HZ. OSMAN DÖNEMİ FİTNE OLAYLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Hazırlayan: MUHAMMED SAİD UYSAL
İlk dört
halife döneminde yaşanan hadiseler birçok açıdan tartışma konusu olmuştur.
Müslümanlar arasındaki mezhepsel ayrışmaların temel sebepleri de yine bu
dönemde yaşanan hadiselerden kaynaklanmaktadır. Hz. Ebûbekir’in halife
seçilmesi, Hz. Ömer’in şûrâ oluşturarak kendisinden sonraki halifenin
belirlenmesini istemesi, Hz. Osman’ın halifeliği döneminde yaşanan hadiseler ve
onun şehit edilmesi tartışılagelen başlıca konulardandır.
Hz. Osman
dönemi, fetihlerle gelen büyümenin etkileri, toplumun dönüşümü, halifenin
müsamahalı yönetimini kötüye kullanımdan doğan problemler, Basra, Kûfe ve Mısır
gibi bölgelerdeki bazı kesimlerin ayaklanmaya kalkışmaları ve netice itibariyle
de halifenin şehit edilmesine sebep olan fitne olaylarının başlaması gibi
hadiseleri içinde barındırması bakımından karmaşık ve merak edilen bir
dönemdir.
Hz. Ali’nin
halifeliğinde yaşanan savaşların ve ortaya çıkan yeni mezheplerin oluşumunu
hazırlayan hadiseler Hz. Osman dönemi olaylarıyla doğrudan bağlantılıdır.
Üçüncü halifenin müsamahalı yönetimi, akrabalarından bazılarının onun bu
yumuşaklığını kötüye kullanması, İslam devletinin genişlemesi, Müslüman
toplumun nüfusunun artması ve dönüşmesi gibi hususlar sonraki süreçte ortaya
çıkan ve günümüze kadar devam eden tartışmaların zeminini hazırlamıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
FİTNE HADİSELERİNİN SEBEPLERİNE DAİR YAPILAN
DEĞERLENDİRMELER
Fitne
kelimesi sözlükte; bela, mihnet, sıkıntı, fesat, ara bozma,[1] baştan çıkarma, karışıklık ve ara
bozan gibi anlamalara gelmektedir.[2] Daha eski kullanımlarda ise altını
veya gümüşü ateşte eriterek değerini anlamaya çalışmak gibi manası da
bulunmaktadır.[3] Zamanla, dini bakımdan birbirine
zıt olan iki durum karşısında birini diğerine tercih etmenin verdiği sıkıntı ve
karışıklık, birbirleriyle çekişen iki zümreden birini tercih etmedeki zorluk ve
bunun doğurduğu kargaşa, dini-siyasi otoriteye karşı direnme, isyan anarşi ve
iç savaşa kadar uzanan bir anlam çeşitliliğine sahip olmuştur.[4]
Fitne
kavramı Müslümanların zihninde, İslam Tarihi’nde yaşanan elim hadiseler
sebebiyle olumsuz bir hale bürünmüştür. İslam dininin yayılmaya başladığı ilk
dönemlerden itibaren Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) insanları, iç
veya dış etkenlere bağlı olarak çıkabilecek her türlü karışıklığa, fesada ve
nifaka karşı uyarmıştır.[5] Ashabına da bu konuda zaman zaman hem
bireysel hem de genele yönelik uyarılarda bulunmuş ve fitne döneminde nasıl
davranmaları gerektiğiyle ilgili tavsiyeler vermiştir.
Müslümanların zihninde
genelde olumsuz bir etki bırakan ve inanan herkesi etkileyen bu hadiselere
farklı perspektiflerle yaklaşanlar da olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de:
“Evlatlarınızın ve mallarınızın sizin için birer fitne (imtihan) olduğunu
bilin.”[6] mealindeki
âyette, fitnenin aslında bir imtihan ve sınanma vesilesi olabileceği de
belirtilmiştir.[7]
II.
FİTNE HADİSELERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE GELİŞMESİ
Fitne
döneminde meydana gelen hadiseleri ele alırken Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in vefatının hemen öncesinden başlayarak Hz. Osman’ın
şehadetini ve sonrasında yaşanan olayları da kapsayacak şekilde incelemek,
meseleleri daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. Doğrudan o dönemi okumak
meselelerin bütününe bakmaktan ziyade, her şeyi tek bir noktaya odaklamaya
sebep olacak ve bakış açısını daraltacaktır.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in vefatına yakın dönemde, İslam
coğrafyasının farklı bölgelerinde bir takım hareketlenmelerin, sahte
peygamberlerin ve irtidat hareketlerinin başladığı haberleri gelmiştir.[8] Bu haberler, daha Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in vefatından önce İslam coğrafyasında İslam’la
tanışmış, ancak kalpleri tam ısınmamış bazı toplulukların bulunduğunu
göstermesi açısından önemlidir. Çünkü kalbi mutmain olmayan bu insanlar,
sonraki yıllarda olayların büyümesine sebep olacak ve fitne olarak
adlandırdığımız sürecin başlamasında önemli bir rol oynayacaklardır.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Üsame b. Zeyd’in komutan olmasına
itirazlar olmasına rağmen ordunun başına tayin etmiş ve Şam üzerine yürümesini
emretmiştir. O da ordusuyla birlikte Bizans üzerine yürümek için harekete
geçmiş ve Medine dışında askerleri konaklatmıştır.[9]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefatını müteakiben İslam ordusu Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in vefat ettiğini öğrenip Medine’ye
geri dönmüştür. Hz. Ebûbekir kendisine biat edildikten sonra ilk iş olarak
Üsame ordusunu sefere çıkmak üzere görevlendirmiştir. Ashabın ileri gelenleri
de dahil olmak üzere toplumda itirazlar baş göstermiştir. Çünkü bedevi Arap kabilelerinden
bir kısmının irtidat haberleri ve sahte peygamberlerin türediğine dair bilgiler
gelmeye devam etmektedir. Eğer İslam ordusu Şam üzerine sefere çıkarsa,
Medine’deki Müslümanların savunmasız kalacağına dair endişe taşınmaktadır.
Ancak Hz. Ebûbekir her ne pahasına olursa olsun Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in emrini yerine getirmekte kararlı olduğunu bir hutbeyle
ilan etmiş ve orduyu sefere yollamıştır. İslam ordusu Üsame b. Zeyd komutasında
savaşarak yoluna devam etmiş ve Medine’ye ganimetlerle dönmüştür.[10]
İlk İslam
halifesinin iki buçuk yıl boyunca uğraşıp temin ettiği düzen Hz. Ömer’in mizacı
ve Medine’deki Müslümanların ona olan güveni sebebiyle de devam etmiştir.
Yapısı gereği
daha tavizsiz ve hiçbir konuda şüphe bırakmayacak derecede titiz olan Hz.
Ömer’in halifeliği döneminde ne valilerden dolayı ne de başka bir kesim
sebebiyle sorun çıkmamıştır. Hz. Ömer, Müslümanların fetihlerden ve
zenginlikten etkilenmemeleri için elinden geleni yapmıştır. Valilerden en ufak
bir şikayet olduğunda onları değiştirmiş, mal varlıklarına el koymuş, sıkı bir
şekilde yaptıkları işleri denetlemiş ve onları sık sık uyarmıştır. Hz. Ömer’in
bireysel olarak ortaya koymuş olduğu bu tavır pek çok şeyin önüne geçmiş,
insanlar ona bir şey soracakları zaman bile iki kere düşünüp ondan sonra
danışır veya söyler olmuşlardır.
Burada
fitne olaylarına değinirken Hz. Ömer’in fitne beklentisine dair rivayetlere de
bakmak gerekir. Zira Hz. Ömer bu konuda çok temkinliydi ve İslam toplumunun
hassasiyetlerinin değişmesinden çekinmekteydi. Onun bu konudaki hassasiyetini,
kabileler arası dengeleri iyi gözetmesinde, valilere davranışlarında ve ashabı
yanında tutmak istemesinde görmek mümkündür.
Hz. Ömer
bir gazveden önce: “Abbas’ın vefatından önce cihada çıkmaya çalışıyorum. Çünkü
sizler Abbas’ı yitirecek olursanız kötülükler çorap söküğü gibi art arda
birbirini kovalayacaktır.” demiş ve Hz. Abbas Hz. Osman’ın halifeliğinin
altıncı yılında vefat etmiş ve onun vefatından sonra Müslümanların başına
felaketler arka arkaya gelmeye başlamıştır.[11]
Bir başka
olayda ise Hz. Ömer, malların dağıtımını yaparken birisi ona: “Beytülmâlde
olabilecek bazı durumlara karşı ihtiyaten bir şeyler bıraksan.” deyince Hz.
Ömer ona: “Bu, şeytanın senin diline bıraktığı bir sözdür. Allah beni onun şerrinden
korusun. Bu ise benden sonra gelecekler için bir fitne olacaktır. Ben onlara
Allah’ın emrini ve Resul’ünün bıraktığını bırakıyorum. İşte bu, bizi şu
gördüğümüz duruma getiren silahımızdır. Mal sizlerden birinizin dininin
karşılığındaki değer haline gelmeye başladı mı, helak oldunuz demektir.”[12] diyerek o kişinin teklifini reddetmiş
ve zenginliğin Müslümanlar arasında bir fitne vesilesi olabileceği endişesini
dile getirmiştir.
Hz. Ömer
yine zenginlikle alakalı farklı meselelerde Müslümanları uyarmış ve onların
arasında bozgunculuk, nifak ve fitnenin çıkmasından çekindiğini sık sık dile
getirmiştir.[13] Hz. Ömer vefat ettikten sonra, Hz.
Osman’ın halifeliği döneminde zenginlik artmış, üçüncü halife zenginlik
konusunda ondan daha farklı bir metot izlemiş ve bu da insanlar arasında
anlaşmazlık çıkmasına sebep olmuştur.
Hz. Osman,
Hz. Ömer’e göre daha yumuşak bir mizaca sahiptir. Müslümanlar ikinci halife
şehit edilince onun yerine daha müsamahalı birinin geçmesini arzu etmişlerdir.
Şûrânın başkanı olan Abdurrahman b. Avf, şûrada Hz. Ali ve Hz. Osman sona
kalınca, Medine halkı arasında kamuoyu yoklaması yapmış ve gelen talepleri de
göz önünde bulundurarak Hz. Osman’ı halife ilan etmiştir.[14]
Şûrâda, Hz. Ali’nin Hz. Ömer gibi bir yönetim anlayışına sahip olacağından
çekinildiği için onu atlayıp, çok yaşlı, ehemmiyetsiz ve en gevşek olarak
görülen Hz. Osman’ın halife seçildiği gibi değerlendirmeler de yapılmıştır.[15] Burada şûrâ üyelerinin çok daha rahat
hareket edebilmek ve istediklerini yapabilmek için böyle bir tercihte
bulundukları öne sürülmüştür. Ancak Hz. Osman’ın toplum nezdindeki değeri ve
konumu göz önünde bulundurulursa, onun halifeliği hak eden biri olduğu
anlaşılacaktır.
Hz. Osman
zengin bir tüccardır. Hz. Peygamber döneminde fakirlik ve kıtlık zamanlarında
Müslümanlara büyük faydaları dokunmuştur. Birçok fetihte İslam ordusunun
eksiklerinin tamamlanması için malının büyük kısmını Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’e hibe etmiştir. İlk altı yıl büyük fetihlerle geçmiş,
müslümanlar ilk iki halife dönemine kıyasla büyük bir zenginliğe sahip
olmuşlar, Hz. Ömer’in çekindiği zenginlik[16] Müslümanların eline geçmeye
başlamıştır. Ancak Hz. Osman, bu zenginlikten Hz. Ömer’in duyduğu gibi bir
rahatsızlık duymamakta, aksine itiraz edenlere de ‘Müslümanların zenginliklerine
karışamam sadece zekat toplamakla mükellefim’ diye karşılık vermektedir.[17]
Hz. Ömer
döneminde kurulan Basra ve Kûfe şehirleri, ilk dönemlerde ordugah olarak
kullanılmıştır. Ancak daha sonraki dönemlerde askerler buralara tamamen
yerleşmiş ve halife Hz. Ömer’in emirleri doğrultusunda şehir haline
gelmişlerdir.[18]
Hz. Osman
döneminin ilk altı yılında hızlı bir şekilde devam eden fetihlerde görevli
askerler şehirlere dönmüş ve buralarda ikamet etmeye başlamışlardır. Ancak
şehir kültürü olmayan, askeri kültürü benimsemiş ve İslam anlayışını tam olarak
benimsememiş kişilerin yoğun olduğu bu iki şehirde, sorunlar da baş göstermeye
başlamıştır. Valilerin en ufak hatalarına dahi tahammül etmemiş ve hemen her
türlü fiillerinde onlara karşı gelmişlerdir. Buna benzer durumlar Hz. Osman’a
intikal edince o da ya valiyi azletmiş ya ara bulmaya çalışmış ya da sorun
çıkaranları şehirden sürmüştür.[19]
Bu süreçte
Hz. Osman kendi akrabalarını yönetimde daha fazla tercih etmesi hususunda
eleştirilmektedir. Hz. Osman da bu eleştirilere: “Benim tayin ettiğim adamlar
Muğire b. Şube’den daha aşağı mıdır ki, Ömer ona valilik verdi. Ama onu kimse
ayıplamadı ve kötü söz söylemedi.” diyerek karşılık vermiştir.[20] Yine kendisini bu minvalde eleştiren
Mısırlılara; Nisâ sûresinin birinci âyetinde akrabalık bağlarına riayet etmeyi
emreden kısmı ve Enfâl sûresinin yetmiş beşinci âyetinde geçen ve akrabalık
bağından ötürü yakın olanlar birbirlerine daha yakındırlar mealindeki âyeti
okuyarak cevap vermiş ve onlar da bir şey diyemeden geriye dönmüşlerdir.[21]
Hicretin
otuzuncu senesinde Velîd b. Ukbe içki içtiği iddiasıyla Hz. Osman’a şikayet
edilmiş ve bu iddialar gölgesinde görevden alınmıştır. Velîd İbn Heysemân’ı
öldürenleri Medine’ye bildirmiş, oradan gelen emir üzerine faillere kısas uygulayarak
idam ettirmiş ve bu idam ettirilen kimselerin akrabaları da Velîd’e kin gütmeye
başlamışlardır. Bu kinlerinden ötürü onun açığını kollamaya başlamışlar ve
hakkında içki içtiğine dair iddialar ortaya atmışlardır. Böylelikle onun bu
durumu Abdullah b. Mes’ud’a bildirilmiş fakat o, buna itibar etmemiştir. Daha
sonra Velîd’in içki içtiğine dair söylentiler devam etmiş, kısas uygulananların
akrabalarından Ebû Zeyneb ve Ebû Müverri’ onun mührünü uyuduğu sırada alıp Hz.
Osman’a bildirmişlerdir. Hz. Osman’a: “İçki içtiğini görmedik ancak sakalından
şarabın damladığını gördük.” demişlerdir.[22] Hz. Osman da Velîd’i görevden almış ve
yerine Said b. Âs’ı Kûfe valiliğine atamıştır.[23]
Ancak halk Velîd’in yönetiminden memnundu. Onun görevden alınması Kûfe’de belli
kesimlerde rahatsızlık uyandırmıştır.[24]
Said
Kûfe’ye vardıktan sonra, şehir halkının durumu hakkında bilgi sahibi olmaya
başlamış ve; şehir halkının keşmekeşin içinde bulunduğunu, ileri gelenlerin
zillet içinde bulunup bedevilerin ise şehre hakim olduklarını, üstün ve şeref
sahibi kimselere itibar edilmediğini ve bu sebeple halkın başından fitnenin
eksik olmadığını anlatan bir mektupla şehrin durumunu Hz. Osman’a iletmiştir.
Halife de ona herkese hak ettiği ölçüde davranması gerektiği şeklinde karşılık
vermiştir.[25] Daha sonra Said’den rahatsızlık
duyanlar onun halifenin yanına gitmesini fırsat bilerek onu tekrar şehre
sokmamış ve Ebû Musa el-Eş’ari’yi vali olarak talep etmişlerdir. Hz. Osman da
onların bu taleplerini yerine getirmiştir.[26] Kûfe halkına mektup yazan Hz. Osman,
onlara karşı sabırlı olacağını ve onların Allah’a isyan sayılmayacak
isteklerini yerine getireceğini bildirmiştir.[27]
Velîd’in
görevden alınmasına neden olan, Said b. Âs zamanında sürülerek Muaviye’nin
yanına gönderilen ve Said’i Kûfe’ye sokmayanlar hep aynı kişilerdir.[28] Bu kişiler Hz. Osman’ın şehit edilmesi
hadisesinde de aktif rol oynayan, Hz. Ali’nin halife olmasını sağlayan ve onun
döneminde de yine sorun çıkarmaya devam edecek olan kimselerdir.
Mısır’da
Abdullah b. Sebe, Yahudi ancak Müslüman olduğunu iddia eden biridir. Sürekli
insanların akıllarını bulandırarak ve farklı görüşler ileri sürerek etrafında
birçok kişi toplamaya ve kendi görüşlerini benimsetmeye başlamıştır. İyiliği
emretmekle mükellef olduklarını, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’in vasisi olduğunu
iddia etmekte ve Hz. Osman’ın onun hakkını gasp ettiğini ileri sürmektedir.[29]
Mısır, Kûfe
ve Basra halkları halifeye karşı çıkma hususunda birbirleriyle sürekli irtibat
halindedirler. Birbirleriyle mektuplaşmakta ve Medine’ye giderek karışıklık
çıkarmak ve Hz. Osman’ı zora sokmak istemektedirler.[30] Bir sene sonra Basra, Kûfe ve yine
Mısır’dan insanlar Medine dışında toplanmış ve Hz. Osman’ın halifeliği
bırakmasını istemişlerdir.[31]
Hz. Ali,
Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’ın gayretleriyle geri dönmek üzere ikna
edilmişlerdir. Ancak tekrar Medine’ye dönerek bir mektup bulduklarını ve
mektupta kendilerinin öldürülmesinin emredildiğini söyleyerek Hz. Osman’ın bu
işte parmağı olduğunu öne sürmüşlerdir. İddia edildiğine göre Mervan b. Hakem mektubu
yazmış ve halifenin mührünü kullanmıştır. Bu sebeple ya halifenin kendisini
azletmesi gerektiğini ya Mervan’ı kendilerine vermesi gerektiğini
söylemişlerdir. Ancak Hz. Osman bunların hiçbirini yerine getirmemiş ve böyle
bir mektup yazmadığını söylemiştir.[32]
Bunun
üzerine fitneci topluluk Hz. Osman’ın evini muhasara altına almıştır. Hz. Osman
ise sürekli olarak ashabı fitnecilere karşı çıkmamaları yönünde uyarmış ve
herhangi bir çatışma çıkmasını istememiştir. Onu korumak için askerlerle evin
içinde bulunan Mervan’a Hz. Osman: “Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’i rüyamda gördüm bana: ‘Ya Osman! Bu gece orucunu bizimle açarsın.’
buyurdu.” demiştir. Sonrasında fitneciler hacdan dönenlerin halifeye yardım
edebileceği endişesiyle onu öldürmek için acele etmeye karar vermişlerdir. Hz.
Hasan, Abdullah b. Zübeyr, Mervan, Muhammed b. Talha, Said b. Âs ve onlarla
birlikte ashabın ileri gelenlerinin çocukları fitnecilere engel olmak
istemişler ancak caniler onlarla da çarpışmışlardır. Hz. Osman kendisini
korumak isteyenlere de saldırıldığını görünce isyancılara kızmıştır.[33] Asiler hemen Hz. Osman’ı katletmeleri
gerektiği konusunda anlaşmışlardır. Muhammed b. Ebûbekir öncülüğünde birkaç
Mısırlı içeri girmişlerdir. Hz. Osman, Muhammed b. Ebûbekir’e: “Baban senin bu
halini görse razı olur muydu?” deyince o hemen orayı terk etmiştir.[34] Ancak onunla birlikte giren Kinane b.
Bişr ve beraberindekiler, kendilerine engel olmak isteyen Hz. Osman’ın eşi
Naile’nin parmaklarını kesmişler ve daha sonra Hz. Osman’ı şehit etmişlerdir.[35]
Hz. Osman yapısı gereği yumuşak mizaçlı biriydi. Akrabalarını
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) döneminde de gözetir ve onları suç
işleseler dahi himaye ederdi. Daha sonra affetmesi için Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e gider ve o da onları affederdi.[36] Bu
mizacını halifeliği döneminde yönetimine yansıttı ve bazı şeylerin muradı
dışında gerçekleşmesi karşısında da elinden bir şey gelmedi. Ancak devlet
yöneticiliği yumuşaklık kaldırmayacağı için bazı sorunlar kendini gösterdi ve
netice itibariyle olaylar Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle son buldu.
III.
FİTNENİN SEBEBİ OLARAK ÖNE SÜRÜLEN GEREKÇELER
Kabile
kısaca; ortak atadan gelen ve aralarında kan bağı bulunan büyük insan
topluluklarına verilen isimdir.[37] Hicaz Arap toplumunda Hz Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e kadar devlet anlayışı bulunmamaktadır.
Arapların birçoğu kabileler halinde yaşamlarını sürdürmekte ve üstün olan
kabilenin bir nevi yönetimi altında bulunmaktadırlar. Hicaz yarımadasında da
Kureyş kabilesi diğerleri arasında sözü en çok dinlenen kabileydi. Öyle ki,
Mekke’nin fethinden sonra müşrik Araplar: “Kureyş bile müslüman olmuşken siz
müslüman olmak için daha neyi bekliyorsunuz.” diyerek hem kendileri İslam’a
girmiş hem de diğer kabilelere bu yönde uyarılarda bulunmuşlardır.[38] Kureyş’in nüfuzunu anlamak için bu
örnek önemlidir.
Kan bağına
dayalı bir yapılanmanın olduğu Hicaz yarımadasında, insanların davranışları ve
tepkileri de kabile eksenine dayanmaktaydı. Eğer güçlü bir kabile bir kişiyi
himaye ederse, ona diğerleri karışmazdı veya bir kabileden biri öldürüldüyse
işler kan davasına kadar götürülmekte ve böylelikle savaşlar patlak
verebilmekteydi. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de İslam’ın ilk
dönemlerinde bu himaye anlayışını kullanmış ve amcası Ebû Talip’in himayesi
altına girmiş, böylelikle müşrikler ona karışamamıştır. Ancak Rasulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kabileciliğin adaletsiz ve adam kayırmacı anlayışına karşı
çıkarak bu türden asabiyeti yasaklamıştır.
Kabileci
anlayışın tümden kaldırılmasından ziyade bu anlayışı daha iyi bir duruma
getirme çabası içerisine girilmiştir. Çünkü Arap toplumunun sosyal yapısı bu
yönde şekillenmiştir. Bu gerçeği değiştirmekten ziyade dönüştürerek faydalı
yönlerini kullanmak her anlamda yararlı olacaktır. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) de bunu kullanarak orduları daha iyi organize etmiş ve büyük
başarılar kazanmıştır. Ancak tamamıyla ortaya çıkan sorunların daha önceki
çekişmelerin dışavurumundan kaynaklı olduğunu iddia etmek,[39]
meydana gelen birçok yeni gelişmenin görmezden gelinmesine sebebiyet
severecektir.
Hz.
Ebûbekir ve Hz. Ömer dönemlerinde kabilecilik anlayışına dönüş gibi bir durum
söz konusu olmamıştır. Çünkü onlar kendi akrabalarını yönetimden uzak tutma
yolunu seçerek ne önemli görevler vermişler ne de vali olarak atamışlardır.
Ancak Hz. Osman onlardan daha farklı bir yol izleyerek valilik ve yöneticilik
gibi mevkilere kendi akrabalarından birçok kimseyi atamış ve bu yaptığını
savunarak kendi tercihi olduğunu söylemiştir.[40]
Hz.
Osman halife olmadan önce de yukarıda belirtildiği gibi, her alanda kendi
akrabalarıyla ilgilenmiş ve sorunlarını gidermeye çalışmıştır. Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in, Mekke’nin fethinden sonra öldürülmesini
emrettiği Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh’i ve Uhud savaşından sonra öldürülmesini
istediği Muaviye b. El-Muğire b. Ebû’l-Âs b. Umeyye’yi himayesi altına almış,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den onları affetmesini istemiş,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de onları affetmiştir.[41] Bu durum ve daha sonra değinilecek
bu gibi hususlar, Hz. Osman’ın akrabalarına olan bağlılığını göstermesi
açısından önemlidir. Çünkü ona yöneltilen suçlamalardan biri de, kendi
akrabalarının devleti ele geçirmesine göz yumması yönündedir.[42] Kureyş’in Müslümanlar üzerinde tamamen
bir hegemonya kurduğuna ve tüm kontrolü ellerine alarak Müslümanların
yönetimden soğumasına sebep olduğuna dair iddialar da bulunmaktadır.[43]
Hz. Osman,
halifeliği döneminde valilerini seçerken kendi akrabalarından seçmiş, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sürgün ettiği, Hz. Ebûbekir ve Hz.
Ömer’in halifeliklerinde geri dönmek istemesine rağmen halifelerin izin
vermediği Mervan b. Hakem’i affederek Medine’ye dönmesine izin vermiştir. Bir
nevi kendi akrabalarını çevresinde tutmaya çabalayarak onlara çeşitli görevler
vermiştir. Farklı vilayetlerdeki Müslümanlar: “Halife, kendi akrabaları olan
Ümeyyeoğullarına devleti veriyor.” söylentilerinin çıkmasına da sebebiyet
vermiştir. Ancak o bu durumu savunarak yaptığında bir yanlış olmadığını dile
getirmiştir.[44]
Burada Hz.
Osman’ın akrabaları olan Emevilerin, Hz. Osman halife seçilmeden önce fırsat
kolladıkları ve kendilerinden birinin halife seçilmesini fırsat bilerek planlar
kurmaya başladıklarına dair öne sürülen gerekçelere[45] girilmeyecektir. Şunu da belirtmek
gerekir ki, meselelerin sebep ve etkilerini incelerken sadece asabiyet
üzerinden değerlendirme yapmak veya kabileciliği en temel sebep olarak görmek
indirgemeci bir değerlendirmedir.[46] Zira yüz yıllardır devam eden bir
anlayışın yirmi yılda tamamıyla ortadan kalkması beklenemez. Emevi sülalesi
içerisinde de bu anlayışı tamamen bırakmayan birtakım kişilerin olması
tabiidir. Zira Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tamamen kaldırma çabasına girmediği kabilecilik anlayışının olumsuz
yönlerini gidermek için çaba harcamış ve onun şahsiyeti bu anlayışın tekrar ortaya
çıkmasına engel olmuştur. Vefatına yakın bir dönemde ortaya çıkan irtidat
hareketleri, toplumunun bütün kesimlerinin her şeyi aynıyla benimsemesi gibi
bir şeyin mümkün olamayacağını göstermiştir. Hz. Osman döneminde gerçekleşen
fitne olaylarını değerlendirirken bu durumun göz önünde tutulması, olaylara
karışan ve yönlendiren insanların bu minvalde değerlendirilmesi daha uygun
olabilir.
B.
Hz. Osman’ın veya Akrabalarının Hataları
Devlet
görevlileri fiillerinden kendileri sorumludurlar. Ancak onların sorumluluğu
nihai olarak devlet başkanında olduğu için devlet başkanı da mesuliyet
taşımaktadır. Bundan dolayı Hz. Ömer valileriyle ilgili bir şikayet olduğunda
sorumluluğu kendi üzerinde hissetmesinden dolayı, hemen valilerini azletmiş ve
yerlerine başkalarını getirmiştir. Böylece hem şüpheleri gidermiş, hem de Hz.
Ömer meseleyi kendi üzerine alarak sorunu çözme yolunu seçmiştir. Hz. Osman’ın
halifeliğinde ise insanlar onun yaptıkları hakkında daha rahat konuşmuştur. Hz.
Osman da konuşulanları kimi zaman dikkate almış, kimi zaman da kendi görüşünü
önde tutmuştur.
Hz.
Osman’ın yaptığı vali tayinleri ve akrabalarını belirli görevlere getirmesi
onun tercihiyle olan bir husustu. Onun bu tercihte bulunmasını engelleyecek bir
sınırlama da yoktu. Ancak onun akrabaları bazı meselelerde diledikleri gibi
tasarrufta bulundular ve Hz. Osman’ın akrabası olmanın getirdiği rahatlığı da
kullanarak istedikleri gibi tasarrufta bulundular ve bu da sorun oluşturdu.[47]
İlk altı
sene fetihlerle geçmiş, İslam coğrafyasında müslümanlar arasında büyük bir
ayrılık emaresi görülmemiştir. Valilerle ilgili durumlarda ise halife, görev
değişiklikleriyle durumu düzeltme yoluna gitmiştir. Ancak valilerin ve devlet
görevlisi olan Mervan b. Hakem’in yaptıklarından da Hz. Osman sorumlu tutulmuş
ve nihayet öldürülmek istenmiştir.[48]
Ümeyyeoğulları
Müslüman olmadan önce Mekke’de nüfuzlu ve idarede söz sahibi kimselerdi. Hz.
Osman’ın halife ilan edilmesinden sonra bu fırsatı değerlendirmek maksadıyla,
onun müsamahalı oluşundan da faydalanarak devlet imkanlarını kendi lehlerinde
kullanma gayreti içerisine girdiler. Nitekim Said b. Âs Kûfe’de valiyken:
“Sevad-ı Irak Kureyş’in bahçesidir.”[49] ifadesini kullanmış ve bu Kûfe’de
büyük hoşnutsuzluğa yol açmıştır. Kendilerini diğer kabilelerden daha üstün
görme gibi bir tavrı içerisine giren Ümeyyeoğullarının bu ve benzeri
davranışları toplumda memnuniyetsizliğe sebebiyet vermiştir. Onların toplumun
tamamına zulmettikleri ve küçük gördükleri gibi fikirler öne sürmek,[50] aşırı bir yorum olarak
nitelendirilebilir. Zira Hz. Osman’a karşı yürütülen bu isyan, sadece onun
nezdinde kalmaz, o şehit edildikten sonra da Ümeyyeoğullarına karşı devam
ederdi. Asiler tamamıyla Hz. Osman odaklı olarak hareket etmişlerdir.
Sonrasında ise onun kabilesine karşı sistematik bir karşı duruş şekillenmemiştir.
Velîd b.
Ukbe’nin içki içme hadisesi, Mervan b. Hakem’in başına buyruk hareket etmesi ve
Said b. Âs’ın Kureyş’i öne çıkaran konuşmaları fitneyi körükleyen hadiselerden
olmuştur. Sa’d b. Ebû Vakkas, kendi yerine Kûfe’ye vali olarak atanan Velîd b.
Ukbe’ye: “Bizden ayrıldıktan sonra senin mi zekan arttı yoksa biz mi
ahmaklaştık!” diye sormuş, Velîd de: “Ey Sa’d! Hakkımızda böyle düşünme, bu bir
mülktür ve bir gün birisi tarafından ve başka bir gün başkası tarafından
yenir.” cevabını almış ve tekrar cevaben Sa’d b. Ebû Vakkas: “Bu görevleri
artık bir saltanat haline getirdiğinizi görüyorum.” diyerek Ümeyyeoğullarının
bu işe nasıl baktığını söylemiştir. Bu durumu olumsuz addedip sadece
Ümeyyeoğullarına mâl etmek doğru değildir. Zira Haşimoğulları da yönetimin
kendilerinde olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Bu, Hz. Abbas’ın şûrâ sırasında
ve Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in vefatından hemen önce Hz.
Ali’ye söylediklerinden anlaşılmaktadır.[51]
Hz.
Osman’ın halifeliği boyunca en çok eleştirildiği konuların başında onun kendi
akrabalarını önemli görevlere getirmesi meselesi gelmektedir. Bu durum
günümüzde de hala tartışılmakta ve farklı yorumlar yapılmaktadır. Halifenin
kendi akrabalarını önemli görevlere getirdiği tarihi bir gerçekliktir. Ancak
bunu hangi amaçla yaptığını ve ashabın buna verdiği tepkileri bilmek konuyu
daha iyi kavramak açısından yardımcı olacaktır. Bu durumun hata olup olmadığını
değerlendirmekten veya yanlış aramaktan ziyade dönemin koşullarını, Hz. Osman’ın
kendi akrabalarına karşı halife olmadan önce de nasıl baktığını anlamak ve ona
göre okuma yapmak gerekmektedir. Yüzlerce yıl önce yaşanmış ve günümüzden çok
farklı bir toplumsal dönemi anlamak için bu gereklidir.
Hz. Ömer
şehit edildikten sonra halife olan Hz. Osman, selefi Hz. Ömer’in Sa’d b. Ebû
Vakkas’ı Kûfe valiliğine atanması vasiyetini hemen yerine getirmiştir. Bu
vasiyetle Hz. Osman’ın yaptığı ilk vali ataması bu olmuştur.[52] Ancak Sa’d b. Ebû Vakkas’ın görevi
sadece bir yıl sürmüştür. Valiliği sırasında beytü’l-mâl sorumlusu olan
Abdullah b. Mes’ud’dan borç almış ve bu borç sebebiyle aralarında anlaşmazlık
çıkmış ve bu mesele Kûfelileri ikiye bölecek kadar büyük bir soruna
dönüşmüştür. Durum Hz. Osman’a intikal edince o da Sa’d b. Ebû Vakkas’ı görevden
alıp Kûfe valiliğine halifenin anne bir kardeşi olan Velîd b. Ukbe’yi
atamıştır.[53] Velîd, Hz. Ömer döneminde
Cezire valiliğine getirilmiş, Kûfe’ye vali olarak tayin edilene kadar da
görevini sürdürmüştür.[54]
Hicretin
yirmi yedinci yılında Mısır’da vali olan Amr b. Âs’ın yerine Abdullah b. Sa’d
b. Ebû Serh vali olarak atanmıştır.[55]
Abdullah b. Sa’d, Hz. Ömer döneminde Mısır’ın fethine katılmış ve halife ona
Yukarı Mısır bölgesinin sorumluluğunu vermiştir. Hz. Osman mali işleri
Abdullah’a vermiş ancak daha sonra Amr b. Âs’la yaşadıkları anlaşmazlık Hz.
Osman’a intikal edince, Mısır valiliği süt kardeşi olan[56] Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh’e
devredilmiştir. Amr b. Âs da Medine’ye geri çağrılmıştır.[57] Ancak birçok başarısına rağmen Amr b.
Âs’ın yerine onun vali olmasını yadırgayan Mısırlılar aleyhinde konuşmaya
başlamışlar ve ondan şikayetçi olmuşlardır. Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh daha
önce dinden dönmüş olduğu için bundan rahatsızlık duyan Mısırlılar onun azlini
istemişlerdir.[58] Abdullah, Hz. Osman muhasara altına alınınca
bizzat kendisi Medine’ye gitmek istemiş, ancak yoldayken halifenin şehit
edildiğini duymuş ve geri dönüş yoluna geçmiştir. Mısır’ı Muhammed b.
Huzeyfe’nin ele geçirdiğini duyunca da yönünü Şam’a çevirmiş Muaviye’nin yanına
gitmiştir.[59]
Ebû Musa
el-Eş’arî, Basra valiliğini yürüttüğü sırada hicri yirmi dokuz senesinde sefere
giderken yaya olarak gitmenin faziletlerini anlattığı halde, kendisi binek
üzerinde gidince Basralı Müslümanlar tarafından şiddetli bir şekilde
eleştirilmiş ve tartışma çıkmıştır. Bu olay sebebiyle halifeye şikayet edilen
Ebû Musa el-Eş’arî azledilmiş ve yerine Hz. Osman’ın dayısının oğlu olan
Abdullah b. Amir b. Küreyz vali olarak tayin edilmiştir.[60]
Hicretin
otuzuncu yılında Hz. Osman Kûfe valiliğine tayin ettiği kardeşi Velîd b. Ukbe’yi,
görevden alarak yerine Said b. Âs’ı atamıştır. Velîd, görevden alınışına kadar
beş yıl boyunca valilik yapmış ve kimseyle bir problem yaşamamıştır. Kûfe’nin
ileri gelenlerinden birkaç kişiyi Hz. Osman’ın da emriyle, adam öldürmelerinden
dolayı idam ettirmiştir. İdam ettirdiği kişilerin akrabaları, bu sebeple ona
kin gütmüşler ve içki içtiğini ortaya atmışlardır. İçki içtiğine dair
iddiaların gündeme gelmesi, meseleyi onun azline kadar götürmüştür.[61] Daha sonra Kûfeliler Said b. Âs’ı da
istemediklerini söyleyerek şehre sokmamış, Ebû Musa el-Eş’ari’nin vali olmasını
istemişler ve halife de onların bu isteğini yerine getirmiştir.[62]
Hz. Osman
amcasının oğlu Mervan b. Hakem’in ve babası Hakem’in Medine’ye dönmesine izin
vermiş ve devlet katipliği görevine getirmiştir. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in onu sürmesinden sonra iki halife de onun dönmesine izin
vermemiştir.[63] Üçüncü halife Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ve seleflerinin yapmadığını yaparak
farklı bir tasarrufta bulunmuş, bu sebeple de eleştirilmiştir.
D.
İslam Coğrafyasının Genişlemesi
Müslümanlar
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in önderliğinde Medine’de İslam
Devleti’ni kurduktan sonra, fetih hareketleri de başlamıştır. İslam toprakları
henüz coğrafi olarak kontrol edilemeyecek kadar büyümemiş ve yabancı unsurların
İslam Devleti’ne katılmaları çok kısıtlı olarak gerçekleşmiştir. Onun
vefatından sonra Hz. Ebûbekir dönemiyle başlayan fetih hareketleri, Hz. Ömer
zamanında iyice büyümüş ve nihayet üçüncü halife Hz. Osman’la birlikte
olgunluğa erişmiştir. Fetihlerle birlikte yirmi yıl gibi kısa bir sürede büyük
ilerleme kaydedilmiş, farklı coğrafyalardaki çeşitli kültürler İslam
coğrafyasına katılmıştır. Böylece birçok yabancı unsur İslam toplumunun içinde
bünyesine katılmış ve İslam’ın özünü tam olarak kavrayamamış insan
topluluklarının İslam’a girişiyle birlikte,[64] sahabenin toplumun nüfusuna göre
sayısı azalmıştır. Büyük yerleşim yerlerinin kontrolü devletin yönetim merkezi
Medine’ye bağlıydı. Ancak bu yeni yerleşim yerlerindeki farklı yapılar yönetime
doğrudan etki edebilmekteydi. Burada büyümemin kattıklarının yanında,
götürdüklerini de düşünmeye fırsat vermesi açısından, coğrafi büyümeyi ve insan
unsurunun değişimini de göz önünde bulundurarak olayları anlamaya çalışmak
faydalı olacaktır.
Devletlerin
kuruluş, büyüme, duraklama ve yıkılma gibi evreler yaşadıkları bilinen bir
olgudur. Bu evreler yaşanırken, devlet içinde değişimlerin ve dönüşümlerin
yaşanması da elbette tabiidir. Bu doğal değişim ve dönüşüm, birçok meselenin
daha kapsamlı olarak ele alınmasının gerekliliğini de göstermektedir. Günümüz
bakış açısıyla olaylara bakmak, sadece fiiller ve sözler üzerinden her şeyi
açıklamaya çalışmak büyük oranda yanılgıya düşmemize sebebiyet verecektir. Zira
bir sözün neden söylendiği, bir fiilin hangi sebeple işlendiği gibi soruların
anlaşılabilmesi için bunları yapanı da tanımak büyük önem arz etmektedir.
Hz.
Ebûbekir döneminde irtidat hadiselerinin tamamen bastırılarak, içerideki
tehlikenin sonra ermesiyle, büyük fetihlerin yolu açılmıştır. Bu dönemde İslam
ordusunun gücü iyice anlaşılmış ve Hz. Ömer döneminde bu güç çok hızlı bir
yükseliş göstermiştir. Onun döneminde Bizans ve Sâsânî imparatorluklarına büyük
hezimetler yaşatılmıştır. İslam toprakları olabildiğince genişlemiş ve
Müslümanlar da büyük zenginlikler elde etmeye başlamışlardır. Hz. Ömer’in iyice
büyüttüğü bu fetihler Hz. Osman döneminde zirveye ulaşmış ve Müslümanlar
denizlerde de gittikçe güçlenerek denizaşırı seferler düzenleyebilecek seviyeye
ulaşmışlardır.
Abdullah b.
Sa’d b. Ebû Serh hicri yirmi yedi yılında Kuzey Afrika’yı,[65] Muaviye b. Ebû Süfyan ise hicri yirmi
sekiz yılında Kıbrıs adasını fethetmiştir.[66] Akabinde Abdulah b. Amir, Fars
illerine yirmi dokuzuncu senede sefer düzenlemiş,[67] Said b. Âs ve beraberindeki sahabeler
otuzuncu senede Taberistan seferine çıkmışlardır.[68] Abdullah b. Amir de Horasan’ı hicretin
otuz birinci senesinde İslam topraklarına katmıştır.[69]
İslam
toplumunda fitne yavaş yavaş yayılmaya başlamış, Hz. Osman’ın yaptığı her
fiilin eleştirilmesine sebep olacak seviyeye ulaşmıştır. Onun geçmişte
yaptıkları, o dönemde sorun olarak göze batmamasına rağmen, karışıklıklar baş
gösterince hata olarak ileri sürülmeye başlanmıştır. Çünkü artık o
eleştirilebilir, karşı çıkılabilir biri olarak görülmekte ve bazı çevreler
tarafından manipüle edilmekteydi.
Hz. Osman
bazı uygulamaları nedeniyle eleştirilmiştir. Fitneciler bu filleri nedeniyle
onu suçlamış ve onun halifeliği bırakmasını isterlerken bu gerekçeleri öne
sürmüşlerdir. Ancak Hz. Osman’ın fiillerinin hepsini, isyancıların yaptığı gibi
hata olarak nitelemek, tabiri caizse her yaptığında bir kusur aramak haksızlık
olacaktır. Olayları daha iyi anlamak için uygulamaları, halifenin tavrını ve
neden yaptığını anlamaya çalışmak tek yönlü bakış açısından kurtaracaktır.
Kendisinden
önce Hz. Ömer gibi çok daha otoriter bir halife olması, Hz. Osman’ın ise daha
yumuşak bir karakterinin bulunması, onun çok daha rahat eleştirilmesine ve her
yaptığının sorgulanmasına zemin hazırlamıştır.
Eleştirilerden
biri onun Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mührünü parmağından
Erîs kuyusuna düşürmesidir. Bu hadise hicretin otuzuncu yılında Hz. Osman
kuyunun kenarında oturmuş parmağındaki yüzükle oynarken gerçekleşmiştir.
Elinden kuyuya düşen yüzük bütün aramalara rağmen bir türlü bulunamamıştır.
Halife de kendine yeni bir yüzük yaptırmıştır.[70]
Bu durum bazı çevreler tarafından eleştirilmiş ve Hz. Osman’ın işlerinin kötüye
gidişinin başlangıcı olarak algılanmıştır.[71]
Diğer bir
eleştiri sebebi onun namazı kısaltarak iki rekât olarak değil de normal dört
rekat kılmasıyla ilgilidir. Hac döneminde Arafat’ta ve Mina’da namazı
kısaltarak kılan Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in aksine o
namazı kısaltmadan kılmıştır.[72] Yaptığından dolayı
Müslümanların yoğun eleştirilerine maruz kalmış ve bu konudan sonra ilk defa
aleyhinde konuşulmaya başlanmıştır.[73] Kendisinden önce Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve onun halifeleri olan Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer
böyle yapmazken neden böyle yaptığını soran Abdurrahman b. Avf’a: “Onlar burada
herhangi bir yere sahip değillerdi. Ancak benim burada sarayım ve çiftliğim
var. Benim burada namazı kısaltarak kılmamın doğru olmadığını düşünüyorum.”
diye cevap vermiştir. Abullah b. Mes’ud ve beraberindekiler de onun bu cevabına
karşılık bir şey dememişlerdir.[74] Bir başka rivayette de Hz. Osman
kendisini mukim olarak bilen Müslümanların, bundan sonra namazı iki rekat
kılmalarından çekinerek böyle yaptığını söylemiştir. Bunun üzerine Abdullah b.
Mes’ud halifeye uymakta bir sakınca görmemiştir.[75]
Ebû Zer
el-Gıfari’nin sürgün edilmesi olarak adlandırılan hadise de tartışılan konular
arasında yer almaktadır. Hz. Ebû Zer, Şam’da yaşadığı sırada aşırı
zenginleşmeyi görerek, Müslümanların yanlarında bir gün için karınlarını
doyurmalarına yetecek miktar dışında mal biriktirmemelerini söylemiştir. Çünkü
o, çok farklı ekonomik sınıfların oluşmasının İslam toplumuna fitne
getireceğinden endişe etmiştir.[76] Hicretin otuzuncu senesinde
Abdullah b. Sebe ona Muaviye’nin: “Mal Allah’ın malıdır.” dediğini ve
böylelikle Müslümanların malını Allah’ın malı sayarak istediği gibi tasarrufta
bulunabileceğini ima ettiğini söylemiştir. Hz. Ebû Zer de bu durumu Muaviye’ye
söylemiş ve Muaviye onun bu ikazını dikkate alacağını ifade etmiştir. Şam’da
faaliyetlerine devam eden Ebû Zer El-Gıfari’nin, fakir halk tarafından sevilmiş
olması ve zenginleri eleştirmesi Müslümanların belli bir kesiminde rahatsızlık
uyandırmış ve Muaviye onu Hz. Osman’a şikayet etmiştir. Hz. Osman Hz. Ebû
Zer’den Medine’ye gelmesini istemiş, o da halifenin yanına gitmiştir. Hz.
Osman’a ihtiyaçtan fazla mal biriktirenlerin durumu ile ilgili kendi
görüşlerini söylemiş, halife de ona; müslümanların mülk sahibi olmasının
yasaklanmasının mümkün olamayacağını, zekattan fazlasını vermelerini
isteyemeyeceğini ve sadece tasadduk etmelerini tavsiye edebileceğini
söylemiştir. Bunun üzerine Medine’den ayrılmak istemiş, Rebeze’ye gitmiş ve
ömrünün sonuna kadar orada yaşamıştır.[77] Halife, Hz. Ebû Zer’in görüşünü
maslahata uygun bulmamış ve böyle bir yol izlemiştir.[78]
Hz.
Osman’ın Müslümanlardan bazılarıyla görüş ayrılığı yaşadığı hususlardan biri de
Kur’an mushaflarını istinsah etme uygulamasıdır. Huzeyfe b. Yeman, Azerbeycan
ve İrmîniye seferleri sırasında, insanların Kur’an’ı kendi okuyuşlarıyla okuyup
bu okuyuşun en doğrusu olduğunu öne sürmelerini fark ederek bu durumdan
halifeyi haberdar etmiştir.
Hz. Osman bu
konuyu sahabe ile istişare etmiş ve Mushaf’ı çoğaltmanın faydalı olacağı
kararına varılmıştır. İhtilafa düşülen yerde Kureyş okuyuşunun esas alınmasını
tembihlemiş ve Kur’an mushafları bu düzen üzerine çoğaltılmıştır. Kûfe’de
bulunan Abdullah b. Mes’ud ve onun görüşünü benimseyenler dışında herkes bu
kararı desteklemiştir. Hz. Ali Kûfe’deyken adamın biri Hz. Osman’ın yaptığı
işin yanlış olduğunu söyleyince, Hz. Ali ona kızarak kendisi de olsa aynısını
yapacağını söylemiştir.[79]
İslam
toplumu, Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayattayken, bir problemle
karşılaştıkları zaman hemen ona danışarak sorunlarını çözüme kavuşturmuştur.
Onun vefatından sonra birçok farklı düşüncenin ortaya çıkması da oldukça
tabiidir. Her alanda otorite olan Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in vefatı, toplumda bir boşluk oluşturmuştur. Bu dönemde sahabe topluma
yön vermiş ve Müslümanların istikametlerinin bir nevi dayanağını oluşturmuştur.
Ancak nüfus artıp devletin hakimiyeti iyice genişleyince, sahabenin toplum
nüfusuna göre sayısı da azalmış ve etki alanları daralmıştır. Bu da ortaya
çıkan yeni tip insan topluluklarının, daha başına buyruk bir hale gelmesine
neden olmuştur. Çünkü daha çok yeni olan İslam toplumu bir nevi dayanaksız
kalmıştır.
Hz. Ömer’in Medine dışına çıkarmak istemediği ashabın, Hz.
Osman döneminde serbest olarak istedikleri yerlere gitmeleri, çevrelerinde
insanların kümelenmesine sebep olmuştur. Kur’an Mushaflarını istinsah edilmesi
hadisesinde Abdullah b. Mes’ud’un durumu buna iyi bir örnektir.[80] O
kendi Kur’an’ını vermek istememiş kendi öğrencileri de buna onunla birlikte
karşı çıkmıştır. Onun vefat etmesinden sonra Hz. Osman’a karşı başlayan
eleştirilerden biri de bu husus olmuştur.
IV.
GEREKÇELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Her
tarihçi, tarihi olguları değerlendirirken farklı bakış açıları ortaya koymakta
ve ona göre tarih yazımı gerçekleştirmektedir. Tarih paradigmaları kişinin
dünya görüşüne göre şekillenmektedir. Sosyolojik, ekonomik, psikolojik, politik
vb. perspektiften dünyayı anlamlandırmaya çalışan bireylerin, tarihi anlamaya
çalışırken de yapacağı yine aynı pencereden olaylara bakmak olacaktır. Burada
ortaya çıkan diğer bir mesele tarihçinin anakronizme kaymasıdır. Zira geçmişte
olmayan modern kavramları, o döneme atfederek kullanmak, geçmiş olayları
günümüz bakış açısıyla yorumlamaya yol açacaktır.
Buraya
kadar aktarılan hususlara daha detaylı bir şekilde değinmek yerinde olacaktır.
Tarihsel olguları değerlendirirken olayın aktörleri olan şahısları, özellikle
de sahabeyi, bütün yönleriyle dikkate alarak değerlendirmek gerekmektedir.
Suçlu aramak, birilerini aklamak ve komplo teorileri üretmekten ziyade, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in değer verdiği, birçok defa övdüğü
ashabını anlamaya çalışmak, meseleleri daha iyi idrak etmeye olanak verecektir.
Hz. Osman’a
yöneltilen en büyük eleştiri akrabalarını kayırması hadisesidir. Daha önce de
belirttiğimiz gibi Hz. Osman kişiliği bakımından akrabalarına düşkündür ve
onları sürekli gözeterek himayesi altında tutmak için uğraşmıştır. Onlara
verilen cezaların affedilmesi için Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
nezdinde çaba göstermiştir. Hz. Ömer’in vefat etmeden evvel Hz. Osman’a:
“Halife olursan Ebû Muayt’ı halkın boynuna yükeleme!”[81]
uyarısının, Hz. Osman’ın bu yönünden kaynaklı olması da muhtemeldir. Zira
onun akrabalarına olan düşkünlüğü herkes tarafından bilinmekteydi.
Akrabalarının işlediği fiillerin sorumluluğundan kaçınmak gibi bir derdi
olmamakla birlikte, son altı yılında yoğun olarak eleştirilmek Hz. Osman’ın da
hoşuna gitmemiş ve bu sebeple onu tenkit edenlere cevap vermesi bu rahatsızlığının
bir neticesi olmuştur. “Ömer benim yaptığımı yapsaydı ona bir şey
söyleyemezdiniz.”[82] diyerek kendini savunması da,
bu eleştirilerin müsamahalı karakterinden dolayı kolayca yapılabildiğinin
göstergesi olmaktadır.
O, İslam
toplumunun her yönüyle en önde gelen sahabelerindendir ve birçok güzel huyu ile
de öne çıkmaktadır.[83] Faziletiyle, cömertliğiyle ve
güzel ahlakıyla Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in övgüsüne mazhar
olmuştur. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in iki kızıyla evlenerek
damadı olmuş, O; “Bir kızım daha olsaydı Osman’a verirdim.” diyerek de ona olan
itimadını göstermiştir. Bazı konularda inisiyatif alması, kendinden önceki iki
halifenin yaptığı gibi gayet tabiidir. Ancak onun uygulamalarının kendinden
önceki halifelerin ve Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) döneminden çok
daha farklı bir döneme denk gelmesi, uygulamalarının tamamen sorgulanmasına
neden olmuştur. Akrabalarını önde tutması ve onlara belli görevlerde öncelik
vermesi tarihsel bir gerçekliktir. Ancak bunun, diğer tüm uygulamalarında
olduğu gibi kriz dönemlerinde öne sürülmesi de, toplumun bir kesiminin
kontrolden çıktığı bir zamana denk gelmiştir.
İlk altı
yılı muazzam fetihlerle geçmiş olan Hz. Osman’ın, fetihler durduktan ve toplum
dönüştükten sonra eleştirilmeye başlanması, dikkate alınması gereken bir
husustur. Çünkü ilk altı yıl onun atadığı valilerle ilgili çok fazla problem
çıkmamış ve Hz. Ömer döneminden daha çok şikayet gelmemiştir. Bu süreçte her
şey yolunda gitmiş, toplum zenginleşmeye başlamış ve fetihlerle birçok yer
İslam beldesi olmuştur. Onu bu konuda uyaran Hz. Ali, akrabalarına fazla görev
vermesinden ziyade, onun akrabalarını tam olarak kontrol edememesinden ve
akrabalarının yönetim ve idarede istedikleri gibi hareket etmelerinden kaynaklı
şikayetleri dile getirmiştir. Zira o, “Ömer aynısını yapsaydı bir şey
diyemezdiniz.” diyen Hz. Osman’a: “O senin gibi valilerini başıboş bırakmazdı.”[84] şeklinde cevap vermiştir.
Hz.
Osman’ın Hz. Hafsa’daki Kur’an mushafının çoğaltıp farklı ve yanlış okuma
şekillerine engel olmak istemesi, toplumun hemen her kesimi tarafından kabul
görmüştür. Ancak Kûfe’de ikamet eden Abdullah b. Mes’ud buna itiraz etmiş ve
kendi talebelerine Kur’an sayfalarını vermemelerini tembihlemiştir.[85] Abdullah b. Mes’ud, kendi okuma
şeklinden vazgeçmek istememiş ve bu sebeple itiraz etmiştir. Ashabın önde gelen
iki şahsiyetinin kendi içtihatlarınca herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşmesi
tabiidir. Bu anlaşmazlığın fitneyi körükleyerek farklı olaylara sebebiyet
verdiğini iddia etmek zorlama olacaktır. Yine diğer meselelerde olduğu gibi bu
konu da sonraki dönemlerde gündeme getirilerek bir eleştiri malzemesi olarak
kullanılmıştır. Bu meseleyle alakalı eleştirilere Bâkıllânî de cevap vermiş ve
Hz. Osman’ı eleştirenlere karşı çıkmıştır.[86]
Kabilecilik
üzerinden olayları anlamaya çalışarak meseleleri buraya bağlamak[87] dar bir bakış açısını da
beraberinde getirecektir. Asabiyet üzerine kurgulanan bu indirgemeci yaklaşım,
içinde sahabeleri de barından Müslümanlara büyük haksızlık olacaktır. Nitekim
bu çeşit bir okuma politika merkezli (politicocentric) bir okumadır. Tarihte
doğruyu yanlıştan ayırmak üç temel sürece dikkat edilerek sağlanabilmektedir:
İlk önce şahitlikleri araştırmak, daha sonra onların doğruluğunu araştırmak ve
son olarak da onları anlamak.[88] Bu ilkelere dikkat etmeden aklî
çıkarımlarla tarih tenkidi yapmak sadece kişisel bakış açısıyla olayları baştan
kurgulamaktan başka bir şey değildir.
Hz. Osman’a
yöneltilen eleştirilerdeki diğer bir husus da onun, gelirleri adaletsiz bir
şekilde dağıtması ve halk tabanında bundan kaynaklı oluşan huzursuzluktur.[89] Ancak onun yaptığı paylaşım temelde
Hz. Ömer’in yaptığı paylaşımın devamı niteliğindedir. Sadece kendi payından
akrabalarına daha fazla yardımda bulunmuştur. Bunun doğal bir neticesi olarak
sahabelerin zenginleşmesi tabiidir. Ancak tamamıyla kapitalist bir düzen
oluştuğu imasında bulunarak Ortaçağ derebeyliklerine benzetme yapılması da[90] günümüz kavramlarının o döneme
uyarlanmasından başka bir şey değildir. Zira kapitalist düzen büyük sermaye
sahiplerinin kendi varlıklarını artırmak amacıyla, insan ve kaynak sömürüsü
üzerine kurdukları bir sistemdir. Kavramın ortaya çıkışı dahi yakın
dönemlerdedir. Yalnızca ekonomi merkezli yapılan bu okumalar da yine
indirgemeci yaklaşım örneği sergilemektedir. Bunun yanında, oryantalistlerin
oluşturduğu bakış açısıyla mevzulara yaklaşmak ve yorumlamak bilimsel olmaktan
ziyade olayları gerçekliğinden uzaklaştırmaktır.[91]
Mevzuları basitleştirerek ve neredeyse hakarete varan bir üslupla değerlendirme
yapmak, nesnellikten uzaklaşılmasına da sebebiyet vermektedir.
Tarihçi,
kendi şahsi görüşleri üzerinden tarihi yeniden şekillendirir. Tek yönlü bakış
açısı olayları sığ olarak algılamaya sebebiyet verebilir. Tarafsızlığı ve
bilimselliği savunan birçok tarihçi de yine aynı düzlemde değerlendirilmelidir.
Halkın: “Şimdiki zaman, tarihe kendi çözümlemesini empoze ettiği takdirde onu
bozar.”[92] diyerek, şimdiki zamandan tarihi
okumanın tarihi bugüne taşıyarak yeniden yazmak anlamına geleceğini ifade
etmiştir.
V.
FİTNE
HADİSELERİNE BAŞKA BİR ZAVİYEDEN BAKMAK MÜMKÜN MÜ?
Hz. Osman
döneminde yaşanan hadiselere yaklaşım tarzları genelde suçlayıcı, indirgemeci,
bilimsellik ve tarafsızlık iddiasındadır. Ancak şahsi dünya görüşüne uygun aklî
çıkarımlardan oluşmaktadır. Aklî çıkarımlarla değerlendirilen tarih, tarihçinin
kendi yöntemleriyle kurguladığı bir tarihtir. Zira her tarihçi kendi
zaviyesinden olaylara bakmakta ve belirli bir ön kabulle olayları ele
almaktadır. Bu tutum aktarılanların doğruluğu veya yanlışlığından ziyade,
tarihçinin perspektifine göre tarihin şekillenmesine sebebiyet vermektedir. Hz.
Osman dönemi olaylarını değerlendirmeye çalışırken sahih kabul edilen temel
kaynaklar üzerinden, ashabın örnekliğini unutmadan, onları dar kalıplara
sokmadan, kendi döneminde değerlendirmeye çalışmak gerekmektedir. Bunu yaparken
Müslümanların değerlerini aşağılamadan, ashabın bizden çok daha üstün ve
ileride olduğunu bilerek değerlendirmek, savunmacı anlayıştan ziyade Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in övgüsüne mazhar olmuş bir
toplulukla muhatap olmanın bilinciyle olayları yorumlamak yerinde olacaktır.
Hiçbir
tarihçi tarihi olayları değerlendirirken tarafsız kalamaz. Yaşadığı dönemin
dünya görüşünden ve tarihçinin hislerinden bağımsız bir tarih yazımı da yine mümkün
değildir.[93] Ancak aktarılanları indirgememek ve
olabildiğince geniş perspektifle bakmak her tarihçinin dikkat etmesi gereken
bir husustur. Tarihi olgulara tamamıyla modern paradigmaları esas alarak bakmak
ve bilimsellik adı altında değer gözetmeden çıkarımlarda bulunmak hem
bilimsellikten uzak hem de dar bir pencereden olayların analiz edilmesine
sebebiyet verecektir.
Burada
hicretin dokuzuncu senesinde Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
huzuruna gelerek Müslüman olan Sakif heyetinin nasıl Müslüman olduklarına dair
rivayeti aktarmak, herkesin kalpten isteyerek pazarlıksız bir şekilde Müslüman
olmadığını anlamak açısından değerlidir. Zira herkesten büyük sahabeler gibi
şartsız tam teslimiyet ve mükemmel bir iman beklemek de mümkün değildir. Ancak
idrak etmeden Müslüman olanlar sonraki dönemlerde yaşanan olaylara etki
etmişlerdir. Sakifliler Müslüman olacaklarını bildirdikten sonra et-Tâğiye diye
tanınan Lât putuna üç yıl boyunca dokunulmamasını teklif etmişler ancak,
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunu reddetmiştir. Daha sonra en
azından bir ay kalmasını istemişler fakat Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) buna da müsaade etmemiştir. Son olarak kendilerinden namazın
kaldırılmasını, namazdan muaf tutulmalarını talep etmişler, fakat bu da kabul
görmemiştir. Onlar da böylelikle Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
teklini kabul ederek müslüman olmuşlardır.[94]
Bu hadise
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Bedir ashabını neden
öncelediğini, Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer dönemlerinde İslam’a giriş sırasına göre
Müslümanların tasnif edildiğini açıklar mahiyette bir örnektir. Büyük
fedakarlıklarda bulunmuş ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
gözetiminde ve onun örnekliğinde yetişmiş ilk Müslümanların konumunun,
anlayışının ve davranışının tabiri caizse pazarlıkla İslam’a girmiş olanlarla
aynı olması beklenemez. Fitne hadiselerini analiz ederek çıkarımlar yaparken bu
kabilelerin İslam’a olan yaklaşımlarını da dikkate almak yerinde olacaktır.
Nitekim bu kimselerden bazıları daha sonra hariciler olarak ortaya çıkmışlar ve
asilerin haklı olduğunu öne süren iddialarda bulunmuşlardır.[95] Hariciler Hz. Ali ve
sonrasındaki dönemlerde de büyük İslam tarihi sahnesinde uzun süre boy
göstermişlerdir.
I.
FİTNENİN BAŞLANGIÇ NOKTASI NERESİ
Hz. Osman
döneminde baş gösteren fitne olaylarının başlangıç noktası için şurası diyerek
bir nokta göstermek ne yazık ki mümkün değildir. İbnü’l-Esîr, hicretin yirmi
beşince senesinde, Sa’d b. Ebû Vakkas ve Abdullah b. Mes’ud arasında Kûfe’de
meydana gelen borç hadisesinin, Kûfe ehli arasında çıkan ilk anlaşmazlık
olduğunu söylemektedir. Ayrıca İslam şehirleri arasında şeytanın fitne yaydığı
ilk şehrin de Kûfe olduğunu belirtmiştir.[96] Bu anlaşmazlıktan ötürü Sa’d b. Ebû
Vakkas görevden alınmış ve yerine Velîd b. Ukbe tayin edilmiştir.
Bunu
yanında fetihlerin durmasıyla ortaya çıkan problemlerden biri de ekonomik
olarak toplumun sıkıntı içerisine girmesidir. Ancak çok kısa bir sürede
iktisadi problemin nerelere varacağı hususu da tartışma konusudur. Bu sebeple
ortaya çıkan problemlerin temel dayanağını ekonomik sebeplere bağlamak yerine,[97] bunu birçok farklı sebepten
biri olarak görmek objektif bir yaklaşım sağlayacaktır.
Önceki
bölümlerde de belirtildiği gibi, üçüncü halife her yönden ve herkes tarafından
rahatlıkla eleştirilebilmekteydi. Bunun sebebi onun hilm sahibi ve daha
müsamahalı bir yönetim anlayışında olmasından kaynaklanmaktadır. Şehit
edilmeden hemen önce asilerle Medineliler arasındaki çarpışma sırasında,
kendisinin öldürülmek istendiğini, ancak Müslümanların birbirlerini
öldürmemesini istemiştir..[98]
Hz. Osman
dönemi, neredeyse bütün İslam tarihçileri tarafından kabul görmüş bir şekilde
ilk altı yıl ve son altı yıl olarak ikiye ayrılır. Son altı yılda baş gösteren
fitne hareketlerinin tahlili için Hz. Osman döneminin son altı yılında meydana
gelen olaylardan evvel, ilk altı senesinin gözden geçirilmesi gerektiği
üzerinde durulur. Biz tahlilleri yaparken sonraki bölümlerde, fitne olaylarının
öncesinde Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in fitne ile ilgili
haberlerine ve O vefat etmeden hemen önce başlayan sahte peygamberlerle
birlikte ortaya çıkan ridde olaylarına da kısaca yer vermenin uygun olacağı
kanaatindeyiz.
Hz. Osman,
Abdurrahman b. Avfın değerlendirmeleri, şûrâ üyelerinin oyları ve halk
yoklaması neticesinde üçüncü İslam halifesi oldu.[99]
İlk altı yılı çok iyi geçen Hz. Osman, sonraki altı yılda yaşanan hadiselerin
bir türlü yatıştırılamamasından dolayı asiler tarafından şehit edildi. Fitne
hadiseleri nerede başladı sorusuna net bir cevap verebilmenin mümkün olmadığı
daha önce ifade edilmiştir. Şehit edilme hadisesi bu süreci hazırlayan birçok
gerekçe ile birlikte işin içinden çıkılmaz olaylar yumağına dönüşmüş ve
neticede müslümanlar, Muaviye dönemine kadar bir buhran döneminde kalmışlardır.
Sa’d b. Ebû
Vakkas ve Abdullah b. Mes’ud’un arasında çıkan tartışmadan sonra Velîd b. Ukbe,
Hz. Sa’d’ın yerine Kûfe’ye vali olarak atanmıştır. Daha önce de belirttiğimiz
gibi İbnü’l-Esir bu hadisenin Kûfe’de meydana gelen ilk anlaşmazlık olduğunu ve
şeytanın müslümanlar arasında fitne soktuğu yerin de yine bu şehir olduğunu
belirtir.[100]
Amr b. Âs
ve Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh arasında çıkan anlaşmazlıktan dolayı Amr b. Âs
görevden alınmış ve o da Hz. Osman aleyhine konuşmaya başlamıştır.[101]
Kûfe’de
Basra’da ve Mısır’da çıkan sorunlarla ilgili yukarıda birtakım bilgiler
aktarılmıştır. Fetihlerin durması ve önce askeri garnizon olarak kullanılan
ancak sonra büyük şehirlere dönüşen Basra ve Kûfe gibi şehirlere askerler geri
dönerek yerleşik bir hayat düzenine geçmişlerdir. Bu durum, daha önce irtidat
etmiş bedevi ve İslam’ı sonradan benimsemiş ancak manasını kavrayamamış
kimselerin olaylarda öne çıkması ve Hz. Osman’ın evinin kuşatılmasına kadar
uzanan hadiselerin sebeplerini teşkil etmiştir. Abdullah b. Sebe gibi fitne
çıkarmak için çalışan kişi ve zümrelerin varlığı da göz önünde bulundurulunca,
kendi menfaatleri dışında gelişen durumlara karşı çıkan ve Hz. Osman’dan memnuniyetsizlik
duyan kimseler sürekli olarak sorun çıkarmaya başlamıştır.
Valiler
arasında yaşanan tartışmalar ve valilerden şikayetler fitne hadiselerinin gün
yüzüne çıkmasa sebebiyet vermiş gözükse de daha derinde yatan başka nedenlerin
var olduğu bu çalışmada öne sürülmeye çalışılacaktır. Nitekim yönetim
kademesinde yaşanan bir takım anlaşmazlık ve bunun çözümü için net adımların
atılamayışı, sonrasında yaşanan karşı çıkışlar ve Hz. Osman’ın şehit edilişi
gibi önemli olayların ve sonraki dönemlerde meydana gelen büyük ayrışmaların
temel nedeni olmaktan uzak gözükmektedir.
Anlaşmazlıkların
ve tartışmaların büyümesine ve önüne geçilemez bir hal almasına zemin
hazırlayan bir ortam ve tarihsel bir akış olduğunu düşünmek meseleyi daha
etraflıca ele almak için bir ipucu olabilir. Nitekim İbn Haldun’un “Fetihler
tamamlanıp Araplar fethedilen Basra, Kûfe, Şam ve Mısır gibi bölgelere
yerleşince, (fütuhât) dalgası dinip işler sakinleşince, düşmanlar zelil olup
mülk çoğalınca cahiliye damarları akmaya başladı. Kabileler yönetimin kendi
aleyhlerine olmak üzere muhacir ve ensarda olduğunu düşünmeye başladılar. Bu
durum Osman’ın zamanına denk geldi.”[102] derken bu duruma işaret etmiş
olsa gerektir. Dolayısıyla toplumsal bir problemi bir olayla başlatmaktan
ziyade, o ana kadar gelen süreçte yaşananları değerlendirmek yerinde olacaktır.
Fitne
hadiselerinin uzun zamandan beri yaşanan ancak henüz olgunlaşmadığı için ortaya
çıkmamış gelişmelerin bir sonucu olarak değerlendirmek gerektiği düşünülmektedir. Bu bağlamda daha Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayattayken ortaya çıkan ve Hz. Ebûbekir zamanında büyük bir
tehlikeye dönüşen irtidat olaylarından başlayarak Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer
dönemlerinde yaşanan gelişmeler içerisinde fitne hadiselerini ilgilendiren
kişi, olay ve durumların olduğu değerlendirilmelidir.
II. HZ. PEYGAMBER (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’İN VEFATINA YAKIN YAŞANAN HADİSELER
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) daha hayattayken hicretin onuncu senesinde
Müseylime yalancı peygamber olarak ortaya çıkmış ve Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’e peygamberlikte ortak olduğunu belirttiği bir mektup
yazmıştır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de ona mektup yazarak
yalancı olduğunu belirtmiştir.[103] Daha sonra Hz. Ebûbekir halifeliği
döneminde, Halid b. Velîd’i Yemame’ye yollayarak Müseylime’yi ve
beraberindekileri öldürmesini emretmiş, o da onlarla savaşarak onu ve ona tabi
olanları kılıçtan geçirmiştir.[104]
Yemen’de Esved el-Ansi adından birinin peygamberlik iddiasıyla
ortaya çıktığına dair haberler geldi. Esedoğullarından Tuleyha adında başka bir
yalancı peygamberin daha haberi ulaşmıştı. İkisi de kendi bölgelerinde
zekatları ellerine geçirdiler ve insanlar kendilerine tabi olduktan sonra
güçlenerek ordu kurdular. Esved’in öldürülmesi için Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Yemen bölgesindeki Himyer reislerine mektup yazdı ve onlar da
onu öldürdüler.[105] Tuleyha
ise Hz. Ömer halife oluncaya kadar kaçarak saklanmış, daha sonra Hz. Ömer’in
yanına gelerek Müslüman olmuş ve Kadisiye savaşında Esedoğullarını da yanına
alarak savaşta birçok yararlılıklar göstermişlerdir.[106]
III.
HZ. EBÛ BEKİR DÖNEMİ OLAYLARININ ETKİSİ
Hz.
Ebûbekir zamanına gelindiğinde Araplardan birçok kimse mürtet olmuş, zekat ve
sadaka vermemişlerdir. Hz. Ebûbekir halifeliği boyunca bu ridde hadiseleriyle
uğraşmış, onlarla savaşarak tekrar Müslüman olmalarını sağlamıştır.[107] İbnü’l-Esir’deki rivayette Abdullah b.
Mes’ud’un şöyle söylediği aktarılır: “Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’dan sonra öyle bir durumda olduk ki, şayet yüce Allah bize Ebûbekir’i
ihsan etmemiş olsaydı, helak olup gidebilirdik. O, her bir devenin sırtında
çarpışmaya, her bir Arap bölgesine gitmek ve ölümümüz gelinceye kadar yalnız
Allah’a ibadet etmek üzere bizleri topladı ve birleştirdi. Allah’a yemin ederim
ki O, irtidat edenlerden ya onların küçük düşüren planını, ya da sürgünleriyle
sonuçlanacak savaştan başkasını kabul etmiyordu. Onları küçük düşüren planı
şuydu; kendilerinden öldürülenlerin cehennemde, bizden öldürülenlerin cennette
olduğunu kabul edecekler, bizden öldürülenlerin diyetini ödeyecekler. Buna
karşılık bizler onlardan aldığımızı ganimet olarak almış olacağız. Ayrıca onlar
bizden almış olduklarını bize geri vereceklerdi. Sürgün savaşı ise onların
ülkelerinden çıkarılmaları demekti.”[108] Abdullah b. Mes’ud’un bu söyledikleri
Hz. Ebûbekir’in dirayetini ve ashabın aslında ne kadar şaşırmış ve o ana kadar
ne yapacağını bilemez bir halde olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Zira
Hz. Ebûbekir’in toparlayıcılığı olmasa, Hz. Ömer gibi dirayetli bir mizaca
sahip olan bir sahabe dahi ne yapacağını bilemez bir vaziyette kalabilirdi.[109] Hz. Ebûbekir’in dirayeti Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in vefatından sonra, halife seçiminde, Üsame
ordusunun Bizans’a karşı yollanmasında, mürtetlere karşı yapılan seferde ve
daha birçok meselede toparlayıcı bir unsur olmuştur. Hz. Ebûbekir’in varlığı
tüm İslam ümmeti için toparlayıcı bir güç oluşturmuş ve Müslümanlar kendine
gelmiştir. Buradan hareketle İslam toplumun yalnızca Hz. Osman döneminde farklı
yönlere kayma veya ne yapacağını bilememe gibi durumla karşılaşmadığı daha önce
de benzer durumların yaşandığı söylenebilir. Nitekim İslam toplumunun nasıl
yönetileceği, hangi usul ve yöntemle siyasi alanın düzenleneceği henüz belirgin
değildi. İslam devlet geleneği henüz gelişme evresinde idi.
Hz.
Ebûbekir döneminde yaşanan bu olayların tahlili, neden Hz. Osman döneminde bu
tarz hadiselerin yaşandığına dair ipucu vermektedir. Acaba fitne hadiseleri Hz.
Ömer döneminde yaşansaydı, daha da geriye giderek Hz. Ebûbekir döneminde
yaşanan ridde hadiselerinin önüne geçilmeseydi bu iki halife de Hz. Osman’ın
suçlandığı gibi suçlanacak mıydı sorusu akıllara gelmektedir. Zira Hz.
Ebûbekir, ashabı adeta karşısına alarak bir karar vermiş ve bunda başarılı
olmuştur. Burada İslam tarihinin özellikle modern zamanlarda başarı odaklı
okumalara maruz kaldığı da görülebilmektedir.
IV.
HZ. ÖMER DÖNEMİNDE YAŞANAN OLAYLAR VE FİTNE
BAĞLAMINDAKİ YERİ
Hz.
Ebûbekir kendinden sonra halife olarak Hz. Ömer’i bırakmış ve toplumdan buna
karşı herhangi bir itiraz gelmemiştir. Müslüman olmadan önce de Mekke
toplumunda kabul gören bir yere sahip olan Hz. Ömer Müslüman olduktan sonra da
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in en yakınında bulunan
sahabelerden olmuştur. Sahip olduğu kişisel duruş, her zaman için sözü dinlenen
ve kendisine itibar edilen bir konuma erişmesine vesile olmuştur. Bu sebeple
halifeliği döneminde de bu kişisel duruşu yönetim anlayışına yansımıştır. Hz.
Ebûbekir, kendi döneminde başlayan ridde hadiselerini bastırıp İslam
topraklarını güvence altına aldıktan sonra Şam bölgesine fetihleri başlatmış,[110] ancak ömrü vefa etmemiştir.[111] Onun başlattığı bu fetihleri Hz. Ömer
devam ettirmiş ve birçok yeri fethetmiştir.
Onun
şahsiyeti, sahabenin ona yaklaşımının sert mizacından dolayı daha temkinli
olması, birçok konuda adaleti gözetme hassasiyetiyle tavizsiz davranması ve
fetihlerin onun döneminde hiç aksamaması gibi nedenlerden dolayı büyük bir
sorunla karşılaşmamıştır. Daha önce de belirtildiği gibi valileriyle ilgili bir
sorun olduğunda hemen azletme yoluna gidiyor, zenginleşmeye karşı önlemler
almaya çalışıyor ve ashabın ileri gelenlerini yakınında tutarak dışarıya
gitmelerine müsaade etmiyordu. Bu ve benzeri sebeplerden ötürü onun halifeliği
döneminde herhangi bir olumsuzlukla karşılaşılmadı denebilir. Ancak onun bir
fitne çıkacağına dair beklentisi/öngörüsü vardı[112] ve bu beklentisinden dolayı tedbiri
elden bırakmıyor ve yeri geldiğinde sert bir üslup kullanmaktan da
çekinmiyordu.
Hz. Ömer
kendinden sonra bir şûrâ kurulmasını emretmiş ve bu şûrânın halifeyi seçmesini
emretmişti. Hz. Ebûbekir kendisini halife olarak bıraktığı halde kendisinin
neden böyle bir yola başvurduğu sorulduğunda ise detaylı bir şekilde
aktarılacağı üzere, doğrudan bırakabileceği kimse bulamadığını ve bu sebeple
şûrâ oluşturduğu cevabını vermiştir. Hz. Ömer kendisinden sonra kim halife
olursa olsun zorlanacağını bilmesi sebebiyle de şûrâ oluşturma yoluna
gitmiştir.[113] Şûrâ hakkında birçok iddia
ortaya atılmıştır. Hz. Ömer şûrâyı oluştururken zaten Hz. Osman’ın halife
seçileceğini bildiği[114] şeklindeki iddialar, şûrâyı
kabileci anlayış üzerinden değerlendirme gayretinin neticesidir. Zira Hz. Ömer
gibi bir şahsiyet kendinden sonra kimi bırakırsa bıraksın toplum ona itiraz
etmezdi ve hemen kabul ederdi. Ancak o halifeliğin Hz. Ali ya da Hz. Osman’dan
birinde kalacağını tahmin etmekteydi.[115]
Vefat etmeden evvel birini halife olarak bırak diyenlere: “Kimi yerime
bırakayım? Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh sağ olsaydı onu halife ilan ederdim. Zira
Rasulallah’tan: “Ebû Ubeyde güvenilir kişidir.” dediğini işitmiştim.[116] Eğer Ebû Huzefe’nin kölesi Sâlim
hayatta olsaydı onu halife adayı gösterirdim. Rabbim bana bunu soracak olursa
da: “Ey Rabbim! Senin peygamberinin: Sâlim Allah’a şiddetle muhabbet besleyen
bir kişidir dediğini işittim, derim.” demiştir.[117] Ancak bunların hayatta
olmadığını ve yerine doğrudan birini bırakamayacağını bu sebeple cennetle
müjdelenmiş bu altı kişinin kendi aralarında birilerini seçmesi gerektiğini
söylemiştir.[118]
Burada Hz.
Ömer’in neden kendinden sonra birini bırakmayıp şûrâ oluşturma yoluna gittiğine
dair meselelere, konu dışına çıkıp mevzuyu uzatmaması için girilmeyecektir.
Ancak onun bu şûrâyı oluşturması sonrasında birçok tartışmanın ortaya çıkmasına
ve kendisinin haksız eleştirilere maruz kalmasına sebebiyet vermiştir.[119] Burada şunu belirtmeliyiz ki;
Hz. Ömer kendi şartları içerisinde ortamı değerlendirip karar verebilecek bir kabiliyete
sahiptir. Onun, bunu birden aklına gelen bir şey gibi ortaya
attığı kanaatinde değiliz. O, selefinden farklı bir uygulamayla halifenin
seçilmesini uygun görmüştür. Ondan sonra yaşanan olumsuzlukların ona yüklenmesi
ve hata gibi görülmesi doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü toplum Hz. Osman ilk
seçildiği zaman gayet memnundu ve fetihler de bütün hızıyla devam ediyordu.
Ancak sonraki dönemde ortaya çıkan hadiseler olumsuz olunca, geriye dönük okuma
yaparak Hz. Ömer’e yüklenen hataların zorlama yorumlar olduğu kanaatindeyiz.
Hata veya yanlış ararken birinde suç bulma saikiyle ortaya birtakım yorumlar
koyma çabası bütüncül yaklaşımdan uzaklaşmaya neden olacaktır. Hz. Ömer hayatta
olsaydı acaba bu hadiseler yaşanmaz mıydı, Hz. Osman’ın tamamen kendi hatalarından
dolayı mı fitne dönemi hadiseleri meydana geldi gibi sorular sormak daha
bütüncül bir değerlendirmeye yönlendirecektir.
A.
Hz. Ömer’in Fitne Beklentisi/Öngörüsü
Hz. Ömer,
Ebû Lü’lüe’nin hançerle Hz. Ömer’i yaralamasından sonra, iyileşemeyip vefat edeceğini
anlayarak ‘Aşere-i Mübeşşere’den altı kişinin kendi aralarında yeni halifeyi
seçmelerini istemiştir. Hz. Ömer bu kişileri Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in razı ve hoşnut olduğu kimseler olarak tanımlamıştır. Bu kişiler:
Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman, Hz. Ali, Sa’d b. Ebû Vakkas, Talha b. Ubeydullah
ve Zübeyr b. Avvam’dır.[120] Kendisinden Hz. Ebûbekir gibi yerine
birini bırakması istenmiştir, ancak o: “Şayet Ebû Ubeyde b. El-Cerrah hayatta
olsaydı onu yerime bırakırdım çünkü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in onun hakkında: ‘Ebû Ubeyde bu ümmetin eminidir.’ dediğini işittim.
Eğer Ebû Huzeyfe’nin kölesi Sâlim yaşıyor olsaydı onu yerime bırakırdım zira
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in: ‘Sâlim Allah’a şiddetle muhabbet
besleyen biridir.’ dediğini işittim.”[121] diyerek bu öneriyi kabul etmemiştir.
Hz. Ömer
yaralanınca Abdurrahman b. Avf’ın namaz kıldırmasını istemiş, Abdurrahman b.
Avf daha sonra yanına gidip kendisini mi halife olarak düşündüğünü sormuş, Hz.
Ömer ona kendisini düşündüğünü söylemiş ancak o reddetmiştir. Daha sonra bir
şûrâ oluşturmasını ve bu şûrâda halifenin seçilmesini istemiştir. Hz. Ali’ye,
eğer halife seçilirse Haşimoğullarını ümmetin başına musallat etmemesini
söylemiştir. Hz. Ömer[122] aynı şeyleri, Hz. Osman’a ve Sa’d b.
Ebû Vakkas’a da söyleyerek kendi akrabalarını Müslümanların başına
getirmemeleri hususunda dikkat etmelerini istemiştir.[123]
Hz. Ömer’in
neden bu kişiler dışında kimseyi tercih etmeyerek şûrâ oluşturduğu hususu
düşündürücüdür. Çünkü şûrâdaki kişilerin her biri en az yerine bırakmayı
istediği fakat hayatta olmayan isimler kadar halifeliği yapabilecek kimselerdi.
Ancak burada bu kimseler arasında denklik olması ve kendilerinden ziyade
akrabalarının ön plana çıkabileceği hususu Hz. Ömer’i böyle bir karara itmiş
olabilir. Ayrıca Hz. Ömer ümmetin büyük çoğunluğunun üzerinde ittifak edeceği
bir halifenin daha isabetli olacağını da düşünmüş olabilir. Hz. Ömer ve
şûrâdaki kişiler arasındaki ilişki ve onun onlara itimadı konusunda sıkıntı
yoktur. Ancak Hz. Ömer ayrıca bir fitnenin yaklaştığı endişesini taşımaktaydı.[124] Bu endişeyi taşıyan ve dillendiren O,
şûrâyı oluşturarak hem tek bir kişinin belirlediği bir halifeden ise şûrânın
seçtiği halifenin, Müslümanların büyük çoğunluğunu temsil edeceğini hem de tek
başına bir sorumluluk almaktansa istişareyle seçilecek halifenin daha isabetli
olacağı kanaatinde olabilir.
Hz. Ömer
halifeliği bir nimet olarak görmemiştir. Kendisine oğlu Abdullah’ı halife
olarak tayin etmesi söylendiğinde: “Ben bu işi üzerime aldığımda, sevinip hamd
etmiş değilim. Bunun için kalkıp bir ikinci kişiyi buna kurban mı edeyim? Eğer
bu iş hayırlı bir iş ise zaten ailemizden biri bu işe erişti. Yok eğer şerli
bir iş ise Allah bunu bizden gidermiş oldu.” demiştir.[125] Bu bakışı, işin zorluğunun ve üzerine
alınacak vebalinin ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. O, bu sebeple de bir
şûrâ oluşturarak buradan seçilecek kişinin halife olmasını arzu etmiştir.
İbnü’l-Esir’de
geçen rivayette Hz. Ömer işi neden şûrâya bıraktığını kendisi ifade etmiştir:
“Eğer ben yerime birini tayin edecek olursam, benden daha hayırlı birisi kendi
yerine birisini tayin etmiştir. Eğer bu görevi şûrâya bırakacak olursam yine
benden daha hayırlı biri bu görevi şûrâya bırakmıştır. Allah kendi dinini böyle
muallakta bırakmaz.” Daha sonra kendisine tekrar geldiğinde yerine birisini
bırakmasını isteyenlere: “Size demin söylediklerimi bir düşündüm, sonra da
işlerinizi yüklenip sizi hakka iletecek en layık olanınızı seçmek istedim. (Bu
sözleriyle Hz. Ali’yi kastetmişti.) Bunları düşünüp dururken bir ara
uyuyakaldım ve rüyamda birisinin bir gül bahçesine girip oradan güller
koparmaya başladığını ve gülleri sürekli olarak kendisine aldığını ve onları
altına aldığını gördüm. Anladım ki Allah kendi işini daha iyi halledecektir. Bundan
dolayı ben hem hayatta iken hem de ölümümden sonra da bu işin sorumluluğunu
üstlenmek istemedim. Bunun için Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in:
‘Bunlar cennet ehlidir.’ buyurduğu; Ali, Osman, Abdurrahman, Talha, Sa’d ve
Zübeyr’i bu işe havale ettim. Onlar kendi aralarında birini seçsin. Eğer onlar
seçerlerse en iyisini seçerler ve ona işi havale ederler.”[126]
Hz. Ali,
Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Abdurrahman’ı yanına çağıran Hz. Ömer
onlara: “Ben size şöyle baktım da sizi bu ümmetin reisleri ve ileri gelenleri
olarak gördüm. Bu işin mutlaka sizin arasından birisine havale edilmesi
gerektiğine inanıyorum. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Rabbine
kavuştuğu sırada sizden razı olarak bu dünyadan göç etmiştir. Eğer siz doğruyu
izleyecek ve hakkı ikame edecek olursanız bundan dolayı insanların başına
herhangi biz zarar gelir diye asla korkmam. Fakat siz kendi aranızda bir görüş
ayrılığına düşerseniz o zaman ümmetin görüş ayrılığına ve ihtilaflara
düşeceğinden korkarım. Kalkınız, Hz. Âişe’den izin alarak onun odasına
kapanınız ve istişare ediniz.”[127] diyerek seçtiği kimselere bakışını
göstermiştir. O, şûrâdaki insanların Müslümanların en önde gelen şahsiyetleri
olduğunu bilmekteydi. Onların alacağı kararın da ümmeti ortak paydada buluşturacağına
inanmaktaydı.
Buradan da
anlaşılacağı üzere Hz. Ömer kendisinden sonra çıkabilecek herhangi bir
olumsuzluğun sorumluluğunu kendi üzerine almak istememiş ve hesabını veremem
endişesiyle hareket etmiştir. Onun bu korkusu büyük ihtimalle Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in haber verdiği ve kendi döneminde ortaya çıkmasından endişe
ettiği fitne beklentisinden kaynaklı olmalıdır. Bu sebeple o sürekli Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sırdaşı olan Huzeyfe b. Yemân’a
fitnenin ne zaman çıkacağını sormakta idi. Fitnenin kendi zamanında ortaya
çıkabilme ihtimali kendisini sürekli tedirgin ediyordu.
Hz.
Ömer’in, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in fitneye dair bu
haberini birden bire ortaya çıkacak bir durum olarak değil de işaretleri yavaş
yavaş beliren bir gelişme olarak değerlendirmiş olabileceği de düşünülebilir.
B.
Basra,
Kûfe ve Mısır Şehirlerinin Oluşturulması
Sa’d b. Ebû
Vakkas hicretin on yedinci senesinde fethedilen yerlerin haberini vermek için
Medâin’den Hz. Ömer’in yanına bir heyet göndermiş, Hz. Ömer heyettekilerin
renginin sebebini sorunca onlar; bulundukları yerde havanın kötü olmasının
renklerini bu hale getirdiklerini söylemişlerdir. Hz. Ömer de Hz. Sa’d’a haber
gönderip havası iyi bir yer seçip insanların oraya yerleştirilmesini
emretmiştir. Hz. Sa’d, Kûfe’nin uygun bir yer olduğunu bildiren bir mektup
yazmış ve insanların Medâin’de kalmalarına veya Kûfe’ye yerleşmelerine
karışmadığını bildirmiştir.[128]
Seçilen
yerin, askeri karargah olarak kullanılacak olmasından dolayı stratejik önemde
olması ve zengin tarım arazilerine sahip olmasından kaynaklı olarak tercih
edildiği görülür. Aynı zamanda burası ticari bir güzergahtır ve daha sonra
ticaret merkezi haline gelmiştir. Hz. Ömer dönemi fetihlerinde büyük rol
oynayan Kûfe, İslam’ın yayılmasında da etkili olmuştur.[129]
Yine aynı
tarihlerde Basra şehri kurulmuş ve insanlar hemen hemen aynı dönemlerde buraya
yerleşmeye başlamışlardır. Basra şehri, İran ve Irak güzergahlarını gözetlemek,
önemli mevkii sebebiyle burasını askeri üs olarak kullanmak ve Irak
şehirlerinin önemi azaltmak gibi gayelerle kurulmuştur.[130] Daha sonraki yıllarda karışık
toplumsal yapısı sebebiyle, Hz. Osman dönemi olaylarında başrol oynayan
şehirlerden biri olmuştur.
Hicretin
yirmi birinci senesinde Mısır, Hz. Ömer’in emriyle Amr b. Âs tarafından
fethedilmiştir.[131] Amr b. Âs Filistin’i fethettikten
sonra, Mısır’ın fethi için Hz. Ömer’i ikna etmiş ve Zübeyr b. Avvam’ın destek
kuvvetiyle birlikte bütün Mısır’ın fethi üç yıl içerisinde tamamlanmıştır.[132]
Hz. Osman döneminde
Amr b. Âs, Mısır valiliği görevden alınarak yerine Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh
bu göreve getirildi. [133]O,
Fethilerde çok başarılı olmasına rağmen, Mısır’ın kendi iç dinamiklerinde
istediğini yapamadı ve böylece Hz. Osman’ın şehit edilmesine kadar uzanan
karışıklıkların önü açılmış oldu.
Şam, Ebû
Süfyan’ın oğlu Yezîd tarafından yönetilmekteydi. Ancak onun vefatından sonra
Muaviye b. Ebû Süfyan, Hz. Ömer tarafından Şam valiliği görevine getirildi.[134] Muaviye’nin uyguladığı siyaset
sayesinde Şam’da fitne döneminde de herhangi bir karışıklık çıkmadı ve fetih
hareketlerini başarılı bir şekilde yürüttü. Kûfe, Basra ve Mısır’da birçok defa
vali değişikliği olmasına rağmen Şam’da hiçbir ayaklanmanın olmayışı hem Şam
toplumunun daha homojen bir yapıya sahip olduğunun hem de Muaviye’nin başarılı
bir yönetim sergilediğinin göstergesidir.
İslam,
yayılmadan evvel Kureyş, Arap yarımadasında çok saygın bir yer işgal ediyordu.
Haşimoğulları ve Ümeyyeoğulları da Kureyş içerisinde daimi olarak söz
sahibiydiler. Onların diğer kabileler nezdinde bir etkinliği ve ağırlığı vardı.
Ancak kabilecilik anlayışı, kimin haklı veya haksız olduğuna bakmaksızın kimin
kabilesi güçlüyse onun haklı olduğu bir durum ortaya çıkarıyordu. Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu anlayışın olumsuz taraflarını törpüledi ve
kabilecilik, cahiliye devrinde benimsenen anlayıştan uzaklaştırılmaya
çalışıldı. Ancak yüzyıllardır devam eden bir anlayışı yirmi yıl gibi kısa bir
sürede tamamen silmek ne yazık ki mümkün olmamaktadır. Ancak Müslümanlar
kabilelerinin üstünlüğüne göre değil, İslami kurallara uygun olarak yaşamaya ve
bu durumu benimsemeye başlamışlardır.
Hz. Osman
dönemine kadar ve onun dönemi de dahil olmak üzere müslümanlar çeşitli
coğrafyalarda birçok fetih gerçekleştirmişlerdir. Bu fetihler, birçok farklı
insan unsurunun Müslüman dünyaya dahil olmasına sebebiyet vermiştir. Farklı
kültür ve anlayıştan birçok topluluk Müslüman olmuştur. Doğal olarak kendi
kültürünü ve yaşayış tarzlarını da tamamıyla bırakmamışlardır. Farklı kültür ve
anlayıştan insanların bir arada yaşamaya başladığı yeni yerleşim yerleri ortaya
çıkmış ya da bu insanlar İslam coğrafyasında farklı yerlere göç etmişler ve
böylece İslam devletinde çok çeşitli bir insan profili ortaya çıkmıştır.
Ateşe
tapanlar, putperestler, Hristiyanlar, Yahudiler gibi birçok farklı dinden insan
İslam’ı seçerek Müslüman olmuştur. Seçmeyenler ise cizye ödeyerek yaşamlarını
sürdürmüşlerdir. Homojen bir yapıdayken kısa sürede daha karmaşık bir yapıya
dönüşen İslam toplumu, durumu tam anlamıyla hazmedemeden henüz Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayattayken ve o vefat ettikten sonra bir sürü
sorunla uğraşmıştır.
Hz. Osman
döneminde yukarıda anlatılan toplulukların da büyük bir etkisi olmuştur. Hz.
Ömer’in fitne beklentisi ve bu fitneyi olabildiğince engellemek için uğraşmış
olması, zaten fitnenin aslında yaklaştığının bir göstergesidir. Hz. Osman
döneminde ise artık engellenmesi güç olaylar örgüsü başlamış ve neticede İslam
tarihinde uzun yıllar tartışılan sonuçların doğmasına sebep hazırlayan olaylar
cereyan etmiştir.
Hz. Ömer
döneminde kurulan Basra, Kûfe şehirleri ve Mısır’da Fustat şehri kozmopolit bir
yapıya sahiptir. Bu şehirler, Hz. Osman döneminde yaşanan hadiselerde en önde
yer almışlardır. Bu şehirlerde sonradan Müslüman olmuş kimseler, bedevi
Araplar, irtidat etmiş ancak sonradan yine Müslüman olmuş kimseler ve askerler
yaşamaktaydı. İlk başta askeri garnizon olarak tasarlanan bu şehirler,
fetihlerden sonra askerlerin buraya yerleşmesi ve ticaretin gelişmesiyle tam
bir şehir hüviyeti kazanmışlardır. Hz. Osman döneminde ilk altı yılda
gerçekleşen fetihlerden sonra ortaya çıkan durgunluk döneminde, bu şehirlerde
homurtular yükselmeye başlamıştır.
Valilerden
memnuniyetsizlik, kabileler arası gerilim ve ekonomik anlamda yaşanan
memnuniyetsizlikler dillendirilmeye başlamıştır. Bu ve benzeri sebepler de
meseleleri fitneye götüren hadiselerin başlangıcını teşkil etmektedir.
Medine’de
yani İslam devletinin başkentinde ise daha homojen bir yapı bulunmaktadır.
Sahabenin topluma oranı diğer şehirlere nazaran çok daha yüksektir. Bu sebeple
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i görmüş ve onun terbiyesinde
yetişmiş olan sahabe sorunlara daha itidalli tepkiler vermekte ve halifeyi
gerektiği yerlerde uyarmaktan geri kalmamaktadır. Yönetime yakın olmaları ve
İslam’a bakışları daha sarih olan ashaptan, diğer şehirlerdeki gibi karışıklık
çıkarması beklenemez. Zira onlar halifenin değerini, toplum nezdindeki yerini
ve Müslümanlar arasındaki kıymetini bilmektedirler. Ancak sonradan Müslüman
olmuş ve İslam’ın getirdiği ahlaki değerleri tam olarak benimseyememiş kimseler
daha başlarına buyruk hareket etmişlerdir.
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Bedir ashabına daima öncelik vermiş ve onları
diğer Müslümanlardan İslam’a hizmetleri sebebiyle her zaman ayrı tutmuştur. Bu
ayrımın sadece savaştıkları için ortaya konulan bir tutum olduğu iddiası hafif
kalır. Çünkü onlar aslında nebevi terbiye ile yetişmişlerdir.
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicretten üç sene önce kendisine zulmeden
müşriklere hitaben: “Ey Kureyşliler! Allah’a yemin ederim ki fazla zaman
geçmeden kabul etmediğiniz şu dine istemeyerek gireceksiniz.” diye hitapta
bulunmuş, sonrasında durum gerçekten bu şekilde cereyan etmiştir.[135] Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in bu sözü sonradan Müslüman olan kimselerin bir kısmının, İslam’ı
gönülsüz kabul ettiklerinin göstergesidir. Zira onların bir kısmı gerçekten de
başta nefretle baktıkları bu dine, Mekke’nin fethinden sonra istemeyerek dahil
olmuşlardır. Sonradan Müslüman olan bu anlayıştaki kimselerden Ensar ve Muhacir
ahlakı göstermeleri beklenemez. Çünkü onlar müslüman olurken zor şartlar
altında bunu kabul etmediler, Müslüman oldukları için eziyet görmediler ve en
önemlisi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in terbiyesi altında
yetişmediler.
Huneyn
ganimetlerinin paylaştırılması sırasında paylaşımdan rahatsız olan bazı
kimseler Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i adaletsiz paylaşım
yapmakla suçlamışlardır. Zü’l-Hüveysira et-Temimi, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’e: “Sen bugün adaletli davranmadın.” deyince Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona: “Ben adaletli davranmayacağım da kim
adaletli davranacak?” diye sorar. Hz. Ömer: “Onu öldürmeyelim mi?” diye
sorunca: “Hayır bırakın onu.” demiş ve devamında: “İleride onun bir taraftar
topluluğu olacak ve bunlar dinde o kadar teferruata dalacaklar ki, okun yaydan
çıktığı gibi dinden çıkacaklar.” buyurmuştur.[136] Aktarılan rivayet de göstermektedir ki
sonradan Müslüman olan kimselerin kalpleri tam olarak İslam’a ısınmış değildir.
Onlar Ensar ve Muhacir gibi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
terbiyesinde de yetişmemişlerdir. Sonradan bu insanların sorun çıkartabileceği
de sahabe toplumu tarafından az çok bilinmekte ve dilendirilmektedir.
Hz.
Peygamber vefat ettikten hemen sonra İbnü’l-Esir’de geçen bir rivayette
Mekkelilerin durumları şöyle aktarılmaktadır: “Rasulullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in vefat haberi Mekke’ye ulaştığında Mekke’nin başında, Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in valisi sıfatıyla Attab b. Esid b. Ebi’l-Âs b.
Ümeyye valilik yapmakta idi. Attab gizlendi, Mekke çalkalandı. Mekkeliler az
kalsın irtidat ediyordu. Bunun üzerine Süheyl b. Amr, Kabe’nin kapısına dikilerek
Mekkelilere seslendi. Hepsi etrafında toplandıktan sonra şöyle söyledi: “Ey
Mekke halkı, en son Müslüman olan ve ilk olarak irtidat edenler olmayın.
Allah’a yemin ederim Allah bu işi Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
belirttiği gibi tamamlayacaktır. Ben, kendisini benim şu bulunduğum yerde ve
tek başına şöyle derken görmüştüm: “Benimle birlikte Lâilâhe illâllah deyiniz.
Bütün Araplar size boyun eğeceği gibi Arap olmayanlar da size cizye
ödeyecektir. Allah’a yemin ederim Kisrâ’nın ve Kayser’in hazinelerini Allah
yolunda harcayacaksınız.” İşte kimisi bununla alay etti, kimisi de bu sözleri
tasdik etti. Sonunda şu gördükleriniz oldu. Allah’a yemin ederim bundan sonra
da geri kalanlar kesinlikle gerçekleşecektir.” Bunun üzerine Mekke halkı irtidat
etmekten vazgeçti.”[137] Mekke’deki Müslümanların İslam’a
karşı durumlarını ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefat
ettikten sonra nasıl bir durum içinde olduklarını göstermesi açısından bu
rivayet önemlidir.
Müslüman
olmalarına rağmen Hz. Ömer bir topluluğun önünden geçerken selam vermeyerek
yüzünü çevirmiş ve bunun üzerine: “Senin bunlarla ilgili bir meselen mi var?”
diye kendisine sorulmuş, o da: “Araplardan şimdiye kadar bunlardan daha çok
hoşlanmadığım kimseye rast gelmiş değilim.” diye cevap vermiştir ve onları yola
koymuştur. Daha sonra bu kimselerden hep tiksintiyle söz etmiştir. Bu kimseler
arasından Sûdan b. Humrân Hz. Osman’ı, İbn Mülcem Hz. Ali’yi öldürmüş, Muaviye
b. Hudeyc Hz. Osman’ın intikamını almak istiyor süsü vererek Müslümanlara
kılıcını çekmiş, Husayn b. Numeyr ise Hz. Ali ile savaşmak konusunda aşırıya
gitmiş kimselerdendir.[138]
V.
HZ. OSMAN DÖNEMİNDE
YAŞANAN HADİSELER
Basra ve
Kûfe gibi şehirlerin öncesinde askeri garnizon olarak tasarlanıp daha sonra
büyük birer şehir -özellikle Kûfe- haline gelmeleri, Hz. Osman döneminde
gerçekleşmiştir. Ganimetlerle birlikte halk iyice zenginleşmiş ve lüks
artmıştır. Fetih döneminde buradan insanlar savaşlara katılıyorlar ve savaş
bitene kadar dönmüyorlardı. Döndükleri zaman da tekrar savaşmak üzere yeni
seferlere çıkıyorlar ve şehirde vakit geçirmeye zaman bulamıyorlardı.
İnsanın
tabiatı gereği meşgul olması ve birtakım işlerle uğraşması gerekmektedir.
Herhangi bir işle uğraşmayan, ancak bir arada yaşayan insanlar arasında husumet
doğurabilecek anlaşmazlıklar çıkabilmektedir. Hz. Osman döneminin ilk altı
senesinde büyük bir hızla ilerleyen fetih hareketleri sırasında savaşta olan
askerlerin yönetimle ilgili bir şikayetleri olmamıştır. Olsa bile meşgaleleri
olduğu için bu fiiliyata dökülmemiştir.[139] Ancak Kûfe, Basra ve Mısır gibi
bölgelerde yaşayan kimseler zaten sonradan müslüman olmuş bedevi ve asker gibi
sınıflardan oluşmaktadır. Hatta aralarında mürtet olup tekrar Müslüman olmuş
kimseler bulunmaktadır.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayattayken halihazırda birçok sorun
çıkarmış olan bu insanların aynı şehirlerde bir arada yaşamaları ve sorun
çıkarmadan yaşamlarını sürdürmeleri mümkün değildir. Çünkü bu kimseler
zamanında müslümanlar için pek çok problem çıkarmış, sahte peygamberlere
inanmış ve dinden çıkarak savaş açmışlardır. Bu bahisteki mevzulara önceki
bölümlerde değinilmiştir.
B.
Kabilelerin ve Liderlerinin İslam’a Karşı
Durumları ve İlk Müslümanlara Bakışları
Bu bölümde
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in vefatından önce yaşanan irtidat
hareketlerine yukarıda değinildiği için girilmeyecektir. Ancak Müslüman olurken
farklı yaklaşımlar benimseyen, Müslüman olmak için birtakım şartlar ileri süren
ve bu konuda gönülsüz davranarak İslam’ı benimsemekte güçlük çıkarak kimseler
konu edilecektir.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mekke döneminde Müslüman olan ve
Medine’ye hicretten sonra gerçekleşen Bedir Savaşı’na katılan Müslümanlara
büyük ehemmiyet vermiştir. Onların İslam’daki derecelerinin üstünlüğünü
vurgulamış ve onları hep önde tutmuştur. Onların ilk Müslümanlardan olması,
İslam’ın yayılmasında etkin rol oynamaları ve birçok çileler çekmiş olmaları
gibi sebepler, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in onlara daha
fazla değer vermesinin sebepleri olarak sayılabilir. İlk dönemde Müslüman olan
ashabın büyük çoğunluğu, fazilet bakımından sonradan Müslüman olanlardan
üstünlerdi. İslam’ı anlama, kalplerinde herhangi bir şüphe bulunmaması gibi
hasletleri sebebiyle birçok defa genel olarak ashap veya içlerinden bazı
sahabeler, Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in övgüsüne mazhar
olmuşlardır.
Ancak bütün
kabilelerin İslam’a girişleri aynı samimiyetle gerçekleşmemiştir. Bazıları
birtakım şartlar sunmuş, namaz, oruç ve zekat gibi ibadetlerin kendilerinden
kaldırılmasını isteyen kabileler olmuş ve Hz. Peygamber de onları reddetmiştir.[140] Hz. Ebûbekir, halifeliği döneminde
zekat vermeyenler üzerine savaş açmış, onları tekrar zekat vermeleri konusunda
ikna etmiş veya bir kısmını öldürmüştür.
Bu ve
benzeri kabileler İslam’a ya gönülsüz girmişler ya da bir beklenti içerisinde
olmuşlardır. Müslümanlar zayıfken onlara yapılmadık işkence ve eziyet
bırakmayan Mekke eşrafı da, İslam iyice yayılıp başka şansları kalmayınca Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in de deyimiyle gönülsüz bir şekilde
Müslüman olmak durumunda kalmışlardır.[141] Sonradan Müslüman olarak birçok
yararlılıklar gösteren kimseler olduğu gibi, sonradan Müslüman olarak tam
olarak iman etmemiş kimseler de bulunmaktadır. Bu ve benzeri kimseler sürekli
olarak sorun çıkarmaktaydı. Zira onlar ne İslam’ın ruhunu tam olarak
benimseyebilmiş ne de kalplerine tam olarak İslam’ı yerleştirebilmişlerdi. Hal
böyle olunca da sonradan Müslüman olan bu kimseler ortaya birçok problemin
çıkmasına sebebiyet vermişlerdir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
kendisinin adaletsiz davrandığını ima eden Zü’l-Hüveysira et-Temîmî’ye: “Ben
adaletli davranmayacak olursam kim adaletli davranır?” diye sorar. Hz. Ömer’in
onun öldürülmesini teklif etmesi üzerine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem): “Hayır bırakın onu. İleride onun bir şiası (taraftar grubu) olacak ve
bunlar dinde o kadar teferruata dalacaklar ki, okun yaydan çıktığı gibi dinden
çıkacaklar.”[142] buyurmuştur. Bu insanlar daha sonraki
dönemlerde sorun çıkarmaya devam etmişler ve fitne olaylarının içinde de yer
almışlardır.
Nitekim İbn
Haldun; Beni Bekir bin Vâil, Abdülkays, Rebî’a, Ezd, Kinde, Temîm, Kuzâ’a ve
başka kabileler içinde çok az sayıda kişinin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in sahabesi olma şerefine nail olduğunu, çoğunun ise bu durumda
olmadığını, fetihlerde önemli işler başardıklarını ancak sahabenin fazileti ve
haklarını gözetme konusunda gevşek davrandıklarını belirtmektedir.[143]
C.
Hz.
Osman’ın Müsamahalı Yönetimi
Hz. Osman
dönemi fitne olaylarını değerlendirilirken, kendisinden önce de problemlerin
yaşanması, kargaşa ve İslam topraklarındaki ayaklanmaların mahiyeti hakkında
bilgi verilmişti. Zira Hz. Osman dönemine kadar, önceki halifelerin ve Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in döneminde de olumsuz hadiseler
yaşanmıştır. Ancak Hz. Osman döneminde Müslümanlar arasında ilk kez bu kadar
büyük bir anlaşmazlık baş göstermiş ve yüz yıllar sürecek bir çok problemi de
beraberinde getirmiştir.
Hz. Ömer’in
halifeliği önceki dönem olması sebebiyle, Hz. Osman dönemiyle sıklıkla
karşılaştırılan bir devirdir. Neticede Hz. Osman, Hz. Ömer’den bir nevi miras
devralmıştır. Onun yapacakları Hz. Ömer dönemiyle kıyaslanacak ve ona göre
değerlendirilecektir. Sonraki dönemde yaşanan hadiseler, tarihçileri Hz. Ömer
ve Hz. Osman dönemlerini kıyaslamaya da itmektedir.
Üçüncü
halife, selefinden çok daha müsamahakar bir yönetim anlayışına sahip olmuştur.
Kendinden önceki halifenin affetmediği kimseleri affetmiş, sahabenin Medine
dışına çıkmasına izin vermiş ve insanların zenginleşmesinde herhangi bir beis
görmemiştir. Ahmet Cevdet Paşa’nın da ifade ettiği gibi sahabenin büyüklerinden
her biri birer müçtehit sayılacağı için[144] onların uygulamalarını birbirleriyle
kıyaslayarak elde ettikleri sonuç üzerinden birini diğerinden daha üstün ve iyi
saymak anlamsız bir karşılaştırma olur. Çünkü her dönem kendi içinde özel
durumları barındırmaktadır.
Hz. Osman
dönemi şartlarını kim yaşasaydı nasıl olurdu gibi bir kıyasa girmek gereksiz
olacaktır. Başlıkta da belirtildiği gibi şayet Hz. Osman’dan daha sert mizaçlı
biri olsaydı gerçekten hiçbir sorun çıkmaz ve Müslümanların aralarında
anlaşmazlıklar çıkmaz mıydı? Bu soruyu sormak ve buna müspet veya menfi
cevaplar vermek akıl yürütmek dışında farklı bir çözüm üretemeyecektir. Ancak
bu soru, tüm suçu tek bir şahıs üzerine yükleme gibi bir durumdan bizleri
kurtarmaktadır. Çünkü Hz. Osman’ın izlediği politikaların bir kısmı
hoşnutsuzluk doğurmuş olsa da, sahabenin sayısının ve etkisinin azalması, Kûfe
gibi merkezi yerlerde İslam’da önceliği olanların geri planda kalması ve
sonradan müslüman olarak onlara katılanların ise öne plana çıkması[145] gibi sebeplerin yok sayılmaması
gerekmektedir. Bu sebeple her aşaması yeni denilebilecek yapılanmada olan İslam
devleti, bütün organlarıyla sistematik bir yapı oluşturamadığı ve kontrol
mekanizmasını çalıştırmadığı için sonuçları bütün insanlığı etkileyecek bir netice
ortaya çıkarmıştır. Merkezden uzak Müslümanların kontrol edilememesi ve farklı
din mensuplarının topluma dahil olması gibi olgular,[146]
fitne çıkmasına sebebiyet veren sebeplerden sayılabilir.
Hz. Osman,
zenginlere karışmamakta, insanların seyahat özgürlüklerini kısıtlamamakta,
affedebileceği kimseleri affetmekte ve sürülmüş kimselerin geri dönmelerine
müsaade etmektedir. Kendi akrabalarını tutmasından ziyade toplumun
farklılaşması ve onun mizaç olarak daha müsamahalı bir yönetim tarzı izlemesi
de sonuçları şehit edilmesine giden olaylar silsilesinin önünü açmıştır. İlk
altı yıllık dönemde atadığı valiler büyük yararlılıklar göstermiş ve birçok yer
fethedilmiştir. Sonraki süreçte akrabalık bağları sorun olarak görülmüştür. Bu
durum da hadiselerin sadece akraba ilişkilerinden veya kötü yönetimden
kaynaklanmadığını, toplumun dönüştüğünü göstermektedir.
İlk başta
Hz. Ömer’in tavizsiz yönetiminden şikayet eden ancak sesini çıkaramayan
kimseler, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’den daha yumuşak bir yönetim sergileyeceğini düşünerek
onun halife olması için dualar etmiş ancak o yönetime geçince de birçok kimse
onun yumuşak karakterinden istifade etmek için sıraya girmiştir. Bu durumlar
bir tarafa bırakılarak sadece Hz. Osman’ın davranışları üzerinden olayları
değerlendirmenin dönemi anlamak için yardımcı olmayacağı düşünülebilir.[147]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HZ. OSMAN’IN ŞEHADETİ VE MEDİNE’DEKİ
ORTAM
I.
İleri
Gelen Sahabelerin Durumları ve İmkanları
Fitne
olaylarının başlangıcında; Basra, Kûfe ve Mısır gibi şehirler ön plandadırlar.
Ancak bu şehirlerde isyancılarla hareket edenler olduğu kadar onları
desteklemeyenler de bulunmaktadır. Bazı kesimler ise sessiz kalınması
gerektiğini düşünmekte ve olayların bir an evvel yatışmasını arzu etmektedir.
Kaynaklardan anladığımız kadarıyla, Hz. Osman’ın şehit edilişine kadar kimse
halifenin asiler tarafından şehit edileceğini tahmin etmemektedir. Hz. Osman
valilerinden askeri yardım göndererek ona yardım etmesini istediğinde asiler
onu öldürmeye karar vermiş ve netice itibariyle de şehit edilmiştir.
Medine’de
Hz. Osman’ın evi kuşatma altındayken, Hz. Ali, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b.
Avvam, Sa’d b. Ebû Vakkas, Üsame b. Zeyd, Ammar b. Yasir, Muhammed b. Meseleme
gibi sahabeler Medine’de bulunuyorlardı. Bu sahabeler Hz. Osman şehit edilince
de hemen Hz. Ali’ye biat ettiler.[148] Onlardın Hz. Osman kuşatma altındayken
tepkilerinin ne olduğu ve Hz. Osman’a karşı bakışlarının nasıl olduğunu bilmek
de önem arz etmektedir. Özellikle Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Hz. Ali
ve Sa’d b. Ebû Vakkas gibi isimler şûrâdaydılar ve sonraki dönemde, Hz.
Osman’ın halifeliği sırasında da birçok olayın içindeydiler. Onların hiçbir
şekilde halifeye karşı bir yardım çabası içerisinde olmadıkları da iddia
edilmektedir.[149] Ancak bu iddia tamamen asılsız ve
temelsizdir. Olaylar büyümeden evvel sahabenin ileri gelenleri asileri ikna
etmeye ve halife ile asiler arasında orta yol bulmaya çalışmışlardır. Onların
yardımlarının göstermelik olduğuna[150]
dair iddialar olayların gelişimine ve ashabın tutumuna aykırılık arz
etmektedir.
Hz. Osman
şehit edildikten hemen sonra asiler, kendilerinin yanında ashabın ileri
gelenlerinden kimseler olduğu da düşünülsün isteyerek: “Ey Talha b. Ubeydullah!
Osman b. Affan’ı öldürdük.” dediler. Amaçları onu da halkın gözünde suçlu
göstermekti. Hz. Osman şehit edildiği sırada Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Sa’d
evlerinden dışarı çıkmamışlardır. Onun şehit edilmesine de Medine’den sevinen
kimse çıkmamıştır.[151]
Hz. Osman
kuşatma altındayken Hz. Ali’ye haber gönderip yanına kendisine gelmesini
istedi. Hz. Ali elçiyle birlikte gitmek üzere yerinden kalktı. Onun yakın aile
çevresinden bazıları ona engel oldular ve şöyle dediler: “Önündeki bölük bölük
askerleri görmüyor musun? Bunlardan kurtulup ona ulaşamazsın.” Hz. Ali’nin
başında bir sarık vardı. Onu başından çözdü, Hz. Osman’ın elçisine fırlattı ve
dedi ki: “Gördüğün şeyi ona haber ver!” Daha sonra mescitten çıktı. Medine
çarşısında bulunan Ehcârüzzeyt’e geldiğinde Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi
kendisine geldi ve şöyle dedi: “Ey Allah’ım! Onun öldürülmüş olmasından veya öldürülmesine
meyletmek suretiyle onun kanının dökülmesinden uzak olduğumu sana arz
ediyorum.”[152] Hz. Ali’nin bu ifadeleri, ashabın
yaşananlar karşısındaki çaresizliğini göstermektedir.
Hz. Osman
kuşatma altındayken: “Sorup soruştur! Bak bakalım insanlar ne diyor?” diyerek
bir adam gönderdi. Adam gidip dönünce dedi ki: “Onun kanı artık helal oldu
dediklerini duydum.” Bu söz üzerine Hz. Osman: “Müslüman bir kişinin kanı,
imanından sonra inkar eden bir adam, evlendikten sonra zina eden, birini
öldürüp de ona karşı kısasla öldürülen biri olmadıkça helal olmaz.” dedi. Zeyd
b. Sabit, Hz. Osman’ın yanına geldi ve ona: “İşte bu Ensar kapıda! ‘Şayet
istersen biz ikinci defa Allah’ın yardımcıları oluruz’ diyorlar.” dedi. Ancak
Hz. Osman onun bu teklifini reddederek: “Savaşmak ise, hayır!” dedi.[153] O, asilerle savaşmak
isteyenlere karşı çıkmış ve müslümanların birbirlerini öldürmelerine razı
olmayarak kendi canını feda etmiştir.
Hz. Osman
Müslümanların birbirleriyle savaşmalarını istememiştir. Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i rüyasında gördüğünü söylemiş, bu şekilde
öldürüleceğini,[154] ancak kimsenin kanının dökülmesinin
istemediğini ifade etmiştir. Yanına girerek: “Ey Müminlerin emiri! Savaşmak
artık mübah oldu.” diyen Ebû Hureyre’ye: “Ey Ebû Hüreyre! Bütün insanları ve
beni öldürmen seni sevindirir mi?” diye sormuş. O da: “Hayır.” diye cevap
vermiştir. Hz. Osman: “Allah’a yemin olsun ki gerçekten tek bir adamı
öldürürsen bütün insanları öldürmüş gibi olursun.” Ebû Hureyre: “Bunun üzerine
döndüm ve artık savaşmadım.” demiştir. [155]
Kuşatma
altındayken Hz. Osman, “Talha içinizde mi?” diye sordu. “Evet!” dediler. Bunu
üzerine Hz. Osman: “Sana Allah’ı hatırlatırım. Bilir misin ki, Allah Resulü
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ensar ile Muhacir’i kardeş ilan ettiğinde beni
kendisiyle kardeş ilan etmişti değil mi?” diye sordu. Talha da: “Allah
şahittir, evet!” dedi.
Abdullah b.
Zübeyr’den aktarıldığına göre: “Evi kuşatıldığı gün Osman’a şöyle dedim:
“Allah’a yemin olsun ki, Allah onlarla savaşmayı sana helal kılmıştır.” Bunun üzerine
o: “Hayır. Vallahi onlarla asla savaşmam.” dedi. O oruçlu iken yanına
girdiler.” Urve dedi ki: “Osman, ev muhafızlığı konusunda Abdullah b. Zübeyr’i
görevlendirmiş ve şöyle demişti: “Bana itaat edilmesi hususunda kimin üzerinde
hakkım varsa o, Abdullah b. Zübeyr’e itaat etsin.”[156]
İbn Sa’d’da
geçen rivayette: “Hz. Osman’ın yanında yedi yüz kişi vardı. Şayet onları
bıraksaydı Allah’ın izniyle onları yani asileri, bizim bölgemizden çıkarıncaya
kadar kılıçtan geçirirlerdi. Evdekilerin arasında Abdullah b. Ömer, Hasan b.
Ali ve Abdullah b. Zübeyr de vardı.”[157]
Medine’de
bulunan sahabeden hiçbiri Hz. Osman’ın öldürüleceğine ihtimal vermiyordu. Ancak
o asiler tarafından şehit edildi. Ve Müslümanların kendi aralarında
savaşmalarına da razı olmadı. Ashab birçok defa onun öldürülmesine engel olmak
istemiş,[158] ancak o buna karşı çıkmıştır.
İslam
toplumunun başına ilk defa böyle bir hadise gelmekteydi. Dolayısıyla toplum bir
halifenin öldürülebileceği ihtimalini göz önünde bulunduramamış ve asilerin evi
kuşattıktan sonra Medine’yi daha önceki hadiselerde olduğu gibi terk
edeceklerini düşünmüş olmalıydı.
II.
Hz.
Ali’nin Muhasara Dönemindeki Fiilleri
Burada Hz.
Ali’nin Hz. Osman’a tavsiyelerine dair bir başlığın açılmasının sebebi; Hz.
Ali’nin Hz. Ebûbekir döneminden beri hilafetle ilgili meselelerde hep gündeme
gelmesi ve Hz. Osman’ın halifeliği döneminde bilfiil meselelerin içerisinde
bulunmasıdır. Hz. Osman şehit edildikten sonra Hz. Ali’nin halife seçilmesi ve
devamında yaşanan olaylar, ondan Hz. Osman’ın kanının talep edilmesine yol
açmış ve bazı çevreler tarafından halifenin şehit edilmesi hadisesinde sorumlu
olarak görülmüştür.[159]
Hz. Osman
ve Hz. Ali, Hz. Ömer’in vefatından sonra oluşturulan şûrâda halifelik için en
güçlü iki adaydı. Şûrâya başkanlık eden Abdurrahman b. Avf şûrâ üyeleriyle
görüşürken Hz. Osman’a kendisi halife seçilmezse kimin seçilmesini istersin
sorusuna Hz. Ali’yi, Hz. Ali de aynı soruya cevaben Hz. Osman’ı söylemiştir.[160] Yani halifeliğin en güçlü iki
adayı birbirlerini halifelik için uygun görmüşler ve bunu dile getirmekten de
çekinmemişlerdir. Daha sonraki süreçte Hz. Osman halife seçilince Hz. Ali ona
biat etmiş ve ona yeri geldiğinde destek olmuş, bazen eleştirmiş ve zaman zaman
tavsiyelerde bulunmuştur. Hz. Ali uğraşlarına rağmen, Hz. Osman’ın şehit edilmesinden
sonra birtakım suçlamalarla karşılaşmıştır.[161] Onun olaylarla hiçbir ilgisinin
bulunmadığı, sonrasında toplumun büyük kesimi tarafından halife olarak kabul
edilmesinden ve kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır.
Hz. Osman,
kuşatma altına alınmasından evvel birçok olayda Hz. Ali’nin görüşüne başvurmuş
veya kendisi gelerek halifeye tavsiyelerde bulunmuştur. Hz. Osman da Hz.
Ali’nin görüşlerine önem vermekte ve onun uyarılarını büyük oranda dikkate
almaktadır. Bazı konularda farklı bakış açılarına sahip olsalar da
birbirlerinin değerlerini bilmekte ve saygı göstermektedirler. Hz. Ali Kur’an
mushaflarının çoğaltılması hususunda Hz. Osman’a kızan bir Kûfeli’ye kızmış ve
kendisinin de onun yerinde olsa aynı şeyi yapacağını ifade etmiştir.
İbnü’l-Esîr,
Hz. Osman’ın şehit edilmesine sebebiyet veren olayları aktarırken; ashabın
duyduğu rahatsızlığı ve Hz. Ali’ye giderek Hz. Osman’la konuşmasını ve Hz.
Ali’nin de onun yanına giderek ona yaptığı hitabını rivayet eder: “Müslümanlar
bana gelip senin hakkında benimle görüştüler ve beni sana onlar gönderdiler.
Kendileri de dışarıda bekliyorlar. Vallahi, sana ne söyleyeceğimi bilmiyorum.
Senin de bilmediğin bir şeyi biliyor değilim. Bilmediğin bir hususu sana
iletecek ve onu sana bildirecek değilim. Benim bildiklerimi sen de biliyorsun.
Herhangi bir bilgi senden gizli kalmış değildir ki onu sana bildirelim, senden
gizli tuttuğumuz bir şey yok ki onu sana ileteyim, senin dışında herhangi bir
konuda bizim bir ayrıcalığımız ve özelliğimiz de yoktur. Sen Rasulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in sohbetinde bulunup ondan birçok şeyler işittin ve onun
damadı oldun. İbn Ebî Kuhâfe senden daha üstün bir amel işlemiş değildir. İbn
el-Hattâb da senin işlediğin hayırlardan daha üstün hayırlar işlemiş bir kimse
değildir. Sen akraba olarak Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e daha
yakınsın. Sen hiç kimsenin erişemediği bir akrabalığa eriştin. Senden evvelki
iki halife seni hiçbir konuda geçmiş değillerdir. Ey Osman, Allah’tan kork
Allah’tan! Kendi nefisini Allah’tan sakındır. Vallahi senin gözlerin kapalı
değildir ki sana bazı şeyleri gösterelim. Sen cehalet içinde değilsin ki sana
bir şeyler öğretip duralım. Yol gayet açık ve bellidir. Dinin emirleri ve
düsturları da gayet açık ortadadır. Ey Osman! Şunu çok iyi bil ki, Allah
kullarının en üstünü ve faziletlisi adil bir halifedir. Öyle bir halife ki
kendisi hidayete erer ve başkalarını da doğru yola iletir. Malûm olan
sünnetleri ikamet eder ve terk edilmiş olan sünnetleri de tümüyle öldürür.
Vallahi işte bunlar apaçık ve bellidir. İslam’ın sünnetleri dimdik ayaktadır ve
belli ölçüleri vardır. Bid’atler de bellidir ve onların da ölçüleri vardır.
İnsanların Allah katında en şerli ve kötü olanları ise dalalette olan ve
insanları da dalalete sokan zalim devlet başkanlarıdır. Onlar bilinen
sünnetleri öldürür, terk edilmiş bid’atleri de icra ederler. Ey Osman! Ben seni
Allah’ın darbelerinden ve intikamından tahzîr ederim, senin uzak olmanı
dilerim. Allah’ın azabı şiddetli ve elimdir. Ey Osman! Seni bu ümmet içinde
öldürmeye ve ölüm kapısını açıp kıyamet gününe kadar bu ölüm kapısının devam
etmesine sebep olacak bir devlet başkanı olmandan sakınmanı dilerim. Böyle bir
devlet başkanı insanlara bu fitne elbisesini giydirir ve onları paramparça bir
halde terk eder. Onlar da batılın gözlerini kapatmasından dolayı hakkı göremez
olur. Bu batıl içerisinde dalgalar onları sürükleyip götürür ve onlar da bu
batıl içerisinde yüzüp giderler.” Hz. Ali’nin bu sözleri üzerine Hz. Osman
şöyle der: “Vallahi, senin bu söylediklerini söyleyen kimselerin kimler
olduğunu anladım.
Vallahi,
sen benim yerimde olmuş olsaydın sana böyle serzenişte bulunmaz ve kınamaz,
seni böyle ayıplamazdım. And olsun, sen bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını
giderseydin Ömer b. el-Hattâb’ın yaptığı gibi zayıf bir kimseyi barındırmış
olsaydın, kesinlikle sana gelip böyle kınamalarda bulunmazdım. Muğîre b. Şu’be
şu an burada değildir.” Hz. Ali: “Evet, değildir.” Hz. Osman: “Hz. Ömer onu
görev başına getirmişti. “ deyince Hz. Ali: “Evet.” der. Hz. Osman: “Ben
akrabam ve yakınım olan İbn Amir’i vali tayin ettim diye beni niye kınıyorsun?”
Hz. Ali de şöyle der: “Ömer tayin ettiği valilerinden herhangi birisinin en
ufak bir hatasını işittiği anda onu en ağır cezaya çarptırır ve sürekli olarak
kulağının dibinde ona baskı yapardı. Fakat sen bunu yapmıyorsun. Bu konuda da
biraz daha zayıf düştün ve akrabalarına karşı da yumuşak davrandın.” Hz. Osman
ona: “Onlar aynı zamanda senin de akrabalarındır.” diye karşılık verir. Hz.
Ali: “Onlar akraba olarak en yakınlarımdır. Ancak fazilet ve hayır onlardan
başkasındadır.” deyince, Hz. Osman ona şöyle sorar: “Muaviye’yi Hz. Ömer’in
tayin ettiğini biliyor musun? Ben de onu görevde bıraktım.” Hz. Ali de buna
karşılık: “ Allah’ını seversen Muaviye’nin Ömer’in kölesi Yerfe’nin Ömer’den
korktuğundan daha çok Ömer’den korktuğunu bilmiyor musun?” deyince Hz. Osman:
“Evet biliyorum.” diye cevap vermiştir. Hz. Ali devamla: “Fakat bugün Muaviye
sana danışmadan bir sürü işler çeviriyor ve “Osman böyle emretti.” deyip
duruyorken sen bunu biliyorsun fakat alıkoymuyorsun.” Daha sonra Hz. Osman
halka hitap ederek kendisinden şikayetçi olunmamasını, Hz. Ömer’i eleştirmeye
cesaret edemeyenlerin kendisini eleştirdiğini söyleyerek bundan vazgeçmelerini
istemiştir.[162]
Buradan da anlaşılacağı üzere Hz. Ali, Hz. Osman’ın ashap arasındaki
önceliğinin farkındadır ve onun değerini bilerek ona hitap etmektedir. İki
büyük sahabenin birbirlerinden farklı düşünmeleri ve bu konuda aralarında
tartışmaları tabiidir. Buradan onların önceden beri birbirlerine rakip veya
düşman olduklarını söylemek zorlama yorumdan öteye geçmemektedir.
Hz. Ali,
Mısırlıların geri dönmesinden sonra Hz. Osman’ın yanına giderek şöyle
söylemiştir: “Müslümanlara bir hitapta bulun. Onlar da Yüce Allah da senin
kalbinde herhangi bir hilenin ve ayrılık fikrinin bulunmadığını bilsinler ve
sana emaneti teslim etsinler. Şu anda bütün şehirler senin aleyhinde çalkalanıp
duruyor. Bunu yap da birkaç gün sonra Basra’dan veya Kûfe’den bazıları çıkıp
gelirse: “Haydi Ali, çık git, onları ikna et.” demene gerek kalmasın. Eğer böyle
yapmayacak olursan işte o zaman göreceğin gibi ben de seninle olan akrabalık
bağlarımı koparmış ve senin bana olan hakkını hafife almış oluyorum.” Bunu
üzerine Hz. Osman dışarı çıkıp insanları bir araya topladı ve onlara hitap
etti. Ancak bu hutbe onlar arasında bazı karışıklıklara neden oldu.
Konuşmasının sonunda şöyle tövbe ederek: “İlk öğüt alanlardan ve kendisine
yapılan nasihati kabul edenlerdenim. Bundan dolayı Allah’tan mağfiret diliyor
ve tövbe ediyorum.” Diyerek hiçbir ayrılığa razı olmadığını belirtti ve şöyle
dedi: “Ben minberden indikten sonra, sizlerin ileri gelenleriniz gelsinler ve
görüşlerini beyan etsinler. Vallahi aranızda bir köle dahi beni hakka iletecek
olursa onun dediğini yerine getirir, bir köle gibi boyun eğer ve Allah’a giden
yolun dışında hiçbir yolun olmadığını beyan ederim. Vallahi sizi arzu ettiğiniz
gibi razı edeceğim ve Mervan’ı ve yakınlarını sizden uzaklaştıracağım, onları
sizinle aramızda perde edinmeyeceğim.”[163] Bu olay Hz. Ali’nin Hz. Osman nezdinde
ne kadar kıymetli olduğunu ve onu dinlediğini göstermesi açısından önemli bir
olaydır. Ancak sonraki süreçte Mervan b. Hakem, Hz. Osman’dan habersiz olarak
kalkmış ve insanlara bir konuşma yapmıştır. Bu konuşma insanlar arasında büyük
bir rahatsızlık uyandırmıştır. Hz. Ali bunu duyduğunda üzülür ve tekrar Hz.
Osman’a giderek neden Mervan’a engel olmadığını, Mervan’ın kendisiyle istediği
gibi oynadığını ve din konusunda da herhangi bir şekilde görüş beyan edecek
adam olmadığını ona iletmiştir.[164]
Hz. Ali Hz.
Osman’ın halifeliği boyunca ona muhalif hareket etmek şöyle dursun, her işinde
en doğrusu olması için uğraşmış ve sürekli olarak ona tavsiyelerde bulunmuştur.
Fikir ayrılıklarından dolayı Hz. Osman’la aralarında anlaşmazlık çıkmış, Hz.
Osman ona kendisini yalnız bıraktığını söylemiş ancak o, hep yanında olduğunu
birçok işte onu iyi olana yönlendirmek için uğraştığını söylemiştir. Neticede
Hz. Ali ona kızmış olmalı ki asiler tarafından evi kuşatılıp susuz kalıncaya
kadar Hz. Osman’ın hiçbir işine karışmamıştır. Onun susuz kaldığını öğrenince
de Hz. Talha’dan ona su götürmesini istemiştir. Böylece aralarındaki buzlar da
erimiştir.[165]
III.
Asilerin
Niyetleri ve Uygulamaları
Muaviye b.
Ebû Süfyan’ın valilik yaptığı Şam dışında, Basra, Kûfe ve Mısır’daki gibi
şehirlerde sesler yükselmeye başlamış ve Hz. Osman’a karşı tavır almalar baş
göstermeye başlamıştı. Şam’da herhangi bir sıkıntının yaşanmamasının sebebi
Muaviye’nin yürüttüğü siyaset ve yakın çevresinin de yanında olmasından
kaynaklanıyordu. Ancak diğer şehirler kozmopolit yapıları ve farklı insan
profilleri nedeniyle yönetilmesi daha zor şehirlerdi.
Hz. Ömer
döneminde de valilerden rahatsızlık duyulmakta ve insanlar şikayette
bulunmaktaydılar. Dört dörtlük bir yönetim olmasa bile valiler değiştirilerek
toplumun isteği göz önünde tutulmakta ve ona göre hareket edilmekteydi. Burada
insanların neden Hz. Ömer’e karşı Hz. Osman’a yaptıkları gibi doğrudan bir
kalkışma ve isyan etme hareketi içinde olmadıkları sorusu bizi, Hz. Ömer’in
şahsi kişiliğinin yanında, fetih hareketleri ve şehir yapıları gibi sebeplerin
cevaplarını aramaya itmektedir. Hz. Osman döneminde yaşanan sorunları ele
alırken sadece halife üzerinden sorunları okumak yerine o dönemde ortaya çıkan
asilerin ne amaçla ve hangi cesaretle bu gibi faaliyetlere giriştiklerini de
bilmek yerinde olacaktır.
Basra ve
Kûfe’de farklı meselelerden dolayı Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında vali
değişiklikleri gerçekleşmiştir. Bu ya valilerin bireysel hatalarından dolayı ya
da orada yaşayan halkın valinin uygulamalarından dolayı şikayet etmeleri ve bu sebeple
valilerin değiştirilmeleri şeklinde olmuştur. Sürekli olarak vali değişikliği
olan Basra, Kûfe ve Mısır gibi yerlerin sadece doğru yönetilemediğini söylemek
ve bütün suçu yöneticilere atmak birçok farklı meseleyi ne yazık ki görmezden
gelmek olacaktır. Çünkü bu bölgelerde yaşayan insanların ne amaçladığını, neye
göre bu değişiklikleri istediklerini ve Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle
sonuçlanan olayların hangi sebeplerle çıktığını bilmemek birçok noktayı eksik
bırakacaktır.
Valiler ile
ilgili sorunların önceki bölümde zikredilmiş olmasında dolayısıyla, yeniden
valiler üzerinden buradaki başlığı ele almak gerekli görülmemekte, söz konusu
şehirlerdeki insanların durumları hakkındaki rivayetleri aktararak
değerlendirme yapmak daha isabetli görülmektedir.
Hz. Ömer,
Kûfe halkının kendisini meşgul edip uğraştırdığını söylemiş ve oraya vali
olarak kimin atanacağı konusunda kararsız kaldığını çevresiyle istişare
etmiştir. Daha önce Sa’d b. Ebû Vakkas ve Ammar b. Yasir gibi şahsiyetlerin
vali olarak görev yaptığı Kûfe’ye bu defa Muğîre b. Şu’be vali olarak tayin
edilmiştir.
Velîd. b.
Ukbe Kûfe’de valilik görevini yürütürken hicri otuz yılında bir gencin
katillerini cezalandırarak kısas uygulamıştır. Bu uygulamasından rahatsız olan
katillerin akrabaları da Velîd’in peşine casus takıp açığını kollamaya
başlamışlardır.[166] Daha sonra da Velîd’in içki içtiğine
dair bir iddia ortaya atarak Hz. Osman’a şikayette bulunmuşlardır. Bu sebeple
Hz. Osman onu görevden almış ve yerine Said b. Âs’ı vali olarak tayin etmiştir.[167] Velîd b. Ukbe ile bulunan Malik b.
Haris en-Nehaî, Ebû Haşşe el-Gıfârî, Cündep b. Abdullah ve Cesseme b. Sa’b b.
Cesseme de ona katılmışlardır. Bunlar aynı zamanda Velîd’le birlikte bulunan
kimselerdir. [168]
İbnü’l-Esîr’de
geçen rivayette: “Said b. As Kûfe’ye gidince oradaki kimselere, valilik
görevine istemediği halde getirildiğini ifade etmiş ve şöyle söylemişti: “Şunu
biliniz ki fitne başını çıkarmış ve gözlerini açmış bulunuyor. Vallahi bu
fitneyi mutlaka kahredeceğim ve kökünden söküp atacağım. Yoksa o beni yok
edecektir. Bu konuda da kendimin murakıbı da yine ben olacağım.” Halka bu
hutbeyi verdikten sonra Kûfelilerin durumlarını sorgulamaya ve araştırmaya
başlamıştır. Daha sonra bu durumu Hz. Osman’a haber vermiş ve: “Kûfe halkının
ıstırap içinde bulunduklarını, şerefli ve üstün insanların kahredilip İslam’ın
ileri gelen şahsiyetlerinin zillete uğratıldıklarını, buna karşılık buraya
hakim olanların daha sefil kimseler ve bedevi Araplar olduğunu, üstün ve şeref
sahibi kimselere iltifat edilmediğini, musibetlerin de bu insanların başından
eksik olmadığını yazmıştır.”[169] Said bu sözleriyle Kûfe’deki
kimselerin durumları ve orada bulunan karışık durumu da anlatmaktadır.
Said b. As
da vali olunca onlar hakkındaki görüşlerini Hz. Osman’a iletmiş ve onların
tamamıyla başıboş kimseler olduğunu ve Müslümanların önderlerinin önüne
geçtiklerini haber vermiştir. Said b. Âs’ın: “Sevad-ı Irak Kureyş’in arka
bahçesidir.”[170] sözü, Kûfelileri kızdırmış ve
rahatsızlıklarını Hz. Osman’a iletmişlerdir. Daha sonra sorun çıkaran bu kimseler
Şam’a gönderilmiş ve Muaviye’nin onlar hakkında birtakım yorumları olmuştur.
Es-Savârî
savaşı sırasında Muhammed b. Huzeyfe ve Muhammed b. Ebûbekir, Abdullah b. Sa’d
b. Ebû Serh’in Mısır valiliğinden memnun olmadıklarını ilk defa bu savaş
sırasında dile getirmişler ve Hz. Osman aleyhinde konuşmaya başlamışlardır. Bu
konuşmanın fitilini ateşleyen durum vali ile aralarında çıkan anlaşmazlık
olmuştur.[171]
Onlar Hz.
Osman’ın dinden dönüp tekrar Müslüman olan ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in öldürülmesini emrettiği ancak daha sonra Hz. Osman’ın himayesiyle
affedilen birinin nasıl valilik görevine getirilebileceğini sorgulamışlar,
bundan duydukları rahatsızlığı dile getirmeye ve böylece taraftar toplamaya
başlamışlardır. Aynı şekilde Said b. Âs ve Abdullah b. Amir gibi kimselerin de
valilik yapmasını eleştirmişlerdir. Abdullah b. Sa’d onların bu
muhalefetlerinden dolayı gazveye giderken onlarla aynı gemiye binmek istememiş
ve onlar da farklı bir gemiye binmişlerdir. Savaşta kendilerini geri çekmişler
ve böyle bir valinin altında çalışılmayacağım söylemişlerdir. Abdullah b. Sa’d
onları tehdit etmiştir. Ancak onlar bu davranışlarından vazgeçmemiş ve birçok
kimse de onlara uyarak daha önce duyulmamış tarzda söylemlerde bulunmaya
başlamışlardır.[172] Onların bu muhalefeti Mısır’da
asilerin cesaretlenmesine sebep olmuş ve Mısırlılar halifeye şikayetlerini
bildirmek için Medine dışına kadar gelmişlerdir.[173]
Burada
Basra, Kûfe ve Mısır’da faaliyetler yürüten, Müslümanların farklı düşünmelerine
ve İslam halifesine karşı isyan etmelerine sebebiyet veren Abdullah b. Sebe’den
bahsetmek yerinde olacaktır. İbn Sebe Basra, Kûfe ve Mısır gibi şehirlerde
gezerek Hz. Osman’ın değil de Hz. Ali’nin halife olması gerektiğini söylemekte,
onun Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yardımcısı olduğunu dile
getirerek halifenin bulunduğu yeri haksız yere işgal ettiğini fikrini
yaymaktadır. Bu ve benzeri fikirlerle insanlar Hz. Osman’ın artık azledilmesi
gerektiğini düşünmeye başlamış ve bu amaçla Mısır’dan dört bin kadar kişiyle
Medine dışında konaklamışlarıdır.[174]
Hz. Osman,
onların Medine dışında konakladıklarını duyunca insanlara hutbe vermiş ve şöyle
demiştir: “Şikayetçi olanlar diyorlar ki, ben seferi namazını dört rekat
kılmışım, oysa ki Rasulullah iki rekat kıldı. Ve yine diyorlar ki; Ebûbekir ve
Ömer b. Hattab da iki rekat kıldı. Ama ben evimde oturup ikamet ediyorum. Bu
sebeple bana misafirmiş gibi namaz kılmak vacip değildir. Bir de ayrıca
Kur’an’ı da yaktığımı söylüyorlar. Şundan dolayı ki; Kur’an onların elinde azdı
ve herkes benim Kur’an’ım doğrudur diyordu. Bense bunun üzerine hepsini
toplattım ve düzelttirdim. Halkın eline doğrusunu verdim. Ellerinde yanlış
olarak bulunanları yaktırdım. Yine bana; Mervan b. Hakem’i Rasulullah sürgün
etti, sen onu nasıl affedip geri dönmesine izin verirsin ve yardımcın yaparsın
diye soruyorlar. Doğrudur. Ancak, Rasulullah da Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vali
tayin etti. Henüz sakalı bile yoktu. Üsame b. Zeyd’e ordu komutanlığı görevini
verdi. O da yirmi iki yaşındaydı. Bazı kişiler de ordu komutanlığını
akrabalarına veriyorsun diyorlar. Ancak yüce Allah şöyle buyurur: “Rabbinizden
korkun! Ve akrabalık bağlarınızı koparmaktan sakının. Allah her an sizi
gözetlemektedir.”[175] Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Akrabalıklarından ötürü yakınlıkları olanlar, birbirlerine daha yakındırlar.”[176] Hz. Osman’ın bu açıklamaları, yaptığı
filleri aslında bir dayanakla yaptığının ve keyfi davranmadığının bir
göstergesidir. Her zaman yaptığı filleri, halife olduktan sonra da yapmaya
devam etmiş ve bunda da herhangi bir beis görmemiştir. Burada önemli olan
husus, Hz. Osman’ın yaptıklarından ziyade, gelen insanların ne amaçla
geldikleri, ne amaçladıkları ve bazı kimseler tarafından nasıl
aldatıldıklarıdır. Halifeliğinin başlangıcından itibaren aynı uygulamaları
yapan Hz. Osman son dönemde eleştirilmeye başlanmış ve bu eleştiriler de
sonradan Müslüman olmuş ve İslamî şuurun tam yerleşmediği kimseler tarafından
yöneltilmiştir.
Hz.
Osman’ın bu sözlerden sonra Mısırlılar bu defa Kûfeliler ve Basralılarla
birlikte geri dönmüşlerdir. Başlarında; Eşter en-Nehaî, Malik b. Eşcâ, Zeyd b.
Şavhan, Abdullah b. Eşcâ gibi kimseler vardır. Mısırlılar Hz. Ali’yi,
Basralılar Hz. Talha’yı ve Kûfeliler ise Hz. Zübeyr’i istiyorlardı. Amaçları
Hz. Osman’ı azletmek ve yerine bu üç sahabeden birini geçirmekti.[177]
Daha
sonraki süreçte Hz. Osman, Hz. Ali’nin yanına gelerek asilerle konuşup onları
geri döndürmesini istemiştir. Hz. Ali de onlarla konuşmuş ve onların geri
dönmesini sağlamıştır. Ancak Mervan, Hz. Osman’a: “Eğer Hz. Ali onların geri
dönmesini sağlarsa işi Hz. Ali’den bilirler ve o da onları ben geri döndürdüm,
der.” diyerek halka konuşma yapması ve ellerinde onun azli için bir şey
olmadığını söylemesini istemiştir. Hz. Osman da onun söylediğini yapmış ve bu
sefer onu dinleyen asilerden bir grup kimse onu taşlamıştır. Hz. Ali de Hz.
Osman’a gelerek Mervan’ı dinlememesini ve onun sürekli olarak ortalığı
karıştırdığını söylemiştir. Hz. Osman tekrar insanlara bir konuşma yapmıştır.[178] Ancak Mervan buna karşı çıkmış ve
insanlara, kendi işlerine bakmalarını söylemiş ve onlara hakaret etmiştir.[179] Daha sonra Hz. Ali’ye gelerek tekrar
Mervan’ın söylediklerini haber vermişlerdir. O da Hz. Osman’a giderek Mervan’ı
artık dinlememesini, söylediklerini yapmamasını ve onu uzaklaştırmasını
söylemiştir. Hz. Osman da onun söylediklerini artık dinlemeyeceğini söylemiş ve
Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh’i azlederek yerine Muhammed b. Ebûbekir’i vali
olarak tayin etmiştir.[180]
Asiler ikna
edilerek geri dönüş yoluna çıkmışlardı. Mervan’a mı yoksa asilerden birine mi
ait olduğu bilinmeyen ve Mısır’a giden Hz. Osman’ın kölesinin taşıdığı bir
mektup asilerin eline geçmiştir. Mektupta asilerin cezalandırılması ve Mısır’da
vali olarak Abdullah b. Sa’d’ın vali olarak kalmasını istediği yazmakta ve Hz.
Osman’ın mührünü taşımaktadır.[181] Asiler bu durum üzerine tekrar
Medine’ye geri döndüler ve Hz. Osman’ın evini kuşatma altına aldılar. Hz.
Osman’ın mektuptan mesul olduğunu söylediler. Ancak Hz. Osman mektupla hiçbir
ilgisini olmadığını söyledi. Muhammed b. Mesleme de: “Evet, Osman doğru
söylüyor bu Mervan’ın çevirdiği bir iştir.” diyerek Hz. Osman’ın bu işte bir
parmağının olmadığını söyledi.[182]
Ancak
asiler bu mektubu kimin yazdığını ısrarla sordular ve: “Senin nasıl olur da
böyle bir işten haberin olmaz. Sen ya yalan söylüyorsun ya da gerçekten doğru
söylüyorsun. Eğer yalan söylüyorsan bizi böyle haksız yere öldürtmek istediğin
için azledilmen gerekir. Yok eğer doğru söylüyorsan bu defa da bu şekilde zaafa
düşmenden ve bu işleri çevirenlerden gaflet içine düşmenden, yakınlarının bu
tarz kötülük içerisinde olmalarından ötürü bu işi bırakman gerekir. Biz böyle
birisini görevde bırakamayız.” dediler. Hz. Osman onlara bu işi asla
bırakmayacağını söyleyince bu defa: “Eğer bu tövbe ettiğin ilk günahın olsaydı
kabul ederdik. Ancak senin sürekli olarak tövbenden geri döndüğünü görüyoruz.
Biz sen görevden ayrılmadıkça ya da ruhumuz bedenimizden ayrılıncaya kadar
buradan ayrılmayacağız. Eğer arkadaşların ve akrabaların bizi bu işten
alıkoymaya kalkarsa bu işi neticeye vardırana kadar onlarla da çarpışırız.”[183] diyerek Hz. Osman’ı ve
çevresindekileri tehdit ettiler. Onların bu kadar cüretkar davranmasının, Hz.
Osman’ın onlara karşı herhangi bir karşılık vermemesinden dolayı olduğu da
söylenebilir. Zira o: “Bu işten istifa etmek, Allah’ın hilafetini bırakmaktansa
öldürülmek benim için daha tatlı ve daha sevimlidir. Sizi bu işten engelleyecek
ve beni korumak için sizinle çarpışacak kimseler meselesine gelince, ben
kesinlikle hiçbir Allah’ın kuluna sizinle çarpışması için emir vermem. Benim emrim
dışında sizinle çarpışıp da sizden birini öldürecek kimse katildir. Eğer ben
sizinle çarpışmak isteseydim bölge valilerimi buraya çağırtır, kendimi muhafaza
ederdim. Yahut da bu bölgelerden birine çıkıp gidebilirdim.”[184] şeklinde hitapta bulunmuş ve asilerle
asla fiziki müdahaleye girişilmemesini emretmiştir.
Hz. Osman
muhasara altındayken Medinelilerin toplanmasını emretmiş ve onlara bir konuşma
yapmıştır: “Ey Medine halkı! Allahaısmarladık. Benden sonra hilafete en layık
olanınızın geçmesini Allah’tan dilerim. Ey Medineliler! Siz, Ömer şehit
edildiği anda, Allah’a dua edip de sizin için bir halife seçmesini ve sizi
hayır üzere birleştirmesini istememiş miydiniz? Siz hak bilir ve haktan yana
kimseler iken Allah’ın bu dualarınıza icabet etmeyeceğini mi zannediyorsunuz?
Yoksa siz artık Allah’ın dinine ehemmiyet vermiyor ve henüz bu dinin sahipleri
tefrikaya düşmemişken kimin yönettiğine aldırış etmiyor mu diyorsunuz? Veya
Müslümanların danışarak halifelerini seçmelerini pek hayırlı mı görmüyorsunuz?
Allah, bu ümmet ona isyan ettiği zaman da yine bir araya gelip başlarına
geçecek kimseyi seçmek konusunda istişare etmeleri için onları vekil tayin
etmiştir. Yoksa siz Allah’ın benim sonumun nasıl olacağını bilmediğini mi
zannediyorsunuz? Allah sizin hayrınızı versin. Sizler benim hayırlı bir
geçmişimin olduğunu biliyor musunuz? Bu geçmişi Allah bana lütfetmiştir. Benden
sonra gelen herkesin bu konudaki üstünlüğü kabul etmesi gerekir. Yavaş olunuz,
sakın beni öldürmeye kalkışmayınız. Çünkü bir Müslümanın kanı ancak üç durumda
helal olur; Evliyken zina eden kimse, imandan sonra küfre düşen kimse ve haksız
yere adam öldüren kimse. Siz beni öldürecek olursanız kendi başlarınız üzerine
kılıçları koydunuz demektir. Ayrıca bu fitne ve ihtilaf ebediyen aranızdan
kaldırılmayacak bir fitne olarak kalacaktır.”[185] Hz. Osman fitnenin ne aşamada ve
kimlerin ona karşı bir girişim içerisinde olduğunu bilmekteydi. Bu sebeple
Medine halkını da onlara karşı uyarmış ve böyle bir durumun içine dahil
olmamalarını istemiştir. Halihazırda Medine’deki Müslümanlar asilere karşı
gelebilecek durumdaydılar. Fakat Müslümanların birbirleriyle savaşmasını
istemeyen Hz. Osman böyle bir şeye en başından itibaren karşı çıkmaktaydı. Hz.
Osman yine de cesaret eksikliğine sahipti gibi suçlamalara maruz kalmıştır.[186] Onun şehit edilmeden önce
müslüman kanının dökülmesini istememesi, sonucunda da şehit edilebileceğini
bilmesine rağmen bunda ısrarcı olması ondan yüksek bir şecaatin olduğunu
göstermiştir.
Hz.
Osman’ın yaptığı bazı şeylerden rahatsız olan Medinelilerden bir kısım da şöyle
cevap verdi: “Ömer’in şehadetinden sonra Müslümanların istişarelerinden ve seni
görev başına istişare neticesinde getirdiğinden söz ettin. Vallahi Allah’ın
takdir ettiği her şey mutlaka hayırlıdır. Ancak Allah bu kullarını seninle imtihan
etmiştir. Senin Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunman
ve bu konuda ilk olanlardan olmandan söz etmene gelince; gerçekten sen bu iş
için son derece ehil bir kimseydin, fakat bilmediğin bir sürü işler yaptın. Biz
de hakkı yerine oturtmadıkça seni bırakmayız, çünkü fitnenin her gün
büyümesinden korkuyoruz. Bir Müslümanın kanı üç şekilde akıtılabilir demene
gelince; biz Allah’ın kitabında başka kimselerin kanının da akıtılabileceğinin
ifade edildiğini görüyoruz. Kur’an’da yeryüzünde fesat çıkaranların,
Müslümanlara karşı isyan edenlerin veya azgınlık edenlerin öldürülebileceği
zikredilmektedir. Hakkı men edip haktan başka bir şey için savaşan kimseler de
aynı şekilde öldürülür. Sen de gerçekten azıttın, hayrı engelledin ve hayrın
dışında başka şeylerle uğraştın. Ayrıca haksızlık yapan kimseleri de kendinden
uzak tutmak için çalışmadın. Buna karşı sen emirliği bize karşı bir koz olarak
kullandın. Bu makamı bize karşı kullanan adamlar ve bizimle bu konuda çarpışmak
isteyenler vardır. Bu da senin bu göreve yapışıp durmandan ileri geliyor. Eğer
sen bu görevden ayrılacak olursan onlar da bizimle çarpışmaktan vazgeçerler.”
Bu sözleri duyan Hz. Osman Medinelilerin dağılmasını istemiş onlar da evlerine
geri dönmüşlerdir. Hz. Osman’ın yanında ise Hz. Hasan, Abdullah b. Abbas,
Muhammed b. Talha, Abdullah b. Zübeyr ve diğer gençler kalmıştır.[187]
Daha
sonraki süreçte asiler birçok kimsenin kendilerine katılmasıyla daha fazla güç
bulmuşlar ve Hz. Osman’la aralarına girerek onun su içmesine dahi engel
olmuşlardır. Hz. Ali ve Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in zevcesi
Ümmü Habîbe ona su götürmek istemişler ancak asiler buna da engel olarak onlara
müsaade etmemişlerdir.[188] Bu ve benzeri hadiselerden de
anlaşılacağı üzere isyancılar ilk zamanlar sözünü dinledikleri Hz. Ali’nin dahi
isteklerine ehemmiyet vermemişler ve onu geri çevirmişlerdir. İsyancılar Hz.
Osman’ın Medinelilere asilerle asla savaşmamasını söylemesinden de cesaret
alarak kendi hakimiyetlerini kurma konusunda cesaretlenmişler ve kendi
bildiklerini okumaya başlamışlardır.
Hz.
Osman’ın evini kuşatma altına alan isyancılar Hz. Osman’ın nasihatlerine[189] rağmen onu dinlememişler ve onun
ne namaz kıldırmasına ne de yanına kimsenin girmesine müsaade etmişlerdir. Hz.
Âişe Hac için yola çıktığında Muhammed b. Ebûbekir’e de kendisiyle birlikte
gelmesini söylemiş ancak o bu isteğini geri çevirmiştir. Hz. Âişe de bunun
üzerine: “Vallahi eğer gücüm yetseydi bu adamları yapmak istediklerinden
alıkoymaya çalışırdım.”[190] demiştir.
Asiler Hz.
Osman’ın kapısında beklemeye devam ettiler. Halifenin valilerinden yardım
isteyerek kendilerine karşı harekete geçmesinden korkan isyancılar Hz. Osman’ın
öldürmek üzere harekete geçtiler.[191] Mervan ve beraberindekiler Hz. Osman’ı
savunmak için uğraştılar ve asilerle savaştılar. Ancak asiler onları bertaraf
etti ve Hz. Osman’ın bulunduğu yere ulaştılar. Bu esnada Hz. Osman, Kur’an
okumaktaydı. Muhammed b. Ebûbekir, Hz. Osman’ın üzerine atılarak sakalından
çekiştirdi ve onu öldürmek istedi Hz. Osman: “Baban seni bu halde görseydi razı
olur muydu?” diye sorunca vazgeçti ve geri döndü.[192]
Mısırlılardan Kinâne b. Bişr, Hz. Osman’a halifeliği
bırakmasını söylemiştir. Ancak Hz. Osman halifelik gömleğini kendisine Allah’ın
giydirdiğini söyleyerek bu işi bırakmayacağını dile getirmiştir. Kinâne b. Bişr
de bunun üzerine Hz. Osman’ı şehit etmiştir.[193] Hz.
Osman, hicretin otuz beşinci senesinde, Zilhicce ayının on sekizinde cuma günü
şehit edilmiştir.[194] Hz.
Osman’a yardım etmek için Basra, Kûfe, Şam ve Mısır’dan gelen askerler Medine
yakınlarına varmışlar ancak onun şehit edildiğini öğrenince tekrar geriye
dönmüşlerdir.[195]
Hz. Osman
şehit edildikten sonra onu şehit edenlerden biri: “Ey Talha! Osman’ı öldürdük.”
diye bağırdı. Amacı Talha b. Ubeydullah’ı da onlarla birlikteymiş gibi
göstermekti.[196] Asiler Hz. Osman’ın defnedilmesine
müsaade etmemişlerdi. Halifenin cenazesi üç gün bekledi. Cübeyr b. Mut’im ve
beraberindekiler onun defnedilmesi için Hz. Ali’nin isyancılardan müsaade
almasını sağladılar ve onu gece vakti gizlice defnettiler.[197] Asilerin bu davranışı Medine’ye ne
kadar hakim olduklarını ve Müslümanların ne kadar çaresiz kaldıklarını
gösterir. Muhasara altındayken halifenin hiçbir isteği karşılanamadığı gibi
vefat ettikten sonra da cenazesi üç gün boyunca ortada bırakılmıştır.
Rivayetlerde şehit edildikten sonra cesedine işkenceler yapıldığını dair
bilgiler de mevcuttur.[198]
Asiler Hz.
Osman’ı öldürme konusunda ittifak etmişler ancak ondan sonra halife olacak
kimse konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Hz. Ali’ye Mısırlılar, Zübeyr b. Avvam’a
Kûfeliler ve Talha b. Ubeydullah’a da Basralılar gelerek halife olmasını
istemişler ancak onlar bu teklifleri reddetmişlerdir.[199] Asiler Hz. Osman’ı şehit ettikten
sonra Hz. Ali’ye gelerek ona biat etmek istemişlerdir. Hz. Ali bu teklifi
reddederek: “Sakın buna tevessül etmeyiniz. Benim vezir olmam emir olmamdan çok
daha hayırlı olur.” diyerek onları reddetmiştir. Ancak onlar kendisine biat
etmedikleri sürece hiçbir şey yapmayacaklarını söylemişler ve böylece onu ikna
etmeye çabalamışlardır.[200] Müslümanlardan da bir grup Hz. Ali’ye
gelerek: “İslam’ın başına gelen bu felaketi ve bu bedevi halktan çektiğimiz
işkence ve eziyetleri görüyorsun. Onun için sana biat edelim.” demişlerdir.
Çünkü Hz. Ali en başından beri halifeliğin en güçlü adaylarından biridir. Ancak
o bu teklifi kabul etmeyerek: “Beni bırakınız da bir başkasına gidiniz. Biz
öyle bir durumla karşı karşıyayız ki, bunun bir sürü yanları ve yönleri vardır.
Bu öyle bir görevdir ki, insanların kalplerini bu konuda birleştirmek ve onların
akıllarını bir noktada toplamak mümkün değildir.”[201] Hz. Ali bu sözleriyle; Hz. Osman
döneminde ortaya çıkan karışıklıkları, Müslümanların dağılmış bir vaziyette
olmalarını ve Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle ortaya çıkan fitne ortamını
kastediyor olmalıdır. Zira bu süreçten itibaren gerçekten de İslam devletini
idare etmek çok zor bir durumdur. Çünkü her kafadan ayrı bir ses çıkmakta ve
kimse ortak paydada buluşmaya yanaşmamaktadır.
Hz. Ali’nin
bu teklifi reddetmesine karşılık Medineli müslümanlar: “Hay Allah senden razı
olsun. Bizim ve dolayısıyla İslam’ın içinde bulunduğu durumu görmüyor musun?
Fitnenin hangi noktaya ulaştığına dikkat etmiyor musun? Peki bütün bunlara
karşılık Allah’tan korkmuyor musun?” deyince, Hz. Ali onların sözlerine
cevaben: “Peki, sizin dediğiniz olsun. Yalnız şunu biliniz ki, ben size bu
konuda icabet ettim ve bildiklerimi uygulayacağım. Beni bu konuda yalnız
bırakacak olursanız ben de aynen sizden bir fert gibi davranır, o zaman başa
geçireceğiniz kimseye en çok itaat eden ve onun sözünü en çok dinleyen birisi
olurum.” demiş ve bu konuda onlarla anlaşarak bulunduğu yerden ayrılmıştır.[202]
Hz. Ali ilk
önce Müslümanların ileri gelenlerinin kendisine biat etmesini ve herkesin bu
konuda ittifak etmesini istemiş ve bunu şart koşarak halife olacağını
bildirmiştir. Müslümanlar da bunu kabul etmiş ve Talha b. Ubeydullah Malik b.
Haris, Zübeyr b. Avvam ise Hukeym b. Cebele tarafından çağırılmış ve onlar da
Hz. Ali’ye biat etmişlerdir.[203]
V.
Toplumun Şaşkınlığı ve Eylemsizlik
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefat ettikten sonra toplumda oluşan şaşkınlık,
benzer şekilde Hz. Osman vefat ettikten sonra da meydana gelmiştir. Nitekim Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde birçok yerden irtidat
haberleri gelmeye başlamış Müslümanlar ve imanı zayıf olan kimseler ne
yapacaklarını bilemez bir duruma gelmişlerdir.[204] Hz. Ebûbekir vefat etmeden evvel Hz.
Ömer’i halife olarak ilan etmiş[205],
Hz. Ömer ise şûrâ oluşturma yoluna gitmiş[206] ve üçüncü halife de bu yolla
seçilmiştir. Ancak Hz. Osman şehit edildikten sonra, kargaşa ortamında
Müslümanlar ne yapacağını bilememiş, yönetim bir bakıma asilerin eline
geçmiştir. Bu sebeple Müslümanlardan kimisi şehri terk etmiş kimisi de evinden
dışarı çıkmamıştır.[207]
Hz.
Osman’ın şehit edilmesine kadar varan hadiseler yumağının baş aktörleri olan
Mısırlı isyancılar, Hz. Ali’ye gelerek kendisinin halife olmasını istediler,
ancak o bu teklifi reddetti. Çünkü halifenin ilan edilmesi için bu işe yön
verecek sağduyulu kimselerin olması gerekmektedir. Ancak Medine’ye asiler
hakimdi ve her şeyi kontrol ediyorlardı.[208] Kimse de bu duruma tam manasıyla
sesini çıkaramadı.
Bu
şaşkınlık ortamında, asilerin tehditleri ve Medinelilerin bundan kaynaklı
ısrarları gölgesinde, Hz. Ali halife olmayı kabul etmiştir. Ancak bunu kabul
ederken ilk olarak Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam gibi önde gelen
sahabelerin de kendisine biat etmesini, herkesin ittifakıyla halife kabul
edilmesini şart koşmuştur. Bu şartlar kabul edildikten sonra fitne ortamının
gölgesinde dördüncü halife Hz. Ali olmuştur.[209] Anlaşılan müslümanların içinde
bulunduğu durumu aşmaları ve içlerinden birini halife olarak ilan etmeleri bile
asilerin eliyle olmuştur.
Sonraki
süreçte Hz. Ali asilerin hakim olduğu ortamdan tam olarak kendini arındıramamış
ve birçok defa onların yönlendirmeleriyle veyahut tehditleriyle hareket etmek
zorunda kalmıştır. Bu ve benzeri sebepler onun neden ilk başta halifeliğe tam
olarak istekli olmadığını da açıklamaktadır.
Fitne
olayları değerlendirilirken, Hz. Osman döneminde meydana gelmesinden dolayı,
ağırlıklı olarak halifenin yapmış olduğu hatalı uygulamalar, akraba ve
kabilesine yönetimde fazla yer vermesi, kendi akrabalarından atamış olduğu
valilerin yanlış uygulamaları, yönetimde sıkı tedbirler almaması ve benzeri
hususlar ön plana çıkarılarak, karışıklıkların Hz. Osman’ın yetersiz
yönetiminin doğal bir sonucu olduğu şeklinde çıkarımda bulunulduğu
görülmektedir.
Ancak
yapılan bu çalışmada ortaya konulmaya çalışıldığı üzere büyük bir toplumsal
kargaşanın bir kişinin tasarruflarıyla oluştuğunu söylemek hem bilimsel ve
objektif bir yaklaşım olmaz hem de insaf sınırlarını zorlar. Bu nedenle
meseleyi tarihi derinliğe ve toplumsal genişliği içerisinde ele alma zarureti
doğmaktadır.
Bu konuda
yapılabilecek tespitlerden biri karışıklık, isyan gibi olayların ilk defa Hz.
Osman döneminde ortaya çıkmadığıdır. Zira daha Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatta iken münafıkların çıkardığı huzursuzluklar ve komplolar,
ganimet taksimlerinde yaşanan memnuniyetsizlikler gibi pek çok problem ortaya
çıkmıştı. O’nun vefatına yakın zamanda ise yalancı peygamberler, merkezi
otoriteye isyan eden bedevi kabilelerin zuhur ettiği görülmüştür.
Hz.
Ebûbekir döneminde irtidat hadiseleri bastırıldıktan hemen sonra fetihlerin
başlaması ile birlikte problem çıkarabilecek zümreler büyük fetih hareketinin
bir parçası olmuşlardır. Bu, önemli bir görev icra etme noktasında onları
tatmin etmenin yanında meşguliyetleri dolayısıyla içlerinde taşıdıkları olumsuz
düşünce ve eleştirileri sergile fırsatı bulamamalarını da sağlamıştır. Nitekim
zaman zaman ortaya çıkan eleştiri ve tatsızlıklar halifeler tarafından çözüme
kavuşturulmuş ve fütuhâtın akışı içerisinde kargaşa ve isyana dönüşme durumu oluşmamıştır.
Bu durum Hz. Osman’ın ilk yılları için de geçerlidir.
Fetihlerin
bir noktada belirli bir doygunluğa ulaşarak durması sonucu toplumda var olan ve
ötelenen pek çok problem gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Çünkü düşmana karşı
Müslüman topluluklar arasında, onları birleştiren yönler ortaya çıkarırken,
düşmanın olmadığı sulh zamanlarında aralarında ayrılık çıkaracak meseleler
gündeme gelmeye başlamıştır.
Bu durumun
Hz. Osman zamanında meydana gelmesi, bütün sorumluluğun ona yüklenmesine sebep
olmuştur. Halbuki olaylar anlatılırken bir kesimi haklı, bir kesimi haksız
çıkarmak gibi bir gayret içerisine girmekten ziyade, Müslümanlar arasında öne
çıkan ve herkesçe üstünlüğü kabul görmüş kimselere yaklaşımın daha itinalı
olması gerekmektedir. Ashabın önde gelen şahsiyetlerini siyasi çıkar peşinde
koşan, bir takım menfaatler için bilerek yanlış uygulamalara tevessül eden
kimseler gibi görmek yerine, onlara gereken değerin verilmesi, hukuklarının
korunması ve kişisel meziyetlerinin hesaba katılarak olaylardaki gerçek
rollerinin değerlendirilmesi gerekmektedir.
Meseleyi
bir kişinin eylemlerinin sonucu görme tutumundan vaz geçerek, olayların
gelişmesine zemin hazırlayan toplumsal yapı, toplumsal dönüşüm, insan faktörü,
İslam topraklarının genişlemesi, farklı kültürlerin devlete dahil olması,
kontrolün merkezden uzaklaşması gibi faktörlerin de ele alınması elzem
olmaktadır. İlave olarak İslam toplumunun; siyaset, devlet ve yönetim açısından
yeni tecrübeler yaşadığını ve zamanla oturacak bir yapıda bazı aksaklıkların
meydana gelmesinin doğal olduğunu da kabul etmek ve göz önünde bulundurmak
gerekir.
Son söz
olarak genelde tarihsel olaylar özel de ise fitne hadiselerinin, belirli yönler
öne çıkarılarak ele alınmasının indirgemeci bir yaklaşım olacağını ve meseleyi
anlama noktasında sıkıntılar doğuracağını öne sürerek yapılan bir araştırmanın,
bu problemi çözme iddiası taşıması düşünülemez. Dolayısıyla bu çalışmayı,
konuyu doğru anlama noktasında atılmış mütevazı bir adım olarak değerlendirmek
ve bu alanda daha geniş bir perspektiften ve çok yönlü yapılacak araştırmalara
ihtiyaç olduğunu belirtmek gerekir.
AHMED CEVDET PAŞA, Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i
Hulefa, 1. b., İstanbul: Elips Kitap, 2013.
AKAY Nejdet, Hz. Osman Dönemi Fitne Olayları ve Temel Sebepleri,
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi Tezi), İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2012.
ALGÜL Hüseyin,
İslâm Tarihi, 4 cilt, 1. b., İstanbul: Gonca Yayınevi, 1997.
APAK Adem, AnaHatlarıylaİslam
Tarihi 2, 4 cilt, 8. b., İstanbul: Ensar Neşriyat, 2013.
-------- ,
“Hz. Osman’ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî Problemler ve Sebepleri
Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usûl İslam Araştırmaları, C. 4, S. 4
(2005).
AVCI, CASİM, “Kûfe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
52 cilt, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, C. 26.
AVCI Casim, Recep ŞENTÜRK, “Kabile”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, 52 cilt, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2001, C. 24.
AZİMLİ Mehmet, Dört Halifeyi Farklı Okumak -3 Hz. Osman, 5. b.,
Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2018.
BAKIR Abdulhalik, “Basra”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, 52 cilt, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1992, C. 5.
BARLAK Hasan, Arap Kabilecilik Anlayışının Hz. Osman Dönemi Siyasi
Gelişmelerine Etkisi, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi Tezi), Samsun:
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006.
ÇAĞRICI Mustafa, “Asabiyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, 52 cilt, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1991, C. 3.
ÇAĞRICI, MUSTAFA, “Fitne”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, 52 cilt, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1996, C. 13.
DEMİRCAN Adnan, “Üçüncü Halife Osman’a Yöneltilen Bazı Eleştirilere
Bâkıllânî’nin Cevapları”, İSTEM, S. 8 (2006).
DERTLİ Osman, Hz. Osman Dönemi: Sosyolojik Bir Yaklaşım, (Yayımlanmamış
Doktora Tezi Tezi), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
2020.
DEVELLİOĞLU Ferit, “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat”, Ankara:
Aydın Kitabevi, 2007.
HALKIN Leeon-E., Tarih Tenkidinin Unsurları, çev. Bahaeddin
Yediyıldız, 3. b., Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014.
HANÇABAY Halil İbrahim, “Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi”, EKEVAkademi
Dergisi, S. 58 (2014).
HİZMETLİ Sabri, “Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, Ankara
Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, C. 27, S. 1 (1986).
İBN HALDUN, Târîhu İbn Haldun el-Müsemmâ Dîvânü'l-Mübtede'
ve'l-Haber fi Târîhi'l-Arab ve'l-Berber ve Men 'Âsarahüm men
Zevi'ş-Şâni'l-Ekber, 2. Cilt, Beyrut: Daru’l-Fikr, 2001.
İBN KESÎR, El-Bidâye ve ’n-Nihâye Büyük İslâm Tarihi, 15 cilt,
çev. Keskin Mehmet, 1. b., İstanbul: Çağrı Yayınları, 1994.
İBN SA’D, Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr, 11 cilt, ed. Adnan
Demircan, 2. b., İstanbul: Siyer Yayınları, 2015.
İBNÜ’L-ESÎR, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, 12
cilt, çev. M. Beşir Eryarsoy, İstanbul: Bahar Yayınları, 1991.
-------- , Üsdü’l-ĞâbefîMa’rifeti’s-Sahâbe,
8 cilt, Beyerut: Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, t.y.
KILIÇ Ünal, “Kûfelilerin Hz. Osman’a Muhalefet Etmelerinin Sebepleri”,
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 6, S. 2 (2002).
KUBAT Mehmet, “Hâricîliğin Doğuşunda Münâfıkların Rolü”, Din
Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, C. 6, S. 4 (2006).
LÖK Adem, “İlk Dönem Hâricî Kaynaklarına Göre Hz. Osman”, Muş
Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 2, S. 1 (2014).
ÖNAL Ramazan, “Hz. Osman’ın Şehadetinden Sorumlu Tutulan Sahabiler ve
Bu Olaydan Sonra Akıbetleri”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, C.
11, S. 3 (2019).
SALLÂBÎ Ali Muhammed, Üçüncü Halife Hz. Osman Hayatı, Şahsiyeti ve
Dönemi, çev. Ayhan Ak, 5. b., İstanbul: Ravza Yayınları, 2016.
SAMİ Şemseddin, “Kamus-ı Türki Latin Harfleriyle Osmanlıca - Türkçe
Sözlük”, ed. Raşit Gündoğdu, Ebul Faruk Önal, Niyazi Adıgüzel, İstanbul: İdeal
Kültür Yayıncılık, 2011.
SÖYLEMEZ M. Mahfuz, “Hz. Osman Döneminde Yaşanan Ekonomik Krizin
Garnizon Kentlere Etkisi - Kufe Örneği”, Gazi Üniversitesi Çorum ilahiyat
Fakültesi Dergisi, C. 2, S. 3 (2003).
ŞANVERDİ Abdurrahman, İlk Üç Halife Döneminde Siyasi, Sosyal ve
Dini Etkisi Yönüyle Hz. Ali, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi Tezi),
Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007.
TABERİ Muhammed b Cerir, Tarih-i Taberi, 4 cilt, çev. M. Faruk
Gürtunca, İstanbul: Sağlam Yayınları, 2007.
TOMAR Cengiz, “Mısır”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
52 cilt, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2004, C. 29.
TOPALOĞLU Fatih, Hz. Ali’nin Hz. Osman Devri Siyasi Olaylarına
Yönelik Tutumu, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi Tezi), İzmir: Dokuz Eylül
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001.
VAROL M. Bahaüddin, “Raşid Halifeler Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine
Bazı Değerlendirmeler”, İSTEM, S. 6 (2005).
WATT W. Montgomery, İslam’da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, çev.
Ulvi Murat Kılavuz, 1. b., İstanbul: Birey Yayıncılık, 2001.
WELLHAUSEN Julius, Arap Devleti ve Sukutu, çev. Fikret Işıltan,
1. b., Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1963.
[1] Şemseddin
Sami, “Kamus-ı Türki Latin Harfleriyle Osmanlıca - Türkçe Sözlük”, ed. Raşit
Gündoğdu, Ebûl Faruk Önal, Niyazi Adıgüzel, İstanbul: İdeal Kültür Yayıncılık,
2011, s. 759.
[2] Ferit Devellioğlu, “Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lügat”, Ankara: Aydın Kitabevi, 2007, s. 269.
[3] Casim
Avcı, Recep Şentürk, “Kabile”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2001, C. 24, ss. 156-59.
[4] Çağrıcı, Mustafa, “Fitne”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları,
1996, C. 13, s. 158.
[5] İbnü’l-Esîr,
İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, çev. M. Beşir Eryarsoy,
İstanbul: Bahar Yayınları, 1991, C. 2, s. 292.
[6] Enfâl, 8/28.
[7] Avcı, Şentürk, “Kabile”, ss. 156-59.
[8] Muhammed
b. Cerîr Taberî, Tarih-i Taberi, çev. M. Faruk Gürtunca, İstanbul:
Sağlam Yayınları, 2007, C. 3, ss. 319-20.
[9] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 319.
[10] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, ss.
340-42.
[11] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 459.
[12] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 463.
[13] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 478.
[14] İbn Sa’d, Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr, ed.
Adnan Demircan, 2. b., İstanbul: Siyer Yayınları, 2015, C. 3, s. 66; İbn Kesîr,
El-Bidâye ve’n-Nihâye Büyük İslâm Tarihi, çev. Keskin Mehmet, 1. b.,
İstanbul: Çağrı Yayınları, 1994, C. 7, s. 240.
[15] Julius Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. Fikret
Işıltan, 1. b., Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1963,
s. 19.
[16] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 463.
[17] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 548.
[18] Avcı, Casim, “Kûfe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, C. 26, s. 339.
[19] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, ss.
552-53.
[20] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 554.
[21] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 558.
[22] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi,
çev. M. Beşir Eryarsoy, İstanbul: Bahar Yayınları, 1991, C. 3, ss. 110-12.
[23] İbn Kesîr, El-Bidâye ve ’n-Nihâye Büyük
İslâm Tarihi, C. 7, s. 256.
[24] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 547.
[25] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 113.
[26] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 553.
[27] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 153.
[28] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 552; İbnü’l-Esîr, İslam
Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 143.
[29] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 159.
[30] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 164.
[31] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 559.
[32] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 562.
[33] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 182.
[34] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 564.
[35] İbn Sa’d, Kitâbü ’t-Tabakâti’l-Kebîr, C. 3, s. 78;
İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe fi Ma ’rifeti’s-Sahâbe, Beyerut:
Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, t.y., C. 3, ss. 585-87.
[36] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fı’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, ss. 155, 231.
[37] Avcı, Şentürk, “Kabile”, s. 30.
[38] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 268.
[39] Adem Apak, “Hz. Osman’ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasî
Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usûl İslam
Araştırmaları, C. 4, S. 4 (2005), s. 158.
[40] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, ss. 554,
558.
[41] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 155,231.
[42] Mehmet Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak -3 Hz. Osman, 5.
b., Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2018, ss. 70-71.
[43] Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak -3 Hz. Osman, s. 70.
[44] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 558.
[45] Bu gerekçeler için bkz. Adem Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi 2,
8. b., İstanbul: Ensar Neşriyat, 2013, C. 2, ss. 199-208.
[46] Hasan Barlak, Arap Kabilecilik Anlayışının
Hz. Osman Dönemi Siyasi Gelişmelerine Etkisi, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi Tezi), Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006,
ss. 30, 41, 115.
[47] Ünal Kılıç, “Kûfelilerin Hz. Osman’a Muhalefet Etmelerinin
Sebepleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 6, S.
2 (2002), s. 247.
[48] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 562.
[49] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 143.
[50] Nejdet Akay, Hz. Osman Dönemi Fitne Olayları ve Temel Sebepleri,
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi Tezi), İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2012, ss. 216-18.
[51] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 533.
[52] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 541.
[53] İbn Kesîr, El-Bidâye ve ’n-Nihâye Büyük
İslâm Tarihi, C. 7, s. 248.
[54] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, ss.
447-48.
[55] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 543;
İbn Kesîr, El-Bidâye ve ’n-Nihâye Büyük İslâm Tarihi, C. 7, s. 249.
[56] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi,
1991, C. 2, s. 231.
[57] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 94.
[58] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 550.
[59] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 565.
[60] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 544-545. İbnü’l-Esîr, İslam
Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 105-6; İbn Kesîr, El-Bidâye
ve ’n-Nihâye Büyük İslâm Tarihi, C. 7, s. 253.
[61] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, s. 112.
[62] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi,
1991, C. 3, s. 153.
[63] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 554.
[64] Sabri Hizmetli, “Tarihi Rivayetlere Göre Hz.
Osman’ın Öldürülmesi”, Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi,
C. 27, S. 1 (1986), ss. 161-63.
[65] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 94-97.
[66] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 101-4.
[67] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 106-8.
[68] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 114-15.
[69] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 129-33.
[70] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 547;
İbn Kesîr, El-Bidâye ve ’n-Nihâye Büyük İslâm Tarihi, C. 7, s. 256.
[71] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i
Hulefa, 1. b., İstanbul: Elips Kitap, 2013, s. 364.
[72] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 545; İbn Kesîr, El-Bidâye
ve ’n-Nihâye Büyük İslâm Tarihi, C. 7, ss. 25354.
[73] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 109.
[74] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 547.
[75] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 109.
[76] Hüseyin Algül, İslâm Tarihi, 1. b.,
İstanbul: Gonca Yayınevi, 1997, C. 2, s. 404.
[77] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 119.
[78] Algül, İslâm Tarihi, C. 2, s. 404.
[79] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 116-117.
[80] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 117.
[81] İbn Sa’d, Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr, C.
3, s. 401.
[82] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 554.
[83] Ali Muhammed Sallâbî, Üçüncü Halife Hz. Osman Hayatı, Şahsiyeti
ve Dönemi, çev. Ayhan Ak, 5. b., İstanbul: Ravza Yayınları, 2016, ss.
443-53.
[84] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 555.
[85] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 117.
[86] Adnan Demircan, “Üçüncü Halife Osman’a Yöneltilen Bazı Eleştirilere
Bâkıllânî’nin Cevapları”, İSTEM, S. 8 (2006), ss. 12-13.
[87] Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak -3 Hz.
Osman, ss. 57-58.
[88] Leeon-E. Halkın, Tarih Tenkidinin Unsurları, çev. Bahaeddin
Yediyıldız, 3. b., Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014, s. 3.
[89] Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak -3 Hz.
Osman, ss. 47-53.
[90] Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak -3 Hz. Osman, s. 51.
[91] Sallâbî, Üçüncü Halife Hz. Osman Hayatı,
Şahsiyeti ve Dönemi, s. 316.
[92] Halkın, Tarih Tenkidinin Unsurları, s.
13.
[93] Halkın, Tarih Tenkidinin Unsurları, s.
12.
[94] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 262.
[95] Adem Lök, “İlk Dönem Hâricî Kaynaklarına Göre Hz. Osman”, Muş
Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 2, S. 1 (t.y.), ss.
140-41.
[96] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 87-88.
[97] Detaylı bilgi için bkz. M. Mahfuz Söylemez,
“Hz. Osman Döneminde Yaşanan Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi - Kufe
Örneği”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 2, S. 3
(2003).
[98] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 563.
[99] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, ss. 531-38; İbn Kesîr, El-Bidâye
ve’n-Nihâye Büyük İslâm Tarihi, C. 7, s. 240.
[100] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 87-88.
[101] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 94-95.
[102] İbn Haldun, Târîhu İbn Haldun
el-Müsemmâ Dîvânü ’l-Mübtede’ ve ’l-Haberfi Târîhi’l-Arab ve ’l-Berber ve Men
‘Âsarahüm men Zevi’ş-Şâni’l-Ekber, Beyrut: Daru’l-Fikr, 2001, c. 2, s.
586-587.
[103] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 304.
[104] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 305.
[105] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, ss.
320-21.
[106] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 2, ss. 422-23.
[107] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 302.
[108] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 2, ss. 314-15.
[109] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, ss. 296-97.
[110] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 2, s. 369.
[111] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 408.
[112] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 459, 463, 478.
[113] M. Bahaüddin Varol, “Raşid Halifeler Dönemi Toplumsal Değişme
Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, İSTEM, S. 6 (2005), s. 201.
[114] Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak -3 Hz. Osman, s. 29.
[115] Halil İbrahim Hançabay, “Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi”, EKEVAkademi
Dergisi, S. 58 (2014), s. 388.
[116] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 532.
[117] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 70.
[118] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, s. 71.
[119] Bu tür eleştiriler için bkz. Azimli, Dört
Halifeyi Farklı Okumak -3 Hz. Osman, ss. 36-38.
[120] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, ss.
519-20.
[121] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 532; İbnü’l-Esîr, İslam
Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 70.
[122] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 520.
[123] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 56.
[124] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, ss. 459, 463,
478.
[125] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 70.
[126] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 70-71.
[127] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 71.
[128] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 2, s. 482.
[129] Avcı, Casim, “Kûfe”, s. 339.
[130] Abdulhalik Bakır, “Basra”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1992, C. 5, s. 109.
[131] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, ss.
462-66.
[132] Cengiz Tomar, “Mısır”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2004, C. 29, s. 559.
[133] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 543.
[134] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 2, s. 512.
[135] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 2, s. 94.
[136] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 2, s. 251.
[137] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 297.
[138] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 2, s. 413.
[139] İbn Haldun, Târîhu İbn Haldun, c. 2, s.
586-587.
[140] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 2, s. 262.
[141] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 94.
[142] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 2, s. 251. Bkz. Mehmet Kubat, “Hâricîliğin
Doğuşunda Münâfıkların Rolü”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi,
C. 6, S. 4 (2006), ss. 136-39.
[143] İbn Haldun, Târîhu İbn Haldun, c. 2, s.
586.
[144] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i
Hulefa, s. 359.
[145] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i
Hulefa, s. 361.
[146] Algül, İslâm Tarihi, C. 2, ss. 407-8.
[147] Algül, İslâm Tarihi, C. 2, s. 415.
[148] İbn Sa’d, Kitâbü ’t-Tabakâti’l-Kebîr, C.
3, s. 32.
[149] Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, s.
23.
[150] W. Montgomery Watt, İslam’da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, çev.
Ulvi Murat Kılavuz, 1. b., İstanbul: Birey Yayıncılık, 2001, s. 64.
[151] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 564.
[152] İbn Sa’d, Kitâbü ’t-Tabakâti’l-Kebîr, C.
3, ss. 73-74.
[153] İbn Sa’d, Kitâbü ’t-Tabakâti’l-Kebîr, C.
3, ss. 74-75; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Ğâbefî Ma’rifeti’s-Sahâbe, C.
3, ss. 585-87.
[154] Muhammed b Cerir Taberi, Tarih-i Taberi, çev. M. Faruk
Gürtunca, İstanbul: Sağlam Yayınları, 2007, C. 3, s. 563.
[155] İbn Sa’d, Kitâbü ’t-Tabakâti’l-Kebîr, C. 3, s. 75.
[156] İbn Sa’d, Kitâbü ’t-Tabakâti’l-Kebîr, C. 3, s. 76.
[157] İbn Sa’d, Kitâbü ’t-Tabakâti’l-Kebîr, C. 3, s. 76.
[158] Ramazan Önal, “Hz. Osman’ın Şehadetinden Sorumlu Tutulan Sahabiler
ve Bu Olaydan Sonra Akıbetleri”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi,
C. 11, S. 3 (2019), s. 1314.
[159] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, s. 167.
[160] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh Tercümesi, 1991,
C. 3, s. 74; İbn Kesîr, El-Bidâye ve’n- Nihâye Büyük İslâm Tarihi, C. 7,
s. 240.
[161] Fatih Topaloğlu, Hz. Ali’nin Hz. Osman Devri Siyasi Olaylarına
Yönelik Tutumu, (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi Tezi), İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2001, ss. 69-71.
[162] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 156-58; İbn Kesîr, El-Bidâye ve’n-Nihâye
Büyük İslâm Tarihi, C. 7, s. 277.
[163] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, s. 170.
[164] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh Tercümesi, 1991,
C. 3, s. 172; İbn Kesîr, El-Bidâye ve’n- Nihâye Büyük İslâm Tarihi, C.
7, s. 285.
[165] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 173.
[166] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 110-11.
[167] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 547.
[168] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 113.
[169] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 113.
[170] İbn Haldun, Târîhu İbn Haldun, c. 2, s.
589.
[171] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 550.
[172] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 123-24.
[173] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 159.
[174] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, ss.
555-57.
[175] Nisâ, 4/1.
[176] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 558. Enfâl, 8/75
[177] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 559.
[178] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 560.
[179] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, s. 171.
[180] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 561.
[181] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 561.
[182] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, s. 175.
[183] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 176-77.
[184] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 177.
[185] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, s. 179.
[186] Osman Dertli, Hz. Osman Dönemi: Sosyolojik Bir Yaklaşım,
(Yayımlanmamış Doktora Tezi Tezi), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2020, s. 112.
[187] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 179-80.
[188] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 180.
[189] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 181.
[190] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 181.
[191] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 562.
[192] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 564.
[193] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 564.
[194] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 565; İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3,
s. 187.
[195] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 565.
[196] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 564.
[197] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 565.
[198] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss. 185-87.
[199] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 197.
[200] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 195.
[201] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, s. 197.
[202] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmil
fi’t-Târîh Tercümesi, 1991, C. 3, ss.
197-98.
[203] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 568.
[204] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 2, s. 314.
[205] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 408.
[206] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, ss. 519-20.
[207] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 564.
[208] İbnü’l-Esîr, İslam Tarihi El-Kâmilfi’t-Târîh
Tercümesi, 1991, C. 3, s. 195.
[209] Taberî, Tarih-i Taberi, C. 3, s. 568.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar