AHMED YESEVÎ, YESEVÎLİK VE XIII. YÜZYIL ANADOLU’SUNDAKİ YERİ
Hazırlayan: Hicret
Kiraz TOPRAK
Yesevî tarikatının kaynaklarını ortaya koymayı deneyen modern
araştırmacılar daha yolun başında zorlu bir saha ile karşı-karşıya olduklarını
görürler. Zira Orta Asya’daki kökleri tabiatıyla tasavvufa dayanan, ama kısmen
de İslam-öncesi Ortaçağ göçebe kesimlerindeki Türk ve İran inançlarına kadar
inen Yesevî tarîkatına ait, döneminden kalan fazla otantik kaynak
bulunmamaktadır. Mevcut olanlar ise sorunludur. Dahası, kendisinden sonra gelen bir çok tasavvuf akımı,
kendilerini Yesevîliğe dayandırmış; böylelikle Ahmed Yesevî ve onun mirası,
tarih içinde birbirinden farklı hatta bazen birbirine taban-tabana zıt tasavvuf
yorumlarının kaynağı olarak gösterilmiştir.
Orta Asya merkez olmak üzere, batıda Anadolu ve Balkanlar’ı, doğuda
Hindistan’ı da içine alan geniş bir sahaya yayılarak birçok tasavvuf akımını
etkileyen Yesevî tarîkatına ait ikinci el kaynaklar ise bu geniş alana yayılmış
durumdadır.
Yesevî tarîkatına ilişkin modern araştırmalar, Amerika ve Avrupa’da geniş
Orta Asya araştırmaları arasında kaybolup giderken; ilgili coğrafyada ne yazık
ki talihsiz bir âkıbete uğramıştır. Örneğin, Yesevîlik
konusunda en son araştırmaları yapan Devin De Weese, birçok Yesevî menkabesinin
İran kütüphanelerinde Türklere ait bir gelenek olarak düşünüldüğü için bir
kenara atıldığını söyler (De Weese 1996a: 182). Türkiye’de ise günümüze kadar M. Fuad
Köprülü’nün 1918 yılında yayınladığı ünlü eseri Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar’da zikrettiği kaynaklar kullanılagelmiştir. Köprülü’nün bu eserinde ileri sürdüğü sünnî ağırlıklı tez, daha sonra
bizzat kendisi tarafından Sünnîlik- dışı istikamette değiştirilmiştir (Köprülü 1965a:
210-215). Son yıllarda bazı önde gelen araştırmacılarca benimsenen söz konusu
tezin Yesevî araştırmaları sahasında âdeta değişmez bir çerçeve oluşturduğu;
zaman içinde gerek Türkiye, gerekse Batı dünyasında bu sahanın yeniden gözden
geçirilmesinin önünde önemli bir engel meydana getirdiği Devin De Weese
tarafından ileri sürülmüştür (De Weese 1996a: 182; ondan hareketle Karamustafa
2005: 61- 88).
Günümüze kadar Köprülü’nün iki görüşü üzerinden iki farklı yönde
üretilen birçok modern araştırma, sınırlı sayıdaki kaynaktan, aradıkları
bilgiyi bulup çıkarma amacıyla yola çıkmış görünüyor. İlgili sahayı bütün
yönleriyle ve bilimsel açıdan inceleyerek özgün ve tarafsız bir araştırma
ortaya koyma gayreti ile üretilmiş çalışmalar ise son derece sınırlıdır.
Bu çalışmada, temel olarak eskiden beri bilinen bu kaynaklar yanında, imkânlar
ölçüsünde, Ahmed Yesevî ve tarikatına ilişkin yeni ortaya çıkarılan kaynak
eserlerden de yararlanılmaya çalışıldı. Bu yeni kaynakların yavaş-yavaş günümüz
Türkçesi’ne aktarılmaya başlanması, bu sahada yeni tartışma ve yaklaşımlara yol
açacak gibi görünüyor. Biz, eski ve yeni kaynakları aşağıdaki kategoriler
içinde ele almaya ve irdelemeye çalışacağız.
AHMED
YESEVÎ’YE İSNÂD EDİLEN ESERLER
Ahmed Yesevî’ye dayandırılan eserlerin ilki; Yesevî tarîkatı ile ilgili
bugüne kadar yapılmış çalışmaların en önemli kaynağı olan Dîvân-ı Hikmettir.
Bugün artık bütünüyle Ahmed Yesevî’ye ait olmadığı çoğunlukla kabul edilen Dîvân-ı
Hikmet'-, Ahmed Yesevî ve tarîkatının anlaşılmasında uzun yıllar
sarsılmaz bir yer işgal etmiştir. Son yıllarda yapılan araştırmalarda, çok
çeşitli yazma versiyonları bulunan eserin anonim karakteri ve gerek Ahmed
Yesevî, gerekse
Dîvân-ı Hikmetin Ahmed Yesevî’ye
isnâd edilmesi konusunda daha geniş bir tartışma için Bkz. Fuad Köprülü
(Köprülü 1984: 119-125); Borovkov’un tezinin özeti için Bkz. H. F. Hoffman
(1969: 110-128), Eraslan (2000: 20-24).tarîkatı ile ilgili sağlam bilgi kaynağı
olarak gösterilemeyeceğine ilişkin görüşler ağırlıklı olarak kabul edilmektedir[2].
Dîvan-ı Hikmetin son dönemde Türk dili ve lehçelerinde
tıpkıbasımları da yayınlanmıştır[3].
Türkiye’deki modern araştırmacılar ise genel olarak hikmetlerin sadece belirli
bir kısmını içeren iki yerli kaynaktan yararlanmışlardır[4].
Bu çalışmada Divan-ı Hikmetin Yesevîlik araştırmalarındaki yeri konusunu
müstakil bir bölümde ele alındı.
Ahmed Yesevî’ye isnad edilen ikinci eser, Dîvan-ı Hikmet’in Taşkent ve
bazı Kazan baskılarında mukaddime olarak yer alan Fakrnâme’dir. (Eraslan
1977: 45). Yesevî tarikatının sülük âdâbı konusunda bilgi veren eserin Ahmed
Yesevî’ye ait olmayıp, müritlerinden biri tarafından yazıldığı düşünülmektedir
(Köprülü 1984: 121; Eraslan 1977: 45, 2000: 36; Ocak 2004: 31-51). Örneğin Fuad
Köprülü, bu risâlenin Hazîni’ye ait Cevâhiru’l-Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr
adlı eserin bir parçası olduğu görüşündedir (Köprülü 1984: 122). 14 sahifeden
ibaret olan risâlenin Taşkent ve Kazan nüshalarının karşılaştırmalı incelemesi
ve neşri 1977 yılında Kemal Eraslan tarafından yapılmıştır. Eraslan; Fakrname’nin
Cevâhiru’l-Ebrâtvn bir parçası olamayacağı, ancak Divan-ı Hikmet
nüshalarını kaleme alan müstensihlerce daha sonra bazı nüshalara eklenmiş
olabileceği görüşündedir (Eraslan 1977: 45-46). Fakrname’de Yesevî
tarîkatının sülük âdab ve erkânı anlatılmakta; Hz. Ali’den naklen dervişliğin
kırk makamı açıklanmaktadır. Ahmed Yesevî’ye isnâd edilen bazı sözlerin yanında
risâlede ayrıca, bazı Yesevî şeyhlerinin adı zikredilmektedir. Burada, Eraslan
tarafından hazırlanan neşir esas alınmıştır.
Ahmed Yesevî’ye isnâd edilen eserlerden biri de Risâle’dir.
Fakrname’y\e neredeyse aynı metin olarak gösterilen eserin yeni bir nüshası
1994 yılında Carmuhummed-Uli tarafından tanıtılmıştır. Carmmuhammed-Uli, 1687-8
yıllarında istinsah edilen ve müstensihi belli olmayan bu yeni nüshanın
Kazakistan Halk Kütüphanesi Nâdir Kitaplar ve El Yazmaları Bölümü nr. 3990-
47’de kayıtlı olduğunu belirtmektedir (Carmuhammed-Uli 1992: 13). Yeni bulunan
bu nüshanın da Fakrnâme ile büyük benzerlik gösterdiği anlaşılmaktadır.
AHMED
YESEVÎ’NİN İLK HALİFELERİNİN ESERLERİ
Ahmed Yesevî’nin halifeleri arasında eserleri günümüze kadar ulaşanlar;
Süleyman Hakîm Ata ve Sûfî Muhammed Danişmend-i Zernûkî’dir.
Bunlardan Süleyman Hakîm Ata, kaynaklara göre Ahmed Yesevî’nin birinci ya
da üçüncü halifesidir. Aynı zamanda Ahmed Yesevî’nin Türkler arasında en çok
tanınan halifesi olarak gösterilen Süleyman Hakîm Ata, özellikle “Hikmet”
geleneğinin yayılmasında ve geliştirilmesindeki rolü ile öne çıkmaktadır. Ona
nispet edilen eserler, Yesevî tarîkatının en önemli kaynakları arasında yer
almaktadır.
Hakîm Ata Kitabı, Süleyman Hakîm Ata’nın günümüze ulaşan en eski
eseridir. “Hikmet” tarzı şiirlerin yer aldığı mecmuada tıpkı Ahmed Yesevî’ye
isnâd edilen Divan-ı Hikmette olduğu gibi, sadece Hakîm Ata’nın değil,
Yesevî tarîkatı mensubu farklı şairlerin hikmetlerinin de yer aldığı
düşünülmektedir (Tekcan 2006: 14). Hakîm Ata Kitabı şekil, muhteva ve
dil bakımından Divan-ı Hikmetin özelliklerini yansıtmaktadır. Tezimizde
ilk olarak 1846 yılında Kazan’da basılan Hakîm Ata Kitabı’nın Münevver
Tekcan tarafından hazırlanan neşrinden yararlanılmıştır.
Süleyman Hakîm Ata’nın günümüze kadar ulaşan ikinci önemli eseri Âhir
Zaman Kitabı’dır. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde başlıksız bir
nüshası 1260 numarada kayıtlı olan eserin istinsah tarihi 1752-3 olarak
kaydedilmektedir. Adından da anlaşıldığı gibi eserin muhtevası kıyamet günü ve
işaretleri; gelecekte meydana gelecek bazı olaylar ve çeşitli kehanetlerden
ibarettir. Burada Âhir Zaman Kitabı’nın Münevver Tekcan tarafından
hazırlanan farklı nüshaları arasında karşılaştırmalı ve transkripsiyonlu
neşrinden yararlanıldı.
Sûfî Muhammed Danişmend’in eserlerine gelince, bunlar son dönemde ortaya
çıkarılmış olup; aşağıda ayrıca ele alınacaktır.
MUHTELİF
MAHİYETTE İKİNCİ EL KAYNAKLAR
Yesevî tarikatının ikinci el kaynakları, XIV. yy.’dan itibaren ve büyük
ölçüde Nakşibendi geleneği içinde teşekkül etmiştir.
Bunların ilki, Orta Asya kütüphanelerinde ve özel şahıslarda birçok
nüshası bulunan ve Yesevî şeceresini gösteren Nesebnâme’dir. Çoğu
nüshada ne zaman kaleme alındığına ve eserin müellifine ilişkin bir bilgi bulunmadığı
kaydedilmektedir (Eraslan 1996: 18). Arapça olarak kaleme alınan Nesebnâme; Kemal
Eraslan’ın kullandığı nüshalardan birinde verilen bilgiye göre 1146 yılında
Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Danişmend Hâce’nin oğlu Mevlana Safiyyüddin
tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir (Eraslan 1996: 18). Ancak eserin Arapça
aslının ne zaman ve kimin tarafından kaleme alındığına dair bir bilgi
verilmemektedir. Nesebnâme’de Ahmed Yesevî’nin soyunun İmam Muhammed- i
Hanefi yoluyla Hz. Ali’ye bağlanması dikkat çekicidir. Eserde ayrıca Ahmed
Yesevî ve halifeleri hakkında menkabevî bilgilere yer verilmiştir. Nesebnâme’nin
1687/88 istinsah tarihli bir nüshası da 1994 yılında Muhammedrahim
Carmuhummed-Uli tarafından tanıtılmıştır. Carmuhummed-Uli’ye göre, eserin müellefi
Ahmed Yesevî’nin babası İbrahim Şeyh’tir. Bu çalışmada Nesebnâme’nin
Kemal Eraslan tarafından, Türkçe tercümesini Mevlana
Safiyyüddin’in yaptığı dört ayrı nüshasını karşılaştırarak hazırlanan
neşri kullanılmıştır.
Yesevî tarikatının özellikle Anadolu’daki durumunu aydınlatan ve Âşıkpaşazâde
Tarihi olarak da bilinen Tevârih-i Âl-i Osman, Yesevîlik
araştırmalarının en önemli kaynaklarından biri durumundadır. Eserin müellifi,
kendisini ünlü Vefâî şeyhi Baba İlyas’ın soyuna bağlayan tarihçi
Âşıkpaşazâde’dir. Onun hayatı hakkında döneminin kaynaklarında hiçbir bilgiye
rastlanmamaktadır. OsmanlI Devleti’nin kuruluş yıllarında kaleme alınan eserde,
Osmanh Sultanlan’nın şecereleri, Anadolu’ya gelmeden önceki maceraları ve
Anadolu’ya gelişleri hakkında bilgi verilmiştir. Araştırmamız açısından eserin
kıymeti, Yesevî geleneği ile ilgili gördüğümüz önemli şahsiyetler hakkında da
bilgi vermesidir. Âşıkpaşazâde Tarihi, XV. yy.’da kaleme alınması
itibariyle aynı sahada kendisinden sonra kaleme alınan eserlerden daha kıymetlidir.
Bu çalışmada Kemal Yavuz ve Yekta Saraç tarafından eserin bilinen on iki
nüshasından İstanbul Arkeoloji Müzesi 1504 numara ve Süleymaniye Kütüphanesi
Yazma Bağışlar 4954 numara kayıtlı nüshasını karşılaştırılarak hazırlanan neşri
kullanıldı.
Yesevîlik araştırmalarında bugüne kadar ne çok kullanılan eserlerden biri
de “Sâfî” lakabıyla da tanınan XVI. yy.’da yaşamış ünlü Nakşibendî şeyhi Ali b.
Hüseyin’in Reşâhat-i ‘Aynü’l-Hayat adlı eseridir. Müellif, aynı zamanda
kendi hocası ve dönemin önemli simalarından olan Nakşibendî Şeyhi Ubeydullah
Ahrar’ın hayatını anlatmak üzere kaleme aldığı eserinde, Ahmed Yesevî de dahil
olmak üzere bazı Yesevî şeyhleri hakkında bilgi vermiştir. Nakşibendî
tarikatının en çok rağbet gören kaynaklarından olan Reşâhat, Farsça
olarak kaleme alınmış; Köprülü’nün beyanına göre Trabzonlu Mehmed Ma’ruf Efendi
tarafından 1585 yılında bazı ilavelerle tercüme edilerek Sultan Murad’a takdim
edilmiştir (Köprülü 1984: 399). Eserin yazma nüshasının yeri hakkında bir
bilgiye ulaşılamadığından, burada Mustafa Özsaray tarafından sadeleştirilen
metinden yararlanılmıştır. Bize göre Nakşibendî tarikatı ile Yesevî tarikatını
birleştiren bu eser; her iki geleneğin ilişkisini göstermesi bakımından önem
taşımaktadır.
yy.’a ait eserlerden biri de Âlî
lakabıyla tanınan ünlü tarihçi Gelibolulu Mustafa b. Ahmed’in Künhü’l Ahbâr
isimli kitabıdır. Künhü’l-Ahbâr, Âlî’nin günümüze kadar ulaşan elliden
fazla eseri arasında en çok tanınan ve birçok araştırmaya kaynaklık edeni
olmuştur. Ocak’a göre XVI. yy.’da kaleme alınmakla birlikte, eserde XIII.
yy.’da yaşamış şeyhlere dair verilen bilgilerin yine XIII. yüzyılda teşekkül
ettiğine kesin gözle bakılabilir (Ocak 2004: 77). Künhü’l Abbar,
özellikle Yesevî geleneğine mâl edilen bazı şahsiyetler ve tarikatının
Anadolu’daki durumuna ilişkin verdiği bilgilerle bu çalışmanın ana kaynakları
arasında yer almaktadır.
yy.’a gelindiğinde Yesevî
tarikatının Anadolu’daki durumu hakkında bilgi veren Evliya Çelebi
Seyahatnamesi önemli bir yere sahiptir. Hakkındaki bilgileri
Seyahatname’den öğrendiğimiz Evliya Çelebi, kendisini Ahmed Yesevî’nin soyundan
gelen bir kişi olarak göstermektedir. 40 yıl boyunca Osmanh ülkesinin hemen her
yerini dolaşan Evliya Çelebi, eserinde XIII. yy’da yaşamış bazı sûfîlerin
menkabevî hayatlarıyla ilgili rivayetleri nakletmiş; birçoğunu da yerel sözlü
geleneklere dayandırarak kendisi gibi Ahmed Yesevî ile ilişkilendirmiştir.
Eserde ayrıca halk arasında dolaşan Yesevî menkabeleri, Yesevî dervişlerinin
kısa hayat hikayeleri ve türbeleri hakkında da bilgi verilmektedir. Bunlar
arasında Bektâşî geleneği içinde yaşamaya devam eden ve Anadolu’nun çeşitli
vilayetlerinde bugün de Ahmed Yesevî’nin halîfesi olarak takdim edilen bazı
sûfîler de bulunmaktadır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde verilen
bilgilerin tarihî kıymeti tartışılsa da; bu eser XVII. yy.’da Ahmed Yesevî adı
ve geleneğinin Anadolu’da sözlü gelenek içindeki yerini göstermesi bakımından
önem taşımaktadır. Burada Yapı ve Kredi yayınları tarafından neşredilen
transkripsiyonlu baskı kullanıldı.
Yesevî tarikatının ikinci el kaynakları arasında Hazînî’nin eserleri öne
çıkmaktadır. Asıl adı Sultan Ahmed olan ve döneminin tarihi kaynaklarında
hakkında hiçbir kayda rastlanmayan Hazînî, kendisini Ahmed Yesevî’nin ilk
halifelerinden Mansur Ata’nın dip torunu olarak tanıtmaktadır (Hazînî 1995:
28a- b). Eseri Cevâhiru’l-Ebrâr min Emvaci’l-Bihar ise Fuad Köprülü’nün Türk
Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar adlı kitabının ana kaynağı olarak günümüze
kadar Yesevîlik araştırmalarında önemli bir yer işgal etmiştir. Hazînî’nin en
çok tanınan ve bugüne kadar Yesevîlik araştırmalarında en çok kullanılan eseri
olan Cevâhiru’l-Ebrâr, Ahmed Yesevî’nin hayatı; menkabevî kişiliği; Yesevî
tarikatının âdab ve erkânı gibi konularda zengin bilgiler vermektedir. Bu tezin
özellikle I. ve II. bölümlerinde, yeri geldikçe, Cevâhiru’l-Ebrâf\n
İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Bölümü 3893 numarada kayıtlı
bilinen tek nüshasının 1995 yılında Cihan Okuyucu tarafından yapılan neşrinden
yararlanılmıştır.
Ünlü Hanefi fakihi Câmî’nin döneminin sufi biyografilerini bir araya
getiren Nefahâtü’l-Üns adlı tabakat kitabına bazı Yesevî şeyhlerinin de
eklenmesiyle meydana gelen üç eser bulunmaktadır. Bunların ilki Ebu’l
Muhsin Muhammed Bakır’a isnâd edilen Tezkîre-i Muhammed Bâk/r’dır. Eseri
tanıtan Necdet Tosun, tarihi hakkında bilgi edinemediğimiz bu tezkirenin,
özellikle döneminin Yesevî şeyhleri ile ilgili önemli bilgiler verdiğini
nakletmektedir (Tosun 1998: 43). Bir nüshasının Taşkent’teki Fenler Akademisi
Şarkiyat Enstitüsü Kütüphanesi Nr.1846’da kayıtlı olduğu anlaşılan bu eseri
görme imkânı olmamıştır.
Nefahâtü’l-Üns’ün ilaveli tercümelerinden biri de Nesâyimü’l-Muhabbe
min Şemâyimi’l-Fütüvve’dir. Ali Şir Nevâyî’nin kaleme aldığı bu esere
Köprülü 1965 yılında dikkat çekmişti (Köprülü 1965b: 259-265). Farsça olarak
1495-6 yılında kaleme alınan ve 7 ayrı nüshası bulunan eserin Revan nüshasının
Türkçe transkribesi Kemal Eraslan tarafından yapılarak 1979 yılında basılmıştı.
Bu tezde Eraslan tarafından hazırlanan bu baskıdan yararlanıldı.
XVI. yy.’da Lâmii Çelebi’nin Nefahatü’l-Üns Tercümesi karşımıza
çıkıyor. Lâmii Çelebi, Nefahâtü’l-Üns’ü tercüme ederken, bunlara bazı
şeyhlerin biyografilerini de eklemiştir. Eserde dönemin ünlü evliyalarına ait
menkabeler arasında Yesevî dervişlerine de yer verilmiş olması bu Nakşi
kaynağında Nakşibendi geleneği ile Yesevîlik geleneğinin birleştirildiğini
gösteriyor. Bu çalışmada eserin Türk Tarih Kurumu Kütüphanesinde kayıtlı
yazmasından yararlanıldı.
Bektaşî
Geleneğini Nakleden Kaynaklar
Yesevîliğin Anadolu’daki durumunu aydınlatmak bakımından Bektaşi geleneği
içinde gelişen kaynaklar önem taşımaktadır. Bunlar arasında ilk olarak,
tarikata adını veren Hacı Bektâş-ı Veli’ye isnâd edilen Makâlât’ı
zikretmek gerekir. XIII. yy.’da Horasan’dan-Anadolu’ya gelerek burada yerleşen
bir Türkmen şeyhi olduğu bilinen Hacı Bektaş-ı Velî’nin tarihsel şahsiyeti ile
ilgili bilgilerimiz son derece sınırlıdır. Tıpkı Ahmed Yesevî gibi
Hacı Bektaş-ı Velî de birbirine zıt düşüncelerin kaynağı olarak gösterilmeye
devam etmektedir. Ona isnâd edilen Makâlât
isimli bu eser de şüpheye yer bırakmayacak şekilde sünnî bir karakter
taşımaktadır. Ancak Makâlât\n elimizdeki en eski nüshası 1508’de
istinsah edilmiştir. Dolayısıyla Makâlâtın Hacı Bektaş-ı Velî’ye ait
olup-olmadığı meselesi, en azından onun yaşadığı döneme daha yakın nüshalara
ulaşıncaya kadar tartışılmaya devam edecektir. Burada Arapça
aslının iki, Türkçe tercümesinin bilinen 8 nüshası bulunan eserin Esad Coşan’ın
özel kütüphanesinde bulunan 1701 istinsah tarihli Arapça yazmasının yine Coşan
tarafından yapılan tercümesinden yararlanıldı.
Bu araştırmada kullanılan kaynaklardan biri de Bektaşî geleneğinin temel
kaynakları arasında zikredilen ve XV. yüzyılın sonlarında kaleme alınan Vilâyetnâme-i
Hacı Bektâş-ı Ve/fdir. Vilâyetname’rûn müellifi konusunda bazı
tartışmalar bulunmakla birlikte; dönemin tarihçilerinden biri olduğunu
bildiğimiz Uzun Firdevsi lakaplı Hızır B. İlyas’a ait olduğu düşünülmektedir
(Coşan 1990: XVIII; Ocak 1996: 18). Vilâyetnâme, adını Bektaşilik tarikatına
veren Hacı Bektaş-ı Velî’nin hayatı ile yaşadığı dönem ve coğrafyanın menkabevi
geleneği hakkında önemli bilgiler vermektedir. Hacı Bektaş-ı Velî’yi Ahmed
Yesevî’nin Anadolu’ya gönderdiği halifelerinden biri olarak gösteren Vilâyetnâme’de
Ahmed Yesevî ve onunla Hacı Bektaş-ı Veli arasında geçen birçok menkabe
nakledilmektedir. Eserde ayrıca XIII. yy.’da Yesevî ve Bektaşi geleneği ile
ilgili görünen bazı sûfîler hakkında da menkabelere rastlıyoruz. Bütün bu
özellikleriyle Vilâyetnâme, her iki tarikat ve bunların ilişkisi
konusunda XIII. yy.’dan itibaren teşekkül eden sözlü geleneği yansıtması
bakımından tezimizin ana kaynakları arasında yer almaktadır. Burada, birçok
yazma nüshası bulunan eserin, Süleymaniye Kütüphanesi Nr. 1500’de kayıtlı
yazmasının, 1958 yılında Abdülbaki Gölpınarh tarafından neşredilen baskısı
kullanıldı.
Bektaşi geleneklerini nakleden kaynakların sonuncusu 1512’den önce kaleme
alındığı düşünülen Vilâyetnâme-i Hacım Sultan’dır. Vilâyetnâmeye adını
veren Hacım Sultan, eserde Hacı Bektaş-ı Velî’nin halifelerinden biri olarak
gösterilmekte; aynı zamanda on iki imamdan Ali Naki’nin oğlu Hüseyin soyundan
gelen bir kişi olarak tanıtılmaktadır (Vilayetname-Hacım Sultan 1993: 17). Hacım
Sultan Vilayetnamesi’nin, Derviş Burhan tarafından derlenerek, Uşaklı Ali
İbn-i Hacı Mustafa tarafından istinsah edilen bir nüshası 1993 yılında
basılmıştır. Elimizdeki bu metin konu ve içerik olarak Hacı Bektaş-ı Velî’
vilayetnâmesi ile büyük benzerlik göstermekte; ancak daha yüzeysel bilgiler
sunmaktadır. Burada Bektaşi geleneği ile Yesevî geleneği arasındaki bağlantıyı
göstermesi bakımından önem kazanan bu vilayetnamenin 1993 yılında Mustafa Erbay
tarafından neşredilen baskısını kullandık.
A. Zeki Velidi Togan ve Devin De Weese Tarafından Ortaya Çıkarılan
Eserler
Fuad Köprülü’den sonra Yesevîlik araştırmalarının kaynaklarını
genişletmeyi deneyen Zeki Velidi Togan ve son dönemde bu tarikatın Orta Asya
kaynaklarını ortaya çıkarmaya başlayan Amerikalı araştırmacı Devin De Weese’in,
çoğu Orta Asya Kütüphaneleri’nde neşredilmeyi bekleyen kaynaklarını ayrı bir
başlık altında ele almayı uygun gördük. Çoğunu görme imkânı bulamadığımız bu
eserlerin bir kısmı vaktiyle Zeki Velidi Togan tarafından tanıtılmış; ancak
Yesevîlik araştırmalarında hak ettiği yankıyı elde edememişti. Bir kısmı
günümüz Türkçesi’ne çevrilerek neşredilen bu kaynakların; hemen-hemen tamamının
Yesevî tarikatını sünnî bir karakterde yansıttığını görüyoruz (De
Weese 2006: VII-XXVII; Karamustafa 2005: 61-88). Ancak, bunların birkaçı
hariç, diğerlerinin XV. ve XVI. yy. hatta XVII. yüzyıllarda kaleme alındıkları
da gözden kaçmıyor. Bu ise ilk elde bunların Ahmed Yesevî ve tarikatını
orijinal hüviyetleriyle yansıtıp-yansıtmadıkları gibi mühim bir problem ortaya
çıkarıyor. Ayrıca bu problemin hem De Weese hem de Karamustafa tarafından
tartışılmadığı da gözden kaçmıyor.
- XIV. yy.’larda yaşamış olduğu
düşünülen ünlü Hanefi fakihi Sığnâkî tarafından kaleme alınan ve Sığnâkî
Risalesi olarak da bilinen Menâkıb-ı Ahmed Yesevî, son dönemde
ortaya çıkan kaynaklardan biridir. Bu kısa risale, Yesevî geleneğinin en eski
kaynaklarından biri olarak gösterilmektedir (De Weese 2006: XV; Tosun 1999:
74). XIII. yy. sonu ile XIV. yy. başı arasında yazıldığı tahmin edilen risale,
Ahmed Yesevî’nin Sühreverdî tarilkatının kurucusu Şihabeddin Ömer Sühreverdî
ile bağlantısını göstermekte; Kalenderi ve Haydarî dervişlerine özgü çehar-darb
yapma, yani saç, sakal, bıyık ve kaşlarını kazıtma ritüelini yerine getirdiğini
aktarmaktadır (Tosun 1999: 74). De Weese’in kullandığı kaynaklar arasında
sadece Sığnâkî Risalesi Yesevîliği döneminin heteredoks zümrelerine
dahil etmektedir. Yesevîliğin kökleri ile ilgili büyük önem taşıyan bu kadim
risalenin bilinen tek nüshası Özbekistan Fenler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü
Kütüphanesi Nr.11084’te kayıtlıdır[5].
Tezimizde Sığnâkî Risalesi’nin 1999 yılında Dr. Necdet Tosun tarafından
Farsça’dan tercüme edilerek yayınlanan metninden yararlandık.
Son dönemde De Weese tarafından ortaya çıkarılan kaynaklardan biri de
Sûfî Muhammed Danişmend Zernûkî’ye isnad edilen Mir’atü’l-Kulûb adlı
risaledir. Bu,
yy. ya da öncesinde yazıldığı
düşünülen kadîm bir Yesevî risâlesidir (Tosun 1998: 41). Eserin müellifi
Zernûkî’nin Ahmed Yesevî’nin ilk halifelerinden biri olduğu düşünülmektedir
(Hazînî 1995: 38b; Safiyyüddin 1996: 24-25). Risalenin 1249/1833 yılında
istinsah edilmiş bir nüshası, İsveç-Uppsala Kütüphanesi Nr. 47’de; bir nüshası
Özbekistan Fenler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Kütüphanesi Nr. 2851 ve Nr.
3004’te ve bir nüshası da Kazakistan Milli Kütüphanesi Nr. 1622-386’da
kayıtlıdır. Vaktiyle Fuad Köprülü’nin de işaret ettiği Mir’atü’l-Kulûb, yakın
zamana kadar Köprülü’nün çalımaları da dahil olmak üzere Yesevîlik
araştırmalarında kullanılmamıştır (1965a: 210-215). Ahmed Yesevî’nin tasavvuf
hakkındaki görüşlerinin nakledildiği ve tarikatının âdab ve erkânının
anlatıldığı risâlede bir dizi menkabeye de yer verilmiştir.
Mir’atü’l Kulûb, 1998 yılında Dr. Necdet Tosun tarafından neşir ve tahkik
edilerek yayınlanmıştır (Tosun 1998: 41-85). Bu çalışmada Tosun tarafından hazırlanan
bu neşirden yararlanılmıştır.
XIV. yüzyılın ortalarında kaleme alındığı düşünülen başka bir eser de
Ahmed Yesevî’nin halifelerinden İsmail Ata’nın oğlu Hace İshak’a isnad edilen Hadîkatü’l-Arifin’dir.
De Weese’e göre bu eser sadece Orta Asya Türk nesirlerinin önemli bir örneği
olmakla kalmaz, aynı zamanda döneminin Yesevî geleneğine dayanan sûfî
toplulukları hakkında önemli bilgiler sunar (De Weese 2006: XIII). Vaktiyle
Köprülü, İslam Ansiklopesi’nde verdiği bilgilerde eserin Taşkent yazmasından yararlanmış
(Köprülü 1965a: 215); Kabul’de bulunan bir diğer yazmasına ise Zeki Velidi
Togan tarafından işaret edilmişti (Togan 1953: 523). Uppsala’da da bir parçası
bulunan Hadîkatü’l-Ârifîn hakkında çeşitli makaleler yayınlamış olan De Weese,
Ahmed Yesevî’nin halifesinin oğlu tarafından kaleme alınan bu eserin, Dîvan-ı
Hikmet’in yerini almaya aday olduğunu ve Yesevî mirasıyla ilgili bilgilerimizi
büyük ölçüde değiştireceğini öne sürmektedir. Bir nüshasının Özbekistan Fenler
Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Kütüphanesi Nr. 11838’de kayıtlı olduğunu
öğrendiğimiz bu eseri görme imkânımız olmadı.
De Weese’e göre son dönemde ortaya çıkan en önemli Yesevî metinlerinden
biri de XVII. yy.’da kaleme alınan Lemehât min Nefahâtül-Kuds'tür.
Eserin müellifi, Alim Şeyh olarak da tanınan Muhammed Âlim Sıddîkî Alevî,
döneminin ileri gelen Yesevî dervişlerinden biri olarak gösterilmektedir (Tosun
1998: 42). Eseri Lemehât’a ise ilk olarak 1953 yılında Togan tarafından
işaret edilmişti (Togan 1953: 525). Farsça olarak kaleme alınan Lemehât,
De Weese’e göre son dönemde ortaya çıkan en önemli Yesevî metnidir (De Weese
2006: XV). Muhtevasını Tosun’dan öğrendiğimiz kadarıyla Lemehâtta cehrî
zikrin savunulduğu bir bölüm ve Ahmed Yesevî’den başlayarak bazı Yesevî
şeyhlerinin menkabelerine yer verilmiştir (Tosun 1998: 45). 1626’da kaleme
alınan eserin ilk baskısının 1909’da Taşkent’te yapıldığını öğreniyoruz. De
Weese eserin 1986’da M. Nezir Rânchâ tarafından hazırlanan tıpkıbasımını
önermektedir (De Weese 2006: XXV). Ancak biz bu eseri elde edemedik.
De Weese’in ortaya çıkardığı kaynaklardan biri de Tâlimu’z-Zâkirîn’dir.
Eserin müellifi Khudâidad, XVI. yy.’da yaşamış önde gelen Yesevî şeyhlerinden
biri olarak gösterilmekte; Talimu’z-Zâkirîriin ise onun öğrencilerinden
biri tarafından kaleme alındığı düşünülmektedir. Cehrî zikrin savunulduğu eser,
De Weese’e göre Orta Asya’da oluşan Yesevî menkabelerinin köklerini ortaya
koymaktadır. De Weese’in, Yesevî geleneğine içeriden bir bakış sağladığını
düşündüğü Talimu’z-Zâkirîn’in, St. Petersburg ve Buhara’da iki yazması
olduğunu zikretmekte; ancak ayrıntılı bilgi vermemektedir (De Weese 2006:
XVII).
De Weese tarafından altı çizilen eserler arasında Hazînî’nin yakın zamana
kadar Yesevîlik araştırmalarında kullanılmayan eserleri de yer almaktadır.
Bunlardan biri 1588’de kaleme alınan Yesevî şeyhleri hakkında bilgi verdiğini
öğrendiğimiz Huccetü’l-Ebrâr’dır (De Weese 2006: XIII). De Weese’in
verdiği bilgiye göre Farsça olarak kaleme alınan eser, III. Murat’a ithaf
edilmiştir. Tek nüshası Paris Milli Kütüphanesi Bibliotheque Nationale, Pers.
A.F. 263 numarada kayıtlı olan bu eseri görme imkânı elde edemedik (Tosun 1998:
43).
Hazînî’nin De Weese tarafından kullanılan kaynaklarından İkincisi 1586’da
kaleme alınan Menbau’l Ebfiâr’dır (De Weese 2006: XIII). 1586’da
tamamlanan eserin bilinen tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Şehit Ali Paşa,
Nr. 1425‘te kayıtlıdır. Yesevî ve Nakşibendî tarîkatının usul ve âdabını
anlatmak üzere kaleme alınan eserde zikr-i erre hakkında nakledilen bazı
bilgiler yanında, önde gelen Yesevî ve Nakşibendî şeyhlerinin menkabelerine yer
verilmiştir. Çağatay ve Anadolu Türkçesi ile Farsça’nın birarada kullanıldığı
eserde Arapça bazı şiirlere de yer verilmiştir. Hazînî, bu risaleyi Nakşibendî
tarîkatı için bir sened, Yesevî tarîkatı için bir necât olması için kaleme
aldığını ifade etmektedir (Hazînî 2000: 7b). Nakşibendî geleneği ile Yesevî
geleneğini birarada veren bu eserin, S. Mahmudova tarafından yüksek lisans tezi
olarak bilgisayar yardımı ile dizilerek hazırlanan bire-bir metninden istifade
ettik.
De Weese, Ali Şir Nevâyî’den sonra Orta Asya’da gelişen şiir geleneğini
ortaya koyan ve 1566’da kaleme alınan Müzekkir-i Ahbâb adlı bir şiir
antolojisinden de söz ediyor (De Weese 2006: XI). De Weese’e göre Ahmed
Yesevî’nin menkabevî hayatı hakkında önemli bilgiler veren eserin bir
nüshasının Berlin Kraliyet Kütüphanesi’nde kayıtlı olduğunu Köprülü haber
vermişti (Köprülü 1986: 395). Karamustafa, Köprülü’nün İlk Mutasavvıflar’da
kullandığı kaynaklar arasında yer alan bu eserin 1969 yılında Haydarâbad’da
Muhammed Fazlullah tarafından basıldığını haber vermektedir, ancak bu eseri de
göremedik (Karamustafa 2005: 69).
De Weese’in kaynakları arasında gösterdiği eserlerden biri de Muhammed
Şerif Hüseynî’nin 1666’da kaleme aldığı Huccetü’z-Zâkirîn’d'ır (De Weese
2006: XIII) Hüseyni, XVII. yy.’da Buhara’da yaşamış bir Yesevî şeyhi olup,
kendisini yukarıda zikrettiğimiz Lemahat müellifi Muhammed Âlim
Sıddıkî’nin öğrencilerinden biri olarak göstermekte; Nakşibendî tarîkatından da
icazet aldığını ifade etmektedir (Hüseynî 2001: 168a-b). Huccetu’z-Zakirîn
li-Reddi’l- Münkirin, cehrî zikrin savunulması amacıyla kaleme alınmış;
eserde Yesevî silsilesi ve bazı Yesevî şeyhlerine ait menkabelere de yer
verilmiştir. Eserin bizim için değeri, Yesevîliğin XVII. yy. Orta Asyası’nda
Nakşibendîlikle bir arada varlığını sürdürdüğünü göstermesidir. Eser içinde Tuhfetu’s-Sâlikîn
adında Yesevî tarîkatının âdab ve erkânı anlatıldığı ikinci bir kitap
bulunmaktadır (Hüseyni 2001: 204b-246a). Huccetü’z-Zâkirîn’in Taşkent,
St. Petersburg ve İstanbul’da üç ayrı nüshası bulunduğu söylenmektedir (Tosun
1997: 44). Tezimizde eserin, Süleymaniye Kütüphanesi Râşid Efendi Kitaplığı 372
numarada kayıtlı nüshasının 2001 yılında Abbasali Alizadeh tarafından
hazırlanan yüksek lisans tezi içinde yer verilen bire-bir metninden
yararlandık.
XVII. yy. kaynakları arasında son olarak 1680’de kaleme alınan Semerâtü’l-
Meşâyıh’tan söz edebiliriz. Babası bir Yesevî şeyhi iken Nakşibendîliğe
geçen Seyyid Zinde Ali tarafından kaleme alınan bu eserin, Taşkent’teki
Şarkiyat Enstitüsü Kütüphanesi Nr. 2619 ve Nr. 1336’da kayıtlı iki nüshası
bulunmaktadır. De Weese’den öğendiğimiz kadarıyla bu eserde bazı Türk şeyhleri
hakkında bilgiler verilmekte; ayrıca cehrî zikri savunan müstakil bir bölüm
bulunmaktadır (De Weese 2006: XIV).
XIX. yy.’da telif edildiğini öğrendiğimiz başka bir eser de Farsça olarak
kaleme alınan Târîh-i Meşâyıhı’t-Türk'tür. Seyyid Ahmed Nâsıreddin
el-Margigânî’nin kaleme aldığı eser, 1953 yılında Zeki Velidi Togan tarafından
tanıtılmışır. Togan’ın ifadesine göre 1814’te telif olunan eser, Beyazıd Halk
Kütüphanesi Halis Efendi Kitapları arasında 199 numarada kayıtlı iken, bugün
kaybolmuştur (Togan 1953: 524). Dört risaleden ibaret olan eserde Yesevî
şeyhlerinin şecereleri ayrıntılı olarak gösterilmiş; bunlardan bazılarının
biyografileri ile Sır-i derya bölgesinde gelişen Yesevî menkabeleri hakkında
bilgi verilmiştir. Margigânî’nin bu eserde istifade ettiği kaynaklar arasında
aşağıda zikredilecek olan ve henüz yayınlanmamış bazı yazma eserler de
bulunmaktadır. Bu eserlerin bazılarına aşağıda yer verilmiştir.
Togan, Fuad Köprülü’nün özel kütüphanesinde Özbek hükümdarı Şaybak Han
tarafından 1510 yılında kaleme alınan Risale-i Ma’ârif-i Şaybak Han
adında bir esere rastladığını haber vermektedir (Togan 1953: 528). Çağatay
Türkçesiyle kaleme alınan bu risale Togan’ın nakline göre Ahmed Yesevî ve
Süleyman Hakîm Ata’nın hikmetlerinden bazı parçalar ihtiva etmektedir. Togan’ın
makalesi dışında bu risale hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadık.
De Weese ayrıca, Nakşibendî geleneğine ait XVIII. yüzyıl kaynakları
arasında 1139/1726’da Keşmirli bir yazar tarafından kaleme alınan Ashjar
el-Khuld',
Harezmli bir yazar tarafından aynı asrın ortalarında kaleme alınan Tezkîre-i
Tâhir Ishan ve XIX. yy. ortalarında tamamlanan Mir Musayyab Buhari’ye ait
başlıksız çalışmaya dikkat çekmektedir (De Weese 2006: XIV).
2- MODERN ARAŞTIRMALAR VE YENİ YAKLAŞIMLAR
Yesevî tarikatının asıl kaynaklarını ihtiva eden Orta Asya kütüphaneleri,
Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar kapalı tutulmuştur. Sovyetler
Birliği’nin gerici ve dini bir akım olarak hücum ettiği Yesevî tarikatına
ilişkin bazı otantik kaynaklar ise uzun yıllar şahıslara ait sandıklar içinde
gizlenmiştir. Bu süreçte Yesevî tarikatı ve Ahmed Yesevî ile ilgili Orta
Asya’da yapılan akademik çalışmaların son derece sınırlı olduğunu, az sayıdaki
akademik çalışmanın ise Yesevî geleneğinin sözlü kültür içindeki yeri ve onun
türbesi ile ilgili olduğunu öğreniyoruz (De Weese 2006: XIV). Sovyetler
Birliği’nin bu dönemde özelde Yesevî tarikatı, genelde dinî/sûfî akımlar ile
ilgili iddialarını görmek için lu. G. Petrash’ın Ortaçağ’ın Gölgesi
isimli eserine müracaat edilebilir (De Weese 2006: XVIII). Ancak bizim bu eseri
görme imkânımız olmadı.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Orta Asya sahasında bazı
kaynak eserlerin gün yüzüne çıkmaya başladığını görmeyiz. Bu kaynakların bir
kısmının varlığı bilinmekle birlikte ancak 1980’li yıllardan itibaren ilim
alemine tanıtılabilmiştir.
Modern dönemde Yesevîliğin tarihini ortaya koyan en önemli tarihçi
şüphesiz ki Fuad Köprülü olmuştur. Onun Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar
isimli çalışması, Türkiye ve dışında Yesevîlik araştırmalarının başucu kitabı
olmaya devam etmektedir. Köprülü’nün Ahmed Yesevî, tarikatı ve Anadolu’daki
temsilcileri hakkında ortaya koyduğu görüşler; Türkiye’de “milli tarih”
anlayışının gelişmeye başladığı bir dönemin ürünüdür. Dolayısıyla Köprülü’nün
görüşlerinin bu çerçevede anlaşılması gerekmektedir.
Milli tarih; Osmanh Devleti’nin dağılmasıyla birlikte ümmet ve
imparatorluğa dayalı tarih anlayışının terk edilmesi; bunun yerine milleti
ayakta tutabilecek çağa uygun bir anlayışın geliştirilmesi ihtiyacına
dayanıyordu[6]
Köprülü ise “her milletin tarihini mensup olduğu kültür çerçevesi veya
çerçeveleri içinde tetkik etmenin gerekliliği” şeklinde tanımladığı “sosyal
tarih perspektifi”nin altını çizmiş; kendi ifadesiyle o, “İslam
medeniyetinin inkişafına diğer Müslüman unsurlarla beraber bin yıldan fazla
çalışan” Türk milletinin dini tarihinin İslam öncesi ve sonrasında
geçirdiği bütün evreleriyle ortaya çıkarılmasını bir zaruret olarak görmüştür
(Köprülü 2004: 24).
Fuad Köprülü’nün otuzu aşkın kitap ve yüzlerce makalesi bulunmaktadır.
Bunlar arasında Türklerin dini tarihi ile ilgili Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar başta olmak üzere İslam Medeniyeti Tarihi, Türk Tarih-i
Dînîsi gibi kitap; “Anadolu’da İslamiyet”, “Bektâşîliğin Menşeleri”,
“Orta-Asya Türk Dervişliği Hakkında Bazı Notlar” ve özellikle tezimiz için
büyük önem taşıyan İslam Anasiklopedisi’ne yazdığı “Ahmed Yesevî” adlı
makaleleri sadece Ahmed Yesevî ve Yesevî tarikatının tarihi için değil; Orta
Asya ve Anadolu dînî tarihi hakkında çalışan bütün araştırmacılar için de ana
kaynak durumundadır.
Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli eserinde Ahmed
Yesevî ve Yesevîliği sünnî bir çerçeve içine yerleştirmiştir. Ancak daha sonra
incelediği bazı kaynaklara dayanarak Yesevîliğin kökleri ile ilgili fikirlerini
değiştirmiş; bu dönemden sonra Anadolu’da Yesevîliğin Alevî-Bektâşî geleneği
tarafından temsil edildiğini savunmuştur (Köprülü 1965a: 210-215).
Yesevîlik araştırmalarını Fuad Köprülü’den sonra ve onun bıraktığı yerden
Yesevîliği Alevî-Bektâşî geleneği kaynakları aracılığı ile tanıtan en önemli
araştırmacılar Z. Velidi Togan, İrene Melikoff ve Kemal Eraslan ve Ahmet Yaşar
Ocak ve Ahmet Karamustafa’dır.
1953 yılında Zeki Velidi Togan tarafından kaleme alınan “Yesevîliğe Dair
Bazı Yeni Malumat” başlıklı makale, Yesevîlik tarihi ile ilgili bilinmeyen bir
dizi kaynağa işaret etmiştir. Yesevîliğin otantik kaynaklarının ortaya
çıkarılması bakımından büyük bir öneme sahip olan bu makale ne yazık ki
Yesevîlik araştırmaları konusunda hak ettiği yankıyı bulamamış; makalede
tanıtılan eserler uzun yıllar boyunca gözlerden uzak kalmıştır. Togan’ın
çalışmalarından sonra 1990’11 yıllara kadar Yesevî tarîkatı ile ilgili özgün
araştırmalar âdeta derin bir sessizliğe bürünmüştür. Orta Asya sahasında
Sovyetler Birliği tarafından gerici bir dînî akım olarak takdim edilen
Yesevîliğin tarihî kaynaklarına ulaşmak yakın zamana kadar mümkün olmamıştır.
Böylelikle Ahmed Yesevî ve tarîkatı büyük ölçüde Köprülü’nün Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli eserinde öne sürdüğü ilk görüşleri ve
Divan-ı Hikmetin yerli neşirleri üzerinden anlaşılmaya devam etmiştir.
Bektâşî tarîkatının Anadolu ve dışındaki kökleri ile ilgili
çalışmalarıyla bilinen Melikoff, Hacı Bektaş-ı Velî ve tarîkatı ile Yesevî
tarîkatı arasındaki ilgiyi; otantik kaynaklar aracılığı ile ortaya koymuştur
(Melikoff 2006a, 2006b). Melikoff özellikle Anadolu Alevî-Bektâşîliği üzerine
yaptığı çalışmalar ile dikkat çekmektedir. Onun Hacı Bektaş-ı Veli hakkında
yaptığı müstakil çalışma ve Anadolu’da uzun yıllar Alevî-Bektâşî cemaatleri
üzerinde çalışarak ortaya çıkardığı Uyur İdik Uyardılar isimli kitabı
Alevî-Bektâşî geleneğini ilgilendirmekle birlikte, bu geleneğin Yesevîlikle
bağlantılarını gösteren önemli ipuçlarına yer vermektedir (Melikoff 2006a:
167).
Kemal Eraslan, Ahmed Yesevî’ye isnad edilen eserlerin neşrini
sağlamıştır. Bunların başında Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler adı ile
yayınladığı ve Türkiye’de yapılan birçok araştırmaya kaynaklık eden kitabı
gelmektedir. Eraslan Divan-ı Hikmetin bazı baskılarında önsöz olarak yer alan “Fakrnâme”r\’m
ve Ahmed Yesevî’ye isnad edilen Risâle isimli eserinin de neşr ve
tahkikini yapmıştır. Onun neşrettiği başka bir eser de Ahmed Yesevî’nin
babasına isnad edilen Nesebname’dir. Bu eserler hakkında yukarıda bilgi
verilmişti.
Ahmet Yaşar Ocak, Anadolu’nun dinî tarihinde heteredoks tarikatların rolü
ve bu akımların Islam-öncesi temellerini ortaya koyan çalışmalarıyla
tanınmaktadır. Ocak’ın bu bağlamda yayımladığı bazı eserler, Köprülü’nün
Yesevîliği Bektâşî geleneği içine yerleştiren görüşünün tarihsel temellerini
ortaya koymaktadır. Bunlar arasında Alevî ve Bektâşî İnançlarının İslam
Öncesi Temelleri, OsmanlI Imparatorluğu’nda Marjinal Sû filik: Kalenderiler,
Babaîler İsyanı, Kültür Kaynağı Olarak Menâkıbnameler, Sarı Saltık gibi
akademik nitelikte araştırmalarının yanında, onun akademik ve popüler nitelikte
makalelerini bir araya getiren Türk Sûfiliğine Bakışlar, Türkler, Türkiye ve
İslam gibi kitapları ilk akla gelenlerdir.
Karamustafa ise son dönemde Anadolu’da heteredoks dinî akımların tarihini
inceleyerek ortaya koymuş; De Weese’e dayanarak Yesevîliğin bunların dışına
yerleştirilmesi gerektiğini savunmuştur. (Karamustafa 2005: 61-88).
Son yıllarda Yesevîliğin Nakşibendîlikle ilişkisini
farklı bir düzlemde değerlendiren bir dizi çalışma, Amerikalı bilim adamı Devin
De Weese tarafından yapılmıştır. De Weese 1993-2006 yılları arasında
yayımladığı çeşitli makalelerinde Yesevî tarîkatının Orta Asya kaynaklarını
ortaya çıkarmayı denemiştir. 2006 yılında M. Fuad Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar isimli eserinin İngilizce çevirisine yazdığı önsözde De Weese;
modern dönemde Yesevîlik araştırmalarının doğru anlaşılamadığını ifade etmiş;
ve Yesevîlik araştırmalarının kaynaklarını Orta Asya’da aramamız gerektiğini
ifade etmiştir[7].
De Weese’e göre Yesevî tarîkatına ilişkin Anadolu’da ortaya çıkan ve Bektâşî edebiyatı
kaynaklarında verilen bilgiler ile Ahmed Yesevî’nin tarihî hayatı hakkındaki
bilgilerimiz birbirinden kesin çizgilerle ayrılmalıdır (De Weese 2006: XIX).
Devin De Weese’in çalışmalarının ülkemizdeki yansımaları oldukça yenidir.
Onun kullandığı Orta Asya orijinli kaynakların bir kısmı son yıllarda çeşitli
araştırmacılar tarafından günümüz Türkçe’sine aktarılmıştır (Tosun 1997-1998;
Tekcan 2006). Bunlar arasında özellikle N. Tosun’un tahkik ve neşrini sağladığı
iki risâle; De Weese’in en önemli kaynakları arasında yer almaktadır.
Yesevî tarîkatına ait yeni kaynaklar ortaya çıkmaya devam etmektedir. Bu
kaynakların incelenmesiyle birlikte Yesevîliğin kökleri ile ilgili
yaklaşımların yeni boyutlar kazanacağı muhakkaktır. Tarikatın Anadolu’da ortaya
çıkan farklı tasavvuf akımları üzerindeki etkisi ise, bu yeni kaynakların
ortaya çıkmasıyla herhalde birçok yeni araştırmanın konusu haline gelecektir.
Ahmed Yesevî’nin hayatına ilişkin en doğru bilgiyi elde edeceğimiz
otantik kaynaklara sahip değiliz. Bu sebeple onun gelenekte yaşayan menkabevî
hayatı ile tarihî hüviyetini ayırt etme konusunda dikkatli davranmak
gerekmektedir. Zira, çoğu menkabe koleksiyonlarından oluşan, elimizdeki erken
dönem kaynaklarında tarihî gelişmeler ile menkabevî bilgiler iç-içe geçmiş bir
haldedir. Bu bölümde onun tarih ve gelenek sahasında yüzyıllar içerisinde
yoğrularak değişip-dönüşen yüzünü ayrı-ayrı değerlendirmeye çalışacağız.
GELENEKTE
YAŞAYAN AHMED YESEVÎ
Dinlerin ve dinî şahsiyetlerin tarihî ve geleneksel olmak üzere iki türlü
yorumu olagelmiştir. Tarihî boyut ise daima halk muhayyilesi ile oluşturulan ve
gelenekleşen din anlayışının gölgesinde kalmıştır. Dinî şahsiyetleri insan-üstü
birtakım unsurlarla yorumlamaya eğilimli olan halk muhayyilesi; Ahmed Yesevî ve
Yesevî tarîkatı ile ilgili olarak da eski inançlarına dayalı unsurları
kullanarak mistik, cezbeci ve doğa-üstü birtakım olaylarla örülü menkabevî bir
gelenek geliştirmiştir.
Destan, efsane, menkabe gibi edebi mahsuller kültür tarihçiliği bakımından
büyük bir önem arz ederler. Bunlar arasında öncelikle Orta Asya sahası olmak
üzere Anadolu ve Balkanlar’da ortaya çıkan dini, sosyal, kültürel, siyasi ve
ekonomik gelişmeler hakkında önemli bilgiler veren “evliya menkabeleri”, Ahmed
Yesevî’nin gelenekte yaşayan hüviyetini aydınlatmak bakımından öne çıkmaktadır.
İslam tasavvufu tarihinde IX. yy.’dan itibaren sûfîlerin kerametlerini
nakletmek üzere kullanılan; asırlar içerisinde yazılı ve sözlü gelenek
kanalıyla en ince ayrıntısına kadar örülerek günümüze kadar ulaşan evliya
menkabeleri, içinde doğup-büyüdüğü toplumun dinî-kültürel telakkilerini, ve
edebî zevklerini ortaya koyan ürünlerdir[8].
Şüphesiz ki Ahmed Yesevî’nin gelenekte yaşayan ve halk muhayyilesinin
menkabelerle ördüğü hayat hikayesini anlamak, onun tarihî hayatını da
aydınlatacak bilgiler içermektedir. Ancak söz konusu menkabeler, tarihî
gelişmelerin bazı karanlık noktalarını aydınlatmakla beraber; kültür
tarihçiliği, sosyoloji, psikoloji ve folklor bilimleri açısından ele alınmaları
kaydıyla tarihi bir malzeme olarak kullanılabilirler.
Ahmed Yesevî ve tarîkatını konu edinen menkabeler öncelikle merkezî doğu
sahası (doğu sahası) olmak üzere, İdil boyu (kuzey sahası), Anadolu ve Rumeli
(batı sahası)’de yayılmıştır (Köprülü 1984: 56). Ahmed Yesevî ve Yesevî
tarîkatı hakkında bilgi veren menkabe edebiyatı, merkezî doğu ve kuzey
sahasında Nakşibendî, Anadolu ve Rumeli sahasında ise daha çok Bektâşî geleneği
içinde gelişmiştir. Bunun sebeplerini ve yol açtığı sonuçları çok iyi analiz
etmek ve tartışmak, Yesevîliğin Orta Asya ve Anadolu’daki farklılaşma sebep ve
âmillerini anlamaya şüphesiz ki yardımcı olacaktır.
Menkabevî gelenekte Ahmed Yesevî, olağan-üstü birçok özelliğe sahip
efsanevî bir karakter olarak görünür. Menkabevî geleneğe göre Ahmed Yesevî’nin
soyu Hz. Ali’ye dayanmaktadır. Onun ataları İL hicri asırdan itibaren Türkistan
halkının Müslüman olmasını sağlamıştır (Safiyyüddin 1996: 22). Türkistan’a ilk
gelen Yesevî atası İshak Bab, 120 yıl yaşamış; 90 yıl Hızır’la sohbet ettikten
sonra 30 yıl dinsizlerle savaşmıştır (Safiyyüddin 1996: 22). Kaynaklar İshak
Bab’dan 12 kuşak sonra dünyaya gelen Ahmed Yesevî’nin babası Şeyh İbrahim’i de
Sayram’ın önde gelen şeyhlerinden biri olarak göstermektedir (Safiyyüddin 1996:
23; Hazînî 1995: 25a). Hazînî, Şeyh İbrahim’in Hızır’la sohbet ettiğine ve
10.000 müridi olduğuna ilişkin bilgi vermektedir (Hazînî 1995: 25a). Ona göre
Ahmed Yesevî’nin annesi olan ve Karasaç Ana olarak bilinen Ayşe Hatun ile Şeyh
İbrahim’in evlilikleri de Hızır (A.S.) vasıtasıyla gerçekleşmiştir (Hazînî
1995: 25b).
Ahmed Yesevî ve soyu ile ilgili olarak menkabevî kaynaklarda sunulan ve
Hz. Muhammed’e kadar götürülen mucizevi olaylar silsilesi; eski Türk
inançlarının, Uzak-Doğu ve İran dinlerinin, Şamanizm’in, hatta Kitab-ı
Mukaddes’ten kaynaklanan inanç motiflerinin izlerini önemli ölçüde
yansıtmaktadır[9].
Menkabevî geleneğe göre 7 yaşında yetim kalan Ahmed Yesevî, Aslan
Baha’nın manevî terbiyesi ile yetişmiştir[10].
Aslan Baba, menkabelerde Hz. Peygamber döneminde yaşamış bir sahabi olarak takdim
edilir[11].
Yesevî geleneği içinde önemli bir yeri olan bu menkabeyle birlikte Ahmed
Yesevî’nin soyu Hz. Peygamber’e dayandırılmaktadır[12].
Ahmed Yesevî’nin çocukluğundan itibaren sergilediği keramet olaylarına Divan-ı
Hikmette de yer verilmiştir[13].
Ahmed Yesevî, Aslan Baha’nın ölümünden sonra, babasının/ve ailesinin
kerametlere dayalı şöhretini de devam ettirecek biçimde Türkistan ve çevresinde
tanınmaya başlamıştır. Onun küçük yaşta “Yesevî” lakabını alışı, menkabeye göre
devrin hükümdarı “Yesevî”nin avlanmasını engelleyen Karacuk dağını bir çırpıda
ortadan kaldırması neticesinde gerçekleşir. Hükümdar, isminin kıyamete kadar
baki kalması için “-Alemde her kim bizi severse senin adınla beraber yad
eylesin” buyurmuş; o günden sonra Ahmed; “Yesevî” lakabıyla anılır olmuştur
(Hazînî 1995: 34b-35a).
Başka bir menkabede geçimini kaşık yontup-satarak sağlayan Ahmed
Yesevî’nin boş zamanlarında yonttuğu kaşıkları satmak üzere çarşı-pazar
dolaşan, ücret heybeye bırakılmadığı takdirde o mekandan ayrılmayan bir öküzü
olduğu anlatılır[14].
Gerek Nakşibendî, gerekse Bektâşî geleneğini yansıtan bazı menkabeler
ise, rakip sûfî tarîkatlar ve halk tarafından, Ahmed Yesevî ve tarîkatına
yöneltilen eleştirilere cevap ve Hoca Ahmed Yesevî’nin büyüklüğünü ispat
sadedinde geliştirilmiş olmalıdır.
Bunlardan bir kısmı kadın-erkek bir arada zikir yapılması hakkındadır.
Menkabeye göre Ahmed Yesevî kendisine bu sebeple hücum edenlere bir hokka
içinde pamuk ve ateş gönderir. Hokkayı açanlar, pamuğun yanmadığını
gördüklerinde şaşırırlar. Böylece Ahmed Yesevî kadın-erkek bir arada bulunmanın
müritlerin gönlüne bir zarar vermediğini kerametle göstermiş olur (Hazînî 1995:
49a).
Ahmed Yesevî ve halifesi Baba Maçin arasında geçen diğer bir menkabede
Baba Maçin, Horasan erenlerinden 400 yaşında bir zat olarak takdim edilir.
Menkabede; zikir meclislerinde kadın-erkek bir arada bulunulmasını sorgulamak
amacıyla Ahmed Yesevî’ye gelen Baba Maçin’in arkasına yerleşen cinin
çıkarılması anlatılmaktadır (Hazînî 1995: 38b).
Rakip tarikatların Ahmed Yesevî’nin derecesini sınayışını anlatan başka
bir menkabede ise Ahmed Yesevî’nin turna donuna girerek kendisine hazırlanan
sınavda rakiplerini şaşırttığı görülür[15].
Yine Yesi civarındaki Sûrî Kasabası halkının Ahmed Yesevî ve müritlerini
hırsızlıkla suçlamak ve karalamak maksadıyla hazırladıkları tuzağın bertaraf
edilmesiyle ilgili bir menkabede de Ahmed Yesevî’nin, bunların şekillerini
değiştirerek köpeğe dönüştürdüğü görülür (Hazînî: 1995: 52b).
Kazan Han adlı hükümdar döneminde Ahmed Yesevî’nin Cuma namazını kılmak
üzere camiye gelmediğini gören Han’ın kendisine Sûfî Muhammed Danişmend ile
haber göndermesi ile gelişen olayları anlatan başka bir menkabeye göre, Ahmed
Yesevî tayy-i mekan ile Cuma namazını Kahire/Ezher Camii’nde kılmaktadır
(Hazînî 1995: 50b-51a).
Son olarak halifelerinden İmam Mervezî’ (Mergazî olarak geçiyor)'nin
Ahmed Yesevî’ye intisabını konu eden bir menkabede Ahmed Yesevî ve tarîkatı
hakkındaki söylentilerin aslını anlamak üzere yola çıkan Mervezî’ye Ahmed
Yesevî ve halifeleri tarafından hafızasındaki bütün meseleleri silmek suretiyle
ders verilişi anlatılmaktadır (Hazînî 1995: 40a).
Ahmed Yesevî’nin 63 yaşına geldiğinde, Hz. Peygamberin bu yaşta vefat
etmiş olması sebebiyle, yerin altı olarak ifade edilen çilehanesine girdiği
kabul edilmektedir[16].
Onun bu çilehaneye girdikten sonra yüz yirmi, yüz yirmi beş veya yüz otuz üç
yaşına kadar yaşadığı rivayet edilir[17].
Ahmed Yesevî’nin kerametlerinin yerin altına girişinden sonra da devam
ettiği görülmektedir. Bu menkabelerden birinde Ahmed Yesevî, ateşi kadeh içinde
suya dönüştürür ve meclistekilerin susuzluğunu giderir. Hazînî, suyun
fışkırdığı yerde bir küp (Hum-ı Aşk) ortaya çıktığını; Dileği olanların bu
küpün içine ellerini uzatarak dibine ulaşmaya ve herhangi bir şey çıkarmaya
çalıştıklarını nakleder. Hazînî’nin nakline göre muradı gerçekleşecek olan kişi
buradan mutlaka bir şey çıkarır; eğer gerçekleşmeyecekse kolu ne kadar uzun
olsa da eli boş kalır (Hazînî 1995: 47b-48a).
Özellikle Bektâşî geleneğini yansıtan bazı menkabelerde eski Türk
dinlerine dayalı tabiat kültleri de karşımıza çıkmaktadır. Ahmed Yesevî’nin
oğlu İbrahim’in Sûrî halkı tarafından öldürülüşünü anlatan ve “Ağaç kültü”nün
yaşatıldığı bir menkabe Türkistan ve çevresinde bugün hala varlığını
sürdürmektedir[18].
Halk muhayyilesinde yaşayan Ahmed Yesevî’nin kerametleri ölümünden sonra
özellikle birçok tarihi ve siyasi olay ile bütünleştirilmiştir.
Emir Timur’un Buhara’yı fethedişini hikaye eden bir menkabede Ahmed
Yesevî, Buhara’nın fethini müjdelemektedir (Köprülü 1984: 41). Hazînî’nin naklettiği
bir menkabede ise dönemin hükümdarı Sultan Ebû Said Mirza’nın padişah oluşu
Ahmed Yesevî’nin manevi işaretiyle gerçekleşir (Hazînî 1995: 157a). Bir başka
menkabede Çağatay Padişahı Hümâyûn, Ahmed Yesevî’nin halifesi Seyyid Mansur
Ata’nın Ahmed Yesevî’nin manevi işaretiyle türbesinden aldığı alem sayesinde
Semerkant’ı fetheder ( Hazînî 1995: 157b).
Halk muhayyilesinde Ahmed Yesevî’nin kerametlerine ilişkin sözlü
geleneğin devamlılığı yakın tarihi ilgilendiren olaylarda da kendini gösterir.
Bu konuda Schuyler isimli bir İngiliz Seyyahı’nın Rus İstilası ile ilgili
olarak naklettiği menkabe dikkate değerdir. Buna göre Ahmed Yesevî, minareye
çıkıp başından beyaz sarığını çıkararak halka gösterdiği için ahali bundan
şehrin yakında Ruslar eline geçeceği manasını çıkarmış; bu sebeple Rus
askerlerine mukavemet göstermemiştir[19].
Özellikle Anadolu’da ortaya çıkan Bektâşî menkabelerinde Ahmed Yesevî ile
Hacı Bektaş-ı Velî ve Yesevî tarîkatı ile Bektaşî tarîkatı arasında kurulan
bağlantı dikkat çekmektedir. Bektâşî an’anesi, Hacı Bektaş-ı Velî’yi yetiştiren
Şeyh Lokman Perende’yi Ahmed Yesevî’nin halifelerinden biri olarak
göstermektedir (Vilâyetnâme 1958: 5). Menkabede kurulan bu irtibat, Yesevî
şeceresini gösteren kayıtlara bile yansımıştır. Bu itibarla tarihî bir zemini
olma ihtimali yüksektir.
Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nde zikredilen başka bir menkabede Ahmed
Yesevî ve Hacı Bektaş-ı Velî’yi çağdaş iki sûfî olarak görürüz. Bu menkabede
Hoca Ahmed Yesevî’den yardım isteyen Bedahşan halkını zulümden kurtarmak üzere
görevlendirilen Hacı Bektaş-ı Velî, şahin donuna girerek Ahmed Yesevî’nin oğlu
olarak gösterilen Haydar’ı ve Bedahşan halkını kurtarmakla kalmaz; halkın
Müslüman olmasını da sağlar (Vilâyetnâme 1958: 9).
Bektâşî geleneği, Hacı Bektaş-ı Velî’n Anadolu’ya gelerek
Sulucakarahöyük’e yerleşmesini de Ahmed Yesevî’nin manevi işaretine
bağlamaktadır. Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi’ne göre Ahmed Yesevî tac,
hırka, sofra ve seccadesini Hacı Bektaş-ı Velî’ye vererek Rum diyarı
(Anadolu)’na gönderir[20].
Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi ve Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nde
karşılaştığımız başka bir menkabede, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Ahmed Yesevî’nin
Rum diyarına attığı ateşli eğsinin işaretiyle Anadolu’ya gelişi hikaye edilir[21].
“Tahta kılıç motifi”nin görüldüğü başka bir menkabe Sarı Saltık
hakkındadır. Evliya Çelebi’nin kayıtlarına göre Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş’tan
sonra Sarı Saltık’ı da halifesi olarak Rum diyarına göndermiştir (Evliya Çelebi
1996: 312).
Burada sınırlı sayıda örneğiniz sunduğumuz Ahmed Yesevî ve halifeleri ile
ilgili Anadolu’da ortaya çıkan geniş menkabe edebiyatının daha ziyade Bektaşî
edebiyatı içinde geliştiği görülmektedir. Öte yandan, Bektâşîliğin XVI. yy.’da
Balım Sultan tarafından teşekkülünden önce, Anadolu sahasında yaşayan Yesevî
dervişliği geleneğinin XIII.-XV. yy.lar arasındaki macerasının karanlıkta kalan
pek çok yönü, araştırmacıların gün yüzüne çıkaracağı yeni bilgilerle
aydınlanmayı beklemektedir.
Hoca Ahmed Yesevî, eski ve yeni, eldeki otantik kaynakların çoğunda
verilen bilgiye göre Yesi’de (Safiyyüddin 1996: 24; Sâfî 2006: 43, Nevayî 1979:
383); dünyaya gelmiştir. Bu kaynaklar arasında sadece Hazînî’nin Cevâhiru’l-Ebrâr
isimli kitabında farklı bir bilgi verilmiştir. Buna göre Ahmed Yesevî,
bugün Doğu Türkistan’da İsficap olarak bilinen mevkiinin Sayram Kasabası’nda
dünyaya gelmiştir (Hazînî 1995: 49). Modern dönemde Fuad Köprülü, Hazînî’nin
verdiği bilgiyi esas almış; kendisinden sonra birçok araştırmacı da bu görüşü
sürdürmüştür (Köprülü 1984: 32; Eraslan 1996: 24; Ocak 2004: 31). Son dönemde
ise bazı araştırmacılar yeni kaynakların ışığında Ahmed Yesevî’nin Sır-i Derya
bölgesinde yaşamış olduğuna kesin gözle bakılabileceğini; ancak doğum yerini
kesin olarak bilemeyeceğimizi öne sürmektedir (Karamustafa 2005: 70).
Tarihi kaynaklarda ölüm tarihi 1163 olarak kabul edilen ve doğum tarihi
de bu tarihin geriye doğru yürütülmesiyle tahmin edilen Ahmed Yesevî’nin XI.
yy.’ın ortalarında dünyaya geldiği kabul edilmektedir[22].
Ancak onun doğum tarihi konusundaki bilgilerimiz de son dönemde yeniden
tartışmaya açılmıştır. Buna göre Ahmed Yesevî, bugüne kadar kabul edildiği gibi
XI. ve XII. yy.’larda değil; XII. yy’ın son çeyreği ile XIII. yy.’ın ilk
yarısında yaşamış olmalıdır (De Weese 2006: XVII) . Vaktiyle Gölpınarh’nın da
bir ara dile getirdiği -ama sonradan vazgeçtiği anlaşılan- bu görüş[23],
eğer ispatlanırsa, Ahmed Yesevî ve tarikatı ile ilgili bilgilerimizi büyük
ölçüde değiştirecek niteliktedir. Bilindiği gibi, Ahmed Yesevî’nin ölüm
tarihine ilişkin bilgilerimiz XVI. yy.’da üretilen kaynaklara dayanmaktadır.
Doğum tarihi ise menkabevî bilgilerle ölüm tarihinin birleştirilmesi
neticesinde üretilmiş bir tahmine dayanmaktadır (Köprülü 1984: 61). Gerek
hakkındaki menkabevî bilgilerin içeriği, gerekse tarihsel olarak Ahmed Yesevî
ve Yesevî tarîkatı hakkında en eski kaynaklarımızın XIV. yy.’a ait olması Ahmed
Yesevî’nin XII. ve XIII. yy.’larda yaşamış olduğuna ilişkin tezi
güçlendirmektedir.
Ahmed Yesevî’nin soyu, yukarıda zikredilen menkabevî kaynaklara ek olarak
birçok farklı nüshası bulunan ve Yesevî şeceresini ortaya koyan Nesebnâme’de
Hz. Ali’ye dayandırılmaktadır (Safiyyüddin1996: 30-39; Carmuhummed-Uli
1994: 24-26). Eraslan’ın 4 ayrı Nesebnâme nüshasını karşılaştırarak verdiği
bilgiye göre Hz. Ali ile başlatılan Yesevî şeceresi; onun oğlu Muhammed-i
Hanefiyye’den Ahmed Yesevî’ye kadar getirilmektedir (Eraslan 1996: 24).
Böylelikle menkabevî olarak Ahmed Yesevî ile Hz. Muhammed arasında kurulan ve
yukarıda anlatılan bağlantı, kitaptaki şecere ile tarihi olarak da desteklenmiş
olmaktadır.
Ahmed Yesevî’nin annesi ile ilgili bilgilerimiz ise oldukça sınırlıdır.
Kazaklar arasında Karasaç Ana olarak bilinen Ayşe Hatun; Şeyh İbrahim’in,
halifelerinden Musa Şeyh’in kızıdır (Köprülü 1984: 62). Ayrıca Hazînî, Cevâhiru’l-Ebrâf
da Ahmed Yesevî’nin Gevher Şehnaz adında bir kız kardeşi olduğundan da
bahsetmektedir (Hazînî 1995: 36).
Ahmed Yesevî’nin küçük yaşta kaybettiği babasından sonra özellikle iki
kişiden manevi dersler aldığı düşünülmektedir. Bunlardan biri onun menkabelerle
örülmüş hayatında sıkça ismi zikredilen Aslan Baba, diğeri ise Yusuf el-
Hemedânî’dir (Sâfî 2006: 43; Nevayî 1979: 383).
Divan-ı Hikmette sık-sık ve derin bir bağlılık içinde ismi
zikredilen Aslan Baha'nın, Yesi’de Ahmed Yesevî ile karşılaşmalarından itibaren
kısa bir süre içerisinde öldüğü kabul edilmektedir (Köprülü 1984: 63)[24].
Aslan Baha’nın tarihi hüviyeti hakkında ise yeterli bilgiye sahip değiliz.
Ocak, onun İran tasavvufunun cezbeci geleneğinden beslenmiş bir Melâmetî şeyhi
olduğu görüşündedir (Ocak 2004: 55). De Weese’e göre ise Aslan Baba,
Şamanizm’in etkilerini taşıyan bir tüccar olarak yaşamıştır (De Weese 2006:
XVII). Ne var ki, Melâmetîlerin genelde tüccar sınıfından olduğunu da unutmamak
lazımdır. Öyle anlaşılıyor ki, Ahmed Yesevî’nin tarihi kimliğinin
aydınlatılmasında Aslan Baba hakkında ulaşılacak yeni bilgiler büyük bir önem
taşımaktadır.
Onun eğitiminde en önemli rollerden biri de Yusuf Hemedânî’ye aittir.
Ahmed Yesevî Buhara ya da Semerkant’ta kendisine intisap ederek zahiri ve
batınî ilimleri öğrenmiş; henüz hayattayken Yusuf Hemedânî’nin halifesi olarak
seçilmiştir[25].
Yusuf Hemedânî, Nakşibendî kaynaklarına göre Imam-ı Âzam Ebû Hanife’nin
öğretilerine bağlı Şeyh Ebû Ali Farmedî, Şeyh Abdullah Cüveynî, Şeyh Hasan
Semnanî gibi sûfîlerle sohbet etmiş; şeriat ve sünnete tam bağlı bir alimdir
(Sâfî 2006: 39; Köprülü 1984: 64-72). Ahmed Yesevî’yi 4 halifesinden birisi
olarak seçmiştir. Buna göre Yusuf Hemedânî’nin dört halifesinden ilki Abdullah
Barakî[26],
İkincisi Hasan Andaki; üçüncüsü Ahmed Yesevî, dördüncüsü ise ünlü Nakşibendî
şeyhi Abdülhâlik Gücdüvânî’dir (Lâmii Çelebi 1872: 438; Sâfî 2006: 40; Nevayî
1979: 383).
De Weese’in ortaya attığı bir görüşe göre ise, Ahmed Yesevî Yusuf
Hemedânî’nin halifelerinden biri değildir. De Weese’e göre Ahmed Yesevî’nin
hocası, dönemin ünlü Hanefi alimlerinden Yusuf Sekkakî’dir ve bu isim sonraki
dönemlerde Yusuf Hemedânî ile karıştırılmış olmalıdır (De Weese 1996a: 184-
189; 2006: XIX). Bu konuya İL Bölüm’de yeniden döneceğiz.
Son dönemde ortaya çıkan yeni kaynakların
ışığında Ahmed Yesevî’nin Bağdat’a seyahat ederek burada Sühreverdî şeyhleriyle
ve Kübrevîliğin kurucusu Necmeddin Kübra ile bağlantı kurduğu da
düşünülmektedir (De Weese 1996a: 187-189) ki, daha önce Gölpınarlı’nın buna
1936’da işaret ettiğine değinilmişti. Ancak tasavvuf kaynaklarında bazen bahis
konusu şeyhten önce veya sonra yaşamış şahsiyetlerin, o şeyhin itibarını
yükseltmek amacıyla ve bilinçli bir anakronizmle, çağdaşıymış ve ilişki
içindeymiş gibi gösterildiği bilinmeyen bir şey değildir. Bu itibarla De
Weese’in bu tezine ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini düşünüyoruz. Örneğin, XVII.
yy.’da kaleme alınan Huccetu’z-Zâkirîn isimli risâlede Ahmed Yesevî’nin
Şihabeddin Ömer Sühreverdî’den hilafet aldığı kaydedilmektedir (Hüseynî 2001:
92a). Yine son dönemde ortaya çıkan Sığnâkî Risâlesi’nde Ahmed
Yesevî’nin Sühreverdî’den icazet aldığı nakledilmektedir (Tosun 1999: 78).
Sığnâkî, bu bilgiyi verirken Ahmed Yesevî’nin 10 kamil ve mükemmil pire hizmet
edip icazet, tarîkat ruhsatı ve talimat aldığını; her birinden hırka giydiğini
de ifade etmektedir (Tosun 1999: 78). Son dönemde ortaya çıkan başka bir
risalede Ahmed Yesevî, Kübrevîliğin kurucusu Necmeddin Kübra ile bir arada
anılmakta; her ikisinin tasavvufî görüşleri hakkında bilgi verilmektedir
(Zernûkî 1998: 80-84).
Şu durumda Hoca Ahmed Yesevî’nin yaşadığı dönemde hangi şeyhlerle irtibat
kurduğuna ve özellikle nasıl bir ilişki içinde bulunduğuna ilişkin kesin bir
kanaate varmak mümkün görünmüyor. Bu konuda kaynakların sınırlı oluşundan
başka, verilen bilgilerin birbiri ile çelişkili ifadeler içermesi; bu
kaynaklardaki bilgilerin sıhhati sorununu ortaya çıkarmaktadır. Elimizdeki
kaynaklarda Ahmed Yesevî anılan sûfi şahsiyetlerden sadece biri ile ilişki
içinde gösterilebildiği gibi, bütün şahsiyetlere aynı anda da nispet
edilebilmektedir. Dahası söz konusu kaynakların bilgi verme amacını
taşımadıkları, daha çok didaktik kaygılarla yazılmış oldukları anlaşılmaktadır.
Madelung, “Yusuf Al-Hamadani and Naksibandiyya"
başlıklı makalesinde 1140’ta öldüğü bilinen Gücdüvânî’nin kronolojik açıdan
Yusuf Hemedânî’nin öğrencisi olamayacağını ortaya koymuştu (Madelung 1987-8: 501.).
Madelung’un tezinden yola çıkılacak olursa; 1166- 7’de öldüğü kabul edilen
Ahmed Yesevî’nin Yusuf Hemedânî ile karşılaşmış olması ihtimali zayıftır. Yine
Ahmed Yesevî ile ilişkilendirilen Sühreverdîliğin XI. ve XII. yy. Orta
Asya’sında mevcut olamayacağı, Sühreverdî’nin 1234 yılında vefatı dikkate
alındığında, tartışmaya açık bir durum arz etmektedir. Ancak De Weese, Ahmed
Yesevî’nin Kübrevî ve özellikle Sühreverdî şeyhleri ile kurduğu bağlantılar
konusunda yeni kaynaklara ulaştığını ifade etmektedir (De Weese 1996a: 188). De
Weese’in Ahmed Yesevî’nin yaşadığı zaman dilimini XII.-XIII. yy.’a taşımasının
dayanaklarından biri de bu olabilir. Bütün bu konuların, yeni kaynakların
yavaş-yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamasıyla birlikte aydınlanmasını umut
ediyoruz.
Yukarıda da zikredildiği gibi Ahmed Yesevî’nin ölüm tarihi bugüne kadar
hep 1166-7 olarak kabul edilmekteydi. Ancak bu tarih de göründüğü kadarıyla
kesin bir kaynağa dayanmamaktadır27. Divan-ı Hikmette
zikredilen bazı hikmetler onun 63 yaşında yerin altına girdiğini vurgular
(Ahmed Yesevî 2000: 58-67). Ancak gerek hikmetlerin Ahmed Yesevî’ye isnâd
edilmesi konusundaki şüphe; gerekse anlatımın “yere girmek’le tam olarak neyi
kast ettiğinin bilinmemesi farklı yorumlara neden olmaktadır. Buna göre bazı
yorumcular Divan-ı Hikmet ve bazı menkabevî kaynaklarda verilen
bilgilere dayanarak onun 63 yaşında
Köprülü
onun ölüm tarihine ilişkin bilgiyi Ahmed b. Celaleddin Kaşani’ye; Eraslan ise
Hazinetü’l- Asfiya’ya dayandırıyor (Köprülü 1984: 75, Eraslan 1996: 24).
yerin altında bir hücreye çekildiğini; burada 63 yıl daha yaşadığını
kabul etmektedir (Hazînî 1995: 54; Ahmed Yesevî 2000: 59).
Ahmed Yesevî’nin yaşadığı tarihsel dönemle ilgili yeni görüşler dikkate
alındığında gerek doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bir kayda
rastlanmaması; gerekse hakkındaki kaynakların XIV. yy.’dan geriye gitmemesi
onun XIII. yy.’da ölmüş olması ihtimalini düşündürmektedir. Ancak bu da kesin
görünmüyor.
Ahmed Yesevî’nin ölümünden kısa bir süre sonra bir ziyaretgah haline
gelen türbesi, ölüm tarihi olarak öngörülen 1167’den üç asır sonra, 1396-97
tarihlerinde, Emir Timur tarafından muazzam bir külliye haline getirilmiştir
(Uğurlu 1995: 983). Emir Timur’un Ahmed Yesevî’yi rüyasında görerek zafer
müjdesi alması ile gelişen menkabeye yukarıda işaret edilmişti. Kaynaklarda
kısa sürede inşa edildiği zikredilen bu muazzam külliye; Orta Asya Türk
sanatının şaheserlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Ahmed Yesevî’nin türbesi, günümüzde gerek mimarî özellikleri, gerekse
Yesevî tarîkatına ilişkin sözlü geleneğin devamını sağlaması açısından önem
kazanmaktadır (Uğurlu 1995: 986).
Ahmed Yesevî’nin hayatta iken bir eser ortaya koymadığı bilinmekle
birlikte; kendisine isnâd edilen eserlerin onun ölüm tarihi olarak ileri
sürülen 1167’den en az iki-üç asır sonra kaleme alındığı tahmin edilmektedir28.
Ancak, aradaki bu uzun zaman farkı, Ahmed Yesevî’ye isnad edilen bu eserlerin
sıhhati konusuna her zaman şüphe ile yaklaşmaya bizi zorlamaktadır.
Ahmed Yesevî’ye isnâd edilen ve günümüze kadar birbirinden çok farklı
yazma nüshalarına dayanarak muhtelif dillerde basılan en önemli eser, X.
asırdan
Ahmed Yesevî’ye nispet edilen
eserler “Kaynaklarımızın Bugünkü Durumu” başlığı altında gösterilmişti.
itibaren Doğu Türkleri arasında “Hikmet” olarak tanımlanan manzum
beyitlerden oluşmaktadır. Adına, muhtemelen sonraki asırlarda, Divan-ı
Hikmet denilen bu mecmua, dini-tasavvufi Türk edebiyatının Kutadgu
Bilig’den sonra en eski ve en önemli mahsulü olarak gösterilmektedir (Köprülü
1984: 119).
Ahmed Yesevî’nin eseri olarak takdim edilen bugünkü Divan-ı Hikmetin
gerek dil; gerekse iç tutarlılık ve muhteva bakımından bizzat Ahmed Yesevî’ye
ait olamayacağı yukarıda anlatılmıştı. Köprülü’ye göre, Divan-ı Hikmet bizzat
Ahmed Yesevî’ye ait olmasa bile onun “hikmet’leri dilden-dile söylenerek
öğrencileri tarafından taklid ve takip edildiği için bugün elimizdeki Divan-ı
Hikmet nüshasının Ahmed Yesevî’nin hikmetlerini gerek dil, gerekse muhteva
olarak yansıttığı düşünülebilir[27].
Daha önce de vurguladığımız gibi, Köprülü’nün ortaya attığı bu görüş
günümüze kadar değişmez bir “gerçek” olarak benimsenmiş; bu görüşü esas alarak
ilgili sahada yapılan birçok popüler ve akademik araştırma, Divan-ı Hikmete indirgenegelmiştir.
Pek çok akademik çalışmada Ahmed Yesevî ve tarîkatı; Divan-ı Hikmet
nüshalarında zikredilen hikmetlerin dikkatsiz ve özensiz bir biçimde alıntılanarak
anlatılmıştır. Bununla birlikte hikmetlerin hangilerinin Ahmed Yesevî’ye ait
olabileceği, dil ve üslup olarak hangi dönemin özelliklerini yansıttığı, hatta
Ahmed Yesevî ve geleneğine nispeti konusunda ciddi çalışmalar yapılmış
değildir. Bunun yerine hikmet seçkileri tekrarlanagelmiş; hikmetlerin edebî
değeri, şekil ve dil unsurları sayısız araştırmada incelenmiş; ancak asıl
araştırılması gereken Ahmed Yesevî’nin tarihi kişiliği ve mirası, tarîkatı ve
etkileri gibi konular kendisine nispeti bile şüpheli olan hikmetlerin
gölgesinde bırakılmıştır. Oysa Divan-ı Hikmet yüzeysel olarak
incelendiğinde bile; hikmetlerin gerek muhteva gerekse dil bakımından Ahmed
Yesevî’nin yaşadığı dönemi yansıtmadığı derhal anlaşılır[28].
Vaktiyle Köprülü’nün de dilegetirdiği ancak sonraki önemlerde dikkate
alınmayan bir görüşe göre Divan-ı Hikmetin müellifi XV. yy.’ın sonları ile XVI.
yy.’ın başlarında yaşamış “Ahmed Yesevî” adlı başka bir sûfi olabilir.[29]
Böylelikle müellifin bugün elimizde bulunmayan Divan-ı Hikmetin
ardından ikinci bir hikmetler mecmuası oluşturduğu; buna da “İkinci kitap”
manasında “Defter-i Sânî” demiş olduğunu düşünülebilir. Bu tezin doğru olması
halinde, Divan-ı Hikmette karşı-karşıya bulunduğumuz Ahmed Yesevî
portresi bütünüyle bir başkasına ait olduğu, Divan’da verilen bilgilerin ise,
Yesevî tarikatının Orta Asya’da Nakşibendî tarikatının nüfuzu altına girdiği
XV.-XVL yy.’lardaki durumunu yansıttığı anlaşılacaktır.
Ahmed Yesevî’ye isnâd edilen Fakrnâme ve Risale isimli diğer
eserlere gelince; “Giriş” bölümünde de gösterdiğimiz gibi bunların Ahmed
Yesevî’ye ait olmadıkları kesinlik derecesindedir (Köprülü 1984: 123-5; Eraslan
1977: 45, 2000: 36; Ocak 2004: 31-51). Dil ve muhteva olarak neredeyse
birbirinin aynı olan bu iki eserin XV.-XVL yy.’larda kaleme alındığı
düşünülmektedir. Neticede, bugün elimizde Ahmed Yesevî’nin kendi kaleminden
çıkma herhangi bir kaynak bulunmamaktadır.
Ancak ne yazık ki, Köprülü’nün Yesevîlik
araştırmalarındaki sarsılmaz konumuna rağmen 80 yıl önce üzerinde durduğu;
üstelik farklı ihtimalleri de göstermekten çekinmediği, Ahmed Yesevî’nin Divan-ı
Hikmeti bizzat kaleme almamış olsa bile; elimizdeki Divan-ı Hikmette
bulunan hikmetlerin kendi kaleminden çıkandan farklı olmayacağı şeklindeki tezi
sorgulanmadığı gibi, Divan-ı Hikmet, diğer iki eser de zaman-zaman
kullanılmak suretiyle birincil kaynak olarak kullanılmaya devam etmektedir.
Kanaatimizce, Divan-ı Hikmetin çok sıkı bir muhteva analizine ve
kritiğine tabi tutulması kaçınılmaz görünüyor.
BÖLÜM
II
ORTA ASYA’DA YESEVÎLİK
AHMED
YESEVÎ ZAMANINDA YESEVÎLİK
Ahmed Yesevî’nin öğretilerini Yesi’den başlayarak yaymaya başladığı dönem
Orta Asya’da Harzemşahlar'ın büyük bir İslam devleti kurmaya yöneldikleri;
İslam dininin yayılmasına ve bu istikametteki dini öğretilerin genişlemesine
elverişli bir dönemdir (Köprülü 1984: 74). Bu dönemde Arapça ilim; Farsça ise
edebiyat dili olarak kullanılmakta; ancak geniş halk kitleleri her iki dili de
bilmemektedir. İşte böyle bir ortamda Ahmed Yesevî’nin “sûfî şair” sıfatı ile
ve sade bir üslûpla sunduğu öğretiler göçebe Türk toplulukları arasında kısa
sürede geniş yankı uyandırmıştır (Köprülü 1984: 114; Ocak 2004: 37).
Fuad Köprülü, Ahmed Yesevî’nin öğretilerini Türk dilinde yaymasının
bilinçli bir tercih olduğunu öne sürer. Köprülü’ye göre Ahmed Yesevî Arap ilmi
ve Acem edebiyatını çok iyi bilmektedir, ancak hitap ettiği kitlenin
anlayabileceği bir dili tercih etmiştir (Köprülü 1984: 75).
Ahmed Yesevî’nin sağlığında Yesevî tarîkatı Türkistan ve çevresinden
başlamak üzere halifeleri aracılığı ile Sır-i derya bölgesi ve Taşkent
etrafında yayılmaya başlamıştır (Köprülü 1984: 74). Zaman içinde bir taraftan
Harezm ve civarında, diğer taraftan Maveraünnehir bölgesinde etkisini
göstermiş; Harezm kanalıyla Kıpçak bölgesine doğru genişlemiştir (Köprülü 1984:
117).
Türk şeyhlerinin ilki ve Türkler arasında tasavvuf merkezli bir din
anlayışının yayılmasının öncüsü olarak gösterilen Ahmed Yesevî’nin, yaşadığı
dönemde kendisine özellikle göçebe Türk topluluklarını İslam dini ile
buluşturmak gibi amacı var mıydı? Bu konu son dönemde yeniden tartışılmaya
başlanmıştır. Bu yeni tartışmaların öncüsü Devin De Weese’e göre Ahmed Yesevî,
sünnî mutasavvıflarından sadece bir tanesidir (De Weese 2006: 186 vd.).
Tezimizin bu bölümünde Ahmed Yesevî ve Yesevîliğin öğretileri ele alınacaktır.
YESEVÎLİĞİN
DOKTRİNİ VE RİTÜEL YAPISI
Yukarıda da gösterildiği gibi Ahmed Yesevî’nin öğretilerini yansıtan
kendi dönemine ait kaynak bulunmamaktadır. Ancak, Yesevîliğin âdab ve
erkânından bahseden ve Nakşibendî geleneği içinde gelişen birçok kaynak vardır
ki bunlar günümüze ulaşmıştır. Bu kaynaklar arasında en eski tarihli metin, son
dönemde ortaya çıkan ve Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Sûfî Muhammed Danişmend
Zernûkî’ye isnâd edilen Mir’atü’l Kulûb isimli risâledir. XV. yy. ya da
öncesinde kaleme alınmış olması muhtemel olan bu risâleden sonra Ahmed
Yesevî’ye isnâd edilen ve bir XVI. yy. risâlesi olan Fakrnâme; XVI.
yy.’ın son yarısında Hazînî tarafından kaleme alınan Cevâhiru’l Ebrâr
ile yine XVI. yy.'ın ilk yarısından sonra kaleme alınan Hüseynînin Huccetu’z-Zâkirîrii
zikredilebilir. Bütün bu kaynaklarda Yesevî tarîkatının doktrin ve ritüel
yapısı Nakşibendî geleneğine uygun bir görünüm arz etmektedir. Örneğin, Yesevî
tarîkatının doktrini ve sülük âdabı konusunda elimizdeki en eski kaynak olarak
gösterilen Mir’atü’l-Kulûb isimli risâlede Ahmed Yesevî’nin
halifelerinden Sûfî Muhammed Danişmend Zernûkî, Ahmed Yesevî’nin müritlerine
şeyhlik, sülük ve tarîkat konusunda verdiği nasihatleri nakletmektedir, “şeriat[32]”,
“tarîkat” ve “hakikat[33]”
kavramlarının müstakil bölümlerde ele alındığı risâle, Ahmed Yesevî’nin dili
ile anlatılmaktadır[34].
Yine Fakrnâme’de Hz. Ali’den naklen “şeriat”, “tarîkat” ve “hakikat”
kavramları “marifet[35]”
de eklenerek 10’ar makamda ele alınmaktadır[36].
Yesevî tarikatının doktrini konusunda bugüne kadar en çok kullanılan
kaynak olan Cevâhiru’l-Ebrâr’da Yesevîyye âdabı ile ilgili konular Fuad
Köprülü tarafından tanıtılmıştır (Köprülü 1984: 98-108). Hazînî’ye ait olan bu
eserde Yesevî tarikatının âdabına ilişkin daha ayrıntılı bilgilere rastlıyoruz.
Halvet[37],
zikir ve tarikat âdabının ayrı-ayrı ele alındığı Cevâhiru’l EbrâTda
müridin şeyhinin önünde kusurunu itiraf ederek pişmanlık içinde yere kapanması
tasvir edilir[38].
XVII. yy.’da kaleme alınan Huccetü’z-Zâkirîn li-Reddi’l Münkirîn’de de
müellif Hüseynî yüksek derecelere ulaşmak için gerekli olan on makamı “tevbe,
züht[39],
tevekkül[40],
kanaat[41],
uzlet[42],
zikir, teveccüh[43],
sabır[44],
murâkabe[45]
ve rıza[46]”
olarak kaydetmektedir (Hüseynî 2001: 117b-189a).
XVI. yy.’dan itibaren teşekkül eden ve Yesevî tarikatının doktrin
boyutunu ele alan eserlerle ilgili örnekler çoğaltılabilir. Bütün bu eserlerin
ortak noktası Yesevî tarîkatını daha ziyade Nakşibendîliğin süzgecinden
geçirerek sunmuş olmalarıdır. Bu eserlerin bir kısmında da görülen ve Yesevî
tarikatına has olan bazı özellikler bulunmaktadır ki; bizim tezimizi
ilgilendiren daha çok bu hususlardır. Bunlardan ilki cehrî, yani açıktan
yapılan zikir çeşitlerinden biri olan zikr-i erre uygulamasıdır.
Zikr-i Erre, Yesevî tarikatının en önemli özelliklerinden biri olarak
hemen-hemen bütün kaynaklarda yerini almıştır. Zikir sırasında kendinden geçen
dervişlerin boğazından testere sesine benzer bir hırıltı duyulduğu için bu
zikre testere manasında “erre zikri” denilmiştir.
Yesevî tarikatı mensupları, zikr-i minşarî olarak da bilinen bu ritüeli
savunmak amacıyla özellikle XVII. yy.’da çeşitli risâleler kaleme almışlardır.
Bu risâlelerde zikr-i errenin meşruiyetini göstermek için ayet ve hadisler
nakledilmiş ve zikr-i errenin kaynağı hakkında çeşitli menkabelere yer
verilmiştir. Bu menkabelerden birine göre zikri-i erre, Ahmed Yesevî ve
müritlerine Hızır (A.S) tarafından öğretilmiştir (Hazînî 1995: 115b). Ahmed
Yesevî ve müritleri keder içinde oldukları bir sırada Hızır (A.S.) gelmiş; bu
kederin sebebini sormuştur. Ahmed Yesevî’nin; “Dervişlerin kalbi darlıkta,
onların darlıkları ne zaman geçerse benim gönlümden de bu gam çıka? demesi
üzerine Hızır (A.S.), erre zikrine, başlamış; Ahmed Yesevî de tekrar etmiştir.
Hazînî, bu zikri öğrenen Ahmed Yesevî ve müritlerinin gönüllerinin gamdan
kurtulduğunu, karınca iken ejder olduklarını nakleder ve bu zikrin
faziletlerini anlatır (Hazînî 1995: 115b, 116a-b). *
Hazînî, Menbau’l-Ebhâr'da da zikr-i erreyi, Yesevî tarikatının
diğer tarikatlara üstünlüğünün alameti olarak gösterir ve bu yolun
kılavuzlarının hepsinin zikr-i erreden haberdar olduklarını; bu zikrin seçilmiş
müritler arasında dillerde dolaştığını anlatır (Hazînî 2000: 17a-b, 18a).
Reşâhafte verilen bilgiye göre Ahmed Yesevî’nin hocası Yusuf
Hemedânî de cehrî zikir[47]
yapmaktadır. Ahmed Yesevî’den sonra dördüncü halifesi olan Abdülhalik-i
Gücdüvânî’ye hafi zikir[48]
yapması için izin vermiştir (Sâfî 2006: 60). Reşâhat’in verdiği bilgi,
Nakşibendî ve Yesevî tarîkatlarını birbirinden ayıran en önemli özelliğin zikir
ritüelindeki bu farklılık olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Yine Reşâhafte Mevdud Şeyh’in halifelerinden Kemal Şeyh’i ziyarete
gelen Hâce Ubeydullah, kendileri için zikr-i erre yapmasını istemiş; Kemal
Şeyh’in 7-8 defa yaptığı zikrin ardından “-Yeter, gönlümüze dert sirayet
etti, arştan-ferşe kadar her yer yandı. Eğer bir münkir bu ne biçim zikir derse
ona şu beyitle cevap verilmesi gerekir: Cümle murgan-ı çemen şam-u
seher/Dillerince seni zikr eyler” (Sâfî 2006:54) demiştir.
XVII. yy.’da da zikr-i errenin Yesevî tarîkatı içinde varlığını
sürdürdüğünü görmekteyiz. Hüseynî, Huccetü’z-Zâkirîn’de iki müstakil
bölümü zikr-i errenin savunmasına ayırmış; konuyla ilgili ayet ve hadisleri
naklederek zikrin sesli olarak yapılmasına karşı çıkanlara cevap vermiştir.
Zikr-i errenin yapılış şekli ile ilgili ise Tosun’un naklettiği müellifi
bilinmeyen Çağatay Türkçesi ile yazılmış Risâle-i Zikr-i Hazret-i
Sultânü’l-Ârifîn isimli bir risâlede Yesevî tarikatı mensuplarının
yaptıkları zikrin altı ayrı türü ayrı-ayrı tarif edilmektedir[49].
XVI. yy.’da yaşamış Nakşibendî şeyhlerinden Kasanî ise yukarıda
zikredilen ve daha ziyade savunma amaçlı olarak kaleme alınan bu risâlelerden
farklı olarak Ahmed Yesevî’nin başlangıçta hafi (sessiz) zikir yaptığını, ancak
Türkistan bölgesine gittiğinde o bölgenin insanlarını bu zikirle yola
getiremeyeceğini anlayarak, bu sesli ve tesirli zikri başlattığını anlatır
(Tosun 2005: 32). Tosun’un naklinden öğrendiğimiz kadarıyla Kasanî’nin XVI.
yy.’da verdiği bu bilgi; Ahmed Yesevî’nin öğretilerinde yaşadığı bölge ve hitap
ettiği kitleyi dikkate aldığını göstermesi bakımından önem kazanmaktadır.
Ahmed Yesevî’nin zikr-i erre uygulaması hakkında menkabelere yansıyan
başka bir rivayet de onun kadın-erkek birarada toplu zikir yapması hakkındadır.
Cevâhiru’l-Ebrâr’da zikredilen menkabeye göre Ahmed Yesevî’nin
şöhretinin artmasıyla birlikte muhalifleri çoğalmış; nihayet bu muhalifler ağır
bir iftiraya cür’et etmişlerdir. Menkabeye göre Ahmed Yesevî, zikir meclisinde
birarada bulunan kadın ve erkeklerin durumu hakkında kendisini suçlayan
Horasanlı alimlere, hokka içinde pamuk ve ateş göndererek ders vermek
istemiştir. Hokka içindeki pamuk tutuşmamış; Sığnâkî’nin ifadesiyle “Bizim
meclislerimizde kadın ve erkeklerin birarada olması onların gönüllerine zarar
vermez” denilmek istenmiştir[50](Sığnâkî
1999: 79).
Tosun’un henüz görme imkânı elde edemediğimiz Âlim Sıddıkî’nin Lemehât
isimli eserinden naklettiği başka bir menkabede 63 yaşından sonra yerin
altındaki hücresine çekilen Ahmed Yesevî’nin zaman-zaman müritleriyle biraraya
gelerek zikir meclisleri kurduğu; zikre iştirak edenlerin terlerinin mağaranın
alt ucundaki küp içinde birikerek şerbete dönüştüğü nakledilmektedir. Bu küp
daha sonra “Hum-ı aşk” (aşk küpü) olarak anılacaktır (Tosun 2005: 32).
Hindistan’da Yesevî tarikatının varlığını ortaya koyan Zarcone,
tasavvufun ameli boyutunu anlatan XIX. yy.’da kaleme alınan bir Hint
risâlesinde zikr-i erreyi tarif eden müstakil bir bölüme rastladığını ifade
etmektedir (Zarcone 1993: 20). Tosun da konu ile ilgili yayınladığı müstakil
makalede Hindistanlı Şattarî ve Çişti şeyhlerinin eserlerinden zikr-i errenin
tarifi hakkında bilgiler nakletmiştir (Tosun 2005: 32).
Semâ ve raks, Yesevî tarikatının âdabı arasında zikredilmemekle birlikte
bazı kaynaklarda yerini almıştır. Bunlar arasında en eski tarihli olanı XIV.
yy. sonlarında kaleme alınan Sığnâkî Risâlesi'd'vc. Risâlede
nakledildiğine göre Ahmed Yesevî 170 pire hizmet edip icazet51,
tarîkat ruhsatı ve talimat aldıktan sonra sema ve raks izni almıştır (Tosun
1999: 78). Sema ve raks ritüeli hakkında Reşâhafte de özel bir başlık
buluyoruz. Rivayete göre bir gün zahir alimlerinden biri gelerek önde gelen
Yesevî halifelerinden Hadim Şeyh’e sema ve raks edenlerin durumu hakkında şöyle
sorar:
“Semâ ve raks ehlinin durumu şu iki
durumdan biri değil midir? Sema sırasında şuurları ya yerindedir; ya da
değildir. Eğer şuurları yerinde ise, bu durumda raks etmeleri ve kendinden
geçmiş gibi yapmaları çok çirkindir. Şayet şuurları kaybolmuşsa, şuursuzluk
abesti bozan hallerden biri iken, bu durumda yeniden abdest almadan namaz
kılmak ondan daha çirkin değil midir, ne dersiniz?”
Hadim Şeyh bu soruya cevaben, abdesti bozan şuursuzluğun delilerde ve
bayılanlarda görüldüğünü; raks halindeki şuursuzluğun ise bu iki duruma
benzemediğini; burada söz konusu olan şuursuzluk halinin “İlâhî âlemden olan
akl-ı külliden, bu alemdeki akl-ı cüz’îye gelen füyûzâtın semâ sırasında
salikin52 vücut ülkesinde hâkim ve galip olmasıyla ortaya çıkan bir
hal” olduğunu anlatır. Raks ve sema halindeki kişinin bedeninin Allah’ın
koruması altında olduğunu hatırlatarak yeniden abdest almasına gerek
olmayacağını savunur (Sâfî 2006: 56).
Son dönemde ortaya çıkan ve Sığnâkî Risâlesi olarak da bilinen Menâkıb-ı
Ahmed Yesevî'de verilen bilgiye göre Ahmed Yesevî; Kalenderî, Haydarî ve
daha sonra Anadolu’da Bektâşîler gibi heteredoks zümrelerin yaptıkları gibi
“çehar-darb” yapmış; yani saç, sakal, bıyık ve kaşlarını kazıtmıştır. Sığnâkî,
Ahmed Yesevî’nin Şihabeddin Sühreverdî’den avam halkın irşad usulünü
öğrendikten sonra abdallar zümresinden olduğunu ve çehar-darb yaptığını
kaydetmektedir (Sığnâkî 1999: 78). Ahmed Yesevî ve tarikatını heteredoks
zümrelere yaklaştıran bu bilgi şimdiye kadar sadece Sığnâkî’nin risalesinde
görülmektedir. XIV. yy.’da teşekkül ettiği düşünülen bu risalede verilen
bilginin
Şeyhin
iyi yetişmiş bir mürîdine diğer müridleri manen yetiştirmek üzere izin vermesi.
Sadece
ilmi ile değil, hali ile de manevi makamlarda seyreden, Allah’a yönelen kişi.
kanaatimizce son dönemde ortaya çıkarılan ancak henüz neşredilmemiş yeni
kaynaklar ışığında değerlendirilmesi gerekir.
AHMED
YESEVÎ’NİN HALİFELERİ VE YESEVÎLİĞİN YAYILIŞI
Ahmed Yesevî ve öğretilerinin yayılması; anılan geniş coğrafyada faaliyet
gösteren halifeleri kanalıyla gerçekleşmiştir. Onun halifeleri hakkındaki
bilgilerimiz; XV. yy.’dan itibaren takip edebildiğimiz Nakşibendî tarikatının
kaynaklarına dayanmaktadır (Ocak 2004: 38). Bunlar arasında en önemlisi Fuad
Köprülü’nün de ana kaynak olarak kullandığı Sâfî’nin Reşâhat ve
Hazînî’nin Cevâhiru’l-Ebrâr isimli eserleridir. Köprülü’nün kullandığı
bu ana kaynaklardan başka Hazînî’nin son dönemde ortaya çıkan Menbau’l Ebhâr
isimli eseri, Safiyyüddin’in Nesebnâme’si, Hüseynî’nin Huccetu’z-ZâkirîrTı,
Ali Şir Nevayî’nin Nesâyimü’l-Muhabbe’si de Ahmed Yesevî’nin ilk
halifeleri hakkında bilgi vermektedir.
Tıpkı Ahmed Yesevî’nin hayatı gibi, ilk halifeleri hakkındaki
bilgilerimiz de daha çok menkabevî karakterdedir. Onun ilk halifeleri Mansur
Ata, Said Ata, Süleyman Hakîm Ata ve Zengi Ata’dır. Yesevî tarîkatı bu dört
halifeye dayanan silsileler kanalıyla yayılmıştır. Elimizdeki kaynakların bir
kısmı kendilerini bu dört halifeden birine nispet eden müelliflere aittir. Bu
kaynakların hepsinde Nakşibendî silsilesi ile Yesevî silsilesi bir şekilde
ilişkilendirilmektedir. Şimdi bu bilgiler ışığında Ahmed Yesevî’nin ilk
halifeleri hakkında günümüze ulaşan bilgileri verelim.
Kaynaklarda Aslan Baha’nın oğlu olarak tanıtılan Mansur Ata hakkında
fazla malumat bulunmamaktadır. Sâfî Reşâhafta onu Aslan Baha’nın
terbiyesinde yetiştikten sonra zahir ve batın ilimlerini öğrenerek babasının
vasiyeti gereği Ahmed Yesevî’ye hizmet eden bir kişi olarak tanıtır (Sâfî 2006:
44). Hazînî ise kendi atası olarak gösterdiği Mansur Ata’yı Cevâhiru’l-Ebrâr’da
ahlak kutbu, fakr mücadelesinin öncüsü ve bütün Hak sırlarının sahibi olarak
tanıtmaktadır (Hazînî 1995: 116b). Mansur Ata’nın birçok öğrenci yetiştirerek
Maveraünnehir, Horasan ve Irak’a gönderdiğini de yine Hazînî’den öğreniyoruz
(Hazînî 1995: 116b).
Kaynaklarda Said Ata hakkında, onu yalnızca ismen zikreden Reşâhat
dışında herhangi bir bilgi verilmemektedir. (Sâfî 2006: 44). Reşâhat
ise, sadece Said Ata’nın Ahmed Yesevî’nin ikinci halifesi olduğunu zikretmektedir.
Sûfî
Muhammed Danişmend-i Zernûkî
Sûfî Muhammed Danişmend, Ahmed Yesevî’nin yakın zamana kadar Yesevîlik
araştırmalarında dikkate alınmayan bir halifesidir. Cevâhiru’l-Ebrâf da
ve Reşâhafin Osmanlıca tercümesinde sadece ismen zikredilen Muhammed
Danişmend hakkındaki bilgilerimiz, Reşâhafin Türkiye’de kullanılmayan
Farsça tahkikli bir nüshasına, Cevâhiru’l-Ebrâfa ve Nesebnâme’ye
dayanmaktadır (Safiyyüddin 1996: 24; Tosun 1998: 46). Fuad Köprülü, Reşâhafin
Osmanlıca nüshasını kullandığı ve bugün elimizde bulunan bazı kaynakları
görmediği için; hakkında hal-tercemesi kitaplarında hiçbir kaydın bulunmadığını
ifade etmiştir (Köprülü 1984: 34).
Muhammed Danişmend Nesebnâme’de verilen bilgiye göre Ahmed Yesevî’nin
önde gelen müritlerinden biri olarak 40 defa şeyhiyle birlikte halvete girmiş;
icazet alarak Otrar’a gelmiş ve burada kırk yıl hizmet ettikten sonra 70 yıl
Hızır’la sohbette bulunmuştur (Safiyyüddin 1996: 24-25).
Reşâhafin Farsça tahkikli nüshasını inceleyen Tosun, bu nüshada
Muhammed Danişmend’in Ahmed Yesevî’nin 3. halifesi olarak gösterildiğini; halkı
cehrî zikirle meşgul eden Ahmed Yesevî’yi uyarmak üzere evinden çıkmışken;
Ahmed Yesevî’nin manevi tasarrufu altına girerek halifesi olduğunu
aktarmaktadır (Tosun 1998: 46).
Cevâhiru’l Ebrâr’da ise Muhammed Danişmend’i Ahmed Yesevî’nin 1.
halifesi olarak görmekteyiz (Hazînî 1995: 38b). Hazînî Muhammed Danişmend’i
kötü niyetle Ahmed Yesevî’ye soru sormak için gelen İmam Mergazî’nin aklındaki
1000 soruyu silmesini anlatan bir menkabeyi de aktarmaktadır (Hazînî 1995:
40b-40b, 50a-50b).
Nesebnâme’de Muhammed Danişmend’in Ahmed Yesevî’ye on iki yıl
hizmet eden Sükçük Hâce adlı bir müridi olduğu;[51].
Sükçük Hâce’den sonra yerine halifesi Evliya Melik’in geçtiği nakledilmektedir
(Safiyyüddin1996: 25).
Muhammed Danişmend’e isnâd edilen ve son dönemde ortaya çıkan Mir’atü’l-
Kulûb adlı risâlede; Ahmed Yesevî’ye atfen birçok söz ve menkabeye yer
verilmekte; Yesevî tarîkatının âdab ve erkânından bahsedilmektedir (Tosun 1998:
41-85).
Eseri neşir ve tahkik eden Tosun; metinde geçen bazı ibarelerden
hareketle risâlenin aynı adı taşıyan ve Sûfî Muhammed Danişmed’den sonra
yaşamış başka bir sûfîye ait olabileceği ihtimali üzerinde de durmaktadır
(Tosun 1998: 48).
Süleyman
Hakîm Ata (Süleyman Bakırgânî ö. 1186-7)
Ahmed Yesevî’nin ilk ve Türkler arasında en çok tanınan halifesi Süleyman
Hakîm Ata’dır (Nevayî: 1979: 384; Köprülü 1984: 87, 144). Hakkındaki tarihi ve
menkabevî bilgiler konusunda en önemli kaynağımız, Hakîm Ata Kitabı’dır. Reşâhat’te
verilen bilgiye göre Ahmed Yesevî’nin Süleyman Ata ve Hakîm Ata adlarında iki
ayrı halifesi vardır (Sâfî: 44-45). Ancak Cevâhiru’l Ebrâr ve Nesâyimü’l
Muhabbe’de bu iki şahıs aynı kişi olarak gösterilmektedir (Nevayî 1979:
384). Hakîm Ata Kitabı da bu bilgiyi doğrulamaktadır (Hakim Ata 2006).
Bu eser Divan-ı Hikmetle birçok açıdan benzerlik göstermektedir. Hakîm Ata’nın
bu en önemli kitabının gerek muhteva, gerekse şekil ve dil bakımından
Divan-ı Hikmet’e benzemesi, Süleyman Hakîm Ata’nın Ahmed Yesevî’ye olan
bağlılığını edebi tavır olarak da yansıttığını göstermektedir. Onun Ahir
zaman Kitabı isimli eseri ise kıyamet alametleri, gelecekte meydana gelecek
bazı olaylar hakkında birtakım kehanetler gibi konulardan oluşmaktadır (Hakim
Ata 2006: 21-53). Hakîm Ata’nın Hz. Meryem adlı 8 sahifeden oluşan bir
risâlesinden daha bahsedilmektedir. Risâlede Hz. Meryem’in vefatının destansı
bir üslûpla anlatıldığı nakledilmektedir (Alizadeh 2001: 23).
Hakkındaki menkabevî bilgilere göre “Hakîm” lakabı Hızır (A.S.)
tarafından verilen Süleyman Bakırgânî; Ahmed Yesevî’ye bağlılığının tam oluşu
ile diğer halifelerinden ayrılır[52].
1186’da Bakırgan’da vefat eden Hakîm Ata’nın vefatından sonra nakledilen
bir menkabe, Şamanizm kaynaklı ağaç ve geyik motifini yansıtmaktadır[53].
Hakîm Ata’nın kabri bugün Kongrad şehrinde önemli bir ziyaretgâh olarak
bilinmektedir (Tekcan 2006: 24).
Zengi Ata, Hakîm Ata’nın halifesi olarak bilinmektedir. Hakkındaki
bilgilerimiz daha çok Hakîm Ata Kitabı’na dayanmaktadır ve menkabevî
karakterdedir. Hakîm Ata’nın kerameti neticesinde vefatından sonra Zengi Ata,
eşi Anber Ana ile evlenmiştir[54].
Hazînî’nin verdiği bilgiye göre Zengi Ata gösterişsiz ve gerçek bir âşıktır,
mezarının toprağından bile “Allah” çığlığı göğe yükselir (Hazînî 1995: 116b).
Zengi Ata’nın halifeleri Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata
olarak gösterilmektedir (Sâfî 2006: 46). Nevayî’nin naklettiği menkabeye göre
Zengi Ata’nın bu dört halifesi bir kamil bir mürşit aramak üzere Taşkent’e
doğru yola çıkmışlar; Taşkent yakınlarındaki sahrada çobanlık yapan Zengi
Ata’yla karşılaşmışlardır. Uzun Hasan Ata ve Sadr Ata, kendilerini kemal
mertebesine erdirmeyi vaad eden Zengi Ata’nın teklifine derhal boyun eğmişler;
Seyyid Ata ile Bedr Ata ise siyahi bir çobanın bu teklifine şüphe ile
yaklaşmıştır. Ancak Zengi Ata onların da iç dünyalarına tasarruf ederek
kendisine bağlamayı başarmıştır (Sâfî 2006: 48).
Yesevî tarîkatı büyük ölçüde Zengi Ata’nın iki halifesinden devam
etmiştir. Bunlar Seyyid Ata ve Sadr Ata’dır (Köprülü 1984: 94). Seyyid Ata’nın
öğretisi en önemli halifesi Huzyanlı İsmail Ata yoluyla; onun öğretileri ise
oğlu Hâce İshak tarafından sürdürülmüştür (Sâfî 2006: 49).
Sadr Ata yolu ile devam eden Yesevî silsilesi ile ilgili ise daha fazla
malumata sahibiz. Sadr Ata’dan sonra Eymen Baba; ondan sonra Şeyh Ali; ondan
sonra Mevdud Şeyh, daha sonra ise Kemal ve Hadım şeyhler aracılığı ile devam
etmektedir (Sâfî 2006: 49-54; Hüseynî 2001: 108b-109a; Hazînî 1995: 116b).
Yesevî silsilesini gösteren ve Fuad Köprülü tarafından Reşâhat, Cevâhiru’l-
Ebrârve Tıbyânü’l-Vesail’e göre hazırlanan tablo EK:1’de görülebilir.
Hazînî, yukarıda zikredilen halifelerden başka Baba Maçin, Emir Ali
Hakîm, Hasan Bülgani, İmam Mergazî, Osman Mağribi ve Hacı Bektaş-ı Rumi’yi de
Ahmed Yesevî’nin ilk halifeleri arasında zikretmektedir. (Hazînî 1995: 38b).
Ahmed Yesevî’nin bu ilk halifelerinden sonra Yesevî tarîkatı büyük bir
hızla etki alanını genişleterek Kıpçak diyarı, Harezm bölgesi ve
Maveraünnehir’de yayılmaya başlamıştır. Yesevî tarikatının başlangıcından
günümüze kadar yayıldığı sahaları dört ana başlık altında inceleyen Köprülü’ye
göre tarikatın etkilediği sahalar şöyledir:
1 - Kıpçak yani bugünkü Kuzey Türkleri alanı
Ceyhun ve Hazar denizi
arasında Belh ve Herat ile Esterabad’a kadar uzanıp giden ekseriyetle üzerinde
oturulmayan ve geniş bir alan üstünde yaşayan Türkmen Alanı
Orta Asya ile Küçük Asya
arasında kalan Azeri alanı
Batı Türkleri yani Anadolu ve
Rumeli alanı
Yesevî tarikatının zikredilen bölgeler arasında asıl nüfuzu hiç şüphesiz
ki Köprülü’nün Kıpçak, Türkmen ve Azeri alanı olarak ayrıştırdığı Orta Asya
ağırlıklı sahada görülmektedir. Bu bölgede Ahmed Yesevî’nin nüfuzu asırlarca
hüküm sürmüş; hikmet tarzı şiirleri bir tür ibadet olarak telakki edilerek
okunup- ezberlenmiş; giderek “hikmet geleneği” halini almıştır. Ahmed Yesevî
ismi Orta Asya’da bu sayede asırlar içinde İslam dini ile özdeş hale gelmiştir
(Köprülü 1984: 165; Ocak 2004: 41).
Ahmed Yesevî ve halifeleri Orta Asya ağırlıklı sahada öyle güçlü bir etki
göstermişlerdir ki, Yesevîlik’ten sonra gelen hiçbir tarîkat onun nüfuzunu
kıramamış; bunun yerine Ahmed Yesevî’nin nüfuzunu da koruyarak kendi
öğretilerini Yesevîlik üzerine bina etmişlerdir (Ocak 2004: 40). Böylelikle
Yesevîlik, birden fazla tarîkat içinde eritilerek varlığını bu tarîkatlar içinde
sürdürmüştür. Anılan sahalarda Yesevî tarîkatı bir taraftan Nakşibendîlik,
diğer taraftan Kübrevîlik içine nüfuz etmiştir. Yesevîliğin Nakşibendî
tarîkatına nüfuzu; yahut Nakşibendî tarîkatı tarafından eritilmesi aşağıda ayrı
bir bölüm olarak ele alınacaktır.
Kübrevî tarîkatına gelince; bu konuda son dönemde ortaya çıkan ve Sûfî
Muhammed Danişmend tarafından XV. yy.’dan önce kaleme alındığı düşünülen Mir’atü’l-Kulûb’da
Necmeddin Kübra ile Ahmed Yesevî’nin görüşlerinin birarada verilmesi dikkate
değerdir (Zernûkî 1998: 80). Ayrıca Kübrevî tarîkatının bir kolu olan
Zehebîliğin önde gelen şeyhlerinden Abdülvahab Hoca’nın kendisini Ahmed
Yesevî’nin 4. halifesi Zengi Ata’nın halifesi Sadr Ata’ya dayandırdığı
bilinmektedir (Ocak 2004: 40). Yesevî tarîkatı ile Kübrevîlik arasındaki
bağlantı konusunda bizim henüz görme imkânı elde edemediğimiz Orta Asya
merkezli yeni kaynaklar ışığında daha tatmin edici sonuçlar elde edileceğini
umut ediyoruz.
Köprülü’nün bu tasnifine ek olarak Yesevîliğin Hindistan’da Haydarî dervişleri
eliyle gösterdiği etki, Thierry Zarcone tarafından araştırılmıştır (Zarcone
1993: 19-20). Zarcone, Orta Asyalı Türklerin Hindistan’daki varlığını Yesevî
tarîkatı örneğinde ortaya koyarak; bu bölgede Yesevîliğin Kalenderîlik ile
karıştığını ve Nakşibendîlik adı altında yaşadığını örnekleriyle göstermiştir
(Zarcone 1993: 19). Yesevîliğin Anadolu ve Rumeli’deki durumu ise tezimizin
III. bölümünde ele alınacaktır.
YESEVÎLİK
VE NAKŞİBENDÎLİK İLİŞKİSİ
Bu ilişki Yesevîliğin orijinal hali ile Nakşibendî kaynaklarının
yansıttığı hali arasında nasıl bir bağlantı olup-olmadığını anlamak bakımından
çok önemlidir. Nitekim, Yesevîlik ile Nakşibendî tarîkatı arasındaki ilişki
konusunda bugüne kadar kabul edile-gelen bazı ortak görüşler; birçok açıdan
problemli bir sahayla karşı-karşıya olduğumuzu göstermektedir. Konu ile ilgili
XIV. yy.’dan daha geriye gitmeyen kaynaklarımız, Nakşibendî tarikatının ilk
evresi ile Yesevî tarikatı arasında karmaşık bir ilişki olduğunu
göstermektedir. Bu kaynakların bazılarında Nakşibendî silsilesi ile Yesevî
silsilesi karışık bir şekilde verilmekte; bir kısmında zikredilen isimler
kendilerini hem Yesevî, hem de Nakşibendî silsilesine dahil etmektedirler.
Örneğin Reşâhat’te Sâfî’nin naklettiği Yesevî silsilesi Nakşibendî’nin
bir kolu olarak görünmektedir.
Modern dönemde ise Yesevî tarikatı ile ilgili birçok araştırmanın kaynağı
durumunda olan İlk Mutasavvıflar isimli eserinde Fuad Köprülü,
Nakşibendî tarikatını, Yesevîlik’ten çıkan iki ana tarikattan biri olarak
göstermektedir (Köprülü 1984: 108)[55].
Bilindiği gibi Nakşibendî tarikatının
kurucusu Bahaddin Nakşibend, Yusuf Hemedânî’nin Ahmed Yesevî’den sonra gelen
dördüncü halifesi Abdülhalik-i Gücdüvânî’nin öğrencisidir. Dolayısıyla biri
Yesevîliğin, diğeri Nakşibendîliğin atası olarak Abdülhalik-i Gücdüvânî ile
Ahmed Yesevî’nin hocaları aynı kişidir. Bu konuya aşağıda yeniden dönülecektir.
Nakşibendîliğin Yesevîlik’ten doğduğuna ilişkin görüş ise, Bahaddin
Nakşibend’in önde gelen Yesevî şeyhlerinden Halil Ata ve Kasem Şeyhle olan
ilişkisine dayandırılmaktadır. Ali Şir Nevayi ve Lâmii Çelebi’nin naklettiği
bir rivayete göre Bahaddin Nakşibend bir gece kendisinin Türk meşâyıhının
ulularından Halil Ata adında bir dervişe gönderildiğini görür. Annesi bu
rüyayı, Türk şeyhlerinden gelecek bir nasip olarak yorumlar. Bahaddin Nakşibend
Halil Ata’yı bulur; ondan nasibini alır. Sohbet âdabını, seyr-i sülük
makamlarını ondan öğrendiğini ifade eder (Nevayi 1979: 238; Lâmii Çelebi 1872:
447). Yine Lâmii Çelebi’nin naklettiği başka bir rivayete göre Kasem şeyh,
dokuz oğlundan sonra Bahaddin Nakşibendi onuncu oğul edinmiş, onun hepsinden
ileri derecede olduğunu söyleyerek iltifat etmiştir (Lâmii Çelebi 1872: 448).
Nakşibendîliği Yesevî tarîkatından feyz alan bir kurucu ile tanımlayan
söz konusu menkabe başka bir menkabe ile tamamlanmaktadır. Bu menkabe konu ile
ilgili ilk kaynakların hemen-hepsinde görülmektedir. Rivayete göre Yusuf
Hemedânî’nin ilk iki halifesinden sonra hilafet sırası Ahmed Yesevî’ye gelmiş;
Ahmed Yesevî posta oturduktan kısa bir süre sonra gaybî bir işaretle
Türkistan’a gitmesi emr olunmuştur. Bunun üzerine bütün müritlerine
Abdülhalik-i Gücdüvânî’ye bağlanmayı vasiyet ederek memleketi Yesi’ye dönmüştür
(Sâfî 2006: 43;
Nakşibendîliğin Orta Asya’daki durumu ile ilgili son
araştırmaları yapan De Weese’e göre bu hikaye, Yesevîliğin etkisini kırmak
üzere Nakşibendî tarîkatı mensuplarınca üretilerek yayılmış olmalıdır (De Weese
1996: 186). De Weese’in tezinden yola çıkarak denilebilir ki, Ahmed Yesevî’nin
Yesi’ye dönmesinden sonra Maveraünnehir’de Nakşibendî etkisi tabii olarak
güçlenmiş; bu bölgedeki Yesevî nüfuzu Nakşibendî tarîkatının etkisi altına
girmiştir. De Weese; Yesevî ve Nakşibendî silsilelerindeki karmaşık durumun da
kasıtlı olarak yaratıldığı düşüncesindedir (De Weese 1996a: 192). De Weese’in
Nakşibendî ve Yesevî tarîkatları arasındaki ilişki üzerine yaptığı
değerlendirmeler; her ikisinin sünnî karakterli rakip iki tarîkat olduklarını
görüşüne dayanmaktadır.
Buna karşılık Yesevîlik ve Nakşibendîliğin Hindistan sahasındaki durumu
ise son dönemde Zarcone tarafından araştırılmıştır. Zarcone, De Weese’den
farklı olarak Yesevî tarîkatını sünnî olmadığı açıkça bilinen Kalenderi
tarîkatı ile birlikte ele almıştır. Digby’nin Nakşibendî şeyhi Ahmed Sirhindî
üzerine yaptığı araştırmaya referansta bulunan Zarcone, Hindistan’da
Yesevîliğin Kalenderîlikle birleştiği; ancak Nakşibendî tarîkatının örtüsü
altında varlığını sürdürdüğü görüşündedir (Zarcone 1993: 19). Zarcone’ye göre
kendilerini Nakşibendî olarak tanıtan bazı Hindistanlı dervişler Nakşibendî
usulleri kadar, Kalenderî ve Yesevî usullerini de yaşatmaktadırlar.
Her halükarda De Weese’in Yesevîliğin köklerini ortaya koymak tartışma
yaratacak bu yaklaşımını değerlendirebilmek için henüz neşredilmemiş ve bizim
de ulaşma imkânı bulamadığımız yeni kaynakların yayınlanmasını beklememiz
gerekecektir.
Anadolu sahası söz konusu olduğunda ise Yesevîliğin Nakşibendîlik’ten çok
Haydarîlik, Vefâîlik ve Bektaşîlik içinde temsil edildiğini görüyoruz. Bu konu
III. bölümde ele alınacaktır.
TASAVVUFUN
ANADOLU’YA GİRİŞİ VE YERLEŞMESİ
XIII. yy, Anadolu’ya birçok farklı bölgeden çeşitli tarikatların gelerek
yerleştiği; tekkeler kurarak ya da münferit olarak faaliyet gösterdikleri bir
dönemi oluşturur. (Trimingham 2002: 183-193; Ocak 2006b: 452). Bu dönemde
Anadolu’da dini hayatın nasıl bir görünüm arz ettiğini ortaya koymak iki açıdan
oldukça zordur. Bunlardan ilki XIII. yy.’dan günümüze ulaşan yazılı kaynakların
az sayıda oluşudur. Çoğu yazılı kaynaklarımız ise XV. yy.’dan geriye
gidememektedir. Bu durum, günümüze ulaşan yazılı kaynakların güvenirliliği
meselesini ortaya çıkarmaktadır.
İkinci zorluk XIII. yy. Anadolu’sunda bazı tasavvuf akımlarının henüz
kurumsallaşmalarını tamamlamamış olmalarıdır. Dolayısıyla bu dönemde bir şeyhin
hangi tarikata mensup olduğunu bilmek; onun tasavvuf! kimliğini anlamak için
yeterli olmayabilir. Karamustafa’ya göre bu dönemde karşılaştığımız birçok sûfî
herhangi bir tarikatın özel bir mensubu değildir ve belki de kendi başına
buyruk şeyhler olarak yaşamışlardır. Ancak sonraki dönemlerde
kılık-kıyafetleri, ortak ritüelleri ve davranışları sebebiyle belirli
tarikatların ismi etrafında anlaşılmışlardır (Karamustafa 2005: 84; Trimingham
2002: 3).
Bu dönemde Anadolu coğrafyasında bir taraftan Mevlevîlik gibi Anadolu’nun
iç dinamiklerinden doğan tarikatların, bir taraftan da İslam dünyasının çeşitli
bölgelerinden Anadolu’ya doğru genişleyen tarikatların etkisi görülmektedir.
Batı’da Endülüs ve Kuzey Afrika, Orta Doğu’da Mısır, Suriye ve Irak, doğuda ise
İran başta olmak üzere Maveraünnehir, Horasan ve Azerbaycan kanalıyla
Anadolu’ya intikal eden muhtelif tarikatlar birbirinden oldukça farklı
öğretilere sahiptir (Köprülü 2003: 48-49; Ocak 2006b: 453). Bu tarikatların bir
kısmı XIII. yy.’dan başlayarak diğerleri içinde eriyip ortadan kalkarken, bir
kısmı gelişip- evrilerek günümüze intikal etmişlerdir.
Ahmet Yaşar Ocak; bu dönemde Anadolu’ya intikal eden tarikatlar aracılığı
ile bir taraftan zühd ve takvâ eğiliminin ağır bastığı ahlakçı bir karakter
yansıtan kentli veya yüksek tasavvuf anlayışının; diğer taraftan melâmet
prensibi etrafında daha esnek, estetik ve cezbe boyutu ile öne çıkan ve genel
olarak “Horasanîler” terimiyle ifade edilen tasavvuf anlayışının gelişmeye
başladığını ifade eder (Ocak 2006b: 454).
Irâkîler olarak bilinen zühdçü tarikatların başında Kâdirîlik
gelmektedir. Günümüz İslam dünyasında en yaygın tarikatlardan biri olarak
bilinen Kâdirîlik, yy.’da Bağdat’ta Abdülkadir-i
Geylanî (ö.1165) tarafından kurulmuştur.
yy. sonlarında teşekkülünü tamamlayarak
Moğol İstilası akabinde Abdülkadir-i Geylanî’nin çocukları ve halifeleri eliyle
İslam dünyasının birçok bölgesine yayılan Kâdirîliğin yaklaşık elli alt
şubesinden söz edilmektedir[56].
Tarikatın Anadolu’ya ilk intikalinin ise Suriyeli ve Kuzey Iraklı şeyhler
aracılığı ile ve öncelikle Anadolu’nun güney ve doğusunda nüfuz elde ettiği
düşünülmektedir (Margoliouth 1978: 380).
Kâdirîler halvet, rabıta ve özellikle cehri zikir uygulamaları ile
tanınmışlar; dans, şiş sokma, ateş yutma gibi ritüelleri sebebiyle eleştiriye
uğramışlardır (Benningsen 1988: 82). XIII. yy. Anadolu’sunda tanınan ilk Kâdirî
şeyhleri Berzenci ve Sadat Nehri’dir (Margoliouth 1978: 380). Ziyaeddin
Abdurrahman Halis et-Talibani’nin kurduğu Halisiyye kolu ile İstanbul ve
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yayılan Kâdirîlik; XV. yy.’a gelindiğinde
Eşrefoğlu Rûmî’nin kurduğu Eşrefiye kolu ile İznik ve Bursa çevresinde etkili
olmuştur[57].
Rifâîlik ise XIII. yy.’da Anadolu’da yayılmaya başlamış; zaman içinde
Anadolu’nun en yaygın tarikatları arasında yer almıştır. Tarikatın kurucusu Ebu
Abbas Ahmed er-Rifâî (Ö.1182), Bağdat’ta faaliyetlerine başlamış; kuruluşundan
kısa bir süre sonra ilk Rifâîler, yaşadıkları bölgede ateş üzerinde yürüme,
aslanların üzerinde seyahat etme ve canh-canh yılan yeme gibi uygulamalarla
anılmaya başlamışlardır (Bosvvorth 1995: 525).
Rifâîliğin Anadolu’da bilinen ilk temsilcisi, aynı zamanda Ahmed
er-Rifâî’nin torunlarından yahut halifelerinden biri olarak gösterilen Seyyid
Ahmed-i Kebir Er-Rifâî’dir (Eflâkî 2006: 538). Onun ölümünden sonra çocukları
tarafından sürdürülen Rifâî tarikatının özellikle Samsun-Ladik ve Amasya’nın
ilçelerinde; Kayseri, İzmir ve Bergama’da tekkeler kurarak faaliyet
gösterdikleri bilinmektedir. İbn-i Battuta; Amasya, İzmir ve Bergama’da ziyaret
ettiği Rifâî Tekkeleri’nde (Tarîkat-ı Ahmediye şeklinde aktarıyor) raks ederek
ateşe giren, ateş yutan kişilere rastlamıştır (Bosvvorth 1995: 526; Köprülü
1984: 203-204). Rifâîliğin kuruluşundan itibaren İslam dünyasında yayılan
birçok kolunu Trimingham göstermiştir (Trimingham 2002: 280-281 )[58].
Ayrıca Eflâkî, Konya’da halka burhan gösterilerinde bulunan Rifâîler’e
rastladığını kaydetmektedir (Eflâkî 2006: 538).
Anadolu’da XIII. yy.’da gördüğümüz diğer bir tarîkat fazla geniş yer
tutmamakla birlikte Sühreverdîlik’tir. XII. yy.’da Ebu’-n-Necib Sühreverdî (ö.
1167) tarafından kurulan ve onun yeğeni Ebu Hafs Şihabeddin Ömer Sühreverdî
tarafından geliştirilerek yayılan Sühreverdîlik, Irak mektebi içinde
değerlendirilmekle birlikte düşünce olarak Horasan mektebinin özelliklerini
yansıtmaktadır (Ocak 2006b: 431). Sühreverdîliğin Anadolu’da yayılması, Abbasi
Halifesi en-Nasır li-Dinillah’ın emriyle fütüvvet teşkilatını yaymak üzere
Anadolu’ya gelen Şihabbeddin Sühreverdî’ye bağlanmaktadır (Ocak 2006b: 432;
Kara 1985: 298; Ay 2006: 463). Sonraki dönemlerde Avârifu’l-Mavârif gibi
kitaplarıyla tasavvuf düşüncesi ve eserleri üzerinde güçlü bir etki yaratan
Ömer Sühreverdî’nin tarîkatının, Anadolu’da XIV. yy.’dan itibaren güçlenen
Nakşibendîlik ve Halvetîlik gibi tarikatların içinde eriyerek ortadan kalktığı
düşünülmektedir[59]
(Ocak 2006b: 431).
Kübrevîlik ise Harezmli Necmeddin Kübra tarafından (ö. 1221) XII. yy.
içinde kurulmuştur. Onun ahlak ve estetiği öne alan tasavvuf anlayışı hakkında
günümüze kadar gelen üç risâlesi bulunmaktadır. (Kübra 1980: 31-163). Necmeddin
Kübra’nın halifeleri aracılığı ile Anadolu’ya taşınan Kübrevîliğin XIII. yy.’da
en önemli temsilcileri Necmeddin Razî (Daye), Mevlana’nın babası Bahaddin Veled
ve halifesi Seyyid Burhanu’d-Din Muhakkik-i Tirmizî olmuştur[60].
Kübrevîliğin Anadolu’daki bu üç temsilcisinin her birinin geniş bir nüfuz
elde ettikleri anlaşılmaktadır (Ocak 2006b: 454). Mirsadü’l-İbad adlı ünlü
eseri günümüze kadar gelen Razi (ö. 1256); Kayseri, Sivas ve Konya çevresinde
faaliyet göstermiştir. Aynı zamanda Mevlana’nın babası olan Bahaddin Veled
(Ö.1236) ise Karaman ve Konya çevresinde yaşamış ve birçok müridi etrafında
toplamayı başarmıştır. Oğlu Mevlana Celaleddin’in tasavvuf anlayışının
oluşmasında büyük etkisi olan Bahaddin Veled’in düşüncelerinin Mevlevilik içine
nüfuz etmiş olduğu söylenebilir (Ocak 2006b: 431). Burhanü’d-din Muhakkik-i
Tirmizî’nin düşüncelerini ise Makâlât-ı Seyyid Burhaneddin isimli eserinde
görmekteyiz. Onun da geniş bir nüfuz elde ettiği; Kübrevîliğin başka
temsilcileri ile birlikte açtığı zaviyelerde XIII. yy.’dan itibaren etkisini
arttırarak sürdürdüğü anlaşılmaktadır (Ocak 2006b: 431).
Henüz olgunlaşmamış ve sistemleşmemiş bir mahiyette Beyazid-i Bistamî
(Ö.874), Cüneyd-i Bağdadî (Ö.910) ve Hallac-ı Mansur (Ö.922) gibi sûfîlerin
tasavvuf telakkilerinde ortaya çıkan Vahdet-i Vücud anlayışı; Endülüslü
Muhyiddin Arabi (ö. 1241) tarafından sistemleştirilerek İslam tasavvuf
tarihinde yeni bir çığır açmıştır. Düşünceleri yaşadığı dönemden günümüze kadar
İslam dünyasında ortaya çıkan bütün tasavvuf mektepleri üzerinde etkili olan
Muhyiddin Arabi’nin öğretisi “varlığın birliği”, yani kainattaki her şeyin tek
yaratıcı olan Allah’ın tecellisi olduğu; dolayısıyla kainatta Onun varlığından
başka gerçek hiçbir şey olmadığı düşüncesine dayanmaktadır (Ocak 2006b: 432).
Bu düşünce Muhyiddin Arabi’nin haksız bir isnadla “panteist” olarak
nitelendirilmesine sebep olmuşsa da, onun öğretilerinin etkisi kendisinden
sonraki birçok mutasavvıfın düşüncelerinde görülür (Baldick 2002: 127).
Muhyiddin Arabi’nin öğretileri, Füsûsu’l-Hikem, Fütuhâtü’l-Mekkiyye gibi
eserleri aracılığı ile günümüze kadar ulaşmıştır. Onun öğretilerini Anadolu’ya
taşıyanlar ise öncelikle evlatlığı Sadreddin Konevî olmak üzere Müeyyededdin
Cendî, Sâdettin Fergânî ve Afifeddîn Tilemsanî gibi sûfîlerdir (Ocak 2006b:
432). Bunlar arasında Sadreddin Konevî’nin öne çıktığı anlaşılıyor. Zira o,
vahdet-i vücud öğretilerinin Anadolu’da farklı eğilimleri yansıtan hemen bütün
tarîkatları etkilemesini sağlamış; Anadolu’nun Konya, Sivas ve Erzincan gibi
önemli kültür merkezlerinde kurulan zaviyeler aracılığı ile Vahdet-i vücud
mektebi gerek yüksek zümreler, gerekse geniş halk kitleleri asında büyük bir
taraftar kitlesi toplamıştır[61]
(Ocak 2006b: 432).
XIII. yy. Anadolu’sunda yukarıda sayılan her üç mektebin telifiyle
meydana gelen bir tarîkat daha vardır ki, Kübrevîlik, Melâmet ve Vahdet-i Vücud
gibi tasavvuf yorumlarını özümseyen senkretik karakteri sayesinde etkilerini
günümüze kadar sürdürmeyi başarmıştır. Kurucusu Mevlana Celaleddin-i Rûmî
(ö.1273)’nin tekke kurmaya karşı olmasına rağmen daha sağlığında yoksulların
barındığı birkaç oda ve derslikleriyle mütevazı bir mektep oluşturduğu
bilinmektedir (Tanrıkorur 2002: 468).
Babası Bahaddin Veled vasıtasıyla Kübrevîliğe mirasçı olan Celaleddin-i
Rumi; babasının öğretilerine hayatının sonuna kadar sadık kalmıştır (Ocak
1991c: 144). Celaleddin-i Rumi’nin, o güne kadar zâhidâne bir hayat yaşayan bir
alim ve fakih olma yolunda iken; devrin ünlü Kalenderi simalarından Şems-i
Tebrizî ile tanışmasının akabinde mizacının coşkun ve mistik boyutuyla
buluştuğu söylenir[62]
(Ocak 1991c: 145). Nihayet Vahdet-i Vücud öğretisini İbn-i Arabi’nin
Anadolu’daki temsilcisi Sadreddin Konevî’den alan Mevlana Celaleddin, kendi
senkretizmini oluşturarak Ocak’ın ifadesiyle XIII. yy.’da tasavvuf tarihine en
büyük katkılardan birini yapmıştır[63]
Nevayî, İbn-i Arabi’nin evlatlığı Sadreddin Konevî ile Mevlana arasındaki
muhabbet ve sohbeti nakletmektedir (Nevayî 1996: 278-280).
Onun sağlığında öğrencilerinin kazıma türünden bir tıraş yapmamakla
birlikte. Kalenderîler’e benzer şekilde bıyık, saç, sakal ve kaşlarından
yalnızca birkaç kıl kestikleri (Ocak 1991c: 146); hilafet verilenlerin ise önü
açık ve yakasız giysi giydikleri bilinmektedir (Gölpınarh 1997: 277). Bunun
dışında Mevleviliğin günümüze ulaşan ayin ve erkânı Mevlana’nın sağlığında
henüz görülmemektedir. Gölpınarh bugün Mevlevîlik’te sema ederken giyilen
kıyafetin de Kalenderîliğin etkisiyle oluştuğunu kaydetmektedir (Gölpınarh
1997: 277).
Yaşadığı dönemde gerek yönetici çevreleriyle gerekse her kesimden halk
tabakalarıyla yakın ilişkiler geliştirmeyi bilen Mevlana Celaleddin; siyasi ve
sosyal anlamda büyük bir nüfuz elde etmeyi başarmıştır. Ancak Mevlevilik, asıl
gücünü XIV. yy. başlarında kazanmaya başlamıştır. XV. yy.dan itibaren Osmanlı
sultanlarından büyük ilgi görmeye başlayan Mevleviler, siyasi nüfuzu da
arkalarına alarak büyük vakıf ve gelir kaynakları elde etmişlerdir (Gölpınarh
1997: 277).
Anadolu’da bir taraftan sünnî İslam merkezli bu tasavvuf akımları gelişimlerini
kent ve cami/medrese merkezli olarak sürdürürken; diğer taraftan Anadolu’ya
göçebe ve yarı-göçebe olarak gelip daha çok kırsal kesimlere yerleşen Türkmen
toplulukları arasında popüler düzeyde ve “sünnî” eğilimin uzağında düşünce ve
telakkileriyle, bu Türkmen topluluklarına hitap etmeyi bilen derviş gruplarının
etkisinden söz edilebilir. XIII. yy. Anadolu’sunda Yesevîlik tarikatını bu
ikinci grup içinde değerlendirmek yerinde olacaktır.
Peki, Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan ve Köprülü’nün tezine göre
Melâmetîlik’ten çıkma bu zümreler arasında nasıl bir bağ vardı? Asıl sorulması
gereken soruya gelecek olursak; Haydarîlik, Vefâîlik, Yesevîlik ve daha sonra
kendisini Yesevîliğe dayandıran Bektaşîlik arasındaki ilişki nedir? Yesevîlik,
bu tarîkatlar arasında zikredilmesi gereken ve en eski kaynaklarımızın
bazılarında görüldüğü gibi heteredoks karakterli birtarîkat mı idi; yoksa
özellikle Nakşibendî geleneği içinde teşekkül eden bazı kaynaklarda görüldüğü
gibi sünnî karakterli birtarîkat mı idi? Bu bölümde bu soruların yanıtları
aranacaktır.
Orta Asya’da doğup-gelişen Yesevîlik tarikatının, XIII. yy. sonlarında
bölgeye göç eden Yesevî dervişleri tarafından Anadolu’ya taşındığı
düşünülmektedir (Köprülü 1984: 57). Moğol istilasının önünden kaçarak bölgeye
akın eden göçebe Türk toplulukları arasında bulunan bu dervişler Haydarî ve
Kalenderi zümrelerle birlikte Anadolu’nun dini tarihinde büyük etkiler meydana
getirmişlerdir.
Bu dönemde Anadolu’da gelişmeye başlayan Yesevî geleneğine ait sözlü
menkabeler, ancak XV. yy’dan itibaren yazılı metinlere yansımaya başlamıştır.
Sözlü gelenek içinde Orta-Asya’dan Anadolu’ya taşınan ve burada değişip-
gelişen ilk Yesevî menkabelerinin, İslam dini ile eski Türk inançlarını
yansıtan sade ve coşkun metinler olduğu düşünülmektedir.
Fuad Köprülü, bu dönemde Harezm, Horasan ve Azerbaycan yolu ile
Anadolu’ya intikal eden Türkmen kabileleri arasında Yesevî tarikatından
dervişlerin de bulunduğuna kesin gözle bakılabileceğini kaydeder (Köprülü 1984:
57). Ona göre bir taraftan eski Yunan-Roma ve Hıristiyan geleneğinin
kalıntılarını, bir taraftan vahdet-i vücud başta olmak üzere geniş felsefi
anlayışların etkilerini taşıyan Anadolu coğrafyasında Yesevîlik, Orta Asya’daki
ilk halinden daha farklı, serbest ve felsefi bir şekil almaya başlamıştır
(Köprülü 1984: 205). Böylelikle şer’i kurallara bağlılık ve zühd anlayışının
ağırlık kazandığı tekke müslümanlığının karşısında, İslam’ın esaslarına belirli
ölçülerde sadık kalmakla birlikte daha ziyade geleneksel yaşantının belirlediği
ve kısmen hurafelerle karışık bir Müslümanlık anlayışı ortaya çıkmıştır (Ocak
2003: 52). Köprülü mektebini takip eden Melikoff ve Ocak’a göre Orta Asya’da
edindikleri kadîm kültürlere ait inanç kalıntılarını özümseyen bu Türkmen
kitlelerinin X. yy.’dan kabul etmeye başladıkları İslam dinini kendi
telakkilerine uyumlu bir şekle büründürmüş olmaları tabiidir (Melikoff 2006:
155; Ocak 2003: 52). Yesevî tarikatının Orta Asya’daki tarihi misyonu da İslam
dinini bu göçebe Türkmen topluluklarının kabul edecekleri bir biçimde sunmuş
olmasıdır. O halde Yesevî tarikatının daha başlangıçtan itibaren heteredoks bir
karakter arz ettiği, yahut göçebe Türkmenler arasında yayılması sebebiyle ve bu
toplulukların eliyle zaman içinde heteredoks bir karakter kazandığını düşünmek
yerinde olacaktır. Neticede XIII. yy.’da Anadolu’ya taşındığı sırada Yesevîlik
tarikatının sünnî bir karakteri yansıttığını düşünmek oldukça zordur. Tam
aksine, Yesevîliğin aynı dönemde Anadolu’ya taşınan Haydarîlik ve Vefâîlik gibi
heteredoks bir görünüm arz ettiğine kesin gözle bakılabilir (Köprülü 1965a:
211; Melikoff 2006: 155; Ocak 2003: 52). Bilindiği gibi Köprülü, Türk
Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflarda öne sürdüğü sünnî karakterli bir
Yesevîlik tarikatı düşüncesinden daha sonra vazgeçmiş; İslam’ın tebliğini kendi
mistik ve köklü kültür kodları eşliğinde yorumlayan ilk Türk mutasavvıflarının,
VIII. yy.’dan itibaren İslam’ın daha ziyade İran üzerinden gelen yorumu ile
tanışarak kendilerine özgü birtakım inançlarla te’lif ettiklerini öne sürmüştü.
(Köprülü 1965a: 211). Ona göre eski dinin halka mistik yollarla akıl, duygu ve
şifa dağıtan “Şaman” babaları, Horasan ve Maveraünnehir’den başlayarak Orta
Asya, Anadolu ve Balkanlar’da İslamlaşma hareketinin baş âmilleri olmuşlardı[64].
Moğol İstilası akabinde Anadolu’nun çeşitli bölgelerine gelerek yerleşen
“Melâmetî meslekindeki[65]”
bu zümreler arasında “dinde tam anlamıyla ibâha yolunu tutan, toplum ve din
kurallarına aldırış etmeyen, hatta onları alaya alan[66]”
bir kitle bulunuyordu ki bunlar aynı zamanda Anadolu’da ilk heteredoks
ayaklanma olarak karşımıza çıkan Babaîler İsyam’nın da aktörleri olacaktı. Horasan
erenleri adıyla da anılan bu zümreler Köprülü’nün ifadesiyle Anadolu’nun
heteredoks dervişleri olup; özellikle göçebe Türkmen aşiretleri arasında ve
sınır boylarında yayılma imkanı bulmuşlardı (Köprülü 1965a: 213). Öyle ki, XIV.
asrın başlarına gelindiğinde sünni sûfî zümreler tarafından şiddetli tenkitlere
uğrayan tuhaf kıyafetleri, İslam esaslarına aykırı adetleri, coşkun yaşayışları
ile eski Türk Şamanlarını hatırlatan “Abdal” veya “Baba” lakaplı bu şeyhler,
Anadolu’da manevi hayatın hakimi haline gelmişlerdi (Köprülü 1965a: 212).
Yine Köprülü’ye göre Anadolu’nun bugün sahip olduğu dini görüntünün
teşekkül etmeye başladığı XIII. yy.’a damgasını vuran; Horasan ve Maveraünnehir
bölgesinde ortaya çıkan ve Melâmetîlik etrafında gelişen Kalenderîlik,
Haydarîlik, Yesevîlik gibi özellikle göçebe Türk toplulukları arasında İslam
dininin yayılmasına hizmet eden tarikatlar olmuştur (Köprülü 1965a: 212).
İşte özellikle göçebe Türkmen toplulukları arasında yayılan popüler
karakterli bu heteredoks Müslümanlık yorumu; Yesevî, Vefâî ve Haydarî
dervişleri eliyle Anadolu’da kuvvetli bir etki uyandırmakta gecikmemiştir. Eski
geleneklerini ellerinde kopuzlarıyla samimiyetle yaşatan bu dervişlerin
Anadolu’da Türkçe’nin yayılmasına da öncülük ettikleri düşünülmektedir.
Köprülü’ye göre XIII. yy’da Selçuklu idaresi altındaki Anadolu’da Farsça ve
Arapça’ya alternatif olarak gelişen Türk edebiyatının âmilleri Ahmed Yesevî ve
takipçileri olmuştur (Köprülü 1984: 234). Ancak bu, müstakil bir araştırmanın
konusu olduğundan burada sadece işaret edilmekle yetinilmiştir.
Anadolu’da gelişen tasavvuf merkezli İslamlaşma hareketinin ilk olarak
Köprülü tarafından öne sürülen bu gelişim seyrini eleştirenler de olmuştur.
Örneğin Gölpınarlı Anadolu’da Ahmed Yesevî ve Yesevîlik geleneğinin hiçbir
belirtisi olmadığını, dolayısıyla bunların tesirlerinden bahsedilemeyeceğini,
Anadolu’daki ilk tasavvuf metinlerinden yola çıkarak ileri sürer (Gölpınarlı
1961: 106). Aynı mantıkla yola çıkan Karamustafa da bu görüştedir.
Karamustafa’ya göre XIII. yy.’da Anadolu’ya çok sayıda Kalenderi, Yesevî,
Haydarî ve Vefâî şeyhinin gelmiş olduğunu söylemek ve Anadolu’nun
İslamlaşmasını bu kolonizatör dervişlere bağlamak tarihi açıdan mümkün değildir
(Karamustafa 2005: 72). O’na göre XIII. yy.’da Anadolu’ya Horasan’dan çok az
sayıda derviş gelmiştir. Karamustafa, bu az sayıda dervişin Ahmed Yesevî ile
görüşmüş olmaları ihtimali yanında doğrudan-doğruya şeyh-mürit ilişkisi içinde
olduklarını düşündürecek yeterli verinin de bulunmadığını söyler (Karamustafa
2005: 72 vd.). Bütün bu tarikatlara “Yeni Zühdçüler” ismini veren
Karamustafa’ya göre Anadolu’da bu heteredoks akımların tarihî rolleri daima
ikincil düzeyde kalmıştır (Karamustafa 2005: 71-77).
Öyle görünüyor ki, XIII. yy. Anadolu’sunun tasavvufî oluşum süreci,
unsurları ve bu arada Yesevîlik olgusu daha çok tartışılmaya devam edecektir.
YESEVÎLİK
VE HAYDARÎLİK BAĞLANTISI
Yesevîlik ve Haydarîlik arasında bir ilişki olabileceği veya olması
gerektiği kısmen Vilayetnâme’deki metinden çıkmaktadır (Vilayetnâme
1958: 5-7). Bilindiği gibi bu metinde Kutbeddin Haydar, Ahmed Yesevî’nin nefes
oğlu olarak zikredilir. Vilayetnâme bu bağlantıyı nasıl kurmuştur?
Tarihi bir esastan hareketle mi, yoksa başka bir farazi durumdan yola çıkarak
mı?
Bilindiği gibi, XIII. yy. Anadolu’sunda Sünnîlik dışında gelişen ilk
tarîkatlar arasında Haydarîlik de vardır. Haydarîliğin kurucusu Kutbeddin
Haydar (ö. 1221’den sonra) Zâve’de büyük bir tekke kurarak şöhret kazanan ünlü
bir Türkmen şeyhidir. Nevayî’nin Ahmed Yesevî’nin halifelerinden biri olarak
tanıttığı Kutbeddin Haydar hakkında, kaynaklarda son derece sınırlı bilgi
bulabiliyoruz.
Köprülü’ye göre Kutbeddin Haydar, Şii-Batınî akidelerin etkisi altında
bir kişidir (Köprülü 1965a: 211). Son dönemde ise Yazıcı iki farklı Kutbeddin
Haydar’dan söz ederek, Zâveî’nin Kutbeddin Haydar-i Tûnî ile karıştırıldığını
göstermiştir (Yazıcı 1998b: 36). Yazıcı’ya göre bu şahıs İmamiye Şia’sına
mensup bir seyyid iken, Kutbeddin Haydar-i Zâveî’nin Şiilikle bir ilgisi
yoktur. Ancak onun takipçileri zamanla İran Şiiliğine meyletmiş olduklarından
olsa gerek; zamanla bu iki şahıs karıştırılmıştır (Yazıcı 1998b: 36).
Daha çok menkabevî kaynaklarda ve efsanevi bir karakterle karşımıza çıkan
Kutbeddin Haydar’ın Ahmed Yesevî ve Hacı Bektaş-ı Velî ile ilişkilendirildiğine
de şahit oluyoruz. Bu üç şahsiyetin tarihî ilişkisi konusunu müstakil bir
bölümde ele alacağız. Bu bölümde ise Anadolu’da Haydarîler’in varlığı ve faaliyetleri
konusunda elimizdeki bilgileri değerlendireceğiz.
İran’da doğup-gelişen Haydarîliğin; Moğol istilasıyla birlikte
güney-doğuda Hindistan ve batıda Anadolu’ya taşındığı; Haydarî dervişlerinin bu
bölgelere sığınarak öğretilerini yaydıkları düşünülmektedir (Ocak 1992: 73).
XIII. yy. Anadolu’sunda Haydarîler’in durumuna ilişkin en eski kaynaklarda
verilen bilgiler son derece sınırlıdır. Bu konuda bilgi veren en eski
kaynaklarımız XVI. yy.’a dayanmaktadır. Bu kaynaklar arasında Vâhidî’nin Menâkıb-ı
Hâce-i Cihan ve Netice-i Çan’ı ve Kalkandelenli Fakîrî’nin Risâle-i
Tarifât’ı zikredilebilir. Kutbeddin Haydar ve ilk halifeler hakkında ise
Eflâkî’nin Menâkibu’l-Ârifîrii ve Ali Şir Nevayî’nin Nesâyimü’l-Muhabbe’sın'ı;
ayrıca menkabevî kaynaklar arasında Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi’n'ı
zikredebiliriz. Tarikat hakkında XIII. yy.’a dayanan kaynakların sınırlı oluşu;
Ocak’a göre bu dönemde Haydarîlerin, benzer inanç ve fikirleri savunan;
kılık-kıyafetleri ve görüntüleri ile büyük benzerlik gösterdikleri Kalenderîlerle
karıştırılmış olmalarından ileri gelmektedir[67]
(Ocak 1992: 74).
XVI. yy.’a gelindiğinde, Haydarîleri esrar çeken; kendilerinden geçmiş
bir halde şehir-şehir dolaşarak şiirler okuyan abdallar olarak görürüz[68].
Vâhidî de saç, sakal ve kaşlarını kazıtan Haydarîler’in bıyıklarını
uzattıklarını, tepelerinde de bir tutam saç bulunduğunu nakletmektedir[69]
(Gölpınarlı 1936: 9). Anadolu’da heteredoks derviş grupları hakkında
yayınladığı müstakil çalışmasında Karamustafa; bu dönemde Haydarîler’i devrin
diğer bir heteredoks grubu olan Cavlakîlerle de karıştırıldığını; Haydarîler’i
Cavlakîlerden ayıran en önemli özelliğinin ise bıyıklarını uzatmak olduğunu
kaydetmektedir (Karamustafa 2006: 84). Vâhidî, Haydarîler’in Hz. Ali’ye
benzemek için bıyıklarını uzattıklarını ve insanın peygamberlik ruhunu
yansıttığına inandıkları için tıraş olduklarını nakletmektedir (Gölpınarlı
1936: 8).
Vâhidî, yukarıdaki tasvirlere ek olarak takılan halkaların ve yapılan
tıraşın sembolik anlamlarını izah etmiştir (Gölpınarlı 1936: 7; 1997: 255; Ocak
1992: 113-114). Buna göre Haydarîlerin boyunlarındaki halka Kutbeddin Haydar’ın
yahut Hz. Ali’nin kulu olduklarını, başlarındaki bir tutam saç nefslerini
yendiklerini, kulaklarındaki küpe her söze kulak asmadıklarını, cinsiyet
uzuvlarındaki halka iffetli olduklarını, bilezikler harama el uzatmadıklarını,
ayak bileklerindeki halhallar ise günah yollarından kaçındıklarını sembolize
etmektedir (Gölpınarlı 1997: 255). Sayılan bu özelliklerine ek olarak
Haydarîler, toplum içinde birbirinden uzak düşmemek için yanlarında taşıdıkları
küçük çanlarla, yaptıkları tuhaf danslarla, bazı garip söz ve davranışlarıyla
tanınmışlardır (Gölpınarlı 1997: 255; Ocak 1992: 114). Çoğunlukla keçe ve koyun
postlarıyla örtünen Haydarîlerin, Tanrı’ya övgüde bulunan şiirler okuyarak
dolaştıkları, çeşitli büyüklükte davul, def ve sancaklar taşıdıkları da Vâhidî
tarafından nakledilen bilgiler arasındadır (Gölpınarlı 1992: 255; Ocak 1992:
114). Vâhidî, Haydarîlerin şer’i kurallara ve ibadet esaslarına uymadıklarını;
bunun yerine sema ve raks yaptıklarını da kaydetmektedir (Gölpınarlı 1997: 255;
Ocak 1992: 114) Ocak, XVI. yy.’a ait bazı arşiv belgelerinde Haydarîler’in
“şehir dışındaki mahallelerde veya köylerde yaşadıklarını, sık-sık seyahate
çıktıklarını, bu esnada yolda rastladıkları zengin yolcuları soyduklarını,
hatta bazen öldürdüklerini” gösteren kayıtlara rastlamıştır (Ocak 1992:
114-115).
XVI. yy.’da Haydarîler’in Anadolu’daki durumuna ilişkin kaynaklarda
zikredilen bilgiler birbiri ile uyum içindedir. Ancak Haydarîliğin XIII.
yy.’daki görüntüsü konusunda Eflakî’nin naklettiği iki menkabe ve bazı
kaynaklarda Kutbeddin Haydarla ilgili verilen bilgiler dışında malumata sahip
değiliz.
Eflakî, Anadolu’da Kutbeddin Haydar’ın saygın halifeleri olarak
yücelttiği Hacı Mübarek-i Haydarî ve Şeyh Muhammed-i Haydarî’den söz etmekte;
Hacı Mübarek-i Haydarî ile Celaleddin-i Rumi ile arasında geçen iki menkabeyi
nakletmektedir. Bunlardan birinde Hacı Mübarek, müritleriyle birlikte Meram
Mescidi’ne giderken Celaleddin-i Rumi ile karşılaşmış; onu görür-görmez
kadınlara özgü değirmi bir çarşafı bürünerek örtünüp çömelmiştir. Müritlerinin
kendisini ayıplamaları üzerine ise “Böyle bir er oğlu er geldiğinde herkesin
kadınlar gibi çarşaf giyip kapının ardında çömelip oturması gerekir diyerek” onları
susturmuş; Mevlana’nın ayaklarına kapanarak öpüp-ağlamıştır. Mevlana ise onu
teselli ederek dua etmiş; Celaleddin-i Rumi’nin duasını aldıktan sonra sevinç
içinde “-Bundan böyle artık rahat yaşarım, çünkü Hüdâvendigar benim için iyilik
diledi ve şefkat buyurdu” demiştir (Eflakî 2006: 375). Eflakî’nin naklettiği bu
menkabe bir taraftan Haydarîlerin kalenderâne yaşamlarına işaret ederken; öte
yandan onların tasavvuf anlayışı konusunda önemli ipuçları vermektedir.
Başka bir menkabede ise Hacı Mübarek’in Vezir Taceddin’in Darü’z-Zâkirîn
adlı medresesine şeyh olarak tayin edilişi ve bu sebeple düzenlenen büyük bir
posta oturma töreninden söz edilmektedir. Eflakî’nin naklettiği bu menkabede
Mevlana ile Hacı Mübarek-i Haydarî arasındaki yakınlık dikkat çekicidir. Ayrıca
Eflakî’nin bu zatı salihlerin iftiharı olarak övdüğü de görülmektedir (Eflakî
2006: 210).
Karamustafa, Baba Resul’ün de Haydarîlikle ilişkili olduğunu göstererek;
Anadolu’da Babaî ayaklanmasının arkasındaki bu Vefâî şeyhinin Zâve’deki Haydarî
zaviyesinde 3 ay geçirdiğini nakletmiştir (Karamustafa 2006: 72). Bu konuya
Vefâî tarîkatı ile Yesevîlik tarîkatı arasındaki ilişkiyi göstereceğimiz
bölümde yeniden döneceğiz.
Haydarîliğin XVI. yy. kaynaklarına yansıyan Anadolu’daki görüntüsünün
Horasan’da teşekkül eden otantik Haydarîlik’ten farklı olduğu görüşünde olanlar
da vardır. Örneğin Yazıcı’ya göre Anadolu’daki Haydarîler; tarikatın Horasan’da
teşekkülünden 3 asır sonra onun ilk öğretilerinden oldukça uzaklaşmış bir akım
meydana getirmişlerdir (Yazıcı 1998a: 35).
YESEVÎLİK-BEKTAŞÎLİK
BAĞLANTISI VE BEKTAŞÎLİK TE YESEVÎLİK GELENEĞİ
Yesevîliğin Haydarîlikle bağlantısı meselesi gibi, Hacı Bektaş-ı
Veli’nin, dolayısıyla Bektaşîliğin Yesevîlikle bağlantısını kuran da Vilâyetname’dir.
Bilindiği gibi bu eserde Hacı Bektaş-ı Veli doğrudan Ahmed Yesevî’nin müridi ve
halifesi olarak gösterilir. Onu Anadolu’ya gönderen Ahmed Yesevî’dir.
(Vilayetnâme 1958: 5-7).
II. Beyazid’in talimatıyla XVI. yy.’da Balım Sultan tarafından resmen
kurulan Bektaşîlik; adını XIII. yy.’da yaşamış bir Türkmen şeyhi olan Hacı
Bektaş-ı Velî’den almaktadır. Özellikle Bektaşî geleneğini yansıtan menkabevî
kaynaklarda adını Ahmed Yesevî ile yan-yana gördüğümüz Hacı Bektaş-ı Velî’nin
tarihsel hüviyeti hakkındaki müspet bilgiler son derece sınırlıdır. Bunlar
arasında en eski tarihli olanları Elvan Çelebi’nin Menâkıb’ül-Kudsiye
isimli eseri ve Ahmed Eflâkî’nin Menâkibu’l-Ârifîn’\d\r. Bu ikisi
dışında XVI. yy.’dan itibaren teşekkül etmiş Âşıkpaşazâde Tarihi,
Âlî’nin Künhü’l-Ahbârh, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi ve Hacı Bektaş-ı
Velî Vilâyetnâmesîni zikredebiliriz.
XIII. yy.’da yaşamış ve Sünni, Bektaşi ve Alevi
kesimlerce günümüze kadar benimsenmeye devam etmiş bu büyük sûfînin; Balım
Sultan tarafından kurulan Bektaşîlikle doğrudan bağlantısı olmadığı ve
sağlığında herhangi bir tarîkat kurmadığı iyi biliniyor. Onun XIII. yy.’ın
başında Horasan’dan Anadolu’ya gelen Türkmen çevrelerine mensup olduğu
konusunda da hiçbir şüpheye yer yoktur. Hacı Bektaş-ı Velî’nin tarihi hüviyeti
konusundaki asıl tartışma ise tıpkı Ahmed Yesevî’de olduğu gibi tasavvuf!
şahsiyeti meselesinde düğümlenmektedir.
Kendisine isnad edilen Makâlât’a göre Hacı Bektaş-ı Velî, şer’i
esaslara bağlı sünnî bir mutasavvıf; burada kullandığımız diğer kaynaklara göre
ise dönemin Vefâî, Haydarî ve abdal zümreleriyle ilişkili heteredoks bir
derviştir.
Hacı Bektaş-ı Velî’yi heteredoks bir derviş olarak gösteren kaynakların
başında Âşıkpaşazâde Tarihi ve Eflâkî’nin Menâkıbu’l-Ârifin’i
gelmektedir. Her iki kaynağın da XV. yy.’dan önce teşekkül ettiği
bilinmektedir. Bunlara ek olarak Elvan Çelebi’nin Menâkıbu’l-Kudsiyye’si
ve Bektâşî geleneğini yansıtan vilâyetnâmeler zikredilebilir. Âşıkpaşazâde’ye
göre Hacı Bektaş kardeşi Menteş’le birlikte Horasan’dan Anadolu’ya gelerek
Vefâî Şeyhi Baba İlyas’a bağlanmıştır[70]:
Hacı Bektaş’ı dönemin ünlü Vefâî Şeyhi Baba İlyas’a bağlayan bu bilgi,
onu sünnî bir karakterden uzaklaştırmaktadır. Benzer şekilde Eflâkî de onun
ârif ve yakîne ermiş bir derviş olmakla birlikte İslam’ın kurallarına
uymadığını nakletmiştir (Eflâkî 2006: 320). Elvan Çelebi ise, Baba İlyas-ı
Horasanî’nin hayatını anlatan eserinde, Hacı Bektaş-ı Velî’nin adını iki ayrı
yerde zikretmektedir. (Elvan Çelebi: 168, 170)
Bu üç tarihî kaynağa göre Hacı Bektaş-ı Velî’nin Baba İlyas’a intisap
etmeden önce Horasan Melâmetiyyesi’ne mensup bir Yesevî yahut Haydarî dervişi
olması kuvvetli bir ihtimal olarak görünmektedir. Buna göre o, XIII. yy.
başında mensubu bulunduğu Türkmen aşireti ile birlikte Anadolu’ya gelmiş;
burada ünlü Vefâî şeyhi Baba İlyas-ı Horasanî’ye bağlanmış olmalıdır. Bu
tarihten sonra onu aynı zamanda bir Vefâî şeyhi olarak da düşünmek gerekiyor.
Modern araştırmacılar arasında Fuad Köprülü, Gölpınarh, Melikoff ve Ocak
Hacı Bektaş-ı Velî’yi Babaî ayaklanmasına adını veren Vefâî şeyhi Baba İlyas-ı
Horasanî’nin talebelerinden biri olarak gösteren bu kaynakların Hacı Bektaş-ı
Velî’nin tarihsel hüviyetini yansıttığı konusunda birleşirler (Köprülü 1984
48-49; Gölpınarh 1936: 7, Melikoff 2006a:21; Ocak 2004: 175). Ocak, Hacı
Bektaş-ı Velî’nin doğrudan-doğruya Babaî ayaklanmasına katılmamakla beraber,
onun Baba İlyas’a bağlılığını hayatı boyunca sürdürmüş olduğunu;
Sulucakarahöyük’teki Tekkesi’nde mütevazı bir şekilde hayatını tamamlamış
olabileceğini söyler (Ocak 2004: 160).
Hacı Bektaş-ı Velî’nin Baba İlyas-ı Horasanî’nin halifesi olmadığı
yönünde görüş bildiren araştırmacılar da bulunmaktadır (Karamustafa 2006: 75;
Balivet 2005: 22). Örneğin Karamustafa’ya göre her ikisinin şeyh-mürit ilişkisi
içinde olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur (Karamustafa 2006: 75). Oysa
Aşıkpaşazade’nin ve Eflâkî’nin verdiği bilginin hangi gerekçelerle
reddedildiğini Karamustafa açıklamamaktadır. Üstelik Elvan Çelebi de ikisi
arasındaki bağlantıyı yazıyor.
Öte yandan özellikle Hacı Bektaş-ı Velî’ye isnâd edilen “Makâlât” isimli
eserden yola çıkarak onun sünnî bir İslam anlayışını temsil ettiğini öne
sürenler de olmuştur. Makâlât’ın Arapça iki nüshasından birini elinde
bulunduran ve üstelik bu Arapça nüshaların daha sonra Türkçe’den-Arapça’ya
çevrildiğini söyleyen Esad Coşan; tercüme ve neşrettiği Makâlât’vn Hacı
Bektaş-ı Velî’ye nispeti konusunda şüpheye yer olmadığını hiçbir sorgulamaya
tabi tutmadan ve gerekçelendirmeden söylemektedir (Coşan tz.: XII). Makâlât’ın
muhtevasının sünnî bir karakter yansıttığı kaynaklar bölümünde anlatılmıştı.
Hacı Bektaş-ı Velî’nin Makâlâfı yazmış olması durumunda onun sûfî
şahsiyeti hakkındaki kanaatler şüpheye yer vermeyecek derecede sünnî bir
mutasavvıf olarak yaşadığını düşündürecektir. Ancak Makâlât’ın
elimizdeki en eski orijinal nüshası XVI. yy.’a aittir ve onun yaşadığı dönemden
üç asır sonra kaleme alınmıştır. Bu durumda eserin eski tarihli nüshaları
bulununcaya kadar Hacı Bektaş-ı Velî’ye aidiyeti konusunda kesin bir bilgi ile
konuşmak mümkün görünmemektedir.
Yesevîlik-Vefâîlik-Haydarîlik üçgeninde bir kilit taşı konumunda olan
Hacı Bektaş-ı Velî’nin Ahmed Yesevî ile bağlantısı konusunda ise menkabevî
kaynaklarda verilen bilgiler birbirinden farklıdır. Örneğin Hacım Sultan
Vilâyetnâmesi’nde Hacı Bektaş Velî doğrudan-doğruya Ahmed Yesevî’nin
halifesi olarak gösterilirken; Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nde Lokman
Perende’nin müridi olarak gösterilir (Vilâyetnâme 1958: 7; Vilayetname-Hacım
Sultan 1993: 17). Âlî ise Künhü’l Ahbâr’da Lokman Perende’yi Ahmed
Yesevî’nin yahut daha zayıf bir rivayete göre onun önde gelen halifelerinden
Sûfî Muhammed Danişmend’in müridi olarak göstermiştir (Âlî 1277: 59).
Böylelikle geleneksel olarak doğrudan veya dolaylı bir biçimde Ahmed Yesevî’ye
bağlanan Hacı Bektaş-ı Velî; Ahmed Yesevî’nin Anadolu’daki temsilcisi
hüviyetini kazanmaktadır.
Nitekim, Hacı Bektaş ve Hacım Sultan Vilayetnameleri’nde
zikredilen bir menkabe, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Ahmed Yesevî tarafından
Anadolu’ya gönderilişini hikaye eder[71].
Başka bir menkabede Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî ve Kutbeddin Haydar’ın bir
arada gösterildiğine şahit oluruz. Bu menkabede Hacı Bektaş, Ahmed Yesevî’nin
nefes evladı olan Kutbeddin Haydar’ı esaretten kurtararak babasına teslim
ettikten sonra onu esir eden Bedahşan halkını da İslam eder (Vilâyetnâme 1958:
7).
Vilâyetnâme’de nakledilen başka bir menkabede Ahmed Yesevî’nin Hz.
Muhammed’den, Hz. Ali’ye ondan Hz. Hasan’a ve silsile yolu ile kendisine kadar
gelen emanetleri (tac, hırka, çerağ, alem ve seccâde) Hacı Bektaş-ı Velî’ye
teslim edişi anlatılır[72].
Vilâyetnâme’de nakledilen bu menkabeler geleneksel olarak Bektâşî
geleneği içinde her iki ismin bir arada anıldığını ve yüceltildiğini
göstermektedir. Böylelikle Bektâşî geleneği içinde Ahmed Yesevî’nin adı Hacı
Bektaş-ı Velî ile birlikte sarsılmaz bir konuma yerleştirilmiş; Hacı Bektaş-ı
Velî-Ahmed Yesevî bağlantısı günümüze kadar yaşamıştır.
XIII. yy.’da Anadolu’da yaşamış Yesevî ve Bektâşî şeyhleri hakkında bilgi
veren kaynaklar, her iki geleneğin irtibatı konusunda önemli bilgiler
sunmaktadır. Özellikle Künhü’l-Ahbâr, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi ve Vilâyetnâme’de
rastladığımız bu sûfî şahsiyetler; Hacı Bektaş-ı Velî’den sonra Yesevî
geleneğinin Bektaşîlik içindeki yerini gösteren tarihi ve menkabevî
karakterleri ile karşımıza çıkmaktadır.
Bunlardan biri tarihsel olarak Rumeli’nin iskânında önemli bir rol
üstlenen Sarı Saltık’tır[73].
Sarı Saltık’ın tarihi ve menkabevî şahsiyeti hakkında yakın tarihte müstakil
bir çalışma yayınlayan Ocak’a göre o Babaî isyanına katıldıktan sonra
Dobruca’ya göç eden Çepni boyuna mensup aşiret reislerinden biridir (Ocak
2002b: 127)[74]. XVI. yy.’da Bektâşîliğin teşekkülünden sonra bu geleneğin
en önemli simalarından biri haline gelen Sarı Saltık hakkında Evliya Çelebi’nin
verdiği bilgilere bakılacak olursa o hem Hacı Bektaş-ı Velî’nin, hem de Ahmed
Yesevî’nin mürididir (Evliya Çelebi 1996: 312). Menkabeye göre
Ahmed Yesevî, onu yanına 700 Horasan erenini vererek ve beline tahta kılıç
kuşatarak İslam dinini yaymak üzere Rum diyarına gönderir[75].
Bektaşîlik geleneği içinde menkabevî bir karaktere bürünerek bir “kült”
haline gelen Sarı Saltık’ın doğrudan-doğruya Ahmed Yesevî’nin halifelerinden
olması tarihsel açıdan mümkün görünmemekle birlikte; bu menkabeler söz konusu
geleneğin Yesevîlik ile Bektaşîlik arasında kurduğu bağlantıyı göstermesi bakımından
önem taşımaktadır.
Bektaşî geleneği içinde öne çıkarılan ve XIII. yy’ın başında Anadolu’ya
göç ederek Çorum’un Bozok mevkiine yerleşen Yesevî dervişlerinden biri de
Emirci (Emirce) Sultan olarak tanınan Şeyh Şerifüddin İsmail b. Muhammed’dir
(Ocak 2002a: 65). Künhü’l-Ahbâr ve Seyahatnâme’de verilen
bilgilere göre o Ahmed Yesevî’nin Rum’a gönderdiği halifeleri arasındadır ( Âlî
1277: 58, Evliya Çelebi 1996: 34).
Menkabelerde Emirci Sultan, Emir-i Çin Osman adı ile anılmaktadır.
Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Künhü’l-Ahbâr’ında ve Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi’nde nakledilen bir menkabeye göre olağan-üstü olaylarla
dünyaya gelen Emir-i Çin Osman, anne-babasının tarafından Ahmed Yesevî’nin
hizmetine verilir. O daha çocuk yaşta kış ortasında şeyhine üzüm getirmek gibi
kerametler gösterir. Çin memleketine musallat olan ejderhayı, şeyhinin beline
kuşattığı tahta kılıçla öldürür. ‘Emir-i Çin’ lakabı Osman’a böyle verilmiştir.
Bu hadiseden sonra 1203 yılında Ahmed Yesevî’nin Rum’a gönderdiği Emir-i Çin
Osman, Bozok Sancağı dolaylarında Osman Baba Tekkesi adıyla bir tekke kurarak
halkı irşat eder (Âlî 1277: 58; Evliya Çelebi 1999a: 378).
Ocak’a göre yaşadığı bölge ve tarihe bakarak Emirci Sultan’ın da tıpkı
Sarı Saltık gibi Baba İlyas-ı Horasanî ile yakın ilişki içinde bulunduğunu ve
Babaî ayaklanmasına katıldığı söylenebilir (Ocak 1978: 154). Emirci Sultan’a
izafe edilen türbenin daha sonra bir Bektâşî tekkesi olarak düzenlendiğini de
eklemek gerekir (Ocak 1978: 179).
XIII. yy. sonu ile XIV. yy.’ın başında yaşamış olan Yunus Emre de Bektâşî
geleneğinin sahip çıktığı önemli simalar arasındadır. Hatırlanacağı gibi Fuad
Köprülü, Ahmed Yesevî’nin hikmetleriyle Yunus Emre’nin şiirleri arasındaki dil
ve muhteva benzerliklerini göstererek iki geleneğin birbirinin devamı olduğunu
vurgulamıştı (Köprülü 1980: 258-358). Tarihi hayatı konusunda müspet
bilgilerden yoksun bulunduğumuz Yunus Emre’nin Bektâşî menkabelerinde yerini
aldığını görüyoruz. Vilayetnâme’de nakledilen bir menkabeye göre Yunus
Emre, Hacı Bektaş-ı Veli’nin işaretiyle Tapduk Emre’nin dergahına gider ve
orada kırk yıl hizmette bulunur[76]
Yunus Emre’nin Tapduk Emre’nin müridi olduğunu Lâmii Çelebi ve Âşıkpaşazâde’nin
kayıtları da doğrulamaktadır (Lâmii Çelebi 1872: 458; Âşıkpaşazâde 2006: 297).
Ancak Aşıkpaşazâde, Vilayetnâme’de Hacı Bektaş-ı Veli ile bağlantılı
gösterilen Tapduk Emre’yi bir Kâdirî şeyhi olarak tanıtır. (Âşıkpaşazâde 2006:
297). Köprülü, Şakayık’ta da verilen bu bilginin doğru olmadığını; Tapduk
Emre’nin gerçekte Baba İlyas-ı Horasanî’nin müritlerinden biri olduğunu
savunmuştur (Köprülü 1984: 266). Köprülü bu konuda BursalI Şeyh İsmail
Hakkı’nın yazma şerhinde, Tapduk Emre’nin Cengiz İstilası üzerine
Buhara’dan-Anadolu’ya gelen Sinan Ata adında Orta Asyah bir Türk dervişi
tarafından irşad edilişini anlatan nakle dayanmaktadır (Köprülü 1984: 266-7).
Ocak da Köprülü’ye ek olarak Yunus Emre’nin Divan’ında öne çıkan
cemal-perestlik, melâmet düşüncesi, insan unsuru ve cezbeye verilen önemi
göstermekte; bütün bu unsurların Yunus Emre’nin tipik bir Melâmeti/Kalenderi
şeyhi olduğuna işaret ettiğini kaydetmektedir (Ocak 1991 d: 10). Yine Balivet
Yunus Emre’nin şiirlerindeki melâmet unsurlarını göstererek onun sûfî
karakterinde melâmet düşüncesinin önemini orta koymuştur[77]
(Balivet 2005: 26-27).
Evliya Çelebi’nin, anılan bu isimlerden başka hem Hacı Bektaş-ı Velî hem
de Ahmed Yesevî’nin halifeleri arasında gösterdiği XIII. yy. sûfîlerinin
türbelerine yaptığı ziyaretleri ve bu tekkeler etrafında oluşan menkabevî
edebiyatı aktardığını görmekteyiz. Bunlar arasında Bat-ova’da Akyazılı Sultan
(Evliya Çelebi: 2006: 452-4); Elmah’da Abdal Musa (Evliya Çelebi 2005: 46, 59);
Filibe’de Kademli Baba Sultan (Evliya Çelebi 2006: 479); Tokat’ta Gajgaj Dede
(Evliya Çelebi 2001b: 60); Unkapam’nda Horos Dede (Evliya Çelebi 1996: 38); Bursa’da
Geyikli Baba (Evliya Çelebi 2005: 58-9); Tokat/Zile’de Şeyh Nusret (Evliya
Çelebi: 2006: 329); Niyazabad’da Avşar Baba (Evliya Çelebi: 2005: 337),
Merzifon’da Pîr Dede (Evliya Çelebi 2005: 477) ve Davud Baba (Evliya Çelebi
2005: 65) zikredilebilir.
Evliya Çelebi’nin naklettiği menkabelerin birçoğunda “Yesevîyan” ve
“Bektâşîyan” olarak tanıtılan bu XIII. yy. sûfîleri; XVI. yy.’da teşekkül eden
Bektaşîlik içinde Yesevîlik tarîkatı ve temsilcilerinin saygı ile
anılmalarından başka; Bektâşîliğin Anadolu’da Yesevî mirasına sahip çıktığını
da göstermektedir.
Alevî-Bektâşî geleneği içinde Ahmed Yesevî ve Yesevîliğin adı bugün de
aynı şekilde yüceltilmektedir. Ali Yaman, Anadolu’da Yesevî geleneğini sürdüren
Alevî-Bektâşî erenleri hakkında yaptığı alan araştırması neticesinde özellikle
sözlü gelenekte yaşamaya devam eden menkabevî bilgilere yer vermiştir. Yaman’ın
araştırmalarına göre Anadolu’nun hemen her yerine yayıldığını gördüğümüz Yesevî
geleneğinin temsilcilerinden bazıları Tokat/Almus’ta Hubyar Sultan[78],
Malatya/Arapgir’de Şeyh Hasan Onar[79],
Elazığ/Baskil’de Şeyh Hasan ve Şeyh Ahmed[80]
(Hasan Onar Ocağı ile bağlantılı), ve Teslim Abdal, İzmir/Kemalpaşa’da Hamza
Baba[81],
Tunceli/Şöbek’te Baba Mansur (ö. 1197) (Birdoğan 1992)84,
Sivas/Divriği’de Seyyid Baba85, Bursa/İnegöl’de Hasan Dede86
ve Çankırı/Eldivan’da Hacı Murad-ı Velî87dir.
Bektâşî geleneği içinde gelişen edebiyat incelendiğinde, bunların sünnî
kaynaklardan farklı bir Bektaşilik’ten söz ettiği derhal anlaşılır. Yesevîliğin
Anadolu’ya taşındığı XIII. yüzyıl ile Bektâşîliğin bir tarikat hüviyetini
kazandığı XVI. yy. arasında geçen üç asır boyunca başta Hacı Bektaş-ı Velî
olmak üzere onu takip eden halifelerinin inanç ve ritüellerinde nasıl bir din
anlayışına sahip oldukları konusunda iki farklı görüş meydana gelmiş ve bu iki
zıt görüntü günümüze kadar devam etmiştir.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme'sine bakılacak olursa bu ilk Hacı
Bektaş-ı Velî halifeleri sünnî bir din anlayışına sahip idiler. Nitekim, onun
naklettiği menkabelerin birçoğunda Bektâşî tekkeleri beş vakit namaz kılınan ve
ehl-i sünnet itikadına göre teşekkül etmiş yapılar olarak görünmektedir.
Ancak aynı şahısların Bektâşî geleneği içinde heteredoks bir din
anlayışını temsil ettikleri görülür. Bu gelenek içinde anılan birçok ismin
tarihsel hüviyetinde heteredoks unsurlar göze çarpmaktadır. Menkabelerde
kullanılan birçok motif ise İslam öncesi Şamanizm, Budizm ve Iran dinlerinin
kalıntılarını taşımaktadır88.
XII. yy.’da Irak merkezli bir tarîkat olarak ortaya çıkan Vefâîlik,
Seyyid Ebu’l-Vefa Bağdâdî (ö. 1107) tarafından kurulmuştur. Ebu’l-Vefa,
hakkındaki en eski
Aslan Baha’nın oğlu ve Ahmed
Yesevî’nin halifesi Mansur Ata olduğuna inanılan Baba Mansur aynı zamanda Hz
Muhammed’in torunlarından İmam Muhammed el- Bakır b. Ali Zeynelabidin’in 21.
kuşak evladı olarak gösterilir (Polat 1989).
Seyyid Baha’nın atalarının Ahmed
Yesevî’nin işaretiyle ve Hacı Bektaş-ı Velî ile birlikte Horasan’dan-Anadolu’ya
geldiğine inanılmaktadır. Yörede birçok talibi bulunan ocağın Mengücekler döneminde
kurulduğuna inanılmaktadır (Özen 1999).
Hasan Dede’nin Şehitler
Köyü’ndeki türbesinin girişindeki kitabede verilen bilgiye göre 7. İmam Musa
Kazım’ın 18 oğlundan biridir. Siyasi bakılar sebebiyle Bağdat’tan Horasan’a göç
ederek Ahmed Yesevî’ye intisap etmiştir. Anadolu’ya göçler başladığında ise
Sivas’a gelerek ocağını kurmuştur (Yaman 2005: 7).
Hacı Murad-ı Velî’nin Hasan
Dede’nin babası olduğuna inanılır (Yaman 2005: 9).
Bu konuyu birinci bölümde
örnekleriyle göstermeye çalışmıştık. Daha tafsilatlı bilgi için şuraya
bakılabilir Ocak (2002a) kaynak olan Tezkîretü’l-Muttakîn ve
Tabsîratü’l-Muktedîn’de verilen bilgiye göre tıpkı Ahmed Yesevî gibi
kadınlı-erkekli ayinler yapan, ehl-i sünnet çizgisinin dışına çıktığı için
eleştirilen ünlü bir şeyhtir[82].
XIV. yy.’da Vasıtî adında bir Vefâî şeyhi tarafından kaleme alınan bu esere Ebu’l-Vefa’nın
Menakıbı da denilmiştir[83].
Eserde Ebu’l-Vefa’nın biyografisi yanında Vefâî tarikatının kuruluş ve
gelişmesi hakkında da oldukça kıymetli bilgiler verilmektedir. Menakıbında İmam
Zeyne’l-Abidin sülalesine mensup bir kişi olarak takdim edilen Ebu’l- Vefa’nın
baba tarafından Arap, anne tarafında Kürt kökenli olduğu anlaşılmaktadır (Ocak
2006a: 180-181). Eserde ayrıca, Irak’ta devrinin büyük şeyhlerinden biri olarak
öğretilerini yayan Ebu’l Vefa’nın elde ettiği nüfuzun, Abbasi halifesi el-Kaim
bi-Emri’llah’ın dikkatini çektiği; müritlerinin ehl-i sünnet dışı davranışları
sebebiyle halifenin huzurunda imtihana çekildiği nakledilmektedir (Ocak 2006a:
182). Şunbukiyye tarikatının kurucusu Muhammed eş-Şunbuki’den ders alan ve
ölümünden sonra da onun yerine geçen Ebu’l-Vefa’nın tarikatı, şeyhi sebebiyle
Şunbukiyye olarak da bilinmektedir (Trimingham 1971: 28; Ocak 2006b: 183).
Vefâîliğin Anadolu’daki durumuna gelince, bu konuda Köprülü de dahil
olmak üzere yakın zamana kadar kayda değer bir araştırma yapılmamıştır.
Abdülbaki Gölpınarlı tarafından Baba İlyas ve Rum abdallarının Vefâî
olduklarına ilişkin bir saptamada bulunulmuşsa da (Gölpınarlı 1961: 47-49), bu
konuda başkaca hiçbir bilgi vermemiş, dolayısıyla bu saptama ile yetinmiştir.
Zaten konu ile ilgili müstakil araştırmalar yapılmış değildir. Son dönemde ise
Vefâîliğin Anadolu din ve tasavvuf tarihindeki yeri hakkındaki bilgilerimiz
artmıştır. Önce Ocak ve Erünsal tarafından XIII. yy’ın en önemli Vefâî siması
Baba İlyas-ı Horasanî’nin dip-torunu Elvan Çelebi’nin bu sülalenin tarihini
anlatan kitabı neşredilmiş; daha sonra ise Ocak, XV. yy.’dan başlamak üzere
bazı Vefâî zaviyelerine ait icazet ve buyrulduları ortaya çıkararak yayınlamıştır
(Ocak-Erünsal 1995; Ocak 2006a: 177-211). Böylelikle Vefâîliğin Selçuklu ve
OsmanlI dönemlerinde Anadolu’da oynadığı tarihî rol aydınlamaya başlamıştır.
Anadolu’ya Vefâîliği taşıyanın Dede Garkın adında bir Türkmen Şeyhi
olduğu düşünülmektedir (Ocak-Erünsal 1995: XLI; Ocak 2006a: 188). Elvan
Çelebi’nin verdiği bilgiler ve tarihî kayıtlar ışığında Ocak’a göre, Dede
Garkın, 1220 dolaylarında Moğol İstilası’nın önünden kaçan Harezmliler ile
birlikte Elbistan civarına yerleşerek faaliyet gösteren bir Türkmen şeyhi
olmalıdır. Elvan Çelebi’nin onu Baba İlyas’ın halifesi olarak göstermesinden
hareketle Dede Garkın’ın bir Vefâî şeyhi olduğu sonucuna varılabilir
(Ocak-Erünsal 1995: XLI; Ocak 2006a: 189).
Dede Garkın ile ilgili kaynaklarda bulabildiğimiz bilgiler son derece
sınırlıdır. Vilâyetnâme’ye göre o, Güneydoğu-Anadolu’da yaşayan bir Türkmen
babası olarak gösterilmekte; oğulları ile İbrahim Hacı adlı dervişin oğulları
arasında geçen tartışmaya yer verilmektedir[84].
Elvan Çelebi’nin verdiği bilgiye göre Dede Garkın’ın halifeleri Şeyh
Osman, Aynu’d-Devle (Ayna Dola) Bağdın Hacı, Mihman Hacı ve Baba İlyas’tır.
Baba İlyas bunların en genci olmakla birlikte hepsinin halifesi sıfatıyla Dede
Garkın tarafından Rum diyarına gönderilir (Elvan Çelebi 1995: 208-210).
Vefâîliğin Dede Garkın’dan sonra Anadolu’daki asıl temsilcisi ise Baba
İlyas (ö. 1240), Baba İshak veya Baba Resul adıyla anılan kişidir. Ocak ve
Erünsal, kaynakların çoğunluğunda ayrı-ayrı kişiler olarak gösterilen bu
isimlerin; aynı kişi olduklarını delilleriyle ortaya koymuşlardır (Ocak-Erünsal
1995: XLIV).
Baba İlyas hakkında bilgi veren diğer bir kaynak da Âşıkpaşazâde
Tarihidir. Tıpkı Elvan Çelebi gibi Âşıkpaşazâde de kendisini Baba İlyas’ın
soyundan gelen bir kişi olarak takdim etmektedir (Âşıkpaşazâde 2006: 51).
Seyyid Ebu’l-Vefa’nın halifesi olarak gösterdiği Baba İlyas’ın müritlerinden
Geyikli Baha’nın Sultan Orhan zamanında yaşadığını ve kendisini “-Seyyid
Ebu’l-Vefa tarikindenim, Baba llyas müritlerindenim” şeklinde tanıttığını
nakleden Âşıkpaşazâde, Şeyh Edebah’yı da Baba İlyas’ın müritleri arasında
zikretmiştir (Âşıkpaşazâde 2006: 296). Aşıkpaşazade’nin verdiği bu bilgiler,
daha sonra Rum abdalları olarak anılacak olan zümreler arasında Vefâîliğin
yaygın olduğunu gösteriyor (Ocak 2006b: 198).
Bilindiği gibi Baba İlyas’ın tarihi rolü, Selçuklu Anadolu’sunda
1239-1240’ta heteredoks İslam merkezli ilk toplumsal ayaklanma olarak “Babaîler
İsyanı”na adını veren kişi olmasıdır. Baba İlyas’ın bu hareketle birlikte,
kırsal kesimlerde yaşayan ve Selçuklu idaresiyle ekonomik ve toplumsal düzeyde
sıkıntıları bulunan sünnî-İslam dışı kitleleri merkezî otorite karşısında
birleştirmeyi başardığı düşünülmektedir (Ocak 2006b: 131). Anadolu Selçuklu
Devleti’ni büyük ölçüde zayıflatan “Babaîler İsyanı” asıl fonksiyonunu bundan
sonra icra etmiş; isyanın harekete geçirdiği kitleler bundan sonraki mezhebî ve
tasavvufî bütün sünnî-İslam dışı propaganda hareketleri için en elverişli
sosyal tabanı teşkil etmiştir” (Ocak 2004: 264).
Ortaya çıkan yeni belgeler, Vefâîliğin Anadolu’da XIII. yy.’dan sonra da
varlığını sürdürdüğünü gösteriyor. Yakın zamanda Ocak, XIV. yy.’da bir Vefâî
tekkesi olarak faaliyet gösteren Çorum-Mecidözü’ndeki Elvan Çelebi Tekkesi’nden
sonra, XVI. yy.’da Sivas/Tekkeköy’de ve Malatya/ Muşar’da “Vefâî” adını
taşımamakla birlikte köken itibariyle kendilerini Ebu’l-Vefa’ya bağlayan iki
zaviyeye ait bilgileri ortaya çıkarmıştır (Ocak 2006b: 195-196).
Görüldüğü gibi Vefâîlik, XIII. yy. Anadolu’sunda heteredoks tarikatların
merkezinde yer almış; özellikle bu tarikatın Anadolu’daki en büyük temsilcisi
Baba İlyas-ı Horasanî vasıtasıyla, Babailer isyanının tabanını teşkil ederek
tarihî bir rol oynamıştır. Ortaya çıkan yeni belgelere rağmen bugün Vefâîliğin
Anadolu’daki durumuna ilişkin birçok konu hala karanlıktadır. Ancak önümüzdeki
dönemde bu konu üzerinde yapılacak yeni çalışmaların Anadolu’nun dini ve sosyal
tarihini bakımından büyük önem taşıyacağı muhakkaktır.
Ahmed Yesevî, Kutbeddin Haydar, Hacı Bektaş-ı
Velî ve Baba İlyas
Yesevî, Bektaşî ve Haydarî tarîkatlarına isimlerini veren Ahmed Yesevî,
Hacı Bektaş-ı Velî ve Kutbeddin Haydar-i Zâveî ile Vefâî tarîkatının
Anadolu’daki temsilcisi Baba İlyas-ı Horasanî’nin birbirleriyle ilişkisi
konusunda kaynaklarda verilen bilgiler, XIII. yy. Anadolu’sunda bu dört tarîkatın
karşılıklı ilişkileri ve ilgileri konusunda önemli veriler sunmaktadır.
Yukarıda da gösterildiği gibi XVI. yy.'da teşekkül eden Vilâyetnâme’ye
göre
Hacı Bektaş-ı Velî, Ahmed Yesevî’nin müritlerinden Lokman Perende’nin
öğrencisi; Kutbeddin Haydar ise Ahmed Yesevî’nin nefes evladıdır (Vilâyetnâme
1958: 5-7). Her üçünün ilişki içinde olduğu menkabeye göre Müslüman Bedahşan
ülkesinin kafir halkı Horasan ilinde yaşayan Müslüman halka musallat olmuştur.
Menkabenin geri kalanı Vilâyetnâme’de şöyle anlatılır:
“Müslümanlar kafirlerden şikayet edince
Ahmed Yesevî 12 yaşındaki oğlu Kutbeddin Haydar’ı çağırdı. Bu çocuk, çok
kuvvetli, gürbüz bir yiğitti. Ona kılıç kuşatıp tuğ ve alem verdi. ‘Başına
erenlik tacını giy, kafire yürü” dedi. Kuttbeddin Haydar’ın başına altı bin er
toplandı. Davullar dövüldü, bayraklar açıldı, nefirler çalındı. Horasan’dan
kalkıp-Bedahşan iline yürüdüler. Casuslar, bunu kafirlere haber verdiler.
Bedahşan Beyi, haber alınca asker topladı. Kutbeddin Haydar, Murtaza Ali gibi
cengetti”.
Menkabenin devamında esir düşerek 7 yıl hapsedilen Kutbeddin Haydar’ın
Hacı Bektaş-ı Velî tarafından kurtarılışı anlatılmaktadır. Ahmed Yesevî’nin XI.
ve XII. yüzyıllarda; Kutbeddin Haydar’ın ve Hacı Bektaş-ı Velî’nin ise XIII.
yy.’da yaşadığı düşünüldüğünde, söz konusu menkabenin halk muhayyilesinin bir
ürünü olduğu görüşü bugüne kadar kabul edilmiştir. Ancak son dönemde Ahmed
Yesevî’nin yaşadığı dönemle ilgili daha önce de sözü edilen yeni görüşler
ortaya çıkmıştır. Buna göre Ahmed Yesevî’nin ölüm tarihini XIII. yy. başına
götüren De Weese, böylelikle Hacı Bektaş-ı Velî ile Ahmed Yesevî’nin ve
Kutbeddin Haydar’ın aynı dönemde yaşadıklarını öne sürmektedir92.
De Weese’ göre, yalnızca Ahmed Yesevî’nin yaşadığı dönemle ilgili olarak
değil; aynı zamanda Anadolu halk sofîliğinin üç temel şahsiyetinin Vilâyetnâme’de
gösterildiği gibi şeyh-mürit ilişkisi içinde olmadıklarını; birbirinden
bağımsız ve belki de rakip sûfî şahsiyetler olduğunu düşünmek gerekmektedir
(Karamustafa 2005:75).
De Weese’in ikinci görüşünü saklı tutarak ve bu üç şahsiyete Vefâî şeyhi
Baba İlyas’ı da ekleyerek bu dört şahsiyetin aynı dönemde yaşamış olma
ihtimallerinin, elimizdeki birçok tarihsel bilgiyi tamamladığını görmekteyiz.
Örneğin Hacı Bektaş-ı Velî’nin Ahmed Yesevî’nin müritlerinden biri olması
halinde Anadolu’da onun öğretilerini sürdürdüğünü söylemek mümkün olur ki; bu
durumda Yesevîliğin XIII. yy Anadolu’sundaki durumuna ilişkin bilgilerimiz
önemli ölçüde artmaktadır. Aynı şekilde Kutbeddin Haydar ile her iki sûfînin
şeyh-mürit ilişkisi içinde olduğunu düşünmek, Haydarîliği de bu iki geleneğe
bağlar ki; bu durumda her üç gelenek birbiri ile irtibatlı hale gelmektedir.
Hatırlanacağı gibi Ocak’a göre Hacı Bektaş-ı Velî Horasan’dan-Anadolu’ya bir
Haydarî dervişi olarak gelmiş; burada Vefâî Şeyhi Baba İlyas’a bağlanarak her
iki geleneği meczetmişti. Âşıkpaşazâde ve Eflâkî’de Hacı Bektaş’ın Anadolu’da
Baba İlyas’a bağlandığına ilişkin bilgiler yukarıda verilmişti. Eğer Ahmed
Yesevî ile Hacı Bektaş-ı Velî’nin de şeyh-mürit ilişkisi içinde olduğunu
düşünürsek; Ocak’ın Anadolu’da Yesevîliğin Vefâîlik ile birleşerek önce
Haydarîlik içinde eritildiğini; Haydarîlik aracılığı ile Bektâşîliği
etkilediğini ve nihayet Bektaşîlik olarak son şeklini aldığını öne süren
görüşünü kabul etmemiz gerekecektir (Ocak 1992a: 92).
Bize göre tarihsel olarak bu dört büyük sûfînin görüşmüş olmaları
şeyh-mürit ilişkisi içinde olmasalar bile dikkate değer bir husustur ve dönemin
tarikat ilişkileri konusunda önemli ipuçları sunmaktadır. De Weese’in her üç
şahsiyetin tarihsel olarak görüştüklerini, ancak rakip sûfî tarîkatlar içinde
olduklarını dile
De Weese’in henüz ilim
dünyasının tanımadığı bazı Yesevî metinlerine dayanarak öne sürdüğü bu
görüşleri, Karamustafa’dan öğreniyoruz (Karamustafa 2005: 61-88). getiren
görüşünü değerlendirebilmek için ise; onun Yesevî geleneği ile ilgili henüz
yayınlanmamış yeni kitabını ve bulduğu yeni kaynakları beklememiz gerekecektir.
Ahmed Yesevî’nin tarihî hayatı ve onun adını taşıyan Yesevîlik tarîkatı
konusunda bugüne kadar yapılan bilimsel araştırmalar ne yazık konuyu bütün
boyutlarıyla ortaya koymaktan uzaktır. Başta tarih bilimi olmak üzere
sosyoloji, antropoloji ve ilahiyat bilimlerinin ortak alanını oluşturan böyle
bir konunun ele alınması elbette kolay bir iş değildir ve konunun aydınlanması
bu sahalarda çalışan bilim adamlarının ortak çalışmalarıyla mümkün
olabilecektir.
Tezimizde de göstermeye çalıştığımız gibi Ahmed Yesevî ve tarikatının
XIII. yy. Anadolu’sundaki durumu, dönemine ait kaynak eserlerin bulunmaması
sebebiyle, sonraki dönemde teşekkül eden kaynaklar aracılığı ile anlaşılmaya
çalışılmaktadır. Büyük bir kısmı XV. ve XVI. yy.’dan itibaren ortaya çıkan bu
ikinci el kaynaklar ise, daha çok Nakşibendîlik ve Bektaşîlik geleneği içinde
teşekkül etmiştir. Böylelikle Yesevîlik tarîkatı bir taraftan Nakşibendîlik
geleneği içinde sünnî bir görünüm kazanmış; diğer taraftan, Anadolu’da
heteredoks tarîkatları bünyesinde toplayan Bektaşîlik geleneği içinde yerini
almıştır. Her iki gelenek içinde Ahmed Yesevî ve tarîkatı sarsılmaz bir konum
elde ederek bu zıt görüntü günümüze kadar devam etmiştir. Modern dönemde ise
Ahmed Yesevî ve tarîkatına farklı kimlik ve misyonlar yüklenerek bu iki kutup
üzerinden bambaşka tarihler üretilmiştir.
Bu çalışmada söz konusu ideolojik yaklaşımları bir tarafa bırakarak,
eldeki kaynaklar çerçevesinde Ahmed Yesevî’nin tarihi şahsiyeti ve Anadolu’nun
İslamlaşma sürecindeki yeri konusundaki yeni yaklaşımlar değerlendirilmeye
çalışıldı.
Bilindiği gibi merhum F. Köprülü’den itibaren Yesevîlik tarîkatına biçilen
tarihi misyon, Türklerin İslamlaşmasını hızlandıran ve şekillendiren bir sürece
öncülük etmiş olmasıdır. Buna göre, ilhamını İran tasavvufunun cezbeci ve
estetikçi karakterinden alan Yesevîlik, Kalenderîlik, Haydarîlik gibi Horasan
merkezli tarîkatlar, bünyelerindeki kadîm dinlere ait kültür ve inanç
kalıntıları sayesinde, öncelikle Orta Asya ağırlıklı sahada, daha sonra ise
yayıldıkları geniş coğrafyada eski mistik kültürlerin adeta bir devamı olarak
geniş halk kitlelerinin tasavvuf? karakterli bir İslam anlayışını kolaylıkla
benimsemelerini sağlamıştır. Ahmed Yesevî ise, “ilk Türk mutasavvıfı” sıfatı
ile bütün bu tarikatlar arasında merkezî bir konuma yerleştirilerek Orta Asya,
Anadolu ve Balkanlar’ın İslamlaşmasının ortak ismi olarak gösterilmiştir.
Son dönemde Köprülü’nün ortaya koyduğu tezler de dahil olmak üzere Ahmed
Yesevî’nin tarihi kişiliği ve tarîkatı hakkında birçok konu yeniden
tartışılmaktadır. Konu ile ilgili Orta Asya kütüphanelerinde neşredilmeyi
bekleyen birçok kaynak eser yavaş-yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Bu
eserlerin önemli bir kısmının Yesevîliğin ilk dönemine ait olduğu
düşünülmektedir. Bu tezde söz konusu kaynaklardan imkanlar ölçüsünde istifade
edilmeye çalışıldı.
Yeni kaynaklar ışığında mevcut bilgilerimizi değiştirecek nitelikte bazı
tartışmalar bu çalışmanın ilgili bölümlerinde ele alındı. Söz konusu
tartışmaları Ahmed Yesevî’nin tarihî şahsiyeti ve XIII. yy. Anadolu’sunda
Yesevîlik tarîkatının durumu şeklinde ayırmak mümkündür:
Ahmed Yesevî’nin tarihi misyonu ile ilgili tartışmaların odak noktasında;
onun bugüne kadar düşünüldüğü gibi XI-XII. yüzyıllarda değil, XII.-XIIII.
yy.’larda yaşamış olduğuna ilişkin görüş bulunmaktadır. Bu görüş ilk olarak
bundan yetmiş küsür yıl önce Abdülbaki Gölpınarh tarafından dilegetirilmiş;
ancak yakın zamana kadar Yesevîlik araştırmalarında bu konu tartışmaya
açılmamıştır. Konuyu gündeme taşıyan Amerikalı araştırmacı De Weese, henüz
neşredilmeyen bazı kaynaklarda ulaştığı bilgiler ışığında Ahmed Yesevî’nin
XII.- XIII. yy.’larda yaşamış olduğuna kesin gözle bakılabileceğini ifade
etmektedir. Gerçekten de Ahmed Yesevî’nin yaşadığı zannedilen XI.-XII.
yüzyıllara ilişkin elimizde otantik kaynakların bulunmayışı ve menkabevi
kaynakların birçoğunda Ahmed Yesevî’nin XIII. yy.’da yaşamış bazı tarihi
şahsiyetlerle ilişki içinde görülmesi gibi hususlar onun yaşadığı dönemin
XII.-XIII. yy.’lar olduğunu düşündürmektedir. Bunlar arasında adını Bektaşîlik
tarîkatına veren Hacı
Bektaş-ı Veli, Haydarîliğin kurucusu Kutbeddin Haydar ve Vefâîiğin
Anadolu’daki en önemli temsilcisi Baba İlyas-ı Horasanî gelmektedir. Bu dört
büyük sûfînin isimleri menkabelerde sık-sık yanyana zikredilmekte; zaman- zaman
ise bu şahsiyetler şeyh- mürid ilişkisi içinde gösterilmektedir. Bu dördünün
birbiri ile doğrudan-doğruya şeyh-mürid ilişkisi içinde olduklarını gösteren
sağlam kanıtlardan yoksunuz. Ancak bu tezde ayrıntılı olarak verilen menkabevî
bilgilerin XIII. yy.’da yaşayan bir Ahmed Yesevî ile yanyana gösterilmesi,
dikkate değer bir husus olarak görünmektedir.
Son dönemde ortaya çıkan kaynakların ortaya koyduğu diğer bir husus da
Ahmed Yesevî’nin düşündüğümüzden daha geniş bir tasavvuf çevresi içinde
bulunduğunu gösteren kayıtlardır. Bugüne kadar Ahmed Yesevî’nin sûfî kimliğinin
gelişmesi konusunda Aslan Baba ve Yusuf Hemedanî isimleri bilinirken; bugün
Ahmed Yesevî’nin Sühreverdî ve Kübrevî çevreleri ile de irtibat içinde olduğu
anlaşılmaktadır. Menkabevî bir kaynakta abartılı olarak verilen Ahmed
Yesevî’nin döneminin bütün tarikatlarından icazet aldığına ilişkin rivayet;
kaynaklarda onun birbirinden çok farklı sûfî çevrelerle ilişkilendirilmesi ile
birleştirildiğinde Ahmed Yesevî’nin yaşadığı dönemde bu tarikatların kesin
çizgilerle birbirinden ayrılmadığı ve daha esnek bir ilişki içinde bulundukları
anlaşılmaktadır.
XIII. yy. Anadolu’su da henüz teşekkül etmekte olan tarikatların renkli
mozaiğini yansıtan, kitabî dinin sünnî esaslarına dayalı tasavvuf anlayışına
sahip tarikatlarla; kuralcılığa kendi metotlarıyla karşı çıkan, çoğu birbirine
benzeyen ve sonraki kaynaklarda birarada ve zaman-zaman birbirinin yerine
kullanılan Kalender, Abdal, Haydarî, Cavlakî gibi sıfatlarla anılan gezgin
dervişlerin birarada görüldüğü bir sahaya benzemektedir. Bazı kaynaklarda bu
heteredoks zümrelere mensup dervişlerin Yesevî tarikatı ile ilişkilendirildikleri,
hatta bazılarının kendilerini Ahmed Yesevî’nin halifeleri arasında takdim
ettikleri görülmektedir. Bu heterdoks zümreler dışında Anadolu’da varlığını
bildiğimiz sünnî tarikatlar içinde Ahmed Yesevî ve tarikatının adı
zikredilmemektedir.
Yesevîliğin Orta Asya kaynakları yavaş-yavaş gün yüzüne çıkarken;
Anadolu’da Yesevîliğin durumunu da aydınlatacak olan bazı konuların zaman
içinde aydınlanmasını umut ediyoruz. Bunların başında Anadolu’da Yesevîliğin
önce Haydarîlik ve Vefâîlik, daha sonra Bektaşîlik içinde temsil edildiğini
gösteren kaynaklara Yesevîliğin nasıl girdiği konusu gelmektedir. Bir kısmını
inceleme imkanı bulduğumuz bu yeni kaynakların genel olarak Nakşibendi
geleneğini yansıttığı; ancak 14. yy.’da teşekkül eden Sığnaki Risalesi’nin
Ahmed Yesevî’yi çehar-darb yapan heteredoks bir derviş olarak takdim ettiği
ilgili bölümde gösterilmişti. Yesevîliğin Anadolu’da Bektaşîlerce temsilini,
Bektaşîlerin Ahmed Yesevî’yi Türkistan’daki şöhreti sebebiyle kendilerine mâl
etmelerine bağlayan görüşün de izaha muhtaç olduğu muhakkaktır. Zira eğer
Bektaşîler Ahmed Yesevî’yi şöhreti sebebi ile kendilerine mâl etmişlerse ve
aslında onun Bektaşîliğin teşekkülünde herhangi bir rolü yoksa, bu kadar meşhur
bir şahsiyetin Bektaşî kaynakları dışında hiçbir kaynağa girmemiş olmasını
nasıl izah edebiliriz?
Netice olarak Anadolu sahasında XIII. yy.’da Yesevîliğin varlığı, şüpheye
yer bırakmayacak biçimde kesinlik arz etmektedir. Ancak bu sahada Yesevî
dervişlerinin rolü belki sonraki dönemlerde abartılmış; belki de Yesevîlik bu
sahada oluşturduğu alt şubeler içinde yaşamaya devam etmiştir.
Ahmed Yesevî’nin bu tablo içindeki yeri ise; onun menkabevi hayatının
perdesi altında daha uzun süre tartışılmaya devam edecektir.
ALİ-ŞİR NEVAYÎ (1979), Nesâyimü’l-Muhabbe min Şemâyimi’l Fütüvve,
(Haz. Kemal Eraslan), İstanbul: İstanbul Ün. Edebiyat Fakültesi Yay.
AHMED EFLAKÎ (2006), Ariflerin Menkıbeleri (Çev. Tahsin Yazıcı),
İstanbul: Kabalcı Yay.
AHMED YESEVÎ (1998), Divan-ı Hikmet, (Haz. Hayati Bice), Ankara:
T.D.V. Yay.
—, (2000), Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler, (Haz. Kemal Eraslan),
Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
AŞIKPAŞAZÂDE (2003), Osmanoğullan’nın Tarihi (Tevarih-i Al-i Osman),
(Haz. Kemal Yavuz, Yekta Saraç), İstanbul: K Kitaplığı.
ATALAY, Adil Ali (1997), Abdal Musa Sultan ve Velayetnamesii
Can Yay., İstanbul.
AY, Resul (2006), “Tasavvufi Hayat ve Tarikatlar”, Anadolu
Selçuklukları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı-I, (ed. Ahmet Y. Ocak), Ankara:
Kültür ve Turizm Bak. Yay., s. 459-465.
BALDICK, Julian (2002), Mistik İslam: Sufizme Giriş, İstanbul:
Birey Yay.
BALIVET, Michel (2005), Şeyh Bedrettin: Tasavvuf ve İsyan, 2. bs.
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.
BARKAN, Ömer Lütfi (Tz.),Kolonizatör Türk Dervişleri, Hamle Yay:
İstanbul.
BARTHOLD, V.V. (2004), Orta Asya Türk Tarihi -Dersleri-, Ankara:
Çağlar Yay. BENNINGSEN Alexandre&QUELQUEJAY C. Lemercier (1988), Sufi ve
Komiser -Rusya’da İslam Tarikatları-, (Çev. Osman Türer), Ankara:
T.T.K.
BİRDOĞAN, Nejat (1992), Anadolu ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi
Ocaklar- Dedeler-Soyağaçları, İstanbul: Alev Yayınları.
BOSVVORTH, C.E. (1995), “Rifa’iyya”, E./.,Volüme VIII, Leiden, s.
525-526.
CARMUHUMMED-ULI, M. (1992), “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni
Deliller ve O’nun Bilinmeyen ‘Risale’ Adlı Eserinin ilmi Değeri” (çev. Tlat
Tekin), Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara:
Feryal Matbabası.
CUNBUR, Müjgan (1997), Anadolu’nun Bütünleşmesinde Ahmed Yesevî’nin
Yeri, Ankara: A.K.M. Yay.
ÇAMUROĞLU, Reha (1990), Tarih, Heteredoksi ve Babailer, İstanbul:
Der Yay.
DEWEESE, Devin (1993), “A Neglected Source on Central Asian History: The
17th Century Yasavi Hagiography Menaqıb al-Akhyar”, Essays on
Uzbek History, Culture, and Language, ed. Deniş Sinor an Bakhtiyar A.
Nazarov, (Bloomington in: Research Institute for Inner Asian Studies, 1993;
Uralic and Altaic Series, vol. 156):38-50.
—, (1994), “Baba Kemal Jandi and the Kubravi Tradition among the Turks of
Central Asia”, Der İslam, 71/1 (1994), s. 58-94.
—, (1996a), “The Mashâ’ikh-i Türk and the Khocagân: Rethinking The Links
Betvveen The Yasavvî and Naqsbandî Sufi Traditions”, Journal of Islamic
Studies, 7 (2): 180-207.
—, (1996b), “Yasavi
Sayhs in the Timurid Era: Notes On the Social and
Political Role of Communal Sufi Affiliations in the 14th and
15th Centuries”, La Civilta Timuride Come Fenomeno
Internazionale, ed. Michele Bernardi (=Oriente Moderno (Rome), N.S. 15
(76), No.2 (1996)): 173-188.
—, (1999), “The Yasavi Order and Persian Hagioghraphy in Seventeeth
Century Central Asia: Alim Shaykh of ‘Aliyabad and his Lemahat min Nefahat
al-Quds”, The Heritage of Sufism, Vol.lll: Late Classical Persianete
Sufism (1501-1759), Teh Safavid and Mughal Period, ed. Leonard Levvisohn and
David Morgan, (Oxford, 1999), pp. 389-414.
—, (2006), “Forevvord”, Early Mystics in Turkish Literatüre Translated
and Edited with an Introduction by Gery Leiser and Robert Dankof,
Routledge, London and New York s. VI l-XXVI I.
ELVAN ÇELEBİ (1995), Menâkıb’ul-Kudsîye fî Menâsıbi’l-Ünsiye,
(Haz. Ahmet Yaşar Ocak-İsmail Erünsal), Ankara: T.T.K. Basımevi.
ERASLAN, Kemal (1977), Yesevî’nin Fakr-Namesi, İst. Ün. Ed. Fak.
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi C. XXH’den ayrıbasım, İstanbul: Edebiyat Fak.
Basımevi.
EVLİYA ÇELEBİ (1996), Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (1. Kitap),
(Haz. O. Şaik Gökyay), İstanbul: Yapı Kredi Yay.
—, (1999a), Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (2. Kitap), (Haz. Z.
Kurşun, S. A. Kahraman, Y. Dağlı), İstanbul: Yapı Kredi Yay.
—, (2005), Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (3. Kitap), (Haz. S. A.
Kahraman, Y. Dağlı), İstanbul: Yapı Kredi Yay.
—, (2001a), Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (4. Kitap), (Haz S. A.
Kahraman, Y. Dağlı), İstanbul: Yapı Kredi Yay.
—, (2001b), Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (5. Kitap), (Haz. S. A.
Kahraman, Y. Dağlı, İ. Sezgin), İstanbul: Yapı Kredi Yay.
—, (2002), Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (6. Kitap), (Haz. S. A.
Kahraman, Y. Dağlı), İstanbul: Yapı Kredi Yay.
—, (2003a), Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (7. Kitap), (Haz. S. A.
Kahraman, Y. Dağlı, R. Dankoff), İstanbul: Yapı Kredi Yay.
—, (2003b), Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (8. Kitap), (Haz. S. A.
Kahraman, Y. Dağlı, R. Dankoff), İstanbul: Yapı Kredi Yay.
—, (2005), Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (9. Kitap), (Haz. S. A.
Kahraman, Y. Dağlı, R. Dankoff), İstanbul: Yapı Kredi Yay.
ESİN, Emel (1978), İslamiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslam’a
Giriş, İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbabası.
GELİBOLULU MUSTAFA ÂLÎ (1277), Künhü’l-Ahbar, C.V, İstanbul:
Takvimhane-i Amire.
GÖLPINARLI, Abdülbaki (1936), Yunus
Emre, İstanbukBozkurt Basımevi.
—, (1997), Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar,
İstanbul: İnkılap Yay.
HACI BEKTAŞ-I VELİ (1990), Makalat, (Haz. Esad Coşan), Ankara:
Kültür Bakanlığı Yay.
HAKİM ATA (2007), Hakim Ata Kitabı (Haz. Münevver Tekcan),
İstanbul: Beşir Yay.
HARTMAN, Angelica (1997), “al-Suhrawardi”,
E.L Volüme IX, s. 778-825.
HAZÎNÎ, (1995), Cevahir’ul-Ebrar min Emvaci’l-Bihar, (Haz. Cihan
Okuyucu), Kayseri.
—, (2000), Menbau’l-Ebhar fi Riyazi’l-Ebrar, (Haz. Samire
Mahmudova), Marmara Ü. S.B.E., Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
HENDERSON, John B (1998), The Construction of Orthodoxy and Heresy,
New York: State University of New York Press.
Hoca Ahmet Yesevî Özel Sayısı (1995), Erdem Atatürk Kültür Merkezi
Dergisi, (1995), 7 (21), Ankara:T.T.K. Basımevi.
HOFMAN, H. F. (1969), “A Bio-Bibliographical Survey”, Section III
(Chaghatai), Part I (Authors), 6 Vols. in 2, Utrecht, s. 110-128.
HÜSEYNÎ, Muhammed Şerif (2001), Huccetü’z-Zakirin,
li-Reddi’l-Münkirin, (Haz. Abbasali Alizadeh), (Marmara Ü. S.B.E.,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
İNAN, Afet (1939), “Atatürk ve Tarih Tezi”, Belleten, C.lll, S.10,
s. 243-246.
KARA, Mustafa (1985), Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul:
Dergah Yay.
KARAMUSTAFA, Ahmet T. (2006), Tann’nın Kural Tanımaz Kulları: İslam
Dünyasında Derviş Toplulukları (1200-1550), İstanbul: Yapı Kredi Yay., 2.
bs.
—, (2005), “Yesevîlik, Melametilik, Kalenderilik, Vefailik ve Anadolu
Tasavvufunun Kökenleri Sorunu”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler,
(Haz. A. Yaşar Ocak), TTK, Ankara: 2005, s. 61-88.
KEKLİK, Nihat (1966), Muhyiddin Ibnü’l-Arabi:
Hayatı ve Çevresi, Büyük Matbaa, İstanbul 1966.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad (1943), Anadolu
Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları-I, Ankara: T.T.K. Basımevi.
—, (1965a), “Ahmet Yesevî” İslam Ansiklopedisi, I: 210-215.
—, (1965b),“Orta-Asya Türk Dervişliği Hakkında Bazı Notlar”, Türkiyat
Mecmuası, XIV: 259-265.
—, (1973), “Abdal Musa” Türk Kültürü, C. XI, Ankara s. 198-207.
—, (1984), Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Ankara: D.İ.B. Yay.
—, (1994), Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu
(5. Baskı), Ankara: T.T.K. Basımevi.
—, (2003), Anadolu’da İslamiyet, 2. bs. İstanbul: İnsan Yay.
—, (2004), İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara: Akçağ Yay.
—, (2005), Türk Tarih-i Dinîsi, Ankara: Akçağ Yay.
—, (2006), Early Mystics in Turkish Literatüre Translated and Edited
with an Introduction by Gery Leiser and Robert Dankof, Routledge, London
and New York.
KÜBRA, Necmüddin (1980), Tasavvufi Hayat, (Haz. Mustafa Kara),
İstanbul: Dergah Yay.
LAMİ’Î ÇELEBİ, Mahmud b. O. (1981), Nefahâtü’l-Üns: Evliya
Menkîbeleri, (Haz. Süleyman Uludağ, Mustafa Kara), İstanbul: Marifet Yay.,
2. bs.
MADELUNG, VVilferd (1987-8), “Yusuf al-Hamadani and Naqsbandiyya”, Quaderni
di Studi Arabi, 5-6, s. 499-509.
MELİKOFF, İrene (2006a), Uyur İdik Uyardılar, (çev. Turan
Alptekin), İstanbul: Demos Yay.
—, (2006b), Hacı Bektaş, Efsaneden Gerçeğe, (çev. Turan Alptekin),
İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.
MEVLANA SAFİYYÜDDİN (1996), Neseb-name Tercümesi (Haz. Kemal
Eraslan), İstanbul: Yesevî Yayıncılık.
NOYAN, Bedri (1996), Demir Baba Vilâyetnamesi, İstanbul: Can Yay.
OCAK, Ahmet Yaşar (1978), “Emirci Sultan ve Zaviyesi”, -Ayrı Basım- Tarih
Enstitüsü Dergisi, Sayı: IX, İstanbul: Edebiyat Fak. Matbaası.
—, (1979), “XIII. ve XIV. Yüzyıllar Anadolu Türk Tarihi Bakımından Önemli
Bir Kaynak: Menâkıb’ul-Kudsîya Fî Menâsıb’il-Unsiyâ”, Tarih Dergisi,
XXXII- 91-102.
—, (1989a), “Türk Tarihinin Kaynağı Olarak Bektaşi Menakıbnâmelerinin
Mahiyeti”, IX. Türk Tarih Kongresi, ss. 1239-1247.
—, (1989b), “Bektaşilik”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, s. 373-379.
—, (1991a), “Milletlerarası Ahmed-i Yesevî ve Yunus Emre Sempozyumları
Münasebetiyle Türkiye'de Kültür Tarihi Araştırmaları Hakkında Düşünceler",
Türkiye Günlüğü, 16: 115-120.
—, (1991 d), “Türkiye’de Yunus Emre Araştırmaları Üzerinde Genel Bir
Değerlendirme ve Yunus Emre Problemi, Türk Yurdu, (Şubat 1991), S: 42.,
s. 8-11.
—, (1992a), OsmanlI Imparatoluğu’nda Marjinal Sufilik: Kalenderiler
(XIV-XVI. Yüzyıllar), Ankara: T.T.K. Basımevi.
—, (1992b), “Alevi”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, s. 368-369.
—, (1992c), “Hacı Bektaş-ı Veli”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, s.
455-458.
—, (1996), Babaîler İsyanı: Aleviliğin Tarihsel Altyapısı,
İstanbul: Dergah Yay.
—, (1997), Kültür Kaynağı Olarak Menakıbnameler, Ankara: T.T.K.
Basımevi
—, (2002a), Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri,
İstanbul: İletişim Yay.
—, (2002b), Sarı Saltık, Ankara: T.T.K. Yay.
—, (2002c), “Türkiye'de 1980 Sonrası Tasavvuf Tarihi Araştırmalarına
Genel Bir Bakış", Toplumsal Tarih, sayı: 108, Aralık 2002, 10-19.
—, (2003), Türkler, Türkiye ve İslam, İstanbul: İletişim Yay.
—, (2004), Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul: İletişim Yay.
—, (2006a), “Vefailik”, Belleten, LXX 257 (Nisan 2006), s.
119-154.
—, (2006b), “Türkiye Selçukluları ve İslam”, Anadolu Selçuklukları ve
Beylikler Dönemi Uygarlığı-I, (ed. Ahmet Y. Ocak), Ankara: Kültür ve Turizm
Bak. Yay., s. 459-465.
ÖZEN, Kutlu (1999), “Sivas-Divriği Yöresindeki Bektaşi Tekkeleri (16. yy.
- 20. yy.),” /. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri,
(22-24 Ekim 1998), Ankara.
ÖZGÜL, Vatan (2002), “Kızılbaşlık ve Türkmenler”, Hacı Bektaş Veli
Araştırma Dergisi, 32: 255-275.
POLAT, Mustafa (1989), Malazgirt ve Yöresi Tarihi, Ankara.
ROUX, Jean-Paul (1998), Türklerin ve Moğolların Eski Dini,
İstanbul: İşaret Yay.
SÂFÎ, Mevlana Ali b. Hüseyin (2006), Reşahat-i Aynü’l-Hayat, (Sad.
Mustafa Özsaray), İstanbul: Semerkant Yay.
SIĞNÂKÎ, Hüseyin b. Ali (1999),“Menâkıb-ı Ahmed Yesevî”, Ahmed Yesevî’nin
Menakıbı (Nşr. Necdet Tosun), İlam Araştırma Dergisi C. 3, S.1, İstanbul.
TAHRALI, Mustafa (1989), “Ahmed er-Rufai”, T.DV.I.A. C. II, s.
127.
TEKCAN, Münevver (2006), “Hakim Ata’nın Ahir Zaman Kitabı”, Bilig,
37:21-53.
TOGAN, Zeki Velidi (1953), “Yesevîlik Hakkında Yeni Bilgiler”, 60.
Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı, s. 522-529.
TOSUN, Necdet (1998), “Yesevîliğin İlk Dönemine Ait Bir Risale:
Mir’at’ül- Kulûb”, İLAM Araştırma Dergisi, (Temmuz-Aralık 1997), 2 (2):
41-85.
—, (1999), “Ahmed Yesevî’nin Menâkıbı”, İLAM Araştırma Dergisi,
(Ocak- Haziran 1998), 3 (1): 73-81.
—, (2005), “Ahmed Yesevî ve Yesevîlik’te Zikr-i Erre”, Keşkül, S.6,
(Güz), s. 30- 34.
TRIMINGHAM (2002), “Tasavvuf Akımlarının Kuruluşu”, (Çev. Kadir Özköse) Din
bilimleri Akademik Araştırma Dergisi //, S: 1.
TURAN, Osman, (1953), “Selçuk Türkiyesi Din Tarihine Dair Bir Kaynak”, 60.
Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı.
UĞURLU, Kamil (1995), Kamil Uğurlu, “Yesevî Külliyesi”, Erdem,
VII/21 (Aralık 1995), s. 981-985.
UNAN, Fahri (1995), “Türkiye’de Kültür Tarihi Araştırmaları ve Türk
Heteredoksi Tarihine Farklı Bir Bakış”, Türkiye Günlüğü, (Temmuz-Ağustos
1995), 35:116-125.
UZUN FİRDEVSİ (1958), Vilayetname: Menakıb-ı Hinkar Hacı Bektaş-ı
Veli, (nşr. Abdülbaki Gölpınarlı) İstanbul: İnkılap Yay.
ÜÇER, Cenksu (2005), Tokat Yöresinde Geleneksel Alevîlik, Ankara:
Ankara Okulu Yay.
YAMAN, Ali (2006), Orta Asya’dan-Anadolu’ya Yesevîlik, Alevilik,
Bektaşilik, Ankara: Elips Yay.
—, (2005), “Hoca Ahmet Yesevî ile Bağlantılı ve Literatürde Az Bilinen
Alevi- Bektaşi Erenleri”, Hacı Bektaş-ı Veli Araştırma Dergisi, C. 35.
—, (2006), Allahçılar: Ora Asya’da Yesevilik, Kızılbaş Türkler,
Laçiler, İstanbul: Nokta Yay.
YAZICI, Tahsin (1998a), “Haydariye”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi,
c. XVIII, s. 35- 38.
—, (1996b), “Haydar, Kutbuddin”, T.D.V. I.A., C. XVIII.
—, (2006), “Önsöz”, Ariflerin Menkîbeleri, İstanbul: Kabalcı Yay.
Yesevîlik Bilgisi (1998), (Haz. Mustafa İsen, Cemal Kurnaz,
Mustafa Tatcı), Ankara: Ahmet Yesevî Vakfı Yay.
ZERNÛKÎ, Sufi Muhammed (1998), “Mir’atü’l-Kulub”, Yesevîliğin İlk
Dönemine Ait Bir Risale: Mir’atü’l-Kulub, (Nşr. Necdet Tosun), İlam Araştırma
Dergisi C. 2, S. 2, s. 41-85.
[2] Bugün Dîvan-ı
Hikmet’in bilinen yazma nüshaları Eraslan’ın kayıtlarına göre şöyledir:
a.
İstanbul Üniversitesi
Kütüphanesi Nr. 3898 (1844-5)
b.
Türkiyât Enstitüsü
Yazmaları Nr. 2497 (1873-4)
c.
Emel Esin Nüshası (?)
d.
Ahmed Cafeoğlu Nüshası (?)
e.
Manchester, The John
Rylands University Library Nr.67 (1800)
f.
Konya Mevlânâ Müzesi, Nr.
2583 (?)
g.
Konya Mevlânâ Müzesi, Nr.
2460 (Son devirler)
h.
Millet Kütüphanesi, Ali
Emîrî, Manzum Nr.16 (Son devirler)
i.
Millet Kütüphanesi, Ali
Emîrî, Manzum Nr.17 (Son devirler) (Eraslan
2000 : 39-40).
[3] Kazan Baskısı
(1878), İstanbul Baskısı (1881-2), Taşkent Baskısı (1896-7) gibi.
[4] Bkz Eraslan
(1983); Bice (1993).
[5] Karamustafa ayrıca aynı bölümde Nr. 11759’da kayıtlı
Arapça bir nüshadan söz ediyor (Karamustafa 2005: 68).
[6] Afet İnan, bu dönemde gelişen Türk tarih tezini
şöyle özetler: “Türk Milleti’nin tarihi, şimdiye kadar tanıtılmak
istendiği gibi yalnız Osmanh tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok
daha eskidir. Türk sarı ırktan değildir, Türkler beyaz ırktan insanlardır.
Bugünkü yurdumuzun sahipleri, eski kültür kurucuları ile aynı insanlardır.
Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal
ırkın temsilcileridir. Orta AsyalIların torunları olan bugünkü Türkler,
insanlığın ortaklaşa malı olan dünya uygarlığını yaratan insanların
soyandandırlar ve uygarlığa önemli katkılarda bulunmuşlardır” (İnan 1939: 243).
[7] Tezimizde De VVeese’ın Yesevî tarîkatı ile ilgili şu
çalışmaları kullanılmıştır: “The Mashâ’ikh-i Türk and the Khocagân: Rethinking
The Links Betvveen The Yasawî and Naqsbandî Sûfî Traditions”, Journal of
Islamic Studies, (1996) 7 (2): 180-207, “Yasavi
Sayhs in the Timurid Era: Notes On the Social and Political Role of Communal
Sûfî Affiliations in the 14th and 15th Centuries”, La
Civilta Timuride Come Fenomeno Internazionale,
ed. Michele Bernardi (=Oriente Moderno (Rome), N.S. 15 (76), No.2 (1996)):
173-188, “Foreword”, Early Mystics in Turkish Literatüre Translated and
Edited with an Introduction by Gery Leiser and Robert Dankof, Routledge, London and New York 2006, “Yasavian Legends on the
Islamization of Türkistan”, Aspects of Altaic Civilization III”
(proceedings f the 13. Meeting of the Permanent International Altaistic
Conference, Indiana University, Bloomington, June 19-25, 1987), ed. Deniş Sinor (Bloomington: Indiana University,
Research Institute for Inner Asian Studies, 1990): 1- 19.
[9] Bu konuda daha
geniş bilgi için bkz. Ocak (2002a)
[10] Divan-ı
Hikmet’te Aslan Baha’dan saygıyla söz edilir: “Yedi yaşta Aslan Babam
gelip buldu/Gördüğü her sırrı perde ile sarıp-örttü/ ‘Allah’a hamd olsun
gördüm’ dedi, izimi öptü” (Eraslan 2000: 63).
[11] Köprülü, bu
menkabeyi Müzekkir-i Ahbab’dan naklediyor (Köprülü 1984: 28). Ayrıca Aslan
Baha’nın Divan-ı Hikmet’te de sahabenin ulularından biri olarak gösterildiğini
görmekteyiz (Ahmed Yesevî 2000: 64)
[12] “Aslan Baba Ashab’ın ileri gelenlerindendi.
Meşhur bir rivayete göre dörtyüz sene, diğer bir rivayete göre yediyüz sene
yaşamıştı. Onun Türkistan’a gelerek Hoca Ahmed’i irşada memur olması, bir
manevi işarete dayanıyordu: Hz. Peygamber’in gazalarından birinde Ashab-ı Kiram
her nasılsa aç kalarak onun huzuruna geldiler; biraz yiyecek istirham ettiler.
Hazret-i Peygamber’in duası üzerine Cibril-i Emin, cennetten bir tabak hurma
getirdi. Fakat o hurmalardan br tanesi yere düştü. Hazret-i Cibril dedi ki; ‘Bu
hurma sizin ümmetinizden Ahmed Yesevî adlı birinin kısmetidir. Her emanetin
sahibine verilmesi tabii olduğu için, Hz. Peygamber ashabına içlerinden birinin
bu vazifeyi almasını teklif etti. Ashaptan hiçbiri cevap vermedi, yalnız Baba
Aslan inayet-i risâlet penahi ile bu vazifeyi üzerine alabileceğini söyledi. Bunu
üzerine Hz. Peygamber o hurma danesini eliyle Arslan Baha’nın ağzına attı ve
mübarek tüktüklerinden de ihsan etti. Hemen hurma üzerinde bir perde zahir oldu
ve Hz. Peygamber, Arslan Baha’ya Sultan Ahmed Yesevî’yi nasıl bulacağını tarif
ve talim ederek onun terbiyesi ile meşgul olmasını emretti” (Hazînî 1995: 32a-32b) Bu menkabeye Hikmetler’de de
işaret edilmiştir: “Dört yaşımda Hak Mustafa hurma verdi/yol gösterdim
nice şaşkın yola girdi” (Eraslan 2000: 63).
[13] “Bir yaşımda ruhlar bana nasip verdi/lki yaşta
peygamberler gelip-gördü/Üç yaşımda kırklar gelip halimi sordu vd. ” (Eraslan 2000: 63).
[14] “Rivayet olunur ki Hâce-i Namdann bir öküzü
vardır; daima üstünde bir heybe ile kaşık ve kepçe ve keçkül bedida ve ol
şehrin çarşısında devvar idi. Haridar olanlar ne miktar ki alırlardı, kıymet-i
muayyenesini herbeye bırakırlardı. Ol öküz akşama dek her gün gezer; badehu
huzur-u Hoca’ya gelirdi. Içindekini kendi mübarek eliylealırdı. Faraza bir
kimse ol meta’dan alsa ve kıymetini heybeye bırakmasa hergiz o öküz ardlarından
ayrılmazdı; ta ol aldığı meta’ı veya akçeyi bırakmaynca ahir semte gitmezdi” (Vilayetnâme 1958: 14).
[15] “An’aneye göre Horasan erenleri Ahmed
Yesevî’ye büyük bir kıymet vermekle beraber, hakiki derecesinin yüksekliğini
layıkıyla bilmiyorlardı. Bir defa büyük bir toplantı tertip ederek Hoca Ahmed’i
de oraya davete karar verdiler ve içlerinden birisi turna donuna girerek
Hoca’ya haber vermek üzre yola çıktı. Batın kuvveti ile bu işi haber alan Hoca,
müritlerine yedi velinin geleceğini söyleyerek yanına bazı dervişlerini aldı ve
yine turna donuna girerek onları karşılamaya çıktı. Semerkant sınırındaki bir
büyük nehirde iki taraf karşılaştılar. Horasan erleri, Hoca’nın bu kudretine
karşı aciz ve hayran kaldılar vd."
(Vilayetnâme 1958: 10)
[16] Söz konusu
bilgi birçok kaynakta Ahmed Yesevî’nin 63 yaşında yere girişini tahkiye eden
“Hikmet”e dayanır. Divan-ı Hikmet’te Ahmed Yesevî’nin Çilehanesine girişi,
sebepleriyle birlikte sûfîyane bir dille anlatılır (Eraslan 2000: 58-67).
[17] “Ahmed Yesevî orada lahd şeklinde bir yer
kazıp, kendisine orayı mekan yaptı. Lahdi andıran o dar yerde zikrettikçe
dizleri göğüslerine sürte-sürte herikisi de delinmişti. Bundan dolayı
kendilerine serhalka-i Sînerişan derler”
(Hazînî 1995: 47b).
[18] “Rivayete göre Hoca’nın İbrahim adlı bir oğlu,
bir de güzel atı vardı. Sünnet-i Nebevi’ye uymak için (Hz. Peygamber’in de
erkek evladı yaşamamıştı) Ahmed Yesevî, ‘her kim çocuğumun ölümü haberini
getirirse bu atı ona şükrane vereyim’ buyurmuşlardı. Sûrî halkı bunu duydular.
Birgün Şehzade İbrahim’i bir ağacın altında uykuda bulup başı kestiler ve bir
havluya sararak Hoca’nın karşısına getirdiler. Hoca getirenlere ‘Bu nedir?’
diye sorduğunda yeni yetişmiş turfanda kavun hediye getirdiklerini söylediler.
Hoca işi anlamakla beraber yine o atı verdi ve katile de kızını verdi ki kan
davası olup aralarında düşmanlık ve diyet baki kalmasın. Şimdi her sene o ağaç
altındaki maktelden kan aktığı görülü?’ (Hazînî
1995: 53a).
[19] Köprülü Schuyler’in Türkistan
Seyahatnamesi adlı kitabından naklediyor (Köprülü 1984: 43).
[20] “Ahmed Yesevî’nin halifeleri, ekseriya bu
emanetleri ondan istedikçe ‘Sahibi vardır, gelir alır” cevabını alırlardı. Bir
sabah onu almaya niyet ederek namazdan sonra otudular, büyük bir ateş yaktıla.
O aralık gelen Hoca Ahmed, onların niyetlerini bildi. Orad meydanın bir
tarafında çiçeklenmiş bir darı vardı. Ahmed Yesevî dedi ki: “Kim bu darı
çiçeğinin üstüne seccadesini koyup namaz kılarsa; o emanetler gelip onun başı
ucuna dikilirler. Hem zaten nafile zahmet çekmeyi, sahibi nerede ise buraya
geliri’ Bu aralık Hacı Bektaş gelip selam verdi. Hoca ve müritleri ayağa
kalktılar. Biraz sonra Hoca Ahmed, “Ya Bektaş!” diye nida etti. Bu işaret
üzerine Hacı Bektaş, darı içeğinin üzerine seccadesini koyup iki rekat namaz
kıldı. Darının bir tanesi bile yerinden oynamadı. O esnada emanet tac hemen
havalanıp Bektaş’ın başına, hırka kasına geçti. Sofra ile aydınlanan çerağ ve
‘alem ve seccade dahi gelip başının üzerinde durdu” (Vilayetnâme 1958: 8).
[21] “Pes Sultan Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri’nin
bir ağaç kılıcı vardı. Getirip tekbir edip, Sultan Hacı Bektaş-ı
Veliyyü’l-Horasanî’ni beline kuşattı ve dahi ocakta dut ağacından od yanardı.
Bir eğsiyi kavrayıp Rum’a doğru pertav etti ve ol eğsiyi Horasan’da Rum’a er
gönderdiği malum ola, Rum’da bunu tutalar deyu dedi. Ol eğsi havada yana-yana
geçerken Konya’da bir er var idi. Sultan Hoca Fakih derler idi. Ol odu
kapıp-hücresinin önüne dikti.Kudret-i İlahi, ol eğsi bitti. Tepesi yanık,
aşağısı dut idi. El-haleti hazihi şimdi yemiş verir. Pes imdi Sultan Hacım ve
Hacı Bektaş Velî ol gece seccade üzerinde yattılar ve kudretten bir avaz geldi
ki: “Eğlenmen, Rum’a varın!” Durdular. Sabah namazın kılıp evradların tamam
edip secde ettiler. Ondan icazet talep ettiler. Pes Hoca Ahmed Yesevî b.
Muhammed Hanefi b. Aliyyü’l-Murtaza dahi 99.000 halife ile bunlara hayır-dua
edip bir mübarek Perşembe günü ol saatte Ka’be yoluna revan o/dı//ar”(Vilayetnâme-Hacım Sultan 1993: 20).
[22] Onun doğum
tarihi hakkındaki bu görüş 120 yıl yaşadığına ilişkin menkabevî bilgiyi, ölüm
tarihiyle birleştirerek elde edilmiştir (Köprülü 1984: 33).
[23] Gölpınarlı bu
görüşü 1936 yılında Yunus Emre adlı
kitabında dile getirmişti. Ona göre Vilayetname’de Ahmed Yesevî ile Hacı
Bektaş-ı Veli’nin görüştüklerini gösteren menkabeler, Nefahat’te XIII. yy.’da
yaşadığı bilinen Necmeddin Kübra ile Ahmed Yesevî’nin çağdaş olarak sunulması,
hatta Ahmed Yesevî küçük yaşta iken öldüğü bilinen hocası Aslan Baha’nın 1145
‘te ölmüş olması Ahmed Yesevî’nin XIII. yy.’ın ilk yarısında öldüğünü
gösteriyordu (Gölpınarlı 1936: 97-98). Ancak onun 1961 yılında kaleme aldığı Yunus
Emre ve Tasavvuf isimli eserinde Ahmed
Yesevî’nin ölüm tarihini klasik görüşe göre vermesi, ilk görüşünden
vazgeçtiğini gösteriyor (Gölpınarlı 1961: 106).
[24] Hazînî, Aslan
Baba’ya ait bir şecere nakletmekte; kendisini de onun soyuna bağlamaktadır
(Hazînî 1995: 3a).
[25] Yusuf
Hemedânî’nin Ahmed Yesevî’nin öğrenimindeki rolü ve tasavvufi kimliği ile
ilgili bkz. Köprülü (Köprülü 198: 65).
[26] Bu isim Sâfî’de Abdullah Berki
olarak verilmektedir (Sâfî 2006: 40)
[27] Bu görüş merhum
F. Köprülü tarafından ortaya atılmıştır. Buna göre Divan-ı Hikmet bizzat Ahmed
Yesevî’nin kendisi tarafından söylenen hikmetlerden oluşmuş olmasa bile şekil
ve ruh bakımından onun tarz ve uslubunu yansıtmaktadır Daha geniş bilgi için
bkz. Köprülü (1984: 119-126).
[28] Divan-ı
Hikmetin Ahmed Yesevî’ye isnat edilmesi konusunda ayrıntılı bir tartışma, 1948
yılında A. K. Borovkov tarafından yapılmıştır. Borovkov’a göre Divan’ın stili
XII. yy’ların sonu ile XIII. yy’ların başında kullanılan Orta Asya Türkçesi’nden
çok, klasik Çağatay Türkçesi’ni yansıtmaktadır. Ayrıca, birçok şiir açık
biçimde daha sonra gelen Yesevî nesillerine ait görünmektedir. Otobiyografik
olarak kaleme alınan birçok beyit ise, Ahmed Yesevî’nin ölümünden sonra
gerçekleşen olaylara işaret etmektedir (Hofman 1969: 110-128). Borovkov’un
görüşlerini değerlendiren De VVeese’e göre, Divan’da Ahmed Yesevî’nin
biyografisi ile ilgili olarak yansıtılan olayların XV. yy.’ın sonlarından önce
yazılmadığı anlaşılmaktadır. Bunun yerine, şiirlerin içeriği XV. yy yarısından
sonra ortaya çıkan Yesevî tarîkatının sözlü geleneğine ait yönleri
yansıtmaktadır. Oysa bu içerik XII., XIII., XIV. yy’larda aktif olan Yesevî
soyuyla ilgili hiçbir bilgi vermemektedir (De Weese 1996a: 184).
[29] Esasen ilk görüşün müellefi
Köprülü’nün de bir ihtimal olarak dilegetirdiği bu tez günümüze kadar gözardı
edilmiştir (Köprülü 1984: 124). Şüphesiz ki bu görüşe rağbet edilmemesi
sebepsiz değildir. Kanaatimize göre Ahmed Yesevî ve mirasının doğru
anlaşılması, birtakım ideolojik tezlere bilim sahasında mesned aranması
çabasına kurban edilmiştir. Yesevî tarîkatına ilişkin yapılan araştırmaların bu
bağlamda eleştirisi için bkz. De Weese (2006: V-VII).
[32] Tasavvufta;
Kur’an ve sünnet’in lafzî, zahirî tefsiri ve yorumu.
[33] Bu kavram literatürde
tasavvuf ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Hakîkat ilmi denilince tasavvuf
anlaşılır.
[34] “Şeriat, zâhiren uzuvlarla yani zahirle amel
etmektir. Şeriatla yürürüm deyip iddiada bulunanlar müslüman diye
adlandırılırlar. Tarîkat kalp ile amel etmektir ve gönül alemi gözünü açmaktır.
Kişinin gönül alemi açılsa onsekiz bin alemi apaçık görür. Hakikat ise sır
(kalbin içindeki cevher, gönül) ile amel etmektir. Mukarreb olup Hakk’a
yakınlık makamında duran kişi, Hak Teala’nın cemali ile müşerref olur. Şeriat
imanı kelime-i tayyibe (la-ilahe illallah) okumak, tarîkat imanı Allah
Teala’dan korkmak ve hakikat imanı dürüstlük (ve samimiyet) ile Hak Teala’ya
yönelmektir” (Zernûkî 1998: 77-79).
[35] Sufilerin
birtakım ruhani ve manevi halleri yaşayarak elde ettikleri bilgi, irfan. Bu
yolla elde edilen bilgiye Marifetullah, bu bilgiyi elde eden kişiye ârif denir.
[36] Buna göre
“şeriat”ta bulunan on makam “1- Hak Teala’nın birliğine, varlığına,
zatına, sıfatlarına ve zatına iman etmek; 2- Namaz kılmak, 3- Oruç tutmak, 4-
Zekat vermek, 5. Hac farizasını yerine getirmek, 6- Yumuşak konuşmak, 7- İlim
öğrenmek, 8- Hazret-i Resul-i Ekrem’in sünnetlerini yerine getirmek, 9- Şeriat
bakımından yapılması gerekli şeyleri yerine getirmek, 10- Şeriatın yasakladığı
şeylerden kaçınmak”; “tarîkat”ta bulunan on
makam “1- Tevbe etmek, 2- Pîre el uzatmak, 3- Allah’tan sakınmak, 4-
Allah’ın rahmetinden ümid kesmemek, 5 Belirli vakitlerde yerine getirilmesi
gereken ve tarikat tarafından öngörülen duaları okumak, 6- Pirin hizmetinde
olmak, 7- Pirin izni ile konuşmak, 8-
Nasihat dinlemek, 9- Tecrid olmak, 10- Tefrid olmak; “marifet”te bulunan on makam “1- Fena olmak, 2- Dervişliği
kabul etmek, 3- Her işe tahammül etmek, 4- Helal ve güzel istekte bulunmak, 5-
Marifet kılmak, 6- Şeriat ve tarikatı ayakta tutmak,
7-
Dünyayı terk etmek, 8- Ahireti seçmek, 9- Varlık makamını bilmek, 10-
Hakikat sırlarını bilmek;
“hakikat”te bulunan on makam ise, “7- Herkesin
yolunun toprağı olmak,
2-
lyiyi-kötüyü tanımak, 3-
Bir parça lokmaya el uzatmamak, 4- Kendisi Hak yolunda sebil etmek, 5- Kimseyi
incitmemek, 6- Fakirliği inkar etmemek, 7- Seyr-i
Sülük kılmak,
8-
Her kimdin sırrın saklamak,
9- Şerat, tarikat, marifet ve hakikat makamını bilmek ve buna göre amel etmek,
10- (okunamadı); olarak gösterilmektedir
(Eraslan 1977: 49- 50).
[37] Melek, insan ve
diğer hiçbir varlığın bulunmadığı bir yerde Allah’la manevi olarak buluşmak.
[38] “Bil ki Yesevî büyüklerinin tarikatında âdab
şudur: Her mülakatta selam verilirken sol elin arkası yere konulur ve sağ eli
kendi sırtında çember yapar. Sol ayağını yerden kaldırır ve sol yanağını yere
koyar. Sağ ayağını kurban gibi ökçeden uzatır. Tevazu ve gönül kırıklığı ile
pirin huzurunda yüz teessürle kusurunu söyler. Nihayet tekbir ile pir yetişir
ki onun kurbanlık (koyun) şekil ve durumunu “ölmeden önce ölünüz” manasına
ulaştırır. Nasıl ki pak şeriatte büyükten-küçüğe selam sünnettir, yoksa aksi
değil. Hazret-i pir, onun kusurunu cevap olarak, kurban tekbirini tamamlamasını
emrederse lazımdır ki pirin tekbiri eda nimetine teşekkür olarak kusurunu
itiraf ederken olduğu üzere sağ tarafına döner” (Hazini 1995: 123a).
[39] Dünyadan el
etek çekmek, Hakk’a yönelmek, gönülde mala mülke yer ayırmamak.
[40] Allah’ın ikram,
in’am ve nasiplendirmesine güvenerek halktan istememek.
[41] Dünya işlerinde
ve ibadetlerinde ölçülü kişi.
[42] İnziva. Halktan
ayrı yaşama.
[43] Şeyhin Allah’a
yönelmesi, müridin mürşide ve o’nun şahsında Allah’a yönelmesi.
[44] Kelime anlamı olarak, musibetlere karşı Allah’tan
başkasına yakınmamak. Kendine
45 İnanan bir kişinin Allah’ın her an
kendisini görmekte ve denetlemekte olduğunun bilincinde olması.
[47] Yüksek sesle
yapılan zikir.
[48] Gizli zikir. Bu
zikir kalbden yani tefekkür olarak uygulanır. Zihinsel olarak kalbin üzerinde
bir "Allah" yazısı hayal edilir ve bu yazı, hayalden silinmeden,
sürekli sabit tutularak, zihnen, aklen tekrarlar hâlinde okunur. Zikr-i hafî
için, zikr-i kalbî tâbiri de kullanılır.
[49]1- “Ism-i Zat zikri: “Allah” diye
zikretmektir. Allah-Hu, Allah-Hu, Ya Hu, Allah Hu şeklinde de icra edilir.
2-
Ism-i Sıfat Zikri: “Hay,
ah, Hay ah” diye zikretmektir. Bu zikir öğle namazından sona ayakta icra
edilir. “Hay” ve “ah” derken beş parmak yumulur.
3-
Düşere zikri: “hay, ah,
Allah, Hay, Hu” ve “Hay, hayyen, Hu, Allah; Hay Hayyen Hu Allah” diye
zikretmektir.
4-
Zikr-i Hu: Hu, Hu, Hu,
Allah; Hu, Hu, Hu Allah” diye zikretmektir.
5-
Zikr-i Çaykun: Zikir
vaktinde ritim, ahenk ve musikinin birarada ve uyum içinde devam tmesi için
Zâkirîn elinde çıngırak gibi bir aleti hareket ettirmesi, çak, çak diye ses
çıkarmasıdır.“Hu çakka, Hu çakka”diyerek zikredilir.
6-
Çehar-darb: “Hay, ah, ah,
ah, Hay, Hu; Hay, ah, ah, ah, Hay, Hu” diye zikretmektir”
Bu
altı zikir usulüne ek olarak bir de zikr-i kebuter (güvecin zikri) vardır ki
“Hu, Hu” diye icra edilir” (Tosun 2005: 32).
Hüseynî de, zikr-i errede “hay” ve “Allah” zikirlerinin esas olduğunu; bunların
bazen ayrı-ayrı, bazen birlikte kullanıldığını nakletmektedir (Hüseynî 2001:
90a, 210a).
[50] Güya Hoca’nın meclisine örtüsüz
kadınlar da devam ederek erkeklerle birlikte zikre karışırlarmış. Şeriat
hükümlerini muhafazaya şiddetle riayet eden Horasan ve Maveraünnehir alimleri,
bilhassa müfettiş göndererek bu şayianın doğru olup- olmadığını tahkik ettiler.
Tahkikat neticesinde bunun sırf bir iftiradan ibaret olduğu anlaşıldı. Lâkin
Hoca Ahmed Yesevî onlara bir ders vermek istedi: Birgün müritleri ile birlikte
bir mecliste otururken mühürlü bir hokka getirip ortaya koydu ve bütün cemaate
hitap ederek dedi ki: ‘Aranızda sağ kolunu büluğ gününden-bugüne kadar avrat
uzuvlarına hiç değdirmemiş evliyadan kim vardır?’ Hiç kimse cevap veremedi.
Derken şeyhin müritlerinden Celal Ata ortaya geldi. Hoca Ahmed Yesevî hokkayı
onun eline vererek o vasıtayla müfettişlerle birlikte Maveraünnehr ve Horasan
memleketlerine gönderdi. Oralarda bütün alim ve şeriatçılar birleşerek hokkayı
açtılar. İçindeki pamukla ateş birbirine tesir etmemişti. Ne pamuk yanmış, ne
de ateş sönmüştü.” (Hazînî 1995: 49a; Sığnâkî 1999: 79)
[51] Sükçük Hâce, Hüseyni’de Süzük
Hâce olarak zikrediliyor (Hüseynî 2001: 98a).
[52] Süleyman
Bakırgani’nin “Hakîm” lakabını alışı ile ilgili bkz. (Nevayî 1979: 384). Ayrı
bkz. (Köprülü 1984: 89).
[53] “Bir geçek Hakim Ata, Hoca Celaleddin’in
rüyasına girdi. ‘-Beni arayıp bul, üstüme bir imaret yap’ dedi. Bu manevi
işaret üzerine Hoca Celal, birçok mal ile Türkistan’a gitti ve oradan
Bakırgan’a döndü. Lâkin bu ara hava birdenbire fenalaştı, arardı, müthiş
rüzgarlar esti. Gün açıldığı zaman bazirganların malları, davarları dağılmış;
hepsi bir tarafa gitmişti. Hoca Celal bir tepe üstüne çıkarak etrafına bakındı.
Karşıda bir dağ ve dağın üstünde bir kadın gördü. Yanına gidip selam verdi ve
Hakim Ata türbesini sordu. Kadın bilmedi; Hoca ile beraber gidip yaşlı anasına
sormayı teklif etti. İhtiyar kadın, oraların su altında kaldığını ve türbenin
kaybolduğunu söyledi. Sonra şöyle dedi: ‘-Şu yakında bir süs ağacı vardır, gece
etrafına geyikler toplanır, tan vaktine kadar durup ziyaret ederler; etraftan
geçenler zikir sadası duyarlar (Tekcan 2006: 28).
[54] Reşâhat-i
Ayni’l-Hayat’ta nakledilen menkabeye göre Anber Ana Hakîm Ata’nın esmer
oluşundan şikayet ederek düşünceye dalmış; Hakîm Ata keramet gösterek Anber
Ana’nın zihnini okumuş ve “Çok yakında benden daha karasına düşeceksin”
demiştir. Anber Ana hatasını anlamış; ancak iş işten geçmiştir. Kısa bir zaman
sonra Hakîm Ata vefat edecek; Anber Ana ise Zengi Ata’yla evlenecektir (Sâfî
2006: 45-46).
[55] İkincisi Bektaşîliktir, bu konuya
III. Bölümde yer vermiştik.
[56] Bu kolların
tafsilatı hk. bkz. Trimingham (1971: 271-273); Azamat (1996: 131-133).
[57] Eşrefoğlu
Rumi, tarikat içinde Pir-i Sani ünvanıyla da anılmıştır (Kara 1985: 289- 290).
[58] Eflâkî, kerem sahibi kimseler
arasında gösterdiği Rifâîleri kendilerini ateşe atan, kızgın demirleri
ağızlarına sokan, kamçıdan kan akıtan kimseler olarak gösteriyor ve aşağı
tabakadan insanların bu gibi halleri keramet saydıklarını, hal sahipleri ve
olgun kişiler için ise böyle olağanüstü hallerin zerafetten sayılacağını
kaydediyor (Eflâkî 2006: 538).
[59] Sühreverdîlikle
ilgili şu kaynaklara bakılabilir: Lâmii Çelebi (1872: 513, 592); Ocak (2006:
431-2); Hartman (1997: 778 vd.), Kara (1985: 295 vd).
[60] Kübrevîlik
hakkında daha geniş bilgi için şu kaynaklara bakılabilir: Lâmii Çelebi (1872:
480); Gölpınarlı (1997: 200); Ocak (2006: 454); Baldick (2002:123).
[61] Muhyiddin Arabi ve vahdet-i vücud
öğretisi hakkında şu kaynaklara bakılabilir: Lâmii Çelebi (1872: 547); Keklik
(1966); Ocak (2006: 432).
[62] Onun sağlığında
öğrencilerinin kazıma türünden bir tıraş yapmamakla birlikte (Ocak 1991c: 146).
Kalenderiler’e benzer şekilde bıyık, saç, sakal ve kaşlarından yalnızca birkaç
kıl kestikleri; hilafet verilenlerin ise önü açık ve yakasız giysi giydikleri
bilinmektedir. Bunun dışında Mevleviliğin günümüze ulaşan ayin ve erkânı
Mevlana’nın sağlığında henüz görülmemektedir. Gölpınarh bugün Mevlevilik’te
sema ederken giyilen kıyafetin de Kalenderiliğin etkisiyle oluştuğunu
kaydetmektedir (Gölpınarh 1997: 277).
[63] Sadreddin
Konevi ile Mevlana Celaleddin arasındaki ilişki şurada görülebilir: (Lâmii
Çelebi 1872: 574; Nevayi 1996: 278-280).
[64] Bu konuda daha
tafsilatlı bir çalışma için bkz. Barkan (tz.)
[65] Köprülü,
Horasan’dan Anadolu’ya intikal eden zümrelerin “Melâmeti meslekinde sûfîler”
olarak anlaşılması gerektiği görüşündedir. Bkz. Köprülü (1965a: 294).
[66] Bu konu hakkında daha geniş bilgi
için bkz. Ocak (1978: 265 vd.).
[67] Menavino,
Cantacaisn, De Nicolay gibi bazı AvrupalI araştırmacıların Kalenderiler olarak
anlattıkları grubun Haydarîler’le aynı özelliklere sahip olduklarını Ocak
naklediyor. Bu Konuda şu kaynaklara bakılabilir Ocak (1992a: 113-115; 1996:
73-74); Karamustafa (2006).
[68] Fakîrî’nin
Risâle-i Tarifat’ının I.Ü. Ktp. Ty., Nr. 2051’de kayıtlı nüshasından Ocak
naklediyor (Ocak 1992:113). Ayrıca bkz. (Gölpınarlı 1997: 255).
[69] Gölpınarlı, Vâhidî’nin kendi
özel kütüphanesinde bulunan eserinden naklediyor (Gölpınarlı 1936: 7; 1997:
254-5). Bu eserin Süleymaniye Kütüphanesi Halet Efendi Ktp. Nr. 242’de bir
nüshası olduğunu öğrendik ancak görme imkanımız olmadı.
[70] “Hacı Bektaş Horasan’dan
gelmişti. Menteş adında bir kardeşi vardı. Beraberce kalkıp-geldiler. Doğru
Sivas’a, oradan da Baba İlyas’a geldiler” (Âşıkpaşazâde 2003: 298).
[71] “Pes Sultan Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri’nin
bir ağaç kılıcı vardı. Getirip tekbir edip, Sultan Hacı Bektaş-ı
Veliyyü’l-Horasanî’ni beline kuşattı ve dahi ocakta dut ağacından od yanardı.
Bir eğsiyi kavrayıp Rum’a doğru pertav etti ve ol eğsiyi Horasan’da Rum’a er
gönderdiği malum ola, Rum’da bunu tutalar deyu dedi. Ol eğsi havada yana-yana
geçerken Konya’da bir er var idi. Sultan Hoca Fakih derler idi. Ol odu kapıp-hücresinin
önüne dikti.Kudret-i İlahi, ol eğsi bitti. Tepesi yanık, aşağısı dut idi.
El-haleti hazihi şimdi yemiş verir. Pes imdi Sultan Hacım ve Hacı Bektaş Velî
ol gece seccade üzerinde yattılar ve kudretten bir avaz geldi ki: “Eğlenmen,
Rum’a varın!” Durdular. Sabah namazın kılıp evradların tamam edip secde
ettiler. Ondan icazet talep ettiler. Pes Hoca Ahmed Yesevî b. Muhammed Hanefi
b. Aliyyü’l-Murtaza dahi 99.000 halife ile bunlara hayır-dua edip bir mübarek
Perşembe günü ol saatte Ka’be yoluna revan oldular”. (Vilâyetnâme 1958: 7; Vilayetname-Hacım Sultan 1993: 20).
[72] Menkabeye göre
Ahmed Yesevî müritleri ile beraber bir ateş etrafında oturup sohbet ederken;
muhiblerden biri darı getirir; bu darı meydanın bir tarafına yığılır. Sohbet
esnasında müritlerinin bu emanetlere talip olmaları üzerine; Ahmed Yesevî; “-Her
kim bu darı yığınının üzerine seccadesini serer; iki rekat namaz kılarsa; bu
esnada hiçbir darı tanesi yeriden kıpırdamazsa; emanetler o kişinin hakkıdır”
der. Müritlerin utanarak başlarını önlerine
eğlemeleri üzerine Ahmed Yesevî; “Zahmet çekmeyin, sahibi var onların,
çıkar gelir şimdi” der. o sırada Hacı Bektaş-ı
Velî Horasan’dan kalkıp gelir; darı yığınının üzerine seccadesini sererek iki
rekat namaz kılar; alametler kendiliğinden Hacı Bektaş-ı Velî’ye gelirler
(Vilâyetnâme 1958: 15-16).
[73] Sarı Saltık’ın
tarihi ve geleneksel şahsiyeti ile ilgili müstakil bir çalışma için Bkz. Ocak
(2002a)
[74] Sarı Saltık
hakkında bilgi veren eski ve yeni kaynaklar için Ocak’a bakılabilir (2002a)
[75] “Saltık Muhammed’im! Bektaş’ım seni Rum’a
göndersin! Leh diyarında delalet ayin olan Sarık Saltık suretine girip ol
mel’unu tahta kılıçla katleyle! Makedonya, Dobruca’da, yedi-Krallık yerde nam
ve şan sahibi o/” (Evliya Çelebi: 1996: 312).
[76] Vilâyetnâme’ye
göre Sivrihisar’ın güneyinde Sarıgök köyünde yaşayan Yunus Emre ekincilikle
geçimini sağlayan yoksul bir çiftçidir. Kıtlığın hüküm sürdüğü bir zamanda Hacı
Bektaş’ın namını duymuş; öküzüne alıç yüklemiş; Hacı Bektaş’ın dergahına
giderek Hünkar’a “-Ben yoksul bir adamım, ekinimden bir şey alamadım;
yemişimi alın, karşılığını lütfedin. Ehlimle, ayalimle aşkınızla yiyeyim” der. Birkaç gün sonra Hacı Bektaş haber gönderir: “-Buğday
mı verelim, nefes mi?”. Yunus Emre, buğdayı
tercih eder; Hacı Bektaş-ı Velî’nin ısrarına aldırmaz; ekinleri öküzüne yükler
ancak yarı yolda hatasını anlayarak geri döner. Hacı Bektaş onu Tapduk Emre’ye
gönderir: “-0 kilidin anahtarını Taptuk Emre’ye sunduk; ona gitsin,
nasibini ondan alsın” buyurur. Menkabaye göre
40 yıl Taptuk Emre’nin dergahında hizmet eden Yunus; birgün Hacı Bektaş-ı
Velî’nin vaad ettiği kilidi açmasıyla hikmetler söylemeye başlar; Yunus Emre
Divan’ı böyle ortaya çıkar (Vilâyetnâme 1958: 48-49).
[77] Melâmet
düşüncesi Kalenderiler’in en önemli özelliklerinden biridir. Köprülü’de
Melâmetilik, Kalenderiliği de içine alan bir meşrep olarak gösterilir (Köprülü
1965a: 210). XIII. yy.’da Anadolu’da Sünnîlik dışında kalan akımlara genel
olarak “Kalenderi” denildiği yukarıda gösterilmişti.
[78] Sıraç
topluluğu olarak da bilinen ocak mensupları Tokat çevresindeki en nüfuzlu Alevî
topluluğu olup, Yesevî soyundan geldiklerine inanılmaktadır. (Yaman 2005: 34).
[79] Şeyh Haşan
Onar’ın Bayat Boyu’nun On-er kolundan ve Ahmed Yesevî’nin akrabalarından
olduğuna inanılmaktadır (Yaman 2005: 4).
[80] Bu ocağa Ahmed
Yesevî Ocağı da denilmekte ve bütün Alevî ocaklarının başı olarak kabul edilir.
Ahmed Yesevî’nin ocağı kuran Haşan ve Ahmed adındaki iki kardeş şeyhin
amcazadeleri olduğuna inanılmaktadır (Yaman 2005: 5).
[81] Muhammed
Hanefi soyundan geldiğine inanılan Hamza Baba aynı zamanda Hacı Bektaş-ı Velî
tarafından Ege bölgesini irşad ile görevlendirildiğine inanılır. Hamza Baba
Ocağı’nın talipleri Ege yöresine yayılmıştır (Yaman 2005: 5).
[82] Tezkiretü’l-Muttakîn
ve Tabsîratü’l-Muktedîn’den Ocak naklediyor (2006b: 119)
[83] Menakibu Taci’l-Arifin Seyyid Ebu’l-Veda
el-Bağdadi.
[84] Menkabeye göre İbrahim Hacı, Hacı
Bektaş-ı Velî’nin muhiplerindendir. Hacı Bektaş- ı Velî kendisine iltifat ve
dua etmiş; nasib olarak Üçok ve Bozok’u vermiştir. Sonra başındaki geyik derisi
börk (tac)ü çıkarmasını istyerek bu börkü dua ile sıvazlayıp tekrar başına
takmış. O günden sonra İbrahim Hacı birçok nimetlere ermiş; kenisine muhip
olanlara da geyik derisi tac giydirmiştir. Onun ölümünden sonra Dede Garkın’ın
oğulları gelerek geyik derisi tacın Dede Garkın’a ait olduğunu ilei sürmüşler;
aralarında çıkan tartışma sonucunda Dede Garkınlılar tacı almışlardır
(Vilâyetnâme 1958: 22).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar