MUÂVİYE BİN EBÎ SÜFYAN’A YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
Hazırlayan: OSMAN NURÎ DURAL
İslâm
Tarihinin en önemli ve bir o kadar da karışık dönemlerinden birisi Emevî
dönemidir. Asr-ı saâdet ve ilk iki halifeden sonra İslâm toplumu arasındaki
bağlar kopmaya başlamış ve İslâm toplumu Hz. Peygamberin kendilerine tebliğ
ettiği öğretiye sırt döner bir hal almaya başlamıştı. İslâm toplumu, Hz.
Osman’ın hilâfetinin son dönemlerinde başlamak üzere kendisini bir kaos
içerisinde bulmuştu. İşte bu süreç Muâviye ’nin idareyi devralmasıyla ve Emevî
devletini kurmasıyla kısmen son bulmuştur. Burada Emevî devletini kurmuştu
ifadesini kullandık. Bu sadece Ümeyyeoğulları’nın idareyi ele geçirmesiyle
alakalı bir hadise değildir. Burada kastedilen yeni bir devlet yapılanmasının
ortaya konulmasıdır. Muâviye b. Ebî Süfyan’ın iç siyasetine değinirken bu
yapılanmadan bahsedilecektir.
Muâviye ,
hiç şüphesiz İslâm Tarihinin en hilafet önemli şahsiyetlerinden birisidir. Hilâfeti Hz.
Hasan’dan devralmasına kadarki süreçte yaptığı mücadeleyle, kurduğu devletle ve
yaptığı icraatla her zaman tartışmaların odağında olmuştur. Hz. Peygamber’in
kayınbiraderi olan ve kâtipliğini de yapan bu sahâbî genel ulema tarafından
hakkında konuşulmaktan çekinilinse de bazı icraatlarıyla da tenkit edilmekten
kurtulamamıştır. Şii temayüllü ulema ise, onu eleştirmekte dozajı hiçbir zaman
ayarlayamamışlar, onu küfürle itham edip Cehennemlik olduğu noktasına kadar işi
vardırmışlardır.
İnsanoğlunun
aşırılığa olan ilgisi bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Kabul etmek gerekir ki,
birer insan olmaları hasebiyle tarihçiler de zaman zaman his ve duygularına
kapılarak gerek geçmişteki olaylar ve şahsiyetler hakkında bilgi verirken,
gerekse kendi zamanlarında vukû bulan hadiseleri açıklarken övgü ve yergide
aşırılığa kaçmışlardır.[1] Tarihî malzemelerin içerisinde
bu zaaftan kaynaklanan birçok malzemeye rastlamak mümkündür.
Övgüdeki ve
yergideki aşırılık Hz. Peygamberin hadislerini kullanmaya kadar gitmiştir, Hz.
Peygamber’in ağzından bir yığın uydurulmuş rivâyetler söz konusu olmuştur. Bir
konuda veya aynı şahısla ilgili aktarılan birbiriyle zıt rivâyetler, tarih
kitaplarında, tabakât kitaplarında karşımıza çıkmaktadır.
Tarihçinin
görevi bu rivâyetleri en iyi şekilde değerlendirmek, doğruyu yanlıştan ayırmak
ve bu doğrultuda bir sonuca ulaşmak olmalıdır. Bu vesileyle şunu ifade edelim
ki, Muâviye ile ilgili bir konuyu araştırmanın ne kadar zor bir iş olduğunun
farkındayız. Çünkü tarihî süreç içerisinde Muâviye ve Ümeyyeoğulları aleyhine
dolayısıyla da, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt lehine oluşmuş bir literatür mevcuttur.
Zira dönemle ilgili bize ulaşan kaynakların ve bu kaynaklara istinaden
aktarılan rivâyetlerin, iktidara geldiklerinde Muâviye ve Ömer b. Abdülaziz
haricindeki bütün Emevî halifelerinin mezarlarını tahrip eden Abbasîler
döneminden[2]; Emevî muhalifi bir devirden
kalmış olması bile, nasıl bir çarpıtmayla karşı karşıya kalınabileceğini
göstermesi açısından oldukça dikkate değerdir. Objektifliği ilke edinen bir
tarihçinin muhtemel bir çarpıtma karşısında takınması gereken tavır ise, kendilerininki
de dahil olmak üzere, her türlü değer yargılarını mümkün olduğunca bir kenara
bırakarak önündeki vakıaya soğukkanlılıkla yaklaşabilmeyi denemek olmalıdır.
Bütün bu
literatürün oluşmasında elbetteki Ümeyyeoğulları’nın yaptığı çok vahim hatalar
da etkili olmuştur. Burada anlatılmak istenilen olayların tarafgir bir tavırla
ele alındığıdır. Eğer Ümeyyeoğulları’nın iktidarı bir müddet daha devam etmiş
olsaydı kaynaklardaki anlatım muhtemelen onların lehine şekillenecekti. Ancak
Abbasoğulları’nın iktidarıyla süreç onların aleyhine işlemeye başlamıştır.
Burada önemli olan olayların insanlara ibret olması için tüm gerçekliği ile
ortaya konulmasıdır ki, ancak insanlığa bu şekilde faydalı olunabilir.
Kur’an-ı
Kerim’de insanlık tarihinden tasvir edici özelliğe sahip bilgilerin verilmesi
kıssaların geniş bir şekilde ele alınması tarihe ne derece önem verilmesi
gerektiğini ortaya koyar. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan kıssalar insanlar için
bir ibret vesikası konumundadır.
“Andolsun ki,
onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahipleri için birer ibret vardır.”[3] “Artık (habibim) sen
kıssayı (onlara) anlat, belki iyice düşünürler.”[4]
“(Ey Muhammed)
Peygamberin kıssalarından sana anlattığımız her şeyle, senin kalbini
pekiştiririz. Bu haberlerde sana işin hakikati, mü’minlere ise bir öğüt ve
hatırlatma gelmiştir.”[5]
Âyetlerde
görüldüğü üzere, geçmiş kavimlerle ilgili kıssaların hedefi insanlığı, akıl
sahiplerini, doğru yola iletmek, sorular sormaya itmek, insanlığın
tecrübelerini sunmaktır. Genel hatlarıyla Hz. Peygamberden günümüze tarihî
olayları gözümüzün önüne getirdiğimizde olayların ne kadar birbirine
benzediğini görebiliriz. Müslümanlar o zamandan bu zamana tarihî olaylardan hiç
ders almadan birbirleriyle savaşmışlar, kardeş kanı dökmüşlerdir. Aralarına
giren husumetler yüzünden devletler yıkılmış, İslâm toplumları zaman zaman zor
duruma düşmüşlerdir.
İslâm topluma
ait tecrübeler bütün yönleriyle incelenmelidir. Aşırılığa kaçmadan hata ve
kusurlarıyla her tarihi dönem ve şahıs sorgulanmalıdır. O dönem ait olaylar
günümüz olaylarına ışık tutabilir, farklı bir bakış açısı kazandırabilir.
Gerekli dersler alınarak ortak mirasımız olan tarihimizden azami ölçüde
yararlanabiliriz.
Sahabe devri
olayları İslâm Tarihi yazıcılığı açısından problemli bir dönemdir. Söz konusu
zaman dilimi ile ilgili mevcut çalışmalar çoğu zaman mezhepsel kaygılar ön
plana çıkmıştır. Bu durum dönemin aydınlatılması bir yana, sorunun daha da
giriftleşip içinden çıkılmayacak bir hal almasında etkili olmuştur. Özellikle
Şia ve Ehl-i Sünnet, söz konusu devreyi, birbirinden oldukça farklı şekillerde
inşa etmişlerdir.
Şia, ilahi bir
seçilmişlikle imam olarak kabul ettiği Hz. Ali ile ilgili kutsal bir hâle
oluşturarak, kurgulamasını bu eksen üzerinden yaparken, Ehl-i sünnet ise bir
taraftan Hz. Peygamber’in damadı Hz. Ali’nin imajını zedelemeden Şia’nın bu
masumluk ve kutsal imamlık akidesine karşı durmaya çalışmış, Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer ve Hz. Osman’ın karalanmasına karşı çıkmış, diğer taraftan ise Muâviye ’ye
yapılan aşırı eleştirilerin, en azından bir kısmını, göğüslemek gibi bir
paradoksla karşı karşıya kalmıştır.
Genel olarak
klasik İslâm tarihçileri sahabe devri olaylarının üzerine gidilmesini ve
üzerinde tartışılmasını hoş karşılamamışlardır. Onlara göre bu dünyadan
hatalarıyla, günahlarıyla göçmüş insanlar hayırla yâd edilmelidir. Özde çok
güzel olan bu tavır, şekli bir sevgiyi yerine getirme pahasına Kur’an-ı Kerim’in
dikkatimizi çektiği geçmişten ibret alma hususunu perdeleyen, böylece
meselelerin temeline inmeyi engelleyen bir tavırdır.[6]
Halbuki
Kur’an-ı Kerim’de geçmiş ümmetlerle ilgili verilen haberlerde iyi veya kötü
insanların vasıfları, bunlar peygamber hanımı, oğlu veya yakınları olsalar bile
açıkça ortaya konulmuştur. Aynı zamanda sahabe denilince zihnimizde hatasız,
günahsız insan profili beliriyor. Sahabelerin insan oldukları ve hata
yapabilecekleri ancak bunun yanında da Hz. Peygamberin meclisinde yetiştikleri
unutulmadan araştırmalar yapılmalıdır.
Yukarıda genel
hatlarıyla izlemeye çalışılan metot ortaya konmaya çalışılmıştır. Çalışmamız
boyunca da bu metot ve tavır elden geldiği kadarıyla muhafaza edilmeye gayret
edilmiştir.
Bu metot ve
tavır çerçevesinde ele alınan araştırmamıza kaynaklık eden eserlere gelince
bunların en önemlilerini zikretmekle iktifa edeceğiz. Birinci grup
kaynaklarımız temel İslâm tarihi eserleri diyebileceğimiz kitaplardan
oluşmaktadır. Halife b. Hayyât(240/854),7 Ya’kubî(292/304),[7]
[8] Belâzurî(279/892),[9] Taberî(310/922),[10] İbnü’l-Esîr(630/1232),[11] İbn Kesîr(774/1372),[12] bu kısımda eserlerinden
faydalandığımız tarihçilerden buraya örnek olması için aldıklarımızdır. Diğer
eserlerinden faydalandığımız ilk dönem İslâm tarihçileri yeri geldikçe belirtilecektir.
Muâviye ’nin hilâfeti ele almasına kadarki dönem ve halife olarak yaptığı
faaliyetler incelenirken bu eserler araştırmamıza kaynaklık etmişlerdir.
Muâviye b. Ebî Süfyan’ın, Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn dönemlerindeki
yeri, Hz. Ali ve Hz. Hasan ile yaptığı mücadele, hilâfeti ele geçirdikten sonra
tekrar başlatılan fetih hareketleri, çıkan isyanlar ve eleştirilmesine neden
olan icraatları konusu anlatılırken önemli ölçüde yukarıda zikrettiğimiz
kaynaklardan faydalanılmıştır
Kaynaklarımızın
ikinci grubunu ise çağdaş Arap tarihçilerinin eserleri oluşturmaktadır. Abbas
Mahmud Akkad,[13]
Bessam Aselî,[14]
Münir Muhammed Gadban,[15]
Muâviye b. Ebî Süfyan üzerinde müstakil araştırma yapıp, bunu kitaplaştıran
isimler olarak kaynaklarımız arasında bulunmaktadırlar. Yine bu kısımda
Muhammed İbrahim Selim[16]
ve Riyad Mustafa Abdullah’ın[17]
dört Arab dâhisini müstakil bir şekilde ele alan Duhâtü’l-Arab kitablarını
zikredebiliriz. Burada isimleri zikredilen çağdaş Arap tarihçileri genellikle
Muâviye ’nin savaşları, mücadelesi ve menkıbeleri üzerinde durmuşlardır. Abbas
Mahmud Akkad hariç bu çağdaş Arap tarihçilerinin Muâviye hakkında subjektif bir
tavır içerisinde oldukları söylenebilir. Akkad eleştirel tavrı ile onlardan
ayrılmaktadır.
Üçüncü grup
kaynaklarımızı ise ülkemizde bu sahada yapılan araştırmalar oluşturmaktadır.
Ülkemizde Muâviye b. Ebî Süfyan üzerinde araştırma yapan İrfan Aycan[18] bu grupta en çok
faydalandığımız araştırmacı olmuştur. Mehmet Ali Kapar,[19]
Adem Apak, [20] Mustafa Günal,[21] Adnan Demircan,[22] bu kategoride sayabileceğimiz
ve eserlerinden faydalandığımız İslâm tarihçileridir.
Dördüncü
grupta ise Philip K. Hitti,[23] Carl Brockelmann,[24] Claude Cahen,[25] gibi kazanılan mücadeleye,
devletin ulaştığı geniş imkânlara ve zenginliklere bakarak değerlendirmelerini
yapmış batılı araştırmacıların eserleri araştırmamızın kaynakları arasında yer
almaktadır.
Muhtelif dergi
ve ansiklopedilerde yer alan konumuzla ilgili ansiklopedi maddeleri ya da
makaleler araştırmamızın kaynaklarının son grubunu oluşturmaktadır. Araştırmamızda
yararlandığımız bu ansiklopedi maddeleri ve makaleler yeri geldiğinde
dipnotlarda belirtilecektir.
Muâviye
b. Ebî Süfyan’ın Doğumu, Nesebi ve Yetişmesi
Tam ismi
Muâviye b. Ebî Süfyan b. Sahr b. Harb b. Ümeyye b. Abdişems b. Abdimenaf b.
Kusay’dır. Künyesi Ebû Abdurrahman’dır.[26]
Hz. Peygamberimiz’in de atası olan Kusay’a kadar nesebini verdiğimiz Muaviye b.
Ebî Süfyan’ın hayatının ilk dönemine ait bilgiler hemen hemen yok gibidir.
Hatta ne zaman doğduğuna dair net bir bilgi kaynaklarımızda mevcut değildir.
Onun doğumu ile ilgili bilgiler kaynaklarda geçen vefat ettiği tarih ve vefat
ettiği yaş üzerinden hesaplanarak ortaya konulmaktadır. H.60 yılı Recep ayında
vefat ettiğine dair hemen hemen ittifak vardır.[27]
Ama vefat ettiğinde kaç yaşında olduğuna dair rivâyetler çeşitlilik
göstermektedir.[28] Ülkemizde Muâviye üzerinde en
kapsamlı araştırmayı yapan İrfan Aycan onun Miladi 602 veya 603 yılında
doğduğunu belirtmektedir.[29] Çağdaş Arap tarihçisi Bessam
Aselî ise Muâviye ’nin doğum yılı olarak M.608 yılını tercih etmektedir.[30] Bu farklı tercihlerin sebebi
ilk dönem İslâm tarihçilerinin rivâyetlerinin farklılık arzetmesinden
kaynaklanmaktadır.
Muâviye b. Ebî
Süfyan’ın hayatının ilk dönemi hakkında fikir sahibi olabilmek için genel
hatlarıyla ailesi ve içinde doğup büyüdüğü kabilesi hakkındaki bilgilere
başvurmalıyız.
Muâviye ’nin
babası Ebû Süfyan Mekke’nin önde gelen şahsiyetlerinden biriydi. Annesi, Hz.
Peygamber’in hanımı Meymûne’nin halası olan Safiyye bint Hazm el-Hilâliyye,
babası Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Harb b. Ümeyye’dir. Babası Harb b.
Ümeyye gibi ticaretle uğraşan Ebû Süfyan, kısa sürede kendini kabul ettirerek
görüşüne başvurulan, sözüne güvenilen bir Kureyş büyüğü konumuna geldi. Hicret
öncesinde Hz. Peygamber’e ve müslümanlara fiilî olarak eziyet edenler arasında
bulunmadı. Onunla ilgili olarak rivâyet edilen şu hadise, onun Hz. Peygamber’e
karşı şahsî kin ve düşmanlığının olmadığını göstermektedir. Bir gün
hayvanlarına binmiş olarak Ebû Süfyan, hanımı Hind ve oğlu Muâviye yolda
yürümekte olan Hz. Peygamber’in yanından geçtiler. Ebû Süfyan oğlu Muâviye’yi
merkepten indirip binmesi için Hz. Peygamber’i davet etti. Yolda giderken Hz.
Peygamber ona İslâm’ı anlattı, yol ayrımında teşekkür ederek ayrıldı. Bu duruma
sinirlenen Hind dayanamayarak, “Bütün bunları dinlemek için mi oğlumu merkepten
indirdin?” deyince Ebû Süfyan ona şu cevabı verdi: “Öyle söyleme, o pek asil
bir ruha sahip bir insandır.” [31]
Hz. Peygamber
Mekke’de şehrin sokaklarında hakaret ve fena muameleye maruz kaldığı zaman Ebû
Süfyan’ın evine iltica ettiği takdirde himaye görüyordu. O zaman İslâmiyet’in
karşısında olan Ebû Süfyan’ın bu hareketini Hz. Peygamber unutmadı ve aradan
zaman geçip Mekke’nin fethi müyesser olunca, şehri teslim aldığı sırada
“Silahlarını bırakanlara ve Ebû Süfyan’ın evine sığınanlara dokunulmayacağını”
söyleyerek onu onurlandırdı.[32]
Hz.
Peygamber’in Ebû Süfyan ve ailesi ile yakınlaşma vesilesi ise hiç şüphesiz Ümmü
Habîbe ile evliliğidir. Ebû Süfyan’ın kızı olan Ümmü Habîbe ilk
müslümanlardandı ve kocası Ubeydullah b. Cahş ile Habeşistan’a göç etmişlerdi.
Orada kocası irtidat ederek Hristiyan oldu ve kısa bir müddet sonra öldü.
Kocasının kendisine yaptığı baskıya rağmen müslüman kalan Ümmü Habîbe’nin bu
sebâtını haber alan Hz. Peygamber husûsî bir elçiyi ona gönderdi. Bu elçinin
görevi şayet razı olduğu takdirde Ümmü Habîbe ile Hz. Peygamber’in nikahını
kıymak ve Ümmü Habîbe’yi Medine’ye getirmekti.[33]
Bu teklifi kabul eden Ümmü Habîbe mü’minlerin annesi ve Hz. Peygamber’in
zevcesi olma şerefine ermiş oldu. Bu vesile ile Hz. Peygamber ile Ebû Süfyan
ailesi arasında akrabalık bağı kurulmuş oldu.
Ebû Süfyan
Bedir savaşında başta Ebû Cehil olmak üzere birçok Kureyş büyüğünün ölmesiyle
Mekke müşriklerinin reisi oldu. Uhud, Hendek gibi büyük savaşlar dahil olmak
üzere Mekke’nin fethine kadar liderlik görevini üslendi. Mekke’nin fethiyle
birlikte Ebû Süfyan ve ailesi müslüman oldu.[34]
Müslüman
olduktan sonra katıldığı Huneyn gazvesinin ilk safhasında Müslüman öncü
birliklerin yenilmesine sevinmesi daha sonra tarihçiler tarafından eleştirilmiş
ve İslâmiyet’i gönülden kabul etmediği eleştirilerine maruz kalmıştır. Hz.
Peygamber, bu savaşta elde edilen ganimetleri paylaştırırken müellefe-i
kulûbdan olan Ebû Süfyan’a yüz deve ve kırk ukiyye gümüş verdi. Oğulları
Muâviye ve Yezîd de bu gruptan kabul edilerek kendilerine yüzer deve verildi.[35] Bu rivâyet Muâviye b. Ebi
Süfyan’ın Umretu’l-Kaza esnasında müslüman olduğuna dair nakillere cevap
niteliğindedir. Rivâyete göre Muâviye şöyle demiştir: “Ben Umretu’l- Kaza
esnasında müslüman oldum. Ancak müslümanlığımı babamdan gizledim. Sonra o,
İslâm’a girdiğimi anlayınca bana şöyle dedi: ‘İşte kardeşin Yezîd, senden daha
hayırlıdır, kendi milletinin dininden ayrılmadı.’ Ama ben babamın dediğine
aldırmadım.”[36] Ama Muâviye’nin fetih
esnasında “salıvermek” anlamında olan “Tulekâ”dan olması ve Huneyn
ganimetlerinin dağıtılması sırasında “Müellefe-i Kulûb” kabul edilen babası ve
kardeşi ile aynı miktar malı alması onun fetih sonrası müslüman olduğu
kanaatini destekler. Makbul olan görüş onun ailesi ile birlikte Mekke fethinde
müslüman olduğudur.[37]
Ebû Süfyan
katıldığı Taif muhasarasında bir gözünü kaybetti. Hz. Ebû Bekir’in halifeliği
zamanında 70 yaşında iken Sûriye’ye giden orduya katıldı. Yermuk savaşında oğlu
Yezîd’in idaresinde savaştı ve askerleri cesaretlendirmek için gayret sarfetti.[38]
Eğer eleştirildiği gibi gerçek mânâda müslüman olmamış olsaydı kendisine hiçbir
zorlama olmadığı halde bu savaşlara iştirak etmezdi. Ömrünün son zamanlarında
savaş meydanlarına gitmez rahat ve huzur içerisinde hayatını sürdürürdü.
Ebû Süfyan
okuma yazma bilen az sayıdaki Mekkeli’den biriydi.[39]
Bu durum Muâviye ’nin de avantajına olmuş, o da babası sayesinde bu ayrıcalığı
elde etmiştir. Bu sayede Hz. Peygamberin kâtiplerinden birisi olmuştur. Bu
konuyu ileride daha detaylı bir şekilde ele alacağız.
Muâviye b. Ebî
Süfyan’ın annesi Hind bint Utbe, babası Utbe ve annesi Safiyye bint Ümeyye
tarafından Hz. Peygamber ile aynı soydan gelir.[40]
Ebû Süfyan ile evlenmeden önce Halid b. Velid’in amcasının oğlu Fâkih b. Muğîre
el-Mahzumî ile evliydi. Kendisini aldattığını sanan kocasının onu babasının
evine gönderdiği daha sonra Yemenli bir kahin sayesinde temize çıktığı, kahinin
Hind bint Utbe’ye: “Kalk bakalım. İffetin sağlamdır. Kötülük yapmamışsın,
zinakâr değilsin. Sen Muâviye adında bir hükümdar doğuracaksın.”[41]
dediği rivâyet edilmektedir. Bu hadiseden sonra kendisine geri dönmek
isteyen kocasını reddeden Hind bint Utbe eş seçiminde daha titiz davranmış ve
babasından kendisiyle evlenmek isteyenlerin isimlerini değil, vasıflarını
istemiştir. Kendisi evlenmek istediği kişinin vasıflarını saymış neticede
babası Utbe b. Rebîa bu vasıflara haiz kişinin Ebû Süfyan olduğunu
belirtmiştir.[42] Hind bint Utbe’yi daha çok ön
plana çıkaran ve oğlu Muâviye’yi ileride hasımları tarafından daha eleştirilir
kılan, onun, Bedir ve Uhud savaşındaki tutumudur. Bedir savaşında babası Utbe,
kardeşi Velid ve amcası Şeybe öldürülmüşlerdi. İntikam hissiyle yanan Hind
intikamları alınıncaya kadar ağlamayacağı, koku sürünmeyeceği ve kocasıyla
beraber olmayacağını belirterek içinde bulunduğu ruh halini ortaya koymuştu. Neticede Uhud harbinde İslâm
Tarihinde hep teessürle anılacak olan hadise cereyan etmiş, Hind Bedir’de ölen
yakınlarının kiniyle Hz. Hamza’nın ciğerlerini çiğnemiş ve “âkiletü’l-ekbâd
(ciğer yiyen kadın olarak) anılmıştır.[43]
Mekke’nin fethiyle Hind, müslüman olmuş Hz. Peygamber tarafından biatı
alınmıştır. Biatı alırken Hz. Peygamber çocuklarınızı öldürmeyiniz deyince
Hind: “Biz onları küçükken yetiştirdik, büyüdüklerinde sen onları Bedir’de
öldürdün.” demiştir. Bunun duyan Hz. Ömer bu söz üzerine gülmekten kendini
alamamıştır.[44] Hz. Peygamberin kendisini iyi
karşılaması ve daha önce yaptıkları üzerinde durmaması Hind’i son derece memnun
etmiş bu yüzden bir zamanlar yeryüzünde perişan olmasını en çok istediği
ailenin Peygamber ailesi olduğunu, fakat artık gözünde bu aile fertlerinden
daha değerli bir kimse bulunmadığını ifade etmiştir.[45]
Hind’in,
oğlu Muâviye’ye olan güvenini belirttiği şu rivâyet dikkat çekicidir: “Ebû
Hureyre: Hind’i Mekke’de gördüm, arkasında bir çocuk oynamaktaydı. Bu sırada
yanlarından geçen bir adam dönüp Muâviye’ye baktı ve şöyle dedi: ‘Şu çocuğun
yaşadığı takdirde kavmine lider olacağını şimdiden görüyorum.’ Adamın böyle
demesi üzerine Hind de şöyle dedi: ‘Eğer sadece kavmine liderlik edecekse,
Allah onu şimdiden öldürsün.’ İşte sözünü ettiğimiz çocuk, Muâviye b. Ebî
Süfyan’dı.”[46]
Bir başka rivâyet de şu
şekildedir. Günün birinde Ebû Süfyan, küçük yaştaki Muâviye’ye baktı ve karısı
Hind’e şöyle dedi: “Doğrusu benim bu oğlum, başı büyük bir çocuktur ve kavmine
lider olmaya layıktır.” Kocası Ebû Süfyan’ın böyle demesi üzerine Hind de şöyle
dedi: “Sadece kavmine mi liderlik edecek? Eğer bütün Araplara liderlik
yapmayacaksa şimdiden ölüp yok olsun!”[47]
Muâviye b. Ebî
Süfyan’ın içinde yetiştiği aile ortamı bu şekildeydi. Babası, kardeşi, amcası
öldürülen Hind’in ve oğlu, kayınpederi ve kayınbiraderi öldürülen Ebû Süfyan’ın
içerisinde bulundukları ruh hallerinin, İslâm’a ve Hz. Peygamber’e olan
düşmanlıklarının genç Muâviye’ye yansımaması düşünülemez. Böyle bir aile
ortamına sahip olan Muâviye’nin mensubu olduğu Ümeyyeoğulları’nın içinde
bulunduğu durumda hiç farklı değildi. Çalışmamızın ileriki aşamalarında Muâviye
’nin durumunu daha net ortaya koyabilmemiz için kısaca Ümeyyeoğulları’nın tarihî
sürecinden ve Hâşimoğulları’yla aralarındaki mücadeleden bahsetmemiz
gerekmektedir.
Ümeyyeoğulları’nın
İslâm’ı kabulde bu kadar gecikmelerinin temelinde, onların müşrik Mekke
toplumunda ulaşmış oldukları mevkî ile Hz. Muhammed’in peygamber olarak eskiden
beri münasebetlerinin iyi olmadığı ve mücadele halinde oldukları
Hâşimoğulların’dan gelmesinin büyük rolü vardır.[48]
[49] Çünkü Benî Hâşim ile Mekke’nin
yönetimi başta olmak üzere her konuda rekabet halindeydiler. Bu rekabetin
temeli ise daha eskiye dayanmaktadır.
İslâm Tarihi
boyunca meydana gelen birçok olayın ve mücadelenin sebeplerinden birisi olarak
kabul edilen Emevî-Hâşimî mücadelesi Abdülmenaf’tan sonra başlamıştı.
Abdülmenaf öldüğünde onun vazifelerinden sikâye ve rifâdeyi Hâşim, kıyâdeyi* de Abdüşems üstlendi. Hâşim ile
Abdüşems’in birbirlerine yapışık olarak doğdukları, ayrıldıklarında aralarında
kan aktığı, bu nedenle de ileride onların nesilleri arasında bir mücadelenin
olacağı şeklinde 49 yorumlar
yapılmıştır.
Sikâye ve
rifâde görevlerini üzerine alan Hâşim, o dönemde Mekke’nin en zengini
sayılıyordu. O, bu görevleri yerine getirmek için malından çok miktarda pay
ayırırdı. Babasının vefatıyla Abdüşemsoğulları’nın lideri olan Ümeyye b.
Abdüşems zenginliği sebebiyle Kureyş’in önde gelen birisi kabul ediliyordu. Bu
nedenle Kureyş’in yönetimi için amcası Hâşim’i kendisine denk ve rakip
görüyordu. Amcası ile girdiği bu üstünlük ve fazilet mücadelesini kaybeden
Ümeyye anlaştıkları şekilde elli deve vermiş ve on yıl Mekke’den ayrı kalmak
zorunda kalmış ve Şam’a gitmiştir.[50]
Benî Ümeyye ile Benî Hâşim arasındaki düşmanlığın başlangıcı olarak bu olay
gösterilir.
Hz. Ömer
zamanında Şam’ı idare etmeye başlayacak olan torunu Muâviye’nin bölge insanı
tarafından destek görmesinde, dedesi Ümeyye’nin geçmişteki nüfûzunun ona uygun
imkanlar sağladığını düşünmek mümkündür.
Hâşim ve
Ümeyyeoğulları mücadelesindeki ikinci önemli olay, Hz. Peygamber’in dedesi
Abdülmuttalib ile Ebû Süfyan’ın babası Harb b. Ümeyye arasında meydana
gelmiştir. Abdülmuttalib’in himaye ettiği yahudî komşusu Harb b. Ümeyye’nin
teşvik ettiği Kureyşli gençler tarafından öldürülünce Abdülmuttalib, Harb b.
Ümeyye’den öldürülenin kan bedelini istedi. Harb b. Ümeyye buna yanaşmadığı
gibi katilleri de himaye etti. Aralarındaki bu sürtüşme karşılıklı hakaret
etmeye kadar vardı. Sonunda aralarındaki sorunun halledilmesi için hakeme
gitmeye kara verdiler. Hakem Abdülmuttalib’i haklı görünce Harb b. Ümeyye
yahudînin akrabalarına yüz deve verdi.[51]
Hâşim ve Ümeyye aileleri arasındaki bu ikinci mücadeleden de Ümeyyeoğulları
hakim huzurundan mağlup ayrıldılar. Bu ikinci yenilgi aralarındaki düşmanlığı
daha da derinleştirmiş oldu.
Yukarıda
bahsettiğimiz olaylardan sonra Hz. Muhammed’in peygamberliği, Bedir ve Uhud
savaşları, bu iki aile arasındaki mücadelenin devamı niteliğinde olmuştur.
Mekke’nin fethiyle bitti gibi gözüken bu mücadele Hz. Osman’ın halife
olmasıyla, akrabalarına devlet kademelerinde yer vermesiyle tekrar belirmeye
başlamış, Hz. Ali ve Muâviye ’nin hilâfet mücadelesinde ise apaçık ortaya
çıkmıştır.
Görüldüğü
üzere Muâviye b. Ebî Süfyan’ın gerek nüfûzlu bir aileden olması, gerekse önemli
bir kabileye mensup olması sebebiyle iyi bir gençlik dönemi geçirdiğini
söyleyebiliriz. Ailesinin ve kabilesinin geniş imkanları içerisinde yetişen
genç Muâviye, babasının Mekke liderliği esnasında da Kureyşliler’in anladığı
mânâda idare usûllerini kavramaya fırsat bulmuştu.[52]
Adeta bir prens veya şehzade gibi yetişen Muâviye b. Ebî Süfyan bu durumu
ileride kendi lehine kullanmayı başaracaktı. Kanaatimizce babasının yanında
öğrendiği idarî usûller ve tanımaya fırsat bulduğu, zaaflarını, sevinçlerini,
tutkularını öğrendiği kendi insanları onun bu süreçte en önemli kazanımı
olmuştur.
BİRİNCİ BÖLÜM
HALİFELİĞİNİN ÖNCESİNDE VE SONRASINDA MUÂVİYE B. EBÎ
SÜFYAN
Hz.
Peygamber Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan
Muâviye ,
Mekke’nin fethinden yaklaşık iki yıl sonra vefat eden Hz. Peygamber’le uzun
süre birlikte olamadı. Bu kısa süre içinde Hz. Peygamber'in meclisinde
bulunarak Hz. Peygamber’in tedrisinden geçti.
Hz. Peygamber
döneminde onun en önemli faaliyeti kâtiplik görevinde bulunmasıdır. Bu görevi
oğlu için Ebû Süfyan’ın istediği rivâyet edilmektedir. Ebû Süfyan Hz.
Peygamber’e şöyle demiştir: “Ya Rasûlüllah! Bana üç şeyi ver. Beni komutan yap
ki daha önce müslümanlarla savaştığım gibi şimdi de kâfirlerle savaşayım.
Muâviye’yi yanında katip yap.” Hz. Peygamber Ebû Süfyan’ın bu isteklerini kabul
etti. Ebû Süfyan’ı üçüncü isteği ise kızı Azze ile Hz. Peygamber’in
evlenmesiydi. Hz. Peygamber Ebû Süfyan’ın diğer kızı Ümmü Habibe ile evli
bulunduğu için ve iki kız kardeşi aynı anda nikâh altında bulundurmanın caiz
olmaması nedeniyle bu teklifi kabul etmedi.[53]
Hz. Peygamber Ebû Süfyan’ın teklifi ile Muâviye’yi kâtip olarak görevlendirdi.
Onu kâtipliği konusu ise ihtilaflıdır. Kaynaklarımızın çoğu ne yazdığını
belirtmeden onun Hz. Peygamber’in vahiy kâtibi olduğunu belirtirler.[54]
Bu
rivâyetlerde onun vahiy kâtipliği yaptığı belirtilir. Ve onun katipliğini
destekleyici bir takım rivâyetler aktarılır. İbn Abbas’ın şu hadiseyi anlattığı
rivâyet edilir. Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber’e gelip şöyle dedi: “Ya Muhammed!
Muâviye’ye selam söyle ve ona iyi davran. Çünkü o, Allah’ın Kitabını ve vahyini
yazmak hususunda güvenilir bir kimsedir. O, ne güvenilir bir kâtiptir.”[55]
Hz. Ali ve
Cabir b. Abdullah’ın şu olayı rivâyet ettikleri aktarılır. Rasûlüllah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) Muâviye’yi yanına kâtip olarak alma hususunda Cebrail(a.s.)’e
danıştı. Cebrail (a.s.) de şöyle dedi: “Onu yanına kâtip olarak al. Çünkü o,
güvenilir bir kimsedir.”[56]
Ebû
Hureyre’nin Peygamber(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den şöyle duyduğu rivâyet
edilir. “Cebrail bana geldi ve “Ey Muhammed, Allah vahyini bana ve sana emanet
etti, sen de Muâviye’ye emanet et” dedi.[57]
Hz. Âişe’nin
şöyle dediği rivâyet edilir. Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), zevcesi
Ümmü Habibe’nin evinde iken kapı çalındı. Hz. Peygamber, “Bak bakalım kimmiş
kapıyı vuran” deyince “Muâviye’dir” dediler. Rasûlüllah da “İçeri girmesine
izin verin” dedi. Muâviye kulağının arkasında bir kalem olduğu halde içeriye
girince Hz. Peygamber ona şöyle dedi: “Ey Muâviye şu kulağının arkasındaki
kalem de ne?” Muâviye cevaben: “ Bu Allah ve Rasûlü için hazırladığım
kalemdir.” deyince Hz. Peygamber, “ Allah sana hayır, mükafat versin. Vallahi
ben sadece Allah’tan gelen vahiy için seni yanımda kâtip yaptım.” dedi.[58]
Yine Ebû
Hureyre’den gelen bir rivâyetle, Hz. Peygamber vahiy katibi Muâviye’yi azletmek
isteyince Cebrail vasıtasıyla şu şekilde uyarılmıştır. “ Ey Muhammed, Allah’ın
vahyini yazmak için seçtiğini azletmek senin hakkın değildir, onu yerinde
bırak, çünkü o emindir.”[59]
Başka bir
rivâyet ise, Cebrail, Hz. Peygamber’e altından bir kalemle indi ve şöyle dedi:
“Ya Muhammed, Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ben kendi katımdan Muâviye’ye bir
kalem hediye ettim. Ona bu kalemle Ayete’l-Kürsî’yi yazmasını, harekelemesini
ve noktalamasını emret.”[60]
Muâviye’yi
övmek için söylendiği belli olan bu rivâyetler tartışmalıdır. Bu rivâyetleri
söylediği iddia edilen kişilerin sahabelerin önde gelenlerinden seçilmesi
dikkat çekicidir. Yukarıdaki rivâyetleri incelediğimizde Zehebî’nin ele aldığı
“Ayete’l-Kürsî’yi yazsın” rivâyetinden başka Muâviye’nin hangi sure veya
ayetleri yazdığına dair delil yoktur.
Muâviye’nin
müslüman olmadan önce ve müslüman olduktan sonra hakkında kaynaklarda
belirtilen rivâyetleri inceleyen İrfan Aycan, araştırması sonucunda Mekke’de
nazil olan Ayete’l-Kürsî’nin Muâviye tarafından yazılamayacağını
belirtmektedir.[61] İrfan Aycan, Hadis
edebiyatında Muâviye başlığı altında bizim yukarıda verdiğimiz örneklerin bir
kısmını ele alarak değerlendirmeye tâbi tutmuş, olumlu ve olumsuz yöndeki rivâyetleri
ele alarak tenkit etmiştir.[62]
Yine çağdaş araştırmacılardan
Abbas Mahmud Akkad, Muâviye ’nin vahiy katipliği meselesi üzerinde durmuş ama o
da Muâviye ’nin vahiy katipliği ile ilgili açık bir delil bulamadığını
belirtmiştir.[63]
Hz. Peygamber
okuma-yazma bilmediğinden, risâletinin başlangıcından vefatına kadar yazı bilen
birçok sahabe, peygambere gelen vahiyleri yazmışlardır. İbn Hacer, Mekke’de ilk
vahiy kâtibinin Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh olduğunu söyler. Bu şahıs irtidad
edip sonradan yine müslüman olmuştur.[64]
Medine’de ise ilk vahiy kâtibi Ubeyy b. Ka’b idi. Ondan sonra da devamlı olarak
Zeyd b. Sabit vahiy kâtipliği yapmıştır. Bunlardan başka Ali b. Ebi Talib,
Osman b. Affan, Muaz b. Cebel, Zeyd b Sabit, Hanzala b. Rebi’, Ubeyy b. Ka’b,
Cüheym b. Salt, Ebu Bekir, Ömer İbnu’l-Hattab, Zübeyr b Avvam, Ebân b. Said,
Abdullah b. Erkâm, Sabit b. Kays, Abdullah b. Zeyd, Halid b. Velid, Alâ b.
Hadramî, Abdullah b. Revaha, Huzeyfe b. Yemân vahiy katibi olarak görev
yapmışlardır.[65]
Muâviye ’nin
Hz. Peygamber’e kâtiplik yaptığı hususunda şüphe yoktur. O zamanki Mekke ve
Medine toplumundaki okur-yazar oranındaki azlığı göz önünde bulundurursak
Muâviye ’nin Hz. Peygamber’e kâtiplik yapması normal bir hadisedir. Hz.
Peygamber’in okuryazarlara büyük önem vermekteydi. Bu yönde istidadı olanları
teşvik ederdi. Bedir esirleri içerisinde okur-yazar olanların Medineli
çocuklara okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakılması okur-yazarlara
verilen önemi ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber’in İslâm’ın yayılması amacıyla
komşu ülke yöneticilerine mektuplar gönderdiği bilinmektedir. Bu mektupları
yazan kâtipler içerisinde Muâviye ’nin de bulunması muhtemeldir.
Yukarıda
Muâviye ’nin vahiy kâtipliği ile ilgili nakledilen rivayetler bizim tezimizin
başında ifade etmeye çalıştığımız aşırı yüceltmenin ve övmenin sonucudur.
Muâviye ’ye yöneltilen eleştirilere karşı onun vahiy kâtibi olduğunu öne
sürerek eleştirileri bertaraf etmeye çalışılmaktadır. Bunda ona yöneltilen
eleştirilerin aşırı bir üslupla ifade edilmesinin de etkisi olduğu muhakkaktır.
Bir
kimsenin vahiy kâtibi olması ona kutsallık veya dokunulmazlık kazandırmaz.
Mekke’deki ilk vahiy kâtibi Abdullah b. Sad b. Ebî Serh’ın durumu bunun için
iyi bir örnektir. O vahiy kâtibi iken irtidad etmiş, müslümanlıktan vazgeçmişti.
Eğer tekrar müslümanlığa geri dönmeseydi yaptığı vahiy kâtipliği onu
kurtarmayacaktı. Neticede Muâviye ’ye giydirilmek istenen bu kutsallık zırhı
korumacı bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.
Gençliğinin
ilk devresinde babasının Mekke liderliği ve nüfûzu sayesinde geniş imkanlara ve
yetişme şansına sahip olan Muâviye , müslüman olduktan sonra da okuma- yazma
bilmesi, yetenekli ve kabiliyetli olması sebebiyle de Hz. Peygamber’e yakın
olmuş, onun yönetimini yakından izleme fırsatını bulmuştur.
Bir yandan yeni
hükümet sisteminin bütün müesseselerini öğrenirken diğer yandan sonradan
birlikte çalışacağı Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer veya muhalefet edeceği Hz. Ali gibi
kimseleri yakından tanımış oldu.[66] Bu iki cepheli yetişme tarzı
genç yaştaki Muâviye’yi olumlu yönde etkilemiş, tecrübeler kazandırmış ve onu
istikbal için hazırlamıştır.
Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan
Hz. Ebû Bekir Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra halife seçilen Hz. Ebû Bekir ilk olarak İslâm
Tarihinde Ridde olayları diye geçen dinden dönüş hareketleri ile mücadele etmek
zorunda kaldı. Bazı kabileler Hz. Peygamber’in vefatını fırsat bilerek İslâm’ın
farz kıldığı ibadetleri, özellikle zekat vermeyi reddettiler. Bu karışık
ortamdan istifade etmek isteyen bazıları ise, peygamberliklerini ilan ettiler
ve taraftar toplamaya başladılar. Hz. Ebû Bekir İslâm toplumundaki birliği ve
düzeni sağlamak için bunlara karşı savaş açtı.
Hz. Ebû Bekir döneminde Muâviye ’nin
ismi Ridde savaşları nedeniyle tarih kaynaklarında yer almaktadır. Muâviye
peygamberlik iddiasında bulunan Müseyleme ile yapılan savaşa katıldığı hatta
onu öldürdüğü rivâyet edilmektedir.[67]
İslâm
toplumunun yeniden iç huzurunu ve istikrarını temin eden Hz. Ebû Bekir doğuda
Sasanî devletine batıda ise Bizans devletine karşı fetih hareketlerini
başlattı. İslâm fetihlerinin başlamasıyla birlikte Arap Yarımadası’ndan çok
sayıda kabile bu seferlere katılmak için yola çıkmıştır. Bu kabilelerin Arap
Yarımadası’ndan çıkarken düşünceleri ilk planda cihat olmakla birlikte diğer
bir âmil de, fetihler sonucunda zengin beldelerden elde edilecek ganimetlerdi.[68] İslâm toplumu Hz. Peygamber
döneminde daha kanaatkâr bir yapıdaydı. Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte
Hulefâ-i Râşidîn döneminde insanların dünyaya daha meyleden bir tutum içine
girdiğini söyleyebiliriz. Özellikle fetihler sonucu elde edilen ganimetler
insanların mal ve zenginlik sahibi olma isteğini arttırmıştı. Bu durum İslâm
toplumda meydana gelecek olan değişmenin başlangıcı olması nedeniyle dikkat
çekicidir. Zengin beldelerde yapılan fetihler İslâm toplumunun yapısının
değişmesinde en önemli etken olmuştur. Bu değişme ileride İslâm toplumunu
olumsuz yönde etkileyecektir.
Hâlid b.
Velîd’i Irak’ın fethiyle görevlendiren Hz. Ebû Bekir, Şam ve civarı içinde ayrı
bir ordunun hazırlığını başlattı. 634 yılında Amr b. el-Âs, Yezîd b. Ebî
Süfyan, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah ve Şurahbil b. Hasene, Hz. Ebû Bekir tarafından
Sûriye’nin fethi için görevlendirildiler. Kendi askerlerini ve sefere
gidecekleri güzergâhı seçme konusunda serbest bırakıldılar. Seferden sonra
hangisinin nereye vali yapılacağı önceden belirlenmişti. Buna göre Amr b. el-Âs
Filistin, Yezîd b. Ebî Süfyan Şam, Şurahbil de Ürdün valiliğine getirilecekti.[69]
Görüldüğü
üzere Bizans toprakları üzerine gönderilecek birliklerin komutanlarından birisi
de Muâviye ’nin kardeşi Yezîd b. Ebî Süfyan’dı. Muâviye ’nin yükselme serüveni
de kardeşinin yanında fetih hareketlerine katılmasıyla başlar. Yezîd’in öncü
kuvvetlerinin başında kardeşi Muâviye görev yapmaktaydı.[70]
Sefere çıkarken Hz. Ebû Bekir bizzat Medine dışına kadar orduyu uğurladı ve
yolda Yezîd’e tavsiyelerde bulundu.[71]
[72] Yezîd ve Muâviye Şam’a doğru
giderken yolda Gazze’nin Dasin bölgesinde Rumlarla karşılaştılar. Rumlar’ın
mağlubiyeti ile sonuçlanan bu savaş Müslümanlar’la Bizans arasındaki ilk . 72 savaştır.
Müslümanların
Bizans’a karşı en büyük zaferlerinden biri olan Yermuk savaşına Yezîd ve
kardeşi Muâviye’nin yanında Ebû Süfyan ve hanımı Hind’in katıldığı hatta Ebû
Süfyan ve Hind’in savaş meydanında dolaşıp, yaptıkları konuşmalarla askerleri
cesaretlendirdikleri ve moral verdikleri rivâyet edilir.[73]
Bizans’ın ağır yenilgisiyle neticelenen bu savaşta ordunun yönetimi Hâlid b.
Velîd’deydi. Merkezin komutanlığını Ebû Ubeyde, sağ kanadın komutanlığını Amr
b. el-Âs ve Şurahbil, sol kanadın komutanlığını ise Yezîd b. Ebî Süfyan
yapmıştı. Bu savaş devam ederken Halife Ebû Bekir’in ölüm haberi geldi. Yerine
Hz. Ömer halife olmuştu.[74] Neticede İslâm ordusu sayıca
kendinden çok üstün olan Bizans ordusunu mağlup etmeyi başardı. Bu zafer Sûriye
topraklarının İslâm toprağı olmasının ilk basamağını teşkil etmiştir.
Müslümanlar Ecnadin’de yine Rumların yüz bin kişilik başka bir ordusunu mağlup
ettiklerinde Yezîd ve birliği ordunun sağ kanadında savaşmışlardı.[75]
Muâviye b. Ebî
Süfyan’ın Hz. Ebû Bekir zamanında başlayan fetih hareketleri sayesinde kendini
gösterme fırsatı buldu. Komutan olan kardeşi Yezîd b. Ebî Süfyan’ın yanında ona
yardımcı olarak İslâm ordularının içinde yer edindi. Bu iki kardeş Hz. Ebû
Bekir zamanında başlayan fetih hareketlerinde yaptıkları mücadele ile istikbal
vaat ettiklerini gösterme fırsatı buldular.
Hz. Ömer
Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan
Hz. Ebû
Bekir’in vefatı sonucu onun yerine halife olan Hz. Ömer, onun bıraktığı yerden
fetih hareketlerini devam ettirdi. Yermuk savaşı Hz. Ömer’in halifeliğinin ilk
günlerinde devam etmekteydi. Savaş sırasında Hz. Ebû Bekir’in vefat ettiği,
onun yerine Hz. Ömer’in halife olduğu, Ebû Ubeyde’nin orduya başkomutan tayin
edildiği ve diğer bölge komutanlarının onun emrine verildiği haberi gelmişti.[76]
Hz. Ömer
döneminde de fetih hareketleri Bizans ve Sasanî devletleri üzerine olmak üzere
iki cephede devam etti. Biz yine Muâviye b. Ebî Süfyan’ın içinde yer aldığı
Bizans toprakları üzerine yapılan seferleri ele alacağız.
Ebû Ubâde
komutasındaki fetih hareketleri büyük bir hızla devam etti. Hâlid b. Velîd, Amr
b. el-Âs ve Yezîd b. Ebî Süfyan’a bağlı ordular büyük başarılar elde ettiler.
14/634 yılında
70 gün süren kuşatma sonucunda Şam fethedildi. Şehrin muhasarası esnasında
Yezîd b. Ebî Süfyan şehrin küçük kapısını tuttu. Muâviye b. Ebî Süfyan ise
Yezîd’in öncü kuvvetlerinin başında görev yapmaktaydı.[77]
Başkomutan Ebû
Ubeyde Şam fethedildikten sonra şehrin idaresini Yezîd b. Ebî Süfyan’a
bırakarak kendisi Hıms seferine çıktı. Bu sırada Şam’ı Müslümanlardan geri
almak ve Hıms halkına yardım etmek için gelen Bizans ordusu Yezîd b. Ebî Süfyan
ve yardıma gelen Hâlid b. Velîd’in orduları tarafından Mercü’r-Rum denilen
mevkîde kılıçtan geçirildi.[78] Böylece Şam’ın
güvenliği sağlanmış oldu.
Bu fetih
hareketleri çerçevesinde Ürdün sahillerini fethetmek için gönderilen Amr b. el-
Âs’ın yanına takviye kuvvet olarak Yezîd b. Ebî Süfyan komutasında bir birlik
gönderildi. Yezîd’in öncü kuvvetlerinin başında yine kardeşi Muâviye vardı. Bu
iki komutanın idaresindeki ordu bütün Ürdün sahillerini ele geçirdi. Başkomutan
Ebû Ubeyde Ürdün sahillerinin Yezîd b. Ebî Süfyan ve Amr b. el-Âs tarafından
fethedildiğini, Muâviye b. Ebî Süfyan’ın da büyük yararlılıklar gösterdiğini
Hz. Ömer’e mektupla bildirdi.[79]
Sûriye bölgesi
fetih hareketlerinde yıldız parlayan ve başarıları ile ön plana çıkan Muâviye
b. Ebî Süfyan 17/638 yılında Hz. Ömer tarafından Ürdün ve civarına idareci
olarak tayin edildi.[80]
Muâviye b. Ebî
Süfyan’a Şam valisi olma yolunu açan hadise ise birçok değerli komutan ve
askerin ölmesine sebep olan salgın hastalığın başlamasıdır. Amevas vebası diye
bilinen salgın nedeniyle önce Ebû Ubeyde vefat etti. Daha sonra da onun yerine
başkomutanlığa tayin edilen Muaz b. Cebel vefat etmesiyle de bu görev Yezîd b.
Ebî Süfyan’a verildi.[81] Halife Ömer yeni komutan
Yezîd’e gönderdiği mektupta onu Kayseriyye’nin fethiyle görevlendirdiğini
bildirdi ve diğer komutanlardan da Yezîd’e itaat etmelerini istedi.[82]
Yezîd b. Ebî
Süfyan ordusuyla Kayseriyye’ye gelerek şehri kuşattı. Şehrin kuşatması sürerken
hastalığının artması üzerine görevini kardeşi Muâviye’ye devrederek Şam’a
döndü. Halife Ömer de Muâviye’ye mektup göndererek onu Kayseriyye’in fethiyle
görevlendirdi.[83] Uzun bir
muhasaradan sonra Muâviye b. Ebî Süfyan Kayseriyye’yi fethetmeyi başardı. Bu
fetih haberi Hz. Ömer’i ziyadesiyle memnun etti. Çünkü o bu fetihle Bizans’ın
Şam üzerindeki emellerine set çekileceğini biliyordu.[84]
Kayseriyye
kuşatması esnasında hastalığının artması üzerine Şam’a geri dönen Yezîd b. Ebî
Süfyan, Ebû Ubeyde ve Muaz b. Cebel gibi salgın hastalık sonucu vefat etti.
Halife Ömer Yezîd b. Ebî Süfyan’ın vefatı üzerine onun sorumlu olduğu bölgenin
idaresini Muâviye b. Ebî Süfyan’a verdi.[85]
Hz. Ömer
Yezîd’in vefatı sebebiyle Ebû Süfyan’a taziye ziyaretine geldiğinde Ebû Süfyan
Hz. Ömer’e “Ey Mü’minlerin emiri Yezîd’in yerine kimi tayin ettin” diye sordu.
Hz. Ömer’in “Kardeşi Muâviye’yi” demesi üzerine Ebû Süfyan “Ey Mü’minlerin
emiri akrabalık bağlarını gözettin” [86]
diyerek memnuniyetini dile getirdi.
Hind oğlu
Muâviye’nin vali olması üzerine ona gönderdiği mektupta “Allah’a yemin ederim
ki ey oğulcuğum Hind gibi bir kadının senin gibi bir evlat doğurması çok
nadirdir. Bu adam (Hz. Ömer) seni bu valilik görevine tayin etti. Sen hoşuna
giden ve gitmeyen her hususta ona itaat et”[87]
tavsiyesinde bulunuyordu
Babası Ebû
Süfyan da “Ey oğulcuğum! Şu Muhâcir topluluğu bizi geçip geride bıraktılar.
Onların bizden önce İslam’a girişleri derecelerini yükseltti. Allah ve Rasûlü
katında da onları kıdemli yaptı. İslam’a geç girişimiz bizi geride bıraktı.
Onlar lider ve önder oldular, biz ise onlara tâbi olduk. Seni önemli bir işe
tayin ettiler. Onlara muhalefet etme. Sen bir süreye kadar valilik yapacaksın.
Elinden geldiği kadar gayret sarf et. Eğer görevini hakkıyla yerine getirirsen
bu görevi senden sonrakilere miras olarak bırakırsın”[88]
diye nasihatte bulunuyordu.
Bu rivâyetler
Ebû Süfyan ailesinin itibar ve makama olan heveslerini göstermesi bakımından
dikkat çekicidir. İslâm’a geç girmiş olmanın kendilerine itibar ve makam
kaybettirdiğini belirtmesi, pişmanlığın yanında eski itibarlarına duyulan
özlemin de ifadesidir.
Neticede
Muâviye b. Ebî Süfyan’ın Şam’a vali olması Ebû Süfyan ailesini ziyadesiyle
memnun etmişti. Sûriye fetihlerinde büyük yararlılıklar gösteren ve bu fetihleri
idare eden komutanların salgın neticesinde vefat etmesi üzerine bu görevi
devralan oğulları Yezîd’in de vefat etmesiyle Şam valiliğine diğer oğulları
Muâviye’nin tayin edilmesi onlar için bir teselli olmuş oldu. Bu fetih
hareketleri sırasında Ebû Süfyan ailesinin fertleri önemli mevkîler elde
etmişlerdi. Yezîd ile artan itibarlarının Muâviye ile daha da artacağını umut
ediyorlardı.
Bu arada bazı
kimseler Muâviye ’nin valiliği sebebiyle “Ömer genç bir adamı vali olarak tayin
etti.” diyerek Hz. Ömer’i tenkit etmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Ömer
kendini şöyle savundu: “Siz Muâviye’yi genç yaşta vali olarak atamamdan ötürü
beni suçluyorsunuz. Oysa ben Rasûlüllah’tan onun hakkında şöyle buyurduğunu
işittim. “Allah’ım onu doğru yola eren ve doğru yola erdiren bir kimse yap.
Onun vasıtasıyla insanları hidayete erdir.”[89]
Halife Hz.
Ömer, Muâviye ’yi Şam valiliğine tayin ederken Filistin’in fethedilmeyen
Askalan ve Gazze civarını da fethetmesini istedi. Muâviye ’de stratejik önemi
bulunan, Şam’a karşı yardım yapabilme imkanı bulunan bu şehirleri fethetti.[90]
Şam bölgesi
fetihlerini tamamlayan Muâviye , Halife Hz. Ömer’e mektup yazarak hem fetihleri
bildirdi, hem de Şam sahillerine yakın olan Kıbrıs adasının fethi için izin
istedi. Deniz seferleri hakkında bilgisi olmayan Halife Hz. Ömer, Amr b.
el-Âs’a haber göndererek deniz seferleri hakkında bilgi istedi. Amr b. el-Âs da
halifeye denizin tehlikelerinden ve seferin zorluklarından bahseden bir mektup
gönderdi. Bunu üzerine Halife Hz. Ömer Müslüman askerlerin denizde can
güvenliklerinin olmayacağı gerekçesiyle Muâviye ’nin Kıbrıs seferine izin
vermedi.[91]
Halife Hz.
Ömer’in Kıbrıs seferine izin vermediğini belirten mektubu Muâviye ’ye ulaşınca
seferin bu şekilde reddedilmesinde Amr b. el-Âs’ın parmağı olduğunu söylediği
ve “Amr, Kıbrıs’ın benim elimle fethedilmesini istemiyor. Eğer halife bu işi
ona verseydi durmazdı, koşardı.” dediği rivâyet edilir. Muâviye ’nin bu sözü
Halife Hz. Ömer’e ulaştığında onun da “Muâviye doğru söylemiş eğer Amr’a
müsaade etseydik, beklemez giderdi” diyerek Muâviye ’nin sözünü doğrulamıştır.[92]
Muâviye b. Ebî
Süfyan Şam bölgesi fetihlerini tamamladıktan ve kendisine Kıbrıs’a sefer
düzenleme izni verilmemesinden sonra Bizans topraklarına yaz ve kış seferleri
diye isimlendirilen seferlere başladı. Bu seferlerden bol ganimet elde
ediyordu. Bizans İmparatoru Herakl, orduları Yermuk’ta ağır bir yenilgiye
uğrayınca oturduğu Antakya şehrini terk edip İstanbul’a çekilmesi ve bu iki
yerleşim yeri arasındaki yerleşim bölgelerini boşaltması Müslümanların Anadolu
içlerine kadar kolayca girmelerine neden oldu.[93]
Muâviye , Hz. Ömer döneminde son olarak Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Zer, Şeddad b.
Evs ve Ubâde b. Sâmit gibi sahabelerinde bulunduğu ordusuyla Ammuriyye’ye kadar
ilerlemişti.[94]
Kardeşinin
vefatı ile onun görevini devralan Muâviye artık Şam’da söz sahibiydi. Başarılı
bir şekilde tamamladığı fetihler sayesinde devletin maaşlı bir memuru olmasına
rağmen gösterişli bir hayat sürüyordu. Hayatı boyunca gayet mütevazı bir hayat
süren Halife Hz. Ömer bu durumdan rahatsız oluyordu. Şam’a ziyaret için
geldiğinde onun bu durumunu görünce ihtiyaç sahiplerinin varlığına rağmen nasıl
böyle gösterişli bir hayat sürebildiğini sordu. Muâviye de Bizans’a, yani
düşmana yakın olduklarını, düşmana karşı güçlü ve zengin görünmesi gerektiğini,
bu nedenle böyle davrandığını söyledi.[95]
Bunun üzerine Hz. Ömer “Eğer söylediklerin doğru ise bu senin görüşündür. Eğer
söylediklerin yanlışsa bu senin yaptığın hile ve tuzaktır” dedi. Muâviye de “Ey
Mü’minlerin emiri bana dilediğin emri ver.” deyince Halife Ömer “Sana ne emir
veririm, ne de seni herhangi bir şeyden yasaklarım.” dedi. Orada bulunanlar “
Ey Mü’minleri emiri bu adam kendisini soktuğun çıkmazlardan ne güzel çıkış yolu
buluyor.” deyince Hz. Ömer “Böyle güzel çıkış yolları bulduğu için onu
meşakkatlere sürüyoruz.” cevabını verdi.[96]
Buna rağmen Halife Hz.Ömer Muâviye ’ye “Arab’ın Kisrası” demekten kendisini
alamamıştır.[97]
Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir gibi
Hz. Ömer de görevlendirdiği kişilerin liyakatini ön planda tutardı. Yöneticilerini
daima denetim altında tutardı. Muâviye ’nin yaşantısı hoşuna gitmese de, onun
savunması karşısında bir şey söylemedi. Ama rahatsızlığını açıkça belirtti.
İkisi arasında geçen şu hadise Hz. Ömer’i rahatsızlığının apaçık göstergesidir.
Muâviye gösterişli yeşil bir elbise giymiş olarak Hz. Ömer’in yanına geldi.
Ashâb ona baktı. Hz. Ömer onun bu halini görünce kırbacını alıp onun üzerine
yürüdü ve onu kırbaçlamaya başladı. Muâviye de “Ey Mü’minlerin emiri Allah’tan
kork, bana zarar verme.” deyince Hz. Ömer oturduğu yere geri döndü.
Etrafındakiler “ Ey Mü’minlerin emiri Muâviye’yi niçin dövdün? Oysa kavminde
onun gibisi yoktur.” dediler. Bunu üzerine Hz. Ömer onlara “Vallahi ben ondan
sadece iyilik gördüm, ondan sadece iyilik duydum. Eğer onun hakkında bana başka
şeyler söylenmiş olsaydı zaten bu gördüğünüzden daha başka davranırdım. Onu
daha fazla kırbaçlardım. Ama ben onu bu halde görünce üzerindeki kibir ve
gururu kırmak istedim.”[98]
cevabını verdi.
Hz. Ömer’in
hilâfeti süresince fetihlerde başarılı neticeler alan ve halifenin takdirini
kazanan Muâviye Şam idaresindeki etkinliğini arttırdı. Hz. Ömer’in şehid
edilmesinden sonra akrabası Hz. Osman’ın halife seçildiği döneme kudretli bir
vali olarak giriyordu.
Hz Osman
Döneminde Muâviye b. Ebî Süfyan
Hz. Ömer
döneminde Şam’a vali olan Muâviye , bu konumunu akrabası Hz. Osman’ın hilâfeti
döneminde daha da sağlamlaştırma imkanı buldu. Akrabalarını siyasî ve idarî
görevlere getirmekten kaçınan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in aksine Hz. Osman,
devletin en önemli kademelerine kendi kabilesi Benî Ümeyye’ye mensup şahısları
getirmeye başladı.
Hz. Osman, Hz.
Ömer döneminde Şam valisi olan Muâviye ’yi bu görevinde bırakmakla kalmayıp,
bütün Sûriye vilayetlerinin idaresini ona verdi.[99]
Sonunda Ürdün, Hıms, Hama, Filistin, Şam (Dımeşk), Lazkiye bölgeleri Şam
Eyaletleri adı altında bir tek kişiye, Mûaviye b. Ebî Süfyan’ın idaresine
verildi.[100]
Mısır ve Şam
bölgelerinin fetihlerinin tamamlanmasıyla, sahil bölgelerinin güvenliğinin
sağlanması için bir donanma oluşturulmasını Muâviye , Halife Hz.Osman’a teklif
etti. Bu teklifi Hz. Ömer’e iletmiş ama olumlu bir yanıt alamamıştı. Yeni
halife, akrabası Şam valisi Muâviye’nin bu ısrarlı izin isteklerine karşı
koyamayarak bir donanma meydana getirilmesi hususunda gerekli izni verdi.
Böylece ilk İslâm donanmasının oluşturulması için gerekli adım atılmış oldu.
Muâviye , Sûriye’nin fethinden kısa bir süre sonra Akka’da Bizanslılara ait
olan tersaneleri ele geçirdi ve bu tesisleri İslâm donanmasını meydana getirmek
için kullandı.[101] Anadolu, Sûriye ve Mısır için
gerek ticari gerekse stratejik bakımdan büyük önem taşıyan Kıbrıs, İslâm
donanmasının ilk hedefi oldu.[102]
Kıbrıs’ın
fethi için Hz. Osman, Muâviye ’ye ailesini de yanına alması ve askerlerden
sadece gönüllü olanların götürülmesi şartıyla izin vermişti. Bu sefere Ebû Zer,
Ubâde b. Sâmit, Şeddad b. Evs gibi sahabelerde iştirak etmişlerdi.[103] Bu sefer sonucunda
Kıbrıslılar’la yıllık yedi bin dinar ödemeleri, Müslümanlar aleyhinde
bulunmamaları ve Rumlara karşı yapılan seferlerde Müslümanlara saldırmamaları
şartıyla anlaşma yapıldı.[104]
Bu seferler
sonucunda Müslümanlar bol ganimet elde ettiler. Halkın yaşayış biçimi ve
alışkanlıkları değişti. Müslümanların bu durumunu yadırgayan Ebû Zer, Şam da
insanları uyarmaya başladı. Etrafında insanlar toplayarak bir günlük yiyecekten
fazlasını tasadduk etmelerini istiyordu. Bu durumdan şikayetçi olan Muâviye
durumu Halife Osman’a bildirmişti. Ebû Zer’in Şam’da fitneye sebep olduğunu ve
toplumun huzurunu bozduğunu haber vermişti. Bu şikayetin üzerine Halife Osman
Ebû Zer’in Medine’ye gönderilmesini istedi. Medine’ye gelen Ebû Zer halife ile
tartışınca Medine dışına çıkarılıp Rebeze’ye gönderildi.[105]
Hz. Osman döneminin ilk yılları
normal bir şekilde giderken birden işler değişmeye başlamıştı. Yapılan bazı yanlış
icraatlar sonrası toplum kaosa ve ayrılığa sürüklenmeye başlamıştı. Hz.
Osman’ın valilerinin icraatları tenkit edilmeye başlanmış ve bu hoşnutsuzluk
toplumun geneline yayılmıştı. Hz. Osman hilâfetinin son yıllarında gerek
yumuşak huylu olması gerekse akrabalarına düşkünlüğü sebebiyle eleştirilere
maruz kalmıştı. Ülkenin her tarafından valilerden şikayetler yükseliyordu.
Yönetimden memnun olmayan birçok kimse zaman zaman Hz. Osman’ı uyarıyordu. Hz.
Âişe’nin, Hz. Peygamber’in gömleğini ve saçlarını çıkarıp “İşte, gömleği ve
saçları eskimedi, ama şeriatı eskidi.” demesi[106]
yönetime duyulan hoşnutsuzluğun en açık örneğidir.
Hz. Osman
akrabalarını kayırması, onları önemli görevlere getirmesi, Hz.Ebû Zer, Hz.
Abdullah b. Mes’ud, Hz. Ammar b. Yasir gibi sahabelere kötü muamelede
bulunması, şer’i cezaları uygulamada gevşek davranması, yeteneksiz valileri
görevde tutması ve valilerinin kendisinden habersiz hareket etmeleri gibi
ithamlarla karşı karşıya kalmıştı.[107]
Valilerinin özellikle de Muâviye ’nin kendisinden bağımsız hareket etmesini
şikayet eden Hz. Ali’ye, Hz. Osman: “ Muâviye’yi tayin eden Ömer değil midir?”
diye sormuş, bunu üzerine de Hz. Ali “Muâviye’nin Ömer’den korktuğu kadar
kölesi Yerfa Ömer’den korkmazdı. Şimdi öyle midir? Muâviye sana sormadan istediğini
yapıyor, bildiğini okuyor” cevabını vermişti.[108]
Hz. Ali de
gidişattan duyduğu rahatsızlığı birçok kez Hz. Osman’a bildirmişti. Çevre
şehirlerden gelen insanlar yönetime bildiremedikleri şikayetlerini Hz. Ali’ye
bildiriyordu. Hz. Ali bu şikayetleri Hz Osman’a iletiyor, Mervan’ın ve
valilerinin kendisinden habersiz hareket ettiklerini, insanların bundan
rahatsızlık duyduğunu ifade ediyordu. Hz. Ali bütün bu uyarılara rağmen
işlerin aynı şekilde yürüdüğünü görünce “Eğer hiçbir şeye karışmadan evimde
oturursam kendisini terk ettiğimi, yalnız bıraktığımı söylüyor. Eğer işlere
halifenin lehinde müdahale edersem bu sefer Mervan geliyor değiştiriyor ve onu
istediği gibi yönlendiriyor.” diyerek içinde bulunduğu durumu izah ediyordu.[109]
Hz. Osman
ülkede karışıklıkların arttığını görünce iki kez valilerini topladı. Kesin bir
neticenin alınamadığı bu toplantıların sonunda Muâviye , Halife Hz.Osman’a “Bu
insanlar sana isyan edecekler, sen de onlara mukavemet edemeyeceksin. Gel, seni
itaatkâr bir halkı olan Şam’a götüreyim” diyerek onu yanında götürmek istedi.
Halife Osman Hz. Peygamber’e komşu olmayı hiçbir şeye değişmeyeceğini
söyleyerek bu teklifi reddetti. Bunun üzerine Muâviye , halifeye kendisini
koruyacak askerler vermeyi teklif etti. Bu teklifi Hz. Osman, “Ben Rasûlüllah’ın
komşularına sıkıntı vermek istemem” diyerek reddetti.[110]
İrfan Aycan, Muâviye ’nin bu teklifi, sadece halifenin iyi olmayan güvenliğinin
temini için yapmadığını, aynı zamanda yaşlanmış halifeyi kendi himayesine
alarak ona halef olma yolunu açmak için yaptığı şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü
İrfan Aycan ve onun bu tesbitine katılan Adnan Demircan’a göre Muâviye ’nin
peşinde olduğu husus, halifenin güvenliğinden ziyade, elde etmiş oldukları
mevkînin güvence içinde olmasıdır.[111]
Halifeyi Şam’a gitmeye razı edemeyen
Muâviye , Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in de bulunduğu Muhâcir topluluğunun
yanına gelerek “Ey sahabe topluluğu! Bu ihtiyar hakkında size hayır tavsiye
ederim, eğer o sizin aranızda öldürülürse Allah’a yemin olsun ki, burayı size
karşı atlılarla doldururum” diyerek onları uyarmıştı.[112]
Muâviye ’nin ashâbın ileri gelenlerine karşı sarfettiği bu sözler, onun daha o
zamandan kendisini halifenin hamisi ilan ettiğini gösterir. Onun bu tehdidi,
Şam’ın hilâfet merkezi olan Medine’ye karşı ağırlığını hissettirmeye
başladığının da göstergesidir. Bu andan itibaren başta Muâviye olmak üzere
Ümeyyeoğulları, doğması muhtemel bir idarî boşluğu doldurmaya hazır duruma
gelmişlerdi.[113]
Hz. Osman
evinde muhtelif şehirlerden gelen isyancılar tarafından muhasara altına alındı.
Bu muhasara kırk gün sürdü. Çevre vilayetlerden yardım geldiğini haber alan
isyancılar Hz. Osman’ı şehid ettiler. Hz. Osman’ın yanına ilk giren Ebû
Bekir’in oğlu Muhammed halifenin kendisine “Baban seni bu halde görse memnun
olur muydu?” diye sorması üzerine geri dönerek evi terk etmişti.[114] Muhammed b. Ebî Bekir daha
sonra Hz. Ali’nin Mısır valisi olacaktı. Katiller Hz. Osman’ın öldürülmesini
Mekke’ye yayarken “Ey Talha b. Ubeydullah! Osman b. Affan’ı öldürdük.” diye
bağırdılar. Niyetleri cinayetle Hz. Talha’nın ilgisi varmış intibaını
uyandırmaktı.[115]
Hz. Osman
evinde muhasara altına alındığında Muâviye Şam’daydı. Halifenin muhasara
altında tutulduğunu öğrendiğinde onu bu durumdan kurtarmak üzere Habîb b.
Mesleme komutasında bir birlik gönderdi. Ancak bu birlik Hz. Osman’ın
isyancılar tarafından öldürüldüğünü Vadi’l-Kurâ’da öğrenince geri döndüler.[116]
Hz. Ali Döneminde Muâviye b. Ebî
Süfyan
Hz. Osman’ın
hilâfetinin son yıllarında İslâm toplumunun birlikteliği bozulmuş, yönetime
duyulan güvensizlik artmaya başlamıştı. Netice de muhtelif şehirlerden gelen
isyancılar halifenin evini muhasara altına almışlardı. Medine’de Hz. Osman
muhasara altına alındığı sırada Hz. Peygamber’in ashâbının çoğu, başta Hz. Âişe
validemiz olmak üzere hac için Mekke’de bulunuyorlardı. Kimisi de fitneye
bulaşmamak için Medine dışına çıkmışlardı.[117]
İsyancılar 40
gün süren muhasara sonucunda Hz. Osman’ı şehid etmişlerdi. Hz. Osman
öldürüldükten sonra insanlar beş gün halifesiz kalmış, bu süre içerisinde
Gafikî b. Harb namazları kıldırmıştı. Bu süre içerisinde isyancılar biat edecek
halife arayışına girdiler. Hz. Talha ve Hz. Zübeyr kendilerine yapılan teklifi
kabul etmediler. Netice de Hz. Ali isyancıların yoğun baskısıyla halifeliği
kabul etmek zorunda kaldı. İlk olarak Malik b. Eşter kendisine biat etti. Sonra
şûra meclisinde bulunan Hz. Talha ve Hz. Zübeyr kendisine biat ettiler. Hz.
Ali’ye 25 Zilhicce 35/31 Mayıs 656 Cuma günü biat edildi.[118]
Hz. Ali’nin
aralarında Hz. Osman’ın katillerinin de bulunduğu isyancılar tarafından Medinelilere
yapılan baskı sonucu halife seçilmesi ileride iktidarının meşrûiyeti
meselesinde gündeme getirilmesine neden olacaktı. Hz. Ali elbette böyle olumsuz
koşullar altında halife olmak istemezdi; ancak şartlar onu fitne ortamında
halife olmaya zorladı.
Hz. Ali halife
olunca, biat etmeyenler, Hz. Osman’ın atadığı valilerin azledilmesi ve yeni
valilerin atanması ve Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması problemleriyle
karşı karşıya kaldı. Zaten İslâm toplumu bu problemlerin çözümü üzerinde
anlaşamayıp ayrılığa düşecekti.
Hz. Ali ilk iş
olarak vilayetlerdeki halkın biatleri gelmeden Hz. Osman’ın bütün valilerini
değiştirmeyi tercih etti. Abdullah b. Abbas ve Medine’den ayrılmadan önce
Muğîre b. Şu’be bu uygulamanın neticesi hususunda kendisini uyardılar. Muğîre
b. Şu’be Halifeye gelerek Muâviye’yi ve bütün valileri biatleri gelinceye kadar
yerlerinde tutmasını tavsiye etti. Muğîre “ Sen valileri yerinde bırak. Eğer
itaatlerine dair mesajları sana gelince ondan sonra dilediğin valiyi
değiştirir, dilediğini yerinde bırakırsın.” demişti. Ertesi gün ise “Bence
valileri görevlerinden azletmelisin ki hangisinin mutî hangisinin asî olduğunu
anlayasın.” demişti. Hz. Ali İbn Abbas’a Muğîre’nin dediklerini anlatınca o da
“Muğîre dün sana öğüt vermiş, bugün ise hile yapmış.” demişti. Muğîre’de bu
yorumu tasdik ederek Mekke’ye çıkıp gitmişti.[119]
Hz. Ali, Hz.
Osman’ın valileri hususunda olumsuz görüş sahibiydi. İsyancı kitlelerin
onlardan memnun olmadığını bildiriyor ve onları azletme konusunda hiçbir
gecikmeye tahammülü olmadığını açık açık belirtiyordu. İbn Abbas’ın teklif
edilen Şam valiliğini kabul etmemesi üzerine Hz. Ali onun yerine Şam’a Sehl b.
Huneyf’i, Basra’ya Osman b. Huneyf’i, Kûfe’ye Umare b. Şihab’ı, Yemen’e
Ubeydullah b. Abbas’ı, Mısır’a da Kays b. Sa’d b Ubâde’yi vali olarak tayin
etti.[120] Şam ve Kûfe’ye gönderilen
valiler hariç diğerleri halktan biat alıp göreve başladılar. Hz. Ali kendi
tayin ettiği valileri kabul etmeyen Şam ve Kûfe’ye elçiler göndererek itaat
etmelerini istedi. Kûfe valisi Ebû Mûsâ el-Eşarî halifenin bu isteğine itaat
ederken Şam valisi Muâviye Hz. Ali’ye itaat etmeyi kabul etmedi. Muâviye biat etmesini Hz. Osman’ın katillerinin
cezalandırılması koşuluna bağladı. Muâviye ’nin vali olduğu Şam’da Hz. Osman’ın
kanlı gömleği halka gösteriliyor ve mazlum olarak öldürülen halifenin kanı
talep ediliyordu.[121]
Muâviye Hz.
Ali’ye biat etmemekte ısrar ediyor ve bu muhalefetinin temeline de Hz. Osman’ın
kanını talep etmeyi koyuyordu. Hz. Osman’ı öldürenlerin Hz. Ali’nin çevresinde
olduğunu belirtiyor ve Hz. Ali’yi herhangi bir girişimde bulunmamakla
suçluyordu. Hz. Ali bütün girişimlerine rağmen Şamlıların kendisine biat
etmeyeceğini anlayınca savaş kararı aldı.
Hz. Ali
Şam’daki muhalefeti bertaraf etmek için uğraşırken, liderliğini Hz. Âişe, Hz.
Talha ve Hz. Zübeyr’in yaptığı ve tarihe Cemel topluluğu olarak geçen başka bir
muhalif grup ortaya çıktı. Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ise Hz. Osman, isyancılar
tarafından öldürüldüğünde Medine’deydiler. Hatta isyancıların halifelik
teklifini reddedip Hz. Ali’ye biat etmişlerdi. Birkaç ay sonra da Medine’den
ayrılıp Mekke’ye döndüklerinde Hz. Ali’ye baskı altında biat etmek zorunda
kaldıklarını belirterek biatlarını reddettiklerini söylemişlerdi.[122]
İki taraf
arasında meydana gelen savaşta birçok kişinin yanında Cemel topluğunun iki
seçkin ismi, şûra üyesi Hz. Talha ve Hz. Zübeyr de hayatlarını kaybetmişlerdi.[123]
Bu savaş neticelerine baktığımızda İslâm toplumunun mağlubiyetiyle
sonuçlanmıştı.
Yeni halifeye
biat etmeyen ve maktul halife Hz. Osman’ın kanını talep etmeyi kendisine yegane
hedef edinen Muâviye ’nin bu muhalif oluşuma katılmayışı şaşırtıcıdır. Aslında
muhalif grup ilk önce Şam’a gitmeyi düşünmüş ama Abdullah b. Âmir’in “Şam’a
Muâviye yeter. Basra’da benim yapacağım işler var, hem Basra halkı Talha’ya
meyillidir.” diyerek hareketin yönünü Basra’ya çevirmişti.[124]
[125] Zaten Muâviye ’de bu
topluluğun Şam’a gelmesini istemiyordu. Şam’a gelmek hususunda istekli
olmalarından haberdar olunca, bu topluluğa yardımcı olmayacağını ve aslan
yuvası olarak nitelendirdiği Şam’a gelmemelerini istemişti.
Muâviye ve
Cemel topluluğunun niyet ve hedefleri arasında fark vardı. Gerek hedef
farklılığının olması gerekse Cemel topluluğu arasında bir birliğin olmaması
Muâviye ve Cemel topluluğunun birleşmesine engel oldu. Muâviye bütün stratejisini
Cemel topluluğu ve Hz. Ali’nin karşılaşmaları üzerine kurduğunu ve onun bu
konuda şöyle dediği rivâyet edilir: “Eğer Cemel ashâbı galip gelirse onlar
bana Ali’den daha ehvendir. Eğer Ali onlara galip gelirse ben de ona yapacağımı
bilirim.”[126]
Hz. Ali Cemel
savaşı sonrasında Kûfe’ye yerleşti ve bu tarihten itibaren Kûfe şehri Hz.
Ali’nin hakimiyet alanındaki bölgelerin idare merkezi oldu.[127]
Hicaz bölgesi bu ayrıcalığını ve önemini yitirmiş oldu.
Cemel savaşı
sonuç itibariyle Hz. Ali’nin konumunu sarsmıştı. Hem ordusu yıpranmış hem de
zaman kaybetmiş oldu. Eğer Cemel savaşına girmeden Muâviye ile karşılaşsaydı
belki onu bertaraf etmesi mümkün olacaktı. Ama bu savaş Muâviye ’nin hem
muhalif olarak tek kalmasını önledi hem de ona gerekli hazırlığı yapması için
zaman kazandırdı.
Cemel savaşı
sonrası Hz. Ali, Cerir b. Abdullah el-Becelî’yi Eşter’in bütün itirazlarına
rağmen Muâviye ’ye elçi olarak gönderdi. Eşter, Cerir’e onun Hz. Osman
dönemindeki idarecilerden olması sebebiyle karşı çıkmıştı. Muâviye Cerir’i üç
ay boyunca yanında tutarak oyaladı. Bu süre zarfında bir yandan Hz. Ali ile
karşılaşmak üzere gerekli hazırlıkları yapmaya devam etmiş, bir yandan da
elçiye Şam halkının kendisine olan bağlılığını göstermek istemişti. Aynı
zamanda Muâviye ashâbın önde gelenlerine mektuplar göndererek onların desteğini
kazanmak için çaba sarf ediyordu. [128]
Muâviye ,
Medine’ye ashâbın önde gelenlerine gönderdiği mektuplarda katillerin Allah’ın
kitabına göre cezalandırılacağını, bunu istediklerini, hilâfet işininse Hz. Ömer’in
yaptığı gibi Müslümanların önünde şûraya bırakılacağını, hilafeti zorla istemek
gibi bir durumun söz konusu olmadığını belirtiyordu. Onlara da Hz. Ali’nin
halifeliğini meşru görmediğini ve onun şûra ile halife olmadığını anlatıyordu.[129]
Muâviye b. Ebî
Süfyan’ın bu dönem içerisinde en önemli hamlesi Hz. Osman’ın muhasarası
esnasında Medine’yi terk edip Filistin’e yerleşen Amr b. el-Âs’a mektup yazarak
kendi yanına gelmeye ikna etmek oldu. Amr’ın Muâviye’ye katıldığını öğrenen Hz.
Ali bu durumdan hiç memnun olmadı. Rivâyetlerde Amr’ın Mısır valiliğini
kendisine vermesi karşılığında Muâviye ile birlikte olduğu iddia edilmektedir.[130] Muâviye ’nin hilâfeti
sırasında onun Mısır valiliği yapacak olması bu iddiayı doğrular gibi gözükse
de onun Muâviye ’ye katıldığı sırada Mısır’ın hakimiyeti Hz. Ali’nin elindeydi.
Daha henüz hiçbir şey belli değildi. Olayın başka bir çıkmazı da Muâviye ile
Amr b. el-Âs arasında geçtiği iddia edilen konuşmaların kitaplarda net bir
şekilde aktarılmasıdır ki insanın aklına bu pazarlığın başka insanların da
bulunduğu bir ortamda yapıldığı gelmektedir.Ya da daha sonra Muâviye veya Amr
b. el-Âs bu pazarlığı insanlara duyurdular. İki ihtimalde ikna edici
gelmemektedir. Arabın dâhileri arasında gösterilen Amr b. el-Âs’ın Muâviye
tarafında yer alması mücadelenin dengesini değiştirecek bir etken olması
sebebiyle böyle bir iddianın ortaya atıldığı kanaatini taşımaktayız.
İki taraf
arasındaki siyasî ve psikolojik mücadele devam ederken artık anlaşma olanakları
tıkanmış bir vaziyetteydi. Bu durum neticesinde iki tarafın karşılaşması
kaçınılmaz bir hal almaktaydı. Daha Cemel savaşının üzüntüsünün ve
korkunçluğunun üzerinden çok geçmeden İslâm toplumu daha ürpertici ve derin
ayrılıklara yol açacak olan Sıffîn savaşına doğru yol almaktaydı.
İki tarafta
maksatlarına ulaşmak için savaş hazırlıklarını 36/657 yılı sonlarına doğru
tamamlayarak hareket ettiler. Sahabenin bu savaşa katılımı son derece azdı. Hz.
Ali’nin ordusunda, Muâviye ’nin ordusuna nispetle daha çok Muhâcir ve Ensârın
bulunduğu rivâyet edilmektedir. Nitekim Bedir savaşına katılanlardan 70-80,
Rıdvan biatine katılanlardan 700-800 kişinin Sıffîn’e Hz. Ali taraftarı olarak
katıldığı nakledilmektedir.[131] Burada
zikrettiğimiz rakamlarda abartı olması muhtemeldir. Bu tür rivâyetlerde, Hz.
Ali’yi haklı çıkarmaya ve meşrûlaştırmaya yönelik çabanın olduğunu söylemek
mümkündür.
Muâviye
Şam’dan çıkarak Fırat nehri kenarında Sıffîn adı verilen ve savaşa müsait geniş
bir arazi üzerine karargâh kurdu. Muâviye ’nin ordusu Sıffîn’e Hz. Ali’nin
ordusundan önce geldiği için su kenarına yerleşmişti. Hz. Ali ordusunun sudan
mahrum kalmaması için, suyun her iki tarafın kullanımına açık olması için
anlaşma teklif etti. Velid b. Ukbe, Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh gibi
kimseler, Hz. Ali’nin ordusunda bulunan isyancıların muhasara esnasında Hz.
Osman’ı susuz bıraktıklarını belirterek Hz. Ali’nin ordusunun susuz
bırakılmasını sağladılar.[132]
Bunun üzerine Eş’as b.
Kays ve Eşter en-Nehaî kendi birlikleriyle Muâviye ’nin su yolunu bekleyen
birliklerini mağlup ettiler. Hz. Ali ele geçirdiği sudan her iki tarafında
istifade etmesine izin verdi.[133]
İlk çatışmalar
küçük birlikler arasında meydana geliyordu. Zaman zaman şiddetlenmekle beraber
çatışmalar hep aynı seviyede devam etmiyordu. Üstünlük taraflar arasında el
değiştiriyordu. Aslında birbirine bağlılıkları daha zayıf olan Hz. Ali’nin
ordusunun gevşeklik göstermesi normal bir durumdu. Onun ordusundaki bu zafiyete
Muâviye de dikkat çekmişti.
İki taraf
arasındaki çarpışmalar Ammar b. Yâsir’in öldürülmesiyle daha da şiddetlenmişti.
En önemli ve savaşın sonunu getiren çatışma Leyletü’l-Harîr adı verilen gecede
yapılmıştı. Bu geceye Leyletü’l-Harîr denilmesinin sebebi ok vızıltılarının
meydana getirdiği seslerin yoğunluğu sebebiyledir. Sefer37/27 Temmuz 657
gününün gecesinde meydana gelen bu çarpışmalar sabaha kadar devam etmişti.
Zaten o gün iki taraf akşam namazına kadar savaşa devam etmiş, bu nedenle
askerler namazlarını imâ ile kılmışlardı. Gündüzü ve gecesiyle mücadelenin en
şiddetli hal aldığı bu günde iki taraftan da binlerce kişinin öldüğü rivâyet
edilir.[134]
Hz. Ali’nin
ordusunun bu şiddetli baskısı karşısında, dağılmaya yüz tutan ordusunu görünce
zor durumda kalan Muâviye , Amr b. el-Âs’ın teklifi ile askerlerine emir
vererek Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna taktırmış ve karşı tarafı
Allah’ın hakemliğine davet 135 etmişti.[135]
Amr b.
el-Âs’ın dahiyane fikriyle Şamlıların mushafları mızrakların ucunda havaya
kaldırmaları Hz. Ali’nin ordusunda tereddüde yol açtı. Bu tereddüt daha sonra
fikir ayrılığına düşmelerine sebep oldu. Hz. Ali ve etrafındakiler savaşın
devam etmesini isterken, daha sonra Hâricîler adını alacak olan, Iraklı
kurrâlar savaşın bitmesini ve Kur’an’ın hakemliğine uyulmasını istiyorlardı.[136]
Bu zümre Hz.
Ali’nin fikrinde ısrar ettiğini gördüklerinde onu Hz. Osman’ın düştüğü durumla
yani öldürmekle tehdit ettiler. Onların bu baskıları neticesinde neredeyse
savaşı kendi lehlerine neticelendirecek olan Eşter’i, Hz. Ali geri çağırmak
mecburiyetinde kaldı. Eş’as b. Kays da Muâviye ’ye elçi olarak gitti.[137] Hakem kararının kabul
edilmesi Hz. Ali taraftarlarının bölünmesine yol açarken, Muâviye ’yi isyan
eden bir validen anlaşmaya oturan bir taraf statüsüne yükseltmişti.
Taraflar
kendilerini temsilen birer hakem seçerek aralarındaki problemin çözümünü onlara
havale etmek üzere anlaştıktan sonra Muâviye Şamlıların tam desteğiyle Amr b.
el- Âs’ı hakem olarak görevlendirdi. Hz. Ali ise hakemini seçme konusunda
Muâviye kadar şanslı değildi. Çünkü Abdullah b. Abbas, Eşter en-Nehaî gibi
isimleri hakem olarak teklif ettiyse de hiçbiri taraftarları tarafından kabul
edilmedi. Iraklı kurrâların arzu ve baskılarıyla Ebû Mûsâ el-Eşarî, Hz. Ali
tarafının hakemi tayin edildi.[138]
Muâviye ’nin bu hakem seçiminden çok memnun olduğu rivâyet edilir.[139]
Görüldüğü
üzere hakemler arasında bir denge yoktu. Amr b. el-Âs, Muâviye ’nin yanında
mücadele içerisinde taraf olmuş ve onu destekleyen biriyken, Ebû Mûsâ el- Eşarî
bu olayı fitne olarak değerlendirmiş, kendisi uzak durduğu gibi insanları da
uzak durmaya davet etmişti. Ebû Mûsâ el-Eşarî Kûfe valisi iken Hz. Ali
halifeliğini ilk başta kabul etmemiş daha sonra valilikten çekilerek itaat
etmişti.[140] Hz. Ali’nin güvenmediği
birisinin kendisini hasımlarının yanında temsil etmesi, lehte bir neticeye
ulaşması mümkün olmazdı. Nitekim hakem hadisesinin sonucu Hz. Ali’nin endişe
etmekte ne kadar haklı olduğunu ortaya koyacaktı.
Muâviye , Hz.
Ali’nin taraftarlarının yapısını iyi biliyordu. Muâviye ’nin Hz. Ali
taraftarlarının yapısını öğrenmek için görevlendirdiği Haccac b. Simmet,
Muâviye ’ye şu bilgileri vermişti. “Ey Mü’minlerin Emiri! Sen Ali’de olmayan
bir kuvvete sahipsin. O da, senin yanında öyle bir topluluk var ki, sen
konuştuğun zaman konuşmaz, emrettiğinde sebebini sormazlar. Halbuki Ali’nin
yanındaki topluluk, Ali konuştuğu zaman konuşur, emrettiğinde onun sebebini
sorarlar. Bu sebepten senin yanındaki az bir topluluk onun yanındaki çok
topluluktan daha hayırlıdır.”[141] Bu durumun en güzel izahı
olarak Muâviye ’yi korumak için Sıffîn savaşında beş saf askerin birbirlerini
bağlayarak bu uğurda ölmek için and içmeleri gösterilebilir.[142]
Her iki
tarafın heyet ve kâtipleri anlaşmayı yazmak için bir araya geldiler. Anlaşmanın
şartlarının belirlendiği bir belge hazırladılar. Bu belgenin sonuna anlaşmaya
şahit olanların isimleri yazıldı.[143]
Bu
anlaşmanın yazımı sırasında Hz. Mûaviye ve taraftarları Hz.Ali’nin “Emiru’l-
mü’minin” olarak yazılmasına karşı çıktılar. Muâviye ve tarafı “Eğer seni
Emiru’l- mü’minin kabul etseydik seninle neden savaşalım?” diyorlardı. Hz. Ali
ve taraftarları bu olayı müşriklerin Hudeybiye anlaşmasında Hz. Peygamber’in
“Rasûllüllah” olarak yazılmasını kabul etmemelerine benzettiler.[144] Burada bu tartışma gösteriyor
ki artık olay Hz. Osman’ın kanını talep etme meselesinden çıkıp kimin halife
olacağı meselesine dönüşmüştü. Tahkimname adı verilen bu belgede şu hususlar
karara bağlanmıştı: “Bu Ebû
Talib’in oğlu Ali ile Ebû Süfyan’ın oğlu Muâviye arasında yapılan anlaşmadır.
Ali ve Muâviye beraberlerindekiler adına Allah’ın kitabının yaşattığını
yaşatmaya, öldürdüğünü yok etmeye söz verdiler. Hakem olarak tayin edilen Ebû
Mûsâ el-Eşarî ve Amr b. el-Âs, Allah’ın kitabında buldukları hükümler ile karar
verecekler, orada bulamadıklarında Hz. Peygamber’in sünnetine başvuracaklardır.
Hakemler, gerek kendileri gerekse aile fertleri ve malları için emin olduklarına
ve ümmetin onların verecekleri karara uyacakları ve kararların yaşatılmasında
yardımcı olacaklarına dair Ali ve Muâviye’den ve onların ordularından söz
aldılar. Kendileri de Allah’ın kitabı ile hükmedeceklerine söz verdiler.”
Bu anlaşma 13 Sefer 37/3 Ağustos 657 de gerçekleşmişti. Hakemlerin toplantısına
her iki taraftan da dört yüz kişi katılacaktı.[145]
Sıffîn’de
taraflar arasında varılan anlaşma gereğince hakemler, aynı yılın yani 37/658
senesinin Ramazan ayında Dumetü’l-Cendel mevkînde, eğer bu gerçekleşmezse veya
hakemler zamanı tehir etmek isterse, anlaşmadan bir yıl sonra Erzuh mevkînde
toplanıp Kur’an ve sünnete dayalı hükümlerini açıklayacaktı.[146]
Hakemler
Sıffîn’de kararlaştırıldığı gibi Dumetü’l-Cendel’de Ramazan 37/Şubat 658’de bir
araya geldiler. Görüşmelerde her iki taraftan da dört yüzer kişi bulunuyordu.[147]
İki hakem bir araya geldiklerinde
Hz. Ali ve Muâviye ’yi azledip fitneye bulaşmamış bir kimseyi halife yapma
hususunda karar verdiler. Ebû Mûsâ el-Eşarî’ye göre bu göreve en uygun kişi
Abdullah b. Ömer’di. Amr b. el-Âs ise kendi oğlu Abdullah’ı teklif etti. Ebû
Mûsâ el-Eşarî Amr b. el-Âs’a oğlunu takdir ettiğini, bu işe layık olduğunu ama
kendisinin onu bu fitneye bulaştırdığını söyleyerek Abdullah’ın hilâfetini
reddetti.[148]
Hakemler yaptıkları görüşmeler sonucunda bir isim üzerinde anlaşamayınca Hz.
Ali ve Muâviye ’nin azledilmesine ve halife seçim işini ümmete bırakmaya karar
verdiler. Bu karar belgeye yazıldıktan sonra orada bulunanlara açıklandı. [149]
Tahkim hadisesinin şu şekilde
geçtiğine dair rivâyetler ise çoğunluktadır. Bu rivâyetlere göre iki hakem
tarafları azletme konusunda anlaştıktan sonra Ebû Mûsâ el-Eşarî insanların
huzuruna çıkarak, iki tarafı halifeliğe layık görmediğini belirtmişti. Ebû Mûsâ
el-Eşarî’den sonra Amr b. el-Âs da insanların huzuruna çıkıp Ebû Mûsâ el-Eşarî
gibi Hz. Ali’yi azlettiğini ama Muâviye’yi halife olarak bıraktığını
söylemişti. Bunun üzerine Ebû Mûsâ el-Eşarî anlaşmalarına uymayan Amr b.
el-Âs’ı kınamış ve karşılıklı birbirlerine hakaretlerde bulunmuşlardı.[150]
Bu rivâyetle
hedeflenen Ebû Mûsâ el-Eşarî’yi dirayetsiz göstererek, halifeliğin hileyle Hz.
Ali’den alındığını ortaya koymaktır. Bu rivâyet hem Amr b. el-Âs’ı hem de
Ebû Mûsâ el- Eşarî’yi karalamak amacıyla uydurulmuş olmalıdır. Bir taraftan
Amr b. el-Âs kural tanımaz, sözünde durmaz bir sahtekâr olarak gösterilmekte,
diğer tarafta ise Mûsâ el-Eşarî her söylenen söze inanan, kıt görüşlü, saf ve
dirayetsiz birisi olarak tasvir edilmektedir.[151]
Tahkim
sonucunda Hz. Ali ve Muâviye ’nin azledilmesi kararının çıkması ikisini de aynı
konuma getirmiş oldu. Hz. Ali ise böyle bir sonuca itiraz etmiş, bunun Kur’an
ve sünnete aykırı olduğunu söylemiştir.[152]
Tahkim sonucu
itibariyle İslâm toplumuna herhangi bir çözüm getirmedi. Aksine mevcut durumu
daha da kötüleştirdi. İslâm toplumu Hâricîlerin ortaya çıkmasıyla üç ayrı gruba
ayrılmış oldu. Ayrılığı ve akıtılan kardeş kanını önlemek, ortadan kaldırmak
için ortaya atılan hakem fikri çözümsüzlükle sona ererken mevcut durumun daha
da kötüleşmesinin zemini oldu.
Hz. Ali ve
Muâviye tarafının arasını bulmak ve İslâm toplumunun içine düştüğü problemi
çözmek için toplanan tahkimde İslâm toplumunu müsbet yönde etkileyecek bir
kararın çıkmaması iki taraf içinde farklı neticeler ortaya çıkarmıştı. Tahkim
sonucu istediği sonucu alamayan Hz. Ali’nin ordusu ikiye bölünmüş hem Hz.
Ali’yi hem de Muâviye ’yi reddeden ve onları uzun süre uğraştıran Hâricîler
ortaya çıkmıştı. Hz. Ali, Sıffîn savaşında neredeyse Muâviye ’yi mağlup edip
neticeye ulaşmak üzereyken tahkim sonucu bu avantajını kaybetmişti.
Muâviye
tarafında ise durum farklıydı. Sıffîn savaşı Şamlıları, Iraklılardan biraz daha
ayırmış ve Şamlıların Muâviye ’ye biraz daha bağlanmalarına sebep olmuştu.
Muâviye kaybetmek üzere olduğu mücadeleyi siyasî bir zemine, tahkime taşıyarak
hem konumunu değiştirmiş, hem de Hz. Ali’ye göre avantajlı duruma geçmişti.
Muâviye
tahkimden sonra artık Hz. Osman’ın katlinden sonraki sürecin nihaî noktasına
geldi. Hz. Osman’ın kanını talep etme ile başlayan muhalefetini artık açıkça
hilâfeti talep etme noktasına taşıdı. Halifeyi tanımamak, ona biat etmemek
şeklinde başlayan tavır tahkimden sonra değişti. İslâm toplumunda iki liderin
varlığı artık daha net ortadaydı. Muâviye tahkimden sonraki süreçte Hz. Ali’nin
Hâricîlerle uğraşmasını da fırsat bilerek onun idaresi altında bulunan
bölgeleri ele geçirmek için çaba sarf etmeye başladı. Yirmi yıllık valiliği
döneminde adeta yeniden inşa ettiği Şam ve askerleri onun bu ikbal yürüyüşünde
en önemli dayanağı oldu. Hz. Ali ayrılıklarla uğraşırken o daha rahat hareket
ederek, hakimiyet alanını genişletme imkanları aradı.
Tahkim sonrası
bu gelişmeler olurken Hz. Ali taraftarlarını tekrar Muâviye ’ye karşı savaşmak
üzere hazırlanmaya çağırdı. Bir yandan da Hâricîlere hakemlerin kararını
tanımadığını bildirerek onları tekrar tarafına katılmaya davet etti. Hâricîler
ise bu çağrıya verdikleri cevapta “Artık Allah rızası için değil, kendin için
kızıyorsun. Allah hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz.” diyorlardı. Onlara
göre Hz. Ali artık dinî hassasiyetten değil, kişisel çıkarı için bu davayı
sürdürüyordu. Zira dinî hassasiyetten ötürü tepki gösteriyor olsaydı, tahkimi
başından beri kabul etmemesi gerekirdi.[153]
Hâricîlerin
ortaya çıkması Hz. Ali’nin önüne engel olarak çıkmıştı. O da önce Hâricîleri
bertaraf etmeye karar verdi. Bu durum Cemel savaşı öncesi ortama benzemektedir.
Hz. Ali Muâviye ’ye saldırmak üzere harekete geçecekken Cemel topluluğuyla
savaşmak zorunda kalmıştı. Bu seferde Muâviye ile mücadeleyi bırakıp
Hâricîlerle mücadele etmeyi tercih etmişti. Bütün bu gelişmeler yalnız Muâviye
’nin lehine sonuçlanıyordu.
Hâricîlerle
girişilen mücadele sonucunda Hz. Ali’nin ordusu Muâviye üzerine gitmeyi
reddedip Kûfe’ye geri dönmek istemişlerdi. Gerekçe olarak da ordunun
yıprandığını, Kûfe’de hazırlanıp ondan sonra harekete geçilmesini ileri
sürmüşlerdi. Bu hadiseden sonra Hz. Ali’nin Kûfelilere olan güveni tamamen
kayboldu. Bu durumu onlara da ifade etti. Ve bir daha da Muâviye ’ye karşı
harekete geçmek için ordu hazırlamaya teşebbüs etmeyerek, savunmada kalmayı
tercih etti.[154]
Muâviye
b. Ebî Süfyan’ın Halifeliğe Gelişi Ve İcraatına Genel Bakış
Tahkim sonrası
Muâviye ve Hz. Ali’nin konumları eskisine nazaran farklılaşmış, siyasî hava
Muâviye lehine gelişmeye başlamıştı. Muâviye akrabası Hz. Osman’ın kanını talep
ederek yola çıktığı halde şimdi hakimiyetini Şam dışına yayma çabasında olan
biri konumundaydı. Hz. Ali’nin siyasî ihtilaftan dinî sapmaya dönüşen
Hâricîlerle mücadeleyi öncelemesi Muâviye’nin işini daha da kolaylaştırmıştı.
Muâviye bu durumu kendi lehine kullanmak için, gerek askerî gerekse siyasî her
türlü faaliyete müracaat ederek Hz. Ali’yi hilâfet makamından uzaklaştırma
çabası içine girmişti. Bu minvalde ilk olarak Mısır’ı kendi idaresine katmak
için girişimlere başladı.
Muâviye , daha
Sıffîn savaşı başlamadan Hz. Ali’nin Mısır valisi Kays b. Sa’d b. Ubâde’ye
mektuplar göndererek kendi tarafına katılmasını istiyordu. Kays ise Muâviye’nin
bütün tekliflerini geri çeviriyordu. Kays Mısır’a vali olduğunda Heribta
bölgesinde bulunan Hz. Osman taraftarları hariç herkesten biat almıştı. Yezîd
b. el-Haris, Mesleme b. Muhalled, Busr b. Ebî Ertat, Muâviye b. Hudeyc gibi
kimselerin etrafında toplanan ve sayıları on binin üzerinde olan bu grup Kays’a
biat etmemişlerdi. Kays kendisi için tehlike arzetmeyen bu grubu biat konusunda
zorlamayarak ihtilafı körüklememişti.[155]
Mısır’ı Hz.
Ali adına idare eden Kays b. Sa’d, Muâviye ’nin siyasî girişimleri sonucu
azledildi. Başarılı bir idareci olan Kays’ın azledilmesi Muâviye ’nin bu alanda
başarılı olmasını kolaylaştırmıştı. Heribta bölgesinde yaşayan Hz. Osman
taraftarları Kays tarafından hoşgörü ile idare ediliyor, bunda da gayet
başarılı oluyordu. Ancak Kays b. Sa’d’ın azledilip yerine Muhammed b. Ebî
Bekir’in tayin edilmesi Mısır’ın huzurunu kaçırdı. Muhammed, Hz. Osman
yanlılarına karşı şiddet kullanma taraftarı idi. Muhammed b. Ebî Bekir’in
Mısır’a girdiğinde Osman taraftarı olarak bilinen kimselerin evlerini yıkıp
yağmaladığı ve mallarına el koyduğu rivâyet edilir.[156]
Mısır’daki karışıklıkla Muhammed’in
başa çıkamayacağını anlayan Hz. Ali, Eşter en- Nehaî’yi Mısır’a vali olarak
tayin etti. Eşter’in valiliğini tehlikeli bulan Muâviye ’nin gayri müslim bir
haraç memuru ile Eşter’in öldürmesi karşılığında anlaştığı rivâyet
edilmektedir. Eşter, Kulzüm denilen mevkide kendisine sunulan zehirli bal şerbeti
ile öldürülmüştü. Eşter’in bu şekilde öldürüldüğünü haber alan Muâviye ’nin
“Allah’ın baldan askerleri vardır.” diye sevincini belirttiği rivâyet edilir.[157]
Eşter’in bu
şekilde ölümünden sonra Mısır’da karışıklık devam etti. Hz. Ali yeni bir tedbir
olarak ortaya hiçbir şey koyamadı. Muâviye ’de bu fırsatı değerlendirerek Amr
b. el-Âs komutasında altı bin kişilik bir kuvvet yola çıkarmıştı. Amr b. el-Âs,
Mısır topraklarına girmeden Hz. Osman taraftarları da onun etrafında
toplanmıştı.[158]
Vali Muhammed
b. Ebî Bekir Hz. Ali’ye durumu bildirerek yardım istemişti. Ama Hz. Ali bu
talep karşısında hiçbir şey yapamamış, cevaben Mısır’daki kuvvetlerle
yetinmesini, sabır ve sebatla direnmesini, ordusunun bozulması halinde bir yere
sığınarak korunmalarını bildirmişti.[159]
Hz. Ali’nin bu şekilde haber göndermesinin sebebi, Kûfe’den gönderecek asker
bulamayışı ve onların savaştan bıkkınlıklarından kaynaklanıyordu.
Vali Muhammed,
Mısır’ın tamamından toplayabildiği dört bin kişilik ordusu ile Amr b. el-Âs’ın
ordusunun karşısına çıktı. Yapılan şiddetli çarpışmalar sonucu Muhammed’in
ordusu dağıldı. Vali ve yanındakiler bir harabeye sığındıysalar da yakalanıp
öldürüldüler.[160] Bu sonuçla Amr b. el-Âs,
Mısır’da 38 Rebiü’l-evvel/Ağustos 658 yılında ikinci defa, ama bu sefer Muâviye
adına valilik görevini üstleniyordu.[161]
Mısır’ı hakimiyeti altına almak Muâviye için stratejik bir kazanım olurken, Hz.
Ali için büyük bir kayıp oldu. Hz. Ali Kûfelilerin ilgisizliğini burada da
görmüş oldu.
Muâviye
Mısır’ı ele geçirmesiyle birlikte asker bulabilmekte güçlük çeken Hz. Ali’yi
değişik cephelere asker göndererek sıkıştırmaya başladı. Bu baskınların amacı
büyük ölçüde Hz. Ali’yi yıpratmak ve taraftarları arasında moral bozukluğunu
yaymak içindi.
Muâviye
Mısır’dan sonra Hz. Ali’nin idaresi altında bulunan Irak yöresini hedef almış
ve önce Basra’yı ele geçirmek için çalışmalar başlatmıştı. Burada Muâviye ’nin
görevlendirdiği Abdullah b. el-Hadramî bir hayli taraftar toplamasına rağmen
sonuçta başarılı olamamış ve yetmiş kişi ile beraber sığındığı evde teslim
olmayınca, evin ateşe verilmesi sonucu öldürülmüştü.[162]
Muâviye ’nin
Basra’daki girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca Numan b. Bişr’i Aynu’t-Temr’e,
Dahhak b. Kays’ı da Kutkutâne bölgelerine gönderdi. Bu birliklere Kûfe ve
çevresine mümkün olduğu kadar baskınlar düzenlemelerini emretti.[163] 39/659 yılında Muâviye Süfyan
b. Avf komutasındaki altı bin kişilik orduyu Hîyt, Enbâr ve Medaîn üzerine
gönderdi.[164] Harîs b. Numeyr komutasındaki
bin kişilik bir başka orduyu da Cezîre bölgesine gönderdi.[165]
Muâviye ’nin Hz. Ali taraftarlarını yıpratmak için giriştiği Irak ve Cezîre
bölgelerinde bu faaliyetler 38/658 yılının ortalarında başlayıp 39/659 yılında
devam etmişti.[166]
Muâviye kesin
bir başarı elde edemese de Irak ve Cezîre bölgesinde Hz. Ali’nin huzurunu
bozucu ve rahatsız edici saldırılarının yönünü bu kez Yemen ve Hicaz’a
çevirmişti. 39/659 yılında Abdullah b. Mes’ade el-Fezarî’yi bin yedi yüz
kişilik bir kuvvetle Teyma’ya gönderdi. Kendisi adına yolları üzerindeki
yerleşim birimlerinden zekat toplamasını emretmişti.[167]
Bu seferin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Muâviye bu kez Mekke’ye Yezîd b.
Şecere er-Rehavî’yi gönderdi. Yezîd’e hac mevsiminde kendi adına insanlara hac
emirliği yapması görevini vermişti. Muâviye , Yezîd’i yolcu ederken kendisine
insanları itaat altına almasını, haccı idare etmesini, eğer muktedir olursa Hz.
Ali’nin valisini kan dökmeden görevden uzaklaştırmasını söyleyerek üç bin
kişilik orduyla yola çıkardı.[168]
Kabe’de hac
vazifesini idare etmenin devleti ilgilendiren siyasî bir yönü vardı. Bu sebeple
hac merasimi ya bizzat halife tarafından ya da onun tayin ettiği bir kişi
tarafından idare edilirdi. Muâviye ’de bu durumu göz önünde tuttuğu için
Yezîd’i Mekke’ye göndermişti. Neticede kendileri emirlik yapamamış olsalar da
Hz. Ali’nin emirine de engel olmuşlardı.
Hz.
Ali-Muâviye mücadelesinde Hz. Ali’nin iyice savunmaya çekilmesi merkezî
otoriteyi bir hayli yıpratmıştı. Yemen bölgesinin San’a valisi Ubeydullah b.
Abbas sert tedbirler almasına rağmen burada Hz. Osman’ın kanını talep eden
birçok insan vardı. Ubeydullah bunların bir kısmını hapsetmişti. Bunun üzerine
Yemenli muhalifler zekatlarını idareye vermemek suretiyle ekonomik bir isyan
teşebbüsüne girdiler. Hz. Ali çözüm bulması için Yemenli Yezîd b. Enes
el-Erhabî’yi bu bölgeye gönderdi. [169]
Bu bölgede
tamamen Hz. Ali muhalifi ve Hz. Osman taraftarı bir topluluk oluşmuştu.
Yezîd’in çabalarına rağmen Hz. Ali’ye biat etmeyi reddettikleri gibi Muâviye
’ye de haber göndererek kendisine biat edeceklerini, bunun için bir temsilci
göndermesini istemişlerdi. Muâviye onların bu isteği üzerine Busr b. Ebî Ertat
komutasındaki orduyu bu bölgeye gönderdi. 40/660 yılında Hicaz ve Yemen’e
gönderilen bu ordunun amacı Muâviye ’ye bölge halkının biatını sağlama ve Hz.
Ali’ye bağlı olanları da bertaraf etmekti.[170]
Busr b. Ebî Ertat’ın kanlı bir şekilde gerçekleştirdiği bu seferde yaklaşık
otuz bin kişinin öldürüldüğü rivâyet edilir.[171]
Busr b. Ebî
Ertat’ın bu seferine karşılık olarak Hz. Ali, Câriye b. Kudame komutasındaki
bir birliği Hicaz ve Yemen üzerine gönderdi. Câriye, bu bölgeye gelerek
buradaki insanlardan tekrar Hz. Ali adına biat aldı ve idarecileri yeniledi.
Medine’ye geldiğinde ise Muâviye adına görev yapan Ebû Hureyre kaçmıştı.[172]
Biatler ne
kadar yenilenirse yenilensin Muâviye ’nin Hz. Ali’yi her taraftan sıkıştırması,
Hz. Ali’nin bazı idarecilerinin Muâviye tarafına geçmesine neden oldu. Hz.
Ali’nin Bahreyn valisi Numan b. Aclan ve Ardeşir valisi Maskala b. Hubeyre
ellerindeki hazine malları ile birlikte Muâviye ’nin tarafına geçtiler.[173]
Bütün bu
gelişmelerin yanında Hz. Ali, amcasının oğlu Abdullah b. Abbas’ın da desteğini
kaybetti. Abdullah b. Abbas Basra valiliği görevinde bulunuyordu. Ebû Esved ed-
Duelî Hz. Ali’ye mektup yazarak İbn Abbas’ın beytü’l-mâle ait malları zimmetine
geçirdiği iddiası ile şikayette bulundu. Hz. Ali de İbn Abbas’a mektup yazarak
harcamaları ile ilgili bilgi istedi. Bu duruma kızan İbn Abbas Hz. Ali’ye
vazifeyi bıraktığını bildirerek, yanına aldığı çok miktarda mal ile Mekke’ye
gitti.[174] Hz. Ali en çok ihtiyacı
olduğu zamanda İbn Abbas’ın desteğini kaybetmiş oldu.
Mısır’ı
Muâviye ’ye kaptıran Hz. Ali Hicaz ve Yemen’de de hakimiyetini koruyamamış,
Irak’taki ihtilafları bir türlü giderememişti. 40/660 yılında Muâviye ile Hz.
Ali arasında saldırmazlık anlaşması imzalandığı rivâyet edilir. Bu anlaşmaya
göre iki tarafta karşılıklı olarak birbirlerinin hakim olduğu bölgelere
saldırmayacak ve herkes kendi bölgesinin haraç ve zekatını toplayacaktı.[175] Bu karar artık Muâviye ’yi
kabul etmek anlamına geliyordu.
40/660 yılının
Ramazan ayında içinde bulundukları şartları beğenmeyen, başlarında bulunan
kimselerin kötülüğünden bahseden ve Nehrevan’da öldürülen Hâricîlerin
intikamını almak isteyen Abdurrahman b. Mülcem, Burek b. Abdullah ve Amr b.
Bekr isimli üç kişi Hz. Ali, Muâviye ve Amr b. el-Âs’ı öldürmek üzere
anlaştılar. Bu üç kişinin suikast girişimi sonucu Hz. Ali öldürülürken, Muâviye
yaralı olarak kurtulmuş, Amr b. el-Âs ise hiç hedef olmamıştı.[176]
Hz. Ali’nin
öldürülmesinden sonra Kûfeliler Hz. Hasan’a biat ettiler. Hz. Hasan
Kûfeliler’in kendisini oturttuğu bu mevkîde hiç de rahat değildi. Çünkü
kendiside yakînen biliyordu ki babasını mücadele de hiçbir zaman tam olarak
desteklemeyen ve mücadeleyi ağırdan alan Kûfeliler, ona da bu konuda tam destek
vermeyeceklerdi. Açıkçası Hz. Hasan Kûfelilere güvenmiyordu. Buna rağmen
Kûfelilerin ve yakın akrabalarının ısrarıyla mücadeleye devam kararı aldı ve
kabul etmeyeceğini bile bile Muâviye ’yi kendisine biat etmeye çağırdı.[177] Muâviye Hz. Hasan’ın bu
teklifini reddetti. Çünkü o Hz. Ali’nin ölümü ile avantajlı bir konuma
yükseldiğinin farkındaydı. Artık karşısında genç ve deneyimsiz biri duruyordu.
Onunla mücadele etmek daha kolay olacaktı. Dolayısıyla hiç zaman kaybetmeden
kendisini halife ilan ederek biat almaya başladı. Böylece İslâm aleminin ilk
defa iki halifesi olmuş oldu. Artık Muâviye b. Ebî Süfyan, halifeye biat
etmeyen muhalif bir vali değil, kendisine İslâm aleminin en azından bir
bölümünde biat edilmiş olan bir halife konumuna yükseldi.
Muâviye , Hz.
Hasan’ı zor durumda bırakmak için Abdullah b. Âmir’i daha önceden Şamlıların
baskınlarına maruz kalan Aynu’t-Temr’e ve Enbâr’a gönderip bu yerleşim
merkezlerini ele geçirdi. Bu şehirlerden sonra Medaîn’i de ele geçirip Kûfe’ye
yaklaştı. Hz. Hasan, Sûriye askerlerinin Kûfe’ye kadar sokulmasından sonra onları
karşılamak amacıyla Kûfe’den çıkıp Medaîn önlerine kadar gelirken, Muâviye de
Iraklılara nihaî darbeyi indirmek ve iktidarı devralmak amacıyla büyük bir
ordunun başında Medaîn’e gelmişti.[178]
İki ordu
arasında çatışma olmadan taraflar arasında anlaşma meydana gelmişti. Hz.
Hasan’ın Muâviye ile anlaşması
konusunda farklı rivâyetler söz konusudur. Hz. Hasan Muâviye ’nin ordusu ile
karşılaşmak üzere iken Hz. Hasan’ın ordusu içinde Kays b. Sa’d’ın öldürüldüğü
haberinin yayılması üzerine askerler Hz. Hasan’ın çadırını bile yağmalayacak
şekilde paniğe kapılmışlar, hatta Hz. Hasan’ın yaralanmasına sebep olmuşlardı.[179]
Bir diğer rivâyette ise Muâviye , Hz. Hasan’la uzlaşmak için yanına Muğîre b.
Şu’be, Abdullah b. Âmir ve Abdurrahman b. Ümmî Mektum’u göndermişti. Bu heyet
Hz. Hasan ile görüşmüşler ve görüşme sonunda da “Allah, Rasûl’ünün oğlu ile
kanların dökülmesini önledi, fitneyi önledi ve o sulha icabet etti.”
demişlerdi. Hz. Hasan’ın askerleri bunu duyunca ona saldırmışlar, çadırını ve
içindekileri yağmalamışlardı. Neticede Muâviye , Hz. Hasan’a mühürlü boş bir
sahife göndererek istediği şartlarda anlaşmaya hazır olduğunu bildirmişti.[180]
Muâviye ’nin,
Hz. Hasan’a gönderdiği bir mektupta şöyle dediği nakledilir: “ Bu yüksek
vazifeye geçebilmek için senin kan akrabalığının sana benden daha çok hak
verdiğini takdir ederim. Şayet senin sahip olduğun pek yüksek meziyet ve
kabiliyetler, bu vazifenin icap ettirdiği işleri yerine getirmede yeteceğinden
emin olsam hiç tereddütsüz sana biat ederdim. Bu duruma göre şimdi sen benden
ne dilersen dile.”[181]
Hz. Hasan’da
Kûfelilere güvenmemesi, kan dökülmesini istememesi, Irak ordusunun Muâviye ’nin
ordusuyla baş edemeyeceği düşüncesi ve ordusunun her an dağılmaya müsait
olması, ümmetin birliği ve ıslahını istemesi gibi sebeplerden dolayı Muâviye
ile anlaşmaya razı oldu.[182]
Rivâyetlerde
farklılıklar olsa da genel hatlarıyla şu şartlar altında anlaşma sağlanmıştı:
Kûfe beytü’l-malının Hz. Hasan’a verilmesi, beş milyon dirhem paranın
verilmesi, Dârab- cerd bölgesinin haracının Hz. Hasan’a bırakılması, Hz. Ali
ve taraftarlarının minberden lanetlenmemesi, Hz. Hüseyin’e iki milyon dirhem
paranın verilmesi, Hz. Hasan ve taraftarlarına emân verilmesi, Allah’ın kitabı,
Rasûllüllah’ın sünneti ve halifelerin yolundan gidilmesi ve Muâviye’den sonra
hilâfetin şûraya bırakılması.[183]
Bütün bu
şartlar altında yapılan anlaşma gereği 41/661 yılının Rebi’ül-evvel ayının
sonlarında Hz. Hasan hilâfeti Muâviye ’ye devretmiş ve ona biat etmişti.
Muâviye de Kûfe’ye gelerek halktan biat almıştı. Uzun süreden beri iki taraf
arasında meydana gelen çatışmalardan sonra varılan bu anlaşmadan dolayı bu
seneye birlik yılı anlamına gelen “Âmu’l-Cemaâ” adı verilmişti.[184]
Muâviye ’nin
kardeşi Yezîd’in ölümüyle başladığı Şam valiliği serüveni, Hz. Osman’ın
öldürülmesiyle muhalif vali şekline dönüşmüş, Hz. Ali’nin öldürülmesiyle İslâm
aleminin ikinci halifesi olmuş neticede de Hz. Hasan’la anlaşma sağlayarak onun
biatını alarak tek halife olarak hedefine ulaşmıştır.
Hz. Peygamber
ve ondan sonra yerine halife seçilen Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında
Müslümanlar birlik ve beraberlik içinde yaşamışlardı. Bu iç istikrar büyük bir
fetih hareketinin başlamasına yol açtı. İslâm dini Arap Yarımadası dışına hızla
yayılmaya başladı. Farklı kültürlerle ve toplumlarla temas sağlandı. İki büyük
komşu ülke Sasanî ve Bizans’a yapılan seferler bu sonucu doğurdu. Bu hızlı
fetih hareketleri Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk yıllarında da devam etti. Ama
Hz. Osman’ın hilâfetinin son yılları Müslüman toplumun birlik ve beraberliğinin
yok olduğu ve fitnelerin, ayrılığın ortaya çıktığı dönem oldu.
Müslüman
toplumun bu şartlar altında din ve siyaset birlikteliği anlayışından, siyasetin
dine nazaran ilk plana geçtiği anlayışına doğru yön değiştirdiğini, yani sosyal
değişmeye maruz kaldığını görüyoruz. İslâm toplumundaki bu değişim sürecinde
Hz. Ali’yi klasik dönemin son temsilcisi, Muâviye ’yi de yeni dönemin ilk
temsilcisi olarak görebiliriz. Çünkü Muâviye ve onun mensubu olduğu Emevî
ailesi İslâm toplumundaki bu değişimi hızlandıran yegane faktör olmuştur. Bu
değişmede hızlı fetih hareketlerinin getirdiği zenginlik ve refahı da göz ardı
edemeyiz. Muâviye de bu değişimi kendisi şu şekilde ifade etmektedir: “Ben
hükümdarların ilki, halifelerin sonuncusuyum.”[185]
Emevî
devletinin kuruluş devrinde yani Muâviye ’nin döneminde sosyal yapı ile siyasî
yapı arasındaki ilişki asabiyet kavramı ile açıklanabilir. İbn Haldun’a göre
asabiyetin gerçekleştirmek istediği hedef “mülk”tür. Kabilenin koruma, savunma
ve sorumluluk gibi ortaklaşa gerçekleştirebileceği işler asabiyet sayesinde
olur. Bu asabiyetle insanları otoritesine itaat ettiren birinin bulunması
zorunludur. İşte bu itaat ettirme “mülk”tür. Mülk riyasetten daha ileri
seviyededir. Çünkü riyaset bir liderliktir. Bunun sahibi itaat edilen biridir,
ancak onun otoritesi kararlarını zorla uygulatacak güce sahip değildir. Mülk
ise itaat ettirme ve kararları zorla uygulatmadır. Asabiyet sahibi, belli bir
seviyeye geldikten sonra onun daha üstünü ister. Liderlik ve itaat edilme
derecesine ulaşıp itaat ettirme ve kararlarını uygulatmaya yol bulursa bunu
bırakmaz. Çünkü insan nefsi bunu arzulamaktadır, asabiyet bunda etkilidir. Mülk
biçimindeki itaat ettirme asabiyetin gayesidir. Her ne kadar bir kabilenin
bünyesinde başka aileler varsa da bütün bunların üstünde bir asabiyetin
bulunması zorunludur, yoksa ayrılık ve çekişme olur. Bu asabiyetle kavmine tam
hakim olması gerçekleşince, başka bir asabiyet ehline hakim olmak ister. Mülk
asabiyetin gayesidir. Gayesine ulaşınca kabile için çağın durumuna göre tek
başına hakimiyet kurmakta veya yardımcı unsur olmaktadır. Eğer bazı engeller bu
gayeye erişmesini engellerse, uygun zamana kadar durumunu böylece
sürdürmektedir.[186]
Hz. Osman’ın
son dönemlerinde kabile asabiyetine yöneliş ile İslâmî yaşayışa yöneliş
arasında ortaya çıkan mücadelede kabile asabiyetine yöneliş galip geldi. İslâm,
Arapların cahiliye devrindeki asabiyetinin olumsuz yönlerini tanımadı. Ama
nübüvvet nurundan uzaklaştıkça bu eski bağ her yönüyle yeniden gün ışığına
çıktı. Emevî devleti işte bu bağ üzerine kuruldu. Devletin kurucusu Hz. Mûaviye
Ümeyye ailesine mensuptu. İktidarını sürdürürken bu aile yanında kendilerinden
kız aldığı Kelb kabilesine ve diğer Sûriyelilere dayandı.[187]
Muâviye ,
Yezîd’in annesi, Kelb kabilesinin Benî Behdel koluna mensup olan hanımı Meysûn
vasıtasıyla Kelb kabilesi ile akrabalık bağı tesis etmişti. Hz. Osman’ın hanımı
Naile de aynı kabileye mensuptu. Hz. Ali ile giriştiği iktidar mücadelesinde
Kelb kabilesi ve Şam’daki diğer kabileler onun mücadeleden başarı ile çıkmasına
vesile oldular.[188]
Halife
olduktan sonra da ona kesin bir itaat içinde olan Şam askerleri iç siyasetin
şekillenmesinde önemli rol oynamışlardır. Muâviye gerek kendi iktidarını
emniyet altına almak, gerekse İslâm devletinin sınırlarını genişletmek için Şam
askerlerine güvenmişti.
Muâviye gücünü
Şam unsuruna dayandırırken orada ikamet eden Kays ve Kelb kabilelerinin
arasında da tam bir denge politikası izlemiştir. Bu iki kabilede ona tam
teslimiyet içinde olmuşlardır. Muâviye bu iki kabile arasında baş gösterecek
bir çekişmenin kendi iktidarını sarsacağının bilincindeydi. Daha önce
belirttiğimiz gibi Kelb kabilesine mensup bir kadınla evlenmesine rağmen
Kaysîlerden de önemli mevkîlere getirdiği kişiler olmuştu. Akrabalık
bağlarından dolayı kendilerine üstün bir konum atfeden Kelbîler, Kaysîleri Şam
dışına süreceklerini dillendirmeye başlayınca, Muâviye dört bin Kayslıya bir
defada maaş vermiş, dolayısıyla Kelbîlere, onlara kendisinden dolayı üstünlük
kurmalarına izin vermeyeceğini göstermişti. Ayrıca Kayslıları kara seferinde görevlendirirken,
ceza olarak Kelblileri daha tehlikeli olan deniz seferlerine göndermişti.[189]
Sûriye’deki
kabileler için muntazam bir devlet müessesesi, askerî ve siyasî disiplin yeni
uygulanan unsurlar değildi. Daha önce idaresi altında oldukları Bizans’ta bu
devlet yapısına alışıktılar. Eski alışık oldukları itaati şimdi Muâviye ’ye
çevirmişlerdi. Hakimiyeti, itaati onlara zorla öğretmek icap etmedi.
Emirlerinin onları götürdüğü yere itiraz etmeden gidiyor ve itaat ediyorlardı.[190]
Muâviye ’nin
yaklaşık yirmi yıl süren valiliği dolayısıyla oradaki halk kendisine çok
bağlıydı. Bu bağlılık onun halifeliği döneminde de devam etti. Muâviye
Sıffîn’de ordusunu denetlerken Amr b. el-Âs’a “Bunları nasıl görüyorsun.”
diyerek Sûriyeliler’in durumunu sormuştu. Amr b. el-Âs ona şu cevabı verdi: “Ey
Mü’minlerin Emiri! İnsanları din ve dünya esaslarına göre idare edenleri
gördüm. Yönetenlerine bağlanışı açısından bunların sana gösterdiği bağlılığa
muhatap olanı görmedim.”[191] Bizzat Muâviye Sûriyeliler’in
kendisine olan bağlılığını, Iraklılar’ın Hz. Ali’ye gösterdikleri bağlılıkla
mukayese ederek şöyle demiştir: “Ali’ye karşı dört hususta daha öndeydim. O
herşeyi açıktan yapan birisiydi; ben ise sırrını çok saklayan biriyim. O
ihtilaf açısından en çetin ordunun başındaydı; ben ise en itaatkâr ve ihtilafın
en az olduğu ordunun başındaydım. Cemel ashâbıyla karşılaştı, eğer onlara karşı
zafer elde ederse, bunun onun gücünü zayıflatacağını, eğer Cemel ashâbı
kazanırsa, onların bana karşı Ali’den daha güçsüz olduklarını düşündüm. Ben Kureyş’e
Ali’den daha sevimli geliyordum. Ondan kaçıp da bana gelenlere ne mutlu!”[192]
Muâviye b. Ebî
Süfyan iç siyasetinin bütün kabileleri kuşatıcı bir çizgide olmasına özen
göstermişti. O, Emevî ailesinin bir mensubu olarak Hz. Osman’ın yaptığı gibi
devlet yönetiminde, idarî kadroların tamamına Benî Ümeyye’yi getirme
uygulamasını kesinlikle takip etmemişti.
Mervan b.
Hakem 41/661 yılında Medine’ye tayin edilmiş,[193]
daha sonra 48/668 yılında azledilerek yerine Said b. el-Âs göreve getirilmiş,[194] o da 54/674 yılında görevden
alınmış, yerine tekrar Mervan tayin edilmişti.[195]
Mervan’da azledilerek yerine 57/667 yılında Velid b. Utbe b. Ebî Süfyan tayin
olmuştu.[196] Abdullah b. Âmir
41/661yılında Basra valisi olmuş[197]
45/665 yılında ise görevden alınmıştı[198].
Görüldüğü gibi Muâviye , Benî Ümeyye mensuplarını valiliklere getirmekle
birlikte uzun süre bu görevlerde durmalarını engellemiş, idarede Emevî etkisini
en alt düzeyde tutmaya özen göstermişti.[199]
Muâviye
yönetimi süresince genel olarak Ümeyye ailesi fertlerini Hicaz (Mekke-
Medine-Taif) idaresinde istihdam etmişti. Muâviye , Benî Ümeyye’den bir kimseyi
yönetici olarak tayin edeceği zaman o kimseyi önce Taife, orada başarılı olursa
Taif’le birlikte Mekke’ye, eğer bu ikisinin yönetiminde de başarılı olursa
Taif, Mekke ve Medine’nin idaresini ona verirdi. Muâviye Taif’de yöneticiliği
acemilik dönemi, Mekke ile birlikte kalfalık dönemi, Taif, Mekke ve Medine’de
yöneticiliği ustalık dönemi olarak görüyordu.[200]
Bu şehirler
Kûfe ve Basra gibi şehirlerin kurulmasıyla birlikte siyasî ağırlıklarını
yitirmişler, kutsak ve sembolik merkezler haline gelmişlerdi. Bu sebeple
Muâviye dinî bir merkez olan Hicaz’ın idaresini kendi ailesine bırakıyordu.
Muâviye ’nin bütün hac emirlerini kendi ailesinden seçmesi onun Benî Ümeyye’yi
yönetimde sembolik olarak istihdam ettiği görüşünü teyid eder niteliktedir.[201]
Muâviye
yönetime getirdiği Benî Ümeyye’den bir kimsenin Hicaz gibi siyasî etkinliği alt
düzeyde olan eyalette dahi politik güç kazanmalarını istememiş, ailesinden bir
şahsı uzun süre bir görevde tutmamıştı. Mesela Mervan’ı ilk olarak Medine’ye
vali olarak atamış, sekiz yıl sonra onu azlederek yerine Said b. el-Âs’ı tayin
etmişti. Burada sekiz yıl görev yapan Said’i azlederek yerine tekrar Mervan’ı
göreve getirmiş, dört yıl sonra da Mervan’ı ikinci kez azlederek yerine Velid
b. Ukbe b. Ebî Süfyan’ı getirmişti. Muâviye kendi ailesinden Hicaz’a tayin
ettiği valileri sık sık değiştirmekle kalmayı, ayrıca birbirlerine düşürerek
onların yönetimde kendisine alternatif olmalarına izin vermemişti.[202]
Muâviye halifeliğin
başlangıcında Mısır’ın idaresini Amr b. el-Âs’a, Hicaz’ı Benî Ümeyye’nin farklı
kollarına, Şam bölgesini destekçileri olan Sûriyeli kabilelere, Irak’ı da
Sakîfliler’in kontrolüne vermiş, böylece Araplar arasında kollektif bir idarî
yapı oluşturmaya çalışmıştı. Muâviye ’nin hilâfeti sırasında, yönetimde önemli
görevlere getirdiği Sakîfliler[203] onun gücünün ve idaresinin
temsilcisi oldular.
Muâviye ’nin
kazandığı başarının büyük bir kısmı bizzat kendisi tarafından etrafında
toplanan siyasî dehâlarla bağlantılıdır. İç siyasetin şekillenmesinde ve
idaresinde bunlar büyük rol oynamışlardır. Bilhassa başından beri mücadelede
yanından ayrılmayan Mısır valisi Amr b. el-Âs, çalkantılı bir şehir olan
Kûfe’nin valisi Muğîre b. Şu’be ve durumlarından hiç de memnuniyet
getirmeyen insanlarla dolu Basra idarecisi Ziyad b. Ebîh. Bu üç devlet
adamı liderleri Muâviye ile birlikte İslâm-Arap iktidarının siyasî dehâsını
teşkil ederler.[204]
Görüldüğü
üzere Muâviye yönetiminin dinamiklerini işinin ehli ve siyasî dehalardan oluşturmaktaydı.
Hicaz gibi çok zengin olmayan ve karışıklığı az olan ama dinî merkez olan
bölgeleri kendi ailesine tahsis ederken, Kûfe ve Basra gibi karışıklıkların bol
olduğu bölgelere Sakîf kabilesi mensuplarını görevlendirmişti. Mısır’da ise
hilâfet mücadelesinde her zaman yanında olan Amr b. el-Âs hüküm sürmekteydi.
Muâviye ’nin
siyasî hayatını üzerine bina ettiği prensiplerinden birisi parasının iş gördüğü
yerde konuşmaya, konuşmanın yettiği yerde kırbaca, kırbacın yettiği yerde
kılıca gerek olmadığı, eğer çaresiz kalırsa kılıca başvurmak gerektiği idi.[205] Muâviye ’nin meseleye bu
açıdan bakması, insanları yönetmede her yolu çare olarak görmesi, çevresinde
menfaatkâr ama iş gören bir zümrenin oluşmasına sebep oldu. Öyle ki Hristiyan
asıllı Sarcunî ailesinin iş sahasındaki tecrübelerinden faydalanarak mâli
teşkilatı düzene koymuştu. Bu mâli ıslahat ona ordusunun bakımını, amme
hizmetlerinin yerine getirilmesini ve takip ettiği iç siyasetin başarısına
yarayacak gücü vermişti.[206]
Muâviye halife
olduğunda İslâm toplumu üç gruba ayrılmıştı. Muâviye taraftarları, Hz. Ali
taraftarları ve Hâricîler.
Muâviye ’yi
daha halifeliğinin başında uğraştırmaya başlayan Hâricîler, onun halifeliğinde
bir çok kez ayaklanmaya teşebbüs ettiler. Hâricîler, Muâviye idaresine genelde
küçük gruplar halinde isyan etmişlerdi. Bu isyanlara katılan topluluğun sayısı
en fazla üç yüz ile beş yüz kişi, en az ise otuz ile yetmiş kişi arasında
değişiyordu.[207]
Hâricîlerin
Hz. Ali’ye de isyan girişimlerinde bulunmaları ve onu suikast sonucu
öldürmeleri, Muâviye ’nin bu durumu kendi lehine çevirmesine sebep oldu. Hz.
Ali taraftarlarının intikam hissini çok iyi değerlendiren Muâviye , Hâricî
isyanlarının bastırılmasında onlardan sonuna kadar yararlandı. Hz. Ali
taraftarları da imamlarını öldüren bu kimselerle savaşmada çekinmeden görev
almışlardı.[208] Bu ortak düşman iki taraf
arasında siyasî bir yumuşamayı da beraberinde getirmişti.
Muâviye halife
olduktan hemen sonra Hâricîlerin başkaldırısı ile karşı karşıya kalmıştı. Hz.
Hasan ve Muâviye ’nin anlaşmasından sonra Hz. Ali’nin Nehrevan’da affettiği beş
yüz kadar Hâricî, Muâviye ’nin kamp kurduğu Nuhayla mevkînin yakınına
yerleştiler. Muâviye , Hâricîlerin üstüne Şamlılardan oluşan ve sayıca çok
üstün bir kuvvet gönderdi. Fakat Şam ordusu Ferve b. Nevfel el-Eşcaî
komutasındaki Hâricîler karşısında mağlup oldular. Muâviye bu yenilgi üzerine
Kûfelilere “Bu aşırılarınızın işini halletmedikçe sizin için benim yanımda
rızık ve eman yoktur.” diyerek Irak’tan neş’et eden bu akımın yine Iraklılarca
bertaraf edilmesini istemişti. Muâviye ’nin verdiği bu görevi kabul eden Hz.
Ali taraftarlarının bu tavrı Hâricîler tarafından hayret ve öfkeyle karşılandı.
Onlar Bu düşmanlığa bir anlam veremiyor ve iki tarafında düşmanı olan Muâviye
ile aralarından çekilmeleri için onları ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu ikna
çabaları bir işe yaramadı.[209] Muâviye’nin bu konuşması
sonucu bazı kabileler Hâricîler arasındaki kendi mensuplarını geri çekmişlerdi.
Hâricî lider Ferve b. Nevfel bunlar arasındaydı.[210]
Hâricîler Ferve b. Nevfel’in yerine Abdullah b. Ebî’l-Havsa’yı lider olarak
seçtiler. Ancak yeni liderleri Abdullah da dahil olmak üzere Hâricîlerin büyük
çoğunluğu Kûfelilerce öldürüldüler.[211]
Hâricîler tekrar toplanarak Havsere b. Vedda’yı lider seçip ayaklandılar. Bu
isyan hareketi Abdullah b. Avf b. Ahmer tarafından bastırıldı.[212]
Muâviye
Kûfe’ye vali olarak Muğîre b. Şu’be’yi bırakarak Şam’a geçti. Muğîre b.
Şu’be’nin bütün hoşgörülü siyasetine rağmen isyanlar artarak devam etti. O
fiiliyata geçmeyen her türlü düşünceyi serbest bırakıyordu. Buna rağmen daha
önce kabilesi tarafından alıkonulan Ferve b. Nevfel, Kûfe yakınlarında
taraftarlarıyla tekrar ayaklanmıştı. Bu ayaklanma sonucunda isyancılar
öldürülmüştü.[213]
Şebib b.
Becere el-Eşcaî’nin, Kûfe’de çoluk-çocuk demeden insanları öldürmesi ve
ayaklanması aynı şekilde kanlı bir biçimde bastırılmıştı.[214]
Hâricîlerin Kûfe’de işledikleri cinayetler yüzünden halkın can güvenliğinin
kalmadığı, bu sebeple Hâricî görüşte olanların veya ayaklanma hazırlığında
olanların ihbar edildiği rivâyet edilmektedir.[215]
Muğîre b.
Şu’be döneminde Ebû Meryem, siyahî ve azatlı köle olan Ebû Leyla ve Müstevrid
b. Alkame ile Muaz b. Cüveyn’in isyan hareketleri olmuş ve bu isyanlar
bastırılmıştı. Hâricî isyanları zamanla Kûfe dışına taşmaya başlamış ve
Basra’da Sehm b. Galib isyan etmiştir.[216]
45/665 yılında
Abdullah b. Âmir Basra valiliğinden azledilerek yerine Ziyad b. Ebîh tayin
edildi.[217] 50/670 yılında Muğîre b.
Şu’be’nin vefatıyla Kûfe de Ziyad’a bağlandı.[218]
Ziyad’ın bu
valilikleri esnasında en çok üzerinde durduğu husus Hâricîlerin devlet ve şehir
halkı üzerinde tehlikeli olmaya başladıkları an ortadan kaldırılmaları
olmuştur. Ziyad’ın emri Hâricîlerin öldürdükleri gibi öldürülmeleri,
vazgeçenlerin ise para ile ödüllendirilmeleriydi.[219]
Ziyad, Hâricîlerin Basralılar ve Kûfelilerce halledilmesini istiyor, aksi halde
onlara maaşlarının kesileceğini söylüyordu. Bu tehdidin sonucu Basra’da
ayaklanan Gureyb ve Zehhaf isimli Hâricîler Basralılarca öldürülmüştü.[220] 52/672 yılında Kûfe’de Ziyad
b. Hırraş el-Iclî ve Tay kabilesinden Muaz isimli Hâricîlerin başlattıkları
isyan bastırılmıştı.[221] 55/675 yılında valiliği
üslenen Ubeydullah b. Ziyad da Hâricîlere aynı sertlikte davranmış, bütün
isyanları kanlı bir şekilde bastırmıştı.[222]
58/678 yılında Tavaf b.
Allâk ve Evs
b. Kaab daha sonra da Ebû Bilal Mirdas b. Udeyye taraftarları ile isyan
etmişler, bu isyanlar onların öldürülmeleriyle bastırılmıştı.[223]
Muâviye
döneminde Hâricî ayaklanmalarına tepki Muğîre b. Şu’be’nin görev yaptığı
dönemde biraz daha ılımlı iken, Ziyad ve oğlu Ubeydullah döneminde sertleşmiş
ve hiçbir ayaklanmaya müsamaha ile yaklaşılmamıştır.
Hz. Ali ve
taraftarları ise imamlarının öldürülmesiyle savaş ve mücadelenin yorgunluğu ile
bütün hislerini içlerinde taşıyarak Muâviye dönemine girmişlerdi. İlk tepki Hz.
Hasan’ın idareyi Muâviye’ye devretmesiyle ortaya çıktı. Bu durum Hz. Ali’nin
bazı taraftarlarınca hoş karşılanmadı ve bu konuda mücadeleden kaçtığı için Hz.
Hasan’ı kınadılar. En sert tepkiyi de Basra’da Umran b. Eban göstermişti. Şehri
ele geçirerek Hüseyin b. Ali’yi halife olarak başa geçmesi için çağırmıştı.
Ancak bu isyan Busr b. Ebî Ertat tarafından etkisiz hale getirildi.[224]
Muâviye ’nin
hilâfetinin başında karşılaştığı bir sorunda, Faris’te Hz. Ali adına direnen
Ziyad b. Ebîh’di. Neticede Ziyad, Muğîre b. Şu’be’nin girişimleriyle Muâviye
’nin tarafına geçmiş ve onun kudretli valilerinden biri olmuştu. Basra ve
Kûfe’nin idaresi kendisine verilmişti.[225]
Hâricîlerin, kendileri karşısında duran Hz. Ali taraftarlarına duydukları
hayret ve öfkeyi, Ziyad vali olunca ona karşı eski arkadaşlarının duymaları
gayet normaldi.
Ziyad eski
arkadaşlarını hal ve hareketlerinde dikkatli olmaları konusunda uyarmış, hatta
onlardan bazılarını cezalandırmıştı. Ziyad’ın Hz. Ali taraftarlarından idam
ettiği ilk kişi Evfâ b. Hısn’dır.[226]
Ancak Hz. Ali taraftarı ile Muâviye tarafı arasındaki ilişkileri koparan Hucr
b. Adiy’in öldürülmesi hadisesi olmuştur. Devlete karşı olmak, halifeye lanet
okumak, arkadaşlarını harbe ve fitneye davet etmek gibi suçlardan dolayı Hucr
ve arkadaşlarının öldürülmesi bir dönem yumuşamaya giden ilişkileri artık
onarılamaz bir şekilde koparmıştı.[227]
Muâviye gerek Hâricî ayaklanmalarından gerekse Hz. Ali taraftarlarının
isyanlarından valileri sayesinde çok etkilenmeden yönetimini sürdürmüştü. Zaman
zaman alınan sert önlemler insanları daha fazla isyana teşvik etse de bu
durumdan taviz verilmemiştir.
Müslümanlar
Hz. Ebû Bekir ile başlayıp Hz. Osman’ın hilâfetinin ortalarına kadar süren
büyük bir fetih hareketi başlatmışlardı. Çok geniş bir coğrafya üzerine yayılan
bu fetih hareketleri iç huzursuzlukların ortaya çıkması ve Müslümanların
birbiriyle mücadele etmeleri sonucu kesintiye uğramış ve İslâm dünyası tekrar
içe dönük bir yapıya bürünmüştü.
Muâviye b. Ebî
Süfyan, Hz. Ali ile girdiği iktidar mücadelesinden başarı ile çıktıktan ve Hz.
Hasan’ın kendisine biat etmesinden sonra duran fetih harekelerini yeniden
başlattı. Sûriye bölgesi askerleri Bizans egemenliği altındaki Anadolu ve
Ermenistan topraklarına, Irak bölgesi askerleri genelde Horasan topraklarına,
Mısır’daki askerî birlikler de Kuzeybatı Afrika ve Afrika’nın içlerine olmak
üzere üç koldan seferler düzenlenmişti.[228]
Sûriye
fetihlerini başarı ile tamamlayan Müslümanlar, daha Muâviye ’nin Şam valiliği
sırasında Bizans topraklarına fetih hareketleri düzenlemişlerdi. îç
karışıklıkların başlaması ile Bizans tekrar bir tehdit unsuru olmuştu.
Bizans’ın İslâm topraklarını tehdit etmekten bir rivâyette Muâviye’nin vergi
vermeyi kabul etmesi sonucu[229] bir başka rivâyette ise
Muâviye ’nin Hz. Ali ile birleşip üzerlerine yürümekle tehdit etmesi sonucu
vazgeçtikleri belirtilir.[230]
Müslümanlar,
birlikteliği sağladıktan sonra Bizans üzerine ilk seferi 42/662 yılında
gerçekleştirdiler. Anadolu ve Ermenistan’da Müslümanlar, Ermenî ve Rumlara
karşı büyük başarılar kazandılar. Bu yılda başlayan fetih hareketleri her sene
tekrarlanır hale gelmişti.[231]
43/663 yılında
Busr b. Ebî Ertat komutasındaki ordu İstanbul’a kadar ulaşmıştı.[232] 44- 45/664-665 yıllarında
Abdurrahman b. Halid b. Velid komutasındaki ordu Bizans topraklarına girmiş ve
burada fetih hareketlerine devam etmişti.[233]
46/666 yılında Mâlik b. Hubeyre, 47- 50/667-670 yıllarında Mâlik b. Hubeyre,
Abdurrahman el-Ğaynî, Abdullah b. Kays el-Fezarî, Fudale b. Ubeyd, Abdullah b.
Mes’ade, Abdullah b. Kürz, Yezîd b. Şecere gibi komutanlar buradaki fetih
hareketlerini yönetmişlerdir.[234]
49-50/669-670
yılında Süfyan b. Avf el-Ezdî komutasında İstanbul’a gönderilen orduda Yezîd b.
Muâviye’nin yanında Ebû Eyyûb el-Ensârî başta olmak üzere birçok sahabe ve
sahabe çocukları yer almışlardı. Rumlarla şiddetli çarpışmalar olmasına rağmen
açlık ve hastalığın Müslümanları olumsuz yönde etkilemesi onları bu seferi
yarıda bırakmaya zorlamıştı.[235]
52/672 yılında
İslâm donanması Tarsus, Rodos adası ve İzmir’i ele geçirmişti.[236] 54- 60/674-680 yılları
arasında da devam eden bu fetih hareketleri çerçevesinde Müslümanlar,
Anadolu’ya hem karadan hem de denizden seferler düzenlemişlerdi. Muhammed b.
Malik, Maan b. Yezîd es-Sülemî, Malik b. Abdullah, Amr b. Muhriz, Abdullah b.
Kays, Yezîd b. Şecere, Amr b. Murre el-Cühenî bu süre zarfında Anadolu’da fetih
hareketlerinde bulunan komutanlar olarak yaz ve kış seferlerinde görev
yapmışlardı.[237]
Horasan ve
Sind bölgesinin büyük bir kısmı Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk yıllarında
fethedilmişti. Gerek Hz. Osman’ın son döneminde gerekse Hz. Ali’nin döneminde
meydana gelen iç çekişmeler nedeniyle bu bölgedeki insanlar İslâm devleti ile
aralarındaki anlaşmayı bozmuşlardı. Bu bölgede yeni fetih hareketinden çok
fethedilen yerlerde tekrar itaatin sağlanması için mücadele verildi.[238]
Horasan ve
Sind bölgeleri idarî bakımdan Basra’ya bağlı idiler. Muâviye’nin Basra valisi
Abdullah b. Âmir’di.[239] Vali Abdullah, Abdurrahman b.
Semure’yi Sicistan’a vali tayin etti. Abdurrahman 42/662 yılında Zabûlistan ve
Kabil’e kadar olan bölgeyi fethetti. Abdurrahman Ziyad’ın Basra’ya vali tayin
edilmesine kadar bu görevde kaldı.[240]
Bu bölgede
42/662 yılında Abdullah b. Âmir tarafından Horasan’a vali tayin edilen Kays b.
el-Heysem, anlaşmalarını ihlal etmiş olan Beğadiş, Herat, Buşenc ve Belh
şehirlerinin itaatini yeniden sağlamaya çalışmıştı.[241]
Bu bölgede
karışıklıkların önlenmesi için Abdullah b. Âmir’in yerine vali tayin edilen
Ziyad’a geniş yetkiler tanınmış, Horasan, Sicistan bir müddet sonra da Hind,
Bahreyn ve Umman bölgeleri kendisine bağlanmıştı. Ziyad karışıklığın en çok
olduğu Horasan bölgesini idarî açıdan dört bölgeye ayırarak yönetimini
kolaylaştırdı. Bu düzenlemeden sonra bölgesel valilerin itaat edecekleri genel
vali olarak Hakem b. Amr’ı atadı. Genel vali Hakem Toharistan’da birçok
fetihlerde bulundu.[242]
Hakem b.
Amr’ın vefatıyla Ziyad, genel valiliğe Rebî b. Ziyad’ı getirdi. Rebî,
Kuhistan’ı fethetmiş, sonra da Ceyhun nehrini geçerek karşı yakada fetih
hareketlerinde bulunan ilk kişi olmuştu.[243]
Ziyad ve
Rebî’nin vefatıyla Horasan bölgesine Ubeydullah b. Ziyad atandı. Ubeydullah
burada Buhara’ya bağlı Beykend ve Ramisîn’i fethetti. Burada Türkler’le
mücadele etti.[244] Burada başarılı
olan Ubeydullah Basra valiliğine atanınca Horasan valiliğine Said b. Osman b.
Affan atandı. Onun zamanında Buhara ve Semerkand üzerine seferler düzenlendi.[245] Said’in
azledilmesinden sonra bu bölgeye Abdurrahman b. Ziyad tayin edildi. Muâviye
’nin vefatına kadar bu görevde kalmasına rağmen kayda değer bir fetih
hareketinde bulunmadı.[246]
Kuzey Afrika fetihleri
Mısır üzerinden yürütülmekteydi. Mısır valisi Amr b. el-Âs, onun vefatıyla
göreve getirilen Utbe b. Ebî Süfyan ve daha sonra görev alan Amr’ın oğlu
Abdullah zamanlarında önemli bir fetih hareketinde bulunulmamıştı. Bu dönemde
Ukbe b. Nafi düzenlediği seferlerle Ifrikiye’de Godames’i ve Sudan
topraklarının bir kısmını fethetmişti. Bu durum 47/667 yılında Muâviye b.
Hudeyc’in Mısır valiliğine getirilmesine kadar devam etti. Muâviye b. Hudeyc
ilk defa denizden Sicilya’ya sefer düzenleyen kimse unvanını aldı. Onun
döneminde Ukbe b. Nafi Ifrikiye’de askerî amaçlı Kayravan şehrini inşa etti.[247]
50/670 yılında
azledilen Muâviye b. Hudeyc’in yerine Mesleme b. Muhalled vali tayin edildi.
Mısır, Mağrib, Berka, Ifrikiye ve Trablus’un tamamı kendisine bağlandı. Mesleme
önemli fetihlerde bulunmuş Ukbe’yi görevden alarak yerine azatlısı
Ebu’l-Muhâcir’i görevlendirmişti. Bu ikili Muâviye ’nin vefatına kadar görevde
kalmışlardı.[248]
Mesleme vali
olduktan sonra Mısır eski valisi Muâviye b. Hudeyc’i Mağrib bölgesinden Celula’ya,
54/674 yılında Halid b. Sabit el-Fehmî’yi yine Mağrib’e, 57/678 yılında da
Hassan b. Numan el-Gassanî’yi Afrika’ya fethe göndermişti. 59/678 yılında
Ifrikiye valisi Ebu’l- Muhâcir önce Kartaca şehrini sonra da Ifrikiye’nin en uç
noktası olan Mile şehrini fethetmişti.[249]
Uzun bir
aradan sonra Muâviye döneminde tekrar başlayan fetih hareketleri toplumun
dikkatini fetihlere çevirmeyi başarmıştı. İç huzursuzluk ve ayaklanmalar biraz
olsun bu sayede kesintiye uğratılmış oldu.
İKİNCİ BÖLÜM
MUÂVİYE BİN EBÎ SÜFYAN’A YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
Muâviye
b. Ebî Süfyan’ın Kişiliği Ve Hakkındaki Farklı Değerlendirmeler
Muâviye gerek
Emevî ve gerekse Abbasî halifeleri içinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Kırk
yıllık siyasî hayatında ciddi hiçbir hadise onun ilerlemesine engel
olamamıştır. Hasan b. Ali’nin halifelikten çekilmesi üzerine rakipsiz ve İslâm
kuvvetlerinin fethettiği topraklarda, fethedilen yerlerden hiçbirisini elden
çıkarmadan hüküm sürmüş ve bu vasfı ile Abdülmelik, Mânsur ve Hârun el-Reşîd
gibi kudretli halifeleri bile gölgede bırakmıştı.[250]
Bu siyasî
başarısının altında onun yetişme tarzı yatmaktadır. Yetiştiği ilk çevre onu
dinî inanç dışında, hayata tam olarak hazırlamıştı. Gençlik yıllarını,
Kureyş’in riyaset makamına yükselen babası Ebû Süfyan’ın yanında tıpkı bir
prens gibi geçirdiği muhakkaktır. Bunun yanında o, dönemin siyaset ve harp
yoğunluğunun tam içinde yaşamış olması da onu hayata erken hazırlayan
nedenlerden olmalıdır.
Gençliğinin
ilk devresinde babasının Mekke liderliği ve nüfûzu sayesinde geniş imkanlara ve
yetişme şansına sahip olan Muâviye , müslüman olduktan sonra da okuma- yazma
bilmesi, yetenekli ve kabiliyetli olması sebebiyle de Hz. Peygamber’e yakın
olmuş, onun yönetimini yakından izleme fırsatını bulmuştur. Bir yandan yeni
hükümet sisteminin bütün müesseselerini öğrenirken diğer yandan sonradan
birlikte çalışacağı Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer veya mücadele edeceği Hz. Ali gibi
kimseleri yakından tanıma fırsatını bulmuştu. Bu iki cepheli yetişme tarzı genç
yaştaki Muâviye’yi olumlu yönde etkilemiş, tecrübeler kazandırmış ve onu
istikbal için hazırlamıştı.
Muâviye b. Ebî
Süfyan’ın kardeşi Yezîd b. Ebî Süfyan’ın ölmesi üzerine yakınlarının “İnşallah
Muâviye, Yezîd’in yerine geçer.” demeleri üzerine onlara verdiği cevapta Hind:
“Muâviye gibi birisinin hiç kimseye halef olamayacağını, her taraftan Araplar
toplansa ve o da içlerine salınsa, istediği şeyi elde ederek içlerinden yüz akı
ile çıkacağını” belirtmişti.[251] Bu cevap onun Muâviye ’ye
duyduğu güvenin bir göstergesi ve Muâviye ’nin kişiliğini ortaya koyması
bakımından dikkat çekicidir.
Muâviye ’nin
akıllıca yumuşaklığı ve nefsine tam hakimiyetini ifade eden hilmi herkes
tarafından onun en önemli özelliği olarak gösterilir ve onun bu özelliği takdir
edilmektedir. Araplar bu vasıf ile gerçek idare adamlarını vasıflandırmak
istemişler ve “Muâviye’nin hilmi” Araplar arasında darb-ı mesel olmuştur.
Muâviye ’nin bu vasfını izzet-i nefsine yapılan anî hakaretlerde bile muhafaza
ettiği söylenmektedir. Onun güler yüzü ve soğukkanlılığı en inatçı muhaliflerini
bile zararsız hale getirebiliyordu. Tahsis ettiği maaşların ve cömertçe
dağıttığı ihsanların neticesinde en inatçı muhaliflerini bile etkilemeyi ve
elinde tutmayı başarmıştı. Yanında bulunanlar onun verdiği bazı ihsanların
büyüklüğü karşısında hayretlerini ifade ettiklerinde “Bir harp bundan daha
fazlasına mal olur.” demişti. Onun hilmine örnek olarak rivâyet edilen şu
hadise gerçekten onun bu konudaki özelliğini ortaya koymaktadır. Bir adam
Muâviye ’ye: “Sen çok halîmsin!” demişti. Muâviye ’de ona: “Ben herhangi bir
kimsenin hatasının benim hilmimden daha büyük olmasından utanırım.” diye
karşılık vermişti.[252]
Muâviye büyük
bir belagat kabiliyetine, süratle karar verebilme kudretine, icat edici bir
düşünceye ve icabı halinde hileden çekinmeyecek kadar geniş bir vicdana sahipti
denilmektedir. Muâviye b. Ebî Süfyan, devrinin önde gelen beş Kureyşli hatibi
arasında sayılmakta idi. “Dilim ile, Ziyad’ın kılıcı ile kazandığından daha
fazla başarı elde ettim.”sözü onun bu özelliğinin en güzel örneğidir. Muâviye ’nin
kırk yıllık siyasî ve idarî hayatını üzerine bina ettiği en önemli
prensiplerinden birisi de, parasının iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın iş
gördüğü yerde kırbaca, kırbacın iş gördüğü yerde kılıca gerek duymamıştır.
Bütün bunlar yeterli olmazsa o zaman güce başvurmuştu.[253]
Lüzumsuz güç
kullanımına karşı isteksiz, meseleleri zorla halletmeyecek kadar basiretli,
fakat devletin menfaatleri söz konusu olunca hiçbir şeyi yapmaktan çekinmeyen
bir yaratılışta idi. Kaynaklar onun cömertliğini, tebaasına yaptığı ihsanları,
onların teveccühlerini elde etmeyi ve kalplerini kazanmasını takdir etmekten
kendilerini alamazlar. Hakaretlere tahammül, idare hususunda metanet, insanlara
mevkîlerine göre muamele ustalığı, halkın her bireyine saygı gösterme ve
iltifat etme onun meziyetleri arasındaydı. İnsanlarla ilişkilerine son derece
önem veren ve onu sağlam temeller üzerine oturtmaya çaba gösteren Muâviye , bu
konudaki prensibini şu şekilde açıklar: “İnsanlarla kendi aramda ebediyen koparmadığım bir dostluk
bağı vardır. Onlar ipi asıldıklarında (koparmaya çalıştıklarında) ben onu
gevşetirim, onlar ipi gevşetirlerse ben onu asılırım.”[254]
Harp
meydanlarında pek anlı-şanlı kahramanlığı olmamasına rağmen Muâviye , nadir
yetişen bir diplomat, çevresini iyi tanıyan ve ileri görüşlü bir idareci ve
siyasî mücadelelerden hep başarıyla ayrılmış bir politikacıydı. Muâviye
insanların idaresinde yalnızca kuvvetin başarı sağlamayacağına inanıyordu.
Halkın sevgisini kazanmaya çalışmak suretiyle kendisine bağlamayı tercih etmiş
olması, “Dünyanın kılıçtan daha iyi olarak dil ile idare edileceğine” inanması,
onun lehine kaydedilecek hususlardır. Bu düşüncesi onu, eyaletlerden ve büyük
kabilelerden gelen heyetleri, onlara şahsen şikayet hakkı tanımak suretiyle sık
sık fikirlerini almak ve idarî işlerde az da olsa iştirak ettirmek yolu ile
kabule sevk etmiş idi. Hiçbir zaman tebaasının tenkitlerinden ve şairlerin
hicivlerinden çekinmemişti. O: “Birer fiil haline gelmediği müddetçe kelimeler
beni alâkadar etmez.” diyordu.[255]
Muâviye Hz.
Peygamber’den hadisler rivâyet etmiş bir sahabedir. Sahihayn’da, müsned ve
sünenlerde bulunan bu rivâyetlerin sayısı 163’e kadar ulaşır. Buharî ve Müslim
bu hadislerden dördü üzerinde ittifak etmişlerdir. Ayrıca bu dört hadisten
başka Buharî dört, Müslim ise beş hadisi kitaplarına almışlardır.[256]
Muâviye ’nin
fizikî görünüşü ile ilgili kaynaklar ortak bir portre çizmezler. Onu asık
suratlı, iri gözlü, sık sakallı, geniş göğüslü, büyük butlu ve kısa bacaklı
olarak tasvir edenlerin yanında;[257]
uzun boylu, beyaz tenli, yakışıklı olduğunu ve güldüğü zaman üst dudağının içi
dışına döndüğünü rivâyet edenler de vardır.[258]
Tarihçi
Mes’udî bir devlet adamı olarak Muâviye ’nin bir gününü nasıl geçirdiğini bize,
bütün teferruatıyla anlatmaktadır: “Muâviye günde beş defa halkı dinlerdi. Sabah
namazından sonra görevlilerden ülkenin durumuyla ilgili bilgiler alır,
müteakiben Kur’an’dan bir cüz okurdu. Sonra da bir müddet odasına çekilir,
ihtiyaçlarını giderir, dört rekat namaz kıldıktan sonra önemli görevlerde
bulunan devlet memurlarını toplar, isteklerini alır, problemlerini dinler ve
kendi görüşlerini belirtirdi. Bu kahvaltı esnasında da devam ederdi. Kahvaltı
bitince odasına istirahata çekilirdi. İstirahatı bittikten sonra, camiye
giderek kendisi için hazırlanmış iskemleye oturur, muhafızları yerlerini alınca
isteyenlerin kendisine yaklaşmasını isterdi. Her türlü ihtiyaç sahipleri
dertlerini anlatırlardı. Muâviye de gereklerinin yapılması için emir verir,
ihtiyaç sahiplerini dinlemek günde beş defa tekrar edilirdi. Yatsı namazını
kıldıktan sonra önemli memurlar, saray erkanı ve danışmanları tekrar
Muâviye’nin yanına giderlerdi. Muâviye gecenin üçte birini memurlarıyla devlet
işlerini görüşerek, diğer üçte birini de Arap ve Arap olmayan devlet
başkanlarının siyasetlerini, tebaalarını idareleri, harpleri, hileleri gibi
konularda anlatılanları dinleyerek geçirirdi. Sonra da mutfaktan gönderilen
helva ve hamur tatlıları yenirdi. Muâviye gecenin son bölümünü ise uyku ile
geçirirdi. Eğer uyku tutmazsa, sarayda görevi sadece kitap okumak veya ezbere
tekrar etmek olan kişileri çağırır ve yeniden meliklerin hayatları, harpleri,
siyasetleri gibi konuları onlardan dinlerdi. Sonra da yeni bir güne başlamak
üzere sabah namazına giderdi.[259]
Abdullah b.
Amr’ın Muâviye ile ilgili söylediği şu söz Muâviye’nin idareciliği hakkındaki
kanaatlere örneklik teşkil eder. Abdullah: “Ben Muâviye’den daha iyi idareci
görmedim.”demişti. “Ömer de dahil mi?” diye sorulunca o da: “Ömer ondan daha
hayırlı idi. Muâviye ise ondan daha iyi idareci idi.” diye cevap vermişti.[260]
Muâviye b. Ebî Süfyan’a
Yöneltilen Eleştiriler
Muâviye b. Ebî Süfyan valilikle
birlikte yaklaşık kırk yıl süren idarecilik hayatında birçok icraatta
bulunmuştu. Bu icraatların bir kısmı beğeni toplarken bir kısmı ise
eleştirilere maruz kalmıştı. Özellikle Hasan el-Basrî’nin dile getirdiği şu
dört hususta Muâviye eleştiriye tâbi tutulmaktadır:
Zor
kullanarak [kan dökerek hile yaparak] hilâfeti ele geçirmesi.
Layık
olmadığı ve kötü alışkanlıkları olduğu halde Yezîd’i halef tayin etmesi.
Peygamber’in
hadisine rağmen Ziyad’ı nesebine katması.
Hucr
b. Adiy’i öldürülmesi.[261]
Araştırmamızın bu safhasında
Muâviye b. Ebî Süfyan’a yöneltilen eleştirileri tarihî kaynaklardaki rivâyetler
ışığında aktarmaya çalışacağız.
Hilâfeti
Zor Kullanarak Ele Geçirmesi
Hz. Osman
döneminin ilk yılları normal bir şekilde giderken birden işler değişmeye
başlamıştı. Hz. Osman hilâfetinin son yıllarında gerek yumuşak huylu olması
gerekse akrabalarına düşkünlüğü sebebiyle eleştirilere maruz kalmıştı. Hz.
Osman’ın valileri yaptıkları bazı yanlış icraat sonucunda tenkit edilmeye
başlanmış ve bu hoşnutsuzluk toplumun geneline yayılmıştı. Neticede Hz. Osman
evinde muhtelif şehirlerden gelen isyancılar tarafından şehid edilmişti.
Hz. Ali ve
Muâviye karşılıklı olarak bu konuda birbirini suçlamışlardır. Muâviye ’nin
göndermiş olduğu birliklerin yolda halifenin ölüm haberi ile geri döndükleri
rivâyet edilir.[262] Bu durum Muâviye ’nin elinde
imkan olmasına rağmen muhasara edildiği esnada Hz. Osman’a yardımcı olmadığı
şeklinde yorumlanmış ve Muâviye ’nin Hz. Osman’ın dirisinden ziyade, ölüsünde
istifade yoluna gittiği, çünkü yaşlı halifenin yatağında ölmesi ile muhalifleri
tarafından öldürülmesi çok farklı sonuçlara yol açacak iki husus olup, Hz.
Osman’ın öldürülmesi, Muâviye ’yi ve Ümeyyeoğullarını daha haklı bir konuma
getirmeye veya kendi iktidar davalarını sürdürebilmeleri amacıyla bir bahane
oluşturmaya yeteceği iddia edilmiştir.[263]
Ümeyyeoğulları,
Hz. Osman’ın isyancılar tarafından öldürülmesi neticesinde başta Hz. Ali olmak
üzere Medine’de bulunanları sorumlu tuttular. Muâviye de muhalefetinin temeline
bu iddiayı yerleştirdi. Hz. Osman, Muâviye ’nin asker gönderme teklifini
reddettiği gibi Medine’de bulunan ve yardımcı olarak gelen ashâbı da geri
çevirdiği, hatta Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in babalarının isteği ile gittikleri
Hz. Osman’ın evinden onun isteği ile geri döndükleri rivâyet edilir.[264]
Hz. Ali’nin
aralarında Hz. Osman’ın katillerinin de bulunduğu isyancılar tarafından
Medinelilere yapılan baskı sonucu halife seçilmesi ileride iktidarının
meşrûiyeti meselesinde gündeme getirilmesine neden oldu. Hz. Talha ve Hz.
Zübeyr’in kendilerinin de kılıç zoruyla biat ettiklerini söylemeleri bu
meşrûiyeti daha da tartışılır hala getirdi.
Hz. Ali halife
olunca İbn Abbas ve Muğîre’nin tavsiyelerini dinlemeyerek Hz. Osman’ın bütün
valilerini azletti. Bu durum Muâviye ile iktidar mücadelesinin başlangıcı oldu.
Hz. Ali’nin kendisine biat etme teklifini Şamlıların ileri gelenleri ile
istişare edip reddetti. Hz. Osman’ın Kelb kabilesine mensup eşi Nâile onun
kanlı gömleğini Şam’a gönderdi. Şam’da Hz. Osman’ın kanını talep eden büyük bir
kitle oluştu.
Muâviye
aralarındaki akrabalık bağına dayanarak Hz. Osman’ın kanını talep ederken bu
görüşünü, “Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin. Kim ki haksız
yere öldürülürse, onun velisine (hakkını alması için) yetki verdik. (Fakat o
da) Öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü kendisine yardım edilmiş(yetki
verilmiş)tir.”[265] âyetine dayandırıyordu. Konum
itibariyle akrabaları arasında bu hakkı talep edecek gücü kendisinde görüyordu.
Hz. Ali ve Muâviye
arasında yazışmalar uzun süre devam
etti. Muâviye Benî Abs’tan Kubeysa
adında biriyle “Muaviye’den Ali’ye” yazısının bulunduğu boş bir mektubu Hz.
Ali’ye gönderdi. Bu boş mektubu gören herkes Muâviye ’nin Hz. Ali’ye itaat
etmeyeceğini anladılar. Elçi Hz. Ali’ye “ Ben geldiğim yerde kısastan başka bir
şeye razı olmayan bir topluluk bıraktım geldim.” deyince, Hz. Ali “Hangi
kısas?” diye sordu. Elçi Şam’daki durumu anlattı ve oradaki halkın Hz. Osman’ın
kanının bedelini talep ettiğini başka bir şey kabul etmeyeceklerinin bildirdi.
Hz. Ali’nin “Ben Osman’a yardımcı olmadım mı?
Allah’ım ben
Osman’ın kanına bulaşmadım.” sözü kendisine haber verilen Muâviye “Ali Osman’ı
öldürmediğini söylüyor, biz onun bu sözünü reddetmiyoruz. Öyle ise Osman’ı
öldürenleri bize versin, onları biz öldürelim.” diyerek bu konudaki ısrarını
sürdürdü.[266]
Muâviye b. Ebî
Süfyan, Şamlıların tam desteğini alarak Hz. Osman’ın velisi olduğu öne sürerek
onun kanını talep ediyor ve katillerin bulunup cezalandırılmasını istiyordu.
Hz. Ali ise bu
işte acele edilmemesini, kısası alabilmek için insanların toplanmasını ve
ittifakın sağlanmasını bekliyordu. İsyancıların ve onların aşiretlerinin sayıca
çokluğunu ve bunların kendi ordusu içine karıştığını, bu esnada kalkıp onlardan
Hz. Osman’ın kanını istemenin durumu daha da kötüleştireceğini söylüyordu. Ona
biat edildiği vakit Medine zaten isyancıların kontrolündeydi. İsyancıların onun
ordusu içinde yer alması Hz. Ali’nin onlarla birlikte hareket ettiği ithamını
beraberinde getirdi. Aslında Hz. Ali onları bertaraf etmek için fırsat
kolluyordu. Nitekim Cemel topluluğuyla anlaşmak üzere olduğu zaman ordusu
içinde bulunan Hz. Osman’ın katillerinden berî olduğunu ilan etti.[267]
Hz. Ali’nin bu
tavrına rağmen pratikte her hangi bir faaliyetin gerçekleşmemesi Hz. Ali’ye
olan muhalefeti devam ettirdi. Tarihe Cemel olayı olarak geçen hadise Muâviye
’yi muhalefetinde güçlendirdi. Hz. Ali’ye olan muhalefetinde kendisine çok
güçlü dayanaklar bulmuştu.
İki taraf
arasında karşılıklı olarak elçiler gidip gelmekteydi. Elçiler vasıtasıyla
Muâviye , Hz. Ali’nin idareyi tanıması ve biat etmesi isteğine “ Sen
Muhâcirleri Osman’ın katli için tahrik ettin, Ensârı da ona yardımdan
alıkoydun. Cahiller sana uydu, seninle kuvvet buldular. Fakat Şamlılar Osman’ın
katillerini bize teslim edinceye kadar seninle savaşmaya karar verdiler. Eğer
onları bize teslim edersen hilâfet meselesi de şûraya havale edilir.” diye
cevap veriyordu. Hz. Ali ise onun bu isteğine “ Osman’ın oğulları varken sana
ne oluyor, onlar bu işe senden daha evlâdır. Eğer Osman’ın kanını talep etmede
ben daha kuvvetliyim diyorsan, o zaman önce biat ederek meşru hükümeti tanı,
sonra ben gereğine bakarım.” diye karşılık veriyordu.[268]
Muâviye Hz. Osman’ın öldürüldüğü ilk günlerde Hz. Ali’nin biat isteğini
reddediyordu. Bu muhalefetinin sebebini de Hz. Osman’ın kanını talep etmeye
bağlıyordu. Hilâfet meselesini gündeme getirmiyordu. Ama görüldüğü üzere Cemel
savaşı sonrasındaki yazışmalarda artık Hz. Ali’nin hilâfetini tanımadığını
açıkça ortaya koyuyor ve hilâfetin şûraya havale edilmesini istiyordu.
İki taraf
arasındaki mücadele Sıffîn’de karşı karşıya gelmelerine sebep oldu. Savaşa
başlamadan önce aralarında meydana gelen yazışmalar ve gidip gelen elçiler
mücadelenin hangi temele dayadığını göstermesi açısında önemlidir.
Savaş başlamadan
önce Ebû Derda ve Ebû Ümame Muâviye’nin yanına gelerek şöyle dediler: “Ey
Muâviye! Bu adamla niye savaşıyorsun. Allah’a yemin ederiz ki, o senden de
senin babandan da daha evvel İslâm’a girmiştir. Rasûlüllah’a senden daha
yakındır. Halifeliğe senden daha layıktır.” Muâviye onlara şöyle cevap verdi: “Ben
Osman’ın intikamı için onunla savaşıyorum. O, Osman’ın katillerini barındırdı.
Gidin ona deyin ki: Osman’ın katillerinden bizim için intikam alsın, onlara
kısas uygulasın. Böyle yaptığı takdirde Şamlılardan ona ilk biat eden ben
olacağım.” Ebû Derda ve Ebû Ümame Hz. Ali’nin yanına gelerek Muâviye ’nin
söylediklerini ona aktardılar. Hz. Ali de onlara şöyle dedi: “Şu etrafımda
gördüğünüz adamların hepsi Osman’ın katilleridir.” Hz. Ali’nin böyle demesi üzerine
büyük bir topluluk ortaya çıkarak: “Biz Osman’ın katilleriyiz. Varsa, isteyen
karşımıza çıksın.” dediler. Bunun üzerine Ebû Derda ve Ebû Ümame oradan
ayrıldılar ve savaşa şahit olmadılar.[269]
Bu rivayet Hz. Ali’yi Hz. Osman’ın katilleriyle aynı safta göstermekte ve
onları desteklediği intibaını vermektedir. Bu rivayetin Hz. Ali’yi haksız
çıkarmak için öne sürülmüş olduğu kanaatindeyiz.
Hz. Ali, Beşir
b. Amr el-Ensarî, Said b. Kay s el-Hamedanî ve Şebes b. Rebî’yi Muâviye’nin
yanına elçi olarak gönderdi. Bunlar Muâviye ’nin yanına gittiklerinde Beşir b.
Amr ona şöyle demişti: “Ey Muâviye! Bilmiş ol ki bu dünyan kaybolup gidecektir
ve sen ahirete yöneleceksin. Bil ki Yüce Allah seni dünyada yaptıklarından
dolayı sorguya çekecek, bu yüzden ya mükafatlandıracak, ya da cezalandıracak.
Sana şunu hatırlatayım ki, sakın bu müslüman cemaatin arasına ayrılık sokup, bu
ümmetin kanını heder etmeyesin.” Muâviye ona şunu sordu: “Sen kendi adamına
bunları tavsiye ettin mi?” Beşir b. Amr da “Benim adamım senin gibi değildir. O
gerçekten iyilik konusunda bu işe daha layık olması yanında, fazilet, dine
bağlılık ve İslâm’a ilk girenlerden olmak ve Rasûllüllah’a olan yakınlık
bakımlarından da daha üstündür ve bu iş onun hakkıdır.” diye cevap verince
Muâviye “Peki Ali ne istiyor?” diye sordu. Beşir b. Amr cevaben “Allah’tan
korkmanı sana tavsiye edip amcanın oğluna icabet ederek ona biat etmeni ve
Hakk’a yönelmeni istiyor ki bu senin dinin ve ahiretin için mutlaka daha
hayırlıdır.” dedi. Muâviye “Peki bizler böyle yapıp da Affan’ın oğlunun kanını
terk mi edelim? Hayır, vallahi ben bunu kesinlikle yapacak değilim.” diyerek bu
teklife itiraz etti. [270]
Bunun üzerine
Şebes b. Rebî “Ey Muâviye! Vallahi istediğin bizim için gizli kapaklı bir şey
değildir. Onları kendine çekip hevâ ve hevesleriyle meylettirmen ve itaat
ettirebilmen şu sözleri tekrarlayıp durmanla mümkün olmaktadır. Sen
yanındakilere şöyle diyorsun: Sizin imamınız haksız yere öldürüldü, biz de onun
kanını talep ediyoruz.” İşte bu sözlerin üzerine bir sürü isyancı sana uyuyor
ve bu davetine katılıyor. Senin bugün istemiş olduğun noktaya gelebilmek için
Hz. Osman’a yardım etmekte geciktiğini, onun öldürülmesine rıza gösterdiğini ve
bunu arzuladığını iyi biliyoruz. Umulur ki bir kimse ile istemiş olduğu şey
arasına Yüce Allah girer ve onu istediğine ulaştırmaz ve olabilir ki Yüce Allah
bir gayeye ulaşmak isteyen kimseyi daha da ileri bir noktaya ulaştırır,
muvaffak kılar. Vallahi bu yaptıklarının hiçbirisinde de hayır olmayacaktır.
Vallahi umduğun konularda eğer hataya düşecek olursan bugün Arapların en kötü
insanı olarak tanınacaksın. Temenni ettiğin şeye ulaşabilmen ancak cehennem
ateşine atılmanla mümkün olabilecek. Allah’tan kork Muâviye! İşe layık olan ile
çekişme Şu an istediğin şeyden vazgeç ve bu konuda ayrılıklar çıkarıp ümmetin
arasına tefrika sokma.” deyince Muâviye “Her şeyden evvel benim burada gördüğüm
husus, kavminin efendisi ve son derece şerefli ve üstün olan bir adamın sözünü
kesip haberli olmadığın bir konuya girmen ve bilmediğin bir hususta sözler
söylemendir. Ey kaba bedevî! Sen bilmediğin bir konuda yalan söyledin ve
anlattığın her konuda da bir sürü yalanlar uydurdun. Çek git yanımdan. Artık
aramızda kılıçtan başka hiçbir şey olmayacaktır.” diyerek heyeti yanından
gönderdi.[271] Bu başarısız uzlaşma
girişiminden sonra Sıffîn savaşı başladı. Savaş mübareze tarzında küçük
grupların çarpışması şeklinde devam ediyordu. Savaş bir süre sonra durarak
tekrar barış görüşmelerine başlandı.
Hz. Ali, Adiyy
b. Hatem’i, Yezîd b. Kays’ı, Ziyad b. Hafsa’yı ve Şebes b. Rebî’yi elçi olarak
Muâviye ’nin yanına gönderdi. Muâviye ’nin huzuruna girdiklerinde Adiyy ona
şunları söyledi: “Bizler Yüce Allah’ın aramızı bulup bizi birleştirmesi için
gayret sarf etmek, bu ümmetin birliğini sağlamak, dökülen kanları bir an evvel
durdurmak, iki taraf arasında barışı sağlayıp aralarını bulmak için seni barışa
davet etmeye geldik. Senin amcanın oğlu Müslümanların efendisi, en
faziletlilerinden birisi, İslâm’a ilk girenlerden ve İslâm’da en çok tesiri
olan şahsiyetlerdendir. Bütün Müslümanlar ona biat etti, senden ve senin
yandaşlarından başka muhalefet eden çıkmadı. Ey Muâviye! Kendini koru. Sana ve
arkadaşlarına Cemel gününde diğerlerinin başına gelen musibetler gelmesin.”
Adiyy’in bu
sözleri üzerine Muâviye “Senin sanki arayı bulmak ve barışı sağlamak için değil
de ben tehdit etmeğe gelmiş bir halin var. Ey Adiyy! Şunu iyi bilin ki ben
savaş çocuğuyum ve böyle saldırılar bana tesir etmez. Vallahi sen Osman’ın
üzerine saldırtılan adamlardan ve Osman’ın katillerindensin. Osman’ın katlinden
dolayı senin de öldürülmeni Allah’tan diliyorum.” dedi.
Yezîd b. Kays
ise Muâviye ’ye şunları söylemişti: “Bizler buraya sadece emredileni bildirmek
ve senden duyduklarımızı da oraya götürmek üzere gelmiş bulunuyoruz. Bir hüccet
olsun diye sana bazı öğütlerde bulunmayı ve bazı şeyleri hatırlatmayı da terk
edecek değiliz. Bunu yapmaktaki gayemiz tekrar Müslümanlar arasında bir
yakınlığın doğması ve cemaatin toparlanmasıdır. Bütün Müslümanlar bizim
arkadaşımızın (Hz. Ali’yi kastederek) faziletini biliyorlar ve bunu sen de
biliyorsun. Bunun için Allah’tan kork ve sakın muhalefet etme. Vallahi biz
dünya hayatında ondan daha ileri derecede takva sahibi, zühde sarılmış ve her
türlü hayrı ve güzel vasıfları kendisinde bulunduran bir adama rastlamadık.”
Muâviye heyete
şu cevabı verir: “Siz bizi itaate ve cemaate davet ediyorsunuz. Cemaate
bakarsak, kendisine katılmaya bizi çağırdığınız bu cemaat bizim yanımızda da
vardır. Sizin adamınıza ve arkadaşınıza benim itaat etmeme gelince, bunu ona
layık görmüyorum. Çünkü o bizim halifemizi öldürdü ve cemaatimizi dağıtarak
insanları bize karşı kışkırttı. Ayrıca adamınız Osman’ı öldürmediğini
zannediyor. Biz onun bu zannını kabul ederiz. O zaman bize Osman’ın katillerini
versin, onları öldürelim ve itaat edip, bahsettiğiniz cemaate dönelim.”[272]
Görüldüğü
üzere Muâviye itaati ancak Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması şartına
bağlıyordu. Hz. Ali’ye biat etmek için bu şartın yerine getirilmesini
istiyordu. Eğer bu şartı yerine getirilmezse Hz. Ali’yi katillerle hareket
etmekle ve onları korumakla itham ediyordu. Muâviye kendisine gelen elçilere
Hz. Osman’ı Hz. Ali’nin öldürttüğü söyleyince Hz. Ali “Allah’a yemin ederim ki
Osman’ı ben öldürmedim. Öldürülmesini de emretmedim. Başkalarını da ona karşı
kışkırtmadım. Asiler fitne konusunda Kur’an’ı Osman’a karşı tevil ettiler. Bu
yüzden bölünme ve parçalanma meydana geldi. O halife iken ve hakimiyeti elinde
bulundururken öldürüldü. Benim onlara karşı yapabileceğim birşey yoktu.”
demişti. Elçiler gelip Hz. Ali’nin söylediklerini Muâviye ’ye aktarınca o da
“Eğer durum Ali’nin dediği gibiyse ona ne olmuş. Yönetim bizim dışımızda, şûra
yapılmaksızın ne bizden ne de burada bulunanlardan herhangi birine verilmiş
değildir. Yönetimi o ele geçirmiş. Bu niye böyle olsun?” diye sordu.
Hz. Ali,
Muâviye ’nin bu sorusuna şu şekilde cevap verdi: “İnsanlar, Muhâcir ve Ensâr’la
birliktedirler. Bunlar insanların yönetim hususunda ve din işlerinde önde gelen
şahsiyetleridir. Bunlar benden hoşnut olmuşlar ve bana biat etmişlerdir. Ben,
Muâviye gibi ümmete tahakküm eden, birliği bozan bir kimseye halifeliği
devretmeyi helal saymam.” [273]
Bu sefer
Muâviye , Habîb b. Mesleme el-Fihrî, Şurahbil b. es-Sımt ve Maan b. Yezîd
el-Ahnas’ı elçi olarak Hz. Ali’ye gönderdi. Bunlardan Mesleme Hz. Ali’ye
şunları söyledi: “Osman son derece samimi bir halife olup Allah’ın kitabıyla
amel eder ve onun emirlerine bağlı kalırdı. Onun hayatta olması size ağır
geldi. Bir an evvel ölmesini arzu edip ona karşı düşmanlık ettiniz ve nihayet
onu öldürüverdiniz. Eğer Osman’ı öldürmediğini söylüyorsan o halde onun
katillerini bize ver de onları öldürelim. Sonra yüklenmiş olduğun bu emirlikten
vazgeç ki Müslümanların işleri şûra ile olsun ve emirlerini tekrar, yeni baştan
seçsinler ve hep birlikte etrafında toplanacakları birisine bu işleri havale etsinler.”
Mesleme’nin bu sözleri üzerine Hz. Ali “Senin beni halifelikten azletmeye ve bu
işten söz etmeye hakkın var mı annesini yitiresi adam! Sus! Senin bu konuda söz
söyleyecek hakkın ve yetkin yoktur.” diyerek sert bir şekilde karşılık verdi.
Gelen elçiler
söyleyecek başka sözleri olmadığını, Hz. Ali’nin söyleyecek sözü varsa
dinleyeceklerini belirttiler. Bunun üzerine Hz. Ali onlara, Hz. Peygamber’in
bi’setini ve insanları doğru yola ilettiği anlattı. Sonra Hz. Peygamber’in
vefat ettiğini ve insanların da Hz. Ebû Bekir’i halife seçtiklerini, Hz. Ebû
Bekir’in de Hz. Ömer’i yerine halife tayin ettiğini zikretti. Bu iki halifenin
ümmet içinde doğru yoldan ayrılmadıklarını ve adaletli davrandıklarını belitti.
Sonra “Bizler Hz. Peygamber’in akrabaları ve yakınları olduğumuz halde her iki
halifeye itaat etmeyi kendimize gerekli gördük. Sonra Müslümanlar Osman’ı
halife tayin ettiler. Tasvip etmeyip ayıpladıkları bazı icraatlarda bulunması
üzerine de gidip onu öldürdüler. Sonra bana gelerek “biat al” deyince ben hep
kaçındım. Onlar: “Müslümanların biatini al. Bu ümmet senden başkasına razı
değildir. Müslümanların ayrılığa düşmelerinden korkuyoruz.” diye ısrar ettiler.
Bunun üzerine ben de onların biatlerini aldım. Biat ettiği halde bana karşı
çıkan iki kişi ile Muâviye’nin, İslâm’da her hangi bir önceliği ve İslâm’a
bağlılığı ve yakınlığı söz konusu olmadığı halde, o ve babası İslâm’a
istemeyerek girdikleri güne kadar Allah’a ve Rasûlüne savaş açan bir adamın,
yaptıklarından başka, zorluklarla ve muhalefetlerle karşılaşmadım. Fakat beni
en çok hayrete düşüren husus da onunla beraber olmanız, ona bağlanarak Hz.
Peygamber’in ehl-i beytini terk etmenizdir. Onlara düşmanlık beslemek ve
muhalefet etmek, size yakışmazken nasıl oluyor da böyle davranıyorsunuz, ona
hayret ediyorum. Haberiniz olsun ki sizi Allah’ın kitabına, peygamberin
sünnetine, hakkı yerleştirip batılı yok etmeye ve dinin emirlerini yerine
getirmeye davet ediyorum. Benim diyeceklerim bundan ibarettir. Kendime, size ve
bütün mü’minlere Allah’tan mağfiret dilerim.” diyerek sözünü bitirdi.
Hz. Ali’nin bu sözlerinden sonra
gelen elçiler: “Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğüne şahadet eder misin?” diye
sordular. Hz. Ali onlara cevaben şöyle dedi: “Ben onun zalim veya mazlum olarak
öldürüldüğünü söyleyemem.” Elçiler de şöyle deyip ayrıldılar: “Biz Osman’ın
mazlum olarak öldürüldüğünü itiraf etmeyen kimselerden uzağız.”[274]
Neticede uzun süren yazışmalardan ve uzlaşmak için gönderilen elçilerden bir
netice alınamamış oldu.
Barış
arayışları nedeniyle kesintiye uğrayan savaş görüşmelerin olumsuz sona ermesi
sonucu şiddetli bir hal aldı. Savaşın en şiddetli esnasında Ammar b. Yâsir’in
öldürülmesi tartışmayı daha da alevlendirdi. Çünkü Hz. Peygamber’in şöyle
dediği rivâyet edilmektedir: “Ammar’ı isyancı (bâği) bir zümre öldürecek.”[275] Bu hadis neticesinde
Muâviye b. Ebî Süfyan ve taraftarları meşrû yönetime isyan eden bir zümre olmuş
oluyordu. Ammar b. Yâsir’in öldürüldüğü gün Abdullah b. Amr, babasına Hz.
Peygamber’in bu hadisini anlatmış, Amr b. el-Âs da bunu Muâviye ’ye söyleyince
onun “Ammar’ı biz mi öldürdük. Hayır. Onu buraya getirenler öldürdü.” dediği
rivâyet edilmektedir.[276]
[277]
Sıffîn savaşı
Şamlıların mızrakların ucuna Mushafları takıp havaya kaldırmaları ile kesilmiş
ve iki taraf hakem kararını kabul etmişti. Bu kararla birçok müslümanın öldüğü
Sıffîn savaşı sona ermişti. Tahkimden de İslâm toplumu birlikteliğe götürecek
bir karar çıkmamıştı. Bundan sonra Muâviye artık adım adım hilâfete uzanacaktı.
Hz. Ali
fazilet ve İslâmî geçmiş ve Rasûlüllah’a akrabalık yönünden kendisini Muâviye
’den önde görüyor. Ayrıca faziletçe de Muâviye ’yi kendisinden geride
görüyordu. Çünkü ona göre Muâviye İslâm’a geç girenlerdendi. Babası Ebû Süfyan
Rasûlüllah’a düşmanlık etmiş, onunla savaşmıştı. Bazen de bunların, başka çıkar
yol bulamadıkları için İslam’a girdiklerini düşünüyordu. Ensâr ve Muhâcirin
büyük çoğunluğunun kendisine biat etmesini göstererek onların bu işte yetkili
olduklarını 277 belirtiyordu.2
Muâviye ise
Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’e olan yakınlığını ileri sürerek halife olması
gerektiğini öne sürmesine karşılık şu görüşleri yaymaya çalışmıştır.
Hz. Peygamber’e
kâtiplik yapması.
Kardeşi Ümmü
Habibe’nin Rasûlüllah’la evli olması.
Hz. Ömer ve Hz. Osman
tarafından tayin edilmesi.
Ana ve babasının toplumdaki yeri.
Hz. Ali’ye Hicaz ve İraklıların biat etmesine karşılık,
kendisine de Şamlıların biat ettiğini belirterek, hilâfet işinde onunla eşit
olduğunu ileri sürmüştür.[278]
Bu
gerekçelerden başka Muâviye ’nin “Vallahi beni halifeliğe geçmeye,
Rasûlüllah’ın: “Eğer emir olursan adil davran.” sözü sevk etmiştir.” dediği
rivâyet edilmiştir. Muâviye hilâfeti ele geçirdiği zaman şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: “Bir gün abdest
alması için Rasûlüllah’ın eline su döktüm. Başını kaldırıp bana şöyle dedi:
“Sen, benden sonra ümmetimin başına geçeceksin, başlarına geçtiğin zaman
onların iyilik yapanlarının iyiliklerini kabul et. Kötülük yapanların da
kötülüklerini bağışla.” Rasûlüllah’ın bana böyle demesinden sonra yönetime
geçeceğimi ümit ettim. Bu ümidimi sürdürdüm. Nihayet şu makama erdim.”[279]
Netice
itibariyle Muâviye uzun mücadeleler sonucunda hilâfeti devralmayı başardı. Onun
bu iktidar mücadelesi farklı kesimler tarafından farklı şekilde
değerlendirildi. Genel olarak Ehl-i Sünnet uleması onun içtihadında hatalı
olduğundan hareket etmişlerdir. Onların bu düşüncesi özetle şu şekildedir:
Asabiyetin icabı olarak Hz. Ali ve Muâviye arasında fitneler başladıktan sonra
bile her iki taraf dinî anlayışına göre hareket ederek hak yolunda ve kendi
içtihatlarından ayrılmadılar, savaşı dünyevî maksatlar için olmadığı gibi
bâtılı üstün kılmak, kin ve öç alma duygusuyla da değildi. Vehme kapılanlar
veyahut dinden bir yana sapanlar bu fikre kapılmış olanlar olabilir. Ancak hak
ve gerçeği anlayışları ve içtihatları birbirininkine uymadığı için her iki
taraf kendi içtihadı ile diğerini doğru yoldan sapmış diye itham etmiş, Hz. Ali
fikir ve içtihadında isabet etmiş, Muâviye yanılmış ise de her iki taraf kendi
kanaatine göre savaşmıştır. Muâviye bâtıl bir maksat için savaşmıyordu, o hak
ve hakikat için savaşıyorum kanaatinde idi. Her iki tarafta maksat ve niyetleri
ile hak üzere idiler. Ehl-i Sünnet alimlerinin genel bakış açısı bu şekildeydi.[280]
Şiî alimler
ise değil Muâviye ’yi Hz. Ali’den önceki halifeleri kabul etmiyorlardı. Onların
dinî akîdelerinin temeli imamete dayalı olduğu için bu normal bir sonuçtu. Hz.
Peygamber’in kendisinden sonra imamları belirlediği ve imamların masum
oldukları inancı[281] neticesinde Hz.
Ali ile iktidar mücadelesine giren Muâviye ’ye hoşgörülü veya Ehl-i sünnetteki
gibi ılımlı bir yaklaşımın gösterilmesi beklenemezdi.
Ziyad
b. Ebîh’i Kendi Nesebine Katması
Muâviye b. Ebî
Süfyan’a yöneltilen eleştirilerden biri de onun Ziyad b. Ebih’i “istilhâk” edip
onu da Ebû Süfyan’ın evlatları arasına katmasıdır.
Ziyad,
Faris’te Hz. Ali adına idarecilik yapmaktaydı. Muâviye onun yeteneklerini ve
idarî kabiliyetini bildiği için kendisine mektup göndererek tarafına katılmayı
teklif etmişti. Muâviye bu mektupta Ziyad’ın Ebû Süfyan’ın oğlu olduğunu
belirtmişti.[282] Bu teklifleri reddeden
Ziyad’a daha sonra tehdit içeren mektup göndermişti. Muâviye ’nin tehdidi
üzerine Ziyad, ona “Şaşılacak şey, ciğer çiğneyen kadının oğlu beni tehdit
ediyor. Rasûlüllah’ın amcasının oğlu, Muhâcirler ve Ensâr onunla benim
aramdadır. Eğer Emiru’l- Mü’minin bana bu konuda izin verirse, ciğer çiğneyen
kadının oğlunun hakkından gelirim.” diye cevap vermişti. Bu durumdan haberdâr
olan Hz. Ali, Ziyad’a mektup yazarak şöyle demişti: “Ben seni asla onun
akrabası olduğundan dolayı oraya tayin etmedim. Ebû Süfyan’ın ağzından
kaçırdığı ve boş olan bu sözden dolayı sen ne ondan miras alabilirsin, ne de
alacağın bu miras sana helal olur. Seni, onun nesebine ilhak etmek de caiz
değildir. Muâviye önünden arkasından girip sağından solundan kuşatarak insanı
kandırmaya çalışır. Allah’tan yardım dile ona karşı uyanık ol.” [283]
Hz. Ali’nin
vefatından sonra Ziyad muhalefetine devam etti. Muâviye ona hilâfet görevini
devraldığını belirterek, beytülmâle ait malları kendisine göndermesini istedi
yani kendisine biat etmesini istiyordu. Bu talebi reddedilince elindeki para ve
mülkü kendisine bıraktığını belirtmiş ama yine muvaffak olamamıştı. Bunu
üzerine Ziyad’ın Basra’daki ailesi üzerine baskı yoğunlaşmıştı. Busr b. Ebî
Ertat, Muâviye ’nin emriyle Ziyad’ın oğulları Ubeydullah ve Abbad’ı, bazı
akrabalarını tutuklamış ve Ziyad’a da “Ya Emiru’l-Mü’minine gelirsin ya da
çocuklarını öldürürüm.” diye mektup yazmıştı. Ziyad “Nasıl olsa gidiş
Allah’adır ve aramızda hesap görülecek bir gün vardır.” diyerek bu ciddi
tehdide aldırmamış ve Muâviye ile mücadeleyi göze almıştı. Ziyad’ın bu tehdide
aldırmaması üzerine kardeşi Ebû Bekre duruma müdahale etme ihtiyacı
hissetmişti. Busr, öldürüleceğini söylediği kişileri ancak Muâviye ’den
getirilecek bir yazıyla serbest bırakılabileceğini belirtmişti. Bu şart üzerine
Ebû Bekre, Muâviye ’den kardeşinin çocuklarının hapisten salıverilmesini
emredici bir yazı istemiş, bu isteğin yerine getirilmesi sonucu hapiste olanlar
serbest bırakılmıştı.[284]
Görüldüğü
üzere Ziyad her şartta Muâviye ile mücadeleyi göze almıştı. Ziyad’ın bu
durumundan Muâviye rahatsızlık duymaktaydı. Muğîre’ye bu durumu “Ziyad’ı ve
onun Fars illerine sığınmış olmasını hep hatırlayıp duruyorum da bütün gecemi
uykusuz geçiriyorum.” diye açıklamıştı. Bunu üzerine Muğîre “Ziyad orada olursa
ne olur?” diye sorunca da söyle karşılık vermişti: “Fars illeri gibi bir
beldenin malları Arapların dâhîlerinden birinin elinde olursa, o her türlü hile
ve tuzakları kurabilir. Onun ehl-i beytten birisine biat etmesinden korkuyor ve
bu konuda bir türlü güvence duyamıyorum. Eğer ehl-i beytten birisine biat
ederse tekrar savaşı başlatmış olacak demektir.” Onun bu sözleri üzerine Muğîre
“Ey Mü’minlerin Emiri! Onu buraya getirmem konusunda bana izin verir misin?”
diye sormuş, Muâviye de “Evet, onu getirirsen senin için mükâfatlar vardır.”
şeklinde cevap vermişti.[285]
Muğîre,
Ziyad’ın yanına gitmiş ve ona şöyle demişti: “Hilâfet konusunda ortaya çıkıp bu
işe elini atacak Hasan’dan başka bir kimse yoktur. O da bizzat kendisi gelip
biat etmiştir. Senin burada bulunman Muâviye’yi endişeye sevk etmektedir.
Bundan dolayı beni sana gönderdi. Sen de bu konuda çabuk davranırsan Muâviye
seninle uğraşmaktan vazgeçer.” Muğîre’nin bu sözleri üzerine Ziyad: “O halde
bana nasihat et, ne yapayım? En son gayeni ve maksadını söyle. Seninle istişare
eden adam gerçekten samimîdir.”demişti. Muğîre de: “Bana kalırsa onunla bir
araya gel. İplerinizi birleştirin. Yüce Allah sonunda hükmünü verecektir.”diye
görüşünü belirtmişti.[286]
Muğîre’nin
Fars illerinden gelmesinden sonra Muâviye , Ziyad’a bir emânname yazıp
göndermişti. Bunun üzerine Ziyad, yanına el-Mincâb b. Râşid ed-Debbî’yi ve
Hârise b. Bedr el-Ğudanî’yi alarak Fars illerinden hareketle Muâviye ’nin
yanına gelmek üzere yola koyulmuştu. 42/662 yılında Ziyad, Muâviye ’nin yanına
gelmişti. Muâviye ona Fars illerindeki malları ne yaptığını sormuş, Ziyad da bu
mallardan bir kısmını Hz. Ali’ye gönderdiğini, bir kısmını gerekli yerlere
harcadığını ve geriye kalanları da Müslümanlara emanet ettiğini söylemişti.
Muâviye Ziyad’ın gerçekten intak ettiğini ve yanında kalan mallar konusunda onu
doğrulamış ve elinde bulunan malları ondan almıştı.[287]
Başka bir rivâyette ise Ziyad, kendisinde kalan mallardan Muâviye ile belli bir
miktar vermek hususunda anlaşmış bu şekilde aralarında anlaşma meydana
gelmişti.[288]
Ziyad, Muâviye
’den Kûfe’de oturmak üzere izin istemiş, Muâviye de onun bu isteğini kabul
etmişti. Ziyad Kûfe’de bulunduğu sürece vali Muğîre b. Şu’be’den izzet ve ikram
görmüştü. Bu arada Muâviye , Muğîre’ye mektup yazarak Ziyad, Hucr b. Adiy,
Süleyman b. Surâd, Şebes b. Rebî gibi Hz. Ali taraftarlarını göz önünde
tutmasını ve cemaat namazlarına katılmalarını sağlamasını emretmişti.[289]
Buraya kadar
anlattığımız olay Ziyad’la Muâviye arasında meydana gelen anlaşma ile
ilgilidir. Aralarında meydana gelen bu anlaşmadan sonra 42/662 yılında Muâviye
’nin yanına gelen Ziyad, 44/664 yılında Ebû Süfyan’ın nesebine ilhak olmuştur.[290] Bu ilhak hadisesi de şu
hadiseye dayandırılmıştır.
Ziyad’ın
annesi Sümeyye İran’da Keker’e bağlı Zendeverd’in Dihkânı’nın bir cariyesi idi.
Bu dihkân hastalanınca Sakîf kabilesine mensup meşhur tabib Hâris b. Kelede’yi
tedavi için yanına çağırmıştı. Hâris, bu dihkânı iyileştirmesi sonucu, dihkân
kendisine hediye olarak Sümeyye’yi vermişti. Sümeyye’nin ondan olma oğlu Ebû
Bekre künyeli Nüfey, Rasûlüllah’a katılıp müslüman olmuştu.[291]
Hâris daha sonra Sümeyye’yi aslen Rum olan Ubeyd adındaki kölesi ile
evlendirmişti. Ziyad’ın onun oğlu olduğu rivâyetleri vardır.[292]
Bir başka
rivâyet ki, bu rivâyet Ziyad’ın Ebû Süfyan’ın nesebine ilhak edilmesinin
sebebini teşkil eder. Ebû Süfyan cahiliye döneminde Taife yaptığı seyahatler
neticesinde Sümeyye’yi tanımıştı. O dönemde bu şehirde Ebû Meryem es-Selulî
meyhanecilik yapmaktaydı. Bu kişi daha sonra müslüman olmuştu. Sümeyye de Ebû
Meryem’in yanında çalışıyordu. Ebû Süfyan Sümeyye’yi işte burada tanımıştı. Ebû
Süfyan’ın Sümeyye ile olan ilişkisi neticesinde Ziyad dünyaya gelmişti.[293]
Ziyad büyüyüp
de delikanlılık çağına gelince Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Basra valisi
Ebû Musa el-Eşarî’ye kâtiplik ve yardımcılık yapmıştı. Sa’d b. Ebî Vakkas
tarafından İranlılar ile yapılan savaşlardan birinin zaferini müjdelemek ve
alınan ganimetlerin beşte birini götürmekle görevlendirilmişti. O, Medine’ye
gelip Hz. Ömer’in de hazır bulunduğu topluluğa savaşı çok güzel bir şekilde
anlatınca, orada bulunan Amr b. el-Âs şöyle demişti: “Vallahi eğer bu çocuğun
babası Kureyş’den olsaydı bütün Arapları önüne katar, onları yönetirdi.” O sırada orada bulunan ve Amr b.
el-Âs’ın bu sözünü duyan Ebû Süfyan da: “Vallahi ben onun babasını ve onu
annesinin rahmine koyanı çok iyi biliyorum.” şeklinde konuşunca Hz. Ali “Sus ey
Ebû Süfyan! Sen çok iyi biliyorsun ki eğer Ömer senin bu sözlerini işitecek
olursa sana zina haddi uygulama hususunda hiç de tereddüt etmez.” diyerek Ebû
Süfyan’ı uyarmıştı.[294]
Ziyad, Muâviye
ile barış anlaşması yaptıktan sonra Maskala b. Hubeyre eş- Şeybanî’den Muâviye
’nin yanında kendisinin Ebû Süfyan’ın oğlu olduğunu hatırlatmasını istediği
rivâyet edilmektedir. Neticede Ziyad ve Muâviye bu konuda anlaşarak Ziyad’ın
Ebû Süfyan’ın oğlu olduğuna şahitlik yapacak kişilerin çağrılmasına karar
verdiler. Bu çağrılanlar arasında Ebû Meryem es-Selulî’de bulunuyordu. Bu
şahitlerin ifadeleri neticesinde Muâviye , Ziyad’ı nesebine ilhak etti. Ziyad
b. Ebîh artık Ziyad b. Ebî Süfyan olmuştu.[295]
Hasan el-Basrî
bu tescil işini Hz. Peygamber’in “Çocuk kimin yatağında doğmuşsa onun nesebine
aittir ve zina edenin cezası da recmdir.”[296]
[297] hadisine dayanarak makbul . 297 saymamıştır.
İmam Ahmed b.
Hanbel, Ebû Osman’ın şöyle dediği rivâyet etmiştir: “Ziyad, Ebû Süfyan’ın oğlu
olarak tescil edilince ben kardeşi Ebû Bekre’ye uğradım ve ona şöyle dedim: “Ne
yaptınız siz? Ben Sa’d b. Ebî Vakkas’ın şöyle dediğini işitmiştim: “Bir kimse
İslâmiyet döneminde babası olmayan bir kimseyi bilerek babası olarak iddia
ederse, cennet ona haram olur.”[298]
Bu durum
Müslümanları hepsini bir hayli üzmüş, özellikle Ümeyyeoğullarına çok ağır
gelmişti. Muâviye ’yi mazur görmek isteyenler ise şöyle demişlerdi: “Muâviye
Ziyad’ı cahiliye dönemindeki bir sürü nikahtan birisine dayanarak ilhak
etmiştir. Bunlardan biri şu idi. Bir sürü adam bir kadınla yatar ve bu kadın
bir çocuk doğurduğunda o erkeklerden istediği birisini çocuğu ilhak ettirip onu
baba olarak ilan ederdi. Bundan dolayı Muâviye cahiliye dönemindeki nikahlardan
her hangi birisiyle, bir babaya nispet edilen bir çocuğun onun oğlu olduğunu
kararlaştırmış ve bu nikah çeşitleri arasında bir fark görmemişti. Ama bu
durumda şu gerekçeye dayanarak kabul görmemiştir. “Muâviye bunun caiz olduğu
hususunda yanılmış, cahiliyenin kabul ettiği nikah ile İslâm’ın kabul ettiği
nikah arasında bir fark gözetmemiştir. Bu ise bütün Müslümanların ittifakla
reddettiği bir nikahtı. Aynı şekilde her hangi bir hususta buna benzer bir
ilhak kesinlikle vaki olmuş değildi. Bundan dolayı da Muâviye’nin elinde bu
hususta hiçbir delil yoktur.”[299]
Muâviye ’nin
bu konudaki düşüncelerini şu hadise ortaya koymaktadır. Basra valisi İbn Âmir
kendi icraatlarına karşı eleştiriler yönelten Ziyad için “Sümeyye’nin oğlu
benim yaptığım uygulamalara karşı çıkıyor ve görevlilerimi de kötüleyip
duruyor. Ben Kureyş’ten öyle adamlar bulurum ki Ebû Süfyan’ın Sümeyye’yi asla
görmediğine yemin etmelerini sağlayabilirim.” İbn Âmir’in bu sözlerini haber
alan Muâviye onu çağırtarak şöyle demiştir: “Ey Âmir’in oğlu! Sen Ziyad
hakkında bazı şeyler söylemişsin. Gerçekten bu sözleri sen mi söyledin? Araplar
çok iyi bilir ki ben cahiliye döneminde bir hayli üstün ve şerefli bir kimse
idim. İslâm’a girince İslâm benim bu izzet ve şerefimi daha da arttırdı. Ancak
ben Ziyad ile adamlarımı çoğaltmak istemediğim gibi şerefimi de onunla
arttırmak istiyor değilim. Ne var ki Ziyad’ın bir hakkı olduğunu öğrendim ve
onun bu hakkını korumak istedim.” [300]
Ya’kûbî’nin Tarihlinde
geçen bir rivâyet bu konuda oldukça dikkat çekicidir. Yezîd’in veliahtlığı
konusunda kendisinden Basra halkının biatını almasını isteyen Muâviye ’ye Ziyad
bu konuda olumlu bir cevap vermemişti. İnsanların buna hazır olmadıklarını ve
Yezîd’in kötü alışkanlıklarını ileri sürmüştü. Bu duruma kızan Muâviye’nin onun
hakkında şöyle söylemiştir: “Biri Ziyad’a benden sonra emir olacağını söylemiş
olmalı. Onu annesi Sümeyye’ye, babası Ubeyd’e iade ederim.”[301]
Ziyad, Ebû
Süfyan’ın nesebine dahil olduktan sonra Hz. Âişe’ye bir mektup yazıp ona:
“Ziyad b. Ebî Süfyan’dan” diye hitapta bulunmuş ve bunu delil olarak kullanmak
için Hz. Âişe’nin kendisine “Ziyad b. Ebî Süfyan’a” şeklinde başlayan bir
mektup yazmasını beklemişti. Ancak Hz. Âişe ise ona bir mektup yazıp:
“Mü’minlerin annesi Âişe’den oğlu Ziyad’a” şeklinde hitap etmişti.[302]
Bir başka
rivâyette ise, Ziyad, Muâviye ’nin kendisini ilhak etmesinden sonra hacca
gitmek istemiş, onun hacca gitmek istediğini kardeşi Ebû Bekre işitmişti. Bunun
üzerine onun evine gelmiş ve oğullarından birine şöyle demişti: “Yavrum!
Babanın hacca gitmek istediğini duydum. Ona söyle, Medine’ye vardığında mutlaka
Rasûlüllah’ın zevcesi ve Ebû Süfyan’ın kızı olan Ümmü Habibe’yi ziyaret etmek
isteyecektir. Eğer Ümmü Habibe bu ziyaret için izin verirse bu Rasûlüllah’a
karşı yapılabilecek en büyük saygısızlık olacaktır. Görüşmeyi kabul etmezse
dünyada en büyük rezalet ve düşmanları için en büyük sevinç kaynağı olacaktır.”
Onun bu sözleri Ziyad’a iletilince Ziyad haccetmekten vazgeçip ona: “Allah
senden razı olsun. Nasihatlerin en büyüğünü yaptın.” demiştir.[303]
Bir çok kimse
bu akrabalığın hakikî bir nesep ifade etmediğini belirtse de Ziyad b. Ebîh bu
ilhak hadisesinden sonra Ziyad b. Ebî Süfyan olarak anılmaya başlamıştır.
Hucr b.
Adiy’in Öldürülmesi
Hucru’l-hayr
olarak da bilinen Hucr b. Adiy, Kûfe’nin önde gelen ve dindarlığı ile bilinen
biriydi. Hz. Ali’nin hilâfetinde hep onun yanında olmuş, Cemel, Sıffîn
savaşlarında ve Haricîlerle olan mücadelelerde onun safında yer almıştı. Hz.
Ali’nin öldürülmesiyle Hz. Hasan’ın yanında yer almış ve onun hilâfetini
desteklemişti. Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye ’ye devretmesi üzerine onu
eleştirmiş ama o da diğer Müslümanlar gibi Muâviye ’ye biat etmişti.[304]
Muâviye ’nin
Hz. Hasan’dan hilâfeti devralmasından sonra karşılaştığı Haricîler problemini
Kûfelilerle, yani Hz. Ali taraftarıyla bertaraf etmeye çalışmış, bu durum iki
taraf arasında siyasî bir yumuşamaya yol açmıştı. Ama minberlerden Hz. Ali ve
taraftarlarına hakaret uygulamasının başlatılması Hz. Ali taraftarlarının
tekrar eski muhalif hale dönmesinde etkili olduğu kaynaklar tarafından bize
aktarılmaktadır. Bu uygulamanın şu şekilde başlatıldığı rivâyet edilir: Muâviye,
Muğîre b. Şu’be’yi 41/661 yılında Kûfe valisi olarak görevlendirdiğinde onu
yanına çağırarak şunları söyledi: “Hikmet sahibi bir kişinin aslında sana bir
şey öğretmeye kalkışmaması gerekir. Ben sana bazı şeyler tavsiye etmek istedim,
ancak ileri görüşlülüğüne güvenerek bunları sana bıraktım. Bununla birlikte
bazı şeyleri tavsiye etmekten kendimi alamıyorum. Ali’ye sürekli olarak
küfretmeyi ve onu kötülemeyi ihmal etmeyeceksin. Osman’a da rahmet okuyup
sürekli mağfiret isteyeceksin. Ali’nin ve adamlarının ayıplarını her fırsatta
ortaya koyacak, onları kötüleyip duracaksın. Osman’ın taraftarlarını sürekli
övecek, Ali’nin taraftarlarını ise yere batıracaksın.” Muğîre onun bu
sözlerine: “Sen beni denedin ve bu şekilde ben de denenmiş oldum. Sen de aynı
şekilde deneneceksin ve sonunda ya övüleceğiz veya sürekli yerilip duracağız.”
diyerek karşılık vermiş, bunun üzerine Muâviye de: “İnşallah ikimiz de sürekli
olarak övülüp duracağız.” demişti.[305]
Muğîre
valiliğinin ilk yıllarında Hz. Ali’yi kötülemeyi ve Osman’a da duada bulunmayı
ihmal etmemişti. Hucr bu duruma tepki göstererek: “Allah sizi kötülükle ansın
ve size lanet etsin!” demiş ve ayağa kalkarak şöyle devam etmişti.: “Allah
‘Adaleti titizlikle ayakta tutan kimselerden olun.’diyor. Sizin kötüleyip
durduğunuz kişinin, faziletlerini sayıp durduğunuz kişiden çok daha üstün
olduğuna şahadet ederim.” Muğîre ona: “Ey Hucr! Sultanın gazabına ve cezasına
uğramaktan sakın.” demiş, ancak buna rağmen olayın üzerinde durmayıp onunla
tokalaşmıştı.[306]
Yunus b.
Ubeyd’in anlattığına göre Muâviye , Muğîre b. Şu’be’ye bir mektup göndererek
beytü’l-mâlden kendisine bir miktar para göndermesini emretmişti. Bunun üzerine
Muğîre de mal ve para yüklü bir kervanı Muâviye ’ye göndermek üzere yola
çıkarmıştı. Hucr da kervanın karşısına çıkıp baştaki devenin yularını tutarak
şöyle demişti: “Yemin ederim ki, her hak sahibinin hakkı ödenmeden bu kervanı
bırakmayacağım.” Sakîf kabilesinin gençleri de Muğîre b. Şu’be’ye: “Hucr’un
kafasını koparıp sana getirelim mi? demişler; Muğîre b. Şu’be ise: “Ben Hucr’a
böyle bir şey yapmam.” deyip onu serbest bırakmıştı.[307]
Muğîre b.
Şu’be, mizaç gereği sert biri değildi. Her türlü fikre açık bir insandı.
Fiiliyata geçmedikten sonra her türlü fikre hoşgörülü yaklaşıyordu. Hz. Ali
taraftarlarına çok müdahale etmedi. Yalnız fazla göze batacak gürültülü
hareketlerden uzak durmalarını tavsiye ediyordu.
Muğîre b.
Şu’be, valiliğinin sonlarına doğru yine Hz. Ali’yi kötüleyince Hucr b. Adiy de
ayağa kalkarak mescitte bulunan herkesin duyabileceği bir sesle Muğîre b.
Şu’be’ye bağırmaya başlamış, ona şöyle demişti: “Behey adam! Şu adamlarına
emret de kesmiş olduğun maaşlarımızı bize geri dağıtsınlar. Bu mallar senin
değildir. Sen bu göreve başladığından beri Hz. Ali’yi kötüleyip duruyorsun.”
Mescitte bulunanların üçte birinden fazlası ayağa kalkıp: “Hucr doğru söyledi
ve haklıdır da, emir ver de şu bizim ne zamandan beri kesmiş olduğun
maaşlarımızı ve haklarımızı versinler. Takınmış olduğun tavır bize hiçbir hak
ve menfaat tanımıyor.” şeklinde konuşmuşlardı. Muğîre b. Şu’be hemen minberden
inip evine kapanmıştı. Adamları yanına gelip ona şöyle demişlerdi: “Bu adamın
sana karşı böyle cesurca sözler söylemesine neden izin veriyorsun? Bu şekilde
davranmakla otoriteni sarsıyor ve Mü’minlerin Emiri Muâviye’nin sana karşı
tavır takınmasına sebep olmuyor musun?” Muğîre b. Şu’be onlara şöyle cevap
vermişti: “Ben onu çoktan öldürdüm. Bekleyin ve görün. Benden sonra buraya
gelecek emire karşı da aynı tavrı takınmaya kalkışacak ve yeni gelen vali de
hemen onu öldürüverecek. Ben ömrümün sonlarına doğru, ecelimin yaklaştığı bir
sırada bu şehrin ileri gelenlerinden ve iyi insanlarından birisini öldürmek
istemem. Ayrıca böyle davranıp da onu ve arkadaşlarını öldürecek olursam onlar
mutluluğa ererler, ben ise şekâvete düşerim. Onlar öldürülürse Muâviye
dünyasını imar etmiş, Muğîre ise ahiretini kaybetmiş olur. Fakat ben, ölüm
benimle onların arasını ayırıncaya dek, onların iyilerini kabul edici,
kötülerini affedici, yumuşak huylularını övücü, beyinsizlerini uyarıcıyım.
Benden sonraki valileri gelince onlar beni hatırlayacaklar.”[308]
Muğîre b.
Şu’be’nin 50/670 yılında vefat etmesiyle Kûfe valiliği, idarî açıdan Basra ile
birleştirilerek Ziyad’a verildi. Ziyad, daha önce 45/665 yılında Muâviye
tarafından Basra valiliğine atanmıştı.[309]
O anarşiye ve isyana karşı kesinlikle müsamahalı değildi. Vali olarak geldiği
Basra’da anarşi içinde bulduğu halka, Allah’a hamd etmeden hitap etmeye
başladığı için daha sonra “Batra” diye anılacak olan bir hutbe okudu. Bu hutbe
onun halkı idaredeki yöntemini göstermesi açısından önemlidir. Ziyad bu
hutbesinde “Gece yarısı gelip, kapımı çalarak benden bir şey isteyeni geri
çevirmeyeceğim, maaşlarınızı zamanından sonraya bırakmayacağım, orduyu
üzerinize salmayacağım.”[310] diyerek halktan kendi koyduğu
kurallara uymaları karşılığında bu vaatlerini yerine getireceğini söylemiştir.
Ziyad’ın vali
olarak atandığı Basra şehrinde tam bir kaos ve karışıklık söz konusuydu. Dinî
ve siyasî anlayış farklılıklarından kaynaklanan mücadelelerin yanında,
soygunlar, fuhuş, gasp ve yağma, kabilecilik, gece baskınları, suistimal gibi
İslâm’ın yasakladığı birçok vukuat meydanı boş bulup ortaya çıkan ve otorite
boşluğundan meydana gelen hadiselerdi. Ziyad, bu fesadı ortadan kaldıracağı
belirterek, özellikle Muâviye ’nin muhaliflerinden idareyi eleştirmemelerini
istemiş ve şehirde yatsı namazından sonra sokağa çıkma yasağı uygulamıştı.[311]
Ziyad dinî ve
siyasî farklılıklar yüzünden muhaliflerin idareyi eleştirmelerini istemiyordu.
Çünkü onların bu muhalefetlerinden destek alan kimseler, şehirde bozgunculuk ve
her türlü kötü fiili işliyorlardı. Onların bu bozgunculuğunda muhaliflerin
dolaylı katkısı vardı. Ziyad bu nedenle idareyi eleştirmemelerini, ayak
takımını cesaretlendirmemelerini istiyordu.
Ziyad Basra’ya
vali olunca eski arkadaşları onu hayret ve öfke ile karşılamışlardı. Hz. Ali
taraftarlığını sonuna kadar sürdüren, Muâviye ’ye en son biat edenlerden biri
olan Ziyad şimdi Muâviye ’nin en güvendiği valileri arasındaydı. Basra’da uyguladığı
sert tedbirlerle Muâviye ’nin idarî açıdan rahatlamasını sağlamıştı. Basra’da
bu başarıyı yakalayan Ziyad, Muğîre b. Şu’be’nin ölümüyle Kûfe’nin de idaresini
üslenmişti.
Ziyad, Fars
illerinden gelip Muâviye ’ye itaat ettiği zaman Muâviye Muğîre b. Şu’be’ye
mektup yazarak Ziyad, Hucr b. Adiy, Süleyman b. Surâd, Şebes b. Rebî gibi Hz.
Ali taraftarlarını göz önünde tutmasını ve cemaat namazlarına katılmalarını
sağlamasını emretmişti.[312] [313]
İşte o Ziyad, Muâviye ’nin Kûfe valisi olunca eski dava arkadaşlarıyla karşı
karşıya gelmişti.
Ziyad Kûfe’ye
vardığında hutbeye çıkmış, Hz. Osman’a rahmet okumuş ve onun adamlarından
iyilikle söz ederek katillerine lanetler yağdırmıştı. Hucr, o anda ayağa
kalkarak, daha önce Muğîre b. Şu’be’ye gösterdiği tepkiyi Ziyad’a da
göstermişti. Ancak Ziyad ona cevap vermemiş, ona ilişmemişti.
Ziyad Kûfe’de
ilk iş olarak sarsılmış otoriteyi yeniden sağlamak amacıyla Basra’daki
tedbirleri ortaya koymuş, Kûfelileri Basralı askerlerle tehdit etmiş ve itaat
içinde olanların maddî yönden zarara uğratılmayacağını belirtmişti. Hz. Ali
taraftarı olan eski dostlarını da idareye karşı tavır ve sözlerinde dikkatli
olmaları konusunda uyarmıştı. Onun bu uyarılarını dikkate almayan Evfa b.
Hısn’ın, Hz. Ali taraftarı olduğu için öldürülen ilk kişi olduğu belirtilir.[314]
Ziyad, Kûfe’ye
geldiğinde Hucr b. Adiy’i çağırarak ona şunları söyledi: “Seni tanıdığımı
biliyorsun, ben ve sen Ali’yi severdik. Ama artık durum değişti. Allah aşkına
benim için kanından bir damla akıt ki, ben de kanının tamamının dökülmüş
olduğunu varsayayım. Dilini tut, evine kapan, dışarılarda fazla dolaşma.
Canının istediği zaman gel şu tahtımda otur. Burası senin meclisin olsun. Bütün
ihtiyaçların tarafımdan karşılanacaktır. Beni seni öldürmek mecburiyetinde
bırakma. Aceleci birisi olduğunu biliyorum. Allah aşkına kendini koru. Bu sakat
davranışlardan uzak dur. Şu beyinsizlerle alakanı kes. Korkarım ki seni
görüşünden vazgeçirirler.” Hucr da: “Söylediklerini anladım.” diyerek evine
döndü ve olanları yanına gelen Hz. Ali taraftarlarına anlattı.[315]
Ziyad Kûfe’de
karışıklığa meydan vermemek için Hucr’u da beraberinde Basra’ya götürmek
istemiş, ancak Hucr hasta olduğu gerekçesi ile onun bu teklifini reddetmişti.
Ziyad da ona: “Allah’a yemin ederim ki sen dinen, kalben ve aklen hastasın.
Eğer bir hadiseye sebep olursan seni öldürmeye çalışacağım.”demişti.[316] Ziyad eski arkadaşların
durumlarını iyi bildiği için onların neler yapabileceği hakkında kanaate
sahipti. Basra’ya dönmeden önce Kûfe’de her hangi kötü bir hadisenin meydana
gelmemesi için Hucr’a her teklifi sunmuştu. Muğîre’nin hoşgörüyle yaklaştığı
bazı hususlara kendisinin tahammül etmeyeceğini, eğer fitne aşılamaya devam
ederse kesin olarak kanlarını dökeceğini, kendilerinin de bildiği gibi
söylediklerini tatbik eden bir kimse olduğunu söylemişti. Gerçekten o, Kûfe’ye
geldiği zaman verdiği sözlerin çoğunu yerine getirmiş, kesilen ya da
geciktirilen maaşların ödenmesini gerçekleştirmişti. Fakat Hz. Ali taraftarının
hoşlarına gitmeyen durumlarda tenkitlerine devam etmeleri ve toplantılar
yapmalarına sert tepki göstermiş, onlara “Sebeiyye” suçlamasında bulunmuştu.[317]
Ziyad bunları
söyledikten sonra Basra’ya gitmişti. Hz. Ali taraftarları ise sık sık Hucr’un
yanına gelerek “Sen bizim şeyhimizsin.” diyorlardı. Hz. Ali taraftarlarının sık
sık Hucr’un etrafında toplandıklarını duyan Ziyad’ın Kûfe’deki vali vekili Amr
b. Hureys, Hucr’a elçi göndererek: “Etrafındaki bu topluluk nedir? Oysa sen
valiye söz vermiştin.” diyerek onu uyardı. Hucr yanına gelen elçiye:
“Etrafımdaki topluluk sizin yönetiminizi tanımıyor. Haydi dön bakalım.
Arkandaki yollar senin için daha geniştir.” diye cevap verdi. Amr b. Huneys
Kûfe’de Hz. Ali taraftarlarının Hucr önderliğindeki bu başkaldırısını Ziyad’a
haber verdi. Ona gönderdiği mektupta “Kûfe’ye ihtiyacın varsa hemen gel.”
demişti.[318]
Kûfe’deki bu
karışıklığı haber alan Ziyad hemen Kûfe’ye gelmiş ve hükümet konağına geçmişti.
Oradan da mescide giderek minbere çıkmış ve hutbe okumaya başlamıştı. Hucr da
öncekine oranla daha büyük bir kalabalıkla mescitte oturuyordu. Çevresinde
hepsi de silahlı üç binden fazla adamın olduğu rivâyet edilmektedir.[319] Ziyad hutbesinde şunları
söylemiştir:
“Azgınlığın ve
isyanın son derece kötü ve vahim olduğu bilinen bir şeydir. Bu adamlar bir
araya gelmiş, kendilerini emniyette hissedip bana karşı cüretkârca davranmaya
başlamışlar. Haberiniz olsun ki eğer hallerinizi düzeltmeyip de doğru yola
girmezseniz sizin anlayacağınız dilden ben sizi tedavi etmesini bilirim. Eğer
Kûfe’yi Hucr’dan temizlemezsem ve ona kendisinden sonra gelecek nesiller ibret
olacak bir muamele yapmazsam ben adam değilim. Ananı ağlatacağım ey Hucr! Akşam
kurtlar sana saldıracaklardır. Mü’minlerin emirine şöyle ve şöyle davranmak
mecburiyetindesiniz.” Ziyad bunları derken Hucr bir avuç çakıl taşı alıp
Ziyad’a fırlatmış ve şöyle demişti: “Yalan söylüyorsun. Allah’ın laneti senin
üzerine olsun.” rivâyetin devamında Ziyad’ın hutbeyi uzatıp namazı
geciktirdiği, bunun üzerine Hucr’un “Namaz kılalım.” diye seslendiği ama
Ziyad’ın hutbeye devam etmesiyle bir avuç çakıl daha fırlattığı, cemaatinde onunla
birlikte galeyana geldiği anlatılmaktadır. Namazı kıldırdıktan sonra Ziyad,
Hucr’un durumunu abartılı bir biçimde Muâviye ’ye bildirmişti. Muâviye ’de
cevaben Hucr’u zincire vurup kendisine göndermesini istemişti.[320]
Ziyad, Adiyy
b. Hatem, Cerir b. Abdullah el-Becelî, Halid b. Urfuta (bunlar Hz. Ali’nin
mücadelesinde yer almış insanlardı) ile bazı Kûfe eşrafını Hucr’un yanına
gönderdi. Bu heyet, Hucr’un yanına vardığında ona ikazda bulundu. Onunla bu
konularda konuştular, ancak Hucr onlara bir cevap vermedi, aksine hizmetçisine:
“Deveyi yemledin mi?” diye soruyor, onları görmezden geliyordu. Heyette bulunan
Adiyy b. Hatem bu durumu görünce ona şöyle dedi: “Sen deli misin? Biz seninle
konuşuyoruz, sense hizmetçiye deveyi yemleyip yemlemediğini soruyorsun?” Sonra
da arkadaşlarına dönerek: “Şu bahtsız ve perişan adamın bu kadar zayıf
düşeceğini sanmıyordum.” dedi. Sonra kalkıp gittiler, durumun bir kısmını
Ziyad’a bildirdiler, bir kısmını da gizlediler ve Hucr’un iyi bir insan
olduğunu söyleyip Ziyad’dan onun için merhamet dilediler, ancak Ziyad onların
bu dileklerini kabul etmedi.[321]
Ziyad mescitte
oturan Hucr’u çağırmak üzere bir adam göndermiş, ancak Ziyad’ın gönderdiği adam
gelip Hucr’u çağırdığında, adamları Hucr’a şöyle demişlerdi: “Sakın Ziyad’a
gitmeyesin.” Bunun üzerine Ziyad’ın adamı geri dönüp durumu bildirmiş, Ziyad o
sırada emniyet kuvvetleri âmiri olan Şeddad b. Heysem el-Hilalî’ye emir vererek
Hucr’u getirmek için adamlar göndermesini istemişti. Hucr’u almaya gidenlere,
Hucr’un adamları küfretmişler, onlar da durumu Ziyad’a bildirmişlerdi.[322]
Kûfelilerin
Hucr’u bu şekilde korumaları üzerine Ziyad onları toplayıp şöyle demişti: “Siz
sağ gösterip sol mu vuruyorsunuz? Vücutlarınız benimle, ama kalpleriniz şu
ahmak Hucr’la mı yoksa! İşte vallahi bu sizin fesadınızdan kaynaklanmaktadır.
And olsun, ya bu tutumunuzu değiştirdiğinizi açıkça ortaya koyarsınız ya da
sizin yerinize buraya aramızda sevgi bağı yerleşecek başka bir kavmi getirip
yerleştiririm.” Ziyad’ın bu konuşmasına karşılık Kûfeliler: “Allah korusun! Biz
sana itaat etmekten başka bir düşünceye sahip değiliz ve senin razı olmadığın
bir şeyi kesinlikle yapmayız.” demişler, bu sözler üzerine Ziyad: “O halde her
biriniz kalkıp Hucr’un yanında bulunan kendi akraba ve kabilesinden olanları
çağırsın.” demiş, onlar da kalkıp Hucr’un etrafında bulunan akrabalarını
çağırmışlardı. Bundan sonra Ziyad, emniyet âmirine emir vererek gidip Hucr’u
çağırmasını istemiş, ona şöyle tavsiyede bulunmuştu: “Gelirse ne âlâ, gelmediği
takdirde onları bana getirinceye kadar kılıçlarınızı kullanınız.”[323]
Emniyet âmiri
gidip Hucr’u çağırmış, ancak adamları onu gitmekten yine alıkoymuşlardı.
Emniyet âmiri yanındakilerle birlikte üzerlerine saldırmak üzere tavır almış,
bunun üzerine Ebû’l-Amarrata el-Kindî, Hucr’a şöyle demişti: “Şu anda yanında
bulunanlardan benden başka kılıç taşıyan kimse yoktur. Benim bu kılıcım da seni
koruyacak durumda değildir. Kalk akrabalarının ve aşiretinin yanına git, seni
onlar korusunlar.” Ziyad’ın adamları onların üzerine saldırdılar. Hucr ve
adamları da kaçıp Kûfe’nin kapılarına çekilip orada gizlenmişlerdi. Daha sonra
Hucr orada çıkıp katırına binip gitmek istemişti. Ebû’l- Amarrata el-Kindî ona:
“Haydi bin, git; senin yüzünden neredeyse kendimizi helak ediyorduk.” demiş
sonra ona yardımcı olarak katırına bindirmiş, kendisi de atına binerek birlikte
gitmişlerdi. Hucr yanında bulunan Ebu’l Amarrata ile beraber evine ulaşmıştı.
Etraflarına bir hayli adam birikmişti. Ancak Hucr’un kabilesi Kinde’den onlara
katılan çok az kimse olmuştu. Hucr’un yanındaki kalabalık bir müddet sonra
mensup oldukları kabilelerin baskısı sonucu yavaş yavaş azalmaya başlamıştı.[324]
Hucr yanında
bulunan adamların bir hayli azaldığını görünce en son kalanlara da gitmelerini
tavsiye etmiş, onlara şöyle demişti: “Aleyhinizde olan bu adamlara karşı
koyabilecek gücünüz yoktur. Ben sizin yok olmanızı istemiyorum.” Bunun üzerine
onlarda çıkıp gitmişlerdi. Hucr ise önce Hûtoğullarından Süleym b. Yezîd’in
evine saklanmış, sonra Nehâ kabilesinden olan Eşter’in kardeşi Abdullah’ın
yanına gitmiş oradan da Ezd kabilesinden Rebîa b. Nâcid’in yanına gitmiş ve
onun evinde gizlenmişti.[325]
Ziyad, Hucr’un
adamlarını sürekli takip ettirmiş, yakaladıklarını öldürmüş ancak onlar da
sürekli kaçmaya devam etmişlerdi. Uzun ve yorucu bir kovalamadan sonra Ziyad,
Hucr ile birlikte arkadaşlarından on iki kişiyi yakalayıp hapsetmişti.[326] Sonra kabilelerin ileri
gelenlerinden söz sahibi olan dört kişiyi çağırmıştı. Bunlar Medine ileri
gelenlerinden Amr b. Hureys, Temîm ve Hemdân reislerinden Hâlid b. Urfuta,
Rebîa ve Kinde reislerinden Kays b. Velid, Mezhic ve Esed reislerinden Ebû
Bürde b. Ebî Musa idiler. Bunlara Hucr b. Adiy’in kendisi aleyhinde bir sürü
adam toplayıp küfrettiğini, mü’minlerin emirine harp ilan ettiğini, hilâfet
işinin Ebû Talib’in evlatlarından başkasına gitmemesi gerektiğine inandığını,
şehre hücum ederek emirin göndermiş olduğu valiyi şehirden çıkardığını, Ebû
Turâb’ın özrünü beyan ederek ona sürekli rahmetler okuyup, düşmanlarından ve
ona harp açmış kimselerden uzak durulması gerektiğini söylediğini anlatmış,
hapsetmiş olduğu bu adamların onun adamlarının ileri gelenleri olup onunla aynı
görüşte olduklarına şahadet etmelerini istemişti. Ziyad şahitlere bakarak şöyle
demişti: “Ben şahitlerin dörtten çok olmasını severim.” Talha b. Ubeydullah’ın
iki oğlu İshâk ve Musa, Münzir b. Zübeyr, Umare b. Ukbe b. Ebî Muayt, Amr b.
Sa’d b. Ebî Vakkas ve daha bazı kimseler buna şahadet etmişlerdi.[327]
Bu kimselerin
Hucr’un aleyhinde bulundukları noktalar şunlardır:
Hucr, kendi
başına bir cemaat topladı ve itaatten çıktı.
Arkadaşlarını harbe ve fitneye davet etti,
Arkadaşlarını Muâviye’ye olan biatlerini bozmaya teşvik
etti.[328]
Ziyad, Hucr ve
adamlarını Vâil b. Hucr el-Hadramî ile Kesîr b. Şihâb’a teslim edip Şam’a
götürmelerini emretmişti. Onlara bir de halifeye iletilmek üzere mektup
vermişti. O günün akşamında yola çıkmışlar ve “Garayeyn” denilen yere
vardıklarında Kadı Şureyh b. Hâni arkalarından yatişip Vâil b. Hucr’a bir
mektup vererek onu mü’minlerin emirine iletmesini istemişti. Ziyad’ın mektubunda
Hucr ve arkadaşları şu şekilde suçlanmaktaydı: “Bu Turabiyye-Sebeiyye
sapıklarının reisi Hucr b. Adiy, Emiru’l-Mü’minine karşı çıkıp, Müslümanların
birliğini bozdu ve bize harp ilan etti. Allah da onlara karşı bizi muktedir
kıldı. Ben şehrin seçkinlerini, yaşlılarını ve dindarlarını çağırdım. Bu
kimseler, onlardan gördüklerine ve onların yaptıklarına şahadette bulundular.
Bu seçkin insanların şahadetlerini mektubumun altına iliştirdim.”[329]
Muâviye bu
adamları getiren Vâil b. Hucr ve Kesîr b. Şihâb’a haber gönderip onları yanına
çağırmış getirdikleri iki mektubu da okutmuştu. Vâil b. Hucr, Şureyh b.
Hâni’nin kendisine verdiği mektubu da Muâviye ’ye teslim etmişti. Şureyh b.
Hâni Muâviye’ye şöyle yazmıştı: “Ziyad’ın beni bu hususta şahit gösterdiğini işittim.
Benim Hucr b. Adiy hakkındaki şahadetim ve kanaatim şöyledir: O namazını kılar,
zekâtını verir, hac ve umre yapar, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar. Onun
kanı ve malı haramdır. Dilersen öldürür, dilersen de onu serbest bırakırsın.”
Bunun üzerine Muâviye : “Bu adamın kendisini sizin şahitliğinizden uzak
tuttuğunu görüyorum.” demiş sonra getirilenleri hapsettirmişti.[330] Hucr b. Adiy Muâviye’ye şu
haberi göndermişti: “Muâviye’ye kanlarımızın haram olduğunu bildirin. Biz
onunla daha evvel sulh yapmıştık. O da bizimle sulh akdetmişti ve bize emân
vermişti. Biz ehl-i kıbleden hiç kimseyi öldürmedik ki kanlarımız helal olsun.”[331]
Yezîd b. Esed
el-Becelî, Muâviye ’den getirilenler arasındaki iki amcasının oğlunun kendisine
bağışlanmasını istemişti. Bunlar Asım ve Verkâ idiler. Cerir b. Abdullah
el-Becelî de bir mektup yazıp bunların kendileri aleyhinde söylenen sözlerden
tamamen uzak olduğunu belirtmişti. Bunun üzerine Muâviye onları serbest
bırakmıştı. Ayrıca Vâil b. Hucr, Erkam b. Abdullah el-Kindî için şefaatte
bulunmuş, o da serbest bırakılmıştı. Humre b. Mâlik el- Hemdanî’de, Sa’d b.
Nemrân’a şefaat etmiş, o da bağışlanmıştı. Habib b. Mesleme, İbn Haveyye için
şefaatte bulunmuş, böylece o da serbest bırakılmıştı. Nihayet Mâlik b. Hubeyre
es-Sekunî kalkıp Muâviye’ye şöyle demişti: “Bana amcamın oğlu Hucr’u bağışla.”
Muâviye onun bu isteğine: “Hucr bu adamların başıdır. Eğer onu serbest
bırakırsam kendi memleketini tekrar benim aleyhime fesada boğar. O zaman da
korkarım seni Irak’a onun yanına göndeririz.” diyerek karşılık vermiş, Mâlik b.
Hubeyre de: “Vallahi, Muâviye, bana karşı insaflı davranmadın. Amcamın oğluna
karşı senin yanında Sıffîn gününde savaştım. Bu savaşın sonunda zafer elde
ettin, böylece şanın yükseldi ve artık musibetlerden korkmaz oldun. Sonra
senden amcamın oğlunu serbest bırakmanı istedim, sen ise bunu benden
esirgedin.” demiş, sonra çekip gitmiş, evine kapanmıştı.[332]
Muâviye , Hucr
ve adamlarına verilecek karar hakkında Ziyad’a şunları yazmıştı: “Hucr ve
arkadaşları hakkındaki bana anlattıklarını anladım. Bazen onların
öldürülmesinin daha iyi olduğunu bazen de öldürülmesindense affedilmelerini
uygun görüyorum.”[333] Tutukluların
hapsedilmesinden sonra, Ziyad’ın hepsinin öldürülmeleri isteğine rağmen,
Muâviye’nin bu kimselere yapılacak muamele hakkında tereddüt içinde olduğu
görülür. Onun bu kararsızlığında Yemen kökenli kabilelerin etkisi büyüktü. Bu
kabilelerin arzusu tutukluların öldürülmesi değil, sürgüne gönderilmeleriydi.
Yemenli kabilelerin Muâviye üzerindeki etkisini, tutuklu bulunan on dört
kişiden yedisinin affedilmesi en güzel biçimde ortaya koymaktadır.
Neticede
Muâviye kararını vererek, Hudbe b. Feyyaz el-Kudaî, Husayn b. Abdullah
el-Kulabî ve Ebû Şerif el-Bedevî’yi Hucr ve adamlarını öldürmek üzere
görevlendirmişti. Ertesi gün öldürülmek üzere iken Hucr’a isteği üzerine namaz
kılmasına izin verilmişti. Hucr namazını bitirdikten sonra şöyle konuşur:
“Vallahi şu anda kıldığım namazdan daha zevkli bir namaz kılmış değilim,
ölümden korkup namazı uzattığım izlenimine kapılmayacak olsaydınız bu namaza
ara vermez kılmaya devam ederdim.” Sonra şöyle devam eder: “Allahım! Biz
ümmetimiz için senden yardım diliyor ve sana sığınıyoruz. Kûfe halkı bizim
aleyhimizde şahadet ettiler. Şamlılar da bizi öldürüyorlar. Vallahi, beni
öldürecek olursanız Şam vadisinde öldürülecek ilk Müslüman süvari ve yine
Müslümanlar arasında bu vadinin köpeklerinin uluduğu ilk insan da ben olmuş
olacağım.” Bu sözlerden sonra Hudbe b. Feyyaz Hucr’un üzerine kılıçla yürümüş,
kılıcını kaldırıp vuracağı sırada birden Hucr’u bir titreme tutmuştu. O da
Hucr’a: “Sen ölümden mi korkuyorsun? Haydi, Ali’den uzak olduğunu söyle de seni
serbest bırakalım.” demiş, Hucr ise şöyle cevap vermişti: “Nasıl olur da
ölümden korkmam? Bir tarafta kabir kazılmış, öbür tarafta kefen hazırlanmış ve
karşımda da kılıcını çekmiş birisi duruyor. Vallahi ben ölümden korksam da
Allah’ın razı olmayacağı bir tek söz söylemeyeceğim.” Bunun üzerine o ve
arkadaşlarından altı kişi öldürülmüştü. Hucr öldürülmeden önce akrabalarından
yanında bulunanlara: “Bağlandığım şu demirleri sakın çözmeyesiniz ve kanımı da
sakın yıkamayasınız. Ben bu halimle yarın Muâviye ile karşılaşacağım.” demiş ve
bu sözlerinden sonra boynu vurulmuştu.[334]
Muâviye
bağışlananlardan sonra geride kalan Hucr ve arkadaşlarına Ali’den uzak
olduklarını söylemelerini teklif ettirdi. Ancak bunlar yapılan teklifi
reddettiler. Kendileri için kefenler hazırlandığını gören Hucr’un, “Bizi
Müslümanlar gibi kefenleyip, kafirler gibi öldürecek misiniz?” demesi onu,
Mekke’nin fethinde önce meydana gelen ve müşriklerin lideri Ebû Süfyan ile
Muâviye’nin de hazır bulunduğu Müslüman Hubeyb b. Adiy’in idamı meselesini
hatırlamaya sevk etmişti.[335]
Mâlik b.
Hubeyre es-Sekunî, Muâviye ’den Hucr b. Adiy’in kendisine bağışlanmasını
isteyip de bu konuda reddedilince adamlarını toplayıp Hucr ve yanındakileri
kurtarmak üzere onların tutuklu bulunduğu el-Azrâ denilen yere doğru yola
çıkmış ama yetişememişti. Mâlik b. Hubeyre’nin Hucr ve adamlarını kurtarmak
için teşebbüste bulunduğu Muâviye ’ye haber verilince o şöyle demişti: “Onun
içinde şu anda bir heyecan kaynamaktadır, fakat o şimdiye çoktan sönmüş,
gitmiştir.” Mâlik evine kapanmış, Muâviye ’nin yanına varmamıştı. O gün gece
olunca Muâviye , Malik b. Hubeyre’ye yüz bin dirhemlik bir hediye göndermiş ve
şöyle demişti: “Senin şefaatini kabul etmedim, çünkü eğer onları serbest
bırakmış olsaydım Müslümanlar arasında tekrar büyük bir fitne kopar, savaşlar
meydana gelirdi. Hucr’un öldürülmesi Müslümanların başına böyle bir felaketin
gelmesinden daha iyidir, diye düşündüm.” Malik b. Hubeyre de yüz bin dirhemlik
hediyeyi almış ve bu davranıştan son derece memnun olmuştu. [336]
Anlatıldığına
göre Hucr ve adamlarının öldürüldüğü Hasan el-Basrî’ye anlatılınca: “Onların
namazlarını kıldılar, kefenleyip kabirlerine defnettiler ve yüzlerini de kıbleye
çevirdiler değil mi?” diye sormuş, kendisine: “Evet.” diye cevap verilmesi
üzerine şöyle demişti: “ Kabe’nin Rabbine yemin olsun ki kendilerini
öldürenlere karşı ileri sürecekleri delilleri vardır.”[337]
Hucr ve
adamlarının durumu Hz. Âişe’ye ulaşınca Abdurrahman b. el-Harisî’yi Muâviye ’ye
göndermiş, onların serbest bırakılmalarını istemişti. Abdurrahman, Muâviye ’ye
geldiğinde Hucr ve adamları çoktan öldürülmüşlerdi. Abdurrahman, Muâviye ’ye
şöyle demişti: “Ebû Süfyan’ın insaflılığı ve yumuşaklığı sende hiç kalmamış
gibi gözüküyor. Onun yumuşak huyluluğu nereye gitti?” Muâviye bu sözlere şu
şekilde karşılık vermişti: “Kavmimin senin gibi yumuşak huylu olan kimseleri
uzak durduğu için yumuşak huyluluk benden kaybolup gitti. Sümeyye’nin oğlu
Ziyad bu işi bana yükledi, ben de infaz ettim.”[338]
Hz. Âişe de bu
konuda şöyle demiştir: “Eğer başımıza gelen felaketler arkasından daha büyük
felaketleri getirmeyecek olsaydı mutlaka Hucr’un öldürülmesini de değiştirir ve
durdururdum. Vallahi ben Hucr’u ancak iyi bir müslüman, sürekli hac ve umre
yapan bir kişi olarak biliyorum.”[339]
İmam Ahmed
b. Hanbel, Abdullah b. Ebî Melike’nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Muâviye
Medine’ye geldiğinde Hz. Âişe’nin yanına vardı. Hz. Âişe ona şöyle bir soru
sordu: “Hucr’u öldürdün mü?” Muâviye de: “Ey mü’minlerin annesi! Ben hayatta
bırakıldığı takdirde insanları fesada sürükleyecek bir adamın öldürülmesini,
hayatta bırakılmasından daha hayırlı buldum ve bunu da insanların yararına
saydığım için öldürdüm. Hem onu aleyhinde şahitlik edenler öldürdü.” diye cevap
verdi.[340]
Bu konuda Ziyad’ın Muâviye’ye yazdığı mektubun etkili olduğu rivâyet
edilmektedir. Ziyad, Muâviye’ye: “Eğer Irak hakimiyetini elden bırakmayı
istemiyorsan bunları öldürmen gerekir.” demişti.[341]
Başka bir
rivâyette anlatıldığına göre Hz. Âişe, bu yüzden Muâviye ’yi tehdit edip şöyle
demişti: “Eğer beyinsizlerimiz bize galip olmasalardı, benimle Muâviye arasında
Hucr’un öldürülmesi sebebiyle epey işler olurdu.”Ancak Muâviye bu konunun
hassasiyetini ve gerekçesini beyan edince Hz. Âişe onun bu husustaki mazeretini
uygun bulmuştu. Bu konudaki başka bir rivâyette de Hz. Âişe, Muâviye ile
karşılaşınca ona: “Hucr’a hoşgörü ile davranamaz mıydın?”diye sormuştu. Muâviye
de ona: “Olgun bir adamla karşılaşmadım da ondan.”diye cevap vermişti.[342]
Sonuç
itibariyle bu olay İslâm toplumunda infialle karşılanmıştı. Bu kadar sert bir
tepkinin gösterilmesi ve onların öldürülmeleri hoş karşılanmamıştır.
Anlatıldığına göre Kûfeliler şöyle derlerdi: “Kûfe’ye giren ilk hüzün verici
haber Hasan b. Ali’nin ölümü idi. Diğer üzüntü verici haber ise Muâviye’nin
Ziyad’ı nesebine katmasıdır. Arkasından Hucr ve arkadaşlarının öldürülmesi
haberi gelir.”[343]
Yezîd
b. Muâviye’yi Veliaht Tayin Etmesi
İslâm
Tarihinde şûra ve seçime dayalı halifelik sistemini değiştirerek yerine oğlunu
tayin fikrini, yani veliahtlık sistemini ilk uygulayan Muâviye ’dir. Bu fikri
ilk ortaya atan kişinin, Muâviye ’nin Kûfe valisi olan Muğîre b. Şu’be olduğu
söylenmektedir. Bu konudaki rivâyetler şu şekildedir: “Muâviye Hz. Hasan’ın
vefatından sonra 49/669 yılında, Kûfe valisi Muğîre b. Şu’be’yi görevinden
azledip yerine Sâid b. el-Âs’ı tayin etmek istemişti. Muâviye’nin bu niyetini
öğrenir öğrenmez Dımeşk’e giden ve Yezîd ile görüşen Muğîre, Yezîd’e “Ashâbın
ve Kureyş’in ileri gelenlerinin vefat ettiğini, geriye kalanlar arasında ise en
iyi düşünen ve siyaseti en iyi bilen kişinin kendisi olduğunu, dolayısıyla
emiru’l-mü’minin kendisine biat almasında hiçbir mahzur görmediğini” söyler.[344]
Muğîre,
Yezîd’in, babasına gitmesini ve ondan kendisini veliaht tayin etmesini
söylemesini ister. Muğîre’nin bu telkiniyle Muâviye ’nin huzuruna giden Yezîd,
babasından kendisini veliaht tayin etmesini talep eder. Muâviye , Yezîd’e bu
fikri kimden edindiğini sorar, onun “Bu fikri Muğîre’den aldım.” demesi üzerine
Muğîre’yi yanına çağırır. Bu üç kişi arasında geçen görüşmede Muğîre, Hz.
Osman’dan sonra dökülen kanları ve ümmet arasında çıkan ihtilafları hatırlatıp,
kendisinden sonra da böyle bir ihtilafın ve karışıklığın çıkmaması için Yezîd’e
biat almasını teklif eder. Muâviye , Muğîre’nin söylediği gerekçeleri
dinledikten sonra bu konuda kimlerin yardımcı olacağını sorar. Muğîre de ona,
Kûfe halkının biatini kendisinin, Basra halkının biatini ise Ziyad’ın
sağlayabileceğini ve bu iki şehirden başka hiçbir yerin ona muhalefet
edemeyeceğini belirtir. Bu görüşmeden sonra Muâviye onu görevden azletmekten
vazgeçip, bulunduğu Kûfe valiliği görevine devam etmesine karar verir. Hatta
görevinin başına dönmesinden sonra orada bir takım güvenilir kimselerle
görüşerek, neticenin kendisine bildirilmesini isteyerek bundan sonra takip
edilecek yolun tayinini de planlar.[345]
Diğer
kaynaklardan farklı olarak Ya’kûbî eserinde veliahtlık hadisesini şu şekilde
anlatmaktadır: “Muğîre, Muâviye’nin yanına gelerek: “Ey Mü’minlerim emiri.
Yaşım ilerledi, gücüm aldı ve işimi gereğince yapamaz oldum. Dünyadan hiçbir
beklentim kalmadı, ölmeden önce sana yardım etmekten başka bir isteğim yoktur.”
demişti. Muâviye ona bu yardımın ne olduğunu sorunca Muğîre şöyle demişti:
“Ben, Kûfe’nin ileri gelenlerini Yezîd’e biate çağırdım. Onların hepsi de bu
davetime icabet ettiler. Ancak ben bu işin sizden habersiz olmasını istemedim.
Bu durumu size söylemek ve Kûfe valilinde istifamı istemek için geldim.” Bunun
üzerine Muâviye ona: “Subhanallah! Ey Ebû Abdurrahman! Yezîd senin de
akrabandır. Sen, başladığın işi tamamlamalısın.” diyerek tekrar görevinin
başına dönmesini istedi. Muğîre de çıkışta katibine: “Öyle bir iş ortaya attım
ki, onu kandan başkası temizlemez.” demişti.[346]
Vecdi Akyüz,
bu rivâyetle ilgili şu tenkitlerde bulunmaktadır: “Muğîre’nin Kûfe’de Yezîd’in
veliahtlığı için teşebbüse geçmektense, bizzat Muâviye ile görüşüp konuyu ona
açması daha uygun olurdu. Bu haberin kendi içindeki çelişkisi de böylece ortaya
çıkmış oluyor. Çünkü hem Muâviye’ye danışmadan bir iş yapmayacağını, hem de
Kûfelileri, Yezîd’e veliaht olarak biat etmeye çağırdığını ve olumlu cevap
almış olduğunu belirtmesi çok açık bir çelişkidir.” [347]
Muğîre’nin bu
fikri neden Muâviye ’ye telkin ettiği hususunda iki farklı görüş aktarılmaktadır.
İlk görüşü savunanlara göre Muğîre, Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra ortaya
çıkan fitne ve ayrılığı göstererek bu durumun bir daha yaşanmaması için
Yezîd’in veliaht tayin edilmesini ister. Onun bu isteği ümmetin tekrar aynı
sıkıntıları çekmemesine, ayrılığa düşmemelerini sağlama amacını taşıyordu.[348] Onun bu isteği ikinci görüşü
savunanlar tarafından çok masumane bulunmuştur. Çünkü onlara göre Muğîre bu
fikri kendisini valilikten azletmek üzere olan Muâviye ’den intikam almak için
ortaya atmıştı. Buna delil olarak da Muğîre’nin, Muâviye ’nin yanından çıkarken
söylediği rivâyet edilen şu sözleri gösterirler. Muğîre: “Muâviye’nin kafasına
hiç olmayacak ve olması muhal olan bir işi soktum. Bu iş Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in ümmetinde olması asla uygun olmayan bir iştir, fakat ben
onlar için öyle bir gedik açtım ki ebediyen kapatılamayacaktır.” diye
konuşmuştu.[349]
Akkad,
Muğîre’nin bu fikri ortaya atmakla iki faydayı birden temin etmiş olacağının
ileri sürmektedir: “Muğîre’nin bu fikrini Muâviye beğenmese bile Yezîd
böylesine cazip bir teklifin peşini bırakmayacaktı. Muâviye, oğlu için böylesi
bir teklife sıcak bakmayınca ise her ikisi arasında bir çekişme ortaya
çıkacaktı. Böylece baba-oğul birbirine düşecekti. Kazançlı çıkan yine Muğîre
olacaktı. Muâviye oğlunu veliaht tayin etmezse (ki bu uzak bir ihtimaldi) bu
durumda Muğîre, Yezîd lehinde bir teklifte bulunmakla Yezîd’in dostluğunu
kazanmış olacaktı. Üstelik Muâviye’nin dostluğunu kaybetmeyecekti. Çünkü
Muâviye onu valilikten alarak dostluğundan uzaklaştırmıştı. Muğîre, valilikten
azledilmesinin intikamını Muâviye’ye karşı isyan ederek almamıştı, fakat onun
oğluyla arasını açılmasını sağlayarak bu hedefine ulaşmış olacaktı.” [350]
Veliaht tayin
etme fikrini Muâviye ’nin aklına Muğîre’nin düşürmüş olduğunu söyleyen tarihçilerin
yanı sıra bu fikrin Muâviye ’nin zihninde zaten var olduğunu söyleyenlerde
bulunmaktadır.[351] Belki de bizzat içinde
bulunduğu ve şahit olduğu çekişmeler, çalkantılar, Muâviye ’nin bu düşünceye
varmasında etkili oldu. Muâviye ’nin oğlunu veliaht tayin etmekle, ileride daha
önceden yaşanılan problemlerin tekrar ortaya çıkmasını engellemeyi düşündüğü de
söylenebilir.
Muâviye ’nin
daima kendisiyle fikir alışverişinde bulunduğu Muğîre’nin, böyle bir teklifi
kendisinin azli söz konusu olunca gündeme getirmesi ve Emevî ailesinden başka
birini değil de Yezîd’i tavsiye etmesi bu meseleyi daha önce aralarında
görüştüklerini veya en azından Muâviye ’nin böyle bir şeyi tasarladığını,
Muğîre’nin bildiği izlenimi vermektedir.
Yezîd’in
veliahtlığı konusunda ilk adımı Kûfe’ye dönen Muğîre attı. Yezîd’in veliaht
tayin edilmesi için Kûfelileri ikna etmek için çaba sarf etti. Kûfelilerin
ileri gelenleri ile görüştükten sonra on veya kırk kişilik bir heyeti Muâviye
’ye gönderdi. Bu heyetin başkanlığını ise oğlu Musa yapıyordu. Bunlar Muâviye
’nin huzuruna varınca Yezîd’e biat ettiklerini ve onun veliahtlığının yerinde
bir karar olduğunu söylediler. Muâviye bu heyete, Yezîd’in veliahtlık fikrinden
memnun olup olmadıklarını sormuştu. Onlar da bu konuda memnuniyetlerini ifade
edince, Muâviye bu görüşün kime ait olduğunu sordu. Kûfeliler de bu görüşün
kendilerine ve yanlarından geldikleri kişilere ait olduğunu söylemişlerdi.
Ancak Muâviye, bu görüşün belki de bütün Kûfe ehlinin görüşü olmadığını
anlayarak reisleri Musa’ya veya kardeşi Urve’ye: “Baban bu adamların dinini
kaça satın aldı?” diye garip bir soru sorduğu, onların da: “Otuz bin dirhem
veya dört yüz dinara.” diye cevap verdiği rivâyet edilmektedir. Muâviye bu
görüşmeden sonra onlara bu fikri açıklamak konusunda acele etmemelerini ve
sabırlı olmayı tavsiye etmişti.[352]
Kûfe halkından
olumlu cevap alan Muâviye , daha sonra Muğîre’nin de dediği gibi bu konuda
kendisine problem olabilecek Basra şehrinin nabzını yoklamak için Basra valisi
Ziyad’a bir mektup gönderdi. Mektupta Ziyad’ın bu konudaki görüşü soruluyordu.
Ziyad bu konuda acele edilmemesini istemişti. Muâviye ’de bunu dikkate almıştı.
Ayrıca Ziyad, Yezîd’e elçisi Ubeyd b. Ka’b aracılığıyla bir takım nasihatlerde
bulunmuş, kendisinde bulunan eksikliklerden bahsetmişti.[353]
Ya’kûbî,
eserinde; Ziyad’ın Muâviye ’ye bir mektup yazarak Yezîd’in köpekler ve
maymunlarla oynadığı, boyalı elbise giydiği, içkiye ve eğlenceye düşkün olduğu
gibi birtakım kötü davranışlarından bahsettiğini ve bu işe engel olarak Hüseyin
b. Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Ömer’in
bulunduğunu nakleder. [354]
Muâviye
Yezid’in var olan olumsuz imajını değiştirmek için gayret sarf etmişti. 49-
50/669-670 yılında Süfyan b. Avf el-Ezdî komutasında İstanbul’a gönderilen
orduda Ebû Eyyûb el-Ensârî başta olmak üzere birçok sahabe ve sahabe
çocuklarının yanında Yezîd b. Muâviye de yer almıştı.[355]
Yine bu niyetle onu hac emiri olarak görevlendirmişti.[356]
Muâviye ’nin
Ziyad’dan aldığı mektup üzerine oğlu Yezîd ile görüştüğü veliahtlık konusunu
geçici bir süre de olsa askıya almayı ve Yezîd’in, Ziyad’ın eleştirdiği
hususlarda daha dikkatli davranması hususlarının benimsenmiştir. Bunun üzerine
Muâviye veliahtlıkla ilgili ilk girişimini Ziyad’ın 53/672 yılındaki vefatına
kadar durdurmuştur. Muğîre’nin vefatından önce (v.50/670) önce başlayan
veliahtlık girişimleri Ziyad’ın tavsiyesiyle askıya alınmış, onun 53/672
yılında vefat etmesiyle aleniyet kazanmıştı. Zira Muâviye Ziyad’ın öldüğünü
öğrenince oğlunu veliaht tayin ettiği duyurdu. [357]
Muâviye ,
Yezîd’e biat almak için öncelikle kendisine yakınlığı ile bilinen Şamlılara
müracaat etti ve Hz. Hasan’ın vefatından kısa bir süre sonra onların biatlerini
aldı. Muâviye temsilcilerle görüşüp Şam ve Irak halkının biatini aldıktan sonra
Medine valisi Mervan’a mektup yazarak, ondan Medine’deki eşrafın ve halkın
biatlerini almasını istedi.[358]
Muâviye bütün
vilayetlere mektuplar göndererek, onlardan Şam’a elçiler göndermelerini istedi.
Heyetler gelip toplanınca, Muâviye salona girmeden önce kendisine yakınlığı ile
bilinen Dahhak b. Kay s’a şöyle dedi: “Ben kalkıp bir konuşma yapacağım.
Konuşmam esnasında ara verdiğim bir sırada sen kalk konuşmaya devam et. Yezîd’e
biat edilmesi konusunda bana destek ver.” Muâviye konuşmasını yaparken, bir
anlık suskunluğunda kararlaştırdıkları gibi Dahhak b. Kays, ayağa kalkarak
kanların akmaması ve ümmetin kurtuluşu için birlik ve beraberliğin şart
olduğunu, bunun için ilim ve huy açısından üstün olan, ileri görüşe sahip
Yezîd’in veliaht tayin edilmesini istedi. Muâviye ve Dahhak’tan sonra konuşma
yapanlar Muâviye ’nin teşebbüsünün haklılığına ve Yezîd’in bu işe ehil olduğuna
dair şeyler söylediler.[359]
Muâviye Basra
heyetinden Ahnef b. Kays’a fikrini sorması üzerine o: “Doğru söyleyecek olursak
senden, yalan söyleyecek olursak Allah’tan korkarız. Ey Mü’minlerin emiri! Sen
Yezîd’i bizden daha iyi bilirsin. Sen onun açığını, gizlisini, gecesini
gündüzünü bilirsin. Gerçekten Yezîd, ümmet için halife olacak güçte ise,
bizimle istişare etmeye gerek yok, ancak bu şartlar kendisinde mevcut değilse, ahirete
göçüp gitmekte olduğun şu günlerde dünyayı ona teslim etme. Fakat biz her
halûkarda, işittik ve itaat ettik deriz.” diye cevap vermişti.[360]
Medine
temsilcisi Muhammed b. Amr b. Hazm da Muâviye’ye: “Ey Mü’minlerin emiri! Yezîd
malca zengin, hasebce, nesebce üstün. Ancak Allah, her idarecinin idare
ettiklerinden mesul olduğunu söyler. Allah’tan kork ve Muhammed ümmetine tayin
edeceğin kişiyi iyi düşün.” diyerek, fikrini beyan etmiş, Muhammed b. Amr’ın,
Muâviye ’ye, herkesin kendi oğlunun daha değerli olduğunu söylemesi üzerine
Muâviye kızarak onu huzurundan çıkarmıştı.[361]
Konuşmacılardan
Yezîd b. el-Mukanna ise Muâviye ’yi göstererek: “Mü’minlerin emiri ölecek
olursa (Yezîd’i göstererek) işte bu onun yerini tutar.” dedikten sonra : “Kim
ki bunu kabullenmezse (kılıcını göstererek) işte bu ona yeter.” dedi.[362]
Muâviye ,
heyetlerin ayrılmasından sonra siyasetinin gereği olarak kendisine yakın
olanlara ve uzakta duranlara yaklaşmayı başarmış, çeşitli yardım ve ihsanlarla
muhaliflerinin gönlünü almıştı. Elçiler aracılığıyla Şam ve Irak halkının
biatini alan Muâviye bundan sonra Hicazlıların biatlerini almak için harekete
geçti.[363] Ne kadar da siyasî açıdan
eski gücünü kaybetmiş olsa da Hicaz, hâlâ merkez olma özelliğini koruyordu.
Sahabenin ileri gelenlerinin çocukları burada ikamet ediyorlardı. Toplum
nazarında itibarları ve etkileri söz konusu idi. Yezîd’in veliahtlığını onlara
kabul ettirmek kolay olmamıştı.
Valileri
aracılığıyla Medinelilerin biatini almaya çalışan Muâviye bunda başarılı
olamamıştı. Medine’de Hz. Hüseyin, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer,
Abdullah b Zübeyr ve Abdullah b. Cafer biat etmeye yanaşmıyorlardı. Vali Sâid
b. el-Âs bu şahısların biat etmemesi durumunda hiç kimsenin biat etmeyeceğini,
bunların biat etmeleri halinde ise herkesin biat edeceğini söyledi. Muâviye bu
durum üzerine kendisi Medine’ye geldi. Abdullah b. Abbas, Adullah b. Ömer,
Abdullah b Zübeyr ve Abdullah b. Cafer, konuşma yaparak hilâfetin kisralık
olmadığını, böyle olsaydı Hz. Ömer’den sonra Abdullah b. Ömer’in halife olması
gerektiğini, şeref ve mevkî bakımından Hasan ve Hüseyin’in bu işe daha layık
olduğunu bildirmişlerdi.[364]
Bu konuda bir
mutabakata varılamamıştı. 51/672 yılında Hz. Hasan’ın ölümüyle Muâviye tekrar
girişimlere başlamış ve bu meseleyi kökünden halletmek üzere Medine’ye
gelmişti. Onu karşılamaya gelenler arasında İbn Abbas ve Hz. Hüseyin de vardı.
Muâviye onlara iltifatta bulundu. Muâviye burada Hz. Âişe ile görüştü. Bu
görüşmede Hz. Âişe Muâviye ’ye, Hz. Peygamber’e, Ebû Bekir ve Ömer’e uymayı
tavsiye etti. Bunun üzerine Muâviye ona haklı olduğunu, gerçekten bu
sayılanlara uyulması gerektiğini, ama Yezîd’e biat hususunda insanların bir
başka alternatifinin olmadığını söyledi ve herkesin de bu biate iştirak
ettiğini vurguladı. Bundan sonra çıkılan yoldan dönülmesinin uygun olmayacağını
söyledi.[365]
Muâviye
Yezîd’e biat hususunda muhalifleri toplayarak onlarla konuşmuştu. Muhalifler,
Muâviye ’ye üç husustan birisini takip etmesini istemişlerdi. Bu üç husus
Rasûlüllah gibi kimseyi halife tayin etmeyip Müslümanların kendilerinin
birisini seçmeleri, Hz. Ebû Bekir gibi kendi ailesinden olmayan ve Kureyş
içinden birisini tayin etmesi ya da Hz. Ömer’in yaptığı gibi işin şûraya havale
edilmesiydi. Muâviye de onlara Müslümanların birliği bozmaktan ve kanlarını
akıtmaktan sakınmalarını söylemişti. Yezîd ile ilgili olarak verdiği kararın
kesin olduğunu, bu yoldan bir daha dönmeyeceğini belirtmişti.[366]
Muâviye ’nin
muhalifleri: “Ben size yaklaşmayı arzu ettim. Tebliğini yapan artık mazur
sayılır. Daha evvel sizinde aralarında bulunduğunuz Müslümanlara hitap
ettiğimde birisi, kalkar, herkesin önünde beni yalanlardı ve ben de onun bu
davranışına karşı susar, sesimi çıkarmazdım. Ancak ben şimdi Müslümanlara bir
hutbe okuyacağım. Yemin ederim ki eğer sizden birisi benim bu konuşmam arasında
kalkar da itiraz eder veya benim söylediklerimi reddederse kesinlikle ona
hiçbir cevap vermeden kılıç onun boynuna dayanacak ve kellesini uçuracaktır.
Artık herkes kendi canını kurtarmaya çalışsın.” diyerek tehdit ettiği iddia
edilmektedir.[367]
Sonra muhafız
komutanını çağırarak ona, onların huzurunda: “Bunların her birinin başında iki
adam bulundur ve bu adamların her birinin eline kılıç ver. Ben hutbemi okuduğum
sırada eğer onlardan birisi kalkar da ağzını açıp bir kelime söyleyecek olursa
hemen başındaki muhafızlar kılıçlarıyla boyunlarını vursun.” diye talimat
vermiş, sonra oradan çıkmış, onunla birlikte onlar da çıkarak mescide
gitmişlerdi. Muâviye minbere çıkıp Allah’a hamd ve sena ettikten sonra şöyle
demişti: “Bunlar Müslümanların ileri gelenleri ve en hayırlılarıdır. Bunlara
danışmadan ve onların görüşlerine baş vurulup onlarla istişare edilmeden hiçbir
iş yapılamaz, icra edilemez. Onlar Yezîd’e biat etme konusunda razı olmuşlar ve
ona biat etmişlerdir. Haydi sizler de Allah’ın adıyla Yezîd’e biat ediniz.”
Muâviye’nin bu sözleri üzerine orada hazır bulunanlar gelip Yezîd’e biat
etmişlerdi. Ancak bu biatlarını yaparken Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının yapmış
oldukları biatlara dayanarak ve güvenerek yapmışlardı. Bu biat işi bittikten
sonra Müslümanlar Hz. Hüseyin ve arkadaşlarına gelip: “Sizler biat
etmeyeceğinizi iddia ediyordunuz, neden razı olup da ona biat ettiniz?” diye
sormuşlar, Hz. Hüseyin ve arkadaşları ise: “Hayır, vallahi biz asla biat
etmedik.” diye karşılık vermişlerdi. Bunun üzerine: “Peki, o hutbesinde sizin
de biat ettiğinizi söylediği halde neden ona itiraz etmediniz?” demişler, onlar
da: “Kılıçtan ve öldürülmekten korktuk da onun için sesimizi çıkarmadık.” diye
cevap vermişlerdi.[368]
Bu
anlatılanlardan farklı olarak Muâviye ’nin onları biata zorlamadığı rivâyet
edilir. Bunun beraber biate yanaşmayan veya biatlerini izhar etmeyen bu beş
kişiye rağmen Muâviye , Hicaz yolculuğu esnasında en azından halkın biatini
almayı başardığıdır. Nitekim Yezîd’in hilâfetinin ilk zamanlarında buradan bir
itirazın veya isyanın çıkmamış olması da bölge halkının genel anlamda bu
biatlerine sadakat gösterdikleri şeklinde yorumlanabilir.[369]
Sonuç olarak
yabancı siyasî kültürleri Kuzey Arapları kadar iyi tanımayan ve kendi siyasî
kültürlerinde iktidarın babadan oğla intikali gibi bir meselesi bulunmayan
Hicazlıların, iktidarın el değiştirmesiyle ilgili Muâviye ’nin bu yepyeni
uygulamasını -zorla veya iradeleriyle biat etseler de- kolaylıkla kabul
etmediler.
Hakkındaki
Diğer Eleştiriler
Muâviye b. Ebî
Süfyan’ın kendisine yukarda belirttiğimiz dört hadiseden başka bazı ithamlar
daha yapılmıştır. Ona yapılan bu ithamlar yukarıda saydıklarımızdan daha geri
planda kalmışlardı. Bunda yukarıda zikrettiğimiz dört ithamın topluma etkisinin
daha fazla olmasını ve tarihçilerin üzerinde daha fazla durmasını
gösterebiliriz.
Muâviye
’ye bu çerçevede yöneltilen eleştirilerden biri Hz. Hasan’la olan anlaşmasının
şartlarına riayet etmediğidir. Muâviye ve Hz. Hasan arasında meydana gelen
anlaşmanın maddeleri rivâyetlerde farklılık arz etmektedir. Biz araştırmamızda
anlaşmanın bütün şartlarını ve rivâyetleri belirtmeyeceğiz. Yalnızca Muâviye
’nin uymadığı iddia edilen anlaşma şartlarını aktarmaya çalışacağız.
Muâviye ’den
sonra kimin halife olacağı meselesi bu konuda Muâviye ’nin uymadığı iddia
edilen maddelerden biridir. Muâviye ’den sonra Hz. Hasan’ın veya Hz. Hüseyin’in
halife olacağı ya da halifeyi seçme hususunun şûraya bırakılacağı şeklinde
rivâyetler mevcuttur.[370] Bu şartları rivâyet edenlere
göre Muâviye anlaşmaya uymamıştır.
Bu konudaki
ikinci itham ise Hz. Hasan’a haracının verilmesi noktasında anlaşılan yerlerin
haracının Hz. Hasan’a verilmemesi ve anlaşma sağlandıktan sonra ileriki
senelerde Muâviye ’nin anlaşma şartlarında kısıtlamalara gittiği şeklindedir.
İran’ın bir kasabası olan Dârabcerd’in haracının Hz. Hasan’a verildiği ancak
kendilerinin feyi olduğu için Basralıların bu duruma karşı çıktıkları ve bunun
Muâviye ’nin emriyle olduğu söylenmiştir.[371]
Bu konudaki bir diğer tenkit noktası
ise anlaşma şartlarından olan Hz. Ali’ye tel’in edilmemesi ve Ehl-i Beyt
taraftarlarının takibâta uğramamasıydı. Hz. Ali’nin yerilmesi hususunun devam ettiği ve özellikle
de Ziyad döneminde Hz. Ali taraftarlarına çok sert davranıldığı gerekçe
gösterilerek Muâviye bu şartlara riayet etmediği söylenmektedir.[372]
Muâviye
’nin Hz. Hasan’ın ölümünden sorumlu tutanlar, Hz. Hasan’ı onun zehirlettiğini
ileri sürerler. Kaynaklarda genelde Hz. Hasan’ın karısı Ca’de bint Eş’as b.
Kays tarafından zehirlendiği aktarılmaktadır. Muâviye ’nin Hz. Hasan’ın bazı
hizmetçileri ile onu zehirlemeleri için ilişki kurduğu da iddia edilmektedir.
[373]
Rivâyetlere göre Ca’de bint
Eş’as b. Kays, bin dirhem, bir miktar arazi ve Muâviye’nin oğlu Yezîd ile
evlenme şartlarına karşılık kocasını zehirlemiştir. Ancak onun Yezîd ile
evlenmediği bilinen bir husustur. Güya Muâviye Ca’de’ye üzerinde anlaştıkları
malları göndermiş, fakat oğlu Yezîd’in yaşamasını istediği için onunla
evlenmesine izin vermeyeceğini bildirmiştir.[374]
Hz. Hasan’ın hastalığı sırasında
kardeşi Hz. Hüseyin’e üç kez veya defalarca zehirletildiğini ancak,
hiçbirisinin sonuncusu gibi olmadığını söylemişti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin
ona kim tarafından zehirlendiğini sormuş, Hz. Hasan ise kardeşinin intikam
alması istemediğinin kendisine zehir içiren kimsenin adını söylememişti.[375]
Muâviye ’nin eleştirildiği bir diğer konu ise valilerinin
sertliğine göz yummuş olmasıdır. Özellikle Ziyad bu konuda en çok eleştiri alan
kimsedir. Saltanat otoritesini ilk defa yerleştiren ve Muâviye ’nin
hükümdarlığını perçinleyen kişi Ziyad olmuştur. O kılıcını çekerek, zan ile
birçok kimseyi muhakeme etmiş ve şüphe üzerine insanları cezalandırmıştı.[376] Yine bir diğer
valisi Amr’a Mısır’ı, hilâfet mücadelesinde yer aldığı için vermesi tenkit
konusu olmuştur.[377]
Muâviye ’nin 50/670 yılında Hz. Peygamber’in minberini ve
asâsını Medine’den Şam’a naklettirmek istemiş ve bu yüzden eleştirilerin hedefi
olmuştu. Muâviye bu konuda şöyle diyordu: “Osman’ı öldüren bu adamların içinde
Rasûlüllah’ın minberi ve asâsı kalmamalıydı.” Rasûlüllah’ın asâsını istemişti,
asâ ise Sa’d el-Kurazî’nin yanında bulunuyordu. Minber yerinden oynatılıp da
götürülmek istenince o anda güneş tutulmuş ve gündüz gözüyle yıldızlar
görünmüştü. Müslümanlar güneşin tutulmasını Rasûlüllah’ın minberinin
nakledilmesine hamlederek minberi yerinde bırakmışlardı.[378]
[379]
Muâviye Medine’deki ashâbı ve Hz. Ali’yi Hz. Osman’ın
öldürülmesine göz yummakla ve ona muhalefet etmekle suçlamıştı. Ve Hz. Ali’ye
muhalefetinin gerekçesi olarak bu durumu ileri sürmüştü. İrfan Aycan tarafından
Muâviye de elinde imkan varken Hz. Osman’ı korumadığı için eleştirilmektedir.
Hz. Osman muhasara edildiği esnada gönderdiği birliğin yavaş hareket ettiğini
bunun Muâviye ’nin isteği doğrultusunda gerçekleştiğinden bahsederler. Çünkü
artık Hz. Osman’ın yatağında ölmesinden çok, öldürülmesi Muâviye’nin işine
gelecekti.
Hıms valisi Abdurrahman b. Halid b. Velid’in zehirlenmesi
hadisesinde Muâviye ’nin rolü olduğu iddia edilmektedir. Abdurrahman’ın Bizans
topraklarına düzenlediği seferlerde elde ettiği başarılar, Şamlılar nezdinde
iyi bir nüfuz elde etmesine ve taraftar toplamasına sebep olmuştu. Babası Halid
b. Velid’e duyulan sevgi de bu durumda etkili olmuştu. Onun Rum topraklarında
Şam’a ihtiyaç hissetmeden iş yapabilme imkanına sahip olması bu bölgede halk
tarafından sevilmesi, Muâviye’yi endişelendirdi. Muâviye Abdurrahman’dan
kurtulmanın yolunu onu 46/ 666 yılı içerisinde zehirletmekte buldu. Bu yol
Muâviye’nin daha önce de başvurduğu ve bu işe gayr-ı müslimleri aracı yaptığı
bir yoldu. Bunda da İbn Asâl ismindeki, muhtemelen Hristiyan olan bir tabibi,
kendisinin haraçtan muaf tutulması ve Hıms şehrinde Haraç görevliliğine tayin
edilmesi karşılığında, görevlendirerek Abdurrahman’ı zehirletti.[380] Abdurrahman’ın zehirletilmesi
ile ilgili bir başka sebebinin de, Şamlıların Abdurrahman’ı veliaht olarak
görmek istemelerini olduğu rivâyet edilmektedir.[381]
Muâviye devlet yönetiminde Bizans ve Sasanî geleneklerini
uygulaması, saraylar inşa ettirip yine saray hayatında Bizans ve Sasanî
geleneklerini benimsemesi ve ihtişamlı ve görkemli bir hayat yaşaması sebebiyle
eleştirilmiştir. Hatta daha valilik döneminde yaşadığı ihtişamlı hayat Hz. Ömer
tarafından tenkit edilmiştir.[382]
Muâviye ’nin tenkit edildiği bir diğer hususta insanları
parayla yanına çekmesi ve zor durumda kaldığında hileli yollara sapmaktan
çekinmemesidir. Yönetime muhalefet etme ihtimali bulunan ya da muhalefet
hareketine girişen kimseleri bol ihsanlarla yanına çekmeyi başarmıştır.[383]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MUÂVİYE BİN EBÎ SÜFYAN HARKINDAKİ FARKLI
YAKLAŞIMLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
İslâm
Tarihinin en önemli dönemlerinden biri Emevîler dönemidir. Emevîler döneminde
de hiç kuşkusuz Muâviye b. Ebî Süfyan’ın ayrı bir yeri vardır. Siyasî kavga ve
görüş ayrılıklarına rağmen İslâm topraklarını tek çatı altında toplamayı
başaran bu dahî devlet adamı, tartışmaların odağında olmuştur. Muâviye , yirmi
yıllık hilâfeti süresince birçok faaliyete imza atmış, devletin iç ve dış
siyasetinde önemli icraatlarda bulunmuştur. Bu faaliyetleri ve icraatları
sonucu, hakkında olumlu veya olumsuz kanaatler oluşmuştur.
Muâviye
b. Ebî Süfyan Hakkında Olumlu Kanaate Sahip Olanlar
Genel olarak
ehl-i sünnet âlimlerinin Muaviye b. Ebû Sûfyan’a bakışları onun Hz.
Peygamber’in sahabesi olduğu ve ona bu konumu çerçevesinde yaklaşılması
gerektiği şeklindedir. Muâviye ’ye olan bu bakış açısı tarih kaynaklarımızda da
yansıtılmaktadır.
Halife b.
Hayyât, Dineverî, Zehebî, Taberî, Belâzurî, İbnü’l-Esîr, Suyûtî gib alimler Hz.
Ali arasındaki mücadeleden başlamak üzere Muâviye ’nin faaliyetleri hakkında
bize bilgi vermektedir. Onların kitaplarına baktığımızda genel olarak sadece bu
rivâyetleri bize aktarmakta kifayet ederler. Muâviye ’nin eleştiriye tâbi
tutulduğu konularda fikirlerini ortaya koymamaları yukarıda belirttiğimiz
gerekçe ile alakalı olmalıdır.
Yukarıda
zikrettiğimiz tarihçilerden Taberî, Belâzurî, İbn Kesîr ve İbnü’l-Esîr onun
hakkındaki rivâyetleri ve menkıbeleri daha detaylı aktarmışlardır. Taberî,
Belâzurî, İbn Kesîr ve İbn Esîr rivâyetlerinde genellikle Muaviye’nin
hakkındaki olumlu rivâyetleri bize nakletmişlerdir.[384]
Onlardan farklı olarak Zehebî, olumlu ve olumsuz rivâyetleri bize aktarmıştır. [385]
İbnü’l-Arabî
el-Avâsım’ında Hz. Ali ve Muâviye mücadelesini ele alırken ictihadî farklılığı
öne sürmektedir. Şia’nın onu küfürle itham etmesine karşı çıkmaktadır. [386] Hakem olayında Ebû Mûsâ ve
Amr arasında geçtiği iddia edilen rivâyetleri kabul etmemektedir.[387] Muâviye ’yi
halifelerin sonuncusu ve meliklerin ilki olarak görerek Bakara suresindeki Hz.
Davut ile alakalı olan “ Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi.”[388] âyetini bu minvalde bize
aktarmaktadır.[389]
İbnü’l-Arabî,
Muâviye ’nin Hucr’u öldürmesine neden olarak, Hucr’un İslâm toplumu arasındaki
fesat çıkarmaya yönelik hareketini göstermektedir. Ona göre Hucr’un hareketi
İslâm toplumunun tanıdığı halifeye başkaldırı niteliği taşımaktadır.[390]
İbnü’l-Arabî,
Muâviye ’nin Ziyad’ı nesebine katmasının şu şekilde yorumlamaktadır: “İmam
Malik, Ziyad’ın nesebini açıkça vurgulayarak hem de Abbasî devleti döneminde
“Ziyad b. Ebî Süfyan” demiş ve bu işin mücadelesini verenlerin dediği gibi
“Ziyad b. Ebîh” dememiştir. İmam Malik’in bu ifadesinde aynı zamanda fıkhî bir
incelik vardır ki kimse ona akıl erdirememiştir. Şöyle ki, bu mesele ihtilaflı
bir mesele olduğu halde hakim tarafından bu konuda kesin karar verilirse ki,
Halife Muâviye bu hükmü vermiştir, artık bu kararın tersine dönüş olmaz. Zira
ihtilaflı meselelerde hakimin bir tarafın lehine karar vermesi o meseledeki
ihtilafı sona erdirir ve meseleye kesinlik kazandırır.”[391]
İbn Teymiyye,
Ashab-ı Kiram adlı risalesinde âyet ve hadisler ışığında sahabelerin
faziletlerinden bahsederek onların derecelerinde farklılık olacağını her
birinin sahabeliğinin Rasûlüllah ile olan beraberliği miktarınca olduğunu
belirtir.[392]
Onun bu konudaki fikirleri şu
şekildedir: “Muaviye kardeşi Yezîd, İkrime, Sevtan b. Ümeyye ve Haris b. Hişam,
Süheyl b. Amr gibi Mekke’nin fethedildiği yıl İslâm’a giren Tuleka’nın
Müslümanlıkları ve İslâm üzere oldukları alimlerce tevâtüren sabittir.
Muaviye’nin İslâmiyet’i, diğerlerinden daha açıktır. Çünkü o kırk yıl
idarecilik yapmıştır. 20 yılda kendisi Hasan’ın hilafeti devretmesiyle bağımsız
idarecilik yapmıştır.”[393]
İbn Teymiyye
Hz. Hasan ile alakalı şu hadisi vererek değerlendirmeye tâbi tutmuştur. “Benim
oğlum seyyiddir ve Allah kendisi sebebiyle iki fırkayı barıştıracaktır”[394] Rasûlüllah’ın
Hasan’ı barışı seçip, savaşa girmeyeceğinden dolayı övmesi, Allah indinde iki
taraf arasındaki barışın savaşmaktan daha sevimli olduğunu gösterir. Böylece
Hasan’ın savaşmakla memur olmadığını da anlaşılmaktadır. O halde eğer
Muâviye kafir olsaydı bir kafirin hakim kılınıp idarenin kendisine teslim
edilmesi Allah ve Rasûl’ünün sevdiği bir şey olmazdı. Hadis aksine Hasan ve
taraftarlarının mümin olduklarını gösterdiği gibi Muâviye ve taraftarlarının
mümin olduklarına ve Hasan’ın yaptığının Allah indinde ve O’nun Rasûl’ünün
nezdinde tasvip gören bir hareket olduğuna işaret etmektedir. [395]
Ayrıca İbn
Teymiyye, Buharî ve Müslim’de geçen şu hadisi de yorumlamaktadır. “İnsanların tefrikaya düştükleri bir
sırada bir fırka (İslâm’dan) çıkacak ve daha haklı olan (Hakka daha yakın olan
fırka) onları öldürecektir. Bu sahih hadis savaşan her fırkanın yani Ali
ve taraftarlarıyla, Muâviye ve taraftarlarının hak üzere olduklarına ve Ali ile
taraftarlarının da Muâviye ve taraftarlarından daha yakın bulunduklarına delildir.
Çünkü dinden çıkanlarla yani Hâricîlerle savaşan Ali’dir.” İbn Teymiyye
Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Muâviye’yi vahiy kâtibi olarak
görevlendirdiği ve Muâviye’nin Hz. Peygamber ile birlikte savaştığını
belirterek onu küfürle suçlayanları şiddetle reddetmektedir.[396]
İbn Teymiye’ye
Muâviye konusunda şu sorular
yöneltilmişti:
Muâviye’ye
lanet etmek caiz midir?
Muâviye’ye
lanet eden ne ceza gerekir?
Rasülullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “İki halifenin savaşması durumunda biri mel’undur” dedi mi?
Rasülullah
“Ammar b.Yâsir asî bir grup tarafından öldürülecektir” dedi mi? Ammar
Muâviye’nin askerleri tarafından öldürüldü mü?[397]
İbn Teymiyye bu sorulara verdiği
cevaplarda sahabeye, dolayısıyla Muaviye’ye lanet etmenin caiz olmadığını
söylemektedir. “Rasûlüllah’ın sahabeleri mü’minlerin en hayırlılarıdır.
Muâviye’ye ve diğer sahabeye lanet eden Allah’a isyan etmiştir.”[398]
İbn
Teymiyye’ye göre Sıffin Savaşında savaşa tutuşan iki tarafta şu ayeti kerimenin
işaret ettiği gibi dinden çıkmamışlardır:
“Eğer
mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz, eğer
biri diğerine saldırırsa; saldıranla Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar
savaşınız, eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz. Şüphesiz Allah adil
davrananları sever. Şüphesiz mü’minler birbiriyle kardeştirler; öyleyse dargın
olan kardeşlerinizin arasını düzeltiniz. Allah’tan sakının ki Allah size
acısın.”[399]
Yüce Allah
aralarında savaş ve haddi aşma olduğu halde iki taifeyi de mü’min olarak
isimlendirmekte ve kardeş kılmaktadır.[400]
İbn
Teymiyye “iki halife savaşırsa ikisinden biri mel’undur.”sözünün yalan olup
iftira olduğunu, ilim ehlinden hiçbir alimin bunu hadis olarak almadığını
belirtmektedir.[401]
İbn
Teymiyye, Hz. Ali ve Muâviye ’nin delillerini şöyle anlatmaktadır: “Muâviye
halifelik iddiasında bulunmadı. Ali ile savaştığında hiç kimse ona biat
etmediği gibi halifelik için de savaşmadı. O halifeliği de dile getirmedi.
Muâviye kendisine bu soru sorulduğunda hilafeti hak etmediğini de kabul
etmekteydi. O ve arkadaşları Ali’ye karşı savaşı ilk başlatanların kendileri olduklarını
düşünmedikleri gibi, isyan ettiklerini de düşünmüyorlardı. Onlar Ali’ye itaatin
kendilerine vacip olmadığını, Ali ile savaşmaları durumunda mazlum olacaklarını
düşünüyorlardı. Onlar “Osman, tüm Müslümanların ittifakıyla mazlum olarak
öldürüldü, onun katilleri ise Ali’nin ordusunun içindedir. Onların çoğu
kendisine baskı uygulamaktadır. Eğer buna göz yumarsak zulmetmiş ve kendimize
ihanet etmiş oluruz. Ali Osman’ı koruyamadığı gibi onları da engelleyemedi.
Biz, bizlere insaflı davranmaya gücü yeten ve bize karşı merhametli olan bir
şahsa biat etmemiz gerektiğini düşünüyoruz” demekteydiler. Ali ve arkadaşları,
Muâviye ve arkadaşlarının biat edip, itaat etmeleri gerektiğini düşünüyorlar,
Müslümanların bir tek halifesi olabileceğinden hareket ediyorlardı. Ali
taraftarları, Muâviye ve arkadaşlarının Ali’ye itaat etmediklerini, dolayısıyla
bu vecibeyi yerine getirinceye kadar onlarla savaşmanın gerektiğini ve böylece
itaatin ve birliğin sağlanacağını düşünüyorlardı.[402]
“Ammar’ı
haddi aşan bir grup öldürecektir” hadisini İbn Teymiyye, yine Hucurat
suresindeki âyete dayanarak yorumlamaktadır. İki tarafında mü’min kabul
edildiğini, haddi aşanların imandan çıkmadığını ve lanet edilemeyeceğini
belirtir. Aynı zamanda bu hadiste kastedilenlerin Muâviye ve arkadaşları olmadığını söyler. O, bu hadis
şu şekilde yorumlar: “Bu hadisle Ammar’a hücum edip onu öldüren bir grup
askerin kastedilmesi muhtemeldir. Ammar’ın öldürülmesinden memnun kişi bağî
hükmündedir. Askerler arasında Abdullah b. Amr ve benzerleri gibi Ammar’ın
katline razı olmayanlar vardı. Ammar’ın öldürülmesini hoş karşılamayanlar
çoğunluktaydı. Hatta Muâviye de Ammar’ın öldürülmesini hoş karşılamamıştır.[403]
Ömer Nasuhi
Bilmen, “Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih llikadları"
isimli kitabında Muâviye ’nin sahabe olduğu vurgusu yaparak onun hakkındaki
rivâyetlerin tetkike muhtaç olduğunu belirterek, hakkındaki onu itham edici
rivâyetlerin iftira ve kizb eseri olduğunu belirtmektedir. Muâviye ’nin Hz.
Ali’ ye karşı giriştiği mücadeleyi içtihat olarak değerlendirmektedir.
Muâviye
Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in emirlerine itaati bir vecibe bilen yüksek bir
müslümandır; o bunlara kasten muhalefet etmiş olamaz. Fakat masum olmadığı için
bazı yanlış hareketleri görülmüş olabilir. Allah ve Rasûlünün emirlerine
hakkıyla riayet edip kendisinden asla hata ve muhalefet sudûr etmemiş kaç zat
gösterilebilir?
Hz. Osman
mazlumen şehit edilmişti. Katilleri meydanda dolaşıp duruyordu. Hz Osman’ın
evlatları babalarını katilleri hakkında kısas icrasını istedikleri halde bu
hükmü şer-i yerine getirilmemiştir. “İmam Ali eğer imamet-i kübra makamını
ibraz etmiş ise kuvvet ve güç sahibi olacağından bu kısası icra etmelidir. Eğer
bunu icraya muktedir değilse demek ki henüz İmamü’l-müslimin değildir. Şayet bu
kısası kasten tatbik etmiyorsa Hak Tealâ’ya asî olmuş olacağından biz kendisine
nasıl tabi olabiliriz. Allah Tealâ’ya mâ’siyyeti icabeden hususta mahlûka itaat
caiz değildir.
İşte Muâviye
de bunları nazara alıyor, biatten kaçınıyor, bir hakkı şer’înin bir an evvel
yerine getirilmesini istiyordu. Hakikatte Hz.Ali haklıydı. İctihadında musîb
idi. Fakat Muâviye ’nin içtihadında hata olsa bile kendi doğrusunu ifâ etmiş
oluyordu.
İmam Ali hakka Muâviye ’den daha
yakındı. Ekseri ehl-i hadisin, birçok fukahânın ve ekabiri sahabe ile
tabiinin kavilleri bu yöndedir. Bunun içindir ki ekabiri İslâm bu harplere
iştirak etmemişlerdir.” [404]
“Muâviye ’nin
Yezîd’i veliaht tayin etme sebebi ise oğlunu riyasete ehil görmesi idi. O diğer
sahabe çocuklarının faziletini takdir etmez değildi. O’nun, oğlunu veliaht
tayin etmesi fitnenin zuhurunu önlemek içindi. Yezîd’in yaptığı faaliyetler
yüzünden Muâviye mes’ul tutulamaz.”[405]
“Ammar’ı
öldüren bağî topluluk ise onun ölümüne sevinenlerdi. Muâviye hakkında bağî denilmesi son derece hatalıdır.”[406]
Ömer Nasuhi
Bilmen, özetlemeye çalıştığımız bu görüşlerin yanında kitabında Muâviye ’nin
faziletleri hakkındaki rivâyetleri aktarmış ve Muâviye ’nin Hz. Peygamber’den
rivâyet ettiği hadisleri nakletmiştir.[407]
Yusuf el-Işş,
Hz. Ali ve Muâviye arasında meydana gelen mücadelede iki tarafında niyetinde
samimi olduğunu belirtmektedir. Sebeiyye fırkasının Müslüman toplumu ifsat
ettiğini ve bunun neticesinde fitnenin vuku bulduğunu savunur.[408] el-Işş, iki tarafında Hz.
Ali’nin şu konuşmalarını delil olarak aldıklarını aktarmaktadır:
“Bizler Hz.
Peygamber’in akrabaları ve yakınları olduğumuz halde her iki halifeye itaat
etmeyi kendimize gerekli gördük. Sonra Müslümanlar Osman’ı halife tayin
ettiler. Tasvip etmeyip ayıpladıkları bazı icraatlarda bulunması üzerine de gidip
onu öldürdüler. Sonra bana gelerek “biat al” deyince ben hep kaçındım. Onlar:
“Müslümanların biatini al. Bu ümmet senden başkasına razı değildir.
Müslümanların ayrılığa düşmelerinden korkuyoruz.” diye ısrar ettiler. Bunun
üzerine ben de onların biatlerini aldım. Biat ettiği halde bana karşı çıkan iki
kişi ile Muâviye’nin, İslâm’da her hangi bir önceliği ve İslâm’a bağlılığı ve
yakınlığı söz konusu olmadığı halde, o ve babası İslâm’a istemeyerek girdikleri
güne kadar Allah’a ve Rasûlüne savaş açan bir adamın, yaptıklarından başka
zorluklarla ve muhalefetlerle karşılaşmadım. Fakat beni en çok hayrete düşüren
husus da onunla beraber olmanız, ona bağlanarak Hz. Peygamber’in ehl-i beytini
terk etmenizdir. Onlara düşmanlık beslemek ve muhalefet etmek, size yakışmazken
nasıl oluyor da böyle davranıyorsunuz, ona hayret ediyorum. Haberiniz olsun ki
sizi Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine, hakkı yerleştirip batılı yok
etmeye ve dinin emirlerini yerine getirmeye davet ediyorum. Benim diyeceklerim
bundan ibarettir. Kendime, size ve bütün mü’minlere Allah’tan mağfiret
dilerim.” diyerek sözünü bitirdi. Hz. Ali’nin bu sözlerinden sonra gelen
elçiler: “Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğüne şehadet eder misin.” diye
sordular. Hz. Ali onlara cevaben şöyle dedi: “Ben onun zalim veya mazlum olarak
öldürüldüğünü söyleyemem.” Elçiler de şöyle deyip ayrıldılar: “Biz Osman’ın
mazlum olarak öldürüldüğünü itiraf etmeyen kimselerden uzağız.” [409]
el-Işş’a göre
Hz. Ali ve taraftarları Muâviye ’nin İslâm’da her hangi bir önceliği ve İslâm’a
bağlılığı ve yakınlığı söz konusu olmadığını iddia ederek mücadelelerini
delillendirirlerken, Muâviye ve taraftarları, Hz. Ali’nin ““Ben onun (Hz.
Osman’ın)zalim veya mazlum olarak öldürüldüğünü söyleyemem.” sözünü
mücadelelerine delil olarak alıyorlardı. Ve aynı zamanda hakemler görüşürlerken
Ebû Musa el-Eşarî’nin Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü ve Muâviye ’nin
de onun velisi olduğunu kabul etmesi delillerini daha da kuvvetlendiriyordu.
el-Işş, Gazalî’den yaptığı alıntıda şunları aktarmaktadır: “Muâviye’nin bu
mücadeleye başlarken halife olmak gibi bir niyeti yoktu. Ali ve Muâviye
arasındaki mücadele içtihatları sebebiyleydi. Bu mücadelenin hilâfeti taleple
ilgisi yoktu.”[410]
el-Işş bu
görüşleri ortaya koyarken yapılan bir yanlışa dikkat çekmektedir. Muâviye ile
girdiği mücadeleyi kaybeden Hz. Ali’nin siyasî yönünün zayıf olduğu yorumları
ortaya çıkarmıştır. el-Işş bu durumu Irak toplumundaki bölünmüşlüğe
bağlamaktadır. Hz. Ali’nin sahip olduğu ordunun kendisine olan sadakati ve
itaati değişkenlik arz etmekteydi. Ordunun bu durumu Hz. Ali’nin mücadele
gücünü zayıflatan temel neden olmuştur.[411]
[412]
el-Işş
Muâviye’nin Ziyad’ı Ebû Süfyan’ın nesebine dahil etmesini şu şekilde
yorumlamaktadır: “Cahiliye döneminde babası doğan çocuğu nesebine dahil etmesi
yeterliydi. Nikah aranan bir unsur değildi. Ebû Süfyan Ziyad’ı nesebine dahil
etmemişti. Ama cemaat içinde onun kendi oğlu olduğunu zikretmişti. İslam’dan
önce meydana gelen bu olayda Ziyad’ın zina sonucu olduğu söylenemez. Hz. Ömer
ve Hz. Ali onu idareci olarak görevlendirdiler. Bütün bunları göz önünde
bulunduran Muâviye onu kendisine kardeş kıldı.
Ferharevî, “en-Nâhiyetu
an Ta’n Emiri’l-Mü’minin Muâviye” isimli eserinde Hz. Peygamber’in Muâviye
hakkında söylediği sözlerin geçtiği yerleri de bildirerek bize aktarmaktadır.[413] Muâviye hakkındaki
eleştirileri ve hakkında Hz. Peygamber’in söylediği iddia edilen hadisleri ayrı
bir bölüm açarak bunları ele almış ve cevaplamıştır. Bunlardan bazıları özetle
şu şekildedir:
Ferharevî,
Muâviye ’nin Hz. Ali ile girdiği mücadelenin içtihadı neticesinde olduğunun
vurgulamaktadır. Fitne ehli Hz. Ali’nin etrafına toplanmışlardı. Muâviye de
onlardan Hz. Osman’ın kanını talep etmekteydi.[414]
Ferharevî, Hz.
Hasan’ın zehirlenmesi hadisesinde Muâviye ’nin itham edilmesine karşı çıkarak
bunun Muâviye ’yi kötü göstermek için sonradan ortaya atılmış bir yalan
olduğunu, Muâviye hakkındaki bu ithamların Şia’nın sonradan uydurduğu
belirtmektedir.[415]
Münir Muhammed
Gadban ve Bessam Aselî, Muâviye b. Ebî Süfyan hakkında olumlu düşünceye sahip çağdaş
Arap tarihçileridir. Bu iki tarihçi Muâviye b. Ebî Süfyan hakkında müstakil
eser yayınlamışlardır. Bu eserler, Muâviye’nin harpleri ve menkıbeleri şeklinde
ele alınmıştır.
Gadban, bu
eserinde zahîd mücahit ve melik mücahit örneklerini vererek ikisinin de İslâm’a
uygun olduğunu belirtmektedir. Zahid mücahide örnek olarak Ebû Zer el-Ğıfarî’yi
gösterirken, melik mücahid örneği olarak da Muâviye ’yi göstermektedir. Muâviye
’yi kendisine saltanat verilen Hz. Süleyman’a benzetmektedir.[416] Gadban İslam toplumunu saran
fitnenin İbn Sebe kaynaklı olduğunu belirterek, bu topluluğun Hz. Ali’yi aşırı
yücelttiğini belirmektedir. Gadban’a göre, Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Sıffîn
savaşı İbn Sebe’nin faaliyetleri sonucu meydana gelmiş olaylardır. Hz. Osman’ın
katilleri Hz. Ali’nin ordusu içinde yer etmişlerdi. Bu durum neticesinde iki
tarafında uzlaşması mümkün değildi. Muâviye ’de Hz. Osman’ın velisi olarak onun
kanını talep etmişti. Gadban’da iki tarafında içtihat da bulunduğu fikrini
kabul ederek, Muâviye ’nin de hak üzere olduğunu belirtmektedir.[417]
Bessam Aselî,
Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olanlara verilen Tulekâ isminin Muâviye ve o
zaman Müslüman olanları küçümsemek için kullanıldığını, bunun ise İslam’ın
özüne aykırı olduğunu söylemektedir. Aselî, İslâm’ın geçmiş günahları
affettiğini belirterek, Muâviye ’nin geçmişi ile zan altında bırakılmak
istenmesinin yanlış olduğunu ifade etmektedir.[418]
Aselî, kitabında özellikle Muâviye’nin devlet yönetiminde yaptığı olumlu
ıslahatları ele alarak onun büyük bir devlet adamı olduğuna dikkat çekmektedir.[419] [420]
Emevîler ve
Abbasîler isimli eserin müellifi olan Bahriye Üçok, yansız bir tarihçinin
Muâviye ’yi temize çıkarmakta oldukça güçlük çekeceğini savunmaktadır. Buna
rağmen Arapların onun şahsında hükümdarlık kudretinin sembolünü gördüğünü
belirtmektedir. Üçok’a göre, Muâviye İslâm’ın en ilerici hükümdarlarından
biriydi. O bu düşüncelerini şöyle açıklar: “ Muâviye yavaş yavaş uyruklarının
siyasal terbiyelerini geliştirmeyi ve başı boş hareketlerin önüne geçmeyi
başardı. Muâviye İslâmiyet için çok yararlı olmuştur. Kumandanlarından Amr b.
el-Âs, Ziyad b. Ebî Süfyan, Muğîre b. Şu’be gibi kişiler sayesinde Horasan ve
İran’da cereyan eden kabile kavgaları uzayıp gitmemiş, tersine bunlar hemen
önlenmiştir. Muâviye tahta geçtikten sonra o vakte kadar Suriye’de uyguladığı
ve başarı sağladığı yönetim yöntemlerini hilâfetin öteki bölgelerinde de
uyguladı. Böylece İslâm’ın çekirdeğini teşkil eden bedevîleri merkezî bir
yönetime bağlı bir duruma soktu. Maliyeyi de düzenledi. Çok fazla maaş
alanların aylıklarını azalttı. Düzensiz eyalet gelirlerini düzenli hale getirdi.
Devlet kasasını fatihlerin istedikleri biçimde kullanabilecekleri bir kasa
olmaktan kurtardı.
Üçok, Muâviye
’nin bir devlet kurucusunun keskin görüşü, çabucak harekete geçişi, koğuşturma
fikri, eskimiş önyargılardan uzak bulunma, insanları eşit tutma ve onların
önyargılarına karşı anlayış gösterme davranış ve sabrı olmasaydı bedevîleri
bulundukları durumdan kurtarıp disiplin altına alamayacağını belirtmektedir.
Üçok onun bu başarısını şu şekilde ifade etmektedir: “Onun hakkında yansız bir
yargı vermek isteyenlerin, hatalarına rağmen çalıştığı çevrenin, bedevîlerin
içine işlemiş bireyciliğin direncini hesaba katmaları gerekir. Muâviye, onları
yüksek kültürlü çok eski uygarlıkların vârisi olan milletlere hükmedecek
fatihler haline getirmiştir.[421]
Batılı
araştırmacılar genel olarak Muâviye hakkında olumlu düşünceye sahip olmuşlardır.
Çünkü onlar herhangi bir dinî etkiyi gözetmeksizin değerlendirdikleri için sırf
onun devlet adamlığı üzerinde durmuşlardır. Muâviye ’nin yaptığı başarılı
ıslahatlar ve kazandığı mücadele onların daha fazla ilgisini çekmiştir.
Lammens,
Muâviye ’nin daha Şam valisi iken yaptığı olumlu icraatların onun giriştiği
mücadele de önemli bir avantajı olduğunu belirtir. Lammens’in görüşleri şu
şekildedir: “ Muâviye’nin kabileler arasındaki dengeyi gözetmesi ve onları
kendisine bağlı hale getirmesi onun büyük bir başarısıdır. Özellikle onun
hilmi, cömertçe ihsanları, hitabeti devleti yönetmede en önemli özellikleri olmuştur.
O hilâfeti hükümdarlığa çevirmekle suçlanmıştı. Ama o bunu yaparken devlet
idaresine bir nizam getirmiş, düzen tanımaz bedevîleri otoriteyi tanır hale
getirmiştir. Onu hükümdar olarak suçlayanlar aslında onun büyük bir meziyetini
de ortaya koymaktadırlar. Muâviye’ye yapılan bu mülk ithamı onun dinî inancını
da şüpheli göstermek hedefini güdüyordu. Muâviye’nin ahlaka ve hususî hayatına
ağır bir ciddiyet hakimdi. İyi bir baba ve ailesine düşkün bir koca idi. Dinî
vazifelerini dikkat ve ihtimam ile ifa ederdi.”[422]
Robert
Mantran, “Islâm'ın Yayılış Tarihi" adlı eserinde Emevî devletinin
ve Muâviye ’nin İslâm’ın yayılmasındaki başarısı ortaya koymaktadır. Muâviye
’nin başlattığı bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Muâviye idarenin tek merkezden
yönetilmesine öncelik vermiş ve görevini yapmaya muktedir bir merkezî idare
oluşturmuştur. Bu idare Mekke ve Medine’de ortaya çıkan şahsi rekabet ve dahilî
kavgalardan uzak olmuştur. Muâviye’nin Şam’da istişarî, bazen icraî bir şeyhler
meclisi (şûra) oluşturması ve bazen de kabile temsilcilerinin kararlarına
başvurması onun otoritesini ve ona olan bağlılığı arttırdı. Muâviye, hilmi ve
siyasî inceliği gibi siyasî vasıflarını en iyi şekilde kullanmasını bildi. Bu
sayede Şiî ve Abbasî muhalefetine rağmen en büyük İslâm halifelerinden
sayıldı.”[423]
Bir başka
batılı araştırmacı Brockelman’ın ise Muâviye ’nin idaredeki başarısını şu
şekilde anlatmaktadır: “Muâviye, Ömer’in kurduğu ve iç harplerin sarmış olduğu
temeller üzerinde, büyük selefi gibi, Romalıların Yunan tarzındaki yönetimlerini,
asırlardan beri korumuş olan deneyimlerine bağlı kalmak suretiyle İslâm
devletini yeniden kurdu. Maliye işlerinde de, o zamana kadar eyaletler
tarafından ancak zor kullanarak devlet hazinesine ödenmekte olan vergileri
yeniden saptadı ve bu vergilerin düzenli bir şekilde tahsili için daimî bir
dikkat sarf etti. Aynı zamanda beytülmali, daha evvelki devlet başkanlarının
kendi mensupları için ihdas ettikleri büyük maaşların bir kısım yükünden de
kurtardı. İç harplerden beri çok ihmal edilmiş olan Hicaz eyaletindeki toprak
ziraatının kalkındırılması için büyük çapta çalışmalarla tarıma hizmet etti.[424]
Hitti,
İslâm-Arap hükümdarlığına örnek olarak gördüğü Muâviye ’nin başarılarını şu
şekilde aktarmaktadır: “Hiç şüphesiz bir asker olarak Hz. Ali’den daha alt
mevkide bulunan Muâviye, bir askerî teşkilatçı olarak kendi çağdaşlarının hiç
birinden sonra geldiği söylenemez. O, Suriye ordusunu meydana getiren ham
maddeyi öyle bir kamçılamıştır ki, neticede bu kuvvetler İslâm harp tarihinde
birinci derecede nizamlı ve disiplinli kuvvetler olarak şöhret kazanmıştır.
Askerî yapıyı o, eski günlerden kalma köhne ve demode kabile teşkilatı
yapısından kurtarıp, çıkarmıştır. Hükümetle ilgili birçok geleneksel
görünüşleri ortadan kaldırmış ve ilk Bizans örneği ve temel yapısı üzerine
sağlam, mustakâr ve pek güzel teşkilatlandırılmış bir devlet inşa etmiştir. Bir
herc-ü merc görüntüsünden tamamen uzak, nizam ve intizama dayalı bir İslâm
camiası geliştirmiştir. Birçok üstünlüklerine rağmen Muâviye tarihçilerin çoğu
tarafından sevimli bir kimse olarak gösterilmez. Onlar kendisine İslâm’daki ilk
melik olarak bakarlar, ve gerçekte de bu unvan Araplar arasında o derece
menfurdur ki bunu yabancı hükümdarlar için kullanmışlardır. Bütün bu ithamlara
maruz kalan Muâviye, kendisinden sonra gelen Emevî halifelerine şefkat ve
itidallilik, enerji, ileri görüşlülük ve devlet adamlığı hususunda iyi bir
örnek bırakmış, pek azı muvaffak olsa da çoğu onu bu konularda gıpta ile takip
ve taklit etmişlerdir. Gerçekten kendisi, sadece ilk değil aynı zamanda İslâm
tarihinde gelmiş devlet başkanları arasında en büyüklerinden birisidir.”[425]
Muâviye
hakkında olumlu kanaate sahip olanların fikirlerini aktardığımız bu bölümde son
olarak görüşlerini aktaracağımız Hodgson’un değerlendirmeleri şu şekildedir:
“Muâviye, Hz. Ömer’in meydana getirdiği ve Hz. Osman döneminde süregelen siyasî
gelenek halinde uyarlanan sistemi yeniden kurdu. Kendi hakimiyetini kabul
ettikleri sürece, Müslümanların izzet ve özgürlüğüne saygı gösterdi. İslâm onun
politikasının köşe taşlarından biriydi. Kendisi yerel otorite iddialarıyla
cemaatin dağılmasına neden olacak olanları ve böylesi bir otoritenin dayandığı
dinî amacı benimsemeksizin merkezî otoritede ısrar edecek olanları, aynı
şekilde frenlemek zorundaydı. Muâviye kendi başına hükmeden birisi değildi;
daha çok, eşitler arasında birinci olan bir seyyid olarak kaldı. Hz. Osman gibi
o da Benî Ümeyye’den ise de, onlara özel bir öncelik tanımadı. Sûriyelilere
dayandıysa da, onlar ancak asgarî seviyede bir özel ayrıcalık gördüler. En birinci
çağrısı-ki gerçekte fitnede ona zafer getiren de bu olmuştu- İslâm’da birlikti.[426]
Muâviye
b. Ebî Süfyan Hakkında Olumsuz Kanaate Sahip Olanlar
Ya’kûbî,
Muâviye ile alakalı değerlendirmesinde, daha muhasara esnasında Muâviye ’nin
Hz. Osman’a yardım etmediğini, onun Hz. Osman’ın kanının talep ederek Hz.
Ali’ye karşı giriştiği mücadelesinde haksız olduğunu savunur. Hz. Osman’ın
muhasarası esnasında Muâviye ’nin tutumu ile ilgili diğer kaynaklardan farklı
olarak şu bilgiyi vermektedir:
“Muâviye, halifeden yardım çağrısı
alınca, on iki bin kişilik bir ordu hazırladı ve bu orduyu Şam’ın sınırında
bekletip, kendisi Medine’ye, halifenin yanına geldi. Halife ona niçin yalnız
geldiğini ve askerleri getirmediğini sorunca, Muâviye, durumu tetkik etmek
amacıyla geldiğini söyledi. Bunun üzerine Halife Osman, “Hayır, vallahi sen
benim öldürülmemi istiyorsun. Sonra da, ben öldürülenin velisiyim diye ortaya
çıkacaksın. Şimdi git ve askerlerini getir.” cevabını verdi. Muâviye
askerleriyle birlikte gelmek üzere geri döndü, fakat onlar gelmeden halife
şehid edildi.”[427]
Ya’kûbî’ye
göre nasıl ki Hav’eb hadisinde belirtildiği üzere Hz. Âişe muhalefetinde haksız
idiyse[428], Ammar’ın isyancı bir
topluluk tarafından öldürüleceğini haber veren hadis de Muâviye’yi haksız
kılmaktaydı.[429] Ya’kûbî’ye göre Ziyad’ın Ebû
Süfyan’ın nesebine katılması da batıl bir işti.[430]
Ya’kûbî bab başlıklarını atarken de Muâviye ’ye olan bakış açısını ortaya
koymaktadır. O, Emiru’l-Mü’minin Hz. Ali’nin hilâfeti ve Hz. Hasan’ın hilâfeti
başlıklarını atarken, Muâviye ’nin idaresi için Muâviye b. Ebî Süfyan’ın
günleri şeklinde bir başlık atmıştır.[431]
Mes’ûdî de, Muâviye b. Ebî Süfyan’ın
faaliyetleri hakkında olumsuz düşünen tarihçilerdendir. O, Hz.
Hasan’ın zehirlenmesi ile ilgili Muâviye’nin Hz. Hasan’ın hanımı Ca’de ile
anlaştığının öne sürmektedir.[432] Muâviye’nin Ziyad’ı nesebine
ilhak etmesi Mes’udî’nin eleştirdiği bir başka konudur. Bu durumun batıl bir iş
olduğunu belirterek, Hz. Peygamber’in “Çocuk kimin yatağında doğduysa onundur.”
hadisine muhalif davranıldığını söylemektedir.[433]
Mes’ûdî bu görüşlerine rağmen onun idarî yönünü takdir etmekten kendisini
alamamıştır. Muâviye ’nin bir gününü nasıl geçirdiğini ayrıntıları ile bize
aktarmıştır.[434]
Mutezilî bakış açısına sahip olan Câhız’ın Muâviye b. Ebî Süfyan hakkındaki
görüşleri şu şekildedir:
“Muâviye birlik yılı diye isimlendirilen
“Amu’l-Cemâa”da, muhâcir ve ensârdan oluşan Müslüman toplum ve şûra üyelerinden
geride kalan kimseler üzerinde hakimiyetini kurdu. Aslında bu yıl birlik yılı
falan olmadı, bilakis bu yıl insanların fırkalara ayrıldığı, kahrın, zorbalığın
ve galebenin yaşandığı bir yıl oldu. Öyle ki bu yılda imâmet kisrâ saltanatına,
hilâfet kayser zorbalığına dönüştü. Bu en büyük dalâlet ve fısk olarak
sayılmalıdır. Anlattığımız bu kötülükler, Rasûlüllah’ın davasını ve hükmünü
açık bir şekilde red ve inkâr ederek, çocuğun nesebi, fahişe kadınla ilgili
hükümlerin inkâr edilmesiyle aynı minvâl üzere devam edip gitti. Ümmetin,
Sümeyye’nin Ebû Süfyan’ın karısı olmadığı, metresi olduğu hususunda açık
ittifakı vardı. Bu olay onu facir hükmünden kâfir hükmüne soktu. Uygulanmakta
olan sünneti, yaygın olan uygulamayı ve temel ahkâmı terk ederek, yakınlık ve
torpile değer vermek suretiyle hadlerin uygulanılmaması, arzusuna göre
yöneticiler seçilmesi, feyin istediklerine dağıtılması, hafif meşreb Yezîd’e
biat edilmesi, Mısır haracının Amr b. el-Âs’a yedirilmesi ve Hucr b. Adiy’in
katledilmesiyle de yetinilmedi.[435]
Tekfir
konusunda gerçekleşen husus kitap ve sünneti inkar etmektir. Zira sünnet de
kitap gibidir. Çünkü Kur’an’ın destekleyicisi ve açıklayıcısıdır. Ancak
onlardan birincisi yani kitap daha büyük ve inkârı halinde de kıyamet gününde
azabı çok daha şiddetlidir. İşte bu; ümmetin içine düştüğü ilk küfürdür.
Üstelik bu ancak imâmet ve hilâfet iddiasında bulunanlarda olmuştur. Bununla
birlikte bu asrın ehlinden olan birçok kimse Muâviye’yi tekfir etmemekle küfre
düşmüşlerdir. Bu konuda zamanımızda ortaya çıkan Nâbite isimli bir grup da
onlara destek verdi ve “Muâviye’ye sövmeyin, çünkü o Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’le arkadaşlık yapmıştır. Ona sövmek bidattir, kim ona
buğzederse sünnete aykırı iş yapmış olur.” dediler. Ben de iddia ediyorum ki, asıl sünnet olan, sünneti
inkar edenden “berî” olduğunu söylemeyi terk etmektir.[436]
Haricî fikre
mensup olan İbn Sellâm el-İbâdî, Muâviye döneminde Haricîlere karşı yürütülen
politikalara değinerek bu durumu batıl ehli olan Muâviye ile hak taraftarı
Müslümanların mücadelesi şeklinde değerlendirmektedir. Emevîler dönemini zalim
sultanlar dönemi olarak tanımlayan İbn Sellâm bu dönemde sünnetin değiştirildiğini,
birçok uygulamanın kalktığın, ümmetin haksızlıkla yönetildiğini ileri
sürmüştür.[437] İbn Sellâm, Hz. Peygamber’in
“Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’in siyasî önderliğine, Ammar ve İbn Mes’ud’un
dinî yönlendirmelerine tabi olunuz.” dediğini ileri sürmüştür. Aynı zamanda Hz.
Peygamber’in “Ammar’ı öldürenler cehennemliktir. Ammar Hak’la beraberdir, Hak
da Ammar’la beraberdir.” dediğini belirterek Muâviye ve taraftarlarının batıl
ehli olduğunun söylemiştir.[438]
Makrîzî, Emevî
ve Haşimî çekişmesini ele aldığı risalesinde ehl-i beyt lehine açık bir şekilde
tavır koymuş ve şu ifadeleri kullanmıştı: “Ben çoğu defa Ümeyye oğullarının,
Haşim oğullarının aksine, Rasûlüllah’a nesep olarak uzak olmalarına rağmen,
hilâfete el uzatmalarına şaşırıyor ve kendilerini nasıl bu işe inandırdıklarını
düşünüyorum. Rasûlüllah’ın kovduğu ve lanetlediği Ümeyye oğulları nerede,
hilâfet işi nerede!”[439] “Benî Ümeyye idarecileri
kraldırlar ve ilk kral da Muâviye’dir.” diyerek onların hilâfetle alakalarının
olmadığını ileri sürmüştür.[440]
Mevdûdî, “Hilâfet
ve Saltanat” isimli eserinde; Muâviye ’yi Hz. Ali ile girdiği mücadelede
haksız bulmaktadır. Ammar b. Yâsir ile ilgili hadisi ele alarak bu durumu şöyle
aktarmaktadır: “Ammar b. Yâsir’in şehit edilişi haberi Muâviye’nin ordusuna
ulaştığı zaman, Abdullah b. Amr, kendi babasına ve Muâviye’ye Rasûlüllah’ın
“Ammar’ı isyancı bir grup öldürecek.” hadisini hatırlattı. Muâviye derhal
hadisi tevil etti ve dedi ki: “Ammar’ı biz mi katlettik? Onu katledenler
kendisini muharebe meydanına getirenlerdir.” Halbuki hadisin metni çok sarihti.
Zira hadiste “Ammar’ı isyankâr bir gürûh muharebe meydanına gönderir.”
denmiyordu. “İsyankâr bir gürûh katleder.” deniyordu. Buradan da açık bir
şekilde anlaşılıyor ki Ammar b. Yâsir’i katleden gürûh Hz. Ali taraftarı değil,
Muâviye’nin adamlarıydı.”[441]
Mevdûdî,
Yezîd’e biatin zor kullanarak alındığını ileri sürerek, bu biat neticesinde şu
sonucun ortaya çıktığını belirmektedir: “Yezîd’e biat edilmesiyle Hulefâ-i
Raşidîn’in siyasî nizamı tamamıyla ortadan kalkmış, onun yerine idare tarzı
hükümdarlığa dönüşmüştür. Hilâfet müessesesi yerine, hanedan esasına bağlı
hükümdarlık zuhur etmişti. İşte o tarihten bugüne kadar da Müslümanlara hakiki
bir hilâfet nizamı nasip olmamıştır.[442]
Mevdûdî
Muâviye ’nin eleştirilen diğer icraatlarını şöyle sıralar: “Hz. Peygamber ile
Hulefâ-i Raşidîn döneminde ne bir kafir, Müslümana vâris olabilirdi, ne de bir
Müslüman, kafire. Muâviye Müslümanı kafire vâris yaptı. Fakat kafirin Müslümana
vâris olmasını men etti. Diyet muamelesinde Muâviye sünneti değiştirdi. Zira
sünnete göre İslâm devleti ile anlaşması bulunan gayri müslimin diyeti
müslümanınkinin aynıdır. Fakat Muâviye bunu yarıya indirdi, diğer yarısını da
kendisi aldı. En kötü âdetlerden birisi de yine Muâviye’nin zamanında ortaya
atılmıştır. Hatta o, bu âdetin yerleşmesi için bütün valilere ferman
göndermişti. Bu kötü âdet Hz. Ali için kötü şeyler söylemek, ona lanet okumak
onun hakkında ileri geri, yakışık olmayan sözler sarf etmekti. Ganimet
mallarının taksiminde de Muâviye Allah’ın kitabı ve Rasûl’ünün sünnetinin sarih
hükümlerine muhalefet etmiştir. Kitab ve sünnetin ahkâmına göre ganimet
mallarının beşte biri hazineye aittir. Beşte dördü ise muharipler arasında
taksim edilecektir. Muâviye böyle yapacağı yerde, bu malların içinde bulunan
altın ve gümüşün ayrılmasını emretmiş, bunları kendisine alıkoymuş ancak geriye
kalanları beşe taksim ettirerek dört hissesini gazilere vermiştir. Ziyad b.
Ebîh’i nesebine ilhak etmesi de politik gayeleri uğruna Muâviye’nin şeriat
hükümlerini tahrif ettiğinin bariz misallerinden biridir. Muâviye babası Ebû
Süfyan’ın zina yaptığına dair şahitler uydurdu. Böylece Ziyad’ın, Ebû Süfyan’ın
gayrî meşrû çocuğu olduğunu ileri sürdü. Yani Ziyad’ı kardeş olarak ilan etti
ve onu kendi nesebine kattı. Ahlakî bakımdan bu hareketin ne kadar kötü bir
fiil olduğu malumdur. Ahlakî endişeleri bir yana bıraksak bile, böyle bir
davranışın kanun nazarında da suç teşkil edeceği açıktı. Zira bu kanunu hiçe
saymaktı. Çünkü şimdiye kadar şer’î tatbikatta zina neticesi doğan çocuğun
nesebi hakkında karar verilmemişti. Hz. Peygamber’in sarih hükmü “Nesebi sahih
çocuk, yatakta doğandır. Zina edenin hakkı taşlanmaktır.” şeklindeydi. Nitekim
mü’minlerin annesi Ümmü Habîbe Ziyad’ı kendisine kardeş olarak kabul etmekten
imtina etti ve “Böyle şey olmaz.” dedi.[443]
Muâviye
hakkında müstakil eser sahibi olan Abbas Mahmud Akkad, kitabında genel olarak
onun harplerini ve menkıbelerini ele almıştır. Akkad, Muâviye ’nin Hz. Osman’ın
muhasarası esnasında gerekli yardımı yapmadığı görüşünü savunarak şu rivâyeti
bize aktarmaktadır: “Muâviye idareyi ele aldıktan sonra ashâbtan Ebû Tufeyl ile
aralarında şu şekilde bir konuşma geçer. Muâviye Ebû Tufeyl’e sorar:
Sen Osman’ın katillerinden değil misin?
Hayır, fakat orada bulunanlardan ve yardımcı
olmayanlardanım.
Seni yardım etmekten alıkoyan nedir?
Muhâcirûn ve Ensâr yardım etmedi, ben de etmedim.
Fakat halifeye yardım onlar üzerine vacipti.
Ya Emiru’l-Mü’minin, Şam ehli seninle birlikte olduğu
halde seni yardım etmekten alıkoyan nedir?
Benim,
Osman’ın kanını talep etmem ona yardım değil mi?
Ebû Tufeyl
güler ve sen ve Osman tıpkı şairin “Ben hayatta iken gerekli yardımı
yapmadın, öldükten sonra benim için yas tutuyorsun.” dediği gibisiniz der.[444] Akkad Muâviye ’nin dehasının İslâm’dan sâdır olmadığını,
menfaati neyi gerektiriyorsa ona göre hareket ettiğini ileri sürmektedir.[445] Akkad, Muâviye ’nin Hulefâ-i
Raşidîn’in yönetim tarzını bırakıp kisrâların yönetim tarzını benimsediğini
söyleyerek eleştirmektedir.[446]
İhsan Süreyya
Sırma, Muâviye dönemiyle örnek halifeler döneminin bittiğini saltanatın
başladığını belirterek onun hakkındaki şu eleştirileri söz konusu etmektedir:
“Muâviye Hz. Ali’ye bit etmeyip, hilâfeti kendi uhdesine almak için silahla
karşı çıkmış ve bu hareketiyle de bir çok Müslümanın ölmesine sebep olmuştur.[447] Muâviye, Ziyad’ı nesebine
ilhak etmesiyle şeriate aykırı bir iş yapılmıştır. Hz. Peygamber’in “Çocuk
kimin yatağında bulunduysa, ona aittir.” hükmü çiğnenmiştir. Çünkü çocuk
doğduğunda, Sümeyye’nin kocası Ebû Süfyan değil, Ubeyd er-Rumî adında biriydi.
Muâviye’nin bu hareketi, kendi ailesi Ümeyye oğulları dahil, herkes tarafından
kınandı.[448] Muâviye’nin oğlu Yezîd’i
zorla veliaht tayin ettirip İslâm toplumunun başına musallat etmesi, saltanatın
İslâm toplumuna yerleşmesi onun en büyük hatasıdır.”[449]
Ahmet
Ağırakça, Muâviye ’nin İslâm devletinde ilk isyan hareketini başlattığını ileri
sürerek onun döneminde bidatlerin birbiri ardına ortaya çıktığına işaret
etmektedir: “Hz. Ali ve taraftarlarını kötüleme âdeti başlatılmıştır.
Muâviye öldürülen gayri müslimin diyetini yarıya indirip geri kalanını kendisi
almıştır. Ganimet dağıtımında hakkaniyet gözetilmemiştir. Muâviye, Ziyad’ı
kendi soyuna intisab ettirerek büyük bir hata işlemiştir. Yezîd’i veliah tayin
edip, zorla ona biat ettirilmiştir.”[450]
[451] Ağırakça, Muâviye döneminde meydana gelen Hâricî ayaklanmaları
kıyam olarak nitelendirerek Muâviye ’nin idaresine karşı bakış açısını ortaya
koymuştur.
Ülkemizde
Muâviye b. Ebî Süfyan hakkında en geniş araştırmayı yapan İrfan Aycan her ne
kadar onun idarî kabiliyetini ve yaptığı düzenlemeleri takdir etse de Hz.
Osman’ın öldürülmesi karşısında takındığı tutumu ve hilâfet mücadelesinde
girdiği mücadeleyi eleştirmektedir:
“Muâviye,
Halife Osman’a “Bu insanlar sana isyan edecekler sen de onlara mukavemet
edemeyeceksin. Gel, seni itaatkâr bir halkı olan Şam’a götüreyim” diyerek onu
yanında götürmek istedi. Halife Osman Hz. Peygamber’e komşu olmayı hiçbir şeye
değişmeyeceğini söyleyerek bu teklifi reddetti. Muâviye’nin halifeye kendisini
koruyacak askerler verme teklifini de halife “Ben Rasûlüllah’ın komşularına
sıkıntı vermek istemem” diyerek reddetti. Aycan bu rivâyeti şu şekilde
yorumlamaktadır: “Muâviye’nin otoritesini kaybetmiş ve yaşlanmış bir halifenin
karşısına böyle bir teklifle çıkmasındaki amacı, acaba sadece halifenin iyi
durumda olmayan güvenliğinin temini midir? Yoksa bir adım daha öne çıkarak
yaşlanmış bir halifeyi kendi himayesine alarak ona halef olmanın yolunu mu
açmaktır? Kanaatimizce Muâviye’nin peşinde olduğu husus, halifenin
güvenliğinden ziyade, elde etmiş oldukları mevkînin güvence içinde olmasıdır.
Halifenin bir kötülüğe maruz kalması veya öldürülmesi, halifenin güvenliği
açısından değil de, Ümeyyeoğullarının işgal ettikleri mevkîler açısından
önemlidir.”[452]
Halifeyi
Şam’a gitmeye razı edemeyen Muâviye, Hz. Ali, Talha ve Zübeyr’in de bulunduğu
Muhâcir topluluğunun yanına gelerek “Ey sahabe topluluğu! Bu ihtiyar hakkında
size hayır tavsiye ederim, eğer o sizin aranızda öldürülürse Allah’a yemin
olsun ki, burayı size karşı atlılarla doldururum” diyerek onları uyarmıştı.
Aycan, Muâviye’nin bu uyarısını şu şekilde yorumlamaktadır: “ Muâviye’nin bu
topluluğu ölümle tehdit etmesi, siyasî çalkantıların dinî hassasiyeti nasıl
zayıflattığını, adeta yok ettiğini göstermesi açısından önemlidir. Muâviye’nin
bu tehdidini Şam’ın, hilâfet merkezi Medine üzerinde veya ülke idaresinde
ağırlığını hissettirmeye çalışması olarak da görmek mümkündür. Çünkü bu
tarihten itibaren fiilen Ümeyyeoğulları ve onları destekleyenler, doğabilecek
muhtemel bir idarî boşluğu doldurmaya hazırlanıyorlardı.”[453]
Aycan, Hz.
Osman’ın muhasara edildiği esnada Muâviye ’nin elinde imkan olmasına rağmen
yardımcı olmadığını iddia etmektedir. Bu konudaki yorumu şu şekildedir:
“Muâviye adeta Hz. Osman’ın dirisinden ziyade, ölüsünden istifade yoluna gitmiştir.
Çünkü yaşlı halifenin yatağında ölmesi ile muhalifleri tarafından öldürülmesi
çok farklı sonuçlara yol açabilecek iki husus olup, Hz. Osman’ın öldürülmesi,
Muâviye’yi ve Ümeyyeoğullarını daha haklı bir konuma getirmeye veya kendi
iktidar davalarını sürdürebilmeleri amacıyla bir bahane oluşturmaya yetecekti.
Nitekim Muâviye’nin Medine’de Muhâcirîn ve Ensâr’ı hedef alarak tehdit etmesi,
Medine’deki Ümeyyeoğullarının Hz. Ali’ye “Sen bizi helak ettin, bu işi
mü’minlerin emirine sen yaptın, eğer isteğine ulaşırsan dünyayı başına
yıkarız.” deyip onu hedef edinmeleri ve yine Velid b. Ukbe’nin “Haşimoğulları,
Osman’ın yerine geçmek için onu öldürdüler.” demesi hedefin kesinlikle belli
olduğunu gösterir. Hatta ilk iki rivâyette olduğu gibi hedef daha halifenin
sağlığında belirlenmiştir. Bunun sebebi, Hz. Ali’nin her ne şekilde olursa
olsun, Hz. Osman’ın ölümünden sonra en kuvvetli halife adayı olmasıdır.”[454]
Aycan’ın
Muâviye ’yi itham ettiği bir diğer konu Hıms valisi Abdurrahman b. Hâlid b.
Velid’in zehirlenmesi hadisesidir. O bu konuyu şu şekilde yorumlamıştır:
“Abdurrahman’ın şahsına teveccüh gösterilen bir kimse olması Muâviye’yi
rahatsız etmiştir. Muâviye, Abdurrahman’dan kurtulmanın yolunu onu
zehirletmekte buldu. Bu yol, Muâviye’nin daha öncede başvurduğu ve bu işe
gayr-i müslimleri aracı yaptığı bir yoldu.”[455]
Aycan, Muâviye
’nin Yezîd’i veliaht tayinini şu şekilde tenkit etmektedir: “İktidar için
mücadele verirken, halifenin bir şûra tarafından seçilmesini ısrarla savunan
Muâviye, ona ulaştıktan sonra sadece devlet idaresinin kendi ellerinden
çıkmaması için, İslâm’ın şûra prensibine ters düşen ve geçmişteki halifelerle
pek benzerliği bulunmayan Yezîd’i veliaht tayin ederek, bu sistemi Müslümanlar
arasında yerleştirmiştir.” [456]
Mehmet Ali
Derman kaleme aldığı Şam Valisi Muâviye isimli kitabında, Muâviye’nin sahabe
olmadığını, onun yaptığı icraatlar neticesinde kötülenmeyi hak ettiğini ileri
sürmektedir.[457] Derman, Hz. Ali’den
başkasının imam olamayacağının savunarak Muâviye’nin hilâfeti hileyle
gasbettiğini iddia etmektedir.[458] Derman kitabına Muâviye
aleyhindeki Hz. Peygamber’e nisbet edilen bütün sözleri almış ve bunları
Muâviye’nin aleyhindeki fikirlerine temel almıştır.[459]
Muâviye
b. Ebî Süfyan’la İlgili Farklı Yaklaşımların Genel Bir Değerlendirmesi
İslâm
Tarihinde, böylesine tartışmalı ve birbiriyle mücadele içindeki rakip grupların
şekillendirdiği bir tarih dönemini ve bu dönemi tasvir eden tarihçilerin
birbiriyle çelişen ifadelerini tahlil ederek, objektif bir sonuca ulaşmanın
fevkalade zor bir iş olduğu açıktır. İslâm toplumunun tarihî seyrini her
yönüyle etkileyen Muâviye b. Ebî Süfyan’a yöneltilen eleştirileri ele alırken
yukarıda bahsettiğimiz zorluk daha da belirgin bir hal aldı. Bu durumu daha
açık bir şekilde ortaya koymak için onun hakkındaki şu vasıflandırmalara göz
atmamız yeterli olacaktır kanısındayım.
Muâviye ’nin
fizikî görünüşü ile ilgili kaynaklar ortak bir portre çizmezler. Onu asık
suratlı, patlak gözlü, sık sakallı, geniş göğüslü, büyük butlu ve kısa bacaklı
olarak tasvir edenlerin yanında;[460]
uzun boylu, beyaz tenli, yakışıklı olduğunu ve güldüğü zaman üst dudağının içi
dışına döndüğünü rivâyet edenler de vardır. [461]
Muâviye
hakkındaki bu rivâyetlere bakarak bir müslüman ferdin bu tasvirlerden hangisine
göre zihnini şekillendirmesini tavsiye edebiliriz? Ya bu rivâyetlerden birisini
tercih edeceğiz ya da ne bu iki rivâyeti birleştirme yolunu seçeceğiz. Buna
göre Muâviye ne Ya’kûbî’nin rivâyetindeki gibi “asık suratlı, patlak gözlü,
kısa bacaklı” bir adamdır; ne de Zehebî’nin rivâyetindeki gibi “güleç, yakışıklı
ve uzun boylu” dur. Orta boylu, yakışıklı ama patlak gözlü, asık suratlı ama
güldü mü iyi gülen bir zattır. Orta yolu bulmak için ne şiaya ne de ehl-i
sünnete yaranamayan bu bakış açısı aşağıda şu rivâyetler karşısında çaresiz
kalmaktadır.
“Cebrail,
üzeri yazılı bir sahife getirdi ve üzerinde “ Lailahe İllallah, Muâviye sevgisi
kulların üzerine farzdır.” yazılı idi.”[462]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Ey Muâviye , sen bendensin, ben de
sendenim, sen de benimle beraber cennete gireceksin.” buyurmuştur.[463]
Yukarıdaki rivâyetlerin tam zıddı
olarak şu rivâyetlerde söz konusudur. “Muâviye’yi minberim üzerinde gördüğünüz
zaman öldürünüz.” ve “O, Cehennemde kilitli bir tabut içindedir.”[464]
Sadık Cihan, “Uydurma
Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-Politik Olaylarla ilgisi” isimli eserinde bu tür
sözlerin, tarafların kendilerini haklı çıkarmak, muhataplarını kötülemek,
hilâfetin gerçek sahiplerinin kendileri olduklarını ispat etmek ve olayları
kendi lehlerine çevirmek maksadıyla uydurduklarını söylemektedir.[465]
Muâviye ’nin
fiziksel özellikleri konusunda orta yolu bulma çabasının neticesinde meydana
gelen bakış açısı bu rivâyetler karşısında çözüm üretememektedir. Bu
rivâyetleri ele alırken orta yolu bulma gibi bir çözüm, söz konusu değildir.
İki tarafın aşırı uçtaki taraftarları, aralarındaki mücadeleyi Hz. Peygamber’i
kullanmaya kadar vardırmışlardır. Hem de Hz. Peygamber’in “Her kim benim
ağzımdan kasıtlı olarak bir yalan söylerse Cehennemdeki yerini hazırlasın.”[466] uyarısına rağmen bu
rivâyetler ortaya atılmıştır.
Bu durumu şu
şekilde açığa kavuşturmaya çalışacağız. Ashâb-ı kirâmın adalet sıfatı ile
muttasıf bulunup bulunmamaları hususu, bu zevat vasıtası ile bize intikal eden
rivâyetlere duyulan güvenle doğrudan alakadar görünüyor. Ashâb-ı kirâmın bizim
için en mühim özellikleri olan adil kimseler olmaları, bunlar vasıtası ile bize
intikal eden hadislere duyulan güvenin esasını teşkil etmektedir. İmam Buhârî
de dahil olmak üzere sayısız muhaddislerin Muâviye ’den hadis rivâyet etmeleri
de gösteriyor ki Muâviye adil, rivâyetine itimat edilir bir kimsedir ve
kendisinden hadis rivâyet edilmesi için lazım gelen bütün sıfatlara hâizdir. Bu
durum göz önünde tutularak Muâviye hakkındaki rivâyetlerin hangisine
yöneleceğimizin cevabı ortaya çıkmış olur kanaatindeyim.
Yukarıda
açıklamaya çalıştığımız bu durum hiç kimseyi masum ve günahsız kılmaz. İsmet
sıfatı yalnız peygamberlere aittir. İnsanî zaaflarla yaratılmış ashâbında hata
yapabileceği göz ardı edilmemelidir. Bu bakış açısı doğrultusunda rivâyetler
ele alınırsa daha sağlıklı sonuçlar alınacaktır.
Muâviye b. Ebî
Süfyan’a yöneltilen eleştirilerin değerlendirmesine geçmeden önce toplumdaki
değişimi genel hatlarıyla özetlemeye çalışacağız. Çünkü sebep-sonuç ilişkisi
bakımından düşünüldüğünde olaylar birbirinden bağımsız gelişmemektedir. Hz. Ebû
Bekir döneminde başlayıp Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın ilk altı yılında devam eden
fetih hareketleri toplumun bütün unsurlarını etkilemiştir. Siyasî, dinî,
ekonomik, sosyal, coğrafî ve etnik değişim toplum üzerinde farklı sonuçların
ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bu durumu Hz.
Ömer’in şu ifadesi daha net ortaya koymaktadır. Hz. Ömer’in kendisine yeni
bölgelerin fethi haberi kendisine ulaştığında halkı toplayıp camide yaptığı
konuşma adeta İslâm toplumunda meydana gelen değişimin olumsuz yönlerini
vurgular mahiyettedir. O bu konuşmasında: “Haberiniz olsun ki mecûsî devleti
kökünden yıkılmıştır. Artık onlar Müslümanlara zarar verebilecek bir karış
toprağa dahi sahip değillerdir. Allah onların tüm varlıklarını sizlerin
ellerinize vermiştir. Bundan sonra Allah sizlerin nasıl davranacağınızı imtihan
edecektir. Ben bu ümmet hakkında kolay kolay korkmam, ancak sizin tarafınızdan
gelecek kötülüklerden korkarım.” demiştir. Hz. Ömer’in ifade etmeye çalıştığı
bu durum güç ve hakimiyet açısından bir millet ya da toplumun Müslümanların
önünde duramayacağı, ancak kendi içlerinde zuhur edecek olan fitnelerin
kendilerine zarar vereceği endişesidir. Yine diğer bir rivâyette büyük
miktarlardaki ganimetler karşısında Hz. Ömer gözyaşları içerisinde: “Allah’a
yemin ederim ki Allah bunları kimlere verdiyse onlar birbirlerini kıskanmış,
birbirlerine kin beslemişlerdir. Birbirlerini kıskananları da Allah mutlaka
birbirine düşürür.” diyerek bunun olumsuz sonuçlarını çok önceden tahmin
etmiştir.[467]
Hz. Ömer’in
işaret ettiği bu değişim fetih hareketlerinin hız kazanmasıyla artarak devam
etmiştir. Yeni bölgelerin fethedilmesi farklı kültürlerle karşılaşılmasına,
toplum nüfusunun artmasına, etnik yapının değişmesine, maddi anlamda zenginliğe
ulaşılmasına sebep olmuştur. Bütün bunların neticesinde yaşam tarzının
değişmesi ve dinî hassasiyetin azalması gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır. Gerekli
önlemlerin alınamamasıyla bu değişim İslâm toplumunu olumsuz yönde
etkilemiştir. Hz. Osman şehid edilmiş, Hz. Ali kendi askerleri tarafından
çeşitli tehditlere maruz kalmıştır. Dini hassasiyetin azalması sonucu itaat
bilinci ve hakkaniyet ölçülerinin yerini, asabiyet ve siyasî yapılanma
almıştır.
İslâm
toplumunda meydana gelen değişimi şu rivâyet net bir şekilde ortaya
koymaktadır: “21/642 yılında fethedilen Mâhân’ın ileri gelenlerinden Dînâr
isimli bir kişi Muâviye zamanında Kûfe’ye gelerek Müslümanlara şöyle demiştir:
“Ey Kûfeliler, siz bizim diyarlarımıza gelen ilk müslüman halksınız, siz
insanların en hayırlıları ve üstünü idiniz.Bu özellikleriniz Hz. Ömer ve Hz.
Osman dönemlerinde en güzel şekilde devam etmişti. Ancak daha sonra bu
halleriniz değişip sizde dört özellik belirdi. Bunlar cimrilik, hile, hıyanet,
ve darlık. Halbuki bunlardan hiç biri daha önce sizde yoktu. Aranızda bir süre
durdum da bunların nereden geldiğini anladım. Hile Nebât’tan, cimrilik
İranlılardan, hıyanet Horasanlılardan ve darlık da Ahvazlılardan.”[468]
İslâm
toplumundaki bu değişimi göz ardı etmeden, araştırmamızda ele aldığımız Muâviye
’ye yöneltilen eleştirilerin değerlendirmesini yapabiliriz.
Toplumda söz
sahibi olan kimseler Muâviye ’nin yanına gelmişlerdi. Bu cemaat Muâviye ’ye
şöyle sormuştu: “Sen Ali ile çekişiyorsun, sen onun emsali misin?” Muâviye ’de
onlara: “Allah’a yemin ederim ki, ben de onun benden daha hayırlı ve daha üstün
olduğunun biliyorum. Halifeliğe benden daha layıktır. ama sizler de
biliyorsunuz ki Osman haksız yere öldürülmüştür. Ben Osman’ın amcasının
oğluyum. Onun öcünü almak istiyorum. Onun öcünü almak benim görevim değil
midir? Siz Ali’ye deyin ki; Osman’ın katillerini bana teslim etsin, ben de
halifeliği ona teslim edeyim.”[469]
Muâviye , Hz.
Ali’nin kendisinden daha hayırlı ve üstün olduğunu kabul ettiği halde niçin Hz.
Ali ile mücadele ettiğinin sebebini de açıklamaktadır. Onun bu konumu İbn
Haldun şöyle açıklamaktadır:
“Devletçilik
tabiatı şeref ve ululuğun, bir şahısta toplanmasını, tek bir adamın öne
geçmesini icabettirir. Devletçilik tabiatından olduğu için Muâviye kendisini ve
kavmini bundan alıkoyamazdı. Asabiyetin tabiatı onları buna sevk ediyordu.
Emevîler, hak ve hakikatı aramak hususunda, Muâviye fikrinde ve yolunda
olmayanlar dahi Muâviye’nin etrafında toplanarak onun uğrunda ölümü seçtiler.
Muâviye halifeliği kendisi için seçmek yolunu seçmeden, kavmine muhalefet
ederek, halifeliği Ali’ye bırakmak isteyerek ona biate çağırdığında aralarında
anlaşmazlık baş gösterir, kavmi muhalefette ısrar eder, onun bu çağrısını kimse
kabul etmezdi. Muâviye bundan dolayı, kavminin birliğini yıkmak istemeden
kendisi için en önemli olan birliğin düzenini korumak yolunu seçerek Ali’ye
biate çağırmadan kendisi halife olmak cihetini seçti.”[470]
Genel olarak
İslâm alimleri içtihadî farklılıktan dolayı mücadelenin zuhur ettiğini
belirtmektedirler. Hz. Ali Sıffîn savaşı öncesinde dinin ahkâmını, İslâm’ın
hakikatlerini ve ahireti esas tutuyordu. Melikliğin ve saltanatın kanunlarını,
siyasetin merhametsiz gereklerini bunlara feda ediyordu. Ruhsatı değil, azimeti
tercih ediyordu. Muâviye ve taraftarı ise ruhsatı tercih ettiler. İslâm’ın
içtimaî hayatını, saltanat yönetimi ve siyaseti ile takviye etmek için azimeti
bıraktılar. Siyasette buna kendilerini mecbur zannettiler. Böylece görüşlerinde
hataya düştüler. Sıffîn’de bir başka deyişle azimetle, ruhsatın mücadelesi
yapıldı. Sahabeler, peygamberler gibi “masum” olmadıkları için içtihatlarında
hatalar zuhur edebilir. Hakkında sarih bir şer’î hüküm olmayan idarî ve siyasî
işlerde iş içtihada kalıyordu. Bu durumda içtihatlar farklılaşınca
cepheleşmeler olabilmektedir.[471]
İster içtihadî
farklılıktan olsun, isterse yapılan hataların neticesinde olsun iki tarafta
kendi penceresinden haklı olduğunu savunmaktaydı. Sadece Muâviye değil, Hz.
Osman’ın öldürülmesinden sonra, Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, Hz. Osman’ı
öldürenler hakkında kısasın yapılmasını talep etmişlerdi. Onlar bu kısasın
yerine getirilmemesi durumunda Allah’ın Kitabı’nın hükmü terkedilmiş olacağını
belirtiyorlardı.
Hz. Ali ise
tedbirli ve acele etmeden hareket edilmesini istiyordu. Hz. Osman’ın katilleri
belirli birkaç kimseden ibaret değildi. Mısır, Kûfe ve Basra’dan gelen birçok
asiden meydana gelen bir topluluk söz konusuydu. Ayrıca Hz. Ali hilâfet
makamına henüz yeni geçmişti. Hz. Osman’ın şehid edenleri cezalandırabilecek
bir güçte değildi.
Bu noktada
Ya’kûbî’nin, Hz. Osman’ın öldürülmesi sırasında Muâviye ’nin bilerek yardımcı
olmadığı ithamı aşırıya kaçan bir iddia olmaktan ileri gitmemektedir. Yine
bu konuda aynı ithamı öne süren Aycan, Muâviye ’nin Hz. Osman’ın ölümüne
bilerek kayıtsız kaldığını öne sürmektedir. O, Hz. Osman’ın muhasara edildiği
esnada Muâviye ’nin elinde imkan olmasına rağmen yardımcı olmadığını iddia
etmektedir. Bu durumu da şu şekilde açıklamaktadır: “Muâviye adeta Hz.
Osman’ın dirisinden ziyade, ölüsünden istifade yoluna gitmiştir. Çünkü yaşlı
halifenin yatağında ölmesi ile muhalifleri tarafından öldürülmesi çok farklı
sonuçlara yol açabilecek iki husus olup, Hz. Osman’ın öldürülmesi, Muâviye’yi
ve Ümeyyeoğullarını daha haklı bir konuma getirmeye veya kendi iktidar
davalarını sürdürebilmeleri amacıyla bir bahane oluşturmaya yetecekti.”[472]
Muâviye ’nin,
Hz. Osman’ın öldürülmesine göz yumduğunu iddia etmek çok cüretkâr bir ifadenin
sonucudur. Hem bu şekilde bir itham Medinelileri de içine alır. Muhasara
esnasında Medine’de bulunan herkes bu duruma göz yummakla suçlanabilir. Hatta
tüm valiler bu ithamdan nasibini alırlar. Ama kimsenin Hz. Osman’ın
öldürüleceğini tahmin etmediği ortadadır. Muâviye ’nin asker gönderme teklifini
Medineliler rahatsız olmasın diye kabul etmeyen de, evinin önünde bekleyen
sahabe ve sahabe çocuklarını gönderen de bizzat Halife Hz. Osman’ın kendisidir.
Aycan, Muâviye
’nin halifeyi Şam’a götürme teklifini onun halifenin halefi olma isteğine
bağlayarak yaşlı halifeyi kendi emelleri doğrultusunda kullanmak istediği
şeklinde yorumlarken, Muâviye ’nin Medine’ye asker gönderme teklifine ise her
hangi bir yorumda bulunmamıştır.[473]
Çünkü rivâyetin ilk kısmı Aycan’ın üzerine bina ettiği eleştirilerine uygunken
ikinci kısım bu duruma uymamaktadır. Bu durumda Muâviye birinci teklifinde
halifeyi kullanma emeli taşırken, ikinci teklifinde samimiyet içerisinde miydi?
diye bir soru akla gelmektedir. Bu tür bir yorumu kabul etmemiz mümkün
değildir.
Netice
itibariyle gerek Cemel topluluğuna gerekse Muâviye ’ye düşen vazife, Hz. Ali’ye
bu zorlu görevde yardım etmek olmalıydı. Hz. Ali’ye muhalefet etmeleri isyancıların
işine gelmişti. Bu ayrılık ortamı en çok onların işine yaramıştı. Eğer Cemel
topluluğu ve Muâviye , Hz. Ali’ye muhalefet etmeyip onu desteklemiş olsalardı,
Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması mümkün olabilirdi. Onların istediği
de Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasıydı ama yaptıkları muhalefetle
durumun daha da karmaşık bir hal almasına sebep oldular kanaatindeyiz. Hz. Ali
de bu iki topluluğun yardımını alamamıştır. Hz. Peygamber’in ashâbının başını
çektiği bu topluluklar katillerin cezalandırılmasını isterlerken, gerekli
mutabakatı bir türlü sağlayamamışlardır.
Cemel
topluluğu ve Muâviye ’nin muhalefetinde Hz. Ali’nin ordusunda isyancıların da
yer alması önemli bir faktör olmuştur. Bu isyancılar daha sonra Hz. Ali’ye de
muhalefet ederek İslâm toplumuna zarar vermeyi sürdürmüşlerdir. Cemel topluluğu
ve Muâviye ’nin muhalefetlerinde tümden hatalıydılar demek bu durumu göz önünde
bulundurduğumuzda mümkün gözükmemektedir. Elbette ki onlardan beklenen Hz.
Ali’yi bu zor zamanlarda her halükarda desteklemeleri ve toplumun huzurunu
gözetmeleriydi.
Hz. Ali daha
hilâfeti yeni devraldığı zamanda İbn Abbas ve Muğîre b. Şu’be’nin bütün
nasihatlerine rağmen kendisine göre haklı gerekçelerle valileri azlederek bu
muhalefete zemin hazırlamış oldu. Özellikle Hz. Ömer döneminden beri Şam
valiliği görevinde bulunan ve Benî Ümeyye’nin en önemli şahsiyeti olan Muâviye
’nin azli bu karışık ortamda ve herkesin desteğine ihtiyaç duyulan bir zamanda
erken verilmiş bir karar olarak gözükmektedir.
Bütün bu gerekçeler
doğrultusunda muhalefet eden Muâviye sonuç itibariyle hilâfet makamını
devraldı. Halife olduktan sonra Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmadığı
ithamı ile karşı karşıya kaldı. Hz. Osman’ın kızı Aişe ile aralarında geçtiği
rivâyet olunan şu hadise bu meseleye açıklık getirir kanaatindeyiz.
“Muâviye,
yönetimi müstakil olarak ele geçirdikten sonra ilk haccı için Medine’ye
geldiğinde Hasan ile Hüseyin ve Kureyş eşrafından bazı kimseler onu
karşıladılar. O, Osman b. Affan’ın evine yöneldi, kapıya yaklaştığında Osman’ın
kızı Âişe bir çığlık attı. Babası için yüksek sesle ağladı. Muâviye
yanındakilere: “Evlerinize gidin. Benim bu evde görülecek bir işim var.” dedi.
Etrafındakiler dağılıp gittiler. O da Osman’ın evine girdi ve kızı Âişe’yi
teskin etti. Bundan sonra yüksek sesle ağlamamasını emredip şöyle dedi: “Ey
kardeşimin kızı, insanlar yönetimlerini bizim elimize verdiler, biz de onlara
altında öfke gizli olan yumuşak huyluluğu gösterdik. Onlarda buna karşılık
altında kin saklı olan itaati bize gösterdiler. Bu itaatleri karşılığında biz
onlara yumuşak huyluluğumuzu sattık, onlar da bu yumuşak huyluluğumuza karşılık
olarak itaatlerini bize sattılar. Eğer onlara bizden satın aldıkları şeyden
başkasını verecek olursak, hakkımızı bize vermede cimrilik yaparlar. Biz de
onların haklarını hor görüp küçümseriz. Her insanla birlikte taraftarları
vardır. Eğer ahdimizi bozarsak, onlar da ahitlerini bozarlar. Sonra bilemeyiz,
durum bizim lehimize mi olur, yoksa aleyhimize mi olur? Mü’minlerin emiri
Osman’ın kızı olman benim için Müslümanların cariyelerinden biri olmandan daha
sevimlidir. Babandan sonra ben senin için ne güzel bir halefim.”[474]
Muâviye ’nin
eleştirildiği Ziyad’ı nesebine ilhak etme hadisesini değerlendirmeden önce bu
konudaki şu rivâyetlerdeki farklılığı ortaya koymakta fayda olduğu
kanısındayım.
“Ziyad büyüyüp
de delikanlılık çağına gelince Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Basra valisi
Ebû Mûsâ el-Eşarî’ye katiplik ve yardımcılık yapmıştı. Sa’d b. Ebî Vakkas
tarafından İranlılar ile yapılan savaşlardan birinin zaferini müjdelemek ve
alınan ganimetlerin beşte birini götürmekle görevlendirilmişti. O, Medine’ye
gelip Hz. Ömer’in de hazır bulunduğu topluluğa savaşı çok güzel bir şekilde
anlatınca, orada bulunan Amr b. el-Âs şöyle demişti: “Vallahi eğer bu
çocuğun babası Kureyş’den olsaydı bütün Arapları önüne katar, onları
yönetirdi.” O sırada orada bulunan ve Amr b. el-Âs’ın bu sözünü duyan Ebû
Süfyan da: “Vallahi ben onun babasını ve onu annesinin rahmine koyanı çok iyi
biliyorum.” şeklinde konuşunca Hz. Ali “Sus ey Ebû Süfyan! Sen çok iyi
biliyorsun ki eğer Ömer senin bu sözlerini işitecek olursa sana zina haddi
uygulama hususunda hiç de tereddüt etmez.” diyerek Ebû Süfyan’ı uyarmıştı.[475] Başka bir rivâyette ise, Ebû
Süfyan’ın: “Vallahi ben onun babasını ve onu annesinin rahmine koyanı çok iyi
biliyorum.” sözünden sonra Hz. Ali’nin “Kim” diye sorduğu, Ebû Süfyan’ın da
“Ben” diye diye cevap verdiği aktarılmaktadır. Rivâyetin devamında Ebû Süfyan
bu durumu Hz. Ömer’den korktuğu için açıklamadığını ifade eden bir şiir
söylemektedir.[476]
Bu konuda Hz.
Ali’nin söylediği ifade edilen “Sus ey Ebû Süfyan! Sen çok iyi biliyorsun ki
eğer Ömer senin bu sözlerini işitecek olursa sana zina haddi uygulama hususunda
hiç de tereddüt etmez.” sözü bazı çelişkileri barındırmaktadır. Ebû Süfyan ve
Ziyad’ın annesi Sümeyye’nin tanışıklıkları cahiliye dönemindedir. Ebû Süfyan o
zaman İslâm dininde olan bir kimse değildi. İslâm dini müslüman olan her
kimsenin önceki davranışlarının affedildiğini beyan ettiğine göre, bu rivâyette
bahis olunan zina haddini Hz. Ömer hangi dayanağa istinaden uygulayacaktı. Bir
diğer konuda bu rivâyet Hz. Ali’yi gerçeği saklayan biri durumuna
düşürmektedir. Eğer ortada ceza verilecek bir durum varsa bunu Hz. Ali’nin
saklaması düşünülemez.
Muâviye ’nin
Ziyad’ı nesebine ilhak etmesi Hz. Peygamber’in “Çocuk kimin yatağında doğmuşsa
onun nesebine aittir ve zina edenin cezası da recmdir.” [477]
hadisi doğrultusunda eleştiriye tâbi tutulmuştur. [478]
Çünkü Sümeyye’nin o zamanlarda aslen Rum olan Ubeyd adındaki bir kişi ile evli
olduğu ve Ziyad’ın da onun oğlu olduğuna dair rivâyetleri vardır.[479]
Tarih
kaynaklarında Ziyad, babası olduğu iddia edilen Ubeyd ile anılmamaktadır.
Tarihî kaynaklar kendisinden Ziyad b. Ebîh (babasının oğlu) diye
bahsetmektedirler. Eğer gerçekten Ubeyd, Ziyad’ın babası olsaydı tarihçiler her
şeye rağmen bu durumu bize aktarmaktan çekinmezlerdi kanısındayız. Ama genel
rivâyetlere baktığımızda Ziyad b. Ebîh diye bahsedildiğini görmekteyiz. Yani
bir belirsizlik söz konusuydu. Ziyad da bu durumu ortadan kaldırmak için
Muâviye ’ye başvurmuştu.
Muâviye İbn
Amir’e söylediği şu sözler bu durumu açıklar mahiyettedir: “Ey Âmir’in oğlu!
Sen Ziyad hakkında bazı şeyler söylemişsin. Gerçekten bu sözleri sen mi
söyledin? Araplar çok iyi bilir ki ben cahiliye döneminde bir hayli üstün ve
şerefli bir kimse idim. İslâm’a girince İslâm benim bu izzet ve şerefimi daha
da arttırdı. Ancak ben Ziyad ile adamlarımı çoğaltmak istemediğim gibi şerefimi
de onunla arttırmak istiyor değilim. Ne var ki Ziyad’ın bir hakkı olduğunu
öğrendim ve onun bu hakkını korumak istedim.” [480]
İbnü’l-Arabî
eserinde; İmam Malik’in, Ziyad’ın nesebini açıkça vurgulayarak hem de Abbasî
devleti döneminde “Ziyad b. Ebî Süfyan” dediğini ve bu işin mücadelesini
verenlerin dediği gibi “Ziyad b. Ebîh” demediğini aktarmaktadır. İbnü’l-Arabî
bu durumu şu şekilde yorumlamaktadır: “İmam Malik’in bu ifadesinde aynı zamanda
fıkhî bir incelik vardır ki kimse ona akıl erdirememiştir. Şöyle ki, bu mesele
ihtilaflı bir mesele olduğu halde hakim tarafından bu konuda kesin karar verilirse
ki, Muâviye bu hükmü vermiştir, artık bu kararın tersine dönüş olmaz. Zira
ihtilaflı meselelerde hakimin bir tarafın lehine karar vermesi o meseledeki
ihtilafı sona erdirir ve meseleye kesinlik kazandırır.”[481]
Nasıl ki
günümüzde nesebin belirlenmesinde devlet adına mahkeme, karar veriyor ve
çocuğun kime ait olduğunu ortaya koyuyorsa, o zaman da Ziyad’ın talebiyle
şahitler huzurunda bu konu halife tarafından karara bağlanmıştır.
Hucr b.
Adiy’in öldürülmesi meselesinde ise rivâyetlerde vali Muğîre b. Şu’be’nin ve
ondan sonra vali olan Ziyad’ın Hz. Ali’yi minberde kötülediğinden
bahsedilmektedir. Bundan dolayı Hucr’un öldürülmesi hadisesini ele almadan Hz.
Ali ve taraftarlarının sebbedilmesi olayı açıklığa kavuşturulmalıdır.
İki taraf
arasında meydana gelen mücadele sırasında karşılıklı hakaretleşmeler meydana
gelmişti. Hakem olayının neticesinde başlayan lanetleşmeyi İbn Kesîr, Ebû
Mihnef kanalı ile şu şekilde aktarılmaktadır: “Hz. Ali Amr’ın yaptıklarını
duyunca namazlarda Muâviye, Amr, Ebû’l-Aver es-Sülemî, Habib b. Mesleme, Dahhak
b. Kays, Abdurrahman b. Hâlid b. Velid, Velid b. Utbe’ye lanet etmeye
başlamıştı. Bunu duyan Muâviye, Ali ve taraftarlarına lanet etmeye başladı.”[482] Bu rivâyet Şiî temayüllü Ebû
Mihnef kanalıyla gelmesi sebebiyle hem dikkat çekicidir, hem de ihtiyatla
yaklaşılmayı gerektirmektedir.
Muğîre b.
Şû’be, Kûfe’ye vali olarak atandığında, hutbelerinde Muâviye’nin emriyle Hz.
Ali ve taraftarlarını kötüleme uygulamasını başlatmıştı. Taberî’de geçen bu
rivâyet Muğire b. Şû’be’nin hutbesiyle birlikte bize Ebû Mihnef kanalıyla
aktarılmaktadır.[483]
Hz. Ali ve
Muâviye aralarında meydana gelen mücadele sırasında birbirlerine hakarette
bulundukları rivâyetlerde mevcutken Şiî temayüllü Ebû Mihnef kanalıyla
aktarılan mezkur rivâyet dışında Muâviye ’nin, Hz. Ali ve taraftarlarını
sebbetmeyi emrettiğine dair başka bir rivâyete ulaşamadık. Ama Hz Muâviye’nin
valilerinin, özellikle Kûfe valisi Muğîre ve Medine valisi Mervan b. Hâkem, bu
konudaki uygulamalarına karşı çıktığına dair bir rivayete de rastlamadık.
Ama bu konuda
Muâviye ’nin yanında meydana gelen şu hadiseye verdiği tepki dikkat çekicidir :
“Busr b. Ebî Ertat, Muâviye’nin huzurunda bulunuyordu. Busr, Ali hakkında ileri
geri konuştu. Orada annesi Ali’nin kızı Ümmü Külsûm olan ve Ömer’in oğlu Zeyd de
vardı. Zeyd elindeki değnekle Busr’un kafasını yaralayınca Muâviye ona şunları
söyledi: “Sen Kureyş’in büyüğü ve Şam halkının efendisine hücum edip vurdun.”
Arkasından Busr’a yönelerek şunları söyledi: “Zeyd’in dedesi Ali’ye, Faruk’un
oğlunun yanında, herkesin önünde nasıl hakaret edersin? Faruk’un oğlunun buna
tahammül edebileceğini mi sandın? [484]
Muâviye ’nin
kendisi bu konuda bir uygulamaya gitmemişse de, valileri şehirlerindeki
muhalifleri sindirmek için Hz. Ali ve taraftarlarını kötüleyip, Hz. Osman ve
taraftarlarını yüceltmişlerdir. Çünkü kendi hakimiyetlerini bu yolla
sağlamışlardı.
Kûfe’de Hz.
Ali ve taraftarlarının kötülenmesine dayanamayan Hucr, kendi başına bir cemaat
toplamak ve itaatten çıkmak, halifeye lanet okumak, arkadaşlarını harbe ve fitneye
davet etmek, arkadaşlarını Halife Muâviye’ye olan biatlerini bozmaya teşvik
etmekle suçlanıp, öldürülmüştü.[485]
Muâviye
Medine’ye geldiğinde Hz. Aişe’nin yanına vardı. Hz. Aişe ona şöyle bir soru
sordu: “Hucr’u öldürdün mü?” Muâviye de: “Ey mü’minlerin annesi! Ben hayatta
bırakıldığı takdirde insanları fesada sürükleyecek bir adamın öldürülmesini,
hayatta bırakılmasından daha hayırlı buldum ve bunu da insanların yararına
saydığım için öldürdüm. Hem onu aleyhinde şahitlik edenler öldürdü.” diye cevap
verdi.[486]
Bu rivâyette
de görüldüğü üzere Muâviye Hucr ve arkadaşlarını yeryüzünde fesat çıkaranlardan
saydı ve onların hayatta bırakılmalarının ümmet için fesada yol açacağını,
birliğin dağılmasına ve halifeye karşı çıkılmasına sebebiyet vereceği düşündü.
Bunun yanında Muâviye ’yi eleştiren veya öven herkes onun çok iyi bir siyaset
adamı olduğu noktasında hemfikirdirler. Muâviye gibi dahî siyasetçinin en
karışık ve Hz. Ali taraftarlarının en fazla olduğu şehir olan Kûfe’de sebbetme
hadisesine ses çıkarmaması yol açtığı sonuçlara bakıldığında düşündürücüdür.
Bunun yanında
Muâviye halifeliği devraldığı sırada bir çok sahabe ve sahabe çocuğu hayatta
idi. Hepsi de ona itaat ediyorlardı. En azında fiilî bir muhalefet söz konusu
değildi. Sonraki dönemleri göz önüne getirdiğimizde İslâm toplumun önde
gelenlerinin, yanlış uygulamalar karşısında nasıl bir muhalefet içerisine
girdikleri düşünülürse Hucr ve arkadaşlarının toplumun aksine bir reaksiyon
gösterdikleri söylenebilir. Netice itibariyle belki de Kûfe’de daha büyük bir
olaya sebebiyet vermemek amacıyla yapılan bu iş, o günkü toplumda büyük bir
infiale yol açmıştır.
Belki de ikisi
arasındaki durumu en iyi şekilde Muâviye kendisi açıklamıştır: “Hz. Aişe,
Muâviye ile Hucr hakkında konuşurken Muâviye ona bu konuda şöyle demiştir:
“Benimle Hucr’u başbaşa bırak. Ta ki biz Rabbimizin huzurunda karşılaşınca
hesaplaşalım.”[487]
Muâviye ’nin
oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmesi onun bu konuda eleştirilmesine ve İslâm
toplumunda saltanatı başlatmakla suçlanmasına sebep olmuştur. Bir diğer mesele
de veliaht tayin ettiği Yezîd’in bu işe ehil olmamasıdır.
İslam
toplumunda kendisinden sonra yerine bir şahsı tavsiye veya tayin etme
uygulaması Hz. Ebû Bekir’in yerine Hz. Ömer’i tayin etmesi ile başlamıştır. Ama
bu uygulama Muâviye ’nin başlattığı uygulamayla bir tutulmamalıdır.
Hz. Ebû Bekir
istişarî seçim ile halife olurken, Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in tayini ile
halifelik makamına getirilmişti. Ancak onun halife seçilişinin daha sonraki
dönemlerdeki veliaht tayininden farklı yönleri bulunmaktadır. Nitekim Hz. Ömer,
Hz. Ebû Bekir’in akrabası değildi ve Hz. Ebû Bekir’in sağlığında ciddi hiçbir
ihtilaf ve zorlama olmadan Medine ehlinin tasvibi ve kabulü ile halife olmuştu.
Hz. Osman şûra usulü ile halife olurken ehlü’l-hal ve’l- akd durumundaki şûranın
ve halkın desteğini alarak halife tayin edilmişti. Hz. Ali’nin halifeliği ise
Bedir ve şûra ehlinin biati neticesinde kesinlik kazanmıştı.[488]
Veliaht tayini
esnasında tayin edilen şahsın önceki idarecinin ölümünden sonra mutlaka yeniden
halkın beyatini alması şartı vardır. Aksi halde veliaht tayini esnasında ileri
gelenlerin tasvibi, halifenin teklifi veliahdın idareci olmasını mutlaka
gerektirmez. Burada asıl olan ikinci beyattir. Çünkü ikinci beyat ile
veliahtlık için verilen yenilenmiş olmaktadır. Daha doğrusu birinci beyat
veliaht olarak, ikinci beyat ise gerçek idareciye verilmiş oluyordu. İkinci
beyat yapılmadan veliahdın idareciliğinin gerçek olmadığı, seçimin sağlıklı
yapılmadığı bilindiği için veliaht, ikinci beyati almadan görevi devralmış olmazdı.
Çünkü ikinci beyat umumî beyat özelliğini taşımakta ve beyatin tam olmasını
sağlamaktadır.[489]
Bu bağlamda
hem uygulama bakımından hata yapılmış, hem de fazilet ve liyakat bakımında önde
olan kimseler varken Yezîd’in veliaht tayin edilmiştir. Ama Muâviye ’yi oğlu
Yezîd’i veliaht tayin etmeye zorlayan sebepleri de göz ardı etmemek gerekir.
Muâviye ’nin
oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmesinin sebepleri olarak şunlar gösterilebilir:
Asabiyet duygusunun tekrar ortaya çıkma endişesi, ileride vuku bulacak
fitnelere engel olmak, evlat sevgisi.[490]
Muâviye ’nin
halifeliğini sürdürdüğü dönemde artık asabiyet insanlar arasında kuvvetini
tekrar kazanmış, İslâmiyet’in ortadan kaldırmaya çalıştığı bu duygu tekrar
insanlar arasındaki en önemli bağ halini almıştı. İnsanları kötülüklerden
alıkoyacak olan din duygusu zayıflamış, baş kaldırmanın, fitne çıkarmanın çok
kolay olduğu bir toplum yapısı ortaya çıkmıştı. Muâviye ’nin, yerine, Benî
Ümeyye’den olmayan başka birini tayin etmesi o zaman ki şartlar altında mümkün
gözükmüyordu. Zira o dönemde Benî Ümeyye idareyi elinde tutan güç olarak
başkasının hilâfetine rıza göstermezlerdi. Bu durum tekrar bir fitnenin ortaya
çıkmasına neden olacaktı. Zaten Yezîd’in veliahtlığı fikrinin ümmetin tekrar
birbirinin kanını dökmesine engel olmak için ortaya çıktığını rivâyetler bize
aktarmaktadırlar.[491]
Muâviye ’nin
döneminde Müslümanlar çeşitli bölgelere dağılmış, farklı görüşler ortaya çıkmış
ve en önemlisi de asabiyetler ortaya çıkmıştı. Bundan dolayı halkın bir araya
gelip bir konu veya bir şahıs hakkında ittifak etmelerinin çok zor olduğu da
bir gerçektir.
Genel olarak
Muâviye ’nin gerekçelerine baktığımızda onun ümmetin maslahatını gözettiğini,
aynı zamanda evlat sevgisinin ağır bastığını düşünmekteyiz. Ama içki içmesi
eğlenceye meyli gibi belli zafiyetleri herkes tarafından bilinen Yezîd’in
veliahtlığı İslâm toplumunun Hz. Hüseyin, İbn Ömer, İbn Abbas, İbn Zübeyr gibi
önde gelen şahsiyetleri tarafından hoş karşılanmamıştı. Onlar Yezîd’e biat
etmemişlerdir. Her ne kadar rivâyetlerde onların kılıç zoruyla biat ettikleri
aktarılsa da[492], şu noktaları da gözden
kaçırmamalıyız. Muâviye mezkur şahıslara her zaman iyi davranmış ve her türlü
yakınlığı göstermişti. Meselenin bir başka boyutu da İslâm toplumunun önde
gelen bu şahsiyetlerinin doğruyu saklayarak, kılıç zoruyla susan insanlar
olarak gösterilmesidir. Yezîd döneminde bu şahsiyetlerin verdikleri mücadeleler
onların haksızlık karşısında tavırlarının önemli göstergesidir.
Muâviye ’nin
ümmetin maslahatı gözeterek verdiği bu kararda yanılmasının en büyük etkisi
evlat sevgisi olmuştur kanaatindeyiz. İçki, eğlence düşkünlüğü, av merakı,
sefih kimselerle oturup kalkması gibi zafiyetleri bilinen Yezîd’in yerine daha
kabul görecek birinin adının ön plana çıkarılması tarihin seyrini
değiştirebilirdi. Hem Benî Ümeyye’nin hem de toplumun önde gelen şahıslarının
kabul edeceği bir ismin hiç gündeme getirilmemesi bu noktada düşündürücüdür.
Liyakat ve faziletten uzak birisinin veliaht tayin edilmesi ve bu kararı almak
için şûra kararına başvurulmaması idarî bir hata olarak görülmektedir.
Muâviye ’nin
Hz. Hasan ile yaptığı anlaşmaya sadık kalmadığı rivâyetleri haklı gerekçelere
dayanmaktadır. Çünkü daha önce aktardığımız rivâyetler ışığında Hz. Hasan
anlaşma şartlarından yalnızca beş milyon dirhem dışında herhangi bir menfaat
elde edememiştir. Anlaşma şartları içinde geçen Darabcerd bölgesinin haracını
Basralılar kendi feyleri olduğu gerekçesiyle vermemişler, Hz. Ali’nin
kötülenmesi en azından valilerin inisiyatifinde devam etmiştir. Hz. Mûaviye’den
sonra hilâfetin şûraya havale edilmesi ise daha sonraki döneme baktığımızda
yine uygulanmayan bir şart olarak karşımıza çıkmaktadır.
Vali
Abdurrahman zehirletilmesi olayında ise kaynaklar olayı “Abdurrahman’ın Bizans
topraklarına düzenlediği seferlerde elde ettiği başarılar, Şamlılar nezdinde
iyi bir nüfuz elde etmesine ve taraftar toplamasına sebep olmuştu. Babası Halid
b. Velid’e duyulan sevgi de bu durumda etkili olmuştu. Onun Rum topraklarına
Şam’a ihtiyaç hissetmeden iş yapabilme imkanına sahip olması bu bölgede halk tarafından
sevilmesi, Muâviye’yi endişelendirdi. Bu durumdan rahatsız olan Muâviye çareyi
onu zehirletmekte buldu.”[493] şeklinde anlatmaktadırlar.
Muâviye ’nin devleti idare ederken kendi kabilesinden olsun olmasın başarılı
idarecileri seçmesi göz önünde bulundurulmalıdır. Amr b. el-Âs, Muğîre b.
Şû’be, Ziyad, Muâviye ’nin yönetiminin önemli valileriydi. Ziyad son dönemlerde
neredeyse ülkenin yarısını yönetmekteydi. Başarısını kıskandığı için bir
valisini öldürtmesi gerekiyor idiyse herhalde ilk öldürülmesi gerekenler
yukarıdaki mezkur şahıslar olurdu. Rivâyetlerde de bu zehirletilme hususunda
başka bir sebep aktarılmamaktadır. Bu yüzden bu rivayetlere biraz ihtiyatlı
bakmamız gerekmektedir.
Yine Muâviye
hakkında Hz. Hasan’ı zehirlettiği şeklinde rivâyetler aktarılmıştır.[494] Bu rivâyetlerde de
gerekçelere baktığımızda kesin bir yargıya varmamız mümkün gözükmemektedir. Hz.
Hasan idareyi zaten Muâviye ’ye teslim etmişti Dolayısıyla Hz. Hasan tarafından
idareye karşı bir tehlikenin ortaya çıkması söz konusu değildi. Muâviye ’nin
Hz. Hasan’ın varlığından rahatsızlık duymasını gerektirecek bir durum ortada
yoktu. Hz. Hasan’ı zehirlediği iddia edilen hanımı Ca’de’nin ya da farklı
rivayetlerde geçen hizmetçinin cezalandırılıp cezalandırılmadığı sorusuna da
kaynaklarda herhangi bir yanıt bulamamaktayız. Bizzat zehirleyenin bile kesin
suçlanamadığı bir konuda azmettirici olduğu iddia edilen kişinin direk
suçlanması yanlış bir değerlendirme olacaktır.
Vali
Abdurrahman’ın ve Hz. Hasan’ın Muâviye tarafından zehirletildiği iddiası
ithamdan öteye geçmez. Nasıl olur da insanlardan hiç kimsenin, kimin yaptığı
konusunda şahit olmadığı, görmediği bir hadiseyi Muâviye ’nin üzerine
yükleyebiliriz. Fitnenin ve ayrılığın ayyuka çıktığı, herkesin
karşısındakine olmadık ithamları yakıştırdığı bir toplumdan bize intikal eden
haberlere daha ihtiyatlı davranmak mecburiyetindeyiz. Kesin bir delil olmadan
bir kişiyi töhmet altında bırakmak tarafgirliğin en açık tezahürüdür.
Muâviye b. Ebî
Süfyan zengin ve nüfuzlu bir ailede yetiştiği için refah ve zenginliğe meyli
söz konusuydu. Onun gösterişe ve ihtişama meyli valilik yaptığı dönemde Hz.
Ömer’in tepkisini çekmişti. Bu yüzden Hz. Ömer ona “Arabın kisrası”
yakıştırmasını yapmıştı.[495] Muâviye devletin ihtişamı
göstermesi sebebiyle Bizans ve Sasanî etkisinde kalarak saraylar ve tahtlar
inşa ettirerek bir ilki başlatmıştır. Böylece Muâviye, haleflerinin büyük
paralar harcayarak, gerek Şam’da, gerekse Ürdün çevresinde yeni imâr
faaliyetine girişerek muhteşem sarayların yapılmasına ve buralarda lüks bir hayat
sürmeye başlamalarına örnek olmuştur.[496]
Hz. Ömer’e gösterişli yaşantısını düşman devlete yakın olmakla ve onlara güçlü
görünmenin zorunluluğuyla açıklayan Muâviye b. Ebî Süfyan bu taht ve saray
yapımını da devletin azametiyle ve gücüyle açıklamaktadır.
Seleflerinden
farklı olarak başlattığı bu uygulama değişimin açık bir göstergesidir. Muâviye
’nin halife olduktan sonra toplumdaki artan zenginliğe paralel olarak değişen
bu ihtişamlı yaşantısı kendiside şu şekilde tenkit etmektedir: “Ebû Bekir
dünyayı istemedi, dünya da onu istemedi. Ömer’i ise dünya istedi ama Ömer
dünyayı istemedi. Bize gelince biz dünya üzerinde karnımızla ve sırtımızla
debelendik, dünyaya boyandık.” [497]
Bu olumsuz
değişime paralel olarak Muâviye b. Ebî Süfyan’ın kendi iktidarının devamı için
hileye başvurması ve muhaliflerinin gönlünü verdiği bol ihsanlarla alması söz
konusu olmuştur. Muâviye b. Ebî Süfyan lüzumsuz güç kullanımına karşı isteksiz,
meseleleri zorla halletmeyecek kadar basiretli, fakat devletin menfaatleri söz
konusu olunca hiçbir şeyi yapmaktan çekinmeyen bir yaratılışta idi. Bütün
bunlar onun o zamanının şartlarında ve toplumunda idarî kabiliyeti olarak
görülse de seleflerinin kesinlikle başvurmadığı yollar olarak dikkat
çekmektedir.
Değerlendirme
bölümünde Muâviye ’ye yöneltilen eleştiriler hakkındaki kendi şahsi
fikirlerimizi ortaya koymaya çalıştık. Ehl-i sünnet alimleri onun yaptığı kimi
icraatları eleştirseler de onun sahabe olduğu gerçeğini göz ardı etmemişlerdir.
Bir çok hadis ve tarih kitabında sahabelerin fazileti hakkında özel bablar
açılmıştır. Bu bablar bize Hz. Peygamber’in ashâbı hakkında takınacağımız tavır
konusunda bilgi vermektedirler. Bu bölümlere göz attığımızda Muâviye ’nin Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ashâbından olduğu vurgusuyla
karşılaşırız. Bu bağlamda Ebû Tevbe Rebi b. Nafi el- Halebî’nin sözü çok anlam
ifade etmektedir: “Muâviye, Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
ashâbının perdesidir. Kişi perdeyi araladığı zaman ilerisine gitmeye cüret
eder.”[498]
SONUÇ
Bir vakıa
olarak İslâm Tarihinde yerini alan ve yeni ortaya çıkan bir takım olayların
gelişiminde önemli roller üstlenen Muâviye ’ye yöneltilen eleştiriler ile
ilgili çalışmanın sonuna gelmiş bulunmaktayız. Lehinde ve aleyhinde görüşlerin
bulunduğu böyle bir şahsiyetin uygulamalarının elbette dikkat çekici neticeleri
olmuştur.
Muâviye b. Ebî
Süfyan, müşrik Mekke toplumunda önemli bir konumu bulunan Ebû Süfyan’ın oğlu
olarak dünyaya gelmiştir. Onun gençlik yıllarıyla alakalı olarak tarih
kitaplarında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Ama Muâviye b. Ebî Süfyan’ın
gerek nüfûzlu bir aileden olması, gerekse önemli bir kabileye mensup olması
sebebiyle iyi bir gençlik dönemi geçirdiğini söyleyebiliriz. Ailesinin ve
kabilesinin geniş imkanları içerisinde yetişen Muâviye , babasının Mekke
liderliği esnasında da Kureyşliler’in anladığı manada idare usûllerini
kavramaya fırsat bulmuştu. Adeta bir prens veya şehzade gibi yetişen Muâviye b.
Ebî Süfyan bu durumu ileride kendi lehine kullanmayı başaracaktı. Kanaatimizce
babasının yanında öğrendiği idari usûller ve tanımaya fırsat bulduğu, zaaflarını
sevinçlerini tutkularını öğrendiği kendi insanları onun bu süreçte en önemli
kazanımı olmuştur.
Ebû Süfyan
okuma yazama bilen az sayıdaki Mekkeli’den biriydi. Bu durum Muâviye ’nin de
avantajına olmuş, o da babası sayesinde bu ayrıcalığı elde etmiştir. Bu sayede
Hz. Peygamberin katiplerinden birisi olmuştur.
Hz. Ebû
Bekir’in hilâfeti sırasında Ridde harpleri sırasında görev alan Muâviye asıl
başarıyı Hz. Ömer döneminde yakalamıştır. Kardeşi Yezîd ile beraber Sûriye
toprakları fethinde görev almıştı. Muâviye ’nin Sûriye bölgesindeki fetihlerde
başarılı olması ve bu bölgede meydana gelen veba salgını nedeniyle kardeşi
Yezîd de dahil belli başlı komutanların vefat etmesi, kendisine Şam valiliğinin
kapısını aralamıştı. Onun Şam’daki fevkalade yöneticiliği, kara ve denizdeki
başarılı fetihleri, kendisine Suriye bölgesinde haklı bir şöhret kazandırmıştı.
Hz. Osman
döneminde meydana gelen olaylar ve toplumdaki değişim sonucu Hz. Osman
katledilmiş, bu dönem her yönüyle ayrılıkların kaynağı olmuştur. Muâviye Medine’de
halife ilan edilen Hz. Ali’den Hz. Osman’ın katillerini talep ederek, onları
teslim etmesi şartıyla halifeliğini kabul edeceğini bildirmişti. Hz. Ali Şam
üzerine yürüme üzereyken, Hz. Osman’ın katillerini talep eden Hz. Âişe, Hz.
Talha ve Hz. Zübeyr’in başını çektiği Cemel grubunun muhalefeti sebebiyle bu
hareketi ertelemek mecburiyetinde kalmıştı. Hz. Osman’ın katledilmesi İslâm
toplumunda Cem el ve Sıffîn savaşlarının meydana gelmesine neden olmuştu. Bu
savaşların galibi yoktu. Bu savaşlar neticesinde kaybeden İslâm toplumu
olmuştu. Sıffîn savaşı sonrasında iki tarafın arasını bulmak üzere toplanan
Tahkimden de İslâm toplumunu birlik ve beraberliğe kavuşturacak bir sonuç
çıkmadı. Hakem olayı İslâm toplumuna çözüm üretemediği gibi üçüncü bir grubun,
Haricîlerin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Hakem olayı
sonucu hakimiyet alanını genişletme çabası içine giren Muâviye , Hz. Ali’nin
bir Haricî tarafından şehid edilmesi sonucu bir anda hilâfete yaklaşmış oldu.
Hz. Ali’nin yerine Kûfeliler’in halife olarak seçtikleri Hz. Hasan’la varılan
anlaşma gereği Hz. Hasan belli şartlar altında hilâfeti Muâviye ’ye
devretmişti. Muâviye ’nin kardeşi Yezîd’in ölümüyle başladığı Şam valiliği
serüveni, Hz. Osman’ın öldürülmesiyle muhalif vali şekline dönüşmüş, Hz. Ali’nin
öldürülmesiyle İslâm aleminin ikinci halifesi olmuş, neticede de Hz. Hasan’la
anlaşma sağlayarak onun biatını alarak tek halife olarak hedefine ulaşmıştı.
Hz.
Peygember’in getirdiği ilahî öğretiden uzaklaşan müslüman toplumun din ve
siyaset birlikteliği anlayışından, siyasetin dine nazaran ilk plana geçtiği
anlayışına doğru yön değiştirdiğini yani sosyal değişmeye maruz kaldığını
görüyoruz. İslâm toplumundaki bu değişim sürecinde Hz. Ali’yi klasik dönemin
son temsilcisi, Muâviye ’yi de yeni dönemin ilk temsilcisi olarak görebiliriz.
Çünkü Muâviye ve onun mensubu olduğu Emevî ailesi İslâm toplumundaki bu
değişimi hızlandıran yegane faktör olmuştur. Bu değişmede hızlı fetih
hareketlerinin getirdiği zenginlik ve refahı da göz ardı edemeyiz. Muâviye ’de
bu değişimi kendisi şu şekilde ifade etmektedir: “Ben hükümdarların ilki,
halifelerin sonuncusuyum.”
Muâviye
hilâfeti döneminde gerek haricîlerin gerekse Hz. Ali taraftarlarının zaman
zaman çıkardığı isyanlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu zorlukları, başından beri
mücadelede yanından ayrılmayan Mısır valisi Amr b. el-Âs, çalkantılı bir şehir
olan Kûfe valisi Muğire b. Şu’be ve durumlarından hiç de memnuniyet göstermeyen
insanlarla dolu Basra idarecisi Ziyad sayesinde bertaraf etmeyi başarmıştır. Bu
üç devlet adamı liderleri Muâviye ile birlikte İslâm-Arap iktidarının siyasî
dehasını teşkil ederler.
Müslümanlar
Hz. Ebû Bekir ile başlayıp Hz. Osman’ın hilâfetinin ortalarına kadar büyük bir
fetih hareketi başlatmışlardı. Çok geniş bir coğrafya üzerine yayılan bu fetih
hareketleri iç huzursuzlukların ortaya çıkması ve Müslümanların birbiriyle
mücadele etmeleri sonucu kesintiye uğramış ve İslâm dünyası tekrar içe dönük
bir yapıya bürünmüştü.
Muâviye b. Ebî
Süfyan, Hz. Ali ile girdiği iktidar mücadelesinden başarı ile çıktıktan ve Hz.
Hasan’ın kendisine biat etmesinden sonra duran fetih harekelerini yeniden
başlattı. Sûriye bölgesi askerleri Bizans egemenliği altındaki Anadolu ve
Ermenistan topraklarına, Irak bölgesi askerleri genelde Horasan topraklarına,
Mısır’daki askerî birlikler de Kuzeybatı Afrika ve Afrika’nın içlerine olmak
üzere üç koldan seferler düzenlenmişti.
Bütün bu
icraatları yanında Muâviye , Hasan el-Basrî’nin dile getirdiği şu dört nokta da
eleştirilmekten kurtulamamıştır:
1.
Zor kullanarak hilâfeti ele
geçirmesi.
2.
Layık olmadığı ve kötü
alışkanlıkları olduğu halde Yezîd’i halef tayin etmesi.
3.
Peygamber’in hadisine
rağmen Ziyad’ı nesebine katması.
Bu
eleştirilerden başka Muâviye Hz. Hasan’la yaptığı anlaşmaya uymamakla, Hıms
Valisi Abdurrahman’ı ve Hz. Hasan’ı zehirletmekle itham edilmiştir.
Muâviye ’ye
yöneltilen bu eleştiriler o günkü toplumun maruz kaldığı değişimden ayrı olarak
ele alınmamalıdır. Çünkü siyasî, dinî, ekonomik, sosyal, coğrafî ve etnik
değişim toplum üzerinde farklı sonuçların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Toplumdaki dinî hassasiyet zayıflamış, İslâm kardeşliğinin yerini asabiyet bağı
almıştı.
Muâviye ile
ilgili kaynaklarda birbirinin tam zıttı olan rivayetler mevcuttur. Bu durum
sağlıklı bir sonuca ulaşmayı da zorlaştırmaktadır. Aynı zamanda bu
rivayetlerden hareketle Muâviye ’nin tek taraflı eleştiriye tutulması da doğru
bir tavır olarak gözükmemektedir.
Muâviye
yaptığı icraatlarda İslâm toplumunun maslahatını gözettiği kanısındayız.
Yaptığı icraatların bir kısmında hata yapması söz konusudur. Ama bu hatalar
onun keyfî uygulaması sonucu olmuştur diyemeyiz. Kendince doğru olduğuna
inandığını yapmıştır. Tam kırk yıl süren yöneticilik (valilik ve halifelik)
hayatını kusursuz bir şekilde sürdürdüğünü söylemek imkansızdır. Çünkü o her
şeyden önce insandır. Çeşitli zaafları olması doğaldır. Bu zaaflar neticesinde
de hatalı kararlar vermesi mümkündür.
Bu noktadan
hareketle Muâviye Hz. Osman’ın kanını talep ederek kendince haklı sebeplerle
Hz. Ali’ye karşı mücadele etmiş ve hatalı davranmıştır. Netice itibariyle gerek Cemel topluluğuna gerekse
Muâviye ’ye düşen vazife, Hz. Ali’ye bu zorlu hilâfet görevinde yardım etmek
olmalıydı. Hz. Ali’ye muhalefet etmeleri isyancıların işine gelmişti. Bu
ayrılık ortamı en çok onların işine yaramıştı. Eğer Cemel topluluğu ve Muâviye
Hz. Ali’ye muhalefet etmeyip onu desteklemiş olsalardı, Hz. Osman’ın
katillerinin cezalandırılması mümkün olabilirdi. Dahası İslâm toplumu bu kaos
ortamına düşmemiş olurdu.
Muâviye
Ziyad’ın isteği ile şahitler huzurunda Ziyad’ı nesebine ilhak etmiş, ve halife
olarak Ziyad’ın nesebindeki belirsizliği ortadan kaldırmıştı. Nasıl ki
günümüzde nesebin belirlenmesinde devlet adına mahkeme, karar veriyor ve
çocuğun kime ait olduğunu ortaya koyuyorsa, o zaman da Ziyad’ın talebiyle
şahitler huzurunda bu konu halife tarafından karara bağlanmıştı.
Hucr b.
Adiy’in öldürülmesi meselesinde ise, Muâviye , Hucr ve arkadaşlarını yeryüzünde
fesat çıkaranlardan saydı ve onların hayatta bırakılmalarının ümmet için fesada
yol açacağını, birliğin bozulmasına ve halifeye karşı çıkılmasına sebebiyet
vereceği düşünmüştü. Bu noktada Hucr’un muhalefetine sebep olarak gösterilen
Hz. Ali’yi sebbetme hadisesi de göz ardı edilmemelidir. Muâviye ’nin Hz. Ali ve
taraftarlarını kötüleyen valilerine ses çıkarmaması sonuçları göz önüne
getirildiğinde idarî bir haya olarak görülmektedir.
Bu konuda göz
önünde bulundurulması gereken bir diğer hususta şudur. Muâviye halifeliği
devraldığı sırada birçok sahabe ve sahabe çocuğu hayatta idi. Hepsi de ona itaat
ediyorlardı. Sonraki dönemleri göz önüne getirdiğimizde İslâm toplumun önde
gelenlerinin, yanlış uygulamalar karşısında nasıl bir muhalefet içerisine
girdikleri düşünülürse Hucr ve arkadaşlarının toplumun aksine bir reaksiyon
gösterdikleri söylenebilir. Netice itibariyle belki de Kûfe’de daha büyük bir
olaya sebebiyet vermemek amacıyla yapılan bu iş, o günkü toplumda büyük bir
infiale yol açmıştır.
Muâviye ’nin
oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmesinin sebepleri olarak da şu sebepler
gösterilebilir: Asabiyet duygusunun tekrar ortaya çıkma endişesi, ileride vuku
bulacak fitnelere engel olmak, evlat sevgisi. Fazilet ve liyakat bakımında önde
olan kimseler varken Yezîd’in veliaht tayin edilmesi hem o gün için hem de
sonrasında toplumda meydana getirdiği huzursuzluklara bakıldığında doğru bir
karar olarak gözükmemektedir.
Muâviye
’nin Hıms valisi Abdurrahman’ı ve Hz. Hasan’ı zehirlettiği iddiası ise dayanağı
olmayan ithamlarıdır. Nasıl olur da insanlardan hiç kimsenin kimin yaptığı
konusunda şahit olmadığı, görmediği bir hadiseyi Muâviye ’nin üzerine
yükleyebiliriz. Fitnenin ve ayrılığın ayyuka çıktığı, herkesin
karşısındakine olmadık ithamları yakıştırdığı bir toplumdan bize intikal eden
haberlere daha ihtiyatlı davranmak mecburiyetindeyiz. Kesin bir delil olmadan bir
kişiyi töhmet altında bırakmak tarafgirliğin en açık tezahürüdür.
Muâviye ’nin
daha valilik döneminde tenkit konusu olan ihtişamlı yaşamı seleflerine
bakıldığında hoş karşılanmamaktadır. Olumsuzluğunu bizzat kendisinin de ifade
ettiği bu durum toplumdaki olumsuz değişimle paralel görülmelidir. Onun
zamanında yapılmaya başlanılan taht ve saraylar haleflerine örneklik teşkil
etmiştir.
Bu olumsuz
değişime paralel olarak Muâviye b. Ebî Süfyan’ın kendi iktidarının devamı için
hileye başvurması ve muhaliflerinin gönlünü verdiği bol ihsanlarla alması söz
konusu olmuştur. Muâviye b. Ebî Süfyan lüzumsuz güç kullanımına karşı isteksiz,
meseleleri zorla halletmeyecek kadar basiretli, fakat devletin menfaatleri söz
konusu olunca hiçbir şeyi yapmaktan çekinmeyen bir yaratılışta idi. Bütün
bunlar onun o zamanının şartlarında ve toplumunda idarî kabiliyeti olarak
görülse de seleflerinin kesinlikle başvurmadığı yollar olarak dikkat
çekmektedir.
Bu araştırmayı
yaparken bizim Muâviye ’yi aklamak gibi bir tavrımız söz konusu değildir. İmam
Şafii’ye atfedilen “Allah (c.c.), o günkü olaylara elimizi bulaştırmadı,
dilimizi de bulaştırmasın.” sözü belki de o olayları hesap gününe
bırakmanın en doğru olduğunu belirmekteydi. Ama bu olayları ideolojik bir niyetle irdeleyen tarafgirler
ya da her şeyi söyleme ve yorumlama cüretkârlığını objektiflik sananlar bu
meseleleri Muâviye ’yi küfürle itham etmeye kadar vardırdılar. Bu yanlış
tutum neticesinde olaylar içinden çıkılmaz bir hale getirilmiştir. Önyargısız
bir değerlendirme tarihe ışık tutma açısından yapılması gereken en doğru
davranış olacaktır.
BİBLİYOGRAFYA
Abdullah, Riyad Mustafa, Duhâtü’l-Arab el-Erbaa,
Kahire, 1994.
Apak, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İstanbul,
2003.
, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem Islâm Siyasî Tarihindeki
Etkileri, İstanbul, 2004.
Ağırakça, Ahmet, Emevîler Döneminde Kıyamlar, İstanbul,
1994.
Akkad, Abbas Mahmud, Muâviye bin Ebî Süfyan,
Kahire, 1993.
Akyüz, Vecdi, Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul,
1991.
Aselî, Bessam, Muâviye bin Ebî Süfyan, Beyrut,
1986
Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muâviye bin Ebî Süfyan,
Ankara, 2001.
, İrfan - Söylemez, Mahfuz, ideolojik Tarih Okumaları,
Ankara, 1998.
, İrfan - Sarıçam, İbrahim, Emevîler, Ankara, 1993.
, İrfan, “Ebû Süfyan” DİA, İstanbul, 1994, X, 230-232.
, İrfan, “Emevîİktidarının Devamında Sakîf Kabilesinin
Rolü”, AÜİFD, Ankara, 1997, c.XXXVI, s.119-171.
Aydın, Mustafa, İlk Dönem İslâm Toplumunun Şekillenişi,
İstanbul, 1991.
el-Belâzurî, Ahmed b. Yahya. b. Câbir (279/892), Ensâbu’l-Eşraf,
thk., Süheyl Zekkar- Riyad Zirikli, Beyrut, 1417/1996.
, Futûhu’l-Buldân, thk.:Rıdvan Muhammed Rıdvan, Beyrut,
1983.
Bilmen, Ömer Nasuhî, Ashabı Kiram Hakkında Müslümanların
Nezih İtikadları, İstanbul, trz.
Bozkurt, Nebi, “Hucr b. Ad” DİA, İstanbul, 1998,
XVIII, 277-278.
Brockelmann, Carl, İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi,
çev.: Neş’et Çağatay, Ankara, 1992.
Buharî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, (256/870 Sahîh-i
Buharî, ter.: Mehmet Sofuoğlu, İstanbul, 1987.
Cahen, Claude, Doğuştan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar
İslâmiyet, çev.:Esat Nermi Erendor, Ankara, 1990.
Câhız, Ebû Osman Amr b. Bahr (255/869) Risaletü Benî Ümeyye,
Makrîzî’nin “en-Nizâ ve’t-Tehâsüm fi mâ beyne Benî Ümeyye ve Benî Haşîm” adlı
eserinden naklen, tah.: Hüseyin Mûnis, Kahire, 1988, s. 121-132.
Çağatay, Neşet, “Ziyâd b. Ebîh” İA, İstanbul, 1979,
XIII, 617-618.
Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Kavgası, İstanbul, 2002.
, Adnan, İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi,
İstanbul, 1996.
Derman, Mehmet Ali, Şam ValisiMuâviye, İstanbul, 1978.
Dineverî, Ebû Hanife Ahmed b. Davud (282/895) el-Ahbâru’t-Tıvâl,
Beyrut, 1995.
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör, Hakkı
Dursun Yıldız, İstanbul, 1992.
Durî, A.Aziz, İlk Dönem İslâm Tarihi, Trc.
Hayrettin Yücesoy, İstanbul, 1991.
Ferharevî, Abdülaziz, en-Nâhiyetu an Ta’n Emîri’l Mü ’minin
Muâviye, İstanbul, 1988.
Gadban, Münir Muhammed, Muâviye bin Ebî Süfyan,
Dımeşk, 1989.
Gölcük, Şerafettin- Toprak, Süleyman, Kelam,
Konya, 2001.
Günal, Mustafa, Hz. Ali Dönemi ve İç Siyaseti,
İstanbul, 1998.
Halife b. Hayyât (240/854), Târîh, thk.:Süheyl Zekkar,
Beyrut, 1993.
Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev.:M. Said
Mutlu, İstanbul, 1966.
Hitti, Philip K., Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, ter:
Salih Tuğ, İstanbul 1995.
, Arap Tarihinin Mimarları, İstanbul, 1995.
Hodgson, M.G.S., İslâm ’ın Serüveni-Bir Dünya Medeniyetinde
Bilinç ve Tarih, Ter: Komisyon, İstanbul, 1995.
el-Işş, Yusuf, ed-Devletü’lEmevîyye, Dımeşk, 1406/1985.
İbn Abdilber, Ebû Ömer Yusuf b. Abdilah b. Muhammed
(463/1071), el-İstiâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, thk.:Ali Muhammed
el-Becavî, Kahire, trz..
İbn A’sem, Ebû Muhammed Ahmed (314/926) el-Futûh,
Beyrut, 1986.
İbn Abdirabbih, Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed (327/939) Kitabü’l-İkdi’l-Ferîd,
thk.:
Müfit Muhammed Gamîha, Beyrut, 1987.
İbnü’l-Arabî, Ebû Bekr, (543/1148) el-Avâsım
mine’l-Kavâsım, thk.: Muhibbuddîn el- Hatîb, Mahmud Mehdi el-İstanbulî,
Kahire, h.1412.
İbnü’l-Esîr, İzzüddin Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed (630/1232), el-Kâmil
fî’t-Tarih, Beyrut, 1965.
İbn Hacer, el-Askalanî, Şihâbuddin Ahmed b. Muhammed,
(852/1448) el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Kahire, h.1328.
, el-Askalanî, Feth’ul-Barî bi Şerhi Sahihi Buharî,
Beyrut, 2000, X
İbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed, (808/1405)Mukaddime,
Çev.: Zakir Kadiri Ugan, İstanbul, 1991.
İbn Kesîr, İsmail b. Ömer, (774/1372) el-Bidâye
ve’n-Nihâye, Beyrut, 1966.
İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, el-İmâme
ve’s-Siyâse, Beyrut, 1967
İbn Teymiyye, Ahmed b. Abdülhalîm (728/1328) Ashâb-ı Kirâm
Risalesi, ter.:Heyet İstanbul, 1996.
Kandemir, M. Yaşar, “Hind bint Utbe”, İstanbul, 1998,
DİA, XVIII, 64-65.
Kapar, Mehmet Ali, Halifeliğin Emevîlere Geçişi ve Verasete
Dönüşmesi, İstanbul, 1998.
, “Hz. Hasan’ın Halifeliği ve Hasan-Muâviye Andlaşması”,
SÜİFD,
Konya, 1997, VII, 67-80.
, Islâm’ın ilk Döneminde Bey’at ve Seçim Sistemi,
İstanbul, 1998.
Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b.
Muâviye, İstanbul, 2001.
Lammens, H. “Muâviye”, İstanbul, 1964, İA, VIII,
438-444.
, H., “Hucr b. Adî” İA, İstanbul, 1979, V, 576.
, “Muğira b. Şu’ba”, İA, İstanbul, 1979, VIII, 450-451.
Makrîzî, Takiyüddin Ahmed b. Ali (845/1444) en-Nizâ
ve’t-Tehâsüm Fîmâ Beyne Benî
Umeyye ve Benî Hâşîm, tah.:Hüseyin Mûnîs, Kahire, 1988.
Mantran, Robert, Islâm’ın Yayılış Tarihi, çev.: İsmet
Kataoğlu, Ankara, 1981.
el-Mes’ûdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyin (346/956) el-Hüseyin b.
Ali, Mürûcu’z-Zeheb, thk:
Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Beyrut, 1987.
Mevdudî, Ebu’l-A’la, Hilâfet ve Saltanat, Çev.:Ali
Genceli, İstanbul, trz..
Önkal, Ahmet, “Islâm Tarihçiliğinde Tarafsızlık Problemi”,
İslâmî Araştırmalar Dergisi,
Ankara, 1992, VI, 189-197.
, “Tahkim Olayı Üzerine Bir Değerlendirme”, İstem
Dergisi, sayı/2, Konya, 2004, s.33-68.
Sarıcık, Murat, Dört Halife ve Emevîler Döneminden ilginç
Problemler, Isparta, 2001.
Sarıçam, İbrahim, Islâm Öncesinden Abbasîlere Kadar
Emevî-Haşimîİlişkileri, Ankara, 1997.
Selim, Muhammed İbrahim, Duhâtü’l-Arab, Kahire, 1992.
Sırma, İhsan Süreyya, Hilafetten Saltanata Emevîler Dönemi,
İstanbul, 1997.
Söylemez, Mahfuz, “Hz. Hasan’ın Hilâfeti Muâviye ’ye
Devrinin Arka Planı ”, İslâmî
Araştırmalar Dergisi, İstanbul, 2001, Sayı/3-4, s.456-468.
Suyûtî, Celaleddin, (911/1505) Tarihu’l-Hulefâ,
thk.:Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Mısır, 1964.
Şiblî, Mevlanâ, Asr-ı Saadet, ter.: Ömer Rıza Doğrul,
İstanbul, 1977.
Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, (310/922) Tarihu
’r-Rusûl ve’l-Mülûk, thk.Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Kahire, 1939.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa (279/824), Sünen-i Tirmizî
Tercemesi, ter.: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, İstanbul, trz.
Üçok, Bahriye, Emevîler-Abbasîler, Ankara, 1983.
Varol, M. Bahaüddin, “Râşid Halifeler Dönemi Toplumsal
Değişme Üzerine”, İstem
Dergisi, Konya, 2005, s.VI, 195-213.
, “Emevîler’in Hz. Ali ve Taraftarlarına Hakaret Politikası
Üzerine,” İstem Dergisi, sayı/8, Konya, 2006, 83-107.
Wellhausen, Julius, Islâm’ın ilk Devrinde Dinî-Siyasî
Partiler, Çev.: Fikret Işıltan, Ankara, 1996.
, Arap Devleti ve Sükûtu, ter.: Fikret Işıltan, Ankara,
1963
Yakubî, Ahmed Ebî Yakub, (294/897) Tarihu’l-Yakubî,
Beyrut, 1992.
Yıldız, Hakkı Dursun, “Abbasîler”, DİA, İstanbul, 1988,
I, 31-56.
Yiğit, İsmail, “Emeviler”, DİA,
İstanbul, 1995, XI, 87-104
Zehebî, Ebu Abdullah Muhammed Şemsüddin, (748/1347) Siyeru
Alâmi’n-Nübelâ, thk:
Şuayb Arnavût, Beyrut, 1988.
[1] Önkal, Ahmet, '“İslâm Tarihinde Tarafsızlık
Problemi." İslâmî Araştırmalar Dergisi, VI, Ankara, 1992, s.189.
[2] Yıldız, Hakkı Dursun, “Abbasîler”, DİA,
İstanbul, 1988, I, 34.
[3] Yusuf, 12/111.
[4] Araf, 7/176.
[5] Hud, 11/120.
[6] Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muâviye
b. Ebî Süfyan, Ankara, 2001, s.11.
[7] Halife b. Hayyât, Târîh, thk.:Süheyl
Zekkar, Beyrut, 1993.
[8] Ya’kûbî, Tarih, Beyrut , 1992.
[9] Belâzurî, Ensâbü ’l-Eşrâf, thk.: Süheyl
Zekkâr-Riyâd Ziriklî, Beyrut, 1996.
[10] Taberî, Tarihu ’r-Rusûl ve’l-Mülûk,
thk.Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Kahire, 1939.
[11] İbnü’l Esîr, el-Kamil fi’t-Tarih,
Beyrut, 1965.
[12] İbn Kesîr, el- Bidâye ve’n- Nihâye,
Beyrut, 1966.
[13] Akkad, Abbas Mahmud, Muâviye b. Ebî Süfyan,
Kahire, 1993.
[14] Aselî, Bessam, Muâviye b. Ebî Süfyan,
Beyrut, 1986.
[15] Gadban, Münir Muhammed, Muâviye bin Ebî
Süfyan, Dımeşk, 1989.
[16] Selim, Muhammed İbrahim, Duhâtü’l-Arab,
Kahire, 1992.
[17] Abdullah, Riyad Mustafa, Duhâtü ’l-Arab
el-Erbaâ, Kahire, 1994.
[18] Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muâviye
b. Ebî Süfyan, Ankara, 2001.
[19] Kapar, Mehmet Ali, Halifeliğin Emevîlere Geçişi
ve Verasete Dönüşmesi, İstanbul, 1998.
[20] Apak, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet
Siyaseti, İstanbul, 2003.
[21] Günal, Mustafa, Hz. Ali Dönemi İç Siyaseti,
İstanbul, 1998.
[22] Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Kavgası,
İstanbul, 2002.
[23] Hitti, Philip K., Siyasi ve Kültürel İslâm
Tarihi, I-II, çev.: Salih Tuğ, İstanbul 1995.
[24] Brockelmann, Carl, İslâm Ulusları ve
Devletleri Tarihi, çev.: Neş’et Çağatay, Ankara, 1992.
[25] Cahen, Claude, Doğuştan Osmanlı Devletinin
Kuruluşuna Kadar İslâmiyet, çev.:Esat Nermi Erendor, Ankara, 1990.
[26] İbn Kuteybe, el-Meârif, Beyrut, 1987, s.197; Ya’kûbî, a.g.e.,
II, 216; Taberî, a.g.e., IV, 248; İbn Abdilberr, el- İstiâb fi
Ma’rifeti’l-Ashâb, thk.:Ali Muhammed el-Becavî, Kahire, trz., III, 1416;
İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 10; Zehebî, Siyeru A’lâmin-Nubelâ,
thk.:Şuayb el-Arnavût, Beyrut, 1988, III, 119; İbn Kesîr, a.g.e, VIII,
117; İbn Hacer el-Askalanî, el-İsâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, Kahire,
h.1328, III, 433, Suyûtî, Celaleddin, Tarihu’l-Hulefâ, thk.:Muhammed
Muhyiddin Abdülhamid, Mısır, 1964, s.194.
[27] İbn Kuteybe, a.g.e., 197; Ya’kûbî, a.g.e., II, 238;
Belâzurî, a.g.e., V, 161; Taberî, a.g.e., IV, 240; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
IV, 6; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 143. Burada verilen tarihçilerden farklı
olarak Mes’udî Muaviye b. Ebî Süfyan’ın vefat tarihini h.61 olarak vermektedir.
Bkz.:Mes’udî, Murûcu’z-Zeheb ve Meâdinu’l-Cevher, thk.: Muhammed
Muhyiddin Abdülhamid, Beyrut, 1987, III, 11.
[28] Vefat ettiğinde 78 veya 82 yaşındaydı. İbn
Kuteybe, a.g.e., 197; Vefat ettiğinde 77 veya 80 yaşındaydı. Ya’kûbî, a.g.e.,
II, 239; Vefat ettiğinde 82 yaşındaydı. Belâzurî, a.g.e., V, 161; Vefat
ettiğinde 85 yaşındaydı. Taberî, a.g.e., IV, 324; Vefat ettiğinde 73,
75, 78 veya 85 yaşlarındaydı. İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 6; Vefat
ettiğinde 78 veya meşhur rivâyete göre 80 yaşının üzerindeydi. İbn Kesir, a.g.e.,
VIII, 143.
[29] Aycan, İrfan, a.g.e., 25.
[30] Aselî, Bessam, a.g.e., 11.
[31] Belâzurî, a.g.e., V, 13-14.
[32] Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi,
çev.:M. Said Mutlu, İstanbul, 1966, I, 80.
[33] Hamidullah, Muhammed, a.g.e., II, 23.
[34] Aycan, İrfan, “Ebû Süfyan”, DİA,
İstanbul, 1994, X, 231.
[35] Zehebî, a.g.e., III, 122, İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 117.
[36] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117.
[37] İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1416;
Zehebî, a.g.e., III, 122; İbn Hacer, a.g.e., III, 434.
[38] İbn Kuteybe, a.g.e., 194; Aycan, İrfan, “Ebû
Süfyan”, DİA, X, 231.
[39] Aycan, İrfan, “Ebû Süfyan”, DİA, X, 231.
[40] Kandemir, M. Yaşar, “Hind bint Utbe,'”
DİA, İstanbul, 1998, XVIII, 64.
[41] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117.
[42] Belâzurî, a.g.e., V, 12.
[43] Kandemir, M. Yaşar, “Hind bint Utbe,”
DİA, XVIII, 64.
[44] Aselî, Bessam, a.g.e., 22.
[45] Kandemir, M. Yaşar, “Hind bint Utbe,”
DİA, XVIII, 65.
[46] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118.
[47] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118, Abdullah,
Riyad Mustafa, a.g.e., 21.
[48] Yiğit, İsmail, “Emevîler”, İstanbul,
1995, DİA, XI, 88.
*
Sikâye, hac mevsiminde Mekke’ye gelen hacılara su temin etme; rifâde
fakir hacıların yiyecek ihtiyaçlarını karşılama; kıyâde ise savaşta Kureyş’e
komutanlık yapma görevidir.
[49] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, İdeolojik
Tarih Okumaları, Ankara, 1998, s.156.
[50] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 14;
Sarıçam, İbrahim, Emevî-Hâşimîİlişkileri, Ankara, 1997, s.88-94; Aycan,
İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e., 158.
[51] Sarıçam, İbrahim, a.g.e., 94-100.
[52] Lammens, H., “Muâviye”, İA, İstanbul,
1964, VIII, 439.
[53] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 119.
[54] İbn Kuteybe, a.g.e., 197; İbn Abdilberr,
a.g.e., III, 1416; Zehebî, a.g.e., III, 129; İbn Hacer, a.g.e.,
III, 433; İbn
Hacer, Fethu’l-Barî bi Şerhi Sahihi Buharî, Beyrut,
2000, X, s.27; H. Lammens, “Muâviye”, İA, VIII, 438.
[55] İbn Kesir, a.g.e., VIII, 120.
[56] İbn Kesir, a.g.e, VIII, 120.
[57] Zehebî, a.g.e., III, 129.
[58] İbn Kesir, a.g.e., VIII, 120.
[59] Zehebî, a.g.e., III, 129.
[60] Zehebî, a.g.e., III, 129.
[61] Aycan, İrfan, a.g.e., 46.
[62] Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz.:
Aycan, İrfan, a.g.e., 34-47.
[63] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 100.
[64] İbn Hacer el-Askalani, Fethu’l-Barî, X,
27.
[65] İbn Hacer el-Askalani, Fethu’l-Barî, X,
27.
[66] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 438.
[67] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117.
[68] Aycan, İrfan, a.g.e., 55.
[69] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
redaktör.: Yıldız, Hakkı Dursun, İstanbul, 1992, II, 53.
[70] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, thk.:Rıdvan
Muhammed Rıdvan, Beyrut, 1983, s.115
[71] Gadban, Münir Muhammed, a.g.e., 61.
[72] Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, 116.
[73] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117; Belâzurî, Futûhu’l-Buldân,
141.
[74] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
II, 54.
[75] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 120; İbn
A’sem, el-Futûh, Beyrut, 1986, I, 115.
[76] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
II, 89.
[77] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 127; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 95.
[78] Taberî, a.g.e., III, 96; İbnü’l Esîr, a.g.e,
II, 490; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 52.
[79] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 121-124.
[80] Aselî, Bessam, a.g.e., 38; Aycan, İrfan,
a.g.e., 58.
[81] İbnü’l Esîr, a.g.e., II, 558; İbn Kesîr,
a.g.e., VIII, 77-78.
[82] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 146; Taberî,
a.g.e., III, 100.
[83] Taberî, a.g.e., III, 100; İbn A’sem, a.g.e.,
I, 262; İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1416.
[84] Aycan, İrfan, a.g.e., 58.
[85] İbn A’sem, a.g.e., I, 262; İbn
Abdilberr, a.g.e., III, 1417; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118;
Suyûtî, a.g.e., 195.
[86] İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1417; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 118.
[87] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118.
[88] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 118.
[89] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 122.
[90] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 148.
[91] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 157; Taberî,
a.g.e., III, 315; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 95.
[92] Taberî, a.g.e., III, 316; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 95.
[93] Belâzurî, Futûhu ’l-Buldân, 190.
[94] Aselî, Bessam, a.g.e., 40; Aycan, İrfan,
a.g.e., 63 ; Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 22.
[95] Taberî, a.g.e., IV, 244; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 124.
[96] Taberî, a.g.e., IV, 244; İbn Abdilberr, a.g.e.
III, 1417; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 125.
[97] Taberî, a.g.e., IV, 244; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 125.
[98] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 125. İbn Hacer
el-Askalanî, el-lsabe, III, 434.
[99] İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1418, İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 126.
[100] Apak, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet
Siyaseti., 127.
[101] Hitti, Philip K, a.g.e., II, 307.
[102] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
II, 199; Abdullah, R. Mustafa, a.g.e., 34-38. Selim, Muhammed İbrahim, a.g.e.,
29.
[103] Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, 157; Taberî, a.g.e,
III, 317-318; İbn A’sem, a.g.e., I, 353-354.
[104] Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, 158.
[105] Ya’kûbî, a.g.e., II, 172-173; Taberî, a.g.e,
III, 335-336.
[106] Ya’kûbî, a.g.e., II, 175.
[107] Ya’kûbî, a.g.e., II, 165-173; Bu konuda
geniş bilgi ve değerlendirme için bkz.: İbnü’l-Arabî, Ebû Bekr, el- Avâsım
mine’l-Kavâsım, thk.: Muhibbuddîn el-Hatîb, Mahmud Mehdi el-İstanbulî,
Kahire, h.1412, s.76-95; Şiblî, Mevlanâ, Asr-ı Saadet, ter.: Ömer Rıza
Doğrul, İstanbul, 1977, V, 26-27.
[108] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 152; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 168-169; Mevdudî, Ebu’l-A’la, Hilâfet ve
Saltanat, Çev.:Ali Genceli, İstanbul, trz., 479-480.
[109] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 165; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 173.
[110] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 152.
[111] Aycan, İrfan, a.g.e., 89; Demircan,
Adnan, Ali-Muâviye Kavgası, 55.
[112] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 157; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 169.
[113] Aycan, İrfan, a.g.e., 83.
[114] Ya’kûbî, a.g.e., II, 176.
[115] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm
Tarihi, II, s.217.
[116] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 160.
[117] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 230,
[118] Taberî, a.g.e, III, 451; İbn Kesîr, a.g.e.,
VII, 226-227
[119] Ya’kûbî, a.g.e., II, 180; İbn Kesîr, a.g.e.,
VII, 227.
[120] Ya’kûbî, a.g.e., II, 179; Taberî, a.g.e.,
III, 462; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 201; İbn Kesîr, a.g.e., VII,
229.
[121] Taberî, a.g.e., III, 464; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 202; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 228.
[122] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 232.
[123] Halife, a.g.e., 139; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 244; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 242.
[124] Ya’kûbî, a.g.e., II, 181; İbn Kesîr, a.g.e,
VII, 231.
[125] Aycan, İrfan, a.g.e., 96.
[126] Aycan, İrfan, a.g.e., 96.
[127] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 255.
[128] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, Beyrut,
1995, 147.; Ya’kûbî, a.g.e., II, 184; İbnü’l Esîr, a.g.e., III,
276; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 254.
[129] İbn A’sem, a.g.e., I, 542; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 276-277.
[130] Dineverî, a.g.e., 149; Ya’kûbî, a.g.e.,
II, 186; Taberî, a.g.e., III, 560; İbnü’l Esîr, a.g.e., III,
275-276, 309.
[131] Ya’kûbî, a.g.e., II, 188; İbn Kesîr, a.g.e.,
VII, 253.
[132] Ya’kûbî, a.g.e., II, 187; Taberî, a.g.e.,
III, 567; İbn A’sem, a.g.e., II, 3-4; İbnü’l Esîr, a.g.e., III,
282; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 256.
[133] Ya’kûbî, a.g.e., II, 188; Taberî, a.g.e.,
III, 568; İbn A’sem, a.g.e., II, 3-4; İbnü’l Esîr, a.g.e., III,
285; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 257.
[134] Dineverî, a.g.e., 173; İbn A’sem, a.g.e.,
II, 3-4; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 315; İbn Kesîr, a.g.e., VII,
272.
[135] Ya’kûbî, a.g.e., II, 188; Taberî, a.g.e.,
IV, 35; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 316; İbn Kesîr, a.g.e., VII,
274.
[136] Ya’kûbî, a.g.e., II, 189; İbn A’sem, a.g.e,
II, 3-4; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 317-318; İbn Kesîr, a.g.e.,
VII, 274.
[137] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 318; İbn
Kesîr, a.g.e., VII, 274-275.
[138] Ya’kûbî, a.g.e., II, 189; İbn A’sem, a.g.e.,
II, 193-194; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 319; İbn Kesîr, a.g.e.,
VII, 277.
[139] Günal, Mustafa, a.g.e., 143.
[140] Ya’kûbî, a.g.e, II, 189; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 227; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 236.
[141] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 279.
[142] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 265.
[143] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 321; İbn
Kesîr, a.g.e., VII, 277.
[144] Ya’kûbî, a.g.e., II, 189; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 319-320; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 277.
[145] Dineverî, a.g.e., 178; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 320; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 277-278.
[146] Halife, a.g.e., 144; Taberî, a.g.e,
IV, 49; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 277.
[147] Halife, a.g.e., 144; Ya’kûbî, a.g.e.,
II, 190; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 281.
[148] Ya’kûbî, a.g.e., II, 190; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 330-331; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 284.
[149] Halife, a.g.e., 144.
[150] Ya’kûbî, a.g.e, II, 190; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 331-332; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 284.
[151] Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz.:
Önkal, Ahmet, “Tahkim Olayı Üzerine Bir Değerlendirme,” İstem Dergisi,
sayı/2, Konya, 2004, s.33-68.
[152] Mevdudî, a.g.e., 188.
[153] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 336-337.
[154] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 349; Demircan,
Adnan, Ali-Muâviye Mücadelesi, 172.
[155] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 271; îbn
Kesîr, a.g.e., VII, 253.
[156] Taberî, a.g.e, III, 556-557; İbnü’l
Esîr, a.g.e., III, 272.
[157] Ya’kûbî, a.g.e, II, 194; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 353; îbn Kesîr, a.g.e., VII, 313.
[158] îbn Kesîr, a.g.e., VII, 314.
[159] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 356; îbn Kesîr,
a.g.e., VII, 315.
[160] Halife, a.g.e., 144; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 357; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 315.
[161] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 360.
[162] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 363.
[163] Ya’kûbî, a.g.e, II, 195; Taberî, a.g.e.,
IV, 102; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 320-321.
[164] Taberî, a.g.e, IV, 103; İbn Kesîr, a.g.e.,
VII, 320.
[165] Aycan, İrfan, a.g.e., 124.
[166] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 320.
[167] Ya’kûbî, a.g.e, II, 196; Taberî, a.g.e.,
IV, 103; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 320-321.
[168] Taberî, a.g.e., IV, 104; îbn Kesîr, a.g.e.,
VII, 321-322.
[169] Taberî, a.g.e, IV, 104-105.
[170] Ya’kûbî, a.g.e., II, 197; îbn Kesîr, a.g.e.,
VII, 322.
[171] Taberî, a.g.e, IV, 106-107; îbn Kesîr, a.g.e.,
VII, 323.
[172] îbn Kesîr, a.g.e., VII, 323.
[173] Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Kavgası,
182.
[174] İbn Kesîr, a.g.e, VII, 323.
[175] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 323.
[176] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 326-327.
[177] İbn A’sem, a.g.e., II, 286-287.
[178] Demircan, Adnan, İslâm Tarihinin İlk Asrında
İktidar Mücadelesi, İstanbul, 1996, s.45; Kapar, Mehmet Ali, “Hz. Hasan
’ın Halifeliği ve Hasan-Muâviye Andlaşması,” SÜİFD, Konya, 1997, VII, s.68.
[179] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 404.
[180] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 405; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 17.
[181] Hitti, Phillip K., a.g.e, II, 313.
[182] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 407; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 42; Söylemez, Mahfuz, “Hz. Hasan’ın Hilâfeti
Muâviye’ye Devrinin Arka Planı,” İslâmî Araştırmalar Dergisi, İstanbul,
2001, Sayı/3-4, s.456-468.
[183] İbn A’sem, a.g.e., II, 292; İbnü’l Esîr,
a.g.e., III, 405.
[184] İbn Abdirabbih, Kitabü ’l-İkdi’l-Ferîd,
thk.: Müfit Muhammed Gamîha, Beyrut, 1987, V, 109-111; İbn Kesîr, a.g.e,
VIII, 21.
[185] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 135; Koyuncu,
Mevlüt, Emevi.ler Döneminde Saray Hayatı, İstanbul, 1997, s.72
[186] İbn Haldun, Mukaddime, Çev.: Zakir
Kadirî Ugan, İstanbul, 1991, s.353-354.
[187] Üçok, Bahriye, Emevîler-Abbasîler,
Ankara, 1983, s. 35 ; Akyüz, Vecdi, Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul,
1991, s.24; Aydın, Mustafa, İlk Dönem İslâm Toplumunun Şekillenişi,
İstanbul, 1991, s. 150; Cahen, Claude, a.g.e., 34; Wellhausen, Julius, Arap
Devleti ve Sükûtu, ter.: Fikret Işıltan, Ankara, 1963, s.63.
[188] Taberî, a.g.e., V, 329.
[189] Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslâm
Siyasî Tarihindeki Etkileri, İstanbul, 2004, s.204.
[190] Akyüz, Vecdi, a.g.e., 27.
[191] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 279.
[192] İbn Abdirabbih, a.g.e., V, 296.
[193] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 24;
[194] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 32;
[195] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 66;
[196]İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 80;
[197] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 22;
[198] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 29;
[199] Apak, Adem, Asabiyet, 202.
[200] Aycan, İrfan, a.g.e., 144.
[201] Apak, Adem, Asabiyet, 202.
[202] Apak, Adem, Asabiyet, 202.
[203] Daha geniş bilgi için bkz. Aycan, İrfan, “Emevî
İktidarının Devamında Sakîf Kabilesinin Rolü,” AÜİFD, Ankara, 1997,
c.XXXVI, s.119-171.
[204] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 438.
[205] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 440.
[206] İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 11.
[207] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, Emevîler,
Ankara, 1993, s.13
[208] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 22.
[209] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 409; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 22.
[210] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 409.
[211] Halife, a.g.e., 153; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 410.
[212] Halife, a.g.e., 153; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 410.
[213] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 411; Lammens,
H., “Muğira b. Şu’ba,” İA, İstanbul, 1979, VIII, 450.
[214] Halife, a.g.e., 157; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 412.
[215] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e.,
16.
[216] Halife, a.g.e, 153; İbnü’l Esîr,
a.g.e., III, 413-417.
[217] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 447; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 29.
[218] Taberî, a.g.e., IV, 174; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 461; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 32.
[219] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
s.294.
[220] Taberî, a.g.e, IV, 177; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 463.
[221] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 493-494.
[222] İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 81.
[223] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 514-517.
[224] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e.,
18.
[225] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 461; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 32.
[226] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 462.
[227] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.
[228] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e.,
21.
[229] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 439.
[230] İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 119.
[231] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e.,
22.
[232] Halife, a.g.e., 155; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 425; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 24.
[233] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 440; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 30.
[234] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 453-473; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 30-45.
[235] Halife, a.g.e., 159; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 458; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 32.
[236] Taberî, a.g.e, IV, 214; İbn Kesîr,
a.g.e., VIII, 61.
[237] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 495-515; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 78-94.
[238] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e.,
23.
[239] Halife, a.g.e., 153; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 416; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 23.
[240] Halife, a.g.e., 154-155; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 437.
[241] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 416-417; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 24.
[242] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 452.
[243] Halife, a.g.e., 159; Taberî, a.g.e.,
V, 286; İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 492-493.
[244] Taberî, a.g.e., IV, 221; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 498; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 67.
[245] Taberî, a.g.e, IV, 222; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 78-79.
[246] Taberî, a.g.e, IV, 233-234; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 94.
[247] Halife, a.g.e., 154-158; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 45-46.
[248] Taberî, a.g.e, IV, 178; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 467.
[249] Aycan, İrfan-Sarıçam, İbrahim, a.g.e.,
25.
[250] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 439.
[251] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 124.
[252] İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 12; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 135.
[253] Belâzurî, Ensâb, V, 28.
[254] İbn Abdirabbih, a.g.e., V, 112.
[255], Doğuştan Günümüze Büyük
İslâm Tarihi, II, 319.
[256] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 117.
[257] Ya’kûbî, a.g.e., II, 238.
[258] Zehebî, a.g.e., III, 120; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 118.
[259] Mes’ûdî, a.g.e., III, 39.
[260] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 135.
[261] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 487.
[262] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 85.
[263] Aycan, İrfan, a.g.e., 89.
[264] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 88.
[265] İsrâ, 17/33.
[266] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 203.
[267] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
II, s.235.
[268] Aycan, İrfan, a.g.e, 100.
[269] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 260.
[270] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 285; İbn
Kesîr, a.g.e., VII, 257.
[271] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 286-287; İbn
Kesîr, a.g.e., VII, 257.
[272] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 289-290; İbn
Kesîr, a.g.e., VII, 258.
[273] İbn Kesîr, a.g.e, VII, 259-260.
[274] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 291-292; İbn
Kesîr, a.g.e., VII, 259-260.
[275] Ya’kûbî, a.g.e., II, 188; İbn Kesîr, a.g.e.,
VII, 267.
[276] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 269-70.
[277] İbn Kesîr, a.g.e., VII, 259-260.
[278] Aycan, İrfan, a.g.e., 136.
[279] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 20.
[280] Bilmen, Ömer Nasuhî, Ashâb-ı Kirâm Hakkında
Müslümanların Nezih İtikatları, İstanbul, trz., s.21
[281] Gölcük, Şerafettin- Toprak, Süleyman, Kelam,
Konya, 2001, s.36.
[282] Aycan, İrfan, a.g.e., 168.
[283] İbn A’sem, a.g.e., II, 301; İbnü’l Esîr,
a.g.e., III, 415.
[284] Taberî, a.g.e, IV, 128; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 414; İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 22-23.
[285] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 422.
[286] Taberî, a.g.e, IV, 135; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 423.
[287] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 24.
[288] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 424.
[289] Taberî, a.g.e., IV, 137; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 424.
[290] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 28.
[291] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 443;
[292] Çağatay, Neşet, Ziyad b. Ebîh, İstanbul,
1979, VIII, 617.
[293] Mes’ûdî, a.g.e, III, 16; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 443; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 28.
[294] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 443-444.
[295] Taberî, a.g.e, IV, 163; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 444.
[296] Buharı, Sahîh-i Buharı, ter.: Mehmet Sofuoğlu,
İstanbul, 1987, VI, s.2588.
[297] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 28.
[298] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 28.
[299] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 445.
[300] Taberî, a.g.e, IV, 163;; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 442.
[301] Ya’kûbî, a.g.e, II, 220.
[302] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 445.
[303] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 445.
[304] Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz.:
Lammens, H, '“Hucr b. Adî”, İA, İstanbul, 1979, V, 576; Bozkurt, Nebi, “Hucr
b. Adî,” DİA, İstanbul, 1998, XVIII, 227-228.
[305] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 472-473.
[306] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 50;
[307] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 50; Wellhausen,
Julius, İslâm’ın İlk Devrinde Dinî-Siyasî Partiler, Çev.: Fikret
Işıltan, Ankara, 1996, s.91.
[308] Taberî, a.g.e., IV, 189; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 473
[309] Taberî, a.g.e, IV, 164; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 447.
[310] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 449-450.
[311] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 449.
[312] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 424.
[313] Taberî, a.g.e, IV, 190; İbn Kesîr, a.g.e,
VIII, 551.
[314] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 462.
[315] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53-54.
[316] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51.
[317] Aycan, İrfan, a.g.e., 176.
[318] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.
[319] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51.
[320] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51.
[321] İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 53.
[322] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51.
[323] Taberî, a.g.e, IV, 191; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 474.
[324] Taberî, a.g.e., IV, 194; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 475-476.
[325] Taberî, a.g.e, IV, 195-196; İbnü’l Esîr,
a.g.e, III, 475.
[326] Taberî, a.g.e, IV, 199; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 52.
[327] Taberî, a.g.e, IV, 199-200; İbn Kesîr, a.g.e,
VIII, 51.
[328] Taberî, a.g.e., IV, 199; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 51.
[329] Taberî, a.g.e, V, 272; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 483.
[330] Taberî, a.g.e, IV, 202-203; İbn Kesîr, a.g.e,
VIII, 52.
[331] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 484.
[332] Taberî, a.g.e., IV, 205-206; İbnü’l-Esîr,
a.g.e., III, 484-485.
[333] Taberî, a.g.e, IV, 206; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 485.
[334] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.
[335] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.
[336] Taberî, a.g.e, IV, 207; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 487.
[337] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 487; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 53.
[338] Taberî, a.g.e., IV, 208; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 487.
[339] Taberî, a.g.e., IV, 208; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 487.
[340] Taberî, a.g.e, IV, 208; İbn Kesîr, a.g.e,
VIII, 55.
[341] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 53.
[342] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 55.
[343] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 487.
[344] Taberî, a.g.e., IV, 224; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 503; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 79.
[345] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 504.
[346] Ya’kûbî, a.g.e, II, 220.
[347] Akyüz, Vecdi, a.g.e., 155.
[348] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 504.
[349] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 504; Lammens,
H., “Muğira b. Şu’ba,” İA, VIII, 451.
[350] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 31.
[351] Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife
Yezîd b. Muâviye, İstanbul, 2001, s.88
[352] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 505.
[353] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 79.
[354] Ya’kûbî, a.g.e., II, 220.
[355] Halife, a.g.e., 159; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 458; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 32.
[356] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 471; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 45.
[357] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 506; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 79.
[358] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 506.
[359] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 507-508.
[360] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 508; îbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 80.
[361] îbn Abdirabbih, a.g.e., IV, 369.
[362] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 508.
[363] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 508.
[364] İbn Kuteybe, el-İmâme ve’s-Siyâse,
Beyrut, 1967, I, 150.
[365] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 509.
[366] Halife, a.g.e., 163; İbnü’l Esîr,
a.g.e, III, 510.
[367] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 510.
[368] İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 511; îbn Kesîr,
a.g.e, VIII, 80.
[369] Kılıç, Ünal, a.g.e, 139; Bu konuda daha
geniş bilgi ve değerlendirme için bkz., Kapar, Mehmet Ali, Halifeliğin
Emevîlere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, İstanbul, 1998, s.73-78.
[370] Demircan, Adnan, İktidar Mücadelesi, 77.
[371] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 405.
[372] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 405.
[373] Mes’ûdî, a.g.e, III, 5; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 43.
[374] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 43.
[375] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 33.
[376] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 450-451; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 29.
[377] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 275-276.
[378] Taberî, a.g.e, IV, 177; İbnü’l Esîr, a.g.e,
III, 464; İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 45.
[379] Aycan, İrfan, a.g.e., 89.
[380] İbnü’l Esîr, a.g.e, III, 453; îbn Kesîr,
a.g.e, VIII, 30-31.
[381] Aycan, İrfan, a.g.e., 149.
[382] Taberî, a.g.e, IV, 244; îbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 124.
[383] îbn Kesîr, a.g.e., VIII, 137-138.
[384] Belâzurî, Ensâb, V, 37-167; Taberî, a.g.e.,
V, 328-340; İbnü’l Esîr, a.g.e, IV, 5-11; İbn Kesîr, a.g.e, VIII,
117-146.
[385] Zehebî, a.g.e., III, 122-131.
[386] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 184.
[387] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 176.
[388] Bakara, 1/251.
[389] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 217.
[390] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 220.
[391] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 253.
[392] İbn Teymiyye, Ashâb-ı Kirâm Risalesi,
ter.: Heyet, İstanbul, 1996, s.78.
[393] İbn Teymiyye, a.g.e., 79.
[394] Tirmizî, Sünen-i Tirmizî Tercemesi,
ter.: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, İstanbul, trz., VI, 307.
[395] İbn Teymiyye, a.g.e., 80.
[396] İbn Teymiyye, a.g.e., 81.
[397] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e.,
s.105.
[398] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e.,
115.
[399] Hucurât, 49/9-10.
[400] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e.,
120.
[401] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e.,
120.
[402] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e.,
121.
[403] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e.,
123.
[404] Bilmen, Ömer Nasuhî, a.g.e., 71-74.
[405] Bilmen, Ömer Nasuhî, a.g.e., 88.
[406] Bilmen, Ömer Nasuhî, a.g.e, 112.
[407] Bilmen, Ömer Nasuhî, a.g.e., 167-202.
[408] el-Işş, Yusuf, ed-Devletü’lEmevîyye, Dımeşk,
1985. s.100.
[409] el-Işş, Yusuf, a.g.e., 104.
[410] el-Işş, Yusuf, a.g.e., 105-106.
[411] el-Işş, Yusuf, a.g.e., 114.
[412] el-Işş, Yusuf, a.g.e., 146-147.
[413] Ferharevî, Abdülaziz, en-Nâhiyetu anTa’n
Emiru’l Mü ’minin Muâviye, İstanbul, 1988, s.14-30.
[414] Ferharevî, Abdülaziz, a.g.e., 38.
[415] Ferharevî, Abdülaziz, a.g.e., 37.
[416] Gadban, Münir Muhammed, a.g.e., 19-20.
[417] Gadban, Münir Muhammed, a.g.e., 119.
[418] Aselî, Bessam, a.g.e., 15-16.
[419] Aselî, Bessam, a.g.e., 136-186.
[420] Üçok, Bahriye, a.g.e., 37.
[421] Üçok, Bahriye, a.g.e., 38.
[422] Lammens, H., “Muâviye”, İA, VIII, 441.
[423] Mantran, Robert, İslâm’ın
YayılışTarihi,çe\:. İsmet Kayaoğlu, Ankara, 1981. s.103-104
[424] Brockelmann, Carl, a.g.e., 59-60.
[425] Hitti, Philip K., a.g.e., II, 309;
Hitti, Philip K., Arap Tarihinin Mimarları, İstanbul, 1995, s.74-75.
[426] Hodgson, M.G.S., İslâm’ın Serüveni,
çev.: Ercüment Karataş, vd., İstanbul, 1995, s.162.
[427] Ya’kûbî, a.g.e., II, 175.
[428] Ya’kûbî, a.g.e, II, 181.
[429] Ya’kûbî, a.g.e, II, 188.
[430] Ya’kûbî, a.g.e, II, 219.
[431] Ya’kûbî, a.g.e., II, 216.
[432] Mes’ûdî, a.g.e., III, 5.
[433] Mes’ûdî, a.g.e., III, 14-16.
[434] Mes’ûdî, a.g.e., III, 39.
[435] Câhız, Risaletü Benî Ümeyye, Makrîzî’nin
“en-Nizâ ve’t-Tehâsüm fi mâ beyne Benî Ümeyye ve Benî Haşîm” adlı eserinden
naklen, tah.: Hüseyin Mûnis, Kahire, 1988, s.124.
[436] Câhız, a.g.e, 124-125.
[437] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e.,
79.
[438] Aycan, İrfan-Söylemez, Mahfuz, a.g.e.,
69-70.
[439] Makrîzî, en-Nizâ ve’t-Tehâsüm Fîmâ Beyne Benî
Umeyye ve Benî Hâşîm, tah.:Hüseyin Mûnîs, Kahire, 1988, s.25.
[440] Makrîzî, a.g.e., 56.
[441] Mevdûdî, a.g.e., 179.
[442] Mevdûdî, a.g.e., 203-204.
[443] Mevdûdî, a.g.e., 233-236.
[444] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 91.
[445] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 26.
[446] Akkad, Abbas Mahmud, a.g.e., 126.
[447] Sırma, İhsan Süreyya, Hilâftetten Saltanata
Emevîler Dönemi, İstanbul, 1997, s.32.
[448] Sırma, İhsan Süreyya, a.g.e., 22.
[449] Sırma, İhsan Süreyya, a.g.e., 28.
[450] Ağırakça, Ahmed, Emevîler Döneminde
Kıyamlar, İstanbul, 1994, s.42-43
[451] Ağırakça,Ahmed, a.g.e., 21.
[452] Aycan, İrfan, a.g.e., 83.
[453] Aycan, İrfan, a.g.e., 83.
[454] Aycan, İrfan, a.g.e., 89.
[455] Aycan, İrfan, a.g.e., 149.
[456] Aycan, İrfan, a.g.e., 187.
[457] Derman, Mehmet Ali, Şam Valisi Muâviye,
İstanbul, 1978 s. 24-25
[458] Derman, Mehmet Ali, a.g.e, 42.
[459] Derman, Mehmet Ali, a.g.e, 29-30.
[460] Ya’kûbî, a.g.e., II, 238.
[461] Zehebî, a.g.e., III, 120; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 118.
[462] Zehebî, a.g.e., III, 130-131.
[463] Zehebî, a.g.e., III, 131.
[464] Cihan, Sadık, Uydurma Hadislerin Doğuşu ve
Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, Samsun, 1997, s. 148; Derman, Mehmet Ali, a.g.e,
29; Aycan, İrfan, a.g.e., 42.
[465] Cihan, Sadık, a.g.e., 204.
[466] Buharı, a.g.e., I, s. 38.
[467] Varol, M. Bahaüddin, "Râşid Halifeler
Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine”, İstem Dergisi, Konya, 2005, VI, 205.
[468] Varol, M. Bahaüddin, a.g.m., İstem, VI,
209.
[469] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 129.
[470] İbn Haldun, a.g.e., I, 519.
[471] Sarıcık, Murat, Dört Halife ve Emevîler
Döneminden İlginç Problemler, Isparta, 2001, s.56.
[472] Aycan, İrfan, a.g.e., 89.
[473] Aycan, İrfan, a.g.e., 83.
[474] İbn Kesîr, a.g.e, VIII, 132.
[475] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 443-444.
[476] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 249.
[477] Buharı, a.g.e., VI, 2588.
[478] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 28.
[479] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 443.
[480] Taberî, a.g.e., IV, 214; İbnü’l Esîr, a.g.e.,
III, 442.
[481] İbnü’l-Arabî, a.g.e., 253.
[482] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 284; Daha geniş
bilgi ve değerlendirme için bkz.: Varol, M. Bahaüddin, “Emevîler’in Hz. Ali
ve Taraftarlarına Hakaret Politikası Üzerine,” İstem Dergisi, sayı/8,
Konya, 2006, 83-107.
[483] Taberî, a.g.e., IV, 187-188
[484] İbnü’l Esîr, a.g.e., IV, 12.
[485] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 51
[486] Taberî, a.g.e, V, 279; İbn Kesîr, a.g.e,
VIII, 55.
[487] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 55.
[488] Kapar, Mehmet Ali, İslâm’ın İlk Döneminde
Bey’at ve Seçim Sistemi, İstanbul, 1998, s.136.
[489] Kapar, Mehmet Ali, a.g.e., 27.
[490] Kılıç, Ünal, a.g.e., 164-170.
[491] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 504.
[492] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 511; İbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 80.
[493] İbnü’l Esîr, a.g.e., III, 453; îbn
Kesîr, a.g.e., VIII, 30-31.
[494] Mes’ûdî, a.g.e., III, 5; îbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 43.
[495] Taberî, a.g.e, IV, 244; İbn Kesîr, a.g.e.,
VIII, 125.
[496] Koyuncu, Mevlüt, a.g.e., 76-86.
[497] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 134.
[498] İbn Kesîr, a.g.e., VIII, 139.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar