Print Friendly and PDF

Sa’d B. Ubâde Ve Kays B. Sa’d’ın Hayatı Ve Siyasi Mücadelesi



Hazırlayan: MEHMET KURT

Tarih, toplumların sosyal gelişimlerini, yeni fikrî ufuklara yelken açmalarını ve yönlerini bulmalarını sağlayan, hafızalarını ve kültürlerini etkileyen bir bilimdir. Aynı zamanda tarih bir milletin bireysel ve toplumsal, dinî, edebî ve kültürel, tüm varlığının bitmez tükenmez bir hazinesidir. Toplumların yollarını aydınlatan, onlara yaşadıkları zamanda ve gelecekte rehberlik eden bir pusula vazifesi görmektedir. Bu nedenle bir milletin tarihini yok etmek ya da unutturmak, o milleti köklerinden koparmak, gelecek yürüyüşünde rehbersiz bırakmak demektir. Bu nedenle tarihin, milletler üzerinde her yönden pozitif etkiye sahip bir bilim dalı olduğunu inkâr etmek mümkün gözükmemektedir. Tarih bu özelliğinden dolayı her zaman büyük ilgi görmüştür ve görecektir.

İslam tarihi, genel tarihin en geniş alanlarından biridir. Çünkü kadim tarih ile yakın tarih arasındaki en verimli aşamayı temsil etmektedir. Kadim medeniyet İslam tarihinde çok fazla yer bulamamışken, modern medeniyet oluşumunda İslam medeniyetinden azami ölçüde faydalanmıştır.

İslam tarihinde yaşanmış geçmişteki olayların ve olguların araştırılıp tahlil edilmesi, yaşanan olayların iç yüzünün ortaya konulması gerekmektedir. Zira İslam tarihinin ilk döneminde yaşanan hadiseler, Müslümanların ihtilafa düşmelerinde önemli bir etken olarak gözükmektedir. Bu nedenle geçmişte yaşanmış hadiselerde etkili olan siyasi, sosyal ve kültürel nedenlerin ve bu hadiselerin sonuçlarının her yönüyle açıklığa kavuşturulması ve anlaşılması, Müslümanlar arasında var olan ihtilafların azalmasına vesile olacaktır. Bugün İslam ümmetini meydana getiren tüm milletlerin sahip oldukları toplumsal, siyasî, ahlakî ve hukukî ilke ve prensipler doğrudan ya da dolaylı olarak tarihi olaylardan etkilenmektedir. Bu sebeple İslam tarihinin daha iyi anlaşılabilmesi için olaylar objektif bir şekilde ele alınmalı ve mantık süzgecinden geçirilmelidir.

Sad b. Ubâde ve oğlu Kays’ın ilk dönem İslam tarihindeki faaliyetleri ve bilhassa Sad b. Ubâde’nin, Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslam devleti için ilk halife adayı olarak çıkmasına ve bunun için verdiği mücadele, ortada Hz. Peygamber’den gelen bir vasiyet ya da tavsiye olmaması sebebiyle bu duruma insani bir refleks ve tabii bir istek olarak bakılmamış, hadise farklı şekilde algılanıp, değişik değerlendirmelere konu yapılmıştır. Yine devlet kademelerinde görev alan oğlu Kays’ın da bir bürokrat olarak ne tür icraatlarda bulunduğu tarafsız bir bakış açısıyla ortaya konulmamıştır. Baba-oğul iki sahabenin vermiş oldukları mücadele objektif olarak ele alınmamış ve değerlendirilmemiş, bu sebeple de tarihteki hak ettiği yeri ve değeri kazanamamıştır. Yaşanan olaylar basit ve sıradan hadiseler olarak değerlendirilmiş ve öylece bir kenara bırakılmıştır.

 

HAZREC KABİLESİ’NİN MENŞEİ VE YESRİB’E YERLEŞMESİ

Hazrec’in ana vatanı olan Arap Yarımadası’nın tarihi, insanlığa hizmet etmesi açısından oldukça eski zamanlara ulaşmaktadır. Bu tarih neredeyse insanlık tarihiyle aynı zamana denk gelmektedir. Dünya’nın insanlığa ev sahipliği yaptığı tarihi düşündüğümüzde çok çok uzun bir zaman dilimiyle karşı karşıya kaldığımızı görürüz. Bu nedenle insan yaşamının ilk dönemleri hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Elimizde var olan bilgilerin çok büyük bir kısmı ya oldukça abartılı, mübalağalı veya efsane-hikâye şeklinde bilgiler içermektedir. Eski zamanlarda yazının fazlaca kullanılmaması, eskiye ait malumatların sonraları yazıya geçirilmesi, özellikle Arap Yarımadası’nda yaşayan Arapların nesepleri ile ilgili bilgileri şifahi olarak aktarmalarını da göz önüne aldığımızda bu bilgilerin sıhhati hakkında ihtiyatı elden bırakmamamız gerekmektedir. Eldeki bu bilgiler ve arkeolojik kazılardan elde edilen malumatlar ışığında Arap Yarımadası’nın ilk zamanlarda coğrafyasının insan yaşamına çok elverişli olduğu, daha sonraları doğal afetler, uzun süren kuraklıklar ve bunun neticesinde su kaynaklarının azalması veya tükenmesi nedeniyle burada yaşayanların, “Mümbit Hilal” diye isimlendirilen Suriye, Irak ve Mısır topraklarına göç ettikleri ya da göç etmek zorunda kalmış olabilecekleri anlaşılmaktadır. Arap Yarımadasında eski zamanlara ait kurumuş doğal su kanallarının bulunması buranın daha önceki zamanlarda mümbit topraklara sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle buradan göçün sebebini sadece kuraklığa bağlamak doğru olmayabilir. Arap Yarımadası’nın birçok bölgesinde yürütülen arkeolojik kazı çalışmalarından elde edilen bilgilere göre: Arap Yarımadası’nda Yontma Taş devri ve Cilalı Taş devrinde buranın bir yaşam yeri, bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bu kazılar, burada hayat süren kavmin kimler olduğuna, hangi ırktan geldiğine dair somut bir bilgi vermemektedir. Bu sebeple Arabistan’ın, Sâmi ırkının öz vatanı oluğunu söylemek pek kolay gözükmemektedir. Elde kesin bilgi olmadığı için bu konu hakkında bugün kesin bir şey söylenememektedir. Bununla birlikte Sâmi ırklarının anayurtlarının Arap Yarımadası olduğu kabul edilmekte; M.Ö IV. yıldan bu yana Sâmi ırkının bu topraklarda yaşamlarını sürdürdükleri, bu bölgenin farklı coğrafyalarında çeşitli devletler kurdukları görüşü kabul görmektedir.[1] Kaynaklarda neseple ilgili verilen bilgilerin güvenirliği hakkındaki endişelerin bulunması, kabilelerin kökenini tespit etmede karşımıza çıkmaktadır. Aynı sorun El-Hazrec kabilesinin menşeini tespit etmekte de geçerli olmaktadır.

Eldeki bilgilere göre Evs ve Hazrec’in kökeni Kahtani’lerin Kudâa’ kabilesinin Kelb batnından gelmektedir. Araplar, bu iki kabilenin atasının el-Hazrec b. Zeyd el Lât isimli kişi olması münasebetiyle bu iki kabileye birden “Hazrec” diyorlardı.[2] [3] El Hazrec "er-Rihu'l- "Âsıf’ yani şiddetli rüzgâranlamına gelmektedir .3 Tarihi kaynaklar, nesepleri Âdem’le başlatmaktadır.[4] Buna göre Hazrec Kabilesinin Âdem’den başlayan nesep zinciri şöyledir: Yektan b. Âbir b. Şâlih b. Erfahşed b. Sam b. Nuh b. Lemek b. Mektev Şeleh b. İdris (Ehnûh) b. Yerd b. Mehleîl b. Kaynân b. Enuş b. Şîs b. Âdem.[5] Yektan/Kahtân Yemen’e ilk yerleşen kişidir ve Hz. İsmail’in soyundan değildir.[6] Hazrec kabilesinin Yemen’den geldiği ve menşelerinin Kahtânilere dayandığı bilgisi tüm nesep kitaplarında bir şekilde verilmektedir. Ensar şairlerinden olan Hassân b. Sâbit (ö. 60/680)’in cahiliye döneminde söylediği bir şiirde kendilerinin soylu bir kabile olduklarını, soylarının Ezd olduğunu, pınarlarının da Gassân olduğunu dile getirerek bu görüşü desteklemiştir.[7] Arabu’l Arîbe olan Hazrec, Ezdilerin 26 alt boyundan biridir.[8] Evs ve Hazrec kabilelerinin Yemen’den ayrılıp farklı bölgeye yerleşen dedesi Hârise b. Âmir’in oğlu Amr’dır. Tarihçiler, Evs ve Hazrec kabileleri atalarının Medine yörelerine gelişlerini Amr bin Müzeykıyâ menkıbesiyle irtibatlandırırlar. Bu menkıbeye göre Amr bin Müzeykıyâ, Arîm Seli felaketinin meydana gelmesiyle Me’rib baraj Seddi’nin yıkılacağını kâhin/müneccimlerden öğrenince veya rüyasında görünce[9] yeni yaşam yerleri bulmak için kendisine tabi olanlarla Yemen’den ayrıldığı anlatılır.[10] Bununla birlikte Arîm Seli ve Me’rib Seddi’nin yıkılışının tarihi net olarak bilinmediği için çok uzun yıllar hizmet verdiği ve bu yıllar içerisinde çok defalar tamir edildiği de Amr b. Müzeykıyâ ve liderliğini yaptığı topluluğun ne zaman ayrıldıklarının tespiti düşünüldüğünde, Benî Ezd Kabilesi’nin göçleri hakkında kesin bilgi verilemeyeceği ortadadır.[11] Ancak M.Ö. üçüncü asırdan itibaren Arabistan Yarımadası’nda yaşayan halkın birçoğu, özellikle şiddetli kuraklık periyodunda yaşanan baskı nedeniyle kuzeye doğru göç etmişlerdir.[12] Benî Ezd’in çeşitli aralıklarla Yemen’den kuzeye göç ettiği ve ilk göçte, Huzaa Kabilesi’nin Mekke’ye göçtüğü, bunun M.S. 20 yılına dayandığı tahmin ediliyor. Yemen’deki siyasi ve iktisadi durum, halkın tamamını olumsuz etkilediği için, Benî Ezd de göçe mecbur kalmıştır.[13] Göçe liderlik eden Amr b Âmir’in liderliğindeki grup farklı kollara ayrılarak farklı yerlere, Evs ve Hazrec Yesrib’e yerleştiler.[14] Medine’ye ilk yerleşen Hazrec Kabilesi’nin ilk ata şeceresini şu şekildedir: El-Hazrec b. Hârise b. Sa’lebe b. Amr (Müzeykıyâ) b. Âmir b. Hârise b. İmrulkays b. Sa’lebe b. Mâzin b.(Abdellah b.) el-Ezd b. el-Gavs b. en-Nebt b. Mâlik b. Zefd b. Kehlân[15] b. Sebe b. Ye’reb b. Kahtân b. Âbir b. Şâlih b. Erfehsez b. Sâm b. Nûh. İbn Kuteybe (ö. 276/889) de “Evs ve Hazrec kabileleri Sebe’nin oğlu Kehlan’dan türemiştir” görüşünü benimsemiştir.[16] Hazrec ve Evs (Ensar) kabilerinin ataları olan Hârise b. Sa’lebe’nin iki oğlu, el-Hazrec ve el-Evs Yesrib’e (Medine) yerleştiler.[17]

Anneleri Kudâa kabilesinden Kuble binti Kâhil b. Sa’d b. Huzeym’dir.[18] Hacrec Kabilesinin nesep zinciri verilirken küçük farklılıkların olmasına rağmen, onların Yemen asıllı olmaları hakkında en ufak bir endişe bulunmamaktadır. Hemen her tarihçimiz Ensar’ı meydana getiren Evs ve Hazrec kabilelerinin köklerinin Yemenli olduğunu bildirmiştir.

Hazrec kabilesi Yesrib’e geldiğinde burada irili ufaklı yirmiden fazla Yahudi kabilesi bulunmaktaydı. Bu kabilelerin her birisine ait karyeleri ve her karyede utumları (küçük kale) vardı. Hazrec ve Evs, Medine’de (Yesrib) yerleşmiş olan Yahudi yerleşim bölgelerinin arasına ve etrafındaki yüksek ve alçak bölgelerine yerleştiler. Bazıları Karâhim’de bulunan Yahudilerin yanına, bazıları ise ne Yahudilerin yanına ve ne de Yahudileşmiş Arapların yanına, bunların bulunmadığı yerlere giderek oralara yerleştiler. Hazrec buraya geldiğinde Medine’nin serveti Yahudilerin elindeydi. Yahudilerin elli dokuz tane “Utum” lari (küçük kale) bulunmaktaydı. Hazrec ve Evs’den önce Yahudilerin yanına gelip yerleşen Arapların ise on üç utumları vardı. Hazrec ve Evs Medine’ye geldiğinde Yahudiler, şehre her yönüyle hâkimdiler.[19] Medine’ye Yahudilerden sonra gelen Hazrec ve Evs bir anlamda Yahudilerin kontrolü altındaki topraklara gelmiş ve buralara yerleşmişlerdir.[20] Zorunlu olarak Yahudilere tabi olarak Yahudilerin ekonomik ve siyasi baskısı altına girmişlerdir. Evs, Kureyza ve Nadir Yahudilerinin çevresindeki Avâli bölgesine,

Hazrec de Medine’nin aşağı bölgesine yerleşip, Benî Kaynuka Yahudilerine komşu oldular. Yahudiler, kendilerini güvende hissedecekleri bir ortam ve her türlü dayanışmayı sağlayacak antlaşmalar yapıp karşılıklı yeminleştiler.[21] Evs’in yerleştiği bölge Hazrec’e göre daha verimli bir bölgeydi. Bölgenin bu şekilde olması iki kardeş kabile arasındaki çatışmaya katkı sağlamıştır.[22] Daha sonraları ekonomik ve nüfus olarak gelişme gösteren el-Hazrec akrabaları olan Gassânilerin yardımı ile Medine’ye Miladi 492 yılında hâkim olmuşlardır.[23] Hazrec zamanla farklı bölgelere yerleşmiştir.[24]

Hicret’in gerçekleştiği sıralarda Hazrec kabilelerinin, Medine’deki yerleşim yerleri aşağıda belirtilen şekildeydi: 1- Benî el-Haris b. el-Hazrec el-Ekber. Hârise oğulları el- A’vâlî olarak bilinen Buhtan Vadisi ve Turbetu Sua’yb’ın doğu tarafına yerleştiler. 2- İkiz kardeş olan Cuşem ve ikizi Zeyd Ebnâ el-Hâris bin el-Hazrec oğulları Medine ile Mescid’i Nebi arasında bulunan “es-Sunh” bölgesine, el-Hazrec oğullarına yakın yere yerleştiler. 3- Utbe b. Amr b. Hadîc b. Âmir b. Cüsem b. el-Hâris b. el-Hazrec oğulları eş-Şavt ve Kevmu’l-Kevme bölgelerine yerleştiler. 4- Benî Hudrâ b. Avf b. el-Hâris b. el-Hazrec kolu Cirâr-ı Sa’d bölgesine yerleşti. 5- Benî el-Ebcer bu şahıs Hadre bin Avf b. el-Hâris bin el-Hazrec adlı kişidir. Bunlara Benî Hudrâ kardeşi benî Hudrâ oğulları denir. Hudrâ oğulları yeri olarak bilinen bölgeye, 6- Benî Guseyne kabilesi Belî bölgesinde Benî Salimoğullarına bitişik bir bölgeye, 7- Benî Hublâ (Mâlik b. Sâlim b. Ganem) kabilesi Kuba ile Hâris oğulları yurdu arasına, 8- Benî Selime b. Sa’d b. Ali b. Esed b. Sâride b. Tezîd b. Cüşem b. el-Hazrec el-Ekber kabilesi iki Kıbleli Mescid ile Mizâd nahiyesi arasındaki bölgeye, 9- Benî Sevvâd b. Ganem b. Ka’b b. Selim oğulları, Mescid’i Kıbleteynden (Mescid bu kabileye aittir.) İbnu Ubeyd ed-Dinârî bölgesine kadar olan yere, 10- Benî Ubeyd b. Adiyy b. Ganem b. Ka’b b. Seleme oğulları Medine’deki el-Hurbe Mescid’inden (ki bu kendilerine aittir) Benî Ubeyd dağına kadar olan bölgeye, 11- Benî Harâm b. Ka’b b. Ganem b. Ka’b b. Selîme oğulları el-Kâ’a da bulunan Benî Harâm es-Sagir Mescidi’nden Câbir b. Atîk ve Ma’bed b. Mâlik arazilerinin ortasındaki yere, 12- Benî Muriyy b. Ka’b b. Seleme (bunlar Benî Harâm oğullarının dostlarıdır.) Câbir b. Atîk’e ait olan duvarın batısından Benî Ubeyd dağına kadar olan bölgeye, 13- Benî Biyâde ve Zureyka Âmir b. Zureyka b. Abdu Hârise b Mâlik b. Gadb b. Cüşem b. el-Hazrec el-Ekber’in iki oğludur. Benî Habîb b. Abdu Hârise, Benî el-Liyyîn (Benu Âmir b. Mâlik b. Gadb ve Benî Ecda’dır. Bunlara Benî Muaviye b. Mâlik oğulları da denir.) Benî Zurekayı oluştururlar. Dâr-ı Benî Beyâde denilen bölgeye yerleşmişlerdir. Her kabilenin kendisine ait utum’ları vardır. 14- Benî Sâide b Ka’b b. el-Hazrec el-Ekber oğulları iki gurup olarak dört bölgeye yerleşmişlerdir. Benî Sâide oğulları anılmaktadırlar. 15- El- Hazrec b. Sâide’nin iki oğlu olan Benî Amr ve Benî Sa’lebe boyları Medine Çarşısı ile Medine Çarşısı’nın Şam’a doğru doğusu olan Benî Damra denilen bölgeye, 16- Benî Kışbe (Âmir b. el-Hazrec b. Sâıde) oğulları Benî Hudeyle’ye yakın Benî Damra yurdunun doğusundaki yere, 17- Benî Ebî Huzeyme b. Sa’lebe b. Tarif b. el-Hazrec b. Sâide (bu kabile Sa’d b. Ubâde’nin akrabaları, kavmi ve kabilesidir.) oğulları “Cirâru Sa’din” denilen bölgeye, (Medine Çarşısı’nın arazisi Sa’d b. Ubâde’nin Cirâr-konak-ı ile el-Musallâ denilen yerin arasındadır.) 18- Sa’lebe b. Tarîf el-Hazrec b. Sâıde’nin iki oğlu olan Benî Kışşe ve Benî İnân oğulları Benî Sâide veya Benî Tarîfe denilen yer ile Cirâr’ı Sa’d arasındaki topraklara yerleşmişlerdir. 19- Benî Mâlik b. en-Neccâr kendi adları ile anılan bölgeye yerleştiler. Benî Ganem b. Mâlik buraya utum inşa etmiştir. 20- Benî Mâzin b. en-Neccâr oğulları yurtları kendi isimleriyle bilinen nahiye’ye yerleştiler. Bu kabile el-Budda’ kabilesi olarak anılmaktadır. 21- Benî Dinâr b. en-Neccâr oğulları Buhtan Vadisi’nin arka tarafına kendi adları ile anılan bölgeye yerleşmişlerdir.[25]

İSLAM ÖNCESİ HAZREC VE EVS KABİLELERİ ARASINDAKİ REKABET

Akrabaları Gassânilerin yardımı ile şehre 492 yılında[26] hâkim olan Hazrec ve Evs kendi aralarında çekişmeye başlamıştır. Bunu gören Yahudiler ise her iki kabileyi birbirine karşı kışkırtarak aralarındaki kavgayı iyice körüklemiştir. Evs ve Hazrec, şehre ilk geldikleri zaman iç bölgelere yerleşmişlerdi.[27] Şehri yeniden imar eden bu iki kardeş kabilenin arasında oluşan birlik ve beraberlik çok uzun sürmedi. Evs sayıca az olduğu için Benî Kureyza ve Benî Nadir Yahudileri ile ittifak kurdu. Böylece her iki kabile arasında yaklaşık 120 yıl sürecek ve kanlı çarpışmalara neden olacak bir düşmanlık başlamış oldu. Bu süre içerisinde Evs ve Hazrec Kabileleri arasında birçok savaş yaşanmış ve bu savaşların çoğunda Hazrec galip olmuştur. Aralarında ilk nifak tohumu da Evs’in ölüm döşeğinde iken kaviminin başına toplanarak “senin Mâlik’ten başka çocuğun yok, oysa kardeşin Hazrec’in beş oğlu var” demeleriyle atılmış oluyordu.[28]

Evs ve Hazrec birlikte Medine’ye yerleşmişlerdi. Söylemleri de birdi. Ekonomik ve nüfus açısından gelişmişlerdi. Bu durumlarının siyasete yansımaması için aralarına nifak girmesi ve birliklerinin bozulması gerekiyordu. Öyle de oldu. Asla diğer kavimler arasında bu kadar uzun süreli vuku bulamayacak savaşlar, kutsal saydıkları “Yevmu’l derceke” günlerinde bile meydana gelmiştir.[29] İbn Hazm’a (Ö.292/905) göre ise Evs ve Hazrec arasındaki ilk savaş “Yevmu’s-Safine”dir.[30] Diğer kaynaklarda “Harbu Sümeyr” olarak geçmektedir.[31] Bu iki kabile Müslüman olmadan önce Yesrib’de birlikte yaşamış oldukları 120 yıl süresince; Yevmu’s-Safine, Yevmu’s- Sırâre, Yevmu Vifâk Benî Hutme, Yevmu Hatib b. Kays, Yevmu Hâdîru’l-Ketâib, Yevmu Etam Benî Sâlim, Yevmu’l-Bekî’, Yevmu Buâs, Yevmu Madras ve Ma’bes, Yevmu’d-Dâr ve Yevmu Buâs adlarında bilinen günlerde çok kanlı bir düzine savaş yapmışlardır.[32] Bu savaş isimleri Harbu Sümeyr, Harbu Ka’b b. Amr el-Münâzî, Yevmu’s-Sirâre, Harbu’l-Huseyn b. el-Eslet, Harbu Rebîu’l-Zaferiyy, Harbu Fâri’ (bi sebebi’l-Gulam el-Kadâiyye), Harbu Hâtıb b. Kays, Yevmu’l-Rebî’/Yevmu’d-Derek (Vefa’da bu isim geçmektedir.), Yevmu’l-Ficâri’l-Evvel, Yevmu Ma’bes ve Madres, Yevmu’l-Ficâri’s-Sânı ve Yevmu Buâs şeklinde de verilmektedir.[33]

Evs ve Hazrec arasındaki en kanlı savaş “Yevmu’l-Buâs” adı ile anılan, Medine’ye iki günlük mesafede bulunan Buâs bölgesinde, hicretten beş-altı yıl önce gerçekleşen ve en son yaptıkları savaştır. Bu savaşta Hazrec’in reisliğini Amr b. Numan b. Halde yapmıştır. Evs’lilerin galibiyeti ile sonlanmıştır.[34] Evs ve Hazrec kabilelerinin miladi IV. asırda Medine’ye geldkleri düşünüldüğünde; Evs, ittifak kurduğu iki Yahudi kabilesinin yardımı ile Yesrib’e geliş tarihleri olan M.S. 347[35] yaklaşık 270 yıl sonra Hazrec’e karşı büyük bir galibiyet sağlamıştır. Fakat bu iki kabile, Yahudilerin, Yesrib’e eskiden olduğu gibi hâkimiyet sağlayacağını fark ettikleri için aralarında tekrar barış sağlamışlardır. Bu savaşta her iki taraftan birçok ileri gelenle birlikte Hazrec’e reislik yapan Amr b. Numan da öldürülmüştür.[36] Hazrec kabilesinden Abdullah b. Übeyy, bilinçli bir şekilde bu savaşa katılmamıştır. Bu nedenle savaş sonrası ve hicretten önce iki kabile ileri gelenleri, bu savaşta tarafsız kalarak Evs ve Hazrec’e baş olma arzusunu taşıyan Hazrec’li Abdullah b. Übeyy b. Selül’ün başkanlığında birleşmeye karar vermişlerdir.[37] Bu kararlarıyla Hazrec ve Evs arasındaki geçimsizliğin giderilmesini, barış ve huzurun gelmesini arzuluyorlardı ve bunun arayışı içeresindeydiler. Akabe Biati öncesi Mekke ziyaretlerini de bu arayış içerisinde yapmışlardı.[38]

Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesi ile birlikte aralarındaki geçimsizlik gidecek ve yerine kardeşlik tesis olacaktı. Hz. Peygamber’in eşi Aişe (ö. 58/678), Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki düşmanlık, çok kuvvetli nefret, kin ve savaşların, Medine halkının, İslam ve Peygamberine kucak açmalarındaki dahlini Yevm-u Buâs, Allah’ın Peygamber’ine bir hediyesiydi. Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde (Evs ve Hazrec) fırkalara ayrılmış, kabile önderlerinin bir kısmı katledilmiş bir kısmı da yaralanmışlardı. Allah Teâlâ, onlara hidayet yolunu açarak, onların Müslüman olmasını sağlayarak Peygamber’ine lütuf ihsan etmiştir”[39] şeklinde dile getirmiştir. Hazrec ve Evs kabileleri İslam öncesi putperest idiler. İnandıkları put El-Muşellel nahiyesinin Kudeyd mevkiinde bulunan Menat putu idi.[40] Ya’kûbi’ye göre ise Evs ve Hazrec’in putu sahilde Fedek bölgesinde dikiliydi.[41]

Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti kuşkusuz hem İslam hem de dünya tarihi açısından en büyük olaylardan biridir. Medineli Hazrec ve Evs arasındaki bu düşmanlık bu büyük olaydan sonra yerini kardeşliğe bırakarak yok olmuştur.

Kuzey Arabistan yerleşik yaşayanlarının sosyal statülerinin esasını şekillendiren çöller, bu toprakların büyük bir kısmını oluşturuyordu. Bu çöl arazilerde yetişen bitkiler, sadece küçükbaş hayvanları ile adeta Arap’ın her şeyi olan, deveyi beslemeye ancak imkân verirdi. Çölün yapısı, Arapların çok geniş araziler içerisinde göç etmelerini zorunlu kılmıştır. Çölde hayatta kalabilmek dayanışmayı gerektirdiği için bunu kan bağı yoluyla çözmüşlerdir. Büyük kabileleri bir arada tutan kan bağı onların nesep sistemini belirlerdi.[42] Araplar bu nedenle oldukça sıkı bir şekilde nesebe önem vermişlerdir. Neseple ilgili hadiste “Gücünüz yettiği ölçüde nesep hakkında bilgi edinin ve bu bilgilerle akrabalarınıza ulaşın” ve Ömer b. Hattâb’a ait olduğu ifade edilen şu ifadede onun “Nesebi öğrenin, yerde çıkan siyah bir ot gibi olmayın. Birine aslı (soyu) hakkında bir soru sorulduğunda: Bu karyeden falan filan desin” dedikleri aktarılmaktadır.[43] [44] Bu kan bağına rağmen Arap bedevisi oldukça fazla ferdiyetçidir. Öyle ki bu ferdiyetçilik, bedevi Arap’a “Allah bana ve Muhammed’e acısın, merhamet etsin, ikimizden başka hiç kimseye merhamet etmesin”4 dedirtebilmektedir. Kabileler genel olarak hürriyet ve eşitlik (müsavât) üzerine inşa edilmiş birer cemiyettirler. Fakat bununla beraber bu yapılar, az da olsa içerlerinde reislik yönetimine ait bir nüveyi de barındırmaktadırlar. Sistem hürriyet ve eşitlik üzerine kurulmuştur. Kabilenin tüm üyeleri kan bağından gelen bütün hak ve sorumluluklara sahiptir. Kabilenin her üyesi haklı haksız olup olmamasına bakmadan kan kardeşine yardım etmekle görevlidir. Bu nedenle kabile reis/seyitlerine ait özel bir hak ve hukuk yoktur. Ancak sorumlulukları çok büyüktür. Kabile üyelerinin tamamı, kabile reislerinin savaşta hayatlarını, barış zamanında ise servetlerini ortaya koymaları beklenirdi. Görevleri her şekilde kabile birliğini koruyup devam ettirmektir.

BİRİNCİ BÖLÜM

SA’D BİN UBÂDE’NİN HAYATI VE SİYASİ FAALİYETLERİ

SA’D B. UBÂDE’NİN İSLAM ÖNCESİ HAYATI

Sa’d b. Ubâde b. Düleym b.(Ebî Hâlime b.)[45] Hârise İbn Hazîme[46] b. (Haram)[47] (bu isim her kitapta geçmemektedir) b. Huzeyme (  Bu isim Huzeyme, Hazîm ve Hazîme gibi farklı okunmasından dolayı farklı isim gibi verilmektedir)[48] bin Sa’lebe bin Tarif b. el-Hazrec b. Sâıde b. Ka’b b. el-Hazrec[49] şeklindedir. Sa’d b. Ubâde Benî Sâide oğullarındandır. Benî Sâide oğulları ise Ka’b b. el-Hazrec’in neslinden türemiştir. Sa’d b. Ubâde, el-Hazrec’in oğullarından biri olan Ka’b’ın soyundan gelmektedir.[50] Sa’d b. Ubâde’nin annesi; Umre binti Mesûd[51] b. Kays b. Amr bin Zeyd Menât bin Adiyî İbn Amr b. Mâlik bin en-Neccâr[52] b. el-Hazrec’dir ve bu kişinin üçüncü kızıdır.[53] Annesinin babası olan Mesûd b. Kays, Mesûd b. Zeyd el- Eşheliyye’nin halasının oğludur. Bu şahıs Bedir savaşına katılan sahabilerdendir.[54] Neccâr oğulları Sa’d b. Ubâde’nin dayılarıdır. Sa’d b. Ubâde’nin annesi Umre binti Mesud kadın sahabilerden olup hicretin beşinci senesinde Medine’de vefat etmiştir.[55] Benî Sâide oğulları boyları birbirine yakın bölgelerde ve aralarında yabancı bir kabilenin bulunmadığı şekilde oturmaktaydılar.[56]

Sa’d b. Ubâde’nin İslam öncesi hayatıyla ilgili bilgiler kaynak eserlerimizde yok denecek kadar azdır ve var olan bilgiler de birkaç satırı geçmemektedir. Sa’d b. Ubâde, tarih sahnesine ilk kez ikinci Akabe Biati ile birlikte çıkmaktadır. Kendisi ikinci Akabe Biati’ne katılmış ve on iki nakîb (lider, önder, kavmine İslam dinin anlatmada ve ulaştırılmasından sorumlu kişi, temsilci) olarak seçilmiştir. Bu olay, Sa’d

b. Ubâde’nin tarihi kayıtlarda yer almasına neden olmuştur.[57] Sa’d b. Ubâde’nin babası, Ubâde b. Düleym b. Hârise b. el-Hazrec’dir.[58] Sa’d b. Ubâde’nin nerede doğduğu ile ilgili herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Bunun nedeni ise tarihçilerin onun Ensar’dan olması sebebiyle Medine’de doğup büyüdüğünü düşünmeleri olabilir. Yalnız Beğavî (ö.                                            317/929), Sa’d b. Ubâde’nin Medine’de oturduğunu bildirmektedir.[59] Kaynaklarımız Sa’d b. Ubâde’nin altıncı sıradaki dedesi olan Tarîf b. el-Hazrec[60] hakkında özel bilgi vermektedir. Bunun nedeninin Sa’d b. Ubâde’nin ceddinin bu kişiyle birlikte kabile reisliğini elde etmesidir. Ayrıca kabile reisliğini almaya hak kazanan Tarîf el-Hazrec, reisliğin geleneği haline gelen yemek verme, cömert davranma vb. faaliyetlerini başlatmış[61] olmasıdır şeklinde düşünülebilir. Sa’d b. Ubâde, oğlu, babası ve dedesi Düleym’den Tarîfe kadar olan ataları bu görevi devam ettirmişlerdir.[62]

Sa’d b. Ubâde, dedesi Düleym’in de yaşamış olduğu utumda (kale ev) yaşamını sürdürdü. Sa’d b. Ubâde de babası ve atalarının cahiliyye döneminde yaptırdıkları gibi bir münadinin utum üzerinde bir yere çıkarak günün her vaktinde “kim et ve yağ isterse, Düleym b. Hârise ’nin konağına gelsin” diyerek bağırması geleneğini[63] “kim iç yağı ve eti seviyorsa yemek için Sa’d b. Ubâde ’nin utumuna gelsin” şeklinde devam ettirmiştir.[64] Sa’d b. Ubâde, babası, dedesi ve oğlu Kays b. Sa’d cömertlikleriyle meşhur olmuşlardır.[65] Müslüman olan Sa’d b. Ubâde hakkında bu bilgilere ulaşırken, onun İslam öncesi yaşamı ve faaliyetleri hakkında detaylı bir bilgiye rastlanılmamıştır. Aynı şekilde İslam öncesi hayatında kabilesi ile ilgili yaptığı herhangi bir eyleminin dile getirildiği ve Medine dışına çıktığına dair herhangi bir bilgiye rastlanılmamıştır. Belki de Medine/Yesrib’in dışına çıkılmamasının nedeni Medine toplumunun yaşamlarını tarım ile devam ettirmeleri birinci derecede etkili olmuş olabilir. Bununla birlikte iki kabile arasında var olan çekişme ve düşmanlık sebebi ile oluşan emniyet ve can güvenliği meselesi de Medine halkının dışarı çıkmalarını olumsuz yönde etkilediği de düşünülebilir. Bu şekilde bir değerlendirme yapılmasını ortadan kaldıracak bir engel görülememektedir. Bu sebeplerden dolayı Sa’d b. Ubâde’nin de Medine dışına çıkmamış olması kuvvetle muhtemeldir.

Ensar’ı oluşturan Medine’li Evs ve Sa’d b. Ubâde’nin de mensubu olduğu Hazrec kabilesinin İslam öncesi dinleri putperestlikti. Yesrib halkının, putperestlik dinine bağlılıkları Mekke toplumunda olduğu gibi ileri bir düzeyde değildi. Putlarının ismi

Menât’dır. Menât Medine dışındaki Müşellel (Müşellel bir dağın ismi olup bu dağdan Kudeyd’e inilir) nahiyesinin deniz sahilinde Kudeyd (Mekke’ye yakın bir yerdir) adı ile bilinen bir yerde bulunmaktaydı. Yesrib (Medine) halkından kim onu benimser ise onun putuydu.[66] Putları Menât’ın Medine’den uzak bir yerde bulunması, Medine Arap halkının her an ona tapınmasını, onu hatırlamasını ve ona bir şeylerin sunulmasını zorlaştırmakta olup Medine halkı bu durumdan şikâyetçi değildi. Sa’d b. Ubâde de kavmi gibi putperestliğe inanmış birisiydi. Kendisine dayandırılan bir rivayette: “Düleym’in kendilerinin ataları olduğunu, Düleym’in her sene Menât putuna on deve hediye ettiğini, babası Ubâde’nin aynı şekilde bu durumu sürdürdüğünü ve kendisinin de Müslüman oluncaya kadar aynı şekilde Menât putuna on deve hediyede bulunduğunu, sonra oğlu Kays’ın bu on deveyi Kâbe’ye bağışladığını” bildirmektedir.[67] Sa’d b. Ubâde belki de kabile reisinin çocuğu olması sebebiyle cahiliye döneminde iyi bir eğitim alarak Arapça okuma yazma bilen, iyi bir yüzücü, ok atma ve kullanmada mahir bir kişiydi. O devirde bu tip yetenekleri kazanmak ekonomik açıdan oldukça zor olması nedeniyle aralarında bu üç yeteneğe sahip olan kimselere Araplar, eksiksiz tam, olgun kişi, anlamına gelen “el-Kâmil” diyorlardı.[68] Sa’d bin Ubâde’nin kardeşi Saîd bin Ubâde de “el-Kamil” sınıfına giren çok nadir kimselerden biriydi. O da Arapça okuyup yazabiliyor, iyi yüzüyor ve iyi ok atabiliyordu.[69] Mendü binti Ubâde bin Düleym b. Hârise bin Ebî Huzeyme Sa’d b.

Ubâde’nin kız kardeşidir.[70] İsmi Mendüs olarak da verilmektedir.[71] Mendü/Mendüs binti Ubâde hakkında başka bir bilgi bulunmamaktadır.

Sa’d b. Ubâde de ataları gibi Hazrec kabilesinin alt kollarından biri olan Benî Sâide oğullarının seyyidi/reisiydi. Arabistan Yarımadası’nda çölde yaşayan kabileler için geçerli olan çöl kanunu, şehirdeki kabileler için de geçerliydi. Kabileler genel hürriyet ve eşitlik (müsavat) üzerine kurulmuş birer topluluklardır. Kabile reislerinin ölmesi halinde yerine geçecek kişi kabilede ileri gelenler tarafından bir araya gelinen müzakere meclisinde müzakere edildikten sonra belirlenirdi.[72] Kabile reislerinin kabile üzerinde mutlak hâkimiyetleri bulunmamasına rağmen onların görevleri çok büyüktü. Savaş zamanında canlarını barış zamanlarında ise servetlerini ortaya koymak durumundaydılar. Her kabile kendine ait yerlerde hür ve bağımsız olarak, başka birinin emrine girmeden otururlardı.[73] Kabile reisliği süresince Sa’d b. Ubâde, özellikle cömertliğiyle tanınmıştı.[74]

Sa’d bin Ubâde gibi bir gün içerisinde arka arkaya dört defa sofra kurdurup insanları doyuran bir kişi ne Evs’de ve ne de Hazrec’de bulunuyordu. Kavmi de onun kabile reisliğini ve liderliğini kabul etmiş bulunmaktaydı.[75] Cahiliye döneminde Benî Kaynukâ’ (alt kol) Yahudileri Sa’d b. Ubâde’nin dost ve müttefikiydi.[76] Sa’d b.

Ubâde’nin o dönemde şahsi dostları da bulunmaktaydı. Nastas onun o dostlarından biriydi.[77] Kabileler Sa’d ismini çocuklarına vermekteydiler. Bu dönemde Ensar’ı meydana getiren Evs ve Hazrec kabilesinde yedi Sa’d ismi bulunmaktaydı. Bu yedi Sa’d isminin dördü Evs’ten, Sa’d b. Ubâde, Sa’d b. Rebî’ ve Sa’d b. Osman Ebû Ubâde olmak üzere üçü de Hazrec kabilesinden idi.[78] Yine Sa’d b. Ubâde’nin ss- Sûdede’de eski bir evi bulunmaktaydı.

Sa’d b. Ubâde de geleneğe uyarak birden fazla evlilik yapmıştır. Oğulları Saîd,[79] Abdurrahman ve Muhammed’in annesi Gaziyye binti Sa’d b. Halife b. el-Eşref b. Ebî Hazîme b. Sa’lebe İbn Tarîf el-Hazre b. Sâide’dir.[80] Kays, İmâme ve Sedus’ün annesi Fükeyhe binti Abid İbn Düleym b. Hârise b. Ebi Hazîme’dir ve künyesi farklı şekillerde verilmektedir. Onun künyesinin Ebu Sabit b. Sa’lebe İbn Tarîf el-Hazrec b. Sâide olduğu bildirilmektedir.[81] Ayrıca kendisinden çocuğu olmayan Ümmü Târık da Sa’d b. Ubâde’nin hanımıdır.[82] Sa’d b. Ubâde, eşlerinin isim şecerelerinde de anlaşılacağı üzere evliliklerini kendi kabilesi içinden yapmıştır.

Sa’d b. Ubâde’nin künyesi farklı şekillerde verilmektedir. Künyesinin Ebû Sâbit[83] olduğunu söyleyenler çoğunluktadır. Künyesinin Ebû’l-Kays olduğunu bildirenler ise ikinci sırada gelmektedir.[84] Sa’d b. Ubâde için bu iki künyenin ikisinin de kullanıldığını bildiren tarihçilerimiz de bulunmaktadır.[85] Bunların dışında Sa’d b. Ubâde’nin künyesinin Ebû’l-Hubab[86] ve Ebu Abdullah[87] olduğu bilgisi de kaynaklarda yer almaktadır.

Kaynaklarımızda Sa’d bin Ubâde’nin ikinci Akabe Biatinde Müslüman olmuş olabileceği geçse de bu bilgi tatmin edici gelmemektedir. Zira Sa’d b. Ubâde ikinci Akabe Biati’ne katılıp hemen Müslüman olup canını, malını ve çocuklarını ortaya koyacak bir şekilde büyük bir taahhütte bulunamazdı. Sa’d b. Ubâde’nin daha erken bir tarihte Müslüman olma ihtimali daha yüksek gözükmektedir. Hz. Peygamber bi’set’inin on birinci senesinde 620 yılında her sene yaptığı gibi Arap Yarımada’sının farklı yerlerinden hac için Mekke’ye gelen Araplara İslam dinini tebliğ etmek için yola çıktığında Akabe yakınlarında Hazrec kabilesinden bir grup Hazreclilere rastlamıştı. Karşılıklı tanışmadan sonra onlardan izin isteyerek Hazrecli gurubun yanına oturarak onlara İslam dinini tebliğ etti. Tebliğ’e muhatap olan Hazrecliler Hz. Peygamber’i tasdik edip anlattıklarını kabul ettiler[88] ve böylece Medineliler ilk defa İslam’la birinci Akabe Biati ile tanışmış oldular. Sonra Hz. Peygamber yanlarından ayrıldı. Bu insanlar Medine’ye dönerlerken Hz. Peygamber Musa’b b. Umeyr’i de Medinelilere dini öğretmek ve Kur’an ta’limi için onlarla birlikte gönderdi.[89] Mus’ab b. Umeyr ve Müslüman olan Hazrecliler Medine’ye geldikten sonra şehirde İslam dinini anlatma faaliyetlerine başladılar. Onların gayret ve çabaları neticesinde İslam, Medine’nin her köşesinde doğal olarak konuşulmaya başlamıştı. Bu konuşmalar o kadar çok yayılmıştı ki Medine’nin her yerinde bulunan Ensar İslam dini konuşur olmuş, öyle ki bu konuşmanın yapılmadığı hiçbir ev kalmamıştı.[90] Sa’d b. Muaz’ın İslam dinini kabul etmesinden sonra tebliğ faaliyetleri daha bir hız kazanmış ve bunun neticesi olarak önce Evs’lilerin ve daha sonra Hazrec’lilere ait her evde muhakkak Müslüman birileri bulunmaktaydı.[91] Bu nedenle ikinci Akabe Biati’ne kadar geçen bir yıllık süre içerisinde Sa’d b. Ubâde’nin Müslüman olması daha makul gelmektedir. Zira rakip kabilenin reisi Sa’d b. Muaz Müslüman olmuştur. Onun Müslüman olması, Sa’d b.

Ubâde’nin ikinci Akabe Biati’nden önce Müslüman olmasını[92] da tetiklemiş olabilir veya Sa’d b. Ubâde’nin en azından ciddi olarak İslam’ı düşünmesini sağlamıştır. Bu durumda olan Sa’d b. Ubâde’nin Müslüman olarak veya İslam dinini kabul etmemiş olsa bile Müslüman olmayı düşünen bir alt yapı ile ikinci Akabe Biati’ne katıldığını rahat bir şekilde söyleyebiliriz.

Sa’d b. Ubâde’nin ismine İslam tarihinde ilk defa ikinci Akabe Biati’ne katılması sebebiyle bu Biat hakkında bilgi veren rivayetlerde rastlanılmaktadır. Medine’de Ensar’ı oluşturan Evs ve Hazrec kabilelerinden 73’ü erkek 2’ si kadın olmak üzere toplam 75 kişi ikinci Akabe Biati’ne katılmıştır.[93] Hz. Peygamber, bu biate katılanlar arasından 12 nakip çıkarmalarını istedi.[94] Bu talep üzerine Akabe’ye iştirak edenler, kendi kabilelerine dini anlatmak, temsil etmek ve onlara liderlik etmeleri için 12 nakîb çıkarttılar. On iki nakîb’in dokuzu Hazrec, üçü Evs kabilesindendi.[95] İkinci Akabe Biati’nde Benî Sâide oğullarını temsilcisi ve onlardan sorumlu olmak üzere Münzir b. Amr b. Huneys ile beraber Sa’d b. Ubâde Hz. Peygamber tarafından nakip olarak seçilmiştir.[96] Sa’d b. Ubâde’nin adı seçilen bu 9 Hazrecli nakîb (temsilci, lider) arasında zikredilir. Akabe Biatleri’ni konu olarak alan tüm tarihi kaynaklarımız, Sa’d b. Ubâde’nin ikinci Akabe Biati’ne katıldığının ve nakip seçildiğinin üzerinde tam bir ittifak sergilemektedirler. Bu nedenle Sa’d b. Ubâde’nin ikinci Akabe Biati’ne zorlama olmaksızın gönüllü katıldığı ve bu yeni dini tebliğ etmek, kavmini bu dine davet etmek için istekli bir şekilde nakip seçilmesi, bunun ne anlama geldiğini bilmesi, onun daha önce Müslüman olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. İkinci Akabe Biati Hz. Peygamber ile Müslümanlar arasında gizli bir buluşma olmasına rağmen, Kureyş bu durumdan haberdar olmuş, bir iki casus peşlerine takarak ne yaptıklarını uzaktan gizlice takip ettirmiştir.[97] Medinelilerin Hz. Peygamber ile buluştukları haberi Mekkelilere ulaşınca[98], Mekkeliler sabah olur olmaz bu meseleyi iyice tetkik ettiler.[99] Medinelilerin Hz. Peygamber ile buluştuklarının doğru olduğu anlaşılınca Mekke halkı, bu buluşmayı gerçekleştirenlerden nefret etti ve katılanların bulunup çıkarılmasını istedi.[100] Biati gerçekleştiren Medinelileri arayıp bulmak için peşlerine düştüler.[101] Mekkeliler, dönmekte olan Medinelilere Hâcir[102] veya Ezahir[103] bölgesinde yetiştiler. Mekkeliler Biat olayına katılan Sa’d b. Ubâde ile Münzir b.

Amr’ı tanıyarak kafilenin içerisinden çıkartıp aldılar.[104] Mekkeliler ikisini yanlarında Mekke’ye götürülerken Münzir b. Amr, onlarla konuşarak veya kaçarak bir şekilde ellerinden kurtulmayı başardı.[105] Sa’d b. Ubâde ise ellerinde tutsak olarak kaldı. Mekkeliler ellerine geçirdikleri bir semer kolonu ile Sa’d b. Ubâde’nin ellerini boynuna bağlayarak Mekke’ye götürmek için yola koyulurlar.[106] Mekkeli müşrikler Sa’d b. Ubâde’yi Mekke’ye götürürken yolda; Sa’d gür saçlı[107] olduğu için saçlarından çekerek, bazıları elleriyle, bazıları ellerinde bulunan sicim, sopa, kemer türü şeylerle vurarak, bazen de tekmelemek suretiyle[108] çok kötü muamele yaparak Mekke’ye getirdiler.[109] Sa’d b. Ubâde’nin o şekilde bağlı olduğunu ve kötü muameleye maruz kaldığını gören Mekkeli bir kişi[110] ona acır, kendisine Kureyş’ten tanıdığı, dostu veya aranızda bir ahitleşme yaptığınız biri yok mu diye sorar ve isimlerini Sa’d b. Ubâde’den öğrenerek o kişilere haber verir.[111] Önceki zamanlarda ticari kervanları Medine’den geçerken hem ticaretlerine yardımcı olduğu hem de hırsızlık ve herhangi bir zulme karşı himaye ettiği Cubeyr b. Mutim ile Hâris b. Harb b. Ümeyye durumdan haberdar olunca derhal Sa’d b. Ubâde’nin bağlı olarak bulunduğu yer olan dereyatağına[112] giderek onu himayelerine almışlar ve onun güvenli bir şekilde Medine’ye dönmesini sağlamışlardır.[113]Hemen Akabe Biati’nin gerçekleştiği gecenin sabahında Sa’d b. Ubâde’nin Kureyş tarafından yakalanıp fena bir muameleye tabi tutulması ona Medineli Ensar’ın Müslüman olduktan sonra İslam’ı kabul ettiği için işkence gören kimse unvanını kazandırmıştır. Sa’d b. Ubâde, bu çok kötü muamele karşısında ve sonrasında davasından vazgeçmemiş ve taviz vermemiştir. Yakalandığı zaman yapılan sorgulamada müşriklerle anlaşıp o an veya sonradan Akabe Biati’ne katılanların ismini verebilir, kendisini esaretten kurtarmak için onlara birtakım taahhütlerde bulunabilirdi. O bunların hiçbirisini yapmayarak davasına sımsıkı bir şekilde bağlı kalmış ve samimi bir Müslüman olduğunu göstermiştir. Tarihçilerimiz bu hadise üzerinde fazla durmamışlardır. Hadise sıradan bir olaymış gibi verilmiştir. En azından Medineli Müslümanlar arasında İslam dinini kabul etmesi sebebiyle ilk işkenceye tabi olan kişi denilebilirdi ki bu şekilde bir ifadeye rastlanılmamıştır.

SA’D BİN UBÂDE’NİN İSLAM’A HİZMETLERİ

Sa’d b. Ubâde Cahiliye döneminde cömertliğiyle bilinen birisiydi.[114] Sa’d’ın bu cömertliği İslam’ı kabül ettikten sonra da artarak devam etti. Her şeyden önce Sa’d b.

Ubâde’nin İkinci Akabe Biati’ne katılıp nakîb seçilmesi, Hz. Peygamber’e kendi canlarını, mallarını ve evlatlarını korudukları gibi onu ve Müslümanları da koruyacaklarına dair yaptığı biat[115] İslam’a yapmış olunan en büyük hizmetlerinin başında gelmektedir. İki Sa’d’ın, yani Sa’d b. Ubâde ve Sa’d b. Muâz’ın Müslüman olmalarının ne anlama geldiğini Kureyş de çok iyi anlamış ve bunu şu şekilde mecazî olarak dile getirmişlerdir: Kureyş, Ebû Kubeys dağından geceleri gelen bu sese kulak kesilerek Şayet iki Sa’d Müslüman olursa Muhammed, Mekkeli olan ve olmayan karşıtlarının muhalefetinden, onların kendisine yapacaklarından korkmadan Mekke’de rahat bir şekilde hiçbir endişe kapılmadan geceleyecektir.” aralarında konuşmuştur[116]. Hz. Peygamber ve tebliğ ettiği İslam dini, Sa’d b. Ubâde’nin de İslam’ı kabul etmesiyle birlikte Ensar’ı oluşturan Evs ve Hazrec’in tam desteğini almıştır. Kendisini kabul ettirmeye başlamış ve Medine’deki etkisi artmıştır.

Sa’d b. Ubâde Müslüman olduktan sonra kavmini İslam’a davet etmiştir. Hatta Sâide oğulları putlara tapmasınlar diye bu kabilenin putlarını kırmaya başlamıştır. Mekkeli Müslümanlar Medine’ye hicret ettikleri zaman onlara büyük yardımlarda bulunmuştur.[117] Yine Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde kendisini istediği kadar evinde ağırlamayı teklif etmiş, ancak Hz. Peygamber, devesinin çöküp kalacağı yerde konaklayacağını söylemiştir. Sa’d b. Ubâde Hz. Peygamber’e yardım etme düşüncesinden vazgeçmemiş, hangi hanımının yanında olursa olsun en azından günlük olarak Hz. Peygamber’in evine yemek (tirit) göndermiştir.[118] Bu yemek sahanı Hz. Peygamber hangi hanımının yanında ise oraya gönderilirdi.[119] Yine Sa’d b. Ubâde, Hz. Peygamber’in evinin günlük süt ihtiyacını karşılanması için Benî Ukayl develerinden ismi Mehre olanı hediye etmiştir.[120] Hz. Peygamber’in yakınında bulunmak, onun her ihtiyacının karşılanmasında yardımda bulunmak ve ona komşu olmak için, mescide yakın bir yerde kendisine bir ev yapmıştır.[121] Bununla da yetinmeyerek Hz. Peygamber’in canının, malının ve evinin korunması gibi her türlü güvenliği üzerine almış ve genç oğlu Kays bin Sa’d bin Ubâde (ö. 60/680)’yi onun hizmetine vermiştir.[122] Sa’d b. Ubâde, Hz. Muhammed’in şahsına da hediyelerde bulunmuştur. Mesela babasından miras kalan “El-A’dbu” adlı kılıcı[123] Hz. Peygamber’e hediye etmiş, Hz. Peygamber de bu kılıçla Bedir’de savaşmıştır.[124] Yine Bedir savaşına çıkılacağı zaman, “Zâtu’l-Fudûl” adlı kendi zırhını Hz. Peygamber’e göndermiştir.[125] Sa’d b. Ubâde kavmine karşı da cömert bir liderdi.[126] Müslüman olduktan sonra da cömertliği devam etmiştir. Medine’deki fakir Müslümanlara her zaman maddi yardımda bulunmuş ve onlara yemek vermiştir.[127] Akşam olduğunda insanlar, Ehli Suffe’den olan kimseleri birer ikişer veya bir grup halinde evlerine götürürken, Sa’d b. Ubâde en az sekizer kişilik grubları evine götürür onlara yemek verirdi.[128] Eve götürülen grupların toplamı çoğunlukla 80 kişiden oluşuyordu.[129] Sa’d b. Ubâde’nin yardımları muhasara, seriyye ve savaş zamanlarında da devam etmiştir. Müslüman ordusu Hamrâu’l Esed Gazvesine giderken kendisi bizzat bu sefere katıldığı gibi, ordunun kesip yemesim için 30 devesini bağışlamıştır. Benzer bir yardımı, Müslümanlar Benî Nâdir Yahudilerini kuşattıkları zaman kendi malından İslam ordusuna hurma dağıtarak yapmıştır.[130] Yine bu gazvede Hz. Peygamber’in gölgelenmesi için ağaçtan yapılmış üzeri deri ile kaplı bir gölgeliği de göndermiştir.[131] Sa’d b. Ubâde, Hz. Peygamber tarafından verilen her türlü görevi yerine getirmiştir. Hz. Peygamber, Ebvâ (Veddân/Vedân da olabilir)[132] gazvesine çıkarken Sa’d bin

Ubâde’yi Medine’de kendi adına vekil olarak bırakmıştır.[133] Ayrıca bu sefere çıkılmadan önce bu kabilenin ne düşündükleri ve hangi faaliyetlerde bulunduklarını tespit ve teyit etmek ve bilgi toplamak üzere görevlendirilen sahabeler arasında da yer almıştır.[134]

Sa’d b. Ubâde’yi savaş sırasında veya sonrasında her zaman Hz. Peygamber’in canını korumak için kendisini siper ederken ve kapısında nöbet tutarken görüyoruz.[135] Hicretin gerçekleşmesiyle birlikte Sa’d b. Ubâde Ensar içerisinden öne çıkarak Hz. Peygamber’in en yakınında bulunan sahabeleri arasına girdi ve çok önemli görevler üstlendi.[136] Aynı zamanda o, Hz. Peygamber’in istişare heyeti içerisinde yer alarak[137] gelişen veya gelişmesi muhtemel olaylar ya da meseleler hakkında Ensar’ın görüşünü dile getiren bir konumda bulunuyordu.[138] Hz. Peygamber zamanında tüm Müslümanları temsil eden iki bayrak bulunmaktaydı. Bu iki bayraktan biri olan Ensar bayrağı Sa’d b. Ubâde ile birlikteydi[139] ve Hz. Peygamber, Ensarın bayrağı altında bulunurdu.[140] Bir sefere çıkıldığında Ensar’ı meydana getiren Evs ve Hazrec kabilelerine ayrı ayrı sancak verilmesi durumunda Hazrec’in sancağını Sa’d b. Ubâde taşırdı.[141] Hendek Savaşı’nın uzaması ve tüm Arapların birlik olup Müslümanların üzerine saldırmalarını engellemek için Hz. Peygamber, kalabalık bir kabile olan Gatafanlılara Medine mahsulünün 1/3’ünü vermeyi teklif ederek Gatafanlıları savaş dışı bırakmak istemiş, bunu Sa’d b. Muâz ve Sa’d b. Ubâde ile istişare etmiş, iki Sa’d da buna muhalefet etmiş, Hz. Peygamber onların görüşünü uygulamıştır.[142] Sa’d b. Ubâde Hudeybiye Seferi’ne de katılmış ve maddi yardımda bulunmuştur.[143] Hudeybiye Antlaşması olarak sonuçlanmış olan bu seferde Sa’d b. Ubâde’nin metanet ve gücü açıkça görülmüştür.[144] Sa’d b. Ubâde, Mekke’den Medine’ye hicret eden Muhacirlere yardım edilmesi ve onların durumlarının daha iyi hale gelmesini her zaman düşünen Sa’d b. Ubâde bu nedenle Benî Nadîr Gazvesi’nden elde edilen ganimetlerin Ensar’a verilmeden sadece Muhacirler arasında pay edilmesini istemiş böylece yine onlara ekeonomik katkı sağlamayı hedeflemiştir[145].

Sa’d b. Ubâde’nin İslam’a en büyük hizmeti İslam’ın güçlenmesi adına ne yapılması gerekiyor ise onu yapması için Hz. Peygamber’e: “Sen ne yapacaksan yap, ona da hiç üzülme. Allah’a yemin ederim ki Aden denizine götürsen Ensar’dan bir kişi bile bundan geri kalmaz.” diyerek çok önemli bir destek vermesi ve Hz. Peygamber’i sevindirmesidir.[146] Bu anlamlı destek ve koşulsuz yanında olunacağı sözü verildikten sonra güven iyice oluşmuş, tereddüde zerre kadar mahal bırakılmamış ve bunun neticesi olarak Müslümanların ilk savaşı olan Bedir Gazvesi’ne karar verilmiştir.[147] Sa’d b. Ubâde, Hz. Peygamber’in vekili sıfatıyla Medine’de kaldığı Ebvâ Gazvesi dışında Hz. Peygamber’in bulunduğu tüm gazve ve seriyyelere katılmış ve Hazrec oğullarının lideri olarak bulunması gereken tüm yerlerde bulunmuş[148] denilmesine rağmen O nun Bedir Savaşı’na katılıp katılmadığı hakkında tarihçiler arasında ihtilaf vardır.[149] Fakat Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı dışında Uhud, Hendek ve vb. Hz. Peygamber’in tüm gazvelerine iştirak ettiği hususunda herhangi bir ihtilaf yoktur.[150] İbnu’l Esîr’in (ö. 630/1233) bize bildirdiğine göre ilk tarihçilerden İbn Ukbe ve İbn İshak (ö.151/768), Sa’d b. Ubâde’nin ismini Bedir Savaşı’na katılanlar arasında zikretmemişlerdir. Vâkıdi (ö. 207/823), Medâinî (ö. 228/843) ve İbnu’l-Kelbî (ö. 204/819) onun ismini Bedir Savaşı’na katılanlar arasında zikretmişlerdir.[151] Ancak Kelbî’nin bakmış olduğumuz Cemhere ve Nesebü Me ’ad ve El-Medâinî’nin et-Te ’âzî adlı eserlerinde Bedir’e katılan sahabe isimleri zikredilirken aralarında Sa’d b. Ubâde ismine rastlanmamıştır. Vâkıdi ise el-Meğâzî adlı esrinde Hz. Peygamber’in Bedir Savaşı sonrasında Sa’d b. Ubâde’ye ganimetten payını ve katkısının karşılığını verdiğini rivayet ederek devamında Bedir Savaşı sona erdiğinde Sa’d b. Ubâde’nin şahsen orada olmasa bile savaşa katılmaya çok arzulu olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple de Hz. Peygamber Sa’d b. Ubâde’yi savaşa katılanlar arasında saydı demiştir.[152] Ayrıca Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katılmaya çok istekli olduğunu, bu savaş için kendisi dışında Ensar’ı da bu savaşa katılmaya teşvik ettiğini bildiren rivayetler de bulunmaktadır.[153] Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katılıp katılmadığı hususunda çalışma yapan[154] Buhâri (ö. 256/870), Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katıldığı sonucuna ulaşmıştır.[155] İlk dönem tarihçilerimizden sonra gelen tarih yazarlarımız da aynı yolu takip ederek Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katılıp katılmadığı hususunda katıldı[156] ve katılmadı[157] şeklinde ikiye bölünmüşler ve daha çok katıldığı yönünde kanaat belirtmişlerdir. Aynı zamanda haklı olarak Sa’d b. Ubâde’nin isminin Bedir Savaşı’na çıkılırken Medine’de Hz. Peygamber’in onayı ile kalanların arasında zikredilmediğini de belirtmektedirler.[158] Sa’d b. Ubâde’nin isminin Medine’de kalanlar arasında geçmemesinin bir sebebi olması gerekir. Zira Sa’d b. Ubâde gibi birisinin sebepsiz yere veya kendi kendine savaşa gitmeme kararı alarak Medine’de kalması söz konusu olsaydı mutlaka bu mesele birçok tarihçi tarafından dile getirilirdi. Bu nedenle olağanüstü bir şeyin meydana geldiği açıkça kendisini göstermektedir. Bazı tarih kitaplarında savaşa çıkılacağı zaman Sa’d b. Ubâde’nin zehirli bir böcek/yılan tarafından ısırıldığı şeklinde rivayetler de bulunmaktadır.[159] Şayet Sa’d b. Ubâde Bedir’e katılmamış ise bu ve buna benzer sebepler çok makul gelmektedir. Bizce Sa’d b. Ubâde’nin sebepsiz olarak Evs’in liderinin bulunduğu bir yerde olmaması da pek mümkün gözükmemektedir. Zira Hazrec ve Evs arasında cahiliyeden beri devam edip gelen çekişme, övünme ve rekabet, Müslüman olduktan sonra da devam etmiştir.[160] En azından bu sebeple Sa’d b. Ubâde’nin bu onurlu ve şerefli faaliyetten geri kalması makul gelmektedir. Bu nedenle Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katılmadığını söyleyenlerin onun ilk halife adayı olarak ortaya çıkmasından[161] dolayı mı bu tutum içerisine girdikleri bilinmemektedir. Ancak kanaatimize göre Sa’d b. Ubâde’nin savaşa katılamayışı bu sebepten olabilir. Bazı kaynaklar Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katılamayışının nedenini belirtirken, bazıları bir neden göstermemiş veya gerekli görmemiş de olabilirler. Bunun da makul karşılanması gerekir. Bununla birlikte Sa’d b. Ubâde gibi bir ismin Bedir Savaşı’na katıldığı yönündeki rivayetlerin daha baskın geldiği ifade edilebilir. Çünkü Bedir gününde Ensar’ın bayrağının Sa’d b. Ubâde’nin elinde olduğu bilgisi de bulunmaktadır.[162] Sa’d b. Ubâde’nin her gün devam eden maddi yardımları[163] dışında okuryazar olması nedeniyle Hz. Peygamber zamanında Kur’an’ı toplayan altı kişiden biri olarak163 [164] da çok önemli bir görevi ifa etmiştir. Anlatılan bu olaylar gösteriyor ki Sa’d b. Ubâde’nin İslam’ın tebliğ edilişi, yayılması ve kabul edilmesi gibi tüm faaliyetlerde maddi ve manevi yardımda bulunmuştur. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber sık sık Sa’d bin Ubâde’nin evini ziyarete giderek[165] Ey Allah’ım

desteğini ve rahmetini Sa’d b. Ubâde ve ailesi üzerine ver şeklinde dua ederdi.[166] Sa’d bin Ubâde’nin cömert bir kişi olmasından dolayı Hz. Peygamber hem ona ve ailesine dua eder hem de Sa’d bin Ubâde’nin güzel insan olduğunu dile getirirdi.[167]

SA’D BİN UBÂDE’NİN HZ. RESÜLULLAH DÖNEMİNDE BAZI OLAYLAR KARŞISINDA ALEYHİNDE OLACABİLECEK TUTUM VE DAVRANIŞLARI VE BUNLARDAKİ CAHİLİYE DÖNEMİNİN İZLERİ

Belki de böyle bir başlığın atılması kimimize farklı şeyler çağrıştırabilir. Bazılarımız bunu normal karşılarken bazılarımız da Hz. Peygamber’in sahabesinden böyle tepkisel davranışların sudur edemeyeceğini düşünerek hoş karşılamayabilir. Bu konular hassas olduğu için bunu makul de görebiliriz. Çünkü hemen o zamandan günümüze kadar bu tarz düşünceler ağırlıklı olarak gelmiştir. Oysa İslam dinine göre insan hangi zaman diliminde ve çağda yaşarsa yaşasın yeryüzüne geliş gayesi imtihana tabi tutulmak içindir.[168] İslam’ın evrensel bir din olması nedeniyle kuralları da evrenseldir

Hiçbir kimseye, gruba veya cemaate ayrıcalık tanınmamıştır.[169] Bu dinin müntesipleri de bu evrensel ilkelere bağlı ve ona uygun söylemler geliştirmesi gerektiğini her zaman göz önünde bulundurarak, sahabenin bir beşer olduğu gerçeği unutularak/ göz ardı edilerek değerlendirmeler yapılmıştır. Onlarda da bizde olduğu gibi olumsuz diyebileceğimiz davranışlar meydana gelebilir. Bu nedenle onları bulundukları durumdan farklı bir pozisyon vererek onların davranışlarının biçilen konumdaki davranışa uymaması hali, insanların farklı görüşlere ayrılmalarına neden teşkil etmiştir. Bu da bu dinin mensupları arasında çatışmalar çıkartacak kadar olaylara sebebiyet vermiştir ve böyle giderse de vermeye devam edecektir. Onlar da yanlış yapabilir ve bu mümkündür. Ayrıca onlardan yanlış davranış sudur etmesi o insanların Hz. Peygamber zamanında İslam için ortaya koymuş oldukları gayret ve fedakâr davranışlarının değerlerini ve kendilerine biçilen konumlarının yerini asla aşağıya çekmez. Zaman zaman insan, geçmişte içerisinde yaşamış olduğu kültürün etkisini tamamen üzerinden atamamış olarak o kültüre uygun davranışlar sergileyebilir veya hep aynı psikolojide de olmayabilir. Bunlar insan için gayet olağan durumlardır. Bu başlık altında anlatılan olayları bu bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiği düşünülmektedir

 SA’D B. UBÂDE’NİN İFK HADİSESİ’NDEKİ TUTUMU

İfk (^') kelimesi iftira atmak, kara çalmak, yalan söylemek anlamına gelir[170]. Bu hadise hemen hemen bütün kaynaklarda bu iftiraya/isnada/iddiaya maruz kalan, Hz. Peygamber’in eşi Âişe’den gelen nakille aktarılmaktadır. Kısaca bilgi vermek gerekirse olay şöyle gerçekleşmiştir: Benî Musta’lik (veya Müreysi’)[171] Gazvesi’ne Hz. Peygamber ile birlikte katılan Hz. Âişe, gazve dönüşü ordunun konakladığı bir sırada ihtiyacını gidermek için gittiği yerde kolyesini düşürür. Düşürdüğü kolyesini bulmak için tekrar gittiğinde ordu hareket eder. Kimse onun olmadığını fark etmez. Kolyesini düşürdüğü yerde bulan ve geri döndüğünde orduyu mola yerinde bulamayan Âişe, kendisinin yokluğunun fark edilmesini umarak mola yerinde beklemeye başlar. Bu esnada oradan ordunun artçısı olarak bilinen, Muhacirlerden, Bedir Savaşı’na katıldığı da söylenilen Safvân b. Muattal (ö. 19/640?), mola yerinde bekleyen Âişe’ye rastlar, onu alır ve orduya yetişir.[172] Hz. Peygamber’i kendisinin Medinelilerin reisi olmasını engelleyen kişi olarak gören Abdullah b. Übeyy b. Selül (ö. 9/631), bu durumu lehine çevirmek, Hz. Peygamber’den intikam almak, onu ve Hz. Ebû Bekir’i küçük düşürmek, aralarına nifak tohumları ekmek ve Müslümanlar indinde Hz. Peygamber’in konumunu sarsıp ona itaati engellemek amacıyla bu iftirayı başlatır. Hazrec’in en kalabalık kabilesi Benî Neccâr’dan Abdullah b. Übeyy b. Selül, Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde Neccâroğulları kabilesinin reisiydi.[173] Bununla birlikte o, kabilesi arasında itaat edilen, sözü dinlenilen şanı büyük bir Hazrec büyüğüydü. Aynı zamanda Evs kabilesi tarafından da öne çıkartılmış bir kişiydi.[174] Zira bu şahıs, Hazrec ve Evs kabileleri arasında hicretten beş/altı sene önce, en son savaş olarak meydana gelen o meşhur Buâs Harbi’nde tarafsız kalması nedeniyle bu iki kabile, onun liderliği üzerinde birleşmede anlaşmışlardı.[175]

İfk (iftira) hadisesi, Abdullah bin Übeyy bin Selül’ün adamları ile bazı Müslümanların onlara katılmasıyla kısa süre Medine içerisinde yayıldı.[176] Hz. Peygamber, bu hadiseden rahatsız oldu ve rahatsızlığını mescitte dile getirerek dedikodu meydana getiren bu olaydan kurtulmak istedi.[177] Mescitte bulunan Sa’d b. Muâz (Ö.5/627) ayağa kalkarak Hz. Peygamber’den özür diledi ve Bunu yapanlar Evs kabilesinden ise boyunlarını vururum. Bizim için bu sorun olmaz. Şayet bu dedikoduyu yayanlar, kardeşlerimiz Hazrec’den iseler, bize emir verirsiniz biz de emrin gereğini yerine getiririz[178]” demesi üzerine Sa’d b. Ubâde ayağa kalkarak Yalan söyledin. Allah’a yemin ederim ki onların boyunlarını vurmayız[179] dedi. Başka bir rivayette ise: “Yalan söyledin. Hayatım üzere Allah’a yemin ederim ki onu öldüremezsiniz, öldürmeye de gücünüz yetmez.[180] Sen onların Hazrec’li olduklarını bile bile bu sözleri söylüyorsun. Şayet onlar senin kavminde olsaydı bu şekilde konuşmazdın.[181] Muhakkak sen cahiliye döneminde seninle bizim aramızda olan durumdan dolayı bizden intikam almak istiyorsun. Fakat Allah bu durumu yok etti”[182] diye cevap verdi. Bu konuşma üzerine Evs kabilesinden Useyd b. Hudeyr (ö. 20/641) söze girerek “Allah’a yemin olsun ki yalan söyledin. Fakat sen münafıksın ve münafıkları koruyorsun” dedi.[183] Bu konuşmalar sonucunda iki kabile (Hazrec ve Evs) birbirleriyle savaşmak için harekete geçti. Hz. Peygamber, bu duruma müdahale edilmesse; hadise iyice karşılıklı tartışmalara, tartışmaların da bir çatışma ile sonuçlanacağını öngördüğü için meseleye müdahale ederek ortamı sakinleştirdi.[184]

İfk hadisesi kısaca bu şekilde cereyan etmiştir. Sa’d b. Ubâde’nin hadise karşısında verdiği tepkiye tarihçiler de şaşırmışlar ve “o bu olaydan önce salih bir kişiydi fakat hamiyetperverliği ve tutuculuğu onu farklı noktalara taşıdı ve onu cahilleştirdi” diyerek taaccüplerini dile getirmişlerdir.[185] Ancak şaşırmak yerine onu anlamaya çalışmanın ve bu hadise karşısında niçin böyle bir tepki vermiş olabileceğiniirdelemenin daha yerinde bir bakış açısı olduğu muhakkaktır. Onun bu davranışının nedenini orada bulunan Evs’lilere hitaben yaptığı şu konuşmasından anlayabiliriz: Ey Evs oğulları tövbe edin. Siz ancak cahiliye döneminde olan kan davasını gütmek istiyorsunuz. Vallahi onu hatırlatmak sizin harcınız değil. Çünkü o dönemde kimin galip geldiğini siz çok iyi bilmektesiniz. Fakat Allah İslam’la birlikte Cahiliye anlayışını yok etti”[186] dediği bu konuşmasında karşı tarafı cahiliye anlayışı ile itham ederken; özellikle konu Evs kabilesi ve onun mensupları ile ilgili olduğunda kendisinde de bu anlayışın bilinçaltında tezahür ettiği görülmektedir. Bu sebeple olmalı ki böyle bir konuşma yapmıştır. Onun bu konuşması, İslam’a iman ve yardım etmedeki samimiyetini görmezden gelmemize sebep olmamalıdır. Nitekim o, Müslüman olduktan sonra bu dinin intişar etmesi için canla başla çalışmıştır. Hayatını bu dinin kurallarıyla şekillendirmeye gayret göstermiştir. Bir Müslüman olarak bilmediği hususlarda Hz. Peygamber’den fetva istemiştir.[187] Ancak iş Evs’le olan rekabete ve kendi kabilesiyle ilgili hususlara gelince; karşımıza cahiliye izlerinden tam olarak kurtulamamış bir Sa’d b. Ubâde çıkmaktadır.

 MÜREYSİ GAZVESİ VE BENÎ KURAYZA İLE TAVIRLARI

Bu tip davranışlar sadece bu olayla sınırlı kalmamış Müreysî Gazvesi’nden dönülürken Ensar ile Muhacir arasında bir çatışma çıkarmak için her olumsuzluğu kullanan Abdullah b. Übeyy’i savunmasında da görülmüştür.[188] Evs ile Hazrec arasındaki rekabet hicretten sonra da devam etmiştir. Hz. Peygamber’e yardımcı olma meselesi bile her iki kabile için bir yarış haline gelmiştir Her iki kabile de Hz. Peygamber indinde kabul görecek işleri özellikle yapmaya ve biri takdir edilen bir iş

yaptığında diğeri de aynısını yapmaya çalışır ve yaptıkları şey ile de övünürlerdi.[189] Birinin yapamadığı bir şey olduğunda yapmayanın değerini düşürmek isterlerdi. Mesela Benî Kurayza Gazvesi esnasında Sa’d b. Ubâde ve Hubâb b. Münzir (ölümü 20/641) Hz. Peygamber’in yanına gelerek “Ya Resulullah Evs, Benî Kurayza ile aralarında antlaşma olduğu için onların öldürülmesini kerih görüyor (istemiyor)”[190] demişlerdir. Bu davranışlardan da anlıyoruz ki yaşanan bir hadise rekabet veya kavmiyet meselesiyle ilgili olduğunda Sa’d b. Ubâde’yi eski anlayışından etkilenen biri olarak görebiliyoruz. Çok uzun yıllar bu kültürle yoğrulmuş bir zihniyetin bir çırpıda yok edilmesi zor görünmektedir. Hele bu ortamda kavmine reislik yapanların bu anlayıştan kurtulması daha da güç olmaktadır. Aynı zamanda savunulan kişinin de kavminin en üst lideri konumunda bulunması bu şekilde davranmasına katkı sağlamıştır.

SA’D B. UBÂDE’NİN MEKKE’NİN FETHİ ESNASINDAKİ SÖZ VE DÜŞÜNCESİ

Mekkeli müşriklerin Hudeybiye Antlaşması’nı ihlal etmeleri sebebiyle Mekke’nin fethi için sefere çıkmaya karar veren Hz. Peygamber, düşmanı hazırlıksız yakalayarak kan dökülmesini önlemek amacıyla seferin hedefini herkesten gizli tutarak hazırlıklara başlamıştı.[191] Hazırlıklar tamamlandıktan ve yola çıkıldıktan kısa bir müddet sonra İslam ordusu Mekke’ye gelmişti. Hz. Peygamber’in sancağı Sa’d b. Ubâde’nin elindeydi[192] ve aynı zamanda o, bir askeri birliğe komuta ediyordu.[193] Hz. Peygamber, tüm ordu komutanlarına kimin nereden Mekke’ye gireceğini bildirdi.[194] Sa’d b. Ubâde’ye de komuta ettiği askerleriyle birlikte Kedâ bölgesinden Mekke’ye girmesi için talimat verdi.[195] Sa’d b. Ubâde, Ensar’dan oluşan birliğiyle birlikte Ebû Süfyan’nın yanından geçerken ona bakarak[196] “Bugün cenk etme günü, bugün kahramanlık günü, bugün intikam alma günüdür. Bugün haramın helal olduğu gündür, bugün Allah’ın Kureyş’i zelil ettiği gündür” dedi.[197] Ebû Süfyan, Hz. Peygamber’in yakınına gelince ona Sa’d b. Ubâde’nin söylediklerini aktardıktan[198] sonra Ebû Süfyan “ya Resulullah sen kavmini öldürmeyi mi emrettin” diye sordu.[199] Bu sözleri duyan Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Aftan “Ya Resulullah biz Sa’d’ın Kureyş’e karşı olumsuz bir harekete geçmesinden endişe duyuyoruz” dediler.[200] Bu konuşmaları dinleyen Hz. Peygamber, Ali b. Ebî Talib’i[201] veya Sa’d b. Ubâde’nin oğlu Kays b. Sa’d’ı göndererek bayrağı almalarını ve Mekke’ye bayrakla birlikte kendilerinin girmeleri talimatını onlara verdi.[202] Bazı tarih kitapları, Mekke Fethi’nin akabinde Sa’d b. Ubâde’nin içlerinde Abdurrahman b. Avfın (ö. 32/652) da bulunduğu bir cemaatle oturduğu esnada Kureyş’li kadınlar bu topluluğun önünden geçerken[203] Sa’d b. Ubâde’nin “Bana Kureyş’li kadınların güzel oldukları söylenmişti. Biz, bize anlatıldığı gibi Kureyş’in kadınlarını güzel görmedik, güzel de değillermiş” dediği aktarılmaktadır.[204] Ayrıca bu konuşmanın sonunda Sa’d b. Ubâde ile Abdurrahman b. Avfın kavga yapma noktasına geldikleri ve Sa’d b. Ubâde’in meclis yerini terk ettiği, Hz. Peygamber’in oraya gelerek ne olduğunu sorduğu, anlatılanları dinledikten sonra da Sa’d b. Ubâde’ye kızdığı ve bunun neticesinde Sa’d b. Ubâde’nin yüzünün kızgınlıktan tutuşa bilecek kadar kızardığı rivayetlere yansımıştır. [205]

Mekke’nin fethi esnasında sadece Sa’d b. Ubâde ile ilgili olumsuz diyebileceğimiz davranışların dile getirilmesi bize satır aralarında sanki Sa’d b. Ubâde’nin Kureyş’e karşı halife adayı olmasından kaynaklandığı düşüncesini vermektedir. Erken dönem bazı tarih yazarlarımız bu bilgiyi aktarırlarken “bazı ilim ehli olanlar iddia ettiler ki”[206], “bazı ilim sahibi âlimlerimizin aktardığına göre”[207] diye bu rivayetleri vermeye başlarken, diğer bazıları ise bu konu hakkında bilgi vermeye meçhul siygası “Yükâlü”[208]   ile başlamaktadırlar. Sa’d b. Ubâde’nin Mekke’nin fethi sırasındaki davranışlarının, kaynak kitaplarımızda bu şekilde aktarılması da bu düşünceyi destekler mahiyettedir. İlk dönem müelliflerimizin hadiseyi bu tip kalıplarla ifade etmeleri onların da bu anlatılan hadisedin yaşanıp yaşanmadığını, kesin bilgiye sahip olmadıklarını göstermektedir. Olay anlatılırken Sa’d b. Ubâde’nin Kureyş’e karşı olumsuz bir harekete geçmesinden bahsedilmesi, özellikle de aktarılan cümle içerisinde “Kureyş’e karşı” lafzının kullanılması ve bu hadiseyi anlatan kitapların da Kureyş iktidarları döneminde yazılmaları, böyle düşünülmesini daha da güçlü hale getirmektedir. Bu eserler okunduğunda okuyanların dimağlarında şöyle bir çağrışım gelebilir: Sa’d b. Ubâde’nin önceden beri Kureyş’e karşı bir önyargısı vardı ve bu nedenle Kureyşlilere karşı halife adayı oldu diyebilirler. Veya devlet ricalinden bu eserleri okuyanların böyle algılamaları da hedeflenmiş olabilir. Her ne sebeple olursa olsun Sa’d b. Ubâde’nin Hz. Peygamber’in emrini dinlememesi söz konusu edilemez. Hz. Peygamber, ordu komutanlarına hangi bölgeden Mekke’ye girileceğini bildirdiği toplantıda[209] kuvvetle muhtemeldir ki nasıl davranılması talimatını da vermiştir. Zira Mekke’nin fethi sırasında Kureyşliler tarafından gösterilen küçük bir mukavemet,

Halid b. Velid (ö. 21/642) tarafından kırılmıştır.[210] Bunun dışında başka bir hadise yaşanmamıştır. Mekkelilerin bu mukavemetine verilen karşılığın haricinde hiçbir İslam ordu komutanı saldırıya geçmemiş, olumsuz denebilecek bir davranış sergilememiştir. Bu şekilde davranılması, her komutanın verilen talimata uygun hareket ettiklerinin en iyi kanıtıdır denilebilir. Sa’d b. Ubâde’nin talimatın dışında farklı bir şekilde davranacağını düşünmek, Mekke’nin fethi sırasında Müslüman birlikleri tarafından hiçbir taşkınlığın yapılmadığına bakıldığında pek mümkün gözükmemektedir. Ayrıca kaynaklarımızda Sa’d b. Ubâde’nin Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’e karşı yapmış olduğu olumsuz bir davranışa rastlanılmamaktadır. Niçin Sa’d b. Ubâde, Mekke’nin fethi sırasında, İslam’ın bu kadar kuvvetlendiği bir dönemde Hz. Peygamber’in talimatının tersine hareket etsin? Bu şekilde davranışın ne anlama geleceği rahatlıkla tahmin edebilir. Böyle bir niyeti olsaydı İslam dinin çokça intişar etmediği bir zaman diliminde muhalif davranması gerektiğini anlar ve ona göre bir eylem yapacağı düşünülebilirdi. Sa’d b. Ubâde’nin Mekke kadınlarıyle ilgili güzel olup olmadıkları hakkında söylediği iddia edilen sözlerin asılsız olduğunu İbn Hacer el-Askalânî de (ö. 852/ 1448), Bu söylenen sözler sahih değildir. Bu olayı rivayet eden şahıs rivayet edileni görmemiştir” [211] diyerek bildirmektedir. Yukarıda sunulan ipuçları, Mekke’nin fethi esnasında Sa’d b. Ubâde hakkında aktarılan rivayetlerin sıhhatiyle ilgili şüphelerin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu rivayetlerin bir amaca hizmet etme ihtimalinin değerlendirme dışında tutulamayacağı da görülebilmektedir.

Diğer taraftan yukarıdaki rivayetlerin sahih olduğunun düşünülmesi durumunda Sa’d b. Ubâde’nin bu sözleri Hz. Peygamber ile toplantı yapmadan ve kendisinden bir talimat almadan önce, sırf askerlerini motive etmek için sarf etmiş olabileceğidir. Savaş anında askeri cesaretlendirmek ve savaşa hazırlamak için böyle konuşmaların yapılabileceği hesaba katılmalıdır. Sa’d b. Ubâde İslam ordusunun Mekke’ye girmesinden önce böyle düşünmüş ve bunu dile getirmiş olabilir. Ancak talimattan sonra bu düşüncesinden vazgeçmiş de olabilir. Bu sözler hangi kavimle savaş yapılırsa yapısın her zaman söylenecek sözlerdendir. Yoksa Sa’d b. Ubâde’nin Kureyş’e karşı herhangi bir ön yargısından kaynaklanmamıştır. Şöyle de düşünebiliriz: Sa’d b. Ubâde, Hz. Peygamber’in hicretten önce Mekke’de bulunduğu dönemde Kureyşlilerin kendisine yapmış oldukları baskı, şiddet, yurdundan çıkarma, darp vb. zulümler gibi kötü muameleleri, hicretten sonra ise Hz. Peygamber ve Medine’li Müslümanlara karşı savaşlar yapmaları dâhil tüm kötü niyetli davranış ve uygulamaları nedeniyle böyle düşünerek ve Ebû Süfyan’nın gözünün içine bakarak adeta ondan hesap sorarcasına bugün artık Kureyşlilere yaptıklarının hesabını sorma zamanıdır demiş olabilir. Böyle söylemesinde herhangi bir sakınca da bulunmamaktadır. Açık sözlü biri olarak Sa’d b. Ubâde’nin düşüncelerini ifade eden bu konuşmayı yapması ihtimal dışı gözükmeyebilir. Tarih kitaplarımızın bu olayla ilgili bilgileri aktarım şekilleri, böyle yorum yapmamıza olanak sağlamaktadır. Ancak on bin kişilik bir ordunun içerisinde sadece Sa’d b. Ubâde’nin bu şekilde düşünmesi ve böyle bir konuşmayı sadece onun yapması, başka bir kimseden bu şekilde bir tepkinin gelmemesi bizi ihtimalli düşünmeye sevk etmektedir. Aklımıza şöyle sorular gelebilir: Neden o zulmü gören Muhacirler değil de bu konuşmayı yapan Sa’d b. Ubâde? Neden Ensar’dan başka biri değil de sadece Sa’d b. Ubâde? Neden Kureyş tarafından yapılan zulümleri sadece Sa’d b. Ubâde hatırlıyor da başka kimse hatırlamıyor? Acaba tüm Müslümanlar tarafından Kureyş’in yaptığı zulümler gerçekten unutuldu mu? Unutulması düşünülemez. Zira Kureyş’in savaşlarda şehit ettiği sahabeler ve onların akrabaları vardır. Herkes unutsa bunlar unutmaz, unutamazdı. Kureyş’in yaptıkları unutulacak gibi de değildi. Bu sebeple Sa’d b. Ubâde tarafından söylendiği iddia edilen bu sözlerin Mekke’ye girilmeden ve Hz. Peygamber ile yapılan toplantıdan önce söylenmesi ihtimali yüksektir. Ancak bu sözlerin yapılan toplantıdan sonra Hz. Peygamber’e rağmen söylenmesi ihtimalinin ise daha zayıf bir ihtimal olduğu düşünülebilir. Ancak toplantıdan sonra Ebû Süfyan’ı gören Sa’d b. Ubâde’nin duyguları kabarmış, bu nedenle adeta Ebû Süfyan’a “seni ve Kureyş’i elime geçirdim. Şimdi yaptıklarınızın hesabını verme zamanıdır” düşüncesini tercüme eden o sözleri söylemiş, ona korku vermek istemiş olabilir. Bu da onun psikolojisini ve düşüncesini yansıtabilir. Her insanda meydana gelmesi mümkün olan bu insani durumu herkesin yaşaması mümküm gözükmektedir.

SA’D B. UBÂDE’NİN HUNEYN SAVAŞI GANİMETLERİNİN PAYLAŞIMINDAKİ TUTUMU

Hicretin sekizinci, miladi 630 yılında Mekke fethedilmiş ve akabinde Huneyn Seferi’ne çıkılmıştı.[212] Bu sefer sırasında Hazrec’in bayrağını Sa’d b. Ubâde taşıyordu. Sa’d b. Ubâde, bu savaşın ilk anlarında pusuya düşerek dağılan İslam ordusu içerisindeki Ensar’ın dönmesini ve onların tekrar savaşa katılmalarını sağlayarak savaşın kazanılmasında büyük bir rol üstlenmiştir.[213] Huneyn Gazvesi sonucunda elde edilen ganimetler Cir’âne denilen yere gönderilmiş ve daha sonra burada ganimetin paylaştırılmasına geçilmiştir.[214] Hz. Peygamber, bu savaştan elde edilen ganimetleri Ensar’ın dışındaki diğer Arap kabileleri ile Kureyş arasında dağıttı.[215] Hz. Peygamber’in ganimeti bu şekilde taksim etmesinin nedeni, söz konusu kabilere mensup kimselerin kalplerinin İslam’a ısındırılmasına matuftu.[216] Huneyn ganimetinin paylaşımı esnasında Ensar’a hiçbir şeyin verilmemesi, rahatsızlığa neden olmuş ve eleştirilere yol açmıştı.[217] Ensar’dan eleştiri yapan taksimattan rahatsız olanlarise düşük gelirli kimselerdi.[218] Ganimetten pay ayrılmaması nedeniyle Ensar kendi içerisinde bu duruma şöyle tepki vermişti: “Kılıçlarımızdan onların kanları damlarken, bizim hakkımız olan ganimetler onlar arasında taksim ediliyor.[219] Vallahi Resulullah kavmi ile karşılaştı, kavuştu bu nedenle ganimet paylaşımı da bu şekilde oldu”.[220] Giderek bu konuşmaların dozu artı ve “Resulullah kavmini görünce bizi unuttu. İş savaşa gelince biz onun ashabıyız amma ganimet paylaşımına gelince onun kendi kavmi ve aşireti önce geliyor. Keşke bunun ne olduğunu bilseydik. Eğer bu durum Allah’tan ise buna sabrederiz yok eğer Resulullah’ın kendi görüşü ise buna direniriz” denmeye başlandı.[221] Bu konuşmalara şahit olan Sa’d b. Ubâde Hz. Peygamber’in niçin bu şekilde taksim yaptığının nedenini anlayamamış ve herhangi bir yorum yapamadan Ensar’a bununla ilgili bir açıklamada da bulunmamıştır. Ensar’ın bu eleştirisi ordu içerisinde yayılınca, durumdan haberdar olan Hz. Peygamber, konuyu dinlemek için Sa’d b. Ubâde’yi yanına çağırtmış[222] veya Ensar’ın ganimet paylaşımı hakkında yaptığı eleştiriyi Sa’d b. Ubâde Hz. Peygamber’e haber vermiştir.[223]

Ensar’ın rahatsızlığını ve eleştirisini anlatmak için Hz. Peygamber’in yanına giren Sa’d b. Ubâde, ganimetin paylaştırılmasındaki dağıtımla ilgili olarak Ensar kırgınlık hissediyor ve bazı hoş olmayan sözler sarf ediyorlar diyerek yaşananları anlattı.[224] Bu konuşmanın sonunda Hz. Peygamber Sa’d b. Ubâde’ye bu konuyla ilgili kendi görüşünün ne olduğunu sordu ve o da, “Ya Resulullah bende kavmimin bir ferdiyim” diyerek soruyu cevapladı.[225] Hz. Peygamber, bu cevabı duyduktan sonra ondan Ensar’ı bir yerde toplamasını istedi. Sa’d b. Ubâde, verilen görevi yerine getirdi. Hz. Peygamber Ensar ile konuştu ve sorun Ensar’ın ganimet dağıtımının amacını kavraması neticesinde taksime gönülden rıza göstermeleri neticesinde çözüldü.[226]

Sa’d b. Ubâde, Huneyn ganimetinin paylaştırılması sırasında da sergilemiş olduğu tutum ve konuşmasıyla konu kavmiyet noktasına geldiğinde hala cahiliye/asabiyet anlayışından kurtulmadığını gösteren bir davranış sergilemiştir. Böyle bir durumda Ensar’ı yatıştırıcı konuşma yapması gerekirken, bunu yapmamıştır. En azından bana müsaade edin de bu işin sebebini Resulullah’tan öğreneyim dememiştir. Herhangi bir açıklama yapılmaksızın ganimetin Mekkelilere taksim edilmesi ve Ensar’a hiçbir şeyin verilmemesi Ensar’dan bazılarının bu taksimin nedenini düşünmeye ve farklı yorum getirmelerine sebep oldu. Bunu da insan olunması nedeniyle doğal karşılamak gerekir. Liderlik noktasında Ensar içerisinde İfk hadisesiyle gözden düşen Abdullah b. Übeyy’in konumuna yükselmeye başlayan Sa’d b. Ubâde, eskiden gelen kabilecilik anlayışından kurtulabilmiş olabilseydi bu gibi durumları daha iyi analiz eder ve olaylar büyümeden yatıştırabilirdi. Ayrıca bir bütün olarak değerlendirilen Ensar’ın da bu olaya sadece ganimet elde edilmesi şeklinde bakmaması beklenirdi denebilir. Ensar’ın da değişik karekterlerden ve farklı sosyal dorumlardan meydana gelmiş bir topluluk olduğunu göz önünde bulundurmak bulundurmamızın gerekli oldoğunu düşünüyorum.

SA’D BİN UBÂDE’NİN HZ. PEYGAMBER SONRASI OLAYLARDAKİ TAVRI

SAKÎFETÜ BENÎ SAÎDE HADİSESİ VE SA’D B. UBÂDE

Hz. Peygamber’in hicri 12 Rebiyülevvel 11 tarihinde vefat etmesi[227] üzerine Ensar ve Muhacirden bir grup Müslümanın Hazrec kabilesinin kollarından Sâideoğullarına ait Sakîfe’de (gölgelik) bir araya gelerek İslam devletine halife seçmek için mücadele verdikleri ve neticesinde ilk halifenin seçildiği olaya, Sakîfetü Benî Saîde Hadisesi denmektedir. Söz konusu hadise şu şekilde cereyan etmiştir: Hz. Peygamber vefat etmeden önce kendisinin yerine geçecek ve devlet reisi olacak kişi hakkında yazılı yahut sözlü olarak herhangi bir vasiyette bulunmadığı için, halife seçimi Müslümanların hür iradesine kalmıştı.[228] İnsanların bir kısmı, Hz. Peygamber’in vefatı sebebiyle üzüntülerinden dolayı gözyaşlarına engel olamayıp üzülürken[229] diğerleri ise ani gelişen bu hadise karşısında çaresiz ve kararsız bir şekilde ne yapacaklarını bilmiyorlardı.[230] Devletin idare edilmesi için bir devlet başkanının gerekli olduğunu düşünen Ensar’ın ileri gelenlerinden bir gurup Benî Sâide gölgeliğinde bulunan Sa’d b. Ubâde’nin yanına gelerek ona katıldılar.[231] Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde Evs ve Hazrec kabileleri kendi kendilerini yönetiyor ve sık sık birbirleriyle kavga ediyorlardı. Hz. Peygamber Medine’ye gelip yerleştikten sonra bu iki kabilenin arasındaki kavgayı bitirerek, aralarında İslam kardeşliğini oluşturdu ve onların bir elden yönetilmesini sağladı. Bu sebeple Hz. Peygamber’in vefatı Ensar’ı harekete geçmeye sevk etmişti. Hz. Peygamber’den sonra devleti kendileri yönetmek ya da en azından hilafet işinde Muhacirlerle ortak olmak istiyorlardı.[232] Bunun için de kendilerinin Medine’nin yerli unsuru oldukları ve Mekkeli müşriklerin zulmünden dolayı Mekke’den ayrılmak zorunda kalan Muhacirlere kucak açıp onlara her türlü desteği verdikleri, Hz. Peygamber’e ve İslam’a ev sahipliği yaptıkları, İslam için canlarıyla ve mallarıyla her türlü faaliyette bulundukları gibi argümanlar’a sahiplerdi.[233] Ensar’dan Benî Sâide gölgeliğindeki toplantıyı tertip edenler, Sa’d b. Ubâde’nin tarafını tutan ve onun halife seçilmesini arzu eden kimselerdi.[234] Hz. Peygamber vefat ettiğinde Ensar içerisinde hilafet işine en uygun aday Sa’b. Ubâde idi. Zira Hendek Gazvesi’nde müşrik ordusu tarafından atılan bir ok ile kolundaki damarlar parçalanarak yaralanan[235] Evs kabilesinin lideri Sa’d b. Muaz, Benî Kurayza kabilesi hakkındaki hükmünü verdikten sonra 5/627 yılında vefat etmişti.[236] Ayrıca Hazrec’in reisi konumundaki Abdullah b. Übeyy b. Selül, Hz. Peygamber’den bir yıl önce vefat etmiş, Sa’d b. Ubâde de adeta onun yerine geçmişti.[237] Sa’d b. Ubâde taraftarı olup Benî Sâide Sakîfe’sinde toplanan ve Ensar’ın ileri gelenlerinden oluşan grup, Sa’d b. Ubâde’nin halife seçilmesi ve ona biat edilmesi hususunda istişare etmeye başladılar.[238] Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün Sa’d b. Ubâde oldukça hastaydı[239] ve örtülere sarılmış yatıyordu.[240] Ona bağlı olan ve onun reisliğini kabul edip, halife olmasını isteyenler, hasta olmasına rağmen onu bulunduğu yerden alarak gölgeliğe getirmişler ve arkasına bir yastık koyarak onu bu yastığa yaslanmış[241] bir şekilde oturtmuşlardı.[242] Sa’d b. Ubâde’ye Hz. Peygamber’in vefat ettiği haberini verdiler.[243] Halife olmayı çok isteyen Sa’d b. Ubâde hasta olmasına rağmen Benî Sâide Sakifesi’ne gelmeyi kabul ederek kendisine biat edilmesini istiyordu.[244] Sa’d b. Ubâde etrafında toplanan grup için hilafet Ensar’ın hakkıydı ve bunun için en uygun aday da Sa’d b. Ubâde olduğundan[245] ortam hilafet meselesinin konuşulması hakkında gayet müsait hale gelmişti. Hasta olan Sa’d b. Ubâde konuşmak istiyor ancak hastalıktan dolayı yüksek sesle konuşamayacağını ve sesini duyuramayacağından endişe ediyordu. Bu nedenle söyleceklerini oğlu Kays b. Sa’d b. Ubâde’ye veya amcasının oğluna söyledi ve ondan daçok iyi dinleyerek sözlerini orada bulunanlara aktarmasını istedi.[246] Sa’d b. Ubâde Allah’a hamd ve sena ettikten sonra sözlerine şöyle devam etti: “Ey Ensar topluluğu, sizin İslam dininin anlatılmasında ve yayılmasında öyle bir maziniz var ki sizden başka hiçbir Arap kabilesine nasip olmamıştır. Hz. Peygamber, kendi kabilesi arasında on yılı aşkın süre kalmasına rağmen onları putlara ibadet etmekten ve Allah’a şirk koşmaktan vazgeçirip İslam’a inandıramadı. Onlardan çok azı Hz. Peygamber’e iman etti. Allah’a and olsun ki bu az sayıda iman etmiş kimseler ne Hz. Peygamber’i koruyabildiler ne de bu dini diğer insanlara tanıtabildiler. Hatta bunlar kendilerine yapılan zulmü dahi defetmekten aciz idiler. Bu nedenle bu ulvi görevi Allah size nasip etti. Sizin Hz. Peygamber’e iman etmenizi, onu ve ona inananları korumanızı, onu ve dinini güçlü kılmanızı ve bu dinin düşmanları ile cihat yapmanızı kısmet ederek bu görevi size verdi. Sizler Medineli olup da Hz. Peygamber’in yolundan geri kalanlara önce siz karşı geldiniz. Siz onun düşmanları karşısında çok güçlü durdunuz. Sizin gücünüz karşısında Araplar Allah’ın bu dinine isteyerek veya istemeden boyun eğdiler. Uzaklarda olanlar dahi İslam’a boyun eğdiler ve itaat ettiler. Allah, sizin gücünüzle Peygamber’ini ve dinini muzaffer eyledi. Araplar sizin kılıçlarınız sayesinde Hz. Peygamber’e itaat ettiler. O sizden memnun ve razı olarak Rabbine kavuştu. Bu işe (hilafet) sahip çıkın çünkü bu iş sizin hakkınız ve herkesten çok siz bu işe layıksınız.”[247]

Beni Sâide Sakifesi’nde toplanan Ensar’dan oluşan grup Sa’d b. Ubâde’nin bu konuşmasını dinledikten sonra hepsi birden Sa’d b. Ubâde’nin görüşünü haklı bulduklarını, söylediklerinin doğru olduğunu ve kendilerinin de bu görüşün dışına çıkmayacaklarını ifade ederek onun bu işi istemesi durumunda kendisini bu göreve getireceklerini ve Sa’d b. Ubâde’nin bu işe en uygun kişi olduğunu söylediler.[248] Sonra kendi aralarında hilafet meselesini konuştular ve şöyle söylediler: “Eğer bu işe Kureyş muhacirleri karşı çıkar ve bize ‘bizler Hz. Peygamber’in ilk sahabeleriyiz ve onun ile aynı kavimden olan akrabaları ve aynı zamanda da dostlarıyız niçin siz bu mesele hakkında bizimle tartışıyor ve bize hakkımız olanı vermiyorsunuz?’ derlerse biz buna nasıl cevap vereceğiz?”. Orada bulunan Ensar’dan bir kısmı bu soruya: “Bizden bir emir sizden de bir emir olsun deriz eğer bu teklifimiz Muhacirler tarafından kabul edilmezse, biz de bundan başka hiçbir çözüme razı olmayacağımızı onlara söyleriz” diye cevap verdi. Kendisini halife yapmak için toplanmış olan bu grubun kendi aralarındaki bu konuşmaya şahit olan Sa’d b. Ubâde bu cevabı duyunca bunun ilk taviz olacağını onlara söyledi.[249] Benî Sâide Sakifesi’nde toplananlar arasında konuşmalar devam ederken burada bulunanlardan birileri Ensar’ın Benî Sâide Sakifesi’nde halife seçmek için toplandığı haberini bir grup Muhacirle beraber olan Ebû Bekir (ö.              13/634) ve Ömer’e (ö. 23/644) ulaştırdı.[250] Bu hadiseler cereyan ederken ashabın bir kısmı mesela Ali, Talha ve Zübeyr Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fatıma’nın evinde, bir kısmı Benî Sâide Sakifesi’nde (Ensar) ve bunların dışında kalan diğer Muhacirler ise Ebû Bekir ve Ömer ile birlikteydiler. Benî Abdüleşhel kabilesinden Useyd b. Hudayr da onlarla beraber idi.[251] Aslında bu üç grubun hepsi de imameti kendileri için istiyordu.[252] Haber Ebû Bekir’e ulaşınca olay hakkında endişelendi ve hemen ayağa kalktı, Ömer de onunla birlikte kalktı. Yolda karşılaştıkları Ebû Ubeyde b. Cerrah ile birlikte Ensar’ın bulunduğu Benî Sâide Sakifesi’ne gittiler.[253] Ensar’ın gölgelikte toplanma haberi Medine’nin dört bir tarafına yayılmıştı. Müslümanlar, Muhacir ve Ensar arasındaki konuşmaların nereye varacağını dinlemek için Medine’nin her yerinden Benî Sâide Sakifesi’ne gelmişlerdi.[254] Muhacirlerin ileri gelenlerinin Benî Sâide Sakifesi’ne ulaşmasıyla birlikte hilafet meselesine onlar da dâhil olmuş oldular. Muhacirlerin Benî Sâide Sakifesi’ne gelmesinden sonra bu mesele hakkında ilk konuşan Ensar’ın sözcüsü oldu.[255] Zaten Ensar hilafet meselesini bu konuda istekli olan Sa’d b. Ubâde, Abbas, Benî Hâşim, Ebî Süfyan ve Abdimenafoğulları ile konuşmuştu. Ebû Bekir de hilafet hususunda konuştu ve hilafetin kimin hakkı olduğuna dair deliller ortaya koymaya çalıştı. Ancak Ensar onun bu konu ile ilgili hüccet ortaya koymasına karşı çıkarak itiraz ettiler.[256] Bu karşı çıkıştan sonra Benî Saide Sakifesi’nde bulunan Ensar ile Muhacirun arasında uzun münazaralar ve önemli konuşmalar cereyan etti.[257] Bu karşılıklı konuşmalarda Ensar kısaca İslam’a yapmış oldukları hizmetlerini, kendilerine sığınan muhacirlere yurtlarını açtıklarını, şimdi ise kendilerine sığınan muhacirlerin kendilerinin işi olan yönetimi ellerinden gasp etmek istediklerini,[258] oysa hicretin kendilerine yapıldığını, Kureyş’i kendi nefislerinin önüne geçirdiklerini, onların da Ensar’ı kıyamet gününe kadar kendilerine tercih edeceklerini umduklarını ve tercih etmeleri gerektiğini, Hz. Peygamber’in kabrinin kendi yurtlarında olduğunu, Ensar’ın gücüne Kureyş’in de saygı duyduğunu, bu nedenle Ensar’ın, güvendiği bir kişi üzerinde onu halife yapmak için birleşmesi gerektiğini ifade etti.[259] Muhacirler ise Kureyş’in Arap halkları arasındaki nüfuzunu ve onların üzerindeki otoritelerini,[260] İslam’ı kabul etmede önceliklerini, Hz. Peygamber’in ilk ashabı olduklarını, kendilerinin Arapların özü sayıldıklarını, Kureyş’in tüm Araplarla bir hısımlığının bulunduğunu, bu nedenle hilafetin kendilerine layık görüldüğünü,[261] sayılarının azlığından ve insanların kendilerine buğz etmelerinden ve kötü davranmalarından korkmadıklarını, bu topraklarda Allah’a ilk kulluk edenlerin ve bu sebeple de Allah ve Resulüne ilk iman edenlerin kendilerinin sayılması gerektiğini, Hz. Peygamber’in dostları ve onun aşiretinden olduklarını, bu işin bu nedenle diğer insanlardan daha fazla kendilerinin hilafet hakettiklerini, bu meseleyi ancak zalim kişilerin tartışacağını ifade ederek[262] Hz.Peygamber’in kendilerinden biri olduğunu ve bu sebeple onun makamının kendilerinin hakkı olduğunu dile getirdiler.[263] Ensar, konuşmaların sonunda fazla direnç gösteremedi ve Muhacirlerin konuşmalarına boyun eğerek bir emirin kendilerinden bir emirin de Muhacirlerden olmasını teklif etti.[264] Muhacirler ise bu teklifi reddederek, Arapların buna uymayacağını, dolayısıyla kendilerinin emir Ensar’ın da vezir olduğunu, Ensar’ın Allah’tan korkarak İslam’ı engellememelerini ve bunu yapanların ilki olmamalarını söylediler.[265]

Ensar’dan Beşir b. Sa’d (ö. 12/633), Useyd b. Hudayr (ö. 20/641) ve Ma’n b. Adî (ö. 12/633) adlı sahabilerin Muhacirler lehine yapmış oldukları konuşmaları[266] ile Hazrec’in Sa’d b. Ubâde’yi halife yapma gayretleri, Evs kabilesi mensuplarını emirliğin Hazrec’e gitmemesi için Kureyş’in emirliğini desteklemeye itmiştir.[267] Bunun sonucunda halife adayı olmayı düşünen birisinin; hicret esnasında mağarada ikinin ikincisi olan ve Hz. Peygamber’in sağlığında ona namaz kıldıran kişinin bulunduğu bir yerde başka halife adayı olma hakkının bulunmadığı ifade edilerek yukarıda söylenenleri yaşayan Hz. Ebû Bekir aday gösterilmiştir.[268] Müslümanlar dinin en önemli esasının ve Müminleri İslam’a bağlayan dayanağın farz namazlar olduğunun farkında idiler. Hz. Peygamber sağ iken bu namazları kıldırma görevini Ebû Bekir’e vermişti.[269] Allah Resulü’nün seçtiği ve namazları kıldırmak için halifesi olarak tayin ettiği kişinin, halife olmamasını söylemek Allah’a isyan anlamına gelir[270] denilerek hilafeti konuşma faslı bitirilmiştir. Daha fazla kargaşanın çıkmasından endişe edilerek hemen biat faslına geçilmiştir.[271] Benî Sâide Sakifesi’nde bulunan insanlar Sa’d b. Ubâde’ye biat etme düşüncesinden uzaklaştılar[272] ve Ensar dâhil herkes Sa’d b. Ubâde’yi bırakarak, Ebû Bekir’e biat etmeye yöneldiler.[273] Benî Sâide Sakifesi’nde gerçekleşen halife seçme hadisesi Sa’d b. Ubâde dışında orada bulunanların tamamının Ebû Bekir’e biat etmesiyle neticelenmiştir.[274] Tarih kitaplarımızda Sa’d b. Ubâde ile Sakifetü Benî Sâide hadisesi yan yana geldiğinde; Sa’d b. Ubâde için onun Ebû Bekir’e biat etmeme kıssası meşhurdur.[275] Ayrıca Sakife gününde onun, bir emir sizden bir emir bizden dediğine dair sözleri vardır[276] şeklinde ifadeler geçmektedir. Toplantı sonucuna bakıldığında Sa’d b. Ubâde’nin Benî Sâide gölgeliğine Muhacirlerin gelmesinden sonra etkili bir davranış ve konuşma yapma girişiminde bulunmadığı veya bulunamadığı anlaşılmaktadır. Pasif bir pozisyon almış veya o pozisyona itilmiş olarak gözükmektedir. Sonuçta Sa’d b. Ubâde’ye rağmen yurduna Muhacir olarak gelen ve buraya sığınan Kureyşliler halifeliği elde etmiş ve Sa’d b. Ubâde bu durumu kabullenememişti. Kendisine yapılan bütün ricalara rağmen Ebû Bekir’e biat etmemiştir.[277] Ancak Sa’d b. Ubâde’nin Benî Sâide Sakifesi’nde yapılan konuşmalardan Ebû Bekir’e biat edip itaat ettiği, küçük büyük hiçbir krizin yaşanmadığını dile getirenler[278] ve bu görüşlerini de Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) Müsned’inde bulunan şu rivayete dayandıranlar da bulunmaktadır: “Senin de bildiğin şu hadisteki bu durumu Hz. Peygamber söylediğinde sen de Onun yanındaydın. Hz. Peygamber ‘Kureyş yöneticidir. iyi insanlar onların iyilerine, fâcir olanlar ise onların fâcirlerine tabi olur’ demişti.” Bu hadisi duyan Sa’d b. Ubâde: “Doğru söyledin, bizler vezirleriz, sizler emirlersiniz. ”[279] Oysa yaşanan hadiseyi bu şekilde gösterme yerine aynı Hz. Peygamberin yaptığı gibi çok önemli ve tüm Müslümanları ilgilendiren bir konuda bu mesele istişare yolu ile çözülmeliydi şeklinde bir düşünce daha doğru gözükmektedir. Çünkü bu mesele her Müslümanı ilgilendirmekte olup sonraki nesillere daha doğru bir bakış açısı kazandırmanın daha yerinde bir bakış açısı olabileceğini düşünmekteyiz. Ancak olay bu şekilde meydana gelmeyip o dönemin cahiliye anlayışı çerçevesinde cereyan etmiştir. Müslüman tarihçiler olayların arkasındaki sebeplerini ve sonuçlarını araştırmalarını daha da tafsilatlı ortaya koymuş olsalardı; yaşanan olaylar daha objektif değerlendirebilirdi. Benî Sâide Sakifesi’nde hiçbir şey yaşanmamış, her şey süt limanmış gibi göstermeye çalışanların aksine Sa’d b. Ubâde seçilen halifeye ve onun hilafetine karşı muhalefetini, camide kılınan vakit namaz ve cuma namazlarına katılmayarak, halife ile birlikte hac ve oruç iftarı yapmayarak devam ettirmişti.[280]

Sakifetü Benî Sâide hadisesini araştıranlar, Hz. Peygamber’in irtihali ile birlikte Müslümanların ihtilafa düştükleri ilk mesele olarak bu olayı görmektedirler.[281] Benî Sâide Sakifesi’nde halife seçimi için yaşanan olaylara tarihçilerimiz bir problem olarak bakmış ve bu anlayışla da yaşananları aktarmışlardır. Hatta bu mesele daha ileri götürülerek fitne olarak değerlendirilmiş, bu fitneyi teşvik eden ve ilk fitne ateşini yakan kişinin de Sa’d b. Ubâde el-Hazrecî olduğu söylenmiştir.[282] Olayın yaşandığı andan itibaren, Hz. Peygamber vefat edince Ensar, “Sa’d b. Ubâde ile bize muhalefet ederek bize katılmadılar. Aynı şekilde Ali, Zübeyr ve o ikisi ile Fatıma’nın evinde beraber olanlar da bize muhalefet etti”[283] denerek bu anlayış yerleşmiş gözükmektedir.

Sakifetü Benî Sâide hadisesinin İslam tarihi ve yönetim kültürünün oluşması açısından oldukça önemli hadiselerin başında geldiğini ifade edebiliriz. Çünkü bu olay Müslümanlar tarafından sadece bir devlet başkanı seçimi olarak algılanıp bu şekilde kalmamıştır. Müslümanlar, daha sonra oluşturacakları siyaset teorilerine burada yaşananları delil göstermek için sık sık bu hadiseye atıfta bulunmuşlardır. Hatta bu olay, zamanla Müslümanlar arasında ortaya çıkan mezhep anlayışlarında da ayırt edici esaslardan biri halini almıştır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların bir devlet başkanlarının olması için çaba göstermeleri ve bunu da tüm inananları bir arada tutabilecek olan hilafet ile çözmeye çalışmaları son derece olumlu ve yararlı bir davranıştır ve oldukça doğaldır. Ayrıca bu şekilde olması da zaruridir. Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte bir devlet başkanı seçme sorunu oldukça büyük ve çok önemli bir meseleydi. Böyle bir sorunun çözümünün kolay olmayacağı da aşikârdır. Doğal olarak sahabe de bu sorunu çözmekte zorlanmıştı. Bunların hepsi gayet normal ve insani bir durumdur. Ancak asıl problem olayın meydana gelmesinde değil, bu sorunu çözerken takip edilen yol ve ortaya konulan anlayıştadır. Mesele kimin ehil olduğu[284] noktasında ele alınmamış hem Ensar hem de Muhacirun kendilerinin İslam’a yapmış oldukları hizmetlerini, üstünlüklerini ve daha layık olduklarını dile getirmişlerdir.[285] Mesele bazı sahabeler tarafından daha da ileri bir noktaya götürülerek İslam ümmetinin o gün için en az ikiye parçalanmasına sebep olacak “bir emir sizden bir emir bizden” fikrine kadar gitmiştir.[286] Bu görüş orada bulunanlar arasında bunun ne anlama geldiğini kavrayanlar tarafından ret edilerek o gün için fiili bölünmeyi engellemiştir. Benî Sâide Sakifesi’nde bir araya gelen Muhacir ve Ensar gurupları Kur’an-ı Kerim’de kendilerinin faziletlerini ima eden ayetleri okuyarak hilafete kendilerinin daha layık olduğunun ispatına çalışmışlardır.[287] Bunun yerine İslam dininin evrensel hükümlerine bakılarak, hiçbir kimsenin, kabile ve kavmin diğerinden üstün olmadığı, üstünlüğün ancak bu dinin emirlerine daha fazla uymakla (takva) olacağı vurgulanarak[288] ve Hz. Peygamber’in önemli olaylarda karar alabilmek için yaptığı istişareye onlar da başvurabilir ve sorunu bu yolla çözebilirlerdi. Bu düşünceye uygun bir sistem oluşturulbilirdi ve bu olsaydı Müslümanlar için çok güzel bir yönetim sistemi oluşturulmuş olurdı. Ancak burada yaşanan hadiseler danışma ve şurayı çağrıştırmaktan çok uzak kalmıştır. Karşılıklı konuşmaların bir yerinde Ensar’ın da ifade ettiği gibi Hz. Peygamber, yerine bir halife atamadan bu dünyadan göç etmiştir. Bu meselenin hallini insanlara bırakmıştır. Bu ümmetin de dalalet üzerine birleşmeyeceği ifade edilmiştir.[289] Bir halifenin atanmaması, hilafetin bir zümreye has kılınmaması dinin evrenselliğinin bir neticesi olarak kıyamete kadar yönetim ve şekli zaman ve mekâna uygun siyaset yapabilmeleri için insanlara bırakılmıştır. Ne yazık ki bu düşünce ne Ensar ve ne de Muhacirler tarafından da ifade edilmemiş, konuşmalar kendi lehleri için yapılmıştır. Benî Sâide Sakifesi’nde hilafetin kimin hakkı olduğu hakkında konuşma yapan Ebû Bekir ve Ömer ertesi gün mescide gelerek söylediklerinin bu dinin evrenselliğine uymadığını anlamış olacaklar ki, önce Hz. Ömer minbere çıkıp Sakifetü Benî Sâide’de dün yapmış olduğu konuşmaların ne Allah’ın kitabında ne de Resulullah’ın sözlerinde bulduğunu söylemiştir.[290] Daha sonra Ebû Bekir minbere çıkarak “Dün size söylediğim sözlerimi Allah’ın kitabında bulamadım ve ne de öyle bir söz ile Hz. Peygamber’i bağlayan bir ahit vardır” demiştir.[291]

Ebû Bekir’in burada yapmış olduğu uzun konuşmasından küçük bir kısmı “Bizler emirler sizler vezirlersiniz. Hz. Peygamber imamlar Kureyş’tendir buyurdu” şeklindeydi.[292] Karşılıklı konuşmalar daha çok İslam öncesi Arap kültürünü çağrıştırır bir şekilde cereyan etmiştir. Bu olayda ifade edilen “İmamlar Kureyş’tendir” sözü daha sonra birçok âlim tarafından hadis olarak kabul edilecektir.[293] Ensar’ın bir kısım ileri gelenlerinin Hz. Peygamber’in vefat haberinin hemen akabinde Benî Sâide Sakifesi’nde toplanarak Hazrec kabilelerinin lideri pozisyonunda bulunan ve hasta ve örtülere sarılı bulunan Sa’d b. Ubâde’yi[294] halife yapmak amacıyla Hazreclilerin bir mahallesi olan bu gölgeliğe getirmişlerdir. Bu olayı organize edenlerin Hazrecliler olduğu anlaşılmaktadır. Halife seçme olayının tertipleme zamanı uygun bir anda gerçekleşmemiştir. Hazrecli bu insanların öncelikle Hz. Peygamber’in na’şının bulunduğu mekânda olmaları ve na’şın defni için gerekenleri yapıldıktan sonra böyle bir girişimde bulunulması, ayrıca böyle bir toplantının Medine’de bulunan tüm Müslümanları temsil edecek şekilde daha geniş tabanlı olması Ensar’ın adayının seçilmesine daha yardımcı olabilirdi. Ensar’ın bir kanadını oluşturan Evs’in ve Muhacirlerin bulunduğu bir ortamda yapılmış olsaydı durum daha farklı olabilirdi. Hatta Ensar’ın diğer kanadını oluşturan Evs kabilesi bile ikinci plana itilmemiş olsaydı bile yine halife seçim sonucu çok farklı olurdu. Hz. Peygamber zamanında üzeri küllenmiş gibi gözüken Evs-Hazrec çekişmesi kabile için önemli olaylarda kendisini göstermişti. Bu çekşme halife seçimi olayının başından sonuna kadar bütün aşamalarında da kendisini hissettirmiştir. Sonuçta Evs kabilesi mensuplarının desteğiyle Muhacir olarak Medine’ye gelen Ebû Bekir halife seçilmiştir.[295] Evs halife seçme hadisesinde kabile asabiyetiyle hareket ederek Kureyş’i amca çocukları olan Hazrece tercih etmiştir.

Benî Sâide oğullarının reisi ve halife adayı olarak gösterilen Sa’d b. Ubâde, anlaşılan o ki konuşmasını kendi taraftarlarının bulunduğu bir ortamda yapmış, olaya Muhacir ve Ensar guruplarının müdahil olmasından sonra konuşmamış olduğu veya en azından Evslilerin desteğini alacak söylem geliştiremediği anlaşılmaktadır. Ebû Bekir, Ömer ve diğer insanları Benî Sâide Sakifesi’ne geldikten sonra yapılan konuşmalar genelde Muhacirlerden Ebû Bekir ve Ömer ile Ensar’dan Sabit b. Kays, Hubab b. Munzir, Useyd b. Hudayr, Beşir b. Sa’d ve Ma’n b. Adiyy arasında geçmiştir.[296]

Sa’d b. Ubâde, kendi taraftarlarının bulunduğu ortamda yapmış olduğu konuşmada Hz. Peygamber’in yaptığı gibi birleştirici bir liderlik sergileyip bu minval üzere bir konuşma yapamamış, bilakis cahiliye dönemine ait olan kültür ve asabiyetin etkisinin kendisini iyice hissettirdiği bir konuşma yapmıştır. Orada bulunanların hepsi Sa’d b. Ubâde’nin konuşmasını tasdik etmiş, bu görüşün dışına çıkmayacaklarını, kendisini hilafet makamına getireceklerini, kendilerinin kanaatlerinin tam olduğunu ve Sa’d b. Ubâde’nin inananların rızalarına mazhar olan bir kişi olduğunu söylemişlerdir.[297] Bu tip ifadeler sadece orada bulunan Hazreclileri kapsıyordu. Sa’d b. Ubâde’nin konuşmasından anlaşılan Sa’d b. Ubâde bu konuşmasını sadece orada bulunan Hazreclilere yapmış olduğudur. Evs’liler ise Sakife’de bulunan Hazreclilerin bu düşüncesine katılmıyordu. Bunun sebebini kabile çekişmesinin iki kabile arasında hala devam ediyor olması ile birlikte Sa’d b. Ubâde’nin Evs-Hazrec çekişmesini ve rekabetini sürekli olarak içinde yaşatması, rekabetin ve çekişmenin yaşandığını düşündüğü bütün ortamlarda buna göre davranmasında aranması gerekmektedir. Sa’d b. Ubâde’nin bu tutumu da Hazrec-Evs arasındaki rekabeti ve çekişmeyi canlı tutmaya çok yardımcı olmuştur. Evs çok önemli olan halife seçme hadisesinde cahiliyeden beri gelen kavmiyetçi düşünceye göre hareket ederek Hazrecin adayı olan Sa’d b. Ubâde’ye karşı Ebû Bekir’i desteklemiş ve onun halife olmasını sağlamıştır.[298] Sa’d b. Ubâde’nin ve onu desteklemek amacıyla konuşan Hazrecli Ensar’ların konuşmalarına bakıldığında herkesi içerisine almayan bunun yerine daha dar kapsamlı, kendi kavmine hitap edici konuşmalar yapmışlardır. Bu konuşma şekli de bu tip konuşmalardan rahatsız olan veya uygun görmeyen herkesi dışarda bırakmıştır. Böyle davranmanın nedenini onların çok uzun zamandır içerisinde yaşamış oldukları kültür ile birlikte Medine toplumunun zirai bir toplum olması bu hasebiyle kendi kendilerine yetmeleri ve bu sebeple de ticaret yapmamaları neticesinde de ticaretle ilgilenen toplumlar gibi farklı kavim ve milletlerle sosyal ilişkide bulunamamalarında aramak gerekmektedir. Sonuçta sadece kendi içerisinde yaşayan bu nedenle de kapalı toplum diyebileceğimiz, içerisinde dar bölge psikolojisinin yaşandığı bu toplumdaki anlayış, mensuplarına zorunlu olarak birbirleri ile uğraşan bir ortama oluşturmuş ve bu minvalde konuşmaya ve davranmaya itmiştir.

Sa’d b. Ubâde’in kendisinin halife olma isteği[299] veya başkaları tarafından halife adayı olarak gösterilmesi[300] zamanlaması hariç son derece makul ve olması gerekli olan bir davranıştır. Zira Müslümanların devlet başkanı olmadan yaşamamaları düşünülemezdi. Ancak böyle bir göreve talip olan kimsenin herkesi kapsayıcı bir bakış açısına sahip olması, konuşmasını ve davranışını bu anlayışa uygun yapması gereklidir. Aksi takdirde herkesi kucaklama şansını yakalayamaz. Ne var ki bu anlayış Benî Sâid Sakifesi’nde yaşanan olayda ortaya konamamıştır. Ensar’dan konuşanlar karşılarında bulunan insanların ne konuşmalarını ve ne de onların yapmış oldukları olumlu eylemlerini kabul edip tasdik etmişlerdir. Bilakis onları yok sayan davranışlar sergilemişlerdir. Sonuçta bu görüş ve davranış orada bulunan insanlar tarafından beğenilmeyip engellenmiştir. Bunun neticesi olarak ta Sa’d b. Ubâde ve kendisini halife yapmak isteyenlerin planı tutmamıştır.[301] Bu plan tutmayacaktı. Çünkü evrensel dinin mensubu olan bu kişiler, meseleye dinin evrenselliği boyutundan bakmayıp, bu işe ehil olan herkesin halifelik makamına gelebileceği kabul etme fikrinde olmayıp bizler Allah’ın yardımcılarıyız, bu nedenle insanlar içerisinde hilafet makamı bizim hakkımızdır düşüncesiyle hareket ederek orada bulunan Muhacirlerden bu hakkın kendilerine teslim edilmesini istemişlerdir.[302]

Benî Sâide Sakifesi’nde konuşan her iki gurup da konuşmalarını kendi lehlerine olacak şekilde, İslam’ın yok etmeye çalıştığı eski cahiliye anlayışıyla konuşmalar yapıyordu. Muhacirler de hilafetin kendilerinin hakkı olduğunu, şayet Ensar’dan bir halife seçilirse buna razı olmayacaklarını, seçilen halifeye ya razı olmadıkları bir hal üzere biat edeceklerini ya da seçilen halifeye biat etmeyerek Ensar’a muhalif davranacaklarını, böyle olması durumunda da Ensar ile Muhacir grupları arasında bir onları birbirleri ile çatışmaya hatta savaşmaya sevk edecek olan bir fesadın meydana gelmesine sebebiyet vereceğini düşünmekteydiler.[303] Bu düşünceyle hareket etmeye çalışan Muhacir grubun düşüncesi birlik ve beraberliğin devam etmesi yönündeydi. Bu nedenledir ki Ensar tarafından önerilen bir emir sizden bir emir bizden teklifi[304] Muhacirler tarafından reddedilmişti.[305] Muhacirler Ensar’a göre kıyasla daha yumuşak, karşı tarafın yaptıklarını takdir eden ve onları da bizler emir sizler vezirlersiniz diyerek işin içerisine katan konuşmalar yapmıştır.[306] Buna karşılık Ensar Muhacirlerin bu şekilde konuşmalarına karşılık olarak Muhacirlerin memleketlerinden çıkartılmasını, onlar üzerinde hâkimiyet kurulmasını ve bunun sağlanması için nasıl diğer Araplar Ensar’ın kılıçlarıyla boyun eğdilerse, aynı şekilde o kılıçların Muhacirlere karşı kullanılması fikrini bile dile getirmişlerdir.[307] Öyle anlaşılıyor ki Ensar’ın bu şekildeki konuşmaları kendi taraftarlarını da olumsuz etkileyerek, Sa’d b. Ubâde’yi halife seçme düşüncelerinden vazgeçirip onlarda Ebû Bekir’in halife seçilmesinin daha iyi olacağı kanaatinin oluşmasına vesile olmuştur. Bu nedenledir ki Ebû Bekir’e biat edilmeye başladığı zaman insanlar, Sa’d b. Ubâde’yi yalnız bırakıp, neredeyse onu ayakları altında ezercesine Ebû Bekir’e biat etmek için harekete geçmişlerdir.[308] Sa’d b. Ubâde’nin geçmişten gelen cahiliye anlayışındaki çekişme ve rekabetçi davranışı burada karşılık bularak Evs’in kendisine muhalefet etmeye başlamasına neden olmuştur.[309] Bu anlayış Muhacirler üzerinde de olumsuz etki yapmış olacak ki Sa’d’ı öldürdünüz sözüne karşı Allah onu öldürdü[310], Allah Sa’d’ı kahretsin, o bir münafıktır[311], o bu işe layık biri değildir[312] şeklinde cevap bulmuştur. Halife olacak kişinin umumun tasvibini, müzaheretini sağlayabilecek bir yapıda olması gerekirdi. Sa’d b. Ubâde, kendi kavmi içerisinden dahi bu destekten yoksundu. Aynı zamanda da rakibi olan Ebû Bekir sahabe içerisinde en kuvvetli adaydı.[313] O günkü dünyanın yönetim hakkının akrabasına verilmesi gerekir anlayışının yardımıyla[314] da Sa’d b. Ubâde halife seçilme mücadelesini kaybetmiştir. Sa’d b. Ubâde dışında orada bulunan herkes Ebû Bekir’e biat etmiştir.[315] Bu zamana kadar sessiz kalan Sa’d b. Ubâde Ebû Bekir’e doğru dönerek Allah’a ant olsun ki şayet ayağa kalkacak gücü kendimde bulabilseydim öyle bir kükreyecektim ve öyle bir sesimi duyacaktın ki, o zaman bu ses, onları sana değil sen ve arkadaşlarını onlara tabi kılacak, aziz olmadığın, zelil olduğun kavmine ilhak edecektin” dedi.[316] Bu arada insanların Ebû Bekir’e biat ettiği esnada Sa’d b. Ubâde’nin yanına gelerek, başında duran Ömer b. Hattab, ona seni ayağımın altına alıp ezmek, kollarını vücudundan ayırmak isterdim demesi üzerine Sa’d b. Ubâde, Ömer’in sakalından tutarak Allah’a yemin ederim ki eğer bir kılıma dahi dokunsaydın seni ağızında diş olmayacak bir şekilde evine gönderirdim diye cevap verdi.[317] Anlaşılan o ki Sa’d b. Ubâde ile Ömer b. Hattab’ın arası iyi değildi. Birbirlerinden de hoşlanmazdılar. Sa’d b. Ubâde Ömer’i memleketinden kovacak, ağzındaki dişlerini sökecek kadar ona kızıyordu. Ömer ise Sa’d b. Ubâde’yi fitne sahibi olarak görüp onu öldürün diyecek kadar Sa’d b. Ubâde’den hoşlanmıyordu.[318] Sa’d b. Ubâde son sözlerini yukarıda ifade edildiği gibi söyledikten sonra kendisinin bu yerden eve götürülmesini istedi. Yakınları onu alıp evine götürdüler.

Sa’d b. Ubâde hilafet mücadelesini kayıp etmenin ve terk edilerek yalnız kalmanın psikolojisiyle hiçbir kimseyle görüşmeyerek günlerce evinden dışarı çıkmadı.[319] Buna karşılık “Hz. Peygamber Muhacirlerdendi, imamın da Muhacirlerden olması gerekir[320] bizler emirler sizler vezirlersiniz, Hz. Peygamber “imamlar Kureyş’tendir” buyurdu”[321] ve Ahmed b. Hanbel’in (ö.241/855) Müsned’inde geçen “Senin de bildiğin gibi Hz. Peygamber’in ‘Kureyş yöneticidir, iyi olanlar onların iyilerine kötüler ise onların facirlerine tabi olurlar’ dediğinde sen de yanında oturuyordun”. hadislerini duyan Sa’d b. Ubâde’nin “Doğru söylediniz, bizler vezirler sizler emirlersiniz” dediğini[322] delil göstererek Ebû Bekir’e biat edip itaat ettiğini ifade edenler de bulunmaktadır.[323] Bu iddia çok nadir olarak kaynaklarda geçmektedir. Hem de halife adayı olan bir kimsenin bu sözleri hatırlamaması ve duyduktan sonra hemen halife adaylığından çekilerek biat ve itaat etmesi çok manidar değildir. Böyle bir durumun yaşanması oldukça zor görünmektedir.

Hz. Ebû Bekir’e biat hadisesi bittikten sonra, günlerce evinde yalnız olarak kalan Sa’d b. Ubâde’ye, halife, birini göndererek insanların ve kavminin biat ettikleri haberini verdirip, kendisinin de meseleyi kabullenip biat etmesini isteğini söyletti.[324] Sa’d b. Ubâde bu isteğe: “Allah’a yemin olsun ki Biat etmeyeceğim. Vallahi sadağımdaki tüm okları bitirinceye kadar size atacağım. Sonra da kılıcımı ve mızrağımı kana bulamadan, kılıcımı elimde tutmaya takatim olduğu sürece size vurmadan, ehli beytim ve kavmimden bana itaat edenlerle sizinle savaşmaktan geri durmayacağım. Allah’a yemin ederim ki insanlar ve cinler birleşip sizinle birlikte bana karşı olsalar dahi Rabbim canımı alıncaya kadar ve hesabımı dürünceye kadar size biat etmeyeceğim” diyerek cevap verdi.[325] Gönderilen kişi Sa’d b. Ubâde’nin kendisine gönderilen mesaja ne şekilde cevap verdiğini halifeye aktarırken orada bulunan ve konuşmayı duyan Ömer b. Hattab, halife Ebû Bekir’e: “Ey Ebû Bekir hayır, onun bu cevabını dikkate almamalısın ve sana biat edinceye kadar onu davet etmeye devam etmelisin” diyerek görüşünü bildirdi.[326] Hz. Ömer’in konuşmasını duyan Ebû Numan Beşir b. Sa’d b. Sa’lebe halifeye “Muhakkak o direnmiştir ve biat etmeyi reddetmiştir. O ölünceye kadar da biat etmeyecektir. Onunla birlikte olan evlatları, akrabaları ve kavminden ona tabi olanlar öldürülmeden o da öldürülemez. Hatta Hazrec öldürülmeden o öldürülemez.[327] Evs yok edilmeden de Hazrec öldürülemez. Bu nedenle sizin için hal yoluna girmiş bulunan hilafet meselesini bozmaya kalkışmayın.[328] Onu kendi haline bırakın. O size zarar verecek durumda değildir. Çünkü o artık yalnız bir adamdır” demiş ve halife bu tavsiyeye uyarak bu doğrultuda hareket etmiştir.[329]

Sa’d b. Ubâde biat etmeme hususunda çok kararlı bir tutum ve davranış ortaya koymuştur. Halife ve onu destekleyenlerin olduğu ortamlarda bulunmamaya azami ölçüde dikkat etmiştir. Bu nedenle onlarla birlikte cemaatle namaz kılmaz, cuma namazlarına dahi katılmaz ve onlarla birlikte ne hac görevini ifa eder ve ne de tavaf ederdi.[330] İmkân bulsa ve kendisine yardım edecek kendisiyle birlikte olacak birilerini bulabilse hiç durmayıp onlara saldırıp onlarla savaşacaktı. Sa’d b. Ubâde bu anlayış ve tutumunu koruyarak sonuna kadar devam ettirdi.[331] Ölünceye kadar da bu düşüncesinden hiç vazgeçmedi. Benî Sâide Sakifesi’nde yaşananlar, kolay kolay Sa’d b. Ubâde tarafından unutulacak bir durum da değildi. Zira kendisinden başka herkes Sa’d b. Ubâde’yi halife yapma düşüncesinden vazgeçmiş, orada tek başına kalmıştı. Muhacir ve Ensar gurupları Ebû Bekir’e biat etmek için Sa’d b. Ubâde’nin üzerinde zıplayarak geçiyor ve hatta bu geçiş esnasında ona vuruyorlardı.[332] Sa’d b. Ubâde’nin bunu unutmaması doğal bir durumdur. Bu olaydan sonra Sa’d b. Ubâde yalnız kalmak istemiş, yaşananları sindirememiş ve içine kapanmıştır. Onun bu psikolojisi geri kalan hayatını hep etkileyerek kararlarını bu psikolojiye uygun almasını sağlamıştır. Böyle olmakla birlikte hiçbir şekilde ümmetin birliğini bozacak, onların arasına nifak tohumu atacak herhangi bir faaliyette de bulunmamıştır. Ne tür bir karar aldıysa bu karar kendisiyle ilgili olmuştur. Medine’yi terk etme de bu kararlarından birisidir[333] ve bir daha da hilafet meselesiyle ilgilenmemiştir.

Hilafet meselesi Sa’d b. Ubâde açısından artık kapanmıştır. Nerede hata yaptığını, ne yapılması gerektiğini, konuşmaları ve davranışları herkese şamil miydi? Yoksa daha çok asabiyet içeren bir tavır içerisinde miydi? Bu ve benzeri soruları sorarak öz eleştiri yaptığına dair herhangi bir bilgiye de kaynaklarda rastlanamamıştır. Sa’d b. Ubâde’nin böyle davranması kuvvetle muhtemeldir. Zira Sa’d Sakife Hadisesi’nden sonra halife seçilmek ve kavminin güçlü bir lideri olmak için herhangi bir çaba ve gayret içerisine girmemiştir. Hayata küsüp yalnız kalmayı tercih etmiştir. Beşir b. Sa’d’ın söylediği “onu kendi haline bırakın çünkü o yalnız bir adamdır” sözü Sa’d b. Ubâde’nin durumunu ve psikolojisini bize en iyi şekilde anlatmaktadır.[334] Sa’d b. Ubâde halife adayı olarak Müslümanlara çok güzel bir örnek olmuştur. Onun bu davranışının önemi daha sonradan gelen Müslüman tarihçiler tarafından iyi kavranıp ortaya konabilseydi bu olay Müslümanlara hatta belki de insanlığa güzel örnekler teşkil edecek şekilde faydalar sağlayabilirdi. Ne yazık ki bu olay olumlu bir şekilde aktarılmamış veya aktarılamamıştır. En iyi şekliyle Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte Müslümanların ihtilafa düştükleri ilk mesele olarak verilmiştir.[335] Bu hadise çok kötü bir olay olarak değerlendirilmiş ve daha ileri gidilerek Benî Sâide Sakifesi’ne Müslümanlar arasında yaşanan ilk fitne olayı olarak bakılmış ve bu fitneyi teşvik eden ve ilk fitne ateşini yakanın Sa’d b. Ubâde olduğu iddia edilmiştir.[336] Devamında neyse ki Sa’d b. Ubâde’nin imameti orada bulunanların icmâsı ile engellenmiştir denilerek meseleye nokta konmuştur.[337] Aslında Benî Sâide Sakifesi’nde bulunanlar, hilafet meselesinin Müslümanlar arasında istişare edilerek halledilmesi gerektiğini, bunun aksi durumunda yani istişare olmadan ne yapılan biatin ve ne de biat edilenin meşru olmadığının ve bu şekilde meydana gelen biate uyulmayacağının farkındaydılar. Bu düşüncelerini “Böyle oluşan bir biati gerçekleştirenler, seçen ve seçilen olarak iki taraf da kendilerini aldatarak ölüme maruz bırakmasınlar” diyerek ifade etmişlerdir.[338]

Onların bu düşüncesi sonra gelen Müslümanlar için önemli düstur olabilirdi. Bu düşünce daha da geliştirilerek istişarenin Müslüman toprağının tüm tabanına yayılması sağlanabilirdi. Ancak ne acıdır ki tarihçilerimiz bu konuyu daha çok görmezlikten gelerek, Benî Sâide Sakifesi’nde Müslümanlar arasında yaşananları bir ihtilaf olarak görmüştür.[339] Bu hadise esnasında konuşulanlardan Müslümanları yönetme hakkının sadece bir kabileye aitmiş gibi bir düşünceye sahip olunmuş ve bu düşünceyle olayı aktarmışlar ve Ensar, Sa’d b. Ubâde ile birlikte bize muhalefet etti mantığıyla olaya bakmışlardır.[340] Dinin evrensel hükümleri göz önüne alınıp değerlendirilmeden adeta bu evrenselliğin yanında oldukça cüce kalacak ümmetin imamlarının Kureyş’ten olmalı düşüncesini yerleştirmeye kalkışmışlardır.[341] Daha da ileri giderek Hz. Peygamber’in “Muhakkak sizin (Ensar) bizimle (Muhacir-Kureyş) beraber olmanızı emretti” dediğini ve “Ey iman edenler Allah’tan çekinin ve sadıklarla beraber olun”[342] ve buna benzer deliller sunulduktan sonra Ensar’ın kendine gelip bu sunulan delilleri hatırlayarak boyun eğip itaat ettikleri[343] ifade edilerek görüşlerini daha da kuvvetlendirmeye çalışmışlardır. Hadiseler de bu anlayış çerçevesinde aktarılmıştır.

Benî Sâide Sakifesi’nde yaşanan bu hadise daha derinlemesine araştırılabilir, güzel ve yapıcı bir bakış açısıyla Müslümanlara servis edilebilir Müslümanların önünde bulunan bu konudaki taşlı, kayalı yollarını temizleyerek bu yolun asfaltlı bir yol haline gelmesini sağlayabilirlerdi. Ne var ki İslam tarihçilerimiz bunu yapmayarak hataya düşmüşlerdir.[344] Şayet tarihçilerimiz, Hz. Ömer’in: Allah Resulü bize son anımıza (kıyamete) kadar geçerliliğini koruyacak olan bir kelamını emrettiğini görmüştüm. Allah, aranızda bulunan Resulüne onunla yol bulduğu kitabı olan Kur’an’ı bıraktı. Bu kitaba uyarsanız Allah sizi de o kitaba uyanların vasıl oldukları yola ulaştırır”[345] gibi sözlerini ve düşüncelerini ön plana çıkartarak Benî Sâide Sakife hadisesini Ömer b. Hattab’ın söylediği doğrultuda değerlendirip ve bu anlayışla aktarmış olsalardı Müslümanlar yönetim meselesinde çok olumlu mesafeler kat edebilirdi. Sa’d bin Ubâde Hz. Peygamberimizin vefatından sonra onun makamı adına hilafet meselesini ilk mevzubahis eden kişidir[346] deyip onu eleştirmek yerine onu bu davranışından dolayı -zamanlama ve aceleci davranılması hariç- takdir etmeleri gerekirdi. Bununla birlikte halife adayı olmasını değil halife seçilme yarışını kayıp eden Sa’d b. Ubâde’nin seçilen halifeye biat etmeme durumu eleştirilebilirdi. Bu bakış açısıyla yapılan eleştiri sonucunda buradan da olumlu neticeler elde edilebilirdi ve hala da edilebilir. Meselelere toptancı bir bakış açısıyla değil, her mesele ayrı ayrı ele alınıp değerlendirilmesi gerekir. Böylece bir yanlışın tüm doğruları götürmesine izin verilmez hem yanlıştan ders çıkartılır hem de doğrulardan faydalanmaya imkân sağlar. Bu da Müslümanlar arasında yaşanan ayrışmayı en asgari noktaya çekerdi bugün de çeker. Bu olaylar o kadar ileri bir noktaya taşınıp mecrasından saptırılarak bugün

İmamet meselesini bir iman meselesi haline getiren Şia mezhebinin[347] doğmasına vesile olmuştur.

  SA’D B. UBÂDE’NİN VEFATI

Hz. Ebû Bekir vefat edince Hz. Ömer halife olarak seçildi. Hz. Ömer halife olarak Medine sokaklarında dolaşırdı. Yine bir gün Medine sokaklarında dolaşırken Sa’d b. Ubâde’ye rastlar ve ona yazıklar olsun der, Sa’d da ona asıl sana yazıklar olsun diyerek karşılık verir. Sonra Hz. Ömer devamla sen sahip olduğun şeyin sahibi misin diye sorar, Sa’d da evet sahibiyim diye cevap verir. Bu defa Hz. Ömer o halde bu iş sana yol verdi der. Sa’d b. Ubâde de ona Allah’a yemin olsun ki arkadaşın (Ebû Bekir) bize senden daha sevimliydi, senin bulunduğun yerde geceyi çok sevimsiz geçiriyorum der. Bunun üzerine Hz. Ömer kim komşusundan hoşlanmadan civarında bulunursa ondan ayrılmış demektir diyerek cevap verir. Bu konuşmaya karşılık olarak Sa’d b. Ubâde ben de bunu geciktirecek değilim, senden hayırlı olan birinin yanına gideceğim diyerek cevap verir.[348] Ne Hz. Ebû Bekir’e ve ne de Hz. Ömer’e biat etmeyen[349] ve bu konuşmadan sonra kısa süre Medine’de kalan Sa’d b. Ubâde, kendi isteğiyle Şam’a gidip yerleşmeye karar vermiş[350] ve yola çıkmadan önce de, neyi var neyi yoksa tüm mallarını çocukları arasında taksim etmişti.[351] Bu kararın arkasında her şeyini ve doğup büyüdüğü vatanı olan Medine’yi terk etme düşüncesi vardı. Medine’de yaşamak, burada sevmediği insanlarla ve halife seçiminde kendisine sırt dönenlerle bir arada bulunmak ona zor geliyordu. Belki de kendisini bırakıp Hz. Ebû Bekir’e biat eden kavmine çok kırılmıştı. Belki de birilerinin kendisinin bu durumundan faydalanıp onu yönetime karşı kışkırtacak insanlardan uzaklaşmak istiyor ya da etrafında bulunan insanların yarışı kayıp eden birine bakışlarından kaçıyordu. Bu bakışlar onu oldukça rahatsız ediyordu. Sa’d b. Ubâde açıkça mücadele etmiş ama asla gizli ve saklı hiçbir faaliyet içerisinde bulunmamıştı. Bu meseleyi fitneye çevirme düşüncesine de sahip değildi. Bu ve buna benzer sebepler onun psikolojisini olumsuz etkileşmişti. Bulunduğu ortamdan ayrılmayı kendisine iyi geleceğini düşünmüş ve bu yönde karar almıştı. Bu nedenle bir daha Medine’ye dönmemek ve ölünceye kadar da orada kalmak için Şam topraklarına gitmişti.[352] Medine’den ayrılarak hem kendisini bu olumsuz ortamdan uzaklaştırarak biraz olsun psikolojisini rahatlatmış hem de Müslümanlar arasında Ensar Muhacir ayrımına sebebiyet verecek olan fitnenin önünü kesmişti. Bunu yaparak da dindeki samimiyetini yine ortaya koymuştu.

Sa’d b. Ubâde’nin Medine’den ayrıldığı hususunda tarihçilerimizin icması bulunmaktadır. Medine’den yalnız olarak yola çıkan Sa’d b. Ubâde, Şam’ın Havrân[353] bölgesine gidip yerleşti ve ölünceye kadar başka bir yere gitmeyip burada yaşadı.[354] Sa’d b. Ubâde’nin burada nasıl ve kimler ile yaşadığına dair bilgiler kaynaklarımızda bulunmamaktadır. Kaynaklarımız sadece Sa’d b. Ubâde’nin buraya gelip yerleştiğini ve burada nasıl öldüğünün bilgisini vermektedir. Ölüm tarihi ve hangi halife zamanında öldüğü hususunda farklı bilgiler bulunmaktadır. Sa’d b. Ubâde’nin ölüm tarihini en erken olarak verenler, onun Ebû Hz. Bekir’in hilafeti zamanında 11/633 yılında vefat ettiğini bildirmektedirler.[355] Şayet bu ölüm tarihi doğru kabul edilirse; bazı kaynaklarımızda geçen şu bilginin doğru olma ihtimali artmaktadır. Kaynaklarda geçen bu malumata göre Sa’d b. Ubâde öldükten sonra bir çocuğu dünyaya gelir. Dünyaya gelmeden önce babasının ölümüyle yetim kalan çocuğun hali Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i çok üzer ve onların gecelerini uykusuz geçirmelerine neden olur. Her ikisi de başsağlığı için Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin yanına gittiklerinde Sa’d öldü ve bu çocuğundan haberi olmadı derler ve çocuk hakkında konuşurlar. Kays b. Sa’d çocuğa sahip çıkacağını, onu reddetmeyeceğini ve kendi payını ona vereceğini buna da ikisinin şahit olmasını ister. Ancak rivayetler doğrultusunda Sa’d b. Ubâde’nin ölüm tarihin Hz. Ebû Bekir’in ölümünden sonra gerçekleşmesi daha doğru gibi gözükmektedir. Kaynaklarımız daha çok Sa’d b. Ubâde’nin Hz. Ömer’in hilafetinin üçüncü senesinde, hicri 15 yılında Havrân’da vefat ettiği bilgisini verirken, bazı kaynaklar da ölüm tarihinin hicri 14. yıl da olabileceğini aktarmaktadır.[356] Sa’d b.

Ubâde’nin ölüm tarihini yine ikinci halife Ömer’in hilafetinin 3. senesinde ancak hicri 16/638 yılında Havran’da öldüğü bilgisi de verilmektedir.[357]

Tarihçilerimiz Sa’d b. Ubâde’nin Hz. Ömer hilafeti döneminde öldüğü konusunda neredeyse ittifak halindedirler. İbnu Hacer el-Askalani (ö. 852/1448) Sa’d b. Ubâde’nin Havrân’da hicri 15 yılında öldüğü görüşüne katılmakla birlikte, onun Şam’ın ilk fethedilen şehri olan Busrâ’da öldüğünü, kabrinin ise Guta Dimeşk’inin Menîha mevkiindeki bir köyde bulunduğunu bildiren farklı bir rivayeti de aktarmaktadır.[358] Ancak Sa’d b. Ubâde’nin Osman b. Affan’ın hilafeti döneminde vefat ettiğini bildiren rivayetler de bulunmaktadır.[359] Ancak bu bilgi çok az kaynakta geçmektedir. Bu nedenle de doğruluğu sorgulanabilir. Sa’d b. Ubâde ölmeden önceye kadar aklı başında, sağlığı yerinde gezip dolaşan, sağlıklı biriydi ve sağlıklı bir haldeyken ölmüştür.[360] Aşağıda ifade edilenler bu bilgiyi desteklemektedir. Sa’d b. Ubâde bir gün bevl etmeye çıkmış döndüğünde sırtında bir şey bulduğunu söylemiş, bu söyleminden uzun süre geçmeden vefat etmiştir.[361] Sa’d b. Ubâde’nin yılan sokması sonucunda öldüğü de söylenmektedir.[362] Anlaşılan o ki Sa’d b. Ubâde aniden ölmüştür.[363] Bu nedenle de Sa’d b. Ubâde’nin ayakta ve sağlıklı iken ani ölümüne, insanlar tarafından Sa’d b. Ubâde’nin ölüm sebebinin anlaşılmaması nedeniyle onun cinler tarafından iki ok atılarak ve bu okların da hedefinden sapmadan onun kalbine isabet ederek öldüğü ve ölümüne cinlerin dahi ağladığı şeklinde bir açıklamaya itmiştir.[364] Bu düşüncede olanlar olayı daha ileri götürerek cinlerin, Sa’d b. Ubâde’yi öldürme şeklini bir şiir haline getirip böylece insanların Sa’d b. Ubâde’yi kendilerinin öldürdüğünü anlamalarını sağladığını söylemişlerdir.[365] Bu durumu Sa’d b. Ubâde’nin ölümünden haberdar olmayan Medineliler, hizmetçilerin öğle sıcağında kuyudan su çekerken kuyu içerisinde iki konuşanın (cinlerin) muhakkak biz Hazrec’in seyyidi Sa’d bin Ubâde’yi iki okla tam kalbinden vurduk demesini aynı şekilde cinlerden duyarak kendilerine haber verdiklerini ve kendilerinin de bu şekilde Sa’d b. Ubâde’nin ölümünden haberdar oldukları şeklinde formüle etmişlerdir.[366] Tarihçilerimiz, Sa’d b. Ubâde’nin banyoda öldüğü ve cenazesinin orada bulunduğu hakkında bir ihtilafın bulunmadığı bilgisini bize aktarmaktadırlar.[367] Sa’d b. Ubâde’nin küçük abdestini bozmak için gittiği yerde bir debîb (sürüngen) tarafından sokulduğu ve döndükten sonra banyoya girip temizlenip rahatlamaya çalışırken banyoda öldüğü bilgisi de verilmektedir.[368]

Kaynaklarımızın bize aktarmış olduğu rivayetlerde; görünmeyen birilerinin Sa’d b. Ubâde’nin ölüm haberini verinceye kadar hiçbir kimse onun öldüğünü bilmiyordu[369] bilgisinden hareketle Sa’d b. Ubâde’nin banyoda öldüğü, banyoya girdiğinden de kimsenin haberi olmadığı, sağlıklı ve ayakta olması nedeniyle de onun öleceği kimsenin aklına gelmediği anlaşılmaktadır. O nedenle cenazesi banyoda beklemiş olabilir veya beklemiştir. Sa’d b. Ubâde’nin cesedinin yeşil bir renk alması[370] nedeniyle onun zehirli bir hayvan tarafından sokulması veya başka bir zehirlenmeden öldüğü anlaşılmaktadır. Sa’d b. Ubâde’nin ölümü hakkında farklı bir bilgiye Belâzurî’nin (ö. 279/893) Ensâbu’l-Eşraf adlı eserinde rastlamaktayız. Bu bilgiye göre Hz. Ebû Bekir’e biat etmeyen Sa’d b. Ubâde Şam’a gider. Hz. Ömer ona bir kişi göndererek biate davet etmesini ve onun düzenini bozmasını ister. Şayet Sa’d b. Ubâde daveti kabul etmez ise onun için Allah’tan yardım istemesini söyler. Adam Havran’a gelir ve Sa’d b. Ubâde’yi hurma bahçesinde bulur ve onu biat etmeye davet eder. Sa’d b. Ubâde asla Kureyş’e biat etmeyeceğini ve onlara tabi olmayacağını söyler. Gelen kişi o halde ben seninle savaşacağım der. Sa’d b. Ubâde kendisiyle niçin savaşacağını sorar. Adam sen ümmetin bulunmuş olduğu yolun dışında duruyorsun diye cevap verir. Sa’d b. Ubâde ben ümmetten sadece biat etme hususunda farklı davrandım (başka bir ayrılığım yoktur) der. Bunun üzerine gelen kişi ok atarak onu öldürür. Bu bilgiyle birlikte Belâzurî Sa’d b. Ubâde’nin hamamda okla vurulduğu da rivayet edilmektedir diyerek bu malumatı da bize vermektedir.[371] Belâzurî’nin bildirdiği gibi Halife Ömer’in hiçbir olumsuz faaliyet içerisinde bulunmayan ve kavminden ayrı yaşayan Sa’d b. Ubâde’yi öldürtmesi makul ve mümkün gözükmemektedir. Belâzurî’nin aktardığı bu metinden anlaşıldığına göre Hz. Ömer kendi hilafet döneminde değil, Hz. Ebû Bekir’in halife olduğu zamanlarda sözde bu işi organize ettiği anlaşılmaktadır. Hz. Ömer’in kendisinin böyle bir şey yapmayacağını bir tarafa bıraksak bile, Hz. Ebû Bekir’in buna izin vermesi ve Ensar’ın da Sa’d b. Ubâde’nin bu şekilde öldürülmesine hiçbir olumsuz tepki vermeden veya dile getirmeden kabullenmesinin düşünülmesi muhal gibi gözükmektedir. Böyle bir şeyin olması halinde en azından Sa’d b. Ubâde’nin kendi ailesi tepki verirdi. Hem Sa’d b. Ubâde’nin öldürtülmesi hem de kendi kavmi dışında en azından ehli beytinin, evlatlarının vereceği tepki önemli bir hadise olacağı için de kaynaklarımızda bu bilgi kesin olarak yerini alırdı. Bu nedenle kaynaklarımızda böyle bir bilginin bulunmaması, Sa’d b. Ubâde’nin Hz. Ömer tarafından öldürtüldüğü bilgisini doğrulamamaktadır. Kaynak eserlerimizin bize aktarmış oldukları bilgiler doğrultusunda Sa’d b. Ubâde’nin hastalanıp yatağa düşmeden, sağlıklı bir şekilde bulunduğu bir anda, ölümünün ani olarak gerçekleşmiş olduğu anlaşılmaktadır. İnsanlar onun bu ani ölümüne (kalp krizi geçirmiş de olabilir) bir anlam veremedikleri için onun, ya zehirli bir sürüngen hayvan tarafından sokulduğunu ya da daha çok da cinler tarafından öldürüldüğü bilgisine başvurmuşlardır.[372] Belâzurî de yukarıda aktarılanların dışında bu şekildeki bilgiyi de bize aktarmaktadır.[373] Sa’d b. Ubâde, Hz. Ömer’in Benî Sâide Sakifesi’nde toplanan bir kısım Ensar’ın yanına gidiş sebebi olarak söylediği “İslam dininde bir yırtık, delik meydana gelmesinden korkarak onlara doğru gittik”[374] söylemine mahal bırakmadan bu dünyadan göç etmiştir. Asla Müslümanlar arasında birliği bozacak ve aralarında nifak oluşturacak herhangi bir faaliyette bulunmamıştır. Böyle bir duruma imkân vermemek için ata yurdunu terk ederek, Şam’ın Havrân bölgesine yerleşmiş ve orada ani bir ölümle hayata gözlerini yummuştur.

Sa’d b. Ubâde vefat ettikten sonra nesli evlatları kanalıyla devam etmiştir. Sa’d b. Ubâde’nin Saîd, Abdurrahman, Muhammed[375], Kays, İmâme, Sedus[376] ve İshak[377] adlarında yedi çocuğu var idi. Bunlardan iki oğlu Said ve Kays sahabeden olup Said, babası Sa’d b. Ubâde’den hadis rivayetinde bulunurken,[378] Sa’d b. Ubâde’nin torunları da kendisinden hadis rivayet etmişlerdir.[379] İbnu Abbas ve Enes bin Malik[380] gibi başka kimseler de ondan hadis rivayetinde bulunmuşlardır.[381] Sa’d b. Ubâde’nin çocukları dışında akrabaları da bulunmaktadır. İbn Hazm (ö. 456/1064), Sa’d b.

Ubâde’nin Sehl isminde bir kardeşi var[382] derken, İbnu Hacer el-Askalânî (ö. 852/1448) Sehl’in Sa’d b. Ubâde’nin kardeşinin oğlu olduğu bilgisini vermektedir.[383] Cüheynelilerin Sa’d b. Ubâde’nin akrabaları olduğu bilgisi verilmekte[384] ancak onunla bağlantısı verilmemektedir. Kaynaklarımızın bize aktarmış olduğu bilgilere göre Sa’d b. Ubâde’nin nesli evlatlarından oğulları Kays ve Saîd b. Sa’d yoluyla devam etmiştir. Zehebî (ö. 748/1347) Neysâbûr reislerinden olan İsmail b. İbrahim b. Ammâr el-Ensarî el-Hazrecî en-Neysâbûrî’nin Sa’d b. Ubâde’nin çocuğu İshak’ın kardeşidir bilgisini vermektedir.[385] Ancak tarihi kaynaklarımızın aktarmış olduğu bilgilere bakıldığında Sa’d b. Ubâde’nin İsmail adında bir çocuğunun olmadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle ismi verilen bu kişinin Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin Nisâbûr’a yerleşen fakat Sa’d b. Ubâde’ye bağlanan soy zinciri verilmeyen torunlarından birisinin olma durumu oldukça kuvvetli bir ihtimaldir. Sa’d b. Ubâde’nin nesli; onun torunlarından olan Abdulkadir b. Ebbi’l-Kasım b. Ahmed el-Mâlikî es-Suudî kanalıyla Mekke’de[386], Ali b. Abdulvâhîd el-Ensarî es-Sicilmâsî el-Cezâyirî, Cezair’de[387], yine Sa’d b. Ubâde’nin torunlarından engin bir ilme, akli ve nakli delillere sahip âlim bir kişi olan, kendisinden nakillerde bulunulan Ahmed b. Muhammed el-Ganîmî el-Mısrî, Mısır’da yaşamıştır.[388] Hudâykî (ö. 584/1188) bu bilgileri verirken Sa’d b. Ubâde’ye kadar uzanan isim zincirini vermemektedir. Ebû Ya’kub İshak b. İbrahim b. Ammâr b.

Yahya b. el-Abbâs b. Abdurrahman b. Salim b. Kays b. Sa’d b. Ubâde el-Hazrecî el- Ensarî Nisâbûr’da yaşamıştır. İnsanlar kendisini şeref, servet, adalet, dürüstlük, kabul ve mükemmeliyet açısından en iyi görerek ondan nasihat alırlardı.[389] Sa’d b. Ubâde’nin torunlarından ve Hanefi Mezhebi fakihi olan el-İmam Nureddin Ali b. Muhammed b. Ali İbn Gânîm Mısır’da yaşamış ve 1004/1616 yılında vefat etmiştir.[390] İbn Cemîl b. İsâm b. Katâde b. Vettân b. Kays b. Sa’d b. Ubâde nesli Aremremoğulları olarak devam etmektedir.[391] Mücerribe ve Şükraoğulları da Sa’d b. Ubâde’nin neslindendir. Mücerribeoğullarından el-Musîb b. Şerîk b. Mücerribe b. Rebîa, Şükraoğullarından İbn Hârise b. Temîm fıkıh âlimlerindendir.[392] Sâideoğullarından Benî en-Nebit Sa’d b. Ubâde’nin akrabalarındadır.[393] Ubâde b. Abdullah b. Muhammed b. Ubâde b. Eflah el-Ensarî Sa’d b. Ubâde’nin torunlarındandır.[394] Ebû Muhammed b. Ebî Amr (Abdurrahman) b. Ahmed b. Muhammed b. İshâk b. İbrahim b. Ammâr b. Yahya b. el- Abbas b. Abdurrahman b. Sâlim b Kays b. Sa’d b. Ubâde el- Hazrecî el-Ensarî, Ammâr b. Yahya kanalıyla meydana gelen sülaledendir. Bu kişinin evi öğüt, ilim, servet ve liderlik yeriydi. Bu sülale insanlarının birçoğu ilimde, anlamada ve ezberde mükemmel beceri ve mertebelere sahiptiler. Ebû’l- Abbas Muhammed b. İshak el-Sıbğî Nisâbûr’da, Eba Ali Hamid b. Muhammed b. er-Rifâi el- Herevî Irak ve Hicaz bölgelerinde meşhur âlimlerdendir. Ebû Yakup İshak b. İbrahim b. Muhammed b. İbrahim b. Ammâr b. Yahya b. el-Abbas b. Abdurrahman b. Sâlim b Kaysb. Sa’d b. Ubâde el-Hazrecî el-Ensarî el-Ammârî, Nisâbûr ehlindendir.[395] Herevîoğullarından Ebû Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. el-Nadr b. Hayyân b. Münir b. Ziyâd b. Saîd b. Kays b. Sa’d b Ubâde b. Düleym el-Herevî el-Hazrecî bilge (Hakîm) olarak bilinir.[396] Sa’d b Ubâde’nin torunlarından Ali Abdurrahman b. Yusuf b Yusuf b. Mervan b. Yahya b. el-Hüseyn b. Eflah b. Kays b. Sa’d b. el-Hasan b. Ali b. Hüseyn b. Yahya b. Saîd b. Sa’d b. Ubâde[397] ile Ebû’l-Abbâs el-Ensarî el- Ubâdî el-Endülüsî Endülüs’te yaşamışlardır.[398] Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. el- Abbâs b. el-Hasan b. Cible (Cibille) b. Câbir b. Nevfel b. Iyâd b. Yahya b. Kays b. Sa’d b. Ubâde el-Ensarî el-Iyâdî olarak meşhur olmuştur. Bu kişinin kardeşi Ebû Ahmed b. Ebî Nasr el-Iyâdî de Semerkant ehlindendir.[399] Ebû’l-Hasan Diyâu’d-Din el- Hazrecî el-Ğartânî es-Şair es-Sufî Sa’d b. Ubâde’nin bilinen torunlarındandır ve İskenderiye’de oturmaktadır.[400] Sa’d b. Ubâde’nin oğlu Saîd b. Sa’d b. Ubâde Medine kalmış orada yaşamıştır.[401] Saîd b. Sa’d b. Ubâde dördüncü halife Ali b. Ebî Talib tarafından Yemen’e vali olarak atanmış,[402] ancak Yemen halkı kendisinin valiliğinden memnun kalmadığı için kısa süre sonra tekrar Medine’ye dönmüştür. Yemen’de vali olarak tutunamayan Saîd b. Sa’d b. Ubâde’nin neslinin bir kısmı Endülüs’te “Karbelân” denilen kasabasında yaşamaktaydılar. Buradaki nesli el-Hüseyn b. Yahya b. Saîd b. Sa’d b. Ubâde tarafından devam etmektedir.[403] Semerkant’ta ikamet eden İyâdi’ler Sa’d bin Ubâde’nin oğlu Kays’ın evlatları kanalıyla gelen neslindendir. Aile ilimle meşgul olmuştur. Bu aile mensupları fıkıhta ve faziletli görüşte meşhur olan kimselerdendir.[404] Sa’d b. Ubâde’nin soyu kesilmemiş, çocukları kanalıyla devam etmiştir. İslam topraklarının Hicaz, Mekke, Cezayir, Mısır, Nisâbûr, Irak, Endülüs, İskenderiye, Semerkant ve Medine bölgelerine yerleşip oralarda kalmışlardır.

Sa’d b. Ubâde’nin torunlarından ilimle uğraşanlar bulunmaktadır. Bizler o insanların kanalıyla bu bilgilere erişebilme imkânına kavuşuyoruz. Sa’d b. Ubâde’nin torunlarının yaşadıkları yerlerden çıkan sonuca göre soyunun tüm İslam coğrafyasına dağıldıkları ve çoğunlukla ilimle meşgul oldukları anlaşılmaktadır.

SA’D B. UBÂDE’NİN KİŞİLİĞİ

Sa’d b. Ubâde b. Düleym b. Hârise b. Ebî Hazîme/Huzeyme b. Sa’lebe b. Tarîf b. İbni’l Hazrec b. Sâide b. Ka’b b. el-Hazrec[405] Medine’li Ensar’dan olup Hazrec’in liderlerindendir.[406] Sa’d b. Ubâde’nin annesi Benî Neccâroğullarından Amre bintü Sa’d bin Amr bin Zeyd b. Menât b. Adiyy b. Amr b. Mâlik bin en-Neccâr’ın kızıdır[407] ve Hz. Peygamber’in kadın sahabilerdendir.[408] Sa’d b. Ubâde’nin künyesi Ebâ Sâbit ve Ebâ Kays’tır.[409] Müslüman olduktan sonra bu künyesine el-Ensarî sonra el-Hazrecî ünvanları ilave edilmiştir.[410] Kendisi II. Akebe Biatına katılmış ve Benî Sâid oğullarını temsilen Nakîb seçilmiştir.[411] Bu tarihten sonra Sa’d b. Ubâde, İslam davası için bulunması gereken tüm yerlerde bulunmuştur.[412] Sadece Sa’d b. Ubâde’nin Bedir Savaşı’na katılıp katılmadığı hakkında ihtilaf bulunmaktadır.[413]

Sa’d b. Ubâde kendisine bulunan özelliklerinden dolayı Hz. Peygamber’in önde gelen büyük sahabelerinden biridir.[414] Aynı zamanda Sa’d b. Ubâde, Hz. Peygamber’in yaptığı istişare toplantılarında Ensar’ın görüşünü dile getiren sahabedir.[415] Cahiliye döneminde cömert bir kişiliğe sahip olan[416] Sa’d b. Ubâde, Müslüman olduktan sonra da cömert davranarak[417] kişiliğini sürdürmüştür. Eli açık, cömert olan Sa’d b. Ubâde, her durumda hem fakir Müslümanlara[418] hem savaş zamanlarında orduya[419] hem de Hz. Peygamber ve ailesine yardım[420] yapmıştır. Her durumda yardım faaliyetinde bulunan Sa’d b. Ubâde aynı zamanda da Hz. Peygamber’e Ensar içerisinde en çok iltifat eden sahabeler arasında bulunmaktaydı.[421] Sa’d b. Ubâde cahiliye döneminde okuma-yazma, yüzme ve savaş sanatları üzerine iyi bir eğitim almıştır. Ayrıca ok atmayı da çok iyi bilen Sa’d b. Ubâde, o dönem bu özeliklere sahip kişilere verilen “el-Kamil” (tam, bütün, eksiksiz, yetkin, gerçek, kusursuz, olgun vb. manalarına gelen) unvanına sahip zamanının ender kişileri arasında sayılmaktadır.[422]

Sa’d b. Ubâde, cahiliye döneminde eğitimini aldığı okuma yazma bilme özelliğini İslam’ın emrine sunarak Hz. Peygamber döneminde Kur’an ayetlerinin levhalar üzerine yazılmasında, yazılı levhaların bir yerde toplanmasında görev yapan 6 (altı) kişiden birisi olmuştur. Savaş sanatını iyi öğrenmiş olması nedeniyle de savaş sırasındaki en kritik durumlarda hep Hz. Peygamber’in yanında olmuştur.[423] Sa’d b. Ubâde, İslam dininin intişar etmesi için Hz. Peygamber’in ne yapması gerekiyorsa onu yapması için Hazrec adına ona koşulsuz destek vermiş, her zaman ve her yerde kendisiyle beraber olacaklarını net bir kararlılık içerisinde bildirmiştir.[424] Böyle bir açık çekin verilmesi Hz. Peygamber’i sevindirmiştir.[425] Birçok güzel hasletlere sahip olan Sa’d b. Ubâde, Hz. Peygamber’in Ensar’ı temsil eden bayrağını taşıyan bayraktarıydı.[426]

Sa’d b. Ubâde, binitine bindiğinde ayakları yere değecek kadar uzun boylu birisiydi.[427] Gür ve uzun saçları vardı.[428] Açık sözlü ve içten pazarlığı olmayan bir kişiliğe sahipti. Onun bu durumunu hangi ortamda olursa olsun dile getirilen konu hakkındaki düşüncesini açıkça ortaya koymasından rahatlıkla anlayabiliyoruz. Mesela münafıkların lideri konumunda olan Abdullah b. Übeyy b. Selül’ü koruma düşüncesini hem Hz. Peygaber’e[429] hem de bulunduğu her ortamda örneğin İfk hadisesinde,[430] hilafet meselesinde vb. her yerde ve zamanda herkese karşı açıkça ortaya koyarak ifade etmiştir.[431] Sa’d b. Ubâde yaşanan olaylardan dolayı insanlara karşı içten pazarlıklı değildi. İslam’a inandıktan sonra kendi kavminin putlarını kırarak inanıcında da samimi olduğunu açıkça göstermiştir.[432] Bu özelikleriyle birlikte Sa’d b. Ubâde, sinirli bir mizaca sahipti ve onun bu sinirli mizacı yaşadığı olaylarda etkili oluyordu.[433] Aynı zamanda da Sa’d b. Ubâde kıskanç bir kişiydi. Dul kadınlar onun kıskançlığı yüzünden onunla evlenmezdi. Akrabaları da onun bu huyunu bildikleri için onu evlendirmeye cesaret edemezlerdi.[434] Sa’d b. Ubâde, zenginliği ve şerefli olmayı seven, şerefli olabilmenin yolunun cömertlikle olacağına inan, cömertliğin ise ancak mal ile olacağını söyleyen, bu sebeple de Allah’tan kendisini az mal ile ıslah eylememesini isteyen,[435] Allah’ın az mal bana yeterli gelmez ben de az mal ile yetinemem diyerek zengin olmak için dua eden bir sahabeydi.[436] Sa’d b. Ubâde kendi zamanında çok cömert bir kişiydi. O dönem oğlu Kays ve Safvan b. Ümeyye dışında hiçbir Arap onun kadar cömert değildi.[437] Hz. Peygamber de Sa’d b. Ubâde’nin ve ehlibeytinin cömert olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Şüphe yok ki o cömert bir hanedendir”[438] Başka bir ifadesinde Hz. Peygamber, Gâbe gazvesine çıkıldığı zaman Sa’d b. Ubâde’nin yapmış olduğu yardımlardan dolayı oğlu Kays b. Sa’d b. Ubâde’ye “Ya Kays baban seni atlı olarak gönderdi, Mücahitleri güçlendirdi ve Medine’yi korudu” diyerek şöyle dua etmiştir: “Ey Allah’ım Sa’d’a ve Sa’d’ın ailesine merhamet et”. Sonra sözünü “Sa’d b. Ubâde ne güzel bir adam” diyerek tamamlamıştır.[439] Sa’d bin Ubâde, Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretiyle birlikte yardım etmeye başlamış ve Hz. Peygamber’in vefatına kadar yardımlarına devam etmiştir. Hz. Peygamber’in Veda Haccına gitmek için yola çıktığında erzak taşıyan develeriyle birlikte bu yolculuğa katılan Sa’d b. Ubâde’ye Hz. Peygamber “Medine’ye geldiğimizden bu tarafa bize yapmış olduğun misafirperverlik sana yeterli gelmiyor mu da bunları getirdin” diye sormuş, Sa’d b. Ubâde de Hz. Peygamber’in bu sözlerine karşı “Ya Resulullah iyilik ve ihsan Allah ve Resulünündür. Ey Allah’ın Resulü malımızdan vermemiz, bize onu terk etmemizden daha hayırlı gelmektedir” diye cevap vermiştir. Bu karşılıklı konuşmanın sonunda Sa’d b. Ubâde’yi tasdik eden Hz. Peygamber, Sa’d b. Ubâde’nin yardımsever ve cömertliğini ortaya koyan şu sözleri söylemiştir: “Allah Sa’d b. Ubâde’ye salih bir yaratılış ve güzel ahlak ihsan etmiştir.”[440] Sa’d b. Ubâde yardımseverliğinin yanında acıma hissi de yüksek olan bir kişiydi. Annesine bakmayan zayıf bünyeli bir adama yüz kırbaç vurulması cezası verildiğinde Sa’d b. Ubâde, cezanın uygulanması durumunda adamın bu cezaya dayanamayacağını söyleyerek ona acımış ve adamın zayıflığını dile getirmiş, cezanın şeklinin değişmesine vesile olmuş ve cezanın içerisinde yüz adet sap bulunan bir demetle vurulmasını sağlamıştır.[441] Sa’d b. Ubâde Müslüman olduktan sonra samimi bir sahabe olarak yaşamıştır. Bu şekilde yaşayan Sa’d bin Ubâde’den hadis rivayeinde bulunulmuştur.[442] İbn Abbas (ö. 68/687-88), Enes bin Mâlik (ö. 93h./ 711-12m.) ve oğlu Said bin Sa’d, Sa’d bin Ubâde’den hadis rivayetinde bulunan kişilerdendir.[443]

Konu Evs ve mensubları ile ilgili rekabet içeren bir duruma gelindiğinde ise farklı bir Sa’d b. Ubâde görmekteyiz. Aslında bu durum sadece Sa’d b. Ubâde ile ilgili değil, Ensar’ı oluşturan iki kabileyle ilgili bir durumdu. İslam öncesi Hazrec ve Evs arasında bulunan rekabet, çekişme ve birbirlerine karşı övünmeler, bu kabilelerin Müslüman olmalarından sonra da devam etmiştir. Hazrec, kendi kabilelerine mensup bazı kişilerle birlikte Sa’d b. Ubâde’nin Ensar’ın bayraktarı ve hatibi olmasıyla da övünürdü.[444] Hatta Hazrec ve Evs arasındaki bu rekabet öyle bir hal almıştı ki her iki kabile Hz. Peygamber indinde kabul görecek işleri yapıyor, başka bir şey yapmıyorlardı. Biri takdir edilen bir şey yaptığında diğeri aynı şeyi yapıncaya kadar durmuyordu. Her iki kabile de yaptıkları ile övünüyordu.[445] Sa’d b. Ubâde de bu kültürden nasiplenmiş birisi olarak, bu ortamın yaşandığı yerlerde kendisini cahiliyeden beri sürüp gelen bu kültürün etkisinden koruyamamıştır. Rekabetin yaşanabileceği ortamlarda Sa’d b. Ubâde’nin eski kültürün etkisiyle davrandığını gören klasik tarih yazarlarımız bu durumu şu şekilde dile getirmişlerdir: “Sa’d b. Ubâde Hazrec’in efendisi salih bir adamdı, bu olaydan önce onu salih bir kişi olarak görürsün fakat cahiliye hamiyeti (geçmişten, cahiliyeden gelen kültürü koruma) ve tutuculuğu Sa’d b. Ubâde üzerinde ağırlığını hissettirerek, eski dönem kültürüne uygun davranmaya itmiştir.”[446]

Sa’d b. Ubâde gerçekten de samimi bir Müslüman, sağlam, güvenilir bir sahabe idi. Hz. Peygamber’e en zor anlarda ona malıyla yardım eden ve canını siper ederek onu koruyan birisiydi. Bu nedenle olacak ki Hz. Peygamber, Medine bedevilerinin örf, adet ve dillerini anlamada daima danıştığı ve kesin olarak güvendiği iki kişiden birisi Sa’d b. Ubâde’ydi.[447] Yine Hz. Peygamber’in bizatihi evini ziyaret ettiği sahabeden biri de Sa’d b. Ubâde idi.[448] Tüm bunlar gösteriyor ki Sa’d b. Ubâde salih bir sahabedir. Onun da insan olması hasebiyle bazen kendisinden beklenilen davranışı gösteremediği olmuştur. Bu da normal karşılanmalıdır. Bir insan bir olay karşısında beklenilen davranışı göstermedi diye toptancı bir mantıkla olaya bakıp değerlendirilmemelidir. Bu şekilde yapılması da haksızlık olur. Bu kişinin birçok güzel davranışı olabilir ki vardır ve bu davranışları yok sayılamaz. Sa’d b. Ubâde’ye de böyle bakılmalı ve öyle değerlendirilmelidir. Sa’d b. Ubâde tüm olaylar karşısında beklenilen tavrı gösterirken mesele Evs ve mensupları ile rekabete geldiğinde eski duyguları kabarmakta, onu bu noktada zaafa düşürmektedir. Bu nedenle diyebiliriz ki bu nokta Sa’d b. Ubâde’nin zayıf noktasıdır. Bu noktadaki hamiyet ve tutuculuğu onun her durum karşısında bu anlayışa uygun davrandığı anlamına asla gelmez ve gelmemelidir de.

II. BÖLÜM

KAYS B. SA’D’IN HAYATI VE SİYASİ FAALİYETLERİ

 KAYS B. SA’D B. UBÂDE’NİN HAYATI

Kays, Medineli Ensar’ı oluşturan iki ana kabileden biri olan Benî Sâide b. Ka’b b. el-Hazrec oğullarının alt kabilelerinden birinin reisi ve tüm Hazrec kabileleri içerisinde ileri gelen bir konuma sahip olan Sa’d b. Ubâde b. Düleym b. Hârise bin Hüzeyme b. Ebî Huzeyme bin Sa’lebe bin Tarîf bin el-Hazrec bin Sâide bin Ka’b el- Hazrec’in oğlu olup Medine’de dünyaya gelmiştir.[449] Ebû Ahmed el-Hakîm (ö. 378/988) el-Esâmî ve’l-Kunâ adlı eserinde Kays’ın künyesini verirken; Ebû Abdülmelik Kays b. Sa’d b. Ubâde b. Dülâm bin Esed bin el-Hâris şeklinde farklı olarak vermektedir. Yazarımız bu bilginin devamında Kays b. Sa’d için ilk yazdığımız soy zincirini vererek ve sonuna da el-Ekber el-Ensarî ekleyerek böyle de söylenir şeklinde bir bilgiyi de aktarmaktadır.[450]

Kays b. Sa’d’ın hangi tarihte doğduğu bilinmemektedir. Hz. Peygamber’in sahabelerinden biri olduğu[451] ve Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra onun hizmetinde bulunup korumalığını yaptığı[452] göz önünde bulundurduğumuzda o tarihte Kays’ın 18-20 yaşlarında olduğunu varsayabilir ve Kays b. Sad’ın bu yaştan daha geç olması ihtimalinin ise zayıf olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira ondan rivayet edilen bir hadiste babası Sa’d b. Ubâde’nin kendisini Hz. Peygamber’e göndererek güvenliğini sağlamasını ve evinde ona hizmet etmesini mecbur kılmıştır.[453]

Babasının Kays’ı Hz. Peygamber’in hizmetine verebilmesi için Kays’ın ergen yaşta ve aynı evde babasıyla beraber yaşaması gerekir. Bu nedenle onun doğum tarihinin miladi 600’den sonra bir tarih olması, bu tarih aralığının ise 602 ile 607 arasında olabileceğini söyleyebiliriz.

Kays’ın annesi, babası Sa’d b. Ubâde’nin amcası olan Ubeyd b. Düleym b. Hârise’nin kızı Fükeyhe’dir [454] Bu isimle birlikte Kays b. Sa’d’ın annesinin ismi farklı şekilde de verilmektedir. Örneğin Halife b. Hayyat (ö. 230/845) Kays b. Sa’d’ın annesinin ismini Fekîhe olarak vermektedir.[455] İbn Habib (ö. 245/859) ise Kays’ın annesinin baba ismini farklı olarak Fükeyhe bint Abd b. Düleym b. Hârise şeklinde vermektedir.[456]

Kaynaklarımızda Kays b. Sa’d’ın Ebû Bekir’in kız kardeşi, Ebî Kuhâfe’nin dul kızı olan Ümmü Firve ile evlendiği bilgisi verilmektedirler.[457] İbn Sa’d (ö. 230/845) ise Kays b. Sa’d’ın bu evliliği hakkında bilgi verirken Ebû Kuhâfe’nin kızının ismini

Kureybe bint Ebû Kuhâfe olarak vermekte ve bu evliliğinden çocuğunun olmadığını bildirmektedir.[458] Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin evlendiği bayanın ismi farklı verilse de bu farklı isim olarak verilen evlilikten çocukları olmadığı anlaşılmaktadır. Yine İbn Sa’d, Kays b. Sa’d’ın Hint bint Nukeyd b. Buceyr b Kusâ ile evlendiğini ve bu evlilikten de çocuklarının olmadığı bilgisini aktarmaktadır.[459] Ancak biz Kays b. Sa’d’ın çocukları olduğunu bilmekteyiz. Mesela İbn Ebî Heyseme (ö. 279/892-3), Amr b. Surahbil’in Kays b. Sa’d’ın evlatlarından olduğu bilgisini vermektedir.[460] Kays b. Ubâde’nin çocuklarının olduğu bilgisi onun birden fazla evlilik yaptığının bir göstergesidir. Yine bu evliliklerden Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin birden fazla erkek çocuğu olduğu için olacak ki Kays b. Sa’d’ın künyesi de farklı şekillerde verilmektedir. İbnu Hacer el-Askalani (ö. 852/1448) Kays b. Sa’d’ın künyesi hakkında ihtilaf bulunduğunu bildirmektedir. Bu bilginin devamında bu künyelerin bazılarına göre Ebû’l-Fadl, bazılarına göre Ebû Abdillah ve bazılarına göre ise Ebû Abdilmelik olduğu cümlelerini kurar.[461] İbn Hibbân (ö. 354/965) ise Kays b. Sa’d’ın künyesinin Ebû’l-Kasım olduğunu söyler. Ayrıca Kays’ın künyesinin Ebû Abdilmelik olduğu bilgisine de yer vermektedir.[462] İbn Abdilberr (ö. 463/1070) de künyesinin Ebû’l-Fadl olduğunu fakat onun künyesinin Ebû Abdillah ve Ebû Abdilmelik olarak söylendiğini de ifade eder.[463] İbnu Sa’d (ö.           230/845) ise Kays b. Sa’d’ın künyesi Ebû Abdilmelik’dir der.[464]

Kays b. Sa’d oldukça uzun boylu, iri cüsseli biriydi.[465] Pantolonunun boyu sekiz karış uzunluğunda idi. Zamanının en uzun boylusuydu. Etrafında Ondan uzun boylu bir kimse yoktu. Cüssesine uygun, bir karış uzunluğunda büyük bir burnu vardı.[466] Bineğine bindiği zaman ayakları yere değerdi.[467] Kays b. Sa’d köseydi. Yüzünde kıl bulunmamaktaydı. Bu nedenle Ensar eğer mümkün olsa biz kendi paramızla Kays’a sakal alırdık derdi.[468] Cevâd Ali (ö. 1408/1987) “el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab kable’l-Islam” adlı eserinde Kays b. Sa’ d’ın tamamen köse olmadığını söyleyerek çok seyrek bir bıyığının var olduğunu ve çenesinin altında oldukça seyrek kıllar bulunduğunu ve bu tip insanlara o zamanlar “raculün süttun” (^j J^j) seyrek sakallı dendiğini, Kays b. Ubâde’nin de bu kimselerden biri olduğu bilgisini vermektedir.[469]

Kays b. Sa’d köse olmasına rağmen yakışıklı ve güzel biriydi ve Arapların ( 1) en iyisi, en cevvali, en kalitelisiydi.[470] Kendisi erdemli, son derece hatip ve kültürlü bir kişiliğe sahipti ve Arapların dâhilerinden biriydi. Olaylar ve meseleler hakkında görüş sahibi, harp yönetiminde ve hilesinde oldukça uzman bir kimseydi. Aynı zamanda yardım etmeyi seven, cesur, yiğit ve eli açık,[471] dâhi, zeki,[472] Arapların en Cömert’i ve en üstünü idi.[473] Kay s b. Sa’d b. Ubâde o kadar cömertti ki bir günde aynı evde peş peşe dört defa yemek veren biriydi. Ne Evs ve ne de Hazrec kabilesinden bu denli cömert ve böyle yemek veren bir kimse bulunmuyordu. Hz. Peygamber de Kays b. Sa’d’ın cömertliğini; o cömert bir ev ahalisindendir diyerek onaylamıştı.[474] Kays b. Sa’d ve onun Tarife kadar olan yedi ceddi aynı şekilde cömertti.[475]

Kays b. Sa’d, güzel ahlaklı, yaşamının her anında son derece dürüst, her hal ve hareketinde samimi birisiydi.[476] Riyakârlığı sevmezdi. Sa’d b. Ubâde, oğlu Kays’ı Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesiyle birlikte Hz. Peygamber’e hizmet etmesi için görevlendirmişti.[477] Hz. Peygamber de Kays’ın bu dürüstlüğü ve samimiyetinden dolayı olmalı ki bu görevlendirmeyi kabul etmişti.[478] Bu özelliklere sahip olan Kays b. Sa’d da Hz. Peygamber’e Medine’ye hicretinden itibaren ölümüne kadar tam on yıl hizmet etmiştir.[479] Onun Hz. Peygamber nezdindeki durumu aynı bir kralın güvenlik güçlerinin başı gibiydi.[480] Kays b. Sa’d, hem Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunan hem onu koruyan muhafızı ve hem de onun bayraktarıydı.[481] Hz. Peygamber, Kays b. Sa’d’a evine izin istemeden girme müsaadesi vermişti.[482] Kays b. Sa’d, Hz. Peygamber’e yardım eden on sahabeden biriydi. Kays insanlar tarafından kendisine şükran duyulan bir kişiydi.[483]

Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunan Kays b. Sa’d’ı bazı zamanlarda seriye komutanı olarak da görevlendirirdi. Örneğin Kays b. Sa’d Müslümanlardan oluşan dört yüz kişilik bir birliğin komutanı olarak tayin edilmiş ve onun komutası altındaki bu birlik Yemen bölgesine sefer yapmak için gönderilmişti.[484] Kays b. Sa’d aynı zamanda bir nefer olarak askeri birlikte de görevlendirilir, o da bu görevine hiçbir şekilde itiraz etmeden, gönül rızasıyla giderdi. Çok cömert olan Kays b. Sa’d en sıkıntılı ve zor durumlarda bulunsa bile gerekirse borçlanarak katıldığı askeri birliğe yemek temin eder ve kimsenin kendisinin bu şekilde davranmasını engellemesine izin vermez, onların eleştirmelerine de boyun eğmezdi.[485]

Kays b. Sa’d zikretmiş olduğumuz özelliklerinin yanında meydana gelen olaylar hakkında ileri görüşlü, her durumda son derece cesur, savaşlarda kahramanlık gösteren, maharetli ve insaflı biriydi de. O da babası ve dedesi gibi kavminin tartışmasız ileri geleni idi.[486] Kays’ın bu kişiliği hakkında rivayet edilen birçok hikâye vardır. Mesela Kays b. Sa’d hastalandığında kendisinin insanlar tarafından ziyaret edilmediğini görünce sebebini sormuş, ziyaret etmeyişlerinin sebebinin verdiği borçlar olduğunu anlayınca da bir tellal görevlendirerek onun aracılığıyla tüm alacaklarını sildiğini insanlara duyurtmuştur.[487] Başka bir rivayette ise yaşlı bir Bayan Kays b. Sa’d’a gelerek evindeki sıçanların azlığından şikâyet ederdi. Yaşlı kadının bu konuşmasını dinleyen Kays, bu ne güzel bir kinaye diyerek, yaşlı kadının evini ekmek, et, yağ ve hurma ile doldururdu.[488]

Hz. Peygamberimizin hizmetinde bulunan Kays b. Sa’d aynı zamanda onun sohbet ehlindendi. Hz. Peygamber Mekke’nin feth edilmesi sırasında Kays’ın babası Sa’d b. Ubâde’den alınan bayrağı Kays b. Sa’d’ın şikâyeti üzerine ona vermiştir.[489] İbnu Hacer el-Askalânî el-îsâbe Fî Temyizi ’s- Sahabe adlı eserinde: Sanki bir sene Kays b. Sa’d bir sene de babası Sa’d b. Ubâde gazvelere katılıyordu” şeklinde bir bilgi vermektedir.[490] Ancak bu bilgiye ulaşmış olduğumuz diğer kitaplarda rastlayamadığımızı ayrıca belitmek istiyoruz. Fakat bu şekilde bir uygulama kendi aralarında yapılmış olabilir. Aynı tarihçimiz Kays b. Sa’d’ın Hz. Peygamber ile savaşa çıktığında Ensar’ın bayrağını onun taşıdığı bilgisini de vermektedir.[491] Arap’ın beş dehasından ve en kaliteli savunucusu olan[492] Kays b. Sa’d’ın Bedir Savaşı’na katıldığı ve bu savaşta Ensar’ın sancağını onun taşıdığı bilgisi de verilmektedir.[493] Fakat bu bilgiye rağmen Zehebi ise Kays’ın ismini Bedir Savaşı’na katılmayanlar arasında zikretmektedir.[494] İbn Neccâr da (ö. 643/1245) büyük sahabilerin isimlerini sayarken Kays b. Sa’d’ın ismini bu isimler arasında vermemiştir.[495] İbn Hacer el-Askalani ise Kays b. Sa’d’ı büyük sahabeler arasında zikretmiştir.[496]

Kays b. Sa’d, babası Sa’d b. Ubâde Medine’den ayrıldıktan onun yerini alarak kavminin sorumluluğunu üstlendi. Ayrıca fetihlere katılarak dakendisini göstermiş ve iz bırakmıştır.[497] Sonuçta Kays b. Sa’d İslam tarihinde bilinen bir kişi olarak[498] yaşamış ve hayatı boyunca debdebeli olmayan, sade bir hayat sürdürmüştür.

KAYS B. SA’D’IN HALİFELİK MÜCADELESİ SIRASINDA HZ. ALİ’NİN YANINDA YER ALMASI

Arapların dâhilerinden olan Kays b. Sa’d, babası Sa’d b. Ubâde’nin hayatta olduğu zamanlarda da tartışmasız kavminin şerifi durumundaydı.[499] Ayrıca o daha önce belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber devrinde de onun komutanlarından biriydi.[500] Kays b. Sa’d’ın siyasi mücadelesi, Sakifetü Benî Sâide’de babası Sa’d b. Ubâde’nin halife olma isteği ve onun da babasının tarafını tutması ile başlamıştı. O toplantıda babasına yardım amacıyla ayağa kalkmış ve babasını savunmuştu.[501] Sakifetü Benî Sâide hadisesi sonucunda halife seçilen Hz. Ebû Bekir’e o da babası gibi biat etmeyenlerden biriydi.[502] Bu bilgilere rağmen Ebû el-Hasan el-Eşarî (ö. 324h./915- 6m.), babasını savunan Kays b. Sa’d’a Ömer b. Hattab’ın gerekli cevabı verdiğini ve bu konuşma üzerine Hz. Ebû Bekir’e biat ettiklerini, onun imameti/hilafeti üzerinde birleştiklerinive ona itaat ederek boyun eğdiklerini bildirmektedir.[503] Bu bilginin doğru olma ihtimali zayıftır. Zira Kays’ın babası Sa’d b. Ubâde’yi bırakarak biat etmesi en azından o anda mümkün gözükmemektedir. Belki de bu durum Sa’d bin Ubâde’nin Medine’yi terk etmesinden veya ölümünden sonra yaşanmış olabilir. Bu şekilde aktarılma ihtimali kuvvetle muhtemeldir.

Hz. Peygamberimizin Medine’ye gelişinden itibaren Ensarın yeteneklilerinden oluşan bir birliğin komutanı sıfatı ile her an Hz. Peygamber’in elinin altında olan Kays ibnu Sa’d,[504] ilk iki halife ve üçüncü halife Osman b. Affan’ın (644-656) öldürülmesine kadar olan geçen zamanda kavminin başında olmuş ve bu süre içerisinde herhangi bir siyasi faaliyette bulunmamıştır. İlk üç halife olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerindeki fütuhatlara katılmış, Mısır’ın fethinde de bulunmuştur. Mısır’da kendisine bir ev de edinmiştir.[505]

Hz. Osman’ın (ö. 35/656) öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Ali b. Ebî Tâlib’in (656-661) tarafını tutarak onun sadık, temiz, dürüst bir dostu olmuş ve ona yoldaşlık etmiştir.[506] Bu dostluğu ve arkadaşlığı Hz. Ali’nin 40/661 tarihinde gerçekleşen ölümüne kadar devam etmiştir.[507] Böylece Hz. Osman’ın katledilmesi ve Hz. Ali’nin halife olmasıyla birlikte Kays b. Sa’d’ın siyasi mücadelesi başlamıştır.

Bilindiği gibi Hz. Osman’ın ölümünden sonra Hz. Ali’ye biat edilmiştir.[508] Hz. Osman’ın ölümü ile birlikte yaşanan olaylarda Kays b. Sa’d, Hz. Ali tarafını tutmuş[509] ve ona biat etmiştir. Yaptığı bu biattan da bir daha asla geri dönmemiştir. Hz. Ali’ye halife olarak biat edildikten sonra Kays b. Sa’d’ın da içerisinde bulunduğu bir grup Muhacir ve Ensar’ı ordu toplamaları için Kufe’ye göndermiştir.[510]

Kusem b. Abbâs (ö. 57/576), Hz. Ali’nin halife seçilmesinden sonra Talha b. Ubeydullah (ö. 36/656), Zübeyr b. Avvâm (ö. 36/65) ve Hz. Âişe’nin (ö. 58/678) Mekke’den ayrıldıklarını ve Basra’ya giderek insanları kendisine karşı savaşa çağırdıklarını, onlarla birlikte olanların ise bu savaştan korkmadıklarını söylediklerini anlatan mektubunu Hz. Ali’ye gönderdi. Hz. Ali bu duruma üzülmüş ve kendisiyle birlikte olan insanlar da bu durumu çok büyütmüşlerdi. Böyle durumlarda zekâsını ve hüsnü tasarrufunu ortaya koyan Kays b. Ubâde ayağa kalkarak Taha ve Zübeyr’in durumlarının Hz. Aişe’nin durumu gibi olmadığını, çünkü bu ikisi de yapmış oldukları biatlarını bozduklarını ve bu nedenle de kanlarının helal olduğunu söylemiştir. Hz. Âişe’nin ise dindeki konumunun herkes tarafından bilindiğini ifade ederek Basra halkının tamamının bu iki kişinin yanında olmadığı üzerinde durmuştur. Hz. Ali’ye Kufe’ye gitmesini önerip, Kufe halkının tamamının kendisiyle beraber ve yanında olduğunu, onlarla birlikte hakkın gereği olarak Basra’ya gidenlerin hak olmayan batılları üzerine yürümesi gerektiğini söylemiştir. Devamla şayet onlar Şam’a giderse durumun daha tehlikeli bir hal alacağından korktuğunu dile getirmiş ve bu nedenle de onların üzerine Basra’da yürümesi gerektiğini önermiş, şayet itaat ederlerse hükmün halife olarak kendisine ait olacağını, ama itaat etmezlerse onlarla beraber olanların güçlerinin zayıf olduğunu, halifenin kendisi ile beraber olan askeri güçle onların güçlerinin bir olmadığını, Ali b. Ebû Talib’in kendisinin hak dava üzere bulunduğunu Allah’ın yardımının da halifeyle beraber olduğunu, İslam’ın yardımcıları olan Ensar’ın da kendisine biat ettiğini ve halife ile beraber hareket edeceğini söylemiştir. Ensar da bu konuşmayı tasdik etmiştir[511] diyerek içerisinde bulundukları havayı yumuşatmış, Hz. Ali ve onunla birlikte bulunanların karamsar düşüncelerini dağıtmalarına vesile olmuştur. Bu konuşmasıyla karamsar havanın dağılmasına şahit olan Kays b. Sa’d konuşmasını şöyle devam etti: “Ey Müminlerin Emiri! Bizim düşmanlarımıza karşı kabuğumuza çekilmemiz, onlardan çekinip bir şeyler yapmadan eli kolu bağlı oturmamız düşünülemez. Allah’a yemin ederim ki onlarla savaşmamız bana Türkler ve Rumlarla savaşmaktan daha sevimli gelmektedir. Onların Allah’ın dini hakkında yaptıklarını, hilelerini ve yağcılıklarıyla Hz. Peygamber’in ashabından olan Allah dostlarıyla, Muhacir, Ensar ve tabiinden iyiliklere tabi olanları küçümsemelerine karşı bizim hiçbir şey yapmayarak kabuğumuza çekilmemiz ve öylece kalmamız kabul edilemez.”[512] Burada cesaretini, samimiyetini, kahramanlığını ve zekâsını ortaya koyan Kays b. Sa’d Basra kara birliğinin komutanı olarak Basra’ya girmiştir.[513] Hz. Ali de Basra’ya girdikten sonra,[514] 656 yılında Kays b Ubâde’yi Mısır’a vali olarak atamıştır.[515] İbn Abdilberr (ö. 463/1070) de Kays b. Sa’d’ın Hz. Ali ile birlikte Basra’da meydana gelen ve Cemel Savaşı olarak isimlendirilen bu savaşa katıldığını bildirmektedir.[516] Kays b. Ubâde, Cemel harbi dışında Hz. Ali’nin halife olarak yapmış olduğu diğer savaşlar olan Sıffin ve Nehrevan’da gerçekleşen Harbu’l- Hav’aric Savaşları’na da halkıyla birlikte katılmıştır.[517]

KAYS B. SA’D’IN MISIR VALİLİĞİ VE AZLİ

Hz. Ali, Kays b. Sa’d’ı hicretin 36’ncı senesinde Mısır valisi tayin etti ve ona görevini bildirirken şöyle nasihatte bulundu: “Ey Kays, kendisine güvendiğin, sohbetinden hoşlandığın ve sana arkadaşlık yapacak kişilerden olanları yanına al. Seninle birlikte bir de ordu bulunsun. Böyle bir ordu ile Mısır’a girmen düşmanlarına korku, sana ve dostlarına güç katacaktır. Mısır’a vardığında iyilere güzel, güvenilmez ve şüpheli olanlara da sert davranmalısın. Halka ve özel olan kimselere şefkatle muamele etmelisin. Şefkatin ise ihsan etmek olduğunu bilmelisin.”. Kays ise “Nasihatini kabullendim, tamam. Ama ordu meselesine gelince sen orduyu kendi hazırlığın için çağırmalısın, senin yakınında ve elinin altında bulunması gerekir. Bana gelince Allah’ın yardımıyla Mısır’a sadece ben ve ailem gideceğim” şeklinde cevap vererek Hz. Ali’nin ordu teklifiyle birlikte onun kendisine arkadaşlık yapması için seçim yapması teklifini de kabul etmemiştir.[518]

Kays b. Sa’d arkadaşlarından sadece yedi kişiyle birlikte Mısır’a gitmiştir.[519] Kays b. Sa’d’ın Mısır’a vali olarak gelmesinden önce Mısır topraklarının Suriye’nin devamı niteliğinde olması, Nil bölgesinin kontrol edilmesi ve böylece siyasi mücadelelerine önemli bir avantaj sağlayacağını düşündükleri için Amr b. As (ö. 43/664) ve Muaviye b. Ebû Süfyan (661-680) Mısır’a sefer düzenleyip almak istemişler, Mısır’ın valisi olan Muhammed b. sebeple de Muaviye ile yazışan bir topluluk ile diğeri ise Hz. Osman’ın ölümüne karışmış grup ile Osman b. Affan’ın öldürülmesine onay veren veya en azından bu olay karşısında sessizce Ebû Huzeyfe’yi ve bin kişilik ordusunu katletmelerine rağmen Mısır’ı almayı başaramamışlardır.[520] Kays b. Sa’d vali tayin edilip Mısır’a doğru hareket ettiğinde Mısır halkı biri Hz. Osman’ın öldürülmesi nedeniyle kızgın olan fakat sayılarının daha az olması sebebiyle Mısır’ın çoğunluğunu oluşturanlara karşı güçleri yetmeyeceğinin farkında olan bu nedenle onlara karşı koyacak kuvvete sahip olmadıklarını düşünen bu kalanların oluşturduğu grup şeklinde ikiye bölünmüştü.[521] Kays b. Sa’d Eyle bölgesine vardığında bir grup atlı onu karşılayarak kim olduğunu sordu. O da Osman’ın karşısında olanlardanım ve ona sığınmış olanlara karşı Allah’tan yardım istiyorum diye yanıt verdi. Tekrar kim olduğunu sorduklarında ise Kays b. Sa’d’ım şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine grup Kays’ın Mısır’a gitmesine izin verdi. Kays b. Sa’d Mısır’a ulaşıncaya kadar yoluna devam etti ve Mısır’a girdi.[522] Kays b. Sa’d el- Fustât’a ulaşınca minbere çıktı ve oturdu. Kendisinin Emiru’l-Muminin Ali b. Ebî Talib tarafından Mısır valisi olarak atandığı bildiren fermanı kâtibe okuttu. Sonra kendisi ayağa kalkarak bir konuşma yaptı. Konuşmasının sonunda insanları kitap ve sünnet üzere halifeye biat etmeye davet etti. Sonra da Kays b. Sa’d Mısır’ın çeşitli bölgelerine idarecilerini gönderdi. İnsanlar biat edip onun valiliğini kabul ettiler. Ancak Heribtâ ismindeki bölge Kays b. Sa’d’a biat etmedi. Bu bölge insanları Kays b. Sa’d’dan Hz. Osman’ın katillerini istiyordu.[523] Kaynaklarımızda bu bölgenin ismi Hirbitâ, Harîbe ve Harenbâ gibi farklı şekillerde de geçmektedir. Bu durumun farkında olan Yâkût el-Hamevî (ö. 626/1229) Mu’cemu’l-Buldan adlı eserinde kendisinden önce yaşamış olan İbn Abdülhakem (ö. 268/882) ve Hâzimî’nin (ö.          584/1188) kitaplarında bu bölgenin ismini “Hazinbâ” olarak verdiklerini ve bunun yanlış olduğunu bildirdikten sonra (^j^) “Haribtâ” bölgesinin daha çok Mısır’ın bir bölgesi sonra da el-Havfu’l-Garbî bölgesi sayıldığını, bu bölgenin İskenderiye yakınlarında bir yerleşim bölgesi olduğunu bildirmektedir.[524]

Kays b. Sa’d Mısır’ın iki kısma ayrılmış durumunu rapor eden bir mektup yazarak Hz. Ali’ye gönderdi.[525] Kays, Haribtâ bölgesinde yaşayanların biat etmeleri için baskı yapılmasının uygun olmayacağı ve bunun da fayda sağlamayacağını düşünerek üzerlerine gitmedi. Onlara ikramda bulunarak güzel muamele etti[526] ve böylece aralarında çıkacak bir savaşı da engellemiş oldu.[527] Bu şekilde bir siyaset izleyerek Mısır halkının da huzura kavuşmasını sağladı.[528] Muaviye b. Ebî Süfyan Haribtâ halkına bir mektup yazarak onlara Kays b. Sa’d’ın Ali’nin adamı olduğunu bildirmiş ve onu durdurmalarını istemişti.[529] Fakat Muaviye Kays b. Sa’d’ın dâhiliği, zekâsı, ileri görüşlülüğü ve hilesi karşısında başarısız olup, çaresiz kaldı.[530] Muaviye, bir grup yakın adamına Hz. Ali’nin adamlarından en çok kendisini endişelendirenler arasında Ensar’dan Kays b. Ubâde olduğunu söylemişti.[531]

Muaviye, Kays b. Ubâde’yi kendi tarafına çekip ondan yararlanmak istedi ve bu nedenle ona bir mektup yazdı fakat Kays teklifini reddetti. Zamanının Arap dâhilerinden olan Kays b. Sa’d Mısır halkının Muaviye’ye katılmamasında da etkiliydi.[532] Muaviye, Hz. Ali’nin Irak halkı ile Kays b. Ubâde’nin de Mısır halkı ile beraber olması, kendisinin ise bu ikisi arasında bulunmasının ne anlama geldiğinin çok iyi farkındaydı. Kays b. Sa’d Muaviye tarafından kendisine sunulan Irakeyn (iki Irak) sultanlığını, akrabalarından sevdiği bir kişiye de hicaz sultanlığının verilmesi ve bunların dışında da başka isteklerinin de Muaviye’ye bildirmesi durumunda o isteklerin de kendisine verileceğini bildirilen teklifini kabul etmeyip reddetmişti.[533] Kays b. Sa’d b. Ubâde Hz. Ali’ye olan bağlılığından ödün vermemiş, ona olan temiz, sadık dostluğuna devam etmiş, vermiş olduğu sözden dönmemiştir. Ne Hz. Ali’ye olan dostluğundan ve teklifini kabul etmemesinden dolayı pişmanlık duymuş ve ne de bu tavrından dolayı rahatsız olmuştu.[534] Kays’ın bu tutumu Muaviye b. Ebî Süfyan’ı kızdırmıştı. Bu nedenle Muaviye b. Ebî Süfyan ve Amr b. el-As, içinde ağır sözler ve küfür içeren mektuplarını Kays’a göndermişlerdi.[535] Muaviye yazdığı mektubunda “ey Yahudi oğlu Yahudi sen ancak bizim kölelerimizden bir kölesin” diyordu. Kays b. Sa’d da edebi yönüyle kaleme aldığı mektubunda Muaviye’ye “ey Mekke putlarından olan Put oğlu Put, İslam’a istemeyerek girdiniz ondan isteyerek çıktınız” diye yazıyordu.[536]

Muaviye b. Ebî Süfyan ne yaptıysa azimli, kararlı, sadık ve ileri görüşlü olan deha Kays b. Sa’d’ı yanına çekemedi. Muaviye ve Amr b. el-As onu Mısır’dan uzaklaştırıp, oraya hâkim olmak istiyorlardı. Kays b. Sa’d, zekâsı, ileri görüşlülüğü ve tuzaklarıyla onlardan korunuyordu. Her ikisi de ne onun üzerine bir hâkimiyet sağladılar ne de Mısır’ı fethetmeye muvaffak oldular.[537] Kays b. Sa’d b. Ubâde’yi ikna edemeyen Muaviye, çeşitli hilelerle onu sıkıştırmaya ve zor duruma düşürmeye çalıştı. Kays b. Sa’d’a bir şey yapamayacağını anlayan Muaviye oklarının yönünü Hz. Ali’ye çevirdi. Oyununu Hz. Ali üzerinden oynamaya karar verdi.[538] Muaviye, Kays b. Sa’d’ın dilinden bir mektup yazdı. Bu mektupla güya Kays b. Sa’d onunla birlikteymiş vehmini vermek istiyordu. Bu yazdığı mektubu Şam halkına okudu.[539] Bu sahte mektupta sanki Kays b. Sa’d’ın zekâsı ve nasihatinin gizli olarak kendilerine geldiğini, sözde mektubun bunu bildiren kısmını Şam halkına okuduktan sonra, Muaviye konuşmasını şöyle sürdürdü: İşte bu nedenle kendi bölgesinde sınırları içerisinde bulunan Haribta kasabasındaki kardeşlerimize çok iyi davranıyor ve onlara her türlü yardımı yapıyor. Hatta buradan giden insanlara da güzel davranıyor. Bu sebeple Kays herhangi bir şeyle itham edilmemeli ve onun yaptığı şeyler çirkin görülmemelidir, o bizimledir” dedi.[540] Devamında; “Ey Şam halkı Kays b. Sa’d olayı gördü, meseleyi kavradı, önceden işitmiş ve itaat ettiği şeyden ayrıldı, halifemizin kanını talep etti ve bunu da bana yazdı, bunun okunmasını da emretti. Kays b. Sa’d için dua edin” diyerek konuşmasını bitirirdi.[541]

Muaviye b. Ebî Süfyan bu hareketiyle sözde Kays b. Sa’d’a ait, asılsız bu mektubun varlığının ve kendisinin Kays b. Sa’d hakkında Şam halkına yaptığı konuşmasının Şam’daki casusları ve taraftarları kanalıyla Hz. Ali’ye ulaşmasını istiyordu. Muaviye her yönüyle kurgu olan bu hadisedeki sözde mektup ve konuşma haberinin Hz. Ali’ye ulaşmasını sağladı. Bunu başaracağından da emindi. Zira o, Şam halkına yapmış olduğu konuşmayı bitirdikten sonra Amr b. el-As’ın elini tutarak ona: “Bu gözlerin buğzla Ali’ye yöneldiğinin fırsatını kolla, bu haber yedi sekiz günde ona ulaşır. Haber ulaştığında da ilk önce Kays b. Sa’d Mısır valiliğinden azledilir ve o azledildikten sonra artık her şey bize çok daha kolay olacaktır” dedi.[542]

Bu olay Hz. Ali’ye ulaşınca Muhammed b. Ebî Bekir ve Muhammed b. Cafer b. Ebî Talib de bu hadiseyi çok büyüttüler ve olay onların büyüttükleri şekliyle Hz. Ali’ye intikal edince,[543] bu ikisinin Kays b. Sa’d hakkındaki olumsuz konuşmasının etkisiyle de Muaviye’nin hilesini göremeyen Hz. Ali oyuna geldi[544] ve Muaviye ile yakın ilişki içerisinde olduğunu düşündüğü Kays’ı Muaviye’nin adamı olmakla itham etti. Kays’a nüfusu on bin civarında olan Haribtâ halkıyla savaşmasını emreden bir ferman gönderdi. Kays b. Sa’d onlarla savaşmayı reddetti. Onlarla savaşılmasının nelere mal olacağını, yöre halkının Mısır’ın eşrafından olduğunu ve bölgenin özel durumu ile kendisinin Muaviye’nin adamı olmadığını anlatan, hatta bu konuda (Muaviye’nin adamı olma konusunda) ısrarcı ise görevinden azledilmesini isteyen bir mektup yazarak Hz. Ali’ye gönderdi.[545] Söz konusumektuptan sonra Kays’ın Muaviye’nin adamı olma ithamını devam ettiren Hz. Ali, onu protesto eden ve aynı zamanda yaptığı valilik görevini birine bırakıp dönmesi yönündeki istediğini bildiren bir mektup yazarak Kays’a gönderdi.[546] Olayı kavrayan Kays b. Sa’d Muaviye’den hoşlanmadığını, onunla herhangi bir ilişkisinin olmadığını bildiren bir mektup daha Hz. Ali’ye gönderdi.[547] Fakat bu mektuptan sonra da Hz. Ali ve Kufe halkının kafa karışıklığı devam etti. Nihayet Hz. Ali, Kays b. Sa’d’ın Muaviye’nin adamı olduğu kanaatına vararak onu Mısır valiliğinden azletti.[548] Böylece Muaviye b. Ebî Süfyan, Kays’ı Mısır valiliğinden azletmeyi başarmış, Mısır’ı ele geçirmek için büyük bir fırsatı kendi lehine döndürmeyi başarmıştır.[549]

Hz. Ali, Kays b. Sa’d’ın Mısır idariciliğinden alınıp alınmaması meselesini danışmanları ile istişare etmişti ve danışmanları da Kays’ın Mısır valiliğinden alınması yönünde ısrarcı olmuşlardı. Özellikle de Muhammed b. Ebî Bekr (ö. 38/658) ile Hz. Ali’nin sadık komutanı olan Mâlik bin el-Hâris bin Abdiyegûs el-Eşter (ö. 37h./658m.) de alınması yönünde görüş belirtip bu hususta ısrar ettiler. Bu ikisinin görüşü Hz. Ali üzerinde büyük etki yaptı.[550] Hz. Ali, Kays b. Sa’d’ı Mısır valiliği görevinden 38/658 yılında azledip yerine vali olarak Muhammed bin Ebî Bekir’i Mısır valiliğine atadı ve bu atamayla birlikte Mısır karıştı.[551]

Kays b. Sa’d, Hz. Ali’nin kendisini Mısır idareciliğinden almasından dolayı ona kırgındı. Mısır’dan ayrıldıktan sonra Kufe’de iskaneden Hz. Ali’nin yanına gitmeyip Medine’ye geldi ve ondan uzak durarak Medine’de ikamet etmeye başladı.[552] Hz. Ali’ye kızgın ve kırgın olmasına rağmen ona yaptığı biatinden asla geri dönmeyen ve vermiş olduğu bu karardan da asla rahatsızlık duymayan Kays, başka kimseye de biat etmedi ve onun temiz ve sadık dostu olarak Medine’de yaşamaya devam etti.[553] İsteseydi Muaviye b. Ebî Süfyan’ın yanına gidip iyi bir makam elde edebilirdi. Muaviye’nin kendisine yapmış olduğu teklifi kabul eder ve Mısır valiliğinden ayrılmazdı. Ancak sadık ve sağlam bir karaktere sahip olan Kays, bunu ne düşündü ve ne de yaptı. Ayrıca o, şu sözleriyle de “Eğer İslam olmasaydım ona öyle bir hile yapardım ki bu hileye asla Arap’ın gücü yetmezdi”[554] İslam’daki samimiyetini de ortaya koymuştur. Hem dindeki samimiyetinden hem de Hz. Ali’ye olan bağlılığından asla ödün vermeden ve onun aleyhinde olumsuz denebilecek herhangi bir faaliyette bulunmadan Medine’de yaşamaya devam etmiştir.

KAYS B. SA’D’IN ÖZEL ORDU KOMUTANLIĞI

Medine’de bulunan Hz. Osman ve Muaviye taraftarlarının yanlış siyasetleri ve davranışları sonucunda Kays Medine’den ayrılıp Hz. Ali’nin bulunduğu Kufe’ye gitti[555] veya Medine’ye geldiğin zaman Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme (ö. 62/681) Kays’ı azarlayan, kınayan mesajını ona gönderdi. Kays’a “Sen arkadaşını terk ettin” diyordu. Kays, Ümmü Seleme’ye “Ben Ali’yi terk etmedim, ona itaat ettim. O beni azletti” diye cevap gönderdi. Ümmü Seleme “Öyle ise senin işini Hz. Ali’ye yazacağım” diye cevapladı ve bunun üzerine Kays Ümmü Seleme’nin yanına giderek tüm olan biteni anlattı. Daha sonra Ümmü Seleme Hz. Ali’ye Kays’ın ve babasının yeni ve eski olayları hakkında düşüncelerini anlatan bir mektup yazdı. Aynı zamanda bu mektubunda azletme olayından dolayı Hz. Ali’yi kınıyordu. Mektubu alan Hz. Ali, Kays’a bir mektup yazarak hakkın ortaya çıkmasında kararlı olduğunu ve kendisi hakkında vermiş olduğu karardan dolayı utandığını bildiriyor ve bu olayı anlamamam için ölü olmalıydım diyordu. Bu mektuptan sonra Kays b. Sa’d, Hz. Ali’nin yanına gitti. Hz. Ali onu çok iyi karşıladı, ona ikramda bulundu ve onu ödüllendirdi, Kays da Kufe’de onunla beraber kaldı. Kays başından geçen tüm olan biteni Hz. Ali’ye anlattı.

Mısır idare edilemiyordu. Hz. Ali orada dönen dolapların farkına ancak Kays’ın vardığını anladı ve Kays’ın tüm işlerinde ona itaat etti.[556] Bu arada Mısır valisi Muhammed b. Ebî Bekir’in (ö. 38/658) öldürülme haberi geldi. O zaman Hz. Ali, Kays b. Sa’d’ın nasıl bir deha olduğunu daha iyi kavradı. Bundan sonra onun görüşlerine, nasihatine değer verdi ve onun görüşü doğrultusunda hareket etti.[557] Bu tarihten itibaren Kays b. Sa’d, Hz. Ali öldürülünceye kadar yanından hiç ayrılmayacaktır ve onun bayraktarı olacaktır.[558]

Hz. Ali, Kays’ı Irak halkının ileri gelenlerinden kıldı. Daha sonra da Kays’ı ölümüne biat eden ve adına “el-Hamîs” denilen, çok özel ve özelikte olan kişilerden oluşan beş bin kişilik bir askeri birliğin komutanı olarak atadı.[559] Kays b. Sa’d artık Hz. Ali’nin en sadık ve en güvendiği kişi olmuştur. Öncelikle Kays’ın yapabileceği işler Hz. Ali tarafından kendisine tevdi edilecektir. Bu nedenle ordusu başka bir ordu ile karşılaştığında bile Hz. Ali, bazı zamanlarda mübareze yapmak üzere Kays b. Sa’d b. Ubâde’yi çıkartırdı.[560]

Kays b. Sa’d’ın valilikten azledildikten sonra onun tekrar Hz. Ali’nin yanına dönmesi Muaviye’nin moralini bozmuştur. Muaviye b. Ebî Süfyan bu moral bozukluğunu Medine’deki yandaşlarına “Allah’a yemin olsun ki Kays’ı değil de yüz bin savaşçıyı Ali’ye teslim etseydiniz canım bu kadar sıkılmazdı” diyerek dile getirmiştir.[561] Muaviye için bu denli önemli biri olan Kays b. Sa’d artık sürekli Hz. Ali ile beraber Olmaya başladı ve onun yapmış olduğu tüm savaşlara katıldı.[562]

Kays b. Sa’d, Hz. Ali ile Osman bin Affan’ın kan davasını güttüğünü söyleyen Şam valisi Muaviye bin Ebî Süfyan arasında vuku bulan Sıffîn Savaşı’na da Hz. Ali ile birlikte katıldı.[563] Hz. Ali Şam ehli ile savaşma hakkında Muhacir ve Ensar’la istişare etti. Bu istişarede söz alan Kays, Şam ehlini ümmetin birliğine uymadıkları için düşman olarak görüyor ve bu sebeple de Hz. Ali’yi onlarla savaşma hususunda teşvik ediyordu. Bunlarla savaşmanın kâfir milletlerle savaşmaktan daha sevimli geleceğini, zira onların Allah’ın dinine aykırı olarak yağcılık yaptıklarını, Hz. Peygamber’in ashabından Allah’ın dostu olan Muhacir, Ensar ve güzellikle onlara uyanları zelil kıldıklarını, birine kızdıklarında onu hapsettiklerini, dövdüklerini, her şeyden mahrum ettiklerini ya da sürdüklerini, Şam halkının halifeyi destekleyenlerin mallarının yağma edilmesini kendilerine helal saydıklarını ve yine bu Şam halkının Hz. Ali’yi destekleyenleri kendilerinin köleleri olarak gördüklerini dile getiriyordu.[564]

Kays b. Sa’d Ensar’ın genç olanlarından, yaş sıralamasına göre ise Ensar’ın üçüncü tabakasındandı.[565] Bu nedenle Ensar’ın ileri gelenleri “Ey Kays neden kavminin büyüklerinin önüne geçerek onlardan önce konuştun?” diye eleştirdiklerinde Kays, “Ben sizin değerinizi iyi bilirim, şanınızı yükseltirim. Ancak Ashaptan bahsedilince içinizdeki kinin coştuğunu gördüm” diyerek cevap verdi.[566] Bu konuşmasıyla Muaviye ile savaşma hususunda hem Hz. Ali’ye görüşünü bildirmiş hem de onu teşvik etmiştir. Yapılan bu istişare sonunda karar savaşma yönünde çıkmıştır. Hz. Ali de istişarede alınan Muaviye’yle savaş yapılması kararına uymuştur. Hz. Ali Sıffin Savaşı esnasında Hz. Peygamber’in savaşlarda kullanmış olduğu sancağını çıkartarak Kays b. Sa’d’a verdi. Sancağı Kays’ın elinde gören tüm Müslümanlar ağladı. Muhacir ve Ensar da çok duygulandı ve gözyaşları içerisinde sancağın etrafında toplandılar. Kays, Hz. Peygamber’in sancağını anlatan bir konuşma yaptıktan sonra orada bulunan Medinelilere: “Ey Ensar, sizler sağında Cebrail’in solunda Mikail’in bulunduğu bu sancak altında Ebû Cehil ve ashabının kavmi ile savaşıyorsunuz.[567] Bu sancak onları sınırlandırdığımız sancaktır. Allah’ın yardımı yine bizimle olacaktır”[568] diyerek konuşmasını bitirdi. Sıffin Savaşı’nda ordu komutanı olarak yerini alan Kays, bu savaşta büyük başarılar elde etti ve bu nedenle Muaviye’nin lanet ettiği kişiler arasında o da vardı.[569]

Şairlik yönü bulunması hasebiyle Kays b. Sa’d, katılmış olduğu Sıffin ve diğer savaşlar hakkında pek çok şiir de kaleme almıştır.[570] Hz. Ali, Kays’ın Sıffin Savaşı’nda göstermiş olduğu başarılardan dolayı Azerbaycan’la ilgilenme görevini de ona verdi. Kays, Azerbaycan’da Hz. Ali için çalışırken halifeden geri dönmesini ve kendisiyle beraber savaşmasını istediğini bildiren bir mektup aldı. Kays bu mektuptan sonra Kufe’ye geri döndü.[571] Kays b. Sa’d’ın Hz. Ali ile beraber katılmış olduğu en son savaş Nehrevan bölgesinde bulunan Haricilere karşı yaptıkları Harbu’l- Havaric’dir.[572] Kays, bu savaştan sonra Hz. Ali’nin 40/661 yılındaki ölümüne şahit oldu.[573] Hz. Ali’nin öldürülmesiyle birlikte onun dostu ve sadık can yoldaşı olan Kays’ın birlikteliği zorunlu olarak son bulmuştur.

KAYS B. SA’D’IN HZ. HASAN’IN YANINDA YER ALMASI

Hz. Ali öldürüldükten sonra “el-Hamîs” adlı özel birlik askerlerinin tamamı ve komutanları Kays, başlarını tıraş edip[574] her tür emre hazır olarak beklediler. Daha sonra ordu komutanı olan Kays, Irak halkını toplayarak onlara niçin Hasan b. Ali’nin (ö. 49/669) halife seçilmesi gerektiğini anlatan bir konuşma yaptı. Irak halkı Kays’ın öncülüğünde Hz. Hasan’ı halife seçti ve ona ilk biat eden Kays b. Sa’d oldu.[575] Bu sırada Hz. Ali’nin ölümü üzerine Şam halkı da Muaviye’ye biat etmişti.[576] Kendisine biat edildikten sonra Muaviye altmış bin kişilik bir ordu ile Irak’a yöneldi. Menbic Köprüsü’nü geçinceye kadar kimseye görünmedi. Bu esnada Hz. Hasan Kufe’deydi.[577] Muaviye’nin Irak topraklarına girdiği haberini alması üzerineo da ordusuyla birlikte Şam’a doğru hareket ederek Medâin’e geldi. Hz. Hasan on ikibin kişide oluşan bir ordu ile Kays b. Sa’d’ı öncü birlik olarak gönderdi. Kays’ın komuta ettiği bu ordu “Şurtatu’l-Hamîs” olarak isimlendiriliyordu.[578]

Kays b. Sa’d önce Meskene sonra da halkı savaşçı olan Ahnûniye beldesine geldi. Muaviye ve ordusunu Membic Köprüsü’nden Ahnûniye’ye kadar olan arazide karşıladı. Muaviye, Kays’a saldırmaya cesaret edemedi. Şam halkı her namaz vaktinde Muaviye’yi Kays’a saldırması için cesaretlendiriyordu. Ancak istenilen sonuç alınamamıştı. Şam halkının şairleri, bu yaşananları dile getiren şiirler bile yazmışlardı. Kays b. Sa’d ile beraber bir öykü yazıcısı vardı ve o da bu olan bitenleri yazıyordu.[579] Hz. Hasan Medâin’de iken bir münadi “Kays öldürüldü” diye bağırdı. Bu haber üzerine insanlar telaşlandı. Bir grup insan Hz. Hasan’ın çadırına girip yağmaladı. Hatta Hz. Hasan’ın ayağının altındaki yaygısını bile çekip aldılar. Bu yağmalama esnasında Beni Esed Havâric’inden olan bir kişi hançerini çekip Hz. Hasan’ı hançerledi. Orada bulunan insanlar Hz. Hasan’ın hançerlendiğini görünce bunu yapan kişinin üzerine atlayarak onu öldürdüler. Yağmalama ve hançerlenme olayını yaşayan Hz. Hasan, bu olaydan sonra çadırda kalmayarak Medâin’deki Kasru’l-Ebyâd’a (Beyaz Saray) yerleşti ve buradan Muaviye ile sulh hakkında yazışmaya başladı.[580]

Kafasında Muaviye ile barış yapmayı kurgulayan Hz. Hasan, Kays bin Sa’d’ın Muaviye’ye karşı hiçbir şekilde taviz vermeyeceğini, Muaviye ile savaşmak dâhil ona karşı her tür sert tutumu sergileyeceğini düşündüğü için Kays’ı ordu komutanlığından alarak yerine daha mülayim olarak düşündüğü amcası Abbas’ın oğlu Ubeydullah’ı ordu komutanı yaptı. Bunu öğrenen Muaviye Ubeydullah’a on bin dirhem gönderdi. Ubeydullah b. Abbas ordu sancağını da alarak kaçtı ve Maviye’ye katıldı.

Ubeydullah’ın kaçmasıyla asker başsız ve komutansız kaldı. Ordu içerisinde bulunan ve ordunun endişelendiğini gören Kays ayağa kalkarak orada bulunan insanlara (asker), Ubeydullah b. Abbas’ın (ö. 58/678) firarının kendilerini endişelendirmemesini, onun kaçmasının bu orduyu olumsuz yönde etkileyemeyeceğini bu firar olayını şöyle böyle diyerek çok abartmamalarını ve benzeri şeyler söyleyerek orduya hâkim oldu. Bu etkili konuşmanın ardından Kays b. Sa’d Iraklılar tarafından tekrar ordu komutanlığına getirildi.[581]

Hz. Hasan’ın Muaviye ve ordusuna karşı şefkat göstermesi Irak halkının kendisine karşı kayıtsız kalmasına ve etrafından dağılmasına neden oldu.[582] Kays, Hz. Hasan’ın insanları Muaviye’ye biat için toplamasını uygun görmedi ve böyle yapılmasına da kızdı. Fakat kızgınlığı sebebiyle Hz. Hasan’a herhangi bir kötü söz söylememiş fakat ona karşı kırgınlık göstermişti.[583] Hz. Hasan ve Ubeydullah b. Abbas’ın anlaşarak kendisine biat etmesiyle birlikte bu ikisinden kurtulan Muaviye, Kays bin Sa’d ile anlaşma yollarını aramaya başladı. Bu esnada el-Hamîs denilen özel birliğinin askerleri Kays’a kendilerine emir vermesi yönünde direttiler. Kays ve askerler Muaviye ile savaşmak için karşılıklı olarak ahitleştiler. Muaviye ile savaşmamanın ön şartı ise Hz. Ali taraftarlarına ve ona itaat edip fitne çıkaranlarla savaşmış, fitnecilerin kanlarını dökmüş ve mallarını almış olan kimselere hiçbir şey yapılmamasıydı. Ancak bu şekilde bir anlaşma yapılırsa savaş olmazdı. Muaviye b. Ebî Süfyan, Kays’a ve askerlerinin kendisine biat etmelerini, istenilen bu biatın gerçekleşmesi durumunda kendisini ödüllendireceğini bildiren bir mektup gönderdi. Kays bu teklife olumsuz cevap vererek Muaviye’ye biat etmeyi reddetti. Kays b. Sa’d’dan olumsuz cevap alan Muaviye b. Ebî Süfyan, altında kendi mührü olan boş bir kâğıdı ona göndererek, Kays’ın istediği şartları mühürlü olan bu boş kâğıda yazmasını istedi. Bu teklifi alan Kays, Muaviye’den kendisi için herhangi bir mal talebinde bulunmadı. Muaviye’nin peşinen kabul ettiği antlaşma metnine daha önce savaşmama şartı olarak dile getirmiş oldukları şartta olduğu gibi kendisine ve askerlerine can güvenliği teminatının verilmesini ve Hz. Ali taraftarı olanların daha önce döktükleri kandan ve elde ettikleri mallardan dolayı sorumlu tutulmamaları şartını koştu. Kays sadece bu şartının yerine getirilmesini Muaviye’den istedi. Muaviye de Kays’ın bu şartını yerine getirdi. Bu isteğin Muaviye tarafından yerine getirilmesi üzerine Kays ve ordusu Muaviye’ye biat etti.[584]

Bazı tarih kaynaklarımız Kays b. Sa’d’ın Hz. Hasan ile birlikte Muaviye’ye gittiğini,[585] Hz. Hasan’ın hem Kays hem de Kays’ın ordusu için emân aldığını, Muaviye’nin de Hz. Hasan tarafından onlar için sürülen bu şartlara vefa gösterip sözünde durduğunun bilgisini verirken,[586] bazısı da Kays bin Sa’d’ın Hz. Hasan ve küçük kardeşi Hz. Hüseyin ile beraber Şam’a gittiğini, Muaviye’nin onlara yapacağı bir konuşma hazırladığını ve sonra da önce Hz. Hasan’dan sonra Hz. Hüseyin’den biat etmesini istediğini, onların da biat ettiklerini, sonra da Kays’dan biat etmesini istediğini, Kays’ın ise Hz. Hüseyin’in emrinin ne olacağına baktığını, Hz. Hüseyin’in ise: “Ey Kays Hasan benim imamımdır” dediğinin bilgisini verirken,[587] kimisi de Kays b. Sa’d’ın Ensar’dan bir grup ile birlikte Muaviye’nin yanına geldiğini, Muaviye’nin onlara “Ey Ensar topluluğu benden önce ne istiyordunuz? Allah’a yemin ederim ki benden az, Hz. Ali’den çok istiyordunuz. Siftin savaşında kılıçlarınız körelinceye kadar savaştınız. Öyle ki ben sizin mızraklarınızın ucunda ölümü gördüm. Beni buradan sürmek için delici aletlerinizi en şiddetli şekilde Allah çabalarınızı tersine çevirinceye Peygamber’in vasiyeti için gözet. Özür hakkı nasıl engellenebilir, bu nasıl olabilir?” dediğini söylemektedir. Kays b. Sa’d bunun üzerine Muaviye’ye: Biz senden önce Allah’ın bize yeterli gördüğünü istiyoruz başka bir şey değil. Tarafların size yaptıklarından değil. Bizim sana olan düşmanlığımıza gelince; ister düşmanlığı durdurursun istersen bizi hicveder, batıl olan sözü devam ettirirsin. Hakkın sabit olur. Ama bu iş bizden tiksinmeyi gerektirecek bir durum aldığında; sana Sıffin gününü hatırlatırız. Muhakkak biz Allah’a itaat edenle birlikteyiz. Bu bize kendisine iman edilen Peygamber’in bir vasiyetidir”5^ diyerek cevap verdiğini bildirmektedirler.

İbn Haldun (ö. 808/1406) da eserinde bu sahneyi şu şekilde dile getiriyor: “Muaviye’nin yanına gittiğinde, ‘Şuan bu olanlar nedir ey Muaviye? Bizi senden tiksindiren kalpler bizim göğsümüzdedir. Seninle savaştığımız kılıçlarımız belimizdedir”’ diyen Kays b. Sa’d Arapların en cömertlerinden ve vücut olarak en irilerindendi. Onun için bineğine bindiğinde ayakları yeri çizerdi.”[588] [589] Belâzurî (ö. 279/893) ise Kays’ın Ensar’dan bir grup ile Muaviye’nin yanına gittiğini ve Muaviye ile Kays karşılaştıklarında Muaviye’nin Kays’ın hala hayatta olmasından, Kays da Muaviye’nin müminlerin emiri olarak karşısına çıkmasından hoşlanmadıklarını ifade ettiklerini,[590] Hz. Hasan’ın biat ettikten sonra Kays’a da biat etmesini söylediğini - ifade eden bu cümle Kays’ın Ensar’dan bir grup ile geldi cümlesiyle tezat ettiği düşünülebilir. Kanaatimizce bu cümle ile Hasan’ın daha önce biat ettiğini Ondan daha sonra gelen Kays’ın da kendisine biat etmesini istediği manasındadır-, Kays’ın elini yan cebine koyduğunu ve Muaviye’ye doğru kaldırmadığını, sadece elinin yerini söylediğini, Muaviye’nin ise oturduğu koltuğunda dizleri üzerine kalkarak elini Kays’ın cebinde bulunan eline değinceye kadar uzattığını bildirmektedir.[591]

Kays b. Sa’d’ın Muaviye’ye biatı hangi şekilde rivayet edilirse edilsin bu rivayetlerden Kays b. Sa’d’ın Hz. Ali’nin ölümünden sonra halife olarak seçilmesine önderlik ettiği Hz. Hasan’ın Muaviye ile sulh yapıp ona biat etmesinden sonra yaşanan olaylarda Muaviye’ye hiçbir şekilde yağcılık yapmayıp kendisine yakışan bir tavırla istediği şekilde anlaştığı anlaşılmaktadır. Kays b. Sa’d Muaviye ile anlaşma yaptığı tarihten hemen sonra Medine’ye dönmüş, bir daha buradan ayrılmadan ve hiçbir siyasi faaliyete de karışmadan ölünceye kadar sade bir hayat sürdürmüştür.[592]

KAYS B. SA’D’IN VEFATI

Hz. Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ali’nin halife seçilinceye kadar Medine’de ikamet edip sakin bir hayat süren Kays bin Sa’d, Hz. Ali’nin halife seçilmesiyle beraber hareketli bir hayat yaşamaya başladı. Medine’den ilk defa Mısır valiliği için ayrıldı. Mısır valiliğinden azledildikten sonra kısa bir süre sonra tekrar Medine’ye döndü ve bir iki ay gibi kısa bir müddet kaldıktan sonra Hz. Ali’nin bulunduğu Kufe’ye giderek orada yaşamaya başladı. Daha sonra Hz. Hasan’ın hilafeti süresince (yaklaşık altı ay) onunla birlikte Şam’da bulundu.[593] Hz. Hasan Muaviye’yle anlaşınca Kays b. Sa’d bu anlaşmayı desteklemedi ve hatta sulh yapılmasına da kızdı. Hz. Hasan’ın emrinden çıkarak kısa bir süre kendi başına kaldı.[594] Bir müddet geçtikten sonra istediği anlaşma şartlarının sağlanmasıyla birlikte Kays ve ordusu da sulha dâhil oldu.[595] Muaviye ile yapılan anlaşmadan sonra Medine’ye dönen Kays, Medine’ye geldikten sonra bir daha kendi doğduğu bu yerden ayrılmamıştır.[596]

Kays b. Sa’d’ın Medine’ye tekrar avdetinden sonra ne tür bir faaliyetler içerisinde bulunduğuna dair fazla bilgi bulunmamaktadır. Ancak bu tarihten sonra sade ve sakin bir yaşam sürdürdüğü bilgisi verilmiştir.[597] Kays b. Sa’d, Muaviye’nin hilafetinin son yılında[598] hicri 60/680 yılında Medine’de hayata gözlerini yummuştur.[599] Keşşî (ö. 329/941) Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin ölüm tarihinin hicri 59 yılı olduğu da söylenmektedir diye not düşmektedir.[600] Kays b. Sa’d’ın ölüm tarihi ve yeri hakkında hemen hemen bütün kaynaklar ittifak halindedir. Sadece İbn Hibbân (ö. 354/965) Muaviye’nin halife olmasından itibaren Kays b. Sa’d’ın yaşamı, yaşadığı yer ve ölüm tarihi hakkında farklı şekilde bilgi vermektedir ki bu hususu İbn Hacer el- Askâlânî (ö. 852/1448) el-îsâbe fî Temyizi’s-Sahabe adlı eserinde belirtmiştir.[601] İbn Hibbân’a göre ise Kays b. Sa’d’ın Muaviye’nin halife olmasından sonraki yaşamı, şu şekildedir: Muaviye b. Ebî Süfyan halife olunca iki sene Kays b. Sa’d’a ses çıkarmadı. Daha sonra hicri 58 senesinde Kays b. Sa’d’ın yanına gelmesini istedi. Kays Muaviye’den kaçarak Tiflis’e gitti ve gizli bir yerde kimseye haber vermeden yaşamaya başladı. Daha sonları Kays b. Sa’d’ın kaldığı gizli yer Muaviye tarafından öğrenildi, fakat Muaviye bu yeri kimseye söylemedi. Kays b. Sa’d ölünceye kadar bu yerde oturmaya devam etti. Kays, Abdulmelik b. Mervan (65/685-86/705) döneminde 85/704 yılında en son sahabe olarak burada vefat etmiştir.[602] Verilen bu bilgi anlaşıldığı üzere diğer kaynaklarımızın aktardığı bilgilerden farklıdır. Bu nedenle bu bilginin doğru olma ihtimali oldukça zayıf gözükmektedir.

Hz. Peygamber’in sık sohbet ettiği sahabilerden olan Kays b. Sa’d’dan Enes b. Mâlik (ö. 93/ 711-12), Sa’lebe b. Mâlik,[603] Ahmed b. Hanbel (ö.241/855), Beyhakî (Ahmed b. Hüseyin ö. 458/1066), Ebû Dâvud (ö. 275h./889m.), îbnu Mâce (ö. 273/887),[604] Abdullab b. Mâlik el-Ceyşânî (ö. 214/829), Abdurrahman bin Ebî Leylâ (ö. 83h./702m.), Ebû Ammâr el-Hemedânî (569/1173), Şa’bî (104/722), Meymun b. Ebî Şebîb, Arîb b. Humeyd el-Hemedânî, Velid b. Abede,[605] Arîb b. Hamîd Ebû Ammâr el-Dehenî el-Kufî ve îbnu Esad Ebû’l-Ulâi[606] hadis rivayet etmişlerdir. Kays b. Ubâde’den hadis rivayet edildiği “Kays b. Sa’d’dan hadis rivayet edilmiştir”[607] cümlesiyle formüle edilmiştir. îbn Hübeyre’nin (ö. 110/728) “Her sarhoş edici içkidir ve her içki haramdır” hadisini Kays b. Sa’d’an rivayet ettiği bildirilmektedir.[608] Ebû Davud’dan nakledilen bilgiye göre Hammâd b. Seleme’nin (ö. 167/784) elinde Kays b. Sa’d’a ait bir hadis kitabı bulunmaktadır. Hammâd ezberden rivayet ettiği tüm hadisleri başka bir kaynaktan değil Kays b. Sa’d’a ait olan bu kitaptan rivayet etmiştir.[609] Bu bilgilerden anlaşılan odur ki Kays bizatihi Hz. Peygamber’den ve babası Sa’d b.Ubâde’den hadis rivayetinde bulunmuştur.

Kays b. Sa’d’ın soyu çocukları aracılığıyla devam etmiştir. Sa’d b. Ubâde’nin soyunun devam ettiğinin anlatıldığı bölümde Sa’d b. Ubâde’nin neslinin oğlu Kays b. Sa’d’ın kanalıyla da devam ettiği ifade edilmiştir. Orada ifade edilen bilgilere doğrudan Kays b. Sa’d’ın nesli olarak verilen ve aşağıda sunulan şu bilgileri de ilave edebiliriz. Ebû Muhammed Abdurrahman b. Ebî Ömer ve Ahmed b. Muhammed b. Ammâr b. Yahya b. el-Abbâs el-Hazrecî el-Ammârî Nisabur da ikamet eden Kays b. Sa’d’ın evlatlarındandır.[610] Şehâbuddin Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Abdulmutî İbn Mekkî b. Tirâd b. Hüseyin b. Mahlûf b. Ebi’l-Fevâris b. Seyfu’l-İslam b. Kays b. Sa’d b. Ubâde el-Ensarî el-Mekkî el-Mâlikî en-Nehavî Mekke’de ikamet eden Kays b. Sa’d’ın evlatlarındandır. Kendisi Arap dili ve nahiv hususunda söz sahibi âlimlerindendir. Mekke halkı bu hususta kendisinden çok faydalanmıştır. Ayrıca kendisi mahir, güvenilir, dürüst ve sağlam bir karaktere sahip bir kişiydi. Kendisini çok sayıda eseri ve şiiri bulunmaktadır.[611] Vehp b. Bakiye b. Ubeyd b. Âdem b. Ziyâd Kays b. Sa’d’ın kan bağı akrabası değil onun sütkardeşidir.[612]

KAYS B. SA’D’IN KİŞİLİĞİ

Kays, Medineli Ensar’ı oluuşturan Hazrec kabilesinin ileri gelenlerinden ve kabile reisi olan Sa’d b. Ubâde’nin en dâhi, cesur ve zeki çocuğudur.612 [613] Bir kabile reisinin oğlu olarak Medine’de dünyaya gelen Kays b. Sa’d’ın bu imkânı güzel kullanıp kendisini iyi yetiştirmiştir. Kendisini o kadar geliştirmişti ki zamanında Arapların en kalitelilerinden biri olmuştur.[614] Kays b. Sa’d Hazrecli Ensarî’lerdendir. Genç yaşta Birinci Akabe Biati’nden sonra Müslüman olmuştur. Hz. Peygamber Medine’ye geldikten ettikten sonra babası Sa’d b. Ubâde oğlu Kays’ı ona hizmet etmesi için görevlendirmiştir.[615] Hz. Peygamber de dürüst bir kişiliğe sahip olduğu için kendisine hizmet etmesini kabul etmiştir.[616] Hz. Peygamber’in güvenini iyice kazanan Kays, Medineli Ensar’ın en iyi asker özelliğine sahip olanlardan seçilen ve Hz. Peygamber’i korumakla görevlendirilen bir birliğin komutanı olmuştur.[617] Kays’ın Hz. Peygamber’e olan hizmeti Hz. Peygamberimizin vefatına kadar on yıl süresince devam etti.[618] Hz. Muhammed’in Medine’ye gelişinden onun ölümüne kadar ona hizmette bulunan olan Kays bin Sa’d, Hz. Peygamberimizin rahle-i tedrisinden çok yakinen istifade etme imkânına kavuşmuştur. Hz. Peygamber’den edindiklerini de hayatına uygulayan Kays, kerem ve fazilet sahibi olan Arap dehaları içerisinde en büyüğü haline geldi.[619]

Çok uzun boylu olan Kays b. Sa’d zamanının en uzun insanı idi.[620] Aynı zaman da da iri-yarı, cüsseli[621] ve köse biriydi.[622] Kays b. Sa’d erdemli, kültürlü ve bu haliyle de Arapların dehalarından biriydi. Meseleler hakkında ileri görüşlü ve harp sanatında da uzman biriydi.[623] Kays b. Sa’d çok akıllı,[624] insanların en cömerdi ve eli açık olan asil biriydi.[625] Babası Sa’d b. Ubâde’den de daha cömert biriydi.[626] İnsanlara daha fazla yardım etmenin ancak mal ile olacağını bilen bu nedenle Allah’tan kendisine çokça mal vermesini isteyen biriydi.[627] Duasının karşılığını alan Kays b. Sa’d kendi zamanında çokça mala sahip olan zenginlerindendi. Kendisinden borç isteyenleri geri çevirmez, eli boş göndermezdi. Bu nedenle zamanının en çok borç veren insanıydı.[628] Kays b. Sa’d insanlar arasında ileri görüşlü, olayları yorumlayan, olanlar hakkında görüş sahibi olup yaşanan olayların arkasındaki amaçlarını sezen, zeki, azimli ve kararlı bir karaktere sahipti.[629] Kays b. Sa’d bu yapısıyla Hz. Peygamber’e her yönüyle yardım eden ilk on sahabi arasına girmiş[630] ve Hz. Peygamber’in sohbet ettiği[631] büyük sahabilerden olmuştur.[632] Hz. Peygamber ile beraber gazveye çıktıklarında Ensar’ın bayrağını Kays b. Sa’d taşırdı.[633] Hz. Peygamber’in bazı gazvelerinde ise Hz. Peygamberimizin sancağını taşırdı.[634] Hz. Peygamberimizin bütün savaşlarında bulunmuş, öncü birliklerinde görev almış birisiydi.[635]

Arapların faziletli, kültürlü, zeki, savaşlarda kahramanlık gösteren, yiğit, son derece cesur ve maharetli, insaflı, cömert ve yardım seven, Arap dehalarından biriydi. Bu özellikleri kendisinde bulunduran Kays b. Sa’d kavminin tartışmasız ileri gelenlerinden ve kavminin doğal şeriflerindendi.[636] Hitabeti de kuvvetli olan bir kişiydi.[637] Beraber olduğu kişilere karşı dürüst ve sadıktı.[638] Kays b. Sa’d’ın dehalığı kurnazlık şeklinde değil, iyilik ve cömertlikle birlikteydi.[639] Böyle yüksek bir karaktere sahip olan Kays b. Sa’d sade bir hayat sürdürmeyi tercih etmiştir.

SONUÇ

Hz. Peygamber’in devlet başkanlığında yaşıyan Müslümanlar, O nun ölümüyle birlikte yeni bir döneme girmiştiler. Hz. Peygamber’in ölümü onları sadece peygamberlerini kaybetmekle kalmamış aynı zamanda onların devlet başkanlarını da kaybettirmiştir. Hz. Peygamber kendisinin vefatından sonra kendisinden sonrki devlet başkanının (Halife) kimin olacağı veya devlet başkanlığı konusunda ne yazılı ne de sözlü bir vasiyet bırakmamıştır. Müslümanlar Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte ilk defa bir proplemle karşılamışlardı. Sahabe bu problemin aşılması gerektiğnin farkındaydı. Hz. Peygamber’in öldüğünü gören Sahabe O nun devlet başkanlığnı makamını doldurmak için harekete geçmiştir. Muhacirlere ve diğer Müslümanlara haber vermeden İlk devlet başkılığı girişiminde Hazrecli gruptur. Bu grup cahilye döneminden beri onların lideri olan Sa’d b. Ubâde etrafında Saide Oğulları Gölgeliğinde toplanarak O nu Müslümanların ilk halife adayı olarak gösterdi. Bu durumdan haberdar olan diğer Müslümanlar da toplantı yerine gelerek onlarda halife seçimine katıldılar. Onlar da halifenin kendilerinden seçilmesini arzuluyorlardı. Halifeliğin kimin hakkı olduğu yapılan konuşmalarda Müslümanların ilk halife adayı olan Sa’d b. ubâde cahilye devrinden kalma kabilecilik ve rekabet düşüncesine uygun konuşmalar yapması nedeniyle kendi kabilesinin dahi tam desteğini alamayarak halife olma düşüncesini gerçekleştiremedi.

Saide oğulları Gölgeliğinde yaşanan bu olay Müslümanların peygamberleri olmadan yaşamlarını devam ettirmeleri ve siyasi mücadele sınavlarını vermeleri açısından da fazlaca önem arz etmektedir. Burada yaşananlar ve oluşan siyasi yapı sonradan gelecek olan nesillerce de model olarak benimsenmesi bakımımında bu olayın önemini daha da artırmaktadır.

Evrensel bir din olan İslam evrensel kuralları gereği Müslümanların yönetimini bu dinin müntesiplerine bırakarak, belli bir gruba veya sülaleye teslim etmemiştir. İslamın evrensel oluşu nedeniyle doğla olarak Hz. Peygamber’in vefatı sonrası devlet başkanlığına kimin getirileceğinin belirlenmemesi ve bir insan olarak fıtratı gereği iktidar olmak istemesi ve bunun için çaba göstermesinin yadırganacak bir yanı yoktur. Sa’d b. Ubâde’nin bu halife olma çabası Müslümanların her ferdinin halife/başkan olma yolunu açmıştır şeklinde yorumlanması bakış açılarının genişlemesine yardımcı olacaktır. Ayrıca Sahabe arasında böyle bir olayın yaşanması onların da beşer/insan olduklarını anlamamızı, onlarda da diğer insanlarda olduğu gibi fıtratlarında iktidar olma isteklerinin bulunduğunu farkına varmamızı ve normal insanların konumuna ve isteklerine sahip bulunduklarını kavramamıza katkı sağlayacaktır.

Sa’d b. Ubâde halifelik yarışını kaybettikten sonra da bunu bir mesele yapmamış, Müslümanlar arasında ihtilaf ve fitne çıkaracak bir tutum ve davranış içerisine girmeyerek güzel bir örnek teşkil etmiştir.

Kays b. sa’d devlette görev aldığı sürece dürüstlüğün, halkı gözetmenin, cömertliğin, sadakatin, iştişarenin ve sözünde durmanın, ihanet etmemenin öneminin örnekliğini hayatında yaşayan bir sahabi olarak karşımıza çıkmaktadır.

KAYNAKÇA

Ahmed b. Hanbel, (ö. 241/856), El-Esâmi ve ’l-Kunâ, nşr. Muhammed b. Ali el-Ezherî, Dâru’l- Fâruk, I-V, Kahire, 1436/2015.

, Müsned, Müessesetu’r-Risale, yayım yılı 1996-2001.

Ahmed İbrahim eş - Şerif, Mekke ve ’l - Medine fi’l - Cahiliyeti ve Ahdir ’r - Resul, Kahire, 1985.

Bahşel, Ebû'l-Hasen Eslem b. Sehl el-Vâsıtî (Ö.292/905), Târîhu Vâsıt (nşr. Kûrkîs ‘Avvâd), ‘Âlemu'l-Kutub, Beyrut 1406/1985.

Azimli, Mehmet, “Sa’d b.Ubâde” DİA, İst. 2008 C. XXXV, s. 377.

Beğavî, Ebû'l-Kâsım ‘Abdullâh b. Muhammed (Ö.317/929), Mudemu's-Sahâbe (nşr. Muhammed ‘Avd el-Menkûş, İbrâhîm İsmâ‘îl el-Kâdî), I-IV, Mibretu'l-Âl ve'l- Ashâb, Kuveyt,1432/2011.

, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve ’l-Ashâb, Kuveyt, 1432/2011.

Belâzurî, Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (ö. 279/893), Ensâbu’l-Eşrâf, (tah. Suheyl Zekkâr-Riyâd Zerkâî), nşr. MektEbû’l-Buhûs ve’d-Dirâsât, I-XIII, Beyrut, 1417 / 1996.

Bozkurt, Nebi, Küçükaşçı, Mustafa Sabri, “Medine” DİA, C. XXVIII, Ank, 2003.

Burrî, Muhammed b. Ebî Bekr b. ‘Abdullâh et-Tilmsânî (ö.645/1247'den sonra), el- Cevhere f Nesebi’n-Nebî ve Ashâbi’l-Aşere, nşr. Muhammed et-Tûncî, Dâru’l-Rifâi, I-II, Riyad, 1403/1983.

Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (ö. 256/870), et-Tarihu ’l-Kebîr, nşr.

Buzpınar, Şit Tufan, “Havran”DİA, İstanbul, 1997, C. XVI, s. 539-541.

Haşim en-Nedvî, Dâru’l-fikr, I-VIII, basım Yeri? Tarihi?

, Et-Tarihu’l-Evsat, nşr. Teysir b. Sa’d - Yahya b. Abdullah, Mektebetu’r-Rüşd Riyad, I-V, 1426/2005.

, Sahihu’l-Buhârî, Dâru’l-Heday, I-IX, El-Cezire, 1412/1992.

Carl Brockelmann (1868-1956), İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, çev. Doç. Dr. Neşet Çağatay, Ankara, 1954.

CevâSemhûdd Ali (ö. 1408/1987), El-Mufassal fi Târîhi’l-Arap Kable’l-İslâm, I- VIII, Beyrut, 1422 / 2001.

, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap Kable’l-İslâm, Kuramer Kütüphanesi, I-XX, 1422/2001.

Corci Zeydân, Corcî b. Habîb Zeydân (1861-1914), Târîhu’l-Arab kable İslâm, Mısır, 1922.

,Medeniyet-i İslamiyye Tarihi, Çev. Zeki Megâmiz, İstanbul, 1328/1910.

Ebû Ahmed el-Hakîm, Muhammed b. Muhammed el-Kerâbîsî (ö. 378/988), el- Esâmîve’l-Kunâ, Dâru’l-Gurebâ, I-IV, Medine, 1414/1994.

Ebû Dâvud, Suleymân b. el-Eş'as es-Sicistânî (Ö.275/889), Süneni Ebû Dâvud, tah. Muhammed Avvâme, Dâru’l-Minhac, Cidde, 1431/2010.

Ebû’l-Haccâc el-Eşârî, Ahmed b. Muhammed b. İbrahim eş-Şafiî (ö. 600/1204), Et- Ta’rîf bi’l-Ensâb ve ’t-Tenvih bi Zevi’l-Ahsâb, Tah. Sa’d Abdulmaksûd Zallâm, Dâru’l- Menâr, Kahire, 1990.

Ebû’l Hasan el-Eşarî, Ali b. İsmâîl b. Ebî İshak b. Sâlim el-Basrî (ö. 324/935-36), Makâlâtü’l-İslamiyyîn, Dâru’l-funun İlahiyat fakültesi Neşriyatı, I-III, İstanbul, 1346/1928.

Ebû’l-Kasım İsmail b. Muhammed el-İsbahani (ö. 535/1141), Siyeru’s-Selefi’s- Sâlihîn, nşr. Kerem b. Hilmî b. Ferhât b. Ahmed, Dâru’r-Râye, Riyad, tarih?.

Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdullah b. Ahmed el-İsbehânî (ö. 430/1039), Ma’rifetu’s Sahabe, nşr. Adil b. Yusuf el-Azzâzî, Dâru’l-Vatan, I-VII, Riyad, 1419/1998.

Ebû Yusuf (ö.           182/798), El-Harac, nşr. Tahâ Abdurra’ûf Sa’d, Sa’d Hasen

Muhammed, El-Mektebü’l-zheriyye, Kahire, tarih?

Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî (ö. 340/952), Kitâbu’l-Bedî ve’t-Tarih, tah. Semir Semir, Dâru Sade, Beyrut, 1431/2010.

Ekrem Ziya Ömerî, Medine Toplumu, Milsan, İst. 1992.

Eyüb Sabri Paşa, Miretü’ l - Haremeyn, (birinci tab-ı) Bahriye Matbaası, Kostantiniye, 1301 h.

Ezrâki, Ahbâru Mekke ve mâ câ ’e fîhâ mine ’l âsâr, (nşr. Rüşdî Sâlih Melhas), Beyrut. 1403 / 1983.

Halife b. Hayyat, Ebû ‘Amr Halîfe b. Hayyât el-'Usfurî (ö.240/855), Kitâbu’t- Tabakât, tah. Suheyl Zekkâr, Dimeşk, 1385/1966.

Hatîb el-Bağdadî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali (ö. 463/1071), Tarihu’l-Bağdadî, nşr. Beşâr Avvâd, Ma’rufi Dâru’l-Garbi’l-İslami, I-XVI, Beyrut, 1422/2002.

Hemedânî, Ebû Muhammed el-Hasan b. Ahmed b. Ya’kub (ö. 334/946), el-îklil, tah. Muhammed b. Ali b.el-Hüseyin el-Ekra’ el-Mevâlî, Sanâ/Yemen, 2004.

Hitti, Siyâsi ve Kültürel îslâm Tarihi (trc. Salih Tuğ), İst. 1995.

Hudâykî, Muhammed b. Ahmed (ö. 584/1188), et-Tabakât, nşr. Ahmed Bumezkû, en-Necâhu’l-Cedîde, basım yeri? 1427/2006.

İbn Abdilber, Ebû 'ümer Yûsuf b. 'Abdullâh b. Muhammed b. 'Abdilberr el- Kurtubî (Ö.463/1071), El-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ensar, tah. Ali Muhammed el- I-IV, Bicâvî, Kahire, Basım tarihi?

İbn 'Abdi Rabbih, Ebû 'Amr Ahmed b. Muhammed b. 'Abdi Rabbih (Ö.328/940), el-Ikdu'l-Ferîd, tah. Abdulmecîd et-Terhînî, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiye, I-VIII, Beyrut, 1404 / 1983.

İbn Asâkir, Ebû’l-Kasım Ali b. Hasen (ö. 571/1176), Tarîhu Dimeşk, nşr. Amr b. Gurâme el-Umrevî, Dâru’l-Fikr, basım yeri? 1415/1995.

İbnu'l-Cevzî, Cemaleddin Ebû'l-Ferec 'Abdurrahmân b. 'Alî (Ö.597/1201), el- Muntazam fî Târîhi'l-Mulûk ve'l-Umem (nşr. Muhammed 'Abdulkâdir 'Atâ, Mustafâ 'Abdulkâdir 'Atâ), I-XIX, Dâru'l-Kutubi'l-'İlmiyye, Beyrût 1415/1995.

,el-Vefâ bi Tarifi FedâlliT-Mustafâ (nşr.), Dâru'l-Ma'rife.

Muntazam, Beyrut trz.

İbn Dâvûd, Hasen b. 'Alî b. Dâvud el-Hullî (Ö.740/1340), er-Ricâl (nşr. Muhammed Sâdık Âlu Bahr), 1392/1972.

İbn Dureyd, Ebû Bekr Muhammed b. el-Hasen b. Dureyd el-Ezdî (Ö.321/933), el- İştikâk, nşr. Abdusselâm Muhammed Hârûn, Kudüs, 1232/1817.

İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebî Şeybe İbrahim el-Absî el- Kûfî (ö. 235/849), Kitabu’l-Megâzî, tah. Abdulaziz b. İbrahim el-Ömerî, Riyad, 1422/2001.

İbn Ebî Hayseme, Ebû Bekr Ahmed b. Ebî Hayseme Zübeyr b. Harb en-Nesâî (ö. 279/892-93), Târihu’l-Kebîr, nşr. Salâh b. Fethî, El-Fâruku’l-Hadîse, I-IV, Kahire, 1427/2006.

İbnü’l-Esîr, Ebû’l-Hasan İzzüddîn Ali b. Muhammed b. Muhammed eş-Şeybânî el- Cezerî (ö. 630/1233), el-Kâmil fi’ t- Târih, Beyrut, 1429 / 2009.

,Usdu ’l-Gâbe fîMa’rifeti’s- Sahabe, nşr. Adil Ahmed er-Rifâ’î, Dâru İhyâ- i’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1416/1996.

,el-Lubâb fî Tezhîbi ’l-Ensab, nşr. Dâru Sâdır, Beyrut, basım tarih?

İbn Fâris, Ebû’l-Hüseyn Ahmed b. Fâris el-Kazvini (ö. 395/1005), Ecvezu’s-Siyer li Hayri’l-Beşer, nşr. Hilal Nâcî, Bağdat, tarih?.

İbn Habîb, Muhammed b. Habîb b. Ümeyye b. Amr el-bağdadî (Ö.245/859), El- Muhabber, Matbaatü’d-Dâire, Haydarabat, 1361/1942.

İbn Hacer el-Askalânî, Ebû'l-Fadl Ahmed b. ‘Alî (Ö.852/1448), Fethu’l-Bârî Şerhu Sahîh el-Buhârî, nşr. Muhibbiddîn el-Hatîb, Dâru’l-Ma’rife, I-XIII, Beyrut, 1379/1959.

,El-Isâbe fî Temyîzi’s - Sahabe, (nşr. ‘Abdullâh b. ‘Abdulmuhsin et- Türkî), I-XIV, Dâru Hicr, Mısır 1429/2008.

,El-Isâbe fî Temyîzi’s - Sahabe, El-Kütübü’l - İlmiyye, I-VIII, Mısır, 1323/1905.

İbn Haldun, Ebû Zeyd Veliyyüddin Abdurrahmân b. Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Hasan el-Hadramî el-Mağribî et-Tunusî (ö. 808/1406), Tarih Ibn Haldun, tah. Hasan Abdulmusaf, Beytü’l-Efkari’d-Devliyye, Ürdün, 2003.

İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd el-Endülisî (ö.456/1064) Cemheretü Ensâbi’l-Arab, nşr. Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1403/1987.

İbn Hibbân, Ebû Hatim Muhammed el- Bustî (ö. 354/965), Meşâhiru’l-Emsâr ve A’lâmu Fukahâi’l-Aktâr, nşr. Merzûk Ali İbrahim, Dâru’l-Vefâ, basım yeri? Tarihi? 1411/1991.

,es-Sikât, nşr. Şerefu’d-Din Ahmed, Dâru’l-Fikr, I-IX, basım yeri? tarih? 1395/1975.

,Es-Siretü’n-Nebeviyye                     ve Ahbâru’l-Hulefâ, tah. Abdusselâm b. Muhammed b.Ömer Allûş, El-Mektebü’l-İslamî, Beyrut, 1460/2000.

İbn Hişam, Ebû Muhammed 'Abdulmelik b. Hişâm el-Himyerî (Ö.213/829), Es- Siretu En-Nebeviyye, (Tah. Umar Abdusselâm Tedmurî) I-IV, Beyrut, 1409 / 1989

,es-Sîretu'n-Nebeviyye, (nşr. Mustafâ es-Sakkâ ve dğr.), I-II, Mektebetu Mustafa el-Bâbî'l-Halebî, Mısır 1375/1955.

,Sîretu'n-Nebeviyye, nşr. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Kahire, 1356/1937.

,Siretü’n - Nebiyye, tah. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Kahire, 1356/1937.

İbnu’l-İmâd, Abdulhayy b. Ahmed el-Akrî (ö. 1089/1678), Şezerâtu’z-Zeheb fî Ahbâr Men Zeheb, nşr. Mahmûd el-Ernâvût, Dâru İbn Kesîr, I-XI, Dimeşk, Beyrut, 1405/1986.

İbn İshak, Ebû 'Abdullâh Muhammed b. İshâk b. Yesâr el-Muttalibî (Ö.151/768), es-Sîre (Kitâbu’s-Siyer ve ’l-Megâzî), nşr. Süheyl Zekkâr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1398/1978.

,Es-Siretü’n-Nebeviye, tah. Taha Abdurraûf Sa’d Bedevî, Taha Bedevî, Kahire 1419/1998.

İbn Kâni, Ebû’l-Hüseyn Abdulbâkî bi’l-Bağdadî (ö. 351/962) Mu’cemü’s-Sahâbe, nşr. Salah b. Salim el-Mısrâtî, Mektebetü’l-Ğurebâ-i’l-Eseriyye, I-III, Medine, 1418/1997.

İbn Kesîr, Ebû'l-Fidâ’ İsmâîl b. ‘Omer b. Kesîr ed-Dimeşkî (Ö.774/1373), el-Bidâye ve ’n- Nihâye Mebdeü’l-Halîkati ve Kısasu Enbiyâ, Dâru İbn Kesîr, Dimeşk- Beyrut, 1428//2007.

,Es-Siretü’n-Nebeviyye, nşr. Mustafa Abdulvahid, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1395/1976.

İbn Kuteybe, Ebû Muhammed ‘Abdullâh b. Muslim b. Kuteybe ed-Dîneverî (Ö.276/890), El-İmame ve ’s-Siyâse, Dâru’l-Edvâ, Beyrut, 1410/1990.

,El-İmame ve’s-Siyâse, nşr. Halil el-Mansur, Dâru’l-Kütğb’l-İlmiye, Beyrut, 14118/1997.

,Uyunu’l-Ahbar, tah. Muhammed el-İskenderânî, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, I-IV, Beyrut, 1423/2002.

İbn Manzur, Lisânu ’l-Arab, Beyrut, 1426 / 2005.

İbn Nâkûlâ, Ebû Nasr Ali b. Hilatillah b. Cafer (ö 475/1083), el-İkmâl fî Ref’il- İrtiyâb ani’l-Müteellif ve’l-Muhtelif fi’l-Esmâ ve’l-Ensâb, Dâru’l-Kutubu’l-İlmiye, Beyrut, 1411/1990.

İbnu’n-Neccâr el-Bağdâdi, Ebû Abdullâh Muhammed b. Mahmûd (Ö.643/1246), ed-Dürretü’s-SemînfîAhbâri'l-Medîne, Şirketü Dâru’l-Erkam b. Ebi’l-Erkam, Beyrut, tarih?.

,ed-Dürretü’s-Semine fî târîhi’l- Medine, (nşr. M. Zeynuhum - Azeb), Kahire, 1415/1995.

İbn Rüsteh, el - A’lâku’n - Nefise, Londura, 1892.

İbn Sa’d, Ebû Abdillah Muhammed b. Sa’d Menî’l-Kâtib el-Hâşmî el-Basrî el- Bağdadî (ö.230/845), Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebir, (tah. Ali Muhammed Umar), nşr. MektEbû’l- Hancî, I-XI, Mısır,1421/2001.

,et-Tabakâtü’l-Kübrâ                   (Mütemmimü ’s-Sahâbe et-Tabakâtü’l-Hâmise),nşr. Muhammed b. Şâmîl es-Sulemî, Mektebetü’s-Sıddîk, I-II, Tâif, 1414/1995.

,Et-Tabakât, nşr. Muhammed Abdulkâdir Ata, Kuramer Sanal Kütüphanesi.

,Es_siretü’n-Nebeviye mine’t-Tabakâkti’l-Kübrâ, ez-Zehrâ lil-İğlâmi’l-Arab, Kahire, 1409/1989.

İbn Şebbe, Ebu Zeyd Ömer b. Şebbe en-Numeyrî el-Basrî (ö.262/876)Târihu’l- Medinetu’l-Münevvere, Mekke, 1975.

İbn Şihâb, Ebû Bekr Muhammed b. Müslim b. Ubeydullah ez-Zührî (ö 124/742), El-Meğâzi, tah. Süheyl Zekkâr, Dâru’l-Fikr, Dimeşk, 1400/1980.

,Kitâbu’t-Tabakâti’l- Kebir, (nşr. MektEbû’l-Haricî), Kahire.

İbnu’l-Verdî, Ebû Hafs Ömer b. Muzaffer b. Ömer (ö. 749/1349), et-Tarih, nşr. Dâru’l-Kütübü’l-İlmiye, I-II, Beyrut, 1417/1996.

İbn Yunus, Ebû Sa’id Abdurrahman b. Ahmed es-Sedefi (ö. 347/958), Tarihu’l-îbni Yunus el-Mısri, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiye, I-II, Beyrut, 1421/2000.

İbn Zebâle, Muhammed b. el-Hasan el-Kureyşî el-Mahzumî el-Medenî (ö.199/814) Ahbâru’l-Medine, (tah. Salâh Abdulazîz Zeyn Selâme) Medine, 1424/2003.

İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebû Süfyan, Fecr Yayınevi, Ankara, 1990.

İslam Ansiklopedisi, İstanbul Milli Eğitim Basımevi, 1967, C. X, s. 21. (Sa’d b. Ubâde maddesi Neşet Çağatay tarafından tâdil edilmiştir.)

İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1957.

Kâdı Abdulcebbâr, Ebû’l-Hasan Abdulcebbâr el-Hemedânî (ö. 415/1025), Tesbîtu Delâili ’n-Nübüvve, Dâru’l-Mustafa, I-II, Kahire, tarih?

el-Kâdî Ebîbekir el-Arabî, Muhammed b. Abdillah b. Muhammed el-Meâfırî (ö. 543/1148), El Avâsım Mine ’l-Kavâsım, Tah. Mehibuddin Hatîb, basım Yeri? Tarih?.

Kâdî Ebû’l-Kâsım Sâıd b. Ahmed b.Sâıd el-Endulisî (ö.                   462/1071), Kitâbu

Tabakâtu’l-Ümem, Beyrut, 1329/1912.

Kehhâle, 'ümer Rıdâ Kehhâle (Ö.1408/1987), Mu’cemu Kabâili’l-Arab,                Dâru

İhyâ’i't-Turâsi'l-Arabî, Beyrut, I-XV, Beyrut, 1418 / 1997.

Kelbî, Ebû'l-Munzir Hişâm b. Muhammed el-Kelbî (Ö.204/820), NesEbû Me Ad ve'l-Yemeni'l-Kebîr (nşr. Nâcî Hasen), I-II, 'Âlemu'l-Kutub, Mektebetu'n-Nahda, 1408/1988.

Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen’ul-Kebîr, tah. Naci Hasen, Âlemu’l-Kutub, I_II, Beyrut, 1425/2004.

,Cemheretü’n-Neseb, (tah. Ali Umar), Mektebü’s- Sekâfeti’d-Diniyye, I-II, Kahire, 1431/2010.

el-Keşşî, Muhammed b. Ömer b. Abdulaziz (ö 329/941), er-Ricâl, Müessetü’l A’lemî lil-Matbuât, Beyrut, 1430/2009.

Mesûdi, Ebû’l-Hasen Alî b. el-Hüseyn b. Alî el-Mesûdî el-Hüzelî (ö.345/956), Murucu’z - Zeheb, Beyrut, 1988.

,et-Tenbîh ve ’l-İşrâf, Dârun ve Mektebetu’l-Hilâl, Beyrut, 1981S.

Mevlâna Şibli, İslam Tarihi Asr-ı Saadet, ter. Ömer Rıza, Amedi matbaası, İstanbul, 1346/1921.

Minkarî, Ebû’l-Fazl Nasr b. Müzâhim et-Temimî (ö. 212/817), Vak’atu Sıffin, Tah. Abdusselâm Muhammed Hârun, Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1410/1990. El-Mektebetü’l- İslamî, I-X, Beyrut, 1460/2000.

Moğultay, Ebû Abdullah Moğultay b. Kilic el- Bekcerî (Ö.762/1361), el-İnâbe ilâ Ma ’rifeti’l-Muhtelif fîhim Mine’s-Sahabe, nşr. İzzet el-Mürsî, İbrahim İsmail el-Kaldî, Mecdî Abdulhâlık, Mektebetu’r-Rüşd, I-II, Riyad.

,el-Mu’cemü’l-Arabî’l-Hadîs, Serdar Mutçalı, Dağarcık.

İbn Hazm, Cemheretü Ensâbu’l-Arab, nşr. Dâru’l- Kütüb’l-İlmiye, Beyrut, 1403/1983.

İbnu’l-Verdî, Ebû Hafs 'Omar b. Muzaffer b. 'Omar Zeynu'd-Dîn b. el-Verdî el- Kindî (Ö.749/1348), et-Târîh (nşr. ), I-II, Dâru'l-Kutubi'l-'İlmiyye, Beyrût 1417/1996.

Muhammed Halil ez-Zeyn, Tarihu’l-Fırkatu’l-İslamiye, Beyrut, 1985.

el-Mukaddemî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Basrî (ö. 301/914), et-Tarih ve Esmâü’l-Muhaddisîn ve Kunâhum, nşr. Sâmi Kazım el-Hafacî, Mektebü’l-Murâşî en-Necefî, Kum, 1427/2007.

Mukâtil b. Süleyman, Ebû’l-Hasan b. Beşir el-Ezdî el-Belhî (ö. 150/767), Et-Tefsir, nşr. Abdullah Mahmûd Şehâte, I-V, Beyrut, 1423 /2002.

Er-Ru’aynî, Ebû Musa İsa b. Süleyman el-Endülüsî (ö. 632/1235), El-Câmi’ limâ fi ’l-Cevâmi min Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A’lâm, nşr. Mustafa Bâcû, Mektebü’l-İslami, I-VI, Kahire, 1429/2009.

es-Sallâbî, Ali Muhammed, Ebû Bekir es-Sıddık, Dâru İbn Kesîr, Dimeşk,Beyrut, 1431/2010.

Es-Semânî, Ebû Sa’d b. Abdulkerim b. Muhammed b. Mansur el-Mervezî (ö. 562/1167), el-Ensâb tah. Abdullah Ömer el-Barûdî, Dâru’l-Fikr, I-V, Beyrut, 1418/1998.

Es-Semhûdî, Ali b. 'Abdullâh (Ö.911/1505), Ebû'l-Hasen, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, (tah.

Kasım es- Sâmirâî), Müessetu’l-Furkan li’t-Turâsili’l-İslâm, Mekke-Medine, 1422/2001.

Sıbt İbnu’l-Cevzî, Ebû’l-Muzaffer Yusuf b. Kızoğlu (ö. 654/1256), Mir’âtu’z- Zaman fî Tevârhi ’l-A’yân, nşr. Muhammed Berekât vdğr. I-XXIII, Dimeşk, 1434/2013.

es-Suhârî, Allâme Ebû’l-Munzîr Seleme b. Müslim b. İbrahim (ö. 511/1118), Ensâbu’l-Arab, tah. Muhammed İhsan el-Musa, Umman, 1437/2016.

Es-Sultan El-Melik El-Eşref Umar b. Yusuf b. Resul, Tarfetu’l-Ashâb fî Ma’rifeti’s -Ensâb, Dimeşk, 1369 / 1949.

es-Suyûti, Celâlud-Din Abdurrahman b. Ebî Bekr (ö. 911/1505), Tarihu’l-Hülefâ, nşr. Hamdî ed-Demirdâş, Mektebetu Nizâr Mustafa el-Bâz, 1425/2004.

eş-Şâmî, Muhammed b. Yusuf es-Sâlhî (ö. 742/1535), Subulu’l-Huda ve ’r-Reşâdfî Sireti Hayri’l-İbâd, nşr. Adil Ahmed, AliMuhammed Mu’avvid, Dâru’l-İlmiye, I_XII, Beyrut, 1414/1993.

Et-Taberânî, Ebû’l-Kasım Süleyman b. Ahmed eş-Şâmî (ö. 360/971), el- Mu’cemü’l-Kebîr, nşr. Abdulmecid es-Selefî, Dâru İhyâ’i’t-Turâsi’l-Arabî, I-XXV, basım yeri? 1402/1983.

et-Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd el-Âmilî (Ö.310/923), Târîhu'r- Rusulve'l-Mulûk, ve Sılatu Târîh et-Taberî, I-XI, Dâru't-Turâs, Beyrut 1387/1967.

,Tarihu’t-Taberî, tah. Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim, Dâru Süveydân, I-XI, Beyrut, Lübnan, basım tarihi?

,Târîhu’l-Taberî, nşr. Dâru’l-Maârif, Kahire, 1387 / 1967.

et-Tusî Ebû Cafer Muhammed b. Hasan (ö. 460/1068), Ricâhu’t-Tusî, nşr. Cevad el-Kayyûmî, basım yeri? 1415/2013.

Vâkıdî, Muhammed Ömer b. Vâkıd (ö. 207/823), Kitabu’r-Ridde, tah. Mahmud Abdellah Ebû’l-Hayr, Dâru’l-Furkan, Ürdün, 1411/1991.

,Kitabu’l Meğâzî, tah. Marsdin Cûnis, I-III (Birleşik, tek kitap halinde), Beyrut, 3.cü tab. 1403/1984.

,el-Maârif, nşr. Dâru’l-Meârif, Kahire, 1388/1969.

Ya’kubî, Ebû Yâkûb Ahmed b. İshak b. Cağfer b.Vehb b. Vâdıh (ö. 292/905), Târîhu’l-Yakubî, Necef, 1358 / 1939.

,et-Tarih, Matbaatu’l-Ğurâ, 1357, 3 Cilt bir arada,

Yâkût el-Hamevî, Ebû Abdillah Şihâbüddîn Yâkut b. Abdillah el-Bağdâdî er-Rumî (ö. 626/1229)Mu’cemu’l-Buldân, Dâru Sâdır, Beyrut,1415/1995, C. II, s. 355.

Ez-Zehebî, Şemsüddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kâymaz (ö. 748/1347), Tarîhu’l-Islam ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, nşr. Beşar Avâd Ma’rûf, Dâru’l-Garbi’l-İslamî, I-XV, ilk basım 1423/2003. Siyeru A’lâmî’n-Nubelâ, nşr. Dâru’l-Hadis, I-XVIII, Kahire, 1427/2006.

 

 

 



[1] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap Kable’l-Islâm, Beyrut, 1422/2001, c. I, s.353.

[2] Ömer Rıza Kehhâle, Mu’cemu Kabâili’l-Arab, Beyrut, 1418 / 1997, c. I, s. 342-343.

[3] İbn Düreyd, El-İştikâk , (tah. Abdusselam Muhammed Hârûn), Kudüs,

1232 / 1817, s. 437.

[4] Bkz: İbn İshak, es-Siretü’n-Nebeviyye, (tah. Taha Abdurraûf Sa’d-Bedvî Taha Bedvî), Kahire, 1419 /1998, c. I, s. 16.

[5] Yakubî, Târîhu ’l-Yakubî, (Ahmed Ebû Yâkûb İshak b. Cağfer b.Vehb b. Vâdıh el Yakubî), Necef, 1358 / 1939, c. I, s. 3.

[6] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, (tah. Ali Muhammed Umar), nşr. Mektebû’l- Hancî, Mısır,1421/2001, c. I, s. 26.

[7] İbn Hişam, Es-Siretu’n-Nebeviyye, (tah. Umar Abdusselâm Tedmurî) Beyrut,

1409/1989, c. I, s. 24.

[8] Yakubî, Târîhu’l-Yakubî, c. I, s. 45-66.

[9] İbn Hişam, Es-Siretu’n-Nebeviyye, s. 29.

[10] Ezrâki, AhbâruMekke ve mâ câ’efîhâ mine ’lâsâr, (nşr. Rüşdî Sâlih Melhas), I-II, Beyrut. 1403 / 1983, c. I, s. 92.

[11] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap Kable’l-Islâm, c.VI, s.77.

[12] Carl Brockelmann, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, çev. Doç. Dr. Neşet Çağatay, Ankara, 1954, s. 2.

[13] Ahmed İbrahim eş - Şerif, Mekke ve ’l - Medine fi’l - Cahiliyeti ve Ahdir’r - Resul, Kahire, 1985, s. 35.

[14] İbn İshak, es-Siretü’n-Nebeviyye, c. I, s. 21; İbn Hişam, Es-Siretu’n-Nebeviyye, s. 29.

[15] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, tah. Suheyl Zekkâr, Dimeşk, 1966, s.175.

[16] İbn Kuteybe, El-Maârif, Dâru’l-Meârif, Kahire, 1388 / 1969, s. 109.

[17] Es-Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı ’l-Mustafa, (tah. Kasım es-Sâmirâî),

Müessetu’l-Furkan li’t-Turâsili’l-İslâm, Mekke-Medine, 1422/2001, s. 318.

[18] Ebû’l Münzir Hişâm b. Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, (tah. Ali

Umar), Mektebü’s- Sekâfeti’d-Diniyye, Kahire, 1431/2010, c. II, s. 193.

[19] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, s. 308-309.

[20] Ekrem Ziya Umerî, Medine Toplumu, Milsan, İst. 1992, s.19.

[21] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 327.

[22] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap Kable’l-İslâm, c. VI, s. 127-129.

[23] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap Kable’l-İslâm, c. XII, s. 109.

[24] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 343-355.

[25] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, C. I, s. 321, 356-380.

[26] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap Kable’l-İslâm, c. XII, s. 109.

[27] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’ t- Târih, Beyrut, 1429 / 2009, c. I, s. 318.

[28] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 215, 325.

[29] Ömer Rıza Kehhâle, Mu ’cemu Kabâili’l-Arab, Beyrut, 1418 / 1997, c. I, s. 342.

[30] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, nşr. Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut,

1403/1987, c. II, s. 27.

[31] Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, c. II, s. 219; Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-

Mustafa, c. I, s. 385; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’ t- Târih, c. I, s. 319.

[32] Kehhâle, Mu ’cemu Kabâili’l-Arab, s. 342.

[33] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr, (tah. Naci Hasan Akmu’l-Kutub), Beyrut, 1425/2004, c. I, s. 422.

[34] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 214-218, 384-388.

[35] Ekrem Ziya Umerî, Medine Toplumu, Milsan, İst. 1992, s. 20.

[36] Ahmed İbrahim eş-Şerif, Mekke ve ’l-Medine fi’l-Cahiliyetive Ahdir’r-Resul, Kahire,

1985, s. 260.

[37] Ekrem Ziya Umerî, Medine Toplumu, s.20.

[38] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 170.

[39] İbn Hişam, es-Sire en -Nebeviyye, Mısır, 1375 / 1955, c. I, s. 183; Semhûdî, Vefâu’l-

Vefâ bi AhbâriDârı’l-Mustafa, c. I, s. 387.

[40] İbn İshak, es-Siretü’n-Nebeviyye, c. I, s. 74.

[41] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. I, s. 212.

[42] Carl Brockelmann, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, s. 3-4.

[43] İbn Abdirrabbih, el-Ikd’ul-Ferîd, tah. Abdulmecîd et-Terhînî, Dâru’l-Kütübü’l- İlmiye, Beyrut, 1404 / 1983, c. III, s. 265.

[44] Buhârî el-Ca’fî, Sahihu’l-Buhârî, Dâru’l-Heday, El-Cezire, 1412/1992, 5664 nolu Hadis, c. V, s. 2238; Ebû Dâvud, Süneni Ebû Dâvud, tah. Muhammed Avvâme, Dâru’l-Minhac, Cidde, 1431/2010, c. V, s. 396.

[45] İbn Abdilber, El-IstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, tah. Ali Muhammed el-Bicâvî, Kahire, ?. c. II, s. 595.

[46] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. IX, s.393.

[47] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, El-Kütübü’l-İlmiyye, Mısır,

1323/1905, c. III, s. 80.

[48] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr, s. 412; İbn Hişam, Es-Siretu’n- Nebeviyye, s. 86; Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216. Belâzurî, Ensâbu’l- Eşrâf, (tah. Suheyl Zekkâr-Riyâd Zerkâî), nşr. MektEbû’l-Buhûs ve ’d-Dirâsât, Beyrut,

1417/1996 c. I, s. 250; İbn Abdilber, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 594.

[49] Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, s. 224; El-Kelbî, NesebüMeaddü ve ’l-Yemen’ul-Kebîr, s.

412; İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. IX, s.393; İbn Hişam, Es-Siretu’n- Nebeviyye, c. IV, s. 86; Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 250; İbn Habib, El-Muhabber, Matbaatü’d-Dâire, Haydarabat, 1361/1942, , s. 216; İbn Abdilber, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 594; İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s.365; İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbefî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[50] İbn Kuteybe, Elmaârif, Dâru’l-Meârif, Kahire, 1388 / 1969, s. 110.

[51] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c. IX, s.393; İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi’s-Sahabe, c. III, s.80.

[52] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c. IX, s.393; Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216.

[53] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 566.

[54] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. IX, s.393.

[55] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s. 80.

[56] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, s. 375-376.

[57] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr, s. 412; İbn Hişam, Es-Siretu’n-

Nebeviyye, c. II, s. 87; Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216; İbn Sa’d, Kitâbu’t- Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 568; Beğavî,Mu’cemü’s-SahabeMibretu’l-Âlve’l-Ashâb, Kuveyt, 1432/2011, c. II, s. 537.

[58] İbn Kâni, Mu’cemu ’s-Sahâbe, nşr. Salih b. Salim el-Mısratî, Mektebetü’l-Gurabâ-i’l- Eseriyye, Medine, 1418/1997, c. I, s. 247.

[59] Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve’l-Ashâb, c. III, s. 66.

[60] İbn Kelbî, Nesebü Meaddü ve’l-Yemen’ul-Kebîr, s. 412.

[61] Ebû’l-Haccâc el-Eşârî, Et-Ta’rîf bi ’l-Ensâb ve ’t-Tenvih bi Zevi’l-Ahsâb, Dâru-l- Menâr, Kahire,1990, c. I, s. 36.

[62] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, nşr. Beşar Avâd Ma’rûf, Dâru’l-Garbi’l-İslamî, ?, 1. Baskı 2003, c. III, s. 147.

[63] İbn Sa’d Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 566; İbn Abdilber, El-Istiâbfî

Ma’rifeti’l-Ensar, c. II S. 595.

[64] Zehebî, Tarîhu ’l-İslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. III s. 147; İbn Hacer el-Aslakalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[65] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[66] İbn İshak, es-Siretü’n-Nebeviyye, c. I, s. 74; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, Kahire.1356/1937, c. I, s. 90.

[67] İbn Abdilber, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 595.

[68] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c. III, s. 566; İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[69] Ebû’l-Haccâc el-Eşârî, Et-Ta’rîf bi ’l-Ensâb ve ’t-Tenvih bi Zevi’l-Ahsâb, c. I, s. 36.

[70] İbn Habib, El-Muhabber, s. 271.

[71] İbn İbn Hacer el-Askalânî. El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. VIII, s. 321.

[72] Hitti, Siyâsi ve Kültürel Islâm Tarihi, (trc. Salih Tuğ), İst. 1995, c. I, s.210.

[73] Carl, Brockelman, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, s. 216.

[74] Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, c. II, s. 225; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 250.

[75] İbn Abdilber, , El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar c. II, s. 595.

[76] Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, tah. Semir Semir, Dâru

Saade, Beyrut, 1431/2010, s. 323.

[77] İbn İbn Hacer el-Askalânî. El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. VI, s. 335.

[78] İbn Ebî Hayseme, Târihu’l-Kebîr, nşr. Salâh b. Fethî, El-Fâruku’l-Hadîse, Kahire,

1427/2006, c. I, s. 253.

[79] İbn Düreyd, El-İştikâk, s. 456.

[80] Ru’aynî, El-Câmi’ limâ fi’l-Cevâmi min Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A’lâm, nşr. Mustafa

Bâcû, Mektebü’l-İslami, Kahire, 1429/2009, c. II, s. 485.

[81] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216; İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti ’l- Ensar, c. III, s. 1289.

[82] İbn Ebî Hayseme, Târihu’l-Kebîr, c. II, s. 809; Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, nşr.

Yusuf El-Azzâzî, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1419/1998, c. VI, s. 3525.

[83] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 566; Buhâri, Et-Tarihu’l-Evsat, nşr.

Teysir b. Sa’d - Yahya b. Abdullah, Mektebetu’r-Riyad, 1426/2005, C. I, s. 39;

Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, (tah. Suheyl Zekkâr-Riyâd Zerkâî), nşr. MektEbû’l-Buhûs ve’d-Dirâsât, Beyrut, 1417 / 1996, c. I, s. 250; İbn Ebî Hayseme, Târihu’l-Kebîr, c.

I,   s. 250.

[84] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216; Ahmed b. Hanbel, El-Esâmi ve ’l-Kunâ, nşr. Muhammed b. Ali el-Ezherî, Dâru’l-Fâruk, Kahire, 1436/2015, c. II, s. 98.

[85] Semânî, el-Ensab, tah. Abdullah Ömer el-Barudî, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1418/1998, c.

II,   s. 360; İbn İbn Hacer el-Askalânî. El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. IV, s. 274.

[86] Semânî, el-Ensab. II, s. 360.

[87] Ahmed b. Hanbel, El-Esâmi ve ’l-Kunâ, c. V, s. 43.

[88] İbn Kesîr, Es-Siretü’n-Nebeviyye, nşr. Mustafa Abdulvahid, Daru’l-Ma’rife, Beyrut,

1395/1976, c. II, s. 176.

[89] İbnu’l-Cevzi, El-Vefâ bi Ta’rifiFedâ’il’l-Mustafa, nşr. Dâru’l-Ma’rife, ?, s. 161.

[90] İbn Kesîr, Es-Siretü’n-Nebeviyye, c. II, s. 178.

[91] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye, nşr. Mustafa es-Sakkî v. Dğr., Mektebetü Mustafa
el-Bâbi’l-Halebî, Mısır, 1375/1955, c. I, s. 437; İbn Kesîr, Es-Siretü’n-Nebeviyye, c.

II, s. 184.

[92] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye, nşr. Mustafa es-Sakkî v. Dğr., Mektebetü Mustafa el-Bâbi’l-Halebî, Mısır, 1375/1955, c. I, s. 437; İbn Kesîr, Es-Siretü’n- Nebeviyye, c. II, s. 177.

[93] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye, c. I, s. 454.

[94] İbnü’l-Cevzî, Cemaleddin Ebû’l Ferec Abdurrahman b. Ali El-Cevzî, El-Mutazam fî Tarîhi’l-Mulûk ve’l-Ümem, Beyrut, 1415/1995, c. II, s. 608.

[95] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. I, s. 444; İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr,

c. IX, s. 393; İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, tah. Abdulaziz b. İbrahim el-Ömerî, Riyad, 1422/2001, 2. Baskı, s. 464.

[96] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, tah. Muhammed b. Ömer

Allûş, El-Mektebü’l-İslamî, Beyrut, 1460/2000, c. I, s. 111.

[97] Es-Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 408.

[98] İbnü’l-Cevzî, El-Mutazamf Tarîhi’l-Mulûkve’l-Ümem, c. II, s. 612.

[99] Taberî, Târîhu’l-Taberî,, nşr. Dâru’l-Maârif, Kahire, 1387 / 1967, c. II, s. 367.

[100] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. I, s. 444.

[101] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367.

[102] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367.

[103] İbnü’l-Cevzî, El-Mutazam fî Tarîhi’l-Mulûk ve’l-Ümem, c. II, s. 612-613.

[104] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. II, s. 92; Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri

Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 408.

[105] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 408.

[106] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. II, s. 92; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367.

[107] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. II, s. 92; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367;

Es-Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 408; İbnü’l-Cevzî, El- Mutazam fî Tarîhi’l-Mulûk ve ’l-Ümem, c. II, s. 613.

[108] Zehebî, Tarihu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezâhir ve A’ğlemu’l-Müellif, nşr. Beşâr Avâd, Ma’rûf Dâru’l-Garbi’l-İslami, İlk basım, /1423, 2003, c. I, s. 308.

[109] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367.

[110] İbn Hişam, bu kişinin Ebâ el-Bahteri olduğunu bildirmektedir. Bkz. İbn Hişâm, Siretü’n-Nebî, c. II, s. 93.

[111] İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebî, c. II, s. 92-93; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 368.

[112] İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebî, c. II, s. 93.

[113] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebeviyye,, c. II, s. 93; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 368; Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 408; İbnü’l-Cevzî, El- Mutazam fî Tarîhi ’l-Mulûk ve ’l-Ümem., c. II, s. 613; İbn Haldun, Tarih ibn Haldun, tah. Hasan Abdulmusaf, Beytü’l-Efkari’d-Devliyye, Ürdün, 2003., c. I, s. 518.

[114] Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, c. II, s. 224; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 250; İbn

Düreyd El-İştikâ, s. 93.

[115] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. I, s. 109-111.

[116] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 380; İbn Abdilberr, El-IstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c.

II, s. 596

[117] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 568; Zehebî, Tarîhu’l-İslam ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, nşr. Beşar Avâd Ma’rûf, Dâru’l-Garbi’l-

İslamî, I-XV, ilk basım 1423/2003, c. III, s. 147.

[118] İslam Ansiklopedisi, İstanbul Milli Eğitim Basımevi, 1967, c. X, s. 21. (Sa’d b.

Ubâde maddesi Neşet Çağatay tarafından tâdil edilmiştir.)

[119] İbn Hişâm, Es-Siretü’n- Nebevıyye,, c. II, s. 140.

[120] Ebû’l-Kasım İsmail b. Muhammed el-İsfahani, Siyeru’s-Selefi ’s-Sâlihîn, nşr. Kerem

b. Hilmî b. Ferhât b. Ahmed, Dâru’r-Râye, Riyad, ?, s. 429.

[121] İbn İbn Hacer el-Askalânî. El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80; İbn Sa’d,

Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 568.

[122] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 176.

[123] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 376.

[124] İbn Ebî Hayseme, Târihu’l-Kebîr, c. II, s. 638; Ebû’l-Kasım İsmail b. Muhammed el -İsfahani, Siyeru’s-Selefi ’s-Sâlihîn, nşr. Kerem b. Hilmî b. Ferhât b. Ahmed, Dâru’r-

Râye, Riyad, tarih?, s. 632.

[125] İbn Fâris, Ebû’l-Hüseyn Ahmed b. Fâris el-Kazvini, Ecvezu’s-Siyer li Hayri’l-Beşer,

nşr. Hilal Nâcî, Bağdat, ?, s. 21; Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. I, s. 510-511.

[126] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, tah. Marsden Jones, Beyrut, 3. Bask 1403/1984, s. 103.

[127] Zehebî, Tarîhu ’l-İslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. I, s. 513.

[128] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. IX, s. 394; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 250.

[129] Kelbî, Cemheretü’n-Neseb, c. II, s. 224.

[130] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 338, 372.

[131] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c.III s. 80.

[132] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[133] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 371.

[134] İbnü’l-Esîr, el-Kâmilfi’ t- Târih, c. II, s. 57.

[135] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 407; Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi AhbâriDârı’l-

Mustafa, c. II, s. 111; Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-

Müellif. c. II, s. 45.

[136] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 571.

[137] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 294, 335.

[138] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 595.

[139] Zührî, El-Meğâzî, tah. Süheyl Zekkâr, Dâru’l-Fikr, Dimeşk, 1400/1980, s. 63.

[140] Ebû Nuaym, Ma’rifetu’s-Sahabe, c. III, s. 1244.

[141] Buhâri, Et-Tarihu’l-Kebîr, nşr. Haşim En-Nedvî, Dâru’l-Fikr, c. VI, s. 258; İbn

İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fi Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 55.

[142] Buhâri, Et-Tarihu’l-Kebîr, c. II, s. 258.

[143] Azimli, Mehmet, “Sa’d b.Ubâde” DİA, İst. 2008 C. XXXV, s. 377.

[144] Ebû Yusuf, El-Harac, nşr. Tahâ Abdurra’ûf Sa’d, Sa’d Hasen Muhammed, El-

Mektebü’l-Ezheriyye, Kahire, ?, s. 207; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’ t- Târih, c. II, s. 89.

[145] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. I, s. 296.

[146] İslam Ansiklopedisi (İA), Madde tâdilcisi Neşet Çağatay, Milli Eğitim Basım Evi

1967, c. X, s.21.

[147] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 379.

[148] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, nşr. Abdullah Mahmûd Şehâte, Beyrut, 1423/2002, c. I, s. 5.

[149] Zührî, El-Meğâzî, s. 64; İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 205.

[150] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s. 1244.

[151] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabe fî ma’rifeti ’s-Sahâbe, nşr. Adil Ahmed er-Rifâî, Beyrut, 1416/1996, c. II, s. 420; İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[152] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 568.

[153] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. III, s. 441.

[154] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 101.

[155] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 568.

[156] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[157] Buhârî, et-Tarihu ’l-Kebîr, nşr. Haşim en-Nedvî, Dâru’l-fikr, ?, ?, c. IV, s. 44.

[158] İbn Habîb, El-Muhabber, s. 277; İbni Hazm, Cemheretü Ensâbu’l-Arab, nşr. Dâru’l- Kütüb’l-İlmiye, Beyrut, 1403/1983, s. 365; İbn Abdilberr, El-İstîâb fî Ma’rifeti’l- Ensar, c. II, s. 594; Es-Semânî, el-Ensab, c. II, s. 360.

[159] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-BârîŞerhu Sahîh el-Buhârî, nşr. Muhibbiddîn el-

Hatîb, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1379/1959, c. VII, s.288.

[160] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. II, s.11; İbnu’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefî ma’rifeti’s-Sahâbe, c.II, s. 420; Zehebî, Tarîhu’l-Islam ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. X, s.79.

[161] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 101; İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâtu’l-Kübrâ, c. III, s. 567-8.

[162] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s. 186; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. III, s. 314.

[163] Ebû Ahmed el-Hakîm, el-Esâmî ve ’l-Kunâ, Dâru ’l-Gurebâ, Medine, 1414/1994, c.

II, s. 358.

[164] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, nşr. Abdulmecid es-Selefî, Dâru İhyâ’i’t-Turâsi’l-

Arabî, ?, 1402/1983, c. VI, s. 15.

[165] İbn İshak, es-Sîre (Kitâbu’s-Siyer ve ’l-Megâzî), nşr. Süheyl Zekkâr, Dâru’l-Fikr,

Beyrut, 1398/1978, s. 260.

[166] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. II, s. 261.

[167] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XVIII, s. 353.

[168] Mülk, 67/2.

[169] Bakara,2/13, Tur,523/21.

[170] İbn-i Manzur, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 1426/2005, c. I, s. 114.

[171] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 431.

[172] İbn-i Esîr, Üsdu’l-Gabe fîma’rifeti ’s-Sahâbe, c. II, s. 92-96

[173] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s. 519.

[174] Kâdî Abdulcebbâr, Tesbîtu Delâili ’n-Nübüvve, Dâru’l-Mustafa, Kahire, ?, c. II, s.

459.

[175] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, s. 170.

[176] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c.II, s.96.

[177] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c.II, s. 615.

[178] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif , c. II, s. 275.

[179] İbn İshak, es-Sîre, c. II, s. 118; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. III, s. 345.

[180] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 615.

[181] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. II, s. 275.

[182] İbn İshak, es-Sîre, c. II, s. 118; İbn Hişam, Siretü ’n-Nebî, c. III, s. 345.

[183] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XXIII, s. 50; Zehebî, Tarîhu’l-Islam ve Vefeyâtu’l- Mezahir ve A ’lâmu’l-Müellif, c. II, s. 275-276.

[184] İbn İshak, es-Sîre, c. II, s. 118; İbn Hişam, Siretü ’n-Nebî, c. III, s. 345; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 614; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 96.

[185] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 431; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XXIII, s.

[186] İbn İshak, es-Sîre, c. II, s. 118; Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 431. İbn Hişam,

Siretü’n-Nebî, c. III, s. 345; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 615; İbnü’l-Esîr,

Üsdu’l- Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 96.

[187] Zührî, El-Meğâzî, s. 120-121.

[188] Zührî, El-Meğâzî, s. 120; İbn İshak, es-Sîre, c. II, s. 118; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. III, s. 345; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XXIII, s. 83; Zehebî, Tarîhu’l-Îslam ve

Vefeyâtu’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. II, s. 275.

[189] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. III, s. 314; Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 431.

[190] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 515; Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. VI, s. 3525.

[191] Yakûbî, et-Tarih, Matbaatu’l-Ğurâ, Necef, 1357/1939, C. 2, s. 43.

[192] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti ’l-Ensar, c. II, s. 597; Ru’aynî, El-Câmi’ limct

fi ’l-Cevâmi min Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A’lâm, c. II, s. 486.

[193] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VIII, s. 8.

[194] İbnü’l-Esîr, , Üsdu’l-Gabefîma’rifeti ’s-Sahâbe c. II, s. 120.

[195] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 56.

[196] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 821; İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c.

II, s. 597.

[197] İbn İshak, es-Sîre, s. 204-205; Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 821; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 26; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 93; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l- Gabe fî ma’rifeti’s-Sahâbe, c. III, s. 56.

[198] Vâkıdî, Kitabu’l Meğâzî, c. II, s. 821

[199] İbn Abdilberr, El-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 597.

[200] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 822; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 56.

[201] İbn İshak, es-Sîre, s. 205; İbn Hişam, , Siretü’n-Nebî c. IV, s. 26; Taberî, Târîhu’l- Taberî, c. III, s. 56; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 120.

[202] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 822; Ru’aynî, El-Câmi’ limâfi’l-Cevâmi min

Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A ’lâm, c. II, s. 486.

[203] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 867.

[204] Ebû Abdullah Moğultayb. Kilic el- Bekcerî, el-Inâbe ilâMa’rifeti’l-Muhtelif fîhim Mine’s-Sahabe, nşr. İzzet el-Mürsî, İbrahim İsmail el-Kaldî, Mecdî Abdulhâlık Mektebetu’r-Rüşd, I-II, Riyad. c. I, s. 388; Hacer el- Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s- Sahabe, c. IV, s. 225.

[205] Vâkıdî, Kitabu’l Meğâzî, c. II, s. 867.

[206] İbn İshak, es-Sîre, s. 205.

[207] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 56.

[208] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 821.

[209] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 120.

[210] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 825-8; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 58.

[211] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fi Temyîzi ’s-Sahabe, c. IV, s. 264.

[212] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s. 519.

[213] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. III, s. 905.

[214] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. III, s. 956.

[215] İbn İshak, es-Sîre, s. 259; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. I, s. 137; Taberî, Târîhu’l-

Taberî, c. III, s. 93.

[216] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s. 519.

[217] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 386.

[218] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 38.

[219] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s. 519.

[220] İbn İshak, es-Sîre, s. 259; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. I, s. 137; Taberî, Târîhu’l- Taberî, c. III, s. 93; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 132.

[221] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. III, s. 956-957.

[222] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 386.

[223] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 93; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabe fi ma’rifeti’s-Sahâbe,

c. II, s. 132.

[224] İbn İshak, es-Sîre, s. 259; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, C. I, s. 137; Taberî, Târîhu ’l-

Taberî, c. III, s. 93; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 132.

[225] İbn İshak, es-Sîre, s. 259; Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. III, s. 957; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. I, s. 137; İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 386; Taberî, Târîhu’l- Taberî, c. III, s. 93; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 132

[226] İbn İshak, es-Sîre, s. 260; Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. III, s. 958; Taberî, Târîhu’l- Taberî, c. III, s. 93-94; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 132.

[227] Mesûdi, et-Tenbih ve ’l-Işrâf, s. 247.

[228] Muhammed Halil ez-Zeyn, Tarihu’l-Fırkatu’l-Islamiye, Beyrut. 1985, s. 11.

[229] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. III, s. 5.

[230] Kâdî Ebîbekir el-Arabî, El Avâsım Mine ’l-Kavâsım, Tah. Mehibuddin el-Hatîb, s. 43.

[231] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 308.

[232] Kâdî Ebîbekir el-Arabî, El Avâsım Mine’l-Kavâsım, s. 40.

[233] Zührî, El-Meğâzî, s. 141.

[234] Ebû Zeyd el-s, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 369.

[235] Ebû Ubeyd, Tehzîbu Kitâbi Cemheretü’n-Neseb, ?,, s. 218. (Baskı yeri ve tarihi yok)

[236] Ebû’r-Rebî’, el-Iktifâ’ bi-mâ Tedamenehum minMeğâzîResûlillah ve ’s-Selâseti’l-

Hülefâ, Dâru’l-Kutubu’l-İlmiye, Beyrut, 1420/1999, c. I, s. 438.

[237] Kâdî, Tesbîtu Delâili ’n-Nübüvve, c. II, s. 459; İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s. 519.

[238] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 568.

[239] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 218.

[240] Zührî, El-Meğâzî, s. 141.

[241] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf s. 581.

[242] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 102.

[243] İbn Kuteybe, El-İmame ve ’s-Siyâse, Dâru’l-Edvâ, Beyrut, 1410/1990, c. I, s. 22.

[244] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s- Sahabe, nşr. Adil Ahmed er-Rifâ’î, Dâru

İhyâ-i’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1416/1996, c. II, s. 424.

[245] Kâdî Ebî bekir el-Arabî, El Avâsım Mine ’l-Kavâsım, s. 40.

[246] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 218.

[247] İbn Kuteybe, El-îmame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 22; Taberî, Târîhu ’l-Taberî, c. III, s. 218­

219.

[248] İbn Kuteybe, El-îmame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 22; Taberî, Târîhu ’l-Taberî, c. III, s. 218.

[249] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 218.

[250] Ebû’l Hasan el-Eşarî, Makâlâtü’l-îslamiyyîn, Dâru’l-funun İlahiyat fakültesi

Neşriyatı, İstanbul, 1346/1928, c. I, s. 2.

[251] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 308.

[252] Ebî Zeyd b. Ahmed b. Sehal el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 370.

[253] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 22.

[254] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, tah. Mahmud Abdellah Ebû’l-Hayr, Dâru’l-Furkan, Ürdün,

1411/1991, s. 59.

[255] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. II, s. 154.

[256] Kâdî Abdulcebbâr, Tesbîtu Delâili ’n-Nübüvve, c. I, s. 226.

[257] Mesûdi, et-Tenbih ve ’l-Eşrâf, s. 247.

[258] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 310; İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 23.

[259] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 59-60.

[260] Zührî, El-Meğâzî, s. 142; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, s. 582.

[261] İbn Kuteybe, El-Imame ve’s-Siyâse, c. I, s. 23.

[262] İbnü’l-Esîr, El-Kâmil, c. II, s. 158.

[263] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 102.

[264] Ebû’l Hasan el-Eşarî, Makâlâtü’l-Îslamiyyîn, c. I, s. 2.

[265] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 424.

[266] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde s. 63.

[267] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 221.

[268] İbn Kuteybe, El-Îmame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 23; İbnü’l-Esîr, El-Kâmil., c. II, s. 159.

[269] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. II, s. 154.

[270] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 63-64.

[271] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 311-312; İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 26.

[272] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 102; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s-

Sahabe, c. II, s. 424.

[273] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 424.

[274] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 579-580; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c.

III,   s. 222; İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. II, s. 156; İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 599.

[275] İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi’s-Sahabe, c. III, s. 81.

[276] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr, s. 411; el-Kelbî, Cemheretü ’n-Neseb, c.

II, s. 224; Zehebî, Tarîhu’l-İslam ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A ’lâmu’l-Müellif, c. III, s.

5.

[277] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 459.

[278] Ali Muhammed es-Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddık, Dâru İbn Kesîr, Dimeşk, Beyrut, 1431/2010, c. I, s. 128-129.

[279] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Müessesetu’r-Risale, yayım yılı 1996-2001, c. I, s. 5.

[280] İbnu’l-Cevzi, Muntazam, Beyrut trz., c. IV, s. 68.

[281] Ebû’l Hasan el-Eşarî,Makâlâtü’l-Îslamiyyîn, c. I, s. 2.

[282] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Îsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 173.

[283] Ebû Ahmed el-Hakîm, el-Esâmî ve ’l-Kunâ, Dâru ’l-Gurebâ, c. V, s. 358.

[284] Nisa Suresi 4/58.

[285] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 310-311.

[286] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 420.

[287] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 64.

[288] Hucurat Suresi 49/13.

[289] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 63.

[290] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. II, s. 156.

[291] Ebî Zeyd Ahmed b. Sehal el- Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 370.

[292] Kâdî Ebî Bekir el-Arabî, El Avâsım Mine ’l-Kavâsım, s. 43.

[293] Suyûti, Tarihu ’l-Hülefâ, nşr. Hamdî ed-Demirdâş, Mektebetu Nizâr Mustafa el-Bâz, 1425/2004.

[294] Zührî, El-Meğâzî, s. 120.

[295] İbnü’l-Esîr. El-Kâmil, s. 159.

[296] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 64-70.

[297] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 218.

[298] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 26.

[299] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s- Sahabe, c. II, s. 424.

[300] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 568.

[301] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 222.

[302] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 63.

[303] Zührî, El-Meğâzî, s. 142-143.

[304] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 311.

[305] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 25.

[306] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 102.

[307] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 25.

[308] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 222.

[309] İbnü’l-Esîr, El-Kâmil, c. II, s.159.

[310] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 312.

[311] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 223.

[312] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, s. 69.

[313] İbn Kuteybe, El-İmame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 26.

[314] Ya’kûbî, Târîhu’l-Yakubî, c. II, s. 102

[315] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. II, s. 580; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, s. 583.

[316] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 27.

[317] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 222.

[318] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, s. 585.

[319] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 27.

[320] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 420.

[321] Kâdî Ebî Bekir el-Arabî, El Avâsım Mine ’l-Kavâsım, s. 44.

[322] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. I, s. 5.

[323] Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddık, c. I, s. 128.

[324] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. II, s. 580; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s.

[325] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 27; Taberî, Târîhu ’l-Taberî, c. III, s. 222.

[326] İbnü’l-Esîr, El-Kâmil, c. II, s. 159.

[327] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. II, s. 580; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 223.

[328] İbn Kuteybe, El-Imame ve’s-Siyâse, c. I, s. 27.

[329] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c. II, s. 580; İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s- Siyâse, c. I, s. 27; Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s.

[330] İbnü’l-Esîr, El-Kâmil, c. II, s. 159-160.

[331] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 223.

[332] İbn Kuteybe, El-Imame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 28.

[333] Ebu Zeyd Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 370.

[334] İbn Kuteybe, El-îmame ve ’s-Siyâse, c. I, s. 28; İbnü’l-Esîr, El-Kâmil, c. II, s. 159.

[335] Ebû’l-Hasan el-Eşarî, Makâlâtü’l-îslamiyyîn, c. I, s. 2.

[336] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 173.

[337] Kâdı Abdulcebbâr, Tesbîtu Delâili’n-Nübüvve, c. I, s. 216.

[338] Zührî, El-Meğâzî, s. 143.

[339] Ebî Zeyd Ahmed b. Sehal el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 370.

[340] Ebû Ahmed el-Hakîm, el-Esâmî ve ’l-Kunâ, Dâru ’l-Gurebâ, c. V, s. 358.

[341] Ebû’l-Hasan el-Eşarî, Makâlâtü’l-Islamiyyîn, c. I, s. 2.

[342] Tevbe Suresi 9/119.

[343] Kâdî Ebî Bekir el-Arabî, El Avâsım Mine ’l-Kavâsım, s. 45.

[344] Corci Zeydan, Medeniyet-i Islamiyye Tarihi, Çev. Zeki Megâmiz, İstanbul, 1328/1910, c. III, s. 180.

[345] İbn Hibban, Es-Siretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hülefâ, c. II, s. 157.

[346] Mevlâna Şibli, İslam Tarihi Asr-ı Saadet, ter. Ömer Rıza, Amedi matbaası, İstanbul, 1346/1921, c. I, s. 287.

[347] Muhammed Ebû Zehra, İslam’daFıkhiMezhepler Tarihi, çev. Abdülkadir Şener, Hisar Yayınevi, İstanbul, 1397/1978, s. 54.

[348] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 580.

[349] Ebû’l Haccâc el-Eşârî, Et-Ta’rîf bi ’l-Ensâb ve ’t-Tenvih bi Zevi’l-Ahsâb, c. I, s. 36;

İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s- Sahabe, c. II, s. 424.

[350] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c. II, s. 580; İbn Kuteybe, El-İmame ve ’s- Siyâse, c. I, s. 28.

[351] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XVIII, s. 347; El-İsfehânî, El - Egânî, tah. İhsan

Abbas - İbrahim es-Seâfîn - Bekr Abbas, Dâr-Sâder, Beyrut, 1425/2004, c. IV, s. 633.

[352] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s. 520.

[353] Havrân: Suriye’nin güneyinde geniş bir bölgenin adıdır. Topraklarının bir kısmı kayalık ve engebelidir. Hayvancılığa ve kısmen tarıma elverişlidir. Halid b. Velid (ö.21/642) 624 yılında burayı İslam topraklarına katmıştır. Dimeşk’in fethinden sonra Havra bölgesi İdari ve askeri bakımdan buraya bağlanmıştır. Buzpınar, Şit Tufan, “Havran” DlA, İstanbul, 1997, C. XVI, s. 539-541.

[354] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s- Sahabe, c. II, s.424.

[355] Buhârî, Et-Tarihu ’l-Evsat, nşr. Teysir b. Sa’d - Yahya b. Abdullah, Mektebetu’r- Rüşd Riyad, I-V, 1426/2005, c. I, s. 39; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabe fî ma’rifeti’s- Sahâbe, s. 216.

[356] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XVIII, s. 347; Ebû’l-Kasım el-İsfehani, Siyeru’s- Selefi’s-Sâlihîn, s. 633,360; İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 580; Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s. 1245; Semânî, el-Ensab, c. II, s. 360; İbnü’l- Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s- Sahabe, c. II, s. 424.

[357] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s. 15.

[358] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80-81.

[359] Ebî Zeyd Ahmed b. Sehal el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 388.

[360] Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve ’l-Ashâb, c. III, s. 17.

[361] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s. 16.

[362] Ebî Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 388.

[363] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf c. I, s. 250.

[364] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s. 186.

[365] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s. 520.

[366] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 580.

[367] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 599; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gâbefî Ma’rifeti’s- Sahabe, c. II, s. 424.

[368] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 580.

[369] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 599.

[370] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 599; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gâbefî

Ma’rifeti’s- Sahabe, c. II, s. 424.

[371] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 589.

[372] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s. 186; İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti ’l-Kebîr, c.

III,   s. 580; Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve’l-Ashâb, c. III, s. 17;

Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s. 16; İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s- Sahabe, c. II, s. 424; İbn Haldun, TarihİbnHaldun, c. I, s. 520; Semhûdî, Vefâu’l- Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. IV, s. 323.

[373] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 589.

[374] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 423.

[375] Ru’aynî, El-Câmi’ limâ fi’l-Cevâmi min Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A’lâm, c. II, s. 485.

[376] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216; İbn Abdilberr, El-Istîâb f Ma’rifeti ’l- Ensar, c. III, s. 1289.

[377] Ahmed b. Hanbel, El-Esâmi ve ’l-Kunâ, c. II, s. 412; et-Taberânî, el-Mu ’cemü’l- Kebîr, c. VI, s. 20.

[378] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s. 1296.

[379] Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr, c. IV, s. 44, 45, 251.

[380] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s. 1244.

[381] Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve ’l-Ashâb, c. II, s. 538-539; İbn Kâni, Mu’cemü’s-Sahâbe, nşr. Salah b. Salim el-Mısrâtî, Mektebetü’l-Ğurebâ-i’l-Eseriyye,

Medine, 1418/1997, c. I, s. 247-248.

[382] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s. 366.

[383] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 173.

[384] Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s. 1545.

[385] Zehebî, Tarîhu ’l-İslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. XXIII, s. 557.

[386] Hudâykî, et-Tabakât, nşr. Ahmed Bumezkû, en-Necâhu’l-Cedîde, ?, 1427/2006, c. I,

s. 539.

[387] Hudâykî, et-Tabakât, c. I, s. 474.

[388] Hudâykî, et-Tabakât, c. I, s. 74.

[389] Semânî, el-Ensab, c. I, s. 360.

[390] Semânî, el-Ensab, c. I, s. 393.

[391] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s. 366.

[392] Semânî, el-Ensab, c. I, s. 202.

[393] İbnu Nâkûlâ, Ebû Nasr Ali b. Hilatillah b. Cafer, el-IkmâlfîRef’il-İrtiyâb ani’l- Müteellif ve ’l-Muhtelif fi ’l-Esmâ ve ’l-Ensâb, Dâru’l-Kutubu’l-İlmiye, Beyrut,

1411/1990, c. VII, s. 163.

[394] Zehebî, Tarîhu ’l-İslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. XXIII, s. 461.

[395] Semânî, el-Ensab, c. IV, s. 234.

[396] İbnu Nâkûlâ, el-îkmâl fî Ref’il-îrtiyâb ani’l-Müteellif ve ’l-Muhteliffi ’l-Esmâ ve ’l- Ensâb, c.VII, s. 272.

[397] Zehebî, Tarîhu ’l-îslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. XXXIV, s. 300.

[398] Zehebî, Tarîhu ’l-îslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. XXXVI, s. 263.

[399] Semânî, el-Ensab, c. IV, s. 267.

[400] Zehebî, Tarîhu’l-îslam ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. LI, s. 273.

[401] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s. 63.

[402] Buhârî, et-Tarihu ’l-Kebîr, c. I, s. 72.

[403] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s. 365.

[404] İbnü’l-Esîr, el-Lubâb fî Tezhîbi’l-Ensab, nşr. Dâru Sâdır, Beyrut, ?, c. II, s. 368.

[405] İbn Nâkûlâ, el-Ikmâl fî Ref’il-îrtiyâb ani’l-Müteellif ve ’l-Muhteliffi ’l-Esmâ ve ’l- Ensâb, c. VII, s. 163.

[406] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 250; Zehebî, Tarîhu ’l-îslam ve Vefeyâtu’l-Mezahir

ve A’lâmu ’l-Müellif, c. II, s. 275.

[407] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, s. 216.

[408] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[409] Zehebî, Tarîhu ’l-İslam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. III, s. 147; İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[410] Ru’aynî, El-Câmi’ limâ fi’l-Cevâmi min Esmâi’s-Sahâbeti ’l-A’lâm, c. II, s. 485.

[411] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. IV, s. 86-91.

[412] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s. 1244.

[413] İbn Kesîr, Es-Siretü’n-Nebeviyye, c. II, s. 420; İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbefî Temyîzi’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[414] İbn Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîn, Şirketü Dâru’l-Erkam, Beyrut, ?, s. 171.

[415] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s. 1244.

[416] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 595-596.

[417] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. I, s. 250.

[418] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fi Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 56.

[419] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c.I-III, s. 20, 338, 371.

[420] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâri Dârı’l-Mustafa, c. I, s. 376.

[421] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 576.

[422] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. II, s. 261.

[423] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 248, 294, 334, 364.

[424] İbn Ebî Şeybe, Kitabu’l-Megâzî, s. 205.

[425] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s. 5.

[426] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s. 186; Taberânî, el-Mu’cemü ’l-Kebîr, c. VI, s.

15.

[427] İbn Habîb, el-Muhabber, s. 233.

[428] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 367; Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi AhbâriDârı’l-

Mustafa, c. I, s. 408.

[429] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. II, s. 238.

[430] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif c. II, s. 275-276.

[431] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. I, s. 415-436; İbn Kesîr, Es-Siretü’n-Nebeviyye, c. II, s. 89-158.

[432] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 576.

[433] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. II, s. 572.

[434] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s. 23; Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III,

s. 1247.

[435] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. III, s. 576.

[436] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. III, s. 80.

[437] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 595.

[438] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 596.

[439] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s.547.

[440] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c.III, s. 1095.

[441] Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve ’l-Ashâb, c. III, s. 66; Taberânî, el- Mu’cemü’l-Kebîr, c. VI, s. 63.

[442] Beğavî, Mu’cemü’s-Sahabe Mibretu’l-Âl ve ’l-Ashâb, c. II, s. 38-39; İbn Kâni, Mu’cemu’s-Sahâbe, c. I, s. 247-248.

[443] Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s. 1244.

[444] Mukâtil b. Süleyman, Et-Tefsir, c. I, s. 186.

[445] İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. III, s. 314.

[446] Zührî, El-Meğâzî, s. 120; İbn Hişam, Siretü’n-Nebî, c. III, s. 345; Taberânî, el- Mu’cemü’l-Kebîr, c. XXIII, s. 50; Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. II, s. 275.

[447] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c.I, s. 25, 208, 248, 478.

[448] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XVIII, s. 353.

[449] İbn Kâni, Mu’cemü ’s-Sahâbe, c. II, s. 346.

[450] Ebû Ahmed el-Hakîm, el-Esâmî ve ’l-Kunâ, Dâru’l-Ğurebâ, Medine, 1414/1994, c.

V, s. 296.

[451] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. III, s. 1296.

[452] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s. 365.

[453] İbn Ebî Heyseme, et-Tarihu ’l-Kebîr, nşr. Salah b. Fethi, el-Fâruku’l-Hadis, Kahire, 1427/2006, c. V, s. 41.

[454] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.

[455] Halife b. Hayyat, Kitâbu’t-Tabakât, c. III, s. 1216.

[456] İbn Habib, El-Muhabber, s. 423.

[457] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbü’l-Arab, s. 137.

[458] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ (Mütemmimü’s-Sahâbe et-Tabakâtü’l-Hâmise), nşr. Muhammed b. Şâmîl es-Sulemî, Mektebetü’s-Sıddîk, Tâif, 1414/1995, C. I, s.296.

[459] İbn Sa’d, Et-Tabakât, nşr. Muhammed Abdulkâdir Ata, c. VIII, s. 196.

[460] İbn Ebî Heyseme, et-Tarihu ’l-Kebîr, c. I, s. 249.

[461] İbn İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.

[462] İbn Hibbân, es-Sikât, nşr. Şerefu’d-Din Ahmed, Dâru’l-Fikr, ?, 1395/1975, c. III, s. 339.

[463] İbn Abdilberr, El-Istîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1289.

[464] İbn Sa’d, Et-Tabakât, c. VI, s. 52.

[465] İbn Habîb, El-Muhabber, s. 233.

[466] Suhârî, Allâme Ebû’l-Munzîr Seleme b. Müslim b. İbrahim (ö. 511/1118), Ensâbu’l- Arab, tah. Muhammed İhsan el-Musa, Umman, 1437/2016, s. 547.

[467] İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.

[468] Keşşî, er-Ricâl, neş. Müessetü’l a’lemî, Beyrut, 1430/2094, s. 1.

[469] Cevâd Ali, El-Mufassal fi Târîhi ’l-Arap Kable’l-Islâm, c. VIII, s. 252.

[470] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr, s. 412.

[471] İbn Abdilberr, El-IstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1289.

[472] Ebû Zeyd el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 388.

[473] Ebû’l-Haccâc el-Eşârî, Et-Ta’rîf bi ’l-Ensâb ve ’t-Tenvih bi Zevi’l-Ahsâb, c. I, s. 36.

[474] İbnü’l-Esir, Üsdu’l-GâbefîMa’rifeti’s- Sahabe, c. II, s. 422-423.

[475] İbn Habib, El-Muhabber, s. 155.

[476] İbn Sa’d, Et-Tabakât (nşr. Ali Muhammed Ömer), c. V, s. 369.

[477] Minkari, Vak’atu Sıffîn, Tah. Abdusselâm Muhammed Hârun, Dâru’l-Cil, Beyrut, 1410/1990, s. 292-293.

[478] İbn Sa’d, Et-Tabakât (nşr. Ali Muhammed Ömer), c. V, s. 369.

[479] İbn Hibbân, Meşâhiru’l-Emsâr ve A’lâmu Fukahâi’l-Aktâr, nşr. Merzûk Ali İbrahim, Dâru’l-Vefâ, ?, 1411/1991, s. 101.

[480] İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.

[481] Ebû Nuaym,Ma’rifetü’s-Sahâbe, c. IV, s. 2308.

[482] İbn Sa’d, Et-Tabakât (nşr. Ali Muhammed Ömer), c. V, s. 369.

[483] Keşşî, er-Ricâl, s. 1.

[484] İbn Sa’d, Et-Tabakât (nşr. İhsan Abbas), c. I, s. 136.

[485] Vâkıdî, Kitabu’lMeğâzî, c. II, s. 775.

[486] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.

[487] İbn Habîb, El-Muhabber, s. 155.

[488] İbn Kuteybe, Uyunu’l-Ahbar, tah. Muhammed el-İskenderânî, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1423/2002, c. III, s. 130.

[489] İbn Abdilberr, El-îstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1289.

[490] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. VI, s. 335.

[491] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.

[492] Hemedânî, el-Iklil, Sanâ’/Yemen, 2004, s. 9.

[493] Ebî Zeyd el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 388.

[494] Zehebî, Tarîhu ’l-Islam ve Vefeyâtu ’l-Mezahir ve A’lâmu’l-Müellif, c. III, s. 545.

[495] İbn Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîn, s. 171.

[496] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. VI, s. 450.

[497] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s. 520.

[498] Suhârî, Allâme Ebû’l-Munzîr Seleme b. Müslim b. İbrahim (ö. 511/1118), Ensâbu’l- Arab, s. 547.

[499] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.

[500] Keşşî, er-Ricâl, s. 1.

[501] Ebû’l-Hasan el-Eşarî, Makâlâtü’l-Islamiyyîn, s. 2.

[502] Keşşî, er-Ricâl, s. 1; et-Tusî Ebû Cafer Muhammed b. Hasan, Ricâhu’t-Tusî, nşr.

Cevad el-Kayyûmî, ?, 1415/2013, s. 1.

[503] Ebû’l-Hasan el-Eşarî,Makâlâtü’l-Islamiyyîn, s. 2.

[504] Burrî, el- Cevhere fî Nesebi’n-Nebî ve Ashâbi’l-Aşere, nşr. Muhammed et-Tûncî, Dâru’l-Rifâi, Riyad, 1403/1983, c. II, s. 88.

[505] İbn Yunus, Tarihu ’l-İbni Yunus el-Mısrî, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiye, Beyrut, 1421/2000, c. I, s. 403.

[506] Keşşî, er-Ricâl, s. 1; İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.

[507] Zehebî, Şemsuddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kâymaz, Siyeru A’lâmî’n-Nubelâ, nşr. Dâru’l-Hadis, Kahire, 1427/2006, c. I, s. 102.

[508] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. II, s. 405.

[509] Ebû Zeyd el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 388.

[510] Minkarî, Vak’atu Sıffn, s. 15-16.

[511] İbn Kuteybe, el-Imame ve ’s-Siyase, nşr. Halil el-Mansur, Dâru’l-Kutubu’l-İlmiye,

Beyrut, 1418/1997, c. I, s. 56.

[512] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 93.

[513] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 208.

[514] Ebû Zeyd el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 388.

[515] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefima’rifeti’s-Sahâbe, c. III, s. 101.

[516] İbn Abdilberr, El-Istiâb fiMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.

[517] Hatîb el-Bağdadî, Tarihu ’l-Bağdadi, nşr. Beşâr Avvâd Ma’rufi Dâru’l-Garbi’l- İslami, Beyrut, 1422/2002, c. I, s.189; İbn Hacer el-Askalânî, El-Isâbe fi Temyizi ’s- Sahabe, c. V, s. 255.

[518] Sıbt İbnu’l-Cevzî, Mir’âtu’z-Zaman fi Tevârihi ’l A’yân, nşr. Muhammed Berekât,

Dimeşk, 1434/2013, c. VI, 186.

[519] Taberî, Târihu’l-Taberi, c. IV, s. 548.

[520] Taberî, Târihu’l-Taberi, c. III, s. 546.

[521] Minkarî, Vak’atu Sıffîn, s. 128.

[522] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. III, s. 101.

[523] Taberî, Târîhu’l-Taberî , c. III, s. 546.

[524] Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, Dâru Sâdır, Beyrut,1415/1995, c. II, s. 355.

[525] İbn Hibbân, es-Sikât, c. I, s. 2.

[526] İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebû Süfyan, Fecr Yayınevi, Ankara, 1990, s. 140.

[527] Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddık, c. I, s. 409.

[528] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. III, s. 136.

[529] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 128.

[530] Ebû Zeyd el-Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 432.

[531] Minkarî, Vak’atu Sıffîn, s. 426.

[532] İbnu’l-Verdî, et-Tarih, nşr. Dâru’l-Kütübü’l-İlmiye, Beyrut, 1417/1996, c. I, s. 149.

[533] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. III, s. 136-137.

[534] Keşşî, er-Ricâl, c. XXXII, s. 1.

[535] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. II, s. 405.

[536] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. V, s. 33.

[537] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. III, s. 550.

[538] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.

[539] İbnu’l-Verdî, et-Tarih, c. III, s. 149.

[540] Taberî, Târîhu’l-Taberî, IV, s. 552.

[541] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. V, s. 373.

[542] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. V, s. 373.

[543] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. IV, s. 552.

[544] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.

[545] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. IV, s. 552-553.

[546] Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddık, c. IV, s. 413.

[547] İbn Hibbân, es-Sikât, c. II, s. 278.

[548] Sıbt İbnu’l-Cevzî, El-Mutazam fî Tarîhi ’l-Mulûk ve ’l-Ümem, c. VI, s. 393.

[549] İrfan Aycan, Saltanata Giden YoldaMuaviye b. Ebû Süfyan, s. 141.

[550] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. V, s. 373.

[551] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.

[552] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. II, s. 300.

[553] Keşşî, er-Ricâl, c. III, s. 1290.

[554] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.

[555] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. IV, s. 555.

[556] İbn Sa’d, Et-Tabakât nşr. İhsan Abbas), c. V, s. 373-374.

[557] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. IV, s. 555.

[558] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. XI, s. 393.

[559] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. VI, s. 52.

[560] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 195.

[561] İbn Sa’d, Et-Tabakât nşr. İhsan Abbas), c. V, s. 373.

[562] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyizi ’s-Sahabe, c. V, s. 255.

[563] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, nşr. Amr b. Gurâme el- Umrevî, Dâru’l-Fikr, 1415/1995, c. XLIX, s. 402.

[564] Minkarî, Vak’atu Sıffîn, s. 93.

[565] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s. 401.

[566] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 93.

[567] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 447.

[568] Sıbt İbnu’l-Cevzî, El-Mutazam fi Tarihi ’l-Mulûk ve ’l-Ümem, c. VI, s. 285.

[569] Minkarî, Vak’atu Sıffin, s. 552.

[570] Suhârî, Ensâbu’l-Arab, s. 548.

[571] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 28.

[572] Hatib el-Bağdadî, Tarihu’l-Bağdadî, c. I, s. 189.

[573] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 28.

[574] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. V, s. 371.

[575] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 28.

[576] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 49.

[577] Hatib el-Bağdadî, Tarihu’l-Bağdadî, c. I, s. 575.

[578] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XIII, s. 262-264.

[579] Hatib el-Bağdadî, Tarihu’l-Bağdadî, c. I, s. 575.

[580] Zehebî, Siyeru A ’lâmî’n-Nubelâ c. IV, s. 6.

[581] Keşşî, er-Ricâl, s. 1.

[582] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 49.

[583] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.

[584] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. V, s. 164.

[585] Ebû’l-Haccâc el-Eşârî, Et-Ta’rîf bi’l-Ensâb ve ’t-Tenvih bi Zevi’l-Ahsâb, c. I, s. 36.

[586] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.

[587] Keşşî, er-Ricâl, s. 1.

[588] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s. 431.

[589] İbn Haldun, Tarih İbn Haldun, c. I, s. 520.

[590] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. V, s. 33, 69.

[591] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. III, s. 50.

[592] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. V, s. 375.

[593] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s. 400; Zehebî Siyeru A’lâmî’n-Nubelâ, c. I, s.

[594] İbn Abdilberr, El-îstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.

[595] Hatib el-Bağdadî, Tarihu’l-Bağdadî, c. I, s. 189.

[596] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, c. V, s. 375.

[597] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s. 401.

[598] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 255.

[599] Keşşî, er-Ricâl, s. 1; İbn Abdilberr, El-îstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1290.

[600] Keşşî, er-Ricâl, s. 1.

[601] İbn Hacer el-Askalânî, El-îsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 255.

[602] îbn Hibbân, Meşâhiru’l-Emsâr ve A’lâmu Fukahâi’l-Aktâr, s. 61.

[603] îbn Asâkir, Tarihu Dımeşk, c. XLIX, s. 403.

[604] Şâmî, Subulu’l-Huda ve ’r-Reşâd fi Sireti Hayri’l-İbâd, nşr. Adil Ahmed, Ali Muhammed Mu’avvid, Dâru’l-îlmiye, Beyrut, c. VIII, s.65, 325.

[605] Zehebî, Siyeru A ’lâmi’n-Nubelâ, c. I, s. 102.

[606] Mukaddemî, et-Tarih ve Esmâü’l-Muhaddisin ve Kunâhum, nşr. Sâmi Kazım el- Hafacî, Mektebü’l-Murâşî en-Necefî, Kum, 1427/2007, s. 188, 196.

[607] îbn Ebî Heyseme, et-Tarihu ’l-Kebir, c. I, s. 504.

[608] İbn Kâni, Mu’cemü ’s-Sahâbe, c. II, s. 346.

[609] Zehebî, Siyeru A ’lâmî’n-Nubelâ, c. VII, s. 110.

[610] İbnü’l-Esîr, el-Lubâb fî Tezhîbi’l-Ensâb, nşr. Dâru Sadr, Beyrut, ?, C. II, s. 356, 368.

[611] İbnu’l-İmâd, Şezerâtu’z-Zeheb fî Ahbâr Men Zeheb, nşr. Mahmûd el-Ernâvût, Dâru

İbn Kesîr, Dimeşk, Beyrut, 1405/1986, C. VIII, s. 516.

[612] Bahşel, Târîhu Vâsıt (nşr. Kûrkîs 'Avvâd), 'Âlemu'l-Kutub, Beyrut 1406/1985, s. 196.

[613] Ebî Zeyd Ahmed b. Sehal el- Belhî, Kitâbu’l-Bedîve ’t-Tarih, s. 388.

[614] Kelbî, Nesebü Meaddü ve ’l-Yemen ’ul-Kebîr, s. 412.

[615] İbn Ebî Hayseme, Târihu’l-Kebîr, c. V, s. 41.

[616] İbn Sa’d, Et-Tabakât, c. V, s. 369.

[617] Şâmî, Subulu’l-Huda ve ’r-Reşâd fî Sireti Hayri’l-îbâd, c. XI, s. 399.

[618] İbn Hibbân, Meşâhiru’l-Emsâr ve A’lâmu Fukahâi’l-Aktâr, s. 101.

[619] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. I, s. 238.

[620] Suhârî, Ensâbu’l-Arab, s. 547.

[621] İbn Habîb, El-Muhabber, s. 245.

[622] İbn Hacer el- Askalânî, El-Isâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.

[623] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 1289.

[624] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s. 403.

[625] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabe fî ma’rifeti’s-Sahâbe, c. II, s. 423.

[626] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. II, s. 277.

[627] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 360.

[628] İbn Abdilberr, El-İstîâbfîMa’rifeti’l-Ensar, c. III, s. 352.

[629] Taberî, Târîhu’l-Taberî, c. IV, s. 550.

[630] İbn Dâvûd, er-Ricâl, nşr. Muhammed Sâdık Âlu Bahr, 1392/1972. s. 150.

[631] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, c. XLIX, s. 403.

[632] İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzı ’s-Sahabe, c. VI, s. 450.

[633] İbnü’l-Esîr, Üsdu’l-Gabefîma’rifeti’s-Sahâbe, c. IV, s. 450.

[634] Hatib el-Bağdadî, Tarihu’l-Bağdadî, c. I, s. 189.

[635] Minkarî, Vak’atu Sffîn, s. 292-293.

[636] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti ’l-Ensar, c. III, s. 1289; İbn Hacer el-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi ’s-Sahabe, c. V, s. 254.

[637] İbnu’l-Verdî, et-Tarih, c. I, s. 149.

[638] Keşşî, er-Ricâl, c. XXXII, s. 1.

[639] İbn Abdilberr, El-İstîâb fîMa’rifeti’l-Ensar, c. IV, s. 8.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar