Print Friendly and PDF

MUÂVİYE BİN EBÎ SÜFYAN’A YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER

 

Hazırlayan: OSMAN NURÎ DURAL

İslâm Tarihinin en önemli ve bir o kadar da karışık dönemlerinden birisi Emevî dönemidir. Asr-ı saâdet ve ilk iki halifeden sonra İslâm toplumu arasındaki bağlar kopmaya başlamış ve İslâm toplumu Hz. Peygamberin kendilerine tebliğ ettiği öğretiye sırt döner bir hal almaya başlamıştı. İslâm toplumu, Hz. Osman’ın hilâfetinin son dönemlerinde başlamak üzere kendisini bir kaos içerisinde bulmuştu. İşte bu süreç Muâviye ’nin idareyi devralmasıyla ve Emevî devletini kurmasıyla kısmen son bulmuştur. Burada Emevî devletini kurmuştu ifadesini kullandık. Bu sadece Ümeyyeoğulları’nın idareyi ele geçirmesiyle alakalı bir hadise değildir. Burada kastedilen yeni bir devlet yapılanmasının ortaya konulmasıdır. Muâviye b. Ebî Süfyan’ın iç siyasetine değinirken bu yapılanmadan bahsedilecektir.

Muâviye , hiç şüphesiz İslâm Tarihinin en hilafet önemli şahsiyetlerinden birisidir. Hilâfeti Hz. Hasan’dan devralmasına kadarki süreçte yaptığı mücadeleyle, kurduğu devletle ve yaptığı icraatla her zaman tartışmaların odağında olmuştur. Hz. Peygamber’in kayınbiraderi olan ve kâtipliğini de yapan bu sahâbî genel ulema tarafından hakkında konuşulmaktan çekinilinse de bazı icraatlarıyla da tenkit edilmekten kurtulamamıştır. Şii temayüllü ulema ise, onu eleştirmekte dozajı hiçbir zaman ayarlayamamışlar, onu küfürle itham edip Cehennemlik olduğu noktasına kadar işi vardırmışlardır.

İnsanoğlunun aşırılığa olan ilgisi bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Kabul etmek gerekir ki, birer insan olmaları hasebiyle tarihçiler de zaman zaman his ve duygularına kapılarak gerek geçmişteki olaylar ve şahsiyetler hakkında bilgi verirken, gerekse kendi zamanlarında vukû bulan hadiseleri açıklarken övgü ve yergide aşırılığa kaçmışlardır.[1] Tarihî malzemelerin içerisinde bu zaaftan kaynaklanan birçok malzemeye rastlamak mümkündür.

Övgüdeki ve yergideki aşırılık Hz. Peygamberin hadislerini kullanmaya kadar gitmiştir, Hz. Peygamber’in ağzından bir yığın uydurulmuş rivâyetler söz konusu olmuştur. Bir konuda veya aynı şahısla ilgili aktarılan birbiriyle zıt rivâyetler, tarih kitaplarında, tabakât kitaplarında karşımıza çıkmaktadır.

Tarihçinin görevi bu rivâyetleri en iyi şekilde değerlendirmek, doğruyu yanlıştan ayırmak ve bu doğrultuda bir sonuca ulaşmak olmalıdır. Bu vesileyle şunu ifade edelim ki, Muâviye ile ilgili bir konuyu araştırmanın ne kadar zor bir iş olduğunun farkındayız. Çünkü tarihî süreç içerisinde Muâviye ve Ümeyyeoğulları aleyhine dolayısıyla da, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt lehine oluşmuş bir literatür mevcuttur. Zira dönemle ilgili bize ulaşan kaynakların ve bu kaynaklara istinaden aktarılan rivâyetlerin, iktidara geldiklerinde Muâviye ve Ömer b. Abdülaziz haricindeki bütün Emevî halifelerinin mezarlarını tahrip eden Abbasîler döneminden[2]; Emevî muhalifi bir devirden kalmış olması bile, nasıl bir çarpıtmayla karşı karşıya kalınabileceğini göstermesi açısından oldukça dikkate değerdir. Objektifliği ilke edinen bir tarihçinin muhtemel bir çarpıtma karşısında takınması gereken tavır ise, kendilerininki de dahil olmak üzere, her türlü değer yargılarını mümkün olduğunca bir kenara bırakarak önündeki vakıaya soğukkanlılıkla yaklaşabilmeyi denemek olmalıdır.

Bütün bu literatürün oluşmasında elbetteki Ümeyyeoğulları’nın yaptığı çok vahim hatalar da etkili olmuştur. Burada anlatılmak istenilen olayların tarafgir bir tavırla ele alındığıdır. Eğer Ümeyyeoğulları’nın iktidarı bir müddet daha devam etmiş olsaydı kaynaklardaki anlatım muhtemelen onların lehine şekillenecekti. Ancak Abbasoğulları’nın iktidarıyla süreç onların aleyhine işlemeye başlamıştır. Burada önemli olan olayların insanlara ibret olması için tüm gerçekliği ile ortaya konulmasıdır ki, ancak insanlığa bu şekilde faydalı olunabilir.

Kur’an-ı Kerim’de insanlık tarihinden tasvir edici özelliğe sahip bilgilerin verilmesi kıssaların geniş bir şekilde ele alınması tarihe ne derece önem verilmesi gerektiğini ortaya koyar. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan kıssalar insanlar için bir ibret vesikası konumundadır.

“Andolsun ki, onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahipleri için birer ibret vardır.”[3] “Artık (habibim) sen kıssayı (onlara) anlat, belki iyice düşünürler.”[4]

“(Ey Muhammed) Peygamberin kıssalarından sana anlattığımız her şeyle, senin kalbini pekiştiririz. Bu haberlerde sana işin hakikati, mü’minlere ise bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.”[5]

Âyetlerde görüldüğü üzere, geçmiş kavimlerle ilgili kıssaların hedefi insanlığı, akıl sahiplerini, doğru yola iletmek, sorular sormaya itmek, insanlığın tecrübelerini sunmaktır. Genel hatlarıyla Hz. Peygamberden günümüze tarihî olayları gözümüzün önüne getirdiğimizde olayların ne kadar birbirine benzediğini görebiliriz. Müslümanlar o zamandan bu zamana tarihî olaylardan hiç ders almadan birbirleriyle savaşmışlar, kardeş kanı dökmüşlerdir. Aralarına giren husumetler yüzünden devletler yıkılmış, İslâm toplumları zaman zaman zor duruma düşmüşlerdir.

İslâm topluma ait tecrübeler bütün yönleriyle incelenmelidir. Aşırılığa kaçmadan hata ve kusurlarıyla her tarihi dönem ve şahıs sorgulanmalıdır. O dönem ait olaylar günümüz olaylarına ışık tutabilir, farklı bir bakış açısı kazandırabilir. Gerekli dersler alınarak ortak mirasımız olan tarihimizden azami ölçüde yararlanabiliriz.

Sahabe devri olayları İslâm Tarihi yazıcılığı açısından problemli bir dönemdir. Söz konusu zaman dilimi ile ilgili mevcut çalışmalar çoğu zaman mezhepsel kaygılar ön plana çıkmıştır. Bu durum dönemin aydınlatılması bir yana, sorunun daha da giriftleşip içinden çıkılmayacak bir hal almasında etkili olmuştur. Özellikle Şia ve Ehl-i Sünnet, söz konusu devreyi, birbirinden oldukça farklı şekillerde inşa etmişlerdir.

Şia, ilahi bir seçilmişlikle imam olarak kabul ettiği Hz. Ali ile ilgili kutsal bir hâle oluşturarak, kurgulamasını bu eksen üzerinden yaparken, Ehl-i sünnet ise bir taraftan Hz. Peygamber’in damadı Hz. Ali’nin imajını zedelemeden Şia’nın bu masumluk ve kutsal imamlık akidesine karşı durmaya çalışmış, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın karalanmasına karşı çıkmış, diğer taraftan ise Muâviye ’ye yapılan aşırı eleştirilerin, en azından bir kısmını, göğüslemek gibi bir paradoksla karşı karşıya kalmıştır.

Genel olarak klasik İslâm tarihçileri sahabe devri olaylarının üzerine gidilmesini ve üzerinde tartışılmasını hoş karşılamamışlardır. Onlara göre bu dünyadan hatalarıyla, günahlarıyla göçmüş insanlar hayırla yâd edilmelidir. Özde çok güzel olan bu tavır, şekli bir sevgiyi yerine getirme pahasına Kur’an-ı Kerim’in dikkatimizi çektiği geçmişten ibret alma hususunu perdeleyen, böylece meselelerin temeline inmeyi engelleyen bir tavırdır.[6]

Halbuki Kur’an-ı Kerim’de geçmiş ümmetlerle ilgili verilen haberlerde iyi veya kötü insanların vasıfları, bunlar peygamber hanımı, oğlu veya yakınları olsalar bile açıkça ortaya konulmuştur. Aynı zamanda sahabe denilince zihnimizde hatasız, günahsız insan profili beliriyor. Sahabelerin insan oldukları ve hata yapabilecekleri ancak bunun yanında da Hz. Peygamberin meclisinde yetiştikleri unutulmadan araştırmalar yapılmalıdır.

Yukarıda genel hatlarıyla izlemeye çalışılan metot ortaya konmaya çalışılmıştır. Çalışmamız boyunca da bu metot ve tavır elden geldiği kadarıyla muhafaza edilmeye gayret edilmiştir.

Bu metot ve tavır çerçevesinde ele alınan araştırmamıza kaynaklık eden eserlere gelince bunların en önemlilerini zikretmekle iktifa edeceğiz. Birinci grup kaynaklarımız temel İslâm tarihi eserleri diyebileceğimiz kitaplardan oluşmaktadır. Halife b. Hayyât(240/854),7 Ya’kubî(292/304),[7] [8] Belâzurî(279/892),[9] Taberî(310/922),[10] İbnü’l-Esîr(630/1232),[11] İbn Kesîr(774/1372),[12] bu kısımda eserlerinden faydalandığımız tarihçilerden buraya örnek olması için aldıklarımızdır. Diğer eserlerinden faydalandığımız ilk dönem İslâm tarihçileri yeri geldikçe belirtilecektir. Muâviye ’nin hilâfeti ele almasına kadarki dönem ve halife olarak yaptığı faaliyetler incelenirken bu eserler araştırmamıza kaynaklık etmişlerdir. Muâviye b. Ebî Süfyan’ın, Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn dönemlerindeki yeri, Hz. Ali ve Hz. Hasan ile yaptığı mücadele, hilâfeti ele geçirdikten sonra tekrar başlatılan fetih hareketleri, çıkan isyanlar ve eleştirilmesine neden olan icraatları konusu anlatılırken önemli ölçüde yukarıda zikrettiğimiz kaynaklardan faydalanılmıştır

Kaynaklarımızın ikinci grubunu ise çağdaş Arap tarihçilerinin eserleri oluşturmaktadır. Abbas Mahmud Akkad,[13] Bessam Aselî,[14] Münir Muhammed Gadban,[15] Muâviye b. Ebî Süfyan üzerinde müstakil araştırma yapıp, bunu kitaplaştıran isimler olarak kaynaklarımız arasında bulunmaktadırlar. Yine bu kısımda Muhammed İbrahim Selim[16] ve Riyad Mustafa Abdullah’ın[17] dört Arab dâhisini müstakil bir şekilde ele alan Duhâtü’l-Arab kitablarını zikredebiliriz. Burada isimleri zikredilen çağdaş Arap tarihçileri genellikle Muâviye ’nin savaşları, mücadelesi ve menkıbeleri üzerinde durmuşlardır. Abbas Mahmud Akkad hariç bu çağdaş Arap tarihçilerinin Muâviye hakkında subjektif bir tavır içerisinde oldukları söylenebilir. Akkad eleştirel tavrı ile onlardan ayrılmaktadır.

Üçüncü grup kaynaklarımızı ise ülkemizde bu sahada yapılan araştırmalar oluşturmaktadır. Ülkemizde Muâviye b. Ebî Süfyan üzerinde araştırma yapan İrfan Aycan[18] bu grupta en çok faydalandığımız araştırmacı olmuştur. Mehmet Ali Kapar,[19] Adem Apak, [20] Mustafa Günal,[21] Adnan Demircan,[22] bu kategoride sayabileceğimiz ve eserlerinden faydalandığımız İslâm tarihçileridir.

Dördüncü grupta ise Philip K. Hitti,[23] Carl Brockelmann,[24] Claude Cahen,[25] gibi kazanılan mücadeleye, devletin ulaştığı geniş imkânlara ve zenginliklere bakarak değerlendirmelerini yapmış batılı araştırmacıların eserleri araştırmamızın kaynakları arasında yer almaktadır.

Muhtelif dergi ve ansiklopedilerde yer alan konumuzla ilgili ansiklopedi maddeleri ya da makaleler araştırmamızın kaynaklarının son grubunu oluşturmaktadır. Araştırmamızda yararlandığımız bu ansiklopedi maddeleri ve makaleler yeri geldiğinde dipnotlarda belirtilecektir.

Muâviye b. Ebî Süfyan’ın Doğumu, Nesebi ve Yetişmesi

Tam ismi Muâviye b. Ebî Süfyan b. Sahr b. Harb b. Ümeyye b. Abdişems b. Abdimenaf b. Kusay’dır. Künyesi Ebû Abdurrahman’dır.[26] Hz. Peygamberimiz’in de atası olan Kusay’a kadar nesebini verdiğimiz Muaviye b. Ebî Süfyan’ın hayatının ilk dönemine ait bilgiler hemen hemen yok gibidir. Hatta ne zaman doğduğuna dair net bir bilgi kaynaklarımızda mevcut değildir. Onun doğumu ile ilgili bilgiler kaynaklarda geçen vefat ettiği tarih ve vefat ettiği yaş üzerinden hesaplanarak ortaya konulmaktadır. H.60 yılı Recep ayında vefat ettiğine dair hemen hemen ittifak vardır.[27] Ama vefat ettiğinde kaç yaşında olduğuna dair rivâyetler çeşitlilik göstermektedir.[28] Ülkemizde Muâviye üzerinde en kapsamlı araştırmayı yapan İrfan Aycan onun Miladi 602 veya 603 yılında doğduğunu belirtmektedir.[29] Çağdaş Arap tarihçisi Bessam Aselî ise Muâviye ’nin doğum yılı olarak M.608 yılını tercih etmektedir.[30] Bu farklı tercihlerin sebebi ilk dönem İslâm tarihçilerinin rivâyetlerinin farklılık arzetmesinden kaynaklanmaktadır.

Muâviye b. Ebî Süfyan’ın hayatının ilk dönemi hakkında fikir sahibi olabilmek için genel hatlarıyla ailesi ve içinde doğup büyüdüğü kabilesi hakkındaki bilgilere başvurmalıyız.

Muâviye ’nin babası Ebû Süfyan Mekke’nin önde gelen şahsiyetlerinden biriydi. Annesi, Hz. Peygamber’in hanımı Meymûne’nin halası olan Safiyye bint Hazm el-Hilâliyye, babası Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Harb b. Ümeyye’dir. Babası Harb b. Ümeyye gibi ticaretle uğraşan Ebû Süfyan, kısa sürede kendini kabul ettirerek görüşüne başvurulan, sözüne güvenilen bir Kureyş büyüğü konumuna geldi. Hicret öncesinde Hz. Peygamber’e ve müslümanlara fiilî olarak eziyet edenler arasında bulunmadı. Onunla ilgili olarak rivâyet edilen şu hadise, onun Hz. Peygamber’e karşı şahsî kin ve düşmanlığının olmadığını göstermektedir. Bir gün hayvanlarına binmiş olarak Ebû Süfyan, hanımı Hind ve oğlu Muâviye yolda yürümekte olan Hz. Peygamber’in yanından geçtiler. Ebû Süfyan oğlu Muâviye’yi merkepten indirip binmesi için Hz. Peygamber’i davet etti. Yolda giderken Hz. Peygamber ona İslâm’ı anlattı, yol ayrımında teşekkür ederek ayrıldı. Bu duruma sinirlenen Hind dayanamayarak, “Bütün bunları dinlemek için mi oğlumu merkepten indirdin?” deyince Ebû Süfyan ona şu cevabı verdi: “Öyle söyleme, o pek asil bir ruha sahip bir insandır.” [31]

Hz. Peygamber Mekke’de şehrin sokaklarında hakaret ve fena muameleye maruz kaldığı zaman Ebû Süfyan’ın evine iltica ettiği takdirde himaye görüyordu. O zaman İslâmiyet’in karşısında olan Ebû Süfyan’ın bu hareketini Hz. Peygamber unutmadı ve aradan zaman geçip Mekke’nin fethi müyesser olunca, şehri teslim aldığı sırada “Silahlarını bırakanlara ve Ebû Süfyan’ın evine sığınanlara dokunulmayacağını” söyleyerek onu onurlandırdı.[32]

Hz. Peygamber’in Ebû Süfyan ve ailesi ile yakınlaşma vesilesi ise hiç şüphesiz Ümmü Habîbe ile evliliğidir. Ebû Süfyan’ın kızı olan Ümmü Habîbe ilk müslümanlardandı ve kocası Ubeydullah b. Cahş ile Habeşistan’a göç etmişlerdi. Orada kocası irtidat ederek Hristiyan oldu ve kısa bir müddet sonra öldü. Kocasının kendisine yaptığı baskıya rağmen müslüman kalan Ümmü Habîbe’nin bu sebâtını haber alan Hz. Peygamber husûsî bir elçiyi ona gönderdi. Bu elçinin görevi şayet razı olduğu takdirde Ümmü Habîbe ile Hz. Peygamber’in nikahını kıymak ve Ümmü Habîbe’yi Medine’ye getirmekti.[33] Bu teklifi kabul eden Ümmü Habîbe mü’minlerin annesi ve Hz. Peygamber’in zevcesi olma şerefine ermiş oldu. Bu vesile ile Hz. Peygamber ile Ebû Süfyan ailesi arasında akrabalık bağı kurulmuş oldu.

Ebû Süfyan Bedir savaşında başta Ebû Cehil olmak üzere birçok Kureyş büyüğünün ölmesiyle Mekke müşriklerinin reisi oldu. Uhud, Hendek gibi büyük savaşlar dahil olmak üzere Mekke’nin fethine kadar liderlik görevini üslendi. Mekke’nin fethiyle birlikte Ebû Süfyan ve ailesi müslüman oldu.[34]

Müslüman olduktan sonra katıldığı Huneyn gazvesinin ilk safhasında Müslüman öncü birliklerin yenilmesine sevinmesi daha sonra tarihçiler tarafından eleştirilmiş ve İslâmiyet’i gönülden kabul etmediği eleştirilerine maruz kalmıştır. Hz. Peygamber, bu savaşta elde edilen ganimetleri paylaştırırken müellefe-i kulûbdan olan Ebû Süfyan’a yüz deve ve kırk ukiyye gümüş verdi. Oğulları Muâviye ve Yezîd de bu gruptan kabul edilerek kendilerine yüzer deve verildi.[35] Bu rivâyet Muâviye b. Ebi Süfyan’ın Umretu’l-Kaza esnasında müslüman olduğuna dair nakillere cevap niteliğindedir. Rivâyete göre Muâviye şöyle demiştir: “Ben Umretu’l- Kaza esnasında müslüman oldum. Ancak müslümanlığımı babamdan gizledim. Sonra o, İslâm’a girdiğimi anlayınca bana şöyle dedi: ‘İşte kardeşin Yezîd, senden daha hayırlıdır, kendi milletinin dininden ayrılmadı.’ Ama ben babamın dediğine aldırmadım.”[36] Ama Muâviye’nin fetih esnasında “salıvermek” anlamında olan “Tulekâ”dan olması ve Huneyn ganimetlerinin dağıtılması sırasında “Müellefe-i Kulûb” kabul edilen babası ve kardeşi ile aynı miktar malı alması onun fetih sonrası müslüman olduğu kanaatini destekler. Makbul olan görüş onun ailesi ile birlikte Mekke fethinde müslüman olduğudur.[37]

Ebû Süfyan katıldığı Taif muhasarasında bir gözünü kaybetti. Hz. Ebû Bekir’in halifeliği zamanında 70 yaşında iken Sûriye’ye giden orduya katıldı. Yermuk savaşında oğlu Yezîd’in idaresinde savaştı ve askerleri cesaretlendirmek için gayret sarfetti.[38] Eğer eleştirildiği gibi gerçek mânâda müslüman olmamış olsaydı kendisine hiçbir zorlama olmadığı halde bu savaşlara iştirak etmezdi. Ömrünün son zamanlarında savaş meydanlarına gitmez rahat ve huzur içerisinde hayatını sürdürürdü.

Ebû Süfyan okuma yazma bilen az sayıdaki Mekkeli’den biriydi.[39] Bu durum Muâviye ’nin de avantajına olmuş, o da babası sayesinde bu ayrıcalığı elde etmiştir. Bu sayede Hz. Peygamberin kâtiplerinden birisi olmuştur. Bu konuyu ileride daha detaylı bir şekilde ele alacağız.

Muâviye b. Ebî Süfyan’ın annesi Hind bint Utbe, babası Utbe ve annesi Safiyye bint Ümeyye tarafından Hz. Peygamber ile aynı soydan gelir.[40] Ebû Süfyan ile evlenmeden önce Halid b. Velid’in amcasının oğlu Fâkih b. Muğîre el-Mahzumî ile evliydi. Kendisini aldattığını sanan kocasının onu babasının evine gönderdiği daha sonra Yemenli bir kahin sayesinde temize çıktığı, kahinin Hind bint Utbe’ye: “Kalk bakalım. İffetin sağlamdır. Kötülük yapmamışsın, zinakâr değilsin. Sen Muâviye adında bir hükümdar doğuracaksın.”[41] dediği rivâyet edilmektedir. Bu hadiseden sonra kendisine geri dönmek isteyen kocasını reddeden Hind bint Utbe eş seçiminde daha titiz davranmış ve babasından kendisiyle evlenmek isteyenlerin isimlerini değil, vasıflarını istemiştir. Kendisi evlenmek istediği kişinin vasıflarını saymış neticede babası Utbe b. Rebîa bu vasıflara haiz kişinin Ebû Süfyan olduğunu belirtmiştir.[42] Hind bint Utbe’yi daha çok ön plana çıkaran ve oğlu Muâviye’yi ileride hasımları tarafından daha eleştirilir kılan, onun, Bedir ve Uhud savaşındaki tutumudur. Bedir savaşında babası Utbe, kardeşi Velid ve amcası Şeybe öldürülmüşlerdi. İntikam hissiyle yanan Hind intikamları alınıncaya kadar ağlamayacağı, koku sürünmeyeceği ve kocasıyla beraber olmayacağını belirterek içinde bulunduğu ruh halini ortaya koymuştu. Neticede Uhud harbinde İslâm Tarihinde hep teessürle anılacak olan hadise cereyan etmiş, Hind Bedir’de ölen yakınlarının kiniyle Hz. Hamza’nın ciğerlerini çiğnemiş ve “âkiletü’l-ekbâd (ciğer yiyen kadın olarak) anılmıştır.[43] Mekke’nin fethiyle Hind, müslüman olmuş Hz. Peygamber tarafından biatı alınmıştır. Biatı alırken Hz. Peygamber çocuklarınızı öldürmeyiniz deyince Hind: “Biz onları küçükken yetiştirdik, büyüdüklerinde sen onları Bedir’de öldürdün.” demiştir. Bunun duyan Hz. Ömer bu söz üzerine gülmekten kendini alamamıştır.[44] Hz. Peygamberin kendisini iyi karşılaması ve daha önce yaptıkları üzerinde durmaması Hind’i son derece memnun etmiş bu yüzden bir zamanlar yeryüzünde perişan olmasını en çok istediği ailenin Peygamber ailesi olduğunu, fakat artık gözünde bu aile fertlerinden daha değerli bir kimse bulunmadığını ifade etmiştir.[45]

Hind’in, oğlu Muâviye’ye olan güvenini belirttiği şu rivâyet dikkat çekicidir: “Ebû Hureyre: Hind’i Mekke’de gördüm, arkasında bir çocuk oynamaktaydı. Bu sırada yanlarından geçen bir adam dönüp Muâviye’ye baktı ve şöyle dedi: ‘Şu çocuğun yaşadığı takdirde kavmine lider olacağını şimdiden görüyorum.’ Adamın böyle demesi üzerine Hind de şöyle dedi: ‘Eğer sadece kavmine liderlik edecekse, Allah onu şimdiden öldürsün.’ İşte sözünü ettiğimiz çocuk, Muâviye b. Ebî Süfyan’dı.”[46]

Bir başka rivâyet de şu şekildedir. Günün birinde Ebû Süfyan, küçük yaştaki Muâviye’ye baktı ve karısı Hind’e şöyle dedi: “Doğrusu benim bu oğlum, başı büyük bir çocuktur ve kavmine lider olmaya layıktır.” Kocası Ebû Süfyan’ın böyle demesi üzerine Hind de şöyle dedi: “Sadece kavmine mi liderlik edecek? Eğer bütün Araplara liderlik yapmayacaksa şimdiden ölüp yok olsun!”[47]

Muâviye b. Ebî Süfyan’ın içinde yetiştiği aile ortamı bu şekildeydi. Babası, kardeşi, amcası öldürülen Hind’in ve oğlu, kayınpederi ve kayınbiraderi öldürülen Ebû Süfyan’ın içerisinde bulundukları ruh hallerinin, İslâm’a ve Hz. Peygamber’e olan düşmanlıklarının genç Muâviye’ye yansımaması düşünülemez. Böyle bir aile ortamına sahip olan Muâviye’nin mensubu olduğu Ümeyyeoğulları’nın içinde bulunduğu durumda hiç farklı değildi. Çalışmamızın ileriki aşamalarında Muâviye ’nin durumunu daha net ortaya koyabilmemiz için kısaca Ümeyyeoğulları’nın tarihî sürecinden ve Hâşimoğulları’yla aralarındaki mücadeleden bahsetmemiz gerekmektedir.

Ümeyyeoğulları’nın İslâm’ı kabulde bu kadar gecikmelerinin temelinde, onların müşrik Mekke toplumunda ulaşmış oldukları mevkî ile Hz. Muhammed’in peygamber olarak eskiden beri münasebetlerinin iyi olmadığı ve mücadele halinde oldukları Hâşimoğulların’dan gelmesinin büyük rolü vardır.[48] [49] Çünkü Benî Hâşim ile Mekke’nin yönetimi başta olmak üzere her konuda rekabet halindeydiler. Bu rekabetin temeli ise daha eskiye dayanmaktadır.

İslâm Tarihi boyunca meydana gelen birçok olayın ve mücadelenin sebeplerinden birisi olarak kabul edilen Emevî-Hâşimî mücadelesi Abdülmenaf’tan sonra başlamıştı. Abdülmenaf öldüğünde onun vazifelerinden sikâye ve rifâdeyi Hâşim, kıyâdeyi* de Abdüşems üstlendi. Hâşim ile Abdüşems’in birbirlerine yapışık olarak doğdukları, ayrıldıklarında aralarında kan aktığı, bu nedenle de ileride onların nesilleri arasında bir mücadelenin olacağı şeklinde 49 yorumlar yapılmıştır.

Sikâye ve rifâde görevlerini üzerine alan Hâşim, o dönemde Mekke’nin en zengini sayılıyordu. O, bu görevleri yerine getirmek için malından çok miktarda pay ayırırdı. Babasının vefatıyla Abdüşemsoğulları’nın lideri olan Ümeyye b. Abdüşems zenginliği sebebiyle Kureyş’in önde gelen birisi kabul ediliyordu. Bu nedenle Kureyş’in yönetimi için amcası Hâşim’i kendisine denk ve rakip görüyordu. Amcası ile girdiği bu üstünlük ve fazilet mücadelesini kaybeden Ümeyye anlaştıkları şekilde elli deve vermiş ve on yıl Mekke’den ayrı kalmak zorunda kalmış ve Şam’a gitmiştir.[50] Benî Ümeyye ile Benî Hâşim arasındaki düşmanlığın başlangıcı olarak bu olay gösterilir.

Hz. Ömer zamanında Şam’ı idare etmeye başlayacak olan torunu Muâviye’nin bölge insanı tarafından destek görmesinde, dedesi Ümeyye’nin geçmişteki nüfûzunun ona uygun imkanlar sağladığını düşünmek mümkündür.

Hâşim ve Ümeyyeoğulları mücadelesindeki ikinci önemli olay, Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib ile Ebû Süfyan’ın babası Harb b. Ümeyye arasında meydana gelmiştir. Abdülmuttalib’in himaye ettiği yahudî komşusu Harb b. Ümeyye’nin teşvik ettiği Kureyşli gençler tarafından öldürülünce Abdülmuttalib, Harb b. Ümeyye’den öldürülenin kan bedelini istedi. Harb b. Ümeyye buna yanaşmadığı gibi katilleri de himaye etti. Aralarındaki bu sürtüşme karşılıklı hakaret etmeye kadar vardı. Sonunda aralarındaki sorunun halledilmesi için hakeme gitmeye kara verdiler. Hakem Abdülmuttalib’i haklı görünce Harb b. Ümeyye yahudînin akrabalarına yüz deve verdi.[51] Hâşim ve Ümeyye aileleri arasındaki bu ikinci mücadeleden de Ümeyyeoğulları hakim huzurundan mağlup ayrıldılar. Bu ikinci yenilgi aralarındaki düşmanlığı daha da derinleştirmiş oldu.

Yukarıda bahsettiğimiz olaylardan sonra Hz. Muhammed’in peygamberliği, Bedir ve Uhud savaşları, bu iki aile arasındaki mücadelenin devamı niteliğinde olmuştur. Mekke’nin fethiyle bitti gibi gözüken bu mücadele Hz. Osman’ın halife olmasıyla, akrabalarına devlet kademelerinde yer vermesiyle tekrar belirmeye başlamış, Hz. Ali ve Muâviye ’nin hilâfet mücadelesinde ise apaçık ortaya çıkmıştır.

Görüldüğü üzere Muâviye b. Ebî Süfyan’ın gerek nüfûzlu bir aileden olması, gerekse önemli bir kabileye mensup olması sebebiyle iyi bir gençlik dönemi geçirdiğini söyleyebiliriz. Ailesinin ve kabilesinin geniş imkanları içerisinde yetişen genç Muâviye, babasının Mekke liderliği esnasında da Kureyşliler’in anladığı mânâda idare usûllerini kavramaya fırsat bulmuştu.[52] Adeta bir prens veya şehzade gibi yetişen Muâviye b. Ebî Süfyan bu durumu ileride kendi lehine kullanmayı başaracaktı. Kanaatimizce babasının yanında öğrendiği idarî usûller ve tanımaya fırsat bulduğu, zaaflarını, sevinçlerini, tutkularını öğrendiği kendi insanları onun bu süreçte en önemli kazanımı olmuştur.

BİRİNCİ BÖLÜM

HALİFELİĞİNİN ÖNCESİNDE VE SONRASINDA MUÂVİYE B. EBÎ SÜFYAN

Hz. Peygamber Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan

Muâviye , Mekke’nin fethinden yaklaşık iki yıl sonra vefat eden Hz. Peygamber’le uzun süre birlikte olamadı. Bu kısa süre içinde Hz. Peygamber'in meclisinde bulunarak Hz. Peygamber’in tedrisinden geçti.

Hz. Peygamber döneminde onun en önemli faaliyeti kâtiplik görevinde bulunmasıdır. Bu görevi oğlu için Ebû Süfyan’ın istediği rivâyet edilmektedir. Ebû Süfyan Hz. Peygamber’e şöyle demiştir: “Ya Rasûlüllah! Bana üç şeyi ver. Beni komutan yap ki daha önce müslümanlarla savaştığım gibi şimdi de kâfirlerle savaşayım. Muâviye’yi yanında katip yap.” Hz. Peygamber Ebû Süfyan’ın bu isteklerini kabul etti. Ebû Süfyan’ı üçüncü isteği ise kızı Azze ile Hz. Peygamber’in evlenmesiydi. Hz. Peygamber Ebû Süfyan’ın diğer kızı Ümmü Habibe ile evli bulunduğu için ve iki kız kardeşi aynı anda nikâh altında bulundurmanın caiz olmaması nedeniyle bu teklifi kabul etmedi.[53] Hz. Peygamber Ebû Süfyan’ın teklifi ile Muâviye’yi kâtip olarak görevlendirdi. Onu kâtipliği konusu ise ihtilaflıdır. Kaynaklarımızın çoğu ne yazdığını belirtmeden onun Hz. Peygamber’in vahiy kâtibi olduğunu belirtirler.[54]

Bu rivâyetlerde onun vahiy kâtipliği yaptığı belirtilir. Ve onun katipliğini destekleyici bir takım rivâyetler aktarılır. İbn Abbas’ın şu hadiseyi anlattığı rivâyet edilir. Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber’e gelip şöyle dedi: “Ya Muhammed! Muâviye’ye selam söyle ve ona iyi davran. Çünkü o, Allah’ın Kitabını ve vahyini yazmak hususunda güvenilir bir kimsedir. O, ne güvenilir bir kâtiptir.”[55]

Hz. Ali ve Cabir b. Abdullah’ın şu olayı rivâyet ettikleri aktarılır. Rasûlüllah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Muâviye’yi yanına kâtip olarak alma hususunda Cebrail(a.s.)’e danıştı. Cebrail (a.s.) de şöyle dedi: “Onu yanına kâtip olarak al. Çünkü o, güvenilir bir kimsedir.”[56]

Ebû Hureyre’nin Peygamber(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den şöyle duyduğu rivâyet edilir. “Cebrail bana geldi ve “Ey Muhammed, Allah vahyini bana ve sana emanet etti, sen de Muâviye’ye emanet et” dedi.[57]

Hz. Âişe’nin şöyle dediği rivâyet edilir. Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), zevcesi Ümmü Habibe’nin evinde iken kapı çalındı. Hz. Peygamber, “Bak bakalım kimmiş kapıyı vuran” deyince “Muâviye’dir” dediler. Rasûlüllah da “İçeri girmesine izin verin” dedi. Muâviye kulağının arkasında bir kalem olduğu halde içeriye girince Hz. Peygamber ona şöyle dedi: “Ey Muâviye şu kulağının arkasındaki kalem de ne?” Muâviye cevaben: “ Bu Allah ve Rasûlü için hazırladığım kalemdir.” deyince Hz. Peygamber, “ Allah sana hayır, mükafat versin. Vallahi ben sadece Allah’tan gelen vahiy için seni yanımda kâtip yaptım.” dedi.[58]

Yine Ebû Hureyre’den gelen bir rivâyetle, Hz. Peygamber vahiy katibi Muâviye’yi azletmek isteyince Cebrail vasıtasıyla şu şekilde uyarılmıştır. “ Ey Muhammed, Allah’ın vahyini yazmak için seçtiğini azletmek senin hakkın değildir, onu yerinde bırak, çünkü o emindir.”[59]

Başka bir rivâyet ise, Cebrail, Hz. Peygamber’e altından bir kalemle indi ve şöyle dedi: “Ya Muhammed, Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ben kendi katımdan Muâviye’ye bir kalem hediye ettim. Ona bu kalemle Ayete’l-Kürsî’yi yazmasını, harekelemesini ve noktalamasını emret.”[60]

Muâviye’yi övmek için söylendiği belli olan bu rivâyetler tartışmalıdır. Bu rivâyetleri söylediği iddia edilen kişilerin sahabelerin önde gelenlerinden seçilmesi dikkat çekicidir. Yukarıdaki rivâyetleri incelediğimizde Zehebî’nin ele aldığı “Ayete’l-Kürsî’yi yazsın” rivâyetinden başka Muâviye’nin hangi sure veya ayetleri yazdığına dair delil yoktur.

Muâviye’nin müslüman olmadan önce ve müslüman olduktan sonra hakkında kaynaklarda belirtilen rivâyetleri inceleyen İrfan Aycan, araştırması sonucunda Mekke’de nazil olan Ayete’l-Kürsî’nin Muâviye tarafından yazılamayacağını belirtmektedir.[61] İrfan Aycan, Hadis edebiyatında Muâviye başlığı altında bizim yukarıda verdiğimiz örneklerin bir kısmını ele alarak değerlendirmeye tâbi tutmuş, olumlu ve olumsuz yöndeki rivâyetleri ele alarak tenkit etmiştir.[62]

Yine çağdaş araştırmacılardan Abbas Mahmud Akkad, Muâviye ’nin vahiy katipliği meselesi üzerinde durmuş ama o da Muâviye ’nin vahiy katipliği ile ilgili açık bir delil bulamadığını belirtmiştir.[63]

Hz. Peygamber okuma-yazma bilmediğinden, risâletinin başlangıcından vefatına kadar yazı bilen birçok sahabe, peygambere gelen vahiyleri yazmışlardır. İbn Hacer, Mekke’de ilk vahiy kâtibinin Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh olduğunu söyler. Bu şahıs irtidad edip sonradan yine müslüman olmuştur.[64] Medine’de ise ilk vahiy kâtibi Ubeyy b. Ka’b idi. Ondan sonra da devamlı olarak Zeyd b. Sabit vahiy kâtipliği yapmıştır. Bunlardan başka Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Muaz b. Cebel, Zeyd b Sabit, Hanzala b. Rebi’, Ubeyy b. Ka’b, Cüheym b. Salt, Ebu Bekir, Ömer İbnu’l-Hattab, Zübeyr b Avvam, Ebân b. Said, Abdullah b. Erkâm, Sabit b. Kays, Abdullah b. Zeyd, Halid b. Velid, Alâ b. Hadramî, Abdullah b. Revaha, Huzeyfe b. Yemân vahiy katibi olarak görev yapmışlardır.[65]

Muâviye ’nin Hz. Peygamber’e kâtiplik yaptığı hususunda şüphe yoktur. O zamanki Mekke ve Medine toplumundaki okur-yazar oranındaki azlığı göz önünde bulundurursak Muâviye ’nin Hz. Peygamber’e kâtiplik yapması normal bir hadisedir. Hz. Peygamber’in okur­yazarlara büyük önem vermekteydi. Bu yönde istidadı olanları teşvik ederdi. Bedir esirleri içerisinde okur-yazar olanların Medineli çocuklara okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakılması okur-yazarlara verilen önemi ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber’in İslâm’ın yayılması amacıyla komşu ülke yöneticilerine mektuplar gönderdiği bilinmektedir. Bu mektupları yazan kâtipler içerisinde Muâviye ’nin de bulunması muhtemeldir.

Yukarıda Muâviye ’nin vahiy kâtipliği ile ilgili nakledilen rivayetler bizim tezimizin başında ifade etmeye çalıştığımız aşırı yüceltmenin ve övmenin sonucudur. Muâviye ’ye yöneltilen eleştirilere karşı onun vahiy kâtibi olduğunu öne sürerek eleştirileri bertaraf etmeye çalışılmaktadır. Bunda ona yöneltilen eleştirilerin aşırı bir üslupla ifade edilmesinin de etkisi olduğu muhakkaktır.

Bir kimsenin vahiy kâtibi olması ona kutsallık veya dokunulmazlık kazandırmaz. Mekke’deki ilk vahiy kâtibi Abdullah b. Sad b. Ebî Serh’ın durumu bunun için iyi bir örnektir. O vahiy kâtibi iken irtidad etmiş, müslümanlıktan vazgeçmişti. Eğer tekrar müslümanlığa geri dönmeseydi yaptığı vahiy kâtipliği onu kurtarmayacaktı. Neticede Muâviye ’ye giydirilmek istenen bu kutsallık zırhı korumacı bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Gençliğinin ilk devresinde babasının Mekke liderliği ve nüfûzu sayesinde geniş imkanlara ve yetişme şansına sahip olan Muâviye , müslüman olduktan sonra da okuma- yazma bilmesi, yetenekli ve kabiliyetli olması sebebiyle de Hz. Peygamber’e yakın olmuş, onun yönetimini yakından izleme fırsatını bulmuştur.

Bir yandan yeni hükümet sisteminin bütün müesseselerini öğrenirken diğer yandan sonradan birlikte çalışacağı Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer veya muhalefet edeceği Hz. Ali gibi kimseleri yakından tanımış oldu.[66] Bu iki cepheli yetişme tarzı genç yaştaki Muâviye’yi olumlu yönde etkilemiş, tecrübeler kazandırmış ve onu istikbal için hazırlamıştır.

Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan

Hz. Ebû Bekir Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan

Hz. Peygamber’in vefatından sonra halife seçilen Hz. Ebû Bekir ilk olarak İslâm Tarihinde Ridde olayları diye geçen dinden dönüş hareketleri ile mücadele etmek zorunda kaldı. Bazı kabileler Hz. Peygamber’in vefatını fırsat bilerek İslâm’ın farz kıldığı ibadetleri, özellikle zekat vermeyi reddettiler. Bu karışık ortamdan istifade etmek isteyen bazıları ise, peygamberliklerini ilan ettiler ve taraftar toplamaya başladılar. Hz. Ebû Bekir İslâm toplumundaki birliği ve düzeni sağlamak için bunlara karşı savaş açtı.

Hz. Ebû Bekir döneminde Muâviye ’nin ismi Ridde savaşları nedeniyle tarih kaynaklarında yer almaktadır. Muâviye peygamberlik iddiasında bulunan Müseyleme ile yapılan savaşa katıldığı hatta onu öldürdüğü rivâyet edilmektedir.[67]

İslâm toplumunun yeniden iç huzurunu ve istikrarını temin eden Hz. Ebû Bekir doğuda Sasanî devletine batıda ise Bizans devletine karşı fetih hareketlerini başlattı. İslâm fetihlerinin başlamasıyla birlikte Arap Yarımadası’ndan çok sayıda kabile bu seferlere katılmak için yola çıkmıştır. Bu kabilelerin Arap Yarımadası’ndan çıkarken düşünceleri ilk planda cihat olmakla birlikte diğer bir âmil de, fetihler sonucunda zengin beldelerden elde edilecek ganimetlerdi.[68] İslâm toplumu Hz. Peygamber döneminde daha kanaatkâr bir yapıdaydı. Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte Hulefâ-i Râşidîn döneminde insanların dünyaya daha meyleden bir tutum içine girdiğini söyleyebiliriz. Özellikle fetihler sonucu elde edilen ganimetler insanların mal ve zenginlik sahibi olma isteğini arttırmıştı. Bu durum İslâm toplumda meydana gelecek olan değişmenin başlangıcı olması nedeniyle dikkat çekicidir. Zengin beldelerde yapılan fetihler İslâm toplumunun yapısının değişmesinde en önemli etken olmuştur. Bu değişme ileride İslâm toplumunu olumsuz yönde etkileyecektir.

Hâlid b. Velîd’i Irak’ın fethiyle görevlendiren Hz. Ebû Bekir, Şam ve civarı içinde ayrı bir ordunun hazırlığını başlattı. 634 yılında Amr b. el-Âs, Yezîd b. Ebî Süfyan, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah ve Şurahbil b. Hasene, Hz. Ebû Bekir tarafından Sûriye’nin fethi için görevlendirildiler. Kendi askerlerini ve sefere gidecekleri güzergâhı seçme konusunda serbest bırakıldılar. Seferden sonra hangisinin nereye vali yapılacağı önceden belirlenmişti. Buna göre Amr b. el-Âs Filistin, Yezîd b. Ebî Süfyan Şam, Şurahbil de Ürdün valiliğine getirilecekti.[69]

Görüldüğü üzere Bizans toprakları üzerine gönderilecek birliklerin komutanlarından birisi de Muâviye ’nin kardeşi Yezîd b. Ebî Süfyan’dı. Muâviye ’nin yükselme serüveni de kardeşinin yanında fetih hareketlerine katılmasıyla başlar. Yezîd’in öncü kuvvetlerinin başında kardeşi Muâviye görev yapmaktaydı.[70] Sefere çıkarken Hz. Ebû Bekir bizzat Medine dışına kadar orduyu uğurladı ve yolda Yezîd’e tavsiyelerde bulundu.[71] [72] Yezîd ve Muâviye Şam’a doğru giderken yolda Gazze’nin Dasin bölgesinde Rumlarla karşılaştılar. Rumlar’ın mağlubiyeti ile sonuçlanan bu savaş Müslümanlar’la Bizans arasındaki ilk . 72 savaştır.

Müslümanların Bizans’a karşı en büyük zaferlerinden biri olan Yermuk savaşına Yezîd ve kardeşi Muâviye’nin yanında Ebû Süfyan ve hanımı Hind’in katıldığı hatta Ebû Süfyan ve Hind’in savaş meydanında dolaşıp, yaptıkları konuşmalarla askerleri cesaretlendirdikleri ve moral verdikleri rivâyet edilir.[73] Bizans’ın ağır yenilgisiyle neticelenen bu savaşta ordunun yönetimi Hâlid b. Velîd’deydi. Merkezin komutanlığını Ebû Ubeyde, sağ kanadın komutanlığını Amr b. el-Âs ve Şurahbil, sol kanadın komutanlığını ise Yezîd b. Ebî Süfyan yapmıştı. Bu savaş devam ederken Halife Ebû Bekir’in ölüm haberi geldi. Yerine Hz. Ömer halife olmuştu.[74] Neticede İslâm ordusu sayıca kendinden çok üstün olan Bizans ordusunu mağlup etmeyi başardı. Bu zafer Sûriye topraklarının İslâm toprağı olmasının ilk basamağını teşkil etmiştir. Müslümanlar Ecnadin’de yine Rumların yüz bin kişilik başka bir ordusunu mağlup ettiklerinde Yezîd ve birliği ordunun sağ kanadında savaşmışlardı.[75]

Muâviye b. Ebî Süfyan’ın Hz. Ebû Bekir zamanında başlayan fetih hareketleri sayesinde kendini gösterme fırsatı buldu. Komutan olan kardeşi Yezîd b. Ebî Süfyan’ın yanında ona yardımcı olarak İslâm ordularının içinde yer edindi. Bu iki kardeş Hz. Ebû Bekir zamanında başlayan fetih hareketlerinde yaptıkları mücadele ile istikbal vaat ettiklerini gösterme fırsatı buldular.

Hz. Ömer Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan

Hz. Ebû Bekir’in vefatı sonucu onun yerine halife olan Hz. Ömer, onun bıraktığı yerden fetih hareketlerini devam ettirdi. Yermuk savaşı Hz. Ömer’in halifeliğinin ilk günlerinde devam etmekteydi. Savaş sırasında Hz. Ebû Bekir’in vefat ettiği, onun yerine Hz. Ömer’in halife olduğu, Ebû Ubeyde’nin orduya başkomutan tayin edildiği ve diğer bölge komutanlarının onun emrine verildiği haberi gelmişti.[76]

Hz. Ömer döneminde de fetih hareketleri Bizans ve Sasanî devletleri üzerine olmak üzere iki cephede devam etti. Biz yine Muâviye b. Ebî Süfyan’ın içinde yer aldığı Bizans toprakları üzerine yapılan seferleri ele alacağız.

Ebû Ubâde komutasındaki fetih hareketleri büyük bir hızla devam etti. Hâlid b. Velîd, Amr b. el-Âs ve Yezîd b. Ebî Süfyan’a bağlı ordular büyük başarılar elde ettiler.

14/634 yılında 70 gün süren kuşatma sonucunda Şam fethedildi. Şehrin muhasarası esnasında Yezîd b. Ebî Süfyan şehrin küçük kapısını tuttu. Muâviye b. Ebî Süfyan ise Yezîd’in öncü kuvvetlerinin başında görev yapmaktaydı.[77]

Başkomutan Ebû Ubeyde Şam fethedildikten sonra şehrin idaresini Yezîd b. Ebî Süfyan’a bırakarak kendisi Hıms seferine çıktı. Bu sırada Şam’ı Müslümanlardan geri almak ve Hıms halkına yardım etmek için gelen Bizans ordusu Yezîd b. Ebî Süfyan ve yardıma gelen Hâlid b. Velîd’in orduları tarafından Mercü’r-Rum denilen mevkîde kılıçtan geçirildi.[78] Böylece Şam’ın güvenliği sağlanmış oldu.

Bu fetih hareketleri çerçevesinde Ürdün sahillerini fethetmek için gönderilen Amr b. el- Âs’ın yanına takviye kuvvet olarak Yezîd b. Ebî Süfyan komutasında bir birlik gönderildi. Yezîd’in öncü kuvvetlerinin başında yine kardeşi Muâviye vardı. Bu iki komutanın idaresindeki ordu bütün Ürdün sahillerini ele geçirdi. Başkomutan Ebû Ubeyde Ürdün sahillerinin Yezîd b. Ebî Süfyan ve Amr b. el-Âs tarafından fethedildiğini, Muâviye b. Ebî Süfyan’ın da büyük yararlılıklar gösterdiğini Hz. Ömer’e mektupla bildirdi.[79]

Sûriye bölgesi fetih hareketlerinde yıldız parlayan ve başarıları ile ön plana çıkan Muâviye b. Ebî Süfyan 17/638 yılında Hz. Ömer tarafından Ürdün ve civarına idareci olarak tayin edildi.[80]

Muâviye b. Ebî Süfyan’a Şam valisi olma yolunu açan hadise ise birçok değerli komutan ve askerin ölmesine sebep olan salgın hastalığın başlamasıdır. Amevas vebası diye bilinen salgın nedeniyle önce Ebû Ubeyde vefat etti. Daha sonra da onun yerine başkomutanlığa tayin edilen Muaz b. Cebel vefat etmesiyle de bu görev Yezîd b. Ebî Süfyan’a verildi.[81] Halife Ömer yeni komutan Yezîd’e gönderdiği mektupta onu Kayseriyye’nin fethiyle görevlendirdiğini bildirdi ve diğer komutanlardan da Yezîd’e itaat etmelerini istedi.[82]

Yezîd b. Ebî Süfyan ordusuyla Kayseriyye’ye gelerek şehri kuşattı. Şehrin kuşatması sürerken hastalığının artması üzerine görevini kardeşi Muâviye’ye devrederek Şam’a döndü. Halife Ömer de Muâviye’ye mektup göndererek onu Kayseriyye’in fethiyle görevlendirdi.[83] Uzun bir muhasaradan sonra Muâviye b. Ebî Süfyan Kayseriyye’yi fethetmeyi başardı. Bu fetih haberi Hz. Ömer’i ziyadesiyle memnun etti. Çünkü o bu fetihle Bizans’ın Şam üzerindeki emellerine set çekileceğini biliyordu.[84]

Kayseriyye kuşatması esnasında hastalığının artması üzerine Şam’a geri dönen Yezîd b. Ebî Süfyan, Ebû Ubeyde ve Muaz b. Cebel gibi salgın hastalık sonucu vefat etti. Halife Ömer Yezîd b. Ebî Süfyan’ın vefatı üzerine onun sorumlu olduğu bölgenin idaresini Muâviye b. Ebî Süfyan’a verdi.[85]

Hz. Ömer Yezîd’in vefatı sebebiyle Ebû Süfyan’a taziye ziyaretine geldiğinde Ebû Süfyan Hz. Ömer’e “Ey Mü’minlerin emiri Yezîd’in yerine kimi tayin ettin” diye sordu. Hz. Ömer’in “Kardeşi Muâviye’yi” demesi üzerine Ebû Süfyan “Ey Mü’minlerin emiri akrabalık bağlarını gözettin” [86] diyerek memnuniyetini dile getirdi.

Hind oğlu Muâviye’nin vali olması üzerine ona gönderdiği mektupta “Allah’a yemin ederim ki ey oğulcuğum Hind gibi bir kadının senin gibi bir evlat doğurması çok nadirdir. Bu adam (Hz. Ömer) seni bu valilik görevine tayin etti. Sen hoşuna giden ve gitmeyen her hususta ona itaat et”[87] tavsiyesinde bulunuyordu

Babası Ebû Süfyan da “Ey oğulcuğum! Şu Muhâcir topluluğu bizi geçip geride bıraktılar. Onların bizden önce İslam’a girişleri derecelerini yükseltti. Allah ve Rasûlü katında da onları kıdemli yaptı. İslam’a geç girişimiz bizi geride bıraktı. Onlar lider ve önder oldular, biz ise onlara tâbi olduk. Seni önemli bir işe tayin ettiler. Onlara muhalefet etme. Sen bir süreye kadar valilik yapacaksın. Elinden geldiği kadar gayret sarf et. Eğer görevini hakkıyla yerine getirirsen bu görevi senden sonrakilere miras olarak bırakırsın”[88] diye nasihatte bulunuyordu.

Bu rivâyetler Ebû Süfyan ailesinin itibar ve makama olan heveslerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İslâm’a geç girmiş olmanın kendilerine itibar ve makam kaybettirdiğini belirtmesi, pişmanlığın yanında eski itibarlarına duyulan özlemin de ifadesidir.

Neticede Muâviye b. Ebî Süfyan’ın Şam’a vali olması Ebû Süfyan ailesini ziyadesiyle memnun etmişti. Sûriye fetihlerinde büyük yararlılıklar gösteren ve bu fetihleri idare eden komutanların salgın neticesinde vefat etmesi üzerine bu görevi devralan oğulları Yezîd’in de vefat etmesiyle Şam valiliğine diğer oğulları Muâviye’nin tayin edilmesi onlar için bir teselli olmuş oldu. Bu fetih hareketleri sırasında Ebû Süfyan ailesinin fertleri önemli mevkîler elde etmişlerdi. Yezîd ile artan itibarlarının Muâviye ile daha da artacağını umut ediyorlardı.

Bu arada bazı kimseler Muâviye ’nin valiliği sebebiyle “Ömer genç bir adamı vali olarak tayin etti.” diyerek Hz. Ömer’i tenkit etmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Ömer kendini şöyle savundu: “Siz Muâviye’yi genç yaşta vali olarak atamamdan ötürü beni suçluyorsunuz. Oysa ben Rasûlüllah’tan onun hakkında şöyle buyurduğunu işittim. “Allah’ım onu doğru yola eren ve doğru yola erdiren bir kimse yap. Onun vasıtasıyla insanları hidayete erdir.”[89]

Halife Hz. Ömer, Muâviye ’yi Şam valiliğine tayin ederken Filistin’in fethedilmeyen Askalan ve Gazze civarını da fethetmesini istedi. Muâviye ’de stratejik önemi bulunan, Şam’a karşı yardım yapabilme imkanı bulunan bu şehirleri fethetti.[90]

Şam bölgesi fetihlerini tamamlayan Muâviye , Halife Hz. Ömer’e mektup yazarak hem fetihleri bildirdi, hem de Şam sahillerine yakın olan Kıbrıs adasının fethi için izin istedi. Deniz seferleri hakkında bilgisi olmayan Halife Hz. Ömer, Amr b. el-Âs’a haber göndererek deniz seferleri hakkında bilgi istedi. Amr b. el-Âs da halifeye denizin tehlikelerinden ve seferin zorluklarından bahseden bir mektup gönderdi. Bunu üzerine Halife Hz. Ömer Müslüman askerlerin denizde can güvenliklerinin olmayacağı gerekçesiyle Muâviye ’nin Kıbrıs seferine izin vermedi.[91]

Halife Hz. Ömer’in Kıbrıs seferine izin vermediğini belirten mektubu Muâviye ’ye ulaşınca seferin bu şekilde reddedilmesinde Amr b. el-Âs’ın parmağı olduğunu söylediği ve “Amr, Kıbrıs’ın benim elimle fethedilmesini istemiyor. Eğer halife bu işi ona verseydi durmazdı, koşardı.” dediği rivâyet edilir. Muâviye ’nin bu sözü Halife Hz. Ömer’e ulaştığında onun da “Muâviye doğru söylemiş eğer Amr’a müsaade etseydik, beklemez giderdi” diyerek Muâviye ’nin sözünü doğrulamıştır.[92]

Muâviye b. Ebî Süfyan Şam bölgesi fetihlerini tamamladıktan ve kendisine Kıbrıs’a sefer düzenleme izni verilmemesinden sonra Bizans topraklarına yaz ve kış seferleri diye isimlendirilen seferlere başladı. Bu seferlerden bol ganimet elde ediyordu. Bizans İmparatoru Herakl, orduları Yermuk’ta ağır bir yenilgiye uğrayınca oturduğu Antakya şehrini terk edip İstanbul’a çekilmesi ve bu iki yerleşim yeri arasındaki yerleşim bölgelerini boşaltması Müslümanların Anadolu içlerine kadar kolayca girmelerine neden oldu.[93] Muâviye , Hz. Ömer döneminde son olarak Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Zer, Şeddad b. Evs ve Ubâde b. Sâmit gibi sahabelerinde bulunduğu ordusuyla Ammuriyye’ye kadar ilerlemişti.[94]

Kardeşinin vefatı ile onun görevini devralan Muâviye artık Şam’da söz sahibiydi. Başarılı bir şekilde tamamladığı fetihler sayesinde devletin maaşlı bir memuru olmasına rağmen gösterişli bir hayat sürüyordu. Hayatı boyunca gayet mütevazı bir hayat süren Halife Hz. Ömer bu durumdan rahatsız oluyordu. Şam’a ziyaret için geldiğinde onun bu durumunu görünce ihtiyaç sahiplerinin varlığına rağmen nasıl böyle gösterişli bir hayat sürebildiğini sordu. Muâviye de Bizans’a, yani düşmana yakın olduklarını, düşmana karşı güçlü ve zengin görünmesi gerektiğini, bu nedenle böyle davrandığını söyledi.[95] Bunun üzerine Hz. Ömer “Eğer söylediklerin doğru ise bu senin görüşündür. Eğer söylediklerin yanlışsa bu senin yaptığın hile ve tuzaktır” dedi. Muâviye de “Ey Mü’minlerin emiri bana dilediğin emri ver.” deyince Halife Ömer “Sana ne emir veririm, ne de seni herhangi bir şeyden yasaklarım.” dedi. Orada bulunanlar “ Ey Mü’minleri emiri bu adam kendisini soktuğun çıkmazlardan ne güzel çıkış yolu buluyor.” deyince Hz. Ömer “Böyle güzel çıkış yolları bulduğu için onu meşakkatlere sürüyoruz.” cevabını verdi.[96] Buna rağmen Halife Hz.Ömer Muâviye ’ye “Arab’ın Kisrası” demekten kendisini alamamıştır.[97]

Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir gibi Hz. Ömer de görevlendirdiği kişilerin liyakatini ön planda tutardı. Yöneticilerini daima denetim altında tutardı. Muâviye ’nin yaşantısı hoşuna gitmese de, onun savunması karşısında bir şey söylemedi. Ama rahatsızlığını açıkça belirtti. İkisi arasında geçen şu hadise Hz. Ömer’i rahatsızlığının apaçık göstergesidir. Muâviye gösterişli yeşil bir elbise giymiş olarak Hz. Ömer’in yanına geldi. Ashâb ona baktı. Hz. Ömer onun bu halini görünce kırbacını alıp onun üzerine yürüdü ve onu kırbaçlamaya başladı. Muâviye de “Ey Mü’minlerin emiri Allah’tan kork, bana zarar verme.” deyince Hz. Ömer oturduğu yere geri döndü. Etrafındakiler “ Ey Mü’minlerin emiri Muâviye’yi niçin dövdün? Oysa kavminde onun gibisi yoktur.” dediler. Bunu üzerine Hz. Ömer onlara “Vallahi ben ondan sadece iyilik gördüm, ondan sadece iyilik duydum. Eğer onun hakkında bana başka şeyler söylenmiş olsaydı zaten bu gördüğünüzden daha başka davranırdım. Onu daha fazla kırbaçlardım. Ama ben onu bu halde görünce üzerindeki kibir ve gururu kırmak istedim.”[98] cevabını verdi.

Hz. Ömer’in hilâfeti süresince fetihlerde başarılı neticeler alan ve halifenin takdirini kazanan Muâviye Şam idaresindeki etkinliğini arttırdı. Hz. Ömer’in şehid edilmesinden sonra akrabası Hz. Osman’ın halife seçildiği döneme kudretli bir vali olarak giriyordu.

Hz Osman Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan

Hz. Ömer döneminde Şam’a vali olan Muâviye , bu konumunu akrabası Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde daha da sağlamlaştırma imkanı buldu. Akrabalarını siyasî ve idarî görevlere getirmekten kaçınan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in aksine Hz. Osman, devletin en önemli kademelerine kendi kabilesi Benî Ümeyye’ye mensup şahısları getirmeye başladı.

Hz. Osman, Hz. Ömer döneminde Şam valisi olan Muâviye ’yi bu görevinde bırakmakla kalmayıp, bütün Sûriye vilayetlerinin idaresini ona verdi.[99] Sonunda Ürdün, Hıms, Hama, Filistin, Şam (Dımeşk), Lazkiye bölgeleri Şam Eyaletleri adı altında bir tek kişiye, Mûaviye b. Ebî Süfyan’ın idaresine verildi.[100]

Mısır ve Şam bölgelerinin fetihlerinin tamamlanmasıyla, sahil bölgelerinin güvenliğinin sağlanması için bir donanma oluşturulmasını Muâviye , Halife Hz.Osman’a teklif etti. Bu teklifi Hz. Ömer’e iletmiş ama olumlu bir yanıt alamamıştı. Yeni halife, akrabası Şam valisi Muâviye’nin bu ısrarlı izin isteklerine karşı koyamayarak bir donanma meydana getirilmesi hususunda gerekli izni verdi. Böylece ilk İslâm donanmasının oluşturulması için gerekli adım atılmış oldu. Muâviye , Sûriye’nin fethinden kısa bir süre sonra Akka’da Bizanslılara ait olan tersaneleri ele geçirdi ve bu tesisleri İslâm donanmasını meydana getirmek için kullandı.[101] Anadolu, Sûriye ve Mısır için gerek ticari gerekse stratejik bakımdan büyük önem taşıyan Kıbrıs, İslâm donanmasının ilk hedefi oldu.[102]

Kıbrıs’ın fethi için Hz. Osman, Muâviye ’ye ailesini de yanına alması ve askerlerden sadece gönüllü olanların götürülmesi şartıyla izin vermişti. Bu sefere Ebû Zer, Ubâde b. Sâmit, Şeddad b. Evs gibi sahabelerde iştirak etmişlerdi.[103] Bu sefer sonucunda Kıbrıslılar’la yıllık yedi bin dinar ödemeleri, Müslümanlar aleyhinde bulunmamaları ve Rumlara karşı yapılan seferlerde Müslümanlara saldırmamaları şartıyla anlaşma yapıldı.[104]

Bu seferler sonucunda Müslümanlar bol ganimet elde ettiler. Halkın yaşayış biçimi ve alışkanlıkları değişti. Müslümanların bu durumunu yadırgayan Ebû Zer, Şam da insanları uyarmaya başladı. Etrafında insanlar toplayarak bir günlük yiyecekten fazlasını tasadduk etmelerini istiyordu. Bu durumdan şikayetçi olan Muâviye durumu Halife Osman’a bildirmişti. Ebû Zer’in Şam’da fitneye sebep olduğunu ve toplumun huzurunu bozduğunu haber vermişti. Bu şikayetin üzerine Halife Osman Ebû Zer’in Medine’ye gönderilmesini istedi. Medine’ye gelen Ebû Zer halife ile tartışınca Medine dışına çıkarılıp Rebeze’ye gönderildi.[105]

Hz. Osman döneminin ilk yılları normal bir şekilde giderken birden işler değişmeye başlamıştı. Yapılan bazı yanlış icraatlar sonrası toplum kaosa ve ayrılığa sürüklenmeye başlamıştı. Hz. Osman’ın valilerinin icraatları tenkit edilmeye başlanmış ve bu hoşnutsuzluk toplumun geneline yayılmıştı. Hz. Osman hilâfetinin son yıllarında gerek yumuşak huylu olması gerekse akrabalarına düşkünlüğü sebebiyle eleştirilere maruz kalmıştı. Ülkenin her tarafından valilerden şikayetler yükseliyordu. Yönetimden memnun olmayan birçok kimse zaman zaman Hz. Osman’ı uyarıyordu. Hz. Âişe’nin, Hz. Peygamber’in gömleğini ve saçlarını çıkarıp “İşte, gömleği ve saçları eskimedi, ama şeriatı eskidi.” demesi[106] yönetime duyulan hoşnutsuzluğun en açık örneğidir.

Hz. Osman akrabalarını kayırması, onları önemli görevlere getirmesi, Hz.Ebû Zer, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Hz. Ammar b. Yasir gibi sahabelere kötü muamelede bulunması, şer’i cezaları uygulamada gevşek davranması, yeteneksiz valileri görevde tutması ve valilerinin kendisinden habersiz hareket etmeleri gibi ithamlarla karşı karşıya kalmıştı.[107] Valilerinin özellikle de Muâviye ’nin kendisinden bağımsız hareket etmesini şikayet eden Hz. Ali’ye, Hz. Osman: “ Muâviye’yi tayin eden Ömer değil midir?” diye sormuş, bunu üzerine de Hz. Ali “Muâviye’nin Ömer’den korktuğu kadar kölesi Yerfa Ömer’den korkmazdı. Şimdi öyle midir? Muâviye sana sormadan istediğini yapıyor, bildiğini okuyor” cevabını vermişti.[108]

Hz. Ali de gidişattan duyduğu rahatsızlığı birçok kez Hz. Osman’a bildirmişti. Çevre şehirlerden gelen insanlar yönetime bildiremedikleri şikayetlerini Hz. Ali’ye bildiriyordu. Hz. Ali bu şikayetleri Hz Osman’a iletiyor, Mervan’ın ve valilerinin kendisinden habersiz hareket ettiklerini, insanların bundan rahatsızlık duyduğunu ifade ediyordu. Hz. Ali bütün bu uyarılara rağmen işlerin aynı şekilde yürüdüğünü görünce “Eğer hiçbir şeye karışmadan evimde oturursam kendisini terk ettiğimi, yalnız bıraktığımı söylüyor. Eğer işlere halifenin lehinde müdahale edersem bu sefer Mervan geliyor değiştiriyor ve onu istediği gibi yönlendiriyor.” diyerek içinde bulunduğu durumu izah ediyordu.[109]

Hz. Osman ülkede karışıklıkların arttığını görünce iki kez valilerini topladı. Kesin bir neticenin alınamadığı bu toplantıların sonunda Muâviye , Halife Hz.Osman’a “Bu insanlar sana isyan edecekler, sen de onlara mukavemet edemeyeceksin. Gel, seni itaatkâr bir halkı olan Şam’a götüreyim” diyerek onu yanında götürmek istedi. Halife Osman Hz. Peygamber’e komşu olmayı hiçbir şeye değişmeyeceğini söyleyerek bu teklifi reddetti. Bunun üzerine Muâviye , halifeye kendisini koruyacak askerler vermeyi teklif etti. Bu teklifi Hz. Osman, “Ben Rasûlüllah’ın komşularına sıkıntı vermek istemem” diyerek reddetti.[110] İrfan Aycan, Muâviye ’nin bu teklifi, sadece halifenin iyi olmayan güvenliğinin temini için yapmadığını, aynı zamanda yaşlanmış halifeyi kendi himayesine alarak ona halef olma yolunu açmak için yaptığı şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü İrfan Aycan ve onun bu tesbitine katılan Adnan Demircan’a göre Muâviye ’nin peşinde olduğu husus, halifenin güvenliğinden ziyade, elde etmiş oldukları mevkînin güvence içinde olmasıdır.[111]

Halifeyi Şam’a gitmeye razı edemeyen Muâviye , Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in de bulunduğu Muhâcir topluluğunun yanına gelerek “Ey sahabe topluluğu! Bu ihtiyar hakkında size hayır tavsiye ederim, eğer o sizin aranızda öldürülürse Allah’a yemin olsun ki, burayı size karşı atlılarla doldururum” diyerek onları uyarmıştı.[112] Muâviye ’nin ashâbın ileri gelenlerine karşı sarfettiği bu sözler, onun daha o zamandan kendisini halifenin hamisi ilan ettiğini gösterir. Onun bu tehdidi, Şam’ın hilâfet merkezi olan Medine’ye karşı ağırlığını hissettirmeye başladığının da göstergesidir. Bu andan itibaren başta Muâviye olmak üzere Ümeyyeoğulları, doğması muhtemel bir idarî boşluğu doldurmaya hazır duruma gelmişlerdi.[113]

Hz. Osman evinde muhtelif şehirlerden gelen isyancılar tarafından muhasara altına alındı. Bu muhasara kırk gün sürdü. Çevre vilayetlerden yardım geldiğini haber alan isyancılar Hz. Osman’ı şehid ettiler. Hz. Osman’ın yanına ilk giren Ebû Bekir’in oğlu Muhammed halifenin kendisine “Baban seni bu halde görse memnun olur muydu?” diye sorması üzerine geri dönerek evi terk etmişti.[114] Muhammed b. Ebî Bekir daha sonra Hz. Ali’nin Mısır valisi olacaktı. Katiller Hz. Osman’ın öldürülmesini Mekke’ye yayarken “Ey Talha b. Ubeydullah! Osman b. Affan’ı öldürdük.” diye bağırdılar. Niyetleri cinayetle Hz. Talha’nın ilgisi varmış intibaını uyandırmaktı.[115]

Hz. Osman evinde muhasara altına alındığında Muâviye Şam’daydı. Halifenin muhasara altında tutulduğunu öğrendiğinde onu bu durumdan kurtarmak üzere Habîb b. Mesleme komutasında bir birlik gönderdi. Ancak bu birlik Hz. Osman’ın isyancılar tarafından öldürüldüğünü Vadi’l-Kurâ’da öğrenince geri döndüler.[116]

Hz. Ali Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan

Hz. Osman’ın hilâfetinin son yıllarında İslâm toplumunun birlikteliği bozulmuş, yönetime duyulan güvensizlik artmaya başlamıştı. Netice de muhtelif şehirlerden gelen isyancılar halifenin evini muhasara altına almışlardı. Medine’de Hz. Osman muhasara altına alındığı sırada Hz. Peygamber’in ashâbının çoğu, başta Hz. Âişe validemiz olmak üzere hac için Mekke’de bulunuyorlardı. Kimisi de fitneye bulaşmamak için Medine dışına çıkmışlardı.[117]

İsyancılar 40 gün süren muhasara sonucunda Hz. Osman’ı şehid etmişlerdi. Hz. Osman öldürüldükten sonra insanlar beş gün halifesiz kalmış, bu süre içerisinde Gafikî b. Harb namazları kıldırmıştı. Bu süre içerisinde isyancılar biat edecek halife arayışına girdiler. Hz. Talha ve Hz. Zübeyr kendilerine yapılan teklifi kabul etmediler. Netice de Hz. Ali isyancıların yoğun baskısıyla halifeliği kabul etmek zorunda kaldı. İlk olarak Malik b. Eşter kendisine biat etti. Sonra şûra meclisinde bulunan Hz. Talha ve Hz. Zübeyr kendisine biat ettiler. Hz. Ali’ye 25 Zilhicce 35/31 Mayıs 656 Cuma günü biat edildi.[118]

Hz. Ali’nin aralarında Hz. Osman’ın katillerinin de bulunduğu isyancılar tarafından Medinelilere yapılan baskı sonucu halife seçilmesi ileride iktidarının meşrûiyeti meselesinde gündeme getirilmesine neden olacaktı. Hz. Ali elbette böyle olumsuz koşullar altında halife olmak istemezdi; ancak şartlar onu fitne ortamında halife olmaya zorladı.

Hz. Ali halife olunca, biat etmeyenler, Hz. Osman’ın atadığı valilerin azledilmesi ve yeni valilerin atanması ve Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması problemleriyle karşı karşıya kaldı. Zaten İslâm toplumu bu problemlerin çözümü üzerinde anlaşamayıp ayrılığa düşecekti.

Hz. Ali ilk iş olarak vilayetlerdeki halkın biatleri gelmeden Hz. Osman’ın bütün valilerini değiştirmeyi tercih etti. Abdullah b. Abbas ve Medine’den ayrılmadan önce Muğîre b. Şu’be bu uygulamanın neticesi hususunda kendisini uyardılar. Muğîre b. Şu’be Halifeye gelerek Muâviye’yi ve bütün valileri biatleri gelinceye kadar yerlerinde tutmasını tavsiye etti. Muğîre “ Sen valileri yerinde bırak. Eğer itaatlerine dair mesajları sana gelince ondan sonra dilediğin valiyi değiştirir, dilediğini yerinde bırakırsın.” demişti. Ertesi gün ise “Bence valileri görevlerinden azletmelisin ki hangisinin mutî hangisinin asî olduğunu anlayasın.” demişti. Hz. Ali İbn Abbas’a Muğîre’nin dediklerini anlatınca o da “Muğîre dün sana öğüt vermiş, bugün ise hile yapmış.” demişti. Muğîre’de bu yorumu tasdik ederek Mekke’ye çıkıp gitmişti.[119]

Hz. Ali, Hz. Osman’ın valileri hususunda olumsuz görüş sahibiydi. İsyancı kitlelerin onlardan memnun olmadığını bildiriyor ve onları azletme konusunda hiçbir gecikmeye tahammülü olmadığını açık açık belirtiyordu. İbn Abbas’ın teklif edilen Şam valiliğini kabul etmemesi üzerine Hz. Ali onun yerine Şam’a Sehl b. Huneyf’i, Basra’ya Osman b. Huneyf’i, Kûfe’ye Umare b. Şihab’ı, Yemen’e Ubeydullah b. Abbas’ı, Mısır’a da Kays b. Sa’d b Ubâde’yi vali olarak tayin etti.[120] Şam ve Kûfe’ye gönderilen valiler hariç diğerleri halktan biat alıp göreve başladılar. Hz. Ali kendi tayin ettiği valileri kabul etmeyen Şam ve Kûfe’ye elçiler göndererek itaat etmelerini istedi. Kûfe valisi Ebû Mûsâ el-Eşarî halifenin bu isteğine itaat ederken Şam valisi Muâviye Hz. Ali’ye itaat etmeyi kabul etmedi. Muâviye  biat etmesini Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması koşuluna bağladı. Muâviye ’nin vali olduğu Şam’da Hz. Osman’ın kanlı gömleği halka gösteriliyor ve mazlum olarak öldürülen halifenin kanı talep ediliyordu.[121]

Muâviye Hz. Ali’ye biat etmemekte ısrar ediyor ve bu muhalefetinin temeline de Hz. Osman’ın kanını talep etmeyi koyuyordu. Hz. Osman’ı öldürenlerin Hz. Ali’nin çevresinde olduğunu belirtiyor ve Hz. Ali’yi herhangi bir girişimde bulunmamakla suçluyordu. Hz. Ali bütün girişimlerine rağmen Şamlıların kendisine biat etmeyeceğini anlayınca savaş kararı aldı.

Hz. Ali Şam’daki muhalefeti bertaraf etmek için uğraşırken, liderliğini Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in yaptığı ve tarihe Cemel topluluğu olarak geçen başka bir muhalif grup ortaya çıktı. Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ise Hz. Osman, isyancılar tarafından öldürüldüğünde Medine’deydiler. Hatta isyancıların halifelik teklifini reddedip Hz. Ali’ye biat etmişlerdi. Birkaç ay sonra da Medine’den ayrılıp Mekke’ye döndüklerinde Hz. Ali’ye baskı altında biat etmek zorunda kaldıklarını belirterek biatlarını reddettiklerini söylemişlerdi.[122]

İki taraf arasında meydana gelen savaşta birçok kişinin yanında Cemel topluğunun iki seçkin ismi, şûra üyesi Hz. Talha ve Hz. Zübeyr de hayatlarını kaybetmişlerdi.[123] Bu savaş neticelerine baktığımızda İslâm toplumunun mağlubiyetiyle sonuçlanmıştı.

Yeni halifeye biat etmeyen ve maktul halife Hz. Osman’ın kanını talep etmeyi kendisine yegane hedef edinen Muâviye ’nin bu muhalif oluşuma katılmayışı şaşırtıcıdır. Aslında muhalif grup ilk önce Şam’a gitmeyi düşünmüş ama Abdullah b. Âmir’in “Şam’a Muâviye yeter. Basra’da benim yapacağım işler var, hem Basra halkı Talha’ya meyillidir.” diyerek hareketin yönünü Basra’ya çevirmişti.[124] [125] Zaten Muâviye ’de bu topluluğun Şam’a gelmesini istemiyordu. Şam’a gelmek hususunda istekli olmalarından haberdar olunca, bu topluluğa yardımcı olmayacağını ve aslan yuvası olarak nitelendirdiği Şam’a gelmemelerini istemişti.

Muâviye ve Cemel topluluğunun niyet ve hedefleri arasında fark vardı. Gerek hedef farklılığının olması gerekse Cemel topluluğu arasında bir birliğin olmaması Muâviye ve Cemel topluluğunun birleşmesine engel oldu. Muâviye bütün stratejisini Cemel topluluğu ve Hz. Ali’nin karşılaşmaları üzerine kurduğunu ve onun bu konuda şöyle dediği rivâyet edilir: “Eğer Cemel ashâbı galip gelirse onlar bana Ali’den daha ehvendir. Eğer Ali onlara galip gelirse ben de ona yapacağımı bilirim.”[126]

Hz. Ali Cemel savaşı sonrasında Kûfe’ye yerleşti ve bu tarihten itibaren Kûfe şehri Hz. Ali’nin hakimiyet alanındaki bölgelerin idare merkezi oldu.[127] Hicaz bölgesi bu ayrıcalığını ve önemini yitirmiş oldu.

Cemel savaşı sonuç itibariyle Hz. Ali’nin konumunu sarsmıştı. Hem ordusu yıpranmış hem de zaman kaybetmiş oldu. Eğer Cemel savaşına girmeden Muâviye ile karşılaşsaydı belki onu bertaraf etmesi mümkün olacaktı. Ama bu savaş Muâviye ’nin hem muhalif olarak tek kalmasını önledi hem de ona gerekli hazırlığı yapması için zaman kazandırdı.

Cemel savaşı sonrası Hz. Ali, Cerir b. Abdullah el-Becelî’yi Eşter’in bütün itirazlarına rağmen Muâviye ’ye elçi olarak gönderdi. Eşter, Cerir’e onun Hz. Osman dönemindeki idarecilerden olması sebebiyle karşı çıkmıştı. Muâviye Cerir’i üç ay boyunca yanında tutarak oyaladı. Bu süre zarfında bir yandan Hz. Ali ile karşılaşmak üzere gerekli hazırlıkları yapmaya devam etmiş, bir yandan da elçiye Şam halkının kendisine olan bağlılığını göstermek istemişti. Aynı zamanda Muâviye ashâbın önde gelenlerine mektuplar göndererek onların desteğini kazanmak için çaba sarf ediyordu. [128]

Muâviye , Medine’ye ashâbın önde gelenlerine gönderdiği mektuplarda katillerin Allah’ın kitabına göre cezalandırılacağını, bunu istediklerini, hilâfet işininse Hz. Ömer’in yaptığı gibi Müslümanların önünde şûraya bırakılacağını, hilafeti zorla istemek gibi bir durumun söz konusu olmadığını belirtiyordu. Onlara da Hz. Ali’nin halifeliğini meşru görmediğini ve onun şûra ile halife olmadığını anlatıyordu.[129]

Muâviye b. Ebî Süfyan’ın bu dönem içerisinde en önemli hamlesi Hz. Osman’ın muhasarası esnasında Medine’yi terk edip Filistin’e yerleşen Amr b. el-Âs’a mektup yazarak kendi yanına gelmeye ikna etmek oldu. Amr’ın Muâviye’ye katıldığını öğrenen Hz. Ali bu durumdan hiç memnun olmadı. Rivâyetlerde Amr’ın Mısır valiliğini kendisine vermesi karşılığında Muâviye ile birlikte olduğu iddia edilmektedir.[130] Muâviye ’nin hilâfeti sırasında onun Mısır valiliği yapacak olması bu iddiayı doğrular gibi gözükse de onun Muâviye ’ye katıldığı sırada Mısır’ın hakimiyeti Hz. Ali’nin elindeydi. Daha henüz hiçbir şey belli değildi. Olayın başka bir çıkmazı da Muâviye ile Amr b. el-Âs arasında geçtiği iddia edilen konuşmaların kitaplarda net bir şekilde aktarılmasıdır ki insanın aklına bu pazarlığın başka insanların da bulunduğu bir ortamda yapıldığı gelmektedir.Ya da daha sonra Muâviye veya Amr b. el-Âs bu pazarlığı insanlara duyurdular. İki ihtimalde ikna edici gelmemektedir. Arabın dâhileri arasında gösterilen Amr b. el-Âs’ın Muâviye tarafında yer alması mücadelenin dengesini değiştirecek bir etken olması sebebiyle böyle bir iddianın ortaya atıldığı kanaatini taşımaktayız.

İki taraf arasındaki siyasî ve psikolojik mücadele devam ederken artık anlaşma olanakları tıkanmış bir vaziyetteydi. Bu durum neticesinde iki tarafın karşılaşması kaçınılmaz bir hal almaktaydı. Daha Cemel savaşının üzüntüsünün ve korkunçluğunun üzerinden çok geçmeden İslâm toplumu daha ürpertici ve derin ayrılıklara yol açacak olan Sıffîn savaşına doğru yol almaktaydı.

İki tarafta maksatlarına ulaşmak için savaş hazırlıklarını 36/657 yılı sonlarına doğru tamamlayarak hareket ettiler. Sahabenin bu savaşa katılımı son derece azdı. Hz. Ali’nin ordusunda, Muâviye ’nin ordusuna nispetle daha çok Muhâcir ve Ensârın bulunduğu rivâyet edilmektedir. Nitekim Bedir savaşına katılanlardan 70-80, Rıdvan biatine katılanlardan 700-800 kişinin Sıffîn’e Hz. Ali taraftarı olarak katıldığı nakledilmektedir.[131] Burada zikrettiğimiz rakamlarda abartı olması muhtemeldir. Bu tür rivâyetlerde, Hz. Ali’yi haklı çıkarmaya ve meşrûlaştırmaya yönelik çabanın olduğunu söylemek mümkündür.

Muâviye Şam’dan çıkarak Fırat nehri kenarında Sıffîn adı verilen ve savaşa müsait geniş bir arazi üzerine karargâh kurdu. Muâviye ’nin ordusu Sıffîn’e Hz. Ali’nin ordusundan önce geldiği için su kenarına yerleşmişti. Hz. Ali ordusunun sudan mahrum kalmaması için, suyun her iki tarafın kullanımına açık olması için anlaşma teklif etti. Velid b. Ukbe, Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh gibi kimseler, Hz. Ali’nin ordusunda bulunan isyancıların muhasara esnasında Hz. Osman’ı susuz bıraktıklarını belirterek Hz. Ali’nin ordusunun susuz bırakılmasını sağladılar.[132] Bunun üzerine Eş’as b. Kays ve Eşter en-Nehaî kendi birlikleriyle Muâviye ’nin su yolunu bekleyen birliklerini mağlup ettiler. Hz. Ali ele geçirdiği sudan her iki tarafında istifade etmesine izin verdi.[133]

İlk çatışmalar küçük birlikler arasında meydana geliyordu. Zaman zaman şiddetlenmekle beraber çatışmalar hep aynı seviyede devam etmiyordu. Üstünlük taraflar arasında el değiştiriyordu. Aslında birbirine bağlılıkları daha zayıf olan Hz. Ali’nin ordusunun gevşeklik göstermesi normal bir durumdu. Onun ordusundaki bu zafiyete Muâviye de dikkat çekmişti.

İki taraf arasındaki çarpışmalar Ammar b. Yâsir’in öldürülmesiyle daha da şiddetlenmişti. En önemli ve savaşın sonunu getiren çatışma Leyletü’l-Harîr adı verilen gecede yapılmıştı. Bu geceye Leyletü’l-Harîr denilmesinin sebebi ok vızıltılarının meydana getirdiği seslerin yoğunluğu sebebiyledir. Sefer37/27 Temmuz 657 gününün gecesinde meydana gelen bu çarpışmalar sabaha kadar devam etmişti. Zaten o gün iki taraf akşam namazına kadar savaşa devam etmiş, bu nedenle askerler namazlarını imâ ile kılmışlardı. Gündüzü ve gecesiyle mücadelenin en şiddetli hal aldığı bu günde iki taraftan da binlerce kişinin öldüğü rivâyet edilir.[134]

Hz. Ali’nin ordusunun bu şiddetli baskısı karşısında, dağılmaya yüz tutan ordusunu görünce zor durumda kalan Muâviye , Amr b. el-Âs’ın teklifi ile askerlerine emir vererek Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna taktırmış ve karşı tarafı Allah’ın hakemliğine davet 135 etmişti.[135]

Amr b. el-Âs’ın dahiyane fikriyle Şamlıların mushafları mızrakların ucunda havaya kaldırmaları Hz. Ali’nin ordusunda tereddüde yol açtı. Bu tereddüt daha sonra fikir ayrılığına düşmelerine sebep oldu. Hz. Ali ve etrafındakiler savaşın devam etmesini isterken, daha sonra Hâricîler adını alacak olan, Iraklı kurrâlar savaşın bitmesini ve Kur’an’ın hakemliğine uyulmasını istiyorlardı.[136]

Bu zümre Hz. Ali’nin fikrinde ısrar ettiğini gördüklerinde onu Hz. Osman’ın düştüğü durumla yani öldürmekle tehdit ettiler. Onların bu baskıları neticesinde neredeyse savaşı kendi lehlerine neticelendirecek olan Eşter’i, Hz. Ali geri çağırmak mecburiyetinde kaldı. Eş’as b. Kays da Muâviye ’ye elçi olarak gitti.[137] Hakem kararının kabul edilmesi Hz. Ali taraftarlarının bölünmesine yol açarken, Muâviye ’yi isyan eden bir validen anlaşmaya oturan bir taraf statüsüne yükseltmişti.

Taraflar kendilerini temsilen birer hakem seçerek aralarındaki problemin çözümünü onlara havale etmek üzere anlaştıktan sonra Muâviye Şamlıların tam desteğiyle Amr b. el- Âs’ı hakem olarak görevlendirdi. Hz. Ali ise hakemini seçme konusunda Muâviye kadar şanslı değildi. Çünkü Abdullah b. Abbas, Eşter en-Nehaî gibi isimleri hakem olarak teklif ettiyse de hiçbiri taraftarları tarafından kabul edilmedi. Iraklı kurrâların arzu ve baskılarıyla Ebû Mûsâ el-Eşarî, Hz. Ali tarafının hakemi tayin edildi.[138] Muâviye ’nin bu hakem seçiminden çok memnun olduğu rivâyet edilir.[139]

Görüldüğü üzere hakemler arasında bir denge yoktu. Amr b. el-Âs, Muâviye ’nin yanında mücadele içerisinde taraf olmuş ve onu destekleyen biriyken, Ebû Mûsâ el- Eşarî bu olayı fitne olarak değerlendirmiş, kendisi uzak durduğu gibi insanları da uzak durmaya davet etmişti. Ebû Mûsâ el-Eşarî Kûfe valisi iken Hz. Ali halifeliğini ilk başta kabul etmemiş daha sonra valilikten çekilerek itaat etmişti.[140] Hz. Ali’nin güvenmediği birisinin kendisini hasımlarının yanında temsil etmesi, lehte bir neticeye ulaşması mümkün olmazdı. Nitekim hakem hadisesinin sonucu Hz. Ali’nin endişe etmekte ne kadar haklı olduğunu ortaya koyacaktı.

Muâviye , Hz. Ali’nin taraftarlarının yapısını iyi biliyordu. Muâviye ’nin Hz. Ali taraftarlarının yapısını öğrenmek için görevlendirdiği Haccac b. Simmet, Muâviye ’ye şu bilgileri vermişti. “Ey Mü’minlerin Emiri! Sen Ali’de olmayan bir kuvvete sahipsin. O da, senin yanında öyle bir topluluk var ki, sen konuştuğun zaman konuşmaz, emrettiğinde sebebini sormazlar. Halbuki Ali’nin yanındaki topluluk, Ali konuştuğu zaman konuşur, emrettiğinde onun sebebini sorarlar. Bu sebepten senin yanındaki az bir topluluk onun yanındaki çok topluluktan daha hayırlıdır.”[141] Bu durumun en güzel izahı olarak Muâviye ’yi korumak için Sıffîn savaşında beş saf askerin birbirlerini bağlayarak bu uğurda ölmek için and içmeleri gösterilebilir.[142]

Her iki tarafın heyet ve kâtipleri anlaşmayı yazmak için bir araya geldiler. Anlaşmanın şartlarının belirlendiği bir belge hazırladılar. Bu belgenin sonuna anlaşmaya şahit olanların isimleri yazıldı.[143]

Bu anlaşmanın yazımı sırasında Hz. Mûaviye ve taraftarları Hz.Ali’nin “Emiru’l- mü’minin” olarak yazılmasına karşı çıktılar. Muâviye ve tarafı “Eğer seni Emiru’l- mü’minin kabul etseydik seninle neden savaşalım?” diyorlardı. Hz. Ali ve taraftarları bu olayı müşriklerin Hudeybiye anlaşmasında Hz. Peygamber’in “Rasûllüllah” olarak yazılmasını kabul etmemelerine benzettiler.[144] Burada bu tartışma gösteriyor ki artık olay Hz. Osman’ın kanını talep etme meselesinden çıkıp kimin halife olacağı meselesine dönüşmüştü. Tahkimname adı verilen bu belgede şu hususlar karara bağlanmıştı: “Bu Ebû Talib’in oğlu Ali ile Ebû Süfyan’ın oğlu Muâviye arasında yapılan anlaşmadır. Ali ve Muâviye beraberlerindekiler adına Allah’ın kitabının yaşattığını yaşatmaya, öldürdüğünü yok etmeye söz verdiler. Hakem olarak tayin edilen Ebû Mûsâ el-Eşarî ve Amr b. el-Âs, Allah’ın kitabında buldukları hükümler ile karar verecekler, orada bulamadıklarında Hz. Peygamber’in sünnetine başvuracaklardır. Hakemler, gerek kendileri gerekse aile fertleri ve malları için emin olduklarına ve ümmetin onların verecekleri karara uyacakları ve kararların yaşatılmasında yardımcı olacaklarına dair Ali ve Muâviye’den ve onların ordularından söz aldılar. Kendileri de Allah’ın kitabı ile hükmedeceklerine söz verdiler.” Bu anlaşma 13 Sefer 37/3 Ağustos 657 de gerçekleşmişti. Hakemlerin toplantısına her iki taraftan da dört yüz kişi katılacaktı.[145]

Sıffîn’de taraflar arasında varılan anlaşma gereğince hakemler, aynı yılın yani 37/658 senesinin Ramazan ayında Dumetü’l-Cendel mevkînde, eğer bu gerçekleşmezse veya hakemler zamanı tehir etmek isterse, anlaşmadan bir yıl sonra Erzuh mevkînde toplanıp Kur’an ve sünnete dayalı hükümlerini açıklayacaktı.[146]

Hakemler Sıffîn’de kararlaştırıldığı gibi Dumetü’l-Cendel’de Ramazan 37/Şubat 658’de bir araya geldiler. Görüşmelerde her iki taraftan da dört yüzer kişi bulunuyordu.[147]

İki hakem bir araya geldiklerinde Hz. Ali ve Muâviye ’yi azledip fitneye bulaşmamış bir kimseyi halife yapma hususunda karar verdiler. Ebû Mûsâ el-Eşarî’ye göre bu göreve en uygun kişi Abdullah b. Ömer’di. Amr b. el-Âs ise kendi oğlu Abdullah’ı teklif etti. Ebû Mûsâ el-Eşarî Amr b. el-Âs’a oğlunu takdir ettiğini, bu işe layık olduğunu ama kendisinin onu bu fitneye bulaştırdığını söyleyerek Abdullah’ın hilâfetini reddetti.[148] Hakemler yaptıkları görüşmeler sonucunda bir isim üzerinde anlaşamayınca Hz. Ali ve Muâviye ’nin azledilmesine ve halife seçim işini ümmete bırakmaya karar verdiler. Bu karar belgeye yazıldıktan sonra orada bulunanlara açıklandı. [149]

Tahkim hadisesinin şu şekilde geçtiğine dair rivâyetler ise çoğunluktadır. Bu rivâyetlere göre iki hakem tarafları azletme konusunda anlaştıktan sonra Ebû Mûsâ el-Eşarî insanların huzuruna çıkarak, iki tarafı halifeliğe layık görmediğini belirtmişti. Ebû Mûsâ el-Eşarî’den sonra Amr b. el-Âs da insanların huzuruna çıkıp Ebû Mûsâ el-Eşarî gibi Hz. Ali’yi azlettiğini ama Muâviye’yi halife olarak bıraktığını söylemişti. Bunun üzerine Ebû Mûsâ el-Eşarî anlaşmalarına uymayan Amr b. el-Âs’ı kınamış ve karşılıklı birbirlerine hakaretlerde bulunmuşlardı.[150]

Bu rivâyetle hedeflenen Ebû Mûsâ el-Eşarî’yi dirayetsiz göstererek, halifeliğin hileyle Hz. Ali’den alındığını ortaya koymaktır. Bu rivâyet hem Amr b. el-Âs’ı hem de Ebû Mûsâ el- Eşarî’yi karalamak amacıyla uydurulmuş olmalıdır. Bir taraftan Amr b. el-Âs kural tanımaz, sözünde durmaz bir sahtekâr olarak gösterilmekte, diğer tarafta ise Mûsâ el-Eşarî her söylenen söze inanan, kıt görüşlü, saf ve dirayetsiz birisi olarak tasvir edilmektedir.[151]

Tahkim sonucunda Hz. Ali ve Muâviye ’nin azledilmesi kararının çıkması ikisini de aynı konuma getirmiş oldu. Hz. Ali ise böyle bir sonuca itiraz etmiş, bunun Kur’an ve sünnete aykırı olduğunu söylemiştir.[152]

Tahkim sonucu itibariyle İslâm toplumuna herhangi bir çözüm getirmedi. Aksine mevcut durumu daha da kötüleştirdi. İslâm toplumu Hâricîlerin ortaya çıkmasıyla üç ayrı gruba ayrılmış oldu. Ayrılığı ve akıtılan kardeş kanını önlemek, ortadan kaldırmak için ortaya atılan hakem fikri çözümsüzlükle sona ererken mevcut durumun daha da kötüleşmesinin zemini oldu.

Hz. Ali ve Muâviye tarafının arasını bulmak ve İslâm toplumunun içine düştüğü problemi çözmek için toplanan tahkimde İslâm toplumunu müsbet yönde etkileyecek bir kararın çıkmaması iki taraf içinde farklı neticeler ortaya çıkarmıştı. Tahkim sonucu istediği sonucu alamayan Hz. Ali’nin ordusu ikiye bölünmüş hem Hz. Ali’yi hem de Muâviye ’yi reddeden ve onları uzun süre uğraştıran Hâricîler ortaya çıkmıştı. Hz. Ali, Sıffîn savaşında neredeyse Muâviye ’yi mağlup edip neticeye ulaşmak üzereyken tahkim sonucu bu avantajını kaybetmişti.

Muâviye tarafında ise durum farklıydı. Sıffîn savaşı Şamlıları, Iraklılardan biraz daha ayırmış ve Şamlıların Muâviye ’ye biraz daha bağlanmalarına sebep olmuştu. Muâviye kaybetmek üzere olduğu mücadeleyi siyasî bir zemine, tahkime taşıyarak hem konumunu değiştirmiş, hem de Hz. Ali’ye göre avantajlı duruma geçmişti.

Muâviye tahkimden sonra artık Hz. Osman’ın katlinden sonraki sürecin nihaî noktasına geldi. Hz. Osman’ın kanını talep etme ile başlayan muhalefetini artık açıkça hilâfeti talep etme noktasına taşıdı. Halifeyi tanımamak, ona biat etmemek şeklinde başlayan tavır tahkimden sonra değişti. İslâm toplumunda iki liderin varlığı artık daha net ortadaydı. Muâviye tahkimden sonraki süreçte Hz. Ali’nin Hâricîlerle uğraşmasını da fırsat bilerek onun idaresi altında bulunan bölgeleri ele geçirmek için çaba sarf etmeye başladı. Yirmi yıllık valiliği döneminde adeta yeniden inşa ettiği Şam ve askerleri onun bu ikbal yürüyüşünde en önemli dayanağı oldu. Hz. Ali ayrılıklarla uğraşırken o daha rahat hareket ederek, hakimiyet alanını genişletme imkanları aradı.

Tahkim sonrası bu gelişmeler olurken Hz. Ali taraftarlarını tekrar Muâviye ’ye karşı savaşmak üzere hazırlanmaya çağırdı. Bir yandan da Hâricîlere hakemlerin kararını tanımadığını bildirerek onları tekrar tarafına katılmaya davet etti. Hâricîler ise bu çağrıya verdikleri cevapta “Artık Allah rızası için değil, kendin için kızıyorsun. Allah hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz.” diyorlardı. Onlara göre Hz. Ali artık dinî hassasiyetten değil, kişisel çıkarı için bu davayı sürdürüyordu. Zira dinî hassasiyetten ötürü tepki gösteriyor olsaydı, tahkimi başından beri kabul etmemesi gerekirdi.[153]

Hâricîlerin ortaya çıkması Hz. Ali’nin önüne engel olarak çıkmıştı. O da önce Hâricîleri bertaraf etmeye karar verdi. Bu durum Cemel savaşı öncesi ortama benzemektedir. Hz. Ali Muâviye ’ye saldırmak üzere harekete geçecekken Cemel topluluğuyla savaşmak zorunda kalmıştı. Bu seferde Muâviye ile mücadeleyi bırakıp Hâricîlerle mücadele etmeyi tercih etmişti. Bütün bu gelişmeler yalnız Muâviye ’nin lehine sonuçlanıyordu.

Hâricîlerle girişilen mücadele sonucunda Hz. Ali’nin ordusu Muâviye üzerine gitmeyi reddedip Kûfe’ye geri dönmek istemişlerdi. Gerekçe olarak da ordunun yıprandığını, Kûfe’de hazırlanıp ondan sonra harekete geçilmesini ileri sürmüşlerdi. Bu hadiseden sonra Hz. Ali’nin Kûfelilere olan güveni tamamen kayboldu. Bu durumu onlara da ifade etti. Ve bir daha da Muâviye ’ye karşı harekete geçmek için ordu hazırlamaya teşebbüs etmeyerek, savunmada kalmayı tercih etti.[154]

Muâviye b. Ebî Süfyan’ın Halifeliğe Gelişi Ve İcraatına Genel Bakış

Tahkim sonrası Muâviye ve Hz. Ali’nin konumları eskisine nazaran farklılaşmış, siyasî hava Muâviye lehine gelişmeye başlamıştı. Muâviye akrabası Hz. Osman’ın kanını talep ederek yola çıktığı halde şimdi hakimiyetini Şam dışına yayma çabasında olan biri konumundaydı. Hz. Ali’nin siyasî ihtilaftan dinî sapmaya dönüşen Hâricîlerle mücadeleyi öncelemesi Muâviye’nin işini daha da kolaylaştırmıştı. Muâviye bu durumu kendi lehine kullanmak için, gerek askerî gerekse siyasî her türlü faaliyete müracaat ederek Hz. Ali’yi hilâfet makamından uzaklaştırma çabası içine girmişti. Bu minvalde ilk olarak Mısır’ı kendi idaresine katmak için girişimlere başladı.

Muâviye , daha Sıffîn savaşı başlamadan Hz. Ali’nin Mısır valisi Kays b. Sa’d b. Ubâde’ye mektuplar göndererek kendi tarafına katılmasını istiyordu. Kays ise Muâviye’nin bütün tekliflerini geri çeviriyordu. Kays Mısır’a vali olduğunda Heribta bölgesinde bulunan Hz. Osman taraftarları hariç herkesten biat almıştı. Yezîd b. el-Haris, Mesleme b. Muhalled, Busr b. Ebî Ertat, Muâviye b. Hudeyc gibi kimselerin etrafında toplanan ve sayıları on binin üzerinde olan bu grup Kays’a biat etmemişlerdi. Kays kendisi için tehlike arzetmeyen bu grubu biat konusunda zorlamayarak ihtilafı körüklememişti.[155]

Mısır’ı Hz. Ali adına idare eden Kays b. Sa’d, Muâviye ’nin siyasî girişimleri sonucu azledildi. Başarılı bir idareci olan Kays’ın azledilmesi Muâviye ’nin bu alanda başarılı olmasını kolaylaştırmıştı. Heribta bölgesinde yaşayan Hz. Osman taraftarları Kays tarafından hoşgörü ile idare ediliyor, bunda da gayet başarılı oluyordu. Ancak Kays b. Sa’d’ın azledilip yerine Muhammed b. Ebî Bekir’in tayin edilmesi Mısır’ın huzurunu kaçırdı. Muhammed, Hz. Osman yanlılarına karşı şiddet kullanma taraftarı idi. Muhammed b. Ebî Bekir’in Mısır’a girdiğinde Osman taraftarı olarak bilinen kimselerin evlerini yıkıp yağmaladığı ve mallarına el koyduğu rivâyet edilir.[156]

Mısır’daki karışıklıkla Muhammed’in başa çıkamayacağını anlayan Hz. Ali, Eşter en- Nehaî’yi Mısır’a vali olarak tayin etti. Eşter’in valiliğini tehlikeli bulan Muâviye ’nin gayri müslim bir haraç memuru ile Eşter’in öldürmesi karşılığında anlaştığı rivâyet edilmektedir. Eşter, Kulzüm denilen mevkide kendisine sunulan zehirli bal şerbeti ile öldürülmüştü. Eşter’in bu şekilde öldürüldüğünü haber alan Muâviye ’nin “Allah’ın baldan askerleri vardır.” diye sevincini belirttiği rivâyet edilir.[157]

Eşter’in bu şekilde ölümünden sonra Mısır’da karışıklık devam etti. Hz. Ali yeni bir tedbir olarak ortaya hiçbir şey koyamadı. Muâviye ’de bu fırsatı değerlendirerek Amr b. el-Âs komutasında altı bin kişilik bir kuvvet yola çıkarmıştı. Amr b. el-Âs, Mısır topraklarına girmeden Hz. Osman taraftarları da onun etrafında toplanmıştı.[158]

Vali Muhammed b. Ebî Bekir Hz. Ali’ye durumu bildirerek yardım istemişti. Ama Hz. Ali bu talep karşısında hiçbir şey yapamamış, cevaben Mısır’daki kuvvetlerle yetinmesini, sabır ve sebatla direnmesini, ordusunun bozulması halinde bir yere sığınarak korunmalarını bildirmişti.[159] Hz. Ali’nin bu şekilde haber göndermesinin sebebi, Kûfe’den gönderecek asker bulamayışı ve onların savaştan bıkkınlıklarından kaynaklanıyordu.

Vali Muhammed, Mısır’ın tamamından toplayabildiği dört bin kişilik ordusu ile Amr b. el-Âs’ın ordusunun karşısına çıktı. Yapılan şiddetli çarpışmalar sonucu Muhammed’in ordusu dağıldı. Vali ve yanındakiler bir harabeye sığındıysalar da yakalanıp öldürüldüler.[160] Bu sonuçla Amr b. el-Âs, Mısır’da 38 Rebiü’l-evvel/Ağustos 658 yılında ikinci defa, ama bu sefer Muâviye adına valilik görevini üstleniyordu.[161] Mısır’ı hakimiyeti altına almak Muâviye için stratejik bir kazanım olurken, Hz. Ali için büyük bir kayıp oldu. Hz. Ali Kûfelilerin ilgisizliğini burada da görmüş oldu.

Muâviye Mısır’ı ele geçirmesiyle birlikte asker bulabilmekte güçlük çeken Hz. Ali’yi değişik cephelere asker göndererek sıkıştırmaya başladı. Bu baskınların amacı büyük ölçüde Hz. Ali’yi yıpratmak ve taraftarları arasında moral bozukluğunu yaymak içindi.

Muâviye Mısır’dan sonra Hz. Ali’nin idaresi altında bulunan Irak yöresini hedef almış ve önce Basra’yı ele geçirmek için çalışmalar başlatmıştı. Burada Muâviye ’nin görevlendirdiği Abdullah b. el-Hadramî bir hayli taraftar toplamasına rağmen sonuçta başarılı olamamış ve yetmiş kişi ile beraber sığındığı evde teslim olmayınca, evin ateşe verilmesi sonucu öldürülmüştü.[162]

Muâviye ’nin Basra’daki girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca Numan b. Bişr’i Aynu’t-Temr’e, Dahhak b. Kays’ı da Kutkutâne bölgelerine gönderdi. Bu birliklere Kûfe ve çevresine mümkün olduğu kadar baskınlar düzenlemelerini emretti.[163] 39/659 yılında Muâviye Süfyan b. Avf komutasındaki altı bin kişilik orduyu Hîyt, Enbâr ve Medaîn üzerine gönderdi.[164] Harîs b. Numeyr komutasındaki bin kişilik bir başka orduyu da Cezîre bölgesine gönderdi.[165] Muâviye ’nin Hz. Ali taraftarlarını yıpratmak için giriştiği Irak ve Cezîre bölgelerinde bu faaliyetler 38/658 yılının ortalarında başlayıp 39/659 yılında devam etmişti.[166]

Muâviye kesin bir başarı elde edemese de Irak ve Cezîre bölgesinde Hz. Ali’nin huzurunu bozucu ve rahatsız edici saldırılarının yönünü bu kez Yemen ve Hicaz’a çevirmişti. 39/659 yılında Abdullah b. Mes’ade el-Fezarî’yi bin yedi yüz kişilik bir kuvvetle Teyma’ya gönderdi. Kendisi adına yolları üzerindeki yerleşim birimlerinden zekat toplamasını emretmişti.[167] Bu seferin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Muâviye bu kez Mekke’ye Yezîd b. Şecere er-Rehavî’yi gönderdi. Yezîd’e hac mevsiminde kendi adına insanlara hac emirliği yapması görevini vermişti. Muâviye , Yezîd’i yolcu ederken kendisine insanları itaat altına almasını, haccı idare etmesini, eğer muktedir olursa Hz. Ali’nin valisini kan dökmeden görevden uzaklaştırmasını söyleyerek üç bin kişilik orduyla yola çıkardı.[168]

Kabe’de hac vazifesini idare etmenin devleti ilgilendiren siyasî bir yönü vardı. Bu sebeple hac merasimi ya bizzat halife tarafından ya da onun tayin ettiği bir kişi tarafından idare edilirdi. Muâviye ’de bu durumu göz önünde tuttuğu için Yezîd’i Mekke’ye göndermişti. Neticede kendileri emirlik yapamamış olsalar da Hz. Ali’nin emirine de engel olmuşlardı.

Hz. Ali-Muâviye mücadelesinde Hz. Ali’nin iyice savunmaya çekilmesi merkezî otoriteyi bir hayli yıpratmıştı. Yemen bölgesinin San’a valisi Ubeydullah b. Abbas sert tedbirler almasına rağmen burada Hz. Osman’ın kanını talep eden birçok insan vardı. Ubeydullah bunların bir kısmını hapsetmişti. Bunun üzerine Yemenli muhalifler zekatlarını idareye vermemek suretiyle ekonomik bir isyan teşebbüsüne girdiler. Hz. Ali çözüm bulması için Yemenli Yezîd b. Enes el-Erhabî’yi bu bölgeye gönderdi. [169]

Bu bölgede tamamen Hz. Ali muhalifi ve Hz. Osman taraftarı bir topluluk oluşmuştu. Yezîd’in çabalarına rağmen Hz. Ali’ye biat etmeyi reddettikleri gibi Muâviye ’ye de haber göndererek kendisine biat edeceklerini, bunun için bir temsilci göndermesini istemişlerdi. Muâviye onların bu isteği üzerine Busr b. Ebî Ertat komutasındaki orduyu bu bölgeye gönderdi. 40/660 yılında Hicaz ve Yemen’e gönderilen bu ordunun amacı Muâviye ’ye bölge halkının biatını sağlama ve Hz. Ali’ye bağlı olanları da bertaraf etmekti.[170] Busr b. Ebî Ertat’ın kanlı bir şekilde gerçekleştirdiği bu seferde yaklaşık otuz bin kişinin öldürüldüğü rivâyet edilir.[171]

Busr b. Ebî Ertat’ın bu seferine karşılık olarak Hz. Ali, Câriye b. Kudame komutasındaki bir birliği Hicaz ve Yemen üzerine gönderdi. Câriye, bu bölgeye gelerek buradaki insanlardan tekrar Hz. Ali adına biat aldı ve idarecileri yeniledi. Medine’ye geldiğinde ise Muâviye adına görev yapan Ebû Hureyre kaçmıştı.[172]

Biatler ne kadar yenilenirse yenilensin Muâviye ’nin Hz. Ali’yi her taraftan sıkıştırması, Hz. Ali’nin bazı idarecilerinin Muâviye tarafına geçmesine neden oldu. Hz. Ali’nin Bahreyn valisi Numan b. Aclan ve Ardeşir valisi Maskala b. Hubeyre ellerindeki hazine malları ile birlikte Muâviye ’nin tarafına geçtiler.[173]

Bütün bu gelişmelerin yanında Hz. Ali, amcasının oğlu Abdullah b. Abbas’ın da desteğini kaybetti. Abdullah b. Abbas Basra valiliği görevinde bulunuyordu. Ebû Esved ed- Duelî Hz. Ali’ye mektup yazarak İbn Abbas’ın beytü’l-mâle ait malları zimmetine geçirdiği iddiası ile şikayette bulundu. Hz. Ali de İbn Abbas’a mektup yazarak harcamaları ile ilgili bilgi istedi. Bu duruma kızan İbn Abbas Hz. Ali’ye vazifeyi bıraktığını bildirerek, yanına aldığı çok miktarda mal ile Mekke’ye gitti.[174] Hz. Ali en çok ihtiyacı olduğu zamanda İbn Abbas’ın desteğini kaybetmiş oldu.

Mısır’ı Muâviye ’ye kaptıran Hz. Ali Hicaz ve Yemen’de de hakimiyetini koruyamamış, Irak’taki ihtilafları bir türlü giderememişti. 40/660 yılında Muâviye ile Hz. Ali arasında saldırmazlık anlaşması imzalandığı rivâyet edilir. Bu anlaşmaya göre iki tarafta karşılıklı olarak birbirlerinin hakim olduğu bölgelere saldırmayacak ve herkes kendi bölgesinin haraç ve zekatını toplayacaktı.[175] Bu karar artık Muâviye ’yi kabul etmek anlamına geliyordu.

40/660 yılının Ramazan ayında içinde bulundukları şartları beğenmeyen, başlarında bulunan kimselerin kötülüğünden bahseden ve Nehrevan’da öldürülen Hâricîlerin intikamını almak isteyen Abdurrahman b. Mülcem, Burek b. Abdullah ve Amr b. Bekr isimli üç kişi Hz. Ali, Muâviye ve Amr b. el-Âs’ı öldürmek üzere anlaştılar. Bu üç kişinin suikast girişimi sonucu Hz. Ali öldürülürken, Muâviye yaralı olarak kurtulmuş, Amr b. el-Âs ise hiç hedef olmamıştı.[176]

Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra Kûfeliler Hz. Hasan’a biat ettiler. Hz. Hasan Kûfeliler’in kendisini oturttuğu bu mevkîde hiç de rahat değildi. Çünkü kendiside yakînen biliyordu ki babasını mücadele de hiçbir zaman tam olarak desteklemeyen ve mücadeleyi ağırdan alan Kûfeliler, ona da bu konuda tam destek vermeyeceklerdi. Açıkçası Hz. Hasan Kûfelilere güvenmiyordu. Buna rağmen Kûfelilerin ve yakın akrabalarının ısrarıyla mücadeleye devam kararı aldı ve kabul etmeyeceğini bile bile Muâviye ’yi kendisine biat etmeye çağırdı.[177] Muâviye Hz. Hasan’ın bu teklifini reddetti. Çünkü o Hz. Ali’nin ölümü ile avantajlı bir konuma yükseldiğinin farkındaydı. Artık karşısında genç ve deneyimsiz biri duruyordu. Onunla mücadele etmek daha kolay olacaktı. Dolayısıyla hiç zaman kaybetmeden kendisini halife ilan ederek biat almaya başladı. Böylece İslâm aleminin ilk defa iki halifesi olmuş oldu. Artık Muâviye b. Ebî Süfyan, halifeye biat etmeyen muhalif bir vali değil, kendisine İslâm aleminin en azından bir bölümünde biat edilmiş olan bir halife konumuna yükseldi.

Muâviye , Hz. Hasan’ı zor durumda bırakmak için Abdullah b. Âmir’i daha önceden Şamlıların baskınlarına maruz kalan Aynu’t-Temr’e ve Enbâr’a gönderip bu yerleşim merkezlerini ele geçirdi. Bu şehirlerden sonra Medaîn’i de ele geçirip Kûfe’ye yaklaştı. Hz. Hasan, Sûriye askerlerinin Kûfe’ye kadar sokulmasından sonra onları karşılamak amacıyla Kûfe’den çıkıp Medaîn önlerine kadar gelirken, Muâviye de Iraklılara nihaî darbeyi indirmek ve iktidarı devralmak amacıyla büyük bir ordunun başında Medaîn’e gelmişti.[178]

İki ordu arasında çatışma olmadan taraflar arasında anlaşma meydana gelmişti. Hz. Hasan’ın Muâviye ile anlaşması konusunda farklı rivâyetler söz konusudur. Hz. Hasan Muâviye ’nin ordusu ile karşılaşmak üzere iken Hz. Hasan’ın ordusu içinde Kays b. Sa’d’ın öldürüldüğü haberinin yayılması üzerine askerler Hz. Hasan’ın çadırını bile yağmalayacak şekilde paniğe kapılmışlar, hatta Hz. Hasan’ın yaralanmasına sebep olmuşlardı.[179] Bir diğer rivâyette ise Muâviye , Hz. Hasan’la uzlaşmak için yanına Muğîre b. Şu’be, Abdullah b. Âmir ve Abdurrahman b. Ümmî Mektum’u göndermişti. Bu heyet Hz. Hasan ile görüşmüşler ve görüşme sonunda da “Allah, Rasûl’ünün oğlu ile kanların dökülmesini önledi, fitneyi önledi ve o sulha icabet etti.” demişlerdi. Hz. Hasan’ın askerleri bunu duyunca ona saldırmışlar, çadırını ve içindekileri yağmalamışlardı. Neticede Muâviye , Hz. Hasan’a mühürlü boş bir sahife göndererek istediği şartlarda anlaşmaya hazır olduğunu bildirmişti.[180]

Muâviye ’nin, Hz. Hasan’a gönderdiği bir mektupta şöyle dediği nakledilir: “ Bu yüksek vazifeye geçebilmek için senin kan akrabalığının sana benden daha çok hak verdiğini takdir ederim. Şayet senin sahip olduğun pek yüksek meziyet ve kabiliyetler, bu vazifenin icap ettirdiği işleri yerine getirmede yeteceğinden emin olsam hiç tereddütsüz sana biat ederdim. Bu duruma göre şimdi sen benden ne dilersen dile.”[181]

Hz. Hasan’da Kûfelilere güvenmemesi, kan dökülmesini istememesi, Irak ordusunun Muâviye ’nin ordusuyla baş edemeyeceği düşüncesi ve ordusunun her an dağılmaya müsait olması, ümmetin birliği ve ıslahını istemesi gibi sebeplerden dolayı Muâviye ile anlaşmaya razı oldu.[182]

Rivâyetlerde farklılıklar olsa da genel hatlarıyla şu şartlar altında anlaşma sağlanmıştı: Kûfe beytü’l-malının Hz. Hasan’a verilmesi, beş milyon dirhem paranın verilmesi, Dârab- cerd bölgesinin haracının Hz. Hasan’a bırakılması, Hz. Ali ve taraftarlarının minberden lanetlenmemesi, Hz. Hüseyin’e iki milyon dirhem paranın verilmesi, Hz. Hasan ve taraftarlarına emân verilmesi, Allah’ın kitabı, Rasûllüllah’ın sünneti ve halifelerin yolundan gidilmesi ve Muâviye’den sonra hilâfetin şûraya bırakılması.[183]

Bütün bu şartlar altında yapılan anlaşma gereği 41/661 yılının Rebi’ül-evvel ayının sonlarında Hz. Hasan hilâfeti Muâviye ’ye devretmiş ve ona biat etmişti. Muâviye de Kûfe’ye gelerek halktan biat almıştı. Uzun süreden beri iki taraf arasında meydana gelen çatışmalardan sonra varılan bu anlaşmadan dolayı bu seneye birlik yılı anlamına gelen “Âmu’l-Cemaâ” adı verilmişti.[184]

Muâviye ’nin kardeşi Yezîd’in ölümüyle başladığı Şam valiliği serüveni, Hz. Osman’ın öldürülmesiyle muhalif vali şekline dönüşmüş, Hz. Ali’nin öldürülmesiyle İslâm aleminin ikinci halifesi olmuş neticede de Hz. Hasan’la anlaşma sağlayarak onun biatını alarak tek halife olarak hedefine ulaşmıştır.

İç Siyaset

Hz. Peygamber ve ondan sonra yerine halife seçilen Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında Müslümanlar birlik ve beraberlik içinde yaşamışlardı. Bu iç istikrar büyük bir fetih hareketinin başlamasına yol açtı. İslâm dini Arap Yarımadası dışına hızla yayılmaya başladı. Farklı kültürlerle ve toplumlarla temas sağlandı. İki büyük komşu ülke Sasanî ve Bizans’a yapılan seferler bu sonucu doğurdu. Bu hızlı fetih hareketleri Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk yıllarında da devam etti. Ama Hz. Osman’ın hilâfetinin son yılları Müslüman toplumun birlik ve beraberliğinin yok olduğu ve fitnelerin, ayrılığın ortaya çıktığı dönem oldu.

Müslüman toplumun bu şartlar altında din ve siyaset birlikteliği anlayışından, siyasetin dine nazaran ilk plana geçtiği anlayışına doğru yön değiştirdiğini, yani sosyal değişmeye maruz kaldığını görüyoruz. İslâm toplumundaki bu değişim sürecinde Hz. Ali’yi klasik dönemin son temsilcisi, Muâviye ’yi de yeni dönemin ilk temsilcisi olarak görebiliriz. Çünkü Muâviye ve onun mensubu olduğu Emevî ailesi İslâm toplumundaki bu değişimi hızlandıran yegane faktör olmuştur. Bu değişmede hızlı fetih hareketlerinin getirdiği zenginlik ve refahı da göz ardı edemeyiz. Muâviye de bu değişimi kendisi şu şekilde ifade etmektedir: “Ben hükümdarların ilki, halifelerin sonuncusuyum.”[185]

Emevî devletinin kuruluş devrinde yani Muâviye ’nin döneminde sosyal yapı ile siyasî yapı arasındaki ilişki asabiyet kavramı ile açıklanabilir. İbn Haldun’a göre asabiyetin gerçekleştirmek istediği hedef “mülk”tür. Kabilenin koruma, savunma ve sorumluluk gibi ortaklaşa gerçekleştirebileceği işler asabiyet sayesinde olur. Bu asabiyetle insanları otoritesine itaat ettiren birinin bulunması zorunludur. İşte bu itaat ettirme “mülk”tür. Mülk riyasetten daha ileri seviyededir. Çünkü riyaset bir liderliktir. Bunun sahibi itaat edilen biridir, ancak onun otoritesi kararlarını zorla uygulatacak güce sahip değildir. Mülk ise itaat ettirme ve kararları zorla uygulatmadır. Asabiyet sahibi, belli bir seviyeye geldikten sonra onun daha üstünü ister. Liderlik ve itaat edilme derecesine ulaşıp itaat ettirme ve kararlarını uygulatmaya yol bulursa bunu bırakmaz. Çünkü insan nefsi bunu arzulamaktadır, asabiyet bunda etkilidir. Mülk biçimindeki itaat ettirme asabiyetin gayesidir. Her ne kadar bir kabilenin bünyesinde başka aileler varsa da bütün bunların üstünde bir asabiyetin bulunması zorunludur, yoksa ayrılık ve çekişme olur. Bu asabiyetle kavmine tam hakim olması gerçekleşince, başka bir asabiyet ehline hakim olmak ister. Mülk asabiyetin gayesidir. Gayesine ulaşınca kabile için çağın durumuna göre tek başına hakimiyet kurmakta veya yardımcı unsur olmaktadır. Eğer bazı engeller bu gayeye erişmesini engellerse, uygun zamana kadar durumunu böylece sürdürmektedir.[186]

Hz. Osman’ın son dönemlerinde kabile asabiyetine yöneliş ile İslâmî yaşayışa yöneliş arasında ortaya çıkan mücadelede kabile asabiyetine yöneliş galip geldi. İslâm, Arapların cahiliye devrindeki asabiyetinin olumsuz yönlerini tanımadı. Ama nübüvvet nurundan uzaklaştıkça bu eski bağ her yönüyle yeniden gün ışığına çıktı. Emevî devleti işte bu bağ üzerine kuruldu. Devletin kurucusu Hz. Mûaviye Ümeyye ailesine mensuptu. İktidarını sürdürürken bu aile yanında kendilerinden kız aldığı Kelb kabilesine ve diğer Sûriyelilere dayandı.[187]

Muâviye , Yezîd’in annesi, Kelb kabilesinin Benî Behdel koluna mensup olan hanımı Meysûn vasıtasıyla Kelb kabilesi ile akrabalık bağı tesis etmişti. Hz. Osman’ın hanımı Naile de aynı kabileye mensuptu. Hz. Ali ile giriştiği iktidar mücadelesinde Kelb kabilesi ve Şam’daki diğer kabileler onun mücadeleden başarı ile çıkmasına vesile oldular.[188]

Halife olduktan sonra da ona kesin bir itaat içinde olan Şam askerleri iç siyasetin şekillenmesinde önemli rol oynamışlardır. Muâviye gerek kendi iktidarını emniyet altına almak, gerekse İslâm devletinin sınırlarını genişletmek için Şam askerlerine güvenmişti.

Muâviye gücünü Şam unsuruna dayandırırken orada ikamet eden Kays ve Kelb kabilelerinin arasında da tam bir denge politikası izlemiştir. Bu iki kabilede ona tam teslimiyet içinde olmuşlardır. Muâviye bu iki kabile arasında baş gösterecek bir çekişmenin kendi iktidarını sarsacağının bilincindeydi. Daha önce belirttiğimiz gibi Kelb kabilesine mensup bir kadınla evlenmesine rağmen Kaysîlerden de önemli mevkîlere getirdiği kişiler olmuştu. Akrabalık bağlarından dolayı kendilerine üstün bir konum atfeden Kelbîler, Kaysîleri Şam dışına süreceklerini dillendirmeye başlayınca, Muâviye dört bin Kayslıya bir defada maaş vermiş, dolayısıyla Kelbîlere, onlara kendisinden dolayı üstünlük kurmalarına izin vermeyeceğini göstermişti. Ayrıca Kayslıları kara seferinde görevlendirirken, ceza olarak Kelblileri daha tehlikeli olan deniz seferlerine göndermişti.[189]

Sûriye’deki kabileler için muntazam bir devlet müessesesi, askerî ve siyasî disiplin yeni uygulanan unsurlar değildi. Daha önce idaresi altında oldukları Bizans’ta bu devlet yapısına alışıktılar. Eski alışık oldukları itaati şimdi Muâviye ’ye çevirmişlerdi. Hakimiyeti, itaati onlara zorla öğretmek icap etmedi. Emirlerinin onları götürdüğü yere itiraz etmeden gidiyor ve itaat ediyorlardı.[190]

Muâviye ’nin yaklaşık yirmi yıl süren valiliği dolayısıyla oradaki halk kendisine çok bağlıydı. Bu bağlılık onun halifeliği döneminde de devam etti. Muâviye Sıffîn’de ordusunu denetlerken Amr b. el-Âs’a “Bunları nasıl görüyorsun.” diyerek Sûriyeliler’in durumunu sormuştu. Amr b. el-Âs ona şu cevabı verdi: “Ey Mü’minlerin Emiri! İnsanları din ve dünya esaslarına göre idare edenleri gördüm. Yönetenlerine bağlanışı açısından bunların sana gösterdiği bağlılığa muhatap olanı görmedim.”[191] Bizzat Muâviye Sûriyeliler’in kendisine olan bağlılığını, Iraklılar’ın Hz. Ali’ye gösterdikleri bağlılıkla mukayese ederek şöyle demiştir: “Ali’ye karşı dört hususta daha öndeydim. O herşeyi açıktan yapan birisiydi; ben ise sırrını çok saklayan biriyim. O ihtilaf açısından en çetin ordunun başındaydı; ben ise en itaatkâr ve ihtilafın en az olduğu ordunun başındaydım. Cemel ashâbıyla karşılaştı, eğer onlara karşı zafer elde ederse, bunun onun gücünü zayıflatacağını, eğer Cemel ashâbı kazanırsa, onların bana karşı Ali’den daha güçsüz olduklarını düşündüm. Ben Kureyş’e Ali’den daha sevimli geliyordum. Ondan kaçıp da bana gelenlere ne mutlu!”[192]

Muâviye b. Ebî Süfyan iç siyasetinin bütün kabileleri kuşatıcı bir çizgide olmasına özen göstermişti. O, Emevî ailesinin bir mensubu olarak Hz. Osman’ın yaptığı gibi devlet yönetiminde, idarî kadroların tamamına Benî Ümeyye’yi getirme uygulamasını kesinlikle takip etmemişti.

Mervan b. Hakem 41/661 yılında Medine’ye tayin edilmiş,[193] daha sonra 48/668 yılında azledilerek yerine Said b. el-Âs göreve getirilmiş,[194] o da 54/674 yılında görevden alınmış, yerine tekrar Mervan tayin edilmişti.[195] Mervan’da azledilerek yerine 57/667 yılında Velid b. Utbe b. Ebî Süfyan tayin olmuştu.[196] Abdullah b. Âmir 41/661yılında Basra valisi olmuş[197] 45/665 yılında ise görevden alınmıştı[198]. Görüldüğü gibi Muâviye , Benî Ümeyye mensuplarını valiliklere getirmekle birlikte uzun süre bu görevlerde durmalarını engellemiş, idarede Emevî etkisini en alt düzeyde tutmaya özen göstermişti.[199]

Muâviye yönetimi süresince genel olarak Ümeyye ailesi fertlerini Hicaz (Mekke- Medine-Taif) idaresinde istihdam etmişti. Muâviye , Benî Ümeyye’den bir kimseyi yönetici olarak tayin edeceği zaman o kimseyi önce Taife, orada başarılı olursa Taif’le birlikte Mekke’ye, eğer bu ikisinin yönetiminde de başarılı olursa Taif, Mekke ve Medine’nin idaresini ona verirdi. Muâviye Taif’de yöneticiliği acemilik dönemi, Mekke ile birlikte kalfalık dönemi, Taif, Mekke ve Medine’de yöneticiliği ustalık dönemi olarak görüyordu.[200]

Bu şehirler Kûfe ve Basra gibi şehirlerin kurulmasıyla birlikte siyasî ağırlıklarını yitirmişler, kutsak ve sembolik merkezler haline gelmişlerdi. Bu sebeple Muâviye dinî bir merkez olan Hicaz’ın idaresini kendi ailesine bırakıyordu. Muâviye ’nin bütün hac emirlerini kendi ailesinden seçmesi onun Benî Ümeyye’yi yönetimde sembolik olarak istihdam ettiği görüşünü teyid eder niteliktedir.[201]

Muâviye yönetime getirdiği Benî Ümeyye’den bir kimsenin Hicaz gibi siyasî etkinliği alt düzeyde olan eyalette dahi politik güç kazanmalarını istememiş, ailesinden bir şahsı uzun süre bir görevde tutmamıştı. Mesela Mervan’ı ilk olarak Medine’ye vali olarak atamış, sekiz yıl sonra onu azlederek yerine Said b. el-Âs’ı tayin etmişti. Burada sekiz yıl görev yapan Said’i azlederek yerine tekrar Mervan’ı göreve getirmiş, dört yıl sonra da Mervan’ı ikinci kez azlederek yerine Velid b. Ukbe b. Ebî Süfyan’ı getirmişti. Muâviye kendi ailesinden Hicaz’a tayin ettiği valileri sık sık değiştirmekle kalmayı, ayrıca birbirlerine düşürerek onların yönetimde kendisine alternatif olmalarına izin vermemişti.[202]

Muâviye halifeliğin başlangıcında Mısır’ın idaresini Amr b. el-Âs’a, Hicaz’ı Benî Ümeyye’nin farklı kollarına, Şam bölgesini destekçileri olan Sûriyeli kabilelere, Irak’ı da Sakîfliler’in kontrolüne vermiş, böylece Araplar arasında kollektif bir idarî yapı oluşturmaya çalışmıştı. Muâviye ’nin hilâfeti sırasında, yönetimde önemli görevlere getirdiği Sakîfliler[203] onun gücünün ve idaresinin temsilcisi oldular.

Muâviye ’nin kazandığı başarının büyük bir kısmı bizzat kendisi tarafından etrafında toplanan siyasî dehâlarla bağlantılıdır. İç siyasetin şekillenmesinde ve idaresinde bunlar büyük rol oynamışlardır. Bilhassa başından beri mücadelede yanından ayrılmayan Mısır valisi Amr b. el-Âs, çalkantılı bir şehir olan Kûfe’nin valisi Muğîre b. Şu’be ve durumlarından hiç de memnuniyet getirmeyen insanlarla dolu Basra idarecisi Ziyad b. Ebîh. Bu üç devlet adamı liderleri Muâviye ile birlikte İslâm-Arap iktidarının siyasî dehâsını teşkil ederler.[204]

Görüldüğü üzere Muâviye yönetiminin dinamiklerini işinin ehli ve siyasî dehalardan oluşturmaktaydı. Hicaz gibi çok zengin olmayan ve karışıklığı az olan ama dinî merkez olan bölgeleri kendi ailesine tahsis ederken, Kûfe ve Basra gibi karışıklıkların bol olduğu bölgelere Sakîf kabilesi mensuplarını görevlendirmişti. Mısır’da ise hilâfet mücadelesinde her zaman yanında olan Amr b. el-Âs hüküm sürmekteydi.

Muâviye ’nin siyasî hayatını üzerine bina ettiği prensiplerinden birisi parasının iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın yettiği yerde kırbaca, kırbacın yettiği yerde kılıca gerek olmadığı, eğer çaresiz kalırsa kılıca başvurmak gerektiği idi.[205] Muâviye ’nin meseleye bu açıdan bakması, insanları yönetmede her yolu çare olarak görmesi, çevresinde menfaatkâr ama iş gören bir zümrenin oluşmasına sebep oldu. Öyle ki Hristiyan asıllı Sarcunî ailesinin iş sahasındaki tecrübelerinden faydalanarak mâli teşkilatı düzene koymuştu. Bu mâli ıslahat ona ordusunun bakımını, amme hizmetlerinin yerine getirilmesini ve takip ettiği iç siyasetin başarısına yarayacak gücü vermişti.[206]

İsyan Ve Ayaklanmalar

Muâviye halife olduğunda İslâm toplumu üç gruba ayrılmıştı. Muâviye taraftarları, Hz. Ali taraftarları ve Hâricîler.

Muâviye ’yi daha halifeliğinin başında uğraştırmaya başlayan Hâricîler, onun halifeliğinde bir çok kez ayaklanmaya teşebbüs ettiler. Hâricîler, Muâviye idaresine genelde küçük gruplar halinde isyan etmişlerdi. Bu isyanlara katılan topluluğun sayısı en fazla üç yüz ile beş yüz kişi, en az ise otuz ile yetmiş kişi arasında değişiyordu.[207]

Hâricîlerin Hz. Ali’ye de isyan girişimlerinde bulunmaları ve onu suikast sonucu öldürmeleri, Muâviye ’nin bu durumu kendi lehine çevirmesine sebep oldu. Hz. Ali taraftarlarının intikam hissini çok iyi değerlendiren Muâviye , Hâricî isyanlarının bastırılmasında onlardan sonuna kadar yararlandı. Hz. Ali taraftarları da imamlarını öldüren bu kimselerle savaşmada çekinmeden görev almışlardı.[208] Bu ortak düşman iki taraf arasında siyasî bir yumuşamayı da beraberinde getirmişti.

Muâviye halife olduktan hemen sonra Hâricîlerin başkaldırısı ile karşı karşıya kalmıştı. Hz. Hasan ve Muâviye ’nin anlaşmasından sonra Hz. Ali’nin Nehrevan’da affettiği beş yüz kadar Hâricî, Muâviye ’nin kamp kurduğu Nuhayla mevkînin yakınına yerleştiler. Muâviye , Hâricîlerin üstüne Şamlılardan oluşan ve sayıca çok üstün bir kuvvet gönderdi. Fakat Şam ordusu Ferve b. Nevfel el-Eşcaî komutasındaki Hâricîler karşısında mağlup oldular. Muâviye bu yenilgi üzerine Kûfelilere “Bu aşırılarınızın işini halletmedikçe sizin için benim yanımda rızık ve eman yoktur.” diyerek Irak’tan neş’et eden bu akımın yine Iraklılarca bertaraf edilmesini istemişti. Muâviye ’nin verdiği bu görevi kabul eden Hz. Ali taraftarlarının bu tavrı Hâricîler tarafından hayret ve öfkeyle karşılandı. Onlar Bu düşmanlığa bir anlam veremiyor ve iki tarafında düşmanı olan Muâviye ile aralarından çekilmeleri için onları ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu ikna çabaları bir işe yaramadı.[209] Muâviye’nin bu konuşması sonucu bazı kabileler Hâricîler arasındaki kendi mensuplarını geri çekmişlerdi. Hâricî lider Ferve b. Nevfel bunlar arasındaydı.[210] Hâricîler Ferve b. Nevfel’in yerine Abdullah b. Ebî’l-Havsa’yı lider olarak seçtiler. Ancak yeni liderleri Abdullah da dahil olmak üzere Hâricîlerin büyük çoğunluğu Kûfelilerce öldürüldüler.[211] Hâricîler tekrar toplanarak Havsere b. Vedda’yı lider seçip ayaklandılar. Bu isyan hareketi Abdullah b. Avf b. Ahmer tarafından bastırıldı.[212]

Muâviye Kûfe’ye vali olarak Muğîre b. Şu’be’yi bırakarak Şam’a geçti. Muğîre b. Şu’be’nin bütün hoşgörülü siyasetine rağmen isyanlar artarak devam etti. O fiiliyata geçmeyen her türlü düşünceyi serbest bırakıyordu. Buna rağmen daha önce kabilesi tarafından alıkonulan Ferve b. Nevfel, Kûfe yakınlarında taraftarlarıyla tekrar ayaklanmıştı. Bu ayaklanma sonucunda isyancılar öldürülmüştü.[213]

Şebib b. Becere el-Eşcaî’nin, Kûfe’de çoluk-çocuk demeden insanları öldürmesi ve ayaklanması aynı şekilde kanlı bir biçimde bastırılmıştı.[214] Hâricîlerin Kûfe’de işledikleri cinayetler yüzünden halkın can güvenliğinin kalmadığı, bu sebeple Hâricî görüşte olanların veya ayaklanma hazırlığında olanların ihbar edildiği rivâyet edilmektedir.[215]

Muğîre b. Şu’be döneminde Ebû Meryem, siyahî ve azatlı köle olan Ebû Leyla ve Müstevrid b. Alkame ile Muaz b. Cüveyn’in isyan hareketleri olmuş ve bu isyanlar bastırılmıştı. Hâricî isyanları zamanla Kûfe dışına taşmaya başlamış ve Basra’da Sehm b. Galib isyan etmiştir.[216]

45/665 yılında Abdullah b. Âmir Basra valiliğinden azledilerek yerine Ziyad b. Ebîh tayin edildi.[217] 50/670 yılında Muğîre b. Şu’be’nin vefatıyla Kûfe de Ziyad’a bağlandı.[218]

Ziyad’ın bu valilikleri esnasında en çok üzerinde durduğu husus Hâricîlerin devlet ve şehir halkı üzerinde tehlikeli olmaya başladıkları an ortadan kaldırılmaları olmuştur. Ziyad’ın emri Hâricîlerin öldürdükleri gibi öldürülmeleri, vazgeçenlerin ise para ile ödüllendirilmeleriydi.[219] Ziyad, Hâricîlerin Basralılar ve Kûfelilerce halledilmesini istiyor, aksi halde onlara maaşlarının kesileceğini söylüyordu. Bu tehdidin sonucu Basra’da ayaklanan Gureyb ve Zehhaf isimli Hâricîler Basralılarca öldürülmüştü.[220] 52/672 yılında Kûfe’de Ziyad b. Hırraş el-Iclî ve Tay kabilesinden Muaz isimli Hâricîlerin başlattıkları isyan bastırılmıştı.[221] 55/675 yılında valiliği üslenen Ubeydullah b. Ziyad da Hâricîlere aynı sertlikte davranmış, bütün isyanları kanlı bir şekilde bastırmıştı.[222] 58/678 yılında Tavaf b.

Allâk ve Evs b. Kaab daha sonra da Ebû Bilal Mirdas b. Udeyye taraftarları ile isyan etmişler, bu isyanlar onların öldürülmeleriyle bastırılmıştı.[223]

Muâviye döneminde Hâricî ayaklanmalarına tepki Muğîre b. Şu’be’nin görev yaptığı dönemde biraz daha ılımlı iken, Ziyad ve oğlu Ubeydullah döneminde sertleşmiş ve hiçbir ayaklanmaya müsamaha ile yaklaşılmamıştır.

Hz. Ali ve taraftarları ise imamlarının öldürülmesiyle savaş ve mücadelenin yorgunluğu ile bütün hislerini içlerinde taşıyarak Muâviye dönemine girmişlerdi. İlk tepki Hz. Hasan’ın idareyi Muâviye’ye devretmesiyle ortaya çıktı. Bu durum Hz. Ali’nin bazı taraftarlarınca hoş karşılanmadı ve bu konuda mücadeleden kaçtığı için Hz. Hasan’ı kınadılar. En sert tepkiyi de Basra’da Umran b. Eban göstermişti. Şehri ele geçirerek Hüseyin b. Ali’yi halife olarak başa geçmesi için çağırmıştı. Ancak bu isyan Busr b. Ebî Ertat tarafından etkisiz hale getirildi.[224]

Muâviye ’nin hilâfetinin başında karşılaştığı bir sorunda, Faris’te Hz. Ali adına direnen Ziyad b. Ebîh’di. Neticede Ziyad, Muğîre b. Şu’be’nin girişimleriyle Muâviye ’nin tarafına geçmiş ve onun kudretli valilerinden biri olmuştu. Basra ve Kûfe’nin idaresi kendisine verilmişti.[225] Hâricîlerin, kendileri karşısında duran Hz. Ali taraftarlarına duydukları hayret ve öfkeyi, Ziyad vali olunca ona karşı eski arkadaşlarının duymaları gayet normaldi.

Ziyad eski arkadaşlarını hal ve hareketlerinde dikkatli olmaları konusunda uyarmış, hatta onlardan bazılarını cezalandırmıştı. Ziyad’ın Hz. Ali taraftarlarından idam ettiği ilk kişi Evfâ b. Hısn’dır.[226] Ancak Hz. Ali taraftarı ile Muâviye tarafı arasındaki ilişkileri koparan Hucr b. Adiy’in öldürülmesi hadisesi olmuştur. Devlete karşı olmak, halifeye lanet okumak, arkadaşlarını harbe ve fitneye davet etmek gibi suçlardan dolayı Hucr ve arkadaşlarının öldürülmesi bir dönem yumuşamaya giden ilişkileri artık onarılamaz bir şekilde koparmıştı.[227] Muâviye gerek Hâricî ayaklanmalarından gerekse Hz. Ali taraftarlarının isyanlarından valileri sayesinde çok etkilenmeden yönetimini sürdürmüştü. Zaman zaman alınan sert önlemler insanları daha fazla isyana teşvik etse de bu durumdan taviz verilmemiştir.

Dış Siyaset ve Fetihler

Müslümanlar Hz. Ebû Bekir ile başlayıp Hz. Osman’ın hilâfetinin ortalarına kadar süren büyük bir fetih hareketi başlatmışlardı. Çok geniş bir coğrafya üzerine yayılan bu fetih hareketleri iç huzursuzlukların ortaya çıkması ve Müslümanların birbiriyle mücadele etmeleri sonucu kesintiye uğramış ve İslâm dünyası tekrar içe dönük bir yapıya bürünmüştü.

Muâviye b. Ebî Süfyan, Hz. Ali ile girdiği iktidar mücadelesinden başarı ile çıktıktan ve Hz. Hasan’ın kendisine biat etmesinden sonra duran fetih harekelerini yeniden başlattı. Sûriye bölgesi askerleri Bizans egemenliği altındaki Anadolu ve Ermenistan topraklarına, Irak bölgesi askerleri genelde Horasan topraklarına, Mısır’daki askerî birlikler de Kuzeybatı Afrika ve Afrika’nın içlerine olmak üzere üç koldan seferler düzenlenmişti.[228]

Sûriye fetihlerini başarı ile tamamlayan Müslümanlar, daha Muâviye ’nin Şam valiliği sırasında Bizans topraklarına fetih hareketleri düzenlemişlerdi. îç karışıklıkların başlaması ile Bizans tekrar bir tehdit unsuru olmuştu. Bizans’ın İslâm topraklarını tehdit etmekten bir rivâyette Muâviye’nin vergi vermeyi kabul etmesi sonucu[229] bir başka rivâyette ise Muâviye ’nin Hz. Ali ile birleşip üzerlerine yürümekle tehdit etmesi sonucu vazgeçtikleri belirtilir.[230]

Müslümanlar, birlikteliği sağladıktan sonra Bizans üzerine ilk seferi 42/662 yılında gerçekleştirdiler. Anadolu ve Ermenistan’da Müslümanlar, Ermenî ve Rumlara karşı büyük başarılar kazandılar. Bu yılda başlayan fetih hareketleri her sene tekrarlanır hale gelmişti.[231]

43/663 yılında Busr b. Ebî Ertat komutasındaki ordu İstanbul’a kadar ulaşmıştı.[232] 44- 45/664-665 yıllarında Abdurrahman b. Halid b. Velid komutasındaki ordu Bizans topraklarına girmiş ve burada fetih hareketlerine devam etmişti.[233] 46/666 yılında Mâlik b. Hubeyre, 47- 50/667-670 yıllarında Mâlik b. Hubeyre, Abdurrahman el-Ğaynî, Abdullah b. Kays el-Fezarî, Fudale b. Ubeyd, Abdullah b. Mes’ade, Abdullah b. Kürz, Yezîd b. Şecere gibi komutanlar buradaki fetih hareketlerini yönetmişlerdir.[234]

49-50/669-670 yılında Süfyan b. Avf el-Ezdî komutasında İstanbul’a gönderilen orduda Yezîd b. Muâviye’nin yanında Ebû Eyyûb el-Ensârî başta olmak üzere birçok sahabe ve sahabe çocukları yer almışlardı. Rumlarla şiddetli çarpışmalar olmasına rağmen açlık ve hastalığın Müslümanları olumsuz yönde etkilemesi onları bu seferi yarıda bırakmaya zorlamıştı.[235]

52/672 yılında İslâm donanması Tarsus, Rodos adası ve İzmir’i ele geçirmişti.[236] 54- 60/674-680 yılları arasında da devam eden bu fetih hareketleri çerçevesinde Müslümanlar, Anadolu’ya hem karadan hem de denizden seferler düzenlemişlerdi. Muhammed b. Malik, Maan b. Yezîd es-Sülemî, Malik b. Abdullah, Amr b. Muhriz, Abdullah b. Kays, Yezîd b. Şecere, Amr b. Murre el-Cühenî bu süre zarfında Anadolu’da fetih hareketlerinde bulunan komutanlar olarak yaz ve kış seferlerinde görev yapmışlardı.[237]

Horasan ve Sind bölgesinin büyük bir kısmı Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk yıllarında fethedilmişti. Gerek Hz. Osman’ın son döneminde gerekse Hz. Ali’nin döneminde meydana gelen iç çekişmeler nedeniyle bu bölgedeki insanlar İslâm devleti ile aralarındaki anlaşmayı bozmuşlardı. Bu bölgede yeni fetih hareketinden çok fethedilen yerlerde tekrar itaatin sağlanması için mücadele verildi.[238]

Horasan ve Sind bölgeleri idarî bakımdan Basra’ya bağlı idiler. Muâviye’nin Basra valisi Abdullah b. Âmir’di.[239] Vali Abdullah, Abdurrahman b. Semure’yi Sicistan’a vali tayin etti. Abdurrahman 42/662 yılında Zabûlistan ve Kabil’e kadar olan bölgeyi fethetti. Abdurrahman Ziyad’ın Basra’ya vali tayin edilmesine kadar bu görevde kaldı.[240]

Bu bölgede 42/662 yılında Abdullah b. Âmir tarafından Horasan’a vali tayin edilen Kays b. el-Heysem, anlaşmalarını ihlal etmiş olan Beğadiş, Herat, Buşenc ve Belh şehirlerinin itaatini yeniden sağlamaya çalışmıştı.[241]

Bu bölgede karışıklıkların önlenmesi için Abdullah b. Âmir’in yerine vali tayin edilen Ziyad’a geniş yetkiler tanınmış, Horasan, Sicistan bir müddet sonra da Hind, Bahreyn ve Umman bölgeleri kendisine bağlanmıştı. Ziyad karışıklığın en çok olduğu Horasan bölgesini idarî açıdan dört bölgeye ayırarak yönetimini kolaylaştırdı. Bu düzenlemeden sonra bölgesel valilerin itaat edecekleri genel vali olarak Hakem b. Amr’ı atadı. Genel vali Hakem Toharistan’da birçok fetihlerde bulundu.[242]

Hakem b. Amr’ın vefatıyla Ziyad, genel valiliğe Rebî b. Ziyad’ı getirdi. Rebî, Kuhistan’ı fethetmiş, sonra da Ceyhun nehrini geçerek karşı yakada fetih hareketlerinde bulunan ilk kişi olmuştu.[243]

Ziyad ve Rebî’nin vefatıyla Horasan bölgesine Ubeydullah b. Ziyad atandı. Ubeydullah burada Buhara’ya bağlı Beykend ve Ramisîn’i fethetti. Burada Türkler’le mücadele etti.[244] Burada başarılı olan Ubeydullah Basra valiliğine atanınca Horasan valiliğine Said b. Osman b. Affan atandı. Onun zamanında Buhara ve Semerkand üzerine seferler düzenlendi.[245] Said’in azledilmesinden sonra bu bölgeye Abdurrahman b. Ziyad tayin edildi. Muâviye ’nin vefatına kadar bu görevde kalmasına rağmen kayda değer bir fetih hareketinde bulunmadı.[246]

Kuzey Afrika fetihleri Mısır üzerinden yürütülmekteydi. Mısır valisi Amr b. el-Âs, onun vefatıyla göreve getirilen Utbe b. Ebî Süfyan ve daha sonra görev alan Amr’ın oğlu Abdullah zamanlarında önemli bir fetih hareketinde bulunulmamıştı. Bu dönemde Ukbe b. Nafi düzenlediği seferlerle Ifrikiye’de Godames’i ve Sudan topraklarının bir kısmını fethetmişti. Bu durum 47/667 yılında Muâviye b. Hudeyc’in Mısır valiliğine getirilmesine kadar devam etti. Muâviye b. Hudeyc ilk defa denizden Sicilya’ya sefer düzenleyen kimse unvanını aldı. Onun döneminde Ukbe b. Nafi Ifrikiye’de askerî amaçlı Kayravan şehrini inşa etti.[247]

50/670 yılında azledilen Muâviye b. Hudeyc’in yerine Mesleme b. Muhalled vali tayin edildi. Mısır, Mağrib, Berka, Ifrikiye ve Trablus’un tamamı kendisine bağlandı. Mesleme önemli fetihlerde bulunmuş Ukbe’yi görevden alarak yerine azatlısı Ebu’l-Muhâcir’i görevlendirmişti. Bu ikili Muâviye ’nin vefatına kadar görevde kalmışlardı.[248]

Mesleme vali olduktan sonra Mısır eski valisi Muâviye b. Hudeyc’i Mağrib bölgesinden Celula’ya, 54/674 yılında Halid b. Sabit el-Fehmî’yi yine Mağrib’e, 57/678 yılında da Hassan b. Numan el-Gassanî’yi Afrika’ya fethe göndermişti. 59/678 yılında Ifrikiye valisi Ebu’l- Muhâcir önce Kartaca şehrini sonra da Ifrikiye’nin en uç noktası olan Mile şehrini fethetmişti.[249]

Uzun bir aradan sonra Muâviye döneminde tekrar başlayan fetih hareketleri toplumun dikkatini fetihlere çevirmeyi başarmıştı. İç huzursuzluk ve ayaklanmalar biraz olsun bu sayede kesintiye uğratılmış oldu.

İKİNCİ BÖLÜM

MUÂVİYE BİN EBÎ SÜFYAN’A YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER

Muâviye b. Ebî Süfyan’ın Kişiliği Ve Hakkındaki Farklı Değerlendirmeler

Muâviye gerek Emevî ve gerekse Abbasî halifeleri içinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Kırk yıllık siyasî hayatında ciddi hiçbir hadise onun ilerlemesine engel olamamıştır. Hasan b. Ali’nin halifelikten çekilmesi üzerine rakipsiz ve İslâm kuvvetlerinin fethettiği topraklarda, fethedilen yerlerden hiçbirisini elden çıkarmadan hüküm sürmüş ve bu vasfı ile Abdülmelik, Mânsur ve Hârun el-Reşîd gibi kudretli halifeleri bile gölgede bırakmıştı.[250]

Bu siyasî başarısının altında onun yetişme tarzı yatmaktadır. Yetiştiği ilk çevre onu dinî inanç dışında, hayata tam olarak hazırlamıştı. Gençlik yıllarını, Kureyş’in riyaset makamına yükselen babası Ebû Süfyan’ın yanında tıpkı bir prens gibi geçirdiği muhakkaktır. Bunun yanında o, dönemin siyaset ve harp yoğunluğunun tam içinde yaşamış olması da onu hayata erken hazırlayan nedenlerden olmalıdır.

Gençliğinin ilk devresinde babasının Mekke liderliği ve nüfûzu sayesinde geniş imkanlara ve yetişme şansına sahip olan Muâviye , müslüman olduktan sonra da okuma- yazma bilmesi, yetenekli ve kabiliyetli olması sebebiyle de Hz. Peygamber’e yakın olmuş, onun yönetimini yakından izleme fırsatını bulmuştur. Bir yandan yeni hükümet sisteminin bütün müesseselerini öğrenirken diğer yandan sonradan birlikte çalışacağı Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer veya mücadele edeceği Hz. Ali gibi kimseleri yakından tanıma fırsatını bulmuştu. Bu iki cepheli yetişme tarzı genç yaştaki Muâviye’yi olumlu yönde etkilemiş, tecrübeler kazandırmış ve onu istikbal için hazırlamıştı.

Muâviye b. Ebî Süfyan’ın kardeşi Yezîd b. Ebî Süfyan’ın ölmesi üzerine yakınlarının “İnşallah Muâviye, Yezîd’in yerine geçer.” demeleri üzerine onlara verdiği cevapta Hind: “Muâviye gibi birisinin hiç kimseye halef olamayacağını, her taraftan Araplar toplansa ve o da içlerine salınsa, istediği şeyi elde ederek içlerinden yüz akı ile çıkacağını” belirtmişti.[251] Bu cevap onun Muâviye ’ye duyduğu güvenin bir göstergesi ve Muâviye ’nin kişiliğini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.

Muâviye ’nin akıllıca yumuşaklığı ve nefsine tam hakimiyetini ifade eden hilmi herkes tarafından onun en önemli özelliği olarak gösterilir ve onun bu özelliği takdir edilmektedir. Araplar bu vasıf ile gerçek idare adamlarını vasıflandırmak istemişler ve “Muâviye’nin hilmi” Araplar arasında darb-ı mesel olmuştur. Muâviye ’nin bu vasfını izzet-i nefsine yapılan anî hakaretlerde bile muhafaza ettiği söylenmektedir. Onun güler yüzü ve soğukkanlılığı en inatçı muhaliflerini bile zararsız hale getirebiliyordu. Tahsis ettiği maaşların ve cömertçe dağıttığı ihsanların neticesinde en inatçı muhaliflerini bile etkilemeyi ve elinde tutmayı başarmıştı. Yanında bulunanlar onun verdiği bazı ihsanların büyüklüğü karşısında hayretlerini ifade ettiklerinde “Bir harp bundan daha fazlasına mal olur.” demişti. Onun hilmine örnek olarak rivâyet edilen şu hadise gerçekten onun bu konudaki özelliğini ortaya koymaktadır. Bir adam Muâviye ’ye: “Sen çok halîmsin!” demişti. Muâviye ’de ona: “Ben herhangi bir kimsenin hatasının benim hilmimden daha büyük olmasından utanırım.” diye karşılık vermişti.[252]

Muâviye büyük bir belagat kabiliyetine, süratle karar verebilme kudretine, icat edici bir düşünceye ve icabı halinde hileden çekinmeyecek kadar geniş bir vicdana sahipti denilmektedir. Muâviye b. Ebî Süfyan, devrinin önde gelen beş Kureyşli hatibi arasında sayılmakta idi. “Dilim ile, Ziyad’ın kılıcı ile kazandığından daha fazla başarı elde ettim.”sözü onun bu özelliğinin en güzel örneğidir. Muâviye ’nin kırk yıllık siyasî ve idarî hayatını üzerine bina ettiği en önemli prensiplerinden birisi de, parasının iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın iş gördüğü yerde kırbaca, kırbacın iş gördüğü yerde kılıca gerek duymamıştır. Bütün bunlar yeterli olmazsa o zaman güce başvurmuştu.[253]

Lüzumsuz güç kullanımına karşı isteksiz, meseleleri zorla halletmeyecek kadar basiretli, fakat devletin menfaatleri söz konusu olunca hiçbir şeyi yapmaktan çekinmeyen bir yaratılışta idi. Kaynaklar onun cömertliğini, tebaasına yaptığı ihsanları, onların teveccühlerini elde etmeyi ve kalplerini kazanmasını takdir etmekten kendilerini alamazlar. Hakaretlere tahammül, idare hususunda metanet, insanlara mevkîlerine göre muamele ustalığı, halkın her bireyine saygı gösterme ve iltifat etme onun meziyetleri arasındaydı. İnsanlarla ilişkilerine son derece önem veren ve onu sağlam temeller üzerine oturtmaya çaba gösteren Muâviye , bu konudaki prensibini şu şekilde açıklar: “İnsanlarla kendi aramda ebediyen koparmadığım bir dostluk bağı vardır. Onlar ipi asıldıklarında (koparmaya çalıştıklarında) ben onu gevşetirim, onlar ipi gevşetirlerse ben onu asılırım.”[254]

Harp meydanlarında pek anlı-şanlı kahramanlığı olmamasına rağmen Muâviye , nadir yetişen bir diplomat, çevresini iyi tanıyan ve ileri görüşlü bir idareci ve siyasî mücadelelerden hep başarıyla ayrılmış bir politikacıydı. Muâviye insanların idaresinde yalnızca kuvvetin başarı sağlamayacağına inanıyordu. Halkın sevgisini kazanmaya çalışmak suretiyle kendisine bağlamayı tercih etmiş olması, “Dünyanın kılıçtan daha iyi olarak dil ile idare edileceğine” inanması, onun lehine kaydedilecek hususlardır. Bu düşüncesi onu, eyaletlerden ve büyük kabilelerden gelen heyetleri, onlara şahsen şikayet hakkı tanımak suretiyle sık sık fikirlerini almak ve idarî işlerde az da olsa iştirak ettirmek yolu ile kabule sevk etmiş idi. Hiçbir zaman tebaasının tenkitlerinden ve şairlerin hicivlerinden çekinmemişti. O: “Birer fiil haline gelmediği müddetçe kelimeler beni alâkadar etmez.” diyordu.[255]

Muâviye Hz. Peygamber’den hadisler rivâyet etmiş bir sahabedir. Sahihayn’da, müsned ve sünenlerde bulunan bu rivâyetlerin sayısı 163’e kadar ulaşır. Buharî ve Müslim bu hadislerden dördü üzerinde ittifak etmişlerdir. Ayrıca bu dört hadisten başka Buharî dört, Müslim ise beş hadisi kitaplarına almışlardır.[256]

Muâviye ’nin fizikî görünüşü ile ilgili kaynaklar ortak bir portre çizmezler. Onu asık suratlı, iri gözlü, sık sakallı, geniş göğüslü, büyük butlu ve kısa bacaklı olarak tasvir edenlerin yanında;[257] uzun boylu, beyaz tenli, yakışıklı olduğunu ve güldüğü zaman üst dudağının içi dışına döndüğünü rivâyet edenler de vardır.[258]

Tarihçi Mes’udî bir devlet adamı olarak Muâviye ’nin bir gününü nasıl geçirdiğini bize, bütün teferruatıyla anlatmaktadır: “Muâviye günde beş defa halkı dinlerdi. Sabah namazından sonra görevlilerden ülkenin durumuyla ilgili bilgiler alır, müteakiben Kur’an’dan bir cüz okurdu. Sonra da bir müddet odasına çekilir, ihtiyaçlarını giderir, dört rekat namaz kıldıktan sonra önemli görevlerde bulunan devlet memurlarını toplar, isteklerini alır, problemlerini dinler ve kendi görüşlerini belirtirdi. Bu kahvaltı esnasında da devam ederdi. Kahvaltı bitince odasına istirahata çekilirdi. İstirahatı bittikten sonra, camiye giderek kendisi için hazırlanmış iskemleye oturur, muhafızları yerlerini alınca isteyenlerin kendisine yaklaşmasını isterdi. Her türlü ihtiyaç sahipleri dertlerini anlatırlardı. Muâviye de gereklerinin yapılması için emir verir, ihtiyaç sahiplerini dinlemek günde beş defa tekrar edilirdi. Yatsı namazını kıldıktan sonra önemli memurlar, saray erkanı ve danışmanları tekrar Muâviye’nin yanına giderlerdi. Muâviye gecenin üçte birini memurlarıyla devlet işlerini görüşerek, diğer üçte birini de Arap ve Arap olmayan devlet başkanlarının siyasetlerini, tebaalarını idareleri, harpleri, hileleri gibi konularda anlatılanları dinleyerek geçirirdi. Sonra da mutfaktan gönderilen helva ve hamur tatlıları yenirdi. Muâviye gecenin son bölümünü ise uyku ile geçirirdi. Eğer uyku tutmazsa, sarayda görevi sadece kitap okumak veya ezbere tekrar etmek olan kişileri çağırır ve yeniden meliklerin hayatları, harpleri, siyasetleri gibi konuları onlardan dinlerdi. Sonra da yeni bir güne başlamak üzere sabah namazına giderdi.[259]

Abdullah b. Amr’ın Muâviye ile ilgili söylediği şu söz Muâviye’nin idareciliği hakkındaki kanaatlere örneklik teşkil eder. Abdullah: “Ben Muâviye’den daha iyi idareci görmedim.”demişti. “Ömer de dahil mi?” diye sorulunca o da: “Ömer ondan daha hayırlı idi. Muâviye ise ondan daha iyi idareci idi.” diye cevap vermişti.[260]

Muâviye b. Ebî Süfyan’a Yöneltilen Eleştiriler

Muâviye b. Ebî Süfyan valilikle birlikte yaklaşık kırk yıl süren idarecilik hayatında birçok icraatta bulunmuştu. Bu icraatların bir kısmı beğeni toplarken bir kısmı ise eleştirilere maruz kalmıştı. Özellikle Hasan el-Basrî’nin dile getirdiği şu dört hususta Muâviye eleştiriye tâbi tutulmaktadır:

Zor kullanarak [kan dökerek hile yaparak] hilâfeti ele geçirmesi.

Layık olmadığı ve kötü alışkanlıkları olduğu halde Yezîd’i halef tayin etmesi.

Peygamber’in hadisine rağmen Ziyad’ı nesebine katması.

Hucr b. Adiy’i öldürülmesi.[261]

Araştırmamızın bu safhasında Muâviye b. Ebî Süfyan’a yöneltilen eleştirileri tarihî kaynaklardaki rivâyetler ışığında aktarmaya çalışacağız.

Hilâfeti Zor Kullanarak Ele Geçirmesi

Hz. Osman döneminin ilk yılları normal bir şekilde giderken birden işler değişmeye başlamıştı. Hz. Osman hilâfetinin son yıllarında gerek yumuşak huylu olması gerekse akrabalarına düşkünlüğü sebebiyle eleştirilere maruz kalmıştı. Hz. Osman’ın valileri yaptıkları bazı yanlış icraat sonucunda tenkit edilmeye başlanmış ve bu hoşnutsuzluk toplumun geneline yayılmıştı. Neticede Hz. Osman evinde muhtelif şehirlerden gelen isyancılar tarafından şehid edilmişti.

Hz. Ali ve Muâviye karşılıklı olarak bu konuda birbirini suçlamışlardır. Muâviye ’nin göndermiş olduğu birliklerin yolda halifenin ölüm haberi ile geri döndükleri rivâyet edilir.[262] Bu durum Muâviye ’nin elinde imkan olmasına rağmen muhasara edildiği esnada Hz. Osman’a yardımcı olmadığı şeklinde yorumlanmış ve Muâviye ’nin Hz. Osman’ın dirisinden ziyade, ölüsünde istifade yoluna gittiği, çünkü yaşlı halifenin yatağında ölmesi ile muhalifleri tarafından öldürülmesi çok farklı sonuçlara yol açacak iki husus olup, Hz. Osman’ın öldürülmesi, Muâviye ’yi ve Ümeyyeoğullarını daha haklı bir konuma getirmeye veya kendi iktidar davalarını sürdürebilmeleri amacıyla bir bahane oluşturmaya yeteceği iddia edilmiştir.[263]

Ümeyyeoğulları, Hz. Osman’ın isyancılar tarafından öldürülmesi neticesinde başta Hz. Ali olmak üzere Medine’de bulunanları sorumlu tuttular. Muâviye de muhalefetinin temeline bu iddiayı yerleştirdi. Hz. Osman, Muâviye ’nin asker gönderme teklifini reddettiği gibi Medine’de bulunan ve yardımcı olarak gelen ashâbı da geri çevirdiği, hatta Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in babalarının isteği ile gittikleri Hz. Osman’ın evinden onun isteği ile geri döndükleri rivâyet edilir.[264]

Hz. Ali’nin aralarında Hz. Osman’ın katillerinin de bulunduğu isyancılar tarafından Medinelilere yapılan baskı sonucu halife seçilmesi ileride iktidarının meşrûiyeti meselesinde gündeme getirilmesine neden oldu. Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in kendilerinin de kılıç zoruyla biat ettiklerini söylemeleri bu meşrûiyeti daha da tartışılır hala getirdi.

Hz. Ali halife olunca İbn Abbas ve Muğîre’nin tavsiyelerini dinlemeyerek Hz. Osman’ın bütün valilerini azletti. Bu durum Muâviye ile iktidar mücadelesinin başlangıcı oldu. Hz. Ali’nin kendisine biat etme teklifini Şamlıların ileri gelenleri ile istişare edip reddetti. Hz. Osman’ın Kelb kabilesine mensup eşi Nâile onun kanlı gömleğini Şam’a gönderdi. Şam’da Hz. Osman’ın kanını talep eden büyük bir kitle oluştu.

Muâviye aralarındaki akrabalık bağına dayanarak Hz. Osman’ın kanını talep ederken bu görüşünü, “Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin. Kim ki haksız yere öldürülürse, onun velisine (hakkını alması için) yetki verdik. (Fakat o da) Öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü kendisine yardım edilmiş(yetki verilmiş)tir.”[265] âyetine dayandırıyordu. Konum itibariyle akrabaları arasında bu hakkı talep edecek gücü kendisinde görüyordu.

Hz. Ali ve Muâviye  arasında yazışmalar uzun süre devam etti. Muâviye  Benî Abs’tan Kubeysa adında biriyle “Muaviye’den Ali’ye” yazısının bulunduğu boş bir mektubu Hz. Ali’ye gönderdi. Bu boş mektubu gören herkes Muâviye ’nin Hz. Ali’ye itaat etmeyeceğini anladılar. Elçi Hz. Ali’ye “ Ben geldiğim yerde kısastan başka bir şeye razı olmayan bir topluluk bıraktım geldim.” deyince, Hz. Ali “Hangi kısas?” diye sordu. Elçi Şam’daki durumu anlattı ve oradaki halkın Hz. Osman’ın kanının bedelini talep ettiğini başka bir şey kabul etmeyeceklerinin bildirdi. Hz. Ali’nin “Ben Osman’a yardımcı olmadım mı?

Allah’ım ben Osman’ın kanına bulaşmadım.” sözü kendisine haber verilen Muâviye “Ali Osman’ı öldürmediğini söylüyor, biz onun bu sözünü reddetmiyoruz. Öyle ise Osman’ı öldürenleri bize versin, onları biz öldürelim.” diyerek bu konudaki ısrarını sürdürdü.[266]

Muâviye b. Ebî Süfyan, Şamlıların tam desteğini alarak Hz. Osman’ın velisi olduğu öne sürerek onun kanını talep ediyor ve katillerin bulunup cezalandırılmasını istiyordu.

Hz. Ali ise bu işte acele edilmemesini, kısası alabilmek için insanların toplanmasını ve ittifakın sağlanmasını bekliyordu. İsyancıların ve onların aşiretlerinin sayıca çokluğunu ve bunların kendi ordusu içine karıştığını, bu esnada kalkıp onlardan Hz. Osman’ın kanını istemenin durumu daha da kötüleştireceğini söylüyordu. Ona biat edildiği vakit Medine zaten isyancıların kontrolündeydi. İsyancıların onun ordusu içinde yer alması Hz. Ali’nin onlarla birlikte hareket ettiği ithamını beraberinde getirdi. Aslında Hz. Ali onları bertaraf etmek için fırsat kolluyordu. Nitekim Cemel topluluğuyla anlaşmak üzere olduğu zaman ordusu içinde bulunan Hz. Osman’ın katillerinden berî olduğunu ilan etti.[267]

Hz. Ali’nin bu tavrına rağmen pratikte her hangi bir faaliyetin gerçekleşmemesi Hz. Ali’ye olan muhalefeti devam ettirdi. Tarihe Cemel olayı olarak geçen hadise Muâviye ’yi muhalefetinde güçlendirdi. Hz. Ali’ye olan muhalefetinde kendisine çok güçlü dayanaklar bulmuştu.

İki taraf arasında karşılıklı olarak elçiler gidip gelmekteydi. Elçiler vasıtasıyla Muâviye , Hz. Ali’nin idareyi tanıması ve biat etmesi isteğine “ Sen Muhâcirleri Osman’ın katli için tahrik ettin, Ensârı da ona yardımdan alıkoydun. Cahiller sana uydu, seninle kuvvet buldular. Fakat Şamlılar Osman’ın katillerini bize teslim edinceye kadar seninle savaşmaya karar verdiler. Eğer onları bize teslim edersen hilâfet meselesi de şûraya havale edilir.” diye cevap veriyordu. Hz. Ali ise onun bu isteğine “ Osman’ın oğulları varken sana ne oluyor, onlar bu işe senden daha evlâdır. Eğer Osman’ın kanını talep etmede ben daha kuvvetliyim diyorsan, o zaman önce biat ederek meşru hükümeti tanı, sonra ben gereğine bakarım.” diye karşılık veriyordu.[268] Muâviye Hz. Osman’ın öldürüldüğü ilk günlerde Hz. Ali’nin biat isteğini reddediyordu. Bu muhalefetinin sebebini de Hz. Osman’ın kanını talep etmeye bağlıyordu. Hilâfet meselesini gündeme getirmiyordu. Ama görüldüğü üzere Cemel savaşı sonrasındaki yazışmalarda artık Hz. Ali’nin hilâfetini tanımadığını açıkça ortaya koyuyor ve hilâfetin şûraya havale edilmesini istiyordu.

İki taraf arasındaki mücadele Sıffîn’de karşı karşıya gelmelerine sebep oldu. Savaşa başlamadan önce aralarında meydana gelen yazışmalar ve gidip gelen elçiler mücadelenin hangi temele dayadığını göstermesi açısında önemlidir.

Savaş başlamadan önce Ebû Derda ve Ebû Ümame Muâviye’nin yanına gelerek şöyle dediler: “Ey Muâviye! Bu adamla niye savaşıyorsun. Allah’a yemin ederiz ki, o senden de senin babandan da daha evvel İslâm’a girmiştir. Rasûlüllah’a senden daha yakındır. Halifeliğe senden daha layıktır.” Muâviye onlara şöyle cevap verdi: “Ben Osman’ın intikamı için onunla savaşıyorum. O, Osman’ın katillerini barındırdı. Gidin ona deyin ki: Osman’ın katillerinden bizim için intikam alsın, onlara kısas uygulasın. Böyle yaptığı takdirde Şamlılardan ona ilk biat eden ben olacağım.” Ebû Derda ve Ebû Ümame Hz. Ali’nin yanına gelerek Muâviye ’nin söylediklerini ona aktardılar. Hz. Ali de onlara şöyle dedi: “Şu etrafımda gördüğünüz adamların hepsi Osman’ın katilleridir.” Hz. Ali’nin böyle demesi üzerine büyük bir topluluk ortaya çıkarak: “Biz Osman’ın katilleriyiz. Varsa, isteyen karşımıza çıksın.” dediler. Bunun üzerine Ebû Derda ve Ebû Ümame oradan ayrıldılar ve savaşa şahit olmadılar.[269] Bu rivayet Hz. Ali’yi Hz. Osman’ın katilleriyle aynı safta göstermekte ve onları desteklediği intibaını vermektedir. Bu rivayetin Hz. Ali’yi haksız çıkarmak için öne sürülmüş olduğu kanaatindeyiz.

Hz. Ali, Beşir b. Amr el-Ensarî, Said b. Kay s el-Hamedanî ve Şebes b. Rebî’yi Muâviye’nin yanına elçi olarak gönderdi. Bunlar Muâviye ’nin yanına gittiklerinde Beşir b. Amr ona şöyle demişti: “Ey Muâviye! Bilmiş ol ki bu dünyan kaybolup gidecektir ve sen ahirete yöneleceksin. Bil ki Yüce Allah seni dünyada yaptıklarından dolayı sorguya çekecek, bu yüzden ya mükafatlandıracak, ya da cezalandıracak. Sana şunu hatırlatayım ki, sakın bu müslüman cemaatin arasına ayrılık sokup, bu ümmetin kanını heder etmeyesin.” Muâviye ona şunu sordu: “Sen kendi adamına bunları tavsiye ettin mi?” Beşir b. Amr da “Benim adamım senin gibi değildir. O gerçekten iyilik konusunda bu işe daha layık olması yanında, fazilet, dine bağlılık ve İslâm’a ilk girenlerden olmak ve Rasûllüllah’a olan yakınlık bakımlarından da daha üstündür ve bu iş onun hakkıdır.” diye cevap verince Muâviye “Peki Ali ne istiyor?” diye sordu. Beşir b. Amr cevaben “Allah’tan korkmanı sana tavsiye edip amcanın oğluna icabet ederek ona biat etmeni ve Hakk’a yönelmeni istiyor ki bu senin dinin ve ahiretin için mutlaka daha hayırlıdır.” dedi. Muâviye “Peki bizler böyle yapıp da Affan’ın oğlunun kanını terk mi edelim? Hayır, vallahi ben bunu kesinlikle yapacak değilim.” diyerek bu teklife itiraz etti. [270]

Bunun üzerine Şebes b. Rebî “Ey Muâviye! Vallahi istediğin bizim için gizli kapaklı bir şey değildir. Onları kendine çekip hevâ ve hevesleriyle meylettirmen ve itaat ettirebilmen şu sözleri tekrarlayıp durmanla mümkün olmaktadır. Sen yanındakilere şöyle diyorsun: Sizin imamınız haksız yere öldürüldü, biz de onun kanını talep ediyoruz.” İşte bu sözlerin üzerine bir sürü isyancı sana uyuyor ve bu davetine katılıyor. Senin bugün istemiş olduğun noktaya gelebilmek için Hz. Osman’a yardım etmekte geciktiğini, onun öldürülmesine rıza gösterdiğini ve bunu arzuladığını iyi biliyoruz. Umulur ki bir kimse ile istemiş olduğu şey arasına Yüce Allah girer ve onu istediğine ulaştırmaz ve olabilir ki Yüce Allah bir gayeye ulaşmak isteyen kimseyi daha da ileri bir noktaya ulaştırır, muvaffak kılar. Vallahi bu yaptıklarının hiçbirisinde de hayır olmayacaktır. Vallahi umduğun konularda eğer hataya düşecek olursan bugün Arapların en kötü insanı olarak tanınacaksın. Temenni ettiğin şeye ulaşabilmen ancak cehennem ateşine atılmanla mümkün olabilecek. Allah’tan kork Muâviye! İşe layık olan ile çekişme Şu an istediğin şeyden vazgeç ve bu konuda ayrılıklar çıkarıp ümmetin arasına tefrika sokma.” deyince Muâviye “Her şeyden evvel benim burada gördüğüm husus, kavminin efendisi ve son derece şerefli ve üstün olan bir adamın sözünü kesip haberli olmadığın bir konuya girmen ve bilmediğin bir hususta sözler söylemendir. Ey kaba bedevî! Sen bilmediğin bir konuda yalan söyledin ve anlattığın her konuda da bir sürü yalanlar uydurdun. Çek git yanımdan. Artık aramızda kılıçtan başka hiçbir şey olmayacaktır.” diyerek heyeti yanından gönderdi.[271] Bu başarısız uzlaşma girişiminden sonra Sıffîn savaşı başladı. Savaş mübareze tarzında küçük grupların çarpışması şeklinde devam ediyordu. Savaş bir süre sonra durarak tekrar barış görüşmelerine başlandı.

Hz. Ali, Adiyy b. Hatem’i, Yezîd b. Kays’ı, Ziyad b. Hafsa’yı ve Şebes b. Rebî’yi elçi olarak Muâviye ’nin yanına gönderdi. Muâviye ’nin huzuruna girdiklerinde Adiyy ona şunları söyledi: “Bizler Yüce Allah’ın aramızı bulup bizi birleştirmesi için gayret sarf etmek, bu ümmetin birliğini sağlamak, dökülen kanları bir an evvel durdurmak, iki taraf arasında barışı sağlayıp aralarını bulmak için seni barışa davet etmeye geldik. Senin amcanın oğlu Müslümanların efendisi, en faziletlilerinden birisi, İslâm’a ilk girenlerden ve İslâm’da en çok tesiri olan şahsiyetlerdendir. Bütün Müslümanlar ona biat etti, senden ve senin yandaşlarından başka muhalefet eden çıkmadı. Ey Muâviye! Kendini koru. Sana ve arkadaşlarına Cemel gününde diğerlerinin başına gelen musibetler gelmesin.”

Adiyy’in bu sözleri üzerine Muâviye “Senin sanki arayı bulmak ve barışı sağlamak için değil de ben tehdit etmeğe gelmiş bir halin var. Ey Adiyy! Şunu iyi bilin ki ben savaş çocuğuyum ve böyle saldırılar bana tesir etmez. Vallahi sen Osman’ın üzerine saldırtılan adamlardan ve Osman’ın katillerindensin. Osman’ın katlinden dolayı senin de öldürülmeni Allah’tan diliyorum.” dedi.

Yezîd b. Kays ise Muâviye ’ye şunları söylemişti: “Bizler buraya sadece emredileni bildirmek ve senden duyduklarımızı da oraya götürmek üzere gelmiş bulunuyoruz. Bir hüccet olsun diye sana bazı öğütlerde bulunmayı ve bazı şeyleri hatırlatmayı da terk edecek değiliz. Bunu yapmaktaki gayemiz tekrar Müslümanlar arasında bir yakınlığın doğması ve cemaatin toparlanmasıdır. Bütün Müslümanlar bizim arkadaşımızın (Hz. Ali’yi kastederek) faziletini biliyorlar ve bunu sen de biliyorsun. Bunun için Allah’tan kork ve sakın muhalefet etme. Vallahi biz dünya hayatında ondan daha ileri derecede takva sahibi, zühde sarılmış ve her türlü hayrı ve güzel vasıfları kendisinde bulunduran bir adama rastlamadık.”

Muâviye heyete şu cevabı verir: “Siz bizi itaate ve cemaate davet ediyorsunuz. Cemaate bakarsak, kendisine katılmaya bizi çağırdığınız bu cemaat bizim yanımızda da vardır. Sizin adamınıza ve arkadaşınıza benim itaat etmeme gelince, bunu ona layık görmüyorum. Çünkü o bizim halifemizi öldürdü ve cemaatimizi dağıtarak insanları bize karşı kışkırttı. Ayrıca adamınız Osman’ı öldürmediğini zannediyor. Biz onun bu zannını kabul ederiz. O zaman bize Osman’ın katillerini versin, onları öldürelim ve itaat edip, bahsettiğiniz cemaate dönelim.”[272]

Görüldüğü üzere Muâviye itaati ancak Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması şartına bağlıyordu. Hz. Ali’ye biat etmek için bu şartın yerine getirilmesini istiyordu. Eğer bu şartı yerine getirilmezse Hz. Ali’yi katillerle hareket etmekle ve onları korumakla itham ediyordu. Muâviye kendisine gelen elçilere Hz. Osman’ı Hz. Ali’nin öldürttüğü söyleyince Hz. Ali “Allah’a yemin ederim ki Osman’ı ben öldürmedim. Öldürülmesini de emretmedim. Başkalarını da ona karşı kışkırtmadım. Asiler fitne konusunda Kur’an’ı Osman’a karşı tevil ettiler. Bu yüzden bölünme ve parçalanma meydana geldi. O halife iken ve hakimiyeti elinde bulundururken öldürüldü. Benim onlara karşı yapabileceğim birşey yoktu.” demişti. Elçiler gelip Hz. Ali’nin söylediklerini Muâviye ’ye aktarınca o da “Eğer durum Ali’nin dediği gibiyse ona ne olmuş. Yönetim bizim dışımızda, şûra yapılmaksızın ne bizden ne de burada bulunanlardan herhangi birine verilmiş değildir. Yönetimi o ele geçirmiş. Bu niye böyle olsun?” diye sordu.

Hz. Ali, Muâviye ’nin bu sorusuna şu şekilde cevap verdi: “İnsanlar, Muhâcir ve Ensâr’la birliktedirler. Bunlar insanların yönetim hususunda ve din işlerinde önde gelen şahsiyetleridir. Bunlar benden hoşnut olmuşlar ve bana biat etmişlerdir. Ben, Muâviye gibi ümmete tahakküm eden, birliği bozan bir kimseye halifeliği devretmeyi helal saymam.” [273]

Bu sefer Muâviye , Habîb b. Mesleme el-Fihrî, Şurahbil b. es-Sımt ve Maan b. Yezîd el-Ahnas’ı elçi olarak Hz. Ali’ye gönderdi. Bunlardan Mesleme Hz. Ali’ye şunları söyledi: “Osman son derece samimi bir halife olup Allah’ın kitabıyla amel eder ve onun emirlerine bağlı kalırdı. Onun hayatta olması size ağır geldi. Bir an evvel ölmesini arzu edip ona karşı düşmanlık ettiniz ve nihayet onu öldürüverdiniz. Eğer Osman’ı öldürmediğini söylüyorsan o halde onun katillerini bize ver de onları öldürelim. Sonra yüklenmiş olduğun bu emirlikten vazgeç ki Müslümanların işleri şûra ile olsun ve emirlerini tekrar, yeni baştan seçsinler ve hep birlikte etrafında toplanacakları birisine bu işleri havale etsinler.” Mesleme’nin bu sözleri üzerine Hz. Ali “Senin beni halifelikten azletmeye ve bu işten söz etmeye hakkın var mı annesini yitiresi adam! Sus! Senin bu konuda söz söyleyecek hakkın ve yetkin yoktur.” diyerek sert bir şekilde karşılık verdi.

Gelen elçiler söyleyecek başka sözleri olmadığını, Hz. Ali’nin söyleyecek sözü varsa dinleyeceklerini belirttiler. Bunun üzerine Hz. Ali onlara, Hz. Peygamber’in bi’setini ve insanları doğru yola ilettiği anlattı. Sonra Hz. Peygamber’in vefat ettiğini ve insanların da Hz. Ebû Bekir’i halife seçtiklerini, Hz. Ebû Bekir’in de Hz. Ömer’i yerine halife tayin ettiğini zikretti. Bu iki halifenin ümmet içinde doğru yoldan ayrılmadıklarını ve adaletli davrandıklarını belitti. Sonra “Bizler Hz. Peygamber’in akrabaları ve yakınları olduğumuz halde her iki halifeye itaat etmeyi kendimize gerekli gördük. Sonra Müslümanlar Osman’ı halife tayin ettiler. Tasvip etmeyip ayıpladıkları bazı icraatlarda bulunması üzerine de gidip onu öldürdüler. Sonra bana gelerek “biat al” deyince ben hep kaçındım. Onlar: “Müslümanların biatini al. Bu ümmet senden başkasına razı değildir. Müslümanların ayrılığa düşmelerinden korkuyoruz.” diye ısrar ettiler. Bunun üzerine ben de onların biatlerini aldım. Biat ettiği halde bana karşı çıkan iki kişi ile Muâviye’nin, İslâm’da her hangi bir önceliği ve İslâm’a bağlılığı ve yakınlığı söz konusu olmadığı halde, o ve babası İslâm’a istemeyerek girdikleri güne kadar Allah’a ve Rasûlüne savaş açan bir adamın, yaptıklarından başka, zorluklarla ve muhalefetlerle karşılaşmadım. Fakat beni en çok hayrete düşüren husus da onunla beraber olmanız, ona bağlanarak Hz. Peygamber’in ehl-i beytini terk etmenizdir. Onlara düşmanlık beslemek ve muhalefet etmek, size yakışmazken nasıl oluyor da böyle davranıyorsunuz, ona hayret ediyorum. Haberiniz olsun ki sizi Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine, hakkı yerleştirip batılı yok etmeye ve dinin emirlerini yerine getirmeye davet ediyorum. Benim diyeceklerim bundan ibarettir. Kendime, size ve bütün mü’minlere Allah’tan mağfiret dilerim.” diyerek sözünü bitirdi.

Hz. Ali’nin bu sözlerinden sonra gelen elçiler: “Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğüne şahadet eder misin?” diye sordular. Hz. Ali onlara cevaben şöyle dedi: “Ben onun zalim veya mazlum olarak öldürüldüğünü söyleyemem.” Elçiler de şöyle deyip ayrıldılar: “Biz Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü itiraf etmeyen kimselerden uzağız.”[274] Neticede uzun süren yazışmalardan ve uzlaşmak için gönderilen elçilerden bir netice alınamamış oldu.

Barış arayışları nedeniyle kesintiye uğrayan savaş görüşmelerin olumsuz sona ermesi sonucu şiddetli bir hal aldı. Savaşın en şiddetli esnasında Ammar b. Yâsir’in öldürülmesi tartışmayı daha da alevlendirdi. Çünkü Hz. Peygamber’in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: “Ammar’ı isyancı (bâği) bir zümre öldürecek.”[275] Bu hadis neticesinde Muâviye b. Ebî Süfyan ve taraftarları meşrû yönetime isyan eden bir zümre olmuş oluyordu. Ammar b. Yâsir’in öldürüldüğü gün Abdullah b. Amr, babasına Hz. Peygamber’in bu hadisini anlatmış, Amr b. el-Âs da bunu Muâviye ’ye söyleyince onun “Ammar’ı biz mi öldürdük. Hayır. Onu buraya getirenler öldürdü.” dediği rivâyet edilmektedir.[276] [277]

Sıffîn savaşı Şamlıların mızrakların ucuna Mushafları takıp havaya kaldırmaları ile kesilmiş ve iki taraf hakem kararını kabul etmişti. Bu kararla birçok müslümanın öldüğü Sıffîn savaşı sona ermişti. Tahkimden de İslâm toplumu birlikteliğe götürecek bir karar çıkmamıştı. Bundan sonra Muâviye artık adım adım hilâfete uzanacaktı.

Hz. Ali fazilet ve İslâmî geçmiş ve Rasûlüllah’a akrabalık yönünden kendisini Muâviye ’den önde görüyor. Ayrıca faziletçe de Muâviye ’yi kendisinden geride görüyordu. Çünkü ona göre Muâviye İslâm’a geç girenlerdendi. Babası Ebû Süfyan Rasûlüllah’a düşmanlık etmiş, onunla savaşmıştı. Bazen de bunların, başka çıkar yol bulamadıkları için İslam’a girdiklerini düşünüyordu. Ensâr ve Muhâcirin büyük çoğunluğunun kendisine biat etmesini göstererek onların bu işte yetkili olduklarını 277 belirtiyordu.2

Muâviye ise Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’e olan yakınlığını ileri sürerek halife olması gerektiğini öne sürmesine karşılık şu görüşleri yaymaya çalışmıştır.

Hz. Peygamber’e kâtiplik yapması.

Kardeşi Ümmü Habibe’nin Rasûlüllah’la evli olması.

Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından tayin edilmesi.

Ana ve babasının toplumdaki yeri.

Hz. Ali’ye Hicaz ve İraklıların biat etmesine karşılık, kendisine de Şamlıların biat ettiğini belirterek, hilâfet işinde onunla eşit olduğunu ileri sürmüştür.[278]

Bu gerekçelerden başka Muâviye ’nin “Vallahi beni halifeliğe geçmeye, Rasûlüllah’ın: “Eğer emir olursan adil davran.” sözü sevk etmiştir.” dediği rivâyet edilmiştir. Muâviye hilâfeti ele geçirdiği zaman şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Bir gün abdest alması için Rasûlüllah’ın eline su döktüm. Başını kaldırıp bana şöyle dedi: “Sen, benden sonra ümmetimin başına geçeceksin, başlarına geçtiğin zaman onların iyilik yapanlarının iyiliklerini kabul et. Kötülük yapanların da kötülüklerini bağışla.” Rasûlüllah’ın bana böyle demesinden sonra yönetime geçeceğimi ümit ettim. Bu ümidimi sürdürdüm. Nihayet şu makama erdim.”[279]

Netice itibariyle Muâviye uzun mücadeleler sonucunda hilâfeti devralmayı başardı. Onun bu iktidar mücadelesi farklı kesimler tarafından farklı şekilde değerlendirildi. Genel olarak Ehl-i Sünnet uleması onun içtihadında hatalı olduğundan hareket etmişlerdir. Onların bu düşüncesi özetle şu şekildedir: Asabiyetin icabı olarak Hz. Ali ve Muâviye arasında fitneler başladıktan sonra bile her iki taraf dinî anlayışına göre hareket ederek hak yolunda ve kendi içtihatlarından ayrılmadılar, savaşı dünyevî maksatlar için olmadığı gibi bâtılı üstün kılmak, kin ve öç alma duygusuyla da değildi. Vehme kapılanlar veyahut dinden bir yana sapanlar bu fikre kapılmış olanlar olabilir. Ancak hak ve gerçeği anlayışları ve içtihatları birbirininkine uymadığı için her iki taraf kendi içtihadı ile diğerini doğru yoldan sapmış diye itham etmiş, Hz. Ali fikir ve içtihadında isabet etmiş, Muâviye yanılmış ise de her iki taraf kendi kanaatine göre savaşmıştır. Muâviye bâtıl bir maksat için savaşmıyordu, o hak ve hakikat için savaşıyorum kanaatinde idi. Her iki tarafta maksat ve niyetleri ile hak üzere idiler. Ehl-i Sünnet alimlerinin genel bakış açısı bu şekildeydi.[280]

Şiî alimler ise değil Muâviye ’yi Hz. Ali’den önceki halifeleri kabul etmiyorlardı. Onların dinî akîdelerinin temeli imamete dayalı olduğu için bu normal bir sonuçtu. Hz. Peygamber’in kendisinden sonra imamları belirlediği ve imamların masum oldukları inancı[281] neticesinde Hz. Ali ile iktidar mücadelesine giren Muâviye ’ye hoşgörülü veya Ehl-i sünnetteki gibi ılımlı bir yaklaşımın gösterilmesi beklenemezdi.

Ziyad b. Ebîh’i Kendi Nesebine Katması

Muâviye b. Ebî Süfyan’a yöneltilen eleştirilerden biri de onun Ziyad b. Ebih’i “istilhâk” edip onu da Ebû Süfyan’ın evlatları arasına katmasıdır.

Ziyad, Faris’te Hz. Ali adına idarecilik yapmaktaydı. Muâviye onun yeteneklerini ve idarî kabiliyetini bildiği için kendisine mektup göndererek tarafına katılmayı teklif etmişti. Muâviye bu mektupta Ziyad’ın Ebû Süfyan’ın oğlu olduğunu belirtmişti.[282] Bu teklifleri reddeden Ziyad’a daha sonra tehdit içeren mektup göndermişti. Muâviye ’nin tehdidi üzerine Ziyad, ona “Şaşılacak şey, ciğer çiğneyen kadının oğlu beni tehdit ediyor. Rasûlüllah’ın amcasının oğlu, Muhâcirler ve Ensâr onunla benim aramdadır. Eğer Emiru’l- Mü’minin bana bu konuda izin verirse, ciğer çiğneyen kadının oğlunun hakkından gelirim.” diye cevap vermişti. Bu durumdan haberdâr olan Hz. Ali, Ziyad’a mektup yazarak şöyle demişti: “Ben seni asla onun akrabası olduğundan dolayı oraya tayin etmedim. Ebû Süfyan’ın ağzından kaçırdığı ve boş olan bu sözden dolayı sen ne ondan miras alabilirsin, ne de alacağın bu miras sana helal olur. Seni, onun nesebine ilhak etmek de caiz değildir. Muâviye önünden arkasından girip sağından solundan kuşatarak insanı kandırmaya çalışır. Allah’tan yardım dile ona karşı uyanık ol.” [283]

Hz. Ali’nin vefatından sonra Ziyad muhalefetine devam etti. Muâviye ona hilâfet görevini devraldığını belirterek, beytülmâle ait malları kendisine göndermesini istedi yani kendisine biat etmesini istiyordu. Bu talebi reddedilince elindeki para ve mülkü kendisine bıraktığını belirtmiş ama yine muvaffak olamamıştı. Bunu üzerine Ziyad’ın Basra’daki ailesi üzerine baskı yoğunlaşmıştı. Busr b. Ebî Ertat, Muâviye ’nin emriyle Ziyad’ın oğulları Ubeydullah ve Abbad’ı, bazı akrabalarını tutuklamış ve Ziyad’a da “Ya Emiru’l-Mü’minine gelirsin ya da çocuklarını öldürürüm.” diye mektup yazmıştı. Ziyad “Nasıl olsa gidiş Allah’adır ve aramızda hesap görülecek bir gün vardır.” diyerek bu ciddi tehdide aldırmamış ve Muâviye ile mücadeleyi göze almıştı. Ziyad’ın bu tehdide aldırmaması üzerine kardeşi Ebû Bekre duruma müdahale etme ihtiyacı hissetmişti. Busr, öldürüleceğini söylediği kişileri ancak Muâviye ’den getirilecek bir yazıyla serbest bırakılabileceğini belirtmişti. Bu şart üzerine Ebû Bekre, Muâviye ’den kardeşinin çocuklarının hapisten salıverilmesini emredici bir yazı istemiş, bu isteğin yerine getirilmesi sonucu hapiste olanlar serbest bırakılmıştı.[284]

Görüldüğü üzere Ziyad her şartta Muâviye ile mücadeleyi göze almıştı. Ziyad’ın bu durumundan Muâviye rahatsızlık duymaktaydı. Muğîre’ye bu durumu “Ziyad’ı ve onun Fars illerine sığınmış olmasını hep hatırlayıp duruyorum da bütün gecemi uykusuz geçiriyorum.” diye açıklamıştı. Bunu üzerine Muğîre “Ziyad orada olursa ne olur?” diye sorunca da söyle karşılık vermişti: “Fars illeri gibi bir beldenin malları Arapların dâhîlerinden birinin elinde olursa, o her türlü hile ve tuzakları kurabilir. Onun ehl-i beytten birisine biat etmesinden korkuyor ve bu konuda bir türlü güvence duyamıyorum. Eğer ehl-i beytten birisine biat ederse tekrar savaşı başlatmış olacak demektir.” Onun bu sözleri üzerine Muğîre “Ey Mü’minlerin Emiri! Onu buraya getirmem konusunda bana izin verir misin?” diye sormuş, Muâviye de “Evet, onu getirirsen senin için mükâfatlar vardır.” şeklinde cevap vermişti.[285]

Muğîre, Ziyad’ın yanına gitmiş ve ona şöyle demişti: “Hilâfet konusunda ortaya çıkıp bu işe elini atacak Hasan’dan başka bir kimse yoktur. O da bizzat kendisi gelip biat etmiştir. Senin burada bulunman Muâviye’yi endişeye sevk etmektedir. Bundan dolayı beni sana gönderdi. Sen de bu konuda çabuk davranırsan Muâviye seninle uğraşmaktan vazgeçer.” Muğîre’nin bu sözleri üzerine Ziyad: “O halde bana nasihat et, ne yapayım? En son gayeni ve maksadını söyle. Seninle istişare eden adam gerçekten samimîdir.”demişti. Muğîre de: “Bana kalırsa onunla bir araya gel. İplerinizi birleştirin. Yüce Allah sonunda hükmünü verecektir.”diye görüşünü belirtmişti.[286]

Muğîre’nin Fars illerinden gelmesinden sonra Muâviye , Ziyad’a bir emânname yazıp göndermişti. Bunun üzerine Ziyad, yanına el-Mincâb b. Râşid ed-Debbî’yi ve Hârise b. Bedr el-Ğudanî’yi alarak Fars illerinden hareketle Muâviye ’nin yanına gelmek üzere yola koyulmuştu. 42/662 yılında Ziyad, Muâviye ’nin yanına gelmişti. Muâviye ona Fars illerindeki malları ne yaptığını sormuş, Ziyad da bu mallardan bir kısmını Hz. Ali’ye gönderdiğini, bir kısmını gerekli yerlere harcadığını ve geriye kalanları da Müslümanlara emanet ettiğini söylemişti. Muâviye Ziyad’ın gerçekten intak ettiğini ve yanında kalan mallar konusunda onu doğrulamış ve elinde bulunan malları ondan almıştı.[287] Başka bir rivâyette ise Ziyad, kendisinde kalan mallardan Muâviye ile belli bir miktar vermek hususunda anlaşmış bu şekilde aralarında anlaşma meydana gelmişti.[288]

Ziyad, Muâviye ’den Kûfe’de oturmak üzere izin istemiş, Muâviye de onun bu isteğini kabul etmişti. Ziyad Kûfe’de bulunduğu sürece vali Muğîre b. Şu’be’den izzet ve ikram görmüştü. Bu arada Muâviye , Muğîre’ye mektup yazarak Ziyad, Hucr b. Adiy, Süleyman b. Surâd, Şebes b. Rebî gibi Hz. Ali taraftarlarını göz önünde tutmasını ve cemaat namazlarına katılmalarını sağlamasını emretmişti.[289]

Buraya kadar anlattığımız olay Ziyad’la Muâviye arasında meydana gelen anlaşma ile ilgilidir. Aralarında meydana gelen bu anlaşmadan sonra 42/662 yılında Muâviye ’nin yanına gelen Ziyad, 44/664 yılında Ebû Süfyan’ın nesebine ilhak olmuştur.[290] Bu ilhak hadisesi de şu hadiseye dayandırılmıştır.

Ziyad’ın annesi Sümeyye İran’da Keker’e bağlı Zendeverd’in Dihkânı’nın bir cariyesi idi. Bu dihkân hastalanınca Sakîf kabilesine mensup meşhur tabib Hâris b. Kelede’yi tedavi için yanına çağırmıştı. Hâris, bu dihkânı iyileştirmesi sonucu, dihkân kendisine hediye olarak Sümeyye’yi vermişti. Sümeyye’nin ondan olma oğlu Ebû Bekre künyeli Nüfey, Rasûlüllah’a katılıp müslüman olmuştu.[291] Hâris daha sonra Sümeyye’yi aslen Rum olan Ubeyd adındaki kölesi ile evlendirmişti. Ziyad’ın onun oğlu olduğu rivâyetleri vardır.[292]

Bir başka rivâyet ki, bu rivâyet Ziyad’ın Ebû Süfyan’ın nesebine ilhak edilmesinin sebebini teşkil eder. Ebû Süfyan cahiliye döneminde Taife yaptığı seyahatler neticesinde Sümeyye’yi tanımıştı. O dönemde bu şehirde Ebû Meryem es-Selulî meyhanecilik yapmaktaydı. Bu kişi daha sonra müslüman olmuştu. Sümeyye de Ebû Meryem’in yanında çalışıyordu. Ebû Süfyan Sümeyye’yi işte burada tanımıştı. Ebû Süfyan’ın Sümeyye ile olan ilişkisi neticesinde Ziyad dünyaya gelmişti.[293]

Ziyad büyüyüp de delikanlılık çağına gelince Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Basra valisi Ebû Musa el-Eşarî’ye kâtiplik ve yardımcılık yapmıştı. Sa’d b. Ebî Vakkas tarafından İranlılar ile yapılan savaşlardan birinin zaferini müjdelemek ve alınan ganimetlerin beşte birini götürmekle görevlendirilmişti. O, Medine’ye gelip Hz. Ömer’in de hazır bulunduğu topluluğa savaşı çok güzel bir şekilde anlatınca, orada bulunan Amr b. el-Âs şöyle demişti: “Vallahi eğer bu çocuğun babası Kureyş’den olsaydı bütün Arapları önüne katar, onları yönetirdi.” O sırada orada bulunan ve Amr b. el-Âs’ın bu sözünü duyan Ebû Süfyan da: “Vallahi ben onun babasını ve onu annesinin rahmine koyanı çok iyi biliyorum.” şeklinde konuşunca Hz. Ali “Sus ey Ebû Süfyan! Sen çok iyi biliyorsun ki eğer Ömer senin bu sözlerini işitecek olursa sana zina haddi uygulama hususunda hiç de tereddüt etmez.” diyerek Ebû Süfyan’ı uyarmıştı.[294]

Ziyad, Muâviye ile barış anlaşması yaptıktan sonra Maskala b. Hubeyre eş- Şeybanî’den Muâviye ’nin yanında kendisinin Ebû Süfyan’ın oğlu olduğunu hatırlatmasını istediği rivâyet edilmektedir. Neticede Ziyad ve Muâviye bu konuda anlaşarak Ziyad’ın Ebû Süfyan’ın oğlu olduğuna şahitlik yapacak kişilerin çağrılmasına karar verdiler. Bu çağrılanlar arasında Ebû Meryem es-Selulî’de bulunuyordu. Bu şahitlerin ifadeleri neticesinde Muâviye , Ziyad’ı nesebine ilhak etti. Ziyad b. Ebîh artık Ziyad b. Ebî Süfyan olmuştu.[295]

Hasan el-Basrî bu tescil işini Hz. Peygamber’in “Çocuk kimin yatağında doğmuşsa onun nesebine aittir ve zina edenin cezası da recmdir.”[296] [297] hadisine dayanarak makbul . 297 saymamıştır.

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebû Osman’ın şöyle dediği rivâyet etmiştir: “Ziyad, Ebû Süfyan’ın oğlu olarak tescil edilince ben kardeşi Ebû Bekre’ye uğradım ve ona şöyle dedim: “Ne yaptınız siz? Ben Sa’d b. Ebî Vakkas’ın şöyle dediğini işitmiştim: “Bir kimse İslâmiyet döneminde babası olmayan bir kimseyi bilerek babası olarak iddia ederse, cennet ona haram olur.”[298]

Bu durum Müslümanları hepsini bir hayli üzmüş, özellikle Ümeyyeoğullarına çok ağır gelmişti. Muâviye ’yi mazur görmek isteyenler ise şöyle demişlerdi: “Muâviye Ziyad’ı cahiliye dönemindeki bir sürü nikahtan birisine dayanarak ilhak etmiştir. Bunlardan biri şu idi. Bir sürü adam bir kadınla yatar ve bu kadın bir çocuk doğurduğunda o erkeklerden istediği birisini çocuğu ilhak ettirip onu baba olarak ilan ederdi. Bundan dolayı Muâviye cahiliye dönemindeki nikahlardan her hangi birisiyle, bir babaya nispet edilen bir çocuğun onun oğlu olduğunu kararlaştırmış ve bu nikah çeşitleri arasında bir fark görmemişti. Ama bu durumda şu gerekçeye dayanarak kabul görmemiştir. “Muâviye bunun caiz olduğu hususunda yanılmış, cahiliyenin kabul ettiği nikah ile İslâm’ın kabul ettiği nikah arasında bir fark gözetmemiştir. Bu ise bütün Müslümanların ittifakla reddettiği bir nikahtı. Aynı şekilde her hangi bir hususta buna benzer bir ilhak kesinlikle vaki olmuş değildi. Bundan dolayı da Muâviye’nin elinde bu hususta hiçbir delil yoktur.”[299]

Muâviye ’nin bu konudaki düşüncelerini şu hadise ortaya koymaktadır. Basra valisi İbn Âmir kendi icraatlarına karşı eleştiriler yönelten Ziyad için “Sümeyye’nin oğlu benim yaptığım uygulamalara karşı çıkıyor ve görevlilerimi de kötüleyip duruyor. Ben Kureyş’ten öyle adamlar bulurum ki Ebû Süfyan’ın Sümeyye’yi asla görmediğine yemin etmelerini sağlayabilirim.” İbn Âmir’in bu sözlerini haber alan Muâviye onu çağırtarak şöyle demiştir: “Ey Âmir’in oğlu! Sen Ziyad hakkında bazı şeyler söylemişsin. Gerçekten bu sözleri sen mi söyledin? Araplar çok iyi bilir ki ben cahiliye döneminde bir hayli üstün ve şerefli bir kimse idim. İslâm’a girince İslâm benim bu izzet ve şerefimi daha da arttırdı. Ancak ben Ziyad ile adamlarımı çoğaltmak istemediğim gibi şerefimi de onunla arttırmak istiyor değilim. Ne var ki Ziyad’ın bir hakkı olduğunu öğrendim ve onun bu hakkını korumak istedim.” [300]

Ya’kûbî’nin Tarihlinde geçen bir rivâyet bu konuda oldukça dikkat çekicidir. Yezîd’in veliahtlığı konusunda kendisinden Basra halkının biatını almasını isteyen Muâviye ’ye Ziyad bu konuda olumlu bir cevap vermemişti. İnsanların buna hazır olmadıklarını ve Yezîd’in kötü alışkanlıklarını ileri sürmüştü. Bu duruma kızan Muâviye’nin onun hakkında şöyle söylemiştir: “Biri Ziyad’a benden sonra emir olacağını söylemiş olmalı. Onu annesi Sümeyye’ye, babası Ubeyd’e iade ederim.”[301]

Ziyad, Ebû Süfyan’ın nesebine dahil olduktan sonra Hz. Âişe’ye bir mektup yazıp ona: “Ziyad b. Ebî Süfyan’dan” diye hitapta bulunmuş ve bunu delil olarak kullanmak için Hz. Âişe’nin kendisine “Ziyad b. Ebî Süfyan’a” şeklinde başlayan bir mektup yazmasını beklemişti. Ancak Hz. Âişe ise ona bir mektup yazıp: “Mü’minlerin annesi Âişe’den oğlu Ziyad’a” şeklinde hitap etmişti.[302]

Bir başka rivâyette ise, Ziyad, Muâviye ’nin kendisini ilhak etmesinden sonra hacca gitmek istemiş, onun hacca gitmek istediğini kardeşi Ebû Bekre işitmişti. Bunun üzerine onun evine gelmiş ve oğullarından birine şöyle demişti: “Yavrum! Babanın hacca gitmek istediğini duydum. Ona söyle, Medine’ye vardığında mutlaka Rasûlüllah’ın zevcesi ve Ebû Süfyan’ın kızı olan Ümmü Habibe’yi ziyaret etmek isteyecektir. Eğer Ümmü Habibe bu ziyaret için izin verirse bu Rasûlüllah’a karşı yapılabilecek en büyük saygısızlık olacaktır. Görüşmeyi kabul etmezse dünyada en büyük rezalet ve düşmanları için en büyük sevinç kaynağı olacaktır.” Onun bu sözleri Ziyad’a iletilince Ziyad haccetmekten vazgeçip ona: “Allah senden razı olsun. Nasihatlerin en büyüğünü yaptın.” demiştir.[303]

Bir çok kimse bu akrabalığın hakikî bir nesep ifade etmediğini belirtse de Ziyad b. Ebîh bu ilhak hadisesinden sonra Ziyad b. Ebî Süfyan olarak anılmaya başlamıştır.

Hucr b. Adiy’in Öldürülmesi

Hucru’l-hayr olarak da bilinen Hucr b. Adiy, Kûfe’nin önde gelen ve dindarlığı ile bilinen biriydi. Hz. Ali’nin hilâfetinde hep onun yanında olmuş, Cemel, Sıffîn savaşlarında ve Haricîlerle olan mücadelelerde onun safında yer almıştı. Hz. Ali’nin öldürülmesiyle Hz. Hasan’ın yanında yer almış ve onun hilâfetini desteklemişti. Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye ’ye devretmesi üzerine onu eleştirmiş ama o da diğer Müslümanlar gibi Muâviye ’ye biat etmişti.[304]

Muâviye ’nin Hz. Hasan’dan hilâfeti devralmasından sonra karşılaştığı Haricîler problemini Kûfelilerle, yani Hz. Ali taraftarıyla bertaraf etmeye çalışmış, bu durum iki taraf arasında siyasî bir yumuşamaya yol açmıştı. Ama minberlerden Hz. Ali ve taraftarlarına hakaret uygulamasının başlatılması Hz. Ali taraftarlarının tekrar eski muhalif hale dönmesinde etkili olduğu kaynaklar tarafından bize aktarılmaktadır. Bu uygulamanın şu şekilde başlatıldığı rivâyet edilir: Muâviye, Muğîre b. Şu’be’yi 41/661 yılında Kûfe valisi olarak görevlendirdiğinde onu yanına çağırarak şunları söyledi: “Hikmet sahibi bir kişinin aslında sana bir şey öğretmeye kalkışmaması gerekir. Ben sana bazı şeyler tavsiye etmek istedim, ancak ileri görüşlülüğüne güvenerek bunları sana bıraktım. Bununla birlikte bazı şeyleri tavsiye etmekten kendimi alamıyorum. Ali’ye sürekli olarak küfretmeyi ve onu kötülemeyi ihmal etmeyeceksin. Osman’a da rahmet okuyup sürekli mağfiret isteyeceksin. Ali’nin ve adamlarının ayıplarını her fırsatta ortaya koyacak, onları kötüleyip duracaksın. Osman’ın taraftarlarını sürekli övecek, Ali’nin taraftarlarını ise yere batıracaksın.” Muğîre onun bu sözlerine: “Sen beni denedin ve bu şekilde ben de denenmiş oldum. Sen de aynı şekilde deneneceksin ve sonunda ya övüleceğiz veya sürekli yerilip duracağız.” diyerek karşılık vermiş, bunun üzerine Muâviye de: “İnşallah ikimiz de sürekli olarak övülüp duracağız.” demişti.[305]

Muğîre valiliğinin ilk yıllarında Hz. Ali’yi kötülemeyi ve Osman’a da duada bulunmayı ihmal etmemişti. Hucr bu duruma tepki göstererek: “Allah sizi kötülükle ansın ve size lanet etsin!” demiş ve ayağa kalkarak şöyle devam etmişti.: “Allah ‘Adaleti titizlikle ayakta tutan kimselerden olun.’diyor. Sizin kötüleyip durduğunuz kişinin, faziletlerini sayıp durduğunuz kişiden çok daha üstün olduğuna şahadet ederim.” Muğîre ona: “Ey Hucr! Sultanın gazabına ve cezasına uğramaktan sakın.” demiş, ancak buna rağmen olayın üzerinde durmayıp onunla tokalaşmıştı.[306]

Yunus b. Ubeyd’in anlattığına göre Muâviye , Muğîre b. Şu’be’ye bir mektup göndererek beytü’l-mâlden kendisine bir miktar para göndermesini emretmişti. Bunun üzerine Muğîre de mal ve para yüklü bir kervanı Muâviye ’ye göndermek üzere yola çıkarmıştı. Hucr da kervanın karşısına çıkıp baştaki devenin yularını tutarak şöyle demişti: “Yemin ederim ki, her hak sahibinin hakkı ödenmeden bu kervanı bırakmayacağım.” Sakîf kabilesinin gençleri de Muğîre b. Şu’be’ye: “Hucr’un kafasını koparıp sana getirelim mi? demişler; Muğîre b. Şu’be ise: “Ben Hucr’a böyle bir şey yapmam.” deyip onu serbest bırakmıştı.[307]

Muğîre b. Şu’be, mizaç gereği sert biri değildi. Her türlü fikre açık bir insandı. Fiiliyata geçmedikten sonra her türlü fikre hoşgörülü yaklaşıyordu. Hz. Ali taraftarlarına çok müdahale etmedi. Yalnız fazla göze batacak gürültülü hareketlerden uzak durmalarını tavsiye ediyordu.

Muğîre b. Şu’be, valiliğinin sonlarına doğru yine Hz. Ali’yi kötüleyince Hucr b. Adiy de ayağa kalkarak mescitte bulunan herkesin duyabileceği bir sesle Muğîre b. Şu’be’ye bağırmaya başlamış, ona şöyle demişti: “Behey adam! Şu adamlarına emret de kesmiş olduğun maaşlarımızı bize geri dağıtsınlar. Bu mallar senin değildir. Sen bu göreve başladığından beri Hz. Ali’yi kötüleyip duruyorsun.” Mescitte bulunanların üçte birinden fazlası ayağa kalkıp: “Hucr doğru söyledi ve haklıdır da, emir ver de şu bizim ne zamandan beri kesmiş olduğun maaşlarımızı ve haklarımızı versinler. Takınmış olduğun tavır bize hiçbir hak ve menfaat tanımıyor.” şeklinde konuşmuşlardı. Muğîre b. Şu’be hemen minberden inip evine kapanmıştı. Adamları yanına gelip ona şöyle demişlerdi: “Bu adamın sana karşı böyle cesurca sözler söylemesine neden izin veriyorsun? Bu şekilde davranmakla otoriteni sarsıyor ve Mü’minlerin Emiri Muâviye’nin sana karşı tavır takınmasına sebep olmuyor musun?” Muğîre b. Şu’be onlara şöyle cevap vermişti: “Ben onu çoktan öldürdüm. Bekleyin ve görün. Benden sonra buraya gelecek emire karşı da aynı tavrı takınmaya kalkışacak ve yeni gelen vali de hemen onu öldürüverecek. Ben ömrümün sonlarına doğru, ecelimin yaklaştığı bir sırada bu şehrin ileri gelenlerinden ve iyi insanlarından birisini öldürmek istemem. Ayrıca böyle davranıp da onu ve arkadaşlarını öldürecek olursam onlar mutluluğa ererler, ben ise şekâvete düşerim. Onlar öldürülürse Muâviye dünyasını imar etmiş, Muğîre ise ahiretini kaybetmiş olur. Fakat ben, ölüm benimle onların arasını ayırıncaya dek, onların iyilerini kabul edici, kötülerini affedici, yumuşak huylularını övücü, beyinsizlerini uyarıcıyım. Benden sonraki valileri gelince onlar beni hatırlayacaklar.”[308]

Muğîre b. Şu’be’nin 50/670 yılında vefat etmesiyle Kûfe valiliği, idarî açıdan Basra ile birleştirilerek Ziyad’a verildi. Ziyad, daha önce 45/665 yılında Muâviye tarafından Basra valiliğine atanmıştı.[309] O anarşiye ve isyana karşı kesinlikle müsamahalı değildi. Vali olarak geldiği Basra’da anarşi içinde bulduğu halka, Allah’a hamd etmeden hitap etmeye başladığı için daha sonra “Batra” diye anılacak olan bir hutbe okudu. Bu hutbe onun halkı idaredeki yöntemini göstermesi açısından önemlidir. Ziyad bu hutbesinde “Gece yarısı gelip, kapımı çalarak benden bir şey isteyeni geri çevirmeyeceğim, maaşlarınızı zamanından sonraya bırakmayacağım, orduyu üzerinize salmayacağım.”[310] diyerek halktan kendi koyduğu kurallara uymaları karşılığında bu vaatlerini yerine getireceğini söylemiştir.

Ziyad’ın vali olarak atandığı Basra şehrinde tam bir kaos ve karışıklık söz konusuydu. Dinî ve siyasî anlayış farklılıklarından kaynaklanan mücadelelerin yanında, soygunlar, fuhuş, gasp ve yağma, kabilecilik, gece baskınları, suistimal gibi İslâm’ın yasakladığı birçok vukuat meydanı boş bulup ortaya çıkan ve otorite boşluğundan meydana gelen hadiselerdi. Ziyad, bu fesadı ortadan kaldıracağı belirterek, özellikle Muâviye ’nin muhaliflerinden idareyi eleştirmemelerini istemiş ve şehirde yatsı namazından sonra sokağa çıkma yasağı uygulamıştı.[311]

Ziyad dinî ve siyasî farklılıklar yüzünden muhaliflerin idareyi eleştirmelerini istemiyordu. Çünkü onların bu muhalefetlerinden destek alan kimseler, şehirde bozgunculuk ve her türlü kötü fiili işliyorlardı. Onların bu bozgunculuğunda muhaliflerin dolaylı katkısı vardı. Ziyad bu nedenle idareyi eleştirmemelerini, ayak takımını cesaretlendirmemelerini istiyordu.

Ziyad Basra’ya vali olunca eski arkadaşları onu hayret ve öfke ile karşılamışlardı. Hz. Ali taraftarlığını sonuna kadar sürdüren, Muâviye ’ye en son biat edenlerden biri olan Ziyad şimdi Muâviye ’nin en güvendiği valileri arasındaydı. Basra’da uyguladığı sert tedbirlerle Muâviye ’nin idarî açıdan rahatlamasını sağlamıştı. Basra’da bu başarıyı yakalayan Ziyad, Muğîre b. Şu’be’nin ölümüyle Kûfe’nin de idaresini üslenmişti.

Ziyad, Fars illerinden gelip Muâviye ’ye itaat ettiği zaman Muâviye Muğîre b. Şu’be’ye mektup yazarak Ziyad, Hucr b. Adiy, Süleyman b. Surâd, Şebes b. Rebî gibi Hz. Ali taraftarlarını göz önünde tutmasını ve cemaat namazlarına katılmalarını sağlamasını emretmişti.[312] [313] İşte o Ziyad, Muâviye ’nin Kûfe valisi olunca eski dava arkadaşlarıyla karşı karşıya gelmişti.

Ziyad Kûfe’ye vardığında hutbeye çıkmış, Hz. Osman’a rahmet okumuş ve onun adamlarından iyilikle söz ederek katillerine lanetler yağdırmıştı. Hucr, o anda ayağa kalkarak, daha önce Muğîre b. Şu’be’ye gösterdiği tepkiyi Ziyad’a da göstermişti. Ancak Ziyad ona cevap vermemiş, ona ilişmemişti.

Ziyad Kûfe’de ilk iş olarak sarsılmış otoriteyi yeniden sağlamak amacıyla Basra’daki tedbirleri ortaya koymuş, Kûfelileri Basralı askerlerle tehdit etmiş ve itaat içinde olanların maddî yönden zarara uğratılmayacağını belirtmişti. Hz. Ali taraftarı olan eski dostlarını da idareye karşı tavır ve sözlerinde dikkatli olmaları konusunda uyarmıştı. Onun bu uyarılarını dikkate almayan Evfa b. Hısn’ın, Hz. Ali taraftarı olduğu için öldürülen ilk kişi olduğu belirtilir.[314]

Ziyad, Kûfe’ye geldiğinde Hucr b. Adiy’i çağırarak ona şunları söyledi: “Seni tanıdığımı biliyorsun, ben ve sen Ali’yi severdik. Ama artık durum değişti. Allah aşkına benim için kanından bir damla akıt ki, ben de kanının tamamının dökülmüş olduğunu varsayayım. Dilini tut, evine kapan, dışarılarda fazla dolaşma. Canının istediği zaman gel şu tahtımda otur. Burası senin meclisin olsun. Bütün ihtiyaçların tarafımdan karşılanacaktır. Beni seni öldürmek mecburiyetinde bırakma. Aceleci birisi olduğunu biliyorum. Allah aşkına kendini koru. Bu sakat davranışlardan uzak dur. Şu beyinsizlerle alakanı kes. Korkarım ki seni görüşünden vazgeçirirler.” Hucr da: “Söylediklerini anladım.” diyerek evine döndü ve olanları yanına gelen Hz. Ali taraftarlarına anlattı.[315]

Ziyad Kûfe’de karışıklığa meydan vermemek için Hucr’u da beraberinde Basra’ya götürmek istemiş, ancak Hucr hasta olduğu gerekçesi ile onun bu teklifini reddetmişti. Ziyad da ona: “Allah’a yemin ederim ki sen dinen, kalben ve aklen hastasın. Eğer bir hadiseye sebep olursan seni öldürmeye çalışacağım.”demişti.[316] Ziyad eski arkadaşların durumlarını iyi bildiği için onların neler yapabileceği hakkında kanaate sahipti. Basra’ya dönmeden önce Kûfe’de her hangi kötü bir hadisenin meydana gelmemesi için Hucr’a her teklifi sunmuştu. Muğîre’nin hoşgörüyle yaklaştığı bazı hususlara kendisinin tahammül etmeyeceğini, eğer fitne aşılamaya devam ederse kesin olarak kanlarını dökeceğini, kendilerinin de bildiği gibi söylediklerini tatbik eden bir kimse olduğunu söylemişti. Gerçekten o, Kûfe’ye geldiği zaman verdiği sözlerin çoğunu yerine getirmiş, kesilen ya da geciktirilen maaşların ödenmesini gerçekleştirmişti. Fakat Hz. Ali taraftarının hoşlarına gitmeyen durumlarda tenkitlerine devam etmeleri ve toplantılar yapmalarına sert tepki göstermiş, onlara “Sebeiyye” suçlamasında bulunmuştu.[317]

Ziyad bunları söyledikten sonra Basra’ya gitmişti. Hz. Ali taraftarları ise sık sık Hucr’un yanına gelerek “Sen bizim şeyhimizsin.” diyorlardı. Hz. Ali taraftarlarının sık sık Hucr’un etrafında toplandıklarını duyan Ziyad’ın Kûfe’deki vali vekili Amr b. Hureys, Hucr’a elçi göndererek: “Etrafındaki bu topluluk nedir? Oysa sen valiye söz vermiştin.” diyerek onu uyardı. Hucr yanına gelen elçiye: “Etrafımdaki topluluk sizin yönetiminizi tanımıyor. Haydi dön bakalım. Arkandaki yollar senin için daha geniştir.” diye cevap verdi. Amr b. Huneys Kûfe’de Hz. Ali taraftarlarının Hucr önderliğindeki bu başkaldırısını Ziyad’a haber verdi. Ona gönderdiği mektupta “Kûfe’ye ihtiyacın varsa hemen gel.” demişti.[318]

Kûfe’deki bu karışıklığı haber alan Ziyad hemen Kûfe’ye gelmiş ve hükümet konağına geçmişti. Oradan da mescide giderek minbere çıkmış ve hutbe okumaya başlamıştı. Hucr da öncekine oranla daha büyük bir kalabalıkla mescitte oturuyordu. Çevresinde hepsi de silahlı üç binden fazla adamın olduğu rivâyet edilmektedir.[319] Ziyad hutbesinde şunları söylemiştir:

“Azgınlığın ve isyanın son derece kötü ve vahim olduğu bilinen bir şeydir. Bu adamlar bir araya gelmiş, kendilerini emniyette hissedip bana karşı cüretkârca davranmaya başlamışlar. Haberiniz olsun ki eğer hallerinizi düzeltmeyip de doğru yola girmezseniz sizin anlayacağınız dilden ben sizi tedavi etmesini bilirim. Eğer Kûfe’yi Hucr’dan temizlemezsem ve ona kendisinden sonra gelecek nesiller ibret olacak bir muamele yapmazsam ben adam değilim. Ananı ağlatacağım ey Hucr! Akşam kurtlar sana saldıracaklardır. Mü’minlerin emirine şöyle ve şöyle davranmak mecburiyetindesiniz.” Ziyad bunları derken Hucr bir avuç çakıl taşı alıp Ziyad’a fırlatmış ve şöyle demişti: “Yalan söylüyorsun. Allah’ın laneti senin üzerine olsun.” rivâyetin devamında Ziyad’ın hutbeyi uzatıp namazı geciktirdiği, bunun üzerine Hucr’un “Namaz kılalım.” diye seslendiği ama Ziyad’ın hutbeye devam etmesiyle bir avuç çakıl daha fırlattığı, cemaatinde onunla birlikte galeyana geldiği anlatılmaktadır. Namazı kıldırdıktan sonra Ziyad, Hucr’un durumunu abartılı bir biçimde Muâviye ’ye bildirmişti. Muâviye ’de cevaben Hucr’u zincire vurup kendisine göndermesini istemişti.[320]

Ziyad, Adiyy b. Hatem, Cerir b. Abdullah el-Becelî, Halid b. Urfuta (bunlar Hz. Ali’nin mücadelesinde yer almış insanlardı) ile bazı Kûfe eşrafını Hucr’un yanına gönderdi. Bu heyet, Hucr’un yanına vardığında ona ikazda bulundu. Onunla bu konularda konuştular, ancak Hucr onlara bir cevap vermedi, aksine hizmetçisine: “Deveyi yemledin mi?” diye soruyor, onları görmezden geliyordu. Heyette bulunan Adiyy b. Hatem bu durumu görünce ona şöyle dedi: “Sen deli misin? Biz seninle konuşuyoruz, sense hizmetçiye deveyi yemleyip yemlemediğini soruyorsun?” Sonra da arkadaşlarına dönerek: “Şu bahtsız ve perişan adamın bu kadar zayıf düşeceğini sanmıyordum.” dedi. Sonra kalkıp gittiler, durumun bir kısmını Ziyad’a bildirdiler, bir kısmını da gizlediler ve Hucr’un iyi bir insan olduğunu söyleyip Ziyad’dan onun için merhamet dilediler, ancak Ziyad onların bu dileklerini kabul etmedi.[321]

Ziyad mescitte oturan Hucr’u çağırmak üzere bir adam göndermiş, ancak Ziyad’ın gönderdiği adam gelip Hucr’u çağırdığında, adamları Hucr’a şöyle demişlerdi: “Sakın Ziyad’a gitmeyesin.” Bunun üzerine Ziyad’ın adamı geri dönüp durumu bildirmiş, Ziyad o sırada emniyet kuvvetleri âmiri olan Şeddad b. Heysem el-Hilalî’ye emir vererek Hucr’u getirmek için adamlar göndermesini istemişti. Hucr’u almaya gidenlere, Hucr’un adamları küfretmişler, onlar da durumu Ziyad’a bildirmişlerdi.[322]

Kûfelilerin Hucr’u bu şekilde korumaları üzerine Ziyad onları toplayıp şöyle demişti: “Siz sağ gösterip sol mu vuruyorsunuz? Vücutlarınız benimle, ama kalpleriniz şu ahmak Hucr’la mı yoksa! İşte vallahi bu sizin fesadınızdan kaynaklanmaktadır. And olsun, ya bu tutumunuzu değiştirdiğinizi açıkça ortaya koyarsınız ya da sizin yerinize buraya aramızda sevgi bağı yerleşecek başka bir kavmi getirip yerleştiririm.” Ziyad’ın bu konuşmasına karşılık Kûfeliler: “Allah korusun! Biz sana itaat etmekten başka bir düşünceye sahip değiliz ve senin razı olmadığın bir şeyi kesinlikle yapmayız.” demişler, bu sözler üzerine Ziyad: “O halde her biriniz kalkıp Hucr’un yanında bulunan kendi akraba ve kabilesinden olanları çağırsın.” demiş, onlar da kalkıp Hucr’un etrafında bulunan akrabalarını çağırmışlardı. Bundan sonra Ziyad, emniyet âmirine emir vererek gidip Hucr’u çağırmasını istemiş, ona şöyle tavsiyede bulunmuştu: “Gelirse ne âlâ, gelmediği takdirde onları bana getirinceye kadar kılıçlarınızı kullanınız.”[323]

Emniyet âmiri gidip Hucr’u çağırmış, ancak adamları onu gitmekten yine alıkoymuşlardı. Emniyet âmiri yanındakilerle birlikte üzerlerine saldırmak üzere tavır almış, bunun üzerine Ebû’l-Amarrata el-Kindî, Hucr’a şöyle demişti: “Şu anda yanında bulunanlardan benden başka kılıç taşıyan kimse yoktur. Benim bu kılıcım da seni koruyacak durumda değildir. Kalk akrabalarının ve aşiretinin yanına git, seni onlar korusunlar.” Ziyad’ın adamları onların üzerine saldırdılar. Hucr ve adamları da kaçıp Kûfe’nin kapılarına çekilip orada gizlenmişlerdi. Daha sonra Hucr orada çıkıp katırına binip gitmek istemişti. Ebû’l- Amarrata el-Kindî ona: “Haydi bin, git; senin yüzünden neredeyse kendimizi helak ediyorduk.” demiş sonra ona yardımcı olarak katırına bindirmiş, kendisi de atına binerek birlikte gitmişlerdi. Hucr yanında bulunan Ebu’l Amarrata ile beraber evine ulaşmıştı. Etraflarına bir hayli adam birikmişti. Ancak Hucr’un kabilesi Kinde’den onlara katılan çok az kimse olmuştu. Hucr’un yanındaki kalabalık bir müddet sonra mensup oldukları kabilelerin baskısı sonucu yavaş yavaş azalmaya başlamıştı.[324]

Hucr yanında bulunan adamların bir hayli azaldığını görünce en son kalanlara da gitmelerini tavsiye etmiş, onlara şöyle demişti: “Aleyhinizde olan bu adamlara karşı koyabilecek gücünüz yoktur. Ben sizin yok olmanızı istemiyorum.” Bunun üzerine onlarda çıkıp gitmişlerdi. Hucr ise önce Hûtoğullarından Süleym b. Yezîd’in evine saklanmış, sonra Nehâ kabilesinden olan Eşter’in kardeşi Abdullah’ın yanına gitmiş oradan da Ezd kabilesinden Rebîa b. Nâcid’in yanına gitmiş ve onun evinde gizlenmişti.[325]

Ziyad, Hucr’un adamlarını sürekli takip ettirmiş, yakaladıklarını öldürmüş ancak onlar da sürekli kaçmaya devam etmişlerdi. Uzun ve yorucu bir kovalamadan sonra Ziyad, Hucr ile birlikte arkadaşlarından on iki kişiyi yakalayıp hapsetmişti.[326] Sonra kabilelerin ileri gelenlerinden söz sahibi olan dört kişiyi çağırmıştı. Bunlar Medine ileri gelenlerinden Amr b. Hureys, Temîm ve Hemdân reislerinden Hâlid b. Urfuta, Rebîa ve Kinde reislerinden Kays b. Velid, Mezhic ve Esed reislerinden Ebû Bürde b. Ebî Musa idiler. Bunlara Hucr b. Adiy’in kendisi aleyhinde bir sürü adam toplayıp küfrettiğini, mü’minlerin emirine harp ilan ettiğini, hilâfet işinin Ebû Talib’in evlatlarından başkasına gitmemesi gerektiğine inandığını, şehre hücum ederek emirin göndermiş olduğu valiyi şehirden çıkardığını, Ebû Turâb’ın özrünü beyan ederek ona sürekli rahmetler okuyup, düşmanlarından ve ona harp açmış kimselerden uzak durulması gerektiğini söylediğini anlatmış, hapsetmiş olduğu bu adamların onun adamlarının ileri gelenleri olup onunla aynı görüşte olduklarına şahadet etmelerini istemişti. Ziyad şahitlere bakarak şöyle demişti: “Ben şahitlerin dörtten çok olmasını severim.” Talha b. Ubeydullah’ın iki oğlu İshâk ve Musa, Münzir b. Zübeyr, Umare b. Ukbe b. Ebî Muayt, Amr b. Sa’d b. Ebî Vakkas ve daha bazı kimseler buna şahadet etmişlerdi.[327]

Bu kimselerin Hucr’un aleyhinde bulundukları noktalar şunlardır:

Hucr, kendi başına bir cemaat topladı ve itaatten çıktı.

Halifeye lanet okudu.

Arkadaşlarını harbe ve fitneye davet etti,

Arkadaşlarını Muâviye’ye olan biatlerini bozmaya teşvik etti.[328]

Ziyad, Hucr ve adamlarını Vâil b. Hucr el-Hadramî ile Kesîr b. Şihâb’a teslim edip Şam’a götürmelerini emretmişti. Onlara bir de halifeye iletilmek üzere mektup vermişti. O günün akşamında yola çıkmışlar ve “Garayeyn” denilen yere vardıklarında Kadı Şureyh b. Hâni arkalarından yatişip Vâil b. Hucr’a bir mektup vererek onu mü’minlerin emirine iletmesini istemişti. Ziyad’ın mektubunda Hucr ve arkadaşları şu şekilde suçlanmaktaydı: “Bu Turabiyye-Sebeiyye sapıklarının reisi Hucr b. Adiy, Emiru’l-Mü’minine karşı çıkıp, Müslümanların birliğini bozdu ve bize harp ilan etti. Allah da onlara karşı bizi muktedir kıldı. Ben şehrin seçkinlerini, yaşlılarını ve dindarlarını çağırdım. Bu kimseler, onlardan gördüklerine ve onların yaptıklarına şahadette bulundular. Bu seçkin insanların şahadetlerini mektubumun altına iliştirdim.”[329]

Muâviye bu adamları getiren Vâil b. Hucr ve Kesîr b. Şihâb’a haber gönderip onları yanına çağırmış getirdikleri iki mektubu da okutmuştu. Vâil b. Hucr, Şureyh b. Hâni’nin kendisine verdiği mektubu da Muâviye ’ye teslim etmişti. Şureyh b. Hâni Muâviye’ye şöyle yazmıştı: “Ziyad’ın beni bu hususta şahit gösterdiğini işittim. Benim Hucr b. Adiy hakkındaki şahadetim ve kanaatim şöyledir: O namazını kılar, zekâtını verir, hac ve umre yapar, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar. Onun kanı ve malı haramdır. Dilersen öldürür, dilersen de onu serbest bırakırsın.” Bunun üzerine Muâviye : “Bu adamın kendisini sizin şahitliğinizden uzak tuttuğunu görüyorum.” demiş sonra getirilenleri hapsettirmişti.[330] Hucr b. Adiy Muâviye’ye şu haberi göndermişti: “Muâviye’ye kanlarımızın haram olduğunu bildirin. Biz onunla daha evvel sulh yapmıştık. O da bizimle sulh akdetmişti ve bize emân vermişti. Biz ehl-i kıbleden hiç kimseyi öldürmedik ki kanlarımız helal olsun.”[331]

Yezîd b. Esed el-Becelî, Muâviye ’den getirilenler arasındaki iki amcasının oğlunun kendisine bağışlanmasını istemişti. Bunlar Asım ve Verkâ idiler. Cerir b. Abdullah el-Becelî de bir mektup yazıp bunların kendileri aleyhinde söylenen sözlerden tamamen uzak olduğunu belirtmişti. Bunun üzerine Muâviye onları serbest bırakmıştı. Ayrıca Vâil b. Hucr, Erkam b. Abdullah el-Kindî için şefaatte bulunmuş, o da serbest bırakılmıştı. Humre b. Mâlik el- Hemdanî’de, Sa’d b. Nemrân’a şefaat etmiş, o da bağışlanmıştı. Habib b. Mesleme, İbn Haveyye için şefaatte bulunmuş, böylece o da serbest bırakılmıştı. Nihayet Mâlik b. Hubeyre es-Sekunî kalkıp Muâviye’ye şöyle demişti: “Bana amcamın oğlu Hucr’u bağışla.” Muâviye onun bu isteğine: “Hucr bu adamların başıdır. Eğer onu serbest bırakırsam kendi memleketini tekrar benim aleyhime fesada boğar. O zaman da korkarım seni Irak’a onun yanına göndeririz.” diyerek karşılık vermiş, Mâlik b. Hubeyre de: “Vallahi, Muâviye, bana karşı insaflı davranmadın. Amcamın oğluna karşı senin yanında Sıffîn gününde savaştım. Bu savaşın sonunda zafer elde ettin, böylece şanın yükseldi ve artık musibetlerden korkmaz oldun. Sonra senden amcamın oğlunu serbest bırakmanı istedim, sen ise bunu benden esirgedin.” demiş, sonra çekip gitmiş, evine kapanmıştı.[332]

Muâviye , Hucr ve adamlarına verilecek karar hakkında Ziyad’a şunları yazmıştı: “Hucr ve arkadaşları hakkındaki bana anlattıklarını anladım. Bazen onların öldürülmesinin daha iyi olduğunu bazen de öldürülmesindense affedilmelerini uygun görüyorum.”[333] Tutukluların hapsedilmesinden sonra, Ziyad’ın hepsinin öldürülmeleri isteğine rağmen, Muâviye’nin bu kimselere yapılacak muamele hakkında tereddüt içinde olduğu görülür. Onun bu kararsızlığında Yemen kökenli kabilelerin etkisi büyüktü. Bu kabilelerin arzusu tutukluların öldürülmesi değil, sürgüne gönderilmeleriydi. Yemenli kabilelerin Muâviye üzerindeki etkisini, tutuklu bulunan on dört kişiden yedisinin affedilmesi en güzel biçimde ortaya koymaktadır.

Neticede Muâviye kararını vererek, Hudbe b. Feyyaz el-Kudaî, Husayn b. Abdullah el-Kulabî ve Ebû Şerif el-Bedevî’yi Hucr ve adamlarını öldürmek üzere görevlendirmişti. Ertesi gün öldürülmek üzere iken Hucr’a isteği üzerine namaz kılmasına izin verilmişti. Hucr namazını bitirdikten sonra şöyle konuşur: “Vallahi şu anda kıldığım namazdan daha zevkli bir namaz kılmış değilim, ölümden korkup namazı uzattığım izlenimine kapılmayacak olsaydınız bu namaza ara vermez kılmaya devam ederdim.” Sonra şöyle devam eder: “Allahım! Biz ümmetimiz için senden yardım diliyor ve sana sığınıyoruz. Kûfe halkı bizim aleyhimizde şahadet ettiler. Şamlılar da bizi öldürüyorlar. Vallahi, beni öldürecek olursanız Şam vadisinde öldürülecek ilk Müslüman süvari ve yine Müslümanlar arasında bu vadinin köpeklerinin uluduğu ilk insan da ben olmuş olacağım.” Bu sözlerden sonra Hudbe b. Feyyaz Hucr’un üzerine kılıçla yürümüş, kılıcını kaldırıp vuracağı sırada birden Hucr’u bir titreme tutmuştu. O da Hucr’a: “Sen ölümden mi korkuyorsun? Haydi, Ali’den uzak olduğunu söyle de seni serbest bırakalım.” demiş, Hucr ise şöyle cevap vermişti: “Nasıl olur da ölümden korkmam? Bir tarafta kabir kazılmış, öbür tarafta kefen hazırlanmış ve karşımda da kılıcını çekmiş birisi duruyor. Vallahi ben ölümden korksam da Allah’ın razı olmayacağı bir tek söz söylemeyeceğim.” Bunun üzerine o ve arkadaşlarından altı kişi öldürülmüştü. Hucr öldürülmeden önce akrabalarından yanında bulunanlara: “Bağlandığım şu demirleri sakın çözmeyesiniz ve kanımı da sakın yıkamayasınız. Ben bu halimle yarın Muâviye ile karşılaşacağım.” demiş ve bu sözlerinden sonra boynu vurulmuştu.[334]

Muâviye bağışlananlardan sonra geride kalan Hucr ve arkadaşlarına Ali’den uzak olduklarını söylemelerini teklif ettirdi. Ancak bunlar yapılan teklifi reddettiler. Kendileri için kefenler hazırlandığını gören Hucr’un, “Bizi Müslümanlar gibi kefenleyip, kafirler gibi öldürecek misiniz?” demesi onu, Mekke’nin fethinde önce meydana gelen ve müşriklerin lideri Ebû Süfyan ile Muâviye’nin de hazır bulunduğu Müslüman Hubeyb b. Adiy’in idamı meselesini hatırlamaya sevk etmişti.[335]

Mâlik b. Hubeyre es-Sekunî, Muâviye ’den Hucr b. Adiy’in kendisine bağışlanmasını isteyip de bu konuda reddedilince adamlarını toplayıp Hucr ve yanındakileri kurtarmak üzere onların tutuklu bulunduğu el-Azrâ denilen yere doğru yola çıkmış ama yetişememişti. Mâlik b. Hubeyre’nin Hucr ve adamlarını kurtarmak için teşebbüste bulunduğu Muâviye ’ye haber verilince o şöyle demişti: “Onun içinde şu anda bir heyecan kaynamaktadır, fakat o şimdiye çoktan sönmüş, gitmiştir.” Mâlik evine kapanmış, Muâviye ’nin yanına varmamıştı. O gün gece olunca Muâviye , Malik b. Hubeyre’ye yüz bin dirhemlik bir hediye göndermiş ve şöyle demişti: “Senin şefaatini kabul etmedim, çünkü eğer onları serbest bırakmış olsaydım Müslümanlar arasında tekrar büyük bir fitne kopar, savaşlar meydana gelirdi. Hucr’un öldürülmesi Müslümanların başına böyle bir felaketin gelmesinden daha iyidir, diye düşündüm.” Malik b. Hubeyre de yüz bin dirhemlik hediyeyi almış ve bu davranıştan son derece memnun olmuştu. [336]

Anlatıldığına göre Hucr ve adamlarının öldürüldüğü Hasan el-Basrî’ye anlatılınca: “Onların namazlarını kıldılar, kefenleyip kabirlerine defnettiler ve yüzlerini de kıbleye çevirdiler değil mi?” diye sormuş, kendisine: “Evet.” diye cevap verilmesi üzerine şöyle demişti: “ Kabe’nin Rabbine yemin olsun ki kendilerini öldürenlere karşı ileri sürecekleri delilleri vardır.”[337]

Hucr ve adamlarının durumu Hz. Âişe’ye ulaşınca Abdurrahman b. el-Harisî’yi Muâviye ’ye göndermiş, onların serbest bırakılmalarını istemişti. Abdurrahman, Muâviye ’ye geldiğinde Hucr ve adamları çoktan öldürülmüşlerdi. Abdurrahman, Muâviye ’ye şöyle demişti: “Ebû Süfyan’ın insaflılığı ve yumuşaklığı sende hiç kalmamış gibi gözüküyor. Onun yumuşak huyluluğu nereye gitti?” Muâviye bu sözlere şu şekilde karşılık vermişti: “Kavmimin senin gibi yumuşak huylu olan kimseleri uzak durduğu için yumuşak huyluluk benden kaybolup gitti. Sümeyye’nin oğlu Ziyad bu işi bana yükledi, ben de infaz ettim.”[338]

Hz. Âişe de bu konuda şöyle demiştir: “Eğer başımıza gelen felaketler arkasından daha büyük felaketleri getirmeyecek olsaydı mutlaka Hucr’un öldürülmesini de değiştirir ve durdururdum. Vallahi ben Hucr’u ancak iyi bir müslüman, sürekli hac ve umre yapan bir kişi olarak biliyorum.”[339]

İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Ebî Melike’nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Muâviye Medine’ye geldiğinde Hz. Âişe’nin yanına vardı. Hz. Âişe ona şöyle bir soru sordu: “Hucr’u öldürdün mü?” Muâviye de: “Ey mü’minlerin annesi! Ben hayatta bırakıldığı takdirde insanları fesada sürükleyecek bir adamın öldürülmesini, hayatta bırakılmasından daha hayırlı buldum ve bunu da insanların yararına saydığım için öldürdüm. Hem onu aleyhinde şahitlik edenler öldürdü.” diye cevap verdi.[340] Bu konuda Ziyad’ın Muâviye’ye yazdığı mektubun etkili olduğu rivâyet edilmektedir. Ziyad, Muâviye’ye: “Eğer Irak hakimiyetini elden bırakmayı istemiyorsan bunları öldürmen gerekir.” demişti.[341]

Başka bir rivâyette anlatıldığına göre Hz. Âişe, bu yüzden Muâviye ’yi tehdit edip şöyle demişti: “Eğer beyinsizlerimiz bize galip olmasalardı, benimle Muâviye arasında Hucr’un öldürülmesi sebebiyle epey işler olurdu.”Ancak Muâviye bu konunun hassasiyetini ve gerekçesini beyan edince Hz. Âişe onun bu husustaki mazeretini uygun bulmuştu. Bu konudaki başka bir rivâyette de Hz. Âişe, Muâviye ile karşılaşınca ona: “Hucr’a hoşgörü ile davranamaz mıydın?”diye sormuştu. Muâviye de ona: “Olgun bir adamla karşılaşmadım da ondan.”diye cevap vermişti.[342]

Sonuç itibariyle bu olay İslâm toplumunda infialle karşılanmıştı. Bu kadar sert bir tepkinin gösterilmesi ve onların öldürülmeleri hoş karşılanmamıştır. Anlatıldığına göre Kûfeliler şöyle derlerdi: “Kûfe’ye giren ilk hüzün verici haber Hasan b. Ali’nin ölümü idi. Diğer üzüntü verici haber ise Muâviye’nin Ziyad’ı nesebine katmasıdır. Arkasından Hucr ve arkadaşlarının öldürülmesi haberi gelir.”[343]

Yezîd b. Muâviye’yi Veliaht Tayin Etmesi

İslâm Tarihinde şûra ve seçime dayalı halifelik sistemini değiştirerek yerine oğlunu tayin fikrini, yani veliahtlık sistemini ilk uygulayan Muâviye ’dir. Bu fikri ilk ortaya atan kişinin, Muâviye ’nin Kûfe valisi olan Muğîre b. Şu’be olduğu söylenmektedir. Bu konudaki rivâyetler şu şekildedir: “Muâviye Hz. Hasan’ın vefatından sonra 49/669 yılında, Kûfe valisi Muğîre b. Şu’be’yi görevinden azledip yerine Sâid b. el-Âs’ı tayin etmek istemişti. Muâviye’nin bu niyetini öğrenir öğrenmez Dımeşk’e giden ve Yezîd ile görüşen Muğîre, Yezîd’e “Ashâbın ve Kureyş’in ileri gelenlerinin vefat ettiğini, geriye kalanlar arasında ise en iyi düşünen ve siyaseti en iyi bilen kişinin kendisi olduğunu, dolayısıyla emiru’l-mü’minin kendisine biat almasında hiçbir mahzur görmediğini” söyler.[344]

Muğîre, Yezîd’in, babasına gitmesini ve ondan kendisini veliaht tayin etmesini söylemesini ister. Muğîre’nin bu telkiniyle Muâviye ’nin huzuruna giden Yezîd, babasından kendisini veliaht tayin etmesini talep eder. Muâviye , Yezîd’e bu fikri kimden edindiğini sorar, onun “Bu fikri Muğîre’den aldım.” demesi üzerine Muğîre’yi yanına çağırır. Bu üç kişi arasında geçen görüşmede Muğîre, Hz. Osman’dan sonra dökülen kanları ve ümmet arasında çıkan ihtilafları hatırlatıp, kendisinden sonra da böyle bir ihtilafın ve karışıklığın çıkmaması için Yezîd’e biat almasını teklif eder. Muâviye , Muğîre’nin söylediği gerekçeleri dinledikten sonra bu konuda kimlerin yardımcı olacağını sorar. Muğîre de ona, Kûfe halkının biatini kendisinin, Basra halkının biatini ise Ziyad’ın sağlayabileceğini ve bu iki şehirden başka hiçbir yerin ona muhalefet edemeyeceğini belirtir. Bu görüşmeden sonra Muâviye onu görevden azletmekten vazgeçip, bulunduğu Kûfe valiliği görevine devam etmesine karar verir. Hatta görevinin başına dönmesinden sonra orada bir takım güvenilir kimselerle görüşerek, neticenin kendisine bildirilmesini isteyerek bundan sonra takip edilecek yolun tayinini de planlar.[345]

Diğer kaynaklardan farklı olarak Ya’kûbî eserinde veliahtlık hadisesini şu şekilde anlatmaktadır: “Muğîre, Muâviye’nin yanına gelerek: “Ey Mü’minlerim emiri. Yaşım ilerledi, gücüm aldı ve işimi gereğince yapamaz oldum. Dünyadan hiçbir beklentim kalmadı, ölmeden önce sana yardım etmekten başka bir isteğim yoktur.” demişti. Muâviye ona bu yardımın ne olduğunu sorunca Muğîre şöyle demişti: “Ben, Kûfe’nin ileri gelenlerini Yezîd’e biate çağırdım. Onların hepsi de bu davetime icabet ettiler. Ancak ben bu işin sizden habersiz olmasını istemedim. Bu durumu size söylemek ve Kûfe valilinde istifamı istemek için geldim.” Bunun üzerine Muâviye ona: “Subhanallah! Ey Ebû Abdurrahman! Yezîd senin de akrabandır. Sen, başladığın işi tamamlamalısın.” diyerek tekrar görevinin başına dönmesini istedi. Muğîre de çıkışta katibine: “Öyle bir iş ortaya attım ki, onu kandan başkası temizlemez.” demişti.[346]

Vecdi Akyüz, bu rivâyetle ilgili şu tenkitlerde bulunmaktadır: “Muğîre’nin Kûfe’de Yezîd’in veliahtlığı için teşebbüse geçmektense, bizzat Muâviye ile görüşüp konuyu ona açması daha uygun olurdu. Bu haberin kendi içindeki çelişkisi de böylece ortaya çıkmış oluyor. Çünkü hem Muâviye’ye danışmadan bir iş yapmayacağını, hem de Kûfelileri, Yezîd’e veliaht olarak biat etmeye çağırdığını ve olumlu cevap almış olduğunu belirtmesi çok açık bir çelişkidir.” [347]

Muğîre’nin bu fikri neden Muâviye ’ye telkin ettiği hususunda iki farklı görüş aktarılmaktadır. İlk görüşü savunanlara göre Muğîre, Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra ortaya çıkan fitne ve ayrılığı göstererek bu durumun bir daha yaşanmaması için Yezîd’in veliaht tayin edilmesini ister. Onun bu isteği ümmetin tekrar aynı sıkıntıları çekmemesine, ayrılığa düşmemelerini sağlama amacını taşıyordu.[348] Onun bu isteği ikinci görüşü savunanlar tarafından çok masumane bulunmuştur. Çünkü onlara göre Muğîre bu fikri kendisini valilikten azletmek üzere olan Muâviye ’den intikam almak için ortaya atmıştı. Buna delil olarak da Muğîre’nin, Muâviye ’nin yanından çıkarken söylediği rivâyet edilen şu sözleri gösterirler. Muğîre: “Muâviye’nin kafasına hiç olmayacak ve olması muhal olan bir işi soktum. Bu iş Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ümmetinde olması asla uygun olmayan bir iştir, fakat ben onlar için öyle bir gedik açtım ki ebediyen kapatılamayacaktır.” diye konuşmuştu.[349]

Akkad, Muğîre’nin bu fikri ortaya atmakla iki faydayı birden temin etmiş olacağının ileri sürmektedir: “Muğîre’nin bu fikrini Muâviye beğenmese bile Yezîd böylesine cazip bir teklifin peşini bırakmayacaktı. Muâviye, oğlu için böylesi bir teklife sıcak bakmayınca ise her ikisi arasında bir çekişme ortaya çıkacaktı. Böylece baba-oğul birbirine düşecekti. Kazançlı çıkan yine Muğîre olacaktı. Muâviye oğlunu veliaht tayin etmezse (ki bu uzak bir ihtimaldi) bu durumda Muğîre, Yezîd lehinde bir teklifte bulunmakla Yezîd’in dostluğunu kazanmış olacaktı. Üstelik Muâviye’nin dostluğunu kaybetmeyecekti. Çünkü Muâviye onu valilikten alarak dostluğundan uzaklaştırmıştı. Muğîre, valilikten azledilmesinin intikamını Muâviye’ye karşı isyan ederek almamıştı, fakat onun oğluyla arasını açılmasını sağlayarak bu hedefine ulaşmış olacaktı.” [350]

Veliaht tayin etme fikrini Muâviye ’nin aklına Muğîre’nin düşürmüş olduğunu söyleyen tarihçilerin yanı sıra bu fikrin Muâviye ’nin zihninde zaten var olduğunu söyleyenlerde bulunmaktadır.[351] Belki de bizzat içinde bulunduğu ve şahit olduğu çekişmeler, çalkantılar, Muâviye ’nin bu düşünceye varmasında etkili oldu. Muâviye ’nin oğlunu veliaht tayin etmekle, ileride daha önceden yaşanılan problemlerin tekrar ortaya çıkmasını engellemeyi düşündüğü de söylenebilir.

Muâviye ’nin daima kendisiyle fikir alışverişinde bulunduğu Muğîre’nin, böyle bir teklifi kendisinin azli söz konusu olunca gündeme getirmesi ve Emevî ailesinden başka birini değil de Yezîd’i tavsiye etmesi bu meseleyi daha önce aralarında görüştüklerini veya en azından Muâviye ’nin böyle bir şeyi tasarladığını, Muğîre’nin bildiği izlenimi vermektedir.

Yezîd’in veliahtlığı konusunda ilk adımı Kûfe’ye dönen Muğîre attı. Yezîd’in veliaht tayin edilmesi için Kûfelileri ikna etmek için çaba sarf etti. Kûfelilerin ileri gelenleri ile görüştükten sonra on veya kırk kişilik bir heyeti Muâviye ’ye gönderdi. Bu heyetin başkanlığını ise oğlu Musa yapıyordu. Bunlar Muâviye ’nin huzuruna varınca Yezîd’e biat ettiklerini ve onun veliahtlığının yerinde bir karar olduğunu söylediler. Muâviye bu heyete, Yezîd’in veliahtlık fikrinden memnun olup olmadıklarını sormuştu. Onlar da bu konuda memnuniyetlerini ifade edince, Muâviye bu görüşün kime ait olduğunu sordu. Kûfeliler de bu görüşün kendilerine ve yanlarından geldikleri kişilere ait olduğunu söylemişlerdi. Ancak Muâviye, bu görüşün belki de bütün Kûfe ehlinin görüşü olmadığını anlayarak reisleri Musa’ya veya kardeşi Urve’ye: “Baban bu adamların dinini kaça satın aldı?” diye garip bir soru sorduğu, onların da: “Otuz bin dirhem veya dört yüz dinara.” diye cevap verdiği rivâyet edilmektedir. Muâviye bu görüşmeden sonra onlara bu fikri açıklamak konusunda acele etmemelerini ve sabırlı olmayı tavsiye etmişti.[352]

Kûfe halkından olumlu cevap alan Muâviye , daha sonra Muğîre’nin de dediği gibi bu konuda kendisine problem olabilecek Basra şehrinin nabzını yoklamak için Basra valisi Ziyad’a bir mektup gönderdi. Mektupta Ziyad’ın bu konudaki görüşü soruluyordu. Ziyad bu konuda acele edilmemesini istemişti. Muâviye ’de bunu dikkate almıştı. Ayrıca Ziyad, Yezîd’e elçisi Ubeyd b. Ka’b aracılığıyla bir takım nasihatlerde bulunmuş, kendisinde bulunan eksikliklerden bahsetmişti.[353]

Ya’kûbî, eserinde; Ziyad’ın Muâviye ’ye bir mektup yazarak Yezîd’in köpekler ve maymunlarla oynadığı, boyalı elbise giydiği, içkiye ve eğlenceye düşkün olduğu gibi birtakım kötü davranışlarından bahsettiğini ve bu işe engel olarak Hüseyin b. Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Ömer’in bulunduğunu nakleder. [354]

Muâviye Yezid’in var olan olumsuz imajını değiştirmek için gayret sarf etmişti. 49- 50/669-670 yılında Süfyan b. Avf el-Ezdî komutasında İstanbul’a gönderilen orduda Ebû Eyyûb el-Ensârî başta olmak üzere birçok sahabe ve sahabe çocuklarının yanında Yezîd b. Muâviye de yer almıştı.[355] Yine bu niyetle onu hac emiri olarak görevlendirmişti.[356]

Muâviye ’nin Ziyad’dan aldığı mektup üzerine oğlu Yezîd ile görüştüğü veliahtlık konusunu geçici bir süre de olsa askıya almayı ve Yezîd’in, Ziyad’ın eleştirdiği hususlarda daha dikkatli davranması hususlarının benimsenmiştir. Bunun üzerine Muâviye veliahtlıkla ilgili ilk girişimini Ziyad’ın 53/672 yılındaki vefatına kadar durdurmuştur. Muğîre’nin vefatından önce (v.50/670) önce başlayan veliahtlık girişimleri Ziyad’ın tavsiyesiyle askıya alınmış, onun 53/672 yılında vefat etmesiyle aleniyet kazanmıştı. Zira Muâviye Ziyad’ın öldüğünü öğrenince oğlunu veliaht tayin ettiği duyurdu. [357]

Muâviye , Yezîd’e biat almak için öncelikle kendisine yakınlığı ile bilinen Şamlılara müracaat etti ve Hz. Hasan’ın vefatından kısa bir süre sonra onların biatlerini aldı. Muâviye temsilcilerle görüşüp Şam ve Irak halkının biatini aldıktan sonra Medine valisi Mervan’a mektup yazarak, ondan Medine’deki eşrafın ve halkın biatlerini almasını istedi.[358]

Muâviye bütün vilayetlere mektuplar göndererek, onlardan Şam’a elçiler göndermelerini istedi. Heyetler gelip toplanınca, Muâviye salona girmeden önce kendisine yakınlığı ile bilinen Dahhak b. Kay s’a şöyle dedi: “Ben kalkıp bir konuşma yapacağım. Konuşmam esnasında ara verdiğim bir sırada sen kalk konuşmaya devam et. Yezîd’e biat edilmesi konusunda bana destek ver.” Muâviye konuşmasını yaparken, bir anlık suskunluğunda kararlaştırdıkları gibi Dahhak b. Kays, ayağa kalkarak kanların akmaması ve ümmetin kurtuluşu için birlik ve beraberliğin şart olduğunu, bunun için ilim ve huy açısından üstün olan, ileri görüşe sahip Yezîd’in veliaht tayin edilmesini istedi. Muâviye ve Dahhak’tan sonra konuşma yapanlar Muâviye ’nin teşebbüsünün haklılığına ve Yezîd’in bu işe ehil olduğuna dair şeyler söylediler.[359]

Muâviye Basra heyetinden Ahnef b. Kays’a fikrini sorması üzerine o: “Doğru söyleyecek olursak senden, yalan söyleyecek olursak Allah’tan korkarız. Ey Mü’minlerin emiri! Sen Yezîd’i bizden daha iyi bilirsin. Sen onun açığını, gizlisini, gecesini gündüzünü bilirsin. Gerçekten Yezîd, ümmet için halife olacak güçte ise, bizimle istişare etmeye gerek yok, ancak bu şartlar kendisinde mevcut değilse, ahirete göçüp gitmekte olduğun şu günlerde dünyayı ona teslim etme. Fakat biz her halûkarda, işittik ve itaat ettik deriz.” diye cevap vermişti.[360]

Medine temsilcisi Muhammed b. Amr b. Hazm da Muâviye’ye: “Ey Mü’minlerin emiri! Yezîd malca zengin, hasebce, nesebce üstün. Ancak Allah, her idarecinin idare ettiklerinden mesul olduğunu söyler. Allah’tan kork ve Muhammed ümmetine tayin edeceğin kişiyi iyi düşün.” diyerek, fikrini beyan etmiş, Muhammed b. Amr’ın, Muâviye ’ye, herkesin kendi oğlunun daha değerli olduğunu söylemesi üzerine Muâviye kızarak onu huzurundan çıkarmıştı.[361]

Konuşmacılardan Yezîd b. el-Mukanna ise Muâviye ’yi göstererek: “Mü’minlerin emiri ölecek olursa (Yezîd’i göstererek) işte bu onun yerini tutar.” dedikten sonra : “Kim ki bunu kabullenmezse (kılıcını göstererek) işte bu ona yeter.” dedi.[362]

Muâviye , heyetlerin ayrılmasından sonra siyasetinin gereği olarak kendisine yakın olanlara ve uzakta duranlara yaklaşmayı başarmış, çeşitli yardım ve ihsanlarla muhaliflerinin gönlünü almıştı. Elçiler aracılığıyla Şam ve Irak halkının biatini alan Muâviye bundan sonra Hicazlıların biatlerini almak için harekete geçti.[363] Ne kadar da siyasî açıdan eski gücünü kaybetmiş olsa da Hicaz, hâlâ merkez olma özelliğini koruyordu. Sahabenin ileri gelenlerinin çocukları burada ikamet ediyorlardı. Toplum nazarında itibarları ve etkileri söz konusu idi. Yezîd’in veliahtlığını onlara kabul ettirmek kolay olmamıştı.

Valileri aracılığıyla Medinelilerin biatini almaya çalışan Muâviye bunda başarılı olamamıştı. Medine’de Hz. Hüseyin, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b Zübeyr ve Abdullah b. Cafer biat etmeye yanaşmıyorlardı. Vali Sâid b. el-Âs bu şahısların biat etmemesi durumunda hiç kimsenin biat etmeyeceğini, bunların biat etmeleri halinde ise herkesin biat edeceğini söyledi. Muâviye bu durum üzerine kendisi Medine’ye geldi. Abdullah b. Abbas, Adullah b. Ömer, Abdullah b Zübeyr ve Abdullah b. Cafer, konuşma yaparak hilâfetin kisralık olmadığını, böyle olsaydı Hz. Ömer’den sonra Abdullah b. Ömer’in halife olması gerektiğini, şeref ve mevkî bakımından Hasan ve Hüseyin’in bu işe daha layık olduğunu bildirmişlerdi.[364]

Bu konuda bir mutabakata varılamamıştı. 51/672 yılında Hz. Hasan’ın ölümüyle Muâviye tekrar girişimlere başlamış ve bu meseleyi kökünden halletmek üzere Medine’ye gelmişti. Onu karşılamaya gelenler arasında İbn Abbas ve Hz. Hüseyin de vardı. Muâviye onlara iltifatta bulundu. Muâviye burada Hz. Âişe ile görüştü. Bu görüşmede Hz. Âişe Muâviye ’ye, Hz. Peygamber’e, Ebû Bekir ve Ömer’e uymayı tavsiye etti. Bunun üzerine Muâviye ona haklı olduğunu, gerçekten bu sayılanlara uyulması gerektiğini, ama Yezîd’e biat hususunda insanların bir başka alternatifinin olmadığını söyledi ve herkesin de bu biate iştirak ettiğini vurguladı. Bundan sonra çıkılan yoldan dönülmesinin uygun olmayacağını söyledi.[365]

Muâviye Yezîd’e biat hususunda muhalifleri toplayarak onlarla konuşmuştu. Muhalifler, Muâviye ’ye üç husustan birisini takip etmesini istemişlerdi. Bu üç husus Rasûlüllah gibi kimseyi halife tayin etmeyip Müslümanların kendilerinin birisini seçmeleri, Hz. Ebû Bekir gibi kendi ailesinden olmayan ve Kureyş içinden birisini tayin etmesi ya da Hz. Ömer’in yaptığı gibi işin şûraya havale edilmesiydi. Muâviye de onlara Müslümanların birliği bozmaktan ve kanlarını akıtmaktan sakınmalarını söylemişti. Yezîd ile ilgili olarak verdiği kararın kesin olduğunu, bu yoldan bir daha dönmeyeceğini belirtmişti.[366]

Muâviye ’nin muhalifleri: “Ben size yaklaşmayı arzu ettim. Tebliğini yapan artık mazur sayılır. Daha evvel sizinde aralarında bulunduğunuz Müslümanlara hitap ettiğimde birisi, kalkar, herkesin önünde beni yalanlardı ve ben de onun bu davranışına karşı susar, sesimi çıkarmazdım. Ancak ben şimdi Müslümanlara bir hutbe okuyacağım. Yemin ederim ki eğer sizden birisi benim bu konuşmam arasında kalkar da itiraz eder veya benim söylediklerimi reddederse kesinlikle ona hiçbir cevap vermeden kılıç onun boynuna dayanacak ve kellesini uçuracaktır. Artık herkes kendi canını kurtarmaya çalışsın.” diyerek tehdit ettiği iddia edilmektedir.[367]

Sonra muhafız komutanını çağırarak ona, onların huzurunda: “Bunların her birinin başında iki adam bulundur ve bu adamların her birinin eline kılıç ver. Ben hutbemi okuduğum sırada eğer onlardan birisi kalkar da ağzını açıp bir kelime söyleyecek olursa hemen başındaki muhafızlar kılıçlarıyla boyunlarını vursun.” diye talimat vermiş, sonra oradan çıkmış, onunla birlikte onlar da çıkarak mescide gitmişlerdi. Muâviye minbere çıkıp Allah’a hamd ve sena ettikten sonra şöyle demişti: “Bunlar Müslümanların ileri gelenleri ve en hayırlılarıdır. Bunlara danışmadan ve onların görüşlerine baş vurulup onlarla istişare edilmeden hiçbir iş yapılamaz, icra edilemez. Onlar Yezîd’e biat etme konusunda razı olmuşlar ve ona biat etmişlerdir. Haydi sizler de Allah’ın adıyla Yezîd’e biat ediniz.” Muâviye’nin bu sözleri üzerine orada hazır bulunanlar gelip Yezîd’e biat etmişlerdi. Ancak bu biatlarını yaparken Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının yapmış oldukları biatlara dayanarak ve güvenerek yapmışlardı. Bu biat işi bittikten sonra Müslümanlar Hz. Hüseyin ve arkadaşlarına gelip: “Sizler biat etmeyeceğinizi iddia ediyordunuz, neden razı olup da ona biat ettiniz?” diye sormuşlar, Hz. Hüseyin ve arkadaşları ise: “Hayır, vallahi biz asla biat etmedik.” diye karşılık vermişlerdi. Bunun üzerine: “Peki, o hutbesinde sizin de biat ettiğinizi söylediği halde neden ona itiraz etmediniz?” demişler, onlar da: “Kılıçtan ve öldürülmekten korktuk da onun için sesimizi çıkarmadık.” diye cevap vermişlerdi.[368]

Bu anlatılanlardan farklı olarak Muâviye ’nin onları biata zorlamadığı rivâyet edilir. Bunun beraber biate yanaşmayan veya biatlerini izhar etmeyen bu beş kişiye rağmen Muâviye , Hicaz yolculuğu esnasında en azından halkın biatini almayı başardığıdır. Nitekim Yezîd’in hilâfetinin ilk zamanlarında buradan bir itirazın veya isyanın çıkmamış olması da bölge halkının genel anlamda bu biatlerine sadakat gösterdikleri şeklinde yorumlanabilir.[369]

Sonuç olarak yabancı siyasî kültürleri Kuzey Arapları kadar iyi tanımayan ve kendi siyasî kültürlerinde iktidarın babadan oğla intikali gibi bir meselesi bulunmayan Hicazlıların, iktidarın el değiştirmesiyle ilgili Muâviye ’nin bu yepyeni uygulamasını -zorla veya iradeleriyle biat etseler de- kolaylıkla kabul etmediler.

Hakkındaki Diğer Eleştiriler

Muâviye b. Ebî Süfyan’ın kendisine yukarda belirttiğimiz dört hadiseden başka bazı ithamlar daha yapılmıştır. Ona yapılan bu ithamlar yukarıda saydıklarımızdan daha geri planda kalmışlardı. Bunda yukarıda zikrettiğimiz dört ithamın topluma etkisinin daha fazla olmasını ve tarihçilerin üzerinde daha fazla durmasını gösterebiliriz.

Muâviye ’ye bu çerçevede yöneltilen eleştirilerden biri Hz. Hasan’la olan anlaşmasının şartlarına riayet etmediğidir. Muâviye ve Hz. Hasan arasında meydana gelen anlaşmanın maddeleri rivâyetlerde farklılık arz etmektedir. Biz araştırmamızda anlaşmanın bütün şartlarını ve rivâyetleri belirtmeyeceğiz. Yalnızca Muâviye ’nin uymadığı iddia edilen anlaşma şartlarını aktarmaya çalışacağız.

Muâviye ’den sonra kimin halife olacağı meselesi bu konuda Muâviye ’nin uymadığı iddia edilen maddelerden biridir. Muâviye ’den sonra Hz. Hasan’ın veya Hz. Hüseyin’in halife olacağı ya da halifeyi seçme hususunun şûraya bırakılacağı şeklinde rivâyetler mevcuttur.[370] Bu şartları rivâyet edenlere göre Muâviye anlaşmaya uymamıştır.

Bu konudaki ikinci itham ise Hz. Hasan’a haracının verilmesi noktasında anlaşılan yerlerin haracının Hz. Hasan’a verilmemesi ve anlaşma sağlandıktan sonra ileriki senelerde Muâviye ’nin anlaşma şartlarında kısıtlamalara gittiği şeklindedir. İran’ın bir kasabası olan Dârabcerd’in haracının Hz. Hasan’a verildiği ancak kendilerinin feyi olduğu için Basralıların bu duruma karşı çıktıkları ve bunun Muâviye ’nin emriyle olduğu söylenmiştir.[371]

Bu konudaki bir diğer tenkit noktası ise anlaşma şartlarından olan Hz. Ali’ye tel’in edilmemesi ve Ehl-i Beyt taraftarlarının takibâta uğramamasıydı. Hz. Ali’nin yerilmesi hususunun devam ettiği ve özellikle de Ziyad döneminde Hz. Ali taraftarlarına çok sert davranıldığı gerekçe gösterilerek Muâviye bu şartlara riayet etmediği söylenmektedir.[372]

Muâviye ’nin Hz. Hasan’ın ölümünden sorumlu tutanlar, Hz. Hasan’ı onun zehirlettiğini ileri sürerler. Kaynaklarda genelde Hz. Hasan’ın karısı Ca’de bint Eş’as b. Kays tarafından zehirlendiği aktarılmaktadır. Muâviye ’nin Hz. Hasan’ın bazı hizmetçileri ile onu zehirlemeleri için ilişki kurduğu da iddia edilmektedir. [373]

Rivâyetlere göre Ca’de bint Eş’as b. Kays, bin dirhem, bir miktar arazi ve Muâviye’nin oğlu Yezîd ile evlenme şartlarına karşılık kocasını zehirlemiştir. Ancak onun Yezîd ile evlenmediği bilinen bir husustur. Güya Muâviye Ca’de’ye üzerinde anlaştıkları malları göndermiş, fakat oğlu Yezîd’in yaşamasını istediği için onunla evlenmesine izin vermeyeceğini bildirmiştir.[374]

Hz. Hasan’ın hastalığı sırasında kardeşi Hz. Hüseyin’e üç kez veya defalarca zehirletildiğini ancak, hiçbirisinin sonuncusu gibi olmadığını söylemişti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin ona kim tarafından zehirlendiğini sormuş, Hz. Hasan ise kardeşinin intikam alması istemediğinin kendisine zehir içiren kimsenin adını söylememişti.[375]

Muâviye ’nin eleştirildiği bir diğer konu ise valilerinin sertliğine göz yummuş olmasıdır. Özellikle Ziyad bu konuda en çok eleştiri alan kimsedir. Saltanat otoritesini ilk defa yerleştiren ve Muâviye ’nin hükümdarlığını perçinleyen kişi Ziyad olmuştur. O kılıcını çekerek, zan ile birçok kimseyi muhakeme etmiş ve şüphe üzerine insanları cezalandırmıştı.[376] Yine bir diğer valisi Amr’a Mısır’ı, hilâfet mücadelesinde yer aldığı için vermesi tenkit konusu olmuştur.[377]

Muâviye ’nin 50/670 yılında Hz. Peygamber’in minberini ve asâsını Medine’den Şam’a naklettirmek istemiş ve bu yüzden eleştirilerin hedefi olmuştu. Muâviye bu konuda şöyle diyordu: “Osman’ı öldüren bu adamların içinde Rasûlüllah’ın minberi ve asâsı kalmamalıydı.” Rasûlüllah’ın asâsını istemişti, asâ ise Sa’d el-Kurazî’nin yanında bulunuyordu. Minber yerinden oynatılıp da götürülmek istenince o anda güneş tutulmuş ve gündüz gözüyle yıldızlar görünmüştü. Müslümanlar güneşin tutulmasını Rasûlüllah’ın minberinin nakledilmesine hamlederek minberi yerinde bırakmışlardı.[378] [379]

Muâviye Medine’deki ashâbı ve Hz. Ali’yi Hz. Osman’ın öldürülmesine göz yummakla ve ona muhalefet etmekle suçlamıştı. Ve Hz. Ali’ye muhalefetinin gerekçesi olarak bu durumu ileri sürmüştü. İrfan Aycan tarafından Muâviye de elinde imkan varken Hz. Osman’ı korumadığı için eleştirilmektedir. Hz. Osman muhasara edildiği esnada gönderdiği birliğin yavaş hareket ettiğini bunun Muâviye ’nin isteği doğrultusunda gerçekleştiğinden bahsederler. Çünkü artık Hz. Osman’ın yatağında ölmesinden çok, öldürülmesi Muâviye’nin işine gelecekti.

Hıms valisi Abdurrahman b. Halid b. Velid’in zehirlenmesi hadisesinde Muâviye ’nin rolü olduğu iddia edilmektedir. Abdurrahman’ın Bizans topraklarına düzenlediği seferlerde elde ettiği başarılar, Şamlılar nezdinde iyi bir nüfuz elde etmesine ve taraftar toplamasına sebep olmuştu. Babası Halid b. Velid’e duyulan sevgi de bu durumda etkili olmuştu. Onun Rum topraklarında Şam’a ihtiyaç hissetmeden iş yapabilme imkanına sahip olması bu bölgede halk tarafından sevilmesi, Muâviye’yi endişelendirdi. Muâviye Abdurrahman’dan kurtulmanın yolunu onu 46/ 666 yılı içerisinde zehirletmekte buldu. Bu yol Muâviye’nin daha önce de başvurduğu ve bu işe gayr-ı müslimleri aracı yaptığı bir yoldu. Bunda da İbn Asâl ismindeki, muhtemelen Hristiyan olan bir tabibi, kendisinin haraçtan muaf tutulması ve Hıms şehrinde Haraç görevliliğine tayin edilmesi karşılığında, görevlendirerek Abdurrahman’ı zehirletti.[380] Abdurrahman’ın zehirletilmesi ile ilgili bir başka sebebinin de, Şamlıların Abdurrahman’ı veliaht olarak görmek istemelerini olduğu rivâyet edilmektedir.[381]

Muâviye devlet yönetiminde Bizans ve Sasanî geleneklerini uygulaması, saraylar inşa ettirip yine saray hayatında Bizans ve Sasanî geleneklerini benimsemesi ve ihtişamlı ve görkemli bir hayat yaşaması sebebiyle eleştirilmiştir. Hatta daha valilik döneminde yaşadığı ihtişamlı hayat Hz. Ömer tarafından tenkit edilmiştir.[382]

Muâviye ’nin tenkit edildiği bir diğer hususta insanları parayla yanına çekmesi ve zor durumda kaldığında hileli yollara sapmaktan çekinmemesidir. Yönetime muhalefet etme ihtimali bulunan ya da muhalefet hareketine girişen kimseleri bol ihsanlarla yanına çekmeyi başarmıştır.[383]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

MUÂVİYE BİN EBÎ SÜFYAN HARKINDAKİ FARKLI YAKLAŞIMLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

İslâm Tarihinin en önemli dönemlerinden biri Emevîler dönemidir. Emevîler döneminde de hiç kuşkusuz Muâviye b. Ebî Süfyan’ın ayrı bir yeri vardır. Siyasî kavga ve görüş ayrılıklarına rağmen İslâm topraklarını tek çatı altında toplamayı başaran bu dahî devlet adamı, tartışmaların odağında olmuştur. Muâviye , yirmi yıllık hilâfeti süresince birçok faaliyete imza atmış, devletin iç ve dış siyasetinde önemli icraatlarda bulunmuştur. Bu faaliyetleri ve icraatları sonucu, hakkında olumlu veya olumsuz kanaatler oluşmuştur.

Muâviye b. Ebî Süfyan Hakkında Olumlu Kanaate Sahip Olanlar

Genel olarak ehl-i sünnet âlimlerinin Muaviye b. Ebû Sûfyan’a bakışları onun Hz. Peygamber’in sahabesi olduğu ve ona bu konumu çerçevesinde yaklaşılması gerektiği şeklindedir. Muâviye ’ye olan bu bakış açısı tarih kaynaklarımızda da yansıtılmaktadır.

Halife b. Hayyât, Dineverî, Zehebî, Taberî, Belâzurî, İbnü’l-Esîr, Suyûtî gib alimler Hz. Ali arasındaki mücadeleden başlamak üzere Muâviye ’nin faaliyetleri hakkında bize bilgi vermektedir. Onların kitaplarına baktığımızda genel olarak sadece bu rivâyetleri bize aktarmakta kifayet ederler. Muâviye ’nin eleştiriye tâbi tutulduğu konularda fikirlerini ortaya koymamaları yukarıda belirttiğimiz gerekçe ile alakalı olmalıdır.

Yukarıda zikrettiğimiz tarihçilerden Taberî, Belâzurî, İbn Kesîr ve İbnü’l-Esîr onun hakkındaki rivâyetleri ve menkıbeleri daha detaylı aktarmışlardır. Taberî, Belâzurî, İbn Kesîr ve İbn Esîr rivâyetlerinde genellikle Muaviye’nin hakkındaki olumlu rivâyetleri bize nakletmişlerdir.[384] Onlardan farklı olarak Zehebî, olumlu ve olumsuz rivâyetleri bize aktarmıştır. [385]

İbnü’l-Arabî el-Avâsım’ında Hz. Ali ve Muâviye mücadelesini ele alırken ictihadî farklılığı öne sürmektedir. Şia’nın onu küfürle itham etmesine karşı çıkmaktadır. [386] Hakem olayında Ebû Mûsâ ve Amr arasında geçtiği iddia edilen rivâyetleri kabul etmemektedir.[387] Muâviye ’yi halifelerin sonuncusu ve meliklerin ilki olarak görerek Bakara suresindeki Hz. Davut ile alakalı olan “ Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi.”[388] âyetini bu minvalde bize aktarmaktadır.[389]

İbnü’l-Arabî, Muâviye ’nin Hucr’u öldürmesine neden olarak, Hucr’un İslâm toplumu arasındaki fesat çıkarmaya yönelik hareketini göstermektedir. Ona göre Hucr’un hareketi İslâm toplumunun tanıdığı halifeye başkaldırı niteliği taşımaktadır.[390]

İbnü’l-Arabî, Muâviye ’nin Ziyad’ı nesebine katmasının şu şekilde yorumlamaktadır: “İmam Malik, Ziyad’ın nesebini açıkça vurgulayarak hem de Abbasî devleti döneminde “Ziyad b. Ebî Süfyan” demiş ve bu işin mücadelesini verenlerin dediği gibi “Ziyad b. Ebîh” dememiştir. İmam Malik’in bu ifadesinde aynı zamanda fıkhî bir incelik vardır ki kimse ona akıl erdirememiştir. Şöyle ki, bu mesele ihtilaflı bir mesele olduğu halde hakim tarafından bu konuda kesin karar verilirse ki, Halife Muâviye bu hükmü vermiştir, artık bu kararın tersine dönüş olmaz. Zira ihtilaflı meselelerde hakimin bir tarafın lehine karar vermesi o meseledeki ihtilafı sona erdirir ve meseleye kesinlik kazandırır.”[391]

İbn Teymiyye, Ashab-ı Kiram adlı risalesinde âyet ve hadisler ışığında sahabelerin faziletlerinden bahsederek onların derecelerinde farklılık olacağını her birinin sahabeliğinin Rasûlüllah ile olan beraberliği miktarınca olduğunu belirtir.[392]

Onun bu konudaki fikirleri şu şekildedir: “Muaviye kardeşi Yezîd, İkrime, Sevtan b. Ümeyye ve Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr gibi Mekke’nin fethedildiği yıl İslâm’a giren Tuleka’nın Müslümanlıkları ve İslâm üzere oldukları alimlerce tevâtüren sabittir. Muaviye’nin İslâmiyet’i, diğerlerinden daha açıktır. Çünkü o kırk yıl idarecilik yapmıştır. 20 yılda kendisi Hasan’ın hilafeti devretmesiyle bağımsız idarecilik yapmıştır.”[393]

İbn Teymiyye Hz. Hasan ile alakalı şu hadisi vererek değerlendirmeye tâbi tutmuştur. “Benim oğlum seyyiddir ve Allah kendisi sebebiyle iki fırkayı barıştıracaktır”[394] Rasûlüllah’ın Hasan’ı barışı seçip, savaşa girmeyeceğinden dolayı övmesi, Allah indinde iki taraf arasındaki barışın savaşmaktan daha sevimli olduğunu gösterir. Böylece Hasan’ın savaşmakla memur olmadığını da anlaşılmaktadır. O halde eğer Muâviye kafir olsaydı bir kafirin hakim kılınıp idarenin kendisine teslim edilmesi Allah ve Rasûl’ünün sevdiği bir şey olmazdı. Hadis aksine Hasan ve taraftarlarının mümin olduklarını gösterdiği gibi Muâviye ve taraftarlarının mümin olduklarına ve Hasan’ın yaptığının Allah indinde ve O’nun Rasûl’ünün nezdinde tasvip gören bir hareket olduğuna işaret etmektedir. [395]

Ayrıca İbn Teymiyye, Buharî ve Müslim’de geçen şu hadisi de yorumlamaktadır. “İnsanların tefrikaya düştükleri bir sırada bir fırka (İslâm’dan) çıkacak ve daha haklı olan (Hakka daha yakın olan fırka) onları öldürecektir. Bu sahih hadis savaşan her fırkanın yani Ali ve taraftarlarıyla, Muâviye ve taraftarlarının hak üzere olduklarına ve Ali ile taraftarlarının da Muâviye ve taraftarlarından daha yakın bulunduklarına delildir. Çünkü dinden çıkanlarla yani Hâricîlerle savaşan Ali’dir.” İbn Teymiyye Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Muâviye’yi vahiy kâtibi olarak görevlendirdiği ve Muâviye’nin Hz. Peygamber ile birlikte savaştığını belirterek onu küfürle suçlayanları şiddetle reddetmektedir.[396]

İbn Teymiye’ye Muâviye  konusunda şu sorular yöneltilmişti:

Muâviye’ye lanet etmek caiz midir?

Muâviye’ye lanet eden ne ceza gerekir?

Rasülullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “İki halifenin savaşması durumunda biri mel’undur” dedi mi?

Rasülullah “Ammar b.Yâsir asî bir grup tarafından öldürülecektir” dedi mi? Ammar Muâviye’nin askerleri tarafından öldürüldü mü?[397]

İbn Teymiyye bu sorulara verdiği cevaplarda sahabeye, dolayısıyla Muaviye’ye lanet etmenin caiz olmadığını söylemektedir. “Rasûlüllah’ın sahabeleri mü’minlerin en hayırlılarıdır. Muâviye’ye ve diğer sahabeye lanet eden Allah’a isyan etmiştir.”[398]

İbn Teymiyye’ye göre Sıffin Savaşında savaşa tutuşan iki tarafta şu ayeti kerimenin işaret ettiği gibi dinden çıkmamışlardır:

“Eğer mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz, eğer biri diğerine saldırırsa; saldıranla Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar savaşınız, eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz. Şüphesiz Allah adil davrananları sever. Şüphesiz mü’minler birbiriyle kardeştirler; öyleyse dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltiniz. Allah’tan sakının ki Allah size acısın.”[399]

Yüce Allah aralarında savaş ve haddi aşma olduğu halde iki taifeyi de mü’min olarak isimlendirmekte ve kardeş kılmaktadır.[400]

İbn Teymiyye “iki halife savaşırsa ikisinden biri mel’undur.”sözünün yalan olup iftira olduğunu, ilim ehlinden hiçbir alimin bunu hadis olarak almadığını belirtmektedir.[401]

İbn Teymiyye, Hz. Ali ve Muâviye ’nin delillerini şöyle anlatmaktadır: “Muâviye halifelik iddiasında bulunmadı. Ali ile savaştığında hiç kimse ona biat etmediği gibi halifelik için de savaşmadı. O halifeliği de dile getirmedi. Muâviye kendisine bu soru sorulduğunda hilafeti hak etmediğini de kabul etmekteydi. O ve arkadaşları Ali’ye karşı savaşı ilk başlatanların kendileri olduklarını düşünmedikleri gibi, isyan ettiklerini de düşünmüyorlardı. Onlar Ali’ye itaatin kendilerine vacip olmadığını, Ali ile savaşmaları durumunda mazlum olacaklarını düşünüyorlardı. Onlar “Osman, tüm Müslümanların ittifakıyla mazlum olarak öldürüldü, onun katilleri ise Ali’nin ordusunun içindedir. Onların çoğu kendisine baskı uygulamaktadır. Eğer buna göz yumarsak zulmetmiş ve kendimize ihanet etmiş oluruz. Ali Osman’ı koruyamadığı gibi onları da engelleyemedi. Biz, bizlere insaflı davranmaya gücü yeten ve bize karşı merhametli olan bir şahsa biat etmemiz gerektiğini düşünüyoruz” demekteydiler. Ali ve arkadaşları, Muâviye ve arkadaşlarının biat edip, itaat etmeleri gerektiğini düşünüyorlar, Müslümanların bir tek halifesi olabileceğinden hareket ediyorlardı. Ali taraftarları, Muâviye ve arkadaşlarının Ali’ye itaat etmediklerini, dolayısıyla bu vecibeyi yerine getirinceye kadar onlarla savaşmanın gerektiğini ve böylece itaatin ve birliğin sağlanacağını düşünüyorlardı.[402]

“Ammar’ı haddi aşan bir grup öldürecektir” hadisini İbn Teymiyye, yine Hucurat suresindeki âyete dayanarak yorumlamaktadır. İki tarafında mü’min kabul edildiğini, haddi aşanların imandan çıkmadığını ve lanet edilemeyeceğini belirtir. Aynı zamanda bu hadiste kastedilenlerin Muâviye  ve arkadaşları olmadığını söyler. O, bu hadis şu şekilde yorumlar: “Bu hadisle Ammar’a hücum edip onu öldüren bir grup askerin kastedilmesi muhtemeldir. Ammar’ın öldürülmesinden memnun kişi bağî hükmündedir. Askerler arasında Abdullah b. Amr ve benzerleri gibi Ammar’ın katline razı olmayanlar vardı. Ammar’ın öldürülmesini hoş karşılamayanlar çoğunluktaydı. Hatta Muâviye de Ammar’ın öldürülmesini hoş karşılamamıştır.[403]

Ömer Nasuhi Bilmen, “Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih llikadları" isimli kitabında Muâviye ’nin sahabe olduğu vurgusu yaparak onun hakkındaki rivâyetlerin tetkike muhtaç olduğunu belirterek, hakkındaki onu itham edici rivâyetlerin iftira ve kizb eseri olduğunu belirtmektedir. Muâviye ’nin Hz. Ali’ ye karşı giriştiği mücadeleyi içtihat olarak değerlendirmektedir.

Muâviye Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in emirlerine itaati bir vecibe bilen yüksek bir müslümandır; o bunlara kasten muhalefet etmiş olamaz. Fakat masum olmadığı için bazı yanlış hareketleri görülmüş olabilir. Allah ve Rasûlünün emirlerine hakkıyla riayet edip kendisinden asla hata ve muhalefet sudûr etmemiş kaç zat gösterilebilir?

Hz. Osman mazlumen şehit edilmişti. Katilleri meydanda dolaşıp duruyordu. Hz Osman’ın evlatları babalarını katilleri hakkında kısas icrasını istedikleri halde bu hükmü şer-i yerine getirilmemiştir. “İmam Ali eğer imamet-i kübra makamını ibraz etmiş ise kuvvet ve güç sahibi olacağından bu kısası icra etmelidir. Eğer bunu icraya muktedir değilse demek ki henüz İmamü’l-müslimin değildir. Şayet bu kısası kasten tatbik etmiyorsa Hak Tealâ’ya asî olmuş olacağından biz kendisine nasıl tabi olabiliriz. Allah Tealâ’ya mâ’siyyeti icabeden hususta mahlûka itaat caiz değildir.

İşte Muâviye de bunları nazara alıyor, biatten kaçınıyor, bir hakkı şer’înin bir an evvel yerine getirilmesini istiyordu. Hakikatte Hz.Ali haklıydı. İctihadında musîb idi. Fakat Muâviye ’nin içtihadında hata olsa bile kendi doğrusunu ifâ etmiş oluyordu.

İmam Ali hakka Muâviye ’den daha yakındı. Ekseri ehl-i hadisin, birçok fukahânın ve ekabiri sahabe ile tabiinin kavilleri bu yöndedir. Bunun içindir ki ekabiri İslâm bu harplere iştirak etmemişlerdir.” [404]

“Muâviye ’nin Yezîd’i veliaht tayin etme sebebi ise oğlunu riyasete ehil görmesi idi. O diğer sahabe çocuklarının faziletini takdir etmez değildi. O’nun, oğlunu veliaht tayin etmesi fitnenin zuhurunu önlemek içindi. Yezîd’in yaptığı faaliyetler yüzünden Muâviye  mes’ul tutulamaz.”[405]

“Ammar’ı öldüren bağî topluluk ise onun ölümüne sevinenlerdi. Muâviye  hakkında bağî denilmesi son derece hatalıdır.”[406]

Ömer Nasuhi Bilmen, özetlemeye çalıştığımız bu görüşlerin yanında kitabında Muâviye ’nin faziletleri hakkındaki rivâyetleri aktarmış ve Muâviye ’nin Hz. Peygamber’den rivâyet ettiği hadisleri nakletmiştir.[407]

Yusuf el-Işş, Hz. Ali ve Muâviye arasında meydana gelen mücadelede iki tarafında niyetinde samimi olduğunu belirtmektedir. Sebeiyye fırkasının Müslüman toplumu ifsat ettiğini ve bunun neticesinde fitnenin vuku bulduğunu savunur.[408] el-Işş, iki tarafında Hz. Ali’nin şu konuşmalarını delil olarak aldıklarını aktarmaktadır:

“Bizler Hz. Peygamber’in akrabaları ve yakınları olduğumuz halde her iki halifeye itaat etmeyi kendimize gerekli gördük. Sonra Müslümanlar Osman’ı halife tayin ettiler. Tasvip etmeyip ayıpladıkları bazı icraatlarda bulunması üzerine de gidip onu öldürdüler. Sonra bana gelerek “biat al” deyince ben hep kaçındım. Onlar: “Müslümanların biatini al. Bu ümmet senden başkasına razı değildir. Müslümanların ayrılığa düşmelerinden korkuyoruz.” diye ısrar ettiler. Bunun üzerine ben de onların biatlerini aldım. Biat ettiği halde bana karşı çıkan iki kişi ile Muâviye’nin, İslâm’da her hangi bir önceliği ve İslâm’a bağlılığı ve yakınlığı söz konusu olmadığı halde, o ve babası İslâm’a istemeyerek girdikleri güne kadar Allah’a ve Rasûlüne savaş açan bir adamın, yaptıklarından başka zorluklarla ve muhalefetlerle karşılaşmadım. Fakat beni en çok hayrete düşüren husus da onunla beraber olmanız, ona bağlanarak Hz. Peygamber’in ehl-i beytini terk etmenizdir. Onlara düşmanlık beslemek ve muhalefet etmek, size yakışmazken nasıl oluyor da böyle davranıyorsunuz, ona hayret ediyorum. Haberiniz olsun ki sizi Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine, hakkı yerleştirip batılı yok etmeye ve dinin emirlerini yerine getirmeye davet ediyorum. Benim diyeceklerim bundan ibarettir. Kendime, size ve bütün mü’minlere Allah’tan mağfiret dilerim.” diyerek sözünü bitirdi. Hz. Ali’nin bu sözlerinden sonra gelen elçiler: “Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğüne şehadet eder misin.” diye sordular. Hz. Ali onlara cevaben şöyle dedi: “Ben onun zalim veya mazlum olarak öldürüldüğünü söyleyemem.” Elçiler de şöyle deyip ayrıldılar: “Biz Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü itiraf etmeyen kimselerden uzağız.” [409]

el-Işş’a göre Hz. Ali ve taraftarları Muâviye ’nin İslâm’da her hangi bir önceliği ve İslâm’a bağlılığı ve yakınlığı söz konusu olmadığını iddia ederek mücadelelerini delillendirirlerken, Muâviye ve taraftarları, Hz. Ali’nin ““Ben onun (Hz. Osman’ın)zalim veya mazlum olarak öldürüldüğünü söyleyemem.” sözünü mücadelelerine delil olarak alıyorlardı. Ve aynı zamanda hakemler görüşürlerken Ebû Musa el-Eşarî’nin Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü ve Muâviye ’nin de onun velisi olduğunu kabul etmesi delillerini daha da kuvvetlendiriyordu. el-Işş, Gazalî’den yaptığı alıntıda şunları aktarmaktadır: “Muâviye’nin bu mücadeleye başlarken halife olmak gibi bir niyeti yoktu. Ali ve Muâviye arasındaki mücadele içtihatları sebebiyleydi. Bu mücadelenin hilâfeti taleple ilgisi yoktu.”[410]

el-Işş bu görüşleri ortaya koyarken yapılan bir yanlışa dikkat çekmektedir. Muâviye ile girdiği mücadeleyi kaybeden Hz. Ali’nin siyasî yönünün zayıf olduğu yorumları ortaya çıkarmıştır. el-Işş bu durumu Irak toplumundaki bölünmüşlüğe bağlamaktadır. Hz. Ali’nin sahip olduğu ordunun kendisine olan sadakati ve itaati değişkenlik arz etmekteydi. Ordunun bu durumu Hz. Ali’nin mücadele gücünü zayıflatan temel neden olmuştur.[411] [412]

el-Işş Muâviye’nin Ziyad’ı Ebû Süfyan’ın nesebine dahil etmesini şu şekilde yorumlamaktadır: “Cahiliye döneminde babası doğan çocuğu nesebine dahil etmesi yeterliydi. Nikah aranan bir unsur değildi. Ebû Süfyan Ziyad’ı nesebine dahil etmemişti. Ama cemaat içinde onun kendi oğlu olduğunu zikretmişti. İslam’dan önce meydana gelen bu olayda Ziyad’ın zina sonucu olduğu söylenemez. Hz. Ömer ve Hz. Ali onu idareci olarak görevlendirdiler. Bütün bunları göz önünde bulunduran Muâviye onu kendisine kardeş kıldı.

Ferharevî, “en-Nâhiyetu an Ta’n Emiri’l-Mü’minin Muâviye” isimli eserinde Hz. Peygamber’in Muâviye hakkında söylediği sözlerin geçtiği yerleri de bildirerek bize aktarmaktadır.[413] Muâviye hakkındaki eleştirileri ve hakkında Hz. Peygamber’in söylediği iddia edilen hadisleri ayrı bir bölüm açarak bunları ele almış ve cevaplamıştır. Bunlardan bazıları özetle şu şekildedir:

Ferharevî, Muâviye ’nin Hz. Ali ile girdiği mücadelenin içtihadı neticesinde olduğunun vurgulamaktadır. Fitne ehli Hz. Ali’nin etrafına toplanmışlardı. Muâviye de onlardan Hz. Osman’ın kanını talep etmekteydi.[414]

Ferharevî, Hz. Hasan’ın zehirlenmesi hadisesinde Muâviye ’nin itham edilmesine karşı çıkarak bunun Muâviye ’yi kötü göstermek için sonradan ortaya atılmış bir yalan olduğunu, Muâviye hakkındaki bu ithamların Şia’nın sonradan uydurduğu belirtmektedir.[415]

Münir Muhammed Gadban ve Bessam Aselî, Muâviye b. Ebî Süfyan hakkında olumlu düşünceye sahip çağdaş Arap tarihçileridir. Bu iki tarihçi Muâviye b. Ebî Süfyan hakkında müstakil eser yayınlamışlardır. Bu eserler, Muâviye’nin harpleri ve menkıbeleri şeklinde ele alınmıştır.

Gadban, bu eserinde zahîd mücahit ve melik mücahit örneklerini vererek ikisinin de İslâm’a uygun olduğunu belirtmektedir. Zahid mücahide örnek olarak Ebû Zer el-Ğıfarî’yi gösterirken, melik mücahid örneği olarak da Muâviye ’yi göstermektedir. Muâviye ’yi kendisine saltanat verilen Hz. Süleyman’a benzetmektedir.[416] Gadban İslam toplumunu saran fitnenin İbn Sebe kaynaklı olduğunu belirterek, bu topluluğun Hz. Ali’yi aşırı yücelttiğini belirmektedir. Gadban’a göre, Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Sıffîn savaşı İbn Sebe’nin faaliyetleri sonucu meydana gelmiş olaylardır. Hz. Osman’ın katilleri Hz. Ali’nin ordusu içinde yer etmişlerdi. Bu durum neticesinde iki tarafında uzlaşması mümkün değildi. Muâviye ’de Hz. Osman’ın velisi olarak onun kanını talep etmişti. Gadban’da iki tarafında içtihat da bulunduğu fikrini kabul ederek, Muâviye ’nin de hak üzere olduğunu belirtmektedir.[417]

Bessam Aselî, Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olanlara verilen Tulekâ isminin Muâviye ve o zaman Müslüman olanları küçümsemek için kullanıldığını, bunun ise İslam’ın özüne aykırı olduğunu söylemektedir. Aselî, İslâm’ın geçmiş günahları affettiğini belirterek, Muâviye ’nin geçmişi ile zan altında bırakılmak istenmesinin yanlış olduğunu ifade etmektedir.[418] Aselî, kitabında özellikle Muâviye’nin devlet yönetiminde yaptığı olumlu ıslahatları ele alarak onun büyük bir devlet adamı olduğuna dikkat çekmektedir.[419] [420]

Emevîler ve Abbasîler isimli eserin müellifi olan Bahriye Üçok, yansız bir tarihçinin Muâviye ’yi temize çıkarmakta oldukça güçlük çekeceğini savunmaktadır. Buna rağmen Arapların onun şahsında hükümdarlık kudretinin sembolünü gördüğünü belirtmektedir. Üçok’a göre, Muâviye İslâm’ın en ilerici hükümdarlarından biriydi. O bu düşüncelerini şöyle açıklar: “ Muâviye yavaş yavaş uyruklarının siyasal terbiyelerini geliştirmeyi ve başı boş hareketlerin önüne geçmeyi başardı. Muâviye İslâmiyet için çok yararlı olmuştur. Kumandanlarından Amr b. el-Âs, Ziyad b. Ebî Süfyan, Muğîre b. Şu’be gibi kişiler sayesinde Horasan ve İran’da cereyan eden kabile kavgaları uzayıp gitmemiş, tersine bunlar hemen önlenmiştir. Muâviye tahta geçtikten sonra o vakte kadar Suriye’de uyguladığı ve başarı sağladığı yönetim yöntemlerini hilâfetin öteki bölgelerinde de uyguladı. Böylece İslâm’ın çekirdeğini teşkil eden bedevîleri merkezî bir yönetime bağlı bir duruma soktu. Maliyeyi de düzenledi. Çok fazla maaş alanların aylıklarını azalttı. Düzensiz eyalet gelirlerini düzenli hale getirdi. Devlet kasasını fatihlerin istedikleri biçimde kullanabilecekleri bir kasa olmaktan kurtardı.

Üçok, Muâviye ’nin bir devlet kurucusunun keskin görüşü, çabucak harekete geçişi, koğuşturma fikri, eskimiş önyargılardan uzak bulunma, insanları eşit tutma ve onların önyargılarına karşı anlayış gösterme davranış ve sabrı olmasaydı bedevîleri bulundukları durumdan kurtarıp disiplin altına alamayacağını belirtmektedir. Üçok onun bu başarısını şu şekilde ifade etmektedir: “Onun hakkında yansız bir yargı vermek isteyenlerin, hatalarına rağmen çalıştığı çevrenin, bedevîlerin içine işlemiş bireyciliğin direncini hesaba katmaları gerekir. Muâviye, onları yüksek kültürlü çok eski uygarlıkların vârisi olan milletlere hükmedecek fatihler haline getirmiştir.[421]

Batılı araştırmacılar genel olarak Muâviye  hakkında olumlu düşünceye sahip olmuşlardır. Çünkü onlar herhangi bir dinî etkiyi gözetmeksizin değerlendirdikleri için sırf onun devlet adamlığı üzerinde durmuşlardır. Muâviye ’nin yaptığı başarılı ıslahatlar ve kazandığı mücadele onların daha fazla ilgisini çekmiştir.

Lammens, Muâviye ’nin daha Şam valisi iken yaptığı olumlu icraatların onun giriştiği mücadele de önemli bir avantajı olduğunu belirtir. Lammens’in görüşleri şu şekildedir: “ Muâviye’nin kabileler arasındaki dengeyi gözetmesi ve onları kendisine bağlı hale getirmesi onun büyük bir başarısıdır. Özellikle onun hilmi, cömertçe ihsanları, hitabeti devleti yönetmede en önemli özellikleri olmuştur. O hilâfeti hükümdarlığa çevirmekle suçlanmıştı. Ama o bunu yaparken devlet idaresine bir nizam getirmiş, düzen tanımaz bedevîleri otoriteyi tanır hale getirmiştir. Onu hükümdar olarak suçlayanlar aslında onun büyük bir meziyetini de ortaya koymaktadırlar. Muâviye’ye yapılan bu mülk ithamı onun dinî inancını da şüpheli göstermek hedefini güdüyordu. Muâviye’nin ahlaka ve hususî hayatına ağır bir ciddiyet hakimdi. İyi bir baba ve ailesine düşkün bir koca idi. Dinî vazifelerini dikkat ve ihtimam ile ifa ederdi.”[422]

Robert Mantran, “Islâm'ın Yayılış Tarihi" adlı eserinde Emevî devletinin ve Muâviye ’nin İslâm’ın yayılmasındaki başarısı ortaya koymaktadır. Muâviye ’nin başlattığı bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Muâviye idarenin tek merkezden yönetilmesine öncelik vermiş ve görevini yapmaya muktedir bir merkezî idare oluşturmuştur. Bu idare Mekke ve Medine’de ortaya çıkan şahsi rekabet ve dahilî kavgalardan uzak olmuştur. Muâviye’nin Şam’da istişarî, bazen icraî bir şeyhler meclisi (şûra) oluşturması ve bazen de kabile temsilcilerinin kararlarına başvurması onun otoritesini ve ona olan bağlılığı arttırdı. Muâviye, hilmi ve siyasî inceliği gibi siyasî vasıflarını en iyi şekilde kullanmasını bildi. Bu sayede Şiî ve Abbasî muhalefetine rağmen en büyük İslâm halifelerinden sayıldı.”[423]

Bir başka batılı araştırmacı Brockelman’ın ise Muâviye ’nin idaredeki başarısını şu şekilde anlatmaktadır: “Muâviye, Ömer’in kurduğu ve iç harplerin sarmış olduğu temeller üzerinde, büyük selefi gibi, Romalıların Yunan tarzındaki yönetimlerini, asırlardan beri korumuş olan deneyimlerine bağlı kalmak suretiyle İslâm devletini yeniden kurdu. Maliye işlerinde de, o zamana kadar eyaletler tarafından ancak zor kullanarak devlet hazinesine ödenmekte olan vergileri yeniden saptadı ve bu vergilerin düzenli bir şekilde tahsili için daimî bir dikkat sarf etti. Aynı zamanda beytülmali, daha evvelki devlet başkanlarının kendi mensupları için ihdas ettikleri büyük maaşların bir kısım yükünden de kurtardı. İç harplerden beri çok ihmal edilmiş olan Hicaz eyaletindeki toprak ziraatının kalkındırılması için büyük çapta çalışmalarla tarıma hizmet etti.[424]

Hitti, İslâm-Arap hükümdarlığına örnek olarak gördüğü Muâviye ’nin başarılarını şu şekilde aktarmaktadır: “Hiç şüphesiz bir asker olarak Hz. Ali’den daha alt mevkide bulunan Muâviye, bir askerî teşkilatçı olarak kendi çağdaşlarının hiç birinden sonra geldiği söylenemez. O, Suriye ordusunu meydana getiren ham maddeyi öyle bir kamçılamıştır ki, neticede bu kuvvetler İslâm harp tarihinde birinci derecede nizamlı ve disiplinli kuvvetler olarak şöhret kazanmıştır. Askerî yapıyı o, eski günlerden kalma köhne ve demode kabile teşkilatı yapısından kurtarıp, çıkarmıştır. Hükümetle ilgili birçok geleneksel görünüşleri ortadan kaldırmış ve ilk Bizans örneği ve temel yapısı üzerine sağlam, mustakâr ve pek güzel teşkilatlandırılmış bir devlet inşa etmiştir. Bir herc-ü merc görüntüsünden tamamen uzak, nizam ve intizama dayalı bir İslâm camiası geliştirmiştir. Birçok üstünlüklerine rağmen Muâviye tarihçilerin çoğu tarafından sevimli bir kimse olarak gösterilmez. Onlar kendisine İslâm’daki ilk melik olarak bakarlar, ve gerçekte de bu unvan Araplar arasında o derece menfurdur ki bunu yabancı hükümdarlar için kullanmışlardır. Bütün bu ithamlara maruz kalan Muâviye, kendisinden sonra gelen Emevî halifelerine şefkat ve itidallilik, enerji, ileri görüşlülük ve devlet adamlığı hususunda iyi bir örnek bırakmış, pek azı muvaffak olsa da çoğu onu bu konularda gıpta ile takip ve taklit etmişlerdir. Gerçekten kendisi, sadece ilk değil aynı zamanda İslâm tarihinde gelmiş devlet başkanları arasında en büyüklerinden birisidir.”[425]

Muâviye hakkında olumlu kanaate sahip olanların fikirlerini aktardığımız bu bölümde son olarak görüşlerini aktaracağımız Hodgson’un değerlendirmeleri şu şekildedir: “Muâviye, Hz. Ömer’in meydana getirdiği ve Hz. Osman döneminde süregelen siyasî gelenek halinde uyarlanan sistemi yeniden kurdu. Kendi hakimiyetini kabul ettikleri sürece, Müslümanların izzet ve özgürlüğüne saygı gösterdi. İslâm onun politikasının köşe taşlarından biriydi. Kendisi yerel otorite iddialarıyla cemaatin dağılmasına neden olacak olanları ve böylesi bir otoritenin dayandığı dinî amacı benimsemeksizin merkezî otoritede ısrar edecek olanları, aynı şekilde frenlemek zorundaydı. Muâviye kendi başına hükmeden birisi değildi; daha çok, eşitler arasında birinci olan bir seyyid olarak kaldı. Hz. Osman gibi o da Benî Ümeyye’den ise de, onlara özel bir öncelik tanımadı. Sûriyelilere dayandıysa da, onlar ancak asgarî seviyede bir özel ayrıcalık gördüler. En birinci çağrısı-ki gerçekte fitnede ona zafer getiren de bu olmuştu- İslâm’da birlikti.[426]

Muâviye b. Ebî Süfyan Hakkında Olumsuz Kanaate Sahip Olanlar

Ya’kûbî, Muâviye ile alakalı değerlendirmesinde, daha muhasara esnasında Muâviye ’nin Hz. Osman’a yardım etmediğini, onun Hz. Osman’ın kanının talep ederek Hz. Ali’ye karşı giriştiği mücadelesinde haksız olduğunu savunur. Hz. Osman’ın muhasarası esnasında Muâviye ’nin tutumu ile ilgili diğer kaynaklardan farklı olarak şu bilgiyi vermektedir:

“Muâviye, halifeden yardım çağrısı alınca, on iki bin kişilik bir ordu hazırladı ve bu orduyu Şam’ın sınırında bekletip, kendisi Medine’ye, halifenin yanına geldi. Halife ona niçin yalnız geldiğini ve askerleri getirmediğini sorunca, Muâviye, durumu tetkik etmek amacıyla geldiğini söyledi. Bunun üzerine Halife Osman, “Hayır, vallahi sen benim öldürülmemi istiyorsun. Sonra da, ben öldürülenin velisiyim diye ortaya çıkacaksın. Şimdi git ve askerlerini getir.” cevabını verdi. Muâviye askerleriyle birlikte gelmek üzere geri döndü, fakat onlar gelmeden halife şehid edildi.”[427]

Ya’kûbî’ye göre nasıl ki Hav’eb hadisinde belirtildiği üzere Hz. Âişe muhalefetinde haksız idiyse[428], Ammar’ın isyancı bir topluluk tarafından öldürüleceğini haber veren hadis de Muâviye’yi haksız kılmaktaydı.[429] Ya’kûbî’ye göre Ziyad’ın Ebû Süfyan’ın nesebine katılması da batıl bir işti.[430] Ya’kûbî bab başlıklarını atarken de Muâviye ’ye olan bakış açısını ortaya koymaktadır. O, Emiru’l-Mü’minin Hz. Ali’nin hilâfeti ve Hz. Hasan’ın hilâfeti başlıklarını atarken, Muâviye ’nin idaresi için Muâviye b. Ebî Süfyan’ın günleri şeklinde bir başlık atmıştır.[431]

Mes’ûdî de, Muâviye b. Ebî Süfyan’ın faaliyetleri hakkında olumsuz düşünen tarihçilerdendir. O, Hz. Hasan’ın zehirlenmesi ile ilgili Muâviye’nin Hz. Hasan’ın hanımı Ca’de ile anlaştığının öne sürmektedir.[432] Muâviye’nin Ziyad’ı nesebine ilhak etmesi Mes’udî’nin eleştirdiği bir başka konudur. Bu durumun batıl bir iş olduğunu belirterek, Hz. Peygamber’in “Çocuk kimin yatağında doğduysa onundur.” hadisine muhalif davranıldığını söylemektedir.[433] Mes’ûdî bu görüşlerine rağmen onun idarî yönünü takdir etmekten kendisini alamamıştır. Muâviye ’nin bir gününü nasıl geçirdiğini ayrıntıları ile bize aktarmıştır.[434]

Mutezilî bakış açısına sahip olan Câhız’ın Muâviye b. Ebî Süfyan hakkındaki görüşleri şu şekildedir:

 “Muâviye birlik yılı diye isimlendirilen “Amu’l-Cemâa”da, muhâcir ve ensârdan oluşan Müslüman toplum ve şûra üyelerinden geride kalan kimseler üzerinde hakimiyetini kurdu. Aslında bu yıl birlik yılı falan olmadı, bilakis bu yıl insanların fırkalara ayrıldığı, kahrın, zorbalığın ve galebenin yaşandığı bir yıl oldu. Öyle ki bu yılda imâmet kisrâ saltanatına, hilâfet kayser zorbalığına dönüştü. Bu en büyük dalâlet ve fısk olarak sayılmalıdır. Anlattığımız bu kötülükler, Rasûlüllah’ın davasını ve hükmünü açık bir şekilde red ve inkâr ederek, çocuğun nesebi, fahişe kadınla ilgili hükümlerin inkâr edilmesiyle aynı minvâl üzere devam edip gitti. Ümmetin, Sümeyye’nin Ebû Süfyan’ın karısı olmadığı, metresi olduğu hususunda açık ittifakı vardı. Bu olay onu facir hükmünden kâfir hükmüne soktu. Uygulanmakta olan sünneti, yaygın olan uygulamayı ve temel ahkâmı terk ederek, yakınlık ve torpile değer vermek suretiyle hadlerin uygulanılmaması, arzusuna göre yöneticiler seçilmesi, feyin istediklerine dağıtılması, hafif meşreb Yezîd’e biat edilmesi, Mısır haracının Amr b. el-Âs’a yedirilmesi ve Hucr b. Adiy’in katledilmesiyle de yetinilmedi.[435]

Tekfir konusunda gerçekleşen husus kitap ve sünneti inkar etmektir. Zira sünnet de kitap gibidir. Çünkü Kur’an’ın destekleyicisi ve açıklayıcısıdır. Ancak onlardan birincisi yani kitap daha büyük ve inkârı halinde de kıyamet gününde azabı çok daha şiddetlidir. İşte bu; ümmetin içine düştüğü ilk küfürdür. Üstelik bu ancak imâmet ve hilâfet iddiasında bulunanlarda olmuştur. Bununla birlikte bu asrın ehlinden olan birçok kimse Muâviye’yi tekfir etmemekle küfre düşmüşlerdir. Bu konuda zamanımızda ortaya çıkan Nâbite isimli bir grup da onlara destek verdi ve “Muâviye’ye sövmeyin, çünkü o Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’le arkadaşlık yapmıştır. Ona sövmek bidattir, kim ona buğzederse sünnete aykırı iş yapmış olur.” dediler. Ben de iddia ediyorum ki, asıl sünnet olan, sünneti inkar edenden “berî” olduğunu söylemeyi terk etmektir.[436]

Haricî fikre mensup olan İbn Sellâm el-İbâdî, Muâviye döneminde Haricîlere karşı yürütülen politikalara değinerek bu durumu batıl ehli olan Muâviye ile hak taraftarı Müslümanların mücadelesi şeklinde değerlendirmektedir. Emevîler dönemini zalim sultanlar dönemi olarak tanımlayan İbn Sellâm bu dönemde sünnetin değiştirildiğini, birçok uygulamanın kalktığın, ümmetin haksızlıkla yönetildiğini ileri sürmüştür.[437] İbn Sellâm, Hz. Peygamber’in “Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’in siyasî önderliğine, Ammar ve İbn Mes’ud’un dinî yönlendirmelerine tabi olunuz.” dediğini ileri sürmüştür. Aynı zamanda Hz. Peygamber’in “Ammar’ı öldürenler cehennemliktir. Ammar Hak’la beraberdir, Hak da Ammar’la beraberdir.” dediğini belirterek Muâviye ve taraftarlarının batıl ehli olduğunun söylemiştir.[438]

Makrîzî, Emevî ve Haşimî çekişmesini ele aldığı risalesinde ehl-i beyt lehine açık bir şekilde tavır koymuş ve şu ifadeleri kullanmıştı: “Ben çoğu defa Ümeyye oğullarının, Haşim oğullarının aksine, Rasûlüllah’a nesep olarak uzak olmalarına rağmen, hilâfete el uzatmalarına şaşırıyor ve kendilerini nasıl bu işe inandırdıklarını düşünüyorum. Rasûlüllah’ın kovduğu ve lanetlediği Ümeyye oğulları nerede, hilâfet işi nerede!”[439] “Benî Ümeyye idarecileri kraldırlar ve ilk kral da Muâviye’dir.” diyerek onların hilâfetle alakalarının olmadığını ileri sürmüştür.[440]

Mevdûdî, “Hilâfet ve Saltanat” isimli eserinde; Muâviye ’yi Hz. Ali ile girdiği mücadelede haksız bulmaktadır. Ammar b. Yâsir ile ilgili hadisi ele alarak bu durumu şöyle aktarmaktadır: “Ammar b. Yâsir’in şehit edilişi haberi Muâviye’nin ordusuna ulaştığı zaman, Abdullah b. Amr, kendi babasına ve Muâviye’ye Rasûlüllah’ın “Ammar’ı isyancı bir grup öldürecek.” hadisini hatırlattı. Muâviye derhal hadisi tevil etti ve dedi ki: “Ammar’ı biz mi katlettik? Onu katledenler kendisini muharebe meydanına getirenlerdir.” Halbuki hadisin metni çok sarihti. Zira hadiste “Ammar’ı isyankâr bir gürûh muharebe meydanına gönderir.” denmiyordu. “İsyankâr bir gürûh katleder.” deniyordu. Buradan da açık bir şekilde anlaşılıyor ki Ammar b. Yâsir’i katleden gürûh Hz. Ali taraftarı değil, Muâviye’nin adamlarıydı.”[441]

Mevdûdî, Yezîd’e biatin zor kullanarak alındığını ileri sürerek, bu biat neticesinde şu sonucun ortaya çıktığını belirmektedir: “Yezîd’e biat edilmesiyle Hulefâ-i Raşidîn’in siyasî nizamı tamamıyla ortadan kalkmış, onun yerine idare tarzı hükümdarlığa dönüşmüştür. Hilâfet müessesesi yerine, hanedan esasına bağlı hükümdarlık zuhur etmişti. İşte o tarihten bugüne kadar da Müslümanlara hakiki bir hilâfet nizamı nasip olmamıştır.[442]

Mevdûdî Muâviye ’nin eleştirilen diğer icraatlarını şöyle sıralar: “Hz. Peygamber ile Hulefâ-i Raşidîn döneminde ne bir kafir, Müslümana vâris olabilirdi, ne de bir Müslüman, kafire. Muâviye Müslümanı kafire vâris yaptı. Fakat kafirin Müslümana vâris olmasını men etti. Diyet muamelesinde Muâviye sünneti değiştirdi. Zira sünnete göre İslâm devleti ile anlaşması bulunan gayri müslimin diyeti müslümanınkinin aynıdır. Fakat Muâviye bunu yarıya indirdi, diğer yarısını da kendisi aldı. En kötü âdetlerden birisi de yine Muâviye’nin zamanında ortaya atılmıştır. Hatta o, bu âdetin yerleşmesi için bütün valilere ferman göndermişti. Bu kötü âdet Hz. Ali için kötü şeyler söylemek, ona lanet okumak onun hakkında ileri geri, yakışık olmayan sözler sarf etmekti. Ganimet mallarının taksiminde de Muâviye Allah’ın kitabı ve Rasûl’ünün sünnetinin sarih hükümlerine muhalefet etmiştir. Kitab ve sünnetin ahkâmına göre ganimet mallarının beşte biri hazineye aittir. Beşte dördü ise muharipler arasında taksim edilecektir. Muâviye böyle yapacağı yerde, bu malların içinde bulunan altın ve gümüşün ayrılmasını emretmiş, bunları kendisine alıkoymuş ancak geriye kalanları beşe taksim ettirerek dört hissesini gazilere vermiştir. Ziyad b. Ebîh’i nesebine ilhak etmesi de politik gayeleri uğruna Muâviye’nin şeriat hükümlerini tahrif ettiğinin bariz misallerinden biridir. Muâviye babası Ebû Süfyan’ın zina yaptığına dair şahitler uydurdu. Böylece Ziyad’ın, Ebû Süfyan’ın gayrî meşrû çocuğu olduğunu ileri sürdü. Yani Ziyad’ı kardeş olarak ilan etti ve onu kendi nesebine kattı. Ahlakî bakımdan bu hareketin ne kadar kötü bir fiil olduğu malumdur. Ahlakî endişeleri bir yana bıraksak bile, böyle bir davranışın kanun nazarında da suç teşkil edeceği açıktı. Zira bu kanunu hiçe saymaktı. Çünkü şimdiye kadar şer’î tatbikatta zina neticesi doğan çocuğun nesebi hakkında karar verilmemişti. Hz. Peygamber’in sarih hükmü “Nesebi sahih çocuk, yatakta doğandır. Zina edenin hakkı taşlanmaktır.” şeklindeydi. Nitekim mü’minlerin annesi Ümmü Habîbe Ziyad’ı kendisine kardeş olarak kabul etmekten imtina etti ve “Böyle şey olmaz.” dedi.[443]

Muâviye hakkında müstakil eser sahibi olan Abbas Mahmud Akkad, kitabında genel olarak onun harplerini ve menkıbelerini ele almıştır. Akkad, Muâviye ’nin Hz. Osman’ın muhasarası esnasında gerekli yardımı yapmadığı görüşünü savunarak şu rivâyeti bize aktarmaktadır: “Muâviye idareyi ele aldıktan sonra ashâbtan Ebû Tufeyl ile aralarında şu şekilde bir konuşma geçer. Muâviye Ebû Tufeyl’e sorar:

Sen Osman’ın katillerinden değil misin?

Hayır, fakat orada bulunanlardan ve yardımcı olmayanlardanım.

Seni yardım etmekten alıkoyan nedir?

Muhâcirûn ve Ensâr yardım etmedi, ben de etmedim.

Fakat halifeye yardım onlar üzerine vacipti.

Ya Emiru’l-Mü’minin, Şam ehli seninle birlikte olduğu halde seni yardım etmekten alıkoyan nedir?

Benim, Osman’ın kanını talep etmem ona yardım değil mi?

Ebû Tufeyl güler ve sen ve Osman tıpkı şairin “Ben hayatta iken gerekli yardımı yapmadın, öldükten sonra benim için yas tutuyorsun.” dediği gibisiniz der.[444] Akkad Muâviye ’nin dehasının İslâm’dan sâdır olmadığını, menfaati neyi gerektiriyorsa ona göre hareket ettiğini ileri sürmektedir.[445] Akkad, Muâviye ’nin Hulefâ-i Raşidîn’in yönetim tarzını bırakıp kisrâların yönetim tarzını benimsediğini söyleyerek eleştirmektedir.[446]

İhsan Süreyya Sırma, Muâviye dönemiyle örnek halifeler döneminin bittiğini saltanatın başladığını belirterek onun hakkındaki şu eleştirileri söz konusu etmektedir: “Muâviye Hz. Ali’ye bit etmeyip, hilâfeti kendi uhdesine almak için silahla karşı çıkmış ve bu hareketiyle de bir çok Müslümanın ölmesine sebep olmuştur.[447] Muâviye, Ziyad’ı nesebine ilhak etmesiyle şeriate aykırı bir iş yapılmıştır. Hz. Peygamber’in “Çocuk kimin yatağında bulunduysa, ona aittir.” hükmü çiğnenmiştir. Çünkü çocuk doğduğunda, Sümeyye’nin kocası Ebû Süfyan değil, Ubeyd er-Rumî adında biriydi. Muâviye’nin bu hareketi, kendi ailesi Ümeyye oğulları dahil, herkes tarafından kınandı.[448] Muâviye’nin oğlu Yezîd’i zorla veliaht tayin ettirip İslâm toplumunun başına musallat etmesi, saltanatın İslâm toplumuna yerleşmesi onun en büyük hatasıdır.”[449]

Ahmet Ağırakça, Muâviye ’nin İslâm devletinde ilk isyan hareketini başlattığını ileri sürerek onun döneminde bidatlerin birbiri ardına ortaya çıktığına işaret etmektedir: “Hz. Ali ve taraftarlarını kötüleme âdeti başlatılmıştır. Muâviye öldürülen gayri müslimin diyetini yarıya indirip geri kalanını kendisi almıştır. Ganimet dağıtımında hakkaniyet gözetilmemiştir. Muâviye, Ziyad’ı kendi soyuna intisab ettirerek büyük bir hata işlemiştir. Yezîd’i veliah tayin edip, zorla ona biat ettirilmiştir.”[450] [451] Ağırakça, Muâviye  döneminde meydana gelen Hâricî ayaklanmaları kıyam olarak nitelendirerek Muâviye ’nin idaresine karşı bakış açısını ortaya koymuştur.

Ülkemizde Muâviye b. Ebî Süfyan hakkında en geniş araştırmayı yapan İrfan Aycan her ne kadar onun idarî kabiliyetini ve yaptığı düzenlemeleri takdir etse de Hz. Osman’ın öldürülmesi karşısında takındığı tutumu ve hilâfet mücadelesinde girdiği mücadeleyi eleştirmektedir:

“Muâviye, Halife Osman’a “Bu insanlar sana isyan edecekler sen de onlara mukavemet edemeyeceksin. Gel, seni itaatkâr bir halkı olan Şam’a götüreyim” diyerek onu yanında götürmek istedi. Halife Osman Hz. Peygamber’e komşu olmayı hiçbir şeye değişmeyeceğini söyleyerek bu teklifi reddetti. Muâviye’nin halifeye kendisini koruyacak askerler verme teklifini de halife “Ben Rasûlüllah’ın komşularına sıkıntı vermek istemem” diyerek reddetti. Aycan bu rivâyeti şu şekilde yorumlamaktadır: “Muâviye’nin otoritesini kaybetmiş ve yaşlanmış bir halifenin karşısına böyle bir teklifle çıkmasındaki amacı, acaba sadece halifenin iyi durumda olmayan güvenliğinin temini midir? Yoksa bir adım daha öne çıkarak yaşlanmış bir halifeyi kendi himayesine alarak ona halef olmanın yolunu mu açmaktır? Kanaatimizce Muâviye’nin peşinde olduğu husus, halifenin güvenliğinden ziyade, elde etmiş oldukları mevkînin güvence içinde olmasıdır. Halifenin bir kötülüğe maruz kalması veya öldürülmesi, halifenin güvenliği açısından değil de, Ümeyyeoğullarının işgal ettikleri mevkîler açısından önemlidir.”[452]

Halifeyi Şam’a gitmeye razı edemeyen Muâviye, Hz. Ali, Talha ve Zübeyr’in de bulunduğu Muhâcir topluluğunun yanına gelerek “Ey sahabe topluluğu! Bu ihtiyar hakkında size hayır tavsiye ederim, eğer o sizin aranızda öldürülürse Allah’a yemin olsun ki, burayı size karşı atlılarla doldururum” diyerek onları uyarmıştı. Aycan, Muâviye’nin bu uyarısını şu şekilde yorumlamaktadır: “ Muâviye’nin bu topluluğu ölümle tehdit etmesi, siyasî çalkantıların dinî hassasiyeti nasıl zayıflattığını, adeta yok ettiğini göstermesi açısından önemlidir. Muâviye’nin bu tehdidini Şam’ın, hilâfet merkezi Medine üzerinde veya ülke idaresinde ağırlığını hissettirmeye çalışması olarak da görmek mümkündür. Çünkü bu tarihten itibaren fiilen Ümeyyeoğulları ve onları destekleyenler, doğabilecek muhtemel bir idarî boşluğu doldurmaya hazırlanıyorlardı.”[453]

Aycan, Hz. Osman’ın muhasara edildiği esnada Muâviye ’nin elinde imkan olmasına rağmen yardımcı olmadığını iddia etmektedir. Bu konudaki yorumu şu şekildedir: “Muâviye adeta Hz. Osman’ın dirisinden ziyade, ölüsünden istifade yoluna gitmiştir. Çünkü yaşlı halifenin yatağında ölmesi ile muhalifleri tarafından öldürülmesi çok farklı sonuçlara yol açabilecek iki husus olup, Hz. Osman’ın öldürülmesi, Muâviye’yi ve Ümeyyeoğullarını daha haklı bir konuma getirmeye veya kendi iktidar davalarını sürdürebilmeleri amacıyla bir bahane oluşturmaya yetecekti. Nitekim Muâviye’nin Medine’de Muhâcirîn ve Ensâr’ı hedef alarak tehdit etmesi, Medine’deki Ümeyyeoğullarının Hz. Ali’ye “Sen bizi helak ettin, bu işi mü’minlerin emirine sen yaptın, eğer isteğine ulaşırsan dünyayı başına yıkarız.” deyip onu hedef edinmeleri ve yine Velid b. Ukbe’nin “Haşimoğulları, Osman’ın yerine geçmek için onu öldürdüler.” demesi hedefin kesinlikle belli olduğunu gösterir. Hatta ilk iki rivâyette olduğu gibi hedef daha halifenin sağlığında belirlenmiştir. Bunun sebebi, Hz. Ali’nin her ne şekilde olursa olsun, Hz. Osman’ın ölümünden sonra en kuvvetli halife adayı olmasıdır.”[454]

Aycan’ın Muâviye ’yi itham ettiği bir diğer konu Hıms valisi Abdurrahman b. Hâlid b. Velid’in zehirlenmesi hadisesidir. O bu konuyu şu şekilde yorumlamıştır: “Abdurrahman’ın şahsına teveccüh gösterilen bir kimse olması Muâviye’yi rahatsız etmiştir. Muâviye, Abdurrahman’dan kurtulmanın yolunu onu zehirletmekte buldu. Bu yol, Muâviye’nin daha öncede başvurduğu ve bu işe gayr-i müslimleri aracı yaptığı bir yoldu.”[455]

Aycan, Muâviye ’nin Yezîd’i veliaht tayinini şu şekilde tenkit etmektedir: “İktidar için mücadele verirken, halifenin bir şûra tarafından seçilmesini ısrarla savunan Muâviye, ona ulaştıktan sonra sadece devlet idaresinin kendi ellerinden çıkmaması için, İslâm’ın şûra prensibine ters düşen ve geçmişteki halifelerle pek benzerliği bulunmayan Yezîd’i veliaht tayin ederek, bu sistemi Müslümanlar arasında yerleştirmiştir.” [456]

Mehmet Ali Derman kaleme aldığı Şam Valisi Muâviye isimli kitabında, Muâviye’nin sahabe olmadığını, onun yaptığı icraatlar neticesinde kötülenmeyi hak ettiğini ileri sürmektedir.[457] Derman, Hz. Ali’den başkasının imam olamayacağının savunarak Muâviye’nin hilâfeti hileyle gasbettiğini iddia etmektedir.[458] Derman kitabına Muâviye aleyhindeki Hz. Peygamber’e nisbet edilen bütün sözleri almış ve bunları Muâviye’nin aleyhindeki fikirlerine temel almıştır.[459]

Muâviye b. Ebî Süfyan’la İlgili Farklı Yaklaşımların Genel Bir Değerlendirmesi

İslâm Tarihinde, böylesine tartışmalı ve birbiriyle mücadele içindeki rakip grupların şekillendirdiği bir tarih dönemini ve bu dönemi tasvir eden tarihçilerin birbiriyle çelişen ifadelerini tahlil ederek, objektif bir sonuca ulaşmanın fevkalade zor bir iş olduğu açıktır. İslâm toplumunun tarihî seyrini her yönüyle etkileyen Muâviye b. Ebî Süfyan’a yöneltilen eleştirileri ele alırken yukarıda bahsettiğimiz zorluk daha da belirgin bir hal aldı. Bu durumu daha açık bir şekilde ortaya koymak için onun hakkındaki şu vasıflandırmalara göz atmamız yeterli olacaktır kanısındayım.

Muâviye ’nin fizikî görünüşü ile ilgili kaynaklar ortak bir portre çizmezler. Onu asık suratlı, patlak gözlü, sık sakallı, geniş göğüslü, büyük butlu ve kısa bacaklı olarak tasvir edenlerin yanında;[460] uzun boylu, beyaz tenli, yakışıklı olduğunu ve güldüğü zaman üst dudağının içi dışına döndüğünü rivâyet edenler de vardır. [461]

Muâviye hakkındaki bu rivâyetlere bakarak bir müslüman ferdin bu tasvirlerden hangisine göre zihnini şekillendirmesini tavsiye edebiliriz? Ya bu rivâyetlerden birisini tercih edeceğiz ya da ne bu iki rivâyeti birleştirme yolunu seçeceğiz. Buna göre Muâviye ne Ya’kûbî’nin rivâyetindeki gibi “asık suratlı, patlak gözlü, kısa bacaklı” bir adamdır; ne de Zehebî’nin rivâyetindeki gibi “güleç, yakışıklı ve uzun boylu” dur. Orta boylu, yakışıklı ama patlak gözlü, asık suratlı ama güldü mü iyi gülen bir zattır. Orta yolu bulmak için ne şiaya ne de ehl-i sünnete yaranamayan bu bakış açısı aşağıda şu rivâyetler karşısında çaresiz kalmaktadır.

“Cebrail, üzeri yazılı bir sahife getirdi ve üzerinde “ Lailahe İllallah, Muâviye sevgisi kulların üzerine farzdır.” yazılı idi.”[462]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Ey Muâviye , sen bendensin, ben de sendenim, sen de benimle beraber cennete gireceksin.” buyurmuştur.[463]

Yukarıdaki rivâyetlerin tam zıddı olarak şu rivâyetlerde söz konusudur. “Muâviye’yi minberim üzerinde gördüğünüz zaman öldürünüz.” ve “O, Cehennemde kilitli bir tabut içindedir.”[464]

Sadık Cihan, “Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-Politik Olaylarla ilgisi” isimli eserinde bu tür sözlerin, tarafların kendilerini haklı çıkarmak, muhataplarını kötülemek, hilâfetin gerçek sahiplerinin kendileri olduklarını ispat etmek ve olayları kendi lehlerine çevirmek maksadıyla uydurduklarını söylemektedir.[465]

Muâviye ’nin fiziksel özellikleri konusunda orta yolu bulma çabasının neticesinde meydana gelen bakış açısı bu rivâyetler karşısında çözüm üretememektedir. Bu rivâyetleri ele alırken orta yolu bulma gibi bir çözüm, söz konusu değildir. İki tarafın aşırı uçtaki taraftarları, aralarındaki mücadeleyi Hz. Peygamber’i kullanmaya kadar vardırmışlardır. Hem de Hz. Peygamber’in “Her kim benim ağzımdan kasıtlı olarak bir yalan söylerse Cehennemdeki yerini hazırlasın.”[466] uyarısına rağmen bu rivâyetler ortaya atılmıştır.

Bu durumu şu şekilde açığa kavuşturmaya çalışacağız. Ashâb-ı kirâmın adalet sıfatı ile muttasıf bulunup bulunmamaları hususu, bu zevat vasıtası ile bize intikal eden rivâyetlere duyulan güvenle doğrudan alakadar görünüyor. Ashâb-ı kirâmın bizim için en mühim özellikleri olan adil kimseler olmaları, bunlar vasıtası ile bize intikal eden hadislere duyulan güvenin esasını teşkil etmektedir. İmam Buhârî de dahil olmak üzere sayısız muhaddislerin Muâviye ’den hadis rivâyet etmeleri de gösteriyor ki Muâviye adil, rivâyetine itimat edilir bir kimsedir ve kendisinden hadis rivâyet edilmesi için lazım gelen bütün sıfatlara hâizdir. Bu durum göz önünde tutularak Muâviye hakkındaki rivâyetlerin hangisine yöneleceğimizin cevabı ortaya çıkmış olur kanaatindeyim.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız bu durum hiç kimseyi masum ve günahsız kılmaz. İsmet sıfatı yalnız peygamberlere aittir. İnsanî zaaflarla yaratılmış ashâbında hata yapabileceği göz ardı edilmemelidir. Bu bakış açısı doğrultusunda rivâyetler ele alınırsa daha sağlıklı sonuçlar alınacaktır.

Muâviye b. Ebî Süfyan’a yöneltilen eleştirilerin değerlendirmesine geçmeden önce toplumdaki değişimi genel hatlarıyla özetlemeye çalışacağız. Çünkü sebep-sonuç ilişkisi bakımından düşünüldüğünde olaylar birbirinden bağımsız gelişmemektedir. Hz. Ebû Bekir döneminde başlayıp Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın ilk altı yılında devam eden fetih hareketleri toplumun bütün unsurlarını etkilemiştir. Siyasî, dinî, ekonomik, sosyal, coğrafî ve etnik değişim toplum üzerinde farklı sonuçların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Bu durumu Hz. Ömer’in şu ifadesi daha net ortaya koymaktadır. Hz. Ömer’in kendisine yeni bölgelerin fethi haberi kendisine ulaştığında halkı toplayıp camide yaptığı konuşma adeta İslâm toplumunda meydana gelen değişimin olumsuz yönlerini vurgular mahiyettedir. O bu konuşmasında: “Haberiniz olsun ki mecûsî devleti kökünden yıkılmıştır. Artık onlar Müslümanlara zarar verebilecek bir karış toprağa dahi sahip değillerdir. Allah onların tüm varlıklarını sizlerin ellerinize vermiştir. Bundan sonra Allah sizlerin nasıl davranacağınızı imtihan edecektir. Ben bu ümmet hakkında kolay kolay korkmam, ancak sizin tarafınızdan gelecek kötülüklerden korkarım.” demiştir. Hz. Ömer’in ifade etmeye çalıştığı bu durum güç ve hakimiyet açısından bir millet ya da toplumun Müslümanların önünde duramayacağı, ancak kendi içlerinde zuhur edecek olan fitnelerin kendilerine zarar vereceği endişesidir. Yine diğer bir rivâyette büyük miktarlardaki ganimetler karşısında Hz. Ömer gözyaşları içerisinde: “Allah’a yemin ederim ki Allah bunları kimlere verdiyse onlar birbirlerini kıskanmış, birbirlerine kin beslemişlerdir. Birbirlerini kıskananları da Allah mutlaka birbirine düşürür.” diyerek bunun olumsuz sonuçlarını çok önceden tahmin etmiştir.[467]

Hz. Ömer’in işaret ettiği bu değişim fetih hareketlerinin hız kazanmasıyla artarak devam etmiştir. Yeni bölgelerin fethedilmesi farklı kültürlerle karşılaşılmasına, toplum nüfusunun artmasına, etnik yapının değişmesine, maddi anlamda zenginliğe ulaşılmasına sebep olmuştur. Bütün bunların neticesinde yaşam tarzının değişmesi ve dinî hassasiyetin azalması gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır. Gerekli önlemlerin alınamamasıyla bu değişim İslâm toplumunu olumsuz yönde etkilemiştir. Hz. Osman şehid edilmiş, Hz. Ali kendi askerleri tarafından çeşitli tehditlere maruz kalmıştır. Dini hassasiyetin azalması sonucu itaat bilinci ve hakkaniyet ölçülerinin yerini, asabiyet ve siyasî yapılanma almıştır.

İslâm toplumunda meydana gelen değişimi şu rivâyet net bir şekilde ortaya koymaktadır: “21/642 yılında fethedilen Mâhân’ın ileri gelenlerinden Dînâr isimli bir kişi Muâviye zamanında Kûfe’ye gelerek Müslümanlara şöyle demiştir: “Ey Kûfeliler, siz bizim diyarlarımıza gelen ilk müslüman halksınız, siz insanların en hayırlıları ve üstünü idiniz.Bu özellikleriniz Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde en güzel şekilde devam etmişti. Ancak daha sonra bu halleriniz değişip sizde dört özellik belirdi. Bunlar cimrilik, hile, hıyanet, ve darlık. Halbuki bunlardan hiç biri daha önce sizde yoktu. Aranızda bir süre durdum da bunların nereden geldiğini anladım. Hile Nebât’tan, cimrilik İranlılardan, hıyanet Horasanlılardan ve darlık da Ahvazlılardan.”[468]

İslâm toplumundaki bu değişimi göz ardı etmeden, araştırmamızda ele aldığımız Muâviye ’ye yöneltilen eleştirilerin değerlendirmesini yapabiliriz.

Toplumda söz sahibi olan kimseler Muâviye ’nin yanına gelmişlerdi. Bu cemaat Muâviye ’ye şöyle sormuştu: “Sen Ali ile çekişiyorsun, sen onun emsali misin?” Muâviye ’de onlara: “Allah’a yemin ederim ki, ben de onun benden daha hayırlı ve daha üstün olduğunun biliyorum. Halifeliğe benden daha layıktır. ama sizler de biliyorsunuz ki Osman haksız yere öldürülmüştür. Ben Osman’ın amcasının oğluyum. Onun öcünü almak istiyorum. Onun öcünü almak benim görevim değil midir? Siz Ali’ye deyin ki; Osman’ın katillerini bana teslim etsin, ben de halifeliği ona teslim edeyim.”[469]

Muâviye , Hz. Ali’nin kendisinden daha hayırlı ve üstün olduğunu kabul ettiği halde niçin Hz. Ali ile mücadele ettiğinin sebebini de açıklamaktadır. Onun bu konumu İbn Haldun şöyle açıklamaktadır:

“Devletçilik tabiatı şeref ve ululuğun, bir şahısta toplanmasını, tek bir adamın öne geçmesini icabettirir. Devletçilik tabiatından olduğu için Muâviye kendisini ve kavmini bundan alıkoyamazdı. Asabiyetin tabiatı onları buna sevk ediyordu. Emevîler, hak ve hakikatı aramak hususunda, Muâviye fikrinde ve yolunda olmayanlar dahi Muâviye’nin etrafında toplanarak onun uğrunda ölümü seçtiler. Muâviye halifeliği kendisi için seçmek yolunu seçmeden, kavmine muhalefet ederek, halifeliği Ali’ye bırakmak isteyerek ona biate çağırdığında aralarında anlaşmazlık baş gösterir, kavmi muhalefette ısrar eder, onun bu çağrısını kimse kabul etmezdi. Muâviye bundan dolayı, kavminin birliğini yıkmak istemeden kendisi için en önemli olan birliğin düzenini korumak yolunu seçerek Ali’ye biate çağırmadan kendisi halife olmak cihetini seçti.”[470]

Genel olarak İslâm alimleri içtihadî farklılıktan dolayı mücadelenin zuhur ettiğini belirtmektedirler. Hz. Ali Sıffîn savaşı öncesinde dinin ahkâmını, İslâm’ın hakikatlerini ve ahireti esas tutuyordu. Melikliğin ve saltanatın kanunlarını, siyasetin merhametsiz gereklerini bunlara feda ediyordu. Ruhsatı değil, azimeti tercih ediyordu. Muâviye ve taraftarı ise ruhsatı tercih ettiler. İslâm’ın içtimaî hayatını, saltanat yönetimi ve siyaseti ile takviye etmek için azimeti bıraktılar. Siyasette buna kendilerini mecbur zannettiler. Böylece görüşlerinde hataya düştüler. Sıffîn’de bir başka deyişle azimetle, ruhsatın mücadelesi yapıldı. Sahabeler, peygamberler gibi “masum” olmadıkları için içtihatlarında hatalar zuhur edebilir. Hakkında sarih bir şer’î hüküm olmayan idarî ve siyasî işlerde iş içtihada kalıyordu. Bu durumda içtihatlar farklılaşınca cepheleşmeler olabilmektedir.[471]

İster içtihadî farklılıktan olsun, isterse yapılan hataların neticesinde olsun iki tarafta kendi penceresinden haklı olduğunu savunmaktaydı. Sadece Muâviye değil, Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra, Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, Hz. Osman’ı öldürenler hakkında kısasın yapılmasını talep etmişlerdi. Onlar bu kısasın yerine getirilmemesi durumunda Allah’ın Kitabı’nın hükmü terkedilmiş olacağını belirtiyorlardı.

Hz. Ali ise tedbirli ve acele etmeden hareket edilmesini istiyordu. Hz. Osman’ın katilleri belirli birkaç kimseden ibaret değildi. Mısır, Kûfe ve Basra’dan gelen birçok asiden meydana gelen bir topluluk söz konusuydu. Ayrıca Hz. Ali hilâfet makamına henüz yeni geçmişti. Hz. Osman’ın şehid edenleri cezalandırabilecek bir güçte değildi.

Bu noktada Ya’kûbî’nin, Hz. Osman’ın öldürülmesi sırasında Muâviye ’nin bilerek yardımcı olmadığı ithamı aşırıya kaçan bir iddia olmaktan ileri gitmemektedir. Yine bu konuda aynı ithamı öne süren Aycan, Muâviye ’nin Hz. Osman’ın ölümüne bilerek kayıtsız kaldığını öne sürmektedir. O, Hz. Osman’ın muhasara edildiği esnada Muâviye ’nin elinde imkan olmasına rağmen yardımcı olmadığını iddia etmektedir. Bu durumu da şu şekilde açıklamaktadır: “Muâviye adeta Hz. Osman’ın dirisinden ziyade, ölüsünden istifade yoluna gitmiştir. Çünkü yaşlı halifenin yatağında ölmesi ile muhalifleri tarafından öldürülmesi çok farklı sonuçlara yol açabilecek iki husus olup, Hz. Osman’ın öldürülmesi, Muâviye’yi ve Ümeyyeoğullarını daha haklı bir konuma getirmeye veya kendi iktidar davalarını sürdürebilmeleri amacıyla bir bahane oluşturmaya yetecekti.”[472]

Muâviye ’nin, Hz. Osman’ın öldürülmesine göz yumduğunu iddia etmek çok cüretkâr bir ifadenin sonucudur. Hem bu şekilde bir itham Medinelileri de içine alır. Muhasara esnasında Medine’de bulunan herkes bu duruma göz yummakla suçlanabilir. Hatta tüm valiler bu ithamdan nasibini alırlar. Ama kimsenin Hz. Osman’ın öldürüleceğini tahmin etmediği ortadadır. Muâviye ’nin asker gönderme teklifini Medineliler rahatsız olmasın diye kabul etmeyen de, evinin önünde bekleyen sahabe ve sahabe çocuklarını gönderen de bizzat Halife Hz. Osman’ın kendisidir.

Aycan, Muâviye ’nin halifeyi Şam’a götürme teklifini onun halifenin halefi olma isteğine bağlayarak yaşlı halifeyi kendi emelleri doğrultusunda kullanmak istediği şeklinde yorumlarken, Muâviye ’nin Medine’ye asker gönderme teklifine ise her hangi bir yorumda bulunmamıştır.[473] Çünkü rivâyetin ilk kısmı Aycan’ın üzerine bina ettiği eleştirilerine uygunken ikinci kısım bu duruma uymamaktadır. Bu durumda Muâviye birinci teklifinde halifeyi kullanma emeli taşırken, ikinci teklifinde samimiyet içerisinde miydi? diye bir soru akla gelmektedir. Bu tür bir yorumu kabul etmemiz mümkün değildir.

Netice itibariyle gerek Cemel topluluğuna gerekse Muâviye ’ye düşen vazife, Hz. Ali’ye bu zorlu görevde yardım etmek olmalıydı. Hz. Ali’ye muhalefet etmeleri isyancıların işine gelmişti. Bu ayrılık ortamı en çok onların işine yaramıştı. Eğer Cemel topluluğu ve Muâviye , Hz. Ali’ye muhalefet etmeyip onu desteklemiş olsalardı, Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması mümkün olabilirdi. Onların istediği de Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasıydı ama yaptıkları muhalefetle durumun daha da karmaşık bir hal almasına sebep oldular kanaatindeyiz. Hz. Ali de bu iki topluluğun yardımını alamamıştır. Hz. Peygamber’in ashâbının başını çektiği bu topluluklar katillerin cezalandırılmasını isterlerken, gerekli mutabakatı bir türlü sağlayamamışlardır.

Cemel topluluğu ve Muâviye ’nin muhalefetinde Hz. Ali’nin ordusunda isyancıların da yer alması önemli bir faktör olmuştur. Bu isyancılar daha sonra Hz. Ali’ye de muhalefet ederek İslâm toplumuna zarar vermeyi sürdürmüşlerdir. Cemel topluluğu ve Muâviye ’nin muhalefetlerinde tümden hatalıydılar demek bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda mümkün gözükmemektedir. Elbette ki onlardan beklenen Hz. Ali’yi bu zor zamanlarda her halükarda desteklemeleri ve toplumun huzurunu gözetmeleriydi.

Hz. Ali daha hilâfeti yeni devraldığı zamanda İbn Abbas ve Muğîre b. Şu’be’nin bütün nasihatlerine rağmen kendisine göre haklı gerekçelerle valileri azlederek bu muhalefete zemin hazırlamış oldu. Özellikle Hz. Ömer döneminden beri Şam valiliği görevinde bulunan ve Benî Ümeyye’nin en önemli şahsiyeti olan Muâviye ’nin azli bu karışık ortamda ve herkesin desteğine ihtiyaç duyulan bir zamanda erken verilmiş bir karar olarak gözükmektedir.

Bütün bu gerekçeler doğrultusunda muhalefet eden Muâviye sonuç itibariyle hilâfet makamını devraldı. Halife olduktan sonra Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmadığı ithamı ile karşı karşıya kaldı. Hz. Osman’ın kızı Aişe ile aralarında geçtiği rivâyet olunan şu hadise bu meseleye açıklık getirir kanaatindeyiz.

“Muâviye, yönetimi müstakil olarak ele geçirdikten sonra ilk haccı için Medine’ye geldiğinde Hasan ile Hüseyin ve Kureyş eşrafından bazı kimseler onu karşıladılar. O, Osman b. Affan’ın evine yöneldi, kapıya yaklaştığında Osman’ın kızı Âişe bir çığlık attı. Babası için yüksek sesle ağladı. Muâviye yanındakilere: “Evlerinize gidin. Benim bu evde görülecek bir işim var.” dedi. Etrafındakiler dağılıp gittiler. O da Osman’ın evine girdi ve kızı Âişe’yi teskin etti. Bundan sonra yüksek sesle ağlamamasını emredip şöyle dedi: “Ey kardeşimin kızı, insanlar yönetimlerini bizim elimize verdiler, biz de onlara altında öfke gizli olan yumuşak huyluluğu gösterdik. Onlarda buna karşılık altında kin saklı olan itaati bize gösterdiler. Bu itaatleri karşılığında biz onlara yumuşak huyluluğumuzu sattık, onlar da bu yumuşak huyluluğumuza karşılık olarak itaatlerini bize sattılar. Eğer onlara bizden satın aldıkları şeyden başkasını verecek olursak, hakkımızı bize vermede cimrilik yaparlar. Biz de onların haklarını hor görüp küçümseriz. Her insanla birlikte taraftarları vardır. Eğer ahdimizi bozarsak, onlar da ahitlerini bozarlar. Sonra bilemeyiz, durum bizim lehimize mi olur, yoksa aleyhimize mi olur? Mü’minlerin emiri Osman’ın kızı olman benim için Müslümanların cariyelerinden biri olmandan daha sevimlidir. Babandan sonra ben senin için ne güzel bir halefim.”[474]

Muâviye ’nin eleştirildiği Ziyad’ı nesebine ilhak etme hadisesini değerlendirmeden önce bu konudaki şu rivâyetlerdeki farklılığı ortaya koymakta fayda olduğu kanısındayım.

“Ziyad büyüyüp de delikanlılık çağına gelince Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Basra valisi Ebû Mûsâ el-Eşarî’ye katiplik ve yardımcılık yapmıştı. Sa’d b. Ebî Vakkas tarafından İranlılar ile yapılan savaşlardan birinin zaferini müjdelemek ve alınan ganimetlerin beşte birini götürmekle görevlendirilmişti. O, Medine’ye gelip Hz. Ömer’in de hazır bulunduğu topluluğa savaşı çok güzel bir şekilde anlatınca, orada bulunan Amr b. el-Âs şöyle demişti: “Vallahi eğer bu çocuğun babası Kureyş’den olsaydı bütün Arapları önüne katar, onları yönetirdi.” O sırada orada bulunan ve Amr b. el-Âs’ın bu sözünü duyan Ebû Süfyan da: “Vallahi ben onun babasını ve onu annesinin rahmine koyanı çok iyi biliyorum.” şeklinde konuşunca Hz. Ali “Sus ey Ebû Süfyan! Sen çok iyi biliyorsun ki eğer Ömer senin bu sözlerini işitecek olursa sana zina haddi uygulama hususunda hiç de tereddüt etmez.” diyerek Ebû Süfyan’ı uyarmıştı.[475] Başka bir rivâyette ise, Ebû Süfyan’ın: “Vallahi ben onun babasını ve onu annesinin rahmine koyanı çok iyi biliyorum.” sözünden sonra Hz. Ali’nin “Kim” diye sorduğu, Ebû Süfyan’ın da “Ben” diye diye cevap verdiği aktarılmaktadır. Rivâyetin devamında Ebû Süfyan bu durumu Hz. Ömer’den korktuğu için açıklamadığını ifade eden bir şiir söylemektedir.[476]

Bu konuda Hz. Ali’nin söylediği ifade edilen “Sus ey Ebû Süfyan! Sen çok iyi biliyorsun ki eğer Ömer senin bu sözlerini işitecek olursa sana zina haddi uygulama hususunda hiç de tereddüt etmez.” sözü bazı çelişkileri barındırmaktadır. Ebû Süfyan ve Ziyad’ın annesi Sümeyye’nin tanışıklıkları cahiliye dönemindedir. Ebû Süfyan o zaman İslâm dininde olan bir kimse değildi. İslâm dini müslüman olan her kimsenin önceki davranışlarının affedildiğini beyan ettiğine göre, bu rivâyette bahis olunan zina haddini Hz. Ömer hangi dayanağa istinaden uygulayacaktı. Bir diğer konuda bu rivâyet Hz. Ali’yi gerçeği saklayan biri durumuna düşürmektedir. Eğer ortada ceza verilecek bir durum varsa bunu Hz. Ali’nin saklaması düşünülemez.

Muâviye ’nin Ziyad’ı nesebine ilhak etmesi Hz. Peygamber’in “Çocuk kimin yatağında doğmuşsa onun nesebine aittir ve zina edenin cezası da recmdir.” [477] hadisi doğrultusunda eleştiriye tâbi tutulmuştur. [478] Çünkü Sümeyye’nin o zamanlarda aslen Rum olan Ubeyd adındaki bir kişi ile evli olduğu ve Ziyad’ın da onun oğlu olduğuna dair rivâyetleri vardır.[479]

Tarih kaynaklarında Ziyad, babası olduğu iddia edilen Ubeyd ile anılmamaktadır. Tarihî kaynaklar kendisinden Ziyad b. Ebîh (babasının oğlu) diye bahsetmektedirler. Eğer gerçekten Ubeyd, Ziyad’ın babası olsaydı tarihçiler her şeye rağmen bu durumu bize aktarmaktan çekinmezlerdi kanısındayız. Ama genel rivâyetlere baktığımızda Ziyad b. Ebîh diye bahsedildiğini görmekteyiz. Yani bir belirsizlik söz konusuydu. Ziyad da bu durumu ortadan kaldırmak için Muâviye ’ye başvurmuştu.

Muâviye İbn Amir’e söylediği şu sözler bu durumu açıklar mahiyettedir: “Ey Âmir’in oğlu! Sen Ziyad hakkında bazı şeyler söylemişsin. Gerçekten bu sözleri sen mi söyledin? Araplar çok iyi bilir ki ben cahiliye döneminde bir hayli üstün ve şerefli bir kimse idim. İslâm’a girince İslâm benim bu izzet ve şerefimi daha da arttırdı. Ancak ben Ziyad ile adamlarımı çoğaltmak istemediğim gibi şerefimi de onunla arttırmak istiyor değilim. Ne var ki Ziyad’ın bir hakkı olduğunu öğrendim ve onun bu hakkını korumak istedim.” [480]

İbnü’l-Arabî eserinde; İmam Malik’in, Ziyad’ın nesebini açıkça vurgulayarak hem de Abbasî devleti döneminde “Ziyad b. Ebî Süfyan” dediğini ve bu işin mücadelesini verenlerin dediği gibi “Ziyad b. Ebîh” demediğini aktarmaktadır. İbnü’l-Arabî bu durumu şu şekilde yorumlamaktadır: “İmam Malik’in bu ifadesinde aynı zamanda fıkhî bir incelik vardır ki kimse ona akıl erdirememiştir. Şöyle ki, bu mesele ihtilaflı bir mesele olduğu halde hakim tarafından bu konuda kesin karar verilirse ki, Muâviye bu hükmü vermiştir, artık bu kararın tersine dönüş olmaz. Zira ihtilaflı meselelerde hakimin bir tarafın lehine karar vermesi o meseledeki ihtilafı sona erdirir ve meseleye kesinlik kazandırır.”[481]

Nasıl ki günümüzde nesebin belirlenmesinde devlet adına mahkeme, karar veriyor ve çocuğun kime ait olduğunu ortaya koyuyorsa, o zaman da Ziyad’ın talebiyle şahitler huzurunda bu konu halife tarafından karara bağlanmıştır.

Hucr b. Adiy’in öldürülmesi meselesinde ise rivâyetlerde vali Muğîre b. Şu’be’nin ve ondan sonra vali olan Ziyad’ın Hz. Ali’yi minberde kötülediğinden bahsedilmektedir. Bundan dolayı Hucr’un öldürülmesi hadisesini ele almadan Hz. Ali ve taraftarlarının sebbedilmesi olayı açıklığa kavuşturulmalıdır.

İki taraf arasında meydana gelen mücadele sırasında karşılıklı hakaretleşmeler meydana gelmişti. Hakem olayının neticesinde başlayan lanetleşmeyi İbn Kesîr, Ebû Mihnef kanalı ile şu şekilde aktarılmaktadır: “Hz. Ali Amr’ın yaptıklarını duyunca namazlarda Muâviye, Amr, Ebû’l-Aver es-Sülemî, Habib b. Mesleme, Dahhak b. Kays, Abdurrahman b. Hâlid b. Velid, Velid b. Utbe’ye lanet etmeye başlamıştı. Bunu duyan Muâviye, Ali ve taraftarlarına lanet etmeye başladı.”[482] Bu rivâyet Şiî temayüllü Ebû Mihnef kanalıyla gelmesi sebebiyle hem dikkat çekicidir, hem de ihtiyatla yaklaşılmayı gerektirmektedir.

Muğîre b. Şû’be, Kûfe’ye vali olarak atandığında, hutbelerinde Muâviye’nin emriyle Hz. Ali ve taraftarlarını kötüleme uygulamasını başlatmıştı. Taberî’de geçen bu rivâyet Muğire b. Şû’be’nin hutbesiyle birlikte bize Ebû Mihnef kanalıyla aktarılmaktadır.[483]

Hz. Ali ve Muâviye aralarında meydana gelen mücadele sırasında birbirlerine hakarette bulundukları rivâyetlerde mevcutken Şiî temayüllü Ebû Mihnef kanalıyla aktarılan mezkur rivâyet dışında Muâviye ’nin, Hz. Ali ve taraftarlarını sebbetmeyi emrettiğine dair başka bir rivâyete ulaşamadık. Ama Hz Muâviye’nin valilerinin, özellikle Kûfe valisi Muğîre ve Medine valisi Mervan b. Hâkem, bu konudaki uygulamalarına karşı çıktığına dair bir rivayete de rastlamadık.

Ama bu konuda Muâviye ’nin yanında meydana gelen şu hadiseye verdiği tepki dikkat çekicidir : “Busr b. Ebî Ertat, Muâviye’nin huzurunda bulunuyordu. Busr, Ali hakkında ileri geri konuştu. Orada annesi Ali’nin kızı Ümmü Külsûm olan ve Ömer’in oğlu Zeyd de vardı. Zeyd elindeki değnekle Busr’un kafasını yaralayınca Muâviye ona şunları söyledi: “Sen Kureyş’in büyüğü ve Şam halkının efendisine hücum edip vurdun.” Arkasından Busr’a yönelerek şunları söyledi: “Zeyd’in dedesi Ali’ye, Faruk’un oğlunun yanında, herkesin önünde nasıl hakaret edersin? Faruk’un oğlunun buna tahammül edebileceğini mi sandın? [484]

Muâviye ’nin kendisi bu konuda bir uygulamaya gitmemişse de, valileri şehirlerindeki muhalifleri sindirmek için Hz. Ali ve taraftarlarını kötüleyip, Hz. Osman ve taraftarlarını yüceltmişlerdir. Çünkü kendi hakimiyetlerini bu yolla sağlamışlardı.

Kûfe’de Hz. Ali ve taraftarlarının kötülenmesine dayanamayan Hucr, kendi başına bir cemaat toplamak ve itaatten çıkmak, halifeye lanet okumak, arkadaşlarını harbe ve fitneye davet etmek, arkadaşlarını Halife Muâviye’ye olan biatlerini bozmaya teşvik etmekle suçlanıp, öldürülmüştü.[485]

Muâviye Medine’ye geldiğinde Hz. Aişe’nin yanına vardı. Hz. Aişe ona şöyle bir soru sordu: “Hucr’u öldürdün mü?” Muâviye de: “Ey mü’minlerin annesi! Ben hayatta bırakıldığı takdirde insanları fesada sürükleyecek bir adamın öldürülmesini, hayatta bırakılmasından daha hayırlı buldum ve bunu da insanların yararına saydığım için öldürdüm. Hem onu aleyhinde şahitlik edenler öldürdü.” diye cevap verdi.[486]

Bu rivâyette de görüldüğü üzere Muâviye Hucr ve arkadaşlarını yeryüzünde fesat çıkaranlardan saydı ve onların hayatta bırakılmalarının ümmet için fesada yol açacağını, birliğin dağılmasına ve halifeye karşı çıkılmasına sebebiyet vereceği düşündü. Bunun yanında Muâviye ’yi eleştiren veya öven herkes onun çok iyi bir siyaset adamı olduğu noktasında hemfikirdirler. Muâviye gibi dahî siyasetçinin en karışık ve Hz. Ali taraftarlarının en fazla olduğu şehir olan Kûfe’de sebbetme hadisesine ses çıkarmaması yol açtığı sonuçlara bakıldığında düşündürücüdür.

Bunun yanında Muâviye halifeliği devraldığı sırada bir çok sahabe ve sahabe çocuğu hayatta idi. Hepsi de ona itaat ediyorlardı. En azında fiilî bir muhalefet söz konusu değildi. Sonraki dönemleri göz önüne getirdiğimizde İslâm toplumun önde gelenlerinin, yanlış uygulamalar karşısında nasıl bir muhalefet içerisine girdikleri düşünülürse Hucr ve arkadaşlarının toplumun aksine bir reaksiyon gösterdikleri söylenebilir. Netice itibariyle belki de Kûfe’de daha büyük bir olaya sebebiyet vermemek amacıyla yapılan bu iş, o günkü toplumda büyük bir infiale yol açmıştır.

Belki de ikisi arasındaki durumu en iyi şekilde Muâviye kendisi açıklamıştır: “Hz. Aişe, Muâviye ile Hucr hakkında konuşurken Muâviye ona bu konuda şöyle demiştir: “Benimle Hucr’u başbaşa bırak. Ta ki biz Rabbimizin huzurunda karşılaşınca hesaplaşalım.”[487]

Muâviye ’nin oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmesi onun bu konuda eleştirilmesine ve İslâm toplumunda saltanatı başlatmakla suçlanmasına sebep olmuştur. Bir diğer mesele de veliaht tayin ettiği Yezîd’in bu işe ehil olmamasıdır.

İslam toplumunda kendisinden sonra yerine bir şahsı tavsiye veya tayin etme uygulaması Hz. Ebû Bekir’in yerine Hz. Ömer’i tayin etmesi ile başlamıştır. Ama bu uygulama Muâviye ’nin başlattığı uygulamayla bir tutulmamalıdır.

Hz. Ebû Bekir istişarî seçim ile halife olurken, Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in tayini ile halifelik makamına getirilmişti. Ancak onun halife seçilişinin daha sonraki dönemlerdeki veliaht tayininden farklı yönleri bulunmaktadır. Nitekim Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in akrabası değildi ve Hz. Ebû Bekir’in sağlığında ciddi hiçbir ihtilaf ve zorlama olmadan Medine ehlinin tasvibi ve kabulü ile halife olmuştu. Hz. Osman şûra usulü ile halife olurken ehlü’l-hal ve’l- akd durumundaki şûranın ve halkın desteğini alarak halife tayin edilmişti. Hz. Ali’nin halifeliği ise Bedir ve şûra ehlinin biati neticesinde kesinlik kazanmıştı.[488]

Veliaht tayini esnasında tayin edilen şahsın önceki idarecinin ölümünden sonra mutlaka yeniden halkın beyatini alması şartı vardır. Aksi halde veliaht tayini esnasında ileri gelenlerin tasvibi, halifenin teklifi veliahdın idareci olmasını mutlaka gerektirmez. Burada asıl olan ikinci beyattir. Çünkü ikinci beyat ile veliahtlık için verilen yenilenmiş olmaktadır. Daha doğrusu birinci beyat veliaht olarak, ikinci beyat ise gerçek idareciye verilmiş oluyordu. İkinci beyat yapılmadan veliahdın idareciliğinin gerçek olmadığı, seçimin sağlıklı yapılmadığı bilindiği için veliaht, ikinci beyati almadan görevi devralmış olmazdı. Çünkü ikinci beyat umumî beyat özelliğini taşımakta ve beyatin tam olmasını sağlamaktadır.[489]

Bu bağlamda hem uygulama bakımından hata yapılmış, hem de fazilet ve liyakat bakımında önde olan kimseler varken Yezîd’in veliaht tayin edilmiştir. Ama Muâviye ’yi oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmeye zorlayan sebepleri de göz ardı etmemek gerekir.

Muâviye ’nin oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmesinin sebepleri olarak şunlar gösterilebilir: Asabiyet duygusunun tekrar ortaya çıkma endişesi, ileride vuku bulacak fitnelere engel olmak, evlat sevgisi.[490]

Muâviye ’nin halifeliğini sürdürdüğü dönemde artık asabiyet insanlar arasında kuvvetini tekrar kazanmış, İslâmiyet’in ortadan kaldırmaya çalıştığı bu duygu tekrar insanlar arasındaki en önemli bağ halini almıştı. İnsanları kötülüklerden alıkoyacak olan din duygusu zayıflamış, baş kaldırmanın, fitne çıkarmanın çok kolay olduğu bir toplum yapısı ortaya çıkmıştı. Muâviye ’nin, yerine, Benî Ümeyye’den olmayan başka birini tayin etmesi o zaman ki şartlar altında mümkün gözükmüyordu. Zira o dönemde Benî Ümeyye idareyi elinde tutan güç olarak başkasının hilâfetine rıza göstermezlerdi. Bu durum tekrar bir fitnenin ortaya çıkmasına neden olacaktı. Zaten Yezîd’in veliahtlığı fikrinin ümmetin tekrar birbirinin kanını dökmesine engel olmak için ortaya çıktığını rivâyetler bize aktarmaktadırlar.[491]

Muâviye ’nin döneminde Müslümanlar çeşitli bölgelere dağılmış, farklı görüşler ortaya çıkmış ve en önemlisi de asabiyetler ortaya çıkmıştı. Bundan dolayı halkın bir araya gelip bir konu veya bir şahıs hakkında ittifak etmelerinin çok zor olduğu da bir gerçektir.

Genel olarak Muâviye ’nin gerekçelerine baktığımızda onun ümmetin maslahatını gözettiğini, aynı zamanda evlat sevgisinin ağır bastığını düşünmekteyiz. Ama içki içmesi eğlenceye meyli gibi belli zafiyetleri herkes tarafından bilinen Yezîd’in veliahtlığı İslâm toplumunun Hz. Hüseyin, İbn Ömer, İbn Abbas, İbn Zübeyr gibi önde gelen şahsiyetleri tarafından hoş karşılanmamıştı. Onlar Yezîd’e biat etmemişlerdir. Her ne kadar rivâyetlerde onların kılıç zoruyla biat ettikleri aktarılsa da[492], şu noktaları da gözden kaçırmamalıyız. Muâviye mezkur şahıslara her zaman iyi davranmış ve her türlü yakınlığı göstermişti. Meselenin bir başka boyutu da İslâm toplumunun önde gelen bu şahsiyetlerinin doğruyu saklayarak, kılıç zoruyla susan insanlar olarak gösterilmesidir. Yezîd döneminde bu şahsiyetlerin verdikleri mücadeleler onların haksızlık karşısında tavırlarının önemli göstergesidir.

Muâviye ’nin ümmetin maslahatı gözeterek verdiği bu kararda yanılmasının en büyük etkisi evlat sevgisi olmuştur kanaatindeyiz. İçki, eğlence düşkünlüğü, av merakı, sefih kimselerle oturup kalkması gibi zafiyetleri bilinen Yezîd’in yerine daha kabul görecek birinin adının ön plana çıkarılması tarihin seyrini değiştirebilirdi. Hem Benî Ümeyye’nin hem de toplumun önde gelen şahıslarının kabul edeceği bir ismin hiç gündeme getirilmemesi bu noktada düşündürücüdür. Liyakat ve faziletten uzak birisinin veliaht tayin edilmesi ve bu kararı almak için şûra kararına başvurulmaması idarî bir hata olarak görülmektedir.

Muâviye ’nin Hz. Hasan ile yaptığı anlaşmaya sadık kalmadığı rivâyetleri haklı gerekçelere dayanmaktadır. Çünkü daha önce aktardığımız rivâyetler ışığında Hz. Hasan anlaşma şartlarından yalnızca beş milyon dirhem dışında herhangi bir menfaat elde edememiştir. Anlaşma şartları içinde geçen Darabcerd bölgesinin haracını Basralılar kendi feyleri olduğu gerekçesiyle vermemişler, Hz. Ali’nin kötülenmesi en azından valilerin inisiyatifinde devam etmiştir. Hz. Mûaviye’den sonra hilâfetin şûraya havale edilmesi ise daha sonraki döneme baktığımızda yine uygulanmayan bir şart olarak karşımıza çıkmaktadır.

Vali Abdurrahman zehirletilmesi olayında ise kaynaklar olayı “Abdurrahman’ın Bizans topraklarına düzenlediği seferlerde elde ettiği başarılar, Şamlılar nezdinde iyi bir nüfuz elde etmesine ve taraftar toplamasına sebep olmuştu. Babası Halid b. Velid’e duyulan sevgi de bu durumda etkili olmuştu. Onun Rum topraklarına Şam’a ihtiyaç hissetmeden iş yapabilme imkanına sahip olması bu bölgede halk tarafından sevilmesi, Muâviye’yi endişelendirdi. Bu durumdan rahatsız olan Muâviye çareyi onu zehirletmekte buldu.”[493] şeklinde anlatmaktadırlar. Muâviye ’nin devleti idare ederken kendi kabilesinden olsun olmasın başarılı idarecileri seçmesi göz önünde bulundurulmalıdır. Amr b. el-Âs, Muğîre b. Şû’be, Ziyad, Muâviye ’nin yönetiminin önemli valileriydi. Ziyad son dönemlerde neredeyse ülkenin yarısını yönetmekteydi. Başarısını kıskandığı için bir valisini öldürtmesi gerekiyor idiyse herhalde ilk öldürülmesi gerekenler yukarıdaki mezkur şahıslar olurdu. Rivâyetlerde de bu zehirletilme hususunda başka bir sebep aktarılmamaktadır. Bu yüzden bu rivayetlere biraz ihtiyatlı bakmamız gerekmektedir.

Yine Muâviye hakkında Hz. Hasan’ı zehirlettiği şeklinde rivâyetler aktarılmıştır.[494] Bu rivâyetlerde de gerekçelere baktığımızda kesin bir yargıya varmamız mümkün gözükmemektedir. Hz. Hasan idareyi zaten Muâviye ’ye teslim etmişti Dolayısıyla Hz. Hasan tarafından idareye karşı bir tehlikenin ortaya çıkması söz konusu değildi. Muâviye ’nin Hz. Hasan’ın varlığından rahatsızlık duymasını gerektirecek bir durum ortada yoktu. Hz. Hasan’ı zehirlediği iddia edilen hanımı Ca’de’nin ya da farklı rivayetlerde geçen hizmetçinin cezalandırılıp cezalandırılmadığı sorusuna da kaynaklarda herhangi bir yanıt bulamamaktayız. Bizzat zehirleyenin bile kesin suçlanamadığı bir konuda azmettirici olduğu iddia edilen kişinin direk suçlanması yanlış bir değerlendirme olacaktır.

Vali Abdurrahman’ın ve Hz. Hasan’ın Muâviye tarafından zehirletildiği iddiası ithamdan öteye geçmez. Nasıl olur da insanlardan hiç kimsenin, kimin yaptığı konusunda şahit olmadığı, görmediği bir hadiseyi Muâviye ’nin üzerine yükleyebiliriz. Fitnenin ve ayrılığın ayyuka çıktığı, herkesin karşısındakine olmadık ithamları yakıştırdığı bir toplumdan bize intikal eden haberlere daha ihtiyatlı davranmak mecburiyetindeyiz. Kesin bir delil olmadan bir kişiyi töhmet altında bırakmak tarafgirliğin en açık tezahürüdür.

Muâviye b. Ebî Süfyan zengin ve nüfuzlu bir ailede yetiştiği için refah ve zenginliğe meyli söz konusuydu. Onun gösterişe ve ihtişama meyli valilik yaptığı dönemde Hz. Ömer’in tepkisini çekmişti. Bu yüzden Hz. Ömer ona “Arabın kisrası” yakıştırmasını yapmıştı.[495] Muâviye devletin ihtişamı göstermesi sebebiyle Bizans ve Sasanî etkisinde kalarak saraylar ve tahtlar inşa ettirerek bir ilki başlatmıştır. Böylece Muâviye, haleflerinin büyük paralar harcayarak, gerek Şam’da, gerekse Ürdün çevresinde yeni imâr faaliyetine girişerek muhteşem sarayların yapılmasına ve buralarda lüks bir hayat sürmeye başlamalarına örnek olmuştur.[496] Hz. Ömer’e gösterişli yaşantısını düşman devlete yakın olmakla ve onlara güçlü görünmenin zorunluluğuyla açıklayan Muâviye b. Ebî Süfyan bu taht ve saray yapımını da devletin azametiyle ve gücüyle açıklamaktadır.

Seleflerinden farklı olarak başlattığı bu uygulama değişimin açık bir göstergesidir. Muâviye ’nin halife olduktan sonra toplumdaki artan zenginliğe paralel olarak değişen bu ihtişamlı yaşantısı kendiside şu şekilde tenkit etmektedir: “Ebû Bekir dünyayı istemedi, dünya da onu istemedi. Ömer’i ise dünya istedi ama Ömer dünyayı istemedi. Bize gelince biz dünya üzerinde karnımızla ve sırtımızla debelendik, dünyaya boyandık.” [497]

Bu olumsuz değişime paralel olarak Muâviye b. Ebî Süfyan’ın kendi iktidarının devamı için hileye başvurması ve muhaliflerinin gönlünü verdiği bol ihsanlarla alması söz konusu olmuştur. Muâviye b. Ebî Süfyan lüzumsuz güç kullanımına karşı isteksiz, meseleleri zorla halletmeyecek kadar basiretli, fakat devletin menfaatleri söz konusu olunca hiçbir şeyi yapmaktan çekinmeyen bir yaratılışta idi. Bütün bunlar onun o zamanının şartlarında ve toplumunda idarî kabiliyeti olarak görülse de seleflerinin kesinlikle başvurmadığı yollar olarak dikkat çekmektedir.

Değerlendirme bölümünde Muâviye ’ye yöneltilen eleştiriler hakkındaki kendi şahsi fikirlerimizi ortaya koymaya çalıştık. Ehl-i sünnet alimleri onun yaptığı kimi icraatları eleştirseler de onun sahabe olduğu gerçeğini göz ardı etmemişlerdir. Bir çok hadis ve tarih kitabında sahabelerin fazileti hakkında özel bablar açılmıştır. Bu bablar bize Hz. Peygamber’in ashâbı hakkında takınacağımız tavır konusunda bilgi vermektedirler. Bu bölümlere göz attığımızda Muâviye ’nin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ashâbından olduğu vurgusuyla karşılaşırız. Bu bağlamda Ebû Tevbe Rebi b. Nafi el- Halebî’nin sözü çok anlam ifade etmektedir: “Muâviye, Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ashâbının perdesidir. Kişi perdeyi araladığı zaman ilerisine gitmeye cüret eder.”[498]

SONUÇ

Bir vakıa olarak İslâm Tarihinde yerini alan ve yeni ortaya çıkan bir takım olayların gelişiminde önemli roller üstlenen Muâviye ’ye yöneltilen eleştiriler ile ilgili çalışmanın sonuna gelmiş bulunmaktayız. Lehinde ve aleyhinde görüşlerin bulunduğu böyle bir şahsiyetin uygulamalarının elbette dikkat çekici neticeleri olmuştur.

Muâviye b. Ebî Süfyan, müşrik Mekke toplumunda önemli bir konumu bulunan Ebû Süfyan’ın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Onun gençlik yıllarıyla alakalı olarak tarih kitaplarında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Ama Muâviye b. Ebî Süfyan’ın gerek nüfûzlu bir aileden olması, gerekse önemli bir kabileye mensup olması sebebiyle iyi bir gençlik dönemi geçirdiğini söyleyebiliriz. Ailesinin ve kabilesinin geniş imkanları içerisinde yetişen Muâviye , babasının Mekke liderliği esnasında da Kureyşliler’in anladığı manada idare usûllerini kavramaya fırsat bulmuştu. Adeta bir prens veya şehzade gibi yetişen Muâviye b. Ebî Süfyan bu durumu ileride kendi lehine kullanmayı başaracaktı. Kanaatimizce babasının yanında öğrendiği idari usûller ve tanımaya fırsat bulduğu, zaaflarını sevinçlerini tutkularını öğrendiği kendi insanları onun bu süreçte en önemli kazanımı olmuştur.

Ebû Süfyan okuma yazama bilen az sayıdaki Mekkeli’den biriydi. Bu durum Muâviye ’nin de avantajına olmuş, o da babası sayesinde bu ayrıcalığı elde etmiştir. Bu sayede Hz. Peygamberin katiplerinden birisi olmuştur.

Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında Ridde harpleri sırasında görev alan Muâviye asıl başarıyı Hz. Ömer döneminde yakalamıştır. Kardeşi Yezîd ile beraber Sûriye toprakları fethinde görev almıştı. Muâviye ’nin Sûriye bölgesindeki fetihlerde başarılı olması ve bu bölgede meydana gelen veba salgını nedeniyle kardeşi Yezîd de dahil belli başlı komutanların vefat etmesi, kendisine Şam valiliğinin kapısını aralamıştı. Onun Şam’daki fevkalade yöneticiliği, kara ve denizdeki başarılı fetihleri, kendisine Suriye bölgesinde haklı bir şöhret kazandırmıştı.

Hz. Osman döneminde meydana gelen olaylar ve toplumdaki değişim sonucu Hz. Osman katledilmiş, bu dönem her yönüyle ayrılıkların kaynağı olmuştur. Muâviye Medine’de halife ilan edilen Hz. Ali’den Hz. Osman’ın katillerini talep ederek, onları teslim etmesi şartıyla halifeliğini kabul edeceğini bildirmişti. Hz. Ali Şam üzerine yürüme üzereyken, Hz. Osman’ın katillerini talep eden Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in başını çektiği Cemel grubunun muhalefeti sebebiyle bu hareketi ertelemek mecburiyetinde kalmıştı. Hz. Osman’ın katledilmesi İslâm toplumunda Cem el ve Sıffîn savaşlarının meydana gelmesine neden olmuştu. Bu savaşların galibi yoktu. Bu savaşlar neticesinde kaybeden İslâm toplumu olmuştu. Sıffîn savaşı sonrasında iki tarafın arasını bulmak üzere toplanan Tahkimden de İslâm toplumunu birlik ve beraberliğe kavuşturacak bir sonuç çıkmadı. Hakem olayı İslâm toplumuna çözüm üretemediği gibi üçüncü bir grubun, Haricîlerin ortaya çıkmasına sebep oldu.

Hakem olayı sonucu hakimiyet alanını genişletme çabası içine giren Muâviye , Hz. Ali’nin bir Haricî tarafından şehid edilmesi sonucu bir anda hilâfete yaklaşmış oldu. Hz. Ali’nin yerine Kûfeliler’in halife olarak seçtikleri Hz. Hasan’la varılan anlaşma gereği Hz. Hasan belli şartlar altında hilâfeti Muâviye ’ye devretmişti. Muâviye ’nin kardeşi Yezîd’in ölümüyle başladığı Şam valiliği serüveni, Hz. Osman’ın öldürülmesiyle muhalif vali şekline dönüşmüş, Hz. Ali’nin öldürülmesiyle İslâm aleminin ikinci halifesi olmuş, neticede de Hz. Hasan’la anlaşma sağlayarak onun biatını alarak tek halife olarak hedefine ulaşmıştı.

Hz. Peygember’in getirdiği ilahî öğretiden uzaklaşan müslüman toplumun din ve siyaset birlikteliği anlayışından, siyasetin dine nazaran ilk plana geçtiği anlayışına doğru yön değiştirdiğini yani sosyal değişmeye maruz kaldığını görüyoruz. İslâm toplumundaki bu değişim sürecinde Hz. Ali’yi klasik dönemin son temsilcisi, Muâviye ’yi de yeni dönemin ilk temsilcisi olarak görebiliriz. Çünkü Muâviye ve onun mensubu olduğu Emevî ailesi İslâm toplumundaki bu değişimi hızlandıran yegane faktör olmuştur. Bu değişmede hızlı fetih hareketlerinin getirdiği zenginlik ve refahı da göz ardı edemeyiz. Muâviye ’de bu değişimi kendisi şu şekilde ifade etmektedir: “Ben hükümdarların ilki, halifelerin sonuncusuyum.”

Muâviye hilâfeti döneminde gerek haricîlerin gerekse Hz. Ali taraftarlarının zaman zaman çıkardığı isyanlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu zorlukları, başından beri mücadelede yanından ayrılmayan Mısır valisi Amr b. el-Âs, çalkantılı bir şehir olan Kûfe valisi Muğire b. Şu’be ve durumlarından hiç de memnuniyet göstermeyen insanlarla dolu Basra idarecisi Ziyad sayesinde bertaraf etmeyi başarmıştır. Bu üç devlet adamı liderleri Muâviye ile birlikte İslâm-Arap iktidarının siyasî dehasını teşkil ederler.

Müslümanlar Hz. Ebû Bekir ile başlayıp Hz. Osman’ın hilâfetinin ortalarına kadar büyük bir fetih hareketi başlatmışlardı. Çok geniş bir coğrafya üzerine yayılan bu fetih hareketleri iç huzursuzlukların ortaya çıkması ve Müslümanların birbiriyle mücadele etmeleri sonucu kesintiye uğramış ve İslâm dünyası tekrar içe dönük bir yapıya bürünmüştü.

Muâviye b. Ebî Süfyan, Hz. Ali ile girdiği iktidar mücadelesinden başarı ile çıktıktan ve Hz. Hasan’ın kendisine biat etmesinden sonra duran fetih harekelerini yeniden başlattı. Sûriye bölgesi askerleri Bizans egemenliği altındaki Anadolu ve Ermenistan topraklarına, Irak bölgesi askerleri genelde Horasan topraklarına, Mısır’daki askerî birlikler de Kuzeybatı Afrika ve Afrika’nın içlerine olmak üzere üç koldan seferler düzenlenmişti.

Bütün bu icraatları yanında Muâviye , Hasan el-Basrî’nin dile getirdiği şu dört nokta da eleştirilmekten kurtulamamıştır:

1.     Zor kullanarak hilâfeti ele geçirmesi.

2.     Layık olmadığı ve kötü alışkanlıkları olduğu halde Yezîd’i halef tayin etmesi.

3.     Peygamber’in hadisine rağmen Ziyad’ı nesebine katması.

4.     Hucr b. Adiy’i öldürmesi.

Bu eleştirilerden başka Muâviye Hz. Hasan’la yaptığı anlaşmaya uymamakla, Hıms Valisi Abdurrahman’ı ve Hz. Hasan’ı zehirletmekle itham edilmiştir.

Muâviye ’ye yöneltilen bu eleştiriler o günkü toplumun maruz kaldığı değişimden ayrı olarak ele alınmamalıdır. Çünkü siyasî, dinî, ekonomik, sosyal, coğrafî ve etnik değişim toplum üzerinde farklı sonuçların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Toplumdaki dinî hassasiyet zayıflamış, İslâm kardeşliğinin yerini asabiyet bağı almıştı.

Muâviye ile ilgili kaynaklarda birbirinin tam zıttı olan rivayetler mevcuttur. Bu durum sağlıklı bir sonuca ulaşmayı da zorlaştırmaktadır. Aynı zamanda bu rivayetlerden hareketle Muâviye ’nin tek taraflı eleştiriye tutulması da doğru bir tavır olarak gözükmemektedir.

Muâviye yaptığı icraatlarda İslâm toplumunun maslahatını gözettiği kanısındayız. Yaptığı icraatların bir kısmında hata yapması söz konusudur. Ama bu hatalar onun keyfî uygulaması sonucu olmuştur diyemeyiz. Kendince doğru olduğuna inandığını yapmıştır. Tam kırk yıl süren yöneticilik (valilik ve halifelik) hayatını kusursuz bir şekilde sürdürdüğünü söylemek imkansızdır. Çünkü o her şeyden önce insandır. Çeşitli zaafları olması doğaldır. Bu zaaflar neticesinde de hatalı kararlar vermesi mümkündür.

Bu noktadan hareketle Muâviye Hz. Osman’ın kanını talep ederek kendince haklı sebeplerle Hz. Ali’ye karşı mücadele etmiş ve hatalı davranmıştır. Netice itibariyle gerek Cemel topluluğuna gerekse Muâviye ’ye düşen vazife, Hz. Ali’ye bu zorlu hilâfet görevinde yardım etmek olmalıydı. Hz. Ali’ye muhalefet etmeleri isyancıların işine gelmişti. Bu ayrılık ortamı en çok onların işine yaramıştı. Eğer Cemel topluluğu ve Muâviye Hz. Ali’ye muhalefet etmeyip onu desteklemiş olsalardı, Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması mümkün olabilirdi. Dahası İslâm toplumu bu kaos ortamına düşmemiş olurdu.

Muâviye Ziyad’ın isteği ile şahitler huzurunda Ziyad’ı nesebine ilhak etmiş, ve halife olarak Ziyad’ın nesebindeki belirsizliği ortadan kaldırmıştı. Nasıl ki günümüzde nesebin belirlenmesinde devlet adına mahkeme, karar veriyor ve çocuğun kime ait olduğunu ortaya koyuyorsa, o zaman da Ziyad’ın talebiyle şahitler huzurunda bu konu halife tarafından karara bağlanmıştı.

Hucr b. Adiy’in öldürülmesi meselesinde ise, Muâviye , Hucr ve arkadaşlarını yeryüzünde fesat çıkaranlardan saydı ve onların hayatta bırakılmalarının ümmet için fesada yol açacağını, birliğin bozulmasına ve halifeye karşı çıkılmasına sebebiyet vereceği düşünmüştü. Bu noktada Hucr’un muhalefetine sebep olarak gösterilen Hz. Ali’yi sebbetme hadisesi de göz ardı edilmemelidir. Muâviye ’nin Hz. Ali ve taraftarlarını kötüleyen valilerine ses çıkarmaması sonuçları göz önüne getirildiğinde idarî bir haya olarak görülmektedir.

Bu konuda göz önünde bulundurulması gereken bir diğer hususta şudur. Muâviye halifeliği devraldığı sırada birçok sahabe ve sahabe çocuğu hayatta idi. Hepsi de ona itaat ediyorlardı. Sonraki dönemleri göz önüne getirdiğimizde İslâm toplumun önde gelenlerinin, yanlış uygulamalar karşısında nasıl bir muhalefet içerisine girdikleri düşünülürse Hucr ve arkadaşlarının toplumun aksine bir reaksiyon gösterdikleri söylenebilir. Netice itibariyle belki de Kûfe’de daha büyük bir olaya sebebiyet vermemek amacıyla yapılan bu iş, o günkü toplumda büyük bir infiale yol açmıştır.

Muâviye ’nin oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmesinin sebepleri olarak da şu sebepler gösterilebilir: Asabiyet duygusunun tekrar ortaya çıkma endişesi, ileride vuku bulacak fitnelere engel olmak, evlat sevgisi. Fazilet ve liyakat bakımında önde olan kimseler varken Yezîd’in veliaht tayin edilmesi hem o gün için hem de sonrasında toplumda meydana getirdiği huzursuzluklara bakıldığında doğru bir karar olarak gözükmemektedir.

Muâviye ’nin Hıms valisi Abdurrahman’ı ve Hz. Hasan’ı zehirlettiği iddiası ise dayanağı olmayan ithamlarıdır. Nasıl olur da insanlardan hiç kimsenin kimin yaptığı konusunda şahit olmadığı, görmediği bir hadiseyi Muâviye ’nin üzerine yükleyebiliriz. Fitnenin ve ayrılığın ayyuka çıktığı, herkesin karşısındakine olmadık ithamları yakıştırdığı bir toplumdan bize intikal eden haberlere daha ihtiyatlı davranmak mecburiyetindeyiz. Kesin bir delil olmadan bir kişiyi töhmet altında bırakmak tarafgirliğin en açık tezahürüdür.

Muâviye ’nin daha valilik döneminde tenkit konusu olan ihtişamlı yaşamı seleflerine bakıldığında hoş karşılanmamaktadır. Olumsuzluğunu bizzat kendisinin de ifade ettiği bu durum toplumdaki olumsuz değişimle paralel görülmelidir. Onun zamanında yapılmaya başlanılan taht ve saraylar haleflerine örneklik teşkil etmiştir.

Bu olumsuz değişime paralel olarak Muâviye b. Ebî Süfyan’ın kendi iktidarının devamı için hileye başvurması ve muhaliflerinin gönlünü verdiği bol ihsanlarla alması söz konusu olmuştur. Muâviye b. Ebî Süfyan lüzumsuz güç kullanımına karşı isteksiz, meseleleri zorla halletmeyecek kadar basiretli, fakat devletin menfaatleri söz konusu olunca hiçbir şeyi yapmaktan çekinmeyen bir yaratılışta idi. Bütün bunlar onun o zamanının şartlarında ve toplumunda idarî kabiliyeti olarak görülse de seleflerinin kesinlikle başvurmadığı yollar olarak dikkat çekmektedir.

Bu araştırmayı yaparken bizim Muâviye ’yi aklamak gibi bir tavrımız söz konusu değildir. İmam Şafii’ye atfedilen “Allah (c.c.), o günkü olaylara elimizi bulaştırmadı, dilimizi de bulaştırmasın.” sözü belki de o olayları hesap gününe bırakmanın en doğru olduğunu belirmekteydi. Ama bu olayları ideolojik bir niyetle irdeleyen tarafgirler ya da her şeyi söyleme ve yorumlama cüretkârlığını objektiflik sananlar bu meseleleri Muâviye ’yi küfürle itham etmeye kadar vardırdılar. Bu yanlış tutum neticesinde olaylar içinden çıkılmaz bir hale getirilmiştir. Önyargısız bir değerlendirme tarihe ışık tutma açısından yapılması gereken en doğru davranış olacaktır.

BİBLİYOGRAFYA

Abdullah, Riyad Mustafa, Duhâtü’l-Arab el-Erbaa, Kahire, 1994.

Apak, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İstanbul, 2003.

, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem Islâm Siyasî Tarihindeki Etkileri, İstanbul, 2004.

Ağırakça, Ahmet, Emevîler Döneminde Kıyamlar, İstanbul, 1994.

Akkad, Abbas Mahmud, Muâviye bin Ebî Süfyan, Kahire, 1993.

Akyüz, Vecdi, Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul, 1991.

Aselî, Bessam, Muâviye bin Ebî Süfyan, Beyrut, 1986

Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muâviye bin Ebî Süfyan, Ankara, 2001.

, İrfan - Söylemez, Mahfuz, ideolojik Tarih Okumaları, Ankara, 1998.

, İrfan - Sarıçam, İbrahim, Emevîler, Ankara, 1993.

, İrfan, “Ebû Süfyan” DİA, İstanbul, 1994, X, 230-232.

, İrfan, “Emevîİktidarının Devamında Sakîf Kabilesinin Rolü”, AÜİFD, Ankara, 1997, c.XXXVI, s.119-171.

Aydın, Mustafa, İlk Dönem İslâm Toplumunun Şekillenişi, İstanbul, 1991.

el-Belâzurî, Ahmed b. Yahya. b. Câbir (279/892), Ensâbu’l-Eşraf, thk., Süheyl Zekkar- Riyad Zirikli, Beyrut, 1417/1996.

, Futûhu’l-Buldân, thk.:Rıdvan Muhammed Rıdvan, Beyrut, 1983.

Bilmen, Ömer Nasuhî, Ashabı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, İstanbul, trz.

Bozkurt, Nebi, “Hucr b. Ad DİA, İstanbul, 1998, XVIII, 277-278.

Brockelmann, Carl, İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, çev.: Neş’et Çağatay, Ankara, 1992.

Buharî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, (256/870 Sahîh-i Buharî, ter.: Mehmet Sofuoğlu, İstanbul, 1987.

Cahen, Claude, Doğuştan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar İslâmiyet, çev.:Esat Nermi Erendor, Ankara, 1990.

Câhız, Ebû Osman Amr b. Bahr (255/869) Risaletü Benî Ümeyye, Makrîzî’nin “en-Nizâ ve’t-Tehâsüm fi mâ beyne Benî Ümeyye ve Benî Haşîm” adlı eserinden naklen, tah.: Hüseyin Mûnis, Kahire, 1988, s. 121-132.

Çağatay, Neşet, “Ziyâd b. Ebîh” İA, İstanbul, 1979, XIII, 617-618.

Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Kavgası, İstanbul, 2002.

, Adnan, İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, İstanbul, 1996.

Derman, Mehmet Ali, Şam ValisiMuâviye, İstanbul, 1978.

Dineverî, Ebû Hanife Ahmed b. Davud (282/895) el-Ahbâru’t-Tıvâl, Beyrut, 1995.

Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör, Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, 1992.

Durî, A.Aziz, İlk Dönem İslâm Tarihi, Trc. Hayrettin Yücesoy, İstanbul, 1991.

Ferharevî, Abdülaziz, en-Nâhiyetu an Ta’n Emîri’l Mü ’minin Muâviye, İstanbul, 1988.

Gadban, Münir Muhammed, Muâviye bin Ebî Süfyan, Dımeşk, 1989.

Gölcük, Şerafettin- Toprak, Süleyman, Kelam, Konya, 2001.

Günal, Mustafa, Hz. Ali Dönemi ve İç Siyaseti, İstanbul, 1998.

Halife b. Hayyât (240/854), Târîh, thk.:Süheyl Zekkar, Beyrut, 1993.

Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev.:M. Said Mutlu, İstanbul, 1966.

Hitti, Philip K., Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, ter: Salih Tuğ, İstanbul 1995.

, Arap Tarihinin Mimarları, İstanbul, 1995.

Hodgson, M.G.S., İslâm ’ın Serüveni-Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, Ter: Komisyon, İstanbul, 1995.

el-Işş, Yusuf, ed-Devletü’lEmevîyye, Dımeşk, 1406/1985.

İbn Abdilber, Ebû Ömer Yusuf b. Abdilah b. Muhammed (463/1071), el-İstiâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, thk.:Ali Muhammed el-Becavî, Kahire, trz..

İbn A’sem, Ebû Muhammed Ahmed (314/926) el-Futûh, Beyrut, 1986.

İbn Abdirabbih, Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed (327/939) Kitabü’l-İkdi’l-Ferîd, thk.:

Müfit Muhammed Gamîha, Beyrut, 1987.

İbnü’l-Arabî, Ebû Bekr, (543/1148) el-Avâsım mine’l-Kavâsım, thk.: Muhibbuddîn el- Hatîb, Mahmud Mehdi el-İstanbulî, Kahire, h.1412.

İbnü’l-Esîr, İzzüddin Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed (630/1232), el-Kâmil fî’t-Tarih, Beyrut, 1965.

İbn Hacer, el-Askalanî, Şihâbuddin Ahmed b. Muhammed, (852/1448) el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Kahire, h.1328.

, el-Askalanî, Feth’ul-Barî bi Şerhi Sahihi Buharî, Beyrut, 2000, X

İbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed, (808/1405)Mukaddime, Çev.: Zakir Kadiri Ugan, İstanbul, 1991.

İbn Kesîr, İsmail b. Ömer, (774/1372) el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, 1966.

İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, el-İmâme ve’s-Siyâse, Beyrut, 1967

İbn Teymiyye, Ahmed b. Abdülhalîm (728/1328) Ashâb-ı Kirâm Risalesi, ter.:Heyet İstanbul, 1996.

Kandemir, M. Yaşar, “Hind bint Utbe”, İstanbul, 1998, DİA, XVIII, 64-65.

Kapar, Mehmet Ali, Halifeliğin Emevîlere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, İstanbul, 1998.

, “Hz. Hasan’ın Halifeliği ve Hasan-Muâviye Andlaşması, SÜİFD,

Konya, 1997, VII, 67-80.

, Islâm’ın ilk Döneminde Bey’at ve Seçim Sistemi, İstanbul, 1998.

Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muâviye, İstanbul, 2001.

Lammens, H. “Muâviye”, İstanbul, 1964, İA, VIII, 438-444.

, H., “Hucr b. Adî” İA, İstanbul, 1979, V, 576.

, “Muğira b. Şu’ba”, İA, İstanbul, 1979, VIII, 450-451.

Makrîzî, Takiyüddin Ahmed b. Ali (845/1444) en-Nizâ ve’t-Tehâsüm Fîmâ Beyne Benî

Umeyye ve Benî Hâşîm, tah.:Hüseyin Mûnîs, Kahire, 1988.

Mantran, Robert, Islâm’ın Yayılış Tarihi, çev.: İsmet Kataoğlu, Ankara, 1981.

el-Mes’ûdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyin (346/956) el-Hüseyin b. Ali, Mürûcu’z-Zeheb, thk:

Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Beyrut, 1987.

Mevdudî, Ebu’l-A’la, Hilâfet ve Saltanat, Çev.:Ali Genceli, İstanbul, trz..

Önkal, Ahmet, “Islâm Tarihçiliğinde Tarafsızlık Problemi”, İslâmî Araştırmalar Dergisi,

Ankara, 1992, VI, 189-197.

, “Tahkim Olayı Üzerine Bir Değerlendirme”, İstem Dergisi, sayı/2, Konya, 2004, s.33-68.

Sarıcık, Murat, Dört Halife ve Emevîler Döneminden ilginç Problemler, Isparta, 2001.

Sarıçam, İbrahim, Islâm Öncesinden Abbasîlere Kadar Emevî-Haşimîİlişkileri, Ankara, 1997.

Selim, Muhammed İbrahim, Duhâtü’l-Arab, Kahire, 1992.

Sırma, İhsan Süreyya, Hilafetten Saltanata Emevîler Dönemi, İstanbul, 1997.

Söylemez, Mahfuz, “Hz. Hasan’ın Hilâfeti Muâviye ’ye Devrinin Arka Planı ”, İslâmî

Araştırmalar Dergisi, İstanbul, 2001, Sayı/3-4, s.456-468.

Suyûtî, Celaleddin, (911/1505) Tarihu’l-Hulefâ, thk.:Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Mısır, 1964.

Şiblî, Mevlanâ, Asr-ı Saadet, ter.: Ömer Rıza Doğrul, İstanbul, 1977.

Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, (310/922) Tarihu ’r-Rusûl ve’l-Mülûk, thk.Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Kahire, 1939.

Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa (279/824), Sünen-i Tirmizî Tercemesi, ter.: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, İstanbul, trz.

Üçok, Bahriye, Emevîler-Abbasîler, Ankara, 1983.

Varol, M. Bahaüddin, “Râşid Halifeler Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine”, İstem

Dergisi, Konya, 2005, s.VI, 195-213.

, “Emevîler’in Hz. Ali ve Taraftarlarına Hakaret Politikası Üzerine,” İstem Dergisi, sayı/8, Konya, 2006, 83-107.

Wellhausen, Julius, Islâm’ın ilk Devrinde Dinî-Siyasî Partiler, Çev.: Fikret Işıltan, Ankara, 1996.

, Arap Devleti ve Sükûtu, ter.: Fikret Işıltan, Ankara, 1963

Yakubî, Ahmed Ebî Yakub, (294/897) Tarihu’l-Yakubî, Beyrut, 1992.

Yıldız, Hakkı Dursun, “Abbasîler”, DİA, İstanbul, 1988, I, 31-56.

Yiğit, İsmail, Emeviler”, DİA, İstanbul, 1995, XI, 87-104

Zehebî, Ebu Abdullah Muhammed Şemsüddin, (748/1347) Siyeru Alâmi’n-Nübelâ, thk:

Şuayb Arnavût, Beyrut, 1988.

 



[1] Önkal, Ahmet, '“İslâm Tarihinde Tarafsızlık Problemi." İslâmî Araştırmalar Dergisi, VI, Ankara, 1992, s.189.

[2] Yıldız, Hakkı Dursun, “Abbasîler”, DİA, İstanbul, 1988, I, 34.

[3] Yusuf, 12/111.

[4] Araf, 7/176.

[5] Hud, 11/120.

[6] Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muâviye b. Ebî Süfyan, Ankara, 2001, s.11.

[7] Halife b. Hayyât, Târîh, thk.:Süheyl Zekkar, Beyrut, 1993.

[8] Ya’kûbî, Tarih, Beyrut , 1992.

[9] Belâzurî, Ensâbü ’l-Eşrâf, thk.: Süheyl Zekkâr-Riyâd Ziriklî, Beyrut, 1996.

[10] Taberî, Tarihu ’r-Rusûl ve’l-Mülûk, thk.Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Kahire, 1939.

[11] İbnü’l Esîr, el-Kamil fi’t-Tarih, Beyrut, 1965.

[12] İbn Kesîr, el- Bidâye ve’n- Nihâye, Beyrut, 1966.

[13] Akkad, Abbas Mahmud, Muâviye b. Ebî Süfyan, Kahire, 1993.

[14] Aselî, Bessam, Muâviye b. Ebî Süfyan, Beyrut, 1986.

[15] Gadban, Münir Muhammed, Muâviye bin Ebî Süfyan, Dımeşk, 1989.

[16] Selim, Muhammed İbrahim, Duhâtü’l-Arab, Kahire, 1992.

[17] Abdullah, Riyad Mustafa, Duhâtü ’l-Arab el-Erbaâ, Kahire, 1994.

[18] Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muâviye b. Ebî Süfyan, Ankara, 2001.

[19] Kapar, Mehmet Ali, Halifeliğin Emevîlere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, İstanbul, 1998.

[20] Apak, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İstanbul, 2003.

[21] Günal, Mustafa, Hz. Ali Dönemi İç Siyaseti, İstanbul, 1998.

[22] Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Kavgası, İstanbul, 2002.

[23] Hitti, Philip K., Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, I-II, çev.: Salih Tuğ, İstanbul 1995.

[24] Brockelmann, Carl, İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, çev.: Neş’et Çağatay, Ankara, 1992.

[25] Cahen, Claude, Doğuştan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar İslâmiyet, çev.:Esat Nermi Erendor, Ankara, 1990.

[26] İbn Kuteybe, el-Meârif, Beyrut, 1987, s.197; Ya’kûbî, a.g.e., II, 216; Taberî, a.g.e., IV, 248; İbn Abdilberr, el- İstiâb fi Ma’rifeti’l-Ashâb, thk.:Ali Muhammed el-Becavî, Kahire, trz., III, 1416; İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 10; Zehebî, Siyeru A’lâmin-Nubelâ, thk.:Şuayb el-Arnavût, Beyrut, 1988, III, 119; İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 117; İbn Hacer el-Askalanî, el-İsâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, Kahire, h.1328, III, 433, Suyûtî, Celaleddin, Tarihu’l-Hulefâ, thk.:Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Mısır, 1964, s.194.

[27] İbn Kuteybe, a.g.e., 197; Ya’kûbî, a.g.e., II, 238; Belâzurî, a.g.e., V, 161; Taberî, a.g.e., IV, 240; İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 6; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 143. Burada verilen tarihçilerden farklı olarak Mes’udî Muaviye b. Ebî Süfyan’ın vefat tarihini h.61 olarak vermektedir. Bkz.:Mes’udî, Murûcu’z-Zeheb ve Meâdinu’l-Cevher, thk.: Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Beyrut, 1987, III, 11.

[28] Vefat ettiğinde 78 veya 82 yaşındaydı. İbn Kuteybe, a.g.e., 197; Vefat ettiğinde 77 veya 80 yaşındaydı. Ya’kûbî, a.g.e., II, 239; Vefat ettiğinde 82 yaşındaydı. Belâzurî, a.g.e., V, 161; Vefat ettiğinde 85 yaşındaydı. Taberî, a.g.e., IV, 324; Vefat ettiğinde 73, 75, 78 veya 85 yaşlarındaydı. İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 6; Vefat ettiğinde 78 veya meşhur rivâyete göre 80 yaşının üzerindeydi. İbn Kesir, a.g.e., VIII, 143.

[29] Aycan, İrfan, a.g.e., 25.

[30] Aselî, Bessam, a.g.e., 11.

[31] Belâzurî, a.g.e., V, 13-14.

[32] Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev.:M. Said Mutlu, İstanbul, 1966, I, 80.

[33] Hamidullah, Muhammed, a.g.e., II, 23.

[34] Aycan, İrfan, “Ebû Süfyan”, DİA, İstanbul, 1994, X, 231.

[35] Zehebî, a.g.e., III, 122, İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117.

[36] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117.

[37] İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1416; Zehebî, a.g.e., III, 122; İbn Hacer, a.g.e., III, 434.

[38] İbn Kuteybe, a.g.e., 194; Aycan, İrfan, “Ebû Süfyan”, DİA, X, 231.

[39] Aycan, İrfan, “Ebû Süfyan”, DİA, X, 231.

[40] Kandemir, M. Yaşar, “Hind bint Utbe,'” DİA, İstanbul, 1998, XVIII, 64.

[41] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117.

[42] Belâzurî, a.g.e., V, 12.

[43] Kandemir, M. Yaşar, “Hind bint Utbe,” DİA, XVIII, 64.

[44] Aselî, Bessam, a.g.e., 22.

[45] Kandemir, M. Yaşar, “Hind bint Utbe,” DİA, XVIII, 65.

[46] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118.

[47] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118, Abdullah, Riyad Mustafa, a.g.e., 21.

[48] Yiğit, İsmail, “Emevîler”, İstanbul, 1995, DİA, XI, 88.

* Sikâye, hac mevsiminde Mekke’ye gelen hacılara su temin etme; rifâde fakir hacıların yiyecek ihtiyaçlarını karşılama; kıyâde ise savaşta Kureyş’e komutanlık yapma görevidir.

[49] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, İdeolojik Tarih Okumaları, Ankara, 1998, s.156.

[50] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 14; Sarıçam, İbrahim, Emevî-Hâşimîİlişkileri, Ankara, 1997, s.88-94; Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e., 158.

[51] Sarıçam, İbrahim, a.g.e., 94-100.

[52] Lammens, H., “Muâviye”, İA, İstanbul, 1964, VIII, 439.

[53] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 119.

[54] İbn Kuteybe, a.g.e., 197; İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1416; Zehebî, a.g.e., III, 129; İbn Hacer, a.g.e., III, 433; İbn

Hacer, Fethu’l-Barî bi Şerhi Sahihi Buharî, Beyrut, 2000, X, s.27; H. Lammens, “Muâviye”, İA, VIII, 438.

[55] İbn Kesir, a.g.e., VIII, 120.

[56] İbn Kesir, a.g.e, VIII, 120.

[57] Zehebî, a.g.e., III, 129.

[58] İbn Kesir, a.g.e., VIII, 120.

[59] Zehebî, a.g.e., III, 129.

[60] Zehebî, a.g.e., III, 129.

[61] Aycan, İrfan, a.g.e., 46.

[62] Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz.: Aycan, İrfan, a.g.e., 34-47.

[63] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 100.

[64] İbn Hacer el-Askalani, Fethu’l-Barî, X, 27.

[65] İbn Hacer el-Askalani, Fethu’l-Barî, X, 27.

[66] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 438.

[67] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117.

[68] Aycan, İrfan, a.g.e., 55.

[69] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, redaktör.: Yıldız, Hakkı Dursun, İstanbul, 1992, II, 53.

[70] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, thk.:Rıdvan Muhammed Rıdvan, Beyrut, 1983, s.115

[71] Gadban, Münir Muhammed, a.g.e., 61.

[72] Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, 116.

[73] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117; Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, 141.

[74] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, II, 54.

[75] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 120; İbn A’sem, el-Futûh, Beyrut, 1986, I, 115.

[76] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, II, 89.

[77] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 127; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 95.

[78] Taberî, a.g.e., III, 96; İbnü’l Esîr, a.g.e, II, 490; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 52.

[79] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 121-124.

[80] Aselî, Bessam, a.g.e., 38; Aycan, İrfan, a.g.e., 58.

[81] İbnü’l Esîr, a.g.e., II, 558; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 77-78.

[82] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 146; Taberî, a.g.e., III, 100.

[83] Taberî, a.g.e., III, 100; İbn A’sem, a.g.e., I, 262; İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1416.

[84] Aycan, İrfan, a.g.e., 58.

[85] İbn A’sem, a.g.e., I, 262; İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1417; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118; Suyûtî, a.g.e., 195.

[86] İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1417; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118.

[87] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118.

[88] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118.

[89] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 122.

[90] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 148.

[91] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 157; Taberî, a.g.e., III, 315; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 95.

[92] Taberî, a.g.e., III, 316; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 95.

[93] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 190.

[94] Aselî, Bessam, a.g.e., 40; Aycan, İrfan, a.g.e., 63 ; Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 22.

[95] Taberî, a.g.e., IV, 244; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 124.

[96] Taberî, a.g.e., IV, 244; İbn Abdilberr, a.g.e. III, 1417; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 125.

[97] Taberî, a.g.e., IV, 244; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 125.

[98] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 125. İbn Hacer el-Askalanî, el-lsabe, III, 434.

[99] İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1418, İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 126.

[100] Apak, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti., 127.

[101] Hitti, Philip K, a.g.e., II, 307.

[102] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, II, 199; Abdullah, R. Mustafa, a.g.e., 34-38. Selim, Muhammed İbrahim, a.g.e., 29.

[103] Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, 157; Taberî, a.g.e, III, 317-318; İbn A’sem, a.g.e., I, 353-354.

[104] Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, 158.

[105] Ya’kûbî, a.g.e., II, 172-173; Taberî, a.g.e, III, 335-336.

[106] Ya’kûbî, a.g.e., II, 175.

[107] Ya’kûbî, a.g.e., II, 165-173; Bu konuda geniş bilgi ve değerlendirme için bkz.: İbnü’l-Arabî, Ebû Bekr, el- Avâsım mine’l-Kavâsım, thk.: Muhibbuddîn el-Hatîb, Mahmud Mehdi el-İstanbulî, Kahire, h.1412, s.76-95; Şiblî, Mevlanâ, Asr-ı Saadet, ter.: Ömer Rıza Doğrul, İstanbul, 1977, V, 26-27.

[108] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 152; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 168-169; Mevdudî, Ebu’l-A’la, Hilâfet ve Saltanat, Çev.:Ali Genceli, İstanbul, trz., 479-480.

[109] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 165; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 173.

[110] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 152.

[111] Aycan, İrfan, a.g.e., 89; Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Kavgası, 55.

[112] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 157; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 169.

[113] Aycan, İrfan, a.g.e., 83.

[114] Ya’kûbî, a.g.e., II, 176.

[115]          Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, II, s.217.

[116] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 160.

[117] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 230,

[118] Taberî, a.g.e, III, 451; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 226-227

[119] Ya’kûbî, a.g.e., II, 180; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 227.

[120] Ya’kûbî, a.g.e., II, 179; Taberî, a.g.e., III, 462; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 201; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 229.

[121] Taberî, a.g.e., III, 464; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 202; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 228.

[122] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 232.

[123] Halife, a.g.e., 139; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 244; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 242.

[124] Ya’kûbî, a.g.e., II, 181; İbn Kesîr, a.g.e, VII, 231.

[125] Aycan, İrfan, a.g.e., 96.

[126] Aycan, İrfan, a.g.e., 96.

[127] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 255.

[128] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, Beyrut, 1995, 147.; Ya’kûbî, a.g.e., II, 184; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 276; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 254.

[129] İbn A’sem, a.g.e., I, 542; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 276-277.

[130] Dineverî, a.g.e., 149; Ya’kûbî, a.g.e., II, 186; Taberî, a.g.e., III, 560; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 275-276, 309.

[131] Ya’kûbî, a.g.e., II, 188; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 253.

[132] Ya’kûbî, a.g.e., II, 187; Taberî, a.g.e., III, 567; İbn A’sem, a.g.e., II, 3-4; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 282; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 256.

[133] Ya’kûbî, a.g.e., II, 188; Taberî, a.g.e., III, 568; İbn A’sem, a.g.e., II, 3-4; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 285; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 257.

[134] Dineverî, a.g.e., 173; İbn A’sem, a.g.e., II, 3-4; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 315; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 272.

[135] Ya’kûbî, a.g.e., II, 188; Taberî, a.g.e., IV, 35; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 316; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 274.

[136] Ya’kûbî, a.g.e., II, 189; İbn A’sem, a.g.e, II, 3-4; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 317-318; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 274.

[137] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 318; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 274-275.

[138] Ya’kûbî, a.g.e., II, 189; İbn A’sem, a.g.e., II, 193-194; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 319; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 277.

[139] Günal, Mustafa, a.g.e., 143.

[140] Ya’kûbî, a.g.e, II, 189; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 227; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 236.

[141] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 279.

[142] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 265.

[143] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 321; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 277.

[144] Ya’kûbî, a.g.e., II, 189; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 319-320; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 277.

[145] Dineverî, a.g.e., 178; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 320; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 277-278.

[146] Halife, a.g.e., 144; Taberî, a.g.e, IV, 49; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 277.

[147] Halife, a.g.e., 144; Ya’kûbî, a.g.e., II, 190; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 281.

[148] Ya’kûbî, a.g.e., II, 190; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 330-331; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 284.

[149] Halife, a.g.e., 144.

[150] Ya’kûbî, a.g.e, II, 190; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 331-332; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 284.

[151] Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz.: Önkal, Ahmet, “Tahkim Olayı Üzerine Bir Değerlendirme,” İstem Dergisi, sayı/2, Konya, 2004, s.33-68.

[152] Mevdudî, a.g.e., 188.

[153] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 336-337.

[154] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 349; Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Mücadelesi, 172.

[155] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 271; îbn Kesîr, a.g.e., VII, 253.

[156] Taberî, a.g.e, III, 556-557; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 272.

[157] Ya’kûbî, a.g.e, II, 194; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 353; îbn Kesîr, a.g.e., VII, 313.

[158] îbn Kesîr, a.g.e., VII, 314.

[159] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 356; îbn Kesîr, a.g.e., VII, 315.

[160] Halife, a.g.e., 144; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 357; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 315.

[161] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 360.

[162] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 363.

[163] Ya’kûbî, a.g.e, II, 195; Taberî, a.g.e., IV, 102; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 320-321.

[164] Taberî, a.g.e, IV, 103; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 320.

[165] Aycan, İrfan, a.g.e., 124.

[166] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 320.

[167] Ya’kûbî, a.g.e, II, 196; Taberî, a.g.e., IV, 103; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 320-321.

[168] Taberî, a.g.e., IV, 104; îbn Kesîr, a.g.e., VII, 321-322.

[169] Taberî, a.g.e, IV, 104-105.

[170] Ya’kûbî, a.g.e., II, 197; îbn Kesîr, a.g.e., VII, 322.

[171] Taberî, a.g.e, IV, 106-107; îbn Kesîr, a.g.e., VII, 323.

[172] îbn Kesîr, a.g.e., VII, 323.

[173] Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Kavgası, 182.

[174] İbn Kesîr, a.g.e, VII, 323.

[175] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 323.

[176] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 326-327.

[177] İbn A’sem, a.g.e., II, 286-287.

[178] Demircan, Adnan, İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, İstanbul, 1996, s.45; Kapar, Mehmet Ali, “Hz. Hasan ’ın Halifeliği ve Hasan-Muâviye Andlaşması,” SÜİFD, Konya, 1997, VII, s.68.

[179] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 404.

[180] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 405; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 17.

[181] Hitti, Phillip K., a.g.e, II, 313.

[182] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 407; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 42; Söylemez, Mahfuz, “Hz. Hasan’ın Hilâfeti Muâviye’ye Devrinin Arka Planı,” İslâmî Araştırmalar Dergisi, İstanbul, 2001, Sayı/3-4, s.456-468.

[183] İbn A’sem, a.g.e., II, 292; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 405.

[184] İbn Abdirabbih, Kitabü ’l-İkdi’l-Ferîd, thk.: Müfit Muhammed Gamîha, Beyrut, 1987, V, 109-111; İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 21.

[185] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 135; Koyuncu, Mevlüt, Emevi.ler Döneminde Saray Hayatı, İstanbul, 1997, s.72

[186] İbn Haldun, Mukaddime, Çev.: Zakir Kadirî Ugan, İstanbul, 1991, s.353-354.

[187] Üçok, Bahriye, Emevîler-Abbasîler, Ankara, 1983, s. 35 ; Akyüz, Vecdi, Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul, 1991, s.24; Aydın, Mustafa, İlk Dönem İslâm Toplumunun Şekillenişi, İstanbul, 1991, s. 150; Cahen, Claude, a.g.e., 34; Wellhausen, Julius, Arap Devleti ve Sükûtu, ter.: Fikret Işıltan, Ankara, 1963, s.63.

[188] Taberî, a.g.e., V, 329.

[189] Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslâm Siyasî Tarihindeki Etkileri, İstanbul, 2004, s.204.

[190] Akyüz, Vecdi, a.g.e., 27.

[191] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 279.

[192] İbn Abdirabbih, a.g.e., V, 296.

[193] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 24;

[194] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 32;

[195] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 66;

[196]İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 80;

[197] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 22;

[198] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 29;

[199] Apak, Adem, Asabiyet, 202.

[200] Aycan, İrfan, a.g.e., 144.

[201] Apak, Adem, Asabiyet, 202.

[202] Apak, Adem, Asabiyet, 202.

[203] Daha geniş bilgi için bkz. Aycan, İrfan, “Emevî İktidarının Devamında Sakîf Kabilesinin Rolü,” AÜİFD, Ankara, 1997, c.XXXVI, s.119-171.

[204] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 438.

[205] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 440.

[206] İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 11.

[207] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, Emevîler, Ankara, 1993, s.13

[208] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 22.

[209] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 409; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 22.

[210] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 409.

[211] Halife, a.g.e., 153; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 410.

[212] Halife, a.g.e., 153; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 410.

[213] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 411; Lammens, H., “Muğira b. Şu’ba,” İA, İstanbul, 1979, VIII, 450.

[214] Halife, a.g.e., 157; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 412.

[215] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e., 16.

[216] Halife, a.g.e, 153; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 413-417.

[217] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 447; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 29.

[218] Taberî, a.g.e., IV, 174; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 461; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 32.

[219] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, s.294.

[220] Taberî, a.g.e, IV, 177; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 463.

[221] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 493-494.

[222] İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 81.

[223] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 514-517.

[224] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e., 18.

[225] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 461; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 32.

[226] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 462.

[227] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.

[228] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e., 21.

[229] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 439.

[230] İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 119.

[231] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e., 22.

[232] Halife, a.g.e., 155; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 425; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 24.

[233] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 440; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 30.

[234] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 453-473; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 30-45.

[235] Halife, a.g.e., 159; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 458; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 32.

[236] Taberî, a.g.e, IV, 214; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 61.

[237] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 495-515; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 78-94.

[238] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e., 23.

[239] Halife, a.g.e., 153; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 416; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 23.

[240] Halife, a.g.e., 154-155; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 437.

[241] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 416-417; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 24.

[242] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 452.

[243] Halife, a.g.e., 159; Taberî, a.g.e., V, 286; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 492-493.

[244] Taberî, a.g.e., IV, 221; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 498; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 67.

[245] Taberî, a.g.e, IV, 222; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 78-79.

[246] Taberî, a.g.e, IV, 233-234; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 94.

[247] Halife, a.g.e., 154-158; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 45-46.

[248] Taberî, a.g.e, IV, 178; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 467.

[249] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e., 25.

[250] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 439.

[251] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 124.

[252] İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 12; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 135.

[253] Belâzurî, Ensâb, V, 28.

[254] İbn Abdirabbih, a.g.e., V, 112.

[255], Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, II, 319.

[256] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117.

[257] Ya’kûbî, a.g.e., II, 238.

[258] Zehebî, a.g.e., III, 120; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118.

[259] Mes’ûdî, a.g.e., III, 39.

[260] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 135.

[261] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 487.

[262] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 85.

[263] Aycan, İrfan, a.g.e., 89.

[264] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 88.

[265] İsrâ, 17/33.

[266] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 203.

[267] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, II, s.235.

[268] Aycan, İrfan, a.g.e, 100.

[269] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 260.

[270] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 285; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 257.

[271] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 286-287; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 257.

[272] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 289-290; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 258.

[273] İbn Kesîr, a.g.e, VII, 259-260.

[274] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 291-292; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 259-260.

[275] Ya’kûbî, a.g.e., II, 188; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 267.

[276] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 269-70.

[277] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 259-260.

[278] Aycan, İrfan, a.g.e., 136.

[279] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 20.

[280] Bilmen, Ömer Nasuhî, Ashâb-ı Kirâm Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları, İstanbul, trz., s.21

[281] Gölcük, Şerafettin- Toprak, Süleyman, Kelam, Konya, 2001, s.36.

[282] Aycan, İrfan, a.g.e., 168.

[283] İbn A’sem, a.g.e., II, 301; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 415.

[284] Taberî, a.g.e, IV, 128; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 414; İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 22-23.

[285] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 422.

[286] Taberî, a.g.e, IV, 135; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 423.

[287] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 24.

[288] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 424.

[289] Taberî, a.g.e., IV, 137; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 424.

[290] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 28.

[291] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 443;

[292] Çağatay, Neşet, Ziyad b. Ebîh, İstanbul, 1979, VIII, 617.

[293] Mes’ûdî, a.g.e, III, 16; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 443; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 28.

[294] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 443-444.

[295] Taberî, a.g.e, IV, 163; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 444.

[296] Buharı, Sahîh-i Buharı, ter.: Mehmet Sofuoğlu, İstanbul, 1987, VI, s.2588.

[297] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 28.

[298] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 28.

[299] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 445.

[300] Taberî, a.g.e, IV, 163;; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 442.

[301] Ya’kûbî, a.g.e, II, 220.

[302] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 445.

[303] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 445.

[304] Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz.: Lammens, H, '“Hucr b. Adî”, İA, İstanbul, 1979, V, 576; Bozkurt, Nebi, “Hucr b. Adî,” DİA, İstanbul, 1998, XVIII, 227-228.

[305] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 472-473.

[306] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 50;

[307] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 50; Wellhausen, Julius, İslâm’ın İlk Devrinde Dinî-Siyasî Partiler, Çev.: Fikret Işıltan, Ankara, 1996, s.91.

[308] Taberî, a.g.e., IV, 189; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 473

[309] Taberî, a.g.e, IV, 164; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 447.

[310] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 449-450.

[311] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 449.

[312] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 424.

[313] Taberî, a.g.e, IV, 190; İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 551.

[314] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 462.

[315] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53-54.

[316] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51.

[317] Aycan, İrfan, a.g.e., 176.

[318] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.

[319] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51.

[320] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51.

[321] İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 53.

[322] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51.

[323] Taberî, a.g.e, IV, 191; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 474.

[324] Taberî, a.g.e., IV, 194; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 475-476.

[325] Taberî, a.g.e, IV, 195-196; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 475.

[326] Taberî, a.g.e, IV, 199; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 52.

[327] Taberî, a.g.e, IV, 199-200; İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 51.

[328] Taberî, a.g.e., IV, 199; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51.

[329] Taberî, a.g.e, V, 272; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 483.

[330] Taberî, a.g.e, IV, 202-203; İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 52.

[331] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 484.

[332] Taberî, a.g.e., IV, 205-206; İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 484-485.

[333] Taberî, a.g.e, IV, 206; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 485.

[334] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.

[335] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.

[336] Taberî, a.g.e, IV, 207; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 487.

[337] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 487; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.

[338] Taberî, a.g.e., IV, 208; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 487.

[339] Taberî, a.g.e., IV, 208; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 487.

[340] Taberî, a.g.e, IV, 208; İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 55.

[341] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.

[342] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 55.

[343] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 487.

[344] Taberî, a.g.e., IV, 224; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 503; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 79.

[345] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 504.

[346] Ya’kûbî, a.g.e, II, 220.

[347] Akyüz, Vecdi, a.g.e., 155.

[348] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 504.

[349] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 504; Lammens, H., “Muğira b. Şu’ba,” İA, VIII, 451.

[350] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 31.

[351] Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezîd b. Muâviye, İstanbul, 2001, s.88

[352] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 505.

[353] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 79.

[354] Ya’kûbî, a.g.e., II, 220.

[355] Halife, a.g.e., 159; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 458; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 32.

[356] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 471; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 45.

[357] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 506; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 79.

[358] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 506.

[359] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 507-508.

[360] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 508; îbn Kesîr, a.g.e., VIII, 80.

[361] îbn Abdirabbih, a.g.e., IV, 369.

[362] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 508.

[363] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 508.

[364] İbn Kuteybe, el-İmâme ve’s-Siyâse, Beyrut, 1967, I, 150.

[365] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 509.

[366] Halife, a.g.e., 163; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 510.

[367] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 510.

[368] İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 511; îbn Kesîr, a.g.e, VIII, 80.

[369] Kılıç, Ünal, a.g.e, 139; Bu konuda daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz., Kapar, Mehmet Ali, Halifeliğin Emevîlere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, İstanbul, 1998, s.73-78.

[370] Demircan, Adnan, İktidar Mücadelesi, 77.

[371] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 405.

[372] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 405.

[373] Mes’ûdî, a.g.e, III, 5; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 43.

[374] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 43.

[375] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 33.

[376] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 450-451; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 29.

[377] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 275-276.

[378] Taberî, a.g.e, IV, 177; İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 464; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 45.

[379] Aycan, İrfan, a.g.e., 89.

[380] İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 453; îbn Kesîr, a.g.e, VIII, 30-31.

[381] Aycan, İrfan, a.g.e., 149.

[382] Taberî, a.g.e, IV, 244; îbn Kesîr, a.g.e., VIII, 124.

[383] îbn Kesîr, a.g.e., VIII, 137-138.

[384] Belâzurî, Ensâb, V, 37-167; Taberî, a.g.e., V, 328-340; İbnü’l Esîr, a.g.e, IV, 5-11; İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 117-146.

[385] Zehebî, a.g.e., III, 122-131.

[386] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 184.

[387] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 176.

[388] Bakara, 1/251.

[389] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 217.

[390] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 220.

[391] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 253.

[392] İbn Teymiyye, Ashâb-ı Kirâm Risalesi, ter.: Heyet, İstanbul, 1996, s.78.

[393] İbn Teymiyye, a.g.e., 79.

[394] Tirmizî, Sünen-i Tirmizî Tercemesi, ter.: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, İstanbul, trz., VI, 307.

[395] İbn Teymiyye, a.g.e., 80.

[396] İbn Teymiyye, a.g.e., 81.

[397] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e., s.105.

[398] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e., 115.

[399] Hucurât, 49/9-10.

[400] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e., 120.

[401] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e., 120.

[402] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e., 121.

[403] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e., 123.

[404] Bilmen, Ömer Nasuhî, a.g.e., 71-74.

[405] Bilmen, Ömer Nasuhî, a.g.e., 88.

[406] Bilmen, Ömer Nasuhî, a.g.e, 112.

[407] Bilmen, Ömer Nasuhî, a.g.e., 167-202.

[408] el-Işş, Yusuf, ed-Devletü’lEmevîyye, Dımeşk, 1985. s.100.

[409] el-Işş, Yusuf, a.g.e., 104.

[410] el-Işş, Yusuf, a.g.e., 105-106.

[411] el-Işş, Yusuf, a.g.e., 114.

[412] el-Işş, Yusuf, a.g.e., 146-147.

[413] Ferharevî, Abdülaziz, en-Nâhiyetu anTa’n Emiru’l Mü ’minin Muâviye, İstanbul, 1988, s.14-30.

[414] Ferharevî, Abdülaziz, a.g.e., 38.

[415] Ferharevî, Abdülaziz, a.g.e., 37.

[416] Gadban, Münir Muhammed, a.g.e., 19-20.

[417] Gadban, Münir Muhammed, a.g.e., 119.

[418] Aselî, Bessam, a.g.e., 15-16.

[419] Aselî, Bessam, a.g.e., 136-186.

[420] Üçok, Bahriye, a.g.e., 37.

[421] Üçok, Bahriye, a.g.e., 38.

[422] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 441.

[423] Mantran, Robert, İslâm’ın YayılışTarihi,çe\:. İsmet Kayaoğlu, Ankara, 1981. s.103-104

[424] Brockelmann, Carl, a.g.e., 59-60.

[425] Hitti, Philip K., a.g.e., II, 309; Hitti, Philip K., Arap Tarihinin Mimarları, İstanbul, 1995, s.74-75.

[426] Hodgson, M.G.S., İslâm’ın Serüveni, çev.: Ercüment Karataş, vd., İstanbul, 1995, s.162.

[427] Ya’kûbî, a.g.e., II, 175.

[428] Ya’kûbî, a.g.e, II, 181.

[429] Ya’kûbî, a.g.e, II, 188.

[430] Ya’kûbî, a.g.e, II, 219.

[431] Ya’kûbî, a.g.e., II, 216.

[432] Mes’ûdî, a.g.e., III, 5.

[433] Mes’ûdî, a.g.e., III, 14-16.

[434] Mes’ûdî, a.g.e., III, 39.

[435]  Câhız, Risaletü Benî Ümeyye, Makrîzî’nin “en-Nizâ ve’t-Tehâsüm fi mâ beyne Benî Ümeyye ve Benî Haşîm” adlı eserinden naklen, tah.: Hüseyin Mûnis, Kahire, 1988, s.124.

[436] Câhız, a.g.e, 124-125.

[437] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e., 79.

[438] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e., 69-70.

[439] Makrîzî, en-Nizâ ve’t-Tehâsüm Fîmâ Beyne Benî Umeyye ve Benî Hâşîm, tah.:Hüseyin Mûnîs, Kahire, 1988, s.25.

[440] Makrîzî, a.g.e., 56.

[441] Mevdûdî, a.g.e., 179.

[442] Mevdûdî, a.g.e., 203-204.

[443] Mevdûdî, a.g.e., 233-236.

[444] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 91.

[445] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 26.

[446] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 126.

[447] Sırma, İhsan Süreyya, Hilâftetten Saltanata Emevîler Dönemi, İstanbul, 1997, s.32.

[448] Sırma, İhsan Süreyya, a.g.e., 22.

[449] Sırma, İhsan Süreyya, a.g.e., 28.

[450] Ağırakça, Ahmed, Emevîler Döneminde Kıyamlar, İstanbul, 1994, s.42-43

[451] Ağırakça,Ahmed, a.g.e., 21.

[452] Aycan, İrfan, a.g.e., 83.

[453] Aycan, İrfan, a.g.e., 83.

[454] Aycan, İrfan, a.g.e., 89.

[455] Aycan, İrfan, a.g.e., 149.

[456] Aycan, İrfan, a.g.e., 187.

[457] Derman, Mehmet Ali, Şam Valisi Muâviye, İstanbul, 1978 s. 24-25

[458] Derman, Mehmet Ali, a.g.e, 42.

[459] Derman, Mehmet Ali, a.g.e, 29-30.

[460] Ya’kûbî, a.g.e., II, 238.

[461] Zehebî, a.g.e., III, 120; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118.

[462] Zehebî, a.g.e., III, 130-131.

[463] Zehebî, a.g.e., III, 131.

[464] Cihan, Sadık, Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, Samsun, 1997, s. 148; Derman, Mehmet Ali, a.g.e, 29; Aycan, İrfan, a.g.e., 42.

[465] Cihan, Sadık, a.g.e., 204.

[466] Buharı, a.g.e., I, s. 38.

[467] Varol, M. Bahaüddin, "Râşid Halifeler Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine”, İstem Dergisi, Konya, 2005, VI, 205.

[468] Varol, M. Bahaüddin, a.g.m., İstem, VI, 209.

[469] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 129.

[470] İbn Haldun, a.g.e., I, 519.

[471] Sarıcık, Murat, Dört Halife ve Emevîler Döneminden İlginç Problemler, Isparta, 2001, s.56.

[472] Aycan, İrfan, a.g.e., 89.

[473] Aycan, İrfan, a.g.e., 83.

[474] İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 132.

[475] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 443-444.

[476] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 249.

[477] Buharı, a.g.e., VI, 2588.

[478] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 28.

[479] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 443.

[480] Taberî, a.g.e., IV, 214; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 442.

[481] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 253.

[482] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 284; Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz.: Varol, M. Bahaüddin, “Emevîler’in Hz. Ali ve Taraftarlarına Hakaret Politikası Üzerine,” İstem Dergisi, sayı/8, Konya, 2006, 83-107.

[483] Taberî, a.g.e., IV, 187-188

[484] İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 12.

[485] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51

[486] Taberî, a.g.e, V, 279; İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 55.

[487] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 55.

[488] Kapar, Mehmet Ali, İslâm’ın İlk Döneminde Bey’at ve Seçim Sistemi, İstanbul, 1998, s.136.

[489] Kapar, Mehmet Ali, a.g.e., 27.

[490] Kılıç, Ünal, a.g.e., 164-170.

[491] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 504.

[492] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 511; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 80.

[493] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 453; îbn Kesîr, a.g.e., VIII, 30-31.

[494] Mes’ûdî, a.g.e., III, 5; îbn Kesîr, a.g.e., VIII, 43.

[495] Taberî, a.g.e, IV, 244; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 125.

[496] Koyuncu, Mevlüt, a.g.e., 76-86.

[497] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 134.

[498] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 139.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar