Print Friendly and PDF

MUGÎRE B. ŞU‘BE… (HAYATI - ŞAHSİYETİ - DEVLET ADAMLIĞI)

 



Hazırlayan: Melek YILMAZ

Son Peygamber Hz. Muhammed’in risaletiyle, “cahiliyye” vasfından arınarak yeni bir kimlik kazanmaya muvaffak olan Arabistan yarımadası, artık “müslümanlar” olarak hayatlarına yön vermeye çalışan insanların başlattığı, Medine’ye hicret ve bilhas­sa Mekke’nin fethi ile farklı bir boyut kazanan yepyeni bir oluşuma, bir İslâm devletine anavatanlık etmiştir. Hz. Peygamber zamanında temelleri atılan bu devlet, onun vefatın­dan sonra Hz. Ebu Bekir’in “halife” olmasıyla yeni bir sürece girmiştir. Râşid halifeler devri olarak anılan bu süreç, müslümanların hem halihazırdaki hem de gelecekteki du­rumlarını belirleme noktasında hayli etkin bir dönem olmuş; İslâm tarihinde kırılma noktaları veya mihenk taşları mahiyetinde bazı hadiselere zemin teşkil etmiştir.

Devlet başkanı seçimleri, mürtedlerin isyanları, büyük fetihler, iç savaşlar, veli­ahtlık uygulamasının zuhuru vs. gibi, İslâm tarihinin çeşitli ilklerine tanıklık eden bu zaman diliminde, bazı insanlar belirleyici ve önemli isimler olarak ortaya çıkmış; “Arap dehâları” olarak bilinen bu kişiler, özellikle anarşi dönemlerinde olaylara yön veren karakterleri canlandırmışlardır. Bu yönleri hasebiyle yaşadıkları toplumun “dört Arap dâhîsi” dediği insanlardan Amr b. el-Âs, Muaviye b. Ebî Süfyan, Ziyad b. Ebîh hakkın­da bazı müstakil çalışmalar kaleme alınmışsa da dâhîlerin dördüncüsü olan Mugîre b. Şu'be hakkında, inceleyebildiğimiz kadarıyla müstakil bir akademik çalışma yapılma­mıştır. Bu nedenle, söz konusu kişinin değişik yönleriyle hayatı bu araştırmanın konusu olarak belirlenmiştir. Bu araştırmada amaç, kaynaklar vasıtasıyla doğru bilgiyi elde et­mek, karşılaştırmalı okumalarla çerçeveyi genişletmek ve ulaştığımız bilgiler ölçüsünde Mugîre b. Şu'be’nin hayatını her yönüyle tanımak ve tanıtmaktır.

İSLÂM’DAN ÖNCE TAİF VE SAKÎFOĞULLARI

TAİF

İslâm coğrafyacılarının genellikle Arabistan yarımadasının önemli ve müstakil bir bölgesi olarak tanıttığı ve konumuza giriş açısından üzerinde durulması gereken Hi­caz bölgesi, yarımadanın batı kısmında, Necid yaylaları ile sahildeki Tihame ovaları arasında yer alır. Kendi içinde kuzey, orta ve güney şeklinde üç bölüme ayrılan Hi­caz’ın, güneyde Taif, Mekke ve Cidde dolaylarından kuzeyde Medine ve Yenbu’a kadar uzanan orta kısmı, İslâm dini ve tarihi bakımından bölgenin en önemli parçasıdır.[1]

Hicaz’ın önde gelen şehirleri, Mekke, Medine ve Taif’tir ki bunların başında bölgenin merkezi sayılan Mekke gelir. Gerek coğrafî konumu ve gerekse geçmişten gelen dinî prestijini, önde gelen bir ticaret merkezi olma özelliği ile birleştirmesini iyi bilen Mekke’nin aksine Medine, tarım ile ayakta durmaktaydı.[2] Taif ise güçlü Mekke’nin uyuşturucu ikliminden kurtulmak isteyenlerin sayfiyesi konumundaydı.[3]

İşte bu noktada, Mugîre b. Şu'be’yi daha iyi tanımak için, Taif şehrinin genel görünümüne değinmek, konumuzun bütünlüğü açısından tamamlayıcı olacaktır.

Mekke’nin güneyinde, kuruluşu eski ve küçük bir şehir olan Taif[4], daha önce, Mekke’nin ilk sakinleri oldukları rivayet edilen Amalika kavmine mensub Vecc b. Abdilhayy’a nisbetle anılan Vecc Vadisi’ne atıfla “Vecc” şeklinde isimlendirilmişti. Hicaz’ın en serin ve yağışlı iklimine sahip olan, hatta “bölgede suyun donduğu tek yer” olarak Arap şiirlerinde adından bahsettiren Taif, verimli arazileriyle bölgenin diğer şe­hirlerini geride bırakmıştı. Şehirde bir yandan en kârlı tarım ürünleri yetiştirilip ihraç edilirken diğer yandan dericilik[5], avcılık ve arıcılık da Taif halkında ön plana çıkan meşgalelerdi.[6] Ticarî sahada da önde gelen Taifin, Mekke’nin yanı sıra Yemen[7], İran ve Irak ile de ticarî ilişkiler içerisinde olduğu bilinmektedir.[8]

Mekke’den sonra Hicaz’da, iktisadî önem arzeden ikinci şehir olan Taifin ismi, daima Mekke’yle birlikte anılagelmiş; “Mekke Taiften, Taif Mekke’dendir” denilmiş­tir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de geçen “karyeteyn”[9] tabiri ile “Mekke ve Taif’in kaste­dilmiş olması, bu iki şehrin yakınlığını gösteren dikkat çekici bir ifadedir.[10]

Mekke ile Taif arasında iktisadî, ictimaî, dinî ve siyasî anlamda oldukça güçlü bağlar vardı. Taiften Mekke’ye her gün yola çıkan kafileler, yalnızca ticarî değil dinî bir işlev de görmekteydi. Örneğin, ihraç mallarından sadece biri olan üzüm, Mekke hal­kı için büyük şeref ve itibar vesilesi olan “sikâye” (hacılara içecek temini) vazifesinin yerine getirilmesinde kullanılmaktaydı.[11]

Kureyş ile Sakîf kabilesi bilhassa kabilenin Ahlâf kolu arasında kurulan evlilik bağları da aradaki ilişkiyi iyice güçlendirmişti.[12]

Ayrıca, Arapların en büyük putlarından olan Lât mabedinin burada bulunması Taifi, Mekke’den sonra en önemli dinî merkez konumuna getirmişti.[13] Üstelik Arabis­tan yarımadasında ticarî yön dışında dinî ve kültürel öneme de sahip olan Ukaz Çarşısı, Sakîf’in nüfuz alanında idi. Öyle ki, “Ukaz, Taifin işlerindendir” denilmekteydi.[14]

Titizlikle sürdürülen bu ilişkiler, daha önce olduğu gibi, Asr-ı Saadet’ten itibaren de kendini gösterecek ve Taif, Hz. Peygamber’e karşı Kureyş’le birlikte hareket edecek­tir.

Tüm bu ortak pay ve paydalar çerçevesinde, pek çok Mekkelinin Taif’te mesken ve arazisi olduğu gibi, Mekke’de yerleşen Taiflilerin sayısı da az değildi. [15]

  BENÎ SAKÎF

Taif, Sakîf kabilesinin merkeziydi.[16] Kaynaklarda Sakîf’in nesebi hususunda farklı rivayetler ileri sürülmüştür. Kabilenin, Mekke’nin ilk sakinleri oldukları rivayet edilen Amalika kavminden olan Semud’un, Taif topraklarından kuzeye göçü esnasında geride kalan kısmı olduğu rivayet edilmiştir.[17] Bazılarına göre Sakîf kabilesi Ma'ad so­yundan gelen İyad’a[18], oradan da Nizar’a dayanırken[19], bazıları ise kabileyi Hevazin’e, oradan da Mudar’a dayandırmıştır[20].

Sakîf kabilesi, kendilerinden önce şehrin hâkimi olan Âmiroğullarını, toprakları­nı ekip biçme işini üstlenme ve elde edilen ürünü yarı yarıya paylaşma şartıyla anlaşma yapmaya ikna etmiş, zamanla güçlenince anlaşmayı bozmuş ve şehirden çıkarmak sure­tiyle onları ustaca bertaraf etmeyi başararak şehrin tek hâkimi olmuştu. Ancak daha sonra kendi aralarında ortaya çıkan iktidar ve itibar mücadelesi sonucu halk, Ahlâf ve Benî Mâlik kolları altında, birbirine düşman iki büyük zümreye ayrılmıştı.[21]

Ahlâf, gerek şehrin elde edilmesinde daha önemli bir rol oynaması, gerekse Lât mâbedinin bakımı (Sidâne) vazifesini üstlenmesi hasebiyle büyük itibar elde etmiş, Benî Mâlik’e nazaran daha az kadîm ve daha az mal-mülk sahibi olsalar da, bu şekilde usta bir siyasetle eksikliklerini bertaraf etmeyi bilmişti. Nitekim onların bu özelliklerini teyid sadedinde, “Taifin, şairleri gibi, en usta siyasetçileri de Ahlâktandır” denilmişti.[22]

İşte, Mugîre b. Şu'be de Sakîf kabilesinin Ahlâf kolundan idi.


BİRİNCİ BÖLÜM

MUGÎRE B. ŞU'BE’NİN HAYATI

SOYU VE AİLESİ

SOYU

Sakîf kabilesinin Ahlâf koluna mensup olan Mugîre b Şu'be, M. 600 yılında Taif’te doğmuştur.[23] Soy şeceresi, Mugîre b. Şu'be b. Ebî Âmir b. Mesud b. Muatteb b. Mâlik b. Ka’b b. Âmir b. Sa'd b. Avf b. Kays es-Sakafî şeklindedir.[24] Künyesi, “Ebu Abdillah” olup “Ebu İsâ” da denmiştir.[25] Kaynaklarda, “Ebu İsâ” künyesinin ona, Hz. Peygamber tarafından verildiği; ancak daha sonra Hz. Ömer tarafından “Ebu Abdillah” şeklinde değiştirildiği zikredilmektedir.[26] Ayrıca “Ebu Muhammed”[27] ve “Ebu Mûsa”olarak da künyelendirilmiştir[28]

Mugîre b. Şu'be’nin mensub olduğu Sakîf kabilesinin bu ismi Kasiyy adlı bir ki­şiden aldığı rivayet edilmektedir. Onun şeceresi ise kaynaklarda, Kasiyy b. Münebbih b. Bekr b. Hevazin b. Mansur b. İkrime b. Hafsa b. Kays b. Aylan şeklindedir. O, işlediği bir cinayet nedeniyle Yemen topraklarından ayrılmış ve doğu yönünde ilerleyerek Va- di’l-Kurâ’ya gelmiştir. Burada yaşlı ve kimsesiz bir Yahudi tarafından evlat edinilmiş­tir. Bir süre sonra ölen bu kadın, ona bir üzüm fidanı bırakarak verimli bir arazi bulup dikmesini vasiyet etmiştir. Bu vasiyeti yerine getirmek üzere yola çıkan Kasiyy, Vâdi’l- Vecc (Taif) topraklarına ulaşmıştır. Daha sonra buranın hakimi olan Âmir b. Zarb el- Advanî’nin himayesine girmiş, kızıyla evlenmiş, zamanla güçlü bir hale gelince de ida­reyi ele geçirmiştir. Böylece kendi nüfuzu da diktiği fidan gibi büyümüş ve güçlenmiş­tir. Hatta bu hususta “ne sakîf (zeki, kurnaz, becerikli) adam!” şeklinde darb-ı mesel dahi söylenmiştir.[29] Taif bundan sonra Hicaz’ın orta yerinde, güçlü Mudar ve Yemen kabilelerinin arasında, aziz ve muhkem bir şehir olmayı başarmıştır.[30]

Sakîf kabilesinin atası hakkında farklı bir görüş daha vardır. Şöyle ki, Allah, Semud kavmini helak ettiğinde bir kişi, Kâbe’de bulunduğu için bu felaketten kurtul­muştur. O da Sakîf kabilesinin atası olduğu rivayet edilen “Ebu Rigâl”dir.[31]

Ebu Rigâl’in, Ebrehe Kâbe’yi yıkmak üzere Yemen’den yola çıkarak Taife gel­diğinde, Sakîf kabilesinin, rehberlik etmesi için Ebrehe ile gönderdiği kişi olduğu da mevcut bilgiler arasındadır.[32]

B- AİLESİ

Mugîre b. Şu'be’nin anne ve babasına dair kaynaklardaki bilgiler yok denecek kadar azdır. Annesinin, Ümmü Abdillah b. Hevazin, bir başka rivayete göre Ümame binti Efkam b. Ebî Amr adında[33], Hevazin kabilesine mensub Benî Nasr b. Muaviye’den[34] olduğu belirtilmektedir.[35] Babasının hayatı, meşgalesi vs. hakkında ise bir malumata rastlanmamıştır.

Öte yandan Mugîre’nin, çokça evlenip boşanan birisi olduğu rivayet edilmekte­dir.[36] O, Ebu Süfyan b. Harb’in üç[37] veya dört[38] kızıyla evlenmiştir. Mugîre ayrıca Sa'd b. Ebî Vakkas’ın kızı[39]; Haccac b. Yusuf’un annesi Feria[40]; amcası Urve b. Mesud’un eşi Meymune[41]; Kureyş’in meşhur liderlerinden Ukbe b. Ebî Muayt’ın torunu olan Ümmü Eyyub binti Umâne b. Ukbe[42] ve Hz. Peygamber’in büyük kızı Hz. Zeyneb’den olan torunu Ümâme ile de evlenmiştir.[43] [44]

Buhârî’de geçen bir hadiste belirtildiğine göre, Mugîre b. Şu'be, amcasının kızı olan bir kadınla evlenmek istemişti. Ancak Mugîre, ona (nikah velayeti hususunda) in­sanların en yakını olduğundan, kadının veliliğini başka bir adama tahdis etti; o da  Mugîre yi bu kadınla evlendirdi.

Mugîre’nin, toplumun önde gelen aile kızlarıyla evlilikler yaptığı görülmektedir ki, bu durum aynı zamanda onun, sahip olduğu sosyal statüsü hakkında da bir izlenim verebilmektedir.

Kaynaklar, bu sahabinin oğullarından bahsederken, Urve[45], Mutarrif, Hamza, Ya'fur, Gıfar, Ammar, Mugîre, Ca'fer, Akkar ve Yahya isimlerini zikreder.[46] Bunlardan Urve ve Hamza’nın annesi, Hafsa b. Sa'd b. Ebî Vakkas; Mugîre’nin annesi, Aişe b. Cerir b. Abdillah; Akkar’ın annesi, Ümmü Muhammed b. Münebbih iken[47], Mutarrif’ın annesi, Mugîre b. Şu'be’nin Maskala b. Hubeyre eş-Şeybanî’den aldığı bir cariyedir.[48] Yahya’nın annesi ise Hz. Peygamber’in torunu Ümâme’dir.[49]

Mugîre b. Şu'be’nin çocukları da babaları gibi toplum içinde yer edinmiş kimse­lerdi. Dolayısıyla onlardan bazılarının Emevî iktidarında önemli idarî görevlerde yer aldıkları görülmektedir. Kendisi de bir Sakîfli olan Haccac b. Yusuf, Irak valisi oldu­ğunda, Urve’yi Kufe’ye, Mutarrif’i Medain’e, Hamza’yı da Hemedan’a vali tayin etmiş­tir.

Mutarrif, Medain valiliğini yürüttüğü sırada birtakım haricî fikirleri benimsemiş; Emevî yönetimini, yeni bidatler uydurmak, emirlik işini şûrâyla seçmemek ve Kur’ân ile Sünnet’e aykırı hareket etmekle suçlayarak idareye karşı muhalefet başlatmıştır. Dö­nemin Hemedan valisi olan kardeşi Hamza’dan destek istemişse de bu, Haccac tarafın­dan Hamza’nın hapsedilmesi suretiyle engellenmiştir. Bu mücadele sonunda Mutarrif ve adamları öldürülmüştür. Öldürülen kişiler arasında, Mugîre b. Şu'be’nin azatlı kölesi ve Mutarrif’in sancak taşıyıcısı olan Yezid b. Ziyad da vardı.[50]

Bu muhalefet günlerinde Haccac, Mutarrif’in, Mugîre’nin değil, Şeybanlı Maskala b. Hubeyre’nin çocuğu olduğunun iddia edildiği, fakat daha sonra yine Mugîre’ye nisbet edilerek Maskala’ya had vurulduğuna dair bir olaya gönderme yapar; Mutarrif’e “Sen İbn Maskala’sın; Sakîfli olsaydın emîre isyan etmezdin” derdi.[51]

Kaynaklar ayrıca, Mugîre b. Şu'be’nin amcası[52] ve Sakîf eşrâfından olan Urve b. Mesud’dan bahsetmektedir. Annesi, Süveybe b. Abdişems[53], babası ise Sakîf’in lider şahsiyetlerinden Mesud b. Muatteb olan Urve, kabilesi Sakîf’e ilk kez İslâm’ı tebliğ ederken öldürülmüştür.[54]

Müslüman olmadan evvel, Kureyş’in de güvendiği ve itibar gösterdiği şahsiyet­lerden olan Urve b. Mesud, Hudeybiye Musâlahası sürecinde Hz. Peygamber ile Kureyş liderleri arasında elçilik yapmıştır.[55] Onun, kavmini İslâm’a davet ederken şehit edildi­ğini öğrenen Hz. Peygamber, “O, Âl-i Yâsin’e benzer” buyurmuştur.[56]

Son olarak, ismi malum olmamakla birlikte, kaynaklar, Hz. Peygamber’in Taif Kuşatması’nı kaldırmasının ardından, meşhur kabile liderlerinden biri olan Sahr tarafın­dan esir alınan; ancak Mugîre’nin bunu Hz. Peygamber’e bildirmesi üzerine serbest bırakılması emredilen halasının varlığından bahseder.[57]

Mugîre b. Şu'be’nin şeceresi

Kays
t
Avf
t
Said

Âmir
t
Ka'b
t
Mâlik
t
Muatteb
t
Mes'ud
t

Ebu Âmir

t

Şu'be
t
MUGIRE

Urve Mutarrıf Hamza Ya'fur Gıfar Ammar Mugîre Ca'fer Akkar Yahya

II- MÜSLÜMAN OLUŞUNA KADAR MUGÎRE B. ŞU'BE

Kaynaklar, Mugîre b. Şu'be’nin Medine’ye gelerek müslüman oluşunu şu olaya bağlayarak anlatmaktadır: Sakîfin iki büyük zümresinden biri olan Benî Mâlik’e men­sup bir grup, Mısır’a gitmek üzere toplanınca Mugîre de onlarla gitmek istemişti. Am­cası Urve b. Mes’ud, grupta kendi akrabaları olan Benî Ahlâf’tan kimse olmadığı, dola­yısıyla bu yolculuğa çıkmaması hususunda onu uyarmışsa da, o dinlemeyip yola ko­yulmuştu. Mısır’a vardıklarında Mukavkıs’la görüşen Mugîre, bu gruba sözcülük yap­mıştı. Birkaç günün ardından Mukavkıs’ın ikram ettiği hediyelerle geri dönerken gru­bun, hediyeleri satıp kendisine hakkını vermemesi üzerine onları öldürmüş ve yanların­daki her şeyi almak suretiyle Medine’ye gelerek müslüman olmuştu. İki taraf arasında yeni bir karışıklığa yol açacak olan bu olay, Urve’nin öldürülen kimselerin diyetlerini ödemesi suretiyle halledilmişti. [58]

Mugîre b. Şu'be’nin, aralarında geçmişe dayanan köklü bir rekabetin varlığına rağmen, içlerinde kendisinden başka hiçbir Ahlâflının bulunmadığı bu grupla Mısır’a gitmek isteyişinin nedeni, ticarî kazanç olarak belirtilmektedir.[59]

Mugîre’nin Medine’ye gelmeden evvel Taif’teki hayatı hakkındaki mevcut bilgi­ler bunlarla sınırlı kalmaktadır. Onun M. 600 yılında doğduğu ve Hendek harbi senesi (5/627)[60] veya Hudeybiye Musâlahası (6/628) öncesi[61] müslüman olduğu kabul edilirse, 27 yıl kadar Taif’te yaşadığı, dolayısıyla genç yaşta müslüman olduğu ortaya çıkmakta­dır.

MÜSLÜMAN OLUŞU VE SONRAKİ FAALİYETLERİ

Mugîre b. Şu'be, müslüman olduktan sonra gerek Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn dönemlerinde, gerekse Emevîlerin iktidarda olduğu yıllarda pek çok önemli olayda aktif roller almaktan çekinmemiş; bilhassa iç karışıklık dönemlerinde sahneye çıkmıştır.

Mugîre’nin adının geçtiği yerler, genellikle İslâm tarihinde dönüm noktası sayı­labilecek, üzerinde hâlâ tartışmaların yapıldığı hadiselerdir. İslâm fütûhâtı, Hz. Osman’ın katli süreci, Tahkim Hadisesi ve Yezid’in veliaht oluşu gibi başlıklar bunlardan sadece birkaçıdır.

MÜSLÜMAN OLUŞU

Daha önce de belirtildiği üzere, Mugîre b. Şu'be Benî Mâlik’ten on üç kişiyi öldürdükten sonra Medine’ye gelmiş ve müslüman olmuştur.[62]

Bazı tarihçiler, Mugîre’nin müslüman olma nedenini, bu olaydan sonra Taif’ten uzaklaşmak durumunda kalmasına bağlasa da, öldürülen kimselerin diyetlerinin Urve b. Mesud tarafından ödendiği ve sorunun halledildiği de bilinmektedir.

Mugîre b. Şu'be, öldürdüğü kimselerin mallarıyla birlikte Hz. Peygamber’e gel­diğinde, Allah Rasûlü: “Seni hidayete erdiren Allah’a hamd olsun” diyerek memnuniye­tini belirtmiş; hibe etmek istediği malları ise gasp olarak niteleyerek kabul etmemiştir. Mugîre ise bu olayın müslüman olmadan evvel gerçekleştiğini ifade edince, Hz. Peygamber: “İslâm, kendinden önceki her şeyi siler” buyurmuştur.[63]

Hasan İbrahim Hasan, eserinde Amr b. el-Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa ile birlik­te Habeşistan’a hicret etmiş olan muhacirleri geri almak üzere, Muaviye b. Ebî Süfyan ile Mugîre b. Şu'be’nin de oraya gönderilmiş olduğunu bildirmektedir.[64] Ancak, ulaşı­labilen hiçbir kaynakta, Muaviye ile Mugîre’nin bu şekilde Habeşistan’a gittiklerine dair her hangi bir bilgiye rastlanmamıştır.[65] Zaten, Mugîre b. Şu'be’nin müslüman ol­duğu tarih hakkında belirtilen rivayetler, aralarında bazı farklılıklar olsa da, Habeşistan’a hicret olayından çok sonraki yıllara tekabül etmektedir.

Sonuç olarak, ana hatlarıyla bakıldığında, onun İslâm’la müşerref olduğu dö­nem, aynı zamanda müslümanların içinden geçmekte olduğu kritik zamanlardı. Bir yan­dan büyük savaşlardan çıkılmış, bir yandan da Hudeybiye görüşmeleri gibi oldukça ha­raretli geçen bir sürece girilmişti.

Gayet zeki ve amcası Urve b. Mesud gibi muteber bir kimse olduğundan, Mugîre’nin müslüman olması müşriklere son derece ağır gelmiştir.[66]

B- HZ. PEYGAMBER DÖNEMİ

Hudeybiye öncesi müslüman olup, musâlaha sürecinde Hz. Peygamber’in ya­nında yer alan Mugîre, karşılıklı görüşmelerin devam ettiği sırada gelen Kureyş-Sakîf müşterek heyetinin karşısında Allah Rasûlü’nün muhafızlığını yapmıştır.[67]

Bu görüşmeler esnasında, Hz. Osman Kureyş’e elçi olarak gönderilmiş, orada hapsedilince, müslümanlar arasında onun öldüğü haberi yayılmıştır. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Rıdvan Ağacı altında ashâbını toplayarak, sonuna kadar birlikte mücadele edeceklerine dair onlardan söz almıştır.[68] Kureyş’i büyük bir endişeye sevkederken, müslümanları birbirine daha sıkı bağlayan bu toplu beyata (Rıdvan Beyatı) Mugîre b. Şu'be de katılmıştır.[69]

O, Hudeybiye’den sonra bazı gazvelere de iştirak etmiş, hatta komutanlığını üst­lendiği başarılı bir seriyye de gerçekleştirmiştir.

Arabistan yarımadasının İslâmlaşma sürecinde bir dönüm noktası olan Mek­ke’nin fethinden sonra, Taif ve Necid taraflarında, müslümanlara karşı bazı hareketlen­meler görülmüştür. Nihayetinde, bu civardaki Taif ve Hevazinliler müslümanlarla sa­vaşmış ve hezimete uğramışlardır.[70] Huneyn veya Hevazin savaşı denen bu vakaya Mugîre b. Şu'be de katılmış[71], kendi kabilesine karşı müslümanların yanında yer almıştır.

Huneyn’in ardından geride kalan Sakîf ve Hevazinliler, Taife sığınarak birlikte ayakta kalmaya çalışmışlardı. Zira hem Kureyş hem de civardaki Yahudi toplulukları, artık müslümanlara karşı durabilecek bir güç olmaktan çıkmıştı.[72]

Hz. Peygamber, Hevazin savaşının sonunda Taife kaçanlarının peşini bırakma­mış, Taifi kuşatmaya karar vererek meseleye son noktayı koymak istemiştir. Ancak, sağlam surlarla çevrili, halkı zengin ve savaş hususunda maharetli olan bu muhkem şeh­ri ele geçirmek hiç de kolay değildi.[73] Hz. Peygamber, bu direnişi kırmak için son ola­rak Taif için çok önemli olan üzüm bağlarını kesme kararı aldı. Bunun üzerine, Mugîre ve Ebu Süfyan Taife gitmiş, kendilerinden eman aldıktan sonra Sakîf halkıyla görüş­müştür. Bu görüşmede Sakîfliler, Hz. Peygamber’den yeniden imarı mümkün olmayan bu bağları kesmemesini talep etmiş, Allah Rasûlü de onların bu isteklerini kabul etmiş­tir.[74] Muhasarayı şimdilik kaldırma kararı alan Hz. Peygamber, başka bir yol tercih etti: Taifi daha geniş çaplı bir muhasara altında bırakmak. Zira şehir, etrafını müslümanların oluşturduğu kocaman bir çemberin içinde kalmıştı.[75] Şehirden dışarı çıkamadıkları gi­bi, çıkan herkes de esir edilmekteydi. Giderek daralan bir çemberin içinde sıkışan Taif halkı, aralarında istişare ettikten sonra müslümanların gücünü kabul etmişlerdir. Bundan sonra Hz. Peygamber ile anlaşma arayışlarına giren Taifliler, aralarından bir grubu Medine’ye göndermişti.[76]

Hz. Peygamber’den, kabileleri, malları ve yurtları için yazılı bir emir alma niye­tinde olan heyet, Medine’ye yaklaştığında ashâbın bineklerini gözetmekte olan Mugîre b. Şu'be’ye rastlamıştır. Bu durum karşısında Mugîre, büyük bir sevinçle Allah Rasûlü’ne bunu müjdelemek istemişti.[77]

Heyeti Hz. Peygamber’in huzuruna getiren Mugîre, onların ağırlanması husu­sunda da itina göstermişti. Müslüman olmadan önce işlediği cinayetlerden dolayı çok üzgün olduğunu, bu mahcubiyeti az da olsa hafifletmek istediğini dile getiren Mugîre, Taif grubunu ağırlamak için Hz. Peygamber’den izin almıştı. Allah Rasûlü de onlar için Mescid-i Nebî’nin yanında çadırlar kurdurarak ikramda bulunmuştu.[78] Günler, hatta haftalar süren tartışmaların ardından Taif heyeti, müslüman olduklarını açıklamışsa da namaz ve putlarının yıkımı gibi hususlardan muaf olmak istediklerini söylemişlerdi.[79] Ancak, Hz. Peygamber’den red cevabı alan heyet, hiç olmazsa putlarını kendi elleriyle yıkmak istemediklerini söyleyince, Allah Rasûlü, Mugîre b. Şu'be ve Ebu Süfyan b. Harb’i Taifteki Lât putunu yıkmakla görevlendirmişti.[80]

Hz. Peygamber’in, bu işi yapmak üzere Mugîre gibi Sakîf’in özünden gelen ve Ebu Süfyan gibi, Sakîf kabilesiyle hem kan bağı hem de geçmişten gelen sıkı ilişkileri bulunan isimleri seçmesi mânidârdır. Ebu Süfyan’ın kız kardeş ve kızlarından bazıları Sakîflilerle evliydi. Zaten Mugîre onun damadıydı. Tüm bu sıkı bağlara atfen Ebu Süfyan’a “Sakîflilerin dayısı” denmekteydi.[81]

Mugîre ve Ebu Süfyan, vazifeyi yerine getirmek üzere Taife yaklaştıklarında aralarında geçen müzakere neticesinde Mugîre şehre girmiş, Ebu Süfyan ise onu dışarı­da beklemişti.[82] Bu şekilde mabedin yanına giren Mugîre, bir yandan putu yıkarken[83] öte yandan da Taif halkına, putların hiçbir işe yaramayan taşlardan ibaret olduklarını anlatmaktaydı. Onlar ise hem bu yıkıma ağlamakta hem de Mugîre’nin de amcası Urve gibi öldürülmesinden korkmaktaydı.[84] [85] Tüm bu karmaşa sonrasında Mugîre, mabeddeki bütün mallara, hediyelere devlet adına el koyarak onları Medine ye getirmişti.

Böylece Mekke’den sonra ikinci büyük dinî merkez sayılan Taifte de, şirkin sembol ve iktidarı yıkılmış oldu. Üstelik bu yıkım, öteden beri Lât’ın bakım ve korumasını üstlenmiş olan Benî Muatteb’e mensup bir kişi tarafından gerçekleştirilmişti.

Mugîre b. Şu'be, 8/630 yılında vuku bulan ve ümmetin sınandığı bir süreç olan Tebük Seferi’ne de katılmıştır. Mugîre, bu sefer esnasında ordu Hicr mevkiinde konakladığı sırada, Allah Rasûlü’ne abdest alırken suyunu dökmek suretiyle yardım ettiğini anlatmaktadır.[86] [87] Bu bilgi, Buharî ve Müslim gibi hadis mecmualarında da gerek 124

Mugîre nin kendi ağzından gerekse başka sahabiler tarafından nakledilmektedir.

Mugîre b. Şu'be, Asr-ı Saâdet döneminde sadece gazvelere katılmakla kalma­mış, okur-yazar ve dil bilen birisi olduğu için, Hz. Peygamber tarafından, kabileler ara­sındaki yazışmalarda da kullanılmış, Allah Rasûlü’nün katipliği vazifesini üstlenmiştir.[88]

İslâm idaresi altına giren bölgelere, malî ve idarî hususlarda görevliler gönderil­diği gibi, sadece bu dini yayma, anlatma maksadıyla da elçiler gönderilmekteydi. Mugîre de bu amaç doğrultusunda Necran’a gönderilen “İslâm davetçisi” olmuştur.[89] [90] [91] [92]

Mugîre bu hususta şunları aktarır: “Necran’a vardığım zaman Hristiyanlar bana ‘Kur’ân’da Meryem hakkında onun Harun’un kardeşi olduğu ifadesi geçtiği (Mer- yem/19/28), halbuki Hz. Musa’nın kardeşi Harun ile Meryem arsında çok uzun bir za­man farkı bulunduğu’na dair soru sorup duruyorlardı. Ben de bunlara cevap veremedim. Medine’ye döndüğümde bunu Allah Rasûlü’ne anlatınca O: ‘Eskiden, peygamberlerin veya iyi insanların isimleri doğan çocuklara verilirdi. Oradaki ifade ile kastedilen de Harun Peygamber değil, Hz. Meryem in Harun adındaki kardeşidir buyurmuştu .

Mugîre, Hz. Peygamber vefat ettiğinde, Hz. Ömer ile birlikte Allah Rasûlü’nün yanına gitmiştir. Bu durumu kabul etmek istemeyen Hz. Ömer, onun ölmediğini sadece bayıldığını iddia edince, bu hakikati kabullenmesi hususunda teskin etmeye çalışmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Sen yalancı bir adamsın; zira Allah Rasûlü, münafıklar yok oluncaya kadar ölmeyecektir diyerek onu azarlamıştır.

Hz. Peygamber’in techiz ve tekfin işleriyle meşgul olunurken, Mugîre b. Şu'be Hz. Ömer’e gelerek, Ensâr’ın Benî Saîde’de toplandığını haber vermiştir. Onların kendi aralarında karar vererek halife seçmesi durumunda bir iç savaş çıkacağı endişesini dile getiren Mugîre’nin bu haberinden sonra Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’i de alarak oraya gitmiştir.12

Hz. Peygamber’in defninde de hazır bulunan Mugîre, defin esnasında yüzüğünü kabre düşürmüş, bu nedenle Allah Rasûlü’nün yanına indiğinde ona dokunmuş ve bu olaydan sonra kendisinin Hz. Peygamber’e “zaman itibariyle en son yakın olan kişi” olduğunu iddia etmiştir.[93]

C- DÖRT HALİFE DÖNEMİ

Mugîre b. Şu'be, Hz. Ebu Bekir döneminde İslâm devletinin muhafaza ve güç­lendirilmesi amacına yönelik mücadele ve fetihlerde yer alırken, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hilafeti ile Muaviye’nin iktidarı yıllarında ise gerek fetihlerde gerekse idarî ve siyasî alanlarda ön plana çıkmıştır.

Hz. Ebu Bekir Dönemi

Hz. Peygamber’in vefatının ardından Arabistan yarımadasının değişik bölgele­rinde, gerek İslâm’a ve gerekse İslâm devletine karşı isyanlar gerçekleşmiş; Allah Rasûlü’nün vefatını fırsat bilen bazı gruplar, irtidat ederek İslâm idaresine karşı çıkmış­lardır. Bunların bir kısmı, kalplerine İslâm’ın henüz yerleşmeyişi, eski örf ve inançları­nın etkisinden tam olarak kurtulamayışları gibi akidevî sebeplerle irtidat ederken; bir kısmı da siyasî, iktisadî ve ictimaî sebeplerle bu hareketlere girişmiştir.[94]

Hz. Ebu Bekir’in hilafet yıllarına rastlayan ve İslâm devletinin en önemli iç karışıklıklarından olan irtidat hareketlerine karşı, halife ve halk birlikte hareket etmiş, kararlı bir tutum sonucu bu zorluk aşılmıştır.[95]

İslâm devletinin bütünlüğüne yönelmiş bu bölücü hareketlere karşı girişilen mücadelede Mugîre b. Şu'be de yerini almıştır. O, Eş'as b. Kays[96] liderliğindeki mürtedlerin sığındığı Nüceyr civarına gönderilmiş, buradaki irtidat hareketlerinin bastırılması hususunda çaba göstermiştir.[97]

Yemen taraflarında başlayan irtidat hareketlerinden birinin lideri olan Müseylimetü’l-Kezzab ise, Necran’ın güneydoğusu ve Bahreyn’in batısında bulunan Yemame topraklarında faaliyet başlatmıştır.[98] Daha Hz. Peygamber zamanında bu tür iddialar ortaya atmaya başlayan Müseylime’ye karşı İkrime b. Ebî Cehil komutasında bir ordu gönderilmiş; takviye kuvvetlerle desteklenen bu mücadele Yemame fethedilin- ceye dek sürmüştür.[99] İşte Mugîre’nin de katıldığı, Yemame’de mürtedlere karşı girişi­len bu mücadele de başarı ile sonuçlanmış, İslâm birliği yeniden sağlanmıştır.[100]

İrtidat hareketleri nedeni ile aksayan İslâm fetihleri artık kaldığı yerden devam edebilirdi. Başkumandan Halid b. Velid idaresindeki müslüman ordusu, Irak-İran istikametindeki beldelerin fethi için harekete geçmiş, buradaki başarılı savaşların ardından ise Suriye-Bizans (Şam) cephesine yönelmiştir. Bu harekâtın sonunda cereyan eden ve Bizans’la ilk büyük savaş olan Yermük savaşı gerçekleşmiştir. Müslümanların zaferi ile sonuçlanan bu olay, Bizans, Akdeniz ve Afrika istikametindeki fetihlerin kapısı niteliğinde olup önemli bir yere sahiptir.[101] Bu savaşta Mugîre b. Şu'be de İslâm ordusu içerisinde savaşmıştır; hatta bu savaşta onun tek gözünü kaybederek kör olduğu da rivayetler arasındadır.[102]

Mugîre b. Şu'be, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde, aktif siyasette veya idarî işlerde değil, İslâm devletinin bütünlüğü ve güçlenmesi adına yapılan iç ve dış mücade­lelerde, adeta İslâm ordusunun bir mensubu olarak karşımıza çıkmıştır. Onun siyaset sahnesine çıkışı ise Hz. Ömer dönemi ile başlar, Yezid b. Muaviye’ye kadar devam eder.

Hz. Ömer Dönemi

Hz. Ömer, devlet adamı tayinlerinde, ehliyet ve liyakata itibar etmesinin yanı sı­ra, siyasî dehâ ve politik zekâya sahip insanların kabiliyetlerinden de istifade etmiştir. O, devrin siyasî dâhilerinden sayılan Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu'be, Muaviye b. Ebî Süfyan gibi isimlerden, devlet hizmetlerinde gereğince yararlanmıştır. Burada değinil­mesi gereken bir konu, Halife Ömer, sağlam temellere oturttuğu siyasî tutumuyla, bu insanların nüfuz ya da zekâlarını, devlete rağmen kullanmalarına izin vermemiş, dolayı­sıyla çıkabilecek olan ihtilaflara meydan bırakmamıştır.[103]

Hz. Ömer’in hilafeti sürecinde, elçilik, komutanlık, valilik, âmillik gibi pek çok önemli görevler üstlenmiş olan Mugîre b. Şu'be, bilhassa İran’la yapılan görüşmeler ve bunların sonucunda meydana gelen savaşlarda etkili olmuştur. Hz. Ömer döneminde çok önemli başarıların elde edildiği Irak-İran fetihleri, onun isminin sıkça zikredildiği yerler olmuştur.

İslâm Fütûhâtındaki Rolü

Hz. Ömer, halife seçilişinin ardından Hz. Ebu Bekir’in başlattığı geleneğe uya­rak ilk hutbesini okuduktan sonra ashabı toplayarak, Hz. Ebu Bekir döneminde başlayan Irak-İran fetihleri hakkında müzakerede bulunmuştu. Nihayetinde, fetihlere devam kara­rının alındığı istişareden sonra ordular sefere çıkmıştı.[104]

Kadisiye’ye gelindiğinde, Hz. Ömer’den burada konaklamasına dair bir mektup alan komutan Sa'd b. Ebî Vakkas, yine aynı talimat üzerine, Numan b. Mukarrin baş­kanlığında bir heyeti[105], dönemin İran orduları başkomutanı Rüstem’e göndermişti.[106] İran hükümdarını İslâm’a davet eden, aksi halde ya cizye ya da savaş seçeneği kalacağı­nı belirten bu elçilerin müspet cevap alamaması üzerine savaş kaçınılmaz hal almıştı. Bu büyük savaş başlamadan evvel iki taraf arasında elçiler gidip gelmişti ki, bu süreçte işin ciddiyetini anlayan Rüstem, savaştan önce sulh girişimlerinde bulunmayı ihmal etmemişti. O, Sa'd’dan, kendileriyle konuşmak için, akıllı, ilim ve fehm sahibi kimseler istemişti. Mugîre b. Şu'be de bu noktada devreye giren isimlerdendi.[107] O, Sa’d tarafın­dan Rüstem’e gönderilmiş; ihtişam ve debdebe ile bezenmiş bir ortamdan geçerek onun yanına vardıktan sonra, Rüstem’e, onlar hakkındaki fikirlerini açıkça beyan etmekten çekinmemişti:

“Size dair bizlere rüya gibi şeyler anlatıldı; oysa gördüğüm o ki, sizden daha sefih topluluk yoktur. Sizler birbirinizi köle edinmişsiniz. Aranızda adalet denen bir şey yok. Hakkınızda anlatılan bu sahte ihtişam yerine, keşke, sizin birbirinizi rab edindiği­niz gerçeğini duymuş olsaydık. Biliniz ki, hiçbir millet bu şekilde daha fazla devam edemez”.

Daha sonra komutan Rüstem konuşmaya başladı ki; kendilerini yücelten ifade­lerle doldurduğu sözleri şöyle idi: “Bizler, düşmanlarını yenen, iktidar ve şeref sahibi insanlarız. Bu niteliklere bizden daha fazla sahip ve layık olan da yoktur. Size gelince, bizim indimizde, sizden daha basit ve küçük bir topluluk yoktur. Kıt kanaat geçinen insanlar olan sizler, dara düştükçe bize gelir; biz de size biraz hurma ya da arpa verir, geri gönderirdik. Şu an bu yaptıklarınızı da ancak ve ancak ülkenizdeki sıkıntı ve buna­lımlardan dolayı yaptığınızı biliyorum. Şimdi, askerlerime sizler için yiyecek, giyecek, para hazırlamalarını emredeceğim; siz de yine geri döneceksiniz; çünkü sizleri öldür­mek istemiyorum".

Bunun üzerine Mugîre, Allah’a hamd ettikten sonra şunları söylemiştir: “Şüphe­siz, her şeyi yaratan ve rızıklandıran Allah’tır. Tüm övündüğünüz bu şeyleri size veren de Allah’tır. Bizim geçim darlığında olduğumuz da doğrudur. Allah, dünyada bizi böyle imtihan etmektedir. Dünya ise gelip geçecektir. Sizler, Allah’ın size verdiklerine karşın ne kadar şükretseniz azdır; zaten şükürsüzlüğünüz sizi bu değişme noktasına getirdi. Biz, daha önce başımıza gelen sıkıntılar döneminde kafir insanlardık; şu anda ise Allah, Rasûlünü göndermek suretiyle bize rahmet eylemiş ve bizi güçlü kılmıştır. Bundan sonra siz, ister İslâm’la şereflenir, ister cizye ödersiniz; aksi halde savaş kaçınılmaz olur” dedikten sonra şunları ilave etti: “Bizim çocuklarımız bu ülkedeki bolluk bereketi gördüler; artık bu nimetlerden uzak durmaya gerek yoktur”.

Bu sözlerin ardından Rüstem Mugîre’ye, “O halde bu uğurda öleceksiniz” dedi. Mugîre ise “Bizden öldürülenler cennete, sizden ölenler cehenneme gider; geride kalanlarımız ise yine size karşı zafer kazanır” şeklinde cevap vermişti. Aldığı cevap karşılığında öfkelenen Rüstem, “Yarın sabah hepinizi öldüreceğiz” diye yemin etmiş, Mugîre’nin oradan ayrılmasının akabinde, yanındakilere, bu insanların kararlılığından ibret almalarını ve sakınmalarını söylemişti.

Daha sonra Rüstem, Mugîre b. Şu'be’ye bir elçi gönderip, yarın, konakladıkları yerde aralarında bulunan köprüyü geçecek olursa onun gözünü çıkaracağı mesajını i­letmişti. Mugîre ise, “sen beni hayırla müjdeledin, eğer bundan sonra senin gibi müşrik­lerle savaşmayacağımı bilseydim, öbür gözümün de gitmesini isterdim” cevabını göndermişti.[108]

Neticede, Rüstem’e giden elçilerin sulh çabalarının fayda vermediği bu görüş­melerden sonra savaş kaçınılmaz olmuştu. Sayıca kendilerinden kat kat fazla bir ordu ile savaşmaya hazırlanan İslâm ordusunda, Mugîre, Huzeyfe b. Yeman, Âsım, Tuleyhâ, Kays, Gâlib, Amr b. Ma’dikerb gibi isimler vardı ki, bunlar askerleri savaşa teşvik et­mekte, etkileyici hitaplarıyla onları cihada bilemekteydi.[109] [110]

13/635’te gerçekleşen Kadisiye savaşının ardından, İran’ın başkenti Medayin’e girerek orayı fetheden müslüman askerler, bu bölgedeki daha pekçok merkezi ele ge- 147

çirmişlerdi. Bu sırada, İran kumandanlarından Firuzan, hükümdar Yezdgerd in deste­ği ile yeni bir harekete hazırlanmaktaydı. Bunu öğrenen Hz. Ömer, bu orduya karşı ya­pılacak olan harekatın başkumandanı olarak Numan b Mukarrin’i atamıştı. Savaş öncesi yine elçiler sulh girişimlerinde bulunmuş; İran ordusu komutanı Bündar’ın görüşme talebi üzerine Numan b. Mukarrin, bu işlerin ustası olan Mugîre b. Şu'be’yi onlara gön­dermişti. Görüşmenin daha başında Bündar Mugîre’ye, “Sizlerden daha bedbaht, daha pis kimse yoktur. Sizi hemen şuracıkta öldürürdük ama bu toprakları sizin kanınızla kirletmek istemeyiz; şayet çeker giderseniz sizi affederiz” diyerek hakaretvârî konuş­muş; Mugîre ise “Evet, belki, Allah’ın rahmeti olan Hz. Peygamber gelmeden önce öyle idik ama şimdi ihya olmuş insanlarız. Artık, bedbahtlık sizin, nimet ve bereket ise bi­zimdir” cevabını vermişti. Böylece, bir sonuç alınamayan bu görüşmenin ardından sa­vaş gerçeği kaçınılmaz hale gelmişti. Meydana gelen Nihavend savaşının ardından İs­lâm ordusu büyük bir zaferle birlikte maddî-manevî kazançlar da elde etmişti.[111]

Nihavend’de, Numan b. Mukarrin’in sancağı altında toplanan müslümanlar ara­sında, Mugîre b. Şu'be, Abdullah b. Ömer, Cerîr b. Abdullah el-Becelî gibi yetenekli ve

tecrübeli isimler de vardı.[112] [113] Bu savaş için Medine’den gelen Mugîre, ordunun sol 150

cenahını komuta etmişti.

Başkomutan Numan b. Mukarrin, bu büyük savaşta kendisine bir şey olması ha­linde, yerine geçecek olan isimleri zikretmiş, “Eğer şehid olursam, yerime Huzeyfe b. Yeman, sonra Cerîr b. Abdillah, sonra Kays b. Meksûh, sonra Mugîre b. Şu'be komutan olsun” şeklinde vasiyette bulunmuştu.[114] Savaşın ilerleyen zamanlarında, Numan b. Mukarrin ölünce Mugîre, komutan namzedi arkadaşlarına, “Müslümanların morali bo­zulmasın, üzerlerine bir korku ve ümitsizlik çökmesin diye Allah’ın, hakkınızda ve düşman hakkında vereceği hüküm gelip çatana dek Numan’ın ölüm haberini gizli tutu­nuz” diyerek yol göstermiş; onun bu önerisi de uygun görülmüştü.[115]

Bu savaş esnasında ordunun yerleşmesi ve hareketi için, aralarında Huzeyfe b. Yeman, Ukbe b. Âmir, Mugîre b. Şu'be, Eş'as b. Kays, Cerîr b. Abdillah gibi pek çok isimle birlikte Kufe’nin ileri gelenleri Numan’ın karargâhını kurmuşlardı. Irak’ta bunlar gibi iyi çadır kurup yerleştiren kimseler az bulunurdu.[116]

Nihavend’in ardından İslâm fütûhâtına hız verilmiş, Hemedan, Mahan ve Isfahan gibi merkezlerin de aralarında bulunduğu birçok fetih gerçekleştirilmiştir. İsfahan’ın fethinden evvel komutan Numan, bu şehrin başında bulunan Zü’l-Hicâbeyn adlı hükümdara Mugîre’yi elçi olarak göndermiş; ancak müsbet bir netice alınamadığından aralarında çatışma vuku bulmuş, şehir bu şekilde ele geçirilmiştir.[117]

Basra ve Kûfe Valiliklerine Getirilişi

Mugîre b. Şu'be, Hz. Ömer döneminde sadece fetihlerde yer almamış, bu hiz­metlerinin yanı sıra idarî alanda da vazifeler üstlenmiştir. O, halife tarafından önce Basra sonra da Kûfe valiliğine atanmıştır.

Basra Valiliği Dönemi

Hz. Ömer döneminin önemli fatihlerinden Utbe b. Âmir, Basra valiliği esnasın­da[118] Irak bölgesinde başarılı fetih hareketlerinde bulunmuştur. Bu zaferlerin ardından Hz. Ömer’den izin alarak Medine’ye gelmiş, yerine Mugîre b. Şu'be’yi vekil bırakmış­tı.[119] Basra’da geçici vazife üstlenen Mugîre, bu esnada Meysan’ı fethetmiş ve Hz.Ömer’e bu zaferi müjdeleyen bir mektup yazmıştı.[120] [121]

Utbe, Medine’ye giderken, sefere göndermiş olduğu Mücâşi b. Mesud’un kendi­sinin yerine vali olacağını, dolayısıyla o, seferden dönene kadar Mugîre’nin vekil oldu­ğu fikrindeydi. O, Hz. Ömer’in yanına vardığında bu fikrini ona açıklamış; Hz. Ömer ise ona “sen göçebe birini mi şehirlinin başına amir yapacaksın?” diyerek bu görüşü reddetmiş ve konuşmanın sonunda Utbe’ye, Mugîre’nin bu iş için uygun olduğu düşün- 158

cesim beyan etmişti. Daha sonra Utbe, Medine den dönüş yolunda vefat edince Hz. Ömer onun yerine Mugîre’yi vali tayin etmişti.[122]

Basra valisi iken Divan teşkilatını kurarak bir ilke imza atan Mugîre b. Şu'be[123], yine bu dönemde -ispat edilemeyen- bir zina ithamından sonra görevinden azledilmiştir. 16/637 yılda vuku bulan bu olayda, Ebu Bekre, Nâfi b. Kelede, Ziyad b. Ebih ve Şibl b. Mabed el-Becelî adlı şahıslar, Mugîre’yi zina yaptığı iddiasıyla Hz. Ömer’e şikâyet et­mişlerdi.[124] Şöyle ki, Ebu Bekre’nin evi Mugîre’ninkiyle karşılıklı idi. Bir gün onun, evde bir kadınla karı-koca gibi yakınlaştığını görmüş, bu durumu arkadaşlarına da gös­tererek şahit olmalarını istemişti. Arkadaşları ona bu kadının kim olduğunu sorunca, onlara “Ümmü Cemil b. el-Efkam’dır”[125] cevabını vermişti. Bu olaydan sonra, Mugîre b. Şu'be, namaz kıldırmak üzere dışarı çıktığında Ebî Bekre ona engel olmuş; daha sonra bir girişimde daha bulunarak gördüklerini Hz. Ömer’e iletmişti.[126] Hz. Ömer ise, Ebu Musa’yı Basra’ya göndererek Mugîre’yi ve şahitleri kendisine yollamasını istemiştir. Hz. Ömer ona, gitmeden evvel, “seni şeytanın kol gezdiği bir beldeye gönderiyorum” şeklinde uyarıda bulunmayı da ihmal etmemiştir.[127]

Hz. Ömer’in huzurunda gerçekleşen mahkemede Mugîre, hakkındaki iddialara karşı, kendi hanımından başkası ile birlikte olmadığını söylemiştir. Üstelik bir rivayette belirtildiğine göre, onun hanımı Ümmü Cemil’e çok benzemekteydi.[128] Ziyad b. Ebih dışındaki tüm şahitlerin açık ve kesin ifadeler verdiği bu görüşme sonunda iddia ispat- lanamayınca, Hz. Ömer Ziyad dışındaki müddeîlere had uygulamıştır.[129]

Bu görüşmeden sonra Hz. Ömer, Mugîre b. Şu’be’yi görevinden azletmiştir.

İki[130] ya da üç yıl kadar süren[131] Basra valiliği boyunca, Ebî Bekre ve arkadaşla­rının ortaya attığı zina iddiası dışında, kimse Mugîre ile bir problem yaşamamış; onun yönetimi sürecinde bir karışıklık vuku bulmamıştır.[132] Mugîre, devlet yönetiminde önemli icraatlarda bulunmuştur ki, bunlardan belki de en önemlisi, daha önce belirtildiği üzere, Divan teşkilatını kurmasıdır. O, idaresi altında bulunan bölgelerde devletin gelir- giderlerini gösteren bir defter tanzim etmiş, böylece bütün hesaplar kaydedilmiştir.[133] [134]

Yüklendiği görevi hakkıyla yapmaya gayret eden ve iyi bir gözlemci olan Mugîre, Sevad bölgesi valisi iken, Hz. Ömer’e bir mektup yazarak, bölgede, buğday ve arpaya nisbetle değeri daha yüksek mahsullerin olduğunu haber vererek bu konuda bazı vergi değişikliklerinin yapılabileceğini haber vermiş; bunun üzerine, buğday ve arpanın yanında diğer bazı ürünlerden de harac alınması cihetine gidilmiştir. Böylece, Irak bölgesinde harac miktarları, toprak çeşidi, ürünün cinsi gibi unsurlara göre farklılık arzetmiştir.

Kûfe Valiliği Dönemi

Zina ithamıyla görevden azledilmesinin ardından, idarî hayatı bir müddet sekte­ye uğrayan Mugîre b. Şu'be[135] [136], bir süre sonra yine Hz. Ömer tarafından Kûfe valiliğine  getirilmiştir.

21/642 senesinde Hz. Ömer’in Kûfe’ye vali tayin ettiği Ammar b. Yâsir, Kûfe halkı zamanla kendisinden şikâyetçi olmaya başlayınca, Hz. Ömer’den, kendisini vazi­feden azletmesini istemişti. Bu durum üzerine Hz. Ömer, Cübeyr b. Mut’im’i Kûfe’ye atamaya karar vermiş, Cübeyr’e bu fikrinden bahsetmiş ve ondan bir süre için bu duru­mun gizli kalmasını istemişti. Cübeyr ile yaptığı bu görüşmeden sonra, Hz. Ömer’in Kûfe valiliği için onu düşündüğüne dair şüphelenen Mugîre, bu şüphesinden emin ol­mak için kendi eşini Cübeyr’in eşine göndererek, belli etmeden, durumun gerçekliği hakkında bilgi edinmesini istemiş, nihayetinde de yanılmadığını anlamıştı. Bu konu hakkında emin olduktan sonra Mugîre Hz. Ömer’e gitmiş, “Yeni tayinin mübarek ol­sun” diyerek durumdan haberdar olduğunu ima etmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer Cübeyr hakkındaki fikrini değiştirmiş; onun yerine Mugîre’yi Kûfe valisi yapmaya karar vermişti.

Başka bir rivayette, Kûfe halkının, vali Ammar hakkındaki şikâyetlerinin artması üzerine Hz. Ömer’in Mugîre’yi yanına çağırarak bu görevi ona vermeyi düşündüğünü belirttiğine dair bilgiler vardır. Hz. Ömer bu kararını Mugîre’ye iletirken ona, (geçmiş­teki zina davasına atıf yaparak) bir zamanlar suçlandığı şeye tekrar dönmeyeceğine dair , kendisinden söz aldıktan sonra onu vali yapmıştı.

Bazı rivayetlere göre ise, Hz. Ömer Ammar’ı Kûfe valiliğinden azledince yerine önce Ebu Mûsa el-Eş'arî’yi getirmişti. Şöyle ki, Kûfeliler, Ammar’ı, içinde bulunduğu durumu iyi değerlendiremediği, hırslı olduğu, siyasetten anlamadığı gibi sözlerle Hz. Ömer’e şikâyet etmiş ve onun, yönetim işinde ehil olmadığı gerekçesiyle azledilmesini istemişlerdi. Bu şikâyetlerden sonra Hz. Ömer, Ammar’ı, onu istemeyen bu şehir halkı­nın idaresinden uzaklaştırmıştı. Daha sonra Kûfelilere, kimi kendilerine yönetici olarak istediklerini sormuş; onlardan “Ebu Mûsa” cevabını alınca da, Ebu Mûsa’yı Kûfe valisi olarak atamıştı. Bir süre sonra Kûfe halkı çeşitli sebeplerle Ebu Mûsa’dan da şikâyetçi olmaya başlamıştı.

Bir gün, Hz. Ömer’in mescitte bulunduğu sırada, Mugîre Hz. Ömer’in yanına gelmiş ve aralarında, Kûfe halkının bu memnuniyetsizliği hususunda bir konuşma başlamıştı. Hz. Ömer “Kûfe halkı ne istiyor? Ne onlar emirlerini beğeniyorlar, ne de emirleri onları... Oraya, zayıf bir müslüman mı yoksa güçlü bir müslüman mı göndermek daha uygundur?” diyerek mescittekilerle istişarede bulunmuştu. Bu soru üzerine Mugîre, “müttakî kişinin müslümanlığı kendinedir, fakat zayıflığı ve getireceği idare yükü senin sırtınadır. Lakin, güçlü bir kişinin müslümanlığı kendisinin, güçlü yönetimi ise tüm müslümanların malıdır” şeklinde görüş beyan etmişti. Bu manidar cevap üzerine Hz. Ömer, Mugîre’yi Kûfe’ye vali tayin ettiğini söylemiş ve ona “iyiler seni aldatmasın, kötüler seni korkutmasın diye önemli bir nasihatta bulunmuştu.  

Mugîre’nin vali oluşunun ardından Hz. Ömer, onun yaptıklarını kontrol etmesi için Sa'd b. Ebî Vakkas’ı Kûfe’ye göndermek istemişti; ancak o sırada saldırıya uğrayan Ömer, bu görevin yerine getirilmesini vasiyetinde belirtmişti.[137]

Mugîre b. Şu'be, Kûfe valiliği döneminde de önemli faaliyetlere imza atmıştı. O, idareciliği esnasında Azerbaycan’ı fethetmiş[138] ve bölge ahalisini haraca bağlamıştı.[139]

Kûfe’nin şehirleşmesi ve imareti adına, kendisinden evvel inşa edilen Kûfe mescidini (avlu ve dâru’l-imâretini) genişletmişti. Mugîre’nin ardından Kûfe valiliğine getirilecek olan Ziyad b. Ebîh ise mescidi daha da sağlamlaştırarak bazı değişiklikler yapmıştı.[140]

Mugîre b. Şu'be, Hz. Ömer’e “emîru’l-mü’minîn” hitabıyla selam veren ilk kim­sedir.[141] Ancak ne yazık ki, Hz. Ömer’in öldürülmesi, onun Feyruz adlı kölesinin eliyle olmuştur.[142]

Feyruz, Nihavend savaşı sonrası esir alınan kimselerden idi.[143] Hz. Ömer, evvela onun Medine’ye gelmesine izin vermemiş ise de, Mugîre’nin, bu hristiyan kölenin haddad, nakkaş ve neccar olup müslümanlara çok faydası olabileceğini ifade etmesi üzerine, onun şehre girmesine müsaade etmişti.[144] Feyruz, Mugîre’ye ayda 100 dirhem kadar vergi ödemekle mükellefti, fakat bundan rahatsızlık duymaktaydı. Bir gün, bu şikâyetini bildirmek üzere Hz. Ömer’in yanına gelerek ona durumu anlatmış, Hz. Ömer ise, bunca maharetine karşın ödediği verginin çok olmadığını söylemişti. Hz. Ömer’den, istediği sözleri duyamayan Feyruz, daha sonra Hz. Ömer’i öldürmüştü.[145] Bu olay, 23/643 yılının sonlarında, Hz. Ömer’in hilafetinin 10. Senesinde vuku bulmuştur.[146]

Hz. Osman Dönemi

Hz. Ömer, vefatından evvel, kendisinin yerine geçecek olan halifeyi belirleme­leri için bir şura heyeti oluşturarak, bu önemli vazifeyi bir an önce yerine getirmelerini 188

vasiyet etmişti. [147] Böylece, tek bir ismi halife namzedi olarak belirtmek istemeyen Hz. Ömer, Allah Rasûlü’nün ve ilk halifenin kendilerinden hoşnut kaldığı 6 kişiyi görevlen­dirip, aralarından birini halife seçmelerini vasiyet etmişti.[148]

Hz. Ömer, bu iş için Aşere-i Mübeşşere (hayatta iken cennetle müjdelenen on kişi)den[149] bir grubu vazifelendirip, seçimin bir an evvel sıhhatle sonuçlanması için ge­rekli teklifleri sunmuş, bu şahıslara da bazı tavsiyelerde bulunmuş ve bazı vasiyetlerini de tamamladıktan sonra 23/644 yılında vefat etmiştir.[150]

Hz. Ömer, Hz. Aişe’nin hücresinde, Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir’in yanına defnedildikten sonra, şura heyeti, hilafet işini, müslümanların selâmeti için bir an önce halletmek üzere bir araya gelmişti.[151] Bu arada, heyetin bir üyesi olan Talha b. Ubeydullah henüz Medine’ye gelmemişti. Bu şartlar altında, heyet toplandığında, Hz. Ömer’in, ölmeden önce Ebu Talha el-Ensarî’yi, onları koruması, toplantının güvenliği için etrafı gözetlemesi ve yanlarına kimseyi sokmaması ile görevlendirmesi hasebiyle Ebu Talha, bir grup yardımcıyla beraber, bu toplantının sağlıklı bir şekilde icra edilme­sini sağlamaktaydı.[152]

Bu esnada Mugîre b. Şu'be ve Amr b. el-Âs oraya gelerek toplantı yerinin kapı­sında oturmuşlardı. Bunu fark eden Sa'd b. Ebî Vakkas, yanlarına gelerek “biz de şura ehlinden idik demek için mi geldiniz?” diyerek onları bu mekandan uzaklaştırmak iste­mişti.[153] Sa'd, şûrâya dahil olmadıklarını onlara hatırlatarak oradan ayrılmalarını iste­mekteydi, çünkü eğer orada kalırlarsa insanların zihinleri karışabilir, zaten hassas olan ortam daha da güçleşebilirdi.[154] Böylece, aralarında bazı konuşma ve tartışmalar olur­ken, Ebu Talha onlara “burada zaman kaybetmek yerine bir an evvel işi bir karara bağ- lasanız daha iyi olacak” diyerek durumun ehemmiyetini bir kez daha ortaya koymuştur. Bu ehemmiyet doğrultusunda, heyetin, işi hızlandırmak için kendi aralarında başkan seçtiği Abdurrahman b. Avf, halife adayı konumundan vazgeçtiğini açıklamış, diğer bazı adayların da bunu yapmaları sonucunda, geriye sadece Hz. Osman ve Hz. Ali hali­fe namzedi olarak kalmıştı. Abdurrahman b. Avf, halkla da bazı istişarelerde bulunduk­tan sonra Hz. Osman ve Hz. Ali ile görüşmüş, onlara bir takım sorular sormuş, sonuçta da Hz. Osman’ı “halife” seçtiğini ilan etmişti.[155] Bu kararın ardından Hz. Osman’a toplu beyat gerçekleştikten sonra Mugîre b. Şu'be, Abdurrahman b. Avfa gelerek “Ey Ebâ Muhammed! Sen, Osman’a beyat etmekle gerçekten isabet ettin!” demiş, daha sonra da Hz. Osman’a giderek “Eğer Abdurrahman senden başkasına beyat etseydi bunu asla kabul etmezdik” şeklinde sözler söylemişti. Abdurrahman b. Avf, bu sözleri hakkında Mugîre’ye “yalan söyleme; eğer ben başkasına beyat etseydim, sen de o kişiye beyat ederdin ve aynı sözleri gidip ona da söylerdin!” diye karşılık vermişti.[156]

Valilikten Azli

Hz. Osman, 24/644 senesinde halife seçildiğinde, Hz. Ömer’in vasiyeti üzerine Mugîre b. Şu'be’yi Kûfe valiliğinden azledip yerine Sa'd b. Ebî Vakkas’ı tayin etmiş[157] [158] ve “ben, Mugîre’yi herhangi bir kötülük veya hıyanetinden dolayı değil, benden önceki halifenin vasiyeti üzerine azlediyorum” demişti. Bu hususta, yine Hz. Ömer’in vasiyeti ile, onun bütün valilerini bir yıl müddetle yerinde bıraktığına dair bir rivayet daha vardır. Buna göre, Mugîre’nin görevden alınıp yerine Sa'd’ın getirilişi 25/645 senesine 199 rastlamaktadır.

Hz. Osman’ın hilafeti döneminde, Mugîre b. Şu'be’nin Azerbaycan ve Ermeniye valiliği yaptığı da gelen rivayetler arasındadır.[159]

Bundan sonra, idarecilikten uzak, sivil bir hayat idame ettiren Mugîre, Hz. Osman’ın evinin isyancılar tarafından kuşatılması sürecinde ise sessizliğini bozmuştur.

Hz. Osman’ın Katli Sürecindeki Tutumu

Hz. Osman, gerek kendi soyu Ümeyyeoğulları’nı devletin önemli mevkilerine getirmek, devlet imkânlarını onlara tahsis etmek, muhaliflerin şehir dışına çıkarılması gibi bazı şahsî uygulamaları ve gerekse onun bu uygulamaları sonucunda idarî makam­lara getirdiği valilerin birtakım keyfî icraatları gibi idarecilerden kaynaklanan sorunlar halkı büyük ölçüde rahatsız etmişti. Bu rahatsızlıktan kaynaklanan eleştiriler, giderek çoğalmış ve zamanla isyan boyutu kazanmıştı. Hz. Osman’ı halifelikten uzaklaştırmak niyeti ile önce Mısırlılar sonra da Kûfe ve Basralılar Medine’ye gelmiş ve bu hareket, Hz. Osman’ın evinin muhasara altına alınması, fiziksel ve ruhsal baskı altında bırakılması, nihayetinde de katledilmesi gibi son derece üzüntü verici bir olay ile sonuçlanmıştı.[160]

Mugîre b. Şu'be, Hz. Osman’ın evinin muhasara edildiği sırada bir yandan Hz. Osman’a, “şakîlere karşı savaşmasını yahut gizlice şehri terk ederek Mekke ya da Şam’a gitmesini” önerirken[161], diğer yandan Hz. Ali’ye “Sen Medine’de iken Osman’a bir şey olursa, millet seni kınar, bu işin hesabı senden sorulur; bu yüzden şehirden uzak­laşmak senin için en uygunu olur” şeklinde tavsiyelerde bulunmaktaydı.[162] Fakat onun bu tavsiyeleri, her iki isim tarafından da kabul görmemişti.

Bu gelişmeler süresince, Hz. Ali,durumun kötüye gittiğine dair halifeyi çeşitli zamanlarda uyarmış, ancak bu uyarı ve tavsiyelerinin dikkate alınmadığını görünce de, hadiselerden uzak durmayı tercih etmişti. Buna rağmen, isyan hareketinin içinden çıkılmaz bir hal alacağı endişesiyle isyancılarla konuşmuş ve onları şehirlerine geri dönmeye ikna etmişti.[163] Dönüş yolunda kendilerinin kandırıldığı ve hareketin liderle­rinden olan Muhammed b. Ebî Bekr’in katledileceği zannıyla geri dönen isyancılar, halifenin evini abluka altına almışlardı.[164]

İş bu noktaya gelmeden önce, aralarında Hz. Ali’nin de bulunduğu bazı sahabiler, halifeyi, bazı uygulamalarının hatalı olduğu hususunda uyarmışlardı.[165] Ken­disi de, şehirlere müfettişler göndererek valilerini denetlemek istemiş; ancak bu yöntem fayda vermeyince, onları Medine’ye toplantıya çağırmıştı. Bu toplantıda, dönemin Şam valisi Muaviye b. Ebî Süfyan, halifeye, onu Şam’a götürerek korumayı teklif etmişse de Hz. Osman: “Allah bana yeter; O, ne güzel vekildir” diyerek teklifi reddetmişti.[166] Nitekim, devlet başkanının, bir valinin himayesine girmesi mümkün değildi. Bu durumda, halifelik makamının merkez, halifenin de otorite olma özelliği kalmayacak, her ikisi de etkinliğini kaybedecekti.[167]

Halifeyi Şam’a götürmeye ikna edemeyen Muaviye, Hz. Ali, Talha ve Zübeyr’in de aralarında olduğu Muhacirunun yanına giderek, Hz. Osman’a bir şey olması duru­munda hesabını kendilerinden soracağını kesin bir dille ifade etmişti.[168]

Acaba Muaviye bu tavırlarıyla sadece halifenin can güvenliğini mi düşünüyor­du? Yoksa, yaşı iyice ilerlemiş olan Hz. Osman’ı kendi himayesi altına alarak, onun halefi olmak mı istiyordu? Muhtemelen Şam’da nüfuz edinen, konumunu iyice sağlam­laştıran Muaviye, halifenin sağlığından çok, kendisinin ve Ümeyyeoğuları’nın mevkii­nin güvencede olmasını hedeflemekte idi. Onun bu söz ve davranışları, daha o zaman­dan kendisini halifenin hamisi ilan ettiğini gösterirken, aynı zamanda Şam’ın, hilafetin merkezi olan Medine’ye karşı kendi ağırlığını hissettirmeye başladığına da işaret eder. Görünen o ki, başta Muaviye olmak üzere Ümeyyeoğulları, doğabilecek bir idarî boşlu­ğu doldurmaya hazır hale gelmişlerdi.[169]

Hz. Osman’ın hilafeti’nin “karışıklık dönemi” olarak adlandırılan bu süreçte, bahsedildiği gibi bazı önlem girişimlerinde bulunulduysa da, eyaletlerde meydana gelen karışıklıklar artarak devam etmiş, isyancılar birbiriyle mektuplaşarak hazırlıklara giriş­mişlerdi. Sonuçta da Medine’ye gelen bu topluluğa karşı Hz. Osman, Hz. Ali’den yar­dım istemiş, onları şehirden uzaklaştırması için her türlü yetkiyi de kendisine verdiğini söylemişti. Bunun üzerine Hz. Ali, “Ben sana defalarca gelip pek çok şey söyledim, tavsiyelerde bulundum; fakat ben yanından ayrıldıktan sonra sen yine bildiğini okudun. Bugün meydana gelen şu olaylar İbn Âmir’in, Muaviye’nin ve Abdullah b. Sa'd’ın yap­tıklarının meyvesidir. Sen onlara uydun da bana uymadın” diyerek sitemini dile getir mişti.

Hz. Ali Dönemi

Hz. Osman’ın şehit edilmesi, İslâm tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir. Her şeyden önce, Hz. Peygamber’in yerine müslümanları idare et­mekle görevli olan bir halife, toplu isyan neticesinde, hem de müslümanlar tarafından öldürülmüştü. Bu olayın ardından, İslâm toplumunda uzun sürecek olan sancılı bir dö­nem başlamıştı. Hz. Osman’dan sonra Hz. Ali dördüncü halife olarak seçilmiş, ancak onun halifeliği Ümeyyeoğulları tarafından kabul görmemişti. Onlar, başta Muaviye ol­mak üzere, Hz. Ali’ye beyattan kaçınmış ve Hz. Osman’ın kanı üzerinden ona karşı iktidar mücadelesi başlatmışlardı.

Hz. Ali’ye Beyat Etmemesi

Hz. Osman’ın muhasarası esnasında, şehirde cereyan edebilecek hadiselere ka­rışmak istemeyen önde gelen bazı müslümanlar, Medine dışına çıkarak beklemede kal­mayı tercih etmişlerdi. Bu hususta Mugîre b. Şu'be’nin de aralarında bulunduğu bazı kişiler, Hz. Ali’ye Medine’deyken halifeye olabilecek kötü şeylerin faturasının kendisi­ne kesileceğinden dolayı şehirden çıkmasına dair teklif yönetilmiş, ancak o kabul etmemişti.

Böyle bir ihtimale rağmen Hz. Ali Medine’de kaldı. Belki de o, eskiden beri i­çinde bir arzu olmakla birlikte elde edemediği, ancak son birkaç yıldan beri cereyan eden hadiselerin sonucu olarak ortaya çıkan hilafet şansını bu defa denemek arzusun- daydı.[170] Nitekim Mugîre b. Şu'be, Hz. Ömer vefat ettiğinde bu maktul halife hakkında onun ağzından bir şeyler duymak üzere Hz. Ali’nin yanına gittiğini ve aralarında geçen konuşmadan edindiği izlenim ile onun, hilafetin kendisine devredileceğinden emin bir halde olduğunu dile getirmiştir.[171] Nihayetinde, bu gerçekleşmiş, Hz. Osman’ın katlin­den sonraki birkaç gün içinde, 35/655 senesi, Zilhicce ayının 25. günü, Medine’de bulunan Ensar ve Muhacırun ile muhasaracılar Hz. Alı ye beyat etmişlerdi.

Şüphesiz böyle zor şartlarda idareyi ele almak Hz. Ali için bir şanssızlık idi. O daha halifeliğinin ilk günlerinde iki önemli problemle karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan birincisi, kendisine beyat etmeyenler veya beyata yanaşmayanlar; ikincisi ise sabık halifenin görev verdiği valilerin azli meselesidir.[172] [173]

Hz. Osman’ın katliyle beraber toplumda meydana gelen yeni biçimlenme, bazı insanların yeni halifenin yanında yer almasına, bazılarının da ona cephe almasına neden olmuştur. Zaten Medine’de yeni halifeye beyat edildiği zaman, siyasî rollerinin bittiği­nin farkında olan Emevîler, çareyi Medine’yi terk edip Mekke ve Şam’a kaçmakta bula­rak halifeye beyat etmemişlerdi.[174] Mervan b. Hakem, Said b. el-Âs, Velid b. Ukbe gibi bazı Ümeyyeoğulları, çeşitli gerekçelerle yeni halifeye beyattan kaçınmışlardır. Nitekim bu üçlü daha sonra Mekke’ye giderek Hz. Osman’ın kanını talep edenlere katılmakta gecikmemişlerdi.[175]

Bu esnada yeni halifeye beyat etmeyip Şam’a gidenler arasında, Hassan b. Sâbit, Abdullah b. Selâm, Suheyb b. Sinan, Üsâme b. Zeyd, Kudâme b. Mahzun ve Mugîre b. Şu'be gibi isimler de vardı.[176] [177] Bunun dışında, Ensar ve Muhacirundan da Hz. Ali’ye beyat etmeyenler vardı. Baştan beri Hz. Osman’ın yanında yer alan Ensardan bazı isim­lerin yanı sıra, Muhacirundan da önde gelen bazı müslümanlar yeni halifeye beyat 221 etmemişlerdi.22

Hz. Ali’nin yüz yüze kaldığı ikinci önemli problem valiler meselesidir. Hz. Ali, Medine’de beyat işi gerçekleştikten sonra, ilk iş olarak, devletin içinde bulunduğu karı­şıklık ve huzursuzluğun baş müsebbibi olarak gördüğü, Hz. Osman’ın valilerini görev­den alma hususunda kararlı bir tavır takınmış, dolayısıyla vilayetlere yeni valiler tayin etmeye başlamıştı.[178] Ancak Mugîre b. Şu'be’nin de dahil olduğu bazı kişiler ona, bu karmaşa ortamında ve böyle hassas bir konuda acele etmemesini, teenni ile davranarak ortalığın durulmasını beklemesini tavsiye etti.[179] Hz. Ali’ye pek yakın bir kişi olmamak­la beraber, son olaylarda kendi yerini belirleme noktasında mütereddid kalan Mugîre b. Şu'be’nin halifeye gelerek bu gerçeğe dikkat çekmesi, bunun güzel bir örneğidir.[180]

Mugîre’nin Hz. Ali ile bu hususta yaptığı konuşma, kaynaklarda farklı versiyon­lara sahip olmasına karşın temelde şu şekilde aktarılmaktadır:

Hz. Ali’ye beyat olunduktan sonra Mugîre b. Şu'be, yeni halifenin yanına gele­rek ona “Madem ki beyatın bizim boynumuza düştü, sana nasihat etmek de bize vacip oldu. Bilesin ki, bu valilerin akraba ve nüfuzları çoktur. Eğer onları hemen azledersen, halk da sana karşı çıkar. Valileri bir yıl kadar azletme, bırak; sana beyat edinceye dek yerlerinde kalsınlar, bundan sonra duruma göre dilediğini azleder dilediğini bırakırsın” şeklinde tavsiyede bulunmuştu. Buna karşılık Hz. Ali ise “Ben, Osman’a her zaman, valilerinin zulümlerini bildiğim için, onları azlet derdim; şimdi ben de onları görevle­rinde bırakarak aynı hatayı nasıl yaparım? İlk işim onları azletmek olacaktır” diye karşı­lık vermişti. Bu cevap üzerine Hz. Ali’nin yanından ayrılan Mugîre, ertesi gün yine ha­lifeye gelmiş ve ona “Yâ Emîre’l-Mü’minîn! Senin dünkü sözlerini doğru buldum; o insanları azlet. Zira müslümanlar, şayet bu âmiller olmasaydı, halk rahat eder ve Hz. Osman’dan da şikâyetçi olmazdı diyorlar” tarzında görüş beyan etmişti. Bu görüşmenin akabinde Mugîre dışarı çıkarken, Mekke’den gelen Abdullah b. Abbas içeri girmiş, Hz. Ali’ye beyat etmiş ve ona, Mugîre b. Şu'be’nin orada ne aradığını sormuştu. Hz. Ali ona, dün ve bugün Mugîre ile aralarında geçen konuşmaları anlatınca, Abdullah b. Abbas, “Dün sana nasihat etmiş, bugün ise kandırıp hıyanet etmiş” demişti. Daha sonra dışarıda Mugîre’ye rastlayan Abdullah b. Abbas, ona niçin bu şekilde davrandığını so­runca Mugîre “Dün Ali’ye nasihat ettim, istemedi; bugün ise hıyanet ettim, onu kabul etti” açıklamasını yapmıştı.[181]

Bu tavsiye büyük bir siyasî zekâ örneğiydi. Öyle ki, Hz. Ali onları görevde bıraksa ve beyatlarını alsa, yeni yönetimi kabul etmiş olacaklarından halkı isyana davet edemeyecekler; etseler de muvaffak olmak için zemin oluşturamayacaklardı. Böylece Hz. Ali, o valileri yerinde bırakarak hısımlarını zekice bertaraf etmiş olacaktı. İşte bu, halk psikolojisini, sosyal yapıyı ve toplumun ruhunu iyi tanımak ve özümseyebilmek anlamına geliyordu.[182]

Aslında, İbn Abbas da Mugîre’nin ilk görüşünü doğru bulup ona katılmaktaydı. Nitekim, Hz. Ali’ye “Muaviye ve adamları dünya ehlidirler. İşlerinin başında kaldıktan sonra, başka bir şeye ehemmiyet vermezler; aksi halde kıyameti koparırlar” demişti.[183]

Nitekim Hz. Osman öldürüldüğünde, Mugîre Hz. Ali’ye gelerek ona “Evinde otur ve insanları kendine beyata çağırma; şüphesiz sen, Mekke’de küçücük bir delikte olsan bile insanlar senden başkasına beyat etmezlerdi. Ayrıca, Muaviye’yi de şimdilik yerinde bırak. Beni dinlemezsen senden uzaklaşırım” demişti. Hz. Ali bunları yapma­yınca Mugîre, dediği gibi ondan uzaklaşmıştı.[184]

Bazı rivayetlerde ise, Mugîre’nin Hz. Ali’yle aralarında geçen diyalog şu şekilde aktarılmaktadır:

Mugîre yeni halifeye, “Eğer işlerinin yolunda gitmesini istersen, Talha b. Ubeydullah’ı Kûfe’ye, Zübeyr b. Avvam’ı Basra’ya âmil yap[185]; Muaviye hususunda ise teenni ile davranarak beyatını iletmesini bekle ve iktidarın kuvvetlenince de istediği­ni yap” diyerek tavsiyede bulunmuş; Hz. Ali ise “Talha ve Zübeyr hakkında düşündü­ğümü yaparım, ancak Muaviye’yi asla görevinde bırakmam” şeklinde cevap vermişti. Bu sözlerin üzerine öfkelenen Mugîre b. Şu'be, Hz. Ali’nin yanından ayrılsa da ertesi gün tekrar gelerek, bir önceki gün söylediklerinde yanıldığını ve halifenin haklı olduğu­nu söyleyerek aksi görüş beyan etmişti.[186]

Böylece Hz. Osman’ın, kendisini Kûfe valiliğinden azletmesinden sonra adeta inzivaya çekilen Mugîre b. Şu'be, görüşleri yeni halife nezdinde de itibar görmeyince politik alanda sadece olayları dışarıdan gözlemlemeyi tercih etmişti.[187]

b) Cemel Vakasındaki Tavrı

Yeni halife olarak göreve başladığından beri Hz. Ali’ye karşı girişilen muhalefet hareketi, Mekke’de yeni bir boyut kazanmaya başlamış ve zamanla müslümanların bir- birleriyle savaşmasına kadar varan ciddi boyutlara ulaşmıştı. O, henüz valiler meselesini çözümleyememişti. Devletin içinde olduğu bunalım süreci artarak devam etmekte iken, bir de Mekke’den üzerine gelmeye hazırlanan insanlarla mücadele etmek zorunda kalacaktı.

Mekke’de toplanan ancak farklı vilayetlerden gelen değişik amaçlı insanların oluşturduğu Cemel topluluğu, Hz. Osman’ın kanını talep edenler, Hz. Ali’ye beyat et­mekten kaçınanlar ve ona muhalif olanlardan meydana gelen heterojen bir topluluk idi. Daha ilginci, Hz. Osman’ın öldürülmesinden önceki siyasî pozisyon yer değiştirmiş; halifenin kapısında hak arayanlar, onu öldürmekle şimdi haksız duruma düşmüşlerdi.[188]

Bu topluluğun içerisinde, Mekke’ye giderek hac vazifesini yerine getirdikten sonra orada kalan Ayşe’yi ikna ederek Hz. Osman’ın kanını talep etmek niyetiyle hazır­lıklara girişen Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam gibi ashabın önde gelenlerinin yanı sıra, Hz. Osman’ın kanı meselesini dillerine dolayan ve bu grubu kendi amaçları için fırsat olarak gören Ümeyyeoğullarından bazı önemli kimseler de vardı.[189]

“Ümeyyeoğullarının, Hz. Osman’ın muhasarası ve katli esnasında takınmış ol­dukları tavır son derece önemlidir. Gerek daha önce, gerekse muhasara sırasında onlar­dan hiçbir olumlu hareket görülmediği gibi, aksine halife ile isyancıları tamamen karşı karşıya getirip bırakmışlardır. Bunun sebebi, Ümeyyeoğullarının, halifenin artık sonu­nun geldiğine inanmaları ve bu durumda ellerinde bulunan idareyi bırakmamak için yeni ve daha kuvvetli bir dal aramalarıdır. Onlara göre, Hz. Osman’ın kanını dava et­mek en çıkarlı yoldur; çünkü Ümeyyeoğulları, aksi takdirde idarenin ellerinden çıkacağının bilincindedirler”.[190]

Görünen o ki, Cemel topluluğu denen grup Hz. Osman’ın katlinden önce birbir­lerine karşı iyi şeyler hissetmeyen kimselerden müteşekkildi. Bu başsız topluluk, dışarı­dan bir birlik gibi görünse de, içte çelişkilerle dolu bir kaynar kazan mahiyetindeydi.[191] Aslında hepsi bir şeylerin peşinde, fakat görünürde herkes Hz. Osman’ın kanını talep etmekte idi. Bu amaçla, aralarında istişare ettikten sonra, kendileri için en uygun karargâh olduğuna karar verdikleri Basra’ya doğru yola çıkmıştı.[192]

Hz. Ali’ye beyat etmeyenlerden olan Mugîre b. Şu'be de, bir grup Sakîfli ile bir­likte Cemel savaşına katılmak üzere hareket etmişti. Ancak, Zat-ı Irk denen mevkiye geldiklerinde, Hz. Ali karşıtlarının kendi aralarında tartışmaya girdiklerine şahit olmuş­tu. Burada, Said b. el-Âs, Mervan b. Hakem ve adamlarıyla karşılaşmış, bunun üzerine Mervan’a “Siz, intikam almadan, şu arkanızda develere binmiş olanları halletmeden nereye gidiyorsunuz?” demiştir. O, bu sözleriyle Hz. Ayşe, Talha ve Zübeyr’i öldürdük­ten sonra evlerine dönmelerini kastetmekte idi. Mervan ise Said’e, “Bir gidelim de, bel­ki Hz. Osman’ın katillerini toptan öldürürüz” cevabını vermiştir. Bu konuşmanın ardın­dan Said b. el-Âs, Talha ve Zübeyr’in yanına giderek onlarla da görüşmüş, bu kişilerden Cemel’den galibiyetle ayrıldıkları takdirde halifeliği kime tevdi edecekleri sorusuna karşın, yeni halifeyi müslümanların seçeceği yanıtını alınca onlara “Siz, Osman’ın ka­nını almaya çıkmışsanız, hilafet işini onun evlatlarından birine devretmeniz gerekir” diyerek tepkide bulunmuştu. Talha ve Zübeyr ise “Muhacirunun önde gelenlerini bırakalım da, böyle önemli bir işi iki yetime mi verelim?” diye karşılık verince, Saîd “Talha, benim, hilafet görevinin Abdimenafoğullarının elinden çıkmasından başka bir gayretimin olmadığını zannetti” diyerek bu işten vazgeçmiş, dolayısıyla savaşın ardın­dan muratlarına emmeyeceklerini anlayınca geri dönme kararı almıştı. Bu görüşmeler­den sonra Mugîre b.Şu'be, Said b. el-Âs’ın sözlerinde haklı olduğunu, doğru olanı söy­lediğini belirtmiş ve diğer Sakîflileri de yanına alarak geri dönmüştü. Hz. Osman’ın oğulları Eban ve Velid de, Zat-ı Irk’tan geri dönen bu kimseler arasında idi.[193]

Anlaşıldığı üzere Mugîre b. Şu'be de, hilafet işinin Hz. Osman’ın evlatlarının hakkı olduğu, dolayısıyla Hz. Osman’ın kanı meselesi halledildikten sonra, hilâfetin onun evlatlarından birine teslim edilmesi inancı ile yola çıkmıştı.

Tüm bu gelişmelerin ardından, 36/656 senesinde cereyan eden ve pek çok müslümanın ölümüne sahne olan Cemel savaşı, Hz. Ali’nin üstünlüğüyle sonuçlanmış; bunun akabinde yeni halife Basra’ya giderek şehir halkından beyat almıştı.[194] Böylece Şam’ın dışında, Basra, Kûfe, Mısır ve Hicaz ahalisi Hz. Ali’ye beyat etmiştir. Basra ve Kûfe gibi şehirlerde bulunan Hz. Osman taraftarları ise çareyi, Şam valisi Muaviye’nin idaresi altında bulunan Cezire’ye kaçmışlardı.[195]

Müteakip zamanlarda, Cemel savaşına dair Hz. Aişe ile Mugîre b. Şu'be arasın­da gerçekleşen bir konuşma esnasında, Hz. Ayşe Mugîre’ye şunları söylemişti: “Keşke beni Cemel’de görebilseydin; okların hemen yanımdan hatta vücüduma değercesine yakınımdan nasıl geçtiğini bilseydin! Ne dehşetli gündü!”. Bunun üzerine Mugîre: “Keşke o okların bazıları sana isabet etseydi; belki onlar, Osman’a karşı bir zamanlar verdiğin mücadele hususunda sana kefaret olurdu” şeklinde mukabelede bulunmuştu. Hz. Aişe ise bu konudaki hassasiyetini açıklayan şu sözleri sarf etmişti. “Ben asla onun öldürülmesini arzu etmedim, ummadım; şayet onun öldürülmesini isteseydim, bu benim başıma gelirdi. Zira, ben onunla savaşılmasını istedim, benimle savaşıldı; ona karşı çı­kılmasını istedim, bana karşı çıkıldı”.[196]

Bu tarihten sonra Mugîre b. Şu'be, durumun netleşmesini beklemek üzere bir kenara çekilmiş, Sıffin savaşına katılmasa da Tahkim Hadisesinde yeniden ortaya çıkmıştır.

Tahkim Hadisesine Müdahil Oluşu

Şam valisi Muaviye, hilafetinin başlangıcından beri Hz. Ali’ye karşı giriştiği iktidar amaçlı muhalefetinin dozunu gün geçtikçe arttırmakta idi. Hz. Osman’ın uğradığı zulüm, katledilişi, kanlı gömleği gibi meseleler Muaviye tarafından gündemde tutuldukça, Şam halkı tahrik olmaya devam etmiş, hatta Hz. Osman’ın katili olarak Hz. Ali’yi öldüreceklerine dair yemin etmişlerdi.[197]

Muaviye, Şamlıların bu coşkulu hallerini, aylarca minberde teşhir ettiği kanlı gömlek ile kamçılarken, bu gömlek adeta bir ağlama duvarı haline gelmişti.[198] Hz. Osman’ın kanlı gömleğinin yanı sıra, eşi Naile’nin, muhasara esnasında kopan parmakları da Şam mescidinde teşhir edilerek halk galeyana getirilmekte idi.[199] Şairler ve hatipler de bu süreçte devreye girerek, etkileyici şiir ve hitaplarıyla halkı, Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmaları hususunda bilemekteydi.[200]

Şam’ın bu tahrik olmuş halinden cesaret alan ve halifeyi tanımama hususunda ıs­rar eden Muaviye, aynı zamanda kendine bağlı iyi bir ordu ve tabana sahipti. Bu neden­le Hz. Ali’nin, beyat almak için kendisine gönderdiği elçilere müspet cevap vermemiş ve onu tanımamazlığını sürdürmüştü. Bununla birlikte o, Cemel’den sonra, halifenin güçlerini karşısında bulacağını da biliyordu.[201] İçinde bulunduğu ortamın farkında olan Muaviye, bu noktadan sonra yeni halifenin güçleriyle karşı karşıya kalacağını öngördü­ğünden, önceden alınması gereken bir tedbir olarak, kendisine destek aramak amacıyla, ashabın önde gelen bazı şahsiyetlerine mektuplar göndermeye başlamış ve böylece da­vasını haklı bir zemine oturtmaya çalışmıştı.[202]

Hz. Ali’nin Muaviye’ye gönderdiği elçilerin davetleri, Muaviye’nin, elçisi vası­tasıyla Hz. Ali’ye yaptığı açıklamalar ve arada geçen tüm müzakere ya da anlaşma te­şebbüsleri bir fayda vermemiş; nihayetinde her iki taraf da ordusunu toplayarak savaş hazırlıklarına başlamıştı.[203]

36/656 senesinin sonunda başlayıp 37/657 yılında da devam eden bu savaş[204] için iki taraf da hazırlıklarını tamamlayıp Sıffin mevkiine hareket etmişti.[205] Burada süre gelen bazı diyaloglar, sözlü atışmalar ve çarpışmaların yanı sıra, arada elçiler gidip gelmekte; Hz. Ali Muaviye’yi beyata davet etmeye devam ederken, Muaviye buna yanaşmamakta ve Hz. Osman’ın katilleri kendilerine teslim edilmedikçe beyat etmeyecek­lerini dile getirmekte idi.[206]

Tüm bu gelişmelerin ardından cereyan eden savaşta, hilafet ordusu karşısında zor durumda kalan Muaviye’yi, Amr b. el-Âs’ın aklına gelen fikir, son anda yenilginin eşiğinden döndürmüştü.[207] O, Amr’ın teklifi üzere askerlerine emir vererek onlardan Kur’ân sayfalarını mızraklarının ucuna takmalarını ve bu şekilde karşı tarafı Allah’ın kitabının hakemliğine davet etmelerini istemişti.[208]

Bu çağrı, Hz. Ali’nin ordusunda ihtilâfa ve akabinde parçalanmalara yol açmış; bir kısım asker, davalarında haklı oldukları için savaşmaya devam etmeleri ve zafere ulaşmaları hususunda ısrar ederken, diğer bir kısım, Allah’ın kitabına uymaları ve onun hakemliğine icabet etmeleri gerektiğini söyleyerek, Hz. Ali’ye savaşı bırakma hususun­da baskı yapmakta hatta yapılan bu davete icabet etmedikleri takdirde, Hz. Ali’yi de Hz. Osman’a yaptıkları gibi öldüreceklerini haykırmaktaydı. Böyle bir orduyla artık daha ileri gidemeyeceğini anlayan Hz. Ali, bu tazyik altında teklifi kabul etmiş,[209] bir nevi mağlup konumuna düşmüş ve hemen orada son noktayı koyabileceği bir problem ile hayatının sonuna kadar uğraşmak durumunda kalmıştı.

Savaşın bu şekilde usta bir girişimle durdurulmasının ardından, Muaviye’nin önerisi doğrultusunda, her iki taraf da aralarında bir hakem seçmiş ve bu hakemlerin ve­recek oldukları karara razı olacaklarına dair söz vermişlerdi.[210] Bu şartlar altında, Muaviye tarafında Amr b. el-Âs; Hz. Ali tarafında ise Ebu Musa el-Eş'arî hakem olarak belirlenmiş; bundan sonra taraflar, bir süre sonra Ezruh adlı yerde bir araya gelmek üze­re oradan ayrılmışlardı.[211]

Hakemler Sıffin’de kararlaştırdıkları gibi, Ramazan ayında Ezruh’ta bir araya geldiler. Her iki tarafın da asker sevk ettiği bu toplantıya, Mugîre b. Şu'be, Abdullah b. Ömer, Abdurrahman b. Ebî Bekr, Abdullah b. Zübeyr, Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişam, Abdurrahman b. Yagûs ez-Zührî, Ebu Cehm b. Huzeyfe el-Adevî gibi isimler de gözlemci olarak katılmıştı.[212]

Bu esnada Mugîre b. Şu'be, Kureyş’ten bazı kimselere bu iki hakemin ortak bir fikre varıp varamayacakları, aralarında anlaşıp anlaşamayacakları hususunda bir kanaat edinmek için onları sınayacağını söylemişti. Bu maksatla önce Amr’ın yanına giderek ona, kendisinin de aralarında olduğu savaşa katılmayan zümre hakkında ne düşündüğü­nü, zira kendilerinin, Sıffin savaşı ve hakem olayı hakkında şüphe ve şaşkınlık içinde olduklarını ifade edince Amr’dan “Sizi iyiliklerin arkasında, kötülüklerin önünde görü­yorum” cevabını almıştı. Daha sonra Ebu Musa’ya giderek aynı soruları sorunca, “Ken­dimizi insanların içinde en sağlam ve haklı görüşe sahip olarak görüyorum” yanıtıyla karşılaşmıştı. Bunun üzerine Mugîre, arkadaşlarının yanına dönerek onlara, bu iki adamın kesinlikle bir görüş etrafında birleşemeyecekleri noktasındaki kanaatini vurgulamıştı.[213] Nitekim hakem olayının neticesine bakıldığında, onu bu tahlilinin isabetliliği ortaya çıkmaktadır.

Ebu Musa ve Amr aralarında, Hz. Ali ile Muaviye’yi azledip hilafet işini müslümanların seçimine bırakacakları hususunda uzlaşmaya varmalarına rağmen, sıra, aldıkları bu kararı açıklamaya geldiğinde Amr verdiği sözün aksine hareket etmişti.[214] Böylece bu işten beklenen fayda gerçekleşmemiş, bilakis müslümanların siyasî prob­lemleri artarak devam etmiştir. Buraya kadar, isyan ve halifeyi tanımama şeklinde ken­dini gösteren Muaviye’nin tavrı, artık farklı bir boyut kazanacak ve o, attığı her adımla, iktidarı elde etme hedefinde olacaktır.[215]

D-   MUAVİYE DÖNEMİ

Sıffin savaşı ile birlikte kendini gösteren parçalanmalar sonucunda cereyan eden Haricî hareketi, müslümanların içine düştüğü bölünmelerin tek sorumluları olarak gör­dükleri Amr, Muaviye ve Hz. Ali’yi öldürmeye karar vermişti. Bu karar doğrultusunda harekete geçen üç kişilik haricî gruptan sadece biri amacını gerçekleştirebilmiş; Amr ve Muaviye bu suikastten kurtulurken Hz. Ali, İbn Mülcem’in zehirli kılıcıyla hayatını kaybetmişti. Hz. Ali vefat etmeden önce müslümanlar yanına gelerek ona, kendisinden sonra oğlu Hasan’a beyat edeceklerini söylemişler, Hz. Ali ise cevaben onlara bu husus­ta bir şey emredemeyeceğini, kendilerinin daha iyi bileceklerini ifade etmişti. Bundan sonra Hz. Ali, son derede güç şartlar altında geçirdiği yaklaşık dört sene dokuz aylık hilafetinin ardından 40/660 senesinde vefat etmiş ve Tahkim olayının ardından hilafet merkezi yaptığı Kûfe’de defnolunmuştur.[216]

Hz. Ali vefat ettikten sonra oğlu Hasan’a beyat eden müslümanlar, onu halife ilan etmişlerdi.[217] Ancak Hz. Hasan, içinden geçmekte oldukları karmaşık durumu enine boyuna düşünüp hem Muaviye hem de kendi taraftarlarını sınama süzgecinden geçirdik­ten sonra, sonuna kadar güvenemeyeceği bir orduya sahip olduğu gerçeğinin farkında idi. Tabiatı gereği fitne ve savaştan uzak kalmayı tercih eden Hz. Hasan, belki de hep­sinden önemlisi, daha fazla müslüman kanı akmaması niyetiyle, Muaviye lehine halife­likten feragat etme kararı almıştı. Her iki taraf için de makul şartlar altında anlaşma yapmak isteğiyle Muaviye’ye mektup gönderen Hz. Hasan, sonuç olarak 41/661 yılında, Muaviye’ye beyat ettiğini açıklamış ve Kufe’yi ona teslim etmişti.[218]

Muaviye ile Yakınlaşma Süreci

Genel anlamda bakıldığında, Mugîre b. Şu'be’nin mensubu olduğu Sakîf kabile­si, Hz. Osman’ın katlinin ardından boy gösteren fitne hareketlerinde tarafsız kalmayı seçmiş; Hz. Ali ile Muaviye arasındaki mücadelede de bu tarafsızlıklarını muhafaza etmişlerdi. Sakîflilerin bir kısmı hariç, Muaviye’den yana tavır sergilemeleri, Tahkim Hadisesinden sonra olmuştu. Sakîflilerden Muhâcir olanların sayısı az olduğu gibi, Ensârla olan ilişkileri de Emevîlerle olduğundan çok daha güçsüzdü. Onların fitne hare­ketlerinde tarafsız kalışları, kendilerini gerek Haricîlere gerekse idare karşıtı hareketlere katılmaktan korumuştur ki, bu durum Muaviye’nin, idarecilerini Sakîflilerden seçme­sinde önemli bir etken olmuştur. [219]

Müslümanların aralarında cereyan eden çekişmeler süresince çekinser bir görü­nüm arz eden Mugîre, Hz. Ali’nin katledilmesinin ardından tavrını Muaviye’den yana koymuştu. Zamanla daha da netleşen bu tavır, Mugîre b. Şu'be’nin, Muaviye tarafından Hz. Hasan’a hilafetten vazgeçmesi için gönderilen heyete dahil olmasıyla kendini belli etmişti.

Muaviye, musalahaya varacakları zaman Hz. Hasan’a Mugîre b. Şu'be, Abdul­lah b. Âmir b. Keriz, Abdurrahman b. Ümmü’l-Hakem’i göndermişti. Bu grup, yapılan görüşmelerin ardından Hz. Hasan’ın yanından ayrılarak halka, Allah’ın böylece Rasûlü’nün oğluyla kanı topladığı ve fitneyi onunla yatıştırdığı şeklinde bir duyuruda bulunarak Hz. Hasan ile uzlaşmaya vardıklarını ilan etmişti.[220]

Bazı rivayetlerde Mugîre b. Şu'be’nin, Muaviye’ye beyat edildiği sene, 41/661 yılında Muaviye’den sadır olduğu izlenimini veren bir mektup yazarak Hac emirliği vazifesini üstlenmiş, Terviye gününde Arafat’a çıkmış ve Arefe gününde de kurban kesmişti. Onun, yaptığı bu hilenin anlaşılmaması için böyle acele davrandığı belirtil­mektedir. Üstelik Mugîre, Ukbe b. Ebî Süfyan’ın bu görevi yerine getirmek üzere Muaviye’nin emriyle yola çıktığını haber almış idi.[221]

Muaviye Tarafından İstimâli

Muaviye döneminde önemli vazifelere getirilen kişilerin büyük ölçüde Sakîfliler’den olduğu göze çarpmaktadır. O, iktidarda olduğu süre boyunca, Mugîre b. Şu'be, Ziyad b. Ebîh gibi aynı zamanda Arapların dâhîleri olarak meşhur olan Sakîflilerden faydalanmıştır.[222] Hatta bu kabilenin, Muaviye’nin saltanatını sürdürme­sinde kilit rol oynadığı söylenebilir. Onlara tanınan bu önceliğin sebebi, Ümeyyeoğullarıyla aralarında bulunan ve kökleri geçmişe dayanan ilişkiler yumağı idi. Bu ilişkiler, dinî, ticarî gibi önemli noktalarda birleşmenin yanı sıra akrabalıkla da pe­kiştirilmişti. Nitekim Muaviye ve ailesi bu kabile ile güçlü akrabalık bağlarına sahipti. Daha önce bahsedildiği üzere Ebu Süfyan, kızları ve kız kardeşleri Sakîflilerle evli ol­duğundan ona “Sakîflilerin dayısı” denmekteydi. Tüm bunların ötesinde görünen o ki, Muaviye, zekâlarıyla öne çıkmış olmalarının yanında, idare işinde de tecrübeli olan bu kabileden yararlanmayı iyi bilmişti.[223]

Muaviye b. Ebî Süfyan, siyasî zekâya sahip bir insan olup, akıllı ve ihtiyatlı dav­ranırdı. Kendine muhalefet edebilecek zeki adamları ustaca saflarına çeker; iktidarını ihtilaflardan korumaya çalışırdı. Meşhur Arap dehâlarından olan Mugîre b. Şu'be’yi Kûfe valiliğine getirmesi de, onun bu politikasının bariz bir örneğidir.[224]

Kûfe Valiliği

Muaviye b. Ebî Süfyan, Hz. Hasan’la anlaşıp iktidarı ele geçirince, artık kendi hakimiyetine girmiş olan Irak bölgesine yeni valiler atamıştır. Bunun bir örneği olarak o, iktidarının daha ilk zamanlarında Mugîre b. Şu'be’yi Kûfe valisi olarak görevlendir­miştir.[225] Bu hususta gelen rivayetlere göre Muaviye, önce Abdullah b. Amr b. el-Âs’ı Kûfe’ye tayin etmiş idi; ancak Mugîre Muaviye’ye gelerek “Abdullah’ı Kûfe’ye, babası Amr’ı da Mısır’a vali yapmakla, aslanın iki dişleri arasında bir emir mi olmak istiyor­sun?” diyerek onu uyarmıştı. Bunun üzerine Muaviye Abdullah’ın yerine Mugîre’yi vali tayin etmeye karar vermişti. Bu durumu öğrenen Amr b. el-Âs ise Muaviye’ye gelerek “Sen, Mugîre’yi Kûfe haracının başına getirdin ama bundan sonra o, malları istediği gibi evirip çevirecek ve sen ondan hiçbir mal alamayacaksın. Kûfe haracının başına öyle bir adamı tayin et ki, senden korksun ve çekinsin” şeklinde telkinde bulunmuştu. Bunu dikkate alan Muaviye, Mugîre’yi Kûfe haracından azlederek, onu sadece namaz kıldır­makla memur etmişti.[226]

Rivayet edildiğine göre, Muaviye Mugîre’yi Kûfe valiliğine tayin ettiğinde, ona bazı tavsiyelerde bulunmak istediğini ve aslında akıllı bir adam olduğu için bunları ona söylemesine dahi gerek olmadığını belirttikten sonra, valiliği boyunca daima Ali’yi kö­tülemesini, onun ve adamlarının açıklarını diline dolayarak onlara beddua etmesini; buna mukabil Osman’ı rahmetle anarak ona her daim övgüler yağdırmasını telkin etmiş­tir. Muaviye sözlerinin bitirince Mugîre ona “Sen bu şekilde beni denedin; bir gün sen de deneneceksin ve sonunda ya iyilikle ya da kötülükle anılacaksın” diye karşılık verince, Muaviye, ikisinin de hayırla anılacaklarına inandığını dile getirmişti.[227]

Mugîre, Kûfe valiliğini bir yıl kadar gayet iyi yönetmiş; Muaviye’nin tavsiyesini göz ardı etmeyerek, gerek kendisi gerekse görevlendirdiği hatipler hutbelerinde Hz. Ali’yi kötülemiş, Hz. Osman’ı ise methetmeyi ihmal etmemişlerdi.[228] Örneğin, Mugîre’nin Rey valiliğine getirdiği Kesîr b. Şihâb, Rey minberi üzerinde Hz. Ali’ye sürekli küfre­der dururdu ki bu adam, Mugîre’nin vefatından sonra Kûfe valiliğini üstlenecek olan Ziyad b. Ebîh zamanında da görevine devam etmişti.[229]

Mugîre, bu uygulaması nedeniyle halktan tepki almıyor değildi. Bir gün, Mugîre’nin yine Hz. Ali’yi kötüleyip Hz. Osman’a övgüler yağdırdığını duyan ve Hz. Ali taraftarlığıyla bilinen Hucr b. Adiyy ona, “Allah size lanet etsin ve sizi kötülükle ansın” diyerek tepki göstermiş; Mugîre ise bu adama, Sultanın gazabından sakınmasını, zira bu gazabın onlar gibilerini helak etmiş olduğunu söylemekle yetinmişti.[230]

Mugîre’nin vali olduğu sürede, şehrin kadılığını Şureyh adlı bir adamın yürüttü­ğü rivayet edilmektedir.[231]

Ziyad b. Ebîh’i Muaviye Saflarına Çekişi

Muaviye, diğer valileri gibi Mugîre b. Şu'be’yi de bu göreve getirirken bir takım hedeflere ulaşma amacında idi. Bunların belki de en önemlisi, devlet otoritesinin güç­lendirilmesi ve buna paralel olarak halkın, kendisi lehine yönlendirilmesi idi. İşte bu noktada çaba sarf etmekten asla yorulmayan Muaviye, iktidarı için tehlike arz edebile­ceği endişesi ile, Ziyad b. Ebîh hakkında tedbir almayı da ihmal etmemişti.

Ziyad b. Ebîh, Hz. Ali tarafından Fars bölgesine vali tayin edilmişti. Muaviye, hilafetinin ilk senesinde, ona bir mektup yazarak elinde bulunan zekât mallarından arta kalanları kendisine göndermesini istemiş, o ise yanında böyle bir mal varlığı olmadığını ve hepsinin gerekli yerlere harcandığını beyan ederek, Muaviye’nin bu husustaki gö­rüşme teklifini reddetmişti. Böylece bu durum, halledilmemiş bir problem olarak kal­mıştı.[232]

Bir süre sonra, 42/662 senesinde, Muaviye, Mugîre b. Şu'be’yi yanına çağırarak ondan bu konuda yardım istemişti. Zira Mugîre ile Ziyâd arasında dostluk vardı.[233] Üstelik o, bir zamanlar vali Mugîre’nin yazıcılığını yapmıştı.[234]

Muaviye, Mugîre’den, ne olursa olsun, Ziyad’ı kendisine getirmesini isterken, onun hakkında bazı kaygılarından kurtulamamaktaydı. O, Ziyad’ın, Ehl-i Beyt’ten bazı­larını harekete geçirerek ve hesabını vermediği malları da bu amaç uğruna kullanarak yeni bir hareket başlatmak suretiyle, iktidarını sarsacağından tedirginlik duymaktaydı. Bu kaygıdan haberdar olan Mugîre ise ona, endişeye gerek olmadığını zira Ziyad’a mal­larının hesabını sorulmadıkça, onun böyle bir çabasının olmayacağını, zaten Ehl-i Beyt’in de bu tür bir girişime yanaşmayacağını söyledikten sonra sözlerini şu şekilde tamamlamıştı: “Yâ Emîre’l-Müminîn! Bil ki Ziyad emin bir kişidir, tedbir ehlidir. O senin yanına gelirdi ama, kendisinden, idare ettiği vilayetlerin mallarının hesabını sora­cağı fikriyle ihtiyatlı davranmaktadır. Zira o, hesap vermekten acizdir; çünkü malları Hz. Ali’ye vermiştir; ancak kanıtı yoktur. Oysa sen ondan delil isteyeceksin. Şayet bu hesap işinden vazgeçersen, onu hemen senin yanına getiririm”. Bu konuşmadan sonra Muaviye, hesap işinden vazgeçince Mugîre, tıpkı söylediği gibi Ziyad’ı ona getirerek beyat etmesini sağlamıştı.[235]

Ziyad b. Ebîh’in Muaviye’ye gelişi hakkında, İbnü’l-Esîr’de daha geniş ve bazı farklılıklar içeren bir anlatım vardır. Şöyle ki, Ziyad’ın, mallarını mütevellisi olarak bakması üzere, yeğeni Abdurrahman b. Ebî Bekre’ye emanet ettiğini öğrenen Muaviye, Mugîre b. Şu'be’den, Abdurrahman’ın yanına giderek bu mallar hakkında araştırma yapmasını istemişti. Bunun üzerine Basra’ya giden Mugîre, Ziyad’la olan dostluğuna binaen, Abdurrahman’ın himayesinde böyle bir mala rastlamadığını söyleyince, Muaviye’den, hırpalamak suretiyle onu konuşturmasına dair bir emir almıştı. Bu konu­da Mugîre mazeret beyan etmek istemişse de, sonunda, Abdurrahman’ı dövdüğü izle­nimini veren bazı darp hareketlerinde bulunarak durumu idare etmeye çalışmış ve Muaviye’ye, bir kez daha, Abdurrahman’ın yanında böyle bir mal bulamadığını söyle­yerek Ziyad’ın mallarını da korumuştu.[236]

Mugîre, Şam’a geri döndüğünde Muaviye ona sitem ederek,

“Kişi sırrını birine açacak olursa, bu, onun dostu ve sırdaşı olmalıdır.

Eğer sırrını açıklayacaksan, Ya onu saklayacak olan bir sırdaşına ver ya da bun­dan vazgeç”

şeklinde bir hitapta bulunmuştu. Neden böyle bir hitapla karşılaştığını anlamadığını belirten Mugîre, kendisinin emin bir sırdaş olduğunu ifade etmişti. Bunun üzerine Muaviye hislerini Mugîre b. Şu'be’yle paylaşarak ona, Ziyad’ın Fars illerine sığınmış olduğunu düşündükçe uykularının kaçtığını ifade etmişti. Bu sözlerine karşın Mugîre, ona, bu konudaki endişelerinin nedenini sorunca Muaviye, “Fars illeri gibi yerlerin mal­ları Arap dâhilerinden birinin elinde olursa, o, her türlü hile ve tuzağı düşünebilir. Ziyad’ın, Ehl-i Beyt’ten birine beyat etmesinden çekiniyor ve rahat olamıyorum. Eğer bunu yaparsa tekrar savaşı başlatmış olur” diyerek huzursuzluğunu dile getirmişti. Bu konuşmanın sonunda Mugîre, Muaviye’ye, isterse Ziyad’ı kendisine getirebileceğini söylemiş; Muaviye’de, bunu başardığı takdirde kendisini ödüllendireceğini vaad etmiş­ti.[237]

Görüşmenin ardından Mugîre, amacını gerçekleştirmek üzere, Ziyad’a giderek ona şunları söylemişti: “Hilafet konusunda ortaya çıkıp bu işe elini atacak, Hz. Hasan’dan başka kimse yoktur ki, o da Muaviye’ye beyat etmiştir. Buna rağmen, senin burada olman halifeyi rahatsız etmektedir. Bu nedenle beni sana gönderdi. Sen de beyat hususunda acele et ki, Muaviye seninle uğraşmaktan vazgeçsin”. Ziyad, Mugîre’den, kendisine bu konuda tavsiye vermesini isteyince o, “Muaviye’yle bir araya gel; barışın ve iplerinizi birleştirin. Yüce Allah, sonunda hükmünü verecektir” diyerek görüşünü açıklamıştı. Mugîre’nin geri dönüşünün akabinde Muaviye, Ziyad’a bir emanname gön­dermiş; Ziyad’ da Şam’a gelerek Muaviye’ye beyat ettiğini bildirmişti.[238]

Ziyâd, Muaviye’ye bağlılığını beyan ettikten sonra ona, Kûfe’de oturmak istedi­ğini söylemiş, Muaviye’ de onun bu arzusunu geri çevirmemişti.[239] O, Kûfe’de bulun­duğu dönem boyunca, şehrin valisi ve kendisinin yakın arkadaşı olan Mugîre b. Şu'be’den her zaman izzet ve ikram görmüştü. Burada değinilmesi gereken bir husus şudur ki, Muaviye, Mugîre’ye bir mektup yazarak, Ziyad, Hucr b. Adiyy, Süleyman b. Surâd, Şeb’es b. Rib’î ve İbnü’l-Kevvâ İbnü’l-Hâmik adlı şahısları sürekli olarak cema­at namazlarında bulundurulmalarını emretmişti. Nitekim bu kişiler, devamlı Mugîre’nin yanında namaza gelirlerdi. Muaviye’nin Mugîre’den bunu istemesinin sebebi, zikredilen kişilerin önde gelen Hz. Ali taraftarı olmaları idi.[240]

2) Haricîlerle Mücadele

Sıffin savaşı ile patlak veren Tahkim Hadisesinin ardından kendilerini gösterme­ye başlayan Haricîler, müslümanların başına gelen tüm olayların yegane sorumluları olarak ilan ettikleri isimlerden biri olan Muaviye’nin saltanatı döneminde de boş dur­mamışlardı. Buldukları fırsatları değerlendirmeyi iyi bilen bu grup, başta Muaviye ol­mak üzere yeni yönetimin başını hayli ağrıtmıştır.

Sayıları az olsa da sık sık ayaklanan Haricî gruplar, sayılarının azlığı ve diğer müslümanlardan gelen tepkilere rağmen mücadelelerinden vazgeçmemiş; kendilerinden kat kat fazla orana sahip olan hilafet güçleri karşısında zaferler kazanabilmişlerdi.[241]

Haricîlerin Tahkimden sonra Hz. Ali’nin başına musallat olması ve nihayetinde, içlerinden birinin halifeyi öldürmesi, Ali taraftarlarının da onlara karşı olan duygu ve davranışlarını, katı bir düşmanlığa dönüştürmüştü. Muaviye, kendi idaresi boyunca Hz.

Ali’yi sevenlerin bu hislerini gayet iyi değerlendirerek, Haricî isyanlarının bastırılma­sında onlardan sonuna kadar faydalanmıştı. Buna karşılık Hz. Ali taraftarları da kendile­rini bu konuda gönüllü askerler olarak addedip, imamlarını katleden bu insanları, sıkı bir takibat altına altına almışlardı. Böylece Haricîlerin, hem Muaviye hem de Hz. Ali taraftarlarının tek hedefi haline gelmesi, doğal olarak bu iki farklı taraf arasında siyasî bir yumuşamayı da beraberinde getirmişti.[242]

Muaviye’nin Haricî isyanları ile daha ilk karşılaşmasında Şam ordusunun mağ­lup olmasının ardından, o henüz işin başında aldığı bu yenilginin faturasını Kûfelilere çıkarmış; onları, asilerin hakkından gelmedikçe kendilerini de emniyette hissetmemeleri konusunda sert bir şekilde uyarmış ve Irak’ta sudur eden bu hareketin yine Iraklılar tara­fından yok edilmesini istemişti. Bu tehdit üzerine Kûfeliler, Haricîlerin üzerine asker göndermek zorunda kalmış; meydana gelen çarpışma neticesinde, Haricî grubun çoğun­luğu öldürülmüş, kalan kısmı ise dağlık bölgelere sığınarak tehdit oluşturmaya devam etmişti.[243]

Hilafetinin daha ilk senesinde, Haricîlerle uğraşmak zorunda kalan Muaviye, adeta karışıklıkların nüvesini teşkil eden yer mahiyetindeki Kûfe’yi, Mugîre b. Şu'be’nin idaresine bırakarak Şam’a dönmüştü.[244]

Mugîre’nin idaresindeki Kûfe’de, hoşgörünün hakim olduğu serbest bir ortam­dan bahsedilmektedir. O, yumuşak huylu ve hoşgörülü bir idareci olup insanlarla iyilik­le anlaşmayı tercih eder ve öyle davranırdı. Haricî ya da Şia olsun, kimseyi fikirlerinden dolayı kınamaz, muaheze etmezdi. Kendisine, falan Şiadır, falan Haricîdir, şeklinde yapılan ihbarlara, “Allah, kullarının arasındaki ihtilafları çözecektir” diyerek mukabele­de bulunurdu. Nitekim, Haricîler zaman zaman bir araya gelerek Nehrevan’da öldürülen arkadaşlarından bahseder; yapılanlar karşısında boş durmanın doğru olmadığını ve ken­dileri gibi düşünmeyen müslümanlar ile savaşmanın gerektiğine olan inançlarını dile getirirlerdi.[245]

Mugîre’nin, Kûfe’deki bu müsamahakar tutumu, gün geçtikçe Haricîlere cesaret vererek onların harekete geçmelerine zemin hazırlarken, aynı zamanda Hz. Ali taraftar­larına da, bu insanlardan intikamlarını alma hususunda bir fırsat sunmaktaydı. Bu şekil­de Ali yandaşlarını da kendi safında tutan Mugîre b. Şu'be, Haricî isyanlarına karşı as­ker gönderme konusunda sıkıntıya düşmemişti.[246] [247] [248]

İşte bu hoşgörü ortamını kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya başlayan Haricîler, fırsat buldukça ayaklanmışlardı. Bunlardan biri de, Ferve b. Nevfel ve adamları-nın çıkardığı isyandır. Mugîre, bu gruba karşı Şeb’es b. Rib'î ya da bir rivayete göre Ma kil b. Kays ı göndermek suretiyle onları imha etmişti.

Ortamdan yararlanan bir diğer isyancı da, Şebib b. Becere idi. Bu adam, İbn Mülcem’in Hz. Ali’yi öldürdüğü sırada onunla birlikte olduğunu ifade ederek Muaviye’ye yanaşmaya çalışmış, ancak umduğunu bulamamıştı. Muaviye onun şehir­den uzaklaştırılmasını emredince, Şebib önüne çıkan herkesi katletme yoluna gitmiş; Muaviye Kûfe’yi Mugîre’ye teslim edip oradan ayrıldıktan sonra da, şehrin yakınların­daki el-Kuff mevkiinde isyan etmişti. Bunun üzerine Mugîre, Halid b. Urfuta ya da bir başka rivayete göre Ma'kil b. Kays’ı görevlendirerek ayaklanmayı bastırmış, isyancıları 292 yok etmişti.29

Bu arada şunu belirtmek gerekir ki, Kûfe’de, halkın can güvenliğini tehlikeye düşürmeleri sebebiyle, Haricî fikirleri benimseyenlerin veya isyan başlatma hazırlığında olanların gözetlenerek idareye ihbar edildiği göze çarpmaktadır.[249] Bu şekilde, Muayn b. Abdullah’ın bir isyan hazırlığı içerisinde olduğunu haber alan Mugîre b. Şu'be, he­men Muayn’ı yakalatmış, daha sonra Muaviye’ye haber göndererek, bitmek bilmeyen bu isyanların müsebbibi olan asileri nasıl cezalandırması gerektiği hususunda ondan tavsiye istemişti. Muaviye, cevabında, kendisinin halife ve mü’minlerin emîri olduğuna şehadet etmeleri karşılığında onları serbest bırakabileceğini belirtmişti. Mugîre isyancı­lara bu teklifi sunduğunda, organizatörleri Muayn, “Ben, ancak, Allah’ın hak olduğuna, kıyametin kopacağına ve tekrar kabirlerden diriltileceğimize şehadet ederim” diyerek bu teklifi reddetmiş, sonuçta da öldürülmüştü.[250]

Muaviye, Haricîlerin belli bazı hususları kabul etmeleri şartıyla affedilmeleri yo­luna giderek onları zararsız hale getirmek niyetinde idi; çünkü aşırı görüşlerinin ve inançlarına taassub derecesinde bağlı oluşlarının onlara neler yaptırabileceğinin farkın­daydı. O’nun bu düşüncesinde isabetli olduğu, Ebu Meryem isyanıyla da kendini götse- recektir.[251] O, Hâris b. Ka'boğullarının azadlı kölesi olup, isyan ettiğinde yanında, Hari­cî görüşleri benimseyen Katâmi ve Kühayle adlarında iki kadın da vardı. Böylece, hare­ketine kadınların da iştirak ettiği ilk kişi Ebu Meryem olmuştur. O, bundan dolayı ken­disini ayıplayanlara, kadınların Hz. Peygamber’in savaşlarına da katıldığını, yine Şamlı­lar arasında da çarpışan kadınların mevcut olduğunu söyler dururdu. Ebu Meryem isyan ettiğinde, Mugîre onun üzerine Câbir el-Becelî’yi göndermiş; yapılan çarpışma sonu­cunda isyancılar Bâdureya’da öldürülmüştür.[252]

Mugîre b. Şu'be’nin uğraştığı bir diğer Haricî isyanı da, Ebu Leylâ adında, siya hî, azadlı bir köle tarafından başlatılmıştı. O, bir gün Kûfe mescidinin kapısında, müslümanlara gözdağı verircesine bağırıp çağırmış, ancak hiç kimse ona karşılık ver­memişti. Bundan cesaret alan Ebu Leylâ, kendisi gibi azadlı otuz kadar adamla birlikte isyan etmişti. Mugîre, bu hususla ilgili olarak Ma'kil b. Kays’ı görevlendirmiş, o da, isyancıları Kûfe’nin dış sınırlarında yakalayarak imha etmişti.[253]

Bu gelişmeler karşısında Mugîre b. Şu'be, idaresi altındaki insanları, konuşmala­rında sürekli olarak uyarıyor, onlara kötü davranmak istemediğini, ancak olup biten her şeyden haberdar olduğunu bilmelerini ve herkesin kendine çeki düzen vermesi gerekti­ğini vurguluyordu. O, bu konuda bilhassa kabile reislerine iş düştüğünü söyleyerek, onları kabile fertlerine sahip çıkmaları ve yaşamakta oldukları hoşgörü ortamını suistimal etmemeleri hususunda ikaz etmekle kalmayıp, birlikte hareket etmeye de da­vet ediyordu.[254]

Mugîre b. Şu'be, Kûfe’deki Havaric ve Şia gibi muhalif gruplara karşı sergiledi­ği müsamahakar tavır hususunda, Muaviye ile aralarını düzeltip yanına getirdiği Ziyad

b. Ebîh de dahil olmak üzere, Muaviye ve Emevî yanlıları tarafından ikaz edilmiş, eleş­tirilere maruz kalmıştı. Zira Haricîler, Nehrevan’dan sonra toplanarak Kûfe’de adeta karargâh kurmuş ve yeniden güçlenmişlerdi.[255]

Bu sırada, Haricîleri idare etmekte olan, Temim kabilesinden Müstevrid b. Ullefe, Teym kabilesinden Hayyan b. Zıbyan ve Tay kabilesinden Muaz b. Cüveyn b. Husayn adlı üç kişi, aralarında yaptıkları istişareden sonra, en yaşlıları olan Müstevrid’i lider seçmişlerdi.[256]

Mugîre b. Şu'be, 43/663 senesi girdiğinde, Haricîlerin Hayyan b. Zıbyan’ın evinde toplanıp isyan hazırlıklarına giriştikleri haberini alınca, emniyet görevlisi olan Kabîsa et-Temûn’u oraya göndermiş; o da evde bulunanları Mugîre’nin yanına getir­mişti. Onları konuşturmak ve amaçlarını öğrenmek için hayli uğraşan, ancak bu kimse­lerden, evde Kur’ân okumak için toplandıklarından başka bir ifade duyamayan Mugîre, onları, tedbiren hapsetmişti. Arkadaşlarının hapiste olduğunu öğrenen Haricîler, onları kurtarmak amacıyla, liderleri Müstevrid’in idaresinde bir araya gelmişlerdi. İşte, o gün­lerde Haricîlerin yine ayaklanma hazırlığı içinde olduğunu haber alan Mugîre b. Şu'be, Kûfe’de halka şu hutbeyi irad etmiştir:

“Sizler, benim Haricîlere karşı iyi davrandığımı, başınıza herhangi bir işin gel­memesini istediğimi çok iyi bilirsiniz. Ancak, aranızdaki bazı kötü insanların bizi mace­raya sürükleyeceğinden endişe etmekteyim. Gerçekten, halim ve müttaki bir insanın cahil ve sefih adamın günahını yükleneceğinden, bundan dolayı bizim de başka bir çıkar yolumuzun kalmayacağından korkuyorum. Bu nedenle, şehrimizin sefih insanlarını he­pinizin başına gelebilecek felaketlere sebep olmaktan alıkoymanızı istiyorum. Bazı a­damların bu şehirde her türlü nifak ve fitneyi yayma niyetinde olduğunu haber aldım. Vallahi, bu insanlar Arap diyarlarının hangisinde isyan ederlerse etsinler, mutlaka onları yok eder, kendilerinden sonra gelecek olanlara ibret olmasını sağlarım”.[257]

Mugîre’nin bu sözlerinin ardından, orada bulunan Ma'kil b. Kays, ondan bu insanların kimler olduklarını söylemesini, kendi kabilesinden dahi olsa bu tür insanlarla savaşmaya gönüllü olduklarını beyan etmişti. Bu görüşmenin ardından vali, kabile reis­lerini toplayarak onlara, kendi kabilesinden olan sefih kimselere karşı tavır alarak ken­disinin yanında olmalarını, aksi halde herkesin huzurunun kaçacağını söylemişti. Kabile reisleri, Mugîre’nin davetine icabet etmiş ve tüm fertlerine, kendilerine mukayyet olma­larını tavsiye etmişti. Buna bir örnek verilecek olursa, Sa'saa b. Sühân, kabilesi Abdikays’a şöyle hitab etmiştir: “Allah’a hamd olsun ki, size nimetlerin en güzelini verdi; siz de O’nun Rasûlü’ne itaat ve çağrılmış olduğunuz dine icabet ettiniz. Peygamber hayatta iken olduğu gibi, onun ölümünden sonra da iman üzere kaldınız. Çoğunun ihtilafa düştüğü zamanlarda siz dininize yapıştınız, sabrettiniz. Allah da, bölücülük yapanları sizin gibilerin eliyle ıslah etti. Biliniz ki, Allah’a, Peygambere ve onun Ehl-i Beyt’ine, bu asilerden daha düşman olan kimse yoktur. Bunlar, dinden sapmış, hataya düşmüş, bizim imamımıza (Hz. Ali) muhalefet ederek kanlarımızı helal saymış insanlardır. Sakın onları evlerinizde barındırmayasınız ve haklarında bildiğiniz şeyleri gizlemeyesiniz. Hiçbir Arap kabilesine, böyle insanlara yardım etmek yakışmaz; fakat duyduğuma göre, bazılarınız bu insanların yandaşı olmak niyetindedir. Bu konuda sizleri uyarmakla kalmıyor, hak olduğundan dolayı onların kanlarıyla Allah’a yaklaş­mak istiyorum; zira onların kanları helaldir.

Ey Abdikayslılar! Valilerimiz, görüşleriniz hakkında her şeyi bilmektedirler. Bu nedenle onların ellerinde sizin aleyhinizde her hangi bir delil olmasın; zira, size karşı hükümlerini rahatlıkla icra edebilme gücüne sahiptirler”.[258]

Vali Mugîre ve kabile liderlerinin birlikte hareket etme kararı almalarının ardın­dan, sığındıkları kabilelerin içinden çekilerek isyan hazırlıklarına girişen Haricîler’in bu durumunu haber alan Mugîre, kendileri ile istişare etmek üzere müslümanların ileri ge­lenlerini ve kabile reislerini toplayarak onlara, isyancıların üzerine gönderilecek orduyu kimin komuta edeceği hususunu tartışmaya açmıştı. Bu istişare esnasında, asilere karşı olan net ve sert tavrını her fırsatta haykıran Ma'kil b. Kays, Mugîre’ye, “göndereceğin kişi, etrafında bulunan adamlardan herhangi biri değil, sana itaat edecek ve onların he­laki için sonuna kadar çalışacak bir kimse olmalıdır. Böyle kimseler arasında da, onlara, benden daha düşman olan kimse yoktur; beni gönder; Allah’ın izniyle bu işi halledece­ğim” demişti. Bu sözlerinin üzerine Mugîre, bu görevi ona vermiş, sonra da, beraberin­de üç bin kişi olduğu halde Haricîler’in üzerine göndermişti. O, ayrıca emniyet görevlisi Kabîsa’ya, “Ma’kil ile birlikte Ali taraftarları da bu sefere katılsın; bu vesileyle arala­rında kaynaşma meydana gelir ve bundan böyle Haricîlere karşı birlikte mücadele verir­ler. Üstelik onlar, Haricî gruba karşı daha önce de savaşmış, tecrübeli insanlardır” diye­rek gücünü sağlamlaştırmıştı. Böylelikle Ma'kil b. Kays, yanında Hz. Ali taraftarları da olduğu halde, üç bin kişilik bir orduyla yola çıkmış ve iki taraf arasında adeta bir kova­lamaca başlamıştı; çünkü, valinin sevk ettiği ordunun üzerlerine gelmekte olduğunu öğrenen Müstevrid ve adamları, sürekli yer değiştirmekteydi.[259]

Bu takip sürecinde, Haricîlerle Ma'kil’in askerleri arasında bazı çatışmalar ol­muş; Ma'kil, aldığı önemli yenilgilere rağmen bu işten vazgeçmemiş ve Basra’dan ge­len takviye kuvvetlerin de yardımıyla Müstevrid’in peşini bırakmamıştı. Nihayetinde iki taraf arasında cereyan eden çatışmada, teke tek savaşan Ma'kil ve Müstevrid’in her ikisi de hayatını kaybetmişti. Liderleri ölen ve büyük kayıplar veren Haricîler, böylece etki­siz hale getirilmişti.[260]

Haricî isyan zincirinin bir halkası da, Muaz b. Cüveyn et-Tâî ayaklanmasıdır. Mugîre, onların üzerine, Hemdan’dan bir grup adam göndermiş; bütün isyancılar öldü- rülmüştü.[261]

Mugîre b. Şu'be’nin valiliği döneminde, Mevaliden bir grup da isyan etmişti ki, bunların emirleri, Kûfe ehlinden Ebu Ali idi. O, Benî Hâris b. Ka'b’ın mevlasıydı. Mugîre’nin, Becîle kabilesinden bir adam komutasında kuvvetler göndererek bertaraf ettiği bu başkaldırı hareketi, Mevalîden zuhur eden ilk isyan idi.[262]

Mugîre b. Şu'be’nin, valiliği boyunca, Haricîlere karşı sergilediği davranış yön­temleri ve bunların sonuçları gözden geçirildiğinde, bazı önemli noktalar göze çarpar. Onun Haricîler konusunda kabilelerle diyalog içerisine girip onlardan yardım istemesi, idare ile kabilelerin işbirliği yapmaları sonucunu ortaya çıkarmıştır. Nitekim, Adiyy b. Hatim, Ma'kil b. Kays ve Sa'saa b. Sühân gibi Hz. Ali taraftarlığıyla bilinen kişilerin, Haricîlerle savaşmak için adeta birbiriyle yarıştığı görülmektedir. Yine bu meyanda Mugîre’nin, isyancılara karşı verilecek mücadeleye, Hz. Ali taraftarlarını da dahil etmesi sayesinde, Ali yandaşlarının isteklerinin yerine gelmesinin yanı sıra, idarenin de bu konuda bilinçli seçimler yaparak zekice davrandığı da ortaya çıkmaktadır.[263]

Mugîre b. Şu'be, büyük bir zekâ ve maharet örneği göstererek, Haricîlerin üzeri­ne onların esaslı düşmanları olan Şia’yı göndermek suretiyle kendi meşguliyet yükünü de hafifletmiştir.[264] Bu şekilde Mugîre, hem şehirde kendisine karşı durabilecek farklı bir grubun (Şia) varlığını önlemiş hem de halkı ve idareyi ortak paydada buluşturmak suretiyle gücünü artırmıştır.

Şia ile İlişkiler

Mugîre b. Şu'be’nin Kûfe valiliği sürecinde, Hz. Ali taraftarlarıyla olan ilişkiler, bir yandan ilginç bir şekilde, aynı hedef uğruna paralel bir seyir izlerken; öte yandan hutbelerde Hz. Ali’nin sebbedilmesinin ihmal edilmeksizin adeta bir gelenek halinde devam ettirilmesiyle tepkisel ve eleştirel boyutunu da korumuştur. Yani Mugîre, Muaviye’den aldığı telkinle konuşmalarında, Hz. Ali ve yandaşlarını ayıplayıp kötüle­mekte, ancak bunun yanında, devlet için olduğu kadar Ali taraftarları için de rahatsızlık unsuru olan Haricîlere karşı verilen mücadelede onlarla birlikte hareket etmekteydi. Üstelik bu uyum, Ali taraftarlarının gönüllülük derecesindeki talepleriyle tesis edilmişti.

Bu şekilde iki çizgide devam eden ilişkiler bütünü içerisinde, bunun misallerini görmek mümkündür. Örneğin, Hz. Ali taraftarlığını her ortamda dile getirmekten kaçınmayan Hucr b. Adiyy’in, Hz. Ali ve destekçileri hakkında kötü konuşan Mugîre b. Şu'be’ye karşı çıkarak Hz. Ali’ye övgüler yağdırması karşısında, Mugîre’nin ona her­hangi bir cezaî uygulamada bulunmayıp olayın üzerine gitmediği görülmektedir.[265]

Mugîre b. Şu'be, valiliğinin sonlarına doğru da Hz. Ali’yi zem, Hz. Osman’ı medh etmeye dair söylemlerini devam ettirmişti. Yine böyle bir konuşması esnasında Hucr b. Adiyy, mescitte, herkesin huzurunda ona karşı çıkarak, bu göreve getirildiğin­den beri aynı şeyleri söyleyip durduğunu; böyle yapacağına, insanlara karşı sorumluluk­larını yerine getirmesi ve onların menfaatine çalışması gerektiğini ifade etmişti. Hucr sözlerini bitirdikten sonra orada bulunan pek çok insan da kendisini desteklemişti. Bu olayın ardından Mugîre, minberden inerek evine[266] veya emaret binasına[267]çekilmiş, adamları ise ona gelerek “İnsanların sana karşı böyle cesurca davranmalarına nasıl izin veriyorsun? Bu şekilde, kendi otoriteni sarsmakla kalmıyor, Muaviye’nin de sana tavır almasına sebep oluyorsun” demek suretiyle onu uyarmışlardı.[268] Mugîre, bu sözlerine cevaben onlara “Ben, Hucr’u çoktan öldürdüm. Bekleyin ve görün; benden sonra gele­cek olan emîre karşı da aynı şekilde davranacak; yeni vali de onu öldürüverecek. Ben, ömrümün sonuna doğru, ecelimin yaklaştığı sıralarda, bu şehrin önde gelenlerinden birini öldürmek istemem. Ayrıca böyle davranıp da onu ve arkadaşlarını öldürecek olsam, onlar mutlu ben ise bedbaht olurum” demişti.[269]

Bu rivayet, Ahbâru’t-Tıvâl adlı eserde ise şu şekilde geçmektedir: Hucr b. Adiyy ve mesciddeki bazı insanların bu protestosunun ardından Mugîre, minberden inerek valilik binasına gitmiş ve Hucr’a bin dirhem göndermişti. Bu tutumun bir acziyet ve zaafiyet göstergesi olduğunu söyleyip eleştiri de bulunanlara, “ bilakis, ben onu öldür­düm” diyerek kendisini çok arayacaklarını belirtmişti.[270]

60 yaşına varan Mugîre’nin artık tek emeli, makamını korumak, hareketli geçen hayatını sükûnet ve itibar içinde tamamlamaktı. O, valiliği boyunca sadece, Muaviye’yle olan ilişkilerini idare etmeye bakmış; ancak artı olarak, Emevî sülalesinin otoritesi ve güçlenmesi için kendini pek de feda etmek istememişti. Bu şekilde Mugîre, kendince bir denge tutturmaya çalışmıştı.[271]

Mugîre b. Şu'be Kûfe valiliği süresince, kendisi gibi başkalarının da fikirlerini beyan etme hakkı olduğunu; farklı grupların bu hoşgörü ortamını suistimal ederek hu­zursuzluk çıkarma peşinde olmadıkça, emniyette olacaklarından şüphe duymamalarını açıkça söylemişti. Oluşturmak istediği bu huzur ortamına karşın Mugîre, valiliği boyun­ca Haricî isyanlarıyla uğraşmak zorunda kalmış; Ali taraftarları cephesinden ise böyle başkaldırı hareketleri görmemiş, aksine idare ve Şia, kargaşa çıkaran Haricî gruplara karşı güç birliği yapmışlardı.

Sonuç olarak Muaviye’nin iktidarı ele aldığı zamanlarda, Kûfe’de cereyan eden ilk Haricî isyanları diyebileceğimiz Ferve b. Nevfel ve Havsere b. Vedda liderliğindeki hareketlerin bastırılmasından sonraya tekabül eden zamanlarda Muaviye tarafından bu sorunlu bölgeye tayin edilmiş olan Mugîre b. Şu'be’nin, düşünceyi eyleme dönüştürme­dikçe, zıt fikirli insanlara asla müdahale edilmediğinden bahsedilir. Ancak onun bu mü­samahası, arzu edilenin aksine, asayişin bozulmasına ve anarşiye yol açmıştı.[272] Halk, müsamaha ve uzlaşmayı tercih eden vali Mugîre’den bir zarar görmemişti.[273]

b) Yezid b. Muaviye’nin Veliaht Oluşundaki Rolü

Kendisinden sonra yerine geçecek olan kişiyi, daha hayatta iken ilan etme veya seçme şeklinde ifade edilebilecek olan “veliahtlık” sistemi,[274] ne İslâm öncesi Arap- kabile yönetim sistemine ne de İslâm’ın şura prensibine uygun düşmekteydi. Müslü­manların tarihinde böyle bir uygulamayı tesis edip yerleştiren ilk kimse Muaviye b. Ebî Süfyan olmuştur.[275]

Kaynaklar, veliahtlık fikrini ilk defa ortaya atan ve Muaviye’ye telkin eden kişi­nin Mugîre b. Şu'be olduğunu açıklamaktadır.[276]

Kûfe’yi yönetim şekli hususunda, Muaviye’nin, kendisinden memnun olmadığı­nın farkında olan ve yerine Said b. el-Âs’ı vali tayin etme niyetinde olduğunu öğrenen Mugîre, halk arasında, görevden alındığı değil de kendisinin görevden ayrıldığı intibaı­nın yayılması fikriyle, görevden affını istemesinin uygun olacağını düşünerek Muaviye’ye gitmeye karar verir. Bu maksatla Şam’a geldiğinde, oradaki arkadaşlarına şunları söylemişti: “Eğer şu anda ben sizi bir valiliğe ya da emirliğe getiremezsem, bu artık bundan sonra asla mümkün olmaz”. Daha sonra Yezid b. Muaviye’nin yanına gi­den Mugîre, ona “Rasûlullah’ın en yakın arkadaşları, Kureyşin büyüklerinin hepsi öldü, geriye ise onların evlatları kaldı. Sen, bu evlatlar içinde en faziletli, ileri görüşlü, sünne­ti, siyaset ve yönetim işlerini en iyi bilen kişisin. Hal böyleyken, müminlerin emîrini, kendisinden sonra senin için beyat almaktan alıkoyan nedir, bilmiyorum” diyerek, onu bu işe soyunması hakkında teşvik etmişti. Yezid’in bunun mümkün olup olamayacağını sorması üzerine ise Mugîre, “evet” cevabını vermişti.[277]

Bu konuşmanın ardından Yezid, babasına giderek Mugîre’nin söylediklerini an­latmış; Muaviye’ de Mugîre’yi çağırarak ona bu konuya dair bir takım sorular sorunca, Mugîre ona şöyle hitab etmişti: “Ey Mü'minlerin Emîri! Görüyorsun ki, Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra birçok ihtilaflar meydana geldi, müslüman kanı döküldü. Yezid, senin halefin olsun; onun adına halktan beyat al. Böylece, senin vefatından sonra o müslümanları korur, kan dökülmez ve herhangi bir fitne de meydana gelmez”. Muaviye, bu işin nasıl halledileceğini, kendisine kimlerin yardımcı olacağını sorunca, Mugîre’den, “Kûfelileri ben ikna ederim; Basra’yı da Ziyad halleder. Zaten bu şehirler sana beyat ettikten sonra, diğerleri muhalefet edecek değildir” cevabını almıştı. Bunun üzerine Muaviye, “Öyleyse sen şimdi Kûfe’ye görevinin başına dön; güvendiğin insan­larla istişare et, gelişmeleri de bizi bildir” demişti.[278]

 Bu görüşmenin ardından adamları­nın yanına dönen Mugîre b. Şu'be, “Muaviye’nin kafasına, olması muhal olan bir işi soktum. Bu iş, Muhammed’in ümmetinde olması asla uygun olmayan bir durumdur; fakat ben onlar için öyle bir gedik açtım ki, bu gedik ebediyen kapatılmayacaktır” şeklinde konuşmuştu.[279]

Mugîre b. Şu'be, daha sonra Şam’dan ayrılarak Kûfe’ye gelmiş ve tıpkı Muaviye’ye söylediği gibi, Ümeyyeoğulları taraftarları olup güvendiği insanlara bu ko­nuyu açmış; Yezid’e beyat edeceklerine dair onay ve desteklerini almıştı.[280] Ayrıca bu kimselerden seçerek oluşturduğu bir heyete otuz bin dirhem değerinde pek çok hediye­ler vermiş, başlarına da oğlu Musa’yı geçirerek Muaviye’ye göndermişti. Şam’a giden heyet, halifeye, oğlu Yezid’e beyat fikrini münasip bulduklarını, hatta bu düşüncenin bir an önce hayata geçirilmesinin iyi olacağını söyleyerek, harekete geçmesine dair onu teşvik etmişlerdi. Muaviye ise “Düşüncenizde sebat edin ancak bunu ilan etmekte acele etmeyin”[281] [282] dedikten sonra, Musa b. Mugîre b. Şu'be’ye dönerek, “Baban, bu adamların dinini onlardan kaç paraya satın aldı?” diye sormuş, otuz bin dirhem, cevabını alınca Muaviye, “Doğrusu dinlerini bir hayli ucuza satmışlar” şeklinde mukabelede bulunmuş tu.3

Bu heyetin Muaviye’ye gidişi hakkında şöyle bir rivayet de vardır:

Mugîre, kırk kişilik bir heyet oluşturup başlarına oğlu Urve’yi geçirdikten sonra onları halifeye göndermişti. Bu heyet, Muaviye’ye “Biz Muhammed’in ümmeti için faydalı olacak bir görüşle sana geldik. Ey Emîre’l-Mü'minîn! Yaşın hayli ilerledi, öm­rün geçti; sana bir şey olmasından korkuyoruz. Bunun için bize bir sınır çiz, bir yol gös­ter ki, onu takip edelim” demişti. Muaviye onlara, kendilerinin fikir ve tavsiyelerinin ne olduğunu sorunca, heyet, Yezid’in veliahtlığını işaret etmişti. Muaviye, kimlerin, oğlu Yezid’den razı olduklarını sorduğunda ise onlar, kendilerinin ve yanlarından çıkıp gel­dikleri insanların bu görüşü benimsediklerini bildirmişlerdi. Bu arada Muaviye, heyetin başkanı olan Urve b. Mugîre’ye, bu insanların dinlerini ne kadara sattığını sormuş, dört yüz dinar, cevabını alınca da, hayli ucuz olmuş doğrusu, demişti. Daha sonra gruba dö­nerek “Bu fikri iyice bir düşünelim ve Yüce Allah’ın ne takdir ettiğini görelim. Acele etmeyip sabırlı davranmak daha iyidir” şeklinde fikrini beyan ettikten sonra, onları Kûfe’ye göndermişti. Heyetin bu ziyaretinin ardından Muaviye’nin, Yezid’i veliaht ta­yin etme konusundaki azim ve isteği hayli artmıştı. Nitekim o, devamlı istişare etmek­ten beri durmadığı Ziyad b. Ebîh’e haber göndererek, destek arar mahiyette fikrini sormuştu.3

Mugîre b. Şu'be’nin, Muaviye’ye veliahtlık fikrini önermesi hakkında, farklı ifadeler içeren başka rivayetler de mevcuttur. Şöyle ki, Mugîre Kûfe’ye tayin edildikten bir süre sonra, görevinden azledileceğine dair duyumlar almış, bunun üzerine Şam’a gitmeye karar vermişti. Muaviye onu karşısında görünce, neden işini gücünü ve fitneden uzak kalmaktan hoşlanmayan Irak halkını yalnız bırakıp da neden Şam’a geldiğini sor­muş; Mugîre ise, “Ey Emîre’l-mü’minîn! Yaşım ilerledi, kuvvetim azaldı, eskisi gibi iş yapamaz oldum; dünyaya dair de bir hacetim kalmadı. Üstlendiğim vazifeyi elimden geldiğince yapmaya çalıştım. Allah’tan, sana yardımım dokunmasından başka bir niye­tim olmaz” cevabını vermişti. Muaviye, “o niyetin nedir?” diyerek bir açıklama isteyin­ce, Mugîre, şunları söylemişti: “Sizden sonra, oğlunuz Yezid’in halife olması için Kûfe eşrafını beyata davet ettim; onlar da icabet ettiler. Size danışmadan böyle bir işe kalkış­tığımdan hoşlanmayacaksınız diye, size şimdi daha işin başında iken haber vermeye geldim. Bundan sonra dilerseniz beni görevden alın”. Bu konuşma karşısında Muaviye, “Sübhânallah, Ey Ebu Abdurrahman! Şüphesiz ki Yezid, senin kardeşinin oğludur. Şimdi sen halkının başına dön ve başlattığın şeyi tamamla, işi hallet!” diyerek onu, Yezid’in veliahtlığı hususunda uygun zemin hazırlama çalışmalarına devam etmesi üze­re Kûfe’ye geri göndermişti. Mugîre, Muaviye’nin yanından ayrıldıktan sonra şöyle demişti: “Öyle sağlam bir şey dikildi ki, onu yerinde ancak kan söker”.[283] [284]

Veliahtlık meselesinde, Muaviye’yi bu konuya yöneltenlerle ilgili haberler böyle olsa da, onun bu fikirden uzak olduğu söylenemez; olsa olsa o bu meseleyi müslümanlara açıklamayı ya da böyle bir teklifin kendisine getirilmesini vilayetlerden, başka ağızlardan beklemiş olmalıdır. Nitekim o, böyle bir fırsat ortaya çıktığında, de­ğerlendirmekten geri durmamış; doğrudan harekete geçmiş ve toplumu da bu yönde kanalize etmiştir.[285] Böylece Muaviye, içte sükûneti sağlayıp otoritesini sağlamlaştırdık­tan sonra, o zamana kadar Arap toplumuna yabancı olan veliaht tayin etme cihetine gi­derek bir ilki gerçekleştirmiştir.[286]

Konuya ışık tutması açısından bu noktada ilave edilmesinin uygun olabileceği düşüncesiyle başvurduğumuz, veliahtlık hususuna kendine has bir yorum getiren İbn Haldun, Mukaddimesi’nde, imamın, müslümanların emiri ve velisi olup, hayatta iken onların maslahatına olan şeyleri gözettiği; bu doğrultuda, öldükten sonra halkın menfa- tine olan şeylere kendisinin yaptığı gibi sahip çıkacak bir veliaht tayin etmesinin, onun görevlerinden olduğu; veliahtlığın cevazı ve inkıyadı üzerinde ümmetin icma etmiş ol­ması ile de, bunun şer'den olduğu hususunun malum oluşunu ifade etmektedir. Bu tür genel açıklamalardan sonra konunun daha özeline inen İbn Haldun, sözlerine şöyle de­vam etmektedir “Başkasını değil de oğlu Yezid’i tercih etmeye Muaviye’yi sevk eden sebep sadece, o zaman, meseleleri halletme ve karara bağlama yetkisine sahip olan Emevîlerin Yezid üzerinde ittifak etmesi suretiyle halkın bir araya gelmesini sağlamak­tan ibaretti. Zira, Kureyş’in, bütün müslümanların ve bunların içinden galebe çalanların asebesi, özü olarak Emevîler, o vakit ondan başkasının halife olmasına razı olmazlardı. Bu nedenle Muaviye, bu makama daha layık oldukları zannedilenleri bir yana bırakarak oğlu Yezid’i tercih etti”.[287]

VEFATI

Mugîre b. Şu'be, 50/670 senesinde[288] Kûfe valiliği devam ettiği sırada, 70 ya­şında iken, ikamet ettiği bu şehirde vefat etmiştir.[289] Onun, taun (veba) salgınından do­layı öldüğü belirtilir. Hatta, Mugîre’nin salgından korktuğu için şehri terk ettiği, bir süre sonra geri döndüğünde ise yine bu hastalığa yakalanmaktan kurtulamayarak vefat ettiği nakledilmektedir.[290]

Mugîre b. Şu'be, ölümü yaklaştığını anlayınca şunları söylemişti: “Allah’ım! İşte sağ elim ki, ben onunla, göndermiş olduğun Peygamber’e beyat ettim ve yine onunla, senin yolunda mücadele ettim[291]; Rabbim! Bilerek veya bilmeyerek işlediğim bütün günahlarımı affeyle”.[292]

Benzer bir rivayette, ömrünün sonlarına doğru Mugîre b. Şu'be’nin, insanlara şöyle dediği ifade edilmektedir: “Size, takvayı nasihat ediyorum. Allah tektir; O’ndan af dileyin, beni de affetsin. Emîriniz gelene kadar bekleyin, gelince de ona itaat edin. (Sağ elini göstererek), bu elimle Peygamber’e beyat ettim ve ben, size nasihat etmekle yükümlüyüm”.[293]

Onun, Şa'ban[294] veya Ramazan[295] ayında çok şiddetli sıcağın olduğu bir günde vefat ettiği ve Kûfe kayalığına yakın bir yere defnedildiği rivayet edilmektedir.[296]

Kûfe’de, Sakîf içinde bir ev bina etmiş olan Mugîre, ardından söylenenlere bakı­lacak olursa, iyi bir yönetici olarak anılmıştır:

Şa'bî şöyle der: “Her ne kadar kendisinden önce bir takım iyi valiler geldiyse de, bizim başımıza, Mugîre b. Şu'be kadar iyi bir vali gelmedi”.

Yaşlı bir Kûfeli de, ölümünün ardından Mugîre hakkında şunları söylemişti: “Vallahi ondan sonrakileri gördük ve onu, valilerin içinde, en iyi, en takdir edici ve en bağışlayıcı kişi olarak kabul ettik”.[297]

Yine Mugîre hakkında, “O, insanları güzel yaşattı; hayatında, kendisinden başka herkesin hayatı güzel oldu” denmiştir.[298]

Önceki konularda bahsedildiği üzere, Mugîre b. Şu'be, bu müsamahakar tavırla­rından dolayı eleştirilmekte ve daha otoriter davranması hususunda ikaz edilmekteydi.

O, bu yönünden dolayı kendisini tenkid edenlere şöyle derdi: “Ben, iyi insanları öldür­mek, şehrin ileri gelenlerinin kanlarını akıtmak suretiyle iş hallederek, onları cennetlik, kendimi ise cehennemlik etmek istemem. Böyle davranmakla, Muaviye’nin dünyasını imar ederken, kendi ahiretimi yerle bir edemem. Ben, bu halkın iyileri ile dost olur, kö­tülerini de bağışlarım; iyilerini över, ahlaksızlarına ise nasihat ederim. Ben öldüğüm zaman, benden sonraki valileri görürler; işte o zaman beni anmaya başlarlar”.[299]

Mugîre b. Şu'be, sekiz yıl kadar Muaviye b. Ebî Süfyan adına Kûfe valiliğini yürütmüş ve bu hal üzere vefat etmiştir.

Mugîre, Kûfe’de vefat edince Muaviye, buranın valiliğini de o zamanlar Basra valisi olan Ziyad b. Ebîh’e devrederek bir ilki gerçekleştirmiş; böylece Ziyad, İslâm devletinde, Basra ile Kûfe’yi bir arada idare eden ilk yönetici olmuştur.[300]

Muaviye, Ziyad’ın söz ve davranışlarını öyle beğenmekteydi ki, onu kendisine adeta baş danışman edinmişti. Bu doğrultuda, Muaviye’nin indinde, zekâsına hayran olduğu Ziyad’ın konumu gün geçtikçe yükselirken, buna mukabil Muaviye, Mugîre’nin valiliğinden ise umduğunu bulamamaktaydı.[301]

Taberî bu konuda şöyle der: “Muaviye, Kûfe’yi Ziyad’a vermiştir; çünkü böyle bir şehri ancak o ıslah edebilirdi. Zira, Mugîre’den sonra, Ziyad’ın henüz Kûfe’ye gel­mediği altı ay içerisinde fitne ve kargaşa iyice çoğalmıştı. Yeni vali şehre vardığında, minberde verdiği hutbe ile idare ettiği yerin tek hakiminin kendisi olacağını ve otorite­sini sarsmaya kimsenin gücü yetemeyeceğini, tehdit edercesine kesin ve keskin bir dille ifade etmiştir”.[302]

Muaviye, Ziyad’la olan yakınlığını daha ciddi bir mertebeye oturtarak onu akra­ba edinmiş ve artık Ziyad “İbn Ebî Süfyan” yani “Ebu Süfyan’ın oğlu” olarak anılmaya başlanmıştır. Zaten daha önce, Hz. Ali hayatta iken Muaviye, Ziyad’a bir mektup yaza­rak, babası Ebu Süfyan’ın onu velayetine aldığını haber vermişti. Bu durumu öğrenen Hz. Ali, Ziyad’a “Ebu Süfyan’ın bir takım yanlış düşünce ve hayalleri vardır; sen, onun bu hayallerine kapılma; çünkü o adama ne varis olunur ne de soyuna girilir. Şunu bile­sin ki, Muaviye b. Ebî Süfyan, insanı aldatmasını pek iyi bilir; çok dikkatli ol!” diyerek onu ikaz etmişti. Nitekim, Hz. Ali’nin vefatından sonra Muaviye, Mugîre b. Şu'be’yi aracı kılarak Ziyad’ı kendi saflarına çekmiş; onu akrabalığına almak suretiyle de bu yakınlıklarını iyice pekiştirmek istemiştir.[303]


İKİNCİ BÖLÜM

MUGÎRE B. ŞU'BE’NİN ŞAHSİYETİ VE DEVLET ADAMLIĞI

MUGÎRE B. ŞU'BE’NİN ŞAHSİYETİ

FİZİKSEL ÖZELLİKLERİ

Kaynaklarda Mugîre b. Şu'be’nin fiziksel özelliklerine dair hayli teferruatlı bil­gilere rastlanmaktadır. Buna göre o, uzun boylu, heybetli[304], kumral, sık saçlı, alnı açık, kafası büyük[305], dudakları geriye doğru çekik, ön dişleri kırık, çolak, omuzlarının arası geniş, cüsseli[306] ve tek gözlü bir adam idi.[307] Gözünün Yermük[308], Kadisiye[309] veya bir güneş tutulması sonucu kör olduğu belirtilmektedir.[310] Nitekim Hz. Aişe’nin şöyle söy­lediği nakledilmektedir: “Hz. Peygamber zamanında güneş tutulmuştu; Mugîre b. Şu'be de güneşe bakakaldı ve bu yüzden gözü kör oldu”.[311] Bazı rivayetlerde bu tutulma ola­yının 59/678 senesi Receb ayının 4. günü vuku bulduğu ifade edilse de doğrusu, 49/669 senesinde olduğudur. Zira 50/670 yılında vefat etmiş olan Mugîre, bu olaya şahit olmuş hatta bu nedenle kör olmuştur.[312]

B- KİŞİLİK ÖZELLİKLERİ

Mevcut rivayetlerin ışığı altında şahsiyetine dair bir takım malumatın elde edil­diği Mugîre b. Şu'be’nin çok yönlü bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Ayrı başlıklar altın­da incelenecek olsa da onu bu kişilik özelliklerinin birbirinden bağımsız olarak düşün­memesi gerekir. Zira, onun dehâsı aynı zamanda ileri görüşlülüğüyle; ileri görüşlülüğü, iyi bir gözlemci oluşuyla; hitabeti, elçiliğiyle; elçiliği, dil bilmesi ile vs. bağlantılıdır.

Dehâsı

Dehâ kelimesi, sözlükte köken bakımından akıllı, anlayışlı, zeki, dirayetli, dâhî, cin fikirli, maharet sahibi, ileri görüşlü, hazır cevaplı olmak gibi anlam açılımlarına sa­hiptir.[313] Arapların dâhî olarak kabul ettikleri, insanlar arasında bu şekilde bir sembol halini almış, şecaat ve mekide (hile veya tuzak kurma) özellikleri ile muteber olan bazı meşhur isimler vardır ki, Mugîre b. Şu'be de bunlardandır.[314] Siyaset ve kiyaset bakı­mından müstesna olup[315], dâhî olarak gösterilen kişiler hakkında kaynaklar şu rivayetle­ri aktarmaktadır:

“Fitnede dâhî insanlar beştir; bunlar, Kureyşten Amr ve Muaviye; Ensardan Kays b. Sa'd; Sakîften Mugîre b. Şu'be; Muhacirundan Abdullah b. Budeyl b. Verkâ el- Huzaî’dir”.[316]

“Bu ümmetin dört kadısı, Hz. Ömer, Hz. Ali, Zeyd b. Sâbit ve Ebu Musa el- Eş'arî iken; dört dehâsı, Amr b. el-Âs, Muaviye b. Ebî Süfyan, Mugîre b. Şu'be ve Ziyad b. Ebîh’dir”.[317]

“Araplar, müslümanlar arasında fitne ve kargaşa baş gösterdiğinde aldıkları ted­birlerle ortama hakim olan beş dâhî adam sayarlardı; bunlar Muaviye b. Ebî Süfyan, Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu'be, Kays b. Sa'd ve İbn Budeyl b. Verkâ idi”.[318]

Cevad Ali, el-Mufassal adlı eserinde, Mugîre’nin “meşhur Arap dâhî ve şeytan­larından biri” olduğunu belirtirken[319], İbn Kesîr ise şunları söylemektedir: “Zührî, fitne hususunda dâhîlerin, Muaviye b. Ebî Süfyan, Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu'be, Kays b.

Sa'd ve Abdullah b. Verkâ şeklinde beş kişi olduğunu zikreder. Ben de derim ki, korku­luk halinde olan ruhsuz cesetler beştir; bu kişiler, Ebu Bekir, Ömer, Muaviye, Amr ve Mugîre’dir”.[320]

“Dört meşhur Arap dâhîsi içerisinde Amr, zor, karmaşık ve illetli meseleleri çö­züme kavuşturan; Muaviye, sabır, teenni ve temkinle hareket eden, hilm sahibi; Ziyad, küçük-büyük her işi halledebilen özellikleri ile üstün iken, Mugîre b. Şu'be ise keskin bir zekâ ve doğuştan hazır cevap kabiliyetine sahipti”.[321] Yine bir başka rivayette geçti­ği üzere, Araplara göre bu dört dâhîden Muaviye, işleri enine boyuna düşünüp tartabi- len; Amr, düşünmeden zekice cevaplar verebilen; Mugîre, problemleri politik yoldan çözüme kavuşturabilen; Ziyad ise, tüm meseleleri, gerekirse şiddet de karıştırmak sure­tiyle, halledebilen insanlardır.[322] Benzer bir rivayete göre de, dört Arap dehâsından Muaviye, teenni ile davranmada ve yumuşak huylulukta; Amr, karışık ve içinden çıkıl­maz meselelerde; Mugîre, belli ve büyük problemlerde; Ziyâd da, büyük-küçük her işte dâhîdir.[323]

Suyûtî ise eserinde Mugîre b. Şu'be’den bahsederken onun, ashabın meşhurla­rından, zahidlerinden ve muteberlerinden olduğunu ifade etmektedir.[324]

Mugîre hakkında varid olan meşhur söylemlerden birisi de şudur: “Bir şehrin se­kiz kapısı olsa ve her biri kilitli olup onları açmak için ayrı bir hile gerekse, Mugîre bir yolunu bulup kapıların hepsini açar”.[325]

İbn Hacer de eserinde, Taberî’nin, “Mugîre b. Şu'be’nin içinden çıkamayacağı ya da ona üstün gelecek hiçbir iş yoktur” dediğini ifade etmektedir.[326]

Sahip olduğu kabiliyetin farkında olan Mugîre, zekâsına olan inancını şu şekilde bir örnekle anlatmaktadır: “Beni şu hayatta hiç kimse yenemedi; ancak bir keresinde delikanlının biri beni kandırmayı başardı. Şöyle ki, evlenmek istediğim bir kadın hak­kında o delikanlıya danıştım; o da bana evlenmeyi arzu ettiğim kadını başka bir adamla yakın haldeyken gördüğünü ve onun bana uygun bir eş olmadığını ifade etti. Bunun üzerine ben de fikrimi değiştirerek kadınla evlenmekten vazgeçtim. Ancak bir süre son­ra delikanlının benim talip olduğum o kadınla evlendiğini işittim ve kendisiyle karşılaş­tığımda ona neden bana yalan söylediğini sordum. O ise aslında yalan söylemediğini, yani kadını bir adamla yakın halde gördüğünü, ancak o adamın, kadının kardeşi olduğu­nu belirterek kendini savunmuştu”.[327]

Ortamı ve olayları etraflıca değerlendirebilme, fark edebilme hatta kritik zaman­larda belirleyici rol oynayabilme özelliği ile malum olan Mugîre b. Şu'be’nin kıvrak zekâsıyla daha da netleşen bu yönü, müdahil olduğu çeşitli durumlarda da kendini gös­termiştir. Kısaca hatırlatılacak olursa, Mugîre’nin, Halife Ömer’in Cübeyr b. Mut'im’i Basra valisi yapacağını sezinleyerek hanımını Cübeyr’in eşine göndermesi ve sonuçta sezgisinden emin olması; Hz. Ali halife olduğunda kendisine giderek mevcut valileri hemen azletmesinin negatif sonuçlar doğuracağına dair uyarısı hususundaki isabeti; yine bu dönemde, Sıffin savaşının ardından Ezruh’ta toplanan hakemlerin uzlaşmaya muvaf­fak olamayacaklarına dair öngörüsünde haklı çıkması; ömrünün sonlarına doğru Kûfe valiliğinden azledileceğini anlayıp Yezid’in veliahtlığı fikrini gündeme getirerek vazife­sinde kalması gibi pek çok olay, Mugîre b. Şu'be’nin dehâ ve anlayışına dair bazı ör­nekler taşımaktadır.

İleri Görüşlülüğü

Mugîre b. Şu'be, aklını, yaşamakta olduğu zaman ve mekan çemberinin mer­kezine bir pergel gibi yerleştirerek durum değerlendirmesi yapmayı bilen bir anlayış yeteneğine sahipti.

Mugîre’nin, zekâsıyla birleşen ileri görüşlülüğü, Araplar arasında bu özelliğe sa­hip olan insanlara “Mugîre görüşlü” denmesine vesile olmuş; dolayısıyla bu ifade Arap toplumunda bir darb-ı mesel haline gelmişti.[328] Zekâsı ve ileri görüşlülüğü ile ön plana çıkan Mugîre b. Şu'be’nin hayatına bakıldığında bunun örneklerine rastlamak hiç de zor değildir. Hatırlanacağı üzere, Hz. Ömer döneminde vuku bulan İran savaşları esnasında, Farslıların komutanı Rüstem, müslüman komutan Sa'd b. Ebî Vakkas’tan kendileriyle konuşmak için akıl, ilim, fehm, rey ve ufuk sahibi insanlar istediğinde, Sa'd’ın ilk tercih ettiği insanlar arasında Mugîre de vardı.[329]

Hz. Osman’ın hilafeti döneminde o, fitne ve kargaşanın kol gezdiği muhasara sı­rasında Hz. Ali’yi başına geleceklere dair dikkatli olması hususunda önceden uyarmayı ihmal etmemişti.[330] Nitekim Hz. Osman öldürülünce olayın en ağır faturası Hz. Ali’ye kesilmiş ve halifeliği boyunca bu konuyla ilgili itham ya da baskılardan kurtulamamıştı.

Mugîre b. Şu'be, râşid halifelerin sonuncusu olan Hz. Ali zamanında da ileriye dair isabetli tahminlerde bulunmuştu. Daha Hz. Ali’ye beyat edildiği ilk anda ona git­miş, geniş çaplı ve uzun vadeli düşünerek hareket etmesi ve sabık halifenin valilerini azletme konusunda acele davranmamasını; zira ancak bu şekilde beyatlarını beklemek suretiyle onlara karşı haklı bir konum kazanabileceğini hatırlatarak yeni halifeye kritik bir tavsiyede bulunmuştu.[331]

O, Hz. Ali’nin hilafetinin ilerleyen yıllarında cereyan eden Tahkim Hadisesinde, hakemlerin her ikisiyle de görüştükten sonra onların asla uzlaşamayacak olan iki insan olduklarını anladığını belirtmişti ki[332], daha sonra bu olayın gerçekleşme süreci ve so­nucu, onun haklılığının bir kez daha göstergesi olmuştu. Nitekim, fitne ve bunalım za­manlarında ortaya çıkan dâhîlerden olan Mugîre b. Şu'be, bilhassa belli ve büyük işleri halledebilen bir kabiliyete[333], politik ve kıvrak bir zekâya sahip idi.

Hoşgörüsü

Kaynaklarda aktarılan bilgi ve yorumlara istinaden ifade etmek mümkündür ki, Mugîre b. Şu'be’nin bu özelliği, Muaviye’nin iktidarı yıllarında olan Kûfe valiliği süre­cinde, gerek idareye gerekse birbirlerine muhalif gruplara karşı sergilediği davranışlarda kendini göstermiştir.

Daha önce zikredildiği üzere Mugîre’nin Kûfe valiliği boyunca, Şia olsun Haricî olsun, yönetime muhalif bir görünüm arz eden gruplar, aykırı fikirlerine rağmen vali nazarında müsamahakâr bir muamele ile karşılaşmışlar; eylem boyutuna taşımadıkça herkesin görüşünü açıkça ifade edebileceği hatta savunabileceği bir ortamda yaşamış­lardır. Mugîre b. Şu'be’nin hoşgörülü idaresi, valiliği boyunca geniş bir serbesti ortamı oluşturmuş olsa gerek ki[334], ölümünün ardından, onun kadar hoşgörülü, yumuşak huylu ve uzlaşmacı bir vali daha gelmediği ifade edilmiştir.[335] Hatta, hayatında ondan başka herkesin rahat yaşadığı bile söylenmiştir.[336]

Mugîre’nin bu hoşgörülü yönetimi, kaynaklarda, ilerleyen yaşı, başında olduğu halkla karşı karşıya gelmek ya da kan dökmek istemeyişi, bu suretle Muaviye’nin otori­tesini sağlamlaştırırken kendi ahiretini yerle bir etmek istemeyişi gibi nedenlerle temellendirilse de, sonuçta onun valilik yıllarının halk için bir rahatlık süreci ifade etti­ğini söylemek mümkündür. Öyle ki Mugîre, ayaklanma hazırlığı içinde olduğunu öğ­rendiği gruplara karşı da ilk adım olarak müsamahalı bir tavır takınmış; uyarı ve uzlaş­ma yoluna gitmeyi tercih etmiştir. Nitekim o, halkını her fırsatta, dikkatli olmaları husu­sunda ikaz etmiş, temin etmeye çalıştığı huzur ortamını bozmamaları, kan dökülmesine izin vermemeleri ve herkesin kendisine, hatta kabiledaşına sahip olması doğrultusunda telkinlerde bulunmuştur.[337] Ancak şu da bir hakikattir ki, Mugîre b. Şu'be’nin sergiledi­ği müsamahakâr tutum, haricî isyancılar tarafından suistimal edilmiş; kurulması amaç­lanan huzur ortamı huzursuzluğa dönüştürülmüş; dolayısıyla Mugîre, ömrünün son yıl­larını hâricî ayaklanmalarla uğraşarak geçirmekten kurtulamamıştır.

 Hitabeti

Mugîre b. Şu'be, dehâ, ileri görüşlülük ve hoşgörü gibi vasıflarının yanı sıra hi­tabet gücüne de sahip bir insan olarak tanınmakta idi. Bunun en bariz örneğini de onun, Fars topraklarının fethi sürecinde karşı tarafla girişilen müzakereler sırasında, hatib-elçi olarak görevlendirildiği ve bu sırada yaptığı etkili konuşmalarla düşman üzerinde izler bıraktığına dair gelen rivayetlerde görmek mümkündür.

Kadisiye savaşı esnasında İranlı komutan Rüstem, kendileriyle görüşebileceği akıllı adamlar talep ettiğinde, ona gönderilen isimlerden olan Mugîre b. Şu'be, Rüstem’in huzurunda yaptığı konuşmada, beliğ bir hitab, ustaca seçilmiş ve kararlılık ifade eden kelimeler ile müslümanların duruşunu temsil etmiştir. Onun konuşmasının ardından komutan Rüstem’in orada bulunan İranlılara: “Bunlar nerede, siz neredesiniz! Allah’a yemin ederim ki karşımızdaki insanlar, gerçek yiğit olanlardır. İster doğru ister yanlış söylesinler, akıllılıkları ve sırlarını korumaları o dereceye varmıştır ki, aralarında farklı görüşlerin ihtilafları olmuyor. İstediklerini bunlardan daha iyi bilen kimse yoktur. Eğer söylediklerinde samimi iseler bunların önlerinde hiç kimse ve hiç bir şey duramaz” dediği rivayet olunmaktadır.[338]

Mugîre b. Şu'be, Nihavend savaşı sürecinde de karşı tarafla diyalog bağlamında seçilmiş müzakereciler arasında yerini almıştı.[339] Bu savaşta o, ayrıca müslüman asker­leri etkileyici hitablarıyla coşturarak savaşa motive eden ve böylece zaferi tetikleyen isimlerden olmuştu.[340]

Mugîre b Şu'be’nin bu özelliği ile yalnızca savaş dönemlerinde değil, hayatının pek çok kesitinde de, onun ayrılmaz bir parçası olarak karşılaşmak mümkündür. Sözge­limi Hz. Ömer’in, halifeliği esnasında Kûfe halkı hususunda sıkıntıya düşüp, bu uğraş­ması zor insanların idaresini kime vermesi gerektiğini düşündüğü sırada, Mugîre’nin Hz. Ömer’e söylediği sözler hayli etkileyici ve akıl dolu idi: “Muttaki kişinin müslümanlığı kendinedir, fakat zayıflığı ve getireceği idare yükü senin sırtınadır. Lakin güçlü kimsenin müslümanlığı kendisinin, güçlü yönetimi ise tüm müslümanların malı olacaktır”.[341]

Aynı zamanda ileri görüşlülük ve doğru gözlemcilik yeteneğinin de izlerini taşı­yan bu ifadelerin sahibi Mugîre b. Şu'be, nevi şahsına münhasır üslubunu Muaviye yıl­larında üstleneceği Kûfe valiliği sürecinde, kabile liderleri ya da havaric, şia gibi farklı düşünce mensuplarına karşı yaptığı konuşmalarda da ortaya koyacaktır. Yine, Kûfe valiliğinin son dönemlerinde önce Yezid’e sonra Muaviye’ye gelerek Yezid’in veliahtlığı konusundaki fikirlerini sunuşunda seçtiği ifadeler de onun ikna edici konuşmalarına başka bir örnektir.

Kadınlara Meyli

Mugîre b. Şu'be’ye dair bilgilerin bulunduğu bazı eserlerde, onun çokça evlenip boşanan birisi olduğu rivayet edilmektedir. Bu rivayetlerde evliliklerinin sayısı hakkın­da farklı ifadeler bulunmakla birlikte 70 ile 1000 arasında değişen rakamlar verilmekte­dir.[342] Yine bazı kaynaklarda, bazen Mugîre b. Şu'be’nin kadınlara dair, bazen de kadınların Mugîre’ye dair bir takım ilgi çekici söylemlerine rastlanmaktadır.

Rivayet edildiğine göre, Mugîre’nin nikahı altında dört kadın vardı. Bir gün hep­sini topladı ve onlara: “Sizler uzun boyunlu, güzel kadınlarsınız; ancak ben çokça boşa­yan bir adamım; hepiniz boşsunuz!” dedi.[343]

Başka bir rivayete göre, kadınlarla çokça nikahlanmakla tanınan Mugîre b. Şu'be şöyle derdi: “Bir kadınla evli olan eksiktir, eğer kadın hastalanırsa o da hastalan­mış gibi olur; iki kadınla evli olan iki ateş arasındadır. Dördünü birden nikahlayan ise yine hepsini birden boşayabilir”.[344]

Mugîre hakkında varid olan şu rivayet de dikkate şayandır: Hanımlarından biri­ne, “O, şaşı ve çirkin bir adamdır” denildiğinde eşi, “Allah’a hamd olsun ki o gerçekten Yemen balıdır, fakat çirkin bir kabın içine konmuştur” cevabını vermişti.[345]

Riyaset Sevgisi

Mugîre b. Şu'be’nin siyasî hayatı incelendiğinde, iktidara yakın bir isim olmayı hatta bu işin bir parçası olarak vazife üstlenmeyi arzu ve tercih ettiği görülür. Hz. Ömer döneminde olsun Muaviye’nin yönetimi yıllarında olsun icra ettiği valilikleri, sahip ol­duğu malum kabiliyetlerinin yanı sıra, bir şekilde kendini göstermek ya da o görevi hakkıyla yapabilecek kişi olduğuna dair işaretler vermek sureti ile elde etmiştir. Yani, onun yüklenmiş olduğu görevler, meşhur olduğu bazı vasıflarından dolayı akla gelen bir isim olmasına bağlı oluşunun yanında, vazifeye talip olduğunu gösteren söz, davranış ya da imalar sayesinde kendisine tevdi edilmiştir denilebilir.

Hatırlanacak olursa, Mugîre b. Şu'be, Hz. Ömer zamanında Kûfe valiliğine Cübeyr b. Mut'im’in atanacağından şüphelendiğinde, şüphesinden emin olmanın yolunu bulmuş ve adeta durumun seyrini değiştirerek Hz. Ömer’in, Cübeyr hakkındaki kararın­dan vazgeçmesini, onun yerine kendisini vali yapmasını sağlamıştır.[346] [347]

Muaviye döneminde ikinci kez Kûfe valiliğine atanan Mugîre’nin bu göreve ge­tiriliş seyri de ilginçtir. Onun, bu şehre Abdullah b. Amr b. el-Âs’ı tayin etmeyi düşünen Muaviye’yi, “Abdullah’ı Kûfe’ye, babası Amr’ı da Mısır’a vali yapmakla aslanın iki dişi arasında mı olmak istiyorsun?” diyerek uyarmasının akabinde bu görev kendisine 391 verilmişti.

Mugîre’nin, Muaviye ile arasını uzlaştırdıktan sonra Kûfe’ye gelen ve halifeden ferman bekleyen Ziyad b. Ebîh’in, kendi yerine vali atanmasından endişelenerek derhal hakikati araştırmaya koyulduğu ancak bu konuda bir bilgiye ulaşamadığı da gelen riva­yetler arasındadır.[348] Nitekim, Ziyad’ın Muaviye nezdinde itibarı giderek yükselirken, halife, Mugîre’den idaresi altındaki muhalif gruplara karşı takındığı yumuşak tavrı dolayısıyla, istediği verimi alamamakta, umduğunu bulamamaktaydı. Böylece, valilik yıllarının sonlarına doğru vazifesinden azledileceğini sezinleyen Mugîre b. Şu'be, daha Muaviye hayatta iken oğlu Yezid’e beyat edilmesi (veliahtlık) fikrini ortaya atarak gün­demi değiştirecek bir fikir sunmak ve bu fikrin kabulü için uygun zemin oluşturmak suretiyle vali sıfatını korumaya muvaffak olmuştu.[349]

Mevcut idare ile zıtlaşmama tavrını benimseyen ve bu doğrultuda iktidarla yakın ilişkiler kurma cihetine giden Mugîre b. Şu'be’nin, Hz. Ömer zamanında ortaya çıkan idareci kimliği, Hz. Osman döneminde yavaşlamış ve nihayet Hz.Ali’nin halifeliği süre­cinde sekteye uğramıştır. Muaviye’nin idareyi ele aldığı yıllarda, sabık iki halife döne­minde takındığı çekinser tavrını değiştirmiş ve artık Muaviye’den yana bir duruş sergi­lemeyi tercih etmiştir. Nitekim Muaviye de, siyasî bir zekâ, genel bir dehâ kabiliyetine sahip olan Mugîre gibi isimleri iktidarı boyunca kendi safında ve gözü önünde tutmuş­tur.

Onun riyaset sevgisinin ve yeteneğinin bir yönünü, aslında kabilesi Sakîfe da­yandırmak mümkündür. Zira kabileye ismini veren Kasiyy, Taif topraklarına yapayalnız gelmişti. Ancak zamanla kendini gösteren Kasiyy, o toprakların reisinin kızıyla evlen­miş; zekâ ve kabiliyetlerini de kullanarak çevre edinmiş, nihayetinde o bölgenin hakimi olmayı başarmıştı. Öyle ki, Kasiyy’in bu maharetine karşın kendisine “Ne sakîf adam!” denmişti.[350] Nitekim “sakîf’ kelimesi, daha önce de işaret edildiği üzere, “ kurnaz, bece­rikli, kıvrak zekâlı, anlayışlı” gibi anlamlara gelmekteydi.[351]

II- MUGÎRE B. ŞU'BE’NİN DEVLET ADAMLIĞI

Hz. Peygamber döneminden başlamakla birlikte bilhassa Hz. Ömer’in hilafeti ile birlikte devlet adamı kimliğinin iyice kendini göstermeye başladığı Mugîre b. Şu'be, bu vasfı ile pek çok önemli işe imzasını atmıştır. Müteakip başlıklarda da değinileceği üze­re o, vali oluşunun yanında bir elçi, asker oluşunun yanında bir danışman görünümüyle birçok kimliği bir arada taşımıştır.

SİYASÎ KİŞİLİĞİ

Sayılı Arap dâhilerinden ve siyasal akıllarından biri olan Mugîre b. Şu'be, müslüman olduğu andan itibaren İslâmiyet uğruna verilen pek çok mücadelede tabiri caizse ön saflarda yer almaktan hoşlanmış; özellikle Hz. Ömer döneminden itibaren Emevîlerin ilk zamanlarına kadar siyasî arenada ön plana çıkan isimlerden biri olmuş­tur.

Hz. Peygamber döneminde, muhâfızlık, mübelliğlik, komutanlık gibi görevlerde bulunan Mugîre, Hz. Ebu Bekir zamanında irtidad hadiselerine karşı savaşan müslüman bir asker kimliği ile ortaya çıkmıştır. Hz. Ömer’in hilafeti sürecine gelindiğinde, idarî kimliğinin en yoğun yıllarını yaşayan Mugîre, bu dönemde önce Basra sonra Kûfe vali­liğine atanmıştır. Hz. Osman halife olduğunda ise diğer valiler gibi görevinden alınmış; bir rivayete göre yine bu dönemde Azerbaycan ve Ermeniye valiliği yapmışsa da, hali­fenin kendisini görevden azletmesinin ardından uzlete çekilmiş; fitne ortamında vuku bulan hadiselerde zaman zaman fikir beyan etse de, olayları dışarıdan izlemeyi tercih etmiştir. Hz. Osman’ın katlinden sonra beyat edilen Hz. Ali’nin halife olduğu günlerde, yeni halifeye bazı öngörülerini yansıtan tavsiyelerde bulunmuşsa da, onun bu görüşleri halife katında itibar görmeyince ondan uzaklaşmıştır.

Muaviye dönemine gelindiğinde ise, suskunluğunu bozarak yeni halifeden yana bir duruş sergilemiş; Muaviye de Arap dâhilerinden olan bu akıllı adamı Kûfe valisi yapmıştır. Mugîre b. Şu'be, vefat ettiği 50/670 yılına dek bu görevde kalmıştır.

İdarecilik

Hz. Ömer döneminde iki ayrı şehrin valiliğine getirilen Mugîre b. Şu'be, ilk vali­lik görevini Basra üzerinde icra etmiş; ilk deneyimi esnasında bir yandan yeni fethedi­len bu yerlerin şehirleşmesi adına gayret sarf ederken, diğer yandan pek çok beldeyi fethetmek sureti ile İslâm fütâhâtına katkıda bulunmayı sürdürmüştür.

Mugîre, Basra valiliği yıllarında Basra divanını kurmak ve gelir giderlerin hesa­bını titizlikle tutmak gibi[352] önemli icraatların yanı sıra Irak bölgesi fetihlerine de katıl­mayı ihmal etmemiştir. Daha Utbe b. Gazvan’ın, Basra valisi iken Medine’ye gelerek Hz. Ömer’den vazifeden affını istediği zamanlarda, vekaleten onun yerine geçen Mugîre b. Şu'be, bu sırada Meysan’ı fethettiğini halifeye bildirmiş[353] ve ardından Basra valisi olduğunda da fetihlerine devam etmiştir.

Müteakip yıllarda yine Hz. Ömer tarafından bu kez Kûfe valiliğine getirilen Mugîre, bu valiliği esnasında da başarılı icraatlarda bulunmuş; Azerbaycan’ı fethederek İslâm topraklarına katmasının yanı sıra[354], Kûfe Camii’ni de genişleterek ihtiyaca bina­en değiştirmiştir.[355] Onun Kûfe valiliği Hz. Ömer’in vefatına kadar devam etmiştir.

Mugîre b. Şu'be, Hz. Osman zamanında önce Hz. Ömer’in vasiyeti üzere Kûfe valiliğinden alınmış[356]; sonra Azerbaycan ve Ermeniye valiliğine getirilmişse de bir süre sonra bu görevden de azledilmiştir.[357] Bu konuya dair gelen rivayetlerde, onun söz konusu görevden neden azledildiğine dair herhangi bir malumata rastlanmamıştır.

Hz. Ali döneminde ise Mugîre, fikirlerinin hükmünün geçmediği bu ortamdan uzaklaşmayı tercih etmiş; onun siyasî alandaki bu uzleti, Cemel Vakası ve Tahkim Hadisesindeki bazı girişimleri ile bir nebze bozulsa da, esasen Muaviye iktidara geldiğinde sona ermiştir.

Muaviye zamanında üstlenmiş olduğu Kûfe valiliği süreci, onun idarî hayattaki icraatlarına dair en fazla malumatın elde edildiği kısımlar olmuştur. Tespit edilen bu bilgiler de, Mugîre’nin, devletin ciddi bir iç meselesi olan Haricî hareketine karşı verdi­ği mücadele veya Yezid’in veliaht oluşundaki fonksiyonu ekseninde yer almaktadır.

İlerlemiş yaşı ve dolayısıyla hayatının daha önceki yıllarında kazanmış olduğu siyasî tecrübeler hasebiyle Mugîre’nin Kûfe valiliği yılları, hoşgörü ve ifade özgürlüğü rüzgarlarının estiği bir dönem olarak yerini almıştır.[358] Bu süreçte vali Mugîre, uyarılar­la ikna olmayan Haricî grubu, yine bir başka grup olan Şia ile sindirmeyi bilmiş; mevcut serbesti ortamından cesaret alarak isyan eden Haricîler, onun valiliği sırasında ağır dar­beler almışlardır. Bu şekilde Mugîre b. Şu'be, Muaviye idaresinin yaklaşık sekiz yıllık bir valisi olarak, yönettiği şehirde vefat etmiştir.

Diplomatlık

Mugîre b. Şu'be, iki farklı güç arasında ciddî mevzulara dair yapılacak olan ve resmiyet ifade eden önemli görüşmelerin, taraflar adına temsilciliğini üstlenme işi olan diplomatlık[359] gibi önemli vazifeler de icra etmiştir.

Hem kendisinin hem de içinde yaşadığı toplumun, sahip olduğu kabiliyetlerin farkında olduğu Mugîre, Hz. Peygamber tarafından kabileler arasındaki yazışmalarda kullanıldığı gibi[360], İslâm devletinin himayesi altına giren bölgelere İslâm’ı tanıtmak ve anlatmak amacıyla gönderilen elçilerden idi.[361] Onun üstlendiği bu vazife, anlaşılacağı üzere, siyasî yönden ziyade dinî bir boyut arz etmekte idi.

Elçilik görevi bir yönüyle arabuluculuk veya uzlaştırma mahiyetine sahip bir iş niteliğindedir ki, yaptığı bazı elçiliklerde de Mugîre b. Şu'be’nin bu yöndeki başarısı kendini göstermiştir. Taifliler, elçiler yılı girdiğinde Hz. Peygamber’e müslümanlığı kabul ettiklerini açıklamak üzere geldiklerinde Mugîre, Allah Rasûlü’nün yanına girmeden evvel nasıl selam vermeleri gerektiği gibi bazı hususlarda onları uyarmış[362]; bir takım gereksiz ve hatalı davranışlarda ısrar etmeyerek kendilerine çeki düzen vermele-rine dair onlara bir nevi arabuluculuk yardımı yapmıştır.

Hz. Ömer’in hilafeti devraldığı yıllarda ise fetihlerin de hız kazanmasıyla birlik­te Irak-İran istikametinde yürütülen harekâtın önde gelen müzakerecilerinden olan Mugîre b. Şu'be, bu süreçte meydana gelen Kadisiye ve ardından Nihavend savaşları esnasında karşı tarafla başlatılan sulh görüşmelerinin vazgeçilmez isimlerinden biri ola­rak sahneye çıkmıştır.

Mugîre, sadece dış siyaset alanında değil, iç siyasetle ilgili meselelerde de elçilik rolü üstlenmiştir. Onun, siyasî kimliğini en yoğun ortaya koyduğu dönemlerden olan Muaviye’nin iktidarı yılları, hatta henüz Hz. Hasan’ın halife olup Muaviye’ye beyat etmemiş olduğu zamanlar bunun örneklerini içermektedir. Nitekim, Hz. Hasan’ın kısa süren halifelik günlerinde, Muaviye tarafından ona gönderilen müzakereci elçiler heye­tinde Mugîre b. Şu'be de bulunmaktaydı ki, bu görüşme sonucunda Hz. Hasan ile

Muaviye arasında bir anlaşmaya varılması suretiyle Muaviye yeni halife olarak ilan edilmişti.[363] Muaviye’nin idareyi ele geçirdiği zamanlarda iç sıkıntılarından biri olan ve Hz. Ali taraftarlığıyla bilinen Ziyad b. Ebîh’in kendisine beyatı kabul etmeyişi proble­mi, Muaviye’nin Mugîre’yi Ziyad ile kendi arasında elçi yaparak sorunu halletmeye çalışması ve böylece Mugîre’nin iki tarafı uzlaştırması sayesinde halledilmişti.[364]

Danışmanlık

Mugîre b. Şu'be’nin olayları gözlemleme ve tahlil edebilme özelliği, yaşadığı toplumda fark edilmiş bir durum olsa gerek zaman zaman halifeler onun bu yönünden istifade etmişlerdir. Mugîre’nin, problemleri halletmedeki kabiliyeti ve keskin zekâsı, bir yandan onun tecrübeli bir idareci olmasını sağlarken, diğer yandan kendisine müra­caat edilen bir insan olması sonucunu doğurmuştur.

Hz. Ömer’in bir türlü vali beğendiremediği Kûfe halkına karşı nasıl bir idareci ataması gerektiği hususunda Mugîre’nin görüşünü aldığı rivayet edilmektedir.[365] Hz. Ömer, en doğru kararı tespit açısından sadece idarî değil hukukî meselelerde de istişare­de bulunmaktan kaçınmayan bir insan olarak sahabeye danışırdı. Örneğin, Hz. Ömer’in, kadının doğum vaktinden evvel düşürülen cenininin diyeti hakkında ashabla istişâre ettiği, bunlardan biri olan Mugîre’nin, Hz. Peygamber’e istinaden malumat vermesinin ardından[366] [367] Hz. Ömer’in ona başka şahit olup olmadığını sorduğu ve Muhammed b. Mesleme’nin de aynı şeye şahitlik etmesiyle meselenin açıklığa kavuştuğu rivayet edil- 411 mektedir.

Mugîre b. Şu'be’nin, danışma ve dayanışma adına yardımından istifade edildiği bir kişi olarak öne çıktığı dönem, Muaviye yönetiminin ilk yılları olmuştur. Muaviye halife olduktan sonra iktidarını sağlamlaştırmak adına öncelikle kendisi için tehlike arz edebileceğini düşündüğü kimseleri bertaraf etmeye çalışmıştır ki, onun bu husustaki yardımcılarından biri de Mugîre idi. Halife, kendisine karşı taraftar toplayıp isyan başla­tır kaygısıyla rahatsızlık duyduğu Ziyad b. Ebîh konusunda Mugîre’nin yardımına baş­vurmuş ve ondan, çözülememiş bir problem olarak süregelen meseleyi halletmesini is­temişti.[368] Aynı şekilde meselenin diğer ucundaki isim olan Ziyad da Mugîre’den Muaviye’ye karşı nasıl bir tavır takınması gerektiğine dair fikir yardımı taleb etmiş ti.[369]

Yeni halife Muaviye b. Ebî Süfyan ile Kûfe valisi yaptığı Mugîre b. Şu'be ara­sındaki ilişkiler, Muaviye’nin hilafetinin ilk zamanlarında dayanışma içerisinde yürü­tülmüştür. Nitekim Muaviye, Abdullah b. Amr’ı Kûfe valisi yapmasının tehlikeli bir durum yaratabileceğine dair Mugîre’nin görüşünü değerlendirmiş ve bu yöndeki fikrin­den vazgeçmişti.[370] Buna karşın Muaviye, Kûfe’ye Mugîre’yi vali olarak atadığında ona, Hz. Ali ve taraftarlarını kötülemesini telkin ettiğinde, Mugîre de bu fikre muvafa­kat etmiş ve valiliği boyunca bu uygulamayı sürdürmüştü.[371] Mugîre, Haricîlerle yaptığı mücadeleler esnasında, ele geçirdiği isyancıların nasıl bir muameleye tabi tutulacağı hususunda da halifeye danışarak hareket etmeyi uygun bulmuştu.[372] [373]

Valiliğinin son zamanlarına doğru, kaynakların işaret ettiğine göre, yerine bir başkasının getirileceği duyumu ile endişeye kapılan Mugîre b. Şu'be, Yezid’e halife olarak beyat alınmasının müslümanlar için gerekli bir durum olduğu ve bu konuda der­hal harekete geçilmesi fikrini gündeme getirerek görevini sürdürmeye gayret etmişti. Söz konusu görüşün Muaviye nezdinde de kabul görmesinin akabinde, onun, halkın ikna edilmesi yönünde Mugîre ile danışıklık içinde olduğu da göze çarpmaktadır. Nite­kim Mugîre b. Şu'be, halifeye işi kendisine bırakmasını ifade ettikten sonra bu konuda çalışma başlatmış, bir heyet oluşturmuş ve Yezid’in halifeliği için toplumsal zemin meydana getirmeye çalışmıştı.

Muaviye, halifeliği boyunca, akıllı bir idareci olarak, kendisine muhalif olma­sından çekindiği ve yanında istediği dâhî adamları kendi çemberi içine almayı başarır­ken; buna karşın siyasal zekâlarıyla malum olan Amr b. el-Âs, Ziyad b. Ebîh, Muaviye b. Ebî Süfyan gibi bu kişiler de idare ile uzlaşmayı bilmiş, hatta idare bütününün önemli bir parçası olarak konumlarını belirlemişlerdir.

Son olarak, bu başlık altına ilave edebileceğimiz bazı hadisler de Mugîre- Muaviye meşveretini ortaya koyan farklı bir boyut arz eder. Şöyle ki, Muaviye, Mugîre’ye, “Bana Rasûlullah’dan işittiğin bir şey yaz” diyen bir mektup göndermiş; Mugîre ise selam ile başladığı mektubunda[374], Hz. Peygamber’in namazlardan sonra okuduğu bir duayı[375] ya da Hz. Peygamber’den işittiğine göre, Allah’ın üç şeyi (dediko­du yapmak, malı zâyî ve israf etmek, çok suâl sormak) kerih gördüğünü yazmak suretiy­le ona cevap vermiştir.[376] Muaviye’nin bu istişareyi, hem kendi bilgisini hem de Mugîre’ninkini sınamak, kontrol etmek, yanlış veya eksiklik varsa onu gidermek gibi tashîh ve tasdîk amaçlı yaptığı ifade edilmektedir.[377]

Âmillik

Kaynaklarda nakledilen bazı rivayetlerde, Hz. Ömer’in Mugîre b. Şu'be’yi Bah­reyn üzere istimâl ettiği, ancak bir süre sonra halkın ondan hoşnut olmamaya başlayarak halifeye şikâyette bulunması üzerine, Hz. Ömer’in Mugîre’yi görevden azlettiği belir­tilmektedir. Bu rivayet şu şekilde devam etmektedir: Hz. Ömer’in Mugîre’yi Bahreyn âmilliğinden azletmesinin ardından, şikâyetçi olan kişiler, Mugîre, halife ile görüşüp şikâyetlerin izahını yapar da tekrar kendilerine geri gönderilir şüphesi ile bunun olma­ması için bir plan hazırladılar; aralarında para toplayıp bu parayı mümessilleri vasıtasıy­la Hz. Ömer’e arz ederek Mugîre’nin o paraya ihanet ettiğini söylediler. Ancak kendisi üzerinde bir oyun oynandığını hemen fark eden Mugîre, Hz. Ömer’in huzurunda, kendi­sini şikâyet eden insanlarla yaptığı tartışma sonucunda, işin hakikatinin ortaya çıkmasını sağlamıştır.[378]

Onun âmilliği hakkında İbn Kesîr’de geçen bir rivayette ise sadece, Hz. Ebu Bekir’in Mugîre b. Şu'be’yi Bahreyn’e gönderdiğine dair sınırlı bir ifade vardır.[379]

Şahitlik ve Katiplik

Hz. Peygamber zamanına ait vesikaları Medine’ye hicretten önceki dönemin si- yasî-idarî belgeleri ve hicretten sonraki döneme ait siyasî-idarî ve diğer bazı belgeler şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Yapılan tasnife, Hulefâ-i Râşidîn devrine ait pek çok siyasî ve idarî belge de eklenebilir. Bu belgeler, Arap kabilelerine, Bizans/Rum devleti ve bağlı bölgelerine, diğer bazı din mensuplarına, Fâris (İran/Sasanî) devleti ve bağlı bölgelerine gönderilen belgeler olarak alt başlıklar halinde ifade edilebilir.[380] Bu noktada Mugîre b. Şu'be, gerek Hz. Peygamber ve gerekse dört halife devrine ait pek çok belgede, bazen şahit bazen de katip kimliği ile ortaya çıkmıştır.

Bu durumu, onun Hz. Peygamber tarafından farklı kabile ya da milletlerle yapı­lan bazı anlaşmalarda şahit olarak gösterildiğini belirten rivayetlerden başlayarak örnek­lendirmek mümkündür.[381]

İran’daki Kazvin halkından olan, Benû Hafâce Arapları soyundan gelen Benî Zâkân kabilesinin müslüman oluşundan sonra Allah Rasûlü’nün Hz. Ali’ye yazdırmış olduğu anlaşma metninde, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Selmân el-Fârisî, Cerîr b. Abdillah, Mâlik b. Avf gibi isimlerle birlikte Sakîfli Mugîre b. Şu'be de şahitler arasın­da gösterilmekte idi.[382]

Yine, Necran Hristiyan heyetinin Hz. Peygamber’in tebliğine karşı inat ederek diretmesine karşın, Rasûlüllah’ın mülâane (yalan söyleyenlerin lanete uğraması) teklifi üzerine, ortaya konan bu ciddi inançla başa çıkamayacaklarına karar veren Necranlı heyet ile siyasî bir bağlılık ifade eden anlaşma akdedilmişti. Bu anlaşma metninin alt kısmında zikredilen şahitler arasında Ebu Süfyan, Mâlik b. Avf gibi isimlerin yanı sıra Mugîre b. Şu'be de vardı.[383]

Hz. Ömer dönemine gelindiğinde ise, bu hilafet yılları, pek çok ülkenin fethine ve dolayısıyla buralarda bulunan halkla yürütülecek olan ilişkileri düzenleyen bazı an­laşmalara sahne olmuştu. Bu dönem fetihlerinin istikameti olan Fâris ve Medâin bölgesi Hristiyanları ile ahidname yapılmıştı ve fetihlerinin ardından İslâm devletine bağlanan bu yerlerin halkına, güçleri nisbetinde harac vergisi getirilmişti. Bölge halkının taleple­rini de dinleyen halife, İşev'iyab el-Câslîk adlı kimse ile bir görüşme yapmış ve ondan bölgedeki Hristiyanların sorunlarını dinlemişti. Bu konuşma sonunda Hz. Ömer ona bir ahidname sunmuştu ki, bu belgeye, Hz. Osman ve Mugîre b. Şu'be, 17/638 senesinde, şahitlik etmişti.[384]

Mugîre, hayatının ilerleyen dönemlerinde, Sıffin savaşının akabinde gerçekleşen Tahkim Hadisesinde hakemlerin bir araya gelişine de tanıklık etmişti; bu olaya, Abdul­lah b. Amr, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Hâris’in yanı sıra Mugîre b. Şu'be de şahit ve gözlemci sıfatı ile katılmıştı.[385]

Hz. Peygamber’in, inzal olunan vahyi ya da civar devlet ve kabile başkanlarına göndermiş olduğu İslâm’a davet mektuplarını yahut da diğer tüm yazışma ve anlaşmala­rını kaleme almakla mükellef kıldığı katipleri vardı. Kaynaklar, bu işi icra eden kişilerin sayısı hakkında 23-42 arasında değişen rakamlar verirler ki, Mugîre b. Şu'be de bu lis­tede yer alan isimlerdendir.[386] Onun isminin katip olarak geçtiği vesikalar, Hz. Peygamber döneminden başlamak sureti ile şu şekilde ifade edilebilir:

Hz. Peygamber’in isteği ile Mugîre’nin yazmış olduğu ve içerisinde şartların bu­lunduğu anlaşma mahiyetindeki mektuplara örnek verilecek olursa, Allah Rasûlü’nün Benî Hâris kabilesine hitaben birkaç kez yazdırmış olduğu mektupların kâtibi Mugîre b. Şu'be idi.[387] Şöyle ki, Hz. Peygamber tarafından Fâris devleti bağlı bölgelerinden olan Necran (Belhâris ve Nehd) bölgesine mensup Hâris b. Ka'b oğullarından Dıbâb oğulla-

rına yazdırdığı mektubları Mugîre b. Şu'be yazmıştı. Hz. Peygamber, yine bu bölgeden Benî Hâris’e mensup Kanân oğullarına hitaben bir mektubu da Mugîre b. Şu'be’ye yaz­dırmıştı. Yine Belharis’ten Yezid b. Muhaccel el-Hârisî’ye yazılan mektubun kâtibi Mugîre’ydi.[388] Bunun yanı sıra Arap kabilelerine gönderilen pek çok mektubu kaleme alan kişi de Mugîre b. Şu'be olmuştur. Cuheyne kabilesinden Curmuz oğullarına verilen emanname mektubunu Mugîre yazmıştı.[389] Tay kabilesinden Âmir b. el-Esved’e hitab eden emannamenin kâtibi de Mugîre’ydi. Aynı şekilde, Tay kabilesinden Cuveyn oğul­larına ve yine Tay kabilesinden Husayn b. Nadle el-Esedî’ye yazılan mektupların kâtibi de Mugîre b. Şu'be idi.[390]

Hz. Peygamber döneminde Necran Hristiyanları ile yapılan muahededen bahse­dilirken Mugîre b. Şu'be’nin burada gösterilen tanıklardan olduğuna işaret edilmişti. Hz. Ebu Bekir zamanına gelindiğinde, halife tarafından yenilenen bu anlaşmaya, Hz. Ebu Bekir’in mevlası Amr, Râşid b. Huzeyfe ve Mugîre b. Şu'be şahit olmuştu. Mugîre, aynı zamanda bu yeni anlaşmanın kâtibi idi.[391] Yine Hz. Ebu Bekir zamanında baş gös­teren irtidad hadiselerinde, halife, ilgili bölgelerdeki âmillerine mektuplar göndererek temas halinde olmuştu ki, bu mektuplardan biri de, el-Muhâcir’e hitab eden ve Mugîre b. Şu'be’nin yazdığı mektuptu.[392]

Hz. Peygamber, yazı işlerini ashabdan bazıları arasında taksim eylemiş, belli bir düzene sokmuştu.[393] Buna örnek verilecek olursa, Hz. Ali, Hz. Osman, Ubey b. Ka'b, Zeyd b. Sâbit gibi bazı şahıslar vahiy katipleri iken; Abdullah b. Erkam, A'lâ b. Ukbe, Muaykıb b. Ebî Fatıma ed-Devsî, Hz. Peygamber’in ganimetlerini (megânim); Mugîre b. Şu'be ve Husayn b. Nümeyr ise insanlar arasındaki şeyleri yazıyorlardı.[394] Mevlânâ Şiblî de eserinde bu görevin Allah Rasûlü tarafından bir işbölümü içerisinde yürütüle­cek şekilde düzene oturtulduğunu kaydederek şöyle devam eder: Çeşitli zamanlarda ve muhtelif nedenlerle büyük sahabîler tarafından icra edilen katiplik vazifesi sürecinde, Şurahbil b. Hasene bu şerefe ilk nail olan isimdi. O, Mekke’de, vahiyleri yazma işini ilk üstlenen kişiydi. Bu görev, Medine’de ise ilk olarak Ubey b. Ka'b’a nasib olmuştu. Bundan sonra, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman , Hz. Ali, Zübeyr b. Avvam, Âmil b. Füheyre, Amr b. el-Âs, Abdullah b. Erkam, Sâbit b. Kays, Hanzele b. Rebî, Mugîre b. Şu'be, Abdullah b. Revaha, Halid b. Saîd, A'lâ b. Hadramî, Huzeyfe b. Yeman, Muaviye b. Ebî Süfyan, Ebu Süfyan b. Harb ve Zeyd b. Sâbit, bu görevi farklı zaman­larda yerine getiren isimlerdi. Sahâbenin tüm ileri gelenleri ara sıra bu işi yapmak du­rumunda kalmışlardı.[395] Genelde katiplik görevi Zeyd’in omuzlarındaydı. Öyle ki Zeyd, bu iş için Hz. Peygamber’in isteğiyle İbrânice[396], Rumca, Kıptîce, Farsça ve Habeşçe dahi öğrenmişti.[397] Katiplerden her biri kendine mahsus bir işi yapmakla görevli olduğu gibi, bazen aynı şahıs farklı sahalarda da görev yapabilirdi. Nitekim Hz. Peygamber, genelde İslâm’a davet mektuplarını, aynı zamanda vahiy katipleri olan Zeyd b. Sâbit ve Ubey b. Ka'b’a yazdırırdı. Hz. Ali, Muaviye ve Mugîre gibi bazı isimler ise Hz. Pey­gamber’in davet mektuplarını ve siyasî vesikalarını yazan isimler arasında idi.[398] Mugîre’nin aynı zamanda beytü’l-mâl kâtibi olduğu da gelen rivayetler arasındadır.[399]

Binaenaleyh, bir bakıma Hz. Peygamber’e vekillik yapma yetki ve rütbesi anla­mına gelen katiplik görevi, farklı şartlar altında büyük sahabîler tarafından üstlenilmişti ki, Mugîre b. Şu'be de bu şerefe nail olan kimseler arasında idi.[400]

Bunun dışında ashab, idarî işlerde birbirine yardım etmek ve devlet hizmeti yapmak üzere de birbirlerinin katipliğini yapmıştır. Bu bağlamda Mugîre b. Şu'be, Ebu Musâ el-Eş'arî’nin kâtibi iken, Ziyâd b. Ebîh[401] ve Verrâd gibi isimler de Mugîre’nin katipliğini yapmıştı.[402]

B- ASKERÎ YÖNÜ

Mugîre b. Şu'be, İslâm’a girdiği andan itibaren müslümanların vermek duru­munda oldukları mücadelede yerini alan bir asker olmaktan beri durmamıştır. Onun askerî alandaki bu konumu, bazen komutan, bazen müslüman bir asker, bazen elçi ya da orduyu savaşa teşvik eden bir hatib, bazen de ordunun düzenli bir harekât gerçekleştire­bilmesi için önem arz eden organize adamı şeklinde ortaya çıkmıştır.

Askerlik

İslâmiyet’in, genelde selâmeti ve özelde Arap yarımadasında yerleşmesi adına önemli süreçlerden biri olan Mekke’nin fethinin ardından başkaldırı niteliğinde bazı hareketlenmeler kendini göstermişti. Mugîre, bu hareketlenmelerin bir ürünü olan Taif ve Hevazinlilerle yapılan mücadeleye bir İslâm askeri olarak katıldığı gibi[403], mücadele­den hezimetle ayrılarak köşeye sıkışan Taif halkının muhasarası esnasında, şehir hal­kının diyaloğa girdiği, taleplerini anlatmak üzere iltica ettiği bir konumdaydı.[404] Yine Hz. Peygamber döneminde Mugîre b. Şu'be, “zorluk seferi” olarak anılan Tebük gazve­sine de katılmış ve adeta Hz. Peygamber’in yanından ayrılmamıştı.[405]

Hz. Ebu Bekir’in halife olduğu yıllarda patlak veren irtidad olaylarında İslâm devleti adına mücadele eden Mugîre, bu hususla ilgili olarak Nüceyr civarındaki mürtedlerin etkisiz hale getirilmesinde etkili olmuştu.[406] O, ayrıca Yemâme’de mürtedlere karşı girişilen mücadeleye de katılmış ve müslümanların selâmeti için bir dönüm noktası olabilecek bu hadiselerin bastırılmasında rol almıştı.[407]

Hz. Ebu Bekir döneminde, Suriye-Bizans cihetine yönelen İslâm fetihleri esna­sında Hâlid b. Velid komutanlığındaki müslüman ordu ile Bizans kuvvetlerinin ilk ciddi karşılaşması olan Yermük savaşında Mugîre b. Şu'be de yerini almış; hatta bazı rivayetlere göre o, bu savaşta gözünü kaybetmişti.[408]

Hz. Ömer dönemine gelindiğinde ise Irak-İran rotasındaki fetihlere önem veril­miş ve bu doğrultuda Kadisiye, Nihavend gibi bazı önemli savaşlar meydana gelmiş; bu süreçte, önce müslümanlar sonra da karşı taraf uzlaşma girişimlerinde bulunmuş, talep­ler ve şartlar bu şekilde birbirine iletilmişti. Bu noktada, Mugîre b. Şu'be’nin de arala­rında bulunduğu elçiler, temsil ettikleri insanların amaçlarını, taleplerini, net ve anlamlı üsluplarıyla ifade etmiş; gerektiğinde de tüm müslümanlar adına kendilerini savunmayı bilmişlerdi[409]

Ordunun güzide askerlerinden, büyük ve meşhur zatlarından olan Mugîre b. Şu'be[410], bu savaşlarda aynı zamanda müslüman askerlere moral veren etkin isimlerden biri idi. Nitekim kendilerinden kat kat fazla bir sayıya sahip düşman kuvvetleriyle karşı­laşma pozisyonunda olan İslâm ordusunda, Mugîre, Tuleyha, Huzeyfe, Amr b. Ma'dikerb, Gâlib, Âsım ve Kays gibi isimlerin etkileyici konuşmaları sayesinde asker­ler daha güçlü bir motivasyonla savaşmaktaydı.[411] Bunun yanı sıra orduda bulunan bazı isimler, askerlerin düzenli bir şekilde savaşa hazırlanması için önem arz eden bir işte ustalaşmışlardı ki, bu iş, iyi çadır kurup askerlerin düzgün bir şekilde yerleşebilmesini sağlamaktı. İşte savaş sürecinde bu teknik işi de yapabilen, komutanın karargâhını ku­ran, Mugîre b. Şu'be, Huzeyfe b. Yeman, Ukbe b. Âmir, Eş'as b. Kays, Cerîr b.

Abdillah gibi bazı tecrübeli insanlar vardı ki, o bölgede, işlerini bunlar kadar iyi yapan kimse az bulunurdu.[412] [413]

Komutanlık

İslâm tarihi, son din olarak ortaya çıkan ve ilk günden itibaren çeşitli taarruzlara maruz kalan İslâmiyet’in, varlığını ve selâmetini koruyabilmek adına mücadele verdiği pek çok savaşa sahne olmuştur. Kaynaklar bu savaşlardan bahsederken bazı sınıflan­dırmalara giderler. Buna göre, Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin komuta ettiği askerî seferlere “gazve”; sahâbeden birinin idaresi altında sevk ettiği askerî birliklere ise “seriyye” denilmektedir. Rasûlullah, Medine dönemini teşkil eden on yıllık zaman zar­fında 27 gazve ve 70 kadar seriyye tanzim etmek suretiyle çok sayıda askerî harekât 457 tertip etmiştir.

Seriyyeler, iktisadî, siyasî fonksiyonlu, güvenlik, istihbarat, keşif amaçlı ya da özel görevli (İslâm’a davet, düşmana hedef şaşırtma, putları imha vs.) seriyyeler şeklin­de ve değerlendiriş açısına göre değişebilecek farklı türlerde sınıflandırılırlar.[414] Bu seriyyeler dizisinde, Mekke’nin fethinin ardından putları yıkımı için gönderilen seferler de diğerleri gibi önem arz eder.

Arabistan’da farklı kabilelere mensup çeşitli putlar vardı. Fetihten sonra kabile­ler İslâm’ı kabul etseler de içlerinde kökleşmiş olan putların kutsallığı inancı, birdenbire yok olmamıştı. Dolayısıyla eskiden beri süregelen bu inanç, onların, puthanelerini kendi elleriyle yıkmalarını engellemekteydi. Nitekim Taif halkının da İslâm’a girerken bir yıl süreyle putlarının yıkılmaması, en azından kendilerinin bunu yapmak istemediklerine dair talepleri olmuştu. Diğer bazı kabileler de aynı taassubî bağlılıklarından dolayı put­larını yıkmaktan çekinmekteydiler. Bundan dolayı Hz. Peygamber, böyle yerlere başka müslümanlar göndererek yıkımın gerçekleşmesini sağlamıştı. Örneğin, Halid b. Velid seriyyesi, Uzza; Amr b. el-Âs seriyyesi, Suva; Sa'd b. Zeyd seriyyesi, Menat; Mugîre b. Şu'be ve Ebu Süfyan seriyyesi, Lât puthanesini vs. yıkmak üzere gönderilmişti.[415]

Ziyad b. Ebîh, Haccac b. Yusuf, Muhammed b. Kasım gibi, Taif şehrinin İslâm devletine hediye ettiği önemli asker ve liderlerden olan Mugîre b. Şu'be[416], müslüman olduktan sonra, İslâmiyet’in korunması ve yayılması adına verilen pek çok mücadeleye katılmış ve elde edilen bu başarılara ortak olmuştur. O, ilk seriyyesini bir komutan ola­rak, kendi kabilesi olan Sakîfe karşı, üstelik bir zamanlar bakıcılığını üstlenmekle şeref duydukları Lât adlı büyük putu yıkmak gibi önemli bir görevi yerine getirmek suretiyle gerçekleştirmişti. Mugîre, bu görevde idareyi birlikte üstlendiği Ebu Süfyan ve bir grup müslümanla birlikte yola çıkmış, Taife ulaşmış ve kendisini şehir dışında bekleme ka­rarı alan Ebu Süfyan’ın yanından ayrılarak[417] putun bulunduğu mabede girerek vazife­sini yerine getirmişti.[418] Sakîflilerin endişeleri, uyarıları ve bağırışlarına rağmen o, şir­kin büyük sembollerinden olan Lât’ı yıkmış; putun yanında bulunan tüm mal ve hediye­lere devlet namına el koyarak hepsini Medine’ye getirmişti.[419]

Bu noktada bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, Allah Rasûlü’nün, o zaman için Arabistan yarımadasının en köklü ve büyük dinî simgelerinden olan Lât’ın imhası üze­re, biri Sakîfin diğeri Kureyş’in önde gelen isimlerinden olan kişileri seçmesi tesadüf değildir. Belki de bu görev, aynı zamanda, kendi iç dünyalarındaki putları da yıkmaları için onlara sunulmuş bir fırsat niteliği de taşımakta idi. Ayrıca, dört büyük puttan biri olan Lât’ın yıkımı için, herhangi bir ismin değil de, bir taraftan o kabilenin bağrından gelen bir insanın diğer taraftan da malum kabilenin dayısı olarak adlandırılan ve aynı zamanda Kureyş gibi meşhur bir kabilenin liderlerinden birinin seçilmesi, bu yıkımın çok daha büyük engellerle karşılaşmaması adına da anlamlı ve stratejik yönü olan bir karardı.

İkinci halife döneminde cereyan eden fetihlerin baş aktörü konumunda olup Kadisiye savaşının ardından Hz. Ömer’in Basra’ya vali tayin ettiği Mugîre b. Şu'be,

Meysan[420], Ubulle[421], Hemdan[422], Ehvaz[423], Sûku’l-Ehvaz, Ebz Kabaz, Dest-i Meysan, Kazvin ve Zencan’ı fethetmesinin[424] yanı sıra, İslâm fetihleri için büyük bir adım ifade eden Nihavend savaşında ordunun sol cenahını komuta etmişti.[425] Ayrıca Mugîre’nin, Hz. Ömer dönemindeki Kûfe valiliği sırasında Azerbaycan fethine imza atan isim oldu­ğuna dair de rivayetler vardır.[426]

Muhafızlık

Mugîre b. Şu'be, Hudeybiye Musâlahasından az bir zaman önce müslüman ol­masına rağmen, Hudeybiye görüşmeleri sürecinde Hz. Peygamber’e gelen Kureyş tem­silcilerinin karşısında Onun muhafızlığını yapmıştı. O sırada henüz müslüman olmamış olan amcası Urve b. Mesud, Kureyş adına konuşmak üzere Allah Rasûlü’nün huzuruna gelip söze başladığında Hz. Peygamber’in yanı başında duran Mugîre, Urve’nin bir ara Allah Rasûlü’nün sakalını okşaması üzerine koruma hissi ile karışık bir öfke duyarak “elini Onun mübarek yüzünden çek” şeklinde Urve’yi uyarmıştı. Bu tepki karşısında şaşıran ve ashabın Rasûlüllah’a olan bağlılığından oldukça etkilenen Urve, “bu adam da kim?” demekten kendini alamamıştı.[427] Burada bir parantez açmak gerekir ki, Urve b. Mesud’un, yeğeni Mugîre b. Şu'be’yi tanımayıp “bu kim” diye sorması, Mugîre’nin, muhafızlık yaptığı esnada yüzünü örten bir üniforma ya da maske giydiğinin bir işareti olarak görünmektedir. Nitekim Taberî, bu esnada Mugîre’nin Hz. Peygamber’in başu- cunda ayakta dururken kılıç ve miğfer kuşanmış olduğunu ifade eder.[428] Diğer bazı rivayetlerde de onun Rasûlullah’ın başında ayakta durarak kılıç kuşanmış halde[429], demir bir kıyafet[430] ve maske içinde olduğu şeklinde ibareler vardır.[431]

C- İLMÎ YÖNÜ

Mugîre b. Şu'be’nin, İslâm’a girdiği andan itibaren, İslâm devleti adına pek çok sahada vazife icra etmeye çalıştığı ifade edilmişti. Bunların en önemlilerinden biri de, bazen Asr-ı Saâdet yıllarında bazen de Hulefâ-i Râşidîn döneminde, mühim görevlerde öne çıkan ilmî tarafıdır. Buraya kadar bahsedilen pek çok başlık altında, onun okur­yazar olmakla kalmayıp yabancı dil bilen, kitabet, hitabet, rivayet gibi çok yönlü bir sahabî olduğuna değinilmişti.

Bu malumatı tamamlayıcı olması açısından, onun öğrenmek adına soru sormak­tan çekinmeyen bir insan olduğunu da ilave etmek gerekir. Nitekim Buhârî ve Müs­lim’in eserlerinde, bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Mugîre kendi ağzından şöyle rivayet etmektedir: “Hz. Peygamber’e, Deccal hakkında benden daha fazla soru soran kimse yoktu; Allah Rasûlü ise bana, ‘Ey oğulcuğum, Sen onun için niçin yorulu­yorsun; o sana asla zarar verecek değildir’ buyurmuştu”.[432]

Ayrıca bazı rivayetler, aralarında Mugîre’nin de bulunduğu bir kısım sahabînin yol gösterici ve muteber sayılan kanaat ya da uygulamalarına dair bilgiler vermektedir ki, bu rivayetlerin bazıları şu şekildedir:

“Ashabdan Mugîre, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Ebu Mesud ve İbn Abbas, bayram namazının hutbeden evvel kılınacağı kanaatindedirler”.476 [433]

“Hz. Ömer, İbn Mesud, Muaviye, Saîd, Mugîre b. Şu'be ve Ukbe b. Âmir, na­mazda ilk oturuşu unutarak kalkmışlar; fakat ayakta hatırlarına geldiği halde oturma­mışlar ve Hz. Peygamber’in böyle yaptığını söylemişlerdir”.[434]

“Sehiv secdesi esnasında yanılan kimseye tekrar secde-i sehiv yoktur. İbrahim en-Nehâî, Hakem, Hammâd, Mugîre b. Şu'be, İbn Ebî Leylâ ve Hasan Basrî’nin mezhebleri budur”[435]

Hadis Rivayetçiliği

Mugîre b. Şu'be, geçmiş konularda değinilen pek çok özelliğinin ötesinde aynı zamanda bir hadis râvîsidir. Sahîhayn’da kendisine ait 12 hadis bulunmaktadır. Bunlar­dan biri Buharî’de, ikisi Müslim’de münferid olarak kayıtlıdır. Kendisinden oğulları Urve, Hamza, Akkar, Gıfar, mevlâları Yezid ve Verrâd[436] amcasının oğlu Hasan b. Habbe, sahâbeden Misver b. Mahreme, Kays b. Ebî Hazîm, Mesruk, Ebu Vâil, Urve b. Zubeyr, Şa'bî, Ebu İdris el-Havlanî, Ali b. Rebîa, Ziyad b. Alaga, Nâfi b. Cübeyr, Bekr b. Abdillah el-Müzenî, Kabîsa b. Züeyb, Esved b. Hilal gibi isimler hadis rivayetinde bulunmuşlardır.[437]

Mütercimliği

Mugîre b. Şu'be’nin mütercim ve dil bilen bir insan olduğuna dair gelen bilgiler, Hz. Peygamber döneminden başlamaktadır. Zira Mekkeli Abdullah b. Huzâfe es-Sahmî, birçok defa İran’a gittiği ve oraya giden diğer bazı Araplar (mesela, Mugîre b. Şu'be) gibi Farsça bildiği için Hz. Peygamber onu, İran imparatoruna yazdığı mektubu götür­mekle görevlendirmişti.[438]

Mugîre, Hz. Ömer dönemindeki fetihler sırasında da bu yönünü göstermişti. Ehvaz’ın fethi esnasında şehirde ikamet eden İran orduları komutanı Hürmüzan, yenil­giyi kabul ederek barış talebinde bulunmuş; buna ilaveten Hz. Ömer’le görüşme şartını ileri sürmüştü. İsteği kabul edilen Hürmüzan, o sırada mescidde bulunan halifenin yanı­na götürüldüğünde halife, konuşmaya başlamadan önce, “Bize dil bilen bir adam geti­rin” demiş; bunun üzerine oraya Mugîre b. Şu'be getirilmişti. Bundan sonra halife, Mugîre’ye “Hürmüzan’a söyle de aklından geçenleri anlatmaya başlasın” diyerek gö­rüşmeyi başlatmış; böylece Hz. Ömer’le Hürmüzan arasındaki diyalog, Mugîre b. Şu'be vasıtası ile sağlanmıştı.[439] Bu, okur-yazar bir kişi olan Mugîre’nin, İranlıların konuş­makta oldukları Farsça’yı da bildiğini göstermektedir. Farsça konusunda bir ihtiyaç hâsıl olduğunda akla gelen ilk isimlerden biri idi.

SONUÇ

Arabistan yarımadasının önde gelen şehirlerinden olup bilhassa Mekke ile sıkı ilişkiler ağına sahip Taifte doğan Mugîre b. Şu'be, şehrin lider kabilesi ve aynı zamanda Arabistan’ın büyük putlarından Lat’ın türbedarları olan Sakîfoğullarına mensup bir aileden idi. Ancak onun, İslâm’a girmeden önceki yaklaşık 28 yıllık hayatına dair elde edilen bilgiler malesef oldukça sınırlıdır. Nitekim, müslüman oluşu ile bağlantılı olarak aktarılan Mısır’a gidişi hakkındaki rivayetlerden, ticaretle ilgisi anlaşılsa da, Mugîre’nin ailesi, meşgaleleri, Medine’ye gelinceye dek nasıl bir hayat yaşadığına dair gelen bilgiler tatmin edici değildir.

Hudeybiye Musâlahasından önce Hz. Peygamber’e gelerek müslüman olan Mugîre b. Şu'be, o andan itibaren dinamik bir müslüman kimliği edinmiş ve değişik zamanlarda farklı vazifelerle karşımıza çıkmıştır. Asr-ı Saâdet’te pek çok sahabî gibi vahiy katipliği yapmasının yanı sıra, siyasî, askerî, dinî değişik fonksiyonlu görevler de icra etmiştir. O, bazen kabile veya devletlerle yapılan anlaşmaların kâtibi, şahidi; bazen Hz. Peygamber’in sıkı bir silahdârı ya da bir seriyye komutanı; bazen de İslâm’ı anlat­mak üzere Allah Rasulü tarafından seçilmiş bir mübelliğ olarak kendini göstermiştir.

Taşıdığı üstün yeteneklerinden dolayı dâhî olarak anılan Mugîre b. Şu'be, Hulefâ-i Râşidîn döneminde de önemli icraatların altında imzası olan isimlerdendi. İlk halife zamanında mürtedlerle mücadeleye ve Yemâme savaşına katılan Mugîre, Hz. Ömer’in hilafetinde Basra valiliği yapmış, bir yandan da Irak-İran cihetindeki fetihlerin fatihlerinden olmuştur. Bu esnada Basra divanını kuran Mugîre b. Şu'be, bir zina iddia­sıyla görevden alınsa da bir süre sonra Kûfe valisi olarak yeniden atanmıştır. Hz. Osman’ın halife oluşundan duyduğu memnuniyetini açıkça dile getiren Mugîre, giderek yoğunlaşan fitne ortamında, bir yandan halifeye diğer yandan halife seçiminde elenen Hz. Ali’ye durum değerlendirmesi yaparak kendince yol göstermeye çalışmıştır. Ancak her iki taraf nezdinde de fikirleri rağbet görmeyen Mugîre, bir süre inzivaya çekilerek dış gözlemler yapmayı tercih etmiş; zamanla şiddetlenen Ali-Muaviye çekişmesi süre­cinde Hz. Ali’ye yakınlaşmak istemişse de, paralel bir siyaset anlayışına -tabiri caizse aynı frekansa- sahip olmadıklarını anlayınca, tavrını Muaviye’den yana koymuştur. Nitekim, böyle dâhî insanlarla aynı safta olmak, kendisi de bir dâhî olan Muaviye’nin de arzusu istikametinde olan bir durum idi.

Hz. Ali’den sonra beşinci halife olarak beyat edilen Hz. Hasan’ın, hilafeti Muaviye’ye devri amaçlı görüşmelerde Muaviye adına mümessillik yapan Mugîre b. Şu'be, Emevî iktidarının ilk valilerinden olmuş ve ikinci kez Kûfe valiliğine atanmıştır. Bu süre zarfında Mugîre, müslümanların yeni, ama en esaslı meselelerinden biri halini alan ve Emevî yönetiminin başını hayli ağrıtan Haricî isyanlarıyla baş etmek durumun­da kalmıştır. İsyanları, daha çıkmadan önlemeye çalışmak amacıyla konuşma yoluna giden Mugîre, bu yöntemin etkili olmadığı zamanlarda askerî müdahaleden de hiç çe­kinmemiştir. O, Haricîlerle mücadelesinde zekice bir yol izleyerek, çivi çiviyi söker mantığıyla, bu muhalif gruba karşı bir başka muhalif grup olan Şia ile işbirliği yapmış, böylece iki cepheden de zaferle dönmeyi bilmiştir.

Yinelemek gerekirse, idaresi altındaki Kûfe’de savaş istemeyen ve sükûnet or­tamı kurmaya çalışan Mugîre b. Şu'be, beklentisine cevap alamamış; hoşgörüsü genel­likle suistimal edilmiştir. Bu nedenle çeşitli eleştirilere de maruz kalan Mugîre, ömrü­nün sonlarına doğru, devletin gündemini baştanbaşa yenileyecek olan değişik bir fikirle sahneye çıkmıştır. O, bazılarına göre, kendisinden umduğunu bulamayan Muaviye tara­fından görevinden azledilme endişesiyle, bazılarına göre ise İslâm devletinin selâmeti ve yeniden eski karışıklık dönemlerine geri dönülmemesi adına, Muaviye’ye, daha ha­yatta iken oğlu Yezid’i halife ilan etmesini, bu şekilde ileride yaşanacak ciddî bir lider­lik problemini şimdiden önlemesini tavsiye etmiştir. Böylece İslâm tarihinde bir “ilk”in fikir babası olan Mugîre b. Şu'be’nin bu görüşü, Muaviye’nin de zaten aklında ve niye­tinde olan bir durum olsa gerek ki, Mugîre ile görüşmesinin ardından harekete geçmiş, devletin dört bir tarafına gönderdiği adamlarıyla Yezid’e beyat alma işini gerçekleştir­miştir.

Mugîre b. Şu'be, iniş-çıkışlarla geçen yaklaşık 70 yıllık ömrünün son dönemini Kûfe valisi olarak tamamlamıştır.

BİBLİYOGRAFYA

AHMED B. HANBEL, Müsned, I-IV, Beyrut, ts.

AHMED CEVDET PAŞA, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîhu’l-Hulefâ, I- III, İstanbul, 1331.

AKBULUT, Ahmet, Sahâbe Devri Hadiselerinin KelamîProblemlere Etkileri, İstanbul, 1992.

ALGÜL, Hüseyin, Islâm Tarihi, I-IV, İstanbul, 1986.

ÂLÛSÎ, Mahmud Şükrî, Bulûgu’l-ErebfîMa’rifetiAhvâli’l-Arab, I-III, (şrh. ve tsh. Muhammed Behcet el-Eserî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

APAK, Adem, Islâm Siyaset Geleneğinde Amr b. el-Âs, Ankara, 2001.

APAK, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İstanbul, 2003

ATEŞ, Süleyman, GünümüzKur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, I-XII, İstanbul, 1989.

AYCAN, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, Ankara, 2001.

AYCAN, İrfan - SARIÇAM, İbrahim, Emeviler, Ankara, 1993.

BEKRÎ, Abdullah b. Abdülaziz b. Muhammed b. Eyyub b. Amr, Câhiliyye Arapları, (çev. Levent Öztürk), İstanbul, 1998.

BEKRÎ el-ENDELÜSÎ, Mu'cem mâMusta'cem min Esmâi ’l-Bilâdve ’l-Mevâzi', I-VI, Dâru’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1998.

BELÂZURÎ, Ahmed b. Yahyâ, Ensâbu’l-Eşrâf I, (thk. Muhammed Hamîdullah), Dâru’l-Maârif, Kahire, ts.

BELÂZURÎ, Ensâbu’l-Eşrâf, I-XIII (thk. Süheyl Zekkar-Riyaz Zirikli), Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1996.

BELÂZURÎ, Fütûhu’l-Buldân, (thk. Abdullah Enis et-Tubbâ ve Ömer Enis et-Tubbâ), Beyrut, 1987.

BUHARÎ, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail el-Buharî, Sahih, I-XVI, (çev. Mehmet Sofuoğlu), İstanbul, ts.

BÜYÜKCOŞKUN, Kudret, “Arabistan”, DİA, III, 248-249.

CABİRÎ, Ahmed Âbid, İslâm ’da Siyasal Akıl, (çev. Vecdi Akyüz), İstanbul, 1997.

CEVAD ALİ, el-Mufassal fi Tarihi ’l-Arab Kable ’l-İslâm, I-X, Beyrut, 1991.

DEVADARÎ, Ebu Bekr, Kenzü’d-Dürer ve Câmiu ’l-Gurer, I-IX, (thk. Gunhild Graf - Erika Glassen), Beyrut, 1994.

DİNEVERÎ, Ebu Hanîfe Ahmed b. Davud, Ahbâru’t-Tıvâl, I-IV, Kahire, 1925-1930.

DOĞUŞTAN GÜNÜMÜZE BÜYÜK İSLÂM TARİHİ, Komisyon, I-XIV, İstanbul, 1989.

EBU’L-FADL İBRAHİM, Muhammed - el-Becâvî, Ali Muhammed, Eyyâmü’l-Arab, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, Beyrut, 1968.

FIĞLALI, Ethem Ruhi, İmam Ali, Ankara 1998.

GÜNAL, Mustafa, Hz. Ali Dönemi ve İç Siyaset, İstanbul, 1998.

HALEBÎ, Ali b. Burhaneddin, İnsânü’l-Uyûn, I-III, Mısır, 1964.

HALKIN, Leon, E., Tarih Tenkidinin Unsurları, (çev. Bahaeddin Yediyıldız), Ankara, 1989.

HAMİDULLAH, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye li ’l-'Ahdi ’n-Nebevi ve ’l- Hilâfeti’r-Râşide, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 1985.

HAMİDULLAH, İslâm Peygamberi, I-II, (çev. Sâlih Tuğ), İstanbul, 1991.

HAMİDULLAH, Hz. Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, İstanbul, 1998.

HASAN, Hasan İbrahim, Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, I-VI, (çev. İsmail Yiğit-Sadrettin Gümüş), İstanbul, 1985.

HITTI, Philip K., Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, I-V, (çev. Salih Tuğ), İstanbul, 1980­1981.

HİZMETLİ, Sabri, Islâm Tarihi, Başlangıçtan ilk Dört Halife Devri Sonuna Kadar, Ankara, 1991.

HODGSON, M. G. S., İslâm ’ın Serüveni, I-III, (çev. Komisyon), İstanbul, 1993.

İBN ABDİLBERR, İbn Ömer b. Yusuf b. Abdillah b. Muhammed, el-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, I-IV, (thk. Ali Muhammed Bicavi), Dâru’n-Nehdati’l- Arabiyye, Kahire, ts.

İBN ABDİRABBİH, Ebu Ömer b. Ahmed b. Muhammed, Kitâbü Ikdi ’l-Ferîd, I-VII, Kahire, 1956.

İBN HACER, Şihâbüddin Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahâbe, I-IV, Matbaatü’s-Sahabe, Kahire, 1328.

İBN HACER, Tehzîbü’t-Tehzîb, I-XII, Dâru’s-Sâdır, Beyrut,1968.

İBN HALLİKAN, Ebu’l-Abbas Şemsüddin, Vefeyâtü’l-Âyân ve Ebnâu Ebnâi ’z-zamân, I-III, Dâru’s-Sâdır, Beyrut, ts.

İBN HALDUN, Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddime, (çev. Süleyman Uludağ), I­II, 1998.

İBN HAZM el-ENDELÜSÎ, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed. b. Saîd el-Endelüsî, Cemheretü Ensâbi’l-Arab, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998.

İBN HAZM el-ENDELÜSÎ, Cevâmi'u’s-Sîreti’n-Nebeviyye, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye , Beyrut, 1986.

İBN HİBBAN, Muhammed b. Hibban b. Ahmed b. Ebî Hatim, Kitabü’s-Sikât, I-IX, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekafiyye, Beyrut, ts.

İBN HİBBAN, es-Sîretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hulefâ, (tsh. Hafız Seyyid Aziz Bey), Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekafiyye; Beyrut, 1987.

İBN HİŞAM, Ebu Ahmed b. Abdilmelik, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sika, İbrahim el-Ebyarî, Abdülhafiz Şiblî) I-V, Beyrut, 1971.

İBN KESÎR, Ebu’l-Fidâ, el-Bidâye ve ’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad, 1966.

İBN KUTEYBE, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim, el-İmâme ve ’s-Siyâse, (thk.Tâhâ Muhammed Zeynî), Kahire, 1967.

İBN KUTEYBE, Ebu Muhammed Abdullah, Kitabü’l-Ma’ârif, Beyrut, 1970.

İBN MANZUR, Ebu’l-Fadl Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab, I- XV, Dâru’s-Sâdır, Beyrut, ts.

İBN SA'D, Muhammed, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Dâru’s-Sâdır, Beyrut, ts.

İBN SEYYİDİNNÂS, Fethuddin b. Seyyidinnâs el-Yamurî el-Endelüsî, Uyûnu’l-Eser, I-II, Dâru’l-Ma'rife, Beyrut-Lübnan, ts.

İBNÜ’L-ESÎR, İzzüddin Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed, Üsdü’l-Gâbe fî Ma’rifeti’s- Sahâbe, I-VIII, Dâru’ş-Şi’b, Kahire, 1970.

İBNÜ’L-ESÎR, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-XII, Beyrut, 1965.

KÖKSAL, M.Asım, Islâm Tarihi, I-IX, İstanbul, 1981.

KÜÇÜKAŞÇI, Mustafa Sabri, “Hicaz”, DİA, XVII, 432-434.

KÜTÜKOĞLU, Mübahat, Tarih Araştırmalarında Usul, İstanbul, 1990.

LAMMENS, Henri, “Sakîf”, IA, X, 97-98.

LAMMENS, “Mugîre”, IA, VIII, 450-451.

LAMMENS, “Taif”, IA, XI, 672-673.

LINGS, Martin, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul, 1993.

MAHMUD ESAD, Tarih-i Din-i Islâm, I-IV, İstanbul, 1325-1327.

MAKRİZÎ, Takıyyüddin Ahmed, Imtâu’l-Esmâ, I-XV, (thk. Muhammed Abdülhamid en-Nemîsî), Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1999.

MES'ÛDÎ, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali, Murûcu’z-Zeheb, I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid), Kahire, 1964.

MEVLANA ŞİBLÎ NUMANÎ, Sîretü’n-Nebî, I-II, (çev. Yusuf Koruca), İstanbul, 2002.

MÜSLİM, İmam Ebu’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kureşî en-Neysaburî, Sahîh, I-XI, (çev. Ahmed Davudoğlu), İstanbul 1983.

MEYDANLAROUSSE, I-XII, Meydan Yayıncılık, İstanbul, 1987/88.

ÖZDEMİR, Serdar, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri, İstanbul, 2001.

SALİM, Abdülaziz, Tarihu Arab fi Asri Cahiliyye, Dâru’n-Nehdati’l-Arabiyye, Beyrut, ts.

SÖNMEZ, Abidin, Rasûlullah’ın Islâm’a Davet Mektupları, İstanbul, 1984.

SUYÛTÎ, Celalüddin Abdurrahman b. Ebî Bekr, Husnü’l-Muhâdara, I-II, (thk.

Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Mısır, 1967.

SUYÛTÎ, Tarihu’l-Hulefâ, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid), Kahire, 1969.

TABERÎ, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Tarihu’l-Ümem ve ’l-Mulûk, I-XI, (thk.

Muhammed Ebu’l-Fazl İbrahim), Dâru Seveydan, Beyrut, 1967.

TEMÎMÎ, Allâme Muhammed b. Süleyman, Muhtasaru Sireti ’r-Rasûl, Dâru’s-Selam, Riyad, ts

TİRMİZÎ, Ebu İsâ Muhammed b. İsâ b. Sevre, Sünen-i Tirmizi, I-V, (thk. İbrahim Utve Avz), Mektebetü’l-İslâmiyye, İstanbul, 1981.

TOGAN, A. Zeki Velidî, Tarihte Usul, İstanbul, 1985.

ÜÇOK, Bahriye, Islâm ’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, AÜİF Yayınları, Ankara, 1963.

VÂKIDÎ, Ebu Abdillah Muhammed, Kitabü’l-Megâzi, I-III, (thk. Marsden Jones), Beyrut, 1984.

WATT, Montgomery, Islâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, (çev. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara, 1981.

YA’KÛBÎ, Ahmed b. Ebî Ya’kûb, Tarih-i Ya’kûbi, I-II, Beyrut, 1960.

YAKUT el-HAMEVÎ,Mu'cemu’l-Büldân, I-V, Beyrut, 1975.

YILDIZ, Hakkı Dursun, “Yezid b. Ebî Süfyan”, IA, XIII, 412.

ZAGLUL, Abdülhamid Sa'd, Fi Tarihi ’l- Arab Kable ’l-Islâm, Dâru’n-Nehdati’l- Arabiyye, Beyrut, ts.

ZEHEBÎ, Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Siyeru A ’lâmi ’n-Nübelâ, I- XXIII, (thk. Şuayb Arnavud), Beyrut, 1985.



[1]    Küçükaşçı, Mustafa Sabri, “Hicaz”, DlA, XVII, 432-434.

[2]    Büyükcoşkun, Kudret, “Arabistan ”, DlA, III, 248-249.

[3]    Lammens, H., “Taif”, İA, XI, 672; Sâlim, Tarihu Arab, 375.

[4]   Sâlim, Tarihu Arab, 372.

[5]    el-Hamevî, Mu'cemu ’l-Buldân, IV, 9; Lammens, “Taif”, İA, XI, 672.

[6]   Sâlim, Tarihu Arab, 377.

[7]    Lammens, “Taif”, İA, XI, 672.

[8]   Sâlim, Tarihu Arab, 378.

[9]    Zuhruf/43 /31-32. Bu ayet-i kerîmenin şu olay üzerine indirildiği, yani genel anlamda böyle düşünen insanlar hakkında nazil olduğu zikredilmektedir: Mekke’nin ileri gelenleri kendi aralarında, Muhammed’e indirilen Kur’ân’ın Mekke veya Taif ehline indirilmesi gerektiğini söyleyip duruyorlardı. Onlara göre bu Kur’ân, Muhammed’e değil de Ümeyye b. Halef, Ebu Uhayha ya da Sakîfli Urve b. Mesud yahut Mesud b. Muatteb gibi birilerine indirilmeli değil miydi? (Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân ’ın Çağdaş Tefsiri, I-XII, İstanbul, 1989, VIII, 249).

[10]   Belâzurî, Ensâb, I, 134; Sâlim, Tarihu Arab, 380-381.

[11] Sâlim, Tarihu Arab, 376-378.

[12]   Küçükaşçı, “Hicaz”, DİA, XVII, 432-434.

[13]   Sâlim, Tarihu Arab, 381.

[14]   Zaglul, Fî Tarihi ’l-Arab, 266.

[15]   Lammens, “Taif”, İA, XI, 672.

[16]    el-Hamevî, Mu'cemu’l-Buldân, IV, 9. Taif’te, Himyer, Hevâzin, Evs, Hazrec, Müzeyne, Cüheyne, Kinâne, Uzre, Hüzeyl kabilelerine mensup grupların yanı sıra ticaretle iştigal eden bir grup Yahudî ve Rum da ikamet etmekteydi. Örneğin Hâricî lider Nâfi’ b. el-Ezrak’ın babası, “Haddâd” olarak bilinen Rûmî bir köleydi. Daha sonra Sümeyye adlı bir kadınla evlenmiştir ki, bu kadın “Arapların doktoru” diye tanınan Hâris b. Kelede’nin annesiydi. (Sâlim, Tarihu Arab, 380-381)

[17]   İbn Hişam, es-Sîre, I, 48; Zaglul, Fî Tarihi ’l-Arab, 266.

[18]   İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 684-685; Bekrî el-Endelüsî,Mu'cem, I, 71.

[19]   İbn Hazm, Cevâmi', I, 58.

[20]   İbnü’l-Esir, el-Kâmil, II, 684.

[21]   el-Hamevî,Mu'cemu’l-Buldân, IV, 10-11; Sâlim, Tarihu Arab, 378-379; el-Bekri el-Endelüsî,Mu'cem, I, 70; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 684-685.

[22]   Lammens, “Taif”, İA, XI, 672.

[23]   Ibn Kuteybe, Maârif, 128; Ibn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 32; îbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Suyutî, Husnü’l-Muhâdara, (thk. Muhammed Ebu’l-Fazl İbrahim), I-II, Mısır, 1967, I, 196.

[24]   Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718-5719; İbn Hibbân, Muhammed b. Hibbân b. Ahmed b. Hatim, Kitâbü’s- Sikât, I-IX, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekafiyye, Beyrut, ts., III, 372; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452.

[25]   Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718-5719; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 21; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452.

[26]   Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718-5719; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452.

[27]   Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 23; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452; Suyutî, Husnü’l-Muhâdara, I, 196.

[28]   Suyûtî, Husnü ’l-Muhâdara, I, 195.

[29]    Bekrî el-Endelüsî, Mu'cem, I, 59 vd.; Sâlim, Tarihu Arab, 379; Bekrî, Abdullah b. Abdülaziz b. Muhammed b. Eyyub b. Amr, Câhiliyye Arapları, (çev. Levent Öztürk), İstanbul, 1988; s. 88-91. Nitekim, “Sakîf” kelimesi lugatta “usta, mâhir, becerikli, üstün bir zeka, anlayış ve nüfuz yeteneğine sahip, akıllı, kültürlü, eğitimli vs.” anlamlarına gelmektedir. İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânü ’l-Arab, I-XV, Dâru’s-Sâdır, Beyrut, ts., IX, 19.

[30]   Bekrî el-Endelüsî, Mu'cem, I, 59-67-1; Sâlim, Tarihu Arab, 379.

[31]   İbn Hişam, es-Sîre, I, 48; İbnü’l-Esir, el-Kâmil, I, 85; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 347. Kaynaklarda, Sakîf
kabilesinin, Semud kavminin geriye kalanları olduğuna dair bir görüş olduğu daha önce zikredilmişti.

[32]    Ebu Rigâl, Ebrehe’yi Mugammis’e kadar getirmiş, orada ölmüştür. Araplar da bu yaptığından ötürü onun bulunduğu kabri taşlamışlardır. (İbn Hişam, es-Sîre, I, 48; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I, 426).

[33]   İbn Hibban, Kitâbü ’s-Sikât, III, 372.

[34]   İbn Sa'd, V, 56; İbn Hibban, Kitâbü ’s-Sikât, III, 372.

[35]   İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445.

[36]   İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, V, 248; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 31; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49. Kaynaklarda, evlendiği kadınların sayısı, 70 veya daha çok (Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 31); 80 (İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720); 80-1000 arasında (İbn Hibbân, Kitâbü ’s-Sikât, III, 372; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446); 80, 100 ya da 1000 (İbn Kesir, VIII, 49) olarak nakledilmektedir.

[37]   Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720.

[38]   Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 30. Bu eserde, Mugîre’nin, Ebu Süfyan’ın kızlarından son evliliği yaptığı kadının bir ayağının aksak olduğu ifade edilmektedir.

[39]   Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 30.

[40]   îbn Hazm, Cemheretü Ensâbi’l-Arab, Dâru’l-Kütübi’l-îlmiyye, Beyrut, 1998, s. 267.

[41]   Mugîre, amcası Urve’nin katledilişinden sonra onun eşi Meymune ile evlenmiştir. Belâzurî, Ensâb, I, 441.

[42]   Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 444-445.

[43]    M.Ş. Numanî , II , 674-675; Cabirî, 664-665. Hz.Zeyneb’in Ebu’l-Âs ile olan evliliğinden Ümâme adında bir kızı olmuştur. Ebu’l-Âs, evvela kızının Zübeyr b. Avvam ile evlenmesini vasiyet etmiş, ancak Hz. Fatıma vefat edince onun Hz. Ali’nin eşi olmasını istemiştir. Hz. Ali’nin de şehit olması üzerine Ebu’l-Âs, kızının Mugîre ile evlenmesini vasiyet etmiştir. Ümâme, Mugîre ile evlenmiş ve onun karısı olarak vefat etmiştir.

[44]   Buhârî, Sahîh, XI, 5224.

[45]   Künyesi Ebu Ya'kub’dur. (îbn Kuteybe, Maârif, 128).

[46]   îbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5725; îbn Hazm, Cemhere, 267; îbnü’l-Esîr, Üsdü ’l- Gâbe, V, 248; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 22; îbn Hacer, el-İsâbe, III, 452; M. Ş. Numanî, Sîretü’n-Nebî, II, 675. Kaynaklardan derlenen bu isimlere bakıldığında, bazılarının telaffuz benzerliği göze çarpmaktadır. Ca'fer-Ya'fur, Ammar-Akkar gibi isimler, farklı kaynaklarda ve farklı şekilde zikredilen aynı isimler olabilir.

[47]   Belâzurî, Ensâb, XIII, 5725.

[48]   Belâzurî, Ensâb, XIII, 5725; îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 437.

[49]    M. Ş. Numanî, Sîretü’n-Nebî, II, 675. Bu eserde belirtildiğine göre, bazı rivayetlerde Ümâme’nin Mugîre ile olan evliliğinden Yahya adında bir oğlu olduğu ifade edilirken, bazı rivayetlerde ise Ümâme’nin hiç çocuğu olmadığı nakledilmektedir.

[50]   İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 433-434.

[51]   Belâzurî, Ensâb, XIII, 5722-5723; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 434.

[52] tz-          11                w1wtt in*- ı^n^/vıri'i^’                                                                                              1      1   .       ,       1,1 a iti

Kaynakların çoğunluğu Urve b. Mesud u Mugîre b. Şu be nın amcası olarak tanıtmaktadır. Ancak İbn Kesîr ve İbn Seyyidinnâs’ın da izah ettiği üzere Urve, aslında Mugîre’nin babasının amcasıdır. Zira Şu'be’nin babası Ebu Âmir ile Urve kardeş olup, Mesud b. Muatteb’in oğullarıdır. Bu şecere, tarih kitaplarında bu şekilde kabul edildiğinden, müelliflerin Urve b. Mesud’u, Mugîre’nin babasının amcası olarak olarak bildikleri; ancak kısaca “Mugîre’nin amcası” şeklinde bahsetmeyi tercih ettikleri söylenebilir.

[53]   İbn Hişâm, es-Sîre, III, 327 (Burada annesinin ismi Sübey'a olarak geçmektedir); Taberî, Tarih, II, 626.

[54]   İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 312; İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, I, 441; Ya'kûbî, Ahmed b. Ebî Ya'kûb, Tarih-i Ya'kûbî, I-II, Beyrut, 1960, II, 55; Taberî, III, 96-97; M. Esad, IV, 397; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şube”, İA, VIII, 451. İbn Hazm’ın eserinde geçen rivayete göre, Hz. Peygamber’in Taif kuşatmasından geri dönüşünden sonra müslüman olan Urve, kuşatma esnasında şehir dışında debbabe ve mancınık zananatlarını öğrenmekte idi. (Cevâmi', 191).

[55]   İbn Hişâm, III, 327-328; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 201; İbn Seyyidinnâs, Fethuddin b. Seyyidinnâs el- Yamurî el-Endülüsî, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Megâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, I-II, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut-Lübnan, ts., II, 116; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 25; M. Esad, İslâm Tarihi, IV, 313-315; M. Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı, 347. M. Lings eserinde, bu konu hakkında açıklamada bulunurken, Urve’nin Kureyş’in sadece elçisi değil aynı zamanda “casusu” olduğu şeklinde görüş belirtmekte, dolayısıyla Hudeybiye kampında gördüklerini Kureyş’e anlatmaya söz verdiğini ifade etmektedir.

[56]   İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 182; İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5717; Taberî, Tarih, III, 97; İbn Hazm, Cevâmi', 201; Temîmî, Allâme Muhammed b. Süleyman, Muhtasaru Sîreti’r-Rasûl, Dâru’s-Selam, Riyad, ts., s.195. Kur’ân-ı Kerîm’de Yâsîn Sûresi’nin ilk 32 âyetinde, kendilerine gönderilen elçileri yalanlayıp helak olan bir kavimden bahsedilmektedir. Bu bölümde geçen helak olmuş şehir, müfessirlere göre, o zaman Yunan Sulukî Devleti’nin başkenti olan Antakya’dır. Buraya gelen elçiler ise, Hz. İsâ’nın havarilerinden olan Yuhanna, Şemun ve Pavlos’tur. Bu elçilere inandığından dolayı kavmi tarafından öldürülen bir kişi vardır ki o da Habîb ibn Musâ en-Neccâr’dır. Bir mağarada gizlice ibadet eden bu adam, kavmini elçilere uymaya davet edince, kavmi, üzerine üşüşüp onu öldürmüştür. (Ateş, Tefsir, VII, 342). İşte, Urve’nin bu şekilde öldürüldüğünü öğrenen Hz. Peygamber, onu, Yâsîn sûresindeki bu adama benzetmiştir. İbn Hazm’ın Cevâmi' adlı eserinde belirtildiğine göre Urve, ölüm anında, Taif muhasarası esnasında öldürülen müslüman askerlerin yanına yani Taif şehrinin dışına defnedilmeyi vasiyet etmişti. (Cevâmi', 201).

[57]   İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 348.

[58]   İbn Hişâm, es-Sîre, III, 328; İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5717; İbnü’l-Esîr, el- Kâmil, II, 202; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 24; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; M. Esad, İslâm Tarihi, IV, 304; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, İA, VIII, 451. Bu konu hakkında M. Hamidullah’ta şu ifadeler yer almaktadır: Mugîre b. Şu'be, Câhiliyyede Mısır’a gitti ve Mukavkıs’la bir araya geldi, onunla Hz. Peygamber’in emrini müzakere etti; daha sonra döndü. Bundan sonra Mugîre, Hendek yılı Medine’ye gelerek müslüman oldu. (Suyutî, Husnü ’l-Muhâdara, I, 196).

[59]   Belâzurî, Ensâb, XIII, 5717; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 26.

[60]   İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 4; Makrizî, Takıyyüddin Ahmed, İmtâu ’l- Esmâ, I-XV, (thk. Muhammed Abdülhamid en-Nemîsî), Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1999, VI, 162; Suyutî, Husnü’l-Muhâdara, I, 195.

[61]   İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 25; İbn Hacer, el- İsâbe, III, 452.

[62]   Vâkıdî, Megâzî, II, 598; İbn Kuteybe, Maârif, 128; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 24; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48.

[63]     Belâzurî, Ensâb, XIII, 5717; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 24-25.

[64]     Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 118.

[65]     Apak, İslâm Siyaset Geleneğinde Amr b. el-Âs, Ankara, 2001, s. 51.

[66]     M. Esad, İslâm Tarihi, IV, 711.

[67]     İbn Hişâm, es-Sîre, III, 327; Ya'kûbî, Tarih, II, 55; Taberî, Tarih, II, 627; İbn Hazm, Cevâmi', 27; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 201-202; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, II, 116; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 25; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Makrizî, İmtâu’l-Esmâ, I, 287; A.Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III- IV, 240-241; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 488.

[68]     İbn Hişâm, es-Sîre, III, 329-330.

[69]     İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718; İbn Hazm, Cemhere, 267; İbnü’l-Esîr, el- İsâbe, III, 452; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 21.

[70]    Doğuştan Günümüze, I, 523.

[71]     Vâkıdî, Megâzî, III, 911; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 265.

[72]     Doğuştan Günümüze, I, 529.

[73]     Doğuştan Günümüze, I, 529-530

[74]     Vâkıdî, Megâzî, IV, 928-929; Îbn Hişâm, es-Sîre, IV, 126-127; Îbn Kesir, el-Bidâye, IV, 346-349. Allah Rasûlü, Taif kuşatması esnasında görmüş olduğu rüyayı Hz. Ebu Bekir’e anlatmış, o da, “Galiba bugün buradan istediğimizi elde edemeyeceğimiz” şeklinde yorum yapmıştır. Bu yorumu Hz. Peygamber de onaylamıştır.

[75]     Doğuştan Günümüze, I, 529-530.

[76]     Îbn Hişâm, es-Sîre, IV, 182-183; Îbn Sa'd, et-Tabakât, I, 312-313; Taberî, Tarih, III, 97-98; Îbn Hazm, Cevâmi', 202; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 283-284; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 329; M. Esad, İslâm Tarihi, IV, 498-499; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 496; M. Lings, Hz Muhammed’in Hayatı, 442.

[77]     Vâkıdî, Megâzî, III, 962; îbn Hişâm, es-Sîre, IV, 183-184; îbn Sa'd, et-Tabakât, I, 313; Taberî, Tarih, III, 98; îbn Hazm, Cevâmi', 202; îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 283-284; îbn Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 228; Makrizî, İmtâu’l-Esmâ, II, 85; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 496. Kaynaklarda, Mugîre’nin bu haberi Hz. Peygamber’e ulaştıracağı sırada, Hz. Ebu Bekir’le karşılaştığı, onun bu müjdeyi verme hususunda Mugîre’yle yarıştığı ve Mugîre’yi buna ikna ettiği rivayet edilmektedir. Bu durum, îslâm’a karşı sonuna kadar direnen, müslümanlara zor zamanlar yaşatan Taif halkının gelişinin, müslümanları ne kadar sevindirdiğinin bir göstergesi olarak düşünülebilir.

[78]     îbn Hibbân’ın es-Sîretü’n-Nebeviyye adlı eserinde, bu heyetin Mugîre’nin evinde kaldığı ifade edilmektedir. (es-Sîretü’n-Nebeviyye, 383).

[79]     Taif heyeti, bunun gerekçesini, kavminin aşağılama ve saldırılarından korunmak, ayrıca Lât’ı yıkmakla onları daha işin başında korkutmaktan sakınmak şeklinde açıklamaya çalışmıştır. (îbn Hişâm, es-Sîre, IV, 184- 185; îbn Hazm, Cevâmi', 202-203; Cevad Ali, el-Mufassalfî Tarihi’l-Arab Kable ’l-İslâm, I-X, Beyrut, 1993, IV, 150-155; M. Esad, İslâm Tarihi, IV, 498-499).

[80]     îbn Hişâm, es-Sîre, IV, 185; Vâkıdî, Megâzî, III, 962; îbn Sa'd, et-Tabakât, I, 313; Taberî, Tarih, III, 99-100; îbn Hazm, Cevâmi', 203; Temîmî, Muhtasar, 196; îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 283-284; îbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, II, 228; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 329-330; M. Esad, İslâm Tarihi, IV, 499; Câbirî, İslâm’da Siyasal Akıl, 413; M. Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı, 443; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, îA, VIII, 451.

118a

Aycan, Saltanata Giden Yolda Muavıye b. Ebı Süfyân, 143.

[82] İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 186; Vâkıdî,Megâzî, III, 961; Taberî, Tarih, III, 100; İbn Hazm, Cevâmi', 203; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 230. Bu kaynaklara göre Mugîre, Taif’e geldiklerinde, Ebu Süfyan’ı önden göndermek istemiş, o ise, kavminin yanına evvela kendisinin girmesinin gerektiğini söyleyerek reddetmiştir. Böylece Mugîre mabede gitmiş, Ebu Süfyan ise onu dışarıda -İbn Hişâm ve İbn Hazm’a göre “Zû Hedm” denen yerde- beklemiştir.

[83]

Cevad Alı, el-Mufassal ında Mugîre nın Lât ı yakarak yok ettiğini de kaydetmektedir. (el-Mufassal, IV, 145).

[84]     İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 186; Vâkıdî, Megâzî, III, 971; Taberî, Tarih, III, 100; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 230. Ayrıca, Vâkıdî, Megâzî, III, 971; Âlûsî, Bulûgu ’l-Ereb, II, 203; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 504 gibi bazı kaynaklarda, Mugîre’nin putu yıkacağı esnada kendini yere atarak bayılmış gibi yaptığı, herkes onun put tarafından çarpıldığını düşünürken ayağa kalkarak gülmeye başladığı şeklinde rivayetler vardır.

[85]     İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 186; Vâkıdî,Megâzî, III, 972; Taberî, Tarih, III, 100; İbn Hazm, Cevâmi', 203; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 230; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 155.

[86]     İbn Sa'd, et-Tabakât, III, 128-129; Vâkıdî,Megâzî, III, 1011-1012; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 22;

[87]     Buhârî, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî, I-XVI, (terc. Mehmet Sofuoğ- lu), İstanbul, ts.; I, 324, 339, 459, 480, VI, 2737, IX, 4767, XIII, 5858, 5859; Müslim, İmam Ebu’l- Hüseyn Müslim b. Haccac el-Kureşî en-Neysaburî, Sahîh-i Müslim, I-X, (terc. Ahmed Davudoğlu), İstanbul, 1983; II, 394, 396, 398, 399, 405, III, 176.

[88]     İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 268, 269; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 189 / VI, 121; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 439; Câbirî, İslâm ’da Siyasal Akıl, 427.

[89]     Müslim, Sahîh, IX, 527; M. Ş. Numanî, Sîretü ’n-Nebî, II, 397.

[90]     M Ş. Numanî, Sîretü’n-Nebî, II, 401; Müslim, Sahîh, IX, 527; Tirmizî, Ebu İsâ Muhammed b. İsâ b.
Sevre, Sünen-i Tirmizî, I-V, (thk. İbrâhim Utve Avz), Mektebetü’l-İslâmiyye, İstanbul, 1981; V, 315.

[91]     İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 267; Belâzurî, Ensâb, I, 563.

[92]     A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 416.

[93]     İbn Hişam, es-Sîre, IV, 315-316; İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 302; Belâzurî, Ensâb, I, 578; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 26.

Kaynaklarda, bilhassa İbn Sa'd’ın Tabakât’ında, bu konuya dair farklı anlatış şekilleri vardır. Bunların bazılarında Mugîre’nin, yüzüğünü kabre attığı, daha sonra Hz. Ali’nin izniyle inip aldığı (İbn Sa'd, et- Tabakât, II, 302; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 26) ya da Hz. Peygamber kabre konduğunda ayak ucunu düzeltmek için onun yanına inerek ona dokunduğu (İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 302) şeklinde pek çok rivayet vardır. Belâzurî’de ise, Hz Peygamber’in defni esnasında bazı ashabın kabre indiği, Mugîre’nin de bu sırada yüzüğünü oraya düşürdüğü, bunun üzerine Hz. Ali’nin onun bunu kasten yaptığını söyleyerek kabre inmesine izin vermediği gibi ifadeler vardır. (Belâzurî, Ensâb, I, 578).

[94]     Üçok, Bahriye, İslâm ’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, AÜİF Yayınları, Ankara, 1963, LXXI, 23-24; Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, I-IV, İstanbul, 1986, II, 218.

[95]     Algül, İslâm Tarihi, II, 219.

[96]     Müslüman olduktan sonra Yemen’e dönen Eş’as b. Kays ibn Ma'dikerb daha sonra irtidat etmiştir. Bunun üzerine Nüceyr’de yakalanmış ve Hz. Ebu Bekr’e gönderilmiştir. Ancak o, pişman olduğunu ve evlenmek istediğini ifade edince, Ebu Bekir onu kendi kızı ile evlendirmiştir. (İbn Sa'd, et-Tabakât, VI, 22; Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 145).

[97]     İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453

[98]     Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 75-79; Üçok, İslâm ’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, 80.

[99]     Üçok, İslâm ’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, 26.

[100]    Ibn Kuteybe, Maârif, 128; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Ibn Hacer, el- İsâbe, III, 452.

[101]    Algül, İslâm Tarihi, II, 230.

[102]    İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, I, 492; İbn Hibbân, Kitabü ’s-Sikât, III, 372; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 461; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Cevad Alı, el-Mufassal, VIII, 129.

[103]    Köksal, İslâm Tarihi, IV, 341; Algül, II, 331.

[104]    Doğuştan Günümüze, II, 66.

[105] 

Bu heyet, Numan b. Mukarrin, Büsr b. Ebı Ruhm, Hamele b. Havıyye, Hanzala b. er-Rebı , Furât b. Hayyân, Adiyy b. Süheyl, Utârid b. Hâcib, Mugîre b. Zürâre, Eş'as b. Kays, Hâris b. Hassân, Âsım b. Amr, Amr b. Ma'dikerîb, Mugîre b. Şu'be, Muannâ b. Hârise’den oluşmaktaydı. (İbnü’l-Esîr, el- Kâmil, II, 406; Eyyâmü’l-Arab, Muhammed Ebu’l-Fazl Ibrahim-Ali Muhammed el-Becâvî), Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1968, s. 242-243).

[106]    Hz. Ömer, bu mektupta Numan’a, karşısındaki ordudan korkmamasını, Allah’tan yardım dilemesini ve hükümdar Yezdgerd’e, güzel tartışabilen, görüş sahibi ve yürekli kimseler göndererek onları İslâm’a davet etmesini söylemiştir. Bunun üzerine Sa'd, aralarında Mugîre’nin de bulunduğu bir elçiler heyetini Rüstem’e göndermiştir. (Taberî, Tarih, III, 517; Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 358; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 464-66; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Eyyâmü ’l-Arab, 242-243; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 514-516; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 252-253; Doğuştan Günümüze, II, 73-75).

[107]

Mugîre b. Şu be, Sa d b. Ebî Vakkas ın destek talebi üzerine Hz. Ömer in emriyle, 400 askerle birlikte Kadisiye’ye gelmişti. (İbn Hibbân, es-Sîre, 466-467).

[108]    Taberî, Tarih, III, 517-518; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 464-466. Bu diyalog daha özet haliyle başka kaynaklarda da yer almaktadır: Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 114-115; Belâzurî , Fütûhu’l-Büldân, 358; Ya'kûbî, Tarih, I, 144; îbn Hibbân, es-Sîre, 467-468; îbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; îbn Hacer; el- İsâbe, III, 453; Eyyâmü ’l-Arab, 256-259; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 514-515; Hasan, H. İ., İslâm Tarihi, I, 283.

[109]    Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 114-115; Ya'kûbî, Tarih, II, 114; Taberî, Tarih, III, 533; İbnü’l-Esîr, el- Kâmil, II, 468; Eyyâmü’l-Arab, 264-265; Algül, İslâm Tarihi, II, 276.

[110]    Algül, İslâm Tarihi, II, 281-285.

[111]    Taberî, Tarih, IV, 118; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 331-332; Eyyâmü’l-Arab, 264-265; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 301-302; Hizmetli, İslâm Tarihi, 201-202.

[112]    Taberî, Tarih, IV, 115; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 12; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 578; Algül, İslâm Tarihi, II, 290.

[113]    İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 428; Ya’kûbî, Tarih, II, 146; Taberî, Tarih, IV, 98.

[114]    Taberî, Tarih, IV, 119. Taberî’nin bu rivayetinde, Numan’ın ilk üç ismi saydıktan sonra, Mugîre’nin, “Beni anmadı” diyerek içerlendiği, bunun akabinde Numan’ın onun da ismini verdiği belirtilir. Söz konusu rivayet, Dineverî, Belâzurî ve Mes'ûdî’nin eserlerinde, “Ben ölürsem yerime, Huzeyfe b. Yeman, sonra Cerîr b. Abdillah, sonra Mugîre b. Şu'be, sonra Eş'as b. Kays emir olsun” (Ahbâru’t- Tıvâl, 128; Fütûhu’l-Büldân, 425; Mürûcu’z-Zeheb, II, 332) şeklinde geçerken; İbn Hibbân’da, Hz. Ömer’in ordunun başkumandanı olarak Numan b. Mukarrin’i işaret ettikten sonra, ona bir şey olması halinde yerine Huzeyfe b. Yemân, Abdullah b. Kays, Cerîr b. Abdillah, Mugîre b. Şu'be, Eş'as b. Kays gibi isimlerin geçmesini emrettiği mektup zikredilmiştir. (es-Sîretü ’n-Nebeviyye, 485-486). İbnü’l- Esîr’de ise, Numan’ın yedi isim zikrettiği ve bunlardan sonuncusunun Mugîre b. Şu'be olduğu (el- Kâmil, III, 12) belirtilmektedir.

[115]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 12-13.

[116]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 10.

[117]    Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 426; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 19; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453.

[118]    Hz. Ömer şehrin fethinin ardından buraya vali yaptığı Utbe’yi, şehrin imarı ile mükellef kılmıştı. (Taberî, Tarih, III, 583).

[119]    Ibn Sa'd, et-Tabakât, VII, 7; Dineverî , Ahbâru ’t-Tıvâl, 113; Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 358; Ya‘kûbî, Tarih, II, 146; Taberî, Tarih, III, 596; Ibn Hibbân, es-Sîre, 472; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 489; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 27. Taberî’de geçen rivayette, Utbe’nin hac için halife Ömer’den izin alarak yerine Ebu Sebure’yi vekil bıraktığı, hac dönüşünde vefat edince de Hz. Ömer’in Mugîre b. Şu'be’yi bir yıl kadar Basra’ya vali tayin ettiği belirtilmektedir. Yine aynı eserde şu ifadeler geçmektedir: Mugîre’den sonra Basra büyük bir şehir oldu; dört bir taraftan oranın bolluk ve bereketini, âbâdânlığını duyanlar gelip bu şehre yerleşti. (Taberî, Tarih, III, 583, 599).

[120]    Taberî, Tarih, III, 596.

[121]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 489; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 554; Doğuştan Günümüze, II, 83.

[122]    Taberî, Tarih, IV, 50; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 489; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 555. Mugîre’nin Basra valiliğine gelişi benzer bir şekilde Ya'kûbî’de, Mugîre’nin Meysan’ı fethettikten sonra bu zaferi Hz. Ömer’e bildirdiği, Hz. Ömer’in de onu, Utbe Medine’den dönene dek vali vekili yaptığı, Utbe’nin ölümü üzerine ise vali atadığı ifadeleri ile rivayet edilmektedir. (Ya'kûbî, Tarih, II, 146). Taberî’nin eserinde, Hz. Ömer’in Utbe’den sonra, ilk önce Ebu Sebure adında bir zatı atadığı, daha sonra onu azledip Mugîre’yi Basra valisi yaptığı belirtilmektedir. (Taberî, Tarih, IV, 50). Bu hususta zikredilen bazı ifadelerde ise Basra valiliğine Utbe’den sonra Ebu Musa el-Eş'arî’nin tayin edildiği (Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 489), onun ardından da Mugîre b. Şu'be’nin getirildiği belirtilmiştir ki bu sırada Mugîre b. Şu'be, Utbe’nin Medine’den dönüşü sırasında vefat etmesi üzerine Hz. Ömer tarafından namaz kıldırmakla görevlendirilmişti. (Ibn Hibbân, es-Sîre, 476).

[123]    İbn Kuteybe, Maârif, 128; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452; Cevad Ali, el-Mufassal, VIII, 129.

[124]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 540-541; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 27-28; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 146; Doğuştan Günümüze, II, 180. Mugîre, namaz kıldırmak için dışarı çıktığında Ebî Bekre ile karşılaşmış, Ebu Bekre ona nereye gittiğini sorunca, sevdiklerini görmek istediğini belirtmiştir. Bunun üzerine Ebî Bekre Mugîre’ye “Emir ziyaret etmez, edilir; o gitmez, gidilir” diyerek, bir nevi bu husustaki şüphesini dile getirmiştir. (Belâzurî, Ensâb, I, 490/X, 4473).

[125]    Bu kadın, Ümmü Cemil b. Mihcen Efkam b. Şa’îsetü’l-Hilâliyye’dir ve Âmir b. Sa’sa’aoğullarına mensuptur. Kocası da Sakîf’ten Haccac b. Atik idi. (Ya’kûbi, Tarih, II, 146; Belâzurî, Ensâb, I, 490/XIII, 5721). İbnü’l-Esîr’de geçen bir rivayete göre, bu kadın Mugîre ve diğer bazı komutanların yanına gider gelirdi. Onun zamanında diğer bazı kadınlar da böyle davranırdı. (el-Kâmil, III, 540).

[126]    Belâzurî , Ensâb, I, 490-493; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 27-28.

[127]    Belâzurî, Ensâb, X, 4471-4472.

[128]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 541.

[129]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 540-541; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 27-28; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 146.

[130]    Taberî, Tarih, III, 597.

[131]    Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 27.

[132]    Taberî, Tarih, III, 597.

[133]    Ibn Kuteybe, Maârif, 128; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 452.

[134]    Doğuştan Günümüze, II, 130.

[135]    Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, IA, VIII, 451.

[136]    Belâzurî, Ensâb, I, 168/XIII, 5718; Fütûhu ’l-Büldân, 358; Taberî, Tarih, IV, 144; Ibn Hibbân, es-Sîre, 492; Ibn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 20; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 28; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 579; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, IA, VIII, 451.

[137]    Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 546; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 32.

[138]    Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 456; Ya'kûbî, Tarih, II, 156; Ibn Hibbân, es-Sîre, 492; Devadarî, Ebu Bekr, Kenzü’d-Dürer ve Câmiu’l-Gurer, I-IX, (thk. Gunhild Graf - Erika Glassen), Beyrut, 1994, III, 235; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 28; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 286.

[139]    Ibn Hibbân, es-Sîre, 492; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 286.

[140]    Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 389. Yine bu kaynakta denildiğine göre, halk mescitte namaz kılarken secdeden kalktıklarında ellerindeki kumu silmek için ellerini çırpıyorlardı; Ziyad da bu durumun dini bir ritüel olarak algılanması endişesi ile mescide çakıl getittirmiş ve zemin tamamen yenilenmiştir.

[141]    Belâzurî, Ensâb, I, 528; Ya'kûbî, Tarih, II, 150; Ibn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, III, 372; Devadarî, Kenzü’d-Dürer, III, 175; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 28; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Cevad Ali, el- Mufassal, VIII, 130. Rivayet olunduğuna göre, 18/639 senesinde Hz. Ömer’e “Emîru’l-Mü’minîn” denmeye başlanmıştır. Daha önce ona “halife-i halife-i Rasûlillah” şeklinde hitab edilmekte idi. (Ya'kûbî, Tarih, II, 150). Ibn Haldun’un Mukaddimesi’nde konuyla ilgili olarak şunlar zikredilmektedir: Hz. Ömer’e bu hitabla seslenen ilk kimse hakkında farklı rivayetler vardır. Buna göre, Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu'be, Abdullah b. Cahş gibi isimler anıldığı gibi, halifeye bir zafer haberi getiren bir postacıdan da bahsedilmektedir. Malum hitapla ilk kez karşılaşan halkın çok beğendiği ve diğer halifelere de miras kalan bu ifade, zaman içinde, başkaları tarafından kullanılamayan, halifeye mahsus bir hitap olmayı sürdürdü. (Mukaddime, I, 609-610).

[142]    Ibn Sa'd, et-Tabakât, III, 341-348; Ya'kûbî, Tarih, II, 159; Taberî, Tarih, IV, 190-191; Ibn Hibbân, es- Sîre, 495; Ibn Abdirabbih, Ikd, IV, 272; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 49; Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 147; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 579; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 322; Hizmetli, İslâm Tarihi, 206; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 319; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, IA, VIII, 451; Doğuştan Günümüze, II, 188. Kaynaklarda zikredildiği üzere Ebu Lü’lü lakaplı Feyruz, Hz. Ömer’i, zehirli bir hançerle, camide namaz kıldığı sırada öldürmüştür.

[143]    Taberî, Tarih, IV, 136; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 49; Devadarî, Kenzü ’d-Dürer, III, 241.

[144]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 49; Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 146.

[145]    Ibn Sa'd, et-Tabakât, III, 341-348; Ya'kûbî, Tarih, II, 159; Taberî, Tarih, IV, 190-192; Ibn Hıbbân, es- Sîre, 495; Ibn Abdirabbih, Ikd, IV, 272-273; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 49; Suyûtî, Tarihu’l-Hulefâ, 146-147; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 600; Hizmetli, İslâm Tarihi, 206.

[146]    Ya'kûbî, Tarih, II, 159; Taberî, Tarih, III, 13. Hasan, H. I. İslâm Tarihi eserinde, Hz. Ömer’in öldürülüşü ile ilgili şu yorumu yapmaktadır: “Onun, Iranlı bir gayr-i müslim köle tarafından öldürülmesi, o sırada Iranlıların saltanatının yıkılışı ve Arap hakimiyetine boyun eğmesi sebebiyle, müslüman Araplara ne derece kin ve düşmanlık beslemekte olduklarının açık bir göstergesidir”. (İslâm Tarihi, I, 322).

[147]    Taberî, Tarih, IV, 191-192; Ibn Hibbân, es-Sîre, 499-500; Ibn Abdirabbih, Ikd, IV, 273; Ibnü’l-Esîr, el- Kâmil, III, 50-51; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 601-604; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 325. Malum kaynaklara göre, bu şura heyeti, Hz.Ali, Hz. Osman, Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’dan oluşan 6 kişilik bir heyetti; hatta Hz. Ömer’in oğlu Abdullah b. Ömer’in de dışarıdan gözlemci sıfatıyla bu vazifeye müdahil oluşu ile bu sayının 7 olduğu da söylenmektedir.

[148]    Algül, İslâm Tarihi, II, 340. Hitti, eserinde bu konudan bahsederken, seçilen isimleri belirttikten sonra şu yorumu yapar: “Hayatta kalan sahabenin en yaşlı ve en ileri gelen kimselerinden müteşekkil ve “şura” denen bu heyetin ana hukukî yapısı, eski Arabistan’da yer alan ve seçim esasına dayalı kabilevî şef mefhumunun, verâsete dayanan hükümdarlık tatbikatına üstün geldiğini göstermektedir”. (Hitti, Siyasal ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 274).

[149]    Bu kimseler şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam, Sa'd b. Ebî Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Said b. Zeyd, Ebu Ubeyde b. Cerrah.

[150]    Taberî, Tarih, IV, 192-193; Ibn Abdirabbih, Ikd, IV, 272-273; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 71-72.

[151]    Taberî, Tarih, IV, 228; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 68. Heyetin toplandığı yer hususunda farklı rivayetler beyan edilmiştir. Bunlardan bazıları, şura heyetinin, Hz. Aişe’nin izniyle onun hücresinde toplandığını kaydederken, bazıları, Misver b. Mahreme’nin evinde, bazıları da Beytü’l-mâl’de bir araya geldiğini ifade etmektedir. (Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 68).

[152]    Taberî, Tarih, IV, 228-229; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 68-70.

[153]    Taberî, Tarih, IV, 230-231; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 68-70; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 604.

[154]    Algül, İslâm Tarihi, II, 362.

[155]    Taberî, Tarih, IV, 231-234; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 68-70; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 604. Abdurrahman b. Avf, etraflıca düşünüp gerekli istişareleri de yaptıktan sonra, yanına önce Hz. A­li’yi çağırmış, ona, Allah’ın kitabı, Rasûlü’nün sünneti ve önceki iki halifenin yolu üzere amel edece­ğine söz verip veremeyeceğini sormuş ve ondan, “ilmim ve amelim yettiğince” cevabını almıştı. Daha sonra aynı soruyu Hz. Osman’a sorunca, cevap doğrudan “evet” olmuştu. (Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 71).

[156]    Taberî, Tarih, IV, 234; Ibn Abdirabbih, Ikd, IV, 280; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 72. Aynı eserde zikredildiğine göre, Misver b. Mahreme şöyle der: “Ben, bir işe müdahale ettikleri için, Abdurrahman kadar, insanlara ağır sözler söyleyen bir kimse görmüş değilim”. (el-Kâmil, III, 68).

[157]    Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 456; Taberî, Tarih, IV, 244, 251; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 79; Zehebî, Siyeru A'lâm, II, 315; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 149; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 613; Köksal, İslâm Tarihi, V, 12.

[158]    Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 456; Taberî, Tarih, IV, 251, Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 79; Zehebî, Siyeru A'lâm, II, 315; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 149.

[159]    Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 288.

[160]    İbn Sa'd, et-Tabakât, III, 73-74; İbn Kuteybe, Maârif, 84-85; Taberî, Tarih, IV, 391; İbn Hibbân, es- Sîre, 512 vd.; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 169; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 185-189.

[161]    İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 41; Köksal, İslâm Tarihi, V, 35.

[162]    Taberî, Tarih, IV, 392; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 29.

[163]    Hz. Ali, ashabın ileri gelenlerinden bazıları ile birlikte isyancıların yanına giderek onlarla konuşmuş ve sonuçta onların talepleri doğrultusunda, Abdullah b. Sa’d azledilip yerine yeni Mısır valisi olarak Muhammed b. Ebî Bekir’in atanacağını belirttikten sonra, isyancıları Medine’den ayrılmaya ikna etmişti. (Belâzurî, Ensâb, V, 67; Taberî, Tarih, IV, 359; Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 353; İbn Hibbân, es-Sîre, 512 vd.; Suyûtî , Tarihu ’l-Hulefâ, 174).

[164]    İbn Sa'd, et-Tabakât, III, 65; Taberî, Tarih, IV, 355; Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 353; İbn Hibbân, es-Sîre, 513-515; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 160; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 186.

[165]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 151; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 170-171.

[166]    Taberî, Tarih, IV, 343-345; Zehebî, SiyeruA'lâm, II, 435; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 157; İbn Kesîr, el- Bidâye, VII, 168-169.

[167]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 114-115.

[168]    İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 33; Taberî, Tarih, IV, 344-345; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 157-158.

210a

Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 115.

214a

Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebı Sufyân, 90.

[171] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 61.

[172]    Ibn Kuteybe, el- İmâme, I, 46-47; Dineverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, 142; Taberî, Tarih, IV, 427-429.

[173]   A_____     0 7.           .                   T7 77 İZ •                    7   7-7 7^0 ■

Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Sufyân, 91.

218a

Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 91.

[175]    Taberî, Tarih, IV, 433.

[176]    Taberî, Tarih, IV, 430; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 192; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 361; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VII, 497; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 342; Doğuştan GÜnÜmÜze, II, 224.

[177]

Bu kimselerden, Abdullah b. Ömer, Sa d b. Ebı Vakkas gibi bazı isimler, meselenin fitne hadisesi haline getirildiğini düşünerek her iki tarafa da karışmamaya ve yanaşmamaya özen gösterirken; Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah gibi sahabiler, geçmişte sâbık halife ile aralarının pek de iyi olmamasına rağmen, yeni halifeye karşı oluşturulan muhalefete katılarak, Hz. Osman’ın kanını talep etmiş, hatta yeni halifeye karşı savaş hazırlıklarına girişmişlerdir. (Taberî, Tarih, IV, 431, 444-445; Ibn Hibbân, Kitâbü ’s-Sikât, II, 270; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 206-207; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 342).

[178]    Taberî, Tarih, IV, 440-442.

[179]    Taberî, Tarih, IV, 438-439; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 197-198; Eyyâmü’l-Arab, 323; Doğuştan Günümüze, II, 226.

221      Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 93.

[181]    İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 48; Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 135; Ya'kûbî, Tarih, II, 180; Taberî, Tarih, IV, 438-439; Mes’ûdî, Murûcu ’z-Zeheb, II, 364; İbn Hıbbân, Kitâbü ’s-Sikât, II, 271-272/ es-Sîre, 525­526; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 197-198; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 229. İbn Hibbân’da bulunan rivayette, “Hz. Ali’nin yanndan ayrılan Mugîre Şam’a giderek Muaviye’ye katılmaya kararlı görünüyordu” ifadesi geçmektedir. (es-Sîre, 526).

[182]    Köksal, İslâm Tarihi, V, 80.

[183]    Taberî, Tarih, IV, 439; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 198; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VII, 499; Köksal, İslâm Tarihi, Tarih, V, 80; Doğuştan Günümüze, II, 226.

[184]    Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 29.

[185]    Ya'kûbî’de bu rivayet, Talha’nın Yemen, Zübeyr’in ise Bahreyn ile görevlendirilmesi önerisi şeklinde geçmektedir. (Târih-i Ya'kûbî, II, 180).

[186]    Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 382; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1447. Bu rivayetin, İbn Abdilberr’in eserinde geçen versiyonunda, Mugîre’nin oradan ayrılışının ardından, Hz. Ali’nin yanına gelen ve onunla görüşen kimse, diğer rivayetlerde geçtiği şekliyle Hz. Abbas olarak değil, Hasan b. Ali b. Ebî Tâlib olarak belirtilmektedir. (el-İstîâb, IV, 1447).

[187]    Mugîre b. Şu'be’nin, bu esnada, Mekke’ye gittiğini ifade eden rivayetlerin yanısıra (Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 135; Taberî, Tarih, IV, 438-439; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 197-198; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VII, 499); onun, Taif’e çekildiğini söyleyen rivayetler de vardır: (Belâzurî, Ensâb, XIII, 5721; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şube”, IA, VIII, 451). Zehebî ise Mugîre’nin Yemen’e gittiğinden bahseder. (Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 29).

[188]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 94.

[189]    Taberî, Tarih, IV, 433, 460; Ibn Hıbbân, Kitâbü’s-Sikât, II, 278-279; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 205, 207.

[190]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 120-121. Onların bu durumuna karşılık, Hz. Ali’nin çeşitli zamanlarda Hz. Osman’ı bu insanlara karşı uyardığı görülmektedir. Bu konuda gelen ri­vayetlerden biri de şöyledir: Bir gün Mervan muhasaracılara, kendilerini asla idare işinden uzaklaştı- ramayacaklarını dile getiren tahrik edici bazı sözler ifade etmiş; onu bu sözleri Hz. Ali’ye ulaşınca, o “Ey Allah’ın kulları! Görüyorsunuz; evimde oturup bu işlerden uzak durduğum zaman halife gelir, beni yalnız bıraktın, der. Onunla ilgilenip tavsiyelerde bulunduğum zaman ise, beni dinlemek yerine, yine Mervan’ın sözüyle hareket eder” şeklinde sitemde bulunurdu. Aynı şeyleri ifade eder mahiyette, Hz. Osman’a da “Mervan’ın yaptıklarından razı olan sen değil misin? Oysa o, hiçbir konuda görüşüne uyulacak adam değildir. Bu sözlerimden sonra sana artık bir daha bir şey söylemeyeceğim” diyerek halifenin yanından ayrılmıştı. (Taberî, Tarih, IV, 362-364; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 83-84).

[191]    Günal, Hz. Ali Dönemi ve İç Siyaset, 73.

[192]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 95.

[193]    Ibn Sa'd, et-Tabakât, V, 34-35; Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 60; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 209; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 29; Ibn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, X, 263, Eyyâmü’l-Arab, 331-332; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VII, 508.

[194]    Taberî, Tarih, IV, 541; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 259; Ibn Kesîr, VII, 245.

[195]    Ya'kûbî, Tarih, II, 187.

[196]    İbn Abdirabbih, Ikd, IV, 296.

[197]    İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 74; Belâzurî, Ensâb, I, 4, 592-594; İbn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, II, 285; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 228. Hz. Ali’ye beyat etmeme hususunda kararlı olan Muaviye, Amr b. el-Âs’ın tavsiyelerine uyarak halkı doğrudan kendi hilafetine çağırmaktan vazgeçip Hz. Ali’yi, Hz. Osman’ın kanından sorumlu tutmuş ve Şamlılara, “Eğer Ali’ye beyat ederseniz sizi buradan çıkarır” diyerek tahriklerini iyice arttırmıştı. (Fığlalı, Ethem Ruhi, İmam Ali, Ankara 1998, s.67).

[198]    Akbulut, Ahmet, Sahabe Devri Hadiselerinin Kelamî Problemlere Etkileri, İstanbul, 1992, s. 164.

[199]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 276.

[200]    İbn Abdirabbih, Ikd, V, 47

[201]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 98. Hitti’ye göre, Hz. Ali’ye beyat etmeyen Muaviye onu şu çıkmaza sokmaya çalıştı. Maktul halife Hz. Osman’ın birinci katillerini bulup yakalamak yahut halifelikten alınmasına sebep teşkil edecek olan, ikinci katillerle suç ortaklığını kabul etmek. Esasen gerçek problem, İslâmî meselelerin hallinde Suriye mi, Irak mı söz sahibidir şeklini almıştı. (Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslam Tarihi, I, 277).

[202]    Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 88-89; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 252-253. Hz. Ali-Muaviye mücadelesine dair İbn Haldun eserinde, “Bazılarının vehimleri gibi, onların mücadelelerinin sebebinin dünyevî garez ve maksat, batılı tercih ya da intikam hissi olmayıp; sadece, hak olanın ne olduğu konusunda inandıkları ictihadların farklılığıydı” der. Bu arada O, sözlerinin devamında, “Her ne kadar Ali haklı idiyse de, Muaviye’nin maksadı da ancak haktı” der. (İbn Haldun, Mukaddime, I, 571).

[203]    Taberî, Tarih, V, 561-562, 573-575; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 277-281; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 254.

[204]    Taberî, Tarih, V, 575; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 286-287.

[205]    İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 93; Ya'kûbî, Tarih, II, 187; İbn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, II, 285-288; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 254.

[206]    Taberî, Tarih, IV, 573-574; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 258-259.

[207]    Muaviye’nin, savaşın en şiddetlendiği ve sonuca yaklaştığı sırada bir şairin söylediği etkileyici bir şiiri duymasaydı, savaştan kaçmaya karar verdiği zikredilmektedir. (İbn Hallikan, Vefeyâtü ’l-Âyân, V, 241).

[208]    İbn Sa'd, et-Tabakât, III, 32-33; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 101-102; Taberî, Tarih, IV, 3327-3329; İbn Abdirabbih, Ikd, V, 93; Mes'ûdî, Murûcu ’z-Zeheb, II, 400; İbn Hibban, Kitâbü ’s-Sikât, II, 292; İbnü’l- Esîr, el-Kâmil, III, 316.

[209]    Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 112-113; Taberî , Tarih, V, 50-51; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 400-401; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 316-319; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 273-275.

[210]    Taberî , V, 48-51; Mes'ûdî, II, 400-401; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 318; Ibn Kesîr, VII, 276-277.

[211]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 321; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 277.

[212]    Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 117; Taberî, Tarih, V, 67; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 406; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 330; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 283; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Köksal, İslâm Tarihi, V, 101; Doğuştan Günümüze, II, 251.

[213]    Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 180-181; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 330; Köksal, İslâm Tarihi, V, 101; Doğuştan Günümüze, II, 253.

[214]    Taberî, Tarih, V, 70-71; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 409; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 332-333; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 284. Kararın açıklanması esnasında, Ebu Musa’nın herkesin önünde Hz. Ali’yi azletmesinin ardından, Amr’ın Muaviye’yi azletmeyip, hilafete en layık kişi olarak görevde bıraktığını ilan etmesi hakkında İbn Kesîr şunları söylemektedir: “Amr b. el-Âs, müslümanların halifesiz bırakılmasının, önceki ihtilaftan daha elim sonuçlar doğuracağını düşünerek Muaviye’yi yerinde bırakmıştı. Amr bunda fayda olduğuna kanaat getirmişti. Onun bu yaptığı bir ictihaddır. İctihad ise bazen hatalı bazen de isabetli olabilir”. (İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 284).

[215]

Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebı Süfyân, 117.

[216]    Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 197-199; Taberî, Tarih, V, 143-147; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 423-426;

Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 350; Doğuştan Günümüze, II, 261-262. Dineverî eserinde, Hz. Ali’nin nereye defnedildiğini kimsenin bilmediğini belirtmektedir. (Ahbâru ’t-Tıvâl, 199).

[217]    Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 199; Taberî, Tarih, V, 158; ; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, III, 4; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 404-406.

[218]    Taberî, Tarih, IV, 158-164; Mes'ûdî, Murûcu ’z-Zeheb, III, 4; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 404-406.

[219]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 143.

[220]    Ya’kûbî, Tarih, II, 215.

[221]    Taberî, Tarih, V, 160; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 402; Lammens, H.L., “Mugîre b. Şu'be”, İA, VIII, 451.

[222]    Cabirî, İslâm’da Siyasal Akıl, 321; Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 142-143; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, ÎA, VIII, 451.

[223]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 142-143, 608.

[224]    A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 608.

[225]    Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 142; Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 204; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718; Ya'kûbî, Tarih, II, 219; Ibn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 413-414; Ibn Kesîr, el- Bidâye, VIII, 48; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453.

[226]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 413; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 22. Geçmişe bakıldığında, Amr ile Mugîre arasında başka gerginlikler de yaşandığı görülebilir: Hz. Peygamber’in Zâtü’s-Selâsil gezvesinde takviye kuvvet komutanı olarak gönderdiği Amr’ın, daha evvel o sefere çıkan komutan Ebu Ubeyde ve diğer askerlerin başına geçme durumu, aralarında ashabın önde gelenlerinin bulunduğu askerler tarafından hoş karşılanmamış, dinde önceliği olmayan böyle bir insanın başlarına geçmesi onları rahatsız etmişti. Bu rahatsızlıklarını dile getiren Hz. Ömer ve Mugîre b. Şu'be gibi kişiler Ebu Ubeyde’ye, Amr’ın komutanlığına nasıl olup da razı geldiğini sormuş, o ise Allah Rasûlü’nün ihtilaftan sakınmalarını emrettiğini söyleyerek, bu gazve bitene kadar Amr’ın komutasında olmak durumunda olduklarını ifade etmişti. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-IV, Beyrut, ts., I, 196).

[227]    Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 472.

[228]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 472-473; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 30; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 619.

[229]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 413-414.

[230]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 472-473; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48.

[231]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 420.

[232]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 415-416; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 24. Belirtildiğine göre, Hz. Ali öldürüldüğünde ya da başka bir rivayete göre hayatta iken, Muaviye, Ziyad’a tehdit dolu sözler içeren bir mektup yazmış; Ziyad ise bu mektubun ardından müslümanlara bir hutbe okuyarak şunları söylemiştir: “Hayret doğrusu! Şu insan ciğeri yiyen kadının oğlu, nifak ehli ve ayrılıkçı grupların başı beni tehdit ediyor. Vallahi, şu an aramızda herhangi bir çatışma olacak olsa, benim, kılıcımla nasıl savaştığımı görecektir. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 415-416).

[233]    Mugîre ve Ziyad, aynı kabileye mensup iki akraba olmalarının yanı sıra, önceki konularda geçtiği üzere, Mugîre b. Şube, hakkında varid olan zina davasında, Ziyad’ın Hz. Ömer’e verdiği şahitlikten sonra tabiri caizse aklanmıştı.

[234]    Taberî, Tarih, V, 176-178.

[235]    Taberî, Tarih, V, 176-178; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 24.

[236]    Belâzurî, Ensâb, I, 493; Taberî, Tarih, V, 176-178; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 422.

[237]    Taberî, Tarih, V, 176-178; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 422-423.

[238]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 422-423; Doğuştan Günümüze, II, 289-290.

[239]    Ziyad, Muaviye’nin saflarına katılımının ardından Kûfe’ye gitmiş ve orada halifenin kendisine göndereceği ve Basra valiliğine atandığını bildiren fermanını beklemeye koyulmuştu. Kûfe valisi Mugîre b. Şu'be ise, Ziyad’ın Kûfe’ye vali olmak üzere geldiğini zannederek, işin hakikatini öğrenmesi üzere ona bir elçi göndermiş; ancak elçi konuya dair bir bilgi elde edememişti. (İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 28).

[240]    Taberî, Tarih, V, 179; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 424.

[241]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 154. Haricîler, genelde bedevîlerden müteşekkil idi. Çölde yaşayan bedevîlerin en bariz özelliklerinden olan güzel şiir söyleme ve hitabet, bu kimsele­rin de sahip oldukları vasıflardandı. Herhangi bir bedevî kabilesi için, aralarında anlaşma olmadığı di­ğer kabile mensuplarının düşman olduğu fikri gibi, Haricîler de, kendileriyle aynı frekansta düşünme­yen insanları, müslüman olsalar dahi, kanı dökülebilecek insanlar olarak görmekte idiler. (Watt, Montgomery, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, (çev. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara, 1981, s. 24)

[242]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 154.

[243]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 155-156; Doğuştan Günümüze, II, 286-287.

[244]    Taberî, Tarih, V, 174; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 413-414; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, İA, VIII, 451.

[245]    Taberî, Tarih, V, 174; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421; Doğuştan Günümüze, II, 297.

[246]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 157.

[247]    Ya'kûbî, Tarih, II, 220; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 411.

[248]    Ya'kûbî, Tarih, II, 220; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 411-412.

[249]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 158

[250]    Ya'kûbî, Tarih, II, 220-221; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 412.

[251]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 159.

[252]    Ya'kûbî, Tarih, II, 221; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 412.

[253]    Ya'kûbî, Tarih, II, 221; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 412-413.

[254]    Taberî, Tarih, V, 182-184; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 426.

[255]    Taberî, Tarih, V, 174-179; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421.

[256]    Taberî, Tarih, V, 174; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421; A.Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 609; Doğuştan Günümüze, II, 513.

[257]    Taberî, Tarih, V, 184; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 426-427; Doğuştan Günümüze, II, 297-298.

[258]    Taberî, Tarih, V, 184-186; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 426-428; Doğuştan Günümüze, II, 298.

[259]    Taberî, Tarih, V, 188-193; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 429-431; Doğuştan Günümüze, II, 299-300.

[260]    Taberî, Tarih, V, 181-209; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 425-436; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 25; Doğuştan Günümüze, II, 299-301.

[261]    Ya'kûbî, Tarih, II, 221; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 428.

[262]    Ya'kûbî, Tarih, II, 221.

[263]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 159-160.

[264]    Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, IA, VIII, 451.

[265]    Ya'kûbî, Tarih, II, 230; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 429; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48.

[266]    Dineverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, 206; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 473.

[267]    İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48.

[268]    Dineverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, 206; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 473; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48.

[269]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 473. Muaviye’nin, siyasî muhaliflerine karşı sindirme politikasının içinde, ekonomik baskı da vardır. (Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 170). Nitekim, İbnü’l-Esîr ve İbn Kesîr’in bu hususta zikrettiği rivayette, Hucr ve destekçilerinin, vali Mugîre’den kendilerine, hakkı olan maaşlarını vermesi, bu işi daha fazla geciktirmemesi ve bir vatandaş olarak haklarını istediklerine dair ifadeler vardır. (el-Kâmil, III, 473; el-Bidâye, VIII, 48). Onların, şikâyet içeren bu ifadelerine dayanarak, Hz. Ali ve taraftarlarına ekonomik baskı ya da boykotun uygulandığı söylenebilir. Tüm bunlarla birlikte, yine de Hz. Ali taraftarları belki de en özgür ve rahat günlerini Mugîre b. Şu'be’nin Kûfe valiliği esnasında yaşamışlardı. Maamâfih, bu dönemde, idarenin bazı baskıcı uygulamalarından söz edilse de, daha sonra görecekleri muamelelerin boyutlarına göre, Hz. Ali taraftarları Mugîre’den sonra, onun kadar anlayışlı ve iyi bir valinin gelmediğini söyleme ihtiyacı duyacaklardı. (Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 170).

[270]    Dineverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, 206.

[271]    Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, İA, VIII, 451.

[272]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 157.

[273]    Taberî, Tarih, V, 174; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421; Doğuştan Günümüze, II, 297.

[274]   Meydan Larousse, I-XII, XII, 559.

[275]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 183.

[276]    İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 142; Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 233; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 503; Hasan, H. İ., İslâm Tarihi I, 357. Suyûtî’nin eserinde mevcut olan bir rivayette, Hasan Basrî’nin şu sözü geçmektedir: “İnsanların işini iki kişi bozdu; bunlardan birincisi olan Amr, mushafları mızrakların ucuna geçirttiğinde; ikincisi olan Mugîre de, Yezid’in veliahtlığı fikrini ortaya attığında bunu gerçekleştirmiş oldu” dedikten sonra, “şayet bu veliahtlık işi olmayaydı, müslümanların işi kıyamete kadar şura ile halledilecekti” şeklinde bir yorum daha ilave eder. (Tarihu ’l-Hulefâ, 233).

[277]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 503; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 357; Doğuştan Günümüze, II, 307.

[278]    Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 142; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 504; Doğuştan Günümüze, II, 307; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181. Ibn Kuteybe’de geçen rivayette, Mugîre’nin Muaviye’nin yanına geldiğinde ona, “Görüyorsun ki yaşın ilerledi, ölümün yaklaştı; sana bir şey olursa ümmet yine eski fitne dolu günlerine geri döner diye endişelenmekteyim” dediği zikredilmektedir. (el-İmâme, I, 142).

[279]    Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 142; Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 233; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 504; Doğuştan Günümüze, II, 307.

[280]     Ya'kûbî, Tarih, II, 220; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 504; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181;

Hasan, H. Î., İslâm Tarihi, I, 357; Doğuştan Günümüze, II, 307.

[281]    Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 504; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181.

[282]    Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 504.

[283]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 504-505.

[284]    Ya'kûbî, Tarih, II, 219-220.

[285]    Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 185.

[286]     Yıldız, Hakkı Dursun, “Yezid b. Ebî Süfyân”, İA, XIII, 412. Bu hususta, İbn Haldun, Muaviye’nin uygulamasının bir ilk olmadığını, zira daha önce Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer’in de bazı şekil ve kayıtlar altında da olsa kendilerinin yerine geçebilecek kimseleri, hayattayken tavsiye edip gösterdiklerini söyler. (İbn Haldun, Mukaddime, I, 581).

[287]    İbn Haldun, Mukaddime, I, 581-582. Ayrıca bkz. Hodgson, İslâm ’ın Serüveni, I, 162.

[288]    Taberî, Tarih, V, 232; İbn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, III, 372; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446; İbnü’l- Esîr, el-Kâmil, III, 461; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 32; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el- İsâbe, III, 453. Mugîre b. Şu'be’nin vefat yılına dair, farklı kaynaklar, farklı rivayetler içerirler: Bu tarihler, Ya'kûbî, 51/671 (Tarih, II, 229); Taberî, 50/670 (Tarih, V, 232); Mes'ûdî, 49/669 (III, 33); İbn Abdilberr, 51/671 (el-İstîâb, IV, 1446); İbn Kesir, yanlış olduğu yorumu ile birlikte, 36/656 veya 58/677 (el-Bidâye, VIII, 48); İbn Hacer, 49/669 veya 51/671 (el-İsâbe, III, 453) olduğunu söylemektedir.

[289]    İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718; Ya'kûbî, Tarih, II, 229; Taberî, Tarih, V, 232; İbn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, III, 372; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 461; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 32; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Suyutî, Husnü’l-Muhâdara, I, 196.

[290]    Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718, 5725; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, III, 33; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 461;

İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 32-33; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 171.

[291]    İbn Kuteybe, Maârif, 128.

[292]    Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720.

[293]    Belâzurî, Ensâb, XIII, 5726; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 31.

[294]    İbn Hibbân, Kitâbü ’s-Sikât, III, 372; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 461; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 32.

[295]    Suyutî, Husnü ’l-Muhâdara, I, 196

[296]    Belâzurî, Ensâb, XIII, 5725.

[297]    Doğuştan Günümüze, II, 301.

[298]    Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718.

[299]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 473.

[300]    Taberî, Tarih, V, 234; Mes'ûdî, Murûcu ’z-Zeheb, III, 34; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 461.

[301]    Taberî, Tarih, V, 176-480.

[302]    Taberî, Tarih, V, 234-235.

[303]    Doğuştan Günümüze, II, 290.

[304]    Ibn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 21.

[305]    Ibn Kesîr’de zikredilen bir rivayete göre, “Mugîre’nin kafası öyle büyüktü ki onu ancak dört boynuz delebilirdi”. (el-Bidâye, VIII, 49).

[306]    Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 452.

[307]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 461; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 452.

[308]    Belâzurî, Ensâb, I, 492; Ibn Hibban, Kitâbü ’s-Sikât, III, 372; Ibn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; Ibnü’l- Esîr, el-Kâmil, III, 461; Cevad Ali, el-Mufassal, VIII, 129.

[309]    Belâzurî, Ensâb, I, 492/XIII, 5718; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21.

35 Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21.

[311]    Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21;Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453.

[312]    Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453.

[313]    İbn Manzur, Lisânü ’l-Arab, XIV, 275-276.

[314]    İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 351; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5717; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446; İbnü’l- Esîr, el-Kâmil, III, 408/Üsdü ’l-Gâbe, V, 248; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 22; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 160; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 341.

[315]    Köksal, İslâm Tarihi, IV, 341.

[316]    Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 22; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49.

[317]    İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 351; Suyûtî, Tarihu’l-Hulefâ, 231.

[318]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 408-409. İbnü’l-Esîr rivayetin devamında, Hz. Ali-Muaviye çekişmesi sıra­sında Kays ve İbn Budeyl, Hz. Ali taraftarı iken, Mugîre’nin Taif’te uzlette olduğunu ifade etmektedir.

[319]    Cevad Alı, el-Mufassal, VIII, 129.

[320]    İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49.

[321]    İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446; Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 231.

[322]    İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 351; İbn Abdirabbih, Ikd, V, 296.

[323]    İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446.

[324]    Suyûtî, Husnü ’l-Muhâdara, I, 196.

[325]    Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 231; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452.

[326]    İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453.

[327]    Belâzurî, Ensâb, XIII, 5721; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49.

[328]    Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 21; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452; Cevad Ali, el-Mufassal, VIII, 129.

[329]    Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 114-115; Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 358; Ya'kûbî, Tarih, II, 144; Taberî, Tarih, III, 517-518; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 464-466; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Ibn Hacer; el- İsâbe, III, 453; Eyyâmü ’l-Arab, 256-259; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 514-515; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 283.

[330]    Taberî, Tarih, IV, 392; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 190-194; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 29; Ibn Kesîr, el- Bidâye, VII, 234-235.

[331]    Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 48; Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 135; Ya'kûbî, Tarih, II, 180; Taberî, Tarih, IV, 438-439; Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 364; Ibn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, II, 271-272; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 197-198; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 229; Eyyâmü’l-Arab, 323; Doğuştan Günümüze, II, 226.

[332]    Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 180-181; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 330; Köksal, İslâm Tarihi, V, 101; Doğuştan Günümüze, II, 253.

[333]    Ibn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446.

[334]    Taberî, Tarih, V, 174; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421; Doğuştan Günümüze, II, 297; Aycan, irfan - Sarıçam, İbrahim, Emeviler, Ankara, 1993, s.15.

[335]    Doğuştan Günümüze, II, 301.

[336]    Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718.

[337]    Taberî, Tarih, V, 182 vd.; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 426, 473.

[338]    Taberî, Tarih, III, 517-518; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 464-466.

[339]    Taberî, Tarih, IV, 118; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 331-332; Eyyâmü’l-Arab, 264-265; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 301-302; Hizmetli, İslâm Tarihi, 201-202.

[340]    Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 114-115; Ya'kûbî, Tarih, II, 114; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 468; Eyyâmü’l- Arab, 264-265; Algül, İslâm Tarihi, II, 276.

[341]    Taberî, Tarih, III, 107; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 32.

[342]    Ibn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720; îbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446; Îbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, V, 248; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 31; îbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49.

[343]    Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 31; îbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49.

[344]    Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 31.

[345]    îbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720.

[346]    Taberî, Tarih, IV, 144; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 20.

[347]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 413; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 22.

[348]    Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 28.

[349]    Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 142; Ya'kûbî, Tarih, II, 220; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 503-504; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, İslâm Tarihi, I, 357; Doğuştan Günümüze, II, 307.

[350]    Bekrî el-Endelüsî, Mu 'cem, I, 59 vd.; Sâlim, Tarihu Arab, 379; Bekrî, Cahiliyye Arapları, 88-91.

[351]    İbn Manzûr, Lisânü ’l-Arab, IX, 19.

[352]    İbn Kuteybe, Maârif, 128; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452.

[353]    Taberî, Tarih, III, 596.

[354]    Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 456; Ya'kûbî, Tarih, II, 156; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 28; Hasan, H. İ., İslâm Tarihi, I, 286.

[355]    Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 389.

[356]    Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 456; Taberî, Tarih, IV, 251, İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 79; Zehebî, Siyeru A'lâm, II, 315; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 149.

[357]    Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 288.

[358]    Taberî, Tarih, V, 174; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421; Doğuştan Günümüze, II, 297.

[359]    Meydan Larousse, III, 727.

[360]    İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 268-269; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 189/VI, 121; M Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 439.

[361]    Tirmizî, Sünen, V, 315; M. Ş. Numanî, Sîretü ’n-Nebî, II, 397, 401.

[362]    İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 184; İbn Hazm, Cevâmi', 202.

[363]    Ya'kûbî, Tarih, II, 215.

[364]    Belâzurî, Ensâb, I, 493; Taberî, Tarih, V, 176-178; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 422; îbn Kesîr, el- Bidâye, VIII, 24; Doğuştan Günümüze, II, 289-290.

[365]    Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 393; Taberî, Tarih, IV, 144; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 31-32.

[366]    Mugîre, böyle bir ceninin diyetinin, Peygamber’den işittiği üzere, tam diyet bedelinin onda birinin yarısı kadar olan bir erkek veya dişi köle olduğunu beyan etmişti. (Buhârî, Sahîh, XV, 6772, 6773, XVI, 7200; Müslim, Sahîh, VIII, 326, 327).

[367]    Buhârî, Sahîh, XV, 6772, 6773, XVI, 7200; Müslim, Sahîh, VIII, 326, 327.

[368]    Belâzurî, Ensâb, I, 493; Taberî, Tarih, V, 176-178; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 422-423; îbn Kesîr, el- Bidâye, VIII, 24; Doğuştan Günümüze, II, 289-290.

[369]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 422-423.

[370]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 413; îbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 22.

[371]    Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 472.

[372]    Ya'kûbî, Tarih, II, 220-221; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 412.

[373]    Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 142; Ya'kûbî, Tarih, II, 220; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 503-504; A. Cevdet
Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181; H. I., Hasan, İslâm Tarihi, I, 357; Doğuştan Günümüze, II, 307.

[374]    Müslim, Sahih, VIII, 411.

[375]    Buhârî, Sahih, II, 829, XIII, 6265, XIV, 6403, 6505; Müslim, Sahih, III, 525, 526.

[376]    Buhârî, Sahih, III, 1405, V, 2225; Müslim, Sahih, VIII, 410, 411. (Buhârî, Sahih, 2225’te geçen ilgili hadiste, bu üç şey zikredilmeden önce, Allah’ın, analara itaatsizliği, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi, verilmesi gereken borcunuzu men etmeyi ve alma hakkınız olmayan şeyi almayı haram kıldığı ek ifadesi vardır).

[377]    Müslim, Sahih, III, 526 (Mütercimin notu).

[378]    Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 26-27; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453. Bu kaynaklardaki rivayete göre, bu iddia üzerine Hz. Ömer Mugîre’yi yanına çağırmış ve bu durum hakkında sorular sormuştu. iddianın hakikat olmadığını söyleyen Mugîre’ye karşı Bahreynlilerin mümessili, Mugîre’nin, “yüz bin” olarak bahsedilen paraya ihanet ettiğini bir kez daha söyleyince, Mugîre oyuna karşı oyunla cevap vermiş ve “bu paranın iki yüz bin olması lazımdı” demişti. Bu cevap karşısında adeta kurduğu tuzağa düşen adam, işin sonucunda zararlı çıkacağını anlayınca hileye son vermiş; böylece işin hakikati ortaya çıkmıştı.

[379]    İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48.

[380]    M. Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye li’l-'Ahdi’n-Nebevî ve’l-Hilâfeti’r-Râşide, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 1985, s. 5-8.

[381]    Âlûsî, Bulûgu ’l-Ereb, II, 248; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 622-623.

[382]    M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 609-610.

[383]    M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 622-623.

[384]    M. Hamidullah, el-Vesâik, 197.

[385]    İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 117; Taberî, Tarih, V, 67; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 406; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 330; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 283; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Köksal, İslâm Tarihi, V, 101; Doğuştan Günümüze, II, 251.

[386]    İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 266-268; İbn Abdirabbih, Ikd, IV, 161; Cevad Ali, el-Mufassal, VIII, 122, 130; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 439; Sönmez, Abidin, Rasûlüllah’ın İslâm’a Davet Mektupları, İstanbul, 1984, 65.

[387]    İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 268-269; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 189; M. Hamidullah, el-Vesaîk, 169-170.

[388]    M. Hamidullah, el-Vesâik, 169-170.

[389]    M. Hamidullah, el-Vesâik, 263.

[390]    M. Hamidullah, el-Vesâik, 299-305.

[391]    Ibn Sa'd, et-Tabakât, I, 266; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 130, 191; M. Hamidullah, el-Vesâik, 192.

[392]    M. Hamidullah, el-Vesâik, 359.

[393]    Cevad Ali, el-Mufassal, VIII, 121-122; M. Ş. Numanî, Sîretü’n-Nebî, II, 423; Sönmez, Rasûlüllah’ın İslâm ’a Davet Mektupları, 65.

[394]    Ibn Abdirabbih, Ikd, IV, 161; Cevad Ali, el-Mufassal, VIII, 131-132. Taberî, eserinde, Hz. Peygamber’in katipleri başlığı altında bu konudan bahsetmektedir: Râsûlullah’ın, 10 vahiy kâtibi olup bunlardan bazıları vahyi bazıları da zekat malını kaydederdi ki, bu isimler, Hz. Osman, Hz. Ali, Hâlid b. Sa'd, Ebân b. Sa'd, A'lâ b. Hadramî, Ubey b. Ka'b, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Ebî Sarh, Muaviye b. Ebî Süfyân ve Hanzala b. ed-Devsî’dir. (Tarih, III, 173).

[395]    M. Ş. Numanî, Sîretü ’n-Nebî, II, 427.

[396]    M. Ş. Numanî, Sîretü ’n-Nebî, II, 428.

[397]    İbn Abdirabbih, Ikd, IV, 161.

[398] Sönmez, Rasûlüllah ’ın İslâm ’a Davet Mektupları, 65-66.

[399]    Cevad Ali, el-Mufassal, VIII, 162.

[400]    M. Ş. Numanî, Sîretü ’n-Nebî, II, 427; Cabirî, İslâm ’da Siyasal Akıl, 427.

[401]    İbn Abdirabbih, Ikd, IV, 167, 169.

[402]    Buhârî, Sahîh, II, 829, III, 1405, V, 2225, XIV, 6403, 6505, 6701; Müslim, Sahîh, III, 526, VII, 541.

Bu mecmualardaki rivayetlerde, Verrâd’ın Mugîre b. Şu'be’nin hem kâtibi hem râvîsi olduğu sık sık vurgulanmaktadır. Ayrıca, Müslim’de geçen bir rivayette, Muaviye’nin Mugîre’den, kendisine Rasûlullah’tan işittiği bir şey yazıp göndermesini istemesine mukabil, Mugîre’nin, cevabî mektubunu Verrâd’a yazdırdığı ifade edilmektedir. (Müslim, Sahîh, III, 525).

[403]    Vâkıdî, Megâzî, III, 911; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 265.

[404]    İbn Hişâm, es-Sire, IV, 126-127.

[405]    Bu sefer esnasında Hz. Peygamber’in abdest almak üzere askerlerin yanından ayrılması üzerine, Mugîre’nin derhal Allah Rasûlü’nün peşinden gittiği, abdest alırken Ona yardım ettiği, bir nevi gözünü üstünden ayırmadığı, bize ulaşan bilgilerdendir. Vâkıdî, Megâzî, III, 1011-1012; Buhârî, Sahîh, I, 324, 339, 459, 480, VI, 2737, IX, 4767, XIII, 5858, 5859; Müslim, Sahîh, II, 394, 396, 398, 399, 405, III, 176; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 22. Rivayetin devamında Mugîre şunları anlatmaktadır: “Abdest aldıktan sonra cemaatin yanına geldiğimizde, onları, Abdurrahman b. Avf’ı imam yapmış, namaz kılar halde bulduk. Hz. Peygamber, iki rekâtın birine yetişti ve cemaatle birlikte son rekâtı kıldı; Abdurrahman selam verince O, namazı tamamlamak üzere kalktı. Bu müslümanlara telaşa düşürdü, bu nedenle tesbihlerde bulundular. Hz. Peygamber namazını bitirince onlara döndü ve ‘iyi ettiniz’ buyurdu. Namazı vaktinde kılmış olmalarından dolayı onlara gıpta ediyordu.” Aynı rivayetin farklı bir versiyonuna göre, Mugîre, “Ben Abdurrahman’ı geri çekmek istedim fakat Peygamber, ‘bırak onu’ buyurdular, demiştir. (Müslim, Sahîh, III, 175-176). (Aynı hissiyât örneğini, hatırlanacak olursa, Hudeybiye sulhu sürecinde Hz. Peygamber’in muhafızlığını yaparken, Urve b. Mesud’a karşı takındığı tavırlarda da görmek mümkündür).

[406]    İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453.

[407]    İbn Kuteybe, Maârif, 128; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452.

[408]    ibn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, I, 492; îbn Hibbân, Kitâbü ’s-Sikât, III, 372; îbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 461; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Cevad Alı, el-Mufassal, VIII, 129.

[409]Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 114-115; Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 358; Ya'kûbî, Tarih, II, 144; Taberî, Tarih, III, 517-518, IV, 118; Mes'ûdî, Murûcu ’z-Zeheb, II, 331-332; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 464-466; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Eyyâmü’l-Arab, 256-259, 264-265; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 514-515; Hasan, H. İ., İslâm Tarihi, I, 283; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 301-302; Hizmetli, İslâm Tarihi, 201-202.

[410]    A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 572.

[411]    Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 114-115; Ya'kûbî, Tarih, II, 114; Taberî, Tarih, III, 533; İbnü’l-Esîr, el- Kâmil, II, 468; Eyyâmü ’l-Arab, 264-265; Algül, İslâm Tarihi, II, 276.

[412]    Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 10.

[413]    Sönmez, Rasûlüllah ’ın İslâm ’a Davet Mektupları, 11.

[414]    M. Ş. Numanî, Sîretü ’n-Nebî, I, 366-367; Sönmez, Rasûlüllah ’ın İslâm ’a Davet Mektupları, 12-13.

[415]    M. Ş. Numanî, Sîretü ’n-Nebî, I, 367-368.

[416]    Doğuştan Günümüze, I, 139.

[417]    İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 186; Vâkıdî, Megâzî, III, 961; Taberî, Tarih, III, 100; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 230.

[418]    İbn Hişâm, es-Sire, IV, 185; Vâkıdî, Megâzî, III, 962; İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 313; Taberî, Tarih, III, 99-100; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 283-284; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, II, 228; Âlûsî, Bulûgu’l- Ereb, II, 203; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 329-330; M. Esad, İslâm Tarihi, IV, 499; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, İA, VIII, 451; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 504.

[419]    İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 186; Vâkıdî, Megâzî, III, 971; Taberî, Tarih, III, 100; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 230; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 155.

[420]    İbn Kuteybe, Maârif, 128; Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 113; Ya'kûbî, Tarih, II, 146; Taberî, Tarih, III, 596; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el- İsâbe , III, 452.

[421]    Taberî, Tarih, III, 595. Taberî’de geçen bu rivayete göre, Ubulle’nin fethine 270 kişi şahit olmuştu. Bunlar arasında Ebu Bekre, Nâfi' b. Hâris, Şibl b. Mabed, Mugîre b. Şu'be, Mücâşi b. Mesud, Ebu Meryem el-Belevî, Rebi' b. Kelede, Haccac b.Yusuf gibi isimler vardı.

[422]    İbn Kuteybe, Maârif, 128; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 28; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el- İsâbe, III, 452. Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân adlı eserinde Hemdan’ın ikinci kez fethinin Mugîre b. Şu'be tarafından gerçekleştirildiğini, bu şehrin daha önce Cerîr b. Abdillah eliyle fethedildiğini belirtmektedir. (Fütûhu ’l-Büldân, 433). İbn Hibbân’ın ve İbn Kesîr’in eserlerinde ise, Hemdan’ın, Hz. Ömer vefat ettikten altı ay sonra Mugîre b. Şu'be tarafından fethedildiği, daha sonra buranın halkının sulhu bozması üzerine Naim b. Mukarrin Ebu Musa eliyle yeniden fethedildiği rivayet edilmektedir. (es-Sîre, 500; el-Bidâye, VII, 160). Bunun yanı sıra İbnü’l-Esîr de bu hadiseye temas ederek, Hemdan’ın ikinci defa fethinin ya Kûfe valisi Mugîre b. Şu'be’nin oraya gönderdiği Cerîr b. Abdillah eliyle ya da bizzat kendisi tarafından gerçekleştiğine dair değişik rivayetler bulunduğunu ifade etmektedir. (el-Kâmil, III, 23).

[423]    İbn Kuteybe, Maârif, 128; Taberî, Tarih, IV, 596. Ehvaz, 70 şehir idi. Nehr-i Tîrî, Sûku’l-Ehvaz gibi önemli şehirleri vardı ki, hükümdar, zenginlik ve bereket dolu olan bu merkezî yerde ikamet etmekte idi. (Taberî, Tarih, III, 84)

[424]    İbn Kuteybe, Maârif, 128. Kazvin ve Zencan’ın fethi ile ilgili olarak, Mugîre b. Şu'be’nin, Hemdan’a gönderdiği Cerîr b. Abdillah’ın, buradan ayrıldıktan sonra bir kısım askerini bu iki şehrin fethi ile görevlendirdiği, sonuçta da zafere ulaşıldığı belirtilmektedir. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 23).

[425]    İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 428; Ya'kûbî, Tarih, I, 146; Taberî, Tarih, IV, 98.

[426]    Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 455; Ya'kûbî, Tarih, II, 156; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 28. Fütûhu’l- Büldân’da Azerbaycan’ın fethine dair farklı rivayetler mevcuttur. Buna göre, Hz. Ömer’in emriyle Kûfe’ye vali olarak gelen Mugîre b. Şu'be, elinde, Huzeyfe b. Yeman’ın Azerbaycan’ı fethederek oranın valisi olmasını yazan bir mektubu Huzeyfe’ye iletmiş; bu sırada Nihâvend’de bulunan Huzeyfe, zikredilen mektup üzerine Azerbaycan’ın önemli bir merkezi olan Erdebil’e yürümüş; burada meydana gelen şiddetli bir savaştan sonra musalahaya varılmış, can ve mal güvenliğinin yanı sıra ateş mabedlerine de dokunulmayacağı üzere anlaşıldıktan sonra Azerbaycan halkı haraca bağlanmıştı. Yine aynı kaynakta, Vâkıdî’nin rivayetine binaen Azerbaycan fatihinin Mugîre b. Şu'be olduğu da beyan edilmektedir. (Fütûhu’l-Büldân, 455).

[427]    İbn Hişâm, es-Sîre, III, 327; Ya'kûbî, Tarih, II, 55; Taberî, Tarih, II, 627; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 201-202; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, II, 116; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 25; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III- IV, 240-241; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 488.

[428]    Taberî, Tarih, II, 627.

[429]İbn Hazm, Cevâmi', 27; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; M. Ş. Numanî, Sîretü ’n-Nebî, I, 285.

[430]    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 201-202

[431]    Ya'kûbî, Tarih, II, 55; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 25.

[432]    Buhârî, Sahih, XV, 6976, XVI, 7200; Müslim, Sahih, IX, 546-547, XI, 395, 396. (Müslim’in eserinin IX. cildinde geçen hadisin dipnotunda, Yezid’in bu rivayetinden başka bir yerde “ey oğulcuğum” ifadesinin geçmediği belirtilmektedir).

[433]    Müslim, Sahih, V, 16-17.

[434]    Müslim, Sahih, V, 104.

[435]    Müslim, Sahih, V, 104.

[436]    Verrâd, Mugîre b. Şu'be’nin azadlısı ve kâtibi olup hadis itibarıyla Kûfeli sayılır; Sahîhayn râvîlerindendir. (Müslim, Sahîh, III, 526). Müslim, Sahîh, III, 525, 526, VII, 541, VIII, 410, 411, Buhârî, Sahih, II, 829, III, 1405, V, 2225, XIII, 6265, XIV, 6403, 6505, 6701.

[437]    Ibnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, V, 248; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21-22; ibn Hacer, el-İsâbe, III, 452. (Mugîre b. Şu'be’nin hadisleri ve râvîleri hakkında geniş malumata, Buhârî, Sahîh, I, II, III, V, VI, IX, XI, XIII, XIV, XV, XVI. ve Müslim, Sahîh, II, III, V, VII, VIII, IX, XI. ciltlerden ulaşılabilir).

[438]    M. Hamidullah, Hz. Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, İstanbul, 1998, s. 138.

[439]    Taberî, Tarih, IV, 88.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar