AHMET YESEVİ’NİN HİKMETLERİNDE TASAVVUF MERTEBELERİ
Hazırlayan: Adiya OKASSOVA
Hoca Ahmet
Yesevi Türk dünyasının en büyük isimlerinden biridir. Orta Asya’nın çeşitli
uluslarının kültürüne giren hikmetler ve tarikatı miras bıraktı. Türk halkları
arasında Yesevi, tasavvufun ana temsilcilerinden biri olarak kabul edilir.
Öğretileri ve tarikatı Türk toplumunun dini oluşumunda büyük bir rol oynadı.
Göçebe Türklere İslam’ı anlatmak için anadili Türkçeyi kullanıp hikmetler
söyledi. Yetiştirdiği müritleri “Yeseviyye” tarikatının büyük coğrafyaya
yayılmasına sebep oldu.
Ahmet
Yesevi’nin hayatı hakkında kaynaklar menkıbevi şekildedir. Kerametleri bütün
Türk topluluklarına yayılmıştır. Hikmetleri halk içinde ezberlenip bu zamana
kadar ulaşmıştır. Ahmet Yesevi’nin söylediği hikmetlerinden oluşan eseri
Divan-ı Hikmet’tir.
Yeseviyye,
Türklerin yaşadığı bölgelerde Islam’ı, Tasavvufu Türkçe anlatan ilk büyük
öğretiydi. Bu öğretide Kur’an ve hadis, şeriat’ın tüm hükümleri tam olarak
uygulanmaktadır. Yesevi yolunun temel felsefesi, sufi’nin manevi mükemmellik
seviyesine ve Tanrı’nın ilahi nuruna ulaşması, Allah’a tamamen teslim
olmasıdır.
Allah yolunda
ilerlemek, birçok makam ve hallerin geçişi tecrübesiyle gerçekleştirilir.
Makamlar, sâlik’in ruhsal durumlarını belirtmeye hizmet eder ve ilahi ilmin,
marifetin elde edilmesinin çeşitli aşamalarını belirtir. el-Kuşeyri, el- Mekki,
Kelabazi, el-Ensari gibi büyük mutasavvıfların çalışmalarında tasavvuf yolunda
mertebelerin çeşitli listeleri görülmektedir. Tasavvuf çalışmalarında mertebeler
farklılık gösterir ve yazarının kişisel deneyimini yansıtır.
BİRİNCİ BÖLÜM
Pir-i
Türkistan, Ahmet Yesevi Kazakistan’ın şehri Şımkent’in yedi kilometre
yakınındaki Sayram (İficab/İspicab)[1] kasabasında doğmuştur. Mevcut
kaynaklara göre eski Sayram şehri İslam kültürünün önemli bir merkeziydi[2]. Çocuk yaşında Türkistan’a
(Yesi) taşındı. Burada hayatının büyük bir kısmını geçirdi. Kendisi de Divan-ı
Hikmet’te yurdunun Türkistan olduğunu belirtmiştir. Ahmet Yesevi’nin doğum
tarihiyle ilgili kesin bilgi bulunmamaktadır. Bazı araştırmacılara göre Ahmet
Yesevi 1093 yılında dünyaya geldi[3]. Son dönemlerde bulunan “Nasab-name” nüshalarında Hoca
Ahmet Yesevi’nin 1040/1041 yılında doğduğu ve 120-125 yıl yaşadığı yazılıdır[4].
Araştırmacılar bundan farklı tarihler de göstermektedir. Mutasavvıfın doğumuyla
ilgili mevcut bilgilere dayanarak onun Xl. yüzyılın ortasında dünyaya geldiği
söylenebilir.
Hazret-i Sultan, Pir-i Türkistan
Hoca Ahmet Yesevi’nin tam ismi “Ahmet bin İbrahim bin İlyas Yesevi” şeklinde
kaydedilmiştir[5].
Babası Şeyh İbrahim kendi zamanının tanınmış mutasavvıf şahsiyetlerindendir.
Soyunun Hz. Ali’ye dayandığı kabul edilir. Annesi, İbrahim Şeyh’in
halifelerinden Şeyh Musa’nın kızı Ayşe Hatundur[6].
Annesi bugünlerde kazaklar arasında hala Karaşaş (Kara saç) Ana olarak
bilinmektedir. Ahmet Yesevi, çocuk yaşında annesini, ardından da babasını
kaybetmiştir. Yedi yaşında yetim kalan Ahmet Yesevi ablasının bakımı ve
koruması altına alınmıştır. Ablası Gevher Şehnaz ile birlikte Türkistan (Yesi)
şehrine göç etmiştir[7]. Anne ve babasının türbeleri
Sayram kasabasındadır. Türbeler Ahmet Yesevi tarafından yaptırılmıştır. Hoca
Ahmet Yesevi’nin manevi hayatı Türkistan’da (Yesi) başlar. Küçüklüğünden beri
hemen hemen bütün vaktini ibadet ve taatle geçirir. Zamanın tanınmış
şeyhlerinden ders alır. Ahmet Yesevi hayatının sonuna kadar öğrenci yetiştirip
ilimle uğraşır[8].
Hoca Ahmet
Yesevi’nin soyu farklı nüshaları bulunan Nasab-name’de Hz. Ali’ye
dayandırılmaktadır. Kazakistan’da A. Muminov ve Z. Jandarbek tarafından kaleme
alınan bir Nasab-name ve M. Jarmuhammedulı tarafından sunulan Nasab- name
nüshaları bu konuda birbirini desteklemektedir. Hazret-i Sultan Hoca Ahmet
Yesevi şeceresi:
Hz.Ali ^ Muhammed Hanefi ^
Abdulfettah ^ Abdulcebbar ^ Abdulkahhar ^ Abdurrahman ^ Hoca İshak Bab ^ Şeyh
Harun ^ Şeyh Mümin ^ Şeyh Musa ^ Şeyh İsmail ^ Şeyh Hasan ^ Şeyh Hüseyin ^ Şeyh
Osman ^ Şeyh Ömer ^ Şeyh Muhammed ^ Şeyh İftihar ^ Şeyh Mahmud ^ Şeyh İlyas ^
Şeyh İbrahim ^ Hoca Ahmet Yesevi[9].
Hoca Ahmet
Yesevi Yusuf Hamedani’nin üçüncü halifesi ve Yeseviyye tarikatının kurucusudur.
Bu sebeple Pir-i Türkistan, Hâce-i Türkistan unvanlarıyla anılmaktadır. Hazini,
Ahmet Yesevi’nin tasavvufi silsilesini Hz. Ebu Bekir es- Sıddık’tan başladığını
belirtir[10]. Tasavvufta silsile tasavvuf
okullarındaki maneviyat öğretmenleri zincirini ifade etmektedir. Bu zincirin
geriye doğru son halkası Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dır[11]. Burada Yesevi’nin silsilesi
şu şekildedir:
Hz. Muhammed ^
Ebu Bekir es-Sıddık ^ Selman el-Farisi ^ Ebu’l-Kasım-ı Nebire ^ İmam Cafer
Sâdık ^ Beyazid-i Bistami ^ Ebu’l-Hasan Harakani Şeyh
^ Ebu’l-Kasım Gürgani Şeyh ^ Ebu’l-Ali Farmedi Şeyh ^ Yusuf
Hamedani ^
Hoca Ahmet Yesevi[12].
Hoca Ahmet
Yesevi ilk eğitimini babası Şeyh İbrahim’den almıştır. Bununla birlikte bazı
kaynaklar onun Sayram’ın ünlü âlimi Bahaeddin/Şihabüddin İsficabi’den ilim
aldığını göstermektedir[13]. Babasının vefatından sonra Yesi’ye göç edip orada
Arslan Baba’nın huzurunda manevi eğitimine başlamıştır. Arslan Baba hakkında
Yesevi kendi hikmetlerinde söz etmektedir. Yesevi’nin mürşidi ve manevi babası
olan Arslan Baba’nın bu görevi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
manevi işaretiyle üstlendiği ifade edilmiştir[14].
Hoca Ahmet Yesevi ile ilgili kaynakların hepsinde Arslan Baba’nın Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in sahabesi olduğu gösterilmiştir. Arslan Baba Hoca Ahmet
Yesevi’nin hocalarının içinde kesin ismi belli olan şahsiyettir. Fakat doğum ve
ölüm tarihleri bilinmemektedir. XI. yüzyılın sonunda vefat ettiği tahmin
edilmektedir. Türbesi Otrar yakınlarında bulunmaktadır[15].
Bazı rivayetlere göre Arslan Baba’nın Ahmet Yesevi’nin akrabası olduğu iddia
edilir. Fakat araştırmacılar bu iki şahsiyet arasında hiçbir akrabalık ilişki
olmadığını ileri sürer. İlmî, tarihî eserlerin hepsinde Arslan Baba dönemin
bilgili bir âlimi olarak kaydedilmektedir[16].
Arslan Baba’nın hizmetinde bulunan Yesevi’nin hocasından bilgi edinip neticede
onun nazarına mazhar olduğu konusunda tüm kaynaklar ve araştırmacılar
müttefiktir[17]. Hoca Ahmet Yesevi zikr-i erre
olarak adlandırılan bin bir zikri hocası Arslan Baba’dan öğrenip, yüksek
makamlara erişir. Mevcut
kaynaklara göre Arslan Baba Ahmet Yesevi’yi ilmini geliştirmesi için Yusuf
Hamedani’ye gitmesi gerektiğini tavsiye etmiştir[18].
Arslan Babanın
vefatından sonra Ahmet Yesevi Buhara’ya gidip orada bulunan dönemin önde gelen
âlimi Şeyh Yusuf Hamedani’nin terbiyesi altına girer. Bazı kaynaklar Yesevi’nin
Yusuf Hamedani’ye 27 yaşında intisap ettiğini göstermektedir[19]. Yusuf Hamedani Ahmet
Yesevi’nin manevi yetişmesinde önemli rol alan şahsiyettir.
Yusuf
Hamedani, Hamedan bölgesinin Buzencird kasabasında, 1049 yılında dünyaya
gelmiştir. Genç yaşında Bağdat’a gelip Ebu İshak Şirazi’nin öğrencisi olur.
Bağdat’taki eğitiminden sonra Semerkand ve Isfahan’a gidip zamanın en iyi
âlimlerinden hadis öğrenir. Bundan sonra Şeyh Ebu Ali Farmedi’ye mürit olup
tasavvuf yoluna girer. Yusuf Hemedani tasavvuf yoluna girip kemal makamına
ulaştıktan sonra Irak, Horasan, Maveraünnehir bölgelerinde Bağdat, Semerkand
şehirlerinde halkı dini açıdan aydınlatmış. Çoğunlukla Buhara’da kalmıştır.
Hanefi mezhebine mensup olan Hamedani Merv’de dergâh kurmuştur. Yusuf Hamedani, 1140 yılında
Merv’e dönerken Bamyân kasabasında vefat etmiştir. Türbesi bugünkü Türkmenistan
sınırları içindeki Merv şehrinde bulunmaktadır[20].
Sülûk adabını,
zahir ve batın ilimlerini mürşidi Yusuf Hemedani’den öğrenen Ahmet Yesevi onun
üçüncü halifesi olur. İki halife Abdullah Beraki (ö.: 1161) ve Hasan Endaki
(ö.: 1157)’nin vefatından sonra üçüncü halife olarak dergâhın sorumluluğunu
üstlenip belli bir zaman Buhara’da hizmet eder. Ahmet Yesevi, Buhara’daki görevini dördüncü halife Hoca
Abdulhalik Gucduvani’ye bırakıp Yesi’ye döner. Ahmet Yesevi vefatına kadar
Türkistan’da kalıp halkı irşad etmiştir. Bazı araştırmacılar Yusuf
Hamedani ile Ahmet Yesevi’nin hiçbir zaman karşılaşmadığını ileri sürer[21]. Bununla birlikte Nasab-name
nüshalarında Hoca Ahmet Yesevi’nin hocaları Hızır ile İlyas Peygamberler ve
Şihabüddin Sühreverdi olduğu yazılmıştır[22].
İmam Hüsameddin Hüseyin
bin Ali Sığnaki (ö.: 1311) Menakıb-ı Ahmed-i Yesevi adlı eserinde
Şihabüddin Sühreverdi’nin Yesevi’nin şeyhi olduğunu zikreder[23].
Hoca Ahmet
Yesevi’nin yetişmesi Seyh İbrahim, Arslan Baba ve Yusuf Hemedani isimleriyle
sınırlı değildir. Hikmetlerinde İbrahim Ethem (ö.: 161/777), Şakik-i Belhi (ö.:
194/809), Ma’rûf-i Kerhi (ö.: 200/816), Bayezid-i Bistami (ö.: 261/875),
Cüneyd-i Bağdadi (ö.: 297/909), Hallac-ı Mansur (ö.: 309/921) ve Şibli (ö.:
334/945) gibi büyük mutasavvıfların isimlerine rastlanmaktadır[24] Buradan Hoca Ahmet Yesevi’nin
büyük bilgi sahibi olduğu görülmektedir.
Ahmet
Yesevi’nin vefat tarihi kesin olmamakla beraber 1166-1167 yılı olduğu kabul
edilir. Bununla birlikte doğum tarihi de kesin bilinmediği için kaç yıl
yaşadığı konusunda farklı görüşlere rastlanmaktadır. Nasab-name’nin Taşkent’te yayınlanan nüshasında
Ahmet Yesevi’nin 125 yıl yaşayıp, 1166-1167 yılında vefat ettiği yazılıdır[25]. Fuad Köprülü ise, onun 120
yaşından sonra vefat ettiğini ileri sürer[26].
Bazı araştırmacılar, Yesevi’nin 63 yaşında öldüğünü göstermektedir. Fakat bu
görüşün yanlış olduğu belirlenmiştir. Hüsameddin Sığnaki Menakıb-ı Ahmed-i
Yesevi adlı eserinde Hoca Ahmet Yesevi’nin 130 ya da 126 sene yaşadığını
kaydetmektedir[27].
Ahmet Yesevi
Yesi (Türkistan) şehrinde dergâhının bahçesinde defnedilmiştir. Türbesi
vefatından yüzyıllar sonra Emir Timur tarafından Orta Asya’nın en görkemli
külliyesi haline getirilmiştir. Meşhur bir rivayete göre Ahmet Yesevi, Emir
Timur (ö.: 1405)’un rüyasına girer ve ona zafer müjdesinde bulunur. Buhara’da
zafere ulaştıktan sonra Hoca Ahmet Yesevi’nin kabrini ziyaret etmek için
Yesi’ye gelir. Ziyaretten sonra kabri üstüne bir türbe yapılmasını emreder.
Külliyenin inşası Türkisatan’ın ünlü mimarı Hüseyin Şirazi tarafından yapıldı.
Dönemin karakterini yansıtan ve mimari şâheserlerinden olan külliye iki sene
içinde tamamlanmıştır. Türbe, cami ve dergâh ile bir külliye halini alır[28].
Zamanla harap olan türbe, bir rivayete göre Özbek Hanı Abdullah Han, bir diğer
rivayete göre de Şeybani Han tarafından tamir ettirilmiştir[29].
Bugünlerde türbe Kazakistan’ın en önemli ziyaret yerlerindendir.
Hikmet
kelimesi tasavvuf ilminde ilâhi sırları ve gerçekleri öğrenmek anlamına
gelmektedir. Amel ve bilgi bütünleşmesinden doğagelen ilim[30].
Türk tasavvuf
geleneğinde tasavvuf şiirlerine hikmet denir. Ahmet Yesevi, İslam dininin
esaslarını, akidesini, şeriat hükümlerini, yeseviyye tarikatının adap ve
erkânını halka anlatmak ve öğretmek amacında dörtlük şeklinde şiirler
söylemiştir. Bu tarz şiirlere Anadolu Türkleri ilâhi ismini veriyorsa, Doğu
Türkleri hikmet der[31]. Dolayısıyla Hoca Ahmet
Yesevi’nin Türkleri dini açıdan aydınlatmak için söylediği şiirlerine hikmet
denir. Bu dörtlükler Hoca Ahmet Yesevi’nin vefatından sonra müritleri
tarafından kaleme alınmıştır. Esere Divan-ı Hikmet adı verilmiştir. Hikmetlerde
defter-i sani olarak geçen ifade hikmetlerin tümüne verilen isim olarak
düşünülür[32]. Türkistan topraklarında
Yesevi’nin hikmetlerini içeren Divan-ı Hikmet veya Defter-i sani eserine büyük
önem verilir.
Hikmetlerde, Kul Hâce Ahmet,
Hâce Ahmet, Miskin Ahmet, Yesevi gibi pek çok mahlaslar kullanılmıştır. Divan-ı
Hikmet’te Ahmet Yesevi’ye ait olan hikmetlerin dışında, Ubeydi, Zelili,
Seyfüddin, Nevayi, Meşreb, Meczub, Kul Şerifi, Kemal, Kasım, İkani, Hüveyda,
Hacı Salih, Halis, Garibi, Fuzuli, Fakiri, Esad, Behbudi, Azim Hâce gibi Yesevi
geleneğine bağlı şahsiyetlerin hikmetleri de bulunmaktadır. Eserin Doğu
Türkçesi ile yazıldığı kabul edilir[33].
Dosay Kenjetay, Divan-ı Hikmet’in tamamen Yesevi’ye ait olduğunu ve Türkçe yazıldığını
vurgulamaktadır[34].
Divan-ı
Hikmet’te hikmetlerin büyük bir kısmı 5-28 arasında değişen dörtlüklerden
oluşmaktadır. Şiirlerin bir kısmında gazel tarzı kullanılmıştır. Hikmetler
çoğunlukla iki duraklı yedili (4 + 3), üç duraklı on ikili (4 + 4 + 4) ve on
dörtlü (7 + 7) hece vezinleri şeklinde yazılmıştır. Bazen hecenin on altılı (8
+ 8) ölçüsü kullanılan hikmetlere rastlanır[35].
Divan-ı Hikmet Türk tasavvuf
edebiyatının en eski örneklerinden biridir. Eserin farklı nüshalarına
rastlanmaktadır. Fakat Ahmet Yesevi’nin bütün hikmetlerini içeren tam ve
güvenilir bir nüshası hala bulunmamaktadır. Eldeki mevcut yazma
nüshaların en eskisi XVI-XVII. yüzyıla aittir. Hikmetler değişik şahıslar
tarafından derlenip yazıya geçirildiği için nüshaların hepsinde hikmet sayısı
farklıdır[36]. Bugüne kadar 251 hikmet
tespit edilmiştir.
Divan-ı
Hikmet, ilk kez 1878 yılında Tataristan’ın Kazan şehrinde, 1880’de Taskent’de,
1881’de İstanbul’da basılmıştır. Geçen iki yüz yıl içinde on yedi kez
Taşkent’te, dokuz kez İstanbul’da, beş kez Kazan’da ve birer kere de Buhara ve
Kagan’da matbu olarak yayınlanmıştır[37].
Basma Nüshaları şu şekildedir:
İstanbul, 1299 baskısı[38]
Bugünlerde
Türk dünyasında Divan-ı Hikmet’in binlerce baskısı yapılmaktadır.
Ahmet
Yesevi’ye isnad edilen diğer bir eser Fakr-name’dir. Fakr-namelerin esası olan
fakr yoksulluk, Allah’a muhtaç olma[39] anlamına gelmektedir.
Fakr-name,
Divan-ı Hikmet’in ve bazı Kazan baskılarının başında veya sonunda yer
almaktadır. Köprülü’nün tespitine göre Fakr-name müstakil bir risaleden daha
çok Divan-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi durumunda olmaktadır. Risale Ahmet
Yesevi tarafından kaleme alınmadığı, Yesevi müritleri tarafından Divan-ı
Hikmet’e sonradan dâhil edildiği düşünülmektedir[40].
Köprülü, Fakr-name’nin Hazini’nin Cevâhiru’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr
adlı eserinden az fark ile çıkarıldığını söylemektedir[41].
Kemal Eraslan bu iki eseri karşılaştırarak ikisinin muhteva yönünden benzerlik
gösterip tertip yönünden tamamen ayrıldığını tespit etmiştir. Eser tasavvuf
adabı ve makamlarını, önemini anlatmaktadır[42].
Hoca Ahmet
Yesevi’ye Divan-ı Hikmet ve Fakr-name’den başka iki Farsça risale nispet
edilmektedir. Onlardan birisi Risale der Adab-ı Tarikat’tır. Eser, Yesevi’nin
diğer eserlerindeki konularla büyük benzerlik göstermektedir. Bu sebeple
risalenin Yesevi’ye ait olması ihtimaldir.
Risalenin
Taşkend’de 3 nüshası bulunmuş görünmektedir. Eser tasavvuf adabı ve makamları,
mürşit ve mürit ilişkileri, Allah’ı tanıma gibi konuları içermektedir. Kazak
Türkçesine S. Mollakanagatulı tarafından tercüme edilip yayınlanmıştır[43].
Hoca Ahmet
Yesevi’ye nispet edilen diğer bir risale Risale der Makamat-ı Erba’in’dir. Eser
küçüktür ve farsça yazılmıştır. Risalede şeriat, tarikat, marifet ve hakikat
olarak her biri onar makam olmak üzere toplam kırk makam ve kaideyi
içermektedir. Şimdilik bilinen tek nüshası Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde,
Zeytinoğlu İlçe Halk Kütüphanesi’ndedir (nr. 1056,vr. 112a-113a)[44]
TARİKATI
Yeseviyye
Tarikat
kelimesi Arapça yol demektir. Allah’a ulaşmak için takip edilen usul, yol.
Tarikatların kurucusu şeyhi oluyor. Bununla birlikte her tarikatın şeyhler
zinciri olmaktadır. Bu zincirin geriye doğru son halkası Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)dır. Şeyh, müritlere aşka ulaşmak yolunda adeta rehberlik
etmektedir. Mürit olan kadın veya erkeğin şeyhe uyması gerekmektedir.
Tarikatlar, birbirinden yaptığı ibadetlere göre ayrılır ve kurucusu olan
şeyhlerin isimleriyle zikredilir[45].
Ahmet Yesevi
tarafından kurulan tarikata Yesevilik, Yeseviyye denir. Yeseviyye ilk Türk sufi
tarikatı olarak bilinmektedir. Ahmet Yesevi’nin Sultan lakabına nisbetle
Sultaniyye, cehri zikir yapmaları sebebiyle Cehriyye ve müritlerinin çoğunun
Türk olması sebebiyle Silsile-i Meşayıh-ı Türk olarak da adlandırıldığı
görülmektedir[46]. Bu tarikat Türk toplulukları
arasında büyük bir hızla yayıldı. Hoca Ahmet Yesevi, sade Türkçe ile hikmetler
söyleyip halka İslam dinini öğretti. Onun fikirleri ve düşünceleri bütün Orta
Asya sahasını kapsadı. Bu hususta Bartold, Yesevi hikmetlerinin Orta Asya
Türkleri arasında geniş alanda yayıldığını, göçebeler üzerinde çok etkili
olduğunu söyler[47]. Hoca Ahmet Yesevi sufilik
yolunun Türkçülük yönünü şekillendirip, temellendirdi[48].
Ahmet Yesevi’nin ve düşüncelerinin göçebe Türk toplulukları arasında değerli ve
etkili olmasının başlıca sebeplerinden biri şeriat hükümlerine uymasıdır.
Yesevi’ye göre imanın postu şeriat, esası tarikattır. Diğer bir sebebi de
yukarıda belirttiğimiz gibi halkın konuştuğu dili kullanmasıdır. Pîr-i
Türkistan, dönemin Arapça ve Farsçasının ilim ve edebiyat dili olduğunu
bilmiştir. Fakat kendisi bu dillere hakim olmasına rağmen halkı irşad yolunda
Türkçe kullanmayı özellikle tercih etmiştir Buradan Hoca Ahmet Yesevi’nin Türk
dilinin gelişmesindeki rolünün büyük olduğu tespit edilmektedir[49].
Yeseviyye’den
gelen tarikatlar olarak ve silsilesi açısından Ahmet Yesevi’ye doğrudan
irtibatlı Nakşbendiyye, Bektaşiyye ve Kübreviyye tarikatları kabul edilir. Dosay Kenjetay, Nakşbendiyye,
Bektaşiyye tarikatlarının, Yesevi tarikatından doğmadığını, ancak onun
fikirlerinden yararlanmış olduğunu ileri sürer[50].
Z. Jandarbek’e
göre Hoca Ahmet Yesevi’nin oluşturduğu tarikatı Türk medeniyetinin gelişmesine
imkan verdi. Türklerin örf adeti, geleneği tarikat yoluyla kullanılmaya
başladı. Bununla birlikte Muminov Yesevi düşüncesi hakkında şöyle der: “Bağdat
ve Horasandaki dini akımların Yeseviyye tarikatının şekillenmesine etkisi o
kadar da fazla olmadığını fark ediyoruz. Yeseviye tarikatının felsefesi yüzlerce
yıllık tarihe sahip Türkistan muvahhidlerinin felsefesi ile örf adetinin tabii
devamıdır[51]” Buradan Ahmet Yesevi’nin
tasavvufu her insanın anlayabileceği bir hale getirdiğini tespit ediyoruz.
Yeseviyye’de
tasavvufi eğitim intisapla başladığı görünmektedir. Hoca İshak bin İsmail
Ata’nın XIV. yüzyılda Çağatay Türkçesiyle yazdığı Hadîkatü’l-ârifin adlı
eserinde anlatıldığına göre, Yesevi tarikatında intisap merasimi şöyle
yapılırdı: Şeyh, mürit olmak niyetiyle gelen kişinin elini tutar, tövbe
etmesini ve Allah’a yönelmesini tavsiye ederek şu tövbe duasını üç kez okurdu:
“Estağfirullâhe’llezî lâ ilâhe illâ Hû el-Hayye’l-Kayyûm ve es’elühü’t-tevbe”.
Sonra eline bir makas alır ve: “Ya eyyühe’llezîne âmenû tûbû ilallâhi tevbeten
nasûhâ” (et-Tahrîm, 66/8) ayetini okuyup müridin saçından, önce sağ, sonra sol,
sonra da orta taraftan iki üçer adet kıl keserdi. Bu saç kesme olayı, sembolik
olarak müridin dünya ve dünyevi şeylerin sevgisini kalbinden atması ve
maneviyata yönelmesi gerektiğini ifade ederdi. Bunun peşinden şeyh, müride
nafile namaz kılmayı, sürekli zikretmeyi, şeyhinden izinsiz iş yapmamayı
tavsiye ederdi[52].
Yesevi
tarikatına giren müridin uyması gereken kuralları şu şekildedir:
Şeyhine teslim olmalıdır. Şeyhinden başka hiç kimseyi
üstün görmemelidir.
Zeki ve anlayış sahibi olması gerekir ki şeyhinin gizli ve
kapalı söz ve işaretlerini anlamalıdır.
Şeyhin her sözü ve davranışlarına razı olmak, itaat etmek.
Şeyhe hizmetinde razı olması lazım.
Sözünde, bağlılığında sabırlı ve sürekli olmalıdır.
Batın(manevi) gözünün açılması için bütün mal ve mülkünü
şeyhinin bir emriyle dağıtabilmelidir.
Şeyhin bütün sırlarını saklamalıdır.
Şeyhin bütün tavsiye, teklif, vaaz, öğütlerini hep göz
önünde bulundurması lazım.
Allah’a ulaşmak için şeyhinin yolunda canını ve başını
vermeğe hazır olması gerekir[53].
Bir şeyi
anmak, hatırlamak manasına gelen zikir kelimesi tasavvufta Allah’ı anmak ve
unutmamak[54] anlamına gelmektedir.
Zikredenler
açısından zikir üç kısma ayrılır: Zâhir ehlinin zikri şeriatın edeplerine
riayet etmek ve ibadetleri yerine getirmektir. Tasavvuf ehlinin zikri Allah’a
vâsıl olma arzu ve talebidir. Ariflerin zikri, nefsinden ve onun
tasavvurlarından fâni olup sırf nur olan âleme ererek sonsuza nazar etmektir[55]
Yeseviyye
tarikatında zikrin iki çeşidi kullanılır. Fakat sessiz zikirde dilin mutlaka
gerektiği ifade edilir[56]. Yeseviyye’de toplu, sesli
zikre zikr-i erre, farsça ise teztere zikri ismi verilir. Zikrin
ilerleyen aşamalarında kelimeler kaybolup sadece boğazdan testere sesini andıran
bir hırıltı çıktığı için bu şekilde isimlendirilmiştir[57].
Her tarikatta
şeyh zikir için Allah’ın isimlerinden birini tercih etmiştir. Hoca Ahmet
Yesevi’nin “Allah” ve “Hu” şeklinde iki ismi kullandığı zikredilir[58].
Ahmet
Yesevi’nin düşünceleri ve tarikatı, Orta Asya içlerine büyük hızla yayıldı.
Zamanla kendi dergâhında eğittiği müritlerini bundan daha geniş coğrafyaya
gönderdi. Onlar “Yeseviyye” halifeleri olarak tanınmakla beraber Ahmet
Yesevi’nin düşüncelerinin bu zamana kadar ulaşması için büyük katkıda
bulunmuşlardı. Halifelerinin çoğunun ismi kaydedilmeden unutulsa da bazıları
hakkında rivayetler ve menkıbeleri bulunmaktadır. Bu bilgileri ancak 15.
yüzyıldan itibaren Reşehât-ı Ayni'l-Hayat, Cevahiru'l-Ebrar gibi yazılı
Nakşibendi kaynaklarından öğrenebiliyoruz[59].
Mansur Ata,
Said Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sufi Muhammed Dânişmend Ahmet Yesevi’nin ilk
halifeleridir[60].
Hoca Ahmet
Yesevi’nin ilk halifesi ve Yesevi geleneğinde menkıbede kendisine büyük bir yer
ayrılan Mansur Ata’dır. Kaynaklarda Arslan Baba’nin oğlu olarak tanıtılmıştır.
Mansur Ata’dan sonra yerine oğlu Abdulmelik Ata, sonra Tac Hoca ve ondan sonra
oğlu Zengi Ata geçmiştir. Mansur Ata (ö. 1199) hakkında fazla bilgi yoktur.
Torunu Zengi Ata’nın türbesi Taşkent yakınlarında bulunmaktadır [61].
Ahmet
Yesevi’nin ikinci halifesi olan Said Ata (ö. 1219) hakkında Harezm’li
olduğundan başka bilgilere rastlanmamaktadır[62]
Muhammed
Danişmendi Hoca Ahmet Yesevi’nin önde gelen halifelerindendir. Bazı kaynaklarda
Hazret Sultan Yesevi’nin üçüncü halifesi olarak kaydedilmiştir[63]. Hazini, Cevahiru’l-ebrar
adlı eserinde Sufi Muhammed Danişmendi’yi, Ahmet Yesevi’nin ilk halifesi olarak
göstermiştir[64].
Rivayetlere
göre, Muhammed Danişmendi şeyhi Ahmet Yesevi ile birlikte kırk defa halvete
girdi. Ahmet Yesevi’nin icazetiyle Otrar’a gidip tekke kurmuş ve vefatından
sonra orada kırk yıl irşadda bulunmuştur. Muhammed Danişmendi’nin halifesi
Süksük Ata olarak bilinen Hâce Mustafa’dır[65].
Hayati Bice, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi adlı eserinde, Süksük
Ata’dan sonra silsilenin İbrahim Ata ile sürdüğünü belirtir. Ondan sonra
İbrahim Ata’nın oğlu İsmail Ata ve sonra oğlu ve halifesi Hoca İshak. Sufi
Muhammed Danişmendi’ye isnad edilen Mir’atü l-kulub adlı eserde, Ahmet
Yesevi ve geleneğinden bahsedilmiştir.[66].
Asıl adı
Süleyman Bakırgani olan Hakîm Ata, Hoca Ahmet Yesevi’nin dördüncü halifesidir
ve Türkler arasında en tanınmış olanıdır[67].
Doğum yeri Harezm’dir. 1186 yılında Akkurgan (Bakırgan)’da vefat etmiştir.
Karahanlı Buğra Hanlar kızı Anber Ana ile evlenmiştir. Hakîm Ata’nın bu
evlilikten Mahmud, Asgar ve Hubbi adında üç oğlu dünyaya gelir[68].
Hakîm Ata
Türkistan’da tasavvuf eğitimi ile uğraşır. Ahmet Yesevi ölümünden sonra Yesevi
müritlerinin büyük kısmını etrafına topladığı ve diğer Yesevi halifelerinden
önce öldüğü rivayet edilir. Hakîm Ata’nın birçok halifesi olmuştur. Bunların en
tanınmışı Zengi Ata’dır.[69].
Hakîm Ata’ya
isnad edilen tasavvufi şiirlerden oluşan Bakırgan Kitabı, ahir zaman
alâmetlerini ve kıyameti anlatan Ahir Zaman Kitabı, İmam-ı Azam
hakkındaki Kıssâ-ı Hazret-i Imâm-ı Azam ve Hazreti Meryem’in ölümünü
anlatan Kıssa-i Hazret-i Meryem Bibi Kitabı ’dır. Bununla birlikte
yazarı bilinmeyen Hâkim Ata Risalesi adlı eser bulunmaktadır[70].
İKİNCİ BÖLÜM
AHMET YESEVİ’NİN HİKMETLERİNDE TASAVVUF MERTEBELERİ
Hoca Ahmet
Yesevi, Türkler arasında herkesin anlayacağı Türkçe hikmetler söyleyerek ilk
Türk tasavvuf tarikatı olan yeseviyye geleneğini kurdu. Onun sayesinde tasavvuf
anlaşılamaz bir gizemli dünya olmaktan çıkarılıp her insanın anlayabileceği
yola, akıma dönüştü. Hikmetlerinden onun Kur’an-ı Kerim ve şeriat hükümlerine,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve sünnetine bağlılığını
görmekteyiz. Bu onun Türk sufiliğini en güzel şekilde oluşturmasına yardım
etmiştir. Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet ve Fakr-name adlı eserlerinden onun
gerçek bir ruhani terbiyeci ve eğitici olduğu anlaşılır. Ona göre, nefs insanı
doğru yoldan, Hak yolundan alıkoyar. Bu yüzden nefsi öldürmek için daima ibadet
ve zikir halinde olmak gerekir. Bununla birlikte, Hazret-i Sultan Hoca Ahmet
Yesevi şiirlerinde aşk ve tevhid, birlik konuları üzerinde sık sık durmuştur.
Hikmetlerinde birliğin önemini, ona ulaşanın huzur bulacağını vurgulamıştır.
Sufi Muhammed
Danişmendi’nin eseri olan Mir’atul kulub risalesindeki tasnife göre Ahmet
Yesevi tasavvufi yolunu şeriat, tarikat, hakikat kelimeleriyle açıklayıp bunu
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den rivayet edilen “Şeriat
söylediğim sözlerim, tarikat yaptığım fiillerim(işlerim), hakikat ise halimdir”[71]
sözlerine dayandırmaktadır. Hoca Ahmet Yesevi’ye göre şeyhler şeriatta
emredilene uyup yasaklanandan sakınıp başkalarına da bunu emrederse doğru yolda
yürümüş olurlar. Eğer emir ve yasaklara uymazlarsa şeriat yolundan
çıkacaklarını dile getirir[72] [73].
Hazret-i
Sultan Hoca Ahmet Yesevi şeriat ve esasları, şeriat hükümlerine uyan
müslümanlar hakkında şöyle der: “Şeriat, uzuvlarla yani zahirle amel
etmektir. Uzuvlarla (bi ’l-erkân) kelimesinden maksad, farz, vacib, sünnet ve
edeplerin tümü olur. Ama şeriatla yürürüm deyip iddiada bulunanlar, müslüman
olarak adlandırıldılar. iddialara maneviyat gerekir. O maneviyat da şudur ki,
Hakk Teâlâ’nın emri kullarına iki şekilde olur: Emredilen iyi işler (farz) ve
yasaklanan kötü işler (haram) ”73.
Hoca Ahmet
Yesevi’den Sufi Muhammed Danışmendi nakleder: İnsanın kalb-i selim olmadıkça
tarikata girmesi ciz olmaz. Kalb-i selim olmak için insanın dört deryadan
geçmesi gerekir:
Nefs deryası[74].
Hoca Ahmet
Yesevi için hakikat gönülle amel etmektir[75]
[76]. Hazret-i Sultan der: “Hakk’a
yakın olan ârif kullar ve şeyhler, hakikaten Allah’tan başka her şeyden
vazgeçip gönüllerini sırra ulaştırırlarsa maksadlarına erişip hakikat yolundan
sapmazlar. Onlara tâbi olanlar da sapmazlar. Eğer bu şartlar içinde
bulunmazlarsa hakikat yolundan çıkıp gaye ve maksada ulaşamayacak”16.
Buradan
hareketle söyleyebiliriz ki, Ahmet Yesevi hayatı boyunca İslam ve tasavvufla
ilgilenmiş ve onun yayılması için büyük katkılarda bulunmuştur. Öğretilerinde
Kur’an ve hadis, şeriat ve hükümleri nasihat etmiştir. İnsan ancak kendini
tanıyarak Allah’a ulaşabilir. Taliplere doğru yolu göstererek, kendilerini ve
hakikatı anlamaları için rehber olmuştur. Hikmetleri ve öğretileri sayesinde
Türk toplumunun dini kimliği inşa edilmiştir. Onun felsefesine göre, salik
temiz kalple, güzel ahlâkla hareket etmelidir. Onun bu tasavvufi görüşleri
dünyanın dört tarafına yayılmıştır. Ahmet Yesevi’nin felsefesi kendinden
sonraki büyük Türk mutasavvıflarını da etkilemiştir.
Şeyh Arapça
önder, kabile başkanı anlamına gelmektedir[77].
Tasavvufta müritlere rehberlik yapan ve onları irşad eden kişi, pîr, mürşit
olarak tanımlanmaktadır[78].
Şeyh, Allah’ı
kullarına gerçekten sevdirir, Allah’ın kullarını da Allah’a sevdirir[79].
Şeyh, Allah
Tealâ’nın askerlerindendir. Onunla müritleri irşad ve talipleri hidayet eder[80].
Şeyhler,
şeriat, tarikat, hakikat ilimlerine hakim yüksek dereceye ulaşmış kimselerdir.
Bu dereceye ulaşan kişi doğruluk yoluna irşad eden ve âriflerin yoluna ulaşmak
için kendisinden yardım isteyene yardım edebilen bir mürşit sayılır[81].
Ahmet
Yesevi’ye göre şeyh şeriatta arif, tarikatta sırlara vakıf, hakikatte olgun,
marifette büyük bir deniz olmalı. Kendine talip olan müritlere şeriat ilmini
öğretmesi lazım. Eğer mürit tarikatta bir makama ulaşsa onu tarikat ilmi ile
yola salması ve hakikat yönünden müride yol gostermesi gerekir[82].
Hoca Ahmet
Yesevi şeyh olmanın altı şartı olduğunu söyler. Bunlar:
Allah’tan gelenlere rıza göstermek.
Hz. İbrahim’inki gibi dostluk ve samimiyet.
Allah’a yakın olup, huzur içinde bulunmak[83].
Sufi Muhammed
Danişmendi’nin risalesi Mir ’atü’l Kulub’a göre Hoca Ahmet Yesevi
şeyhler hakkında der: Bir kişi yetmiş makamdan geçmeden şeyhlik iddiasında
bulunsa o hemen kâfir olur[84]. Hazini, Cevahirü’l Ebrar’da
da aynı ifadede bulunmuştur[85].
Fakr-name’de
Hoca Ahmet Yesevi der: “Bir kimse pîrlik ve şeyhlik iddiasında bulunsa, kırk
yıl ta pîrin hizmetinde bulunmayınca, şeyhlik mevkii ona lâyık görülmez. Gece kalkıp
namaz kılmayınca, gündüz hizmet etmeyince, şeyhlik iddiasında bulunsa, işi
faydasız olur. Bunları hiç bilmeden şeyhim dese, kıyamet günü kara yüzlü olup
mahcup olur'”[86].
Ahmet Yesevi,
şeyhe hizmeti “Şeyhe hizmet edip, onun kapısını beklemek şeref ve saygı
yönünden Allah’ın kapısını beklemek gibidir” şeklinde ifade eder[87].
Yeseviyye
tarikatına giren müridin uyması gereken adapları on esastır. Bu on usûle uyan
mürit büyük bir mutluluğa ulaşır:
Şeyhine teslim olmalıdır. Şeyhinden başka hiç kimseyi
üstün görmemelidir.
Zeki ve anlayış sahibi olması gerekir ki şeyhinin gizli ve
kapalı söz ve işaretlerini anlamalıdır.
Şeyhin her dediği sözü ve davranışlarına razı olmak, itaat
etmek.
Şeyhe hizmetinde razı olması lazım.
Sözünde, bağlılığında sabırlı ve sürekli olmalıdır.
Batın(manevi) gözünün açılması için bütün mal ve mülkünü
şeyhinin bir emriyle dağıtabilmelidir.
Şeyhin bütün sırlarını saklamalıdır.
Şeyhin bütün tavsiye, teklif, vaaz, öğütlerini hep göz
önünde bulundurması lazım.
Allah’a ulaşmak için şeyhinin yolunda canını ve başını
vermeğe hazır olması gerekir. Dostuna dost, düşmanına düşman olmalı[88].
Yakaza
uyanıklık manasına gelir. Sâlikin kalbinin Allah’tan gelen bir uyarıyla uyanıklık
haline kavuşmasıdır. Salikin başlangıç mertebelerinin ilki yakazadır. Çünkü
yakaza olmadan sülûk olamaz. Nimetlere şükretmek için gaflet uykusundan
uyanmak, cehaletten kurtulmaktır[89].
Herevi,
yakazayı tasavvuf mertebelerinin ilki olarak göstermiştir. Ona göre yakaza üç
derecede gerçekleşir. Birincisi sâlikin Hakk’ın verdiği nimetlerin sonsuz ve
sınırsız olduğunu düşünmesi, bu nimetleri bilmek için bütün gücünü harcaması ve
nimetlerin şükrünü eda hususunda kusurunu idrak etmesidir. İkincisi sâlikin işlediği
günahları bilip hatalarını düzeltmesi, günahlarından arınmak için kurtuluş
talebinde bulunmasıdır. Üçüncüsü, sâlikin hayatı boyunca ibadet yönünden
kazandığı veya elinden kaçırdığı şeylerin farkına varması, vaktini boşa
harcamaması, kaçırdığı fırsatları tekrar elde edip kalan zamanını
değerlendirmek için dikkat etmesidir. Herevi, kulun yakaza haline ulaşması için
ilim tahsil etmesi, Allah’ın emir ve yasaklarına uyması, bir mürşit-i kâmilin
sohbetine katılması gerektiğini ifade eder. Böylece olaylara akıl ve kalbin
nuruyla yaklaşır, nefsini tanır[90].
Ahmet Yesevi
hikmetlerinde yakazanın gaflet uykusundan uyanmak olduğunu ifade eder. Sâlik,
gaflet uykusundan uyanmalı ve pire hizmet edip Allah’a yönelmelidir. Şeyhinden
ilim öğrenip marifete ulaşmalıdır. Eğer kul gafletten kurtulup uyansa hakikati
tanır[91]:
Pîr hizmeti,
Hak hizmeti edeb kılın,
Seher vaktinde
nazar kılar, agâh olun.
Ey talibler,
uyanık olup yola girin,
İşitip,
okuyup, hizmet eyleyin, dostlarım ey[92].
Canân, vaslın
deryâsının pâk gevherin,
Dalgıç olur
can denizinden geçebilse.
Görür ilki
sedef içre o gevherin,
Gözün gaflet
uykusundan açabilse[93].
Gaflet
uykusunda olanın hali müşküldür, çünkü ibadet etmeden zamanını boş işlere
harcamaktadır. Gafil, dünya hayatına aldanıp, gece gündüz onun güzellikleriyle
meşguldür. Ahirette perişan olup pişmanlık duyacağından habersizdir[94]:
Ey habersiz
gaflet ile uykudasın,
Dünyâyı
dileyip gece-gündüz kaygıdasın,
İbâdet
eylemeyip sözler söyleyip boşunasın,
Hakk cemâlini
göstermese perîşân olunur[95].
Gaflet
uykusundan uyanmayan kimse Allah’ın nimetlerini görüp şükredemez. Gelenlerin
hepsinin Allah’tan olduğunu anlamaz. Gerçekleri idrak edemez. Fakat gönül gözü
açılıp gaflet uykusundan uyansa hakikati görür:
Açıktaki
nimetlerin şükrünü gâfil bilmez,
Gizlenmiş
olanları kıyâs ile görse olmaz,
Zâhir gözü
gaflet ile bakıp görmez,
Bâtın gözü
açılsa o görür dostlar[96].
Ahmet Yesevi,
sâlikin ölmeden önce ölüp, gafletten kurtulması gerektiğini söyler. Sâlik hata
ve günahları kabul edip, tövbe etmelidir, gerçeğe varıp Hakk’ını aramalıdır.
Allah’a aşk ile ulaşmak için hayatı boyunca ibadette bulunmalıdır[97]:
Kul Hoca
Ahmed, nefsi teptim, nefsi teptim,
Ondan sonra
cânânımı arayıp buldum;
Ölmeden önce
cân vermenin derdini çektim,
Bir ve Var’ım,
cemâlini görür müyüm[98]?
Tövbe Arapçada
geri dönmek, dönüş yapmak anlamına gelir. Tasavvuf ilminde nefsin işlediği
günahlardan dolayı pişmanlık duyup Allah’a yönelmesidir[99].
Sâlik yaptığı
kötülüklerden pişmanlık duysa, o günahları hemen terk edip bir daha yapmamaya
gayret etse gerçek tövbe olur[100].
İnsan gaflet
uykusundan uyanıp üzerindeki bulunduğu kötü halini görse tövbe makamına varmış
olur. Ancak bu mertebeye ulaşmak için bütün samimiyetle tövbe etmesi gerekir.
Bu Nasuh tövbesidir. Hiçbir şey beklemeden tek Allah rızası için tövbe etmektir[101].
Ebu Talib
el-Mekki, tövbe edenin yapması gerekenlerden birisi, kötülüklerini iyiliklerle,
iyiliklerini de daha güzelleriyle değiştirmek olduğunu söyler. İnsanlar
içlerindeki bir kötülüğü iyiliğe çevirdiklerinde, kötü halleri iyiliklere
çevrilmiş olur. Bu tövbenin tam olarak gerçeklemesi için önemlidir[102].
Herevi, tövbe
mertebesini üç dereceye ayırır. Ona göre avamın, havassın ve ariflerin tövbesi
farklı olur. Avam günahlardan dolayı tövbe eder. Havasın tövbesi gaflettendir.
Hakk’ın dışındaki her şeyden tövbe etmek ifadesi ariflerin tövbesini anlatır[103].
Hoca Ahmet
Yesevi tövbe mertebesine büyük önem verir. Hikmetlerinde tövbeyi sık sık
kullanmıştır. Ona göre tövbe sâlikin başlangıçtaki makamlarından ilkidir. Sâlik
Hakk yoluna girdiği zaman ilk olarak günahlarından dolayı tövbe etmesi gerekir.
Yesevi, 137. hikmetinde tövbe edenin ve etmeyenin hâlinden bahsetmektedir.
Hakk’ın rızası için amel eden tövbekâr kimse Allah’a yakın olandır.
Allah da öyle
bir kuluna nurundan lütfetmiştir. Cennetten yer ve güzellikler hazırlamıştır.
Tövbe etmeyen gaflet sahiplerine ise Allah kabirde azap hazırlamıştır[104]:
Tevbe eyleyip
Hakk’a yanan Aşıklara,
Cennet içinde
dört pınarda şerbeti var.
Tevbe kılmayıp
Hakk’a yanmayan gâfillere,
Dar kabirde
sert azâb hasreti var[105].
Eğer sâlik
Allah’ın şeriat hükümlerini yerine getirse, günahlarından dolayı pişman olup
tövbe kılıp Allah’ın yoluna gelse ona âşıkların şarabından ikram edilir. İşte o
zaman kul kemale erişir. Bu şekilde Allah’ın azap ateşinden kurtulmuş olur
Tövbesizler için bu tarz şerbetler haramdır. Onlar için zehir şerbeti
hazırlanmıştır. Ahirette gafiller Allah’ın belirttiği ateşte yanar:
Namâz, oruç,
tevbe üzere varanlara,
Hakk yoluna
girip adım atanlara
Bu tevbe, ile
oraya varanlara,
Bağışlanmış
kullar ile sohbeti var[106].
pınarlar
kimedir, bil onu
Tevbe kılan
Aşıklara içirir onu;
Tevbesizler o
pınardan içmez suyu;
Ona içirir
zehir-zakkum şerbeti var[107].
Yesevi,
hikmetlerinde insanları daima tövbe etmeye çağırmaktadır. Ona göre günahlardan
pişman olup tövbe etmek kurtulmaktır. Allah’ın yoluna düşen sâlik ilk önce
yaptığı kötülüklerinden dolayı pişman olmalı. Ondan sonra küçük ve büyük
günahlardan tövbe etmeli. Dünyadan, mal mülkten vazgeçip, nefsini öldürmeli.
Şeyhe tamamen teslim olmalı. Öyle bir tövbe etmesi lazım ki kendisinden
geçmeli. O vakit tövbe kabul edilir.
Ahmet Yesevi
bir derviş olarak yaşamıştır. Allah’ın dergâhına giderek tövbede bulunmuştur.
Hikmetlerinde kendisine zarar vererek Allah’a bir kat yakın olacağını ve kalbin
günahlardan temizleneceğini dile getirir. Bununla birlikte Ahmet Yesevi daima
tövbede bulunmak gerektiğini dile getirmektedir. Onun için tövbe bir ibadet
gibidir. Hikmetlerinde hayatı boyunca tövbe ettiğini belirterek onu bir ibadet
şekline getirmiştir. Tövbe eden sâlik geceleri uyumaz, gece gündüz
günahlarından dolayı pişman olup ağlar.
İhlaslı bir
şekilde yapılan tövbeye gökler saygı duyar, melekler de tövbenin kabul olması
için dua eder. Kalbi ve diliyle tövbe kılan kul ahiretten korkmaz. Gafil ise
kıyametten ve Allah’tan korkar. Hizmet yerine günah işler. Ama Ahmet Yesevi
hikmetlerinde gafilleri daima doğru yola davet eder. Bu dünyadan vazgeçip
Allah’a yönelmeyi tavsiye eder. Zira dünyanın sonu geldiğinde herkes Allah’a
döner[108].
Tefekkür
kelime olarak düşünme anlamına gelmektedir. Tasavvufi kavram olarak tefekkür
aklın gayesine ulaşmasını sağlayacak ve dilediği şeyi araması ve incelemesi
demektir. Salikin dileği ve maksadı, sadece Allah’a yaklaşmaktır[109].
Kaşani, avamın
tefekkürü, seçkinlerin tefekkürü ve seçkinlerin seçkinlerinin tefekkürü olmak
üzere üç farklı tefekkürü ele almıştır. Avam, tefekkür sayesinde şehvetlerden
kurtulur ve Hakk’a yakınlaşır. Seçkinler, hakikat yoluna girmeyi
kolaylaştıracak şeyleri elde etmek için düşünür. Seçkinlerin seçkinleri ise
tefekkürden Hakk’ı müşahede anlamına gelen tezekkürün zirvesine yükselmişlerdir[110].
Herevi’de
tefekkür, aklın İlahi Zatı ve hakikatleri anlamak için gayret etmesidir. O,
tefekkürü üçe ayırır. Birincisi, tevhidin hakikatini düşünmektir. Burada sâlik
tevhidin hakikatine akılla ulaşılamayacağını anlar. Zira tevhide düşünme
yoluyla ulaşmak mümkün değil. İkincisi, Allah’ın yaratma fiilinin mahlûkattaki
güzelliği ve
mükemmelliğini düşünmektir. Bu derecedeki tefekkür sâlikin ahlâkını
güzelleştirmesine ve amellerini doğru yapmasına neden olur. Üçüncüsü, amellerin
ve hâllerin anlamlarını, hakikatlerini, hükümlerini kusurlarını düşünmektir. Bu
derecede ilim sahibi bütün bunların Allah’ın kudreti, iradesi ile meydana
geldiğini idrak eder ve Allah’a tamamen yönelir.
Ahmet
Yesevi’nin hikmetlerinden hareketle tefekkür, Allah’ın hakiketlerini
düşünmektir. Sâlik daima tefekkürde bulunduğu vakit benlikten kurtulmuş olur. O
zaman Allah kuluna bilgi verir. Hakikate erişen sâlik de gece gündüz Hakk’a
zikreder:
Gönül tanı
attı ise, kurdu pazar,
Tefekkürün
deryâsına girip sözler,
Şevk şarâbını
içsem deyib gönlüm sezer,
Sır şarâbını
koyuverdi, yanmayım mı[111]?
Mü’min denen
olur dâim tefekkürde,
Fikr eyleyip
zikrini söyler uzak gecede,
Olmaz benlik
bir zerre vücûdunda,
Öyle erin
eteğini tutmaz mısın[112]?
Sözlükte
“yabani bir hayvanı evcilleştirmek, serkeş atı eğitmek; egzersiz yapmak” gibi
manalara gelen riyâzet kelimesi tasavvuf terimi olarak nefsi eğitmek için onu
birtakım tabii ve meşru arzularından mahrum etmeyi ifade eder[113].
Kaşani’ye göre
riyâzet nefsin huylarının güzelleştirilmesidir. Nefsi arınmış hale getirmek
için kişi alışkanlıklarını bırakması, istek ve kötü arzularına karşı durması
lazım. Başka bir görüşe göre riyâzet, nefsi Allah’tan başkasına yönelmekten
alıkoymaktır. Riyazet için en önemlisi zikirdir. Zikir Allah’a yaklaşmayı ve
ahlâkın güzelleşmesini sağlar[114].
Herevi,
riyâzete kötü huylardan arınmak ve nefsin kabalığını gidermek anlamını verir.
O, riyazeti avamın, seçkinlerin ve seçkinlerin seçkinlerinin olmak üzere üç
derecede ele alır. Avamın riyazeti, ilme riayet ederek ahlâkı güzelleştirmek
için amelleri yerine getirmekledir. Seçkinlerin riyazeti, salikin kalbi
masivadan uzaklaşarak tamamen Allah’a yönelmesiyle gerçekleşir. Seçkinlerin
seçkinlerinin riyâzeti ise, salikin Hakkın kendisine verdiklerini bir bedel ve
karşılık olarak değil sadece lütuf ve ihsanı sebebiyle verdiğini müşahede
etmesidir[115].
Ahmet
Yesevi’ye göre riyâzet nefsi öldürüp Allah’a boyun sunmaktır, yönelmektir.
Divan-ı Hikmet’te riyâzet postuna erişen kimsenin benlikten uzaklaşacağını
söylemiştir. Riyâzetsiz Hakk’a ulaşmanın imkânsız olduğunu ve riyâzeti yerine
getirmenin önemi üzerine durmuştur[116]:
Gönlüm kuşu
uçar her zamân kanat çırpıp,
İki gözüm
pişmânlıkta kanlar döküp,
Bedeni öldürüp
riyâzette dizini çöküp,
Ya Allah’ım
affeyle günâhımı[117].
Hikmetimden nasîb
alan göze sürsün,
İhlâs ile göze
sürüp Cemâl görsün,
Şartı odur
riyâzete boyun sunsun,
Cânlar geçip
Sevgili’yi gördüm ben işte[118].
Sözlükte
“işitmek, duymak, dinlemek; işitilen söz, güzel ses, iyi şöhret” anlamlarındaki
semâ kelimesi genellikle “şarkı, nağme, mûsiki, raks” manalarında kullanılır.
İlk sufi müelliflerin eserlerinde semâ “sufinin kendisine gelen vâridi işitmesi
ve işittiğini kalbe aktarması” anlamını ifade eder[119].
Semâ, tasavvufun doğuşundan itibaren farklı tarikatların ilgisini çekti. Zikir
meclislerinde tasavvufi şiir ve ney gibi musiki aletler kullanılmaya başladı.
Zamanla, semâ tasavvuf! hayatın bir parçası oldu[120].
Ebu Talib
el-Mekki semâı helâl, haram ve şüpheli olmak üzere üçe ayırır. Ona göre hevâ ve
şehvetle semâ’ yapmak haramdır. Kişinin eşinden, mubah bir şekilde akıl
çerçevesinde eğlence amaçlı dinlemesi şüphelidir. Ama Allah’a götüren ve Allah
yoluna sevk eden manaları idrak etmek için musiki dinlemek mubahtır[121].
Herevi, semâı
salikin ilahi hitabı işitebilmek ve onunla bağ kurmak için bedenen ve kalben
hazır olmasıdır[122] şeklinde tanımlar. O, semâ
mertebesini üç şekilde ele almaktadır. Birincisi, avamın semâı, bütün nimet ve
zorlukların Allah’tan geldiğini bilmektir. Salik kendisine vaad edilen şeylere
ulaşmak için Allah’ın emirlerine icabet edip nehyedilen hususlardan uzaklaşır.
İkinci derecesi seçkinlere hastır. Gizli yahut açık her seste Hakk’ı müşâhede
etmek ve masivadan lezzet bulmaktan kurtulup Hakk’a ulaşmaktır. Üçüncüsü
seçkinlerin seçkinlerinin semâııdır. Bu derecedeki semâ ezele bağlar ve sonları
başa döndürür. Allah’a ermede bütün sebepleri ve delilleri ortadan kaldırır[123].
Ahmet Yesevi
hikmetlerinde semâ kavramı birçok yerde geçmektedir. Ona göre semâ, Allah’a
yapılan seferdir. Şiirlerinde semâ kavramıyla birlikte raks kelimesini
kullandığı görünmektedir.
Ahmet Yesevi
86. Hikmetinde semâ ve yapanları, şartları hakkında bahsetmektedir. Ona göre,
ilahi muhabbetin şarabın içen kendinden geçip sarhoş olup raks ve semâ yapar.
Böyle sema yapanlar divanelik makamının ehlidir. Bu makama ulaşanlar için açlık
ve tokluk, kâr ve zarar hesabı yoktur. Semâ yapanlar için dünya haramdır. Onlar
evden ve çocuktan bile geçmiştir. Dünyadan çekilerek Allah’a sığınıp
gelenlerdir. Gözyaşlarını dökerek ağlamaktadırlar:
Muhabbetin
kadehini icip rakseyleyen,
Divanelik
makamına girdi dostlar,
Ac ve tokluk,
kar ve zarar hic bilmeyen, Sarhoş olup raks ve semâ yaptı dostlar[124].
Raks ve sema yapanlara dunya Haram, Coluk-cocuk, ev-barktan
gecti tamam, Seher vakti Hakk’a sığınıp ağlar daima, Ondan sonra raks ve semâ
yaptı dostlar[125].
Ahmet Yesevi,
hikmetlerinde sahte sufilerin sema yapmasından da bahsetmektedir.Onların seması
Allah katında asla kabul edilmez. Kendinden, dünyadan geçmeyen insana sema
yapmak yasaktır:
Dünya tepmeden raks ve sema yapan cahil,
Hakk yadını bir an demeyip, yürür gafil, Dervişim der, dunyaya
doğru gönlü eğilimli; Dünya için raks ve semâ yaptı dostlar[126].
Hikmetlerde,
“Şibli gibi semâ vurmak” redifini sıkça kullanmıştır. Burada Ebu Bekir eş Şibli
sufi âlimden bahsetmektedir. Ebu Bekir eş-Şibli tasavvufun birçok konu ve
kavramları üzerinde fikir beyan etmiş ve onun bir ilim dalı olarak ortaya
çıkmasına katkıda bulunmuştur. Ahmet Yesevi’nin sema yapma konusunda özendiği
Şibli’nin düşünceleri Ahmet Yesevi’nin semâ hakkındaki görüşüne yakın olmalıdır[127]:
Pir-i Kamil nazar eyledi, şarap içtim;
Şibli gibi semâ vurup candan geçtim;
Sarhoş olup il ve halktan çekinip kaçtım
Zemzem olup yer altına girdim ben işte[128].
Hüzün
Hüzün sözlükte
“istenmeyen bir durumun başa gelmesinden veya geçmişteki bir kayıptan duyulan
keder, üzüntü”[129] şeklinde tanımlanır.
İslam düşünce
tarihinde hüzün konusunda biri özellikle Kindi’den itibaren felsefi çizgideki
ahlâk kitaplarında, diğeri tasavvuf eserlerinde olmak üzere iki farklı
yaklaşımın ortaya konduğu görülmektedir. Bunlardan ilki hüznü, daha ziyade
insanın dünyevi kayıplardan duyduğu ve kurtulmak zorunda olduğu olumsuz bir
duygu, hatta tedavi edilmesi gereken bir tür hastalık olarak ele alınırken
tasavvufi çalışmalarda ahiret kaygısı veya iyi ameller yapamamaktan doğan
üzüntü için kullanılır ve olumlu bir duygu olarak kabul edilmiştir[130]. Kindi hüznü, “sevilen
şeylerin elden gitmesinden veya amaçlanan şeylerin elde edilememesinden doğan
nefsani bir elemdir” şeklinde tarif eder[131].
Kuşeyri hüznü,
“kalbi gaflet vadilerinde dağılıp perişan olmaktan tutan bir hâl” olarak
tanımlar. Hüzün, sâlikin vasıflarındandır[132]
Kaşani’ye
göre, hüzün kalbin yitirdiği bir şey için veya imkânsız bir şey için
üzülmesidir. Hüzün, beş şeyi içerir: hafv, hüzün, işfak, huşu ve ihbat. O,
hüznü avamın, müritlerin ve seçkinlerin hüznü olarak üç dereceye ayırır. Avamın
hüznü ibadetlerini yerine getirmediği içindir. Müritlerin hüznü, niyetlerini
Allah’a odaklaştırmadaki hırsları nedeniyle, kalplerine gelen dağılma halidir.
Seçkinlerin hüznü ise, kendileri hakkında değil, başkaları adına duydukları
hüzündür. Çünkü seçkinler cemiyet ve vicdan ehlidirler[133].
Herevi, hüznü
“elden kaçan şeylere karşı kalpte meydana gelen üzüntü” şeklinde tanımlar.
Burada namaz ve oruç gibi amelleri zamanında yerine getirememekten dolayı
duyulan hüznü kastetmiştir. O, hüznü, faziletli ve yüksek makam olarak görmüş
ve onu üç dereceye ayırmıştır. Birincisi, avamın hüznü hizmette kusur etmekten,
vakti boşa harcamaktan dolayı meydana gelir.
İkincisi,
seçkinlerin hüznü, kalplerinin tefrikaya bağlı kalmasına ve müşahededen
alıkonulmasına üzülmeleridir. Üçüncüsü, seçkinlerin seçkinlerinin hüznü,
sâlikin tecellilerdeki farklılığa ve Allah’ın tercihi ile kendi tercihinin
çatışmasına üzülmesidir[134].
Hikmetlerde
hüzün mertebesi için hüzün ve üzüntü kelimeleri ele alındı. Ahmet Yesevi,
hikmetlerinde sâlikin hüzün hâlinde olması gerektiğini dile getirmiştir. Zira
hüzün hali sâliki uykusuz tutar, bulunduğu durum hakkında sürekli düşünmesini
sağlar ve vaktini boşa harcamasına engel olur. Hüzün hâli, Allah’a yönelmeyi ve
onu müşahede etmeyi sağlar:
Erenlerin
hepsi gidip oldu mezar,
Hüzünlenip ey
dostlarım olun uykusuz,
Musa gibi Tur
dağında görüp cemal,
“Rabbi enzur
İleyk” deyip söyleyesim gelir[135].
Ahmet Yesevi,
hüzün hâli içinde bulunmayı değerli gördü. Onun için üzüntü çekip ağlamak
rahatlamaktır. Bununla birlikte, Ahmet Yesevi insanın bulunduğu durumundan
dolayı hüzünlenip, hizmet edip ilim öğrenmesi gerektiğini söylemiştir. Burada
Ahmet Yesevi’nin Herevi ile hemfikir olduğunu görebiliriz.
Hikmetlerde
Ahmet Yesevi, kendinin mahzun halinden bahsetmektedir. Mahzunu ancak hüznü elde
eden anlar. Rabia el-Adeviye bir kişinin, “Ey benim hüznüm, senin zamanındır,
hazır ol!” dediğini işittiğinde ona, “Deki ey benim hüznümün azlığı! Eğer
mahzun olsaydın, nefes alıp verme imkânından mahrum olurdun” der:
Derdimi bilir
tabib yok, halimi sorar refik yok,
Benim gibi
mahzun garib yok, hüzün ve feryadım söylemem[136].
Sufilerin
bazısı şöyle der: Kıyamet gününde müminin defterinde en çok göreceği sevapları,
dünyadaki üzüntüsü ve hüznüdür. Ahmet Yesevi, vaktinde hüzünlenip durumundan
anlayanın mahşer gününde üzüntüsü olmayacağını dile getirmiştir. Hizmet kılıp
nefsi öldürenin, hayırlı iş yapanın ahirette hüznü olmaz[137]:
Canımı fedâ
eylesem hoşnutluğunu alsam,
Üzüntü yoktur
ölsem ya Mustafa Muhammed[138].
Korkmak,
kaygılanmak, endişe duymak gibi anlamlara gelen havf, hoşlanılmayan bir durumun
başa gelmesinden veya arzulanan bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı ve
korku olarak tanımlanır[139].
Havf, Allah'ın
kahrından korkarak dinde sabit olmak demektir. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle der: “Ben, Allah’tan en çok korkanınızım”[140].
Kaşani, havfı
“kerih görülen bir şeyden ürkmek” şeklinde tanımlamıştır. Ona göre, havf,
avamın, müritlerin ve seçkinlerin havfı olarak üçe ayrılır. Avamın korkusu
ilahi azaptan, cezalandırmadan korkmaktır. İkincisi, Hakkın hilesine maruz
kalmaktan korkmak. Seçkinlerin korkusu ise heybettir. Ona göre, heybet korkunun
en yüksek derecesidir[141].
Gazali’ye
göre, korku, ileride hoşlanmadığı bir şeyle karşılaşma düşüncesiyle kalbin
yanıp, üzülmesidir. Allah’a yaklaşmak için insanı amel ve ilme sevk eden bir
kamçıdır. Korku hâli ilim, hâl ve amelden meydana gelir. Gazali korkuyu üç
dereceye ayırır. Birinci derecedeki havf, vera sahiplerinin amel etmesi ve
şüpheli şeylerden sakınmasıdır. İkincisi, takva sahiplerinin korkusu, vera
sahiplerinin korkusundan daha üstün olup en şüpheli şeylerden kendilerini
çekmesidir. Sıdk ehlinin havfı ise, takva sahiplerinin korkusunu içerir.
Bununla birlikte bu ilahi korkuya sahip olanlar hizmet eyler, dünyaya iltifat
etmez ve nefeslerini Allah rızasından başka yerlerde harcamaz[142].
Ebu Talib
el-Mekki, “Fakat onları ancak âlimler düşünüp anlayabilir” ayetinden hareketle
havfın ilim makamından olduğunu söyler. İlahi korku imanın hakikatini belirtir.
Çünkü Allah’a iman eden her kimse O’ndan korkar. Fakat her insanın ilahi
korkusu farklıdır. Ona göre, Allah korkusu bütün yasaklanan kötülüklerden
kaçınmanın sebebidir ve her iyi amelin anahtarıdır. Ebu Talib el- Mekki havfı
avamın, seçkinlerin ve ariflerin havfı olarak üçe ayırır. Avamın havfı, hayânın
ilk basamağını oluşturan kulakları, gözleri, dili, kalbi, edep yerini, elleri
ve ayakları haramdan korumaktır. Seçkinlerin havfı ise, zühd denilen salikin
yiyemeyeceğini toplamaması, oturamayacağı konaklar inşa etmemesi, bırakıp
gideceği malları biriktirmemesi ve dünya hakkında ölçülü hareket etmesidir.
Ariflerin havfı kulun kalbinin son nefesinin nasıl biteceği korkusuyla meşgul
olması, ilmi ne kadar yüksek olsa da hiçbir şekilde kurtulduğuna hüküm
vermemesidir[143].
Kuşeyri,
“Allah’tan korkandan her şey korkar. Allah’tan korkmayan da her şeyden korkar”
hadisinden çıkarak korkunun bir irade olduğunu ve taalluk ettiği şeyin
gelecekte olacağını söylemektedir. Zira bir kişi ileride başına kötü bir şey
geleceğinden veya iyi bir fırsatın elinden kaçacağından korkar. Allah’tan olan
korku ise, kişinin Hakk’tan ya ahirette ya da dünyada kendisine azap
vermesinden korkmasıdır[144].
Herevi, havfı
“insanın ilahi uyarı niteliğindeki haber sebebiyle emniyet hissinin ortadan
kalkması” diye tanımlar. O, havf halini üç dereceye ayırır. Birinci mertebedeki
korku, ilahi cezaya uğramaktan ve ahiretteki durumu düşünmekten meydana gelen
korkudur. Avama ait olan bu havf ancak imanla mümkün olmaktadır. Zira iman
etmeyen kişi ilahi cezalardan korkmaz. Bu derecedeki havf imanın sıhhatinin
delaleti olarak kabul edilmiştir.
Havfın ikinci
mertebesi mekr korkusunu ifade eder. Burada müritlerin ilahi mekrden korkması
söz konusudur. Herevi, Sad Meydan eserinde mekr korkusunu “kalbi hükmü altına
alan korku” olarak nitelendirir.
Üçüncü
derecedeki havf, müşahede ehlinin Allah’ın celâlinin heybetinden korkmasıdır.
Sır ehlinin korkusu heybete dönüşür. Heybet, sâliki Hak’la birliktelik
anlarında korur ve onu Hakk’ı açıkça görme talebinden men eder[145].
Hoca Ahmet
Yesevi için korku Allah’ın celâl sıfatından korkmaktır. Divan-ı Hikmet’te ilahi
korku üzerine yazılan birçok hikmete rastlanmaktadır. Bir hikmetinde havf ve
recâ makamlarını birlikte ele almıştır. Burada Yesevi’nin de diğer sufiler gibi
havf ile recâyı ilişkilendirdiğini görebiliriz. Ona göre korku ve ümit içinde
duran her kimse Allah’ın lütfunu kazanır. Kul işlediği günahlarından dolayı
korkar ve pişman olup tövbe eder. Bu şekilde Allah’a yönelmiş olur.
Ahmet Yesevi, Divan-ı
Hikmet’inin 9. Hikmetinde Allah korkusu hakkında yazmıştır. Hikmette Allah’tan
korkmanın ve doğru yolda yürümenin gerektiğini ve sebeplerini söyler[146]:
Utanarak
korkup geldim günâhımdan,
Zâtı yüce
bağışlayan Allah'ımdan,
Nidâ geldi
ümidsiz bırakmayıp dergâhımdan,
Elimi tutup
yola koy Ente’l-Hâdî[147].
Kul Hoca
Ahmed, bu yolları kolay bilme,
Hak rahmeti
sayısız erişip mağrûr olma.
Havf ve recâ
içre dur, gönül koyma,
Kahr içinde
lütfunu anlayıp yürümez misin[148]?
Zühd “bir şeye
rağbet etmemek, ona karşı ilgisiz davranmak, ondan yüz çevirmek” gibi anlamlara
gelir[149].
Cüneyt
Bağdadi, zühdü “elin mülkten, kalbin de onu araştırmaktan boş olması” olarak
tanımlamıştır[150].
Kaşani, zühdün
iki tanımını verir. Birincisi, “eşyaya dair isteklerin bütünüyle düşmesi”
şeklindedir. Öbürü ise, “bedenin ve kuvvetlerinin lezzetlerle zorunlu ölçülerle
ilgilenmesine imkân vermektir”[151]. Kaşani’ye göre zühd üç
çeşittir. Birincisi, avamın zühdü, haramı terk etmek ve şüphelilerden uzak
durmaktır. İrade ehlinin zühdü gereksizlerden sakınmaktır. Peygamber ve
ariflere benzemek için vakti doğru değerlendirmektir. Seçkinlerin seçkinlerinin
zühdü ise, Allah’ın dışında her şeyden yüz çevirmektir. Bununla birlikte,
Kaşani zühdün kendisinde ümidi, arzuyu ve iffetli olmayı içerdiğini söylemektedir[152].
Kuşeyri, zühd
bahsinde sufilerin farklı fikirlerini ortaya koymuştur. O, sufilerin zühd
terimini açıklarken görüşlerinin ayrıldığını göstermiştir. Bazılarına göre,
zühd sadece haramda olur. Bazılarına göre ise, haramda zühd şarttır ve helâlde
fazilettir[153].
Gazali zühdü
faziletli makamlardan saymıştır. Zühd de ilim, hâl ve amelden meydana
gelmektedir. Ona göre, zühd herhangi bir şeyden vazgeçip onun yerine daha iyi
ve daha güzeline dönmektir. Dünyadan rağbetini kesip, ahirete yönelmek veya her
ikisinden rağbeti kesip Allah’a yönelmektir. Zühdün üç derecesi vardır.
Birincisi mütezehhiddir Nefsi dünyayı isteyip kalbi ona meyleder ve kendisi de
dünyayı arzu ederken mücahede ile dünyaya yüz çevirmektir. İkincisi, Cennetin
yanında dünyayı hakir görerek gönül hoşluğuyla dünyalığı terk etmektir.
Üçüncüsü, Allah’tan başka her şeyden iraz etmektir. Bu, Allah için ve O’na
ulaşmak için yapılan zahitliktir. Arif, Allah’ın cemaline bakmayı tercih eder[154].
Ebu Talib
el-Mekki’ye göre zühd, nefsin isteklerini bırakıp, Allah’ın buyruklarına
uymasıdır. İnsan, nefsini Allah’ın emirleri altına koyduğu zaman, kendi
iradesini bırakıp Hakk’ın iradesine teslim olduğunda zahit sayılır. Zühd
makamına iki şekilde ulaşmak mümkündür. Birincisi; mal ve mülk sahibi olanların
zühdüdür, ancak buna sahip olan kimse o mal mülkü elinden ve kalbinden
çıkartmasıyla zühd makamına ulaşır. Bunun için kul cömert olması gerekir ki
cömertlik de zahidin niteliklerindendir. İkincisi, malı, mülkü olmayan
fakirlerin zühdüdür, malı mülkü olmayan kişi, bu durumundan dolayı memnun
olması ve buna rıza göstermesi durumunda zühd makamına ulaşabilir[155].
Herevi, zühdü
nefsin meyli kalmayacak şekilde her türlü istekten tamamen uzaklaşmasıdır
şeklinde tanımlar. Ona göre, zühd üç dereceye ayrılır. Birincisi, haramı terk
etmek ve Allah tarafından azarlanmak korkusuyla şüpheli şeylerden iraz
etmektir. Bununla birlikte, kusur sayılan şeylerden uzak durmak ve dünya ehli
ile bir arada bulunmamaktır. İkincisi, şüpheli şeyleri terk etmekle beraber
ihtiyaç fazlası şeyleri terk ederek en az şeylerle yetinmektir. Bunun sayesinde
sâlik vaktini boşa harcamaz. Allah’ı zikretmekle meşgul olur. Peygamberler ve
velilerin hâlleri doğrultusunda gönlü süslemeye çalışır. Üçüncüsü, zühdde
zühddür. Burada sâlik dünyanın kendisine karşı zühd içinde bulunulmayacak
şekilde değersiz olduğunu anlar. Gönlünde dünyaya karşı rağbet veya zühd
bulunmaz. Bu derece gerçek zahitlerindir. Zira sâlik Allah’tan başka hiçbir
şeye rağbet etmez[156] [157].
Hoca Ahmet
Yesevi’nin hikmetlerinden hareketle zühd, nefsani istekleri öldürmek, şüpheli
şeyleri terk etmek ve Allah’a yönelmektir. Allah’tan başka her 157 şeyi terk etmektir :
Zâhidlere zühd, amel ve takvâ gerek,
Riyazetli Aşıklara fetvâ gerek,
tarikat er olana davâ gerek,
Seherlerde kalkıp tâat eyleyesim gelir[158].
Hakk rahmeti ulu deryâ kabûl eyle,
Tâlip isen Hakk’a doğru meyilli ol,
Zühd-takvâ dâimâ eyleyip nâil ol,
Hakk cemâlini göstermese perîşân olunur[159].
Recâ sözlükte
“ümit, istek, emel, beklenti” anlamlarına gelir[160].
Kaşani’ye
göre, recâ “ömrün uzamasına ve emele ulaşmaya tamahkârlıktır. Sufiler recâyı
zayıf sâliklerin hâli olarak görmüştür. Kaşani recâyı üçe ayırır. Birincisi,
ödül ümidi, sâliki çalışmaya sevk eden ümittir. Salik ödül bekleyerek amel eder
ve azapla tehdit edilmiş yasakları terk eder. Ödül vaat edilen bir emri yerine
getirmek zayıflıktır. İkincisi, riyazet ehlinin ümidi, sevgiliye kavuşmak için,
alışkanlık ve zevklerini bırakmaya zorlamakla kalpleri arındırmaktır. Sufiler
için bu derecedeki ümit de zayıflık sayılmıştır. Üçüncüsü, kalp erbabının ümidi,
Allah’a kavuşma ümididir. Bu tarz ümit de zayıflık olarak görülmüştür. Zira
Allah’a şartsız teslim olan kişi ümit ile ilgilenmez[161].
Şihabüddin
Sühreverdi ümidi korkuyla birlikte almaktadır. Recâ, imanın bir kanadıdır onun
için. Korku ise öbür kanadı. Ona göre, kişi korkmadıkça ümitli olmaz, ümit
etmedikçe de korkmaz. İkisinin sebebi imandır. İman ile ümit de korku da
meydana gelir[162].
Kuşeyri’ye
göre, recâ gelecekte hasıl olacak bir sevgiliye kalbin bağlanmasıdır. Recâ
ileride umulan bir şey için oluşur. Ona göre, kalplerin yaşantısı ve
bağımsızlığı ümitledir[163].
Gazali’ye göre
recâ sâlikler için makam ve sabit olmayanlar için hâldir. Recâ, kalbin arzu
ettiği ve hoşlandığı bir şeyi beklemesidir. Ümit ilim, hâl ve amelden meydana
gelmektedir. Gazali, bir şeyi ümit etmek için o şeyin gerçekleşebilmesi için
birtakım sebeplerin ve onun gerçekleşme ihtimalinin de fazla olması gerektiğini
söyler. Gazali de başka sufiler gibi havf ve recâyı bir bütün görmüştür.
Bunların zaman ve şartlara bağlı olarak biri yükselişe geçerken diğerinin
aşağıya indiğini, bazen de bunun aksinin gerçekleştiğini belirtmiştir[164].
Ebu Talib
el-Mekki’ye göre, recâ faziletli bir makam olup, “bir şeyde aşırı derece
istekli ve ümitli olmak” demektir. El-Mekki korku ve ümidi birlikte ele
almıştır. Korku ve recâ imanın temel ahlâklarındandır. İman Allah’ın rahmetine
güvenmekle gerçek olur. Başka sufiler gibi el-Mekki de havf ve recâyı kuşun iki
kanadına benzetmektedir. Bu ikisinden biri eksikse iman sahih olmaz. Bununla
birlikte, işlediği kötülüklerden dolayı Allah’ın rahmetinden ümidi kesen
kişinin büyük günah işlemiş olduğunu dile getirir. El-Mekki recâyı üç dereceye
ayırır. Birincisi, Mukarrebun ariflerinin ümidi, en büyük paya göz dikip ümit
bağlamaktır. Bu ilahi yakınlık, Allah ile meclis kurma arzusudur. İkincisi,
Ashab-ı yemin ehlinin ümidi, Allah'ın vaat ettiğine inanarak, onun lütuf ve
ikramına ümit bağlamaktır. Üçüncü derecedeki recâ, iyi amellerle gönlün huzur
bulması, bu amellerin elden kaçırılmasından korkarak hemen onları yapmaya
koşmak, sonrasında da yaptığı hizmetin kabul edilmesini ummaktır. Mekki,
insanların recâ ve havf konusunda dört tabakaya ayrıldığını dile getirir.
Birinci tabakadaki insanlar, mümin olarak yaşayıp mümin olarak ölenlerdir.
Bunlar hem kendileri için hem de diğer müminler için Allah’ın mağfiretinden
şüphe etmeyen kişilerdir. İkinci tabakadaki insanlar mümin olarak yaşayıp kâfir
olarak ölen insanlardır. Bunların Allah’ın hem kendilerine hem diğer insanlara
azap edeceğinden şüphe duymamaları gerekir. Üçüncü tabakadaki insanlar, kâfir
olarak yaşayıp mümin olarak ölen kişilerdir. Dördüncü tabakadaki insanlar kâfir
olarak yaşayıp kâfir olarak ölen insanlardır[165].
Herevi’ye göre
recâ sâliklerin mertebelerinin en zayıflarından biridir. Zira kalbi recâ içinde
olan kimse, Allah’ın sayısız rahmetinden ötürü kullarını cezalandırmasına göre
affetmesinin daha uygun olduğu düşüncesine kapılır. Herevi’nin recâ için iki
farklı bakışı vardır Birincisi, Allah’a ve O’nun hükmüne şartsız teslimiyetten
ziyade kendi adına bir beklenti içinde bulunmayı ve nefsin hazlarına kapılmayı
ifade eder. İkincisi, sâlikin ümitsizliğe düşmemesini sağlayan ve korku hâlinin
tamamen ona egemen olmasını engelleyen hâldir. Herevi recâyı üç dereceye
ayırır. Birincisi, avamın ümidi, sâliki hayırlı işler yapmaya ve hizmetini
arttırmaya sevk eder. İkincisi, riyazet sahiplerinin ümidi, vakitlerini saf
hâle getirip himmetlerini gayrden arındırarak bir tek Allah’a yönelmeleriyle
ilgili ümittir. Üçüncüsü, kalp ehlini ümidi Allah ile karşılaşma ve O’nunla
ünsiyette olma iştiyakı oluşturmaktadır[166].
Ahmet Yesevi Fakr-name
adlı eserinde ümidi tarikatın makamlarından saymıştır. Ona göre tarikatın
dördüncü makamı olan recâ, Allah’ın engin rahmetinden ümitli olmak demektir. Divan-ı
Hikmet ’te sâlikin ümit hâlinden bahseden birçok hikmetlere
rastlanmaktadır. Recâ kelimesini tek bir hikmetinde kullanıp diğerlerinde ise
ümit kelimesini kullandığı görülmektedir. Burada Ahmet Yesevi’nin hikmetlerinin
anlaşılması için sade Türkçeyi kullandığı dikkat çekmektedir[167]:
Kul Hoca
Ahmed, bu yolları kolay bilme,
Hak rahmeti
sayısız erişip mağrur olma.
Havf ve reca
içre dur, gönül koyma,
Kahr içinde
lutfunu anlayıp yürümez misin[168]?
Ümit ile
gelmişim dergâhına Allah’ım
Günâhkârım,
isyankâr elimi tut seherde[169].
Muamelâta Dair Mertebeler
Hürmet
kelimesi “riayet edilmesi, yerine getirilmesi gereken, ihlâli yasak olan; ödev,
hak”[170] anlamına gelir ve saygı
olarak ifade edilir.
Kaşani’ye
göre, hürmet, saygı ve tazimdir. O, hürmeti “Allah’ın koyduğu yasaklara saygı
göstermek” şeklinde tanımlar. Ona göre, saygının seçkinlere ve avama göre
farklı dereceli vardır. Avamın yasaklara hürmeti, vaat edilen şeylere ulaşmak
için ümit etmek ve Allah’ın azabından korkarak O’nun emirlerine uymaktır.
Müritlerin hürmeti, kulun Allah’tan utandığından dolayı doğan tazimidir.
Seçkinlerin hürmeti, müşahede hâlinde Hakk’ın edep dairesinden çıkmaktan
korumasıdır[171].
Hürmeti ilk
defa bir tasavvuf mertebesi olarak ele alan Herevi’dir. Herevi’ye göre hürmet,
Allah’ın emirlerine muhalefet etmemek ve cüretkâr olmamak için nefsi ezmektir.
Sad Meydan adlı eserinde hürmeti “hayâ duyup saygı göstermektir[172]” şeklinde tarif eder. Herevi
hürmeti üç dereceye ayırmıştır. Birincisi, Allah’ın rızası için O’nun emir ve
nehiylerine saygı göstermektir. Ancak bu hürmet sevap arzusuyla ve ceza korkusu
sebebiyle meydana gelmemelidir. Çünkü ceza korkusu veya sevap kazanmak amacıyla
yapılan hizmet Allah rızası için değil nefis için olur. İkincisi, sıfat ve
isimleriyle ilgili zahirlerine göre anlayıp teşbih ve tevilden sakınmaktır.
Üçüncüsü, bast halinde hürmeti muhafaza etmektir. Bu hürmet müşahede
ehlinindir. Burada sufiler müşahedelerini Hak’tan başka bir sebebe
bağlamamaları gerekmektedir[173].
Ahmet Yesevi
için hürmet, Allah yolunda onun emirlerini ve yasaklarını yerine getirmek,
tazim etmek ve saygı duymaktır. Hikmetlerinde kul Allah’a, Hz. Peygambere ve
irfan sahibi şeyhlere saygı duymaktadır. Salik akıllı ise, Allah’a hizmet eder,
yasakladığı şeylerden uzaklaşır:
Pîr-i kâmil
Hakk Mustafâ, şüphesiz bilin;
Nereye varsan,
vasfını söyleyip saygı gösterin
Salât-selâm
deyip Mustafâ’ya ümmet olun;
nedenle altmış
üçte girdim yere[174].
Ahmet Yesevi,
gafillerin Allah’ın emirlerine ve yasaklarına hürmeti olmadığını dile getirir.
Yaptıkları bütün ibadet ve hizmet sahtedir, insanların hürmetini kazanmak
içindir:
Şeyhim diye
zâlimlere hizmet kıldın,
Göz yumarak
değerli eyleyip izzet kıldın.
Nimet verse
cânın ile hürmet kıldın,
Câhil olup
zâlim sıfat olmaz mısın[175]?
Gerçek arifler
ise bu dünyada hürmet aramazlar. Allah rızası için nefsini kırıp, dünyadan
çekilir ve gece gündüz ibadet kılar[176].
Arif, âşık
dünyâ için gâm yemedi,
Bu dünyada
izzet-hürmet ver demedi.
Gece-gündüz
göz yaşından ayrılmadı,
Gaflet ile
gamlarına batmaz olur[177].
İhlas kelimesi
sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” manalarını ifade eder[178].
Kaşani,
ihlasın kalp ve beden amellerini kötü niyetten arındırmak olduğunu söyler.
Yapılan her amel sadece Allah için olmalıdır. İhlas üç çeşittir. Avamın ihlası,
kalbin kötü niyetlerden temizlenmesidir. Seçkinlerin ihlası, amelden ameli
görmeyi çıkartmaktır. Bu tür ihlasa sahip olan sâlik amel karşılığında sevap
kazanacağını düşünmekten kurtulur. Seçkinlerin seçkinlerinin ihlası, ihlası
görmekten kurtulmaktır[179].
Herevi, ihlası
“amelin her türlü kusurdan arındırılması” şeklinde tanımlar ve onu üç dereceye
ayırır. Birinci derecedeki ihlas, ameli görmemeyi, amel için karşılık
beklememeyi ve amelden razı olmamayı ifade eder. İkinci derecedeki ihlas,
sâlikin ameli kendine nispetten hayâ duymasını, müşahedeye erdiği fikrinden
sakınarak gayreti sürdürmesini ve bu şekilde ameli Hakk’ın bir lütfu olarak
görmesidir. Üçüncüsü, ameli zahiri ilme uydurmak, Allah’ın hükümlerine razı
olmak ve nefsin köleliğinden kurtulmakla hâsıl olan ihlastır. Salikin ameli
şeriata uygun olmalı[180].
Hoca Ahmet
Yesevi için de ihlas, kalbi ve ameli kötü niyetten temizlemektir. İhlas temiz
kalple, iyi niyetle Allah’a yönelmektir. Ona göre sâlikin ameli daima ihlaslı
olmalıdır. Gerçek ihlâs sahibi olan kul Allah yolunda gece gündüz hizmet kılar
ve Allah’ın cemalini görmeyi kazanır. Şeyhe ihlaslı bir şekilde bağlanan sâlik
Allah’a ihlasla bağlanmış olur[181]:
İhlâs gerek ey
tâlib âşık olsan,
Cândan geçip
sıkıntı çekip sâdık olsan,
Ondan sonra
dergâhına lâyık olsan,
Lâyık olmadan
cemâlini görse olmaz[182].
Ahmet Yesevi
hikmetlerinde sahte dervişlerden bahsetmektedir. Öyle insanların kalbinde ihlas
bulunmaz. O, bu hikmetleriyle doğru yolu arayan talipleri 183 uyarmaktadır :
Şükürsüzün
kötü-iyi herkes Pîr’i,
İhlâsı yok
Pîr’e malûm dâim sırrı,
Nice desem, gitmez ondan gönül kiri,
Şükürsüzler Pîr’den ülüş aldığı yok[183]
[184].
Tevekkül
Arapça, vekil edinme, güvenme anlamında bir kelimedir. Gerekli tüm çabayı sarf
ederek, her türlü, tedbiri aldıktan sonra işi tam bir inançla Allah'a emanet
etmeye tevekkül denir. Tevekkül kalbin amelidir[185].
Ebu Talib
el-Mekki, tevekkülü faziletli makamlardan sayar. Salik için tevekkül farzdır.
Çünkü tevekkül bir kalp amelidir ve imanı gerektirir[186].
Herevi,
tevekkülü kulun işini bütünüyle Allah’a teslim etmesi şeklinde tarif eder. Avam
için tevekkül mertebesi en zor olanıdır, havas içinse yolların en kolayıdır.
Ona göre tevekkülün üç derecesi vardır. Birinci derecede kul sebepleri terk
etmeden Allah’a tevekkül eder. Sebeplere sarılmanın nedeni nefsini onlarla
meşgul etmesidir. İkinci derecede kul sebepleri bırakarak sadece Allah’a itimat
eder. O’ndan başka hiç kimseden beklentisi olmaz. Üçüncüsü, tevekküle arif
olmak beraberinde onu kendine ait bir hâl olarak görmekten de kurtulmaktır.
Salik her şeyin Allah’a ait olduğunu idrak edince sahip olmadığı bir şeyle
ilgili bir iddiada bulunmaz. Bütün mal mülkü mutlak sahibine teslim eder ve
ihlaslı kula döner[187].
Ahmet
Yesevi’nin hikmetlerinden hareketle tevekkül, nefsi kırarak sadece Allah’a
teslim olmak anlamına gelir. Hazret-i Sultan hikmetlerinin tamamında insanları
Allah yolunda yürümeye çağırır. Bu yola giren kimse Hakk’ın rahmetinden ümitli
olur, sabahtan akşama kadar amel eder ve Hakk’a tamamen güvenerek teslim olur.
Eğer insan akıl sahibi ise dervişlerin yolundan yürür, Allah’a tevekkül eder.
Eğer değilse tamahkârlığa devam eder[188]:
Ey dostlar,
tevekkülün kılıcını,
Bele bağlayıp
yola kadem koyasım gelir.
“La taknetû”
rahmetinden ümîd tutup,
Meveddetin
gülzârında esesim gelir[189].
Âkil isen,
akşam-sabah dinmeden ağla,
Erenlerin
yürüdüğü yolunu sorup anla,
Tevekkülü
Hakk’a kılıp, belin bağla,
Yola giren
erenlerin gayreti var[190].
Sâlikin Ahlâka Dair Mertebeleri
Sabır birini
bir şeyden alıkoymak, dayanmak anlamına gelmektedir. Başına gelen belalara,
sıkıntılara dayanmaktır[191].
Sühreverdi’ye
göre sabır nefes gibidir. O, sabır ve ilmin bir bütün olduğu düşüncesindedir.
Biri olmazsa diğeri tek başına var olmaz. Çünkü ilim yol gösterir, sabır ise
kabul eder. Sabırsız yol yararlı olmaz[192].
Kaşani’ye göre
sabır, nefsi taatleri yerine getirmek ve Allah’ın emir ve yasaklarına uymak
konusunda zorlamaktır. Ardından amelleri görmekten, iddiadan, ilim, hal ve ruh
için meydana gelen sırları açıklamaktan yüz çevirmeye zorlamaktır. Ortaya çıkan
ilhamlar ve tecellilerde karşılaşılan sıkıntılara karşı ruhu direnmeye
zorlamaktır. Bununla birlikte ruhu türlü belalara karşı direnmeye zorlamak
gerekir. Çünkü başa gelen belalar birer perde gibidir ve kalktığında bela ve
sıkıntıların aslında nimet ve ihsan olduğu görülür. Bu şekilde sâlikin makamı
önce sabır iken şükür haline gelir. Sabır, bütün makam ve halleri içerir. Çünkü
bütün bunlar nefsi şükre yönlendirmek ve onu düzeltmenin güçlüğüne katlanmak
için zorlamayla gerçekleşir. Bu da sabrı iyi huyların en kapsamlısı ve
makamların geneli haline getirir[193].
Kuşeyri, sabrı
iki kısım olarak değerlendirir. Birincisi, kulun kendi iradesiyle yapacağı
şeylere gösterdiği sabırdır. İkincisi, kulun iradesi dışında olan şeylere
gösterdiği sabır. Bunlardan birincisinde iki çeşit sabır vardır. Birincisi,
Allah’ın emir ve yasaklarını yapmasında sabretmektir. İkincisi, Allah’ın
yasaklarına karşı sabırdır. Kulun iradesi dışında şeylere sabrı ise Allah’ın
takdiriyle meydana gelen bela ve sıkıntılarına kişinin sabretmesidir[194].
Herevi, sabrı,
nefisteki sabırsızlık özelliğine rağmen onu şikâyet etmekten alıkoymaktır
şeklinde tanımlar. Sabır mertebesi avam için zordur. Sabrın üç mertebesi
vardır. Birincisi, kulun iman üzere kalmak ve haramdan kaçınmak için günahlara
karşı sabretmesidir. Bu sabır ahirette cezalandırılma korkusuyla veya Allah’tan
utanma sebebiyle meydana gelir. İkincisi, sâlikin amelinde hükümleri yerine
getirmesiyle beraber ihlası da gözeterek Allah’a itaatte sabretmesidir.
Üçüncüsü, kulun Hakk’ın sabredenlere vaat etmiş olduğu şeylere kavuşmak
ümidiyle bela ve sıkıntılara karşı sabretmesidir[195].
Ahmet
Yesevi’nin hikmetlerinden hareketle sabır, nefsi emir ve yasaklara uymaya
zorlayarak terbiye etmektir. Salik başına gelen herhangi bir olaydan dolayı
şikâyet etmemelidir. Allah’a dua edip, sadece ondan yardım beklemelidir[196]:
Hâlık’ımdan
haber erişti, şükreden oldum;
Her kim
çekiştirdi, belki tepdi, sabreden oldum;
Bu âlemde hiç
uyumayıp hâzır oldum;
Hay u heves,
ben-bencillik gitti dostlar[197].
Herevi’nin
belirttiği gibi âşıkların sabrı vaat edilmiş şeylere kavuşmak ümidiyle
gerçekleşir. Allah’tan gelen belalara direnmeden âşık nefsi terbiyelemez.
Sabır ancak
sıkıntılara karşı durarak elde edilir. Allah’ın kulları gelen belalardan
razıdırlar[198]:
Kul olarak
kulluk eyler Rabb’ine
Tenini, cânını
esîrgemez o Mevlâ’sına;
Sabreder olup
umut tutar vaadine
Cefasından
gerçek âşıklar dönmez olur[199].
Ahmet Yesevi
hikmetlerinde sıkça Hz. Peygamberi anmaktadır. Onun hayatını ve amelini örnek
alarak, insanlara doğru yolu göstermeye çalışmaktadır. Hz. Peygamberimizin
sabrı sabrın en güzel misalidir[200]:
Şeriati
sözledi, tarikatı izledi,
Hakîkati
gözledi, yâ Mustafâ Muhammed.
Sabreyledi
kanâat, takvâ eyleyip ittikâ.
Gece-gündüz
ibâdet, yâ Mustafâ Muhammed[201].
Rıza “hoşnut
ve memnun olmak, tasvip etmek, beğenmek” anlamlarını ifade eder. Kur’an’da ve
hadislerde rıza kavramı üzerinde önemle durulmuş, müminler Allah’ın rızasını
kazanmaya teşvik edilmiş, rıza mertebesine ermenin en büyük mutluluk olduğu
ifade edilmiştir[202].
Kaşani rıza
mertebesini üç dereceye ayırır. Avamın rızası Allah’tan ve Hz. Peygamberden
razı olmasıdır ve onları kabul etmesidir. Seçkinlerin rızası, bir kul olarak
başına gelen her şeyin Allah’tan olduğunu bilmek ve ondan razı olmaktır.
Âşıkların rızası ise hiç hüküm vermeden kendi iradesini terk etmek ve Hakk’ın
iradesini kabul etmek. Bu âşıklar için bir muhabbet makamıdır[203].
el-Mekki, rıza
makamını tevekkül, zühd ve muhabbet makamlarıyla ilişkilendirmektedir. El-Mekki
şöyle der: “Rıza makamının başı sabır, sonra da kanaat gelir. Ardından
sırasıyla zühd, muhabbet ve tevekkül gelir. Buna göre rıza, tevekkül ehlinin
makamıdır. Tevekkül de rıza ehlinin makamıdır[204]”.
Herevi’ye göre
rıza, Allah’a yönelmek için yol ve üslubun adıdır. İnsanın tereddüde
düşmeksizin Hakk’ın muradınca durması, sülukünde durduğu yerin veya bulunduğu
makamın ne ötesini, ne berisini istememesi, hâlinde bir artış yahut değişiklik
beklememesi artık rızanın anlam alanındadır. Bu anlamıyla rıza, avam için
meşakkatli bir yol, havas içinse yolların henüz başlangıcıdır. İlk mertebesinde
rıza Allah’tan razı olup O’na ibadet ederek sevgice Allah’ı her şeyden ziyade
layık görmektir. İkinci mertebesinde rıza, Allah’tan razı olan kulun nezdinde
tüm hâllerin eşit olup artık insanlarla husumeti terk etmesi ve böylece
ısrardan vazgeçmesidir. Üçüncü mertebesinde rıza, Allah’ın rızasıyla razı olmak
ve kulun kendisi adına bir hoşnutluk-hoşnutsuzluk hâline kapılmaması,
iradesinin ortadan kalkmasıdır[205].
Ahmet Yesevi
için rıza Allah’tan ve Hz. Peygamberden razı olmak, her şeyin Hakk’tan
geldiğine inanmak ve Allah’a yönelmektir. O, rıza makamını riyazet, kanaat ve
tevekkül makamlarıyla ilişkilendirir. Kul şeyhe teslim olup hizmet ederek
rızasını kazanırsa, Allah’ın rızasını kazanmış olur. Sâlik Allah rızası için
Allah’ın emirlerini yerine getirmesi lazım[206]:
Tarikate
siyâsetli mürşid gerek;
mürşide
itikâtli mürîd gerek;
Hizmet kılıp
Pîr rızâsını bulmak gerek;
Böyle âşık
Hakk’tan pay alır imiş[207].
Pîr rızâsı
Hakk rızâsı olur dostlar;
Hakk Taâlâ
rahmetinden alır dostlar;
Riyâzette sır
sözünden bilir dostlar;
Öyle kullar
Hakk’a yakın olur imiş[208].
Ahmet Yesevi,
hikmetlerinde ariflerin rızasından misal vermektedir. Ona göre âşıkların
rızası, kendinden geçmek, iradesinden vazgeçmek ve tamamen Allah’a teslim
olmaktır. Âşıkların derecesindeki rıza muhabbet makamıdır. Allah’ın gerçek
kulları O’ndan daima razıdırlar[209]:
Aşkın bağını
gezmeden âşık olunmaz,
Hakirlik-ağlamaklık
çekmedikçe nefsin ölmez,
Bir damlaya
râzı olmadan o inci olmaz,
Râzı olup hâs
cevherinden aldım ben işte[210].
Ahmet Yesevi
bazı hikmetlerinde Allah’ın kulundan razı olması durumlarından bahsetmektedir.
Kul Allah’tan gelen dertlere razı olsa, nefisini bu şekilde kırsa Allah ondan
razı olur. Fakir ve yetimlere yardım etse Allah yine kulundan razı olur[211].
Hoca Ahmet
Yesevi Divan-ı Hikmet’tin 66. Hikmetinde kulun her şeyden razı olması ve
Allah’a sığınması gerektiğini dile getirir. İnsanın başına gelenler Hak
tarafından verilmiştir. Gerçek bir kulun bunu idrak etmesi lazım ve Allah’tan
razı olması gerekir. Gafillerden ve Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kaçmak
gerektiğini söyler[212]:
Niyet eyledik
Kâbe’ye, râzı olun, dostlarım;
Ya ölürüz,
geliriz, râzı olun, dostlarım[213] [214].
Niyet kıldık
Kâbe’ye, Hakk Mustafâ ravzasına;
214
Nasıp kıla
herkese, râzı olun, dostlarım
Övgü anlamına
gelen şükür, nimet vereni övmek demektir. Başka bir görüşte şükür, kulun
Allah’ın verdiği nimetleri veya kendisinden uzaklaştırdığı sevimsiz şeyleri gereği
gibi düşünmesidir[215].
Kuşeyri, şükrü
nimeti sahibine nispet etmektir215 [216]
şeklinde ifade eder.
Kur’an-ı
Kerim’de şükür kelimesi ve türevleri yetmiş beş yerde geçmektedir. Bunların
çoğunda Allah’ın nimetleri ve ihsanlarından söz edilmekte, dolayısıyla insanların
Allah’a şükretmesi gerektiği bildirilmekte ve şükredenlere verilecek mükâfatlar
anlatılmaktadır. Bununla birlikte hadislerde şükür kavramı hem “verdiği
nimetten dolayı kulun Allah’a minnettar olması” hem “Allah’ın kullarının
şükrüne karşılık vermesi, iyiliklerini ödüllendirmesi” hem de “insanların
birbirine teşekkür etmesi” manasında geçmektedir. Bazı hadis kitaplarında
şükürle ilgili özel başlıklar bulunur[217].
Gazali şükür
kavramını geniş bir şekilde incelemiştir. Ona göre şükür ilim, hal ve amelden
meydana gelmektedir. Sâlik şükredebilmek için her şeyin nimet olduğunu ve bütün
nimetlerin Allah’tan geldiğini bilmek gerekir. Nimeti başkasından bilmek ise
şirkin bir türüdür. Şükrün hâl düzeyinde nimeti ve nimete kavuşmayı önemsemeyip
bizzat nimet sahibinden dolayı sevinmek gerekir. Amel yönünden şükrün kalp, dil
ve başka organlarla ilgisi vardır. Kalbin şükrü bütün yaratılmışlar için iyilik
düşünmek, dilin şükrü Allah’a minnettarlığını ifade etmek, organların şükrü
Allah’ın verdiği nimetleri O’na itaat sayılacak şekilde kullanmaktır[218].
Herevi’ye göre
şükür, nimetin Allah’tan olduğunun bilinmesidir. Herevi şükrü üç derecede ele
alır. Birincisi, nimetlere karşı şükürdür. Burada kulun ettiği şükür kendisine
daha önce verilen ve sonradan bahşedilecek olan nimetlerin karşılığı içindir.
Allah böyle bir şükrün karşılığında nimeti arttıracağını ve sevap vereceğini
vaat etmiştir[219].
İkincisi, başa
gelen belalara karşı şükürdür. Herevi’ye göre bu dereceye sahip olan kullar
cennete ilk davet edilenlerdendir. Çünkü belaların Allah’tan geldiğini bilerek
ve O’nun hükmüne boyun eğerek şükretmek en zor ibadetlerden sayılmıştır.
Üçüncüsü,
sâlikin nimetten ziyade nimet vereni müşahede etmesidir. Bu derecede sâlik
nimeti verenin huzurunda bulunmaktadır. Bu şekilde sevdiğinden gelen her türlü
zorluğa razı olur ve bundan mutlu olur[220].
Ahmet Yesevi
için şükür, kulun nimet vereni övmesidir. Kul nimetlerin Allah’tan geldiğini
idrak ettiği vakit O’na şükreder. Cenab-ı Hak öyle bir kulunun nimetini
arttırır. Günahlarını bağışlayıp lütfeder. Kabir azabından kurtarır[221]:
Aşk sultânı
geçersiz kıldı aklımızı,
Hem kovaladı
nefs ve şeytân, kibrimizi.
Şükrenlillah,
bildik şimdi Rabbimizi,
İlhâm ile
verir mânâ, sezdik, dostlar[222].
Ahmet Yesevi
söylediği hikmetlerinde kendisinden daima misal etmektedir. O, kendisine
nimetin verildiğini ve şükür ettiğini dile getirir. Hikmetlerinde daima Allah’a
şükretmektedir[223]:
Kul Hoca
Ahmed, Bir Allah’ın evinde ağlayıp söyler,
Koy boynuna
futayı, şükr edeyim imana[224].
Hayâ sözlükte
“utanma, çekinme; tövbe, vazgeçiş” anlamlarına gelir ve “nefsin çirkin
davranışlardan rahatsız olup onları terk etmesi”[225]
şeklinde tarif edilir.
Kaşani hayânın
iki çeşidini bildirir. Avamın hayâsı, Hakk’ın gördüğünü bildiği için kendinde
oluşan utanma hâlidir. Bu derecede kul Allah’ın emirlerini yerine getirmeye ve
yasaklanan şeylerden uzak durmaya gayret eder. İkincisi, seçkinlerin hayâsı,
birliği müşahedeyle gerçekleşen durum. Kulun başkasına sığındığını Hakk’ın
görmesinden utanmasıdır. Zira her iş Allah’a aittir[226].
Herevi’ye göre
hayânın üç derecesi vardır. Birincisi, kulun Allah tarafından izlenmekte
olduğunu bilmesinden meydana gelen hayâdır. Bu durum sâliki kötü ve iyi
amelleri ayırt etmeye, belalardan şikâyet etmemeye sevk eder[227].
İkincisi,
tefekkürden doğan hayâdır. Bu kalbin Allah’ın daima kuluyla birlikte olduğu
duygusunu hiç şüphe etmeden yaşamasıdır. Bu hayâ kulun Allah ile ünsiyet
kurmasına ve insanlardan uzaklaşmasına neden olur. Üçüncüsü, Allah’ın
eşsizliğinden doğan tecelliyi müşahede ile meydana gelen hayâdır. Bu derecede sâlikin
önce heybet kaplar ve sonrasında bu heybet hayâ ile birleşir. Bu heybetten
dolayı kul insanlardan uzaklaşarak cem’ mertebesine gider[228].
Ahmet Yesevi
hayâyı nefsin çirkin ve kötü davranışlarından dolayı Allah’tan utanmaktır
şeklinde gösterir. Utanma hâlini korku ile ilişkilendirir. Kul yaptığı
günahlardan dolayı Allah’tan utanır aynı anda da korkar. Bu nedenle Hakk’tan af
diler[229]:
Utanarak korkup geldim günâhımdan,
Zâtı yüce bağışlayan Allah’ımdan,
Nidâ geldi ümidsiz bırakmayıp dergâhımdan,
Elimi tutup yola koy Ente’l-Hâdi[230]
[231].
Ahmet Yesevi
hikmetlerinde hayâsız insanlardan da bahsetmektedir. Utanma ve korku gibi
hislerden mahrum kalan gafiller hayvan gibidir. Yesevi böyle 231 insanlardan dolayı
meleklerden utandığını söyler :
“Ben melekten
utanç duyarım, ey ümmetim...”
Yaratan’dan
korkmaz mısın düşük himmetim,
Gece yatmadan
ibâdet etsen hoş devletim,
Mustafâ’ya mâtem tutup girdim ben işte[232].
Tamah etme Hoca’yım deyip eşiklerde,
Akl yoktur İhlâs kılan kişilerde.
Utanma ve hayâ gitti büyük-küçüklerde,
Âhir zamân nîşânesini bilmez misin[233]?
Sıdk kelime
olarak “hakikati ifade eden, gerçeğe uygun olan söz, doğruluk, dürüstlük,
güvenilirlik[234]” anlamına gelir.
Kaşani sıdkı
iki anlamda alır. Birincisi, dilin söylediğinin içtekine uygun olmasıdır.
İkincisi, bir şeyin tam kuvvete sahip olmasıdır. Sufilere göre sıdk sözlerde,
fiillerde ve hallerde gerçeğe uygunluk demektir. Sözlerin doğruluğu, söylenene
uymaktır. Sadık kimse içindekiyle konuştuğu aynı olan kişidir. Fiillerin
doğruluğu, riyasız amel ile Allah’a bağlanmaktır. İkiyüzlü olmak sadıkların
ahlâkından değildir. Hallerin doğruluğu, kalbinde hiçbir şekilde Hak’tan
ayrılık hâli olmaksızın himmetlerin Allah’ta toplanması[235].
Kuşeyri’ye
göre sıdk kulun hâllerine leke, inancına şüphe, amelinde de kusur etmemesidir.
Sözünde doğru olanı sadık, bütün söz, fiil ve hâllerinde dürüst kimseyi de
sıddık olarak tanımlar[236].
Gazali sıdkın
altı çeşidini belirtir. Onlar: sözde sıdk, niyet ve iradede sıdk, karar
vermesinde sıdk, kararında durmasında sıdk, amelde sıdk ve dini ve manevi
mertebelerde sıdk[237].
Herevi, sıdkı
“bir şeyin nasılsa o şekilde, hakikatiyle meydana gelmesidir” şeklinde tarif
eder. O, sıdkı üç dereceye ayırır. Birincisi, niyette doğruluktur. Niyette
doğruluk kulun kalben Allah’tan başka şeylere iltifat etmemesini, riya gibi
kusurlardan uzaklaşmasını, kaza olan ibadetleri telafi etmesini ve Allah’a
ünsiyet halinde olmasını sağlar. İkincisi, sadıkın yaşamayı sadece Hakk’a
ibadet etmek için dilemesidir. Üçüncüsü, sıdkın hakikatini anlamaktır. Gerçek
sıdk sadece sıdkı bilen için görünür. Allah, sâlikin amellerinden, hâlinden,
vaktinden, niyetinden ve imanından memnun olunca onu sadık kullarından sayıp
ondan razı olur[238].
Ahmet Yesevi
için de sıdk sözde, niyette doğruluktur. Eğer kul nefsi öldürüp, dünyayı terk
edip sıdkı ile Allah’a yönelse Allah onu kabul eder. Eğer insan sadık ise sıdkı
gerçekse Allah’ın huzurunda bulunmaya layıktır[239]:
Hakk’a âşık
olup dedi Kul Hoca Ahmed;
Sıdkı ile
işitene yüzbin rahmet;
Duâ eyleyim,
görmeyeler sıkıntı, zahmet;
Akıllı isen,
bir söz ile tamâm eyledim[240].
Sıdk sadıklar
içindir. Kul Allah için himmet etse muhabbet makamına ulaşır. Ancak yaptığı
ameli riyasız olmalı. İnsan her işinde ve sözünde dürüst olmalı. Eğer kimse
sıdkı ile günahından pişman olup tövbe eylese ve zikirde bulunsa Allah öyle kulun
hizmetini kabul eyler[241]:
Rahmân
Melik’im rahmetine lâyık eyle,
Berki gibi
himmet verip âşık eyle,
Ta ölene kadar
sıdkım ile Sâdık eyle,
Olsa olmaz Pîr
hizmetini kılmadıkça[242].
Türkçe’de
alçak gönüllülük kelimesiyle karşılanan tevazu, “kendi itibar ve derecesini
düşük görmek, birine boyun eğmek[243]”
şeklinde tanımlanır.
Kaşani’ye göre
tevazu kulun Allah'ın tasarrufuna boyun eğmesidir. Tevazu din karşısında,
hakikat karşısında, insanlara karşı tevazu ve iradede alçakgönüllülük olarak
üçe ayrılır. Din karşısında tevazu, akıl nedeniyle rivayete karşı çıkmamaktır.
İnsanın kendisine makul gelen şey nedeniyle Kitap ve Sünnet’ten aktarılan
şeylere karşı çıkmamasıdır. İradede alçakgönüllülük, kulun bütün istek ve
arzularını bırakmasıdır. Kul Allah’tan kendisi için istediğini diler,
arzularından vazgeçer ve tasarrufu kendi iradesine göre yapması için Allah’a
bırakır. Hakikat karşısında tevazu, hakikate inandırmak için kulun kendi
nefsine inmesi. İnsanlara karşı alçakgönüllülük, ihtiyaç zamanlarında hiç
kimseye boyun eğmemek, zenginken kibirlenmemek. Gerçek tevazu sahibi Allah’a
hürmet ettiği için insanlara iyi davranır, onlara karşı alçakgönüllü olur[244].
Gazali tevazuu
kibir ve ucb kavramlarıyla birlikte ele almaktadır. Kibrin zıddı tevazudur. Ona
göre gerçek tevazu, bir kimsenin kendisinden aşağı mertebede olanlara karşı
gösterdiği alçakgönüllülüktür. Tevazu herkes için güzeldir, fakat en güzeli
zenginlerin tevazuudur. Zalimlere ve zenginlere tevazu göstermek kişinin dinine
zarar verir[245].
Herevi,
tevazuu “kişinin doğrunun karşısında boyun eğmesidir[246]”
şeklinde tarif eder. Ona göre tevazu üç derecede tamamlanır. Tevazuun ilk
derecesi, dine ve dinin herhangi bir deliline karşı çıkmamaktır. Dinin
karşısında tevazu dini hükümlere, emir ve yasaklara tereddüt etmeden boyun eğmektir.
Tevazuun ikinci derecesi, insanlara, özellikle Müslümanlara karşı
alçakgönüllülüktür. Müslümanlar hepsi birbirine kardeştir. Kulun başka bir kula
karşı büyüklük taslaması doğru davranış değildir. Tevazuun üçüncü derecesi,
sâlikin sadece Allah için tevazu sahibi olmasıdır. Bu kulun Hakk’a teslim
olması ve hükmüne rıza göstermesidir. Salik ettiği hizmeti karşılığında bir
beklenti içinde olmaz. Benliğinden tamamen kurtulur[247].
Ahmet Yesevi,
Fakr-name adlı eserinde tevazuu hakikatin ilk makamı olarak göstermiştir.
Alçakgönüllülük, herkesin yolunun toprağı olmaktır[248].
Yani insanlara karşı tevazu göstermektir. Kendini başkalarından aşağıda
görmesidir.
Allah sadece
onun için tevazu kılanları sever, nefslerini temizleyerek doğru yolu gösterir:
Kengeş ile o
Burak‘a bindirdiler,
Tören ve
saygıyla, tevazular getirdiler,
Erenlerin
karşısına kondurdular,
Kondurdular,
ey yârânlar, konmayım mı[249]?
Ben Hakk’a
tevazu kıldım, o hem kıldı,
“Allah!”
dedim, “Lebbeyk!” diye cevab verdi,
Rahmet
kapısını açıp, beni yola saldı, Servi benzeri dâim yeşerip ondum işte[250].
Usûl Mertebeleri
İrade
Sözlükte
“istemek, dilemek” anlamına gelen irade terim olarak “nefsin yapılması
gerektiğine hükmettiği bir işi, bir amacı gerçekleştirmeyi istemesi, ona
yönelmesi[251]” şeklinde tanımlanmıştır.
Kuşeyri’ye
göre irade sâliklerin yolunun başlangıcıdır. Kul bir şeyi istemedikçe onu
yapmaz. Kuşeyri için irade, adet üzere olan şeyi terk etmektir. Çünkü halkın
âdeti genelde gaflette ikamet etmek, arzu ve isteklerin peşinden gitmektir.
Mürit ise bütün bunlardan soyunup çıkmıştır. Bu gibi şeylerden çıkışı
iradesinin sahih olduğunun delilidir[252].
Herevi,
iradeyi tasavvufun esaslardan sayar ve müridin isteyerek hakikat davetine cevap
vermesi şeklinde ifade eder. İradenin üç derecesi var. Birincisi, ilim
vasıtasıyla nefsin alışkanlıklarından kurtulmak ve iyi niyetle ariflerin
üsluplarını sahiplenmektir, bu yolda kendini meşgul edecek şeylerden
uzaklaşmaktır. İkincisinde irade, müridin hâline yönelmek suretiyle ünsiyetin
rahatlığına kavuşmasıdır. Bu derecede sâlikin kalbine inen varidler Allah’ın
ona kendisini tanıtmasıdır. Üçüncü mertebesinde irâde salikin gaybet hâlinde
iken istikâmeti ve edebe riâyeti elden bırakmamasıdır[253].
Ahmet Yesevi,
hikmetlerinde kulun yoluna başlaması iradete girmesidir. Sâlik şeyhe bağlanarak
ona hizmet etmesi ve yolunu takip etmesi lazım[254]:
beş harf
meydânında cevlân kılar,
Zâhir-bâtîn
beklemesiz ağlar.
Yedi aza
gözlerini keten kılar,
Mürşid olup,
irâdete girmek gerek[255].
Zikir
Sözlükte “bir
şeyi anmak, hatırlamak” anlamındaki zikir kelimesi tasavvufta “Allah’ı anmak ve
unutmamak suretiyle gafletten ve nisyandan kurtuluş255 [256]” anlamında tarif edilir.
Kuşeyri,
zikrin Allah’a ulaşma yolunda önemli bir aşama olduğunu belirtir. O, zikri iki
kısımda değerlendirir: dille yapılan zikir ve kalple yapılan zikir.
Sâlik, dille
yaptığı sürekli zikrinden dolayı kalp zikrine ulaşır[257].
Kaşani’ye göre
zikir kulun Allah’a yaklaşmasını sağlayan en büyük ibadet. Mürşitler Allah’a
ulaşmak amacıyla telkin ettiği belirli bir zikri yerine getirir[258].
Herevi, zikri
“sâlikin daima Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek O’ndan gafil olma ve O’nu
unutma durumundan kurtulmasıdır[259]” şeklinde ifade eder.
O, zikri üç
dereceye ayırır. Birincisi, Allah’ı övmek, dua etmek ve hukukuna riayet
etmekten kurtaran cehri zikir. İkincisi, gizli zikirdir. Bu kalple yapılan
zikirdir. Üçüncüsü, hakiki zikirdir. Gerçek anlamda zikredene nispet edilen
zikirdir. Bu derecede sâlik zikrin Allah’tan sadır olduğunu anlar.
Ahmet
Yesevi’nin tarikatinde cehri zikir yapılır. Divan-ı Hikmet’te zikir sıkça
anılmaktadır. Hikmetlerinde zikrin önemi hakkında sıkça bahsedilir.Zikir nefsi
öldürüp, sâliki Allah’a yakınlaştırır. Daima zikirde bulunan kul muhabbet
makamına erişir. Ahmet Yesevi kendisinin gece gündüz zikrettiğini ve Allah’ın
huzuruna layık görüldüğünü söylemektedir[260]:
Yedi yaşta
Arslan Baba’ya verdim selâm,
“Hak Mustafâ
emânetini eyleyin armağan”
İşte o zamanda
binbir zikrini eyledim tamâm
Nefsim ölüp
lâ-mekâna yükseldim ben işte[261].
Yesevi
tarikarında “Hu”, cehri zikir için kullanılmıştır. Cenab-ı Hakk’ın didarını
görmek isteyenler, “Hu” , “Allah” diyerek zikreder[262]:
Aşka adım
atanlar, Hakk Cemâlini görürler;
Mûsâ gibi
mahşerde Hakk’tan suâl sorarlar;
Sarhoş olup
vuslatında Hû zikrini kurarlar;
Arslan Babam
sözlerini işitiniz teberrük[263].
Ahmet Yesevi,
hikmetleri ayet ve hadisleri içermektedir. Zikir Kur’an’da birçok ayette
geçmektedir. Ahmet Yesevi’nin, hikmetinde “Allah’ı çok zikredin (33/41)”
ayetinin kullandığını görebiliriz[264]:
“Allah’ı çok
zikredin” diye ayet geldi,
Zikrin deyip
ağlayıp yürüdüm ben işte.
Cemâlini
Aşıklara vaad etti,
Âşık yolunda
cânım verip yürürdüm ben işte[265].
Ahmet Yesevi
hikmetlerinde hakiki ve kalple yapılan zikirlerden de söz etmektedir[266]:
Sübhân Rabb’im
bir katre mey eylese armağan,
Sır zikrini
diye diye eylesem tamâm,
Hûrî-gılmân
bütün melekler ona köle
Cennet içinde
ipek giysiler biçer dostlar[267].
Ahmet Yesevi
hikmetinde cehri zikri ettiğinde Hz. Zekeriyya gibi olmak isteğini söyler. Hz.
Zekeriyya kendi zamananında zikr-i erre ettiği belirtilir. Zikir esnasında düşmanlar
tarafından öldürülür[268]:
Hâs aşkını
göster bana, şükreder olayım,
“Erre” koysa,
Zekeriyya gibi zikreder olayım,
Eyyûb gibi
belâsına sabreder olayım,
Her ne
eylesen, âşık eyle ey Allah’ım[269].
Ahmet Yesevi
hikmetlerinde zikir söylemenin şartlarından bahseder. Zikir mümin kullar
içindir. Taharetsiz zikir yapanın zikri kabul edilmez[270]
. 77. Hikmetinde “Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar ” redifini
kullanarak şiiri zikir, şartları ve önemi üzerine durmaktadır:
Tahâretsiz
zikrini söyleyen imân etmez,
Öleceği
vakitde Hak Mustafâ elini tutmaz,
Sübhân
Melik’im günâhım aslâ bağışlamaz,
Gelin yığılın
zâkir kullar zikir söyleyelim[271].
Yaratan Bir ve
Var’ımın yolunu arayıp,
Lanetli
Şeytanın yollarından dökün dostlar,
İhlas ile
aşkın şarabını icip,
Can ve gönülde
Hayy zikrini deyin dostlar[272].
Fakr,
fakirlik, yoksulluk, ihtiyaçlılık gibi anlamı ifade eder. Varlıktan kurtulup,
Allah'ta fani olmaktır. Fakr, şerefli bir makamdır. Mutasavvıflara, fukara adı
verilir. Zira onlar, mülklerden kendilerini boşaltmışlar, yani içlerinde
mal-mülk sevgisi bırakmamışlardır. Fakrın hakikati, kulun Allah'tan başka
hiçbir şeye ihtiyaç duymamasıdır[273].
Herevi, fakrı
mülk sahibi olmamak diye tanımlar. Onu üç dereceye ayırır. Fakrın ilk
mertebesini zahidlere tahsis eder. Dünyaya sahip olmamak ve onu talebi
kendinden uzaklaştırmak, ister yermek isterse övmek için olsun dünyadan bahis
açmamak, onun
talebinden ve terkinden uzaklaşmaktıır. İkinci mertebesinde fakr, Hakk’ın
ihsanını O’nun ezeli ilmine dönerek mütâlaaa etme sebebiyle amelleri görmemek,
hâlleri müşahededen kesilmek ve makamları düşünmemektir. Üçüncü mertebesinde
ise fakr vahdet hâline kapılmak ve tecridde kaybolmaktır. Sâlikin Hakk’a
mecbûriyetin tamlığı bu derecedeki fakrda kendini belli edecektir[274].
Ahmet
Yesevi’ye göre fakr, dünyadan kurtuluş, mal ve mülke bağlanmamak ve eldekilerle
övünmemektir. O, Fakr-name adlı eserinde fakrın makamlarını göstermiştir:
kanaat, belaya tahammül etmek, Hakk’ın kulluğuna tutkunluk yapmak, azap,
hayret, riyazet, açlık, mahviyet, gönlü yaralı olmak, Allah’a izzetliktir[275]. Onun için fakr tasavvufun
esasıdır. Tasavvuf yolu fakr yoludur. Fakirlik Allah’a kulluktur. Hikmetlerde
fakr ve fakir kelimeleri geçmektedir. Ahmet Yesevi kendisinin fakir olduğunu ve
daima fakirlik yolunu tutacağını belirtir. Bu dünyadan fakir olarak geçen
kiyamet günü sultan mertebesine layık görülür[276]:
Kul Hoca
Ahmed, hakîrim, günâhımı okurum,
Dostum cevher,
fakîrim, fakirlikden vazgeçemem[277]
Kul Hoca Ahmed
cemâl arayıp fakîr ol,
Geç
çoluk-çocuğundan ayrı kal,
Allah hakkı
bunlar düşman, uzak ol,
Ayrı kalan
cemâlini görür imiş[278].
Ahmet Yesevi
için fakir Allah’ın yolundaki derviştir. O, fakiri toprağa benzetir. Zira
fakirlerin Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Kendilerini Allah’a
tamamen teslim edip, aşk ateşinde yanmaktadırlar[279]:
İnsan odur,
fakîr olup yerde yatsa,
Toprak gibi
âlem onu basıp geçse,
Yûsuf gibi
kardeşi köle diye satsa;
Kulun kulu, o gün ne diye hevâ eylesin[280]
[281]?
Ahmet Yesevi,
hikmetlerinde fakrın gerçek sahibi Hz Muhammed olduğunu söyler. Doğru yola
giren kimse Hz. Peygamberin yolunu takip etmelidir. Yesevi, 281
insanları Hz. Peygamber gibi fakır olmaya davet ediyor :
Seccâdeye kim otursa fakîr olsun,
Muhammed gibi fakîr olup, hakîr olsun,
Riyâzette yüzünün rengi sarı olsun,
Hakk Mustafa halka sert söz dediği yok[282]
[283].
Ahmet Yesevi, hikmetlerinde yetim ve fakirlerden sıkça söz
etmektedir. Onlar Allah’ın emanetidir. Fakir ve yetimlere iyi davranan ve
yardım eden kimseden Allah razı olur. Hikmetlerde Hz. Muhammed’in yetim ve
fakirlere karşı güzel davranışı 283
anlatılmaktadır :
Garîb, fakîr, yetimleri Rasûl sordu
gece Mirâc’a çıkıp Hakk cemâlini gördü
Geri gelip indiğinde fakîrlerin hâlini sordu
Garîblerin izini arayıp indim ben işte[284].
İhsan
İyilik anlamına gelen ihsan, “Allah’ı görür gibi amel etmek[285]” demektir. İnsan Allah’ı
görüyormuş gibi ibadet etmelidir.
Herevi’ye göre ihsanın üç derecesi vardır. Birincisi, niyette
ihsandır. Bu kulun şüpheden temizlenmesine yardım eder. Kulun niyeti tamamen
Allah’a yönelik olur. İkincisi, hâllerde ihsandır. Burada kul hâllerini
başkalardan saklar ve Allah’ın hükümlerine riâyet eder. Kul hâllerinin
doğruluğundan emin olmalıdır. Üçüncüsü, vakitte ihsandır. Burada sâlik Allah’ı
gözetmeden ayrılmaz, her zaman O’na yönelmiş hâlde olur[286].
Ahmet Yesevi hikmetlerinden hareketle, ihsan Allah’a ibadet
etmektir. Kulun kalbinde iman varsa ihsan eyler. Allah daima ibadet eden kuluna
nurundan lütfeder. Öyle kulların gözü ihsandadır[287]:
Zerre aşkı kime düşse, ağlar eyler,
Göz yaşını akıtarak ummân eyler,
Her ne bulsa, Hakk yoluna ihsân eyler,
Cimrilerin düşmanlığı-buğzu olur[288].
Ahmet Yesevi, bir hikmette ihsanı insanlara karşı iyi olma
şeklinde kullanmıştır. Sâlik, Allah için fakirlere ve çaresizlere iyi davranır:
Cihan hazinesi vâle hoşdur Hüdâ yolunda sarf etsen, Fakîr ve
çâresizlere ki, olsan hayırlı ve ihsânlı.
Cihan bağın gülünü koparsan, olur her lahza pejmürde, İrem
bağının gülünü koparsan, özüne yetti pâyânlık[289].
Sâlik Allah yolunda daima ibadette bulunsa, bu dünyadan
vazgeçse mekânı cennet olur, yüzü güler. Kalbiyle ihsan kılan Allah’ın cemalini
görür[290]:
Kul Hoca Ahmed, evliyâ makâmı cennet,
Deryâ-deryâ ihsân kılsa, kılmaz minnet, Tanla varsa, Hak
armağanı tâc ve devlet, İhsân için yüz bin özü sattım işte[291].
İlim
Bilgi, bilmek
anlamına gelen ilim, “bilen için görünen hakikat[292]”
olarak tarif edilir.
İlim Arap
felsefesinde bilgi manasına gelerek hem ilahi hem de insan bilgisini ifade
eder. Hz. İsa’nın ölümünden, peygamberimiz Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in ortaya çıkmasına kadar insanların yaşamını karakterize eden cehalet
ile tezat oluşturuyor. Tasavvuf geleneğinde bilgi öğrenmek, İslam ve
hükümlerine hâkim olmak, Allah’ın ilahi nurunu anlamak demektir. İlmin aslı
Kur’andır[293].
Kur’an’da ilim
ve ilimle ilgili kelimeler sıkça kullanılmıştır. Allah ilim öğrenen kimsenin
derecesini yükseltmiştir. İlim ve önemi üzerine hadisilere de rastlanmaktadır.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ilim öğrenmenin önemini daima dile
getirmiştir. Dolayısıyla, İslam’ın yayılması ilimlerin ve âlimlerin artmasına
yol açtı diyebiliriz.
Herevi ilmi,
bir delile dayanan ve bilimsizliği ortadan kaldıran şey olarak tarif eder ve
onu üç dereceye ayırır. Birincisi, gerçek görülmüş, doğru haberle doğrudan
tecrübe edilen ilimdir (ilm-i celi). İkincisi, riyazetle arınmış bedenlerin pak
sırlarında ve gönüllerinde doğan gizli ilimdir (ilm-i hafi). Mutasavvıflar bu
ilme amel ederek ulaşılacağını söyler. İlm-i hafi’ye sadece kalbi temiz olanlar
sahiptir. Üçüncüsü, ledünni ilimdir. Bu ilim, kendi varlığıyla onu bulmasıdır.
Bu Hakk’ın sırlarından bir ilimdir[294].
Ahmet Yesevi
hikmetlerinde ilim, ilim öğrenme ve âlim hakkında söz etmektedir. Bazı
hikmetlerinde ilim ve ilmi öğrenmenin önemi üzerinde durmaktadır. Ahmet Yesevi
şiirlerinde ilim öğrenmenin bütün insanlara farz olduğunu, ilimsiz amel etmenin
önemsizliğini ve kabul edilmeyeceğini söylemiştir. İnsan hayatı boyunca ilimle
ilgilenmesi gerekmektedir. O zaman Allah katında derecesi yükselir:
Erkek ve
kadına, oğul-kıza ilim farz dedi,
“Taleb ul-ilmi farizatun” deyip Rasul soyledi,
“Ma yecuzu bihis-salat” ilim zaruri,
Diri varsınız,
ta ölene dek okuyun, dostlar[295].
Ahmet Yesevi,
bazı hikmetlerinde sahte ve gerçek âlimlerden bahsetmektedir. Sahte âlimler
ilim öğrenmez ve amel etmez. Dünya malına satılır:
Essiz âlim
amel işlemeyip yolda kalır,
Okuyup
okumadan dünya malını ele alır.
Ben-benlikten
essiz ömrünü harcar,
Can ve gönülde
Hayy zikrini deyin dostlar[296].
Gerçek âlim
Kur’an okuyup ilim öğrenen ve bildiklerini insanlara öğreten kimsedir. İlmiyle
amel edip Allah’tan korkandır. Gerçek âlimin iki gözü yaşlı, Allah’ı daima
düşünür. Onun için uyku haram olur:
Âlim odur
namaz kılıp ibadet etse,
Hakk’dan
korkup Ahiretin tasasını çekse,
Kur’an okuyup
Hakk’dan korkup ağlayıp inlese,
Can ve gönülde
Hayy zikrini deyin dostlar[297].
Oyle âlimin
iki gözü yaşlı olur,
Seherlerde
erken kalkıp ağlar,
Hak yolunda
tutuşup yanıp biryan olur,
Can ve gönülde
Hayy zikrini deyin dostlar[298].
Hikmet,
eşyanın sırlarını öğrenmek, bilmek sebep ve sonucun arasındaki ilişkiyi anlamak[299] demektir.
Kaşani’ye göre
hikmet dört çeşittir. Birleştirici hikmet, doğruyu ve gerçeği anlamak ve ona
uyarak amel etmek, doğru olmayanı da bilip ondan uzaklaşmaktır. Dile getirilen
hikmet, duyan herkesin yararlandığı hikmettir. Hakkında susulan hikmet, sâlikin
idrak etmesi gereken hakikat sırlarıdır. Bilinmeyen hikmet, yaratılışındaki sırrın
kullardan gizlendiği hikmettir. Hikmeti anlayıp ve ona uyarak amel eden insan
hikmet sahibidir[300].
Herevi hikmeti
ilk defa bir tasavvuf terim olarak ele almıştır. Ona göre hikmet ilahı sırların
ve gerçeklerin bilgisi, varlıkların ve oluş amaçlarının anlamı, sebeplerle
sonuçların arasındaki ilişkilerin keşfedilmesidir. O, hikmeti üç dereceye
ayırmıştır. Birincisi, eşyanın hakikatini anlayarak her şeye hakkı vermektir.
Burada sâlik yaratılan her şeyin sebebini anlar. İkincisi, Kulun Hakk’ın
vaadindeki rahmeti görmesi, hümündeki adaleti bilmesi ve yasakladığı durumlarda
hayrı düşünmesidir. Üçüncüsü, kulun edindiği ilimlerin hakikatine basiretle
varması ve irşadında hakikata ulaşmasıdır[301].
Mutasavvıfların
hikmet konusunda verdikleri tarifleri benzerlik taşımaktadır. Tasavvufi
çalışmalardan hikmet ve ilim arasında bağlantı kurulduğunu görebiliriz.
Ahmet Yesevi
için hikmet hakikattir, ilahi sırları öğrenmektir. Kulun ne için yaratıldığını
idrak etmesidir. Mutasavvıfın Divan-ı Hikmet adlı eseri tamamen hikmetlerinden
oluşmaktadır. Hikmetler dinleyen ve anlayanlar içindir. Hikmet söylemek ise
ariflerin işidir. Çünkü onların hikmeti Allah’tan gelen nurdur[302]:
Rivâyettir
şeriat, hikmettir hakikat,
Mücevherdir
tarikat, âşıklara münâsip[303].
Bedeni büyük
ateşte bırakan cânı başka,
Hikmet okur
tâlip olur yetse söze,
Kimi görse
izini alıp sürer göze,
Akıl ve
Şuûrunu bilge eyleyip yürür olmalı[304].
Âşıklar
meydanında ilim ve hikmet bilinir,
Erenlerin
tuzağına doğan, şahın tutulur,
Bin nefesi bir
nefes, kılsa himmet kılsa şevk,
Sır kapısı
acılıp, cumle ruhlar gorunur[305].
Ahmet Yesevi
hikmetlerinin Allah’tan geldiğini söylemektedir. Birçok hikmetinde Allah’tan
emir aldığını dile getirmektedir. Hikmetler vasıtasıyla insanları irşad
etmektedir[306]:
Bismillah
deyip beyân ederek hikmet söyleyip
Taleb edenlere
inci, cevher saçtım ben işte.
Riyâzeti sıkı
çekip, kanlar yutup
‘İkinci
defter’in sözlerini açtım ben işte[307].
Sekizimde
sekiz yandan yol açıldı;
“Hikmet
söyle!” diye, başlarıma nûr saçıldı;
Allah’a hamd
olsun, Pîr-i kâmil mey içirdi;
nedenle altmış
üçte girdim yere[308].
Ahmet Yesevi,
hikmetlerinde gafillerin hikmet, ilimden habersiz olduğunu ve onlar için
hikmetin haram olduğunu dile getirmektedir. Söylediği hikmetini dinleyecek
kulağın olmadığını söylemektedir. Gerçek taliplerin azlığından bahsetmektedir:
Kulaksıza
ayet, hadis, hikmet haram,
Yazık, hikmet
ic-karnımda olsun tamam,
Nadanlara ne
vakte dek deyip, ağlayıp devamlı,
Feryad etsem,
hic kimsenin kulak verdiği yok[309]
Himmet “meyil,
arzu, istek, azim” anlamına gelir. İnsanın kendisini veya başkasını kemale
erdirmek için kalbin bütün gücü ile Allah’a yönelmesi[310]
olarak tanımlanmıştır.
Kaşani,
himmeti üç dereceye ayırır. Öna göre insanların himmeti Allah’a doğru
olmalıdır. Birincisi, kulun Allah’a tevekkül ve teveccüh konusuda kusur
etmemesidir. İkincisi, kul allah katında acizliğini anlaması, kendi varlığının
sebeplerini düşünmesi, ilmi ve ameliyle mağrur olmamasıdır. Üçüncüsü, tevekkül,
rızaya teveccüh etmemesi, yalnızca Allah’a kavuşmayı düşünmesidir310 [311].
Herevi,
himmeti üç derecede alır. İlk mertebede himmet, kalbi dünyevi olandan koruyarak
onu bâki olanı arzulamaya sevk eder. İkinci mertebesinde himmet, sâlik
sebeplerle ilgilenmeyi, amel etmeyi ve bunun karşılığını beklemekten
uzaklaştırır. Çünkü sâlik amelin karşılığını beklemez. Üçüncü mertebesinde ise
himmet, sâliki hâller ve makamlar arzusundan uzaklaştırarak zâta doğru yöneltir[312].
Ahmet Yesevi
hikmetlerinde himmet, istek ve azimdir. Kul dünyadan, kötü amellerden kurtulup
Allah’a yönelmedir. Himmet makamı azim ve arzu makamıdır. Himmete ulaşan sâlik
dünyadan kendini koparır. Allah katında şiddetli istekle durur[313]:
Evvel himmet
makamına gir dedi,
Azametli
sultanlığımı gor dedi.
tevhid
meyvasından ye dedi,
Lutfu ile
yedirdi aşk nimetinde[314].
ağacın
golgesinde otururlar,
Şevk şarabını
icip ruhunu kandırırlar.
Masivadan ozu
tamamen koparırlar,
Karar kılmaz
aşk dileyerek himmetinde[315].
Fakat insanın
himmeti düşük olunca Allah’ından uzaklaşır. O nedenle sâlik imanına dikkat
etmesi lazım. Kul azimli, himmetini beline sıkı bağlaması gerekmektedir. Gafiller
[316]:
Namâzsıza, ibâdetsize vermez kuvvet;
Ameli zayıf, kendisi ayıplıya vermez himmet;
Rızkı noksan, kendisi soysuz olan görmeye devlet;
fâsıkın gönlünü ne diye safâ eylesin[317]
[318]? 276
Ahmet Yesevi’ye göre, gafillerin gönlünde himmet olmaz.
Onların himmeti dünya iledir:
Cahillere değil sozum, dolu hikmet,
İnsanım deyip belini bağlar, hani himmet?
Dunya icin birbirine eylemez şefkat,
318
Zalimlere esir olup oldum ben işte
Cahil şeyhler kulaksız, kuyruksuz eşek olur,
Himmetleri dunya malını yığar olur,
Cemaati yoldan azdırıp gider olur,
Oyle şeyhler hayvanattan beter imiş[319].
SONUÇ
Hoca Ahmet
Yesevi XII. yy’da Orta Asya’da yaşayan sufi şairdir. “Pîr-i Türkistan”,
“Hazret-i Türkistan” “Hazret-i Sultan” unvanlarıyla anılan büyük bir ilim
sahibidir. Türk tasavvuf yolunun kurucusu sayılan şahsiyettir. Türk dünyasının
manevi hayatında asırlardır etkisi devam etmektedir.
Hoca Ahmet
Yesevi, Türkler arasında herkesin anlayacağı Türkçe hikmetler söyleyerek halkı
irşad etmeye ve doğru yolu göstermeye çalışmıştır. İlk Türk tasavvuf tarikatı
olan Yeseviyye geleneğini kurmuştur. Onun hikmetleri sayesinde tasavvuf
anlaşılamaz bir gizemli dünya olmaktan çıkarılıp her insanın anlayabileceği
yola, akıma dönüştü. Hikmetlerinden onun Kur’an-ı Kerim ve şeriat hükümlerine,
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve sünnetine bağlılığını görmekteyiz. Bu onun Türk
sufiliğini en güzel şekilde oluşturmasına yardım etmiştir. Ahmet Yesevi’nin
Divan-ı Hikmet ve Fakr-name adlı eserlerinden onun gerçek bir ruhani terbiyeci
ve eğitici olduğu anlaşılır. Ona göre nefis insanı doğru yoldan, Hak yolundan
alıkoyar. Bu yüzden nefsi öldürmek için daima ibadet ve zikir halinde olmak
gerekir. Bununla birlikte Hazret-i Sultan Hoca Ahmet Yesevi şiirlerinde aşk ve
tevhid, birlik konuları üzerinde sık sık durmuştur.
Bu çalışmada
Ahmet Yesevi’nin hayatı ve eserleri, eğitimi ve hocaları, tarikatı ve yolunu
takip eden halifeleri hakkında kısa bilgi verdikten sonra onun tasavvufi
görüşlerini ele aldık. Şeyh, mürit ve şeyh-mürit ilişkileri üzerine fikirlerini
belirttik. Ahmet Yesevi’nin şeyh ve mürit hakkında düşüncelerini “şeyhi
olmayanın şeyhi şeytandır” ifadesiyle özetleyebiliriz.
Çalışmamızın
ikinci bölümünde Divan-ı Hikmet’i ele alarak Ahmet Yesevi’nin görüşünde
insanın Hakk’a ulaşma yolunda aşması gereken mertebeleri incelemeye çalıştık.
Ahmet Yesevi, tasavvufi görüşlerini Divan-ı Hikmet ve Fakr-name
adlı eserlerinde açıklamıştır. Ahmet Yesevi’ye göre, sâlik Allah’a ulaşma
yolunda nefsi temizlemesi ve sürekli hizmette bulunması lazım. Doğru yola,
Hakikat yoluna giren kimsenin bu yolda farklı makam ve hâllerden geçmesi
gerekir. Biz de bu mertebeleri tespit etmeye çalıştık. İncelediğimiz
mertebeler, Hâce Abdullah el-Ensari el- Herevi’nin Menazılü’s-sâirîn
adlı eserindeki “Başlangıç Mertebeleri”, “Giriş Mertebeleri”, “Muamelâta Dair
Mertebeler”, “Âhlâka Dair Mertebler”, “Usûl Mertebeleri” ve “Aşılması Gereken
Mertebler” bölümlerinden alındı. Her bir bölümdeki mertebelerin sözlüklerdeki
manalarını gösterdikten sonra Ahmet Yesevi’nin hikmetlerinden hareketle
açıklamasını yapmaya çalıştık. Ahmet Yesevi, hikmetlerinde yakaza, tövbe,
tefekkür, riyazet, semâ, hüzün, havf, zühd, recâ, hürmet, ihlas, teslim, sabır,
rıza, şükür, hayâ, sıdk, tevâzu, irade, zikir, fakr, ihsan, ilim, hikmet himmet
gibi kavramları açıklamaktadır.
KAYNAKÇA
Bice, Hayati
(2016). Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi. Ankara: Hoca Ahmet Yesevi
Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın No.: 33.
Ebu Talib
el-Mekki (2003). Kûtu’l Kulûb. çev.: Yakup Çiçek, Dilaver Selvi. İstanbul:
Semerkand Yayınları. C. 1.
Ebu Talib
el-Mekki (2004). Kûtu’l Kulûb. çev.: Yakup Çiçek, Dilaver Selvi. İstanbul:
Semerkand Yayınları. C. 2-4.
Eraslan,
Kemal, Necdet Tosun (2016). Yesevî’nin Fakr-nâmesi ve İki Farsça Risalesi.
Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi
İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın No.: 39.
Hazini (2014).
Cevahirü’l Ebrar Min Emvâc-ı Bihar. İstanbul: Büyüyenay Yayınları.
Hoca Ahmet
Yesevi (2017). Divan-ı Hikmet. ed.: Mustafa Tatcı. Ankara: Hoca Ahmet Yesevi
Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın No:29.
İmâm Ebu Hâmid
Muhammed el-Gazali (2002). İhyâu Ulûmi’d-Dîn. çev.: Ahmet Serdaroğlu. İstanbul:
Bedir Yayınevi yayınları. C. 1-4.
İmam
Ebul-Kasım Abdul-Kerim el-Kuşeyrî (1980). Risale-i Kuşeyri. çev.: Ali Arslan.
İstanbul: Arslan Yayınları.
Jandarbek,
Zikirya Z. (2018). Hoca Ahmet Yesevi’nin Türk Tarihindeki Yeri (çev. S.
Piriyeva Karaman, M. Karaman). Ankara: Astana Yayınları.
Köprülü, Fuad
(2014). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. İstanbul: Alfa Yayınları.
Ocak, Ahmet Y.
(1996). Türk Sufiliğine Bakışlar. İstanbul: İletişim Yayınları.
Rıdvanoğlu,
Ahmet (t.y.). Ahmet Yesevi Açıklamalı Divan-ı Hikmet. İstanbul: Erhan
Yayınları.
Sever, Mustafa
(2018). Bakırgan Kitabı. Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak
Üniversitesi İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın No.: 55.
Sühreverdi,
Şihabüddin (2010). Avârifül Meârif. İstanbul: Saadet Yayınevi Yayınları.
Tek,
Abdurrezzak (2008). Tasavvufi Mertebeler Hace Abdullah el-Ensâri el- Herevi
Örneği. Bursa: Emin Yayınları.
Tosun, Necdet
(2017). “Ahmed Yesevi’nin Yeni Bulunmuş İki Farsça Risalesi”. Şu kitapta: ed.
Ahmet Kartal. I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu. Ankara: Hoca Ahmet
Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın
No.: 41, s. 553-565.
Tosun, Necdet
(2017). “Yeseviyye”. Şu kitapta: ed.: Necdet Tosun. Hoca Ahmed Yesevi Seçme
Makaleler. Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk- Kazak Üniversitesi
İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın No.: 40, s. 151-160.
Tosun, Necdet
(2017)“Yesevîlik’te Zikr-i Erre”. Şu kitapta: ed.: Necdet Tosun. Hoca Ahmed
Yesevi Seçme Makaleler. Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak
Üniversitesi İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın No.: 40, s.119-123.
Yıldırım,
Ahmet (2012). Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü. Ankara: TDV Yayınları.
2. Makaleler, Bildiriler, Diğer Basılı
Yayınlar
Ateş, Süleyman
(2000). “İhlâs”. DİA, İstanbul: C. 22, s. 535-537.
Cebecioğlu,
Ethem (2009). Tasavvuf Terimleri ve Değimleri Sözlüğü. İstanbul: Ağaç Kitabevi
Yayınları.
Ceyhan, Semih
(2009). “Sema”. DİA, İstanbul: C. 36, s. 455-457.
Ceyhan, Semih
(2013). “Zühd”. DİA, İstanbul: C. 44, s. 530-533.
Çağrıcı,
Mustafa (1997). “Hayâ”. DİA. İstanbul: C. 16, s. 554-555.
Çağrıcı,
Mustafa (1999). “Hüzün”. DİA, İstanbul: C. 19, s. 73-76.
Çağrıcı,
Mustafa (2009). “Saygı”. DİA, İstanbul: C. 36, s. 211-212.
Çağrıcı,
Mustafa (2009). “Sıdk”. DİA. İstanbul: C. 37, s. 99-100.
Çağrıcı,
Mustafa (2010). “Şükür”. DİA. İstanbul: C. 39, s. 259-261.
Çağrıcı,
Mustafa (2011). “Tevazu”. DİA. İstanbul: C. 40, s. 583-585.
Çağrıcı,
Mustafa, Hayati Hökelekli (2000). “İrade”. DİA. İstanbul: C. 22, s. 380-384.
Demir, Arif
(2015). “İlk Mutasavvıfların Musiki Anlayışları”. Çukurova Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C 15, S. 2, s.65-87.
Demirci, Mehmet
(1998). “Himmet”. DİA. İstanbul: C. 18, s. 55-56.
Eraslan, Kemal
(1994). “Dîvân-ı Hikmet”. DİA. İstanbul: C. 9, s. 429-430.
Hasan,
Nadirhan (2009). “Arslan Baba ve Ahmed Yesevi”. Tasavvuf İlmi ve Akademik
Araştırma Dergisi, S. 24, s. 1-10.
Kara, Mustafa
(1997). “Havf”. DİA, İstanbul: C. 16, s. 528-531.
Kaşani,
Abdürrezzak (2015). Tasavvuf Sözlüğü. İstanbul: İz Yayıncılık Yayınları.
Kenjetay,
Dosay (1999). “Hoca Ahmet Yesevi: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve
Tesiri”. Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, S. 2, s. 105-129.
Öngören, Reşat
(2010). “Şeyh”. DİA. İstanbul: C. 39, s. 50-52.
Öngören, Reşat
(2013). “Zikir”. DİA. İstanbul: C. 44, s. 409-412.
Özköse, Kadir
( 2006). “Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet”. Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, S. 16, s. 293-312.
Tan, M. Nedim
(2013). Abdullah Ensârî Herevî’nin Tasavvuf Tarihindeki Yeri ve Sad Meydân’ı.
Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Tosun, Necdet
(1997). “Yesevîliğin İlk Dönemine Aid Bir Risâle: Mir'âtü'l- Kulûb”. İLAM
Araştırma Dergisi, C. 2, S. 2, s.41-85.
Uludağ,
Süleyman (2007). “Recâ”. DİA, İstanbul: C. 34, s. 502.
Uludağ,
Süleyman (2008). “Rıza”. DİA. İstanbul: C. 35, s. 56-57.
Uludağ, Süleyman (2008). “Riyâzet”. DİA, İstanbul: C.35,
s.143-144.
3opnH,
BnenaBun (2002). EnpasnücKaa MygpocTb ot
A go ^. Tobkobmh cnoBapb.
AjMarnbi: CeagİK-CnoBapb.
[1]Sayram kasabası bazı kaynaklarda
Aksu, Aktürbet, Akşehir olarak geçmektedir ( Kenjetay, 1999: s. 111-112).
[2] Ahmet Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis
Kültürü, Ankara, TDV Yayınları, 2012, s.25.
[3] Hayati Bice, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed
Yesevi, Ankara, Hoca Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi inceleme-araştırma
dizisi; Yayın No.:33, 2016, s.55.
[4] Zikirya Jandarbek Zamanhanulı, Hoca Ahmed Yesevi’nin
Türk Tarihindeki Yeri, Ankara, Astana Yayınları, 2018, s.114.
[5] Hazret Sultan Yesevi’nin şeceresi Hz. Ali
(r.a.)’e ulaşmaktadır (Bice, 2016: s. 56).
[6] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, İstanbul, Alfa Yayınları, 2014, s. 120.
[7] Yıldırım, age., s. 32-33.
[8] Yıldırım, age., s.32-33.
[9] Bice, age., s.56.
[10] Bice, age., s.61.
[11] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Değimleri Sözlüğü, İstanbul, Ağaç Kitabevi Yayınları, 2009, s.240.
[12] Bice, age., s.61.
[13] A. Muminov “Yesevi’nin Menbaları, Mensei” adlı
makalesinde şöyle der: O (Ahmet Yesevi), ilk tahsilini Bahaeddin İsficabi’den
alır. Ondan sonra Otrar’a gider ( Kenjetay, 1999: s. 113).
[14] Meşhur bir
rivayete göre sahabeler bir gaza sırasında Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in huzurunda olup acıkırlar. Bu arada Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in duası üzerine Cebrail cennetten bit tabak hurma getirir.
Hurmalardan biri yere düşünce Cebrail o hurmanın Ahmet Yesevi’nin kısmeti
olduğunu söyler. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ashabına,
içlerinden birinin bu vazifeyi üzerine almasını teklif eder. Bu göreve Arslan
Baba talip olur ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hurmayı onun
ağzına koyar. Arslan Baba ise yüzyıllar sonra Ahmet Yesevi’yi bulup emaneti ona
teslim eder ( Köprülü, 2014: s. 78-79).
[15] Baba Arslan’ın Otrar yakınlalarında bulunan
türbesi Emir Timur tarafından inşa edilmilmiştir (Bice, 2016: s. 70).
[16] Nadirhan Hasan, “Arslan Baba ve Ahmed Yesevi”, Tasavvuf Ilmi ve
Akademik Araştırmalar Dergisi, S. 24, (Temmuz-Aralık 2009), s.1-2.
[17]Hasan, agm., s.2.
[18] Jandarbek, age., s.130.
[19] Dosay Kenjetay, “Hoca Ahmet Yesevi: Yaşadığı
Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırmalar
Dergisi, S. 2, (Temmuz-Aralık 1999), s.113.
[20] Bice, age., s.74-76.
[21] Kenjetay, agm., s.115.
[22] Jandarbek, age., s.120.
[23] Hüsameddin Hüseyin bin Ali Sığnaki (ö.: 1311) “Menakıb-ı Ahmed-i Yesevi” adlı
eserinde şöyle der: “Halife Ahmed buyurdular ki: 170 pîre hizmet ettim. Son
pîrim Hz. Şeyhülislam Şeyh Şihabüddin Sühreverdi idi ve hâlim onun sayesinde
kemale erdi. Onlar Avârif adlı eserin müellifidirler” (Yıldırım, 2012: s. 52).
[24] Kadir Özköse, “Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet”, Tasavvuf İlmi ve
Akademik Araştırmalar Dergisi, S. 16, (Ocak-Haziran 2006), s.297.
[25] Jandarbek, age., s.114.
[26] Köprülü, age., s.134.
[27] Yıldırım, age., s.35.
[28] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Köprülü,
age., s.141-147.
[29] Özköse, agm., s.299.
[30] Ethem Cebecioğlu, age., s. 120
[31] Köprülü, age., s.192.
[32] Kenjetay, agm., s.118.
[33] Kemal Eraslan, DİA, İstanbul, 1994, C. 9,
s.429-430.
[34] Dosay Kenjetay şöyle der: Divan-ı Hikmet’in dilini "Hakaniyye,
Argu, Karahan dili, Çağatay" dili olarak ispatlayanlara karşılık günümüzde
bağımsızlığına kavuşan Orta Asya Türk devletlerinin alimlerinden bir kısmı
hikmetlerin dilinin Türkmence, bir kısmı tam Özbekçe, bir kısmı da Kazak dilinin
özü şeklinde sonuçlara varmaktadır. Onun için dün olduğu gibi, dilimizi zaman
ve mekan dilimlerine ayırmadan, Divan-ı Hikmet’in dili genel olarak Türkçe
dersek bir şey kaybetmeyiz (Kenjetay, 1999: s. 120).
[35] Özköse, agm., s.305-306
[36] Yıldırım, age., s.68-69.
[37] Bice, age., s.344.
[38] Kemal Eraslan, DİA, İstanbul, 1994, C. 9,
s.430.
[39] Abdürrezzak Kaşani, Tasavvuf Sözlüğü, İstanbul,
İz Yayıncılık Yayınları, 2015, s.437-438.
[40] Köprülü, age., s.196.
[41] Köprülü, age., s.195-196.
[42] Kemal Eraslan, Necdet Tosun, Yesevî’nin Fakr-nâmesi
ve İki Farsça Risalesi, Ankara, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak
Üniversitesi İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın No.: 39, s.12.
[43] Necdet Tosun, “Ahmed Yesevi’nin Yeni Bulunmuş İki Farsça Risalesi”,
I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu, Ankara, Hoca Ahmet Yesevi
Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın No.: 41,
2017, s.553-554.
[44] Tosun, agm., s.554.
[45] Cebecioğlu, age., s.260.
[46] Necdet Tosun, “Yeseviyye”, Hoca Ahmed Yesevi
Seçme Makaleler, Ankara, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi
İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın No.: 40, 2017, s.151.
[47] Yıldırım, age., s.76-77.
[48] Jandarbek, age., s.124.
[49] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Köprülü,
age., s.152-185.
[50] Kenjetay, age., s.124.
[51] Jandarbek, age., s.120.
[52] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, Ankara,
Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi İnceleme-Araştırma
Dizisi; Yayın No.: 29, 2017, s.34.
[53] Ahmet E. Rıdvanoğlu, Ahmed Yesevi Açıklamalı
Divan-ı Hikmet, İstanbul, Erhan Yayınları, s.41- 42.
[54] Reşat Öngören, DİA, İstanbul, 2013, C. 49,
s.409.
[55] Reşat Öngören, DİA, İstanbul, 2013, C. 49,
s.409-412.
[56] Jandarbek, age., s.129.
[57] Necdet Tosun, “Yesevilik’te Zikr-i Erre”, Hoca Ahmed Yesevi Seçme
Makaleler, Ankara, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi
İnceleme-Araştırma Dizisi; Yayın No.: 40, 2017, s.119.
[58] Bice, age., s.308.
[59] Ahmet Y. Ocak, Türk Safiliğine Bakışlar,
İstanbul, İletişim Yayınları, 1996, s.38.
[60] Bice, age., s.150.
[61] Köprülü, age., s.152.
[62] Bice, age., s.151.
[63] Reşahât’ta Sufi Muhammed Danişmendi hakkında şöyle denilir: “Hâce
Ahmet Yesevi’nin dört halifesinden üçüncüsüdür. Yıllarca irşad makamında
bulunmuş ve halkı Hakk’a davet etmişlerdi” (Tosun, 1997: s. 46).
[64] Tosun, 1997: s.47.
[65] Bice, age., s.151.
[66] Bice, age., s.152.
[67] Bice, age., s.155.
[68] Mustafa Sever, Bakırgan Kitabı, Ankara, Hoca
Ahmet Yesevi Türk-Kazak Uluslararası Üniversitesi İnceleme-Araştırma Dizisi;
Yayın No.: 55, 2018, s.11-12.
[69] Bice, age., s.156.
[70] Bice, age., s.156.
[71] Bice, age., s.278.
[72] Tosun’un
aktarımı şöyledir: “Sultanü ’l-Âriftn Ahmed Yesevi der ki: Kendisine uyulan
önder
insanlar şeriat önderleri, tarikat önderleri ve
hakikat önderleri olarak üç kısımdır. Şeriat önderleri âlimler ve sultanlardır.
Eğer âlimler ve sultanlar şeriatta emredilene uyup yasaklanandan sakınır ve
başkalarına da (bu emir ve yasakları anlatıp) emrederlserse doğru yoldan
şaşmazlar. Onlara uyanlar da şaşmazlar. Eğer bu şartlarla birlikte olmazlarsa,
şeriat yolundan saparlar.” (Tosun, 1997: s. 69).
[75] Bice, age., s. 282.
[76] Tosun, 1997: s. 69.
[77] Cebecioğlu, age., s. 253.
[78] Reşat Öngören, DİA, İstanbul, 2010, C. 39, s.
50.
[79] Şihabüddin Sühreverdi, Avârifül Meârif, Saadet
Yayınevi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 102.
[80] Sühreverdi, age., s. 103.
[81] Kaşani, age., s. 319
[82] Eraslan, Tosun, age, s. 51.
[83] Hazini, Cevahirü’l Ebrar Min Emvâc-ı Bihar,
Büyüyenay Yayınları, Istanbul, 2014, s. 118.
[84] Bice, age., s. 290.
[85] Hazini, age., s. 109.
[86] Eraslan, Tosun, age., s. 51-52.
[87] Hazini, age., s. 109-110.
[88] Rıdvanoğlu, age., s. 41-42.
[89] Kaşani, age., s.596.
[90] Abdurezzak Tek, Tasavvufi Mertebeler Hace
Abdullah el-Ensâri el-Herevi Örneği Bursa, Emin Yayınları, 2008, s. 47-51.
[91] Hikmetler: 188/82.
[92] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, Ankara,
Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi İnceleme-Araştırma
Dizisi; Yayın No.:29, 2017, s. 338.
[93] Yesevi, age., s. 477.
[94] Hikmetler: 47/1.
[95] Yesevi, age., s. 205.
[96] Yesevi, age., s. 192.
[97] Hikmetler: 158/62.
[98] Yesevi, age., s. 63.
[99] Kaşani, age., s. 156.
[100] Ebu Tâlib el-Mekki, Kûtu’l Kulûb, Semerkand
Yayınları, İstanbul, 2004, C. 2, s. 186.
[101] el-Kuşeyri, Risale-i Kuşeyri, İstanbul, Arslan
Yayınları, 1980, s. 143.
[102] Mekki, 2004(C. 2): s. 186.
[103] Abdurrezzak Tek, Tasavvufı Mertebeler Hace Abdullah el-Ensâri el-Herevi
Örneği, Emin Yayınlan, Bursa, 2008, s. 51-56.
[104] Hikmetler: 280/137.
[105] Yesevi, age., s. 280.
[106] Yesevi, age., s. 81
[107] Yesevi, age., s. 281.
[108] Hikmetler: 286/141; 67/9; 58/6; 100/24; 57/5;
59/6; 61/7; 109/32; 141/51; 158/62; 161/63; 168/68, 197/88; 198/88.
[109] Kaşani, age., s. 143-144.
[110] Kaşani, age., s. 143-144.
[111] Yesevi, age., s.356.
[112] Yesevi, age., s.370.
[113] Süleyman Uludağ, DİA, İstanbul, 2008, C. 35, s.
143.
[114] Kaşani, age., s. 277.
[115] Tek, age., s. 73-75.
[116] Hikmetler: 81/14; 86/18; 117/36; 123/41; 140/51;157/61;
163/64; 172/73; 174/74; 205/92;
224/103; 228/106, 246/118; 247/119.
[117] Yesevi, age., s. 160.
[118] Yesevi, age., s. 81.
[119] Semih Ceyhan, DİA, İstanbul, 2009, C. 36,
s.455.
[120] Arif Demir, İlk Mutasavvıfların Musiki
Anlayışları, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2015, C 15, S.
2, s.73-74.
[121] Mekki, 2004(C. 3): s.257-261.
[122] Tek, age., s.76.
[123] Tek, age., s.76-78.
[124] Yesevi, age., s. 192.
[125] Yesevi, age., s. 192.
[126] Yesevi, age., s. 193.
[127] Hikmetler: 79/13; 147/56; 137/49; 148/58.
192/86; 193/86; 194/86; 212/99; 214/99; 236/111;
302/149; 345/174; 349/176; 377/196; 382/198; 388/202.
[128] Yesevi, age., s. 79.
[129] Mustafa Çağrıcı, DİA, İstanbul, 1999, C. 19, s.
73.
[130] Mustafa Çağrıcı, DİA, İstanbul. 1999, C. 19, s.
73.
[131] Mustafa Çağrıcı, DİA, İstanbul. 1999, C. 19, s.
73.
[132] Kuşeyri, age., s. 190.
[133] Kaşani, age., s. 203-204.
[134] Tek, age., s. 79-83.
[135] Yesevi, age., s. 139.
[136] Yesevi, age., s. 373.
[137] Hikmetler: 129/46; 313/153, 336/169; 80/14;
278/136.
[138] Yesevi, age., s.122.
[139] Mustafa Kara, DİA, İstanbul, 1997, C. 16, s.
528-531.
[140] Cebecioğlu, age., s. 107.
[141] Kaşani, age., s. 238-239.
[142] İmâm Ebu Hâmid Muhammed el-Gazali, İhyâu
Ulûmi’d-Dîn, İstanbul, Bedir Yayınevi Yayınları, 2002, C. 4, s. 286-288.
[143] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ebu Tâlib
el-Mekki, Kûtu’l Kulûb, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2004, C. 2, s. 357-416.
[144] Kuşeyri, age., s. 177.
[145] Tek, age., s. 83-85.
[146] Hikmetler: 372/191; 45/1; 58/6; 60/6; 62/7; 66/9; 67/9; 68/9; 77/13;
86/17; 80/14; 105/29; 106/29; 111/33; 133/47; 145/54; 151/60; 159/62; 159/63;
160/63; 162/63; 165/66; 179/77; 180/77; 187/81; 209/96; 217/100; 218/100;
236/111; 237/111; 255;123; 258/124; 266/129; 281/137; 290/143; 291/144;
311/153; 312/153; 329/164; 345/173; 347/174; 381/197; 391/204; 397/207;
401/211; 424/220; 435/225; 459/239; 462/240; 467/242; 469/243; 478/248;
479/248.
[147] Yesevi, age., s. 94.
[148] Yesevi, age., s. 372.
[149] Semih Ceyhan, DİA, İstanbul, 2013, C. 44, s.
530.
[150] Sühreverdi, age., s. 631.
[151] Kaşani, age., s. 282.
[152] Kaşani, age., s. 283.
[153] Kuşeyri, age., s. 167-168.
[154] Gazali, 2002(C. 4): s. 398-422.
[155] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ebu Tâlib
el-Mekki, Kûtu’l Kulûb, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2004, C. 2, s. 417-522.
[156] Tek, age., s. 92-94.
[157] Hikmetler: 52/3; 188/82; 326/161; 73/11; 81/14;
86/17; 104/27; 113/35; 135/48; 143/53; 150/59; 182/78; 196/87; 235/111;
238/112; 270/131; 278/136; 326/161; 380/197; 401/211; 454/237; 474/245.
[158] Yesevi, age., s. 172.
[159] Yesevi, age., s. 205.
[160] Süleyman Uludağ, DİA, İstanbul, 2007, C. 34, s.
502.
[161] Kaşani, age., s. 261-262.
[162] Sühreverdi, age., s. 645.
[163] Kuşeyri, age., s. 184.
[164] Gazali, 2002(C. 4): s. 260-263.
[165] Mekki, 2004(C. 2): s. 319-336.
[166] Tek, age., s. 98-101.
[167] Hikmetler: 372/191; 101/125; 105/29; 119/37; 140/51; 200/91;
361/184; 76/12; 94/21; 95/21; 96/21; 103/27; 193/85; 220/101; 225/104; 250/120;
301/148; 326/161; 361/184; 383/199; 395/207; 419/218; 461/240; 463/241.
[168] Yesevi, age., s. 372.
[169] Yesevi, age., s. 101.
[170] Mustafa Çağrıcı, DİA, İstanbul, 2009, C. 36, s.
211.
[171] Kaşani, age., s. 202-203.
[172] Muhammet N. Tan, Abdullah Enseri Herevi’nin
Tasavvuf Tarihindeki Yeri ve Sad Meydan’ı, Doktora Tezi, İstanbul, 2013, s.
352.
[173] Tek, age., s. 111-114.
[174] Yesevi, age., s. 51.
[175] Yesevi, age., s. 369.
[176] Hikmetler: 52/3; 88/18; 178/76; 237/111;
109/32; 286/141; 309/153; 310/153; 467/242.
[177] Yesevi, age., s. 369.
[178] Süleyman Ateş, DİA, İstanbul, 2000, C. 22, s.
535.
[179] Kaşani, age., s. 42-43.
[180] Tek, age., s. 114-118.
[181] Hikmetler: 58/6; 59/6; 81/14; 104/28; 154/60;
324/160; 87/18; 159/63; 178/77; 239/113; 247/120;
288/142; 296/147; 302/149; 314/154; 315/155.
[182] Yesevi, age., s. 247.
[183] Hikmetler: 317/155; 371/191; 336/169; 347/174,
382/198; 398/208; 415/217; 424/200; 433/225; 434/225; 435/226; 452/236;
465/242; 470/243; 478/248.
[184] Yesevi, age., s. 316.
[185] Cebecioğlu, age., s. 273.
[186] Mekki, 2004(C. 3): s. 13-15.
[187] Tek, age., s. 124-128.
[188] Hikmetler: 463/241; 181/78.
[189] Yesevi, age., s. 383.
[190] Yesevi, age., s. 459.
[191] Cebecioğlu, age., s. 222.
[192] Sühreverdi, age., s. 634.
[193] Kaşani, age., s. 326.
[194] Kuşeyri, age., s. 232-233.
[195] Tek, age., s. 137-140.
[196] Hikmetler: 56/5; 73/11; 111/33; 157/62;
241/115.
[197] Yesevi, age., s. 56.
[198] Hikmetler: 254/123; 255/123; 469/243; 261/127.
[199] Yesevi, age., s. 254.
[200] Hikmetler: 387/201; 391/204; 486/251.
[201] Yesevi, age., s. 387.
[202] Süleyman Uludağ, DİA, İstanbul, 2008, C. 35, s.
56.
[203] Kaşani, age., s.267.
[204] Mekki, 2004(C. 3): s. 161-170.
[205] Tek, age., s.140-143.
[206] Hikmetler: 208/106; 340/170; 278/136;
[207] Yesevi, age., s.208.
[208] Yesevi, age., s.208.
[209] Hikmetler: 76/12; 287/142; 306/152; 219/100;
125/41.
[210] Yesevi, age., s.76.
[211] Hikmetler: 410/215; 46/1; 283/138; 227/105;
373/193; 152/59.
[212] Hikmetler: 165/66; 166/66.
[213] Yesevi, age., s.165.
[214] Yesevi, age., s.165.
[215] Kaşani, age., s.315.
[216] Kuşeyri, age., s.223.
[217] Mustafa Çağrıcı, DİA, İstanbul, 2010, C.39,
s.259-261.
[218] Gazali, 2002(C. 4): s.157-162.
[219] Tek, age., s.143-147.
[220] Tek, age., s.146-147.
[221] Hikmetler: 343/172; 422/247.
[222] Yesevi, age., s.328.
[223] Hikmetler: 256/124; 412/215.
[224] Yesevi, age., s.433.
[225] Mustafa Çağrıcı, DİA, İstanbul, 1997, C. 16,
s.554.
[226] Kaşani, age., s.225-226.
[227] Tek, age., s.147-150.
[228] Tek, age., s.149-150.
[229] Hikmetler: 292/144; 393/205;393/205.
[230] Yesevi, age., s.94.
[231] Hikmetler: 66/8; 371/191; 462/240; 462/240.
[232] Yesevi, age., s.66.
[233] Yesevi, age., s.371.
[234] Mustafa Çağrıcı, DİA, İstanbul, 2009, C. 37,
s.99.
[235] Kaşani, age., s.328-329.
[236] Kuşeyri, age., s.257-258.
[237] Gazali, 2002(C. 4) s.694-703.
[238] Tek, age., s.150-153.
[239] Hikmetler: 216/99; 191/83; 208/95; 210/96;
433/225.
[240] Yesevi, age., s.145.
[241] Hikmetler: 286/141; 347/174; 347/174; 392/206.
[242] Yesevi, age., s.258.
[243] Mustafa Çağrıcı, DİA, İstanbul, 2011, C. 40,
s.583.
[244] Kaşani, age., s.164-165.
[245] Gazali, 2002(C. 3): s.761-762.
[246] Tek, age., s.161.
[247] Tek, age., s.161-164.
[248] Eraslan, Tosun, age., s.54.
[249] Yesevi, age., s.449.
[250] Yesevi, age., s. 457.
[251] Mustafa Çağrıcı, Hayati Hükelekli, DİA,
İstanbul, 2000, C. 22, s. 380.
[252] Kuşeyri, age., s. 249-250.
[253] Tek, age., s. 175-176.
[254] Hikmetler: 66/8; 173/74; 174/74.
[255] Yesevi, age., s.396.
[256] Reşat Öngören, DİA, İstanbul, 2013, C. 44,
s.409.
[257] Kuşeyri, age., s.269.
[258] Kaşani, age., s.248-249.
[259] Tek, age., s.187-191.
[260] Hikmetler: 49/2; 50/2; 52/3; 52/3;63/8.
[261] Yesevi, age., s.46.
[262] Hikmetler: 49/2; 96/21;
[263] Yesevi, age., s.88.
[264] Hikmetler: 82/15.
[265] Yesevi, age., s.88.
[266] Hikmetler: 93/20; 98/22; 98/22; 138/50; 142/53.
[267] Yesevi, age., s.93.
[268] Hikmetler: 111/33.
[269] Yesevi, age., s.111.
[270] Hikmetler: 154/60; 154/60; 178/77; 179/77;
180/77.
[271] Yesevi, age., s.154.
[272] Yesevi, age., s.178.
[273] Cebecioğlu, age., s.79.
[274] Tek, age., s.191-194.
[275] Erarslan, age., s. 51-56.
[276] Hikmetler: 373/192; 237/111; 273/133.
[277] Yesevi, age., s.373
[278] Yesevi, age., s.237.
[279] Hikmetler: 318/155; 370/189; 275/135; 277/135.
[280] Yesevi, age., s.277.
[281] Hikmetler: 418/218; 484/251;
[282] Yesevi, age., s.418.
[283] Hikmetler: 44/1; 46/1; 46/1; 124/41; 415/217.
[284] Yesevi, age., s.44.
[285] Kaşani, age., s.42.
[286] Tek, age., s.201-204.
[287] Hikmetler: 263/129; 270/131; 352/178; 359/183.
[288] Yesevi, age., s.217.
[289] Yesevi, age., s.461.
[290] Hikmetler: 467/242; 478/248.
[291] Yesevi, age., s.471.
[292] Kaşani, age., s.397.
[293] 3opnn B. EBpaanncKaa MygpocTt ot A go K TonKOBMÖ cnoBapt,
Ce3gİK-CnoBap₺, AnMa™, 2002, s.65.
[294] Tek, age., s.204-208.
[295] Yesevi, age., s.331.
[296] Yesevi, age., s.179.
[297] Yesevi, age., s.180.
[298] Yesevi, age., s.180.
[299] Kaşani, age., s.222.
[300] Kaşani, age., s.222-223.
[301] Tek, age., s.208-211.
[302] Hikmetler: 52/2; 56/5; 58/6; 81/14; 130/46;
136/48; 141/52; 216/99;
[303] Yesevi, age., s.207.
[304] Yesevi, age., s.216.
[305] Yesevi, age., s.397.
[306] Hikmetler: 56/5; 58/6; 130/46; 136/48; 320/157;
339/169; 347/174; 383/198; 397/207; 412/215; 425/220.
[307] Yesevi, age., s.44.
[308] Yesevi, age., s.52.
[309] Yesevi, age., s.315.
[310] Mehmet Demirci, DİA, 1998, C. 18, s.55.
[311] Kaşani, age., s.567-569.
[312] Tek, age., s.230-233.
[313] Hikmetler; 128/45; 171/72; 174/74; 202/92; 208/
94; 208/95; 238/113; 239/114; 245/118; 255/123; 258/124; 270/131; 320/157;
327/162; 335/168; 339/169; 343/172;
[314] Yesevi, age., s.343.
[315] Yesevi, age., s.343.
[316] Hikmetler: 62/7; 66/8; 137/149; 139/50; 140/51;
[317] Yesevi, age., s.276.
[318] Yesevi, age., s.72.
[319] Yesevi, age., s.289.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar