MUGÎRE B. ŞU‘BE… (HAYATI - ŞAHSİYETİ - DEVLET ADAMLIĞI)
Hazırlayan: Melek YILMAZ
Son Peygamber
Hz. Muhammed’in risaletiyle, “cahiliyye” vasfından arınarak yeni bir kimlik
kazanmaya muvaffak olan Arabistan yarımadası, artık “müslümanlar” olarak
hayatlarına yön vermeye çalışan insanların başlattığı, Medine’ye hicret ve
bilhassa Mekke’nin fethi ile farklı bir boyut kazanan yepyeni bir oluşuma, bir
İslâm devletine anavatanlık etmiştir. Hz. Peygamber zamanında temelleri atılan
bu devlet, onun vefatından sonra Hz. Ebu Bekir’in “halife” olmasıyla yeni bir
sürece girmiştir. Râşid halifeler devri olarak anılan bu süreç, müslümanların
hem halihazırdaki hem de gelecekteki durumlarını belirleme noktasında hayli
etkin bir dönem olmuş; İslâm tarihinde kırılma noktaları veya mihenk taşları
mahiyetinde bazı hadiselere zemin teşkil etmiştir.
Devlet başkanı
seçimleri, mürtedlerin isyanları, büyük fetihler, iç savaşlar, veliahtlık
uygulamasının zuhuru vs. gibi, İslâm tarihinin çeşitli ilklerine tanıklık eden
bu zaman diliminde, bazı insanlar belirleyici ve önemli isimler olarak ortaya
çıkmış; “Arap dehâları” olarak bilinen bu kişiler, özellikle anarşi
dönemlerinde olaylara yön veren karakterleri canlandırmışlardır. Bu yönleri
hasebiyle yaşadıkları toplumun “dört Arap dâhîsi” dediği insanlardan Amr b.
el-Âs, Muaviye b. Ebî Süfyan, Ziyad b. Ebîh hakkında bazı müstakil çalışmalar
kaleme alınmışsa da dâhîlerin dördüncüsü olan Mugîre b. Şu'be hakkında,
inceleyebildiğimiz kadarıyla müstakil bir akademik çalışma yapılmamıştır. Bu
nedenle, söz konusu kişinin değişik yönleriyle hayatı bu araştırmanın konusu
olarak belirlenmiştir. Bu araştırmada amaç, kaynaklar vasıtasıyla doğru bilgiyi
elde etmek, karşılaştırmalı okumalarla çerçeveyi genişletmek ve ulaştığımız
bilgiler ölçüsünde Mugîre b. Şu'be’nin hayatını her yönüyle tanımak ve
tanıtmaktır.
İSLÂM’DAN ÖNCE TAİF VE SAKÎFOĞULLARI
TAİF
İslâm
coğrafyacılarının genellikle Arabistan yarımadasının önemli ve müstakil bir
bölgesi olarak tanıttığı ve konumuza giriş açısından üzerinde durulması gereken
Hicaz bölgesi, yarımadanın batı kısmında, Necid yaylaları ile sahildeki Tihame
ovaları arasında yer alır. Kendi içinde kuzey, orta ve güney şeklinde üç bölüme
ayrılan Hicaz’ın, güneyde Taif, Mekke ve Cidde dolaylarından kuzeyde Medine ve
Yenbu’a kadar uzanan orta kısmı, İslâm dini ve tarihi bakımından bölgenin en
önemli parçasıdır.[1]
Hicaz’ın önde
gelen şehirleri, Mekke, Medine ve Taif’tir ki bunların başında bölgenin merkezi
sayılan Mekke gelir. Gerek coğrafî konumu ve gerekse geçmişten gelen dinî
prestijini, önde gelen bir ticaret merkezi olma özelliği ile birleştirmesini
iyi bilen Mekke’nin aksine Medine, tarım ile ayakta durmaktaydı.[2] Taif ise güçlü Mekke’nin uyuşturucu
ikliminden kurtulmak isteyenlerin sayfiyesi konumundaydı.[3]
İşte bu
noktada, Mugîre b. Şu'be’yi daha iyi tanımak için, Taif şehrinin genel
görünümüne değinmek, konumuzun bütünlüğü açısından tamamlayıcı olacaktır.
Mekke’nin
güneyinde, kuruluşu eski ve küçük bir şehir olan Taif[4],
daha önce, Mekke’nin ilk sakinleri oldukları rivayet edilen Amalika kavmine
mensub Vecc b. Abdilhayy’a nisbetle anılan Vecc Vadisi’ne atıfla “Vecc”
şeklinde isimlendirilmişti. Hicaz’ın en serin ve yağışlı iklimine sahip olan,
hatta “bölgede suyun donduğu tek yer” olarak Arap şiirlerinde adından
bahsettiren Taif, verimli arazileriyle bölgenin diğer şehirlerini geride
bırakmıştı. Şehirde bir yandan en kârlı tarım ürünleri yetiştirilip ihraç
edilirken diğer yandan dericilik[5], avcılık ve arıcılık da Taif
halkında ön plana çıkan meşgalelerdi.[6]
Ticarî sahada da önde gelen Taifin, Mekke’nin yanı sıra Yemen[7], İran ve Irak ile de ticarî
ilişkiler içerisinde olduğu bilinmektedir.[8]
Mekke’den
sonra Hicaz’da, iktisadî önem arzeden ikinci şehir olan Taifin ismi, daima
Mekke’yle birlikte anılagelmiş; “Mekke Taiften, Taif Mekke’dendir” denilmiştir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de geçen “karyeteyn”[9]
tabiri ile “Mekke ve Taif’in kastedilmiş olması, bu iki şehrin yakınlığını
gösteren dikkat çekici bir ifadedir.[10]
Mekke ile Taif
arasında iktisadî, ictimaî, dinî ve siyasî anlamda oldukça güçlü bağlar vardı.
Taiften Mekke’ye her gün yola çıkan kafileler, yalnızca ticarî değil dinî bir
işlev de görmekteydi. Örneğin, ihraç mallarından sadece biri olan üzüm, Mekke
halkı için büyük şeref ve itibar vesilesi olan “sikâye” (hacılara içecek
temini) vazifesinin yerine getirilmesinde kullanılmaktaydı.[11]
Kureyş ile
Sakîf kabilesi bilhassa kabilenin Ahlâf kolu arasında kurulan evlilik bağları
da aradaki ilişkiyi iyice güçlendirmişti.[12]
Ayrıca,
Arapların en büyük putlarından olan Lât mabedinin burada bulunması Taifi,
Mekke’den sonra en önemli dinî merkez konumuna getirmişti.[13]
Üstelik Arabistan yarımadasında ticarî yön dışında dinî ve kültürel öneme de
sahip olan Ukaz Çarşısı, Sakîf’in nüfuz alanında idi. Öyle ki, “Ukaz, Taifin
işlerindendir” denilmekteydi.[14]
Titizlikle
sürdürülen bu ilişkiler, daha önce olduğu gibi, Asr-ı Saadet’ten itibaren de
kendini gösterecek ve Taif, Hz. Peygamber’e karşı Kureyş’le birlikte hareket
edecektir.
Tüm bu ortak
pay ve paydalar çerçevesinde, pek çok Mekkelinin Taif’te mesken ve arazisi
olduğu gibi, Mekke’de yerleşen Taiflilerin sayısı da az değildi. [15]
BENÎ SAKÎF
Taif, Sakîf
kabilesinin merkeziydi.[16] Kaynaklarda Sakîf’in nesebi
hususunda farklı rivayetler ileri sürülmüştür. Kabilenin, Mekke’nin ilk
sakinleri oldukları rivayet edilen Amalika kavminden olan Semud’un, Taif
topraklarından kuzeye göçü esnasında geride kalan kısmı olduğu rivayet
edilmiştir.[17] Bazılarına göre Sakîf kabilesi
Ma'ad soyundan gelen İyad’a[18], oradan da Nizar’a dayanırken[19], bazıları ise kabileyi
Hevazin’e, oradan da Mudar’a dayandırmıştır[20].
Sakîf
kabilesi, kendilerinden önce şehrin hâkimi olan Âmiroğullarını, topraklarını
ekip biçme işini üstlenme ve elde edilen ürünü yarı yarıya paylaşma şartıyla
anlaşma yapmaya ikna etmiş, zamanla güçlenince anlaşmayı bozmuş ve şehirden
çıkarmak suretiyle onları ustaca bertaraf etmeyi başararak şehrin tek hâkimi
olmuştu. Ancak daha sonra kendi aralarında ortaya çıkan iktidar ve itibar mücadelesi
sonucu halk, Ahlâf ve Benî Mâlik kolları altında, birbirine düşman iki büyük
zümreye ayrılmıştı.[21]
Ahlâf, gerek
şehrin elde edilmesinde daha önemli bir rol oynaması, gerekse Lât mâbedinin
bakımı (Sidâne) vazifesini üstlenmesi hasebiyle büyük itibar elde etmiş, Benî
Mâlik’e nazaran daha az kadîm ve daha az mal-mülk sahibi olsalar da, bu şekilde
usta bir siyasetle eksikliklerini bertaraf etmeyi bilmişti. Nitekim onların bu
özelliklerini teyid sadedinde, “Taifin, şairleri gibi, en usta siyasetçileri de
Ahlâktandır” denilmişti.[22]
İşte, Mugîre
b. Şu'be de Sakîf kabilesinin Ahlâf kolundan idi.
BİRİNCİ BÖLÜM
MUGÎRE B. ŞU'BE’NİN HAYATI
SOYU VE AİLESİ
SOYU
Sakîf
kabilesinin Ahlâf koluna mensup olan Mugîre b Şu'be, M. 600 yılında Taif’te
doğmuştur.[23] Soy şeceresi, Mugîre b. Şu'be
b. Ebî Âmir b. Mesud b. Muatteb b. Mâlik b. Ka’b b. Âmir b. Sa'd b. Avf b. Kays
es-Sakafî şeklindedir.[24] Künyesi, “Ebu Abdillah” olup
“Ebu İsâ” da denmiştir.[25] Kaynaklarda, “Ebu İsâ”
künyesinin ona, Hz. Peygamber tarafından verildiği; ancak daha sonra Hz. Ömer
tarafından “Ebu Abdillah” şeklinde değiştirildiği zikredilmektedir.[26] Ayrıca “Ebu Muhammed”[27] ve “Ebu Mûsa”olarak da
künyelendirilmiştir[28]
Mugîre b.
Şu'be’nin mensub olduğu Sakîf kabilesinin bu ismi Kasiyy adlı bir kişiden
aldığı rivayet edilmektedir. Onun şeceresi ise kaynaklarda, Kasiyy b. Münebbih
b. Bekr b. Hevazin b. Mansur b. İkrime b. Hafsa b. Kays b. Aylan şeklindedir.
O, işlediği bir cinayet nedeniyle Yemen topraklarından ayrılmış ve doğu yönünde
ilerleyerek Va- di’l-Kurâ’ya gelmiştir. Burada yaşlı ve kimsesiz bir Yahudi
tarafından evlat edinilmiştir. Bir süre sonra ölen bu kadın, ona bir üzüm
fidanı bırakarak verimli bir arazi bulup dikmesini vasiyet etmiştir. Bu
vasiyeti yerine getirmek üzere yola çıkan Kasiyy, Vâdi’l- Vecc (Taif)
topraklarına ulaşmıştır. Daha sonra buranın hakimi olan Âmir b. Zarb el-
Advanî’nin himayesine girmiş, kızıyla evlenmiş, zamanla güçlü bir hale gelince
de idareyi ele geçirmiştir. Böylece kendi nüfuzu da diktiği fidan gibi büyümüş
ve güçlenmiştir. Hatta bu hususta “ne sakîf (zeki, kurnaz, becerikli) adam!”
şeklinde darb-ı mesel dahi söylenmiştir.[29]
Taif bundan sonra Hicaz’ın orta yerinde, güçlü Mudar ve Yemen kabilelerinin
arasında, aziz ve muhkem bir şehir olmayı başarmıştır.[30]
Sakîf
kabilesinin atası hakkında farklı bir görüş daha vardır. Şöyle ki, Allah, Semud
kavmini helak ettiğinde bir kişi, Kâbe’de bulunduğu için bu felaketten kurtulmuştur.
O da Sakîf kabilesinin atası olduğu rivayet edilen “Ebu Rigâl”dir.[31]
Ebu Rigâl’in,
Ebrehe Kâbe’yi yıkmak üzere Yemen’den yola çıkarak Taife geldiğinde, Sakîf
kabilesinin, rehberlik etmesi için Ebrehe ile gönderdiği kişi olduğu da mevcut
bilgiler arasındadır.[32]
Mugîre b.
Şu'be’nin anne ve babasına dair kaynaklardaki bilgiler yok denecek kadar azdır.
Annesinin, Ümmü Abdillah b. Hevazin, bir başka rivayete göre Ümame binti Efkam
b. Ebî Amr adında[33], Hevazin kabilesine mensub
Benî Nasr b. Muaviye’den[34] olduğu belirtilmektedir.[35] Babasının hayatı, meşgalesi
vs. hakkında ise bir malumata rastlanmamıştır.
Öte yandan
Mugîre’nin, çokça evlenip boşanan birisi olduğu rivayet edilmektedir.[36] O, Ebu Süfyan b. Harb’in üç[37] veya dört[38]
kızıyla evlenmiştir. Mugîre ayrıca Sa'd b. Ebî Vakkas’ın kızı[39]; Haccac b. Yusuf’un annesi
Feria[40]; amcası Urve b. Mesud’un eşi
Meymune[41]; Kureyş’in meşhur
liderlerinden Ukbe b. Ebî Muayt’ın torunu olan Ümmü Eyyub binti Umâne b. Ukbe[42] ve Hz. Peygamber’in büyük kızı
Hz. Zeyneb’den olan torunu Ümâme ile de evlenmiştir.[43]
[44]
Buhârî’de
geçen bir hadiste belirtildiğine göre, Mugîre b. Şu'be, amcasının kızı olan bir
kadınla evlenmek istemişti. Ancak Mugîre, ona (nikah velayeti hususunda) insanların
en yakını olduğundan, kadının veliliğini başka bir adama tahdis etti; o da Mugîre yi bu kadınla evlendirdi.
Mugîre’nin,
toplumun önde gelen aile kızlarıyla evlilikler yaptığı görülmektedir ki, bu
durum aynı zamanda onun, sahip olduğu sosyal statüsü hakkında da bir izlenim
verebilmektedir.
Kaynaklar, bu
sahabinin oğullarından bahsederken, Urve[45],
Mutarrif, Hamza, Ya'fur, Gıfar, Ammar, Mugîre, Ca'fer, Akkar ve Yahya
isimlerini zikreder.[46] Bunlardan Urve ve Hamza’nın
annesi, Hafsa b. Sa'd b. Ebî Vakkas; Mugîre’nin annesi, Aişe b. Cerir b.
Abdillah; Akkar’ın annesi, Ümmü Muhammed b. Münebbih iken[47],
Mutarrif’ın annesi, Mugîre b. Şu'be’nin Maskala b. Hubeyre eş-Şeybanî’den
aldığı bir cariyedir.[48] Yahya’nın annesi
ise Hz. Peygamber’in torunu Ümâme’dir.[49]
Mugîre b.
Şu'be’nin çocukları da babaları gibi toplum içinde yer edinmiş kimselerdi.
Dolayısıyla onlardan bazılarının Emevî iktidarında önemli idarî görevlerde yer
aldıkları görülmektedir. Kendisi de bir Sakîfli olan Haccac b. Yusuf, Irak
valisi olduğunda, Urve’yi Kufe’ye, Mutarrif’i Medain’e, Hamza’yı da Hemedan’a
vali tayin etmiştir.
Mutarrif,
Medain valiliğini yürüttüğü sırada birtakım haricî fikirleri benimsemiş; Emevî
yönetimini, yeni bidatler uydurmak, emirlik işini şûrâyla seçmemek ve Kur’ân
ile Sünnet’e aykırı hareket etmekle suçlayarak idareye karşı muhalefet
başlatmıştır. Dönemin Hemedan valisi olan kardeşi Hamza’dan destek istemişse
de bu, Haccac tarafından Hamza’nın hapsedilmesi suretiyle engellenmiştir. Bu
mücadele sonunda Mutarrif ve adamları öldürülmüştür. Öldürülen kişiler
arasında, Mugîre b. Şu'be’nin azatlı kölesi ve Mutarrif’in sancak taşıyıcısı
olan Yezid b. Ziyad da vardı.[50]
Bu muhalefet
günlerinde Haccac, Mutarrif’in, Mugîre’nin değil, Şeybanlı Maskala b.
Hubeyre’nin çocuğu olduğunun iddia edildiği, fakat daha sonra yine Mugîre’ye
nisbet edilerek Maskala’ya had vurulduğuna dair bir olaya gönderme yapar;
Mutarrif’e “Sen İbn Maskala’sın; Sakîfli olsaydın emîre isyan etmezdin” derdi.[51]
Kaynaklar
ayrıca, Mugîre b. Şu'be’nin amcası[52]
ve Sakîf eşrâfından olan Urve b. Mesud’dan bahsetmektedir. Annesi, Süveybe b.
Abdişems[53], babası ise Sakîf’in lider
şahsiyetlerinden Mesud b. Muatteb olan Urve, kabilesi Sakîf’e ilk kez İslâm’ı
tebliğ ederken öldürülmüştür.[54]
Müslüman
olmadan evvel, Kureyş’in de güvendiği ve itibar gösterdiği şahsiyetlerden olan
Urve b. Mesud, Hudeybiye Musâlahası sürecinde Hz. Peygamber ile Kureyş
liderleri arasında elçilik yapmıştır.[55]
Onun, kavmini İslâm’a davet ederken şehit edildiğini öğrenen Hz. Peygamber,
“O, Âl-i Yâsin’e benzer” buyurmuştur.[56]
Son olarak,
ismi malum olmamakla birlikte, kaynaklar, Hz. Peygamber’in Taif Kuşatması’nı
kaldırmasının ardından, meşhur kabile liderlerinden biri olan Sahr tarafından
esir alınan; ancak Mugîre’nin bunu Hz. Peygamber’e bildirmesi üzerine serbest
bırakılması emredilen halasının varlığından bahseder.[57]
Mugîre b. Şu'be’nin şeceresi
Kays
t
Avf
t
Said
Âmir
t
Ka'b
t
Mâlik
t
Muatteb
t
Mes'ud
t
Ebu Âmir
t
Şu'be
t
MUGIRE
Urve Mutarrıf Hamza Ya'fur Gıfar Ammar Mugîre Ca'fer Akkar
Yahya
II-
MÜSLÜMAN OLUŞUNA KADAR MUGÎRE B. ŞU'BE
Kaynaklar,
Mugîre b. Şu'be’nin Medine’ye gelerek müslüman oluşunu şu olaya bağlayarak
anlatmaktadır: Sakîfin iki büyük zümresinden biri olan Benî Mâlik’e mensup bir
grup, Mısır’a gitmek üzere toplanınca Mugîre de onlarla gitmek istemişti. Amcası
Urve b. Mes’ud, grupta kendi akrabaları olan Benî Ahlâf’tan kimse olmadığı,
dolayısıyla bu yolculuğa çıkmaması hususunda onu uyarmışsa da, o dinlemeyip
yola koyulmuştu. Mısır’a vardıklarında Mukavkıs’la görüşen Mugîre, bu gruba
sözcülük yapmıştı. Birkaç günün ardından Mukavkıs’ın ikram ettiği hediyelerle
geri dönerken grubun, hediyeleri satıp kendisine hakkını vermemesi üzerine
onları öldürmüş ve yanlarındaki her şeyi almak suretiyle Medine’ye gelerek
müslüman olmuştu. İki taraf arasında yeni bir karışıklığa yol açacak olan bu
olay, Urve’nin öldürülen kimselerin diyetlerini ödemesi suretiyle
halledilmişti. [58]
Mugîre b.
Şu'be’nin, aralarında geçmişe dayanan köklü bir rekabetin varlığına rağmen,
içlerinde kendisinden başka hiçbir Ahlâflının bulunmadığı bu grupla Mısır’a
gitmek isteyişinin nedeni, ticarî kazanç olarak belirtilmektedir.[59]
Mugîre’nin
Medine’ye gelmeden evvel Taif’teki hayatı hakkındaki mevcut bilgiler bunlarla
sınırlı kalmaktadır. Onun M. 600 yılında doğduğu ve Hendek harbi senesi (5/627)[60] veya Hudeybiye Musâlahası
(6/628) öncesi[61] müslüman olduğu kabul
edilirse, 27 yıl kadar Taif’te yaşadığı, dolayısıyla genç yaşta müslüman olduğu
ortaya çıkmaktadır.
MÜSLÜMAN
OLUŞU VE SONRAKİ FAALİYETLERİ
Mugîre b.
Şu'be, müslüman olduktan sonra gerek Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn
dönemlerinde, gerekse Emevîlerin iktidarda olduğu yıllarda pek çok önemli
olayda aktif roller almaktan çekinmemiş; bilhassa iç karışıklık dönemlerinde
sahneye çıkmıştır.
Mugîre’nin
adının geçtiği yerler, genellikle İslâm tarihinde dönüm noktası sayılabilecek,
üzerinde hâlâ tartışmaların yapıldığı hadiselerdir. İslâm fütûhâtı, Hz.
Osman’ın katli süreci, Tahkim Hadisesi ve Yezid’in veliaht oluşu gibi başlıklar
bunlardan sadece birkaçıdır.
MÜSLÜMAN
OLUŞU
Daha önce de
belirtildiği üzere, Mugîre b. Şu'be Benî Mâlik’ten on üç kişiyi öldürdükten
sonra Medine’ye gelmiş ve müslüman olmuştur.[62]
Bazı
tarihçiler, Mugîre’nin müslüman olma nedenini, bu olaydan sonra Taif’ten
uzaklaşmak durumunda kalmasına bağlasa da, öldürülen kimselerin diyetlerinin
Urve b. Mesud tarafından ödendiği ve sorunun halledildiği de bilinmektedir.
Mugîre b.
Şu'be, öldürdüğü kimselerin mallarıyla birlikte Hz. Peygamber’e geldiğinde,
Allah Rasûlü: “Seni hidayete erdiren Allah’a hamd olsun” diyerek memnuniyetini
belirtmiş; hibe etmek istediği malları ise gasp olarak niteleyerek kabul
etmemiştir. Mugîre ise bu olayın müslüman olmadan evvel gerçekleştiğini ifade
edince, Hz. Peygamber: “İslâm, kendinden önceki her şeyi siler” buyurmuştur.[63]
Hasan İbrahim
Hasan, eserinde Amr b. el-Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa ile birlikte
Habeşistan’a hicret etmiş olan muhacirleri geri almak üzere, Muaviye b. Ebî
Süfyan ile Mugîre b. Şu'be’nin de oraya gönderilmiş olduğunu bildirmektedir.[64] Ancak, ulaşılabilen hiçbir
kaynakta, Muaviye ile Mugîre’nin bu şekilde Habeşistan’a gittiklerine dair her
hangi bir bilgiye rastlanmamıştır.[65]
Zaten, Mugîre b. Şu'be’nin müslüman olduğu tarih hakkında belirtilen
rivayetler, aralarında bazı farklılıklar olsa da, Habeşistan’a hicret olayından
çok sonraki yıllara tekabül etmektedir.
Sonuç olarak,
ana hatlarıyla bakıldığında, onun İslâm’la müşerref olduğu dönem, aynı zamanda
müslümanların içinden geçmekte olduğu kritik zamanlardı. Bir yandan büyük
savaşlardan çıkılmış, bir yandan da Hudeybiye görüşmeleri gibi oldukça hararetli
geçen bir sürece girilmişti.
Gayet zeki ve
amcası Urve b. Mesud gibi muteber bir kimse olduğundan, Mugîre’nin müslüman
olması müşriklere son derece ağır gelmiştir.[66]
B- HZ.
PEYGAMBER DÖNEMİ
Hudeybiye
öncesi müslüman olup, musâlaha sürecinde Hz. Peygamber’in yanında yer alan
Mugîre, karşılıklı görüşmelerin devam ettiği sırada gelen Kureyş-Sakîf müşterek
heyetinin karşısında Allah Rasûlü’nün muhafızlığını yapmıştır.[67]
Bu görüşmeler
esnasında, Hz. Osman Kureyş’e elçi olarak gönderilmiş, orada hapsedilince,
müslümanlar arasında onun öldüğü haberi yayılmıştır. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, Rıdvan Ağacı altında ashâbını toplayarak, sonuna kadar birlikte
mücadele edeceklerine dair onlardan söz almıştır.[68]
Kureyş’i büyük bir endişeye sevkederken, müslümanları birbirine daha sıkı
bağlayan bu toplu beyata (Rıdvan Beyatı) Mugîre b. Şu'be de katılmıştır.[69]
O,
Hudeybiye’den sonra bazı gazvelere de iştirak etmiş, hatta komutanlığını üstlendiği
başarılı bir seriyye de gerçekleştirmiştir.
Arabistan
yarımadasının İslâmlaşma sürecinde bir dönüm noktası olan Mekke’nin fethinden
sonra, Taif ve Necid taraflarında, müslümanlara karşı bazı hareketlenmeler
görülmüştür. Nihayetinde, bu civardaki Taif ve Hevazinliler müslümanlarla savaşmış
ve hezimete uğramışlardır.[70] Huneyn veya Hevazin savaşı
denen bu vakaya Mugîre b. Şu'be de katılmış[71],
kendi kabilesine karşı müslümanların yanında yer almıştır.
Huneyn’in
ardından geride kalan Sakîf ve Hevazinliler, Taife sığınarak birlikte ayakta
kalmaya çalışmışlardı. Zira hem Kureyş hem de civardaki Yahudi toplulukları,
artık müslümanlara karşı durabilecek bir güç olmaktan çıkmıştı.[72]
Hz. Peygamber,
Hevazin savaşının sonunda Taife kaçanlarının peşini bırakmamış, Taifi
kuşatmaya karar vererek meseleye son noktayı koymak istemiştir. Ancak, sağlam
surlarla çevrili, halkı zengin ve savaş hususunda maharetli olan bu muhkem şehri
ele geçirmek hiç de kolay değildi.[73]
Hz. Peygamber, bu direnişi kırmak için son olarak Taif için çok önemli olan
üzüm bağlarını kesme kararı aldı. Bunun üzerine, Mugîre ve Ebu Süfyan Taife
gitmiş, kendilerinden eman aldıktan sonra Sakîf halkıyla görüşmüştür. Bu
görüşmede Sakîfliler, Hz. Peygamber’den yeniden imarı mümkün olmayan bu bağları
kesmemesini talep etmiş, Allah Rasûlü de onların bu isteklerini kabul etmiştir.[74] Muhasarayı şimdilik kaldırma
kararı alan Hz. Peygamber, başka bir yol tercih etti: Taifi daha geniş çaplı
bir muhasara altında bırakmak. Zira şehir, etrafını müslümanların oluşturduğu
kocaman bir çemberin içinde kalmıştı.[75]
Şehirden dışarı çıkamadıkları gibi, çıkan herkes de esir edilmekteydi. Giderek
daralan bir çemberin içinde sıkışan Taif halkı, aralarında istişare ettikten
sonra müslümanların gücünü kabul etmişlerdir. Bundan sonra Hz. Peygamber ile
anlaşma arayışlarına giren Taifliler, aralarından bir grubu Medine’ye
göndermişti.[76]
Hz.
Peygamber’den, kabileleri, malları ve yurtları için yazılı bir emir alma niyetinde
olan heyet, Medine’ye yaklaştığında ashâbın bineklerini gözetmekte olan Mugîre
b. Şu'be’ye rastlamıştır. Bu durum karşısında Mugîre, büyük bir sevinçle Allah Rasûlü’ne
bunu müjdelemek istemişti.[77]
Heyeti Hz.
Peygamber’in huzuruna getiren Mugîre, onların ağırlanması hususunda da itina
göstermişti. Müslüman olmadan önce işlediği cinayetlerden dolayı çok üzgün
olduğunu, bu mahcubiyeti az da olsa hafifletmek istediğini dile getiren Mugîre,
Taif grubunu ağırlamak için Hz. Peygamber’den izin almıştı. Allah Rasûlü de
onlar için Mescid-i Nebî’nin yanında çadırlar kurdurarak ikramda bulunmuştu.[78] Günler, hatta haftalar süren
tartışmaların ardından Taif heyeti, müslüman olduklarını açıklamışsa da namaz
ve putlarının yıkımı gibi hususlardan muaf olmak istediklerini söylemişlerdi.[79] Ancak, Hz. Peygamber’den
red cevabı alan heyet, hiç olmazsa putlarını kendi elleriyle yıkmak
istemediklerini söyleyince, Allah Rasûlü, Mugîre b. Şu'be ve Ebu Süfyan b.
Harb’i Taifteki Lât putunu yıkmakla görevlendirmişti.[80]
Hz.
Peygamber’in, bu işi yapmak üzere Mugîre gibi Sakîf’in özünden gelen ve Ebu
Süfyan gibi, Sakîf kabilesiyle hem kan bağı hem de geçmişten gelen sıkı
ilişkileri bulunan isimleri seçmesi mânidârdır. Ebu Süfyan’ın kız kardeş ve
kızlarından bazıları Sakîflilerle evliydi. Zaten Mugîre onun damadıydı. Tüm bu
sıkı bağlara atfen Ebu Süfyan’a “Sakîflilerin dayısı” denmekteydi.[81]
Mugîre ve Ebu
Süfyan, vazifeyi yerine getirmek üzere Taife yaklaştıklarında aralarında geçen
müzakere neticesinde Mugîre şehre girmiş, Ebu Süfyan ise onu dışarıda
beklemişti.[82] Bu şekilde mabedin yanına
giren Mugîre, bir yandan putu yıkarken[83]
öte yandan da Taif halkına, putların hiçbir işe yaramayan taşlardan
ibaret olduklarını anlatmaktaydı. Onlar ise hem bu yıkıma ağlamakta hem de
Mugîre’nin de amcası Urve gibi öldürülmesinden korkmaktaydı.[84] [85]
Tüm bu karmaşa sonrasında Mugîre, mabeddeki bütün mallara, hediyelere devlet
adına el koyarak onları Medine ye getirmişti.
Böylece
Mekke’den sonra ikinci büyük dinî merkez sayılan Taifte de, şirkin sembol ve
iktidarı yıkılmış oldu. Üstelik bu yıkım, öteden beri Lât’ın bakım ve
korumasını üstlenmiş olan Benî Muatteb’e mensup bir kişi tarafından
gerçekleştirilmişti.
Mugîre b.
Şu'be, 8/630 yılında vuku bulan ve ümmetin sınandığı bir süreç olan Tebük
Seferi’ne de katılmıştır. Mugîre, bu sefer esnasında ordu Hicr mevkiinde
konakladığı sırada, Allah Rasûlü’ne abdest alırken suyunu dökmek suretiyle
yardım ettiğini anlatmaktadır.[86] [87]
Bu bilgi, Buharî ve Müslim gibi hadis mecmualarında da gerek 124
Mugîre nin
kendi ağzından gerekse başka sahabiler tarafından nakledilmektedir.
Mugîre b.
Şu'be, Asr-ı Saâdet döneminde sadece gazvelere katılmakla kalmamış, okur-yazar
ve dil bilen birisi olduğu için, Hz. Peygamber tarafından, kabileler arasındaki
yazışmalarda da kullanılmış, Allah Rasûlü’nün katipliği vazifesini
üstlenmiştir.[88]
İslâm idaresi
altına giren bölgelere, malî ve idarî hususlarda görevliler gönderildiği gibi,
sadece bu dini yayma, anlatma maksadıyla da elçiler gönderilmekteydi. Mugîre de
bu amaç doğrultusunda Necran’a gönderilen “İslâm davetçisi” olmuştur.[89] [90]
[91] [92]
Mugîre bu
hususta şunları aktarır: “Necran’a vardığım zaman Hristiyanlar bana ‘Kur’ân’da
Meryem hakkında onun Harun’un kardeşi olduğu ifadesi geçtiği (Mer- yem/19/28),
halbuki Hz. Musa’nın kardeşi Harun ile Meryem arsında çok uzun bir zaman farkı
bulunduğu’na dair soru sorup duruyorlardı. Ben de bunlara cevap veremedim.
Medine’ye döndüğümde bunu Allah Rasûlü’ne anlatınca O: ‘Eskiden, peygamberlerin
veya iyi insanların isimleri doğan çocuklara verilirdi. Oradaki ifade ile
kastedilen de Harun Peygamber değil, Hz. Meryem in Harun adındaki kardeşidir
buyurmuştu .
Mugîre, Hz.
Peygamber vefat ettiğinde, Hz. Ömer ile birlikte Allah Rasûlü’nün yanına
gitmiştir. Bu durumu kabul etmek istemeyen Hz. Ömer, onun ölmediğini sadece
bayıldığını iddia edince, bu hakikati kabullenmesi hususunda teskin etmeye
çalışmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Sen yalancı bir adamsın; zira Allah
Rasûlü, münafıklar yok oluncaya kadar ölmeyecektir diyerek onu azarlamıştır.
Hz.
Peygamber’in techiz ve tekfin işleriyle meşgul olunurken, Mugîre b. Şu'be Hz.
Ömer’e gelerek, Ensâr’ın Benî Saîde’de toplandığını haber vermiştir. Onların
kendi aralarında karar vererek halife seçmesi durumunda bir iç savaş çıkacağı
endişesini dile getiren Mugîre’nin bu haberinden sonra Hz. Ömer, Hz. Ebu
Bekir’i de alarak oraya gitmiştir.12
Hz.
Peygamber’in defninde de hazır bulunan Mugîre, defin esnasında yüzüğünü kabre
düşürmüş, bu nedenle Allah Rasûlü’nün yanına indiğinde ona dokunmuş ve bu
olaydan sonra kendisinin Hz. Peygamber’e “zaman itibariyle en son yakın olan
kişi” olduğunu iddia etmiştir.[93]
C- DÖRT
HALİFE DÖNEMİ
Mugîre b.
Şu'be, Hz. Ebu Bekir döneminde İslâm devletinin muhafaza ve güçlendirilmesi
amacına yönelik mücadele ve fetihlerde yer alırken, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz.
Ali’nin hilafeti ile Muaviye’nin iktidarı yıllarında ise gerek fetihlerde
gerekse idarî ve siyasî alanlarda ön plana çıkmıştır.
Hz. Ebu
Bekir Dönemi
Hz.
Peygamber’in vefatının ardından Arabistan yarımadasının değişik bölgelerinde,
gerek İslâm’a ve gerekse İslâm devletine karşı isyanlar gerçekleşmiş; Allah
Rasûlü’nün vefatını fırsat bilen bazı gruplar, irtidat ederek İslâm idaresine
karşı çıkmışlardır. Bunların bir kısmı, kalplerine İslâm’ın henüz
yerleşmeyişi, eski örf ve inançlarının etkisinden tam olarak kurtulamayışları
gibi akidevî sebeplerle irtidat ederken; bir kısmı da siyasî, iktisadî ve
ictimaî sebeplerle bu hareketlere girişmiştir.[94]
Hz. Ebu
Bekir’in hilafet yıllarına rastlayan ve İslâm devletinin en önemli iç
karışıklıklarından olan irtidat hareketlerine karşı, halife ve halk birlikte
hareket etmiş, kararlı bir tutum sonucu bu zorluk aşılmıştır.[95]
İslâm
devletinin bütünlüğüne yönelmiş bu bölücü hareketlere karşı girişilen
mücadelede Mugîre b. Şu'be de yerini almıştır. O, Eş'as b. Kays[96] liderliğindeki mürtedlerin
sığındığı Nüceyr civarına gönderilmiş, buradaki irtidat hareketlerinin
bastırılması hususunda çaba göstermiştir.[97]
Yemen
taraflarında başlayan irtidat hareketlerinden birinin lideri olan
Müseylimetü’l-Kezzab ise, Necran’ın güneydoğusu ve Bahreyn’in batısında bulunan
Yemame topraklarında faaliyet başlatmıştır.[98]
Daha Hz. Peygamber zamanında bu tür iddialar ortaya atmaya başlayan
Müseylime’ye karşı İkrime b. Ebî Cehil komutasında bir ordu gönderilmiş;
takviye kuvvetlerle desteklenen bu mücadele Yemame fethedilin- ceye dek
sürmüştür.[99] İşte Mugîre’nin de katıldığı,
Yemame’de mürtedlere karşı girişilen bu mücadele de başarı ile sonuçlanmış,
İslâm birliği yeniden sağlanmıştır.[100]
İrtidat
hareketleri nedeni ile aksayan İslâm fetihleri artık kaldığı yerden devam edebilirdi.
Başkumandan Halid b. Velid idaresindeki müslüman ordusu, Irak-İran
istikametindeki beldelerin fethi için harekete geçmiş, buradaki başarılı
savaşların ardından ise Suriye-Bizans (Şam) cephesine yönelmiştir. Bu harekâtın
sonunda cereyan eden ve Bizans’la ilk büyük savaş olan Yermük savaşı
gerçekleşmiştir. Müslümanların zaferi ile sonuçlanan bu olay, Bizans, Akdeniz
ve Afrika istikametindeki fetihlerin kapısı niteliğinde olup önemli bir yere
sahiptir.[101] Bu savaşta Mugîre b. Şu'be de
İslâm ordusu içerisinde savaşmıştır; hatta bu savaşta onun tek gözünü
kaybederek kör olduğu da rivayetler arasındadır.[102]
Mugîre b.
Şu'be, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde, aktif siyasette veya idarî işlerde
değil, İslâm devletinin bütünlüğü ve güçlenmesi adına yapılan iç ve dış mücadelelerde,
adeta İslâm ordusunun bir mensubu olarak karşımıza çıkmıştır. Onun siyaset
sahnesine çıkışı ise Hz. Ömer dönemi ile başlar, Yezid b. Muaviye’ye kadar
devam eder.
Hz.
Ömer Dönemi
Hz. Ömer,
devlet adamı tayinlerinde, ehliyet ve liyakata itibar etmesinin yanı sıra,
siyasî dehâ ve politik zekâya sahip insanların kabiliyetlerinden de istifade
etmiştir. O, devrin siyasî dâhilerinden sayılan Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu'be,
Muaviye b. Ebî Süfyan gibi isimlerden, devlet hizmetlerinde gereğince
yararlanmıştır. Burada değinilmesi gereken bir konu, Halife Ömer, sağlam
temellere oturttuğu siyasî tutumuyla, bu insanların nüfuz ya da zekâlarını,
devlete rağmen kullanmalarına izin vermemiş, dolayısıyla çıkabilecek olan
ihtilaflara meydan bırakmamıştır.[103]
Hz. Ömer’in
hilafeti sürecinde, elçilik, komutanlık, valilik, âmillik gibi pek çok önemli
görevler üstlenmiş olan Mugîre b. Şu'be, bilhassa İran’la yapılan görüşmeler ve
bunların sonucunda meydana gelen savaşlarda etkili olmuştur. Hz. Ömer döneminde
çok önemli başarıların elde edildiği Irak-İran fetihleri, onun isminin sıkça
zikredildiği yerler olmuştur.
Hz. Ömer,
halife seçilişinin ardından Hz. Ebu Bekir’in başlattığı geleneğe uyarak ilk
hutbesini okuduktan sonra ashabı toplayarak, Hz. Ebu Bekir döneminde başlayan
Irak-İran fetihleri hakkında müzakerede bulunmuştu. Nihayetinde, fetihlere
devam kararının alındığı istişareden sonra ordular sefere çıkmıştı.[104]
Kadisiye’ye
gelindiğinde, Hz. Ömer’den burada konaklamasına dair bir mektup alan komutan
Sa'd b. Ebî Vakkas, yine aynı talimat üzerine, Numan b. Mukarrin başkanlığında
bir heyeti[105], dönemin İran orduları
başkomutanı Rüstem’e göndermişti.[106]
İran hükümdarını İslâm’a davet eden, aksi halde ya cizye ya da savaş
seçeneği kalacağını belirten bu elçilerin müspet cevap alamaması üzerine savaş
kaçınılmaz hal almıştı. Bu büyük savaş başlamadan evvel iki taraf arasında
elçiler gidip gelmişti ki, bu süreçte işin ciddiyetini anlayan Rüstem, savaştan
önce sulh girişimlerinde bulunmayı ihmal etmemişti. O, Sa'd’dan, kendileriyle
konuşmak için, akıllı, ilim ve fehm sahibi kimseler istemişti. Mugîre b. Şu'be
de bu noktada devreye giren isimlerdendi.[107]
O, Sa’d tarafından Rüstem’e gönderilmiş; ihtişam ve debdebe ile bezenmiş bir
ortamdan geçerek onun yanına vardıktan sonra, Rüstem’e, onlar hakkındaki
fikirlerini açıkça beyan etmekten çekinmemişti:
“Size dair
bizlere rüya gibi şeyler anlatıldı; oysa gördüğüm o ki, sizden daha sefih
topluluk yoktur. Sizler birbirinizi köle edinmişsiniz. Aranızda adalet denen
bir şey yok. Hakkınızda anlatılan bu sahte ihtişam yerine, keşke, sizin
birbirinizi rab edindiğiniz gerçeğini duymuş olsaydık. Biliniz ki, hiçbir
millet bu şekilde daha fazla devam edemez”.
Daha sonra
komutan Rüstem konuşmaya başladı ki; kendilerini yücelten ifadelerle
doldurduğu sözleri şöyle idi: “Bizler, düşmanlarını yenen, iktidar ve şeref
sahibi insanlarız. Bu niteliklere bizden daha fazla sahip ve layık olan da
yoktur. Size gelince, bizim indimizde, sizden daha basit ve küçük bir topluluk
yoktur. Kıt kanaat geçinen insanlar olan sizler, dara düştükçe bize gelir; biz
de size biraz hurma ya da arpa verir, geri gönderirdik. Şu an bu yaptıklarınızı
da ancak ve ancak ülkenizdeki sıkıntı ve bunalımlardan dolayı yaptığınızı
biliyorum. Şimdi, askerlerime sizler için yiyecek, giyecek, para
hazırlamalarını emredeceğim; siz de yine geri döneceksiniz; çünkü sizleri öldürmek
istemiyorum".
Bunun üzerine
Mugîre, Allah’a hamd ettikten sonra şunları söylemiştir: “Şüphesiz, her şeyi
yaratan ve rızıklandıran Allah’tır. Tüm övündüğünüz bu şeyleri size veren de
Allah’tır. Bizim geçim darlığında olduğumuz da doğrudur. Allah, dünyada bizi
böyle imtihan etmektedir. Dünya ise gelip geçecektir. Sizler, Allah’ın size
verdiklerine karşın ne kadar şükretseniz azdır; zaten şükürsüzlüğünüz sizi bu
değişme noktasına getirdi. Biz, daha önce başımıza gelen sıkıntılar döneminde
kafir insanlardık; şu anda ise Allah, Rasûlünü göndermek suretiyle bize rahmet
eylemiş ve bizi güçlü kılmıştır. Bundan sonra siz, ister İslâm’la şereflenir,
ister cizye ödersiniz; aksi halde savaş kaçınılmaz olur” dedikten sonra şunları
ilave etti: “Bizim çocuklarımız bu ülkedeki bolluk bereketi gördüler; artık bu
nimetlerden uzak durmaya gerek yoktur”.
Bu sözlerin
ardından Rüstem Mugîre’ye, “O halde bu uğurda öleceksiniz” dedi. Mugîre ise
“Bizden öldürülenler cennete, sizden ölenler cehenneme gider; geride
kalanlarımız ise yine size karşı zafer kazanır” şeklinde cevap vermişti. Aldığı
cevap karşılığında öfkelenen Rüstem, “Yarın sabah hepinizi öldüreceğiz” diye
yemin etmiş, Mugîre’nin oradan ayrılmasının akabinde, yanındakilere, bu
insanların kararlılığından ibret almalarını ve sakınmalarını söylemişti.
Daha sonra
Rüstem, Mugîre b. Şu'be’ye bir elçi gönderip, yarın, konakladıkları yerde
aralarında bulunan köprüyü geçecek olursa onun gözünü çıkaracağı mesajını iletmişti.
Mugîre ise, “sen beni hayırla müjdeledin, eğer bundan sonra senin gibi müşriklerle
savaşmayacağımı bilseydim, öbür gözümün de gitmesini isterdim” cevabını
göndermişti.[108]
Neticede,
Rüstem’e giden elçilerin sulh çabalarının fayda vermediği bu görüşmelerden
sonra savaş kaçınılmaz olmuştu. Sayıca kendilerinden kat kat fazla bir ordu ile
savaşmaya hazırlanan İslâm ordusunda, Mugîre, Huzeyfe b. Yeman, Âsım, Tuleyhâ,
Kays, Gâlib, Amr b. Ma’dikerb gibi isimler vardı ki, bunlar askerleri savaşa
teşvik etmekte, etkileyici hitaplarıyla onları cihada bilemekteydi.[109] [110]
13/635’te
gerçekleşen Kadisiye savaşının ardından, İran’ın başkenti Medayin’e girerek
orayı fetheden müslüman askerler, bu bölgedeki daha pekçok merkezi ele ge- 147
çirmişlerdi.
Bu sırada, İran kumandanlarından Firuzan, hükümdar Yezdgerd in desteği ile
yeni bir harekete hazırlanmaktaydı. Bunu öğrenen Hz. Ömer, bu orduya karşı yapılacak
olan harekatın başkumandanı olarak Numan b Mukarrin’i atamıştı. Savaş öncesi
yine elçiler sulh girişimlerinde bulunmuş; İran ordusu komutanı Bündar’ın
görüşme talebi üzerine Numan b. Mukarrin, bu işlerin ustası olan Mugîre b.
Şu'be’yi onlara göndermişti. Görüşmenin daha başında Bündar Mugîre’ye,
“Sizlerden daha bedbaht, daha pis kimse yoktur. Sizi hemen şuracıkta öldürürdük
ama bu toprakları sizin kanınızla kirletmek istemeyiz; şayet çeker giderseniz
sizi affederiz” diyerek hakaretvârî konuşmuş; Mugîre ise “Evet, belki,
Allah’ın rahmeti olan Hz. Peygamber gelmeden önce öyle idik ama şimdi ihya
olmuş insanlarız. Artık, bedbahtlık sizin, nimet ve bereket ise bizimdir”
cevabını vermişti. Böylece, bir sonuç alınamayan bu görüşmenin ardından savaş
gerçeği kaçınılmaz hale gelmişti. Meydana gelen Nihavend savaşının ardından İslâm
ordusu büyük bir zaferle birlikte maddî-manevî kazançlar da elde etmişti.[111]
Nihavend’de,
Numan b. Mukarrin’in sancağı altında toplanan müslümanlar arasında, Mugîre b.
Şu'be, Abdullah b. Ömer, Cerîr b. Abdullah el-Becelî gibi yetenekli ve
tecrübeli
isimler de vardı.[112] [113]
Bu savaş için Medine’den gelen Mugîre, ordunun sol 150
cenahını
komuta etmişti.
Başkomutan
Numan b. Mukarrin, bu büyük savaşta kendisine bir şey olması halinde, yerine
geçecek olan isimleri zikretmiş, “Eğer şehid olursam, yerime Huzeyfe b. Yeman,
sonra Cerîr b. Abdillah, sonra Kays b. Meksûh, sonra Mugîre b. Şu'be komutan
olsun” şeklinde vasiyette bulunmuştu.[114]
Savaşın ilerleyen zamanlarında, Numan b. Mukarrin ölünce Mugîre, komutan
namzedi arkadaşlarına, “Müslümanların morali bozulmasın, üzerlerine bir korku
ve ümitsizlik çökmesin diye Allah’ın, hakkınızda ve düşman hakkında vereceği
hüküm gelip çatana dek Numan’ın ölüm haberini gizli tutunuz” diyerek yol
göstermiş; onun bu önerisi de uygun görülmüştü.[115]
Bu savaş
esnasında ordunun yerleşmesi ve hareketi için, aralarında Huzeyfe b. Yeman,
Ukbe b. Âmir, Mugîre b. Şu'be, Eş'as b. Kays, Cerîr b. Abdillah gibi pek çok
isimle birlikte Kufe’nin ileri gelenleri Numan’ın karargâhını kurmuşlardı.
Irak’ta bunlar gibi iyi çadır kurup yerleştiren kimseler az bulunurdu.[116]
Nihavend’in
ardından İslâm fütûhâtına hız verilmiş, Hemedan, Mahan ve Isfahan gibi
merkezlerin de aralarında bulunduğu birçok fetih gerçekleştirilmiştir.
İsfahan’ın fethinden evvel komutan Numan, bu şehrin başında bulunan
Zü’l-Hicâbeyn adlı hükümdara Mugîre’yi elçi olarak göndermiş; ancak müsbet bir
netice alınamadığından aralarında çatışma vuku bulmuş, şehir bu şekilde ele
geçirilmiştir.[117]
Basra
ve Kûfe Valiliklerine Getirilişi
Mugîre b.
Şu'be, Hz. Ömer döneminde sadece fetihlerde yer almamış, bu hizmetlerinin yanı
sıra idarî alanda da vazifeler üstlenmiştir. O, halife tarafından önce Basra
sonra da Kûfe valiliğine atanmıştır.
Basra
Valiliği Dönemi
Hz. Ömer
döneminin önemli fatihlerinden Utbe b. Âmir, Basra valiliği esnasında[118] Irak bölgesinde başarılı
fetih hareketlerinde bulunmuştur. Bu zaferlerin ardından Hz. Ömer’den izin
alarak Medine’ye gelmiş, yerine Mugîre b. Şu'be’yi vekil bırakmıştı.[119] Basra’da geçici vazife
üstlenen Mugîre, bu esnada Meysan’ı fethetmiş ve Hz.Ömer’e bu zaferi müjdeleyen
bir mektup yazmıştı.[120] [121]
Utbe,
Medine’ye giderken, sefere göndermiş olduğu Mücâşi b. Mesud’un kendisinin
yerine vali olacağını, dolayısıyla o, seferden dönene kadar Mugîre’nin vekil
olduğu fikrindeydi. O, Hz. Ömer’in yanına vardığında bu fikrini ona açıklamış;
Hz. Ömer ise ona “sen göçebe birini mi şehirlinin başına amir yapacaksın?”
diyerek bu görüşü reddetmiş ve konuşmanın sonunda Utbe’ye, Mugîre’nin bu iş
için uygun olduğu düşün- 158
cesim beyan
etmişti. Daha sonra Utbe, Medine den dönüş yolunda vefat edince Hz. Ömer onun
yerine Mugîre’yi vali tayin etmişti.[122]
Basra valisi
iken Divan teşkilatını kurarak bir ilke imza atan Mugîre b. Şu'be[123], yine bu dönemde -ispat
edilemeyen- bir zina ithamından sonra görevinden azledilmiştir. 16/637 yılda
vuku bulan bu olayda, Ebu Bekre, Nâfi b. Kelede, Ziyad b. Ebih ve Şibl b. Mabed
el-Becelî adlı şahıslar, Mugîre’yi zina yaptığı iddiasıyla Hz. Ömer’e şikâyet
etmişlerdi.[124] Şöyle ki, Ebu Bekre’nin evi
Mugîre’ninkiyle karşılıklı idi. Bir gün onun, evde bir kadınla karı-koca gibi
yakınlaştığını görmüş, bu durumu arkadaşlarına da göstererek şahit olmalarını
istemişti. Arkadaşları ona bu kadının kim olduğunu sorunca, onlara “Ümmü Cemil
b. el-Efkam’dır”[125] cevabını vermişti. Bu olaydan
sonra, Mugîre b. Şu'be, namaz kıldırmak üzere dışarı çıktığında Ebî Bekre ona
engel olmuş; daha sonra bir girişimde daha bulunarak gördüklerini Hz. Ömer’e
iletmişti.[126] Hz. Ömer ise, Ebu Musa’yı
Basra’ya göndererek Mugîre’yi ve şahitleri kendisine yollamasını istemiştir.
Hz. Ömer ona, gitmeden evvel, “seni şeytanın kol gezdiği bir beldeye
gönderiyorum” şeklinde uyarıda bulunmayı da ihmal etmemiştir.[127]
Hz. Ömer’in
huzurunda gerçekleşen mahkemede Mugîre, hakkındaki iddialara karşı, kendi
hanımından başkası ile birlikte olmadığını söylemiştir. Üstelik bir rivayette
belirtildiğine göre, onun hanımı Ümmü Cemil’e çok benzemekteydi.[128] Ziyad b. Ebih dışındaki tüm
şahitlerin açık ve kesin ifadeler verdiği bu görüşme sonunda iddia ispat-
lanamayınca, Hz. Ömer Ziyad dışındaki müddeîlere had uygulamıştır.[129]
Bu görüşmeden
sonra Hz. Ömer, Mugîre b. Şu’be’yi görevinden azletmiştir.
İki[130] ya da üç yıl kadar süren[131] Basra valiliği boyunca, Ebî
Bekre ve arkadaşlarının ortaya attığı zina iddiası dışında, kimse Mugîre ile
bir problem yaşamamış; onun yönetimi sürecinde bir karışıklık vuku bulmamıştır.[132] Mugîre, devlet yönetiminde
önemli icraatlarda bulunmuştur ki, bunlardan belki de en önemlisi, daha önce
belirtildiği üzere, Divan teşkilatını kurmasıdır. O, idaresi altında bulunan
bölgelerde devletin gelir- giderlerini gösteren bir defter tanzim etmiş,
böylece bütün hesaplar kaydedilmiştir.[133]
[134]
Yüklendiği
görevi hakkıyla yapmaya gayret eden ve iyi bir gözlemci olan Mugîre, Sevad
bölgesi valisi iken, Hz. Ömer’e bir mektup yazarak, bölgede, buğday ve arpaya
nisbetle değeri daha yüksek mahsullerin olduğunu haber vererek bu konuda bazı
vergi değişikliklerinin yapılabileceğini haber vermiş; bunun üzerine, buğday ve
arpanın yanında diğer bazı ürünlerden de harac alınması cihetine gidilmiştir.
Böylece, Irak bölgesinde harac miktarları, toprak çeşidi, ürünün cinsi gibi
unsurlara göre farklılık arzetmiştir.
Kûfe
Valiliği Dönemi
Zina
ithamıyla görevden azledilmesinin ardından, idarî hayatı bir müddet sekteye
uğrayan Mugîre b. Şu'be[135] [136],
bir süre sonra yine Hz. Ömer tarafından Kûfe valiliğine getirilmiştir.
21/642
senesinde Hz. Ömer’in Kûfe’ye vali tayin ettiği Ammar b. Yâsir, Kûfe halkı
zamanla kendisinden şikâyetçi olmaya başlayınca, Hz. Ömer’den, kendisini vazifeden
azletmesini istemişti. Bu durum üzerine Hz. Ömer, Cübeyr b. Mut’im’i Kûfe’ye
atamaya karar vermiş, Cübeyr’e bu fikrinden bahsetmiş ve ondan bir süre için bu
durumun gizli kalmasını istemişti. Cübeyr ile yaptığı bu görüşmeden sonra, Hz.
Ömer’in Kûfe valiliği için onu düşündüğüne dair şüphelenen Mugîre, bu
şüphesinden emin olmak için kendi eşini Cübeyr’in eşine göndererek, belli
etmeden, durumun gerçekliği hakkında bilgi edinmesini istemiş, nihayetinde de
yanılmadığını anlamıştı. Bu konu hakkında emin olduktan sonra Mugîre Hz. Ömer’e
gitmiş, “Yeni tayinin mübarek olsun” diyerek durumdan haberdar olduğunu ima
etmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer Cübeyr hakkındaki fikrini değiştirmiş; onun
yerine Mugîre’yi Kûfe valisi yapmaya karar vermişti.
Başka bir
rivayette, Kûfe halkının, vali Ammar hakkındaki şikâyetlerinin artması üzerine
Hz. Ömer’in Mugîre’yi yanına çağırarak bu görevi ona vermeyi düşündüğünü
belirttiğine dair bilgiler vardır. Hz. Ömer bu kararını Mugîre’ye iletirken
ona, (geçmişteki zina davasına atıf yaparak) bir zamanlar suçlandığı şeye
tekrar dönmeyeceğine dair , kendisinden
söz aldıktan sonra onu vali yapmıştı.
Bazı
rivayetlere göre ise, Hz. Ömer Ammar’ı Kûfe valiliğinden azledince yerine önce
Ebu Mûsa el-Eş'arî’yi getirmişti. Şöyle ki, Kûfeliler, Ammar’ı, içinde
bulunduğu durumu iyi değerlendiremediği, hırslı olduğu, siyasetten anlamadığı
gibi sözlerle Hz. Ömer’e şikâyet etmiş ve onun, yönetim işinde ehil olmadığı
gerekçesiyle azledilmesini istemişlerdi. Bu şikâyetlerden sonra Hz. Ömer,
Ammar’ı, onu istemeyen bu şehir halkının idaresinden uzaklaştırmıştı. Daha
sonra Kûfelilere, kimi kendilerine yönetici olarak istediklerini sormuş;
onlardan “Ebu Mûsa” cevabını alınca da, Ebu Mûsa’yı Kûfe valisi olarak
atamıştı. Bir süre sonra Kûfe halkı çeşitli sebeplerle Ebu Mûsa’dan da şikâyetçi
olmaya başlamıştı.
Bir gün, Hz.
Ömer’in mescitte bulunduğu sırada, Mugîre Hz. Ömer’in yanına gelmiş ve
aralarında, Kûfe halkının bu memnuniyetsizliği hususunda bir konuşma
başlamıştı. Hz. Ömer “Kûfe halkı ne istiyor? Ne onlar emirlerini beğeniyorlar,
ne de emirleri onları... Oraya, zayıf bir müslüman mı yoksa güçlü bir müslüman
mı göndermek daha uygundur?” diyerek mescittekilerle istişarede bulunmuştu. Bu
soru üzerine Mugîre, “müttakî kişinin müslümanlığı kendinedir, fakat zayıflığı
ve getireceği idare yükü senin sırtınadır. Lakin, güçlü bir kişinin
müslümanlığı kendisinin, güçlü yönetimi ise tüm müslümanların malıdır” şeklinde
görüş beyan etmişti. Bu manidar cevap üzerine Hz. Ömer, Mugîre’yi Kûfe’ye vali
tayin ettiğini söylemiş ve ona “iyiler seni aldatmasın, kötüler seni
korkutmasın diye önemli bir nasihatta bulunmuştu.
Mugîre’nin
vali oluşunun ardından Hz. Ömer, onun yaptıklarını kontrol etmesi için Sa'd b.
Ebî Vakkas’ı Kûfe’ye göndermek istemişti; ancak o sırada saldırıya uğrayan
Ömer, bu görevin yerine getirilmesini vasiyetinde belirtmişti.[137]
Mugîre b.
Şu'be, Kûfe valiliği döneminde de önemli faaliyetlere imza atmıştı. O,
idareciliği esnasında Azerbaycan’ı fethetmiş[138]
ve bölge ahalisini haraca bağlamıştı.[139]
Kûfe’nin
şehirleşmesi ve imareti adına, kendisinden evvel inşa edilen Kûfe mescidini
(avlu ve dâru’l-imâretini) genişletmişti. Mugîre’nin ardından Kûfe valiliğine
getirilecek olan Ziyad b. Ebîh ise mescidi daha da sağlamlaştırarak bazı
değişiklikler yapmıştı.[140]
Mugîre b.
Şu'be, Hz. Ömer’e “emîru’l-mü’minîn” hitabıyla selam veren ilk kimsedir.[141] Ancak ne yazık ki, Hz.
Ömer’in öldürülmesi, onun Feyruz adlı kölesinin eliyle olmuştur.[142]
Feyruz,
Nihavend savaşı sonrası esir alınan kimselerden idi.[143]
Hz. Ömer, evvela onun Medine’ye gelmesine izin vermemiş ise de, Mugîre’nin, bu
hristiyan kölenin haddad, nakkaş ve neccar olup müslümanlara çok faydası
olabileceğini ifade etmesi üzerine, onun şehre girmesine müsaade etmişti.[144] Feyruz, Mugîre’ye ayda 100
dirhem kadar vergi ödemekle mükellefti, fakat bundan rahatsızlık duymaktaydı.
Bir gün, bu şikâyetini bildirmek üzere Hz. Ömer’in yanına gelerek ona durumu
anlatmış, Hz. Ömer ise, bunca maharetine karşın ödediği verginin çok olmadığını
söylemişti. Hz. Ömer’den, istediği sözleri duyamayan Feyruz, daha sonra Hz.
Ömer’i öldürmüştü.[145] Bu olay, 23/643 yılının
sonlarında, Hz. Ömer’in hilafetinin 10. Senesinde vuku bulmuştur.[146]
Hz.
Osman Dönemi
Hz. Ömer,
vefatından evvel, kendisinin yerine geçecek olan halifeyi belirlemeleri için
bir şura heyeti oluşturarak, bu önemli vazifeyi bir an önce yerine
getirmelerini 188
vasiyet
etmişti. [147] Böylece, tek bir ismi halife
namzedi olarak belirtmek istemeyen Hz. Ömer, Allah Rasûlü’nün ve ilk halifenin
kendilerinden hoşnut kaldığı 6 kişiyi görevlendirip, aralarından birini halife
seçmelerini vasiyet etmişti.[148]
Hz. Ömer, bu
iş için Aşere-i Mübeşşere (hayatta iken cennetle müjdelenen on kişi)den[149] bir grubu vazifelendirip,
seçimin bir an evvel sıhhatle sonuçlanması için gerekli teklifleri sunmuş, bu
şahıslara da bazı tavsiyelerde bulunmuş ve bazı vasiyetlerini de tamamladıktan
sonra 23/644 yılında vefat etmiştir.[150]
Hz. Ömer, Hz.
Aişe’nin hücresinde, Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir’in yanına defnedildikten
sonra, şura heyeti, hilafet işini, müslümanların selâmeti için bir an önce
halletmek üzere bir araya gelmişti.[151]
Bu arada, heyetin bir üyesi olan Talha b. Ubeydullah henüz Medine’ye
gelmemişti. Bu şartlar altında, heyet toplandığında, Hz. Ömer’in, ölmeden önce
Ebu Talha el-Ensarî’yi, onları koruması, toplantının güvenliği için etrafı
gözetlemesi ve yanlarına kimseyi sokmaması ile görevlendirmesi hasebiyle Ebu
Talha, bir grup yardımcıyla beraber, bu toplantının sağlıklı bir şekilde icra
edilmesini sağlamaktaydı.[152]
Bu esnada
Mugîre b. Şu'be ve Amr b. el-Âs oraya gelerek toplantı yerinin kapısında
oturmuşlardı. Bunu fark eden Sa'd b. Ebî Vakkas, yanlarına gelerek “biz de şura
ehlinden idik demek için mi geldiniz?” diyerek onları bu mekandan uzaklaştırmak
istemişti.[153] Sa'd, şûrâya dahil
olmadıklarını onlara hatırlatarak oradan ayrılmalarını istemekteydi, çünkü
eğer orada kalırlarsa insanların zihinleri karışabilir, zaten hassas olan ortam
daha da güçleşebilirdi.[154] Böylece, aralarında bazı
konuşma ve tartışmalar olurken, Ebu Talha onlara “burada zaman kaybetmek
yerine bir an evvel işi bir karara bağ- lasanız daha iyi olacak” diyerek
durumun ehemmiyetini bir kez daha ortaya koymuştur. Bu ehemmiyet doğrultusunda,
heyetin, işi hızlandırmak için kendi aralarında başkan seçtiği Abdurrahman b.
Avf, halife adayı konumundan vazgeçtiğini açıklamış, diğer bazı adayların da
bunu yapmaları sonucunda, geriye sadece Hz. Osman ve Hz. Ali halife namzedi
olarak kalmıştı. Abdurrahman b. Avf, halkla da bazı istişarelerde bulunduktan
sonra Hz. Osman ve Hz. Ali ile görüşmüş, onlara bir takım sorular sormuş,
sonuçta da Hz. Osman’ı “halife” seçtiğini ilan etmişti.[155]
Bu kararın ardından Hz. Osman’a toplu beyat gerçekleştikten sonra Mugîre b.
Şu'be, Abdurrahman b. Avfa gelerek “Ey Ebâ Muhammed! Sen, Osman’a beyat etmekle
gerçekten isabet ettin!” demiş, daha sonra da Hz. Osman’a giderek “Eğer
Abdurrahman senden başkasına beyat etseydi bunu asla kabul etmezdik” şeklinde
sözler söylemişti. Abdurrahman b. Avf, bu sözleri hakkında Mugîre’ye “yalan
söyleme; eğer ben başkasına beyat etseydim, sen de o kişiye beyat ederdin ve
aynı sözleri gidip ona da söylerdin!” diye karşılık vermişti.[156]
Valilikten
Azli
Hz. Osman,
24/644 senesinde halife seçildiğinde, Hz. Ömer’in vasiyeti üzerine Mugîre b.
Şu'be’yi Kûfe valiliğinden azledip yerine Sa'd b. Ebî Vakkas’ı tayin etmiş[157] [158]
ve “ben, Mugîre’yi herhangi bir kötülük veya hıyanetinden dolayı değil,
benden önceki halifenin vasiyeti üzerine azlediyorum” demişti. Bu hususta, yine
Hz. Ömer’in vasiyeti ile, onun bütün valilerini bir yıl müddetle yerinde
bıraktığına dair bir rivayet daha vardır. Buna göre, Mugîre’nin görevden alınıp
yerine Sa'd’ın getirilişi 25/645 senesine 199 rastlamaktadır.
Hz. Osman’ın
hilafeti döneminde, Mugîre b. Şu'be’nin Azerbaycan ve Ermeniye valiliği yaptığı
da gelen rivayetler arasındadır.[159]
Bundan sonra,
idarecilikten uzak, sivil bir hayat idame ettiren Mugîre, Hz. Osman’ın evinin
isyancılar tarafından kuşatılması sürecinde ise sessizliğini bozmuştur.
Hz.
Osman’ın Katli Sürecindeki Tutumu
Hz. Osman,
gerek kendi soyu Ümeyyeoğulları’nı devletin önemli mevkilerine getirmek, devlet
imkânlarını onlara tahsis etmek, muhaliflerin şehir dışına çıkarılması gibi
bazı şahsî uygulamaları ve gerekse onun bu uygulamaları sonucunda idarî makamlara
getirdiği valilerin birtakım keyfî icraatları gibi idarecilerden kaynaklanan
sorunlar halkı büyük ölçüde rahatsız etmişti. Bu rahatsızlıktan kaynaklanan
eleştiriler, giderek çoğalmış ve zamanla isyan boyutu kazanmıştı. Hz. Osman’ı
halifelikten uzaklaştırmak niyeti ile önce Mısırlılar sonra da Kûfe ve
Basralılar Medine’ye gelmiş ve bu hareket, Hz. Osman’ın evinin muhasara altına
alınması, fiziksel ve ruhsal baskı altında bırakılması, nihayetinde de
katledilmesi gibi son derece üzüntü verici bir olay ile sonuçlanmıştı.[160]
Mugîre b.
Şu'be, Hz. Osman’ın evinin muhasara edildiği sırada bir yandan Hz. Osman’a,
“şakîlere karşı savaşmasını yahut gizlice şehri terk ederek Mekke ya da Şam’a
gitmesini” önerirken[161], diğer yandan Hz. Ali’ye “Sen
Medine’de iken Osman’a bir şey olursa, millet seni kınar, bu işin hesabı senden
sorulur; bu yüzden şehirden uzaklaşmak senin için en uygunu olur” şeklinde
tavsiyelerde bulunmaktaydı.[162] Fakat onun bu tavsiyeleri,
her iki isim tarafından da kabul görmemişti.
Bu gelişmeler
süresince, Hz. Ali,durumun kötüye gittiğine dair halifeyi çeşitli zamanlarda
uyarmış, ancak bu uyarı ve tavsiyelerinin dikkate alınmadığını görünce de,
hadiselerden uzak durmayı tercih etmişti. Buna rağmen, isyan hareketinin
içinden çıkılmaz bir hal alacağı endişesiyle isyancılarla konuşmuş ve onları
şehirlerine geri dönmeye ikna etmişti.[163]
Dönüş yolunda kendilerinin kandırıldığı ve hareketin liderlerinden olan
Muhammed b. Ebî Bekr’in katledileceği zannıyla geri dönen isyancılar, halifenin
evini abluka altına almışlardı.[164]
İş bu noktaya
gelmeden önce, aralarında Hz. Ali’nin de bulunduğu bazı sahabiler, halifeyi,
bazı uygulamalarının hatalı olduğu hususunda uyarmışlardı.[165]
Kendisi de, şehirlere müfettişler göndererek valilerini denetlemek istemiş;
ancak bu yöntem fayda vermeyince, onları Medine’ye toplantıya çağırmıştı. Bu
toplantıda, dönemin Şam valisi Muaviye b. Ebî Süfyan, halifeye, onu Şam’a
götürerek korumayı teklif etmişse de Hz. Osman: “Allah bana yeter; O, ne güzel
vekildir” diyerek teklifi reddetmişti.[166]
Nitekim, devlet başkanının, bir valinin himayesine girmesi mümkün
değildi. Bu durumda, halifelik makamının merkez, halifenin de otorite olma
özelliği kalmayacak, her ikisi de etkinliğini kaybedecekti.[167]
Halifeyi Şam’a
götürmeye ikna edemeyen Muaviye, Hz. Ali, Talha ve Zübeyr’in de aralarında
olduğu Muhacirunun yanına giderek, Hz. Osman’a bir şey olması durumunda
hesabını kendilerinden soracağını kesin bir dille ifade etmişti.[168]
Acaba Muaviye
bu tavırlarıyla sadece halifenin can güvenliğini mi düşünüyordu? Yoksa, yaşı
iyice ilerlemiş olan Hz. Osman’ı kendi himayesi altına alarak, onun halefi
olmak mı istiyordu? Muhtemelen Şam’da nüfuz edinen, konumunu iyice sağlamlaştıran
Muaviye, halifenin sağlığından çok, kendisinin ve Ümeyyeoğuları’nın mevkiinin
güvencede olmasını hedeflemekte idi. Onun bu söz ve davranışları, daha o zamandan
kendisini halifenin hamisi ilan ettiğini gösterirken, aynı zamanda Şam’ın,
hilafetin merkezi olan Medine’ye karşı kendi ağırlığını hissettirmeye
başladığına da işaret eder. Görünen o ki, başta Muaviye olmak üzere
Ümeyyeoğulları, doğabilecek bir idarî boşluğu doldurmaya hazır hale
gelmişlerdi.[169]
Hz. Osman’ın
hilafeti’nin “karışıklık dönemi” olarak adlandırılan bu süreçte, bahsedildiği
gibi bazı önlem girişimlerinde bulunulduysa da, eyaletlerde meydana gelen
karışıklıklar artarak devam etmiş, isyancılar birbiriyle mektuplaşarak
hazırlıklara girişmişlerdi. Sonuçta da Medine’ye gelen bu topluluğa karşı Hz.
Osman, Hz. Ali’den yardım istemiş, onları şehirden uzaklaştırması için her
türlü yetkiyi de kendisine verdiğini söylemişti. Bunun üzerine Hz. Ali, “Ben
sana defalarca gelip pek çok şey söyledim, tavsiyelerde bulundum; fakat ben
yanından ayrıldıktan sonra sen yine bildiğini okudun. Bugün meydana gelen şu
olaylar İbn Âmir’in, Muaviye’nin ve Abdullah b. Sa'd’ın yaptıklarının
meyvesidir. Sen onlara uydun da bana uymadın” diyerek sitemini dile getir mişti.
Hz. Osman’ın
şehit edilmesi, İslâm tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul
edilir. Her şeyden önce, Hz. Peygamber’in yerine müslümanları idare etmekle
görevli olan bir halife, toplu isyan neticesinde, hem de müslümanlar tarafından
öldürülmüştü. Bu olayın ardından, İslâm toplumunda uzun sürecek olan sancılı
bir dönem başlamıştı. Hz. Osman’dan sonra Hz. Ali dördüncü halife olarak
seçilmiş, ancak onun halifeliği Ümeyyeoğulları tarafından kabul görmemişti.
Onlar, başta Muaviye olmak üzere, Hz. Ali’ye beyattan kaçınmış ve Hz. Osman’ın
kanı üzerinden ona karşı iktidar mücadelesi başlatmışlardı.
Hz.
Ali’ye Beyat Etmemesi
Hz. Osman’ın
muhasarası esnasında, şehirde cereyan edebilecek hadiselere karışmak istemeyen
önde gelen bazı müslümanlar, Medine dışına çıkarak beklemede kalmayı tercih
etmişlerdi. Bu hususta Mugîre b. Şu'be’nin de aralarında bulunduğu bazı
kişiler, Hz. Ali’ye Medine’deyken halifeye olabilecek kötü şeylerin faturasının
kendisine kesileceğinden dolayı şehirden çıkmasına dair teklif yönetilmiş,
ancak o kabul etmemişti.
Böyle bir
ihtimale rağmen Hz. Ali Medine’de kaldı. Belki de o, eskiden beri içinde bir
arzu olmakla birlikte elde edemediği, ancak son birkaç yıldan beri cereyan eden
hadiselerin sonucu olarak ortaya çıkan hilafet şansını bu defa denemek arzusun-
daydı.[170] Nitekim Mugîre b. Şu'be, Hz.
Ömer vefat ettiğinde bu maktul halife hakkında onun ağzından bir şeyler duymak
üzere Hz. Ali’nin yanına gittiğini ve aralarında geçen konuşmadan edindiği
izlenim ile onun, hilafetin kendisine devredileceğinden emin bir halde olduğunu
dile getirmiştir.[171] Nihayetinde, bu gerçekleşmiş,
Hz. Osman’ın katlinden sonraki birkaç gün içinde, 35/655 senesi, Zilhicce
ayının 25. günü, Medine’de bulunan Ensar ve Muhacırun ile muhasaracılar Hz. Alı
ye beyat etmişlerdi.
Şüphesiz böyle
zor şartlarda idareyi ele almak Hz. Ali için bir şanssızlık idi. O daha
halifeliğinin ilk günlerinde iki önemli problemle karşı karşıya kalmıştır.
Bunlardan birincisi, kendisine beyat etmeyenler veya beyata yanaşmayanlar;
ikincisi ise sabık halifenin görev verdiği valilerin azli meselesidir.[172] [173]
Hz. Osman’ın
katliyle beraber toplumda meydana gelen yeni biçimlenme, bazı insanların yeni
halifenin yanında yer almasına, bazılarının da ona cephe almasına neden
olmuştur. Zaten Medine’de yeni halifeye beyat edildiği zaman, siyasî rollerinin
bittiğinin farkında olan Emevîler, çareyi Medine’yi terk edip Mekke ve Şam’a
kaçmakta bularak halifeye beyat etmemişlerdi.[174]
Mervan b. Hakem, Said b. el-Âs, Velid b. Ukbe gibi bazı Ümeyyeoğulları, çeşitli
gerekçelerle yeni halifeye beyattan kaçınmışlardır. Nitekim bu üçlü daha sonra
Mekke’ye giderek Hz. Osman’ın kanını talep edenlere katılmakta gecikmemişlerdi.[175]
Bu esnada yeni
halifeye beyat etmeyip Şam’a gidenler arasında, Hassan b. Sâbit, Abdullah b.
Selâm, Suheyb b. Sinan, Üsâme b. Zeyd, Kudâme b. Mahzun ve Mugîre b. Şu'be gibi
isimler de vardı.[176] [177]
Bunun dışında, Ensar ve Muhacirundan da Hz. Ali’ye beyat etmeyenler vardı.
Baştan beri Hz. Osman’ın yanında yer alan Ensardan bazı isimlerin yanı sıra,
Muhacirundan da önde gelen bazı müslümanlar yeni halifeye beyat 221 etmemişlerdi.22
Hz. Ali’nin
yüz yüze kaldığı ikinci önemli problem valiler meselesidir. Hz. Ali, Medine’de
beyat işi gerçekleştikten sonra, ilk iş olarak, devletin içinde bulunduğu karışıklık
ve huzursuzluğun baş müsebbibi olarak gördüğü, Hz. Osman’ın valilerini görevden
alma hususunda kararlı bir tavır takınmış, dolayısıyla vilayetlere yeni valiler
tayin etmeye başlamıştı.[178] Ancak Mugîre b. Şu'be’nin de
dahil olduğu bazı kişiler ona, bu karmaşa ortamında ve böyle hassas bir konuda
acele etmemesini, teenni ile davranarak ortalığın durulmasını beklemesini
tavsiye etti.[179] Hz. Ali’ye pek yakın bir kişi
olmamakla beraber, son olaylarda kendi yerini belirleme noktasında mütereddid
kalan Mugîre b. Şu'be’nin halifeye gelerek bu gerçeğe dikkat çekmesi, bunun
güzel bir örneğidir.[180]
Mugîre’nin Hz.
Ali ile bu hususta yaptığı konuşma, kaynaklarda farklı versiyonlara sahip
olmasına karşın temelde şu şekilde aktarılmaktadır:
Hz. Ali’ye
beyat olunduktan sonra Mugîre b. Şu'be, yeni halifenin yanına gelerek ona
“Madem ki beyatın bizim boynumuza düştü, sana nasihat etmek de bize vacip oldu.
Bilesin ki, bu valilerin akraba ve nüfuzları çoktur. Eğer onları hemen
azledersen, halk da sana karşı çıkar. Valileri bir yıl kadar azletme, bırak;
sana beyat edinceye dek yerlerinde kalsınlar, bundan sonra duruma göre
dilediğini azleder dilediğini bırakırsın” şeklinde tavsiyede bulunmuştu. Buna
karşılık Hz. Ali ise “Ben, Osman’a her zaman, valilerinin zulümlerini bildiğim
için, onları azlet derdim; şimdi ben de onları görevlerinde bırakarak aynı
hatayı nasıl yaparım? İlk işim onları azletmek olacaktır” diye karşılık
vermişti. Bu cevap üzerine Hz. Ali’nin yanından ayrılan Mugîre, ertesi gün yine
halifeye gelmiş ve ona “Yâ Emîre’l-Mü’minîn! Senin dünkü sözlerini doğru
buldum; o insanları azlet. Zira müslümanlar, şayet bu âmiller olmasaydı, halk
rahat eder ve Hz. Osman’dan da şikâyetçi olmazdı diyorlar” tarzında görüş beyan
etmişti. Bu görüşmenin akabinde Mugîre dışarı çıkarken, Mekke’den gelen
Abdullah b. Abbas içeri girmiş, Hz. Ali’ye beyat etmiş ve ona, Mugîre b.
Şu'be’nin orada ne aradığını sormuştu. Hz. Ali ona, dün ve bugün Mugîre ile
aralarında geçen konuşmaları anlatınca, Abdullah b. Abbas, “Dün sana nasihat
etmiş, bugün ise kandırıp hıyanet etmiş” demişti. Daha sonra dışarıda Mugîre’ye
rastlayan Abdullah b. Abbas, ona niçin bu şekilde davrandığını sorunca Mugîre “Dün Ali’ye nasihat ettim,
istemedi; bugün ise hıyanet ettim, onu kabul etti” açıklamasını yapmıştı.[181]
Bu tavsiye
büyük bir siyasî zekâ örneğiydi. Öyle ki, Hz. Ali onları görevde bıraksa ve
beyatlarını alsa, yeni yönetimi kabul etmiş olacaklarından halkı isyana davet
edemeyecekler; etseler de muvaffak olmak için zemin oluşturamayacaklardı.
Böylece Hz. Ali, o valileri yerinde bırakarak hısımlarını zekice bertaraf etmiş
olacaktı. İşte bu, halk psikolojisini, sosyal yapıyı ve toplumun ruhunu iyi
tanımak ve özümseyebilmek anlamına geliyordu.[182]
Aslında, İbn
Abbas da Mugîre’nin ilk görüşünü doğru bulup ona katılmaktaydı. Nitekim, Hz.
Ali’ye “Muaviye ve adamları dünya ehlidirler. İşlerinin başında kaldıktan
sonra, başka bir şeye ehemmiyet vermezler; aksi halde kıyameti koparırlar”
demişti.[183]
Nitekim Hz. Osman
öldürüldüğünde, Mugîre Hz. Ali’ye gelerek ona “Evinde otur ve insanları kendine
beyata çağırma; şüphesiz sen, Mekke’de küçücük bir delikte olsan bile insanlar
senden başkasına beyat etmezlerdi. Ayrıca, Muaviye’yi de şimdilik yerinde
bırak. Beni dinlemezsen senden uzaklaşırım” demişti. Hz. Ali bunları yapmayınca
Mugîre, dediği gibi ondan uzaklaşmıştı.[184]
Bazı
rivayetlerde ise, Mugîre’nin Hz. Ali’yle aralarında geçen diyalog şu şekilde
aktarılmaktadır:
Mugîre yeni
halifeye, “Eğer işlerinin yolunda gitmesini istersen, Talha b. Ubeydullah’ı
Kûfe’ye, Zübeyr b. Avvam’ı Basra’ya âmil yap[185];
Muaviye hususunda ise teenni ile davranarak beyatını iletmesini bekle ve
iktidarın kuvvetlenince de istediğini yap” diyerek tavsiyede bulunmuş; Hz. Ali
ise “Talha ve Zübeyr hakkında düşündüğümü yaparım, ancak Muaviye’yi asla
görevinde bırakmam” şeklinde cevap vermişti. Bu sözlerin üzerine öfkelenen
Mugîre b. Şu'be, Hz. Ali’nin yanından ayrılsa da ertesi gün tekrar gelerek, bir
önceki gün söylediklerinde yanıldığını ve halifenin haklı olduğunu söyleyerek
aksi görüş beyan etmişti.[186]
Böylece Hz.
Osman’ın, kendisini Kûfe valiliğinden azletmesinden sonra adeta inzivaya
çekilen Mugîre b. Şu'be, görüşleri yeni halife nezdinde de itibar görmeyince
politik alanda sadece olayları dışarıdan gözlemlemeyi tercih etmişti.[187]
b)
Cemel Vakasındaki Tavrı
Yeni halife
olarak göreve başladığından beri Hz. Ali’ye karşı girişilen muhalefet hareketi,
Mekke’de yeni bir boyut kazanmaya başlamış ve zamanla müslümanların bir-
birleriyle savaşmasına kadar varan ciddi boyutlara ulaşmıştı. O, henüz valiler
meselesini çözümleyememişti. Devletin içinde olduğu bunalım süreci artarak
devam etmekte iken, bir de Mekke’den üzerine gelmeye hazırlanan insanlarla
mücadele etmek zorunda kalacaktı.
Mekke’de
toplanan ancak farklı vilayetlerden gelen değişik amaçlı insanların oluşturduğu
Cemel topluluğu, Hz. Osman’ın kanını talep edenler, Hz. Ali’ye beyat etmekten
kaçınanlar ve ona muhalif olanlardan meydana gelen heterojen bir topluluk idi.
Daha ilginci, Hz. Osman’ın öldürülmesinden önceki siyasî pozisyon yer
değiştirmiş; halifenin kapısında hak arayanlar, onu öldürmekle şimdi haksız
duruma düşmüşlerdi.[188]
Bu topluluğun
içerisinde, Mekke’ye giderek hac vazifesini yerine getirdikten sonra orada
kalan Ayşe’yi ikna ederek Hz. Osman’ın kanını talep etmek niyetiyle hazırlıklara
girişen Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam gibi ashabın önde gelenlerinin
yanı sıra, Hz. Osman’ın kanı meselesini dillerine dolayan ve bu grubu kendi
amaçları için fırsat olarak gören Ümeyyeoğullarından bazı önemli kimseler de
vardı.[189]
“Ümeyyeoğullarının,
Hz. Osman’ın muhasarası ve katli esnasında takınmış oldukları tavır son derece
önemlidir. Gerek daha önce, gerekse muhasara sırasında onlardan hiçbir olumlu
hareket görülmediği gibi, aksine halife ile isyancıları tamamen karşı karşıya
getirip bırakmışlardır. Bunun sebebi, Ümeyyeoğullarının, halifenin artık sonunun
geldiğine inanmaları ve bu durumda ellerinde bulunan idareyi bırakmamak için
yeni ve daha kuvvetli bir dal aramalarıdır. Onlara göre, Hz. Osman’ın kanını
dava etmek en çıkarlı yoldur; çünkü Ümeyyeoğulları, aksi takdirde idarenin
ellerinden çıkacağının bilincindedirler”.[190]
Görünen o ki,
Cemel topluluğu denen grup Hz. Osman’ın katlinden önce birbirlerine karşı iyi
şeyler hissetmeyen kimselerden müteşekkildi. Bu başsız topluluk, dışarıdan bir
birlik gibi görünse de, içte çelişkilerle dolu bir kaynar kazan mahiyetindeydi.[191] Aslında hepsi bir
şeylerin peşinde, fakat görünürde herkes Hz. Osman’ın kanını talep etmekte idi.
Bu amaçla, aralarında istişare ettikten sonra, kendileri için en uygun karargâh
olduğuna karar verdikleri Basra’ya doğru yola çıkmıştı.[192]
Hz. Ali’ye
beyat etmeyenlerden olan Mugîre b. Şu'be de, bir grup Sakîfli ile birlikte
Cemel savaşına katılmak üzere hareket etmişti. Ancak, Zat-ı Irk denen mevkiye
geldiklerinde, Hz. Ali karşıtlarının kendi aralarında tartışmaya girdiklerine
şahit olmuştu. Burada, Said b. el-Âs, Mervan b. Hakem ve adamlarıyla
karşılaşmış, bunun üzerine Mervan’a “Siz, intikam almadan, şu arkanızda
develere binmiş olanları halletmeden nereye gidiyorsunuz?” demiştir. O, bu
sözleriyle Hz. Ayşe, Talha ve Zübeyr’i öldürdükten sonra evlerine dönmelerini
kastetmekte idi. Mervan ise Said’e, “Bir gidelim de, belki Hz. Osman’ın
katillerini toptan öldürürüz” cevabını vermiştir. Bu konuşmanın ardından Said
b. el-Âs, Talha ve Zübeyr’in yanına giderek onlarla da görüşmüş, bu kişilerden
Cemel’den galibiyetle ayrıldıkları takdirde halifeliği kime tevdi edecekleri
sorusuna karşın, yeni halifeyi müslümanların seçeceği yanıtını alınca onlara
“Siz, Osman’ın kanını almaya çıkmışsanız, hilafet işini onun evlatlarından
birine devretmeniz gerekir” diyerek tepkide bulunmuştu. Talha ve Zübeyr ise
“Muhacirunun önde gelenlerini bırakalım da, böyle önemli bir işi iki yetime mi
verelim?” diye karşılık verince, Saîd “Talha, benim, hilafet görevinin
Abdimenafoğullarının elinden çıkmasından başka bir gayretimin olmadığını
zannetti” diyerek bu işten vazgeçmiş, dolayısıyla savaşın ardından muratlarına
emmeyeceklerini anlayınca geri dönme kararı almıştı. Bu görüşmelerden sonra
Mugîre b.Şu'be, Said b. el-Âs’ın sözlerinde haklı olduğunu, doğru olanı söylediğini
belirtmiş ve diğer Sakîflileri de yanına alarak geri dönmüştü. Hz. Osman’ın
oğulları Eban ve Velid de, Zat-ı Irk’tan geri dönen bu kimseler arasında idi.[193]
Anlaşıldığı
üzere Mugîre b. Şu'be de, hilafet işinin Hz. Osman’ın evlatlarının hakkı
olduğu, dolayısıyla Hz. Osman’ın kanı meselesi halledildikten sonra, hilâfetin
onun evlatlarından birine teslim edilmesi inancı ile yola çıkmıştı.
Tüm bu
gelişmelerin ardından, 36/656 senesinde cereyan eden ve pek çok müslümanın
ölümüne sahne olan Cemel savaşı, Hz. Ali’nin üstünlüğüyle sonuçlanmış; bunun
akabinde yeni halife Basra’ya giderek şehir halkından beyat almıştı.[194] Böylece Şam’ın dışında,
Basra, Kûfe, Mısır ve Hicaz ahalisi Hz. Ali’ye beyat etmiştir. Basra ve Kûfe
gibi şehirlerde bulunan Hz. Osman taraftarları ise çareyi, Şam valisi
Muaviye’nin idaresi altında bulunan Cezire’ye kaçmışlardı.[195]
Müteakip zamanlarda, Cemel
savaşına dair Hz. Aişe ile Mugîre b. Şu'be arasında gerçekleşen bir konuşma
esnasında, Hz. Ayşe Mugîre’ye şunları söylemişti: “Keşke beni Cemel’de
görebilseydin; okların hemen yanımdan hatta vücüduma değercesine yakınımdan
nasıl geçtiğini bilseydin! Ne dehşetli gündü!”. Bunun üzerine Mugîre: “Keşke o
okların bazıları sana isabet etseydi; belki onlar, Osman’a karşı bir zamanlar
verdiğin mücadele hususunda sana kefaret olurdu” şeklinde mukabelede
bulunmuştu. Hz. Aişe ise bu konudaki hassasiyetini açıklayan şu sözleri sarf
etmişti. “Ben asla onun öldürülmesini arzu etmedim, ummadım; şayet onun
öldürülmesini isteseydim, bu benim başıma gelirdi. Zira, ben onunla
savaşılmasını istedim, benimle savaşıldı; ona karşı çıkılmasını istedim, bana
karşı çıkıldı”.[196]
Bu tarihten
sonra Mugîre b. Şu'be, durumun netleşmesini beklemek üzere bir kenara çekilmiş,
Sıffin savaşına katılmasa da Tahkim Hadisesinde yeniden ortaya çıkmıştır.
Tahkim
Hadisesine Müdahil Oluşu
Şam valisi
Muaviye, hilafetinin başlangıcından beri Hz. Ali’ye karşı giriştiği iktidar
amaçlı muhalefetinin dozunu gün geçtikçe arttırmakta idi. Hz. Osman’ın uğradığı
zulüm, katledilişi, kanlı gömleği gibi meseleler Muaviye tarafından gündemde
tutuldukça, Şam halkı tahrik olmaya devam etmiş, hatta Hz. Osman’ın katili
olarak Hz. Ali’yi öldüreceklerine dair yemin etmişlerdi.[197]
Muaviye,
Şamlıların bu coşkulu hallerini, aylarca minberde teşhir ettiği kanlı gömlek
ile kamçılarken, bu gömlek adeta bir ağlama duvarı haline gelmişti.[198] Hz. Osman’ın kanlı gömleğinin
yanı sıra, eşi Naile’nin, muhasara esnasında kopan parmakları da Şam mescidinde
teşhir edilerek halk galeyana getirilmekte idi.[199]
Şairler ve hatipler de bu süreçte devreye girerek, etkileyici şiir ve
hitaplarıyla halkı, Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmaları hususunda
bilemekteydi.[200]
Şam’ın bu
tahrik olmuş halinden cesaret alan ve halifeyi tanımama hususunda ısrar eden
Muaviye, aynı zamanda kendine bağlı iyi bir ordu ve tabana sahipti. Bu nedenle
Hz. Ali’nin, beyat almak için kendisine gönderdiği elçilere müspet cevap
vermemiş ve onu tanımamazlığını sürdürmüştü. Bununla birlikte o, Cemel’den
sonra, halifenin güçlerini karşısında bulacağını da biliyordu.[201] İçinde bulunduğu ortamın
farkında olan Muaviye, bu noktadan sonra yeni halifenin güçleriyle karşı karşıya
kalacağını öngördüğünden, önceden alınması gereken bir tedbir olarak,
kendisine destek aramak amacıyla, ashabın önde gelen bazı şahsiyetlerine
mektuplar göndermeye başlamış ve böylece davasını haklı bir zemine oturtmaya
çalışmıştı.[202]
Hz. Ali’nin
Muaviye’ye gönderdiği elçilerin davetleri, Muaviye’nin, elçisi vasıtasıyla Hz.
Ali’ye yaptığı açıklamalar ve arada geçen tüm müzakere ya da anlaşma teşebbüsleri
bir fayda vermemiş; nihayetinde her iki taraf da ordusunu toplayarak savaş
hazırlıklarına başlamıştı.[203]
36/656
senesinin sonunda başlayıp 37/657 yılında da devam eden bu savaş[204] için iki taraf da
hazırlıklarını tamamlayıp Sıffin mevkiine hareket etmişti.[205]
Burada süre gelen bazı diyaloglar, sözlü atışmalar ve çarpışmaların yanı sıra,
arada elçiler gidip gelmekte; Hz. Ali Muaviye’yi beyata davet etmeye devam
ederken, Muaviye buna yanaşmamakta ve Hz. Osman’ın katilleri kendilerine teslim
edilmedikçe beyat etmeyeceklerini dile getirmekte idi.[206]
Tüm bu
gelişmelerin ardından cereyan eden savaşta, hilafet ordusu karşısında zor
durumda kalan Muaviye’yi, Amr b. el-Âs’ın aklına gelen fikir, son anda
yenilginin eşiğinden döndürmüştü.[207]
O, Amr’ın teklifi üzere askerlerine emir vererek onlardan Kur’ân sayfalarını
mızraklarının ucuna takmalarını ve bu şekilde karşı tarafı Allah’ın kitabının
hakemliğine davet etmelerini istemişti.[208]
Bu çağrı, Hz.
Ali’nin ordusunda ihtilâfa ve akabinde parçalanmalara yol açmış; bir kısım
asker, davalarında haklı oldukları için savaşmaya devam etmeleri ve zafere
ulaşmaları hususunda ısrar ederken, diğer bir kısım, Allah’ın kitabına uymaları
ve onun hakemliğine icabet etmeleri gerektiğini söyleyerek, Hz. Ali’ye savaşı
bırakma hususunda baskı yapmakta hatta yapılan bu davete icabet etmedikleri
takdirde, Hz. Ali’yi de Hz. Osman’a yaptıkları gibi öldüreceklerini
haykırmaktaydı. Böyle bir orduyla artık daha ileri gidemeyeceğini anlayan Hz.
Ali, bu tazyik altında teklifi kabul etmiş,[209]
bir nevi mağlup konumuna düşmüş ve hemen orada son noktayı koyabileceği bir
problem ile hayatının sonuna kadar uğraşmak durumunda kalmıştı.
Savaşın bu
şekilde usta bir girişimle durdurulmasının ardından, Muaviye’nin önerisi
doğrultusunda, her iki taraf da aralarında bir hakem seçmiş ve bu hakemlerin verecek
oldukları karara razı olacaklarına dair söz vermişlerdi.[210]
Bu şartlar altında, Muaviye tarafında Amr b. el-Âs; Hz. Ali tarafında ise Ebu
Musa el-Eş'arî hakem olarak belirlenmiş; bundan sonra taraflar, bir süre sonra
Ezruh adlı yerde bir araya gelmek üzere oradan ayrılmışlardı.[211]
Hakemler
Sıffin’de kararlaştırdıkları gibi, Ramazan ayında Ezruh’ta bir araya geldiler.
Her iki tarafın da asker sevk ettiği bu toplantıya, Mugîre b. Şu'be, Abdullah
b. Ömer, Abdurrahman b. Ebî Bekr, Abdullah b. Zübeyr, Abdurrahman b. el-Hâris
b. Hişam, Abdurrahman b. Yagûs ez-Zührî, Ebu Cehm b. Huzeyfe el-Adevî gibi
isimler de gözlemci olarak katılmıştı.[212]
Bu esnada
Mugîre b. Şu'be, Kureyş’ten bazı kimselere bu iki hakemin ortak bir fikre varıp
varamayacakları, aralarında anlaşıp anlaşamayacakları hususunda bir kanaat
edinmek için onları sınayacağını söylemişti. Bu maksatla önce Amr’ın yanına
giderek ona, kendisinin de aralarında olduğu savaşa katılmayan zümre hakkında
ne düşündüğünü, zira kendilerinin, Sıffin savaşı ve hakem olayı hakkında şüphe
ve şaşkınlık içinde olduklarını ifade edince Amr’dan “Sizi iyiliklerin
arkasında, kötülüklerin önünde görüyorum” cevabını almıştı. Daha sonra Ebu
Musa’ya giderek aynı soruları sorunca, “Kendimizi insanların içinde en sağlam
ve haklı görüşe sahip olarak görüyorum” yanıtıyla karşılaşmıştı. Bunun üzerine
Mugîre, arkadaşlarının yanına dönerek onlara, bu iki adamın kesinlikle bir
görüş etrafında birleşemeyecekleri noktasındaki kanaatini vurgulamıştı.[213] Nitekim hakem olayının
neticesine bakıldığında, onu bu tahlilinin isabetliliği ortaya çıkmaktadır.
Ebu Musa ve
Amr aralarında, Hz. Ali ile Muaviye’yi azledip hilafet işini müslümanların
seçimine bırakacakları hususunda uzlaşmaya varmalarına rağmen, sıra, aldıkları
bu kararı açıklamaya geldiğinde Amr verdiği sözün aksine hareket etmişti.[214] Böylece bu işten
beklenen fayda gerçekleşmemiş, bilakis müslümanların siyasî problemleri
artarak devam etmiştir. Buraya kadar, isyan ve halifeyi tanımama şeklinde kendini
gösteren Muaviye’nin tavrı, artık farklı bir boyut kazanacak ve o, attığı her
adımla, iktidarı elde etme hedefinde olacaktır.[215]
D- MUAVİYE
DÖNEMİ
Sıffin savaşı
ile birlikte kendini gösteren parçalanmalar sonucunda cereyan eden Haricî
hareketi, müslümanların içine düştüğü bölünmelerin tek sorumluları olarak gördükleri
Amr, Muaviye ve Hz. Ali’yi öldürmeye karar vermişti. Bu karar doğrultusunda
harekete geçen üç kişilik haricî gruptan sadece biri amacını
gerçekleştirebilmiş; Amr ve Muaviye bu suikastten kurtulurken Hz. Ali, İbn
Mülcem’in zehirli kılıcıyla hayatını kaybetmişti. Hz. Ali vefat etmeden önce
müslümanlar yanına gelerek ona, kendisinden sonra oğlu Hasan’a beyat
edeceklerini söylemişler, Hz. Ali ise cevaben onlara bu hususta bir şey
emredemeyeceğini, kendilerinin daha iyi bileceklerini ifade etmişti. Bundan
sonra Hz. Ali, son derede güç şartlar altında geçirdiği yaklaşık dört sene
dokuz aylık hilafetinin ardından 40/660 senesinde vefat etmiş ve Tahkim
olayının ardından hilafet merkezi yaptığı Kûfe’de defnolunmuştur.[216]
Hz. Ali vefat
ettikten sonra oğlu Hasan’a beyat eden müslümanlar, onu halife ilan etmişlerdi.[217] Ancak Hz. Hasan, içinden
geçmekte oldukları karmaşık durumu enine boyuna düşünüp hem Muaviye hem de
kendi taraftarlarını sınama süzgecinden geçirdikten sonra, sonuna kadar
güvenemeyeceği bir orduya sahip olduğu gerçeğinin farkında idi. Tabiatı gereği
fitne ve savaştan uzak kalmayı tercih eden Hz. Hasan, belki de hepsinden
önemlisi, daha fazla müslüman kanı akmaması niyetiyle, Muaviye lehine halifelikten
feragat etme kararı almıştı. Her iki taraf için de makul şartlar altında
anlaşma yapmak isteğiyle Muaviye’ye mektup gönderen Hz. Hasan, sonuç olarak
41/661 yılında, Muaviye’ye beyat ettiğini açıklamış ve Kufe’yi ona teslim
etmişti.[218]
Genel anlamda
bakıldığında, Mugîre b. Şu'be’nin mensubu olduğu Sakîf kabilesi, Hz. Osman’ın
katlinin ardından boy gösteren fitne hareketlerinde tarafsız kalmayı seçmiş;
Hz. Ali ile Muaviye arasındaki mücadelede de bu tarafsızlıklarını muhafaza
etmişlerdi. Sakîflilerin bir kısmı hariç, Muaviye’den yana tavır sergilemeleri,
Tahkim Hadisesinden sonra olmuştu. Sakîflilerden Muhâcir olanların sayısı az
olduğu gibi, Ensârla olan ilişkileri de Emevîlerle olduğundan çok daha
güçsüzdü. Onların fitne hareketlerinde tarafsız kalışları, kendilerini gerek
Haricîlere gerekse idare karşıtı hareketlere katılmaktan korumuştur ki, bu
durum Muaviye’nin, idarecilerini Sakîflilerden seçmesinde önemli bir etken
olmuştur. [219]
Müslümanların
aralarında cereyan eden çekişmeler süresince çekinser bir görünüm arz eden
Mugîre, Hz. Ali’nin katledilmesinin ardından tavrını Muaviye’den yana koymuştu.
Zamanla daha da netleşen bu tavır, Mugîre b. Şu'be’nin, Muaviye tarafından Hz.
Hasan’a hilafetten vazgeçmesi için gönderilen heyete dahil olmasıyla kendini
belli etmişti.
Muaviye,
musalahaya varacakları zaman Hz. Hasan’a Mugîre b. Şu'be, Abdullah b. Âmir b.
Keriz, Abdurrahman b. Ümmü’l-Hakem’i göndermişti. Bu grup, yapılan görüşmelerin
ardından Hz. Hasan’ın yanından ayrılarak halka, Allah’ın böylece Rasûlü’nün
oğluyla kanı topladığı ve fitneyi onunla yatıştırdığı şeklinde bir duyuruda
bulunarak Hz. Hasan ile uzlaşmaya vardıklarını ilan etmişti.[220]
Bazı
rivayetlerde Mugîre b. Şu'be’nin, Muaviye’ye beyat edildiği sene, 41/661
yılında Muaviye’den sadır olduğu izlenimini veren bir mektup yazarak Hac
emirliği vazifesini üstlenmiş, Terviye gününde Arafat’a çıkmış ve Arefe gününde
de kurban kesmişti. Onun, yaptığı bu hilenin anlaşılmaması için böyle acele
davrandığı belirtilmektedir. Üstelik Mugîre, Ukbe b. Ebî Süfyan’ın bu görevi
yerine getirmek üzere Muaviye’nin emriyle yola çıktığını haber almış idi.[221]
Muaviye
Tarafından İstimâli
Muaviye
döneminde önemli vazifelere getirilen kişilerin büyük ölçüde Sakîfliler’den
olduğu göze çarpmaktadır. O, iktidarda olduğu süre boyunca, Mugîre b. Şu'be,
Ziyad b. Ebîh gibi aynı zamanda Arapların dâhîleri olarak meşhur olan
Sakîflilerden faydalanmıştır.[222] Hatta bu kabilenin,
Muaviye’nin saltanatını sürdürmesinde kilit rol oynadığı söylenebilir. Onlara
tanınan bu önceliğin sebebi, Ümeyyeoğullarıyla aralarında bulunan ve kökleri
geçmişe dayanan ilişkiler yumağı idi. Bu ilişkiler, dinî, ticarî gibi önemli
noktalarda birleşmenin yanı sıra akrabalıkla da pekiştirilmişti. Nitekim
Muaviye ve ailesi bu kabile ile güçlü akrabalık bağlarına sahipti. Daha önce
bahsedildiği üzere Ebu Süfyan, kızları ve kız kardeşleri Sakîflilerle evli olduğundan
ona “Sakîflilerin dayısı” denmekteydi. Tüm bunların ötesinde görünen o ki,
Muaviye, zekâlarıyla öne çıkmış olmalarının yanında, idare işinde de tecrübeli
olan bu kabileden yararlanmayı iyi bilmişti.[223]
Muaviye b. Ebî
Süfyan, siyasî zekâya sahip bir insan olup, akıllı ve ihtiyatlı davranırdı.
Kendine muhalefet edebilecek zeki adamları ustaca saflarına çeker; iktidarını
ihtilaflardan korumaya çalışırdı. Meşhur Arap dehâlarından olan Mugîre b.
Şu'be’yi Kûfe valiliğine getirmesi de, onun bu politikasının bariz bir
örneğidir.[224]
Kûfe
Valiliği
Muaviye b. Ebî
Süfyan, Hz. Hasan’la anlaşıp iktidarı ele geçirince, artık kendi hakimiyetine
girmiş olan Irak bölgesine yeni valiler atamıştır. Bunun bir örneği olarak o,
iktidarının daha ilk zamanlarında Mugîre b. Şu'be’yi Kûfe valisi olarak
görevlendirmiştir.[225] Bu hususta gelen rivayetlere
göre Muaviye, önce Abdullah b. Amr b. el-Âs’ı Kûfe’ye tayin etmiş idi; ancak
Mugîre Muaviye’ye gelerek “Abdullah’ı Kûfe’ye, babası Amr’ı da Mısır’a vali
yapmakla, aslanın iki dişleri arasında bir emir mi olmak istiyorsun?” diyerek
onu uyarmıştı. Bunun üzerine Muaviye Abdullah’ın yerine Mugîre’yi vali tayin
etmeye karar vermişti. Bu durumu öğrenen Amr b. el-Âs ise Muaviye’ye gelerek
“Sen, Mugîre’yi Kûfe haracının başına getirdin ama bundan sonra o, malları
istediği gibi evirip çevirecek ve sen ondan hiçbir mal alamayacaksın. Kûfe
haracının başına öyle bir adamı tayin et ki, senden korksun ve çekinsin”
şeklinde telkinde bulunmuştu. Bunu dikkate alan Muaviye, Mugîre’yi Kûfe
haracından azlederek, onu sadece namaz kıldırmakla memur etmişti.[226]
Rivayet edildiğine göre, Muaviye
Mugîre’yi Kûfe valiliğine tayin ettiğinde, ona bazı tavsiyelerde bulunmak
istediğini ve aslında akıllı bir adam olduğu için bunları ona söylemesine dahi
gerek olmadığını belirttikten sonra, valiliği boyunca daima Ali’yi kötülemesini,
onun ve adamlarının açıklarını diline dolayarak onlara beddua etmesini; buna
mukabil Osman’ı rahmetle anarak ona her daim övgüler yağdırmasını telkin etmiştir.
Muaviye sözlerinin bitirince Mugîre ona “Sen bu şekilde beni denedin; bir gün
sen de deneneceksin ve sonunda ya iyilikle ya da kötülükle anılacaksın” diye
karşılık verince, Muaviye, ikisinin de hayırla anılacaklarına inandığını dile
getirmişti.[227]
Mugîre,
Kûfe valiliğini bir yıl kadar gayet iyi yönetmiş; Muaviye’nin tavsiyesini göz
ardı etmeyerek, gerek kendisi gerekse görevlendirdiği hatipler hutbelerinde Hz.
Ali’yi kötülemiş, Hz. Osman’ı ise methetmeyi ihmal etmemişlerdi.[228]
Örneğin, Mugîre’nin Rey valiliğine getirdiği Kesîr b. Şihâb, Rey minberi
üzerinde Hz. Ali’ye sürekli küfreder dururdu ki bu adam, Mugîre’nin vefatından
sonra Kûfe valiliğini üstlenecek olan Ziyad b. Ebîh zamanında da görevine devam
etmişti.[229]
Mugîre, bu
uygulaması nedeniyle halktan tepki almıyor değildi. Bir gün, Mugîre’nin yine
Hz. Ali’yi kötüleyip Hz. Osman’a övgüler yağdırdığını duyan ve Hz. Ali
taraftarlığıyla bilinen Hucr b. Adiyy ona, “Allah size lanet etsin ve sizi
kötülükle ansın” diyerek tepki göstermiş; Mugîre ise bu adama, Sultanın gazabından
sakınmasını, zira bu gazabın onlar gibilerini helak etmiş olduğunu söylemekle
yetinmişti.[230]
Mugîre’nin
vali olduğu sürede, şehrin kadılığını Şureyh adlı bir adamın yürüttüğü rivayet
edilmektedir.[231]
Ziyad
b. Ebîh’i Muaviye Saflarına Çekişi
Muaviye, diğer
valileri gibi Mugîre b. Şu'be’yi de bu göreve getirirken bir takım hedeflere
ulaşma amacında idi. Bunların belki de en önemlisi, devlet otoritesinin güçlendirilmesi
ve buna paralel olarak halkın, kendisi lehine yönlendirilmesi idi. İşte bu
noktada çaba sarf etmekten asla yorulmayan Muaviye, iktidarı için tehlike arz
edebileceği endişesi ile, Ziyad b. Ebîh hakkında tedbir almayı da ihmal
etmemişti.
Ziyad b. Ebîh,
Hz. Ali tarafından Fars bölgesine vali tayin edilmişti. Muaviye, hilafetinin
ilk senesinde, ona bir mektup yazarak elinde bulunan zekât mallarından arta
kalanları kendisine göndermesini istemiş, o ise yanında böyle bir mal varlığı
olmadığını ve hepsinin gerekli yerlere harcandığını beyan ederek, Muaviye’nin
bu husustaki görüşme teklifini reddetmişti. Böylece bu durum, halledilmemiş
bir problem olarak kalmıştı.[232]
Bir süre
sonra, 42/662 senesinde, Muaviye, Mugîre b. Şu'be’yi yanına çağırarak ondan bu
konuda yardım istemişti. Zira Mugîre ile Ziyâd arasında dostluk vardı.[233] Üstelik o, bir
zamanlar vali Mugîre’nin yazıcılığını yapmıştı.[234]
Muaviye,
Mugîre’den, ne olursa olsun, Ziyad’ı kendisine getirmesini isterken, onun
hakkında bazı kaygılarından kurtulamamaktaydı. O, Ziyad’ın, Ehl-i Beyt’ten bazılarını
harekete geçirerek ve hesabını vermediği malları da bu amaç uğruna kullanarak
yeni bir hareket başlatmak suretiyle, iktidarını sarsacağından tedirginlik
duymaktaydı. Bu kaygıdan haberdar olan Mugîre ise ona, endişeye gerek
olmadığını zira Ziyad’a mallarının hesabını sorulmadıkça, onun böyle bir
çabasının olmayacağını, zaten Ehl-i Beyt’in de bu tür bir girişime
yanaşmayacağını söyledikten sonra sözlerini şu şekilde tamamlamıştı: “Yâ
Emîre’l-Müminîn! Bil ki Ziyad emin bir kişidir, tedbir ehlidir. O senin yanına
gelirdi ama, kendisinden, idare ettiği vilayetlerin mallarının hesabını soracağı
fikriyle ihtiyatlı davranmaktadır. Zira o, hesap vermekten acizdir; çünkü
malları Hz. Ali’ye vermiştir; ancak kanıtı yoktur. Oysa sen ondan delil
isteyeceksin. Şayet bu hesap işinden vazgeçersen, onu hemen senin yanına getiririm”.
Bu konuşmadan sonra Muaviye, hesap işinden vazgeçince Mugîre, tıpkı söylediği
gibi Ziyad’ı ona getirerek beyat etmesini sağlamıştı.[235]
Ziyad b.
Ebîh’in Muaviye’ye gelişi hakkında, İbnü’l-Esîr’de daha geniş ve bazı
farklılıklar içeren bir anlatım vardır. Şöyle ki, Ziyad’ın, mallarını
mütevellisi olarak bakması üzere, yeğeni Abdurrahman b. Ebî Bekre’ye emanet
ettiğini öğrenen Muaviye, Mugîre b. Şu'be’den, Abdurrahman’ın yanına giderek bu
mallar hakkında araştırma yapmasını istemişti. Bunun üzerine Basra’ya giden
Mugîre, Ziyad’la olan dostluğuna binaen, Abdurrahman’ın himayesinde böyle bir
mala rastlamadığını söyleyince, Muaviye’den, hırpalamak suretiyle onu
konuşturmasına dair bir emir almıştı. Bu konuda Mugîre mazeret beyan etmek
istemişse de, sonunda, Abdurrahman’ı dövdüğü izlenimini veren bazı darp
hareketlerinde bulunarak durumu idare etmeye çalışmış ve Muaviye’ye, bir kez
daha, Abdurrahman’ın yanında böyle bir mal bulamadığını söyleyerek Ziyad’ın
mallarını da korumuştu.[236]
Mugîre, Şam’a
geri döndüğünde Muaviye ona sitem ederek,
“Kişi sırrını
birine açacak olursa, bu, onun dostu ve sırdaşı olmalıdır.
Eğer sırrını
açıklayacaksan, Ya onu saklayacak olan bir sırdaşına ver ya da bundan vazgeç”
şeklinde bir
hitapta bulunmuştu. Neden böyle bir hitapla karşılaştığını anlamadığını
belirten Mugîre, kendisinin emin bir sırdaş olduğunu ifade etmişti. Bunun
üzerine Muaviye hislerini Mugîre b. Şu'be’yle paylaşarak ona, Ziyad’ın Fars
illerine sığınmış olduğunu düşündükçe uykularının kaçtığını ifade etmişti. Bu sözlerine
karşın Mugîre, ona, bu konudaki endişelerinin nedenini sorunca Muaviye, “Fars
illeri gibi yerlerin malları Arap dâhilerinden birinin elinde olursa, o, her
türlü hile ve tuzağı düşünebilir. Ziyad’ın, Ehl-i Beyt’ten birine beyat
etmesinden çekiniyor ve rahat olamıyorum. Eğer bunu yaparsa tekrar savaşı
başlatmış olur” diyerek huzursuzluğunu dile getirmişti. Bu konuşmanın sonunda
Mugîre, Muaviye’ye, isterse Ziyad’ı kendisine getirebileceğini söylemiş;
Muaviye’de, bunu başardığı takdirde kendisini ödüllendireceğini vaad etmişti.[237]
Görüşmenin
ardından Mugîre, amacını gerçekleştirmek üzere, Ziyad’a giderek ona şunları
söylemişti: “Hilafet konusunda ortaya çıkıp bu işe elini atacak, Hz. Hasan’dan
başka kimse yoktur ki, o da Muaviye’ye beyat etmiştir. Buna rağmen, senin
burada olman halifeyi rahatsız etmektedir. Bu nedenle beni sana gönderdi. Sen
de beyat hususunda acele et ki, Muaviye seninle uğraşmaktan vazgeçsin”. Ziyad,
Mugîre’den, kendisine bu konuda tavsiye vermesini isteyince o, “Muaviye’yle bir
araya gel; barışın ve iplerinizi birleştirin. Yüce Allah, sonunda hükmünü
verecektir” diyerek görüşünü açıklamıştı. Mugîre’nin geri dönüşünün akabinde
Muaviye, Ziyad’a bir emanname göndermiş; Ziyad’ da Şam’a gelerek Muaviye’ye
beyat ettiğini bildirmişti.[238]
Ziyâd,
Muaviye’ye bağlılığını beyan ettikten sonra ona, Kûfe’de oturmak istediğini
söylemiş, Muaviye’ de onun bu arzusunu geri çevirmemişti.[239]
O, Kûfe’de bulunduğu dönem boyunca, şehrin valisi ve kendisinin yakın arkadaşı
olan Mugîre b. Şu'be’den her zaman izzet ve ikram görmüştü. Burada değinilmesi
gereken bir husus şudur ki, Muaviye, Mugîre’ye bir mektup yazarak, Ziyad, Hucr
b. Adiyy, Süleyman b. Surâd, Şeb’es b. Rib’î ve İbnü’l-Kevvâ İbnü’l-Hâmik adlı
şahısları sürekli olarak cemaat namazlarında bulundurulmalarını emretmişti.
Nitekim bu kişiler, devamlı Mugîre’nin yanında namaza gelirlerdi. Muaviye’nin
Mugîre’den bunu istemesinin sebebi, zikredilen kişilerin önde gelen Hz. Ali
taraftarı olmaları idi.[240]
2)
Haricîlerle Mücadele
Sıffin savaşı
ile patlak veren Tahkim Hadisesinin ardından kendilerini göstermeye başlayan
Haricîler, müslümanların başına gelen tüm olayların yegane sorumluları olarak
ilan ettikleri isimlerden biri olan Muaviye’nin saltanatı döneminde de boş durmamışlardı.
Buldukları fırsatları değerlendirmeyi iyi bilen bu grup, başta Muaviye olmak
üzere yeni yönetimin başını hayli ağrıtmıştır.
Sayıları az
olsa da sık sık ayaklanan Haricî gruplar, sayılarının azlığı ve diğer
müslümanlardan gelen tepkilere rağmen mücadelelerinden vazgeçmemiş; kendilerinden
kat kat fazla orana sahip olan hilafet güçleri karşısında zaferler
kazanabilmişlerdi.[241]
Haricîlerin
Tahkimden sonra Hz. Ali’nin başına musallat olması ve nihayetinde, içlerinden
birinin halifeyi öldürmesi, Ali taraftarlarının da onlara karşı olan duygu ve
davranışlarını, katı bir düşmanlığa dönüştürmüştü. Muaviye, kendi idaresi
boyunca Hz.
Ali’yi
sevenlerin bu hislerini gayet iyi değerlendirerek, Haricî isyanlarının
bastırılmasında onlardan sonuna kadar faydalanmıştı. Buna karşılık Hz. Ali
taraftarları da kendilerini bu konuda gönüllü askerler olarak addedip,
imamlarını katleden bu insanları, sıkı bir takibat altına altına almışlardı.
Böylece Haricîlerin, hem Muaviye hem de Hz. Ali taraftarlarının tek hedefi
haline gelmesi, doğal olarak bu iki farklı taraf arasında siyasî bir yumuşamayı
da beraberinde getirmişti.[242]
Muaviye’nin
Haricî isyanları ile daha ilk karşılaşmasında Şam ordusunun mağlup olmasının
ardından, o henüz işin başında aldığı bu yenilginin faturasını Kûfelilere
çıkarmış; onları, asilerin hakkından gelmedikçe kendilerini de emniyette
hissetmemeleri konusunda sert bir şekilde uyarmış ve Irak’ta sudur eden bu
hareketin yine Iraklılar tarafından yok edilmesini istemişti. Bu tehdit
üzerine Kûfeliler, Haricîlerin üzerine asker göndermek zorunda kalmış; meydana
gelen çarpışma neticesinde, Haricî grubun çoğunluğu öldürülmüş, kalan kısmı
ise dağlık bölgelere sığınarak tehdit oluşturmaya devam etmişti.[243]
Hilafetinin
daha ilk senesinde, Haricîlerle uğraşmak zorunda kalan Muaviye, adeta
karışıklıkların nüvesini teşkil eden yer mahiyetindeki Kûfe’yi, Mugîre b.
Şu'be’nin idaresine bırakarak Şam’a dönmüştü.[244]
Mugîre’nin
idaresindeki Kûfe’de, hoşgörünün hakim olduğu serbest bir ortamdan
bahsedilmektedir. O, yumuşak huylu ve hoşgörülü bir idareci olup insanlarla
iyilikle anlaşmayı tercih eder ve öyle davranırdı. Haricî ya da Şia olsun,
kimseyi fikirlerinden dolayı kınamaz, muaheze etmezdi. Kendisine, falan Şiadır,
falan Haricîdir, şeklinde yapılan ihbarlara, “Allah, kullarının arasındaki
ihtilafları çözecektir” diyerek mukabelede bulunurdu. Nitekim, Haricîler zaman
zaman bir araya gelerek Nehrevan’da öldürülen arkadaşlarından bahseder;
yapılanlar karşısında boş durmanın doğru olmadığını ve kendileri gibi
düşünmeyen müslümanlar ile savaşmanın gerektiğine olan inançlarını dile
getirirlerdi.[245]
Mugîre’nin,
Kûfe’deki bu müsamahakar tutumu, gün geçtikçe Haricîlere cesaret vererek
onların harekete geçmelerine zemin hazırlarken, aynı zamanda Hz. Ali taraftarlarına
da, bu insanlardan intikamlarını alma hususunda bir fırsat sunmaktaydı. Bu
şekilde Ali yandaşlarını da kendi safında tutan Mugîre b. Şu'be, Haricî
isyanlarına karşı asker gönderme konusunda sıkıntıya düşmemişti.[246] [247]
[248]
İşte bu
hoşgörü ortamını kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya başlayan Haricîler,
fırsat buldukça ayaklanmışlardı. Bunlardan biri de, Ferve b. Nevfel ve
adamları-nın çıkardığı isyandır. Mugîre, bu gruba karşı Şeb’es b. Rib'î ya da
bir rivayete göre Ma kil b. Kays ı göndermek suretiyle onları imha etmişti.
Ortamdan
yararlanan bir diğer isyancı da, Şebib b. Becere idi. Bu adam, İbn Mülcem’in
Hz. Ali’yi öldürdüğü sırada onunla birlikte olduğunu ifade ederek Muaviye’ye
yanaşmaya çalışmış, ancak umduğunu bulamamıştı. Muaviye onun şehirden
uzaklaştırılmasını emredince, Şebib önüne çıkan herkesi katletme yoluna gitmiş;
Muaviye Kûfe’yi Mugîre’ye teslim edip oradan ayrıldıktan sonra da, şehrin
yakınlarındaki el-Kuff mevkiinde isyan etmişti. Bunun üzerine Mugîre, Halid b.
Urfuta ya da bir başka rivayete göre Ma'kil b. Kays’ı görevlendirerek ayaklanmayı
bastırmış, isyancıları 292 yok
etmişti.29
Bu arada şunu
belirtmek gerekir ki, Kûfe’de, halkın can güvenliğini tehlikeye düşürmeleri
sebebiyle, Haricî fikirleri benimseyenlerin veya isyan başlatma hazırlığında
olanların gözetlenerek idareye ihbar edildiği göze çarpmaktadır.[249] Bu şekilde, Muayn b.
Abdullah’ın bir isyan hazırlığı içerisinde olduğunu haber alan Mugîre b. Şu'be,
hemen Muayn’ı yakalatmış, daha sonra Muaviye’ye haber göndererek, bitmek
bilmeyen bu isyanların müsebbibi olan asileri nasıl cezalandırması gerektiği
hususunda ondan tavsiye istemişti. Muaviye, cevabında, kendisinin halife ve
mü’minlerin emîri olduğuna şehadet etmeleri karşılığında onları serbest
bırakabileceğini belirtmişti. Mugîre isyancılara bu teklifi sunduğunda,
organizatörleri Muayn, “Ben, ancak, Allah’ın hak olduğuna, kıyametin kopacağına
ve tekrar kabirlerden diriltileceğimize şehadet ederim” diyerek bu teklifi
reddetmiş, sonuçta da öldürülmüştü.[250]
Muaviye,
Haricîlerin belli bazı hususları kabul etmeleri şartıyla affedilmeleri yoluna
giderek onları zararsız hale getirmek niyetinde idi; çünkü aşırı görüşlerinin
ve inançlarına taassub derecesinde bağlı oluşlarının onlara neler
yaptırabileceğinin farkındaydı. O’nun bu düşüncesinde isabetli olduğu, Ebu
Meryem isyanıyla da kendini götse- recektir.[251]
O, Hâris b. Ka'boğullarının azadlı kölesi olup, isyan ettiğinde yanında, Haricî
görüşleri benimseyen Katâmi ve Kühayle adlarında iki kadın da vardı. Böylece,
hareketine kadınların da iştirak ettiği ilk kişi Ebu Meryem olmuştur. O, bundan
dolayı kendisini ayıplayanlara, kadınların Hz. Peygamber’in savaşlarına da
katıldığını, yine Şamlılar arasında da çarpışan kadınların mevcut olduğunu
söyler dururdu. Ebu Meryem isyan ettiğinde, Mugîre onun üzerine Câbir
el-Becelî’yi göndermiş; yapılan çarpışma sonucunda isyancılar Bâdureya’da
öldürülmüştür.[252]
Mugîre b.
Şu'be’nin uğraştığı bir diğer Haricî isyanı da, Ebu Leylâ adında, siya hî,
azadlı bir köle tarafından başlatılmıştı. O, bir gün Kûfe mescidinin kapısında,
müslümanlara gözdağı verircesine bağırıp çağırmış, ancak hiç kimse ona karşılık
vermemişti. Bundan cesaret alan Ebu Leylâ, kendisi gibi azadlı otuz kadar
adamla birlikte isyan etmişti. Mugîre, bu hususla ilgili olarak Ma'kil b.
Kays’ı görevlendirmiş, o da, isyancıları Kûfe’nin dış sınırlarında yakalayarak
imha etmişti.[253]
Bu gelişmeler
karşısında Mugîre b. Şu'be, idaresi altındaki insanları, konuşmalarında
sürekli olarak uyarıyor, onlara kötü davranmak istemediğini, ancak olup biten
her şeyden haberdar olduğunu bilmelerini ve herkesin kendine çeki düzen vermesi
gerektiğini vurguluyordu. O, bu konuda bilhassa kabile reislerine iş düştüğünü
söyleyerek, onları kabile fertlerine sahip çıkmaları ve yaşamakta oldukları
hoşgörü ortamını suistimal etmemeleri hususunda ikaz etmekle kalmayıp, birlikte
hareket etmeye de davet ediyordu.[254]
Mugîre b.
Şu'be, Kûfe’deki Havaric ve Şia gibi muhalif gruplara karşı sergilediği
müsamahakar tavır hususunda, Muaviye ile aralarını düzeltip yanına getirdiği
Ziyad
b. Ebîh de
dahil olmak üzere, Muaviye ve Emevî yanlıları tarafından ikaz edilmiş, eleştirilere
maruz kalmıştı. Zira Haricîler, Nehrevan’dan sonra toplanarak Kûfe’de adeta
karargâh kurmuş ve yeniden güçlenmişlerdi.[255]
Bu sırada,
Haricîleri idare etmekte olan, Temim kabilesinden Müstevrid b. Ullefe, Teym
kabilesinden Hayyan b. Zıbyan ve Tay kabilesinden Muaz b. Cüveyn b. Husayn adlı
üç kişi, aralarında yaptıkları istişareden sonra, en yaşlıları olan Müstevrid’i
lider seçmişlerdi.[256]
Mugîre b.
Şu'be, 43/663 senesi girdiğinde, Haricîlerin Hayyan b. Zıbyan’ın evinde
toplanıp isyan hazırlıklarına giriştikleri haberini alınca, emniyet görevlisi
olan Kabîsa et-Temûn’u oraya göndermiş; o da evde bulunanları Mugîre’nin yanına
getirmişti. Onları konuşturmak ve amaçlarını öğrenmek için hayli uğraşan,
ancak bu kimselerden, evde Kur’ân okumak için toplandıklarından başka bir
ifade duyamayan Mugîre, onları, tedbiren hapsetmişti. Arkadaşlarının hapiste
olduğunu öğrenen Haricîler, onları kurtarmak amacıyla, liderleri Müstevrid’in
idaresinde bir araya gelmişlerdi. İşte, o günlerde Haricîlerin yine ayaklanma
hazırlığı içinde olduğunu haber alan Mugîre b. Şu'be, Kûfe’de halka şu hutbeyi
irad etmiştir:
“Sizler, benim
Haricîlere karşı iyi davrandığımı, başınıza herhangi bir işin gelmemesini
istediğimi çok iyi bilirsiniz. Ancak, aranızdaki bazı kötü insanların bizi maceraya
sürükleyeceğinden endişe etmekteyim. Gerçekten, halim ve müttaki bir insanın
cahil ve sefih adamın günahını yükleneceğinden, bundan dolayı bizim de başka
bir çıkar yolumuzun kalmayacağından korkuyorum. Bu nedenle, şehrimizin sefih
insanlarını hepinizin başına gelebilecek felaketlere sebep olmaktan
alıkoymanızı istiyorum. Bazı adamların bu şehirde her türlü nifak ve fitneyi
yayma niyetinde olduğunu haber aldım. Vallahi, bu insanlar Arap diyarlarının
hangisinde isyan ederlerse etsinler, mutlaka onları yok eder, kendilerinden
sonra gelecek olanlara ibret olmasını sağlarım”.[257]
Mugîre’nin bu
sözlerinin ardından, orada bulunan Ma'kil b. Kays, ondan bu insanların kimler
olduklarını söylemesini, kendi kabilesinden dahi olsa bu tür insanlarla
savaşmaya gönüllü olduklarını beyan etmişti. Bu görüşmenin ardından vali,
kabile reislerini toplayarak onlara, kendi kabilesinden olan sefih kimselere
karşı tavır alarak kendisinin yanında olmalarını, aksi halde herkesin huzurunun
kaçacağını söylemişti. Kabile reisleri, Mugîre’nin davetine icabet etmiş ve tüm
fertlerine, kendilerine mukayyet olmalarını tavsiye etmişti. Buna bir örnek
verilecek olursa, Sa'saa b. Sühân, kabilesi Abdikays’a şöyle hitab etmiştir:
“Allah’a hamd olsun ki, size nimetlerin en güzelini verdi; siz de O’nun
Rasûlü’ne itaat ve çağrılmış olduğunuz dine icabet ettiniz. Peygamber hayatta
iken olduğu gibi, onun ölümünden sonra da iman üzere kaldınız. Çoğunun ihtilafa
düştüğü zamanlarda siz dininize yapıştınız, sabrettiniz. Allah da, bölücülük
yapanları sizin gibilerin eliyle ıslah etti. Biliniz ki, Allah’a, Peygambere ve
onun Ehl-i Beyt’ine, bu asilerden daha düşman olan kimse yoktur. Bunlar, dinden
sapmış, hataya düşmüş, bizim imamımıza (Hz. Ali) muhalefet ederek kanlarımızı
helal saymış insanlardır. Sakın onları evlerinizde barındırmayasınız ve
haklarında bildiğiniz şeyleri gizlemeyesiniz. Hiçbir Arap kabilesine, böyle
insanlara yardım etmek yakışmaz; fakat duyduğuma göre, bazılarınız bu
insanların yandaşı olmak niyetindedir. Bu konuda sizleri uyarmakla kalmıyor,
hak olduğundan dolayı onların kanlarıyla Allah’a yaklaşmak istiyorum; zira
onların kanları helaldir.
Ey
Abdikayslılar! Valilerimiz, görüşleriniz hakkında her şeyi bilmektedirler. Bu
nedenle onların ellerinde sizin aleyhinizde her hangi bir delil olmasın; zira,
size karşı hükümlerini rahatlıkla icra edebilme gücüne sahiptirler”.[258]
Vali Mugîre ve
kabile liderlerinin birlikte hareket etme kararı almalarının ardından,
sığındıkları kabilelerin içinden çekilerek isyan hazırlıklarına girişen
Haricîler’in bu durumunu haber alan Mugîre, kendileri ile istişare etmek üzere
müslümanların ileri gelenlerini ve kabile reislerini toplayarak onlara,
isyancıların üzerine gönderilecek orduyu kimin komuta edeceği hususunu
tartışmaya açmıştı. Bu istişare esnasında, asilere karşı olan net ve sert
tavrını her fırsatta haykıran Ma'kil b. Kays, Mugîre’ye, “göndereceğin kişi,
etrafında bulunan adamlardan herhangi biri değil, sana itaat edecek ve onların
helaki için sonuna kadar çalışacak bir kimse olmalıdır. Böyle kimseler
arasında da, onlara, benden daha düşman olan kimse yoktur; beni gönder;
Allah’ın izniyle bu işi halledeceğim” demişti. Bu sözlerinin üzerine Mugîre,
bu görevi ona vermiş, sonra da, beraberinde üç bin kişi olduğu halde
Haricîler’in üzerine göndermişti. O, ayrıca emniyet görevlisi Kabîsa’ya,
“Ma’kil ile birlikte Ali taraftarları da bu sefere katılsın; bu vesileyle aralarında
kaynaşma meydana gelir ve bundan böyle Haricîlere karşı birlikte mücadele verirler.
Üstelik onlar, Haricî gruba karşı daha önce de savaşmış, tecrübeli insanlardır”
diyerek gücünü sağlamlaştırmıştı. Böylelikle Ma'kil b. Kays, yanında Hz. Ali
taraftarları da olduğu halde, üç bin kişilik bir orduyla yola çıkmış ve iki
taraf arasında adeta bir kovalamaca başlamıştı; çünkü, valinin sevk ettiği
ordunun üzerlerine gelmekte olduğunu öğrenen Müstevrid ve adamları, sürekli yer
değiştirmekteydi.[259]
Bu takip
sürecinde, Haricîlerle Ma'kil’in askerleri arasında bazı çatışmalar olmuş;
Ma'kil, aldığı önemli yenilgilere rağmen bu işten vazgeçmemiş ve Basra’dan gelen
takviye kuvvetlerin de yardımıyla Müstevrid’in peşini bırakmamıştı. Nihayetinde
iki taraf arasında cereyan eden çatışmada, teke tek savaşan Ma'kil ve
Müstevrid’in her ikisi de hayatını kaybetmişti. Liderleri ölen ve büyük
kayıplar veren Haricîler, böylece etkisiz hale getirilmişti.[260]
Haricî isyan
zincirinin bir halkası da, Muaz b. Cüveyn et-Tâî ayaklanmasıdır. Mugîre,
onların üzerine, Hemdan’dan bir grup adam göndermiş; bütün isyancılar öldü- rülmüştü.[261]
Mugîre b.
Şu'be’nin valiliği döneminde, Mevaliden bir grup da isyan etmişti ki, bunların
emirleri, Kûfe ehlinden Ebu Ali idi. O, Benî Hâris b. Ka'b’ın mevlasıydı.
Mugîre’nin, Becîle kabilesinden bir adam komutasında kuvvetler göndererek
bertaraf ettiği bu başkaldırı hareketi, Mevalîden zuhur eden ilk isyan idi.[262]
Mugîre b.
Şu'be’nin, valiliği boyunca, Haricîlere karşı sergilediği davranış yöntemleri
ve bunların sonuçları gözden geçirildiğinde, bazı önemli noktalar göze çarpar.
Onun Haricîler konusunda kabilelerle diyalog içerisine girip onlardan yardım
istemesi, idare ile kabilelerin işbirliği yapmaları sonucunu ortaya
çıkarmıştır. Nitekim, Adiyy b. Hatim, Ma'kil b. Kays ve Sa'saa b. Sühân gibi
Hz. Ali taraftarlığıyla bilinen kişilerin, Haricîlerle savaşmak için adeta
birbiriyle yarıştığı görülmektedir. Yine bu meyanda Mugîre’nin, isyancılara
karşı verilecek mücadeleye, Hz. Ali taraftarlarını da dahil etmesi sayesinde,
Ali yandaşlarının isteklerinin yerine gelmesinin yanı sıra, idarenin de bu
konuda bilinçli seçimler yaparak zekice davrandığı da ortaya çıkmaktadır.[263]
Mugîre b.
Şu'be, büyük bir zekâ ve maharet örneği göstererek, Haricîlerin üzerine
onların esaslı düşmanları olan Şia’yı göndermek suretiyle kendi meşguliyet
yükünü de hafifletmiştir.[264] Bu şekilde Mugîre, hem
şehirde kendisine karşı durabilecek farklı bir grubun (Şia) varlığını önlemiş
hem de halkı ve idareyi ortak paydada buluşturmak suretiyle gücünü artırmıştır.
Şia ile
İlişkiler
Mugîre b.
Şu'be’nin Kûfe valiliği sürecinde, Hz. Ali taraftarlarıyla olan ilişkiler, bir
yandan ilginç bir şekilde, aynı hedef uğruna paralel bir seyir izlerken; öte
yandan hutbelerde Hz. Ali’nin sebbedilmesinin ihmal edilmeksizin adeta bir
gelenek halinde devam ettirilmesiyle tepkisel ve eleştirel boyutunu da korumuştur.
Yani Mugîre, Muaviye’den aldığı telkinle konuşmalarında, Hz. Ali ve
yandaşlarını ayıplayıp kötülemekte, ancak bunun yanında, devlet için olduğu
kadar Ali taraftarları için de rahatsızlık unsuru olan Haricîlere karşı verilen
mücadelede onlarla birlikte hareket etmekteydi. Üstelik bu uyum, Ali
taraftarlarının gönüllülük derecesindeki talepleriyle tesis edilmişti.
Bu şekilde iki
çizgide devam eden ilişkiler bütünü içerisinde, bunun misallerini görmek
mümkündür. Örneğin, Hz. Ali taraftarlığını her ortamda dile getirmekten
kaçınmayan Hucr b. Adiyy’in, Hz. Ali ve destekçileri hakkında kötü konuşan
Mugîre b. Şu'be’ye karşı çıkarak Hz. Ali’ye övgüler yağdırması karşısında,
Mugîre’nin ona herhangi bir cezaî uygulamada bulunmayıp olayın üzerine
gitmediği görülmektedir.[265]
Mugîre b.
Şu'be, valiliğinin sonlarına doğru da Hz. Ali’yi zem, Hz. Osman’ı medh etmeye
dair söylemlerini devam ettirmişti. Yine böyle bir konuşması esnasında Hucr b.
Adiyy, mescitte, herkesin huzurunda ona karşı çıkarak, bu göreve getirildiğinden
beri aynı şeyleri söyleyip durduğunu; böyle yapacağına, insanlara karşı
sorumluluklarını yerine getirmesi ve onların menfaatine çalışması gerektiğini
ifade etmişti. Hucr sözlerini bitirdikten sonra orada bulunan pek çok insan da
kendisini desteklemişti. Bu olayın ardından Mugîre, minberden inerek evine[266]
veya emaret binasına[267]çekilmiş,
adamları ise ona gelerek “İnsanların sana karşı böyle cesurca davranmalarına
nasıl izin veriyorsun? Bu şekilde, kendi otoriteni sarsmakla kalmıyor,
Muaviye’nin de sana tavır almasına sebep oluyorsun” demek suretiyle onu
uyarmışlardı.[268]
Mugîre, bu sözlerine cevaben onlara “Ben, Hucr’u çoktan öldürdüm. Bekleyin ve
görün; benden sonra gelecek olan emîre karşı da aynı şekilde davranacak; yeni
vali de onu öldürüverecek. Ben, ömrümün sonuna doğru, ecelimin yaklaştığı
sıralarda, bu şehrin önde gelenlerinden birini öldürmek istemem. Ayrıca böyle
davranıp da onu ve arkadaşlarını öldürecek olsam, onlar mutlu ben ise bedbaht
olurum” demişti.[269]
Bu rivayet,
Ahbâru’t-Tıvâl adlı eserde ise şu şekilde geçmektedir: Hucr b. Adiyy ve
mesciddeki bazı insanların bu protestosunun ardından Mugîre, minberden inerek
valilik binasına gitmiş ve Hucr’a bin dirhem göndermişti. Bu tutumun bir
acziyet ve zaafiyet göstergesi olduğunu söyleyip eleştiri de bulunanlara, “
bilakis, ben onu öldürdüm” diyerek kendisini çok arayacaklarını belirtmişti.[270]
60 yaşına
varan Mugîre’nin artık tek emeli, makamını korumak, hareketli geçen hayatını
sükûnet ve itibar içinde tamamlamaktı. O, valiliği boyunca sadece, Muaviye’yle
olan ilişkilerini idare etmeye bakmış; ancak artı olarak, Emevî sülalesinin
otoritesi ve güçlenmesi için kendini pek de feda etmek istememişti. Bu şekilde
Mugîre, kendince bir denge tutturmaya çalışmıştı.[271]
Mugîre b.
Şu'be Kûfe valiliği süresince, kendisi gibi başkalarının da fikirlerini beyan
etme hakkı olduğunu; farklı grupların bu hoşgörü ortamını suistimal ederek huzursuzluk
çıkarma peşinde olmadıkça, emniyette olacaklarından şüphe duymamalarını açıkça
söylemişti. Oluşturmak istediği bu huzur ortamına karşın Mugîre, valiliği boyunca
Haricî isyanlarıyla uğraşmak zorunda kalmış; Ali taraftarları cephesinden ise
böyle başkaldırı hareketleri görmemiş, aksine idare ve Şia, kargaşa çıkaran
Haricî gruplara karşı güç birliği yapmışlardı.
Sonuç olarak
Muaviye’nin iktidarı ele aldığı zamanlarda, Kûfe’de cereyan eden ilk Haricî
isyanları diyebileceğimiz Ferve b. Nevfel ve Havsere b. Vedda liderliğindeki
hareketlerin bastırılmasından sonraya tekabül eden zamanlarda Muaviye
tarafından bu sorunlu bölgeye tayin edilmiş olan Mugîre b. Şu'be’nin, düşünceyi
eyleme dönüştürmedikçe, zıt fikirli insanlara asla müdahale edilmediğinden
bahsedilir. Ancak onun bu müsamahası, arzu edilenin aksine, asayişin
bozulmasına ve anarşiye yol açmıştı.[272]
Halk, müsamaha ve uzlaşmayı tercih eden vali Mugîre’den bir zarar görmemişti.[273]
b)
Yezid b. Muaviye’nin Veliaht Oluşundaki Rolü
Kendisinden
sonra yerine geçecek olan kişiyi, daha hayatta iken ilan etme veya seçme
şeklinde ifade edilebilecek olan “veliahtlık” sistemi,[274]
ne İslâm öncesi Arap- kabile yönetim sistemine ne de İslâm’ın şura prensibine
uygun düşmekteydi. Müslümanların tarihinde böyle bir uygulamayı tesis edip
yerleştiren ilk kimse Muaviye b. Ebî Süfyan olmuştur.[275]
Kaynaklar,
veliahtlık fikrini ilk defa ortaya atan ve Muaviye’ye telkin eden kişinin
Mugîre b. Şu'be olduğunu açıklamaktadır.[276]
Kûfe’yi
yönetim şekli hususunda, Muaviye’nin, kendisinden memnun olmadığının farkında
olan ve yerine Said b. el-Âs’ı vali tayin etme niyetinde olduğunu öğrenen
Mugîre, halk arasında, görevden alındığı değil de kendisinin görevden ayrıldığı
intibaının yayılması fikriyle, görevden affını istemesinin uygun olacağını
düşünerek Muaviye’ye gitmeye karar verir. Bu maksatla Şam’a geldiğinde, oradaki
arkadaşlarına şunları söylemişti: “Eğer şu anda ben sizi bir valiliğe ya da
emirliğe getiremezsem, bu artık bundan sonra asla mümkün olmaz”. Daha sonra
Yezid b. Muaviye’nin yanına giden Mugîre, ona “Rasûlullah’ın en yakın
arkadaşları, Kureyşin büyüklerinin hepsi öldü, geriye ise onların evlatları
kaldı. Sen, bu evlatlar içinde en faziletli, ileri görüşlü, sünneti, siyaset
ve yönetim işlerini en iyi bilen kişisin. Hal böyleyken, müminlerin emîrini,
kendisinden sonra senin için beyat almaktan alıkoyan nedir, bilmiyorum”
diyerek, onu bu işe soyunması hakkında teşvik etmişti. Yezid’in bunun mümkün
olup olamayacağını sorması üzerine ise Mugîre, “evet” cevabını vermişti.[277]
Bu konuşmanın ardından Yezid, babasına giderek Mugîre’nin
söylediklerini anlatmış; Muaviye’ de Mugîre’yi çağırarak ona bu konuya dair
bir takım sorular sorunca, Mugîre ona şöyle hitab etmişti: “Ey Mü'minlerin
Emîri! Görüyorsun ki, Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra birçok ihtilaflar
meydana geldi, müslüman kanı döküldü. Yezid, senin halefin olsun; onun adına
halktan beyat al. Böylece, senin vefatından sonra o müslümanları korur, kan
dökülmez ve herhangi bir fitne de meydana gelmez”. Muaviye, bu işin nasıl
halledileceğini, kendisine kimlerin yardımcı olacağını sorunca, Mugîre’den,
“Kûfelileri ben ikna ederim; Basra’yı da Ziyad halleder. Zaten bu şehirler sana
beyat ettikten sonra, diğerleri muhalefet edecek değildir” cevabını almıştı.
Bunun üzerine Muaviye, “Öyleyse sen şimdi Kûfe’ye görevinin başına dön;
güvendiğin insanlarla istişare et, gelişmeleri de bizi bildir” demişti.[278]
Bu görüşmenin ardından adamlarının
yanına dönen Mugîre b. Şu'be, “Muaviye’nin kafasına, olması muhal olan bir işi
soktum. Bu iş, Muhammed’in ümmetinde olması asla uygun olmayan bir durumdur;
fakat ben onlar için öyle bir gedik açtım ki, bu gedik ebediyen
kapatılmayacaktır” şeklinde konuşmuştu.[279]
Mugîre b.
Şu'be, daha sonra Şam’dan ayrılarak Kûfe’ye gelmiş ve tıpkı Muaviye’ye
söylediği gibi, Ümeyyeoğulları taraftarları olup güvendiği insanlara bu konuyu
açmış; Yezid’e beyat edeceklerine dair onay ve desteklerini almıştı.[280] Ayrıca bu kimselerden seçerek
oluşturduğu bir heyete otuz bin dirhem değerinde pek çok hediyeler vermiş,
başlarına da oğlu Musa’yı geçirerek Muaviye’ye göndermişti. Şam’a giden heyet,
halifeye, oğlu Yezid’e beyat fikrini münasip bulduklarını, hatta bu düşüncenin
bir an önce hayata geçirilmesinin iyi olacağını söyleyerek, harekete geçmesine
dair onu teşvik etmişlerdi. Muaviye ise “Düşüncenizde sebat edin ancak bunu
ilan etmekte acele etmeyin”[281] [282]
dedikten sonra, Musa b. Mugîre b. Şu'be’ye dönerek, “Baban, bu adamların dinini
onlardan kaç paraya satın aldı?” diye sormuş, otuz bin dirhem, cevabını alınca
Muaviye, “Doğrusu dinlerini bir hayli ucuza satmışlar” şeklinde mukabelede
bulunmuş tu.3
Bu heyetin
Muaviye’ye gidişi hakkında şöyle bir rivayet de vardır:
Mugîre, kırk
kişilik bir heyet oluşturup başlarına oğlu Urve’yi geçirdikten sonra onları
halifeye göndermişti. Bu heyet, Muaviye’ye “Biz Muhammed’in ümmeti için faydalı
olacak bir görüşle sana geldik. Ey Emîre’l-Mü'minîn! Yaşın hayli ilerledi, ömrün
geçti; sana bir şey olmasından korkuyoruz. Bunun için bize bir sınır çiz, bir
yol göster ki, onu takip edelim” demişti. Muaviye onlara, kendilerinin fikir
ve tavsiyelerinin ne olduğunu sorunca, heyet, Yezid’in veliahtlığını işaret
etmişti. Muaviye, kimlerin, oğlu Yezid’den razı olduklarını sorduğunda ise
onlar, kendilerinin ve yanlarından çıkıp geldikleri insanların bu görüşü
benimsediklerini bildirmişlerdi. Bu arada Muaviye, heyetin başkanı olan Urve b.
Mugîre’ye, bu insanların dinlerini ne kadara sattığını sormuş, dört yüz dinar,
cevabını alınca da, hayli ucuz olmuş doğrusu, demişti. Daha sonra gruba dönerek
“Bu fikri iyice bir düşünelim ve Yüce Allah’ın ne takdir ettiğini görelim.
Acele etmeyip sabırlı davranmak daha iyidir” şeklinde fikrini beyan ettikten
sonra, onları Kûfe’ye göndermişti. Heyetin bu ziyaretinin ardından Muaviye’nin,
Yezid’i veliaht tayin etme konusundaki azim ve isteği hayli artmıştı. Nitekim
o, devamlı istişare etmekten beri durmadığı Ziyad b. Ebîh’e haber göndererek,
destek arar mahiyette fikrini sormuştu.3
Mugîre b.
Şu'be’nin, Muaviye’ye veliahtlık fikrini önermesi hakkında, farklı ifadeler
içeren başka rivayetler de mevcuttur. Şöyle ki, Mugîre Kûfe’ye tayin edildikten
bir süre sonra, görevinden azledileceğine dair duyumlar almış, bunun üzerine
Şam’a gitmeye karar vermişti. Muaviye onu karşısında görünce, neden işini
gücünü ve fitneden uzak kalmaktan hoşlanmayan Irak halkını yalnız bırakıp da
neden Şam’a geldiğini sormuş; Mugîre ise, “Ey Emîre’l-mü’minîn! Yaşım
ilerledi, kuvvetim azaldı, eskisi gibi iş yapamaz oldum; dünyaya dair de bir
hacetim kalmadı. Üstlendiğim vazifeyi elimden geldiğince yapmaya çalıştım.
Allah’tan, sana yardımım dokunmasından başka bir niyetim olmaz” cevabını
vermişti. Muaviye, “o niyetin nedir?” diyerek bir açıklama isteyince, Mugîre,
şunları söylemişti: “Sizden sonra, oğlunuz Yezid’in halife olması için Kûfe
eşrafını beyata davet ettim; onlar da icabet ettiler. Size danışmadan böyle bir
işe kalkıştığımdan hoşlanmayacaksınız diye, size şimdi daha işin başında iken
haber vermeye geldim. Bundan sonra dilerseniz beni görevden alın”. Bu konuşma
karşısında Muaviye, “Sübhânallah, Ey Ebu Abdurrahman! Şüphesiz ki Yezid, senin
kardeşinin oğludur. Şimdi sen halkının başına dön ve başlattığın şeyi tamamla,
işi hallet!” diyerek onu, Yezid’in veliahtlığı hususunda uygun zemin hazırlama
çalışmalarına devam etmesi üzere Kûfe’ye geri göndermişti. Mugîre, Muaviye’nin
yanından ayrıldıktan sonra şöyle demişti: “Öyle sağlam bir şey dikildi ki, onu
yerinde ancak kan söker”.[283] [284]
Veliahtlık
meselesinde, Muaviye’yi bu konuya yöneltenlerle ilgili haberler böyle olsa da,
onun bu fikirden uzak olduğu söylenemez; olsa olsa o bu meseleyi müslümanlara
açıklamayı ya da böyle bir teklifin kendisine getirilmesini vilayetlerden,
başka ağızlardan beklemiş olmalıdır. Nitekim o, böyle bir fırsat ortaya
çıktığında, değerlendirmekten geri durmamış; doğrudan harekete geçmiş ve
toplumu da bu yönde kanalize etmiştir.[285]
Böylece Muaviye, içte sükûneti sağlayıp otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra,
o zamana kadar Arap toplumuna yabancı olan veliaht tayin etme cihetine giderek
bir ilki gerçekleştirmiştir.[286]
Konuya ışık
tutması açısından bu noktada ilave edilmesinin uygun olabileceği düşüncesiyle
başvurduğumuz, veliahtlık hususuna kendine has bir yorum getiren İbn Haldun,
Mukaddimesi’nde, imamın, müslümanların emiri ve velisi olup, hayatta iken
onların maslahatına olan şeyleri gözettiği; bu doğrultuda, öldükten sonra
halkın menfa- tine olan şeylere kendisinin yaptığı gibi sahip çıkacak bir
veliaht tayin etmesinin, onun görevlerinden olduğu; veliahtlığın cevazı ve
inkıyadı üzerinde ümmetin icma etmiş olması ile de, bunun şer'den olduğu
hususunun malum oluşunu ifade etmektedir. Bu tür genel açıklamalardan sonra
konunun daha özeline inen İbn Haldun, sözlerine şöyle devam etmektedir
“Başkasını değil de oğlu Yezid’i tercih etmeye Muaviye’yi sevk eden sebep
sadece, o zaman, meseleleri halletme ve karara bağlama yetkisine sahip olan
Emevîlerin Yezid üzerinde ittifak etmesi suretiyle halkın bir araya gelmesini
sağlamaktan ibaretti. Zira, Kureyş’in, bütün müslümanların ve bunların içinden
galebe çalanların asebesi, özü olarak Emevîler, o vakit ondan başkasının halife
olmasına razı olmazlardı. Bu nedenle Muaviye, bu makama daha layık oldukları
zannedilenleri bir yana bırakarak oğlu Yezid’i tercih etti”.[287]
VEFATI
Mugîre b.
Şu'be, 50/670 senesinde[288] Kûfe valiliği devam ettiği
sırada, 70 yaşında iken, ikamet ettiği bu şehirde vefat etmiştir.[289] Onun, taun (veba) salgınından
dolayı öldüğü belirtilir. Hatta, Mugîre’nin salgından korktuğu için şehri terk
ettiği, bir süre sonra geri döndüğünde ise yine bu hastalığa yakalanmaktan
kurtulamayarak vefat ettiği nakledilmektedir.[290]
Mugîre b.
Şu'be, ölümü yaklaştığını anlayınca şunları söylemişti: “Allah’ım! İşte sağ
elim ki, ben onunla, göndermiş olduğun Peygamber’e beyat ettim ve yine onunla,
senin yolunda mücadele ettim[291];
Rabbim! Bilerek veya bilmeyerek işlediğim bütün günahlarımı affeyle”.[292]
Benzer bir
rivayette, ömrünün sonlarına doğru Mugîre b. Şu'be’nin, insanlara şöyle dediği
ifade edilmektedir: “Size, takvayı nasihat ediyorum. Allah tektir; O’ndan af
dileyin, beni de affetsin. Emîriniz gelene kadar bekleyin, gelince de ona itaat
edin. (Sağ elini göstererek), bu elimle Peygamber’e beyat ettim ve ben, size
nasihat etmekle yükümlüyüm”.[293]
Onun, Şa'ban[294] veya Ramazan[295] ayında çok şiddetli sıcağın
olduğu bir günde vefat ettiği ve Kûfe kayalığına yakın bir yere defnedildiği
rivayet edilmektedir.[296]
Kûfe’de, Sakîf
içinde bir ev bina etmiş olan Mugîre, ardından söylenenlere bakılacak olursa,
iyi bir yönetici olarak anılmıştır:
Şa'bî şöyle
der: “Her ne kadar kendisinden önce bir takım iyi valiler geldiyse de, bizim
başımıza, Mugîre b. Şu'be kadar iyi bir vali gelmedi”.
Yaşlı bir
Kûfeli de, ölümünün ardından Mugîre hakkında şunları söylemişti: “Vallahi ondan
sonrakileri gördük ve onu, valilerin içinde, en iyi, en takdir edici ve en
bağışlayıcı kişi olarak kabul ettik”.[297]
Yine Mugîre
hakkında, “O, insanları güzel yaşattı; hayatında, kendisinden başka herkesin
hayatı güzel oldu” denmiştir.[298]
Önceki konularda
bahsedildiği üzere, Mugîre b. Şu'be, bu müsamahakar tavırlarından dolayı
eleştirilmekte ve daha otoriter davranması hususunda ikaz edilmekteydi.
O, bu yönünden
dolayı kendisini tenkid edenlere şöyle derdi: “Ben, iyi insanları öldürmek,
şehrin ileri gelenlerinin kanlarını akıtmak suretiyle iş hallederek, onları
cennetlik, kendimi ise cehennemlik etmek istemem. Böyle davranmakla,
Muaviye’nin dünyasını imar ederken, kendi ahiretimi yerle bir edemem. Ben, bu
halkın iyileri ile dost olur, kötülerini de bağışlarım; iyilerini över,
ahlaksızlarına ise nasihat ederim. Ben öldüğüm zaman, benden sonraki valileri
görürler; işte o zaman beni anmaya başlarlar”.[299]
Mugîre b.
Şu'be, sekiz yıl kadar Muaviye b. Ebî Süfyan adına Kûfe valiliğini yürütmüş ve
bu hal üzere vefat etmiştir.
Mugîre,
Kûfe’de vefat edince Muaviye, buranın valiliğini de o zamanlar Basra valisi
olan Ziyad b. Ebîh’e devrederek bir ilki gerçekleştirmiş; böylece Ziyad, İslâm
devletinde, Basra ile Kûfe’yi bir arada idare eden ilk yönetici olmuştur.[300]
Muaviye,
Ziyad’ın söz ve davranışlarını öyle beğenmekteydi ki, onu kendisine adeta baş
danışman edinmişti. Bu doğrultuda, Muaviye’nin indinde, zekâsına hayran olduğu
Ziyad’ın konumu gün geçtikçe yükselirken, buna mukabil Muaviye, Mugîre’nin
valiliğinden ise umduğunu bulamamaktaydı.[301]
Taberî bu
konuda şöyle der: “Muaviye, Kûfe’yi Ziyad’a vermiştir; çünkü böyle bir şehri
ancak o ıslah edebilirdi. Zira, Mugîre’den sonra, Ziyad’ın henüz Kûfe’ye gelmediği
altı ay içerisinde fitne ve kargaşa iyice çoğalmıştı. Yeni vali şehre
vardığında, minberde verdiği hutbe ile idare ettiği yerin tek hakiminin kendisi
olacağını ve otoritesini sarsmaya kimsenin gücü yetemeyeceğini, tehdit
edercesine kesin ve keskin bir dille ifade etmiştir”.[302]
Muaviye,
Ziyad’la olan yakınlığını daha ciddi bir mertebeye oturtarak onu akraba
edinmiş ve artık Ziyad “İbn Ebî Süfyan” yani “Ebu Süfyan’ın oğlu” olarak
anılmaya başlanmıştır. Zaten daha önce, Hz. Ali hayatta iken Muaviye, Ziyad’a
bir mektup yazarak, babası Ebu Süfyan’ın onu velayetine aldığını haber
vermişti. Bu durumu öğrenen Hz. Ali, Ziyad’a “Ebu Süfyan’ın bir takım yanlış
düşünce ve hayalleri vardır; sen, onun bu hayallerine kapılma; çünkü o adama ne
varis olunur ne de soyuna girilir. Şunu bilesin ki, Muaviye b. Ebî Süfyan,
insanı aldatmasını pek iyi bilir; çok dikkatli ol!” diyerek onu ikaz etmişti.
Nitekim, Hz. Ali’nin vefatından sonra Muaviye, Mugîre b. Şu'be’yi aracı kılarak
Ziyad’ı kendi saflarına çekmiş; onu akrabalığına almak suretiyle de bu
yakınlıklarını iyice pekiştirmek istemiştir.[303]
İKİNCİ BÖLÜM
MUGÎRE B. ŞU'BE’NİN ŞAHSİYETİ VE DEVLET ADAMLIĞI
MUGÎRE B. ŞU'BE’NİN ŞAHSİYETİ
Kaynaklarda
Mugîre b. Şu'be’nin fiziksel özelliklerine dair hayli teferruatlı bilgilere
rastlanmaktadır. Buna göre o, uzun boylu, heybetli[304],
kumral, sık saçlı, alnı açık, kafası büyük[305],
dudakları geriye doğru çekik, ön dişleri kırık, çolak, omuzlarının arası geniş,
cüsseli[306] ve tek gözlü bir adam idi.[307] Gözünün Yermük[308], Kadisiye[309]
veya bir güneş tutulması sonucu kör olduğu belirtilmektedir.[310] Nitekim Hz. Aişe’nin şöyle
söylediği nakledilmektedir: “Hz. Peygamber zamanında güneş tutulmuştu; Mugîre
b. Şu'be de güneşe bakakaldı ve bu yüzden gözü kör oldu”.[311]
Bazı rivayetlerde bu tutulma olayının 59/678 senesi Receb ayının 4. günü vuku
bulduğu ifade edilse de doğrusu, 49/669 senesinde olduğudur. Zira 50/670
yılında vefat etmiş olan Mugîre, bu olaya şahit olmuş hatta bu nedenle kör
olmuştur.[312]
Mevcut
rivayetlerin ışığı altında şahsiyetine dair bir takım malumatın elde edildiği Mugîre
b. Şu'be’nin çok yönlü bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Ayrı başlıklar altında
incelenecek olsa da onu bu kişilik özelliklerinin birbirinden bağımsız olarak
düşünmemesi gerekir. Zira, onun dehâsı aynı zamanda ileri görüşlülüğüyle;
ileri görüşlülüğü, iyi bir gözlemci oluşuyla; hitabeti, elçiliğiyle; elçiliği,
dil bilmesi ile vs. bağlantılıdır.
Dehâ kelimesi,
sözlükte köken bakımından akıllı, anlayışlı, zeki, dirayetli, dâhî, cin
fikirli, maharet sahibi, ileri görüşlü, hazır cevaplı olmak gibi anlam
açılımlarına sahiptir.[313] Arapların dâhî olarak kabul
ettikleri, insanlar arasında bu şekilde bir sembol halini almış, şecaat ve
mekide (hile veya tuzak kurma) özellikleri ile muteber olan bazı meşhur isimler
vardır ki, Mugîre b. Şu'be de bunlardandır.[314]
Siyaset ve kiyaset bakımından müstesna olup[315],
dâhî olarak gösterilen kişiler hakkında kaynaklar şu rivayetleri
aktarmaktadır:
“Fitnede
dâhî insanlar beştir; bunlar, Kureyşten Amr ve Muaviye; Ensardan Kays b. Sa'd;
Sakîften Mugîre b. Şu'be; Muhacirundan Abdullah b. Budeyl b. Verkâ el-
Huzaî’dir”.[316]
“Bu ümmetin
dört kadısı, Hz. Ömer, Hz. Ali, Zeyd b. Sâbit ve Ebu Musa el- Eş'arî iken; dört
dehâsı, Amr b. el-Âs, Muaviye b. Ebî Süfyan, Mugîre b. Şu'be ve Ziyad b.
Ebîh’dir”.[317]
“Araplar,
müslümanlar arasında fitne ve kargaşa baş gösterdiğinde aldıkları tedbirlerle
ortama hakim olan beş dâhî adam sayarlardı; bunlar Muaviye b. Ebî Süfyan, Amr
b. el-Âs, Mugîre b. Şu'be, Kays b. Sa'd ve İbn Budeyl b. Verkâ idi”.[318]
Cevad Ali, el-Mufassal
adlı eserinde, Mugîre’nin “meşhur Arap dâhî ve şeytanlarından biri” olduğunu
belirtirken[319], İbn Kesîr ise şunları
söylemektedir: “Zührî, fitne hususunda dâhîlerin, Muaviye b. Ebî Süfyan, Amr b.
el-Âs, Mugîre b. Şu'be, Kays b.
Sa'd ve
Abdullah b. Verkâ şeklinde beş kişi olduğunu zikreder. Ben de derim ki, korkuluk
halinde olan ruhsuz cesetler beştir; bu kişiler, Ebu Bekir, Ömer, Muaviye, Amr
ve Mugîre’dir”.[320]
“Dört meşhur
Arap dâhîsi içerisinde Amr, zor, karmaşık ve illetli meseleleri çözüme
kavuşturan; Muaviye, sabır, teenni ve temkinle hareket eden, hilm sahibi;
Ziyad, küçük-büyük her işi halledebilen özellikleri ile üstün iken, Mugîre b.
Şu'be ise keskin bir zekâ ve doğuştan hazır cevap kabiliyetine sahipti”.[321] Yine bir başka rivayette
geçtiği üzere, Araplara göre bu dört dâhîden Muaviye, işleri enine boyuna
düşünüp tartabi- len; Amr, düşünmeden zekice cevaplar verebilen; Mugîre,
problemleri politik yoldan çözüme kavuşturabilen; Ziyad ise, tüm meseleleri,
gerekirse şiddet de karıştırmak suretiyle, halledebilen insanlardır.[322] Benzer bir rivayete göre de,
dört Arap dehâsından Muaviye, teenni ile davranmada ve yumuşak huylulukta; Amr,
karışık ve içinden çıkılmaz meselelerde; Mugîre, belli ve büyük problemlerde;
Ziyâd da, büyük-küçük her işte dâhîdir.[323]
Suyûtî ise
eserinde Mugîre b. Şu'be’den bahsederken onun, ashabın meşhurlarından,
zahidlerinden ve muteberlerinden olduğunu ifade etmektedir.[324]
Mugîre
hakkında varid olan meşhur söylemlerden birisi de şudur: “Bir şehrin sekiz
kapısı olsa ve her biri kilitli olup onları açmak için ayrı bir hile gerekse,
Mugîre bir yolunu bulup kapıların hepsini açar”.[325]
İbn Hacer
de eserinde, Taberî’nin, “Mugîre b. Şu'be’nin içinden çıkamayacağı ya da ona
üstün gelecek hiçbir iş yoktur” dediğini ifade etmektedir.[326]
Sahip olduğu
kabiliyetin farkında olan Mugîre, zekâsına olan inancını şu şekilde bir örnekle
anlatmaktadır: “Beni şu hayatta hiç kimse yenemedi; ancak bir keresinde
delikanlının biri beni kandırmayı başardı. Şöyle ki, evlenmek istediğim bir
kadın hakkında o delikanlıya danıştım; o da bana evlenmeyi arzu ettiğim kadını
başka bir adamla yakın haldeyken gördüğünü ve onun bana uygun bir eş olmadığını
ifade etti. Bunun üzerine ben de fikrimi değiştirerek kadınla evlenmekten
vazgeçtim. Ancak bir süre sonra delikanlının benim talip olduğum o kadınla
evlendiğini işittim ve kendisiyle karşılaştığımda ona neden bana yalan
söylediğini sordum. O ise aslında yalan söylemediğini, yani kadını bir adamla
yakın halde gördüğünü, ancak o adamın, kadının kardeşi olduğunu belirterek
kendini savunmuştu”.[327]
Ortamı ve olayları
etraflıca değerlendirebilme, fark edebilme hatta kritik zamanlarda belirleyici
rol oynayabilme özelliği ile malum olan Mugîre b. Şu'be’nin kıvrak zekâsıyla
daha da netleşen bu yönü, müdahil olduğu çeşitli durumlarda da kendini göstermiştir.
Kısaca hatırlatılacak olursa, Mugîre’nin, Halife Ömer’in Cübeyr b. Mut'im’i
Basra valisi yapacağını sezinleyerek hanımını Cübeyr’in eşine göndermesi ve
sonuçta sezgisinden emin olması; Hz. Ali halife olduğunda kendisine giderek
mevcut valileri hemen azletmesinin negatif sonuçlar doğuracağına dair uyarısı
hususundaki isabeti; yine bu dönemde, Sıffin savaşının ardından Ezruh’ta
toplanan hakemlerin uzlaşmaya muvaffak olamayacaklarına dair öngörüsünde haklı
çıkması; ömrünün sonlarına doğru Kûfe valiliğinden azledileceğini anlayıp
Yezid’in veliahtlığı fikrini gündeme getirerek vazifesinde kalması gibi pek
çok olay, Mugîre b. Şu'be’nin dehâ ve anlayışına dair bazı örnekler
taşımaktadır.
İleri
Görüşlülüğü
Mugîre b.
Şu'be, aklını, yaşamakta olduğu zaman ve mekan çemberinin merkezine bir pergel
gibi yerleştirerek durum değerlendirmesi yapmayı bilen bir anlayış yeteneğine
sahipti.
Mugîre’nin,
zekâsıyla birleşen ileri görüşlülüğü, Araplar arasında bu özelliğe sahip olan
insanlara “Mugîre görüşlü” denmesine vesile olmuş; dolayısıyla bu ifade Arap
toplumunda bir darb-ı mesel haline gelmişti.[328]
Zekâsı ve ileri görüşlülüğü ile ön plana çıkan Mugîre b. Şu'be’nin hayatına
bakıldığında bunun örneklerine rastlamak hiç de zor değildir. Hatırlanacağı
üzere, Hz. Ömer döneminde vuku bulan İran savaşları esnasında, Farslıların
komutanı Rüstem, müslüman komutan Sa'd b. Ebî Vakkas’tan kendileriyle konuşmak
için akıl, ilim, fehm, rey ve ufuk sahibi insanlar istediğinde, Sa'd’ın ilk
tercih ettiği insanlar arasında Mugîre de vardı.[329]
Hz. Osman’ın
hilafeti döneminde o, fitne ve kargaşanın kol gezdiği muhasara sırasında Hz.
Ali’yi başına geleceklere dair dikkatli olması hususunda önceden uyarmayı ihmal
etmemişti.[330] Nitekim Hz. Osman öldürülünce
olayın en ağır faturası Hz. Ali’ye kesilmiş ve halifeliği boyunca bu konuyla
ilgili itham ya da baskılardan kurtulamamıştı.
Mugîre b. Şu'be, râşid halifelerin sonuncusu olan Hz. Ali
zamanında da ileriye dair isabetli tahminlerde bulunmuştu. Daha Hz. Ali’ye
beyat edildiği ilk anda ona gitmiş, geniş çaplı ve uzun vadeli düşünerek
hareket etmesi ve sabık halifenin valilerini azletme konusunda acele
davranmamasını; zira ancak bu şekilde beyatlarını beklemek suretiyle onlara
karşı haklı bir konum kazanabileceğini hatırlatarak yeni halifeye kritik bir
tavsiyede bulunmuştu.[331]
O, Hz. Ali’nin
hilafetinin ilerleyen yıllarında cereyan eden Tahkim Hadisesinde, hakemlerin
her ikisiyle de görüştükten sonra onların asla uzlaşamayacak olan iki insan
olduklarını anladığını belirtmişti ki[332],
daha sonra bu olayın gerçekleşme süreci ve sonucu, onun haklılığının bir kez
daha göstergesi olmuştu. Nitekim, fitne ve bunalım zamanlarında ortaya çıkan
dâhîlerden olan Mugîre b. Şu'be, bilhassa belli ve büyük işleri halledebilen
bir kabiliyete[333], politik ve kıvrak bir zekâya
sahip idi.
Hoşgörüsü
Kaynaklarda
aktarılan bilgi ve yorumlara istinaden ifade etmek mümkündür ki, Mugîre b.
Şu'be’nin bu özelliği, Muaviye’nin iktidarı yıllarında olan Kûfe valiliği sürecinde,
gerek idareye gerekse birbirlerine muhalif gruplara karşı sergilediği
davranışlarda kendini göstermiştir.
Daha önce
zikredildiği üzere Mugîre’nin Kûfe valiliği boyunca, Şia olsun Haricî olsun,
yönetime muhalif bir görünüm arz eden gruplar, aykırı fikirlerine rağmen vali
nazarında müsamahakâr bir muamele ile karşılaşmışlar; eylem boyutuna
taşımadıkça herkesin görüşünü açıkça ifade edebileceği hatta savunabileceği bir
ortamda yaşamışlardır. Mugîre b. Şu'be’nin hoşgörülü idaresi, valiliği boyunca
geniş bir serbesti ortamı oluşturmuş olsa gerek ki[334],
ölümünün ardından, onun kadar hoşgörülü, yumuşak huylu ve uzlaşmacı bir vali
daha gelmediği ifade edilmiştir.[335]
Hatta, hayatında ondan başka herkesin rahat yaşadığı bile söylenmiştir.[336]
Mugîre’nin bu
hoşgörülü yönetimi, kaynaklarda, ilerleyen yaşı, başında olduğu halkla karşı
karşıya gelmek ya da kan dökmek istemeyişi, bu suretle Muaviye’nin otoritesini
sağlamlaştırırken kendi ahiretini yerle bir etmek istemeyişi gibi nedenlerle
temellendirilse de, sonuçta onun valilik yıllarının halk için bir rahatlık
süreci ifade ettiğini söylemek mümkündür. Öyle ki Mugîre, ayaklanma hazırlığı
içinde olduğunu öğrendiği gruplara karşı da ilk adım olarak müsamahalı bir
tavır takınmış; uyarı ve uzlaşma yoluna gitmeyi tercih etmiştir. Nitekim o,
halkını her fırsatta, dikkatli olmaları hususunda ikaz etmiş, temin etmeye
çalıştığı huzur ortamını bozmamaları, kan dökülmesine izin vermemeleri ve
herkesin kendisine, hatta kabiledaşına sahip olması doğrultusunda telkinlerde
bulunmuştur.[337] Ancak şu da bir hakikattir
ki, Mugîre b. Şu'be’nin sergilediği müsamahakâr tutum, haricî isyancılar
tarafından suistimal edilmiş; kurulması amaçlanan huzur ortamı huzursuzluğa
dönüştürülmüş; dolayısıyla Mugîre, ömrünün son yıllarını hâricî ayaklanmalarla
uğraşarak geçirmekten kurtulamamıştır.
Hitabeti
Mugîre b.
Şu'be, dehâ, ileri görüşlülük ve hoşgörü gibi vasıflarının yanı sıra hitabet
gücüne de sahip bir insan olarak tanınmakta idi. Bunun en bariz örneğini de
onun, Fars topraklarının fethi sürecinde karşı tarafla girişilen müzakereler
sırasında, hatib-elçi olarak görevlendirildiği ve bu sırada yaptığı etkili
konuşmalarla düşman üzerinde izler bıraktığına dair gelen rivayetlerde görmek
mümkündür.
Kadisiye
savaşı esnasında İranlı komutan Rüstem, kendileriyle görüşebileceği akıllı
adamlar talep ettiğinde, ona gönderilen isimlerden olan Mugîre b. Şu'be,
Rüstem’in huzurunda yaptığı konuşmada, beliğ bir hitab, ustaca seçilmiş ve
kararlılık ifade eden kelimeler ile müslümanların duruşunu temsil etmiştir.
Onun konuşmasının ardından komutan Rüstem’in orada bulunan İranlılara: “Bunlar
nerede, siz neredesiniz! Allah’a yemin ederim ki karşımızdaki insanlar, gerçek
yiğit olanlardır. İster doğru ister yanlış söylesinler, akıllılıkları ve
sırlarını korumaları o dereceye varmıştır ki, aralarında farklı görüşlerin
ihtilafları olmuyor. İstediklerini bunlardan daha iyi bilen kimse yoktur. Eğer
söylediklerinde samimi iseler bunların önlerinde hiç kimse ve hiç bir şey
duramaz” dediği rivayet olunmaktadır.[338]
Mugîre b.
Şu'be, Nihavend savaşı sürecinde de karşı tarafla diyalog bağlamında seçilmiş
müzakereciler arasında yerini almıştı.[339]
Bu savaşta o, ayrıca müslüman askerleri etkileyici hitablarıyla coşturarak
savaşa motive eden ve böylece zaferi tetikleyen isimlerden olmuştu.[340]
Mugîre b
Şu'be’nin bu özelliği ile yalnızca savaş dönemlerinde değil, hayatının pek çok
kesitinde de, onun ayrılmaz bir parçası olarak karşılaşmak mümkündür. Sözgelimi
Hz. Ömer’in, halifeliği esnasında Kûfe halkı hususunda sıkıntıya düşüp, bu
uğraşması zor insanların idaresini kime vermesi gerektiğini düşündüğü sırada,
Mugîre’nin Hz. Ömer’e söylediği sözler hayli etkileyici ve akıl dolu idi:
“Muttaki kişinin müslümanlığı kendinedir, fakat zayıflığı ve getireceği idare
yükü senin sırtınadır. Lakin güçlü kimsenin müslümanlığı kendisinin, güçlü
yönetimi ise tüm müslümanların malı olacaktır”.[341]
Aynı zamanda
ileri görüşlülük ve doğru gözlemcilik yeteneğinin de izlerini taşıyan bu
ifadelerin sahibi Mugîre b. Şu'be, nevi şahsına münhasır üslubunu Muaviye yıllarında
üstleneceği Kûfe valiliği sürecinde, kabile liderleri ya da havaric, şia gibi
farklı düşünce mensuplarına karşı yaptığı konuşmalarda da ortaya koyacaktır.
Yine, Kûfe valiliğinin son dönemlerinde önce Yezid’e sonra Muaviye’ye gelerek
Yezid’in veliahtlığı konusundaki fikirlerini sunuşunda seçtiği ifadeler de onun
ikna edici konuşmalarına başka bir örnektir.
Kadınlara
Meyli
Mugîre b.
Şu'be’ye dair bilgilerin bulunduğu bazı eserlerde, onun çokça evlenip boşanan
birisi olduğu rivayet edilmektedir. Bu rivayetlerde evliliklerinin sayısı
hakkında farklı ifadeler bulunmakla birlikte 70 ile 1000 arasında değişen
rakamlar verilmektedir.[342] Yine bazı kaynaklarda, bazen
Mugîre b. Şu'be’nin kadınlara dair, bazen de kadınların Mugîre’ye dair bir
takım ilgi çekici söylemlerine rastlanmaktadır.
Rivayet
edildiğine göre, Mugîre’nin nikahı altında dört kadın vardı. Bir gün hepsini
topladı ve onlara: “Sizler uzun boyunlu, güzel kadınlarsınız; ancak ben çokça
boşayan bir adamım; hepiniz boşsunuz!” dedi.[343]
Başka bir
rivayete göre, kadınlarla çokça nikahlanmakla tanınan Mugîre b. Şu'be şöyle
derdi: “Bir kadınla evli olan eksiktir, eğer kadın hastalanırsa o da hastalanmış
gibi olur; iki kadınla evli olan iki ateş arasındadır. Dördünü birden
nikahlayan ise yine hepsini birden boşayabilir”.[344]
Mugîre hakkında
varid olan şu rivayet de dikkate şayandır: Hanımlarından birine, “O, şaşı ve
çirkin bir adamdır” denildiğinde eşi, “Allah’a hamd olsun ki o gerçekten Yemen
balıdır, fakat çirkin bir kabın içine konmuştur” cevabını vermişti.[345]
Riyaset
Sevgisi
Mugîre b.
Şu'be’nin siyasî hayatı incelendiğinde, iktidara yakın bir isim olmayı hatta bu
işin bir parçası olarak vazife üstlenmeyi arzu ve tercih ettiği görülür. Hz.
Ömer döneminde olsun Muaviye’nin yönetimi yıllarında olsun icra ettiği
valilikleri, sahip olduğu malum kabiliyetlerinin yanı sıra, bir şekilde
kendini göstermek ya da o görevi hakkıyla yapabilecek kişi olduğuna dair
işaretler vermek sureti ile elde etmiştir. Yani, onun yüklenmiş olduğu
görevler, meşhur olduğu bazı vasıflarından dolayı akla gelen bir isim olmasına
bağlı oluşunun yanında, vazifeye talip olduğunu gösteren söz, davranış ya da
imalar sayesinde kendisine tevdi edilmiştir denilebilir.
Hatırlanacak
olursa, Mugîre b. Şu'be, Hz. Ömer zamanında Kûfe valiliğine Cübeyr b. Mut'im’in
atanacağından şüphelendiğinde, şüphesinden emin olmanın yolunu bulmuş ve adeta
durumun seyrini değiştirerek Hz. Ömer’in, Cübeyr hakkındaki kararından
vazgeçmesini, onun yerine kendisini vali yapmasını sağlamıştır.[346] [347]
Muaviye
döneminde ikinci kez Kûfe valiliğine atanan Mugîre’nin bu göreve getiriliş
seyri de ilginçtir. Onun, bu şehre Abdullah b. Amr b. el-Âs’ı tayin etmeyi
düşünen Muaviye’yi, “Abdullah’ı Kûfe’ye, babası Amr’ı da Mısır’a vali yapmakla
aslanın iki dişi arasında mı olmak istiyorsun?” diyerek uyarmasının akabinde bu
görev kendisine 391 verilmişti.
Mugîre’nin,
Muaviye ile arasını uzlaştırdıktan sonra Kûfe’ye gelen ve halifeden ferman
bekleyen Ziyad b. Ebîh’in, kendi yerine vali atanmasından endişelenerek derhal
hakikati araştırmaya koyulduğu ancak bu konuda bir bilgiye ulaşamadığı da gelen
rivayetler arasındadır.[348] Nitekim, Ziyad’ın Muaviye
nezdinde itibarı giderek yükselirken, halife, Mugîre’den idaresi altındaki
muhalif gruplara karşı takındığı yumuşak tavrı dolayısıyla, istediği verimi
alamamakta, umduğunu bulamamaktaydı. Böylece, valilik yıllarının sonlarına
doğru vazifesinden azledileceğini sezinleyen Mugîre b. Şu'be, daha Muaviye
hayatta iken oğlu Yezid’e beyat edilmesi (veliahtlık) fikrini ortaya atarak gündemi
değiştirecek bir fikir sunmak ve bu fikrin kabulü için uygun zemin oluşturmak
suretiyle vali sıfatını korumaya muvaffak olmuştu.[349]
Mevcut idare
ile zıtlaşmama tavrını benimseyen ve bu doğrultuda iktidarla yakın ilişkiler
kurma cihetine giden Mugîre b. Şu'be’nin, Hz. Ömer zamanında ortaya çıkan
idareci kimliği, Hz. Osman döneminde yavaşlamış ve nihayet Hz.Ali’nin
halifeliği sürecinde sekteye uğramıştır. Muaviye’nin idareyi ele aldığı
yıllarda, sabık iki halife döneminde takındığı çekinser tavrını değiştirmiş ve
artık Muaviye’den yana bir duruş sergilemeyi tercih etmiştir. Nitekim Muaviye
de, siyasî bir zekâ, genel bir dehâ kabiliyetine sahip olan Mugîre gibi
isimleri iktidarı boyunca kendi safında ve gözü önünde tutmuştur.
Onun riyaset
sevgisinin ve yeteneğinin bir yönünü, aslında kabilesi Sakîfe dayandırmak
mümkündür. Zira kabileye ismini veren Kasiyy, Taif topraklarına yapayalnız
gelmişti. Ancak zamanla kendini gösteren Kasiyy, o toprakların reisinin kızıyla
evlenmiş; zekâ ve kabiliyetlerini de kullanarak çevre edinmiş, nihayetinde o
bölgenin hakimi olmayı başarmıştı. Öyle ki, Kasiyy’in bu maharetine karşın
kendisine “Ne sakîf adam!” denmişti.[350]
Nitekim “sakîf’ kelimesi, daha önce de işaret edildiği üzere, “ kurnaz, becerikli,
kıvrak zekâlı, anlayışlı” gibi anlamlara gelmekteydi.[351]
II-
MUGÎRE B. ŞU'BE’NİN DEVLET ADAMLIĞI
Hz. Peygamber
döneminden başlamakla birlikte bilhassa Hz. Ömer’in hilafeti ile birlikte
devlet adamı kimliğinin iyice kendini göstermeye başladığı Mugîre b. Şu'be, bu
vasfı ile pek çok önemli işe imzasını atmıştır. Müteakip başlıklarda da
değinileceği üzere o, vali oluşunun yanında bir elçi, asker oluşunun yanında
bir danışman görünümüyle birçok kimliği bir arada taşımıştır.
SİYASÎ
KİŞİLİĞİ
Sayılı Arap
dâhilerinden ve siyasal akıllarından biri olan Mugîre b. Şu'be, müslüman olduğu
andan itibaren İslâmiyet uğruna verilen pek çok mücadelede tabiri caizse ön
saflarda yer almaktan hoşlanmış; özellikle Hz. Ömer döneminden itibaren
Emevîlerin ilk zamanlarına kadar siyasî arenada ön plana çıkan isimlerden biri
olmuştur.
Hz. Peygamber
döneminde, muhâfızlık, mübelliğlik, komutanlık gibi görevlerde bulunan Mugîre,
Hz. Ebu Bekir zamanında irtidad hadiselerine karşı savaşan müslüman bir asker
kimliği ile ortaya çıkmıştır. Hz. Ömer’in hilafeti sürecine gelindiğinde, idarî
kimliğinin en yoğun yıllarını yaşayan Mugîre, bu dönemde önce Basra sonra Kûfe
valiliğine atanmıştır. Hz. Osman halife olduğunda ise diğer valiler gibi
görevinden alınmış; bir rivayete göre yine bu dönemde Azerbaycan ve Ermeniye
valiliği yapmışsa da, halifenin kendisini görevden azletmesinin ardından
uzlete çekilmiş; fitne ortamında vuku bulan hadiselerde zaman zaman fikir beyan
etse de, olayları dışarıdan izlemeyi tercih etmiştir. Hz. Osman’ın katlinden sonra beyat edilen Hz. Ali’nin halife
olduğu günlerde, yeni halifeye bazı öngörülerini yansıtan tavsiyelerde
bulunmuşsa da, onun bu görüşleri halife katında itibar görmeyince ondan
uzaklaşmıştır.
Muaviye
dönemine gelindiğinde ise, suskunluğunu bozarak yeni halifeden yana bir duruş
sergilemiş; Muaviye de Arap dâhilerinden olan bu akıllı adamı Kûfe valisi
yapmıştır. Mugîre b. Şu'be, vefat ettiği 50/670 yılına dek bu görevde
kalmıştır.
İdarecilik
Hz. Ömer
döneminde iki ayrı şehrin valiliğine getirilen Mugîre b. Şu'be, ilk valilik
görevini Basra üzerinde icra etmiş; ilk deneyimi esnasında bir yandan yeni
fethedilen bu yerlerin şehirleşmesi adına gayret sarf ederken, diğer yandan
pek çok beldeyi fethetmek sureti ile İslâm fütâhâtına katkıda bulunmayı
sürdürmüştür.
Mugîre, Basra
valiliği yıllarında Basra divanını kurmak ve gelir giderlerin hesabını
titizlikle tutmak gibi[352] önemli icraatların yanı sıra
Irak bölgesi fetihlerine de katılmayı ihmal etmemiştir. Daha Utbe b.
Gazvan’ın, Basra valisi iken Medine’ye gelerek Hz. Ömer’den vazifeden affını
istediği zamanlarda, vekaleten onun yerine geçen Mugîre b. Şu'be, bu sırada
Meysan’ı fethettiğini halifeye bildirmiş[353]
ve ardından Basra valisi olduğunda da fetihlerine devam etmiştir.
Müteakip
yıllarda yine Hz. Ömer tarafından bu kez Kûfe valiliğine getirilen Mugîre, bu
valiliği esnasında da başarılı icraatlarda bulunmuş; Azerbaycan’ı fethederek
İslâm topraklarına katmasının yanı sıra[354],
Kûfe Camii’ni de genişleterek ihtiyaca binaen değiştirmiştir.[355] Onun Kûfe valiliği Hz.
Ömer’in vefatına kadar devam etmiştir.
Mugîre b.
Şu'be, Hz. Osman zamanında önce Hz. Ömer’in vasiyeti üzere Kûfe valiliğinden
alınmış[356]; sonra Azerbaycan ve Ermeniye
valiliğine getirilmişse de bir süre sonra bu görevden de azledilmiştir.[357] Bu konuya dair gelen
rivayetlerde, onun söz konusu görevden neden azledildiğine dair herhangi bir
malumata rastlanmamıştır.
Hz. Ali
döneminde ise Mugîre, fikirlerinin hükmünün geçmediği bu ortamdan uzaklaşmayı
tercih etmiş; onun siyasî alandaki bu uzleti, Cemel Vakası ve Tahkim
Hadisesindeki bazı girişimleri ile bir nebze bozulsa da, esasen Muaviye
iktidara geldiğinde sona ermiştir.
Muaviye
zamanında üstlenmiş olduğu Kûfe valiliği süreci, onun idarî hayattaki
icraatlarına dair en fazla malumatın elde edildiği kısımlar olmuştur. Tespit
edilen bu bilgiler de, Mugîre’nin, devletin ciddi bir iç meselesi olan Haricî
hareketine karşı verdiği mücadele veya Yezid’in veliaht oluşundaki fonksiyonu
ekseninde yer almaktadır.
İlerlemiş yaşı
ve dolayısıyla hayatının daha önceki yıllarında kazanmış olduğu siyasî
tecrübeler hasebiyle Mugîre’nin Kûfe valiliği yılları, hoşgörü ve ifade
özgürlüğü rüzgarlarının estiği bir dönem olarak yerini almıştır.[358] Bu süreçte vali Mugîre,
uyarılarla ikna olmayan Haricî grubu, yine bir başka grup olan Şia ile
sindirmeyi bilmiş; mevcut serbesti ortamından cesaret alarak isyan eden Haricîler,
onun valiliği sırasında ağır darbeler almışlardır. Bu şekilde Mugîre b. Şu'be,
Muaviye idaresinin yaklaşık sekiz yıllık bir valisi olarak, yönettiği şehirde
vefat etmiştir.
Diplomatlık
Mugîre b.
Şu'be, iki farklı güç arasında ciddî mevzulara dair yapılacak olan ve resmiyet
ifade eden önemli görüşmelerin, taraflar adına temsilciliğini üstlenme işi olan
diplomatlık[359] gibi önemli vazifeler de icra
etmiştir.
Hem kendisinin
hem de içinde yaşadığı toplumun, sahip olduğu kabiliyetlerin farkında olduğu Mugîre,
Hz. Peygamber tarafından kabileler arasındaki yazışmalarda kullanıldığı gibi[360], İslâm devletinin himayesi
altına giren bölgelere İslâm’ı tanıtmak ve anlatmak amacıyla gönderilen
elçilerden idi.[361] Onun üstlendiği bu vazife,
anlaşılacağı üzere, siyasî yönden ziyade dinî bir boyut arz etmekte idi.
Elçilik görevi
bir yönüyle arabuluculuk veya uzlaştırma mahiyetine sahip bir iş niteliğindedir
ki, yaptığı bazı elçiliklerde de Mugîre b. Şu'be’nin bu yöndeki başarısı
kendini göstermiştir. Taifliler, elçiler yılı girdiğinde Hz. Peygamber’e
müslümanlığı kabul ettiklerini açıklamak üzere geldiklerinde Mugîre, Allah
Rasûlü’nün yanına girmeden evvel nasıl selam vermeleri gerektiği gibi bazı
hususlarda onları uyarmış[362]; bir takım gereksiz ve hatalı
davranışlarda ısrar etmeyerek kendilerine çeki düzen vermele-rine dair onlara
bir nevi arabuluculuk yardımı yapmıştır.
Hz. Ömer’in
hilafeti devraldığı yıllarda ise fetihlerin de hız kazanmasıyla birlikte
Irak-İran istikametinde yürütülen harekâtın önde gelen müzakerecilerinden olan
Mugîre b. Şu'be, bu süreçte meydana gelen Kadisiye ve ardından Nihavend
savaşları esnasında karşı tarafla başlatılan sulh görüşmelerinin vazgeçilmez
isimlerinden biri olarak sahneye çıkmıştır.
Mugîre, sadece
dış siyaset alanında değil, iç siyasetle ilgili meselelerde de elçilik rolü
üstlenmiştir. Onun, siyasî kimliğini en yoğun ortaya koyduğu dönemlerden olan
Muaviye’nin iktidarı yılları, hatta henüz Hz. Hasan’ın halife olup Muaviye’ye
beyat etmemiş olduğu zamanlar bunun örneklerini içermektedir. Nitekim, Hz.
Hasan’ın kısa süren halifelik günlerinde, Muaviye tarafından ona gönderilen
müzakereci elçiler heyetinde Mugîre b. Şu'be de bulunmaktaydı ki, bu görüşme
sonucunda Hz. Hasan ile
Muaviye
arasında bir anlaşmaya varılması suretiyle Muaviye yeni halife olarak ilan
edilmişti.[363] Muaviye’nin idareyi ele
geçirdiği zamanlarda iç sıkıntılarından biri olan ve Hz. Ali taraftarlığıyla
bilinen Ziyad b. Ebîh’in kendisine beyatı kabul etmeyişi problemi, Muaviye’nin
Mugîre’yi Ziyad ile kendi arasında elçi yaparak sorunu halletmeye çalışması ve
böylece Mugîre’nin iki tarafı uzlaştırması sayesinde halledilmişti.[364]
Danışmanlık
Mugîre b.
Şu'be’nin olayları gözlemleme ve tahlil edebilme özelliği, yaşadığı toplumda
fark edilmiş bir durum olsa gerek zaman zaman halifeler onun bu yönünden
istifade etmişlerdir. Mugîre’nin, problemleri halletmedeki kabiliyeti ve keskin
zekâsı, bir yandan onun tecrübeli bir idareci olmasını sağlarken, diğer yandan
kendisine müracaat edilen bir insan olması sonucunu doğurmuştur.
Hz. Ömer’in
bir türlü vali beğendiremediği Kûfe halkına karşı nasıl bir idareci ataması
gerektiği hususunda Mugîre’nin görüşünü aldığı rivayet edilmektedir.[365] Hz. Ömer, en doğru kararı
tespit açısından sadece idarî değil hukukî meselelerde de istişarede
bulunmaktan kaçınmayan bir insan olarak sahabeye danışırdı. Örneğin, Hz.
Ömer’in, kadının doğum vaktinden evvel düşürülen cenininin diyeti hakkında
ashabla istişâre ettiği, bunlardan biri olan Mugîre’nin, Hz. Peygamber’e
istinaden malumat vermesinin ardından[366]
[367] Hz. Ömer’in ona başka şahit
olup olmadığını sorduğu ve Muhammed b. Mesleme’nin de aynı şeye şahitlik
etmesiyle meselenin açıklığa kavuştuğu rivayet edil- 411 mektedir.
Mugîre b.
Şu'be’nin, danışma ve dayanışma adına yardımından istifade edildiği bir kişi
olarak öne çıktığı dönem, Muaviye yönetiminin ilk yılları olmuştur. Muaviye
halife olduktan sonra iktidarını sağlamlaştırmak adına öncelikle kendisi için
tehlike arz edebileceğini düşündüğü kimseleri bertaraf etmeye çalışmıştır ki,
onun bu husustaki yardımcılarından biri de Mugîre idi. Halife, kendisine karşı
taraftar toplayıp isyan başlatır kaygısıyla rahatsızlık duyduğu Ziyad b. Ebîh
konusunda Mugîre’nin yardımına başvurmuş ve ondan, çözülememiş bir problem
olarak süregelen meseleyi halletmesini istemişti.[368]
Aynı şekilde meselenin diğer ucundaki isim olan Ziyad da Mugîre’den Muaviye’ye
karşı nasıl bir tavır takınması gerektiğine dair fikir yardımı taleb etmiş ti.[369]
Yeni halife
Muaviye b. Ebî Süfyan ile Kûfe valisi yaptığı Mugîre b. Şu'be arasındaki
ilişkiler, Muaviye’nin hilafetinin ilk zamanlarında dayanışma içerisinde yürütülmüştür.
Nitekim Muaviye, Abdullah b. Amr’ı Kûfe valisi yapmasının tehlikeli bir durum
yaratabileceğine dair Mugîre’nin görüşünü değerlendirmiş ve bu yöndeki fikrinden
vazgeçmişti.[370] Buna karşın Muaviye, Kûfe’ye
Mugîre’yi vali olarak atadığında ona, Hz. Ali ve taraftarlarını kötülemesini
telkin ettiğinde, Mugîre de bu fikre muvafakat etmiş ve valiliği boyunca bu
uygulamayı sürdürmüştü.[371] Mugîre, Haricîlerle yaptığı
mücadeleler esnasında, ele geçirdiği isyancıların nasıl bir muameleye tabi
tutulacağı hususunda da halifeye danışarak hareket etmeyi uygun bulmuştu.[372] [373]
Valiliğinin
son zamanlarına doğru, kaynakların işaret ettiğine göre, yerine bir başkasının
getirileceği duyumu ile endişeye kapılan Mugîre b. Şu'be, Yezid’e halife olarak
beyat alınmasının müslümanlar için gerekli bir durum olduğu ve bu konuda derhal
harekete geçilmesi fikrini gündeme getirerek görevini sürdürmeye gayret
etmişti. Söz konusu görüşün Muaviye nezdinde de kabul görmesinin akabinde,
onun, halkın ikna edilmesi yönünde Mugîre ile danışıklık içinde olduğu da göze
çarpmaktadır. Nitekim Mugîre b. Şu'be, halifeye işi kendisine bırakmasını
ifade ettikten sonra bu konuda çalışma başlatmış, bir heyet oluşturmuş ve
Yezid’in halifeliği için toplumsal zemin meydana getirmeye çalışmıştı.
Muaviye,
halifeliği boyunca, akıllı bir idareci olarak, kendisine muhalif olmasından
çekindiği ve yanında istediği dâhî adamları kendi çemberi içine almayı başarırken;
buna karşın siyasal zekâlarıyla malum olan Amr b. el-Âs, Ziyad b. Ebîh, Muaviye
b. Ebî Süfyan gibi bu kişiler de idare ile uzlaşmayı bilmiş, hatta idare
bütününün önemli bir parçası olarak konumlarını belirlemişlerdir.
Son olarak, bu
başlık altına ilave edebileceğimiz bazı hadisler de Mugîre- Muaviye meşveretini
ortaya koyan farklı bir boyut arz eder. Şöyle ki, Muaviye, Mugîre’ye, “Bana
Rasûlullah’dan işittiğin bir şey yaz” diyen bir mektup göndermiş; Mugîre ise
selam ile başladığı mektubunda[374], Hz. Peygamber’in namazlardan
sonra okuduğu bir duayı[375] ya da Hz. Peygamber’den
işittiğine göre, Allah’ın üç şeyi (dedikodu yapmak, malı zâyî ve israf etmek,
çok suâl sormak) kerih gördüğünü yazmak suretiyle ona cevap vermiştir.[376] Muaviye’nin bu istişareyi,
hem kendi bilgisini hem de Mugîre’ninkini sınamak, kontrol etmek, yanlış veya
eksiklik varsa onu gidermek gibi tashîh ve tasdîk amaçlı yaptığı ifade
edilmektedir.[377]
Âmillik
Kaynaklarda
nakledilen bazı rivayetlerde, Hz. Ömer’in Mugîre b. Şu'be’yi Bahreyn üzere
istimâl ettiği, ancak bir süre sonra halkın ondan hoşnut olmamaya başlayarak
halifeye şikâyette bulunması üzerine, Hz. Ömer’in Mugîre’yi görevden azlettiği
belirtilmektedir. Bu rivayet şu şekilde devam etmektedir: Hz. Ömer’in
Mugîre’yi Bahreyn âmilliğinden azletmesinin ardından, şikâyetçi olan kişiler,
Mugîre, halife ile görüşüp şikâyetlerin izahını yapar da tekrar kendilerine
geri gönderilir şüphesi ile bunun olmaması için bir plan hazırladılar;
aralarında para toplayıp bu parayı mümessilleri vasıtasıyla Hz. Ömer’e arz
ederek Mugîre’nin o paraya ihanet ettiğini söylediler. Ancak kendisi üzerinde
bir oyun oynandığını hemen fark eden Mugîre, Hz. Ömer’in huzurunda, kendisini
şikâyet eden insanlarla yaptığı tartışma sonucunda, işin hakikatinin ortaya
çıkmasını sağlamıştır.[378]
Onun âmilliği
hakkında İbn Kesîr’de geçen bir rivayette ise sadece, Hz. Ebu Bekir’in Mugîre
b. Şu'be’yi Bahreyn’e gönderdiğine dair sınırlı bir ifade vardır.[379]
Şahitlik
ve Katiplik
Hz. Peygamber
zamanına ait vesikaları Medine’ye hicretten önceki dönemin si- yasî-idarî belgeleri
ve hicretten sonraki döneme ait siyasî-idarî ve diğer bazı belgeler şeklinde
ikiye ayırmak mümkündür. Yapılan tasnife, Hulefâ-i Râşidîn devrine ait pek çok
siyasî ve idarî belge de eklenebilir. Bu belgeler, Arap kabilelerine,
Bizans/Rum devleti ve bağlı bölgelerine, diğer bazı din mensuplarına, Fâris
(İran/Sasanî) devleti ve bağlı bölgelerine gönderilen belgeler olarak alt
başlıklar halinde ifade edilebilir.[380]
Bu noktada Mugîre b. Şu'be, gerek Hz. Peygamber ve gerekse dört halife devrine
ait pek çok belgede, bazen şahit bazen de katip kimliği ile ortaya çıkmıştır.
Bu durumu,
onun Hz. Peygamber tarafından farklı kabile ya da milletlerle yapılan bazı
anlaşmalarda şahit olarak gösterildiğini belirten rivayetlerden başlayarak
örneklendirmek mümkündür.[381]
İran’daki
Kazvin halkından olan, Benû Hafâce Arapları soyundan gelen Benî Zâkân
kabilesinin müslüman oluşundan sonra Allah Rasûlü’nün Hz. Ali’ye yazdırmış
olduğu anlaşma metninde, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Selmân el-Fârisî, Cerîr b.
Abdillah, Mâlik b. Avf gibi isimlerle birlikte Sakîfli Mugîre b. Şu'be de
şahitler arasında gösterilmekte idi.[382]
Yine, Necran
Hristiyan heyetinin Hz. Peygamber’in tebliğine karşı inat ederek diretmesine
karşın, Rasûlüllah’ın mülâane (yalan söyleyenlerin lanete uğraması) teklifi üzerine,
ortaya konan bu ciddi inançla başa çıkamayacaklarına karar veren Necranlı heyet
ile siyasî bir bağlılık ifade eden anlaşma akdedilmişti. Bu anlaşma metninin
alt kısmında zikredilen şahitler arasında Ebu Süfyan, Mâlik b. Avf gibi
isimlerin yanı sıra Mugîre b. Şu'be de vardı.[383]
Hz. Ömer
dönemine gelindiğinde ise, bu hilafet yılları, pek çok ülkenin fethine ve
dolayısıyla buralarda bulunan halkla yürütülecek olan ilişkileri düzenleyen
bazı anlaşmalara sahne olmuştu. Bu dönem fetihlerinin istikameti olan Fâris ve
Medâin bölgesi Hristiyanları ile ahidname yapılmıştı ve fetihlerinin ardından
İslâm devletine bağlanan bu yerlerin halkına, güçleri nisbetinde harac vergisi
getirilmişti. Bölge halkının taleplerini de dinleyen halife, İşev'iyab
el-Câslîk adlı kimse ile bir görüşme yapmış ve ondan bölgedeki Hristiyanların
sorunlarını dinlemişti. Bu konuşma sonunda Hz. Ömer ona bir ahidname sunmuştu
ki, bu belgeye, Hz. Osman ve Mugîre b. Şu'be, 17/638 senesinde, şahitlik
etmişti.[384]
Mugîre,
hayatının ilerleyen dönemlerinde, Sıffin savaşının akabinde gerçekleşen Tahkim
Hadisesinde hakemlerin bir araya gelişine de tanıklık etmişti; bu olaya, Abdullah
b. Amr, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Hâris’in yanı sıra Mugîre b. Şu'be de
şahit ve gözlemci sıfatı ile katılmıştı.[385]
Hz.
Peygamber’in, inzal olunan vahyi ya da civar devlet ve kabile başkanlarına
göndermiş olduğu İslâm’a davet mektuplarını yahut da diğer tüm yazışma ve
anlaşmalarını kaleme almakla mükellef kıldığı katipleri vardı. Kaynaklar, bu
işi icra eden kişilerin sayısı hakkında 23-42 arasında değişen rakamlar
verirler ki, Mugîre b. Şu'be de bu listede yer alan isimlerdendir.[386] Onun isminin katip olarak
geçtiği vesikalar, Hz. Peygamber döneminden başlamak sureti ile şu şekilde
ifade edilebilir:
Hz.
Peygamber’in isteği ile Mugîre’nin yazmış olduğu ve içerisinde şartların bulunduğu
anlaşma mahiyetindeki mektuplara örnek verilecek olursa, Allah Rasûlü’nün Benî
Hâris kabilesine hitaben birkaç kez yazdırmış olduğu mektupların kâtibi Mugîre
b. Şu'be idi.[387] Şöyle ki, Hz. Peygamber
tarafından Fâris devleti bağlı bölgelerinden olan Necran (Belhâris ve Nehd)
bölgesine mensup Hâris b. Ka'b oğullarından Dıbâb oğulla-
rına
yazdırdığı mektubları Mugîre b. Şu'be yazmıştı. Hz. Peygamber, yine bu bölgeden
Benî Hâris’e mensup Kanân oğullarına hitaben bir mektubu da Mugîre b. Şu'be’ye
yazdırmıştı. Yine Belharis’ten Yezid b. Muhaccel el-Hârisî’ye yazılan mektubun
kâtibi Mugîre’ydi.[388] Bunun yanı sıra Arap
kabilelerine gönderilen pek çok mektubu kaleme alan kişi de Mugîre b. Şu'be
olmuştur. Cuheyne kabilesinden Curmuz oğullarına verilen emanname mektubunu
Mugîre yazmıştı.[389] Tay kabilesinden Âmir b.
el-Esved’e hitab eden emannamenin kâtibi de Mugîre’ydi. Aynı şekilde, Tay
kabilesinden Cuveyn oğullarına ve yine Tay kabilesinden Husayn b. Nadle
el-Esedî’ye yazılan mektupların kâtibi de Mugîre b. Şu'be idi.[390]
Hz. Peygamber
döneminde Necran Hristiyanları ile yapılan muahededen bahsedilirken Mugîre b.
Şu'be’nin burada gösterilen tanıklardan olduğuna işaret edilmişti. Hz. Ebu
Bekir zamanına gelindiğinde, halife tarafından yenilenen bu anlaşmaya, Hz. Ebu
Bekir’in mevlası Amr, Râşid b. Huzeyfe ve Mugîre b. Şu'be şahit olmuştu.
Mugîre, aynı zamanda bu yeni anlaşmanın kâtibi idi.[391]
Yine Hz. Ebu Bekir zamanında baş gösteren irtidad hadiselerinde, halife, ilgili
bölgelerdeki âmillerine mektuplar göndererek temas halinde olmuştu ki, bu
mektuplardan biri de, el-Muhâcir’e hitab eden ve Mugîre b. Şu'be’nin yazdığı
mektuptu.[392]
Hz. Peygamber,
yazı işlerini ashabdan bazıları arasında taksim eylemiş, belli bir düzene
sokmuştu.[393] Buna örnek verilecek olursa,
Hz. Ali, Hz. Osman, Ubey b. Ka'b, Zeyd b. Sâbit gibi bazı şahıslar vahiy
katipleri iken; Abdullah b. Erkam, A'lâ b. Ukbe, Muaykıb b. Ebî Fatıma
ed-Devsî, Hz. Peygamber’in ganimetlerini (megânim); Mugîre b. Şu'be ve Husayn
b. Nümeyr ise insanlar arasındaki şeyleri yazıyorlardı.[394]
Mevlânâ Şiblî de eserinde bu görevin Allah Rasûlü tarafından bir işbölümü
içerisinde yürütülecek şekilde düzene oturtulduğunu kaydederek şöyle devam
eder: Çeşitli zamanlarda ve muhtelif nedenlerle büyük sahabîler tarafından icra
edilen katiplik vazifesi sürecinde, Şurahbil b. Hasene bu şerefe ilk nail olan
isimdi. O, Mekke’de, vahiyleri yazma işini ilk üstlenen kişiydi. Bu görev,
Medine’de ise ilk olarak Ubey b. Ka'b’a nasib olmuştu. Bundan sonra, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman , Hz. Ali, Zübeyr b. Avvam, Âmil b. Füheyre, Amr b.
el-Âs, Abdullah b. Erkam, Sâbit b. Kays, Hanzele b. Rebî, Mugîre b. Şu'be,
Abdullah b. Revaha, Halid b. Saîd, A'lâ b. Hadramî, Huzeyfe b. Yeman, Muaviye
b. Ebî Süfyan, Ebu Süfyan b. Harb ve Zeyd b. Sâbit, bu görevi farklı zamanlarda
yerine getiren isimlerdi. Sahâbenin tüm ileri gelenleri ara sıra bu işi yapmak
durumunda kalmışlardı.[395] Genelde katiplik görevi
Zeyd’in omuzlarındaydı. Öyle ki Zeyd, bu iş için Hz. Peygamber’in isteğiyle
İbrânice[396], Rumca, Kıptîce, Farsça ve
Habeşçe dahi öğrenmişti.[397] Katiplerden her biri kendine
mahsus bir işi yapmakla görevli olduğu gibi, bazen aynı şahıs farklı sahalarda
da görev yapabilirdi. Nitekim Hz. Peygamber, genelde İslâm’a davet
mektuplarını, aynı zamanda vahiy katipleri olan Zeyd b. Sâbit ve Ubey b. Ka'b’a
yazdırırdı. Hz. Ali, Muaviye ve Mugîre gibi bazı isimler ise Hz. Peygamber’in
davet mektuplarını ve siyasî vesikalarını yazan isimler arasında idi.[398] Mugîre’nin aynı
zamanda beytü’l-mâl kâtibi olduğu da gelen rivayetler arasındadır.[399]
Binaenaleyh,
bir bakıma Hz. Peygamber’e vekillik yapma yetki ve rütbesi anlamına gelen
katiplik görevi, farklı şartlar altında büyük sahabîler tarafından
üstlenilmişti ki, Mugîre b. Şu'be de bu şerefe nail olan kimseler arasında idi.[400]
Bunun dışında
ashab, idarî işlerde birbirine yardım etmek ve devlet hizmeti yapmak üzere de
birbirlerinin katipliğini yapmıştır. Bu bağlamda Mugîre b. Şu'be, Ebu Musâ
el-Eş'arî’nin kâtibi iken, Ziyâd b. Ebîh[401]
ve Verrâd gibi isimler de Mugîre’nin katipliğini yapmıştı.[402]
B-
ASKERÎ YÖNÜ
Mugîre b.
Şu'be, İslâm’a girdiği andan itibaren müslümanların vermek durumunda oldukları
mücadelede yerini alan bir asker olmaktan beri durmamıştır. Onun askerî
alandaki bu konumu, bazen komutan, bazen müslüman bir asker, bazen elçi ya da
orduyu savaşa teşvik eden bir hatib, bazen de ordunun düzenli bir harekât
gerçekleştirebilmesi için önem arz eden organize adamı şeklinde ortaya
çıkmıştır.
İslâmiyet’in,
genelde selâmeti ve özelde Arap yarımadasında yerleşmesi adına önemli
süreçlerden biri olan Mekke’nin fethinin ardından başkaldırı niteliğinde bazı
hareketlenmeler kendini göstermişti. Mugîre, bu hareketlenmelerin bir ürünü
olan Taif ve Hevazinlilerle yapılan mücadeleye bir İslâm askeri olarak
katıldığı gibi[403], mücadeleden hezimetle
ayrılarak köşeye sıkışan Taif halkının muhasarası esnasında, şehir halkının
diyaloğa girdiği, taleplerini anlatmak üzere iltica ettiği bir konumdaydı.[404] Yine Hz. Peygamber döneminde
Mugîre b. Şu'be, “zorluk seferi” olarak anılan Tebük gazvesine de katılmış ve
adeta Hz. Peygamber’in yanından ayrılmamıştı.[405]
Hz. Ebu
Bekir’in halife olduğu yıllarda patlak veren irtidad olaylarında İslâm devleti
adına mücadele eden Mugîre, bu hususla ilgili olarak Nüceyr civarındaki
mürtedlerin etkisiz hale getirilmesinde etkili olmuştu.[406]
O, ayrıca Yemâme’de mürtedlere karşı girişilen mücadeleye de katılmış ve
müslümanların selâmeti için bir dönüm noktası olabilecek bu hadiselerin
bastırılmasında rol almıştı.[407]
Hz. Ebu Bekir
döneminde, Suriye-Bizans cihetine yönelen İslâm fetihleri esnasında Hâlid b.
Velid komutanlığındaki müslüman ordu ile Bizans kuvvetlerinin ilk ciddi
karşılaşması olan Yermük savaşında Mugîre b. Şu'be de yerini almış; hatta bazı
rivayetlere göre o, bu savaşta gözünü kaybetmişti.[408]
Hz. Ömer
dönemine gelindiğinde ise Irak-İran rotasındaki fetihlere önem verilmiş ve bu
doğrultuda Kadisiye, Nihavend gibi bazı önemli savaşlar meydana gelmiş; bu
süreçte, önce müslümanlar sonra da karşı taraf uzlaşma girişimlerinde bulunmuş,
talepler ve şartlar bu şekilde birbirine iletilmişti. Bu noktada, Mugîre b.
Şu'be’nin de aralarında bulunduğu elçiler, temsil ettikleri insanların
amaçlarını, taleplerini, net ve anlamlı üsluplarıyla ifade etmiş; gerektiğinde
de tüm müslümanlar adına kendilerini savunmayı bilmişlerdi[409]
Ordunun güzide
askerlerinden, büyük ve meşhur zatlarından olan Mugîre b. Şu'be[410], bu savaşlarda aynı zamanda
müslüman askerlere moral veren etkin isimlerden biri idi. Nitekim kendilerinden
kat kat fazla bir sayıya sahip düşman kuvvetleriyle karşılaşma pozisyonunda
olan İslâm ordusunda, Mugîre, Tuleyha, Huzeyfe, Amr b. Ma'dikerb, Gâlib, Âsım
ve Kays gibi isimlerin etkileyici konuşmaları sayesinde askerler daha güçlü
bir motivasyonla savaşmaktaydı.[411] Bunun yanı sıra orduda
bulunan bazı isimler, askerlerin düzenli bir şekilde savaşa hazırlanması için
önem arz eden bir işte ustalaşmışlardı ki, bu iş, iyi çadır kurup askerlerin
düzgün bir şekilde yerleşebilmesini sağlamaktı. İşte savaş sürecinde bu teknik
işi de yapabilen, komutanın karargâhını kuran, Mugîre b. Şu'be, Huzeyfe b.
Yeman, Ukbe b. Âmir, Eş'as b. Kays, Cerîr b.
Abdillah gibi
bazı tecrübeli insanlar vardı ki, o bölgede, işlerini bunlar kadar iyi yapan
kimse az bulunurdu.[412] [413]
Komutanlık
İslâm tarihi,
son din olarak ortaya çıkan ve ilk günden itibaren çeşitli taarruzlara maruz
kalan İslâmiyet’in, varlığını ve selâmetini koruyabilmek adına mücadele verdiği
pek çok savaşa sahne olmuştur. Kaynaklar bu savaşlardan bahsederken bazı
sınıflandırmalara giderler. Buna göre, Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin
komuta ettiği askerî seferlere “gazve”; sahâbeden birinin idaresi altında sevk
ettiği askerî birliklere ise “seriyye” denilmektedir. Rasûlullah, Medine
dönemini teşkil eden on yıllık zaman zarfında 27 gazve ve 70 kadar seriyye
tanzim etmek suretiyle çok sayıda askerî harekât 457 tertip etmiştir.
Seriyyeler,
iktisadî, siyasî fonksiyonlu, güvenlik, istihbarat, keşif amaçlı ya da özel
görevli (İslâm’a davet, düşmana hedef şaşırtma, putları imha vs.) seriyyeler
şeklinde ve değerlendiriş açısına göre değişebilecek farklı türlerde
sınıflandırılırlar.[414] Bu seriyyeler dizisinde,
Mekke’nin fethinin ardından putları yıkımı için gönderilen seferler de
diğerleri gibi önem arz eder.
Arabistan’da
farklı kabilelere mensup çeşitli putlar vardı. Fetihten sonra kabileler
İslâm’ı kabul etseler de içlerinde kökleşmiş olan putların kutsallığı inancı,
birdenbire yok olmamıştı. Dolayısıyla eskiden beri süregelen bu inanç, onların,
puthanelerini kendi elleriyle yıkmalarını engellemekteydi. Nitekim Taif
halkının da İslâm’a girerken bir yıl süreyle putlarının yıkılmaması, en azından
kendilerinin bunu yapmak istemediklerine dair talepleri olmuştu. Diğer bazı
kabileler de aynı taassubî bağlılıklarından dolayı putlarını yıkmaktan
çekinmekteydiler. Bundan dolayı Hz. Peygamber, böyle yerlere başka müslümanlar
göndererek yıkımın gerçekleşmesini sağlamıştı. Örneğin, Halid b. Velid
seriyyesi, Uzza; Amr b. el-Âs seriyyesi, Suva; Sa'd b. Zeyd seriyyesi, Menat;
Mugîre b. Şu'be ve Ebu Süfyan seriyyesi, Lât puthanesini vs. yıkmak üzere
gönderilmişti.[415]
Ziyad b. Ebîh,
Haccac b. Yusuf, Muhammed b. Kasım gibi, Taif şehrinin İslâm devletine hediye
ettiği önemli asker ve liderlerden olan Mugîre b. Şu'be[416],
müslüman olduktan sonra, İslâmiyet’in korunması ve yayılması adına verilen pek
çok mücadeleye katılmış ve elde edilen bu başarılara ortak olmuştur. O, ilk
seriyyesini bir komutan olarak, kendi kabilesi olan Sakîfe karşı, üstelik bir
zamanlar bakıcılığını üstlenmekle şeref duydukları Lât adlı büyük putu yıkmak
gibi önemli bir görevi yerine getirmek suretiyle gerçekleştirmişti. Mugîre, bu
görevde idareyi birlikte üstlendiği Ebu Süfyan ve bir grup müslümanla birlikte
yola çıkmış, Taife ulaşmış ve kendisini şehir dışında bekleme kararı alan Ebu
Süfyan’ın yanından ayrılarak[417] putun bulunduğu mabede
girerek vazifesini yerine getirmişti.[418]
Sakîflilerin endişeleri, uyarıları ve bağırışlarına rağmen o, şirkin büyük
sembollerinden olan Lât’ı yıkmış; putun yanında bulunan tüm mal ve hediyelere
devlet namına el koyarak hepsini Medine’ye getirmişti.[419]
Bu noktada bir
kez daha hatırlatmak gerekir ki, Allah Rasûlü’nün, o zaman için Arabistan
yarımadasının en köklü ve büyük dinî simgelerinden olan Lât’ın imhası üzere,
biri Sakîfin diğeri Kureyş’in önde gelen isimlerinden olan kişileri seçmesi
tesadüf değildir. Belki de bu görev, aynı zamanda, kendi iç dünyalarındaki
putları da yıkmaları için onlara sunulmuş bir fırsat niteliği de taşımakta idi.
Ayrıca, dört büyük puttan biri olan Lât’ın yıkımı için, herhangi bir ismin
değil de, bir taraftan o kabilenin bağrından gelen bir insanın diğer taraftan
da malum kabilenin dayısı olarak adlandırılan ve aynı zamanda Kureyş gibi
meşhur bir kabilenin liderlerinden birinin seçilmesi, bu yıkımın çok daha büyük
engellerle karşılaşmaması adına da anlamlı ve stratejik yönü olan bir karardı.
İkinci halife
döneminde cereyan eden fetihlerin baş aktörü konumunda olup Kadisiye savaşının
ardından Hz. Ömer’in Basra’ya vali tayin ettiği Mugîre b. Şu'be,
Meysan[420], Ubulle[421],
Hemdan[422], Ehvaz[423],
Sûku’l-Ehvaz, Ebz Kabaz, Dest-i Meysan, Kazvin ve Zencan’ı fethetmesinin[424] yanı sıra, İslâm fetihleri
için büyük bir adım ifade eden Nihavend savaşında ordunun sol cenahını komuta
etmişti.[425] Ayrıca Mugîre’nin, Hz. Ömer
dönemindeki Kûfe valiliği sırasında Azerbaycan fethine imza atan isim olduğuna
dair de rivayetler vardır.[426]
Muhafızlık
Mugîre b.
Şu'be, Hudeybiye Musâlahasından az bir zaman önce müslüman olmasına rağmen,
Hudeybiye görüşmeleri sürecinde Hz. Peygamber’e gelen Kureyş temsilcilerinin
karşısında Onun muhafızlığını yapmıştı. O sırada henüz müslüman olmamış olan
amcası Urve b. Mesud, Kureyş adına konuşmak üzere Allah Rasûlü’nün huzuruna
gelip söze başladığında Hz. Peygamber’in yanı başında duran Mugîre, Urve’nin
bir ara Allah Rasûlü’nün sakalını okşaması üzerine koruma hissi ile karışık bir
öfke duyarak “elini Onun mübarek yüzünden çek” şeklinde Urve’yi uyarmıştı. Bu
tepki karşısında şaşıran ve ashabın Rasûlüllah’a olan bağlılığından oldukça
etkilenen Urve, “bu adam da kim?” demekten kendini alamamıştı.[427] Burada bir parantez açmak
gerekir ki, Urve b. Mesud’un, yeğeni Mugîre b. Şu'be’yi tanımayıp “bu kim” diye
sorması, Mugîre’nin, muhafızlık yaptığı esnada yüzünü örten bir üniforma ya da
maske giydiğinin bir işareti olarak görünmektedir. Nitekim Taberî, bu esnada
Mugîre’nin Hz. Peygamber’in başu- cunda ayakta dururken kılıç ve miğfer
kuşanmış olduğunu ifade eder.[428] Diğer bazı rivayetlerde de
onun Rasûlullah’ın başında ayakta durarak kılıç kuşanmış halde[429], demir bir kıyafet[430] ve maske içinde olduğu
şeklinde ibareler vardır.[431]
C- İLMÎ
YÖNÜ
Mugîre b.
Şu'be’nin, İslâm’a girdiği andan itibaren, İslâm devleti adına pek çok sahada
vazife icra etmeye çalıştığı ifade edilmişti. Bunların en önemlilerinden biri
de, bazen Asr-ı Saâdet yıllarında bazen de Hulefâ-i Râşidîn döneminde, mühim görevlerde
öne çıkan ilmî tarafıdır. Buraya kadar bahsedilen pek çok başlık altında, onun
okuryazar olmakla kalmayıp yabancı dil bilen, kitabet, hitabet, rivayet gibi
çok yönlü bir sahabî olduğuna değinilmişti.
Bu malumatı
tamamlayıcı olması açısından, onun öğrenmek adına soru sormaktan çekinmeyen
bir insan olduğunu da ilave etmek gerekir. Nitekim Buhârî ve Müslim’in
eserlerinde, bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Mugîre kendi ağzından şöyle
rivayet etmektedir: “Hz. Peygamber’e, Deccal hakkında benden daha fazla soru
soran kimse yoktu; Allah Rasûlü ise bana, ‘Ey oğulcuğum, Sen onun için niçin
yoruluyorsun; o sana asla zarar verecek değildir’ buyurmuştu”.[432]
Ayrıca bazı
rivayetler, aralarında Mugîre’nin de bulunduğu bir kısım sahabînin yol
gösterici ve muteber sayılan kanaat ya da uygulamalarına dair bilgiler
vermektedir ki, bu rivayetlerin bazıları şu şekildedir:
“Ashabdan
Mugîre, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Ebu Mesud ve İbn Abbas,
bayram namazının hutbeden evvel kılınacağı kanaatindedirler”.476 [433]
“Hz. Ömer,
İbn Mesud, Muaviye, Saîd, Mugîre b. Şu'be ve Ukbe b. Âmir, namazda ilk oturuşu
unutarak kalkmışlar; fakat ayakta hatırlarına geldiği halde oturmamışlar ve
Hz. Peygamber’in böyle yaptığını söylemişlerdir”.[434]
“Sehiv secdesi
esnasında yanılan kimseye tekrar secde-i sehiv yoktur. İbrahim en-Nehâî, Hakem,
Hammâd, Mugîre b. Şu'be, İbn Ebî Leylâ ve Hasan Basrî’nin mezhebleri budur”[435]
Hadis
Rivayetçiliği
Mugîre b.
Şu'be, geçmiş konularda değinilen pek çok özelliğinin ötesinde aynı zamanda bir
hadis râvîsidir. Sahîhayn’da kendisine ait 12 hadis bulunmaktadır. Bunlardan
biri Buharî’de, ikisi Müslim’de münferid olarak kayıtlıdır. Kendisinden
oğulları Urve, Hamza, Akkar, Gıfar, mevlâları Yezid ve Verrâd[436] amcasının oğlu Hasan b.
Habbe, sahâbeden Misver b. Mahreme, Kays b. Ebî Hazîm, Mesruk, Ebu Vâil, Urve
b. Zubeyr, Şa'bî, Ebu İdris el-Havlanî, Ali b. Rebîa, Ziyad b. Alaga, Nâfi b.
Cübeyr, Bekr b. Abdillah el-Müzenî, Kabîsa b. Züeyb, Esved b. Hilal gibi
isimler hadis rivayetinde bulunmuşlardır.[437]
Mütercimliği
Mugîre b.
Şu'be’nin mütercim ve dil bilen bir insan olduğuna dair gelen bilgiler, Hz.
Peygamber döneminden başlamaktadır. Zira Mekkeli Abdullah b. Huzâfe es-Sahmî,
birçok defa İran’a gittiği ve oraya giden diğer bazı Araplar (mesela, Mugîre b.
Şu'be) gibi Farsça bildiği için Hz. Peygamber onu, İran imparatoruna yazdığı
mektubu götürmekle görevlendirmişti.[438]
Mugîre, Hz.
Ömer dönemindeki fetihler sırasında da bu yönünü göstermişti. Ehvaz’ın fethi
esnasında şehirde ikamet eden İran orduları komutanı Hürmüzan, yenilgiyi kabul
ederek barış talebinde bulunmuş; buna ilaveten Hz. Ömer’le görüşme şartını
ileri sürmüştü. İsteği kabul edilen Hürmüzan, o sırada mescidde bulunan
halifenin yanına götürüldüğünde halife, konuşmaya başlamadan önce, “Bize dil bilen
bir adam getirin” demiş; bunun üzerine oraya Mugîre b. Şu'be getirilmişti.
Bundan sonra halife, Mugîre’ye “Hürmüzan’a söyle de aklından geçenleri
anlatmaya başlasın” diyerek görüşmeyi başlatmış; böylece Hz. Ömer’le Hürmüzan
arasındaki diyalog, Mugîre b. Şu'be vasıtası ile sağlanmıştı.[439] Bu, okur-yazar bir kişi olan
Mugîre’nin, İranlıların konuşmakta oldukları Farsça’yı da bildiğini
göstermektedir. Farsça konusunda bir ihtiyaç hâsıl olduğunda akla gelen ilk
isimlerden biri idi.
SONUÇ
Arabistan
yarımadasının önde gelen şehirlerinden olup bilhassa Mekke ile sıkı ilişkiler
ağına sahip Taifte doğan Mugîre b. Şu'be, şehrin lider kabilesi ve aynı zamanda
Arabistan’ın büyük putlarından Lat’ın türbedarları olan Sakîfoğullarına mensup
bir aileden idi. Ancak onun, İslâm’a girmeden önceki yaklaşık 28 yıllık
hayatına dair elde edilen bilgiler malesef oldukça sınırlıdır. Nitekim,
müslüman oluşu ile bağlantılı olarak aktarılan Mısır’a gidişi hakkındaki
rivayetlerden, ticaretle ilgisi anlaşılsa da, Mugîre’nin ailesi, meşgaleleri,
Medine’ye gelinceye dek nasıl bir hayat yaşadığına dair gelen bilgiler tatmin
edici değildir.
Hudeybiye
Musâlahasından önce Hz. Peygamber’e gelerek müslüman olan Mugîre b. Şu'be, o
andan itibaren dinamik bir müslüman kimliği edinmiş ve değişik zamanlarda
farklı vazifelerle karşımıza çıkmıştır. Asr-ı Saâdet’te pek çok sahabî gibi
vahiy katipliği yapmasının yanı sıra, siyasî, askerî, dinî değişik fonksiyonlu
görevler de icra etmiştir. O, bazen kabile veya devletlerle yapılan
anlaşmaların kâtibi, şahidi; bazen Hz. Peygamber’in sıkı bir silahdârı ya da
bir seriyye komutanı; bazen de İslâm’ı anlatmak üzere Allah Rasulü tarafından
seçilmiş bir mübelliğ olarak kendini göstermiştir.
Taşıdığı üstün
yeteneklerinden dolayı dâhî olarak anılan Mugîre b. Şu'be, Hulefâ-i Râşidîn
döneminde de önemli icraatların altında imzası olan isimlerdendi. İlk halife
zamanında mürtedlerle mücadeleye ve Yemâme savaşına katılan Mugîre, Hz. Ömer’in
hilafetinde Basra valiliği yapmış, bir yandan da Irak-İran cihetindeki fetihlerin
fatihlerinden olmuştur. Bu esnada Basra divanını kuran Mugîre b. Şu'be, bir
zina iddiasıyla görevden alınsa da bir süre sonra Kûfe valisi olarak yeniden
atanmıştır. Hz. Osman’ın halife oluşundan duyduğu memnuniyetini açıkça dile
getiren Mugîre, giderek yoğunlaşan fitne ortamında, bir yandan halifeye diğer
yandan halife seçiminde elenen Hz. Ali’ye durum
değerlendirmesi yaparak kendince yol göstermeye çalışmıştır. Ancak her iki
taraf nezdinde de fikirleri rağbet görmeyen Mugîre, bir süre inzivaya çekilerek
dış gözlemler yapmayı tercih etmiş; zamanla şiddetlenen Ali-Muaviye çekişmesi
sürecinde Hz. Ali’ye yakınlaşmak istemişse de, paralel bir siyaset anlayışına
-tabiri caizse aynı frekansa- sahip olmadıklarını anlayınca, tavrını
Muaviye’den yana koymuştur. Nitekim, böyle dâhî insanlarla aynı safta olmak,
kendisi de bir dâhî olan Muaviye’nin de arzusu istikametinde olan bir durum
idi.
Hz. Ali’den
sonra beşinci halife olarak beyat edilen Hz. Hasan’ın, hilafeti Muaviye’ye
devri amaçlı görüşmelerde Muaviye adına mümessillik yapan Mugîre b. Şu'be,
Emevî iktidarının ilk valilerinden olmuş ve ikinci kez Kûfe valiliğine
atanmıştır. Bu süre zarfında Mugîre, müslümanların yeni, ama en esaslı
meselelerinden biri halini alan ve Emevî yönetiminin başını hayli ağrıtan Haricî
isyanlarıyla baş etmek durumunda kalmıştır. İsyanları, daha çıkmadan önlemeye
çalışmak amacıyla konuşma yoluna giden Mugîre, bu yöntemin etkili olmadığı
zamanlarda askerî müdahaleden de hiç çekinmemiştir. O, Haricîlerle
mücadelesinde zekice bir yol izleyerek, çivi çiviyi söker mantığıyla, bu
muhalif gruba karşı bir başka muhalif grup olan Şia ile işbirliği yapmış,
böylece iki cepheden de zaferle dönmeyi bilmiştir.
Yinelemek
gerekirse, idaresi altındaki Kûfe’de savaş istemeyen ve sükûnet ortamı kurmaya
çalışan Mugîre b. Şu'be, beklentisine cevap alamamış; hoşgörüsü genellikle
suistimal edilmiştir. Bu nedenle çeşitli eleştirilere de maruz kalan Mugîre,
ömrünün sonlarına doğru, devletin gündemini baştanbaşa yenileyecek olan
değişik bir fikirle sahneye çıkmıştır. O, bazılarına göre, kendisinden umduğunu
bulamayan Muaviye tarafından görevinden azledilme endişesiyle, bazılarına göre
ise İslâm devletinin selâmeti ve yeniden eski karışıklık dönemlerine geri
dönülmemesi adına, Muaviye’ye, daha hayatta iken oğlu Yezid’i halife ilan
etmesini, bu şekilde ileride yaşanacak ciddî bir liderlik problemini şimdiden
önlemesini tavsiye etmiştir. Böylece İslâm tarihinde bir “ilk”in fikir babası
olan Mugîre b. Şu'be’nin bu görüşü, Muaviye’nin de zaten aklında ve niyetinde
olan bir durum olsa gerek ki, Mugîre ile görüşmesinin ardından harekete geçmiş,
devletin dört bir tarafına gönderdiği adamlarıyla Yezid’e beyat alma işini
gerçekleştirmiştir.
Mugîre b.
Şu'be, iniş-çıkışlarla geçen yaklaşık 70 yıllık ömrünün son dönemini Kûfe
valisi olarak tamamlamıştır.
BİBLİYOGRAFYA
AHMED B. HANBEL, Müsned, I-IV, Beyrut, ts.
AHMED CEVDET PAŞA, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîhu’l-Hulefâ,
I- III, İstanbul, 1331.
AKBULUT, Ahmet, Sahâbe Devri Hadiselerinin
KelamîProblemlere Etkileri, İstanbul, 1992.
ALGÜL, Hüseyin, Islâm Tarihi, I-IV, İstanbul, 1986.
ÂLÛSÎ, Mahmud Şükrî, Bulûgu’l-ErebfîMa’rifetiAhvâli’l-Arab,
I-III, (şrh. ve tsh. Muhammed Behcet el-Eserî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, ts.
APAK, Adem, Islâm Siyaset Geleneğinde Amr b. el-Âs, Ankara,
2001.
APAK, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İstanbul,
2003
ATEŞ, Süleyman, GünümüzKur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, I-XII,
İstanbul, 1989.
AYCAN, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan,
Ankara, 2001.
AYCAN, İrfan - SARIÇAM, İbrahim, Emeviler, Ankara,
1993.
BEKRÎ, Abdullah b. Abdülaziz b. Muhammed b. Eyyub b. Amr, Câhiliyye
Arapları, (çev. Levent Öztürk), İstanbul, 1998.
BEKRÎ el-ENDELÜSÎ, Mu'cem mâMusta'cem min Esmâi ’l-Bilâdve
’l-Mevâzi', I-VI, Dâru’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1998.
BELÂZURÎ, Ahmed b. Yahyâ, Ensâbu’l-Eşrâf I, (thk.
Muhammed Hamîdullah), Dâru’l-Maârif, Kahire, ts.
BELÂZURÎ, Ensâbu’l-Eşrâf, I-XIII (thk. Süheyl
Zekkar-Riyaz Zirikli), Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1996.
BELÂZURÎ, Fütûhu’l-Buldân, (thk. Abdullah Enis et-Tubbâ
ve Ömer Enis et-Tubbâ), Beyrut, 1987.
BUHARÎ, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail el-Buharî, Sahih,
I-XVI, (çev. Mehmet Sofuoğlu), İstanbul, ts.
BÜYÜKCOŞKUN, Kudret, “Arabistan”, DİA, III, 248-249.
CABİRÎ, Ahmed Âbid, İslâm ’da Siyasal Akıl, (çev. Vecdi
Akyüz), İstanbul, 1997.
CEVAD ALİ, el-Mufassal fi Tarihi ’l-Arab Kable ’l-İslâm,
I-X, Beyrut, 1991.
DEVADARÎ, Ebu Bekr, Kenzü’d-Dürer ve Câmiu ’l-Gurer,
I-IX, (thk. Gunhild Graf - Erika Glassen), Beyrut, 1994.
DİNEVERÎ, Ebu Hanîfe Ahmed b. Davud, Ahbâru’t-Tıvâl,
I-IV, Kahire, 1925-1930.
DOĞUŞTAN GÜNÜMÜZE BÜYÜK İSLÂM TARİHİ, Komisyon, I-XIV,
İstanbul, 1989.
EBU’L-FADL İBRAHİM, Muhammed - el-Becâvî, Ali Muhammed, Eyyâmü’l-Arab,
Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, Beyrut, 1968.
FIĞLALI, Ethem Ruhi, İmam Ali, Ankara 1998.
GÜNAL, Mustafa, Hz. Ali Dönemi ve İç Siyaset, İstanbul,
1998.
HALEBÎ, Ali b. Burhaneddin, İnsânü’l-Uyûn, I-III,
Mısır, 1964.
HALKIN, Leon, E., Tarih Tenkidinin Unsurları, (çev.
Bahaeddin Yediyıldız), Ankara, 1989.
HAMİDULLAH, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye li ’l-'Ahdi
’n-Nebevi ve ’l- Hilâfeti’r-Râşide, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 1985.
HAMİDULLAH, İslâm Peygamberi, I-II, (çev. Sâlih Tuğ),
İstanbul, 1991.
HAMİDULLAH, Hz. Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik
Mektubu, İstanbul, 1998.
HASAN, Hasan İbrahim, Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal İslâm
Tarihi, I-VI, (çev. İsmail Yiğit-Sadrettin Gümüş), İstanbul, 1985.
HITTI, Philip K., Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, I-V,
(çev. Salih Tuğ), İstanbul, 19801981.
HİZMETLİ, Sabri, Islâm Tarihi, Başlangıçtan ilk Dört Halife
Devri Sonuna Kadar, Ankara, 1991.
HODGSON, M. G. S., İslâm ’ın Serüveni, I-III, (çev.
Komisyon), İstanbul, 1993.
İBN ABDİLBERR, İbn Ömer b. Yusuf b. Abdillah b. Muhammed, el-İstîâb
fî Ma’rifeti’l-Ashâb, I-IV, (thk. Ali Muhammed Bicavi), Dâru’n-Nehdati’l-
Arabiyye, Kahire, ts.
İBN ABDİRABBİH, Ebu Ömer b. Ahmed b. Muhammed, Kitâbü Ikdi
’l-Ferîd, I-VII, Kahire, 1956.
İBN HACER, Şihâbüddin Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-İsâbe fî
Temyîzi ’s-Sahâbe, I-IV, Matbaatü’s-Sahabe, Kahire, 1328.
İBN HACER, Tehzîbü’t-Tehzîb, I-XII, Dâru’s-Sâdır,
Beyrut,1968.
İBN HALLİKAN, Ebu’l-Abbas Şemsüddin, Vefeyâtü’l-Âyân ve
Ebnâu Ebnâi ’z-zamân, I-III, Dâru’s-Sâdır, Beyrut, ts.
İBN HALDUN, Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddime, (çev.
Süleyman Uludağ), III, 1998.
İBN HAZM el-ENDELÜSÎ, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed. b. Saîd
el-Endelüsî, Cemheretü Ensâbi’l-Arab, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1998.
İBN HAZM el-ENDELÜSÎ, Cevâmi'u’s-Sîreti’n-Nebeviyye,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye , Beyrut, 1986.
İBN HİBBAN, Muhammed b. Hibban b. Ahmed b. Ebî Hatim, Kitabü’s-Sikât,
I-IX, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekafiyye, Beyrut, ts.
İBN HİBBAN, es-Sîretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hulefâ,
(tsh. Hafız Seyyid Aziz Bey), Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekafiyye; Beyrut, 1987.
İBN HİŞAM, Ebu Ahmed b. Abdilmelik, es-Sîretü’n-Nebeviyye,
(thk. Mustafa es-Sika, İbrahim el-Ebyarî, Abdülhafiz Şiblî) I-V, Beyrut, 1971.
İBN KESÎR, Ebu’l-Fidâ, el-Bidâye ve ’n-Nihâye, I-XIV,
Beyrut-Riyad, 1966.
İBN KUTEYBE, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim, el-İmâme ve
’s-Siyâse, (thk.Tâhâ Muhammed Zeynî), Kahire, 1967.
İBN KUTEYBE, Ebu Muhammed Abdullah, Kitabü’l-Ma’ârif,
Beyrut, 1970.
İBN MANZUR, Ebu’l-Fadl Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab,
I- XV, Dâru’s-Sâdır, Beyrut, ts.
İBN SA'D, Muhammed, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII,
Dâru’s-Sâdır, Beyrut, ts.
İBN SEYYİDİNNÂS, Fethuddin b. Seyyidinnâs el-Yamurî
el-Endelüsî, Uyûnu’l-Eser, I-II, Dâru’l-Ma'rife, Beyrut-Lübnan, ts.
İBNÜ’L-ESÎR, İzzüddin Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed, Üsdü’l-Gâbe
fî Ma’rifeti’s- Sahâbe, I-VIII, Dâru’ş-Şi’b, Kahire, 1970.
İBNÜ’L-ESÎR, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-XII, Beyrut, 1965.
KÖKSAL, M.Asım, Islâm Tarihi, I-IX, İstanbul, 1981.
KÜÇÜKAŞÇI, Mustafa Sabri, “Hicaz”, DİA, XVII, 432-434.
KÜTÜKOĞLU, Mübahat, Tarih Araştırmalarında Usul,
İstanbul, 1990.
LAMMENS, Henri, “Sakîf”, IA, X, 97-98.
LAMMENS, “Mugîre”, IA, VIII, 450-451.
LAMMENS, “Taif”, IA, XI, 672-673.
LINGS, Martin, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul, 1993.
MAHMUD ESAD, Tarih-i Din-i Islâm, I-IV, İstanbul,
1325-1327.
MAKRİZÎ, Takıyyüddin Ahmed, Imtâu’l-Esmâ, I-XV, (thk.
Muhammed Abdülhamid en-Nemîsî), Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1999.
MES'ÛDÎ, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali, Murûcu’z-Zeheb,
I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid), Kahire, 1964.
MEVLANA ŞİBLÎ NUMANÎ, Sîretü’n-Nebî, I-II, (çev. Yusuf
Koruca), İstanbul, 2002.
MÜSLİM, İmam Ebu’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kureşî
en-Neysaburî, Sahîh, I-XI, (çev. Ahmed Davudoğlu), İstanbul 1983.
MEYDANLAROUSSE, I-XII, Meydan Yayıncılık, İstanbul,
1987/88.
ÖZDEMİR, Serdar, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri,
İstanbul, 2001.
SALİM, Abdülaziz, Tarihu Arab fi Asri Cahiliyye,
Dâru’n-Nehdati’l-Arabiyye, Beyrut, ts.
SÖNMEZ, Abidin, Rasûlullah’ın Islâm’a Davet Mektupları,
İstanbul, 1984.
SUYÛTÎ, Celalüddin Abdurrahman b. Ebî Bekr, Husnü’l-Muhâdara,
I-II, (thk.
Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Mısır, 1967.
SUYÛTÎ, Tarihu’l-Hulefâ, (thk. Muhammed Muhyiddin
Abdülhamid), Kahire, 1969.
TABERÎ, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Tarihu’l-Ümem ve
’l-Mulûk, I-XI, (thk.
Muhammed Ebu’l-Fazl İbrahim), Dâru Seveydan, Beyrut, 1967.
TEMÎMÎ, Allâme Muhammed b. Süleyman, Muhtasaru Sireti
’r-Rasûl, Dâru’s-Selam, Riyad, ts
TİRMİZÎ, Ebu İsâ Muhammed b. İsâ b. Sevre, Sünen-i Tirmizi,
I-V, (thk. İbrahim Utve Avz), Mektebetü’l-İslâmiyye, İstanbul, 1981.
TOGAN, A. Zeki Velidî, Tarihte Usul, İstanbul, 1985.
ÜÇOK, Bahriye, Islâm ’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler,
AÜİF Yayınları, Ankara, 1963.
VÂKIDÎ, Ebu Abdillah Muhammed, Kitabü’l-Megâzi, I-III,
(thk. Marsden Jones), Beyrut, 1984.
WATT, Montgomery, Islâm Düşüncesinin Teşekkül Devri,
(çev. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara, 1981.
YA’KÛBÎ, Ahmed b. Ebî Ya’kûb, Tarih-i Ya’kûbi, I-II,
Beyrut, 1960.
YAKUT el-HAMEVÎ,Mu'cemu’l-Büldân, I-V, Beyrut, 1975.
YILDIZ, Hakkı Dursun, “Yezid b. Ebî Süfyan”, IA, XIII, 412.
ZAGLUL, Abdülhamid Sa'd, Fi Tarihi ’l- Arab Kable ’l-Islâm,
Dâru’n-Nehdati’l- Arabiyye, Beyrut, ts.
ZEHEBÎ, Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Siyeru A
’lâmi ’n-Nübelâ, I- XXIII, (thk. Şuayb Arnavud), Beyrut, 1985.
[1] Küçükaşçı, Mustafa
Sabri, “Hicaz”, DlA, XVII, 432-434.
[2] Büyükcoşkun, Kudret, “Arabistan
”, DlA, III, 248-249.
[3] Lammens, H., “Taif”,
İA, XI, 672; Sâlim, Tarihu Arab, 375.
[4] Sâlim,
Tarihu Arab, 372.
[5] el-Hamevî, Mu'cemu
’l-Buldân, IV, 9; Lammens, “Taif”, İA, XI, 672.
[6] Sâlim,
Tarihu Arab, 377.
[7] Lammens, “Taif”,
İA, XI, 672.
[8] Sâlim,
Tarihu Arab, 378.
[9] Zuhruf/43 /31-32. Bu
ayet-i kerîmenin şu olay üzerine indirildiği, yani genel anlamda böyle düşünen
insanlar hakkında nazil olduğu zikredilmektedir: Mekke’nin ileri gelenleri
kendi aralarında, Muhammed’e indirilen Kur’ân’ın Mekke veya Taif ehline
indirilmesi gerektiğini söyleyip duruyorlardı. Onlara göre bu Kur’ân,
Muhammed’e değil de Ümeyye b. Halef, Ebu Uhayha ya da Sakîfli Urve b. Mesud
yahut Mesud b. Muatteb gibi birilerine indirilmeli değil miydi? (Ateş,
Süleyman, Yüce Kur’ân ’ın Çağdaş Tefsiri, I-XII, İstanbul, 1989, VIII,
249).
[10] Belâzurî, Ensâb,
I, 134; Sâlim, Tarihu Arab, 380-381.
[11] Sâlim, Tarihu Arab, 376-378.
[12] Küçükaşçı, “Hicaz”,
DİA, XVII, 432-434.
[13] Sâlim, Tarihu Arab,
381.
[14] Zaglul, Fî Tarihi
’l-Arab, 266.
[15] Lammens, “Taif”,
İA, XI, 672.
[16] el-Hamevî, Mu'cemu’l-Buldân,
IV, 9. Taif’te, Himyer, Hevâzin, Evs, Hazrec, Müzeyne, Cüheyne, Kinâne, Uzre,
Hüzeyl kabilelerine mensup grupların yanı sıra ticaretle iştigal eden bir grup
Yahudî ve Rum da ikamet etmekteydi. Örneğin Hâricî lider Nâfi’ b. el-Ezrak’ın
babası, “Haddâd” olarak bilinen Rûmî bir köleydi. Daha sonra Sümeyye adlı bir
kadınla evlenmiştir ki, bu kadın “Arapların doktoru” diye tanınan Hâris b.
Kelede’nin annesiydi. (Sâlim, Tarihu Arab, 380-381)
[17] İbn Hişam, es-Sîre,
I, 48; Zaglul, Fî Tarihi ’l-Arab, 266.
[18] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
II, 684-685; Bekrî el-Endelüsî,Mu'cem, I, 71.
[19] İbn Hazm, Cevâmi',
I, 58.
[20] İbnü’l-Esir, el-Kâmil,
II, 684.
[21] el-Hamevî,Mu'cemu’l-Buldân,
IV, 10-11; Sâlim, Tarihu Arab, 378-379; el-Bekri el-Endelüsî,Mu'cem, I,
70; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 684-685.
[22] Lammens, “Taif”,
İA, XI, 672.
[23] Ibn Kuteybe, Maârif,
128; Ibn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446; Zehebî, Siyeru A'lâm,
III, 32; îbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Suyutî, Husnü’l-Muhâdara,
(thk. Muhammed Ebu’l-Fazl İbrahim), I-II, Mısır, 1967, I, 196.
[24] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5718-5719; İbn Hibbân, Muhammed b. Hibbân b. Ahmed b. Hatim, Kitâbü’s-
Sikât, I-IX, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekafiyye, Beyrut, ts., III, 372; İbn
Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452.
[25] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5718-5719; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; Zehebî, Siyeru A
'lâm, III, 21; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el-İsâbe,
III, 452.
[26] Belâzurî, Ensâb, XIII,
5718-5719; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; İbn Hacer, el-İsâbe,
III, 452.
[27] Zehebî, Siyeru A'lâm,
III, 23; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452; Suyutî, Husnü’l-Muhâdara,
I, 196.
[28] Suyûtî, Husnü
’l-Muhâdara, I, 195.
[29] Bekrî el-Endelüsî, Mu'cem,
I, 59 vd.; Sâlim, Tarihu Arab, 379; Bekrî, Abdullah b. Abdülaziz b.
Muhammed b. Eyyub b. Amr, Câhiliyye Arapları, (çev. Levent Öztürk),
İstanbul, 1988; s. 88-91. Nitekim, “Sakîf” kelimesi lugatta “usta,
mâhir, becerikli, üstün bir zeka, anlayış ve nüfuz yeteneğine sahip, akıllı,
kültürlü, eğitimli vs.” anlamlarına gelmektedir. İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl
Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânü ’l-Arab, I-XV, Dâru’s-Sâdır,
Beyrut, ts., IX, 19.
[30] Bekrî el-Endelüsî, Mu'cem,
I, 59-67-1; Sâlim, Tarihu Arab, 379.
[31] İbn Hişam, es-Sîre,
I, 48; İbnü’l-Esir, el-Kâmil, I, 85; İbn Kesir, el-Bidâye, IV,
347. Kaynaklarda, Sakîf
kabilesinin, Semud kavminin geriye kalanları olduğuna dair bir görüş olduğu
daha önce zikredilmişti.
[32] Ebu Rigâl, Ebrehe’yi
Mugammis’e kadar getirmiş, orada ölmüştür. Araplar da bu yaptığından ötürü onun
bulunduğu kabri taşlamışlardır. (İbn Hişam, es-Sîre, I, 48; İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, I, 426).
[33] İbn Hibban, Kitâbü
’s-Sikât, III, 372.
[34] İbn Sa'd, V, 56; İbn
Hibban, Kitâbü ’s-Sikât, III, 372.
[35] İbn Abdilberr, el-İstîâb,
IV, 1445.
[36] İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, V,
248; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 31; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII,
49. Kaynaklarda, evlendiği kadınların sayısı, 70 veya daha çok (Zehebî, Siyeru
A 'lâm, III, 31); 80 (İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5720); 80-1000 arasında (İbn Hibbân, Kitâbü ’s-Sikât, III, 372;
İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446); 80, 100 ya da 1000 (İbn Kesir,
VIII, 49) olarak nakledilmektedir.
[37] Belâzurî,
Ensâb, XIII, 5720.
[38] Zehebî,
Siyeru A'lâm, III, 30. Bu eserde, Mugîre’nin, Ebu Süfyan’ın kızlarından
son evliliği yaptığı kadının bir ayağının aksak olduğu ifade edilmektedir.
[39] Belâzurî,
Ensâb, XIII, 5720; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 30.
[40] îbn
Hazm, Cemheretü Ensâbi’l-Arab, Dâru’l-Kütübi’l-îlmiyye, Beyrut, 1998, s.
267.
[41] Mugîre,
amcası Urve’nin katledilişinden sonra onun eşi Meymune ile evlenmiştir.
Belâzurî, Ensâb, I, 441.
[42] Belâzurî,
Fütûhu ’l-Büldân, 444-445.
[43] M.Ş.
Numanî , II , 674-675; Cabirî, 664-665. Hz.Zeyneb’in Ebu’l-Âs ile olan
evliliğinden Ümâme adında bir kızı olmuştur. Ebu’l-Âs, evvela kızının Zübeyr b.
Avvam ile evlenmesini vasiyet etmiş, ancak Hz. Fatıma vefat edince onun Hz.
Ali’nin eşi olmasını istemiştir. Hz. Ali’nin de şehit olması üzerine Ebu’l-Âs,
kızının Mugîre ile evlenmesini vasiyet etmiştir. Ümâme, Mugîre ile evlenmiş ve
onun karısı olarak vefat etmiştir.
[44] Buhârî,
Sahîh, XI, 5224.
[45] Künyesi
Ebu Ya'kub’dur. (îbn Kuteybe, Maârif, 128).
[46] îbn
Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5725; îbn Hazm, Cemhere,
267; îbnü’l-Esîr, Üsdü ’l- Gâbe, V, 248; Zehebî, Siyeru A 'lâm,
III, 22; îbn Hacer, el-İsâbe, III, 452; M. Ş. Numanî, Sîretü’n-Nebî, II,
675. Kaynaklardan derlenen bu isimlere bakıldığında, bazılarının telaffuz
benzerliği göze çarpmaktadır. Ca'fer-Ya'fur, Ammar-Akkar gibi isimler, farklı
kaynaklarda ve farklı şekilde zikredilen aynı isimler olabilir.
[47] Belâzurî,
Ensâb, XIII, 5725.
[48] Belâzurî,
Ensâb, XIII, 5725; îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 437.
[49] M.
Ş. Numanî, Sîretü’n-Nebî, II, 675. Bu eserde belirtildiğine göre, bazı
rivayetlerde Ümâme’nin Mugîre ile olan evliliğinden Yahya adında bir oğlu
olduğu ifade edilirken, bazı rivayetlerde ise Ümâme’nin hiç çocuğu olmadığı
nakledilmektedir.
[50] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
IV, 433-434.
[51] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5722-5723; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 434.
[52] tz- 11 w1wtt in*- ı^n^/vıri'i^’ 1 1 . , 1,1
a iti
Kaynakların çoğunluğu Urve b. Mesud u Mugîre b. Şu be nın
amcası olarak tanıtmaktadır. Ancak İbn Kesîr ve İbn Seyyidinnâs’ın da izah
ettiği üzere Urve, aslında Mugîre’nin babasının amcasıdır. Zira Şu'be’nin
babası Ebu Âmir ile Urve kardeş olup, Mesud b. Muatteb’in oğullarıdır. Bu
şecere, tarih kitaplarında bu şekilde kabul edildiğinden, müelliflerin Urve b.
Mesud’u, Mugîre’nin babasının amcası olarak olarak bildikleri; ancak kısaca
“Mugîre’nin amcası” şeklinde bahsetmeyi tercih ettikleri söylenebilir.
[53] İbn Hişâm, es-Sîre,
III, 327 (Burada annesinin ismi Sübey'a olarak geçmektedir); Taberî, Tarih,
II, 626.
[54] İbn Sa'd, et-Tabakât,
I, 312; İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, I, 441;
Ya'kûbî, Ahmed b. Ebî Ya'kûb, Tarih-i Ya'kûbî, I-II, Beyrut, 1960, II,
55; Taberî, III, 96-97; M. Esad, IV, 397; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şube”,
İA, VIII, 451. İbn Hazm’ın eserinde geçen rivayete göre, Hz. Peygamber’in Taif
kuşatmasından geri dönüşünden sonra müslüman olan Urve, kuşatma esnasında şehir
dışında debbabe ve mancınık zananatlarını öğrenmekte idi. (Cevâmi',
191).
[55] İbn Hişâm, III, 327-328;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 201; İbn Seyyidinnâs, Fethuddin b.
Seyyidinnâs el- Yamurî el-Endülüsî, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Megâzî
ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, I-II, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut-Lübnan, ts., II, 116;
Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 25; M. Esad, İslâm Tarihi, IV,
313-315; M. Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı, 347. M. Lings eserinde, bu
konu hakkında açıklamada bulunurken, Urve’nin Kureyş’in sadece elçisi değil
aynı zamanda “casusu” olduğu şeklinde görüş belirtmekte, dolayısıyla Hudeybiye
kampında gördüklerini Kureyş’e anlatmaya söz verdiğini ifade etmektedir.
[56] İbn Hişâm, es-Sîre,
IV, 182; İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5717;
Taberî, Tarih, III, 97; İbn Hazm, Cevâmi', 201; Temîmî, Allâme
Muhammed b. Süleyman, Muhtasaru Sîreti’r-Rasûl, Dâru’s-Selam, Riyad,
ts., s.195. Kur’ân-ı Kerîm’de Yâsîn Sûresi’nin ilk 32 âyetinde, kendilerine
gönderilen elçileri yalanlayıp helak olan bir kavimden bahsedilmektedir. Bu
bölümde geçen helak olmuş şehir, müfessirlere göre, o zaman Yunan Sulukî
Devleti’nin başkenti olan Antakya’dır. Buraya gelen elçiler ise, Hz. İsâ’nın
havarilerinden olan Yuhanna, Şemun ve Pavlos’tur. Bu elçilere inandığından
dolayı kavmi tarafından öldürülen bir kişi vardır ki o da Habîb ibn Musâ
en-Neccâr’dır. Bir mağarada gizlice ibadet eden bu adam, kavmini elçilere
uymaya davet edince, kavmi, üzerine üşüşüp onu öldürmüştür. (Ateş, Tefsir,
VII, 342). İşte, Urve’nin bu şekilde öldürüldüğünü öğrenen Hz. Peygamber, onu,
Yâsîn sûresindeki bu adama benzetmiştir. İbn Hazm’ın Cevâmi' adlı
eserinde belirtildiğine göre Urve, ölüm anında, Taif muhasarası esnasında
öldürülen müslüman askerlerin yanına yani Taif şehrinin dışına defnedilmeyi vasiyet
etmişti. (Cevâmi', 201).
[57] İbn Kesir, el-Bidâye,
IV, 348.
[58] İbn Hişâm, es-Sîre,
III, 328; İbn Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5717;
İbnü’l-Esîr, el- Kâmil, II, 202; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 24;
İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; M. Esad, İslâm Tarihi, IV, 304;
Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, İA, VIII, 451. Bu konu hakkında M.
Hamidullah’ta şu ifadeler yer almaktadır: Mugîre b. Şu'be, Câhiliyyede Mısır’a
gitti ve Mukavkıs’la bir araya geldi, onunla Hz. Peygamber’in emrini müzakere
etti; daha sonra döndü. Bundan sonra Mugîre, Hendek yılı Medine’ye gelerek
müslüman oldu. (Suyutî, Husnü ’l-Muhâdara, I, 196).
[59] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5717; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 26.
[60] İbn Abdilberr, el-İstîâb,
IV, 1445; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 4; Makrizî, Takıyyüddin Ahmed, İmtâu
’l- Esmâ, I-XV, (thk. Muhammed Abdülhamid en-Nemîsî),
Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1999, VI, 162; Suyutî, Husnü’l-Muhâdara, I,
195.
[61] İbn Kuteybe, Maârif,
128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 25;
İbn Hacer, el- İsâbe, III, 452.
[62] Vâkıdî, Megâzî,
II, 598; İbn Kuteybe, Maârif, 128; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III,
24; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48.
[63] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5717; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 24-25.
[64] Hasan, H. I., İslâm
Tarihi, I, 118.
[65] Apak, İslâm Siyaset
Geleneğinde Amr b. el-Âs, Ankara, 2001, s. 51.
[66] M.
Esad, İslâm Tarihi, IV, 711.
[67] İbn
Hişâm, es-Sîre, III, 327; Ya'kûbî, Tarih, II, 55; Taberî, Tarih,
II, 627; İbn Hazm, Cevâmi', 27; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II,
201-202; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, II, 116; Zehebî, Siyeru
A'lâm, III, 25; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Makrizî, İmtâu’l-Esmâ,
I, 287; A.Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III- IV, 240-241; M. Hamidullah, İslâm
Peygamberi, I, 488.
[68] İbn
Hişâm, es-Sîre, III, 329-330.
[69] İbn
Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718; İbn Hazm, Cemhere,
267; İbnü’l-Esîr, el- İsâbe, III, 452; Zehebî, Siyeru A 'lâm,
III, 21.
[70] Doğuştan
Günümüze, I, 523.
[71] Vâkıdî,
Megâzî, III, 911; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 265.
[72] Doğuştan
Günümüze, I, 529.
[73] Doğuştan
Günümüze, I, 529-530
[74] Vâkıdî,
Megâzî, IV, 928-929; Îbn Hişâm, es-Sîre, IV, 126-127; Îbn Kesir, el-Bidâye,
IV, 346-349. Allah Rasûlü, Taif kuşatması esnasında görmüş olduğu rüyayı Hz.
Ebu Bekir’e anlatmış, o da, “Galiba bugün buradan istediğimizi elde edemeyeceğimiz”
şeklinde yorum yapmıştır. Bu yorumu Hz. Peygamber de onaylamıştır.
[75] Doğuştan
Günümüze, I, 529-530.
[76] Îbn
Hişâm, es-Sîre, IV, 182-183; Îbn Sa'd, et-Tabakât, I, 312-313;
Taberî, Tarih, III, 97-98; Îbn Hazm, Cevâmi', 202; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
II, 283-284; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 329; M. Esad, İslâm
Tarihi, IV, 498-499; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 496; M.
Lings, Hz Muhammed’in Hayatı, 442.
[77] Vâkıdî,
Megâzî, III, 962; îbn Hişâm, es-Sîre, IV, 183-184; îbn Sa'd, et-Tabakât,
I, 313; Taberî, Tarih, III, 98; îbn Hazm, Cevâmi', 202;
îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 283-284; îbn Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser,
II, 228; Makrizî, İmtâu’l-Esmâ, II, 85; M. Hamidullah, İslâm
Peygamberi, I, 496. Kaynaklarda, Mugîre’nin bu haberi Hz. Peygamber’e ulaştıracağı
sırada, Hz. Ebu Bekir’le karşılaştığı, onun bu müjdeyi verme hususunda
Mugîre’yle yarıştığı ve Mugîre’yi buna ikna ettiği rivayet edilmektedir. Bu
durum, îslâm’a karşı sonuna kadar direnen, müslümanlara zor zamanlar yaşatan
Taif halkının gelişinin, müslümanları ne kadar sevindirdiğinin bir göstergesi
olarak düşünülebilir.
[78] îbn
Hibbân’ın es-Sîretü’n-Nebeviyye adlı eserinde, bu heyetin Mugîre’nin
evinde kaldığı ifade edilmektedir. (es-Sîretü’n-Nebeviyye, 383).
[79] Taif
heyeti, bunun gerekçesini, kavminin aşağılama ve saldırılarından korunmak,
ayrıca Lât’ı yıkmakla onları daha işin başında korkutmaktan sakınmak şeklinde
açıklamaya çalışmıştır. (îbn Hişâm, es-Sîre, IV, 184- 185; îbn Hazm, Cevâmi',
202-203; Cevad Ali, el-Mufassalfî Tarihi’l-Arab Kable ’l-İslâm, I-X,
Beyrut, 1993, IV, 150-155; M. Esad, İslâm Tarihi, IV, 498-499).
[80] îbn
Hişâm, es-Sîre, IV, 185; Vâkıdî, Megâzî, III, 962; îbn Sa'd, et-Tabakât,
I, 313; Taberî, Tarih, III, 99-100; îbn Hazm, Cevâmi', 203;
Temîmî, Muhtasar, 196; îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 283-284; îbn
Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, II, 228; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ,
III-IV, 329-330; M. Esad, İslâm Tarihi, IV, 499; Câbirî, İslâm’da
Siyasal Akıl, 413; M. Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı, 443; Lammens,
H. L., “Mugîre b. Şu'be”, îA, VIII, 451.
[82] İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 186; Vâkıdî,Megâzî, III,
961; Taberî, Tarih, III, 100; İbn Hazm, Cevâmi', 203; İbn
Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 230. Bu kaynaklara göre Mugîre, Taif’e
geldiklerinde, Ebu Süfyan’ı önden göndermek istemiş, o ise, kavminin yanına
evvela kendisinin girmesinin gerektiğini söyleyerek reddetmiştir. Böylece
Mugîre mabede gitmiş, Ebu Süfyan ise onu dışarıda -İbn Hişâm ve İbn Hazm’a göre
“Zû Hedm” denen yerde- beklemiştir.
Cevad Alı, el-Mufassal ında Mugîre nın Lât ı
yakarak yok ettiğini de kaydetmektedir. (el-Mufassal, IV, 145).
[84] İbn Hişâm, es-Sîre,
IV, 186; Vâkıdî, Megâzî, III, 971; Taberî, Tarih, III, 100; İbn
Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 230. Ayrıca, Vâkıdî, Megâzî, III,
971; Âlûsî, Bulûgu ’l-Ereb, II, 203; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi,
I, 504 gibi bazı kaynaklarda, Mugîre’nin putu yıkacağı esnada kendini yere
atarak bayılmış gibi yaptığı, herkes onun put tarafından çarpıldığını
düşünürken ayağa kalkarak gülmeye başladığı şeklinde rivayetler vardır.
[85] İbn Hişâm, es-Sîre,
IV, 186; Vâkıdî,Megâzî, III, 972; Taberî, Tarih, III, 100; İbn
Hazm, Cevâmi', 203; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 230;
Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 155.
[86] İbn Sa'd, et-Tabakât,
III, 128-129; Vâkıdî,Megâzî, III, 1011-1012; Zehebî, Siyeru A'lâm,
III, 22;
[87] Buhârî, Ebu Abdillah
Muhammed b. İsmail el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî, I-XVI, (terc. Mehmet
Sofuoğ- lu), İstanbul, ts.; I, 324, 339, 459, 480, VI, 2737, IX, 4767, XIII,
5858, 5859; Müslim, İmam Ebu’l- Hüseyn Müslim b. Haccac el-Kureşî en-Neysaburî,
Sahîh-i Müslim, I-X, (terc. Ahmed Davudoğlu), İstanbul, 1983; II, 394, 396,
398, 399, 405, III, 176.
[88] İbn Sa'd, et-Tabakât,
I, 268, 269; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 189 / VI, 121; M. Hamidullah, İslâm
Peygamberi, I, 439; Câbirî, İslâm ’da Siyasal Akıl, 427.
[89] Müslim, Sahîh,
IX, 527; M. Ş. Numanî, Sîretü ’n-Nebî, II, 397.
[90] M Ş. Numanî, Sîretü’n-Nebî,
II, 401; Müslim, Sahîh, IX, 527; Tirmizî, Ebu İsâ Muhammed b. İsâ b.
Sevre, Sünen-i Tirmizî, I-V, (thk. İbrâhim Utve Avz),
Mektebetü’l-İslâmiyye, İstanbul, 1981; V, 315.
[91] İbn Sa'd, et-Tabakât,
II, 267; Belâzurî, Ensâb, I, 563.
[92] A. Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, III-IV, 416.
[93] İbn Hişam, es-Sîre,
IV, 315-316; İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 302; Belâzurî, Ensâb, I,
578; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 26.
Kaynaklarda, bilhassa İbn Sa'd’ın
Tabakât’ında, bu konuya dair farklı anlatış şekilleri vardır. Bunların
bazılarında Mugîre’nin, yüzüğünü kabre attığı, daha sonra Hz. Ali’nin izniyle
inip aldığı (İbn Sa'd, et- Tabakât, II, 302; Zehebî, Siyeru A 'lâm,
III, 26) ya da Hz. Peygamber kabre konduğunda ayak ucunu düzeltmek için onun
yanına inerek ona dokunduğu (İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 302) şeklinde pek
çok rivayet vardır. Belâzurî’de ise, Hz Peygamber’in defni esnasında bazı
ashabın kabre indiği, Mugîre’nin de bu sırada yüzüğünü oraya düşürdüğü, bunun
üzerine Hz. Ali’nin onun bunu kasten yaptığını söyleyerek kabre inmesine izin
vermediği gibi ifadeler vardır. (Belâzurî, Ensâb, I, 578).
[94] Üçok, Bahriye, İslâm
’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, AÜİF Yayınları, Ankara, 1963, LXXI,
23-24; Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, I-IV, İstanbul, 1986, II, 218.
[95] Algül, İslâm Tarihi,
II, 219.
[96] Müslüman olduktan sonra
Yemen’e dönen Eş’as b. Kays ibn Ma'dikerb daha sonra irtidat etmiştir. Bunun
üzerine Nüceyr’de yakalanmış ve Hz. Ebu Bekr’e gönderilmiştir. Ancak o, pişman
olduğunu ve evlenmek istediğini ifade edince, Ebu Bekir onu kendi kızı ile
evlendirmiştir. (İbn Sa'd, et-Tabakât, VI, 22; Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân,
145).
[97] İbn Hacer, el-İsâbe,
III, 453
[98] Suyûtî, Tarihu
’l-Hulefâ, 75-79; Üçok, İslâm ’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler,
80.
[99] Üçok,
İslâm ’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, 26.
[100] Ibn
Kuteybe, Maârif, 128; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Ibn Hacer, el-
İsâbe, III, 452.
[101] Algül,
İslâm Tarihi, II, 230.
[102] İbn
Kuteybe, Maârif, 128; Belâzurî, Ensâb, I, 492; İbn Hibbân, Kitabü
’s-Sikât, III, 372; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, III, 461; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 48; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Cevad Alı, el-Mufassal,
VIII, 129.
[103] Köksal,
İslâm Tarihi, IV, 341; Algül, II, 331.
[104] Doğuştan Günümüze,
II, 66.
Bu heyet, Numan b. Mukarrin, Büsr b. Ebı
Ruhm, Hamele b. Havıyye, Hanzala b. er-Rebı , Furât b. Hayyân, Adiyy b. Süheyl,
Utârid b. Hâcib, Mugîre b. Zürâre, Eş'as b. Kays, Hâris b. Hassân, Âsım b. Amr,
Amr b. Ma'dikerîb, Mugîre b. Şu'be, Muannâ b. Hârise’den oluşmaktaydı.
(İbnü’l-Esîr, el- Kâmil, II, 406; Eyyâmü’l-Arab, Muhammed
Ebu’l-Fazl Ibrahim-Ali Muhammed el-Becâvî), Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-İlmiyye,
1968, s. 242-243).
[106] Hz. Ömer, bu mektupta
Numan’a, karşısındaki ordudan korkmamasını, Allah’tan yardım dilemesini ve
hükümdar Yezdgerd’e, güzel tartışabilen, görüş sahibi ve yürekli kimseler
göndererek onları İslâm’a davet etmesini söylemiştir. Bunun üzerine Sa'd,
aralarında Mugîre’nin de bulunduğu bir elçiler heyetini Rüstem’e göndermiştir.
(Taberî, Tarih, III, 517; Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 358;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 464-66; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII,
48; Eyyâmü ’l-Arab, 242-243; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ,
V-VI, 514-516; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 252-253; Doğuştan Günümüze,
II, 73-75).
Mugîre b. Şu be, Sa d b. Ebî Vakkas ın
destek talebi üzerine Hz. Ömer in emriyle, 400 askerle birlikte Kadisiye’ye
gelmişti. (İbn Hibbân, es-Sîre, 466-467).
[108] Taberî, Tarih,
III, 517-518; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 464-466. Bu diyalog daha özet
haliyle başka kaynaklarda da yer almaktadır: Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
114-115; Belâzurî , Fütûhu’l-Büldân, 358; Ya'kûbî, Tarih, I, 144;
îbn Hibbân, es-Sîre, 467-468; îbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; îbn Hacer;
el- İsâbe, III, 453; Eyyâmü ’l-Arab, 256-259; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, V-VI, 514-515; Hasan, H. İ., İslâm Tarihi, I, 283.
[109] Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
114-115; Ya'kûbî, Tarih, II, 114; Taberî, Tarih, III, 533;
İbnü’l-Esîr, el- Kâmil, II, 468; Eyyâmü’l-Arab, 264-265; Algül, İslâm
Tarihi, II, 276.
[110] Algül, İslâm Tarihi,
II, 281-285.
[111] Taberî, Tarih,
IV, 118; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 331-332; Eyyâmü’l-Arab,
264-265; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 301-302; Hizmetli, İslâm Tarihi,
201-202.
[112] Taberî, Tarih,
IV, 115; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 12; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, III-IV, 578; Algül, İslâm Tarihi, II, 290.
[113] İbn Kuteybe, Maârif,
128; Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 428; Ya’kûbî, Tarih, II, 146;
Taberî, Tarih, IV, 98.
[114] Taberî, Tarih,
IV, 119. Taberî’nin bu rivayetinde, Numan’ın ilk üç ismi saydıktan sonra,
Mugîre’nin, “Beni anmadı” diyerek içerlendiği, bunun akabinde Numan’ın onun da
ismini verdiği belirtilir. Söz konusu rivayet, Dineverî, Belâzurî ve
Mes'ûdî’nin eserlerinde, “Ben ölürsem yerime, Huzeyfe b. Yeman, sonra Cerîr b.
Abdillah, sonra Mugîre b. Şu'be, sonra Eş'as b. Kays emir olsun” (Ahbâru’t-
Tıvâl, 128; Fütûhu’l-Büldân, 425; Mürûcu’z-Zeheb, II, 332)
şeklinde geçerken; İbn Hibbân’da, Hz. Ömer’in ordunun başkumandanı olarak Numan
b. Mukarrin’i işaret ettikten sonra, ona bir şey olması halinde yerine Huzeyfe
b. Yemân, Abdullah b. Kays, Cerîr b. Abdillah, Mugîre b. Şu'be, Eş'as b. Kays
gibi isimlerin geçmesini emrettiği mektup zikredilmiştir. (es-Sîretü
’n-Nebeviyye, 485-486). İbnü’l- Esîr’de ise, Numan’ın yedi isim zikrettiği
ve bunlardan sonuncusunun Mugîre b. Şu'be olduğu (el- Kâmil, III, 12)
belirtilmektedir.
[115] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 12-13.
[116] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 10.
[117] Belâzurî, Fütûhu
’l-Büldân, 426; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 19; İbn Hacer, el-İsâbe,
III, 453.
[118] Hz. Ömer şehrin fethinin
ardından buraya vali yaptığı Utbe’yi, şehrin imarı ile mükellef kılmıştı.
(Taberî, Tarih, III, 583).
[119] Ibn Sa'd, et-Tabakât,
VII, 7; Dineverî , Ahbâru ’t-Tıvâl, 113; Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân,
358; Ya‘kûbî, Tarih, II, 146; Taberî, Tarih, III, 596; Ibn
Hibbân, es-Sîre, 472; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 489; Zehebî, Siyeru
A'lâm, III, 27. Taberî’de geçen rivayette, Utbe’nin hac için halife
Ömer’den izin alarak yerine Ebu Sebure’yi vekil bıraktığı, hac dönüşünde vefat
edince de Hz. Ömer’in Mugîre b. Şu'be’yi bir yıl kadar Basra’ya vali tayin ettiği
belirtilmektedir. Yine aynı eserde şu ifadeler geçmektedir: Mugîre’den sonra
Basra büyük bir şehir oldu; dört bir taraftan oranın bolluk ve bereketini,
âbâdânlığını duyanlar gelip bu şehre yerleşti. (Taberî, Tarih, III, 583,
599).
[120] Taberî, Tarih, III,
596.
[121] Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
II, 489; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 554; Doğuştan
Günümüze, II, 83.
[122] Taberî, Tarih,
IV, 50; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 489; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, III-IV, 555. Mugîre’nin Basra valiliğine gelişi benzer bir şekilde
Ya'kûbî’de, Mugîre’nin Meysan’ı fethettikten sonra bu zaferi Hz. Ömer’e
bildirdiği, Hz. Ömer’in de onu, Utbe Medine’den dönene dek vali vekili yaptığı,
Utbe’nin ölümü üzerine ise vali atadığı ifadeleri ile rivayet edilmektedir.
(Ya'kûbî, Tarih, II, 146). Taberî’nin eserinde, Hz. Ömer’in Utbe’den
sonra, ilk önce Ebu Sebure adında bir zatı atadığı, daha sonra onu azledip
Mugîre’yi Basra valisi yaptığı belirtilmektedir. (Taberî, Tarih, IV,
50). Bu hususta zikredilen bazı ifadelerde ise Basra valiliğine Utbe’den sonra
Ebu Musa el-Eş'arî’nin tayin edildiği (Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 489),
onun ardından da Mugîre b. Şu'be’nin getirildiği belirtilmiştir ki bu sırada
Mugîre b. Şu'be, Utbe’nin Medine’den dönüşü sırasında vefat etmesi üzerine Hz.
Ömer tarafından namaz kıldırmakla görevlendirilmişti. (Ibn Hibbân, es-Sîre,
476).
[123] İbn Kuteybe, Maârif,
128; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452; Cevad Ali, el-Mufassal, VIII,
129.
[124] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 540-541; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Zehebî, Siyeru A'lâm,
III, 27-28; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 146; Doğuştan Günümüze, II,
180. Mugîre, namaz kıldırmak için dışarı çıktığında Ebî Bekre ile karşılaşmış,
Ebu Bekre ona nereye gittiğini sorunca, sevdiklerini görmek istediğini
belirtmiştir. Bunun üzerine Ebî Bekre Mugîre’ye “Emir ziyaret etmez, edilir; o
gitmez, gidilir” diyerek, bir nevi bu husustaki şüphesini dile getirmiştir.
(Belâzurî, Ensâb, I, 490/X, 4473).
[125] Bu kadın, Ümmü Cemil b.
Mihcen Efkam b. Şa’îsetü’l-Hilâliyye’dir ve Âmir b. Sa’sa’aoğullarına mensuptur.
Kocası da Sakîf’ten Haccac b. Atik idi. (Ya’kûbi, Tarih, II, 146;
Belâzurî, Ensâb, I, 490/XIII, 5721). İbnü’l-Esîr’de geçen bir rivayete
göre, bu kadın Mugîre ve diğer bazı komutanların yanına gider gelirdi. Onun
zamanında diğer bazı kadınlar da böyle davranırdı. (el-Kâmil, III, 540).
[126] Belâzurî , Ensâb,
I, 490-493; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 27-28.
[127] Belâzurî, Ensâb,
X, 4471-4472.
[128] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
II, 541.
[129] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 540-541; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 27-28; İbn Hacer, el-İsâbe,
III, 146.
[130] Taberî, Tarih,
III, 597.
[131] Zehebî, Siyeru A
'lâm, III, 27.
[132] Taberî,
Tarih, III, 597.
[133] Ibn
Kuteybe, Maârif, 128; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 452.
[134] Doğuştan
Günümüze, II, 130.
[135] Lammens,
H. L., “Mugîre b. Şu'be”, IA, VIII, 451.
[136] Belâzurî,
Ensâb, I, 168/XIII, 5718; Fütûhu ’l-Büldân, 358; Taberî, Tarih,
IV, 144; Ibn Hibbân, es-Sîre, 492; Ibn Abdilberr, el-İstîâb, IV,
1446; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 20; Zehebî, Siyeru A'lâm, III,
28; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Ibn Hacer, el-İsâbe, III,
453; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 579; Lammens, H. L., “Mugîre
b. Şu'be”, IA, VIII, 451.
[137] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân,
546; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 32.
[138] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân,
456; Ya'kûbî, Tarih, II, 156; Ibn Hibbân, es-Sîre, 492; Devadarî,
Ebu Bekr, Kenzü’d-Dürer ve Câmiu’l-Gurer, I-IX, (thk. Gunhild Graf -
Erika Glassen), Beyrut, 1994, III, 235; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 28;
Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 286.
[139] Ibn Hibbân, es-Sîre,
492; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 286.
[140] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân,
389. Yine bu kaynakta denildiğine göre, halk mescitte namaz kılarken secdeden
kalktıklarında ellerindeki kumu silmek için ellerini çırpıyorlardı; Ziyad da bu
durumun dini bir ritüel olarak algılanması endişesi ile mescide çakıl
getittirmiş ve zemin tamamen yenilenmiştir.
[141] Belâzurî, Ensâb,
I, 528; Ya'kûbî, Tarih, II, 150; Ibn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, III,
372; Devadarî, Kenzü’d-Dürer, III, 175; Zehebî, Siyeru A'lâm,
III, 28; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Cevad Ali, el- Mufassal,
VIII, 130. Rivayet olunduğuna göre, 18/639 senesinde Hz. Ömer’e
“Emîru’l-Mü’minîn” denmeye başlanmıştır. Daha önce ona “halife-i halife-i
Rasûlillah” şeklinde hitab edilmekte idi. (Ya'kûbî, Tarih, II, 150). Ibn
Haldun’un Mukaddimesi’nde konuyla ilgili olarak şunlar zikredilmektedir:
Hz. Ömer’e bu hitabla seslenen ilk kimse hakkında farklı rivayetler vardır.
Buna göre, Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu'be, Abdullah b. Cahş gibi isimler
anıldığı gibi, halifeye bir zafer haberi getiren bir postacıdan da
bahsedilmektedir. Malum hitapla ilk kez karşılaşan halkın çok beğendiği ve
diğer halifelere de miras kalan bu ifade, zaman içinde, başkaları tarafından
kullanılamayan, halifeye mahsus bir hitap olmayı sürdürdü. (Mukaddime,
I, 609-610).
[142] Ibn Sa'd, et-Tabakât,
III, 341-348; Ya'kûbî, Tarih, II, 159; Taberî, Tarih, IV,
190-191; Ibn Hibbân, es- Sîre, 495; Ibn Abdirabbih, Ikd, IV, 272;
Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 49; Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 147; A.
Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 579; Hasan, H. I., İslâm Tarihi,
I, 322; Hizmetli, İslâm Tarihi, 206; Köksal, İslâm Tarihi, IV,
319; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, IA, VIII, 451; Doğuştan
Günümüze, II, 188. Kaynaklarda zikredildiği üzere Ebu Lü’lü lakaplı Feyruz,
Hz. Ömer’i, zehirli bir hançerle, camide namaz kıldığı sırada öldürmüştür.
[143] Taberî, Tarih,
IV, 136; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 49; Devadarî, Kenzü ’d-Dürer,
III, 241.
[144] Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 49; Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 146.
[145] Ibn Sa'd, et-Tabakât,
III, 341-348; Ya'kûbî, Tarih, II, 159; Taberî, Tarih, IV,
190-192; Ibn Hıbbân, es- Sîre, 495; Ibn Abdirabbih, Ikd, IV,
272-273; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 49; Suyûtî, Tarihu’l-Hulefâ, 146-147;
A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 600; Hizmetli, İslâm Tarihi,
206.
[146] Ya'kûbî, Tarih,
II, 159; Taberî, Tarih, III, 13. Hasan, H. I. İslâm Tarihi
eserinde, Hz. Ömer’in öldürülüşü ile ilgili şu yorumu yapmaktadır: “Onun,
Iranlı bir gayr-i müslim köle tarafından öldürülmesi, o sırada Iranlıların
saltanatının yıkılışı ve Arap hakimiyetine boyun eğmesi sebebiyle, müslüman
Araplara ne derece kin ve düşmanlık beslemekte olduklarının açık bir
göstergesidir”. (İslâm Tarihi, I, 322).
[147] Taberî, Tarih,
IV, 191-192; Ibn Hibbân, es-Sîre, 499-500; Ibn Abdirabbih, Ikd, IV, 273;
Ibnü’l-Esîr, el- Kâmil, III, 50-51; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ,
V-VI, 601-604; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 325. Malum kaynaklara
göre, bu şura heyeti, Hz.Ali, Hz. Osman, Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b.
Avf, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’dan oluşan 6 kişilik bir heyetti;
hatta Hz. Ömer’in oğlu Abdullah b. Ömer’in de dışarıdan gözlemci sıfatıyla bu
vazifeye müdahil oluşu ile bu sayının 7 olduğu da söylenmektedir.
[148] Algül, İslâm Tarihi,
II, 340. Hitti, eserinde bu konudan bahsederken, seçilen isimleri belirttikten
sonra şu yorumu yapar: “Hayatta kalan sahabenin en yaşlı ve en ileri gelen
kimselerinden müteşekkil ve “şura” denen bu heyetin ana hukukî yapısı, eski
Arabistan’da yer alan ve seçim esasına dayalı kabilevî şef mefhumunun, verâsete
dayanan hükümdarlık tatbikatına üstün geldiğini göstermektedir”. (Hitti, Siyasal
ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 274).
[149] Bu kimseler şunlardır:
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b.
Avvam, Sa'd b. Ebî Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Said b. Zeyd, Ebu Ubeyde b.
Cerrah.
[150] Taberî, Tarih,
IV, 192-193; Ibn Abdirabbih, Ikd, IV, 272-273; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 71-72.
[151] Taberî, Tarih,
IV, 228; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 68. Heyetin toplandığı yer
hususunda farklı rivayetler beyan edilmiştir. Bunlardan bazıları, şura
heyetinin, Hz. Aişe’nin izniyle onun hücresinde toplandığını kaydederken,
bazıları, Misver b. Mahreme’nin evinde, bazıları da Beytü’l-mâl’de bir araya
geldiğini ifade etmektedir. (Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 68).
[152] Taberî, Tarih,
IV, 228-229; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 68-70.
[153] Taberî, Tarih, IV, 230-231; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 68-70; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 604.
[154] Algül, İslâm Tarihi,
II, 362.
[155] Taberî, Tarih,
IV, 231-234; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 68-70; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, V-VI, 604. Abdurrahman b. Avf, etraflıca düşünüp gerekli
istişareleri de yaptıktan sonra, yanına önce Hz. Ali’yi çağırmış, ona,
Allah’ın kitabı, Rasûlü’nün sünneti ve önceki iki halifenin yolu üzere amel
edeceğine söz verip veremeyeceğini sormuş ve ondan, “ilmim ve amelim
yettiğince” cevabını almıştı. Daha sonra aynı soruyu Hz. Osman’a sorunca, cevap
doğrudan “evet” olmuştu. (Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 71).
[156] Taberî, Tarih,
IV, 234; Ibn Abdirabbih, Ikd, IV, 280; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 72. Aynı eserde zikredildiğine göre, Misver b. Mahreme şöyle der: “Ben,
bir işe müdahale ettikleri için, Abdurrahman kadar, insanlara ağır sözler
söyleyen bir kimse görmüş değilim”. (el-Kâmil, III, 68).
[157] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân,
456; Taberî, Tarih, IV, 244, 251; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 79;
Zehebî, Siyeru A'lâm, II, 315; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 149; A.
Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 613; Köksal, İslâm Tarihi,
V, 12.
[158] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân,
456; Taberî, Tarih, IV, 251, Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 79;
Zehebî, Siyeru A'lâm, II, 315; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 149.
[159] Belâzurî, Fütûhu
’l-Büldân, 288.
[160] İbn
Sa'd, et-Tabakât, III, 73-74; İbn Kuteybe, Maârif, 84-85; Taberî,
Tarih, IV, 391; İbn Hibbân, es- Sîre, 512 vd.; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 169; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 185-189.
[161] İbn
Kuteybe, el-İmâme, I, 41; Köksal, İslâm Tarihi, V, 35.
[162] Taberî,
Tarih, IV, 392; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 29.
[163] Hz.
Ali, ashabın ileri gelenlerinden bazıları ile birlikte isyancıların yanına
giderek onlarla konuşmuş ve sonuçta onların talepleri doğrultusunda, Abdullah
b. Sa’d azledilip yerine yeni Mısır valisi olarak Muhammed b. Ebî Bekir’in
atanacağını belirttikten sonra, isyancıları Medine’den ayrılmaya ikna etmişti.
(Belâzurî, Ensâb, V, 67; Taberî, Tarih, IV, 359; Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb,
II, 353; İbn Hibbân, es-Sîre, 512 vd.; Suyûtî , Tarihu ’l-Hulefâ,
174).
[164] İbn
Sa'd, et-Tabakât, III, 65; Taberî, Tarih, IV, 355; Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb,
II, 353; İbn Hibbân, es-Sîre, 513-515; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 160; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 186.
[165] İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, III, 151; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 170-171.
[166] Taberî, Tarih,
IV, 343-345; Zehebî, SiyeruA'lâm, II, 435; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 157; İbn Kesîr, el- Bidâye, VII, 168-169.
[167] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 114-115.
[168] İbn Kuteybe, el-İmâme,
I, 33; Taberî, Tarih, IV, 344-345; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,
157-158.
[171] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 61.
[172] Ibn Kuteybe, el-
İmâme, I, 46-47; Dineverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, 142; Taberî, Tarih,
IV, 427-429.
[173] A_____ 0
7. . T7 77 İZ • 7 7-7 7^0 ■
Aycan,
Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Sufyân, 91.
[175] Taberî, Tarih,
IV, 433.
[176] Taberî, Tarih,
IV, 430; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 192; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb,
II, 361; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VII, 497; Hasan, H. I., İslâm
Tarihi, I, 342; Doğuştan GÜnÜmÜze, II, 224.
Bu kimselerden, Abdullah b. Ömer, Sa d b.
Ebı Vakkas gibi bazı isimler, meselenin fitne hadisesi haline getirildiğini
düşünerek her iki tarafa da karışmamaya ve yanaşmamaya özen gösterirken; Zübeyr
b. Avvam, Talha b. Ubeydullah gibi sahabiler, geçmişte sâbık halife ile
aralarının pek de iyi olmamasına rağmen, yeni halifeye karşı oluşturulan
muhalefete katılarak, Hz. Osman’ın kanını talep etmiş, hatta yeni halifeye
karşı savaş hazırlıklarına girişmişlerdir. (Taberî, Tarih, IV, 431,
444-445; Ibn Hibbân, Kitâbü ’s-Sikât, II, 270; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 206-207; Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 342).
[178] Taberî, Tarih,
IV, 440-442.
[179] Taberî, Tarih,
IV, 438-439; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 197-198; Eyyâmü’l-Arab,
323; Doğuştan Günümüze, II, 226.
[181] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 48;
Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 135; Ya'kûbî, Tarih, II, 180; Taberî, Tarih,
IV, 438-439; Mes’ûdî, Murûcu ’z-Zeheb, II, 364; İbn Hıbbân, Kitâbü
’s-Sikât, II, 271-272/ es-Sîre, 525526; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 197-198; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 229. İbn Hibbân’da bulunan
rivayette, “Hz. Ali’nin yanndan ayrılan Mugîre Şam’a giderek Muaviye’ye
katılmaya kararlı görünüyordu” ifadesi geçmektedir. (es-Sîre, 526).
[182] Köksal, İslâm Tarihi,
V, 80.
[183] Taberî, Tarih,
IV, 439; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 198; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, VII, 499; Köksal, İslâm Tarihi, Tarih, V, 80; Doğuştan
Günümüze, II, 226.
[184] Zehebî, Siyeru A
'lâm, III, 29.
[185] Ya'kûbî’de bu rivayet,
Talha’nın Yemen, Zübeyr’in ise Bahreyn ile görevlendirilmesi önerisi şeklinde
geçmektedir. (Târih-i Ya'kûbî, II, 180).
[186] Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb,
II, 382; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1447. Bu rivayetin, İbn
Abdilberr’in eserinde geçen versiyonunda, Mugîre’nin oradan ayrılışının
ardından, Hz. Ali’nin yanına gelen ve onunla görüşen kimse, diğer rivayetlerde
geçtiği şekliyle Hz. Abbas olarak değil, Hasan b. Ali b. Ebî Tâlib olarak
belirtilmektedir. (el-İstîâb, IV, 1447).
[187] Mugîre
b. Şu'be’nin, bu esnada, Mekke’ye gittiğini ifade eden rivayetlerin yanısıra
(Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 135; Taberî, Tarih, IV, 438-439;
Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 197-198; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ,
VII, 499); onun, Taif’e çekildiğini söyleyen rivayetler de vardır: (Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5721; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şube”, IA, VIII, 451). Zehebî
ise Mugîre’nin Yemen’e gittiğinden bahseder. (Zehebî, Siyeru A 'lâm,
III, 29).
[188] Aycan,
Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 94.
[189] Taberî,
Tarih, IV, 433, 460; Ibn Hıbbân, Kitâbü’s-Sikât, II, 278-279;
Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 205, 207.
[190] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 120-121. Onların bu durumuna karşılık,
Hz. Ali’nin çeşitli zamanlarda Hz. Osman’ı bu insanlara karşı uyardığı
görülmektedir. Bu konuda gelen rivayetlerden biri de şöyledir: Bir gün Mervan
muhasaracılara, kendilerini asla idare işinden uzaklaştı- ramayacaklarını dile
getiren tahrik edici bazı sözler ifade etmiş; onu bu sözleri Hz. Ali’ye
ulaşınca, o “Ey Allah’ın kulları! Görüyorsunuz; evimde oturup bu işlerden uzak
durduğum zaman halife gelir, beni yalnız bıraktın, der. Onunla ilgilenip
tavsiyelerde bulunduğum zaman ise, beni dinlemek yerine, yine Mervan’ın sözüyle
hareket eder” şeklinde sitemde bulunurdu. Aynı şeyleri ifade eder mahiyette,
Hz. Osman’a da “Mervan’ın yaptıklarından razı olan sen değil misin? Oysa o,
hiçbir konuda görüşüne uyulacak adam değildir. Bu sözlerimden sonra sana artık
bir daha bir şey söylemeyeceğim” diyerek halifenin yanından ayrılmıştı.
(Taberî, Tarih, IV, 362-364; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 83-84).
[191] Günal, Hz. Ali Dönemi
ve İç Siyaset, 73.
[192] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 95.
[193] Ibn Sa'd, et-Tabakât,
V, 34-35; Ibn Kuteybe, el-İmâme, I, 60; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 209; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 29; Ibn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
X, 263, Eyyâmü’l-Arab, 331-332; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ,
VII, 508.
[194] Taberî, Tarih,
IV, 541; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 259; Ibn Kesîr, VII, 245.
[195] Ya'kûbî, Tarih,
II, 187.
[196] İbn Abdirabbih, Ikd,
IV, 296.
[197] İbn Kuteybe, el-İmâme,
I, 74; Belâzurî, Ensâb, I, 4, 592-594; İbn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât,
II, 285; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 228. Hz. Ali’ye beyat etmeme
hususunda kararlı olan Muaviye, Amr b. el-Âs’ın tavsiyelerine uyarak halkı
doğrudan kendi hilafetine çağırmaktan vazgeçip Hz. Ali’yi, Hz. Osman’ın
kanından sorumlu tutmuş ve Şamlılara, “Eğer Ali’ye beyat ederseniz sizi buradan
çıkarır” diyerek tahriklerini iyice arttırmıştı. (Fığlalı, Ethem Ruhi, İmam
Ali, Ankara 1998, s.67).
[198] Akbulut, Ahmet, Sahabe
Devri Hadiselerinin Kelamî Problemlere Etkileri, İstanbul, 1992, s. 164.
[199] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 276.
[200] İbn Abdirabbih, Ikd,
V, 47
[201] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 98. Hitti’ye göre, Hz. Ali’ye beyat
etmeyen Muaviye onu şu çıkmaza sokmaya çalıştı. Maktul halife Hz. Osman’ın
birinci katillerini bulup yakalamak yahut halifelikten alınmasına sebep teşkil
edecek olan, ikinci katillerle suç ortaklığını kabul etmek. Esasen gerçek
problem, İslâmî meselelerin hallinde Suriye mi, Irak mı söz sahibidir şeklini
almıştı. (Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslam Tarihi, I, 277).
[202] Ibn Kuteybe, el-İmâme,
I, 88-89; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 252-253. Hz. Ali-Muaviye
mücadelesine dair İbn Haldun eserinde, “Bazılarının vehimleri gibi, onların
mücadelelerinin sebebinin dünyevî garez ve maksat, batılı tercih ya da intikam
hissi olmayıp; sadece, hak olanın ne olduğu konusunda inandıkları ictihadların
farklılığıydı” der. Bu arada O, sözlerinin devamında, “Her ne kadar Ali haklı
idiyse de, Muaviye’nin maksadı da ancak haktı” der. (İbn Haldun, Mukaddime,
I, 571).
[203] Taberî, Tarih, V,
561-562, 573-575; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 277-281; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VII, 254.
[204] Taberî, Tarih, V,
575; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 286-287.
[205] İbn Kuteybe, el-İmâme,
I, 93; Ya'kûbî, Tarih, II, 187; İbn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, II,
285-288; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 254.
[206] Taberî, Tarih,
IV, 573-574; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 258-259.
[207] Muaviye’nin, savaşın en
şiddetlendiği ve sonuca yaklaştığı sırada bir şairin söylediği etkileyici bir
şiiri duymasaydı, savaştan kaçmaya karar verdiği zikredilmektedir. (İbn
Hallikan, Vefeyâtü ’l-Âyân, V, 241).
[208] İbn Sa'd, et-Tabakât,
III, 32-33; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 101-102; Taberî, Tarih, IV,
3327-3329; İbn Abdirabbih, Ikd, V, 93; Mes'ûdî, Murûcu ’z-Zeheb,
II, 400; İbn Hibban, Kitâbü ’s-Sikât, II, 292; İbnü’l- Esîr, el-Kâmil,
III, 316.
[209] Ibn Kuteybe, el-İmâme,
I, 112-113; Taberî , Tarih, V, 50-51; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb,
II, 400-401; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 316-319; Ibn Kesîr, el-Bidâye,
VII, 273-275.
[210] Taberî , V, 48-51;
Mes'ûdî, II, 400-401; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 318; Ibn Kesîr, VII,
276-277.
[211] Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 321; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 277.
[212] Ibn Kuteybe, el-İmâme,
I, 117; Taberî, Tarih, V, 67; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 406;
Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 330; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 283;
Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Köksal, İslâm Tarihi, V, 101; Doğuştan
Günümüze, II, 251.
[213] Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
180-181; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 330; Köksal, İslâm Tarihi,
V, 101; Doğuştan Günümüze, II, 253.
[214] Taberî, Tarih, V,
70-71; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 409; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 332-333; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 284. Kararın açıklanması
esnasında, Ebu Musa’nın herkesin önünde Hz. Ali’yi azletmesinin ardından,
Amr’ın Muaviye’yi azletmeyip, hilafete en layık kişi olarak görevde bıraktığını
ilan etmesi hakkında İbn Kesîr şunları söylemektedir: “Amr b. el-Âs,
müslümanların halifesiz bırakılmasının, önceki ihtilaftan daha elim sonuçlar
doğuracağını düşünerek Muaviye’yi yerinde bırakmıştı. Amr bunda fayda olduğuna
kanaat getirmişti. Onun bu yaptığı bir ictihaddır. İctihad ise bazen hatalı
bazen de isabetli olabilir”. (İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 284).
Aycan,
Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebı Süfyân, 117.
[216] Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
197-199; Taberî, Tarih, V, 143-147; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II,
423-426;
Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 350; Doğuştan
Günümüze, II, 261-262. Dineverî eserinde, Hz. Ali’nin nereye defnedildiğini
kimsenin bilmediğini belirtmektedir. (Ahbâru ’t-Tıvâl, 199).
[217] Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
199; Taberî, Tarih, V, 158; ; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, III, 4;
Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 404-406.
[218] Taberî, Tarih,
IV, 158-164; Mes'ûdî, Murûcu ’z-Zeheb, III, 4; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 404-406.
[219] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 143.
[220] Ya’kûbî,
Tarih, II, 215.
[221] Taberî,
Tarih, V, 160; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 402; Lammens, H.L., “Mugîre
b. Şu'be”, İA, VIII, 451.
[222] Cabirî,
İslâm’da Siyasal Akıl, 321; Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî
Süfyân, 142-143; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, ÎA, VIII, 451.
[223] Aycan,
Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 142-143, 608.
[224] A. Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, VIII, 608.
[225] Ibn Kuteybe, el-İmâme,
I, 142; Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 204; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718;
Ya'kûbî, Tarih, II, 219; Ibn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446;
Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 413-414; Ibn Kesîr, el- Bidâye, VIII,
48; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453.
[226] Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 413; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 22. Geçmişe bakıldığında, Amr ile
Mugîre arasında başka gerginlikler de yaşandığı görülebilir: Hz. Peygamber’in
Zâtü’s-Selâsil gezvesinde takviye kuvvet komutanı olarak gönderdiği Amr’ın,
daha evvel o sefere çıkan komutan Ebu Ubeyde ve diğer askerlerin başına geçme
durumu, aralarında ashabın önde gelenlerinin bulunduğu askerler tarafından hoş
karşılanmamış, dinde önceliği olmayan böyle bir insanın başlarına geçmesi
onları rahatsız etmişti. Bu rahatsızlıklarını dile getiren Hz. Ömer ve Mugîre
b. Şu'be gibi kişiler Ebu Ubeyde’ye, Amr’ın komutanlığına nasıl olup da razı
geldiğini sormuş, o ise Allah Rasûlü’nün ihtilaftan sakınmalarını emrettiğini
söyleyerek, bu gazve bitene kadar Amr’ın komutasında olmak durumunda
olduklarını ifade etmişti. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-IV, Beyrut, ts.,
I, 196).
[227] Belâzurî,
Ensâb, XIII, 5720; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 472.
[228] İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, III, 472-473; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 30; İbn Kesîr,
el-Bidâye, VIII, 48; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 619.
[229] İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, III, 413-414.
[230] İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, III, 472-473; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48.
[231] İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, III, 420.
[232] İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, III, 415-416; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 24.
Belirtildiğine göre, Hz. Ali öldürüldüğünde ya da başka bir rivayete göre
hayatta iken, Muaviye, Ziyad’a tehdit dolu sözler içeren bir mektup yazmış;
Ziyad ise bu mektubun ardından müslümanlara bir hutbe okuyarak şunları
söylemiştir: “Hayret doğrusu! Şu insan ciğeri yiyen kadının oğlu, nifak ehli ve
ayrılıkçı grupların başı beni tehdit ediyor. Vallahi, şu an aramızda herhangi
bir çatışma olacak olsa, benim, kılıcımla nasıl savaştığımı görecektir.
(İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 415-416).
[233] Mugîre
ve Ziyad, aynı kabileye mensup iki akraba olmalarının yanı sıra, önceki
konularda geçtiği üzere, Mugîre b. Şube, hakkında varid olan zina davasında,
Ziyad’ın Hz. Ömer’e verdiği şahitlikten sonra tabiri caizse aklanmıştı.
[234] Taberî,
Tarih, V, 176-178.
[235] Taberî,
Tarih, V, 176-178; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 24.
[236] Belâzurî, Ensâb,
I, 493; Taberî, Tarih, V, 176-178; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,
422.
[237] Taberî, Tarih, V,
176-178; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 422-423.
[238] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 422-423; Doğuştan Günümüze, II, 289-290.
[239] Ziyad, Muaviye’nin
saflarına katılımının ardından Kûfe’ye gitmiş ve orada halifenin kendisine
göndereceği ve Basra valiliğine atandığını bildiren fermanını beklemeye
koyulmuştu. Kûfe valisi Mugîre b. Şu'be ise, Ziyad’ın Kûfe’ye vali olmak üzere
geldiğini zannederek, işin hakikatini öğrenmesi üzere ona bir elçi göndermiş;
ancak elçi konuya dair bir bilgi elde edememişti. (İbn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 28).
[240] Taberî, Tarih, V,
179; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 424.
[241] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 154. Haricîler, genelde bedevîlerden
müteşekkil idi. Çölde yaşayan bedevîlerin en bariz özelliklerinden olan güzel
şiir söyleme ve hitabet, bu kimselerin de sahip oldukları vasıflardandı.
Herhangi bir bedevî kabilesi için, aralarında anlaşma olmadığı diğer kabile
mensuplarının düşman olduğu fikri gibi, Haricîler de, kendileriyle aynı
frekansta düşünmeyen insanları, müslüman olsalar dahi, kanı dökülebilecek
insanlar olarak görmekte idiler. (Watt, Montgomery, İslâm Düşüncesinin
Teşekkül Devri, (çev. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara, 1981, s. 24)
[242] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 154.
[243] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 155-156; Doğuştan Günümüze, II,
286-287.
[244] Taberî, Tarih, V,
174; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 413-414; Lammens, H. L., “Mugîre b.
Şu'be”, İA, VIII, 451.
[245] Taberî, Tarih, V,
174; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421; Doğuştan Günümüze, II, 297.
[246] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 157.
[247] Ya'kûbî, Tarih,
II, 220; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 411.
[248] Ya'kûbî, Tarih,
II, 220; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 411-412.
[249] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 158
[250] Ya'kûbî, Tarih,
II, 220-221; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 412.
[251] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 159.
[252] Ya'kûbî, Tarih,
II, 221; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 412.
[253] Ya'kûbî, Tarih,
II, 221; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 412-413.
[254] Taberî, Tarih, V,
182-184; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 426.
[255] Taberî,
Tarih, V, 174-179; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421.
[256] Taberî,
Tarih, V, 174; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421; A.Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, VIII, 609; Doğuştan Günümüze, II, 513.
[257] Taberî,
Tarih, V, 184; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 426-427; Doğuştan
Günümüze, II, 297-298.
[258] Taberî, Tarih, V, 184-186;
Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 426-428; Doğuştan Günümüze, II, 298.
[259] Taberî,
Tarih, V, 188-193; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 429-431; Doğuştan
Günümüze, II, 299-300.
[260] Taberî,
Tarih, V, 181-209; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 425-436; Ibn
Kesîr, el-Bidâye, VIII, 25; Doğuştan Günümüze, II, 299-301.
[261] Ya'kûbî,
Tarih, II, 221; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 428.
[262] Ya'kûbî,
Tarih, II, 221.
[263] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 159-160.
[264] Lammens, H. L., “Mugîre
b. Şu'be”, IA, VIII, 451.
[265] Ya'kûbî, Tarih,
II, 230; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 429; Ibn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 48.
[266] Dineverî, Ahbâru
’t-Tıvâl, 206; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 473.
[267] İbn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 48.
[268] Dineverî, Ahbâru
’t-Tıvâl, 206; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 473; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 48.
[269] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 473. Muaviye’nin, siyasî muhaliflerine karşı sindirme politikasının
içinde, ekonomik baskı da vardır. (Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b.
Ebî Süfyân, 170). Nitekim, İbnü’l-Esîr ve İbn Kesîr’in bu hususta zikrettiği
rivayette, Hucr ve destekçilerinin, vali Mugîre’den kendilerine, hakkı olan
maaşlarını vermesi, bu işi daha fazla geciktirmemesi ve bir vatandaş olarak
haklarını istediklerine dair ifadeler vardır. (el-Kâmil, III, 473; el-Bidâye,
VIII, 48). Onların, şikâyet içeren bu ifadelerine dayanarak, Hz. Ali ve
taraftarlarına ekonomik baskı ya da boykotun uygulandığı söylenebilir. Tüm
bunlarla birlikte, yine de Hz. Ali taraftarları belki de en özgür ve rahat
günlerini Mugîre b. Şu'be’nin Kûfe valiliği esnasında yaşamışlardı. Maamâfih,
bu dönemde, idarenin bazı baskıcı uygulamalarından söz edilse de, daha sonra
görecekleri muamelelerin boyutlarına göre, Hz. Ali taraftarları Mugîre’den
sonra, onun kadar anlayışlı ve iyi bir valinin gelmediğini söyleme ihtiyacı duyacaklardı.
(Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 170).
[270] Dineverî, Ahbâru
’t-Tıvâl, 206.
[271] Lammens, H. L., “Mugîre
b. Şu'be”, İA, VIII, 451.
[272] Aycan,
Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 157.
[273] Taberî,
Tarih, V, 174; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421; Doğuştan
Günümüze, II, 297.
[274] Meydan
Larousse, I-XII, XII, 559.
[275] Aycan,
Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 183.
[276] İbn
Kuteybe, el-İmâme, I, 142; Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 233;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 503; Hasan, H. İ., İslâm Tarihi I,
357. Suyûtî’nin eserinde mevcut olan bir rivayette, Hasan Basrî’nin şu sözü
geçmektedir: “İnsanların işini iki kişi bozdu; bunlardan birincisi olan Amr,
mushafları mızrakların ucuna geçirttiğinde; ikincisi olan Mugîre de, Yezid’in
veliahtlığı fikrini ortaya attığında bunu gerçekleştirmiş oldu” dedikten sonra,
“şayet bu veliahtlık işi olmayaydı, müslümanların işi kıyamete kadar şura ile
halledilecekti” şeklinde bir yorum daha ilave eder. (Tarihu ’l-Hulefâ,
233).
[277] Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 503; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181; Hasan, H. I., İslâm
Tarihi, I, 357; Doğuştan Günümüze, II, 307.
[278] Ibn Kuteybe, el-İmâme,
I, 142; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 504; Doğuştan Günümüze, II,
307; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181. Ibn Kuteybe’de geçen
rivayette, Mugîre’nin Muaviye’nin yanına geldiğinde ona, “Görüyorsun ki yaşın
ilerledi, ölümün yaklaştı; sana bir şey olursa ümmet yine eski fitne dolu
günlerine geri döner diye endişelenmekteyim” dediği zikredilmektedir. (el-İmâme,
I, 142).
[279] Ibn Kuteybe, el-İmâme,
I, 142; Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 233; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 504; Doğuştan Günümüze, II, 307.
[280] Ya'kûbî, Tarih,
II, 220; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 504; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, VIII, 181;
Hasan, H. Î., İslâm
Tarihi, I, 357; Doğuştan Günümüze, II, 307.
[281] Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 504; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181.
[282] Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 504.
[283] Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 504-505.
[284] Ya'kûbî, Tarih,
II, 219-220.
[285] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân, 185.
[286] Yıldız, Hakkı Dursun, “Yezid
b. Ebî Süfyân”, İA, XIII, 412. Bu hususta, İbn Haldun, Muaviye’nin
uygulamasının bir ilk olmadığını, zira daha önce Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer’in de
bazı şekil ve kayıtlar altında da olsa kendilerinin yerine geçebilecek
kimseleri, hayattayken tavsiye edip gösterdiklerini söyler. (İbn Haldun, Mukaddime,
I, 581).
[287] İbn Haldun, Mukaddime,
I, 581-582. Ayrıca bkz. Hodgson, İslâm ’ın Serüveni, I, 162.
[288] Taberî, Tarih, V,
232; İbn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, III, 372; İbn Abdilberr, el-İstîâb,
IV, 1446; İbnü’l- Esîr, el-Kâmil, III, 461; Zehebî, Siyeru A'lâm,
III, 32; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el- İsâbe,
III, 453. Mugîre b. Şu'be’nin vefat yılına dair, farklı kaynaklar, farklı
rivayetler içerirler: Bu tarihler, Ya'kûbî, 51/671 (Tarih, II, 229);
Taberî, 50/670 (Tarih, V, 232); Mes'ûdî, 49/669 (III, 33); İbn
Abdilberr, 51/671 (el-İstîâb, IV, 1446); İbn Kesir, yanlış olduğu yorumu
ile birlikte, 36/656 veya 58/677 (el-Bidâye, VIII, 48); İbn Hacer,
49/669 veya 51/671 (el-İsâbe, III, 453) olduğunu söylemektedir.
[289] İbn Kuteybe, Maârif,
128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5718; Ya'kûbî, Tarih, II, 229;
Taberî, Tarih, V, 232; İbn Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, III, 372; İbn
Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1446; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 461;
Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 32; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48;
İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Suyutî, Husnü’l-Muhâdara, I, 196.
[290] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5718, 5725; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, III, 33; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 461;
İbn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 32-33; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 171.
[291] İbn Kuteybe, Maârif,
128.
[292] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5720.
[293] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5726; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 31.
[294] İbn Hibbân, Kitâbü
’s-Sikât, III, 372; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 461; Zehebî, Siyeru
A 'lâm, III, 32.
[295] Suyutî, Husnü
’l-Muhâdara, I, 196
[296] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5725.
[297] Doğuştan Günümüze,
II, 301.
[298] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5718.
[299] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 473.
[300] Taberî, Tarih, V,
234; Mes'ûdî, Murûcu ’z-Zeheb, III, 34; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 461.
[301] Taberî, Tarih, V,
176-480.
[302] Taberî, Tarih, V,
234-235.
[303] Doğuştan Günümüze,
II, 290.
[304] Ibn Abdilberr, el-İstîâb,
IV, 1445; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 21.
[305] Ibn Kesîr’de zikredilen
bir rivayete göre, “Mugîre’nin kafası öyle büyüktü ki onu ancak dört boynuz
delebilirdi”. (el-Bidâye, VIII, 49).
[306] Ibn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 49; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 452.
[307] Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 461; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21; Ibn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 49; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 452.
[308] Belâzurî, Ensâb,
I, 492; Ibn Hibban, Kitâbü ’s-Sikât, III, 372; Ibn Abdilberr, el-İstîâb,
IV, 1445; Ibnü’l- Esîr, el-Kâmil, III, 461; Cevad Ali, el-Mufassal,
VIII, 129.
[309] Belâzurî, Ensâb,
I, 492/XIII, 5718; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21.
[311] Zehebî, Siyeru A'lâm,
III, 21;Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453.
[312] Ibn Hacer, el-İsâbe,
III, 453.
[313] İbn Manzur, Lisânü
’l-Arab, XIV, 275-276.
[314] İbn Sa'd, et-Tabakât,
II, 351; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5717; İbn Abdilberr, el-İstîâb,
IV, 1446; İbnü’l- Esîr, el-Kâmil, III, 408/Üsdü ’l-Gâbe, V, 248;
Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 22; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49;
İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ,
VIII, 160; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 341.
[315] Köksal, İslâm Tarihi,
IV, 341.
[316] Zehebî, Siyeru A
'lâm, III, 22; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49.
[317] İbn Sa'd, et-Tabakât,
II, 351; Suyûtî, Tarihu’l-Hulefâ, 231.
[318] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 408-409. İbnü’l-Esîr rivayetin devamında, Hz. Ali-Muaviye çekişmesi sırasında
Kays ve İbn Budeyl, Hz. Ali taraftarı iken, Mugîre’nin Taif’te uzlette olduğunu
ifade etmektedir.
[319] Cevad Alı, el-Mufassal,
VIII, 129.
[320] İbn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 49.
[321] İbn Abdilberr, el-İstîâb,
IV, 1446; Suyûtî, Tarihu ’l-Hulefâ, 231.
[322] İbn Sa'd, et-Tabakât,
II, 351; İbn Abdirabbih, Ikd, V, 296.
[323] İbn Abdilberr, el-İstîâb,
IV, 1446.
[324] Suyûtî, Husnü
’l-Muhâdara, I, 196.
[325] Suyûtî, Tarihu
’l-Hulefâ, 231; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49; İbn Hacer, el-İsâbe,
III, 452.
[326] İbn Hacer, el-İsâbe,
III, 453.
[327] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5721; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49.
[328] Zehebî, Siyeru A
'lâm, III, 21; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452; Cevad Ali, el-Mufassal,
VIII, 129.
[329] Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
114-115; Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 358; Ya'kûbî, Tarih, II, 144;
Taberî, Tarih, III, 517-518; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 464-466;
Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; Ibn Hacer; el- İsâbe, III, 453; Eyyâmü
’l-Arab, 256-259; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 514-515;
Hasan, H. I., İslâm Tarihi, I, 283.
[330] Taberî, Tarih,
IV, 392; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 190-194; Zehebî, Siyeru A'lâm,
III, 29; Ibn Kesîr, el- Bidâye, VII, 234-235.
[331] Ibn Kuteybe, el-İmâme,
I, 48; Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 135; Ya'kûbî, Tarih, II, 180;
Taberî, Tarih, IV, 438-439; Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 364; Ibn
Hibbân, Kitâbü’s-Sikât, II, 271-272; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,
197-198; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 229; Eyyâmü’l-Arab, 323; Doğuştan
Günümüze, II, 226.
[332] Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
180-181; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 330; Köksal, İslâm Tarihi,
V, 101; Doğuştan Günümüze, II, 253.
[333] Ibn Abdilberr, el-İstîâb,
IV, 1446.
[334] Taberî, Tarih, V,
174; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421; Doğuştan Günümüze, II, 297;
Aycan, irfan - Sarıçam, İbrahim, Emeviler, Ankara, 1993, s.15.
[335] Doğuştan Günümüze,
II, 301.
[336] Belâzurî, Ensâb, XIII,
5718.
[337] Taberî, Tarih, V,
182 vd.; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 426, 473.
[338] Taberî,
Tarih, III, 517-518; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 464-466.
[339] Taberî,
Tarih, IV, 118; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 331-332; Eyyâmü’l-Arab,
264-265; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 301-302; Hizmetli, İslâm Tarihi,
201-202.
[340] Dineverî,
Ahbâru’t-Tıvâl, 114-115; Ya'kûbî, Tarih, II, 114; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
II, 468; Eyyâmü’l- Arab, 264-265; Algül, İslâm Tarihi, II, 276.
[341] Taberî,
Tarih, III, 107; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 32.
[342] Ibn Kuteybe, Maârif,
128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720; îbn Abdilberr, el-İstîâb, IV,
1446; Îbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, V, 248; Zehebî, Siyeru A 'lâm,
III, 31; îbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 49.
[343] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5720; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 31; îbn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 49.
[344] Zehebî, Siyeru A'lâm,
III, 31.
[345] îbn Kuteybe, Maârif,
128; Belâzurî, Ensâb, XIII, 5720.
[346] Taberî,
Tarih, IV, 144; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 20.
[347] Ibnü’l-Esîr,
el-Kâmil, III, 413; Ibn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 22.
[348] Ibn
Kesîr, el-Bidâye, VIII, 28.
[349] Ibn
Kuteybe, el-İmâme, I, 142; Ya'kûbî, Tarih, II, 220; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 503-504; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181; Hasan, H. I., İslâm
Tarihi, İslâm Tarihi, I, 357; Doğuştan Günümüze, II, 307.
[350] Bekrî el-Endelüsî, Mu
'cem, I, 59 vd.; Sâlim, Tarihu Arab, 379; Bekrî, Cahiliyye
Arapları, 88-91.
[351] İbn Manzûr, Lisânü
’l-Arab, IX, 19.
[352] İbn Kuteybe, Maârif,
128; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452.
[353] Taberî, Tarih,
III, 596.
[354] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân,
456; Ya'kûbî, Tarih, II, 156; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 28;
Hasan, H. İ., İslâm Tarihi, I, 286.
[355] Belâzurî, Fütûhu
’l-Büldân, 389.
[356] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân,
456; Taberî, Tarih, IV, 251, İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 79;
Zehebî, Siyeru A'lâm, II, 315; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 149.
[357] Belâzurî, Fütûhu
’l-Büldân, 288.
[358] Taberî, Tarih, V,
174; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 421; Doğuştan Günümüze, II, 297.
[359] Meydan Larousse, III,
727.
[360] İbn Sa'd, et-Tabakât,
I, 268-269; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 189/VI, 121; M Hamidullah, İslâm
Peygamberi, I, 439.
[361] Tirmizî, Sünen,
V, 315; M. Ş. Numanî, Sîretü ’n-Nebî, II, 397, 401.
[362] İbn Hişâm, es-Sîre,
IV, 184; İbn Hazm, Cevâmi', 202.
[363] Ya'kûbî,
Tarih, II, 215.
[364] Belâzurî,
Ensâb, I, 493; Taberî, Tarih, V, 176-178; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 422; îbn Kesîr, el- Bidâye, VIII, 24; Doğuştan Günümüze, II,
289-290.
[365] Belâzurî,
Fütûhu ’l-Büldân, 393; Taberî, Tarih, IV, 144; Îbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 31-32.
[366] Mugîre,
böyle bir ceninin diyetinin, Peygamber’den işittiği üzere, tam diyet bedelinin
onda birinin yarısı kadar olan bir erkek veya dişi köle olduğunu beyan etmişti.
(Buhârî, Sahîh, XV, 6772, 6773, XVI, 7200; Müslim, Sahîh, VIII,
326, 327).
[367] Buhârî,
Sahîh, XV, 6772, 6773, XVI, 7200; Müslim, Sahîh, VIII, 326, 327.
[368] Belâzurî, Ensâb,
I, 493; Taberî, Tarih, V, 176-178; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,
422-423; îbn Kesîr, el- Bidâye, VIII, 24; Doğuştan Günümüze, II,
289-290.
[369] Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 422-423.
[370] Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 413; îbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 22.
[371] Belâzurî, Ensâb,
XIII, 5720; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 472.
[372] Ya'kûbî, Tarih,
II, 220-221; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 412.
[373] Ibn Kuteybe, el-İmâme,
I, 142; Ya'kûbî, Tarih, II, 220; Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,
503-504; A. Cevdet
Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, VIII, 181; H. I., Hasan, İslâm Tarihi, I,
357; Doğuştan Günümüze, II, 307.
[374] Müslim,
Sahih, VIII, 411.
[375] Buhârî,
Sahih, II, 829, XIII, 6265, XIV, 6403, 6505; Müslim, Sahih, III,
525, 526.
[376] Buhârî,
Sahih, III, 1405, V, 2225; Müslim, Sahih, VIII, 410, 411.
(Buhârî, Sahih, 2225’te geçen ilgili hadiste, bu üç şey zikredilmeden
önce, Allah’ın, analara itaatsizliği, kız çocuklarını diri diri toprağa
gömmeyi, verilmesi gereken borcunuzu men etmeyi ve alma hakkınız olmayan şeyi
almayı haram kıldığı ek ifadesi vardır).
[377] Müslim,
Sahih, III, 526 (Mütercimin notu).
[378] Zehebî,
Siyeru A'lâm, III, 26-27; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 453. Bu
kaynaklardaki rivayete göre, bu iddia üzerine Hz. Ömer Mugîre’yi yanına
çağırmış ve bu durum hakkında sorular sormuştu. iddianın hakikat olmadığını
söyleyen Mugîre’ye karşı Bahreynlilerin mümessili, Mugîre’nin, “yüz bin” olarak
bahsedilen paraya ihanet ettiğini bir kez daha söyleyince, Mugîre oyuna karşı
oyunla cevap vermiş ve “bu paranın iki yüz bin olması lazımdı” demişti. Bu
cevap karşısında adeta kurduğu tuzağa düşen adam, işin sonucunda zararlı
çıkacağını anlayınca hileye son vermiş; böylece işin hakikati ortaya çıkmıştı.
[379] İbn
Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48.
[380] M.
Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye li’l-'Ahdi’n-Nebevî
ve’l-Hilâfeti’r-Râşide, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 1985, s. 5-8.
[381] Âlûsî,
Bulûgu ’l-Ereb, II, 248; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,
622-623.
[382] M.
Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 609-610.
[383] M.
Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 622-623.
[384] M.
Hamidullah, el-Vesâik, 197.
[385] İbn
Kuteybe, el-İmâme, I, 117; Taberî, Tarih, V, 67; Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb,
II, 406; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 330; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VII, 283; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Köksal, İslâm Tarihi, V,
101; Doğuştan Günümüze, II, 251.
[386] İbn
Sa'd, et-Tabakât, I, 266-268; İbn Abdirabbih, Ikd, IV, 161; Cevad
Ali, el-Mufassal, VIII, 122, 130; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi,
I, 439; Sönmez, Abidin, Rasûlüllah’ın İslâm’a Davet Mektupları, İstanbul,
1984, 65.
[387] İbn
Sa'd, et-Tabakât, I, 268-269; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 189; M.
Hamidullah, el-Vesaîk, 169-170.
[388] M. Hamidullah, el-Vesâik,
169-170.
[389] M. Hamidullah, el-Vesâik,
263.
[390] M. Hamidullah, el-Vesâik,
299-305.
[391] Ibn Sa'd, et-Tabakât,
I, 266; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 130, 191; M. Hamidullah, el-Vesâik,
192.
[392] M. Hamidullah, el-Vesâik,
359.
[393] Cevad Ali, el-Mufassal,
VIII, 121-122; M. Ş. Numanî, Sîretü’n-Nebî, II, 423; Sönmez, Rasûlüllah’ın
İslâm ’a Davet Mektupları, 65.
[394] Ibn Abdirabbih, Ikd,
IV, 161; Cevad Ali, el-Mufassal, VIII, 131-132. Taberî, eserinde, Hz.
Peygamber’in katipleri başlığı altında bu konudan bahsetmektedir:
Râsûlullah’ın, 10 vahiy kâtibi olup bunlardan bazıları vahyi bazıları da zekat
malını kaydederdi ki, bu isimler, Hz. Osman, Hz. Ali, Hâlid b. Sa'd, Ebân b.
Sa'd, A'lâ b. Hadramî, Ubey b. Ka'b, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Ebî Sarh,
Muaviye b. Ebî Süfyân ve Hanzala b. ed-Devsî’dir. (Tarih, III, 173).
[395] M. Ş. Numanî, Sîretü
’n-Nebî, II, 427.
[396] M. Ş. Numanî, Sîretü
’n-Nebî, II, 428.
[397] İbn Abdirabbih, Ikd,
IV, 161.
[398] Sönmez, Rasûlüllah ’ın İslâm ’a Davet Mektupları, 65-66.
[399] Cevad Ali, el-Mufassal,
VIII, 162.
[400] M. Ş. Numanî, Sîretü
’n-Nebî, II, 427; Cabirî, İslâm ’da Siyasal Akıl, 427.
[401] İbn Abdirabbih, Ikd, IV,
167, 169.
[402] Buhârî, Sahîh,
II, 829, III, 1405, V, 2225, XIV, 6403, 6505, 6701; Müslim, Sahîh, III,
526, VII, 541.
Bu mecmualardaki rivayetlerde, Verrâd’ın
Mugîre b. Şu'be’nin hem kâtibi hem râvîsi olduğu sık sık vurgulanmaktadır.
Ayrıca, Müslim’de geçen bir rivayette, Muaviye’nin Mugîre’den, kendisine
Rasûlullah’tan işittiği bir şey yazıp göndermesini istemesine mukabil,
Mugîre’nin, cevabî mektubunu Verrâd’a yazdırdığı ifade edilmektedir. (Müslim, Sahîh,
III, 525).
[403] Vâkıdî,
Megâzî, III, 911; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 265.
[404] İbn
Hişâm, es-Sire, IV, 126-127.
[405] Bu sefer esnasında Hz.
Peygamber’in abdest almak üzere askerlerin yanından ayrılması üzerine,
Mugîre’nin derhal Allah Rasûlü’nün peşinden gittiği, abdest alırken Ona yardım
ettiği, bir nevi gözünü üstünden ayırmadığı, bize ulaşan bilgilerdendir.
Vâkıdî, Megâzî, III, 1011-1012; Buhârî, Sahîh, I, 324, 339, 459,
480, VI, 2737, IX, 4767, XIII, 5858, 5859; Müslim, Sahîh, II, 394, 396,
398, 399, 405, III, 176; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 22. Rivayetin
devamında Mugîre şunları anlatmaktadır: “Abdest aldıktan sonra cemaatin yanına
geldiğimizde, onları, Abdurrahman b. Avf’ı imam yapmış, namaz kılar halde
bulduk. Hz. Peygamber, iki rekâtın birine yetişti ve cemaatle birlikte son
rekâtı kıldı; Abdurrahman selam verince O, namazı tamamlamak üzere kalktı. Bu
müslümanlara telaşa düşürdü, bu nedenle tesbihlerde bulundular. Hz. Peygamber
namazını bitirince onlara döndü ve ‘iyi ettiniz’ buyurdu. Namazı vaktinde
kılmış olmalarından dolayı onlara gıpta ediyordu.” Aynı rivayetin farklı bir
versiyonuna göre, Mugîre, “Ben Abdurrahman’ı geri çekmek istedim fakat
Peygamber, ‘bırak onu’ buyurdular, demiştir. (Müslim, Sahîh, III,
175-176). (Aynı hissiyât örneğini, hatırlanacak olursa, Hudeybiye sulhu
sürecinde Hz. Peygamber’in muhafızlığını yaparken, Urve b. Mesud’a karşı
takındığı tavırlarda da görmek mümkündür).
[406] İbn
Hacer, el-İsâbe, III, 453.
[407] İbn Kuteybe, Maârif,
128; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 452.
[408] ibn Kuteybe, Maârif,
128; Belâzurî, Ensâb, I, 492; îbn Hibbân, Kitâbü ’s-Sikât, III,
372; îbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1445; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 461; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII,
48; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Cevad Alı, el-Mufassal, VIII,
129.
[409]Dineverî,
Ahbâru’t-Tıvâl, 114-115; Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 358; Ya'kûbî,
Tarih, II, 144; Taberî, Tarih, III, 517-518, IV, 118; Mes'ûdî, Murûcu
’z-Zeheb, II, 331-332; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 464-466; İbn
Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 453; Eyyâmü’l-Arab,
256-259, 264-265; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, V-VI, 514-515; Hasan,
H. İ., İslâm Tarihi, I, 283; Köksal, İslâm Tarihi, IV, 301-302;
Hizmetli, İslâm Tarihi, 201-202.
[410] A. Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, III-IV, 572.
[411] Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
114-115; Ya'kûbî, Tarih, II, 114; Taberî, Tarih, III, 533;
İbnü’l-Esîr, el- Kâmil, II, 468; Eyyâmü ’l-Arab, 264-265; Algül, İslâm
Tarihi, II, 276.
[412] Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 10.
[413] Sönmez, Rasûlüllah
’ın İslâm ’a Davet Mektupları, 11.
[414] M. Ş. Numanî, Sîretü
’n-Nebî, I, 366-367; Sönmez, Rasûlüllah ’ın İslâm ’a Davet Mektupları,
12-13.
[415] M. Ş. Numanî, Sîretü
’n-Nebî, I, 367-368.
[416] Doğuştan Günümüze,
I, 139.
[417] İbn Hişâm, es-Sîre, IV,
186; Vâkıdî, Megâzî, III, 961; Taberî, Tarih, III, 100; İbn
Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 230.
[418] İbn Hişâm, es-Sire,
IV, 185; Vâkıdî, Megâzî, III, 962; İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 313;
Taberî, Tarih, III, 99-100; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 283-284;
İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, II, 228; Âlûsî, Bulûgu’l- Ereb,
II, 203; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III-IV, 329-330; M. Esad, İslâm
Tarihi, IV, 499; Lammens, H. L., “Mugîre b. Şu'be”, İA, VIII, 451;
M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 504.
[419] İbn Hişâm, es-Sîre,
IV, 186; Vâkıdî, Megâzî, III, 971; Taberî, Tarih, III, 100; İbn
Seyyidinnâs, Uyûnu ’l-Eser, II, 230; Cevad Ali, el-Mufassal, IV,
155.
[420] İbn Kuteybe, Maârif,
128; Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, 113; Ya'kûbî, Tarih, II, 146;
Taberî, Tarih, III, 596; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; İbn
Hacer, el- İsâbe , III, 452.
[421] Taberî, Tarih,
III, 595. Taberî’de geçen bu rivayete göre, Ubulle’nin fethine 270 kişi şahit
olmuştu. Bunlar arasında Ebu Bekre, Nâfi' b. Hâris, Şibl b. Mabed, Mugîre b.
Şu'be, Mücâşi b. Mesud, Ebu Meryem el-Belevî, Rebi' b. Kelede, Haccac b.Yusuf
gibi isimler vardı.
[422] İbn Kuteybe, Maârif,
128; Zehebî, Siyeru A 'lâm, III, 28; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII,
48; İbn Hacer, el- İsâbe, III, 452. Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân
adlı eserinde Hemdan’ın ikinci kez fethinin Mugîre b. Şu'be tarafından
gerçekleştirildiğini, bu şehrin daha önce Cerîr b. Abdillah eliyle
fethedildiğini belirtmektedir. (Fütûhu ’l-Büldân, 433). İbn Hibbân’ın ve
İbn Kesîr’in eserlerinde ise, Hemdan’ın, Hz. Ömer vefat ettikten altı ay sonra
Mugîre b. Şu'be tarafından fethedildiği, daha sonra buranın halkının sulhu
bozması üzerine Naim b. Mukarrin Ebu Musa eliyle yeniden fethedildiği rivayet
edilmektedir. (es-Sîre, 500; el-Bidâye, VII, 160). Bunun yanı
sıra İbnü’l-Esîr de bu hadiseye temas ederek, Hemdan’ın ikinci defa fethinin ya
Kûfe valisi Mugîre b. Şu'be’nin oraya gönderdiği Cerîr b. Abdillah eliyle ya da
bizzat kendisi tarafından gerçekleştiğine dair değişik rivayetler bulunduğunu
ifade etmektedir. (el-Kâmil, III, 23).
[423] İbn Kuteybe, Maârif,
128; Taberî, Tarih, IV, 596. Ehvaz, 70 şehir idi. Nehr-i Tîrî,
Sûku’l-Ehvaz gibi önemli şehirleri vardı ki, hükümdar, zenginlik ve bereket
dolu olan bu merkezî yerde ikamet etmekte idi. (Taberî, Tarih, III, 84)
[424] İbn Kuteybe, Maârif,
128. Kazvin ve Zencan’ın fethi ile ilgili olarak, Mugîre b. Şu'be’nin, Hemdan’a
gönderdiği Cerîr b. Abdillah’ın, buradan ayrıldıktan sonra bir kısım askerini
bu iki şehrin fethi ile görevlendirdiği, sonuçta da zafere ulaşıldığı
belirtilmektedir. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 23).
[425] İbn Kuteybe, Maârif, 128;
Belâzurî, Fütûhu ’l-Büldân, 428; Ya'kûbî, Tarih, I, 146; Taberî, Tarih,
IV, 98.
[426] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân,
455; Ya'kûbî, Tarih, II, 156; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 28. Fütûhu’l-
Büldân’da Azerbaycan’ın fethine dair farklı rivayetler mevcuttur. Buna
göre, Hz. Ömer’in emriyle Kûfe’ye vali olarak gelen Mugîre b. Şu'be, elinde,
Huzeyfe b. Yeman’ın Azerbaycan’ı fethederek oranın valisi olmasını yazan bir
mektubu Huzeyfe’ye iletmiş; bu sırada Nihâvend’de bulunan Huzeyfe, zikredilen
mektup üzerine Azerbaycan’ın önemli bir merkezi olan Erdebil’e yürümüş; burada
meydana gelen şiddetli bir savaştan sonra musalahaya varılmış, can ve mal
güvenliğinin yanı sıra ateş mabedlerine de dokunulmayacağı üzere anlaşıldıktan
sonra Azerbaycan halkı haraca bağlanmıştı. Yine aynı kaynakta, Vâkıdî’nin
rivayetine binaen Azerbaycan fatihinin Mugîre b. Şu'be olduğu da beyan
edilmektedir. (Fütûhu’l-Büldân, 455).
[427] İbn Hişâm, es-Sîre,
III, 327; Ya'kûbî, Tarih, II, 55; Taberî, Tarih, II, 627;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 201-202; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser,
II, 116; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 25; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII,
48; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, III- IV, 240-241; M. Hamidullah, İslâm
Peygamberi, I, 488.
[428] Taberî, Tarih,
II, 627.
[429]İbn
Hazm, Cevâmi', 27; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 48; M. Ş. Numanî, Sîretü
’n-Nebî, I, 285.
[430] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
II, 201-202
[431] Ya'kûbî, Tarih,
II, 55; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 25.
[432] Buhârî, Sahih,
XV, 6976, XVI, 7200; Müslim, Sahih, IX, 546-547, XI, 395, 396.
(Müslim’in eserinin IX. cildinde geçen hadisin dipnotunda, Yezid’in bu
rivayetinden başka bir yerde “ey oğulcuğum” ifadesinin geçmediği
belirtilmektedir).
[433] Müslim, Sahih, V,
16-17.
[434] Müslim, Sahih, V,
104.
[435] Müslim, Sahih, V,
104.
[436] Verrâd, Mugîre b.
Şu'be’nin azadlısı ve kâtibi olup hadis itibarıyla Kûfeli sayılır; Sahîhayn
râvîlerindendir. (Müslim, Sahîh, III, 526). Müslim, Sahîh, III,
525, 526, VII, 541, VIII, 410, 411, Buhârî, Sahih, II, 829, III, 1405,
V, 2225, XIII, 6265, XIV, 6403, 6505, 6701.
[437] Ibnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
V, 248; Zehebî, Siyeru A'lâm, III, 21-22; ibn Hacer, el-İsâbe,
III, 452. (Mugîre b. Şu'be’nin hadisleri ve râvîleri hakkında geniş malumata,
Buhârî, Sahîh, I, II, III, V, VI, IX, XI, XIII, XIV, XV, XVI. ve Müslim, Sahîh,
II, III, V, VII, VIII, IX, XI. ciltlerden ulaşılabilir).
[438] M. Hamidullah, Hz.
Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, İstanbul, 1998, s. 138.
[439] Taberî, Tarih,
IV, 88.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar