SORMASI ZOR SORUNLARI ÇÖZMENİN FELSEFESİ
İLÂHÎ
TAKDİRİN VARLIĞINA KARŞIN NEDEN İYİ KİMSELERİN BAŞINA KÖTÜLÜKLER GELİYOR?
Bu sorunu bana yazımın daha ileriki kısımlarında İlâhî
Takdir’in hükmünü ve Allah Teâlâ’nın her yerdeki varlığını gösterdikten sonra
soracak olmanı yeğ tutardım; ama bu geniş konunun özellikli bir kısmını ele
almamı ve açıklamamı; bunu sana esas konuya hiç ilişmemişken anlatmamı
istediğin için ben de isteğin doğrultusunda davranıyor, Allah Teâlâ’dan gelen
bu kutsal yükümlülüğü seve seve sırtlanıyorum.
Daha başındayken söylemem gerekir, böylesi mükemmel
bir yapının bir sahibi bulunmaksızın ayakta kalmasının, varlığını sürdürmesinin;
yıldızların bir yönlendirici olmadan, bilinçsizce fakat böyle düzenli bir
şekilde bir araya gelip hareket etmelerinin imkânsızlığını kanıtlamaya şimdilik
girişmeyeceğim, bunun bir anlamı yok. Yeryüzü nesnelerinin böyle bir
düzenleyici olmaksızın hareket etmeleri durumunda birbirlerine çarparak yok
olacaklarını; sularda ve karalarda doğayı devindiren ve bunca ışıkları
kesintisiz, sekmesiz parlatan gücün ancak sonsuz bir kural doğrultusunda
mümkün olabileceğini; bu işleyişin maddenin rastlantısal, serseri biçimde
dolaşıp bir araya gelmesiyle meydana gelmesinin imkânsızlığını şimdilik
göstermeyeceğim. Bu büyüklüğü akıl almaz yeryüzünü düzenli bir hareket üzerinde
kararlı kılan, suların vadiler içre dolanıp düzensizliğe düşmeden iş görmesini
sağlayan ve en küçük bir çekirdekten dev gibi canlılar doğurtan gücün maddenin
bilinçsizliğiyle mümkün olmayacağını şimdilik kanıtlamayacağım. Doğrusu
böyledir; aklımızın almadığı karmakarışık hadiseler, sözgelimi yağmurun
yağması, göğün ve bulutların hep bir ağızdan gürlemesi, alevlerin dağ
doruklarından fışkırması, toprağın ayaklarımızın altından kayıp yer
değiştirmesi gibi şiddetli doğa olaylarının kendi başlarına ve hep birden
meydana gelmesi bütüncül bir iradeden bağımsız olabilir mi? Öte yandan bütün bu
olayların ve bizi şaşırtan öteki doğal gelişmelerin, diyelim dalgaların
arasından yeryüzüne fışkıran kaynakların; engin denizler ortasında aniden
ortaya çıkan adaların da kendi artlarında birtakım özgün sebepleri bulunuyor.
Denizin önce sularını bir miktar çekerek kıyı topraklarını açıkta bıraktığını
ve hemen sonra yeniden sularını ortaya çıkararak eski hâline döndüğünü gören
bir kişi, dalgaların tesadüfi kabarmalar nedeniyle bazı zamanlar azalıp
çekilerek kıyıları kuruttuğu ve bazı zaman da kabarıp gürleşerek yıkımlara
neden olduğu düşüncesine kapılır. Hâlbuki o denizlerin çoğalıp azalması belli
bir düzen çerçevesinde; kararlarıyla okyanusları kabartıp taşıran ay adlı
yıldıza göre ve düzenli zamanlarda gerçekleşir. Ne ki bütün bu olaylar daha
uygun bir zamanda düşünülmeli; çünkü senin durumun İlâhî Takdir’in
egemenliğinden şüphe duymakla ilgili değil; ondan duyduğun bir hoşnutsuzlukla
ilgili bir durumdur. Böyle bir durumda benim yapmam gereken; iyi
kimselere iyi davranan Allah Teâlâ ile senin aranda bir hoşnutluk
oluşturmaktır. Çünkü şeylerin doğası, iyi olanın iyi olana zarar vermesine
olanaklı değildir. Böylelikle de, iyi insanlarla iyi Allah Teâlâ erdemler
yoluyla bir dostluk ilişkisi içindedirler.
Dostluk mu dedik?
Aksine, bir hısımlık, bir yakınlıktan söz etmem
gerekirdi. İyi kimseler Allah Teâlâ’dan zamanca farklı olmalarına karşın onun
birer takipçisi, öyküneni, ona mümkün olduğunca itaat eden gerçek birer dölü
oldukları için; erdemler konusunda asla müsamaha göstermeyen büyük hükümdar,
tıpkı katı davranışlı babaların kendi çocuklarına yaptığı gibi, iyi evlatlarını
diğerlerine nazaran katı bir terbiyeden geçirir. Böylece, davranışları Allah
Teâlâ katında sevimli görünen iyi kimselerin yine de felaketler yaşadığını,
büyük çabalar göstererek uçurumlarda yorulduğunu, bunu gören kötü kimselerin
ise eğlenerek, gülerek, ömürlerini hazların peşinde geçirdiklerini gördüğün
zaman; kendi oğullarımızın ahlaklı yetişmelerini istememize karşın kölelerin
çocuklarının ahlaksız olmalarından rahatsız olmadığımızı; kendi oğullarımızı
hoşgörüden uzak bir terbiyeyle büyütürken köle çocuklarının ise arsız olmalarını
istediğimizi aklına getir. İşte bu aynı zamanda Allah Teâlâ’nın da
davranışıdır. İyi insan hazlar içre yaşayamaz, sürekli sınanır, güçlenir ve
böylece donanmış olur.
Oysa iyi kimseler hiçbir kötülükle karşı karşıya
kalmaz; çünkü zıtlıklar aynı yerlerde bulunamaz. Bu kadar ırmağın, yağan
yağmurların ve faydalı kaynakların karışmasıyla denizin tadında en küçük bir
değişiklik bile olmadığı gibi; kötü olayların hep birden gerçekleşmesi de
dayanıklı insanları yollarından döndüremez. Ruh, dışında bulunan her şeyden
daha metanetli olduğu için kendi sağlamlığını daima korur ve karşılaştığı
olaylara kendi inançlarına göre yön verir. Hiçbir şeyden haberdar olmayacağını
söylemiyorum; tersine, bütün zorlukları aşabileceğini ve kötülükler ne
çoklukta gelirse gelsin metanetini her zaman koruyabileceğini söylüyorum.
Onun gözünde her felaket ayrı bir sınamadır. Hem öte
yandan, doğrulukta karar kılmış gerçek bir insan, zorlukla da olsa tehlikeli de
olsa kendine verilecek bir görev için her an hazır değil midir?
Hangi tembel kişi için boş oturmak bir ceza olabilir?
Hep en güçlü olmak isteyen güreşçiler en zorlayıcı
rakiplerle karşılaşmayı ve eğitmenlerinden kendilerine karşı bütün güçleriyle
mücadele etmelerini isterler. Yenilmeleri yahut çok yıpranmaları şikâyet
etmelerine asla sebep olmaz; bire bir sınamalarda herkesi yendikten sonra
birden fazla rakiple aynı anda karşılaşmayı arzularlar. Yiğitlik bir rakiple
karşı karşıya kalmadıkça azalır. Onun büyüklüğü ancak gösterildiği zaman
bilinebilir. İşte iyi kimseler de buna göre hareket etmelidirler; sıkıntı ve
zorluklar karşısında korkuya kapılmamalı ve geri dönmemeli; kaderlerine razı
olmalı ve yaşadıkları her olayı iyi tarafıyla görmeli, o olaylarda bulunan
iyiliği kendi kendilerine ortaya çıkarmalıdırlar. Çünkü önemli olan, ortaya
koyduğumuz şeyin ne olduğu değil, onu nasıl ortaya koyduğumuzdur.
Babalar ve annelerin evlatlarına olan sevgilerini
başka biçimlerde gösterdiğine bakmıyor musun? Evlatlarının sürekli çalışmasını
isteyen babalar onları her sabah erkenden uyandırır, tatillerde bile boş
gezmelerine razı olmaz ve kimi zaman terletip kimi zaman da ağlatırlar.
Annelere gelince, onlar yavrularının hep yanı başlarında olmasını dilerler,
üzülüp ağlamalarına ve sıkıntı yaşamalarına asla razı olmazlar. İşte Allah
Teâlâ da iyi insanlara babaların gösterdiği gibi yiğitçe bir sevgi gösterir ve
şöyle der: “Zorluklarla, acı ve şiddetle yüzleşip sahip oldukları gücü iyi
bilsinler.” Çünkü tembel bedenler iş yapamaz olur; yalnızca zor işleri
becermekten değil kendi kendilerini taşımaktan bile aciz kalırlar. Önceden
incinmemiş bir huzur, hiçbir zorluğa dayanamaz. Buna karşılık, zorluklara
karşı mücadele etmeye alışmış bir beden, her yarayla birlikte daha fazla
sertleşir ve felaketler karşısında yenilmez bir hâle gelir. Tökezlediği zaman
bile, savaşını dizleri üzerinde doğrularak sürdürür. Allah Teâlâ iyi
kimselere karşı bunca şefkatli ve sevgi doluyken, o kimselerin kusursuz
olmalarını arzuluyorken onlara savaşlarla dolu bir kader vermesi sana tuhaf mı
geliyor?
Bense hiç şaşırmıyorum; çünkü Allah Teâlâ yiğit
kimselerin zorluklara karşı savaş verdiğini elbette görmek isteyecektir.
Kendisine saldıran yırtıcı bir hayvana karşı mızrağını doğrultan; bir aslanın
karşısında hiç korkmadan savaşan yiğit bir delikanlı görmek hoşumuza gitmez mi?
O, savaşını aynı yiğitlikle sürdürdükçe bizim hoşnutluğumuz daha da artmaz
mı? Ne ki bu çocuksu ve tecrübesiz hareketler, geçici eğlenceler Allah
Teâlâ’yı hoşnut etmemiz için yeterli olmaz. İşte yarattığı eserleri koruyan
ve onlara özenen Allah Teâlâ’nın görmek istediği soylu bir davranış, onu
hoşnut edecek olan görüntü: Felaketlerle dolu kaderine karşı direnen ve
mücadele eden, ona karşı yiğitçe meydan okuyabilen bir kişi. Acaba bizim
dünyamızı gözleyen Iuppiter, Cato’nun davranışından daha hoşnut edici bir
manzara görmüş müdür? O Cato, hedefleri her defasında yerle bir olmasına
rağmen, bir yıkıntıya dönmüş ülkesinde ayakta kalmayı başarıyordu ve “Cato bir
yolunu bulup özgürlüğün kapısını nerede olursa olsun tek eliyle açacaktır;
dünyanın her yerini tek bir adam ele geçirmiş olsa da, kara parçaları askerlerle,
denizler donanma gemileriyle kaplanmış ve kent kapıları Caesar’ın askerlerince
tutulmuş olsa da. Kendi ülkemdeki savaşta bile bir günah yüklenmeyen kılıcım en
yüce ve iyi görevini er ya da geç yerine getirecek, kendi topraklarında
bulunmayan hürriyeti Cato’nun ellerine teslim edecektir. Yüklen ey asil ruh,
bunca zamandır kafanda kurmuş olduğun o yüce görevi. Dünyadan yüz çevir ve
henüz birbirlerinin kılıcıyla ölmüş, yerde yatmakta olan Petreius ve
Iuba’yıgör. Onların kaderiyle giriştikleri bu iş çok yüce ve yiğitçeydi ancak
sana yakışmaz; çünkü senin için bir kimsenin elinden ölüm istemek en az hayat
istemek kadar alçakçadır!”
Hiç şüphem yok ki Allah Teâlâ, hıncını kendisinden
acımasızca çıkaran bu adamı başka kimselerin kurtulması için çırpınırken,
kendine sırtını dönenlerin firar etmelerine yardımcı olurken, çabalarını öldüğü
gece bile durmaksızın sürdürürken, asil göğsüne kılıcını saplarken, iç
organlarını parçalayıp bir kılıca hiçbir şekilde layık olmayan yüreğini kendi
eliyle sökerek çıkarırken izlemiştir. Bana göre yarası bu nedenle anlaşılmaz ve
silik kaldı. Ölümsüz Allah Teâlâ onu bir defa izlemekle yetinmemişti ve daha
ağır bir görevi yerine getirmesi, kendini yeniden göstermesi için cesareti
elinden alınarak yeniden çağrılmıştı. Çünkü ikinci bir ölüme ancak asil ruhlar
talip olabilirler. Allah Teâlâ bu kadar asil ve görkemli bir ölümle yaşamdan
ayrılan bir talibini izlemekten bıkar mı? Ölümden korkanların bile hayran
olacakları biçimde ölen kimseler ölüm tarafından kutsanırlar.
Öncelikle, senin adına sıkıntı dediğin olayların ve
talihsizlik, lanet olarak nitelendirdiğin durumların, başta bunları yaşayan
kimseler için ve ardından bütün insanlık için faydalı olduğunu anlatacağım. Hem
Allah Teâlâ için önemli olan tek tek insanlar değil, bütün bir insanlıktır.
Ayrıca, bu olayları yalnızca gönüllü kimselerin başına geleceğinden ve
zorluklarla karşılaşmak istemeyenlerin ise ancak felaketlere layık olabileceğinden
bahsedeceğim. Ardından sununla devam edecek sözlerim: Yaşanan bu durumlar iyi
kaderin birer belirtisidir ve insanların iyi olmasını sağlayan yasa uyarınca
iyi kimselerin başına gelirler. Sözlerimin sonunda, iyi kimselerin hâline
üzülmemen gerektiğine inanacak ve ikna olacaksın. Çünkü iyi olan hiç kimse
için, bizim gözümüzde acınası olmak gerçekten acınası olmak anlamına gelmez.
İddialarımdan en çetin olanı, herhalde ilk
söylediğimdir; hepimizi korkutan felaketlerin iyi insanlar için faydalı
olması.
“Sürgün edilmek, yoksul
bırakılmak, eşinin ve evlatlarının ölümünü görmek, onurunu yitirip ayıplanmak
ve bedenin zarar görmesi nasıl olur da iyi kimseler için faydalı olabilir?” diye soruyorsun. Eğer bu
olayların iyi kimseler için faydalı olması seni şaşırtıyorsa, hastaların
neşterle kesilerek, yaraları dağlanarak, aç ve susuz bırakılarak
iyileştirilmeleri de şaşırtmalı. Hastaları iyileştirmek için kemiklerinin
oyulduğunu, kimi zaman sökülüp atıldığını, damarlarının koparıldığını,
kesilmemesi durumunda bedeni zehirleyecek kimi organlarının kesilip koparıldığını
bir düşün; böylelikle kimi kötü durumların, onları yaşayan kimseler için
faydalı olduğunu anlayabilirsin. Bir de Herkül adına şunu düşün: insanların
hep iyi gözle baktığı ya da arzuladığı çok yemek, sarhoş olmak ya da öldürücü
öteki zevklerin ve tutkuların, verdikleri bu haz karşılığında birçok zararları
bulunduğunu da sana pekâlâ ispatlayabilirim. Ulu Demeter’in çok güzel
sözlerinden birini daha öğrendim geçenlerde; hep kulağımda çınlıyor ve aklımdan
bir türlü gitmiyor:
“BANA GÖRE KADERİ EN KÖTÜ
KİMSELER HİÇBİR FELAKET YAŞAMAMIŞ OLANLARDIR.” Çünkü, hiçbir felaketle karşılaşmamış bir kimse,
kendini sınama olanağını hiçbir zaman bulamamış bir kimsedir. İsterse Allah
Teâlâ’dan dilediği her şeyi henüz dilememişken elde etmiş olsun; ona
bağışlanmış olan kader yine de kötü bir kaderdir. Allah Teâlâ, onu kaderi
karşısında bir yengi (kabiliyet) hak edecek kadar kıymetli görmemiştir. Çünkü
kader, korkak kimselerle hiçbir şekilde karşılaşmaya tenezzül etmez ve şunu
söyler:
“O kimseyi karşıma almak için bir sebep göremiyorum.
Çünkü karşıma çıktığı anda bütün silahlarını bırakacak ve gücümü ona karşı
hiçbir şekilde kullanamayacağım; sert bir bakışımla bile dayanamayıp korkuya
kapılacak, kaçacak. Savaşa tutuşmaya değer kimseleri çıkarın karşıma, pes
etmeye dünden razı bir kimseyle savaşa girişmek bana alçakça geliyor.” Gladyatörler,
kendilerinden daha zayıf kimselerle savaşa tutuşmayı utanç verici bulurlar.
Çünkü onlara göre tehlikeye atılmadan elde edilen yengiler onursuz yengilerdir.
Kader da tıpkı gladyatörler gibidir; ne yapar eder ve en yiğit kimselerin
karşısına çıkar, ötekileri görmezden gelir, uğraşmaya değer bulmaz. Onun
savaşacağı kimseler en kararlı ve en adaletli olanlardır; böylelerini
karşısında görünce bütün gücüyle savaşa girişir. Mucius’u ateşle sınar,
Fabricius’u açlıkla, Rutilius’u sürgüne gönderir, Regilius’a işkence yaptırır,
Sokrates’e baldıran içirir ve Cato’yu ise ölümle yüzleştirir. İnsanlara önder
olabilecek yüce kimseler ancak felaketlerle dolu bir kaderiyle belli olurlar.
Mucius’unsağ elini düşmanların ateşine sokarak kendi hatasını kendisine bizzat
ödettiği için talihsiz olduğunu mu düşünüyorsun? Silahıyla alt edemediği ve
elini yakarak kaçmasına neden olduğu kraldan ötürü talihsiz olabilir mi? Öyleyse
talihli olmak adına ne yapabilirdi? Elini sevgilisinin koynuna sokup orada mı
ısıtsaydı?
Devlet hizmetinden artan zamanlarda kendi bahçesini
işleyen Fabricius mu talihsiz bir adamdır? Neden; zenginlik karşısında da
Pyrrhus karşısında gösterdiği savaş yüzünden mi yoksa? İlerlemiş yaşına
rağmen zafer kazanmışken, bahçesinden kazıp çıkardığı yaban otlarını, kendi
ocağında pişirip yiyen Fabricius’un kaderi midir kötü olan? Talihli olmak için
ne yapsaydı? En değerli denizlerden gelmiş balıklarla ya da en uzak diyarlardan
gelmiş kuşlarla mı beslenseydi? Midesindeki sancı artınca, doğudan ve batıdan
getirilen en değerli istiridyeleri yiyip iyileşerek daha talihli mi olurdu?
Avlanırken birçok insanın ölmesine sebep olan türlü hayvanlardan pişirip her
birini dolu dolu meyvelerle süsleyerek daha talihli mi olurdu?
Kendisini mahkûm eden kişilerin asırlar boyunca
davalarında ısrarlı olacakları Rutilius mu talihsiz bir adamdır? Ne için? Kendi
yurdundan sürüldüğünde de sürgün kararı kaldırıldığında da hiç istifini
bozmadığı için mi? Diktatör Sulla’nın emirlerine tek başına karşı koyarak sürgünden
geri dönmeyi reddettiği ve hatta daha uzak ülkelere gittiği için mi? Şöyle
diyordu: “Roma’nın o altın çağını elinde tutanlar iyi baksın bu olanlara.
Forumda akan kanı, Servillus gölündeki kesik senatör başlarını iyice seyretsinler
(Bu göl Süha’nın ceza salhanesidir), kentte kol gezen canileri ve korunmaları
üzerine söz verilmiş olmasına karşın öldürülen binlerce Romalı masumu iyice
seyretsinler sürgüne gidemeyenler.” Ne yapmalıydı? Yoksa, foruma geldiği sırada
yolunu kılıçlarla açan Sulla, Rutilius’tan daha mı talihlidir? Konsüllerin
kesilmiş başlarını hiçbir rahatsızlık duymadan izleyen, dökülen onca kanın
masrafını da hazine dairesindeki türlü oyunlarla yine devlete ödetmiş olan
Sulla, daha mı talihlidir? Cornelia Yasasınıbizzat hazırlamasına karşın
dökülen bunca kanın sorumlusu olan bu adam mı daha talihlidir?
Regilius’a gelince; onu bir metanet ve doğruluk
örneği yapan kader böylelikle ona ne gibi bir zarar vermiş olabilir? Bedeni
çivilere geçirilmiş; yaslanayım diye döndüğü her yanında yaralar açılmış ve
gözleri uykudan sonsuza kadar mahrum bırakılmıştı. Fakat onun sahip olduğu
onur, çektiği bu çile kadar artmıştı. Erdemler karşılığında böylesine büyük
bir bedel ödemiş olmaktan bir an bile pişmanlık duymadığını bilmiyor musun?
Eğer öğrenmek istiyorsan onu iyileştir ve yeniden senatoya gönder; aynı sözleri
yeniden söyleyeceğine şahit ol. Böyleyken, kadınlarını kıskanan, her gün
karısından kötü sözler duyan ve bundan ötürü üzülen, uzaklardan gelen bir
müziğin sesiyle uyumaya çalışan Maecenas daha mı talihli bir adamdır?
İster şarap fıçısına dalsın, ister teselli olmak için dalgaların sesine kulak
kesilsin, ister kaygılarını unutmak için kendini zevklerin kucağına bıraksın,
rahat döşeğinde uyurken bile, çarmıhtaki Regilius kadar huzurlu uyuyamayacaktı.
Çünkü erdemler uğruna sıkıntıları göğüslemek Regilius’un çilesini hafifletir;
onu düşündüren çilesi değil çile çekmesine neden olan şeydir. Çektiği
sıkıntılar, kendisini zevk ve mutlulukların peşinde harcamaya girişmiş
Maecenas’ı Regilius’tan daha fazla etkilemişti. En azından, insanlar dünyaya
Regilius olarak gelmektense Maecenas olarak gelmeyi tercih edecek kadar kötü
bir hâlde değil. Yine de Maecenas olarak doğmayı Regilius olarak doğmaya
tercih edebilecek biri varsa, aslında söylemiyordur ama dünyaya Terentia
olarak gelmeyi bile Maecenas olarak gelmeye tercih etmektedir.
Kanı bedeninden çekilerek soğuduğu ve damarları ağır
ağır küçüldüğü için mi? Halbuki, içkileri bütün hizmetlere dünden hazır, hadım
edilmiş ya da kız mı oğlan mı olduğu anlaşılmayan odalıklar tarafından, değerli
taşlarla süslenmiş kadehlerde yahut altın çanaklarda, karla karıştırılarak
getirilip önlerine sunulan o adamlara baktığımızda Sokrates’i ne kadar da
kıskanmamız gerekir! Bu adamlar ne içerse içsin yüzlerini ekşitip kusarlar,
ağızlarında acı bir safra tadı kalır. Oysa Sokrates, kendisine uzatılan
baldıranı huzurla, bile isteye içmişti. Daha önce kendisinden yeteri kadar
bahsettiğim Cato’ya ne demeli? Bütün bir insan soyu, onun en yüksek huzura
kavuştuğunu bilmelidir. Doğa, bu yiğidi karşısında öldürücü gücünü gösterip
kendini alt etsin diye seçti ve onunla savaşmak istedi ve şunları söyledi:
“Güçlü kimselerin düşmanlığına dayanmak zordur. O hem
Pompeius’la hem Caesar’la ve hem de Crassus’laaynı anda kavga etmeli. Kendinden
daha aşağıda olan bir kişiye yenilmek güç bir durumdur. Onu da Vatinius alt
etsin. İç savaşla baş etmek güç bir iştir. O da haklı olduğu bu mücadelesini
dünyaya karşı kötü talihine yenilmeden, kararlılıkla sürdürsün. Kendi kendini
öldürmek güç bir iştir. O da kendini öldürsün. Bundan ne kazanırım? Şunu:
Herkes, Cato’nun başına getirdiğim olayların hiçbirinin aslında felaket
olmadığını anlar.
Sürekli mutluluk, fikir sancısı olmadan geçen bir
ömür, doğamızın bir tarafından habersiz yaşamak anlamına gelir. Yüce bir kimse
olsan da kaderin sana erdemlerini ortaya koyman için gerekli şartları sunup
sunmadığını bilemem. Olimpiyatlara yalnız başına katılırsan ve senden başka
hiçbir müsabakacı yoksa ancak tacı giyebilirsin başına; ama bu asla kabiliyet
sahibi olduğun anlamına gelmez. Ben kendi adıma sana, yiğit bir kimseye
sunduğum tebrikleri sunmam; ancak konsül yahut preator (muhafız) olmuş
adamları tebrik ettiğim gibi tebrik edebilirim seni. Çünkü büyük bir iş yapmış,
rütbeni yükseltmişsin. Ruhunun yüceliğini ortaya koyabileceği hiçbir
sıkıntıyla henüz karşılaşmamış iyi bir kimse için de böyle düşünür ve şöyle
derim ona:
“SANA ACIYORUM; ÇÜNKÜ BİR KERE
BİLE ACINACAK DURUMA DÜŞMEDİN. BÜTÜN ÖMRÜN HİÇBİR RAKİPLE KARŞILAŞMADAN GEÇTİ
VE GÜCÜNÜN BÜYÜKLÜĞÜNÜ KENDİN DÂHİL HİÇ KİMSE BİLMEYECEK.” Çünkü kendini tanımak isteyen
kimse bunu ancak sınanarak gerçekleştirebilir; çünkü harekete geçmeden gücünün
nelere yeteceğini bilemezsin. Bu nedenle, bazı kimseler, bekledikleri
sıkıntılara gönüllü bir şekilde atılarak, karanlıkta kaybolmak üzere olan
erdemlerini ısıtacak şartları kendi kendilerine yaratmaya çalışmışlardır. Bana
soracak olursan, nasıl yiğit askerler savaşlardan hoşlanıyorsa, yüce adamlar
da kaderlerinin kötü olaylar getirmesinden hoşlanır. Tiberius Caesar
zamanında yaşamış Triumphus adında bir gladyatör duymuştum. Dövüş şölenlerinin
artık çok seyrek yapılıyor oluşundan şikayetçiymiş. “Ah, ne güzel bir çağdı
geçip giden!” diye hayıflanıp dururmuş.
Erdemlilik hep tehlikeleri
arzular ve kişiye amacı için katlanacağı zorlukları değil, onu ne için
amaçladığını düşündürür. Çünkü kişinin katlanacağı sıkıntılar da sonunda
elde edeceği övüncün bir parçasıdır. Savaşçılar bedenlerindeki yaralarla
övünür ve insanlara, daha iyi bir kader uğrunda döktükleri kanlarını gururla
gösterirler. Savaşlardan sağ salim dönen kimseler de kahramanca savaşmış
olabilirler ancak yara alarak dönmüş olanlar herkesin gözünde daha saygındır.
Bana göre Allah Teâlâ en yüce onur mertebesine yükseltmek istediği kişilere
cesurluğunu ve dayanıklılığını göstermesi için fırsat verdiği ve bu iş uğruna
onları zorluklarla karşı karşıya bıraktığı zamanlarda yardımını da esirgemez.
İyi kaptan fırtınalı havada, iyi asker ise savaşta belli eder kendini. Eğer
hâli vakti yerinde bir adamsan yoksulluğa karşı nasıl bir tavır edineceğini
nasıl bilebilirim ki? Eğer bütün insanlar sana karşı büyük bir zaaf gösteriyor
ve seni her yerde övüyorsa, rezil olmaya, onurunun zedelenmesine ve insanların
kötü sözlerine karşı nasıl davranacağını nasıl bilebilirim? Büyüttüğün
çocukların her zaman gözünün önünde duruyorsa, onların yokluklarına katlanıp
katlanamayacağını nasıl bilebilirim? Senin başka kimseleri avuttuğunu çok duydum;
ama kendi kendini avutup üzüntüyü kendine yasaklamadıkça, bu yaptığının benim
için bir anlamı yoktur. Lütfen sonsuz yaşama sahip Allah Teâlâ’nın ruhumuza
heyecan verip bizi dirileştirdiği bu felaketler seni korkutmasın. Çünkü
erdemlerimizin varlığını ancak felaketler karşısında kanıtlayabiliriz.
Hislerini çilesizlikten ötürü kaybetmiş olan ve sütliman, fırtınasız
denizlerin huzuruna ve sakinliğine farkında olmaksızın tutulmuş kimselerin
talihsiz olduğunu söylersen yanılmazsın. Çünkü onlar, yaşadıkları her olayı
ilk defa yaşayacaklardır. KÖTÜ KADER, TECRÜBEDEN YOKSUN KİŞİLERE KARŞI DAHA
ACIMASIZ DAVRANIR. Çünkü boyunduruk, cılız bir boyun için her zaman büyük
bir ağırlıktır. Deneyimsiz bir asker yaralanma korkusu duyduğu zaman rengi
solar ancak daha önce savaşta bulunmuş bir asker ise kendi kanından bile
korkuya kapılmaz, çünkü o kanın yengisinin bedeli olduğunun farkındadır. Allah
Teâlâ işte bu nedenle sevdiği kullarını daha dayanıklı kılar, sürekli
deneyimlerle eğitir. Buna karşılık, bol lütuflarda bulunduğunu düşündüğümüz
kullarını tecrübesiz bırakarak güçsüzleştirir ve felaketlere hazırlıksız
yakalanmalarına sebep olur. KİM OLURSA OLSUN BİR KİŞİNİN ALLAH TEÂLÂ TARAFINDAN
DAHA İYİ KORUNDUĞUNU DÜŞÜNÜRSEN YANILGIYA DÜŞERSİN; ÇÜNKÜ HUZUR İÇİNDEKİ
KİMSELER DE ZAMANI GELDİĞİNDE YAŞAMALARI GEREKENİ YAŞAYACAKTIR. Bize sıkıntılardan
büsbütün kurtulmuş gibi görünen kimseler aslında kurtulmuş değildir;
sıkıntıları bir süre için ertelenmiştir.
Çünkü savaşacak bir ordunun en tehlikeli görevleri en
gözüpek askerlere düşer. Geceleri bir düşman birliğine pusu kurup onu bozguna
uğratmak ya da gidiş yollarını kontrol etmek gibi tehlikeli görevler için her
kumandan en iyi askerlerini seçer. Bu görevlerle yüklenilmiş tek bir asker
bile “Kumandan beni kötü olana layık buldu.” şeklinde şikâyetçi olmaz;
aksine “Hakkımda iyi düşünüyor.” diye sevinir. Bunun gibi, yılgın ve
güçsüz kişileri ağlatıp inleten felaketlere göğüs germesi istenen her kişi, “Allah
Teâlâ, insan doğasının sıkıntılar karşısındaki dayanma gücünü sınamak için
beni seçti.” diyerek övünmelidir.
İşte bu nedenle, hazlardan ve gücü azaltan mutluluklardan
kaçınmalısın. Çünkü ruh bunların etkisinde duyarlığını yitirir ve eğer onu
insanlık hakkında uyaran bir kimse de olmazsa, hiç uyanamaz ve bitimsiz bir
uyuşukluk içinde kalır. Pencereleri soğuk rüzgârları geçirmeyen, ayaklarına
sıcak tutan giysiler sarılan ve yemek yediği odalar sürekli hem alttan hem de
yanlardan ısıtılan bir kimse en hafif bir rüzgârın esmesiyle bile karşılaşsa
hasta düşecektir. Ölçüsüz her şey zarar verir ama ölçüsü kaçınca en zarar
verici olan şey mutluluktur. Beyni hareketlendirir ve onu faydasız düşlerle
doldurur; doğruyla yanlışı ayırmayı zorlaştırır. Hiç bitmeyecek bir
talihsizliğe erdemlerin yardımıyla göğüs germek, ölçüsüz ve bitimsiz
mutluluklar içinde ihlâlci yaşamaktan çok daha iyi değil midir? Açlıktan ölmek
yumuşak ve acısızdır ancak çok yemekten hazımsızlaşarak ölmek bedeni iki
parçaya ayırır.
İyi kimseler, Allah Teâlâ’dan
iyi talebelerin öğretmenlerden gördüğü muameleyi görürler; öğretmenler iyi ve
parlak talebelerinden daha fazla çaba beklerler. Sence çocuklarını herkesin gözü
önünde kamçılayarak ruhlarının dayanıklılığını sınayan Lacedaemonialılar
çocuklarına karşı nefret mi besliyor? Vurdukları kamçıyla çocuklarını daha
dayanıklı ve gözüpek olmaya çağıran o babalar, çocuklarının bedenleri
düşmüşken, ölmek üzereyken bile kamçılamaya devam ederler. Allah Teâlâ’nın da
asil ruhları büyük felaketlerle sınadığını bildikten sonra, o babaların
yaptıklarına neden şaşıralım? Erdemli olduğunu kanıtlamak hiçbir zaman kolay
bir iş değildir. KADER DE BİZİ KAMÇILIYOR VE FELAKETLERLE SINIYOR. BUNA
DAYANACAĞIZ. Çünkü bu acımasızlık yerine geçmez, bir savaştır. Bu savaşla ne
kadar fazla sınanırsak o kadar gözü pek oluruz. Bedenin en dayanıklı parçaları
da durmaksızın çalıştırılıp dirileştirilen parçalardır. Bize kendisine karşı
dayanma gücü kazandırması için, kaderimize teslim olmamız gerekir. Kader, bizi
her felaketle birlikte yücelterek kendisine karşı koyabilecek bir güce
eriştirir ve sürekli tehlikelerle boy ölçüştükçe onlara alışır; hiçbir
tehlikeyi büyük görmemeyi öğrenmiş oluruz. Denizcilerin bedenleri deniz
şartlarına karşı koydukça sertleşir, çiftçilerin elleri çalışarak nasırlaşır,
askerlerin kolları mızrak sallayarak güçlenir, koşucuların bacakları da
koştukça daha kıvrak bir hâle gelir. Bu kişilerden her birinin en dayanıklı ve
güçlü parçası, sürekli çalıştırdıkları parçadır. Aynı biçimde, ruh da
felaketlere karşı koyarak, en sonunda onlar karşısında verdiği savaşı bile
küçük görmeye başlar. Yoksulluk içinde yaşayan ama bu yoksulluktan dolayı
sapasağlam ayakta durmayı başarabilmiş halkın başına gelen kötülükleri aklına
getir; zorluk ve sıkıntıların nasıl olup da gücümüze güç kattığını
anlayabilirsin. Roma barışından nasiplenmemiş halkları aklına getir. Sözgelimi
Germanialılar, Tuna kıyılarına yayılmış ve bütün işleri bize saldırmak olan göçebe
halklar. Hiç bitmeyen bir kış ve korkutucu bir göğün altında sürekli ezilirler;
toprak ekmek vermez; yağmura karşı sazlıklardan ve dallardan topladıklarıyla
korunmaya çalışırlar; kaskatı buz göllerinde dolaşıp dururlar ve besinlerini,
avladıkları yabani hayvanlardan çıkarmaya çalışırlar. Böyle olduklarına bakıp
onların acınacak halklar olduğunu mu düşünüyorsun? Oysa doğayla uyumlu yaşamaya
alışmış hiçbir canlı acınası değildir. Çünkü zorlukla yapılan her iş, o
zorluğa alışıldıktan sonra zevkli bir hâle gelir. Gözümüze acınası görünen o
halkların yatacak yatakları, içine girecek barınakları yok. Beden güçleriyle
elde ettikleri yiyecekler doyurucu değil, ülkelerindeki hava şartları çok
sert, giyecek hiçbir şeye sahip değiller. İşte onlar adına felaket olduğunu
düşündüğün bütün bunlar, o halklar için bir yaşama biçimi! NEDEN İYİ
KİMSELERİN DAHA DAYANIKLI OLABİLMEK İÇİN ÇİLE ÇEKMELERİ NEDEN SENİ ŞAŞIRTIYOR?
Sürekli esen bir rüzgâra direnmeyen ağaç kök salıp sağlamlaşamaz. Rüzgâr
onu salladıkça yere daha sağlam tutunur, köklerini daha derinlere ulaştırır. Oysa
güneş alan vadilerde yetişen ağaçlar böyle uzun yaşamaz. Böylelikle anlaşılır
ki, iyi insanlar için, sıkıntılarla sürekli mücadele etmek ve biz kötü
olduklarını düşünmedikçe hiçbir zaman kötü olmayan durumlar karşısında sabırlı
olmak faydalıdır. Çünkü korkusuzca yaşamaları ancak bu şekilde mümkündür.
Şunu da unutmamalısın ki; askerleri, daha doğrusu halka hizmet edecek olan
görevlileri en iyi kimseler arasından seçmek insanlık için en faydalı
tutumdur. Hem Allah Teâlâ’nın hem de bilge bir kişinin asıl arzusu insanlara
şunu öğretmektir: iyinin ve kötünün, bayağı kimselerin arzuladığı ya da geri
durduğu davranışlarda bulunmadığı, iyinin yalnızca iyi kimselere verildiğinde
iyi ve kötünün de yalnızca kötü kimselere verilince kötü olabileceği. Eğer
insanların arasında yalnızca gözlerinin oyulmasını hak eden kişinin gözleri
oyuluyorsa, gözlerini kaybetmenin ilenecek bir yanı kalmaz. Şu durumda Appius
ve Metellus’un gün ışığından yoksun kalmaları neyi değiştirir? Madem zenginlik
göründüğü gibi iyi değil; kadın satıcısı Elius zengin olsun ve insanların
tapınaklarda saygı gösterdikleri paralar genelevlerde de itibar kazansın,
oralara da girebilsin. Allah Teâlâ, herkesin arzuladığı şeyleri aşağılık
kimselere bağışlayıp iyi kimselerden bu şeyleri esirgeyerek ne de güzel gözden
düşürüyor hepsini.
“İyi kimselerin sakat kalması,
yaralanması, zincirlere vurulması ve fakat kötü kimselerin insanlar arasında
sapasağlam, kibirle gezip dolaşması adaletsizliktir.” diyebilirsin. Öyleyse yiğit kimseler
silahaltına girip kışlalarda konaklarken, yaralandıktan sonra iyileşir
iyileşmez yeniden orduya dönüp savaşa hazırlanırken; aşağılık ve soysuz
kişilerin, kulağı kesik zamparaların şehirde ellerini kollarını sallaya sallaya
dolaşması adaletsizlik değil midir?
Zorlu işler en nitelikli insanlar içindir.
Senatodakiler gün boyu konuşup tartışarak kararlara vardığı sırada, bayağı ve
kişiliksiz kimseler yarış meydanlarının keyfini çıkarırlar yahut bedava yemek
dağıtılan yerlerin kapısını kollayarak aylak aylak vakit öldürürler. Bizim
koca yurdumuzda da böyledir; yorulup tükenenler, fedakârlık eden ve canlarını
yitirenler hep iyi kimselerdir. Bunu da gönülden, istekle yaparlar. Kader
onları sürüklemez, onlar kaderi istekle kabullenir ve onunla uyumlu olmayı
öğrenirler. Eğer imkân bulsalar onun da önüne geçecekler. Hatırladığım
kadarıyla, yiğitler yiğidi Demetrios’un şu yüce sözlerini sen de çok iyi
biliyorsun:
“Ölümsüz Allah Teâlâ’dan hoşnutsuz olduğum bir tek şey
var; o da benden arzuladığı şeyleri bana önceden bildirmediğidir. Eğer öyle
yapsaydı, şu bulunduğum yere çok daha önceden varmış olacaktım.
Ben, O istediği için onların babası oldum.
Bu küçük parça O’nun olsun; hem kısa bir zaman içinde
bütün bedenimi de O’na teslim edeceğim.
Neden almasın?
Almak istediği her şeyi O’na kendi hür irademle
teslim edeceğim. Şikayetime gelince; bütün bunları O istediği zaman vermek
yerine; önceden bilerek kendi ellerimle önüne koymak isterdim.
ONLARI O’NA BEN SUNABİLİRDİM. AMA ŞİMDİ DE ZORLA
ALIYOR DEĞİL. ÇÜNKÜ, İSTEDİKLERİNİ HİÇBİR ŞİKAYETTE BULUNMAKSIZIN SİZE
SUNAN BİR ADAMDAN, ALDIĞINDA HİÇBİR ŞEYİ ZORLA ALMIŞ OLMAZSINIZ.”
Üzerimde hiçbir baskı yok. Yaşadığım hiçbir şeye
gönülsüz katlanmıyorum. Allah Teâlâ’nın kölesi değil, gönüllü bir
talebesiyim; üstelik şimdi her zaman olduğundan daha fazla. Çünkü
biliyorum ki her şey, mutlak ve sonsuz bir yasayla yönetilmektedir. Kaderimiz
bizim yaşamdaki yolumuzu çizer ve her birimizin ne zaman öleceği dünyaya geldiğimizde
belirlidir. Her neden bir başka nedenle bağlantılıdır. İster kişisel olsun
ister toplumsal; her olay uzun bir zincirin küçük bir halkasıdır. İşte bu
nedenle başımıza gelenler karşısında sabırlı olmalıyız; çünkü hiçbir olay bizim
sandığımız gibi anlık bir şekilde gerçekleşmez, bir düzen içinde meydana
gelir. Seni sevindirecek ve üzecek her şey zaten belirlenmiştir.
İnsanların yaşamları birbirinden farklı bile olsa sonunda aynı yere varır;
sonlu varlıklar olarak yine kendimiz gibi sonlu birtakım şeylerin sahibi
oluruz. Öyleyse öfke duymamızın, şikâyet etmemizin ne anlamı var?
Bu bizim yaradılış biçimimizdir. Doğanın, yarattığı
bedenleri dilediği gibi kullanmasını kabullenmemiz gerekiyor. Biz yaşadığımız
her durumda korkusuz ve güler yüzlü ve bizzat kendimize ait olan hiçbir şeyin
bozulmayacağından emin olalım.
Varlığını İlâhî Takdire gönüllü bir şekilde sunmak.
Bütün içinde yok olmak katlanılabilir bir durumdur. Bizim bu şekilde
yaşayarak bu şekilde ölmemizi gerektiren İlâhî Kanun, Allah Teâlâ’ya da hükmetmektedir.
Bu sonsuz süreç, hem Allah Teâlâ’yı hem de insanları önüne katıyor. Bütün
varlıkları yaratan ve idare eden kişi, kaderini de kendisi belirlemiş olmasına
karşın bu kaderin kurallarına uyar; hep ilk buyurduğu emir karşısında boyun
eğer. (bozmaz) “
Fakat iyi kimselere yoksulluk,
türlü sıkıntılar ve çileli bir son veren Allah Teâlâ, kaderlerini insanlara
dağıtırken neden böyle haksızlık etti?” diye sorabilirsin.
Bil ki sanatçı, uğraştığı
malzemenin niteliğini değiştiremez; bu İlâhî Kanun’un buyruğudur. Bazı unsurlar birbirleriyle
sıkı sıkıya bağlı olduklarından, onları koparıp ayırmak imkânsızdır. Halsiz,
uykulu ya da uyanıkken bile uyur bir hâlde bulunan doğalar, ağırcanlı unsurlardan
meydana gelir. Oysa büyük saygı görecek bir insan yaratmak için daha çetin
doğaya sahip bir malzeme gereklidir. Çünkü böyle bir insanın yaşamı iniş
çıkışlarla dolu olacak; fırtınalarla boğuşacak, türlü zorluklarla karşılaşacak
ama yine de gemisini kurtarmayı bilecektir. Böyle bir insan, kaderin kendisi
için belirlediği yoldan asla şaşmamalıdır. Önüne çıkan zorluklarla dolu,
dikenli ve çukurlu yolları yumuşatıp kolaylaştırmak zorundadır. Altının
değeri ateşte, yiğit insanın değeri ise kaderin zorlukları karşısında belli
olur. Erdemin yükselmesi gereken mertebeyi şimdi gör; kat edeceği yolun ne
denli tehlikeli olduğunu anla:
Yolun başı çetindir ve zorlukla tırmanır dinç atlarım
bile
gökyüzünün ortası daha diktir
sabah, erken saatlerde hep korkarım
buradan denize ve karaya bakmaktan mütevazı ve
titremektedir
yüreğim yolun sonu yokuş aşağıdır ve yetkin bir
kılavuz ister
derin Tethys’in bile dalgalarını açıp bana sarılırken
korkar baş aşağı yuvarlanıp giderim diye.
O asil delikanlı bu sözlerin karşısında: “Bu yol beni
çok mutlu etti.” der, “Buradan tırmanacağım. Düşecek bile olsam, benim için bu
yolu yürümektir önemli olan.” Fakat beriki, bu yiğit adamı yıldırmak için
yine girişir:
arabanı bu yolda hiç şaşırmadan sürsen bile
yolun geçmek zorunda öfkeli boğanın boynuzlarından,
Haemoniahların yaylarından ve vahşi aslanın ağzından
Delikanlı bu sözleri şöyle yanıtlar: “Şu bana verdiğin
atların koşumlarını tak! Sözlerin cesaretimi kıracağı yerde hevesimi
arttırıyor. Güneşi bile korkutan o yere ulaşmak için can atıyorum.” Güvenli
yolları tutmak korkak ve zayıf kimselerin işidir. ERDEMİN İZLEYECEĞİ YOL İSE
DORUKLARDADIR.
Aslında buna izin vermez. O, iyi kimselerden bütün
kötülükleri uzak tutar; günahları, rezaletleri, merhametsizliği, açgözlülüğü,
amacını şaşmış şehveti ve başkasının sahip olduğu şeylere karşı duyulan arzuyu.
İyi kimseler onun koruyucu gücü altındadır, hepsini gözetir. Böyleyken biri
çıkıp da iyi insanları koruduğu gibi onların servetlerini de korumasını
isteyecek mi?
HAYIR. İYİ KİMSELER ALLAH TEÂLÂ’YA BU TÜRDEN ZAHMETLER
VERMEZ, ÇÜNKÜ DÜNYAYA AİT ŞEYLER İYİ KİMSELERİN GÖZÜNDE KIYMETLİ DEĞİLDİR.
Democritos için zenginlik, erdem sahibi insanların en büyük yüküydü ve o bu
nedenle bütün servetinden vazgeçmişti. Öyleyse, iyi kimselere kimi zaman
arzuladıkları şeyi yaşatan Allah Teâlâ neden suçlu olsun?
Zorluklar karşısında dayanıklı olmayı başka kimselere
de öğretmek için; çünkü onlar öteki insanlara örnek olmak için doğmuş kimselerdir.
“Siz, dürüst olmayı kendi arzularıyla seçmiş kimseler!
Benden hoşnutsuzluk duymak için yeterli sebepleriniz var mı?
Öteki kimselere görünüşte iyilikler bağışladım ve işe
yaramaz beyinlerini uzun süren bir düşün içine koyup onu gerçekmiş gibi
görmelerini sağladım. Çevrelerini altın, gümüş ve fildişiyle süsledim; ama
esasında hiçbiri iyilik taşımıyor. Gözünüze talihli gibi görünen insanların
göründükleri gibi olmadıklarını ve kalplerinde ne taşıdıklarını görebilseydiniz
ne kadar sefil, aşağılık ve kıymetsiz olduklarını da anlayabilirdiniz. Tıpkı
dışları boyalı evler gibi, onların da dışları güzel görünür ve bu güzellik
hiçbir zaman sağlam ve kalıcı bir mutluluk olamaz, ince ve dayanıksız bir
zırhtan başka hiçbir şey değildir. Bu nedenle, gözümüzün önünde onları
görebildiğimiz sürece, ışıltılarıyla bizi aldatır ve güzel olduklarına
inandırırlar; ama bu ince zırhlarını delen bir olay meydana gelip de bütün
örtüleri kalktığı zaman, o sahte görkemin altında yatan çürüklüğün ne kadar
kalıcı ve gerçek bir çürüklüğün bulunduğunu anlarsınız. Buna karşılık, iyi
kimseler olan sizlere kalıcı ve güçlü iyilikler bağışladım ve o iyilikler her
ne durumda olursa olsun, her neresinden bakarsanız bakın en iyi ve en yüce
olmaktan çıkmazlar. Sizleri korkutan olayları, büyük arzuları gözünüzde
küçülttüm ve onlardan uzak kalmanızı sağladım. Size bakanlar bir görkeme şahit
olmaz ama bütün iyilikleriniz iç dünyanızda gizlidir. Kendi görkemine
hayranlık duyan evren bile böyledir; dış güzelliklere kıymet vermez. Bütün
iyilikleri sizin iç dünyanıza koydum; iyi talihe muhtaç olmamanız en iyi
talihtir.
Sizleri o olaylardan ayrı tutmadım ve daha yürekli
olabilmeniz için de düşüncelerinizi hepsine karşı dayanıklı bir şekilde
donattım. Bu donanımınız sizi meleklerden bile üstün kılar, çünkü Allah Teâlâ
kötülüklerle karşılaşmaktan uzaktır ama siz onlara karşı mücadele etmek
zorunda kalırsınız. Yoksulluğa önem vermeyin, çünkü doğduğunuz andaki kadar
yoksul olabilmeniz mümkün değildir. Sıkıntıları önemsemeyin; böylelikle
kolaylaşacak ya da sizleri rahat bırakacaklardır.
Kaderi önemsemeyin; çünkü ona ruhunuz karşısında
kullanabileceği bir mızrak bağışlamadım. Hepsinden önemlisi; hiçbir şeyin,
gönülsüz olduğunuz hâlde size hükmetmesine olanak vermedim; çıkışı
görebiliyorsunuz. Eğer mücadele etmeye razı değilseniz, çıkıp gidebilirsiniz. Başınıza
mutlaka gelecek olayların arasında yalnızca ölümü kolay kıldım. Ruhunuzu
bir yokuşun tepesine koydum; o aşağıya doğru giderken size düşen yalnızca
dikkatli olmaktır. Özgürlüğe götüren yolun ne kadar kısa ve zahmetsiz
olduğunu böylelikle görebileceksiniz. Ömrünüzün sonuna, en başında bulunanlar
türünden zorlayıcı dönemler sıralamadım. Eğer böyle yapmasaydım; eğer insan
doğduğu zorlukta ölseydi, iyi kaderin sizin üzerinizdeki hükümranlığı çok sert
ve çetin olurdu. Ömrünüzün her döneminin ve yeryüzünün her köşesinin, size
doğayı bırakıp gitmenin ve sunduğu hediyeden vazgeçmenin ne kadar kolay
olduğunu göstermesine izin verin. TAPINAKLARDA VE KURBANLARIN SUNULDUĞU
KUTSAL TÖRENLERDE ÖMRÜNÜZÜN UZUN OLMASI İÇİN YAKARIRKEN ÖLÜMÜN NE OLDUĞUNU DA
AKLINIZDAN ÇIKARMAYIN. Öküzler, o koskoca cüsseleri en küçük bir yara
aldığında ölür gider. Bu koca cüsseli hayvanı insanoğlu eliyle bir darbede
yere serer. Boyun eklemi küçük bir çakıyla ayrılır, başla boyun arasını
bağlayan bu eklemin ayrılmasıyla o koskoca gövde yere uzanıverir. Yaşam
gizli bir yerde değildir; onu çıkarmak için bir bıçağa ihtiyaç duymazsınız.
Hayatî organları bulmak derin yaralar açmayı gerektirmez. Ölüm, istediğiniz
anda elinizin altında bitiverir. Bedenlerinizde ölümcül darbe için özel bir
yer göstermiyorum; her nereye isterseniz oraya vurabilirsiniz, seçim sizindir.
Ölmek ruhun bedenden sıyrılmasıdır ve öyle kısa bir zaman alır ki hiç
hissedilmez bile. Kiminin boğazını sıkan bir ilmek, kiminin nefesini kesen bir
yudum su. Kimisi baş aşağı düşüp toprağa çarptığı anda bedeni paramparça olur;
kimi zaman da soluğunuza bir duman karışır ve ruhunuz bedeninizden böyle
ayrılır. Ölüm hangi yolla gelirse gelsin hızlı olur. Böylesine çarçabuk olup
biten bir şeyden bunca zamandır korkup tir tir titrediğiniz için hiç utanmıyor
musunuz?”
Kaynakça
Lucius Annaeus Seneca
trc: Can ERSÖZ Tanrısal Öngörü [Kitap]. – Kasım 2009-Şule Yayınları-.
Not: İslâmî Literatüre uyumlu şekilde
aktarıldı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar