HZ. ALİ’NİN (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) İLMİ ŞAHSİYETİ
Hazırlayan: Abdulkerim
ÖNER
Hz.
Ali, İslam tarihin önemli bir konuma sahip seçkin şahsiyetlerinden biridir.
Eşsiz şecaat, ulviyet, ilim ve hikmet madeni olan Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh), gözlerini dünyaya açtığı andan itibaren Allah Resulü’nün
mukaddes ellerinde yetişti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen sonsuzluk nebisi
onu henüz beş yaşında bir çocuk iken babasından alıp kendi öz evladı gibi
büyüttü.
Hz.
Ali’nin, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e olan yakınlığı,
İslam’ın Arap yarımadasına yayılışı esnasında göstermiş olduğu başarılı askeri
çabaları, ilmi ve edebi gibi birçok özelliğe sahip olması, onu İslam tarihinde
az bulunan örnek kişiliklerden biri haline getirmiştir. Kısa süren hilafet
dönemi ise, başından sonuna kadar karışıklık ve iç savaşlarla geçmiştir. Bundan
dolayı onun adına kaleme alınan eserlerin birçoğu onun özellikle askeri ve
siyasi yönü üzerinde durmuş, ilmi ve edebi yönü üzerinde ise pek durulmamıştır.
O,
İslam’ın askeri, siyasi ve kültürel alanlarında adından sıkça söz ettirmiş bir
komutan, idareci ve ilim adamıdır. Hz. Ali gibi çok yönlü bir İslam büyüğünün
hayatını eksiksiz ve bütün detayı ile kaleme almak elbette ki kolay değildir.
Onun hakkında çok fazla kitap ve makale kaleme alınmış; askeri, siyasi ve
menkıbeleri hakkında çeşitli yazılar yazılmıştır. Ancak onun ilmi şahsiyeti
hakkında müstakil herhangi bir çalışmaya rastlayamadık. Bu nedenle Hz. Ali’nin
ilmi kişiliğini incelemeyi uygun gördük.
İslamiyetten
önce Araplarda yaşam tarzı insan onuruyla bağdaşmayan bir yapıya sahipti. Zira
Araplar ne kendilerine ne de bir başkasına fayda ve zarar vermeyen putlara
tapıyorlar ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Dolayısıyla
kadına değer vermiyorlardı. İçki, zina, kumar vb. toplumun ahlakını çökerten
durumlar onların vazgeçmedikleri yaşam tarzlarıydı.
Cahiliye
döneminde gerek Araplar ve gerekse diğer yerlerde yaşayan insanların düşünce
yapıları ve yaşam tarzları son derece basitti. Bu dünyaya ne için geldiklerini,
bu dünyadan sonra nereye gideceklerini ve dünya hayatının anlamını
bilmiyorlardı. Aynı zamanda peygamber öncesi Araplarda okuma yazma bilme oranı
da son derece düşüktü.
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] [salla'llâhü aleyhi ve sellem]’in
peygamber olarak gönderildiği toplumun komşu milletlere oranla ümmi bir toplum
olması ilahi hikmetin bir tamamlayıcısıdır.[1]
Zira ümmi bir topluma yine kendileri gibi okuma yazma bilmeyen bir peygamberden
gelen ilahi bir mesaj çok daha anlamlı hale gelmektedir. Bu durum onların
düşünce ufkunu daha çok açmasına sebep olmaktaydı.
İslam
Dini geldiğinde Arapları cahiliye kültürü üzerinde buldu. Öncelikle onların
kültürleri, düşünce yapıları ve zihniyetleriyle meşgul oldu ve mücadele etti. Yani
cahiliye kültürünü, düşüncesini ve zihniyetini “ilahi buyruklar” çerçevesinde
değiştirmeye çalıştı.[2] Çünkü
Arapların yaşam tarzları doğal ve basit olduğundan yapıları da çok basitti
Kur’an-ı
Kerim, İslam öncesi Arapların inanç alanındaki düşüncesinin de çok basit
olduğunu ve hatta bu yönde bir keşmekeşlik içinde bulunduğunu bildirmektedir.
Onların ruhlarını ve akıllarını daha ziyade putperestlik inancı ve merasimleri
ile kabile ananelerine verdiklerini söylemektedir.[3]
Yüce
Allah, ilk insandan itibaren her topluma[4]
uyarıcı ve müjdeleyici olarak bir peygamber göndermiştir. Son olarak Arap
halkına ve ondan sonra gelecek olan tüm insanlara Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’i aydınlatıcı ve yol gösterici olarak göndermiş
ve bu dinin kalıcı olması için de kendisine kutsal kitap vermiştir.
Kur’an-ı
Kerim’de “O ümmiler içinde kendilerine bir peygamber gönderdik ki, bu peygamber
onlara, Allah’ın ayetlerini okur, onları temizler, onlara kitabı, hikmeti
öğretir. Hâlbuki onlar daha evvel gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idiler.”[5] Buyurarak
bu gerçeği sarih bir şekilde dile getirmektedir.
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e indirilen ilk vahiy,
eğitim-öğretimin temeli olan “oku” emri olmuştur.[6]
Dolayısıyla Allah Resulü de cahillik içinde yüzen o taş kalpli insanlara
Allah’ın ilk emrini okumuştur. Kur’an-ı Kerim’de de ilme teşvik eden ve âlimi
öven ayet-i kerimeler mevcuttur.[7]
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in faaliyetleri ve sözleri, onun ilme
büyük önem verdiğini gösterrmektedir. Hadis kitaplarında eğitim-öğretimi teşvik
eden yüzlerce hadis bulunmaktadır. Yine aynı kitaplarda bilgisizliği yeren çok
sayıda hadis mevcuttur.[8]
Kendisinin
bir muallim olarak gönderildiğini dile getiren Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem], gönderildiği toplumu eğitmenin de peygamberlik görevleri
arasında oluğunu söylemiştir. Kur’an’ın ve Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve
sellem]’in ilme teşviki, Müslümanların eğitim- öğretime ilgisini arttırmıştır.
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] tebliğ görevini üstlendiği tarihten
itibaren muhatap olduğu toplumu eğitmesi, onun peygamberlik görevleri
arasındadır. O, daha Mekke döneminde, kendisine vahyedilen ayetlerin
yazılmasını ve çoğaltılarak öğrenilmesini teşvik etmiştir. Mekke döneminin ilk
yıllarında Dâru’l-Erkam’ı bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmıştır.
Burada, Kur’an ayetleri okunup yazılıyor, dini bilgiler öğreniliyor ve bu
bilgilerin uygulaması yapılıyordu. Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem],
hicretten iki yıl önce Mekke’ye gelip Akabe mevkiinde Müslüman olan
Medinelilerin eğitimi ile de ilgilenmiş; onların isteği üzerine Kur’an’ı ve
İslam’ın prensiplerini öğretmek için Medine’ye muallim göndermiştir. [9]
Hicretten
sonra Medine’de Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ilk ve en
önemli faaliyetlerinden birisi, bir ibadet mahalli olmasının yanı sıra aynı
zamanda eğitim-öğretim merkezi olan Mescid-i Nebevî’yi inşa etmesidir. Mescidin
bitişiğindeki Suffe denilen mekânda kalan bazı sahabeler, Kur’an ve yazı öğreniyorlardı.
İslam’ın temel esaslarını öğrenmek üzere Medine’ye gelenlerin bir kısmı da
burada kalıyordu. Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] burada bizzat
ders verdiği gibi, Kur’an ve yazı öğretmek üzere muallimler de tayin ediyordu.[10]
Yazı
öğretiminde Müslüman muallimlerin yanında, müşrik muallimlerden de istifade
ediliyordu. Nitekim Bedir Savaşında Müslümanlara esir düşen müşrik askerlerden
okur-yazar olup da kurtuluş fidyesi parası bulunmayanlar, on Müslüman çocuğa
okuma yazma öğretmek suretiyle serbest bırakılmışlardır.[11]
Eğitimin
bir aracı olan yazının Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
faaliyetlerinde önemli bir yeri vardır. O, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini
yazdırmıştır. Medine Vesikası’nı da yazılı olarak düzenlenmiştir.[12]
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] eğitimin muhtevasını geniş tutmuş,
ailelerin gençlerine çeşitli sosyal aktiviteler gibi maddi ve Kur’an okumak
gibi manevi alanlarda eğitilmelerini teşvik etmiştir. O, kendi döneminde yaş
farkı gözetmeksizin tüm insanları eğitmeye çalışmıştır. Müslümanlığı kabul eden
bölgelere öğretmenler tayin etmiştir. Bu suretle Medineliler arasında yazı
yazmayı bilenler çoğalmıştır. Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
sağlığında ve vefatından sonra Müslümanların fethettiği yerlerde de eğitim
yayılmaya devam etmiştir. Aynı zamanda Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] insanların yabancı dil öğrenmelerini de tavsiye etmiştir.
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bilginin yaygınlaşmasını teşvik etmiş;
insanlardan bildiklerini başkalarına aktarmalarını istemiştir. Taşradan
Medine’ye gelip burada bir müddet kalan ve İslam’ı öğrenen heyetlere,
bölgelerine dönüp, öğrendiklerini oradaki insanlara öğretmelerini istemiştir.[13]
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yoğun ve titiz bir çalışmayla,
cahiliye örf ve adetleri üzerine yaşayan bir toplumun fertlerini eğitmiş ve
yepyeni bir toplum, yani İslam toplumunu oluşturmuştur. Bu muazzam dönüşüm,
eğitim-öğretim sayesinde mümkün olmuştur.[14]
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] zamanında Müslümanlar bizzat Allah
Resulüne başvurarak dini ve ilmi meselelerini hallediyorlardı. Raşid Halifeler
döneminde ise bu işi gönüllü olarak ashab-ı kiram yürüttü; verdikleri
fetvalarla dini sorunları çözmeye çalıştılar. Ayrıca bu vazifeyle ilgili olarak
tayin edilen kadılar vardı. Devlet tarafından görevlendirilen öğretmenler de
halka dinin esaslarını ve Kur’an okumayı öğrettiler.[15]
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’le uzun süre birlikte kalan sahabiler
arasında yer alan Hulefâ-yi Raşidin okuma-yazma biliyorlardı. Onlar aynı
zamanda Kur’an ve sünneti iyi bilen, fetva veren birer âlim idiler. İlmin
değerini bilen kişiler olarak onlar, kendi dönemlerinde halkın okuma-yazma
öğrenmesi ve dini bilgilerin öğretilmesi konusunda da gerekli çabayı
sarfetmişlerdir. Keza bu dönemde Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’le
uzun süre birlikte olmuş ve onun eğitiminde yetişmiş pek çok sahabi hayatta
bulunuyordu. Başta Dört halife olmak üzere İslam’ın yayılması konusunda eğitim
görmüş bu insanların büyük hizmetleri olmuştur.[16]
Dört
Halife döneminde İslam’ı yayma görevinden sonra, dinin esaslarını ve amellerini
öğretme konusu gelmekteydi. Bu hususta da en başta yapılması gereken, Kur’an-ı
Kerim’in muhtevasının öğretilmesi idi. Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve
sellem]’in vefatı, sahabeyi Kur’an’ı koruma, anlama, yorumlama ve bunun yanında
sünneti tespit etme ve öğrenme gayretine sevketti. Bu, sahabenin hem Kur’an
etrafında toplanmasını ve hem de bu iki kaynağın yeni problemlere ışık tutacak
şekilde yorumlanmasını hızlandırdı. Bu nedenle Dört Halife döneminde Kur’an ve
sünnet etrafında yoğunlaşan bir eğitim ve bu çerçevede bir anlama ve yorumlama
faaliyetinin ön plana çıktığı görülmektedir.[17]
Kur’an-ı
Kerim Hz. Ömer’in teklifi ile Hz. Ebu Bekir döneminde Zeyd b. Sabit
başkanlığında kurulan bir heyet tarafından cem edildi. Kur’an-ı Kerim’i
toplamak ile görevlendirilen bu heyette; “Hz. Ömer, Osman, Ali, Talha, Sa’d,
ebu Deryâ, Ubey b.
Ka’b,
Abdullah b. Mes’ud, Mikdat b. Esved ve Ebu Musa Eş’ari gibi ashabın meşhurları
da vardı. Bunların hepsi Kur’an-ı Kerim’i ezbere biliyorlardı.[18] [19]
Hz.
Ömer döneminde Kur’an öğrenmek üzere öğretmenler tayin edilmiştir. Yine bu
dönemde Kur’an’ın telaffuzunu ve i’rabını öğrenmek için de çalışılmıştır. Arap
edebiyatını ve gramerini iyi bilenlerin Kur’an’ı öğretmeleri gerektiğini
belirtmiştir. Kur’an öğretiminin yanı sıra okuma-yazma öğretimine de önem
verilmiştir.
Hulefâ-yı
Raşidin döneminde eğitim konularından birini de hadis teşkil ediyordu. Bu
dönemde hadislerin neşrine de çalışılmış, hadis naklinde titizlik
gösterilmiştir; Hz. Ömer bu konuda çok ihtiyatlı davranmış; sahabilerden başka
kimsenin hadis rivayet etmesine izin vermemiştir.
Dört
Halife döneminde fıkhi meselelerin öğretilmesi üzerinde de durulmuştur. Halifeler
fıkhi konular üzerinde bizzat kendileri görüş beyan ederlerdi. Fetihlerle
ortaya çıkan yeni problemler ve anlayışlar, Kur’an ve sünnet merkezli dini
öğreti açısından kontrol edilip çözümlenme ihtiyacı getirmiştir. Hz. Ömer fıkıh
öğretmek için öğretmenler tayin etmiş ve onlara maaş bağlamıştır. Kur’an
öğretmenleri aynı zamanda fıkıh da öğretiyorlardı. Fakihler, tayin edildikleri
yerin camiîsinde kendileri için hazırlanan yerde ders verirlerdi. Halife Ömer,
aynı zamanda hacc mevsiminde hacılara rehber tayin etmiştir.
Raşid
Halifeler döneminde dini karakterde başka olaylar da meydana geldi. Kur’an-ı
Kerim’in, Hz. Ebu Bekir zamanında toplanarak Mushaf haline gelmesi ve Hz. Osman
zamanında çoğaltılarak değişik İslam memleketlerine gönderilmesi, resmi Kur’an
nüshasının dışındaki nüshaların yakılması ve yok edilmesi; teravih namazının
cemaatle kılma örfünün yerleşmesi onlardan başlıcalarıdır.[20]
İşte
biz, bu çalışmamızda Hz. Ali’nin hayatını, doğumundan başlayarak Hz. Peygamber
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] zamanında nasıl şekillendiğini, Raşid Halifeler
dönemindeki rolünü, kendisinden sonraki nesillere nasıl örnek olduğunu ve
özellikle onun üstün ilmi kişiliği üzerinde durmaya çalışacağız.
HZ. ALİ’NİN HAYATI VE KİŞİLİĞİ
Hz. Ali’nin Hayatı
Doğumu, Künyesi ve çocukluğu
Hz.
Ali'nin tam künyesi, Ali b. Ebi Talib b. Abdulmutallib Haşim b. Abdi Menaf olup
babası Ebi Talib, annesi Ebu Talip’in amcasının kızı Fatıma Binti Esed b.
Haşim'dir. Yani O, hem anne hem de baba tarafından Haşimi’dir.[21] Hz. Ali,
m. 597-600 yıllarında[22] [23] [24] bir başka
rivayete göre ise Kureyşlilerin Kabe'yi yeniden inşa etmelerinden 23 bir kaç
sene evvel, hicretten yaklaşık yirmi iki yıl önce Mekke'de dünyaya gelmiştir.
Hz. Ali, ailesinin en küçük oğludur. O zaman Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) de otuz beş 24 yaşlarındaydı.
Diğer
bir rivayete göre ise Hz. Muhammed'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
peygamberlik görevi verildiği zaman Hz. Ali 8-10 yaşlarındaydı. Buna göre Hz.
Ali muhtemelen M. 600 veya 602 yıllarında dünyaya gelmiştir. Bu ikinci
rivayetin daha sağlıklı olabileceği kanaatindeyiz. Çünkü Hz. Ali, Müslüman
olduğu zaman aklı eriyor ve olayların yorumunu yapabiliyordu. Tahminen o zaman
en az on yaşlarında olması gerekiyordu. Hz. Ali'nin babası Ebu Talib ona Ali,
annesi Fatıma binti Esed b. Haşim de babasının adı olan Esed adını vermişti.[25] Esed,
Arapça bir kelime olup "aslan" demektir. Hz. Ali bir mısrada kendini
överken aslanla eş anlamlı olan haydar kelimesi ile kendini tanımlamıştır.
Ancak o Ali diye isimlendirilmiş ve hep bu isim ile bilinmiştir.[26]
Bilindiği
gibi Hz. Ali'nin babası Ebu Talib'dir. Aslında "Ebu Talib" kelimesi
onun künyesidir. Ebu Talib'in esas adı Abdulmenaftır. Onun babası
Abdulmuttalib, onun da babası Haşim'dir. Hz. Ali'nin Adnan'a kadar uzanan soyu,
sırası ile şöyledir: Ebu Talib (Abdumenaf), Abdulmuttalib, Haşim, Abdulmenaf,
Kusay, Kilab, Murre, Ka'b, Luey, Galib, Fihr, Malik, en-Nadr, Kinane, Huzeyme,
Müdrike, İlyas, Mudar, Nizar, Ma'd, Adnan.[27]
İlmi
kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla, o zaman için Araplarda kişiyi isminin
yanında künyesi ile de çağırma geleneği yaygındı. Bazı kişilerin birden fazla
künyesi söz konusu olabilir. Nitekim Hz. Ali'nin de dört künyesi vardı. Onun bu
künyeleri, Ebu Muhsin, Ebu'r-Reyhaneteyn, Ebu'l-Hasan ve Ebu Turab'dır.[28] [29] Ebu'l-
Hasan, Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan dünyaya gelen Hasan'ın babası; Ebu Muhsin,
yine Hz. Fatıma'dan dünyaya gelen ve küçük yaşta vefat etmiş olan Muhsin'in
babası ve Ebu'r- Reyhaneteyn de iki reyhan çiçeğinin babası anlamındadır. İki
reyhan çiçeği ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kastedilmektedir.
Hz.
Ali için kullanılan "Ebu Turab" künyesi hakkında çeşitli rivayetler
vardır. Toprağın babası anlamına gelen Ebu Turab künyesinin Hz. Peygamber
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] tarafından Hz. Ali'ye verildiği rivayet
edilmektedir.[30] Ünvanı
ise, Emirü’l-Mü’minin’dir.[31]
Hz.
Ali'nin beş yaşından itibaren hicrete kadar ki yaşamı Hz. Muhammed’in [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] yanında geçmiştir.[32]
[33] Hz.
Ali'nin babası ve Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] amcası
olan Ebu Talib'in maddi durumu pek iyi değildi ve aile fertleri kalabalıktı.
Onun hanımı Fatıma'dan dört erkek ve iki kız çocuğu dünyaya gelmişti.
Çocuklarının isimleri, sırası ile şöyle idi: Talib, Akil, Ca'fer, Ali, Fahita
(Ummu Hani) ve Cumane. Hz. Muhammed ,
amcası Ebu Talib'in maddi yükünü hafifletmek ve bu konuda ona yardımcı olmak
için amcası Abbas'ı yanına alarak Ebu Talib'in evine gitmiş ve niçin geldiğini
kendisine anlatmıştır. Onunla anlaştıktan sonra Hz. Muhammed Ali'yi
ve amcası Abbas da Ca'fer'i evine alarak
bakımını üstlenmişlerdir. Hz. Ali o zaman daha küçük bir çocuktu.
Bu
rivayetlerden anlaşıldığına göre Hz. Ali, daha küçük bir çocukken Hz. Muhammed’in
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] himayesine verilmiş, onun evinde ve onun aile
terbiyesinde yetişmiştir.
Müslüman Oluşu
Hz.
Ali küçük yaşta iken İslam Dini intişar ettiğinden hiçbir dine inanmadan ve
hiçbir puta tapmadan doğrudan doğruya Müslüman olmuştur. Bu itibarla, Aşare-i
Mübeşşere arasında mümtaz bir mevkii vardır.[34]
Hz.
Ali'nin müslüman oluşu ile igili kaynakların birçoğunda değişik bilgiler yer
almaktadır. En çok tercih edilen rivayet ise şöyledir: Hz. Muhammed , Hz. Hatice ile beraber İbrahim'in (as)
dinine göre gizlice namaz kılıyorlardı. Onların evinde yetişmekte olan Hz. Ali,
bir defasında onları beraber namaz kılarken görmüş ve “Ey Muhammed! Bu beden
hareketleri nedir?” diye sormuş, Hz. Muhammed de ona
Allah'ın kendisini peygamber olarak seçtiğini, yeni dinlerinin İslam olduğunu,
ona göre ibadet ettiklerini söylemiş ve onu da müslüman olmaya davet etmiştir.[35] Hz. Ali o
ana kadar böyle bir şeyi duymadığını, babası Ebu Talib'e danışmadan bu konuda
herhangi bir şey söyleyemeyeceğini anlatmıştır. Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi
ve sellem , henüz müslümanların sayısı az oldugu için durumlarının duyulmasını
istemiyordu. Onun için Hz. Ali'ye bu konuyu gizli tutmasnı söylemiştir. O da bu
konuda kendisine söz verdi.[36] Hz. Ali,
o gece konuyu babası Ebu Talib'e anlatmadan müslüman olmaya karar vermiş ve
sabahleyin Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] huzuruna varıp kelimeyi şehadet getirerek
müslüman olduğunu haber vermiştir.[37]
Çeşitli rivayetlere göre Hz. Ali müslüman olduğunda 9-10 veya 11 yaşlarındaydı.[38]
Hz.
Ali, Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] peygamberliğine ilk iman
edenlerdendir. Ancak Hz. Hatice ile aynı zamanda veya ondan hemen sonra yahutta
Hz. Hatice ve Hz. Ebu Bekir’den sonra iman ettiği hususu, Ehl-i Sünnet ile
Şiiler arasında tartışılan bir konudur.[39]
Genel
olarak Hz. Ali'nin Müslüman oluşu ile ilgili rivayetler incelendiği taktirde
onun Hz. Hatice'den sonra İslam dinini kabul eden ilk kişi olduğu anlaşılır.
Yine
bu rivayetlere göre, en çok tercih edilen görüş, kadınlardan Müslüman olan ilk
kişi Hz. Hatice, çocuklardan Hz. Ali, yetişkinlerden Hz. Ebu Bekir ve
kölelerden de Hz. Zeyd b. Harise'dir.
Hz.
Ali’nin hicretten önceki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak
hayatı, menkıbevi ve efsanevi rivayetlerle örülü Şii kaynaklarda doğumundan
itibaren en ince teferruatına kadar ve zengin kerametlerle dolu olarak
anlatılır.[40]
Evliliği
ve Çocukları
Hz.
Ali'nin birden fazla evliliği olmuştur. O ilk önce Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]'in kızı Hz. Fatıma ile evlenmiştir. Hz.
Fatıma'nın doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte rivayetlere göre Hz.
Ali'den üç-beş yaş küçüktü ve onlar evlendikleri zaman Hz. Fatıma on sekiz
yaşlarındaydı. Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın evlendikleri tarih hakkında da farklı
rivayetler vardır. Ancak onların hicretten kısa bir süre sonra evlenmiş
oldukları bilinir. Fakat bu süre kesin bir şekilde bilinmemektedir. Onların
hicretten iki ay, beş ay veya iki yıl sonra evlenmiş oldukları hakkında farklı
rivayetler vardır.[41] Peygamberimizin
’in nesebi, daha çok bu evlilikten gelen
torunlar vasıtasıyla devam edip gitmiştir. İslam dünyasında bu soydan gelenler
her ülkeye göre değişmek üzere, şerif, seyyid veya habib ünvanlarıyla anılır
olmuşlardır.[42]
Hz.
Ali, Hz. Fatıma ile evlenmeden önce çok kişi Hz. Fatıma'yı Hz. Muhammed'den istemişti. Fakat Hz. Muhammed onu
kimse ile evlendirmemişti. Halk arasında Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] Hz. Fatıma'yı Hz. Ali için beklettiği kanaati
yayılmıştı. Nitekim Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hz.
Ali'ye şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Ya Ali! O senindir, ben yalancı
değilim.”[43] Bu
rivayete göre Hz. Muhammed , önceden
kızı Hz. Fatıma'yı Hz. Ali'ye vereceğine dair söz vermişti.
Hz.
Ali bizzat kendisi Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] evine
giderek ondan kızı Hz. Fatıma'yı istemiş ve çeyiz olarak ona bir koç postu, içi
lif ile doldurulmuş deri bir yastık, bir kalkan, Yemen kumaşından yapılmış bir
elbise, devekuşu tüyünden yapılmış bir elbise, iki el değirmeni, bir yayık, iki
su testisi ve bir matara vermiştir[44]
Hz.
Ali'nin Hz. Fatıma ile olan evlilikten sonra Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin
adlı erkek çocukları ile Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adlı kız çocukları dünyaya
gelmiştir.[45]
Hz.
Ali, Hz. Fatıma hayatta kaldığı müddetçe başka evlilik yapmamıştır. Onun
vefatından sonra bir çok evlilik yapmış ve bu evliliklerden çok sayıda çocuk
meydana gelmiştir.[46]
Hz.
Fatıma'nın vefatından sonra Hz. Ali, Ebu'l-As b. er-Rebi'in kizi Umame ile
evlenmiş ve Umame'den Muhammedu'l-Evsat adında bir erkek çocuğu dünyaya
gelmiştir. Hz. Ali'nin evlendiği diğer hanımları ve onlardan dünyaya gelen
çocuklarını şöyle sıralayabiliriz: Esma binti Umeys, ondan Yahya ve Avn adında
iki erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. Havle binti Kays binti Ca'fer el-Hanefi,
ondan Muhammedu'l-Ekber adında bir erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. Ümmu'l-Beln
binti Hiram el-Kilabiyye, ondan el-Abbas, Ca'fer, Abdullah ve Osman adında dört
erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. Leyla binti Mes'ud b. Halil et-Temim; ondan
Ubeydullah ve Ebu Bekr adında iki oğlu dünyaya gelmiştir. es-Sahba Ümmü Habibe
binti Rabi'a et-Tağlibiyye, ondan Umeru'1- Asğar adında bir erkek ve Rukiyye
adında bir kız çocuğu dünyaya gelmiştir. Ummu Sa'd binti Urve b. Mes'ud
es-Sakafiyye; ondan Ca'feru'l-Asgar adında bir erkek ve Ummu'l- Hasan,
Ramletu'1-Kub-ra ve Ummu Gülsüm adında üç kız çocuğu dünyaya gelmiştir. Muhbi'a
binti imriu'1-Kays b. Adi el-Kelbiyye; ondan da ismi zikredilmeyen bir kız
çocuğu dünyaya gelmiş ve küçük yaşta vefat etmiştir.[47]
[48]
Ayrıca,
çeşitli kaynaklardaki rivayetlerde Hz. Ali'nin, cariyelerden on üç kız
çocuğunun dünyaya geldiği ve bu kızlarının isimlerinin şöyle oldugu
belirtilmektedir: Ümmu Hani, Meymune, Zeynebu's-Suğra, Fatima, Umame, Hadice,
Ummu'l-Kiram, Ummu Seleme, Ummu Ca'fer, Cumane, Nefise, Ramie, Ummu'l-Huseyn.
Vasıfları
Hz.
Ali ortaya yakın kısa boylu, koyu esmer tenli, sık ve geniş sakallı[49] ve etine
dolgundu.[50] Omuzları
genişti ve vücudunun adaleleri düzgündü. Bilekleri ve pazuları çok kuvvetliydi,
tuttuğunu koparırdı. Gözleri iri, burnu kısa ve yüzü güzeldi. Onun bu vasıfları
vücut azalarının birbirleriyle uyum içerisinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Uyumlu bir vücut yapısına sahip olmasının neticesinde atik, cesur ve başarılı
bir savaşçıydı. Rivayet edildiğine göre Hz. Ali, hem kadının hem de erkeğin
genel olarak her kişinin, kiyafetinin düzgün ve üstünün temiz olmasına özen
göstermesinin gerektiği üzerinde duruyordu. Yine rivayetlere göre Hz. Ali,
elbiselerinin eteklerini uzatmazdı; kısa elbise giyerdi bazen kumaş kemer
kullanırdı ve yamalı elbiseyi giymekten çekinmezdi. Bu durum Hz. Ali'nin, kibir
ve gurur gibi İslam fıtratına aykırı davranışlardan uzak olduğunu göstermesinin
yanında ondaki tevazu ve alçak gönüllülüğü yansıtmaktadır.[51]
[52] [53]
HZ. ALİ’NİN ŞAHSİ KİŞİLİĞİ VE İLMİ YÖNÜ
Hz.
Ali’nin Şahsi Kişiliği
Hz.
Ali’nin cömertliği, şefkati, hilmi, yoksullara ve yetimlere yardım konusundaki
düşkünlüğü, onlara karşı kalbinde taşıdığı sıcak ve insani duygular, sabrı,
adaleti ve bütün insanlara karşı duyduğu muhabbeti ve dostluğu, herkes
tarafından 52 paylaşılan ve kabul edilen gerçeklerdir.
İslam
aleminde haklı olarak yükseldiği en büyük mevkiye rağmen hiçbir servete sahip
olmamıştır. Fakat buna rağmen son derece kerim idi. Ayrıca mütevazi ve haya
sahibi oluşu, şecaat ve cesarette emsalsiz bulunuşu en büyük meziyetlerinden biriydi. Her bakımdan övülmeye ve takdir
edilmeye layık bir zat-ı muhteremdi.
Hz.
Ali'nin en belirgin kişiliği, cesur bir insan olmasıydı. O, kabiliyetliydi,
savaş tekniğini çok iyi bilirdi ve savaş esnasında ölümden korkmayacak kadar
cesurdu. Bundan dolayı Hz. Ali hemen hemen hiç yenilmemiş, düşmanlarını hep
yenmiştir.
İlmi
kaynaklardaki rivayetlere göre Hz. Ali, dürüstlük ve takva sahibi olan bir
kişiliğe sahipti. O, çalışanları denetlemek için dolaşırken elinde bir kırbaç
bulundururdu. Hz. Ali, satıcıları takva sahibi olmaya, alışverişte dürüst
davranmaya ve tartıda hile yapmamaya davet ederdi ve özellikle de kasaplara
halkı kandırmamalarını emrederdi.[54]
Hz.
Ali, takvası münasebetiyle dünyaya ve dünyadakilere pek önem vermezdi. Kur'an'daki
emir ve yasaklara tam manası ile uymaya gayret gösterirdi. Bir gün Hz. Ali,
bazı kişilerle beraber mezarlıktan geçerken kabirdekilere, “Dünya hali devam
etmektedir, sizden ne haber?” gibi ifadelerle onlara seslenmiştir. Sonra
yanındakilere: “Eğer onlar bize cevap verecek olsalardı, en hayırlı işin takva
olduğunu söyleyeceklerdi.” demiştir.
Hz.
Ali, her şeyi Allah rızası için yapardı. Rivayet edildiğine göre o bir
defasında savaşırken, boğuştuğu bir düşmanını yere vatırıp göğsüne oturmuş, tam
onu öldüreceği sırada adam, onun yüzüne tükürmüş. Hz. Ali o anda çok sinirlenip
öfkelenmiş ancak adamı öldürmekten vazgeçip onu bırakmıştır. Adamı niçin
bıraktığı sorulunca, “Yüzüme tükürünce, çok sinirlendim. Onu öldürseydim,
sinirimden dolayı, nefsim istediği için onu öldürmüş olurdum. Oysa ben onu
Allah rızası için öldürmek istiyordum. Dolayısıyla nefsimin isteğini yerine
getirmemek ve sinirimi geçirmek için onu bıraktım.”[55]
demiştir.
Hz.
Ali, dünyada cennetle müjdelenmiş on büyük sahabiden ve islamı ilk kabul
edenlerdendir.[56] Ayrıca
Hz. Ali hakkında aslı esası olmayan çok ceşitli abartmalar da bazı menkıbe
kitaplarında yer almaktadır.
Hz.
Ali’nin İlmi Kişiliği
Şüphesiz
Hz. Ali, çok küçük yaştan itibaren terbiyesi altında yetiştiği Allah Resulü’nün
ahlakı ile ahlaklanmakla kalmamış, onun nübüvet nurunun bereketlerini en iyi
bilen, tanıyan ve ona uyan olmuştur. Onun içindir ki, hadis alimleri, üzerinde
çok tartışmış ise de Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]den rivayet
edilen, “Ben ilim şehriyim; Ali de onun kapısıdır” veya “Ben hikmet eviyim,
Ali de kapısıdır” şeklindeki haberde de ifade edildiği gibi, Hz. Ali
denince ilk akla gelen kemal vasıflardan biri de ilimdir.[57]
Hz.
Ali vefat ettikten sonra oğlu Hüseyin, babası hakkında Müslümanlara şöyle hitap
etti: “(Müslümanlar!) Dün aranızdan öyle bir adam ayrıldı ki, ilimde evvelkiler
onu geçemedi, sonrakiler de ona ulaşamayacaktır. Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] onu muharebeye gönderip eline sancak
verdiğinde, Allah ona fethi nasip edinceye kadar gözünü kırpmadan çarpışırdı.
Cebrail sağında Mikail ise solunda bulunurdu. Geride -borcu ödendikten sonra-
satın almayı düşündüğü hizmetçi için ayırdığı yedi yüzden (dirhem) başka ne
sarı bir altın ne de beyaz bir gümüş bırakmıştır." Bundan anlaşıldığına
göre Hz. Hüseyin, babası Hz. Ali'yi anlattığı zaman, ilk olarak onun ilmi
dehasının üzerinde durmuş ve bununla onun her türlü meziyetinden önce ilmi
şahsiyetini ön plana çıkarmaya çalışmıştır.
Muaviye
ona karşı husumetine rağmen dini konulardaki problemlerini yazarak ondan
öğrenirdi. Öldürüldüğü haberi kendisine ulaşınca “Ali b. Ebu Talib’in ölümü ile
fıkıh ve ilim gitti.” demiştir.[58] [59]
Hz.
Ali, Sahabe devrinde tefsir çalışmaları hakkında bilgi verirken yukarıda
belirttiğimiz gibi özellikle tefsir ilminde önde bulunuyordu. Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali, Kufe minberinden halka hitap ederken, “Kitabullah'tan
herhangi bir ayet hakkında bana bir şey sormak isteyen varsa, sorsun.” diye
ilan etmişti. Ondan sonra kendisine bazı ayetler hakkında soru sorulmuş ve o da
cevap verip o ayetler hakkında açıklamada bulunmuştur.[60]
Hz.
Ali, savaşlar dışında genellikle ilimle meşgul olmuştur, vahiy katiliği yapmış
olması ise bilinen bir gerçektir. İslami ilimlere derin bir vukufu vardır. Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]in vefatından sonra da kendini tamamen
ilme adadı.[61] Bu
itibarla Hz. Ömer döneminde kadılık yapmıştır.[62]
Hz.
Ali'nin ilmi yönünü yukarıda değindiğimiz gibi çalışmamızın ilerleyen
bölümlerinde daha da detaylı bir şekilde açıklamaya çalışacağız.
Hz.
Muhammed salla'llâhü
aleyhi ve sellem Devrinde Hz. Ali
Yukarıda
açıklamaya çalıştığımız gibi Hz. Ali daha küçük bir çocukken Hz. Muhammed’in
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] himayesine verilmiş, onun aile terbiyesinde
büyümüş, Kur'an ve Sünnet kültürü ile yetişmiştir.
Hz.
Ali'nin, Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] vefatına kadar olan zamanda yaşadığı önemli
pekçok olay vardır. Bunlardan bazılarını burada özet olarak kaydetmeye
çalışacağız.
Hz.
Ali daima Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yanında
yer almış İslam'ı tebliğ faaliyetlerinde ona destek olmuştur. “Önce en yakın
akrabalarını uyar ve sana tabi olan müminlere kol kanat ger."[63] Ayeti
nazil olduğu zaman Hz. Muhammed Hz. Ali'yi çağırıp, Allah'ın kendisine yakın
akrabalarını Müslüman olmaya çağırmayı emrettiğini söylemiş ve yemekli bir
ziyafet hazırlayıp akrabalarını bu ziyafete çağırmasını istemiştir. Bunun
üzerine Hz. Ali, Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] isteğine uyarak bir ziyafet hazırlamış ve
akrabalarını bu ziyafete davet etmiştir. Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] amcaları Ebu Talib, Hamza, Abbas ve Ebu
Leheb'in de aralarında bulunduğu kırk kişiden fazla bir akraba topluluğu Hz. Muhammed’in
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] evinde toplanmıştır. Yemekten sonra Ebu
Leheb'in konuşması münasebetiyle Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'in
arzusu gerçekleşememiştir. Bir süre sonra aynı
gaye ile bir ziyafet daha hazırlanmış ve akrabalar tekrar yemeğe çağırılmıştır.
Yemekten sonra Hz. Muhammed bir konuşma yaparak akrabalarını İslam'a davet
etmiş ve bu konuda kimlerin kendisine uyacağını sormuştur. Kimseden ses
çıkmayınca Hz. Ali; “Ey Allah'ın elçisi! Ben senin vezirin olurum.” demiştir.
Bu durum karşısında duygulanan Hz. Muhammed oradakilere dönerek; “Aranızdaki kardeşim,
varisim ve halifem budur. Buna itaat edin!” demiş ve ondan sonra topluluk
dağılmıştır.[64]
Mekkeli
müşrikler, Müslümanlara karşı eza ve cefayı artırınca Hz. Muhammed , Müslümanlara Medine'ye hicret etmeleri için
izin vermiş, Müslümanların çoğu Medine'ye hicret etmiş ve bunun neticesinde
Mekke'de az sayıda Müslüman kalmıştı. Öyle bir noktaya gelinmişti ki, müşrikler
Ebu Cehil'in tavsiyesi üzerine her kabileden birer kişiyi seçerek
oluşturdukları gurupla bir gece Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] evine
saldırarak onu öldürmeye karar vermişlerdi. Müşriklerin bu saldırıyı
gerçekleştirecekleri gecede Hz. Muhammed , Hz. Ali'yi çağırarak o gece kendi yatağında
yatmasını istemiş ve aynı gece Hz. Ebu Bekir'le beraber Medine'ye hicret etmek
üzere yola çıkmıştı. Tehlikeli bir durum olmasına rağmen o gece Hz. Ali,
kendini Hz. Muhammed'e feda etmeyi göze alarak onun yatağında
yatmıştı. Evin etrafını kuşatan müşrikler, Resulullah’ın yatağında birinin
yattığını görüyorlardı. Ancak sabahleyin gün ışığında orada uyuyup duran
kimsenin Hz. Ali olduğunun farkına varabildiler.[65]
Bir nevi bozguna uğramışlardı. Hz. Ali ertesi gün, Hz. Muhammed’in [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] kendisine verdiği emanetleri sahiplerine
vermiş ve yine onun emri uyarınca Resulullah’ın kızı Fatıma, kendi annesi
Fatıma ve yanındakilerle Mekke’den ayrılarak[66]
üç gün sonra Medine'ye hicret etmek üzere yola çıkmış. O, gündüzleri dinlenerek
ve geceleri yürüyerek Medine'ye doğru yola devam etmişti. Nihayet Hz. Ali, uzun
bir yolculuktan sonra Medine'ye varmıştı.[67]
Hz.
Muhammed , Hz. Ali'nin Medine'ye
geldiğini öğrenince, ona yanına gelmesi için haber göndermişti. Fakat Hz. Ali
uzun bir yolculuktan geldiği için ayakları şişmiş ve kanlar içinde kalmıştı.
Dolayısıyla yürüyecek halde değildi. Hz. Muhammed onun bu
halini öğrenince kendisi onun yanına gitmiş, onunla kucaklaşmış ve onun için
dua etmişti.[68]
Hicretin
beşinci ayında muhacirlerle ensar arasında yakınlık ve dayanışma sağlamak
amacıyla kurulan muahalat sırasında Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] Hz. Ali’yi kendisine kardeş seçmiştir. Hz. Ali, Bedir, Uhud, Hendek ve
Hayber başta olmak üzere hemen hemen bütün gazve ve seriyyelere katılmış, bu
savaşlarda Resul-i Ekrem'in sancaktarlığını yapmış ve daha sonraları menkibevi
bir üslupla rivayet edilen büyük kahramanlıklar göstermiştir. Uhud'da ve
Huneyn'de çeşitli yerlerinden yara almasına rağmen Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]'i bütün gücüyle korumuş, Hayber'de ağır bir demir kapıyı
kalkan olarak kullanmış ve bu seferin zaferle sonuçlanarak yahudilere galebe
çalınmasında büyük payı olmuştur. Fedek'te Beni Sa'd'a karşı gönderilen
seriyyeyi (6/628) ve Yemen'e yapılan seferi (10/632) sevk ve idare etmiştir. Bu
sonuncu sefer üzerine Beni Hemdan kabilesi Müslümanlığı kabul etmiştir. Tebük
Gazvesi'nde ise Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'in vekili olarak
Medine'de kalmıştır. İlmi kaynaklarda yer alan rivayetlere göre Hz. Ali, Medine'ye
hicret ettikten sonra Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] döneminde
Medine’den hiç ayrılmamıştır.[69]
Hz.
Ali, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'e katiplik ve vahiy katipliği
yapmış,[70] Hudeybiye
Antlaşması'nı da o yazmıştır. Evs, Hazrec ve Tay kabilelerinin taptıkları
putlarla Mekke'nin fethinden sonra Kabe'deki putları imha etme görevi ona
verilmiştir. Hicretin 9. (631) yılında hac emiri olarak tayin edilen Hz. Ebu
Bekir'e Mina'da yetişip o sırada inmiş bulunan Tevbe suresinin ilk yedi ayetini
okumak, ayrıca müşriklerle müslümanların bu yıldan sonra hacda bir arada
bulunamayacağını ve hiç kimsenin Kabe'yi çıplak tavaf edemeyeceğini bildirmek
üzere Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] tarafından
görevlendirilmiştir.[71]
Hayatı
boyunca Hz. Muhammed'den ayrılmamaya, daima onunla beraber olmaya özen
gösteren Hz. Ali, Rasulullah'ın vefatında da ona olan bu yakınlığını
sürdürmüştür. Konu ile ilgili kaynakların bildirdiğine göre Hz. Ali, Hz. Abbas,
Fadl b.
Abbas
ve diğer bazı yakınları Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
cenazesini yıkama, kefenleme ve defnetme görevlerini beraber yerine
getirmişlerdir.[72]
Rivayet edildiğine göre Rasulullah hastalığı sırasında Hz. Ali'ye; “Öldüğüm
zaman, beni sen yıka!” demiştir. Bunun üzerine Hz. Ali, “Ya Rasulallah! Ben hiç
ölü yıkamadım ki!” deyince, Rasulullah ona, “Yıkama işi sana hazırlanacak,
kolaylaştırılacak.” diye buyurmuştur. Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem
11/632 yılında Rabiulevvel ayının on
ikisi Pazartesi günü vefat edince Hz. Ali, yıldırıma vurulmuşa döndü ise de,[73] eline
bir bez bağladığı halde gömlek üzerinden Rasulullah'ın vücudunu ovarak üç kere yıkamış, ondan sonra
kurulayıp üç parçadan oluşan kefene sarmıştır. Hz. Ali, Rasulullah'ın cenaze
namazını kılmış, ondan sonra diğer Müslümanlar peyderpey onun cenaze namazını
kılmaya devam etmişlerdir. Çarşamba gecesi yarılandığı sırada yine yakınlarının
yardımı ile Hz. Ali, Hz. Muhammed'in salla'llâhü
aleyhi ve sellem cenazesini kabre indirip defnetmiştir.[74]
İlk Üç
Halife Döneminde Hz. Ali ve Vefatı
Hz.
Ali ilk üç halife döneminde resmi olarak ne bir idari görevde bulunmuş ne de
yapılan savaşlara katılmıştır. Sadece Halife Ömer'in Filistin ve Suriye
seyahati sırasında Medine'de askeri vali olarak kalmış, Medine'de ikamet edip
dini ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere tercih etmiştir. Kur'an ve hadis
konusundaki derin ilminden dolayı Hz. Ebu Bekir'in, Ömer'in ve Hz. Osman’ın[75] özellikle
fıkhi meselelerde fikrine müracaat ettikleri bir sahabi olmuştur.[76] Esas
itibariyle Hz. Ali, İslam devletinde bir şeyhülislam görevinde bulunuyordu.[77]
Hz.
Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] vefatından sonra onun yerine kimin halife
olarak seçilmesinin gerektiği tartışma konusu oldu. Bilindiği gibi neticede Hz.
Ebu Bekir, halife olarak seçildi. Hz. Ali'nin kendisine ne zaman, nasıl biat
ettiği ve bu konuda aralarında ne gibi tartışmaların yaşandığı konusunda
çeşitli rivayetler vardır. Ancak
kaynaklar, Hz. Ali'nin Hz. Ebu Bekir'e biatı geciktirdiğini ittifakla
kaydetmektedir.[78]
Hz.
Ali ile Hz. Ebu Bekir'in arasında bulunan soğukluk zamanla geçmiş ve aralarında
bir yakınlık meydana gelmiştir. Hatta Hz. Ebu Bekir, halifeliği esnasında
çeşitli meseleleri Hz. Ali ile danışarak halletmeye çalışmıştır. Hz. Ebu
Bekir'in emri üzerine Şam'ın fethi için hazırlıklar yapıldığı zaman, Hz. Ebu
Bekir Hz. Ali'nin de görüşüne başvurmuştur. Hz. Ali kendisine, “Eğer kendin
gidersen veya başka bir şahsın komutasında bir ordu gönderirsen inşallah
muzaffer olursun.” diyerek bu konudaki fikrini ona bildirmiştir. Hz. Ebu Bekir,
Hz. Ali'nin bu ifadeleri karşısında kendisine, “Beni sevindirdin, Allah da seni
dünya ve ahirette sevindirsin.” diyerek teşekkür etmiş
ve
onun için duada bulunmuştur.
Hz.
Ali, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde hilafet sekreterliğini yapanlardan
biriydi. Halifenin sekreterliğini yapması, halifenin ona güvendiğini gösterdiği
gibi, ikisinin iyi ilişkiler içinde olduğunu da gösterir.[79]
[80] Şu
halde Hz. Ebu Bekir halife seçildikten sonda bu ikisi arasında ilişkilerin
kopuk olduğu söylenemez. Eğer bazılarının iddia ettiği gibi halife olmakla Hz.
Ali’nin hakkını gasbetmiş, Resulullah’ın varolduğu iddia edilen bir vasiyetini
tutmamış, böylece ona isyan etmiş olsaydı Hz. Ali onun sekreteri olarak suçuna
iştirak etmez, hakkı gasbedildiği için onun sekreterliğini de yapmazdı. Ayrıca
takkiye olarak ona ve haksızlığa boyun eğmezdi.[81]
Hz.
Ali, oğullarından birine Ebu Bekir adını vermiştir. Bu olay, Hz. Ali'nin Hz.
Ebu Bekir'e olan muhabbetini yansıtmaktadır.
Hz.
Ali, Hz. Ebu Bekir’in vefat haberini duyduğunda hemen onun evine gitmiş onu
kefenler içinde görünce şöyle demiştir: “Allah sana rahmet etsin ey Ebu Bekir!
Sen ki Resulullah'ın dostu, güvendiği, sırdaşı ve danıştığı kişiydin. Mekke'nin
ilk Müslümanı, en sağlam imanlısı, yakını en çok olanı, Yüce Allah'tan en çok
korkanı, Yüce Allah'ın yolunda en fazla sıkıntı çekeni, Resulullah'a karşı en
duyarlı olanı, İslam için en şefkatli olanı, dostlarına en çok güven vereni ve
sohbeti en tatlı olanıydın. En güzel özellikler sende, iyi işlerde en önde,
derece ve konum olarak da en üstte olanıydın. Resulullah'a en yakın, doğrulukta,
davranışlarında, şefkatte ve cömertlikte ona en çok benzeyendin. Konum olarak
insanların en üstünde, Resulullah’ın yanında diğerlerinden daha saygın ve daha
güvenilir biriydin.” Yüce Allah da İslam'a ve Resulullah'a olan bu tutumundan
dolayı sana hayırlar ihsan etti. Resulullah’ın gözü kulağı gibiydin. İnsanlar
Resulullah'ı yalanladıklarında sen onu tasdik ettin. Bunun içindir ki Yüce
Allah, Kitab’ında: "Gerçeği getiren (Muhammed) ile onu doğrulayanlar (Ebu
Bekir)..."[82] [83] buyurarak
seni Sıddık (doğrulayan) olarak tanıtmıştır. İnsanlar ona karşı cimri
davranırken sen yardımlarda bulundun. İnsanlar ona yardımdan uzak durdukları
zaman sen onun yanında durdun. Zor anlarında en güzel bir şekilde ona yoldaş
oldun. Mağarada arkadaşıydın ve Sekine'nin inmesine vesile oldun. Hicret anında
yoldaşı oldun. Vefatından sonra ümmetine en güzel bir şekilde halifelik yaptın.
İnsanlar dinden döndükleri zaman Yüce Allah'ın dininin gereklerini yerine
getirerek hiçbir peygamberin halifesinin yapamadığını yaptın. Arkadaşların yorulduklarında
sen harekete geçtin, gevşediklerinde ise sen mukavemet gösterdin. Onlar zayıf
düştüğünde sen güçlü durdun...
Bu
rivayetler, Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir'in hoş geçindiklerini ve birbirlerine
karşı herhangi bir husumet beslemediklerini, aralarında ciddi problemlerin
yaşanmadığını göstermektedir.
Hz.
Ebu Bekir, vefatından sonra Hz. Ömer'in (ö. 23/643) halife olarak seçilmesini tavsiye
etmiş, dolayısıyla Hz. Ömer'in halifeliğine hiç kimse itiraz etmemiştir. Hz.
Ali de Hz. Ömer'e biat etmekte gecikmemiş ve onun halifeliği boyunca kendisine
herhangi bir siyasi tepkide bulunmamıştır.[84]
Hz.
Ömer, çoğunlukla Hz. Ali'ye danışmış, Müslümanlar ile İranlılar arasında
yapılan Nihavent savaşında Hz. Ömer’in başkomutanlık gibi devletin en yüksek
mevkiini Hz. Ali’ye teklif etmesi, ikisi arasında ihlas ve samimiyetin ne
derece yüksek olduğunu göstermektedir.[85]
Hz.
Ömerle Hz. Ali'nin arasındaki muhabbet ve yakınlık o derece ileri idi ki Hz.
Ömer, halifeliği sırasında Hz. Ali'nin Hz. Fatima'dan olan kızı Ümmü Gülsüm'le evlenmiştir.
Yani Hz. Ömer, aynı zamanda Hz. Ali'nin damadıdır.[86]
Hz.
Ömer, Suriye'ye gittiği iki seferinde de Hz. Ali'yi, vekil olarak Medine'de
bıraktı. Irak fetihlerine hazırlanırken yine Hz. Ali'yi vekil olarak bırakmayı
kararlaştırdı fakat sonradan bu sefere gitmekten vazgeçti. Bugün dünyanın
çeşitli yerlerinde Müslümanlar tarafından kullanılan hicri takvim uygulaması,
Hz. Ömer zamanında Hz. Ali'nin teklifi ile kabul edilmiştir.[87]
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ömer, mescitlerin temizliğine ve aydınlatılmalarına özen
gösterirdi. Mescitleri temizletip hasır döşetti ve içlerini lambalarla
aydınlattı. Hz. Ali onun bu olumlu ve hayırlı davranışları üzerine, “Ömer
mescitlerimizi nasıl aydınlattıysa Allah'ın nuru, kabrinde onu öyle
aydınlatsın!” diyerek kendisine duada bulunmuştur.
Kaynakların
bildirdiğine göre Hz. Ömer vefat ettiğinde Hz. Ali onun vefatına üzülmüş,
ağlamış, onun için övgü dolu ifadeler kullanmış ve onun tekfin işlerinde
bulunmuştur.[88] Aynı
şekilde Hz. Ömer, hayatta iken "Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu,"[89] diyerek
onu övücü sözler söylerdi.
Vurulduğu
zaman Hz. Ali’ye sorarlar:
Senden sonraki halifeyi belirlemeyecek
misin?
Hayır. Ben, Resulullah’ın sizi halifesiz
bıraktığı gibi halifesiz bırakıyorum. Eğer Allah, size hayır murad ederse, en
hayırlınızı halife seçmekte sizi bir araya getirecektir. Tıpkı Resulullah’tan
sonra en hayırlınızı halife seçmekte bir araya geldiğiniz gibi.
Bu
da dünyadaki son deminde Hz. Ali’nin, Hz. Ebu Bekir’in fazilet ve üstünlüğünü
itiraf etmesi idi.
Tevatür
yoluyla sabit olduğuna göre, Hz. Ali, halifeliği zamanında Kufe’de emirlik
sarayında şöyle bir nutuk irad etmiştir:
“Ey
insanlar! Peygamberlerden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir’dir, sonra
Ömer’dir... Ömer’den sonra bu ümmetin en hayırlısı Osman’dır.[90]
Hz.
Ali kendisinden önceki halifelerin hepsine biat etmiş, onların halifeliği
boyunca onlara yardımcı olmaya çalışmıştır. Zaman zaman ufak tefek hadiseler
olmuş olsa da bu konuda onlarda ciddi manada bir problem yaşamamıştır. Hz. Ali,
her üç halifeyle olan ilişkilerinde son derece dostanedir. Bazı kaynaklarda
sanki aralarında bir problem varmış gibi gösterilmeye çalışılmışsa da bu
gerçeği yansıtmamaktadır. Zira Hz. Ali’nin, kendi çocuklarına hem Ebu Bekir,
hem Ömer ve hem de Osman isimlerini takması aralarında herhangi bir problem
olmadığını göstermekteder. Çünkü eğer Hz. Ali onları sevmeseydi onlara değer
vermeseydi ne diye kendi çocuklarına onların isimlerini 91
taksın.
İslam
tarihi ile ilgili kaynaklardaki rivayetlere göre Hz. Ömer, vefat etmeden önce
altı kişinin ismini belirledi ve vefatından sonra aralarından birini halife
olarak seçmelerini vasiyet etti. Onun belirlediği altı kişi Osman b. Affan,
Talha b. Ubeydullah, Ali b. Ebi Talib, Zubeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf ve
Sa'd b. Ebi Vakkas'tir. İslam tarihinde bu olaya “Şura meselesi” denir.
İsimleri Hz. Ömer tarafından belirlenenler arasından Hz. Osman halife olarak
seçilmiş ve Hz. Ali diğer arkadaşları ile beraber ona biat etmiştir.[91] [92]
Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Osman'ın halife olarak seçilmesi olaylı
başlamıştır. Hz. Osman döneminde Emeviler kabileci bir yaklaşım içine girmişler
ve hemen hemen devletin her kademesinde hakimiyeti ellerine geçirmişlerdir. Bu
durum, bütün İslam aleminde rahatsızlıklara sebep olmuştur. Zaten Hz. Osman'ın
on iki senelik halifelik dönemi olaylarını tahlil edip yorumlayan bazı alimler,
bu dönemi iki kısım halinde değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Onların
tespitine göre Hz. Osman'ın halifeliğinin ilk altı senesi iyi idare dönemi ve
ikinci altı senesi de kötü idare dönemi olarak değerlendirilmiştir.[93]
Hz.
Osman zamanında cereyan eden bazı karışıklıklarla ona karşı girişilen
hareketleri desteklememekle beraber, başta Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b.
Avvam olmak üzere bir kısım ashapla birlikte zaman zaman çeşitli tenkitlerde
bulunmuştur. Halifeyi bazı icraatı, özellikle şer'i cezaların tatbik edilmemesi
sebebiyle Kur'an ve Sünnet'ten uzaklaşmakla suçlamıştır. Hz. Ali’nin tenkit
ettiği konular arasında Hurmuzan'a farklı bir kısas uygulanması, içki içen ve
sarhoş olarak namaz kıldıran Kufe Valisi Velid b. Ukbe'yi ancak ısrar
karşısında cezalandırması, hac sırasında Mina'da selefilerinin aksine namazı
iki yerine dört rek'at kıldırması, Şam Valisi Muaviye b. Ebu Süfyan'ın
icraatini açıktan tenkit ettiği için Ebu Zer el-Gıfari'yi Rebeze'ye sürmesi
gibi hususlar sayılabilir. Ali b. Ebu Talib bu son vak'a üzerine Hz. Osman'a
açıkça karşı çıkmış ve hatta halifeye rağmen Ebu Zer'i oğullarıyla birlikte
Medine'den uğurlamıştır. Hz. Ali, Talha ve Zübeyr gibi önde gelen sahabilerin
halifeyi bu tarzda tenkit etmiş olmaları, Mısır, Basra ve Kufe'den yola çıkarak
Medine'ye gelen ve idareye karşı ayaklanan isyancıları cesaretlendirmiş ve
onlara bu sahabilerle görüşmelerde bulunma ve hatta halifenin hal'inden sonra
hilafet makamına geçme teklifini yapma cüretini vermiştir. Üç büyük sahabi
kendilerine yapılan bu teklifi şiddetle reddetmiş, bilhassa Hz. Ali isyancıları
teşebbüs etmekte oldukları işten vazgeçirmek için ciddi ikaz ve nasihatlerde
bulunmuştur; ancak onların halifenin evini kuşatmalarına engel olamamıştır.
Olayların gelişmesi üzerine de oğulları Hasan ile Hüseyin'i halifenin evinin
önünde nöbetçi olarak bırakmış ve ona karşı baştan beri sürdürdüğü yardımlarını
esirgememiştir. Bütün bu tedbirlere rağmen Hz. Ali ve sahabenin diğer ileri gelenleri
bile bu olaylara engel olamamıştır. Neticede isyancılar Hz. Osman'ı Kur'an
okurken şehid etmişlerdir.[94]
Hz.
Osman'ın feci bir şekilde şehit edilmesi üzerine Müslümanlar arasındaki
gerginlik daha da artmıştır. Müslümanların ileri gelenlerinin ısrarı üzerine
Hz. Ali halifelik görevini kabul etmiş, ona biat edilmesinden sonra Umeyye
oğullarının çoğu Medine'yi terk ederek, Mekke'ye yerleşmiştir.
Hz.
Ali halife olarak seçildiği günden itibaren birçok problemle yüz yüze gelmiş,
Müslümanlar arasında meydana gelen isyanlar her tarafa yayılmıştır. Hz. Osman'ı
katleden kişilerin cezalandırılması meselesi, Hz. Ali'yi zor durumda bırakan
problemlerin başında geliyordu. Hz. Ali, valilerin tayininde de çeşitli
problemler yaşamıştır. Muaviye, Hz. Aişe ve diğer bazı sahabiler, çeşitli idari
konularda Hz. Ali'ye muhalefet etmişlerdir. Hz. Ali'ye muhalefet eden bu
kişiler ve onların yanında yer alanlar, Basra'ya yerleşerek Hz. Ali'nin
egemenliğindeki idareye karşı mücadeleye başlamışlardır. İdareye karşı
mücadeleye başlayan bu kişilerle idarenin başında bulunan Hz. Ali'nin arasında
çeşitli savaşlar yapılmıştır. Cemel Vakası ve Sıffın Savaşı, Hz. Ali ve
kendisine muhalefet edenlerin arasında meydana gelen savaşların başında gelen
olaylardan sayılır.
Haliyle
halifelik makamında bulunan Hz. Ali ve idareye muhalefet eden guruplar arasında
muhtelif problemler meydana gelmiş ve çeşitli savaşlar yapılmıştır. Bu olaylar
İslam tarihinde meydana gelen ve esef veren acı olaylardır.
Muaviye
ve Hz. Aişe’nin başını çektiği bu muhalif guruptan başka kendilerine Hariciler
adı verilen başka bir gurup da Hz. Ali'nin idaresine başkaldırmıştır.[95] Bunun
sonucunda Hz. Ali, pekçok Harici’yi öldürtmüştür. Bu da, onların kendisine kin
duymalarına sebep olmuştur. Harici’lerin hedeflerine ulaştıkları tek suikast
girişimi Hz. Ali’ye karşı gerçekleşmiştir.[96]
Rivayet edildiğine göre Hz. Ali, Haricilerden İbn Mulcem tarafından vurulan bir
kılıç darbesi ile başından yaralanmış ve Hicretin 40. senesi ramazan ayının on
yedinci gecesinde,[97] altmış üç
yaşlarında sinsice şehid edilmiştir.[98]
Şehid edilen Hz. Ali'nin cenazesi, oğlu Hz. Hasan ve amcası Hz. Abbas'ın
oğlu Abdullah tarafından yıkanıp defnedilmiştir. [99]
HZ. ALİ’NİN HALİFELİĞİ VE SİYASİ OLAYLAR
Hz.
Ali’nin Halife Olması
Hz.
Osman'ın şehit edildiği haberi ortalığa yayılınca, ashap şaşırdı. Böyle bir
sonucu beklemeyen Müslümanlar, acı olayla karşı karşıya gelince ilk önce ne
yapacaklarını şaşırdılar. Ortalık ne olacaktı? İslam Devleti’nin başına kim
geçecekti? Merkez ve eyaletlerde idare nasıl bir hal alacaktı? Bütün bu sorular
cevap bekliyordu.[100]
Müslümanlar
arasında yeni halifenin kim olması gerektiği konusunda tartışma başladı. Hz.
Ömer'in seçtiği şura üyelerinin dördü hayatta bulunuyorlardı. Bunlardan Sa’d b.
Ebi Vakkas fitne korkusuyla hiçbir şekilde vazife almak istemiyordu. Geriye Hz.
Ali, Talha ve Zübeyr kalmışlardı.[101]
Hz. Osman'ın katlinden sonra bir ashaptan, muhacirler ve Ensar, aralarında
Talha ve Zübeyr’in de bulunduğu kalabalık bir grup Müslüman Hz. Ali'ye gelerek,
"uzat elini biat edelim,"[102]
teklifinde bulundular.[103] Bunun
üzerine Hz. Ali, acele etmemelerini, diğer müslümanların da görüşünün alınması
gerektiğini hatırlattı. Başka bir grup yine Hz. Ali'ye gelerek,
"Halifeliğe senden daha layık birisini göremiyoruz" demişlerdi. Hz.
Ali bunlara da Bedir ehlinin görüşlerinin alınıp alınmadığını sormuştu.
Görülüyor ki, Hz. Ali ileri gelen ashabın desteğini alarak yönetime gelmeyi
düşünmekteydi.[104]
Hz.
Osman şehid edilince Ümeyye soyuna mensup olanlar Medine'den süratle uzaklaşmış
ve böylece şehir bütünüyle isyancıların hâkimiyetine girmiştir. Daha sonra
Abdullah b. Ömer. Sa'd b. Ebû Vakkâs, Mugire b. Şu'be. Muhammed b. Mesleme ve
Üsâme b. Zeyd'in de aralarında bulunduğu ashap mescidde toplanarak yeni halife
seçimine gitmişlerdir. Ali b. Ebû Tâlib kendisine yapılan hilâfet teklifini
orada bulunan Talha ve Zübeyr'e yöneltmiş fakat ısrar üzerine biati kabul
etmiştir. Bu biatin tarihi hakkında kaynaklarda farklı rivayetler
bulunmaktadır. Bir kısmına göre[105] biat Hz.
Osman'ın şehit edildiği gün, bir kısmına göre ise[106]
beş gün sonra oluşmuştur.
Cemel
Vak'ası
Biattan
sonra Hz. Ali'yi bekleyen en önemli mesele. Hz. Osman'ın katillerinin
cezalandırılması idi. Ancak ortada belirli bir katil yoktu. Sayıları binleri
bulan bir kalabalık[107] “Osman'ı
hepimiz öldürdük” diyorlardı. Halifenin şehre, tamamen hâkim durumda olan
âsilerle hemen başa çıkamayacağı açıktı. Bu durumda ortalığın yatışmasını
beklemek en doğru yoldu. Yeni halifeyi bu karara sevkeden muhtemel âmillerden
biri de kendisine fiilen yalnız Medine'de biat edilmiş olması, diğer
vilâyetlerde durumun henüz aydınlığa kavuşmamış bulunması idi. Nitekim Şam
valisi ve Hz. Osman'ın yeğeni Muâviye, kendisini biata davet için gelen elçiye,
Ali'nin isyancıların suç ortağı olduğunu iddia ederek red cevabı vermiş ve
Osman'ın kanını dava edeceğini göstermişti. Bunun üzerine Hz. Ali, önceleri Hz.
Osman'a karşı muhalefeti desteklerken şimdi kendisini halife olarak tanımak
istemeyen Hz. Aişe'yi, ayrıca dört ay sonra Âişe'nin saflarına katılan Talha ve
Zübeyr'i itaata davet için acele kuvvet toplamak ve Basra üzerine yürümek
zorunda kaldı. Hz. Osman'ın katillerini cezalandırmayı samimi olarak isteyen,
ancak uygun şartların doğmasını beklediği anlaşılan halifeye karşı Muâviye'nin
gösterdiği bu menfi tutumun, ayrıca Mekke'de bulunan Emevî ailesi mensuplarının
yanında yer alan bazı sahabilerin bu davranışlarının gerçek sebeplerini izah
edebilmek, mevcut bilgilerle mümkün görünmemektedir.
Hz.
Âişe'nin önderliğindeki ordu ile hilâfet ordusu Basra önlerinde Hureybe
mevkiinde karşılaştı. Tarihte Cemel Vak'ası adıyla meşhur olan savaş sonunda
Hz. Ali galip geldi, Talha ve Zübeyr de dahil olmak üzere pekçok Müslüman
hayatını yitirdi. Bu savaşta ölenlere çok üzülen ve cenaze hizmetlerini bizzat
yürüten halife, Aişe'yi hanımlardan oluşan bir heyet refakatinde Medine'ye
gönderdi. Beytülmaldeki paraları ve savaş meydanında ele geçen mal ve silâhları
ordusuna ganimet olarak dağıttıktan ve
kendisine
karşı harekete geçenlerle hesaplaştıktan sonra Muâviye'yi tekrar biata davet
etti, fakat sonuç alamadı.
Sıffin Savaşı
Sıffin
Savaşı, hilafetin bütünlüğünü sağlamak için gayret sarfeden Hz. Ali ile, ona
karşı bilinçli bir şekilde hareket edip, biatten geri duran Maviye arasındaki
mücadeledir.[108]
Muaviye
b. Ebi Süfyan’dan sonuç alamayan Hz. Ali, onunla mücadele hazırlıklarına
başladı. İki tarafın orduları hicretin 36. yılı (Mayis 657 sonları) savaşın
yapıldığı bölgede (Sıffîn) karşı karşıya geldiler. Süvari ve piyade
kuvvetlerinin üç ay süren ve tarafları oldukça bıktıran mücadeleleri,
“Leyletü'l-herîr” adıyla meşhur olan 9-10 Safer 37 (27-28 Temmuz 657) gecesi
cuma sabahına kadar bütün şiddetiyle devam etti. Halife, ünlü kumandanı Mâlik
el-Eşter vasıtasıyla Muâviye ordusuna son ve öldürücü darbeyi indirmek üzere
iken ümidini kaybeden Muâviye savaş meydanından kaçmaya karar verdi,[109] fakat
Mısır fâtihi Amr b. Âs imdadına yetişerek iki taraf arasındaki ihtilâfın
halledilmesi için Allah'ın kitabının hakemliğine başvurulması tavsiyesinde
bulundu. Bunun üzerine Muâviye büyük Şam mushafını beş mızrağın ucuna
bağlatarak taşıttı, askerleri de yanlarında bulunan mushafları mızraklarının
ucuna bağlayarak, “Ey İraklılar! Savaşı bırakalım; Allah'ın kitabı aramızda
hakem olsun!” diye bağırdılar. Bu hareket Ali b. Ebû Tâlib'in ordusundaki
kurrâ'nın üzerinde Amr'ın beklediği tesiri icra etti, halife bunun bir hile
olduğu hususundaki ikazlarına rağmen ordusuna söz dinletemedi ve kurrâdan bir
çoğunun ısrarıyla hakem kararına başvurulması teklifini kabule mecbur kaldı.
Hz. Ali istemeyerek Ebü Mûsâ el-Eş'ari’yi hakem tayin etti, Muâviye de Amr b.
Âs'ı hakem seçti.
Hakem
(Tahkim) Olayı
Artık
kılıçlar kınına konulmuş, iki tarafın bilgin ve faziletli kişileri meselenin
çözümü için müzakerelere girişmişlerdi.
Hakemler
ilk toplantılarını Ramazan Şubat 658 tarihinde Suriye-Irak yolu üzerindeki
Dûmetülcender’de yaptılar ve Hz. Osman'ın icraatının, katlini gerektirecek bir
gayri meşruluk taşımadığı, dolayısıyla haksız yere öldürüldüğüne dair ilk
kararlarını aldılar.[110]
Esasen
hakemler Dûmetülcenderdeki ilk toplantılarından sonra Şaban 38'de (Ocak 659) Ezruh'ta
bir araya geldiklerinde. Ali b. Ebû Tâlib ile Muâviye b. Ebû Süfyân'ın her
ikisinin de azledilerek halifenin bir şûra tarafından seçilmesi kararına
varmışlardı. Bu karar önce Hz. Ali'nin hakemi Ebû Mûsâ tarafından açıklandı;
söz sırası Muâviye'nin hakemi Amr b. Âs'a gelince o hilâfet makamına Muâviye'yi
tayin ettiğini bildirdi. Ebû Musa'nın bu karara karşı çıkmasına rağmen durum
değişmemiş ve neticede hakem olayı hilâfet meselesini bir çıkmaza götürmüş,
İslâm dünyasını da birtakım siyasî ve içtimaî huzursuzluklara sürüklemişti.
Halkın bir kısmının Hz. Ali'yi, bir kısmının da Muâviye'yi halife olarak
tanıması sebebiyle de ikili bir iktidar ortaya çıkmıştı. Hz. Ali hakem
olayından sonra Kûfe'ye çekilip Muâviye'ye karşı yeni bir sefer için
hazırlıklara başlamış, fakat savaşmaktan bıkmış sebatsız Iraklı askerlerden
yeterli destek görememişti. Nihayet büyük gayret sarfederek 40.000 kişilik bir
ordu teşkil edebilmiş ve sefere hazırlanmıştı. Ancak Kûfe'de, intikam arzusu
ile yanıp tutuşan Haricî Abdurrahman b. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle
sabah namazında yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle İki gün sonra Ocak 661
vefat etmiş ve Kûfe'ye (bugünkü Necef) defnedilmişti.[111]
Bu sırada Muâviye Suriyeliler'in tam desteğini sağlayarak başta Mısır olmak
üzere Hz. Ali'nin hâkimiyetindeki birçok yeri ele geçirmiş ve Emevî Devleti'nin
temellerini atmıştı.
Hâricîler
Hz.
Ali ve Muaviye b. Ebî süfyan tarafları Sıffîn'de, hakemlerin Allah'ın kitabı,
gerektiğinde de Resûlullah'ın sünneti ile hükmetmeleri şartıyla anlaştılar.
Ancak 70.000 Müslümanın öldüğü Sıffîn Savaşı'nın sonunda hakemlerin
belirlenmesine rağmen halifenin ordusundaki Temimliler'den bazıları, “Lâ hükme
illâ lillâh” sloganıyla hakem olayına karşı çıktılar; Hz. Ali'nin hakem tayin
etmek suretiyle işlediği hatadan tövbe etmesini ve Kurân-ı Kerîm'in buyruğuna
uyarak[112]
isyancılarla Allah'ın emrine itaat edinceye kadar savaşmasını istediler. Hz.
Ali de Allah'ın bu emrini işin başında kendilerine hatırlatmasına rağmen
kendisini dinlemediklerini, şimdi ise karşı tarafla bir anlaşmaya gidildiğini,
dolayısıyla Kurân-ı Kerîmin hükmüne göre[113]
bu anlaşmayı bozamayacağını bildirdi. Bunun üzerine, çoğunluğu Temîm kabilesine
mensup yaklaşık 10.000 civarındaki asker halife ile birlikte Kûfe'ye dönmeyerek
Küfe yakınındaki Harûrâya çekildiler. Halife Harûrâ'ya gidip onlarla konuştu.
6000 kişilik bir grup kendisiyle beraber Kûfe'ye döndü. Geride kalan ve daha
sonra Haricîler diye anılacak olan 4000 kişilik bir kuvvet ise Nehrevan'a
gitti.
Hz.
Ali, kuvvetlerini toplayıp yeniden Muâviye ile savaşmaya hazırlanıyordu. Bu
arada Nehrevan'da bulunan Hâricîler'i ikna etmek için kendilerine mektup
yazdıysa da sonuç alamadı. Hâricîler'in ashaptan Abdullah b. Habbâb ve hamile
karısını sırf kendi görüşlerini paylaşmadığı için hunharca katletmeleri
üzerine. Haricî meselesini hallettikten sonra Şam'a yürümeye karar verdi.
Nehrevan'daki Haricîler Hz. Ali'nin kendilerine yaptığı teklifleri reddederek
savaşı başlattılar. 9 Safer 38 (17 Temmuz 658) tarihinde vuku bulan şiddetli
çarpışmada Hâricîler'in tamamına yakını hayatlarını kaybettiler, Hz. Ali bu
savaştan sonra Şamlılar'a karşı harekete geçmek üzere Nuhayle'de konakladı.
Kûfe"de kalan ve ehl-i Nuhayle denilen yaklaşık 2000 kişilik bir Haricî
topluluğuyla konuşarak onlardan ya kendisine iltihak edip Şamlılar üzerine
yürümelerini veya geri dönmelerini istediyse de Haricîler kendisini küfürle
itham ederek bu isteğini geri çevirdiler. Yapılan savaşta birçoğu öldürüldü;
geri kalanları da Mekke'ye kaçtı.[114]
HZ.
ALİ’NİN İLMİ ŞAHSİYETİ
Hz.
Ali’nin Dini İlimlerdeki Yeri
Hz.
Ali’nin ilmi seviyesinin çok iyi olduğu bilinen bir gerçektir. Daha çocukluktan
itibaren Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]in yanında bulunmuş,
Kur’an’ı ondan öğrenmiş ve onun kâtipliğini yapmıştır. Ayrıca Abdi Menaf ve
Haşimoğulları’na has yüksek zekâ sahibidir. Resulullah vefat edinceye kadar,
onun yanından ayrılmamıştır. Bütün bu özellikler ona dini konular üzerinde
hüküm verme imkânı kazandırmıştır. Bunun içindir ki, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve
Hz. Osman’ın ilk danıştığı kimseler arasındadır. Her üç halife de bazı
durumlarda kendi görüşlerine aykırı bile olsa onun görüşüne uymuşlardır. Hz.
Ömer’in sık sık bu yola başvurduğu yakinen bilinir.[115]
Hz.
Ali ashâb-ı kiram arasında Kur'an, hadis ve özellikle fıkıh hakkındaki
bilgileriyle kendini kabul ettirmiş bir otoritedir. El-Cahız’ın kaydetmiş
olduğu bir habere göre, birisi, el Haris b. Ebi Rabi'a'ya Hz. Ali'nin nasıl bir
kişiliğe sahip olduğunu sormuş, o da: "Allah'ın Kitab’ı ile fıkıh
sahasında büyük bir âlimdir." [116]
diye açıklamıştır. Diğer bir rivayete göre onu, Abdullah b. Abbas'a sormuşlar.
O da, Hz. Ali'yi şöyle tanıtmıştır: "Vallahi onun içi ilim ve hoşgörü ile
dop doluydu." Abdulmelik b. Süleyman ise "Ata'ya dedi ki, Muhammed 'in sahabileri arasında ilim açısından ondan
(Hz. Ali) daha bilgilisi var mı? O'da: “Hayır, vallahi böyle birisini
bilemiyorum” diye cevap verdi.[117]
İbnü’l-Esir,
İbn Abbas’dan şöyle bir haber nakleder: İnsanların ilmi beş bölüme ayrıldı.
Ali’nin bu beş bölümden dördüne sahip olduğu diğer insanların ise birtek
kısmına sahip oldukları ve yine bu ilimlerinde de Hz. Ali’nin onlara ortak
olduğu görüldü. Gerçekten O, insanların en alimiydi. Yine aynı eserde Ahmed b.
Hanbel’in Hz. Ali hakkında şöyle söylediğini nakleder: Resulullah ’ın ashabından Hz. Ali’ye verilen ilim kadar
kimseye ilim verilmemiştir.[118]
Hz.
Ali öğrendiği şeyleri tatbik eden biriydi. Resulullah’tan işittiği şeyleri tatbikte insanların en
hırslıları arasındaydı. En zor şartlar altında da olsa o, öğrendiklerini
tatbikten geri durmazdı. Allah Resulünün ona öğrettiği zikri ömrü boyunca terk
etmedi.[119]
Hz.
Ali ile ilgili olarak hadis âlimlerinin üzerinde en çok tartıştığı
rivayetlerden biri de ” (Ben ilim şehriyim) hadisidir. Hz. Peygamber
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]'den sonra ilim
ve
hikmet kaynağının Ali olduğunu ifade eden bu haber (Ben ilim
şehriyim Ali ise onun kapısıdır) veya “ (Ben hikmet eviyim Ali ise onun
kapısıdır)[120] gibi
değişik lafızlarla da rivayet edilmiştir.
Hz.
Ali'nin Resûlullah’tan gayb ilmini öğrendiği, ondan manevî İlimler tahsil
ettiği, bu sebeple de ilim öğrenmek isteyenin mutlaka ondan feyiz alması
gerektiği iddiası bu rivayete dayandırıldığı gibi, hilâfetin sadece Ali ve
evlâdına ait bir hak ve imtiyaz olduğu görüşü de bu ilim telakkisiyle
desteklenmektedir. Ancak daha Resûl-i Ekrem'in sağlığında ve sonraki devirlerde
kıraat, tefsir, hadis, fıkıh gibi dinî ilimlerin muhtelif sahabelerden
öğrenildiği bilinmektedir. Bu sebeple ilim kapısının sadece Hz. Ali olduğunu
İleri sürmek isabetli bir görüş değildir. Onun Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]den özel bir ilim ve talimat almadığı da kendi ifadesiyle
sabittir. Dolayısıyla bu hadise dayanarak manevî ilimlerin sadece onun
vasıtasıyla elde edilebileceğini iddia etmek mümkün değildir.[121] Zira Bu
hadisin sahih mi yoksa uydurma bir haber mi olduğu konusunda hadis âlimlerinin
farklı görüşleri vardır.[122] Tirmizî
hadisin “...” (Benhikmet eviyim) rivayetini almış, bu rivayetin garib ve münker
olduğunu ifade etmiştir. M. Yaşar Kandemir hoca, konu ile ilgili bir
makalesinde bazı İslam alimlerin şöyle dediğini belirtiyor: İbnü'l-Cevzî gibi
âlimler hadisin mevzu olduğunu belirtirken, Hâkim, muhtelif rivayetlerini
vererek sahih olduğunu ileri sürmüş, Zehebî ise Hâkim'in görüşüne katılmayarak
mevzu olduğunda hiçbir şüphe bulunmadığını söylemiştir. İbn Hacer her iki
görüşe de katılmayarak hadisin hasen olduğunu ifade etmiştir. İbn Teymiyye'ye
ve diğer bazı âlimlere ağır hakaretler ederek Hz. Ali’ye manevî velayetin
verildiğini ispata çalışan Ahmed b. Muhammed b. Sıddîk el-Gumârî, söz konusu
hadisin sahih olduğuna dair Fethu'l-meliki'l-Alî bissıhhati hadîsi bâbi
Medîneti'l-İlim Alî adıyla bir kitap yazmıştır. Muhaddislere rağmen bu hadisin
sahih olduğunu kabul eden tasavvuf erbabı, Hz. Ali'nin yoğun hilâfet işleri
sebebiyle tasavvufun esaslarını geniş bir şekilde açıklamaya fırsat bulamamış
olsa bile bu ilmin esaslarını Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'den
öğrendiğini, bu esasları ondan da Hasan-ı Basri’nin elde ettiğini ileri sürerler.
Hadis âlimleri bu görüşe de karşı çıkarak Hasan-ı Basrî'nin Hz. Ali'yi kısa bir
süre görmekle beraber ona talebelik etmediğini belirtirler.[123]
Bu konu hakkında çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde daha detaylı bilgi vermeye
çalışacağız.
İlmin
maldan üstünlüğü konusunda Hz. Ali’nin dikkate değer açıklamaları vardır: Hz.
Ali'ye muhalif olan Hariciler, "Ben ilmin şehriyim Ali ise bu şehrin
kapısıdır” hadisini duyunca kıskanmışlar ve Hz. Ali'nin gerçekten alim olup
olmadığını öğrenmek için onu denemek, bir nevi imtihan etmek istemişlerdir.
Onlardan on kişi bir araya gelerek, “Gidip Ali'yi deneyelim; hepimiz ona soru
soralım. Eğer Ali her birimize ayrı ayrı cevap verirse, onun Hz. Muhammed 'in haber verdiği gibi alim olduğunu kabul
ederiz," dediler. On kişilik gruptan ilki, Hz. Ali’nin yanına girdi ve
"Ya Ali! İlim mi daha hayırlıdır, yoksa mal mı?" diye sordu. Hz. Ali
ona, "İlim maldan daha hayırlıdır." cevabını verdi. Adam,
"Delilin nedir?" diye sordu. Hz. Ali ona, "ilim peygamberlerden,
mal ise Karun, Şeddad ve Firavun gibilerinden miras olarak kalmıştır."
diye cevap verdi.
İlk
kişi ayrıldıktan sonra, ikinci şahıs Hz. Ali'nin huzuruna vardı ve aynı
şekilde, "Ya Ali! İlim mi daha hayırlıdır, yoksa mal mı?" diye sordu.
Hz. Ali, ona da "İlim, maldan daha hayırlıdır." diye cevap verdi.
Adam, aynı şekilde, "Delilin nedir?" diye sordu. Hz. Ali, "İlim,
sahibini koruyor. Mal ise, sahibi tarafından korunuyor. Yani ilmin varsa, o
ilim seni çeşitli kusur, hata ve kötülüklerden alıkoyar. Fakat malın varsa, sen
onu korumak mecburiyetindesin," diye cevap verdi.
Sırası
ile gelen üçüncü şahıs, daha önceki iki kişi gibi, "Ya Ali! İlim mi daha
hayırlıdır, yoksa mal mı?" diye sordu. Hz. Ali, daha öncekilere verdiği
cevaplarda olduğu gibi, "İlim maldan daha hayırlıdır." dedi. Adam,
"Delilin nedir?" diye sorunca, Hz. Ali, "Mal sahibinin düşmanı,
ilim sahibinin ise, dostu çok olur" cevabını verdi.
Ondan
sonra gelen dördüncü adam, aynı şekilde, "Ya Ali! İlim mi daha hayırlıdır,
yoksa mal mı?" diye sordu. Hz. Ali ona da aynı şekilde, "ilim maldan
daha hayırlıdır," cevabını verdi. Adam, "Delilin nedir?"
deyince, Hz. Ali ona, "Sen malı harcadığın zaman, mal azalır. Fakat ilmi
harcadığın zaman, ilim çoğalır" dedi.
Sonra
gelen beşinci adam, diğerlerinin yaptığı gibi Hz. Ali'ye "Ya Ali! İlim mi
daha hayırlıdır, yoksa mal mı?" sorusunu yöneltti. Hz. Ali yine,
"İlim maldan daha hayırlıdır." cevabını verdi. O da "Delilin
nedir?" diye sordu. Hz. Ali ona ise, "Mal sahibine, cimrilik anlamını
ifade eden lakablar takılır ve kınanır. İlim sahibine ise, hürmet, saygı ve
büyüklük ifade eden lakablar takılır" cevabını verdi.
Altıncı
adam, diğerleri gibi, "Ya Ali! İlim mi daha hayırlıdır, yoksa mal
mı?" sorusunu sorunca, Hz. Ali, aynı şekilde ona da, "İlim maldan
daha hayırlıdır." diye cevap verdi. Adam, "Delilin nedir?"
deyince, Hz. Ali, "Mal, hırsızdan korunur. İlim ise, hırsızdan korunmaz.
Yani, malın hırsızı olur, mal çalınır. Ama ilim çalınmaz, onun hırsızı
olmaz." diye cevap verdi.
Ondan
sonra gelen yedinci adam da, "Ya Ali! İlim mi daha hayırlıdır, yoksa mal
mı?" sorusunu sordu. Hz. Ali yine," ilim maldan daha hayırlıdır"
dedi. Adam, "Delilin nedir?" diye sorunca, Hz. Ali, "Ahiret
gününde mal sahibi malı nedeniyle sorguya çekilirken, ilim sahibi, yakınları
için şefaatçı olur" dedi.
Yedinci
adamın Hz. Ali'nin huzurundan ayrılmasından hemen sonra gelen sekizinci adam,
aynı şekilde, "Ya Ali! İlim mi daha hayırlıdır, yoksa mal mı?" diye
sordu. Hz. Ali, ona da, "ilim maldan daha hayırlıdır." dedi. Adam,
"Delilin nedir?" diye sorunca, Hz. Ali ona da "Mal, zamanla eski
r; ilim ise, hiçbir zaman eskimez." diye cevap verdi.
Dokuzuncu
adam da diğerleri gibi, "Ya Ali! İlim mi daha hayırlıdır, yoksa mal
mı?" dedi. Hz. Ali ona da "İlim maldan daha hayırlıdır." dedi.
Adam, "Delilin nedir?" deyince, Hz. Ali ona, "Mal, insanın
kalbini katılaştırır; ona kibir ve gurur verir. İlim ise, insanın kalbini
yumuşatır, aydınlatır, ona manevi bir hava, güç ve kuvvet kazandırır."
diye cevap verdi.
Son
olarak Hz. Ali'nin huzuruna giren onuncu adam da diğer arkadaşları gibi,
"Ya Ali! İlim mi daha hayırlıdır, yoksa mal mı?" dedi. Hz. Ali ona da
"İlim maldan daha hayırlıdır." dedi. Adam, "Delilin nedir?"
deyince, Hz. Ali, ona şu cevabı verdi: "Mal sahibi, bazen şımarır,
taşkınlık yapar, hatta taşkınlık iddiasında bulunur. İlim sahibi ise, bunun tam
tersine, insanları Allah'ı tanımaya ve O'na karşı olan kulluk vazifelerini
yerine getirmeye davet eder."
Ondan
sonra Hz. Ali'nin aleyhinde olan bu on kişi onun huzuruna vararak kendisinden
özür dileyip ona olan teslimiyetlerini ifade ettiler.
Bu
olay üzerine Hz. Ali de “Eğer ben ölünceye kadar insanlar hep sıra ile bana
aynı soruyu sorsalar, hepsine ilmin maldan daha hayırlı olacağını söyleyeceğim
ve nedenini sorunca, hepsine ayrı ayrı cevap vereceğim.” dedi.[124]
Kur’an
Bilgisi ve Tefsir İlmindeki Yeri
Tefsir
ilmi, Müslümanların Kur’an-ı Kerim’in manalarını anlamak için meşgul olduğu
nakli ilimlerdendir. Hz. Aişe’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasulullah Kur’an’dan ancak kendisine Cebrail’in öğretmiş
olduğu birkaç ayeti tefsir etmiştir.” Arap devletinin sınırları genişleyip,
Arap olmayan kavimler de İslamı kabul edince, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin
anlaşılmasına ihtiyaç duyuldu. Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Abbas, Abdullah b.
Mes’ud ve Ubey b. Ka’b gibi bazı sahabiler, Rasulullah’dan işittikerine
istinaden veya anlayabildikleri ölçüde Kur’an’ı tefsir etmeye başladılar. Bu
sahabiler İslam’da Tefsir Medresesi’nin kurucuları sayılırlar. Said b. Cübeyr
ve onun gibi bazı tabiin bu hususta onların yolunu takip etmişlerdir.[125]
Hz.
Ali'nin nübüvvet evinde büyüyüp yetişmesi, sonra da Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’in kızı Hz. Fatıma ile evlenmesi ve Hz. Muhammed’in [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] komşusu olması, neticede otuz yıla yakın bir
süre sahabe olarak yaşaması, onun Kur'an-ı Kerim'in ilahi bilgi ve emirlerini
iyi kavramasına büyük ölçüde yardım etmiştir.[126]
Kur'ân-ı
Kerîm konusundaki derin bilgisinden faydalanmak isteyenleri kendisine soru
sormaya teşvik eder, ayetlerin nerede ve ne zaman nazil olduğunu çok iyi
bildiğini söylerdi.[127] Meşhur
müfessirlerden İbn Abbas, O'nun talebesiydi. Abdullah b. Mes'ud Hazretleri
diyor ki: “Hz. Ali'den başka hiç kimse, Müslümanlara müşkiliniz varsa bana
sorun demezdi. Çünkü Hz. Ali diyordu ki, “Bana Allah’ın kitabından sorunuz,
zira ben ayetlerin kimin hakkında, kimin aleyhinde, gece mi, gündüz mü, yoksa
dağda ve gölde mi nazil olduğunu bilirim.”[128]
Hz. Ali’nin, Kur'an bilgisini, kendisinden gelen rivayetlerden anlamak
mümkündür. O, bir yerde şöyle der: "Vallahi bir ayet inmemiştir ki, hangi
konuda, nerede ve kimin hakkında nazil olduğunu bilmeyeyim. Rabbim, bana
meseleleri çok iyi kavrayan bir kalp ve çok iyi konuşan bir dil
bahşetmiştir."[129]
Ebu
sa’id el-Hudrî’den gelen bir rivayet ise şöyle: “Oturup Allah Resulünü
bekliyorduk; bize pabucunun tasması kopmuş olarak çıktı, tamri için hemen onu
Ali’ye vedi ve şöyle buyurdu: “İçinizde biri vardır ki, Kur’an’ın tenzilinde
insanlarla çarpıştığı gibi tevili hususunda da çarpışacaktır...” Ebû Bekir
ortaya atılıp: “Ben mi?” dedi. “hayır!” diye cevap verdi. Ömer kalkıp: “Ben mi?”
dedi; ona da: “hayır! Lakin pabucu tamir edenindir o!”[130]
buyurdu.”
Hz.
Ali'nin Kur'an hafızlığı konusunda çelişkili rivayetler bulunmaktadır. Bu
hususta el-Cahiz onun, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] zamanında
Kur'an'ı ezberleme konusunda sıkıntı çektiğini ve bunu başaramadığını ileri
sürer.[131] Oysa
et-Tirmizi'nin nakletmiş olduğu bir haberde, "O, Kur'an'ı ezberlemede önce
zorluk çekmiş, fakat bu problemini Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'e
açtıktan sonra, ondan gelen tavsiye sayesinde, bu sahada büyük başarı
kaydetmiştir"[132]
denilmektedir. Netice itibariyle Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
daha hayatta iken Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını ezberlemiş bulunan[133] ve onun
meselelerine hakkıyla vâkıf olan sayılı sahabîlerden biri olduğu görüşü daha
ağır basmaktadır.[134]
Hz.
Ali'nin, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve kendinden önceki
halifeler zamanında Kur'an-ı Kerim'i toplaması hususunda da hizmetlerinin
olduğu söylenir. Bir rivayete göre O, Hz. Ebu Bekir'e bey'atı geciktirmesine
sebep olarak, Kur'an'ı toplamadan dışarı çıkmayacağına dair yemin etmiş
olmasıdır. Yani Hz. Ali, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
irtihalini müteakip altı ay kadar inzivaya çekildiği ve Kur’an-ı Kerim’i, iniş
tarihine göre tertip ettiğine dair bilgiler mevcuttur.[135]
Hz. Ali'nin Kur'an'a olan saygısı, onun içerdiği ilahi emir ve yasaklara uyması
ve bir bütün olarak ona bağlılığı tartışılmaz bir konudur. O hayatı boyunca
Kur'an'ı yaşamış Kur'an'ın buyruklarını uygulamıştır. Bu konuda Hz. Peygamber
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]'den şu hadis nakledilir: "Ali, Kur'an'la;
Kur'an, Ali ile beraberdir. Havuza geleceği güne kadar birbirinden
ayrılmayacaklardır."[136]
Hz.
Ali, büyük bir tefsir âlimi olarak da bilinmektedir. Ne yazık ki aşırı
taraftarları hadis konusunda yaptıkları gibi tefsir ilminde de ona birçok görüş
nispet ettikleri için, Kur'an tefsirine dair güvenilebilir pek az görüşü
kaynaklara intikal edilebilmiştir. Ondan rivayet edilen tefsire dair bilgilerin
güvenilir üç tariki şöyledir:
Hişâm b. Hassan el-Ezdî - Muhammed b. Şîrîn
- Abîde es-Selmân-ı Ali b. Ebû Tâlib.
Abdullah b. Abdurrahman b. Ebû Hüseyin -
Ebü't-Tufeyl Âmir b. Vâsile el- Leysî - Ali b. Ebû Tâlib.
Zührî -Ali b. Zeynelâbidîn - babası Hüseyin b. Ali - babası Ali b. Ebû Tâlib. Talebesi
Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Ali b. Ebû Tâlib'den daha güzel Kur'an okuyan birini
görmediğini söylemiştir. Ondan arz yoluyla kıraat öğrenen diğer tabiîler
arasında Ebü'l-Esved ed-Düelî ve Abdurrahman b. Ebû Leylâ da bulunmaktadır.[137]
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi Hz. Ali, tefsir ilminde sahabeler arasında önde gelen
dört kişiden biriydi. Kur’an hususunda kendisine soru sorulmasını teşvik etmiş
ve bu konuda insanların şüphelerini bertaraf etmeye çalışmıştır.
Hz.
Ali müfessirlerin en yüksek tabakasındandır. İbn Cerir, Taberi ve İbn Kesir
gibi meşhur müfessirler de onun rivayetlerini naklederler.[138]
Tefsirde
takip ettiği metoda gelince, O hem rivayet[139]
hem de dirayet tefsiri[140] metodunu
kullanmıştır. Ancak dirayet metodunu daha çok kullanmıştır.[141]
Hz.
Ali’nin Kur’an tefsirini nasıl yaptığını aşağıda örmeklerle açıklamaya
çalışacağız.
Kur’an’ın
Kur’an ile Tefsiri
Kur’an’ın
Kur’an ile tefsir edilmesi en sağlıklı ve doğru tefsir şeklidir. Zira Kur’an’ın
herhangi bir yerinde umumi olan bir bilgi, başka bir yerinde ise tahsis edilir.
Herhangi bir ayette mücmel olan husus, başka bir ayette mufassal olarak
zikredilmiş olabilir. Bunlara ait misaller çoktur. Kur’an’ın açıklamasında bu
yola başvurulmanın ilk numunelerini de, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve
sellem]’in tefsirinde görüyoruz.[142]
Hz.
Ali’nin Kur’an’ı Kur’an ile tefsir ettiğine dair rivayetlerinden bazılarını
aşağıda sıralamaya çalışalım.
“Biz onların göğüslerinde kinden (tasadan)
ne varsa hepsini çıkarıp atmışızdır. Altlarında ırmaklar akmaktadır. (Onlar),
“Lütfedip bizi buraya getiren Allah’a hamd olsun. Allah bizi getirmeseydi biz
bunu (bu nimeti) bulamazdık! Rabbimizin elçileri, gerçeği getirmişler.”
dediler.”[143]
Hz.
Ali, bu ayetin ilk cümlesini, “Onların göğüslerindeki kini çıkarıp attık; hepsi
kardeş olarak köşkler üzerinde karşı karşıya otururlar (sohbet ederler).”[144] Ayeti
ile tefsir etmiş ve bunun, Bedir Savaşı’na katılanlar hakkında nazil olduğunu
söylemiştir.
Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise
bölük bölük cennete sevk olunurlar. Nihayet oraya varıp da kapıları açılınca
cennet bekçileri, “selam olsun sizlere, ne mutlu size! Haydi, ebediyyen kalmak
üzere girin oraya!” derler.”[145]
Rivayete
göre Hz. Ali, bu ayetin tefsirini yaparken şöyle demiştir: Bu ayette söz konusu
olan Rablerine karşı gelmekten sakınan kişiler, cennetin kapısına gelince,
orada bir ağaç görecekler. Bu ağacın kökünde iki çeşme vardır. Cennet ehli olan
bu kişiler, bu çeşmelerden birinde yıkanacaklar. Ondan sonra onlar bir daha
kirlenmeyecekler ve onların üstleri başları bozulmayacaktır. Sonra diğer
çeşmeden içecekler, o zaman onların vücutlarının dâhilinde bulunan her türlü
pislik gidecek ve vücutlarının iç tarafı da tertemiz olacaktır. Cennetin
bekçileri onları kapıda, “Size selam olsun! Yapmış olduğunuz iyi işlerin
karşılığı olarak cennete girin!”[146]
ayetini okuyarak karşılayacaklardır. Ardından cennet ehli olan bu kişiler,
cennete girecekler; kendileri için cennette hazırlanmış olan köşk ve nimetlere
kavuşacaklar ve “Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamd olsun!
Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik.”
ayetini okuyarak Allah'a hamd edecekler. Melekler de onların bu hamd ve
şükürleri neticesinde kendilerine, “işte size cennet; yapmış olduğunuz iyi
amellere karşılık ona varis kılındınız.”[147]
ayetini okuyarak seslenecekler.[148]
“Tur’a and olsun, satır satır yazılmış
kitab’a, yayılmış ince deri üzerine, ma’mur eve, yükseltilmiş tavana,
kaynatılmış denize.. ,”[149]
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali, bu ayette geçen “yükseltilmiş tavan”ı, şu ayetle açıklamaya
çalışmıştır: “Biz göğü, korunmuş bir tavan yaptık.”[150]
Hz.
Ali bu ayete dayanarak, yükseltilmiş tavanın gökyüzü olduğunu söylemiştir. Yine
Hz. Ali, burada söz konusu olan kaynatılmış denizi de başka bir ayetle tefsir
etmiştir. Rivayet edildiğine göre O, Yahudi olan bir adama, "Cehennem
nerededir?" diye sormuş; Adam, "Denizdedir!" diye cevap
vermiştir. Hz. Ali, "Adam, bu sözünde doğrudur." demiş ve
"kaynatılmış denize"[151] ayetini,
"denizler kaynatıldığı zaman"[152]
ayeti ile tefsir etmiş ve "Denizler kaynatıldığı zaman, ateşe döner."
demiştir.[153]
Kur’an’ın
Sünnet ile Tefsiri
Bilindiği
gibi Kur’an, Yüce Allah tarafından Hz. Muhammed’e gönderilmiştir. Dolayısıyla Kur’an’ı tefsir
eden ilk insan, Resulullah’ın kendisidir. Allah tarafından seçilip gönderilen
bir peygamber olarak O, Kur’an’ı Cebrail (as) vasıtasıyla aldığı için aynı
zamanda Kur’an’ı en iyi anlayan kişidir. Bu nedenle Hz. Muhammed , söz, fiil ve takrirleriyle Kur’an’ı ashabına
tefsir eden ilk müfessir olarak kabul edilir. Çünkü O, peygamberlik hayatının
her safhasında söz, fiil ve takrirlerini yani tasviplerini Kur’an çerçevesi
dâhilinde yerine getirmiştir. Ondan bu yana rivayet alanında tefsir
çalışmasında bulunan kişiler, ayetlerin tefsir ve yorumu hususunda, Kur’an’dan
sonra ikinci kaynak olarak Resulullah’ın sünnetine başvurmaktadırlar.[154]
Hz.
Ali, Kur’an’ın ayetlerini tefsir ederken, rivayet alanında Kur’an’ı Kur’an’la
tefsir ettiği gibi, Kur’an’ı Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] sünneti
ile de tefsir etmiştir. Onun, Kur’an’ı Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve
sellem]’in sünneti ile tefsir ettiğine dair bazı
örnekleri aşağıda belirtmeye çalışalım.
Hz. Ali’den rivayet edildiğine göre, Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Fatiha
Suresinde geçen es-Sırat el-Mustakim (dosdoğru yol)[155]
ifadesinden, Kur’an’ın kastedildiğini söylemiştir.[156]
[157]
Bakara Suresi’nin 198. ayetinde Arafat ve
Müzdelife'deki vakfeden bahsedilmektedir. Hz. Ali bu ayetin tefsirini yaparken,
Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Müzdelife'de vakfe yapınca, bir tümsekte durarak
söz konusu olan bu vakfe için şöyle dediğini söylemiştir: “Burası vakfe
yeridir. Müzdelife'nin her tarafı vakfe yeridir.”
Hz.
Ali'nin hadisle tefsir ettiği bu ayet, aynı zamanda fıkıh ilmi kapsamına da
girmektedir. Bu nedenle Hz. Ali'nin bu konudaki açıklamaları, fıkıh alimleri
tarafından delil olarak kabul edilmektedir. Buna istinaden hemen hemen tüm
fakihler, Müzdelife'nin her tarafını vakfe yeri olarak kabul etmişlerdir. Ancak
Müzdelife civarında bulunan Muhassir vadisi, yine hadislere dayanılarak Müzdelife'deki
vakfe yerinin dışında kabul edilmiş ve burada vakfe yapmak, İslam hukukçuları
tarafından mekruh olarak kabul 157 edilmiştir.
"Namazları ve orta namazı koruyun.
Gönülden bağlılık ve saygı ile Allah'ın huzuruna durun.[158]
Bu
ayette geçen es-salatu'l-vusta (orta namaz) kelimesi ile ikindi
namazının kastedildiği rivayet edilmektedir. Hz. Ali'den rivayet edildiğine
göre Hz. Muhammed , Hendek
Muharebesi’nin olduğu gün şöyle demiştir: "Güneş batıncaya kadar bizi orta
namazdan alıkoydular. Allah onların kabirlerini ve evlerini (diğer bir rivayete
göre içlerini) ateşle doldursun.”[159]
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali, hadise dayanarak, kelime olarak es-salatu'l-
vüsta'yı ikindi namazı olarak yorumlamıştır.[160]
"Hani melekler, "Ey Meryem! Allah
seni seçti, seni tertemiz yarattı ve seni tüm dünya kadınlarına tercih
etti," demişlerdi."[161] Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali bu ayetin tefsirini yaparken, Hz. Muhammed’in [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] bu ayette söz konusu olan Meryem hakkında
şöyle dediğini anlatmıştır: "Dünya kadınlarının en iyisi, İmran'ın kızı
Meryem ve Hüveylid'in kızı Hatice'dir."[162]
“Orada apaçık alâmetler ve deliller,
İbrahim’in makamı vardır. Kim Beytullah’a girerse korkudan emin olur. Ziyarete
gücü yeten kimseye Beytullah’ı ziyaret etmek, Allah’ın onun üzerindeki
hakkıdır.Nankörlük edip bu hakkı tanımayana, Allah’ın hiçbir ihtiyacı yoktur.
O, bütün âlemlerden müstağnidir.”[163]
Hz.
Ali’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bu
ayetin tefsiri hakkında şöyle buyurmuştur: “Yetecek kadar para ve yol imkânı
olduğu halde hacca gitmeyen kişi, Yahudi veya Hıristiyan olarak ölür.”[164]
“Ve onları ki bir kötülük yaptıkları ya da
nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının
bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir? ve
onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.”[165]
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali bu ayetin tefsirini yaparken, Hz. Ebu Bekir’in bu
konuda Resulullah’tan şöyle bir rivayette bulunduğunu söylemiştir: “Bir insan
herhangi bir günahı işler de sonra Allah rızası için abdest alıp (iki rekât)
namaz kılar, Allah’tan bağışlanmasını dilerse, Allah onu affeder.”[166]
“Ey inananlar! Sabredin, direnin, savaş
için hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki, başarıya eresiniz.”[167]
Bu
ayette sabır, sebat ve ribat kelimeleri bir arada geçmektedir. Ribat kelimesi
bu ayette, savaş için hazırlıklı ve uyanık olma şeklinde yorumlanır. Ancak
âlimler bu kelimeyi başka anlamlarda da tefsir etmişlerdir. Rivayet edildiğine
göre Hz. Ali bu kelimenin tefsirini yaparken, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi
ve sellem]’in şöyle dediğini söylemiştir: “Size, işlediğiniz
zaman Allah’ın onun vasıtasıyla hatalarınızı sileceği ve derecelerinizi
yükselteceği bir amel (iş) söyleyeyim mi?” hazır olanlar, “Söyle ya Resulallah!”
demişler, O da, “Her çeşit zorluğa rağmen güzelce abdest almak, mescitlere
çokça gitmek ve namazdan namazı gözetmek. İşte bu, ribattır,” demiştir.[168]
“Malını Allah yolunda harcayıp ona saygı
duyarak haramdan sakınan, o en güzel kelimeyi, Kelime-i Tevhid’i tasdik eden
kimseyi, biz de en kolay yolu muvaffak ederiz. Cimri davranan, bir de kendini
güçlü sanıp Allah’tan müstağni gören, en güzel kelimeyi, Kelime-i Tevhid’i
yalan sayanı ise en güç yola sardırırız.”[169]
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali bu ayetin tefsirini yaparken, konu ile ilgili şu
açıklamada bulunmuştur: “Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] başını
kaldırıp “cennete girecekleriniz için cennetteki yeri ve cehenneme
girecekleriniz için de cehennemdeki yeri yazılmış, tespit edilmiştir.” dedi. O,
“Hayır! Çalışınız, her insana tercih edip gittiği yol kolaylaştırılır.” dedi ve
anlamları üzerinde durduğumuz bu ayetleri okudu.[170]
Aynı
hadis kaynaklarında bu rivayetlerin Hz. Ali'ye dayanan farklı varyantları da
vardır.
Zaman
zaman halk arasında bazı kişiler tarafından, "Kaderimizde ne varsa, o
olur; cennete veya cehenneme gideceksek, zaten yerimiz Allah tarafından tespit
edilmiştir." gibi sözler söylenmektedir. Hz. Ali'den nakledildiğine göre
buna benzer bir soru Hz. Muhammed'e sorulmuş, o da insanın hayrı tercih etmesinin
ve bu istikamette çalışmasının gerektiğini söyleyerek, bu konuya açıklık
getirmiştir.[171] Bu
ayetin tefsiri ile ilgili yukarıda Hz. Ali'den nakledilen rivayete göre de Hz.
Muhammed , bu konuda aynı istikamette
açıklamada bulunmuştur.
Yüce
Allah, cennete gitmeye vesile olan hayırlı şeyleri tercih eden insanlara,
tercih ettikleri şeyleri kolaylaştırır, o insanlar da neticede o istikametteki
emellerine, hayırlı sonuçlara ulaşırlar ve böyle hareket eden kişiler, hayırlı
şeyleri tercih etmenin sonucu olan mükâfatı kazanırlar. Cehenneme gitmeye sebep
olan kötü ve zararlı şeylere yönelen, onları tercih eden insanlara da Yüce
Allah, istedikleri şeylerin yolunu kolaylaştırır. Kendilerine zararlı, kötü
şeyler tatlı ve cennete gitmeye sebep olan hayırlı şeyler de sıkıcı gelir.
Onlar da arzu ettikleri şeylere kavuşurlar ve Allah'ın koyduğu ölçülere göre
kötü olan şeyleri tercih etmeleri münasebetiyle, bunun sonucu olan cezayı hak
etmiş olurlar.
Hayırlı
şeyleri tercih eden ve iradelerini o istikamette kullanan insanlar, bu
tercihlerinin karşılığı olarak cenneti; kötü ve zararlı şeyleri tercih eden ve
iradelerini o istikamette kullanan insanlar da tercihlerinin karşılığı olarak
cehennemi kazanmaktadırlar. Bu konuda Kur'an'ın başka ayetlerinde de, bilgi
verilmektedir: Sabır göstererek, namazı vesile ederek Allah'tan yardım dileyin.
Gerçi bu çok zor bir
iştir
fakat içi saygı ile ürperenler için değil. İçi saygı ile dolu olan bu müminler,
Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini iyi bilirler.[172] [173] Hülasa
Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslam’a açar. Kimi de
saptırmak isterse, onun göğsünü sanki o kişi göğe yükseliyormuşçasına dar ve
tıkanık yapar. İşte Allah böylece, imana gelmeyenlere rüsvaylık verir.
Hadis
Râviliği
Hadis,
Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in söz, fiil ve takrirlerinden
ibarettir. Ehemmiyet bakımından Kur’an’dan sonra gelen ikinci kaynak olarak
kabul edilir.
Hz.
Ali'nin raviliği, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile olan otuz
senelik yakınlığın, kendisine sağladığı birikimin sonucudur. O, bir sözünde bu
konuyu şöyle dile getirir: “Peygamber'den bir şey sorduğum zaman, bana o konuda
bilgi verir. Sustuğum zamanlarda da kendisi konuşmaya başlardı.”[174] Rivayet
ettiği hadislerin çoğu fıkhî konulara dair olup bunları Hz. Peygamber
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]'den ve Hz. Ebû Bekir, Ömer, Mikdâd b. Esved ve
hanımı Hz. Fâtıma’dan duymuştur.[175]
Hz.
Ali, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'den gelen hadislere büyük bir
itina gösterir, bunların kaybolmaması için de râvilerine önemli tavsiyelerde
bulunurdu. İbn Büreyde'den gelen bir habere göre O, şu tavsiyede bulunurdu: “Bu
hadisleri aranızda devamlı bir şekilde ele alın ve düzeltme yoluna gidin, eğer
böyle yapmazsanız, hepsi kaybolur gider.”[176]
Başka bir yerde de hadis uydurup, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'e
mal etmenin çirkin bir davranış olduğunu belirtir ve şöyle der: “Vallahi benim
için gökten yere düşmek, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'in söylemediği
bir şeyi söylemekten daha hafiftir.” [177]
Hz.
Ali Hilâfeti zamanında, hadislerin dikkatle rivayet edilmesini temin maksadıyla
Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'e aidiyetini kesin olarak
bilmediği hadisleri nakledenlere, onları Resûl-i Ekrem'den duyduklarına dair
yemin ettirirdi.[178] [179] Herkesçe
bilinen hadislerin rivayet edilmesi gerektiğini söyler, bu vasfı taşımayan ve
güvenilmeyecek derecede 179 zayıf olan (münker) rivayetlerle meşgul olmaktan
menederdi.
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] zamanında yazdığı ve devamlı olarak
kılıcının kınında taşıdığı bir hadis sahîfesi vardı. Bizzat kendisinin
belirttiğine göre bu sahîfe diyete dair hükümlerle düşman elindeki bir esiri
kurtarmanın yolları, bir kâfir için müslümanın öldürülmeyeceği, Medine'nin
Harem bölgesi sınırları gibi konulardaki hadisleri ihtiva etmekteydi.[180] Söz
konusu sahîfe, Rıfat Fevzi Abdülmuttalib tarafından muhtevası tahlil edilerek
Sahîfetü Alî b. Ebî Tâlib adıyla Kahire'de yayımlanmıştır.[181]
Hz. Ali, Kurân-ı Kerîm ile bu sahîfenin dışında Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]'den özel bir talimat almadığını ve başka bir şey yazmadığını
ısrarla belirtmiştir.[182]
Hz.
Ali, 586 tane hadis rivayet etmiştir ki; bunlardan yirmisi hem Buhârî hem de
Müslim'de yer almakta, ayrıca dokuzu sadece Sahîh-i Buhârî'de, on beşi de
Sahîh-i Müslim'de bulunmaktadır.[183]
Resûl-i Ekrem İle çoğu zaman beraber bulunması sebebiyle rivayet ettiği
hadisler İçinde onun şemailine, ibadet ve dualarına dair olanlar daha çoktur.
Kendisinden
de oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed el-Hanefiyye, diğer sahâbîlerden Abdullah
b. Mes'ûd, Abdullah b. Abbas. Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre, Berâ b. Âzib, Ebû
Saîd el-Hudrî ve daha başkaları, ayrıca Ebü'l-Esved ed-Düelî, Ebû Vâil Şakîk b.
Seleme, Şa’bî, Abdurrahman b. Ebû Leylâ ve Zir b. Hubeyş gibi birçok tabiî
rivayette bulunmuşlardır.[184] [185]
Ömer
Rıza Doğrul Hoca kendi eserinde, Hz. Ali’nin bütün hadislerini tedkik eden
hadisçi Şah Veliyullah Dehlevi’den şu bilgiyi nakleder: Resul-i Ekrem’in evsaf
ve şemailine, namaz ve niyazına, dua ve ibadetine, dair olan hadislerin Hz.
Ali’den rivayet edilmiştir. Bunun sebebi ise Hz. Ali’nin daima Resul-i Ekrem’le
birlikte bulunmasıdır.
Onun
rivayet ettiği hadislerin tümünü buraya almak mümkün değildir. Bundan dolayı
onun rivayet ettiği bazı hadisleri zikrederek kendisinin bir hadis ravisi
olduğunu göstermeye çalışacağız. Hz. Ali, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve
sellem]’den bizzat kendi hakkında şu hadisleri nakleder: Hz. Peygamber
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] bana şöyle edi: “ Seni yalnız mü’min sever, sana
karşı yalnız münafık kin besler.”
“Ey Ali! Senin bana olan yakınlığın,
Harun'un, Musa'ya olan yakınlığı gibidir. Yalnız benden sonra peygamber
gelmeyecektir. Ey Ali! ölümün ve hayatın benimledir.”[186]
Hz.
Ali, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]' in ilk eşi Hz. Hatice
hakkında şu hadisi nakleder: Peygamber' in şöyle söylediğini duydum: "En
hayırlı kadın Huveylid kızı Hatice ve İmran kızı Meryem'dir.”
Hz.
Ali hakkında söylenen hadislere gelince, bunların sayısının çokluğu nedeniyle
burada hepsine değinmek mümkün olmayacağından, onlardan ancak bazılarını
zikredebiliriz.
İbn
Büreyde'nin babasından gelen bir habere göre, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi
ve sellem] şö yle der: “Allah dört kişiyi sevmemi emretti ve onları kendisinin
de sevdiğini bana haber verdi. “Sahabiler tarafından “Ey Allah'ın elçisi! Onlar
kimlerdir?” diye sorulunca, “Ali, onlar arasındadır” dedi ve bu sözü üç defa
tekrarladıktan sonra diğer üç kişiyi de şöyle açıkladı: Ebû Zerr, Selman ve
el-Mikdad”[187]
Hz.
Hasan'dan gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
şöyle der: “Cennet üç kişiyi sevinçle bekler: “Ali, Ammar ve Selman.” Tirmizi,
Ümmü Atiye’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem], Ali'nin de içinde yer aldığı bir orduyu savaşa gönderdi. Bu
esnada Peygamber'in iki elini yukarıya kaldırarak şöyle dediğini duydum:
“Allahım! Ali'yi göstermeden beni öldürme!” [188]
Hâris b. Hârise, Hz. Ali’nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir: “Resulullah ,
beni çağırdı ve şöyle dedi: “Sende Meryem oğlu İsa’dan bir örnek vardır.
Yahudiler, ona öfke duydular. Öyle ki, onun anasına iftirada bulundular. Onu
Hrıstiyanlara sevdirdiler. Öyle ki, Hrıstiyanlar da onu haketmediği bir
mertebeye getirdiler.”[189]
Hz.
Ali’den gelen bir rivayete göre: “Dikkat edin, benden dolayı iki zümre helak
olacaktır. Bunlardan birisi, benim hakkımda abartılı bir sevgi besleyip ifrata
kaçar ve benim layık olmadığım bir mertebeye yükseltmeye çalışır. Diğeri de
bana öfke duyar. Bana olan öfkesi yüzünden iftira eder. Dikkat edin ben
peygamber değilim. Bana vahyedilmez. Ben ancak Allah’ın kitabı ve peygamberinin
sünnetiyle elimden geldiği kadarıyla amel ederim. Size, Allah’a taat için
verdiğim emirler haktır. Hoşunuza giden ve gitmeyen hususlarda bana itaat
etmekle yükümlüsünüz”[190]
buyurmuştur.
Fakihliği
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] hayatta iken insanlar karşılaştıkları
problemleri ona getiriyorlardı. O da onların problemlerini çözmeye çalışıyordu.
Ancak Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in vefatından sonra insanlar
karşılaştıkları problemleri çözme hususunda zorluk çektiler. Bu da sahabîleri
yeni fıkhi problemleri Kur’an ve sünnetteki ilke ve açıklamalar ışığında
çözmeye zorlamıştır. Bu dönemden itibaren Kur’an ve sünnetin sınırlı ifade ve
hükümleriyle, hayatın sınırsız ihtiyaçları ve olaylar arasında bağ kurmayı
sağlayacak yorum metodları geliştirme ihtiyacı hasıl olmuştur. Çünkü Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den sonra insan hayatının her türlü
tezahürlerine yön veren esasların tesbiti ihtiyacı devam ediyordu. Bu ihtiyaç
da Kur’an ve sünnet ışığında çözülmeye çalışılıyordu.[191]
Hz.
Ali alim bir zattı. Ashabın ileri gelenleri, bir mes'elede tartışıp içinden
çıkamadıkları taktirde Hz. Ali'ye başvuruyorlardı.[192]
Hz.
Ali’nin fıkıh ve içtihattaki kemalini muasırları olan en büyük müctehidler
itiraf ediyorlar. Hz. Ömer ile Hz. Aişe bunlar arasındadır.[193]
Onun hukuk bilgisi ve hüküm vermedeki başarısı Hz. Ömer’in dikkatinden
kaçmamıştır. Hz. Ömer’in, bir konu hakkında hüküm vermeden önce Hz. Ali’ye sık
sık başvurması yakinen bilinen bir gerçektir.[194]
Hz. Ömer’in, “En isabetli hüküm verenimiz Ali idi”[195]
şeklindeki açıklamaları ise bilinen bir gerçektir.
Kaynaklarımızda
Hz. Ömer’e gözyaşı döktüren şöyle bir hadise anlatılır: Hak ve adalet güneşi
Hz. Ömer (r.a.), zina etmiş akıl hastası bir kadını recm ettirmek istemişti.
İlim ve hikmet kutbu Hz. Ali, halifenin bu emrine kaşı çıktı:
Ya
Ömer, dedi; Allah uyuyan kişi ile çocuk ve delinin yaptıklarından onları sorumlu
tutmaz!..
Hz.
Ömer:
Eğer
Ali olmasaydı Ömer helak olmuştu. Dedi ve gözlerinden yaşlar boşandı. Daha
sonra da şöyle ilave etti: Ali bizim en büyük kadımızdır!..[196]
Yine
başka bir rivayette nakledildiğine göre Hz. Ömer, Hz. Ali’den bir meselenin
hükmünü sordu. İlim sultanı Hz. Ali ona hemen cevap verdi. Bunun üzerine Hz.
Ömer şu hakikatli sözü söyledi: “(Ebu’l Hasan’ın) Ali’nin bulunmadığı bir kavim
içinde yaşamaktan Allah’a sığınırım.[197]
Bu
sebeple kendisinden önceki ilk üç halife, önemli meselelerde onun fikirlerini
almayı İhmal etmemişlerdir. [198]
Halifeler, bazı hallerde kendi görüşlerine aykırı bile olsa onun görüşüne
uymuşlardır. Hz. Ali onların döneminde Başkadılık “Kadiyu'l-Kudat'lık” görevini
üstlenmişti.[199] Diğer
sahabeler de görüşlerinin doğruluğuna inandıkları için hakkında fikir beyan
ettiği dinî bir meseleyi başkalarına sorma ihtiyacını duymamışlardır.[200]
Hz.
Ömer, Hz. Ali'nin fıkhi meselelerde vermiş olduğu hükmü aynen uygulardı. Uzeyne
b. Mesleme el-Abdi'ye dayanan bir rivayete göre şöyle denilmektedir: "Ömer
b. el-Hattab'a gelerek umreye nereden başlayacağımı sordum. O da, “Git bunu,
Ali'ye sor.” şeklinde cevap verdi. Ali ile görüştükten sonra, tekrar Ömer'e
uğradım ve verdiği hükmü ona ilettim, bu sefer Ömer, “Senin için Ali'nin
verdiği hükümden farklı bir hüküm bulamıyorum.” dedi.[201]
Hz.
Aişe bazı kişilere “Aşura orucunu tutmanız için size kim fetva verdi.” diye bir
soru sorar, onlar da “Ali b . Ebi talib” şeklinde cevap verirler. Bunu duyan
Hz. Aişe şöyle der: "O, Allah'ın Elçisi'nin sünneti konusunda insanların
en bilgilisidir." Hz. Ali, farzlar konusunda Medinelilerin en bilgili
insanı olarak gösterilmektedir, sahabeler içinde en fakih olanlarındandır. Zira
sahabiler arasında fıkhı en iyi bilenler arasında onun da adı geçmektedir. Bu
kişiler şunlardır: Ömer b. el-Hattab, Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Mesud, Ubey
b. Ka'b, Mu'az b. Cebel ve Zeyd b. Sabit. İbn Hanbel'in bir haberine göre,
Şureyh b. Hani' mest üzerine mesh yapmayı Hz. Aişe'ye sormuş o da: "Bunu
Ali'ye sor. Zira Allah'ın Elçisi ile birlikte gazvelere katıldığından, bu
konuyu benden daha iyi bilir." demiştir. Şureyh aynı soruyu bu sefer de
Hz. Ali'ye sormuş, oda:
"Allah'ın
elçisi, yolcu için üç gün, ikamet eden için de bir gün olarak buyurmuşlardır şeklinde
cevap vermiştir.
Hz.
Ali fıkıh sahasındaki derin bilgisi yanında dini ve dünyevi bilgilerini,
şartlar ne olursa olsun uygulamaya koyma bakımından da dengeli bir kişiliğe
sahipti. O, zaman zaman halifelere Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'in
sözlerini hatırlatır, önemli uyarılarda bulunurdu. Onu, kendi akranlarından
ayıran özelliği ise dini meselelere bakış açısının, sadece hüküm vermekten
ibaret olmayıp, problemlerin çözümünde akıl ve düşünceye de yer vermesidir.[202] [203]
Hz.
Ali ahkâmın nazari keyfiyetine değil, ameli keyfiyetine bakardı. Şayet bir
hükmi şer’i, zahiren akla muhalif görünse de Hz. Ali o hükmü tatbik ederdi.
Çünkü insanların akıl ve basireti hudutlu olduğundan akıl ve basiret şer’i bir
hükmün sıhhat ve sevap olup olmadığını tayine medar olamaz. Sahihi Buhari’nin
tebliğatına göre bir defa Hz. Ali şu sözü söylemiştir: “Halka anladıkları
hadisleri söyleyiniz. Allah ile Peygamberin tekzib olunduğunu ister misiniz? [204]
Bundan
maksat insanın muhataplarına anlayabilecekleri hususları anlatması
gerekmektedir. Zira onlara akıl ve idraklerinin anlayacağı bir şeyden
bahsedilirse anlarlar, cehaletleri dolayısıyla onu hazmedemeyerek Allah ile
Peygamberi’ni tekzibe kalkarlar ve dalalete saparlar.[205]
Şayet
bazı ahkâm ve rivayetlerin lafızları müteaddid manalara gelirse, risalet ve
nübüvvet şanına yakışan mana, en sahih manadır. İmam Ahmed bin Hambel, buna
dair Müsned’inde Hz. Ali’nin şu sözünü nakleder: “Resul-i Ekrem’in bir
hadisi rivayet edildiği bir zamanda ondan hidayete götüren, takvayı en çok
ifade eden ve en iyi olan manayı anlayınız!”[206]
Mesela
mest üzerine mesh etme sünnettir fakat insanlar ayakkabının altını değil,
üstünü meshediyorlar. Hz. Ali bunu şu şekilde anlatıyor: “Din görüş ile olsa,
ayağın üstü değil, altı meshedilmesi icab ederdi. Fakat Resul-i Ekrem,
ayakkabının üstünü meshederdi.”[207]
Bunun
anlamı şudur: Bir insanın yol yürümekten, sefere çıkmaktan ayağının en çok
kirlenen kısmı ayağının altıdır. Bu itibarla meshetmekten maksat yalnız
temizlik olsa, ayağının altını meshetme evla olurdu, hâlbuki Resul-i Ekrem
ayağının altını değil, üstünü meshediyordu. Çünkü ilahi hükümlerin maslahat ve
icabları akıl ve görüş ile zahiri kıyaslarla kabili idrak değildir.[208]
Hz.
Ali örnek bir fakihte bulunması gereken vasıfları şöyle sıralar: "Gerçek
fakih odur ki, insanları Allah'ın rahmetinden ümitsiz kılmaz, onları, Allah'a
karşı işlemiş oldukları günahlardan temiz çıkarmaya kalkışmaz, onları, Allah'ın
vereceği azabdan emin kılmaz, Kur'an'ı, kendi isteği ile başkasına bırakmaz
(hüküm vermeyi kastediyor), çünkü ilimsiz ibadette ve anlaşılamayan, okunmayan
ve üzerinde fikir yürütülmeyen ilimde fayda yoktur."[209]
Hz.
Ali’nin fıkhi derinliğini Kur’an ayetlerinde vermiş olduğu hüküm ve
yorumlarında görmek mümkündür. Bu konuda birkaç örnek vermeye çalışalım.
“Ey inananlar, öldürmede kısas size farz kılındı,
hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin
varisi, velisi) tarafından affedilirse, aklın ve dinin gereklerine uygun yol
izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifleme ve
rahmettir.”[210]
Hz.
Ali’nin bu ayetin yorumu ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir:
Herhangi bir hür, bir köleyi öldürürse kısas uygulanır. Kölenin sahipleri,
katil olan hürü öldürmek isterlerse, kısas uygulanır ve öldürülen hür adamın
sahiplerine köle ile hürün diyet farkını öderler. Eğer bir köle bir hürü
öldürürse kısas uygulanır. Öldürülen hürün sahipleri katil olan kölenin
öldürülmesini isterlerse kısası uygularlar, hürün diyet farkını alırlar;
isterlerse katil olan köleyi serbest bırakırlar ve öldürülen hürün diyetini tam
olarak alırlar. Eğer herhangi hür bir adam, bir kadını öldürürse kısas
uygulanır. Eğer kadının sahipleri katilin öldürülmesini isterlerse, kısas
uygulanır ve diyetin yarısı adamın sahiplerine ödenir. Eğer bir kadın, hür bir
adamı öldürürse kısas uygulanır. Hür adamın sahipleri istedikleri takdirde
katil olan kadının öldürülmesini isterler ve bununla beraber diyetin yarısını
alırlar. Yine istedikleri takdirde kadını serbest bırakırlar ve tam diyet
alırlar. Katili affetmeleri de mümkündür.[211]
Ayrıca,
rivayet edildiğine göre Hz. Ali, tek kişiye karşı çok kişiye kısası uygulamayı
savunanlardandır. Bilindiği gibi bir kişiye karşı çok kişinin öldürülmesi
hakkında farklı görüşler vardır. Fakihlerin çoğunluğuna göre bir kişiyi
öldürmeye iştirak eden birden fazla kişinin hepsine kısas uygulanır. İmam Ebu
Hanife, İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hanbel'in bu konudaki görüşleri
de Hz. Ali'nin görüşü doğrultusundadır. Bu konuda fıkıh alimlerine delil olan
Hz. Ali, zamanında bu hükmü uygulamıştır. Hariciler kendisine sözlü olarak
karşı çıkınca Hz. Ali, öldürülmelerini gerektirecek bir olayı çıkarmadan veya
somut bir suçu işlemeden, sırf sözle işledikleri suçlardan dolayı onları
öldürmek istemedi. Bir süre sonra Haricilerden bazıları Abdullah b. Hubâb'ı boğazlayarak
öldürdüler. Hz. Ali, Hâricileri Abdullah'ın kâtilini teslim etmeye çağırdı.
Onlar, Abdullah'ı hepimiz öldürdük, dediler. Hz. Ali bu çağrıyı üç defa
tekrarlamasına rağmen, onlar kendisine aynı cevabı verdiler. Bunun üzerine Hz.
Ali, askerlerine onları öldürme emrini verdi. Böylece bir kişiye karşı çok
kişiyi öldürdüler.[212]
Rivayet edildiğine göre Hz. Ali, hasta olan
bir adamı ziyaret ettiğinde adam kendisine, vasiyetten bahsetmiştir. Hz. Ali de
ona, "Eğer geride bir hayır bırakmışsa..."[213]
ayetini okumuş ve "Çocuklarına bir şeyler bırakman, vasiyette bulunmandan
daha hayırlı olur." demiştir.[214]
Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] de,
geride bırakılan malın üçte birinden fazlasının vasiyet edilmesine müsaade
etmemiş ve varislere bir şeyler bırakmanın daha hayırlı olacağını söylemiştir.[215]
(Oruç) sayılı günlerdir. Artık sizden kim
hasta ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde
(tutsun). Zor dayanabilenlerin üzerinde de bir yoksulu doyuracak kadar fidye
vardır.[216]
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali, bu ayette geçen "zor dayanabilenler"
ifadesinden gayenin, takatı kalmayan ihtiyar kişiler olduğunu söylemiştir. Bu
rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Hz. Ali'ye göre oruç tutamayacak derecede
yaşlı olan kişiler oruç tutmayacaklar ve maddi durumları müsaitse,
tutamadıkları her bir gün için fakirlere birer fidye verecekler.[217]
Ramazan
ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık
delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrak
edenler onda oruç tutsunlar. Kim o anda hasta veya yolcu olursa, (tutamadığı
günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister,
zorluk istemez. Bütun bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu
göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.[218] [219]
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali, bu ayetin tefsirini yaparken, özellikle yolcu
olanların oruç tutmamalarını ve yolculuk esnasında oruç tutanların da 219
oruçlarını bozmalarını istemiştir.
Hz.
Ali ve Abdullah b. Abbas’ın dışındaki müfessirlere göre ise yolcu olan kişi,
oruç tutup tutmamakta muhayyerdir; isterse oruç tutar, istemezse tutmaz. İlmi
kaynaklardan edindiğimiz kadarıyla fakihlerin ekseriyeti bu görüşü b eni msemi
şl erdir.[220] [221]
Fecr
vakti, size beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için.
Sonra
geceye kadar orucu tamamlayın.
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali, bu ayette geçen "beyaz iplik siyah iplikten ayırt
edilinceye kadar" şeklindeki ifadeyi, aydınlığın belirmesi olarak
yorumlamış ve kendisi sabah namazını kıldıktan sonra, işte beyaz ipliğin siyah
iplikten ayırt edilmesi yani şafağın sökmesi ve aydınlığın belirmesi budur
demiştir.[222]
"Haccı ve Umreyi Allah için tam yapın.
Eğer (bunlardan) alıkonulursanız, kolayınıza gelen kurbanı gönderin."[223]
Çeşitli
kaynaklardaki rivayetlere göre Hz. Ali, bu ayette sozkonusu olan hacc ve umrede
ihrama girmenin gerektiğini, umrenin de hac gibi vacip olduğunu ve yine bu
ayette dile getirilen insanın kolayına gelen kurbanın da koyun olduğunu
söylemiştir.[224] [225]
Anlamı
üzerinde durduğumuz aynı ayetin devamında şöyle denilmektedir: İçinizden hasta
olan ya da başından bir rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda
kalan) kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan (biriyle) fidye (verir).
İhramlı
olan kişi ile ilgili olan bu ayetten neyin kastedildiği Hz. Ali'ye sorulmuş, o
da bu soruya şu cevabı vermiştir: "İhramda olan kişi, normal kurbanı
kesmeden önce böyle bir duruma düşerse, kendisine kefaret gerekir."Ona
göre hacca giden kişi, herhangi bir sebepten dolayı engellendiği ve bu yüzden
haccı eda etmeden dönmek mecburiyetinde kaldığı zaman, kesilmek üzere bir
kurban gönderir; kurbanının kesildiği kanaatine varınca, ihramdan çıkar;
kurbanı kesilmeden önce ihramdan çıkması caiz değildir. Fakat rivayet
edildiğine göre Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin ihramda iken başından
rahatsızlanmıştır. Hz. Ali onun tedavisi için başını tıraş ettirmiş ve onun
yerine kurban olarak da bir deve kesmiştir. Aynı zamanda Hz. Ali'ye, bu ayette
söz konusu olan oruç, sadaka ve kurban ile neyin kast edildiği sorulmuştur. Hz.
Ali, bu soru üzerine bu ayette söz konusu olan orucun üç gün, sadakanın altı
kişiye dağıtılmak üzere üç sa', kurbanın koyun ve yine bu ayette geçen üç
günlük orucun da, kurban bayramı gününden önceki üç günde tutulan oruç olduğunu
söylemiştir.[226]
Rivayet
edildiğine göre Hz. Aişe, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Hasan-ı Basri,
İbn Sirin ve diğer bazı alimler, Hz. Ali'nin bu ayetin tefsirinde dile
getirdiği gibi umrenin vacib olduğunu söylemişlerdir. İmam Şafii de onların bu
görüşünü benimsemiştir. Umrenin vacip olduğu görüşünü benimseyen alim ler, Hz.
Ali'nin bu konudaki görüşlerinin yanında çeşitli hadisle ri de delil olarak
göstermi şlerdir.[227]
Aslında
ayetteki "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın." ifadesi de bu
görüşün haklılığını ortaya koymaktadır. Çünkü bu ifadede bir emir söz
konusudur.
Hz.
Ali'nin bu ve benzeri yorumlarında, daha çok ayetlerdeki dil inceliklerine göre
hareket ettiği anlaşılmaktadır.
"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin
edenler için ancak dört ay bekleme (hakkı) vardır. Eğer (o süre) içinde
dönerlerse Allah bağışlayan, merhamet edendir.[228]
Bu
ayette ifade edildiği gibi bir adam, hanımına yaklaşmayacağına dair yemin
ederse ve dört ay zarfında hanımına geri döner ve onunla birleşirse, aralarında
boşanma söz konusu olmaz. Böyle bir durumda ancak o kişi, yeminini bozmuş olur
ve yeminini bozmuş olmanın kefaretini öder. Bu çeşit yemine İslam hukukunda ila'
denir.[229]
Hz.
Ali bu ayetin tefsirini yaparken, çocuğunun süt emmesi ve benzeri yararlı veya
zaruri nedenlerden dolayı hanımından uzak duracağını söyleyen kişinin ila' yapmış
sayılmayacağını ve bu şekilde hareket etmekle kadına zarar vermiş değil fayda
sağlamış olacağını, ancak kızgınlık münasebetiyle böyle bir yeminde bulunan kişinin
yaptığının ila' olacağını söylemiştir. Birçok alim de Hz. Ali'nin bu
görüşünü benimseyerek bu konuda kendisini desteklemektedir.[230]
Yine
Hz. Ali ve diğer bazı âlimlere göre bu şekilde yemin eden kişi, hanımından dört
ay uzak durursa ve bu süre içerisinde ona dönmezse, hanımı bir talakla
kendisinden boşanmış olur. Ondan sonra, adam isterse hanımını tamamıyla boşar
veya isterse onunla tekrar bir araya gelir. Hz. Ali bir de, bir veya iki
talakla boşanan kadının, üç ay hali geçirmeden önce kocası tarafından tekrar
geri alınabileceğini söylemiştir.[231]
"Eğer karı ile kocanın Allah'ın
sınırlarını hakkı ile muhafaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz, kadının serbest
boşanması erkeğe fidye vermesinde her iki taraf için de günah yoktur.”[232]
Bu
ayette anlatıldığı gibi, kadın ile kocası karşılıklı anlaşırlarsa ve
anlaşmalarının neticesinde kadın kocasına maddi bir şeyler verip boşanırsa, bu
caizdir. Bu çeşit anlaşmalara İslam hukukunda hul’ denir.[233]
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali bu ayetin tefsirini yaparken, “hul”u caiz görmüş
kadının kocasına vereceği parayı, adamın evlenirken hanımına verdiği mehir ile
sınırlandırmış ve adamın bundan fazlasını almasının caiz olmadığını
söylemiştir.
"(Varislerin alacağı miras ile ilgili
hükümler, ölenin) yaptığı vasiyetten ya da borcundan sonradır."
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ali, "Siz bu ayeti okuyorsunuz ama Hz. Muhammed bu
ayette söz konusu olan borcun vasiyetten önce ödenmesini emretti."
demiştir.233 [234] [235]
"Size (şunlarla evlenmeniz) haram
kılındı: Kadınlarınızın anaları..."[236]
Hz.
Ali, bu ayetin tefsirini yaparken şöyle demiştir: "Bir adam bir kadınla
nikâhlanırsa ve onunla evlenmeden (cinsel yakınlıkta bulunmadan) önce onu
boşarsa, o kadının annesi ile evlenemez. (Çünkü bu durumda o kadının annesi,
erkek için rebibe, üvey kız durumunda olur."[237]
"Ey inananlar, mallarınızı aranızda
batılla (doğru olmayan yollarla, haksız yere) yemeyin. Kendi rızanızla
yaptığınız ticaret olursa başka."[238]
[239]
Bu
ayette geçen ticaret kelimesinin tefsiri ile ilgili olarak bazı ilmi
kaynaklarda yer alan rivayetlere göre, Hz. Ali'nin çarşıda olduğu sırada bir
cariye meyve satan birinden bir dirhemle meyve alır. Fakat cariye dirhemi
manava verip meyveyi aldıktan hemen sonra, yapmış olduğu alım-satımdan
vazgeçmek ister. Ancak manav, cariyeye parasını vermemekte direnip
alım-satımdan dönmek istemez. Olaya şahit olan Hz. Ali, manavdan parayı alıp
cariyeye geri verir.
Hz.
Ali'nin bu uygulaması, fıkıh ilminde "hıyar-ı meclis" konusuna
girmektedir. Buna göre alıcı ve satıcı, alım satım yerinden ayrılmadan önce bu
alışverişten vazgeçebilirler. Bu konu, fıkıh alimleri tarafından farklı
şekillerde yorumlanmıştır. Âlimlerin çoğunluğu, alışveriş kesinleştikten sonra
meclis muhayyerliğini kabul etmezken, bazıları da Hz. Ali'nin bu uygulamasını
ve benzeri delilleri göstererek, meclis muhayyerliğini kabul etmişlerdir.[240]
“Eğer (karı-kocanın) aralarının
açılmasından endişe duyarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının
ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar (bu hakemler gerçekten) barıştırmak
isterlerse, Allah onların arasını bulur. Çünkü Allah, (her şeyi) bilendir,
haber alandır.”[241]
Hz.
Ali'ye kendi döneminde karı-koca arasındaki problem ve geçimsizlikler intikal
edince o, bu ayete göre hareket ederek iki sinin ailesinden birer hakem tayin
etmiş ve bu yolla Kur'an ve Sünnet ölçülerine göre aralarındaki problemi
çözmeye çalışmıştır.[242]
Hz.
Ali, bu ayette anlatılan hakem tayin etme yöntemini, karı ile kocayı
barıştırmakta kullandığı gibi başka problemleri çözmede de kullanmıştır.
Nitekim o, Haricilerle arasında çıkan anlaşmazlığın çözümünde de yine hakem
tayin etme yöntemine başvurmuştur. Hz. Ali'nin bu uygulamalarından
anlaşıldığına göre insanlar arasında herhangi bir problem meydana geldiğinde
sorunun çözümü için hakem tayin etmek, sosyal, psikolojik vb. açılardan en isabetli
hareket sayılır. Her türlü sosyal, siyasal, ekonomik, iktisadi vb. konularda
insanlar arasında meydana gelen problemleri hakem tayin etme yöntemi ile
çözmeye çalışmanın insan hayatındaki önemi, inkâr edileme yecek derecede
büyüktür.[243]
Ashabın
en âlim simalarından biri olduğu halde ondan İbn Ömer, îbn Abbas gibi genç
sahabelerden daha az bilgi nakledilmesinin sebebi, hilâfet yıllarının tamamen
savaşlarla ve ortaya çıkan fitneleri bastırmakla geçmiş olması, geniş fıkıh ve
tefsir bilgilerini genç nesillere aktarmaya fırsat bulamamasıdır. Ötekilerin bu
konudaki en büyük avantajları, Hz. Ali'ye nispetle daha uzun bir ömür yaşamış
olmalarıdır.[244]
Tasavvufi
Yönü
Hz.
Ali’nin tasavvufla ilgilenip ilgilenmediği konusu da âlimler arasında ihtilaf
sebebidir. Zira bazı tasavvufçular, tasavvuf ilminin Hz. Ali ile başladığını
söyler. Cüneydi Bağdadi der ki: “Usulde, ibtila ve imtihanda şeyhlerin şeyhi,
Hz. Ali el- Murtaza’dır.” Tasavvuf ilminin Hz. Ali’ye dayandığı halde şöhret
bulmamasının nedenini ise şöyle açıklamaktadırlar. Hz. Ali’nin halifelik
işleriyle büyük meşguliyeti Onun tasavvuf ilmini geniş bir suretle açıklamasına
fırsat vermedi. [245]
Usulu
hadisçilere göre, Hz. Ali’nin tasavvuf ile iştigal ettiğine dair olan bilgiler
gerçeği yansıtmamaktadır. Herhangi bir silsile-i tasavvufun Hz. Ali’ye vasıl
olduğu sabit değildir. Bu silsileler Hasan Basri de nihayet buluyor. Buna
mukabil Hasan Basri’nin Hz. Ali’ye öğrenci olduğu ve onun feyizli sohbetinden
istifade etiği söyleniyorsa da hadis ehli bunu da kabul etmiyor ve bu
rivayetlerin sabit olmadığını söylüyorlar. İmam Tirmizi, Hasan Bassri’nin Hz.
Ali ile görüşmesinin veya ondan bir şey almadığının sabit olduğunu söyler.
Bundan dolayı ittifakla sabit olan nokta Hasan Basri’nin on beş yaşında iken
Medine’ye gelerek Hz. Ali ile halife olmadan evvel görüşmüş olmasıdır. [246]
Kadılığı
Hz.
Ali’nin kadılığı onun üstün adalet anlayışından ileri gelmektedir. Adalet, her
hak sahibine hakkını vermektir. Başka bir ifadeyle Adalet, gerek bireyler arası
ve gerekse bireylerle devlet, devletlerin birbirleri ile aralarında söz konusu
olan ilişkilerin niteliğini belirleyen bir olgudur. Hz. Ali Valisi Malik
el-Eşter’e yazdığı emirnamede bu hususa dikkat çekmiştir: “Hak konusunda orta
yolu tutmak, adaleti herkese yaymak, halkını hoşnutlukla birleştirmek, senin
için işlerin en değerlisi olsun”[247]
Hz.
Ali'nin, adli sahada üstün bir yere sahip olduğunu bizzat Hz. Peygamber
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve birçok sahabenin sözlerinden anlamak
mümkündür. İbn Abdi'1-Berr, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'in şu
sözünü kaydeder: "Sahabilerim arasında adli konularda en bilgili kişi Ali
b. Ebi Talib'dir. " Hz. Ömer, onun adli konulardaki üstünlüğünü şu
sözlerle ile açıklar: “Ali kadılığı en iyi bilenimizdir. Hüküm verme hususunda
en bilgili olanımızdır.” Başka bir defasında da şöyle buyurmuştur:
“Ebu'l-Hasan'ın bulunmadığı bir yargı olayından Allah'a sığınırım.”[248] Bu
konuda İbn Mesud'dan gelen başka bir haberde de şöyle denilmektedir: “Biz her
zaman Medinelilerin kadılık sahasında en bilgili insanı , Ali b . Ebi Talib'dir
şeklinde konuşurduk”. İbn Abbas ise, onun birçok adli vaka sonucu vermiş olduğu
hükümler hususunda şunu anlatır: “Hüküm, Ali'den gelmişse, başkasının bilgisine
başvurmazdık.”[249]
Hz.
Ali, insaniyet, vefa, ahitlere saygı ve Müslümanların malını korumaya
düşkünlüğü ile de meşhurdur. Taberi’nin, Hz. Ali zamanında Beytülmal’ın
hazinedarlığını yapmış Ebu Rafi’den şu nakli, bu hususu açıkça göstermektedir:
Bir gün Hz. Ali, içeri girdiğinde kızının süslendiğini ve üzerinde Beytülmal’a
ait olduğunu bildiği bir inci gördü, ona; “Bu nereden onun oluyor? Onun elini
kesmek, Allah’ın bana yüklediği bir vazifedir” dedi. Ben (Ebu Rafi), onun bu
husustaki ciddiyetini görünce: “Ey Mü’minlerin Emiri! Kardeşimin kızını inciyle
ben süsledim. Onu ben vermemiş olsaydım, nereden alabilecekti” dedim bunun
üzerine sustu.[250]
Bütün
bu sözler onun, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ilk üç halife
döneminde birçok adli problemin üstesinden geldiğini ve bunu yaparken de her
dönemin devlet başkanının kazai alandaki sorumluluk ve sıkıntılarından
kurtardığını ortaya koymaktadır. Bundan başka onun çeşitli kaynaklarda geçen
kazai konularla ilgili ilginç hükümleri, bu alandaki üstünlüğünün en büyük
kanıtını teşkil etmektedir.
Ali
b. Ebû Tâlib Yemen'de kadılık yapmıştır. Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] Hâlid b. Velîd'den sonra onu bu görevle Yemen'e göndermek istediği
zaman, kendisi ilmî durumunun böyle bir vazifeyi başarıyla yürütmeye elverişli
olmadığını ileri sürmüş, fakat Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
elini onun göğsüne koyarak kendisini teskin etmiş, Allah Teâlâ'nın ona doğruyu
ilham edeceğini ve hakkı söyleteceğini belirterek tereddütlerini gidermiş,
orada nasıl hükmetmesi gerektiğini öğretmiş ve ona dua etmiştir.[251] Hz. Ali,
Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] elini göğsüme vurmasından ve benim
için dua etmesinden sonra artık iki kişi arasında hüküm verirken hiç şüpheye
düşmedim.[252] Onun
Yemen'de yapmış olduğu kadılık görevi esnasında bazı meseleler hususunda ilginç
hükümleri vardır. Bu hükümlerden birisini şöyledir. Üç kişi, temizliği
esnasında bir kadınla ilişkide bulunduktan sonra bir erkek çocuğun dünyaya
gelmesine sebep olurlar. Daha sonra da çocuk yüzünden ihtilafa düşerler. Her üç
kişide Hz. Ali’ye şikâyette bulunarak problemlerini çözmesini isterler. Bunun
üzerine o, "Siz ihtilafa düşmüş ortaklarsınız, ben bu problemi aranızda
kura çekme usulü ile çözeceğim. Kime çıkarsa, çocuk onun olur ve diğer iki
arkadaşından her birine diyetin üçte birini vermek mecburiyetindedir."
der, sonra da aralarında kura çeker. Kura üç kişiden birine çıkınca, çocuğu ona
verir. Hz. Ali’nin bu hükmü, daha sonra Yemenli bir kişi tarafından, Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]e nakledilmiş, o da bu karara sadece
gülümsemiştir.[253]
Said
b. el-Müseyyib'den gelen bir rivayete göre, İbnu'1 Hayberi adında Şamlı bir
kişi, eşinin yanında yabancı bir kişiyi görünce, her ikisini de öldürür.
Mesele, hüküm verilmesi için, Muaviye b. Ebu süfyan'a intikal ettirilir. O da,
Ebu Musa el-Eş’ari’ye haber göndererek Hz. Ali'den bu konuda bilgi almasını
ister. Ebu Musa, konuyu Hz. Ali'ye iletir, oda, “Bu olay benim topraklarımda
meydana gelmemiştir. Bana gerçeği söylemenizi istiyorum” der. Ebu Musa işin
gerçek yüzünü ona anlattıktan sonra, Hz. Ali şöyle der: “Ben Hasan'ın
babasıyım, eğer iddia sahibi bu hususta dört şahit göstermezse asla kabul
etmem...”[254] der.
Hz.
Ömer bir defasında akli dengesi bozuk bir kadını zina suçundan taşlatmak ister.
Hz. Ali, bunu duyunca ona, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'in şu
hadisini hatırlatır: “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır. (Yapmış olduğu suçlardan
sorumlu tutulmayacaktır) uyanıncaya kadar uyuyandan, buluğ çağına gelene kadar
çocuktan ve şifaya kavuşana kadar akli dengesi bozuk bir kimseden.”[255] Bu söz
üzerine Hz. Ömer, adı geçen kadını cezalandırmaktan vazgeçer.
Hz.
Ali'nin kendi hilafeti zamanında meydana gelen bir olayla ilgili şu ilginç
hükmünü anlatmak istiyoruz. Eşcinsel birisi, Küfe kadısı Şureyh'e gelerek
amcası oğlu ile evli olduğunu ve kocasının satın almış olduğu bir kadın köleyi
gebe bıraktığını, bu nedenle de ondan ayrılmak istediğini belirtir Şureyh, bu
ilginç olay karşısında büyük şaşkınlık geçirir ve Hz. Ali ile bu konuda
istişarede bulunmak için duruşmalara ara verir. Hz. Ali, davacının, kocasını ve
kölesini mahkemeye çağırdıktan sonra, bazı kadınları görevlendirerek, adı geçen
kişiyi bir eve götürüp sağ ve sol kaburga kemiklerini saymalarını emreder.
İnceleme sonucunda sağ kaburga kemiklerinin onbir, sol kaburga kemiklerinin
oniki olduğu anlaşılır. Bu durum karşısında Halife onu, kocasından ayırır ve
kendisine bir elbise ile bir ayakkabı satın alınmasını emrederek erkeklerin
safına katılmasını sağlar.[256]
HZ.
ALİ’NİN EDEBİ KİŞİLĞİ
Hz.
Ali uzun mektuplar yazan, dini ve ahlaki öğütlere önem veren ve minberlerde
hikmet dolu konuşmalar yapan ilk kişi olmasa da, Arap edebiyatının bu türlerine
bazı yenilikler getiren, bunlara bir edebiyatçı gözüyle bakan ve değişik bir
stil kazandıran kimse olması bakımından önem arz etmektedir. Onun edebi
birikiminin özünde her şeyden önce İslam öncesi Arap şiir ve hitabetinin
etkileri olduğu bilinen bir gerçektir.[257]
Nahv
ilmi, Hicri birinci asrın en önemli kültür merkezlerinden olan Basra ve Kufe
şehirlerinde doğmuştur. Kelam ve Fıkıh ilimleri de bu iki şehirde doğmuş,
nahivciler ve lügatçiler medresesi burada ortaya çıkmıştır. Bu iki şehirde,
değişik lehçeleri olan muhtelif Arap kabileleri ve Farsça konuşan mevali ve
sanatkarlardan binlerce kişi birlikte oturuyordu. Bu yüzden, fasih Arapça ibarelerde
önemli sayılacak ölçüde bozulmalar ortaya çıktı. Bunun üzerine Kur’an-ı
Kerim’in değişikliliğe uğramaması için Arapça lisanının düzeltilmesi,
hatadan korunması zarureti hasıl oldu. Ebu’l Esved ed-Düeli, Emeviler döneminde
Nahiv ilmiyle ilk meşgul olan kimsedir. Onun bu ilmin esaslarını, Hz. Ali b.
Ebi Talib’den aldığı söylenmiştir.[258]
[259]
Hz.
Ali, Arap dilini mükemmel bilirdi. Onun bu sahadaki kültürünün temelini
şüphesiz ki Kur'an-ı Kerim teşkil etmektedir. Arap diline dair belağat ve
fesahati rivayetçiler tarafından sözlü olarak nakledilen haber ve rivayetlerden
okumuş olduğu yazılı kaynaklardan kazanmıştır. Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]'in hayatı boyunca, onun, diğer görevleri yanında zaman zaman
vahiy katipliği yaptığı da bilinen bir gerçektir. Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem], Hudeybiye anlaşmasına dair metni yazdırmak maksadıyla Evs b.
Havli adında bir şahsı yanına çağırmak istemiş fakat müşriklerin sözcüsü
Süheyl, bunu kabul etmeyerek şu istekte bulunmuştu: “Anlaşma metnini amcan oğlu
Ali veya Osman'dan başkasının yazmasını istemiyoruz”.
Böylece
bu anlaşma metnini Hz. Ali yazmıştır.
Hz.
Ali’nin, Arapça'nın gramerine dair bilgisine gelince, bazı kaynaklarda O, bu
dalın kurucusu olarak gösterilmektedir. Aynı zamanda matematik bilgisinin
temeli olan kerrat (çarpım) tablosunu bulan da Hz. Ali olduğu söylenmektedir.
İslam hukukunun bir bölümü olan feraiz ilmini matematikteki yüksek bilgisine
dayanarak çözmüştür.[260] Bir
defasında tabiundan bir zat, Hz. Ali'nin yanına varmış ve onu derin düşünceler
içinde olduğunu görmüştü. Ona, bu durumun sebebini sorar. Hz. Ali’de Kufe’de
konuşmalar esnasında insanlar tarafından gramer yapısı yönünden hatalı cümleler
kullanıldığına şahit olduğunu bundan dolayı da Arapça'nın gramer kurallarına dair
bir kitap yazmak istediğini açıklar. Ebu'l- Esved, üç gün sonra tekrar onu
ziyaret ettiğinde Hz. Ali, kendisine Arapçanın grameri ile ilgili bazı
bilgiler ihtiva eden bir sayfa verir ve bu konu üzerinde çalışmasını ister.
Ebu'l -Esved bir s ure çalıştıktan sonra, tekrar Hz. Ali'ye gelerek
"inne", "enne", keenne", "le'alle",
"leyte" gibi nasb harflerini ona gösterir fakat "lakinne"yi
bir hata sonucu zikretmez. Hz. Ali lakinne’nin de bu harflerden birisi olduğunu
ve adı geçen harflere eklenmesinin yararlı olacağını belirtir. Verilen
bilgilerden gerçekten de Hz. Ali'nin, nahiv (Arapça'nın grameri) ilminin
esaslarını ortaya koyan ilk dilci veya bu dalın kurucusu olduğu görülmektedir.[261]
Bu ve benzeri rivayetlerden anlaşıldığına göre, Hz. Ali nahiv ilminin ortaya
çıkmasında etkili rol oynamıştır. Dolayısıyla onun, Arap dilinin diğer çeşitli
yönleriyle de yakın ilgisinin olduğu anlaşılmaktadır.
Hz.
Ali’nin ayetlerdeki çeşitli kelimeleri yorumlaması, manaları üzerinde durması,
onun Me’ani’l-Kur’an, Kelimatu’l-Kur’an ve İ’rabu’l-Kur’an gibi Ulumu’l-
Kur’an’a taalluk eden ilimlerin oluşmasına da zemin hazırlamış olabileceğini
akla getirmektedir. Çünkü bu ilimler, önemlerine binaen bir süre sonra ortaya
çıkmıştır ve Hz. Ali, daha önce bu konular üzerinde çalışan ve görüş bildiren
kişilerdendir. Bu nedenle Hz. Ali’nin tefsir usulünün oluşumu ve gelişiminde
etkili olduğu, bu konularda önemli bir rol oynadığı düşünülebilir.[262]
Hz.
Ali'nin edebi yönlerinden biri olan şairliğini, güvenilir kaynaklara
dayandırmak mecburiyeti vardır. Zira Hz. Ali, çok yönlü bir kişiliğe sahiptir.
Ayrıca, onu sevmekle aşırıya kaçan bazı kimselerin ona, nisbet ettikleri
öylesine çok sayıda şiir bulunmaktadır ki, burada onların hangisinin gerçekten
Hz. Ali'ye ait olduğunu ortaya çıkarmak oldukça güç ve hatta imkansızdır. Onun
adına bin dört yüz beyit şiir içeren "Envaru'1 -Ukul min Eş'ari
Vasiyyi'r-Resul" adında büyük bir divan basılmıştır. Hatta divan dışında
Hz. Ali'ye nisbet edilen el-Kasidetü'z- Zeynebiyye adında uzun bir kaside ile el-Kasidetü'z-Zeburiyye,
el-Kasidetü'l- Cülcülutiyye, Muhammes, Cünnetü'l-Esma' ve Münacat gibi eserler
de bulunmaktadir. Bütün bu şiirlerin ona ait olup olmadığı hakkında hüküm
vermek kolay değildir. Bazı araştırmacılar, bu şiirlerin eş-Şerifu'r-Radiyy
veya kardeşi eş-Şerifu'l- Murtaza'ya ait olduğunu ileri sürmektedir. Muhammed
Esad Talas, Hz. Ali'ye ait olduğu söylenen divandaki şiirlerin
eş-Şerifu'r-Radiyy'a aidiyetini kabul etmemektedir. Yazara göre
eş-Şerifu'r-Radiyy'in şiirleri vezin kalıp ve terkip yönünden güçlü, buna
karşılık divanda yer alan Hz. Ali'ye ait olduğu iddia edilen şiirlerin ise,
yapısı bozuk ve terkipleri de zayıf görülmektedir. Yazar, ayrıca bu şiirlerde,
Hz. Ali'nin akıcı üslubu, değerli görüşleri ve edebi melekesine dair bir şeyin
bulunmadığını da ileri sürmektedir. Fakat bu görüşleri kabul etme hususunda,
insanın yanılabileceğini hesaba katmak gerekir. Zira bu şiirlerin yazılış
zamanı ile çağımız arasında bin seneden fazla bir zaman farkı söz konusudur.
Dolayısıyla bu şiirleri incelemek için, bunların yazılış döneminin bütün edebi
ve sosyal akımları ile genel kültürü hakkında çok fazla birikime ihtiyaç
vardır. Bundan dolayı, Hz. Ali'ye ait olma ihtimalinin olduğu şiirlerden
bazılarını örnek vermek suretiyle ancak onun bu yönünü ele alabiliriz.[263]
Suyuti,
Şa’bi’nin şöyle dediğini nakleder: “Ebu Bekir, Ömer ve Osman da şiir söylerdi
ama Ali, bunların üçünden de iyi şiir söylerdi.[264]
Hulefa-i Raşidin’in en iyi şiir söyleyeni olduğu gibi, söylediği sözle kalpleri
birleştirir, hutbe okuduğunda nefisleri tahrik eder ve harbe cesaretlendirirdi.[265]
Abdulbakır
Bakır Hoca’nın el - Akkad’dan aldığı bir habere göre Hz. Ali'nin şiir alanında
fazla yetenekli olmadığını ileri sürer ve bu görüşünü de Hz. Peygamber
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]'in, onu müşrikleri hicvetmekten menetmesine
dayandırır. Oysa Hz. Pegamber'in, onu bu çeşit davranıştan menetmesi, hiciv
gibi insan onurunu kırıcı ve küçük düşürücü bir şiir türünü, onun için uygun
görmemesinden kaynaklanmış olabilir. Ayrıca bir haberde, Hz. Ali'nin, kendisi
gibi şair olan Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'den daha üstün şiir söyleme gücüne
sahip olduğu anlatılmaktadır.[266]
Hz.
Ali'nin çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu şiirlerine bir göz atacak olursak
şu konuları kapsadığını görürüz: kahramanlık, savaş, övgü, ağıt, öğüt, arkadaşlık,
ahlak, dini konular...
Hz.
Ali'nin nahiv ilminin esaslarını ortaya koyduğuna dair rivayetin güvenilir bir
kaynağının olmadığını, Cifr ilminin ise ona nispet edilmesinin tamamen asılsız
bir iddia olduğunu söyleyen İslam alimleri de vardır. [267]
Hülasa
Hz. Ali’nin şiirle meşgul olup olmadığına dair muhtelif görüşlerin olduğunu
yukarıda izah etmeye çalıştık. Bazı âlimlere göre her ne kadar ona şiir isnad
ediliyorsa da bu doğru bir görüş değildir.[268]
Bütün
bunlara rağmen Hz. Ali’ye ait olduğu söylenilen birkaç şiir de mevcuttur. Ona
ait olduğu ihtimali olan bazı şiirleri zikretmekte fayda görüyoruz.
Hz.
Ali, bir şiirinde, Uhud savaşanındaki rolünü dile getirerek şöyle seslenir:
“Kılıcım elimdeydi, onu kıvılcım misali
oynatıyordum.
Onunla düşmanımın omuz kemiklerini
kırıyordum.
Ben uzun süre savaşa bu şekilde devam
ettim.
Sonunda Rabbim, onları bozguna uğrattı
ve yaralıyı sağlığına kavuşturdu.”[269]
O,
Hayber savaşında kalenin sahibi Merhab'la mübareze ederken şöyle söylemiştir:
"Annemin 'Haydara' diye
adlandırdığı kişi benim.
Vahşi ormanların arslanlarına benzerim.
Onları “sendere” denilen ölçeğin
tarttığı gibi kılıcımla tartarım
(Onları
korkunç bir şekilde öldürürüm).
Hz.
Ali, hicret gecesi Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'e atfen şu
mısraları söylemiştir:
“Taşlara ayak basan o hayırlı insanı,
Kabe'yi ve Haceru'l-Esved'i tavaf eden
kişiyi
kendimi feda ederek korudum.
Allah'in Elçisi, müşriklerin,
kendisine tuzak kurmalarından sakındı.
Fakat kudret sahibi olan Allah,
onu, bu tuzaktan kurtardı.
O, Allah'ın koruması altında
gizli bir şekilde mağarada kaldı.
Ben de onları (müşrikleri) dinlemek
için
burada (Mekke'de) kaldım.
Fakat onlar, beni suçlayamadılar.
Böylece kendimi ölüme”
ve tutsaklığa bırakıverdim.
Hz.
Ali'nin övgü türünde de şiir söylediğini görmekteyiz O, Şam valisi Muaviye b.
Ebi Süfyan'a yazdığı bir mektubunda şu mısralara yer verir:
“Peygamber olan Muhammed , kardeşimdir ve eşim tarafından akrabamdır. [270]
[271]
Şehitlerin efendisi Hamza, amcamdır.
İnanç uğruna savaş meydanına çıkıp
kendini feda ederek meleklerle uçan
Ca'fer,
annemin oğludur (kardeşimdir).
Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] kızı munisim ve eşimdir,
eti, kanıma ve etime karışmıştır.
Ahmed'in (Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]'in) iki torunu
(Hasan ve Hüseyin) ondan (Fatima'dan)
doğan
iki oğlumdur.
Sizin hanginizin şansı benim şansım
gibidir.
Ben hepinizden önce, daha çocuk
yaştayken
ve buluğ çağına gelmeden İslam'ı kabul
ettim.”[272]
Hz.
Ali mersiye (ağıt) türünde de iyi bir şair olduğunu kanıtlamıştır. O, çok
sevdiği eşi Fatıma'yı kaybettiğinde, hüngür hüngür ağlamış ve mezarı başında şu
mısraları okumuştur:
“İki yakın arkadaştan gelen
bir kavuşma ayrılıktır
Ölümden başka her şeyin etkisi azdır.
Ahmed'den (Hz. Peygamber [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]'den) sonra
Fatıma'yı kaybedişim,
yakın arkadaşın”
fazla
kalamayacağının bir kanıtıdır.
Hz.
Ali'nin şiirlerinde öğüt, büyük bir yer tutar. O, devamlı bir şekilde iyi ve
kötü arkadaşın özelliklerini ve insana getireceği fayda ve zararları dile
getirerek, kardeşlik ve arkadaşlık gibi önemli ilişkiler üzerinde durur. Hz.
Ali bu çeşit şiirlerinden birisinde şöyle der:
“O
insan kardeşindir ki, büyük musibete uğrarsan, o da seninle aynı musibeti
paylaşır ve senin için gam çeker.”
Hz.
Ali başka bir şiirinde de şunu dile getirir:
“Bil
ki, sana ait zorlukların çoğaldığı bir anda, seni devamlı bir şekilde tenkit
eden birisi gerçek kardeşin değildir.”[273]
[274] [275]
Onun
aynı zamanda bir şiir yorumcusu olduğu da iddia edilmektedir. Bir defasında,
ona insanların en iyi şairi kimdir diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir:
“el-Meliku'd-Dalil'dir” (Cahiliye dönemi şairlerinden
İmriu'l-Kays'ı
kastetmiştir)
Fesahat
ve Hitabeti
Hz.
Ali'nin diğer bir edebi yönü de hitabet bakımından akıcı bir üsluba ve güzel
bir konuşma yeteneğine sahip oluşudur.[276]
el-Cahiz'ın bir haberine göre, Raşid Halifeler arasında Hz. Ali en iyi hatip
olarak gösterilmektedir.
Hz.
Ali'nin arkadaşlarından olan Nübate, onun hutbelerinden yüz kadarını
ezberlediğini ileri sürer. Bu rivayetlerin dışında, Hz. Ali'ye ait olduğu
söylenen hutbelere bakacak olursak, gerçekten onun, bu sahada söz sahibi
olduğunu açıkça görürüz. Hz. Ali bir hutbesinde şöyle diyor:
“Bundan
sonra dünya yüzünü çevirdi ve gitmekte olduğunu haber verdi. Ahiret ise
yaklaştı ve görünmeye başladı. İdman bugün, yarış ise yarındır. Fakat sizler
ümit günlerindesiniz, ardında ise ecel var. Kim ki, ümit günlerinde, eceli
gelmeden ihlâs içinde Allah'a iyi kulluk ederse, ameli ona faydalı olmuş ümidi
ona zarar vermemiştir. Kim ki, eceli gelmeden ümit günlerinde kusur etmişse,
amelini kaybetmiş ona zarar vermiştir. Rahatlık anında, Allah için korku
anındaki gibi amel edin. Bilin ki, ben Cennet gibi isteyeni Cehhennem gibi
kaçanı görmedim. Bilin ki, Hakk'ın kendisine yarar sağlamadığı şahısa batıl
zarar verir. Kim de doğruluk ve hidayetle düzelmemişse sapıklık onu çeker.
Sizler göçe intikal etmeye emredildiniz ve iyilik yapmaya yöneltildiniz. Sizin
için en fazla korktuğum iki şey vardır; nefsin arzularına uymak ve aşırı
derecede dünya nimetlerine bağlılık.”[277]
Fesahati
ve üstün hitabeti ile de tanınan Hz. Ali'nin güzel ve hikmetli sözleri
kaynaklarda nakledile gelmiştir; fakat onun düşünce ve hitabetine has
özelliklerden yoksun siyasî dinî görünümlü bazı hitabe ve mektupları şair ve
edip Şerif er-Radî (ö.359/969) tarafından bir araya getirilmiştir.[278] Şiîler
bu eserdeki sözlerin Hz. Ali'ye ait olduğunda şüphe etmedikleri halde, Sünnîler
bunları haklı olarak tereddütle karşılamakta ve bu rivayetlerin çoğunun onunla
bir ilgisi bulunmadığını kabul etmektedirler. Bu tespit, “eş-Şikşikiyye”
hutbesi gibi uzun hutbelerde daha açık görülür, Hz. Ali hakkında yazılan
eserlerde çok ciddi manada görüş ayrılıkları vardır.[279]
Fakat Nehcü’l-Belağa'nın ihtiva etmiş olduğu hutbeler, Hz. Ali'nin yaşamış
olduğu dönemin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yönleri hakkında bilgi
vermesi bakımından önemlidir. Bu hutbelerde Hz. Osman dönemi, Hariciler ve Hz.
Ali-Muaviye anlaşmazlığı konularında geniş, bilgiler bulunmaktadır.[280]
Hz.
Ali'nin kadınlar hakkındaki insani tutum ve davranışları, ona nispet edilen sözlerden
tamamen farklıdır. Bunu hayat hikâyesinden ve kadınlarla yapmış olduğu
evliliklerden anlamak mümkündür. Hz. Ali, Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve
sellem]'in kızı Hz. Fatıma ölmeden, başka bir kadınla evlenmediği gibi onu
kırmamak için Hz. Ebu Bekir'e bey'atini geciktirmiş ve öldüğü zaman da
arkasından hüngür hüngür ağlamıştır.[281]
Hz.
Ali, kadınlara karşı son derece saygılı ve müsamahalı bir kişiliğe sahipti.
Onun bu güzel yönünün, Cemel vakasının bitişinde Hz. Aişe'ye karşı göstermiş
olduğu nazik ve şefkat dolu iyi muameleden anlamaktayız. Hz. Aişe'nin, ona,
karşı başlatmış olduğu isyanın acı neticesine rağmen, Hz. Ali, onu hiç bir şart
ileri sürmeden bağışlamış ve hatta ona, hakaret eden iki askerini yüzer
kırbaçla cezalandırmıştır. Abdurrahman b Ebu Bekr'i, Hz. Aişe'yi Medine'ye
götürmekle görevlendirmiş ve yirmiye yakın kadını refakatçi olarak onunla
göndermiştir.[282]
Hz.
Ali'nin, siyasi ihtilaflardan meydana gelen bazı sözleri dışında, kadınlar
hakkındaki görüş ve tutumu, Kur'an-i Kerim'in getirmiş olduğu ve Hz. Peygamber
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]'in onlar hakkında uyguladığı şefkat ve merhamet
dolu genel ilahi prensiplere dayanmaktaydı.
Son
olarak Hz. Ali’nin hutbelerinden derlenen birkaç örnek vererek bu faslı
noktalayalım.
Hz.
Ali bu hutbesinde dünyanın vefasızlığını ve güvenilmezliğini beyan ederek
insanları ahirete yönelmeye, Allah'ın azap, sevap ve nimetlerine teveccüh
etmeye teşvik etmektedir.
"Bilin
ki dünya yokluk ve fenaya yönelmiş, geçip gitmekte olduğunu ilan etmiştir.
İyiliği değişmekte ve (ehlinden) hızla yüz çevirmektedir. Dünya, sakinlerini
fena ve yokluğa sürükler ve komşuları ölüme çeker, götürür. Tatlıları acılara
dönüştü, saf- berraklar bulanıklaştı. O halde bu dünyadan geriye; matara
dibindeki birkaç damlacık veya ancak kabın içindeki küçük çakıl taşlarını
ıslatacak ölçüde az birkaç yudum kalmıştır. Dolayısıyla susayan kimse o birkaç
damlacığı içse de bu asla susuzluğunu gidermez.
Öyleyse
ey Allah'ın kulları ehline zeval-yokluk takdir edilmiş bu yurttan göç etmeye
hazırlanın. Arzularınız sizlere galebe çalmasın. Yaşam süresi gözlerinize uzun
gelmesin.
Allah'a
andolsun ki yavrusu ölmüş hüzünlü develer gibi de bağırsanız, güvercinler gibi
de ötseniz, dünyayı terk eden rahip gibi feryat da etseniz veya O'nun nezdinde
yüce makamlara ermek için bir yakınlık dilemek veya ilahi kâtiplerin yazdığı ve
elçilerin (meleklerin) kaydettiği günahların bağışlanmasını istemek için Allah
yolunda mal ve evlatlarınızdan da geçseniz (bu amelleriniz karşılığında ümit
ettiğiniz sevap) benim sizler için Allah'tan vereceğini ümit ettiğim sevap ve
mükâfattan çok daha az ve değersizdir. (Hakeza) sizin sürekli kurtuluşunuzu
istediğiniz günahlarınızın azap ve cezaları da benim sizler için korktuğum
(günahlarınızın neticesi olan) azap ve cezadan çok daha az ve değersizdir.
(Allah'ın sevap ve azabı sizin aklınızın derk ettiğinden çok daha büyük ve
çetindir.)
Allah'a
andolsun ki Allah'a şevkinizden veya Allah korkusundan kalbiniz erise,
gözleriniz kan ağlasa ve dünya baki kaldığı müddetçe de bu durum/minval üzere
yaşasanız, yine de bu amelleriniz ve çabalarınızın nihai derecesi bile Allah'ın
sizlere ihsan ettiği nimetler ve sizi imana hidayete erdirmesiyle eşit
sayılmaz, kıyaslanamaz."[283]
Hz.
Ali aşağıda arz edeceğimiz hutbesinde insanları Allah'tan çekinmeye, iyilik
etmeye ve ahiret yolculuğuna hazırlanmaya davet etmektedir
"Allah'ın
kulları, Allah'tan çekinin. Ecelleriniz gelip çatmadan önce amel ediniz. Size
baki kalacak şeyleri (salih amelleri), sizden gidecek (ayrılacak) şeylerle
satın alın. (Geçici dünya vesilesiyle, baki olan ahiret yurdunu elde edin.)
(Ahiret
yurduna) Göç için hazırlanın ki, göç ettirilmeniz için ciddiyetle çalışılıyor.
Ölüme hazır olun ki gölgesi üzerinize düştü. Kendilerine seslenilince uyanan ve
dünyanın (karar kılınacak bir) yurt olmadığını anlayınca onu (ahiretle)
değiştiren topluluk olun. Zira şüphesiz münezzeh olan Allah sizleri boş yere
yaratmamış, başıboş da bırakmamıştır. İçinizden biriyle cennet veya cehennem
arasında sadece kendisine inecek bir ölüm vardır. Bir anın bile eksilttiği ve
ölüm saatinin yok ettiği bir son, müddet kısalığına (çok kısadır demeye) daha
layıktır. Şüphesiz ki kaybolan ve yeni gelen gece- gündüzce de (gerçek vatanı
ahirete doğru) sürülüp götürülen birisine en kısa zamanda dönüş layıktır.
Saadet
veya şekavet ile (asıl vatanına) gelen kimse en iyi azığa muhtaçtır. O halde
dünyada, dünyadan yarın sizleri kurtaracak (koruyacak) şeyleri azık edinin.
Öyleyse
kul Rabbinden sakınmalı, kendi kendine nasihat etmeli, tövbeyi (ölümden) öne
almalı ve şehvetine hâkim olmalıdır. Zira ölüm kuldan gizlidir. Ayrıca arzuları
onu aldatır. Şeytan onunla birliktedir. Üstüne binip sürmek için günahları
süsler, güzel gösterir. Onu tövbe için ümitlendirir ki tövbesini ertelesin.
Derken, ölümden gafil bir haldeyken eceli gelir çatar. Ömrü ahirette aleyhinde
bir hüccet ve delil olan gafile hasret (eyvahlar-yakınmalar) olsun ki yaşam
günleri onu kötülüğe sürmüş, götürmüştür.
Münezzeh
olan Allah'tan dileriz ki bizleri ve sizleri hiç bir nimetin azdıramadığı, hiç
bir amacın rabbine itaatten alıkoyamadığı ve (dolayısıyla da) ölümden sonra
pişmanlık ve hüzne kapılmayan kimselerden eylesin."284
Züht
ve dünyadan yüz çevirme hakkında ise şöyle buyurmaktadır:
"Ey
insanlar! Dünyaya zahitlerin ve ondan yüz çevirenlerin gözüyle bakın. Vallahi
dünya az bir zaman sonra kendisine yurt edinenleri yok edip gider. Ondan emin
olan imkân sahiplerini elemlere boğar.
Ondan
göçüp giden her şey bir daha geri dönmez, geleceği de bilinmez ki beklenilsin.
Sevinci kederle karışıktır. Erkeklerin kuvvetleri, orada gevşeklik ve zaaf
içindedir. Size hoş gelen şeylerin çekiciliği sizi aldatmasın, zira onlarla
birlikteliğiniz çok azdır.
Düşünüp
ibret alan, ibretiyle basiret sahibi olana Allah rahmet etsin. Çok yakında
göreceksiniz, dünyada var olanlar, az bir zamanda yok olacaktır; ahirettekiler
ise, hiç bir zaman yok olmaz, devam eder. Sayıya sığan her şey tükenir,
beklenen her şey gelir, her gelenin gitmesi de çok yakındır.
...Âlim
kendi kadrini ve ölçüsünü bilen kimsedir. Kendi kadrini ve ölçüsünü bilmemek,
kişiye bilgisizlik olarak yeter. Allah'ın en hoşlanmadığı kişi, kendi başına
bıraktığı kimsedir. O, doğru yoldan sapar, delilsiz, kılavuzsuz olarak gider.
Dünya nimetini devşirmeye çağrılsa çalışır; ahiret ekinini biçmeye çağrılsa
tembellik eder. Sanki çalıştığı iş gereklidir de tembellik ettiği işte
sorumluluğu yoktur.
...Bu,
isimsiz müminden başkasının kurtulmadığı bir zamandır. Onu gören tanımaz,
görülmeyince sorulmaz. İşte onlardır hidayetin ışıkları ve karanlıkta kalanlara
açık
nişaneler. ... Söz gezdirip kulların ayıplarını yaymazlar, boş söz
konuşmazlar.. Allah, işte onlara rahmet kapılarını açar, zorluk ve
meşakkatlerini giderir.
Ey
İnsanlar! Dolu kabın baş aşağı çevrilip boşaltılması gibi, İslam'ın da
boşaltılacağı zaman gelecektir!
Ey
insanlar! Allah, size zulmetmez, size bu konuda güven vermiştir, ama imtihan
edilmemekten emin kılmamıştır. Şanı yüce olan Allah "Şüphesiz bunda
ayetler vardır, biz kulları kesin olarak sınamaktayız"[288]
buyurmuştur."[289] [290]
...
Dünyan bir zahmet yeridir; zira kişi yemeyeceği malı yığar, oturmayacağı evleri
yapar. Sonra da gider Allah'ın huzuruna çıkar. Ne yanında taşıdığı malı vardır,
ne de oturduğu binaları.
Devlet
Adamlarına nasihatleri
Hz.
Ali, çok yönlü bir kişiliğe sahip olan ender şahsiyetlerden biridir. Onun vasıflarından
biri de şüphesiz ki devlet yönetimindeki tecrübesidir. Bunun en büyük
göstergesi ise şüphesiz uzun süre Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
yanında kalıp onun insanları idare etme yönünden istifade etmiş olmasıdır. Öte
yandan O, kendisinden önceki ilk üç halife (resmi olmasa da) döneminde de
yöneticilik yapmış ve onların deneyimlerinden de faydalanmış olmasıdır. Bütün
bunlar ona devleti yönetmede ufuk açıcı bilgiler vermiştir. Bir de buna onun o
üstün yetenekleri de eklenince, artık idarecilik anlamında söz sahibi bir
kişiliğe sahip olması kaçınılmaz olmuştur. O, bu birikimini gerek kendi dönemi
ve gerekse kendisinden sonraki dönemlerdeki idarecilere tavsiye niteliğinde
aktarmıştır. Onun o altın niteliğindeki nasihatlerinden bir kaçını sunmaya
çalışalım.
Hz.
Ali, H. 37 yılında Muhammed b. Ebu Bekir'i Mısır'a vali tayin ettiği zaman
yazdığı mektupta; "Onlara karşı mütevazı ol, yumuşak davran, güler yüzle
muamele et. Bakışta da, görüşte de bir tut onları. Böylece büyükler kendilerine
meylettiğini düşünüp onlar adına zulmetmeni istemesinler, zayıflar da
adaletinden ümitsizliğe düşmesinler. Çünkü Allah-u Teâlâ sizleri, yaptığınız
büyük küçük, açık gizli amelleriniz nedeniyle hesaba çekecektir. Eğer size azap
ederse, siz zulmünüzden dolayı daha fazlasına layıksınız; eğer bağışlarsa bu,
en büyük ikram sahibi olduğu içindir.
Ey
Allah'ın kulları! Şunu bilin ki muttakiler, hem dünyanın geçici faydalarını,
hem de bir müddet sonra gelecek olan ahiretin faydalarını elde ettiler. Onlar
dünya ehlinin dünyadaki nimetlerine ortak oldular, fakat dünya ehli onların
ahiretteki nimetlerine ortak olamadılar. Muttakiler dünyada en güzel yaşam
şeklini seçtiler, dünyanın nimetlerinden en iyi şekilde faydalandılar. Üstelik
onlar, dünya nimetiyle çarpılan dünya ehlinin dünyada tattıklarından da
tattılar. Zalimlerin ve mütekebbirlerin aldıklarından da aldılar. Sonra karlı
bir alış verişle, olgun bir azıkla oradan ayrıldılar; dünyalarında zahitliğin
lezzetine kavuştular, ahirette de Allah'ın komşuları olacaklarına iman ettiler.
Onların (muttakilerin) duaları reddedilmez, lezzetten de payları azalmaz.
Ey
Allah'ın kulları, ölümden ve onun yaklaşmasından sakının. Ona azık hazırlamaya
koyulun. O, büyük bir işle, yüce bir hadise ile, hiçbir şerrin ebediyen onunla
barınamayacağı bir hayırla, ya da hiç bir hayrın ebediyen onunla olamayacağı
bir şerle geliyor. O halde cennete cennetlik amel işleyenden daha yakın,
cehenneme de cehennemlik iş yapandan daha yakın kim vardır?! Siz, ölümün
kovaladığısınız; onun gelmesini oturarak bekleseniz de sizi alır, ondan
kaçsanız da sizi yakalar. O, size gölgenizden daha yakındır. Ölüm sizi
perçemlerinizden yakalar ve ardınızdan dünya dürülür.
Dibi
derin, alevi çetin, azabı sürekli yenilenen cehennem ateşinden korkun. Orası;
merhameti olmayıp feryadı duyulmayan, meşakkati eksik olmayan bir yurttur, Eğer
gücünüz yeter de, Allah'tan korkunuzun daha şiddetli ve O'na olan ümidinizin
daha iyi olmasını isterseniz; korkuyla ümidi bir araya getirin. Çünkü kulun
rabbine iyi zanda bulunması, Rabbinden korkusu kadardır. İnsanların Allah
hakkında en iyi zanda bulunanları, Allah'tan korkusu en şiddetli olanlardır.
Ey
Muhammed b. Ebi Bekir! Bil ki seni, en fazla askerimin bulunduğu Mısır halkına
vali tayin ettim. Bu sebeple ömründen bir saat kalsa bile nefsine şiddetle
karşı durman, dinine sarılıp bağlanman senin üzerine hak olmuştur. Halkından
birini memnun etmek için Allah'ı gazaplandırma. Çünkü Allah'ın rızası her şeyin
yerini tutar, lakin hiç bir şey Allah'ın rızasının yerini tutamaz.
Namazı
tayin edilen vaktinde kıl; işin yokken öne alıp acele etmeye, meşgulken de
vaktinden ertelemeye kalkışma, yapacağın her şeyin namazına bağlı olduğunu bil.
Hidayetin
önderiyle, sapıklığın, kötülüğün önderi; Peygamberin dostuyla, Peygamberin
düşmanı bir ve eşit değildir. Resulullah bana
şöyle demişti:
"Ümmetim
için mü’minden ve müşrikten korkmam; çünkü Allah, mü’mini imanı nedeniyle
korur, müşriki de şirki yüzünden kahreder. Fakat sizin için kalbiyle münafık,
sözleriyle âlim kimseden korkuyorum. O beğendiğiniz şeyleri söyler,
beğenmediğiniz işleri yapar."[291]
Hikmet
ve ulviyet madeni Hz. Ali (ra), Mısır'a vali olarak tayin ettigi Eşter b.
Malik'e bir name yazmıştır... Bu öyle bir name ki, her satırından iman, ahlak,
ilim ve hikmet fışkırmaktadır. Günümüzün idarecilerini aydınlatmasını ümit
ederek bazı bölümlerini sunmaya çalışalım:
“Ey
Eşter! Seni öyle bir memlekete gönderdiğimi bil ki: Orada senden evvel adalet
veya zulüm etmiş nice devletler gelip geçmiştir.
Sen,
senden önceki idarecilerin iş ve davranışlarını nasıl bir gözle görüyor isen,
halk da senin iş ve davranışlarına öyle bakacak, seleflerin hakkında verdiğin
hükmü senin hakkında da verecektir. Salih olan, Allah'ın kullarının halini
ıslaha, halkın, onun hakkında söyleyeceklerinden çıkarır...
Sence
en değerli azık, iyi işler olsun! Heva ve hevesine hakim ol! Sana helal olmayan
hususlarda nefsine uyma! Nefse uymamak, nefsin sevdiği ve tiksindiği şeylerle
hakikatta nefsinden intikam almaktır... İdare edilene karşı, merhamet, sevgi ve
iyi muamele ile kalbini doldur!. Sakın onlara karşı ganimet yiyici aslan
kesilme! Onlar iki sınıftır. Ya senin din kardeşin, ya da senin gibi insan...
İnsan
olduklarından hata edebilirler; illetleri de olabilir. İsteyerek kötülük de
edebilirler. Allah'tan af ve müsamaha dilediğin gibi onları affet... Sen onlara
hakimsin... Senin üzerinde emirlik var... Onların üzerinde de Allah (cc) vardır
ki; O seni halkı idareye memur etti. Şeriata karşı olma, zulüm ve eziyete meyl
etme!.. Sonra intikama uğrar isen kendini müdafaaya imkan bulamazsın... Allah'ın
af ve merhametinden müstağni değilsin! Affedersen pişman olma, eziyet edersen
sevinme! Kurtulabileceğin öfkeye kapılma!.. Halkın başına emredici olma!.. Sana
itaata mecbur olduklarını iddia etme! Bu, kalbe fesad, dine zayıflık verir.
İnsanı gurura yaklaştırır...
Makamın
sana kibir ve ululuk verirse; Allah'ın kudretini, gücün yetmeyeceği şeylerde
onun gücünü gözünün önüne al ki, yükseklerde gezen gözlerin gerçek sırrına
gelsin! Öfken sükunet bulsun! Aklın yerine gelsin!..
Allah'ın
büyüklüğünü taklide sakın kalkışma!.. Allah her cebir ediciyi aşağılar.
Hakka
ve halka karşı nefsinden, yakınlarından, sevdiklerinden, dostlarından insaflı
ol! Eğer böyle yapmazsan zulmetmiş olursun. Allah (cc) kullarına zulm edenlere
düşman olur!.. Hasmı Allah olanın delili batıl olur. Zulmüne tevbe edinceye
kadar Allah’ın düşmanlığı kalkmaz. Zulümde devam kadar Allah nimetlerini
bozucu, öfkesini ta'cil edici hiçbir şey yoktur...
Sence
en uygun ve rağbet edilecek hareket, idare ettiklerinin kötülüklerine karşı
hakta en itidalli, adalette en şümullü olmandır.
Güzel
davranışlarla halkın kalbindeki kötü niyet ve kötü işlerinin bağlarını çöz!..
Güzel davran, kötülüğü terk ederek düşmanlığı kes! Gerçek olduğu belli olmayan
hususlardan habersiz görün! Sana gizli haber getirenleri tasdikte acele etme!
Zira öğütçü görünse de hafiyeler aldatıcıdırlar...
Müşavere
meclisinde cimrileri bulundurma! Seni ihsan ve faziletten geri çevirir,
yoksullukla korkuturlar... Korkakları da yanında bulundurma! Önemli işlerde
kalbine korku ve zayıflık verirler. Harisleri de bulundurma! Hırsı ve şehveti
süslü gösterirler...
Senden
evvel şirretlere yardımcı ve onların kötülüklerine ortak olanlar senin zararlı
danışmanlarındır. Sakın bunlar sana yakınlık peyda etmesinler. Çünkü bunlar
zulüm ve kötülüğün yardımcısı ve kardeşi idiler. Halbuki onların yerini tutacak
en az onlar kadar doğru düşünen ve fakat onlar gibi zalim ve kötülüklere yardım
etmemiş kişiler bulabilirsin ki, bunların sana çıkaracakları zorluk daha az,
yardımları daha çok, sevgileri daha ciddi, senden başkasına meyilleri dahi
zayıf olur... İşte böyleleri ile ilgi peydahla! Bir de bunların sana acı
gerçekleri söyleyenini ve Allah'ın devlet büyüklerine kötü gördügü
davranışların senden gelmesine az müsaade edeni sence en yüksek mevkii
tutsun!..
Daima
vicdanlı ve doğrularla görüş! Fakat onları yapmadığın bir işten ötürü seni
övmede aşırılığa alıştırma! Zira övmede aşırılık kişide gurur ve kibir
uyandırır...
Katında
iyi ahlaklılar ile kötü ahlaklılar bir olmasın! Zira bunları bir tutma, iyileri
iyilikten vazgeçilir, kötüleri de kötülüğe dadandırır. Hakettikleri muameleyi
yerine getir...
İlim
ve irfan sahiplerinden ders al!.. Vicdanlı bilginlerle tartış ki, yararlı
idarenin yerleşmesine ve başarına imkan sağlasın...
Şunu
da bil ki: Halk birkaç sınıftır. Bunlar ancak birbirinin desteği ile ayakta
durabilirler. Birbirlerine ihtiyaçlıdırlar. Bir kısmı askerlikle, bazıları yazı
işleri ile, bazıları hakim, bir kismi mülki idare, bir bölümü de vergi alma ve
maliye işlerine memur, bir bölümü de ticaret ve sanatla meşguldürler. Bir
bölümü de yoksul ve fakirdir. Bunların hepsinin vazife ve haklarını Allah
kitabı ile, Resulü de Sünneti ile sınırlandırmış ve belirtmiştir. Bunlar bizce
mahfuzdur...
Asker,
halkın kalesi, idarecilerin süsü, dinin yücelme sebebi ve emniyetin
vasıtasıdır... Halk ancak onunla var olur...
Askere,
Allah'ın, Peygamberin, halifenin emirlerine uyan, itaatli olduğuna inandığını
kumandan yap! Onun halis kalb, iyi niyet ve halim olanını, öfkesine mağlup
olmayanın, halden anlayan, zayıflara merhametli, şirretlere ve kotülere karşı
sert olanını, gördüğü sertliğe katlanamayanın, kalbi zayıf değil, kuvvetli
olanını seçmeye dikkat et!..
Halkın
isteklerini kolaylaştır! iyi ve güzel hizmetlerde bulunanları öv! Zira bu gibi
övmeler şecaat ve cesaretleri gayrete getirir diğerlerini de ilerlemeye teşvik
eder... Herkesin hizmetini hakkıyle takdir et! Birinin hizmet ve davranışlarını
bir başkasına mal etme! Mükafat ya da cezada kusur etme!
Seni
sıkan işlerden biri ile karşılaşırsan ya da hangi işin iyi, güzel, doğru
olduğunu kestiremezsen Allah'a ve Resulü'ne başvur. Şüphesiz Sübhan olan Allah
kendilerini doğru yola çıkarmak istediklerine:
“Ey
iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de
itaat edin. Bir şey hakkında çekiştiğiniz takdirde (eğer Allah'a ahiret gününe
inanıyorsanız) hemen onu Allah'a ve Peygambere t>t>289
havale edin. Bu, hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir
buyuruyor.
İşi
Allah'a havale, Allah'ın kitabında o işe ait açık, kesin hükme itirazsız boyun
eğmedir... Resulüllah'a baş vurma ise ümmetinin tümü için söylediği, işleyip
yaptığı ya da sustuğu işlerdeki beyanına uymak tek veya birkaç, özel kişi ya da
imkanlar için hususi sünnetine sapmamadır...
Halkın
içinden ve en faziletli olanlardan hâkimleri seç! işleri; halde zorluk
çekmeyen, duruşmalarda hiddetlenmeyen, acele etmeyen, hak belli olunca derhal
kabul, hatasında ısrar etmeyen, hiçbir şeye tama'ı olmayan, vereceği hükümde
dava kesin sonuca erişmeden derin derin düşünen, ilk tahkikatla yetinmeyen, en küçük
tereddütte te'enni gösteren, delilleri titizlikle arayan, davalının savunmasını
dinlemekte kusur etmeyen, gerçekleri keşifte çok sabır ve metanet gösteren,
övülme ve yerilmeye kapılmayan, aldatmalarla düşüncesinin metanetine zarar
gelmeyen ve kendisine tam kanaat geldiğinde hükmü açıklamakta sakınca
görmeyenlere itiraat et!.. Ancak bu nitelikleri nefsinde toplayabilenler çok
azdır. Bunların, gerçekleri bulup ortaya koymalarında onlara kolaylık gösterici
ve yardımcı ol! Onlara bol maaş ver ki ihtiyaçları olmasın, halka ihtiyaçları
azalsın...
Bizzat
kendin yapmaya mecbur olduğun işler de vardır: Memurların bazı sorularının
cevabını katipler veremezler. O zaman cevabı kendin verir ve yazarsın. Aynı
zamanda iş sahiplerinin işlerini günü gününe yapmak lazımdır. Bu yüzden
memurlarının canları sıkılabilir; buna önem verme! Her günün işini o gün bitir!
Çünkü her günün işi kendine göredir...
Zamanının
en kıymetlisini, en büyük kısmını Allah ile kendi arana ayır! Bu zaman iyi
niyete ve umumun selametine ayrılırsa tamamıyle Allah'a ait olmuş olur.
Allah'a
karşı en halis vazifen farzları eda olsun! Belirli vazifeni eksik ya da riya
ile karışık yapma! İmamlık ettiğin zaman halka nefret verecek kadar uzatma!
Namaza
Nisa, 4/59. noksanlık getirecek kadar da kısaltma!.. Zira halkın özürlü
olanı da vardır. Acele işi bulunan da vardır. Allah'ın Resulü beni
Yemen'e vazifeli göndereceği sırada sormuştum:
Ey Allah'ın Resulü! Orada onlara nasıl
namaz kıldırayım? Buyurdular ki:
İçlerinde en zayıf olanın kılabileceği
şekilde kıldır. Mü'minler hakkında merhametli ol!..
Sana
tavsiye ederim ki: Halkın gözünden uzun zaman saklanma! Çünkü idarecilerin
halktan gizlenmesi idaredeki cahilliğindendir. Bu gizlenme birçok şeyleri
öğrenmelerine engel olur. Bu sebeple halkın gözünde büyükler küçülür; kuçükler
de büyür. İyiler fena, kötüler iyi görünür; hak batıla karşıdır...
Öfkeli
olduğun zaman nefsine, gücüne, diline hakim ol! Öfken sükunet bulup iradene
sahip oluncaya kadar bütün bunlardan ve kaba sözlerden kendini koru! Hayatın
sonunu göz önüne getirerek nefsini zapt edebilirsin. Bir de senden önce
Allah'ın kitabındaki farzları, Nebiyyi Muhterem'in eserlerini, yüksek
faziletlerini, adil hükümlerini hatırlamalısın!.. Ve bizim de bu esaslarla
nasıl iş yaptığımızı görerek onlara uymalısın!..”
On
bin sene sonraki medeniyetlerin bile daha üstününü telkin edemeyeceği bu nizam
ve gaye ruhu, İslam’ın ta içinden fışkırmıştır. Bir orduya, bir başbuğa, milli
bir hareket başındaki salahiyet sahibine bundan daha ince bir yol hangi nizam
gösterebilmiştir? Bir devlet reisinin dudaklarından dökülen bu irfan incileri o
milletin saadetinin ta kendisidir... İnsanlık bütün zaman ve mekan boyunca
Allah nizamından başka kurtuluş yolu bulamayacaktır... Fakat nankör insan,
kendi kuru kafasından çıkan karanlık fikirlerle saadete ereceğini zannediyor.
İmansız bir kalbin dümensiz kafasından çıkan fikirlerle saadet elde edilemez!..290
Hz.
Ali, Devlet memurlarına ve devlet yöneticilerine yine bazı tavsiyerde
bulunmuştur.
Halka
karşı daima içinizde sevgi ve nezaket besleyin. Onlara canavar gibi davranmayın
ve onları azarlamayın.
Müslüman
olsun veya olmasın herkese aynı davranın, müslümanlar kardeşiniz, müslüman
olmayanlar ise sizin gibi insandır.
Affetmekten
utanmayın. Cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanların hataları
karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyin. Bu tür davranışlar sizi zulme
ve despotluğa çeker.
Memurlarınızı
seçerken, zalim yöneticilere hizmet etmemiş, devlet suçlarından ve
zulümlerinden sorumlu olmamış bulunmalarına dikkat edin.
Doğru,
dürüst ve nazik kişileri seçin; çıkar ummadan ve korkmadan acı gerçekleri
söyleyebilenleri tercih edin.
Atamalarda
araştırma yapmayı ihmal etmeyin.
Haksız
kazanç ve ahlaksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyin.
Memurlarınızın
hareketlerini kontrol edin ve bunun için güvendiğiniz samimi kişileri kullanın.
Halkın
güvenini kazanın ve onların iyiliğini istediğinizi kendilerine inandırın.
Hiçbir
zaman vadinizden ve sözünüzden dönmeyin.
Tarımla
uğraşanlar devletin servet kaynağıdır ve korunmalıdır.
Kutsal
göreviniz yoksul, yetim ve sakatlara bakmak olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın.
Memurlarınız onları incitmesin, onlara kötü davranmasın. Onara yardım edin,
koruyun ve yardımınıza ihtiyaç duydukları zaman huzurunuza çıkmalarına engel olmayın.291
Güzel
ve Hikmetli Sözleri
Hz.
Ali’ye atfedilen ve birçok kaynakta yer alan güzel ve anlamlı sözleri birçok
kişiyi kendisine hayran bırakmıştır. Bu veciz sözler, Hz. Ali’nin ne kadar
yetenekli olduğunu ve bilgi birikiminin ne kadar üst bir düzeyde olduğunu
gözler önüne sermektedir. Hz. Ali’nin hikmetli sözlerinden ilimle alakalı
olanlardan bazılarını şöyle sırayalayabiliriz:
"İlmin
en değersizi, dilde duranıdır; en üstünü ise aza ve organlarda
görünendir."[292]
"Bir
hadis duyduğunuzda onu nakletmek için değil, riayet (düşünmek ve amel etmek)
için algılayın. Çünkü ilmi rivayet edenler çoktur; fakat ona riayet edenler pek
azdır.[293]
"İlim
değerli bir mirastır. Edep (huylar) yenilenen ziynetlerdir. Fikir ise saf bir
aynadır."[294]
"Her
kap, içine bir şey konuldukça daralır; ancak, bilginin kabı müstesnadır; o,
bilgi konuldukça genişler."
"Hilim
sahibinin hilminden elde ettiği ilk şey, halkın cahile karşı kendisine yardımcı
olmasıdır."
"Halim
değilsen (en azından) kendini hilimli göstermeye çalış. Çünkü bir kavme
benzemeye çalışıp da onlar gibi olmayan kimse pek az olur."[295]
"İlminizi
cehalet, yakınınızı de şüphe haline getirmeyin. Öğrendiğiniz zaman amel edin,
yakine eriştiğinizde teşebbüs edin."[296]
"Cahilleriniz
gereksiz yere işi arttırır; âlimleriniz ise olması gerekeni erteler."
"İlim,
bahanecilere her türlü özür kapısını kapatmıştır."[297]
"Allah
bir kulu rezil ettiği zaman, ilmi ondan men eder (onu ilimden mahrum
kılar)."[298]
“Kumeyl
bin Ziyad şöyle diyor: Mü’minlerin Emiri Hz. Ali b. Ebu Talib, elimden tutup
beni şehir dışına çıkardı, sahraya varınca dertliler gibi uzun bir ah çekerek
şöyle buyurdu:
"Ey
Kumeyl! Bu kalpler bir çeşit kaplardır; en hayırlısı içindekini en iyi
koruyandır. Sana söylediklerimi iyi belle ve aklında tut. İnsanlar üç kısımdır:
Biri, rabbani âlim; diğeri kurtuluş yolu için ilim öğrenen öğrenci; geriye
kalanlar ise her seslenene (bilmeden) uyan, her esintiye kapılıp giden değersiz
sineklerdir; ne ilim nuruyla aydınlanmışlar ve ne de sağlam bir desteğe
sığınmışlardır.
Ey
Kumeyl! İlim maldan hayırlıdır; zira ilim seni korur; ama malı sen korursun.
Mal harcandığında azalır; (ama) ilim harcandığında çoğalır; malın verdiği makam
ve şahsiyet malın yok olmasıyla yok olur.
Ey
Kumeyl! İlim öğrenmek, kendisiyle mükâfat verilecek bir dindir; insan hayatında
onunla Allah'a itaat eder; ilim hâkimdir; mal ise mahkûmdur.
Ey
Kumeyl! Mal biriktirenler, diri oldukları halde helak olmuşlardır. Ama ulema,
zaman (dünya) baki kaldıkça bakidirler. Bedenler yok olmuştur; ama söz ve
eserleri gönüllerde mevcuttur." (Eliyle göğsünü işaret ederek:) "İşte
burada pek çok ilim vardır; keşke onu taşıyacak birini bulsaydım. Çabuk anlayıp
algılayan kimseleri buluyorum; ama güvenilir değillerdir; dini dünyaya alet
ediyorlar. Allah'ın nimetleriyle kullarına, hüccetleriyle de dostlarına üstünlük
taslıyorlar. Veya hakkı yüklenip boyun eğen, ama önünü ardını göremeyen
basiretsiz ve daha başlangıçta kalbi şüpheye dalan kuşkucu birini buluyorum. O
halde, ne bu, ne de öbürü! Ve ya dünya lezzetlerine düşkün, şehvetlere karşı
yuları yumuşak olan, mal toplama ve yığmaya ihtiraslı birini buluyorum. Oysa
her ikisi de bir işte dine riayet edenler değillerdir. Bu ikisi, otlayan
hayvanlara daha çok benzemekteler. İşte böylece ilim, onları taşıyanların
ölümüyle ölüp gitmektedir.
Evet,
ey Allah'ım! İlahî hüccet ve nişanelerin yok olmaması için yeryüzü hüccetle,
Allah için kıyam eden birinden boş kalmaz. O ister zahir ve apaçık olsun;
isterse korkup gizlensin. Onlar kaç kişidir ve neredeler (veya ne zamana kadar
böyle gizli kalacaklar)?! Vallahi onlar sayı bakımından azdırlar; ama Allah
katında makam açısından dereceleri pek büyüktür. Allah, hüccet ve nişanelerini
onlara benzeyenlere emanet edinceye ve onları benzerlerinin kalplerine ekinceye
kadar hüccet ve nişanelerini onlar vesilesiyle korumaktadır. İlim, hakikatin
basireti üzere aniden onlara yönelmiştir; yakin ruhunu elde etmişlerdir; refah
içerisinde olanların zor gördüğü şeyleri onlar kolay bulmuşlardır; cahillerin
korkup kaçtıkları şeylere onlar ünsiyet etmişlerdir. Ruhları en yüce makama
(Allah'ın rahmetine) asılı olduğu halde, bedenleriyle dünyada yaşamaktalar.
İşte bunlar Allah'ın yeryüzündeki halifeleri ve halkı O'nun dinine davet
etmekteler. Ah! Âh! Onları görmeyi ne kadar da arzuluyorum!" Daha sonra
buyurdular ki: "Kumeyl! İstersen geri dön."[299]
"Anlamak
için sor, zahmet vermek için değil. Zira öğrenen cahil, âlim; insafsız âlim de
cahil gibidir."[300]
"İlim,
iki türlüdür: Yaratılıştan gelen ve sonradan kazanılan. Yaratılıştan gelen ilim
olmadığı zaman, sonradan kazanılan da fayda vermez."
"Doğru
görüş, kudret ve mal ile birliktedir; onun yönelmesiyle yönelir, gitmesiyle de
gider."[301]
"Nice
âlim vardır ki, cehaleti onu öldürmekte ve kendisiyle olan ilmi de ona bir 302
fayda
sağlamamaktadır."[302]
“İlim
öğrenin, onunla hakikatları tanıyın. Onunla amel edin ki, ilim erbabı olasınız.
Zira sizden sonra öyle bir zaman gelecektir ki, o zamanda hakkın onda dokuzu
inkâr edilecektir. O zamanda ancak Allah’a yönelip tevbe eden kimseler
kurtulacaktır. Onlar da hidayet rehberi imamlar ve ilim kandili kimselerdir.”[303]
"İlim
amelle birliktedir; o halde ilmi olan amel eder. Çünkü ilim ameli çağırır,
icabet ederse kalır, etmezse göçer gider."[304]
Hz.
Ali, Cabir b. Abdullah el-Ensari'ye şöyle buyurdu: "Ey Cabir! Din ve
dünyanın kıvamı, dört şeyle ayakta durur: İlmiyle amel eden âlim, öğrenmekten
çekinmeyen cahil, iyilik ve ihsan etmekte cimrilik etmeyen cömert, ahiretini
dünyası için satmayan fakir. Âlim ilmini zayi ederse, cahil de öğrenmekten
kaçınır. Zengin iyilik yapmada cimri davranırsa, fakir de ahiretini dünyasına
satar. Ey Cabir, Allah'ın nimetleri kimin üzerinde çoğalırsa, insanların ona
ihtiyaçları da artar. O halde kim kendisine verilenlerde Allah için gerekeni
yaparsa, nimetleri daimi ve sabit kalır; kim de üzerine düşen vazifeyi yerine
getirmezse, elindekilerini zevale ve yokluğa sevk etmiş olur."[305]
"İki
ihtiras sahibi doymak bilmez: İlim isteyen ve dünyayı isteyen."[306]
"Kendisinden
kaçtığı yoksulluğa doğru koşan cimriye şaşarım! Talep ettiği zenginlik elinden
çıkıp gider; dünyada fakirler gibi yaşar; ahirette zenginler gibi hesaba
çekilir. Dün bir meni parçasıyken yarın leş olacak kibirlenen kişiye şaşarım!
Allah'ın yarattıklarını gördüğü halde, O'nun hakkında şüpheye düşen kişiye
şaşarım! Ölüleri gördüğü halde ölümü unutan kişiye şaşarım! İlk yaratılışı
gördüğü halde, ikinci kez yaratılmayı inkâr edene şaşarım! Beka (ahiret)
yurdunu terk edip fani dünyayı imar edene şaşarım!"[307]
"Allah,
âlimlerden öğretme sözünü almadıkça, cahillerden öğrenme sözünü almadı."[308]
Hz.
Ali’nin ilimle ilgili veciz sözlerini aktardıktan sonra şimdi de muhtelif
konuarda söylemiş olduğu sözlerinden bir demet sunmaya çalışalım.
"Tamaha
sarılan, kendini küçültmüştür; sıkıntısını açıklayan, zillete razı olmuştur;
dilini kendi üzerine emir sahibi yapan (diline geleni söyleyen) hakir
olmuştur."
"Cimrilik
ardır (utançtır); korkaklık noksanlıktır; fakirlik, akıllı insanı delilini
sergilemede dilsiz etmektedir; yoksul kendi şehrinde gariptir."
"Acizlik
afettir; sabır (direniş) cesarettir, züht servettir; günahlardan sakınmak,
(azaba karşı) kalkandır; kaza ve kadere razı olmak ne güzel arkadaştır."[309]
"Sadaka,
kurtarıcı bir ilaçtır; kulların dünyadaki amelleri, kıyamette gözlerinin önüne
dikilecektir."
"İnsanlarla;
öldüğünüzde ağlayacak, yaşadığınızda ise sizi özleyecek bir şekilde
geçinin."
"Düşmanına
galip gelince, bu galibiyetin şükrü olarak onu affet."
"Nimetler
size akın edince az şükretmekle onu kendinizden uzaklaştırmayın."[310]
Hz.
Ali, Cemel savaşında Abdullah b. Ömer, Sa'd b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd, İbn-i
Ömer, İbn-i Tufeyl, Usame b. Zeyd, Muhammed b. Mesleme ve Enes b. Malik gibi
savaşı "bir fitne" olarak, değerlendirip kenara çekilmeyi yeğleyen
kimseler hakkında söyle buyurmuştur: "Hakkı yardımsız bıraktılar; batıla
da yardım etmediler."
"Korku
hüsranla ve yersiz hayâ da mahrumiyetle beraberdir. Fırsat, bulut gibi geçip
gitmektedir; o halde hayırlı fırsatları ganimet bilin."[311]
"Mazluma
yardım etmek ve sıkıntılı kimseye rahat bir nefes aldırmak, büyük günahların
kefaretlerindendir."
"Sen
(gün ve yılları) geride bıraktığında ve ölüm de sana yöneldiğinde, o zaman ölümle
görüşmen ne de çabuktur!"311 [312]
"Cömert
ol; saçıp savuran değil. İtidalli ol; zorlaştırıcı değil (zira bu ifrat veya
tefrite neden olur)."
Hz.
Ali, oğlu Hasan'a şöyle buyurdu: "Ey yavrucuğum, amel ettiğinde
zarara uğramayacağın şu dört hususu benden öğren: En büyük zenginlik, akıldır;
en büyük yoksulluk, ahmaklıktır; en korkunç şey, kendini beğenmektir; en
değerli büyüklük, güzel ahlaktır. Yavrucuğum, ahmakla arkadaşlıktan sakın;
çünkü o, sana fayda vermek isterken zarar verir. Cimriyle arkadaşlıktan sakın;
çünkü en çok ihtiyaç duyduğun şeyi senden esirger. Kötü adamla arkadaşlık etme;
çünkü o seni değersiz bir şey karşılığında satar. Yalancıyla da arkadaşlıktan
kaçın; çünkü o, serap gibidir; sana uzağı yakın ve yakını da uzak
gösterir."[313]
"Akıllının
dili, kalbinin arkasındadır; ahmağın kalbi ise dilinin arkasındadır."
Seyyid
Razi şöyle diyor: "Bu çok değerli ve ilginç sözlerdendir. Çünkü akıllı
insan istişare etmeksizin ve düşünmeksizin diline geleni söylemez. Ama ahmak
adam, düşünmeksizin ve dikkat etmeksizin diline gelen her şeyi söyler. O halde
akıllının dili onun kalbine, ahmağın kalbi de onun diline tabidir."[314]
"İnsanın
kıymeti, himmeti miktarıncadır; doğruluğu, mürüvveti miktarıncadır; şecaati,
küçük düşmekten çekindiği miktarıncadır; iffeti, kıskançlığı
miktarıncadır."
"Zafer,
ihtiyatlı davranmakla kazanılır; ihtiyat, düşünüp taşınmakla mümkündür; bu da
sırları korumakla mümkün olur."[315]
"Akıl
gibi zenginlik, cehalet gibi yoksulluk, edep gibi miras, istişare gibi destek
yoktur."
"Dil
yırtıcıdır; serbest bırakılırsa ısırır."[316]
"Hacetin
karşılanmaması, onu ehli olmayandan istemekten daha iyidir."
"İstediğine
ulaşamayınca, ne halde olursan ol korkma, ümidini kesme."[317]
"Kim
kendini insanlara imam yaparsa, başkalarından önce kendini eğitsin ve diliyle
terbiye etmeden önce, davranışlarıyla terbiye etsin. Kendinin öğretmeni olup
kendini eğiten kişi, insanların öğretmeni olup onları eğitenden daha fazla
saygı ve övgüye layıktır."[318]
"Hikmeti
nereden olursa al. Hikmet münafığın kalbinde de olabilir. Ama çıkıncaya ve arkadaşlarıyla
müminin göğsünde yer edinceye kadar, orada ıstırap ve şaşkınlık içinde
olur."
"Hikmet,
müminin yitiğidir; nifak ehlinden de olsa hikmeti al."[319]
"Size
beş şey vasiyet ediyorum; onlar için develerin (çabuk koşsunlar diye) koltuklan
akına (tabanlarınızla) vursanız da değer mi değer: Hiçbiriniz rabbinden başkasından
bir şey ummasın; günahından başka bir şeyden korkmasın; kendisinden bilmediği
bir şey sorulduğunda 'bilmiyorum' demekten utanmasın; bilmediği bir şeyi
öğrenmekten de çekinmesin. Sabırlı olun; çünkü sabır imana nispetle cesette baş
gibidir; başla birlikle olmayan cesette hayır olmadığı gibi, sabırla beraber
olmayan imanda da hayır yoktur."[320]
"Kim
kendisiyle Allah arasında olanı düzeltirse, Allah da onunla insanların arasını
düzeltir; kim ahiret işini düzeltirse, Allah da dünya işlerini düzeltir; kimin
kendi içinden bir öğüt vereni olursa, Allah tarafından onun için bir koruyucu
olur."[321]
"Sizden
biriniz; "Allah'ım, fitneden sana sığınırım." demesin. Zira fitneye
duçar olmamış hiç kimse yoktur. O halde sığınanlar fitnelerin saptırıcılığından
Allah'a sığınmalıdır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Bilin ki
mallarınız ve evlatlarınız ancak bir fitnedir."[322]
Bu ayetin manası da şudur: Allah-u Teâlâ, rızkına karşı çıkanlarla, kendi
payına rızayet gösterenlerin açıkça ortaya çıkması için evlat ve mallarla
insanları imtihan etmektedir. Gerçi Allah onları kendilerinden daha iyi
bilmektedir. Ama sevap veya cezayı gerektiren fiillerin (kendilerine) aşikâr
olması için onları imtihan etmektedir. Zira bazıları erkek çocukları sevmekte,
kız çocuğundan ise nefret etmekteler. Bazıları da malın çoğalmasını sevmekte ve
ondan bir şeyin azalmasını sevmemekteler."
Hz.
Ali, Kendisine; "Hayır nedir?" diye sorulunca şöyle buyurdu:
"Hayır, malının veya evladının çoğalması değildir. Şüphesiz ki hayır
ilminin çoğalması, hilminin büyümesi ve rabbine ibadet sayesinde insanlar
arasında yücelmendir. O halde eğer iyilik yapmış olursan, Allah'a hamd edersin;
eğer kötülük etmiş olursan, Allah'tan bağışlanma dilersin. Dünyada sadece iki
kişiye hayır vardır: Birisi günah işlediğinde hemen tövbeyle telafi eden,
diğeri ise hayırlara koşan kimsedir."[323]
[324]
"İnsanlar
dünyalarını düzeltmek için dini işlerinden birini terk ettiklerinde, Allah daha
zararlı bir şeyi onların yüzüne açar."
"Akıldan
daha faydalı bir mal, kendini beğenmekten daha korkunç bir yalnızlık, tedbir
gibi bir akıl, takva gibi yücelik, güzel ahlak gibi arkadaş, edep gibi miras,
başarı gibi önder, salih amel gibi ticaret, sevap gibi kazanç, şüpheli
şeylerden kaçma gibi takva, haramlardan çekinmek gibi züht, tefekkür gibi ilim,
farzları eda etmek gibi ibadet, haya ve sabır gibi iman, tevazu gibi hasep,
ilim gibi şeref, bilim gibi izzet, istişareden daha sağlam bir destek
yoktur."[325]
"Benim
hakkımda iki kişi helak olur: İfrat eden dost ve buğz eden düşman."
"Fırsatı
kaybetmek, keder ve sıkıntıya sebep olur."
"Dünya
(zehirli) bir yılan gibidir; derisi yumuşak, ama içinde öldürücü zehir vardır;
aldanan cahil ona doğru yürür, akıl sahibi ise ondan uzak durur."[326]
"Ne
mutlu nefsi ram, kazancı temiz, sırrı (niyet ve itikadı) iyi ve ahlakı güzel
olana; yine ne mutlu malından fazla kalanı infak edene, dilini çok konuşmaktan
alıkoyana, sünnet kendisini kuşatana ve kendine bidat isnat edilmeyene (dinde
bidat çıkarmayana)"
"Kadının
erkeği (iki veya üç evliliğinden dolayı) kıskanması küfür, erkeğin kadını
kıskanması ise imandır."[327]
"İnsan
dünyada ölüm oklarının hedefidir; belaların yöneldiği talan edilmiş biridir.
Her yudumda boğaza kaçma, her lokmada boğaza tıkanma vardır. İnsan bir nimetten
ayrılmadıkça, başka bir nimete kavuşamaz. Ömründen bir günden ayrılmadıkça yeni
bir güne kavuşamaz. O halde biz ölümün yardımcılarıyız, Vücudumuz ölüm
oklarının hedefidir. O halde nasıl ebedi kalmayı ümit edebiliriz? Gece ve gündüz,
yaptıklarını bozmadan ve topladıklarını dağıtmadan hiç bir şeyi
yüceltmemişlerdir."[328]
"Ey
Âdemoğlu, ihtiyacından fazla olarak kazandığın şeyde başkaları için bekçilik
yapıyorsun."[329]
"Nefsini
muhasebe eden kazanır, kendinden gaflet eden zarar eder; korkan emniyete erer,
ibret alan basiret elde eder ve basiret elde eden anlar, anlayan ise
bilir."[330]
"Sürekli
hoşnut olman için sıkıntılara göz yum."
"Ağacı
(tabiatı) yumuşak olanın dalları (dostları) çok olur."[331]
"Kadınların
en iyi sıfatları, erkeklerin en kötü sıfatlarıdır. (Örneğin) Kibir, korku ve
cimrilik; Kadın kibirli olursa, eşinden başkasına teslim olmaz. Cimri olursa,
kendisinin ve eşinin malını korur. Korkak olursa, kendine yönelen her şeyden
korkar, uzaklaşır."
Hz.
Ali’ye "Akıllıyı bize tarif et" dediklerinde; "Akıllı,
her şeyi layık olduğu yere koyandır" buyurdu. "Cahili de tarif
et" dediklerinde; "Akıllıyı tarif etmekle cahili de tarif
ettim!" buyurdular.
"Kadın
tümüyle zahmet ve baş ağrısıdır; ondaki en zahmetli şey ise, onsuzluğun mümkün
olmayışıdır."[332]
"Mazlumun
zalimden hakkını alacağı gün, zalimin mazluma zulmettiği günden daha
çetindir."
"Nimetlerin
elden kaçmasından sakının; zira her kaçan geri dönmez."
"Cömert
insan, akrabadan daha şefkatlidir."
"Kim
sana iyi zanda bulunursa, zannını doğrula."[333]
"Dünyanın
acılığı, ahiretin tatlılığıdır; dünyanın tatlılığı da ahiretin
acılığıdır."[334]
"Öfke,
delilik hallerinden biridir; çünkü öfkeli (sonra) pişman olur; pişman olmazsa,
o halde deliliği sabittir."[335]
"Dostunu
ihtiyatla sev; çünkü bir gün düşmanın olabilir; düşmanına da teenni ile
(düşünerek) düşman ol; çünkü bir gün dostun olabilir."[336]
"Nafileler
farzlara zarar verdiğinde, onları terk edin."[337]
Hz.
Ali’ye "Allah bunca insanın hesabını nasıl görmektedir?" diye
sorduklarında "Onlara rızıklarını verdiği gibi." diye buyurdu.
"Onlar Allah'ı görmedikleri halde onların hesabını nasıl görecektir?"
diye sorduklarında ise şöyle buyurdu: "Allah'ı görmedikleri halde
onlara rızık verdiği gibi."337 [338]
"Çocuğu
ölen uyur, ama malı çalınan uyumaz."[339]
"Ben
Mü’minlerin önderiyim, mal da günahkârların önderidir."[340]
Hz.
Ali’ye Yahudilerden bazısı; "Siz peygamberinizi defnetmeden onun hakkında
ihtilafa düştünüz'' dediğinde şöyle buyurdular: "Biz, ondan
(Peygamber'den) bize ulaşan şeyler hususunda ihtilafa düştük, onun hakkında
değil. Ama sizler (Nil denizinden kurtulur kurtulmaz) henüz ayaklarınız
kurumadan Peygamberinize; "Ey Musa, onların ilahları gibi sen de bize
bir ilah yap!" dediniz. O da; "Siz gerçekten cahillik etmekte olan
bir kavimsiniz." dedi."[341]
Hz.
Ali, Oğlu Muhammed b. Hanefiyye'ye: "Oğlum, fakirliğe düşmenden
korkarım. Ondan Allah'a sığın; çünkü fakirlik, dini noksanlaştırır, aklı
şaşkınlığa düşürür, düşmanlığa sebep olur."[342]
Mü’minin
niteliği hakkında: "Mü’minin sevinci
yüzünde, hüznü kalbindedir. Göğsü her şeyden geniş, nefsi her şeyden alçaktır.
Yücelikten nefret eder, şöhrete düşmandır. Gamı uzun, himmeti yücedir. Sükûtu
çoktur, vakti hep doludur. Çok şükredendir, çok sabırlıdır. Derin düşüncelidir.
Kimseden bir şey istemez, tabiatı yumuşaktır, mütevazıdır. Nefsi kayadan daha
serttir (tavizsizdir); ama bir köleden daha alçak gönüllüdür."[343]
"En
büyük zenginlik, insanların elinde olanlardan ümidi kesmektir."[344]
"Kişiyi
layık olduğundan çok övmek yalakacılık; layık olduğundan az övmek ise ya
acizlik veya hasettir."
"Kendi
nefsinin ayıbını gören başkalarının ayıbıyla meşgul olmaz. Allah'ın rızkıyla
hoşnut olan, kaybettikleri için üzülmez. İsyan kılıcını sıyıran, onunla
öldürülür. Kendini zorlayarak bütün gücünü işlere veren helak olur. Tehlike
girdaplarına atılan boğulur. Kötü yerlere giren, töhmet altında kalır. Çok
konuşanın, hatası çok olur; hatası çok olanın, hayâsı azalır; hayâsı az olanın
takvası (günahlardan çekinmesi) azalır; takvası azalanın, kalbi ölür; kalbi
ölen ise ateşe girer. İnsanların ayıbını görünce onları sevmeyen, fakat o
ayıpları kendisi için beğenen kimse, ahmağın ta kendisidir. Kanaat tükenmeyen
bir maldır. Ölümü çok düşünen, dünyanın az nimetine de razı olur. Sözünün de
amelinden sayıldığını bilen kimse, zaruret dışında konuşmaz.
"Zalim
insanların alameti üçtür: Üstünde olana (Allah'a) isyan etmekle zulmetmek;
elinin altındakilere galip olmakla haksızlık yapmak; zalim toplumu
desteklemek."[345]
"Şiddet
son haddine ulaştığında genişlik hâsıl olur, bela halkaları iyice sıkıştığında
bolluk ortaya çıkar."
"İşlerinin
çoğunu eşine ve çocuklarına ayırma. Zira ehlin ve çocukların Allah'ın dostları
ise Allah onları zayi etmez, yok eğer Allah'ın düşmanları ise o halde neden Allah'ın
düşmanlarına üzülüyor ve çalışıyorsun?"
"Ayıbın
en büyüğü, onun misli sende varken başkasını ayıplamandır."
Hz.
Ali’ye, "Eğer bir adamın kapısını kapatırlarsa, rızkı nereden gelir?"
dediklerinde: "Ecelinin geldiği yerden gelir." buyurdular.
Hz.
Ali, Akrabalarından biri ölen bir kavme, baş sağlığı için şöyle buyurdular:
"Bu ölüm ne sizinle başladı, ne de sizinle bitecek. Ölen dostunuz,
yaşarken de sefere çıkıyordu, yine bir sefere çıktığını düşünün; size gelmezse,
siz ona doğru gi- deceksiniz."[346]
"Birinden
duyduğun kötü bir sözü, hayra yorumlayabildiğin müddetçe kötüye
yorumlama."
"Allah'tan
bir hacetin olduğunda duana Peygamber'e salâvat göndererek başla ve ardından
hacetini dile. Allah kendinden iki şey istenildiğinde (hacet ve salâvat) birini
kabul edip diğerini reddetmekten daha kerim ve yücedir."[347]
"Ey
insanlar, dünya malı vebalı çer-çöptür. O halde odağından sakının. Ondan gönül
koparmak, ona güvenmekten daha faydalıdır. Yaşatacak kadarı, servetinden
(biriktirmesinden) daha temizdir. Ondan fazlasıyla mal toplayanların (ahirette)
mahrumiyetine hükmedilmiş, müstağni olana ise rahatlıkla yardım edilmiştir.
Dünya
süsü gözlerini kamaştıranın, (kalp) gözleri kör olur. Dünyaya âşık olmayı
gömlek gibi giyinen, içini hüzünle doldurur, bu hüzünler onun kalbinin içinde
oynar. Öyle bir hüzün ki, onu meşgul eder; öyle bir gam ki, onu kederlendirir.
Durumu böylece devam eder, nihayet boğazı düğümlenir (ölür), sonra bir köşeye
atılır, hayat damarları kesilir. Allah'ın onu yok etmesi, kardeşlerinin de onu
mezara gömmesi oldukça kolaydır.
Mümin
dünyaya ibret gözüyle bakar, karnın ihtiyacı miktarınca ondan azık alır; dünya
sözünü düşman ve gazap kulağıyla işitir. "Malı çok oldu" derlerse
kısa bir müddet sonra, "fakir oldu" derler; varlığına sevinirlerse,
yokluğuna üzülürler. Dünyanın hali budur ve dünya ehline, ümitlerini
kesecekleri gün (kıyamet günü) daha gelmedi."[348]
"İnsanlara
öyle bir zaman gelir ki, Kur'ân'dan ancak resim (bir nişane, bir yazı),
İslam'dan ise ancak ismi baki kalır. Mescitleri o zamanda bina bakımından
mamur, hidayet bakımından haraptır. Halkı, yeryüzünün en şerli kişileridir,
fitne onlardan çıkar, hata ve günah onlara sığınır, fitnelerden ayrılmak
isteyeni geri çevirirler, arkada kalanı sürükleyip ona doğru götürürler.
Allah-u taala şöyle buyuruyor: "Zatıma andolsun ki, onlara sabırlı
insanı şaşkınlığa düşürecek bir fitne göndereceğim." Böyle de
yapmıştır. Allah'tan gaflet sürçmelerinden geçmesini dileriz."
İmam
(r.a.) minbere oturduğunda genellikle her hutbeden önce şöyle buyuruyordu:
"Ey insanlar, Allah'tan korkun; hiç kimse oynasın diye boşuna
yaratılmamış, boş işler yapsın diye kendi haline terk edilmemiştir. Kendini
insan için güzel gösteren dünya, kötü bakışın çirkin gördüğü ahiretin yerini
alamaz. Bütün gayretiyle dünyada yüce makamlara erişen mağrur kimse, ahiretten
en küçük bir nasip elde eden kimse gibi değildir."[349]
[350]
"Konuşmadığın
sürece söz senin bağındadır (mahkûmundur); söylediğin zaman sen onun bağındasın
(mahkûmusun). O halde altın ve gümüşünü koruduğun gibi, dilini de koru. Nice
bir söz vardır ki, nimeti elden alır ve azabı celp eder."
"Tanınmanız
için konuşun; çünkü kişi, dilinin altında gizlidir."[351]
Hz.
Ali Ashabıyla oturmakta iken güzel bir kadın önlerinden geçti, oradakiler hep
birden gözlerini kadına diktiler; bunun üzerine şöyle buyurdu: "Bu
erkeklerin gözleri, (bir namahreme) dikilmiştir; bu dikiliş, şehvetin tahrik
olmasına sebep olur. Sizden birinin gözü beğendiği ve hoşlandığı bir kadına
ilişince, hemen gidip kendi zevcesine yaklaşsın. Çünkü o da kendi karısı gibi
bir kadındır."[352]
"İnsanlar,
bilmedikleri şeyin düşmanıdırlar."
"Zühdün
tümü, Kur'an'ın iki kelimesi arasındadır. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Öyle
ki elinizden çıkana karşı üzülmeyesiniz ve size verilenlere
sevinmeyesiniz."[353] O halde
geçmişe üzülmeyen ve geleceğe sevinmeyen kimse, zühdün iki tarafını (geçmiş ve
geleceğe itinasızlığı) da elde etmiştir."[354]
"Sürekli
yapılan az iş, usanılıp bıkılan çok işten daha hayırlıdır."[355]
"Âdemoğluna
övünmek yakışır mı hiç? Başı nütfe, sonu ise leştir; ne kendini
rızıklandırabilir, ne de ölümü kendinden uzaklaştırabilir."[356]
"Gıybet,
acizlerin uğraşıdır.''[357]
"Susup
konuşmamakta hayır yoktur; nitekim cehaletle konuşmakta da hayır yoktur."
"Kanaat,
tükenmeyen bir hazinedir."[358]
İslam
tarihinde üzerinde en çok konuşulan ve hakkında birçok eser ve makale kaleme
alınan şahsiyetlerden biri olan Hz. Ali’nin, ilmi kişiliği ile ilgili
çalışmanın sonuna gelmiş bulunmaktayız. Gerek ehlisünnet ve gerekse şianın
böyle sağlam karekterli bir kişiliği olan Hz. Ali’nin bütün hayatını baştan
sona inceleyip araştırılmaları normal karşılanmalıdır. Yeterki onun hakkında aşırılıktan
kaçınıp orta bir yol takip edilebilsin.
Hz.
Ali, müşrik Mekke toplumunda önemli bir mevkii bulunan Ebu Talib’in oğlu olarak
dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta Hz. Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
yanında bulunması ona önemli bir konum kazandırmıştır.
Hz.
Ali, Takvada, hakka ibadet etmekte, cesaret ve yiğitlikte ashap arasında seçkin
bir yere sahipti. Hz. Ali, hakkı ve ilahi kanunları yerine getiriyor, adaleti
icra etmekte hiç kimseye ayrıcalık tanımıyordu. Yakınlarına karşı müsamahalı
davranmaz ve herkese aynı gözle bakardı.
Hz.
Ali, sahip olduğu ilmi münasebetiyle kendisinden önceki ilk üç halife döneminde
aktif rol oynamıştır. Onlara yardımcı olmakla beraber onların danıştığı ilk
kişi olma hüviyetine de nail olmuştur. Hz. Osman’ın şehadetinden sonra da
müminlerin emiri olarak insanlara hizmet etmeye çalışmıştır.
Hz.
Ali, Gerek Sünni gerekse Şii kaynaklarında ilmi üstünlüğünden sıkça bahsedilir.
Hz.
Ali görüşünün isabetliliği ile de meşhur olmuştur. Zira Resul-i Ekrem aile
içinde Hz. Aişe ve Hz. Ali ile istişare ederdi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz.
Osman başta olmak üzere ashabın ileri gelenleri ile de sık sık onun fikirlerine
başvuruyorlardı. Hz. Ali’ye en büyük muhalif olan Muaviye bin Ebu Süfyan bile
onun hakkında şu sözleri söylemiştir: “Hz. Ali, son derece âlicenap bir
insandı. Sözün doğrusunu söyler, her davayı hak ile sonuçlandırırdı. Hz. Ali,
ilim ve hikmetin feyyaz bir menbaı idi. Kendisi dünyanın şaşaa ve ziynetinden
nefret eder, gecenin karanlığında mihrabına gelir, düşünür, ibadet eder ve
ağlardı. Dindar ve muttaki olanları severdi. Fukara ve muhtaç olanlara yardım
ederdi. Kuvvetlerine güvenerek haksızlık edenlerin amansız düşmanı idi. Hak
sahibi olan zayıflar onun adaletine itimad ederdi. Dünya hiçbir zaman onu
aldatmadı.” Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’in lisanına herkesten çok aşina idi.
Devamlı Peygamber efendimizin yanında bulunması ve onun feyizli nurlarına ilk
kavuşanlardan olması sebebiyle Kur’an'ın hükümlerini en iyi bilen o idi.
Hz.
Ali, Resul-i Ekrem’in hayatında bütün Kur’an’ı ezberleyenlerden, onun her
ayetinin manasını ve sebebi nüzulünü bilenlerdendi. Bizzat kendisi şöyle derdi:
“Ben Kur’an-ı Kerim’den her ayetin nerede, hangi konuda ve kimin hakkında nazil
olduğunu bilirim.”Bundan dolayı, hakkında birçok rivayet olup, anlaşılması güç
meselelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir.
Hz.
Ali, müfessirlerin en yüksek tabakası olarak kabul edilir. İbn Ceriri Taberi,
İbn Ebi Hatem ve İbn Kesir gibi meşhur müfessirler de Hz. Ali’nin rivayetlerini
naklederler.
Hz.
Ali aynı zamanda çok iyi bir muhaddis olarak da kabul edilir. Ashabın en âlim
simalarından biri olduğu halde diğer sahabelerden daha az bilgi nakledilmesinin
sebebi, hilâfet yıllarının tamamen savaşlarla ve ortaya çıkan fitneleri
bastırmakla geçmiş olmasıdır. Bundan dolayı fıkıh ve tefsir bilgilerini genç
nesillere aktarma fırsat bulamamıştır. Hz. Ali’den daha çok hadis rivayet eden
sahabelerden bu konudaki en büyük avantajları, Hz. Ali'ye nispetle daha uzun
bir ömür yaşamış olmalarıdır.
Hz.
Ali’nin rivayet ettiği hadislerin tamamı 586'dır. Bunlardan yirmisi hem Buhârî
hem de Müslim'de yer almakta, ayrıca dokuzu sadece Sahîh-i Buhârî'de, on beşi
de Sahîh-i Müslim'de bulunmaktadır. Resûl-i Ekrem ile çoğu zaman beraber
bulunması sebebiyle rivayet ettiği hadisler İçinde onun şemailine, ibadet ve
dualarına dair olanlar daha çoktur.
İslam
hukuku konusunda verdiği kararlar, hem kendi dönemi âlimleri hem de kendisinden
sonra gelen âlimler tarafından takdirle karşılanmıştır. Bu konuda onu methedici
sözler sarf etmişlerdir.
İslam
toplumlarında ortaya çıkan tarikatların
hemen hemen hepsi, kökenlerini Hz. Ali'ye dayandırırlar ve onun soyundan
geldiklerine inanırlar. Ancak bu durum İslam âlimleri arasında kabul görmüş bir
durum değildir.
Hz.
Ali, fevkalade beliğ ve fasih konuşurdu. Son derece kuvvetli bir hatip
olduğu
ve üstün bir zekâya sahip olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Peygamber
efendimizden sonra, onun kadar etkileyici hutbe okuyan bir başkası
gösterilemiyor. Her nutku bir belagat şaheseridir. Onun irad ettiği nutuklar en
duygusuz cemaatleri heyecana getirir, onları silahlarını kuşanıp savaş
meydanlarına sevkederdi. Nehcul Belağa gibi eserlerde bunun örneklerini görmek
mümkündür.
Arapçanın
dilbilgisi anlamına gelen nahiv ilminin Hz. Ali ile başladığı görüşü yaygın bir
kanaattir. Hz. Ali, bir kere Kur’an-ı Kerim’in yanlış okunduğunu duymuş, bunun
üzerine nahvin genel kaidelerini açıklayarak bu yanlışlıklara engel olmaya
çalışmıştır. Genel kurallar açıklandıktan sonra nahiv ilmi meydana gelmiştir.
Yani Arap lisanının ilk kaidelerini koyan odur.
Hz.
Ali, İslam tarihinde önemli bir konumu bulunan ender şehsiyetlerden biridir.
Kendi şahsı kişiliğini, dünya mevki ve makamını ön planda tutmak yerine,
toplumun menfaatini ve İslam ilkelerini hayata hâkim kılma gayreti içerisinde
bulunmaktaydı. Ne yazık ki onun bu üstün gayreti ve hamiyeti çağdaşları
tarafından yeterince anlaşılamadı.
Netice
itibariyle Hz. Ali’nin hayatını bütün yönleriyle incelediğimizde, onun hakkında
olumsuz düşünen kişilere pek rastlayamadık ancak onu insanlıktan çıkarıp
insanüstü bir varlık haline sokmaya çalışan insanların varlığı da
küçümsenmeyecek derecede çoktur. Hz. Ali, Kur’an, tefsir, hadis, fıkıh vb.
alanlarda kendisinden çokça sözettirmiştir. Ne var ki onun diğer vasıfları
yanında ilmi kişiliğini de abartan ve onun söylemediği şeyleri bile kendisine
mal eden ve bu konuda aşırılığa kaçan kişilerin var olduğunu gördük.
BİBLİYOGRAFYA
Abdulhalik
Bakır, Hz. Ali ve Dönemi, Bizim Büro Basım, Ankara, 2004.
Akyüz,
Vecdi, Bütün Yönleriyle Asrı Saadette İslam, C.I-IV, Ensar
Neşriyt, İstanbul, 2007.
Akıncı,
Ahmet Cemil, Hz. Ali, Üçdal Neşriyat, Ankara, 1966.
Ali
Osman Ateş, İslama göre Cahiliye ve Ehl-i kitap Örf ve Adedtleri,
İstanbul, 1996.
Ali
Muhammed Muhammed Sallâbi, Mü’minlerin Emiri Hz. Ali,
(Trc.
Şerafettin
Şenaslan), Ravza Yayınları, İstanbul, 2008.
Algül,
Hüseyin, İslam Tarihi, Gonca Yayınları, İstanbul, 1986.
Apak,
Adem, Anahatlarıyla İslam Tarihi, C. II-IV, Ensar
Yayınları, İstanbul, 2011.
Asfûrî,
Muhammed b. Ebubekir, Hadis-i Arbaîn Şerhi Asfûrî, Salah
Bilci Kitabevi, İstanbul, 1967
Ateş,
Ali Osman, İslam’a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, İstanbul,
1996
Buhari,
Muhammed b. İsmail, el-Cami’u’s-Sahih, Beyrut, 1990.
Bursalı,
Mustafa Necati, Allah’ın Arslanı ve Evliyalar Sultanı Hz. Ali,
Çelik Yayınları, İstanbul, 2010.
Câhız,
Ebu Osman Amr b. Bahr, el-Osmaniyye, (Thk.
Abussellam
Muhammed
Harun), Kahire, 1955.
Cl.
Huart, İslam Ansiklopedisi, “Ali b. Ebu Talib”, C. I, MEB.
Yayınları, Eskişehir, 1997, s. 306-309.
Çetin,
İsmet, Türk Edebiyatında Hz Ali’nin Cenknameleri, TC. Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1997.
Doğrul,
Ömer Rıza, Asr-ı Saadet, C.I-V, Eser Yayınları, İstanbul,
1975.
Ebu
Abdirrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesai, Hadislerle Hz Ali,
(Trc. Naim Erdoğan) İz Yayınları, İstanbul, 1999.
Ebu
Ca’fer Muhammed Bin Cerir’üt-Taberi, Tarih-i Taberi,
C.I-IV, ( Trc. Faruk Gürtunca ), Sağlam Yayınları, İstanbul, Tarihsiz.
Ebu
Davud, Süleyman b. Eş’as, Sünen, İstanbul, 1981.
ed-Daremi,
Ebu Muhammed Abdullah b. Abdurrahim, es-Sünen, İstanbul,
1992.
ed-Dımeşkî,
Muhammed bin Sâlih, Peygamber Külliyatı, C. I-V, Ocak
Yayınları, İstanbul, 2006
el-Mağlut,
Sami b. Abdullah b. Ahmed, Hz Ali Atlası, (Çev. Hüseyin
Yıldız), Ocak Yayınları, İstanbul, 2009.
et-Taberi,
Cami’u’l-Beyan An Te’vili Ayi’l Kur’an, C. XXVI, (Thk.
Sıdkı Hamid el-Attar), Daru’l Fikr, Beyrut, 1995.
Mustafa
Fayda, “Hz. Ömer’in Divan Teşkilatı”, Doğuştan günümüze Büyük İslam Tarihi,
C. II, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992.
Fığlalı,
Ethem Ruhi, “Ali”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C.II, İstanbul, 1989.
Fığlalı,
Ethem Ruhi, İmam Ali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara,
2005.
Gönenç,
Halil, el-Mevsu’at’l-fıkhiyye el-Muyessere, C. I, Seha
Neşriyat, İstanbul, 1992.
Güneş,
Hadi, Hz Ali Efendimizle Bir Gün Bir Gece, Gelecek
Yayınevi, İstanbul, 2008.
Hasan,
H. İbrahim, İslam Tarihi, (Trc. İsmail Yiğit-Sadreddin
Gümüş), C. I- VI, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1996.
İbn-i
Hişam, Siret-i İbn-i Hişam İslam Tarihi, C. I-III, (Çev.
Hasan Ege), Kahraman Yayınevi, İstanbul, 2006.
İbnü’l-Esir,
El Kamil Fi’t-Tarih, C. I-X, (Trc. Komisyon) Hikmet
Yayınevi, İstanbul, 2008.
İbn
Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, C. I-XIV, (Çev., Mehmet
Keskin), Çağrı Yayınları, İstanbul, 1994.
İbn
Hacer el-Askalânî Sahâbe-i Kiram Ansiklopedisi, (Trc. Naim
Erdoğan), C.I-III, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009
İbn
Hambel, Ahmed b. Muhammed, Müsned, Beyrud, Tarihsiz.
İbn
İshak, Muhammed, Siyer (Haz. Muhammed Hamidullah, Çev. Sezai
Özel), Akabe Yayınları, İstanbul, 1998.
Kandemir,
M. Yaşar, “Ali b. Ebu Talip”, İslam Ansiklopedisi, C. II,
İstanbul, 1989.
Komisyon,
Büyük İslam Tarihi Asrı Saadet Ashabı Kiram, C. I-V, (Haz.
Eşref Edip), Sebilürreşad Neşriyat, İstanbul, 1963.
Komisyon,
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. I-XV, Çağ Yayınları,
İstanbul, 1992.
Komisyon,
Kur’an Yolu, C. I-V, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara, 2003.
Malik,
Ebu Abdillah b. Enes, el-Muvatta, Daru
İhya’i’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut, Tarihsiz.
Muhammed
Hamidullah, İslam Peygamberi, C.I-II, (Çev. Salih Tuğ ), İmaj
Yayınları., Ankara, 2003.
Muhammed
Hamidullah, el-Vesaiku’Siyasiyye, (Çev. Vecdi Akyüz),
Kitabevi yayınları, Tarihsiz,
Müslim,
Ebu Hüseyyin b. Haccac el-Kuşeyri, Sahihu Muslim, Beyrut
1954.
M.
Said Ramazan el-Buti, Fıkhu’s-Sire, (Trc. Ali Nar-Orhan
Aktepe), Gonca Yayınları, İstanbul, Tarihsiz.
Okumuş,
Fatih, Hz. Muhammed’in [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Yaşam Öyküsü,
Timaş Yayınevi, İstanbul, 2006.
Seyyid
Razi, Nehc’ül-Belağa, (çev., Dadri çelik), Ferec Yayınları,
tarihsiz.
Sarıcık,
Murat, İlim Şehrinin Kapısı Hz. Ali, Nesil Yayınevi,
İstanbul, 2010.
Sarıçam,
İbrahim, - Erşahin, Seyfettin, İslam Medeniyeti Tarihi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2011.
Suruç,
Salih, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı C.I-II,,
Nesil yayınevi, İstanbul, 1997.
Suyutî,
Celaleddin Ebu’l-Fadl Abdurrahman b. Ebî Bekr, Tarihu’l-Hulefâ’,
Beyrut, 2003.
Şakir,
Mahmut, Dört Halife, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1994.
Uyar,
Gülgün, Eh-li Beyt, İfav. Yayınları, İstanbul, 2008.
Ülkü,
Hayati, Başlangıçtan Günümüze Kadar İslam Tarihi, Çile
Yayınevi, İstanbul, 1979.
Tirmizi,
Ebu İsa Muhammed b. İsa, Sünen, İstanbul, 1992.
Turgay,
Nurettin, Hz. Ali ve Tefsirdeki Yeri, Avrasya Yayınevi, Ankara,
2004.
Turgay,
Nurettin, Kur’an’da Mal Kavramı, Fecr Yayınevi, Ankara,
2006.
Vehbe
ez-Züheylî, el-Fıku’l-İslâmîve edilletuhu, C. III, Dımeşk,
1999.
Yazır,
Elmalı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, C. I-IX, Akçağ
Yayınevi, Ankara, 1995.
Yıldırım,
Suat, Peygamberimizin Kur’an’ı Tefsiri, Kayıhan Yayınları,
İstanbul,
1983.
[1] M. Said Ramazan el-Buti, Fıkhu ’s-Sire,
(Trc. Ali Nar-Orhan Aktepe), Gonca Yay., İstanbul, Tarihsiz, s. 41.
[2] Sabri Hizmetli, İslam Tarihi, Ankara
Okulu Yay., Ankara, 2006, s.131.
[3] Geniş bilgi için bkz. Casiye, 24; İsra, 94-95;
Yasin, 15...
[4] Nahl, 16/36.
[5] Cum’a, 62/2.
[6] Alâk, 96/1..
[7] Bakara, 2/151-247; En’am, 6/119...
[8] Buhari, İlm; Tirmizî, İlim, 19; Müslim, Zikir,
73.
[9] İbrahim Sarıçam-Seyfettin Erşahin, İslam
Medeniyeti Tarihi, T.D.V. Yay., Ankara, 2011. s. 123.
[10] Muhammed bin Sâlih ed-Dımeşkî, Peygamber
Külliyatı, C. III, Ocak Yayınları, İstanbul, 2006, s.455 vd.; el-Buti,
a.g.e., s. 204.
[11] Salih Suruç, Kainatın Efendisi
Peygamberimizin Hayatı C. II,, Nesil yayınevi, İstanbul, 1997, s.33.
[12] İbn-i Hişam, es-Sire, C. I, (Çev. Hasan
Ege), Kahraman Yay., İstanbul, 2006, s. 180.
[13] Sarıçam- Erşahin, a.g.e., s. 124.
[14] Geniş bilgi için bknz. Ali Osman Ateş, İslam’a
Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, İstanbul, 1996.
[15] Hizmetli, a.g.e., s. 484.
[16] Sarıçam- Erşahin, a.g.e., s. 125.
[17] İbn İshak, Siyer ( Haz. Muhammed
Hamidullah, Çev. Sezai Özel ), Akabe Yay., İstanbul, 1998, s. 31.
[18] Mustafa Fayda, “Hz. Ömer ’in Divan
Teşkilatı”, Doğuştan günümüze Büyük İslam Tarihi, C. II, Çağ Yayınları,
İstanbul, 1992, s. 60.
[19] Sarıçam- Erşahin, a.g.e., s. 126.
[20] Hizmetli, a.g.e., s. 486.
[21] Ömer Rıza Doğrul, Asr-ı Saadet, C.V, Eser Yay., İstanbul,
1975, s.53; Hayati Ülkü, Başlangıçtan Günümüze Kadar İslam Tarihi, Çile
Yay., İstanbul, 1979, s. 358; Abdulhalik Bakır, Hz. Ali ve Dönemi, Bizim
Büro Bas., Ankara, 2004, s. 59.
[22] İsmet Çetin, Türk Edebiyatında Hz. Ali ’nin
Cenknameleri, TC. Kültür Bak. Yay., Ankara, 1997, s. 155.
[23] Ethem Ruhi Fığlalı, “Ali”, md., DİA,
C.II, İstanbul, 1989, s. 371.
[24] Gülgün Uyar, Eh-li Beyt, İfav Yay.,
İstanbul, 2008, s.47.
[25] Sami b. Abdullah b. Ahmed el-Mağlut, Hz. Ali Atlası, (Çev.
Hüseyin Yıldız), Ocak Yay., İstanbul, 2009, s.13.
[26] Nurettin Turgay, Hz. Ali ve Tefsirdeki Yeri,
Avrasya Yay., Ankara, 2004, s. 23.
[27] El-Mağlut, a.g.e., s. 13; Turgay, a.g.e., s.
24.
[28] Doğrul, a.g.e., s.53.
[29] Turgay, a.g.e., s. 24.
[30] Hayati Ülkü, İslam Tarihi, Çelik Yay.,
İstanbul, Tarihsiz, s. 372; Turgay, a.g.e., s. 24.
[31] Ülkü, a.g.e., s. 358.
[32] Fığlalı, “Ali”, md., C.2, s.371.
[33] İbn-i Hişam, es-Sire, s. 327; Muhammed Hamidullah, İslam
Peygamberi C. I, (Çev. Salih Tuğ ), İmaj Yay., Ankara, 2003, s. 66.
[34] Ülkü, a.g.e., s. 358.
[35] Muhammed Hamidullah, a.g.e., C.I, s. 121.
[36] Suruç, a.g.e., C.1, s. 208.
[37] İbn İshak, a.g.e., s. 94-95.
[38]Fığlalı, “Ali”md., C.
II, s. 371; Fatih Okumuş, Hz. Muhammed’in Yaşam Öyküsü, Timaş Yay.,
İstanbul, 2006, s. 95
[39] Fığlalı, “Ali”md„ s. 371.
[40] Fığlalı, “Ali”md., s. 371.
[41] Turgay, a.g.e., s. 26.
[42] Muhammed Hamidullah, a.g.e., s. 677.
[43] İbn Sa’d, et-Tabakatu ’l-kubrâ, C. VIII
, Leiden, 1325, s.13.
[44] İbn İshak, a.g.e., s. 310.
[45] İbn İshak, a.g.e., s. 310; Fığlalı, “Ali”md.,
s. 371.
[46] Geniş Bilgi İçin, Bkz., Ebu Ca’fer Muhammed Bin Cerir’üt-Taberi, Tarih-i
Teberi, C.IV, ( Trc. Faruk Gürtunca ). Sağlam Yay., İstanbul, Tarihsiz, s.
72 vd.; Fığlalı, “Ali”md., C.II, s. 371.
[47] Ali Muhammed Muhammed Sallâbi, Mü ’minlerin Emiri Hz. Ali,
(Trc. Şerafettin Şenaslan), Ravza Yay., İstanbul, 2008s. 21; Çetin, a.g.e., s.
157.
[48] Turgay, a.g.e., s. 27.
[49] Ethem Ruhi Fığlalı, İmam Ali, Türkiye
Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 2005, s. 88.
[50] Et-Taberi, a.g.e., C.4, s. 72.
[51] Turgay, a.g.e., s. 28.
[52] Fığlalı, İmam Ali, s. 92.
[53] Ülkü, a.g.e., s. 358.
[54] Turgay, a.g.e., s. 28.
[55] Turgay, a.g.e., s. 29.
[56] Mahmut Şakir, Dört Halife, Kahraman
Yay., İstanbul, 1994, s. 351.
[57] Fığlalı, İmam Ali, s. 90.
[58] Turgay, a.g.e., s. 30.
[59] Vecdi Akyüz, Bütün Yönleriyle Asrı Saadette
İslam, C. I, Ensar Neş., İstanbul, 2007, s. 202.
[60] Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur ’ân ’ı
Tefsiri, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1983, s. 27.
[61] İbn Hacer el-Askalânî, Sahâbe-i Kiram
Ansiklopedisi, (Trc. Naim Erdoğan), C. III, İz Yay., İstanbul, 2009, s.
461.
[62] Ülkü, a.g.e., s. 358.
[63] Şuara, 26/214-215.
[64] İbn İshak, a.g.e., s. 201.
[65] Muhammed Hamidullah, a.g.e., C. I, s. 163.
[66] Fığlalı, “AlFmd., s. 371.
[67] İbn İshak, a.g.e., s. 237.
[68] Turgay, a.g.e., s. 32.
[69] Fığlalı, “Ali”md., s. 371.
[70] Akyüz, a.g.e., s. 202.
[71] Fığlalı, “A/z’’md., s. 372.
[72] Turgay, a.g.e., s. 32.
[73] Doğrul, a.g.e., s. 53.
[74] İbn Hişam, es-Sire, C.IV, s. 312.
[75] Şakir, a.g.e., s. 354.
[76] Fığlalı, “Ali”md., s. 372.
[77] Ahmet Cemil Akıncı, Hz. Ali, Üçdal
Neşriyat, Ankara, 1966, s. 280.
[78] Doğrul, a.g.e., s. 53.
[79] Turgay, a.g.e., s. 33.
[80] Mustafa Necati Bursalı, Allah ’ın Arslanı ve
Evliyalar Sultanı Hz. Ali, Çelik Yay., İstanbul, 2010, s. 35.
[81] Murat Sarıcık, İlim Şehrinin Kapısı Hz. Ali,
Nesil Yay., İstanbul, 2010, s. 265.
[82] Zümer, 39/33.
[83] El-Mağlut, a.g.e., s. 105.
[84] Turgay, a.g.e., s. 34.
[85] Doğrul, a.g.e., s. 53.
[86] İbnu’ı Esîr, a.g.e., C. II, s. 537; Fığlalı, İmam
Ali, s. 56.
[87] İbnu’l Esîr, a.g.e., C. II, s. 450 vd.;
Fığlalı, “Ali” md., s. 372.
[88] Turgay, a.g.e., s. 34.
[89] Akıncı, a.g.e., s. 276.
[90] Hadi Güneş, Hz. Ali Efendimizle Bir Gün Bir
Gece, Gelecek Yay., İstanbul, 2008, s. 140.
[91] Geniş bilgi için bkz. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. II,
Çağ Yayınları, İstanbul, 1992, s. 262-263.
[92] et-Taberi, a.g.e., C. II, s. 295 vd.
[93] Turgay, a.g.e., s. 35.
[94] Fığlalı, “AlFmd., s. 372.
[95] Turgay, a.g.e., s. 36.
[96] Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Tarihi,
C. II, Ensar Yay., İstanbul, 2011, s. 370.
[97] Akyüz, a.g.e., s. 202.
[98] Et-Taberi, a.g.e., C. IV s. 72.
[99] El-Mağlut, a.g.e., s. 234.
[100] Hüseyin Algül, İslam Tarihi, Gonca Yay.,
İstanbul, 1986, s. 469.
[101] Ziya Kazıcı, İslam Medeniyeti ve
Müesseseleri Tarihi, Kahraman Yay., İstanbul 2001, s.92.
[102] Taberî, a.g.e., C. III, s. 467.
[103] İbnü’l-Esir, El-Kamilfi’t-Tarih, (çev.
Ahmet Ağerakça), Bahar Yay., İstanbul, 1986, C.3, s.195.
[104] Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar
Kavgası, Fozitif Matbaacılık, Ankara, 2001, s.172.
[105] Taberî, a.g.e., C. III, s. 567 vd.
[106] İbnu’l-Esîr, a.g.e., C. III, s. 192.
[107] Dîneverî, el-Ahbaru’t-Tivâl, (Neş. Abdulmün’im
Âmir), Kahire, s. 163.
[108] İrfan Aycan, Muaviye Bin Ebi Süfyan,
Fecr Yay., Ankara, 1990, s.141.
[109] Taberî, a.g.e., C. IV, s. 43.
[110] Fığlalı, “Ali” md., C. II, s. 374.
[111] Taberî, a.g.e., C. IV, s. 49.
[112] Hucurât, 49/9.
[113] Nahl, 16/91,
[114] Fığlalı, “Ali” md., C. II, s. 373.
[115] Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, C. II, s. 264; İbrahim Hasan, İslam
Tarihi, C. I, (Trc. İsmail Yiğit - Sadreddin Gümüş), Kayıhan Yay., İstanbul,
1996, s. 348.
[116] el-Câhız, Ebu OsmanAmr b. Bahr, el-Beyân vet-Tebyîn, (Thk.
Abdusselam Muhammed Harun) C. I, Kahire, s. 130-131.
[117] Abdulhalik Bakır, Hz. Ali ve Dönemi,
Bizim Büro Bas., Ankara, 2004, s. 92.
[118] İbnü’l-Esir, a.g.e., C. III, s. 250.
[119] Sallâbi, a.g.e., s. 267.
[120] Tirmizi, Menakıb, 20.
[121] M. Yaşar Kandemir, “Ali” md., DİA, C. II,
İstanbul, 1989, s. 376.
[122] Sarıcık, a.g.e., s. 485.
[123] Kandemir, “Ali” md., s. 376.
[124] Muhammed b. Ebubekir Asfûrî, Hadis-i Arbaîn Şerhi Asfûrî,
Salah Bilci Kitabevi, İstanbul, 1967, s. 5 vd.; Nurettin Turgay, Kur’an’da
Mal Kavramı, Fecr Yay., Ankara, 2006, s. 53-55; Bursalı, a.g.e., s. 272-73;
Güneş, a.g.e., s. 95 vd.
[125] Hasan, C. II, a.g.e., s. 217.
[126] Bakır, a.g.e., s. 95.
[127] Kandemir, “Ali”md., s. 375.
[128] Algül, a.g.e., s. 546.
[129] Kandemir, “Ali”md., s. 375.
[130] Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesaî, Hadislerle
Hz. Ali, (Trc. Naim Erdoğan) İz Yay., İstanbul, 1999, s.126.
[131] el-Câhız, el-Osmaniyye, (Thk. Abussellam
Muhammed Harun), Kahire, 1955, s. 92-93.
[132] Tirmizî, Sünen, C. V, s. 630.
[133] Komisyon, Büyük İslam Tarihi Asrı Saadet Ashabı Kiram, C. I, (Haz.
Eşref Edip), Sebilürreşad Neşriyat, İstanbul, 1963, s. 326.
[134] Kandemir, “Ali” md., s. 375.
[135] Doğrul, a.g.e., s. 118.
[136] es-Suyutî, Tarihu ’l-Hulefa ’, Beyrut,
2003, s. 206.
[137] Kandemir, “Ali” md., s. 375.
[138] Doğrul, a.g.e., s. 117.
[139] Rivayet Tefsiri: Kur’an’ın ayetlerini yine ayetlerle, Hz.
Muhammed’in (sav) söz, fiil ve takrir şeklindeki sünneti ile, sahabe ve
Tabiinin sözleriyle tefsir etmektir.
[140] Dirayet Tefsiri ise, müfessirin akla dayanarak ictihad yolu
ile yaptığı tefsirdir. Hz. Muhammed’in beyanları da göz önünde bulundurulur.
[141] Turgay, a.g.e., s. 37.
[142] Yıldırım, a.g.e., s. 200.
[143] A’raf, 7/43.
[144] Hicr, 15/47.
[145] Zümer, 39/73.
[146] Nahl, 16/32.
[147] A’raf, 7/43.
[148] et-Taberi, Câmi’u ’l-Beyan An Te’vîli Âyi’l Kur ’an, C. XXVI,
(Thk. Sıdkı Hamid el-Attâr), Daru’l Fikr, Beyrut, 1995, s. 240.
[149] Tur, 52/1-6.
[150] Enbiya, 21/32.
[151] Tur, 52/6.
[152] Tekvir, 81/6.
[153] Turgay, a.g.e., s. 42.
[154] Turgay, a.g.e.,s. 43-44.
[155] Fatiha, 1/6.
[156] Tirmizî, Sevâbu’l Kur’ân, 14.
[157] Vehbe ez-Züheylî, el-Fıku ’l-İslâmî ve
edilletuhu, C. III, Dımeşk, 1999, s. 87.
[158] Bakara, 2/238.
[159] İbn Hambel, C. I, 591, 617.
[160] et-Taberî, Câmi\ C. II, s. 753.
[161] Al-i İmran, 3/42.
[162] Müslim, Fadâilu’s-Sahâbe, 69; Tirmizi, Menakıb,
61.
[163] Âl-i İmrân, 3/97.
[164] Tirmizî, Hacc, 3.
[165] Al-i İmran, 3/135.
[166] Ebû Dâvud, Vitr, 26.
[167] Al-i İmran, 3/200.
[168] et-Teberi, Cami’, C. IV, s. 293.
[169] Leyl, 92/5-10.
[170] Buhari, Tefsir, 6; Tirmzi, Kader, 6-7.
[171] Buhari, Tefsir, Sure: 92; Tirmizi, Tefsir, Sure
92.
[172] Bakara, 2/45-46.
[173] En’am, 6/125, Nahl, 16/97, Tevbe, 9/54, 98.
[174] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, C. I, s. 100.
[175] Komisyon, Büyük İslam Tarihi Asrı Saadet
Ashabı Kiram, C. I, s. 326; Kandemir, “Ali” md., s. 375.
[176] ed-Daremî, es-Sünen, C. I, s. 150.
[177] Bakır, a.g.e., s. 103.
[178] Tirmizi, Tefsir, 4.
[179] Kandemir, “Ali” md., s. 375.; Bakır, a.g.e., s.
103.
[180] Buhari, İlim, 39, Cihad,17.
[181] Kandemir, “Ali” md., s. 375.
[182] Müslim, Ehadi, 43-45.
[183] Cl. Huart, İslam Ansiklopedisi, “Ali b.
Ebu Talib”, C. I, MEB. Yayınları, Eskişehir, 1997, s. 308.
[184] Kandemir, “Ali” md., s. 375; Uyar, a.g.e., s.
52.
[185] Ömer Rıza Doğrul, Büyük İslam Tarihi, C.
V, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1978, s. 118.
[186] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, C. IV, s. 95.
[187] Tirmizî, Menakıb, 20.
[188] İbn Kesir, El-Bidaye ve ’n-Nihaye, C. VII, (Çev., Mehmet
Keskin), Çağrı Yayınları, İstanbul, 1994, s. 549.
[189] en-Nesai, Hadislerle Hz. Ali, s. 85.
[190] İbn Kesir, a.g.e., C. VII, s. 548.
[191] Sarıçam- Erşahin, a.g.e., s. 141.
[192] Bakır, a.g.e., s. 97.
[193] Komisyon, Büyük İslam Tarihi Asrı Saadet
Ashabı Kiram, C. I, s. 326.
[194] Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, C. II, Çağ Yay., İstanbul 1986, s. 264.
[195] Buhari, Tefsir, 2-6.
[196] Bursalı, a.g.e., s. 271.
[197] Bursalı, a.g.e., s. 280.
[198] Çetin, a.g.e., s. 155
[199] Algül, a.g.e., s. 46
[200] M. Yaşar Kandemir, '“Ali b. Ebu Talip”,
İslam Ansiklopedisi, C. II, İstanbul, 1989, s. 43.
[201] Bakır, a.g.e., s. 97.
[202] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. I, s. 96.
[203] Bakır, a.g.e., s. 98
[204] Buhari, İlim.
[205] Doğrul, a.g.e., s. 119.
[206] Ahmet b. Hambel, Mesned, C. I, s. 130.
[207] Ebu Davud, Meshin Kefıyeti Bölümü.
[208] Doğrul, a.g.e., s. 119-120.
[209] Bakır, a.g.e., s. 98-99.
[210] Bakara, 2/177.
[211] et-Teberi, Cami’, C. II, s. 143.
[212] İbnü’l-Esir, a.g.e., C. III, s. 349.
[213] Bakara, 2/180.
[214] et-Teberi, Cami’, C. II, s. 165.
[215] Buhari, Vesaya, 2.
[216] Bakara, 2/184.
[217] et-Teberi, Cami’, C. II, s. 188-89.
[218] Bakara, 2/185.
[219] et-Teberi, Cami’, C. II, s. 201, 208.
[220] Geniş bilgi için bkz., (Komisyon), Kur’an Yolu, C. I, Diyanet
İşleri Baş. Yay., Ankara 2003, s. 184; Elmalı M. Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur’an Dili, C. I, Akçağ Yay., Ankara 1995. s. 514 vd.
[221] Bakarı, 2/187.
[222] et-Teberi, Cami’, C. II, s. 238.
[223] Bakara, 2/196.
[224]Muvattâ, Hacc, 51;
et-Teberi, Cami’, C. II, s. 283,286.
[225] Bakara, 2/196.
[226] et-Teberi, Cami’, C. II, s. 283, 286.
[227] Buhari, hacc, 104, Tefsir (Sure:2) 35.
[228] Bakara, 2/226.
[229] Halil Gönenç, el-Mevsu ’at’l-fıkhiyye
el-Muyessere, C. I, Seha Neşriyat, İstanbul 1992. s. 48.
[230] Yazır, a.g.e. C. II, s. 79 vd.
[231] et-Teberi, Cami’, C. II, s. 569, 599.
[232] Bakara, 2/229.
[233] Gönenç, a.g.e., C. I, s. 344.
[234] Nisa, 4/11.
[235] Tirmizi, fera’id, 5.
[236] Nisa, 4/23.
[237] et-Teberi, Cami’, C. IV, s. 425.
[238] Nisa, 4/29.
[239] et-Teberi, Cami’, C. V, s. 47.
[240] Turgay, a.g.e., s. 70.
[241] Nisa, 4/35.
[242] et-Teberi, Cami’, C. V, s. 101-103.
[243] Turgay, a.g.e., s. 70.
[244] Kandemir, “Ali” md., s. 375.
[245] Doğrul, a.g.e., s. 120.
[246] Komisyon, Büyük İslam Tarihi Asrı Saadet
Ashabı Kiram, C. I, s. 327.
[247] Nehcü ’l-Belâğa, (çev. Kadri Çelik) s.
592.
[248] İbn Kesir, a.g.e., s. 553.
[249] Bakır, a.g.e., s. 100.
[250] et-Taberi, a.g.e., C. IV. s. 9.
[251] Tirmizi, Ahkam, 5; Nesai, Hadislerle Hz.
Ali, s. 34.
[252] İbn Kesir, a.g.e., s. 553.
[253] Muhammed Hamidullah, el-Vesaiku ’Siyasiyye, (Çev. Vecdi
Akyüz), Kitabevi yay., Tarihsiz, (80 d ves.) s.186.
[254] Bakır, a.g.e., s. 101.
[255] Ahmet b. Hambel, Müsned, C. I, s. 100
[256] Bakır, a.g.e., s. 102.
[257] Bakır, a.g.e., s. 106.
[258] Hasan, a.g.e., s. 220.
[259] Bakır, a.g.e., s. 106-107; Suruç, a.g.e., C.
II, s. 317 vd.
[260] Bursalı, a.g.e., s. 280.
[261] Algül, a.g.e., s. 46; Bakır, a.g.e., s. 107;
Bursalı, a.g.e., s. 279-80.
[262] Turgay, a.g.e., s. 54.
[263] Bakır, a.g.e., s. 108.
[264] Suyuti, Tarihu ’l-Hulfa, s. 222.
[265] Hasan, a.g.e., C. I, s. 349.
[266] Bakır, a.g.e., s. 109.
[267] Bkz. Kandemir, “Ali” md., s. 375.
[268] Büyük İslam Tarihi Asrı Saadet Ashabı Kiram,
C. I, s. 327.
[269] et.Taberi, Tarih, C. II, s. 211.
[272] Bakır, a.g.e., s. 110-111.
[273] Bakır, a.g.e., s. 111.
[274] Bakır, a.g.e., s. 111-112.
[275] Bakır, a.g.e., s. 112.
[276] Ülkü, a.g.e., s. 358.
[277] Bakır, a.g.e., s. 112-113.
[278] Bk. Nehcü’l-Belağa.
[279] Geniş bilgi için bkz., Kanemir, “Ali” md., s.
375.
[280] Bakır, a.g.e., s. 114.
[281] et-Taberi, a.g.e., C. II, s.448.
[282] Fığlalı, İmam Ali, s. 67.
[283] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, (çev.,
Dadri çelik), Ferec Yayınları, tarihsiz, s. 88-89.
[288] Mü’minun, 23/23.
[289] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 146.
[290] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 164.
[291] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 375;
Güneş, a.g.e., s. 113 vd.
[292] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s.355 vd.
[293] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 446.
[294] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 431.
[295] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 467.
[296] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 479.
[297] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 480.
[298] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 481.
[299] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 457-58.
[300] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 486.
[301] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 488.
[302] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 449.
[303] Güneş, a.g.e., s.84.
[304] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 493.
[305] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 495.
[306] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 509.
[307] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 452.
[308] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 512.
[309] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 431.
[310] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 432.
[311] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 433.
[312] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 434.
[313] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 436.
[314] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 437.
[315] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 438.
[316] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 439.
[317] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 440.
[318] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 441.
[319] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 442.
[320] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 443.
[321] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 444.
[322] Enfal, 8/28.
[323] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 445.
[324] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 449.
[325] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 450.
[326] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 451.
[327] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 452.
[328] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 464.
[329] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 464.
[330] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 467.
[331] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 468.
[332] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 471.
[333] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 472.
[334] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 473.
[335] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 474.
[336] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 477.
[337] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 480.
[338] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 483.
[339] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 484.
[340] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 485.
[341] A’raf, 7/138.
[342] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 486.
[343] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 488.
[344] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 489.
[345] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 490.
[346] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 491.
[347] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 492.
[348] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 493.
[349] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 494.
[350] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 497.
[351] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 499.
[352] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 503.
[353] Hadid, 57/23.
[354] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 506.
[355] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 507.
[356] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 508.
[357] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 509.
[358] Seyyid Razi, Nehc’ül-Belağa, s. 511.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar