Sa’d B. Ubâde Ve Kays B. Sa’d’ın Hayatı Ve Siyasi Mücadelesi
Hazırlayan:
MEHMET KURT
Tarih, toplumların sosyal gelişimlerini, yeni fikrî ufuklara yelken
açmalarını ve yönlerini bulmalarını sağlayan, hafızalarını ve kültürlerini
etkileyen bir bilimdir. Aynı zamanda tarih bir milletin bireysel ve toplumsal,
dinî, edebî ve kültürel, tüm varlığının bitmez tükenmez bir hazinesidir.
Toplumların yollarını aydınlatan, onlara yaşadıkları zamanda ve gelecekte
rehberlik eden bir pusula vazifesi görmektedir. Bu nedenle bir milletin
tarihini yok etmek ya da unutturmak, o milleti köklerinden koparmak, gelecek
yürüyüşünde rehbersiz bırakmak demektir. Bu nedenle tarihin, milletler üzerinde
her yönden pozitif etkiye sahip bir bilim dalı olduğunu inkâr etmek mümkün gözükmemektedir.
Tarih bu özelliğinden dolayı her zaman büyük ilgi görmüştür ve görecektir.
İslam tarihi, genel tarihin en geniş alanlarından biridir. Çünkü kadim
tarih ile yakın tarih arasındaki en verimli aşamayı temsil etmektedir. Kadim
medeniyet İslam tarihinde çok fazla yer bulamamışken, modern medeniyet
oluşumunda İslam medeniyetinden azami ölçüde faydalanmıştır.
İslam tarihinde yaşanmış geçmişteki olayların ve olguların araştırılıp
tahlil edilmesi, yaşanan olayların iç yüzünün ortaya konulması gerekmektedir.
Zira İslam tarihinin ilk döneminde yaşanan hadiseler, Müslümanların ihtilafa
düşmelerinde önemli bir etken olarak gözükmektedir. Bu nedenle geçmişte
yaşanmış hadiselerde etkili olan siyasi, sosyal ve kültürel nedenlerin ve bu
hadiselerin sonuçlarının her yönüyle açıklığa kavuşturulması ve anlaşılması,
Müslümanlar arasında var olan ihtilafların azalmasına vesile olacaktır. Bugün
İslam ümmetini meydana getiren tüm milletlerin sahip oldukları toplumsal,
siyasî, ahlakî ve hukukî ilke ve prensipler doğrudan ya da dolaylı olarak
tarihi olaylardan etkilenmektedir. Bu sebeple İslam tarihinin daha iyi
anlaşılabilmesi için olaylar objektif bir şekilde ele alınmalı ve mantık
süzgecinden geçirilmelidir.
Sad b. Ubâde ve oğlu Kays’ın ilk dönem İslam tarihindeki faaliyetleri ve
bilhassa Sad b. Ubâde’nin, Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslam devleti için
ilk halife adayı olarak çıkmasına ve bunun için verdiği mücadele, ortada Hz.
Peygamber’den gelen bir vasiyet ya da tavsiye olmaması sebebiyle bu duruma
insani bir refleks ve tabii bir istek olarak bakılmamış, hadise farklı şekilde
algılanıp, değişik değerlendirmelere konu yapılmıştır. Yine devlet
kademelerinde görev alan oğlu Kays’ın da bir bürokrat olarak ne tür icraatlarda
bulunduğu tarafsız bir bakış açısıyla ortaya konulmamıştır. Baba-oğul iki
sahabenin vermiş oldukları mücadele objektif olarak ele alınmamış ve
değerlendirilmemiş, bu sebeple de tarihteki hak ettiği yeri ve değeri
kazanamamıştır. Yaşanan olaylar basit ve sıradan hadiseler olarak
değerlendirilmiş ve öylece bir kenara bırakılmıştır.
HAZREC
KABİLESİ’NİN MENŞEİ VE YESRİB’E YERLEŞMESİ
Hazrec’in ana vatanı olan Arap Yarımadası’nın tarihi, insanlığa hizmet
etmesi açısından oldukça eski zamanlara ulaşmaktadır. Bu tarih neredeyse
insanlık tarihiyle aynı zamana denk gelmektedir. Dünya’nın insanlığa ev
sahipliği yaptığı tarihi düşündüğümüzde çok çok uzun bir zaman dilimiyle karşı
karşıya kaldığımızı görürüz. Bu nedenle insan yaşamının ilk dönemleri hakkında
kaynaklarda fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Elimizde var olan bilgilerin çok
büyük bir kısmı ya oldukça abartılı, mübalağalı veya efsane-hikâye şeklinde
bilgiler içermektedir. Eski zamanlarda yazının fazlaca kullanılmaması, eskiye
ait malumatların sonraları yazıya geçirilmesi, özellikle Arap Yarımadası’nda yaşayan
Arapların nesepleri ile ilgili bilgileri şifahi olarak aktarmalarını da göz
önüne aldığımızda bu bilgilerin sıhhati hakkında ihtiyatı elden bırakmamamız
gerekmektedir. Eldeki bu bilgiler ve arkeolojik kazılardan elde edilen
malumatlar ışığında Arap Yarımadası’nın ilk zamanlarda coğrafyasının insan
yaşamına çok elverişli olduğu, daha sonraları doğal afetler, uzun süren
kuraklıklar ve bunun neticesinde su kaynaklarının azalması veya tükenmesi
nedeniyle burada yaşayanların, “Mümbit Hilal” diye isimlendirilen Suriye, Irak
ve Mısır topraklarına göç ettikleri ya da göç etmek zorunda kalmış
olabilecekleri anlaşılmaktadır. Arap Yarımadasında eski zamanlara ait kurumuş
doğal su kanallarının bulunması buranın daha önceki zamanlarda mümbit
topraklara sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle buradan göçün sebebini
sadece kuraklığa bağlamak doğru olmayabilir. Arap Yarımadası’nın birçok
bölgesinde yürütülen arkeolojik kazı çalışmalarından elde edilen bilgilere
göre: Arap Yarımadası’nda Yontma Taş devri ve Cilalı Taş devrinde buranın bir
yaşam yeri, bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bu kazılar, burada
hayat süren kavmin kimler olduğuna, hangi ırktan geldiğine dair somut bir bilgi
vermemektedir. Bu sebeple Arabistan’ın, Sâmi ırkının öz vatanı oluğunu söylemek
pek kolay gözükmemektedir. Elde kesin bilgi olmadığı için bu konu hakkında
bugün kesin bir şey söylenememektedir. Bununla birlikte Sâmi ırklarının
anayurtlarının Arap Yarımadası olduğu kabul edilmekte; M.Ö IV. yıldan bu yana
Sâmi ırkının bu topraklarda yaşamlarını sürdürdükleri, bu bölgenin farklı
coğrafyalarında çeşitli devletler kurdukları görüşü kabul görmektedir.[1] Kaynaklarda neseple ilgili
verilen bilgilerin güvenirliği hakkındaki endişelerin bulunması, kabilelerin
kökenini tespit etmede karşımıza çıkmaktadır. Aynı sorun El-Hazrec kabilesinin
menşeini tespit etmekte de geçerli olmaktadır.
Eldeki bilgilere göre Evs ve Hazrec’in kökeni Kahtani’lerin Kudâa’
kabilesinin Kelb batnından gelmektedir. Araplar, bu iki kabilenin atasının
el-Hazrec b. Zeyd el Lât isimli kişi olması münasebetiyle bu iki kabileye
birden “Hazrec” diyorlardı.[2] [3]
“El Hazrec "er-Rihu'l-
"Âsıf’ yani şiddetli rüzgâranlamına gelmektedir .3 Tarihi kaynaklar, nesepleri
Âdem’le başlatmaktadır.[4] Buna göre Hazrec Kabilesinin
Âdem’den başlayan nesep zinciri şöyledir: Yektan b. Âbir b. Şâlih b. Erfahşed
b. Sam b. Nuh b. Lemek b. Mektev Şeleh b. İdris (Ehnûh) b. Yerd b. Mehleîl b.
Kaynân b. Enuş b. Şîs b. Âdem.[5] Yektan/Kahtân Yemen’e ilk
yerleşen kişidir ve Hz. İsmail’in soyundan değildir.[6]
Hazrec kabilesinin Yemen’den geldiği ve menşelerinin Kahtânilere
dayandığı bilgisi tüm nesep kitaplarında bir şekilde verilmektedir. Ensar
şairlerinden olan Hassân b. Sâbit (ö. 60/680)’in cahiliye döneminde söylediği
bir şiirde kendilerinin soylu bir kabile olduklarını, soylarının Ezd olduğunu,
pınarlarının da Gassân olduğunu dile getirerek bu görüşü desteklemiştir.[7] Arabu’l Arîbe olan Hazrec,
Ezdilerin 26 alt boyundan biridir.[8] Evs ve Hazrec kabilelerinin
Yemen’den ayrılıp farklı bölgeye yerleşen dedesi Hârise b. Âmir’in oğlu
Amr’dır. Tarihçiler, Evs ve Hazrec kabileleri atalarının Medine yörelerine
gelişlerini Amr bin Müzeykıyâ menkıbesiyle irtibatlandırırlar. Bu menkıbeye
göre Amr bin Müzeykıyâ, Arîm Seli felaketinin meydana gelmesiyle Me’rib baraj
Seddi’nin yıkılacağını kâhin/müneccimlerden öğrenince veya rüyasında görünce[9] yeni yaşam yerleri bulmak için
kendisine tabi olanlarla Yemen’den ayrıldığı anlatılır.[10]
Bununla birlikte Arîm Seli ve Me’rib Seddi’nin yıkılışının tarihi net olarak
bilinmediği için çok uzun yıllar hizmet verdiği ve bu yıllar içerisinde çok
defalar tamir edildiği de Amr b. Müzeykıyâ ve liderliğini yaptığı topluluğun ne
zaman ayrıldıklarının tespiti düşünüldüğünde, Benî Ezd Kabilesi’nin göçleri
hakkında kesin bilgi verilemeyeceği ortadadır.[11]
Ancak M.Ö. üçüncü asırdan itibaren Arabistan Yarımadası’nda yaşayan halkın
birçoğu, özellikle şiddetli kuraklık periyodunda yaşanan baskı nedeniyle kuzeye
doğru göç etmişlerdir.[12] Benî Ezd’in çeşitli
aralıklarla Yemen’den kuzeye göç ettiği ve ilk göçte, Huzaa Kabilesi’nin
Mekke’ye göçtüğü, bunun M.S. 20 yılına dayandığı tahmin ediliyor. Yemen’deki
siyasi ve iktisadi durum, halkın tamamını olumsuz etkilediği için, Benî Ezd de
göçe mecbur kalmıştır.[13] Göçe liderlik eden Amr b
Âmir’in liderliğindeki grup farklı kollara ayrılarak farklı yerlere, Evs ve
Hazrec Yesrib’e yerleştiler.[14] Medine’ye ilk yerleşen Hazrec
Kabilesi’nin ilk ata şeceresini şu şekildedir: El-Hazrec b. Hârise b. Sa’lebe
b. Amr (Müzeykıyâ) b. Âmir b. Hârise b. İmrulkays b. Sa’lebe b. Mâzin b.(Abdellah
b.) el-Ezd b. el-Gavs b. en-Nebt b. Mâlik b. Zefd b. Kehlân[15]
b. Sebe b. Ye’reb b. Kahtân b. Âbir b. Şâlih b. Erfehsez b. Sâm b. Nûh. İbn
Kuteybe (ö. 276/889) de “Evs ve Hazrec kabileleri Sebe’nin oğlu Kehlan’dan
türemiştir” görüşünü benimsemiştir.[16]
Hazrec ve Evs (Ensar) kabilerinin ataları olan Hârise b. Sa’lebe’nin iki oğlu,
el-Hazrec ve el-Evs Yesrib’e (Medine) yerleştiler.[17]
Anneleri Kudâa kabilesinden Kuble binti Kâhil b. Sa’d b. Huzeym’dir.[18] Hacrec Kabilesinin nesep
zinciri verilirken küçük farklılıkların olmasına rağmen, onların Yemen asıllı
olmaları hakkında en ufak bir endişe bulunmamaktadır. Hemen her tarihçimiz
Ensar’ı meydana getiren Evs ve Hazrec kabilelerinin köklerinin Yemenli olduğunu
bildirmiştir.
Hazrec kabilesi
Yesrib’e geldiğinde burada irili ufaklı yirmiden fazla Yahudi kabilesi
bulunmaktaydı. Bu kabilelerin her birisine ait karyeleri ve her karyede
utumları (küçük kale) vardı. Hazrec ve Evs, Medine’de (Yesrib) yerleşmiş olan
Yahudi yerleşim bölgelerinin arasına ve etrafındaki yüksek ve alçak bölgelerine
yerleştiler. Bazıları Karâhim’de bulunan Yahudilerin yanına, bazıları ise ne
Yahudilerin yanına ve ne de Yahudileşmiş Arapların yanına, bunların bulunmadığı
yerlere giderek oralara yerleştiler. Hazrec buraya geldiğinde Medine’nin serveti
Yahudilerin elindeydi. Yahudilerin elli dokuz tane “Utum” lari (küçük kale)
bulunmaktaydı. Hazrec ve Evs’den önce Yahudilerin yanına gelip yerleşen
Arapların ise on üç utumları vardı. Hazrec ve Evs Medine’ye geldiğinde
Yahudiler, şehre her yönüyle hâkimdiler.[19]
Medine’ye Yahudilerden sonra gelen Hazrec ve Evs bir anlamda Yahudilerin
kontrolü altındaki topraklara gelmiş ve buralara yerleşmişlerdir.[20] Zorunlu olarak Yahudilere tabi
olarak Yahudilerin ekonomik ve siyasi baskısı altına girmişlerdir. Evs, Kureyza
ve Nadir Yahudilerinin çevresindeki Avâli bölgesine,
Hazrec de Medine’nin aşağı bölgesine yerleşip, Benî Kaynuka Yahudilerine
komşu oldular. Yahudiler, kendilerini güvende hissedecekleri bir ortam ve her
türlü dayanışmayı sağlayacak antlaşmalar yapıp karşılıklı yeminleştiler.[21] Evs’in yerleştiği bölge
Hazrec’e göre daha verimli bir bölgeydi. Bölgenin bu şekilde olması iki kardeş
kabile arasındaki çatışmaya katkı sağlamıştır.[22]
Daha sonraları ekonomik ve nüfus olarak gelişme gösteren el-Hazrec akrabaları
olan Gassânilerin yardımı ile Medine’ye Miladi 492 yılında hâkim olmuşlardır.[23] Hazrec zamanla farklı
bölgelere yerleşmiştir.[24]
Hicret’in gerçekleştiği sıralarda Hazrec kabilelerinin, Medine’deki
yerleşim yerleri aşağıda belirtilen şekildeydi: 1- Benî el-Haris b. el-Hazrec
el-Ekber. Hârise oğulları el- A’vâlî olarak bilinen Buhtan Vadisi ve Turbetu
Sua’yb’ın doğu tarafına yerleştiler. 2- İkiz kardeş olan Cuşem ve ikizi Zeyd
Ebnâ el-Hâris bin el-Hazrec oğulları Medine ile Mescid’i Nebi arasında bulunan
“es-Sunh” bölgesine, el-Hazrec oğullarına yakın yere yerleştiler. 3- Utbe b.
Amr b. Hadîc b. Âmir b. Cüsem b. el-Hâris b. el-Hazrec oğulları eş-Şavt ve
Kevmu’l-Kevme bölgelerine yerleştiler. 4- Benî Hudrâ b. Avf b. el-Hâris b.
el-Hazrec kolu Cirâr-ı Sa’d bölgesine yerleşti. 5- Benî el-Ebcer bu şahıs Hadre
bin Avf b. el-Hâris bin el-Hazrec adlı kişidir. Bunlara Benî Hudrâ kardeşi benî
Hudrâ oğulları denir. Hudrâ oğulları yeri olarak bilinen bölgeye, 6- Benî
Guseyne kabilesi Belî bölgesinde Benî Salimoğullarına bitişik bir bölgeye, 7-
Benî Hublâ (Mâlik b. Sâlim b. Ganem) kabilesi Kuba ile Hâris oğulları yurdu
arasına, 8- Benî Selime b. Sa’d b. Ali b. Esed b. Sâride b. Tezîd b. Cüşem b. el-Hazrec
el-Ekber kabilesi iki Kıbleli Mescid ile Mizâd nahiyesi arasındaki bölgeye, 9-
Benî Sevvâd b. Ganem b. Ka’b b. Selim oğulları, Mescid’i Kıbleteynden (Mescid
bu kabileye aittir.) İbnu Ubeyd ed-Dinârî bölgesine kadar olan yere, 10- Benî
Ubeyd b. Adiyy b. Ganem b. Ka’b b. Seleme oğulları Medine’deki el-Hurbe
Mescid’inden (ki bu kendilerine aittir) Benî Ubeyd dağına kadar olan bölgeye,
11- Benî Harâm b. Ka’b b. Ganem b. Ka’b b. Selîme oğulları el-Kâ’a da bulunan
Benî Harâm es-Sagir Mescidi’nden Câbir b. Atîk ve Ma’bed b. Mâlik arazilerinin
ortasındaki yere, 12- Benî Muriyy b. Ka’b b. Seleme (bunlar Benî Harâm
oğullarının dostlarıdır.) Câbir b. Atîk’e ait olan duvarın batısından Benî
Ubeyd dağına kadar olan bölgeye, 13- Benî Biyâde ve Zureyka Âmir b. Zureyka b.
Abdu Hârise b Mâlik b. Gadb b. Cüşem b. el-Hazrec el-Ekber’in iki oğludur. Benî
Habîb b. Abdu Hârise, Benî el-Liyyîn (Benu Âmir b. Mâlik b. Gadb ve Benî
Ecda’dır. Bunlara Benî Muaviye b. Mâlik oğulları da denir.) Benî Zurekayı
oluştururlar. Dâr-ı Benî Beyâde denilen bölgeye yerleşmişlerdir. Her kabilenin
kendisine ait utum’ları vardır. 14- Benî Sâide b Ka’b b. el-Hazrec el-Ekber
oğulları iki gurup olarak dört bölgeye yerleşmişlerdir. Benî Sâide oğulları
anılmaktadırlar. 15- El- Hazrec b. Sâide’nin iki oğlu olan Benî Amr ve Benî
Sa’lebe boyları Medine Çarşısı ile Medine Çarşısı’nın Şam’a doğru doğusu olan
Benî Damra denilen bölgeye, 16- Benî Kışbe (Âmir b. el-Hazrec b. Sâıde)
oğulları Benî Hudeyle’ye yakın Benî Damra yurdunun doğusundaki yere, 17- Benî Ebî
Huzeyme b. Sa’lebe b. Tarif b. el-Hazrec b. Sâide (bu kabile Sa’d b. Ubâde’nin
akrabaları, kavmi ve kabilesidir.) oğulları “Cirâru Sa’din” denilen bölgeye,
(Medine Çarşısı’nın arazisi Sa’d b. Ubâde’nin Cirâr-konak-ı ile el-Musallâ
denilen yerin arasındadır.) 18- Sa’lebe b. Tarîf el-Hazrec b. Sâıde’nin iki
oğlu olan Benî Kışşe ve Benî İnân oğulları Benî Sâide veya Benî Tarîfe denilen
yer ile Cirâr’ı Sa’d arasındaki topraklara yerleşmişlerdir. 19- Benî Mâlik b.
en-Neccâr kendi adları ile anılan bölgeye yerleştiler. Benî Ganem b. Mâlik
buraya utum inşa etmiştir. 20- Benî Mâzin b. en-Neccâr oğulları yurtları kendi
isimleriyle bilinen nahiye’ye yerleştiler. Bu kabile el-Budda’ kabilesi olarak
anılmaktadır. 21- Benî Dinâr b. en-Neccâr oğulları Buhtan Vadisi’nin arka
tarafına kendi adları ile anılan bölgeye yerleşmişlerdir.[25]
İSLAM ÖNCESİ
HAZREC VE EVS KABİLELERİ ARASINDAKİ REKABET
Akrabaları Gassânilerin yardımı ile şehre 492 yılında[26]
hâkim olan Hazrec ve Evs kendi aralarında çekişmeye başlamıştır. Bunu gören Yahudiler
ise her iki kabileyi birbirine karşı kışkırtarak aralarındaki kavgayı iyice
körüklemiştir. Evs ve Hazrec, şehre ilk geldikleri zaman iç bölgelere
yerleşmişlerdi.[27] Şehri yeniden imar eden bu iki kardeş kabilenin arasında
oluşan birlik ve beraberlik çok uzun sürmedi. Evs sayıca az olduğu için Benî
Kureyza ve Benî Nadir Yahudileri ile ittifak kurdu. Böylece her iki
kabile arasında yaklaşık 120 yıl sürecek ve kanlı çarpışmalara neden olacak bir
düşmanlık başlamış oldu. Bu süre içerisinde Evs ve Hazrec Kabileleri arasında
birçok savaş yaşanmış ve bu savaşların çoğunda Hazrec galip olmuştur.
Aralarında ilk nifak tohumu da Evs’in ölüm döşeğinde iken kaviminin başına
toplanarak “senin Mâlik’ten başka çocuğun yok, oysa kardeşin Hazrec’in beş oğlu
var” demeleriyle atılmış oluyordu.[28]
Evs ve Hazrec birlikte Medine’ye yerleşmişlerdi. Söylemleri de birdi.
Ekonomik ve nüfus açısından gelişmişlerdi. Bu durumlarının siyasete yansımaması
için aralarına nifak girmesi ve birliklerinin bozulması gerekiyordu. Öyle de
oldu. Asla diğer kavimler arasında bu kadar uzun süreli vuku bulamayacak
savaşlar, kutsal saydıkları “Yevmu’l derceke” günlerinde bile meydana
gelmiştir.[29] İbn Hazm’a (Ö.292/905) göre
ise Evs ve Hazrec arasındaki ilk savaş “Yevmu’s-Safine”dir.[30]
Diğer kaynaklarda “Harbu Sümeyr” olarak geçmektedir.[31]
Bu iki kabile Müslüman olmadan önce Yesrib’de birlikte yaşamış oldukları 120
yıl süresince; Yevmu’s-Safine, Yevmu’s- Sırâre, Yevmu Vifâk Benî Hutme, Yevmu
Hatib b. Kays, Yevmu Hâdîru’l-Ketâib, Yevmu Etam Benî Sâlim, Yevmu’l-Bekî’,
Yevmu Buâs, Yevmu Madras ve Ma’bes, Yevmu’d-Dâr ve Yevmu Buâs adlarında bilinen
günlerde çok kanlı bir düzine savaş yapmışlardır.[32]
Bu savaş isimleri Harbu Sümeyr, Harbu Ka’b b. Amr el-Münâzî, Yevmu’s-Sirâre,
Harbu’l-Huseyn b. el-Eslet, Harbu Rebîu’l-Zaferiyy, Harbu Fâri’ (bi
sebebi’l-Gulam el-Kadâiyye), Harbu Hâtıb b. Kays, Yevmu’l-Rebî’/Yevmu’d-Derek
(Vefa’da bu isim geçmektedir.), Yevmu’l-Ficâri’l-Evvel, Yevmu Ma’bes ve Madres,
Yevmu’l-Ficâri’s-Sânı ve Yevmu Buâs şeklinde de verilmektedir.[33]
Evs ve Hazrec arasındaki en kanlı savaş “Yevmu’l-Buâs” adı ile anılan,
Medine’ye iki günlük mesafede bulunan Buâs bölgesinde, hicretten beş-altı yıl
önce gerçekleşen ve en son yaptıkları savaştır. Bu savaşta Hazrec’in reisliğini
Amr b. Numan b. Halde yapmıştır. Evs’lilerin galibiyeti ile sonlanmıştır.[34] Evs ve Hazrec kabilelerinin
miladi IV. asırda Medine’ye geldkleri düşünüldüğünde; Evs, ittifak kurduğu iki
Yahudi kabilesinin yardımı ile Yesrib’e geliş tarihleri olan M.S. 347[35] yaklaşık 270 yıl sonra
Hazrec’e karşı büyük bir galibiyet sağlamıştır. Fakat bu iki kabile,
Yahudilerin, Yesrib’e eskiden olduğu gibi hâkimiyet sağlayacağını fark
ettikleri için aralarında tekrar barış sağlamışlardır. Bu savaşta her iki
taraftan birçok ileri gelenle birlikte Hazrec’e reislik yapan Amr b. Numan da
öldürülmüştür.[36] Hazrec kabilesinden Abdullah
b. Übeyy, bilinçli bir şekilde bu savaşa katılmamıştır. Bu nedenle savaş
sonrası ve hicretten önce iki kabile ileri gelenleri, bu savaşta tarafsız
kalarak Evs ve Hazrec’e baş olma arzusunu taşıyan Hazrec’li Abdullah b. Übeyy
b. Selül’ün başkanlığında birleşmeye karar vermişlerdir.[37]
Bu kararlarıyla Hazrec ve Evs arasındaki geçimsizliğin giderilmesini, barış ve
huzurun gelmesini arzuluyorlardı ve bunun arayışı içeresindeydiler. Akabe Biati
öncesi Mekke ziyaretlerini de bu arayış içerisinde yapmışlardı.[38]
Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesi ile birlikte aralarındaki
geçimsizlik gidecek ve yerine kardeşlik tesis olacaktı. Hz. Peygamber’in eşi
Aişe (ö. 58/678), Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki düşmanlık, çok kuvvetli
nefret, kin ve savaşların, Medine halkının, İslam ve Peygamberine kucak
açmalarındaki dahlini “Yevm-u Buâs, Allah’ın Peygamber’ine bir
hediyesiydi. Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde (Evs ve Hazrec) fırkalara
ayrılmış, kabile önderlerinin bir kısmı katledilmiş bir kısmı da
yaralanmışlardı. Allah Teâlâ, onlara hidayet yolunu açarak, onların Müslüman
olmasını sağlayarak Peygamber’ine lütuf ihsan etmiştir”[39]
şeklinde dile getirmiştir. Hazrec ve Evs kabileleri İslam öncesi putperest
idiler. İnandıkları put El-Muşellel nahiyesinin Kudeyd mevkiinde bulunan Menat
putu idi.[40] Ya’kûbi’ye göre ise Evs ve
Hazrec’in putu sahilde Fedek bölgesinde dikiliydi.[41]
Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti kuşkusuz hem İslam hem de dünya tarihi
açısından en büyük olaylardan biridir. Medineli Hazrec ve Evs arasındaki bu
düşmanlık bu büyük olaydan sonra yerini kardeşliğe bırakarak yok olmuştur.
Kuzey Arabistan yerleşik yaşayanlarının sosyal statülerinin esasını
şekillendiren çöller, bu toprakların büyük bir kısmını oluşturuyordu. Bu çöl
arazilerde yetişen bitkiler, sadece küçükbaş hayvanları ile adeta Arap’ın her
şeyi olan, deveyi beslemeye ancak imkân verirdi. Çölün yapısı, Arapların çok
geniş araziler içerisinde göç etmelerini zorunlu kılmıştır. Çölde hayatta
kalabilmek dayanışmayı gerektirdiği için bunu kan bağı yoluyla çözmüşlerdir.
Büyük kabileleri bir arada tutan kan bağı onların nesep sistemini belirlerdi.[42] Araplar bu nedenle oldukça
sıkı bir şekilde nesebe önem vermişlerdir. Neseple ilgili hadiste “Gücünüz yettiği ölçüde nesep
hakkında bilgi edinin ve bu bilgilerle akrabalarınıza ulaşın” ve Ömer b.
Hattâb’a ait olduğu ifade edilen şu ifadede onun “Nesebi öğrenin, yerde
çıkan siyah bir ot gibi olmayın. Birine aslı (soyu) hakkında bir soru
sorulduğunda: Bu karyeden falan filan desin” dedikleri aktarılmaktadır.[43]
[44] Bu kan bağına rağmen Arap
bedevisi oldukça fazla ferdiyetçidir. Öyle ki bu ferdiyetçilik, bedevi Arap’a “Allah
bana ve Muhammed’e acısın, merhamet etsin, ikimizden başka hiç kimseye merhamet
etmesin”4 dedirtebilmektedir. Kabileler genel olarak hürriyet ve
eşitlik (müsavât) üzerine inşa edilmiş birer cemiyettirler. Fakat bununla
beraber bu yapılar, az da olsa içerlerinde reislik yönetimine ait bir nüveyi de
barındırmaktadırlar. Sistem hürriyet ve eşitlik üzerine kurulmuştur. Kabilenin
tüm üyeleri kan bağından gelen bütün hak ve sorumluluklara sahiptir. Kabilenin
her üyesi haklı haksız olup olmamasına bakmadan kan kardeşine yardım etmekle
görevlidir. Bu nedenle kabile reis/seyitlerine ait özel bir hak ve hukuk
yoktur. Ancak sorumlulukları çok büyüktür. Kabile üyelerinin tamamı, kabile
reislerinin savaşta hayatlarını, barış zamanında ise servetlerini ortaya
koymaları beklenirdi. Görevleri her şekilde kabile birliğini koruyup devam
ettirmektir.
BİRİNCİ BÖLÜM
SA’D BİN UBÂDE’NİN HAYATI VE SİYASİ FAALİYETLERİ
SA’D B.
UBÂDE’NİN İSLAM ÖNCESİ HAYATI
Sa’d b. Ubâde b. Düleym b.(Ebî Hâlime b.)[45]
Hârise İbn Hazîme[46] b. (Haram)[47]
(bu isim her kitapta geçmemektedir) b. Huzeyme ( Bu isim Huzeyme, Hazîm ve Hazîme gibi farklı
okunmasından dolayı farklı isim gibi verilmektedir)[48]
bin Sa’lebe bin Tarif b. el-Hazrec b. Sâıde b. Ka’b b. el-Hazrec[49] şeklindedir. Sa’d b. Ubâde
Benî Sâide oğullarındandır. Benî Sâide oğulları ise Ka’b b. el-Hazrec’in
neslinden türemiştir. Sa’d b. Ubâde, el-Hazrec’in oğullarından biri olan
Ka’b’ın soyundan gelmektedir.[50] Sa’d b. Ubâde’nin annesi; Umre
binti Mesûd[51] b. Kays b. Amr bin Zeyd Menât
bin Adiyî İbn Amr b. Mâlik bin en-Neccâr[52]
b. el-Hazrec’dir ve bu kişinin üçüncü kızıdır.[53]
Annesinin babası olan Mesûd b. Kays, Mesûd b. Zeyd el- Eşheliyye’nin halasının
oğludur. Bu şahıs Bedir savaşına katılan sahabilerdendir.[54]
Neccâr oğulları Sa’d b. Ubâde’nin dayılarıdır. Sa’d b. Ubâde’nin annesi
Umre binti Mesud kadın sahabilerden olup hicretin beşinci senesinde Medine’de
vefat etmiştir.[55] Benî Sâide oğulları
boyları birbirine yakın bölgelerde ve aralarında yabancı bir kabilenin
bulunmadığı şekilde oturmaktaydılar.[56]
Sa’d b. Ubâde’nin İslam öncesi hayatıyla ilgili bilgiler kaynak
eserlerimizde yok denecek kadar azdır ve var olan bilgiler de birkaç satırı
geçmemektedir. Sa’d b. Ubâde, tarih sahnesine ilk kez ikinci Akabe Biati ile
birlikte çıkmaktadır. Kendisi ikinci Akabe Biati’ne katılmış ve on iki nakîb
(lider, önder, kavmine İslam dinin anlatmada ve ulaştırılmasından sorumlu kişi,
temsilci) olarak seçilmiştir. Bu olay, Sa’d
b. Ubâde’nin tarihi kayıtlarda yer almasına neden
olmuştur.[57] Sa’d b. Ubâde’nin babası,
Ubâde b. Düleym b. Hârise b. el-Hazrec’dir.[58]
Sa’d b. Ubâde’nin nerede doğduğu ile ilgili herhangi bir bilgiye
rastlanmamaktadır. Bunun nedeni ise tarihçilerin onun Ensar’dan olması
sebebiyle Medine’de doğup büyüdüğünü düşünmeleri olabilir. Yalnız Beğavî (ö. 317/929),
Sa’d b. Ubâde’nin Medine’de oturduğunu bildirmektedir.[59]
Kaynaklarımız Sa’d b. Ubâde’nin altıncı sıradaki dedesi olan Tarîf b. el-Hazrec[60] hakkında özel bilgi
vermektedir. Bunun nedeninin Sa’d b. Ubâde’nin ceddinin bu kişiyle birlikte
kabile reisliğini elde etmesidir. Ayrıca kabile reisliğini almaya hak kazanan
Tarîf el-Hazrec, reisliğin geleneği haline gelen yemek verme, cömert davranma
vb. faaliyetlerini başlatmış[61] olmasıdır şeklinde
düşünülebilir. Sa’d b. Ubâde, oğlu, babası ve dedesi Düleym’den Tarîfe kadar
olan ataları bu görevi devam ettirmişlerdir.[62]
Sa’d b. Ubâde, dedesi Düleym’in de yaşamış olduğu utumda (kale ev)
yaşamını sürdürdü. Sa’d b. Ubâde de babası ve atalarının cahiliyye döneminde
yaptırdıkları gibi bir münadinin utum üzerinde bir yere çıkarak günün her
vaktinde “kim et ve yağ isterse, Düleym b. Hârise ’nin konağına gelsin”
diyerek bağırması geleneğini[63] “kim iç yağı ve eti
seviyorsa yemek için Sa’d b. Ubâde ’nin utumuna gelsin” şeklinde devam
ettirmiştir.[64] Sa’d b. Ubâde, babası, dedesi
ve oğlu Kays b. Sa’d cömertlikleriyle meşhur olmuşlardır.[65]
Müslüman olan Sa’d b. Ubâde hakkında bu bilgilere ulaşırken, onun İslam öncesi
yaşamı ve faaliyetleri hakkında detaylı bir bilgiye rastlanılmamıştır. Aynı
şekilde İslam öncesi hayatında kabilesi ile ilgili yaptığı herhangi bir
eyleminin dile getirildiği ve Medine dışına çıktığına dair herhangi bir bilgiye
rastlanılmamıştır. Belki de Medine/Yesrib’in dışına çıkılmamasının nedeni
Medine toplumunun yaşamlarını tarım ile devam ettirmeleri birinci derecede
etkili olmuş olabilir. Bununla birlikte iki kabile arasında var olan çekişme ve
düşmanlık sebebi ile oluşan emniyet ve can güvenliği meselesi de Medine
halkının dışarı çıkmalarını olumsuz yönde etkilediği de düşünülebilir. Bu
şekilde bir değerlendirme yapılmasını ortadan kaldıracak bir engel
görülememektedir. Bu sebeplerden dolayı Sa’d b. Ubâde’nin de Medine dışına
çıkmamış olması kuvvetle muhtemeldir.
Ensar’ı oluşturan Medine’li Evs ve Sa’d b. Ubâde’nin de mensubu olduğu
Hazrec kabilesinin İslam öncesi dinleri putperestlikti. Yesrib halkının,
putperestlik dinine bağlılıkları Mekke toplumunda olduğu gibi ileri bir düzeyde
değildi. Putlarının ismi
Menât’dır. Menât Medine dışındaki Müşellel (Müşellel bir dağın ismi olup
bu dağdan Kudeyd’e inilir) nahiyesinin deniz sahilinde Kudeyd (Mekke’ye yakın
bir yerdir) adı ile bilinen bir yerde bulunmaktaydı. Yesrib (Medine) halkından
kim onu benimser ise onun putuydu.[66]
Putları Menât’ın Medine’den uzak bir yerde bulunması, Medine Arap halkının her
an ona tapınmasını, onu hatırlamasını ve ona bir şeylerin sunulmasını zorlaştırmakta
olup Medine halkı bu durumdan şikâyetçi değildi. Sa’d b. Ubâde de kavmi gibi
putperestliğe inanmış birisiydi. Kendisine dayandırılan bir rivayette:
“Düleym’in kendilerinin ataları olduğunu, Düleym’in her sene Menât putuna on
deve hediye ettiğini, babası Ubâde’nin aynı şekilde bu durumu sürdürdüğünü ve
kendisinin de Müslüman oluncaya kadar aynı şekilde Menât putuna on deve
hediyede bulunduğunu, sonra oğlu Kays’ın bu on deveyi Kâbe’ye bağışladığını”
bildirmektedir.[67] Sa’d b. Ubâde belki de kabile
reisinin çocuğu olması sebebiyle cahiliye döneminde iyi bir eğitim alarak
Arapça okuma yazma bilen, iyi bir yüzücü, ok atma ve kullanmada mahir bir
kişiydi. O devirde bu tip yetenekleri kazanmak ekonomik açıdan oldukça zor
olması nedeniyle aralarında bu üç yeteneğe sahip olan kimselere Araplar,
eksiksiz tam, olgun kişi, anlamına gelen “el-Kâmil” diyorlardı.[68] Sa’d bin Ubâde’nin
kardeşi Saîd bin Ubâde de “el-Kamil” sınıfına giren çok nadir kimselerden
biriydi. O da Arapça okuyup yazabiliyor, iyi yüzüyor ve iyi ok atabiliyordu.[69] Mendü binti Ubâde bin Düleym
b. Hârise bin Ebî Huzeyme Sa’d b.
Ubâde’nin kız kardeşidir.[70] İsmi Mendüs olarak da
verilmektedir.[71] Mendü/Mendüs binti Ubâde
hakkında başka bir bilgi bulunmamaktadır.
Sa’d b. Ubâde de ataları gibi Hazrec kabilesinin alt kollarından biri
olan Benî Sâide oğullarının seyyidi/reisiydi. Arabistan Yarımadası’nda çölde
yaşayan kabileler için geçerli olan çöl kanunu, şehirdeki kabileler için de
geçerliydi. Kabileler genel hürriyet ve eşitlik (müsavat) üzerine kurulmuş birer
topluluklardır. Kabile reislerinin ölmesi halinde yerine geçecek kişi kabilede
ileri gelenler tarafından bir araya gelinen müzakere meclisinde müzakere
edildikten sonra belirlenirdi.[72] Kabile reislerinin kabile
üzerinde mutlak hâkimiyetleri bulunmamasına rağmen onların görevleri çok
büyüktü. Savaş zamanında canlarını barış zamanlarında ise servetlerini ortaya
koymak durumundaydılar. Her kabile kendine ait yerlerde hür ve bağımsız olarak,
başka birinin emrine girmeden otururlardı.[73]
Kabile reisliği süresince Sa’d b. Ubâde, özellikle cömertliğiyle tanınmıştı.[74]
Sa’d bin Ubâde gibi bir gün içerisinde arka arkaya dört defa sofra
kurdurup insanları doyuran bir kişi ne Evs’de ve ne de Hazrec’de bulunuyordu.
Kavmi de onun kabile reisliğini ve liderliğini kabul etmiş bulunmaktaydı.[75] Cahiliye döneminde Benî
Kaynukâ’ (alt kol) Yahudileri Sa’d b. Ubâde’nin dost ve müttefikiydi.[76] Sa’d b.
Ubâde’nin o dönemde şahsi dostları da bulunmaktaydı. Nastas onun o
dostlarından biriydi.[77] Kabileler Sa’d ismini
çocuklarına vermekteydiler. Bu dönemde Ensar’ı meydana getiren Evs ve Hazrec
kabilesinde yedi Sa’d ismi bulunmaktaydı. Bu yedi Sa’d isminin dördü Evs’ten,
Sa’d b. Ubâde, Sa’d b. Rebî’ ve Sa’d b. Osman Ebû Ubâde olmak üzere üçü de
Hazrec kabilesinden idi.[78] Yine Sa’d b. Ubâde’nin ss-
Sûdede’de eski bir evi bulunmaktaydı.
Sa’d b. Ubâde de geleneğe uyarak birden fazla evlilik yapmıştır. Oğulları
Saîd,[79] Abdurrahman ve
Muhammed’in annesi Gaziyye binti Sa’d b. Halife b. el-Eşref b. Ebî Hazîme b.
Sa’lebe İbn Tarîf el-Hazre b. Sâide’dir.[80]
Kays, İmâme ve Sedus’ün annesi Fükeyhe binti Abid İbn Düleym b. Hârise b. Ebi
Hazîme’dir ve künyesi farklı şekillerde verilmektedir. Onun künyesinin Ebu
Sabit b. Sa’lebe İbn Tarîf el-Hazrec b. Sâide olduğu bildirilmektedir.[81] Ayrıca kendisinden çocuğu
olmayan Ümmü Târık da Sa’d b. Ubâde’nin hanımıdır.[82]
Sa’d b. Ubâde, eşlerinin isim şecerelerinde de anlaşılacağı üzere evliliklerini
kendi kabilesi içinden yapmıştır.
Sa’d b. Ubâde’nin künyesi farklı şekillerde verilmektedir. Künyesinin Ebû
Sâbit[83] olduğunu söyleyenler
çoğunluktadır. Künyesinin Ebû’l-Kays olduğunu bildirenler ise ikinci sırada
gelmektedir.[84] Sa’d b. Ubâde için bu iki
künyenin ikisinin de kullanıldığını bildiren tarihçilerimiz de bulunmaktadır.[85] Bunların dışında Sa’d b.
Ubâde’nin künyesinin Ebû’l-Hubab[86] ve Ebu Abdullah[87] olduğu bilgisi de kaynaklarda
yer almaktadır.
Kaynaklarımızda Sa’d bin Ubâde’nin ikinci Akabe Biatinde Müslüman olmuş
olabileceği geçse de bu bilgi tatmin edici gelmemektedir. Zira Sa’d b. Ubâde
ikinci Akabe Biati’ne katılıp hemen Müslüman olup canını, malını ve çocuklarını
ortaya koyacak bir şekilde büyük bir taahhütte bulunamazdı. Sa’d b. Ubâde’nin
daha erken bir tarihte Müslüman olma ihtimali daha yüksek gözükmektedir. Hz.
Peygamber bi’set’inin on birinci senesinde 620 yılında her sene yaptığı gibi
Arap Yarımada’sının farklı yerlerinden hac için Mekke’ye gelen Araplara İslam
dinini tebliğ etmek için yola çıktığında Akabe yakınlarında Hazrec kabilesinden
bir grup Hazreclilere rastlamıştı. Karşılıklı tanışmadan sonra onlardan izin
isteyerek Hazrecli gurubun yanına oturarak onlara İslam dinini tebliğ etti.
Tebliğ’e muhatap olan Hazrecliler Hz. Peygamber’i tasdik edip anlattıklarını
kabul ettiler[88] ve böylece Medineliler ilk
defa İslam’la birinci Akabe Biati ile tanışmış oldular. Sonra Hz. Peygamber
yanlarından ayrıldı. Bu insanlar Medine’ye dönerlerken Hz. Peygamber Musa’b b.
Umeyr’i de Medinelilere dini öğretmek ve Kur’an ta’limi için onlarla birlikte
gönderdi.[89] Mus’ab b. Umeyr ve Müslüman
olan Hazrecliler Medine’ye geldikten sonra şehirde İslam dinini anlatma
faaliyetlerine başladılar. Onların gayret ve çabaları neticesinde İslam,
Medine’nin her köşesinde doğal olarak konuşulmaya başlamıştı. Bu konuşmalar o
kadar çok yayılmıştı ki Medine’nin her yerinde bulunan Ensar İslam dini konuşur
olmuş, öyle ki bu konuşmanın yapılmadığı hiçbir ev kalmamıştı.[90] Sa’d b. Muaz’ın İslam dinini
kabul etmesinden sonra tebliğ faaliyetleri daha bir hız kazanmış ve bunun
neticesi olarak önce Evs’lilerin ve daha sonra Hazrec’lilere ait her evde
muhakkak Müslüman birileri bulunmaktaydı.[91]
Bu nedenle ikinci Akabe Biati’ne kadar geçen bir yıllık süre içerisinde Sa’d b.
Ubâde’nin Müslüman olması daha makul gelmektedir. Zira rakip kabilenin reisi
Sa’d b. Muaz Müslüman olmuştur. Onun Müslüman olması, Sa’d b.
Ubâde’nin ikinci Akabe Biati’nden önce Müslüman olmasını[92] da tetiklemiş olabilir veya
Sa’d b. Ubâde’nin en azından ciddi olarak İslam’ı düşünmesini sağlamıştır. Bu
durumda olan Sa’d b. Ubâde’nin Müslüman olarak veya İslam dinini kabul etmemiş
olsa bile Müslüman olmayı düşünen bir alt yapı ile ikinci Akabe Biati’ne
katıldığını rahat bir şekilde söyleyebiliriz.
Sa’d b. Ubâde’nin ismine İslam tarihinde ilk defa ikinci Akabe Biati’ne
katılması sebebiyle bu Biat hakkında bilgi veren rivayetlerde
rastlanılmaktadır. Medine’de Ensar’ı oluşturan Evs ve Hazrec kabilelerinden
73’ü erkek 2’ si kadın olmak üzere toplam 75 kişi ikinci Akabe Biati’ne
katılmıştır.[93] Hz. Peygamber, bu biate
katılanlar arasından 12 nakip çıkarmalarını istedi.[94]
Bu talep üzerine Akabe’ye iştirak edenler, kendi kabilelerine dini anlatmak,
temsil etmek ve onlara liderlik etmeleri için 12 nakîb çıkarttılar. On iki
nakîb’in dokuzu Hazrec, üçü Evs kabilesindendi.[95]
İkinci Akabe Biati’nde Benî Sâide oğullarını temsilcisi ve onlardan sorumlu
olmak üzere Münzir b. Amr b. Huneys ile beraber Sa’d b. Ubâde Hz. Peygamber
tarafından nakip olarak seçilmiştir.[96]
Sa’d b. Ubâde’nin adı seçilen bu 9 Hazrecli nakîb (temsilci, lider) arasında
zikredilir. Akabe Biatleri’ni konu olarak alan tüm tarihi kaynaklarımız, Sa’d
b. Ubâde’nin ikinci Akabe Biati’ne katıldığının ve nakip seçildiğinin üzerinde
tam bir ittifak sergilemektedirler. Bu nedenle Sa’d b. Ubâde’nin ikinci Akabe
Biati’ne zorlama olmaksızın gönüllü katıldığı ve bu yeni dini tebliğ etmek,
kavmini bu dine davet etmek için istekli bir şekilde nakip seçilmesi, bunun ne
anlama geldiğini bilmesi, onun daha önce Müslüman olduğu ihtimalini
kuvvetlendirmektedir. İkinci Akabe Biati Hz. Peygamber ile Müslümanlar arasında
gizli bir buluşma olmasına rağmen, Kureyş bu durumdan haberdar olmuş, bir iki
casus peşlerine takarak ne yaptıklarını uzaktan gizlice takip ettirmiştir.[97] Medinelilerin Hz. Peygamber
ile buluştukları haberi Mekkelilere ulaşınca[98],
Mekkeliler sabah olur olmaz bu meseleyi iyice tetkik ettiler.[99] Medinelilerin Hz.
Peygamber ile buluştuklarının doğru olduğu anlaşılınca Mekke halkı, bu
buluşmayı gerçekleştirenlerden nefret etti ve katılanların bulunup
çıkarılmasını istedi.[100] Biati gerçekleştiren
Medinelileri arayıp bulmak için peşlerine düştüler.[101]
Mekkeliler, dönmekte olan Medinelilere Hâcir[102]
veya Ezahir[103] bölgesinde
yetiştiler. Mekkeliler Biat olayına katılan Sa’d b. Ubâde ile Münzir b.
Amr’ı tanıyarak kafilenin içerisinden çıkartıp aldılar.[104] Mekkeliler ikisini yanlarında
Mekke’ye götürülerken Münzir b. Amr, onlarla konuşarak veya kaçarak bir şekilde
ellerinden kurtulmayı başardı.[105] Sa’d b. Ubâde ise ellerinde
tutsak olarak kaldı. Mekkeliler ellerine geçirdikleri bir semer kolonu ile Sa’d
b. Ubâde’nin ellerini boynuna bağlayarak Mekke’ye götürmek için yola
koyulurlar.[106] Mekkeli müşrikler Sa’d b.
Ubâde’yi Mekke’ye götürürken yolda; Sa’d gür saçlı[107]
olduğu için saçlarından çekerek, bazıları elleriyle, bazıları ellerinde bulunan
sicim, sopa, kemer türü şeylerle vurarak, bazen de tekmelemek suretiyle[108] çok kötü muamele yaparak
Mekke’ye getirdiler.[109] Sa’d b. Ubâde’nin o şekilde
bağlı olduğunu ve kötü muameleye maruz kaldığını gören Mekkeli bir kişi[110] ona acır, kendisine
Kureyş’ten tanıdığı, dostu veya aranızda bir ahitleşme yaptığınız biri yok mu
diye sorar ve isimlerini Sa’d b. Ubâde’den öğrenerek o kişilere haber verir.[111] Önceki zamanlarda ticari
kervanları Medine’den geçerken hem ticaretlerine yardımcı olduğu hem de
hırsızlık ve herhangi bir zulme karşı himaye ettiği Cubeyr b. Mutim ile Hâris
b. Harb b. Ümeyye durumdan haberdar olunca derhal Sa’d b. Ubâde’nin bağlı
olarak bulunduğu yer olan dereyatağına[112]
giderek onu himayelerine almışlar ve onun güvenli bir şekilde Medine’ye
dönmesini sağlamışlardır.[113]Hemen Akabe Biati’nin
gerçekleştiği gecenin sabahında Sa’d b. Ubâde’nin Kureyş tarafından yakalanıp
fena bir muameleye tabi tutulması ona Medineli Ensar’ın Müslüman olduktan sonra
İslam’ı kabul ettiği için işkence gören kimse unvanını kazandırmıştır. Sa’d b.
Ubâde, bu çok kötü muamele karşısında ve sonrasında davasından vazgeçmemiş ve
taviz vermemiştir. Yakalandığı zaman yapılan sorgulamada müşriklerle anlaşıp o
an veya sonradan Akabe Biati’ne katılanların ismini verebilir, kendisini
esaretten kurtarmak için onlara birtakım taahhütlerde bulunabilirdi. O bunların
hiçbirisini yapmayarak davasına sımsıkı bir şekilde bağlı kalmış ve samimi bir
Müslüman olduğunu göstermiştir. Tarihçilerimiz bu hadise üzerinde fazla
durmamışlardır. Hadise sıradan bir olaymış gibi verilmiştir. En azından
Medineli Müslümanlar arasında İslam dinini kabul etmesi sebebiyle ilk işkenceye
tabi olan kişi denilebilirdi ki bu şekilde bir ifadeye rastlanılmamıştır.
SA’D BİN
UBÂDE’NİN İSLAM’A HİZMETLERİ
Sa’d b. Ubâde Cahiliye döneminde cömertliğiyle bilinen birisiydi.[114] Sa’d’ın bu cömertliği İslam’ı
kabül ettikten sonra da artarak devam etti. Her şeyden önce Sa’d b.
Ubâde’nin İkinci Akabe Biati’ne katılıp nakîb seçilmesi, Hz. Peygamber’e
kendi canlarını, mallarını ve evlatlarını korudukları gibi onu ve Müslümanları
da koruyacaklarına dair yaptığı biat[115]
İslam’a yapmış olunan en büyük hizmetlerinin başında gelmektedir. İki Sa’d’ın,
yani Sa’d b. Ubâde ve Sa’d b. Muâz’ın Müslüman olmalarının ne anlama geldiğini
Kureyş de çok iyi anlamış ve bunu şu şekilde mecazî olarak dile getirmişlerdir:
Kureyş, Ebû Kubeys
dağından geceleri gelen bu sese kulak kesilerek “Şayet iki Sa’d Müslüman
olursa Muhammed, Mekkeli olan ve olmayan karşıtlarının muhalefetinden, onların
kendisine yapacaklarından korkmadan Mekke’de rahat bir şekilde hiçbir endişe
kapılmadan geceleyecektir.” aralarında konuşmuştur[116].
Hz. Peygamber ve tebliğ ettiği İslam dini, Sa’d b. Ubâde’nin de İslam’ı kabul
etmesiyle birlikte Ensar’ı oluşturan Evs ve Hazrec’in tam desteğini almıştır.
Kendisini kabul ettirmeye başlamış ve Medine’deki etkisi artmıştır.
Sa’d b. Ubâde Müslüman olduktan sonra kavmini İslam’a davet etmiştir.
Hatta Sâide oğulları putlara tapmasınlar diye bu kabilenin putlarını kırmaya
başlamıştır. Mekkeli Müslümanlar Medine’ye hicret ettikleri zaman onlara büyük
yardımlarda bulunmuştur.[117] Yine Hz. Peygamber Medine’ye
geldiğinde kendisini istediği kadar evinde ağırlamayı teklif etmiş, ancak Hz.
Peygamber, devesinin çöküp kalacağı yerde konaklayacağını söylemiştir. Sa’d b. Ubâde Hz. Peygamber’e
yardım etme düşüncesinden vazgeçmemiş, hangi hanımının yanında olursa olsun en
azından günlük olarak Hz. Peygamber’in evine yemek (tirit) göndermiştir.[118]
Bu yemek sahanı Hz. Peygamber hangi hanımının yanında ise oraya gönderilirdi.[119] Yine Sa’d b. Ubâde, Hz.
Peygamber’in evinin günlük süt ihtiyacını karşılanması için Benî Ukayl
develerinden ismi Mehre olanı hediye etmiştir.[120]
Hz. Peygamber’in yakınında bulunmak, onun her ihtiyacının karşılanmasında
yardımda bulunmak ve ona komşu olmak için, mescide yakın bir yerde kendisine
bir ev yapmıştır.[121] Bununla da yetinmeyerek Hz.
Peygamber’in canının, malının ve evinin korunması gibi her türlü güvenliği
üzerine almış ve genç oğlu Kays bin Sa’d bin Ubâde (ö. 60/680)’yi onun
hizmetine vermiştir.[122] Sa’d b. Ubâde, Hz.
Muhammed’in şahsına da hediyelerde bulunmuştur. Mesela babasından miras kalan
“El-A’dbu” adlı kılıcı[123] Hz. Peygamber’e hediye etmiş,
Hz. Peygamber de bu kılıçla Bedir’de savaşmıştır.[124]
Yine Bedir savaşına çıkılacağı zaman, “Zâtu’l-Fudûl” adlı kendi zırhını Hz.
Peygamber’e göndermiştir.[125] Sa’d b. Ubâde
kavmine karşı da cömert bir liderdi.[126]
Müslüman olduktan sonra da cömertliği devam etmiştir. Medine’deki fakir
Müslümanlara her zaman maddi yardımda bulunmuş ve onlara yemek vermiştir.[127] Akşam olduğunda insanlar,
Ehli Suffe’den olan kimseleri birer ikişer veya bir grup halinde evlerine
götürürken, Sa’d b. Ubâde en az sekizer kişilik grubları evine götürür onlara
yemek verirdi.[128] Eve götürülen grupların
toplamı çoğunlukla 80 kişiden oluşuyordu.[129]
Sa’d b. Ubâde’nin yardımları muhasara, seriyye ve savaş zamanlarında da devam
etmiştir. Müslüman ordusu Hamrâu’l Esed Gazvesine giderken kendisi bizzat bu
sefere katıldığı gibi, ordunun kesip yemesim için 30 devesini bağışlamıştır.
Benzer bir yardımı, Müslümanlar Benî Nâdir Yahudilerini kuşattıkları zaman
kendi malından İslam ordusuna hurma dağıtarak yapmıştır.[130]
Yine bu gazvede Hz. Peygamber’in gölgelenmesi için ağaçtan yapılmış üzeri deri
ile kaplı bir gölgeliği de göndermiştir.[131]
Sa’d b. Ubâde, Hz. Peygamber tarafından verilen her türlü görevi yerine
getirmiştir. Hz. Peygamber, Ebvâ (Veddân/Vedân da olabilir)[132]
gazvesine çıkarken Sa’d bin
Ubâde’yi Medine’de kendi adına vekil olarak bırakmıştır.[133] Ayrıca bu sefere çıkılmadan
önce bu kabilenin ne düşündükleri ve hangi faaliyetlerde bulunduklarını tespit
ve teyit etmek ve bilgi toplamak üzere görevlendirilen sahabeler arasında da
yer almıştır.[134]
Sa’d b. Ubâde’yi savaş sırasında veya sonrasında her zaman Hz.
Peygamber’in canını korumak için kendisini siper ederken ve kapısında nöbet
tutarken görüyoruz.[135] Hicretin
gerçekleşmesiyle birlikte Sa’d b. Ubâde Ensar içerisinden öne çıkarak Hz.
Peygamber’in en yakınında bulunan sahabeleri arasına girdi ve çok önemli
görevler üstlendi.[136] Aynı zamanda o, Hz.
Peygamber’in istişare heyeti içerisinde yer alarak[137]
gelişen veya gelişmesi muhtemel olaylar ya da meseleler hakkında Ensar’ın
görüşünü dile getiren bir konumda bulunuyordu.[138]
Hz. Peygamber zamanında tüm Müslümanları temsil eden iki bayrak bulunmaktaydı.
Bu iki bayraktan biri olan Ensar bayrağı Sa’d b. Ubâde ile birlikteydi[139] ve Hz. Peygamber, Ensarın
bayrağı altında bulunurdu.[140] Bir sefere çıkıldığında
Ensar’ı meydana getiren Evs ve Hazrec kabilelerine ayrı ayrı sancak verilmesi
durumunda Hazrec’in sancağını Sa’d b. Ubâde taşırdı.[141]
Hendek Savaşı’nın uzaması ve tüm Arapların birlik olup Müslümanların üzerine
saldırmalarını engellemek için Hz. Peygamber, kalabalık bir kabile olan
Gatafanlılara Medine mahsulünün 1/3’ünü vermeyi teklif ederek Gatafanlıları
savaş dışı bırakmak istemiş, bunu Sa’d b. Muâz ve Sa’d b. Ubâde ile istişare
etmiş, iki Sa’d da buna muhalefet etmiş, Hz. Peygamber onların görüşünü
uygulamıştır.[142] Sa’d b. Ubâde Hudeybiye
Seferi’ne de katılmış ve maddi yardımda bulunmuştur.[143]
Hudeybiye Antlaşması olarak sonuçlanmış olan bu seferde Sa’d b. Ubâde’nin
metanet ve gücü açıkça görülmüştür.[144]
Sa’d b. Ubâde, Mekke’den Medine’ye hicret eden Muhacirlere yardım edilmesi ve
onların durumlarının daha iyi hale gelmesini her zaman düşünen Sa’d b. Ubâde bu
nedenle Benî Nadîr Gazvesi’nden elde edilen ganimetlerin Ensar’a verilmeden
sadece Muhacirler arasında pay edilmesini istemiş böylece yine onlara ekeonomik
katkı sağlamayı hedeflemiştir[145].
Sa’d b. Ubâde’nin İslam’a en büyük hizmeti İslam’ın güçlenmesi adına ne
yapılması gerekiyor ise onu yapması için Hz. Peygamber’e: “Sen ne yapacaksan
yap, ona da hiç üzülme. Allah’a yemin ederim ki Aden denizine götürsen
Ensar’dan bir kişi bile bundan geri kalmaz.” diyerek çok önemli bir destek
vermesi ve Hz. Peygamber’i sevindirmesidir.[146]
Bu anlamlı destek ve koşulsuz yanında olunacağı sözü verildikten sonra güven
iyice oluşmuş, tereddüde zerre kadar mahal bırakılmamış ve bunun neticesi
olarak Müslümanların ilk savaşı olan Bedir Gazvesi’ne karar verilmiştir.[147] Sa’d b. Ubâde, Hz.
Peygamber’in vekili sıfatıyla Medine’de kaldığı Ebvâ Gazvesi dışında Hz.
Peygamber’in bulunduğu tüm gazve ve seriyyelere katılmış ve Hazrec oğullarının
lideri olarak bulunması gereken tüm yerlerde bulunmuş[148]
denilmesine rağmen O nun Bedir Savaşı’na katılıp katılmadığı hakkında
tarihçiler arasında ihtilaf vardır.[149]
Fakat Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı dışında Uhud, Hendek ve vb. Hz. Peygamber’in
tüm gazvelerine iştirak ettiği hususunda herhangi bir ihtilaf yoktur.[150] İbnu’l Esîr’in (ö.
630/1233) bize bildirdiğine göre ilk tarihçilerden İbn Ukbe ve İbn İshak
(ö.151/768), Sa’d b. Ubâde’nin ismini Bedir Savaşı’na katılanlar arasında
zikretmemişlerdir. Vâkıdi (ö. 207/823), Medâinî (ö. 228/843) ve İbnu’l-Kelbî
(ö. 204/819) onun ismini Bedir Savaşı’na katılanlar arasında zikretmişlerdir.[151] Ancak Kelbî’nin bakmış
olduğumuz Cemhere ve Nesebü Me ’ad ve El-Medâinî’nin et-Te
’âzî adlı eserlerinde Bedir’e katılan sahabe isimleri zikredilirken
aralarında Sa’d b. Ubâde ismine rastlanmamıştır. Vâkıdi ise el-Meğâzî
adlı esrinde Hz. Peygamber’in Bedir Savaşı sonrasında Sa’d b. Ubâde’ye
ganimetten payını ve katkısının karşılığını verdiğini rivayet ederek devamında
Bedir Savaşı sona erdiğinde Sa’d b. Ubâde’nin şahsen orada olmasa bile savaşa
katılmaya çok arzulu olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple de Hz. Peygamber Sa’d b.
Ubâde’yi savaşa katılanlar arasında saydı demiştir.[152]
Ayrıca Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katılmaya çok istekli olduğunu, bu
savaş için kendisi dışında Ensar’ı da bu savaşa katılmaya teşvik ettiğini
bildiren rivayetler de bulunmaktadır.[153]
Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katılıp katılmadığı hususunda çalışma yapan[154] Buhâri (ö. 256/870), Sa’d b.
Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katıldığı sonucuna ulaşmıştır.[155]
İlk dönem tarihçilerimizden sonra gelen tarih yazarlarımız da aynı yolu takip
ederek Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katılıp katılmadığı hususunda katıldı[156] ve katılmadı[157] şeklinde ikiye bölünmüşler ve
daha çok katıldığı yönünde kanaat belirtmişlerdir. Aynı zamanda haklı olarak
Sa’d b. Ubâde’nin isminin Bedir Savaşı’na çıkılırken Medine’de Hz. Peygamber’in
onayı ile kalanların arasında zikredilmediğini de belirtmektedirler.[158] Sa’d b. Ubâde’nin isminin Medine’de
kalanlar arasında geçmemesinin bir sebebi olması gerekir. Zira Sa’d b. Ubâde
gibi birisinin sebepsiz yere veya kendi kendine savaşa gitmeme kararı alarak
Medine’de kalması söz konusu olsaydı mutlaka bu mesele birçok tarihçi
tarafından dile getirilirdi. Bu nedenle olağanüstü bir şeyin meydana geldiği
açıkça kendisini göstermektedir. Bazı tarih kitaplarında savaşa çıkılacağı
zaman Sa’d b. Ubâde’nin zehirli bir böcek/yılan tarafından ısırıldığı şeklinde
rivayetler de bulunmaktadır.[159] Şayet Sa’d b. Ubâde
Bedir’e katılmamış ise bu ve buna benzer sebepler çok makul gelmektedir. Bizce
Sa’d b. Ubâde’nin sebepsiz olarak Evs’in liderinin bulunduğu bir yerde olmaması
da pek mümkün gözükmemektedir. Zira Hazrec ve Evs arasında cahiliyeden beri
devam edip gelen çekişme, övünme ve rekabet, Müslüman olduktan sonra da devam
etmiştir.[160] En azından bu sebeple Sa’d b.
Ubâde’nin bu onurlu ve şerefli faaliyetten geri kalması makul gelmektedir. Bu nedenle Sa’d b. Ubâde’nin
Bedir Savaşı’na katılmadığını söyleyenlerin onun ilk halife adayı olarak ortaya
çıkmasından[161]
dolayı mı bu tutum içerisine girdikleri bilinmemektedir. Ancak
kanaatimize göre Sa’d b. Ubâde’nin savaşa katılamayışı bu sebepten olabilir.
Bazı kaynaklar Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katılamayışının nedenini belirtirken,
bazıları bir neden göstermemiş veya gerekli görmemiş de olabilirler. Bunun da
makul karşılanması gerekir. Bununla birlikte Sa’d b. Ubâde gibi bir ismin Bedir
Savaşı’na katıldığı yönündeki rivayetlerin daha baskın geldiği ifade
edilebilir. Çünkü Bedir gününde Ensar’ın bayrağının Sa’d b. Ubâde’nin elinde
olduğu bilgisi de bulunmaktadır.[162]
Sa’d b. Ubâde’nin her gün devam eden maddi yardımları[163]
dışında okuryazar olması nedeniyle Hz. Peygamber zamanında Kur’an’ı toplayan
altı kişiden biri olarak163 [164]
da çok önemli bir görevi ifa etmiştir. Anlatılan bu olaylar gösteriyor ki Sa’d
b. Ubâde’nin İslam’ın tebliğ edilişi, yayılması ve kabul edilmesi gibi tüm
faaliyetlerde maddi ve manevi yardımda bulunmuştur. Bu nedenledir ki Hz.
Peygamber sık sık Sa’d bin Ubâde’nin evini ziyarete giderek[165] “Ey Allah’ım
desteğini ve rahmetini Sa’d b. Ubâde ve ailesi üzerine ver”
şeklinde dua ederdi.[166] Sa’d bin Ubâde’nin
cömert bir kişi olmasından dolayı Hz. Peygamber hem ona ve ailesine dua eder
hem de Sa’d bin Ubâde’nin güzel insan olduğunu dile getirirdi.[167]
SA’D BİN UBÂDE’NİN HZ. RESÜLULLAH DÖNEMİNDE BAZI OLAYLAR KARŞISINDA ALEYHİNDE OLACABİLECEK TUTUM VE DAVRANIŞLARI
VE BUNLARDAKİ CAHİLİYE DÖNEMİNİN İZLERİ
Belki de böyle bir başlığın atılması kimimize farklı şeyler çağrıştırabilir.
Bazılarımız bunu normal karşılarken bazılarımız da Hz. Peygamber’in
sahabesinden böyle tepkisel davranışların sudur edemeyeceğini düşünerek hoş
karşılamayabilir. Bu konular hassas olduğu için bunu makul de görebiliriz.
Çünkü hemen o zamandan günümüze kadar bu tarz düşünceler ağırlıklı olarak
gelmiştir. Oysa İslam dinine göre insan hangi zaman diliminde ve çağda yaşarsa
yaşasın yeryüzüne geliş gayesi imtihana tabi tutulmak içindir.[168] İslam’ın evrensel bir din
olması nedeniyle kuralları da evrenseldir
Hiçbir kimseye, gruba veya cemaate ayrıcalık tanınmamıştır.[169] Bu dinin müntesipleri de bu
evrensel ilkelere bağlı ve ona uygun söylemler geliştirmesi gerektiğini her
zaman göz önünde bulundurarak, sahabenin bir beşer olduğu gerçeği unutularak/
göz ardı edilerek değerlendirmeler yapılmıştır. Onlarda da bizde olduğu gibi
olumsuz diyebileceğimiz davranışlar meydana gelebilir. Bu nedenle onları
bulundukları durumdan farklı bir pozisyon vererek onların davranışlarının
biçilen konumdaki davranışa uymaması hali, insanların farklı görüşlere
ayrılmalarına neden teşkil etmiştir. Bu da bu dinin mensupları arasında
çatışmalar çıkartacak kadar olaylara sebebiyet vermiştir ve böyle giderse de
vermeye devam edecektir. Onlar da yanlış yapabilir ve bu mümkündür. Ayrıca
onlardan yanlış davranış sudur etmesi o insanların Hz. Peygamber zamanında
İslam için ortaya koymuş oldukları gayret ve fedakâr davranışlarının
değerlerini ve kendilerine biçilen konumlarının yerini asla aşağıya çekmez.
Zaman zaman insan, geçmişte içerisinde yaşamış olduğu kültürün etkisini tamamen
üzerinden atamamış olarak o kültüre uygun davranışlar sergileyebilir veya hep
aynı psikolojide de olmayabilir. Bunlar insan için gayet olağan durumlardır. Bu
başlık altında anlatılan olayları bu bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiği
düşünülmektedir
SA’D B. UBÂDE’NİN İFK
HADİSESİ’NDEKİ TUTUMU
İfk (^') kelimesi iftira atmak, kara çalmak, yalan söylemek anlamına
gelir[170]. Bu hadise hemen hemen bütün
kaynaklarda bu iftiraya/isnada/iddiaya maruz kalan, Hz. Peygamber’in eşi
Âişe’den gelen nakille aktarılmaktadır. Kısaca bilgi vermek gerekirse olay
şöyle gerçekleşmiştir: Benî Musta’lik (veya Müreysi’)[171]
Gazvesi’ne Hz. Peygamber ile birlikte katılan Hz. Âişe, gazve dönüşü ordunun
konakladığı bir sırada ihtiyacını gidermek için gittiği yerde kolyesini
düşürür. Düşürdüğü kolyesini bulmak için tekrar gittiğinde ordu hareket eder.
Kimse onun olmadığını fark etmez. Kolyesini düşürdüğü yerde bulan ve geri
döndüğünde orduyu mola yerinde bulamayan Âişe, kendisinin yokluğunun fark edilmesini
umarak mola yerinde beklemeye başlar. Bu esnada oradan ordunun artçısı olarak
bilinen, Muhacirlerden, Bedir Savaşı’na katıldığı da söylenilen Safvân b.
Muattal (ö. 19/640?), mola yerinde bekleyen Âişe’ye rastlar, onu alır ve orduya
yetişir.[172] Hz. Peygamber’i kendisinin
Medinelilerin reisi olmasını engelleyen kişi olarak gören Abdullah b. Übeyy b.
Selül (ö. 9/631), bu durumu lehine çevirmek, Hz. Peygamber’den intikam almak,
onu ve Hz. Ebû Bekir’i küçük düşürmek, aralarına nifak tohumları ekmek ve Müslümanlar
indinde Hz. Peygamber’in konumunu sarsıp ona itaati engellemek amacıyla bu
iftirayı başlatır. Hazrec’in en kalabalık kabilesi Benî Neccâr’dan Abdullah b.
Übeyy b. Selül, Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde Neccâroğulları kabilesinin
reisiydi.[173] Bununla birlikte o, kabilesi
arasında itaat edilen, sözü dinlenilen şanı büyük bir Hazrec büyüğüydü. Aynı
zamanda Evs kabilesi tarafından da öne çıkartılmış bir kişiydi.[174] Zira bu şahıs,
Hazrec ve Evs kabileleri arasında hicretten beş/altı sene önce, en son savaş olarak
meydana gelen o meşhur Buâs Harbi’nde tarafsız kalması nedeniyle bu iki kabile,
onun liderliği üzerinde birleşmede anlaşmışlardı.[175]
İfk (iftira) hadisesi, Abdullah bin Übeyy bin Selül’ün adamları ile bazı
Müslümanların onlara katılmasıyla kısa süre Medine içerisinde yayıldı.[176] Hz. Peygamber, bu hadiseden
rahatsız oldu ve rahatsızlığını mescitte dile getirerek dedikodu meydana
getiren bu olaydan kurtulmak istedi.[177]
Mescitte bulunan Sa’d b. Muâz (Ö.5/627) ayağa kalkarak Hz. Peygamber’den özür
diledi ve “Bunu yapanlar Evs kabilesinden ise boyunlarını vururum. Bizim
için bu sorun olmaz. Şayet bu dedikoduyu yayanlar, kardeşlerimiz Hazrec’den
iseler, bize emir verirsiniz biz de emrin gereğini yerine getiririz[178]” demesi üzerine Sa’d b. Ubâde
ayağa kalkarak “Yalan söyledin. Allah’a yemin ederim ki onların
boyunlarını vurmayız”[179] dedi. Başka bir rivayette
ise: “Yalan söyledin. Hayatım üzere Allah’a yemin ederim ki onu öldüremezsiniz,
öldürmeye de gücünüz yetmez.[180] Sen onların Hazrec’li
olduklarını bile bile bu sözleri söylüyorsun. Şayet onlar senin kavminde
olsaydı bu şekilde konuşmazdın.[181] Muhakkak sen cahiliye
döneminde seninle bizim aramızda olan durumdan dolayı bizden intikam almak
istiyorsun. Fakat Allah bu durumu yok etti”[182]
diye cevap verdi. Bu konuşma üzerine Evs kabilesinden Useyd b. Hudeyr (ö.
20/641) söze girerek “Allah’a yemin olsun ki yalan söyledin. Fakat sen
münafıksın ve münafıkları koruyorsun” dedi.[183]
Bu konuşmalar sonucunda iki kabile (Hazrec ve Evs) birbirleriyle savaşmak için
harekete geçti. Hz. Peygamber, bu duruma müdahale edilmesse; hadise iyice
karşılıklı tartışmalara, tartışmaların da bir çatışma ile sonuçlanacağını
öngördüğü için meseleye müdahale ederek ortamı sakinleştirdi.[184]
İfk hadisesi kısaca bu şekilde cereyan etmiştir. Sa’d b. Ubâde’nin hadise
karşısında verdiği tepkiye tarihçiler de şaşırmışlar ve “o bu olaydan önce
salih bir kişiydi fakat hamiyetperverliği ve tutuculuğu onu farklı noktalara
taşıdı ve onu cahilleştirdi” diyerek taaccüplerini dile getirmişlerdir.[185] Ancak şaşırmak yerine onu anlamaya
çalışmanın ve bu hadise karşısında niçin böyle bir tepki vermiş
olabileceğiniirdelemenin daha yerinde bir bakış açısı olduğu muhakkaktır. Onun
bu davranışının nedenini orada bulunan Evs’lilere hitaben yaptığı şu
konuşmasından anlayabiliriz: “Ey Evs oğulları tövbe edin. Siz ancak
cahiliye döneminde olan kan davasını gütmek istiyorsunuz. Vallahi onu
hatırlatmak sizin harcınız değil. Çünkü o dönemde kimin galip geldiğini siz çok
iyi bilmektesiniz. Fakat Allah İslam’la birlikte Cahiliye anlayışını yok etti”[186] dediği bu konuşmasında karşı
tarafı cahiliye anlayışı ile itham ederken; özellikle konu Evs kabilesi ve onun
mensupları ile ilgili olduğunda kendisinde de bu anlayışın bilinçaltında
tezahür ettiği görülmektedir. Bu sebeple olmalı ki böyle bir konuşma yapmıştır.
Onun bu konuşması, İslam’a iman ve yardım etmedeki samimiyetini görmezden
gelmemize sebep olmamalıdır. Nitekim o, Müslüman olduktan sonra bu dinin
intişar etmesi için canla başla çalışmıştır. Hayatını bu dinin kurallarıyla
şekillendirmeye gayret göstermiştir. Bir Müslüman olarak bilmediği hususlarda
Hz. Peygamber’den fetva istemiştir.[187]
Ancak iş Evs’le olan rekabete ve kendi kabilesiyle ilgili hususlara gelince;
karşımıza cahiliye izlerinden tam olarak kurtulamamış bir Sa’d b. Ubâde
çıkmaktadır.
MÜREYSİ GAZVESİ VE BENÎ KURAYZA
İLE TAVIRLARI
Bu tip davranışlar sadece bu olayla sınırlı kalmamış Müreysî Gazvesi’nden
dönülürken Ensar ile Muhacir arasında bir çatışma çıkarmak için her olumsuzluğu
kullanan Abdullah b. Übeyy’i savunmasında da görülmüştür.[188]
Evs ile Hazrec arasındaki rekabet hicretten sonra da devam etmiştir. Hz.
Peygamber’e yardımcı olma meselesi bile her iki kabile için bir yarış haline
gelmiştir Her iki kabile de Hz. Peygamber indinde kabul görecek işleri
özellikle yapmaya ve biri takdir edilen bir iş
yaptığında diğeri de aynısını yapmaya çalışır ve yaptıkları şey ile de
övünürlerdi.[189] Birinin yapamadığı
bir şey olduğunda yapmayanın değerini düşürmek isterlerdi. Mesela Benî Kurayza
Gazvesi esnasında Sa’d b. Ubâde ve Hubâb b. Münzir (ölümü 20/641) Hz.
Peygamber’in yanına gelerek “Ya Resulullah Evs, Benî Kurayza ile aralarında
antlaşma olduğu için onların öldürülmesini kerih görüyor (istemiyor)”[190] demişlerdir. Bu
davranışlardan da anlıyoruz ki yaşanan bir hadise rekabet veya kavmiyet
meselesiyle ilgili olduğunda Sa’d b. Ubâde’yi eski anlayışından etkilenen biri
olarak görebiliyoruz. Çok uzun yıllar bu kültürle yoğrulmuş bir zihniyetin bir
çırpıda yok edilmesi zor görünmektedir. Hele bu ortamda kavmine reislik
yapanların bu anlayıştan kurtulması daha da güç olmaktadır. Aynı zamanda
savunulan kişinin de kavminin en üst lideri konumunda bulunması bu şekilde
davranmasına katkı sağlamıştır.
SA’D B. UBÂDE’NİN MEKKE’NİN FETHİ ESNASINDAKİ SÖZ VE DÜŞÜNCESİ
Mekkeli müşriklerin Hudeybiye Antlaşması’nı ihlal etmeleri sebebiyle
Mekke’nin fethi için sefere çıkmaya karar veren Hz. Peygamber, düşmanı
hazırlıksız yakalayarak kan dökülmesini önlemek amacıyla seferin hedefini
herkesten gizli tutarak hazırlıklara başlamıştı.[191]
Hazırlıklar tamamlandıktan ve yola çıkıldıktan kısa bir müddet sonra İslam
ordusu Mekke’ye gelmişti. Hz. Peygamber’in sancağı Sa’d b. Ubâde’nin elindeydi[192] ve aynı zamanda o, bir askeri
birliğe komuta ediyordu.[193] Hz. Peygamber, tüm ordu
komutanlarına kimin nereden Mekke’ye gireceğini bildirdi.[194]
Sa’d b. Ubâde’ye de komuta ettiği askerleriyle birlikte Kedâ bölgesinden
Mekke’ye girmesi için talimat verdi.[195]
Sa’d b. Ubâde, Ensar’dan oluşan birliğiyle birlikte Ebû Süfyan’nın yanından
geçerken ona bakarak[196] “Bugün cenk etme günü, bugün
kahramanlık günü, bugün intikam alma günüdür. Bugün haramın helal olduğu
gündür, bugün Allah’ın Kureyş’i zelil ettiği gündür” dedi.[197]
Ebû Süfyan, Hz. Peygamber’in yakınına gelince ona Sa’d b. Ubâde’nin
söylediklerini aktardıktan[198] sonra Ebû Süfyan “ya
Resulullah sen kavmini öldürmeyi mi emrettin” diye sordu.[199]
Bu sözleri duyan Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Aftan “Ya Resulullah biz
Sa’d’ın Kureyş’e karşı olumsuz bir harekete geçmesinden endişe duyuyoruz”
dediler.[200] Bu konuşmaları dinleyen Hz.
Peygamber, Ali b. Ebî Talib’i[201] veya Sa’d b. Ubâde’nin oğlu
Kays b. Sa’d’ı göndererek bayrağı almalarını ve Mekke’ye bayrakla birlikte
kendilerinin girmeleri talimatını onlara verdi.[202]
Bazı tarih kitapları, Mekke Fethi’nin akabinde Sa’d b. Ubâde’nin içlerinde
Abdurrahman b. Avfın (ö. 32/652) da bulunduğu bir cemaatle oturduğu esnada
Kureyş’li kadınlar bu topluluğun önünden geçerken[203]
Sa’d b. Ubâde’nin “Bana Kureyş’li kadınların güzel oldukları söylenmişti. Biz,
bize anlatıldığı gibi Kureyş’in kadınlarını güzel görmedik, güzel de
değillermiş” dediği aktarılmaktadır.[204]
Ayrıca bu konuşmanın sonunda Sa’d b. Ubâde ile Abdurrahman b. Avfın kavga yapma
noktasına geldikleri ve Sa’d b. Ubâde’in meclis yerini terk ettiği, Hz.
Peygamber’in oraya gelerek ne olduğunu sorduğu, anlatılanları dinledikten sonra
da Sa’d b. Ubâde’ye kızdığı ve bunun neticesinde Sa’d b. Ubâde’nin yüzünün
kızgınlıktan tutuşa bilecek kadar kızardığı rivayetlere yansımıştır. [205]
Mekke’nin fethi esnasında sadece Sa’d b. Ubâde ile ilgili olumsuz
diyebileceğimiz davranışların dile getirilmesi bize satır aralarında sanki Sa’d
b. Ubâde’nin Kureyş’e karşı halife adayı olmasından kaynaklandığı düşüncesini
vermektedir. Erken dönem bazı tarih yazarlarımız bu bilgiyi aktarırlarken “bazı
ilim ehli olanlar iddia ettiler ki”[206],
“bazı ilim sahibi âlimlerimizin aktardığına göre”[207]
diye bu rivayetleri vermeye başlarken, diğer bazıları ise bu konu hakkında
bilgi vermeye meçhul siygası “Yükâlü”[208]
ile başlamaktadırlar. Sa’d b. Ubâde’nin
Mekke’nin fethi sırasındaki davranışlarının, kaynak kitaplarımızda bu şekilde
aktarılması da bu düşünceyi destekler mahiyettedir. İlk dönem müelliflerimizin
hadiseyi bu tip kalıplarla ifade etmeleri onların da bu anlatılan hadisedin
yaşanıp yaşanmadığını, kesin bilgiye sahip olmadıklarını göstermektedir. Olay
anlatılırken Sa’d b. Ubâde’nin Kureyş’e karşı olumsuz bir harekete geçmesinden
bahsedilmesi, özellikle de aktarılan cümle içerisinde “Kureyş’e karşı” lafzının
kullanılması ve bu hadiseyi anlatan kitapların da Kureyş iktidarları döneminde
yazılmaları, böyle düşünülmesini daha da güçlü hale getirmektedir. Bu eserler
okunduğunda okuyanların dimağlarında şöyle bir çağrışım gelebilir: Sa’d b.
Ubâde’nin önceden beri Kureyş’e karşı bir önyargısı vardı ve bu nedenle
Kureyşlilere karşı halife adayı oldu diyebilirler. Veya devlet ricalinden bu
eserleri okuyanların böyle algılamaları da hedeflenmiş olabilir. Her ne sebeple
olursa olsun Sa’d b. Ubâde’nin Hz. Peygamber’in emrini dinlememesi söz konusu
edilemez. Hz. Peygamber, ordu komutanlarına hangi bölgeden Mekke’ye
girileceğini bildirdiği toplantıda[209]
kuvvetle muhtemeldir ki nasıl davranılması talimatını da vermiştir. Zira
Mekke’nin fethi sırasında Kureyşliler tarafından gösterilen küçük bir
mukavemet,
Halid b. Velid (ö. 21/642) tarafından kırılmıştır.[210]
Bunun dışında başka bir hadise yaşanmamıştır. Mekkelilerin bu mukavemetine
verilen karşılığın haricinde hiçbir İslam ordu komutanı saldırıya geçmemiş,
olumsuz denebilecek bir davranış sergilememiştir. Bu şekilde davranılması, her
komutanın verilen talimata uygun hareket ettiklerinin en iyi kanıtıdır
denilebilir. Sa’d b. Ubâde’nin talimatın dışında farklı bir şekilde
davranacağını düşünmek, Mekke’nin fethi sırasında Müslüman birlikleri
tarafından hiçbir taşkınlığın yapılmadığına bakıldığında pek mümkün
gözükmemektedir. Ayrıca kaynaklarımızda Sa’d b. Ubâde’nin Müslüman olduktan
sonra Hz. Peygamber’e karşı yapmış olduğu olumsuz bir davranışa
rastlanılmamaktadır. Niçin Sa’d b. Ubâde, Mekke’nin fethi sırasında, İslam’ın
bu kadar kuvvetlendiği bir dönemde Hz. Peygamber’in talimatının tersine hareket
etsin? Bu şekilde davranışın ne anlama geleceği rahatlıkla tahmin edebilir.
Böyle bir niyeti olsaydı İslam dinin çokça intişar etmediği bir zaman diliminde
muhalif davranması gerektiğini anlar ve ona göre bir eylem yapacağı
düşünülebilirdi. Sa’d b. Ubâde’nin Mekke kadınlarıyle ilgili güzel olup
olmadıkları hakkında söylediği iddia edilen sözlerin asılsız olduğunu İbn Hacer
el-Askalânî de (ö. 852/ 1448), “Bu söylenen sözler sahih değildir. Bu
olayı rivayet eden şahıs rivayet edileni görmemiştir” [211]
diyerek bildirmektedir. Yukarıda sunulan ipuçları, Mekke’nin fethi esnasında
Sa’d b. Ubâde hakkında aktarılan rivayetlerin sıhhatiyle ilgili şüphelerin
oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu rivayetlerin bir amaca hizmet etme
ihtimalinin değerlendirme dışında tutulamayacağı da görülebilmektedir.
Diğer taraftan yukarıdaki rivayetlerin sahih olduğunun düşünülmesi
durumunda Sa’d b. Ubâde’nin bu sözleri Hz. Peygamber ile toplantı yapmadan ve
kendisinden bir talimat almadan önce, sırf askerlerini motive etmek için sarf
etmiş olabileceğidir. Savaş anında askeri cesaretlendirmek ve savaşa hazırlamak
için böyle konuşmaların yapılabileceği hesaba katılmalıdır. Sa’d b. Ubâde İslam
ordusunun Mekke’ye girmesinden önce böyle düşünmüş ve bunu dile getirmiş
olabilir. Ancak talimattan sonra bu düşüncesinden vazgeçmiş de olabilir. Bu
sözler hangi kavimle savaş yapılırsa yapısın her zaman söylenecek sözlerdendir.
Yoksa Sa’d b. Ubâde’nin Kureyş’e karşı herhangi bir ön yargısından
kaynaklanmamıştır. Şöyle de düşünebiliriz: Sa’d b. Ubâde, Hz. Peygamber’in
hicretten önce Mekke’de bulunduğu dönemde Kureyşlilerin kendisine yapmış
oldukları baskı, şiddet, yurdundan çıkarma, darp vb. zulümler gibi kötü
muameleleri, hicretten sonra ise Hz. Peygamber ve Medine’li Müslümanlara karşı
savaşlar yapmaları dâhil tüm kötü niyetli davranış ve uygulamaları nedeniyle
böyle düşünerek ve Ebû Süfyan’nın gözünün içine bakarak adeta ondan hesap
sorarcasına bugün artık Kureyşlilere yaptıklarının hesabını sorma zamanıdır
demiş olabilir. Böyle söylemesinde herhangi bir sakınca da bulunmamaktadır.
Açık sözlü biri olarak Sa’d b. Ubâde’nin düşüncelerini ifade eden bu konuşmayı
yapması ihtimal dışı gözükmeyebilir. Tarih kitaplarımızın bu olayla ilgili
bilgileri aktarım şekilleri, böyle yorum yapmamıza olanak sağlamaktadır. Ancak
on bin kişilik bir ordunun içerisinde sadece Sa’d b. Ubâde’nin bu şekilde
düşünmesi ve böyle bir konuşmayı sadece onun yapması, başka bir kimseden bu
şekilde bir tepkinin gelmemesi bizi ihtimalli düşünmeye sevk etmektedir.
Aklımıza şöyle sorular gelebilir: Neden o zulmü gören Muhacirler değil de bu
konuşmayı yapan Sa’d b. Ubâde? Neden Ensar’dan başka biri değil de sadece Sa’d
b. Ubâde? Neden Kureyş tarafından yapılan zulümleri sadece Sa’d b. Ubâde
hatırlıyor da başka kimse hatırlamıyor? Acaba tüm Müslümanlar tarafından
Kureyş’in yaptığı zulümler gerçekten unutuldu mu? Unutulması düşünülemez. Zira
Kureyş’in savaşlarda şehit ettiği sahabeler ve onların akrabaları vardır.
Herkes unutsa bunlar unutmaz, unutamazdı. Kureyş’in yaptıkları unutulacak gibi
de değildi. Bu sebeple Sa’d b. Ubâde tarafından söylendiği iddia edilen bu
sözlerin Mekke’ye girilmeden ve Hz. Peygamber ile yapılan toplantıdan önce
söylenmesi ihtimali yüksektir. Ancak bu sözlerin yapılan toplantıdan sonra Hz.
Peygamber’e rağmen söylenmesi ihtimalinin ise daha zayıf bir ihtimal olduğu
düşünülebilir. Ancak toplantıdan sonra Ebû Süfyan’ı gören Sa’d b. Ubâde’nin
duyguları kabarmış, bu nedenle adeta Ebû Süfyan’a “seni ve Kureyş’i elime
geçirdim. Şimdi yaptıklarınızın hesabını verme zamanıdır” düşüncesini tercüme
eden o sözleri söylemiş, ona korku vermek istemiş olabilir. Bu da onun
psikolojisini ve düşüncesini yansıtabilir. Her insanda meydana gelmesi mümkün
olan bu insani durumu herkesin yaşaması mümküm gözükmektedir.
SA’D B.
UBÂDE’NİN HUNEYN SAVAŞI GANİMETLERİNİN PAYLAŞIMINDAKİ TUTUMU
Hicretin sekizinci, miladi 630 yılında Mekke fethedilmiş ve akabinde
Huneyn Seferi’ne çıkılmıştı.[212] Bu sefer sırasında Hazrec’in
bayrağını Sa’d b. Ubâde taşıyordu. Sa’d b. Ubâde, bu savaşın ilk anlarında pusuya
düşerek dağılan İslam ordusu içerisindeki Ensar’ın dönmesini ve onların tekrar
savaşa katılmalarını sağlayarak savaşın kazanılmasında büyük bir rol
üstlenmiştir.[213] Huneyn Gazvesi sonucunda elde
edilen ganimetler Cir’âne denilen yere gönderilmiş ve daha sonra burada
ganimetin paylaştırılmasına geçilmiştir.[214]
Hz. Peygamber, bu savaştan elde edilen ganimetleri Ensar’ın dışındaki diğer
Arap kabileleri ile Kureyş arasında dağıttı.[215]
Hz. Peygamber’in ganimeti bu şekilde taksim etmesinin nedeni, söz konusu kabilere
mensup kimselerin kalplerinin İslam’a ısındırılmasına matuftu.[216] Huneyn ganimetinin paylaşımı
esnasında Ensar’a hiçbir şeyin verilmemesi, rahatsızlığa neden olmuş ve
eleştirilere yol açmıştı.[217] Ensar’dan eleştiri yapan
taksimattan rahatsız olanlarise düşük gelirli kimselerdi.[218]
Ganimetten pay ayrılmaması nedeniyle Ensar kendi içerisinde bu duruma şöyle
tepki vermişti: “Kılıçlarımızdan onların kanları damlarken, bizim hakkımız olan
ganimetler onlar arasında taksim ediliyor.[219]
Vallahi Resulullah kavmi ile karşılaştı, kavuştu bu nedenle ganimet paylaşımı
da bu şekilde oldu”.[220] Giderek bu
konuşmaların dozu artı ve “Resulullah kavmini görünce bizi unuttu. İş savaşa
gelince biz onun ashabıyız amma ganimet paylaşımına gelince onun kendi kavmi ve
aşireti önce geliyor. Keşke bunun ne olduğunu bilseydik. Eğer bu durum
Allah’tan ise buna sabrederiz yok eğer Resulullah’ın kendi görüşü ise buna
direniriz” denmeye başlandı.[221] Bu konuşmalara şahit olan
Sa’d b. Ubâde Hz. Peygamber’in niçin bu şekilde taksim yaptığının nedenini anlayamamış
ve herhangi bir yorum yapamadan Ensar’a bununla ilgili bir açıklamada da
bulunmamıştır. Ensar’ın bu eleştirisi ordu içerisinde yayılınca, durumdan
haberdar olan Hz. Peygamber, konuyu dinlemek için Sa’d b. Ubâde’yi yanına
çağırtmış[222] veya Ensar’ın ganimet
paylaşımı hakkında yaptığı eleştiriyi Sa’d b. Ubâde Hz. Peygamber’e haber
vermiştir.[223]
Ensar’ın rahatsızlığını ve eleştirisini anlatmak için Hz. Peygamber’in
yanına giren Sa’d b. Ubâde, ganimetin paylaştırılmasındaki dağıtımla ilgili
olarak Ensar kırgınlık hissediyor ve bazı hoş olmayan sözler sarf ediyorlar
diyerek yaşananları anlattı.[224] Bu konuşmanın sonunda Hz.
Peygamber Sa’d b. Ubâde’ye bu konuyla ilgili kendi görüşünün ne olduğunu sordu
ve o da, “Ya Resulullah bende kavmimin bir ferdiyim” diyerek soruyu cevapladı.[225] Hz. Peygamber, bu cevabı
duyduktan sonra ondan Ensar’ı bir yerde toplamasını istedi. Sa’d b. Ubâde,
verilen görevi yerine getirdi. Hz. Peygamber Ensar ile konuştu ve sorun
Ensar’ın ganimet dağıtımının amacını kavraması neticesinde taksime gönülden
rıza göstermeleri neticesinde çözüldü.[226]
Sa’d b. Ubâde, Huneyn ganimetinin paylaştırılması sırasında da sergilemiş
olduğu tutum ve konuşmasıyla konu kavmiyet noktasına geldiğinde hala
cahiliye/asabiyet anlayışından kurtulmadığını gösteren bir davranış
sergilemiştir. Böyle bir durumda Ensar’ı yatıştırıcı konuşma yapması
gerekirken, bunu yapmamıştır. En azından bana müsaade edin de bu işin sebebini
Resulullah’tan öğreneyim dememiştir. Herhangi bir açıklama yapılmaksızın
ganimetin Mekkelilere taksim edilmesi ve Ensar’a hiçbir şeyin verilmemesi
Ensar’dan bazılarının bu taksimin nedenini düşünmeye ve farklı yorum
getirmelerine sebep oldu. Bunu da insan olunması nedeniyle doğal karşılamak
gerekir. Liderlik noktasında Ensar içerisinde İfk hadisesiyle gözden düşen
Abdullah b. Übeyy’in konumuna yükselmeye başlayan Sa’d b. Ubâde, eskiden gelen
kabilecilik anlayışından kurtulabilmiş olabilseydi bu gibi durumları daha iyi
analiz eder ve olaylar büyümeden yatıştırabilirdi. Ayrıca bir bütün olarak
değerlendirilen Ensar’ın da bu olaya sadece ganimet elde edilmesi şeklinde
bakmaması beklenirdi denebilir. Ensar’ın da değişik karekterlerden ve farklı
sosyal dorumlardan meydana gelmiş bir topluluk olduğunu göz önünde bulundurmak
bulundurmamızın gerekli oldoğunu düşünüyorum.
SA’D BİN UBÂDE’NİN HZ. PEYGAMBER SONRASI OLAYLARDAKİ TAVRI
SAKÎFETÜ BENÎ
SAÎDE HADİSESİ VE SA’D B. UBÂDE
Hz. Peygamber’in hicri 12 Rebiyülevvel 11 tarihinde vefat etmesi[227] üzerine Ensar ve Muhacirden
bir grup Müslümanın Hazrec kabilesinin kollarından Sâideoğullarına ait
Sakîfe’de (gölgelik) bir araya gelerek İslam devletine halife seçmek için
mücadele verdikleri ve neticesinde ilk halifenin seçildiği olaya, Sakîfetü Benî
Saîde Hadisesi denmektedir. Söz konusu hadise şu şekilde cereyan etmiştir: Hz. Peygamber
vefat etmeden önce kendisinin yerine geçecek ve devlet reisi olacak kişi
hakkında yazılı yahut sözlü olarak herhangi bir vasiyette bulunmadığı için,
halife seçimi Müslümanların hür iradesine kalmıştı.[228]
İnsanların bir kısmı, Hz. Peygamber’in vefatı sebebiyle üzüntülerinden dolayı
gözyaşlarına engel olamayıp üzülürken[229]
diğerleri ise ani gelişen bu hadise karşısında çaresiz ve kararsız bir şekilde
ne yapacaklarını bilmiyorlardı.[230] Devletin idare edilmesi için
bir devlet başkanının gerekli olduğunu düşünen Ensar’ın ileri gelenlerinden bir
gurup Benî Sâide gölgeliğinde bulunan Sa’d b. Ubâde’nin yanına gelerek ona
katıldılar.[231] Hz. Peygamber Medine’ye
hicret ettiğinde Evs ve Hazrec kabileleri kendi kendilerini yönetiyor ve sık
sık birbirleriyle kavga ediyorlardı. Hz. Peygamber Medine’ye gelip yerleştikten
sonra bu iki kabilenin arasındaki kavgayı bitirerek, aralarında İslam
kardeşliğini oluşturdu ve onların bir elden yönetilmesini sağladı. Bu sebeple
Hz. Peygamber’in vefatı Ensar’ı harekete geçmeye sevk etmişti. Hz.
Peygamber’den sonra devleti kendileri yönetmek ya da en azından hilafet işinde
Muhacirlerle ortak olmak istiyorlardı.[232]
Bunun için de kendilerinin Medine’nin yerli unsuru oldukları ve Mekkeli
müşriklerin zulmünden dolayı Mekke’den ayrılmak zorunda kalan Muhacirlere kucak
açıp onlara her türlü desteği verdikleri, Hz. Peygamber’e ve İslam’a ev
sahipliği yaptıkları, İslam için canlarıyla ve mallarıyla her türlü faaliyette
bulundukları gibi argümanlar’a sahiplerdi.[233]
Ensar’dan Benî Sâide gölgeliğindeki toplantıyı tertip edenler, Sa’d b.
Ubâde’nin tarafını tutan ve onun halife seçilmesini arzu eden kimselerdi.[234] Hz. Peygamber vefat ettiğinde
Ensar içerisinde hilafet işine en uygun aday Sa’b. Ubâde idi. Zira Hendek Gazvesi’nde
müşrik ordusu tarafından atılan bir ok ile kolundaki damarlar parçalanarak
yaralanan[235] Evs kabilesinin lideri Sa’d
b. Muaz, Benî Kurayza kabilesi hakkındaki hükmünü verdikten sonra 5/627 yılında
vefat etmişti.[236] Ayrıca Hazrec’in reisi
konumundaki Abdullah b. Übeyy b. Selül, Hz. Peygamber’den bir yıl önce vefat
etmiş, Sa’d b. Ubâde de adeta onun yerine geçmişti.[237]
Sa’d b. Ubâde taraftarı olup Benî Sâide Sakîfe’sinde toplanan ve Ensar’ın ileri
gelenlerinden oluşan grup, Sa’d b. Ubâde’nin halife seçilmesi ve ona biat
edilmesi hususunda istişare etmeye başladılar.[238]
Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün Sa’d b. Ubâde oldukça hastaydı[239] ve örtülere sarılmış
yatıyordu.[240] Ona bağlı olan ve onun
reisliğini kabul edip, halife olmasını isteyenler, hasta olmasına rağmen onu
bulunduğu yerden alarak gölgeliğe getirmişler ve arkasına bir yastık koyarak
onu bu yastığa yaslanmış[241] bir şekilde oturtmuşlardı.[242] Sa’d b. Ubâde’ye Hz.
Peygamber’in vefat ettiği haberini verdiler.[243]
Halife olmayı çok isteyen Sa’d b. Ubâde hasta olmasına rağmen Benî Sâide
Sakifesi’ne gelmeyi kabul ederek kendisine biat edilmesini istiyordu.[244] Sa’d b. Ubâde etrafında
toplanan grup için hilafet Ensar’ın hakkıydı ve bunun için en uygun aday da
Sa’d b. Ubâde olduğundan[245] ortam hilafet meselesinin
konuşulması hakkında gayet müsait hale gelmişti. Hasta olan Sa’d b. Ubâde
konuşmak istiyor ancak hastalıktan dolayı yüksek sesle konuşamayacağını ve
sesini duyuramayacağından endişe ediyordu. Bu nedenle söyleceklerini oğlu Kays
b. Sa’d b. Ubâde’ye veya amcasının oğluna söyledi ve ondan daçok iyi dinleyerek
sözlerini orada bulunanlara aktarmasını istedi.[246]
Sa’d b. Ubâde Allah’a hamd ve sena ettikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Ey Ensar topluluğu, sizin İslam dininin anlatılmasında ve yayılmasında öyle
bir maziniz var ki sizden başka hiçbir Arap kabilesine nasip olmamıştır. Hz.
Peygamber, kendi kabilesi arasında on yılı aşkın süre kalmasına rağmen onları
putlara ibadet etmekten ve Allah’a şirk koşmaktan vazgeçirip İslam’a
inandıramadı. Onlardan çok azı Hz. Peygamber’e iman etti. Allah’a and olsun ki
bu az sayıda iman etmiş kimseler ne Hz. Peygamber’i koruyabildiler ne de bu
dini diğer insanlara tanıtabildiler. Hatta bunlar kendilerine yapılan zulmü
dahi defetmekten aciz idiler. Bu nedenle bu ulvi görevi Allah size nasip etti.
Sizin Hz. Peygamber’e iman etmenizi, onu ve ona inananları korumanızı, onu ve
dinini güçlü kılmanızı ve bu dinin düşmanları ile cihat yapmanızı kısmet ederek
bu görevi size verdi. Sizler Medineli olup da Hz. Peygamber’in yolundan geri
kalanlara önce siz karşı geldiniz. Siz onun düşmanları karşısında çok güçlü
durdunuz. Sizin gücünüz karşısında Araplar Allah’ın bu dinine isteyerek veya
istemeden boyun eğdiler. Uzaklarda olanlar dahi İslam’a boyun eğdiler ve itaat
ettiler. Allah, sizin gücünüzle Peygamber’ini ve dinini muzaffer eyledi.
Araplar sizin kılıçlarınız sayesinde Hz. Peygamber’e itaat ettiler. O sizden
memnun ve razı olarak Rabbine kavuştu. Bu işe (hilafet) sahip çıkın çünkü bu iş
sizin hakkınız ve herkesten çok siz bu işe layıksınız.”[247]
Beni Sâide Sakifesi’nde toplanan Ensar’dan oluşan grup
Sa’d b. Ubâde’nin bu konuşmasını dinledikten sonra hepsi birden Sa’d b.
Ubâde’nin görüşünü haklı bulduklarını, söylediklerinin doğru olduğunu ve
kendilerinin de bu görüşün dışına çıkmayacaklarını ifade ederek onun bu işi
istemesi durumunda kendisini bu göreve getireceklerini ve Sa’d b. Ubâde’nin bu
işe en uygun kişi olduğunu söylediler.[248]
Sonra kendi aralarında hilafet meselesini konuştular ve şöyle söylediler: “Eğer
bu işe Kureyş muhacirleri karşı çıkar ve bize ‘bizler Hz. Peygamber’in ilk
sahabeleriyiz ve onun ile aynı kavimden olan akrabaları ve aynı zamanda da
dostlarıyız niçin siz bu mesele hakkında bizimle tartışıyor ve bize hakkımız
olanı vermiyorsunuz?’ derlerse biz buna nasıl cevap vereceğiz?”. Orada bulunan
Ensar’dan bir kısmı bu soruya: “Bizden bir emir sizden de bir emir olsun deriz
eğer bu teklifimiz Muhacirler tarafından kabul edilmezse, biz de bundan başka
hiçbir çözüme razı olmayacağımızı onlara söyleriz” diye cevap verdi. Kendisini
halife yapmak için toplanmış olan bu grubun kendi aralarındaki bu konuşmaya
şahit olan Sa’d b. Ubâde bu cevabı duyunca bunun ilk taviz olacağını onlara
söyledi.[249] Benî Sâide Sakifesi’nde
toplananlar arasında konuşmalar devam ederken burada bulunanlardan birileri
Ensar’ın Benî Sâide Sakifesi’nde halife seçmek için toplandığı haberini bir
grup Muhacirle beraber olan Ebû Bekir (ö. 13/634)
ve Ömer’e (ö. 23/644) ulaştırdı.[250]
Bu hadiseler cereyan
ederken ashabın bir kısmı mesela Ali, Talha ve Zübeyr Hz. Peygamber’in kızı Hz.
Fatıma’nın evinde, bir kısmı Benî Sâide Sakifesi’nde (Ensar) ve bunların
dışında kalan diğer Muhacirler ise Ebû Bekir ve Ömer ile birlikteydiler.
Benî Abdüleşhel kabilesinden Useyd b. Hudayr da onlarla beraber idi.[251] Aslında bu üç grubun hepsi de
imameti kendileri için istiyordu.[252]
Haber Ebû Bekir’e ulaşınca olay hakkında endişelendi ve hemen ayağa kalktı,
Ömer de onunla birlikte kalktı. Yolda karşılaştıkları Ebû Ubeyde b. Cerrah ile
birlikte Ensar’ın bulunduğu Benî Sâide Sakifesi’ne gittiler.[253] Ensar’ın gölgelikte toplanma
haberi Medine’nin dört bir tarafına yayılmıştı. Müslümanlar, Muhacir ve Ensar
arasındaki konuşmaların nereye varacağını dinlemek için Medine’nin her yerinden
Benî Sâide Sakifesi’ne gelmişlerdi.[254]
Muhacirlerin ileri gelenlerinin Benî Sâide Sakifesi’ne ulaşmasıyla
birlikte hilafet meselesine onlar da dâhil olmuş oldular. Muhacirlerin Benî
Sâide Sakifesi’ne gelmesinden sonra bu mesele hakkında ilk konuşan Ensar’ın
sözcüsü oldu.[255] Zaten Ensar hilafet
meselesini bu konuda istekli olan Sa’d b. Ubâde, Abbas, Benî Hâşim, Ebî Süfyan
ve Abdimenafoğulları ile konuşmuştu. Ebû Bekir de hilafet hususunda konuştu ve
hilafetin kimin hakkı olduğuna dair deliller ortaya koymaya çalıştı. Ancak
Ensar onun bu konu ile ilgili hüccet ortaya koymasına karşı çıkarak itiraz
ettiler.[256] Bu karşı çıkıştan sonra Benî
Saide Sakifesi’nde bulunan Ensar ile Muhacirun arasında uzun münazaralar ve
önemli konuşmalar cereyan etti.[257] Bu karşılıklı konuşmalarda
Ensar kısaca İslam’a yapmış oldukları hizmetlerini, kendilerine sığınan muhacirlere
yurtlarını açtıklarını, şimdi ise kendilerine sığınan muhacirlerin kendilerinin
işi olan yönetimi ellerinden gasp etmek istediklerini,[258]
oysa hicretin kendilerine yapıldığını, Kureyş’i kendi nefislerinin önüne
geçirdiklerini, onların da Ensar’ı kıyamet gününe kadar kendilerine tercih
edeceklerini umduklarını ve tercih etmeleri gerektiğini, Hz. Peygamber’in
kabrinin kendi yurtlarında olduğunu, Ensar’ın gücüne Kureyş’in de saygı
duyduğunu, bu nedenle Ensar’ın, güvendiği bir kişi üzerinde onu halife yapmak
için birleşmesi gerektiğini ifade etti.[259]
Muhacirler ise Kureyş’in Arap halkları arasındaki nüfuzunu ve onların
üzerindeki otoritelerini,[260] İslam’ı kabul etmede
önceliklerini, Hz. Peygamber’in ilk ashabı olduklarını, kendilerinin Arapların
özü sayıldıklarını, Kureyş’in tüm Araplarla bir hısımlığının bulunduğunu, bu
nedenle hilafetin kendilerine layık görüldüğünü,[261]
sayılarının azlığından ve insanların kendilerine buğz etmelerinden ve kötü
davranmalarından korkmadıklarını, bu topraklarda Allah’a ilk kulluk edenlerin
ve bu sebeple de Allah ve Resulüne ilk iman edenlerin kendilerinin sayılması
gerektiğini, Hz. Peygamber’in dostları ve onun aşiretinden olduklarını, bu işin
bu nedenle diğer insanlardan daha fazla kendilerinin hilafet hakettiklerini, bu
meseleyi ancak zalim kişilerin tartışacağını ifade ederek[262]
Hz.Peygamber’in kendilerinden biri olduğunu ve bu sebeple onun makamının
kendilerinin hakkı olduğunu dile getirdiler.[263]
Ensar, konuşmaların sonunda fazla direnç gösteremedi ve Muhacirlerin
konuşmalarına boyun eğerek bir emirin kendilerinden bir emirin de Muhacirlerden
olmasını teklif etti.[264] Muhacirler ise bu teklifi
reddederek, Arapların buna uymayacağını, dolayısıyla kendilerinin emir Ensar’ın
da vezir olduğunu, Ensar’ın Allah’tan korkarak İslam’ı engellememelerini ve
bunu yapanların ilki olmamalarını söylediler.[265]
Ensar’dan Beşir b. Sa’d (ö. 12/633), Useyd b. Hudayr (ö. 20/641) ve Ma’n
b. Adî (ö. 12/633) adlı sahabilerin Muhacirler lehine yapmış oldukları
konuşmaları[266] ile Hazrec’in Sa’d b.
Ubâde’yi halife yapma gayretleri, Evs kabilesi mensuplarını emirliğin Hazrec’e
gitmemesi için Kureyş’in emirliğini desteklemeye itmiştir.[267]
Bunun sonucunda halife adayı olmayı düşünen birisinin; hicret esnasında
mağarada ikinin ikincisi olan ve Hz. Peygamber’in sağlığında ona namaz kıldıran
kişinin bulunduğu bir yerde başka halife adayı olma hakkının bulunmadığı ifade
edilerek yukarıda söylenenleri yaşayan Hz. Ebû Bekir aday gösterilmiştir.[268] Müslümanlar dinin en önemli
esasının ve Müminleri İslam’a bağlayan dayanağın farz namazlar olduğunun
farkında idiler. Hz. Peygamber sağ iken bu namazları kıldırma görevini Ebû
Bekir’e vermişti.[269] Allah Resulü’nün seçtiği ve
namazları kıldırmak için halifesi olarak tayin ettiği kişinin, halife olmamasını
söylemek Allah’a isyan anlamına gelir[270]
denilerek hilafeti konuşma faslı bitirilmiştir. Daha fazla kargaşanın
çıkmasından endişe edilerek hemen biat faslına geçilmiştir.[271]
Benî Sâide Sakifesi’nde bulunan insanlar Sa’d b. Ubâde’ye biat etme
düşüncesinden uzaklaştılar[272] ve Ensar dâhil herkes Sa’d b.
Ubâde’yi bırakarak, Ebû Bekir’e biat etmeye yöneldiler.[273]
Benî Sâide Sakifesi’nde gerçekleşen halife seçme hadisesi Sa’d b. Ubâde dışında
orada bulunanların tamamının Ebû Bekir’e biat etmesiyle neticelenmiştir.[274] Tarih kitaplarımızda Sa’d b.
Ubâde ile Sakifetü Benî Sâide hadisesi yan yana geldiğinde; Sa’d b. Ubâde için
onun Ebû Bekir’e biat etmeme kıssası meşhurdur.[275]
Ayrıca Sakife gününde onun, bir emir sizden bir emir bizden dediğine dair
sözleri vardır[276] şeklinde ifadeler
geçmektedir. Toplantı sonucuna bakıldığında Sa’d b. Ubâde’nin Benî Sâide
gölgeliğine Muhacirlerin gelmesinden sonra etkili bir davranış ve konuşma yapma
girişiminde bulunmadığı veya bulunamadığı anlaşılmaktadır. Pasif bir pozisyon
almış veya o pozisyona itilmiş olarak gözükmektedir. Sonuçta Sa’d b. Ubâde’ye
rağmen yurduna Muhacir olarak gelen ve buraya sığınan Kureyşliler halifeliği
elde etmiş ve Sa’d b. Ubâde bu durumu kabullenememişti. Kendisine yapılan bütün
ricalara rağmen Ebû Bekir’e biat etmemiştir.[277]
Ancak Sa’d b. Ubâde’nin Benî Sâide Sakifesi’nde yapılan konuşmalardan Ebû
Bekir’e biat edip itaat ettiği, küçük büyük hiçbir krizin yaşanmadığını dile
getirenler[278] ve bu görüşlerini de Ahmed b.
Hanbel’in (ö. 241/855) Müsned’inde bulunan şu rivayete dayandıranlar da
bulunmaktadır: “Senin de bildiğin şu hadisteki bu durumu Hz. Peygamber
söylediğinde sen de Onun yanındaydın. Hz. Peygamber ‘Kureyş yöneticidir. iyi
insanlar onların iyilerine, fâcir olanlar ise onların fâcirlerine tabi olur’
demişti.” Bu hadisi duyan Sa’d b. Ubâde: “Doğru söyledin, bizler
vezirleriz, sizler emirlersiniz. ”[279]
Oysa yaşanan hadiseyi bu şekilde gösterme yerine aynı Hz. Peygamberin yaptığı
gibi çok önemli ve tüm Müslümanları ilgilendiren bir konuda bu mesele istişare
yolu ile çözülmeliydi şeklinde bir düşünce daha doğru gözükmektedir. Çünkü bu
mesele her Müslümanı ilgilendirmekte olup sonraki nesillere daha doğru bir
bakış açısı kazandırmanın daha yerinde bir bakış açısı olabileceğini
düşünmekteyiz. Ancak olay bu şekilde meydana gelmeyip o dönemin cahiliye
anlayışı çerçevesinde cereyan etmiştir. Müslüman tarihçiler olayların
arkasındaki sebeplerini ve sonuçlarını araştırmalarını daha da tafsilatlı
ortaya koymuş olsalardı; yaşanan olaylar daha objektif değerlendirebilirdi.
Benî Sâide Sakifesi’nde hiçbir şey yaşanmamış, her şey süt limanmış gibi
göstermeye çalışanların aksine Sa’d b. Ubâde seçilen halifeye ve onun
hilafetine karşı muhalefetini, camide kılınan vakit namaz ve cuma namazlarına
katılmayarak, halife ile birlikte hac ve oruç iftarı yapmayarak devam
ettirmişti.[280]
Sakifetü Benî Sâide
hadisesini araştıranlar, Hz. Peygamber’in irtihali ile birlikte Müslümanların
ihtilafa düştükleri ilk mesele olarak bu olayı görmektedirler.[281]
Benî Sâide Sakifesi’nde halife seçimi için yaşanan olaylara
tarihçilerimiz bir problem olarak bakmış ve bu anlayışla da yaşananları
aktarmışlardır. Hatta bu mesele daha ileri götürülerek fitne olarak
değerlendirilmiş, bu fitneyi teşvik eden ve ilk fitne ateşini yakan kişinin de
Sa’d b. Ubâde el-Hazrecî olduğu söylenmiştir.[282] Olayın
yaşandığı andan itibaren, Hz. Peygamber vefat edince Ensar, “Sa’d b. Ubâde ile
bize muhalefet ederek bize katılmadılar. Aynı şekilde Ali, Zübeyr ve o ikisi
ile Fatıma’nın evinde beraber olanlar da bize muhalefet etti”[283]
denerek bu anlayış yerleşmiş gözükmektedir.
Sakifetü Benî Sâide hadisesinin İslam tarihi ve yönetim kültürünün
oluşması açısından oldukça önemli hadiselerin başında geldiğini ifade
edebiliriz. Çünkü bu olay Müslümanlar tarafından sadece bir devlet başkanı
seçimi olarak algılanıp bu şekilde kalmamıştır. Müslümanlar, daha sonra
oluşturacakları siyaset teorilerine burada yaşananları delil göstermek için sık
sık bu hadiseye atıfta bulunmuşlardır. Hatta bu olay, zamanla Müslümanlar
arasında ortaya çıkan mezhep anlayışlarında da ayırt edici esaslardan biri
halini almıştır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların bir devlet
başkanlarının olması için çaba göstermeleri ve bunu da tüm inananları bir arada
tutabilecek olan hilafet ile çözmeye çalışmaları son derece olumlu ve yararlı
bir davranıştır ve oldukça doğaldır. Ayrıca bu şekilde olması da zaruridir. Hz.
Peygamber’in vefatıyla birlikte bir devlet başkanı seçme sorunu oldukça büyük
ve çok önemli bir meseleydi. Böyle bir sorunun çözümünün kolay olmayacağı da
aşikârdır. Doğal olarak sahabe de bu sorunu çözmekte zorlanmıştı. Bunların
hepsi gayet normal ve insani bir durumdur. Ancak asıl problem olayın meydana
gelmesinde değil, bu sorunu çözerken takip edilen yol ve ortaya konulan
anlayıştadır. Mesele kimin ehil olduğu[284]
noktasında ele alınmamış hem Ensar hem de Muhacirun kendilerinin İslam’a yapmış
oldukları hizmetlerini, üstünlüklerini ve daha layık olduklarını dile
getirmişlerdir.[285] Mesele bazı sahabeler
tarafından daha da ileri bir noktaya götürülerek İslam ümmetinin o gün için en
az ikiye parçalanmasına sebep olacak “bir emir sizden bir emir bizden” fikrine
kadar gitmiştir.[286] Bu görüş orada bulunanlar
arasında bunun ne anlama geldiğini kavrayanlar tarafından ret edilerek o gün
için fiili bölünmeyi engellemiştir. Benî Sâide Sakifesi’nde bir araya gelen
Muhacir ve Ensar gurupları Kur’an-ı Kerim’de kendilerinin faziletlerini ima
eden ayetleri okuyarak hilafete kendilerinin daha layık olduğunun ispatına
çalışmışlardır.[287] Bunun yerine İslam dininin
evrensel hükümlerine bakılarak, hiçbir kimsenin, kabile ve kavmin diğerinden
üstün olmadığı, üstünlüğün ancak bu dinin emirlerine daha fazla uymakla (takva)
olacağı vurgulanarak[288] ve Hz. Peygamber’in önemli
olaylarda karar alabilmek için yaptığı istişareye onlar da başvurabilir ve sorunu
bu yolla çözebilirlerdi. Bu düşünceye uygun bir sistem oluşturulbilirdi ve bu
olsaydı Müslümanlar için çok güzel bir yönetim sistemi oluşturulmuş olurdı.
Ancak burada yaşanan hadiseler danışma ve şurayı çağrıştırmaktan çok uzak
kalmıştır. Karşılıklı konuşmaların bir yerinde Ensar’ın da ifade ettiği gibi
Hz. Peygamber, yerine bir halife atamadan bu dünyadan göç etmiştir. Bu
meselenin hallini insanlara bırakmıştır. Bu ümmetin de dalalet üzerine
birleşmeyeceği ifade edilmiştir.[289]
Bir halifenin atanmaması,
hilafetin bir zümreye has kılınmaması dinin evrenselliğinin bir neticesi olarak
kıyamete kadar yönetim ve şekli zaman ve mekâna uygun siyaset yapabilmeleri
için insanlara bırakılmıştır. Ne yazık ki bu düşünce ne Ensar ve ne de
Muhacirler tarafından da ifade edilmemiş, konuşmalar kendi lehleri için
yapılmıştır. Benî Sâide Sakifesi’nde hilafetin kimin hakkı olduğu hakkında
konuşma yapan Ebû Bekir ve Ömer ertesi gün mescide gelerek söylediklerinin bu
dinin evrenselliğine uymadığını anlamış olacaklar ki, önce Hz. Ömer minbere
çıkıp Sakifetü Benî Sâide’de dün yapmış olduğu konuşmaların ne Allah’ın
kitabında ne de Resulullah’ın sözlerinde bulduğunu söylemiştir.[290] Daha sonra Ebû Bekir minbere çıkarak “Dün size söylediğim
sözlerimi Allah’ın kitabında bulamadım ve ne de öyle bir söz ile Hz.
Peygamber’i bağlayan bir ahit vardır” demiştir.[291]
Ebû Bekir’in burada yapmış olduğu uzun konuşmasından küçük bir kısmı
“Bizler emirler sizler vezirlersiniz. Hz. Peygamber imamlar Kureyş’tendir
buyurdu” şeklindeydi.[292] Karşılıklı konuşmalar daha
çok İslam öncesi Arap kültürünü çağrıştırır bir şekilde cereyan etmiştir. Bu
olayda ifade edilen “İmamlar Kureyş’tendir” sözü daha sonra birçok âlim
tarafından hadis olarak kabul edilecektir.[293]
Ensar’ın bir kısım ileri gelenlerinin Hz. Peygamber’in vefat haberinin hemen
akabinde Benî Sâide Sakifesi’nde toplanarak Hazrec kabilelerinin lideri
pozisyonunda bulunan ve hasta ve örtülere sarılı bulunan Sa’d b. Ubâde’yi[294] halife yapmak amacıyla
Hazreclilerin bir mahallesi olan bu gölgeliğe getirmişlerdir. Bu olayı organize
edenlerin Hazrecliler olduğu anlaşılmaktadır. Halife seçme olayının tertipleme
zamanı uygun bir anda gerçekleşmemiştir. Hazrecli bu insanların öncelikle Hz.
Peygamber’in na’şının bulunduğu mekânda olmaları ve na’şın defni için
gerekenleri yapıldıktan sonra böyle bir girişimde bulunulması, ayrıca böyle bir
toplantının Medine’de bulunan tüm Müslümanları temsil edecek şekilde daha geniş
tabanlı olması Ensar’ın adayının seçilmesine daha yardımcı olabilirdi. Ensar’ın
bir kanadını oluşturan Evs’in ve Muhacirlerin bulunduğu bir ortamda yapılmış
olsaydı durum daha farklı olabilirdi. Hatta Ensar’ın diğer kanadını oluşturan
Evs kabilesi bile ikinci plana itilmemiş olsaydı bile yine halife seçim sonucu
çok farklı olurdu. Hz. Peygamber zamanında üzeri küllenmiş gibi gözüken
Evs-Hazrec çekişmesi kabile için önemli olaylarda kendisini göstermişti. Bu
çekşme halife seçimi olayının başından sonuna kadar bütün aşamalarında da
kendisini hissettirmiştir. Sonuçta Evs kabilesi mensuplarının desteğiyle
Muhacir olarak Medine’ye gelen Ebû Bekir halife seçilmiştir.[295] Evs halife seçme hadisesinde
kabile asabiyetiyle hareket ederek Kureyş’i amca çocukları olan Hazrece tercih
etmiştir.
Benî Sâide oğullarının reisi ve halife adayı olarak gösterilen Sa’d b.
Ubâde, anlaşılan o ki konuşmasını kendi taraftarlarının bulunduğu bir ortamda
yapmış, olaya Muhacir ve Ensar guruplarının müdahil olmasından sonra konuşmamış
olduğu veya en azından Evslilerin desteğini alacak söylem geliştiremediği
anlaşılmaktadır. Ebû Bekir, Ömer ve diğer insanları Benî Sâide Sakifesi’ne
geldikten sonra yapılan konuşmalar genelde Muhacirlerden Ebû Bekir ve Ömer ile
Ensar’dan Sabit b. Kays, Hubab b. Munzir, Useyd b. Hudayr, Beşir b. Sa’d ve
Ma’n b. Adiyy arasında geçmiştir.[296]
Sa’d b. Ubâde, kendi taraftarlarının bulunduğu ortamda yapmış olduğu
konuşmada Hz. Peygamber’in yaptığı gibi birleştirici bir liderlik sergileyip bu
minval üzere bir konuşma yapamamış, bilakis cahiliye dönemine ait olan kültür
ve asabiyetin etkisinin kendisini iyice hissettirdiği bir konuşma yapmıştır.
Orada bulunanların hepsi Sa’d b. Ubâde’nin konuşmasını tasdik etmiş, bu görüşün
dışına çıkmayacaklarını, kendisini hilafet makamına getireceklerini,
kendilerinin kanaatlerinin tam olduğunu ve Sa’d b. Ubâde’nin inananların
rızalarına mazhar olan bir kişi olduğunu söylemişlerdir.[297]
Bu tip ifadeler sadece orada bulunan Hazreclileri kapsıyordu. Sa’d b. Ubâde’nin
konuşmasından anlaşılan Sa’d b. Ubâde bu konuşmasını sadece orada bulunan
Hazreclilere yapmış olduğudur. Evs’liler ise Sakife’de bulunan Hazreclilerin bu
düşüncesine katılmıyordu. Bunun sebebini kabile çekişmesinin iki kabile
arasında hala devam ediyor olması ile birlikte Sa’d b. Ubâde’nin Evs-Hazrec
çekişmesini ve rekabetini sürekli olarak içinde yaşatması, rekabetin ve
çekişmenin yaşandığını düşündüğü bütün ortamlarda buna göre davranmasında
aranması gerekmektedir. Sa’d b. Ubâde’nin bu tutumu da Hazrec-Evs arasındaki
rekabeti ve çekişmeyi canlı tutmaya çok yardımcı olmuştur. Evs çok önemli olan
halife seçme hadisesinde cahiliyeden beri gelen kavmiyetçi düşünceye göre
hareket ederek Hazrecin adayı olan Sa’d b. Ubâde’ye karşı Ebû Bekir’i
desteklemiş ve onun halife olmasını sağlamıştır.[298]
Sa’d b. Ubâde’nin ve onu desteklemek amacıyla konuşan Hazrecli Ensar’ların
konuşmalarına bakıldığında herkesi içerisine almayan bunun yerine daha dar
kapsamlı, kendi kavmine hitap edici konuşmalar yapmışlardır. Bu konuşma şekli
de bu tip konuşmalardan rahatsız olan veya uygun görmeyen herkesi dışarda
bırakmıştır. Böyle davranmanın nedenini onların çok uzun zamandır içerisinde
yaşamış oldukları kültür ile birlikte Medine toplumunun zirai bir toplum olması
bu hasebiyle kendi kendilerine yetmeleri ve bu sebeple de ticaret yapmamaları
neticesinde de ticaretle ilgilenen toplumlar gibi farklı kavim ve milletlerle sosyal
ilişkide bulunamamalarında aramak gerekmektedir. Sonuçta sadece kendi
içerisinde yaşayan bu nedenle de kapalı toplum diyebileceğimiz, içerisinde dar
bölge psikolojisinin yaşandığı bu toplumdaki anlayış, mensuplarına zorunlu
olarak birbirleri ile uğraşan bir ortama oluşturmuş ve bu minvalde konuşmaya ve
davranmaya itmiştir.
Sa’d b. Ubâde’in kendisinin halife olma isteği[299]
veya başkaları tarafından halife adayı olarak gösterilmesi[300]
zamanlaması hariç son derece makul ve olması gerekli olan bir davranıştır. Zira
Müslümanların devlet başkanı olmadan yaşamamaları düşünülemezdi. Ancak böyle
bir göreve talip olan kimsenin herkesi kapsayıcı bir bakış açısına sahip
olması, konuşmasını ve davranışını bu anlayışa uygun yapması gereklidir. Aksi
takdirde herkesi kucaklama şansını yakalayamaz. Ne var ki bu anlayış Benî Sâid
Sakifesi’nde yaşanan olayda ortaya konamamıştır. Ensar’dan konuşanlar
karşılarında bulunan insanların ne konuşmalarını ve ne de onların yapmış
oldukları olumlu eylemlerini kabul edip tasdik etmişlerdir. Bilakis onları yok
sayan davranışlar sergilemişlerdir. Sonuçta bu görüş ve davranış orada bulunan
insanlar tarafından beğenilmeyip engellenmiştir. Bunun neticesi olarak ta Sa’d
b. Ubâde ve kendisini halife yapmak isteyenlerin planı tutmamıştır.[301] Bu plan tutmayacaktı. Çünkü
evrensel dinin mensubu olan bu kişiler, meseleye dinin evrenselliği boyutundan
bakmayıp, bu işe ehil olan herkesin halifelik makamına gelebileceği kabul etme
fikrinde olmayıp bizler Allah’ın yardımcılarıyız, bu nedenle insanlar içerisinde
hilafet makamı bizim hakkımızdır düşüncesiyle hareket ederek orada bulunan
Muhacirlerden bu hakkın kendilerine teslim edilmesini istemişlerdir.[302]
Benî Sâide Sakifesi’nde konuşan her iki gurup da konuşmalarını kendi
lehlerine olacak şekilde, İslam’ın yok etmeye çalıştığı eski cahiliye
anlayışıyla konuşmalar yapıyordu. Muhacirler de hilafetin kendilerinin hakkı
olduğunu, şayet Ensar’dan bir halife seçilirse buna razı olmayacaklarını,
seçilen halifeye ya razı olmadıkları bir hal üzere biat edeceklerini ya da
seçilen halifeye biat etmeyerek Ensar’a muhalif davranacaklarını, böyle olması
durumunda da Ensar ile Muhacir grupları arasında bir onları birbirleri ile
çatışmaya hatta savaşmaya sevk edecek olan bir fesadın meydana gelmesine
sebebiyet vereceğini düşünmekteydiler.[303]
Bu düşünceyle hareket etmeye çalışan Muhacir grubun düşüncesi birlik ve
beraberliğin devam etmesi yönündeydi. Bu nedenledir ki Ensar tarafından
önerilen bir emir sizden bir emir bizden teklifi[304]
Muhacirler tarafından reddedilmişti.[305]
Muhacirler Ensar’a göre kıyasla daha yumuşak, karşı tarafın yaptıklarını takdir
eden ve onları da bizler emir sizler vezirlersiniz diyerek işin içerisine katan
konuşmalar yapmıştır.[306] Buna karşılık Ensar
Muhacirlerin bu şekilde konuşmalarına karşılık olarak Muhacirlerin
memleketlerinden çıkartılmasını, onlar üzerinde hâkimiyet kurulmasını ve bunun
sağlanması için nasıl diğer Araplar Ensar’ın kılıçlarıyla boyun eğdilerse, aynı
şekilde o kılıçların Muhacirlere karşı kullanılması fikrini bile dile
getirmişlerdir.[307] Öyle anlaşılıyor ki Ensar’ın
bu şekildeki konuşmaları kendi taraftarlarını da olumsuz etkileyerek, Sa’d b.
Ubâde’yi halife seçme düşüncelerinden vazgeçirip onlarda Ebû Bekir’in halife
seçilmesinin daha iyi olacağı kanaatinin oluşmasına vesile olmuştur. Bu nedenledir
ki Ebû Bekir’e biat edilmeye başladığı zaman insanlar, Sa’d b. Ubâde’yi yalnız
bırakıp, neredeyse onu ayakları altında ezercesine Ebû Bekir’e biat etmek için
harekete geçmişlerdir.[308] Sa’d b. Ubâde’nin geçmişten
gelen cahiliye anlayışındaki çekişme ve rekabetçi davranışı burada karşılık
bularak Evs’in kendisine muhalefet etmeye başlamasına neden olmuştur.[309] Bu anlayış Muhacirler üzerinde de olumsuz etki yapmış
olacak ki Sa’d’ı öldürdünüz sözüne karşı Allah onu öldürdü[310], Allah Sa’d’ı kahretsin, o
bir münafıktır[311], o bu işe layık biri değildir[312] şeklinde cevap bulmuştur.
Halife olacak kişinin umumun tasvibini, müzaheretini sağlayabilecek bir yapıda
olması gerekirdi. Sa’d b. Ubâde, kendi kavmi içerisinden dahi bu destekten
yoksundu. Aynı zamanda da rakibi olan Ebû Bekir sahabe içerisinde en kuvvetli
adaydı.[313] O günkü dünyanın yönetim
hakkının akrabasına verilmesi gerekir anlayışının yardımıyla[314] da Sa’d b. Ubâde halife
seçilme mücadelesini kaybetmiştir. Sa’d b. Ubâde dışında orada bulunan herkes
Ebû Bekir’e biat etmiştir.[315] Bu zamana kadar sessiz kalan
Sa’d b. Ubâde Ebû Bekir’e doğru dönerek “Allah’a ant olsun ki şayet
ayağa kalkacak gücü kendimde bulabilseydim öyle bir kükreyecektim ve öyle bir
sesimi duyacaktın ki, o zaman bu ses, onları sana değil sen ve arkadaşlarını
onlara tabi kılacak, aziz olmadığın, zelil olduğun kavmine ilhak edecektin”
dedi.[316] Bu arada insanların Ebû
Bekir’e biat ettiği esnada Sa’d b. Ubâde’nin yanına gelerek, başında duran Ömer
b. Hattab, ona seni ayağımın altına alıp ezmek, kollarını vücudundan ayırmak
isterdim demesi üzerine Sa’d b. Ubâde, Ömer’in sakalından tutarak Allah’a yemin
ederim ki eğer bir kılıma dahi dokunsaydın seni ağızında diş olmayacak bir
şekilde evine gönderirdim diye cevap verdi.[317]
Anlaşılan o ki Sa’d b.
Ubâde ile Ömer b. Hattab’ın arası iyi değildi. Birbirlerinden de
hoşlanmazdılar. Sa’d b. Ubâde Ömer’i memleketinden kovacak, ağzındaki dişlerini
sökecek kadar ona kızıyordu. Ömer ise Sa’d b. Ubâde’yi fitne sahibi olarak
görüp onu öldürün diyecek kadar Sa’d b. Ubâde’den hoşlanmıyordu.[318] Sa’d b. Ubâde son sözlerini
yukarıda ifade edildiği gibi söyledikten sonra kendisinin bu yerden eve
götürülmesini istedi. Yakınları onu alıp evine götürdüler.
Sa’d b. Ubâde hilafet mücadelesini kayıp etmenin ve terk edilerek yalnız
kalmanın psikolojisiyle hiçbir kimseyle görüşmeyerek günlerce evinden dışarı
çıkmadı.[319] Buna karşılık “Hz. Peygamber
Muhacirlerdendi, imamın da Muhacirlerden olması gerekir[320]
bizler emirler sizler vezirlersiniz, Hz. Peygamber “imamlar Kureyş’tendir”
buyurdu”[321] ve Ahmed b. Hanbel’in
(ö.241/855) Müsned’inde geçen “Senin de bildiğin gibi Hz. Peygamber’in ‘Kureyş
yöneticidir, iyi olanlar onların iyilerine kötüler ise onların facirlerine tabi
olurlar’ dediğinde sen de yanında oturuyordun”. hadislerini duyan Sa’d b.
Ubâde’nin “Doğru söylediniz, bizler vezirler sizler emirlersiniz” dediğini[322] delil göstererek Ebû Bekir’e
biat edip itaat ettiğini ifade edenler de bulunmaktadır.[323]
Bu iddia çok nadir olarak kaynaklarda geçmektedir. Hem de halife adayı olan bir
kimsenin bu sözleri hatırlamaması ve duyduktan sonra hemen halife adaylığından
çekilerek biat ve itaat etmesi çok manidar değildir. Böyle bir durumun
yaşanması oldukça zor görünmektedir.
Hz. Ebû Bekir’e biat hadisesi bittikten sonra, günlerce evinde yalnız
olarak kalan Sa’d b. Ubâde’ye, halife, birini göndererek insanların ve kavminin
biat ettikleri haberini verdirip, kendisinin de meseleyi kabullenip biat
etmesini isteğini söyletti.[324] Sa’d b. Ubâde bu
isteğe: “Allah’a yemin olsun ki Biat etmeyeceğim. Vallahi sadağımdaki tüm
okları bitirinceye kadar size atacağım. Sonra da kılıcımı ve mızrağımı kana
bulamadan, kılıcımı elimde tutmaya takatim olduğu sürece size vurmadan, ehli
beytim ve kavmimden bana itaat edenlerle sizinle savaşmaktan geri durmayacağım.
Allah’a yemin ederim ki insanlar ve cinler birleşip sizinle birlikte bana karşı
olsalar dahi Rabbim canımı alıncaya kadar ve hesabımı dürünceye kadar size biat
etmeyeceğim” diyerek cevap verdi.[325]
Gönderilen kişi Sa’d b. Ubâde’nin kendisine gönderilen mesaja ne şekilde cevap
verdiğini halifeye aktarırken orada bulunan ve konuşmayı duyan Ömer b. Hattab,
halife Ebû Bekir’e: “Ey Ebû Bekir hayır, onun bu cevabını dikkate almamalısın
ve sana biat edinceye kadar onu davet etmeye devam etmelisin” diyerek görüşünü
bildirdi.[326] Hz. Ömer’in konuşmasını
duyan Ebû Numan Beşir b. Sa’d b. Sa’lebe halifeye “Muhakkak o direnmiştir ve
biat etmeyi reddetmiştir. O ölünceye kadar da biat etmeyecektir. Onunla
birlikte olan evlatları, akrabaları ve kavminden ona tabi olanlar öldürülmeden
o da öldürülemez. Hatta Hazrec öldürülmeden o öldürülemez.[327]
Evs yok edilmeden de Hazrec öldürülemez. Bu nedenle sizin için hal yoluna
girmiş bulunan hilafet meselesini bozmaya kalkışmayın.[328]
Onu kendi haline bırakın. O size zarar verecek durumda değildir. Çünkü o artık
yalnız bir adamdır” demiş ve halife bu tavsiyeye uyarak bu doğrultuda
hareket etmiştir.[329]
Sa’d b. Ubâde biat etmeme hususunda çok kararlı bir tutum ve davranış
ortaya koymuştur. Halife ve onu destekleyenlerin olduğu ortamlarda bulunmamaya
azami ölçüde dikkat etmiştir. Bu nedenle onlarla birlikte cemaatle namaz
kılmaz, cuma namazlarına dahi katılmaz ve onlarla birlikte ne hac görevini ifa
eder ve ne de tavaf ederdi.[330] İmkân bulsa ve kendisine
yardım edecek kendisiyle birlikte olacak birilerini bulabilse hiç durmayıp onlara
saldırıp onlarla savaşacaktı. Sa’d b. Ubâde bu anlayış ve tutumunu koruyarak
sonuna kadar devam ettirdi.[331] Ölünceye kadar da bu
düşüncesinden hiç vazgeçmedi. Benî Sâide Sakifesi’nde yaşananlar, kolay kolay
Sa’d b. Ubâde tarafından unutulacak bir durum da değildi. Zira kendisinden
başka herkes Sa’d b. Ubâde’yi halife yapma düşüncesinden vazgeçmiş, orada tek
başına kalmıştı. Muhacir ve Ensar gurupları Ebû Bekir’e biat etmek için Sa’d b.
Ubâde’nin üzerinde zıplayarak geçiyor ve hatta bu geçiş esnasında ona vuruyorlardı.[332] Sa’d b. Ubâde’nin bunu
unutmaması doğal bir durumdur. Bu olaydan sonra Sa’d b. Ubâde yalnız kalmak
istemiş, yaşananları sindirememiş ve içine kapanmıştır. Onun bu psikolojisi
geri kalan hayatını hep etkileyerek kararlarını bu psikolojiye uygun almasını
sağlamıştır. Böyle olmakla birlikte hiçbir şekilde ümmetin birliğini bozacak,
onların arasına nifak tohumu atacak herhangi bir faaliyette de bulunmamıştır.
Ne tür bir karar aldıysa bu karar kendisiyle ilgili olmuştur. Medine’yi terk
etme de bu kararlarından birisidir[333]
ve bir daha da hilafet meselesiyle ilgilenmemiştir.
Hilafet meselesi Sa’d b. Ubâde açısından artık kapanmıştır. Nerede hata
yaptığını, ne yapılması gerektiğini, konuşmaları ve davranışları herkese şamil
miydi? Yoksa daha çok asabiyet içeren bir tavır içerisinde miydi? Bu ve benzeri
soruları sorarak öz eleştiri yaptığına dair herhangi bir bilgiye de kaynaklarda
rastlanamamıştır. Sa’d b. Ubâde’nin böyle davranması kuvvetle muhtemeldir. Zira
Sa’d Sakife Hadisesi’nden sonra halife seçilmek ve kavminin güçlü bir lideri
olmak için herhangi bir çaba ve gayret içerisine girmemiştir. Hayata küsüp
yalnız kalmayı tercih etmiştir. Beşir b. Sa’d’ın söylediği “onu kendi haline
bırakın çünkü o yalnız bir adamdır” sözü Sa’d b. Ubâde’nin durumunu ve psikolojisini
bize en iyi şekilde anlatmaktadır.[334]
Sa’d b. Ubâde halife adayı olarak Müslümanlara çok güzel bir örnek olmuştur.
Onun bu davranışının önemi daha sonradan gelen Müslüman tarihçiler tarafından
iyi kavranıp ortaya konabilseydi bu olay Müslümanlara hatta belki de insanlığa
güzel örnekler teşkil edecek şekilde faydalar sağlayabilirdi. Ne yazık ki bu
olay olumlu bir şekilde aktarılmamış veya aktarılamamıştır. En iyi şekliyle Hz.
Peygamber’in vefatıyla birlikte Müslümanların ihtilafa düştükleri ilk mesele
olarak verilmiştir.[335] Bu hadise çok kötü bir olay
olarak değerlendirilmiş ve daha ileri gidilerek Benî Sâide Sakifesi’ne
Müslümanlar arasında yaşanan ilk fitne olayı olarak bakılmış ve bu fitneyi
teşvik eden ve ilk fitne ateşini yakanın Sa’d b. Ubâde olduğu iddia edilmiştir.[336] Devamında neyse ki Sa’d b.
Ubâde’nin imameti orada bulunanların icmâsı ile engellenmiştir denilerek
meseleye nokta konmuştur.[337] Aslında Benî Sâide
Sakifesi’nde bulunanlar, hilafet meselesinin Müslümanlar arasında istişare
edilerek halledilmesi gerektiğini, bunun aksi durumunda yani istişare olmadan
ne yapılan biatin ve ne de biat edilenin meşru olmadığının ve bu şekilde
meydana gelen biate uyulmayacağının farkındaydılar. Bu düşüncelerini “Böyle
oluşan bir biati gerçekleştirenler, seçen ve seçilen olarak iki taraf da
kendilerini aldatarak ölüme maruz bırakmasınlar” diyerek ifade etmişlerdir.[338]
Onların bu düşüncesi sonra gelen Müslümanlar için önemli düstur
olabilirdi. Bu düşünce daha da geliştirilerek istişarenin Müslüman toprağının
tüm tabanına yayılması sağlanabilirdi. Ancak ne acıdır ki tarihçilerimiz bu
konuyu daha çok görmezlikten gelerek, Benî Sâide Sakifesi’nde Müslümanlar
arasında yaşananları bir ihtilaf olarak görmüştür.[339]
Bu hadise esnasında konuşulanlardan Müslümanları yönetme hakkının sadece bir
kabileye aitmiş gibi bir düşünceye sahip olunmuş ve bu düşünceyle olayı
aktarmışlar ve Ensar, Sa’d b. Ubâde ile birlikte bize muhalefet etti mantığıyla
olaya bakmışlardır.[340] Dinin evrensel hükümleri göz
önüne alınıp değerlendirilmeden adeta bu evrenselliğin yanında oldukça cüce
kalacak ümmetin imamlarının Kureyş’ten olmalı düşüncesini yerleştirmeye
kalkışmışlardır.[341] Daha da ileri giderek Hz.
Peygamber’in “Muhakkak sizin (Ensar) bizimle (Muhacir-Kureyş) beraber olmanızı
emretti” dediğini ve “Ey iman edenler Allah’tan çekinin ve sadıklarla beraber
olun”[342] ve buna benzer
deliller sunulduktan sonra Ensar’ın kendine gelip bu sunulan delilleri
hatırlayarak boyun eğip itaat ettikleri[343]
ifade edilerek görüşlerini daha da kuvvetlendirmeye çalışmışlardır. Hadiseler
de bu anlayış çerçevesinde aktarılmıştır.
Benî Sâide Sakifesi’nde yaşanan bu hadise daha derinlemesine
araştırılabilir, güzel ve yapıcı bir bakış açısıyla Müslümanlara servis
edilebilir Müslümanların önünde bulunan bu konudaki taşlı, kayalı yollarını
temizleyerek bu yolun asfaltlı bir yol haline gelmesini sağlayabilirlerdi. Ne
var ki İslam tarihçilerimiz bunu yapmayarak hataya düşmüşlerdir.[344] Şayet tarihçilerimiz, Hz.
Ömer’in: “Allah Resulü bize son anımıza (kıyamete) kadar geçerliliğini
koruyacak olan bir kelamını emrettiğini görmüştüm. Allah, aranızda bulunan
Resulüne onunla yol bulduğu kitabı olan Kur’an’ı bıraktı. Bu kitaba uyarsanız
Allah sizi de o kitaba uyanların vasıl oldukları yola ulaştırır”[345] gibi sözlerini ve
düşüncelerini ön plana çıkartarak Benî Sâide Sakife hadisesini Ömer b.
Hattab’ın söylediği doğrultuda değerlendirip ve bu anlayışla aktarmış olsalardı
Müslümanlar yönetim meselesinde çok olumlu mesafeler kat edebilirdi. Sa’d bin
Ubâde Hz. Peygamberimizin vefatından sonra onun makamı adına hilafet meselesini
ilk mevzubahis eden kişidir[346] deyip onu eleştirmek yerine
onu bu davranışından dolayı -zamanlama ve aceleci davranılması hariç- takdir
etmeleri gerekirdi. Bununla birlikte halife adayı olmasını değil halife seçilme
yarışını kayıp eden Sa’d b. Ubâde’nin seçilen halifeye biat etmeme durumu
eleştirilebilirdi. Bu bakış açısıyla yapılan eleştiri sonucunda buradan da
olumlu neticeler elde edilebilirdi ve hala da edilebilir. Meselelere toptancı
bir bakış açısıyla değil, her mesele ayrı ayrı ele alınıp değerlendirilmesi
gerekir. Böylece bir yanlışın tüm doğruları götürmesine izin verilmez hem
yanlıştan ders çıkartılır hem de doğrulardan faydalanmaya imkân sağlar. Bu da
Müslümanlar arasında yaşanan ayrışmayı en asgari noktaya çekerdi bugün de
çeker. Bu olaylar o kadar ileri bir noktaya taşınıp mecrasından saptırılarak
bugün
İmamet meselesini bir iman meselesi haline getiren Şia
mezhebinin[347] doğmasına vesile olmuştur.
SA’D B. UBÂDE’NİN VEFATI
Hz. Ebû Bekir vefat edince Hz. Ömer halife olarak seçildi. Hz. Ömer
halife olarak Medine sokaklarında dolaşırdı. Yine bir gün Medine sokaklarında
dolaşırken Sa’d b. Ubâde’ye rastlar ve ona yazıklar olsun der, Sa’d da ona asıl
sana yazıklar olsun diyerek karşılık verir. Sonra Hz. Ömer devamla sen sahip olduğun
şeyin sahibi misin diye sorar, Sa’d da evet sahibiyim diye cevap verir. Bu defa
Hz. Ömer o halde bu iş sana yol verdi der. Sa’d b. Ubâde de ona Allah’a yemin
olsun ki arkadaşın (Ebû Bekir) bize senden daha sevimliydi, senin bulunduğun
yerde geceyi çok sevimsiz geçiriyorum der. Bunun üzerine Hz. Ömer kim
komşusundan hoşlanmadan civarında bulunursa ondan ayrılmış demektir diyerek
cevap verir. Bu konuşmaya karşılık olarak Sa’d b. Ubâde ben de bunu
geciktirecek değilim, senden hayırlı olan birinin yanına gideceğim diyerek
cevap verir.[348] Ne Hz. Ebû Bekir’e ve ne de
Hz. Ömer’e biat etmeyen[349] ve bu konuşmadan sonra kısa
süre Medine’de kalan Sa’d b. Ubâde, kendi isteğiyle Şam’a gidip yerleşmeye
karar vermiş[350] ve yola çıkmadan önce de,
neyi var neyi yoksa tüm mallarını çocukları arasında taksim etmişti.[351] Bu kararın arkasında her
şeyini ve doğup büyüdüğü vatanı olan Medine’yi terk etme düşüncesi vardı.
Medine’de yaşamak, burada sevmediği insanlarla ve halife seçiminde kendisine
sırt dönenlerle bir arada bulunmak ona zor geliyordu. Belki de kendisini
bırakıp Hz. Ebû Bekir’e biat eden kavmine çok kırılmıştı. Belki de birilerinin
kendisinin bu durumundan faydalanıp onu yönetime karşı kışkırtacak insanlardan
uzaklaşmak istiyor ya da etrafında bulunan insanların yarışı kayıp eden birine
bakışlarından kaçıyordu. Bu bakışlar onu oldukça rahatsız ediyordu. Sa’d b.
Ubâde açıkça mücadele etmiş ama asla gizli ve saklı hiçbir faaliyet içerisinde
bulunmamıştı. Bu meseleyi fitneye çevirme düşüncesine de sahip değildi. Bu ve
buna benzer sebepler onun psikolojisini olumsuz etkileşmişti. Bulunduğu
ortamdan ayrılmayı kendisine iyi geleceğini düşünmüş ve bu yönde karar almıştı.
Bu nedenle bir daha Medine’ye dönmemek ve ölünceye kadar da orada kalmak için
Şam topraklarına gitmişti.[352] Medine’den ayrılarak hem
kendisini bu olumsuz ortamdan uzaklaştırarak biraz olsun psikolojisini
rahatlatmış hem de Müslümanlar arasında Ensar Muhacir ayrımına sebebiyet
verecek olan fitnenin önünü kesmişti. Bunu yaparak da dindeki samimiyetini yine
ortaya koymuştu.
Sa’d b. Ubâde’nin Medine’den ayrıldığı hususunda tarihçilerimizin icması
bulunmaktadır. Medine’den yalnız olarak yola çıkan Sa’d b. Ubâde, Şam’ın Havrân[353] bölgesine gidip yerleşti ve
ölünceye kadar başka bir yere gitmeyip burada yaşadı.[354]
Sa’d b. Ubâde’nin burada nasıl ve kimler ile yaşadığına dair bilgiler
kaynaklarımızda bulunmamaktadır. Kaynaklarımız sadece Sa’d b. Ubâde’nin buraya
gelip yerleştiğini ve burada nasıl öldüğünün bilgisini vermektedir. Ölüm tarihi
ve hangi halife zamanında öldüğü hususunda farklı bilgiler bulunmaktadır. Sa’d
b. Ubâde’nin ölüm tarihini en erken olarak verenler, onun Ebû Hz. Bekir’in
hilafeti zamanında 11/633 yılında vefat ettiğini bildirmektedirler.[355] Şayet bu ölüm tarihi doğru
kabul edilirse; bazı kaynaklarımızda geçen şu bilginin doğru olma ihtimali
artmaktadır. Kaynaklarda geçen bu malumata göre Sa’d b. Ubâde öldükten sonra
bir çocuğu dünyaya gelir. Dünyaya gelmeden önce babasının ölümüyle yetim kalan
çocuğun hali Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i çok üzer ve onların gecelerini uykusuz
geçirmelerine neden olur. Her ikisi de başsağlığı için Kays b. Sa’d b.
Ubâde’nin yanına gittiklerinde Sa’d öldü ve bu çocuğundan haberi olmadı derler
ve çocuk hakkında konuşurlar. Kays b. Sa’d çocuğa sahip çıkacağını, onu
reddetmeyeceğini ve kendi payını ona vereceğini buna da ikisinin şahit olmasını
ister. Ancak rivayetler doğrultusunda Sa’d b. Ubâde’nin ölüm tarihin Hz. Ebû
Bekir’in ölümünden sonra gerçekleşmesi daha doğru gibi gözükmektedir.
Kaynaklarımız daha çok Sa’d b. Ubâde’nin Hz. Ömer’in hilafetinin üçüncü
senesinde, hicri 15 yılında Havrân’da vefat ettiği bilgisini verirken, bazı
kaynaklar da ölüm tarihinin hicri 14. yıl da olabileceğini aktarmaktadır.[356] Sa’d b.
Ubâde’nin ölüm tarihini yine ikinci halife Ömer’in hilafetinin 3.
senesinde ancak hicri 16/638 yılında Havran’da öldüğü bilgisi de verilmektedir.[357]
Tarihçilerimiz Sa’d b. Ubâde’nin Hz. Ömer hilafeti döneminde öldüğü
konusunda neredeyse ittifak halindedirler. İbnu Hacer el-Askalani (ö. 852/1448)
Sa’d b. Ubâde’nin Havrân’da hicri 15 yılında öldüğü görüşüne katılmakla
birlikte, onun Şam’ın ilk fethedilen şehri olan Busrâ’da öldüğünü, kabrinin ise
Guta Dimeşk’inin Menîha mevkiindeki bir köyde bulunduğunu bildiren farklı bir
rivayeti de aktarmaktadır.[358] Ancak Sa’d b. Ubâde’nin Osman
b. Affan’ın hilafeti döneminde vefat ettiğini bildiren rivayetler de
bulunmaktadır.[359] Ancak bu bilgi çok az
kaynakta geçmektedir. Bu nedenle de doğruluğu sorgulanabilir. Sa’d b. Ubâde
ölmeden önceye kadar aklı başında, sağlığı yerinde gezip dolaşan, sağlıklı
biriydi ve sağlıklı bir haldeyken ölmüştür.[360]
Aşağıda ifade edilenler bu bilgiyi desteklemektedir. Sa’d b. Ubâde bir gün bevl
etmeye çıkmış döndüğünde sırtında bir şey bulduğunu söylemiş, bu söyleminden
uzun süre geçmeden vefat etmiştir.[361]
Sa’d b. Ubâde’nin yılan sokması sonucunda öldüğü de söylenmektedir.[362] Anlaşılan o ki Sa’d b. Ubâde
aniden ölmüştür.[363] Bu nedenle de Sa’d b.
Ubâde’nin ayakta ve sağlıklı iken ani ölümüne, insanlar tarafından Sa’d b.
Ubâde’nin ölüm sebebinin anlaşılmaması nedeniyle onun cinler tarafından iki ok
atılarak ve bu okların da hedefinden sapmadan onun kalbine isabet ederek öldüğü
ve ölümüne cinlerin dahi ağladığı şeklinde bir açıklamaya itmiştir.[364] Bu düşüncede olanlar olayı
daha ileri götürerek cinlerin, Sa’d b. Ubâde’yi öldürme şeklini bir şiir haline
getirip böylece insanların Sa’d b. Ubâde’yi kendilerinin öldürdüğünü
anlamalarını sağladığını söylemişlerdir.[365]
Bu durumu Sa’d b. Ubâde’nin ölümünden haberdar olmayan Medineliler,
hizmetçilerin öğle sıcağında kuyudan su çekerken kuyu içerisinde iki konuşanın
(cinlerin) muhakkak biz Hazrec’in seyyidi Sa’d bin Ubâde’yi iki okla tam
kalbinden vurduk demesini aynı şekilde cinlerden duyarak kendilerine haber
verdiklerini ve kendilerinin de bu şekilde Sa’d b. Ubâde’nin ölümünden haberdar
oldukları şeklinde formüle etmişlerdir.[366]
Tarihçilerimiz, Sa’d b. Ubâde’nin banyoda öldüğü ve cenazesinin orada bulunduğu
hakkında bir ihtilafın bulunmadığı bilgisini bize aktarmaktadırlar.[367] Sa’d b. Ubâde’nin küçük
abdestini bozmak için gittiği yerde bir debîb (sürüngen) tarafından sokulduğu
ve döndükten sonra banyoya girip temizlenip rahatlamaya çalışırken banyoda
öldüğü bilgisi de verilmektedir.[368]
Kaynaklarımızın bize aktarmış olduğu rivayetlerde; görünmeyen birilerinin
Sa’d b. Ubâde’nin ölüm haberini verinceye kadar hiçbir kimse onun öldüğünü
bilmiyordu[369] bilgisinden hareketle Sa’d b.
Ubâde’nin banyoda öldüğü, banyoya girdiğinden de kimsenin haberi olmadığı,
sağlıklı ve ayakta olması nedeniyle de onun öleceği kimsenin aklına gelmediği
anlaşılmaktadır. O nedenle cenazesi banyoda beklemiş olabilir veya beklemiştir.
Sa’d b. Ubâde’nin cesedinin yeşil bir renk alması[370]
nedeniyle onun zehirli bir hayvan tarafından sokulması veya başka bir
zehirlenmeden öldüğü anlaşılmaktadır. Sa’d b. Ubâde’nin ölümü hakkında farklı
bir bilgiye Belâzurî’nin (ö. 279/893) Ensâbu’l-Eşraf adlı eserinde
rastlamaktayız. Bu bilgiye göre Hz. Ebû Bekir’e biat etmeyen Sa’d b. Ubâde
Şam’a gider. Hz. Ömer ona bir kişi göndererek biate davet etmesini ve onun
düzenini bozmasını ister. Şayet Sa’d b. Ubâde daveti kabul etmez ise onun için
Allah’tan yardım istemesini söyler. Adam Havran’a gelir ve Sa’d b. Ubâde’yi
hurma bahçesinde bulur ve onu biat etmeye davet eder. Sa’d b. Ubâde asla
Kureyş’e biat etmeyeceğini ve onlara tabi olmayacağını söyler. Gelen kişi o halde
ben seninle savaşacağım der. Sa’d b. Ubâde kendisiyle niçin savaşacağını sorar.
Adam sen ümmetin bulunmuş olduğu yolun dışında duruyorsun diye cevap verir.
Sa’d b. Ubâde ben ümmetten sadece biat etme hususunda farklı davrandım (başka
bir ayrılığım yoktur) der. Bunun üzerine gelen kişi ok atarak onu öldürür. Bu
bilgiyle birlikte Belâzurî Sa’d b. Ubâde’nin hamamda okla vurulduğu da rivayet
edilmektedir diyerek bu malumatı da bize vermektedir.[371]
Belâzurî’nin bildirdiği gibi Halife Ömer’in hiçbir olumsuz faaliyet içerisinde
bulunmayan ve kavminden ayrı yaşayan Sa’d b. Ubâde’yi öldürtmesi makul ve
mümkün gözükmemektedir. Belâzurî’nin aktardığı bu metinden anlaşıldığına göre
Hz. Ömer kendi hilafet döneminde değil, Hz. Ebû Bekir’in halife olduğu
zamanlarda sözde bu işi organize ettiği anlaşılmaktadır. Hz. Ömer’in kendisinin
böyle bir şey yapmayacağını bir tarafa bıraksak bile, Hz. Ebû Bekir’in buna
izin vermesi ve Ensar’ın da Sa’d b. Ubâde’nin bu şekilde öldürülmesine hiçbir
olumsuz tepki vermeden veya dile getirmeden kabullenmesinin düşünülmesi muhal
gibi gözükmektedir. Böyle bir şeyin olması halinde en azından Sa’d b. Ubâde’nin
kendi ailesi tepki verirdi. Hem Sa’d b. Ubâde’nin öldürtülmesi hem de kendi
kavmi dışında en azından ehli beytinin, evlatlarının vereceği tepki önemli bir
hadise olacağı için de kaynaklarımızda bu bilgi kesin olarak yerini alırdı. Bu
nedenle kaynaklarımızda böyle bir bilginin bulunmaması, Sa’d b. Ubâde’nin Hz.
Ömer tarafından öldürtüldüğü bilgisini doğrulamamaktadır. Kaynak eserlerimizin
bize aktarmış oldukları bilgiler doğrultusunda Sa’d b. Ubâde’nin hastalanıp
yatağa düşmeden, sağlıklı bir şekilde bulunduğu bir anda, ölümünün ani olarak
gerçekleşmiş olduğu anlaşılmaktadır. İnsanlar onun bu ani ölümüne (kalp krizi
geçirmiş de olabilir) bir anlam veremedikleri için onun, ya zehirli bir
sürüngen hayvan tarafından sokulduğunu ya da daha çok da cinler tarafından
öldürüldüğü bilgisine başvurmuşlardır.[372]
Belâzurî de yukarıda aktarılanların dışında bu şekildeki bilgiyi de bize
aktarmaktadır.[373] Sa’d b. Ubâde, Hz. Ömer’in
Benî Sâide Sakifesi’nde toplanan bir kısım Ensar’ın yanına gidiş sebebi olarak
söylediği “İslam dininde bir yırtık, delik meydana gelmesinden korkarak onlara
doğru gittik”[374] söylemine mahal bırakmadan bu
dünyadan göç etmiştir. Asla Müslümanlar arasında birliği bozacak ve aralarında
nifak oluşturacak herhangi bir faaliyette bulunmamıştır. Böyle bir duruma imkân
vermemek için ata yurdunu terk ederek, Şam’ın Havrân bölgesine yerleşmiş ve
orada ani bir ölümle hayata gözlerini yummuştur.
Sa’d b. Ubâde vefat ettikten sonra nesli evlatları kanalıyla devam
etmiştir. Sa’d b. Ubâde’nin Saîd, Abdurrahman, Muhammed[375],
Kays, İmâme, Sedus[376] ve İshak[377]
adlarında yedi çocuğu var idi. Bunlardan iki oğlu Said ve Kays sahabeden
olup Said, babası Sa’d b. Ubâde’den hadis rivayetinde bulunurken,[378] Sa’d b. Ubâde’nin torunları
da kendisinden hadis rivayet etmişlerdir.[379]
İbnu Abbas ve Enes bin Malik[380] gibi başka kimseler de ondan
hadis rivayetinde bulunmuşlardır.[381]
Sa’d b. Ubâde’nin çocukları dışında akrabaları da bulunmaktadır. İbn Hazm (ö.
456/1064), Sa’d b.
Ubâde’nin Sehl isminde bir kardeşi var[382]
derken, İbnu Hacer el-Askalânî (ö. 852/1448) Sehl’in Sa’d b. Ubâde’nin
kardeşinin oğlu olduğu bilgisini vermektedir.[383]
Cüheynelilerin Sa’d b. Ubâde’nin akrabaları olduğu bilgisi verilmekte[384] ancak onunla bağlantısı
verilmemektedir. Kaynaklarımızın bize aktarmış olduğu bilgilere göre Sa’d b.
Ubâde’nin nesli evlatlarından oğulları Kays ve Saîd b. Sa’d yoluyla devam
etmiştir. Zehebî (ö. 748/1347) Neysâbûr reislerinden olan İsmail b. İbrahim b.
Ammâr el-Ensarî el-Hazrecî en-Neysâbûrî’nin Sa’d b. Ubâde’nin çocuğu İshak’ın
kardeşidir bilgisini vermektedir.[385]
Ancak tarihi kaynaklarımızın aktarmış olduğu bilgilere bakıldığında Sa’d b.
Ubâde’nin İsmail adında bir çocuğunun olmadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle ismi
verilen bu kişinin Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin Nisâbûr’a yerleşen fakat Sa’d b.
Ubâde’ye bağlanan soy zinciri verilmeyen torunlarından birisinin olma durumu
oldukça kuvvetli bir ihtimaldir. Sa’d b. Ubâde’nin nesli; onun torunlarından olan
Abdulkadir b. Ebbi’l-Kasım b. Ahmed el-Mâlikî es-Suudî kanalıyla Mekke’de[386], Ali b. Abdulvâhîd el-Ensarî
es-Sicilmâsî el-Cezâyirî, Cezair’de[387],
yine Sa’d b. Ubâde’nin torunlarından engin bir ilme, akli ve nakli delillere
sahip âlim bir kişi olan, kendisinden nakillerde bulunulan Ahmed b. Muhammed
el-Ganîmî el-Mısrî, Mısır’da yaşamıştır.[388]
Hudâykî (ö. 584/1188) bu bilgileri verirken Sa’d b. Ubâde’ye kadar uzanan isim
zincirini vermemektedir. Ebû Ya’kub İshak b. İbrahim b. Ammâr b.
Yahya b. el-Abbâs b. Abdurrahman b. Salim b. Kays b. Sa’d b. Ubâde
el-Hazrecî el- Ensarî Nisâbûr’da yaşamıştır. İnsanlar kendisini şeref, servet,
adalet, dürüstlük, kabul ve mükemmeliyet açısından en iyi görerek ondan nasihat
alırlardı.[389] Sa’d b. Ubâde’nin
torunlarından ve Hanefi Mezhebi fakihi olan el-İmam Nureddin Ali b. Muhammed b.
Ali İbn Gânîm Mısır’da yaşamış ve 1004/1616 yılında vefat etmiştir.[390] İbn Cemîl b. İsâm
b. Katâde b. Vettân b. Kays b. Sa’d b. Ubâde nesli Aremremoğulları olarak devam
etmektedir.[391] Mücerribe ve Şükraoğulları da
Sa’d b. Ubâde’nin neslindendir. Mücerribeoğullarından el-Musîb b. Şerîk b.
Mücerribe b. Rebîa, Şükraoğullarından İbn Hârise b. Temîm fıkıh
âlimlerindendir.[392] Sâideoğullarından Benî
en-Nebit Sa’d b. Ubâde’nin akrabalarındadır.[393]
Ubâde b. Abdullah b. Muhammed b. Ubâde b. Eflah el-Ensarî Sa’d b. Ubâde’nin
torunlarındandır.[394] Ebû Muhammed b. Ebî Amr
(Abdurrahman) b. Ahmed b. Muhammed b. İshâk b. İbrahim b. Ammâr b. Yahya b. el-
Abbas b. Abdurrahman b. Sâlim b Kays b. Sa’d b. Ubâde el- Hazrecî el-Ensarî, Ammâr
b. Yahya kanalıyla meydana gelen sülaledendir. Bu kişinin evi öğüt, ilim,
servet ve liderlik yeriydi. Bu sülale insanlarının birçoğu ilimde, anlamada ve
ezberde mükemmel beceri ve mertebelere sahiptiler. Ebû’l- Abbas Muhammed b.
İshak el-Sıbğî Nisâbûr’da, Eba Ali Hamid b. Muhammed b. er-Rifâi el- Herevî
Irak ve Hicaz bölgelerinde meşhur âlimlerdendir. Ebû Yakup İshak b. İbrahim b.
Muhammed b. İbrahim b. Ammâr b. Yahya b. el-Abbas b. Abdurrahman b. Sâlim b
Kaysb. Sa’d b. Ubâde el-Hazrecî el-Ensarî el-Ammârî, Nisâbûr ehlindendir.[395] Herevîoğullarından
Ebû Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. el-Nadr b. Hayyân b. Münir b. Ziyâd b.
Saîd b. Kays b. Sa’d b Ubâde b. Düleym el-Herevî el-Hazrecî bilge (Hakîm)
olarak bilinir.[396] Sa’d b Ubâde’nin
torunlarından Ali Abdurrahman b. Yusuf b Yusuf b. Mervan b. Yahya b. el-Hüseyn
b. Eflah b. Kays b. Sa’d b. el-Hasan b. Ali b. Hüseyn b. Yahya b. Saîd b. Sa’d
b. Ubâde[397] ile Ebû’l-Abbâs el-Ensarî el-
Ubâdî el-Endülüsî Endülüs’te yaşamışlardır.[398]
Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. el- Abbâs b. el-Hasan b. Cible (Cibille) b.
Câbir b. Nevfel b. Iyâd b. Yahya b. Kays b. Sa’d b. Ubâde el-Ensarî el-Iyâdî
olarak meşhur olmuştur. Bu kişinin kardeşi Ebû Ahmed b. Ebî Nasr el-Iyâdî de
Semerkant ehlindendir.[399] Ebû’l-Hasan Diyâu’d-Din el-
Hazrecî el-Ğartânî es-Şair es-Sufî Sa’d b. Ubâde’nin bilinen torunlarındandır
ve İskenderiye’de oturmaktadır.[400] Sa’d b. Ubâde’nin oğlu Saîd
b. Sa’d b. Ubâde Medine kalmış orada yaşamıştır.[401]
Saîd b. Sa’d b. Ubâde dördüncü halife Ali b. Ebî Talib tarafından Yemen’e vali
olarak atanmış,[402] ancak Yemen halkı kendisinin
valiliğinden memnun kalmadığı için kısa süre sonra tekrar Medine’ye dönmüştür.
Yemen’de vali olarak tutunamayan Saîd b. Sa’d b. Ubâde’nin neslinin bir kısmı
Endülüs’te “Karbelân” denilen kasabasında yaşamaktaydılar. Buradaki nesli
el-Hüseyn b. Yahya b. Saîd b. Sa’d b. Ubâde tarafından devam etmektedir.[403] Semerkant’ta ikamet eden
İyâdi’ler Sa’d bin Ubâde’nin oğlu Kays’ın evlatları kanalıyla gelen
neslindendir. Aile ilimle meşgul olmuştur. Bu aile mensupları fıkıhta ve
faziletli görüşte meşhur olan kimselerdendir.[404]
Sa’d b. Ubâde’nin soyu kesilmemiş, çocukları kanalıyla devam etmiştir. İslam
topraklarının Hicaz, Mekke, Cezayir, Mısır, Nisâbûr, Irak, Endülüs,
İskenderiye, Semerkant ve Medine bölgelerine yerleşip oralarda kalmışlardır.
SA’D B. UBÂDE’NİN KİŞİLİĞİ
Sa’d b. Ubâde b. Düleym b. Hârise b. Ebî Hazîme/Huzeyme b. Sa’lebe b.
Tarîf b. İbni’l Hazrec b. Sâide b. Ka’b b. el-Hazrec[405]
Medine’li Ensar’dan olup Hazrec’in liderlerindendir.[406]
Sa’d b. Ubâde’nin annesi Benî Neccâroğullarından Amre bintü Sa’d bin Amr bin
Zeyd b. Menât b. Adiyy b. Amr b. Mâlik bin en-Neccâr’ın kızıdır[407] ve Hz.
Peygamber’in kadın sahabilerdendir.[408]
Sa’d b. Ubâde’nin künyesi Ebâ Sâbit ve Ebâ Kays’tır.[409]
Müslüman olduktan sonra bu künyesine el-Ensarî sonra el-Hazrecî ünvanları ilave
edilmiştir.[410] Kendisi II. Akebe Biatına
katılmış ve Benî Sâid oğullarını temsilen Nakîb seçilmiştir.[411] Bu tarihten sonra Sa’d b.
Ubâde, İslam davası için bulunması gereken tüm yerlerde bulunmuştur.[412] Sadece Sa’d b. Ubâde’nin
Bedir Savaşı’na katılıp katılmadığı hakkında ihtilaf bulunmaktadır.[413]
Sa’d b. Ubâde kendisine bulunan özelliklerinden dolayı Hz. Peygamber’in
önde gelen büyük sahabelerinden biridir.[414]
Aynı zamanda Sa’d b. Ubâde, Hz. Peygamber’in yaptığı istişare toplantılarında
Ensar’ın görüşünü dile getiren sahabedir.[415]
Cahiliye döneminde cömert bir kişiliğe sahip olan[416]
Sa’d b. Ubâde, Müslüman olduktan sonra da cömert davranarak[417]
kişiliğini sürdürmüştür. Eli açık, cömert olan Sa’d b. Ubâde, her durumda hem
fakir Müslümanlara[418] hem savaş zamanlarında orduya[419] hem de Hz. Peygamber ve
ailesine yardım[420] yapmıştır. Her durumda yardım
faaliyetinde bulunan Sa’d b. Ubâde aynı zamanda da Hz. Peygamber’e Ensar
içerisinde en çok iltifat eden sahabeler arasında bulunmaktaydı.[421] Sa’d b. Ubâde
cahiliye döneminde okuma-yazma, yüzme ve savaş sanatları üzerine iyi bir eğitim
almıştır. Ayrıca ok atmayı da çok iyi bilen Sa’d b. Ubâde, o dönem bu
özeliklere sahip kişilere verilen “el-Kamil” (tam, bütün, eksiksiz, yetkin,
gerçek, kusursuz, olgun vb. manalarına gelen) unvanına sahip zamanının ender
kişileri arasında sayılmaktadır.[422]
Sa’d b. Ubâde, cahiliye döneminde eğitimini aldığı okuma yazma bilme
özelliğini İslam’ın emrine sunarak Hz. Peygamber döneminde Kur’an ayetlerinin
levhalar üzerine yazılmasında, yazılı levhaların bir yerde toplanmasında görev
yapan 6 (altı) kişiden birisi olmuştur. Savaş sanatını iyi öğrenmiş olması
nedeniyle de savaş sırasındaki en kritik durumlarda hep Hz. Peygamber’in
yanında olmuştur.[423] Sa’d b. Ubâde, İslam dininin
intişar etmesi için Hz. Peygamber’in ne yapması gerekiyorsa onu yapması için
Hazrec adına ona koşulsuz destek vermiş, her zaman ve her yerde kendisiyle
beraber olacaklarını net bir kararlılık içerisinde bildirmiştir.[424] Böyle bir açık çekin
verilmesi Hz. Peygamber’i sevindirmiştir.[425]
Birçok güzel hasletlere sahip olan Sa’d b. Ubâde, Hz. Peygamber’in Ensar’ı
temsil eden bayrağını taşıyan bayraktarıydı.[426]
Sa’d b. Ubâde, binitine bindiğinde ayakları yere değecek kadar uzun boylu
birisiydi.[427] Gür ve uzun saçları vardı.[428] Açık sözlü ve içten pazarlığı
olmayan bir kişiliğe sahipti. Onun bu durumunu hangi ortamda olursa olsun dile
getirilen konu hakkındaki düşüncesini açıkça ortaya koymasından rahatlıkla
anlayabiliyoruz. Mesela münafıkların lideri konumunda olan Abdullah b. Übeyy b.
Selül’ü koruma düşüncesini hem Hz. Peygaber’e[429]
hem de bulunduğu her ortamda örneğin İfk hadisesinde,[430]
hilafet meselesinde vb. her yerde ve zamanda herkese karşı açıkça ortaya
koyarak ifade etmiştir.[431] Sa’d b. Ubâde yaşanan
olaylardan dolayı insanlara karşı içten pazarlıklı değildi. İslam’a inandıktan
sonra kendi kavminin putlarını kırarak inanıcında da samimi olduğunu açıkça
göstermiştir.[432] Bu özelikleriyle birlikte
Sa’d b. Ubâde, sinirli bir mizaca sahipti ve onun bu sinirli mizacı yaşadığı
olaylarda etkili oluyordu.[433] Aynı zamanda da Sa’d b. Ubâde
kıskanç bir kişiydi. Dul kadınlar onun kıskançlığı yüzünden onunla evlenmezdi.
Akrabaları da onun bu huyunu bildikleri için onu evlendirmeye cesaret
edemezlerdi.[434] Sa’d b. Ubâde, zenginliği ve
şerefli olmayı seven, şerefli olabilmenin yolunun cömertlikle olacağına inan,
cömertliğin ise ancak mal ile olacağını söyleyen, bu sebeple de Allah’tan
kendisini az mal ile ıslah eylememesini isteyen,[435]
Allah’ın az mal bana yeterli gelmez ben de az mal ile yetinemem diyerek zengin
olmak için dua eden bir sahabeydi.[436]
Sa’d b. Ubâde kendi zamanında çok cömert bir kişiydi. O dönem oğlu Kays ve
Safvan b. Ümeyye dışında hiçbir Arap onun kadar cömert değildi.[437] Hz. Peygamber de Sa’d b.
Ubâde’nin ve ehlibeytinin cömert olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Şüphe yok ki o
cömert bir hanedendir”[438] Başka bir ifadesinde Hz.
Peygamber, Gâbe gazvesine çıkıldığı zaman Sa’d b. Ubâde’nin yapmış olduğu
yardımlardan dolayı oğlu Kays b. Sa’d b. Ubâde’ye “Ya Kays baban seni atlı
olarak gönderdi, Mücahitleri güçlendirdi ve Medine’yi korudu” diyerek şöyle dua
etmiştir: “Ey Allah’ım Sa’d’a ve Sa’d’ın ailesine merhamet et”. Sonra sözünü
“Sa’d b. Ubâde ne güzel bir adam” diyerek tamamlamıştır.[439]
Sa’d bin Ubâde, Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretiyle birlikte yardım etmeye
başlamış ve Hz. Peygamber’in vefatına kadar yardımlarına devam etmiştir. Hz. Peygamber’in Veda Haccına
gitmek için yola çıktığında erzak taşıyan develeriyle birlikte bu yolculuğa
katılan Sa’d b. Ubâde’ye Hz. Peygamber “Medine’ye geldiğimizden bu tarafa bize
yapmış olduğun misafirperverlik sana yeterli gelmiyor mu da bunları getirdin”
diye sormuş, Sa’d b. Ubâde de Hz. Peygamber’in bu sözlerine karşı “Ya Resulullah
iyilik ve ihsan Allah ve Resulünündür. Ey Allah’ın Resulü malımızdan vermemiz,
bize onu terk etmemizden daha hayırlı gelmektedir” diye cevap vermiştir. Bu
karşılıklı konuşmanın sonunda Sa’d b. Ubâde’yi tasdik eden Hz. Peygamber, Sa’d
b. Ubâde’nin yardımsever ve cömertliğini ortaya koyan şu sözleri söylemiştir:
“Allah Sa’d b. Ubâde’ye salih bir yaratılış ve güzel ahlak ihsan etmiştir.”[440]
Sa’d b. Ubâde yardımseverliğinin yanında acıma hissi de yüksek olan bir
kişiydi. Annesine bakmayan zayıf bünyeli bir adama yüz kırbaç vurulması cezası
verildiğinde Sa’d b. Ubâde, cezanın uygulanması durumunda adamın bu cezaya
dayanamayacağını söyleyerek ona acımış ve adamın zayıflığını dile getirmiş,
cezanın şeklinin değişmesine vesile olmuş ve cezanın içerisinde yüz adet sap
bulunan bir demetle vurulmasını sağlamıştır.[441]
Sa’d b. Ubâde Müslüman olduktan sonra samimi bir sahabe olarak yaşamıştır. Bu
şekilde yaşayan Sa’d bin Ubâde’den hadis rivayeinde bulunulmuştur.[442] İbn Abbas (ö. 68/687-88),
Enes bin Mâlik (ö. 93h./ 711-12m.) ve oğlu Said bin Sa’d, Sa’d bin Ubâde’den
hadis rivayetinde bulunan kişilerdendir.[443]
Konu Evs ve mensubları ile ilgili rekabet içeren bir duruma gelindiğinde
ise farklı bir Sa’d b. Ubâde görmekteyiz. Aslında bu durum sadece Sa’d b. Ubâde
ile ilgili değil, Ensar’ı oluşturan iki kabileyle ilgili bir durumdu. İslam
öncesi Hazrec ve Evs arasında bulunan rekabet, çekişme ve birbirlerine karşı
övünmeler, bu kabilelerin Müslüman olmalarından sonra da devam etmiştir.
Hazrec, kendi kabilelerine mensup bazı kişilerle birlikte Sa’d b. Ubâde’nin
Ensar’ın bayraktarı ve hatibi olmasıyla da övünürdü.[444]
Hatta Hazrec ve Evs arasındaki bu rekabet öyle bir hal almıştı ki her iki
kabile Hz. Peygamber indinde kabul görecek işleri yapıyor, başka bir şey
yapmıyorlardı. Biri takdir edilen bir şey yaptığında diğeri aynı şeyi yapıncaya
kadar durmuyordu. Her iki kabile de yaptıkları ile övünüyordu.[445] Sa’d b. Ubâde de bu kültürden
nasiplenmiş birisi olarak, bu ortamın yaşandığı yerlerde kendisini cahiliyeden
beri sürüp gelen bu kültürün etkisinden koruyamamıştır. Rekabetin
yaşanabileceği ortamlarda Sa’d b. Ubâde’nin eski kültürün etkisiyle
davrandığını gören klasik tarih yazarlarımız bu durumu şu şekilde dile
getirmişlerdir: “Sa’d b. Ubâde Hazrec’in efendisi salih bir adamdı, bu olaydan önce
onu salih bir kişi olarak görürsün fakat cahiliye hamiyeti (geçmişten,
cahiliyeden gelen kültürü koruma) ve tutuculuğu Sa’d b. Ubâde üzerinde
ağırlığını hissettirerek, eski dönem kültürüne uygun davranmaya itmiştir.”[446]
Sa’d b. Ubâde gerçekten de samimi bir Müslüman, sağlam, güvenilir bir
sahabe idi. Hz. Peygamber’e en zor anlarda ona malıyla yardım eden ve canını
siper ederek onu koruyan birisiydi. Bu nedenle olacak ki Hz. Peygamber, Medine
bedevilerinin örf, adet ve dillerini anlamada daima danıştığı ve kesin olarak
güvendiği iki kişiden birisi Sa’d b. Ubâde’ydi.[447]
Yine Hz. Peygamber’in bizatihi evini ziyaret ettiği sahabeden biri de Sa’d b.
Ubâde idi.[448] Tüm bunlar gösteriyor ki Sa’d
b. Ubâde salih bir sahabedir. Onun da insan olması hasebiyle bazen kendisinden
beklenilen davranışı gösteremediği olmuştur. Bu da normal karşılanmalıdır. Bir
insan bir olay karşısında beklenilen davranışı göstermedi diye toptancı bir
mantıkla olaya bakıp değerlendirilmemelidir. Bu şekilde yapılması da haksızlık
olur. Bu kişinin birçok güzel davranışı olabilir ki vardır ve bu davranışları
yok sayılamaz. Sa’d b. Ubâde’ye de böyle bakılmalı ve öyle
değerlendirilmelidir. Sa’d b. Ubâde tüm olaylar karşısında beklenilen tavrı
gösterirken mesele Evs ve mensupları ile rekabete geldiğinde eski duyguları
kabarmakta, onu bu noktada zaafa düşürmektedir. Bu nedenle diyebiliriz ki bu
nokta Sa’d b. Ubâde’nin zayıf noktasıdır. Bu noktadaki hamiyet ve tutuculuğu
onun her durum karşısında bu anlayışa uygun davrandığı anlamına asla gelmez ve
gelmemelidir de.
KAYS B. SA’D’IN HAYATI VE SİYASİ FAALİYETLERİ
KAYS B. SA’D
B. UBÂDE’NİN HAYATI
Kays, Medineli Ensar’ı oluşturan iki ana kabileden
biri olan Benî Sâide b. Ka’b b. el-Hazrec oğullarının alt kabilelerinden
birinin reisi ve tüm Hazrec kabileleri içerisinde ileri gelen bir konuma sahip
olan Sa’d b. Ubâde b. Düleym b. Hârise bin Hüzeyme b. Ebî Huzeyme bin Sa’lebe
bin Tarîf bin el-Hazrec bin Sâide bin Ka’b el- Hazrec’in oğlu olup Medine’de
dünyaya gelmiştir.[449] Ebû Ahmed el-Hakîm (ö. 378/988) el-Esâmî ve’l-Kunâ adlı
eserinde Kays’ın künyesini verirken; Ebû Abdülmelik Kays b. Sa’d b. Ubâde b.
Dülâm bin Esed bin el-Hâris şeklinde farklı olarak vermektedir. Yazarımız bu
bilginin devamında Kays b. Sa’d için ilk yazdığımız soy zincirini vererek ve
sonuna da el-Ekber el-Ensarî ekleyerek böyle de söylenir şeklinde bir bilgiyi
de aktarmaktadır.[450]
Kays b. Sa’d’ın hangi tarihte doğduğu bilinmemektedir. Hz. Peygamber’in
sahabelerinden biri olduğu[451] ve Hz. Peygamber’in Medine’ye
hicretinden sonra onun hizmetinde bulunup korumalığını yaptığı[452] göz önünde bulundurduğumuzda
o tarihte Kays’ın 18-20 yaşlarında olduğunu varsayabilir ve Kays b. Sad’ın bu
yaştan daha geç olması ihtimalinin ise zayıf olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Zira ondan rivayet edilen bir hadiste babası Sa’d b. Ubâde’nin
kendisini Hz. Peygamber’e göndererek güvenliğini sağlamasını ve evinde ona
hizmet etmesini mecbur kılmıştır.[453]
Babasının Kays’ı Hz. Peygamber’in hizmetine verebilmesi için Kays’ın
ergen yaşta ve aynı evde babasıyla beraber yaşaması gerekir. Bu nedenle onun
doğum tarihinin miladi 600’den sonra bir tarih olması, bu tarih aralığının ise
602 ile 607 arasında olabileceğini söyleyebiliriz.
Kays’ın annesi, babası Sa’d b. Ubâde’nin amcası olan Ubeyd b. Düleym b.
Hârise’nin kızı Fükeyhe’dir [454] Bu isimle birlikte Kays b.
Sa’d’ın annesinin ismi farklı şekilde de verilmektedir. Örneğin Halife b.
Hayyat (ö. 230/845) Kays b. Sa’d’ın annesinin ismini Fekîhe olarak vermektedir.[455] İbn Habib (ö. 245/859) ise
Kays’ın annesinin baba ismini farklı olarak Fükeyhe bint Abd b. Düleym b.
Hârise şeklinde vermektedir.[456]
Kaynaklarımızda Kays b. Sa’d’ın Ebû Bekir’in kız kardeşi, Ebî Kuhâfe’nin
dul kızı olan Ümmü Firve ile evlendiği bilgisi verilmektedirler.[457] İbn Sa’d (ö. 230/845) ise
Kays b. Sa’d’ın bu evliliği hakkında bilgi verirken Ebû Kuhâfe’nin kızının
ismini
Kureybe bint Ebû Kuhâfe olarak vermekte ve bu evliliğinden çocuğunun
olmadığını bildirmektedir.[458] Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin
evlendiği bayanın ismi farklı verilse de bu farklı isim olarak verilen evlilikten
çocukları olmadığı anlaşılmaktadır. Yine İbn Sa’d, Kays b. Sa’d’ın Hint bint
Nukeyd b. Buceyr b Kusâ ile evlendiğini ve bu evlilikten de çocuklarının
olmadığı bilgisini aktarmaktadır.[459]
Ancak biz Kays b. Sa’d’ın çocukları olduğunu bilmekteyiz. Mesela İbn Ebî
Heyseme (ö. 279/892-3), Amr b. Surahbil’in Kays b. Sa’d’ın evlatlarından olduğu
bilgisini vermektedir.[460] Kays b. Ubâde’nin
çocuklarının olduğu bilgisi onun birden fazla evlilik yaptığının bir
göstergesidir. Yine bu evliliklerden Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin birden fazla
erkek çocuğu olduğu için olacak ki Kays b. Sa’d’ın künyesi de farklı şekillerde
verilmektedir. İbnu Hacer el-Askalani (ö. 852/1448) Kays b. Sa’d’ın künyesi
hakkında ihtilaf bulunduğunu bildirmektedir. Bu bilginin devamında bu künyelerin
bazılarına göre Ebû’l-Fadl, bazılarına göre Ebû Abdillah ve bazılarına göre ise
Ebû Abdilmelik olduğu cümlelerini kurar.[461]
İbn Hibbân (ö. 354/965) ise Kays b. Sa’d’ın künyesinin Ebû’l-Kasım olduğunu
söyler. Ayrıca Kays’ın künyesinin Ebû Abdilmelik olduğu bilgisine de yer
vermektedir.[462] İbn Abdilberr (ö. 463/1070)
de künyesinin Ebû’l-Fadl olduğunu fakat onun künyesinin Ebû Abdillah ve Ebû
Abdilmelik olarak söylendiğini de ifade eder.[463]
İbnu Sa’d (ö. 230/845) ise Kays
b. Sa’d’ın künyesi Ebû Abdilmelik’dir der.[464]
Kays b. Sa’d oldukça uzun boylu, iri cüsseli biriydi.[465]
Pantolonunun boyu sekiz karış uzunluğunda idi. Zamanının en uzun boylusuydu.
Etrafında Ondan uzun boylu bir kimse yoktu. Cüssesine uygun, bir karış
uzunluğunda büyük bir burnu vardı.[466]
Bineğine bindiği zaman ayakları yere değerdi.[467]
Kays b. Sa’d köseydi. Yüzünde kıl bulunmamaktaydı. Bu nedenle Ensar eğer mümkün
olsa biz kendi paramızla Kays’a sakal alırdık derdi.[468]
Cevâd Ali (ö. 1408/1987) “el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab kable’l-Islam”
adlı eserinde Kays b. Sa’ d’ın tamamen köse olmadığını söyleyerek çok seyrek
bir bıyığının var olduğunu ve çenesinin altında oldukça seyrek kıllar
bulunduğunu ve bu tip insanlara o zamanlar “raculün süttun” (^j J^j) seyrek sakallı dendiğini, Kays
b. Ubâde’nin de bu kimselerden biri olduğu bilgisini vermektedir.[469]
Kays b. Sa’d köse olmasına rağmen yakışıklı ve güzel biriydi ve Arapların
( 1) en iyisi, en cevvali, en kalitelisiydi.[470]
Kendisi erdemli, son derece hatip ve kültürlü bir kişiliğe sahipti ve Arapların
dâhilerinden biriydi. Olaylar ve meseleler hakkında görüş sahibi, harp
yönetiminde ve hilesinde oldukça uzman bir kimseydi. Aynı zamanda yardım etmeyi
seven, cesur, yiğit ve eli açık,[471]
dâhi, zeki,[472] Arapların en Cömert’i ve en
üstünü idi.[473] Kay s b. Sa’d b. Ubâde o
kadar cömertti ki bir günde aynı evde peş peşe dört defa yemek veren biriydi.
Ne Evs ve ne de Hazrec kabilesinden bu denli cömert ve böyle yemek veren bir
kimse bulunmuyordu. Hz. Peygamber de Kays b. Sa’d’ın cömertliğini; o cömert bir
ev ahalisindendir diyerek onaylamıştı.[474]
Kays b. Sa’d ve onun Tarife kadar olan yedi ceddi aynı şekilde cömertti.[475]
Kays b. Sa’d, güzel ahlaklı, yaşamının her anında son derece dürüst, her
hal ve hareketinde samimi birisiydi.[476]
Riyakârlığı sevmezdi. Sa’d b. Ubâde, oğlu Kays’ı Hz. Peygamber’in Medine’ye
hicret etmesiyle birlikte Hz. Peygamber’e hizmet etmesi için görevlendirmişti.[477] Hz. Peygamber de Kays’ın bu
dürüstlüğü ve samimiyetinden dolayı olmalı ki bu görevlendirmeyi kabul etmişti.[478] Bu özelliklere sahip olan
Kays b. Sa’d da Hz. Peygamber’e Medine’ye hicretinden itibaren ölümüne kadar
tam on yıl hizmet etmiştir.[479] Onun Hz. Peygamber nezdindeki
durumu aynı bir kralın güvenlik güçlerinin başı gibiydi.[480]
Kays b. Sa’d, hem Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunan hem onu koruyan muhafızı
ve hem de onun bayraktarıydı.[481] Hz. Peygamber, Kays b. Sa’d’a
evine izin istemeden girme müsaadesi vermişti.[482]
Kays b. Sa’d, Hz. Peygamber’e yardım eden on sahabeden biriydi. Kays insanlar
tarafından kendisine şükran duyulan bir kişiydi.[483]
Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunan Kays b. Sa’d’ı bazı zamanlarda seriye
komutanı olarak da görevlendirirdi. Örneğin Kays b. Sa’d Müslümanlardan oluşan
dört yüz kişilik bir birliğin komutanı olarak tayin edilmiş ve onun komutası
altındaki bu birlik Yemen bölgesine sefer yapmak için gönderilmişti.[484] Kays b. Sa’d aynı zamanda bir
nefer olarak askeri birlikte de görevlendirilir, o da bu görevine hiçbir
şekilde itiraz etmeden, gönül rızasıyla giderdi. Çok cömert olan Kays b. Sa’d
en sıkıntılı ve zor durumlarda bulunsa bile gerekirse borçlanarak katıldığı
askeri birliğe yemek temin eder ve kimsenin kendisinin bu şekilde davranmasını
engellemesine izin vermez, onların eleştirmelerine de boyun eğmezdi.[485]
Kays b. Sa’d zikretmiş olduğumuz özelliklerinin yanında meydana gelen
olaylar hakkında ileri görüşlü, her durumda son derece cesur, savaşlarda
kahramanlık gösteren, maharetli ve insaflı biriydi de. O da babası ve dedesi
gibi kavminin tartışmasız ileri geleni idi.[486]
Kays’ın bu kişiliği hakkında rivayet edilen birçok hikâye vardır. Mesela Kays b.
Sa’d hastalandığında kendisinin insanlar tarafından ziyaret edilmediğini
görünce sebebini sormuş, ziyaret etmeyişlerinin sebebinin verdiği borçlar
olduğunu anlayınca da bir tellal görevlendirerek onun aracılığıyla tüm
alacaklarını sildiğini insanlara duyurtmuştur.[487]
Başka bir rivayette ise yaşlı bir Bayan Kays b. Sa’d’a gelerek evindeki
sıçanların azlığından şikâyet ederdi. Yaşlı kadının bu konuşmasını dinleyen
Kays, bu ne güzel bir kinaye diyerek, yaşlı kadının evini ekmek, et, yağ ve
hurma ile doldururdu.[488]
Hz. Peygamberimizin hizmetinde bulunan Kays b. Sa’d aynı zamanda onun
sohbet ehlindendi. Hz. Peygamber Mekke’nin feth edilmesi sırasında Kays’ın
babası Sa’d b. Ubâde’den alınan bayrağı Kays b. Sa’d’ın şikâyeti üzerine ona
vermiştir.[489] İbnu Hacer el-Askalânî
el-îsâbe Fî Temyizi ’s- Sahabe adlı eserinde: “Sanki bir sene
Kays b. Sa’d bir sene de babası Sa’d b. Ubâde gazvelere katılıyordu” şeklinde
bir bilgi vermektedir.[490] Ancak bu bilgiye ulaşmış
olduğumuz diğer kitaplarda rastlayamadığımızı ayrıca belitmek istiyoruz. Fakat
bu şekilde bir uygulama kendi aralarında yapılmış olabilir. Aynı tarihçimiz
Kays b. Sa’d’ın Hz. Peygamber ile savaşa çıktığında Ensar’ın bayrağını onun
taşıdığı bilgisini de vermektedir.[491]
Arap’ın beş dehasından ve en kaliteli savunucusu olan[492]
Kays b. Sa’d’ın Bedir Savaşı’na katıldığı ve bu savaşta Ensar’ın sancağını onun
taşıdığı bilgisi de verilmektedir.[493]
Fakat bu bilgiye rağmen Zehebi ise Kays’ın ismini Bedir Savaşı’na katılmayanlar
arasında zikretmektedir.[494] İbn Neccâr da (ö. 643/1245)
büyük sahabilerin isimlerini sayarken Kays b. Sa’d’ın ismini bu isimler
arasında vermemiştir.[495] İbn Hacer el-Askalani ise
Kays b. Sa’d’ı büyük sahabeler arasında zikretmiştir.[496]
Kays b. Sa’d, babası Sa’d b. Ubâde Medine’den ayrıldıktan onun yerini
alarak kavminin sorumluluğunu üstlendi. Ayrıca fetihlere katılarak dakendisini
göstermiş ve iz bırakmıştır.[497] Sonuçta Kays b. Sa’d İslam
tarihinde bilinen bir kişi olarak[498]
yaşamış ve hayatı boyunca debdebeli olmayan, sade bir hayat sürdürmüştür.
KAYS B. SA’D’IN HALİFELİK MÜCADELESİ SIRASINDA HZ.
ALİ’NİN YANINDA YER ALMASI
Arapların dâhilerinden olan Kays b. Sa’d, babası Sa’d b. Ubâde’nin
hayatta olduğu zamanlarda da tartışmasız kavminin şerifi durumundaydı.[499] Ayrıca o daha önce
belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber devrinde de onun komutanlarından biriydi.[500] Kays b. Sa’d’ın
siyasi mücadelesi, Sakifetü Benî Sâide’de babası Sa’d b. Ubâde’nin halife olma
isteği ve onun da babasının tarafını tutması ile başlamıştı. O toplantıda
babasına yardım amacıyla ayağa kalkmış ve babasını savunmuştu.[501] Sakifetü Benî Sâide hadisesi
sonucunda halife seçilen Hz. Ebû Bekir’e o da babası gibi biat etmeyenlerden
biriydi.[502] Bu bilgilere rağmen Ebû
el-Hasan el-Eşarî (ö. 324h./915- 6m.), babasını savunan Kays b. Sa’d’a Ömer b.
Hattab’ın gerekli cevabı verdiğini ve bu konuşma üzerine Hz. Ebû Bekir’e biat
ettiklerini, onun imameti/hilafeti üzerinde birleştiklerinive ona itaat ederek
boyun eğdiklerini bildirmektedir.[503]
Bu bilginin doğru olma ihtimali zayıftır. Zira Kays’ın babası Sa’d b. Ubâde’yi
bırakarak biat etmesi en azından o anda mümkün gözükmemektedir. Belki de bu
durum Sa’d bin Ubâde’nin Medine’yi terk etmesinden veya ölümünden sonra
yaşanmış olabilir. Bu şekilde aktarılma ihtimali kuvvetle muhtemeldir.
Hz. Peygamberimizin Medine’ye gelişinden itibaren Ensarın
yeteneklilerinden oluşan bir birliğin komutanı sıfatı ile her an Hz.
Peygamber’in elinin altında olan Kays ibnu Sa’d,[504]
ilk iki halife ve üçüncü halife Osman b. Affan’ın (644-656) öldürülmesine kadar
olan geçen zamanda kavminin başında olmuş ve bu süre içerisinde herhangi bir
siyasi faaliyette bulunmamıştır. İlk üç halife olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve
Hz. Osman dönemlerindeki fütuhatlara katılmış, Mısır’ın fethinde de
bulunmuştur. Mısır’da kendisine bir ev de edinmiştir.[505]
Hz. Osman’ın (ö. 35/656) öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda
Ali b. Ebî Tâlib’in (656-661) tarafını tutarak onun sadık, temiz, dürüst bir
dostu olmuş ve ona yoldaşlık etmiştir.[506]
Bu dostluğu ve arkadaşlığı Hz. Ali’nin 40/661 tarihinde gerçekleşen ölümüne
kadar devam etmiştir.[507] Böylece Hz. Osman’ın
katledilmesi ve Hz. Ali’nin halife olmasıyla birlikte Kays b. Sa’d’ın siyasi
mücadelesi başlamıştır.
Bilindiği gibi Hz. Osman’ın ölümünden sonra Hz. Ali’ye biat edilmiştir.[508] Hz. Osman’ın ölümü ile
birlikte yaşanan olaylarda Kays b. Sa’d, Hz. Ali tarafını tutmuş[509] ve ona biat
etmiştir. Yaptığı bu biattan da bir daha asla geri dönmemiştir. Hz. Ali’ye
halife olarak biat edildikten sonra Kays b. Sa’d’ın da içerisinde bulunduğu bir
grup Muhacir ve Ensar’ı ordu toplamaları için Kufe’ye göndermiştir.[510]
Kusem b. Abbâs (ö. 57/576), Hz. Ali’nin halife seçilmesinden sonra Talha
b. Ubeydullah (ö. 36/656), Zübeyr b. Avvâm (ö. 36/65) ve Hz. Âişe’nin (ö.
58/678) Mekke’den ayrıldıklarını ve Basra’ya giderek insanları kendisine karşı
savaşa çağırdıklarını, onlarla birlikte olanların ise bu savaştan
korkmadıklarını söylediklerini anlatan mektubunu Hz. Ali’ye gönderdi. Hz. Ali
bu duruma üzülmüş ve kendisiyle birlikte olan insanlar da bu durumu çok
büyütmüşlerdi. Böyle durumlarda zekâsını ve hüsnü tasarrufunu ortaya koyan Kays
b. Ubâde ayağa kalkarak Taha ve Zübeyr’in durumlarının Hz. Aişe’nin durumu gibi
olmadığını, çünkü bu ikisi de yapmış oldukları biatlarını bozduklarını ve bu
nedenle de kanlarının helal olduğunu söylemiştir. Hz. Âişe’nin ise dindeki
konumunun herkes tarafından bilindiğini ifade ederek Basra halkının tamamının
bu iki kişinin yanında olmadığı üzerinde durmuştur. Hz. Ali’ye Kufe’ye
gitmesini önerip, Kufe halkının tamamının kendisiyle beraber ve yanında
olduğunu, onlarla birlikte hakkın gereği olarak Basra’ya gidenlerin hak olmayan
batılları üzerine yürümesi gerektiğini söylemiştir. Devamla şayet onlar Şam’a
giderse durumun daha tehlikeli bir hal alacağından korktuğunu dile getirmiş ve
bu nedenle de onların üzerine Basra’da yürümesi gerektiğini önermiş, şayet
itaat ederlerse hükmün halife olarak kendisine ait olacağını, ama itaat
etmezlerse onlarla beraber olanların güçlerinin zayıf olduğunu, halifenin
kendisi ile beraber olan askeri güçle onların güçlerinin bir olmadığını, Ali b.
Ebû Talib’in kendisinin hak dava üzere bulunduğunu Allah’ın yardımının da
halifeyle beraber olduğunu, İslam’ın yardımcıları olan Ensar’ın da kendisine
biat ettiğini ve halife ile beraber hareket edeceğini söylemiştir. Ensar da bu
konuşmayı tasdik etmiştir[511] diyerek içerisinde bulundukları
havayı yumuşatmış, Hz. Ali ve onunla birlikte bulunanların karamsar
düşüncelerini dağıtmalarına vesile olmuştur. Bu konuşmasıyla karamsar havanın
dağılmasına şahit olan Kays b. Sa’d konuşmasını şöyle devam etti: “Ey
Müminlerin Emiri! Bizim düşmanlarımıza karşı kabuğumuza çekilmemiz, onlardan
çekinip bir şeyler yapmadan eli kolu bağlı oturmamız düşünülemez. Allah’a yemin
ederim ki onlarla savaşmamız bana Türkler ve Rumlarla savaşmaktan daha sevimli
gelmektedir. Onların Allah’ın dini hakkında yaptıklarını,
hilelerini ve yağcılıklarıyla Hz. Peygamber’in ashabından olan Allah
dostlarıyla, Muhacir, Ensar ve tabiinden iyiliklere tabi olanları
küçümsemelerine karşı bizim hiçbir şey yapmayarak kabuğumuza çekilmemiz ve
öylece kalmamız kabul edilemez.”[512] Burada cesaretini, samimiyetini,
kahramanlığını ve zekâsını ortaya koyan Kays b. Sa’d Basra kara birliğinin
komutanı olarak Basra’ya girmiştir.[513] Hz. Ali de Basra’ya girdikten sonra,[514] 656 yılında Kays b Ubâde’yi Mısır’a vali olarak atamıştır.[515] İbn Abdilberr (ö. 463/1070) de Kays b. Sa’d’ın Hz. Ali ile
birlikte Basra’da meydana gelen ve Cemel Savaşı olarak isimlendirilen bu savaşa
katıldığını bildirmektedir.[516] Kays b. Ubâde, Cemel harbi dışında Hz. Ali’nin halife olarak
yapmış olduğu diğer savaşlar olan Sıffin ve Nehrevan’da gerçekleşen Harbu’l-
Hav’aric Savaşları’na da halkıyla birlikte katılmıştır.[517]
KAYS B. SA’D’IN MISIR VALİLİĞİ VE AZLİ
Hz. Ali, Kays b. Sa’d’ı hicretin 36’ncı senesinde Mısır valisi tayin etti
ve ona görevini bildirirken şöyle nasihatte bulundu: “Ey Kays, kendisine
güvendiğin, sohbetinden hoşlandığın ve sana arkadaşlık yapacak kişilerden
olanları yanına al. Seninle birlikte bir de ordu bulunsun. Böyle bir ordu ile
Mısır’a girmen düşmanlarına korku, sana ve dostlarına güç katacaktır. Mısır’a
vardığında iyilere güzel, güvenilmez ve şüpheli olanlara da sert davranmalısın.
Halka ve özel olan kimselere şefkatle muamele etmelisin. Şefkatin ise ihsan
etmek olduğunu bilmelisin.”. Kays ise “Nasihatini kabullendim, tamam. Ama ordu
meselesine gelince sen orduyu kendi hazırlığın için çağırmalısın, senin
yakınında ve elinin altında bulunması gerekir. Bana gelince Allah’ın yardımıyla
Mısır’a sadece ben ve ailem gideceğim” şeklinde cevap vererek Hz. Ali’nin ordu
teklifiyle birlikte onun kendisine arkadaşlık yapması için seçim yapması
teklifini de kabul etmemiştir.[518]
Kays b. Sa’d arkadaşlarından sadece yedi kişiyle birlikte Mısır’a
gitmiştir.[519] Kays b. Sa’d’ın
Mısır’a vali olarak gelmesinden önce Mısır topraklarının Suriye’nin devamı
niteliğinde olması, Nil bölgesinin kontrol edilmesi ve böylece siyasi
mücadelelerine önemli bir avantaj sağlayacağını düşündükleri için Amr b. As (ö.
43/664) ve Muaviye b. Ebû Süfyan (661-680) Mısır’a sefer düzenleyip almak
istemişler, Mısır’ın valisi olan Muhammed b. sebeple de Muaviye ile yazışan bir
topluluk ile diğeri ise Hz. Osman’ın ölümüne karışmış grup ile Osman b.
Affan’ın öldürülmesine onay veren veya en azından bu olay karşısında sessizce
Ebû Huzeyfe’yi ve bin kişilik ordusunu katletmelerine rağmen Mısır’ı almayı
başaramamışlardır.[520] Kays b. Sa’d vali
tayin edilip Mısır’a doğru hareket ettiğinde Mısır halkı biri Hz. Osman’ın
öldürülmesi nedeniyle kızgın olan fakat sayılarının daha az olması sebebiyle
Mısır’ın çoğunluğunu oluşturanlara karşı güçleri yetmeyeceğinin farkında olan
bu nedenle onlara karşı koyacak kuvvete sahip olmadıklarını düşünen bu
kalanların oluşturduğu grup şeklinde ikiye bölünmüştü.[521]
Kays b. Sa’d Eyle bölgesine vardığında bir grup atlı onu karşılayarak kim
olduğunu sordu. O da Osman’ın karşısında olanlardanım ve ona sığınmış olanlara
karşı Allah’tan yardım istiyorum diye yanıt verdi. Tekrar kim olduğunu
sorduklarında ise Kays b. Sa’d’ım şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine grup
Kays’ın Mısır’a gitmesine izin verdi. Kays b. Sa’d Mısır’a ulaşıncaya kadar
yoluna devam etti ve Mısır’a girdi.[522]
Kays b. Sa’d el- Fustât’a ulaşınca minbere çıktı ve oturdu. Kendisinin
Emiru’l-Muminin Ali b. Ebî Talib tarafından Mısır valisi olarak atandığı
bildiren fermanı kâtibe okuttu. Sonra kendisi ayağa kalkarak bir konuşma yaptı.
Konuşmasının sonunda insanları kitap ve sünnet üzere halifeye biat etmeye davet
etti. Sonra da Kays b. Sa’d Mısır’ın çeşitli bölgelerine idarecilerini
gönderdi. İnsanlar biat edip onun valiliğini kabul ettiler. Ancak Heribtâ
ismindeki bölge Kays b. Sa’d’a biat etmedi. Bu bölge insanları Kays b. Sa’d’dan
Hz. Osman’ın katillerini istiyordu.[523]
Kaynaklarımızda bu bölgenin ismi Hirbitâ, Harîbe ve Harenbâ gibi farklı
şekillerde de geçmektedir. Bu durumun farkında olan Yâkût el-Hamevî (ö.
626/1229) Mu’cemu’l-Buldan adlı eserinde kendisinden önce yaşamış olan
İbn Abdülhakem (ö. 268/882) ve Hâzimî’nin (ö. 584/1188)
kitaplarında bu bölgenin ismini “Hazinbâ” olarak verdiklerini ve bunun yanlış
olduğunu bildirdikten sonra (^j^) “Haribtâ” bölgesinin daha çok Mısır’ın bir
bölgesi sonra da el-Havfu’l-Garbî bölgesi sayıldığını, bu bölgenin İskenderiye
yakınlarında bir yerleşim bölgesi olduğunu bildirmektedir.[524]
Kays b. Sa’d Mısır’ın iki kısma ayrılmış durumunu rapor eden bir mektup
yazarak Hz. Ali’ye gönderdi.[525] Kays, Haribtâ bölgesinde
yaşayanların biat etmeleri için baskı yapılmasının uygun olmayacağı ve bunun da
fayda sağlamayacağını düşünerek üzerlerine gitmedi. Onlara ikramda bulunarak
güzel muamele etti[526] ve böylece aralarında çıkacak
bir savaşı da engellemiş oldu.[527] Bu şekilde bir siyaset
izleyerek Mısır halkının da huzura kavuşmasını sağladı.[528]
Muaviye b. Ebî Süfyan Haribtâ halkına bir mektup yazarak onlara Kays b. Sa’d’ın
Ali’nin adamı olduğunu bildirmiş ve onu durdurmalarını istemişti.[529] Fakat Muaviye Kays b. Sa’d’ın
dâhiliği, zekâsı, ileri görüşlülüğü ve hilesi karşısında başarısız olup,
çaresiz kaldı.[530] Muaviye, bir grup yakın
adamına Hz. Ali’nin adamlarından en çok kendisini endişelendirenler arasında
Ensar’dan Kays b. Ubâde olduğunu söylemişti.[531]
Muaviye, Kays b. Ubâde’yi kendi tarafına çekip ondan yararlanmak istedi
ve bu nedenle ona bir mektup yazdı fakat Kays teklifini reddetti. Zamanının
Arap dâhilerinden olan Kays b. Sa’d Mısır halkının Muaviye’ye katılmamasında da
etkiliydi.[532] Muaviye, Hz. Ali’nin Irak
halkı ile Kays b. Ubâde’nin de Mısır halkı ile beraber olması, kendisinin ise
bu ikisi arasında bulunmasının ne anlama geldiğinin çok iyi farkındaydı. Kays
b. Sa’d Muaviye tarafından kendisine sunulan Irakeyn (iki Irak) sultanlığını,
akrabalarından sevdiği bir kişiye de hicaz sultanlığının verilmesi ve bunların
dışında da başka isteklerinin de Muaviye’ye bildirmesi durumunda o isteklerin
de kendisine verileceğini bildirilen teklifini kabul etmeyip reddetmişti.[533] Kays b. Sa’d b.
Ubâde Hz. Ali’ye olan bağlılığından ödün vermemiş, ona olan temiz, sadık
dostluğuna devam etmiş, vermiş olduğu sözden dönmemiştir. Ne Hz. Ali’ye olan
dostluğundan ve teklifini kabul etmemesinden dolayı pişmanlık duymuş ve ne de
bu tavrından dolayı rahatsız olmuştu.[534]
Kays’ın bu tutumu Muaviye
b. Ebî Süfyan’ı kızdırmıştı. Bu nedenle Muaviye b. Ebî Süfyan ve Amr b. el-As,
içinde ağır sözler ve küfür içeren mektuplarını Kays’a göndermişlerdi.[535] Muaviye yazdığı mektubunda “ey Yahudi oğlu Yahudi sen
ancak bizim kölelerimizden bir kölesin” diyordu. Kays b. Sa’d da edebi yönüyle
kaleme aldığı mektubunda Muaviye’ye “ey Mekke putlarından olan Put oğlu Put,
İslam’a istemeyerek girdiniz ondan isteyerek çıktınız” diye yazıyordu.[536]
Muaviye b. Ebî Süfyan ne yaptıysa azimli, kararlı, sadık ve ileri görüşlü
olan deha Kays b. Sa’d’ı yanına çekemedi. Muaviye ve Amr b. el-As onu Mısır’dan
uzaklaştırıp, oraya hâkim olmak istiyorlardı. Kays b. Sa’d, zekâsı, ileri
görüşlülüğü ve tuzaklarıyla onlardan korunuyordu. Her ikisi de ne onun üzerine
bir hâkimiyet sağladılar ne de Mısır’ı fethetmeye muvaffak oldular.[537] Kays b. Sa’d b. Ubâde’yi ikna edemeyen Muaviye, çeşitli
hilelerle onu sıkıştırmaya ve zor duruma düşürmeye çalıştı. Kays b. Sa’d’a bir
şey yapamayacağını anlayan Muaviye oklarının yönünü Hz. Ali’ye çevirdi. Oyununu
Hz. Ali üzerinden oynamaya karar verdi.[538]
Muaviye, Kays b. Sa’d’ın dilinden bir mektup yazdı. Bu mektupla güya Kays b.
Sa’d onunla birlikteymiş vehmini vermek istiyordu. Bu yazdığı mektubu Şam
halkına okudu.[539] Bu sahte mektupta sanki Kays
b. Sa’d’ın zekâsı ve nasihatinin gizli olarak kendilerine geldiğini, sözde
mektubun bunu bildiren kısmını Şam halkına okuduktan sonra, Muaviye konuşmasını
şöyle sürdürdü: “İşte bu nedenle kendi bölgesinde sınırları içerisinde
bulunan Haribta kasabasındaki kardeşlerimize çok iyi davranıyor ve onlara her
türlü yardımı yapıyor. Hatta buradan giden insanlara da güzel davranıyor. Bu
sebeple Kays herhangi bir şeyle itham edilmemeli ve onun yaptığı şeyler çirkin
görülmemelidir, o bizimledir” dedi.[540]
Devamında; “Ey Şam halkı Kays b. Sa’d olayı gördü, meseleyi kavradı, önceden
işitmiş ve itaat ettiği şeyden ayrıldı, halifemizin kanını talep etti ve bunu
da bana yazdı, bunun okunmasını da emretti. Kays b. Sa’d için dua edin” diyerek
konuşmasını bitirirdi.[541]
Muaviye b. Ebî
Süfyan bu hareketiyle sözde Kays b. Sa’d’a ait, asılsız bu mektubun varlığının
ve kendisinin Kays b. Sa’d hakkında Şam halkına yaptığı konuşmasının Şam’daki
casusları ve taraftarları kanalıyla Hz. Ali’ye ulaşmasını istiyordu. Muaviye
her yönüyle kurgu olan bu hadisedeki sözde mektup ve konuşma haberinin Hz.
Ali’ye ulaşmasını sağladı. Bunu başaracağından da emindi. Zira o, Şam
halkına yapmış olduğu konuşmayı bitirdikten sonra Amr b. el-As’ın elini tutarak
ona: “Bu gözlerin buğzla Ali’ye yöneldiğinin fırsatını kolla, bu haber yedi
sekiz günde ona ulaşır. Haber ulaştığında da ilk önce Kays b. Sa’d Mısır
valiliğinden azledilir ve o azledildikten sonra artık her şey bize çok daha
kolay olacaktır” dedi.[542]
Bu olay Hz. Ali’ye
ulaşınca Muhammed b. Ebî Bekir ve Muhammed b. Cafer b. Ebî Talib de bu hadiseyi
çok büyüttüler ve olay onların büyüttükleri şekliyle Hz. Ali’ye intikal edince,[543]
bu ikisinin Kays b. Sa’d hakkındaki olumsuz konuşmasının etkisiyle de
Muaviye’nin hilesini göremeyen Hz. Ali oyuna geldi[544]
ve Muaviye ile yakın ilişki içerisinde olduğunu düşündüğü Kays’ı Muaviye’nin
adamı olmakla itham etti. Kays’a nüfusu on bin civarında olan Haribtâ halkıyla
savaşmasını emreden bir ferman gönderdi. Kays b. Sa’d onlarla savaşmayı
reddetti. Onlarla savaşılmasının nelere mal olacağını, yöre halkının Mısır’ın
eşrafından olduğunu ve bölgenin özel durumu ile kendisinin Muaviye’nin adamı
olmadığını anlatan, hatta bu konuda (Muaviye’nin adamı olma konusunda) ısrarcı
ise görevinden azledilmesini isteyen bir mektup yazarak Hz. Ali’ye gönderdi.[545] Söz konusumektuptan sonra
Kays’ın Muaviye’nin adamı olma ithamını devam ettiren Hz. Ali, onu protesto
eden ve aynı zamanda yaptığı valilik görevini birine bırakıp dönmesi yönündeki
istediğini bildiren bir mektup yazarak Kays’a gönderdi.[546]
Olayı kavrayan Kays b. Sa’d Muaviye’den hoşlanmadığını, onunla herhangi bir
ilişkisinin olmadığını bildiren bir mektup daha Hz. Ali’ye gönderdi.[547] Fakat bu mektuptan sonra da
Hz. Ali ve Kufe halkının kafa karışıklığı devam etti. Nihayet Hz. Ali, Kays b.
Sa’d’ın Muaviye’nin adamı olduğu kanaatına vararak onu Mısır valiliğinden
azletti.[548] Böylece Muaviye b. Ebî
Süfyan, Kays’ı Mısır valiliğinden azletmeyi başarmış, Mısır’ı ele geçirmek için
büyük bir fırsatı kendi lehine döndürmeyi başarmıştır.[549]
Hz. Ali, Kays b. Sa’d’ın
Mısır idariciliğinden alınıp alınmaması meselesini danışmanları ile istişare
etmişti ve danışmanları da Kays’ın Mısır valiliğinden alınması yönünde ısrarcı
olmuşlardı. Özellikle de Muhammed b. Ebî Bekr (ö. 38/658) ile Hz. Ali’nin sadık
komutanı olan Mâlik bin el-Hâris bin Abdiyegûs el-Eşter (ö. 37h./658m.) de
alınması yönünde görüş belirtip bu hususta ısrar ettiler. Bu ikisinin görüşü
Hz. Ali üzerinde büyük etki yaptı.[550]
Hz. Ali, Kays b. Sa’d’ı Mısır valiliği görevinden 38/658 yılında azledip yerine
vali olarak Muhammed bin Ebî Bekir’i Mısır valiliğine atadı ve bu atamayla
birlikte Mısır karıştı.[551]
Kays b. Sa’d, Hz. Ali’nin kendisini Mısır idareciliğinden almasından
dolayı ona kırgındı. Mısır’dan ayrıldıktan sonra Kufe’de iskaneden Hz. Ali’nin
yanına gitmeyip Medine’ye geldi ve ondan uzak durarak Medine’de ikamet etmeye
başladı.[552] Hz. Ali’ye kızgın ve kırgın
olmasına rağmen ona yaptığı biatinden asla geri dönmeyen ve vermiş olduğu bu
karardan da asla rahatsızlık duymayan Kays, başka kimseye de biat etmedi ve
onun temiz ve sadık dostu olarak Medine’de yaşamaya devam etti.[553]
İsteseydi Muaviye b. Ebî Süfyan’ın yanına gidip iyi bir makam elde
edebilirdi. Muaviye’nin kendisine yapmış olduğu teklifi kabul eder ve Mısır
valiliğinden ayrılmazdı. Ancak sadık ve sağlam bir
karaktere sahip olan Kays, bunu ne düşündü ve ne de yaptı. Ayrıca o, şu
sözleriyle de “Eğer İslam olmasaydım ona öyle bir hile yapardım ki bu hileye
asla Arap’ın gücü yetmezdi”[554] İslam’daki samimiyetini de ortaya koymuştur. Hem dindeki
samimiyetinden hem de Hz. Ali’ye olan bağlılığından asla ödün vermeden ve onun
aleyhinde olumsuz denebilecek herhangi bir faaliyette bulunmadan Medine’de
yaşamaya devam etmiştir.
KAYS B. SA’D’IN ÖZEL ORDU KOMUTANLIĞI
Medine’de bulunan Hz. Osman ve Muaviye taraftarlarının yanlış siyasetleri
ve davranışları sonucunda Kays Medine’den ayrılıp Hz. Ali’nin bulunduğu Kufe’ye
gitti[555] veya Medine’ye geldiğin zaman
Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme (ö. 62/681) Kays’ı azarlayan, kınayan mesajını
ona gönderdi. Kays’a “Sen arkadaşını terk ettin” diyordu. Kays, Ümmü Seleme’ye
“Ben Ali’yi terk etmedim, ona itaat ettim. O beni azletti” diye cevap gönderdi.
Ümmü Seleme “Öyle ise senin işini Hz. Ali’ye yazacağım” diye cevapladı ve bunun
üzerine Kays Ümmü Seleme’nin yanına giderek tüm olan biteni anlattı. Daha sonra
Ümmü Seleme Hz. Ali’ye Kays’ın ve babasının yeni ve eski olayları hakkında
düşüncelerini anlatan bir mektup yazdı. Aynı zamanda bu mektubunda azletme
olayından dolayı Hz. Ali’yi kınıyordu. Mektubu alan Hz. Ali, Kays’a bir mektup
yazarak hakkın ortaya çıkmasında kararlı olduğunu ve kendisi hakkında vermiş
olduğu karardan dolayı utandığını bildiriyor ve bu olayı anlamamam için ölü
olmalıydım diyordu. Bu mektuptan sonra Kays b. Sa’d, Hz. Ali’nin yanına gitti.
Hz. Ali onu çok iyi karşıladı, ona ikramda bulundu ve onu ödüllendirdi, Kays da
Kufe’de onunla beraber kaldı. Kays başından geçen tüm olan biteni Hz. Ali’ye
anlattı.
Mısır idare edilemiyordu. Hz. Ali orada dönen dolapların farkına ancak
Kays’ın vardığını anladı ve Kays’ın tüm işlerinde ona itaat etti.[556] Bu arada Mısır valisi
Muhammed b. Ebî Bekir’in (ö. 38/658) öldürülme haberi geldi. O zaman Hz. Ali,
Kays b. Sa’d’ın nasıl bir deha olduğunu daha iyi kavradı. Bundan sonra onun
görüşlerine, nasihatine değer verdi ve onun görüşü doğrultusunda hareket etti.[557] Bu tarihten itibaren Kays b.
Sa’d, Hz. Ali öldürülünceye kadar yanından hiç ayrılmayacaktır ve onun
bayraktarı olacaktır.[558]
Hz. Ali, Kays’ı Irak halkının ileri gelenlerinden kıldı. Daha sonra da
Kays’ı ölümüne biat eden ve adına “el-Hamîs” denilen, çok özel ve özelikte olan
kişilerden oluşan beş bin kişilik bir askeri birliğin komutanı olarak atadı.[559] Kays b. Sa’d artık Hz.
Ali’nin en sadık ve en güvendiği kişi olmuştur. Öncelikle Kays’ın yapabileceği
işler Hz. Ali tarafından kendisine tevdi edilecektir. Bu nedenle ordusu başka
bir ordu ile karşılaştığında bile Hz. Ali, bazı zamanlarda mübareze yapmak
üzere Kays b. Sa’d b. Ubâde’yi çıkartırdı.[560]
Kays b. Sa’d’ın
valilikten azledildikten sonra onun tekrar Hz. Ali’nin yanına dönmesi
Muaviye’nin moralini bozmuştur. Muaviye b. Ebî Süfyan bu moral bozukluğunu
Medine’deki yandaşlarına “Allah’a yemin olsun ki Kays’ı değil de yüz bin
savaşçıyı Ali’ye teslim etseydiniz canım bu kadar sıkılmazdı” diyerek dile
getirmiştir.[561]
Muaviye için bu denli önemli biri olan Kays b. Sa’d artık sürekli Hz. Ali ile
beraber Olmaya başladı ve onun yapmış olduğu tüm savaşlara katıldı.[562]
Kays b. Sa’d, Hz. Ali ile Osman bin Affan’ın kan davasını güttüğünü
söyleyen Şam valisi Muaviye bin Ebî Süfyan arasında vuku bulan Sıffîn Savaşı’na
da Hz. Ali ile birlikte katıldı.[563]
Hz. Ali Şam ehli ile savaşma hakkında Muhacir ve Ensar’la istişare etti. Bu
istişarede söz alan Kays, Şam ehlini ümmetin birliğine uymadıkları için düşman
olarak görüyor ve bu sebeple de Hz. Ali’yi onlarla savaşma hususunda teşvik
ediyordu. Bunlarla savaşmanın kâfir milletlerle savaşmaktan daha sevimli
geleceğini, zira onların Allah’ın dinine aykırı olarak yağcılık yaptıklarını,
Hz. Peygamber’in ashabından Allah’ın dostu olan Muhacir, Ensar ve güzellikle
onlara uyanları zelil kıldıklarını, birine kızdıklarında onu hapsettiklerini,
dövdüklerini, her şeyden mahrum ettiklerini ya da sürdüklerini, Şam halkının
halifeyi destekleyenlerin mallarının yağma edilmesini kendilerine helal
saydıklarını ve yine bu Şam halkının Hz. Ali’yi destekleyenleri kendilerinin
köleleri olarak gördüklerini dile getiriyordu.[564]
Kays b. Sa’d Ensar’ın genç olanlarından, yaş sıralamasına göre ise
Ensar’ın üçüncü tabakasındandı.[565] Bu nedenle Ensar’ın ileri
gelenleri “Ey Kays neden kavminin büyüklerinin önüne geçerek onlardan önce
konuştun?” diye eleştirdiklerinde Kays, “Ben sizin değerinizi iyi bilirim,
şanınızı yükseltirim. Ancak Ashaptan bahsedilince içinizdeki kinin coştuğunu
gördüm” diyerek cevap verdi.[566] Bu konuşmasıyla Muaviye ile
savaşma hususunda hem Hz. Ali’ye görüşünü bildirmiş hem de onu teşvik etmiştir.
Yapılan bu istişare sonunda karar savaşma yönünde çıkmıştır. Hz. Ali de
istişarede alınan Muaviye’yle savaş yapılması kararına uymuştur. Hz. Ali Sıffin
Savaşı esnasında Hz. Peygamber’in savaşlarda kullanmış olduğu sancağını
çıkartarak Kays b. Sa’d’a verdi. Sancağı Kays’ın elinde gören tüm Müslümanlar
ağladı. Muhacir ve Ensar da çok duygulandı ve gözyaşları içerisinde sancağın
etrafında toplandılar. Kays, Hz. Peygamber’in sancağını anlatan bir konuşma
yaptıktan sonra orada bulunan Medinelilere: “Ey Ensar, sizler sağında Cebrail’in solunda Mikail’in
bulunduğu bu sancak altında Ebû Cehil ve ashabının kavmi ile savaşıyorsunuz.[567] Bu
sancak onları sınırlandırdığımız sancaktır. Allah’ın yardımı yine bizimle
olacaktır”[568]
diyerek konuşmasını bitirdi. Sıffin Savaşı’nda ordu komutanı olarak yerini alan
Kays, bu savaşta büyük başarılar elde etti ve bu nedenle Muaviye’nin lanet
ettiği kişiler arasında o da vardı.[569]
Şairlik yönü bulunması hasebiyle Kays b. Sa’d, katılmış olduğu Sıffin ve
diğer savaşlar hakkında pek çok şiir de kaleme almıştır.[570]
Hz. Ali, Kays’ın Sıffin Savaşı’nda göstermiş olduğu başarılardan dolayı
Azerbaycan’la ilgilenme görevini de ona verdi. Kays, Azerbaycan’da Hz. Ali için
çalışırken halifeden geri dönmesini ve kendisiyle beraber savaşmasını
istediğini bildiren bir mektup aldı. Kays bu mektuptan sonra Kufe’ye geri
döndü.[571] Kays b. Sa’d’ın Hz. Ali ile
beraber katılmış olduğu en son savaş Nehrevan bölgesinde bulunan Haricilere
karşı yaptıkları Harbu’l- Havaric’dir.[572]
Kays, bu savaştan sonra Hz. Ali’nin 40/661 yılındaki ölümüne şahit oldu.[573] Hz. Ali’nin öldürülmesiyle
birlikte onun dostu ve sadık can yoldaşı olan Kays’ın birlikteliği zorunlu
olarak son bulmuştur.
KAYS B.
SA’D’IN HZ. HASAN’IN YANINDA YER ALMASI
Hz. Ali öldürüldükten sonra “el-Hamîs” adlı özel birlik askerlerinin tamamı
ve komutanları Kays, başlarını tıraş edip[574]
her tür emre hazır olarak beklediler. Daha sonra ordu komutanı olan Kays, Irak
halkını toplayarak onlara niçin Hasan b. Ali’nin (ö. 49/669) halife seçilmesi
gerektiğini anlatan bir konuşma yaptı. Irak halkı Kays’ın öncülüğünde Hz.
Hasan’ı halife seçti ve ona ilk biat eden Kays b. Sa’d oldu.[575] Bu sırada Hz. Ali’nin ölümü
üzerine Şam halkı da Muaviye’ye biat etmişti.[576]
Kendisine biat edildikten sonra Muaviye altmış bin kişilik bir ordu ile Irak’a
yöneldi. Menbic Köprüsü’nü geçinceye kadar kimseye görünmedi. Bu esnada Hz.
Hasan Kufe’deydi.[577] Muaviye’nin Irak
topraklarına girdiği haberini alması üzerineo da ordusuyla birlikte Şam’a doğru
hareket ederek Medâin’e geldi. Hz. Hasan on ikibin kişide oluşan bir ordu ile
Kays b. Sa’d’ı öncü birlik olarak gönderdi. Kays’ın komuta ettiği bu ordu
“Şurtatu’l-Hamîs” olarak isimlendiriliyordu.[578]
Kays b. Sa’d önce
Meskene sonra da halkı savaşçı olan Ahnûniye beldesine geldi. Muaviye ve
ordusunu Membic Köprüsü’nden Ahnûniye’ye kadar olan arazide karşıladı. Muaviye,
Kays’a saldırmaya cesaret edemedi. Şam halkı her namaz vaktinde Muaviye’yi
Kays’a saldırması için cesaretlendiriyordu. Ancak istenilen sonuç alınamamıştı.
Şam halkının şairleri, bu yaşananları dile getiren şiirler bile yazmışlardı.
Kays b. Sa’d ile beraber bir öykü yazıcısı vardı ve o da bu olan bitenleri
yazıyordu.[579] Hz. Hasan Medâin’de iken bir
münadi “Kays öldürüldü” diye bağırdı. Bu haber üzerine insanlar telaşlandı. Bir
grup insan Hz. Hasan’ın çadırına girip yağmaladı. Hatta Hz. Hasan’ın ayağının
altındaki yaygısını bile çekip aldılar. Bu yağmalama esnasında Beni Esed
Havâric’inden olan bir kişi hançerini çekip Hz. Hasan’ı hançerledi. Orada
bulunan insanlar Hz. Hasan’ın hançerlendiğini görünce bunu yapan kişinin
üzerine atlayarak onu öldürdüler. Yağmalama ve hançerlenme olayını yaşayan Hz.
Hasan, bu olaydan sonra çadırda kalmayarak Medâin’deki Kasru’l-Ebyâd’a (Beyaz
Saray) yerleşti ve buradan Muaviye ile sulh hakkında yazışmaya başladı.[580]
Kafasında Muaviye ile
barış yapmayı kurgulayan Hz. Hasan, Kays bin Sa’d’ın Muaviye’ye karşı hiçbir
şekilde taviz vermeyeceğini, Muaviye ile savaşmak dâhil ona karşı her tür sert
tutumu sergileyeceğini düşündüğü için Kays’ı ordu komutanlığından alarak yerine
daha mülayim olarak düşündüğü amcası Abbas’ın oğlu Ubeydullah’ı ordu komutanı
yaptı. Bunu öğrenen Muaviye Ubeydullah’a on bin dirhem gönderdi. Ubeydullah b.
Abbas ordu sancağını da alarak kaçtı ve Maviye’ye katıldı.
Ubeydullah’ın
kaçmasıyla asker başsız ve komutansız kaldı. Ordu içerisinde bulunan ve ordunun
endişelendiğini gören Kays ayağa kalkarak orada bulunan insanlara (asker),
Ubeydullah b. Abbas’ın (ö. 58/678) firarının kendilerini endişelendirmemesini,
onun kaçmasının bu orduyu olumsuz yönde etkileyemeyeceğini bu firar olayını
şöyle böyle diyerek çok abartmamalarını ve benzeri şeyler söyleyerek orduya
hâkim oldu. Bu etkili konuşmanın ardından Kays b. Sa’d Iraklılar tarafından
tekrar ordu komutanlığına getirildi.[581]
Hz. Hasan’ın Muaviye ve ordusuna karşı şefkat göstermesi Irak halkının
kendisine karşı kayıtsız kalmasına ve etrafından dağılmasına neden oldu.[582] Kays, Hz. Hasan’ın insanları
Muaviye’ye biat için toplamasını uygun görmedi ve böyle yapılmasına da kızdı.
Fakat kızgınlığı sebebiyle Hz. Hasan’a herhangi bir kötü söz söylememiş fakat
ona karşı kırgınlık göstermişti.[583]
Hz. Hasan ve Ubeydullah b. Abbas’ın anlaşarak kendisine biat etmesiyle birlikte
bu ikisinden kurtulan Muaviye, Kays bin Sa’d ile anlaşma yollarını aramaya
başladı. Bu esnada el-Hamîs denilen özel birliğinin askerleri Kays’a
kendilerine emir vermesi yönünde direttiler. Kays ve askerler Muaviye ile
savaşmak için karşılıklı olarak ahitleştiler. Muaviye ile savaşmamanın ön şartı
ise Hz. Ali taraftarlarına ve ona itaat edip fitne çıkaranlarla savaşmış,
fitnecilerin kanlarını dökmüş ve mallarını almış olan kimselere hiçbir şey
yapılmamasıydı. Ancak bu şekilde bir anlaşma yapılırsa savaş olmazdı. Muaviye
b. Ebî Süfyan, Kays’a ve askerlerinin kendisine biat etmelerini, istenilen bu
biatın gerçekleşmesi durumunda kendisini ödüllendireceğini bildiren bir mektup
gönderdi. Kays bu teklife olumsuz cevap vererek Muaviye’ye biat etmeyi
reddetti. Kays b. Sa’d’dan olumsuz cevap alan Muaviye b. Ebî Süfyan, altında
kendi mührü olan boş bir kâğıdı ona göndererek, Kays’ın istediği şartları mühürlü
olan bu boş kâğıda yazmasını istedi. Bu teklifi alan Kays, Muaviye’den kendisi
için herhangi bir mal talebinde bulunmadı. Muaviye’nin peşinen kabul ettiği
antlaşma metnine daha önce savaşmama şartı olarak dile getirmiş oldukları
şartta olduğu gibi kendisine ve askerlerine can güvenliği teminatının
verilmesini ve Hz. Ali taraftarı olanların daha önce döktükleri kandan ve elde
ettikleri mallardan dolayı sorumlu tutulmamaları şartını koştu. Kays sadece bu
şartının yerine getirilmesini Muaviye’den istedi. Muaviye de Kays’ın bu şartını
yerine getirdi. Bu isteğin Muaviye tarafından yerine getirilmesi üzerine Kays
ve ordusu Muaviye’ye biat etti.[584]
Bazı tarih kaynaklarımız Kays b. Sa’d’ın Hz. Hasan ile birlikte
Muaviye’ye gittiğini,[585] Hz. Hasan’ın hem Kays hem de
Kays’ın ordusu için emân aldığını, Muaviye’nin de Hz. Hasan tarafından onlar
için sürülen bu şartlara vefa gösterip sözünde durduğunun bilgisini verirken,[586] bazısı da Kays bin Sa’d’ın
Hz. Hasan ve küçük kardeşi Hz. Hüseyin ile beraber Şam’a gittiğini, Muaviye’nin
onlara yapacağı bir konuşma hazırladığını ve sonra da önce Hz. Hasan’dan sonra
Hz. Hüseyin’den biat etmesini istediğini, onların da biat ettiklerini, sonra da
Kays’dan biat etmesini istediğini, Kays’ın ise Hz. Hüseyin’in emrinin ne
olacağına baktığını, Hz. Hüseyin’in ise: “Ey Kays Hasan benim imamımdır”
dediğinin bilgisini verirken,[587] kimisi de Kays b. Sa’d’ın
Ensar’dan bir grup ile birlikte Muaviye’nin yanına geldiğini, Muaviye’nin
onlara “Ey Ensar topluluğu benden önce ne istiyordunuz? Allah’a yemin ederim ki
benden az, Hz. Ali’den çok istiyordunuz. Siftin savaşında kılıçlarınız
körelinceye kadar savaştınız. Öyle ki ben sizin mızraklarınızın ucunda ölümü
gördüm. Beni buradan sürmek için delici aletlerinizi en şiddetli şekilde Allah
çabalarınızı tersine çevirinceye Peygamber’in vasiyeti için gözet. Özür hakkı
nasıl engellenebilir, bu nasıl olabilir?” dediğini söylemektedir. Kays b. Sa’d
bunun üzerine Muaviye’ye: “Biz senden önce Allah’ın bize yeterli
gördüğünü istiyoruz başka bir şey değil. Tarafların size yaptıklarından değil.
Bizim sana olan düşmanlığımıza gelince; ister düşmanlığı durdurursun istersen
bizi hicveder, batıl olan sözü devam ettirirsin. Hakkın sabit olur. Ama bu iş
bizden tiksinmeyi gerektirecek bir durum aldığında; sana Sıffin gününü hatırlatırız.
Muhakkak biz Allah’a itaat edenle birlikteyiz. Bu bize kendisine iman edilen
Peygamber’in bir vasiyetidir”5^ diyerek cevap verdiğini
bildirmektedirler.
İbn Haldun (ö. 808/1406) da eserinde bu sahneyi şu şekilde dile
getiriyor: “Muaviye’nin yanına gittiğinde, ‘Şuan bu olanlar nedir ey Muaviye?
Bizi senden tiksindiren kalpler bizim göğsümüzdedir. Seninle savaştığımız
kılıçlarımız belimizdedir”’ diyen Kays b. Sa’d Arapların en cömertlerinden ve
vücut olarak en irilerindendi. Onun için bineğine bindiğinde ayakları yeri
çizerdi.”[588] [589]
Belâzurî (ö. 279/893) ise Kays’ın Ensar’dan bir grup ile Muaviye’nin yanına
gittiğini ve Muaviye ile Kays karşılaştıklarında Muaviye’nin Kays’ın hala
hayatta olmasından, Kays da Muaviye’nin müminlerin emiri olarak karşısına
çıkmasından hoşlanmadıklarını ifade ettiklerini,[590]
Hz. Hasan’ın biat ettikten sonra Kays’a da biat etmesini söylediğini - ifade
eden bu cümle Kays’ın Ensar’dan bir grup ile geldi cümlesiyle tezat ettiği
düşünülebilir. Kanaatimizce bu cümle ile Hasan’ın daha önce biat ettiğini Ondan
daha sonra gelen Kays’ın da kendisine biat etmesini istediği manasındadır-,
Kays’ın elini yan cebine koyduğunu ve Muaviye’ye doğru kaldırmadığını, sadece
elinin yerini söylediğini, Muaviye’nin ise oturduğu koltuğunda dizleri üzerine
kalkarak elini Kays’ın cebinde bulunan eline değinceye kadar uzattığını
bildirmektedir.[591]
Kays b. Sa’d’ın Muaviye’ye biatı hangi şekilde
rivayet edilirse edilsin bu rivayetlerden Kays b. Sa’d’ın Hz. Ali’nin ölümünden
sonra halife olarak seçilmesine önderlik ettiği Hz. Hasan’ın Muaviye ile sulh
yapıp ona biat etmesinden sonra yaşanan olaylarda Muaviye’ye hiçbir şekilde
yağcılık yapmayıp kendisine yakışan bir tavırla istediği şekilde anlaştığı
anlaşılmaktadır. Kays b. Sa’d Muaviye ile anlaşma yaptığı tarihten hemen sonra
Medine’ye dönmüş, bir daha buradan ayrılmadan ve hiçbir siyasi faaliyete de
karışmadan ölünceye kadar sade bir hayat sürdürmüştür.[592]
KAYS B. SA’D’IN VEFATI
Hz. Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ali’nin halife seçilinceye kadar
Medine’de ikamet edip sakin bir hayat süren Kays bin Sa’d, Hz. Ali’nin halife
seçilmesiyle beraber hareketli bir hayat yaşamaya başladı. Medine’den ilk defa
Mısır valiliği için ayrıldı. Mısır valiliğinden azledildikten sonra kısa bir
süre sonra tekrar Medine’ye döndü ve bir iki ay gibi kısa bir müddet kaldıktan
sonra Hz. Ali’nin bulunduğu Kufe’ye giderek orada yaşamaya başladı. Daha sonra
Hz. Hasan’ın hilafeti süresince (yaklaşık altı ay) onunla birlikte Şam’da
bulundu.[593] Hz. Hasan Muaviye’yle
anlaşınca Kays b. Sa’d bu anlaşmayı desteklemedi ve hatta sulh yapılmasına da
kızdı. Hz. Hasan’ın emrinden çıkarak kısa bir süre kendi başına kaldı.[594] Bir müddet geçtikten sonra
istediği anlaşma şartlarının sağlanmasıyla birlikte Kays ve ordusu da sulha
dâhil oldu.[595] Muaviye ile yapılan
anlaşmadan sonra Medine’ye dönen Kays, Medine’ye geldikten sonra bir daha kendi
doğduğu bu yerden ayrılmamıştır.[596]
Kays b. Sa’d’ın Medine’ye tekrar avdetinden sonra ne tür bir faaliyetler
içerisinde bulunduğuna dair fazla bilgi bulunmamaktadır. Ancak bu tarihten
sonra sade ve sakin bir yaşam sürdürdüğü bilgisi verilmiştir.[597] Kays b. Sa’d, Muaviye’nin
hilafetinin son yılında[598] hicri 60/680 yılında
Medine’de hayata gözlerini yummuştur.[599]
Keşşî (ö. 329/941) Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin ölüm tarihinin hicri 59 yılı
olduğu da söylenmektedir diye not düşmektedir.[600]
Kays b. Sa’d’ın ölüm tarihi ve yeri hakkında hemen hemen bütün kaynaklar
ittifak halindedir. Sadece İbn Hibbân (ö. 354/965) Muaviye’nin halife
olmasından itibaren Kays b. Sa’d’ın yaşamı, yaşadığı yer ve ölüm tarihi
hakkında farklı şekilde bilgi vermektedir ki bu hususu İbn Hacer el- Askâlânî
(ö. 852/1448) el-îsâbe fî Temyizi’s-Sahabe adlı eserinde belirtmiştir.[601] İbn Hibbân’a göre ise Kays b.
Sa’d’ın Muaviye’nin halife olmasından sonraki yaşamı, şu şekildedir: Muaviye b.
Ebî Süfyan halife olunca iki sene Kays b. Sa’d’a ses çıkarmadı. Daha sonra hicri 58 senesinde
Kays b. Sa’d’ın yanına gelmesini istedi. Kays Muaviye’den kaçarak Tiflis’e
gitti ve gizli bir yerde kimseye haber vermeden yaşamaya başladı. Daha sonları
Kays b. Sa’d’ın kaldığı gizli yer Muaviye tarafından öğrenildi, fakat Muaviye
bu yeri kimseye söylemedi. Kays b. Sa’d ölünceye kadar bu yerde oturmaya devam
etti. Kays, Abdulmelik b. Mervan (65/685-86/705) döneminde 85/704
yılında en son sahabe olarak burada vefat etmiştir.[602]
Verilen bu bilgi anlaşıldığı üzere diğer kaynaklarımızın aktardığı bilgilerden
farklıdır. Bu nedenle bu bilginin doğru olma ihtimali oldukça zayıf
gözükmektedir.
Hz. Peygamber’in sık sohbet ettiği sahabilerden olan Kays b. Sa’d’dan
Enes b. Mâlik (ö. 93/ 711-12), Sa’lebe b. Mâlik,[603]
Ahmed b. Hanbel (ö.241/855), Beyhakî (Ahmed b. Hüseyin ö. 458/1066), Ebû Dâvud
(ö. 275h./889m.), îbnu Mâce (ö. 273/887),[604]
Abdullab b. Mâlik el-Ceyşânî (ö. 214/829), Abdurrahman bin Ebî Leylâ (ö. 83h./702m.),
Ebû Ammâr el-Hemedânî (569/1173), Şa’bî (104/722), Meymun b. Ebî Şebîb, Arîb b.
Humeyd el-Hemedânî, Velid b. Abede,[605]
Arîb b. Hamîd Ebû Ammâr el-Dehenî el-Kufî ve îbnu Esad Ebû’l-Ulâi[606] hadis rivayet etmişlerdir.
Kays b. Ubâde’den hadis rivayet edildiği “Kays b. Sa’d’dan hadis rivayet
edilmiştir”[607] cümlesiyle formüle
edilmiştir. îbn Hübeyre’nin (ö. 110/728) “Her sarhoş edici içkidir ve her içki
haramdır” hadisini Kays b. Sa’d’an rivayet ettiği bildirilmektedir.[608] Ebû Davud’dan nakledilen
bilgiye göre Hammâd b. Seleme’nin (ö. 167/784) elinde Kays b. Sa’d’a ait bir
hadis kitabı bulunmaktadır. Hammâd ezberden rivayet ettiği tüm hadisleri başka
bir kaynaktan değil Kays b. Sa’d’a ait olan bu kitaptan rivayet etmiştir.[609] Bu bilgilerden anlaşılan odur
ki Kays bizatihi Hz. Peygamber’den ve babası Sa’d b.Ubâde’den hadis rivayetinde
bulunmuştur.
Kays b. Sa’d’ın soyu çocukları aracılığıyla devam etmiştir. Sa’d b.
Ubâde’nin soyunun devam ettiğinin anlatıldığı bölümde Sa’d b. Ubâde’nin
neslinin oğlu Kays b. Sa’d’ın kanalıyla da devam ettiği ifade edilmiştir. Orada
ifade edilen bilgilere doğrudan Kays b. Sa’d’ın nesli olarak verilen ve aşağıda
sunulan şu bilgileri de ilave edebiliriz. Ebû Muhammed Abdurrahman b. Ebî Ömer
ve Ahmed b. Muhammed b. Ammâr b. Yahya b. el-Abbâs el-Hazrecî el-Ammârî Nisabur
da ikamet eden Kays b. Sa’d’ın evlatlarındandır.[610]
Şehâbuddin Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Abdulmutî İbn Mekkî b. Tirâd b.
Hüseyin b. Mahlûf b. Ebi’l-Fevâris b. Seyfu’l-İslam b. Kays b. Sa’d b. Ubâde
el-Ensarî el-Mekkî el-Mâlikî en-Nehavî Mekke’de ikamet eden Kays b. Sa’d’ın
evlatlarındandır. Kendisi Arap dili ve nahiv hususunda söz sahibi
âlimlerindendir. Mekke halkı bu hususta kendisinden çok faydalanmıştır. Ayrıca
kendisi mahir, güvenilir, dürüst ve sağlam bir karaktere sahip bir kişiydi.
Kendisini çok sayıda eseri ve şiiri bulunmaktadır.[611]
Vehp b. Bakiye b. Ubeyd b. Âdem b. Ziyâd Kays b. Sa’d’ın kan bağı akrabası
değil onun sütkardeşidir.[612]
KAYS B. SA’D’IN KİŞİLİĞİ
Kays, Medineli Ensar’ı oluuşturan Hazrec kabilesinin
ileri gelenlerinden ve kabile reisi olan Sa’d b. Ubâde’nin en dâhi, cesur ve
zeki çocuğudur.612 [613]
Bir kabile reisinin oğlu olarak Medine’de dünyaya gelen Kays b. Sa’d’ın bu
imkânı güzel kullanıp kendisini iyi yetiştirmiştir. Kendisini o kadar
geliştirmişti ki zamanında Arapların en kalitelilerinden biri olmuştur.[614] Kays b. Sa’d Hazrecli Ensarî’lerdendir. Genç yaşta Birinci Akabe
Biati’nden sonra Müslüman olmuştur. Hz. Peygamber Medine’ye geldikten ettikten
sonra babası Sa’d b. Ubâde oğlu Kays’ı ona hizmet etmesi için
görevlendirmiştir.[615] Hz. Peygamber de dürüst bir kişiliğe sahip olduğu için kendisine
hizmet etmesini kabul etmiştir.[616] Hz. Peygamber’in güvenini iyice kazanan Kays, Medineli Ensar’ın
en iyi asker özelliğine sahip olanlardan seçilen ve Hz. Peygamber’i korumakla
görevlendirilen bir birliğin komutanı olmuştur.[617] Kays’ın Hz. Peygamber’e olan hizmeti Hz. Peygamberimizin vefatına
kadar on yıl süresince devam etti.[618] Hz. Muhammed’in Medine’ye gelişinden onun ölümüne kadar ona
hizmette bulunan olan Kays bin Sa’d, Hz. Peygamberimizin rahle-i tedrisinden
çok yakinen istifade etme imkânına kavuşmuştur. Hz. Peygamber’den edindiklerini
de hayatına uygulayan Kays, kerem ve fazilet sahibi olan Arap dehaları
içerisinde en büyüğü haline geldi.[619]
Çok uzun boylu olan Kays b. Sa’d zamanının en uzun insanı idi.[620] Aynı zaman da da iri-yarı,
cüsseli[621] ve köse biriydi.[622] Kays b. Sa’d erdemli,
kültürlü ve bu haliyle de Arapların dehalarından biriydi. Meseleler hakkında
ileri görüşlü ve harp sanatında da uzman biriydi.[623]
Kays b. Sa’d çok akıllı,[624] insanların en cömerdi ve eli
açık olan asil biriydi.[625] Babası Sa’d b. Ubâde’den de
daha cömert biriydi.[626] İnsanlara daha fazla yardım
etmenin ancak mal ile olacağını bilen bu nedenle Allah’tan kendisine çokça mal
vermesini isteyen biriydi.[627] Duasının karşılığını alan
Kays b. Sa’d kendi zamanında çokça mala sahip olan zenginlerindendi.
Kendisinden borç isteyenleri geri çevirmez, eli boş göndermezdi. Bu nedenle
zamanının en çok borç veren insanıydı.[628]
Kays b. Sa’d insanlar arasında ileri görüşlü, olayları yorumlayan,
olanlar hakkında görüş sahibi olup yaşanan olayların arkasındaki amaçlarını
sezen, zeki, azimli ve kararlı bir karaktere sahipti.[629]
Kays b. Sa’d bu yapısıyla Hz. Peygamber’e her yönüyle yardım eden ilk on sahabi
arasına girmiş[630] ve Hz. Peygamber’in sohbet
ettiği[631] büyük sahabilerden
olmuştur.[632] Hz. Peygamber ile beraber
gazveye çıktıklarında Ensar’ın bayrağını Kays b. Sa’d taşırdı.[633] Hz. Peygamber’in bazı
gazvelerinde ise Hz. Peygamberimizin sancağını taşırdı.[634]
Hz. Peygamberimizin bütün savaşlarında bulunmuş, öncü birliklerinde görev almış
birisiydi.[635]
Arapların faziletli, kültürlü, zeki, savaşlarda kahramanlık gösteren,
yiğit, son derece cesur ve maharetli, insaflı, cömert ve yardım seven, Arap
dehalarından biriydi. Bu özellikleri kendisinde bulunduran Kays b. Sa’d
kavminin tartışmasız ileri gelenlerinden ve kavminin doğal şeriflerindendi.[636] Hitabeti de kuvvetli olan bir
kişiydi.[637] Beraber olduğu kişilere karşı
dürüst ve sadıktı.[638] Kays b. Sa’d’ın dehalığı
kurnazlık şeklinde değil, iyilik ve cömertlikle birlikteydi.[639] Böyle yüksek bir karaktere
sahip olan Kays b. Sa’d sade bir hayat sürdürmeyi tercih etmiştir.
Saide oğulları Gölgeliğinde yaşanan bu olay Müslümanların peygamberleri
olmadan yaşamlarını devam ettirmeleri ve siyasi mücadele sınavlarını vermeleri
açısından da fazlaca önem arz etmektedir. Burada yaşananlar ve oluşan siyasi
yapı sonradan gelecek olan nesillerce de model olarak benimsenmesi bakımımında
bu olayın önemini daha da artırmaktadır.
Evrensel bir din olan İslam evrensel kuralları gereği Müslümanların
yönetimini bu dinin müntesiplerine bırakarak, belli bir gruba veya sülaleye
teslim etmemiştir. İslamın evrensel oluşu nedeniyle doğla olarak Hz.
Peygamber’in vefatı sonrası devlet başkanlığına kimin getirileceğinin
belirlenmemesi ve bir insan olarak fıtratı gereği iktidar olmak istemesi ve
bunun için çaba göstermesinin yadırganacak bir yanı yoktur. Sa’d b. Ubâde’nin
bu halife olma çabası Müslümanların her ferdinin halife/başkan olma yolunu
açmıştır şeklinde yorumlanması bakış açılarının genişlemesine yardımcı
olacaktır. Ayrıca Sahabe arasında böyle bir olayın yaşanması onların da
beşer/insan olduklarını anlamamızı, onlarda da diğer insanlarda olduğu gibi
fıtratlarında iktidar olma isteklerinin bulunduğunu farkına varmamızı ve normal
insanların konumuna ve isteklerine sahip bulunduklarını kavramamıza katkı
sağlayacaktır.
Sa’d b. Ubâde halifelik yarışını kaybettikten sonra da bunu bir mesele
yapmamış, Müslümanlar arasında ihtilaf ve fitne çıkaracak bir tutum ve davranış
içerisine girmeyerek güzel bir örnek teşkil etmiştir.
Kays b. sa’d devlette görev aldığı sürece dürüstlüğün, halkı gözetmenin,
cömertliğin, sadakatin, iştişarenin ve sözünde durmanın, ihanet etmemenin
öneminin örnekliğini hayatında yaşayan bir sahabi olarak karşımıza çıkmaktadır.
, Müsned, Müessesetu’r-Risale, yayım yılı 1996-2001.
Ahmed İbrahim eş - Şerif, Mekke ve ’l - Medine fi’l - Cahiliyeti ve
Ahdir ’r - Resul, Kahire, 1985.
Bahşel, Ebû'l-Hasen Eslem b. Sehl el-Vâsıtî (Ö.292/905), Târîhu Vâsıt
(nşr. Kûrkîs ‘Avvâd), ‘Âlemu'l-Kutub, Beyrut 1406/1985.
Azimli, Mehmet, “Sa’d b.Ubâde” DİA, İst. 2008 C. XXXV, s. 377.
Beğavî, Ebû'l-Kâsım ‘Abdullâh b. Muhammed (Ö.317/929), Mudemu's-Sahâbe
(nşr. Muhammed ‘Avd el-Menkûş, İbrâhîm İsmâ‘îl el-Kâdî), I-IV, Mibretu'l-Âl
ve'l- Ashâb, Kuveyt,1432/2011.
, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve ’l-Ashâb, Kuveyt, 1432/2011.
Belâzurî, Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (ö. 279/893), Ensâbu’l-Eşrâf,
(tah. Suheyl Zekkâr-Riyâd Zerkâî), nşr. MektEbû’l-Buhûs ve’d-Dirâsât, I-XIII,
Beyrut, 1417 / 1996.
Bozkurt, Nebi, Küçükaşçı, Mustafa Sabri, “Medine” DİA, C. XXVIII,
Ank, 2003.
Burrî, Muhammed b. Ebî Bekr b. ‘Abdullâh et-Tilmsânî (ö.645/1247'den
sonra), el- Cevhere f Nesebi’n-Nebî ve Ashâbi’l-Aşere, nşr. Muhammed
et-Tûncî, Dâru’l-Rifâi, I-II, Riyad, 1403/1983.
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (ö. 256/870), et-Tarihu
’l-Kebîr, nşr.
Buzpınar, Şit Tufan, “Havran”DİA, İstanbul, 1997, C. XVI, s.
539-541.
Haşim en-Nedvî, Dâru’l-fikr, I-VIII, basım Yeri? Tarihi?
, Et-Tarihu’l-Evsat, nşr. Teysir b. Sa’d - Yahya b. Abdullah,
Mektebetu’r-Rüşd Riyad, I-V, 1426/2005.
, Sahihu’l-Buhârî, Dâru’l-Heday, I-IX, El-Cezire, 1412/1992.
Carl Brockelmann (1868-1956), İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi,
çev. Doç. Dr. Neşet Çağatay, Ankara, 1954.
CevâSemhûdd Ali (ö. 1408/1987), El-Mufassal fi Târîhi’l-Arap
Kable’l-İslâm, I- VIII, Beyrut, 1422 / 2001.
, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap Kable’l-İslâm, Kuramer
Kütüphanesi, I-XX, 1422/2001.
Corci Zeydân, Corcî b. Habîb Zeydân (1861-1914), Târîhu’l-Arab kable
İslâm, Mısır, 1922.
,Medeniyet-i İslamiyye Tarihi, Çev. Zeki
Megâmiz, İstanbul, 1328/1910.
Ebû Ahmed el-Hakîm, Muhammed b. Muhammed el-Kerâbîsî (ö. 378/988), el-
Esâmîve’l-Kunâ, Dâru’l-Gurebâ, I-IV, Medine, 1414/1994.
Ebû Dâvud, Suleymân b. el-Eş'as es-Sicistânî (Ö.275/889), Süneni Ebû
Dâvud, tah. Muhammed Avvâme, Dâru’l-Minhac, Cidde, 1431/2010.
Ebû’l-Haccâc el-Eşârî, Ahmed b. Muhammed b. İbrahim eş-Şafiî (ö.
600/1204), Et- Ta’rîf bi’l-Ensâb ve ’t-Tenvih bi Zevi’l-Ahsâb, Tah. Sa’d
Abdulmaksûd Zallâm, Dâru’l- Menâr, Kahire, 1990.
Ebû’l Hasan el-Eşarî, Ali b. İsmâîl b. Ebî İshak b. Sâlim el-Basrî (ö.
324/935-36), Makâlâtü’l-İslamiyyîn, Dâru’l-funun İlahiyat fakültesi
Neşriyatı, I-III, İstanbul, 1346/1928.
Ebû’l-Kasım İsmail b. Muhammed el-İsbahani (ö. 535/1141), Siyeru’s-Selefi’s-
Sâlihîn, nşr. Kerem b. Hilmî b. Ferhât b. Ahmed, Dâru’r-Râye, Riyad,
tarih?.
Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdullah b. Ahmed el-İsbehânî (ö. 430/1039), Ma’rifetu’s
Sahabe, nşr. Adil b. Yusuf el-Azzâzî, Dâru’l-Vatan, I-VII, Riyad,
1419/1998.
Ebû Yusuf (ö. 182/798),
El-Harac, nşr. Tahâ Abdurra’ûf Sa’d, Sa’d Hasen
Muhammed, El-Mektebü’l-zheriyye, Kahire, tarih?
Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî (ö. 340/952), Kitâbu’l-Bedî
ve’t-Tarih, tah. Semir Semir, Dâru Sade, Beyrut, 1431/2010.
Ekrem Ziya Ömerî, Medine Toplumu, Milsan, İst. 1992.
Eyüb Sabri Paşa, Miretü’ l - Haremeyn, (birinci tab-ı) Bahriye
Matbaası, Kostantiniye, 1301 h.
Ezrâki, Ahbâru Mekke ve mâ câ ’e fîhâ mine ’l âsâr, (nşr. Rüşdî
Sâlih Melhas), Beyrut. 1403 / 1983.
Halife b. Hayyat, Ebû ‘Amr Halîfe b. Hayyât el-'Usfurî (ö.240/855), Kitâbu’t-
Tabakât, tah. Suheyl Zekkâr, Dimeşk, 1385/1966.
Hatîb el-Bağdadî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali (ö. 463/1071), Tarihu’l-Bağdadî,
nşr. Beşâr Avvâd, Ma’rufi Dâru’l-Garbi’l-İslami, I-XVI, Beyrut, 1422/2002.
Hemedânî, Ebû Muhammed el-Hasan b. Ahmed b. Ya’kub (ö. 334/946), el-îklil,
tah. Muhammed b. Ali b.el-Hüseyin el-Ekra’ el-Mevâlî, Sanâ/Yemen, 2004.
Hitti, Siyâsi ve Kültürel îslâm Tarihi (trc. Salih Tuğ), İst.
1995.
Hudâykî, Muhammed b. Ahmed (ö. 584/1188), et-Tabakât, nşr. Ahmed
Bumezkû, en-Necâhu’l-Cedîde, basım yeri? 1427/2006.
İbn Abdilber, Ebû 'ümer Yûsuf b. 'Abdullâh b. Muhammed b. 'Abdilberr el-
Kurtubî (Ö.463/1071), El-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ensar, tah. Ali Muhammed
el- I-IV, Bicâvî, Kahire, Basım tarihi?
İbn 'Abdi Rabbih, Ebû 'Amr Ahmed b. Muhammed b. 'Abdi Rabbih (Ö.328/940),
el-Ikdu'l-Ferîd, tah. Abdulmecîd et-Terhînî, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiye,
I-VIII, Beyrut, 1404 / 1983.
İbn Asâkir, Ebû’l-Kasım Ali b. Hasen (ö. 571/1176), Tarîhu Dimeşk,
nşr. Amr b. Gurâme el-Umrevî, Dâru’l-Fikr, basım yeri? 1415/1995.
İbnu'l-Cevzî, Cemaleddin Ebû'l-Ferec 'Abdurrahmân b. 'Alî (Ö.597/1201), el-
Muntazam fî Târîhi'l-Mulûk ve'l-Umem (nşr. Muhammed 'Abdulkâdir 'Atâ,
Mustafâ 'Abdulkâdir 'Atâ), I-XIX, Dâru'l-Kutubi'l-'İlmiyye, Beyrût 1415/1995.
,el-Vefâ bi Tarifi FedâlliT-Mustafâ
(nşr.), Dâru'l-Ma'rife.
Muntazam, Beyrut trz.
İbn Dâvûd, Hasen b. 'Alî b. Dâvud el-Hullî (Ö.740/1340), er-Ricâl (nşr.
Muhammed Sâdık Âlu Bahr), 1392/1972.
İbn Dureyd, Ebû Bekr Muhammed b. el-Hasen b. Dureyd el-Ezdî (Ö.321/933),
el- İştikâk, nşr. Abdusselâm Muhammed Hârûn, Kudüs, 1232/1817.
İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebî Şeybe İbrahim el-Absî
el- Kûfî (ö. 235/849), Kitabu’l-Megâzî,
tah. Abdulaziz b. İbrahim el-Ömerî, Riyad, 1422/2001.
İbn Ebî Hayseme, Ebû Bekr Ahmed b. Ebî Hayseme Zübeyr b. Harb en-Nesâî (ö. 279/892-93), Târihu’l-Kebîr, nşr.
Salâh b. Fethî, El-Fâruku’l-Hadîse, I-IV, Kahire, 1427/2006.
İbnü’l-Esîr, Ebû’l-Hasan İzzüddîn Ali b. Muhammed b. Muhammed eş-Şeybânî
el- Cezerî (ö. 630/1233), el-Kâmil fi’ t- Târih, Beyrut, 1429 / 2009.
,Usdu ’l-Gâbe fîMa’rifeti’s- Sahabe, nşr.
Adil Ahmed er-Rifâ’î, Dâru İhyâ- i’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1416/1996.
,el-Lubâb fî Tezhîbi ’l-Ensab, nşr. Dâru
Sâdır, Beyrut, basım tarih?
İbn Fâris, Ebû’l-Hüseyn Ahmed b. Fâris el-Kazvini (ö. 395/1005), Ecvezu’s-Siyer
li Hayri’l-Beşer, nşr. Hilal Nâcî, Bağdat, tarih?.
İbn Habîb, Muhammed b. Habîb b. Ümeyye b. Amr el-bağdadî (Ö.245/859), El-
Muhabber, Matbaatü’d-Dâire, Haydarabat, 1361/1942.
İbn Hacer el-Askalânî, Ebû'l-Fadl Ahmed b. ‘Alî (Ö.852/1448), Fethu’l-Bârî
Şerhu Sahîh el-Buhârî, nşr. Muhibbiddîn el-Hatîb, Dâru’l-Ma’rife, I-XIII,
Beyrut, 1379/1959.
,El-Isâbe fî Temyîzi’s - Sahabe, (nşr.
‘Abdullâh b. ‘Abdulmuhsin et- Türkî), I-XIV, Dâru Hicr, Mısır 1429/2008.
,El-Isâbe fî Temyîzi’s - Sahabe,
El-Kütübü’l - İlmiyye, I-VIII, Mısır, 1323/1905.
İbn Haldun, Ebû Zeyd Veliyyüddin Abdurrahmân b. Muhammed b. Muhammed b.
Muhammed b. Hasan el-Hadramî el-Mağribî et-Tunusî (ö. 808/1406), Tarih Ibn
Haldun, tah. Hasan Abdulmusaf, Beytü’l-Efkari’d-Devliyye, Ürdün, 2003.
İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd el-Endülisî (ö.456/1064) Cemheretü
Ensâbi’l-Arab, nşr. Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1403/1987.
İbn Hibbân, Ebû Hatim Muhammed el- Bustî (ö. 354/965), Meşâhiru’l-Emsâr
ve A’lâmu Fukahâi’l-Aktâr, nşr. Merzûk Ali İbrahim, Dâru’l-Vefâ, basım
yeri? Tarihi? 1411/1991.
,es-Sikât, nşr. Şerefu’d-Din Ahmed,
Dâru’l-Fikr, I-IX, basım yeri? tarih? 1395/1975.
,Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hulefâ,
tah. Abdusselâm b. Muhammed b.Ömer Allûş, El-Mektebü’l-İslamî, Beyrut,
1460/2000.
İbn Hişam, Ebû Muhammed 'Abdulmelik b. Hişâm el-Himyerî (Ö.213/829), Es-
Siretu En-Nebeviyye, (Tah. Umar Abdusselâm Tedmurî) I-IV, Beyrut, 1409 /
1989
,es-Sîretu'n-Nebeviyye, (nşr. Mustafâ
es-Sakkâ ve dğr.), I-II, Mektebetu Mustafa el-Bâbî'l-Halebî, Mısır 1375/1955.
,Sîretu'n-Nebeviyye, nşr. Muhammed
Muhyiddin Abdulhamid, Kahire, 1356/1937.
,Siretü’n - Nebiyye, tah. Muhammed
Muhyiddin Abdulhamid, Kahire, 1356/1937.
İbnu’l-İmâd, Abdulhayy b. Ahmed el-Akrî (ö. 1089/1678), Şezerâtu’z-Zeheb
fî Ahbâr Men Zeheb, nşr. Mahmûd el-Ernâvût, Dâru İbn Kesîr, I-XI, Dimeşk,
Beyrut, 1405/1986.
İbn İshak, Ebû 'Abdullâh Muhammed b. İshâk b. Yesâr el-Muttalibî
(Ö.151/768), es-Sîre (Kitâbu’s-Siyer ve ’l-Megâzî), nşr. Süheyl Zekkâr,
Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1398/1978.
,Es-Siretü’n-Nebeviye, tah. Taha Abdurraûf
Sa’d Bedevî, Taha Bedevî, Kahire 1419/1998.
İbn Kâni, Ebû’l-Hüseyn Abdulbâkî bi’l-Bağdadî (ö. 351/962) Mu’cemü’s-Sahâbe,
nşr. Salah b. Salim el-Mısrâtî, Mektebetü’l-Ğurebâ-i’l-Eseriyye, I-III,
Medine, 1418/1997.
İbn Kesîr, Ebû'l-Fidâ’ İsmâîl b. ‘Omer b. Kesîr ed-Dimeşkî (Ö.774/1373), el-Bidâye
ve ’n- Nihâye Mebdeü’l-Halîkati ve Kısasu Enbiyâ, Dâru İbn Kesîr, Dimeşk-
Beyrut, 1428//2007.
,Es-Siretü’n-Nebeviyye, nşr. Mustafa
Abdulvahid, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1395/1976.
İbn Kuteybe, Ebû Muhammed ‘Abdullâh b. Muslim b. Kuteybe ed-Dîneverî
(Ö.276/890), El-İmame ve ’s-Siyâse, Dâru’l-Edvâ, Beyrut, 1410/1990.
,El-İmame ve’s-Siyâse, nşr. Halil
el-Mansur, Dâru’l-Kütğb’l-İlmiye, Beyrut, 14118/1997.
,Uyunu’l-Ahbar, tah. Muhammed el-İskenderânî,
Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, I-IV, Beyrut, 1423/2002.
İbn Manzur, Lisânu ’l-Arab, Beyrut, 1426 / 2005.
İbn Nâkûlâ, Ebû Nasr Ali b. Hilatillah b. Cafer (ö 475/1083), el-İkmâl
fî Ref’il- İrtiyâb ani’l-Müteellif ve’l-Muhtelif fi’l-Esmâ ve’l-Ensâb, Dâru’l-Kutubu’l-İlmiye,
Beyrut, 1411/1990.
İbnu’n-Neccâr el-Bağdâdi, Ebû Abdullâh Muhammed b. Mahmûd (Ö.643/1246), ed-Dürretü’s-SemînfîAhbâri'l-Medîne,
Şirketü Dâru’l-Erkam b. Ebi’l-Erkam, Beyrut, tarih?.
,ed-Dürretü’s-Semine fî târîhi’l- Medine,
(nşr. M. Zeynuhum - Azeb), Kahire, 1415/1995.
İbn Rüsteh, el - A’lâku’n - Nefise, Londura, 1892.
İbn Sa’d, Ebû Abdillah Muhammed b. Sa’d Menî’l-Kâtib el-Hâşmî el-Basrî
el- Bağdadî (ö.230/845), Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebir, (tah. Ali Muhammed
Umar), nşr. MektEbû’l- Hancî, I-XI, Mısır,1421/2001.
,et-Tabakâtü’l-Kübrâ (Mütemmimü ’s-Sahâbe
et-Tabakâtü’l-Hâmise),nşr. Muhammed b. Şâmîl es-Sulemî, Mektebetü’s-Sıddîk,
I-II, Tâif, 1414/1995.
,Et-Tabakât, nşr. Muhammed Abdulkâdir
Ata, Kuramer Sanal Kütüphanesi.
,Es_siretü’n-Nebeviye
mine’t-Tabakâkti’l-Kübrâ, ez-Zehrâ lil-İğlâmi’l-Arab, Kahire, 1409/1989.
İbn Şebbe, Ebu Zeyd Ömer b. Şebbe en-Numeyrî el-Basrî (ö.262/876)Târihu’l-
Medinetu’l-Münevvere, Mekke, 1975.
İbn Şihâb, Ebû Bekr Muhammed b. Müslim b. Ubeydullah ez-Zührî (ö 124/742),
El-Meğâzi, tah. Süheyl Zekkâr, Dâru’l-Fikr, Dimeşk, 1400/1980.
,Kitâbu’t-Tabakâti’l- Kebir, (nşr.
MektEbû’l-Haricî), Kahire.
İbnu’l-Verdî, Ebû Hafs Ömer b. Muzaffer b. Ömer (ö. 749/1349), et-Tarih,
nşr. Dâru’l-Kütübü’l-İlmiye, I-II, Beyrut, 1417/1996.
İbn Yunus, Ebû Sa’id Abdurrahman b. Ahmed es-Sedefi (ö. 347/958), Tarihu’l-îbni
Yunus el-Mısri, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiye, I-II, Beyrut, 1421/2000.
İbn Zebâle, Muhammed b. el-Hasan el-Kureyşî el-Mahzumî el-Medenî
(ö.199/814) Ahbâru’l-Medine, (tah. Salâh Abdulazîz Zeyn Selâme) Medine,
1424/2003.
İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebû Süfyan, Fecr
Yayınevi, Ankara, 1990.
İslam Ansiklopedisi, İstanbul Milli Eğitim Basımevi, 1967, C. X,
s. 21. (Sa’d b. Ubâde maddesi Neşet Çağatay tarafından tâdil edilmiştir.)
İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1957.
Kâdı Abdulcebbâr, Ebû’l-Hasan Abdulcebbâr el-Hemedânî (ö. 415/1025), Tesbîtu
Delâili ’n-Nübüvve, Dâru’l-Mustafa, I-II, Kahire, tarih?
el-Kâdî Ebîbekir el-Arabî, Muhammed b. Abdillah b. Muhammed el-Meâfırî
(ö. 543/1148), El Avâsım Mine ’l-Kavâsım, Tah. Mehibuddin Hatîb, basım
Yeri? Tarih?.
Kâdî Ebû’l-Kâsım Sâıd b. Ahmed b.Sâıd el-Endulisî (ö. 462/1071), Kitâbu
Tabakâtu’l-Ümem, Beyrut, 1329/1912.
Kehhâle, 'ümer Rıdâ Kehhâle (Ö.1408/1987), Mu’cemu
Kabâili’l-Arab, Dâru
İhyâ’i't-Turâsi'l-Arabî, Beyrut, I-XV, Beyrut, 1418 / 1997.
Kelbî, Ebû'l-Munzir Hişâm b. Muhammed el-Kelbî (Ö.204/820), NesEbû Me
Ad ve'l-Yemeni'l-Kebîr (nşr. Nâcî Hasen), I-II, 'Âlemu'l-Kutub,
Mektebetu'n-Nahda, 1408/1988.
Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen’ul-Kebîr, tah. Naci Hasen,
Âlemu’l-Kutub, I_II, Beyrut, 1425/2004.
,Cemheretü’n-Neseb, (tah. Ali Umar),
Mektebü’s- Sekâfeti’d-Diniyye, I-II, Kahire, 1431/2010.
el-Keşşî, Muhammed b. Ömer b. Abdulaziz (ö 329/941), er-Ricâl,
Müessetü’l A’lemî lil-Matbuât, Beyrut, 1430/2009.
Mesûdi, Ebû’l-Hasen Alî b. el-Hüseyn b. Alî el-Mesûdî el-Hüzelî
(ö.345/956), Murucu’z - Zeheb, Beyrut, 1988.
,et-Tenbîh ve ’l-İşrâf, Dârun ve
Mektebetu’l-Hilâl, Beyrut, 1981S.
Mevlâna Şibli, İslam Tarihi Asr-ı Saadet, ter. Ömer Rıza, Amedi
matbaası, İstanbul, 1346/1921.
Minkarî, Ebû’l-Fazl Nasr b. Müzâhim et-Temimî (ö. 212/817), Vak’atu
Sıffin, Tah. Abdusselâm Muhammed Hârun, Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1410/1990.
El-Mektebetü’l- İslamî, I-X, Beyrut, 1460/2000.
Moğultay, Ebû Abdullah Moğultay b. Kilic el- Bekcerî (Ö.762/1361), el-İnâbe
ilâ Ma ’rifeti’l-Muhtelif fîhim Mine’s-Sahabe, nşr. İzzet el-Mürsî, İbrahim
İsmail el-Kaldî, Mecdî Abdulhâlık, Mektebetu’r-Rüşd, I-II, Riyad.
,el-Mu’cemü’l-Arabî’l-Hadîs, Serdar Mutçalı,
Dağarcık.
İbn Hazm, Cemheretü Ensâbu’l-Arab, nşr. Dâru’l- Kütüb’l-İlmiye,
Beyrut, 1403/1983.
İbnu’l-Verdî, Ebû Hafs 'Omar b. Muzaffer b. 'Omar Zeynu'd-Dîn b. el-Verdî
el- Kindî (Ö.749/1348), et-Târîh (nşr. ), I-II, Dâru'l-Kutubi'l-'İlmiyye,
Beyrût 1417/1996.
Muhammed Halil ez-Zeyn, Tarihu’l-Fırkatu’l-İslamiye, Beyrut, 1985.
el-Mukaddemî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Basrî (ö. 301/914), et-Tarih
ve Esmâü’l-Muhaddisîn ve Kunâhum, nşr. Sâmi Kazım el-Hafacî,
Mektebü’l-Murâşî en-Necefî, Kum, 1427/2007.
Mukâtil b. Süleyman, Ebû’l-Hasan b. Beşir el-Ezdî el-Belhî (ö. 150/767), Et-Tefsir,
nşr. Abdullah Mahmûd Şehâte, I-V, Beyrut, 1423 /2002.
Er-Ru’aynî, Ebû Musa İsa b. Süleyman el-Endülüsî (ö. 632/1235), El-Câmi’
limâ fi ’l-Cevâmi min Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A’lâm, nşr. Mustafa Bâcû,
Mektebü’l-İslami, I-VI, Kahire, 1429/2009.
es-Sallâbî, Ali Muhammed, Ebû Bekir es-Sıddık, Dâru İbn Kesîr,
Dimeşk,Beyrut, 1431/2010.
Es-Semânî, Ebû Sa’d b. Abdulkerim b. Muhammed b. Mansur el-Mervezî (ö.
562/1167), el-Ensâb tah. Abdullah Ömer el-Barûdî, Dâru’l-Fikr, I-V,
Beyrut, 1418/1998.
Es-Semhûdî, Ali b. 'Abdullâh (Ö.911/1505), Ebû'l-Hasen, Vefâu’l-Vefâ
bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, (tah.
Kasım es- Sâmirâî), Müessetu’l-Furkan li’t-Turâsili’l-İslâm,
Mekke-Medine, 1422/2001.
Sıbt İbnu’l-Cevzî, Ebû’l-Muzaffer Yusuf b. Kızoğlu (ö. 654/1256), Mir’âtu’z-
Zaman fî Tevârhi ’l-A’yân, nşr. Muhammed Berekât vdğr. I-XXIII, Dimeşk,
1434/2013.
es-Suhârî, Allâme Ebû’l-Munzîr Seleme b. Müslim b. İbrahim (ö. 511/1118),
Ensâbu’l-Arab, tah. Muhammed İhsan el-Musa, Umman, 1437/2016.
Es-Sultan El-Melik El-Eşref Umar b. Yusuf b. Resul, Tarfetu’l-Ashâb fî
Ma’rifeti’s -Ensâb, Dimeşk, 1369 / 1949.
es-Suyûti, Celâlud-Din Abdurrahman b. Ebî Bekr (ö. 911/1505), Tarihu’l-Hülefâ,
nşr. Hamdî ed-Demirdâş, Mektebetu Nizâr Mustafa el-Bâz, 1425/2004.
eş-Şâmî, Muhammed b. Yusuf es-Sâlhî (ö. 742/1535), Subulu’l-Huda ve
’r-Reşâdfî Sireti Hayri’l-İbâd, nşr. Adil Ahmed, AliMuhammed Mu’avvid,
Dâru’l-İlmiye, I_XII, Beyrut, 1414/1993.
Et-Taberânî, Ebû’l-Kasım Süleyman b. Ahmed eş-Şâmî (ö. 360/971), el-
Mu’cemü’l-Kebîr, nşr. Abdulmecid es-Selefî, Dâru İhyâ’i’t-Turâsi’l-Arabî,
I-XXV, basım yeri? 1402/1983.
et-Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd el-Âmilî (Ö.310/923), Târîhu'r-
Rusulve'l-Mulûk, ve Sılatu Târîh et-Taberî, I-XI, Dâru't-Turâs, Beyrut
1387/1967.
,Tarihu’t-Taberî, tah. Muhammed
Ebû’l-Fadl İbrahim, Dâru Süveydân, I-XI, Beyrut, Lübnan, basım tarihi?
,Târîhu’l-Taberî, nşr. Dâru’l-Maârif,
Kahire, 1387 / 1967.
et-Tusî Ebû Cafer Muhammed b. Hasan (ö. 460/1068), Ricâhu’t-Tusî,
nşr. Cevad el-Kayyûmî, basım yeri? 1415/2013.
Vâkıdî, Muhammed Ömer b. Vâkıd (ö. 207/823), Kitabu’r-Ridde, tah.
Mahmud Abdellah Ebû’l-Hayr, Dâru’l-Furkan, Ürdün, 1411/1991.
,Kitabu’l Meğâzî, tah. Marsdin Cûnis,
I-III (Birleşik, tek kitap halinde), Beyrut, 3.cü tab. 1403/1984.
,el-Maârif, nşr. Dâru’l-Meârif, Kahire,
1388/1969.
Ya’kubî, Ebû Yâkûb Ahmed b. İshak b. Cağfer b.Vehb b. Vâdıh (ö. 292/905),
Târîhu’l-Yakubî, Necef, 1358 / 1939.
,et-Tarih, Matbaatu’l-Ğurâ, 1357, 3 Cilt
bir arada,
Yâkût el-Hamevî, Ebû Abdillah Şihâbüddîn Yâkut b. Abdillah el-Bağdâdî
er-Rumî (ö. 626/1229)Mu’cemu’l-Buldân, Dâru Sâdır, Beyrut,1415/1995, C.
II, s. 355.
Ez-Zehebî, Şemsüddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kâymaz
(ö. 748/1347), Tarîhu’l-Islam ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif,
nşr. Beşar Avâd Ma’rûf, Dâru’l-Garbi’l-İslamî, I-XV, ilk basım 1423/2003. Siyeru
A’lâmî’n-Nubelâ, nşr. Dâru’l-Hadis, I-XVIII, Kahire, 1427/2006.
[1] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap
Kable’l-Islâm, Beyrut, 1422/2001, c. I, s.353.
[2] Ömer Rıza Kehhâle, Mu’cemu Kabâili’l-Arab,
Beyrut, 1418 / 1997, c. I, s. 342-343.
[3] İbn Düreyd, El-İştikâk , (tah.
Abdusselam Muhammed Hârûn), Kudüs,
1232 / 1817, s. 437.
[4] Bkz:
İbn İshak, es-Siretü’n-Nebeviyye, (tah. Taha Abdurraûf Sa’d-Bedvî Taha
Bedvî), Kahire, 1419 /1998, c. I, s. 16.
[5] Yakubî,
Târîhu ’l-Yakubî, (Ahmed Ebû Yâkûb İshak b. Cağfer b.Vehb b. Vâdıh el
Yakubî), Necef, 1358 / 1939, c. I, s. 3.
[6] İbn
Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, (tah. Ali Muhammed Umar), nşr.
Mektebû’l- Hancî, Mısır,1421/2001, c. I, s. 26.
[7] İbn Hişam, Es-Siretu’n-Nebeviyye, (tah.
Umar Abdusselâm Tedmurî) Beyrut,
1409/1989, c. I, s. 24.
[8] Yakubî, Târîhu’l-Yakubî, c. I, s. 45-66.
[9] İbn Hişam, Es-Siretu’n-Nebeviyye, s. 29.
[10] Ezrâki, AhbâruMekke ve mâ câ’efîhâ mine ’lâsâr, (nşr. Rüşdî
Sâlih Melhas), I-II, Beyrut. 1403 / 1983, c. I, s. 92.
[11] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap
Kable’l-Islâm, c.VI, s.77.
[12] Carl Brockelmann, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi,
çev. Doç. Dr. Neşet Çağatay, Ankara, 1954, s. 2.
[13] Ahmed İbrahim eş - Şerif, Mekke ve ’l - Medine fi’l - Cahiliyeti
ve Ahdir’r - Resul, Kahire, 1985, s. 35.
[14] İbn İshak, es-Siretü’n-Nebeviyye, c. I,
s. 21; İbn Hişam, Es-Siretu’n-Nebeviyye, s. 29.
[15] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât,
tah. Suheyl Zekkâr, Dimeşk, 1966, s.175.
[16] İbn Kuteybe, El-Maârif,
Dâru’l-Meârif, Kahire, 1388 / 1969, s. 109.
[17] Es-Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı
’l-Mustafa, (tah. Kasım es-Sâmirâî),
Müessetu’l-Furkan
li’t-Turâsili’l-İslâm, Mekke-Medine, 1422/2001, s. 318.
[18] Ebû’l Münzir Hişâm b. Muhammed b. es-Sâib
el-Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, (tah. Ali
Umar), Mektebü’s-
Sekâfeti’d-Diniyye, Kahire, 1431/2010, c. II, s. 193.
[19] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri
Dârı’l-Mustafa, s. 308-309.
[20] Ekrem Ziya Umerî, Medine Toplumu,
Milsan, İst. 1992, s.19.
[21] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri
Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 327.
[22] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap
Kable’l-İslâm, c. VI, s. 127-129.
[23] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap
Kable’l-İslâm, c. XII, s. 109.
[24] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri
Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 343-355.
[25] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, C. I, s. 321,
356-380.
[26] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap Kable’l-İslâm, c.
XII, s. 109.
[27] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’ t- Târih, Beyrut, 1429 / 2009, c.
I, s. 318.
[28] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 215,
325.
[29] Ömer Rıza Kehhâle, Mu ’cemu Kabâili’l-Arab, Beyrut, 1418 /
1997, c. I, s. 342.
[30] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, nşr.
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut,
1403/1987, c. II, s. 27.
[31] Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, c. II, s. 219; Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ
bi Ahbâri Dârı’l-
Mustafa, c. I, s. 385;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’ t- Târih, c. I, s. 319.
[32] Kehhâle, Mu ’cemu Kabâili’l-Arab, s. 342.
[33] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr, (tah. Naci Hasan
Akmu’l-Kutub), Beyrut, 1425/2004, c. I, s. 422.
[34] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s.
214-218, 384-388.
[35] Ekrem Ziya Umerî, Medine Toplumu, Milsan, İst. 1992,
s. 20.
[36] Ahmed İbrahim eş-Şerif, Mekke ve ’l-Medine fi’l-Cahiliyetive
Ahdir’r-Resul, Kahire,
1985, s. 260.
[37] Ekrem Ziya Umerî, Medine Toplumu, s.20.
[38] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 170.
[39] İbn Hişam, es-Sire en -Nebeviyye, Mısır, 1375 / 1955, c. I,
s. 183; Semhûdî, Vefâu’l-
Vefâ bi AhbâriDârı’l-Mustafa,
c. I, s. 387.
[40] İbn İshak, es-Siretü’n-Nebeviyye, c. I, s. 74.
[41] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. I, s. 212.
[42] Carl Brockelmann, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, s.
3-4.
[43] İbn Abdirrabbih, el-Ikd’ul-Ferîd, tah. Abdulmecîd et-Terhînî,
Dâru’l-Kütübü’l- İlmiye, Beyrut, 1404 / 1983, c. III, s. 265.
[44] Buhârî el-Ca’fî, Sahihu’l-Buhârî, Dâru’l-Heday, El-Cezire,
1412/1992, 5664 nolu Hadis, c. V, s. 2238; Ebû Dâvud, Süneni Ebû Dâvud,
tah. Muhammed Avvâme, Dâru’l-Minhac, Cidde, 1431/2010, c. V, s. 396.
[45] İbn Abdilber, El-IstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, tah. Ali
Muhammed el-Bicâvî, Kahire, ?. c. II, s. 595.
[46] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. IX, s.393.
[47] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe,
El-Kütübü’l-İlmiyye, Mısır,
1323/1905, c. III, s. 80.
[48] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr, s. 412; İbn
Hişam, Es-Siretu’n- Nebeviyye, s. 86; Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât,
s. 216. Belâzurî, Ensâbu’l- Eşrâf, (tah. Suheyl Zekkâr-Riyâd Zerkâî), nşr.
MektEbû’l-Buhûs ve ’d-Dirâsât, Beyrut,
1417/1996 c. I, s. 250; İbn
Abdilber, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 594.
[49] Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, s. 224; El-Kelbî, NesebüMeaddü
ve ’l-Yemen’ul-Kebîr, s.
412; İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr,
c. IX, s.393; İbn Hişam, Es-Siretu’n- Nebeviyye, c. IV, s. 86; Halife b.
Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I,
s. 250; İbn Habib, El-Muhabber, Matbaatü’d-Dâire, Haydarabat, 1361/1942,
, s. 216; İbn Abdilber, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 594;
İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s.365; İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbefî
Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.
[50] İbn Kuteybe, Elmaârif, Dâru’l-Meârif, Kahire, 1388 / 1969, s.
110.
[51] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c. IX, s.393; İbn İbn
Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi’s-Sahabe, c. III, s.80.
[52] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c. IX, s.393; Halife b.
Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216.
[53] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 566.
[54] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. IX, s.393.
[55] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s. 80.
[56] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, s. 375-376.
[57] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr,
s. 412; İbn Hişam, Es-Siretu’n-
Nebeviyye, c. II, s. 87;
Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216; İbn Sa’d, Kitâbu’t-
Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 568; Beğavî,Mu’cemü’s-SahabeMibretu’l-Âlve’l-Ashâb,
Kuveyt, 1432/2011, c. II, s. 537.
[58] İbn Kâni, Mu’cemu ’s-Sahâbe, nşr. Salih b. Salim el-Mısratî,
Mektebetü’l-Gurabâ-i’l- Eseriyye, Medine, 1418/1997, c. I, s. 247.
[59] Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve’l-Ashâb, c. III, s.
66.
[60] İbn Kelbî, Nesebü Meaddü ve’l-Yemen’ul-Kebîr, s. 412.
[61] Ebû’l-Haccâc el-Eşârî, Et-Ta’rîf bi ’l-Ensâb ve ’t-Tenvih bi
Zevi’l-Ahsâb, Dâru-l- Menâr, Kahire,1990, c. I, s. 36.
[62] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve
A’lâmu’l-Müellif, nşr. Beşar Avâd Ma’rûf, Dâru’l-Garbi’l-İslamî, ?,
1. Baskı 2003, c. III, s. 147.
[63] İbn Sa’d Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 566; İbn
Abdilber, El-Istiâbfî
Ma’rifeti’l-Ensar, c.
II S. 595.
[64] Zehebî, Tarîhu ’l-İslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve
A’lâmu’l-Müellif, c. III s. 147; İbn Hacer el-Aslakalânî, El-İsâbe fî
Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.
[65] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III,
s. 80.
[66] İbn İshak, es-Siretü’n-Nebeviyye, c. I, s. 74; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî,
Kahire.1356/1937, c. I, s. 90.
[67] İbn Abdilber, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 595.
[68] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c. III, s. 566; İbn
Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.
[69] Ebû’l-Haccâc el-Eşârî, Et-Ta’rîf bi ’l-Ensâb ve ’t-Tenvih bi
Zevi’l-Ahsâb, c. I, s. 36.
[70] İbn Habib, El-Muhabber, s. 271.
[71] İbn İbn Hacer el-Askalânî. El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c.
VIII, s. 321.
[72] Hitti, Siyâsi ve Kültürel Islâm Tarihi, (trc. Salih Tuğ),
İst. 1995, c. I, s.210.
[73] Carl, Brockelman, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, s.
216.
[74] Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, c. II, s. 225; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf,
c. I, s. 250.
[75] İbn Abdilber, , El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar c. II, s. 595.
[76] Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih,
tah. Semir Semir, Dâru
Saade, Beyrut, 1431/2010, s. 323.
[77] İbn İbn Hacer el-Askalânî. El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c.
VI, s. 335.
[78] İbn Ebî Hayseme, Târihu’l-Kebîr, nşr. Salâh b. Fethî,
El-Fâruku’l-Hadîse, Kahire,
1427/2006, c. I, s. 253.
[79] İbn Düreyd, El-İştikâk, s. 456.
[80] Ru’aynî, El-Câmi’ limâ fi’l-Cevâmi min Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A’lâm,
nşr. Mustafa
Bâcû, Mektebü’l-İslami, Kahire,
1429/2009, c. II, s. 485.
[81] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216; İbn Abdilberr, El-İstîâb
fîMa’rifeti ’l- Ensar, c. III, s. 1289.
[82] İbn Ebî Hayseme, Târihu’l-Kebîr, c. II, s. 809; Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe,
nşr.
Yusuf El-Azzâzî, Dâru’l-Vatan,
Riyad, 1419/1998, c. VI, s. 3525.
[83] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 566; Buhâri, Et-Tarihu’l-Evsat,
nşr.
Teysir b. Sa’d - Yahya b. Abdullah,
Mektebetu’r-Riyad, 1426/2005, C. I, s. 39;
Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf,
(tah. Suheyl Zekkâr-Riyâd Zerkâî), nşr. MektEbû’l-Buhûs ve’d-Dirâsât, Beyrut,
1417 / 1996, c. I, s. 250; İbn Ebî Hayseme, Târihu’l-Kebîr, c.
I,
s. 250.
[84] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216; Ahmed b. Hanbel, El-Esâmi
ve ’l-Kunâ, nşr. Muhammed b. Ali el-Ezherî, Dâru’l-Fâruk, Kahire,
1436/2015, c. II, s. 98.
[85] Semânî, el-Ensab, tah. Abdullah Ömer el-Barudî,
Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1418/1998, c.
II,
s. 360; İbn İbn Hacer
el-Askalânî. El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. IV, s. 274.
[86] Semânî, el-Ensab. II, s. 360.
[87] Ahmed b. Hanbel, El-Esâmi ve ’l-Kunâ, c. V, s. 43.
[88] İbn Kesîr, Es-Siretü’n-Nebeviyye, nşr. Mustafa Abdulvahid,
Daru’l-Ma’rife, Beyrut,
1395/1976, c. II, s. 176.
[89] İbnu’l-Cevzi, El-Vefâ bi Ta’rifiFedâ’il’l-Mustafa,
nşr. Dâru’l-Ma’rife, ?, s. 161.
[90] İbn Kesîr, Es-Siretü’n-Nebeviyye, c. II, s. 178.
[91] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye, nşr. Mustafa
es-Sakkî v. Dğr., Mektebetü Mustafa
el-Bâbi’l-Halebî, Mısır, 1375/1955, c. I, s. 437; İbn Kesîr, Es-Siretü’n-Nebeviyye,
c.
II, s. 184.
[92] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye, nşr. Mustafa
es-Sakkî v. Dğr., Mektebetü Mustafa el-Bâbi’l-Halebî, Mısır, 1375/1955,
c. I, s. 437; İbn Kesîr, Es-Siretü’n- Nebeviyye, c. II, s. 177.
[93] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye, c. I, s. 454.
[94] İbnü’l-Cevzî, Cemaleddin Ebû’l Ferec Abdurrahman b. Ali El-Cevzî, El-Mutazam
fî Tarîhi’l-Mulûk ve’l-Ümem, Beyrut, 1415/1995, c. II, s. 608.
[95] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. I, s. 444; İbn
Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr,
c. IX, s. 393; İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî,
tah. Abdulaziz b. İbrahim el-Ömerî, Riyad, 1422/2001, 2. Baskı, s. 464.
[96] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ,
tah. Muhammed b. Ömer
Allûş,
El-Mektebü’l-İslamî, Beyrut, 1460/2000, c. I, s. 111.
[97] Es-Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s.
408.
[98] İbnü’l-Cevzî, El-Mutazamf Tarîhi’l-Mulûkve’l-Ümem, c. II, s.
612.
[99] Taberî, Târîhu’l-Taberî,, nşr. Dâru’l-Maârif, Kahire,
1387 / 1967, c. II, s. 367.
[100] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. I, s. 444.
[101] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367.
[102] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367.
[103] İbnü’l-Cevzî, El-Mutazam fî Tarîhi’l-Mulûk ve’l-Ümem, c. II,
s. 612-613.
[104] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. II, s. 92;
Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri
Dârı’l-Mustafa, c. I, s.
408.
[105] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 408.
[106] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. II, s. 92;
Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367.
[107] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. II, s. 92;
Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367;
Es-Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi
Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 408; İbnü’l-Cevzî, El- Mutazam fî
Tarîhi’l-Mulûk ve ’l-Ümem, c. II, s. 613.
[108] Zehebî, Tarihu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezâhir ve
A’ğlemu’l-Müellif, nşr. Beşâr Avâd, Ma’rûf Dâru’l-Garbi’l-İslami, İlk
basım, /1423, 2003, c. I, s. 308.
[109] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367.
[110] İbn Hişam, bu kişinin Ebâ el-Bahteri olduğunu bildirmektedir. Bkz.
İbn Hişâm, Siretü’n-Nebî, c. II, s. 93.
[111] İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebî, c. II, s. 92-93; Taberî, Târîhu’l-Taberî,
c. II, s. 368.
[112] İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebî, c. II, s. 93.
[113] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. II, s. 93;
Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 368; Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi
Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 408; İbnü’l-Cevzî, El- Mutazam fî Tarîhi
’l-Mulûk ve ’l-Ümem., c. II, s. 613; İbn Haldun, Tarih ibn Haldun,
tah. Hasan Abdulmusaf, Beytü’l-Efkari’d-Devliyye, Ürdün, 2003., c. I, s. 518.
[114] Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, c. II, s. 224; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf,
c. I, s. 250; İbn
Düreyd El-İştikâ, s. 93.
[115] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. I,
s. 109-111.
[116] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 380; İbn Abdilberr, El-IstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar,
c.
II, s. 596
[117] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 568; Zehebî, Tarîhu’l-İslam
ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, nşr. Beşar Avâd Ma’rûf,
Dâru’l-Garbi’l-
İslamî, I-XV, ilk basım 1423/2003,
c. III, s. 147.
[118] İslam Ansiklopedisi, İstanbul Milli Eğitim Basımevi,
1967, c. X, s. 21. (Sa’d b.
Ubâde maddesi Neşet Çağatay
tarafından tâdil edilmiştir.)
[119] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebevıyye,, c. II, s. 140.
[120] Ebû’l-Kasım İsmail b. Muhammed el-İsfahani, Siyeru’s-Selefi
’s-Sâlihîn, nşr. Kerem
b. Hilmî b. Ferhât b. Ahmed,
Dâru’r-Râye, Riyad, ?, s. 429.
[121] İbn İbn Hacer el-Askalânî. El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c.
III, s. 80; İbn Sa’d,
Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ,
c. III, s. 568.
[122] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 176.
[123] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 376.
[124] İbn Ebî Hayseme, Târihu’l-Kebîr, c. II, s. 638; Ebû’l-Kasım
İsmail b. Muhammed el -İsfahani, Siyeru’s-Selefi ’s-Sâlihîn, nşr. Kerem b.
Hilmî b. Ferhât b. Ahmed, Dâru’r-
Râye, Riyad, tarih?, s. 632.
[125] İbn Fâris, Ebû’l-Hüseyn Ahmed b. Fâris el-Kazvini, Ecvezu’s-Siyer
li Hayri’l-Beşer,
nşr. Hilal Nâcî,
Bağdat, ?, s. 21; Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve
A’lâmu’l-Müellif, c. I, s. 510-511.
[126] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, tah. Marsden Jones, Beyrut, 3.
Bask 1403/1984, s. 103.
[127] Zehebî, Tarîhu ’l-İslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve
A’lâmu’l-Müellif, c. I, s. 513.
[128] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. IX, s. 394; Belâzurî,
Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 250.
[129] Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, c. II, s. 224.
[130] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 338, 372.
[131] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe,
c.III s. 80.
[132] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c.
III, s. 80.
[133] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 371.
[134] İbnü’l-Esîr, el-Kâmilfi’ t- Târih, c. II, s. 57.
[135] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 407; Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ
bi AhbâriDârı’l-
Mustafa, c. II, s. 111;
Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-
Müellif. c. II, s. 45.
[136] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 571.
[137] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 294, 335.
[138] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 595.
[139] Zührî, El-Meğâzî, tah. Süheyl Zekkâr, Dâru’l-Fikr,
Dimeşk, 1400/1980, s. 63.
[140] Ebû Nuaym, Ma’rifetu’s-Sahabe, c. III, s. 1244.
[141] Buhâri, Et-Tarihu’l-Kebîr, nşr. Haşim En-Nedvî,
Dâru’l-Fikr, c. VI, s. 258; İbn
İbn Hacer
el-Askalânî, El-îsâbe fi Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 55.
[142] Buhâri, Et-Tarihu’l-Kebîr, c. II, s. 258.
[143] Azimli, Mehmet, “Sa’d b.Ubâde” DİA, İst. 2008 C. XXXV, s.
377.
[144] Ebû Yusuf, El-Harac, nşr. Tahâ Abdurra’ûf Sa’d, Sa’d
Hasen Muhammed, El-
Mektebü’l-Ezheriyye,
Kahire, ?, s. 207; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’ t- Târih, c. II, s. 89.
[145] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. I,
s. 296.
[146] İslam Ansiklopedisi (İA), Madde tâdilcisi Neşet Çağatay,
Milli Eğitim Basım Evi
1967, c. X, s.21.
[147] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 379.
[148] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, nşr. Abdullah Mahmûd
Şehâte, Beyrut, 1423/2002, c. I, s. 5.
[149] Zührî, El-Meğâzî, s. 64; İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî,
s. 205.
[150] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s. 1244.
[151] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabe fî ma’rifeti ’s-Sahâbe, nşr.
Adil Ahmed er-Rifâî, Beyrut, 1416/1996, c. II, s. 420; İbn İbn Hacer
el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahabe, c. III, s. 80.
[152] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 568.
[153] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. III, s. 441.
[154] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 101.
[155] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 568.
[156] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III,
s. 80.
[157] Buhârî, et-Tarihu ’l-Kebîr, nşr. Haşim en-Nedvî, Dâru’l-fikr,
?, ?, c. IV, s. 44.
[158] İbn Habîb, El-Muhabber, s. 277; İbni Hazm, Cemheretü
Ensâbu’l-Arab, nşr. Dâru’l- Kütüb’l-İlmiye, Beyrut, 1403/1983, s.
365; İbn Abdilberr, El-İstîâb fî Ma’rifeti’l- Ensar, c. II, s. 594;
Es-Semânî, el-Ensab, c. II, s. 360.
[159] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-BârîŞerhu Sahîh el-Buhârî,
nşr. Muhibbiddîn el-
Hatîb, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut,
1379/1959, c. VII, s.288.
[160] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. II, s.11;
İbnu’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefî ma’rifeti’s-Sahâbe, c.II, s. 420; Zehebî, Tarîhu’l-Islam
ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. X, s.79.
[161] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 101; İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ,
c. III, s. 567-8.
[162] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s. 186; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî,
c. III, s. 314.
[163] Ebû Ahmed el-Hakîm, el-Esâmî ve ’l-Kunâ, Dâru ’l-Gurebâ,
Medine, 1414/1994, c.
II, s. 358.
[164] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, nşr. Abdulmecid es-Selefî, Dâru
İhyâ’i’t-Turâsi’l-
Arabî, ?, 1402/1983, c. VI, s. 15.
[165] İbn İshak, es-Sîre (Kitâbu’s-Siyer ve ’l-Megâzî), nşr.
Süheyl Zekkâr, Dâru’l-Fikr,
Beyrut, 1398/1978, s. 260.
[166] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. II, s. 261.
[167] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XVIII, s. 353.
[168] Mülk, 67/2.
[169] Bakara,2/13, Tur,523/21.
[170] İbn-i Manzur, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 1426/2005, c. I, s. 114.
[171] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 431.
[172] İbn-i Esîr, Üsdu’l-Gabe fîma’rifeti ’s-Sahâbe, c. II, s.
92-96
[173] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s. 519.
[174] Kâdî Abdulcebbâr, Tesbîtu Delâili ’n-Nübüvve, Dâru’l-Mustafa,
Kahire, ?, c. II, s.
459.
[175] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, s. 170.
[176] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c.II, s.96.
[177] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c.II, s. 615.
[178] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve
A’lâmu’l-Müellif , c. II, s. 275.
[179] İbn İshak, es-Sîre, c. II, s. 118; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî,
c. III, s. 345.
[180] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 615.
[181] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve
A’lâmu’l-Müellif, c. II, s. 275.
[182] İbn İshak, es-Sîre, c. II, s. 118; İbn Hişam, Siretü
’n-Nebî, c. III, s. 345.
[183] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XXIII, s. 50; Zehebî, Tarîhu’l-Islam
ve Vefeyâtu’l- Mezahir ve A ’lâmu’l-Müellif, c. II, s. 275-276.
[184] İbn İshak, es-Sîre, c. II, s. 118; İbn Hişam, Siretü
’n-Nebî, c. III, s. 345; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 614;
İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 96.
[185] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 431; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr,
c. XXIII, s.
[186] İbn İshak, es-Sîre, c. II, s. 118; Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî,
c. II, s. 431. İbn Hişam,
Siretü’n-Nebî, c. III, s.
345; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 615; İbnü’l-Esîr,
Üsdu’l-
Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 96.
[187] Zührî, El-Meğâzî, s. 120-121.
[188] Zührî, El-Meğâzî, s. 120; İbn İshak, es-Sîre, c. II,
s. 118; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. III, s. 345; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr,
c. XXIII, s. 83; Zehebî, Tarîhu’l-Îslam ve
Vefeyâtu’l-Mezahir ve
A’lâmu’l-Müellif, c. II, s. 275.
[189] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. III, s. 314; Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî,
c. II, s. 431.
[190] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 515; Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe,
c. VI, s. 3525.
[191] Yakûbî, et-Tarih, Matbaatu’l-Ğurâ, Necef, 1357/1939,
C. 2, s. 43.
[192] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti ’l-Ensar, c. II, s. 597;
Ru’aynî, El-Câmi’ limct
fi ’l-Cevâmi min
Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A’lâm, c. II, s. 486.
[193] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VIII, s. 8.
[194] İbnü’l-Esîr, , Üsdu’l-Gabefîma’rifeti ’s-Sahâbe c. II, s.
120.
[195] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 56.
[196] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 821; İbn Abdilberr, El-İstîâb
fîMa’rifeti’l-Ensar, c.
II, s. 597.
[197] İbn İshak, es-Sîre, s. 204-205; Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî,
c. II, s. 821; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 26; Taberî, Târîhu’l-Taberî,
c. III, s. 93; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l- Gabe fî ma’rifeti’s-Sahâbe, c. III,
s. 56.
[198] Vâkıdî, Kitabu’l Meğâzî, c. II, s. 821
[199] İbn Abdilberr, El-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 597.
[200] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 822; Taberî, Târîhu’l-Taberî,
c. III, s. 56.
[201] İbn İshak, es-Sîre, s. 205; İbn Hişam, , Siretü’n-Nebî
c. IV, s. 26; Taberî, Târîhu’l- Taberî, c. III, s. 56; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe,
c. II, s. 120.
[202] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 822; Ru’aynî, El-Câmi’
limâfi’l-Cevâmi min
Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A ’lâm,
c. II, s. 486.
[203] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 867.
[204] Ebû Abdullah Moğultayb. Kilic el- Bekcerî, el-Inâbe
ilâMa’rifeti’l-Muhtelif fîhim Mine’s-Sahabe, nşr. İzzet el-Mürsî,
İbrahim İsmail el-Kaldî, Mecdî Abdulhâlık Mektebetu’r-Rüşd, I-II, Riyad. c. I,
s. 388; Hacer el- Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s- Sahabe, c. IV, s.
225.
[205] Vâkıdî, Kitabu’l Meğâzî, c. II, s. 867.
[206] İbn İshak, es-Sîre, s. 205.
[207] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 56.
[208] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 821.
[209] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 120.
[210] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 825-8; Taberî, Târîhu’l-Taberî,
c. III, s. 58.
[211] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fi Temyîzi ’s-Sahabe, c. IV,
s. 264.
[212] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s.
519.
[213] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. III, s. 905.
[214] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. III, s. 956.
[215] İbn İshak, es-Sîre, s. 259; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî,
c. I, s. 137; Taberî, Târîhu’l-
Taberî, c. III, s. 93.
[216] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s.
519.
[217] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 386.
[218] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 38.
[219] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s.
519.
[220] İbn İshak, es-Sîre, s. 259; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî,
c. I, s. 137; Taberî, Târîhu’l- Taberî, c. III, s. 93; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe,
c. II, s. 132.
[221] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. III, s.
956-957.
[222] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 386.
[223] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 93;
İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabe fi ma’rifeti’s-Sahâbe,
c. II, s. 132.
[224] İbn İshak, es-Sîre, s. 259; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî,
C. I, s. 137; Taberî, Târîhu ’l-
Taberî, c. III, s. 93;
İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 132.
[225] İbn İshak, es-Sîre, s. 259; Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c.
III, s. 957; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. I, s. 137; İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî,
s. 386; Taberî, Târîhu’l- Taberî, c. III, s. 93; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe,
c. II, s. 132
[226] İbn İshak, es-Sîre, s. 260; Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c.
III, s. 958; Taberî, Târîhu’l- Taberî, c. III, s. 93-94; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe,
c. II, s. 132.
[227] Mesûdi, et-Tenbih ve ’l-Işrâf, s. 247.
[228] Muhammed Halil ez-Zeyn, Tarihu’l-Fırkatu’l-Islamiye,
Beyrut. 1985, s. 11.
[229] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu
’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. III, s. 5.
[230] Kâdî Ebîbekir el-Arabî, El Avâsım Mine
’l-Kavâsım, Tah. Mehibuddin el-Hatîb, s. 43.
[231] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 308.
[232] Kâdî Ebîbekir el-Arabî, El Avâsım
Mine’l-Kavâsım, s. 40.
[233] Zührî, El-Meğâzî, s. 141.
[234] Ebû Zeyd el-s, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih,
s. 369.
[235] Ebû Ubeyd, Tehzîbu Kitâbi Cemheretü’n-Neseb,
?,, s. 218. (Baskı yeri ve tarihi yok)
[236] Ebû’r-Rebî’, el-Iktifâ’ bi-mâ Tedamenehum
minMeğâzîResûlillah ve ’s-Selâseti’l-
Hülefâ,
Dâru’l-Kutubu’l-İlmiye, Beyrut, 1420/1999, c. I, s. 438.
[237] Kâdî, Tesbîtu Delâili ’n-Nübüvve, c. II, s. 459; İbn Haldun, Tarih
İbn Haldun, c. I, s. 519.
[238] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
III, s. 568.
[239] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 218.
[240] Zührî, El-Meğâzî, s. 141.
[241] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf s. 581.
[242] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 102.
[243] İbn Kuteybe, El-İmame ve ’s-Siyâse,
Dâru’l-Edvâ, Beyrut, 1410/1990, c. I, s. 22.
[244] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s-
Sahabe, nşr. Adil Ahmed er-Rifâ’î, Dâru
İhyâ-i’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut,
1416/1996, c. II, s. 424.
[245] Kâdî Ebî bekir el-Arabî, El Avâsım Mine
’l-Kavâsım, s. 40.
[246] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 218.
[247] İbn Kuteybe, El-îmame ve ’s-Siyâse, c.
I, s. 22; Taberî, Târîhu ’l-Taberî, c. III, s. 218
219.
[248] İbn Kuteybe, El-îmame ve ’s-Siyâse, c.
I, s. 22; Taberî, Târîhu ’l-Taberî, c. III, s. 218.
[249] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 218.
[250] Ebû’l Hasan el-Eşarî, Makâlâtü’l-îslamiyyîn,
Dâru’l-funun İlahiyat fakültesi
Neşriyatı, İstanbul, 1346/1928, c.
I, s. 2.
[251] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 308.
[252] Ebî Zeyd b. Ahmed b. Sehal el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve
’t-Tarih, s. 370.
[253] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c.
I, s. 22.
[254] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, tah.
Mahmud Abdellah Ebû’l-Hayr, Dâru’l-Furkan, Ürdün,
1411/1991, s. 59.
[255] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve
Ahbâru’l-Hülefâ, c. II, s. 154.
[256] Kâdî Abdulcebbâr, Tesbîtu Delâili
’n-Nübüvve, c. I, s. 226.
[257] Mesûdi, et-Tenbih ve ’l-Eşrâf, s.
247.
[258] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 310; İbn Kuteybe, El-Imame
ve ’s-Siyâse, c. I, s. 23.
[259] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 59-60.
[260] Zührî, El-Meğâzî, s. 142; Belâzurî,
Ensâbu’l-Eşrâf, s. 582.
[261] İbn Kuteybe, El-Imame ve’s-Siyâse, c. I, s. 23.
[262] İbnü’l-Esîr, El-Kâmil, c. II, s. 158.
[263] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 102.
[264] Ebû’l Hasan el-Eşarî, Makâlâtü’l-Îslamiyyîn,
c. I, s. 2.
[265] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 424.
[266] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde s. 63.
[267] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 221.
[268] İbn Kuteybe, El-Îmame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 23; İbnü’l-Esîr,
El-Kâmil., c. II, s. 159.
[269] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. II,
s. 154.
[270] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 63-64.
[271] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 311-312; İbn Kuteybe, El-Imame
ve ’s-Siyâse, c. I, s. 26.
[272] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 102;
İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s-
Sahabe, c. II, s. 424.
[273] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 424.
[274] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
III, s. 579-580; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c.
III,
s. 222; İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye
ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. II, s. 156; İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar,
c. II, s. 599.
[275] İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî
Temyîzi’s-Sahabe, c. III, s. 81.
[276] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr,
s. 411; el-Kelbî, Cemheretü ’n-Neseb, c.
II,
s. 224; Zehebî, Tarîhu’l-İslam ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A ’lâmu’l-Müellif,
c. III, s.
5.
[277] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 459.
[278] Ali Muhammed es-Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddık, Dâru İbn
Kesîr, Dimeşk, Beyrut, 1431/2010, c. I, s. 128-129.
[279] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
Müessesetu’r-Risale, yayım yılı 1996-2001, c. I, s. 5.
[280] İbnu’l-Cevzi, Muntazam, Beyrut
trz., c. IV, s. 68.
[281] Ebû’l Hasan el-Eşarî,Makâlâtü’l-Îslamiyyîn,
c. I, s. 2.
[282] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Îsâbe fî
Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 173.
[283] Ebû Ahmed el-Hakîm, el-Esâmî ve ’l-Kunâ,
Dâru ’l-Gurebâ, c. V, s. 358.
[284] Nisa Suresi 4/58.
[285] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s.
310-311.
[286] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 420.
[287] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 64.
[288] Hucurat Suresi 49/13.
[289] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 63.
[290] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve
Ahbâru’l-Hülefâ, c. II, s. 156.
[291] Ebî Zeyd Ahmed b. Sehal el- Belhî, Kitâbu’l-Bedîve
’t-Tarih, s. 370.
[292] Kâdî Ebî Bekir el-Arabî, El Avâsım Mine
’l-Kavâsım, s. 43.
[293] Suyûti, Tarihu ’l-Hülefâ, nşr. Hamdî ed-Demirdâş,
Mektebetu Nizâr Mustafa el-Bâz, 1425/2004.
[294] Zührî, El-Meğâzî, s. 120.
[295] İbnü’l-Esîr. El-Kâmil, s. 159.
[296] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 64-70.
[297] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 218.
[298] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c.
I, s. 26.
[299] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s- Sahabe, c. II, s. 424.
[300] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 568.
[301] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 222.
[302] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 63.
[303] Zührî, El-Meğâzî, s. 142-143.
[304] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 311.
[305] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c.
I, s. 25.
[306] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 102.
[307] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 25.
[308] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 222.
[309] İbnü’l-Esîr, El-Kâmil, c. II, s.159.
[310] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 312.
[311] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 223.
[312] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 69.
[313] İbn Kuteybe, El-İmame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 26.
[314] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 102
[315] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. II, s. 580; Belâzurî,
Ensâbu’l-Eşrâf, s. 583.
[316] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 27.
[317] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 222.
[318] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, s. 585.
[319] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c.
I, s. 27.
[320] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 420.
[321] Kâdî Ebî Bekir el-Arabî, El Avâsım Mine
’l-Kavâsım, s. 44.
[322] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. I, s.
5.
[323] Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddık, c. I, s.
128.
[324] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
II, s. 580; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s.
[325] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c.
I, s. 27; Taberî, Târîhu ’l-Taberî, c. III, s. 222.
[326] İbnü’l-Esîr, El-Kâmil, c. II, s. 159.
[327] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. II, s. 580; Taberî, Târîhu’l-Taberî,
c. III, s. 223.
[328] İbn Kuteybe, El-Imame ve’s-Siyâse, c. I,
s. 27.
[329] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c. II, s. 580; İbn
Kuteybe, El-Imame ve ’s- Siyâse, c. I, s. 27; Taberî, Târîhu’l-Taberî,
c. III, s.
[330] İbnü’l-Esîr, El-Kâmil, c. II, s.
159-160.
[331] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 223.
[332] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c.
I, s. 28.
[333] Ebu Zeyd Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih,
s. 370.
[334] İbn Kuteybe, El-îmame ve ’s-Siyâse, c.
I, s. 28; İbnü’l-Esîr, El-Kâmil, c. II, s. 159.
[335] Ebû’l-Hasan el-Eşarî, Makâlâtü’l-îslamiyyîn,
c. I, s. 2.
[336] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî
Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 173.
[337] Kâdı Abdulcebbâr, Tesbîtu Delâili’n-Nübüvve,
c. I, s. 216.
[338] Zührî, El-Meğâzî, s. 143.
[339] Ebî Zeyd Ahmed b. Sehal el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve
’t-Tarih, s. 370.
[340] Ebû Ahmed el-Hakîm, el-Esâmî ve ’l-Kunâ,
Dâru ’l-Gurebâ, c. V, s. 358.
[341] Ebû’l-Hasan el-Eşarî, Makâlâtü’l-Islamiyyîn,
c. I, s. 2.
[342] Tevbe Suresi 9/119.
[343] Kâdî Ebî Bekir el-Arabî, El Avâsım Mine
’l-Kavâsım, s. 45.
[344] Corci Zeydan, Medeniyet-i Islamiyye Tarihi, Çev. Zeki
Megâmiz, İstanbul, 1328/1910, c. III, s. 180.
[345] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve
Ahbâru’l-Hülefâ, c. II, s. 157.
[346] Mevlâna Şibli, İslam Tarihi Asr-ı Saadet, ter. Ömer
Rıza, Amedi matbaası, İstanbul, 1346/1921, c. I, s. 287.
[347] Muhammed Ebû Zehra, İslam’daFıkhiMezhepler Tarihi,
çev. Abdülkadir Şener, Hisar Yayınevi, İstanbul, 1397/1978, s. 54.
[348] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
III, s. 580.
[349] Ebû’l Haccâc el-Eşârî, Et-Ta’rîf bi ’l-Ensâb
ve ’t-Tenvih bi Zevi’l-Ahsâb, c. I, s. 36;
İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s-
Sahabe, c. II, s. 424.
[350] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c. II, s. 580; İbn
Kuteybe, El-İmame ve ’s- Siyâse, c. I, s. 28.
[351] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XVIII,
s. 347; El-İsfehânî, El - Egânî, tah. İhsan
Abbas - İbrahim es-Seâfîn - Bekr
Abbas, Dâr-Sâder, Beyrut, 1425/2004, c. IV, s. 633.
[352] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s.
520.
[353] Havrân: Suriye’nin güneyinde geniş bir bölgenin adıdır.
Topraklarının bir kısmı kayalık ve engebelidir. Hayvancılığa ve kısmen tarıma
elverişlidir. Halid b. Velid (ö.21/642) 624 yılında burayı İslam topraklarına
katmıştır. Dimeşk’in fethinden sonra Havra bölgesi İdari ve askeri bakımdan
buraya bağlanmıştır. Buzpınar, Şit Tufan, “Havran” DlA, İstanbul,
1997, C. XVI, s. 539-541.
[354] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s-
Sahabe, c. II, s.424.
[355] Buhârî, Et-Tarihu ’l-Evsat, nşr. Teysir b. Sa’d - Yahya b.
Abdullah, Mektebetu’r- Rüşd Riyad, I-V, 1426/2005, c. I, s. 39;
İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabe fî ma’rifeti’s- Sahâbe, s. 216.
[356] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XVIII,
s. 347; Ebû’l-Kasım el-İsfehani, Siyeru’s- Selefi’s-Sâlihîn, s. 633,360;
İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 580; Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-Sahâbe,
c. III, s. 1245; Semânî, el-Ensab, c. II, s. 360; İbnü’l- Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s-
Sahabe, c. II, s. 424.
[357] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s.
15.
[358] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî
Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80-81.
[359] Ebî Zeyd Ahmed b. Sehal el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve
’t-Tarih, s. 388.
[360] Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve
’l-Ashâb, c. III, s. 17.
[361] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s.
16.
[362] Ebî Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve
’t-Tarih, s. 388.
[363] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf c. I, s. 250.
[364] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s.
186.
[365] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s.
520.
[366] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
III, s. 580.
[367] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 599;
İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gâbefî Ma’rifeti’s- Sahabe, c. II, s. 424.
[368] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
III, s. 580.
[369] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar,
c. II, s. 599.
[370] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar,
c. II, s. 599; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gâbefî
Ma’rifeti’s-
Sahabe, c. II, s. 424.
[371] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 589.
[372] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s.
186; İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c.
III,
s. 580; Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe
Mibretu’l-Âl ve’l-Ashâb, c. III, s. 17;
Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr,
c. VI, s. 16; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s- Sahabe, c. II, s.
424; İbn Haldun, TarihİbnHaldun, c. I, s. 520; Semhûdî, Vefâu’l- Vefâ
bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. IV, s. 323.
[373] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 589.
[374] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 423.
[375] Ru’aynî, El-Câmi’ limâ fi’l-Cevâmi min
Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A’lâm, c. II, s. 485.
[376] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216; İbn Abdilberr, El-Istîâb
f Ma’rifeti ’l- Ensar, c. III, s. 1289.
[377] Ahmed b. Hanbel, El-Esâmi ve ’l-Kunâ, c. II, s. 412;
et-Taberânî, el-Mu ’cemü’l- Kebîr, c. VI, s. 20.
[378] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s.
1296.
[379] Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr, c. IV, s. 44,
45, 251.
[380] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s.
1244.
[381] Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve ’l-Ashâb, c. II, s.
538-539; İbn Kâni, Mu’cemü’s-Sahâbe, nşr. Salah b. Salim
el-Mısrâtî, Mektebetü’l-Ğurebâ-i’l-Eseriyye,
Medine, 1418/1997, c. I, s.
247-248.
[382] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s.
366.
[383] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî
Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 173.
[384] Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III,
s. 1545.
[385] Zehebî, Tarîhu ’l-İslam ve Vefeyâtu
’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. XXIII, s. 557.
[386] Hudâykî, et-Tabakât, nşr. Ahmed
Bumezkû, en-Necâhu’l-Cedîde, ?, 1427/2006, c. I,
s. 539.
[387] Hudâykî, et-Tabakât, c. I, s. 474.
[388] Hudâykî, et-Tabakât, c. I, s. 74.
[389] Semânî, el-Ensab, c. I, s. 360.
[390] Semânî, el-Ensab, c. I, s. 393.
[391] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s.
366.
[392] Semânî, el-Ensab, c. I, s. 202.
[393] İbnu Nâkûlâ, Ebû Nasr Ali b. Hilatillah b. Cafer,
el-IkmâlfîRef’il-İrtiyâb ani’l- Müteellif ve ’l-Muhtelif fi ’l-Esmâ ve
’l-Ensâb, Dâru’l-Kutubu’l-İlmiye, Beyrut,
1411/1990, c. VII, s. 163.
[394] Zehebî, Tarîhu ’l-İslam ve Vefeyâtu
’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. XXIII, s. 461.
[395] Semânî, el-Ensab, c. IV, s. 234.
[396] İbnu Nâkûlâ, el-îkmâl fî Ref’il-îrtiyâb ani’l-Müteellif ve
’l-Muhteliffi ’l-Esmâ ve ’l- Ensâb, c.VII, s. 272.
[397] Zehebî, Tarîhu ’l-îslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve
A’lâmu’l-Müellif, c. XXXIV, s. 300.
[398] Zehebî, Tarîhu ’l-îslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve
A’lâmu’l-Müellif, c. XXXVI, s. 263.
[399] Semânî, el-Ensab, c. IV, s. 267.
[400] Zehebî, Tarîhu’l-îslam ve Vefeyâtu’l-Mezahir
ve A’lâmu’l-Müellif, c. LI, s. 273.
[401] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s.
63.
[402] Buhârî, et-Tarihu ’l-Kebîr, c. I, s. 72.
[403] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s.
365.
[404] İbnü’l-Esîr, el-Lubâb fî Tezhîbi’l-Ensab,
nşr. Dâru Sâdır, Beyrut, ?, c. II, s. 368.
[405] İbn Nâkûlâ, el-Ikmâl fî Ref’il-îrtiyâb ani’l-Müteellif ve
’l-Muhteliffi ’l-Esmâ ve ’l- Ensâb, c. VII, s. 163.
[406] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 250;
Zehebî, Tarîhu ’l-îslam ve Vefeyâtu’l-Mezahir
ve A’lâmu ’l-Müellif, c. II,
s. 275.
[407] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s.
216.
[408] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. III, s. 80.
[409] Zehebî, Tarîhu ’l-İslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve
A’lâmu’l-Müellif, c. III, s. 147; İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî
Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.
[410] Ru’aynî, El-Câmi’ limâ fi’l-Cevâmi min
Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A’lâm, c. II, s. 485.
[411] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s.
86-91.
[412] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s.
1244.
[413] İbn Kesîr, Es-Siretü’n-Nebeviyye, c. II, s. 420; İbn Hacer
el-Askalânî, El-İsâbefî Temyîzi’s-Sahabe, c. III, s. 80.
[414] İbn Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîn,
Şirketü Dâru’l-Erkam, Beyrut, ?, s. 171.
[415] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s.
1244.
[416] İbn Abdilberr, El-İstîâb
fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 595-596.
[417] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 250.
[418] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fi Temyîzi
’s-Sahabe, c. III, s. 56.
[419] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c.I-III, s. 20,
338, 371.
[420] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri
Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 376.
[421] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
III, s. 576.
[422] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. II, s.
261.
[423] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s.
248, 294, 334, 364.
[424] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 205.
[425] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s.
5.
[426] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s.
186; Taberânî, el-Mu’cemü ’l-Kebîr, c. VI, s.
15.
[427] İbn Habîb, el-Muhabber, s. 233.
[428] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367;
Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi AhbâriDârı’l-
Mustafa, c. I, s. 408.
[429] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. II, s. 238.
[430] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu
’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif c. II, s. 275-276.
[431] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 415-436; İbn Kesîr, Es-Siretü’n-Nebeviyye,
c. II, s. 89-158.
[432] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
III, s. 576.
[433] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 572.
[434] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s. 23; Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe,
c. III,
s. 1247.
[435] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 576.
[436] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c.
III, s. 80.
[437] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 595.
[438] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 596.
[439] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s.547.
[440] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c.III, s. 1095.
[441] Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve ’l-Ashâb, c. III, s.
66; Taberânî, el- Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s. 63.
[442] Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve ’l-Ashâb, c. II, s.
38-39; İbn Kâni, Mu’cemu’s-Sahâbe, c. I, s. 247-248.
[443] Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III,
s. 1244.
[444] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s.
186.
[445] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. III, s.
314.
[446] Zührî, El-Meğâzî, s. 120; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c.
III, s. 345; Taberânî, el- Mu’cemü’l-Kebîr, c. XXIII, s. 50; Zehebî, Tarîhu
’l-Islam ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. II, s. 275.
[447] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c.I, s. 25, 208, 248, 478.
[448] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XVIII, s. 353.
[449] İbn Kâni, Mu’cemü ’s-Sahâbe, c.
II, s. 346.
[450] Ebû Ahmed el-Hakîm, el-Esâmî ve ’l-Kunâ,
Dâru’l-Ğurebâ, Medine, 1414/1994, c.
V, s. 296.
[451] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s.
1296.
[452] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s.
365.
[453] İbn Ebî Heyseme, et-Tarihu ’l-Kebîr, nşr. Salah b.
Fethi, el-Fâruku’l-Hadis, Kahire, 1427/2006, c. V, s. 41.
[454] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî
Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.
[455] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, c.
III, s. 1216.
[456] İbn Habib, El-Muhabber, s. 423.
[457] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s.
137.
[458] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ (Mütemmimü’s-Sahâbe
et-Tabakâtü’l-Hâmise), nşr. Muhammed b. Şâmîl es-Sulemî,
Mektebetü’s-Sıddîk, Tâif, 1414/1995, C. I, s.296.
[459] İbn Sa’d, Et-Tabakât, nşr.
Muhammed Abdulkâdir Ata, c. VIII, s. 196.
[460] İbn Ebî Heyseme, et-Tarihu ’l-Kebîr, c.
I, s. 249.
[461] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî
Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.
[462] İbn Hibbân, es-Sikât, nşr. Şerefu’d-Din Ahmed,
Dâru’l-Fikr, ?, 1395/1975, c. III, s. 339.
[463] İbn Abdilberr, El-Istîâb
fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1289.
[464] İbn Sa’d, Et-Tabakât, c. VI, s. 52.
[465] İbn Habîb, El-Muhabber, s. 233.
[466] Suhârî, Allâme Ebû’l-Munzîr Seleme b. Müslim b. İbrahim (ö.
511/1118), Ensâbu’l- Arab, tah. Muhammed İhsan el-Musa, Umman, 1437/2016,
s. 547.
[467] İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. V, s. 254.
[468] Keşşî, er-Ricâl, neş. Müessetü’l
a’lemî, Beyrut, 1430/2094, s. 1.
[469] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap
Kable’l-Islâm, c. VIII, s. 252.
[470] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr,
s. 412.
[471] İbn Abdilberr, El-IstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar,
c. III, s. 1289.
[472] Ebû Zeyd el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih,
s. 388.
[473] Ebû’l-Haccâc el-Eşârî, Et-Ta’rîf bi ’l-Ensâb
ve ’t-Tenvih bi Zevi’l-Ahsâb, c. I, s. 36.
[474] İbnü’l-Esir, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s-
Sahabe, c. II, s. 422-423.
[475] İbn Habib, El-Muhabber, s. 155.
[476] İbn Sa’d, Et-Tabakât (nşr. Ali Muhammed
Ömer), c. V, s. 369.
[477] Minkari, Vak’atu Sıffîn, Tah. Abdusselâm Muhammed
Hârun, Dâru’l-Cil, Beyrut, 1410/1990, s. 292-293.
[478] İbn Sa’d, Et-Tabakât (nşr. Ali Muhammed
Ömer), c. V, s. 369.
[479] İbn Hibbân, Meşâhiru’l-Emsâr ve A’lâmu Fukahâi’l-Aktâr, nşr.
Merzûk Ali İbrahim, Dâru’l-Vefâ, ?, 1411/1991, s. 101.
[480] İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. V, s. 254.
[481] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. IV, s.
2308.
[482] İbn Sa’d, Et-Tabakât (nşr. Ali Muhammed
Ömer), c. V, s. 369.
[483] Keşşî, er-Ricâl, s. 1.
[484] İbn Sa’d, Et-Tabakât (nşr. İhsan Abbas),
c. I, s. 136.
[485] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 775.
[486] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. V, s. 254.
[487] İbn Habîb, El-Muhabber, s. 155.
[488] İbn Kuteybe, Uyunu’l-Ahbar, tah. Muhammed
el-İskenderânî, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1423/2002, c. III, s. 130.
[489] İbn Abdilberr, El-îstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1289.
[490] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. VI,
s. 335.
[491] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V,
s. 254.
[492] Hemedânî, el-Iklil, Sanâ’/Yemen,
2004, s. 9.
[493] Ebî Zeyd el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih,
s. 388.
[494] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu
’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. III, s. 545.
[495] İbn Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîn, s. 171.
[496] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. VI, s. 450.
[497] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s.
520.
[498] Suhârî, Allâme Ebû’l-Munzîr Seleme b. Müslim b. İbrahim (ö.
511/1118), Ensâbu’l- Arab, s. 547.
[499] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. V, s. 254.
[500] Keşşî, er-Ricâl, s. 1.
[501] Ebû’l-Hasan el-Eşarî, Makâlâtü’l-Islamiyyîn,
s. 2.
[502] Keşşî, er-Ricâl, s. 1; et-Tusî Ebû Cafer
Muhammed b. Hasan, Ricâhu’t-Tusî, nşr.
Cevad el-Kayyûmî, ?, 1415/2013, s.
1.
[503] Ebû’l-Hasan el-Eşarî,Makâlâtü’l-Islamiyyîn,
s. 2.
[504] Burrî, el- Cevhere fî Nesebi’n-Nebî ve Ashâbi’l-Aşere,
nşr. Muhammed et-Tûncî, Dâru’l-Rifâi, Riyad, 1403/1983, c. II, s. 88.
[505] İbn Yunus, Tarihu ’l-İbni Yunus el-Mısrî,
Dâru’l-Kutubi’l-İlmiye, Beyrut, 1421/2000, c. I, s. 403.
[506] Keşşî, er-Ricâl, s. 1; İbn
Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.
[507] Zehebî, Şemsuddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kâymaz,
Siyeru A’lâmî’n-Nubelâ, nşr. Dâru’l-Hadis, Kahire, 1427/2006, c.
I, s. 102.
[508] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. II,
s. 405.
[509] Ebû Zeyd el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih,
s. 388.
[510] Minkarî, Vak’atu Sıffn, s. 15-16.
[511] İbn Kuteybe, el-Imame ve ’s-Siyase,
nşr. Halil el-Mansur, Dâru’l-Kutubu’l-İlmiye,
Beyrut,
1418/1997, c. I, s. 56.
[512] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 93.
[513] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 208.
[514] Ebû Zeyd el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih,
s. 388.
[515] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefima’rifeti’s-Sahâbe,
c. III, s. 101.
[516] İbn Abdilberr, El-Istiâb
fiMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.
[517] Hatîb el-Bağdadî, Tarihu ’l-Bağdadi, nşr. Beşâr Avvâd
Ma’rufi Dâru’l-Garbi’l- İslami, Beyrut, 1422/2002, c. I, s.189; İbn Hacer
el-Askalânî, El-Isâbe fi Temyizi ’s- Sahabe, c. V, s. 255.
[518] Sıbt İbnu’l-Cevzî, Mir’âtu’z-Zaman fi
Tevârihi ’l A’yân, nşr. Muhammed Berekât,
Dimeşk, 1434/2013, c. VI, 186.
[519] Taberî, Târihu’l-Taberi, c. IV, s. 548.
[520] Taberî, Târihu’l-Taberi, c. III, s. 546.
[521] Minkarî, Vak’atu Sıffîn, s. 128.
[522] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. III, s. 101.
[523] Taberî, Târîhu’l-Taberî , c. III, s. 546.
[524] Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, Dâru Sâdır,
Beyrut,1415/1995, c. II, s. 355.
[525] İbn Hibbân, es-Sikât, c. I, s. 2.
[526] İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebû Süfyan,
Fecr Yayınevi, Ankara, 1990, s. 140.
[527] Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddık, c. I, s.
409.
[528] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe,
c. III, s. 136.
[529] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 128.
[530] Ebû Zeyd el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih,
s. 432.
[531] Minkarî, Vak’atu Sıffîn, s. 426.
[532] İbnu’l-Verdî, et-Tarih, nşr.
Dâru’l-Kütübü’l-İlmiye, Beyrut, 1417/1996, c. I, s. 149.
[533] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe,
c. III, s. 136-137.
[534] Keşşî, er-Ricâl, c. XXXII, s. 1.
[535] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. II, s. 405.
[536] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. V, s. 33.
[537] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 550.
[538] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar,
c. III, s. 1290.
[539] İbnu’l-Verdî, et-Tarih, c. III, s. 149.
[540] Taberî, Târîhu’l-Taberî, IV, s. 552.
[541] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
V, s. 373.
[542] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
V, s. 373.
[543] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. IV, s. 552.
[544] İbn Abdilberr, El-İstîâb
fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.
[545] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. IV, s.
552-553.
[546] Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddık, c. IV, s.
413.
[547] İbn Hibbân, es-Sikât, c. II, s. 278.
[548] Sıbt İbnu’l-Cevzî, El-Mutazam fî Tarîhi
’l-Mulûk ve ’l-Ümem, c. VI, s. 393.
[549] İrfan Aycan, Saltanata Giden YoldaMuaviye b.
Ebû Süfyan, s. 141.
[550] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
V, s. 373.
[551] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar,
c. III, s. 1290.
[552] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. II, s. 300.
[553] Keşşî, er-Ricâl, c. III, s. 1290.
[554] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. V, s. 254.
[555] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. IV, s. 555.
[556] İbn Sa’d, Et-Tabakât nşr. İhsan Abbas), c. V, s.
373-374.
[557] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. IV, s. 555.
[558] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XI, s. 393.
[559] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. VI, s. 52.
[560] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 195.
[561] İbn Sa’d, Et-Tabakât nşr. İhsan Abbas),
c. V, s. 373.
[562] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyizi
’s-Sahabe, c. V, s. 255.
[563] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, nşr. Amr b. Gurâme el-
Umrevî, Dâru’l-Fikr, 1415/1995, c. XLIX, s. 402.
[564] Minkarî, Vak’atu Sıffîn, s. 93.
[565] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s.
401.
[566] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 93.
[567] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 447.
[568] Sıbt İbnu’l-Cevzî, El-Mutazam fi Tarihi
’l-Mulûk ve ’l-Ümem, c. VI, s. 285.
[569] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 552.
[570] Suhârî, Ensâbu’l-Arab, s. 548.
[571] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 28.
[572] Hatib el-Bağdadî, Tarihu’l-Bağdadî, c. I, s. 189.
[573] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 28.
[574] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. V, s. 371.
[575] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 28.
[576] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 49.
[577] Hatib el-Bağdadî, Tarihu’l-Bağdadî, c. I, s. 575.
[578] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XIII, s.
262-264.
[579] Hatib el-Bağdadî, Tarihu’l-Bağdadî, c.
I, s. 575.
[580] Zehebî, Siyeru A ’lâmî’n-Nubelâ c. IV,
s. 6.
[581] Keşşî, er-Ricâl, s. 1.
[582] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 49.
[583] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar,
c. III, s. 1290.
[584] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. V, s. 164.
[585] Ebû’l-Haccâc el-Eşârî, Et-Ta’rîf bi’l-Ensâb
ve ’t-Tenvih bi Zevi’l-Ahsâb, c. I, s. 36.
[586] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar,
c. III, s. 1290.
[587] Keşşî, er-Ricâl, s. 1.
[588] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s.
431.
[589] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s.
520.
[590] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. V, s. 33,
69.
[591] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 50.
[592] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
V, s. 375.
[593] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s.
400; Zehebî Siyeru A’lâmî’n-Nubelâ, c. I, s.
[594] İbn Abdilberr, El-îstîâb
fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.
[595] Hatib el-Bağdadî, Tarihu’l-Bağdadî, c.
I, s. 189.
[596] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c.
V, s. 375.
[597] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s.
401.
[598] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. V, s. 255.
[599] Keşşî, er-Ricâl, s. 1; İbn Abdilberr, El-îstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar,
c. III, s. 1290.
[600] Keşşî, er-Ricâl, s. 1.
[601] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. V, s. 255.
[602] îbn Hibbân, Meşâhiru’l-Emsâr ve A’lâmu
Fukahâi’l-Aktâr, s. 61.
[603] îbn Asâkir, Tarihu Dımeşk, c. XLIX, s.
403.
[604] Şâmî, Subulu’l-Huda ve ’r-Reşâd fi Sireti Hayri’l-İbâd, nşr.
Adil Ahmed, Ali Muhammed Mu’avvid, Dâru’l-îlmiye, Beyrut, c. VIII, s.65, 325.
[605] Zehebî, Siyeru A ’lâmi’n-Nubelâ, c. I,
s. 102.
[606] Mukaddemî, et-Tarih ve Esmâü’l-Muhaddisin ve Kunâhum,
nşr. Sâmi Kazım el- Hafacî, Mektebü’l-Murâşî en-Necefî, Kum, 1427/2007, s. 188,
196.
[607] îbn Ebî Heyseme, et-Tarihu ’l-Kebir,
c. I, s. 504.
[608] İbn Kâni, Mu’cemü ’s-Sahâbe, c. II, s.
346.
[609] Zehebî, Siyeru A ’lâmî’n-Nubelâ, c. VII,
s. 110.
[610] İbnü’l-Esîr, el-Lubâb fî Tezhîbi’l-Ensâb,
nşr. Dâru Sadr, Beyrut, ?, C. II, s. 356, 368.
[611] İbnu’l-İmâd, Şezerâtu’z-Zeheb fî Ahbâr Men
Zeheb, nşr. Mahmûd el-Ernâvût, Dâru
İbn Kesîr, Dimeşk, Beyrut,
1405/1986, C. VIII, s. 516.
[612] Bahşel, Târîhu Vâsıt (nşr. Kûrkîs 'Avvâd), 'Âlemu'l-Kutub,
Beyrut 1406/1985, s. 196.
[613] Ebî Zeyd Ahmed b. Sehal el- Belhî, Kitâbu’l-Bedîve
’t-Tarih, s. 388.
[614] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr,
s. 412.
[615] İbn Ebî Hayseme, Târihu’l-Kebîr, c. V,
s. 41.
[616] İbn Sa’d, Et-Tabakât, c. V, s. 369.
[617] Şâmî, Subulu’l-Huda ve ’r-Reşâd fî Sireti
Hayri’l-îbâd, c. XI, s. 399.
[618] İbn Hibbân, Meşâhiru’l-Emsâr ve A’lâmu
Fukahâi’l-Aktâr, s. 101.
[619] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe,
c. I, s. 238.
[620] Suhârî, Ensâbu’l-Arab, s. 547.
[621] İbn Habîb, El-Muhabber, s. 245.
[622] İbn Hacer el- Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. V, s. 254.
[623] İbn Abdilberr, El-İstîâb
fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1289.
[624] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s.
403.
[625] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabe fî
ma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 423.
[626] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar,
c. II, s. 277.
[627] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi
’s-Sahabe, c. V, s. 360.
[628] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar,
c. III, s. 352.
[629] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. IV, s. 550.
[630] İbn Dâvûd, er-Ricâl, nşr.
Muhammed Sâdık Âlu Bahr, 1392/1972. s. 150.
[631] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s.
403.
[632] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzı
’s-Sahabe, c. VI, s. 450.
[633] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe,
c. IV, s. 450.
[634] Hatib el-Bağdadî, Tarihu’l-Bağdadî, c.
I, s. 189.
[635] Minkarî, Vak’atu Sffîn, s. 292-293.
[636] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti ’l-Ensar, c. III, s.
1289; İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s.
254.
[637] İbnu’l-Verdî, et-Tarih, c. I, s. 149.
[638] Keşşî, er-Ricâl, c. XXXII, s. 1.
[639] İbn Abdilberr, El-İstîâb
fîMa’rifeti’l-Ensar, c. IV, s. 8.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar