Print Friendly and PDF

RAŞİT HALİFELER DÖNEMİNDE IRAK’IN FETHİ VE KİTAP EHLİ VE MECUSİLERLE İLİŞKİLER


Hazırlayan: Mohammed Hussein Neamah NEAMAH

 GİRİŞ

Irak, tarih boyunca binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir medeniyete sahip olmuş, asırlarca büyük önem taşıyan gelişmelere tanıklık etmiştir bir devlettir. Topraklarında yüzlerce yıl nice devletler hüküm sürmüş, çoğu kere hudutları içerisinde birden fazla devleti barındırmıştır. Dört bin yıldan fazla süren çatışmalara sahne olmuş, bu çatışmalar burada tarih ve zamanını zikrederek göreceğimiz gibi bazen mahallî, bazen bölgesel, bazen de devletlerarasında meydana gelmiştir. Bu çatışmaların daha sonra gelen her bir zaman dilimi için yeni gelişmelerin meydana gelmesine etkisi olduğuna delalet eden tarihi gerçekler vardır. Bunların en belirgin olanlarından biri hiç şüphesiz Fars-Bizans çatışmaları ile Fars-İslam savaşları olmuştur.

Irak’ta, uzun tarihi boyunca birçok ırk ve değişik din mensupları yaşamıştır. Yeni gelen İslam Dini’nin Irak’a ulaşmasıyla orada yaşayanların çoğunu Araplar teşkil etmiştir. Az miktarda Fars ile zikre değer olmayacak kadar ekalliyette olan diğer bazı gruplar da mevcut olmuştur. İslam Dini Irak’a geldiği zaman orada yaşayan Araplar’ın çoğunun Hıristiyan olduğu görülmüştür. Yine Yahudiler ile İran’dan gelen ve Irak topraklarına hâkim olup idaresini eline almak isteyen bazı Mecusîler’in varlığı müşahede edilmiştir. Aynı zamanda Putperestler ve diğer grupların varlığına şahit olunmuştur.

Tarihçilerin ve araştırmacıların beyanlarına göre Irak’ta İslam fethi birçok olay ve gelişmelerle Râşit Halifeler döneminde birden çok merhalede ve zorlukla gerçekleşmiştir. Bunun en önemli sebebi Irak’ta bulunan Farslar’ın oraya hâkim olması ve diğer grupların topraklarını işgal edip onlara köle gibi davranarak ezmesi ve zulmetmesidir. Nitekim anılan dönemde Irak’ta yaşayan Arap kabileleri de Farslar’ın esareti altında olup, İslam Dini ile birlikte hürriyetlerine kavuşup hak ve itibarları iade edilinceye kadar Farslar’ın köleliğinden kurtulamamışlardır. Irak’taki dinî çeşitlilik fetih vâkıasına etki etmiş ve İslam fethinden sonra Irak haritasının yeniden şekillenmesine sebep haline gelmiştir. Fetihten sonra Irak, İslam karakteri taşıyan bir bölge olmuştur. İslam Dini kendisi yeni gelen bir din olduğu gibi Irak için de yeni bir din olmuştur. Irak fethinin failleri oraya fetih için gelen Müslümanlar’dır. Fetih ile gelen İslam Dini’nden, çoğunlukla Hıristiyanlar olmak üzere Yahudiler, Mecusiler ve diğerleri de istifade ederek Müslüman olmuşlardır.

Irak’ın fethinde Farslar ile devlet olarak, Ehl-i kitap ile ise kabileler ve dinlere karşı çarpışmalar olmuştur. İslam dini savaşta ve barışta gayri müslimlerle olacak ilişkilerin nasıl uygulanması gerektiğini ve bunun metodunu açıkça ortaya koymuştur. Müslümanlar Irak’ın fethinin diğer yerler için de örnek bir fetih olması için çok gayret göstermiş, İslam dininin bu alandaki kurallarına harfiyen bağlı kalmaya çalışmışlardır. Irak’ta İslam fethinin başlıca üç noktada toplandığını görmekteyiz:

Bazı kişi, köy ve kabilelerin Müslüman olması - Böylece kan dökülmeden, insanlar korkutulmadan, kadınlar ve çocuklar esir edilmeden, mal ve topraklar müsâdere edilmeden fetih tamamlanmıştır.

Cizye ve sulh muamelesinin yapılması - Bununla İslam bazı kişilerin, köy ve kasabaların, kabilelerin kanının dökülmesini önlemiş, mal, can, ırz ve kanlarını korumuştur. Bunu kabul edenler İslam’ın zimmetine girerek korunma altına alınmış ve İslam hukukunun gayri müslimlere tanıdığı bütün haklardan yararlanan vatandaşlar olmuştur. Onlar da üzerlerine düşen görevleri yerine getirmiştir. Tarih boyunca bu kimseler “Ehl-i zimmet” olarak anılmıştır.

Savaş yapılması - Irak topraklarının çoğu savaş ile alınmıştır. İslam’a girmeyi kabul etmeyen, cizye vermeye ve sulha yanaşmayanlarla harp edilmiştir. Irak topraklarının fethinin çoğu Halife Hz. Ebu Bekir Sıddık zamanında, bir kısmı da Halife Hz. Ömer b. Hattab zamanında olmak üzere meydana gelen birçok savaş ve çarpışmalarla tamamlanmıştır. Bu savaşların tarihe geçen en büyük ve en kapsamlı olanlarından birisi Farslar’la İslam ordusu arasında meydan gelen ve daha başlamadan Farslar’ın hezimeti, Müslümanlar’ın zaferiyle sonuçlanan Kadisiye savaşıdır.

Irak İslam fethinde, Ehl-i kitap ve Mecusîler’le Müslümanlar arasında birçok çatışma lar yaşanmıştır. Bu fetihte Müslümanlar İslam dinini yaymak için her türlü imkân ve vasıtadan istifade etmeye çalışmıştır. Aralarına kimse girmeden, herhangi bir zorlama olmaksızın diğer din mensuplarının kendi arzu ve ihtiyarıyla Müslüman olmaları için bütün tedbirler alınmış, hiç kimsenin Müslüman olmasına zorlama ve baskı getirilmemiş, arzu ettiği şekilde kendi dini üzerine kalmasına da müsaade edilmiştir. Bu muamelelerle adalet, merhamet ve yüksek ahlak tecellileri müşahede edilmiştir.

BÖLÜM I

İSLAM FETHİNİN DOĞUŞUNDA SASANİ DEVLETİNİN
GÖLGESİNDE IRAK

Irak’ın Tanımı

Irak’a “meşhur iklim” denmektedir. Bunun sebebi Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde bulunmasıdır. Irak kelimesi Arap dilinde uzunluğunca “kıyı” manasına gelmektedir. Bazıları da Irak kelimesinin “evin avlusu” manasına geldiğini söylemişlerdir. “Yol ile evin arasını ortalayan yer” demişlerdir. Irak ülkesi de aynı şekilde kara ile ekilen arazileri ortalamaktadır.

Irak, tarihî ve coğrafî bakımdan önemli ve stratejik bir yere sahiptir. Çünkü Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarını karayolu ile birbirine bağlayan bir konumdadır. Aynı zamanda Irak Orta Akdeniz ile karadan Hint Okyanusu’nun kesiştiği noktada bulunmaktadır. Bütün bunlar kıtalararası geçiş ticareti üzerinde etkili olmaktadır. Bir zamanlar Irak, Asya ile Avrupa arasında kervanların geçiş noktasında önemli bir rol oynuyordu. Örnek olarak Çin ile Roma devletleri arasında yapılan ipek ticaretinde geçiş yolu olan meşhur İpek Yolu gösterilebilir. Bu yoldan aynı zamanda kişniş, fildişi, şeker, sürme, tütsü ve değerli mücevher taşlarının da nakliyâtı yapılıyordu. Irak geçiş güzergâhındaki bu önemini Ümit burnunun keşfedilmesine kadar kaybetmedi. Sonra çok geçmeden Süveyş kanalı açıldı.

Irak verimli ve kolay işlenebilir topraklarıyla ayrı ve özel bir yere sahiptir. O etrafındakilerin ortasında geniş bir vaha gibidir. Araplar tarafından Irak “sevad/siyah” ismiyle tanınmaktadır. Bunun sebebi ziraat mahsulleri ve ağaçlarla kaplı olmasıdır. Çünkü Irak ağaç ve ziraat mahsullerinin az olduğu Arap yarımadasına mücâvirdir.

Arap yarımadasında bulunanlar kendi topraklarından Irak tarafına çıktıkları zaman ağaçların ve ziraat ürünlerinin yeşilliği ile karşılaşırlardı. Araplar isim olarak siyah ile yeşilliği bir arada toplarlar, Irak’ın yeşilliğini “siyah” anlamına gelen “sevad” ismi ile isimlendirirlerdi.

Kur’ân-ı Kerim’de cennetlerin de bu ifadelerle vasıflandığı görülmektedir. “Bu iki cennetten başka iki Cennet daha vardır. O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?Bu Cennetler koyu yeşildirler"” Rahman suresindeki bu ayette geçen “edhem” kelimesi “esved/siyahlık, koyu yeşil” manasına gelmektedir.

Arap lügatinde Irak kelimesi diğer yönden “düzlük” manasına da gelmektedir. Bu ismin verilmesinin sebebi topraklarının dağlar boyunca yükselerek, vadiler boyunca alçalarak düzlük olarak devam etmesidir. Irak, kuzeyinden güneyine doğru iki büyük nehir tarafından bölünmektedir. Bu nehirler Dicle ve Fırat'tır. Bundan dolayı Irak eskiden beri “nehirler ülkesi” olarak tanınmaktadır.

İslam Öncesi Irak’ta Çeşitli Dinler

Putperestlik

Putperestlik Irak’ta ve Arap yarımadasının doğusunda eski tarihlerde yaygın vaziyetteydi. Burada tapınılan şekillerden oluşan putların Arap yarımadasına Suriye’de yayılmış olan Yunan-Şam uygulamaları yoluyla Suriye’den intikal ettiğini söylemek doğruluktan uzak değildir. Çünkü bu putlar diğer Arap ülkelerinde yaygın bir şekilde bulunmuyordu. Arap yarımadası ile zikredilen yerler arasında sıkı ticaret ilişkileri ve bağlantılar vardı. Bu durum Arap yarımadasında putperestliğin yayılmasının Suriye yoluyla olduğu fikrini güçlendirmektedir. en-Nedvî, Georges Roux’un, “el-Irakı’l- Kadim/Eski Irak” isimli eserinde bunu açıkça ortaya koyduğunu söylemektedir. Arkeolojik eserler de Hıristiyanlar’ın hâkim olduğu üçüncü asır ve ondan sonra Irak’ta Putperestliğin yaygın olduğunu göstermektedir. Burası adeta yerli ve yabancı ilahların kültür havzası durumundaydı.

Kur’ân-ı Kerim Irak’taki putperestlik ile ilgili bilgi vermektedir. Bunu Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in kıssasına baktığımız zaman görmekteyiz. Yüce Allah konumuz ile ilgili şöyle buyurmaktadır: “Andolsun, daha önce de İbrahim’e doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğini verdik. Biz zaten onu biliyorduk. Hani o, babasına ve kavmine, 'Ne bu tapınıp durduğunuz heykeller?' demişti. 'Babalarımızı bunlara ibadet ediyor bulduk' dediler. İbrahim, 'Andolsun, siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz' dedi. 'Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen bizimle eğleniyor musun?' dediler. İbrahim, dedi ki: 'Hayır! Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir. O, bunları yaratandır ve ben de buna şahitlik edenlerdenim.' Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra ben putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım, Derken (İbrahim) belki kendisine başvururlar diye içlerinden bir büyüğü bırakarak onları (putları) paramparça etti. Onlar, 'Kim yaptı bunu tanrılarımıza! Muhakkak o zalimlerden biridir' dediler. (İçlerinden bazıları), 'İbrahim denilen bir gencin onları diline doladığını duyduk' dediler. (Bir kısmı da) 'O hâlde haydi, onu insanların gözü önüne getirin. Belki (bu konuda) şahitlik ederler” dediler. (İbrahim gelince) 'Sen mi yaptın bunu ilâhlarımıza ey İbrahim' dediler. Dedi ki: 'Hayır! Bunu şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa, onlara sorun bakalım!' Bunun üzerine birbirlerine dönüp, 'Hiç şüphesiz asıl zalimler sizsiniz' dediler. Sonra eski inanç ve inatlarına döndüler ve 'Andolsun, bunların konuşmayacağını sen de bilirsin' dediler. İbrahim, şöyle dedi: 'Öyle ise siz, (hâlâ) Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda, hiçbir zarar veremeyecek şeylere mi tapacaksınız?' 'Yazıklar olsun, size de; Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?' (İçlerinden bazıları), 'Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın da ilâhlarınıza yardım edin' dediler. Biz 'Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol' dedik.

Yahudilik

Irak’ta Yahudiler’in İslam’ın ortaya çıkışından önce varlığı ile alakalı olarak tezimizin ilerleyen bölümlerinde İslam fethinin doğuşunda Irak’ın siyasî, toplumsal ve dinî tarihi konusunda temas edilecektir. İslam’ın gelişinden önce Irak’ta Yahudiler’in tarihi zor ve üzerinde durulması gereken bir konudur. Bu konuda birçok araştırma vardır. Bütün araştırmalar Sami dilleri Hocası İsrail Velfinson’a dayanmaktadır.

Velfinson, “Islamın Doğuşunda ve Cahiliye Döneminde Arap Ülkelerindeki Yahudilerin Tarihi” isimli eserinde konuya temas etmekte ve şöyle demektedir. “Cahiliye döneminde ve İslam’ın zuhurunun başında Arap tarihini okuyanlar oradaki Yahudiler ile ilgili bilgi edinmek için Arap dilini bilmek ve konu ile ilgili hususi müellifleri okumak zorundadırlar. O zamanda Yahudiler’in Arap yarımadasında bulunduğunu ve etkilerinin olduğunu hiçbir kimse inkâr etmemektedir. Bu konuda Arap dilinde bugüne kadar eser verilmemesi hayretle karşılanacak bir durumdur. Burada sebep olarak akla gelen ilk şey Arap tarihçilerinin Cahiliye dönemi tarihine pek fazla önem vermemiş olmasıdır. Eğer Cahiliye dönemi tarihine gereği gibi önem verilmiş olsaydı Arap yarımadası sâkinlerinin büyük bir kısmına etkisi olan bu konudan gafil kalmazlardı. Bu yazarların Arap yarımadasındaki siyasî olaylara, savaşlara, toplumsal gelişmelere verecek bir cevabı olurdu. Çünkü Cahiliye tarihini inceleyen araştırmacılar genel olarak Arap ülkelerinde ve özel olarak da Hicaz yarımadasında Yahudiler’in tarihini bilmeye muhtaç olacaktır.”

Velfinson diğer bir yerde ise şu beyanlarda bulunmaktadır. “Irak, Fars, Mısır, Yunan ve Roma’da Yahudiler’in hayatı ile ilgili bilgi veren İbranice kaynaklar az değildir. Bu kaynaklarda zikredilen ülkelerde Yahudiler ile ilgili geniş malumata sahip olmaktayız. Halbuki aynı konuda Arap tarihi eserlerinde kıyıda köşede kalmış cidden çok az bilgiye rastlamaktayız.”

Velfinson, aynı kitabında o dönemde Irak’taki Yahudiler’le ilgili çok az bilgi vermekte ve konuyla alakalı olarak şunları söylemektedir: “Irak şehirlerinin birçoğunda Yahudiler, Müslüman orduların askerlerini sevinç, heyecan ve ikramla karşılamak için çıkıyorlardı. Çünkü Irak’taki Yahudiler Müslümanları Hz. Musa ve Hz. İbrahim’in Rabbine iman ettikleri için diğer insanlara tercih ediyorlardı. Irak’ta Yahudiler ile İslam orduları arasındaki bu bağlılık ve yakınlaşma zaman ilerledikçe o dereceye vardı ki Yahudiler Endülüs diyarında Müslüman askerlerle beraber olup ok atıyorlardı.”

Irak’ta Yahudiler’in tarihi ile ilgili çalışma yapan diğer bir araştırmacı Yusuf Rızkullah’dır. Onun eserinde de İslam’dan önce Irak’taki Yahudiler hakkında ancak birkaç satırdan oluşan bilgi bulmaktayız. Onlar da Irak’ta İslam fethi ile ilgili hususları ihtiva etmektedir.

Yusuf Rızkullah burada şu ifadeleri kullanmaktadır: “İslam orduları Halife Ömer b. Hattab zamanında Sa’d b. Ebî Vakkas komutasında Arap ülkelerinde ilerleyerek Irak şehirlerine yöneliyordu. Hornuk, Hire, Kadisiye, Behmeşyer, Eyvan, Esbanber ve Irak’ın bütün şehirleri fetih olunmuştu. Farslar’ın bütün simgeleri parçalanıyor, Müslümanlar Irak’ın tüm şehirlerini ve sâkinlerini kuşatıyordu. O zamanlar Irak’ta bulunan Yahudiler de diğer din mensuplarının yaptığı gibi bazısı İslam dinine giriyor, bazısı da cizye vermeyi kabul ediyorlardı. Irak’taki Yahudi ve Hıristiyanlar oradaki İslam fetihlerini sevinçle karşılıyorlar, Müslüman fâtihlere yardımcı oluyorlardı. Çünkü Müslümanlar tevhid ehliydi. Putperest olan Farslar’la mücadele ediyorlardı. Zaten son zamanlarda Fars devletinin gücü zayıflamış, dağılma sürecine girmişti. Halife Ömer b. Hattab (r.a.) Irak’ta bulunan zimmîlerle cizye anlaşması yapmış, orada yaşayan insanları, yüksek, orta ve köyde yaşayanlar olmak üzere üç sınıfa ayırmıştı. Durumu iyi olan yüksek sınıftan senede 48 dirheme, orta derecede olanlardan senede 28 dirheme, köy halkından ise senede 12 dirheme kadar cizye alınıyordu.”

Medine-i Münevvere Yahudileri’nde olduğu gibi Irak Yahudileri hakkında Müslüman tarihçilerin eserlerinde yeterli bilgi olmamasının sebebi şunlar olabilir:

Irak’ta bulunan Yahudiler sayıları çok az miktarda olduğundan kendi hallerinde bulunuyorlardı. Fazla toplumların içine karışmadıklarından dolayı toplumsal olaylarda adları fazla duyulmuyordu. Daha önce Babil ve Ahmini’de esir edildikleri gibi yine tekraren esir edilmekten korktuklarından dolayı Yahudiler Irak’ta toplumdan uzak duruyorlardı. Bundan dolayı Yahudiler’in Irak’ta yaşayışları ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fazla bilgi mevcut olmamıştır.

Vill Durant ve William James Durant’ın yazmış olduğu “Kıssatü’l-hadâra” isimli kitaptaki bilgiler de bu görüşü desteklemektedir. Orada şu hususlara temas edilmektedir. “O zamanlar Yahudiler’in şeriatı var; devleti yoktu. Kudüs 614 yılına kadar Hıristiyan bir şehir idi. 629 yılına kadar Farisî oldu, 637 yılına kadar tekrar Hıristiyan oldu.

Bu izahlardan Filistin ve Kudüs’te bulunan Yahudiler’in de sınırlı sayıda olduğu anlaşılmaktadır.

Mezkûr kitabın başka bir yerinde ayrıca şu ifadeler görülmektedir: “Yahudiler Sasanî meliklerinin zamanında dinî grupların başı ve Mehcer Yahudileri’nin de reisi olan İczilarik’in idaresi altında bulunuyordu. Müslümanların halifeleri de İczilarık’ı bütün Babil beldeleri, Ermenistan, Türkistan, Yemen ve Fars ülkelerinde bulunan Yahudiler’in başı 12

olarak tanıyordu.

Bu izahlardan da Yahudiler’in başka milletlerle karışmadıkları, kendi başlarına yaşadıkları, adeta gizli bir dünyaları olup yaşayışları ve haberleri ile ilgili bilgilerin ortaya çıkmadığı anlaşılmaktadır.

Hıristiyanlık

Irak’ta bulunan dinlerden bir diğeri o günlerde Irak halkının çoğunluğunun intisab ettiği Hıristiyanlık’dır. Araştırmacı Hüseyin el-Avdat Irak’taki Hıristiyanlar’ın Nestûrî mezhebinden olduklarını ifade etmektedir. Bu mezhep Irak'ta siyasî sebeplerle yaygınlaşmıştır.

Hüseyin el-Avdat bu konuda şunları söylemiştir: “Nestûrî mezhebi Hıristiyan olmayan devletlerin hâkimiyetindeki beldelere iltica etmiştir. İltica ettikleri yerdeki insanlar dinlerini yaymaya ve de Hıristiyanlık dinine pek önem vermiyorlardı. Ancak Nestûrîler’in iltica ettiği yerlerdeki insanlar Bizans imparatoruna yardımcı olmuşlardı. Bundan dolayı Nestûrîler onları ihsanla karşılamış ve onlara yardım etmişti. Nestûrîler Raha ve Nusaybin’de medreseler tesis etmişlerdi. Bu medreseler eğitim ve araştırma merkezleri olup lahûtî/ruhânî idi. Nestûrî mezhebi Irak’da, özellikle Hire Emirliği ve Arap kabileleri arasında yayılmış, nüfuzları artmıştı. Aynı zamanda Arap yarımadasında, Hindistan’da, Türkistan, Tibet ve Çin’de de yayılmıştı.”

İslam’ın doğuşundan önce Arap ülkelerinde Hıristiyanlık büyük ölçüde yaygınlık kazanmıştı. Ancak Araplar içindeki Hıristiyanlar belli kabilelerin ve toplulukların fertlerinden oluşmaktaydı. Tamamiyle Hıristiyanlığı kabul eden kabileler azdı. Bölgeden bölgeye Araplardan Hıristiyanlığı benimseyenler farklılık arz ediyordu. Necran, Hire, Gassan, Şam’ın etrafı ve Suriye’nin kuzeyinde Hıristiyanlar nisbeten çoğunluk durumundaydı. Hicaz’da Hıristiyan fertler azınlıktaydı. Ancak Araplar’ın bulunduğu beldelerin tamamında az veya çok Hıristiyanlar’ın bulunduğu söylenebilir. Burada fertlerin Hıristiyanlığı benimsemesinde çoğunlukla kabile reislerinin, emirlerinin veya meliklerinin Hıristiyanlığı benimsemesinin etkisi olduğuna da işaret etmek gerekir.

Fertlerin Hıristiyanlığı benimsemesi çoğunlukla onları ikna yoluyla olmuyordu. Bilakis onların Hıristiyanlığı benimsemesi imanî, dinî, siyasi, iktisadî, kavmî ve şahsî durumlardan kaynaklanabiliyordu. Örnek olarak: Ed-Dacâame kabilesi reisinin çocuğu olmuyordu. Bir Hıristiyan din adamının eğer Hıristiyan olursa Allah’ın ona çocuk vereceğini söylemesiyle Hıristiyan olmuştu. Aynı şekilde Hire Meliki Numan Hıristiyan olan Eskaf isimli şahsıin elinden kendisinde bulunan sinir hastalığından şifa bulunca Hıristiyanlığı kabul etmişti.

Hıristiyanlığın yayılması beşinci ve altıncı asırda olmuştu. Araştırmacı Hüseyin el- Avdat bu konuda da şunları söylemektedir: “Tarihçiler Hıristiyanlığın Hire şehrine girişinde ihtilâf etmiştir. Bazıları en erken miladi dördüncü asrın ortalarında olduğunu iddia ederken bazıları da beşinci asrın ortalarında olduğunu iddia etmektedir. İkinci görüş tercihe daha uygundur. Çünkü beşinci asır Nestûrîler’in bölündüğü ve Suriye’den Irak’a göçlerinden sonra Hıristiyanlığın oraya girdiğini göstermektedir. Hangi görüş esas alınırsa alınsın miladî altıncı asırda Hire'de Hıristiyanlığın büyük bir yayılma gösterdiği açıkça ortaya çıkmaktadır.”

Sonuç olarak Irak’ta yaşayan toplumların din ve ırk bakımından çeşitli sınıflara ayrıldığını görmekteyiz. Bunlardan bazısı Hıristiyan, Yahudi, Müşrik, bir kısmı da Putperest’tir. Çok azı da Mecusî’dir. Bunlar şehirlerde dağınık vaziyette bulunan Farslar’dır. İslam geldikten sonra Mecusîler ve Putperestler Irak’tan çıkmışlar, geride günümüze kadar varlığını sürdüren İslam’ın himayesinde yaşayan Hıristiyan ve Yahudiler kalmıştır.

İslam Fethinden Önce Irak’a Yerleşen Bazı Arap Kabileleri

Irak topraklarında bulunan din mensuplarını ele aldıktan sonra İslam fethinden önce Irak'a gelen ve orada yerleşen Yemen ve Arap yarımadasından göç eden Arap kabilelerine işaret etmek yerinde olacaktır. Bu kabileler Irak’a yerleşmiş, orayı kendileri ve çocukları için vatan edinmişlerdir. Araplar İslam’ın ilk unsurudur. Onların İslam’dan önce de sonra da Irak’ta tarihî geçmişleri vardır.

Araplar kök olarak belli başlı iki gruba ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi Adnanîler İkincisi ise Kahtanîler’dir. Bu ayrım neseb âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri ve bildikleri bir konudur. Bu hususta İbn Abdilber el-Kurtubî şöyle demektedir. “Neseb ilmini bilenler arasında Araplar’ın tamamının neseblerinin iki kökte birleştiği konusunda ihtilâf yoktur. Bunlardan birisi Adnan diğeri Kahtan'dır. Araplar bütün dünyaya bu iki kökten yayılmıştır. Her Arab’ın aslı bu iki kökten birisine dayanmaktadır. Araplar için Adnanî veya Kahtanî demekten başka bir yol yoktur.”

İslam’dan önce Irak’ta kabileler ve aşiretler çoğunlukla tatlı suların aktığı yerlerde yaşam ve ziraata elverişli topraklarda dağınık bulunuyordu. Siyasî olarak ise Irak Fars devletine boyun eğmiş durumda idi. Irak halkı inanç olarak Yahudi, Hıristiyan ve puta tapanlardan oluşuyordu. Irakta Mecusîler bulunmuyordu. Onların bulunuşu Medâin şehrine yerleştikleri ve Fars beldelerinden gelerek Farslar’dan önce bulundukları zamanla sınırlıdır.

Irak Arapları Yemen ve Arap yarımadasındaki Araplar’la sıkı bir bağlantı içerisinde idiler. Birbirlerini ziyaret ederler, birbirleri ile evlenirler, yakınlık bağlarını güçlendirirlerdi.

Irak aynı zamanda Araplar ve Farslar için ticaret merkezi durumunda idi. Çünkü Irak birçok ürünün elde edildiği ve aynı zamanda önemli ticaret yollarının geçtiği bir yer idi.

Arapların Irak’a ve Irak dışındaki yerlere birçok göçleri olmuştur. Sasanî Farisîlerin Irak’taki ihtilali zamanında bazı Arap kabilelerinin Irak tarafına göç dalgaları olmuştur. Irak’ta yayılan bazı Arap kabileleri şunlardır:

Kuzaa Kabilesi

Bu kabile Hire bölgesini kendisine vatan edinmiştir. Başlarında Malik b. Nasr b. Züheyr isimli komutanları vardır. Bu kabile Irakta I. Sabur ile savaşmıştır. Burada yenilince Hire'den göç etmiş ve Hazar bölgesine yerleşmiştir. Bu kabileden bir kısmı Semâve kırsalında kalmıştır. Beni Tezid b. Hulvan b. İmran b. Lihaftan bazıları da Cezire topraklarına gelmiş ve Farslar savaşmıştır. Zafer kendilerinden yana olunca da o bölgeye yerleşmiştir. Bu kabilenin Sabur ile birçok savaşları olmuştur.

Kans b. Ma’d Kabilesi

Bu kabile Irak topraklarından Enbar ve Hire bölgesine yönelmiş ve İslam dini 18 gelinceye kadar orada kalmıştır.

Eyad Kabilesi

Bu kabile Hire bölgesinde Sendan kırsalına yerleşmiştir. Bunların Hire’de Zilka’bad diye bilinen evleri vardır. Bu kabile Farslar’la birçok savaş yapmış ve bu savaşlarda birçok zaferler kazanmıştır. Özellikle Deyru’l-Cemacim savaşı meşhurdur. Eyad kabilesi ile Farslar arasında birçok çarpışmalar olmuş, bu kabileden bir kısmı Fırat tarafına intikal edip Cezire topraklarına karışmıştır. Bir kısmı da Tikrit ve Musul’a gelmiş, oralara yayılmıştır. Nuşiravan zamanında Farslar’la bu kabile arasında savaşlar meydana gelmiş, bunun sonucunda Tikrit'ten uzaklaşarak Cezire’ye dağılmışlardır. Bazıları da İslam gelene kadar Hire bölgesinde kalmıştır.

Abdulkays Kabilesi

Bu kabileden Benüşem b. Afsa grubu Irak’ın en aşağısında ve güneyine yerleşmişlerdir.

Bekir b. Vail Kabilesi

Bu kabile ve bunlarla beraber olan Anze ve Dabia kabileleri Basra tarafına, Heyt, Enhas, Beni Memir ve Gafile kabileleri Cezire ve Anat tarafına yerleşmiştir. İslam geldiği zaman Bekr b. Vail kabilesi Basra’nın etrafına dağılmış vaziyette idi. Onlardan Beni Südüs ve İcl Semave’ye yerleşmiştir. Semave’ye Mizar ve Hire arasında Şeyban ve Benü Hanzala b. Bekir b. Vail yerleşmiştir. Bekir b. Vail kabilesi ile Farslar arasında birçok savaşlar meydana gelmiştir. Bu savaşların en meşhuru Zikar savaşıdır. İslamın gelişine kadar bu savaş devam etmiştir. Bu savaştan ileriki satırlarda söz edeceğiz.

Diğer Kabileler

Kitaplarda Rebia kabilesinin Musul’dan Dicle’nin batısında bulunan bölge ile Nusaybin ve Habur’a İslam’dan önce yerleştiğine işaret olunmaktadır. Bekir b. Vail kabilesinin yayılması Dicle kıyılarına kadar devam etmiş, Dicle’nin güneyinde kalan Telfafan'a kadar ulaşmıştır. Mundar kabilesi Simsaddan Fırat’ın hizasındaki topraklardan, Belh denilen Fırat’ın etrafının eteklerine kadar yayılmıştı. Rebia, Bekir ve Mudar kabilelerinin İslam’dan önce yayıldığı topraklar İslam ile beraber Cezire olarak bilinir olmuştur. Bu, İslam devletinin idaresinin oralara yerleşmesi neticesinde olmuştur.

Bazı Ezd mensupları Ahvaz bölgesinde yayılmıştır. Onlarla beraber Kelb, Hanzara ve Temim kabilesinin boylarından bazıları da aynı bölgeye yerleşmiştir. Onlar Benilam diye bilinmektedirler. İslam’ın gelişine kadar o bölgede kalmışlardır. Farslar’la birçok kereler savaşmışlar, bu savaşların sonuncusu Müslümanlar’la beraber Ahvaz bölgesinin kurtuluşu ile neticelenmiştir.

Ezdilerden bazıları Arap yarımadası bölgesinden Irak’a Sasanîler’in hâkim olduğu günlerde Melik nehri üzerine yerleşmek için göç etmiştir. Melik nehri üzerine yerleşmek için göç eden Ezdi boylarından bazıları, el-Henü b. Ezd Oğulları, Hales b. Kinane b. Efke 21

b. Henu Oğullarıdır. Bunlar Melik nehri sâkinleridir.

Arap Irak’ın Kültür Merkezi ve Başkenti Hire

Hire İslam’dan önce Arap Irak’ın siyasî ve kültürel merkezi sayılırdı. Onun yüzyıllara uzanan tarihi vardır. Kûfe’nin güneyinde kalan eski bir şehirdir. Miladî üçüncü asrın başlarında Yemenli Tenuh kabileleri Hire bölgesine gelmiştir. Kendileri gibi eskiden beri Arap olan yerlilerle beraber yaşamaya başlamışlardır. Cezimetü’l-Vazah diye tanınan Cezimetü’l-İbriş, Hire’de yer edinen güney Araplarının ilk meliki olmuştur. Hire ile Fars devleti arasında ilişkiler artınca Hire Arapları Fars kisrasına itaat ve bağlılıklarını bildirmiştir. Bu itaat içinde Farslar’ın kisrasının Hire emirini belirleme yetkisi de vardı.

Sasanî meliki Sabur (M. 241-277) Miladî 268 yılında Hire memleketi üzerine Amr b. Adiy isimli kişiyi melik olarak tayin etti. Bunun sebebi Hire tarafından Fars Krallığı’na gelecek olan tehlikeleri bertaraf etmekti. Bütün bunlara rağmen Hire çoğunlukla bağımsız olarak kaldı. Farslar’la ancak yaptıkları anlaşmalara uyacak kadar irtibat sağladılar.

Hire, Fars devleti ile zaman içerisinde değişen münasebetlerde bulunmuştur. Sâih lâkabıyla tanınan II. Numan b. İmriu’l-Kays zamanında Hire memleketi ile bu ilişkiler gelişti. Kral restorasyon çalışmalarına başladı ve Hornak isimli bir saray yaptırdı. Ayrıca büyük bir ordu hazırladı. Bu ordu içinde Tenuh’tan kurulan “hayale” ve “düser” taburları ve bu taburların askerleri meşhur oldu. Farslar’dan kurulan Şehba taburu ve askerleri de meşhur oldu. Bu ordu Şam beldeleriyle defalarca savaştı. I. Numan Farslılar yanında büyük bir itibar kazanınca Sasanî Kralı I. Yezdücerd (M. 399-420) büyük oğlu

Behramcor’u yaşı küçük olmasına rağmen Birinci Numan’ın yanında yetişip terbiye olması, avcılık ve at binicilik öğrenmesi için Hire’ye gönderdi. Buna ilâve olarak Yezdücerd ölüp Farslılar Yezdücerd’in oğlu Behramcor’u saltanattan uzaklaştırmak isteyince Numan ona askerleriyle yardım etti ve Behramcor’u tekrar saltanata oturttu.

Aynı zamanda I. Münzir b. Numan Sasaniler’in Behramcor isimli kralına karşılık babasının yerine Hire memleketinde kral olunca Romalılara karşı Behramcor’un yanında yer aldı. Daha sonra gelen Hire emirleri de önceleri olduğu gibi Romalılara karşı yapılan seferlerde Farslılar’ın yanında yer aldı. “Gök yağmurunun oğlu” diye çağrılan İmriu’l- Kays’ın oğlu III. Münzir (M. 508-554) Fars kisrasının davetine icabet etti. Miladi 519 yılında Roma devletinin hududundaki savaşa katıldı. Bu savaşta Roma ordusu hezimete uğratıldıktan sonra iki tane Rum komutanı da esir edildi. Rum Kayseri I. Jüstinyen (M. 518-527) Hire melikine aralarında sulh yapmak ve iki esir komutanın serbest bırakılması için bir heyet göndermek mecburiyetinde kaldı. Bu anlaşma Rumlar’ın Fars melikine büyük meblağda mal vermek suretiyle tamamlandı. Rumlarla Farslar arasındaki ilişkiler kötüleşip aralarında Miladî 528 yılında savaş meydana gelince Münzir b. Mâü’s-Sema Rumlara karşı Farslar’ın yanında yer aldı. Ordusunun başında Şam beldelerine yürüdü ve oralara akın etti. Birçok ganimet alarak tekrar memleketine döndü. Sonra durmadı ve ertesi sene tekrar hücum ederek ve akınlar düzenleyerek Antakya hudutlarına kadar vardı. Fars ve Rumlar arasındaki savaşların sona erip Miladî 532 yılında sulh yapılmasına rağmen düşmanlık devam etti. Bu defa savaş iki büyük imparatorluktan iki Arap memleketine intikal etti. Münzirler ile Gassaniler arasında birçok savaş oldu. Bu savaşlar ancak Miladî 554 senesinde “Meraci Halime” ve “Ayn-i Âbâğ” olaylarında Münzir b. Mâü’s-Sema oğlu 24

II. Münzir in oğlu Münzir in katledilmesiyle son buldu.

Tarih ilmine aşinalığı olanlar şu acayipliği bilir ki Irak topraklarında ortaya çıkan medeniyetler Farslar’ın eliyle veya doğudan gelen akıncıların saldırılarıyla son bulmuştur. Sümer medeniyeti Farslar’ın eliyle harap olmuş, MÖ. önce 2006 yılında başkenti “Ur” yakılmıştır. Iraklı komutan “Âbî-Sin” esir olarak başkent “Susa”ya götürülmüştür. Asırlar boyunca Iraklılar’ın hüzün ve keder ile dolu hatıraları zikredilmiştir. “Eked”, “Babil”, “el- Hadar” ve “Aşür” memleketlerinin akıbeti de aynı olmuştur. Son olarak Hire memleketi de meliki “Numan b. Münzir” zamanında “Kisra Biruyez” veya “II. Kisra” eliyle nihayete 25 ermiştir.

Sasanîlerin Başkenti Medâin (Tayasfon)

Irak İslam’dan önce ve asırlar boyunca doğu ve batı yönünden büyük bir geçiş merkezi olmuştur. Bunun sebebi Irak’ın coğrafik ve stratejik yönden bulunduğu mevkinin önemli olması ve Allah’ın Irak’a vermiş olduğu zengin kaynaklardır. Ancak Irak halkı nice asırlar boyu bu kaynaklardan istifade edememiştir. Irak’ta kargaşalar ve savaşların uzun zaman devam etmesine rağmen medeniyetler ve değişik kültürlerin toprakları üzerinde gelişme imkânı bulmuştur.

Irak’ta o zamanlarda iki kuvvet hüküm sürmek ve idareyi elinde tutmak için yarışmıştır. Bunlardan birincisi Fars imparatorluğudur ki Irak’a doğu cihetinden komşu olmaktadır. Irak, Fars imparatorluğu ile doğu hududundan yüzlerce kilometre mesafede ortaktır. Batı yönünden ise Irak Roma imparatorluğu hudutları ile çevrilmiştir. Roma imparatorluğunun Şam beldelerinde ve Irak’ın hududunda nüfuzu yayılmıştır.

Irak’ın öneminden dolayı Fars imparatorluğu Medâin (Tayasfon) şehrini başkent yapmıştır. Tayasfon Farsça bir isimdir. Tays ve fon kelimelerinden gelmektedir. Manası beyaz şehirdir. Bunun sebebi orada inşa edilen köşkler ve binaların çoğunlukla içeriden beyaz mermerle kaplanmış olmasıdır. Burası Fars imparatoru kisra tarafından sevilen bir başşehir idi. Burada önemli eser olarak büyük bir tak (eyvan) bulunuyordu. Bu tak kisra’nın takıydı. Onunla Fars imparatoru kisra misafirlerini karşılıyor, toplantılar düzenliyor, kisranın tahtı daima bu takın altında bulunuyordu.

Tayasfon şehrinin tarihi Sülûkî devletinin tarihine kadar dayanmaktadır. O zamanlar Tayasfon, Sülüki devletinin başkentinin karşısında Dicle nehrinin diğer yakasında bulunan bir köy idi. Yaklaşık Miladî 126 yılında Persler Irak’ı Sülûkîler’den alınca orada kendilerine büyük bir kışla yaptılar. Böylece Tayasfon Persler’in verdiği önem ile surlarının büyüklüğü, zengin kaynakları ve nüfusunun artması ile cazibe merkezi olan bir şehir haline geldi. Persler yeni devlet binasını Horasan bölgesinden alarak Tayasfon'u kendilerine son başşehir yaptılar. Tayasfon'un bulunduğu alan o zamanlar yüz hektara ulaşmıştı. Pers kralı Hüsrev zamanında ve Sasanîler yeni imparatorluklarını kurduklarında (226) Tayasfon şehrinin sahası genişlemede doruk noktaya ulaşarak dört yüz elli hektarı geçmişti. Sasanîler burayı kendilerine karargâh edindiler. Bu dönemde ortaya çıkan, özellikle I. Sabur zamanındaki hadiseler Tayasfon şehrini etkilemiştir. Özellikle burada iki durumdan bahsetmek gerekir. Bunlardan birincisi Miladî 270-272 yıllarında Zeba isimli kişinin komutanlığında yıkıma uğraması, ikincisi ise II. Şabur devrinde Roma İmparatoru Julyen'in istilası zamanında olmuştur. Bu istila esnasında imparator öldürülmüştür. I. Kisra diye bilinen Nuşiravan zamanında Tayasfon şehri genişletilmiş ve binaları yenilenmiştir.

Tayasfon şehri Bağdat’a güney tarafından otuz kilometre kadardır. Doğusunda bugün “Tak-i Kisra” veya “Eyvan-ı Kisra diye bilinen kralın sarayının kalıntıları vardır. Bu, sarayın ana eyvanından geriye kalan bir eserdir. Genişliği yirmi beş metreye, yüksekliği ise kiremitle kaplanan yerin en yüksek noktasında yaklaşık olarak otuz yedi metreye ulaşmıştır. 1909 yılında sol tarafı yıkıldıktan sonra geride ayakta kalabilen bu sağ taraftır. Bu eyvan misafirlerin konaklaması ve karşılanmasına mahsustur. Bu eyvanın korunmasının sebebi İslam kumandanı Sa'd b. Ebî Vakkas’ın, Müslümanlar bu şehre girdikten sonra bu eyvanın bir bölümünde namaz kılmış olmasıdır.

Miladî 637 yılının Haziran ayında Müslümanlar meşhur Kadisiye savaşında zafer elde edince Dicle nehrini geçerek Tayasfon şehrine girmişlerdir. Bu savaşta Sasanî devletinin son imparatoru III. Yezdücerd ve ordusu yenilmiştir.

Sonra Müslüman fatihler Tayasfon şehrini geçerek onun etrafındaki Medâin ismiyle anılan şehirleri kuşattılar. Bu şehirlerin tamamı yedi tane idi. İsfanver ve Rumiyye bu şehirlerdendir. Rumiyye şehri Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur tarafından karargâh 30

olarak kullanılmıştır.

Tayasfon şehrinde bulunan Kisra’nın takı mimari üslup ve tarz olarak eski Irak tarzındadır. Bu tarz diğer milletlerde pek bilinmemektedir. Eyvan veya giriş kavislidir. İki , n, ••111 ,1 , T'» 1‘t11’1 1111 1 1 • 1 31

taraftan süslerle kuşatılmıştır. Bu, eski Irak binalarında kullanılan bir tarzdır.

Medâin şehrinde sahabe-i kiramdan bazıları medfundur. Bunlar Selman Farisî, Huzeyfe b. Yeman, Abdullah b. Cabir el-Ensari'dir. Kabirleri Kisra’nın takına yakın bir mesafede bulunmaktadır.

Sasanî İhtilâli Gölgesinde Musul

Irak’ın diğer bir parçası da kuzeybatıda yer almakta olan Musul şehridir. Musul günümüzde Suriye ile Türkiye hudutlarına mücâvirdir. Eskiden Ninova ve Musul isimleri ile biliniyordu. Bu şehir günümüze kadar geldiği gibi Ninova ve Musul isimleri de günümüze kadar ulaşmıştır. Bu şehre Musul isminin verilmesinin sebebi; bir yönden Şam ile Horasan arasını birleştiren bir halka teşkil etmesi, diğer yönden Dicle ile Fırat nehirlerini birleştirmesidir.

Yakut el-Hamevî Mu’cemü’l-Buldan isimli eserinde Musul’dan bahsetmektedir. Şehre Musul isminin verilmesinin sebebi; bir görüşe göre Irak ile Arap yarımadasını, diğer bir görüşe göre Fırat ve Dicle nehirlerini, diğer bir görüşe göre ise Sincar ve el-Hadise beldelerini birleştirmesi, başka bir görüşe göre ise şehrin Musul ismini taşıyan bir kral tarafından kurulmuş olmasıdır. Musul eski bir şehirdir. Bir tarafında Dicle güneydoğu tarafında Ninova şehri vardır. Musul şehrinin ortasında Cercis peygamberin kabri bulunmaktadır. Siyer ehli Musul’u ilk defa Ravent b. Buyurasef el-İzdihak tarafından kurulduğunu söylemektedir. Farslar zamanında Musul’un ismi Nuvardeşir idi.

Musul şehri, siyasî ve coğrafî sebeplere bağlı olarak İslam’dan önce ve Hulefa-i Raşidin zamanında birçok isimler almıştır:

Müsbila

Yunanlı seyyah Zeynafon MÖ. dört yüz bir yılında Musul’a yapmış olduğu seyahatte Musbila’ya işaret etmektedir. Müsbila ismi Aşür dilinden (Müşbalu) alınmıştır. Bu kelime 33 ile düşük ve alçak topraklar kastedilmektedir.

Nevadir Şir

Musul’a Nevâdir Şir ismi de verilmiştir. Bunun sebebi şudur: Sasanî-Fars meliki I. Erdeşir’in nisbesi Erdeşirilcedide’dir. Bu şehre onun tarafından büyük bir önem verilmiştir. I. Erdeşir Merzuban zamanında ikinci asrın sonlarında dünyaya gelmiştir. Istahr şehrinde hüküm sürmüştür. Sonra kardeşinin üzerine yürümüş, Miladî iki yüz sekiz yılında krallığı ondan almıştır. Erdeşir Fars şehirlerinin birçoğunda ve bunlara mücavir olan İsfahan ve Kerman şehirlerinde hüküm sürmüştür. Musul şehri de bunlardan biridir.

El-Hısnu’l-Aburi

Ninova tarafından Dicle’nin diğer yönü üzerinde bulunan kaledir. El-Hısnu'l-Aburı ismi Aramîler tarafından verilmiştir. “Batı kalesi” anlamındadır. Bu ismi alması, Sasanî- Fars devletinin işgali ile beraber Musul'un Farslara boyun eğmesi ile ilgili olan tarihle irtibatlıdır. Bu ihtilal Musul halkının fakirleşmesine ve Asur kimliğinden çıkmasına sebep olmuştur. Asurlular’ın Ninova şehrine düştükten sonra nüfus yoğunluğu Dicle nehrinin öbür tarafına intikal etmiştir. Bu mekân Aburaya diye bilinen nehir ile kuşatılan yüksek bir 1--1 111 I* 1 11 111 111 35

bölgede bulunduğundan dolayı daha korunaklıdır.

Arbaya

Musul’a Arbaya ismi Müslümanlar tarafından verilmiştir. Araplar’ın ikamet ettiği mahal anlamındadır. Çünkü burada birçok Arap kabilesi bulunmaktaydı. Arbaya ismi Araplar’ca önemli kabul edilmiştir. Çünkü bu Araplara nisbet edilmektedir. Burada Hazar şehri vardır. Sasanî devleti ortaya çıktıktan sonra Hazar şehrinin Roma devleti ile yeni irtibatı olmuştur. O zamanlar kafilelerin geçtiği yollarda bulunması sebebi ile önemli bir mevkie sahip olduğundan dolayı dünya ticaretinde önemli bir rol oynardı. Buraya Sasanîler saldırıp ele geçirdiler, yakıp yıktılar. Bunun sebebi I. Erdeşir'in Sasanî devletinin kurucusu ve Eşkanıyye'nin, Fars devletinin yıkıcısı olmasıdır.

Kureyş cahiliye döneminde Arbaya ismini hatırlar, o şehirden ve orada yetişen ürünlerden sorarlardı. Orası Arap yarımadasının sayfiye yeriydi.

El-Hısneyn

Musul'a el-Hısneyn ismi de Müslüman Araplar tarafından verilmiştir. Müslümanlar Kadisiye savaşında Sasanîlere karşı zafer kazandıklarında içlerinden bazıları Bizans idaresi altında bulunan Tikrit şehrinin kalelerine doğru yönelmiş ve buraya girmeye muvaffak olmuşlardır. Rabi b. el-Efkel et-Talebi Musul şehrine yönelmiş, orayı fetih etmiştir. Musul şehri o yıllarda İslam kaynaklarında Hısneyn ismiyle tanınmaktadır.

Sasanî Devleti’nin Yıkılışının Başlangıcı ve Arapların İlk Zaferi Zikar

Savaşı

Yukarıda söz konusu ettiğimiz Hire devleti Farslar’ın hükmü altında asırlarca devam etti. Sonra Irak Arapları ile Farslar’ın karşı karşıya geldiği, Arapları zafere götüren “Zikar” savaşı meydana geldi. Bu karşılaşmanın sebebi Hire meliki olan Numan b. Münzir’in Adiy b. Zeyd el-İbadi'yi katletmesidir. Adiy Kisra b. Hürmüz Ebruyez'in yanında tercümanlık yapardı. O ve kız kardeşi Kisra’nın yazılarını tercüme ederdi. Numan b. Münzir’in Adiy’i katletmesinin sebebi ise şudur: Numan b. Münzir’e Adiy’nin, kisra’ya

kendisini Hire'ye melik tayin ettireceği bildirildi. Bunu duyan Numan çok öfkelendi ve kendisini huzuruna getirtmek için adam gönderdi. Ancak kendisini özlediği ve onu görmek istediğini söylemelerini emretti. Adiy o anda Kisra’nın yanında idi. Numan b. Münzir’in yanına gitmek için Kisra'dan izin istedi. O da izin verdi. Adiy Numan b. Münzir”in huzuruna gelince Numan ona hiç bakmadı ve onu derhal hapse attırdı. Sonra Adiy Kisra’nın yanındaki kardeşine bir mektup yazdı. Kardeşi Kisra'ya Adiy’nin durumunu anlattı. Bunun üzerine Kisra bir elçisi ile Numan b. Münzire bir mektup gönderdi. Bu gelişmeleri işiten Numan b. Münzir derhal Adiyi öldürttü. Kisra’nın elçisine ikramlarda bulundu ve hediyeler verdi. Elçiye Adiy’nin elçisinin Hire’ye ulaşmasından ve kendisiyle buluşmasından önce öldüğünü söyleyerek Kisra’ya durumu bu şekilde haber vereceğine dair söz aldı.

Elçi geriye dönünce kisraya kendisi Hire’ye varmadan önce Adiy’nin öldüğünü haber verdi. Daha sonra Numan b. Münzir Adiyi öldürdüğüne pişman oldu ve Adiy’nin oğlu Zeyd yaklaşarak kendisine ihsanlarda bulundu. Babasının ölümünden dolayı oğlu Zeyd'den özür diledi. Sonra Zeyd'i babasının yerine onun tercümanlık görevini yapmak üzere kisraya gönderdi. Oğlu kisraya ulaşınca o da Zeyd’i babasının yerine görevlendirdi. Zeyd kisranın yanında uzun yıllar kaldı. Ancak Adiy’nin oğlu Zeyd babasının yerine melik olarak da kendisinin tercih edilmesini istiyordu. Kisra Zeyd’in bu talebini Numan’a iletmek için yanına kendi askerlerinden bir grup vererek Zeyd’i Numan’a gönderdi. Zeyd Numan’a kisranın talebini iletince Numan bunu kabul etmedi. Zeyd ve elçiler Numan’ın bu cevabıyla kisraya döndüler. Kisra bu duruma çok öfkelendi. Aylar sonra kisra Numan’a taleplerini ihtiva eden bir mektupla elçi gönderdi. Numan da bu mektubu alır almaz silahını yüklenerek yola çıktı. Akrabalarının ve çocuklarının dayılarının bulunduğu Tayh dağına geldi. Ancak onlardan beklediği desteği bulamadı. Bunun üzerine Numan kendisine destek olmaları için Arap kabilelerini dolaştı. Ancak Abese oğullarından Ravah b. Sa'd oğulları dışında kendisini kabul eden kimse olmadı.

Numan b. Münzir gizlice Şeyban oğullarının yanında bulunan Zi-kar denilen yere yöneldi. Orada Hani b. Mesut eş-Şeybanî ile karşılaştı. Hani güç ve kudret sahibi idi. Numan’ın talebini ve emanetini kabul etti. Sonra Numan b. Münzir kisraya doğru yöneldi. Sabat denilen köprünün üzerinde Adiy’nin oğlu Zeyd'le karşılaştı. Zeyd'e eğer kurtulmak isterse güzellikle kurtulabileceğini söyledi. Zeyd onun görüşlerini kabul etmeyince, babasına yaptıklarını kendisine de yapacağını söyledi. Zeyd cevaben Numan’a güzellikle buradan gitmesini, çünkü aralarında bir kardeşlik anlaşması bulunduğunu ve bunu bozmak istemediğini söyledi.

Bu haberler kisraya ulaşınca kisra adamlarını göndererek Numan b. Münzir'i yakalattı. Ellerini bağlayarak Hankın denilen yere gönderdi. Orada hapse attırdı. Numan hapiste iken verem hastalığından öldü. Numan’ın ölümü ile bırakmış olduğu emanetler Zi- kar olayı sebebi ile Hani b. Mesud'un yanında kaldı. Numan’ın bıraktığı emanetler, silâhı, malı, çoluk çocuğu ve bunun gibi şeylerdi.

Kisra Numan öldükten sonra Hire’ye İyas b. Kubeysa et-Tai'yi emir olarak atadı. Numan’ın bıraktığı neyi varsa kendisine göndermesini istedi. Numan’ın bıraktıklarını Bekir b. Vâil almıştı. Kisra İyas'tan Bekir b. Vâil’de olan şeylerin tamamını kendisine göndermesini istedi. Bunun üzerine İyas, Hani'ye bir elçi göndererek Numan b. Münzir”in bırakmış olduğu şeyleri kendisine göndermesini istedi. Hani o emanetleri teslim etmekten yüz çevirdi. Bunları işiten kisra öfkelenerek bir ordu hazırladı ve bu orduyu Hani ve adamları ile savaşmak ve Numan b. Münzir”in emanetlerini almak üzere gönderdi. Kisra Numan b. Zerai, üç şeyden birisini tercih etmek üzere kendilerine görevli olarak gönderdi: Birincisi; ellerinde olanları vermek ve kralın vereceği hükme razı olmak, ikincisi; bu memleketi terk etmek, üçüncüsü ise savaşa hazır olmak.

Şeyban oğulları kendi emrinde bulunan Hanzala b. Salebe b. Seyyar el-Acale ile istişare etti. Onlara savaştan başka seçenek göremediğini söyledi. Çünkü elinde olanları verdiği takdirde kendilerinin öldürülüp ailelerini esir edileceğini, o diyarı terk ettiklerinde susuzluktan öleceklerini böylece üçüncü şık olan savaştan başka seçenek olmadığını söyledi. Bunun üzerine melik savaşa izin verdi.

Bunun üzerine Farslar orduları ile beraber önlerinde üzerlerinde halkalar bulunan filleri ile geldiler. Farslar’ın orduları yanındakilerle beraber yaklaşınca Kays b. Mesud gece vakti gizlice Hani'ye gelerek milletini kurtarması için Numan’ın silahlarını ve zırhlarını halka adaletle dağıtmasını söyledi. Eğer helak olurlarsa yapacak bir şey olmadığını kendisinin emniyetini aldığını eğer zafer kazanırlarsa Numan’ın emanetlerini tekrar kendisine geri iade edileceğini söyledi. Bunun üzerine Hani Numan’ın silah ve zırhlarını ordu içerisindeki güçlü kuvvetli kimselere taksim etti. Hanzala b. Salebe b. Yesar Zi-karın vadisinde kendisine bir kubbe dikti. İnsanlara bu kubbe yerinde oldukça kimsenin firar etmemesini bulunduğu yerde kalmasını söyledi. Halkın çoğu Farslar’la karşılaşmak üzere bekledi. 15 gün yetecek kadar su temin ettiler. Acemler gelince derhal savaşa başladılar. Acemler susuzluktan perişan oldular. Ancak muhasara olunamadan Cebabat denilen mıntıkaya kaçtılar.

Numan b. Münzir ve İyas b. Kubeysa et-Tai ve onunla beraber olan Nuhayrıcan’dan sonra Kisra b. Hürmüz zamanında dokuz yıl geçti. İyas b. Kubeysa et-Tai zamanında Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildi. Sonra meliklik Azezbe b. Mahan b. Mehribendaz el-Hemedani'ye geçti. O da on yedi yıl hüküm sürdü.

Bundan sonra Kisra Münzir b. Numan b. Münziri Hire’ye melik olarak tayin etti. Münzir b. Numan b. Münzir Hire'nin son meliki oldu. Sonra Hire’ye İslam girdi oraya Müslümanlar hâkim oldu.

Sasanî Devleti Zamanında Irak’ın Siyasal ve Sosyal Durumu

Siyasal Durumu

Sasanî Farisî devleti M. 628 yılında II. Kisra’nın ölümünden sonra zayıflamaya, dağılıp parçalanmaya başlamıştı. Şam ve Mısır’da Roma devleti karşısında yapılan savaşlarda hezimete uğrayarak gücünü kaybetti. II. Kisra’nın öldürülmesinden sonra Şehriyar Rumlara karşı savaşlarda komutanlık yapmaya başladı ve ordusu ile beraber Medâin şehrine girerek Kisra’nın öldürülmesinde etkisi bulunanları öldürdü. Kisra Şi’rzâde’yi de öldürerek kendisini kral ilan etti. Bu durum H. 12. yılda meydana geldi. Şehriyar’ın krallığı tamamlanınca ülkesinin ileri gelenleri kendi memleketlerinden olmayan birisinin başlarına kral ve onu öldürerek başlarına Kisra’nın oğlu Civan Şi’r’i kral yaptılar. Ancak Civan Şi’r daha çocuktu ve bir sene krallık yaptıktan sonra öldü. Bunun üzerinde Kisra’nın kızı Buran’ı (veya Buran Daht'ı) kral olarak başlarına getirdiler. Çünkü Şeyruye Buran'ın kardeşlerinden hiçbirini sağ bırakmamış ve hepsini öldürmüş, yalnızca çocuk yaştaki Civan Şi’r kalmıştı. İşte bu dönemde Farslar’ın saltanatı zayıfladı, işleri karıştı, güç ve kuvvetleri gitti.

Daha sonra Civan Şi’r de öldü. Onun yerine kız kardeşi Buran veya Buran Daht getirildi.

Buran Daht başa geçtikten sonra adaleti yaydı, memleketi imar etti, bütün insanlara iyilik yapmalarını bildiren fermanlar gönderdi. İnsanlara birbirlerine nasihat etmelerini ve güzelce itaat etmelerini söyledi. Hıristiyanlar’ın haçını Rum kralına geri verdi. Onun krallığı 1 sene 4 ay sürdü.

Buran Daht ve babası Kisra hakkında Peygamber efendimizden iki hadis rivayet olunmuştur. Hz. Ebî Bekre’den rivayet olunduğuna göre Fars ehlinden bir adam Peygamber Efendimize geldiğinde; Hz. Peygamber ona “Benim rabbim senin rabbini öldürdü” buyurmuşlardır. Onun rabbinden Kisra’yı kastetmişlerdir. Peygamber efendimize o ölen Kisra’nın yerine kızı geçtiği söylenince Hz. Peygamber “Kadının idare ettiği bir toplum kurtuluşa ermez” buyurdular.

Buran Daht’tan sonra onun kız kardeşi olan Arzumî Daht tahta geçti. Onun döneminde güçlü komutanlardan birisi olan Rüstem Fer Hazat ortaya çıktı. Rüstem, Sasanî tahtına bir kadının oturmasını iyi görmemeye başladı. Rüstem’in babası Kisra tarafından öldürülünce büyük bir orduyla yola çıkıp Medâin şehrine geldi. Arzumî Daht’ın önce gözlerine mil çekip sonra öldürdü. Onun krallığı altı ay sürdü.

Bundan sonra başa zayıf idareciler geldi. Onların gücü ancak bazı şehirlerde geçerli oldu. Sonrasında Sasanî imparatorluğu tahtına dört sene içerisinde on bir tane kral oturdu. Onların sonuncusu Şehriyar’ın oğlu III. Yezdücerd idi.

Arzumî Daht'ı Erdeşir bin Babek takip etti. Ancak tacı giydikten günler sonra katledildi. Daha sonra Meysan’da oturan Feyruz adlı birisini buldular ve zorla onu tahta geçirdiler. Feyruz başı büyük birisiydi. Tacı eline alıp giymek isteyince taç dar geldi ve “Bu taç ne kadar dar”, dedi. Bunun üzerine Fars’ın ileri gelen büyükleri, onun, sözlerine “dar” kelimesiyle başlamasını uğursuzluk saydılar ve onu öldürdüler.

Bundan sonra Kisra’nın çocuklarından birisi olan, Kisra’nın oğlu Şeyruye öldürüldüğü zaman Nusaybin’e yakın olan bir batı şehrine iltica eden Ferruh Ba’z Hüsrev’i tahta geçirdiler. İnsanlar az bir zaman ona isteyerek boyun eğdiler sonra ona isyan ederek emirlerine karşı gelmeye başladılar. Onun idaresi ancak altı ay kadar sürdü. İstahr halkı Ebru Yez’in oğlu Şehriyar’ın oğlu Yezdücerd zamanında bu şehirde zafer kazanmıştı. Ferruh, Şeyruye ve kardeşleri öldürüldüğü zaman oraya kaçtı. Istahr’ın büyüklerine Medâin halkının Ferruh Zat Hüsrev’e karşı geldikleri haberi ulaşınca Beyt-i Nar-ı Erdeşir denilen ateş evine Yezdücerd’i getirdiler. Burada tacı ona giydirip yeni kral tayin ettiler. Sonra onunla birlikte Medâin şehrine yöneldiler ve Harre Daht Hüsrev’i öldürdüler. Böylece Yezdücerd kral oldu. Ancak Yezdücerd’in krallığı babalarının krallığı yanında bir hayal ve rüya gibi oldu. Çünkü Fars’ın büyükleri ve vezirleri devleti kendileri yönetiyorlardı. Böylece Fars ülkesinin durumu zayıfladı, etkisini kaybetti.

Yezdücerd'in saltanatından üç dört yıl geçtikten sonra İslam fetihleri Irak tarafına yöneldi. Fars devleti fetholunarak İslam yayılmaya başladı.

Son kisra zamanında Fars devletinin çöküşü başlamış, kisranın hükümleri dinlenmemiş, Rüstem’in ordusunun elinde rüzgârın önünde savrulan bir yaprak gibi savrulup gitmiştir. Fars devletinde fiili olarak gerçek olan yıkılmaya doğru gidişti. İkinci Kisra’nın ölümünden çok seneler geçmeden yaygın olan kanaat yavaş yavaş idarenin askerî kanadın baskısı altına girmesi ve askerlerin hükümran olmaya başlamasıdır. Artık her komutan ve her vali kendi vilayetinde veya bölgesinde istiklâlini ilan ediyordu. Adeta Fars devletinin toprakları paylaşılıyordu. Özellikle kraliçenin ailesi öldürüldükten sonra bu çöküş hızlanmıştı. Bu gelişmeler Sasanî devletinin son merhalesini yaşadığını gösteriyordu. İslam fethinden önce bu dönemde kendi bölgesinde idareyi ele alan komutanların birleşme fırsatı olmamıştı. Arzumı Dah'tan sonra başa geçen II. Feyruz zamanından beri Horasan tarafındaki Merv-i Ruz şehrinin doğusunda kalan bölgelerin tamamının idaresi devletin elinden çıkmıştı. Herat vilayeti tek başına Sasanî devletine tabi değildi. Kazvin'in deniz kıyısında kalan vilayetleri başkalarına boyun eğmişti. Doğu ve kuzeydeki vilayetlerde melik ve emirler istiklâllerini ilan etmişti.

Rüstem tekrar devletin kuvvetini geri kazandırmak için çalışmalara başladı. Ancak fetih için gelen Müslüman ordularının önünde kendisinin acziyeti ortaya çıktı. Burada zikre değer olan diğer husus, bazı araştırmacılara göre Hire’yi Fars devletine ilhak etmenin Sasanî imparatorluğunun yıkılmasında etkili olan âmillerden birisi olmasıdır. Bu durum İslam ordularının Fars devletinin fethini kolaylaştırmıştır. Çünkü Menazera bölgesindeki kimseler Halid ibn Velid’in kumandasında Hire savaşında hezimete uğradıktan sonra Müslümanlara casusluk yapmayı kabul etmişlerdir.

Görüldüğü gibi Fars Devleti hâkimiyetindeki Irak toprakları İslam fethi öncesi siyasal yönden büyük karışıklık ve istikrarsızlık içinde bulunmaktaydı. Bu durum Fars Devletinin yıkılmasını ve Irak'ın fethini kolayca sağlayan âmillerden biri olmuştur.

Sosyal Durumu

Adı geçen dönemde Farisi Sasanî toplumu Şah Erdeşir b. Babek’in sülalesinin oluşturduğu düzene uygun olarak bir takım tabakalara ayrılmış bir nizam ile yönetiliyordu. Bu idarî ve toplumsal nizam mukaddes kaynaklardan alındığı için değiştirilmesi mümkün 47

olmuyordu. Bu düzen Sasani imparatorluğunun sonuna kadar devam etmiştir.

Sasanî devletindeki bu tabakalar hâkimlerin dışında toplumsal yapıyı oluşturuyordu. Bu tabakalar din adamları, savaşçılar, çiftçiler, meslek ve sanat erbabı idi. Sasanî devrindeki insanların genel hayatı ise yedi merkezde toplanan bir nizama ayrılmıştı. Her merkez yedi tabakaya ayrılmış ve her tabakanın da çok sayıda kısımları bulunuyordu. Sasanî Fars devletinde toplumsal tabakalar kişilerin soy ve ekonomik durumuna göre farklılık arz ediyordu. Toplumsal tabakalar arasındaki fark bineklerinde, giydiği elbiselerinde, oturduğu meskenlerde, evlendikleri eşlerinin ve cariyelerinin sayısında ve kullandıkları hizmetçilerinde açıkça görülüyordu.

Her şahsın toplum içerisinde sınırlı yeri ve mertebesi vardı. Bir üst tabakaya geçmek çok zordu ve ancak sınırlı sayıda oluyordu. Çiftçinin oğlu çiftçi olmak zorunda idi. Her tabakanın fertleri bir ailenin üyeleri gibi sayılıyor, yabancı birisinin onlardan sayılması mümkün olmuyordu. Fars halkının çocukları bu nizam içerisinde daralmıştı. İnsanlardan bazıları evlâtlarını kendileri terbiye etmeye, eğitmeye ve gözetmeye çalışıyordu. Halkın eşrafı gençleri toplayıp Şehin Şah’a götürüyor, savaş taliminin nasıl yapılacağını öğretiyorlardı. Şehin Şahlar yüksek tabaka reislerini hafife alıyor, din ve vatanın haklarına riayet etmiyordu. Hatta bazıları vatan düşmanlarını tahta oturtuyordu. Din adamları da dinî emirlere bağlılıklarını kaybetmişti. Bütün arzuları mal mülk toplamak idi. Görünüşe aldanıyorlar, fitne çıkarıyorlardı. İnsanlar birbirinin kuyusunu kazıyorlardı. Her grup kendi menfaat ve maslahatına çalışıyor, toplumun menfaatini kimse düşünmüyordu.

Bu davranışlar Fars toplumunun birliğini kaybetmesine sebep olmuştu. İnançları sarsılmış, düzenleri bozulmuştu. I. Kisra Nuşiravan’ın toplumda başlattığı ıslahatlar devam etmemiş, insanlar arasında zulüm ve haksızlıklar yaygınlaşmış, dengeler bozulmuş ve eşitlikten bahseden kalmamıştı. Halbuki bunlar bütün güzellikleri İslam dininde bulmuşlardı.

Fars devletinin kendi halkı içerisinde oluşan bu tabakalar elbette devletin idaresinde bulunan diğer din ve ırk sahibi insanları da etkiliyordu. Irak devletinin gölgesinde, Yemen’de, Bahreyn’de ve diğer devletlerin idaresinde yaşayan diğer insanları da etkiliyordu. Tabakalar arasındaki uçurum insanlar arasında şiddetin ve zulmün artmasına sebep oluyordu.

Arap tarihçisi Cevâd Ali bu konuda şunları söylemektedir: “Sasanî devleti ile Bizans imparatorluğu arasında meydana gelen savaşlar ve çekişmeler, Fars ve Irak toplumunu ve Fars ordusunu derinden etkiledi. Toplumsal tabakalaşma Fars devletinin geleceğinde menfî rol oynadı. İkinci Kisra, babaları ve dedelerinden önceki kralların Bizanslılar’la olan savaşlardaki yöntemini izleyerek üç defa büyük zafer kazandı. Şam beldelerini istila ederek miladî 614 senesinde Kudüs’e girdi. Sonra miladî 619 yılında Mısır’ı istilâ etti. Daha sonra Rumlar’ın fütuhatıyla duraklamak zorunda kaldı. Acele olarak kralın tahtan indirilmesiyle yerine oğlu geçirildi, Rumlar bu duruma sevinerek rahatladılar.

Daha sonra Rumlar bu savaşlarda aldıklarından daha fazlasını Farslar’dan alamadılar. Peş peşe devam eden savaşlar Sasanî hükümetini zayıflattı. Kralın hükmüne boyun eğen halkın sıkıntıya düşmesine ve fakirleşmesine sebep oldu. Bu savaşlar iç güvenliği etkiledi. Ekonomi zayıfladı, imar faaliyetleri büyük çoğunlukla etkilenip geri kaldı. Özellikle orduların toplandığı bölgeler daha fazla etkilendi. Bu bölgeler Irak şehirleri idi. İnsanlarda can ve mal güvenliği kalmadı. Köylüler hüküm sahiplerinin her dediğini yapacak duruma geldiler. Görevleri süt vermek olan inekler mesabesinde oldu. Hayvanların kesilip etinden, kemiğinden, derisinden istifade edilmesinin yanında aşağı tabakanın her şeyi elinden alındı. Savaşlar devam ettikçe başka ihtiyaçlar çıktı. Ordu komutanları idareyi eline alıp aslan kesilmeye başladı. Kendi kafalarına göre yönetim tarzı benimseyip ahkâm kesmeye başladılar. Şehin Şahlar her şeyi kontrol etmekten aciz kaldılar. Çünkü Şehin Şahlık önceden olduğu gibi saltanat adabıyla veraset yoluyla kayıtlanıp gelmedi. Güç ve kuvvet sahipleri istediklerini başa geçirmeye başladılar. Başa geçenler de güç ve kuvvet sahiplerinin dediklerinden çıkamaz oldu. Buna ilâve olarak vatan müdafaasının anahtarı elinde olan askerler ve küçük subaylar vatan din ve inançları yolunda değil de güç sahiplerinin isteği doğrultusunda savaşlara gitmeye başladılar. Bundan dolayı moralleri bozuldu, durumları kötüleşti. Geride kalan ailelerine de bir şey bırakamaz oldular. Savaşa katılmaya zorlanan askerlerin savaşacak silahları da yoktu. Silahsız olarak savaşıyorlardı. Çünkü hükümetin elinde silah yoktu. Ordu bir düzen içerisinde değildi. Zira askerlere eğitim, savaş talimi ve usulleri öğretilmiyordu. Askerlerin bedenleri savaşıyordu ancak kalpleri evleri, aileleri ve çocuklarının durumu ile meşguldü. Kendilerine ailelerinden başka yardım edecek kimse yoktu. Hükümetin durumu böyleydi.

Sasanî ordularının nüfuzunun bulunduğu her yerde artık Araplar hudutları değiştirmeye başlamıştı. Özellikle maneviyatını yükselten, kendilerine güç ve kuvvet bahşeden Zi-kar savaşından sonra bu gelişmeler daha da hızlanmıştı. Bu savaşta onlar Sasanîler’in vatanlarını korumada zayıf kaldıklarını anlamışlardı. İslam Arap yarımadasından geldiği zaman burada bulunan Araplar Müslümanlara yardımcı olmuş, Sasanî devletinin zayıf noktalarını göstermişlerdi. İslam bu topraklardan girerek denizler ötesine kadar ulaşmıştı. O koca devlet acayip bir şekilde süratle çökmüştü. Savaşma usullerini bilmeyen askerler mağlup olmuş, Müslümanlar Sasanîler ve Bizanslılar ile yapmış olduğu savaşlarda zaferler kazanmışlardı.”

Görüldügü üzere İslam öncesi Irak toplumu, Fars idaresinde aşılması imkânsız toplumsal sınıflara ayrılmış, bu durum sosyal çalkantıları doğurarak toplumun ve devletin son derece vayıflamasına sebep olmuştur. Neticede Müslümanlar böyle bir devleti kolaylıkla ortadan kaldırarak Irak topraklarını fethetmişlerdir.

BÖLÜM II

HZ. PEYGAMBER’İN IRAK’IN FETHİNİ MÜJDELEMESİ VE HZ.
PEYGAMBER DÖNEMİNDE IRAK HALKINDAN MÜSLÜMAN

OLANLAR

Hz. Peygamber’in Hadislerinde Irak’ın Fethi ile İlgili Müjdeler

Irak’ın fetholunacağına ve orada İslamın yayılacağına dair ilk müjde Peygamber efendimizin dünyayı şereflendirmelerine dayanmaktadır. Peygamber Efendimizin doğduğu gece kisranın sarayları sarsılmış ve on dört sütun yıkılmıştır.

Mahzum b. Hani el-Mahzumî şöyle rivayet etmiştir: “Hz. Resulullah’ın doğduğu gece kisranın eyvanı sarsıldı. Ve ondan on bir sütun yıkıldı. Farslar’ın ateşi söndü. Halbuki bu ateş bin yıldan beri sönmeden yanmakta idi. Sava gölü kurudu. el-Mobezan, develerin Arap atlarını sürdüğünü gördü. Develer Dicle nehrini kat ederek şehirlere daldılar. Sabah olduğunda kisra meydana gelen olaylardan dehşete düşmüştü. Olanları anlamaya çalıştı. Ancak beklemenin fayda vermeyeceğini görerek vezirlerini, yardımcılarını topladı. Tacını giyerek tahtına oturdu. Sonra adamlarını çağırttı. Onlar toplandıklarında ‘Sizi niye topladığımı biliyor musunuz?’ diye sordu. Onlar da bunu bilmediklerini ancak melikleri haber verirse bileceklerini söylediler. Onlar toplantı halinde iken Farslar’ın ateşinin söndüğünü bildiren mektup ellerine ulaştı. Bu durum kisranın üzüntüsünü bir kat daha arttırdı. Sonra vezir ve yardımcılarına çağrılmalarının sebebinin meydana gelen olaylardan korku ve endişesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Mobezan,‘Allah melikimizi ıslah etsin, ben de bu gece bir rüya gördüm’ dedi. Sonra rüyasında gördüğü develerin Arap atlarını kovalaması olayını anlattı. Bunun üzerine kral içlerinde en çok bilgili olan Mobezan’a bunların neyin habercisi olduğunu sordu. Mobezan, “Araplar tarafından meydana gelecek hadiseler olabilir” dedi.

Bunun üzerine kisra o mecliste ‘krallar kralı Kisra'dan Numan b. Münzire’ diye başlayan bir mektup yazdı. Bu mektubunda Numan b. Münzir’den kendisine bilgili bir adam göndermesini ve ona soracağı bazı şeyler olduğunu yazdı. Numan b. Münzir ona Abdu’l-Mesih b. Amr b. Hayyam b. Bukayle el-Gassanî’yi gönderdi. Gassanî geldiğinde kisra ona kendisine ne soracağını bilip bilmediğini sordu. Gassanî, ‘Ey melik bana soracağını sorabilirsin veya vereceğin haberi verebilirsin, eğer benim yanımda bunlara dair bir ilim varsa size haber veririm, eğer soracağınız şeyleri bilemezsem size bilen birisini gösteririm’ dedi. Bunun üzerine Kisra meydana gelen olayları anlattı. Gassanî, ‘Bu anlattıklarınızın ilmi Şam’ın batı tarafında oturan benim dayımda vardır, onun adı Satıh’tır’ diye söyledi. Bunun üzerine Kisra Gassanî’ye dayısı olan Satıh’a gidip bu haberleri anlatmasını ve yorumunu kendisine getirmesini istedi. Abdu’l-Mesih Gassanî hemen hareket ederek dayısı Satıh’ın yanına geldi. Satıh ölüm döşeğinde yatıyordu. Yanına girdi ve kendisine selâm verdi. Satıh ona cevap vermedi. Abdu’l-Mesih kendisini Sasanoğulları melikinin gönderdiğini, Kisra’nın eyvanının sarsılması ve on dört sütunun yıkılması, Mecusîler’in ateşının sönmesi ve Mobeza’nın rüyasında develerin Arap atlarını sürdüğünü ve Dicle’yi geçerek şehirlere dağıldığını gördüğünü, bu haberlerin ne manaya geldiğini öğrenmesi için geldiğini söyledi.

Satıh, ‘Ey Abdu’l-Mesih, okuma çoğaldığı zaman, hirâvet sahibi ortaya çıktığı, Semave vadisi taştığı, Sava gölü kuruduğu, Fars ateşi söndüğü zaman artık Şam Satıh’ın Şam’ı değildir, orada yıkılan sütunlar adedince o kadar melik hüküm sürecek ve sonra olan olacaktır’ dedi ve gerisin geri yatağına yattı. Abdu’l-Mesih hemen geriye dönüp yola koyuldu. Kisra’nın yanına gelip Satıh’ın sözlerini ona aktardı. Abdu’l-Mesih Satıh’ın on dört tane melikin hüküm süreceğini söyleyince ‘on dört melik hüküm sürünceye kadar çok zaman geçer’ dedi. Halbuki orada on tane melikin hüküm sürmesine dört yıl kadar zaman aldı. Geriye kalanlar ise Hz. Osman’ın şehit edilmesine kadar devam etti”.

Bu bilgilerden sonra Irak’ın fethi ile ilgili diğer müjdeleri şöyle sıralayabiliriz:

Kisra’nın Ailesinin Hâzinesinin Alınacağı Müjdesi

Cabir b. Semüre Hz. Peygamber’den şöyle işittiğini rivayet etmiştir:

“Müslümanlar’dan bir topluluk kisranın beyaz olan hazinelerini elbette fetih ile

alacaktır.” Cabir kendisinin de bu topluluk içerisinde olduğunu ve kisranın hâzinelerinden kendisine bin dirhem düştüğünü ifade etmektedir. Başka bir rivayette Cabir kendisi ve babasının o topluluk içerisinde bulunduğunu ve kendilerine o hazinelerden bin dirhem düştüğünü söylemektedir. Cabir b. Semüre diğer bir rivayette Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu işittim diye haber vermiştir. “Muhakkak ki kisranın beyaz hazineleri Müslümanlardan bir topluluk tarafından feth olunacaktır.”

Beyaz Köşkün Fetholunacağı Müjdesi

Adiy b. Hatim Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. “Medain’de bulunan beyaz köşk feth olunmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Kafileler Hicaz’dan Irak’a güvenlik içerisinde hiçbir korku olmadan gitmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Bütün bunların hepsini ben gördüm.”

Kisra ve Kayserin Helak Olacağı ve Saltanatlarının Gideceği Müjdesi

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. “Kisra helak olduktan sonra başka kisra gelmeyecektir. Kayser helak olduktan sonra başka kayser gelmeyecektir. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin olsun ki hiç şüphesiz onların ,,57

hazineleri Allah yolunda feth olunacaktır.

Kisra ve Kayser’in Gideceği Müjdesi

Hasen Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. “Elimde altından iki tane bilezik gördüm. Bundan hoşlanmadım. Onlara üfledim kisra ve kayserin gittiğini gördüm.”

Kisra’nın Hâzinelerinin Fethi Müjdesi

Adiy b. Hatem şöyle rivayet etmiştir. “Biz Rasulullah Efendimizin huzurunda bulunuyorduk. Ona bir adam gelerek ölümden şikâyet etti. Başka bir adam gelerek yolların kesik olduğundan şikâyet etti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ‘Ey Adiy sen Hire şehrini gördün mü?’ diye sordu. Ben de ‘Hiç görmedim’ dedim. Bunun üzerine Rasulullah ‘Orası bana gösterildi, eğer senin ömrün uzun olursa göreceksin ki bir kafile Hiare’den çıkıp Kâbe-i Muazzama'ya varıp tavaf edecek ve Hz. Allah’dan başka hiçbir şeyden korkmayacak.’ Ben kendi içimden bunun nasıl olacağını düşünürken efendimiz, ‘Eğer ömrün uzun olursa Kisra’nın hazinelerinin de feth olunacağını göreceksin’ buyurdu. Ben de ‘Kisra b. Hürmüz mü’ diye sordum. Rasulullah’da ‘Evet Kisra b. Hürmüz’ buyurdu... Adiy b. Hatem şöyle devam etmektedir. ‘Ben kafilelerin Hire’den çıkıp Kâbe-i Muazzama'yı tavaf edip Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmadıklarını gördüm. Kisra b. Hürmüz’ün hazinelerini feth edenler içerisinde bulundum. Eğer sizin de ömrünüz uzun olursa Peygamber Efendimizin söylediklerini görürsünüz’.”

Irak, Şam ve Yemen’in Fetholunacakları Müjdesi

Süfyan b. Ebi Zühery Hz. Peygamber’den şöyle işittiğini rivayet etmiştir: “Yemen fetholunacaktır. Oraya bir kavim gelecek. Ailelerini ve onlara itaat edenleri taşıyacaktır. Eğer bilmiş olsalardı Medine onlar için daha hayırlıdır. Şam feth olunacaktır. Oraya bir kavim ailelerini ve kendilerine itaat edenleri taşıyacaktır. Eğer bilmiş olsalardı Medine onlar için daha hayırlıdır. Irak feth olunacaktır. Oraya bir kavim ailelerini ve kendilerine itaat edenleri taşıyacaktır. Eğer bilmiş olsalardı Medine onlar için daha hayırlıdır.”

Şam, Irak ve Yemen Orduları ile İlgili Müjdeler

Abdullah ibn Havale şöyle rivayet etmiştir. “Biz Rasulullah Efendimizin yanında bulunuyorduk. Ona fakirlikten, malimizin azlığından ve yoksulluktan şikâyet ettik. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: ‘Sizi müjdelerim. Allaha yemin olsun ki ben sizin için bir şeyin azlığından daha fazla çokluğundan korkarım. Allaha yemin olsun ki bu din aranızda yayılacak. Öyle ki Hz. Allah Fars topraklarını, Rum topraklarını ve Himyer topraklarını feth etmeyi nasip edecektir. Öyle ki siz üç ordu şeklinde olacaksınız. Bir ordu Şam’a, bir ordu Irak’a, bir ordu da Yemen’e gidecek. Hatta bir adama yüz verilecekte o bunu beğenmeyecek.’ İbn Havale Peygamber Efendimize ‘Ya Rasulullah asırlardan beri Rumların bulunduğu Şam’ı almaya kimin gücü yetebilir’ diye sorunca. Peygamber Efendimiz ‘Allah’a yemin olsun ki Hz. Allah oranın fethini sizlere nasip edecektir,’ buyurdu.”

Fars ve Şam’ın Anahtarları ile İlgili Müjde

Bera b. Âzib el-Ensari şöyle rivayet etmektedir. “Peygamber Efendimiz bizlere hendek kazmayı emrettiği zaman hendeğin bazı bölümlerinde karşımıza çok büyük ve sert bir kaya çıktı. Onu kırmak mümkün olmuyordu. Balyoz işlemiyordu. Bu durum Efendimize haber verilince geldi ve o kayayı görünce balyozu eline aldı ve Bismillah diyerek şiddetli bir darbe vurdu. Kayanın üçte biri kırıldı. Peygamber Efendimiz ‘Allahu Ekber bana Şam’ın anahtarları verildi, Allah’a yemin olsun ki oranın kırmızı saraylarını görüyorum’ buyurdu. Sonra ikinci bir darbe vurdu. Kayanın üçte biri daha kırıldı. Peygamber Efendimiz’ Allahu Ekber bana Farsın anahtarları verildi. Allah’a yemin olsun ki Medâin’in beyaz köşklerini görüyorum’ buyurdu. Sonra üçüncü bir darbe daha vurdu. Kayanın kalan kısmı da kırıldı. Sonra ‘Allahu Ekber bana Yemen’in anahtarları verildi, Allah’a yemin olsun ki şu anda bulunduğum yerde Sana şehrinin kapılarını görüyorum’ buyurdu.”

Rum, Fars ve Arap Yarımadasının Fethi Müjdesi

Nafi b. Ukbe Rasulullah’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir. “Sizler Arap yarımadasına sefer düzenleyeceksiniz, Hz. Allah size oranın fethini müyesser kılacak. Sonra Fars’a sefer düzenleyeceksiniz, oranın fethini de Hz. Allah size müyesser kılacak. Sonra Rum’a sefer düzenleyeceksiniz, oranın fethini de Hz. Allah size müyesser kılacak. Sonra Deccal’la savaşacaksınız. Hz. Allah size onun da fethini müyesser kılacaktır” Nafi sonra ‘Ey Cabir Rum feth olunmadan önce Deccal’ın çıkacağını zannetmiyorum’ buyurdu.

Kisra’nın Bilezikleri ile İlgili Müjde

Hasen’den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber Efendimiz Süraka b. Malike “Ey Süraka sen Kisra’nın bileziklerini takınca halin nice olacaktır,” buyurdu. Rasulullah bu sözlerini Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicret ederken söylemişlerdir. O zamanlar Peygamber Efendimiz ve Ashabı Mekke-i Mükerreme’de Müşriklerin çeşitli eziyet ve sıkıntılarına maruz bulunuyorlardı.

Irak Halkına Dua

Zeyd b. Sabit Peygamber Efendimizin Yemen tarafına nazar buyurarak. “Allah’ım bunların kalplerini çevir” buyurduğunu, sonra Şam tarafına bakarak “Allah’ım bunların kalplerini çevir” buyurduğunu, sonra Irak tarafına nazar ederek, “Allah’ım onların kalplerini çevir, ölçülerimizi ve tartılarımızı bereketlendir” buyurduğunu rivayet etmiştir.

Peygamberimizin bütün bu müjdeleri tarih içerisinde birer birer tahakkuk etmiştir.

Hz. Peygamber Döneminde Irak Halkından Müslüman Olanlar

Ninova Halkından Addas

Peygamber efendimiz kendisine peygamberlik verildikten sonra kavmi olan Mekke halkını İslam’a davet etmeye başlamıştı. Bu davetten seneler geçti. Ancak bu davete icabet eden kimselerin sayısı çok azdı. O’nu İslam davetinden vazgeçirmek için çok çalıştılar. Bu uğurda kavminin birçok eziyetiyle karşılaştı. Sonra Hz. Peygamber İslam’ı kendilerine arz etmek üzere Taife gitti. Orada İslam’a girecek, kendisine yardımcı olacak, onun peygamberliğini kabul edecek ve kendisini himaye edecek kimseler aramaya başladı. Ancak Taifliler de onun davetine icabet etmedi. Ona eziyet ettiler. Hatta mübarek ayakları kan doldu. Orada Irak halkından ismi Addas olan bir kişi ile karşılaştı. Addas’ın tarih ve siyer kitaplarındaki kıssası meşhurdur.

İbn Hişam İbn İshak’tan rivayetle bu konuda şunları söylemektedir: “Ebu Talip vefat ettikten sonra Kureyşliler Rasulullah’a amcası Ebu Talip hayatta iken olmayan eziyetler yapmaya başladı. Bunun üzerine Rasulullah Taife çıktı. Orada Sakif kabilesinden kendisine yardım edilmesini kavminin eziyetinden kurtarılmasını ve onlardan Hz. Allah tarafından kendisine indirilenleri kabul etmelerini istedi. Oraya tek başına gitti. Taift’e bulunan kavmin yanında oturarak onları Allaha davet etti. Onlarla kendisine gönderilen İslam Dini’ne yardım etmeleri ve kavminden inanmayanlara karşı beraber mücadele etme konusunu konuştu. Fakat onlar bunu kabul etmediler. Bununla da kalmayıp ayak takımını ve kölelerini toplayıp ona hakaret ettirdiler. Onun aleyhinde toplandılar. Rasulullah’ı Utbe b. Rebia ve Şeybe b. Rebia’nın duvarına sığınmak mecburiyetinde bıraktılar. Kendileri de orada bulunuyordu. Böylece Sakif kabilesinin ayak takımı ve onu takip edenler geriye döndü.

Rasulullah bir asma ağacının gölgesine oturdu. Rebia oğulları kendisine bakıp duruyor ve Taif halkının ayak takımının kendilerine neler yaptıklarını görüyorlardı. Rasulullah orada biraz dinlendikten sonra söyle buyurdu: ‘Allah’ım, zayıflığımdan, çaresizliğimden ve güçsüzlüğümden sana şikâyet ederim. Sen merhametlilerin en merhametlisin. Sen zayıfların Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni düşmanlara karşı tek başına bırakma. Eğer bana gazap etmemişsen olanlara aldırış etmem. Senin afiyetin benim için daha geniştir. Senin karanlıkları aydınlatan zâtının nuruna sığınırım. Dünya ve ahiret işlerimi sen ıslah eyle. Gazabına duçar olmaktan beni muhafaza eyle. Benden razı ol. Güç ve kuvvet sana aittir.’ Rebia’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe bu durumları gördü. Merhamet duyguları harekete geçti. Yanlarında bulunan Hıristiyan çocuğu çağırarak ona, ‘Ey Addas şu üzüm salkımlarından al da onları bir tabağa koy ve şu kişiye götür, ondan yemesini rica et’ dediler. Addas denilenleri yaptı. Üzüm salkımını tabağa koyarak Rasulullah’ın önüne getirip ‘buyurunuz yiyiniz’ dedi. Rasulullah üzümü eline aldığı zaman ‘Bismillah’ diyerek yedi. Addas Rasulullah’ın yüzüne bakarak ‘Allah’a yemin olsun ki sizin bu söylediğiniz bu sözleri buraların halkı söylemez’ dedi. Bunun üzerine Rasulullah ona, ‘Ey Addas sen hangi şehirdensin ve senin dinin nedir?’ diye sordu. Addas Hıristiyan olduğunu ve Ninova şehrinden birisi olduğunu ifade etti. Rasulullah ‘Sen salih bir kimsesin, Yunus b. Metta’nın köyündensin’ buyurdular. ‘Addas, sen Yunus b. Metta’yı nereden biliyorsun?’ deyince Rasulullah ‘O benim kardeşimdir, O peygamberdir, ben de peygamberim’ buyurdular. Bunun üzerine Addas Rasulullah’ın elinden, ayağından ve başından öpmeye başladı. Bunu gören Rebia oğullarından biri diğerine ‘bak gördün mü? Senin köleni sana karşı ifsâd etti’ dedi. Addas onlara gelince Rebia oğulları ‘Ey Addas, sana yazıklar olsun, sen neden bu kişinin ellerini, ayaklarını ve başını öpüyorsun’ dediler. Addas ‘Ey efendim, yeryüzünde bu zattan daha hayırlı kimse yoktur, O bana bir peygamberin bilebileceği haberleri bildirdi’dedi. Bunun üzerine Rebia oğulları ‘Ey Addas sana yazıklar olsun, o seni dininden döndürmesin, çünkü senin dinin onun dininden daha hayırlıdır’ dediler.”

Hıristiyan Heyeti Beni Şeyban

Rasulullah Taifden döndükten sonra, Mekke-i Mükerreme’ye etraftan gelen kabilelere İslam’ı anlatmaya başladı. Rasulullah ticaret ve hac mevsimlerini İslam’ı arz etmek için fırsat bilip değerlendirmeye çalışıyordu. Hac mevsiminde Arap kabileleri Mekke-i Mükerreme’de toplanıyordu. Rasulullah davetini kabul edecek, kendisine yardım edecek kimseleri araştırıyordu. Onlara İslamiyet’i ve tevhidi anlatıyor, putları terk edip şirkten vazgeçmeye davet ediyordu. Allah’ın verdiği peygamberliğin hedefine ulaşması noktasında kendisine yardımcı ve destek olmaları için onları İslam’a çağırıyordu. Bi’setin on birinci yılında Hac mevsimiyle beraber Rasulullah kabilelere gitti. Hz. Cabir’den bu konuda şu hadis rivayet olunmuştur: “Rasulullah Mekke-i Mükerreme’de peygamber olarak kalışının onuncu yılında insanlara Hac mevsiminde bulundukları yerlerde, Mina’da, Ukaz ve Mecenne panayırlarında ve evlerde ‘Kim bana yardım ederse, Rabbimin Peygamberliğini tebliğ edersem ona Cennet vardır’ buyuruyordu. Bir kişi Yemen’den veya Mısır’dan çıkıyor Mekke-i Mükerreme’ye geliyordu. Ancak Peygamber Efendimizin kavmi onlara Peygamber Efendimizi elleri ile göstererek şu kişiden sakının, sizi fitneye düşürmesin diyerek Peygamber Efendimizi takip ederlerdi. Peygamber Efendimiz daha sonra Medine-i Münevvere’ye teşrif ettiler. Biz de onu tasdik ettik.”

Hz. peygamber Medine-i Münevvere’ye gelmeden önce Evs ve Hazrec kabilelerine ve onlarla beraber Hac için Iraktan gelen Şeyban oğulları heyetine İslam’ı arz etmişti. Onların yanında en yakın arkadaşı Ebu Bekir es- Sıddık ile birlikte oturmuş onlarla konuşarak kendilerine İslam’ı arz etmişti. Ancak onlar bu davete olumlu cevap vermemişti.

Bunların kıssasının tamamını Beyhakî Delail’ün-Nübüvve isimli eserinde Hz. Ali Efendimizden rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Hz. Ebu Bekir, Rasulullah ile beraber çıkmıştır. Bu çıkışın sebebi Hz. Allah’ın Rasulullah’a Arap kabilelerine İslam’ı arz etmesi emri idi. Bu çıkışlarında Arap kabilelerinden bir meclise vardılar. Hz. Ebu Bekir öne geçti . Bir adamla karşılaşıp ona selâm verdiler. Hangi kavimden olduğunu sordular. Onlar Şeyban b. Salebe kabilesinden olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir Peygamber Efendimize dönerek “Annem babam sana feda olsun ya Rasülallah, bunlar insanların eşrafındandır, bunlar içerisinde Mefruk b. Amr, Hani b. Kubeysa, Müsenna b. Harise ve Numan b. Şerik gibi zatlar vardır, Mefruk, onların lisan ve güzellik bakımından üstünlerindendir, kavminin şeref bakımından en önde gelenlerindendir” dedi. Hz. Ebu Bekir Mefruk’a sayılarının ne kadar olduğunu sordu. Mefruk binden fazla olduğunu söyledi. Hz. Ebu Bekir aralarındaki durumun nasıl olduğunu sorunca Mefruk hepsinin gayretli kimseler olduğunu söyledi. Hz. Ebu Bekir düşmanlarıyla aralarındaki savaşın nasıl olduğunu sordu. Mefruk, “Düşmanla karşılaştığımız zaman öfkemiz çok şiddetli olur, öfkelendiğimiz zamanda karşılaşmamız çok şiddetli olur, biz atalarımızı evlatlarımıza tercih ederiz, silâhı likah üzerine tercih ederiz, Allah tarafından yardım bazı zamanlar bize olur, bazı zamanlarda başkalarına olur, umulur ki sen Kureyş’in kardeşisin” dedi. Hz. Ebu Bekir “İşte size ulaştı, bu Allah’ın Resulüdür” dedi. Mefruk, “Evet hakkında konuşulan kişi budur, Ey Kureyş’in kardeşi, sen bizi neye davet ediyorsun?” dedi. Bunun üzerine Rasulullah oturdu. Hz. Ebu Bekir Efendimiz ayakta onu elbisesi ile gölgelendiriyordu. Rasulullah “Sizi Allah’dan başka bir ilâh olmadığına şahitlik etmeye, onun ortağı ve eşi olmadığına, Muhammed’in de onun kulu ve Rasülü olduğuna şahitliğe davet ediyorum ve sizi bana yardım etmeye davet ediyorum, çünkü Kureyş Allah’ın emrine karşı geldi, beygamberini yalanladı, Hakkı bırakıp batıla daldı, Allah ganî ve hamîd’dir,” dedi. Bunun üzerine Mefruk b. Amr “Ey Kureyş’in kardeşi, sen bizi nereye çağırıyorsun, Allah’a yemin olsun ki ben bundan daha güzel söz işitmedim” dedi. Rasulullah onlara şu ayetleri okudu, “(Ey Muhammedi) De ki: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyi davranın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. (Zina ve benzeri) çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Meşrû bir hak karşılığı olmadıkça, Allah ’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. işte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız.”(En’ am, 151)

Mefruk, “Ey Kureyş’in kardeşi’ bizi nereye çağırıyorsun. Allah’a yemin olsun ki bu kelâm arz ehlinin kelâmı değildir” dedi. Rasulullah şu ayetleri okumaya devam etti, “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 90)

Mefruk b. Amr “Ey Kureyş’in kardeşi, Allah’a yemin olsun ki sen bizi ahlakî güzelliklere ve amellerin güzeline davet ettin” dedi. Kendisine Hani b. Kubeysa’nın iştirak edeceğini düşünerek “İşte bu Hanidir, o bizim şeyhimiz ve din sahibimizdir” dedi. Hani “Ey Kureyş’in kardeşi, ben sizin sözününüzü işittim, fakat bizim dinimizi terk edip yanımızdakilerle beraber size tâbi olmamız zordur, bunun için öncekileri ve sonrakileri bir araya getiren bir meclis toplamamız gerekir, çünkü bu görüşte küçüklük sonuna bakmada azlıktır, zillet acele ile beraber gelir, bizim arkamızda bir akit yaptığımız zaman bunu onaylayıp onaylamayacağını bilmediğimiz bir topluluk var, ancak biz döneriz siz de dönersiniz, biz bakarız siz de bakarsınız” dedi. Bunun üzerine Mefruk, Müsenna b. Harise’nin kendilerine iştirak edeceğini düşünerek, “İşte bu Müsenna b. Harise’dir, bizim şeyhimiz ve harp sahibimizdir” dedi. Bunun üzerine Müsenna b. Harise “Ey Kureyş’in kardeşi, ben sizin sözünüzü işittim, benim cevabım da Hani b. Kubeysanın cevabı gibidir, dinimizi terk edip sizin dininize tâbi olmakta sıkıntılar vardır, bizim Yemâme ve Semame diye surramız vardır” dedi. Rasulullah Efendimizin “Bu surralar nedir?” sualine karşılık onlar, “kisra’nın nehirleri ve Arab’ın sularıdır, kisra’nın nehirleri ile onun sahibinin günahları affolunmaz. Onun özrü kabul olunmaz, Arab’ın sularına gelince onun da sahibinin günahları affolunur, özrü de kabul olunur, biz kendi aramızda konuşup karar vermeden hareket etmeyeceğimize söz verdik, senin bizi çağırmış olduğun şeylerden kralların hoşlanmayacağını görmekteyiz, eğer sana yardım etmemizi istersen Arap suyu tarafından yardım ederiz” dediler. Bunun üzerine Rasulullah “Red konusunda ne kötü oldunuz, Allah dininde ancak bütün yönleriyle inananlara yardım eder, eğer siz geç kalırsanız yakın zamanda Hz. Allah sizin yerinize ve topraklarınıza başkalarını getirir, sizin mallarınızı ve topraklarınızı başkaları alır kadınlarınızla başkaları evlenir, siz Allah’ı takdis ve teşbih etmiyor musunuz?” buyurdu. Bunun üzerine Numan b. Şerik “Allah’ım bu senin içindir” dedi. Rasulullah şu ayetleri okudu. “Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah ’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik. ” (Ahzâb, 45-46)

Sonra Rasulullah Hz. Ebu Bekir efendimizin elinden tutarak şöyle buyurdu: “Ya Eba Bekir, Câhiliye döneminde hangi ahlâk vardı, onların şereflisi neydi, Hz. Allah hangi ahlâk ile onların bazısından bazısının zararını gidermiştir, hangi ahlâk ile aralarında korunmaktadırlar?” Hz. Ebu Bekir Efendimiz oradan ayrılarak Evs ve Hazrec kabilelerinin toplandıkları yere gitti. Onların Rasulullah’a iman edip biat ettiklerini haber verdi.”

Müsenna b. Harise ve Kavmi

Şeyban oğullarının, Peygamber efendimizin kendilerini İslam’a davet etmesine ve kendilerine yardım etmesine verdikleri karşılık, doğruluk, açıklık ve anlayış olmuştur. Peygamber efendimizin onları tercih etmesinde kalplerinde Peygamber efendimize hürmet ve tazim beslemelerinin rolü olmuştur. Hz. Peygamber’in onlara İslam’ı arzı, açıkça olmuştu. Onların cevabı da krallarının bundan hoşlanmayacağı şeklinde idi. Müsenna b. Harise kavminin en fasihlerinden olup ülkesinin siyasi durumunu biliyordu. Kavminin Araplar ile Acemler arasındaki bir menzilede olduğunu açıklamıştı. O, yüksek bir anlayışla o gün İslam’ı kabul etmelerinin insanların dine düşmanlık yapmalarına ve savaşmaya yelteneceklerine sebep olacağını görmüştü. Bu şekilde kavmini Araplar’la savaştan uzaklaştırmıştı. Ancak o kavminin Farslara mukavemetten aciz olduğunu ve onlarla savaşacak durumda olmadığını söyleyerek özür beyan etmişti ve krallarının bundan hoşlanmayacağını söyleyerek durumu işaret etmişti. Farslar’ın kavmi üzerine saldırmasından çekinmişti.

Ancak Şeyban oğulları durumu değiştirerek on seneye yakın bir zaman geçmeden başlarında Müsenna b. Harise eş-Şeybanı olan bir heyet ile Medine-i Münevvere’ye geldi. Bu hicretin dokuz veya onuncu yılında oldu. Bu gelişlerinde Müslüman kafilelerle birleşeceklerini ilan ederek daha önceki korkularından kaynaklanan zorlukları üstleneceklerini söylediler. Şeyban oğullarının kalbi iman parlayıp İslamın nuruyla dolduktan sonra krallara karşı durmaya başladılar. Müsenna b. Harise eş-Şeybani kavmi içerisinde savaş kurallarını iyi bilen kahramanlardan birisi idi. Hz. Ebu Bekir efendimizin halifeliği zamanında Irak topraklarının fethinde kumandanlık yapmıştır. Bu savaşlarda öne çıkmış büyük kahramanlıklar göstermiştir. Hz. Ömer efendimiz de onu güzel vasıflarla 70 vasıflandırmıştır.

Müsenna b. Harise eş-Şeybani bu savaşlarda büyük cüretini ortaya koymuş Müslüman olduktan sonra Farslarla savaşmaya arzulu olmuştur. Hâlbuki Cahiliye döneminde Farslar’dan korkardı ve onlarla savaşmayı düşünmezdi. Onlar Farslar’la savaşmaktan korktuklarından dolayı Peygamber efendimizin davetini red etmişler, daha sonra durumun böyle olmadığını anladılar.

Araplar içerisinde bazısının bazısını kıskanma durumu vardı. Müsenna b. Harise eş- Şeybani ve kız kardeşinin oğlu İmran b. Merre ilâmdan önce Fırat nehrinin yanında başkalarının orayı almasını kıskanırlardı. Onlar Farslara karşı zafer kazandılar, onlardan bir kısmını öldürdüler, bir kısmı da sularda boğuldu. Müsenna onların mallarını alarak ashab arasında taksim etti. Bu onların yapabileceklerini düşünmediği son şeydi. Fars devletini ele geçirmeyi ise akıllarından geçirmez, rüyalarında bile görmezlerdi.

İslam nimeti onlarda çok büyük değişikliklere sebep oldu. Onları kabile ve aşiret elbisesinden çıkarıp büyük devletlerle yarışan devlet haline getirdi. Devletlerinin maslahatı ve gereği için büyük devletlerle mücadele ettiler. Burada Müsenna’nın kavminden seçtiği kimselerle beraber hareket edip onlarla beraber Fars devletine karşı çıkmasının büyük tesiri olduğu açıktır.

İbnü’l-Esir Müsenna hakkında şöyle demektedir. “Müsenna Hz. Ebu Bekir’in ve Müslümanlar’ın Fars devletine karşı ordunun başında olmasını istedikleri bir kişiydi. Onların yanında Fars’ın işi kolaylaşmıştı. Müsenna şecaatli ve güzel görüş sahibi idi. Farslar’la savaşta onun gösterdiği kahramanlığı kimse gösteremedi.”

Halife Ebu Bekir Müsenna b. Harise’nin, Irak halkını İslam’a davete devam etmesini istemişti. Müsenna b. Harise’nin Farslar’la yapılan savaşlarda ve Irak halkının İslam’a davetinde görevlendirilmesi birinci merhaledir. İkinci aşama ise Irak tarihinde stratejik bir merhale olan Halid b. Velid’in hedef ve planlara uygun olarak resmen burada bulunan İslam ordularına kumandan olarak gönderilmesidir. Belazüri Fütüh’ul-Büldân isimli kitabında Müsenna b. Harise hakkında şunları nakletmektedir. “Müsenna b. Harise b. Seleme b. Damdam eş-Şeybanî, Irak topraklarına çok düşkün, kavminin ileri gelenlerinden birisi idi. Hz. Ebu Bekir onun haberini işitince onu araştırdı ve sordu. Bunun üzerine Kays b. Asım b. Sinan el- Münkiri şöyle dedi: ‘O bilinmeyen birisi değildir, nesebi mechul değildir, o güvensiz ve zelil birisi değildir, o Müsenna b. Harise eş-Şeybani’dir.’ Sonra Müsenna, Hz. Ebu Bekir efendimize geldi ve ona, ‘Ey Allah’ın Rasülünün Halifesi, beni kavmimden Müslüman olanlarla beraber görevlendir, şu Fars ve Acemlerle savaşayım’ dedi. Hz. Ebu Bekir ona istediklerini belirten bir mektup verdi. O da hemen bu mektupla kavmine gelip onları İslam’a davet etti. Onlar da Müslüman oldu. Sonra Hz. Ebu Bekir, Halid b. Velid el-Mahzumi’ye Irak’a gitmesini emreden bir mektup verdi. Halid b. Velid’in yüzü Medine-i Münevvere’ye dönüktü. Hz. Ebu Bekir aynı zamanda Müsenna b. Harise’ye Halid b. Velid’e itaat ve teslimiyet göstermesini emreden bir mektup gönderdi. Halid b. Velid Nebac’a geldiğinde Müsenna b. Harise ile orada buluştu.

Müsenna b. Harise hicretin on dördüncü yılında kendi toprakları olan Irak topraklarında Farslara karşı Müslümanlar’ın düzenlemiş olduğu Kas en-Natıf savaşında ağır bir yara aldı. Bu yara ile Kadisiye savaşından önce şehit olarak vefat etti.

Hz. Peygamber ile Buluşup İman Edenler

Mez’ur b. Adiy el-Icli:

Müsenna b. Harise eş-Şeybanı ile beraber Hz. Peygamber’e gelen heyette bulunanlardandır. Peygamber Efendimizin vefatından sonra da Hz. Ebu Bekir Sıddık’e heyet olarak gelmişlerdir. Mez’ur b. Adiy Halid b. Velid ile beraber Şam kalesinin fethine ve Yermük savaşına katılmıştır. Farslar’la yapılan savaşlarda etkisi büyüktür.

El-Haris Hassan b. Kelde el-Bekri:

Bu zat Medine-i Münevvere’ye gelip Rasulullah ile buluşmuştur. Rasulullah ona Hud’un kavmi olan Ad kavminin başına gelenleri sormuştur. Akim rüzgârıyla nasıl helak olduklarından bahsetmiştir. O da ya “Rasülallah onlar düşüp gitmişlerdir” demiştir.

K’ab b. Adiy et-Tenûhî:

Bu zat da Beni Şeyban heyetiyle beraber Medine-i Münevvere’ye gelmiş ve Rasulullah ile buluşmuştur. Kendisi Medine-i Münevvere’ye gelişinden ve kendi ahvalinden şöyle bahsetmektedir. “Ben Hire ehlinden gelen heyetle beraber Peygamber Efendimize geldim. O bize İslam’ı arz etti. Biz de Müslüman olduk. Daha sonra Hire’ye geri döndük. Hz. Peygamber’in vefatına kadar böyle devam ettik. Hz. Peygamber vefat edince arkadaşlarım şüpheye düştüler. ‘Eğer o peygamber olsaydı, ölmezdi’ dediler. Ben de onlara ondan önceki peygamberlerin de hep öldüklerini söyledim. Bunun üzerine İslam üzere sebat ettiler. Daha sonra Medine-i Münevvere’ye gitmek için yola çıktım. Yolda durumuna hayret ettiğim bir rahiple karşılaştım. Ona ‘Benim gönlümden geçen, murad ettiğim bir şeyi bana haber ver’ dedim. O da ‘Bana senin ismin geçen bir şey getir’ dedi. Bende Ona K‘ab ismini getirdim. Bana ‘Onu şu şiirin içine koy, çıkacaktır’ dedi. Ben de K‘ab ismini koydum, oradan gördüğüm gibi Rasulullah’ın sıfatını buldum. Peygamber Efendimizin ölümü onun dediği yerde meydana gelmişti. Bundan dehşete düştüm. Hz. Ebu Bekir’e gittim ve durumu ona anlattım. Onun yanında durdum. O da beni Mukavkıs’a gönderdi. Oraya gidip geldim. Sonra Hz. Ömer aynı şekilde gönderdi. Yermük savaşından sonra mektubunu ona ulaştırdım. Ancak ben ne olduğunu bilmiyordum. Bana dedi ki: ‘Rumlar’ın Arapları katlettiğini ve hezimete uğrattığını biliyor musun?”. Ben de “Hayır bilmiyorum” dedim. ‘Niçin bilmiyorsun?’ dediğinde ben ‘Çünkü Hz. Allah, Resulüne onun bütün dinler üzerine galip geleceğini vaat etmiştir, Hz. Allah vaadinden dönmez,’ dedim. O zaman dedi ki: ‘Evet, Araplar Rumları katletti, Allah’a yemin olsun ki Ad kavminin katli gibi oldu, sizin peygamberiniz doğru söylemiş. ‘Sonra bana sahabelerden sordu. Onlara hediyeler gönderdi. Ben de ona Peygamber Efendimizin amcası Abbas’ın hayatta olduğunu, onunla buluşabileceğini söyledim.

Hanzala b. Seyyar:

Hanzala, Cahiliye döneminde reis idi. Zi-kar savaşında kullandığı “Kubbe-i Hanzala” diye meşhur bir kubbesi vardı. Onun üzerinde Bekir b. Vail ile vuruştu, Farslar’la savaştı ve onları hezimete uğrattı. Bu haber Rasulullah’a ulaşınca, “Bu Araplar’ın Acemler’den kazandığı ilk gündür, benim sebebimle kazandılar.” Buyurdu. O zaferden sonra Hanzala (r.a) ganimetlerin beşte birini Hz. Peygamber’e gönderdi. Peygamber Efendimiz onu fetihle müjdeledi. Araplar daha önce ganimetleri dörtte bir olarak alıyorlardı. Hanzala, Hz. Allah’ın şu sözlerini işitince çok sevindi. '“Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah ’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer Allah’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Enfâl, 41). Hanzala b. Seyyar Arapları Farslara karşı savaşa teşvik etmekte büyük rol oynamıştır.

BÖLÜM III

RAŞİT HALİFELER DÖNEMİNDE IRAK’IN FETHİ

Raşit Halifeler Döneminde Müslümanların Irak’ı Fethetmek İstemelerinin Sebebi

Müslümanlar’ın Irak'ı fethetmek istemelerinin en önemli sebebi Hz. Peygamber'in Irak'ın fethini müjdelemesidir. Bu müjdelerden geçtiğimiz bölümde söz ettik. Buna ilâveten Raşit Halifeler döneminde meydana gelen fetih ve gazalarda çok önemli bir sebep olarak birçok tarihçi şu hususu zikretmektedir:

“Hz. Ebu Bekir’in halife olmasından hemen sonra meydana gelen savaşlarda Müslümanlar Fars ve Rumlar’la aynı anda mücadele etmeğe mecbur kalmıştı. Aslında Müslümanlar’ın o zamanlar büyük ordulara sahip olan bu iki devlet ile askerî karşılaşmaya niyetleri yoktu. Ancak bu devletler Müslümanları kendileriyle savaşmak mecburiyetinde bıraktı. Çünkü bu iki büyük devlet kendi aralarında yapmış oldukları değerlendirmelerde Müslümanları Arap yarımadasına hapsedip orada boğmak istiyordu. Bunun için Rum ve Farslar ridde olaylarında mürtedleri destekliyordu. Onların diğer Arapları Müslüman hilafet devleti üzerine kışkırtmaları gizli bir husus değildi.”

Bu konuda açıklayıcı olarak yalnızca Hıristiyan Secah bint el-Haris el-Yerbuiyye et- Temimiyye isimli kadının durumunun yeterli olacağı kanaatindeyiz. Bu kadın peygamberlik iddiasında olan yalancı peygamberlerden birsidir. Irak’dan Müslümanlar’la savaşmak için sayısı kırk bine ulaşan bir ordunun başında komutan olarak çıkmıştı. Secah isimli kadının bu kadar ordu ile Fars devletinin idaresinde bulunan topraklardan onların destek, teşvik ve yardımı olmadan çıkabileceğine nasıl inanılabilir? Bu teşvik ve yardım, kesin bir şekilde Fars ve Rumlar’ın daha önce de yaptıkları gibi yine Müslümanı Müslüman ile savaştırıp kırmak için çaba sarf ettiklerini ortaya koyan bir delildir.

Diğer bir örnek şudur: Fars hükümdarı, Münzir b. Numan’a elçi gönderdiğinde, daha çocuk yaşta olmasına rağmen onu çağırmış, bolca ikram ve ihsanda bulunmuştu. Ona tac giydirerek Hire’ye melik olarak göndermiş ve kendisine yüz tane at vermişti. Buna ilâve olarak yedi bin tane binekli ve yaya askeri de yanına vermişti. Onu Bekir b. Vail ile beraber Bahreyn’e mürtedlerle birleştirmek üzere göndermek istiyordu. Bahreyn’de Müslümanlar’la aralarında birçok çarpışma meydana gelmiş, burada Müslümanlar çok eziyete maruz kalmışlardı. Hatta Halife Hz. Ebu Bekir Ala b. Hadrami’yi göndermek durumunda kalmış, onunla bir akid yaparak kendisine Muhacir ve Ensar’dan iki bin kişi ilâve etmişti. Ona Bahreyn’e hemen gitmesini emrederek şöyle buyurmuştu: “Ey Ala, dikkat et! Uğradığınız her Arap mahallesini Bekir b. Vail ile savaşa teşvik etmeden geçmeyiniz. Çünkü onlar Münzir b. Numan b. Münzir ile beraber Fars hükümdarının yanından geldiler. Onun başına tac koymaya söz verdiler. Hz. Allah’ın nurunu söndürmek ve veli kullarını katletmek üzere azmettiler. Sen ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ de.”

Burada zaruri olan silahlı çarpışmalar olmuştu. Rum ve Farslar’ın bu kadar hazırlık ve hücumları karşısında Müslümanlar’ın eli kolu bağlı, sükût ederek beklemesi düşünülemezdi.

Irakta Farslar’la ilk çarpışmalar, Müsenna b. Harise eş-Şeybanî Münzir b. Numan ve Benî Bekr üzerine yapılan seferler tamamlanıp mürtedler Bahreyn’den kovulduktan sonra başlamıştır. Bu seferler Halife Hz. Ebu Bekir Sıddık’ın emriyle yapılmıştı. Çünkü o durumun tehlikesini fark etmiş ve Farslar’la savaşa girmenin akıbetini anlamıştı. Bunun için Irak’a “Allah’ın kılıcı” unvanının sahibi Halid b. Velid ve İyaz b. Müslim komutasında ordular göndermişti. Bu komutanlar askerî maharetleriyle birkaç ay içerisinde Irak’ta birçok bölgenin fethedilmesine muktedir olabilmişlerdi.

Rumlar ile Müslümanlar arasında ortaya çıkan ilk çarpışmalar ise ridde olayları esnasında Halid b. Said b. el-As’ın, Hz. Ebu Bekir’in emriyle ordulardan birisi üzerine gitmesini emrettiğinde hazırlanan tuzak zamanında başlamıştı. Hz. Ebu Bekir Halid b. Said’den Şam yolu üzerindeki Hicaz’ın kuzeyinde bulunan Teyma’da ordugâh kurmasını emretmişti. Halid b. Said’e düşmanlar saldırmadıkça savaş etmemesini söylemişti. Ancak Rumlar tuzak hazırladı. Önce Müslümanlar üzerine saldırıp onları savaşa soktuktan sonra sanki mağlup olmuş gibi Şam’ın içlerine doğru gerisin geriye çekilmeye başladılar. Müslümanlar da onları takip edince geriye dönüp kötü bir hezimete uğrattılar. Bu duruma Halife Hz. Ebu Bekir çok öfkelendi. Bu davranış Rumlar’ın Müslümanlara karşı ilk tuzakları değildi. Mute savaşında da aynı davranışta bulunmuşlardı. Eğer Halid b. Velid ordunun başına geçip onları söküp atmaya muktedir olamasaydı Müslümanlar büyük bir hezimete uğrayacaktı. Rumlar ve Farslar’la meydana gelen bu ilk karşılaşmalarında Müslümanlar her ne kadar üzülseler de büyük bir tecrübe kazanmış oldular. Farslar’ın ve Rumlar’ın niyet ve durumlarını anlamış oldular. Halife de münasip zamanda hazırlıklara başladı.

Taberî bu zamanda Hz. Ebu Bekir Efendimizin Şam’a yöneldiğini, oraya dönük   hazırlıklar yaptığını ifade etmektedir.

  Hz. Ebubekir Döneminde Irak’ın Fethi

Hz. Ebu Bekir zamanında Müslümanlar Bahreyn’de mürtedler üzerine galip gelip irtidat olayları bastırıldıktan sonra Müslümanlar’dan bir kısmı Bahreyn’de kalırken bir kısmı da oradan ayrıldı. Bu ayrılanlardan birisi Müsenna b. Harise eş-Şeybânî idi. O Irak’daki kabilesindeki kimseler ile beraber Farslar üzerine yapılacak hücumlara iştirak etmek için Irak'a döndü. Onun dönüş haberini Halife Ebu Bekir işitince durumu sordu. Bunun üzerine Kays b. Asım, Müsenna b. Harise eş-Şeybani’yi medh u sena ederek Müsenna’nın şanı bilinen, nesebi belli, itimada şayan birisi olduğunu söyledi. Sonra Müsenna b. Harise eş-Şeybânî Farslar’la cihad etmek için Irak topraklarında bulunmak üzere izin almak maksadıyla Halife ile görüşmek için aceleyle Medine-i Münevvere’ye geldi. Müsenna halifeye kendisine kavminden Müslüman olanlarla beraber Farslar’la gazâ etmesine izin vermesini istedi. Ebu Bekir de ona bir ahid yazdı. Ardından Müsenna b. Harise eş-Şeybânî hiç beklemeden kardeşi Mesut b. Harise’yi adamlarıyla beraber kendisine yardımcı olmasına izin vermesi için Medine-i Münevvere’ye Müslümanlar’ın halifesine gönderdi. Halifeye yazdığı mektupta Acemler’in kendilerinden korkup çekindiklerini, eğer Müslümanlar ile beraber savaşmasına izin verirse ve yardımcı kuvvet gönderirse bütün Müslümanlar’ın buna sevinip müşriklerin hor ve zelil olacağını bildirdi.

Halife Ebu Bekir Farslar ile savaşta Müsenna’ya bir ordu ile yardım gönderileceğini kararlaştırdı. Bunun için de Halid b. Velid’i seçip ordusuyla beraber öncelikle Übülle bölgesinden başlamak üzere savaşmak için Irak’a gönderdi. Übülle bugün Basra olarak bilinen yerdir.

Halife göndermiş olduğu mektubunda Halid b. Velid’e Irak’a hareket etmesini ve Farslara iyi davranmasını emretti. Şa’bi, bu mektupta Halifenin, Halid b. Velid’e Irak’a hareket edip oraya girmesini, Übülle tarafından başlamasını, Fars halkına ve onların idaresinde bulunan diğer milletlere iyi davranmasını yazdığını söylemektedir.

Taberî, Halid b. Velid’e Halifenin öncelikle gitmesini emrettiği Basra bölgesinin ehemmiyetinin büyük olduğunu, Farslar’ın çıkış noktasında bulunduğunu, Irak’ın her yönden güçlü bir bölgesi olup, orada bulunanların denizde ve karada Araplar’la savaşma gücünün kuvvetli olduğunu ifade etmektedir.

Halife aynı zamanda Nibac ve Hicaz bölgesi arasında bulunan İyaz b. Ganem’e de Irak’a hareket etmesini bildirdi. Önce Musayyah bölgesine gelip oradan Irak’a yukarı taraftan girmesini söyledi. Halid b. Velid ile buluşuncaya kadar devam etmesini, zorlayıcı olmamasını, gönüllü olanlarla gitmesini, geriye dönmek isteyenlere izin vermesini tembihledi. Sonra Hz. Halid ve İyaz, Halifeden kendilerine yardımcı kuvvet olarak asker göndermesini talep ettiler. Halife de Halid b. Velid’e destek olarak Ka’ka’ b. Amr et- Temimi’yi gönderdi. İyaz b. Ganem’e ise Abd b. Avf el-Himyerî’yi gönderdi. Bazı kimseler yardımcı kuvvet olarak bir kişinin gönderilmesine itiraz edecek olunca Halife onlara içerisinde Ka’ka’ gibi birisinin bulunduğu ordunun yenilmeyeceğini, Ka’ka’nın asker içinde sesinin bile bin adamdan daha güçlü olduğunu ifade etti.

Bunun yanında Halife Halid b. Velid ve İyaz b. Ganem’e irtidat ehlinden savaşanlardan uzak durmalarını, onlardan hiçbirisini kendi haberi olmadan orduya kabul etmemelerini istedi. Halid b. Velid Irak’a on bin kişilik bir ordu ile vasıl oldu. Aynı zamanda Irak’ta bulunan dört komutanın emrindeki sekiz bin kişilik ordu da onlara ilâve oldu. Bu dört komutan Müsenna, Mez’ur, Selma ve Harmele idi. Böylece Halid b. Velid, on sekiz bin kişilik ordu ile Hürmüz’ün karşısına çıktı.

Aynı zamanda Halife Ebu Bekir Sıddık, Halid b. Velid’e Irak’a aşağısından, güney tarafından, İyaz b. Ganem’e ise yukarısından, kuzey tarafından girmesini, sonra Hire’ye yönelmelerini, Hire’ye önce kim gelirse onun diğerine de emir olduğunu yazmıştı. Halife onların Hire’ye girip orada toplanınca Farslar’ın geçiş noktalarının kesilmiş olacağını, Müslümanlar’ın arkasından gelme endişesinin olmayacağını, orada bir grubun Müslümanları korurken diğer gurubun Farslara ve onların karargâh ve ordugâhlarına ve önemli merkezleri olan Medain’e hücum etmesini emretti.

Hz. Halid Irak’a, Hicret’in on ikinci yılında Muharrem ayında girdi. İyaz b. Ganem Hire’ye daha önce girdiği için her iki ordunun da komutanı oldu.

Hz. Ömer Döneminde Irak’ın Fethi

Hz. Ömer Döneminde Irak’ın Fethinde Uygulanan Yeni Siyaset

Hz. Ebu Bekir halife olduktan iki sene sonra ahiret âlemine irtihal etti. Onun arkasından Hz. Ömer halife oldu. Yeni halifenin ilk işi Irak’ın fethi ile ilgili komutan Hz. Müsenna ve ordusuyla alakalı olarak önceki Halife Hz. Ebu Bekir Sıddık’ın vasiyetini yerine getirmek oldu. Hz. Ömer hemen kalkarak insanları topladı, onları Irak’taki savaşa teşvik etti ve şöyle buyurdu: “Eğer siz Allah yolunda cihada devam ederseniz Hicaz sizin vatanınız olmaya devam eder. Hicaz halkı ancak bu şuur ile güçlenebilir. Allah’ın vaadine kavuşmak isteyen mücahitler nerede? Allah’ın kitabında yeryüzüne varis kılacağını müjdelediği vaade ulaşmak isteyenler durmayınız, Allah yolunda yürüyünüz. Çünkü Hz. Allah kitabında şöyle buyuruyor: “O Allah Resulünü hidayet ve hak din ile bütün dinlere galip kılmak üzere gönderdi. Buna şahit olarak Allah yeter.” (Fetih, 28). Hz. Allah dinini galip kılacaktır. Dinine yardım edenleri aziz kılacaktır. İnananları iş başına getirecek bütün milletlere mirasçı kılacaktır. Allah’ın muhlis kulları nerede?”

Yeni halife olan Hz. Ömer’in cihada davetine ilk icabet eden Ubeyde b. Mes’ud es- Sekafî oldu. Sonra Sa’d b. Ubeyd ve Selit b. Kays icabet etti. Daha sonra Irak’a cihat için gitmek üzere insanlar rağbet gösterdiler ve birbiriyle yarıştılar. Hz. Ömer Ubeyde b. Mes’ud es-Sekafi’yi Irak’a cihat için gitmek isteyen insanlar üzerine emir tayin etti. On bin kişiden oluşan bir ordu teşkil ederek onların başında komutan olarak Irak’a gönderdi. Onlara uymaları gereken prensipleri, Farsları İslam’a davet ederken, özellikle Ehl-i kitaba karşı ne şekilde davranılması gerektiğini, savaş ile ilgili siyasetini, tavsiyelerini bildirdi. Onlara şöyle dedi: “Ey Peygamberin Ashabı, beni dinleyin! Emrime itaat edin. Bir şey açıkça ortaya çıkmadan acele etmeyin. Çünkü bu savaştır. Savaş ancak fırsatları değerlendiren, bekleyen tedbirli kimseler tarafından kazanılır.”

Halife Hz. Ömer sözlerine şöyle devam etti: “Siz hainliğin, hile, tuzak ve zorbalığın çok olduğu bir yere gidiyorsunuz. Biliniz ki şerre çok cür’et eden bir topluluk üzerine gidiyorsunuz. Hayrı ve iyiliği unutan, bilmeyen bir kavim ile savaşacaksınız. Bakın bakalım nasıl olacak? Dilinizi koruyun. Sırrınızı açığa vurmayın. Çünkü sır sahibi onu koruyabilendir. Başkalarının hiçbir yönden sırrına ulaşamadığı kişidir. Sırrını zayi eden kişi sır sahibi olamaz.”

Farslar büyük bir dağınıklığa düştükten sonra Yezdücerd’in etrafında tekrar toplanınca Halife Hz. Ömer b. Hattab’ın siyaseti de değişti. Farslar’ın yeni siyasetine göre tedbir aldı. Ordu ve askerlerini tehlikeden korumayı temin cihetine gitti. Bunun için askerî siyasetini bildiren mektubunu Müsenna b. Harise’ye gönderdi. Mektupta şunlar yazıyordu: “Bundan sonra Acemler’in karşısına çıkınız. Sizin topraklarınızdan ve Acemlerin toprakları hududunu takip eden yerlerden su boyunca dağılınız. Rabia ve Mudar kabilelerinden onların yardımcılarından hiçbir kimseyi bırakmayın. Necidliler’den ve bineklilerden hiç kimseyi bırakmayın. Hepsini çağırın. Eğer isteyerek gelirlerse hepsini toplayın. Bu şekilde savaş düzeni alın.”

Yeni Strateji ve Irak Savaşında Yeni Komutan

Farslar Yezdücerd’in etrafında toplanarak yeni askerî saldırılara başlayıp, askerlerini Irak topraklarına dağıtınca Halife Ömer b. Hattab Farslara karşı yapılacak savaşa hazırlık yapmak üzere bizzat kendisi savaşa katılmaya karar verdi. Ancak sahabeler bu karara karşı çıkarak kendi yerine bedel olarak diğer sahabelerden birisini göndermesini istedi. Halife de bunu kabul ederek sahabelerden Cennet’le müjdelenenlerden birisi olan Sa’d b. Ebi Vakkas’ı (r.a.) göndermeye karar verdi. Onu Irak’a gönderirken şunları söyledi: “Ey Sa’d! Benî Vüheyb’in Sa’d’ı, Rasülüllah’ın arkadaşı ve dayısı olmak seni gururlandırmasın. Çünkü Hz. Allah kötülük ile kötülüğü gidermez. Ancak iyilik ile kötülüğü giderir. Allah katında kimsenin soyu sebebiyle üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. İnsanların insan olması itibariyle Allah katında şereflisi de, aşağı durumda olanı da müsavîdir. Hz. Allah insanların Rabb’idir. İnsanlar da Hz. Allah’ın kullarıdır. Afiyet ile birbirinden üstün olurlar. İtaat ile Allah katında olana ulaşırlar. Rasülüllah’ın peygamber olarak gönderildiği günden aramızdan ayrıldığı güne kadar olan gördüğün emirlerine bak. Onları kendine prensip eyle. Benim sana vaaz ve nasihatim budur. Eğer bunları terk edip yüz çevirirsen amellerin boşa gider. Hüsrana gidenlerden olursun.”

"^Halife Hz. Ömer b. Hattab daha sonra acem ve Iraklılara karşı uygulanacak plan ve siyasetini bildiren hususları ifade ederek Sa’d b. Ebi Vakkas’a vasiyetlerine şöyle devam etti: “Ben seni Irak savaşını deruhte etmek üzere görevlendiriyorum. Vasiyetimi iyi tut. Sen çok zor, istenmeyen, ancak hak ile elde edilebilecek bir emir ile vazifeli bulunuyorsun. Sen ve seninle beraber olanlar ancak hayra dönün, hayırla başlayın. Biliniz ki her şeyin bir anahtarı vardır. Hayrın anahtarı da sabırdır. Sabır, başına gelene ve gelecek olana dayanmaktır. Hep Allah korkusu üzerine toplanın. Allah korkusu iki emirde toplanır. Bu iki emir Hz. Allah’ın emirlerine itaat ve yasaklarından kaçınmaktır. Allah’a itaat Hz. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, ahireti sevip dünyaya buğz etmekle olur. Hz. Allah’a isyan ise dünyayı sevip ahirete buğuz etmekle meydana gelir. Hz. Allah’ın kullarının kalbinde inşa ettiği hakikatler vardır. Bunlardan bazısı gizlidir bazısı ise açıktır. Alenî olan, kişinin kendisini öveni de yereni de gerçekte bir görmesidir. Gizli olan ise dilden kalbe gelen hikmetin ortaya çıkmasıyla, insanları sevmekle bilinir. İnsanların da sevgisini kazanmaya çalış. Peygamberler Hz. Allah’tan muhabbetini istediler. Çünkü Allah bir kulunu severse insanlara onu sevdirir. Hz. Allah bir kuluna buğz ederse insanlar da onu sevmez. Allah katındaki mertebeni insanlar katındaki mertebene göre tayin et. Müslüman askerlerden Medine’de toplananlardan senin emrin ile başlayanlara önem ver.”

Irak emiri, Sa’d b. Ebi Vakkas’a ve askerlerine gönderdiği başka bir mektubunda ise Halife Hz. Ömer b. Hattab Irak savaşında Müslümanlar ve gayri müslimlerden Mecusî ve Ehl-i kitap ile muamelelerinin nasıl olacağını bildirmiştir. Ayrıca uyulması gereken siyaset usulünü hakîmâne bir şekilde güvenilir kurallara uygun bir tarzda şu sözleriyle ifade etmiştir:

“Bundan sonra, sana ve senin ile beraber olan askerlerine her halde Allah’dan korkmayı emrediyorum. Çünkü Allah korkusu savaşta düşmana karşı yapılacak en önemli hazırlıktır. Sana ve seninle beraber olan askerlerine düşmandan daha fazla günah ve isyandan korkmanızı emrediyorum. Çünkü askerin günahı size düşmanın korkusundan daha kötüdür. Hz. Allah Müslümanlara düşmanların günahından dolayı yardım etmektedir. Eğer bu durum olmasaydı onlara karşı bizim üstün olduğumuz bir kuvvetimiz olmazdı. Onların sayısı bizim sayımızdan çoktur. Onların kuvveti bizim kuvvetimizden fazladır. Günah ve ma‘siyette biz onlarla aynı durumda olursak onlar kuvvet bakımından bizden üstün olurlar. Bize faziletimiz ile Hz. Allah tarafından yardım edilmezse biz kendi kuvvetimizle onlara galip gelemeyiz.

Biliniz ki her hareketinizde sizi koruyan Hz. Allah’tır. Bizim her işlediğimizi O bilir. Hz. Allah’tan hayâ ediniz. Allah yolunda gazâ halindeyken günah işlemekten sakınınız. ‘Düşmanımız bizden daha şerlidir, biz kötülük yapsak bile bu düşman bize musallat edilmez’ demeyiniz. Nice kavimler vardı ki kendilerinden daha şerli olanlar, onların üzerlerine musallat edilmiştir. Bu Hz. Allah’ın yerine gelen vaadi olmuştur. Düşmanlarınıza karşı Hz. Allah’tan yardım istediğiniz gibi kendiniz için de yardım isteyiniz. Yürüyüş halinde Müslümanlara yumuşaklık ile muamele ediniz. Onları yoracak şekilde sertlik ile muamele etmeyiniz. Bulundukları yerde de askerlerinize yumuşak muameleyi terk etmeyiniz. Her Cuma günü ve gecesi askerlerinle beraber ol. Ta ki onlar rahat edip dinlensinler. Silahlarının ve diğer malzemelerinin temizlik ve bakımını yapsınlar.

Askerlerinizin konakladığı yerleri zimmet ve sulh akdine sahip olanların köylerinden uzak tutunuz. Arkadaşlarınızdan zimmet ehlinin bulundukları yerlere ancak dinine güvendiklerinizden olanlar girsin. Başkaları girmesin. Zimmet ehlinden birisine bir haksızlık yapılmasın. Onlara sabır ile denendiğiniz gibi vefa göstermekle de deneniyorsunuz. Zimmet ehlinin dokunulmazlık hakları vardır. Eğer onlara sabrederseniz hayır ile karşılaşırsınız. Sulh ehline zulmettiğiniz zaman harp ehline karşı yardım olunmazsınız.

Düşman topraklarının yakınına ayak bastığınız zaman onlar ile aranızda haber getirenlere dikkat et. Onların durumu size gizli olmasın. Senin yanında Araplar’dan veya o belde halkından doğruluğuna güvendiğiniz kimseler olsun. Yalancının bazı sözleri doğru olsa bile ondan size fayda gelmez. Durumu karışık olan kimse, senin lehine değil aleyhine casus olur. Düşman topraklarına yaklaştığın zaman onlardan haber aldığın kimseleri çoğaltırsın. Sizin ile onlar arasındaki durumları tespit edecek gizli adamlarını yayarsın. Öncü kuvvetler ile onlara gelecek yardım ve desteği kesersin. Casusların ile düşmanın zaaflarını öğrenirsin. Casuslarını kendi arkadaşlarından zarar gelebilecek kimselerden korursun. Onlara hızlı giden atlardan istediklerini seçme hakkı verirsin. Eğer düşmana yetişirlerse arkadaşlarından yetişen ilk kuvvet olur. Onlara hızlı giden atlardan istediklerini seçme hakkı verirsin. Eğer düşmana yetişirlerse senin kuvvetlerinden senin arzuna göre yetişen ilk kuvvet olur.

^Casuslarını cihat ehli, sabırlı ve dayanıklı kimselerden seçersin. Onların hiçbirisini kendi hevasına göre hareket edenlerden seçmezsin. Özel kuvvetlerinden daha çok senin görüşünü zayıflatacak, emrini zayi edecek kimse olmaz. Hiçbir casus ve gözcüyü zayi olacak, galip geleceğinden korktuğunuz yerlere göndermezsin. Düşmanı gördüğün zaman onlara casus ve gözcülerini ilâve edersin. Kuvvetlerini ve plan yapacak adamlarını toplarsın. Savaşa zorlanmadıkça acele etmezsin. Ta ki düşmanın zaaf yönlerini ve savaş kabiliyetini göresin. Girdiğin yerin halkını bildiğin gibi, topraklarını da tanı. Düşmanın sana yapabileceklerini sen de ona yapabilecek durumda olursun. Askerinin nöbetçilerle korunmasına dikkat edersin. Aranızda anlaşma olduğu halde uymayıp yakalanarak getirilen esirlerin boynunu vurursun. Böylece sizin ve Hz. Allah’ın düşmanları sizden korkmuş olur. Hz. Allah sizi ve sizinle beraber olanların yardımcısıdır. Düşmanlarınıza karşı size yardım edecektir. Sığınılacak olan Hz. Allah’tır.

Görüldüğü uzere Hz. Ömer Sa'd b. Ebi Vakkas'a yaptiğı tavsiyelerinde savaşta düşmana karşı uygularnacak siyaseti ve uygulanacak yeni stratejiyi bütün açıklığıyla ortaya koymuştur.

Askerî Gelişmelerin Siyasetin Yenilenmesini Gerektirmesi

Hz. Ömer bu şekilde Farslar’la yapılan savaşta ve Irak'ı fetih hareketlerinde yeni bir strateji belirleyip Sa'd b. Ebi Vakkas'ı yeni komutan olarak tayin ettikten sonra, Sa’d b. Ebi Vakkas’a bir mektup yazarak Farslar’la savaşta uygulanması gereken yeni siyasetini ortaya

koydu: Hz. Ebubekir zamanındaki siyasetin tahkîmini ve onun daha da geliştirilmesini ihtiva eden bu yeni siyaset Hz. Ömer ile Hz. Sa'd asrasındaki mektuplaşmalarda açıkça görülmektedir.

Hz. Ömer bu husustaki mektubuna şöyle başlıyordu: “Bundan sonra,

Müslümanlar’dan seninle beraber olanlarla Fars tarafına kıyıdan yürü. Hz. Allah’a tevekkül et. Bütün işlerinde Allah’a sığın. Bil ki sen sayıları çok fazla olan bir millet ”98 üzerine gidiyorsun. Hazırlıkları da çoktur. Kuvvetleri de korkutucu durumdadır...

S’ad b. Vakkas’a yazdığı mektupta Halife Hz. Ömer yine ona vaaz ve nasihat ederek sabır ve âfiyet diledi. Irak topraklarında olup bitenleri tafsilatlı bir şekilde kendisine yazmasını istedi. Gelişen olayları hemen bildirmesini, kendisinin oradaymış gibi bilgi sahibi olmasını arzuladığını yazdığı mektubunda şu ifadeleri kullandı:

“Bundan sonra kalbine danış. Askerlerine niyetlerini yenilemeleri konusunda vaaz et. Gaflete düşeni yeniden uyandır. Sana çok çok sabrı tavsiye ediyorum. Hz. Allah’tan yardım niyete göre gelir. Ecir de gayrete göre verilir. Yolunda olduğun Hz. Allah’tan çok çok sakın. Hz. Allah’dan afiyet isteyiniz. ‘La havle ve kuvvete illa billâh’ duasını çok okuyunuz. Düşmanın nerede toplandığını, sizinle savaşacak reislerinin kim olduğunu öğrenince bana bildir. Üzerine hücum ettiğiniz kimselerle ilgili bazı noktalarda ve düşmanın aldığı bazı kararlarda bilgim az olduğu için sana yazamadım. Ordunun yerleşme durumunu bana izah et. Medâin ile aranızdaki beldeleri de sanki ben önümde görüyormuşum gibi genişçe bildir. Bütün işlerinizi bana açıkça yaz. Hz. Allah’ın azabından kork ve O’nun rahmetini ümid et. Hz. Allah’ın vadini gerçekleştireceğini iyi bil. Bundan dolayı olacakları kendisinden başka değiştirecek olmayan Hz. Allah’a tevekkül et. İşi senin elinden alıp sizi başkalarıyla değiştirmesinden sakın.”

Bu mektubu alan S’ab b. Ebî Vakkas hemen Halife Hz. Ömer b. Hattab’a cevap olarak kendi durumunu, Müslümanlar’ın durumunu, askerlerin vaziyetini, Farslar’dan düşmanların mevzilerini ve bunlara bağlı hususları bildiren bir mektup yazdı. Bu mektubunda şunları söyledi:

“Kadisiye, Hendek ve Atik arasındadır. Kadisiye’nin solunda yeşil deniz vardır. İki yol arasından Hire’ye doğru açığa çıkan bir boşluktadır. Bu iki yoldan birisi sırt üzerindedir. Diğeri ise Hadud denilen nehrin kıyısı üzerindedir. Bu nehir Havarnak ile Hire üzerinden akıp doğmaktadır. Kadisiye’nin sağından Velce’ye doğru bu nehrin sularından bir su akmaktadır. Köylerden bizden önce Müslümanlar’la anlaşma yapanlar Farslar’ın davetine icabet etmektedir. Onları kuşatmış durumdalar. Bizim karşımıza çıkmak için hazırlanmaktadırlar. Bizim karşımıza çıkmak için Rüstem ve onun gibi kumandanları hazırlamaktadırlar. Onlar bizi yenmek ve mağlup etmek istemektedirler. Biz de onları mağlup etmek ve hizmete uğratmak istemekteyiz. Artık bundan sonra Hz. Allah’ın takdiri olacaktır. Hz. Allah’ın bizim takdir ettiğine, kazasına teslim olmuş durumdayız. Hz. Allah’ın hükmünün en hayırlısını taleb etmekteyiz. Âfiyette de Hz. Allah’ın hayırlı takdirini taleb etmekteyiz.”

Hz. Ömer de cevaben şöyle dedi: “Mektubun bana ulaştı. Söylediklerini anladım. Hz. Allah düşmanı karşına çıkarıncaya kadar yerinde kal. Bundan sonra olacaklara bak. Eğer Hz. Allah düşmanları gerisin geriye döndürürse Medâin’e kadar onları bırakma. İnşallah bu onların harab olmasıdır.”

Hz. Ömer’in Gayri müslimlerin Haklarına Riayet Edilmesini İstemesi

Halife Hz. Ömer b. Hattab, S’ad b. Ebi Vakkas’a Ehl-i kitaptan zimmet ehline Müslümanlarla yaptıkları anlaşmalarda eman ve ahde riayet edilmesinin çok önemli olduğunu bildiren mektuplar yazdı. O mektuplarda ahde vefa gösterilmesini, şek ve şüphe olsa bile ahdin bozulmamasını istemiştir. Çünkü zimmet ehli ile Müslümanlar arasında oluşacak güvenin düşmanlara fırsat vereceğini, onların sarsılıp gayretlerinin boşa gideceğini söylemiştir. Bu konudaki mektubunda Halife Hz. Ömer b. Hattab, S’ad b. Ebi Vakkas’a şunları yazmıştır:

“Benim kalbime doğan inşallah düşmanla karşılaştığınız zaman onları hezimete uğratacağınızdır. İçinizden şüphe ve endişeyi atınız. Güven ve korunmayı tercih ediniz. Acemler’den birisi sizden emân isterse bunu işaret veya diliyle ifade etse derhal veriniz. Çünkü Acem konuştuğunu anlamamış olabilir. Bu işaret onlara göre emân istemek olabilir. Siz de bunu emân olarak kabul ediniz. Çok gülmekten sakınınız. Vefaya sarılınız. Vefaya riayet kalıcıdır. Vefayı bozmak helake götürür. Bu durum düşmana kuvvet kazandırır.

Gücünüzü zayıflatır. Gücünüzün devam etmesini engeller. Dikkat ediniz! Sizi Müslümanlara karşı haksızlık yapmaktan sakındırırım.”

Hz. Osman ve Hz. Ali Dönemlerinde Irak’ın Fethi

Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in zamanında Irak’ın fethi tamamlandı. Ancak Hz. Osman’ın halifeliği zamanında Irak’ın doğusunda İran ve civarındaki şehirlerde fetihler devam etti.

Hz. Ali b. Ebî Talib zamanında ise Irak, devletin karargâhı ve başkenti oldu. İslam devletine tâbi diğer devletlerin işleri de oradan yürütülür oldu. Orada savaş ve gazâlar bittikten sonra Hz. Ali Efendimiz zamanında Ehl-i kitap ve Mecusîler’le barış ve selâmet içinde yaşama konusunda örnek bir durum ortaya çıktı.

BÖLÜM IV

IRAK’IN FETHİ ESNASINDA EHL-İ KİTAP VE MECUSÎLERİN
İSLAM’A DAVET EDİLMELERİ, İSLAM HÂKİMİYETİNDE BARIŞ
İÇİNDE YAŞAMALARI VE MÜSLÜMANLARLA İLİŞKİLERİ

Irak’ın Fethinde Ehl-i kitap ve Mecusîler’in İslam’a Davet Edilmelerinden "^Örnekler

Irak’ta İslamî fetih siyaseti Kur’an-ı Kerimden ve Hz. Peygamberin sünnetinden alınan İslamî esaslara dayanmaktadır. Burada Rasulullah’ın Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilerle olan ilişkilerinde takip ettiği pratik yol izlenmiştir. Bu siyasetin ana esasları vardır. Davet ve iyi ilişkiler, bu siyasetin bir kısmıdır. Biz, bu davetin örneklerini ve şekillerini burada ele almaya çalışacağız.

Hz. Muhammed’in Fars Kisrasını İslam’a Davet Etmesi

Farslar’la Müslümanlar arasında meydana gelen İslam’a ilk davet ve yazışmalar Hz. Peygamber'in krallara mektuplar yazmayı kararlaştırdığı zaman başlamıştır. Bu mektuplardan birisi Kisra’ya gönderilmiştir. Tarih ve siyer kaynakları Said b. Müseyyeb’den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber Kisra, Kayser ve Necaşi’ye bir mektup yazmıştır. Bu mektubuna ‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla Allah’ın Rasülü Muhammed’den Kisra, Kayser ve Necaşi’ye’ diyerek başlamış ve şöyle devam etmiştir: Bundan sonra “De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.’ Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahit olun, biz Müslümanlarız.” (Âl-i İmrân, 3/64)

Farslar’ın Kisrası, Hz. Peygamber’in mektubuna değer vermedi, dönüp bakmadı. Ona olan muamelesi saygısızca alay edip mektubu yırtıp atmak oldu. Rasulullah da bu haberi alınca Kisra’nın mülkünün parçalanıp yıkılması için dua etti. “Kisra dağıldı. Onun milleti de dağıldı” buyurdu. Kayser’e gelince o şöyle dedi: “Bu mektup Süleyman aleyhisselamdan sonra ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diye başlayan gördüğüm ilk mektuptur.” Hemen kendilerini tanıdığı, Şam’da ticaret yapan Ebu Süfyan ve Muğıre’yi çağırarak onlara gelen mektupta bahsedilen Peygamber ile ilgili bilgi sordu. Durumu öğrendikten sonra, “Babam feda olsun eğer o peygamberin yanında olsaydım onun ayaklarını yıkardım. Benim elimin altında olan her şey feda olsun dedi.”

Muhammed b. İshak şöyle rivayet etmiştir: Rasulullah, Abdullah b. Hüzafe b. Kays’ı Farslar’ın Meliki Kisra b. Hürmüz’e gönderdi. Onunla gönderdiği mektupta şunlar yazılıydı: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla... Bu ümmî nebi olan Allah’ın Rasülü Muhammed’den Farslar’ın büyüğü Kisra’ya yazılmış bir mektuptur. Selâm hidayete tabi olan, Allah ve Rasülüne iman eden, Allah’dan başka ilah olmadığına, yalnızca bir tek Allaha; eşi, benzeri olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve Rasülü olduğuna inananlara olsun. Seni Allah’ın davetiyle İslama davet ediyorum. Ben Hz. Allah’ın bütün insanlara gönderdiği peygamberiyim. Hayatta olanları uyarmak için gönderildim. İnanmayanlara Allah’ın sözü hak olarak gerçekleşecektir. Müslüman ol selâmete er. Eğer yüz çevirirsen bütün Mecusiler’in günahı senin boynunadır.” Kisra’ya Hz. Peygamber’in bu mektubu okunduğu zaman onu yırttı. ‘Bizim kölemiz olan kimseler bize böyle bir mektup yazmış!’ dedi. Muhammed b. İshak şöyle devam etmektedir: “Rasulullah’a Kisra’nın, mektubunu yırttığı haberi ulaşınca ‘Hz. Allah onun mülkünü yıksın!’ buyurduğu bana ulaştı.” Gerçekten Hz. Peygamber’in kendisine haber verildikten sonra onların aleyhine yapmış olduğu duası tahakkuk etti. Hz. Allah Kisra’nın saltanatını yıktı. İşleri karıştı. İdaresi ve tahtı gitti. Ondan sonra Kisra ve Kayser gelmedi.

es-Sallabî de şöyle demektedir: “Rasulullah’ın haber verdiği olaylar bütün incelikleriyle meydana geldi. Kisra’nın tahtı Şeruye lakaplı oğlu Kubaz tarafından ele geçirildi. Miladi 628 yılında Kisra hor ve hakir olarak katledildi. Onun ölümünden sonra da Farslar’ın saltanatı sarsıldı. Ülke, hâkim olan Kisra’nın çocukları elinde oyuncak haline geldi. Şeruye ancak altı ay yaşayabildi. Tahtına on dört yıl içinde on tane kral oturdu. İnsanlar Yezdücerd’in etrafında toplanıncaya kadar devletin ipi sallandı. Yezdücerd Sasanîler’in son kralı oldu. Sonra Müslümanlar tarafından fethin gerçekleşmesiyle dört asırdan fazla bir zamandan beri devam eden Sasanî Krallığı tamamen yıkılmış oldu. Bu miladi 637 yılında gerçekleşti. Böylece Peygamber’in vermiş olduğu haberler sekiz sene zarfında tahakkuk etmiş oldu.

Halid b. Velid’in Hürmüz ve Kavmini İslam’a Davet Etmesi

Halid b. Velid Farslar’la daha ilk karşılaşmalarında Hz. Ebu Bekir Sıddık’ın vasiyetine uyarak ilk icraat olarak onları İslama davet etti, İslam nizamını ve yolunu anlattı. Nitekim Hürmüz’e gönderdiği mektupta kendisinin ve halkının Müslüman olmasını veya cizye vermesini istedi. Bunlardan biri kabul edilmediği zaman harp edileceğini bildirdi. O mektubunda şöyle diyordu: “Bundan sonra Müslüman ol selamete er veya kavmin ve kendin için cizye vermek mukabilinde zimmeti kabul et. Eğer bunlardan birisini kabul etmezsen kendinden başka kimseyi suçlama. Sana, yaşamayı sevdikleri gibi ölümü de seven bir topluluk ile geldim”.

Hürmüz, Halid b. Velid’in mektubunu kabul etmedi. Savaş yapmak üzere hazırlık yaptı. Bunun üzerine Müslümanlarla Farslar arasında Zâtü’s-selâsil gazvesi yapıldı. Bu savaşta Farslar hezimete uğradı ve Hürmüz katledildi. Müslümanlar Farslar’dan bin deve yükü ganimet elde etti. Halid b. Velid Hire etrafındaki kaleleri fetih için seriyyeler gönderdi. Oralardan da birçok mal ganimet olarak alındı. Halid b. Velid, Hz. Ebu Bekir’in vasiyetine uyarak kendileriyle savaşa katılmayan köylülerle savaşmadı bilakis onlara çok iyi muamele etti. Onları kendi bulundukları topraklarda bıraktı. Çiftçilik yapmalarına, ürünlerini elde edip çalışmalarının karşılığını almalarına izin verdi. Ancak Müslüman olanlara zekât, kendi dini üzere kalmak isteyenlere de cizye takdir etti. Bu Farslar’ın aldığından çok çok az bir yekûn tutuyordu. Farslar’ın toprakları elinden alınmadı. Yeni fetih esnasında insanî kardeşlik ve adalet ilkelerine riayet edilerek İslam devletinde yeni 107

unsur olarak kendilerine ihsanen çalıştıkları yerlerde bırakıldı.

Halid b. Velid’in Farslara Özel ve Genel Mektup Yazması

Halid b. Velid Irak’ta savaş ve hücumlardan önce mutlaka mektup yazar, bir anlaşma zemini arardı. Mecusiler’in sulh ve anlaşmayı kabul etmedikleri Zatü’s-selâsil gazvesi bitmişti. Müslümanlar zafer kazanıp diğer yerlere intikal etmişti. Hz. Ebu Bekir sıddık’ın emrettiği gibi Hire’nin fethi tamamlanmıştı. Bundan sonra Halid b. Velid, Medâin’de Farslara biri özel, diğeri genel olarak iki mektup yazdı. Bu iki mektuptan birisini Hire Hıristiyanları’ndan bir adam ile, diğerini ise Nabat kabilesinden birisiyle gönderdi. Halid b. Velid, Hire halkının elçisine isminin ne olduğunu sordu. O da Mürre olduğunu söyledi. Bunun üzerine mektubu alıp Fars halkına götürmesi istendi. Hz. Allah’ın onların yaşayışını bozacağını ya Müslüman olmaları veya boyun eğmeleri gerektiğini ifade etti. Diğer elçiye isminin ne olduğunu sorunca Hizkil olduğunu söyledi. Ona da mektubu alıp götürmesini söyledi.

Farslara gönderilen ve hususî olarak ifade edilen birinci mektupta şunlar yazıyordu: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Halid b. Velid’den Fars meliklerine yazılmış mektuptur. Bundan sonra, sizin düzeninizi bozan, planlarınızı zayıflatan, sözlerinizi ayıran Hz. Allaha hamd ederim. Eğer Hz. Allah böyle yapmamış olsaydı sizin için şerli olurdu. Şimdi bizim emrimize girin ki sizi kendi halinizde topraklarınızda bırakalım. Sizi başkalarına tercih edelim. Eğer bunları kabul etmezseniz hoşunuza gitmese bile galip olanların yaptığı sizin başınıza gelir. Bilin ki size, yaşamayı sevdiği kadar ölümü de seven bir toplulukla geliyoruz.”

İkinci olarak Farslara genel olarak hitap eden mektupta ise şunları yazıyordu: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Halid b. Velid’den Fars halkına yazılmış bir mektuptur. Bundan sonra, Müslüman olunuz ki selâmete eresiniz. Eğer Müslüman olmazsanız bizden zimmeti kabul ediniz. Cizye ödeyiniz. Bunu da kabul etmezseniz biliniz ki size, sizin, şarap içmeyi sevdiğiniz kadar ölümü seven bir toplulukla geliyoruz.”

Halid b. Velid’in Şam’a İntikal Etmesinden Sonra Müsenna b. Harise'nin Farslara Yazdığı Mektuplar

Halid b. Velid Şam’a intikal ettikten sonra Müsenna b. Hârise eş-Şeybanî Irak’ta emir oldu. Farslar Halid b. Velid’in gidişini fırsat bilerek Müslümanlar’ın üzerine kuvvet göndermeyi düşündüler. O zaman Farslar’ın kralı öldürülmüştü. Onun yerine oğlu Şehriyar b. Erdeşir b. Şehriyar melik olarak geçmişti. Müsenna b. Harise eş-Şeybani’nin karşısına sayıları on bin civarında olan büyük bir ordu gönderdiler. Bu ordunun başında Hürmüz b. Hâdûye vardı. Şehriyar Müsennab, Harise eş-Şeybanî’ye bir mektup yazdı. Mektubunda şöyle dedi: “Ben sana Farsların vahşilerinden bir ordu gönderiyorum. Bu ordu domuzların ve tavukların çobanıdır. Ben seninle bunlarla savaşacağım.”

Müsenna Harise eş-Şeybanî de Şehriyar’a bir mektup yazdı. Mektup şöyleydi: “Müsennab Harise eş-Şeybanî’den Şehriyar’a yazılmış bir mektuptur. Sen iki kimseden birisisin. Ya eşkıyasın, bizim için hayırlı sizin için ise şerlisin. Ya da yalan söylüyorsun. Allah katında bir kralın insanlara yalan söylemesinden daha kötü ne olabilir. Yalancıların cezası büyüktür. Bizim aldığımız karara gelince, siz bizi bu kararı almaya mecbur bıraktınız. Sizin tuzağınızı domuz ve tavuk çobanlarına bırakan Hz. Allaha hamd ederim.”

Farslar bu mektuptan çok korktular. Şehriyarı bu yazdığı mektuptan dolayı çokça kınadılar. Onun görüşünün yanlış olduğunu söylediler.

Müsenna Harise eş-Şeybanî Harre’den Babil’e doğru hareket etti. Müsenna’nın ordusu ile Farslar’ın ordusu karşılaştı. Gerçekten çok çetin bir savaş oldu. Farslar Müslümanlar’ın atlarını ayırmak için atların arasından bir fil gönderdiler. Müminlerin emiri Müsenna file binerek üzerindekini öldürdü. Müslümanlara file binmelerini emretti. Bu savaş Farslar’ın hezimete uğramasıyla sonuçlandı. Farsların çoğu öldürüldü. Büyük ganimetler alındı. Hayatta kalanlar kötü bir vaziyette kaçarak Medâin’e kadar vardılar. Krallarının ölmüş olduğunu gördüler. Onun yerine Kisra’nın kızı Buran bint Ebruyezi, başlarına kraliçe olarak geçirdiler.

Sa’d b. Ebi Vakkas’ın Farslara Elçi Göndermesi

Müsennab Harise eş-Şeybanî şehid edildi. Onun yerine Irak’ta yeni kumandan olarak Medine-i Münevvere’den Sa’d b. Ebi Vakkas geldi. Bu dönemde Irak’da İslam tarihinde Müslümanlar ile Farslar arasında eşi benzeri olmayan harplerden sayılan Kadisiye savaşı yapıldı. Bu savaştan önce Sa’d b. Ebi Vakkas Kisra’ya elçiler gönderdi. Bu elçiler vasıtasıyla Irak’a geliş sebeplerini geniş bir şekilde anlatarak bazı tebligatta bulundu. Bu arada birçok mektuplaşma cereyan etti. Elçiler geldi, gitti. Müslüman elçiler Kisra’ya ulaştığı zaman onları ilk etapta alaycı bir tavır ile karşıladı. Kisra elçilere şöyle dedi: “Buraya niçin geldiniz? Biz sizi ülkemize savaşmaya davet etmedik. Bizi işimizden, gücümüzden alıkoydunuz. Bize karşı cürette bulundunuz!” Elçilerden Numan b. Mukarrin onlara şöyle karşılık verdi: “Eğer arzu ederseniz size cevap verebilirim. Kimi isterseniz cevap vermek için onu seçebilirim.” Onlar da konuşmasına imkân verdiler. Numan b. Mukarrin sözlerine şöyle devam etti: “Hz. Allah bize merhamet ederek, bize hayır yolunu gösteren ve hayrı emreden, şer yolunu bildirip ondan nehyeden bir peygamber gönderdi. O peygamberin davetine icabetin dünya ve ahiretimiz için en hayırlı olacağını bildirdi. O peygamberin gelişinden sonra bütün kabileler iki gruba ayrıldı. Bir grup peygambere inanıp O’na yaklaştı. Diğer grup da inkâr edip o peygamberden uzaklaştı. Onun dinine ancak seçkin insanlar dâhil oldu. Sonra Hz. Allah’ın dilediği kadar bir zaman geçti. Daha Hz. Allah o peygambere karşı gelenlerle savaşı emretti. Savaşlar yapıldı. Bütün insanlar iki şekilde o peygamberin dinine girdi. Bir kısmı isteksiz olarak girdi. Bir kısmı ise gönülden isteyerek girdi ve bunlar çoğaldı. Daha sonra biz kendisine düşmanlık yaptığımız, sıkıntı ve darlık gösterdiğimiz o peygamberin ve getirdiği dinin kıymetini anladık. Sonra o peygamber bize etrafımızdaki milletlere de İslâmı tebliğ etmeye başlamamızı emretti. Biz de onları İslam’a davet ettik. İşte bugün de sizi dinimiz olan İslam’a davet ediyoruz. Bu din bütün güzelliklerin en güzelini, bütün kötülüklerin en kötüsünü haber vermektedir. Eğer yüz çevirirseniz şer bir husus olarak ceza ondan daha hafif olan bir şerdir. Eğer bizim dinimize girmeyi kabul ederseniz size Allah’ın kitabıyla hükmederiz. Sizi haliniz üzere memleketinizde bırakır döneriz. Eğer kabul etmez iseniz sizinle savaşırız.”

Yezdücerd’in, Numan b. Mukarrin’e bu konuşmalar üzerine şöyle cevap verdiği rivayet olunmaktadır: “Ben yeryüzünde durumu sizden daha kötü olan, sayı bakımından aşağı yukarı sizden daha eşkıya olan bir millet tanımıyorum. Biz size köylerimize bekçi olarak vekâlet veriyorduk. Bu da size yetiyordu. Farslar’la savaşa kalkışanınız yoktu. Bunu arzulayan bile mevcut değildi. Eğer sizden bir kısmı bize iltihak ederse bununla gururlanmasın. Eğer bizden yardım isterseniz size yetecek kadar veririz. Size iyilik yapar giyindiririz. Başınıza da size iyi davranacak, yumuşaklık gösterecek krallar koyarız.”

Bu konuşma üzerine herkes sükût etti. Bunun üzerine Muğire b. Zürare b. Nebbaş b. el-Üseydî ayağa kalkarak şunları söyledi: “Ey kral, şu gördüklerin Araplar’ın başları ve ileri gelenleridir. Bunlar eşrafdan hayâ eden eşrafdır. Eşrafın kıymetini ancak eşraf bilir ve ikram eder. Eşrafın haklarına yine eşraf olanlar riayet eder. Burada gönderilenlerin hepsi toplanmış değildir. Sorulan bütün sorulara da cevap verilmiş değildir. Size ancak bu kadar olabilecek bir şekilde iyilik yapılmak istenmektedir. Size tebliğ etmek için bana sorulanlara cevap verdim. Sen bilmeden, bizi bizde olmayan vasıflarla vasıflandırdın. Ancak senin de bahsettiğin kötü durumlara gelince daha önceleri bizden daha kötü durumda olan kimse yoktu. Bizim açlığımız başka açlıklara benzemiyordu. Biz kokar böcekleri, pislik yiyen haşeratı, akrepleri, yılanları yerdik. Biz bunları, yiyecek gıda olarak bilirdik. Evlerimiz toprağın üstüydü. Giyeceklerimiz deve ve koyun yününden ibaretti. Dinimiz birbirimizi öldürmekti. Bazımızı bazımızdan üstün tutardık. Kız çocuklarını bizim kazancımızla elde ettiğimiz yiyeceklerden yemesin diye diri olarak toprağa gömerdik. İşte önceleri bizim durumumuz bu kadar kötü idi. Sonra Hz. Allah tanıdığımız, bildiğimiz bir kimseyi bize Peygamber olarak gönderdi. Biz onun soyunu, doğduğu yeri, durumunu biliyorduk. Onun doğduğu yer, yerlerimizin en hayırlısıydı. Nesebi neseplerin en hayırlısıydı. Evi evlerimizin en muazzamıydı. Kabilesi kabilelerin en hayırlısıydı. O peygamberin kendisi, bizim en hayırlımız olup en doğru sözlümüz ve en yumuşak huylumuz idi. O bizi bir emre davet etti, ama biz icabette bulunmadık, o söyledi biz de ona cevap verdik. O doğru söyledi, biz yalan ile karşılık verdik. O ziyade eyledi, biz noksanlaştırdık. Sonra o ne söylediyse aynen ortaya çıktı. Hz. Allah bizim kalbimize ona inanma ve tâbi olma duygusunu verdi. O bizim ile Hz. Allah arasında elçi oldu. Onun bize söylediği, Allah’ın sözüydü. Emrettiği şey Hz. Allah’ın emriydi. O peygamber bize şöyle diyordu: Rabbiniz size şunları söylemektedir: Ben sizin Rabbinizim. Benim ortağım, eşim, benzerim yoktur. Hiçbir şey yokken ben vardım. Benim zatım hâriç her şey helâk olacaktır. Her şeyi ben yarattım. Herkesin dönüşü bana olacaktır. Benim rahmetim hepinizi kuşatacak kadar geniştir. Ben size ölümden sonra sizi benin azabımdan kurtaracak olan yolu gösteren bir peygamber gönderdim. Sizi Cennet’ime, selâm yurduna çağıran bir peygamber gönderdim. O peygamber benim tarafımdan hak olarak gelmiştir.”

Sonra Muğire sözlerine şöyle devam etti. “Kim bu şartlarda bize tâbi olursa bize tanınan hakların tamamı size de tanınır. Kim yüz çevirirse ona cizye koyarız. Cizyeye karşılık kendimizi koruduğumuz gibi sizi de koruruz. Bunu da kabul etmezseniz sizinle savaşırız. Dilerseniz cizyeyi kabul edin dilerseniz kılıcı kabul edin. Eğer teslim olursanız canınızı kurtarmış olursunuz.”

Bunun üzerine Farslar Müslüman elçilere, “Biz size gelsek böyle mi karşılardınız?” diye sordu. Onlar da “Bizimle konuşanı biz karşılarız, eğer sizden başkası bizimle konuşmuş olsaydı sizi karşılamazdık” dediler. Farslar “Eğer elçilerin öldürülmeyeceği kâidesi olmasa sizi öldürürdük, bizim size verecek cevabımız yok, bir torba toprak getirterek bunu en şereflinizin boynuna asacağız” dediler. Sonra Medâin kapısından çıkıncaya kadar elçileri götürdüler. “Siz gidin başınızdakilere söyleyin, biz size Kadisiye hendeklerini doldurmak için elçi olarak Rüstem’i göndereceğiz, sizi ve sizden sonrakileri bağlayacağız, sonra Rüstem’i sizin memleketinize göndereceğiz, bu sizi Sabur’da elde ettiğinizden daha fazla meşgul edecek” dediler. Sonra Müslüman elçilere “sizin en şerefliniz kim?” diye sordular. Herkes susunca Asım b. Amr toprak dolu torbayı yüklenmek için “Kavmin en şereflisi, bunların efendisi benim; toprağı bana yükleyin” diye cevap verdi. Farslar bunun doğru olup olmadığını sordu. Müslümanlar “Evet doğrudur, Asım bizim en şereflimizdir” deyince toprağı onun boynuna astılar. Onunla eyvandan çıkıp bineklerinin yanına gelince bineklerine bindirdiler. Yolculuğu hızlıca tamamlayıp Hz. Sa’d b. Ebi Vakkas’a geldiler. Hz. Asım onlardan öne geçerek Kadisiye kapısına geldi ve orayı dolaştı. Sonra “Emiri zafer ile müjdeleyin inşallah zaferi kazandık” dedi.

"^Sonra Asım aradan biraz zaman geçince toprağı bir taşın içerisine koyup Hz. Sa’d b. Ebi Vakkas’a geldi. Meydana gelen olayları ona haber verdi ve şöyle dedi: “Sizi müjdelerim, Allah’a yemin olsun ki onların mülkünün kilidi bize verildi, her gün kuvvetlerini artırarak bize geliyorlar, onların düşmanları da her gün ziyadeleşmektedir, Müslümanlar’ın yaptığı da şiddetlenmektedir.” Sonra Rüstem ne olup bitiğini anlamak ve görüşlerini almak için Sabat beldesinden melike gitti. Melike “Araplar’dan huzuruna girenlerden gördükleri içinde bu elçilerden daha akıllı kimse olmadığını, çok güzel cevaplar verdiklerin” söyledi. Onlar ile aralarında geçen konuşmaları anlattı. Milletinin de kendisini tasdik ettiğini ifade etti. İnsanların onlara yetişeceğini veya bu yolda ölmeyi vadettiğini haber verdi. Arapların en faziletlisinin en ahmağı olduğunu, çünkü onlar cizyeden bahsedince kendisinin onlara toprak verince en şereflisinin bu toprağı yüklendiğini ve sonra çıktığını söyledi. Eğer isteseydi o toprağı başkasına yükletebilirdi dedi.

Rüstem, melike onun görüşünün tersine olarak gerçekten o kişilerin Araplar’ın en akıllısı olduğunu söyledi. Rüstem melikin yanından öfkeli ve ümitsiz olarak çıktı. O zamanlar bir kâhin ve müneccim vardı. Heyetin arkasından Rüstem o kâhine adam gönderdi. Giden adam meydana gelen olayları anlatınca kâhin o heyetin gidip gitmediğini sordu. “Çünkü onlar sizin toprağınızı alıp gitmişler, yetişebilirseniz o toprağı geri alın, eğer yetişemezseniz Allah sizi, çocuklarınızı ve topraklarınızı elinizden alıp onlara verir” dedi. Heyeti araştıranlar Hire’den gitmiş olduklarını söyledi. Kâhin, “Eyvah kesinlikle topraklarınızla beraber gittiniz, memleketinizin anahtarlarını kendi elinizle teslim ettiniz” dedi. Bu haber Farslar’ın öfkesini daha da arttırdı. Halid b. Velid’in Irak’a gelişi, Sa’d b. Ebi Vakkas’ın Kadisiye’ye inişinden iki sene kadar sonra, Hz. Sa’d’ın iki ayı geçmeyen kalışından sonra zafer elde edildi.

Rüstem ve askerleri Kadisiye’ye ulaştıktan sonra Sa’d b. Ebi Vakkas, Rüstem’e Irak’daki hedeflerini ve İslam’ı anlatıp konuşmak üzere tekrar elçiler gönderdi. Bu konuda da Taberî tarihinde ayrıntılı bilgi bulunmaktadır: Taberî'nin anlattığına göre Hz. Sa’d aşağıda ismi zikredilen şu kişileri çağırdı. Muğire b. Şu’be, Büsr b. Ebi Rühm, Arfece b. Herseme, Huzeyfe b. Muhsan, Rebi b. Amir, Kırfe b. Zahir et-Teymî, Vasilî, Mez’ur b. Adiy el-İclî, el-Mudarib b. Yezid el-İclî ve Araplar’ın dâhilerinden olan Ma’bed b. Mürre el-İclî. Onlara Irak’a elçi olarak adam göndermek istediğini, bu konudaki fikirlerinin ne olduğunu sordu. Bu kişilerin hepsi beraberce ne emredilirse onu yerine getireceklerini, sonuna kadar emrinde olduklarını söyledi. Eğer hakkında emir olmayan bir durumla karşılaşırlarsa onun benzerlerine bakıp uygun olanı, insanların en çok faydasına olanı yapmaya çalışacaklarını da ilâve ettiler. Bunun üzerine Hz. Sa’d bu görevin bir hizmet fiili olduğunu, gidip hemen hazırlanmalarını istedi.

Çağırılan kişilerin içerisinden Rebî b. Amir söz alarak fikrini açıkladı. Acemlerin birtakım gelenek ve göreneklerinin olduğunu, topluca kendilerine gittiğimiz zaman bunun bir merâsim olarak algılanacağını, yalnızca bir kişinin elçi olarak gönderilmesinin daha uygun olacağını söyledi. Rebî b. Amir devamla kendisinin elçi olarak gönderilmesini talep etti. Hz. Sa’d bunu kabul ederek onu elçi olarak gönderdi. Bunun üzerine Rebî b. Amir, Rüstem’e gitmek için askerleriyle beraber yola çıktı. Oraya varınca bir köprü üzerinde durup Rüstem’e geldiklerini bildiren haber gönderdi. Bu haberi alan Rüstem, Farslar’ın ileri gelenleriyle istişare edip nasıl davranmaları gerektiğine karar vermeye çalıştı. Müslümanlar’la yarışa girmek veya onları hafife almak konusunu tartıştılar. Hepsi hafife alma tarafını benimsedi. Bunun için her türlü süslü ve gösterişli şeyleri hazırladılar. Halılar serip minderler, yastıklar döşediler. Bunun için hiçbir şeyi eksik bırakmamaya gayret ettiler. Rüstem için altından bir koltuk hazırladılar. Rüstem altın süslemeli, desenli, işlemeli elbiselerini giydi. Rebî b. Amir ise gayet sade bir şekilde küçük bir at üzerinde geldi. Yanında yırtık bir bez parçasıyla sarılmış basit bir kılıç vardı. Mızrağı sarılarak paket yapılmıştı. Yanında sığır derisinden yapılmış döşeği vardı. Yüzünde çörek büyüklüğünde kırmızı bir ben vardı. Yayı ve oku da yanındaydı. Rebî b. Amir Farslar’ın yanına varınca silâhını bırakmasını istediler. O da buraya kendisinin gelmediğini, onların emriyle silâhını bırakmayacağını, buraya onların kendisini davet ettiğini, eğer kabul etmezlerse geriye döneceğini, Rüstem’e bu şekilde haber vermelerini istedi. Farslar da kendisine böyle izin verilmesini, zaten tek kişi olduğunu söylediler. Rebî b. Amir mızrağına dayanarak geldi. Kılıcının kınını iterek adımlarını atıyordu. Yürürken bütün minderleri ve döşekleri itti ve devirdi. Bozmadık hiçbir döşek ve minder bırakmadı. Rüstem’e yaklaştığında muhâfız onu karşıladı ve yere oturuverdi. ‘Bu durum nedir?’ diye sorulduğunda onların ziynetleri üzerine oturmayı sevmediğini söyledi. Niçin geldiği sorulunca şöyle cevap verdi: “Hz. Allah bize peygamber gönderdi. Onunla, bizi kula kulluktan Hz. Allah’a kulluğa yönlendirdi. Dünyanın darlığından genişliğine çıkardı. Dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine ulaştırdı. Bizi insanları ona davet için gönderdi. Kim bunu kabul ederse biz de onu kabul edip geri döneriz. Kendilerini, vatanlarını, topraklarını aynen bırakırız. Kim de yüz çevirirse ebediyete kadar onunla savaşırız. Allah’ın vâdi gelinceye kadar bu böyle devam edecekdir.”

“Allah’ın vâdi nedir?” diye sorulduğunda Rebî b. Asım şöyle cevap verdi: “Hz. Allah’ın vadi karşı çıkanlarla savaşırken ölenlere Cennet’tir. Geride kalanlara zaferdir.” Rüstem “Ben sizin savaşçılığınızı işittim, bu durumu siz ve biz düşünüp karar vermek için ertelemek mümkün olur mu?” dedi. Rebî b. Asım bunun olabileceğini, nasıl isterlerse, bir gün veya iki gün tehir edilebileceğini ifade etti. Rüstem ileri gelen idareciler, komutanlar ve söz sahibi kimselerle yazışma yapmaları gerektiğini, bunun daha fazla zaman alabileceğini söyledi.

Rebî b. Asım, Allah Rasülü’nün ve Raşit Halifelerin uygulamasının düşman ile karşılaşıldığı durumlarda üç gün mühlet vermek olduğunu ve düşmanın sözünü kulakları ile duymak gerektiğini bildirdi. Bunun için kendilerine üç gün mühlet verileceğini söyledi. Bu üç günden sonra üç şeyden birisini seçmeleri gerektiğini, bunlardan birincisinin İslam’ı seçip toprakları ve vatanları üzerinde eskiden olduğu gibi yaşamaya devam etmek, ikincisi cizye vermek, bu suretle korunmalarının sağlanması, eğer korunmaya ihtiyaçları yoksa bunun da bırakılabileceği, bu da olmazsa mühletin dördüncü günü savaş olacağını haber verdi. Dördüncü gün onlar başlamadan kendilerinin savaşa başlamayacağını, bu hususta kendisinin bütün arkadaşları ve bütün orduya kefil olduğunu da ilâve etti. Rüstem, Rebî b. Amir’e Müslüman ordusunun başı olup olmadığını sordu. Rebî b. Asım kendisinin Müslümanların başı olmadığını, ancak Müslümanlar’ın değişik organlardan meydana gelen bir vücud gibi olduğunu, dolayısıyla sözünün aşağıdan yukarıya bütün Müslümanlar için geçerli olduğunu bildirdi.

Rüstem, Rebî b. Asım ile görüşmesini tamamladıktan sonra, Farslar’ın komutanlarını toplayıp, onlarla işittikleri konusunda istişare etmek ve görüşlerini almak istedi. Çünkü Rüstem’in kalbine Müslümanlar’la savaş konusunda bir korku düşmüştü. Bu sebeple komutanlarla konuşup kanaatlerini öğrenmek istiyordu. Bu sebeple komutanlarına gelen elçi hakkında görüşlerinin ne olduğunu, onun kadar fasih konuşan, onun sözleri gibi değerli sözler söyleyen birisini görüp görmediklerini sordu. Komutanlar bu sözleri yadırgayarak böyle bir kimseye az da olsa meyletmesinden, Rüstem’in kendi dinini bırakıp da onun dinini benimsemesinden Allah’a sığındıklarını söylediler. Rüstem’e o elçinin eski elbiselerini görüp görmediğini sordular. Rüstem komutanlara “Sizlere yazıklar olsun, siz elbiseye değil onun içindeki kişinin sözlerine, görüşüne ve durumuna bakın, Araplar elbise ve yiyeceklerle kendilerini gizlerler, kendilerini hesaba çekilmekten korurlar, onlar elbise konusunda bizim gibi değildir, onlar sizin gördüğünüz gibi görmezler, silahlarını alır gelirler de bunu belli etmezler” dedi. Daha sonra Rüstem kendi gördüğünü onlara da göstermek istediğini söyleyerek kılıcını kınından çıkardı. Sanki o kılıç bir ateş parçası gibi parlıyordu. Adamlar kılıcını kınına koymasını istedi. Sonra Rüstem onların demir kalkanına vurdu. Onlar da Rüstem’in deri kalkanına vurdular. Demir kalkanlar yırtıldı ama deri kalkan yırtılmadı. Onlara siz Farslar yemeye, içme ve giyime önem veriyorsunuz.

117 Müslümanlar ise bunlara önem vermiyor. Sonra siz gelecekte ne olacak bakarsınız dedi.

Kararlaştırılan üç günün birinci günü geçtikten sonra Rüstem önceki Müslüman elçinin tekrar kendilerine gönderilmesini istedi. Ancak Sa’d b. Ebi Vakkas Rüstem’e elçi olarak Huzeyfe b. Muhsan’ı gönderdi. O da aynı şekilde önceki elçi gibi sade elbiselerle gitti. Hatta bu elçi daha mütevazı bir elbise giymişti. Elçiye bineğinden inmesini söylenince o bunu kabul etmedi. Buraya kendisinin bir haceti için gelmediğini, eğer kendi haceti için gelmiş olsa bineğinden inebileceği ifade etti. Krallarına kendi ihtiyacı için mi yoksa kralın ihtiyacı olduğu için mi geldiğini sormalarını istedi. “Eğer kral kendi ihtiyacım için geldiğimi söylerse o zaman yalan söylüyor demektir, ben sizi terk eder döner giderim, eğer sizin bir hacetiniz için gelmiş isem o zaman kendi arzu ettiğim şekilde gelirim,” dedi.

Bu gelişmeler üzerine Müslüman elçiyi kendi istediğine bıraktılar. Rüstem’in yanına bineği üzerinde vardığı zaman o koltuğuna oturmuş vaziyette idi. Elçiye inip gelmesini söyleyince, elçi inmeyeceğini ifade etti. Rüstem neden dün gelen elçi bugün gelmedi diye sordu. Huzeyfe b. Muhsan bizim emirimiz zorlukta ve kolaylıkta bize adaletli davranmak ister, bugün nöbet bende dedi. Rüstem elçiye ne ile geldiğini sorunca Huzeyfe b. Muhsan şöyle cevap verdi: “ Hz. Allah bize dinini göndermekle iyilik yaptı. Bize ayetlerini gösterdi. Böylece biz daha önce O’nu inkâr etmişken tanıdık. Sonra bizi insanları üç şeyden birisine davet etmemizi istedi. Bu üç şeyden hangisini tercih ederse bizim de kabulümüz olacağı bildirildi. Birincisi Müslüman olmaktır. Bunu kabul ederseniz mesele kalmaz, sizden ayrılır gideriz. İkincisi cizye vermektir. Bunu kabul ederseniz sizi koruruz. Üçüncüsü ise savaşmaktır.” Huzeyfe b. Muhsan bunun doğru olduğunu, dünden itibaren üç gün mühlet verildiği söyleyince Rüstem bu duyduklarından başka bir şey bulamadığı için elçiyi geri gönderip arkadaşlarının yanına döndü.

Rüstem kendisine güvenemedi. Istırap ve şaşkınlık içerisinde arkadaşlarıyla bir daha görüştü ve onlara şöyle dedi: “Size yazıklar olsun! Siz benim gördüğümü görmüyor musunuz? Dün birinci elçi geldi. Topraklarımız üzerinde bize galip geldi. Bizim değerlerimize hakaret etti. Atıyla bizim değerli eşyalarımızı çiğnedi. Talih kuşu ondan yana oldu. Bizi ve topraklarımızda olan şeyleri aklıyla aldı götürdü. Bugün ikinci elçi geldi. O da bizim karşımızda durdu. Talih kuşu yine ondan yanaydı. Bizim iznimiz olmadan topraklarımıza girdi.” Bu sözler üzerine komutanlar Rüstem’e kızdı. Rüstem de onlara kızdı. Dağılıp gittiler.

Rüstem’e verilen üç günlük mühletten ikincisi de sona ermişti. Üçüncü gün olduğunda Rüstem kendilerine elçi gönderilmesini istedi. Bunun üzerine Sa’d b. Ebi Vakkas elçi olarak Muğire b. Şu’be’yi gönderdi. Muğire köprüyü geçip Fars tarafına ulaşınca onu Farslar alıkoydu ve Rüstem’den ona izin vermesini istediler. Onu hafife almak için daha önce yaptıkları müşâvereden hiçbir şeyi eksik bırakmadılar. Muğire b. Şu’be arkasında insanlar olduğu halde Farslar’ın yanına geldi. Farslar’ın üzerinde altın ile süslenmiş elbiseler, başlarında kıymetli taçlar vardı. Oturdukları yerler çok abartılı bir şekilde döşenmişti. Muğire b. Şu’be dört tane örgüsü olduğu halde yürüyerek geldi ve onlarla beraber yatak ve yastıklar üzerine oturdu. Hemen koşarak onu oturduğu yerden kaldırdılar.

Muğire b. Şu’be Farslara şunları söyledi: “Sizin rüya halinde olduğunuz bilgisi bize ulaşmıştı. Ben sizden daha sefil bir millet görmedim. Biz Araplar insanları birbirine eşit görürüz. Bir kısmımız diğerlerinden savaş hali müstesna uzak durmayız. Ben sizin de bizim gibi birbirinizi eşit gördüğünüzü zannederdim. Bana gelen haberlere göre sizin en güzel gördüğünüz şey bazınızın bir kısmınızı Rab edinmesidir. Bu görüş aranızda doğru bir görüş değildir ve biz bunu yapmayız. Ben size kendim gelmedim. Siz bugün beni çağırdığınız için geldim. Ancak durumunuzun karışık olduğunu gördüm. Siz mağlup durumdasınız. Bu şekilde ve bu akıl ile bir mülkün devam etmesi mümkün değildir.”

Farslar’ın ayak takımı yemin ederek bu Arab’ın doğru söylediğini, diğerleri ise yeminle bu kişinin kendilerini küçük düşürüp kölelerinden bile aşağı seviyede tutulduklarını, asıl olan kendilerinden öncekilerin ne kadar akılsız olup bu Arapları hafife almalarının çok büyük yanlış olup işi bugünlere getirdiğini ifade ettiler. Rüstem ise gelen elçi Muğire b. Şu’be ile alay etti. Onun sözlerini boşa çıkarmaya çalıştı. Ancak korkan kimselerin bu şekilde davranabileceğini, krala uygun olmayan nispetlerde bulunabileceğini, doğru olanın vefalı davranmak ve hakkı kabul etmek olduğunu, bu elçinin bilmece gibi laflar söylediğini iddia etti. Bundan sonra Rüstem gelen elçi Muğire b. Şu’be’ye konuşmasını, eğer o konuşmazsa kendisinin konuşacağını söyledi. Muğire b. Şu’be söz alarak Rüstem’e, kendisini onun çağırdığını, dolayısıyla onun konuşmasının gerektiğini söyledi. Rüstem tercüman aracılığıyla konuşmaya başladı. O konuşuyor, tercüman ayakta olarak onun konuşmalarını aktarıyordu. Bu konuşmasında Rüstem Fars milletini övdü. Onların büyüklüğünü uzun uzun anlattı. Bu topraklara bedavadan sahip olmadıklarını, düşmanlarla savaşıp onları yenerek aldıklarını anlattı. Kendilerinin milletlerin en şereflisi olduğunu, hiçbir milletin onların şerefine, şanına, saltanatına eremeyeceğini söyledi. Günahlarından dolayı şu bir iki gün veya bir iki ay hariç devamlı düşmanlarına galip gelip onlara daima mağlup olduğunu, Hz. Allah’ın kendilerinden intikamını alıp razı olduktan sonra yine eski izzetlerini kendilerine vereceğini, düşmanlarına karşı kendilerini toparlayıp gelecek günlerin düşmanların en kötü günleri olacağını iddia etti. Farslar’ın Araplara zor günlerinde hep yardımcı olduğunu, kıtlık yıllarında Araplar’ın kendilerinden yardım istediğini, bunun üzerine her yıl, hurma, arpa verdiklerini söyledi. Şimdi yine kendi beldelerinde sıkıntı olduğu için buraya gelmiş olabileceklerini, bunun için şimdi adamlarına Müslüman emirine elbise, katır ve bin dirhem vermelerini emredeceğini, Müslüman askerlerden her biri için de bir ölçek hurma ve iki elbise vermelerini emredeceğini, kendilerinin Müslümanları katletmeyi ve esir etmeyi istemediklerini söyledi.

Muğire b. Şu’be Hz. Allah’a hamd ve sena ettikten sonra Rüstem’in konuşmasına şu cevabı verdi: “Hz. Allah her şeyi yaratan ve herkese rızık verendir. Hz. Allah her şeyi yapma güç ve kudretine sahiptir. Ey Rüstem senin söylediğin, düşmanlarınıza galip gelmeniz, ülkenizde yaptıklarınız, kendin ve ülken hakkında söyledikleriniz, şanınızın, şerefinizin yüksek oluşu, iyilik yapmanız, biz bunları kabul ediyor, asla inkâr etmiyoruz. Bu fırsatları size veren ve sizi muvaffak kılan Hz. Allah idi. Bizim hakkımızda söylediğin, kötü durumumuz, maîşet darlığımız, kalplerimizin ve düşüncelerimizin farklı olması, bunları da kabul ediyoruz. İnkâr etmiyoruz. Bunlar bizim için bir imtihan idi. Bu dünyada devletlerin durumu her zaman bir olmaz, değişir, darlıkta olanlar bir gün bolluğa, rahatlığa, bolluk ve rahatlıkta olanlar bir gün darlık ve zorluğa düşebilir. Eğer siz iyi zamanınızda şükretseydiniz bu iyilik devam edebilirdi. Şükretmediğiniz için bu imkânları kaybediyorsunuz. Şükür etmemeniz sizin halinizi iyilikten kötülüğe değiştirdi. Biz de eğer eski küfür haline devam etseydik aynı sıkıntılara uğramaya devam ederdik. Ancak siz de biliyorsunuz ki Hz. Allah bize iyilik yaptı. Bir peygamber gönderdi. Biz de ona tâbi olduk.” Muğire b. Şu’be burada o peygamber ve kendileri ile ilgili durumları daha önce olduğu gibi uzunca zikretti ve sözlerini şöyle tamamladı: “Eğer bizim sizi korumamıza ihtiyaç hissediyorsanız bize tâbi olun. Bize cizye verin. Eğer bunu da kabul etmiyorsanız savaştan başka çare yoktur.” Rüstem bu konuşmalara çok öfkelendi ve güneşe yemin ederek, yarın sabah güneş yükselmeden Müslümanlar’ın hepsini öldüreceklerini söyledi.

Rüstem bu görüşmeden sonra durumu anladı. Zaferin kesin olarak Müslümanlar tarafında olacağını hissetti. Muğire b. Şu’be ayrıldıktan sonra Farslar’ın ileri gelenlerinden adamlarıyla baş başa kalıp özel bir görüşme yaptı. Orada şöyle dedi: “Sizler neredesiniz, bu gelişmelerden sonra? Görmediniz mi gelen ilk iki kişi sizinle alay etti, sizi hüsrana uğrattı. Üçüncü elçi geldi. Değişen bir şey yok. Hepsi aynı yoldan gidiyor. Hepsi aynı emri tekrarlıyor. Bunlar yemin ederim ki ister doğru söylesinler, ister yalan söylesinler adamdır. Sanki ihtilaf etmemek için anlaşmışlar. Yapmak istediklerini yerine getirme konusunda bunlardan daha kararlı olan bir kimse görmedim. Eğer doğru söylüyorlarsa bizim onlara karşı yapabileceğimiz fazla bir şey yoktur. Benim dediklerimi ve demek istediklerimi 122

işitiyor, anlıyorsunuz.

Bilindiği üzere bundan sonra Kadisiye savaşı oldu ve Müslümanlar’ın zaferiyle sonuçlandı. Daha sonra Müslümanlar bütün Irak topraklarını fethettiler ki buna geçtiğimiz bölümde değinmiş idik.

Cizye, Haraç ve Savaş Arasında Ehl-i kitap ve Mecusîler’in İslam Hâkimiyetinde Barış İçinde Yaşamaları ve Müslümanlarla İlişkileri

  Ehl-i kitap ve Mecusîler’den Alınan Cizye

İslam dininin kararlaştırdığı gibi Müslümanlar günün imkânlarına göre Hz. Peygamber ve ondan sonraki dönemlerde Ehl-i kitap ve diğer din mensuplarından olan gayri müslimleri İslama davet için bütün vasıtaları kullanmış, değişik metotları uygulamıştır. Eğer onlar kendi din ve akideleri üzerine kalmayı tercih edip, Müslüman olmayı benimsemezlerse Müslümanlar onlara cizye koymuştur. Şayet cizye vermeyi de kabul etmezlerse savaş durumu ortaya çıkmıştır. Irak’ın fethinde cizye ve savaş ile ilgili Raşit Halifeler döneminde birçok gelişme yaşanmıştır.

Malî bir meblağ olan cizye kendileri ile anlaşma yapılan Ehl-i kitap, Mecusî ve diğer din mensuplarından birçok sebep ve önemli gerekçelerle alınması meşru kılınan bir vergidir. Çünkü İslam dini can güvenliğine ve canın korunmasına çok önem vermiştir.

Cizye yalnızca vermeye gücü yeten zenginlerden, kişinin zenginlik ve maddî durumuna uygun olarak alınır. Cizye ve haraç toprağın çıkardığı ve yer sahibinin güçü yeteceği ölçülerde olur.

Zimmet akdi veya cizye gayri müslimlerin Müslüman topraklarında yaşamaları için ebedî olmak üzere yapılan bir anlaşmadır. Çünkü Hz. Allah gayri müslimlerle savaş yapılmamasını, onların Müslümanlar’la anlaşmayı kabul etmesine bağlamıştır. Cizye vermekten maksat kabul ve iltizamdır. Zimmet akdinin belli bir müddeti yoktur. O daimî olan bir anlaşmadır. Sulh daimîdir. Anlaşmayı bozan bir şey olmadığı müddetçe devam eder. Ancak zimmîler bu anlaşmayı bozar veya buna aykırı hareket eder ya da Müslümanlar’la savaşırlar ve İslamın kendileri için koyduğu hükümlere uymazlarsa zimmet akdi bozulmuş olur.

Irak Topraklarında Harac

İslâm’da ortaya çıkan yeni uygulamalardan birisi Raşit halifelerden Ömer b. Hattab’ın Irak’da başlatmış olduğu uygulamadır. O Irak fethedilince oranın topraklarını daha önce sahipleri olan Hıristiyan ve diğer din mensuplarından çiftçilere bırakmıştır. Orayı fetheden askerler ve komutanlar arasında taksim etmemiştir. Bu uygulamada Hz. Ömer’in İslam devletinin gelirlerini genişletmek ve devam ettirmek arzusu yatmaktadır. Çünkü zimmet ehlinden toprakları kendilerine bırakılması karşılığında harac alınacaktır. Hz. Ömer Irak halkına topraklarının kendilerine bırakılmasına karşılık harac koymuş ve bu haracın ne şekilde harcanacağını açıklamıştır. Özet olarak konu şöyledir: “Irak fetholunduğu zaman Hz. Ömer, Irak ve Şam topraklarından Müslümanlar’ın ellerine geçen yerlerin taksimi konusunda arkadaşlarıyla istişare etti. İnsanlardan bazıları bu toprakların fetih edenlerin arasında taksim edilmesini söylediler. Ancak Hz. Ömer efendimiz bunu kabul etmedi. Irak ve Şam topraklarının tamamı taksim olunduğu zaman oranın kalelerini yapmanın nesillerin ve yaşlıların ihtiyacını karşılamanın zorlaşacağını söyledi. Buranın topraklarının sahiplerinin elinde bırakılarak onlardan harac ve cizye alınarak Müslümanlara gelir elde etmenin daha uygun olacağını söyledi. Çünkü oralar büyük topraklardı, oraya saldıracak olan düşmanla savaşmak ve gelecek olan nesilleri korumak gerekiyordu. Kaleleri tahkim etmek ve korumak için çok adam ve masraf gerekiyordu. Şam, Cezire, Kûfe, Basra, Mısır gibi büyük beldeleri korumak için çok askere ve onlara yapılacak harcamalara ihtiyaç vardı. Bu topraklar fethedenlerin arasında taksim olunduğu zaman bu ihtiyaçların giderilmesi konusunda çok sayıda müşkilât çıkacak idi.”

Böylece Hz. Ömer, Hıristiyan ve diğer din mensuplarından olan Irak halkı çiftçilerine topraklarını olduğu gibi bırakmış, onlara çalışma ve ziraat yapma imkânı sağlamış, ziraat metotlarının genişletilmesine ve verimin arttırılmasına teşvik etmiştir. Buna mukabil topraklarından harac, diğer mallarından cizye alınmıştır.

Irak’ta Müslümanların Ehl-i kitap ve Mecusîlere Verdiği Ahitler

Hire ve Diğer Bazı Yerlerin Fethi ve Buraların Halklarına Verilen Ahidler

Hire şehri Müslümanlar’la oranın halkı arasında yapılan birçok askerî mücadelelerden sonra fetholundu. Fetihden sonra oranın halkı ile Müslümanlar arsında bir sulh anlaşması yapıldı. Buranın halkı Müslümanlarla sulh etmeyi ve cizye vermeyi kabul etti. Halid b. Velid Hire halkıyla cizye anlaşması yaptı. Fetih müjdesini hediyelerle beraber Hz. Ebubekir’e gönderdi. Ebu Bekir gönderilen hediyeleri Hire halkının cizyesinden saydı. Halbuki normalde bu durum uygun görülmüyordu. Burada Hz. Ebu Bekir, Acemler’in âdeti olan hediye adı altında insanların mallarını elinden alma uygulamasını kesmek istiyordu. Halid b. Velid Hire halkıyla yapılan sulh anlaşmasında Hire halkına verilen ahidler konusunda şunları yazmıştı: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, bu anlaşma Halid b. Velid ile Hire halkının temsilcileri olan Amr b. Abdil Mesih, İyas b. Kubeysa ve Hayriye b. Ekkal arasında yapılmıştır. Bu anlaşmaya Hire halkı rıza göstermiş, anlaşmanın uygulanmasını uygun görmüştür. Bu anlaşmaya göre hahamları, papazları dâhil dünyada kazançlarından her sene yüz doksan bin dirhem cizye alınacaktır. Ancak durumu müsait olmayanlardan alınmayacaktır. Eğer sözlü veya fiilî olarak bu anlaşmayı bozarlarsa onların korunmasına son verilecektir. Bu anlaşma Hicrî 12. yılda Rebiülevvel ayında yazılmıştır. Anlaşma metni kendilerine verilmiştir.

Konu ile ilgili Ebu Yusuf’un rivayetinde şunlar kaydedilmiştir: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, bu, Halid b. Velid’in Hire halkına mektubudur. Allah’ın Rasülünün halifesi Ebu Bekir Sıddîk bana Yemâme halkından ayrıldıktan sonra Arap ve Acemler’den oluşan Irak halkına gitmemi emretti. Onları Allah ve Rasülüne davet etmemi istedi. Onları Cennet’le müjdeleyip Cehennem’le korkutmamı emretti. Eğer bu davete icabet edip Müslüman olurlarsa, Müslümanlar’ın lehine ve aleyhine olan her şeyin onlar için de geçerli olduğunu bildirdi. Ben de bu maksatla Hire şehrine geldim. Benim karşıma Hire halkının başlarından İyas b. Kubeysa et-Taî ve bazı insanlar çıktı. Ben onları Allah ve Rasülüne inanmaya davet ettim. Onlar bu davete icabet etmedi. Bunun üzerine ben onlara cizye veya harpden birisini seçmelerini arz ettim. Onlar, bizimle savaşa gerek olmadığını, cizye vermek şartıyla kendilerinin de sulha razı olduklarını söylediler. Ben onların erkek sayılarının 7000 olduğunu gördüm. Sonra biraz daha araştırdığımda içlerinden 1000 kadarının yaşlı ve kötürüm olduğunu gördüm. Onları da bu sayıdan çıkardım. Böylece cizye verebilecek 6000 kişi kalmış oldu. Ben de onlarla 6000 nefer üzerinden anlaşma yaptım. Onlara Allah’ın Tevrat ve İncil’deki ahid ve mîsakını şart koştum. Onlardan bu anlaşmaya aykırı hareket etmemelerini, Araplar’dan ve Acemler’den Müslümanlara karşı olan hiçbir kâfire yardımcı olmamalarını söyledim. Müslümanlar’ın ayıp ve kusurlarını araştırmamalarını ve bunları başkalarına söylememelerini emrettim. Bu ahit ve anlaşmanın ve zimmetin Peygamber’in yapmış olduğu ahid ve anlaşma gibi olduğunu bildirdim. Eğer buna uymazlarsa onlar için bir eman ve koruma olmayacağını, eğer buna uyup muhafaza ederlerse bizim onları korumak için verilen şartlara riayet edeceğimizi ifade ettim. Cizye verenlerden herhangi birisi çalışamayacak durumda olur veya kendisine bir engel durumu ortaya çıkar veya zenginken fakir duruma düşerse onun cizyeden düşürüleceğini ve Müslümanlar’ın beytülmâlinden kendisine yardım edileceğini haber verdim. Aile ve çocuklarına da aynı şekilde yardımcı olunacağını bildirdim. Onların kölelerinden birisi Müslüman olur da Müslüman pazarına satılmak üzere getirilirse onun bedelinin sahibine ödeneceğini bildirdim. Giyim kuşam olarak istediklerini giyebileceklerini, ancak savaş elbisesi ve Müslümanlara benzeyen elbiseler giyemeyeceklerini söyledim. Üzerinde savaş elbisesi giymiş biri bulunduğu zaman bunun sebebinin kendisine sorulacağını, eğer uygun bir mazeret bildirmezse, bundan dolayı gerektiği kadar cezalandırılacağını bildirdim. Eğer Müslümanlar’dan bir yardım talep ederlerse Müslümanlar’ın beytülmâlinden ihtiyacı olana yardım edileceğini yazdım.”

Halifenin Hire halkının gönderdiği hediyeleri kabul etmesinin sebebi, kendi arzularıyla isteyerek vermeleridir. Bu gönderilen hediyeleri adalet, iffet, zimmîlere zulmetmiş olmamak ve gereksiz şeylerle onları mükellef tutmamak maksadıyla cizye yerine saymıştır. Burada adaleti tesis noktasında insanlara büyük dersler vardır.

Ancak Hire halkı Halife Hz. Ebu Bekir’in vefatından sonra bu sulh anlaşmasını bozdu. Halid b. Velid’in yazmış olduğu mektubu hafife aldılar ve ihlâl ettiler. Küfürde olabildiğince ileri gittiler. Bunun üzerine Fars halkı onlar üzerine galip geldi. Daha sonra Müsenna gelip Hire’yi ikinci defa fethetti. Ancak bu defa Müsenna onlara yeni şartlar koydu. Bundan sonra Hire halkı yine sulh akdini bozmaya yeltendi. Hafife alıp yazılan mektubu zayi ettiler. Bu defa Sa’d b. Ebî Vakkas gelip üçüncü kere Hire’yi fethederek yeni

129 sulh şartları ilave etti.

Irak’ta fetih hareketleri esnasında Müslümanlar ehl-i kitap ve Mecusîlerle birçok sulh anlaşmaları yaptı. Hire halkı ile yapılan bu anlaşmalara birçok bentler, fıkralar ilave edildi.

Bunlara ilaveten Halid b. Velid, Bankiya, Barusma, Üleys, Basma, Ânât ve Behkıbaz halkı arasında muâhedeler yaptı.

Irak’ta Müslümanlar’la Ehl-i kitap ve Mecusiler arasında buna benzer daha birçok sulh anlaşmaları ile fetihler imzalanmıştır. Bu sulh anlaşmaları ile onların canları, kanları, malları, hakları ve dinleri korunma altına alınmıştır. Bütün bu sulh anlaşmaları İslam şeriatına uygun olarak yapılmıştır. Müslümanlar yapmış oldukları anlaşmalara riayet etmiş, bozmamaya çok önem vermişlerdir. İslam tarihi daha bunlara benzer birçok sulh anlaşması ile doludur.

Raşit Halifeler Döneminde Barış Esnasında Ehl-i kitap ve Mecusîler'in

Irak’taki Topraklarının Korunması

İslam tarihine aşinalığı olanlar süratlice bir göz attıkları zaman Yahudiler’in Medine- i Münevvere’de İslam’ın gölgesinde zulüm ve haksızlığa uğrama korkusu olmadan güvenlik ve huzur içerisinde, gayet rahat bir hayat yaşamış olduklarını görür. Kendi inanç ve ibadetlerini, dinlerinin gereğini yerine getirdiklerini müşahede eder. Medine-i Münevvere dışında Müslümanlarla ahidleşmiş olan Yahudi, Hıristiyan ve Mecusiler’in de aynı durumda olduğuna muttalî olur. Rasulullah ahiret âlemine intikal ettikten sonra Raşit halifeler dönemi başladı. Bu dönemde İslam fetihleri dünyanın doğusuna, batısına yayıldı. Irak, Şam, İran ve daha birçok ülke fethedildi. Buralarda yaşayan Yahudi, Hıristiyan, Mecusî ve başka din mensupları vardı. Buralara Müslüman fatihler gelip yerleşti. Yerli halktan bazıları da Müslüman oldu. Fetihler tamamlanıp savaşlar bittikten sonra buralarda sulh ve barış dönemi başladı. Tabir caiz ise bu ülkelerde bulunan Ehl-i kitap ve diğer din mensupları herhangi bir zulüm ve haksızlığa uğrama korkusu olmaksızın, emniyet, güven ve huzur içinde yaşamaya başladı. Bu duruma bazı örnekler vermenin burada uygun olacağı kanaatindeyiz:

Fetih tamamlanmış ve Basra Müslüman şehirlerinden bir şehir olmuştu. Müslümanlar’dan birisi orada hurma bahçesi yapmıştı. Bu haber müminlerin emiri Ömer b. Hattab’a kadar ulaştı. Basra’da Ebu Abdullah künyeli Nafi’ adlı bir kişinin hurma bahçesi yaptığı heberi Hz. Ömer’e ulaşdı. Hz. Ömer ona Basra arazilerinin harac arazisi olmadığını, Müslümanlar’dan birisinin orada hakkı olmadığını yazdı.

Hz. Ömer Basra emirine bir mektup yazarak şöyle dedi: “Ebu Abdullah bana Dicle kenarında bir yeri hurma bahçesi yapmak istediğini, bununla alâkalı hükmü sordu. Eğer orası cizye arazilerinden değilse, cizye suyundan sulanmıyorsa orayı kendisine ver.”

Başka bir rivayette ise Hz. Ömer’in Basra emirine bu konunun önemi üzerinde durduğunu, o zamanlarda Müslümanları zimmet ehlinin arazilerine ve sularına yaklaşmaktan sakındırdığını yazdığı haber verilmektedir. O rivayet şudur: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Allah’ın kulu müminlerin emiri Ömer b. Hattab’dan Muğire b. Şu’be’ye, Allah’ın selamı üzerine olsun. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a hamd ederim. Bundan sonra, Ebu Abdullah, Basra’da İbn Gazvan’ın imaretinde bir arazide ziraat yapmak istediğini söylemektedir. Bu güzel bir düşüncedir. Onun ziraat yapmasına yardımcı olunuz. Ben ona ziraat yapması için izin verdim. Ona ziraat yaptığı yeri veriniz. Ancak acemlerin cizye arazilerinden veya cizye arazilerinin sulandığı yerlerden olmasın. Ona ancak hayırla muamele ediniz. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.”

Bu örneklerden anlaşılacağı üzere Müslümanlara verilecek arazilerin gayri müslimlerin elindeki cizye arazilerinden olmamasına azami dikkat edilmiştir. Böylelikle Ümmet ehlinin arazilerinin korunması temin edilmiş ve onlar Müslüman hâkimiyetinde canlarından ve mallarından emin bir şekilde özgürce yaşamışlardır.

SONUÇ

Ehl-i Kitap ve Mecusîler İslam tarihinin bütün asırlarında ve zamanlarında var olarak Müslümanlar’la birlikte yaşamışlardır. İslâm’ın ortaya çıktığı ve Peygamber Efendimizin hayatta olduğu ilk zamanlarda Müslümanlar diğer din mensupları ile Medine-i Münevvere ve Bahreyn’de karşılaşmıştır. Raşit Halifeler döneminde ise Müslümanlar Ehl-i kitap ve Mecusîler ile Irak, Şam, Mısır, Yemen, Amman ve diğer şehirlerde karşılaşmıştır. Bu kimseler Müslümanlar arasında zimmet ehli olarak bilinmiştir.

Ehl-i kitaptan olan Yahudi, Hristiyan ve diğer din mensuplarının İslam’dan önce Irak’taki durumları pek iyi değildi. Mecusi olan Farslar onlara hâkim durumda olup kendilerine adeta köle muamelesi yapıyorlar, kendi hizmetlerinde ve savaşlarda onları kullanıyorlardı. Onların herhangi bir güç, kuvvet, hâkimiyet, şan, şeref ve imkânları yoktu. Tamamen kendi hallerinde dağınık bir vaziyette bulunuyorlardı.

İslam geldikten sonra adaleti ortaya koyarak diğer yerlerde olduğu gibi Irak’ta da gayri müslimlere merhamet ve barış ile muameleyi yaygınlaştırmıştır. İsteyen kendi dini üzere kalıp özgürce inancının gereğini yerine getirerek zimmet ehli olmuş, isteyen kendi rızası, hür irade ve isteğiyle güzellikleri görerek İslam’ı benimseyip Müslüman olmuştur. Böylece zayıflıktan sonra kuvvet bulmuşlar, kölelikten sonra efendiliğe kavuşmuşlardır. Onlar dinlerini değiştirmeye zorlanmamıştır. İslam devletinde diğer devletlerden daha fazla dinlerini yaşama ve haklarına sahip olma imkânı bulmuşlardır.

Ehl-i kitap, Mecusî ve diğer din mensupları İslam’ı insanlar arasında ayırım yapmayan, herkesi eşit gören, üstünlüğün ancak takva ile olduğunu bildiren bir şekilde bulmuşlardır.

Müslümanlar nüfuzlarını yaymak, hâkimiyetini artırmak, başkalarının topraklarına ve ülkelerine sahip olarak yayılımcı bir politika izlemek için savaşmamıştır. Fars devleti idaresi altında yaşayanlar, Irak’ta olduğu gibi birçok devlette hak ve hukuka riayetten mahrum bir vaziyetteydi. İnsanlar toplum içinde bir takım sınıf ve tabakalara ayrılarak idare edilmeye çalışılmaktaydı. İşte Müslümanlar adaleti, merhameti, insan haklarını yaymak için savaşmıştır.

Irak’ın fethedileceğine dair Hz. Peygamber’in birçok müjdesi haber verilmiştir. Irak halkından Peygamber’i görerek sahabesi olma şerefine ulaşan kimseler olmuştur. Bundan dolayı Irak’ın fethi Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra Hz. Ebu Bekr’in halifeliği zamanında hemen başlamıştır. Hz. Ömer’in halifeliği zamanında bu fetih büyük ölçüde tamamlanmıştır. Hz. Osman’ın halifeliği zamanında ise etrafta kalan bazı yerlerin fethi gerçekleşmiştir. Hz. Ali’nin halifeliği sırasında ise Irak’ta daha önemli bir gelişme olarak burası İslam’ın idare merkezi haline gelmiştir.

Irak’ın Müslümanlar tarafından fethi ve bu fetihler esnasında orada yaşayan gayri müslimler ile ilişkileri İslam tarihinde örneklik teşkil eden bir durum olmuştur. İslam’ın adalet, merhamet, şefkat, ahde vefa, dürüstlük prensipleri bilfiil yaşanarak ortaya konmuştur. Bu örneklik daha sonraki fetihlere de rehber olmuştur.

Günümüzde birçok çatışma ve kargaşanın ortasında bulunan Irak sanki İslam’ın oraya ulaşmasından önceki sıkıntılı dönemi yaşamaktadır. Bunun için tekrar fetihten sonraki huzur, emniyet ve barış ortamına kavuşması için İslam’ın adalet ve değişik din ve mezheb mensuplarına hoşgörü ilkelerinin hâkim kılınmasının zarureti ortaya çıkmaktadır.

KAYNAKÇA

ABDÜLLATİF, Abdüşşafi Muhammed, es-Siretü’n-Nebeviyye ve ’t-Tarihu ’l-Islami,

Daru’s-Selam, Kahire, H. 1428.

el-ALİ, Salih Muhazarat fî tarihi-Arap, Daru’l-Kitap liltıbaa ve el-neşir, el-Musul- Irak, ikinci baskı I, yıl belirtilmemiş.

el-ÂLUSİ, Mahmud Şükrü, Bülûğu’l-Erebi fî Ma’rifet-i Ahvali’l-Arabi, Tashih ve Şerh, Muhammed Behcetü’l-Eserî, ikinci baskı.

ALİ, Cevâd, El-Mufassal Fi Tarihi’l-Arap Kable ’l-İslam, Darus-Sakı, Dördüncü baskı, yer belirtilmemiş, M. 2001.

el-AZAVÎ, Abas, Aşair el-Irak, Mektepe el-nehzh, bağdat, Irak. t.s.

el-AVDAT, Hüseyin, el-Arab en-Nasara Arza tarihi, el-Ahali lit-Tabaatı ven-Neşri vet- Tevzıa, Suriye Dımeşk, 1992.

BEYHAKÎ, Ahmed b. Hüseyin b. Ali b. Musa el-Horasanî, Delâilü’n-Nübüvve, Tahkik: Dr. Abdülmuti’ Kal’acî, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Dâru’r-Reyyan li’t-Türas, Yer belirtilmemiş, M. 1988.

el-BELAZÜRÎ, Ahmed b. Yahya b. Cabir b. Davud, Fütühu’l-Büldan, Dar ve Mektebetü’l- Hilal, Beyrut, M.1988.

el-BUHARÎ, Muhammed b. İsmail Ebu Abdullah el-Cû’fi, el-Cami el-Müsned es-Sahih el- Muhtasar min Umuri Rasulillah-i (s.a.v) ve Sünenihi ve Eyyamihi (Sahihu ’l Buhari), Tahkik Muhammed Züheyr b. Nasır en-Nasır, Terkim Muhammed Fuat Abdulbaki, Daru Tuku’n-Necat, H. 1422.

el-CÜRCANÎ, Yahya, (el-Mürşid’ü billah) b. Hüseyin(el-Muvaffak) b. İsmail b. Zeyd el Haseni eş-Şecerî, Tertibü’l-Emali el-Hamisiyye li’ş-Şeceri, Tertip: el-KâdîMühiddin Muhammed b.Ahmed el-Karşi, Tahkik, Muhammed Hasen Muhammed Hasen İsmail, Daru’l Kütübi’l ilmiyye, Beyrut, M. 2001.

ed-DİNEVERÎ, Ebu Hanife Ahmed b. Davut el-Ahbaru’t-Tıval, Tahkik: Abdü’l-mün’ım Amir, Darü İhyai’l Kütübi’l-Arabi, İsa el-Babi el-Halebi ve ortakları, Kahire, M. 1960.

DURANT, Vill ve William James Durant, Kıssatü’l-hadâra, Takdim, Dr. Muhiddin Sabır, Tercüme, Dr. Zeki Necip Mahmud v.dğr. Neşir, Dâru’lceyl, Beyrut, Lübnan, M. 1988.

EBU YUSUF EL-KÂDÎ, Yakup b. İbrahim b. Habib b. Sa’d b. Habbete el-Ensârî, el- Harâc, Dâru’l-Ma’rife li’t-Tabâti ve’n-Neşr, Beyrut, M. 1979.

EMİN, Ahmed, Fecru’l-îslam, Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, Lübnan, Beyrut, Onuncu Baskı, M. 1969.

el-ENDÜLÜSÎ, İbn Abdi RabbihiEbu Ömer Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Abdi Rabbihi İbn Habib İbn Hadîr b. Salim, el-Akdü’l-Ferîd, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, H. 1404.

FEYYAZ, Mu’id,“Tayasfon Kânet Ahla Müdüni’l-Irakı” , Cerıdet El-şerk Al-avsat, 19 Nisan 2005, Sayı No: 9639.

GANİME, YUSUF RIZKULLAH, Nüzhetü’l-Müştakfi Tarih’i Yahudi’l-Irak, Matbaatü’l- Fırat, Bağdat, M. 1924.

HALLAF, Abdülvehhab, es-Siyasetü’ş-Şer’iyye, fi ’ş-Şuuni’d-Düstüriyye ve ’l-Hariciyye ve’l-Maliyye, Dâru’l-kalem, M. 1988.

HANON, Nail, “Tayasfon” El-Mevsuatü’l-Arabiyye, “et-Tarih ve’l Coğrafya ve’l Asar Yer ve Yıl belirtilmemiş.

el-HAMEVÎ, Şihâbüddîn Ebu Abdillah Yakup b. Abdillah, Mu’cemü’l Büldan, Daru Sadır, Beyrut, İkinci baskı, M. 1995.

el-HEMEDANÎ, İbnü’l-Fakih, Ebu Abdillah Ahmed b. Muhammed b. İshak El-Buldan, Tahkik: Yusuf el-Hadi, Alemü’l- Kütüb, Beyrut M. 1996.

el-HİNDÎ, Muhammed Hamidullah el-Haydarâbâdî, Mecmuatü’l-Vesâikı ’s-Siyasiyye li ’l- Ahdi’n-Nebevî, ve ’l-Hılafeti-r-Raşide, Dâru’n-Nefais, Beyrut, Altıncı Baskı, H. 1407.

el-HÜMEYDÎ, Abdulaziz b.Abdullah, et-Tarihül-îslami Mevakıf ve îber “es-Siretün- Nebeviyye, Daru’d-Dave, Mısır, M.1997.

İBN ASÂKİR, Ebul Kasım Ali b.Hasan b. Hibetullah, Tarihü’d-Dimaşk, Tahkik: Amr b. Garame el-Amrî, Darul Fikr lit-Tabaati ve n-Neşri ve’t-tevzi, M.1995.

İBN EBÎ ŞEYBE, Ebu Bekir Abdullah b. Muhammed b. İbrahim b. Osman, el-Müsannef fi’l-Ehadis ve’l-Asar, Tahkik: Kemal Yusuf el- Hud, Mektebetü’r Rüşt, Riyad, H. 1409.

İBN HACER el-ASKALANÎ, Ahmed b. Ali Ebul Fadl, el-îsabe fi Temyizi’s-Sahabe, Tahkik: Adıl Ahmed Abdu l-Mevcud-Ali Muhammed Muavvız, Daru l Kütübi l- İlmiyye, Beyrut, H. 1415.

İBN HAZM, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed b. Said el-Endülüsî el-Kurtubî ez-Zahirî, Cemheratü Ensebi’l-Arab, Tahkik: Âlimler Komisyonu, Daru’l Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1983.

İBN HİŞÂM, Ebu Muhammed Abdülmelik el-Muafiri, es-Siratü’n-Nebeviyye li’bni Hişâm, Tahkik: Mustafa es-Saka-İbrahim el-Ebyari-Abdulhafiz eş-Şelebi, Şirketü Mektebe ve Matbaa, Mustafa el-Babi el-Halebî ve Evladühü, Mısır, İkinci baskı, M. 1955.

İBN KESÎR, Ebu’l Fida İsmail b. Ömer el-Karşi ed-Dimişki, es-Siretü’n-Nebeviyye (Mine"l-bidaye ve'n-Nihaye li'bni Kesir), Tahkik: Mustafa Abdü’l-Vahid, Daru’l Ma’rife li’t-Tıabaati ve’n-Neşri ve’t-Tevzi, Beyrut, M. 1976.

İBNÜ’L ESİR, Izzüddin Ebu’l-Hasen Ali b. Ebil Kerem Muhammed b. Muhammed b. Abdi’l-Kerim b. Abdil-Vahid eş-Şeybani el-Cezeri, Üsdü’l-Ğabe fi Ma’rifeti’s- Sahabe, Daru’l Fikir, Beyrut, M.1989.

İMAM MALİK, Enes b. Malik b. Amir el-Asbahı el-Medeni, Muvatta İmam Malik, Tahkik: Beşşar Avvat Ma’ruf- Mahmud Halil, Müessesetü’r Risale, H. 1412

el-İSBEHÂNİ, Ebu Naîm Ahmed b. Abdullah b. Ahmed b. İshak b. Musa b. Mehran, Delâilü’n-Nübüvve li Ebî Naim el-İsbehânî, Tahkik, Dr. Muhammed Ravvas Kal’acî- Abdü’l-Ber Abbas, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, ikinci baskı, M. 1986.

VELFİNSON, İsrail, (Ebû Züeyb) Tarihu’l-Yahud fi Biladi’l-Arab fi’l-Cahiliyye ve Sadri’l-İslam, Matbaatü’l-İtimad, Mısır 1927.

KAŞA, Süheyl, el-Musulfi’l- Ahdi’l- Celili, 1726 -1834 Mektebetü’s-Sahih, Beyrut 2010, Semir Beşir Hadidin, Esma’ülMusulabre’t-tarih isimli eserinden naklen alınmıştır.

KEMAL, Ahmed Adil, et-Tarîku ile' l-Medâin, Dâru’n-Nefâis, altıncı baskı, Beyrut, M. 1986.

KEMAL, Ömer, v.dğr. Mesacid fi vechi’n-nar, Yayın Merkezi’r-reşid liddirasat ve’l- buhûs, yer belirtilmemiş, M. 2007.

KRİSTANSEN, Arser, İran fi Ahdi" s-Sasaniyyin, Tercüme ve tahkik: Yahya el-Haşşab ve Abdulvahhap Azzam, Daru’n-Nehdati’l-Arabiyye, Beyrut, s.84-85.

el-KURTUBÎ, İbn Abdilber Ebu Ömer Yusuf b. Abdillah b.Muhammed b. Asım en-Nemri, el-İstiâb fi Marifeti’l-Ashab, Tahkik: Ali Muhammed el- Becavi, Darul Ceyl, Beyrut, M. 1992.

el-KURTUBÎ, Ebu Ömer Yusuf b.Abdilber En-Nemri, El-Kastu ve’l-Umemu fi’t-Tarifi bi Usuli’l- Arabi ve’l Acemi ve min Evveli men Tekelleme bi’l-Arabiyyeti mine’l- Umemi, Mektebetü’l-Kutsi, Kahire, t.s.

MAHMUD, Arafe Mahmud, el-Arabu Kablel-İslami Ahvalühümu"s-Siyasiyye ve ’d-Diniyye ve Ehemmü Mezahiri Hazaretihim, Aynün lid-dirasâat ve ’l-BuhusU l-İnsaniyye ve ’l- İctimaiyye, Kahire 1995.

MECELLETÜ LÜGATÜ’L-IRAKIYYE, Tarihi, ilmi, edebi aylık dergi, İmtiyaz sahibi: Anastasmari el-Elyavı el-Kermili, Butros b. Cebrail Yusuf Avvad Vizaratü’l-A’lam, Irak Cumhuriyeti, Genel Kültür Müdürlüğü, Matbaatü’l-Adab, Bağdat, say. 66, VII, 138.

, Menâhec Câmiatü’l-Medineti’l-Alemiyye, es-Siyasetü’ş- şer’iyye, Yüksek Lisans tezi, yay.,Câmiatü’l-medineti’l-alemiyye, t.s. yer belirtilmemiş.

MİSKEVEYH, Ebu Ali Ahmed b. Muhammed b.Yakup, Tecarubü’l-Ümemi ve Teakubi’l- Himem, Tahkik: Ebu’l-Kasım İmami, Yayın: Serviş, Tahran, 2.baskı, M.2000.

MÜSLİM b. Haccâc, Ebul Hasen el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî, El Müsnedfi Sahihi ’lMuhtasar bi-Nakli’l-Adl anı’l-A’dl ilâ Rasulillâh (s.a.v), Tahkik: Muhammed Fuat Abdulbaki, Daru l-İhyayi t-Türasil-Arabî, Beyrut.

NUHBETÜ’N minel bahisine’l-Irakıyyin, Hadaratü’l-Irak, Daru’l Hürriyeti lit’tibaiyyeti ve’n-neşri ve’t-tevzi, Bağdat M. 1985.

en-NEDVÎ, Ali Ebu’l-Hasen b. Abdü’l-hay b. Fahruddin, es-Sîratü’n-Nebeviyye, Dâru İbn Kesir, Dımeşk, On İkinci Baskı, H. 1425.

SAADET, İLİ “El-Medâin Tayasfon Şeyyedehe el-Fersiyyün fi’l-Karni’s-Sani Kable’l- Mil” Hayat Gazetesi, 14.08.2001, Sayı No: 14030.

es-SALLABÎ, Ali Muhammed Muhammed, es-Siratü’n-Nebeviyye Arz Vakai ve Tahlili Ahdas, Darul Marife, Beyrut, Yedinci baskı, M. 2008.

es-SALLABÎ, Ali Muhammed Muhammed, el-înşirah ve Raf’u’d-Dîkfi Sireti Ebi Bekir es-Sıddık Şahsiyyetühü ve Asruhu, Dâru’t-Tevzi’ ve’n-Neşri’l-İslamiyye, Kahire, M. 2002.

es-SALLABÎ, Ali Muhammed Muhammed, Osman Bin Affan, Dâru’t-Tevzi’ ve’n-Neşri’l- İslamiyye, Kahire, M. 2002.

es-SALLABÎ, Ali Muhammed Muhammed, Ali Bin Abi Talib, Dâru’t-Tevzi’ ve’n-Neşri’l- İslamiyye, Kahire, M. 2002.

es-SERCÂNÎ, Râgıb,Makale, Bidâyetüfütühati’l-Irak, ./http://islamstory.com/ar

eş-ŞÂMÎ, Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, fî Siret-i Hayri’l- îbâd, ve Zikr-i Fedâilihî ve ‘A ’lâm-ı Nübüvvetihi ve Ef’âlihi ve Ahvalihi fi ’l-Mebdei ve’l-Meâd, Tahkik ve Talik: eş-Şeyh Adil Ahmed Abdü’l-Mevcûd-eş-Şeyh Ali Muhammed Muavviz, Yayınlayan, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1414/1993.

eş-ŞEYBÂNÎ, Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel b.Hilal b.Esen, Müsnedü’l- îmamı Ahmed b.Hanbel, Tahkik: Şuayb el-Arnavut- Adil Mürşit ve diğerleri, Müessesetü’r-Risale, H. 1421, M.2001.

TAKKUŞ, Muhammed Süheyl, Tarihu’l-Hulefai Raşidin, El-fütuhat ve’l-încazatüs Siyasiyye, Dar’ün-Nefais, Beyrut, M. 2002.

et-TABERÎ, Muhammed b. Cerir b. Yezid b. Kesir b. Gâlib el-Âmilî, Târihu’t-Taberî Târihu’r-Rusül ve’l-Mülük ve Sılatü Târihi’t-Taberî, Dâru’t-Türas, Beyrut, İkinci Baskı, H. 1387.

et-TAYALİSÎ, Ebu Davut Süleyman b. Davut b. el-Carut el-Basri, Müsnedu Ebi Davut et- Tayalisi, Tahkik: Muhammed b. Abdul Muhsin Et-Türki, Dâru Hıcr, Mısır, H.1419, M. 1999.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar