d’ı öldüreceğini, infaz edileceği
günün öncesinde kalabalık bir ortamda ima etmiştir. Bunu duyanlardan birisinin
bu durumu Ömer b. Sa’d’a haber vermesi üzerine Ömer b. Sa’d panik yaparak evini
terk etmiş ve bir anlamda ahdi bozmuştur. Ancak böylesi bir açıklama da,
Muhtâr’ın verdiği emanı bozması hakkında, onu haklı çıkarmamaktadır. Zira bir
gün öncesinden yani henüz ahdi bozmamışken onu öldüreceğini söylemesi,
Muhtâr’ın bu emanı yok saydığını göstermektedir.
Muhtâr’ın verdiği emanı bozmasını açıklama
çalışmaları içerisinde en garipsenecek olanı Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali
el-Bâkır’a ait olanıdır. Emannamede yazan bir kelime üzerinden hareketle
Muhtâr’ın emana aykırı hareket etmesini meşru kılmaya çalışmaktadır. Emannamede
geçen: j^lyü V M —- J£ —-^ ifadesinden farklı bir izah çıkarmaktadır. Buna göre
“Hades” sözcüğü, Ömer b. Sa’d’ı herhangi bir suç veya taşkınlıktan men etmeyi
amaçlıyor olmalıdır. Ancak Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali’nin sözü ise bu olayı
başka bir boyuta taşımaktadır. Zira o, “Muhtâr, bununla helâya gidip abdest
bozmayı kastediyordu,” demektedir.[540]
Ağırakça hadiseyi, Muhtâr’ın bir kimseye
eman vermesinin, onun için bir değeri olmadığı şeklinde açıklamaktadır. O,
Muhtâr’ın Ömer b. Sa’d’a veya başka birisine eman vermesinin Muhtâr için basit
bir iş olduğunu söylemektedir.[541] Muhtâr’ın
bazı infazları gerçekleştirmeden önce kimi öldürmek istediğini ima eden
konuşmalar yapması, anlaşıldığı kadarıyla o kişinin kaçmasını ve böylece onu
öldürmek zorunda kalmayarak verdiği sözü bozmamasını sağlamak için olmalıdır.
Ömer b. Sa’d’ın Muhtâr için bir tehdit oluşturmamıştır. Dolayısıyla Muhtâr onu
öldürmek istememiştir. Ancak onun yaşamasına müsaade etmesi, Hz. Hüseyin’in
katillerine yapacaklarını vaad ettiği sözleri ile çelişmiştir.
Neticede Muhtâr yukarıda izah ettiğimiz
birden fazla sebeple Ömer b. Sa’d’a verdiği emanı tek taraflı bozmuş ve onu
öldürmüştür. Ömer b. Sa’d’a: Muhtâr seni öldürmek istiyor denildiğinde onun:
“Allah babana hayırlar versin! Bu nasıl olur? Muhtâr bana can emniyetim
hakkında söz vermiştir,” diyerek şaşkınlığını gizleyememesi bundandır.
Ebû Amra’nın Ömer b. Sa’d’a yaptığı
açıklama bu durumu izah etmektedir. Ebû Amra Ömer b. Sa’d’a: “Haklısın ey Ebû
Hafs! Bu emanın yazılması ile Allah’ın seni desteklediği vakit ben de Emîr’in
yanında idim. Ancak o, senin çok büyük bir suç işlediğini söylüyor. Sen çok
tehlikeli yola girdin ve (işlediğin suçuna rağmen eman almaya çalışmakla) yeni
bir adet çıkardın. (Muhtâr’ın verdiği emanı bozması ile) işlemiş olduğu hata,
(senin tarafından) işlenen hata gibi değildir. (Muhtâr’ın sana eman vermek
suretiyle çıkarmış olduğu bu yeni adet) onu endişelendirdi. Hüseyin b. Ali’yi öldürmüş
olduğun halde seni bırakması mümkün değildir” demiştir.[542]
İbnü’l-Hanefiyye’nin Muhtâr hakkında “o
yeni yeni şeyler ihdas ediyor” sözü esasında Muhtâr’ın Ehl-i Beyt’in kanını
talep ederken, Ömer b. Sa’d’a ve oğluna eman vererek yaptığı ayrı bir uygulamaya
işaret etmektedir.
Muhtâr’ın verdiği emanı bozması, kendi
adına büyük bir yanlıştır. Bu kadar büyük bir hataya düşeceğini Ömer b. Sa’d da
hesap edememediği için şehirde kalmıştır. Muhtâr’ın onu öldüreceğini, bir gece
önceden ima etmesi ve bu sözünü Ömer b. Sa’d’a duyurulmasını mümkün kılacak bir
ortamda söylemesi, Ömer b. Sa’d’a kaçma fırsatını sağlamak içindir. Böylece hem
onu öldürmemiş hem de onu öldürmemiş olmasından dolayı sorgulanmamış olacaktır.
Muhtâr özellikle kendisini öldürmek istemediği kişilere kaçmaları için bir
fırsat tanımak üzere aynı tutumu takınmıştır.
Muhtâr, Ömer b. Sa’d ve
oğlunun başlarını İbnü’l-Hanefiyye’ye göndermiştir. İbnü’l-Hanefiyye’ye bir de
mektup yazmıştır. Mektupta: “Sana Ömer b. Sa’d’ın ve oğlunun başını gönderdim.
Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyti’nin kanlarına giren ve bu katliama ortak olanlardan
gücümüzün yettiklerinin hepsini öldürdük. Geri kalanları da yakalamaktan Allah
beni asla aciz bırakmayacaktır. Onlardan birinin Hz. Ermiya Peygamber oldukları
bana iletilmediği müddetçe, onlar için çıkış yolu yoktur. Ehl-i Beyt’in kanına
girenleri öldürmedikçe boğazımda lokma, gözümde uyku yoktur. Allah Azze ve
Celle’nin Ubeydullâh b. Ziyâd ve adamlarını da öldürmesini arzuluyorum. Bu
belde ondan ve adamlarından temizlendi. Sana 30.000 dirhem gönderdim ki bu
parayı Ehl-i Beyt’inden sevdiklerine ve taraftarlarından sana sığınanlara
dağıtabilesin. Ey Mehdî! Bana görüşünü yaz ki ona uyayım ve ona göre hareket
edeyim.”[543] Ömer ve
oğlu Hafs’ın kesik başlarını görünce İbnü’l- Hanefiyye’nin secdeye kapandığı ve
başını kaldırdıktan sonra Muhtâr’a dua ettiği Muhtâr hakkında: “Artık Muhtar
için kınanma ve azarlanma yoktur” diyerek, onun Kerbelâ’ya katılanlarla
arkadaşlık etmesi hakkında yaptığı eleştiriden vazgeçtiği bildirilmektedir.[544]
Ömer b. Sa’d ve oğlunun
boyunları vurulduktan sonra cesetleri ağaca asılarak yakılmıştır.[545] İnfaz
edilen Ömer b. Sa’d’ın ve oğlu Hafs’ın başları Medîne’de ikamet eden
İbnü’l-Hanefiyye’ye gönderilmiştir.[546]
İbn A’sem, İbnü’l-Hanefiyye’nin o sıralarda Mekke’de olduğunu mektupla beraber
ona 30.000 dirhem para gönderdiğini, İbnü’l-Hanefiyye’nin paranın bir kısmını
Mekke’de, diğer kısmını Medîne’de Ehl-i Beyt arasında, artanı da muhacir ve
ensar çocuklarına dağıttığını bildirmektedir.[547]
Kays
b. el-Eş’as’ın Öldürülmesi
Hz. Hüseyin’in kanına
karışanlar arasında Kays b. el-Eş’as’ın da ismi geçmektedir. Hz. Hüseyin şehit
edildiğinde onun üzerindeki kadife örtüyü ganimet olarak aldığı rivayet
edilmektedir. Hatta bundan dolayı kendisine Kadife Kays denilmeye başlanmıştır.[548]
Dîneverî’nin anlatımına göre Kays b.
el-Eş’as Basra’ya gitmemiştir. Buna sebep olarak, Basra halkının kendisini
kınamalarından endişe duyduğu zikredilmektedir. Abdullah b. Kâmil’in yanına
giderek kendisine eman vermesini istemiş, Abdullah b. Kâmil de Kays’a eman vermiştir.
Ancak yine de Muhtâr’a gidip Kays’a verdiği emanı muteber saymasını istemiştir.
Muhtâr bir süre cevap vermeyerek onu oyalamış, bu sırada Ebû Amra’yı İbn
Kâmil’in evine göndermiştir. Muhtâr’ın emri üzere Abdullah b. Kâmil’in evine
giden Ebû Amra, Kays’ın yanına gelerek onu öldürmüştür. Başını kesip Muhtâr’a
getirmiş ve onun önüne atarak: “İşte bu Hz. Hüseyin’in kadifesidir,” demiştir.
Bu olanlar Abdullah b. Kâmil henüz
Muhtâr’ın huzurundan ayrılmadan gerçekleşmiştir. İbn Kâmil Muhtâr’la konuşurken
Ebû Amra, Kays b. el-Eş’as’ın kafasını getirmişti. İbn Kâmil Kays’ın başını
görünce istirca getirip Muhtâr’a dönerek dostunun katledilmesinden dolayı sitem
etmiştir. Muhtâr ise İbn Kâmil’e: “Sus Allah aşkına! Sen Peygamber’in kızının
oğlunu öldürenlere eman vermeyi helal mi görüyorsun,” demiştir.[549] İbn
Kâmil ile Muhtâr arasında bu olaydan dolayı bir kırgınlık kaydedilmemiştir.
Anlaşılan Muhtâr, İbn Kâmil’i razı etmeyi başarmıştır.
Muhtâr’ın isyanı bastırmasından sonra
gerçekleştirdiği infazların tarihsel sıralamasını tespit etmek imkânsız
görünmektedir. Bundan dolayı bazı kişiler önemleri açısından ayrı başlıklarda
izah edilmiştir. Bunun dışında kalanlar da vardır. Muhtâr, isyanın
bastırılmasından sonra esirler arasından infaz edilmesi gerekenlerin idamlarını
gerçekleştirmiştir. Ardından Hz. Hüseyin’in katline karıştığı iddia edilenlerin
kendisine bildirilmesini ve yakalanıp getirilmesini emretmiştir. Bu emrin
akabinde kendisine bildirilen ilk isimler olduklarını anladığımız Abdullah b.
Üseyd el-Cühenî, Mâlik b. Beşir el-Beddî ve Hamel b. Mâlik el-Muhâribî
yakalanarak Muhtâr’ın huzuruna Kâdisiyye’den getirilmiştir. Muhtâr adamlarına
onların öldürülmeleri emrini vermiştir.
Mâlik b. Beşîr el-Beddî
Hz. Hüseyin şehit edildikten sonra üst elbisesini alan kişidir. Bundan dolayı
ona yapılan muamele diğerlerinden farklı olmuştur. Muhtâr Abdullah b. Kâmil’e,
Mâlik’in ellerinin ve ayaklarının kesilmesini emretmiştir. Kan kaybından
ölünceye kadar beklenilmiştir. Diğerleri ise bu tarz olmayan bir şekilde infaz
edilmiştir. Abdullah b. Üseyd’in infazını Abdullah b. Kâmil; Hamel b. Mâlik’in
infazını ise Si’r b. Ebî Si’r gerçekleştirmiştir.[550]
Muhtâr, Ziyâd b. Mâlik’in,
İmrân b. Hâlid’in, Abdurrahmân b. Ebî Hişkâre’nin ve Abdullah b. Kays’ın
yakalanmasını istemiştir. Muhtâr, hepsinin çarşıya götürülüp boyunlarının
vurulmasını emretmiştir. Dördü de çarşı ortasında infaz edilmiştir.[551]
Osmân b. Hâlid b. Üseyd ve
Ebû Esmâ Bişr b. Şumeyt, Abdurrahmân b. Akîl’in öldürülmesinde işbirliği
yapmışlardır. Abdurrahmân’ı öldürdükten sonra üzerindeki eşyaları birlikte
yağmalamışlardır. Muhtâr, Abdullah b. Kâmil’i bu ikisini yakalamak üzere
görevlendirmiştir. Abdullah b. Kâmil, Benî ed-Dühmân mescidini kuşatmış ancak
Osmân b. Hâlid ve Ebû Esmâ Bişr b. Savt’ı bulamamıştır. Bunun üzerine:
-Osmân b. Hâlid’i bana
getirip teslim etmezseniz onun yerine sizlerin boyunlarını vururum, demiştir.
Mescidde bulunanlar ikisini de Cezîre’ye gitmek üzere Hâzirlık yaparken
bulmuşlar ve getirip Abdullah b. Kâmil’e teslim etmişlerdir. Abdullah b. Kâmil,
ikisinin de boyunlarını vurup, cesetlerini yakmıştır.[552]
Havlî b. Yezîd, Kerbelâ faciasında Hz.
Hüseyin’in başını alıp götüren kişidir. Muhtâr yakalanması için Muâz b. Hânî’yi
ve Sâhibü’ş-Şurta’sı olan Ebû Amra’yı görevlendirmiştir. Bunlar onun evini
kuşatmışlardır. Muâz b. Hânî, Ebû Amra’ya evi aramasını emretmiştir. Kendisini
arayanların olduğunu duyan Havlî b. Yezîd tuvalete gizlenmiştir. Muhtâr’ın
adamları onu aramak için evine gittiğinde Havlî’nin hanımı el-Ayûf binti Mâlik
b. Nehâr onları karşılamıştır. Hanımının Havlî’ye Hz. Hüseyin’in başını eve
getirmesinden dolayı kin duyduğu belirtilmektedir. Muhtâr’ın adamları Havlî’nin
nerde olduğunu sorduklarında, karısı bir yandan onun nerde olduğunu bilmediğini
söylemiş, diğer taraftan eliyle onun saklandığı yeri işaret etmiştir. Havlî’yi
başına sepet geçirmiş bir halde saklanırken bulmuşlardır. Bulundukları mevkie
yakın bir yerde olan Muhtâr ve Abdullah b. Kâmil’e haber göndermişlerdir.
Muhtâr yanlarına gelince, Havlî b. Yezîd’i ailesinin gözü önünde önce
öldürmüşler, sonra da cesedi kül haline gelinceye değin yakmışlardır.[553] Adamları
Muhtâr’a, Bahr b. Selîm isimli bir kimseyi getirmişlerdir. Onun Kerbelâ günü
Hz. Hüseyin’in yüzüğünü almak için parmağını kesen kişi olduğunu
söylemişlerdir. Muhtâr’ın emri ile iki eli ve iki ayağı kesilmiş ve ölmesi
beklenmiştir. İbn A’sem, Bahr b. Selîm’in öldürülmesinin Muhtâr’ın Kûfe’yi ele
geçirmesinden hemen sonra olduğunu bildirmektedir.[554]
Amr b.
Haccâc ez-Zebîdî’nin Hz. Hüseyin’in katline karışanlar arasında ismi,
geçmektedir. Muhtâr’a karşı yapılan son hamlede başarısız olunmasının ardından,
Muhtâr’ın infaz emrini verdiği kimselerden birisi olabileceğini anlamıştır.
Derhal şehri terk etmiştir. Yolculuğu esnasında karşılaştığı bir grup, onu
aralarında barındırmaları halinde, Muhtâr’ın kendilerine de saldırabilecek
olmalarından korkarak Amr b. Haccâc’ı yanlarına almamışlardır. Amr b. Haccâc’ın
ayrılmasından sonra bu yaptıklarından pişmanlık duyup, Amr’ı geri getirmek
üzere birkaç kişiyi Amr’ın arkasından göndermişlerdir. Amr b. Haccâc ise
peşinden gelenlerin Muhtâr’ın adamları olduğunu sanarak kumluk bir araziye
sapmıştır. Burası, Hammâratü’l-Kayz denilen Kelb kabilesi ile Tay kabilesi
arasında bir yerdir. Amr burada susuzluktan ölmüştür.[555]
Amr b. Haccâc’ın Kerbelâ günü Hz. Hüseyin’e su verilmemesi emrini uygulayan
kimse olduğu rivayet edilmektedir.[556]
Hakîm b. Tufeyl, Abbâs b.
Ali şehit edildikten sonra onun elbisesini soymuş ve Hz. Hüseyin’e ok atmıştır.
Hakîm b. Tufeyl’in, Hz. Hüseyin’e ok atması olayı hakkında:
-Attığım ok Hz. Hüseyin’in
bedenine isabet etmemiştir. Cübbesine saplanmış olarak asılı kalmıştır. Ona bir
zarar vermemiştir dediği kaydedilmektedir. Muhtâr, Abdullah b. Kâmil’i Hakîm b.
Tufeyl’i yakalamak üzere göndermiştir. Hakîm’in ailesi Adiyy b. Hatem’den,
Hakîm hakkında Muhtâr’a af talep etmesi için ricacı olmasını istemişlerdir.
Adiyy b. Hatem Abdullah b. Kâmil’i yolda karşılamış ve ona durumu anlatmıştır.
Abdullah b. Kâmil ona Muhtâr’a gitmesini tavsiye temiştir. Adiyy b. Hatem’in
Muhtâr’a doğru yola koyuldu esnada Abdullah b. Kâmil’in yanındakiler Muhtâr’ın
onu affetmesinden endişelenmişler ve İbn Kâmil’den izin alarak onu öldürmeye
gitmişlerdir. Ehl-i Beyt yanlıları endişelerinde haklıydılar. Çünkü Sebî
meydanında eşraf isyanının bastırılmasından sonra Muhtâr, Adiyy b. Hatem’in
kavmine mensup kişileri affetmiştir. Ehl-i Beyt taraftarları, Hakîm b. Tufeyl’i
ellerini boynuna bağlayarak ona Abbâs b. Ali’nin elbisesini çıkarmış olduğunu
hatırlatıp elbiselerini çıkarmışlardır. Sonra ona:
-Sen Hz. Hüseyin’e ok
atmış ve onu kendi oklarına hedef etmiştin değil mi? Ve sen “Okum onun
elbisesine takıldı. Okum ona bir zarar vermedi” derdin değil mi? Vallahi sen
oklarınla onu vurduğun gibi biz de seni oka tutacağız deyip hep birlikte ok
atmaya başlamışlardır. Kısa zamanda Hakîm b. Tufeyl ölmüştür.
Bu olaylar yaşanırken Adiyy b. Hatem
Muhtâr’ın yanına gelmiş, Muhtâr’a durumu anlatıp Hakîm b. Tufeyl hakkında af
talebinde bulunmuştur. Muhtâr ise Adiyy’e olan sevgisinden dolayı Hakîm b.
Tufeyl’i affetmeye razı olmuştur. Adiyy b. Hatem’le Muhtâr arasında bunlar
yaşanırken Abdullah b. Kâmil’in yanındaki adamlar Hakîm b. Tufeyl’i öldürmüş ve
Abdullah b. Kâmil Muhtâr’ın yanına gelmiştir. Abdullah b. Kâmil Muhtâr’a,
taraftarlarının onu öldürdüğünü söylemiştir. Muhtâr, bu duruma karşı
rahatsızlığını belirtmiş, Abdullah b. Kâmil ise adamlarının sözünü
dinlemediklerinden yakınmıştır. Ancak Adiyy b. Hatem ona inanmamış ve
aralarında sert bir münakaşa başlamıştır. Muhtâr İbn Kâmil’e parmağıyla ağzına
işaret ederek susmasını emretmiş, Abdullah b. Kâmil de susarak tartışmayı
bitirmiştir. Adiyy b. Hatem, Muhtâr’ın kendisinin isteğini yerine getirmeye
gayret ettiği düşüncesinin memnuniyeti ile Muhtâr’a karşı sevgisi, Abdullah b.
Kâmil’e ise kızgınlığı artmıştır.[557]
Muhtâr, Hakîm b. Tufeyl’in öldürüldüğüne gizliden gizliye sevinmiştir.[558]
Kerbelâ günü Zeyd b. Rukâd, Abdullah b.
Müslim b. Akîl’e bir ok atmış, Abdullah b. Müslim kendini sakınmak için elini
alnına götürdüğünde ok, elini delip geçerek alnına saplanmıştır. Saplanan bu
oktan kurtulmak için uğraşmış ama başaramamıştı. Abdullah b. Müslim b. Akîl
ölmeden önce:
-Allah’ım onlar bizi nasıl öldürdülerse sen
de onları öylece öldür, diye beddua etmiştir. Zeyd ikinci bir ok daha atmış ve
bir başka genci kalbinden vurarak öldürmüştür. Öldürdüğü gencin yanına giden
Zeyd b. Rukâd, onun kalbine saplanan oku çıkarmıştır. Abdullah b. Müslim’in
öldükten sonra yanına giden Zeyd b. Rukâd, Abdullah’ın alnına saplanan okun
sivri demirini ise çıkaramamıştır. Tüm bu olanları Zeyd’in bizzat kendisinin anlattığı
rivayet edilmektedir. İşte bunlardan dolayı Muhtâr, Abdullah b. Kâmil’i Zeyd b.
Rukâd’a göndermiştir. Abdullah b. Kâmil, yanında adamları ile Zeyd b. Rukâd’ın
evini kuşatmıştır. Zeyd’in cesur bir savaşçı olduğu kaydedilir. Nitekim kılıcı
ile evinden çıkan Zeyd’e karşı Abdullah b. Kâmil, ona kılıç ve mızrakla değil
ok ve taşlarla saldırılması talimatını vermiştir. Neticede yaralanarak yere
düşen Zeyd b. Rukâd, canlı ele geçirilmiştir. Abdullah b. Kâmil onu ateşe
atarak feci bir şekilde öldürmüştür.[559]
Amr b. Subeyh, Kerbelâ günü Hz. Hüseyin’in
kafilesine mızrak atmıştır. Amr b. Subeyh, bir gece evinin çatısında otururken
yapılan baskınla yakalanarak hapsedilmiştir. Geceyi hapiste geçiren Amr b.
Subeyh bağlı olarak sabahleyin halkın huzuruna çıkarılmıştır. Kendisinin
Kerbelâ günü mızrakla saldırdığı hatırlatılmıştır.
Muhtâr onun öldürünceye kadar
mızraklanmasını emretmiştir. Uygulanan bu emir üzere Amr b. Subeyh
öldürülmüştür.[560]
Kaynaklar incelendiğinde öldürülen başka
isimlere de rastlanmaktadır. Abdullah b. Salhab ve Abdurrahmân b. Salhab isimli
kardeşler bunlardandır. Ayrıca Abdullah b. Vehb b. Amr el-Hemdânî’nin de
öldürülenler arasında ismi geçmektedir. Kendisinin A’şâ el-Hemdân’ın amcasının
oğlu olduğu kaydedilmektedir. Muhtâr’ın emriyle çarşıda teşhir edilerek
öldürülmüşlerdir.[561] Belâzurî
ise Abdullah b. Vehb ve Abdurrahmân b. Vehb isimli iki kardeşin Sâib b. Mâlik
tarafından yakalanarak çarşıda öldürüldüğünü, ikisinin de A’şâ Hemdân’ın
amcaoğulları olduğunu bildirmektedir. Sâib b. Mâlik’in Humeyd b. Müslim’i ise
yakalayamadığını söylemektedir.[562]
Anlaşılan o ki, öldürülenlerin sayısı ve isimleri konusunda kaynaklarımız
farklılık göstermektedir. Öldürülenler arasında hakkında detaylı bilgi
bulamadığımız Habîb b. Suhbân[563] ve Harâm
b. Rebîa isimleri de kaydedilmektedir.[564]
Muhtâr’ın
Sürâka b. Mirdâs el-Bârikî’yi Serbest Bırakması
Bu olayın gerçekleşme tarihi, eşrâf
kontrolündeki Sebî meydanının düşürülmesinden hemen sonraki gündür. Muhtâr,
Sebî meydanında Sürâka b. Mirdâs’ı esir almıştır. Sürâka, Muhtâr’ın kendisini
serbest bırakması için onu metheden şiirler söylemiştir. Ancak Muhtâr onu yine
de hapse göndermiştir. Ertesi gün Sürâka Muhtâr’ın huzuruna çıkarılırken affını
isteyen şiirlerinde Muhtâr’ın zaferini Bedir ve Huneyn galibiyetlerine
benzetmiştir.[565]
Sürakâ b. Mirdâs’ın infazdan kurtulmak için
her yolu denediği görülmektedir. Bunlardan biri de Sürâkanın Muhtâr’a: “Allah’a
yemin ederim ki ben, ata binmiş melekleri, yerle gök arasında senin orduların
olarak seninle birlikte savaştıklarını gördüm,” demesidir. Muhtâr bu sözleri
duyunca Sürâka’ya, bu müşahedesini minbere çıkıp insanlara anlatmasını
emretmiştir. Sürâka bu emri yerine getirdikten sonra Muhtâr ona: “Senin böyle
bir şeyi görmediğini çok iyi biliyorum. Madem beraatını istedin. İstediğin yere
gidebilirsin. Ancak arkadaşlarımın kafalarını karıştırma,” diyerek onu serbest
bırakmıştır.[566]
Sürakâ’nın idam edileceği esnada: “Senin
beni öldüreceğin gün, bugün değildir. Senin saltanatın Şam’ın kapısına
kurulduğu gün, beni çağırtıp öldüreceğin gündür,” dediği de rivayet
edilmektedir.[567] Neticede
öldürülmekten kurtulan Sürâka’nın Basra’ya gidip Mus’ab’a katıldığı ve orada
yine Muhtâr’a karşı yer tuttuğu, hatta kendisini ölünceye kadar onlarla
savaşmaya adadığını, melekleri de hakikaten görmediğine dair Muhtâr’ın suçlamalarından
ziyadesiyle rahatsız olduğunu zikrettiği kaydedilmektedir.[568]
İsyandan sonra ele geçirilemeyen kimseler
de vardır. Şebes b. Rib’î bunlardandır. Şebes b. Rib’î Sebî meydanı isyanından
hemen sonra Basra’ya kaçmış ve Mus’ab b. Zübeyr’i Muhtar’a karşı savaşa
girişmeye davet etmiştir.[569] Sinân b.
Enes, Hz. Hüseyin’i kendisinin öldürdüğünü
söylemekle iftihar eden bir kimsedir. Muhtâr’ın şehir yönetimini ele
geçirmesinden sonra Basra’ya kaçmıştır. Onun Basra’ya ne zaman kaçtığı tam olarak
bilinmemektedir. Muhtâr, Sinân b. Enes’in evini yıktırmakla yetinmek zorunda
kalmıştır.[570]
Abdullah b. Ukbe ise Kerbelâ günü bir çocuk
ve Benî Esed’den bir adam öldürmüş olması ile bilinenlerdendir. Yakalanması
için uğraşılmış ancak o kaçmıştır. Onun da evi yıktırılmıştır.[571] Abdullah
b. Urve el-Has’amî de ele geçirilemeyenlerdendir. Kendisinin Hz. Hüseyin’in
kafilesine 12 ok attığını söylediği rivayet edilmektedir. Kaçıp Mus’ab b.
Zübeyr’e katılmayı başarmıştır. Abdullah da Muhtâr’ın evini yıktırmakla iktifa
ettiği bir diğer isimdir.[572]
Hermele b. Kâhil, Kerbelâ günü bir kişiyi
öldürmüş olması ile bilinmektedir. Muhtâr, Hermele’yi yakalatmak için de bazı
adamlarını görevlendirmiştir. Ancak o bulunamamıştır.[573]
Mürre b. Münkız en-Nu’mân el-Abdî, Abdülkays oğullarındandır ve Ali b.
Hüseyin’in katilidir. Muhtâr, Mürre b. Münkız’ı öldürmek üzere Abdullah b.
Kâmil’i göndermiştir. Abdullah b. Kâmil adamları ile birlikte gidip Mürre’nin
evini kuşatmıştır. Çıkan çatışmada kolu yaralanan Mürre, kuşatmayı yararak
kaçmış ve Mus’ab b. Zübeyr’e ulaşmayı başarmıştır. Mürre’nin, Abdullah b.
Kâmil’in kılıç darbesiyle yaralanan kolu çolak kalmıştır.[574]
Şair Miskîn b. Âmir b. Enîf’in Sebî meydanındaki kıyamda Muhtâr’a karşı
savaşanlardan olduğu bildirilmektedir. Kıyamın Muhtâr lehine sonuçlanmasından
hemen sonra Kûfe’den kaçtığı Azerbaycan’a sığındığı bildirilmektedir.[575] Sâib b.
Mâlik de ele geçirilemeyen kimseler arasındadır.[576]
Mûsa b. Talha’nın da Muhtâr’dan kaçanlar arasında ismi zikredilmektedir.[577]
Abdurrahmân b. Ebzâ el-Huzâî, Kerbelâ’da
Hz. Hüseyin’e karşı çarpışan bir kimse olduğu iddia edilerek Muhtâr’ın huzuruna
getirilmiştir. Abdurrahmân b. Ebzâ ise Kerbelâ günü orada olduğunu ama
çarpışmaya girişmediğini söylemiştir. Muhtâr ona inanmamış ve öldürülmesini
isteyerek onu hapse atmıştır. Geceleyin bir mektup göndererek Şam’dan Kûfe’ye
4.000 dirhemlik bir alacağı olduğu için geldiğini bildirmiş, Muhtâr da
kendisine 4.000 dirhem verip şehri terk etmesini istemiştir. O da bu emre
uymuştur.[578]
Ehl-i Beyt taraftarları, Benî Ebî Zür’a yurduna
saldırmıştır. Sözü edilenlerin Kerbelâ’da hangi olaya karıştığı hakkında kesin
bir kanaat belirtme imkânı yoktur. Ancak eşrâf isyanından sonra, Ehl-i Beyt’in
intikamını almak amacı taşıyan saldırılardan olduğunu anladığımız bir operasyon
gerçekleştirilmiştir. Çatışmada Hebyât b. Osmân b. Ebî Zür’a es-Sekafî ve
Abdurrahmân b. Osmân b. Ebî Zür’a es- Sekafî öldürülmüştür. Abdülmelik b. Ebî
Zür’a es-Sekafî ise başından yara almış olarak kaçmıştır. Daha sonra Muhtâr’ın
yanına gelip Kerbelâ olayında bir suçunun olmadığını söylemiştir. Muhtâr onu
tedavi etmesi için karısına emir vermiştir.[579]
Muhammed b. el-Eş’as’ın Kerbelâ günü 13
kişiyi öldürdüğü bildirilmektedir.[580]
Muhammed b. el-Eş’as’ın Sebî eşrâf isyanına katılmadığı, kendisinin o sıralarda
Kadisiye’de olduğu zikredilmektedir.[581]
Muhtâr onu yakalaması için 100 adam göndermiştir.[582]
Ancak Muhammed b. el-Eş’as, Mus’ab b. Zübeyr’e katılmak üzere çok daha önceden
evini terk etmiştir. Bir süre evi kuşatma altında tutulmuş, daha sonra eve
girilip Muhammed b. el-Eş’as’ın evde olmadığı görülünce Kûfe’ye dönülmüştür.
Muhtâr birkaç adam gönderip Muhammed b. el- Eş’as’ın evini yıktırmıştır. Hucr
b. Adiyy’ın evi Ziyâd b. Ebîh tarafından yıktırılmıştı. Muhtâr, Muhammed b.
el-Eş’as’ın yıktırdığı evinden çıkarılan kerpiç ve taşlarla Hucr b. Adiyy’in
evini yaptırmıştır.[583]
Esmâ
b. Hârice’nin Evinin Yıktırılması
Muhtâr’ın peşine düştüğü isimlerden biri de
Esmâ b. Hârice’dir. Kendisi, Müslim b. Akîl’i öldürenler arasındadır.[584] Muhtâr
bir gece, beliğ bir dille Esmâ b. Hârice’yi öldüreceğini ima eden konuşma
yapmıştır. Aldığı bu karar aynı gece Esmâ b. Hârice’ye iletilmiştir. Esmâ b.
Hârice ailesi ile Kûfe’yi terk etmiştir. Onun yeni bir hayata başladığı[585] yahut
çöle gittiği ve burada Muhtâr öldürülünceye kadar yaşadığı rivayet edilmektedir.
Muhtâr adamlarını Esmâ b. Hârice’nin evine göndermiş, ancak onu evde
bulamamışlardır. Bunun üzerine Muhtâr onun evinin yıkılmasını ve yakılmasını
emretmiştir.[586]
Esmâ b. Hârice’nin evinin
yıkılması esnasında asabiyet duyguları ile karşılaşılmıştır. Muhtâr’ın bu
vazifeyi yerine getirmek üzere gönderdiği adamlarının arasında Hemdân
kabilesindan olanlar, Esmâ’nın evinin yıkılmasına engel olmaya çalışmışlardır.
Bunun üzerine Yemenli bir kabile olan Mudar, Esmâ b. Hârice’nin evini
yıkmıştır. Hemdân’ın buna engel olamaması bir eleştiri konusu olmuştur.
Abdullah b. Zübeyr el-Esedî isimli bir kişinin, Esmâ’nın eğer hayatta olsaydı
tek başına böylesi bir duruma müsaade etmeyecek bir bölük askeri en kısa
zamanda toplayabileceğini anlattığı, Hemdân kabilesini de bu olayın
gerçekleşmesine müsaade ettiği için kınadığı bir şiiri kaynaklarda
zikredilmektedir.[587]
Muhtâr, Esmâ b. Hârice’nin
şehirden kaçmasına fırsat tanımak ve onu öldürerek kabilesi ile düşman olmaktan
sakınmak için bir gece öncesinden Esmâ’yı öldüreceğini ima etmiş ve bu kararını
ona iletebilecek kişilerin yanında bilinçli olarak dile getirmiştir.
Eşrâf
İsyanından Sonra Yapılan Uygulamalar Hakkında Değerlendirmeler
Eşrâf isyanında yaklaşık
500-750 kişi öldürülmüştür. Bu sayının değişmesinin sebebi, alınan esirlerden
infaz edilenlerin savaş esnasında öldürülenlerle toplanarak zikredilmesidir.
Esir alınanlardan öldürülenlerin sayısı 248’dir.
Eşrâf isyanı
bastırıldıktan sonra bir dizi infaz gerçekleştirilmiştir. Kaynakları
taradığımızda ikisinin infaz edildiği konusunda kaynakların şüphe ettiği 28
kişi öldürülmüştür. İbn A’sem bu sayının bir kısmının Muhtâr’ın Kûfe’yi ele
geçirmesinden hemen sonra gerçekleştirilen infazlardan olduğunu iddiada yalnız
kalmaktadır. Ancak daha önce izah ettiğimiz üzere Muhtâr’ın Kûfe’yi ele
geçirdikten sonra mümkün mertebe mütesahil bir tutum takınmış olması ve İbn
A’sem’in söz konusu rivayetlerinde yalnız kalmasından dolayı bu kabul
edilmemelidir. Muhtâr kimlerin infaz edileceğine karar vermekte adamlarının
telkinlerini dikkate almıştır. Bu kişilerin toplumda Kerbelâ günü ne yaptığı
bilinmektedir. Hatta bazılarının Kerbelâ’da ne yaptıklarını kendilerine bir
övünç vesilesi olarak anlatıyor olmaları, kendileri aleyhine bir delil olarak
kullanılmıştır.
Muhammed Ebû Zehrâ, Hz. Hüseyin’in katline
karışan askerler arasında bulunup da öldürülemeyen kimsenin kaldığının
bilinmediğini söylemektedir.[588] Ancak 7
kişinin çeşitli sebep ve yollarla infazdan kurtulduğu tespit edilmiştir.
Bunlardan bazıları pişmanlığını şiirlerle ifade edip Muhtâr’ı beraatine razı
ederek özgürlüğüne kavuşmuştur. Bir kısmı aracılar vasıtasıyla beraatini almaya
çalışmış ve bunlardan bır kısmı başarılı olsa da bir kısmı kendisini
kurtaramamıştır. Bazıları infaz emri verilip evinin etrafı sarıldıktan sonra
çarpışarak, bazıları ise işler bu raddeye gelmeden çok önce Kûfe’yi terk ederek
ölümden kurtulmuştur. Esasında bu sayı çok daha fazladır. 6.000 yahut 10.000’e
kadar sayılar zikredilmektedir. Ölülerin sayısı hakkında, onların gömülecek yer
bulamayıncaya kadar sayısının çok olduğu ifadesi[589]
abartılıdır. Kaçanlardan bazılarının peşinden birlikler gönderilerek
yakalanılmaya çalışılmıştır. Önemli bir kısmı Basra’ya giderek Mus’ab b.
Zübeyr’e katılmıştır. Az bir kısmı hayatlarının sonuna kadar çölde yaşamıştır.
İnfazlarda korkunç yöntemler uygulanmıştır.
Diri diri yakılanlar, uzuvları canlı canlı kesilenler, af dilediği,
pişmanlığını ifade ettiği halde yine de benzer şekillerde öldürülenler
olmuştur. Bir kısmı öldürüldükten sonra yakılmış veya cesedi köpeklere
atılmıştır. İbn A’sem karnı deşilerek, gözleri oyularak, ölünceye değin
kırbaçlanarak vb. şekillerde infazların da gerçekleştirildiğini bildirmektedir.
Ancak bu uygulamaların kime ve ne zaman olduğunu söylememektedir.[590] Tüm
bunlar bu işleri yapanların, İslâm’ı henüz benimseyememiş, Rasûlullah’ın
tedrisinden geçmeden müslüman olmuş kişilerin davranış yansımalarıdır. Cahiliye
adetlerinin kalıntıları olarak yorumlanmamalıdır. Zira bu işleri yapanlar
mevâlîdir. Ancak Muhtâr’ın da benzeri uygulamaların yapılması için emsal teşkil
eden talimatları vardır. Ayrıca Muhtâr’ın talimatlarına bakıldığında bir
kesimin evlerinin yıkılmasını emrettiği de görülmektedir. Çarşı ortasında
gerçekleştirilen infazlar da vardır.
Tüm bu eylemler Ehl-i Beyt’in intikamını
alma iddiası ile yapılmıştır. Muhtâr’ın bazı uygulamaları, böylesi bir iddianın
hakikatini sorgulamamıza neden olmaktadır. Zira Ömer b. Sa’d’ın eşrâf isyanında
adı geçmemektedir. Kendisine belli şartlar dâhilinde bir eman verilmiştir. Bu
uygulama İbnü’l-Hanefiyye tarafından eleştiri konusu olmuştur. Yalnız
İbnü’l-Hanefiyye değil halkın da, Ehl-i Beyt’in kanının talep edildiği bir
ortamda Ömer b. Sa’d’ın hayatta kalıyor olması çelişkisine karşı tepkisi
olmuştur. Ömer b. Sa’d’ın kendisine sunulan şartlara aykırı bir davranışı
görülmemektedir. Bu konuda ona iliştirilen suçlamalar ise ancak Muhtâr’ın
verilen ahdi bozmasını temize çıkarma çabasıdır. Muhtâr’ın Ömer b. Sa’d’ı
öldürmeden önceki gece kendisini öldüreceğini isim vermeden belirtmesi hatta bu
durumun bizzat Ömer b. Sa’d’ın kulağına kaçırılması garipsenecek bir durumdur.
Benzer bir durum Esmâ b. Hârice için geçerlidir. Esmâ b. Hârice öldürülmeden
önceki gece, Muhtâr tarafından, hakkında nelerin planlandığı açıklanmıştır.
Esmâ b. Hârice aynı gece evini terk ederek canını kurtarmayı başarmıştır. Esmâ
b. Hârice’nin evinin yıkılması esnasında asabiyet duyguları ortaya çıkmış ve
ortam gerilmiştir. Kaysîler bu uygulamaya engel olmaya çalışmışlardır.
Muhtâr’ın Esmâ b. Hârice ve Ömer b. Sa’d
hakkında almış olduğu kararı açık etmesi bilinçlidir. Fazlası ile harp görmüş,
savaş sanatlarını bilen birisi olarak planları gizli tutmanın önemini bilecek
birisidir. Kaynakların kendisini Kûfe eşrâfından Arapların yaşlı kimselerinden
birisi olduğunu söylediği Esmâ’ya, bir zarar vererek kabilesi ile arasını bozmak
istemeyen; eşrâf isyanına katılmamış ve kendisine bir ahit vermiş olduğu Ömer
b. Sa’d’ı da öldürmek istememiştir. Esmâ bunu anlamış ve tedbirini almıştır.
Ancak Ömer b. Sa’d kendisine verilen emana güvenerek hareket etmiş ve neticede
canından olmuştur.
Tüm bu infazlarda belli isimler ön plana
çıkmaktadır. Özellikle Abdullah b. Kâmil, Si’r b. Ebî Si’r ve Ebû Amra Keysân
isimleri ile sıklıkla karşılaşılmaktadır. İbnü’l-Eşter’in ise bu olaylarda adı
geçmemektadir. Zira eşrâf isyanından önce Ubeydullâh b. Ziyâd ile karşılaşmak
üzere şehirden ayrılan ancak çok geçmeden Kûfe’ye geri dönmek zorunda kalan
İbnü’l-Eşter, Kûfe’de tekrar sükûnet sağlandıktan sonra hemen yola koyulmuştur.
Abdullah b. Kâmil, infazlarda en fazla
görev alan kişidir. Ondan sonra ise Ebû Amra ve Si’r b. Ebî Si’r’in adı geçer.
Ebû Amra Sâhibu’ş-Şurta olmasına rağmen Abdullah b. Kâmil kadar adının
geçmemesi garipsenecek bir durumdur. Bizim tespitlerimize göre o sadece 4
kişinin öldürülmesinde yer almıştır. Şemir b. Zilcevşen’in öldürülmesi bahsinde
izah edildiği üzere Muhtâr’ın Ebû Amra’yı Basra’dan gelebilecek bir tehdite
karşı Basra sınırında bir mevkiye tampon bölge oluşturmak için görevlendirmiş
olduğu rivayetine binaen, Ebû Amra’nın şehir dışında olduğu ve bundan dolayı
infazlarda yeterince yer alamamış olduğu yorumu yapılır.[591]
İbn Manzûr, Ebû Amra’nın isminin Arapça bir deyim haline geldiğini bildirir.
Ebû Amra’nın Muhtâr zamanında icra etmiş olduğu görevlerden dolayı kıtlık ve
açlık gibi olumsuzluk içeren bir söylem olduğunu, bir kimsenin başına bela
gelmiş ise kendisine Ebû Amra’nın uğradığının söylendiğini bildirmektedir.[592]
İnfazların bazılarının Muhtâr saflarında,
bazı rahatsızlıklara neden olduğu görülmektedir. Esmâ b. Hârice’nin evinin
yıkılması yahut Abdullah b. Kâmil’in eman verdiği bir kimsenin öldürülmesi buna
örnektir.
Yapılan infazlarda bir yargılama yahut
sorgulama gibi adlî işlemden bahsedilmemektedir. Bu açıdan öldürülenlerin
arasında masum kimseler olması ya da bazı suçluların herhangi bir baskı ve
tehditle karşılaşmadan yaşamlarını sürdürmeye devam etmiş olması mümkündür.
Abdülmelik b. Ebî Zür’a es-Sekafî’nin başındaki yara ile gelip Muhtâr’a masum
olduğunu kabul ettirmesi buna bir örnektir.
Gerçekleştirilen bu infazlarla halkın
Muhtâr’a olan sevgisi artmış ve etrafında yoğunlaşılmıştır.[593]
Ayrıca Kûfe’de Ubeydullâh b. Ziyâd lehine bir ortamın oluşmasına fırsat
bırakılmamıştır.[594] Muhtâr
bu olaydan sonra mevâlîye daha çok yaklaşmak zorunda kalmıştır. Taraftarları
arasındaki mevâlî sayısı Arap sayısını fazlasıyla geçmiştir. Eşrâfın bir
kısmından Basra’ya kaçanlar Muhtâr hareketini baştan ayağa bir mevâlî oluşumu
olarak tanıtmışlardır. Mus’ab’ı Kûfe’ye hareket etmeye ikna etmek için
gerçekleştirdikleri ziyaretlerde Muhtâr’ın mevâlî politikasından duydukları
rahatsızlık, ilk konuları olmuştur.
Gerçekleştirilen infazlar
Ehl-i Beyt’in intikamı adına yapılmış gibi görünmektedir. Ancak eşrâfın,
Muhtâr’ın mevâlî politikasından rahatsız olarak isyan etmesi neticesinde
gelişmiştir. Muhtâr hareketinin kaynakların tamamında, çağdaş eserlerin ise önemli
bir kısmında Şiî bir hareket olarak tanımlanmasının nedenlerinden biri de bu
infazlar olmuştur. Muhtâr hareketine Şiî bir hüviyet vermeyen çağdaş çalışmalar
sayı itibarı ile azdır. Muhtâr’ın gerçekleştirdiği bu infazların
gerçekleşmesine sürükleyen hadiselerin çıkış noktasına bakıldığında; eşrâfın
mevâlî haklarına duyduğu rahatsızlık görülmektedir. Eşrâf kıyamının sonuçlarına
bakıldığında Muhtâr saflarında yarattığı en temel değişimin, Muhtâr’ın
etrafındaki mevâlî sayısının artması olduğu dikkat çekmektedir. Muhtâr’a
yöneltilen eleştirilerin itikadî alanda olanlarından en önemlileri, hep bu
süreçten sonra belirmeye başlamaktadır. Bunun sebebi, Muhtâr’ın elinde kalan
son taraftarlarını koruyabilmek için birçok sapkın yönelimlerine sessiz
kalmasıdır. Belki de bu yüzden dinî fırka ve mezheplerin tamamında etkileri
görülebilen bir hareket olmuştur.
Neticede eşrâf isyanı
sebep ve sonuç olarak değerlendirildiğinde Muhtâr hareketine Şiî bir başlık
altında anlam vermek hatalıdır. Muhtâr, bir Şiî hareketin değil, bir mevâlî
hareketin lideri olarak adlandırılmalıdır. Eşrâf isyanından sonra Basra’ya
kaçanlar Muhtâr’ı Arap karşıtlı bir faaliyetin lideri olarak lanse etmişlerdir.
Muhtâr’ın Ubeydullâh b. el-Hurr el-Cu’fî ile
İlişkileri
Ubeydullâh b. el-Hurr, Kerbelâ
günü Hz. Hüseyin’in yardım telebine olumsuz cevap vermiş bir kimsedir. Hz.
Hüseyin’in kaybetmesinin kesin olduğunu, onunla beraber olmanın kendisi için
ölüm anlamına geleceğini açıkça söylemiş ve ölüm için genç olduğunu
vurgulamıştır. Daha sonraları ise Hz. Hüseyin’i yalnız bırakmış olmasından
dolayı pişman olmuştur.[595] Kerbelâ
hadisesinden sonra Sevad bölgesinde yaşamaya başlamış ve anlaşıldığı kadarıyla
buradaki hâkimiyetini hissettirmiştir. Muhtâr, Kûfe’yi ele geçirdikten sonra
kendisine bağlı merkezlerden Sevâd bölgesi ile
de
barış üzere bir iletişim kurma çabası içerisinde olmuştur.[596]
[597] Muhtâr,
İbnü’l- Hurr’un bey’atını almak için uğraşmış ama o bey’at etmeye
yanaşmamıştır. Muhtâr onun bey’atini almak için ısrarcı olunca, İbnü’l-Hurr,
Muhtâr’a istemeyerek bey’at 597
etmiştir.
Ubeydullâh
b. el-Hurr, Muhtâr’ın görevlendirmesiyle, İbnü’l-Eşter’le birlikte Ubeydullâh
b. Ziyâd’ın üzerine gönderilmiştir. Ancak yolda bazı problemler yaşanmıştır. Bu
problemlerden bir tanesi Ubeydullâh b. el-Hurr’un İbnü’l-Eşter’in Muhtâr’ın
nezdindeki değerini görmüş olmasıdır. Ubeydullâh b. el-Hurr bu durumdan oldukça
rahatsız olmuştur.[598] İkinci
mesele ise Tikrît haracının taksim edilme şekline duyduğu rahatsızlıktır. Şöyle
ki, Muhtâr, İbnü’l-Eşter’i Ubeydullâh b. Ziyâd ile karşılaşmaya gönderirken
Ubeydullâh b. el-Hurr’u da aynı orduda görevlendirmiştir. İbnü’l-Eşter buna
razı olmadığını, onun kibirli bir insan olduğunu ve ona ihtiyaç duyulduğu
esnada ihanete uğramaktan korktuğunu söylemiştir. Ancak Muhtâr:
-Doğru söylüyorsun. Ama onu güzel sözlerle
idare et, ona iyi davran, onun gözünü malla doyur. O, senin amcaoğlun. Böyle
davranarak onun peşinden gelmesine müsaade edersen, umarım sana karşı içinde
bir minnet duygusu belirir diyerek İbnü’l-Eşter’i ikna etmiştir. Tikrit’e varınca
oranın haracını adamları arasında dağıtmasını emretmiştir. Nitekim İbnü’l-Eşter
Tikrit’te 15.000 dirhem’in 10.000 kadarını kendi adamları arasında dağıtıp,
kalan 5.000 dirhemi ise Ubeydullâh b. el-Hurr’a vermiştir. İbnü’l-Hurr buna
kızıp, İbnü’l-Eşter’e, kendisinin emrinde bir asker olmadığını, kendisi ile
eşit tutulması gerektiğini söylemiştir. Böylece ordudan ayrılıp Muhtâr’a
muhalefet etmeye karar vermiştir.[599]
Bu anlatılanların dışında bir sebep daha
sunulur ki bu; İbnü’l-Hurr’un İbn Ziyâd’la girişilecek mücadelede işlerin
sonunu tam olarak kestiremediğini ve bu savaşın kendilerine ait bir savaş
olmadığını iddia etmesidir. Karargâhtan 300 adamla ayrılmayı başardığı ve
Muhtâr’a muhalif kesimlerden de yanına gelenlerle birlikte toplam sayılarının
500’e ulaştığı kaydedilmektedir. İbnü’l-Eşter, İbnü’l-Hurr’un hangi yoldan
gittiğini tespit edememiş ve onun Ubeydullâh b. Ziyâd’a katılarak, ona
sığındığını sanmıştır.[600]
Ubeydullâh b. el-Hurr ve adamları Enbâr ve Tikrît başta olmak üzere karşılarına
çıkan her yerleşim merkezine yağma amaçlı saldırılar düzenlemiş, Beytü’l-Mâl’de
bulduğu malları ise adamlarına dağıtmıştır.[601]
İbnü’l-Eşter onun hakkında Muhtâr’a bilgi
vermiş ancak Muhtâr, İbnü’l- Hurr’a yaklaşma arzusunda olmaya devam etmiştir.
İbnü’l-Hurr’un Enbâr’a saldırıp orayı yağmaladığını duyan Muhtâr, kendisine
bağlı merkezlere yapılan saldırıları ve oradaki naiblerinin öldürülmesi
olayları ile İbnü’l-Hurr ile anlaşma yolunun kalmadığını anlamıştır. Muhtâr;
İbn Ziyâd ve Mus’ab tarafından iki ateş arasında kaldığı bir zamanda
gerçekleşmesinden dolayı İbnü’l-Hurr’un peşine düşmemiştir. Bunun yerine
Abdullah b. Kâmil’ i 100 adamla göndererek İbnü’l-Hurr’un evini yıktırıp
İbnü’l-Hurr’un karısını yakalatıp hapsetmiştir. Tüm bu olanlar eşrâf isyanından
sonradır.[602]
Kanaatimizce Ubeydullâh b. el-Hurr,
Muhtâr’la birlikte hareket etmeyi kendisi için yararlı görmemiştir. O yüzden
bey’at ederken isteksizdir. Yaptığı saldırılara bakıldığında, onun yağmacılıkla
geçimini sağlamaya çalışan bedevî anlayışına sahip bir kimse olduğu
görülmektedir. Nitekim İbnü’l-Eşter’den ayrılma sebebi de hem Tikrit haracından
istediği miktarı alamaması hem de ona Ubeydullâh b. Ziyâd karşısında şans
vermemesidir. Ayrıca Ubeydullâh b. Ziyâd ile mücadelesi esnasında şehri
savunmasız bulup isyan eden eşrâf gibi o da benzeri bir anlayışla Kûfe’ye ve
etrafındaki yerleşim yerlerine saldırmıştır. Adam sayısı yeterli olmadığı için
amacının toprak ve iktidar elde etmek olmadığı görülmektedir. Sadece yağmacılık
yapmıştır.
Savunmasız kalan Kûfe’de çıkan eşrâf isyanında
İbnü’l-Eşter’in geri dönmesi istenmiştir. Benzeri bir endişeye mahal olmaması
için Muhtâr İbnü’l-Eşter’e haber göndermiştir. Muhtâr, İbnü’l-Eşter’e
gönderdiği mektupta, İbnü’l-Eşter’in İbnü’l- Hurr hakkında bir endişeye
kapılmamasını ve İbnü’l-Eşter’in içinde bulunduğu savaşa odaklanmasını
istemiştir.[603]
Ubeydullâh b. el-Hurr’un gayr-ı nizâmî harp
yapması karşısında Muhtâr da benzeri bir uygulama ile onun evini yıktırıp,
karısını hapsetmiş, böylece onu bir süre de olsa durdurmayı amaçlamıştır. Ancak
bu da onu durdurmaya yetmemiştir. Ubeydullâh b. el-Hurr, karısını Kûfe
hapishanesinden kurtarmak için bir operasyon gerçekleştirmiştir.
Ubeydullâh
b. el-Hurr, savaşçılıkları ile bilinen 100 kişi ile Kûfe’ye doğru ilerlemiş ve
Hemdân kabilesinin bulunduğu bölgeden girmişlerdir. Geceleri sokakları gezmekle
görevli Ebû Amra Keysân ile karşılaşmışlar ve ona Abdullah b. Kâmil’in adamları
olduklarını söyleyip geçiş izni aldıktan sonra hapishaneye kadar ulaşmışlardır.
Hapishanenin kapısını kırıp Ubeydullâh b. el-Hurr’un karısını kaçırmışlardır.
Onunla birlikte bütün mahkûmlar da kaçmıştır. Muhtâr’ın bu olaydan, onlar
şehirden çıktıktan sonra haberi olmuştur. Peşlerinden 3.000 kişi göndermiştir.
Onlara 1.000 kişilik birlikte Abdullah b. Kâmil de katılmıştır. Ubeydullâh b.
el- Hurr’a yetişseler de Ubeydullâh b. el-Hurr ve adamları kaçmayı
başarmışlardır.[604] Ubeydullâh
b. el-Hurr Kûfe’den ayrılmış ama çok uzaklaşmamıştır. Gece olunca ansızın
Hemdân kabilesinin bölgesine saldırmıştır ve oradan hızlıca ayrılmıştır.
Muhtâr, Hemdân’ın kolları olan Şibâm, Şâkir gibi kabilelere Ubeydullâh’ın bu
saldırıları karşısındaki gafletlerinden dolayı sert sözlerle kızmıştır. Bunun
üzerine bu kabileler Muhtâr’a, Ubeydullâh b. el-Hurr’u yakalama sözü verip
sonra da 300 atlıyla Kûfe’ye gelmişlerdir. 300 asker de, Muhtâr’ın adamlarından
katılmıştır. Ubeydullâh b. el-Hurr yeniden saldırı düzenlemiş ve bu ani baskını
fark edememişlerdir. Derhal bağrışarak İbnü’l-Hurr’a karşı toplanmışlar ancak
bu çatışmayı da İbnü’l-Hurr kazanarak onları dağ eteklerine kadar geri çekilmek
zorunda bırakmıştır. İbnü’l-Hurr adamlarına, onları takip etmemeleri yönünde
talimat vermiştir. İbnü’l-Hurr, Muhtâr’ın ve Kûfe ehlinin kendilerinden daha
kalabalık bir birlik toplayarak gerçekleştirebileceği saldırıdan sakınarak geri
çekilmiştir. İbnü’l-Hurr bundan sonra Kûfe topraklarına yağma ve vurkaç
saldırıları gerçekleştirmiştir. Yeterli sayıda mal- silah-adam sayısına
ulaştığı kanaati hâsıl olunca Mus’ab’a giderek, ona İbnü’l-Eşter ve Muhtâr
hakkında bilgiler vermiştir. O sıralarda Muhtâr’a karşı düzenleyeceği savaşta
savaşçı ve mühimmat arayışı içinde olan Mus’ab’ın, Ubeydullâh b. el-Hurr’a
oldukça misafirperver ve cömert davrandığı kaydedilmektedir.[605]
İbnü’l-Hurr, Mus’ab b. Zübeyr’e katılıp Muhtâr’ın ölümüyle sonuçlanan savaşta
Mus’ab’ın saflarında yer almıştır.
Muhtâr’ın Basra’daki Çalışmaları
Bazı rivayetlere göre Muhtâr Kûfe’yi ele
geçirdikten hemen sonra Basra’yı da idaresi altına almaya çalışmıştır. Bu konu
Muhtâr ile Basra valisi Mus’ab b. Zübeyr arasında gerçekleşecek savaşın
Hâzirlık aşamasında değerlendirilecektir. Bazı rivayetler ise Muhtâr’ın
Basra’yı ele geçirme çalışmalarını daha önceki bir tarihe çekmektedir. Buna
göre Muhtâr henüz Kûfe’yi ele geçirmeden Basra’da çalışmalarını başlatmıştır.
Muhtâr’ın Basra’daki faaliyetleri doğrudan icra etmediği, orada yaşayan Müsennâ
b. Mahrabe isimli bir kimsenin Muhtâr’a taraftar toplamaya çalıştığı ifade
edilmektedir.
Müsennâ b. Mahrabe el-Abdî, Süleymân b.
Surad’la birlikte Tevvâbûn’a katılmıştır. Hezimete uğrayan Tevvâbûn ordusundan
kalanlar memleketlerine döndüklerinde, Müsennâ b. Mahrabe, Kûfe’ye gelmiştir. O
sıralarda Muhtâr hapistedir. Müsennâ b. Mahrabe, Muhtâr hapisten çıktığında ona
gizlice bey’at etmiştir. Rivâyete göre Muhtâr, ona Basra’ya gitmesini ve orada
gizlice kendisi adına faaliyetlerini yürütmesini emretti. Müsennâ, Muhtâr’ın
Kûfe’de ayaklanıp vali İbn Mutî’i şehirden çıkarması üzerine, Basra’da
çalışmalarının yoğunluğunu arttırmıştır. Hatta burada bir mescid edindiği
belirtilmektedir. Basra valisi Hâris b. Abdillâh el- Kuba’ Müsennâ’nın üzerine
adamlarını göndermiştir. Çatışmada yenilen Müsennâ yanında kalan az sayıda
adamları ile birlikte kendi kavmi olduğunu anladığımız Benî Abdilkays’a
sığınmıştır. Vali Hâris b. Abdillâh, bir birliği Müsennâ ve adamlarını
tutuklamak üzere Benî Abdilkays yurduna göndermiş ancak kavmi, Müsennâ ve
adamlarını teslim etmemiştir. Neticede vali el-Kuba’, Müsennâ ve adamlarının
Muhtâr’a katılmak üzere Basra’dan ayrılıp Kûfe’ye gitmelerine razı olmuştur.
Müsennâ, Kûfe’ye gelince yaşadıklarını anlatmış ve kendisini koruyan kabile
liderleri hakkında övgü dolu sözler sarfetmiştir. Aynı rivayet bu olanların
üzerine Muhtâr’ın ismi geçen iki kabile liderlerine bir mektup kaleme aldığını
bildirmektedir. Muhtâr onların yaptıklarını takdir ettiğini ifade ettikten
sonra: “Gelelim konuya! Beni dinler ve bana itaat ederseniz, size dünyada her
ne isterseniz onu veririm. Cenneti de size garanti ediyorum” diyerek davetine
çağırmıştır.
Onlar ise Muhtâr’ın bu sözlerini ciddiye
almamışlar ve kendi aralarında gülüşerek: “Bak şu Ebâ İshâk’a! Bize dünyalık ve
ahiretlik çok şey verecekmiş! Bizler, bize gelecekte ödenecek para karşılığında
o kimse için savaşmayız,” demişlerdir.[606]
Bir özet olarak hadise böyle gerçekleşmiştir.
Rivayetin bize aktardığına göre Muhtâr
Basra’dan kendisine destek aramıştır. Müsennâ, orada kendisi adına çalışma
yürütmüştür. Rivayetten anlaşıldığına göre yeterli desteği bulamamıştır.
Toplayabildiği az sayıda kimse ile Muhtâr’ın Kûfe’deki başarısından ilham
alarak mücadeleye girişmiş ancak kısa sürede bu macerası sonlanmıştır. Basra
askerleri ile giriştiği çarpışmadan sağ kalanlar Müsennâ ile birlikte,
sığındığı kabilenin desteği ile Kûfe’ye gitmeyi başarmıştır. Bu kabilenin
liderlerinin, Müsennâ ve arkadaşlarına sahip çıkmasına bakan Muhtâr, onları
kendi tarafına çekebileceği hayalini kurmuştur. Muhtâr’ın davetine verdikleri
tepkiye bakıldığında onların, Müsennâ ve adamlarına sadece kabilevî duygularla
yaklaştıkları anlaşılmaktadır. Onlar Muhtâr’ın kendilerine ettiği vaatlere, “Biz
veresiye/taksitle çalışmayız” diyerek cevap vermişlerdir.
Neticede Muhtâr’ın Basra’yı ele geçirmeye
çalıştığı niyetine sahip olduğu fikrinden hareketle göze çarpan bu ve benzeri
yaklaşımlar vardır. Ancak Muhtâr’ın hayatı incelendiğinde Kûfe şehrinin kendisini
yeterince meşgul ettiği görülmektedir. Hz. Ali yanlılığı ile bilinen
İbnü’l-Eşter’i kendi saflarına çekme teklifi, Muhtâr’ın kendisinden değil,
Muhtâr’ın adamlarından gelmiştir. Muhtâr’ın ona vereceği hiçbir şeyi yoktur. Bu
yüzden ona nereyi fethederse oraya sahip olabileceğini vaat etmiştir. Bunlar
değerlendirildiğinde Muhtâr’ın Basra faaliyetlerinde sonuç almaya yönelik
ciddiyetinin az olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Çalışmamızın ikinci bölümünde, Muhtâr’ın
Kûfe’yi ele geçirdikten sonraki ilk dönemi incelenmiştir. İdârî, askerî,
siyâsî, adlî ve ekonomik hamleleri değerlendirilmiştir. Abdullah b. Zübeyr ve
Emevî yönetimi ile yürüttüğü mücadelenin ilk safhası aktarılmıştır. Bu
çatışmaların arasında Kûfe ileri gelenleri ile giriştiği mücadeleden bahsedilmiştir.
Ubeydullâh b. el-Hurr’la gerçekleştirdiği çarpışmaların detayları sunulmuştur.
Muhtâr’ın Basra’yı ele geçirme çalışmaları yürüttüğü iddia edilen rivayetler
değerlendirilmiştir.
Bundan
sonraki bölümde Muhtâr’ın Hz. Hüseyin’i şehit eden ordunun komutanı, dönemin
Kûfe valisi Ubeydullâh b. Ziyâd’la olan mücadelesi ve ardından Mus’ab b.
Zübeyr’le giriştiği savaş aktarılacaktır.
MUHTÂR
B. EBÎ UBEYD ES-SEKAFÎ’NİN UBEYDULLÂH B. ZİYÂD
VE MUS’AB B. ZÜBEYR İLE KARŞILAŞMASI, ÖLÜMÜ VE ŞAHSİYETİ
Yezîd b. Muâviye’nin
ölümünden sonra bir süre Ubeydullâh b. Ziyâd’ın valiliği altında kalan, daha
sonra Şam yönetiminden bağımsız olan ve ardından Abdullah b. Zübeyr’e bağlanan
Kûfe’de en son, Muhtâr öncülüğündeki Ehl-i Beyt yanlıları yönetimi ele geçirmiştir.
Ancak bu gelişme karşısında Şam ve Hicâz’daki siyasal yapılanmalar sessiz
kalmamıştır. Önce Şam’daki Benî Ümeyye, ardından Hicâz merkezli İbn Zübeyr
yönetimi, Kûfe’deki yeni devlete, kendilerine karşı geliştirilmiş bir isyan
girişimi olarak bakmışlardır. Kûfe’deki bu oluşumu yok ederek kendilerine
bağlamaya çalışmışlardır. Bunlardan ilkini Şam yönetimi gerçekleştirmiştir.
Yezîd’in ölümünün ardından hilafet makamına gelen Muâviye b. Yezîd’in kısa
süren görevinden hemen sonra yerine geçen Mervân b. el-Hakem, Kûfe’nin tekar
Benî Ümeyye yönetimine bağlanması talimatını vermiş ancak görevlendirdiği
Ubeydullâh b. Ziyâd başka sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Mervân’ın
yerine geçen oğlu Abdülmelik b. Mervân, babasının yolunda gideceğini belirterek
Ubeydullâh b. Ziyâd’ı kalabalık bir ordu ile Kûfe’ye göndermiştir.
Muhtâr, Ubeydullâh b.
Ziyâd’ın Kûfe’ye doğru yürüdüğü haberleri karşısında önce Yezîd b. Enes’i
göndermiştir. Yezîd b. Enes, Ubeydullâh b. Ziyâd’ın öncü birlikleri ile
çarpışmış ve galip gelmiştir. Ancak bu, kesin neticenin alınacağı bir çarpışma
olmamıştır. Kesin sonucu almak üzere Muhtâr ordu komutanı İbnü’l-Eşter’i
harekete geçirmiştir. Ama Kûfe’de meydana gelen boşluk karşısında eşrâf isyan
edince İbnü’l-Eşter, tekrar şehre dönerek şehirdeki isyanı bastırmakta Muhtâr’a
yardım etmiş ve çok geçmeden tekrar yola koyulmuştur. Böylece Kûfe’deki yeni
yönetim önce Ubeydullâh b. Ziyâd’la karşılaşmış ve ardından Abdullah b. Zübeyr
adına Kûfe’ye yürüyen Mus’âb b. Zübeyr’le mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu
bölümde Muhtâr öncülüğünde kurulan devletin Şam ve Hicâz baskısı ile mücadelesi
incelenecek ve bölüm Muhtâr’ın öldürülmesi ile bitirilecektir.
Muhtâr’ın
Ubeydullâh b. Ziyâd’la İkinci Kez Karşılaşması ve Kürsü Meselesi
Muhtâr’ın çevresindeki
siyasî merkezlerle genellikle anlaşma yoluna gittiği görülmektedir. Hatta buna
yağmacılıkla geçimini sağlayan bedevî anlayışlı kimseler bile dâhildir. Ancak
onun, Kûfe’yi Zübeyrîlerin elinden almış olmasına rağmen Şam yönetimine karşı
herhangi bir anlaşma girişimi rivayetlere yansımamaktadır.
Muhtâr’ın
Ubeydullâh b. Ziyâd’la İkinci Kez Karşılaşması
Eşrâf isyanını bastırmak
için Muhtâr tarafından acilen Kûfe’ye geri dönmek üzere çağrılan İbnü’l-Eşter,
şehirde asayişin sağlanmasından sonra çok geçmeden yine Ubeydullâh b. Ziyâd’la
karşılaşmak üzere yola çıkmıştır. İsyanın bastırılma tarih 24 Zilhicce 66/ 21
Temmuz 68 6[607] yahut bu
tarihten iki gün öncesidir.[608] Rivayetlerden
ikincisini seçmemiş olmamız, rivayetin temrîz sigasıyla aktarılmasındandır.
İbnü’l-Eşter’in yola çıkma
tarihini belirlemek zordur. 22 Zilhicce,[609]
24 Zilhicce,[610] 26
Zilhicce[611]
rivayetlerinden sonuncusu daha isabetli olmalıdır. 24 Zilhicce’de eşrâf isyanı
bastırılmış ve bu isyandan iki gün sonra Cumartesi günü İbnü’l-Eşter Musul’a
doğru yola koyulmuştur. Musul’a ulaşması ise Muharrem 67/686’nın başında
olmuştur.[612] İbn
Kuteybe ve Mes’ûdî olayın 10 Muharrem Aşûre günü 67/686’da olduğunu
söylemektedirler.[613] Bu, Hz.
Hüseyin’in şehit edildiği tarihte, onu şehit edenlerin içerisindeki baş
sorumlunun da aynı tarihte öldürüldüğüne ait bir tevafuk nisbetinde, duygusal
bir yaklaşım olabilir. Rivayetlere bakıldığında İbnü’l-Eşter’in Zilhicce ayının
sonlarına doğru yola çıktığı ve yeni senenin ilk ayının başlarında savaşın
gerçekleştiği mevkie ulaştığı sonucuna varılmaktadır.
İbnü’l-Eşter’in ordusunun
asker sayısı ve niteliği konusunda rivayetler arasında farklı bilgiler vardır.
Ordusundaki asker sayısı hakkında 9.000 rakamı verilmektedir. Buna Muhtâr’ın
Yezîd b. Enes’le birlikte gönderdiği ordudan 3.000 kişi eklenince, sayının
12.000’e ulaştığı görülmektedir.[614]
6.000,[615] 20.000,[616] 30.000,[617]
rakamları da zikredilmektedir. Özellikle Dîneverî, Muhtâr’ın bizzat kendisinin
İbnü’l-Eşter’e 20.000 Farslı seçtiğini, ordunun yola çıktığında sayısının
artarak 30.000’e ulaştığını ve Yezîd b. Enes’in ordusundan kalanları
İbnü’l-Eşter’in ordusuna katmadığını bildirmede infirad etmektedir. Ubeydullâh
b. Ziyâd’ın ordusu sayıca üstünlüğe sahip iken İbnü’l-Eşter’in ordusuna
katılımda asker ayrımı yapmaması daha akıllıca olmalıdır. Dîneverî; İbnü’l-Eşter’in
Muhtâr saflarına katılma girişimlerinin aktarıldığı bölümde; Muhtâr’ın adamları
tarafından, İbnü’l- Eşter’in taraftarlarının çokluğunun kendilerine sağlayacağı
üstünlük vurgulanmaktadır. Zaten kendi adamlarının belli bir sayıda olduğunu
bildirmiş iken[618] daha
sonra tüm ordusunun Muhtâr tarafından toparlandığını söylemekle çelişmektedir.
Neticede Dîneverî’nin aktarımında bazı problemlerin varlığı söz konusudur.
Sayıları
hakkında 10.000 süvari[619] yahut
10.000 süvari ile birlikte 7.000 piyade zikredilmektedir.[620]
Ebû Mihnef rivayetleri incelendiğinde İbnü’l-Eşter’in adamlarının sayısının
7.000 olduğu ve Yezîd b. Enes’in ordusu ile eklenince sayının 10.000’e ulaştığı
görülmektedir.[621]
İbnü’l-Eşter’e
katılanların niceliği hakkındaki bu mülahazalardan sonra niteliği konusu da
kaynaklara yansıdığı kadarı ile değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır. Muhtâr’ın,
İbnü’l-Eşter’in yanında görevlendirdiği kişileri en iyi süvariler, ileri
gelenler, savaş tecrübesine sahip arkadaşlarından seçtiği belirtilmektedir.[622]
Dîneverî, katılanlarının büyük çoğunluğunun el-Hamrâ denilen Fars çocukları
olduğunu belirtmektedir.[623] Makdisî,
söz konusu orduyu Haşebiyye olarak isimlendirir.[624]
Oysa bu konuda farklı mülahazalar olsa da, Haşebiyye ordusu olarak bilinen,
Muhtâr’ın İbnü’l-Hanefiyye’yi Abdullah b. Zübeyr’in elinden kurtarmak üzere
Hicâz’a gönderdiği birliğin şöhret bulduğu adıdır. Hind Ğassân; tüm bunları,
Muhtâr’ın adamlarına yönelik yapılan bir karalama girişimi olarak tanımlamakta
ve İbnü’l-Eşter tarafından yapılan görev dağılımlarını da görüşüne delil olarak
sunmaktadır.[625] İbnü’l-Eşter,
kabîlevî olarak arazi emirlerini bölge bölge düzenlemiştir.[626]
Muhtâr, İbnü’l-Eşter’i
Kûfe’nin çıkışına kadar uğurlamıştır.[627]
Muhtâr’ın bu mesafeyi İbnü’l-Eşter’e eşlik etmek için kat etmesi hakkında:
“Muhtâr’ın Âl-i Muhammed’e yardım için ayaklarının toz çıkarmasına olan isteği
vardı” gibi bir yorum yapılması,[628]
onun belli bir mezhebin sınırları içerisinde sempati ile karşılanıyor olmasının
ürünüdür. Muhtâr, Kûfe’ye geri döneceği esnada Ubeydullâh b. Ziyâd’la karşılaşır
karşılaşmaz saldırmasını nasihat etmiştir.[629]
Hızlı hareket eden İbnü’l-Eşter, Hâzir nehri yakınında konuşlanmış ve
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın ordusu hakkında bilgi edinmek için ardı ardına gözcüler
yollamıştır. En kısa zamanda ordusunu düzenleyip savaşa Hâzirladı.[630] Onun
savaş meydanına erkenden ulaşmasının, mevkii seçimi ve birliklerin yerleşiminin
sağlanması gibi birçok konuda kendisine avantaj sağladığı görülmektedir.
İbnü’l-Eşter’in bu harbi kazanmak için iyi motive olduğu, sabaha kadar gözüne
uyku girmediği kaydedilmektedir.[631]
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın
ordusundaki asker sayısının 8.000,[632]
80.000,[633] 82.000,[634] 83.000[635] veya
40.000[636] olduğu
zikredilmektedir. Sayı üstünlüğü Ubeydullâh b. Ziyâd’a aittir. Böylesi sayıda
bir ordunun kurulma sebebi, İbnü’l-Eşter yahut Muhtâr’a karşı tedbirli
davranmak değildir. Yalnızca Kûfe, tekrar sınırlar içine dâhil edilmekle
yetinilmeyecektir. Sözü edilen ordu Basra’ya kadar yürüme amacı taşımaktadır.[637]
Uzun vadeli hesaplarla yola çıktığını
anladığımız Emevî ordusunun Kûfe birlikleriyle gerçekleştirdiği çarpışmanın,
üzerinde durulması gereken bazı detayları vardır. Söz konusu detaylarda savaşın
neticesini tayin eden bilgilerle karşılaşılmaktadır. Hâzir savaşının neticesine
tesir eden en önemli olayın, Ubeydullâh b. Ziyâd’ın komutanlarından Umeyr b.
Hubâb’ın Ubeydullâh b. Ziyâd’a ihaneti olduğu kaydedilmektedir. Bu kişiler,
kabileleri ile birlikte, Merc-i Râhıt olayından dolayı Mervân’a ve oğlu
Abdülmelik b. Mervân’a kin gütmektedirler. Merc-i Râhıt’ta Kaysîlerden
öldürülenlerin intikamını almak istemeleri ve Kays kabilesinin Mervânîler ve
destekçileri Kelbîlere olan düşmanlıkları, Umeyr b. Hubâb’ı bu ihanete
sürüklemiştir.[638] Husayn
b. Numeyr’in Ubeydullâh b. Ziyâd’ı, Umeyr b. Hubâb’ın Merc-i Râhıt olayından
dolayı güvenilemez bir kimse olduğu yönünde uyardığı kaydedilmektedir.[639] Dîneverî
de benzer bir asabiyet duygularını gerekçe göstererek Umeyr b. Hubâb’ın taraf
değiştirmesini açıklamaktadır. Buna göre Umeyr b. Hubâb ve arkadaşları,
Abdülmelik b. Mervân’ın Irak’ta ve Basra’da hâkimiyet sağladıktan sonra Kays
kabilesini yok etmesinden veya sürgün etmesinden korktuklarını kendi aralarında
konuşmuşlardır.[640]
Müberred; Umeyr b. Hubâb’ın İbnü’l-Eşter’le daha önceden dost olduklarını ve
Umeyr’in bu birlikteliklerine Hâzir savaşında sadık kaldığını nakletmektedir.[641] Umeyr b.
Hubâb, savaşın öncesindeki gece İbnü’l-Eşter’le görüşerek savaş esnasında
komuta ettiği kanatta yenilecekleri üzere anlaşmışlardır.[642]
Umeyr b. Hubâb’ın bu anlaşmaya uyup uymadığı konusu farklı bilgilerin sunuluyor
olması açısından başka bir tartışmanın konusu olmaktadır. Ebû Mihnef Umeyr’in
bu anlaşmaya uymayıp, büyük bir cesaretle savaşmaya devam ettiğini
belirtmektedir.[643] Mevcut
rivayetin İbnü’l-Eşter ve Kûfe ordusuna başarıdan daha çok pay verme gayreti
taşıdığı yorumu yapılmaktadır.[644] Medâinî
ise Umeyr b. Hubâb’ın Ubeydullâh b. Ziyâd’a ihanet ettiğini bildirmektedir.[645] Hatta
İbnü’l- Eşter’in Umeyr b. Hubâb’a bu desteğinden dolayı Kefertûs ve Tûrabidîn’e
valilik görevini verdiği bildirilmektedir.[646]
Ancak bunu teyid edecek başka dayanaklar bulunmuyor olması mevcut rivayeti,
Şam’ın yenilgisine bir mazeret çabası olarak değerlendirmemize neden
olmaktadır. Bunun dışında Belâzurî’nin kaydettiği Umeyr b. Hubâb ve Züfer b.
el-Hâris el-Küllâbî’nin İbnü’l-Eşter’in iktidarındaki Karkisiya’ya saldırması,
Umeyr ve İbnü’l-Eşter’in arasında herhangi bir bağın olmadığını gösterir
niteliktedir.[647]
Savaşın arefesindeki gecelerden birinde,
kendisi ile anlaşmak istediğini söyleyen karşı saflardaki ordunun kanatlarından
birini komuta görevi almış bir kimseye güvenilemeyeceği gerekmektedir. Nitekim
İbnü’l-Eşter de bu duygu ile tedbirli hareket etmiştir. Önce nasıl bir savaş
taktiği izleyeceği konusunda yanıltıcı bilgiler vermiş, Umeyr ve yanında gelen
Furât b. Sâlim ise İbnü’l-Eşter’in kendilerine söylediği taktik üzere hareket
etmesi halinde yenileceğini, harbe başlamakta acele etmesini ve savunma
savaşından kaçınması gerektiğini nasihat etmişlerdir. İbnü’l-Eşter ise benzer
nasihatleri Muhtâr’ın da kendisine ettiğini söyleyince Umeyr b. Hubâb:
-Muhtâr’ın görüşünden ayrılmayın. Çünkü o
ihtiyar, söz konusu harp olunca feleğin çemberinden geçmiştir. Harplerden ders
almış, tecrübe sahibi biridir. Bu bakımdan sabah olur olmaz sen bunların
üzerine hücum et, demiştir.[648] Umeyr’in
Muhtâr hakkındaki övgü dolu sözleri, aynı fikri taşıyor olmalarından ibarettir.
İbnü’l- Eşter’in ise hendekler kazarak savunma savaşı yapmayı düşündüğünü
söylemesi, Umeyr’e ve Furât’a henüz güvenmiyor olmasındandır. Zira iki ordunun
karşı karşıya kaldıkları bir sürece girildikten sonra gün boyu hendek kazmanın
enerjilerini boşa harcamaktan ibaret olduğunu ve zamanlarının da buna
yetmeyeceğini çok iyi bildiğini düşünüyoruz.
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın kabilevi bir ayrım
yaparak tüm Kaysîleri bir kanatta toplayıp başlarına da yine Kaysîlerden Umeyr
b. Hubâb’ı geçirmek suretiyle bir hata yaptığı eklenmelidir.
Hâzir savaşının neticesini belirleyen bir
diğer etken, İbnü’l-Eşter’in bu harbi kazanmaya olan isteğidir. Ordu ile
yakından ilgilenmiş ve hatta sabaha kadar gözüne uyku girmemiştir.[649]
İbnü’l-Eşter ve ordusunu bu harbe kadar
getiren birden çok neden vardır. Bu nedenlerden biri de Hz. Hüseyin’in
Kerbelâ’da şehit edilmesidir. Muhtâr’ın davasını üzerine bina ettiği slogan
olarak karşımızda duran Kerbelâ’nın intikamı söylemi, yapılan eylemlere meşruiyet
kazandıran hatta bu eylemlere güç veren bir mahiyet arz etmektedir. Neticede
İbnü’l-Eşter de bu söylem üzere ordusunu harbe karşı cesaretlendirmiştir. Öncü
olarak gönderdiği Abdullah b. Züheyr es-Selûlî, Ubeydullâh b. Ziyâd’ın
saflarına gitmiş ve orada Muhtâr hakkında onun yalancı olduğuna dair ithamlar
içeren bir konuşma yapan birisiyle sözlü münakaşaya girmiştir. Kendilerinin
bağlı bulundukları bir halife olmadığı halde bu harbe giriştikleri yönündeki
suçlamasına:
-Biz bu savaşa Hz. Hüseyin’in intikamını
almak için girdik. Siz, bize cennet gençlerinin seyyidi Hz. Hüseyin’i şehid
eden Ubeydullâh b. Ziyâd’ı verin. Onunla birlikte Kerbelâ katliamında işbirliği
yapanları da öldürmedikçe peşinizi bırakmayacağız. Bu amacımıza ulaştıktan
sonra bir hakem vasıtası ile aramızda verilecek hükme razı olacağız, sözleriyle
karşılık vermiştir.[650] Bu sözlü
münakaşa uzayıp gitmektedir. Ubeydullâh tarafının Muhtâr’ı bir lider olarak
görmediği, karşılarındaki Kûfe ordusunun belli bir amacı olmadığını
düşündükleri görülmektedir. Aralarında seçilecek bir hakemle anlaşmazlığın
çözümünü sağlamaya çalışacakları asıl sorun, Kerbelâ’nın intikamının dışında
mevcut Şam yönetiminin meşruiyetine dair kendi siyasal düşüncelerindeki olumsuz
algıdır.
İbnü’l-Eşter’in harp günü ordusuna yaptığı
konuşma, ordunun ve kendisinin motivasyon dinamikleri hakkında bazı ipuçları
vermektedir: “Ey dinin yardımcıları ve hak taraftarları olan Allah’ın
askerleri! Mercâne’nin oğlu Ubeydullâh Hz. Hüseyin’i katletmiştir. Hz. Hüseyin,
kızları, kadınları ve taraftarları arasına gerilerek onları Fırat suyundan
ayırmıştır. Amcasının oğlu olan Yezîd’e gitmesine ve onunla anlaşmasına da
engel olmuş, evine ve ailesine dönmesine veya başka bir yere gitmesine imkân
vermemiştir. Onu ve onun ailesini şehit etmiştir. Şimdi de işte karşınızdadır.
İbn Mercâne’nin Ehl-i Beyt’e yapmış olduğunu, Firavun dahi İsrâiloğulları’nın
peygamberlerine yapmamıştır. Allah sizleri onunla karşı karşıya getirmiştir.
Öyle sanıyorum ki; Allah onun kanını, ancak sizin elinizle döküp, kalplerinize
şifa vermek için bu harp meydanında sizi onlarla bir araya getirmiştir.
Sizin, Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyti’ne
yapılanlara kızdığınız için yola çıktığınızı Allah bilmektedir.”[651]
Yukarıdaki konuşmanın, aynı temel konular üzere uzayıp gittiği aktarılmaktadır.[652]
Konuşmanın metnine baktığımızda Muhtâr
hareketinin temel dayanaklarının tekrarı görülmektedir. Savaşta ordunun
hırslanması için rakipleri hakir görmek ve öldürülmelerinin dinî bir vecibe
olduğu konusunda askerleri inandırmak için Firavun’dan daha aşağı bir mertebede
oldukları dahi söylenmiştir. Savaşta yer almalarına gerekçe olarak Hz. Hüseyin’
in intikamını almayı zikretmekle yetinilmiştir.
Şerîk b. Cedîr et-Tağlebî’nin savaşa
katılmak konusunda aynı niyeti taşıdığı zikredilmektedir. Kendisi Hz. Ali taraftarlarındandır.
Hz. Ali’nin yanında katıldığı savaşların birisinde bir gözünü kaybetmiştir. Hz.
Ali ile katıldığı savaşlar sona erince Kudüs’e yerleşen Şerîk b. Cedîr, Hz.
Hüseyin’in şehit edildiğini duyunca İbn Mercâne’den intikam almaya yemin etmiştir.
Muhtâr’ın Hz. Hüseyin’in kanını aramak üzere ayaklandığını duyunca Muhtâr’ın
yanına gitmiş, Muhtâr da onu Rebîa süvarilerinin başına geçirmiştir. Bu yolda
ölmek üzere 300 kişi ile bey’at etmiştir.[653]
Bir diğer etken Ubeydullâh b. Ziyâd’ın
İbnü’l-Eşter’i ve ordusunu küçük görmesi ve dolayısıyla gerekli ihtimamı
göstermemesidir. Hiç şüphesiz bu duygunun kendisinde hâkim olmasını sağlayan
amil, sahip olduğu sayı üstünlüğüdür. Umeyr b. Hubâb’ın kendisine; daha hızlı
hareket ederek Muhtâr’ın ordusundan önce Irak topraklarına girmelerini telkin
edinceye kadar ordunun yavaş hareket ediyor olması[654]
bu özgüvenin bir ürünü olmaktadır.
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın İbnü’l-Eşter
hakkında yaşının küçük olmasından dolayı alaycı bir tutum takındığı, ondan
“güvercinlerle oynayan bir çocuk” olarak bahsetmesi, karşısına bir orduyla
çıkmasına şaşırdığını ve ölümünün yaklaştığını söyleyecek kadar onu küçümsemesi[655]
kendisine pahalıya mâl olmuştur. Bu ifadelerde, Ubeydullâh’ın onu pek ciddiye
almadığı görülmektedir. Askerlerin moralini yükseltmek amacıyla söylenmiş
sözler olarak kabul edilse dahi, Ubeydullâh onu önemsememesinin bedelini ağır
ödemiştir.[656] Ahmet
Turan Yüksel, İbnü’l- Eşter’in ordusunu motive eden bir konuşma yapmasına
karşın Ubeydullâh’ın kendi askerlerine herhangi bir konuşma yapmadığına dikkat
çekmektedir.[657] Rüzgârın
yönünün de İbnü’l-Eşter’in zafer elde etmesinde katkısı olduğu
belirtilmektedir.[658]
Kûfelilerin Ubeydullâh’ın ordusuna karşı
güvercinler uçurduğunu ve bunların melek olduklarını iddia ettiklerini
söylemektedir.[659] Ancak
güvercinler uçurulup, melekler diye nida edildikten sonra Umeyr b. Hubâb’ın
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın ordusuna karşı harekete geçmesi, İbnü’l-Eşter’le Umeyr
b. Hubâb arasında bir şifre olabileceği izlenimini uyandırmaktadır.
Hâzir savaşına bütüncül bakıldığında Şam
yönetiminin, Kûfe’yi tekrar sınırlarına dâhil etmek amacında olduğu
anlaşılmaktadır. Bu konuda görevlendirilen Ubeydullâh, önce Kûfe’yi, ardından
Basra’yı otoritesi altına almak amacında olduğu için bu sayıda bir ordu
Hâzirlamıştır. Musul topraklarında karşılarına bir ordu çıkmasını beklemeyen
Ubeydullâh, daha önce Tevvâbûn ordusunda olduğu gibi düzensiz birliklerle
savaşacağı beklentisine kapılmıştır. Üstelik bu ordunun komutanı olarak
İbnü’l-Eşter’in olduğunu duyması, onu bir kat daha rehavete sürüklemiştir. Onun
zihnini asıl meşgul eden Kûfe’nin ele geçirilmesi ve belki de Mus’ab b.
Zübeyr’in düzenli orduları ile Basra için girişeceği savaş olmalıdır.
Neticede savaş İbnü’l-Eşter’in kesin
galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Ubeydullâh b. Ziyâd öldürülmüştür. Kimin
tarafından öldürüldüğü hakkındaki farklı rivayetler vardır. Her iki tarafta da
kayıplar fazladır.[660]
Muhtâr, İbnü’l-Eşter öncülüğündeki orduyu
uğurladıktan bir süre sonra savaşın neticelerini beklemek üzere Medâin’e
gitmiştir. Muhtâr’ın, Kûfe’den çıkmasından sonra Muhtâr’dan hoşlanmayan bazı
kişilerin şehirden çıkıp Basra’ya gittiği ve Mus’ab b. Zübeyr’e katıldığı
söylenmektedir. Aralarında Şebes b. Rib’î’nin ismi zikredilmektedir.[661]
Şebes’in, eşrâf isyanından sonra şehirde kalmış olduğu haberi çeşitli
problemleri barındırmakla birlikte, eşrâf isyanında Muhtâr yönetiminin
devrilmesini umutla bekleyen bir kesim olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Hz.
Hüseyin’in katillerini yok etmek için gerçekleştirilen infazların, belli bir
kesimi tedirgin etmiş olması da mümkündür.
Muhtâr, Kûfe’den ayrılıp Medâin’e gitmeye
karar vermiştir. Şehirden ayrılmadan önce halka yaptığı konuşmada fethin
İbnü’l-Eşter tarafından gerçekleşeceğini ve Şam ehlinin yenileceğini kesin bir
dille ifade etmiştir. Muhtâr’ın adamlarına yaptığı konuşmalardaki kararlı ve
inançlı tutumu kendisi hakkındaki eleştiri konularından birisi olmuştur. Bunda,
aşağıda örneğini de sunacağımız üzere adamlarının arasında onun konuşmalarına
ederinden fazla anlam ve değer yükleyen bazı kimselerin var olması etkilidir.
Muhtâr savaşın sonucunu beklemek üzere
gittiği Medâin’de hutbe irad ederken, kendisine savaşın zaferle sonuçlandığı
bilgisi gelmiştir.[662] Bunun
üzerine tekrar halka dönüp:
-Ben sizi daha önce zaferle müjdelemedim
mi? demiştir. Hep bir ağızdan Muhtâr’ı tasdik etmişlerdir. Bundan sonra Muhtâr
taraftarlarından birisi Şa’bî’ye dönüp, hâlâ Muhtâr’a inanıp inanmadığını
sorunca Şa’bî, Muhtâr’ın bu savaşın Nusaybin’de olduğunu söylediğini, ama
harbin Musul topraklarındaki Hâzir mevkiinde gerçekleştiğini ve Muhtâr’ın gaybı
bildiğine asla inanmayacağını söylemiştir. Bunun üzerine o kimse Şa’bî’ye:
“Vallahi sen elîm azabı görünceye değin inanmayacaksın,” demiştir.[663]
Muhtâr’ın vaadlerinden en önemlisi,
sloganlarından en çok yankı uyandıranı gerçekleşmiştir. Tevvâbûn hakkındaki
eleştirilerinin ve doğru yöntemin kendisine ait olduğu konusunda haklı
çıkmıştır. Muhtâr Kûfe’yi ele geçirdikten sonra kendisi için tehdit oluşturan
unsurlardan ilkini Sebî meydanında, eşrâfı yenmekle bertaraf etmiştir. Ancak ne
şehri ele geçirirken ne de eşrâf isyanında gerçek bir savaş imtihanı vermiştir.
Şam’a karşı giriştiği mücadeleyle tam anlamıyla bunu gerçekleştirmiştir.
Muhtâr’ın, Şam yönetiminin kendisine
saldırmasında savunma savaşı yapmamış olması, Ubeydullâh b. Ziyâd’ı Kûfe’de karşılamak
yerine onunla bir meydan savaşına çıkması bir cesaret örneğidir. Tevvâbûn
ordusunun sayısının az olması, Süleymân b. Surad’a söz verdiği halde bu birliğe
katılmayan bir halkla yola çıkıp, Ubeydullâh b. Ziyâd’ın yaklaşık 80.000’e
ulaşmış ordusuna karşı 20.00040.000 arasında asker sayısını yakalaması;
Muhtâr’ın halka verdiği güveni ve inancı göstermektedir. Muhtâr için en büyük
tehdit Şam yönetimidir. Muhtâr bu zaferle en büyük düşmanını yenmeyi
başarmıştır. Hâkimiyetini sağlamlaştırarak, otoritesini güçlendirmiş ve böylece
itibarı artmıştır.
Muhtâr’ın bu başarısı vicdanlarda
Kerbelâ’nın izlerini bir nebze olsun yatıştırmış olmakla birlikte, tarih
içerisinde Sünnî dünyada Muhtâr’a karşı gelişen menfî yaklaşıma engel
olamamıştır. Muhtâr’ın Ubeydullâh b. Ziyâd’ı öldürmesi hakkında, “Allah Hz.
Hüseyin’in intikamını Muhtâr’la aldı. Muhtâr’ın böyle bir niyeti olmasa da....
Muhtâr’ın iyi bir niyeti olmasa da...” yorumu vardır.[664]
Bundan sonra Muhtâr’ı yok etmek isteyenler,
onu daha fazla ciddiye almaları gerektiğini anlamışlardır. Hind Ğassân, Hâzir
savaşı üzerine yazılan şiirlerde Muhtâr’dan bahsedilmiyor olmasını ve
İbnü’l-Eşter’in komutanlığına vurgu yapılmasını delil göstererek,[665] halkın
İbnü’l-Eşter’e mâl ettiğini iddia etmektedir.[666]
Muhammed Ferîd ise Muhtâr’ın eşrâf isyanından sonra gerçekleştirdiği
infazları ve Ubeydullâh b. Ziyâd’ın Hâzir savaşında mağlup edilmesini
anlattıktan sonra Muhtâr’a karşı olan menfî tutumunu “Böylece Allah, Hz.
Hüseyin’in intikamını aldı” sözleriyle başarıyı izah edip, Muhtâr’a bir pay
çıkarmamakla gösterir.[667]
İbnü’l-Eşter adamları tarafından önüne
getirilen 70’ten fazla kişinin başını kestirmiştir. Bunların aralarında
Ubeydullâh b. Ziyâd ve Husayn b. Numeyr vardır. Kesilen bu başlar, kulaklarına
kim olduklarına dair takılan künyelerle, aynı gün Muhtâr’a gönderilmiştir.[668] Geride
kalan cesetler ise İbnü’l-Eşter tarafından yakılmıştır.[669]
İbn A’sem, ismi yukarıda geçen kişilerin başlarının Hicâz’a gönderildiğini,
diğerlerinin ise Muhtâr tarafından astırıldığını söylemektedir.[670] Doğuştan
Günümüze Büyük İslâm Tarihi isimli eserde cesetlerin Muhtâr tarafından
yakıldığı kaydedilmiş olsa da[671]
kaynaklarda bu bilgiyi doğrulayacak bir malumat bulunmamaktadır. Zaten bu kadar
fazla cesedi nakletmek oldukça zahmetli bir iş olacaktır. Söz konusu cesetlerin
savaştan sonra İbnü’l-Eşter tarafından yaktırılmış olduğu bilgisi tercih
edilmelidir.[672]
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın başı Muhtâr’a
ulaştığında Muhtâr yemek yemektedir. Kerbelâ hadisesinden sonra Hz. Hüseyin’in
başı Ubeydullâh b. Ziyâd’a getirildiğinde Ubeydullâh’ın yemek yiyor olması ile
benzer bir durum yaşandığı aktarılmaktadır.[673]
Bu hadisenin bir benzer aktarımı İbn Sa’d’da geçmektedir.[674] Buna
göre Muhtâr, Ubeydullâh’ın başını Hâşimoğulları’na göndermiştir. O esnada da
Ali b. Hüseyin’in yemek yediği aktarılmaktadır. Aynı olayın iki farklı yerde
anlatılması, alınan intikamın ilâhî bir yönüne işaret edilmeye çalışıldığı
hissi uyandırmaktadır. Ubeydullâh’ın öldürülmesi haberine Muhtâr çok
sevinmiştir.[675]
Muhtâr,
Kûfe’de kendisini ikinci adam olarak tanıtmıştır. Kendisini, Ehl-i Beyt’in
vekili olarak konumlandıran Muhtâr, alınan intikamın emareleri hüviyetinde olan
Ubeydullâh’a ait başı, kendisine tevdi edilen görevin hakkı ile tamamlamış
olması itibari ile asıl sahibine göndermiştir. Ravilerin birbirinden farklı
bilgiler sunduğu mesele, ravilerin kendilerini ait hissettikleri tarafı
anlamamıza yardım etmesi itibari ile önem taşımaktadır.[676]
Kanaatimizce Muhtâr, bu başları İbnü’l- Hanefiyye’ye göndermiştir. Muhtâr,
İbnü’l-Hanefiyye’ye bir de mektup yazmıştır.[677]
İbn A’sem, buna ek olarak Muhtâr’ın İbnü’l
Hanefiyye’ye 30.000 dinar gönderdiğini bildirmektedir. Gönderilen başları
teşhir etmek üzere meydana dikmek isteyen İbnü’l-Hanefiyye’ye Abdullah b.
Zübeyr’in engel olduğunu söylemekte infirad etmektedir.677 [678]
Elde
edilen zaferden sonra İbnü’l-Eşter Musul’da kalmıştır. Muhtâr’la yaptıkları
anlaşmaları gereği komutan olarak zafer elde ettiği yerde otorite kurma hakkına
sahiptir.[679] Musul ve
çevresi İbnü’l-Eşter’in yönetimi altına geçmiştir. İbnü’l-Eşter’in Kûfe’ye
dönüp dönmediği meselesinde farklı rivayetler vardır. Ebû Hilâl el-Askerî’nin
İbn Ziyâd’ın başını Kûfe’ye bizzat İbnü’l-Eşter’in getirdiğini bildiren rivayet
ise bunun dışında kalmaktadır.[680] Mes’ûdî
ise İbnü’l-Eşter’in Muhtâr’a katıldığını ve Muhtâr öldürülünceye kadar onunla
birlikte mücadele ettiğini belirtmektedir.[681]
İbnü’l-Eşter Musul’da kalmış ve valilerini el-Cezîre’nin kentlerine
göndermiştir.[682]
İbnü’l-Eşter’in topladığı haracın bir kısmını Muhtâr’a gönderdiği
bildirilmektedir.[683] İbn
Abbâs:
-Muhtâr intikamımızı almıştır.
Toplanan paralar konusunda bizi kendisine tercih etmiş ve bize göndermiştir.
Bize bu konuda herkesin yararına güzel bir iş yapmıştır demekle Muhtâr’ı takdir
etmiştir.[684]
Ubeydullâh b. Ziyâd önce
Musul ve Kûfe, sonra Basra üzerine hareket etme niyetiyle böyle kalabalık bir
ordu toplamışken, Muhtâr onu durdurmayı başarmıştır. Bu açıdan bakıldığında
Kocadağ’ın ifadesi ile: “Neredeyse bütün Irak ona borçluydu”[685]
denilebilir.
Muhtâr’ın hayatı
incelenirken, kendisinin Ubeydullâh b. Ziyâd’ı öldürmesinin, Kerbelâ’nın
vicdanlardaki sancılarını bir nebze olsun bastırdığı görülmektedir. Övünç
vesilesi olabilecek bu zafer ile kendisine tarih boyunca İslâm coğrafyasında
yaşayan halkların birçoğunda sevgi ve sempati ile bakılabilecek makamı elde edebilecektir.
Onun, Ehl-i Beyt sevgisi üst başlığında, insanları organize etmesi ve bu
organizasyonla zafere ulaşması, halklarda yeni ufukların açılmasını
sağlayacaktır. Ancak Muhtâr bu olumlu tablonun dışında kalmış ve birden fazla
isimle kaydedilen mezhepler ve îtikâdî sapkınlıklarla anılmak gibi bir sonuçla
karşı karşıya kalmıştır. Kendisi hakkında birkaç senede çizmeyi başardığı bu
müspet tabloyu, yine kendisinden kaynaklandığı iddia edilen gelişmelerle kısa
zamanda bozmuştur. Bunda; Kûfe’de meydana getirdiği siyasî oluşumun kısa süreli
olması, Hicâz, Şam ve bu merkezlere bağlı yerleşim yerlerinde kendisine muhalif
kitlelerle sarılmış olması önemli bir etkendir. Hatta bununla da kalmayıp
otoritesini kurduğu şehirde dahi kendisine karşı sayı bakımından görmezden
gelinemeyecek muhalif kanatla karşı karşıyadır. Öldürülmesinin hemen öncesinde
ve sonrasında neredeyse tüm taraftarlarını da kaybetmesi, onun hakkında
söylenen sözleri izah edecek bir kimsenin kalmamış olması, belki de bu olumsuz
tablonun büyümesinin asıl sebebidir.
Neticede Muhtâr, Kerbelâ olayının
intikamını alan bir kimse olma makamından, sapkın bir mezhep imamı olma
konumuna düşmüştür. Onu bu konuma düşüren en önemli olaylardan biri de Kürsü
Meselesi’dir. Kaynaklar incelendiğinde kendisine kutsallık atfedilen bu koltuğa
ait batıl itikadın sorumluluğunun Muhtâr’a verildiği ortak noktasında birleşen,
ancak detaylarında küçük farklılıklar olan birkaç rivayetle karşılaşılmaktadır.
Bunlardan birincisi Ebû Mihnefin olaya
tanık olan en-Nadr b. Sâlih ve Fudayl b. Hudeyc’ten rivayeti ile gelmektedir.
Buna göre Muhtâr, İbnü’l-Eşter’i Ubeydullâh b. Ziyâd’ın üzerine gönderirken
uğurlamak amacıyla ona eşlik etmiştir. Belli bir mesafe kat ettiklerinde,
adamlarının kendilerini boz bir katırın üstünde taşıdıkları koltuk ile
karşıladıklarına şahit olmuşlardır. Koltuğun bekçisi Havşeb el- Bersemî’dir.
Havşeb dua etmiş, etraftakiler de onun duasına âmin demişlerdir. İbnü’l-Eşter
ve Muhtâr birlikte yürümeye devam etmişlerdir. Bu arada bir kısım insanlar,
koltuğu vesile edinip zafere ulaşmak için Allah’a dua etmişlerdir. Belli bir
mesafe daha birlikte yürüdükten sonra Muhtâr ve İbnü’l-Eşter ayrılmışlardır.
İbnü’l- Eşter onların, koltuğun etrafında eğilmiş olduklarını ve Allah’a dua
ettiklerini görünce:
-Allah’ım! Bizim aramızdaki akılsızların
yaptıklarından dolayı bizi sorumlu tutma! Bu yaptıkları, buzağılarının
etrafında toplanıp eğilen İsrâiloğulları’nın amelidir demiştir.[686]
Bir diğer rivayet Ma’bed b. Hâlid’in Tufeyl
b. Ca’de b. Hübeyre’den aktarımı ile bize ulaşmaktadır. Tufeyl b. Ca’de’nin
anlatımından özetle hadise şöyle gerçekleşmiştir:
Tufeyl b. Ca’de, oldukça şiddetli bir
sıkıntıya düştükleri zamanda, zeytinyağı ticareti yapan bir komşusunun yanına
gitmiş ve orada kirli bir koltuk görünce aklına bir fikir gelmiştir. Kendi
kendine, bu konuda Muhtâr’a bir hile yapmaya karar vermiştir. Koltuğu yıkamış,
sonra Muhtâr’a gidip kendisinden bir koltuk gizlediğini ve bu koltukta Hz.
Ali’den bazı izler bulunduğunu söylemiştir. Muhtâr ise derhal koltuğu
getirmesini istemiştir. Koltuk gelince Tufeyl’e 12.000 dirhem verilmesini ve
herkesin toplanmasını emretmiştir. Sonra halka yaptığı konuşmada: “Geçmiş
ümmetlerde her ne varsa bu ümmette de bir benzeri vardır. İsrâiloğulları’nın
bir tabutu vardı. Bizde de bu tabutun bir benzeri vardır” demiştir. Koltuğun
üzerindeki örtüler kaldırılmış ve rivayete göre Sebeîler ayağa kalkıp tekbir
getirmişlerdir. Şebes b. Rib’î ise ayağa kalkarak:
-Ey Mudar kavmi! Kâfirlerden olmayın! Şu
koltuğu uzaklaştırın ve insanları engelleyin, diye seslenmiştir. Kısa bir süre
sonra Ubeydullâh’ın ordusunun yaklaştığı haberi gelince, koltuk bir katır
üstünde getirilmiştir. Sağından ve solundan 7’şer kişi etrafında toplanmış
olarak çıkarılmıştır. İbnü’l-Eşter’in zafer haberi geldikten sonra, küfre
düşülecek kadar koltuğa olan sevgi artmıştır. Olayların gelişiminin bu seyri
karşısında Tufeyl, halk tarafından kınanmış ve bu yaptıklarına pişman olmuştur.
Koltuk bu tepkiler üzerine kaldırılmış ve bir daha da ortaya çıkarılmamıştır.[687]
Söz konusu rivayette göze çarpan bazı noktalar
vardır. Âl-i Ca’de’nin, Hz. Ali ile kan bağı olan bir aile olarak Muhtâr’ın
Ehl-i Beyt politikaları göz önüne alındığında, yoksul kalması ihtimal dışıdır.
Muhtâr’ın, Hicâz’da İbnü’l-Hanefiyye ve İbn Abbâs’a çeşitli vesilelerle para
gönderdiği de[688] göz
önünde bulundurulduğunda söz konusu rivayet bazı soru işaretleri
uyandırmaktadır. Hind Ğassân, müellifi bilinmeyen Târîhu’l-Hulefâ isimli
eserden naklen; Şîa’dan bir grubun, ismi geçen Tufeyl’in gerçekten var
olmadığını iddia ettiklerini söylediklerini bildirmektedir. Müellifin bu konuda
herhangi bir muhalif olmadığını eserinde beyan ettiğini ve sonra da bu konuyu:
“Onun (Hz. Ali’nin) aslının Kureyş’teki şerefine rağmen Şîa’yı bunu inkâra sevk
eden şey nedir, bilmiyorum” sözleriyle yorumladığını aktarmaktadır.[689] Ayrıca
Şebes’in, koltuğa dînî bir anlam yükleyen halka karşı konuşma yaptığı
zikredilmektedir. Oysa Şebes’in bu süreçte şehirde olmadığı, Muhtâr’ın Kûfe’yi
ele geçirmesinden sonra şehri terk ettiği çalışmamızın önceki bölümlerinde
zikredilmiştir.
Ebû Mihnef’e ait bir başka anlatımda,
Muhtâr’ın Ca’de b. Hübeyre’nin ailesi ile görüşüp, onlardan Hz. Ali’nin
koltuğunu getirmelerini istediği, onların da koltuğun kendi yanlarında
olmadığını, koltuğu nereden getireceklerini bilmediklerini söylemeleri üzerine
Muhtâr’ın:
-Ahmak insanlar olmayın! Bana bu koltuğu
bulun diyerek onlara kızdığı bildirilmektedir. Aynı rivayetin bize aktardığına
göre Ümmü Ca’de, Hz. Ali’nin kız kardeşi anne baba aynı olmak üzere Ümmü Hâni
bint Ebî Tâlip’tir. Muhtâr’ın kendisinden koltuğu getirmelerini istediği
kimseler, her herhangi bir koltuk getirseler dahi Muhtâr’ın o koltuğu kabul
edeceğini düşünmüşler ve herhangi bir koltuk getirmişlerdir. Muhtâr, onların
ellerinden bu koltuğu almıştır. Şibâm ve Şâkir kabilesinden ve Muhtâr’ın adamlarının
reislerinden olan kimseler koltuğun üzerini ipek örtülerle örtmüşlerdir.[690] Her
önemli işlerde koltuğu getirmeye başlamışlar ve bu koltuğun, Hz. Mûsâ’nın
yanındaki, içinde sekinet bulunan tabut olduğunu söylemişlerdir.[691]
Muhtâr’ın Âl-i Ca’de’den koltuğu
getirmelerini istemesi iki büyük soruyu beraberinde getirmektedir. Birincisi,
rivayetten anlaşıldığına göre koltuk meselesi, Muhtâr günlerinde bir anda
ortaya çıkmış bir mesele değildir. Önceden beri vardır. Bu rivayete göre Hz.
Ali’den kalma bu koltuğun kaynaklara neden yansımadığı meselesi kapalı
kalmaktadır. İkincisi ise Muhtâr’ın koltuğu getirmelerini emretmesi üzerine
Âl-i Ca’de’nin bir anda kendilerine yöneltilen bu talebe karşı şaşkın
kalmalarıdır. Hz. Ali’den kalma ve kendisine özel bir önem atfedildiği iddia
edilen bu koltuk karşısında Ehl-i Beyt’le kan bağı olan bu ailenin bu koltuğun
nerede olduğunu bilmediklerini söylemeleri, aslında bu koltuğa söylenildiği
kadar önem verilmediğini göstermektedir. Herhangi bir koltuk getirmeleri
halinde Muhtâr’ın bunu kabul edeceklerini anlamaları üzerine Muhtâr’ın talebini
yerine getiren bu aile, Muhtâr’ın kendilerinden birisine bu koltuğun koruması
görevine getirilmesine itiraz etmemişlerdir.
Kendi içinde bu iki çelişkiyi
barındırmasına rağmen Hind Ğassân’ın Muhtâr’ın koltuk için Âl-i Ca’de’yi
seçmesinde sözü edilen ailenin bu koltuğa çok özel anlamlar vermesinin önemli
olduğunu vurgulaması, hatta bu koltuğun mazisini bu rivayete dayanarak
Muhtâr’dan çok önce Ziyâd b. Ebîh’in emirlik günlerine kadar taşıması
garipsenecek bir yorumdur. Yine aynı rivayete ait fikri alt yapıların olduğunu
vurgulamasına[692] rağmen,
az önce ifade ettiğimiz açmazların izahı, çalışmasında bulunmamaktadır.
İbn Miskeveyh’in yukarıdaki üç rivayetin
tamamını birleştirerek hadiseyi aktarması, sözünü ettiğimiz karmaşada mevcut
soru işaretlerini arttırmıştır. Buna göre; Tufeyl b. Ca’de b. Hübeyre’nin
paraya ihtiyacı olduğu bir zamanda Muhtâr, Âl-i Ca’de’den koltuğu getirmesini
istemiştir. Onlar ise koltuğun yanlarında olmadığını söylediğinde Muhtâr onları
tehdit etmiştir. Tufeyl b. Ca’de yağ tüccarı olan komşusunda bir koltuk görünce
aklına bu fikir gelmiştir. Muhtâr’a gidip bu koltuğu yıllardır sakladığını
söyleyip, ondan 12.000 dirhem almıştır. Muhtâr insanları toplayıp, bu koltuğun
İsrâiloğulları’nın sandığı mesabesinde olduğunu söylemiştir. İbnü’l-Eşter’in
uğurlanması esnasında bir merasim tertip edilerek, koltuk ortaya çıkarılmıştır.
İbnü’l-Eşter’in Ubeydullâh karşısında zafer elde etmesi koltuğa olan îtikâdî
sapkınlığı arttırmıştır.[693] Bir özet
olarak aktardığımız rivayet, hadisenin izahını zorlaştırmaktadır.
Ebû
Mihneften gelen başka bir rivayette koltuğun ilk muhafızının Ebû Musâ
el-Eş’arî’nin oğlu Mûsâ olduğu bildirilmektedir. Buna sebep olarak da onun
annesinin Ümmü Gülsüm bint el-Fadl b. el-Abbâs b. Abdilmuttalip olmasını, yani
Ehl-i Beyt’le olan akrabalığını göstermektedir. Zamanla halk, koltuk meselesine
olan tepkilerini arttırınca Mûsâ b. Ebî Musâ el-Eş’arî, bu görevden ayrılmış ve
yerine bu göreve Havşeb el-Bürsümî gelmiştir.[694]
Koltuğun muhafızlığı konusunda Havşeb el- Bürsümî’nin ismi yukarıda
aktardığımız rivayetlerin tamamında zikredilirken sadece bir rivayette Mûsâ b.
Ebî Mûsâ el-Eş’arî’nin adı Havşeb’ten önceki ilk görevli olduğu
belirtilmektedir. Mûsâ b. Ebî Mûsâ’nın 29/647’de İsfehân’ın fethinde babası ile
katıldığı harpte şehit olduğu rivayet edilmektedir.[695]
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin dört oğlundan en büyüğü olan Mûsâ b. Ebî Mûsâ’nın sika
ravi olarak kabul edildiği kaydedilmektedir.[696]
Mûsâ b. Ebî Mûsâ’nın koltuk muhafızlığı rivayetinin senedinde, Muhtâr’ın
adamlarından Ğâlî Şîiliği ile bilinen Mûsâ b. Âmir ismi ile karşılaşılmaktadır.
Mûsâ b. Âmir’in, halka Muhtâr’a vahiy geldiğini ve bunu halka anlatmasını
bizzat Muhtâr’ın söylediğini bildiren rivayet, Ebû Mihneften bize aktarılmaktadır.
Ebû Mihnef bu rivayeti Mûsâ b. Âmir’den almıştır.[697]
Aynı rivayet bize Muhtâr’ın Mûsâ b. Âmir’den uzak durduğunu da eklemektedir.
Bundan hareketle koltuğa muhafızlık görevinde Mûsâ b. Ebî Mûsa ismi ile
Muhtâr’ın az önce sözünü ettiğimiz Mûsâ b. Âmir ile karıştırılma ihtimalini göz
önünde bulundurmamız gerektiği yorumları yapılmaktadır. Mûsâ b. Ebî Mûsa
el-Eş’arî’nin koltuğa muhafızlık ettiği iddiası Mûsâ b. Ebî Mûsâ’nın kendisine
ait mevkiden dolayı meşruiyet kazanabilme ihtimalini güçlendirecektir. Bu çaba,
koltuğa verilen değeri arttırabilmek içindir.[698]
Kendisine sika olarak bakılan bir ravinin itikadî olarak sapkın bir yönelimin
sahibi olamayacağı fikrinden hareket edilerek, bir isim karıştırması
olabileceği iddiası kuvvet kazanmaktadır.
Koltukla birlikte yağmur duasına çıkılması
ve savaşlarda zafer istenmesi, rivayetlerde ortak meseleler olarak öne
çıkmaktadır. Yağmur duasının tarıma dayalı yaşama sahip olan kavimlerle
irtibatlı bir merasim olmasından hareketle Yemenî kabilelerin koltuğa kutsallık
atfetmede ön plana çıktığı, Yemen ve Hemdân’ın kolları arasında bu itikadî
sapkınlığın daha fazla sahne aldığı yorumu yapılmaktadır.[699]
Nitekim A’şâ Hemdân’ın şiiri incelendiğinde koltuğa en çok sahip
çıkanların Şibâm, Nehd, Harifliler olduğu görülür.[700]
Mütevekkil el-Leysî bu kabilelere, Şâkir’i de ekler.[701]
Kürsünün ilk ortaya çıktığı tarihin;
İbnü’l-Eşter’in, Ubeydulâh b. Ziyâd’la karşılaşmak üzere Kûfe’den uğurlandığı
gün olduğu görülmektedir.[702]
İbn Kesîr, cahil avâm tabakasını etrafında
toplamak için bu ve benzeri durumları Muhtâr’ın ortaya atmasının, onun, anlayış
becerisinin az olmasından kaynaklandığını kaydetmektedir. Ayrıca Muhtâr’ın bu
sapkın inanışları ortaya atmakta bilinçli olduğunu, söylemektedir.[703]
Rivayetlerde koltuğun ipekle sarılması,
halkın etrafında halka oluşturması, isimleri farklı olsa da koltuk için özel
muhafız tutulması ve yağmur duası, savaşlarda zafer elde etme arzusu gibi her
önemli meselede ve İbnü’l-Eşter’i uğurlama esnasında halka takdim edilmesi ve
muhafızlığı görevinin son olarak Havşeb el- Bürsümî’de kaldığı bilgisi ortak
noktadır. Rivayetlerin her biri kendi içerisinde bazı soru işaretlerini
barındırmaktadır. Koltuk hadisesinin, rivayetlerin kendi problemleri dışında,
hakikatte var olduğu kanaatine ulaştık. Ancak bu anlatılanlardaki problemler,
önemli bir kısmının düşmanca rivayetler olduğu ihtimaline yer vermemizi gerekli
kılmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla Muhtâr’ın adamları arasında marjinal gruplar
vardır. Bu kesimler henüz İslâm’la tam anlamıyla mutabık bir hayat kurabilmiş
değillerdir. Bu marjinal inanışlara sahip gruplar, Muhtâr’ın Kûfe’yi ele
geçirmesinden sonra çok fazla belirmemişlerdir. Çünkü Muhtâr eşrâfla sohbet
arkadaşlıkları kurmak gibi bir politika takip etmiştir. Ancak bu siyasî
davranışa rağmen eşrâfın ayaklanması ve bu ayaklanma sonrasında önemli bir
kısmının yok edilmesi veya Kûfe’den çıkması ile Muhtâr ile mevâlî kesim daha
fazla yaklaşma imkânı bulmuştur. Bu süreçte Muhtâr’ı kurtaran kitle olarak ön
plana çıkmıştır. Muhtâr’ın mevâlî ile yakınlaşması; esasında onların birçok
davranışına karşı mütesahil davranması şeklinde gerçekleşmiş olmalıdır. Zira
koltuk meselesinde Muhtâr, derhal müdahale ederek onun kaldırılmasını sağlamak
yerine bu duruma göz yummuş, adamlarını kendisine daha çok bağlamaya sebep
kılacak bir neden olarak görmüştür. Bu açıdan bakıldığında koltuk meselesi
bizzat Muhtâr’ın kontrolünde cereyan etmiş bir olay olarak
değerlendirilmemelidir. İslâm’a aykırı eğilimleri olan belli bir kesimin ortaya
attığı anlaşılmaktadır. Kısa bir süre içerisinde tepkiler büyüyünce derhal
ortadan kaldırılmasından hareketle, bu kesimin sayısının az olduğu kanaatine
ulaşılabilir.
Anlatılanlar,
söz konusu meselede Muhtâr’ın sorumluluğu olmadığı anlamına gelmemektedir.
Çünkü Muhtâr’ın adamları arasında çıkan bu tarz sapkın itikâdî yönelimleri yok
etmek gibi bir eylemine rastlanılmamaktadır. Zira koltuğun kaldırılmasının
halktan gelen tepkiler neticesinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır Az sayıdaki
marjinal bir grubun kısa süren bu itikâdî macerası, mütesahil davranmasından
dolayı tarih içinde Muhtâr’a kesilmiştir. Muhâlif kanatta bulunan her kesimden
tepkiler almasına neden olmuştur. İbnü’l-Eşter’in sözü edilen bu kesimin
kendisini uğurlamaları esnasında sergiledikleri davranışları karşısında onları
ayıplamasına ve onlardan berî olduğunu söylemesine rağmen, Muhtâr adına
ordusunun başında harekete devam etmesi; İbnü’l-Eşter’in bu kesimin sayısının
az olduğunu görmesi ve Muhtâr’ın böylesi bir îtikâda sahip olamadığını
bilmesindendir. Tepkiler hem İbnü’l-Eşter’den hem Muhtâr’ın adamları arasından
gelmiştir. Sadece Kûfe’de kalmayıp Kûfe dışına da çıkmayı başarmıştır.
İbnü’l-Kelbî’den aktarıldığına göre Abdullah b. Ömer’e koltuk hadisesi
söylenince İbn Ömer:
-Ezd Kabilesinin Cündeb’leri nerededir!
Eğer onlar olsaydı insanlar böyle dar görüşlü olup sapkın fikirlere düşmezdi.
Onlar: Cündeb b. Züheyr, Zübyân oğullarından Cündeb b. Ka’b ve o Cündebler’in
en hayırlısı olan Cündeb b. Abdillâh’tır, demiştir.[704]
Taberî ise Ebû Mihnef’in Mûsâ b. Âmir’den rivayet ettiği, aynı sözün Abdullah
b. Zübeyr’e ait olduğu bilgisini kaydetmektedir.[705]
Wellhausen, koltuk hadisesinde Muhtâr’ın
suçsuz olduğu görüşündedir. Bu olanlara sessiz kalmasını, onun için kendilerini
ateşe atan kişilerin yardımından yoksun kalmayı göze alamaması ile
açıklamaktadır.[706]
Dîneverî, Ya’kûbî ve Mes’ûdî’nin kürsü meselesi ile ilgili hiçbir bilgi
kaydetmemiş olmaları dikkat çekmektedir. Bir başka gariplik ise Şabî’nin o
yıllarda Kûfe’de olmasına rağmen bu konuda herhangi bir rivayetinin
olmamasıdır. Şa’bî, Ubeydullâh b. Ziyâd’ın öldürüldüğü haberi Muhtâr’a
iletildiği esnada Muhtâr’ın yanında olduğunu söylemektedir.[707]
Hind Ğassân, Şa’bî’nin Muhtâr’la birlikte hareket ettiği dönemde Muhtâr
taraftarlarından olanlar arasında aşırı itikadî eğilimler hakkında aktarımda
bulunmamasının bilinçli bir davranışı olduğunu ima etmektedir.[708]
A’şâ Hemdân’ın şiirinde Muhtâr taraftarları
küfürle suçlanmaktadır. Bu, Muhtâr taraftarlarının dini iyi bilmeyen İslâm dışı
görüşlere sahip kişileri barındırdığını açıkça ortaya koymaktadır.[709]
Söylemez, Hemdân’ın kollarından Şibâm ve Şâkiroğullarının koltuğa daha fazla
meyletmesini, onların İran hâkimiyetinde bulunan topraklarda bedevi olarak uzun
süre kalmalarına ve Sasânîlerle olan yoğun ilişkilerine bağlamakta ve onların
kadim İran dinlerinden geçme dînî ayinleri benimsemeye daha eğilimli
olduklarını söylemektedir. Koltuğun İsrâiloğulları’nın sandığına benzetilmesi
ile onların sapkın Yahudilik arasında bir bağ kurdukları yorumunda
bulunmaktadır.[710] Hemdân
kabilesi, Muhtâr’ın kendisinden ziyadesi ile güç aldığı bir kavimdir. Dolayısıyla
Muhtâr’ın kolayca gözden çıkarabileceği bir kabile değildir. Muhtâr’ın,
adamları arasındaki bu sapkın davranışa sessiz kalması; siyasî iktidarı elden
kaçırmama amacına matuf, içgüdüsel bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir.[711]
Kısa zaman süren bu mesele oldukça ağır bir
yükle Muhtâr’a fatura edilmiştir. Hatta Şîa’nın unsurlarına ait tüm sapkın
inanışların ilk temsilcisi ve Şîa’nın bid’atlerle dolu bir ekol olmasının ilk
müsebbibi olarak Muhtâr gösterilir olmuştur.[712]
Yaşaroğlu, sadece koltuk hadisesine bakarak bile Muhtâr’ın akidesinin
sağlamlığından konuşmayı zait bulduğunu söylemektedir.[713]
İddia edildiği üzere Muhtâr ve
İbnü’l-Eşter’in Ubeydullâh b. Ziyâd karşısındaki zaferi, Hz. Hüseyin’in kanına
ve büyük bir bid’at olarak üretip ordunun önüne çıkarttığı koltuğa borçlu[714]
değildir.
Muhtâr
Taraftarlarından Bazılarının İbnü’l-Hanefiyye’ye Katılmaları ve Muhtâr’ın
İbnü’l-Hanefiyye’yi Abdullah b. Zübeyr’den Kurtarması
Kûfe’de yaşayan Ehl-i Beyt taraftarlarının
belli bir kısmında Muhtâr hareketiyle birlikte, İbnü’l-Hanefiyye’yle daha
kuvvetli bir bağın kurulmaya başlandığı gürlmeye başlanmıştır. Bu tarz bir
eğilimin bazı yansımaları olarak kaynaklarımızda yer alan belli başlı bazı
hadiseler şimdi aktarılacaktır.
Muhtâr
Taraftarlarından Bazılarının İbnü’l-Hanefiyye’ye Katılmaları
Muhtâr’ın Kûfe’de kullandığı
İbnü’l-Hanefiyye söyleminin taraftarlarından bazılarında farklı yönelimlere
neden olduğu görülmektedir. Muhtâr, İbnü’l-
Hanefiyye adına siyasî bir tavır takınmış
ve bunu Kûfe merkezli kurmuştur. Kendisini ikinci adam olarak konumlandırarak
Kufe’de hareket alanı oluşturmuştur. Taraftarlarından bazılarının
İbnü’l-Hanefiyye’ye yüklenen anlamı kişiselleştirerek Hicaz’a gittiği ve
İbnü’l-Hanefiyye’ye katıldığı görülmektedir. Bu olayın tarihi belirtilmemekte,
sayılarının ise 17 olduğu kaydedilmektedir.[715]
İbn Zübeyr’in İbnü’l- Hanefiyye’yi bu 17 kişi ile birlikte bey’ate zorlamak
maksadı ile hapsettiğinden hareket edilerek, Kûfe’nin seçkinlerinden olan söz
konusu 17 kişinin Muhtâr’ın son günlerinde Hicâz’a göç ettiği yorumu
yapılmaktadır.[716]
Anlaşılan 17 kişi ve bu kişilerden olan 3 çocuk Hicâz’a giderek
İbnü’l-Hanefiyye’ye bağlanmışlardır.[717]
Burada dikkat çeken husus Muhtâr’ın onlara
karşı takındığı tavırdır. Zira Muhtâr’ın onlar hakkında herhangi bir olumsuz
söylemine rastlanmamaktadır. İbnü’l-Hanefiyye’nin yardım mektubu eline
geçtiğinde onu kurtarmak için birlikler sevketmek üzere halka yaptığı
konuşmasında onlar hakkında “Sizin Mehdîniz ve onunla birlikte olan
kardeşleriniz”[718]
ifadesini kullanmasından hareketle, Muhtâr’ın İbnü’l-Hanefiyyeye katılanlara
sevgi beslemeye devam ettiği iddiası güçlendirilmeye çalışılmıştır.[719]
Abdullah b. Zübeyr’in İbnü’l-Hanefiyye ve
beraberindekileri kendisine bey’at etme çağrısına olumsuz cevap vermeleri
üzerine İbn Zübeyr “Yoksa sizi yalancı Muhtâr mı kandırdı” diye sormuştur.
Onlar ise verdikleri cevapta; Ehl-i Beyt’e olan sevgilerine, siyasal iktidarı
ele geçirmek için yön vermeleri söz konusu olsa idi, Muhtâr’la birlikte
kalmaları gerektiğini ancak İbnü’l-Hanefiyye’ye, gelerek onunla dünya
işlerinden uzaklaştıklarını söylemişlerdir.[720]
Bu açıklama onların durumunu izah sadedindedir.
Muhtâr’ın
İbnü’l-Hanefiyye’yi Abdullah b. Zübeyr’den Kurtarması
Muhtâr ile İbnü’l-Hanefiyye ilişkisinin
başka bir boyut kazanmaya başlamasına, birbirlerine daha çok yaklaşmalarına
neden olan bir süreç yaşanmıştır. Ancak bu yaşanan hadiselerin tarihi hakkında
kesin bir bilgi kaydetmek zordur.
Abdullah b. Zübeyr, Yezîd b. Muâviye’nin
vefatından sonra Mekke’ye sığınan muhalif bir kimse olma sıfatından üste çıkabileceği
zeminin oluştuğu kanaatine vararak kendi adına bey’at almaya başlamıştır. İbn
Zübeyr, İbnü’l- Hanefiyye’den ve Abdullah İbn Abbâs’tan da kendisine bey’at
etmesini istemiştir. Onlar ise tüm ümmetin bey’at etmesinden sonra bu isteğini
yerine getireceklerini söylemişlerdir. İbn Zübeyr’in bir müddet onları
görmezden geldiği ve onlara karşı güler yüzle davranmaya devam ettiği
kaydedilmektedir. Ancak o, zamanla bu tutumunu değiştirmiştir.
İbnü’l-Hanefiyye’nin ve İbn Abbâs’ın; kendileri, eşleri ve çocukları adına İbn
Zübeyr’den gelebilecek tehlikelere karşı endişe içinde oldukları
kaydedilmektedir. Nitekim korkulan olmuştur. Abdullah b. Zübeyr, sözlü
sataşmalarda bulunmaya ve onları denetleme altına almak için casuslar
görevlendirmeye başlamıştır. Sezilen tehlikenin boyutu, İbn Zübeyr’in onları
diri diri yakmakla tehdit etmesine kadar varmıştır. Kendi ailesinden birkaç
kişi ve Kûfe eşrâfından 17 kişi ile Mescid-i Haram’a sığınmışlardır. İbn Zübeyr
ise onları yakmakla tehdit etmeye devam etmiştir. Hatta bu sözlerini
gerçekleştireceğine yemin etmiştir. Kendilerine bey’at etmek üzere mühlet
vermiş ve kadınlarını zemzem kuyusuna kapatmıştır.[721]
İbn Zübeyr’in kendisine bey’at etmeyenleri
itaat altına almak için yaptıklarını aktaran bu rivayetlerin sıhhati ayrı bir çalışmanın
konusu olacak niteliktedir. Bununla beraber İbn Zübeyr’in kendisine bey’at
etmeyenler üzerinde en hafif ifadeyle baskı kurmaya yönelik bir politika
izlemeye başladığı konusunda bir kanaat hâsıl olmaktadır. Esasında
İbnü’l-Hanefiyye elinden geldiğince siyasetten uzak durmuştur. Buna rağmen İbn
Zübeyr tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanmıştır. Onun bu seviyeye
getirilmesinde Muhtâr’ın ciddi bir payı vardır. Zira kendisini Hz. Hüseyin’in
kanını almak üzere İbnü’l-Hanefiyye’nin veziri olarak tanıtmış ve bu vesileyle
Kûfe’yi, İbn Zübeyr’in valisini şehirden çıkararak devralmıştır. Aralarında
gerçekten böyle bir bağın olup olmadığı, yaşanan dönem içerisinde çağdaşları
tarafından tartışılmıştır. Neticede gizemini koruyan bir yönü olması hasebiyle
bu ilişkiden dolayı İbn Zübeyr için İbnü’l-Hanefiyye’yi bir tehdit olarak ön
plana çıkaran biraz da Muhtâr olmuştur.[722]
İbnü’l-Hanefiyye’nin yanındakilerden
bazıları, içinde bulundukları durumu aktaran bir mektupla kendileri için
Muhtâr’dan yardım istemesini önermişlerdir. İbnü’l-Hanefiyye bu öneriye
uymuştur.[723]
İbnü’l-Hanefiyye’nin mektubu iletmekle görevlendirdiği kişilere: “Şehre
ulaştığınızda onda hoşunuza gidecek davranışlar görürseniz Allah’a hamd ediniz.
Ancak onda hoşlanmadığınız davranışlar görürseniz getirdiğiniz mektubu ve bizi
içinde bıraktığınız hali (Muhtâr’a değil) insanlara bildiriniz” demiştir.[724]
Söz konusu rivayet Muhtâr ile
İbnü’l-Hanefiyye arasında, Muhtar’ın iddia ettiği o güçlü bağın aslında var
olmadığını ispatlamaktadır. İbnü’l-Hanefiyye Muhtâr’ın önderliğinde Ehl-i Beyt
söylemi üzere olan hareketin seyri hakkında tam bir bilgi sahibi değildir.
Hicâz’da Muhtâr hakkında muhalif olmaktan kaynaklı olası düşmanca ithamların
doğru olup olmadığını bilmemektedir. O yüzden Kûfe’ye gidince durumu değerlendirmek
üzere oradaki yaşanılanların uzaktan bir süre takip edilmesini istemiştir.
Gönderilen bu üç kişi, mektubu Muhtâr’a ulaştırmadan, Muhtâr hakkında olumsuz
bir kanaat uyanmasına neden olabilecek herhangi bir gözlemde bulunmamışlardır.
Buradan Muhtâr hakkındaki ithamların haksız olduğu kanaati büyük ölçüde
uyanmakla birlikte, bu kişilerin yeterince zamanı olmadığı hatırda
tutulmalıdır. Zira Muhtâr hakkında kesin bir kanaat edinmek için yeterli
zamanları yoktur. Kısa sürede olumsuz bir gözlem edinmedikleri için mektubu
teslim etmeye karar vermişlerdir. Bu açıdan yapılacak değerlendirmede söz
konusu üç kişinin zamanla yarıştıkları ve Muhtâr hakkında olumlu bir yargı
edinmiş olmalarının ilk izlenimlerden ibaret olduğu unutulmamalıdır.
Muhtâr mektubu okuduktan sonra Kûfe halkını
toplayıp, mektubu göstererek:
-Onlar koyunlar gibi kapatılmışlardır. Gece
veya gündüz öldürülmek veya ateşte yakılmaları tehdidi üzere beklemektedirler.
Eğer İbnü’l-Kâhiliyye’ye (bununla İbn Zübeyr’i kastediyordu) karşı orduları seller
misali akıtmazsam, onlara bu suretle yardım etmezsem ve bana verilen vezirlik
vazifesini yerine getirmezsem adım bundan sonra Ebû İshâk değildir, demiştir.[725] İbn
A’sem, bu mektubu daha uzun bir metinle aktarmaktadır. İbnü’l-Hanefiyye’nin
“eğer bize yardım göndermezseniz, Hz. Hüseyin’in başına gelenlere pişman
olduğunuz gibi bize de yardım etmediğiniz için pişman olursunuz” cümlesi dikkat
çekmektedir. Muhtâr mektubu okuyunca ağlamıştır. Ve sonrasında çıkıp halka
secili bir konuşma yapmıştır.[726]
Bu beliğ konuşmanın ardından derhal ordu
sevkiyatına başlamıştır. Çeşitli birliklerden oluşan yaklaşık 800 kişilik bir
ordu Hâzirlamıştır.[727] Bu
birlikler aralıklı zaman dilimlerinde harekete geçmiştir. Bu arada
İbnü’l-Hanefiyye’ye ulaştırılması için bir mektup göndermiştir.[728] Muhtâr
gönderdiği grubun liderleri konumunda bulunan Ebû Abdillâh el-Cedelî’ye:
-Benî Hâşim’le karşılaşırsan onlara destek
ol. Onlar sana ne emrederse onu yap. İbnü’l-Hanefiyye ve adamları öldürülmüş
ise İbn Zübeyr ve adamlarına saldır.
Âl-i Zübeyr’den kimseyi bırakma. Allah sana
bu işi vererek ikram ediyor. Bu işi yapmakta 10 hac, 10 umre sevabı vardır,
demiştir.[729]
İlk iki bölük Mekke yakınlarında toplanıp
150 kişi olarak Mekke’ye gelmişlerdir. “Hz. Hüseyin’in intikamı!” nidaları ile
Mescid-i Haram’a girip İbnü’l- Hanefiyye ve beraberindekilerin hapsedildiği
yere ulaşmışlardır. Abdullah b. Zübeyr ise kendisine bey’at etmeyenleri yakmak
üzere odun toplatmış ve kendilerine tanıdığı sürenin dolmasına iki gün
kalmıştır. Kûfeli süvariler, Abdullah b. Zübeyr tarafından görevlendirilmiş
muhafızı kovmayı başararak, İbnü’l-Hanefiyye ve beraberindekileri
kurtarmışlardır. İbnü’l-Hanefiyye’den Abdullah b. Zübeyr’in birlikleri ile
çarpışmak için izin istemişler ancak İbnü’l-Hanefiyye buna izin vermemiştir.[730]
İbnü’l-Hanefiyye ve beraberindekilerle
kaçmak üzere iken Abdullah b. Zübeyr birlikleri tarafından kuşatılan ve
çıkmalarına müsaade edilmeyen Kûfeli bölüğe, geride kalan ve onlara yolda
ulaşmayı başaramamış diğer birliklerden bir kısmı yetişmiştir. Böylece sayıları
artmış ve arkadan ne kadar daha yardımcı birliğin geleceğinden emin olunamaması
endişesi İbn Zübeyr ve adamlarını korkutmayı başarmışlardır. İbnü’l-Hanefiyye
ise çatışmanın çıkmaması talimatını vermiştir.[731]
Sayıları İbn Zübeyr’in ordusundan az olmasına rağmen savaşma arzuları ve
hırsları İbn Zübeyr’in birliklerinde tedirginlik yaratmış ve İbnü’l-Hanefiyye
tarafından çarpışmaktan men edilmeleri güçlükle sağlanmıştır.[732] Hep
beraber oradan çıkıp Şi’b-i Ebî Tâlip’e gitmişlerdir.
İbnü’l-Hanefiyye’nin etrafında toplanan
asker sayısı hakkında 4.000 rakamı zikredilmektedir. Ayrıca Muhtâr askerlerle
birlikte yüklü bir miktar para da göndermiştir. Bu paranın miktarının 400.000
dirhem olduğu zikredilmektedir. İbnü’l- Hanefiyye bu parayı askerler arasında
paylaştırmıştır.[733] İbn
Kesîr ise bu haberlerin doğruluğu hakkında şüphe duyduğunu ifade etmektedir.[734]
Muhtâr’ın önderliğinde gerçekleşen bu operasyon Hâşimoğulları’ndan birçok
kişinin canlı canlı yakılması ile Kerbelâ’dan sonra vuku bulacak yeni bir
felaketi engellemiştir.
İbnü’l-Hanefiyye için artık Mekke huzurlu
ve güvenli bir yer olmaktan çıkmıştır. Kendisi için seçenekleri değerlendirme
zamanının geldiğini anlamıştır. Mekke ve Medîne dışında kendisini emniyette
hissedeceği yerleri değerlendirmiştir. Bu seçenekler arasında Kûfe’nin de
olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.
Şöyle ki İbnü’l-Hanefiyye; Kûfe’ye,
Muhtâr’ın yanına gitmeye karar vermiştir. Ancak bu durumun Muhtâr nezdinde hoş
karşılanmadığı bildirilmektedir. Bu rivayete göre Muhtâr, İbnü’l-Hanefiyye adı
altında, Kûfe’de hüküm sürmektedir. Ancak İbnü’l-Hanefiyye’nin yanında olması
halinde, bu iktidarını kaybetme korkusuna kapılmıştır. İktidarını
sağlamlaştırmak üzere söylemiş olduğu yalanlarının ortaya çıkmasından
endişelenerek:
-Sizin şu beldenize gelecek olan Mehdî’nin
öyle bir alameti vardır ki; kendisine çarşıda bir adam kılıçla vursa, kılıç ona
zarar vermez ve (hatta) onda bir iz (dahi) bırakmaz demiştir. Muhtâr’ın bu sözü
İbnü’l-Hanefiyye’ye ulaşınca, İbnü’l- Hanefiyye Kûfe’ye gitmekten vazgeçip,
Mekke’de kalmaya devam etmiştir.[735]
Bu rivayet, kendi içerisinde bazı
problemler barındırmaktadır. Muhtâr’ın Kûfe propaganda sürecinde Ehl-i Beyt
savunuculuğuna, İbnü’l-Hanefiyye’nin veziri olduğu iddiası ile soyunması,
İbnü’l-Hanefiyye’den açık ve tevil edilmeden anlaşılabilir düzeyde bir dil ile
olmadığı bellidir. Bu korkunun Muhtâr’ı böylesi bir söze itmiş olabileceği
düşünülebilir. Muhtâr’ın gerçekten İbnü’l-Hanefiyye’nin veziri olup olmadığını
araştırmak üzere Mekke’ye gelen Kûfeli heyetin de İbnü’l- Hanefiyye’den benzeri
sözler işitmesi ve aynı tevillerle Muhtâr’ın İbnü’l- Hanefiyye’nin veziri
olduğuna inanarak Kûfe’de Muhtâr lehinde çalışmaya başlamaları,
İbnü’l-Hanefiyye’nin Kûfe’ye gelmesi halinde Muhtâr için varsayılan söz konusu
endişelerin az olabileceğine işarettir.
Muhtâr’ın Kûfe’deki çalışmalarında ihlâslı
olup olmadığı üzerine geliştirilen problemler, İbnü’l-Hanefiyye’den Muhtâr’ın
Kûfe’deki bazı siyasî hamlelerine yöneltilebilecek eleştirilerin de Muhtâr için
İbnü’l-Hanefiyye’nin Kûfe’ye gelmesine engel olacak kadar ürkütücü
olmayacaktır. Zira çalışmamızın diğer bölümlerinde İbnü’l-Hanefiyye’yi ziyarete
giden bazı Kûfeli taraftarlarının İbnü’l-Hanefiyye’den Muhtâr aleyhinde
eleştirilerine tanık oldukları ve bu eleştirileri Muhtâr’a ilettikleri
kaydedilmiştir.
İbn Sa’d’ın aktarımına göre
İbnü’l-Hanefiyye İbn Zübeyr tarafından hapsedildikten sonra Kûfe’ye gitmeye
karar vermiş, ancak Muhtâr’ın kendisi hakkında kılıç vurulsa dahi o, zarar
görmez dediğini duyunca bu fikrinden vazgeçmiş ve yine Muhtâr’dan yardım talep
etmiştir.[736] Kûfe’ye
gidebilecek özgürlüğü olan bir kimsenin, Muhtâr’ın kendisi hakkında söylediği
söze itibarı ile bundan vazgeçmesi halinde başka bir şehre gitmesi
gerekmektedir. Ancak o yine Muhtâr’dan yardım istemiştir.
İbn Zübeyr tarafından öldürülmesine engel
olunması için 4.000 kişi Hicâz’a sevk edilmiştir. Ancak kılıç vurulsa dahi
ölmeyecek birini neden kurtarmaya gittiklerini kimse sormamıştır. Böylesi bir
kimseye İbn Zübeyr’in de bir zarar veremeyeceği bilinmelidir.
İbnü’l-Hanefiyye’nin hayatına bakıldığında
çatışmadan, ümmetin birbirinin kanını dökmesinden uzak durmaya çalıştığı
görülür. Varol, İbnü’l-Hanefiyye’nin 4.000 kişi etrafında toplanmış olmasına
rağmen onları harpten men etmesini, onun, yukarıda ifade ettiğimiz düşüncesinin
bir başka tezahürü olarak yorumlamaktadır.[737]
Netice de İbnü’l-Hanefiyye Kûfe’ye
gitmemiştir. Kanaatimizce kendisine bu seçenek sunulmuştur. Zira Abdullah b.
Zübeyr’in Mekke’deki bu sert tutumunun bir şekilde devam edeceğini anlamıştır.
Bu açıdan hem Mekke hem de Abdullah b. Zübeyr’in kendi nüfuzunu kullanabileceği
Medîne, artık onun için barınılabilecek bir yurt olmaktan çıkmıştır. Bu durumda
geride kalan seçeneklerden biri de Kûfe olmalıdır.
Ancak en baştan beri onun Kûfe’ye sığınmak
ya da orada kurulan devletin başına geçmek gibi bir niyeti yoktur. Onun Kûfe’ye
gitmesi mevcut devleti onaylamak anlamına gelmektedir. En baştan beri kan
dökülmemesi için elinden geleni yapan, çeşitli zaman dilimlerinde ve her ne
zorlukta olursa olsun mü’min kanına dilini ve kılıcını ve hatta kendi adına
çekilecek başka bir kılıcı dahi bulaştırmak istemeyen İbnü’l-Hanefiyye, Kûfe’ye
gitmesi halinde bunca zaman üzerinde ihtimam gösterdiği bu hassasiyetini
çiğnemiş olacaktır. Nitekim Muhtâr’ın kendisinin veziri olarak orada
bulunduğunu bilmektedir. Kûfe’ye gitmesi halinde kendisinden devlet riyaseti
vazifesi beklenebilirdi. Muhtâr ise müteaddit defa kendisi ile gerçekleştirdiği
görüşmelerinde, İbnü’l-Hanefiyye’den böylesi bir amaç taşıdığı izlenimi
edinmesini mümkün kılacak sözüne yahut davranışına tanık olmamıştır. Tam
anlamıyla siyasetten kaçmaya çalışan söz ve eylemlerine rağmen, İbnü’l-
Hanefiyye’nin kendisi adına siyasallaşan bir oluşumun içine girmesini kabul
etmek makul gözükmemektedir. Hatta İbnü’l-Hanefiyye’nin siyasetle uzak durma politikasındaki
kararlılığına bakıldığında, onun belki de kendisinden en uzak durması gerektiği
kişinin Muhtâr olduğu kolayca görülebilir. İbn Zübeyr’e bey’at için ümmetin
birliğini beklediğini söyleyen bir kimse olarak o yıllarda en azınlıkta kalan
bir kimsenin kendisine biçtiği liderlik vasfına aday olmayacaktır. Hatta İbn
Zübeyr, Muhtâr ve Şam yönetimi yan yana konulduğunda birliğe en yakın tarafın
sayı üstünlüğü itibariyle Abdülmelik b. Mervân olduğu tahmin edilebilir. Bu
açıdan İbnü’l-Hanefiyye’ye Emevî yönetimi diğer ikisinden de daha yakın
gelmelidir.
Bunun dışında Muhtâr’ın İbnü’l-Hanefiyye
karşısındaki tutumu; siyasî olmak gibi bir özelliği ile karşımıza çıkmaktadır.
Yani İbnü’l-Hanefiyye’ye hitabında kullandığı Mehdî sözü, baştan sona onun
siyasî kimliğine bir vasıf olarak durmaktadır. Ancak rivayette geçen “ona kılıç
vursa dahi kılıç ona zarar vermez” ibaresi İbnü’l-Hanefiyye için dînî nitelikte
bir açıklamadır.
Mes’ûdî’deki rivayet İbnü’l-Hanefiyye’nin
Kûfe’ye neden gitmediğini açıklamakta yardımcı olmaktadır. Muhtâr, halkın
İbnü’l-Hanefiyye’ye bey’at etmesi için İbnü’l-Hanefiyye’yi Kûfe’ye çağırdığında
Abdullah b. Abbâs ona, İbn Zübeyr’in Mekke’deki yapılanmasının nasıl sonuç
vereceğinin henüz belli olmadığını, siyasî ortamdaki bu sisli havanın geçmesini
beklemesini tavsiye etmiştir.[738]
Anlaşılan o ki; kısa süreli bir devlet
lideri olarak tarih sahnesinde yer almış ve taraftarlarının tamamına yakınını
savaşlarda kaybetmiş, hem Şam yönetimine hem de Hicâz yönetimine muhalif olarak
kalmış Muhtâr hakkında düşmanca rivayet üretilebilmesi için yeterli bir zemin
kendiliğinden oluşmuştur. İbnü’l-Hanefiyye’nin kendisi için Muhtâr tarafından
gönderilen 4.000 kişiye, Muhtâr hakkında olumsuz bir mesaj verdiğini bildiren
bir rivayetle de karşılaşılmamaktadır. Zaman içerisinde gelişen itikat ve
inançların, Muhtâr zamanındaki cari inançlar olarak aksettirilmiş olma ihtimali
de göz ardı edilmemelidir.
Muhtâr, İbnü’l-Hanefiyye söylemi ile
taraftar toplamayı başarmış ve şehirde otoritesini kurmuştur.
İbnü’l-Hanefiyye’nin kendisinden yardım istemesine sessiz kalamazdı. Bu yardım
talebini en doğru şekilde kendine çevirmeyi başarmıştır. Ancak Muhammed
İbnü’l-Hanefiyye’nin her ne kadar 4.000 kadar askerle desteklenmiş olmasına
rağmen herhangi bir çatışmaya izin vermemesi Muhtâr’ın aleyhine olmuştur.
Çıkabilecek olası bir çatışmada İbn Zübeyr’in öldürülmesi, Muhtâr’ı Hicaz’ı ele
geçirmek için gerçekleştirdiği ikinci girişimde başarılı kılacaktır. Ancak
umulan olmamıştır. Hayatı kurtarılan İbnü’l-Hanefiyye için Mekke’de kalmak imkânsızdır.
Ancak Kûfe’ye gitmek gibi bir düşünce de ona uzaktır. Orada takip ettiği barış
çizgisini bozmak zorunda kalacaktır. Ama her şeyden önemlisi Muhtâr, kendisine
güven vermemektedir. Ondan yardım talebinde bulunduğunu bildiren mektubu
gönderdiği kişilere önce uzaktan Muhtâr’ı izlemelerini, onda hoşlanılmayan
davranışlar gözlemlemeleri halinde ondan uzak durmalarını istemesi bundandır.
Muhtâr’ın gönderdiği paraların tamamını askerlere dağıtması da buna
eklenmelidir.
İbnü’l-Hanefiyye, kendisini canlı canlı
yakılmaktan kurtaran ve kendisine para gönderen Muhtâr hakkında sessiz kalmaya
devam etmiştir. İbn Abbâs, Muhtâr’ı bu yaptıklarından dolayı takdir etmiş ancak
İbnü’l-Hanefiyye susmuş ve ne lehinde ne de aleyhinde konuşmuştur.[739] Bu
davranışı, onun Muhtâr hakkında hâlâ şüphe içerisinde olduğuna
yorumlanmaktadır.[740] H. D.
Van Gelder, onun daha önceleri de Muhtâr’a güvenmediğini, ancak bunu dile
getirmekten sakındığını, onun hakkında sessiz kalması sayesinde İbn Zübeyr’e
karşı ondan yardım istemeye yüzü olduğunu söylemektedir.[741]
İbnü’l-Hanefiyye her ne kadar Muhtâr’la
doğrudan bir iletişim kurmamış ve onu herhangi bir eyleme yönlendirmemiş olsa
da, karşılıklı olarak birbirlerinin gıyabında kendilerini çeşitli zor
durumlardan kurtarabilmenin avantajını tecrübe etmişlerdir.[742]
Muhtâr, Kûfe’deki iktidarını kurmakta İbnü’l-Hanefiyye’nin isminden istifade
ederken, İbnü’l-Hanefiyye de İbn Zübeyr’in baskısından Muhtâr ve adamları
sayesinde kurtulmuş ve Muhtâr öldükten sonra da onun eksikliğini hissetmiştir.
Muhtâr’ın
Mus’ab b. Zübeyr ile Karşılaşması ve Ölümü
Muhtâr’ın mücadele edeceği cepheler
içerisinde en güçlü olanı Şam yönetimidir. Bu açıdan bakıldığında Ubeydullâh’a
karşı kazanılan zafer, diğer düşmanlarında bir tedirginlik yaratmıştır. Çünkü
bu beklenmeyen bir sonuçtur. Bu zafer, Abdullah b. Zübeyr’in Kûfe’deki değişime
askerî bir müdahalede bulunmamasının sebeplerinden birisi olmuştur. Abdullah b.
Zübeyr, Muhtâr’ı yok etmeyi baştan beri istese de ciddi bir askeri müdahelede
bulunmamıştır. Bunda İbn Zübeyr’in kendisi için Şam yönetimini daha tehlikeli
bulmasının payı büyüktür.
Kûfe’den Basra’ya kadar otoriteyi sağlamak
üzere çıkan Emevî ordularının, Muhtâr’la karşılaşarak gücünün bir kısmını
yitireceği, ancak elde ettiği zaferle önce Kûfe, ardından Basra’ya doğru hareketine
devam edeceği öngörülüyordu. Şam yönetimi de Basra’ya kadar sürecek seferin
uzunluğunu hesap ederek Hâzirlığını tamamlayıp yola çıkmıştır. İbnü’l-Eşter’le
karşılaşıldığında ona ve ordusuna, yoldaki herhangi bir engel olarak bakılması,
savaşın sonucuna da etki eden küçümseme ve tedbirsiz tutum bundan
kaynaklanmaktadır. Ancak savaş Muhtâr lehine sonuçlanınca Hicâz ve Hicâz’a
bağlı Basra cephesi, Muhtâr’ı ve ordusunu küçümsemek gibi bir yola
girmemişlerdir.
Basra, o yıllarda Abdullah b. Zübeyr’e bağlıdır.
Yönetiminde ise el-Hâris b. Abdullah b. Ebî Rebîa vardır. Hâris b. Abdullah,
el-Kubâ’ ismi ile bilinmektedir. 67/687 yılında Abdullah b. Zübeyr, el-Kubâ’ı
Basra valiliği görevinden azlederek yerine kardeşi Mus’ab b. Zübeyr’i
atamıştır. Bu atamada maksadın, Muhtâr’ın karşısına, ona denk ve emsal olan
birini çıkarmak olduğu görülmektedir. Basra’ya gelip minber’e çıkan Mus’ab,
yeni vali olarak yaptığı ilk konuşmasında Kasas suresinin 4. âyetindeki “Çünkü
o fesatçılardandı” ibaresini zikrederken eliyle Şam tarafını işaret etmiş,
Kasas sûresinin 5. âyetinde geçen “Onları mülkün varisleri kılalım” ibaresini
ise Hicâz’ı işaret ederek söylemiştir. Kasas sûresinin 6. âyetini okurken ise
Kûfe’yi göstermiştir. Âyette “Firavun’a, Hâman’a ve bunların ordularına da onlardan
çekindikleri şeyi (başlarına geçirip) gösterelim” ifadesi geçmektedir.[743] Bu
konuşmayla Mus’ab, izleyeceği dış siyaseti açıkça ifade etmiştir. Onun nezdinde
Muhtâr, Abdullah b. Zübeyr’e bağlı olan Kûfe’de isyan çıkararak şehri ele
geçiren bir asidir. Sebî’ meydanında cereyan eden ayaklanmadan sonra kendisine
sığınan eşrafın da Mus’ab’a destek verdiği düşünüldüğünde, Mus’ab için yeterli
şartlar gerçekleşmiştir. Mus’ab’ın Muhtâr’ın kendisi için bir tehdit
oluşturduğu ve kendisini emniyete almak için bu savaşa girdiğini söylemek
isabetli değildir. Zira Muhtâr henüz Basra’ya saldırabilecek bir güce sahip
değildir. Ayrıca iktidarının ilk dönemlerinde dış politikada saldırgan bir
yönelimi olmadığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir siyaseti vardır. Bu siyaset
Muhtâr’ın yeterli güce sahip olmadığı kanaatinden kaynaklanmaktadır.
Mus’ab’a sığınan eşrâf, bu savaşın
gerçekleşmesi için en hevesli olan kesimdir. Sayıları hakkında 10.000 rakamı
zikredilir ki, bu miktar oldukça abartılıdır.[744]
Eşrâf’ın böylesi bir sayıda olması halinde Mezâr savaşı esnasında onlar için
bir bölük ya da en azından bir grup olarak anılmaları gerekmektedir. Ancak
harbin anlatımlarında eşrâfa ait herhangi bir birlik dahi zikredilmemektedir.
Basra ordusunun savaştığı esnada savaşa katılmayıp şehirde bekleyen bir
kesimden de bahsedilmemektedir. Basra’ya sığınan eşrâftan olup, Mus’ab’ı
Muhtâr’a karşı savaşa teşvik edenler içerisinde Şebes b. Rib’î ve Muhammed b.
el-Eş’as gibi Hz. Hüseyin’in kanına karışmış kişiler vardır. Mus’ab’ın,
Muhammed b. el-Eş’as’a daha fazla itibar ettiği ve ona ikramda bulunduğu, bu
özel muamelenin ise Muhammed b. el-Eş’as’ın kabile şerefi olduğu
bildirilmektedir.[745] Eşrâf
bir heyet halinde Mus’ab’ın huzuruna çıkmıştır. Mus’ab’a kölelerinin ve
azadlılarının kendilerini şu anki hallerine düşmelerine sebep olduklarını
belirtmişlerdir.[746] Mus’ab
ise kendisine harbe çıkması için verilen bu desteğe rağmen etrafında toplanan
Kûfelilere Mühelleb b. Ebî Sufra’nın Basra’ya dönmeden, kendilerine katılmadan
savaşa çıkmayacağını söylemiştir. Mühelleb b. Ebî Sufra, Fâris bölgesinin
amilidir ve Mus’ab’a bağlıdır. Ona yazdığı mektupta savaşa katılıp kendilerine
destek olmasını istemiştir. Ancak Mühelleb işlerini gerekçe göstererek bu
isteği yerine getirmekte ağır davranmıştır. Onun bu isteksiz tutumu karşısında
Mus’ab, Muhammed b. el-Eş’as’ı Mühelleb’i ikna etmek üzere göndermiştir.
Mühelleb kendisine gelen Muhammed b. el-Eş’as’a karşı küçümseyen bir tavır
takınmıştır. Muhammed b. el-Eş’as ona kölelerinin kendilerine galip gelerek
kadınlarını ve haremlerini ellerine geçirdiğini ifade ederek durumunu izah
etmiştir. Muhammed b. el-Eş’as Mühelleb’i ikna etmiş ve Mühelleb, kalabalık bir
ordu ve yüklü miktarda mal ile Basra’ya gelmiştir.[747]
Vehb b. Cerîr rivayeti ile savaşın
çıkmasının asıl sebebinin Muhtâr olduğunu bildirmektedir. Rivayete göre Muhtâr,
Ahmer b. Şumeyt’i Basra’yı alması için 40.000 kişi ile yola çıkarmıştır. Mus’ab
ise Muhtâr’ın bu hamlesine karşı taarruza geçmek zorunda kalmıştır.[748] Bu
bilgiyi kabul etmek mümkün görünmemektedir. Öncelikle Muhtâr’ın dış siyasetine
bütüncül bakıldığında böylesi bir savaşa girme kararı kendinden
beklenmemektedir. Ancak bu durum Muhtâr’ın Basra’ya karşı hiçbir yöneliminin
olmamasından değil, sadece doğru zamanı beklemesinden ibarettir. Zira Muhtâr
gibi hırslı bir kimse Kûfe’de kabuğuna çekilmiş bir yönetim benimsemeyecektir.
Rivayetle ilgili ikinci çarpıcı kısım ise
ordunun sayısının 40.000 olarak verilmesidir. Muhtâr’ın bu sayıda bir orduya
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın karşısına çıkarken dahi ulaşamadığı bilinmektedir.
Ubeydullâh b. Ziyâd’la çarpışması, Hz. Hüseyin’in katlinin intikamının
dillendirilmesine ve İbnü’l-Eşter gibi bir desteği yanına almasına rağmen, Vehb
b. Cerîr’in Mus’ab’a karşı çıkarıldığını iddia ettiği ordu sayısına
ulaşmamıştır. Ubeydullâh b. Ziyâd’la yapılan çarpışmada Şam tarafının
kayıplarının yanında, İbnü’l-Eşter saflarındaki kayıplar az değildir. Muhtâr’ın
birliklerinin önemli bir kısmı İbnü’l-Eşter’le birliktedir. Dolayısıyla
gerçekleşen savaşın ilk sebebi olarak Muhtâr’ın gösterildiği bu rivayet,
problemler barındırmaktadır.
Henüz yeterli güce ulaşmadığının farkında
olan Muhtâr’ın bu imkânı sağlamak için boş durmayacağı, çeşitli girişimlerde
bulunacağı ve ilk fırsatta da Basra’yı kendisine bağlamak isteyeceği dönemin
siyasetinin bir gereği olarak göze çarpmaktadır. Kendi topraklarında Hâricî
Ezârika ile sürekli çarpışma içerisinde bulunan bölge valisi Mühelleb b. Ebî
Sufra’nın, kendi adamlarının reislerine söylediği sözü, tam da işaret ettiğimiz
yeri göstermektedir: “Ezârika kendi sahip olduklarından başkasını istemiyor.
Ama Muhtâr (kendi elinde olanların dışında) sizin ellerinizde olanı da
istiyor.”[749]
Muhtâr’ın barış siyasetinin sadece zaman kazanmak üzere takip edildiğini, bazı
anlaşmalar yaparak, ittifaklar kurarak zamanı geldiğinde saldırabileceğini
bilen Mus’ab, Kûfe’deki bu tehdidi ortadan kaldırmak üzere harekete geçmiştir.
Mus’ab’ın, Muhtâr karşısında tedbirli
davrandığı görülmektedir. Ordu sayısını yeteri seviyeye getirmek ve hatta daha
da fazlasına ulaşmak için kendisine sığınan eşrâfı organize etmiş, Mühelleb’in
kendisine katılması konusunda ısrarcı davranıp, eğer kendisine katılmazsa bu
harbe girişmeyeceğini belirtmiş, bunun yanında Muhtâr saflarını içeriden
dağıtmak amaçlı girişimlerde de bulunmuştur.
Abdurrahmân b. Mihnef’i
Kûfe’ye bu amaçla göndermiştir. Ondan şehirde kendisi için adam toplamasını,
ikna edebildiği kimseleri Mus’ab safına geçmesi için organize etmesini, halkı
Muhtâr’a yardımdan uzaklaştırmasını ve gizlice Abdullah b. Zübeyr’e bey’at
etmeye çağırmasını emretmiştir. Abdurrahmân b. Mihnef, Mus’ab’ın emirlerini
yerine getirmek üzere harekete geçmiştir.[750]
O, Mus’ab’ın kendisine tevdi ettiği bu görevi yerine getirmekte başarısız
olmuştur. Üstlendiği görevini yerine getirmek için gittiği Kûfe’de, neredeyse
evden dışarı çıkamamıştır. Mus’ab’ın karşısına çıkmaktan çekinen Abdurrahmân b.
Mihnef, Mus’ab’a başarısızlığını şöyle açıklamıştır: “Kûfe’ye gittiğimde
insanları iki sınıf olarak buldum. (Muhtâr’a karşı) senden bir isteği olan kim
varsa zaten sana gelmiş ve bağlanmıştı. Muhtâr’ın görüşünü benimseyenler ise
hiç kimsenin kendilerini etkileyebileceği bir duruma sahip değillerdi. Evimde
oturup oturup (hiçbir şey yapmadan) geldim.”[751]
Mus’ab, Basra’dan harekete
geçmiştir.[752] Muhtâr
ise Basra’da kuvvetli bir ordunun çıktığını haber alınca Ahmer b. Şumeyt’i bir
ordu ile göndermiştir. Bu sırada İbnü’l-Eşter’in kendisini yüzüstü bıraktığını
ve kendisinden vazgeçtiğini, bu savaşta yalnız kaldığını öğrenmiştir.[753]
Yaptığı şu konuşma ile
onları savaşa teşvik etmiştir: “Ey Kûfe halkı! Ey zayıfların destekçileri! Ey
Rasûl ve Âl-i Rasûl taraftarları! Size azgınlık eden ve Hz. Hüseyin’i öldüren
şehir halkınız kendileri gibi fasık olanlara sığındılar. İbnü’l- Eşter’in beni
yüz üstü bıraktığını ve bana yardım etmeyeceğini öğrendiklerinde, onlardan size
karşı yardım istediler. Bir orduyla size doğru Basra’dan çıktıkları bana
iletildi. Hakkı yok etmek, batıla hayat vermek için savaş istiyorlar. İyi
bilin! Ahmer b. Şumeyt ile birlikte görevlendirildiniz. Allah’ın sizin elinizle
onları Âd ve Semûd gibi helak etmesini diliyorum ki, bu ona zor değildir.”[754]
Muhtâr, Ahmer b. Şumeyt’in karargâh kurduğu
bölgeye adam göndermeye devam etmiştir. Gönderdiği adamlar İbnü’l-Eşter’le
birlikte Ubeydullâh’a karşı savaşan askerlerdir. Onlar İbnü’l-Eşter’in
Muhtâr’ın emirlerini savsaklamaya başladığını Muhtâr’a itaatten çıktığını
görünce İbnü’l-Eşter’den ayrılarak Muhtâr’a destek olmak üzere yola
çıkmışlardır. Ahmer b. Şumeyt öncü birlikleri yola koyup arkasından kendisi de
harekete geçmiştir. Öncü birliklerin başında Abdullah b. Kâmil olarak Mezâr
denilen mevkie ulaşmışlardır. Ordunun ulaştığı sayı hakkında bir bilgi
aktarılmamaktadır. Sadece Ebû Mihnef’in ordunun yoğun olduğunu bildirmektedir.[755] İbn
A’sem sayıyı 3.000 olarak zikrederken[756]
Dîneverî’nin zikrettiği 60.000 rakamı ise mübalağalıdır.[757]
Ahmer b. Şumeyt ordu düzenini kurmuştur. Burada mevâlî ilk kez ayrı bir birlik
olarak savaşta yer almıştır.[758]
Bu savaş ayrıca Muhtâr saflarında ilk kez
mevâlî ve Araplar arasındaki bir çekişmeye sahne olmuştur. Abdullah b.
Vuheyb’in Ahmer b. Şumeyt’i manipüle ettiği kaydedilmektedir. Abdullâh b.
Vuheyb, köleler ve azatlılara bir tuzak kurmuştur. Herhangi bir yenilgi
ihtimaline karşı onlardan sağ kalan olmaması için Ahmer b. Şumeyt’e giderek:
-Sen piyadesin. Azatlı ve kölelerden birçoğu
atlıdır. Eğer savaş esnasında seni terk edecek olurlarsa zayıf kalırsın. Onlar
sana karşı böyle bir davranışta bulunabilirler, demiştir. Ahmer b. Şumeyt bu
sözler üzerine kuşkuya kapılarak azatlıların hepsini atlarından indirip yaya
olarak devam etmelerini emretmiştir. Abdullah b. Vüheyb’in kendisine bir oyun
oynayabileceğini tahmin etmemiştir.[759]
Esasında mesele, mevâlînin Muhtâr
idaresinde elde etmiş olduğu haklardan rahatsız olan bazı kimselerin
varlığından ibarettir. İbnü’l-Eşter, Ubeydullâh b. Ziyâd ile savaşa giderken
Araplar süvari, mevâlî ise piyade olarak savaşta yer almışlardır. Eşrâf isyan
ederken de temelde mevâlînin sahip olduğu haklara olan rahatsızlıkları dile
getirmişlerdir. Bunlardan biri de mevâlînin ata binebilme özgürlüğüne sahip
olmasıdır. Mus’ab’la girişilen savaşta mevâlînin ata biniyor olması bir kez
daha gündeme gelmiş ve kazanılması olası bir savaşta, kendi birliklerinde güç
kaybına neden olabilecek bir karar alınmıştır.[760]
Mus’ab ordusunun atlılarının başında Abbâd
b. el-Husayn vardı. Ahmer b. Şumeyt ile Abbâd karşılaştıklarında Ahmer:
-Biz sizi Allah’ın Kitabı’na, Rasûlü’nün
sünnetine, Muhtâr’a bey’at etmeye ve yönetim meselesini Rasûlullah’ın soyundan
gelenler arasında bir şûraya devretmeye çağırıyoruz, demiştir. Abbâd bu sözleri
Mus’ab’a iletince Mus’ab ona, derhal geri dönüp saldırmasını emretmiştir. Bu
saldırı karşısında Muhtâr’a ait birlikler çok tutunamamışlardır. Mühelleb’in
savaş esnasında karşı tarafa doğru “siz bu kölelerle birlikte kendinizi ne diye
ölüme atıyorsunuz,” diye seslenmesi dikkat çekmektedir.
İlk
çarpışmadan galip gelen Mus’ab, alınan bütün esirlerin boynunun vurulmasını
emretmiştir. Mus’ab Muhammed b. el-Eş’as’ı ise tamamı Kûfeliler’den oluşan
büyük bir atlı gurubun başında görevlendirmiştir. Muhammed b. el-Eş’as’a
kaçanların yakalanması talimatını vermiştir. Muhammed b. el-Eş’as’ın grubundaki
Kûfelilerin, ele geçirdikleri askerlere Basralılardan daha şiddetli
davrandıkları kaydedilmektedir. Piyadelerin pek azı kurtulabilmiştir.
Atlılardan da çoğu yok edilmiştir. Esir alınan herkes öldürülmüştür. Muhammed
b. el-Eş’as’ın adamlarının Muhtâr’ın ordusuna ne kadar kötü davrandığını
sergilemesi açısından dönemin Basra Kadısı olan Muâviye b. Kurrâ el-Müzenî’nin
savaşa dair anlattıkları dikkat çekicidir. Muâviye: “Savaş esnasında kaçanları
kovalarken bir adama yetiştim. Mızrağımı gözüne sapladım. Sonra mızrağımı
döndürmeye başladım deyince etrafındakiler buna şaşırarak “gerçekten böyle mi
yaptın,” diye sormuşlardır. Muâviye ise “Evet! Çünkü onlar, Türkler ve
Deylemîlerin bizden döktüğü kandan daha fazlasını dökmüşlerdi,
761
diye cevap
vermiştir.
Savaş sonucu Mus’ab saflarında coşkuyla
karşılanmıştır.[761] [762] Mezâr
savaşı, Muhtâr için sonun başlangıcı olmuştur. Muhtâr, en önemli adamlarını
kaybetmiştir. Ahmer b. Şumeyt ve Abdullah b. Kâmil bunlardandır.[763] Ebû Amra
Keysân da öldürülmüş olmalıdır. Ancak bunu ispatlayan sadece bir rivayetle
karşılaşılmaktadır.[764] Ebû
Amra’ya dair Hâzir’den sonra herhangi bir habere rastlanılmaması, onun
öldürüldüğü kanaatimizi güçlendirmektedir.
Muhtâr, İbnü’l-Eşter’e yardıma gelmesi için
birçok mektup yazmış ancak o, yardıma gelmemiştir.[765]
Mus’ab’ın kesin zaferi ile neticelenen bu aşamadan sonra, Mus’ab, Kûfe’ye doğru
hareket etmiştir. Piyadeleri, piyadelerin yüklerini ve orduda zayıf olanları
gemilerle taşıyarak Fırat’ı geçmişlerdir.[766]
Savaşın Mus’ab lehine sonuçlandığı ve yakın
arkadaşlarının öldüğü haberi Muhtâr’a geldiğinde Muhtâr’ın “ben, Ahmer b.
Şumeyt’in savaşarak öldüğü gibi bir ölümden daha sevimlisini görmüyorum” demesi
üzerine yanında bulunanlar onun, eğer zafer elde edemezse öldürülünceye kadar
savaşmaya devam edeceğini anlamışlardır.[767]
Yaşaroğlu, Muhtâr’ın bu hezimete rağmen soğukkanlılığını koruyabilmesine vurgu
yapmaktadır.[768]
Mağlubiyet, Muhtâr’a bir takım
eleştirilerin yöneltilmesine ve insanların onun zafer elde edeceklerine yönelik
sözlerinde yalancı çıktığını düşünmelerine neden olmuştur.[769]
Muhtâr, Mus’ab’ın karadan ve nehirlerden
kendisine doğru gelmeye başladığı haberini alınca, Mus’ab’ın kullandığı
nehirlerin suyunu Fırat nehrine bir setle çevirmiştir. Mus’ab’ın yük ve asker
taşıdığı bu kayıklar çamura saplanmıştır. Mus’ab, gönderdiği askerlerle bu
setleri eski haline getirerek kayıkları ile taşınmaya devam etmiştir.[770] Hind
Ğassân, nehrin setle çevrilmesi fikrini zekice bir yöntem olarak bulmaktadır.[771] Biz ise
geçici bir çözüm olarak Muhtâr tarafından tertip edilen hamlenin Muhtâr’a bir
katkı sağlayıp sağlayamadığı hususunda bir anlam çıkaramadık. Belki biraz zaman
kazanmış olmak gibi bir avantajdan bahsedebilsek dahi bunun savaşın gelişimine
ve neticesine bir etkisinin olmadığı görülmektedir. Özellikle İbnü’l-Eşter’den
istenen yardımın gelmemesi, bu yapılan eylemin bir netice vermemesine neden
olmuştur.
Basra ordusu Kûfe’ye doğru ilerlemeye devam
etmiştir. Muhtâr da Harûra’da mevzilenmiştir:[772]
Muhtâr, Harûra’ya doğru yola çıkarken Kûfe hükümet konağında tedbirler
alınmasını sağlamıştır. Şehirde yerine Abdullah b. Şeddâd’ı vekil bırakmıştır.
Harûra’ya gelince Mus’ab’ın yaklaşması karşısında kabilelere göre adamlarını
yerleştirmiştir.[773] Mus’ab
da buraya gelip orduyu yeniden harp nizamına sokmuştur. Basra’ya iltica eden
Kûfeliler’den müteşekkil birliğiyle Muhammed b. el- Eş’as da katılmış ve iki
ordunun arasında yer tutmuştur.[774]
Ömer b. Ali’nin Mus’ab saflarında savaştığı
bildirilmektedir. Ömer b. Ali’nin esasında Muhtâr’ın ordusunda yer almak amacı
ile Hicâz’dan geldiğinde Muhtâr’ın ona, İbnü’l-Hanefiyye’den bir mektup getirip
getirmediğini sorduğu, Ömer b. Ali böyle bir mektup getirmediğini söyleyince,
Muhtâr’ın onu kovduğu söylenmektedir. Ömer b. Ali’nin Muhtâr’dan ayrılıp
Mus’ab’a katıldığı, Mus’ab’ın onun kendi saflarında savaşa katılması için ona
100.000 dirhem verdiği ve Muhammed b. el- Eş’as’ın birliğinde bu savaşta öldüğü
kaydedilmektedir.[775] Bunun
dışında benzer bir anlatım Ubeydullâh b. Ali hakkında da rivayet edilmektedir.[776]
Anlaşıdığı kadarı ile bu konu ayrıca değerlendirilmeye ihtiyaç duymaktadır.
Savaş başladığında Mus’ab’ın ordusunun sayı
ve harp üstünlüğü kendisini göstermiştir. Akşama doğru Muhammed b. el-Eş’as’ın
birlikleri üzerine düzenlenen saldırılarda, Muhammed b. el-Eş’as, Ubeydullâh b.
Ali ve beraberindekiler öldürülmüşlerdir. Bölükler kendi karşılarındakilerle
savaşırlarken Muhtâr da kendi yanındaki askerlerle birlikte çarpışmıştır.
Yanındaki savaşçıların iyi askerlerden oluştuğu bildirilmektedir. Etrafındaki
Hemdân kabilesinden olan askerler tüm güçleri ile çarpışmış diğerleri ise
dağılmışlardır.[777]
Muhtâr’ın adamlarından önde gelenlerin hepsi öldürülmüştür.[778]
Wellhausen, savaşın, Muhtâr’ın aleyhinde sonuçlanmasını gerekçelendirirken şöyle
demektedir: “Şiî savaşçılar en azından Basralıları aratmayacak türdeydiler.
Sadece iyi bir kumandandan yoksundular. İbnü’l-Eşter, Mühelleb ile başa
çıkabilirdi. Ama o, Mus’ab’la anlaştı ve ölünceye kadar da ona sadık kaldı.”[779]
İbnü’l-Eşter’le Muhtâr arasında yardımlaşma olmaması, Taberî’nin kaydettiği bir
rivayete göre, onun Muhtâr’ı küçümser bir tavra girmesindendir. Bu davranışı
yüzünden Muhtâr’ın adamları İbnü’l-Eşter’in yanından ayrılıp Muhtâr’a
katılmıştır.[780]
Muhtâr’ın onu çağırmaması bu sebebe bağlanılmaktadır.[781]
Bize göre ise İbnü’l-Eşter en başında Muhtâr’ın liderliğinde bir hareketi
benimsememektedir. Ancak mevcut seçenekler arasında en iyi teklifi ve yardımı
Muhtâr’dan almıştır. Amaçlarına ulaştıktan sonra kendisine gelen yeni
tekliflerle Muhtâr’la ilişkisini yeniden değerlendirmiştir.
Muhammed
b. el-Eş’as’ın birliğine saldırmadan önce kendi adamlarından dağılanları
toplamak için yaptığı çağrıda Muhtâr 5.000 kişiyi yeniden ordusuna dâhil
edebilmiştir.[782]
Muhtâr, Kûfe sokaklarında direniş göstermiş
ancak aynı gecenin sabahına sokaklardaki direnişinin de düştüğünü anlayarak
adamları ile konağa çekilmiştir.[783]
Yanındaki adamlarının sayısı hakkında 8.000 rakamı telaffuz edilmektedir.[784] Bunun
dışındakilerin ise evlerine kaçmış olmaları mümkündür.
Mezâr savaşının tarihi tam olarak
bilinmemektedir. Bu konudaki kapalılık Kûfe muhasarasının tarihini bilmemize de
engel olmaktadır. Belâzurî’nin bu muhasara hakkında perşembe günü başladığını
bildirmesinin dışında bilgi bulunmamaktadır.[785]
Mus’ab ise ordusu ile Kûfe’ye harekete devam etmiştir. Yolda, Mus’ab ve
Mühelleb’in, Muhammed b. el-Eş’as’ın öldürülmesine ve bu zafere tanık
olamadıklarına dair üzüntülerini dile getirdikleri bir sohbet aktarılmaktadır.
Aynı üzüntüyü Ubeydullâh b. Ali’nin öldürülmüş olması bahsini konuşurlarken de
yaşamışlardır. Mus’ab ve Mühelleb, Ubeydullâh’ın, babası Hz. Ali’nin
taraftarlarından olduğunu ileri sürenler tarafından öldürülmesindeki garip
çelişkiye işaret etmişlerdir.[786]
Ubeydullâh b. Ali’nin öldürülmesi, Muhtâr’ın Ehl-i Beyt hususundaki
samimiyetinin sorgulanmasına neden olmuştur.[787]
Mus’ab, Muhtâr’ı su temin
etmekten engellemiştir. Zayıf düşen ordu, Mus’ab’la savaşırken yeterli
dinamizmi gösterememiş olmalarından dolayı kendi adamlarından tepki görmüştür.
Vali konağına sığınan Muhtâr temel ihtiyaç maddelerini, bazı kadınların konağa
gizlice getirmeleri ile bir süre temin etmiştir. Kadınların açığa çıkması ile
Mus’ab tarafından engellenmeleri neticesinde Muhtâr ve adamları bu yardımları
bulamamaya başlamışlardır. Bu takibat Ubeydullâh b. el-Hurr tarafından
gerçekleştirilmiştir. Konağa su girişinin engellenmesi, konaktakiler için su
ihtiyacını karşılamak üzere bazıları için fırsat olmuştur. Konaktakilere su
satmaya çalışılmıştır. Fiyatlarının bir veya iki dinar olarak zikredilmektedir.
Konakta kalanlara enerji olsun diye su kuyularına bal karıştırılmış ancak
bundan da umulan fayda hâsıl olmamıştır.[788]
[789]
İlerleyen
zamanlarda Mus’ab’ın emriyle konağa daha çok yaklaşılmış ve muhasaranın şiddeti
arttırılmıştır. Mus’ab’ın Kûfe’ye gelince sokak aralarında tedbirsiz bir
saldırı ile karşılaşmamak için önce şehir dışında beklediğini, şehre girişini
ve konağın muhasarasını zamana yaydığını düşünüyoruz. Bu taktik, Kûfe’nin tam
hâkimiyet altına alınma süresini uzatmış olsa da Mus’ab saflarından adam kaybını
yok denecek kadar aza indirmeyi sağlamıştır. Mus’ab, konağın etrafında kurduğu
kuşatmanın dışında şehirdeki mahalle meydanlarından bazılarına adamlarını 789
yerleştirmiştir.
Muhasaranın ne
kadar sürdüğü hususuda farklı bilgiler vardır. Vâkıdî, 4 ay sürdüğünü
söylemektedir.[790] Dîneverî
ise muhasaranın 2 ay sürdüğünü[791] ve 40
gün sürdüğünü bildirmekle bu konuda iki ayrı bilgi nakletmektedir.[792] [793]
Vâkıdî’nin rivayetini kabul etmek mümkün değildir. Çünkü konakta muhasara
altında olanların sayısı fazladır. Yemek onlar için yeterli miktarda değildir.
Muhtâr tarafından muhasara edildiğinde İbn Mutî’in adamlarının sayısı Mus’ab
tarafından muhasara edilen Muhtâr’ın adamlarından daha az olduğu halde,
yaşadıkları zorlukların tecrübesini bilen Muhtâr ve adamlarının çok fazla
kalamayacağı görülmektedir. Bu da bizi rivayetler arasında en az süreyi yani
muhasaranın 40 gün sürdüğünü bildiren 793 rivayeti kabul etmeye götürür.
Muhasara başladığında konağın duvarlarından
taş atarak, lağım suyu dökerek bir süre tepki göstermişlerdir.[794] Konağın
muhasarası zaman içinde konaktakiler için bir umutsuzluk vesilesi olmaya
başlamıştır. Muhtâr hep birlikte konaktan inip savaşmak üzere harekete
geçmiştir. İlk adımda onunla birlikte kendisine güvenilir yaklaşık 200 kişi
çıkmıştır. Şiddetli bir çarpışma olmuş ve Muhtâr bu karşılaşmada büyük cesaret
göstermiştir. Hatta Mus’ab saflarından Yahyâ b. Damdam ed-Dabî isimli birisini
öldürmeyi başarmıştır ki kendisinin Basralılar arasındaki en iyi savaşçılardan
olduğu belirtilmektedir. Yahyâ b. Damdam’ı öldürdükten sonra Yahyâ’nın adamları
Muhtâr’ın etrafını sarmış olmasına rağmen ona hamle yapmaya cesaret
edememişlerdir. Ancak Mus’ab’ın adamlarının sayı üstünlüğü, onları konağa geri
dönmeye mecbur bırakmıştır.[795]
Bu çarpışmaların birden fazla olup olmadığı
konusunda kesin bir bilgi yoktur. Muhtâr’ın neredeyse her gün konaktan inip
savaştığı sonra konağa geri döndüğü söylense de[796]
buna ikna olmak zordur. Muhtâr, yapılan küçük çaplı çarpışmalarla bir yere
varılamayacağını anlayarak muhasaranın sonunu getirmek üzere bütün adamlarını
harekete getirmek için bir konuşma yapmıştır ve bu konuşmasında muhasara
uzadıkça dirençlerinin azalacağını, hep birlikte savaşmaları halinde bir ümit
olabileceğini söylemiştir. Adamları ise konağın dışına çıkıp savaşmaya
yanaşmamışlardır. Bunun üzerine Muhtâr:
-Allah’a yemin ederim ki ben teslim
olmayacağım. Sizleri benim hakkımda bir karara varmak durumunda bırakmayacağım.
Eğer dışarıdaki çatışmada öldürülürsem, bu ancak sizin daha zayıf kılınmanıza
ve durumunuzun daha da kötüleşmesine neden olacaktır. Eğer siz, onların
kendiniz hakkında vereceği karara razı olmuş bir şekilde teslim olup konaktan
inecek ve düşmanlarınıza böyle bir fırsat verecek olursanız, onlar sizi
öldüreceklerdir. “Bu benim babamın katilidir”, “Bu benim erkek kardeşimin
katilidir” diyerek sizleri keseceklerdir. İşte o zaman “Keşke Muhtâr’a itaat
etseydik” diyeceksiniz. Benimle aşağıya inip savaşacak olursanız, zafere
ulaşamasanız dahi şerefinizle ölürsünüz, demiştir. Bu konuşmasının, adamlarında
olumlu bir etki yaratmamıştır. Hatta bazıları konaktan iplerle sarkarak kaçıp,
yakınlarının evine sığınmışlardır. Abdullah b. Ca’de b. Hubeyre bunlardandır.
Muhtâr’a itaat edip onunla konaktan savaşmak için çıkanların sayısının 19
olduğu kaydedilmektedir.[797]
Muhtâr’a yöneltilen eleştirilerden bir
tanesi de onun son çarpışmasına çıkarken, bir itiraf niteliğindeki sözleridir.
Muhtâr’ın, bu 19 kişiden es-Sâib b. Mâlik el-Eş’arî’yi ikna etmeye çalıştığı
sözleri aktarılmaktadır. Buna göre Muhtâr, es-Sâib ile konağın dışında bir çarpışmaya
girme meselesini konuşmuş, es-Sâib bu fikre yanaşmamıştır. Muhtâr ona kızarak:
-Ahmak herif sana ne oluyor? Ben Arapların
ileri gelenlerindenim. Ben Abdullah b. Zübeyr’i Hicâz’da, İbn Necde’yi
Yemâme’de ve Mervân b. Hakem’i Şam’da ayaklanırken gördüm. Bu ayaklanmalarda
ben de onlardan birisi gibiyim. Aramızdaki fark ise Araplar Ehl-i Beyt’in
kanını talep etmede uyuyor iken, ben Ehl-i Beyt’in kanını talep ettim. Eğer sen
böyle (Ehl-i Beyt’in intikamını almak gibi) bir amacı taşımıyorsan, hiç olmazsa
kendi soyun ve şerefin için savaş, demiştir.[798]
Dîneverî ise Muhtâr ile es-Sâib b. Mâlik
el-Eş’arî arasındaki diyalogu biraz daha farklı aktarır. Buna göre Muhtâr
es-Sâib’e: “Ey şeyh! Din adına değil, şerefimiz adına çarpışalım,” deyince
es-Sâib: “Ey Ebâ İshâk! İnsanlar seni, intikam almak için bu işe kalkıştığını
zannediyor,” demiştir. Muhtâr:
-Hayır! Yemin ederim ki ben bu işe dünyalık
elde etmek için kalkıştım. Abdülmelik b. Mervân Şam’a, Abdullah b. Zübeyr
Hicâz’a, Mus’ab b. Zübeyr Basra’ya, Necdet el-Harûrî el-Aruz’a, Abdullah b.
Hâzim Horasan’a hâkim oldular ve ben bunu gördüm. Ben de onlar gibiydim ancak
bu arzuma, Hz. Hüseyin’in intikamını almaya davet ederek ulaşmaktan başka yolum
yoktu, demiştir.
Dîneverî eserinde Muhtâr’a karşı olumsuz
bir yaklaşım sergilemektedir. Nitekim Muhtâr’ın son anlarında, tüm yaptıklarını
hangi niyetle yaptığını anlatır bir itirafname gibi kendi ağzıyla söylediğini
aktarmaktadır. Bu rivayetle de yine aynı tutumunu takınmıştır. Adamlarının
tamamı ile saraydan çıkıp girişeceği bir çatışma öncesinde, onları motive
edecek bir konuşma yapması gerekirken, böylesi sözler sarfetmesi ihtimal
dışıdır. Zaten böyle bir konuşmadan sonra etrafında savaşacak adam bulamaması
gerekmektedir. En başta es-Sâib olmak üzere önemli bir kesim derhal vazgeçmeli
idi. Oysa es-Sâib, Muhtâr’la birlikte hareket etmeye devam etmiştir. Üstelik
aynı rivayet 6.000 taraftarı ile birlikte çatışmaya girdiğini ve yenildikten
sonra etrafında 300 kişi kaldığını, hatta bu kişilerin öldürülünceye kadar
savaşmaya devam ettiklerini söylemektedir. Sadece dünyalık peşinde koştuğunu,
Hz. Hüseyin’in intikamını alma düşüncesini kullandığını itiraf eden bir
kimsenin öncülüğünde, hâlâ bu kadar hırslı çarpışan bir kitlenin nasıl olduğu
müphem kalmaktadır.[799]
İbn A’sem ise Muhtâr’ın: “İbn Zübeyr’in
Hicâz’a, Benî Ümeyye’nin Şam’a, Mus’ab’ın Irak’a hâkim olduğunu gördüm. Benim
onlardan aşağı kalır yanım yoktu. Ancak Allah’ın kendilerinden her necaseti
giderdiği Ehl-i Beyt’in kanını talep ederek huruc ettim. Onların kanını
dökenler ve onların düşmanlarını (öldürmekle) kendime şifa buldum. Bundan sonra
ölümün nasıl geleceği umrumda değil,” dediğini ve atına binip saraydan
çıktığını bildirmektedir.[800]
Görüldüğü üzere aynı kişi iki ayrı ekole ait müellifler tarafından
konuşturulmakta ve müelliflerin kendi düşünceleri ile uyumlu sözler ettiği
iddia edilmektedir.
Wellhausen bu konuda şu tespiti
yapmaktadır: “Muhtâr’ın, ölmeden önce inananları ile alay etmiş olduğunu itiraf
ettiği iddiası doğrudan doğruya bir iftiradır.
Medîneli asil bir kadın olan karısı,
öldürülürken Muhtâr’ı inkâr etmeyerek ölüme razı oldu. İddiayı; bu, yeterince
çürütür. Onun ölümünden sonra ona olan sadakatini sürdüren başkaları da vardır.
Zâide b. Kudâme, Mus’ab’ı öldürürken “Ey Muhtâr’ın intikamı!” nidalarıyla hala
Muhtâr’a olan bağlılığını haykırmaktaydı.”[801]
Muhtâr konaktan aşağı inmiş ve
öldürülünceye kadar savaşmıştır. Bunun bir yarma harekâtı olduğu da
söylenmektedir.[802] Onun
kimin tarafından öldürüldüğü hususunda ismi geçenlerden bazısı; Benî Hanîfe’den
Abdullah b. Decâce’nin çocukları Tarafe ve Tarrâf isimlerinde iki kardeştir.[803]
Mus’ab’ın bu iki kardeşe 30.000 dirhem para verilmesini emrettiği
kaydedilmektedir.[804] Bir
diğeri Temîm kabilesinin Benî Utârid’in mevlası Muhammed b. Abdirrahmân’dır.
Benî Rebîa’dan Tarrâf b. Yezîd el-Hanefî’dir.[805]
Mes’ûdî ise Abdurrahmân b. Esed ismini vermektedir.[806]
Öldürülme
tarihi 14 Ramazan 67/ 4 Nisan 687 olarak kaydedilmektedir. Öldürüldüğünde yaşı
67/65’tir.[807]
Muhtâr’ın Mus’ab’tan kendisine izin vermesini ve Kûfe’yi terk etmesine müsaade
edilmesini istediği ancak Mus’ab’ın ona, kendisine teslim olmaktan başka bir
seçeneği olmadığını söylediği aktarılır.[808]
Muhtâr’a karşı menfî yaklaşımını çok sık belli eden İbn Kesîr, Muhtâr’ın
muhasaranın zor günlerinde yaşadığı sıkıntılı dönem hakkında “Kader lisanı ve
şeriatın dili Muhtâr’a şöyle sesleniyordu: De ki; Hak geldi, artık batıl ne
yeniden başlar, ne de geri gelir.”809 Mus’ab’ı hak olarak, Muhtâr’ı
ise batıl olarak gösteren İbn Kesîr, Mus’ab’ın esirlere yaptığı muamele
hakkında sessiz kalmaktadır. Muhtâr’ın yanındaki 19 kişinin, kendisi için
cehennem zebânileri olabileceğini söylemektedir.[809]
Muhtâr’ın öldürüldüğü günün ertesinde
Muhtâr’ın çağrısının benzerlerini yapanlar olmuştur. Büceyr b. Abdillâh
el-Mislî ve diğer bazı kişilerin bu teklifleri kabul görmemiştir. Çoğunluk,
Mus’ab’a teslim olmak istemiştir. Neticede Mus’ab’ın kendileri hakkında
vereceği hükme razı olarak konaktan inip teslim olmuşlardır. Konaktan elleri
kolları bağlı olarak indirilmişlerdir.[810]
Halk, Büceyr’in savaşmaya devam etmeleri yönündeki teklifini “senden daha
değerli bir kimsenin sözüne isyan etmişken, sana mı itaat edeceğiz” diyerek
reddetmiştir.[811]
Mus’ab’ın esirler hakkındaki düşüncesi Arap
olanları serbest bırakmak, Arap olmayanları ise öldürmekten ibarettir. Ancak bu
düşüncesi kendi askerleri tarafından eleştiri konusu olmuş ve bu fikre itiraz
edilmiştir. Bunun üzerine hepsinin öldürülmelerini emretmiştir. İnfaz sırasında
Bâhir el-Miskî, Mus’ab’ın önüne getirilince yaptığı konuşma ile
bağışlanmalarını istemiştir: “Affedeni Allah da affeder. Ancak kimse,
affetmeyene Allah’ın kısas uygulamayacağından güvende olamaz. Bizler de sizler
gibi müslümanız. Türkler ya da Deylemî değiliz. Her ne kadar kendi halkımıza
muhalefet etmiş olsak da, onların ya da bizim doğruyu isabet ettirmiş olmamız
mümkündür. Şam halkı, Basra halkı kendi aralarında çarpışıp bir araya geldiler.
Biz de kendi aramızda çarpıştık. Şimdi iktidar sizindir. Bizi affedin!”
Bir özet olarak sunduğumuz konuşması,
Mus’ab’ta ve etrafındakiler de olumlu bir etki yaratmıştır. Esirlere karşı
onları serbest bırakmak isteyecek kadar kalpler yumuşamıştır. Ancak öfkesi
dinmemiş olanlar da vardır. Abdurrahmân b. Muhammed b. el-Eş’as onlardandır.
Ayağa kalkıp “ya onları seç, ya bizleri” diyerek tavrını göstermiştir.[812] Muhammed
b. Abdirrahmân b. Saîd de ayağa kalkarak aynı meyanda konuşmuştur. Kûfe
eşrâfının tamamı esirlerin öldürülmeleri konusunda kararlı olmuşlardır. Bu
konuşmalar, düşüncelerin yine esirlerin öldürülmeleri yönünde değişmesine neden
olmuştur. Bunun üzerine esirlerden bazıları:
-Ey İbn Zübeyr! Şam’a karşı savaştığında
öncü kuvvetler olarak senin adına harbe çıkmamıza izin ver. Böylece düşman
ordusunu zayıflatmış oluruz, dediler. Ancak bu düşünce de Mus’ab nezdinde
itibar görmemiştir.
İnfaz kararı hakkında gerçekleşen konuşmalar
aktarılırken Mus’ab ile Ahnef b. Kays’ın fikir alış verişi de kaynaklara
yansımıştır. Mus’ab Ahnef b. Kays’a bu konuda ne düşündüğünü sorduğunda Ahnef
ona affetmesini önermiştir. Kûfe eşrâfı ise bu düşüncelere her seferinde tepki
göstermeye, kızgınlıklarını ifade etmeye devam etmiştir. İnfazdan sonra Ahnef,
Kûfe eşrâfına:
-İnşaallah bu ölümler kıyamet günü
aleyhinize bir delil olmaz, sözleri ile tepkisini göstermiştir.[813] Eşrâftan
yakınlarını kaybedenlerin baskıları ile Mus’ab’ın muhasaradan sonra teslim
olanları acımasızca ve topluca bir katliamla öldürülmelerinin emrini vermesine
neden olduğu gibi bir yorumu[814] kabul
etmek mümkün değildir. Zira eşrâfın, Muhtâr yönetimini devirmekteki payı,
Mus’ab’ın kuvvetlerinin payı yanında küçük kalmaktadır. Ordu komutanı olarak
son karar Mus’ab’a aitken ve yapılan istişarelerde sayı üstünlüğü Mus’ab’a
esirleri öldürmenin dışında başka bir yol aramaktan yana iken, topluca infaz
edilmeleri hükmüne bağlanması Mus’ab’ın da esirleri affetmek gibi bir düşünceye
yeterince sahip olmadığını göstermektedir.
Ubeydullâh b. el-Hurr’un esirler hakkındaki
teklifine göz atmak, bu durumu anlamamıza fayda sağlayacaktır. Zira kendisinin
önerisi oldukça makul durmaktadır. Ubeydullâh b. el-Hurr, Mus’ab’a gelerek:
-Ey Emîr! Her esiri kendi kabilesine ver.
Böylece her kabileyi, (kendilerinden olan bir kimseyi serbest bırakmış olmakla)
minnet altında bırakmış olursun. (Onları öldürmek için onlarla savaşmış
olmamızı gerekçe gösteriyorsan bil ki;) biz de onlarla savaştık. (Onların
bizlerden öldürdüğü kimselere bedel olarak bu esirlerin öldürülmesine gelince,
savaş esnasında) biz de onlardan olanları öldürdük. Biz onlara (kabilelere)
muhtacız. Elindeki köleleri (öldürmek yerine) sahiplerine ver. O köleler
dullarımızın, yetimlerimizin ve zayıf olanlarımızın hakkıdır. Onları işlerinde
çalıştırsınlar. Şu köleleri ise öldür. Nankörlükleri ortaya çıktı. Kibirli
halleri çoğaldı. Şükürleri ise azaldı dedi.[815]
Ubeydullâh b. el-Hurr’un teklifi oldukça makul gözükmekte iken, Mus’ab bu
öneriyi dikkate almamıştır.
Mus’ab’ın infazlardaki sorumluluğunu
azaltmaya çalışmanın yanlış olacağı kanaatimizi desteklemek üzere onun
Abdurrahmân b. Muhammed’in infazlardaki tutumuna karşı net bir tavır
sergilemiyor olmasına bakılabilir. Zira Abdurrahmân b. Muhammed b. el-Eş’as’ın
intikam almak için daha hızlı hareket ettiği ve daha katı bir duruşa sahip
olduğu dikkat çeker.[816]
Mus’ab’ın hanımı Âişe binti Talha
gönderdiği haberci ile onların serbest bırakılmasını istemiştir. Ancak haberci
Mus’ab’a ulaştığında esirlerin infazı gerçekleşmiştir.[817]
Büceyr b. Abdillâh el-Mislî, infaz sırası
geldiğinde affedilmesi için konuşma yapmış ancak umduğu beraatı alamamıştı.
Öldürülme vakti geldiğinde Mus’ab’a: “Beni bu insanlardan ayrı öldürün. Kanımı
onların kanına karıştırmayın. Çünkü ben onlara kılıçlarımızı düşmanlarımızla
savaşmak için konaktan inelim dediğimde onlar bana karşı gelmişlerdi,” diyerek
Muhtâr’ın kendilerine ettiği teklifi reddetmelerine karşılık başlarına
geleceğini söylediği hali yaşamış olmalarına işaret etmiştir.[818]
Öldürülenlerin sayısı hakkında rivayetler
birbirinden farklı bilgiler içermektedir. 700,[819]
3.000,[820] 5.000,[821] 6.000,[822] 6.800[823] ve 7.000[824] sayıları
kaydedilmektedir. Öldürülen 6.000 kişi içindeki sadece Arap olanların sayısının
700 olduğu bilgisi de diğer bazı kaynaklarda belirtilmektedir.[825]
Dîneverî, 6.000 kişinin 2.000 Arap, 4.000 gayr-ı Arap unsurdan oluştuğunu,
söylemektedir.[826]
Muhtâr’la Mus’ab arasındaki savaşta ve
muhasaradan sonra teslim olmuş esirlerden öldürülenlerin sayısını bildirmede
bir karışıklık vardır. Zehebî’nin verdiği 700 rakamı buna bir örnek olmaktadır.
Kesin sayıyı tespit etmekte zordur. Muhtâr’la birlikte muhasara edilenlerin
sayısı 8.000’dir.[827] Bu
sayının içinden konağa girmeden ya da konakta muhasara başladıktan sonra evine
kaçanlar da çıkarılmalıdır.[828] Ancak
sayıları hakkında bilgi gelmemektedir.
Mus’ab, Muhtâr’ın sağ elini kestirerek
mescidin duvarına bir çivi ile çaktırmıştır. Muhtâr’ın elinin, Haccâc’ın
gelişine kadar orada asılı kaldığı ve Haccâc tarafından oradan indirildiği
bildirilmektedir. Başını ise Mekke’ye, Abdullah b. Zübeyr’e göndermiştir.[829]
Muhtâr’ın başını götüren elçi, fetih mektubu ile birlikte Muhtâr’ın başını
getirmiş olmasından dolayı ödül vermesini beklediğini söyleyince, Abdullah b.
Zübeyr, onu geri çevirmiştir.[830] İbn
Abdirabbih’in aktardığına göre Abdullah b. Zübeyr Muhtâr’ın başını gördüğünde
iki elinin arasına almış ve:
-Ka’bü’l-Ahbâr’ın bana haber verdikleri
içinde gerçek çıkmayan tek bir hadise vardır. O, benim ölümümün genç bir
Sakiflinin elinden olacağını söylemiştir. Oysa ben, o genç Sakifliyi
öldürdüğümü gördüm, dediğini kaydetmektedir.[831]
Diğer kaynaklarda görmediğimiz bu rivayeti kabul etmek mümkün değildir. Zira
istikbalden haber vermek, istikbalden haber verenin doğruluğunu tasdik etmek
gibi bir davranışın Abdullah b. Zübeyr’e isnat edildiği görülmektedir.
Muhtâr’ın hanımları Ümmü Sâbit binti Semüre
b. Cündeb ve Amra binti Nu’mân b. Beşîr, Mus’ab’ın gönderdiği adamlar
tarafından huzura getirtilmiş, Mus’ab da onlara Muhtâr hakkında ne
düşündüklerini öğrenmek için sorular sormuştur. Ümmü Sâbit:
-Biz Muhtâr hakkında senin söylediğin
şeyleri söylüyoruz, demiştir. Bu cevap üzerine Mus’ab onu serbest bırakmıştır.
Amra binti Nu’mân b. Beşîr ise:
-Allah ona rahmet etsin. O, Allah’ın salih
bir kulu idi. Allah’ı ve Rasûlü’nü ve onun Ehl-i Beyt’ini severdi. Siz onu
öldürdüyseniz, ondan sonra siz de çok yaşamazsınız.[832]
O gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Kanını Âl-i Muhammed’in kanını
talep etmeye adamıştı, demiştir.[833]
Mus’ab, bu cevabından dolayı çok kızmış ve Amra’yı hapse atmıştır. Abdullah b.
Zübeyr’e yazdığı mektupta “Amra binti Nu’mân b. Beşîr, Muhtâr’ın bir peygamber
olduğunu söylüyor” demiştir. Bu mektup üzere Abdullah b. Zübeyr Mus’ab’a onu
öldürmesini emretmiştir. Bir gece yarısı şehir dışında kılıçla, işkence olsun
diye üç darbede öldürülmüştür. Amra, kavminden yardım isteyen nidalarla
çırpınarak can vermiştir. Orada bulunanlardan birisi bu tablo karşısında sessiz
kalamayarak, Amra’yı öldüren kişiye tepkisini, ona vurarak göstermiştir.
Cellâtlık görevi üzere bulunan adam, kendisine vuran kişiyi yakalayarak
Mus’ab’a götürmüş ve durumu anlatmıştır. Mus’ab ise onun tahammül edilmesi çok
zor bir manzara karşısında dayanamayarak böyle davrandığını söyleyerek serbest
bırakılmasını emretmiştir.[834]
Mus’ab’ın yapmış olduğu katliam, dönemin şairleri tarafından da acıyla dile
getirilmiştir.[835]
Mus’ab’ın gerçekleştirdiği bu infazlar bir
katliam niteliğindedir. Muhtâr’ın hanımına yönelik yapılanlar, şiirlerde ifade
edildiği üzere eleştirilmektedir. Mus’ab, Abdullah b. Ömer’le karşılaştığında
Abdullah b. Ömer ona:
-Sen kıble ehlinden bir gün içinde 7.000
kişi öldürdün, diyerek sitem etmiştir. Mus’ab öldürdüğü kimselerin kâfir
olduklarını söyleyince Abdullah b. Ömer ona:
-Vallahi sen babanın
bıraktığı mirastan aynı sayıda koyun öldürmüş olsaydın bile bu israf olurdu.[836] Ki o
koyunlar Allah’a ibadet etmezler, Allah’ı bilmezler (oldukları halde onları
öldürmen israf olurdu). Tevhîd inancı üzere olan bu insanlarla onları nasıl bir
tutarsın. Ey oğul! Sonunda görürsün. Onlar arasında bu işe zorlanan veya cahil
olan yok muydu? Onlara süre tanısaydın ya! Belki tevbe ederlerdi, demiştir.[837]
Benzer bir tepki de
Abdullah b. Abbâs’tan gelmektedir. Abdullah b. Zübeyr ona Muhtâr’ın
öldürüldüğünü ve onun bir yalancı olduğunu söylemesi üzere İbn Abbâs Muhtar
hakkında yalancı denmesinden rahatsız olmuş ve İbn Zübeyr’e
-Muhtâr bizi öldürenleri
öldürdü, intikamımızı istedi ve kalplerimize şifa verdi. Onun bizden görmesi
gereken karşılık kendisine hakaret edilmesi ve onun öldürülmesine sevinilmesi
olmamalıdır, demiştir.[838] Belâzurî,
ravisini belirtmeksizin İbn Abbâs’ın Muhtâr hakkında kendisini yeren ifadeler
kullandığı sözünü de aktarmaktadır. Ancak aynı cümlelerin Abdullah b. Zübeyr
tarafından kurulduğu bir başka diyalog daha vardır. Ayrıca İbn Abbâs’ın,
yanında Muhtâr anıldığı zaman:
-Kirâmen Kâtibîn melekleri
ona salât etsin, dediği rivayetler arasındadır.[839]
Bilgiler bir araya getirildiğinde İbn Abbâs’ın Muhtâr hakkında Muhtâr’ın
kendisine vahiy geldiğini iddia ettiği nakledilince: “Şeytanlara da vahiy
gelir” diyerek Muhtâr’ı yerdiğini bildirir rivayetin aslında İbn Zübeyr’a ait
bir söz olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Ağırakça, Muhtâr’a yönelik ağır
eleştirileri sıraladıktan sonra, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbâs’ın
Muhtâr hakkında müspet bir kanaate sahip olmalarını enteresan bulmaktadır.[840]
H. D. Van Gelder,
Muhtâr’ın şahsiyetiyle örneği görülmemiş bir duruş sergilediğini, onun
şahsiyetinin çok yönlü olduğunu söylemekte ve bu yönlerden bazılarını cesaret,
politika bilgisi, kurnazlık ve insan sarraflığı olarak sıralamaktadır. Bu
özelliklerin onu sürekli başarıya ulaştırdığını ve gücü elde etmesine vesile
olduğunu vurgulamaktadır.[841] Ehl-i
Beyt söyleminin en yoğun işlendiği hareket, Muhtâr’a aittir.[842]
Muhtâr eşrâfın kendisine
karşı giriştiği isyanı bastırdıktan sonra Ubeydullâh b. Ziyâd ile karşılaşmak
üzere İbnü’l-Eşter’i göndermiş ve kazandığı başarı ile vicdanlarda silinmesi
zor olan Kerbelâ acılarını bastırmıştır. Ancak tarihin seyri içinde bunu bir
avantaja çevirmeyi başaramamıştır. Durumun kendi aleyhine dönmesine neden olan
olaylardan bir tanesi de kürsü hadisesidir. O, bazı kesimleri kendine
küstürmemek için sessiz kaldığı bu itikâdî sapkınlığın, her ne kadar kısa
ömürlü bir hadise olsa da, ağır ithamlara maruz kalarak bedelini ödemiştir.
Daha sonra İbnü’l-Hanefiyye’yi ve etrafındaki bazı kişileri Abdullah b.
Zübeyr’in baskısından kurtarmış ve kendi hanesine bir artı daha yazdırmıştır.
Sonrasında Abdullah b. Zübeyr’in kardeşi Mus’ab’ın orduları karşısında mağlup
olarak hayatı son bulmuştur. Ancak kendisinden sonra, ismi, birçok itikadî
yönelimle anılmıştır. Buna rağmen Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbâs gibi
önemli isimlerin övgülerine mazhar olmuştur.
Muhtâr’ın fiziksel ve
kişisel özellikleri hakkında kaynaklardaki bilgiler oldukça kısıtlıdır. Konu
ile ilgili rivayetlerde ise bazı problemler mevcuttur. Birincisi; kaynaklarda
onun şahsiyeti hakkında karşılaştığımız rivayetler sayı itibariyle azdır.
İkincisi; bu rivayetlerin birçoğu birbirini nakzetmektedir. Üçüncüsü; raviler
arasında Muhtâr’a düşmanlık besleyenler, siyasal çizgide kendisini Muhtâr’ın
karşısında konumlandıranlar Muhtâr hakkındaki ifadelerde genel manada olumsuz
bir dil takınmaktadırlar ve hatta zamanla aşırıya kaçan yorumlarda
bulunmaktadırlar.
Dördüncüsü ise; Muhtâr’ı tanımamızı sağlayacak
olan bu konu, Muhtâr’ın dînî anlamda kendisine mal edilen bazı ithamlarla
Mezhepler Tarihi kaynaklarının sahasına girmekte ve hepsi birer ayrı tartışma
konusu olabilecek nitelik arz etmektedir. Oysa konunun her ne kadar Mezhepler
Tarihi alanı ile işbirliği içerisinde ele alınması gerekli olsa dahi, gerek
zaman gerekse çalışmanın ulaşacağı hacim bakımından başka araştırmalarda
konuların değerlendirilmesi üzere kaynak sınırlaması yoluna gidilmiştir.
Muhtâr’a yöneltilen yalancılık ithamının
çalışmamızda yer almaması buna örnektir. Bu ifade bazı kaynaklarda Muhtâr için
neredeyse bir sıfat gibi kullanılmıştır. Örnek olarak İbn Kesîr’in el-Bidâye
ve’n-Nihâye isimli eseri verilebilir. İlk bakışta onun siyasî hayatta başarıya
ulaşmak için söylediği iddia edilen bazı sözlerinin doğruluk payı
taşımamasından dolayı kullanıldığı izlenimini uyandırmaktadır. Ancak bununla
birlikte Muhtâr’ın kendisinin nebî olduğunu îma eden bazı sözleri rivayetlerde
geçmektedir. Dolayısıyla yalancı sözcüğüyle Muhtâr’ın kendisinin bir peygamber
olduğunu iddia ettiği ithamına binaen kullanıldığı göze çarpmaktadır. Bu ve
benzeri durumların izahı için, Muhtâr’dan sonraki Muhtâr’a atfedilen
yönelimlerin anlaşılması gerektiğinden Muhtâr’ın hayatının sona ermesinden
sonraki süreçleri de ele alma lüzumu ortaya çıkmaktadır. Ancak kapsamış olduğu
zaman diliminin, çalışmamızın dışına taşmasından ötürü ele alınmamıştır.
Şimdi bu kayıtlar altında Muhtâr’ın
şahsiyeti hakkında kaynaklardan bize yansıyan bilgileri değerlendirelim.
Muhtâr’ın fiziki özelliklerinden bahsetmek
istediğimizde yeterli ve doyurucu bilgiler bulamayız. Ubeydullah b. Ziyâd’ın
kırbaç darbesiyle bir gözünü yaralamış olması, kaynaklarda bir gözü görme
engelli kimseler başlığında Muhtâr’ın isminin de yer almasına neden olmuştur.[843]
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın darbesiye Muhtâr’ın
bir gözünü kaybedip etmediği konusunda yeterli bilgi yoktur. Muhtâr
yaralandıktan sonra, bir süre hapiste kalmış ve hapisten çıkarılıp Kûfe’den
sürülmüştür. Yolda karşılaştığı kimseler, Muhtâr’ın gözündeki yaranın sebebini
sormuşlardır. Bir aydan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen gözündeki
yaranın iyileşmemiş olması, aldığı darbenin şiddetli olduğunu göstermektedir.
Kendisinin bir gözünün görme engelli olduğunu söyleyen bazı kaynaklar vardır.
Bununla birlikte Muhtâr hem Mekke savunmasında hem de Mus’ab’ın ordusundan olan
kimselerle mücadele etmiş ve gösterdiği kahramanlığından söz ettirmiştir.
Kaynaklar ise, cesareti ve savaşçılığını zikrettikleri bu zaman dilimlerinde,
Muhtâr’ın bir gözünün görmüyor olmasından bahsetmemişlerdir. Böylesi bir
engellilik halinin savaş meydanında önemli bir eksiklik olduğu varsayıldığında,
Muhtâr’ın gözünün Ubeydullâh’ın kırbacı ile derin bir yara aldığı ancak uzun
sürmüş olsa da zamanla iyileşmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulmalıdır.
Hitabet noktasında son derece başarılı
olduğu kaynaklardan öğrenilirken, tarihi seyir içinde yaptığı konuşma
metinlerinden de aynı kanaate ulaşılmaktadır.[844]
Muhtâr’ın İbnü’l-Eşter’i ikna etmek üzere yaptığı konuşma zikredilirken
Muhtâr’ın belîğ konuşmasına vurgu yapılmaktadır.[845]
Haccâc’ın da Muhtâr’ın beliğ konuşabiliyor olmasına dair övgü dolu sözler
sarfettiği kaydedilmektedir.[846] İbn Nemâ
ve İbn A’sem, Muhtâr’a ait konuşmaları daha uzun ve daha beliğ rivayetlerle
eserlerinde yer vermektedirler.[847]
Muhtâr, cesareti ve savaşçılığı ile ön
plana çıkmaktadır. Babasının Köprü Savaşı’nda ve bu savaşın öncesinde girdiği
çarpışmalarda gösterdiği kahramanlıkların anlatılır olmasının bunda etkisi
olabilir. Ebû Ubeyd’in Köprü Savaşı’nda bir fili tek başına devirdiği
kaydedilmektedir.[848] O,
cesaretiyle meşhur olan bir babanın oğlu olarak yetişmiştir. Köprü Savaşı’nın
üzüntü verici sonuçlarına rağmen o devir halkında, harpten sağ kalanların
eleştirildiği, köprünün diğer tarafında şehit olanların cesaretiyle methedildiği
görüldüğünde[849] bu
durumu daha iyi anlaşılmaktadır. Haccâc, Muhtâr hakkında: “Muhtâr, yaman bir
adamdır, orduyu harbe ateşlemek hususunda büyük bir insandır. Düşmana karşı ise
adeta bir kırbaç gibidir,” demiştir.[850]
Muhtâr, Kûfe’den sürüldüğünde Hicâz’a gitmiş
ve orada Abdullah b. Zübeyr’in yanında Şam ordularına karşı Mekke’yi
savunmuştur. Yaklaşık iki ay süren kuşatmada Muhtâr’ın büyük şecaat örneği
gösterdiği, hatta İbn Zübeyr ordusunda kendisinden daha çetin savaşan başka bir
kimsenin olmadığı rivayet edilmektedir.[851]
Bu durum, bizzat İbn Zübeyr tarafından da: “Muhtâr benim yanımda olduktan sonra
kiminle savaştığıma aldırmam. Ben, ondan daha çetin savaşanını görmedim”
sözleriyle ikrar edilmiştir.[852]
Gösterdiği performansla[853] İbn
Zübeyr’in en yakın adamlarından olmayı başardığı kaydedilmektedir.[854]
Sahabîden el-Münzîr b. ez-Zübeyr, el-Misver
b. Mahreme, Mus’ab b. Abdirrahmân b. Avf ez-Zührî öldürüldüğünde morali bozulan
Mekke ordusuna: “Ey İslâm ehli! Bana gelin bana! Ben ki; İbn Ebî Ubeyd b.
Mes’ûd’um. Ben ki; asla kaçmadan, tekrar tekrar saldıran Ebû Ubeyd’in oğluyum.
Ben ki; tekrar hucuma atılan ve geri dönmeyenin oğluyum. Ey kendini korumaya
alanlar! Bana gelin bana,” diye bağırarak orduyu ateşlemeyi başarmış ve olası
bir mağlubiyeti engellemiştir.[855]
İbn Zübeyr’in sıcak bir çatışmadan
çekiniyor olması ve buna gerekçe olarak da Mescid-i Haram bölgesinde
olduklarını göstermesine karşın olmalı ki; Muhtâr: “Onlar seninle savaşıncaya
değin Mescid-i Haram’da savaşma! (ancak onlar savaşırsa, savaş),”[856] ayetini
okuyarak savunma halinden taarruza geçmeyi önermiş ve İbn Zübeyr’i buna teşvik
etmiştir.[857] [858]
Muhtâr;
Abdullah b. Mutî’, Misver b. Mahreme, Münzir b. ez-Zübeyr, Mus’ab b.
Abdirrahmân b. Avf ve bir grup Kureyşli ile birlikte iken: “Güzel bir koku
aldım. Vallahi bu kokuda zaferin kokusunu hissediyorum. Haydi onlara
saldıralım,” demiştir. Muhtâr’ın bu çıkışından sonra Mekke ordusuna saldırılmış
ve galip 859 gelinmiştir.
Yine bu kuşatmada yaşanan bir olayı aktaran
Abbâs b. Sehl: ”Muhtâr, Kâbe’nin yandığı günde de İbn Zübeyr’in yanındaydı.
Muhtâr yanındaki 300 kişilik grubuyla, diğer tüm askerlerden daha iyi savaştı.
Hatta yorgunluktan kendinden geçinceye kadar savaşıyordu. Arkadaşları etrafında
toplanarak dinleniyor, sonra kalkıp yeniden savaşa devam ediyordu. Kâbe’nin yandığı
gün, savaşı; ben, İbn Mutî’ ve Muhtâr üstlenmiştik. O gün, aramızda en çok
gayret gösteren Muhtâr oldu”[859] demiştir.
Ebû Ma’şer’in Mekke kuşatmasına
katılanlardan aktardığına göre Muhtâr orduya taarruza kalkmayı emretmiş ve bu
teşvikinin savunma kuvvetlerinde olumlu bir etkisi olmuştur.[860]
Muasırları onun hakkında “Bir sıkıntıya yakalanıp da o sıkıntıdan en güzel
şekilde kurtulan odur” demişlerdir.[861]
Abbâs b. Sehl’in adamları ile birlikte
Mekke sokaklarında Şamlılar tarafından kuşatıldığında benzer bir durumuda olan
Muhtâr’ın saldırıya devam etmesi üzerine, onun bu atılgan ve cesur tutumu
karşısında adamlarının birbirlerini cesaret verici sözlerle gruplarının
dağılmaktan son anda kurtulduğu görülür. Böylelikle Abbâs b. Sehl’in de
kurtulmasının sağlanması, ardından mübarezeye çıkma cesareti zikredilir. Buna
göre Muhtâr ve Abbâs çıktıkları mübarezeden zaferle dönmenin moraliyle
adamlarına saldırı emri vererek Mekke sokaklarını Şam ordusundan kurtarmıştır.[862]
Muhtâr siyasî alanda da başarılı hamlelerde
bulunmuştur. Ancak yalan söylemekten çekinmeyen bir tutum sergilemiştir.
Kûfe’ye döndüğünde halkın Süleymân b. Surad etrafında toplandığını görünce
İbnü’l-Hanefiyye ismini dillendirmesi, İbnü’l-Eşter’e İbnü’l-Hanefiyye ağzından
mektup yazması ve benzeri durumlar buna örnek olarak gösterilebilir.
Tevvâbûn’dan sağ kalanlara müspet içerikli mektuplar yazmıştır. Muhtâr;
hapisteki ve harplerdeki tutumlarına bakıldığında soğukkanlı birisi olarak
tanımlanabilir. Adamlarının kendisini Kûfe’de hapisten çıkarmak için girişimde bulunmaları
teklifini reddedip bu işi daha sorunsuz çözme yoluna girmesi vb. durumlar buna
örnek olarak gösterilebilir.
Amaçlarına ulaşma konusunda kararlılığı ile
göze çarpmaktadır. Kûfe valisine eylemlerine son vermesi üzere yemin etmiştir.
Bu yemini bozması durumunda bütün kölelerini azad etmek ve 1000 deve kurban
kesmek gibi ağır bir kefareti ödemeyi kabul etmiştir. Ancak Muhtâr gerekirse
tüm bu kefareti ödeyerek eylemlerine devam etmekte kararlı olduğunu
söylemiştir.[863] Tâifin
siyasî alanda şöhret sahibi birçok kimse çıkardığı, bunlardan dört kişinin adı
zikredilmek istendiğinde birinin de Muhtâr olacağı yorumu yapılmaktadır.[864]
Muhtâr, hırslı bir kimse olarak karşımıza
çıkmaktadır. Onun, hilafeti Muâviye’ye devretme kararı alan Hz. Hasan’a
göstermiş olduğu tepki bunun en önemli delillerindendir.[865]
Kûfe’den sürgün edildiğinde Mekke yolunda karşılaştığı kimselere karşı
Ubeydullâh b. Ziyâd hakkında söylediği tehditkâr ifadeler,[866]
Abdullah b. Zübeyr ile karşılaştığında ona bey’at etmek konusundaki fevrî
tutumu[867] hırslı
bir yapıya sahip olmasından güç almaktadır. Bu özelliği; onun, Abdullah b.
Zübeyr’in kendisini yanından uzaklaştırması gibi olumsuz neticeleri olan bazı
hatalar yapmasına neden olmuştur. Muhtâr’ın siyasî amaçlarına ulaşmak için
defalarca yalan söylediği görülmektedir. Kûfe’ye geri döndüğünde
İbnü’l-Hanefiyye’nin veziri olduğunu söylemesi,[868]
Abdullah b. Ömer’e, kendisinin hapisten çıkarılmasını sağlaması için hapse
atılması konusunda hiçbir kabahati olmadığını mektubunda bildirmesi[869] gibi
örnekler bunlardan sadece bir kaçıdır.
Onun amaçlarına ulaşmak için verdiği
sözleri çiğnemesinin kendisi adına bir kıymet taşımadığına şahit olmaktayız.
Zira Zübeyrî yönetim tarafından herhangi bir olay çıkarmayacağına dair yemin
ettirilmesine ve bu ettiği yeminlere mevcut yönetimin inanmasına gösterdiği
tepki kaynaklarda açıklanmaktadır. Kendisinden onlara verdiği sözde durmalarını
bekleyenleri ahmak olmakla suçlamıştır.[870]
Hz. Hüseyin’in katillerini cezalandırma adına girişilen infazlarda daha önce
şahitler huzurunda kendilerine eman verilen kimselerden bazıları da öldürülmüş
ya da öldürülmekten son anda kurtulmuştur.[871]
Muhtâr’ın hedefine ulaşmak için içinde
bulunduğu motivasyon İslâm’la hiç bağdaşmayacak bazı sapkın eylemlere dahi göz
yummasına neden olacak kadardır. Taraftarlarından bir kısmının Hz. Ali’den
kaldığı iddia edilen bir koltuk getirip, o koltuğa bir takım ilahi güçler
atfetmesine sessiz kalmıştır. Söz konusu sapkın merasimlere taraftarlarından
gelen tepkiler neticesinde son verilmiştir. Muhtâr’ın olanları kınayan herhangi
bir ifadesine rastlanılmamaktadır. Adamlarından bir kısmını kaybetme endişesi
taşıması onu bu davranışa sevketmiştir.
Bunun dışında, Muhtâr’ın kendi
taraftarlarından nakledildiğini anladığımız ve onun abid bir kimse olarak
algılanmasını sağlayan rivayetleri burada aktarmayı gerekli gördük.
Ebû Mihnef’in Vâlibî’den naklettiğine göre
Muhtâr, Kûfe’yi ele geçirmek için kıyam ettiği gecenin sabahında bütün
askerlerini tan yeri ağarmadan önce savaş nizamına koyup, ardından öne geçerek
askerlerine sabah namazını kıldırmıştır. Namazda Nâziât ve Abese surelerini
okumuştur. Vâlibî, Muhtâr hakkında: “Biz lehçesi onun kadar fasih, kıraatı onun
kadar düzgün bir imam ve cemaat dinlemedik,” demektedir.[872]
Muhtâr Kûfe’yi ele geçirmek üzere son
hamlesini yapmak üzere Müzeynelerin Ahmeslerin ve Bârikların evlerinin
bulunduğu mevkiden inmek üzereyken buranın sakinleri Muhtâr’a ikramda
bulunmuşlardır. Ancak Muhtâr’ın hiç bir şey yemediğini gördüklerinde onun
oruçlu olduğunu anlamışlardır. Hatta Ahmer b. Hudeyc el-Hemdânî Abdullah b.
Kâmil’e: “Keşke bugün oruçlu olmasaydı! O zaman daha dinç olurdu,” demiştir.
İbn Kâmil ise ona cevaben: “O masumdur. Ne yapması gerektiğini senden daha iyi
bilir,” diye cevaplamıştır.[873]
Mus’ab, Muhtâr’ı öldürdükten sonra
eşlerinden Amra binti Nu’mân b. Beşir’e Muhtâr hakkında ne düşündüğünü
sormuştur. Amra binti Nu’mân onun hakkında olumlu sözler söylediği takdirde
öldürüleceğini bildiği halde: “Allah ona rahmet etsin. O, Allah’ın salih bir
kulu idi. Allah’ı ve Rasûlü’nü ve onun Ehl-i Beyt’ini severdi.[874] O
gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı,” demiştir[875]
Muhtâr’ın hiçbirşeyden korkmadığı çok cesur olduğu zeki Hâzir cevap firasetiyle
her şeyi anlayan birisi olduğu söylenmektedir.[876]
Görüldüğü
üzere şahsiyeti hakkında konuşulan kimse kendi taraftarlarından bir kimseden
gelen rivayetlerde oruç tutan, namazlarını kılan, kıratı düzgün bir kimse
olarak aktarılmaktadır. Aynı kişi düşmanları tarafından bunun aksi bir kimse
olarak tasvir edilmektedir. Araştırmacıya düşen ise gerçekliği en yalın dille
izah etmek olmalıdır.
Bu araştırmada Muhtâr b. Ebî Ubeyd
es-Sekafî’nin hayatı, idarî ve askerî faaliyetleri ele alınmaya çalışılmıştır.
Muhtâr hakkında onun hayatına dair önemli tespitlerde bulunulmuştur. Onun, hem
hayatı hem de idarî ve askeri faaliyetlerine dair ortaya konulan temel
tespitler sırasıyla aktarıldığında Muhtâr ve yaşadığı dönem daha iyi
anlaşılacaktır.
Muhtâr 1/622 yılında Tâif’te doğmuştur.
Sahabî değildir. Muhtâr üç evlilik yapmıştır. Çocuklarının sayısı ve isimleri
hakkında gerek Sünnî gerekse Şiî kaynaklarda farklı sayılar ve isimler
geçmektedir. Toplamda bu sayının en az 3 en fazla 8 olduğu görülmektedir.
Fiziksel özellikleri konusunda kaynaklarda yeterli bilgi sunulmamaktadır.
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın bir gözünü yaraladığı zikredilir. Ancak bundan sonra
gözünün iyileştiği yahut özürlü kaldığı meselesi konusunda farklı görüşler
mevcuttur.
Hz. Hasan’ın hilafeti Muâviye b. Ebî
Süfyân’a devretme kararı almasından sonra, Muhtâr’ın amcasına Hz. Hasan’ı
Muâviye’ye teslim etmesini teklif ettiği rivayet edilmektedir. Böylece Muhtâr
bazı kesimlere göre Hz. Osman taraftarı olmakla suçlanarak, hayatının ilerleyen
dönemlerindeki davranışları ile kıyaslanıp, belli bir çizgiye sahip olmamakla
itham edilmektedir. Muhtâr hakkında çokça işlenen bu konu bazı sorunları
barındırmaktadır. Hucr b. Adiyy başta olmak üzere Hz. Hasan’a bu kararından
dolayı biçok kimse sert ifadeler kullanmış ancak onlar Hz. Osman taraftarı
olmakla suçlanmamıştır. Muâviye döneminde Hucr aleyhine hazırlanan rapora
Muhtâr imza atmamıştır. 20 senelik Muâviye iktidarında Muhtâr’ın Emevî yönetimi
ile yakınlaşma girişimi bulunmamaktadır. Müslim b. Akîl Hz. Hüseyin tarafından
Kûfe’ye gönderildiğinde doğrudan Muhtâr’ın evine gitmiş ve orada kalmıştır.
Muhtâr’ın Hz. Hasan’ı Muâviye’ye vermeyi teklif etmesinden sonra kendisini
öldürme girişiminde bulunduğu iddia edilen kimseler hayatlarının ileriki
dönemlerinde Muhtâr hareketinin birer ferdi olmuşlardır. Ne Süleyman b. Surad
ne de Sebî isyanında yer alan eşrâf Muhtâr aleyhinde bu davranışını
hatırlatarak propaganda yürütmemişlerdir. Muhtâr İbnü’l-Hanefiyye ve diğer
Hâşimîlerle iletişime geçtiğinde Hz. Hasan’a karşı olan bu tutumu hakkında bir
eleştiri almamıştır. Anlaşıldığı kadarıyla Muhtâr, Hz. Hasan’ın Muâviye’ye
hilafeti devretme fikrinden dolayı etrafındaki birçok taraftarı gibi kızmış ve
kendisinin bu siyaseti ile bir lider olamayacağını dile getirip, maksadını aşan
böylesi bir tavır ortaya koymuştur.
Muhtâr’ın ve çevresindeki diğer kişilerin
Hz. Hasan’a bu kararından dolayı ortaya koyduğu tavır bizi çok daha önemli
sonuca götürmektedir. Hz. Hasan’ın etrafında toplanan kitle Hz. Hasan’a ruhani
bir anlam yüklememekte onu siyasî bir motif olarak görmektedirler. Siyasî
amacına hizmet etmediği takdirde kolayca gözden çıkarılabilmektedir. Hz.
Hasan’ın bu davranışı neticesinde çağdaşları tarafından kendisine yöneltilen
sert tutumun günümüzde olmaması, onun hilafeti devretme fikrinin Hz. Ali’den
yahut Hz. Peygamber’den yahut da Hz. Allah’tan kendisine emredildiği yönünde,
sonraki yüzyıllarda üretilen rivayetlerden olmalıdır.
Çalışmamızda elde ettiğimiz sonuçlardan
biri de “Muhtâr’ın tek amacının Ubeydullâh b. Ziyâd’tan intikam almak olduğu”
iddiasının zayıf olmasıdır. Hz. Hüseyin tarafından Kûfe’ye gönderilen Müslim b.
Akîl ile birlikte çalışma yürüten Muhtâr, bu faaliyetleri ortaya çıkınca vali
Ubeydullâh b. Ziyâd tarafındna işkence görmüş ve şehirden sürülmüştür. Hicâz’a
giden Muhtâr’ın yolda sarf ettiği intikam sözleri, Muhtâr’ın tüm yaptıklarını
kişiselleştirdiği yorumlarına neden olmaktadır. Muhtâr’ın hayatına bütüncül
bakıldığında, meselenin sadece bir intikam olmaktan çok daha öteye uzandığı
görülür.
Muhtâr’ın hayatı incelendiğinde onun Ehl-i
Beyt söylemini İbnü’l-Hanefiyye ismi üzerinden yürüttüğü anlaşılmaktadır.
Muhtâr; Hicâz’da, Abdullâh b. Zübeyr’den Kûfe valiliği görevine getirileceği
sözünü alarak onun yanında Emevî ordularına karşı savaşmıştır. Ancak kuşatma
kaldırıldıktan sonra İbn Zübeyr’in verdiği sözü tutmaması onu amaçlarına
ulaşmak için genelde Ehl-i Beyt ve Hâşimî, özelde ise İbnü’l-Hanefiyye
söylemini dillendirmeye götürmüştür.
Kûfe’ye döndüğünde Süleymân b. Surad
öncülüğünde bir hareketin başlatıldığını gören Muhtâr, İbnü’l-Hanefiyye’nin
veziri olduğunu söyleyip, Hz. Hüseyin’in kanını talepte asıl hakkın kendi
önderliğinde gelişecek bir oluşuma ait olduğunu savunmuştur. Ancak halkta bunun
çok az etkisi olmuştur. Bunun üzerine Süleymân b. Surad’ın savaş bilgisi
olmadığı, düzensiz ordularla zafer elde edilemeyeceği gibi daha rasyonel
eleştiriler sıralamıştır. Muhtâr’ın Tevvâbûn’dan temelde ayrıldığı nokta onun
siyasal bir oluşumun desteği ile bu işe yeltenilmesi gerektiğini savunmasıdır.
Bu da ancak Kûfe’nin ele geçirilmesinden sonra olacaktır. Bu ayrım noktasını
dile getiren Muhtâr, ikinci kez hapse atılmıştır. Muhtâr’ın hapse girmesi onun
Ehl-i Beyt’in intikamını alma söyleminde, liderliğini perçinlemiştir. Emevîler
karşısında mağlup olan Tevvâbûn’dan arta kalanlar için de şehirde tek lider
olarak kalmıştır.
Abdullâh b. Ömer’in ricasıyla hapisten
çıkan Muhtâr, kendi adamları tarafından İbnü’l-Hanefiyye’nin veziri olduğu
konusunda şüphe edilmesi gibi bir olayla karşılaşmıştır. Adamlarının arasından
bir heyet Hicâz’a gidip durumu tahkik etmiş, İbnü’l-Hanefiyye ise daha önceleri
olduğu gibi müphem bir cevap vermiştir. Heyet üyeleri İbnü’l-Hanefiyye’nin bu
müphem cevabını, kendilerine Muhtâr’la birlikte hareket etmelerine izin
verilmesi olarak tevil etmişler ve Kûfe’ye dönüp tekrar Muhtâr hareketinin bir
ferdi olmuşlardır. Bu hadise, Muhtâr’ı güçlendiren ikinci faktör olmuştur.
Muhtâr adamlarının telkinleriyle
İbnü’l-Eşter’in desteğini almaları gerektiğini anlamıştır. İbnü’l-Eşter ise bu
harekete katılmak için kendisinin liderliği etrafında toplanmalarını şart
koşmuştur. Muhtâr; İbnü’l-Hanefiyye’nin ağzıyla yazdığı mektupla İbnü’l-Eşter’i
kendi saflarında savaşmaya ikna etmiştir. İbnü’l-Eşter bu mektubun
İbnü’l-Hanefiyye tarafından gönderilmediğinden şüphelenmiş ancak Muhtâr’ın
adamlarının sözlerine itibar etmekle yetinmiştir. İbnü’l-Hanefiyye’den işin
hakikatini soruşturmamıştır. Bu tutumu, onun da bu işe esasında gönlünün
olduğunu ve mektupta vaat edilenlere sahip olmak istediğini göstermektedir.
Muhtâr, İbnü’l- Eşter’in desteğiyle şehri ele geçirmeyi başarmıştır.
Muhtâr’ın Ehl-i Beyt’in intikamını alma
söyleminin bir hakikat değeri taşımadığını ve bu söylemi kendi amaçlarını
gerçekleştirmek için kullandığını ispatlayan gelişmeler, bundan sonra meydana
gelmiştir. Muhtâr Kûfe yönetimini ele aldıktan sonra Hz. Hüseyin’in intikamını
almak üzere verdiği sözleri bir kenara bırakmış ve bunun aksine kendisine
muhalif kesim olan eşrâfa karşı müspet bir politika izlemiştir. Emevî
ordularının Kûfe’ye doğru ilerlediği haberi şehre ulaşınca Muhtâr,
İbnü’l-Eşter’i harekete geçirmiştir. İbnü’l-Eşter’in şehirden ayrılmasını
fırsat bilen eşrâf, Muhtâr idaresinde mevâlînin ulaşmış olduğu haklara daha
fazla tahammül edemeyerek birçok bahane ile isyan etmiştir. Derhal
İbnü’l-Eşter’i Kûfe’ye geri çağıran Muhtâr, isyanı bastırmayı başarmıştır. Bu
olay, Muhtâr’ın, eşrâfla geçinmesinin mümkün olmadığını anlamasını sağlamıştır.
İsyanın bastırılmasından hemen sonra Hz. Hüseyin’in katillerini öldürme iddiası
ile birçok katliam yapılmıştır. Gerçekleştirilen bu infazların çoğunda mahkeme
yapılmamış; üstelik infazlar, İslâmî usul ve esasların dışına çıkılan şekillerde
icra edilmiştir. Bu infazlar Hz. Hüseyin’in intikamını alma iddiasını
gerçekleştirmenin çok dışında kalmıştır. Asıl öfkenin Muhtâr’a karşı
gerçekleştirilen isyana olduğu görülmektedir. Üstelik bu isyan, mevâlînin
Muhtâr döneminde elde ettiği haklara rahatsızlık duyulmasından çıkmıştır.
Dolayısı ile mevâlî, Muhtâr’dan daha fazla öfkeli hareket etmiştir. Bu da bize,
Muhtâr’ın haberi olmadan öldürülenlerin sayısının çok olduğu hakkında bir ipucu
sunmaktadır. Bununla birlikte yapılan infazların Hz. Hüseyin’in intikamı
söylemi ile gerçekleştirilmesi, isyana katılmayan bazı kişilerin de mecburen
öldürülmesi ile sonuçlanmıştır. Üstelik bu kişiler arasında daha önceleri
Muhtâr’dan, hayatına dair eman almış olanlar dahi vardır. Muhtâr’ın Ehl-i Beyt
söylemini kullanmış olmasının en önemli delili, Kerbelâ’ya adı karışmış
olanları, kendisine karşı bir isyan gerçekleştirmeye çalışmalarından sonra
cezalandırmaya kalkmasıdır.
Çalışmamızda ortaya koyduğumuz tespitlerden
biri de Kürsü meselesine dairdir. Koltuk hadisesi, Muhtâr’a karşı yöneltilen
eleştirilerin neredeyse başında gelir ve en önemlilerindendir. Bu İslâm dışı
uygulama mevâlîden küçük bir kesim tarafından ortaya atılmış ve kısa sürmüştür.
Koltuk hadisesi muhalifleri tarafından Muhtâr’a fatura edilmiş ve onun aleyhinde
fazlasıyla kullanılmıştır. Bize göre Muhtâr; kendi adamlarını etrafından
kaçırmamak, siyasî hayatını devam ettirmek için bu sapkınlığa sessiz kalmakla
sorumludur. Rivayetlere bakıldığında koltuğun kaldırılması Muhtâr tarafından
değil, halktan gelen tepkilerle gerçekleştirilmiştir.
İbnü’l-Eşter, Ubeydullâh b. Ziyâd
karşısında galip gelmiştir. Bu galibiyet ve Kûfe’de gerçekleştirilen infazlar
Muhtâr’ın kendi iktidarını sağlamaya hizmet etmiştir. Etrafında belli bir
kesimi toplamayı başarması ve çalışmalarını meşrulaştırması için en akıllıca
yol olarak Ehl-i Beyt söylemini dillendirmiştir. Muhtâr’ın elde ettiği bu
başarı Hicâz cephesinde de büyük yankı uyandırmıştır. Kûfe’de bu gelişmelerin
yaşanması İbn Zübeyr’in kendisine bey’at etmeyen ve aralarında İbnü’l-Hanefiyye’nin
de bulunduğu Ehl-i Beyt fertlerini hapsetmesine neden olmuştur.
İbnü’l-Hanefiyye Muhtâr’dan yardım istemek zorunda kalmıştır. Muhtâr’ın Hicâz’a
4.000 kişi göndererek İbnü’l-Hanefiyye’yi kurtarması ile İbnü’l- Hanefiyye,
Muhtâr ölene kadar İbn Zübeyr’in tehlikesinden emin olarak yaşamıştır.
Ancak İbnü’l-Hanefiyye’nin neden Hicâz’da
İbn Zübeyr’le aynı şehirde yaşadığı ve Kûfe’ye Muhtâr’ın yanına gitmediği
meselesi, tartışma konusu olmuştur. Rivayete göre İbnü’l-Hanefiyye Kûfe’ye
gitmek istemiş, ancak onun Kûfe’ye gelmesinden endişelenen Muhtâr, onun
hakkında İbnü’l-Hanefiyye’ye kılıç vurulsa dahi işlemeyeceğini söyleyerek onun
için bir tehdit oluşturmuştur. Bu rivayet bazı noktalardan problemler
taşımaktadır. İbnü’l-Hanefiyye Kûfe’ye gitmemiştir. Onun Kûfe’ye gitmesi, o
zamana kadar gösterdiği, siyasetten uzak tutumunu inkâr etmek olacaktır. O,
Mekke’deki yapılanmanın nasıl sonuç vereceğini görmek ve bu sisli havanın
geçmesini beklemek üzere Hicâz’da kalmıştır. İbnü’l-Hanefiyye’ye hiçbir kılıcın
işlemeyeceği iddia edildiğinde Muhtâr taraftarlarının Hicâz’a neden gitmek
zorunda olduklarını sormaları gerekecektir. Üstelik aynı hadise Ömer b. Ali ve
Ubeydullâh b. Ali hakkında da benzer anlatımlarla kaynaklarda görülmekte ve tüm
rivayetler kendi içerisinde bazı açmazlar barındırmaktadır.
Muhtâr hakkında ifade etmemiz gereken bir
diğer mesele ise Muhtâr’ın öldürülmeden önceki itirafını aktaran rivayettir.
Abdullah b. Zübeyr tarafından harekete geçirilen Mus’ab b. Zübeyr’e önce meydan
savaşında yenilen, ardından konağa sığınmak zorunda kalan Muhtâr, zaman zaman
konaktan inerek gerçekleştirdiği çarpışmalardan birinde öldürülmüştür.
Muhtâr’ın, son çarpışmasına çıkmadan önce, tüm kıyamını dünyalık elde etmek
amacı ile gerçekleştirdiğini itiraf ettiğini bidiren bir rivayet vardır. Bu
rivayet bazı noktalardan eleştirilebilir. Rivayeti aktaran Dîneverî, Muhtâr’ın
son çarpışmasına konaktaki tüm adamları ile birlikte katıldığını söylemektedir.
Oysa böylesi bir itiraftan sonra Muhtâr’ın, yanında çarpışacak adam bulamaması
gerekmektedir. Öldürüldükten sonra karısı Muhtâr’ın salih bir kimse olduğunu
söylemeye devam ettiği için feci şekilde infaz edilmiştir. Muhtâr öldürüldükten
sonra ona atfedilen kısa ömürlü ve sınırlı taraftar kitlelerine sahip mezhepler
oluşmuştur. Zâide b. Kudâme Mus’ab b. Zübeyr’in öldürülmesi esnasında Muhtâr’ın
hatırasını yaşatacak söylemler kullanmıştır. İbn Abbâs ve İbn Ömer’in Muhtâr
hakkında müspet ifadeleri vardır. Tüm bunlar söz konusu itirafı ifade eden
rivayeti tartışılır kılmaktadır.
Muhtâr
ve yaşadığı Kûfe hakkında dönemin daha iyi anlaşılması için Âmir eş-Şa’bî’nin
hayatı ve tarihi rivayetleri hakkında akademik bir çalışmaya ihtiyaç
duyulmaktadır. Dönemin toplumundaki karmaşık yapı, mevâlî hakkında yapılacak
araştırmalarla ve Muhtâr’ın öldürülmesinden sonra ona bağlı devam eden
gelişmelerin incelenmesi ile aydınlanacaktır.
ABDÜLAZÎZ MUHAMMED
el-LÜMEYLİM, Vad’u’l-Mevâlâ fî’d-
Devleti’l-Ümeviyye, Beyrût, 1993.
ABDÜLHÂLIK MUSTAFA,
Nevin, İslam Düşüncesinde Muhalefet, çev: Vecdi Akyüz, İstanbul, 2001.
AGIRAKÇA,
Ahmet, Emeviler Döneminde Kıyamlar, İstanbul, 1994.
Ahbâru’d-Devleti
’l-Abbâsiyye ve fîhi Ahbâru’l-Abbâsî ve Veledihî,
Müellifi Mechul, thk. Abdülazîz ed-Dûrî, Beyrut, trsz.
AHMED MUHAMMED el-HAVFÎ,
Edebü’s-Siyâse fî Asri’l-Ümevî, Beyrût, 1965.
ÂKÎL,
Nebîh, Hilâfetü Benî Ümeyye, Beyrût, 1983.
el-ASKERÎ,
Ebû Hilâl el-Hasen b. Abdillâh b. Sehl (400/1009’dan sonra), el- Evâil,
Tanta, 1408.
ÂTIF ABBÂS HAMMÛDÎ KAYSÎ,
Sakîf ve Devruhâ fî’t-Târîhi’l- Garbiyyi’l-İslâmî Hattâ Evâhiri’l-Asri’l-Ümevî,
Beyrût, 2003.
AYCAN,
İrfan, Saltanata Giden Yolda Muâviye b. Ebî Süfyân, Ankara, 1990.
AZİMLİ,
Mehmet, Dört Halifeyi Farklı Okumak 2-Hz. Ömer, Ankara, 2013.
, Dört Halifeyi Farklı
Okumak 3-Hz. Osman, Ankara, 2016.
, Dört Halifeyi Farklı
Okumak 4-Hz. Ali, Ankara, 2015.
, Halifelik Tarihine
Giriş, Başlangıcından IX. Asra Kadar, Konya, 2016.
, Hulefâ-i Râşidîn
Döneminde Gerçekleşen İlk Fetihlerin Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, İSTEM:
Islâm San'at, Tarih, Edebiyat ve Mûsikîsi Dergisi, 2005, cilt: III, sayı:
6, s. 177-194.
, Hz. Ali Neslinin
İsyanları, X. Yüzyıla Kadar Şiî Karakterli Hareketler, Konya, 2013.
BAĞDÂDÎ,
Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Hatîb (463/1071), Târîhu Bağdâd ve Züyûlihî,
thk. Mustafâ Abdülkâdir Ata, Beyrût, 1996.
BELÂZURÎ,
Ebû’l-Abbâs Ahmed b.Yahyâ b. Câbir (279/892), Ensâbu'l-Eşrâf thk. Suheyl
Zekkâr-Riyâd Ziriklî, Beyrût, 1996. (Ensâb)
, Fütûhu'l-Büldân,
Beyrût, 1988. (Fütûh)
BEYDÛN,
İbrâhîm, ed-Devletü’l-Ümeviyye ve ’l-Muâraza, Beyrût, 1985.
, İtticâhâtü’l-Muârazafî’l-Kûfe:
Dirâse fî’t-Tekvîni’l-İctimâî ve ’s-Siyâse, Beyrût, trsz.
BUHÂRÎ,
Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl (255/869), es-Sahîh, İstanbul, 1981.
, et-Târîhu’l-Evsât, thk. Mahmûd İbrâhîm Zâyid,
Halep,1977.
, et-Târîhu’l-Kebîr,
Haydârabâd, trsz.
CÜZCÂNÎ,
Ebû İshâk, İbrâhîm b. Ya’kûb b. İshâk es-Sâ’dî, (259/872) , Ahvâlü’r-Ricâl,
thk. Abdülalîm Abdülazîm el-Bestevî, Pakistan, trsz.
DÂRAKUTNÎ,
Ebu’l-Hasan Ali b. Ömer b. Ahmed b. Mehdî (385/995), el- Mü’telif ve
’l-Muhtelif, thk. Muvaffak b. Abdillâh b. Abdilkâdir, Beyrût, 1986.
DEMİRCAN,
Adnan, İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, İstanbul, 2016.
DÎNEVERÎ,
Ebû Hanîfe Ahmed b. Dâvûd ed-Dîneverî (282/895), el- Ahbâru’t-Tıvâl,
thk. Abdülmün’im Âmir, Kâhire, 1960.
Doğuştan Günümüze Büyük
İslâm Tarihi, Redaktör: Hakkı Dursun Yıldız,
İstanbul, 1986.
EBÛ’L FEREC el-İSFAHANÎ,
Ali b. Hüseyin b. Muhammed b. Ahmed el- Kureşî, (356/967), Mekâtilü’t-Tâlibiyyîn,
thk. es-Seyyid Ahmed Sakar, Beyrût, trsz.
EBÛ’L-FİDÂ’,
el-Melikü’l-Müeyyed İmâdüddîn İsmâîl b. Alî b. Mahmûd el-Eyyûbî (732/1331), el-MuhtasarfîAhbâri’l-Beşer,
b.y.y. trsz.
EBÛ ŞÂME el-MAKDİSÎ,
Ebû’l-Kâsım (Ebû Muhammed) Şihâbüddîn Abdurrahmân b. İsmâîl b. İbrâhîm
(665/1267), Uyûnu’r- Ravzateyn fî Ahbâri ’d-Devleteyni ’n-Nûriyye ve ’s-
Salâhiyye, thk. İbrâhîm ez-Zeybek, Beyrût, 1997.
ERUL,
Bünyamin, “Semûre b. Cündeb” DİA, İstanbul, 2008, XXXVI, 501502.
EVKURAN,
Mehmet, Sünnî Paradigmayı Anlamak, Bir Ekolün Politik ve Teolojik
Yapılanması, Ankara, 2012.
FESEVÎ,
Ebû Yûsuf Yûsuf b. Süfyân b. Cüvvân (277/890), el-Ma’rife ve’t- Târîh,
thk. Ekrem Ziya Umerî, Beyrut,1981.
GELDER,
H. D. Van, Mohtar de Valsche Propheet, Leiden, 1881.
GÖL,
Yavuz Selim, Abbâsîler Döneminde Kâdı’l-Kudâtlık, Yayımlanmamış Doktora
Tezi, Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya, 2018.
GÜNEŞ,
Hüseyin, Dinî, Siyasî ve Sosyal Hayata Etkisi Açısından Muhammed b. Hanefiyye
ve Hayatı (16/637-81/700) (Basılmamış Doktara Tezi), Konya, 2009.
, “Muhtâr es-Sekafî
Hareketi Karşısında Muhammed b. Hanefiyye’nin Yeri”, Türk Kültürü ve Hacı
Bektaş Velî Araştırma Dergisi, sayı:75, 183-199, Ankara, 2015.
, Şia’nın Oluşum
Sürecinde Ibnü’l-Hanefiyye ’nin Yeri, Geçmişten Günümüze Alevîlik I.
Uluslararası Sempozyumu, Editör: Mehmet Yazıcı, Bingöl, 2014.
HÂKİM en-NÎSÂBÛRÎ,
Ebû Abdillâh el-Hâkim Muhammed b. Abdillâh b. Muhammed b. Hamdiveyh b. Nuaym
en-Nîsâbûrî (405/1014), el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, thk. Mustafâ
Abdülkâdir Atâ, Beyrût, 1990.
HALÎFE b. HAYYÂT,
Ebû Amr b. Ebî Hubeyre eş-Şeybânî el-Usfurî el- Basrî (240/854), Tabakâtü
Halîfe b. Hayyât, thk. Süheyl Zekkâr, b.y.y. 1993. (Tabakât)
, Târîhu Halîfe b.
Hayyât, thk. Ekrem Ziyâ el-Umerî, Beyrût, 1977. (Târîh)
HAMEVÎ,
Şihâbüddîn Ebû Abdillâh Yâkût b. Abdillâh er-Rûmî (626/1229), Mu’cemü’l-Büldân,
Beyrût, 1995.
HARBUTLU,
Ali Hüsnî, el-Muhtâru’s-Sekafî Mir’âtü’l-Asri’l-Ümevî, 64/684 - 67/686, A
’lâmü’l-Arab, Kâhire, 1962.
HATÎBÜ’L-HAVÂRİZM,
Ebû’l-Müeyyed el-Muvaffak Ahmed el-Mekkî (568/1173), Maktelü’l-Hüseyn,
thk. Muhammed Semâvî, Kum, 1418.
el-HEMDÂNÎ,
Ebû Muhammed el-Hasen b. Ahmed b. Ya’kûb b. Yûsuf (360/971’den sonra), el-Iklîl,
b.y.y. trsz.
HİND ĞASSÂN EBU’Ş-ŞA’R,
Hareketü’l-Muhtâr b. Ebî Ubeyd es-Sekafî fi’l-Kûfe, Ammân, 1983.
İBN ABDİLBER,
Ebû Ömer Yûsuf b. Abdillâh b. Muhammed (463/1071), el-İstîâb fî
Ma’rifeti’l-Ashâb, thk. Ali Muhammed el- Becâvî, Beyrût, 1992.
İBN ABDİRABBİH,
Ebû Ömer Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed el- Endelüsî (328/939), el-Ikdü’l-Ferîd,
Beyrût, 1404.
İBN ASÂKİR,
Ebu’l-Kâsım Ali b. Hasen b. Hibetullâh (571/1175), Târîhu Dımeşk, thk.
Amr b. Ğarâme el-Amrî, Beyrût, 1995.
İBN A'SEM,
Ebû Muhammed, Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Kûfî (314/926), el-Fütûh, thk.
Ali Şîrî, Beyrût, 1991.
İBN DUREYD,
Ebû Bekir Muhammed b. el-Hasen b. Dureyd el-Ezdî el-Basrî (321/933), el-İştikâk,
thk. ve şrh. Abdüsselâm Muhammed Hârûn, Lübnan, 1991.
İBN EBİ’L-HADÎD,
Abdülhumeyd b. Hibetillâh (655/1258), Şerhu Nehci’l- Belâğa, thk.
Muhammed Ebû’l-Fadl İbrâhîm, 1959.
İBN EBÎ TÂHİR,
Ebû’l-Fazl Ahmed b. Ebî Tâhir Tayfûr el Mervezî (280/893), Belâğâtü’n-Nisâ,
tsh. ve şrh. Ahmed Elfey, Kâhire, 1908.
İBN HACER el-ASKALÂNİ,
Şihâbüddîn Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Muhammed (852/1448), el-İsâbe fî
Temyîzi’s-Sahâbe, thk. Âdil Ahmed Abdülmevcûd ve Ali Muhammed Muavviz,
Beyrût, 1994.
, Takrîbü’t-Tehzîb,
thk. Muhammed Avvâme, Suriye, 1986.
, Tehzîbü’t-Tehzîb,
el-Hind, 1326.
İBN HALDÛN,
Abdurrahmân b. Muhammed b. Muhammed el-Mağribî (808/1406), Târîhu İbn Haldûn
(Dîvânü’l-Mübtedei ve’l- Haber fî Târîhi ’l-Arabi ve ’l-Berber ve men Âsaruhum
min Zevi’ş-Şe’ni’l-Ekber), thk. Halîl Şehhâde, Beyrût, 1988.
İBN HALLİKÂN,
Ebu’l-Abbâs Şemsüddîn Ahmed b. Muhammed (681/1282), Vefeyâtü’l-A’yân ve
Enbâi’z-Zamân, thk. İhsân Abbâs, Beyrût, 1994.
İBN HAZM,
Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd el-Endelüsî el-Kurtubî (456/1064), Cemheretü
Ensâbi’l-Arab, thk. Komisyon, Beyrût, 1983.
İBN HİBBÂN,
Ebû Hâtim Muhammed (354/965), Sikât, Haydarâbâd, 1973.
, Târîhü’s-Sahâbe,
Haydarâbâd, 1994.
İBN İZÂRÎ,
Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed b. İzârî el-Merrâküşî (712/1312’den sonra), el-Beyânü’l-Muğrib
fî Ahbâri’l- Endelüsî ve ’l-Mağrib, thk. Levi Provencal, Beyrût, 1983.
İBN KESÎR,
Ebü’l-Fidâ İsmâîl b. Ömer (774/1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrût,1986.
İBN KUTEYBE,
Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dîneverî (276/889), el-Meârif thk.
Servet Ukkâşe, Kâhire, 1992.
, eş-Şi ’r ve ’ş-Şuarâ,
Kâhire, 1423.
, Uyûnu’l-Ahbâr,
Beyrût, 1418.
İBN MANZÛR,
Ebû’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Ali b. Ahmed el-Ensârî
er-Ruveyfiî (711/1311), Lisânü’l-Arab, Beyrût, 1414.
İBN MİSKEVEYH,
Ebû Alî Ahmed b. Muhammed b. Ya’kûb el-Hâzin (421/1030), Tecâribü’l-Ümem ve
Teâkibü’l-Himem, thk. Ebû’l-Kâsım İmâmî, İran, 2000.
İBN NEMÂ,
Ca’fer b. Ebî İbrâhîm Muhammed b. Ebî’l-Bekâ Hibetullâh el- Huliyy (640/1183), Risâletü
Zevbi’n-Nüzzâri fî Şerhi Ahzi ’s-Sâr, b.y.y. trsz.
İBN RÜSTEH,
Ebû Alî Ahmed b. Ömer b. Rüsteh (300/913’ten sonra), elA ’lâku’n-Nefîse,
Leiden, 1891.
İBN SA'D,
Ebû Abdullah Muhammed İbn Sa’d el-Hâşimî ( 230/844), et- Tabakâtü'l-Kübrâ,
thk. Muhammed Abdülkâdir Atâ, Beyrût, 1990.
İBN SELLÂM el-CUMAHÎ,
Ebû Abdillâh Muhammed b. Sellâm b. Ubeydillâh b. Sâlim el-Cumahî el-Basrî
(231/846 ), Tabakâtü Fühûli ’ş-Şuarâ, thk. Mahmud Muhammed Şakir, Cidde,
trsz.
İBN TAĞRİBERDÎ,
Ebu’l-Mehâsin Cemâlüddîn Yûsuf b. Tağriberdî b. Abdillâh ez-Zâhirî el-Hanefî
(874/1470), en-Nücûmü’z- Zâhire fîMülûki Mısır ve ’l-Kâhire, Mısır, trsz.
İBNÜ’L-CEVZÎ,
Cemâlüddîn Ebû’l-Ferec Abdurrahmân b. Ali b. Muhammed (597/1200), el-Muntazam
fî Târîhi’l-Ümem ve ’l-Mülûk, thk. Muhammed Abdülkâdir Atâ, Mustafâ
Abdülkâdir Atâ, Beyrût, 1992. (Muntazam)
, Telkîhu Fuhûmi Eser
fî Uyûni ’t-Târîh ve ’s-Siyer, Beyrût, 1997. (Telkîh)
İBNÜ’L-EBBÂR,
Ebû Abdillâh Muhammed b. Abdillâh b. Ebî Bekr b. Abdillâh b. Abdirrahmân b.
Ahmed b. Ebî Bekr el-Kudâî (658/1260), Kitâbü ’l-Hulleti ’s-Siyerâ, thk.
Hüseyin Mûnis, Kâhire, 1985.
İBNÜ’L-ESÎR,
İzzüddîn b. Ebi’l-Hasen Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed b. Muhammed el-Cezerî
(630/1232), el-Kâmilfî’t-Târîh, thk. Ömer Abdüsselâm Tedmürî, Beyrût,
1997. (Kâmil)
, Üsdü’l-ĞâbefîMa’rifeti’s-Sahâbe,
Beyrût, 1989. (Üsdü’l- Ğâbe)
İBNÜ’L-FAKÎH,
Ebû Abdillâh Ahmed Muhammed el-Hemdânî (IV/X. Yüzyıl), Kitâbü’l-Büldân,
thk. Yûsuf el-Hâdî, Beyrût, 1966.
İBNÜ’L-İMÂD,
Ebû’l-Felâh Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed es-Sâlihî el-Hanbelî (1089/1679), Şezerâtü’z-Zeheb
fî Ahbâri men Zeheb, thk. Mahmûd el-Arnâûd, Dımeşk-Beyrût, 1986.
İBNÜ’L-İMRÂNÎ,
Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Ma’rûf (580), el- Enbâu fî Târîhi’l-Hulefâ,
thk. Kâsım es-Sâmurâî, Kâhire, 2001.
İBNÜ’L-VERDÎ,
Ebû Hafs Zeynüddîn Ömer b. el-Muzaffer b. Ömer el- Bekrî el-Kureşî el-Maarrî
(749/1349), Târîhu Ibnü’l-Verdî, Lübnan, 1996.
İCLÎ,
Ebû’l-Hasan Ahmed b Abdillâh b. Sâlih el-Kûfî (261/875), Târîhu’s- Sikât,
Beyrût, 1984.
İHSÂN ABBÂS (2004),
Şezerâtün min Kütübi Mefkûde fi ’t-Târîh, Lübnan, 1988.
el-İmâme ve ’s-Siyâse,
(İbn Kuteybe’ye nisbet edilen ancak ona ait olmayan eserdir.) b.y.y. trsz.
ÎMÂN ALİ Bİ’N-NÛR,
Devru’l-Mevâlî fî Sükûti’d-Devleti’l-Ümevîyye, Libya, 2008.
KALKAŞENDÎ,
Ebû’l-Abbâs Şihâbuddîn Ahmed b. Ali (821/1418), Subhu’l-A ’şâ fî Sınâati
’l-İnşâ, Beyrût, trsz.
KANDEHLEVÎ,
Muhammed Yûsuf b. Muhammed İsmaîl (1384), Hayâtü’s- Sahâbe, Beyrût,
1999.
KAZANCI,
Ahmet Lütfi, Kerbelâ’nın Hesabı, İstanbul, 2015.
KEŞŞÎ,
Muhammed b. Amr (h. 4. asrın yarısı/ m. 10. asrın yarısı), Ricâlü Keşşî,
thk. Ahmed el-Hüseynî, Kerbelâ, trsz.
KILIÇ,
Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muâviye, İstanbul, 2001
KOCADAĞ,
Yaşar, Keysâniyye’nin Doğuşu, Gelişimi ve Düşünceleri (Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi), İstanbul, 2004.
KORKMAZ,
Sıddık, Tarihin Tahrifi İbn Sebe Meselesi, Ankara, 2005.
KÖLKSAL,
Mustafa Âsım (1998), Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Faciası, İstanbul, trsz.
KURAT,
Akdes Nimet, Ebu Muhammed Ahmed bin As’am Al-Kûfî’nin Kitab Ül-Futuh’undan
“Muhtar Vakası”(Hicrî 66, Miladi 685), Türk Tarih Kurumu Yayınlarından
VII. Seri- sa. 50, sh.403-423, Ankara, 1968.
MAKDİSÎ,
Mutahhâr b. Tâhir (355/966), el-Bed ve ’t-Târîh, b.y.y. trsz.
MES’ÛDÎ,
Ebû’l-Hasen, Ali b. Hüseyin b. Ali, (345/956), et-Tenbîh ve’l- İşrâf,
Kahire, trsz. (Tenbîh)
, Mürûcu’z-Zeheb,
b.y.y. trsz. (Mürûc)
MUHAMMED ABDÜ’L-HAYY
MUHAMMED ŞA’BÂN, Sadru’l-İslâm
ve’d-Devletü’l-Ümeviyye, Beyrût, 1983.
MUHAMMED b. ABDİLLÂH b.
ABDİLKÂDİR ĞABBÂN es-SUBHÎ, Fitnetü Makteli Osmân
b. Affân, Suûd, 2003.
MUHAMMED BEYÛMÎ MEHRÂN, Dirâsât
fî Târîhi’l-Arabi’l-Kadîm, b.y.y. , trsz.
MUHAMMED EBÛ ZEHRÂ,
İmâm Zeyd Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Çev. Salih Parlak-Ahmet Karababa,
İstanbul, 1993.
MUHAMMED FERÎD (Bey)
b. Ahmed Ferîd Paşa el-Muhâmî (1338/1920), Târîhu’d-Devleti’l-Aliyyeti’l-Osmâniyye,
thk. İhsân Hakkı, Lübnan, 1981.
MUHAMMED b. HABÎB,
Ebû Ca’fer Muhammed b. Habîb b. Ümeyye b. Amr el-Hâşimî el-Bağdâdî (245/859), el-Muhabber,
thk. Ilse Lichtenstacher, Beyrût. trsz. (Muhabber)
,
el-Münemmâk fî Ahbâri Kureyş, Beyrût, 1985.
(Münemmâk)
MÜBERRED,
Ebû’l-Abbâs Muhammed b. Yezîd (285/898), el-Kâmil fi’l- Luğa ve’l-Edeb,
Thk. Muhammed Ebû’l-Fadl İbrâhîm, Kâhire, 1997.
NEŞVÂN el-HİMYERÎ,
Ebû Saîd (b. Neşvân ) b. Saîd b. Ebî Himyer b. Ubeydillâh el-Himyerî el-Yemenî
(573/1178), el-Hûru’l- Îyn ve Tenbîhü’s-Sâmi ’în ‘an Kütübi ’l-İlmi
’ş-Şerâif Dûne ’n-Nisâi ’l- ‘Afâ’if thk. Kemâl Mustafa, Kâhire, 1948.
NEVBAHTÎ,
Ebû Muhammed el-Hasen b. Mûsâ b. el-Hasen b. Muhammed el-Bağdâdî (310/922), Firaku’ş-Şîa,
Beyrût, 1984.
NÜVEYRÎ,
Şihâbüddîn Ahmed b. Abdilvehhâb b. Muhammed b. Abdiddâim el-Kuraşî (733/1333), Nihâyetü’l-Ereb
fî Fünûni’l-Edeb, Kâhire, 1423.
ONAT,
Hasan, Emevîler Devri Şiî Hareketleri ve Günümüz Şiîliği, İstanbul, 2017.
SÂBÎ,
Ebü’l-Hasen (Hüseyn) Hilâl b. el- Muhassin b. İbrâhîm b. Hilâl el- Harrânî
(448/1056), Tuhfetü’l-Umerâ fî Târîhi’l-Vüzerâ, thk. Abdü’s-Settâr Ahmed
Ferrâc, byy. trsz.
SALLÂBÎ,
Ali Muhmmed, Islâm Târihi:8, Emevîler Dönemi, trc. Harun Ünal, İstanbul,
2009.
SIBT İBNİ’L-CEVZÎ (654/1256),
Tezkiretü’l-Havâs, Kum, 1418-1376.
SÖYLEMEZ,
Mehmet Mahfuz, Bedevîlikten Hadarîliğe Kûfe, Ankara, 2015.
, Kûfe ’nin Siyasi
Tarihi, Ankara, 2015.
es-SÜYÛTÎ,
Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. Muhammed el-Hudayrî eş-Şâfiî
(911/1505), Târîhu’l-Hulefâ, b.y.y. ,2004.
TABERÎ,
Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr (310/922), Târîhu’t-Taberî, Târîhu'r- Rusül
ve'l-Mülûk, Beyrût,1967.
TEMÎMÎ,
Ebû’l-Arab Muhammed b. Ahmed b. Temîm (333/945), el-Mihan, thk. Ömer
Süleyman el-Ukaylî, Riyad,1984.
TRİTTON,
A. S. İslâm Kelâmı, çev. Mehmet Dağ, Ankara, 1983.
TÛSÎ,
Ebû Ca’fer Muhammed b. Hasan (460/1607), AhbâruMa’rifeti’r-Ricâl, tsh.
Hasen el-Mustafâ, Tahrân, 1347.
VÂKIDÎ,
Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer (207/823), er-Riddetü mea Nebzetin min
Fütûhi’l-Irak, thk. Yahya el-Cebûrî, Beyrût, 1990.
VAROL,
Mehmet Bahaüddin, Ehl-i Beyt Kavramsal Boyut, Konya, 2004.
, “Ehl-i Beyt Sevgisi
Nedir? Nasıl Olmalıdır?” ÎSTEM: Islâm Sanat, Tarih, Edebiyat ve Mûsikîsi
Dergisi, 2003, cilt: I, sayı: 2, s. 109-128.
, “Emevîler’in Hz. Ali ve
Taraftarlarına Hakaret Politikası Üzerine”, ÎSTEM: Islâm San'at, Tarih,
Edebiyat ve Mûsikîsi Dergisi, 2006, cilt: IV, sayı: 8, s. 83-108.
, “Harre Vakası
(Sebep-Sonuç Değerlendirmesi)”, Selçuk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi
Dergisi, 1997, sayı: 7, s. 513-534.
, Hilafet Mücadelesinde
Ehl-i Beyt Nesli, Konya, 2004.
, Hz. Hasan,
Ankara, 2014.
, Siyasallaşma
Sürecinde Ehl-i Beyt, Konya, 2004.
VİDA,
Levi Della, “Muhtâr” Î.A. VI, 513-516, İstanbul, 1979.
WATT,
William M. Islâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev. Ethem Ruhi Fığlalı,
Ankara, 1981.
WELLHAUSEN,
Julius, Arap Devleti ve Sukutu, çev. Fikret Işıltan, Ankara, 1963. (Arap
Devleti)
, Îslâmiyetin İlk
Devirlerinde Dinî Siyasî Muhalefet Partileri, çev. Fikret Işıltan, Ankara,
1989. (Muhalefet Partileri)
YAHYA b. MAÎN,
Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Maîn b. Avn b. Ziyâd b. Bestâm b. Abdurrahmân el-Mürrî
el-Bağdâdî (233/848), Ma’rifetü’r-Ricâl, Dimeşk, 1985.
, Târîhu İbn-i Maîn
(Rivâyetü’d-Dûrî), thk. Ahmed Muhammed Nûr Seyf, Mekke, 1979.
YÂFİÎ,
Ebû Muhammed Afîfüddîn Abdullah b. Es‘ad b. Alî b. Süleymân el- Yemenî
(768/1367), Mirâtü’l-Cenân ve Îbrâtü’l-Yekzân fî Ma’rifeti Havâdisi’z-Zemân,
Lübnan, 1997.
YA’KÛBÎ,
Ahmed b. Ebî Ya’kûb b. Ca’fer b. Vehb (292/905), Târîhu’l- Ya’kûbî,
b.y.y. trsz.
YAŞAROGLU,
Hasan, Muhtâr es-Sakafî (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 1991.
YILDIZ,
Hakkı Dursun, “Dahhâk b. Kays,” DÎA, İstanbul, 1993, VIII, 409410.
YÜKSEL,
Ahmet Turan, Abdullah b. Ömer (Hayatı ve Şahsiyeti), Konya, 2004.
(Abdullah b. Ömer)
, İhtirastan İktidara
Kerbelâ Emevî Valisi Ubeydullâh b. Ziyâd Döneminin Anatomisi, Konya, 2001.
(Kerbelâ)
ZEHEBÎ,
Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed et-Türkmânî el- Fârikî ed-Dımaşkî
(748/1348), el-Îber fî Haberi men Gaber, thk. Muhammed es-Saîd, Beyrût,
trsz.
, Târîhu’l-Îslâm ve
Vefeyâti ’l-Meşâhîri ’l-A ’lâm, thk. Ömer Abdü’s-Selâm et-Tedmûrî, Beyrût,
1993.
, SiyeruA’lâmi’n-Nübelâ,
thk. Şuayb Arnaûd, b.y.y. , 1985.
ZİRİKLÎ,
Hayruddîn b. Mahmûd b. Ali (1396/), el-A ’lâm, b.y.y. 2002.
ZÜBEYRÎ,
Ebû Abdillâh Mus‘ab b. Abdillâh b. Mus‘ab b. Sâbit b. Abdillâh b. ez-Zübeyr
(236/851), Nesebi Kureyş, thk. Levi Provençal, Kâhire, trsz.
[1] İbn
Sa’d, Ebû Abdullâh Muhammed İbn Sa’d el-Hâşimî (230/844), et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
thk.
Muhammed Abdülkâdir Atâ, Beyrût, 1990, VIII, 345;İbn Kuteybe,
Ebû Muhammed Abdullâh b. Müslim ed-Dîneverî (276/889), el-Maârif, thk.
Servet Ukkâşe, Kâhire, 1992, 400; Belâzurî, Ebû’l- Abbâs Ahmed b. Yahyâ b.
Câbir (279/892), Ensâbü’l-Eşrâf thk. Süheyl Zekkâr-Riyâd Ziriklî,
Beyrût, 1996, VI, 375; İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İsmâîl b. Ömer (774/1372), el-Bidâye
ve’n-Nihâye, Beyrût, 1986, VIII, 289.
[2] Belâzurî,
Ensâb, VI, 375; İbn Abdilber, Ebû Ömer Yûsuf b. Abdillâh b. Muhammed
(463/1071), el-
İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, thk. Ali Muhammed
el-Becâvî, Beyrût, 1992, IV, 1465; İbnü’l-Esîr, İzzüddîn b. Ebi’l-Hasen Ali b.
Ebi’l-Kerem b. Muhammed b. Muhammed el-Cezerî (630/1232), Üsdü’l-Ğâbe fî
Ma’rifeti’s-Sahâbe, Beyrût, 1989, IV, 346; İbn Hacer el-Askalânî, Şihâbüddîn
Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Muhammed (852/1448), el-İsâbe fî
Temyîzi’s-Sahâbe, thk. Âdil Ahmed Abdülmevcûd ve Ali Muhammed Muavvız,
Beyrût, 1994, VII, 223.
[3] İbn
Abdilber, IV, 1665; Neşvân el-Himyerî, Ebû Saîd (b. Neşvân) b. Saîd b. Ebî
Himyer b.
Ubeydillâh el-Himyerî el-Yemenî (573/1178), el-Hûru’l-Îyn
ve Tenbîhü’s-Sâmi’în ‘an Kütübi’l- İlmi ’ş-Şerâif Dûne ’n-Nisâi ’l- ‘Afâ’if,
thk. Kemâl Mustafâ, Kâhire, 1948, I, 43; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l- Ğâbe, IV,
346; İbn Hacer, İsâbe, VI, 275.
[4] Belâzurî, Ensâb, VI, 375.
[5] Belâzurî, Ensâb, VI, 375; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
IV, 347; İbn Kesîr, VIII, 289; İbn Hacer, İsâbe,
VI, 275.
[6] Belâzurî,
Ensâb, VI, 375; Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (310/922), Târîhu’t-Taberî,
Târîhu’r-Rusûl ve’l-Mülûk, Beyrût, 1967, II, 402;
İbnü’l-Esîr, İzzüddîn b. Ebi’l-Hasen Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed b. Muhammed
el-Cezerî (630/1232), el-Kâmil fî’t-Târih, thk. Ömer Abdüsselâm Tedmürî,
Beyrût, 1997, II, 6.
[7] Taberî, V, 159.
[8] Vida, Levi Della, “Muhtâr”, İ.A.
İstanbul, 1979, VI, 513.
[9] Zuhruf
31-32. Hz. Peygamber’e inanmayanlara göre Kur’ân, Mekke’nin zenginlerinden
Velîd b.
Muğîre’ye veya Tâif’in zenginlerinden Urve es-Sekafî’ye
indirilmeliydi. Velîd b. Muğîre şöyle demişti: Kureyş’in büyüğü ve efendisi
olan ben yahut Sakîf’in ulusu Ebû Amr b. Umeyr es-Sekafî dururken Kur’ân
Muhammmed’e mi inecek. Bkz. İbn Hişâm, I, 361.
[10] Taberî, II, 344. Habîb b. Amr ve Mes’ûd b. Amr hakkında Bakara
sûresinin 279. ayeti inmiştir. Bkz.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 62. Bununla birlikte aynı
ayet hakkında İbn Hacer, söz konusu ayetin Rebîa b. Amr b. Umeyr hakkında
indiğini ifade eder. Bu durumda Muhtâr’ın babası Ebû Ubeyd’in, dördüncü bir
amcası daha vardır, deriz. İbn Hacer, II, 391.
[11] Taberî, III, 84.
[12] İbn Hişâm, I, 361.
[13] Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl
(255/869), Sahîh, İstanbul, 1981, Şurût, 15; Taberî, II,
625; İbn Abdilber; III, 1066;
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, 529.
[14] İbn Abdilber; III, 1066; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
III, 529.
[15]Taberî, II, 625; İbn Abdilber;
III, 1066; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, 529.
[16] Taberî, III, 84.
[17] İbn Abdilber; III, 1066; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
III, 529.
[18] İbn Sa’d, I, 237; Hâkim en-Nîsâbûrî, Ebû
Abdillâh el-Hâkim Muhammed b. Abdillâh b. Muhammed b. Hamdiveyh b. Nuaym b.
en-Nîsâbûrî (405/1014), el-Müstedrek ale ’s-Sahîhayn, thk. Mustafâ
Abdülkâdir Atâ, Beyrût, 1990, III, 713; İbn Abdilber; III, 1066; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
III, 529.
[19] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, 530.
[20] İbn Abdilber; II, 602.
[21] İbnü’l-Esîr, Kâmil, II, 279.
[22] İbn Sa’d, VI, 46.
[23] İbn Abdilber; III, 1066.
[24] İbn Sa’d, VI, 46. Bu kardeşlere Abdullâh
isminde biri daha eklenmektedir. Bkz. Halîfe b. Hayyât,
Ebû Amr b. Ebî Hubeyre eş-Şeybânî el-Usfurî el-Basrî
(240/854), Târîhu Halîfe b. Hayyât, thk. Ekrem Ziyâ el-Umerî, Beyrût,
1977, 124.
[25] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, V, 205; İbn
Kesîr, VII, 50.
[26] İbn Abdilber, IV, 1465; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
IV, 346; İbn Hacer, İsâbe, VI, 275.
[27] Yahyâ b. Maîn, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Maîn b. Avn b. Ziyâd b. Bestâm
b. Abdirrahmân el-Mürrî
el-Bağdâdî (233/848), Târîhu İbn-i Maîn
(Rivâyetü’d-Dûrî), thk. Ahmed Muhammed Nur Seyf, Mekke, 1979, III, 104;
Belâzurî, Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (279/892), Fütûhu’l- Büldân,
Beyrût, 1988, 247; Dîneverî, Ebû Hanîfe Ahmed b. Dâvûd ed-Dîneverî (282/895), el-
Ahbâru’t-Tıvâl, thk. Abdülmün’im Âmir, Kâhire, 1960, 113.
[28] Taberî, III, 445.
[29] İbn Kesîr, VIII, 289.
[30] Taberî, III, 445; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
II, 273.
[31] İbnü’l-Esîr, Kâmil, II, 273.
[32] Belâzurî, Fütûh, 247; Dîneverî, 113,
[33] Azimli, Mehmet, Dört Halifeyi Farklı Okumak-2
Hz. Ömer, Ankara, 2013, 85-86.
[34] İbnü’l-Esîr, Kâmil, II, 273; İbn Kesîr,
VII, 31.
[35] Taberî, III, 459.
[36] Taberî, III, 458.
[37] Dûme’nin, rüyasında, gökten bir adam indiğini,
yanında bir kap olduğunu ve o içecekten Ebû Ubeyd, Cebr b. Ebî Ubeyd ve onların
ehlinden insanların içtiğini gördüğü rivayet edilir ki bu kimselerin şehit
olacağı yönünde adeta mistik bir haber alma yetisinin varlığı mesajı
taşımaktadır. Bkz. İbnü’l-Esîr, Kâmil, II, 277.
[38] Belâzurî, Ensâb, VI, 376.
[39] İbn Nemâ, Ca’fer b. Ebî İbrâhîm Muhammed b. Ebi’l-Bekâ Hibetüllâh
el-Huliyy (640/1183), Risâletü Zevbi ’n-Nüzzâr fl Şerhi ’s-Sâr, b.y.y.
trsz. 61.
[40] Ayrıca Muhtâr’ın zeki, Hâzir cevap, ferasetiyle
her şeyi anlayan bir kimse olduğunu ifade eder. İbn
Nemâ, 61.
[41] İbn Abdilber, Köprü Savaşında Cebr b. Ebî Ubeyd’in şehit olduğu
bilgisini verir. Bkz. İbn Abdilber,
IV, 1710. Halife b. Hayyât; Ebû Ubeyd’in “Eğer şehit olursam
yerime Cebr b. Ebî Ubeyd geçsin. O da şehid olursa Ebû Cebr b. Ebî Ubeyd
geçsin. O da şehid olursa Habîb b. Ebî Rebîa b. Amr b. Umeyr geçsin...'' diye
başlayan bir komuta talimatnamesini bizlere sunar. Bkz. Halîfe, Târlh,
124. İbn A’sem ise Ebû Ubeyd’in sırasıyla Vehb, Mâlik ve Cebr isimlerini
taşıyan oğullarının kendisinden sonra liderlik etmesi için vasiyette
bulunduğunu bildirir. Ayrıca bu üç oğlunun, çarpışarak şehit olduğunu ifade
eder. Bkz. İbn A’sem, Ebû Muhammed, Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Kûfî (314/926),
el-Fütûh, thk. Ali Şîrî, Beyrût, 1991, I, 134-135. İbn Hacer ise
Belâzurî’den Ebû Ubeyd’in şehid olduktan sonra sancağı kardeşi el-Hakem’in, o
şehid olduktan sonra da Cebr b. Ebî Ubeyd’in aldığının söylendiği rivayeti
aktarır. Bkz. İbn Hacer, VII, 223. Cebr b. Ebî Ubeyd bu savaşta şehit olmuştur.
Bkz. Dârakutnî, Ebu’l-Hasan Ali b. Ömer Ahmed b. Mehdî (385/955), el-Mü’telif
ve’l-Muhtelif thk. Muvaffak b. Abdillâh b. Abdilkâdir, Beyrût, 1986, II,
376. Ebû Ubeyd’in kendi yerine kimlerin komuta etmesi gerektiği tavsiyesi
kayıtlardadır. Birçok Sakifli’nin şehid olduğu harpten, Bedir ve Uhut ehlinden
olanların da var olduğunu anladığımız savaşta İbnü’l-Esîr Ebû Ubeyd’in kardeşi
Hakem’in ve onun oğlu Cebr’in de şehit olduğunu zikreder. Bkz. İbnü’l-Esîr, Kâmil,
II, 277-279. Dîneverî ise Ebû Ubeyd’den sonra sancağı Ebû Ubeyd’in kardeşi
Hakem aldı der. Bkz. Dîneverî, 113. Kanaatimiz odur ki burada isimler
karıştırılmıştır. Ebû Ubeyd’in yerine kendi oğullarını bıraktığı rivayetinde
yeterli desteği bulamadığımız İbn A’sem’in rivayeti yanında, Ebû Ubeyd’in oğlu
Cebr’in, Ebû Ubeyd’in kardeşi Hakem’in oğlu Cebr olabileceği tercihi akılda
tutulmalıdır.
[42] Halîfe b. Hayyât, Ebû Amr b. Ebî Hubeyre
eş-Şeybânî el-Usfurî el-Basrî (240/854), Tabakâtü Halîfe b. Hayyât, thk.
Süheyl Zekkâr, b.y.y. 1993, 428; Buhârî, Ebû Abdullâh Muhammed b. İsmâîl
(255/869), et-Târîhu’l-Evsât, thk. Mahmûd İbrâhîm Zâyid, Haleb, 1977, I,
146; Belâzurî, Ensâb, VI, 233; İbn Kuteybe, Maârif 186.
[43] İbn Sa’d, VIII, 345; Halîfe, Tabakât,
428; İclî, Ahmed b. Abdillâh b. Sâlîh el-Kûfî (261/875),
Târîhü’s-Sikât, Beyrût, 1984, 520; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
IV, 347; İbn Kesîr, VII, 31; İbn Hacer, İsâbe, VI, 276.
[44] İbnü’l-Esîr, Kâmil, II, 351.
[45] İbn Sa’d, V, 155.
[46] İbn Sa’d, V, 155. Ömer’in Müzdelife gecesi doğduğu, bu yüzden
annesi Ümmü Seleme’nin vazifesini, halası Safiyye’nin yaptığı bildirilir. İbn
Sa’d, VIII, 345.
[47] Yüksel, Ahmet Turan, Abdullâh b. Ömer
(Hayatı ve Şahsiyeti), Konya, 2004, 13.
[48] İbn Kuteybe, Maârif, 401; Dîneverî, 309.
[49] Taberî, VI, 66; Erul, Bünyamin, “Semûre b.
Cündeb”, DİA, (XXXVI, 501-502), 501.
[50] Dîneverî, 309.
[51] Belâzurî, Ensâb, II, 77; Taberî, VI,
356-358.
[52] İbn Sa’d, III, 292; İbn Habîb, Ebû Ca’fer
Muhammed b. Habîb b. Ümeyye b. Amr el-Hâşimî el-
Bağdâdî (245/859), el-Muhabber,
thk. Eliza Lichtenstater, Beyrût, trsz., I, 70.
[53] Dîneverî, 309.
[54] İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd
el-Endelüsî el-Kurtubî (456/1064), Cemheretü
Ensâbi ’l-Arab, thk.
Komisyon, Beyrût, 1983, 268.
[55] Keşşî, Muhammed b. Amr (h. 4. asrın yarısı/ m.
4. asrın yarısı), Ricâlü Keşşî, thk. Ahmed el-
Hüseynî, Kerbelâ, tsz. 115
[56] Tûsî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Hasan (460/1607), AhbâruMa’rifeti
’r-Ricâl, tsh. Hasen el-
Mustafâ, Tahrân, 1347, 131.
[57] Tûsî, 236.
[58] İbn Kuteybe, Maârif, 401.
[59] Belâzurî, Ensâb, VI, 233.
[60] İbn Kuteybe, Maârif, 401; Neşvân
el-Himyerî, 182.
[61] Hind Ğassân, Ebû’ş-Şa’r, Hareketü ’l-Muhtâr
b. Ebî Ubeydes-Sekafifi’l-Kûfe, Ammân, 1983, 189.
[62] İbn Abdilber, IV, 1465; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
V, 205; İbn Kesîr, VII, 50; İbn Hacer, İsâbe, III,
518.
[63] İbn Kesîr, VIII, 289.
[64] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 347.
[65] Belâzurî, Ensâb, III, 283; Taberî, V,
159; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 5.
[66] Belâzurî, Ensâb, VI, 376.
[67] Belâzurî, Ensâb, VI, 375; Taberî, II,
402; İbnü’l-Esîr, Kâmil, II, 6-7.
[68] Yaşaroğlu, Hasan, Muhtâr es-Sekafî,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1991, 8.
[69] İbn Hazm, 268; İbn Abdilber, II, 602.
[70] Taberî, IV, 163.
[71] Taberî, IV, 164.
[72] Belâzurî, Ensâb, III, 32; Dîneverî, 146.
[73] Buhârî, Kebîr, IV, 50; Dîneverî, 205;
Taberî; IV, 565. İbnü’l-Esîr, Hz. Ali’nin Sıffîn’den hemen
önce Sa’d’ı Medâin’e atadığını
söyler. İbnü’l-Esîr, Kâmil, II, 632.
[74] Belâzurî, Ensâb, III, 80.
[75] ez-Zübeyrî, Ebû Abdillâh, Mus’ab b. Abdillâh
b. Mus’ab b. Sâbit b. Abdillâh b. ez-Zübeyr, (236/851), Neseb-i Kureyş,
thk. Levi Provençal, Kâhire, trsz. 44; Taberî, V, 154-155.
[76] Belâzurî, Ensâb, III, 283; Taberî, V,
159; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 5.
[77] Taberî, V, 75-76.
[78] Dîneverî, 205; Taberî, V, 76; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
II, 687.
[79] Belâzurî, Ensâb, III, 245.
[80] İbn Hacer, İsâbe, VI, 277.
[81] İbn Hacer, İsâbe, VI, 275-276.
[82] İbn Hacer, İsâbe, VI, 275-276.
[83] İbn Kesîr, VIII, 290.
[84] İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 5. Bu kargaşaya Kays b. Sa’d’ın
öldürüldüğüne dair bir haberin yayılmasının
neden olduğu da belirtilmektedir. Bkz. Taberî, V, 159;
İbnü’l-Cevzî, Cemâlüddîn Ebû’l-Ferec Abdurrahmân b. Ali b. Muhammed (597/1200),
el-Muntazam fî Târîhi’l-Ümem ve’l-Mülûk, thk. Muhammed Abdülkâdir Atâ ve
Mustafâ Abdülkâdir Atâ, Beyrût, 1992, V, 166; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
5; İbn Kesîr, VIII, 14. Hz. Hasan’ın o dönemde bu kararı vermiş olması ile
ilgili geniş bilgi için bkz. Varol, Mehmet Bahaüddin, Hz. Hasan, Ankara,
2014, 125-131.
[85] Taberî, V, 159; İbnü’l-Cevzî, Muntazam,
V, 166; İbn Kesîr, VIII, 14.
[86] Belâzurî, Ensâb, III, 283; Taberî, V,
159; İbnü’l-Cevzî, Muntazam, V, 166; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
5.
[87] İbn Kesîr, VIII, 14.
[88] Belâzurî, Ensâb, VI, 376.
[89] Demircan, Adnan, İslâm Tarihinin İlk Asrında
İktidar Mücadelesi, İstanbul, 2016, 13.
[90] Harbutlu, Ali Hüsnî, Muhtâr es-Sekafî
Mir’âtü’l-Asri’l-Ümevî, 64/684-67/686, A’lâmü’l-Arab, Kâhire, 1962, 52. Hz.
Hasan’a karşı geliştirilen bu menfi tavır, Şîa ve Ehl-i Sünnet nezdinde farklı
yaklaşımlarla değerlendirilmiştir. Hz. Hasan’ı, bu politikası nedeni ile
eleştirilerden kurtarmak için bir yığın hadis manzumesi uydurulmuştur. “Tarihin
geriye doğru okunması” olarak ifade edilebilecek rivayetler kaynaklarda
yerlerini almıştır. Tüm bu konularla ilgili geniş bilgi için bkz. Söylemez,
Mehmet Mahfuz, Kûfe ’nin Siyasi Tarihi, Ankara, 2015, 73-105.
[91] Belâzurî, Ensâb, V, 243; Dîneverî, 220.
[92] Taberî, VI, 171-172. Geniş bilgi için bkz.
Söylemez, Kûfe ’nin Siyasi Tarihi, 105-125.
[93] Belâzurî, Ensâb, V, 263.
[94] Belâzurî, Ensâb, II, 77; Dîneverî, 231;
Taberî, V, 355.
[95] Taberî, VI, 62.
[96] İbn Kesîr, VIII, 290.
[97] Levi Della Vida, VI, 513.
[98] Muhtâr hakkında ileri sürülen bazı eleştirleri temel kaynak
eserlerimizde bulamadık. Buna bir başka
örnek Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi isimli eserde
Muhtâr hakkında: “Muhtâr yeteri dercede güçlendiğini görünce zuhuru ile İslâm’ı
ihya edecek Mehdî olduğunu ima etmeye başladı” denilmektedir. Bkz. Doğuştan
Günümüze, II, 340-341.
[99] Söylemez, Kûfe ’nin Siyasi Tarihi, 101.
[100] Yaşaroğlu, IV.
[101] Doğuştan Günümüze, II, 491.
[102] Harbutlu, 21.
[103] Taberî, V, 558.
[104] Hind Ğassân, 267. İbn A’sem, Hz. Hasan’ın Medâin’de tedavi gördüğü
bu dönemi anlatırken,
Muhtâr’ın Hz. Hasan’ı Muâviye’ye teslim etme teklifinden bahsetmez. Bkz. İbn
A’sem, IV, 288.
[105] Harbutlu, 51.
[106] Varol, Hz. Hasan, 131.
[107] Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali el-Hatîb (463/1071), Târîhu Bağdâd
ve Züyûlihî, thk. Mustafâ Abdülkâdir Atâ, Beyrût, 1996, I, 149.
[108] Söylemez, Kûfe ’nin Siyasi Tarihi, 105.
[109] Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl
(255/869), et-Târîhu’l-Kebîr, Haydârabâd, trsz. VI, 533; Belâzurî, Ensâb,
V, 210; Dîneverî, 223; Nüveyrî, Şihâbüddîn Ahmed b. Abdilvehhâb b. Muhammed b.
Abdiddâim el-Kuraşî (733/1332), Nihâyetü’l-Ereb fi Fünûni ’l-Edeb,
Kâhire, 1423, XX, 325.
[110] Belâzurî, Ensâb, V, 263.
[111] İbn Nemâ, 67.
[112] Belâzurî, Ensâb, VI, 387; İbn Nemâ, 67.
[113] Habutlu, 30-31.
[114] Taberî, XXI, 513.
[115] Korkmaz, Sıddık, Tarihin Tahrifi İbn Sebe
Meselesi, Ankara, 2005, 73.
[116] Belâzurî, Ensâb, II, 77; Taberî, V, 351;
Nüveyrî, XX, 385.
[117] Belâzurî, Ensâb, II, 77; Dîneverî, 228;
Taberî, V, 343; Nüveyrî, XX, 385.
[118] Belâzurî, Ensâb, II, 77; Dîneverî, 231;
Taberî, V, 347; İbn Miskeveyh, Ebû Alî Ahmed b. Muhammed b. Ya’kûb el-Hâzin
(421/1030), Tecâribü’l-Ümem ve Teâkibü’l-Himem, thk. Ebû’l- Kâsım İmâmî,
İran, 2000, II, 40; Nüveyrî, XX, 386.
[119] Belâzurî, Ensâb, II, 77; Dîneverî, 231;
Taberî, V, 347, 352; İbn’ü-l Cevzî, Muntazam, V, 325.
[120] Belâzurî, Ensâb, II, 77; Dîneverî, 231; Taberî, V, 355; İbn
A’sem, V, 33; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 134; Nüveyrî, XX, 387.
[121] Taberî, V, 347; el-Mes’ûdî, Ebû’l-Hasen, Ali b. Hüseyin b. Ali
(345/956), et-Tenbîh ve’l-İşrâf Kâhire, trsz. I, 372; İbnü’l-Cevzî, V,
325; İbn Kesîr, VIII, 152.
[122] Wellhausen, Julius (1917), İslâmiyetin İlk Devrinde Dînî-Siyasî
Muhalefet Partileri, çev. Fikret Işıltan, Ankara, 1989, 99.
[123] Dîneverî, 236; Taberî, V, 364; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 136.
[124] Dîneverî, 231; Taberî, VI, 355-356; Nüveyrî,
XX, 387.
[125] Belâzurî, Ensâb, II, 80; Dîneverî, 231;
Taberî, V, 368; el-Mes’ûdî, Ebû’l-Hasen, Ali b. Hüseyin b. Ali (345/956) Mürûcu’z-Zeheb,
b.y.y. trsz. I, 372; İbn Miskeveyh, II, 43; İbn Kesîr, VIII, 152. H. D. Van
Gelder bu sayının 12.000 olduğunu kaydetmektedir. Bkz. Gelder, H. D. Van, Mohtar
de Valsche Propheet, Leiden, 1881, 11.
[126] Söylemez, Kûfe ’nin Siyasi Tarihi, 176.
[127] Harbutlu, 63.
[128] Gelder, 9. Muhtâr’ın evinin, sonraki yıllarda
el-Müseyyeb’in evi diye anılmaya başlandığı da kaydedilmektedir. Bkz. Dîneverî,
231; Taberî, V, 355; İbn A’sem, V, 35; İbn Asâkir, Ebu’l-Kâsım Ali b. Hasen b.
Hibetullâh (571/1175), Târîhu Dımeşk, thk. Amr b. Ğarâme el-Amrî,
Beyrût, 1995, XVIII, 295.
[129] Belâzurî, Ensâb, II, 77; Dîneverî, 231; Taberî, V, 355-356;
İbn A’sem, V, 35; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 134; Nüveyrî, XX, 387; İbn
Kesîr, VIII, 152.
[130] İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 134.
[131] Belâzurî, Ensâb, II, 77; Dîneverî, 231; Taberî, V, 356; İbn A’sem,
V, 35; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 135; İbn Kesîr, VIII, 152.
[132] Dîneverî, 232; Taberî, V, 358; İbn A’sem, V,
33; Mes’ûdî, Mürûc, I, 373; Ebû’l-Ferec el-İsfehanî, Ali b. Hüseyin b.
Muhammed b. Ahmed el-Kureşî (356/967), Mekâtilü’t-Tâlibiyyîn, thk.
es-Seyyid Ahmed Sakar, Beyrût, trsz. 99; İbn Miskeveyh, II, 41; İbnü’l-Cevzî,
IV, 142; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 136; Nüveyrî, XX, 390.
[133] Dîneverî, 232; Taberî, V, 359; İbnül-Esîr, Kâmil, III,
136-137; Ebu’l-Ferec el-İsfehanî, 100; Nüveyrî, XX. 390.
[134] Belâzurî, Ensâb, II, 79; Dîneverî, 233; Taberî, V, 362;
Ebu’l-Ferec el-İsfehânî, 100; İbn A’sem, V, 40; Mes’ûdî, Mürûc, I, 373;
İbn Miskeveyh, II, 45; Nüveyrî, XX, 391.
[135] Belâzurî, Ensâb, II, 79; Dîneverî, 233; Taberî, V, 362; İbn
A’sem, V, 40; Ebu’l-Ferec el-İsfehânî, 100; Nüveyrî, XX, 391.
[136] Belâzurî, Ensâb, II, 79; Dîneverî, 238;
Taberî; 378-379, 569; İbn A’sem, V, 40.
[137] İbn Sa’d, IV, 31; Belâzurî, Ensâb,
82-83; Dîneverî, 241; İbn A’sem, V, 58, 61; Mes’ûdî, Mürûc, I, 373-374;
Ebu’l-Ferec el-İsfehânî, 109; İbn Miskeveyh, II, 54-55; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 145-146; Nüveyrî, XX, 401-403;
[138] İbn Miskeveyh, II, 55.
[139] Ya’kûbî, 212.
[140] Taberî, V, 570. Ya’kûbî, Muhtâr’ın dönmekteki
maksadının, Hz. Hüseyin’i beklemek ve ona yardım etmek olduğunu söyler. Bkz.
-Ya’kûbî, Ahmed b. Ebî Ya’kûb b. Ca’fer b. Vehb (292/905), Târîhu’l-Ya’kûbî,
b.y.y. trsz. 212.
[141] Belâzurî, Ensâb, VI, 376; Taberî, V, 569.
[142] Yaşaroğlu, 13. H. D. Van Gelder Muhtâr’ın
öfkesini izahta, kanaatimizce duygusal ve masalsı bir dil kullanmaktadır:
“Müslim b. Akîl’e söz verip, ona Hz. Hüseyin için yardım edecek olan onca kişi
içinden sözüne sadık kalan Muhtâr’la birlikte birkaç kişi kalmıştı. Hâni b.
Urve’nin tutuklandığı, Müslim’in ayaklandığı söylentilerini duyar duymaz yardım
elini uzatmak için adamları ile birlikte Kûfe’ye doğru yola çıktı.” Bkz.
Gelder, 21. Muhtâr’ın bu davranışlarından olsa gerek, Müslim’in evinden
ayrılmasını istemediği, Hânî b. Urve’nin evine gittiği zaman, onun Hânî’nin
evinde güvende olacağına inandığı için buna rıza gösterdiği gibi
değerlendirmeler yapılır. Bkz. Harbutlu, 68.
[143] Taberî, V, 570.
[144] Yaşaroğlu, 13.
[145] Belâzurî, Ensâb, VI, 376-377; Taberî, V, 570. İbn Asâkir,
XVIII, 295-296. Aynı konu Hârûn b. Müslim’in rivayetinde farklı anlatılır.
Rivayete göre: “Muhtâr ve Müslim birlikte huruc ettiler. Ubeydullâh, Muhtâr’ı
getirene ödül vaat etti ve nitekim bu suretle yakalanıp hapsedildi. Bkz.Taberî,
V, 381. İbn Kesîr de Muhtâr’ın, Müslim’in huruc ettiği sırada Müslim’in yanında
olduğunu, hatta bir de yeşil sancak taşıdığını, Ubeydullâh’ın verdiği gözdağı
ile etrafından dağılıp gidenler arasında olduğunu belirtir. Bkz. İbn Kesîr,
VIII, 154. Ancak Muhtâr’ın hapsedilmesine, gözünün yaralanmasına bir açıklık
getiremez. Müslim’i istemeyerek evinde ağırlayan Hâni’ye, Müslim ile birlikte
infaz uygulanırken, kalkışmanın önemli aktörlerinden Muhtâr’ın sadece
hapsedilmesi garip bir durumdur. Bu açıdan söz konusu rivayet tutarsız
görünmektedir. Yine İbn Kesîr’in, Müslim öldürüldükten sonra Muhtâr’ın: “Ben
Müslim’in intikamını alacağım” dediğini, bu sözünün de Ubeydullâh’a
söylenildikten sonra Muhtâr’ın zindana atıldığını bildirdiğini görürüz. Bkz.
İbn Kesîr, VIII, 249. Müslim’i, kıyamında yalnız bırakmış, yönetimin sert
tutumunu görmüşken, halkın heyecanını kaybettiği bir süreçte intikam
düşüncesini dillendirmiş olması uzak ihtimaldir. İbnü’l-Esîr ise Muhtâr’ın,
isyanda Müslimle birlikte olduğu rivayetinin varlığına bir cümleyle temas eder.
Ancak Müslim’in sancaktarlarını sayarken Muhtâr’dan bahsetmez. Bkz.
bir sohbet meclisindeydi. Umâre b. Ukbe de orada
bulunuyordu. Sohbet konusu ise Kureyş kabilesinin üstünlüğü, şerefi ve Allah’ın
Kureyş’e has kıldığı özellikleriydi. Muhtâr: “Muhakkak ki Allah Kureyş’e inkâr
edilemez bir fazilet verdi. Bunu Hz. Muhammed ile verdi. Ancak iş cahiliye
dönemine gelirse, biz fazilet bakımından Kureyş’ten daha üstünüz. Allah Teâlâ
İslâm’ı, hepimizin evlerinde Kureyş kadınlarından üçer dörder tane varken
getirdi” dedi. Bu söz üzerine Umâre b. Ukbe öfkelendi ve kalkıp Muhtâr’ın
amcası Sa’d b. Mes’ûd es-Sekafî’nin yanına gitti. Sa’d, yanında birkaç kişi ile
birlikte oturuyordu. Umâre, söylediği sözlerden dolayı Muhtâr’ı şikâyet etti.
Sa’d: “Ben bu kafasız ve düşüncesiz adama haddini bildireceğim. Bazen onu
(hayvan bağlar gibi) bağlamayı istedim” dedi. Muhtâr Sa’d’ın yanına geldi ve:
“Amcacığım beni sana şikayet mi etti” dedi. Sa’d: “Evet senin küstahlığını ve
saldırgan bir zalim olduğunu bana bildirdi. Senin, Rasûlullah Kureyş’ten olduğu
halde Kureyş’e karşı böbürlendiğini, küstahlık yaptığını ve Kureyş’e bir
noksanlık izafe ettiğini bana iletti” dedi. Muhtâr: “Ey amcacığım, bu sözle
asıl bana haksızlık yapılıyor. Senin, onu dinlediğin gibi beni de dinlemen
gerekir” diyerek şaşkınlığını ifade etti. Sa’d: “Ben, olan bitenden dolayı
Umâre’ye gidip özür dileyinceye kadar, seni ne dinlerim, ne de özrünü kabul
ederim. Allah seni kahretsin” dedi. Muhtâr ise: “Ey amca zalim olan Umâre’dir.
Ben ise sana itaat ediyorum” dedikten sonra derhal Umâre’ye gitti, ondan özür
diledi. Umâre Muhtâr’a karşı olan menfi duyguları hâlâ içinde taşıdığı halde
Muhtâr’ın özrünü kabul etti. Bkz. İbn A’sem, V, 143-144. Aktarılan bu rivayette
Muhtâr’ın kendisini nasıl savunacağına dair bir iz bulamadık. Bu bilgiye başka
kaynaklarda rastlayamadığımızı da itiraf edelim. Neticede Umâre’nin, İbn
Ziyâd’ı Muhtâr’a karşı doldurmayı başardığını söyleyebiliriz.
[147] Belâzurî, Ensâb, VI, 377; Taberî, V, 570; İbn A’sem, V, 145.
Amr b. Hureys’in Şîa’ya sempatisi için bkz. Belâzurî, Ensâb, III, 179;
Taberî, V, 256; Dîneverî, 322-323.
[148] İbn Habîb, Muhabber, 302-303.
[149] Mustafa Asım Köksal söz konusu ifadeyi, “göz kapaklarını yukarı
fırlattı” olarak tercüme etmiştir. Bkz.Köksal, Mustafa Asım (1998), Hz.
Hüseyin ve Kerbelâ Faciası, İstanbul, trsz. 296.
[150] İbn Habîb, Muhabber, 302-303;Belâzurî,
Ensâb, VI, 377; Ya’kûbî, 212; Taberî, V, 570.
[151] Belâzurî, Ensâb, VI, 377; Taberî, V,
570; İbn A’sem, V, 145; İbnü’l-Cevzî, Muntazam, VI, 29.
[152] İbn Hacer, İsâbe, VI, 277.
[153] İbn Asâkir, LVIII, 235.
[154] Gelder, 22. Ubeydullâh b. Ziyâd ile Muhtâr
arasında olanlara bu anlatılanların dışında bilgiler sunan rivayetlerle de
karşılaşırız. Muhtâr’ın Muâviye’nin hilafetinin son günlerinde Basra’ya
gittiği, orada Hz. Hüseyin adına faaliyet başlattığı, bu durumu öğrenen
Ubeydullâh b. Ziyâd tarafından yakalatılıp 100 sopa vurdurulmak suretiyle Tâife
sürüldüğü bildirilir. Bkz. Zehebî, Târih, V, 61. Ancak Emevîler’e karşı
muhalefet hareketlerinin Muâviye’nin vefatından sonra yerine Yezîd’in geçmiş
olmasına binaen canlılık kazandığı düşünüldüğünde, Muhtâr’ın henüz Muâviye
hayattayken Basra’ya gidip faaliyete başlaması ihtimal dışıdır.
[155] Belâzurî, Ensâb, VI, 376; Taberî, V,
381.
[156] Belâzurî, Ensâb, V, 384; İbn Nemâ, 69.
İbn Nemâ, Muhtâr’ın Abdurrahmân’a İbn Ziyâd’in kendisini ve Abdurrahmân’ı öldürmeyeceğini
aktararak Şîa’nın Muhtâr hakkındaki yaklaşımına bir örnek sunmaktadır. Bkz. İbn
Nemâ, 69.
[157] İbn Hacer, VI, 249-250.
[158] İbn Hacer, VI, 249-250; İbn Ebi’l-Hadîd, Abdülhumeyd b. Hibetillâh
(655/1258), Şerhu Nehci’l- Belâğa, thk. Muhammed Ebûl’l-Fadl İbrâhîm,
1959, II, 291-293; İbn Nemâ, 69.
[159] İbn Nemâ, 69.
[160] Harbutlu, 79.
[161] İbn Ebi’l-Hadîd, Abdülhumeyd b. Hibetillâh (655/1258), Şerhu
Nehci’l-Belâğa, thk. Muhammed Ebû’l-Fadl İbrâhîm, b.y.y. 1959, II, 294.
[162] İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 147.
[163] Belâzurî, Ensâb, VI, 377; Taberî, V,
570.
[164] Ya’kûbî, 212; Taberî, V, 571; İbn A’sem, V,
145-146; İbn Asâkir, XVIII, 297. Abdullâh b. Ömer, Yezîd b. Muâviye’ye muhalif
bir kimse olarak bilinmektedir. Ahmet Turan Yüksel, bu mektuplaşma neticesinde
Yezîd’in tavrına bakarak, bu durumun, İbn Ömer ile Yezîd’in arasının zamanla
düzeldiğini gösterdiğine bir işaret olduğunu belirtir. Bkz. Yüksel, Kerbelâ,
137.
[165] İbn Hacer, İsâbe, VI, 277.
[166] Zehebî, Târîh, V, 21.
[167] Belâzurî, Ensâb, V, 385.
[168] Taberî, V, 571; İbn Ebi’l-Hadîd, II, 293.
[169] İbn Kesîr, VIII, 290.
[170] Söylemez, Kûfe’nin Siyasi Tarihi, 177.
[171] Taberî’nin ve İbnü’l-Esîr’in İbnü’l-Irk olarak
zabtını belirttiği ismi, Belâzurî İbnü’l-Ğarik olarak kaydetmiştir. Bkz:
Belâzurî, Ensâb, VI, 377. İbn A’sem ise es-Sag’ab b. Züheyr ile bu
diyalogun gerçekleştiğini söyler. Bkz. İbn A’sem, V, 146. Tam olarak Vâkısa’nın
arkasındaki Bâsita denilen mevkide karşılaşmışlardır. Burasının Kûfe ile Medîne
arasında bir yerleşim yeri olduğu belirtilir. Bkz. İbn Rüste, 175, 311; Hamevî,
Şihâbüddîn Ebû Abdillâh Ya’kût b. Abdillâh er-Rûmî (626/1229), Mu’cemü’l-Büldân,
Beyrût, 1995, I, 424.
[172] Kerbelâ dışında bir mevkidir. Yâkût
el-Hamevî’ye göre Hz. Hüseyin burada şehid edilmiştir. Bkz. Yâkût el-Hamevî,
Şihâbuddîn Ebû Abdillâh(626/1228), Mu ’cemü’l-Büldân, thk. Ferîd
Abdülaziz el-Cündî, Beyrût, 1990, 40-41. Kerbelâ yöresi hakkında geniş bilgi
için bkz. Erkoçoğlu, Fatih, “Kutsal(laştırılmış) Bir Mekân: Kerbela (Osmanlı
hakimiyetinin Sonuna Kadar), CÜİFD, XIV/1- 2010, 277-320.
[173] Belâzurî, Ensâb, VI, 377; Taberî, V,
573; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 257.
[174] Belâzurî, Ensâb, VI, 377; Taberî, V,
573; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 257.
[175] Hind Ğassân, 194.
[176] Korkmaz, 73; Varol, Mehmet Bahaüddin, Siyasallaşma
Sürecinde Ehl-i Beyt, Konya, 2004, 188.
[177] İbn Nemâ, 69-70. Benzer bir rivayete İbn
A’sem’de de rastlarız. Bkz. İbn A’sem, V, 146-147.
[178] Welhausen, Muhalefet Partileri, 122.
[179] Belâzurî, Ensâb, VI, 378; Taberî, V, 573-574; İbnü’l-Cevzî, Muntazam,
VI, 29; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 257.
[180] İbn A’sem, V, 147.
[182] Harbutlu, 90-91.
[183] Şa’bî’den gelen bir rivayete göre ise Muhtâr,
Tâif’e, şerrinden korkulduğu için kovulmuştur. Bkz. İbn A’sem, V, 147;
ez-Zehebî, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osmân et- Türkmânî
el-Fârikî ed-Dimaşkî (748/1348), Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, thk. Şuayb
Arnâût, b.y.y. 1985, III, 539. Bu kovulma İbn Zübeyr tarafından değil
Ubeydullâh b. Ziyâd tarafından olmalıdır. İbn Zübeyr olduğu iddia edilirse,
gizliden gizliye bey’at alan bir kimsenin, şehirden istediğini kovabiliyor olma
kudretini nereden bulduğu konusu müphem kalır. Ayrıca Muhtâr kovulmuş ise, geri
döndüğünde kendisini şehirden uzaklaştırandan izin alarak gelmiş olması
gerekir. Hind Ğassân bu rivayetin, Şa’bî’nin önceleri Muhtâr taraftarı iken, sonraları
saf değiştirmiş olmasından kaynaklandığını ileri sürer. Bkz. Hind Ğassân,
194-195.
[184] Belâzurî, Ensâb, VI, 377; Taberî, V,
573; İbn A’sem, V, 147; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 257.
[185] İbn-i Ebi’l-Hadîd’in Şerhu Nehci’l-Belâğa
isimli eserinde İbn Zübeyr’in, Muhtâr’ın kızkardeşi Safiye ile olan konuşması
nakledilir. Safiye, Abdullâh b. Ömer’in karısıdır. Aktarılan bilgiye göre İbn
Zübeyr, Safiyye’den Abdullâh b. Ömer’in kendisine bey’at etmesi için ısrar
etmiştir. İbn-i Ebi’l-Hadîd, I, 326.
[186] Harbutlu, 100.
[187] Taberî, V, 574.
[188] Belâzurî, Ensâb, VI, 377.
[189] Belâzurî, Ensâb, VI, 387; İbn Nemâ,
70-71.
[190] Taberî, V, 575-576.
[191] İbn Nemâ, 78.
[192] İbn Asem, V, 147. Levi Della Vida, İbn
Zübeyr’den umduğunu bulamayınca Taife giden Muhtâr’ın bir yıl burada kaldığını
ve belki de Şiî hareketin yeni bir dinî ve siyasî safhasının öncüsü ve reisi
yapan fikirlerini burada olgunlaştırdığını iddia eder. Levi Della Vida, 514.
Benzer bir düşünce Doğuştan Günümüze Büyük islâm Tarihi isimli çalışmada da yer
almaktadır. Bkz. Doğuştan Günümüze, II, 340.
[193] Belâzurî, Ensâb, VI, 378; Taberî, V,
574; İbn Asem, V, 148; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 258.
[194] Belâzurî, Ensâb, VI, 378-379; Taberî, V,
574-575; İbn A’sem, V, 148-149; Makdisî, Mutahhâr b. Tâhir (355/966), el-Bed
ve’t-Târîh, b.y.y. trsz. VI, 15; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 257-258. Bunun
dışında Muhtâr’ın Kûfe’den Mekke’ye gelip, İbn Zübeyr’e bey’at ettiği, gece
olunca da yine gizlice Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’ye giderek ona bey’at ettiği
bildirilir. Ancak aynı eser, bu bilginin sahih olmadığını vurgular. Bkz.
Hatîbü’l-Havârizm, Ebû’l-Müeyyed el-Muvaffak Ahmed el-Mekkî (568/1173), Maktelü’l-Hüseyn,
thk. Muhammed Semâvî, Kum, 1418, II, 271.
[195] İbn A’sem, V, 150-152.
[196] Belâzurî, Ensâb, V, 337-339; Dîneverî,
267; Taberî, V, 496-498. İbn A’sem Muhtâr’ın, Amr b. Zübeyr’in saldırısında
Abdullâh b. Zübeyr’in talimatıyla şehirden çıkarılan orduda yer aldığını
söyler. Bu bilgiye göre Amr ile çarpışan Mekke ordusunda Abdullâh b. Zübeyr
ordunun merkezinde, Abbâs b. Sehl solunda, Muhtâr ise sağ kanatta komuta
kademesinde yer almıştır. Bkz. İbn A’sem, V, 153.
[197] Belâzurî, Ensâb, V, 337; Dîneverî, 267-268; Taberî; V,
575-576. İbn Abdirabbih, Ebû Ömer
Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed el-Endelüsî (328/939), el-Ikdü’l-Ferîd,
Beyrût, 1404, V, 142.
[198] Belâzurî, Ensâb, V, 337; Dîneverî,
267-268.
[199] Belâzurî, Ensâb, V, 337; Taberî; V,
575-576.
[200] Belâzurî, Ensâb, V, 343; Taberî, V, 575;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 258.
[201] Belâzurî, Ensâb, V, 340, 343.
[202] İbn Sa’d, V, 72.
[203] Güneş, Hüseyin, Dinî, Siyasî ve Sosyal Etkisi Açısından Muhammed
b. Hanefiyye ve Hayatı (16/637-81/700)(Basılmamış Doktara Tezi), Konya,
2009, 178.
[204] Belâzurî, Ensâb, VI, 379; Taberî, V,
575; İbn A’sem, V, 164; et-Temîmî, Ebu’l-Arab, Muhammed b. Ahmed b. Temîm
et-Temîmî (333/945), el-Mihan, thk. Ömer Süleymân el-Ukaylî, Riyâd,
1984, 204. Misver b. Mahreme’nin mevâlîleri ve silahları ile İbn Zübeyr’e
destek olduğu, ancak adamlarının öldürüldüğü zikredilir. Bkz. Belâzurî, Ensâb,
V, 340.
[205] Bakara, 191.
[206] Belâzurî, Ensâb, V, 340.
[207] İbn Kuteybe, el-İmâme ve ’s-Siyâse, II,
189-190.
[208]Taberî, V, 576. İbn Kesîr,
Muhtâr’ın tüm gücüyle savaştığını söyler. Bkz. İbn Kesîr, VIII, 249.
[209] Temîmî, 204; İbn Abdirabbih, V, 142.
[210] Taberî, V, 576-577. Kâbe’nin yandığı gün, tarihler 3 Rebîulevvel
64’ü gösteriyordu. Bkz. Taberî, V, 576.
[211] Belâzurî, Ensâb, VI, 379; Taberî, V,
576. İbn Hacer, eserinde İbnü’l-Kelbî’ye ait bir sözü aktarır. İbnü’l-Kelbî
Muhtâr’ın önce Hz. Ali taraftarı olduğunu, daha sonra Hâricî ve en sonunda da
tevbe ettiğini söyler. Bkz. İbn Hacer, İsâbe, III, 303. Benzer bir bilgi
aynı eserin farklı bir bölümünde mechûl fiille bildirilir. Bkz. İbn Hacer, İsâbe,
VI, 276. Benzer bir bilgiyi Müberred de kaydeder. Bkz. Müberred, Ebû’l-Abbâs
Muhammed b. Yezîd (285/898), el-Kâmil fi ’l-Luğa ve ’l-Edeb, thk.
Muhammed Ebû’l-Fadl İbrâhîm, Kâhire, 1997, III, 264. Muhtâr’ın hayatına
baktığımızda onun herhangi bir Hâricî eylemine rastlayamayız. Sadece Mekke
muhasarasında yukarıda zikrettiğimiz şekilde Hâricîler’den bir grupla aynı
safta savaştığı zikredilir. Kanaatimizce bu durum onu Hâricî olmakla suçlamaya
yetmez. Söz konusu rivayet, Muhtâr’ın bir çizgisi olmadığı düşüncesinin bir
başka tezahürüdür.
[212] Belâzurî, Ensâb, V, 340
[213] Gelder, 13-14.
[214] Taberî, V, 576.
[215] Taberî, V, 576-577; Temîmî, 204.
[216] Temîmî, 204.
[217] Taberî, V, 577.
[218] Belâzurî, Ensâb, V, 341; Temîmî, 204.
Muhtâr hakkında şairlerin şöyle dediği rivayet edilir: Muhtâr savaş meydanında
vurdukça vuruyordu,
Yezid ise yatağından rahatsızlık
içinde sesler çıkarark kaçıyordu. Bkz. Belâzurî, Ensâb, V, 341.
[219] Belâzurî, Ensâb, V, 337; Taberî; V,
575-576; Temîmî, 204.
[220] Taberî, V, 577; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
258.
[221] Ya’kûbî, 212; Taberî, V, 577; Makdisî, VI, 18;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 258.
[222] İbn Kesîr, VIII, 249.
[223] Belâzurî, Ensâb, VI, 379; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 258.
[224] Taberî, V, 577; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
258.
[225] Taberî, V, 577-578; İbn A’sem, VI, 206-207.
İbnü’l-Esîr, Hâni b. Cübbete’l-Vedâî’ ile görüştüğünü söyler. Bkz. İbnü’l-Esîr,
Kâmil, III, 258. İbn A’sem bu rivayete kısa bir ekleme yapar: Muhtâr,
Süleymân b. Surâd hakkında: “Süleymân b. Surâd işgalcilerle savaşan bir kimse
midir?” diye sormuş Hâni ise: “Hayır! Ancak böyle bir işe niyeti var” demiştir.
Bkz. İbn A’sem, VI, 207.
[226] Taberî, V, 578; İbn A’sem, VI, 207. Belâzurî
ise Mekke’ye gelenlerden İbn Ziyâd’ın amili Amr b. Hureys’in şehirden
çıkarıldığını ve yerine Amr b. Mes’ûd b. Ümeyye b. Halefin vali olduğunu
öğrendiğinde: “Ben Ebû İshâk’ım. Ben onlar için varım. Çünkü onların, benden
başka hiç kimseleri yoktur. Ben, var olduğum müddetçe onların çobanıyım”
dediğini nakleder. Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 379.
[227] Ağırakça, Ahmed, Emevîler Döneminde
Kıyamlar, İstanbul, 1994, 155.
[228] Söylemez, Kûfe ’nin Siyasî Târihi, 178.
[229] Güneş, Muhammed b. Hanefıyye, 179.
[230] İbn Sa’d, V, 72-73.
[231] Hind Ğassân, 198.
[232] İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 264; Nüveyrî,
XX, 535.
[233] Taberî, V, 569; İbnü’l-Cevzî, Muntazam,
VI, 29.
[234] Taberî, VI, 6-8; İbn Miskeveyh, II, 136-137;
İbn Kesîr, VIII, 264.
[235] Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 384; Taberî,
VI, 14; İbn A’sem, VI, 228.
[236] Belâzurî, Ensâb, VI, 385-386; Taberî,
VI, 16-17.
[237] Belâzurî, Ensâb, VI, 386; Taberî, VI,
17.
[238] İbn Hacer el-Askalânî, Şihâbüddîn Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali b.
Muhammed (852/1448), Takrîbu’t- Tehzîb, thk. Muhammed Avvâme, Suriye,
1986, I, 755.
[239] Belâzurî, Ensâb, VI, 453-454. Benzer
rivayetler için bkz. Mes’ûdî, Mürûc, 380; İbn Haldûn, Abdurrahmân b.
Muhammed b. Muhammed el-Mağribî (808/1406), Târîhu İbn Haldûn (Dîvânü’l-
Mübtedei ve ’l-Haber fî Târihi ’l-Arabi ve ’l-Berber ve men Âsâruhum min Zevi
’ş-Şe ’ni ’l-Ekber), thk. Halîl Şehhâde, Beyrût, 1988, II, 370. Abdullâh b.
Zübeyr’in İbrâhîm b. Muhammed b. Talha’yı Kûfe’ye emir olarak gönderdikten
sonra onu azledip, yerine Muhtâr’ı atadığı da, senedsiz olarak rivayetler
arasındadır. Bkz. İbn Abdirabbih, V, 152.
[240] Zehebî, Siyer, III, 540. Bir benzer rivayete Sıbt
İbni’l-Cevzî’de de rastlarız: bkz. Sıbt İbni’l-Cevzî (654/1256), Tezkiretü’l-Havâs,
Kum, 1418-1376, 254.
[241] İbn Sa’d, V, 72-73. Zehebî’yi de aynı rivayet
üzere olayları anlatırken görürüz. Muhtâr’ı Kûfe valisine referans mektubu ile
yolladığını zikreder. Bkz. Zehebî, Târîh, V, 21. Bununla beraber
eserinin başka bir bölümünde Kûfe valisinin Âmir b. Mes’ûd olduğunu, Âmir
yerine Abdullâh b. Yezîd’i atadığını, Abdullâh’ın ise Kûfe’ye Muhtâr ile
birlikte aynı yılın ramazan ayında gittiğini söyler. Bu durumda İbn Mutî’in
Kûfe’ye vali olması Muhtâr’ın şehre gidip çalışmalarına başlamasından çok
sonradır. Görüldüğü üzere Muhtâr’ın Abdullâh b. Zübeyr referansı ile Kûfe’ye
gittiğini bildiren rivayet kendi içinde bazı çelişkileri barındırmaktadır. Bkz.
Zehebî, Târîh, V, 45.
[242] Belâzurî, Ensâb, VI, 382; Taberî, VI, 10; Mes’ûdî, Mürûc,
379; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 291; Zehebî, Siyer, III, 531.
[243] Taberî, V, 558; İbn A’sem, VI, 205.
[244] Ya’kûbî, 212; Taberî, V, 577; Makdisî, VI, 18;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 258.
[245] İbn Kesîr, VIII, 249.
[247] Belâzurî, Ensâb, V, 396-406; Taberî, V,
499, 503-509, 529; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 227-233. İbn Kesîr, VIII,
248. Bu konu hakkında daha geniş bilgi edinmek için bkz. Yüksel, Ahmet Turan, İhtirastan
İktidara Kerbelâ, Emevî Valisi Ubeydullâh b. Ziyâd Döneminin Anatomisi,
Konya, 2001.
[248] Söylemez, Kûfe ’nin Siyasî Tarihi, 178.
Basra ve Kûfe’nin Yezîd’in ölümüyle birlikte hızlı bir şekilde Ubeydullâh’a ve
dolayısıyla Şam yönetimine sırt çevirip Abdullâh b. Zübeyr’e bey’at etmesinde
Ubeydullâh’ın sert ve baskıcı tutumunun olduğu kadar İbn Zübeyr’in propaganda
çalışmalarının da etkili olduğu yorumu yapılır. Bkz. Yüksel, Kerbelâ,
114.
[249] Taberî, V, 529-530.
[250] Belâzurî, Ensâb, VI, 374,
379-380;Taberî, V, 580-581; Zehebî, Târîh, V, 45.
[251] Belâzurî, Ensâb, VI, 367; Taberî, V,
560; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 252; İbn Kesîr, VIII, 248. Abdullâh b.
Zübeyr’in Muhtâr’ın Kûfe’de fitne çıkarma çalışmalarından haberi olduktan sonra
Abdullâh b. Yezîd’i ve Muhammed b. Talha’yı atadığı da rivayetler arasındadır.
Abdullâh b. Yezîd şehre gelir gelmez Süleymân b. Surâd hakkında bir tahkikat
yapmış, onun Hz. Hüseyin’in intikamını almak için çalışmalar yürüttüğünü
öğrenince bundan memnun kaldığını, kendisinin de onun destekçisi oluğunu söylemiştir.
Herkes dağıldıktan sonra Yezîd b. el-Hâris b. Ruveym yeni valiye Süleymân’ın
sadece Şam’daki düşmanları için değil kendisi için de bir tehdit oluşturduğunu
söylemiştir. Abdullâh b. Yezîd ise Hz. Hüseyin’in kanına kim karıştıysa güvende
olmayacağı yönünde bir cevap vererek Yezîd b. el-Hâris’i susturmuştur. Bkz. İbn
A’sem, VI, 208-209. Rivayet, sadece başka kaynaklardaki bilgilere ters düşmekle
kalmamakta, bunun yanında bazı çelişkileri de barındırmaktadır. Abdullâh b.
Zübeyr’in Kûfe’de Muhtâr’ın fitne çıkardığı duyumu üzere gönderilen valinin
Muhtâr’ı değil de Süleymân b. Surâd’ı araştırması garipsenecek bir durumdur.
[252] Taberî, V, 558; İbn A’sem, VI, 207; İbn Asâkir,
XXXVII, 458; İbn Kesîr, VIII, 248.
[253] Ahbâru Devleti ’l-Abbâsiyye ve fîhi Ahbâru ’l-Abbâsi ve Veledihî,
Müellifi Mechûl, thk. Abdülazîz Dûn, Beyrût, trsz. 99.
[254] Söylemez, Kûfe ’nin Siyasi Tarihi, 165.
[255] Belâzurî, Ensâb, VI, 379-380; Taberî, V, 578-580; İbn A’sem,
VI, 207-208; İbn Miskeveyh, II, 110.
[256] Ehl-i Beyt ibaresi hakkında kavram olarak geniş değerlendirmeler
için bkz. Varol, Mehmed Bahaüddin, Ehl-i Beyt Kavramsal Boyut, Konya,
2004.
[257] Belâzurî, Ensâb, VI, 379-380; Taberî, V,
578-580; İbn A’sem, VI, 207-208; İbn Miskeveyh, II, 110; İbn Kesîr, VIII, 248;
Köksal, Kerbelâ, 300-301. İbn Kesîr, Mehdî lakabını Muhammed
İbnü’l-Hanefıyye’ye Muhtâr’ın taktığını söyler. Bkz. İbn Kesîr, VIII, 248.
[258] İbn A’sem, VI, 208.
[259] Gelder, 28. Vehb b. Cerîr’in babasından
naklettiği rivayette Muhtâr’ın Kûfe’ye gelince, şehrin mahallelerinin birinde
Hz. Hüseyin için ağlamaya, ağıtlar yakmaya başladığı bunu gören halkın
etrafında toplandığı, birlikte şehre girip zamanla önemli bir güce ulaştığı
bildirilir. Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 453; Mes’ûdî, Mürûc, 380.
Öncesindeki bilgiler ile tarihi gerçekliğe ters düşen bilgiler veren bu rivayet
Muhtâr’ın gizli davetine ters düşen bir davranışı ortaya koymakla pek kabul
edilebilir gözükmemektedir. Bkz. Dîneverî, 288; Taberî, VI, 66.
[260] Güneş, Muhammed b. Hanefıyye, 181-182.
[261] Belâzurî, Ensâb, VI, 379-380; Taberî, V, 578-580; İbn A’sem,
VI, 207-208; İbn Miskeveyh, II, 110.
[262] Taberî, V, 579-580.
[263] Belâzurî, Ensâb, VI, 380; Taberî, V,
579-580; Köksal, Kerbelâ, 302-303.
[264] Ağırakça, 156.
[265] Gelder, 31.
[266] Harbutlu, 112.
[267] Varol, Siyasallaşma Sürecinde Ehl-i Beyt,
198.
[268] Varol, Mehmet Bahaüddin, Hilafet
Mücadelesinde Ehl-i Beyt Nesli, Konya, 2004, 36-37.
[269] İbn Miskeveyh, II, 112-113.
[270] Söylemez, Kûfe ’nin Siyasi Tarihi, 165.
[271] Belâzurî, Ensâb, VI, 367; Taberî, V,
584; İbn A’sem, VI, 210; İbnü’l-Cevzî, Muntazam, VI, 35; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 262. Gelder, Tevvâbûn’a söz verip de katılmayanlar hakkında “Onlar Hz. Ali
ve Hz. Hüseyin’e yaptıkları gibi yine ihanet ettiler” demektedir. Bkz. Gelder,
33.
[272] Taberî, V, 606.
[273] İbn Kesîr, VIII, 248.
[274] Belâzurî, Ensâb, VI 381; İbn Miskeveyh,
II, 112-113; Söylemez, Kûfe’nin Siyasi Tarihi, 180.
[275] İbn Kesîr, VIII, 248.
[276] Belâzurî, Ensâb, VI, 367; Taberî, V, 661-662; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 252; İbn Kesîr, VIII, 248249.
[277] Hind Ğassân, 201.
[278] Belâzurî, Ensâb, VI, 367-368; Taberî, V, 562-563, 580-581;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 252-253; İbn Kesîr, VIII, 248-249.
[279] İbn Kesîr, VIII, 252.
[280] Belâzurî, Ensâb, VI, 380-381; Taberî, V,
580-581; İbn A’sem, VI, 217-218; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 269. İbrâhîm
b. Muhammed’in birkaç kez göze çarpan Muhtâr’a karşı saldırgan tutumu vardır.
Bu yaşananlardan yaklaşık altı ay sonra şehre vali olarak atanan Abdullâh b.
Mutî’, İbn Zübeyr tarafından harac işine de bakmakla görevlendirilecek,
görevinden azledilen İbrâhîm b. Muhammed Mekke’ye dönecekti. Ebû Mihnef İbrâhîm
Mekke’deyken Kûfe harac gelirlerinin hesabının açık verdiğinin ortaya
çıktığını, İbrâhîm b. Muhammed’in bu durumu İbn Zübeyr’e şehirde kargaşanın
hakim olmasıyla açıkladığını, İbn Zübeyr’in ise bu duruma ses çıkarmadığını
bildirir. Belâzurî, Ensâb, VI, 382; Taberî, VI, 10; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 291.
[281] İbn A’sem, VI, 218.
[282] Hind Ğassân, 202.
[283] İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 290.
[284] İbn Miskeveyh, II, 113; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 264; Nüveyrî, XX, 535.
[285] Taberî, VI, 10; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
290-291; İbn Tağrîberdî, Ebu’l-Mehâsin Cemâlüddîn Yûsuf b. Tağrîberdî b.
Abdillâh ez-Zâhirî el-Hanefî (874/1470), en-Nücûmü’z-Zâhire fi Mülûkü Mısr
ve ’l-Kâhire, Mısır, trsz. I, 178.
[286] Belâzurî, Ensâb, VI, 381; Taberî, V, 581-582; İbn A’sem, VI,
219; İbn Kesîr, VIII, 250; Köksal, Kerbelâ, 304.
[287] Yüksel, Kerbelâ, 139.
[288] Wellhausen, Muhalefet Partileri, 123.
[289] İbn Kesîr, VIII, 255.
[290] Gelder, 35.
[291] Gelder onların en ateşli şiîler olduğunu
söyler. bkz. Gelder, 39.
[292] Taberî, V, 606; İbn Miskeveyh, II, 129-130;
İbnü’l-Cevzî, Muntazam, VI, 37; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 290-291;
İbn Kesîr, VIII, 255; Zehebî, Târih, V, 48. Muhtâr’ın konuşmasını
aktarır başka metinler de vardır. İbn Nemâ’nın kaydettiği oldukça beliğ bir
üslupla gerçekleştirildiği konuşmanın metni için bkz. İbn Nemâ, 91-92.
[293] Taberî, VI, 6; İbn Kesîr, VIII, 264. Muhtâr’a
ait bu ümitvar konuşmalar onun aleyhinde kullanılan saldırı unsuru olmuştur.
İbn Kesîr, Muhtâr’ın bu tarz söylemlerinin Şeytân’dan geldiğini iddia
etmektedir. Esasında Mezhepler Tarihi alanının konusu olmakla daha derin
incelemelere ihtiyaç duyulduğunu düşündüğümüz, Muhtâr’a ait onun kendisini nebî
olarak takdimi meselesinde de ortaya konulan delillerden bir tanesi yine onun
secîli ifadeleri çokca kullanmasıdır. Yapılan bazı çalışmalarda onun beliğ bir
dil kullanması, onun nebî olduğu iddiası ile birlikte zikredilmektedir. Bkz
Muhammed Ebû Zehrâ, İmâm Zeyd Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Çev. Salih
Parlak, Ahmet Karababa, İstanbul, 1993, 111.
[294] Söylemez, Kûfe ’nin Siyasî Tarihi, 180.
[295] Taberî, VI, 6-8; İbn Miskeveyh, II, 136-137; İbnü’l-Cevzî, Muntazam,
VI, 51; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 290; İbn Kesîr, VIII, 264.
[296] İbn Kesîr, VIII, 264.
[297] Gelder, 39-40. Kendisine bey’at edenlerden bir
grubun Muhtâr’ın beraati için Abdullâh b. Yezîd’e gittikleri zikredilir. Vali
bu isteklerini reddedince, heyet buna öfkelenerek oradan ayrılmışlardır. Bkz.
İbn A’sem, VI, 218.
[298] Belâzurî, Ensâb, VI 381-382; Taberî, VI, 8-9; İbn A’sem, VI,
219; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 290; İbn Kesîr, VIII, 264.
[299] Yüksel, Abdullâh b. Ömer, 102.
[300] Belâzurî, Ensâb, VI 381-382; Taberî, VI,
8-9; İbn A’sem, VI, 219; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 290; İbn Kesîr, VIII,
264. Belâzurî bize bu sayının 13 olduğunu bildirir. bu 13 kişinin isimleri için
bkz. Belâzûrî, Ensâb, VI, 381-382; Taberî, VI, 8-9; İbn Kesîr, VIII,
264.
[301]Belâzurî, Ensâb, VI,
382; Taberî, VI, 8-9; İbnü’l-Cevzî, Muntazam, VI, 51; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 290; İbn Kesîr, VIII, 264.
[302] Belâzurî, Ensâb, VI, 382; Taberî, VI, 9;
İbnü’l-Cevzî, Muntazam, VI, 52; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 290-291;
İbn Kesîr, VIII, 264.
[303] Hind Ğassân, 203.
[304] Harbutlu, 147. Şehirdeki Ehl-i Beyt
yanlılarının hareketliliğinin kontrol edilememesi, İbn Zübeyr’in, Abdullâh b.
Yezîd ve İbrâhîm b. Muhammed’i azletmesinin gerekçeleri arasında zikredilir.
Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 382
[305] Wellhausen, Muhalefet Partileri,
123-124.
[306] Taberî, VI, 9; İbn Kesîr, VIII, 265.
[307] Belâzurî, Ensâb, VI, 382; Taberî, VI, 10; İbn A’sem, VI, 225;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 291; İbn Kesîr, VIII, 265.
[308] Taberî, VI, 10.
[309] Belâzurî, Ensâb, VI, 382; Taberî, VI,
10.
[310] Belâzurî, Ensâb, VI, 383; Taberî, VI,
10; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 291.
[311] Belâzurî, Ensâb, VI, 383; Taberî, VI,
10-11; İbn A’sem, VI, 225-226; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 291.
[312] İbn Kesîr, VIII, 265.
[313] Belâzurî, Ensâb, V, 350; Taberî, V, 576;
İbn A’sem, V, 152.
[314] İbn Kesîr, VIII, 267.
[315] İbn Sa’d, V, 73; Hişâm b. Urve ve Ümmü Bekir’e
ait rivayetlerde Muhtâr’ın İbn Zübeyr tarafından verilen müsadeyle Ehl-i Beyt
adına çalışarak İbn Zübeyr’e destek sağlamak maksatlı Kûfe’ye geldiği
bildirilir. Bkz. İbn Sa’d, V, 72-73. İbn Sa’d; İbn Mutî’i Kûfe’den çıkarmayı
başaran Muhtâr, İbn Zübeyr’e yazdığı mektupta, İbn Mutî’in Şam yönetimine
kendini sevdirebilmek için çalıştığı ithamında bulunur. Bkz. İbn Sa’d, V, 113.
Bir benzerine de Belâzurî’de rastlarız. Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 447.
İbn Mutî’e yöneltilen ve doğruluğunu ispatlamamızın güç olduğu bu iddia,
Muhtâr’ın İbn Zübeyr’i kendisi için tehdit olmaktan bir süre de olsa çıkarma
amaçlı olmalıdır.
[316] Taberî, VI, 11; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
292; İbn Kesîr, VIII, 265.
[317] Belâzurî, Ensâb, VI, 384.
[318] Taberî, VI, 11-12; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 292; İbn Kesîr, VIII, 265.
[319] Dîneverî, 288.
[320] Taberî, VI, 11-12; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 292; İbn Kesîr, VIII, 265.
[321] Gelder, 41-42. Bazı raviler Muhtâr’ın Abdullâh
b. Zübeyr tarafından Kûfe’ye vali olarak gönderildiğini bildirir. Bunlardan
biri de Abdullâh b. Müslim’dir. İbn Kuteybe ondan rivayetle Abdullâh b.
Zübeyr’in Abdullâh b. Mutî’i Kûfe’ye vali olarak atadığını, peşinden onu
azlederek Muhtâr’ı atadığını bildirir. Muhtâr Ubeydullâh b. Ziyâd’la giriştiği
savaşta onu yenerken, bu sırada İbn Zübeyr tarafından Basra’da ard arda vali
değişiklikleri yapılmış ve son olarak Mus’ab b. Zübeyr atanmıştır. Muhtâr,
kendisini Kûfe’den azleden İbn Zübeyr’e kızarak onun hilafetini reddedince İbn
Zübeyr, kardeşi Mus’ab’ı Muhtâr’ı yok etmek üzere görevlendirmiştir. İbn
Kuteybe, İmâme, II,198. Anlatılanlar diğer kaynakların aktardıklarıyla
uyuşmamaktadır. Ayrıca Muhtâr’ın Kûfe valiliği görevinin ilk günlerinde Hicâz’a
gönderdiği ordunun İbn Zübeyr ordusu ile neden çatışmaya girdiğini
açıklayamamak gibi çelişkiler barındırmaktadır.
[322] Belâzurî, Ensâb, VI, 384; Taberî, VI,
12; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 292.
[323] İbn Kesîr, VIII, 265.
[324] Söylemez, Kûfe ’nin Siyasi Tarihi, 183.
[325] Belâzurî, Ensâb, VI, 384; Taberî, VI,
12-13; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 292.
[326] Belâzurî, Ensâb, VI, 384; Taberî, VI,
13-14; İbn A’sem, VI, 227-228; İbn Miskeveyh, II, 138-140.
[327] Ağırakça, 160.
[328] Belâzurî, Ensâb, VI, 384; Taberî, VI,
13-14; İbn A’sem, VI, 227-228; İbn Miskeveyh, II, 138-140; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 292; İbn Kesîr, VIII, 265.
[329] Belâzurî, Ensâb, VI, 384; Taberî, VI,
14; İbn A’sem, VI, 228; İbn Miskeveyh, II, 139-140; İbnü’l- Esîr, Kâmil,
III, 292. Watt: “Muhtemelen Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’nin Muhtâr hareketinin
doğuşu ile ilgili yapacak bir şeyi yoktu” demektedir. Watt, 54. Muhammed
İbnü’l-Hanefiyye’nin hayatı incelendiğinde onun siyasete uzak bir tavrı olduğu
görülür.
[330] İbn Sa’d, V, 73.
[331] İbn Sa’d, V, 73; Zehebî, Siyer, IV, 121.
[332] İbn Nemâ, 97.
[333] Belâzurî, Ensâb, VI, 384; Taberî, VI,
14; İbn A’sem, VI, 228; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 292.
[334] Taberî, VI, 14; Köksal, Kerbelâ, 314.
İbn Kesîr, Muhtâr’ın bu süreçte kâhinlik yetenekleri ile halkı kendi etrafında
toplamayı başarmaya matuf bir dil kullandığını ve nitekim her ne dediyse öylece
çıktığını aktarır. Bkz. İbn Kesîr, VIII, 265.
[335] Belâzurî, Ensâb, VI, 384-385; Taberî, VI, 14; İbn A’sem, VI,
228; İbn Miskeveyh, II, 140-141; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 292; İbn
Kesîr, VIII, 265, Köksal, Kerbelâ, 314-315.
[336] Belâzurî, Ensâb, VI, 385; Taberî, VI,
15-16; İbn A’sem, VI, 228-229; İbn Miskeveyh, II, 141-143; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 293; İbn Kesîr, VIII, 265. İbn A’sem’in eserine baktığımızda
İbnü’l-Eşter’i saflarına katma fikrinin bizzat Muhtâr’dan çıktığını anlarız.
Bkz. İbn A’sem, VI, 228.
[337] Belâzurî, Ensâb, VI, 385-386; Taberî, VI, 16; İbn A’sem, VI,
230; İbn Miskeveyh, II, 143-144; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 293; İbn
Kesîr, VIII, 265-266.
[338] Dîneverî, 289.
[339] Belâzurî, Ensâb, VI, 385-386; Taberî, VI, 16-17; İbn A’sem,
VI, 230; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 293294; İbn Kesîr, VIII, 266.
[340] Taberî, VI, 16-18; İbn Miskeveyh, II, 144-146; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 293-294, İbn Kesîr, VIII, 266.
[341] Dîneverî, 289-290.
[342] İbn A’sem, VI, 231.
[343] Dîneverî, 288.
[344] Hind Ğassân, 208.
[345] İbn Sa’d, V, 73-74.
[346] Müberred, II, 47-48.
[347] Taberî, VI, 98-99; İbn A’sem, VI, 287.
[348] Gelder, 43-44.
[349] Dîneverî, 288.
[350] Ağırakça, 161.
[351] Kabîle Meydanlarına gönderilen komutanlar için
bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 386, 389;Taberî, VI, 18; İbn A’sem, VI,
231-232; İbn Miskeveyh, II, 146-147; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 294. İbn
A’sem Rebîulâhir ayında kıyamı gerçekleştirmeyi planladıklarını aktarır. Bkz.
İbn A’sem, VI, 231.
[352] Taberî, VI, 18-19; İbn A’sem, VI, 232;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 294.
[353] Belâzurî, Ensâb, VI, 389; Taberî, VI,
19; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 294.
[354] Dîneverî, 290.
[355]Belâzurî,
Ensâb, VI, 389; Taberî, VI, 19-20; İbn A’sem, VI, 232-233; İbn
Miskeveyh, II, 149-150; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 294-295; İbn Kesîr,
VIII, 266. Bunun dışında Muhtâr birkaç mısra şiir ile konuşmasını süslemiştir.
Bkz. İbn A’sem, VI, 233; İbn Kesîr, VIII, 266.
[356] Belâzurî, Ensâb, VI, 389-390; Taberî,
VI, 20-21; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 295.
[357] İbn A’sem. VI, 234.
[358] İbn A’sem, VI, 234.
[359] Taberî, VI, 21; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
295.
[360] Taberî, VI, 21-22; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 295-296.
[361] Taberî, VI, 22-23; İbn Miskeveyh, II, 151-152;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 296.
[362] Hind Ğassân, 211.
[363] Belâzurî, Ensâb, VI, 391; Taberî, VI,
23.
[364] Taberî, VI, 23; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
297.
[365] İbn Kesîr, VIII, 266.
[366] Belâzurî, Ensâb, VI, 391; Taberî, VI,
23; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 297.
[367] Taberî, VI, 24-25.
[368] Taberî, VI, 23-24; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 297.
[369] Taberî, VI, 24-25; İbn A’sem, VI, 236; İbn
Miskeveyh, II, 153-155.
[370] Taberî, VI, 26; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 297-298. İbn A’sem
bu konuşmayı es-Sâib b. Mâlik el- Eş’arî’nin yaptığını kaydeder. Bkz. İbn
A’sem, VI, 237.
[371] Taberî, VI, 26-27; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 298.
[372] Belâzurî, Ensâb, VI, 392.
[373] Belâzurî, Ensâb, VI, 392; Taberî, VI,
26-27; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 298.
[374] Taberî, VI, 27-28; İbn Miskeveyh, II, 156-157;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 298.
[375] Hind Ğassân, 212.
[376] Taberî, VI, 28; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
299; İbn Kesîr, VIII, 267.
[377] Taberî, VI, 28; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
299.
[378] Taberî, VI, 28; İbn Miskeveyh, II, 157-158;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 298-299.
[379] İbn A’sem, VI, 235.
[380] Taberî, VI, 28; İbn Miskeveyh, II, 157-158;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 298-299.
[381] Taberî, VI, 29-30; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 299. Rifâa b.
Şeddâd bu çarpışma esnasında öldürüldü. Bkz. İbn Kesîr, VIII, 267.
[382] Belâzurî, Ensâb, VI, 292-293; Taberî, VI, 30-31; İbn
Miskeveyh, II, 160-162; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 300.
[383] Belâzurî, Ensâb, VI, 292-293; Taberî,
VI, 30-31; İbn Miskeveyh, II, 160-162; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 300; İbn
Haldûn, III, 31. İbn A’sem, İbn Mutî’in kadın elbisesi giyip, kılık değiştirmiş
olarak saraydan kaçtığı detayını vermektedir. Bkz. İbn A’sem, VI, 239.
Dîneverî, Hemdân isimli bir kimsenin Umâre b. Ukbe b. Ebî Muayt’ın evi
tarafından iple konağa tırmandığını, İbn Mutî’in de Muhtâr karşısında
tutunamayacağını anlayınca eman dilediğini aktarır. Bundan sonra Muhtâr’ın İbn
Mutî’e 1.000.000 dirhem verdiğini söylemesi itibariyle de kabul edilebilir bir
rivayet olarak gözükmediği kanaatindeyiz. Bkz. Dîneverî, 291-292.
[384] Belâzurî, Ensâb, VI, 293-294; Taberî, VI, 32; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 300-301; İbn Kesîr, VIII, 267-268; Köksal, Kerbelâ, 339.
[385] Belâzurî, Ensâb, VI, 294-295; Ya’kûbî, 213; Taberî, VI, 33;
İbn Miskeveyh, II, 162; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 301; İbn Kesîr, VIII,
268; Zübeyrî, 384.
[386] Zehebî, Târih, V, 51. Kaynaklarımız İbn
Mutî’in durumu hakkında birbirinden farklı bilgiler sunar. Örneğin Dîneverî İbn
Mutî’in sarayda teslim olduğunu söyledikten sonra Muhtâr’ın ona ikramlarda
bulunduğunu, Hz. Ömer soyundan gelen akrabalık bağlarını koruduğunu 1.000.000
dirhem verdiğini söyler. Kanaatimizce bu rakam oldukça afakîdir. Muhtâr’ın
böyle bir meblağı İbn Mutî’e vermeye niyeti olsa dahi, adamlarının buna rıza
göstermesini beklemek mümkün gözükmez. Muhtâr’ın İbn Mutî’e, dilemesi halinde şehirden
gidebileceği ruhsatını verdiğini de ilave eder. Bkz. Dîneverî, 292. İbn Mutî’in
teslim olduğunu bildiren benzer bir rivayeti İbn Sa’d’da görürürüz. Bu
rivayette, Muhtâr’ın, İbn Mutî’in gitmesini istemediği nakledilir. Ancak bu
rivayet Muhtâr’ın şehirde yarattığı kıyamın tamamını Abdullâh b. Zübeyr’in
çıkarlarına hizmet olsun diye yaptığı noktasından hareket eder. Bkz. İbn Sa’d,
V, 113.
[387] İbn Sa’d, V, 113; İbn Kesîr, VIII, 290. İbn Mutî’in Mekke’ye dönmeye
haya edip, Basra’ya gittiği de söylenmektedir. İbn A’sem, VI, 241.
[388] Zehebî, Târih, V, 50.
[389] İbn Kesîr, VIII, 290.
[390] İbn Kesîr, VIII, 292.
[391] İbn Sa’d, V, 113.
[392] Taberî, VI, 31-32; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 300-301; İbn Kesîr, VIII, 267-268. İbn A’sem Muhtâr’a ait daha uzun ve
daha beliğ bir konuşma aktarır. Bkz. İbn A’sem, VI, 240-241. Kocadağ;
Muhtâr’ın, hareketinin hiçbir aşamasında Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’nin
imâmetini sağlamak için hareket ettiğini dile getirmediğinin altını çizer.
Kocadağ, 43.
[393] Tritton, A. S. İslâm Kelâmı, çev. Mehmet
Dağ, Ankara, 1983, 25.
[394] Watt, William M. İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev.
Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1981, 5354.
[395] O dönemde Şîa’ya verilen anlamların çokluğu ve
farklı tanımları ve bu vesile ile Muhtâr hareketinin bir Şiî hareket olmadığı
ile ilgili değerlendirmeler için bkz. Onat, Hasan, Emevîler Devri Şiî
Hareketleri ve Günümüz Şiîliği, İstanbul, 2017, 28-29, 91-108.
[396] Gelder, 51.
[397] Belâzurî, Ensâb, VI, 394; Taberî, VI,
32; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 301.
[398] Belâzurî, Ensâb, X, 481-482; Taberî, VI,
35.
[399] İbn Ebî Tâhir, Ebû’l-Fazl Ahmed b. Ebî Tâhir Tayfûr el-Mervezî
(280/893), Belâğâtü’n-Nisâ, tsh. ve şrh. Ahmed Elfey, Kâhire, 1908, 128.
[400] Belâzurî, Ensâb, VI, 394-395; Taberî,
VI, 33; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 301; İbn Kesîr, VIII, 268. İbnü’l-Esîr,
Muhtâr’la birlikte çarpışmaya girenlerin sayısını 3.500 olarak kaydeder. Bkz.
İbnü’l- Esîr, Kâmil, III, 301.
[401] İbn A’sem, VI, 241; İbn Nemâ, 109.
[408] Dîneverî, 292; Taberî, VI, 33; İbn Hazm, 397;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 301; İbn Kesîr, VIII, 268.
[409] Taberî, VI, 33; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
301; İbn Kesîr, VIII, 268. İbn Hazm ise eserinde Muhtâr’ın Sâhibü’ş-Şurta’ya
es-Sâib b. Mâlik el-Eş’arî’yi atadığını ve onun Muhtâr’la birlikte hayatının
sonuna kadar birlikte hareket ettiğini kaydeder. Bkz. İbn Hazm, Cemhere,
398.
[410] Muhtâr’ın atadığı valilerin ismi ve görev
yerleri hakkında iki ayrı liste oluşturulmuştur. Biri Ebû Mihnef’ten rivayet
edilir. Diğeri ise Dîneverî’den nakledilir. Bu iki isim listesinin büyük oranda
birbiriyle uyuşmadığını görürüz. Ebû Mihnef rivayeti için Bkz. Taberî, VI, 34;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 301-302; İbn Miskeveyh, II, 162-163.
Dîneverî’nin kaydettiği rivayet için bkz. Dîneverî, 292. Mevcut bu farklılığın
zaman içinde valileri değiştirmiş olabileceğinden kaynaklandığı yorumu
yapılabilir. Ayrıca tüm bu valilerin atamalarının bir gecede olabileceğini
düşünmek hatalı olur. Valilerin görevlendirilmesi işi zaman içinde,
Cebbânetü’s-Sebî hadisesinden sonra tamamlandığı anlaşılmaktadır. Ancak
Muhtâr’ın Kûfe iktidarının dahi sorgulandığı ortada iken hâkimiyet alanını
böylesine geniş çizen rivayetler inandırıcılıktan uzaktır. Ayrıca rivayetler
bazen başka problemer de taşımaktadır. Dîneverî’nin Muhtâr’ın görevlendirmiş
olduğu valileri sıralarken bizlere sunduğu isimlerden Zahr b. Kays dikkat
çekmektedir. Zira Zahr b. Kays Muhtâr’a karşı Abdullâh b. Mutî’in saflarında
savaşmış olduğu kaydedilir. Bkz. Taberî, VI, 21. Zahr b. Kays bunun yanında
eşrâfm Sebî’ meydanında başlatmış olduğu isyanda da Muhâr’a karşı savaşmıştır.
Bkz. Taberî, VI, 45. Muhtâr’ın İbn Mutî’e karşı savaştığı bir kimseyi vali
olarak ataması, adamlarının da tepkisini çekecektir. Dolayısıyla Dîneverî’nin
Zahr b. Kays’ın vali olarak atandığı bilgisini gerçek dışı kabul etmekteyiz.
[411] Taberî, VI, 34.
[412] Taberî, VI, 34; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
302.
[413] İbn A’sem, VI, 242.
[414] İbn A’sem, 242-243.
[415] Taberî, VI, 33-34.
[416] Dîneverî, 292.
[417] İbn A’sem, VI, 241.
[418] İbn Kesîr, VIII, 268.
[419] Harbutlu, 161, 163.
[420] Harbutlu, 171.
[421] Harbutlu, 181.
[422] Mes’ûdî, et-Tenbîh ve ’l-İşrâf, 270;
Makdısî, el-Bed ve ’t-Târîh, VI, 20;
[423] Belâzurî, Ensâb, VI, 397.
[424] Dîneverî, 297; Taberî, VI, 129; İbn A’sem, VI,
272;
[425] Belâzurî, Ensâb, VII, 29; İbn A’sem, V,
73.
[426] Taberî, VI, 128; İbn Hazm, Cemhere, 410.
[427] Belâzurî, Ensâb, VII, 29-30; Taberî, VI,
128-129; İbn A’sem, V, 73-74.
[428] Dîneverî, 297.
[429] Belâzurî, Ensâb, VI, 437; Taberî, VI, 99. İbn A’sem vali
atamalarından sonra gelen haraçlarla Kûfe’nin gelirlerinin artmaya başladığını
söyler. Bkz. İbn A’sem, VI, 243.
[430] Belâzurî, Ensâb, VI, 395-396; Taberî,
VI, 34-35; İbnü’l-Cevzî, Muntazam, VI, 55; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 302; İbn Kesîr, VIII, 268; Göl, Yavuz Selim, Abbâsîler Döneminde Kâdı
’l-Kudâtlık, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Necmettin Erbakan Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya, 2018, 27-28.
[431] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 248.
[432] İbn A’sem ise bu konuyu daha kısa izah eder. Ona göre Muhtâr
davalara bizzat katılmakta, işi
olduğu zamanlarda ise bu vazifeyi Kâdı Şureyh’e havale etmektedir. Bkz. İbn
A’sem, VI, 248.
[433] Gelder, 56.
[434] İbn Kesîr, VIII, 276.
[435] Taberî, VI, 71-72; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 316; İbn Kesîr, VIII, 276. Belâzurî bu hadiseyi daha kısa bir anlatımla
Medâinî’den kaydeder. Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 447. Rivayette göze
çarpan bir nokta daha vardır. Çalışmamızın önceki bölümünde izah ettiğimiz
üzere Abdullâh b. Mutî’ Basra’da değil, Hicâz’da Abdullâh b. Zübeyr ile
beraberdi.
[436] Belâzurî, Ensâb, VI, 454; Mes’ûdî, Mürûc,;
İbnü’l-Esîr, Kamil, III, 316-317.
[437] İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 317.
[441] Ağırakça, 172-173.
[442] Belâzurî, Ensâb, VI, 419-421; Taberî,
VI, 72-75; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 317-318; İbn Kesîr, VIII, 276-277.
Buraya kadar anlatılanlar Ebû Mihnef’ten nakledilmektedir. Aynı olayı,
Belâzurî’nin Medâinî’den başka bir dille aktardığını görürüz. Muhtâr Şurahbil
b. Vers’i, Mervân b. Hakem’in halife olmasını destekleyenlerle birlikte Merc-i
Râhıt savaşına katılmış ve ardından Dûmetü’l- Cendel’e çekilmiş Abbâd b. Ziyâd
b. Ebî Süfyân’ın üzerine göndermiştir. Şurahbîl b. Vers’in adamlarının sayısı
4.000’di. Abbâd bu savaşa girmek istemiyordu. Ancak adamları Muhtâr ordusu ile
savaşmanın gerekliliği hususunda ısrarcı oldular. Gerçekleşen savaşta İbn Vers
kaybetti. 1.000’den fazla adamı öldürüldü. Dönüşte Tay kabilesinden, başlarında
Ma’dân b. Seleme b. Hanzala’nın bunduğu bir gurupla çatışmaya girdi. Medâinî,
rivayetinde Şurahbîl b. Vers’in Kûfe’ye yenilmiş olarak döndüğünü kaydeder.
Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 448-449; Yıldız, Hakkı Dursun, Dahhâk b.
Kays, DİA, İstanbul, 1993, VIII, 409-410. Kûfe’ye döndüğü iddia edilen İbn
Vers’in bu savaştan sonra kaynaklarda herhangi bir olayda isminin geçtiğine
tanık olmadık. Muhtâr için önemli bir komuta görevi almış bir kişinin ismi
adeta silinmiş gibidir. Bundan dolayı Ebû Mihnef’in Şurahbil b. Vers’in
öldürüldüğü rivayeti daha tutarlı durmaktadır. Ayrıca Medâinî rivayeti savaşı
başlatanın Muhtâr olduğunu söylemektedir. Oysa Muhtâr şehir hakimiyetini
sağlamlaştırmakla meşguldü. Kendisine yeni bir cephe açmaktan imtina edeceği
yönünde bir dış siyaset izlemesi, diğer politikaları ile de uyuşmaktadır.
[443] Wellhausen, Muhalefet Partileri, 132.
[444] Belâzurî, Ensâb, VI, 396, 449; Taberî, VI, 38-39; İbn A’sem,
VI, 255-256; Mes’ûdî, Tenbîh, 269270.
[445] Taberî, VI, 43; İbn A’sem, VI, 255-256.
[446] İbn A’sem, VI, 256.
[447] Taberî, VI, 39-40; İbn A’sem, VI, 257;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 303; İbn Kesîr, VIII, 268.
[448] İbn A’sem, VI, 256.
[449] Taberî, VI, 39-40; İbn A’sem, VI, 257; İbn
Miskeveyh, II, 163-164; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 303; İbn Kesîr, VIII,
268-269. Abdurrahmân b. Saîd bu gelişmelerden sonra, arka plana atılmış olma
hissinden kaynaklandığını düşündüğümüz bir sebeple, Muhtâr saflarından
ayrılmıştır. Bkz. Taberî, VI, 56; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 311.
[450] Taberî, VI, 40-42; İbn A’sem, VI, 257-258;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 303-304.
[451] İbn A’sem, VI, 257. İbn Nemâ ise Merzubânî
tarikiyle ordu hakkında: Mezhic ve Ezd kabilesinden 2.000, Temîm ve Hemdân
kabilelerinden, 2.000, Medîne kabilelerinden 1.500, Kinde Rebîa kabilelerinden
1.400 ve Hamrâ’dan 2.000, toplamda 8.900 kişilik bir ordu olduğu detayını
verir. Yine toplam sayının 12.000 olduğu, bunların 8.000’inin Hamrâ, 4.000’inin
ise Medîne kabilelerinden teşekkül ettiğini aktarır ve bu iki bilgi arasında
tercih yapmaz. İbn Nemâ, 113. Kanaatimizce verilen ikinci rakam Ubeydullâh b.
Ziyâd ile İbnü’l-Eşter arasında geçen çarpışmadaki İbnü’l-Eşter’in ordu sayısı
ile karıştırılmıştır.
[452] Taberî, VI, 40-42; İbn A’sem, VI, 257-258;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 303-304; İbn Kesîr, VIII, 269.
[453] Taberî, VI, 40.
[454] Taberî, VI, 39; İbn Kesîr, VIII, 269. Dîneverî
mübalağa ederek 20.000 rakamını vermektedir. Onun anlatımında Şam ordusuna
karşı savaşa girişen kimse olarak Muhtâr gösterilir. Ona göre savaşın çıkış
sebebi Muhtâr’ın el-Cezîre ve Şam topraklarından elde ettiği yerlere Yezîd b.
Enes’i vali ataması ve Yezîd b. Enes’in Nusaybin’e kadar gelmesidir. Abdülmelik
b. Mervân bu olanlardan sonra harekete geçmiştir. Bkz. Dîneverî, 292. Şehri
yeni ele geçirmiş ve şehirde birçok muhalif kanatla yaşamak zorunda iken
elindeki ordusunu bir harbin başlatıcısı olarak harbe çıkaracağına ihtimal
vermemekteyiz.454 Dîneverî’nin olayın aktarımlarında diğer
kaynaklardan ayrılması sadece bu noktada kalmaz. O, Abdülmelik b. Mervân’ın
bizzat kendisinin Kûfe’ye yürüdüğünü, Yezîd b. Enes’i öldürüp, ordusunu
yendiğini ve adamlarını öldürdüğünü bildirmekte de infirad eder. Bkz. Dîneverî,
293.
[455] Taberî, VI, 42-43; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 304; İbn Kesîr, VIII, 269.
[456] Taberî, VI, 43; İbn A’sem, VI, 259, İbn
Miskeveyh, II, 167; İbn Kesîr, VIII, 269.
[457] Taberî, VI, 42-43; İbn A’sem, VI, 259;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 304; İbn Kesîr, VIII, 269.
[458] Taberî, VI, 43-44; İbn A’sem, VI, 260; İbn
Miskeveyh, II, 167-169; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 304305; İbn Kesîr,
VIII, 269-270. Harbutlu bu konuyu şöyle değerlendirmektedir: “Muhtâr mevâlîye
sadece haklarını vermişti ve Arap-mevâlî arasındaki dengeyi korumuştu. Bu
yaptıkları Mevâlî patlamasını bir süre ertelemişti. Bu patlama Abbâsî kıyamında
ve Emevîler’in yıkılmasında ortaya çıktı.” Harbutlu, 187.
[459] İbn A’sem, VI, 260. Levi Della Vida, Muhtâr
hakkında çeşitli mülahazaların olduğunu söyler. Kendisi ise Muhtâr’a yönelik
eleştirilerinde onun Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’nin adını kullanmasını ve eşrâfa
karşı ikiyüzlü davranmasını önplana çıkarır. Ayrıca eşrâfın da en az Muhtâr
kadar ikiyüzlü olduğunu söyler. Levi Della Vida, VI, 515.
[460] Dîneverî, 299.
[461] Levi Della Vida, VI, 515.
[462] Dîneverî, 299.
[463] Dîneverî, 299. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm
Taihi isimli çalışma, Muhtâr’ın güçlendikçe esas fikirlerini ortaya çıkarmaya
başlamasını, bundan dolayı Şiîler’in ondan çekindiğini ve eşrâfın bu yüzden
isyan ettiğini söyler. Bkz. Doğuştan Günümüze, II, 341.
[464] Buhârî, Târîhu’l-Evsât, 148.
[465] İbn A’sem, VI, 259.
[466] Taberî, VI, 44-45;İbn A’sem, VI, 260-261;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 305.
[467] Taberî, VI, 44-45; İbn A’sem, VI, 260-261; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 305. Nitekim hadiseler tam da Abdurrahmân b. Mihnefin öngördüğü şekilde
cereyan etmiştir.
[468] İbn A’sem, VI, 260-261.
[469] Taberî, VI, 44-45; İbn A’sem, VI, 260-261; İbn Miskeveyh, II,
169-170; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 305.
[470] Taberî, VI, 25.
[471] Belâzurî, Ensâb, VI, 398.
[472] Onat, 100-101.
[473] Korkmaz, 76.
[474] Belâzurî, Ensâb, VI, 399; Taberî, VI,
45; Dîneverî, 299-300. Eşrâfın Kûfe şehir meydanlarında toplanmaları ve
birliklerin komutanları hakkında geniş bilgi için bkz. Belâzurî, Ensâb,
VI, 398; Taberî, VI, 45; İbn A’sem, VI, 260.
[475] İbn A’sem, VI, 260.
[476] Taberî, VI, 45-46; İbn A’sem, VI, 261-262;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, 305.
[477] İbn A’sem, VI, 262.
[478] Taberî, VI, 46.
[479] Taberî, VI, 46; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
305-306.
[480] İbn A’sem, VI, 262.
[481] Taberî, VI, 46-47; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 306.
[482] Taberî, VI, 47; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 306; İbn Kesir, VIII, 270. Dîneverî, eşrâf bloğunun idarelerini Rifâa’ b.
Sevvâr’a verdiklerini ve üç yerde toplandıklarını rivayette infirad eder. Ancak
bununla beraber kabîleleri ve toplandıkları yerleri sıralarken bu sayıyı iki
olarak zikreder. Buna göre Muhtâr’a karşı kıyamda birleşen kabilelerden Kinde,
Ezd, Büceyle, Neha’, Has’am, Kays, Teym er-Rebâb Murâd meydanında toplanırken;
Rebîa ve Temîm, Haşâşîn meydanında toplanmışlardır. Bkz. Dîneverî, 299. Bizim kanaatimizde
eşrafın iki merkezde toplandığı yönündedir. Bunu, hem Dîneverî’nin, birliklerin
merkezlerini rivayeti esnasında ikiden fazla bir yer söyleyememiş olmasından,
hem de Muhtâr’la İbnü’l-Eşter arasındaki geçen bir konuşmadan anlıyoruz. Aynı
konuşma, birliklerin toplanma merkezleri konusunda da Dîneverî’nin bize sunduğu
bilgisini nakzetmektedir. Zira Muhtâr, İbnü’l-Eşter’e iki seçenek sunmuş ve
dilediği yerdeki birliğin üzerine yürümekte onu muhayyer bırakmıştı.
İbnü’l-Eşter ise bunun bir öneminin olmadığını söyleyince Muhtâr onu kendi
kabilesinin karşısına çıkarmamak için Künâse’de konuşlanmış olan Mudarlar’ın
çoğunlukta bulunduğu hatta gönderdi. Bkz. Taberî, VI, 47; İbnü’l- Esîr, Kâmil,
III, 306; İbn Kesîr, VIII, 270. İbn A’sem ise eşrâfın önce tek bir kılıç olarak
saldırmak üzere hareket ettiğini ve ilk çatışmaların böyle gerçekleştiğini,
İbnü’l-Eşter geldikten sonra ikiye ayrıldıklarını söyler. Buna göre birinci
grup Rebîa ve Mudar’dan oluşmaktaydı. İkinci grup ise Yemenîlerden
müteşekkildi. Bkz. İbn A’sem, VI, 261, 262.
[483] Dîneverî, 300.
[484] Taberî, VI, 47-49; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 306.
[485] Taberî, VI, 43; İbn A’sem, VI, 268.
[486] Taberî, VI, 48; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
307. Şebes b. Rib’î Muhtâr’ın adamları hakkında onlara hitaben Sebeîyye
sözcüğünü kullanır. Kanaatimizce bir tanımlama yapmaktan ziyade karşı tarafı
kötüleme amaçlıdır. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Korkmaz, 76-77; Onat,
98-99.
[487] Yaşaroğlu, 40.
[488] Dîneverî, 300.
[489] Taberî, VI, 50; İbn Miskeveyh, II, 173-174;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 307-308.
[490] Yaşaroğlu, 41.
[491] Korkmaz, 79.
[492] Taberî, VI, 47.
[493] İbn A’sem, VI, 263.
[494] Taberî, VI, 51; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
308.
[495] İbn Kesîr, VIII, 270.
[496] Dîneverî, 300-301.
[497] Taberî, VI, 56.
[498] Taberî, VI, 110.
[499] Belâzurî, Ensâb, VI, 442.
[500] Hind Ğassân, 237.
[501] İbn Miskeveyh, II, 175.
[502] Dîneverî, 301; Taberî, VI, 51; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 308. İbn Kesîr, VIII, 270.
[503] Taberî, VI, 57; İbn A’sem, VI, 263; İbnü’l-Esîr
Kâmil, III, 311.
[504] İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 311
[505] Dîneverî, 304.
[506] Belâzurî, Ensâb, VI, 402; Taberî, VI,
57; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 311, İbn Kesîr, VIII, 270.
[507] Belâzurî, Ensâb, VI, 423.
[508] Taberî, VI, 60.
[509] Belâzurî, Ensâb, VI, 405-406; Taberî,
VI, 62; İbn A’sem, VI, 247; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 312-313.
[510] İbn A’sem, VI, 247.
[511] İbn A’sem, VI, 244.
[512] Dîneverî, 303; Taberî, VI, 57; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 311.
[513] Taberî, VI, 57; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
311.
[514] Taberî, VI, 51.
[515] Yaşaroğlu, 41.
[516] İbnü’l-Ebbâr, Ebû Abdillâh Muhammed b. Abdillâh
b. Ebî Bekr b. Abdillâh b. Abdirrahmân b. Ahmed b. Ebî Bekr el-Kudâî
(658/1260), Kitâbü’l-Hulleti ’s-Siyerâ, thk. Hüseyin Mûnis, Kâhire,
1985, 67.
[517] Belâzurî, Ensâb, VI, 407; Taberî, VI, 52-53; İbn A’sem, VI,
265-266; İbn Miskeveyh, II, 176-177; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 308; İbn
Kesîr, VIII, 270.
[518] Belâzurî, Ensâb, VI, 407; İbn A’sem, VI, 266; Taberî, VI, 53;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 308-309; İbn Kesîr, VIII, 270.
[519] Belâzurî, Ensâb, VI, 407; Taberî, VI,
53-54; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 309; İbnü’l-Ebbâr, 67; İbn Kesîr, VIII,
271. İbnü’l-Ebbâr, Şemir b. Zilcevşen’in Muhtar’ın Kûfe’ye hakim olmasından
sonra Şam’a gittiğini ve burada yaşamaya başladığını bildirir. Bkz.
İbnü’l-Ebbâr, 67. Ancak biz tarihsel bütünlüğe uymadığını kanaatiyle bu bilgiyi
kabul etmemekteyiz.
[520] Belâzurî, Ensâb, VI, 407; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 309.
[521] Dîneverî, 301-302, 305.
[522] İbn A’sem, VI, 267.
[523] İbn İzârî, Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed b. İzârî el-Merrâküşî
(712/1312’den sonra), el-
Beyânü’l-Muğrib fîAhbâri ’l-Endelüsî ve ’l-Mağrib, thk. Levi Provencal,
Beyrût, 1983, II, 34.
[524] Taberî, VI, 39-40; İbn Miskeveyh, II, 163-164;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 303.
[525] Taberî, VI, 56; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
311.
[526] Mucâdele, 58/22.
[527] Dîneverî, 298.
[528] Belâzurî, Ensâb, Taberî, VI, 60; İbn
A’sem, VI, 245; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 312.
[529] Taberî, VI, 60;İbn A’sem, VI, 245; İbnü’l-Esîr,
Kâmil, III, 312; İbn Kesîr, VIII, 273.
[530] Taberî, VI, 60-61; İbn A’sem, VI, 245. Bu emanameye şahitlik
edenlerin isimleri için bkz. Taberî, VI, 60-61; İbn A’sem, VI, 245.
[531] İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 313.
[532] Belâzurî, Ensâb, VI, 405-406; Taberî, VI, 62; İbn A’sem, VI,
246-247; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 312; Temîmî, 214-215.
[533] Belâzurî, Ensâb, VI, 405-406; Taberî, VI, 62; İbn A’sem, VI,
246-247; İbn Abdirabbih, V, 153; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 312; İbn
Kesîr, VIII, 273-274.
[534] İbn A’sem, Muhtâr hakkında İbnü’l Hanefıyye’nin
yaptığı bu eleştirinin zamanı olarak, Muhtâr’ın Ömer b. Sa’d ve oğlu Hafs’ın
başlarının İbnü’l-Hanefiyye’ye ulaştığı günü gösterir. Bkz İbn A’sem, VI, 247.
Bunun dışında İbn A’sem, onun Muhtâr’ın kız kardeşi ile evli olduğunu iddia
eder. bkz. İbn A’sem, VI, 246. Ancak böyle bir hısımlığın hakikatte olması
halinde kaynaklarda daha fazla yer bulması gerekeceğini düşünüyoruz. Bu açıdan,
Muhtâr’ın Ömer b. Sa’d’ı infaz etmemesine bir gerekçe olarak sunulamayacağı
kanaatindeyiz. Belâzurî Fütûhu’l-Büldân isimli eserinde Ömer b. Sa’d’ın Umeyre
b. Şihâb b. Mahrez el-Kindî’nin kız kardeşi ile evli olduğunu ve oğlu Hafs’ın
da bu kadından dünyaya geldiğini bildirmektedir. Bkz. Belâzurî, Fütûh,
279. Kanaatimizce Belâzurî’nin takdim ettiği bilgi daha muteberdir.
[535] Belâzurî, Ensâb, VI, 406; Taberî, VI, 61. Uryân’ın kendisine
Muhtâr’ın onu öldürmek istediğini söyleyince hamam gittiği da riveyetler
arasındadır. Bkz. İbnü’l-Esîr, Kâmil, IIIİ, 312.
[536] Taberî, VI, 61; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
312; İbn Kesîr, VIII, 273. İbn Nemâ, Muhtâr’ın bu sözüne ek olarak, onu
yüceltmeye çalıştığını anladığımız, masalsı bir anlatım sureti çizen
Merzubânî’ye ait bir rivayet aktarır. Buna göre Muhtâr’ın kendisini öldürmek
istediğini öğrenen Ömer b. Sa’d evinden kaçmış, ancak yolda devesinin üstünde
uyuyakalmış ve devesi onu yine evine getirmiştir. Durum Muhtâr’a anlatılınca
yukarıda ifade ettiğimiz sözü söylemiştir. Bkz. İbn Nemâ, 129.
[537] Belâzurî, Ensâb, VI, 406; Taberî, VI,
61; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 312. İbn Kesîr, Vâkıdî’den naklen, Ömer b.
Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın babasının bedduasını aldığını söyler. Hadiseye göre, Sa’d
b. Ebî Vakkâs’ın kölelerinden birisi, Sa’d’ın yanına gelir. Kölenin
topuklarından kan akmaktadır. Sa’d b. Ebî Vakkâs köleye bunu kimin yaptığını
sorar. Köle, Ömer b. Sa’d’ın yaptığını söyleyince Sa’d “Allâh’ım onu öldür.
Onun da kanını akıt” diye beddua eder. Bu aktarımdan sonra İbn Kesîr, Sa’d b.
Ebî Vakkâs’ın duası kabul olunan bir kimse olduğunu ekler. İbn Kesîr, VIII,
273. Muhtâr hakkında Sünnî dünyada menfi bir yaklaşım olduğu hakikattır.
Muhtâr’la ilgili değerlendirmeler yapılırken, vicdanlarda silinmeyecek acılar
bırakan Kerbelâ’daki cinayetleri işleyenleri öldürmesi, onun hanesine olumlu
cümlelerle eklenen bir özellik olarak göze çarpar. Bu cinayetlerde en önemli
pay sahiplarinden birisi Ömer b. Sa’d’dır. Onun ölümünde babasının bedduasının
da etkisi olduğu kaydedilmek suretiyle Muhtâr’ın hanesinde müsbet bir dille
zikredilen bu eylemdeki ona ayrılan etki azaltılmak isteniyor olabilir.
[538] Belâzurî, Ensâb, VI,406; Taberî, VI, 61;
İbn A’sem, VI, 246; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 312. Ağırakça bu söze
dayanarak Muhtâr’ın Hz. Hüseyin’in kanını almaktan ziyade, Kureyş’e kin
beslediğini söyler. Ağırakça, 170.
[539] İbn Abdirabbih, V, 153.
[540] Belâzurî, Ensâb, VI, 406; Taberî, VI,
61; İbn Miskeveyh, II, 181; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 312; Zehebî, Târîh,
V, 196. İbn A’sem ise Ebû Amra Keysân’ın benzer bir gerekçeyi doğrudan Ömer b.
Sa’d’a söylemek suretiyle ahdin bozulmasında Muhtâr’ın aklanmaya çalışılmasını
aktarmaktadır. Bkz. İbn A’sem, VI, 245.
[541] Ağırakça, 169.
[542] İbn A’sem, VI, 245.
[543] Taberî, VI, 62; İbn Kesîr, VIII, 274.
[544] İbn A’sem, VI, 247; İbn Nemâ, 129-130.
[545] Zehebî, Târih, V, 196.
[546] Belâzurî, Ensâb, VI, 406; Dîneverî, 301; Taberî, VI, 62; İbn
A’sem, VI, 246; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 312. A’şâ Hemdân’ın bu konuda
kaleme almış olduğu kasîdesi için bkz. Dîneverî, 301.
[547] İbn A’sem, VI, 246-247.
[548] Belâzurî, Ensâb, III, 204; Dîneverî,
302; Taberî, V, 453; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 183.
[549] Dîneverî, 302-303.
[550] Belâzurî, Ensâb, VI, 408-409; Taberî, VI, 57-58; İbn
Miskeveyh, II, 178-179; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 311.
[551] Belâzurî, Ensâb, VI, 408-409; Taberî,
VI, 58; İbn Miskeveyh, II, 179; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 311.
[552] Belâzurî, Ensâb, VI, 409; Taberî, VI,
59; İbn Miskeveyh, II, 179-180; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 311.
[553] Belâzurî, Ensâb, VI, 406-407; Taberî,
VI, 59-60; İbn A’sem, VI, 244; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 312;
İbnü’l-Verdî, 167-168. İbn A’sem, Havelî b. Yezîd’in öldürülmesine tarih olarak
Muhtâr’ın Kûfe’yi ele geçirmesinden hemen sonrasını işaret etmekle infirad
eder. Bkz. İbn A’sem, VI, 244.
[554] İbn A’sem, VI, 244-245.
[555] Belâzurî, Ensâb, VI, 450; Dîneverî,
303-304; Taberî, VI, 52. Aynı durum biraz daha detaysız bir anlatımla başka
kaynaklarda da geçer. Buna göre onun Vâkisa yoluna koyulduğu, kendisinden bir
daha haber alınamadığı, Muhtâr taraftarlarınca susuzluktan yere düşüp bayılmış
olarak bulunduğu ve muhtemelen Muhtâr’a getirmek üzere kafasının kesilip
yanlarına alındığı da rivayet edilir. Bkz. İbn Miskeveyh, II, 176-177;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 308. Bir başka rivayette ise isyanın
bastırılmasından sonra kaçtığı ve bir daha kendisinden haber alınamadığı
bildirilir. Bkz. İbn Kesîr, VIII, 270.
[556] Taberî, V, 412.
[557] Belâzurî, Ensâb, VI, 407; Taberî, VI,
62-64; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 313; Köksal, 370-371.
[558] İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 313.
[559] Belâzurî, Ensâb, VI, 407-408; Taberî,
VI, 64-65; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 313-314. Onun diri diri derisinin
yüzülerek öldürüldüğünü meçhul bir dille kaydedilmektedir. Bkz. Belâzurî, Ensâb,
VI, 408.
[560] Taberî, VI, 65; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
314.
[561] Taberî, VI, 58-59; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 311.
[562] Belâzurî, Ensâb, VI, 409.
[563] Halîfe b. Hayyât, Tabakât, 242.
[564] İbn Hacer, İsâbe, II, 145.
[565] Taberî, VI, 54; İbn Miskeveyh, II, 177-178; İbnü’l-Esîr,
Kâmil, III, 309-310; İbn Kesîr, VIII, 271.
[566] İbn A’sem, VI, 263-264; Taberî, VI, 55;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 310; İbn Kesîr, VIII, 271.
[567] İbn Sellâm el-Cumahî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Sellâm b. Ubeydillâh
b. Sâlim el-Cumâhî el-
Basrî (231/846), Tabakâtü Fühûli ’ş-Şuarâ, thk. Mahmud Muhammed Şâkir,
Cidde, trsz. 439-440.
[568] Taberî, VI, 55; İbn Miskeveyh, II, 177-178;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 310; İbn Kesîr, VIII, 271. Sürakâ meselesi
kaynaklarda farklı tezahürleri ile aktarılmaktadır. Örneğin İbn Abdirabbih
Sürakâ’nın üç kez esir edildiğini söyler. İlkinde, okuduğu şiirle Muhtâr’ın
kendisine sığınılanların en hayırlısı olduğunu söyleyerek affedilen Sürakâ,
ikinci esir edilişinde babasının kendisine Muhtâr’ın Şam’ı fethedeceğini,
Dımeşk şehrini yıkacağını ve kendisinin de Muhtâr’la birlikte olacağını
bildirdiğini söyleyerek kurtulur. Üçüncü esir edilişinde ise melekleri
gördüğünü söyleyerek affedilmesini sağlamayı başarmıştır. Bkz. İbn Abdirabbih,
II, 43-44. İbn A’sem, Sürâka’nın Muhtâr’dan af dilemek üzere okuduğu şiirin bir
siyahî tarafından okunduğunu ve o siyahînin Muhtâr’dan af istediğini aktarır.
Ancak Muhtâr ona: “Dün seni kendi saflarındaki orduyu bana karşı
hırslandırırken duydum. Sen adamlarına “Ey insanlar! Öldürün şu yalancıyı
diyordun.” Söyle bakalım kim o yalancı? Eğer seni öldürmezsem işte o zaman
yalancı olurum” dedi. Muhtâr bu siyahînin boynunun vurulmasını emretti. Bkz.
İbn A’sem, VI, 263-264. Belâzurî, Muhtâr’ın benzer bir anlatımla yine bir
siyahîyi öldürdüğünü zikreder. Kanaatimizce Belâzurî’nin aktardığı Utbe b.
Ferkad es-Sülemî’nin mevlâsı olarak anılan kişi ile İbn A’sem’in anlattığı
kişiler aynı olmalıdır. Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 401.
[569] Belâzurî, Ensâb, VI, 427; Taberî, VI,
94.
[570] Belâzurî, Ensâb, VI, 410; Taberî, VI,
65; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 314.
[571] Belâzurî, Ensâb, VI, 410; Taberî, VI,
65; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 314.
[572] Taberî, VI, 65; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
314.
[573] Belâzurî, Ensâb, VI, 410; Taberî, V, 468, VI, 65;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 314. İsmi İbnü’l-Esîr’de Hermele b. Kâhin olarak
geçmektedir. Bkz. İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 314.
[574] Taberî, VI, 64; İbnü’l-Esîr, Kâmil, 313.
[575] Taberî, VI, 70
[576] Belâzurî, Ensâb, VI, 409; Taberî, VI,
58-59.
[577] Zehebî, Siyer, III, 224.
[578] Dineverî, 299.
[579] Taberî, VI, 65-66.
[580] Dîneverî, 259.
[581] Taberî, VI, 94. Dîneverî ise bunun aksini iddia
eder. Bkz. Dîneverî, 300.
[582] Taberî, VI, 66; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
314.
[583] Taberî, VI, 66; İbn A’sem, VI, 254-255;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 314. Muhammed b. el-Eş’as, Mus’ab b. Zübeyr ile
Muhtâr arasında gerçekleşecek savaşta Mus’ab saflarında görev alacak ve meydana
gelen savaşta kendisi ve adamları öldürülecektir. Bkz. İbn A’sem, VI, 288; İbn
Miskeveyh, II, 205-206; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 334; İbn Kesîr, VIII,
288.
[584] İbn A’sem, VI, 254.
[585] Dîneverî, 303.
[586] Belâzurî, Ensâb, VI, 410-411; İbn A’sem, VI, 254;
İbnü’l-Fakîh, Ebû Abdillâh Ahmed b.
Muhammed el-Hemdânî (IV/X. Yüz yıl), Kitâbu’l-Büldân, thk. Yûsuf
el-Hâdî, Beyrût, 1996, 206.
[587] Belâzurî, Ensâb, VI, 410-411; el-Hemdânî, Ebû Muhammed
el-Hasen b. Ahmed b. Ya’kûb b. Yûsuf (360/971’den sonra), el-İklîl,
b.y.y. trsz. 1; Neşvân el-Himyerî, 183;
[588] Muhammed Ebû Zehrâ, 111.
[589] Muhammed Ebû Zehrâ, 111.
[590] İbn A’sem, VI, 244.
[591] Hind Ğassân, 242.
[592] İbn Manzûr, Ebû’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Alî b.
Ahmed el-Ensârî er- Ruveyfiî (711/1311), Lisânü’l-Arab, Beyrût, 1414,
VI, 609.
[593] Muhammed Ebû Zehrâ, 111.
[594] Yüksel, 141.
[595] Belâzurî, Ensâb, VII, 30-31; Dîneverî,
297; İbn A’sem, V, 74.
[596] Belâzurî, Ensâb, VII, 32; Dîneverî, 297;
İbn A’sem, VI,267-272. Dîneverî Muhtâr’ın Ubeydullâh b. el-Hurr’un Cebel
bölgesinde gerçekleştirdiği bazı akınlar olmasına rağmen onunla barış yapmak
istediğini bildirir. Bu amaçla kendisine Hz. Hüseyin’in intikamını almasında
kendisine eşlik etmesini teklif ettiği bir mektup göndermiştir. Bu mektubun ne
zaman gönderildiği hakkında bilgi yoktur. Ancak kanaatimizce takip eden
olaylara bakıldığında bu hadise Muhtâr’ın Kûfe’yi ele geçirmek üzere harekete
geçeceği zaman İbnü’l-Eşter gibi onu da kendi saflarına çekme girişiminden
ibarettir. Dineverî, Muhtâr’ın Ubeydullâh’ın kendisini reddetmesinden dolayı
ona kızdığını ve onun Kûfe’deki evine yönelip o evi yıktırdığını, karısını
hapse attırdığını, ev eşyalarının yağma edilmesine göz yumduğunu ve bu işi
yapmakla görevlendirilenin Amr b. Saîd el-Hemdânî olduğunu bildirir. Ubeydullâh
bu haberi alınca Amr b. Saîd’in Kûfe dışındaki topraklarına ve mallarına
saldırıp yağmaladı. Bkz. Dîneverî, 297. Ancak burada anlatılanlar Muhtâr’ın
Kûfe’yi ele geçirmesinden ve hatta Sebî isyanının bastırılmasından sonra olan
hadiselerdir. Dîneverî’nin anlatımı ise bizim kanaatimizi yalanlamaz. Ancak
aktarımda art arda verilmesi, olayların tarihi konusunda Muhtâr’ın Kûfe
isyanının öncesi izlenimi uyandırmaktadır. Oysa Muhtâr Kûfe’yi ele geçirmeden
önce böyle bir güce sahip değildir. Bu saldırıyı gerçekleştirmesini
gerektirecek ihtiyacı da yoktur. Şehri ele geçirdikten sonra ise bireysel
taşkınlıklara dahi engel olma çabası içerisindedir. Sebî isyanından sonra bu
tutumdan tam anlamıyla vazgeçmiş, hatta aşırıya varan sert uygulamalara
başlamıştır. Bir komutanını gönderip ev yaktırması ise bazı kimseler için
uygulanmıştır. Nitekim Sebî isyanının bastırılmasından sonra kendisinin
Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’e yardım etme imkânı olmasına rağmen onu yalnız
bırakmasına bir ceza olsun gerekçesi üzere evi yıktırılmıştır.
[597] Belâzurî, Ensâb, VII, 32; Dîneverî, 297.
İbn A’sem yukarıda aktarılan bilgileri daha detaylı olarak bizlere sunar.
Ubeydullâh b. el-Hurr’un Kûfe’de Muhtâr’ın herkete geçtiğini duyması üzerine
ona gelip bey’at ettiğini, Muhtâr’ın Abdullâh b. Mutî’in elinden Kûfe’yi
almasında ona yardım ettiğini, hatta Sebî meydanında gerçekleşen eşrâf
isyanının bastırılmasında dahi görev aldığını bildirir. Bkz. İbn A’sem, VI,
272-274.
[598] Belâzurî, Ensâb, VII, 32.
[599] İbn A’sem, VI, 267-269.
[600] İbn A’sem, VI, 275-276.
[601] Belâzurî, Ensâb, VII, 32; İbn A’sem, VI,
272-274.
[602] Belâzurî, Ensâb, VII, 32-34; İbn A’sem,
VI, 272-274.
[603] İbn A’sem, VI, 277.
[604] Taberî, VI, 129-130; Dîneverî, 297-298,
Abdullâh b. Kâmil’le birlikte Ahmer Şumeyt’in da katıldığı zikredilir.
Ubeydullâh b. el-Hurr’un karısının künyesinin Ümmü Tevbe, isminin ise Selmâ
bint Hâlid el-Cu’fiye olduğu kaydedilir. Anlatımdaki bu ve benzeri farklılıklar
bulunan İbn A’sem’in nakli için bkz. İbn A’sem, VI, 275-276. Belâzurî 130 kişi
olduklarını söyler. Bkz. Belâzurî, Ensâb, VIII, 34.
[605] İbn A’sem, VI, 275-276. Doğuştan Günümüze
Büyük İslâm Tarihi isimli çalışma Muhtâr’ın düşmanlarını sıralar: Emevîler,
Basra, Hicâz, içerdeki Kûfe eşrâfı ve Hâricîler. Bkz. Doğuştan Günümüze,
II, 342. Muhtâr’ın Hâricîler ile bir çarpışması kaynaklara yansımamaktadır.
Kanaatimizce eser, Hâriciler ifadesi ile Muhtâr’ın hakimiyeti altında bulunan
topraklara karşı yağma saldırıları düzenleyen Ubeyullâh b. el-Hurr’u
kasdetmektedir.
[606] Belâzurî, Ensâb, V, 415-417; Taberî, VI,
66-68.
[607] Belâzurî, Ensâb, VI, 402; Taberî, VI,
57; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 311.
[608] Belâzurî, Ensâb, VI, 423; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 324.
[609] Belâzurî, Ensâb, VI, 423; Taberî, VI,
81; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 324; İbn Kesîr, VIII, 278.
[610] Belâzurî, Ensâb, VI, 423-424; Taberî,
VI, 57.
[611] Taberî, VI, 81.
[612] Taberî, VI, 81.
[613] İbn Kuteybe, Meârif 347; Mes’ûdî, Tenbîh,
270.
[614] Belâzurî, Ensâb, VI, 423; Mes’ûdî, Tenbîh, 270; Ebû
Hilâl el-Askerî, el-Hasen b. Abdillâh b. Sehl (400/1009’dan sonra), Evâil,
Tanta, 1408, 312; Makdısî, Bed, VI, 21.
[615] Bağdâdî, 32-33.
[616] İbn Sa’d, V, 74; İbn A’sem, VI, 277.
[617] Dîneverî, 293.
[618] Dîneverî, 288. Dîneverî’ye ait bu anlatım aynı
zamanda Muhtâr’a karşı düşmanca tutumu barındırır. Aktardığına göre Muhtâr
İbrâhîm b. el-Eşter’i uğurlarken: “Allâh seninle Şam ordusunu hezimete
uğratacak. Bunu bana kitabı okuyan ve savaşları bilen birisi haber verdi”
demiştir. Rivayet, öncesinde aktardığı bilgilerle olayların tarihi örgüsünden
uzaklaşmakla beraber, Muhtâr’a karşı menfî bir tutum takınmaktadır. Dineverî,
293.
[619] İbn Nemâ, 130.
[620] İbn A’sem, VI, 268. İbn A’sem eserinin bir başka bölümünde
İbnü’l-Eşter’in adamlarının sayısı hakkında 20.000’den az olduğu kaydını düşer.
İbn A’sem, VI, 277.
[621] Taberî, VI, 39,41; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 304.
[622] Belâzurî, Ensâb, VI, 423; Taberî, VI,
81; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 324.
[623] Dîneverî, 293. Benzer bir ithamı Müberred’de de görürüz. Bkz.
Müberred, el-Kâmil fî’l-Lügati ve ’l-Edeb, II, 47.
[624] Makdısî, Bed, V, 133.
[625] Hind Ğassân, 247.
[626] Komutanlar ve görevlendirildikleri bölgeler hakkında geniş bilgi
için bkz.Belâzurî, Ensâb, VI, 423; Taberî, VI, 81.
[627] Belâzurî, Ensâb, VI,423; Taberî, VI, 81.
Bu refakat iki fersah sürmüştür. Bkz. Müberred, III, 195.
[628] Müberred, III, 195.
[629] Taberî, VI, 81; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
324; İbn Kesîr, VI, 278; Köksal, Kerbelâ, 376.
[630] İbn A’sem, VI, 268; Taberî, VI, 86;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 327.
[631] İbnü’l-Eşter’in ordu düzenlemesi ve komuta
kademesini oluşturması hakkında geniş bilgi için bkz. Belâzurî, Ensâb,
VI, 424; Taberî, VI, 78; İbn A’sem, VI, 278; İbn Miskeveyh, II, 192;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 329.
[632] İbn Tağriberdi, I, 179; İbnü’l-İmâd,
Ebû’l-Felâh Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed es-Sâlihî el- Hanbelî (1089/1679), Şezerâtü’z-Zeheb
flAhbâri men Zeheb, thk. Muhmûd el-Arnâvût, Dımeşk- Beyrût, 1986, I, 292.
[633] Taberî, VI, 43.
[634] İbn A’sem, VI, 278.
[635] İbn A’sem, VI, 277.
[636] Dîneverî, 293; İbn Tağriberdi, I, 179;
İbnü’l-İmâd, I, 292;
[637] İbn Ziyâd’ın ordu tertibi ve komuta kademesini nasıl tertip ettiği
hakkında geniş bilgi için bkz.
Belâzurî, Ensâb, VI, 425; Taberî, VI, 88-89; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 329; İbn Kesîr, VIII, 282.
[638] Belâzurî, Ensâb, VI, 426; Taberî, VI,
86; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 327.
[639] Müberred, III, 196.
[640] Dîneverî, 293.
[641] Müberred, III, 196.
[642] Dîneverî, 294; Taberî, VI, 89-90.
[643] Belâzurî, Ensâb, VI, 424-425; Taberî,
VI, 89-90; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 328.
[644] Hind Ğassân, 250.
[645] Belâzurî, Ensâb, VI, 449; Dîneverî, 296;
Müberred, III, 196.
[646] Belâzurî, Ensâb, VI, 427; Dîneverî, 297;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 330.
[647] Belâzurî, Ensâb, VII, 59-60.
[648] İbn A’sem, VI, 277-278; Taberî, VI, 87;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 327.
[649] Belâzurî, Ensâb, VI, 424; Taberî, VI, 78; İbn A’sem, VI, 278;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 329, İbn Kesîr, VIII, 281.
[650] Taberî, VI, 87-88;
[651] Belâzurî, Ensâb, VI, 425; Taberî, VI,
87; İbn A’sem, VI, 280-281; Köksal, 282-283.
[652] İbn Kesîr, VIII, 281-282.
[653] Taberî, VI, 90-91;
[654] Belâzurî, Ensâb, VII, 60.
[655] İbn A’sem, VI, 278; Müberred, III, 195; İbn
Abdirabbih, V, 152.
[656] Yüksel, Kerbelâ, 143.
[657] Yüksel, Kerbelâ, 145.
[658] İbn Abdirabbih, V, 152.
[659] Müberred, III, 196.
[660] Belâzurî, Ensâb, VI, 426-427; Dîneverî,
296; Taberî, VI, 90-91; İbn A’sem, VI, 281-282; İbnü’l- Esîr, Kâmil,
III, 330. Ubeydullâh’ın kimin tarafından öldürüldüğü ile ilgili geniş bilgi
için bkz. Yüksel, Kerbelâ, 147-148.
[661] İbn Kesîr, VIII, 283.
[662] İbn Kesîr, VIII, 282.
[663] İbn Miskeveyh, II, 197.
[664] Ebû’l-Fidâ, Melikü’l-Müeyyed İmâdüddîn İsmâîl b. Ali b. Mahmûd
el-Eyyûbî (732/1331), el- Muhtasar fi Ahbâri’l-Beşer, b.y.y. trsz, 195;
İbnü’l-Verdî, Ebû Hafs Zeynüddîn Ömer b. el- Muzaffer b. Ömer el-Bekrî
el-Kureşî el-Maarrî (749/1349), Târîhu İbnü’l-Verdî, Lübnan, 1996, 168.
[665] Belâzurî, Ensâb, VI, 427, 449; Taberî, VI, 92; İbn A’sem, VI,
282; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 330331; İbn Kesîr, VIII, 283.
[666] Hind Ğassân, 251.
[667] Muhammed Ferîd (Bey) b. Ahmed Ferîd Paşa el-Muhâmî (1338/), Târîhu’d-Devleti’l-Aliyyeti’l-
Osmâniyye, thk. İhsân Hakkı, Lübnan, 1981, 35.
[668] Dîneverî, 296; İbn A’sem, VI, 282; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
330; Zehebî, Siyer, III, 548; İbn Kesîr, VIII, 282, 286.
[669] Ya’kûbî, 213.
[670] İbn A’sem, VI, 282.
[671] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
[672] Yüksel, Kerbelâ, 149.
[673] İbn Abdirabbih, V, 152-153.
[674] İbn Sa’d, V, 100.
[675] İbn Kesîr, VIII, 286. İbn Nemâ, Şa’bî’den
naklen Ubeydullâh’ın başı getirildiğinde Muhtâr’ın yemek yediğini Muhtâr’ın
Ubeydullâh’ın başına ayağı ile bastığını ve çocuğuna dönerek: “Ayağımı yıka.
Çünkü kafirin necis yüzüne bastı” dediğini rivayet eder. bkz. İbn Nemâ, 142.
[676] Medâinî’nin rivayetine göre Muhtâr Hâzir
savaşının akabinde kendisine gönderilen başları Abdullâh b. Zübeyr’e
yollamıştır. Abdullâh b. Zübeyr de bunları İbnü’l-Hanefiyye’ye iletmiştir. Bkz.
Belâzurî, Ensâb, VI, 449; İbn Abdirabbih, V, 152. Rivayet, kendi genel
çerçevesinde Muhtâr’ın Abdullâh b. Zübeyr’in Kûfe’ye atadığı vali olmasından
hareket etmektedir. Ancak yine Medâinî’ye ait bir başka rivayette Muhtâr’ın
başları, doğrudan İbnü’l-Hanefiyye’ye gönderdiği ifade edilmektedir. Bkz.
Belâzurî, Ensâb, VI, 449; Dîneverî, 296; İbn Habîb, 491. Keza aynı
kanaatte olan başka müellifler de vardır. Bkz. Ya’kûbî, 213; İbn A’sem, VI,
282-283; Ebû Hilâl el-Askerî, 313. İbn Kesîr, Muhtâr’ın sözü edilen başları,
Abdullâh b. Zübeyr’e gönderdiğini bildirir rivayetlerin, olayın gerçekleşme
tarihi olarak 67 senesini verdiklerini, ancak bu tarihte Abdullâh b. Zübeyr ile
Muhtâr’ın arasındaki düşmanlığın en kuvvetli seviyede olduğunu, hatta kısa süre
içerisinde de Mus’ab’ı Muhtâr’la savaşması için yönlendirmeye başladığını
bildirir. Dolayısıyla Muhtâr’ın Abdullâh b. Zübeyr ile herhangi bir ilişkisi
kalmamış olduğundan doğrudan İbnü’l-Hanefiyye ile irtibata geçtiği rivayetini
daha isabetli bulmaktadır. Bkz. İbn Kesîr, VIII, 286287. İbn Habîb; Muhtâr’ın
bu başları İbnü’l-Hanefiyye’ye göndererek Mescid-i Haram’ın kapısına
astırdığını, İbnü’l-Hanefiyye’nin tavaftan sonra asılı başları görünce Allah’a
hamd ettiğini bildirmekle rivayeti detaylandırır. Bkz. İbn Habîb, 491. İbn
Abdirabbih, Ubeydullâh b. Ziyâd’ın başının İbn Zübeyr’e gönderildiği bilgisini
aktardıktan hemen sonra, bu başın Ali b. Hüseyin’e gönderildiğini bildirir
rivayeti kaydeder. Bkz. İbn Abdirabbih, V, 152. İbn Abdilber ise Abdullâh b.
Zübeyr’in kendisine Muhtâr tarafından gönderilen bu başları Ali b. Hüseyin’e
gönderdiğini bildirir. Bkz. İbn Abdilber, I, 397. İbn Sa’d Urve b. Zübeyr’den
rivayetle Muhtâr’ın Ubeydullâh ve adamlarına ait başları bir sepet içinde
Hicâz’a gönderdiğini kaydeder. Ali b. Hüseyin, İbnü’l- Hanefiyye ve Benî
Hâşim’den diğer birçok kimsenin ismi geçmektedir. Ali b. Hüseyin’in İbn
Ziyâd’ın başını gördüğünde babası için Allah’tan rahmet dilediği ve: “Babam
Hüseyin’in başı getirildiğinde Ubeydullâh b. Ziyâd yemek yiyordu. İbn Ziyâd’ın
başı getirildiğinde de biz yemek yiyorduk” demek suretiyle gerçekleşen
rastlantıyı duygusal bir anlayışla dile getirmiştir. Hâşimoğulları’ndan Muhtâr
hakkında herkesin hayır duada bulunduğu, onu methettiği ve müspet sözlerle onu
andıklarını belirtir. Bkz İbn Sa’d, V, 74. Ali b. Hüseyin’in yukarıda
naklettiğimiz sözü İbnü’l-Hanefiyye’nin söylediği aktarılmaktadır. Bkz.
Makdısî, VI, 23-24. Muhtâr’ın Ubeydullâh’ın başını Medîne’de yaşayan Ali b.
Hüseyin’e gönderdiği de kayıtlar arasıdadır. Muhtâr, kendisi ile Ubeydullâh b.
Ziyâd’ın başını gönderdiği görevlisine; Ali Zeynelâbidîn b. Hüseyin’in
kapısında beklemesini ve herkes yemeğe oturduğunda başı teslim etmesini istedi.
Ubeydullâh b. Ziyâd’ın başını gören kadınlar bir anda çığlık atmaya başladılar.
Yine aynı kaynağa göre Kerbelâ hadisesinden beridir hiç gülmeyen Ali b.
Hüseyin, o gün güldü ve bir deve yükü meyveyi Medîne’de dağıttı. Bkz.Ya’kûbî,
213; İbn Abdirabbih, V, 152.
[677] İbn Sa’d, V, 74. Aynı mektup İbn A’sem’de daha
uzun ve daha beliğ bir dille aktarılmaktadır. Savaş meydanında ölenler hakkında
Kur’ân’da helak olan Âd ve Semûd kavmine olanların Şam ehlinin başına
geldiğini; kalanlardan nehirde boğulanların Firavun ve askerlerinin kaderiyle
yüzleştiğini; bu helak ile mü’minlerin kalplerinin şifa bulduğunu, artık
gözlerinin aydın olduğunu Kur’ân-ı Kerîm’den ayetlerle ifade etmektedir. Bkz.
İbn A’sem, VI, 283-284.
[678] İbn A’sem, VI, 282-283.
[679] Belâzurî, Ensâb, VI, 385-386; Taberî, VI, 16-17; İbn A’sem,
VI, 230; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 293294; İbn Kesîr, VIII, 283.
[680] Ebû Hilâl el-Askerî, 313.
[681] Mes’ûdî, Mürûc,
[682] Dîneverî, 297; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 330.
[683] İbn A’sem, VI, 283.
[684] İbn Sa’d, V, 74.
[685] Kocadağ, 21.
[686] Belâzurî, Ensâb, VI, 423; Taberî, VI,
81-82; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 324; İbn Kesîr, VIII, 278; Zehebî, Târîh,
V, 51.
[687] Taberî, VI, 82-83; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 324-325; İbn
Kesîr, VIII, 278-279; İbn Hacer, İsâbe, III, 303.
[688] Belâzurî, Ensâb, VI, 451.
[689] Hind Ğassân, 363-364.
[690] Belâzurî, Ensâb, VI, 413; Taberî, VI, 84-85; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 325. İbn Miskeveyh Muhtâr’ın onlara kızmakla kalmayıp, onları tehdit
ettiğini bildirir. İbn Miskeveyh, II, 191.
[691] Belâzurî, Ensâb, VI, 413.
[692] Hind Ğassân, 339-340, 364.
[693] İbn Miskeveyh, II, 191-192.
[694] Taberî, VI, 84-85; İbn Miskeveyh, II, 192;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 325; İbn Kesîr, VIII, 279. Havşeb
el-Bürsümî’nin isim zabtı Belâzurî’de Havşeb el-Yersem el-Hemdânî olarak
geçmektedir. Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 413.
[695] İbn A’sem, II, 313-315; İbn Hacer el-Askalânî, Şihâbüddîn
Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Muhammed (852/1448), Tehzîbü’t-Tehzîb,
el-Hind, 1326, X, 373.
[696] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, V, 362;
İbn Ebî Üseyd ve Mukâtil b. Beşir’in kendisinden hadis rivayet ettiği bilgisi
için bkz. İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed (354/965), Sikât, Haydarâbâd,
1973, V, 403; Ölen kimsenin arkasından yüksek sesle ağlamanın yasaklandığı zecr
hadisinin ravisidir. İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, X, 373.
[697] Taberî, VI, 85.
[698] Hind Ğassân, 340-341.
[699] Hind Ğassân, 341.
[700] Belâzurî, Ensâb, VI, 413-414; Taberî,
VI, 83-84; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 325; İbn Kesîr, VIII, 279.
[701] Taberî, VI, 84; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
325; İbn Kesîr, VIII, 279.
[702] Taberî, VI, 82-84; İbn Kesîr, VIII, 278.
[703] İbn Kesîr, VIII, 280.
[704] Belâzurî, Ensâb, VI, 414; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
I, 362; Neşvân el-Himyerî, 183-184
[705] Taberî, VI, 84. İsmi geçenlerden Cündeb b.
Ka’b b. Abdillâh’ın, Velîd b. Ukbe döneminde sihirbazları öldürdüğü rivayet
edilmektedir. Bkz. İbn Hacer, İsâbe, I, 618; Neşvân el-Himyerî, 183-184.
İsmi geçen diğer kimseler hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak için bkz. İbn
Hacer, İsâbe, I, 612-613, 618. Cündeb b. Abdillâh’ın, ölüleri
diriltebileceğini iddia eden sihirbazları öldürdükten sonra hapsedildiği ancak
hapiste iken onun ibadetlerindeki ihlâsı görülünce, serbest bırakıldığı rivayet
edilmektedir. Bkz. İbn Dureyd, 495.
[706] Wellhausen, Muhalefet Partileri, 139.
[707] İbn Nemâ, 141.
[708] Hind Ğassân, 339.
[709] Korkmaz, 84.
[710] Söylemez, Bedevîlikten Hadariliğe Kûfe, 123.
[711] Korkmaz, 85.
[712] Ağırakça, 178.
[713] Yaşaroğlu, 56-57.
[714] Ağırakça, 177-178.
[715] Belâzurî, Ensâb, III, 280-281; Taberî,
VI, 76; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 318. İbn A’sem sayı belirtmez. İbn
A’sem, VI, 247. Sözü edilen bu 17 kişinin ismi için bkz. Belâzurî, Ensâb,
III, 279280.
[716] Hind Ğassân, 345.
[717] Belâzurî, Ensâb, III, 281; Taberî, VI,
76.
[718] Taberî, VI, 76-77.
[719] Hind Ğassân, 245.
[720] İbn A’sem, VI, 247-248.
[721] İbn Sa’d, V, 74-75; Belâzurî, Ensâb,
III, 281-282; Taberî, VI, 75-76. Ya’kûbî ise onların Mescid-i Haram’a
sığınmadıklarını, aksine İbn Zübeyr tarafından Zemzem hücresine hapsedildiğini
ve İbnü’l-Hanefiyye ve Abdullâh b. Abbâs hariç sayılarının toplamda 24 kişi
olduğunu bildirir. bkz. Ya’kûbî, 214.
[722] Varol, Hilâfet Mücadelesinde Ehl-i Beyt,
71.
[723] İbnü’l-Hanefiyye’nin mektubu kiminle gönderdiği
ve mektubun metni için bkz.Belâzurî, Ensâb, III, 282-283; Ya’kûbî, 214;
Taberî, VI, 76; Ahbâru’d-Devleti’l-Abbâsiyye, 99. Ebû’l-Ferec Muhtâr’ın
Ebû’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile’yi bir cemaat içinde Hicâz’a gönderdiğinden bahseder.
Ancak bu bilgide Ebû’t-Tufeyl ile Ebû’t-Tufeyl’in oğlu arasında bir karışıklık
olduğu görülür. Çünkü Ebû’t-Tufeyl Muhammed İbnü’l-Hanefiyye ile birlikte
hapisteydi. Ebû’l-Ferec, el-Eğânî, XV, 148.
[724] Belâzurî, Ensâb, III, 283.
[725] İbn Sa’d, V, 76; Belâzurî, Ensâb, III,
283-284; Taberî, VI, 76-77; İbnü’l-Cevzî, Muntazam, VI, 60.
[726] İbn A’sem, VI, 250-251.
[727] Buhârî, Târîhu’l-Evsât, 131; İbn Sa’d, V, 76, VI,248;
Belâzurî, Ensâb, III, 283-284; Taberî, VI, 76-77; İbnü’l-Cevzî, Muntazam,
VI, 60; İbn Tağrıberdî, I, 180.
[728] İbn Sa’d, V, 75; Belâzurî, Ensâb, III,
283-284; Taberî, VI, 76-77.
[729] İbn Sa’d, VI, 75.
[730] İbn Sa’d, V, 76; Belâzurî, Ensâb, III, 283-284; Taberî, VI,
76-77; İbn A’sem, VI, 251-252; Ahbâru’d-Devleti ’l-Abbâsiyye, 105-107.
[731] Belâzurî, Ensâb, III, 285-286; Taberî,
V, 77; İbn A’sem, 251, 254.
[732] İbn A’sem, VI, 253-254.
[733] Belâzurî, Ensâb, III, 285-286; Taberî,
V, 77.
[734] İbn Kesîr, VIII, 278.
[735] İbn Sa’d, V, 75.
[736] İbn Sa’d, V, 75.
[737] Varol, Siyasallaşma Sürecinde Ehl-i Beyt,
169.
[738] Mes’ûdî, Mürûc, 380.
[739] İbn Sa’d, V, 78.
[740] Güneş, 189.
[741] Gelder, 81. İbn Tağrıberdî, Muhtâr’ın
gönderdiği bu kişilerin, Muhtâr öldürülünceye kadar, yani 8 ay boyunca,
Mekke’de Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’nin hizmetinde kaldıklarını ve onunla
birlikte yaşadıklarını söyler. İbnTağrıberdî, 180. Devrimci Şiî fırkalar
başlığı altında Muhtâr’a da yer veren Nevin Abdülhâlık Mustafa, Muhtâr
hareketini, Fars kökenli mevâlî’nin soya çekim yoluyla iktidarı tanımlamaya
alışkın akıllarıyla Muhammed İbnü’l-Hanefiyye ile kurdukları bağ ile açıklar.
Nevin Abdülhâlık Mustafa, İslâm Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi
Akyüz, İstanbul, 2001, 257.
[742] Varol, Siyasallaşma Sürecinde Ehl-i Beyt,
196.
[743] Taberî, VI, 93; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
331; İbn Kesîr, VIII, 287.
[744] Dîneverî, 305.
[745] Belâzurî, Ensâb, VI, 427-428; Taberî, VI,94; İbn Miskeveyh,
II, 198; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 331332.
[746] Belâzurî, Ensâb, VI, 428; Dîneverî, 304;
Taberî, VI, 94.
[747] Belâzurî, Ensâb, VI, 428; Dîneverî,
304-305; Taberî, VI, 94-95; İbn Miskeveyh, II, 198; İbnü’l- Esîr, Kâmil,
III, 332; İbn Kesîr, VIII, 287. Mühelleb’in, bulunduğu bölgede sürekli bir
çatışma halinde olması, onun bulunduğu mevkii terk etmesine başlıca engeldir.
Geniş bilgi için bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 428, 456; Taberî, VI, 94;
Dîneverî, 305; İbn A’sem, VI, 284; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 283.
[748] Belâzurî, Ensâb, VI, 454-455.
[749] İbn A’sem, VI, 285.
[750] Belâzurî, Ensâb, VI, 429; Taberî, VI,
95; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 332.
[751] Taberî, VI, 105.
[752] Ordu düzeni ve komuta kademesi hakkında bkz. Belâzurî, Ensâb,
VI, 429, 455; Taberî, VI, 95; İbn A’sem, VI, 285; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 332; İbn Kesîr, VIII, 287.
[753] İbn A’sem, VI, 286.
[754] Belâzurî, Ensâb, VI, 429-430; Taberî,
VI, 95; İbn A’sem, VI, 286.
[755] Taberî, VI, 95-96; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 332.
[756] İbn A’sem, VI, 286.
[757] Dîneverî, 305.
[758] Belâzurî, Ensâb, VI, 430; Taberî, VI, 95-96; İbn Miskeveyh,
II, 200; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 332; İbn Kesîr, VIII, 287.
[759] Dîneverî, 306; Taberî, VI, 96; İbn Miskeveyh,
II, 200; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 332.
[760] İbn Kesîr, Vâkıdî’den naklettiği bilgide Muhtâr’ın adamlarının,
Muhtâr’ın yalancı ve kâhin olmasından ötürü, onda intikam almak için Mus’ab
saflarına geçtiğini söyler. bkz. İbn Kesîr, VIII, 287. Bu bilgiyi doğrulayacak
başka rivayetlerle karşılaşmadığımız gibi, olayların tarihi seyri içinde gerçekliklerle
uyumsuzluğu açısından, söz konusu rivayete itibar edilmemesi kanaatindeyiz.
[761] Belâzurî, Ensâb, VI, 430-431; Taberî,
VI, 97; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 332-333.
[762] Dîneverî, 306.
[763] Belâzurî, Ensâb, VI, 432.
[764] İbnü’l-İmâd, Ebû Amra Keysân’ın öldürüldüğünü
bildirmektedir. İbnü’l-İmâd, I, 293.
[765] İbn A’sem, VI, 287.
[766] Taberî, VI, 98; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
333.
[767] Taberî, VI, 98-99; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 333.
[768] Yaşaroğlu, 47.
[769] Belâzurî, Ensâb, VI, 431; Taberî, VI,
98.
[770] İbn A’sem, VI, 287; İbn Miskeveyh, II, 203;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 333-334.
[771] Hind Ğassân, 260.
[772] İbn Miskeveyh, II, 203; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 334.
[773] İbn Kesîr, VIII, 288.
[774] İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 334.
[775] Dîneverî, 306-307.
[776] İbn Sa’d, V, 88-89; Mes’ûdî, Mürûc, I,
391.
[777] İbn A’sem, VI, 288; İbn Miskeveyh, II, 205-206;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 334; İbn Kesîr, VIII, 288.
[778] İbn Kesîr, VIII, 288.
[779] Wellhausen, Muhalefet Partileri, 141.
[780] Taberî, VI, 95.
[781] Yaşaroğlu, 48.
[782] İbn A’sem, VI, 288. Muhtâr’ın adamlarından
birisi: “Sen bizlere zafer kazanmayı vaad etmemiş miydin?” diye sordu. Muhtâr:
“Allâh’ın Hz. Kur’ân’da ”Allâh dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır.
Ümmü’l-Kitâb onun katındadır” buyurduğunu bilmiyor musun?” diyerek Ra’d
suresinin 39. âyeti ile cevap verdi. Râvi, Muhtâr’ın bu sözünden dolayı, onun
Bedâ inancını ilk dillendiren kimse olduğunun söylendiğini bildirir. Bkz.
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 334-335. Muhtâr hakkında bir benzeri yaklaşım
da İbn Kesîr’deki bir rivayette karşımıza çıkar. Buna göre; ona hükümet konağına
sığınması gerektiği önerilince Muhtâr, geri çekilmeyi istemediğini ama bunu,
Allâh’ın hükmü olduğunu düşündüğü için gerçekleştirdiğini söyledi. Bkz. İbn
Kesîr, VIII, 288. Temel itibariyle ordunun savaşta yüksek motivasyonunu
sağlamak, zafere odaklamak, moral vermek amaçlarının daha açık sezildiği
cümlelerde, Muhtâr’a yönelik menfî anlamlar çıkarılmasına neden olan bir bakış
açısı geliştirilmiştir.
[783] İbn A’sem, VI, 289.
[784] Taberî, VI, 115; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 339.
[785] Belâzurî, Ensâb, VI, 439.
[786] İbn A’sem, VI, 289; Taberî, VI, 105; İbn Miskeveyh, II, 207;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 335; İbn Kesîr, VIII, 288.
[787] Güneş, Hüseyin, “Muhtâr es-Sekafî Hareketi Karşısında Muhammed
İbnü’l-Hanefiyye ’nin Yeri ”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma
Dergisi (75/183-199), 2015, 196.
[788] İbn A’sem, VI, 289; Taberî, VI, 105; İbn
Miskeveyh, II, 207; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 335.
[789] Taberî, VI, 105; İbn Kesîr, VIII, 288.
[790] Taberî, VI, 115; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 339.
[791] Dîneverî, 309.
[792] Dîneverî, 307.
[793] Hind Ğassân, 260. Muhtâr ve adamlarının
sığındığı konağın yüksekliğinin 15 metre olması, oldukça müstahkem bir bina
hüviyetini taşıması vb. daha geniş bilgiler için bkz. Söylemez, Kûfe, 44-49.
[794] İbn Miskeveyh, II, 207.
[795] Belâzurî, Ensâb, VI, 439-440; İbn A’sem,
VI, 290; Taberî, VI, 106.
[796] Nüveyrî, XXI, 51.
[797] Belâzurî, Ensâb, VI, 440; Taberî, VI,
107-108; İbn Miskeveyh, II, 209-210; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 335; İbn
Kesîr, VIII, 288; Zehebî, Siyer, III, 543-544. Söylemez, İbn Hibbân’ın
Meşâyih adlı eserinden naklen bu sayının 39 olduğu bilgisini aktarmaktadır.
Bkz. Söylemez, Kûfe ’nin Siyasî Tarihi, 208. Muhtâr’ın konakta
beklemesi, iddia edildiği gibi İbrâhîm b. el-Eşter’in yardımını beklemek için
zaman kazanmak (Doğuştan Günümüze, II, 343) değildi.
[798] Belâzurî, Ensâb, VI, 440; Taberî, VI,
107-108; İbn Miskeveyh, II, 209-210; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 335; İbn
Kesîr, VIII, 288; Zehebî, Siyer, III, 543-544. es-Sâib’in iyi bir
savaşçı olduğu, harp tekniklerini bildiği, Muhtâr’ın kendisi hakkında: “Yanımda
10 tane es-Sâib gibi asker olsa, ben Mus’ab’ı ve adamlarını yeneceğimizi
bilirdim” dediği rivayet edilir. Bkz. İbn A’sem, VI, 290. Es- Sâib b. Malik
el-Eş’arî, Ebû Musâ el-Eş’arî’nin kızı Amra ile evli idi. Es-Sâib’in bu
evliliğinden, Muhammed isminde bir çocuğu olmuştu.Saray ele geçirildiğinde,
Muhammed’in henüz çocuk olmasından ötürü, Mus’ab ordusunun ona zarar vermediği
bildirilir. Bkz. İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 335.
[799] Dîneverî, 307-308.
[800] İbn A’sem, VI, 291.
[801] Wellhausen, Muhalefet Partileri, 146.
[802] Wellhausen, Muhalefet Partileri, 142.
[803] Belâzurî, Ensâb, VI, 441; Dîneverî, 308; Taberî, VI, 108; İbn
A’sem, VI, 291-292; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 336; İbn Kesîr, VIII,
288-289.
[804] Dîneverî, 308; İbn Kesîr, VIII, 289.
[805] Belâzurî, Ensâb, VI, 441;
[806] Mes’ûdî, Mürûc, 391.
[807] Belâzurî, Ensâb, VI, 444; Taberî, VI,
108; İbn A’sem, VI, 291-292; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 336. Belâzurî,
öldürülme tarihini verirken h. 69’u gösterir. Ancak bu bir zabt hatası
olmalıdır. Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 444. Mes’ûdî, Muhtâr’ın ölüm tarihi
olarak Ramazan ayının ortasını belirtir. Bkz Mes’ûdî, Tenbîh, 270.
[808] İbn Kesîr, VIII, 288.
[809] İbn Kesîr, VIII, 288.
[810] Belâzurî, Ensâb, VI, 441-443; Taberî,
VI, 108-109; İbn A’sem, VI, 292-293; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 336-337;
Nüveyrî, XXI, 49; İbn Kesîr, VIII, 318.
[811] İbn Miskeveyh, II, 210. Dîneverî, sarayda kalan 6.000 kişinin
toplamda 2 ay Mus’ab’a direndiğini, stoklarının tamamı bitince teslim olduğu
söyler. Bkz. Dîneverî, 309.
[812] Söylemez şu çıkarsamada bulunur: “Abdurrahmân b. Muhammed b.
el-Eş’as’la birlikte, kabilesi olan Kinde’nin bu çıkışı karşısında Mus’ab’ın
tüm Kinde’nin muhalefetini göze alamaması, bizi, Kinde kabilesinin şehirdeki
gücü hakkında kanaat sahibi kılar.” Bkz. Söylemez, Kûfe ’nin Siyasi Tarihi,
129-130. Esirlerin infaz edilmelerine yaptıkları bu ısrarlarda eşrâfın mevâlîye
olan öfkesinin ne kadar fazla olduğunu görürüz. Oysa Muhtâr, ne mevâlîyi
Araplar’a, ne de Araplar’ı mevâlîye kışkırtmak istememişti. Önceleri bir barış
politikası takip etmekteydi. Wellhausen, Muhalefet Partileri, 155.
Wellhausen mevâlî meselesinin çok daha derinlere kök salan bir konuma sahip
olduğunu ifade etmektedir. Muhtâr’ın gayr-ı muvaffak ihtilali ile Ebû Müslim’in
başarılı isyanı arasında bir bağ olduğunu, ateşin 67’de kanla söndürülmüş
görünmesine rağmen, külün altında yanmaya devam ettiğini ve Horasan’a
sıçradığını söyler. Muhtâr’ın Emevî Devleti’nin istikbaline müessir olduğunu
belirtir. Wellhausen, Arap Devleti ve Sükutu, 240.
Muhtâr’ın Mus’ab karşısında mağlup
olmasının asıl sebebinin, eşrâf isyanından sonra uygulanan infazlarda ileri
gidilmesi olduğu söylenir. Bkz. Doğuştan Günümüze, II, 497.
[813] Belâzurî, Ensâb, VI, 441-443; Taberî, VI, 108-109; İbn
A’sem, VI, 292-293; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 336-337; İbn Kesîr, VIII,
318; Nüveyrî, XXI, 49.
[814] Hind Ğassân, 262.
[815] Taberî, VI, 116.
[816] Abdullâh b. Kurâd’ı ilk fırsatta öldürmüştür.
Abbâd b. el-Husayn onun, izin almadan bu infazı gerçekleştirmiş olmasına
kızmıştır. Abdullâh b. Şeddât el-Cüşemî’yi ise Mus’ab’tan izin alarak infaz
etmiştir. Abbâd b. el-Husayn bu infazın gerçekleşmesine de şaşırmış ve hatta
karşı çıkmıştır. Abdullâh b. Şeddât’ın oğlu ise yaşının küçüklüğünden dolayı
affedilmiştir. Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 441; Taberî, VI, 108-109. İbn
Habîb, el-Kâsım b. Muhammed b. el-Eş’as’ın iki kişiyi öldürdüğünü kaydeder.
Bunlar, Muhtâr’la birlikte hareket edip Muhammed b. el-Eş’as’ı öldürmekle itham
edilmektedir. Huncûr b. Cündeb oğullarından Hayrân b. Câbir’in iki oğlu Mezîd
ve Abdullâh, Kinde meydanında boğazlanıp asılmışlardır. İbn Habîb, 481.
[817] Belâzurî, Ensâb, VI, 442; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 337. İbn Abdirabbih ise o yılarda evli olmadıklarını, Muhtâr’ın
öldürülmesinden sonra evlendiklerini bildirir. Bkz. İbn Abdirabbih, V, 155.
[818] Belâzurî, Ensâb, VI, 441; Taberî, VI,
108-109; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 336. İbn A’sem, Mus’ab’ın kaleden
inenlere “Sizleri yakalama imkanı veren Allah’a hamdolsun. Ey Deccâl’in
Şia’sı!” diye bağırdığını, Büceyr’in ise buna “Biz Deccâl’in değil, Âl-i
Muhammed’in Şîa’sıyız” dediğini kaydeder. İbn A’sem, VI, 292.
[819] Zehebî, Târih, V, 58.
[820] İbn Abdirabbih, V, 154.
[821] Belâzurî, Ensâb, VI, 452; Ebû Hilâl
el-Askerî, 315; İbn Kesîr, VIII, 320.
[822] Belâzurî, Ensâb, VI, 445; Mes’ûdî, Tenbîh, 270; Dîneverî,
309; Taberî, VI, 116; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 340.
[823] Makdısî, VI, 23.
[824] Ebû’l-Fidâ, 195; İbn Kesîr, VIII, 320.
[825] Taberî, VI, 116; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 340.
[826] Dîneverî, 309.
[827] Taberî, VI, 115; İbn Miskeveyh, II, 206;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 339.
[828] Taberî, VI, 115; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 339.
[829] İbn Habîb, 491; Belâzurî, Ensâb, VI,
444; Dîneverî, 308; Taberî, VI, 110; İbn A’sem, VI, 292; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 337; İbn Kesîr, VIII, 289. Onun Muhtâr’ın başını bir vadiye diktiği de
söylenmektedir. Bkz. İbn A’sem, VI, 292. İbn Kesîr, Haccâc’ın, kendi
kabilesinden olan Muhtâr’ın intikamını almak için İbn Zübeyr’in cesedini
aylarca darağacında bıraktığını söyler. bkz. İbn Kesîr, VIII, 289.
[830] Dîneverî, 308; İbn Kesîr, VIII, 291.
[831] Temîmî, 212; İbn Abdirabbih, V, 154; İbn Kesîr, VIII, 342; Zehebî, Siyer,
III, 378; İbn Hacer, İsâbe, V, 483.
[832] Belâzurî, Ensâb, VI, 443; Yakûbî, 215; Taberî, VI, 112; îbn
A’sem, VI, 293; Dîneverî, 309; İbn
Miskeveyh, II, 214; İbn Abdirabbih, V, 155; İbn Kesîr, VIII, 289; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 337.
[833] Mes’ûdî, Mürûc, 391.
[834] Belâzurî, Ensâb, VI, 443; Yakûbî, 215;
Taberî, VI, 112; İbn A’sem, VI, 293; Dîneverî, 309; İbn Miskeveyh, II, 214; İbn
Abdirabbih, V, 155; İbn Kesîr, VIII, 289; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 337.
Ya’kûbî onun İslam tarihinde kapatılarak başı vurulan ilk kadın olduğunu
kaydetmektedir. Bkz. Ya’kûbî, 215.
[835] Belâzurî, Ensâb, VI, 443-444; Dîneverî,
310; Taberî, VI, 112-113; İbn A’sem, VI, 293; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III,
338-339; İbn Kesîr, VIII, 289. Abdurrahmân b. Hassân’ın onun hakkında yazdığı
şiir için bkz. Makdısî, VI, 23.
[836] Belâzurî, Ensâb, VI, 445; İbn Miskeveyh,
II, 212-213; İbnü’l-Cevzî, Muntazam, III,66; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 340; İbn Kesîr, VIII, 289. Belâzurî İbn Ömer’in öldürülen sayıyı 6.000
olarak zikrettiğini bildirir. Bkz. Belâzurî, Ensâb, VI, 445.
[837] İbn Kesîr, VIII, 320.
[838] Belâzurî, Ensâb, VI, 445; İbn A’sem, VI,
294; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 340.
[839] Belâzurî, Ensâb, VI, 446.
[840] Ağırakça, 181.
[841] Gelder, 146-147.
[842] Varol, Hilafet, 37.
[843] İbn Habib, Muhabber, 302; İbn Rüste, Ebû
Alî Ahmed b. Ömer b. Rüste (300/913’ten sonra), el- A’lâgu’n-Nefise,
Leiden, 1891, 224; Kalkaşandî, Ebû’l-Abbâs Şihâbüddîn Ahmed b. Ali (821/1418), Subhu’l-A
’şâfiSınaâti’l-İnşâ, Beyrût, trsz. 449.
[844] İbn Sa’d, V, 70-72; Taberî, VI, 23.
[845] Dîneverî, 289.
[846] Belâzurî, Ensâb, VI, 377; Taberî, V,
573; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 257.
[847] Örnek olarak bakınız: İbn Nemâ, 91-92. Bir diğer örnek olmak üzere
bakınız: İbn A’sem, VI, 240241.
[848] Taberî, III, 458.
[849] Taberî, III, 459.
[850] Belâzurî, Ensâb, VI, 377; Taberî, V,
573; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 257.
[851] Belâzurî, Ensâb, V, 343; Taberî, V, 575;
İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 258.
[852] Belâzurî, Ensâb, V, 340, 343.
[853] İbn Sa’d, V, 72.
[854] Güneş, 178.
[855] Belâzurî, Ensâb, VI, 379; Taberî, V,
575; İbn A’sem, V, 164; Temîmî, 204.
[856] Bakara, 191.
[857] Belâzurî, Ensâb, V, 340.
[858] el-İmâme ve ’s-Siyâse, II, 189-190.
[859] Taberî, V, 576. İbn Kesîr, Muhtâr’ın tüm
gücüyle savaştığını söyler. Bkz. İbn Kesîr, VIII, 249.
[860] Temîmî, 204; İbn Abdirabbih, V, 142.
[861] Taberî, V, 576-577.
[862] Taberî, V, 576-577; Temîmî, 204.
[863] Belâzurî, Ensâb, VI, 382; Taberî, VI, 8-9; İbnü’l-Cevzî, Muntazam,
VI, 51-52; İbnü’l-Esîr, Kâmil, III, 290-291; İbn Kesîr, VIII, 264.
[864] Doğuştan Günümüze, II, 491.
[865] Belâzurî, Ensâb, III, 283; Taberî, V,
159.
[866] Belâzurî, Ensâb, VI, 377; Taberî, V,
573.
[867] Belâzurî, Ensâb, VI, 378; Taberî, V,
573-574.
[868] Belâzurî, Ensâb, VI, 380; Taberî, V,
579-580.
[869] Belâzurî, Ensâb, VI, 381-382; Taberî,
VI, 8-9; İbn A’sem, VI, 219.
[870] Belâzurî, Ensâb, VI, 382; Taberî, VI, 9.
[871] Örnek olmak üzere; Ömer b. Sa’d’ın öldürülmesi ile ilgili bkz.
Belâzurî, Ensâb, VI, 406; Taberî, VI, 61.
[872] Taberî, VI, 23.
[873] Taberî, VI, 28-29.
[874] Belâzurî, Ensâb, VI, 443; Yakûbî, 215; Taberî, VI, 112; İbn
A’sem, VI, 293; Dîneverî, 309; İbn
Miskeveyh, II, 214; İbn Abdirabbih, V, 155; İbn Kesîr, VIII, 289; İbnü’l-Esîr, Kâmil,
III, 337.
[875] Mes’ûdî, Mürûc, 391.
[876] İbn Nemâ, 61.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar