EHL-İ SÜNNET’İN BÂTINÎLİĞE KARŞI TUTUMU VE BÂTINÎLİK KAVRAMI
Hazırlayan:
Ömer AYDIN
İslamiyet açısından Bâtınîlik uzun müddet
tartışma konusu olmuştur. Bir başka ifadeyle Bâtınîlik, İslam dünyasında
isminden en uzun söz ettiren kavramların başında gelmektedir. Bu çalışmada
Ehl-i Sünnet açısından Bâtınîliğin ne olduğunu, nasıl ve ne şekilde gelişim
gösterdiğini ve Ehl-i Sünnet’in Bâtınîliğe karşı nasıl bir tutum sergilediği
incelenecektir. Bâtınîlik üzerine yeterli bilginin olmayışı akademik anlamda
yapılmış çalışmalarının sayıca az olmasından kaynaklanmaktadır. Bu hususla
alakalı kaynakların büyük bir bölümüyse bu düşüncenin muhalifleri tarafından
ortaya konulduğu görülmektedir. Bu bağlamda Bâtınîlik temelde içine kapalı bir
yapı arz ettiğinden, mevzubahis kaynaklardaki bilgilerin de tutarlılıktan ve
nesnellikten uzak olduğu dikkat çekmektedir[1].
Bu
çalışmamızda öncelikle Sünni-Şiî ilişkisi, Sünni- Şii ilişkisinin aralarındaki
tarihsel süreci ve ayrışmanın arka planını inceleyeceğiz. Tarih bilinci olmadan
geçmişi anlamak, tarihten dersler çıkarmak, sağlıklı bir gelecek oluşturmak
mümkün değildir[2]. Burada
önemli olan nokta, geleneğimizin mutlak doğru veya mutlak yanlış olduğu yargısı
değil, problemlerin kaynağını tespit etmek için inceleme, sorgulama ve değerlendirme
sorumluluğumuzun olduğu bilincine varmaktır[3].
Hedefimiz geleneğe sadakat değil, sadece doğruyu aramak olmalıdır[4]. Tarih
bilgi ve bilinci, geçmiş hakkında, doğru bilgilerle inşa edilen bir anlayışla
geçmişi anlamaya, geleceği tasarlamaya çalışmaktır. Bunun mümkün olabilmesi
için, öncelikle “tarih” ve “geçmiş”in birbirinden farklı olduğunun farkında
olmak gerekir. Geçmiş/ mazi, yaşananların, olup bitenlerin bütününü ifade eder.
Tarih ise, bu bütünden, bize ulaşan bilgi kırıntılarına, bilgi ve belgelere
dayalı olarak oluşturan bir birikim ve tasavvurdur. Tarihi inşa eden tarih
bilincine sahip olmak isteyen insanın ta kendisidir. Düşünce dünyamızda yer
eden tarih anlayışı ne kadar gerçeklere uygun olarak inşa edilirse, geleceğe o
kadar güvenle bakma imkanı bulabiliriz. Diğer taraftan dinin doğru anlaşılması,
büyük ölçüde doğru tarih telakkisine bağlıdır. Çünkü, insanın olduğu her yerde
görülen, kültürün ve uygarlıkların biçimlenmesine birinci derecede etkin olan
bütün dinler, tarih içinde ortaya çıkmışlardır. "Din", tarihsel
süreçlerden geçerek, buluştuğu insanı dönüştürerek, kendisi de farklılaşarak
sonraki nesillere ulaşır. Bir başka ifadeyle, tarih bilgisi ve bilinci olmadan,
dinleri anlayabilmek ve değerlendirebilmek biraz zordur. Bu bakımdan
"din", geçmişin doğru anlaşılmasında anahtar görevi görür; tarih de,
"din"in bilgi boyutunu ve kurumlaşma aşamalarını aydınlatır. Tarih
bilincinin olmayışı, ya da eksik oluşu, Müslüman kültüründe “tarihin geriye
doğru işletilmesi” sayesinde, mitolojik ve ideolojik tarihsel kurguların,
gerçek tarihin yerini alması gibi bir sonuç doğurmuştur. Hemen her mezhebin,
birbirinden farklı bir erken dönem anlayışı vardır[5].
Sünni
Şiî ilişkisine kutsalın tarihi gözüyle bakmak, tarihsel süreç içinde meydana
gelen değer, yapı ve anlayışları toplum ve tarih üstü hakikatler olarak görmek
anlamına gelir. Böyle bir yaklaşım bize, tarihte gerçekleşen olayların gerçek
açıklamasını vermekten uzaktır, çünkü kutsallık imgesi, yaşanmış olayları ve bu
olayların insani ve sosyal niteliğini gizlemektedir. Bakış açımız hangi mezhep
olursa olsun geçmişle temas kurulurken kendimizi dogmatizmin üzerine çıkaracak
bir bakış açısı yakalama olmalıdır[6].
Tüm
mezhepler kendilerini Hz. Peygamberle ilintilendirmeye çalışarak, kendini Hz.
Peygamber dönemine bağlamakla rakipleri üzerinde bir üstünlük kurma çabasında
olmuşlardır[7]. Aynı
zamanda Her mezhep, kendisinin hak olduğunu ispatlamak için, Hz. Peygamber’in
yaşadığı dönem ile bağlantı kurmaya çalışmışlardır[8].
Şiîliğin
bakış açısına göre tarih, kendi beklentileri ve perspektifleri yönünde yeniden
inşa edilmiştir. Şiî öğretisinin oluşturduğu teoloji, tarihi geriye doğru
götürme konusunda başarılı olmuştur. Şiî düşüncenin tarihe bakış açısı “
tümelci ve onu kendi öğretileri için doğrulayıcı bir referans olarak” gördüklerini
söyleyebiliriz. Bundan dolayı Şiîlik teşekkül sürecini Hz. Peygamber üzerinden
temellendirmeye çalışmıştır. Şiîler, teşekkül sürecini Hz. Peygamber dönemine
kadar taşıyarak tarihi yeniden inşa etmeye çalışmışlardır[9].Şiî
düşüncesinde ortaya konan tarih anlayışı, Yahudi ve Hristiyan tarih
anlayışlarında bulunan ve tarihin akışı üzerinde yoğun bir baskı uygulamayı
esas alan “zioncu” tarih anlayışına benzer. Bu anlayışına göre, dünyanın
neresine gidilirse gidilsin tarihin sizi bir yere doğru yönlendirdiği fikri ve
sizinde bu kolektif hedefe doğru tarihin şartlarını zorlamanız benimsenmiştir[10].
Hem
Sünni hem de Şiîlikte tarihin belirli bir tarih algısı, bu algı üzerine
oluşturulan kavramlar, şimdiki zamanın ve geleceğin şekillenmesinde baskın
unsur olarak kullanılmaktadır. Her iki mezhepte geçmişten gelip geleceğe doğru
uzanan bir yol belirlenir ve toplumsal bilinç, bu yolu oluşturan değerler ve
fikirler doğrultusunda yürütülür. Fakat tarihe bu şekilde yaklaşım Şiîlikte
daha belirgindir[11].
İçerik
olarak ortak teolojik tezlere dayanan Ehl-i Sünnet ve Şia, benzer sebeplerle
ortaya çıkmış rakip ekollerdir[12]. Ehl-i
Sünnet tarafından bakıldığında Şia’yı farklı kılan özellik, zamanla daha içe
dönük, kompleks, zengin ve bilinçli bir sistem oluşturmasıdır[13].
İslam’ın
günümüzde ki iki etkin mezhebi olan Sünnilik ve Şiîlik arasında yapılacak olan
bir karşılaştırma, tarihte iki farklı bilincin ortaya konmasını sağlayacaktır.
Bu iki mezhebin kaynağını belirleyen faktörler itikadi, kültürel ve siyasi
olduğu için, toplumların kimliklerini kapsamlı olarak karşılamışlar ve
birbirlerine karşı bir direnç geliştirmişlerdir. Bir yandan da bu mezhepler,
insanın toplumsal fiillerinin özelliğini, daha genel bir ilkeye gönderme
yaparak açıkladıkları için kendilerince tarih anlayışları sergilemektedirler[14].
Şiîlikle
ilgili olarak sahip olduğumuz inanç ve ibadetler hakkındaki bilgileri polemik
amacıyla aktarmış olsalar da Sünni kaynaklara borçluyuz. Kitabu’l-Milel bu
konuda en fazla başvurulan ve tercih edilen eser olmuştur. Bu eser her ne kadar
polemik amacını taşısa bile yine de tarihsel bir güvenilirliğe sahiptir[15]. Zira
bazen Sünni olup da diğer mezhep kitaplarını kendi kütüphanelerine ilave
edenler de mevcut olmuştur[16].
Müslüman
dünyasındaki liderlik ve gücü elde etmek için verilen mücadeleler Sünni- Şiî
ayrımına sebep olmuştur[17]. Hz.
Peygamber’in vefatından sonra İslam’da otorite kaynağının ne olduğu sorusu, Şiî
öğretiyi Sünni inanç sisteminden farklı kılan öğe olmuştur[18].
İlk dönem İslam tarihi, Ehl-i Sünnet için büyük bir öneme sahipken Şiîlere göre
tarihin bu bölümü diğer dönemlerden farklı değildir. Böyle bir dini bakış açısı
ve anlayış, bu iki fırkanın taraftarlarını şiddetle etki altına almıştır[19].
Ehl-i
Sünnet ile Şia arasındaki ayrılığın ve çatışmanın gözüken en temel sebeplerinden
biri de, Hz. Muhammed’in ölümünün hemen ardından Müslüman toplumun başına
geçecek halife konusundaki düşünce ayrılığından dolayı[20]
Saide oğulları gölgeliğindeki yapılan toplantında Hz. Ebu Bekir’in halife
seçilmesidir. Sünnilere göre bu toplantıda ortaya çıkan sonuç Kuran ve Sünnet’e
tamamen uygun olmasına rağmen Şia tarih boyunca bunun aksini iddia etmiştir.
Şia’ya göre Hz. Peygamber, Veda Haccı dönüşünde Gadir Hum denilen yerde
konaklamış sonra Hz. Ali’nin elini tutup kaldırarak ”Ben kimin mevlası isem Ali
de onun mevlasıdır. Allahım onu sev; ona düşman olana düşman ol!” demiştir[21]. Şia’nın
öne sürdüğü “ Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” sözündeki ‘mevla’
kelimesinden Hz. Ali’nin tayin ve nas ile halife olduğunu savunması sıkıntılı
bir durumdur[22]Şiîler; bu
rivayete dayanarak Hz. Ali’ye Allah tarafından verilen bir hakkın gasp
edildiğini iddia etmişlerdir. Onlara göre Hz. Ebubekir’in halifeliğini kabul
eden Hz. Ömer ve diğer sahabiler Allah’a karşı çıkmışlardır. Şia’nın iddia
ettiği bu ilahi hak konusunun hiçbir sağlam tarafı yoktur[23].Kuran’da
Hz. Peygamberden sonra kimin halife olacağıyla ilgili açık bir ifade ve en
küçük bir işaret olmamasına rağmen Şia, hilafet iddiasına meşruiyet kazandırmak
için argümanlar geliştirmeye çalıştılar[24].
Hilafet
tartışmasından çıkan sonucun o günkü siyasal sistem açısından son derece
yerinde bir karar olduğu anlaşılmaktadır. Zira cahiliye dönemindeki kabile
çekişmelerinin bu tartışmayla birlikte tekrar alevlenmeye yüz tuttuğu
düşünüldüğünde, toplantıda ortaya çıkan kararın isabetli olduğu daha iyi
anlaşılır[25].
Aslında
Şiî-Sünni ayrılığının esas görünmeyen temellerini Yahudiler atmış ve zaman
içerisinde ortaya çıkan Kerbela gibi üzücü olaylar bu ayrılığı tetiklemiştir.
Önceleri siyasi olarak ortaya çıkan bu ayrılık, zamanla itikadi bir boyuta
gelmiştir. İslam dininin engellenemez yükselişi karşısında Şiî-Sünni fitnesini
kışkırtanlar İslam düşmanları olmuşlardır. Ayrıca bunlar Müslümanları
dinlerinin özünden ayırmaya ve birbirine düşürmeye çalışarak Müslümanları
ortadan kaldırmaya çalışmışlardır[26].
Şia’nın
saflarına karışan bu kimseler, Hristiyanlık, Yahudilik, Hermesçilik gibi İslam
öncesi din ve felsefelerden aldıkları çarpık inanışları Ehl-i Beyt adına ortaya
atmaya çalışmışlardır. Bunlardaki aşırılığı oluşturan ana düşünce, Ehl-i Beyt
imamlarını insan karakterinin üzerine peygamberlik hatta ilahlık seviyesine
çıkarmış, aynı zamanda Hz. Muhammed’in son peygamber olduğu fikrini
reddetmişlerdir[27]. Abdullah
bin Sebe, Beyân bin Sem’an, en-Nehdî, el-Muğire bin Said, Hamza bin Imare el
Berberi, el Haris eş-Şami, Abdullah bin el-Haris, Ebu’l- Hattap Muhammed bin
Ebi Zeynep el-Esedi aşırı uçlar arasında öne çıkan kişilerdir[28].
Şia’nın
tarihi incelendiğinde, belli bazı kavramların merkeze alınarak tarihlerini
oluşturdukları söylenebilir. İmamet bu kavramların başında gelir. Şia’nın
vahiy, peygamber, fıkıh, tefsir, hadis anlayışlarının şekillenmesinde olduğu
gibi Şiîlerin tarihe ve siyasi olaylara bakışında da imâmet anlayışı etkili
olmuştur. Şiîlikte tarihin bir bakıma imâmet nazariyesine göre yeniden inşa
edilmiş politik bir tarih olduğu söylenebilir. İmamlara karşı gösterilen sevgi
anlayışı bile dinileştirilmiştir. Bu yüzden hemen hemen yazılı kaynakların
çoğu, masum imam anlayışı çerçevesinde yazılmıştır[29].
Şiî
inancına göre imamın emir ve yasakları, dinin emir ve yasakları gibi
görülmüştür. Böyle bir inanış iki akım arasında mücadeleye sebep olmuştur.
Çünkü Müslümanların ekseriyeti, Hz. Muhammed’in son peygamber olduğu inancını
taşımaktadırlar. Aynı zamanda Müslümanların büyük bir kısmına göre Hz.
Muhammed’den sonra ismet sıfatını taşıyan başka birinin gelmeyecektir. İşte bu
sebeplerden dolayı da iki akım arasında tarih boyunca mücadeleler olmuştur[30].
Sünni-
Şiî arasındaki tarihsel ve teorik ayrılık ise; uygun zemin, ileri derecede bağnazlık,
hırs, totaliter düşünce, sosyal parçalanma, dinsel ve ahlaki çöküş, anayasal
kurumların yokluğu, iktidar mücadelesinin barışçıl bir ortamda yürütülmesini
sağlayacak demokratik sistemin bulunmayışı gibi faktörler sebebiyle oluşmuştur[31]. Şia ve
Ehli Sünnet içinde tarihsel süreçte ortaya çıkmış nice etnik, kabilesel,
sınıfsal, siyasal ayrılıklar ve iç çatışmalar yaşanmış, bunlar bazen İslam
dünyasının farklı yerlerinde patlayarak büyük acılara yol açmış ve günümüzde de
bu durum devam etmektir[32].
Gerek
Şiîler gerekse Sünnîler, Fırka-i naciye anlayışı üzerine kurulan mezhep
algısıyla beraber, mezhepsel aidiyetlerini üst kimlikleri olarak görmüşler,
toplumlar hakkındaki düşüncelerini, müspet veya menfiliklerini liyakatlerine
göre değil, bağlı oldukları mezheplere göre belirtmişlerdir[33].
Müelliflerin fırkaları mezhep taassubu ile ele almalarından dolayı birçok eser
unutulmuştur. Bu fanatiklik yüzünden örneğin “Şia’nın Fakih’i” olarak
adlandırılan Tusi’nin tefsirle ilgili yazılarının çoğu yakılmıştır[34]. Yine bu sebepten
dolayı zengin kitaplara sahip Fâtımi kütüphanesine de hiç değer verilmemiştir.
Bununla birlikte yok olan bazı eserlerin tarihsel süreçte yeniden ortaya
çıktığı saptanmaktadır. Örneğin koyu bir Şiî taraftarı olan coğrafyacı
(topoğraf) Ebu Bekr el-Harizmi’nin Halifelere yönelttiği küfürlerde sınır
tanımayan eseri hicri 1279 yılında Kahire’de Muhammed Katta el-Adwi tarafından
basılmıştır[35]. Benzer
şekilde Alfred von Kremer Şiî İbn Hâni‘ye ait ve Mısır’ı fetheden Fâtımi
fatihlerin saray Şiîrlerine dâir Divan’ın nüshasına ulaşıp onu kamuoyuna
tanıtmıştır[36].
Şiî-Sünnî
ilişkilerinde; Siyasi, teolojik ve kültürel olmak üzere üç temel faktör
belirleyici olmuştur. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden başlayarak ortaya çıkan
birtakım siyasi olayların etkinliği de tartışılmaz bir durumdur. Fakat siyasi
olarak başlayan tartışmalar, önce itikat haline gelmiş sonra da İslâm
toplumunun içerisinde yer eden kültürel kodlara dönüşmüşlerdir[37].
Dinsel
bir inanç olmaktan ziyade siyasal bir akım olan Şiîlik, zaman içinde dinsel bir
inanca dönüşmüştür. Bu sebepten dolayı Şiî inancına girmek isteyen bir kimsenin
öncelikle hilafetin Hz. Ali’nin soyu ile sınırlı olduğuna inanması gerekir. Bu
tutum dinsel bir inanıştan çok siyasal görüşü ifade ettiği için Kuran ve
Sünnet’te belirtilen öğretilerle de çelişmektedir. Bu inanış, kişinin
Müslümanlığının göstergesi sayılmıştı[38].
Şiî-Sünnî ilişkilerinde siyasetin belirleyiciliği geçmişte olduğu gibi
günümüzde de rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Hem Şiîlik hem Sünnîlik adına
taassup derecesine varan uygulamalarda temel belirleyici etken, siyaset
olmuştur[39].
Hem
Sünnî Samanîler, Selçuklular ve Osmanlılar hem de Şiî Fatımîler veya Safevîler
bir takım politik kaygılardan dolayı çatışma içine girmişlerdir. Mezhep
ayrılığı bu konunun sadece görünen kısmını oluşturmaktaydı. Esasen tüm bu
devletler kendi askeri ve siyasi nüfuzlarını yaymak amacındaydılar. Bu sebeple
zaman içinde oluşmuş olan mezhebî mirası kullanmışlardır. Miladi 875-999
yılları arasında Samanîlerin hüküm sürdüğü Horasan’da, Büveyhî Devleti’nin Şiî
eğilimli politikalarına tepki olarak Sünnîliği ve özellikle de Hanefi
Sünnîliğini benimsemiş, Şia’ya karşı ise daha katı bir tutum sergilemişlerdir.
Yine Selçuklu Devleti’nin sultanları da, önce Şiî uygulamaları ortadan
kaldırmışlar sonra da kurucuları Selçuk Bey’le beraber Sünnî-Hanefî bir din
anlayışına yönelmişlerdir. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Bağdat’a geldiğinde ilk
olarak, ezana ilave edilen ve mescitlerde bulunan bazı Şiîliği çağrıştırıcı
ifadelerin kaldırılmasını emretmiştir.[40].
Orta
Asya’da ise Şia’yı ilgilendiren önemli bir hadise vardır. Bu hadise Irak emiri
Olcaytu Muhammed Hudâbend (saltanatı 703-716) dönemiyle ilgilidir. Olcaytu
halkıyla beraber İslam dinini benimsemiş ve kendisi İslam’a girmeden önce Sünni
olan İbn Mutahhar’ın Şiî olmasını sağlamıştır[41].
Fakat
başka haberlere göre bugün halen Tatar Azerileri arasında adaleti ile
hafızalara kazınan Hudabend, Müslüman olduktan sonra ilk olarak Sünniliği ve
Hanefi mezhebini seçmiş ancak daha sonra bir Şafii ile münakaşa ettikten sonra
Şafii olmuş, ancak bununla da doyuma ulaşmamış en sonunda Şiîliği seçtiği
aktarılmıştır[42].
sarayında
Sünni ulema ile münakaşa etmeleri için Şia âlimlerini toplamıştır. Saraya davet
ettiği kişiler arasında Kutbeddin eş-Şirazi, Ömer el-Kazvini, Rükneddin el-Mevsuli
ve Nizameddin el-Meraği vardır. Ancak Şiîâlimler arasında Yusuf b. el-Mutahhir
el-Hillî gösterdiği başarılarla diğerlerinin önüne geçmiştir. Bahsedildiğine
göre o, sünnileri tartışmalarda yenilgiye uğratmıştır. El-Hilli’nin
“Keşfu’l-hak ve nehci’s-sıdk ve’s-savâb” isimli eserini yazmasına vesile olan
konu, Sünni ulemayla yaptığı tartışmalardır. O bu eserinde Şia’nın kelamda ve
fıkıhta doğru yönde olduğunu Sünniliğe karşı delilleriyle yerleştirmeye
çalışmıştır. Aktarılanlara göre bu tartışmalar neticesi ve el-Hilli’nin önemli
katkıları sonucunda bir Sultan ve imparatorluğun ileri gelenlerinin Şi’a’ya
geçmesi sağlanmış böylece Hudabend, Mekke şehrinde ve İslam’ın merkezinde
Şia’yı sağlamlaştırma düşüncesine başlamıştı[43].
Yazarın
sadece Nehcu’l-Hakk değil Sünnilere karşı kâleme aldığı başka eserleri de
vardır[44]. Bunlara
karşılık olarak Şiî bilginlerle münazara edip Şia kelâmının da oluşumuna yardım
eden Mutezilî âlimlerin fikirleri ile Halife Mütevekkil’den sonra yıldızı
parlayan ve çoğunluğunu Hanbelilerin oluşturduğu Ashabü’l Hadis’in Şiîlik
hakkındaki bakış açıları güncel şartlara göre değişiklik göstererek Sünnî
Müslümanların düşünce yapısına belirleyici derecede etki yaptığı söylenmektedir[45].
Daha
sonraki zamanlarda Sünni alim Fazlullah b. Ruzbehan, Şiî iddialarına reddiyeler
yazarak cevap vermiştir[46]. Onun
yazdığı reddiye eserlerinde bilhassa şu sözleri ön plana çıkmıştır: “Herkes
tarafından bilinmektedir ki Hz. Peygamber’den günümüze kadar yani 900 yıldan
fazla bir süredir Şia taraftarlarının sayısı sürekli olarak oldukça az ve
minimum seviyede kalmış, bunun yanı sıra onlar devamlı surette kaçan, gizlenen
ve tanınmayan kimseler olarak kalmışlardır. Şayet onlar gerçek isimleriyle
çağrıldıklarında her defasında kaçmışlar ve korkmuşlardır”[47].
Fakat Fazlullah’ın bundan önce de tarihsel içerikli bir başka eser daha yazdığı
anlaşılmaktadır[48].
Sünnilik
ve Şiîlik, sünnet ve hadis konusunda da ayrılığa düşmüştür. Şiî öğretide Hadis,
Ali’nin ismi etrafında dönüp dolaşan bir teolojinin kendi anlayışına uygun bir
meşruiyet alanı olması bakımından işlevsel olarak kullanılan bir unsurdur.
Şiîler, çevrelerine karşı olan bakış açılarını hadis sayesinde
şekillendirmişlerdir. Onlar, hadis yoluyla adet ve inançlarını ifade
etmişlerdir[49].
Sünni
ve Şiîler, Peygamberin sünnetini de kabul ederler ancak Şiîler Sünnet’in
aktarımı konusunda ayrılığa düşerler[50]Şiîler
sahabe yoluyla gelen hadisleri ve rivayetleri reddederler. Şiîler için
rivayetin geçerli olabilmesinin şartı Ehl-i Beyt imamlarından birisine
dayanmasıdır[51].Şiî
telakkide sünnet; Hz. Peygamber’den ve masum İmam’dan gelen söz, fiil ve
takrirler şeklinde tanımlanır. Şiî hadis anlayışında rivayetlerin senedinde
imamlardan birinin olmaması kabul edilemez bir durumdur. Ehl-i Sünnette ise,
bir söz sahabe ya da tabiine ulaştığında o rivayet hadis olarak kabul edilir.
Şia’ya göre bu rivayetin masum imama ulaşması gereklidir[52].
Sünni
açıdan baktığımızda Ali taraftarlarına yönelik Sünni polemik daha önce hadis
literatürü ile başlamıştır. Bu bağlamda Sünniler, Şia’nın doğru fırka olmadığına
dâir Peygamberden hadisler öne sürmüşlerdir[53].
Meşhur
Sünni kelamcı Fahreddin er-Razi bu bağlamda bizim için açıklayıcı bilgiler
sunmaktadır. Onun verdiği bilgi Fatiha suresinin okunması sırasında besmele
çekilip çekilmeyeceği yani besmelenin sesli okunup okunmayacağı ile ilgilidir.
Uygulamada görüş farklılıkları vardır. Enes b. Malik’in rivayetlerinin aksine
Ali b. Ebi talib’in besmeleyi sesli okuduğu söylenir. Bu yüzden de altı hadis
kitabı Enes b. Malik’in rivayetini esas almıştır[54].
Bununla
beraber Fahreddin Razi, Hz. Ali’nin yüksek sesle besmeleyi okuması yönünde
karar kılarak şunları söyler: Şurası kesindir ki, Enes tarafından aktarılan
rivayet zayıf ve belirsizdir. Başka bir yönden değerlendirildiğinde de doğru
olduğu oldukça şüphelidir. Ali besmeleyi yüksek sesle okumayı tercih
etmekteydi. Ancak Ümeyyeoğulları hâkim olunca insanları besmeleyi yüksek sesle
okumalarını yasakladı. Çünkü onlar Ali’nin uygulamalarını hoş görmüyorlardı.
Muhtemelen Enes de onlardan korktuğundan rivayet ettiği hadiste böyle bir
bozukluk ve karmaşıklık meydana gelmiş olmalıdır[55].
Sünniler
ve Şiîler arasındaki tarih boyunca süren bir polemik ve tartışma konusu haline
gelen meselelerden biri de Sahabe’ye karşı sergilenen tavırdır. Sahabe’yi
abartmak veya küçük göstermek polemik konusu olmuştur[56].
Şiîler,
imâmet ile ilgili görüşleri ve kendi bakış açısından dolayı sahabenin çoğunu
tekfir etmiştir[57]. Bu
bağlamda Sünniler Şiî kaynaklardaki sahabe algısına yönelik çok sayıda
reddiyeler yazmışlardır[58].
Fıkıhta
Sahabeye sövmenin (sebbu’s-Sahabe) ölümü gerektirecek bir durum olup, küfür
olup olmadığı defalarca tartışılmıştır. Ali b. Muhammet el-Kari’nin bu açıdan
yazdığı “Şemmu’l-Avârıd fi zemmi’r-ravâfıd” isimli eseri burada
hatırlatılmalıdır[59].
Hicri
755 senesinde Şam Ümeyye camisinde bir topluluğun bulunduğu yerde bir Şiî
taraftarının halifelerle alay etmesi Şam üleması tarafından “Sahabeye
sövülmesi” bağlamında büyük bir infiale neden olmuş bunun sonucunda dönemin baş
kadısı o Şiînin idamına hükmetmiştir. Bu sahabeye sövme durumu Mısır’da Suriye’den
daha fazla infiale neden olmuştur. Hicri 4. Yüzyılda Sünnilerin benimsediği ilk
halifelere sövülmesi konusu hakkında bir devlet kanunu çıkartılmış, bu kanun
evlerin kapılarına ve kamuya açık yerlerdeki duvarlara asılmıştır. Hâkim bi
emrillah zamanında ise bu kanun yasaklandı[60].
Makrizinin sahabeye ve halifelere sövülmesinin Şianın (Şia,İsmailiyye,İmamiyye)
Mısırda tamamen ortadan kaybolmasına neden olduğunu zikretmesi dikkat çekicidir[61].
Sahabe
dönemindeki fitneler sebebiyle Sahabe konusu; polemik, kuşku, aşırılık ve
tahkir konusu haline getirilmiştir. O değerli insanlar hakkında olumlu veya
olumsuz tutumda bulunmak, dinin bütün temel özelliklerine denk tutulan bir
inanç konusuna dönüştürülmüştür. Bu ölçüsüz tavırlar nedeniyle İslam toplumu
arasında ayrılıklar yaşanmış, dinsel ve kültürel toplulukların kimlikleri
oluşturulmaya çalışılmıştır[62]. Sünniler
ve Şiîler arasındaki tutucu ve uç kesimlerdeki görüşler Sahabe konusundaki
temel sorunu oluşturmaktadır[63].
Şiî-Sünni
ilişkisi açısından bakıldığında Siyasi ve teolojik temeller üzerine oturan bir
takım kültürel alışkanlıklar semboller haline dönüşerek kitleleri etkilemiştir.
Kimlik mücadeleleri çoğu kez semboller üzerinden yürütüldüğü için karşılıklı
ilişkiler de bu yönde etkilenmiştir[64].
Sahabeye
sövme dışında polemiğin konusunu oluşturan başka bir durum da pratik
uygulamalara ilişkin bir takım ritüellerin olmasıdır. Besmelenin açıktan ya da
gizli okunması ve abdestte bazı uzuvların yıkanması bunlara örnek
gösterilebilir[65]. Örnek
olarak Aşûre ziyaretleri, ezanda “es-Salatu hayrun mine’n-nevm” (namaz uykudan
daha hayırlıdır) ifadesinin ilave edilmesi, Hz. Ömer’in ölüm yıldönümünün
kutlanması vb. konular gösterilebilir[66].
Bununla
bağlantılı olarak bilhassa yeni dönemden (hicri 1275) Davud b. Süleyman el-
Bağdadi tarafından kâleme alınan bir reddiyeden bahsedilebilir. Bu reddiye Şia literatürün
önemli isimleri arasında yer alan Behâu’d-Din el-Âmilî’ye karşı yazılmıştır.
Âmilî hicri 953 senesinde bugünkü Suriye’nin (o dönemde Lübnan’da) Baalbek
şehrinde dünyaya geldi. Bu şehir günümüzde halen Şia’nın merkezi konumundadır[67].
Âmilî’nin
gençliğinde kısa süre içerisinde meşhur bir âlim olduğu belitilir. İbn Ma’sûm
onu Muhammed ümmetinin XI. yüzyıldaki müceddid’i ve en büyük alim’i olarak
tanımlamıştır. Âmilî’nin Şiî taraftarı olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Ancak
Sünnilerin de onu sahiplenmek istediği saptanmaktadır. Örneğin et-Tâlavî onun
biyografisini yazarak şöyle dediğini aktarmaktadır: “Ben sünniyim ve
Peygamberin sahabelerini de seviyorum. Ancak şayet benim hükümdarım bir Şiî ise
ve Sünni âlimleri de öldürüyorsa ne yapabilirim?” Bu bilgiye karşın
Amili’nin eserleri onun her durumda güçlü bir Şiî olduğunu göstermektedir[68].
Doğru
ve hak dinden uzaklaşan bir fırka olarak Şia’ya karşı Sünni polemiğin İslam’da
Sistematik Kelam’ın oluşmaya başladığı dönemde ortaya çıktığı belirlenmektedir[69].
Bu
açıdan bakıldığında Sünni Şihabeddin İbn Hacer el-Heysemi’nin polemikleri
fazlasıyla ağır olmuştur. Onun bu konuda kâleme aldığı eser “Delalet ve
Rafıziler için yakıcı şimşekler” başlığını taşımaktadır. Yazar bu eseri hicri
905 senesinde o dönemde Şiîlerin de bulunduğu Mekke’nin büyük camisinde yazdı
ve okudu.[70] Bu eserin
kısa zaman içerisinde çok sayıda nüshasının Yemen, Maveraünnehir Semerkand,
Keşmir, Buhara, Mağrib ve Hindistan’da yapılmış olması ilgi çekicidir[71].
Bunun
yanında bir Şiî müellif bu esere karşı reddiye olarak “el-Bihâru’l-Muğrika
li’s- Savâıkı’l-Muhrika” isimli bir eser ortaya koymuştur. Bu esere karşı
olarak da Maliki İbrahim b. Âmir el-Ubeydi, Kahiredeki Cemiyyâtu’l-Ma’arif
tarafından basılan bir polemik yazmıştır. İbn Hacer’in polemiğinin tamamen
Şiîlerin Sünni hilafetine karşı çıkmaları ve Halifeler ile sahabelere sövmeleri
ile ilgili olduğu saptanmıştır[72].
Daha
sonraki zamanlarda bu iki mezhep arasında farklılıkların yaşanmasının en önemli
sebebi dinin yorumu konusu oldu. Bu da birbirinden tamamen farklı iki
düşüncenin ortaya çıkmasına sebep oldu. Ebû Hasan Eşari, Sünni İslam’ın temel
kaidelerini 10. yüzyıla kadar sistematik bir şekilde izah etmişti. Sünni inanç,
Kuran’ı, sünnetleri ve Hz. Muhammet’in yaptıklarını temel alıyordu. Şiîler de
Kuran’ı ve Sünnet’i benimsiyorlardı fakat sadece kendi imamlarının Allah’ın
sözlerini yorumlayabileceğini savunuyorlardı[73].
Kuran’ın
tahrifi konusunda da ciddi bir polemik olduğu ifade edilmektedir. Bazı Şiîler,
bu tahrifatı Sünnilerin yaptıklarına inanmaktadırlar[74].
Aslında Sünni ve Şiîlerin geneli Kuran’ı en önemli ve en kuvvetli kaynak olarak
kabul ederler. Sadece ilk dönemde yaşayan Ahbariler, Kuran’ın zahiri anlamıyla
anlaşılamayacağını ancak Ehl-i Beyt imamlarına bakılarak anlaşılabileceğini
savunurlar[75].
Şiî
düşüncede Kuran tartışmaları konusunda Mushaf kavramı kullanılmaktadır. Bu
kavram üzerinden, Ali ve Ehl-i Beyt ilmin merkezi olarak görülmüştür[76].
Şiî
düşüncede özellikle Kur’an algısına yüklenen bu fikirlerin kabul görmesinde,
İbn Şazan, Saffar ve Küleyni gibi ilk dönem Şiî bilginlerinin sonraki
zamanlarda otorite kabul edilmeleri etkili olmuştur[77].
Ehl-i
Sünnet ekolünün teolojik ve tarihsel yapılanmasında etkili olan ideolojilerden
biri Şia’dır. Şianin hem geçmişte hem de günümüzde Sünni bilincin
biçimlenmesinde ve süreklilik kazanmasında uyarıcı bir görevi olmuştur.
Siyasal
ve teolojik olarak bakıldığında Ehl-i Sünnet açısından Şia hep bir öteki olarak
algılanmıştır[78]. Şiîler
açısından bakıldığında teolojilerini imâmet fikri üzerine kurarak imâmeti
mutlak hak ve kurtuluş alanı olarak görmüşlerdir. Bu anlayış bir grubun
kendisini merkeze alarak öteki oluşturma teşebbüsü olarak da görülebilir[79].
Şiî
tarihinde uygun bir ötekileştirme amacı olarak Şiî olmayan toplumlar özellikle
de Sünniler seçilmektedir. Şiî tarihinde dışsallaştırma hedefi olarak birçok
olay aktarılabilir. Örneğin, Sahabeye olmayacak yakıştırmalarda bulunma, Ebu
Bekir ve Ömer’in hilafetini benimsememe, Emevi karşıtı sözlerin olması, nefret
söylemlerinin camilerde dillendirilmesi, duvarlara yazılması dışsallaştırma
olarak nitelendirilebilir[80].
Şiî
seçkinci tutumun oluşmasında önemli öğelerden biri, her konuda Sünnilere
muhalefet etmenin temel unsur olarak kabul edilmesidir. Buna örnek verecek
olursak Sünniler yemeğe tuz ile başlar, sirke ile bitirirlerken Şiîlere bunun
tersinin yapılması tavsiye edilmiştir. Sünniler muhalif olarak tanımlandığı
için eylemleri, Hristiyan ve Yahudilerle aynı kategoride değerlendirilir.[81] Yine Şiîlere
muhalefet etmek önemli bulunduğu için Şiîlerden ölenlerin karnına bıçak
konulmaması yönünde iddialar vardır[82].
Tarih
boyunca muhalif olmanın ve çoğunluk karşısında hep azınlıkta kalmanın vermiş
olduğu tepkisellik, Şia’nın haksızlığa uğramış bir zümre tavrıyla aşırı
refleksler göstermesine neden oldu.[83]
Şiî telakkide Sünnilere yönelik bazı kavramlar, slogan düzeyinde
kullanılmaktadır[84].
Şiîlerin
bilginlerine ve eserlerine baktığımızda mezhepler arası yakınlaşmadan bahseden
birçok ifade vardır. Oysa Şia’nın bu tutumu, Şiî-Sünni yakınlaşması değil
Sünnilerin Şia’ya yakınlaşması olarak ifade edilebilir[85].
Şiî-Sünni
yakınlaşmasını sağlamak için çaba gösteren Mustafa Sibai ve Musa Carullah bir
hayli uğraşmış ama Şiîlerin samimi olmamalarından dolayı başarılı olamamışlardır[86] [87].
Şiîlik
ve Sünnilik, kendine özgü zihni kanallar içinde varlıklarını devam ettiren,
birbirinden farklı zihni anlayışları olan iki mezheptir. Bu iki mezhebi
yıllardır mezhebi kimliklerin oluşturduğu “ön yargıların” ya da
“belirsizliklerin” beslediği söylenebilir. Kuran’ın temel ilkeleri çerçevesinde
bir araya gelerek yeniden “Müslüman bilinci”nin gerçekleşmesine çalışmak,
yılların oluşturduğu yanlış anlaşılmaları ve olumsuz algıları çözmede en etkili
ilke olacaktır. Aksi durumda herkesin kendi mezhebi kimliklerini ön plana 87
çıkaracağı bir anlayış, Müslümanları birbmyle karşı karşıya getirmeye devam
edecektir.
BÂTINÎLİK VE EHL-İ SÜNNET
HAKKINDA GENEL BİLGİLER VE
KAVRAMSAL TAHLİLLER
Bu
bölümde Bâtınîlik ve Ehl-i Sünnet kavramları hakkında genel bilgeler vereceğiz.
Bu kavramlarla ilgili görüş belirten her kesimden insanın düşüncesini aktararak
konunun objektif ve tarafsız bir şekilde aydınlatılmasını sağlamaya
çalışacağız.
Bâtınîlik,
İslam dünyasında uzun süre adından söz ettirmiştir.[88]
Bâtınîlik hakkındaki bilgilerin hemen hemen tamamının muhalifleri tarafından
yazılan eserlerde yer aldığı ve bu eserlerin bazı mezhebi ve ideolojik
etkilerle yazıldığı için objektiflik ve tutarlılıktan uzak olmuşlardır[89].
Bâtın
kelimesi arapça bir sözcük olup, Kuran’da Allah’ın isimlerinden biri olarak yer
almaktadır.[90] Bâtınî
kavramı, karın boşluğu, iç, kuşak, nesil ve görünmeyen şey anlamlarına gelmekte
olup her nassın bir te’vili ve her zahirin bir batını olduğunu, bunu da sadece
İlah tarafından seçilmiş veya onunla ilişki kurmuş masum bir imamın
bilebileceğini iddia eden gruplara verilen isim[91]olduğu
gibi İslamda her şeyin bir gizli bir de zahiri anlamı bulunduğunu; Kur’an’ın
özünü bilip zahirine gerek olmadığını savunma biçimine verilen isme de
Bâtınîlik denir[92].
Bâtınîler
nasları zâhir ve bâtın olarak ayırarak te’viller yapıp, islam’ın temel
esaslarını bütün müslümanlar’ın anlayışından farklı olarak yorumlayıp, din
anlayışını inkar sınırına getiren ve aynı zamanda merkezi otoriteye karşı
isyancı bir politika güden ve farklı siyasi gruplar içinde de kullanılan ortak
ve genel bir isimdir[93].
Çeşitli
kaynaklarda ve araştırmalarda Bâtınîler “ teşkilat, devlet, tarikat, düzen,
mezhep, fırka, cereyan, hareket ”vs. gibi sıfatlarla tanımlanmıştır[94].
Bâtınîlik,
gerçek ve dinsel bilginin kutsal kitapların ifadesinde değil, ama bu ifadeleri
oluşturan sözcüklerin özgün anlamlarında saklı olduğuna ve bu gizeme de sadece
kutsal, masum ve seçkin bir din önderi olan imamın ulaşabileceğine inanmaktır.
Bâtınî bilgi, âlemin içinde saklanıp esası oluşturan ve yaratılıştaki akılla
uyumlu olduğu varsayılan gizemin sezilmesidir. Bâtınîlik İslam dininin temel
ilkelerini değiştirip Sünni öğretiyi kaldırmayı amaçlamış, Müslümanlar için
ciddi bir tehdit oluşturmuştur. Aynı zamanda Bâtınîlik, Yahudilerin Kabala
akımını benimsemiştir. Onlar zamanın adaletsiz yaptırımlarına ve
düzensizliklerine karşı yeni bir sistem oluşturabilmek amacındaydılar.
Bâtınîlik, batı düşüncesinde ezoterik bilgi olarak tanımlanmaktadır. Bâtınîlik
insanlığın bilgi düzeyinin üstünde var olduğu düşünülen ezoterik bilgiyi
anlatır. Bâtınîlik bilgiye kutsal imam tarafından ulaşıldığını öne süren bir
inanç biçimidir[95].
Bâtınîlik
kavramı, İsmaili ve Karmati hareketleri için de kullanılmakla beraber, Şiî
fırkaların hepsini ifade eden bir kavram olarak da kullanıldığını belirtenler
vardır[96].
Bâtınîlik
hakkında yapılan tanımlardan bazıları şunlardır:
Hodgson’a
göre Bâtınîyye, geçmiş zamanlarda İsmailiyye fırkasına verilen bir ad olup, bu
fırka taraftarlarının kutsal metinlerin sözel kalıplarının ardındaki saklı
manaya gelen “batın” terimine yönelik aşırı vurgularına işaret eder. Geoffrey
Parrinder’e göre Bâtınîyye, genelde bir takım Şiî fırkalar için kullanılan bir
lakaptır. Abdülbaki Gölpınarlı’nın tanımına göre Bâtınîlik, başta erken dönem
aşırı Şiî fırkalar olmak üzere, yıldızları yeryüzünde tedbir sahibi sayan
Sabiilikle eski Hint-İran-Yunan inançlarının karışımından oluşan ve İslam
dinini bu İnanç biçimlerine uyarlamaya çalışan anlayışların hepsidir. İzmirli
İsmail Hakkı’ya göre ise, Bâtınîyye,” Bab-ı şeriattan bab-ı ilhada, bab-ı
haktan bab-ı batıla girenler, kendilerini teşeyyü ile gizleyenlerdir”. Hilmi
Ziya Ülken’e göre, Şiî mezhebini benimseyenlerin fikri cephesine verilen bir
isimdir. Ahmet Ateş’e göre, her zahirin bir batını olduğunu ve Kuran ile
hadislerin sadece te’vil yoluyla anlaşılabileceğini ortaya atan fırkaların tümü
için kullanılan ortak bir isimdir[97].
Yusuf
Derviş Gavanime, Bâtınî hareketin dinsel yönünün yanında kültürel ve etnik bir temelinin
olduğunu belirterek bu hareketin Farisi-Mecusi kökenli bir davet olduğunu,
gerçek amacının Arap nüfuzunu ortadan kaldırmak olduğunu belirtmiştir[98].
Bâtınîlik
hakkındaki bilgilerin hemen hemen tamamının muhalifleri tarafından yazılan
eserlerde yer aldığı ve bu eserlerin bazı mezhebi ve ideolojik etkilerle
yazıldığı söylenebilir[99].
Değişik
bölgelerde değişik kimlik ve biçimlerde kendilerini tanıttıklarından onlara
nispet edilen birçok isim vardır[100].
Irak
ve Bahreyn taraflarında Karmatîlik; İran’da Bâtınîlik, Haşhaşin, Sabbahi,
Ta’limiyye ve Melahide ünvanları ile zikredilmiş; Mısır’da Fâtımiyye ve Şia;
diğer yerlerde Seb’iyye, İştirakiyye, Sahibiyye, İbahiyye isimleri ile
anılmıştır[101].
Onlar
imama ve peygamberlere inançta aşırılığa giderler. (Gulüv). Aynı zamanda onlar
ahireti kabul etmeyip ruh göçünün olacağını savunurlar. Dinleri görünüşteki
anlamıyla değil de Bâtınî olarak anlamak gerektiğini belirten Batınîler, dış
görünüşün, gerçeğin sadece kabuğu olduğunu, gizli anlamın ise özü olduğunu
söylemişlerdir[102].
Bâtınîler,
her şeyin bir Bâtınî bir de zahir olduğuna inan Şiî bir fırkadır. Bundan dolayı
Kuran ve hadisleri te’vil etme yoluna giderler. Onlar manaların gizliliği
sebebiyle herkesi batınÎ işleri kavrayamayacağını ileri sürerler. Bu yüzden
bütün herkes bir imam ya da öğretmene ihtiyaç duyar. Bu kişi, zahiri te’vil
eden ve Bâtını ortaya çıkaran kişidir[103]
[104].
Onlara
göre Allah, evrendeki her varlığı dini gerçeklere işaret eden çift boyutlu bir
104
işaret
olarak yaratmıştır.
Bâtınî
düşüncede sürekli batına vurgu yapılması, zorunlu olarak zahirin geri plana
atılmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı da zahirin dışlanması veya zahiri
anlam ve hükümlerin sıradan insanlara hitap ettiği şeklinde bir anlayışa yol
açmıştır. Örneğin Sicistani ve Nasır-ı Hüsrev, dinin zahiri hükümlerine uymayı
kabul etmelerine rağmen, bunun sıradan insanlar için geçerli olduğunu ifade
etmişlerdir[105].
Bâtınîlerin
yönetici ve dâîlerinin birçoğu aydın ve bilim adamlarından oluşmuştur. Örneğin
Hassan Sabbah dinî eğitim almış biri, İbn Attaş Alamut’un ilk doktoru, Sinan
ise Basralı asiller sınıfından bir ailenin oğlu olup öğretmendir. Bâtınîlik,
birçok filozof ve bilim adamının sempatisini kazanmıştır. Mesela Türk asıllı
ünlü filozof ve hekim İbn Sina, ünlü dini âlim Nâsır-ı Hüsrev bunlara örnek
gösterilebilir. Nasır-i Hüsrev, Mısır’daki Fatımî halifesinin Horasan’daki
“Hüccet” sıfatını bulunduran en büyük vekili ve dâîsi olmasının yanında
edebiyat dünyasında da manzum, ve mensur olan önemli eserler ortaya koymuştur.
O,“Sefernâme, Divan, Zâd-ülmüsafirin, Ruseyiname, Saadetname, Vech-i Din”
eserlerinde Bâtınîlik konusuna yer vermiştir. O aynı zamanada Şeriat
esaslarını, Kuran’ı, namazların rekâtlarını, bayramı, bayram namazını, zekatı,
orucu, hadleri, deccal’i, v.s.’yi Bâtınî hükümlere göre te’vil etmiştir. Dünya
ilimlerinde çok etkili olan, geometri, trigonometri ve astronomi başta olmak
üzere bilimin ve felsefenin çeşitli alanlarında çalışmalar yapan Nasirüddin
et-Tûsi’nin de Bâtınî olduğu söylenmiştir. Onun Alamut kalesi kütüphanesinden
çıktığına inanılan “Tasavvurât” adlı büyük bir eserinin olup olmadığı
tartışılmaktadır. Nasirüddin’nin Bâtınîler tarafından Alamut’a kaçırılıp
hapsedildiğinden bahsedilirken kendisinin de buraya gönüllü olarak gitmiş olma
ihtimali vardır. Dönemin ünlü şair ve yazarı Şîrazînin de, Bâtınî olduğu
söylenmektedir. Bâtınîler’den günümüze çok fazla eser kalmamıştır. Ancak XV. ve
XVI. yüzyıllarda da Seyyid Suhrâ Veli-i Bedehsanî’nin, Ebu- İshak-ı
Kühistanî’nin, Hayr-ı hah-i Heratî’nin eserleri bunlar arasında sayılabilir.
Çok daha eski metin parçaları ile özellikle bizzat Hassan Sabbah’ın “Dört
Fasıl” adlı eseri de günümüze gelmemiştir[106].
Kuran’ın
bir dış yüzü bir de iç yüzü vardır. Kuran’ı, ayetlerin iniş sebeplerini fıkhi
hükümlerini, muhkem veya müteşabih olduğunu, onlara ait hadisleri bilen biri
elbette başka türlü anlar. Aynı zamanda namaz kılandan kılana da fark vardır.
Kuran’ın batınını bilen, bu anlayış seviyesine gelen kimseden zahirine riayet
etme lüzumu ortadan kalkar; artık ona ibadetin gereği yoktur düşüncesini taşımak
Bâtınîliktir[107].
Aşağıdaki
şekilde belirtildiği üzere (ki kısmen Şiî İslâm’ın görüşünü de yansıtmaktadır)
her resul hem nebi ve hem de veli olmaktadır. Velayetin ve nübüvvetin şartları
bütün resullerde vardır. Her nebi, velidir ancak resul olamaz. Kendisinin bir
şeriatı yoktur, kendisinden önce gelen resulün şeriatına uyar. Veli, nebi veya
resul olmadığı gibi velayet makamının sahibi olan imamdır. Hulûl ve ittihad:
Bâtınî itikadın temel esaslarından birisi olup bütün fırkalarda ortaktır.
Hulul, İlahın bir bedene girmesi olup Bâtınî açıdan ise, İlahın imamın bedenine
girmesi ve kâinatı bu şekilde idare etmesidir. İttihad ise İlahın imamın
bedenine girmesi, imamın da İlahın varlığında erimesi, İlahlaşmasıdır. Tenâsüh:
Bâtınîlerde ahiret, kıyamet ve haşr gibi inançlar yoktur. Bâtınîlikte öldükten
sonra ceset çürür ve toprağa karışarak tekrar döner. Ruh ise kişiye bağlı
olarak ya başka bir kimsenin bedenine, ya da bazı hayvanların bedenlerine
girer. İbâhilik: Her şeyi mübah saymaktır. Bâtınîlere göre, dinin bâtınını
bilen kişiden dinin zâhiri tarafı düşer. Bundan dolayı dinin görünürdeki ibadet
ve emirlerine uymanın bir anlamı ve önemi yoktur. Aslında ibahilik, bâtınî
davetin özünde var olan bir anlayıştır[108].
Bâtınîlikte
teşkilat İmam, Hüccet, Zu-Massa, Dâi-i Ekber, Dâi-i Me’zun, Mukelleb, Müstecib
olmak üzere yedi kısma ayrılır. İmam: Batın bilgisi olan ve tüm Bâtınîlerin
lideri olan kişidir. Hüccet: İmam vekili olan zattır. Zu-Massa: Batın bilgisini
Hüccetten iktibas eder. Dâi-i Ekber: Halkı Bâtıniliğe çağıranların en büyüğü
olan kişidir. Dâi-i Me’zun: Halkı Bâtıniliğe çağırıp, kabul edenlerin sözünü
alan kişidir. Mükelleb: Bâtıniliğe girebileceklerin düşüncelerini çelen
kişidir. Müstecib: Bâtıniliğe girmiş kimsedir[109].
Bâtınîlere
göre âlemde Akl-ı Küll derecesinde olan kişi Peygamberdir. Onun aldığı hükümler
vahiydir ve bu hükümler onun söylemesiyle dile gelir, yazılır, okunur. Bundan
dolayı Peygambere “ Natık” yani söyleyen denir. Natıkın sözleri, mecazi
anlamlar taşıdığı için bu sözlerin hakiki anlamlarını bilen ve yorumlayan
peygamberin varisi olan imamdır. Bu kişiye de susan manasında “ Samıt ” denir.
Onlardan sonra art arda gelen yedi imam mevcuttur. Bu İmamların yedincisine “
Hudavend-i Kıyamet“ adı verilmiştir. Onun ortaya çıkmasıyla kıyamet kopar ve şeriatın
kuralları sonar ermiştir. Bu süreçten sonra yedi İmamlı yeni bir devir başlar[110].
Bâtınîlik’te
imâmet çok önemlidir. Hatta Bâtıniliğin esasını İmamet oluşturmaktadır. Bâtınî
inancına göre, her imâmet döneminde Kuran’ı açıklama yetkisi bulunan bir imam
vardır. İmamlık insana Allah’ın bir lütfudur. Seçimle değil Allah’ın iradesiyle
kazanılır. Bundan dolayı da İmamın soyu da imamlık ayrıcalıklarını elinde
bulundurur[111]. Bâtınî
inancına göre, birlik ve dayanışmanın ancak mutlak otorite ile
gerçekleşebileceği ve bu otoritenin kaynağının da Allah’ın yeryüzünde vekili
olan masum imam olduğu düşüncesi benimsenmiştir[112].
Bâtınîlere
göre İmam; cismani şekli bilinerek, ismini ve cismani nesebini tanıyarak,
teslim olarak, zatıyla tanınarak bilinebilir[113].
Bâtınîler,
“İrfani” çözümlere yönelmiştir. İmamın beşeri yönünden bahsedildiğinde Bâtınî
yazarlar, İmamın bedeninin etten-kemikten yani diğer insanlar gibi beden
olmadığını anlatmışlardır[114].
Onlara
göre peygamberler, başa geçmeye en müsait insanlardı. Bu yüzden ibadetler,
nübüvvet, şeriat ve imâmet iddiasıyla halka hâkim olmuşlardır. Bâtınî te’vil
için uğraşan herkes salih amel işleyen kimselerdendir. Zahire göre hareket
edenler ise aldatılan ve şeytanın tuzağına düşen kimselerdir[115].
Onlar,
Peygamberlerin başa geçmeyi çok isteyen kimseler olduklarını; Peygamberlik ve
imâmet iddiası ile başkanlık peşinde olan toplulukların dini yasalar ve hile
göstererek idare ettikleri iddiasında bulunmuşlardır[116].
Bâtınîler,
Peygamberlerin mucizelerini kendi kafalarına göre yorumluyorlardı. Mesela Nuh
tufanı, halkın bâtın bilgisinde kaybolmasıdır. İbrahim’in atıldığı ateş,
Nemrut’un kızgınlık ateşidir. Musa’nın asası, Firavun’un delillerini çürüten
kesin kanıttır. İsa’nın beşikte konuşması, onlara delil göstermesidir[117].
Bâtınîlere
göre evren sonsuz ve yaratılmamıştır. Evren kendi bütünlüğü içinde dokuz evreni
kuşatmıştır[118].
Bâtinîlere göre felekler ve tabiatlar akıl ve nefis sayesinde harekete geçmesi
gibi, nefsin ve kişilerin de hareketlenmesi dini esaslardandır[119]. Aşırı
Bâtınîlere göre, âlem ilksiz ve sonsuzdur. Bâtıniliğe göre evren ve var oluş
sonsuzdur. Bâtınî inancına göre her bir peygamberin şeriat zamanı yedi
yüzyıldır. Bu zaman Mehdinin gelmesiyle dolar. Bu ise kıyametin kopması
anlamına gelir[120] [121].
Bâtınîlikte
söz sahibi olan kişilerin eserlerinde yazdıklarına göre, İlah nefsi
yaratmıştır. Bundan dolayı ilah ilk, nefis ise ikincidir ve ikisi de âlemi
idare ederler. Bunlara Birinci ve İkinci isimlerini vermişlerdir ama onlara
Akıl ve Nefs de demişlerdir. Sonra bu ikisi bu âlemi düzenleyenler olmuştur.
İşte Bâtınîler, halkı bu fikirlere sevk edecek esaslar ortaya atmışlardır.
Bâtınîler, dinin temel özelliklerini şirke saparak te’vil etmişler sonra da
şeriat hükümlerini şeriatın yok edilmesiyle veya Mecusilerinkine benzer
hükümlerle yorumlama yöntemine başvurmuşlardır. Yani şeriatı kendi istekleri
doğrultusunda te’vil 121 etmişlerdir.
Bâtınîlerin
ibadetleri üç aşamada ele alınabilir. Bunlardan ilki, Hasan Sabbah dönemidir ki
bu dönemde Hasan Sabbah sofu bir hayat yaşamıştır. İkinci aşamada 2. Hasan’ın
kıyameti ilan etmesiyle bu durum değişmiştir. Üçüncü aşamada, Batıni imamlardan
birisi olan Celalettin zamanında gerçekleşen Setr dönemi başlar ve kıyamet
öğretisini kaldırıp yerine İslam’ın ilkelerini yerleştirmeye çalışır. İbadet
yerleri ile ilgili kaynaklarda yeterince bilgi yoktur. Batın dâima zahirin
üstündedir[122]. İmam
Gazali’ye göre onların görüşleri, İlahiyat, nübüvvet, imamet ve haşr olmak
üzere dört grupta toplanabilir[123].
Bâtınî
düşüncedeki dualist İlah anlayışı, biri diğerinin hizmetinde olan iki ilahın
varlığını savunan hermetik teolojiyle irtibatlandırılabilir[124].Ehl-i
Sünnet alimlerinden İmamü’l Haremeyn El-Cüveyni bu konuyla ilgili şöyle
söylemektedir:” Alamin yaratıcısı hak ehline göre birdir. Şayet biz iki zıt
araz farz ederek, iki ilah olduğunu düşünsek, bu ilahlardan birinin iradesini o
zıt arazlardan birine, öteki ilahınkini de zıtların diğerine ait kılsak, ya her
ikisinin de diledikleri gerçekleşecektir veya hiç birinin iradesi
gerçekleşmeyecektir ya da sadece birisinin iradesi gerçekleşecek, diğerinin ki
gerçekleşmeyecektir. İkisinin iradesinin birden yerine gelmesi imkansızdır.
Zira iki zıt şeyin bir araya gelmesi düşünülşemez. Aynı şekilde iki ilhın
iradesinin gerçekleşmeyecek olması da düşünülemez. O halde, bu iki durum batıl
olduğuna göre önümüzde sadece üçüncü seçenek kalmaktadır, o da “birinin
iradesinin yerine gelip, diğerininkinin gelmemesi”dir. İradesi yerine gelmeyen
ilah mağlup olmuş, alçalmış ve ilah olma vasfını kaybetmiştir. İradesi yerine
gelen ise, dilediğini husule getirmeye kadir olan ilahın kendisidir”[125].
Bâtınîler,
te’villerinden dolayı” Nufat as-Sıfat” sıfatları nefyediciler ve “ Muattılat
as- Zat” Allah’ın zatını reddedenler diye isimlendirilmişlerdir[126].
Bâtınîler,
“Biz Allah’ın var veya yok olduğunu, kadir, aciz, âlim, cahil olduğunu
söylemeyiz” diyerek sıfatların hepsinde aynı yönü benimsemişlerdir. Bunlar
Allah’ın sıfatlarını kabul etmemişlerdir, zatının sıfatlardan tamamen farklı
olduğunu söylemişlerdir. Kıdem konusunda da aynı fikri ortaya atmışlardır “Biz
Allah’ın yaratılmış veya ezeli olduğunu söylemeyiz” dediler[127].
Bâtinîler,
dini bir eser veya ilmi bir tartışma olduğu zaman felsefi düşüncelerden, diğer
dinlerin bilgilerinden yararlandıkları halde kendi görüşlerine bir takım gizli
ve esrarlı özellikler katarlar. Bâtinîler zahirde başka şekilde görünür,
bâtında amaçladıkları gibi yürürler. Bâtinîler, amacına ulaşmak için birtakım
esaslar oluşturmuşlardır. Bu esaslar mezhebin mahiyetine aittir[128].
Takıyye, İman ve itikadı zamanına ve yerine göre gizleyerek başka türlü itikat
ve başka biçimde iman etmek olarak tanımlanabilir. Bâtınî mensupları
kendilerine diğer inançlardan gelebilecek tehlikeleri Takıyye yaparak
engellemeye çalışmışlardır[129].
Bâtınîler
Fıkıh konusunda bazı sorular sormuşlardır. Neden sabah namazı iki, öğle dört,
akşam üç rekattır? Neden her rekatta bir rüku iki secde vardır? Neden abdest
dört organla alınıyor da, teyemmüm iki organla alınıyor? Hırsızlık için niçin
el kesme cezası veriliyor da zina için dayak cezası veriliyor? Aldatılmış kişi
bu soruları onlardan duyduğu zaman, açıklama beklemekte ve onlar da ona,
“bunların bilgisi, bizim imamımızda ve sırları açığa vurmaya yetkili olan
kişidedir” demektedirler. Böylece onlar, bu hile ile o kişiyi şeriatın
esaslarını yerine getirmekten uzaklaştırmış olurlar. O kişi, ibadetleri terk
etmeyi ve haramları helal saymayı alışkanlık haline getirdiği zaman ona şöyle
derler ki: “ Eğer bizim her şeyden müstağni ve kadim Bir İlahmız olsaydı,
kulların rükularında ve secdelerinde, taştan bir evin etrafında dolaşmalarında(tavaf),
iki tepe arsında say etmelerin de onun için bir fayda bulunmazdı.” O kişi,
onların bu açıklamalarını kabul ettiği takdirde Tevhitten uzaklaşıp zındık
haline gelmiş olur[130].
Bâtınîlik
ile ilgilenen birine “sırları keşfetmeye bak; halkın kabul ettiği dış mânâlara
takılıp kalma; kendin için bu hali devam ettirmeye razı olma; Kurân’ı ve
remizlerini iyi düşün; meselelerini ve hangi mânâya misal olduklarını öğren;
namaz, zekat, temizlik ve Peygamberden sarahatin ibare ile değil, rumuz ve
işaretle rivayet olunan emirlerin anlamlarını öğren. Çünkü bütün insanların din
adına yaptıkları işler, perde altında olan bir takım mânâlar birer darbı
meseldir. Bu nedenle sen namazı ve onun gizli anlamını bil, Bâtınî mânâlarını
öğrenmeye çalış, çünkü gizli mânâları bilinmeden yapılan işler sahibine fayda
vermez” dedikleri kaynaklarda belirtilmektedir[131].
Bâtınîler, kendi gizli dillerini varlıklar ve olgular arasındaki benzerlik
ilişkilerine dayandırmışlardır[132].
Sayılar
ve harflerin bazı gizli anlamlar içerdiği düşüncesi kadim medeniyetlere kadar
uzanır. Bu öğretiye göre sayı Allah ile dünya arasında bir aracı olur. Her
sayının kendine özgü bir gizemi ve metafizik anlamı vardır[133].
Bâtınîlerin
giyim kuşamları ile ilgili kaynaklarda açık olarak bilgi yoktur. Onlar
genellikle kılıktan kılığa girmişlerdir. Durum ve şartlara göre hareket
etmişlerdir. Bâtınîler, bazen meşhur âlimlerin derslerine giren öğrenci, bazen
bir sufi, kimi zaman saray çocuklarına ders veren bir öğretmen bazen de bir
satıcı olmuşlardır[134].
Bâtınîlik
dilimize “İçrekçilik” deyimiyle çevrilen bir akımdır. Bâtınîlik siyasi hedefler
taşımış ve bu hedeflere ulaşma yolunda din görünüşünden faydalanmıştır.
Bâtınîlerin yaptıkları yoruma göre namaz kılmanın amacı, Allah’a yaklaşmaktır,
Allah’a yaklaşmış 135
olanların
namaz kılmalarına gerek yoktur.
Bâtınîyye
fırkasına ait eserlerin yeniden ele alınması ve değerlendirilmesi sonucunda bu
fırkanın taraftarlarının fırka teşekkül ettiğinden itibaren dini metinlerin
Bâtınî yönüne dayalı yorum anlayışları, dini öğretilerinin temelini oluşturan
bir sistem olarak görülmüştür[135] [136].
Bâtınîler,”Düşünce
özgürlüğünden gerçeğin ışığı çıkar” esasını savunmuşlardır[137].
Bâtınîlere göre; “ Aydınlık âlemine ulaşmanın biricik yolu bedeni yok ederek
ruhu temizleyip kurtarmaktı” Böyle bir yücelik sadece dünyasal arzuları terk
etme ve dinsel bir arınma ile elde edilebilirdi. Bunun için, gerçeği bilen
imama mutlak olarak boyun eğmek gerekliydi. Çünkü gerçeğin bilinmesinde akla
dayanan bilgi önemsizdi. Bilgiyi açıklayan imamdı ve onun emirleri Allah’ın buyrukları
olarak görülüyordu[138].
Bâtınîler
halka çeşitli maskeler altında görünüyorlardı[139].
Bâtınîler, halifelik kurumunu tamamen kaldırıp, kendi inançları doğrultusunda
ve imamın liderlik ettiği yeni bir siyasal ve toplumsal düzen oluşturmak
amacındaydılar[140]. Bâtinîyye’nin
amacının Dehriyye görüşünü yaymak, ibadetleri terk etmek ve haramları helal
saymak olduğu açıkça ortadadır[141]. Sonuç
olarak onların gittikleri yol zahirde dinin aslını terk etmek, batında/gizli
olanda ise mutlak anlamda küfür olmuştur[142].
Bâtıniliğin
temel eserleri önce Celaleddin Nov-Muselman tarafından sonra Moğol istilasında
yakılmış olmasından dolayı Bâtınî inançları, elimizde kalan Bâtınîler
tarafından yazılmış kitaplarla onlar aleyhinde yazılan kitapları
karşılaştırarak anlayabiliriz.
Şimdi
de Ehl-i Sünnet hakkında genel bilgeler vereceğiz. “Sünnet” kelimesi yol,
gidiş, tarz, üslup, davranış ve adet anlamlarına gelir. Kelam ilminde Sünnet
kavramı, bidatın karşıtı olarak görülmüştür Ehl-i Sünnet ifadesinde bulunan
Sünnet kelimesi, biri metot, diğeri Peygamber’in hadisi olmak üzere iki anlama
gelir. Ehl-i Sünnet herhangi bir ekol ve fırkanın
ismi
olmayıp, bir metodolojinin adıdır. Ehl-i Sünnet kavramı, toplumsal bilinçte
oluşan zihni bir geleneğin nakli yoluyla Ehl-i bidat karşıtlığı olarak kullanılmıştır[143].
Ehl-i
Sünnet kavramının ilk olarak ne zaman ve kim tarafından kullanıldığı konusunda
bir güçlük olduğu bilinmektedir. Ehl-i Sünnet Kavramı ilk defa Hicretin 3.
Yüzyılına ait bazı eserlerde geçmiştir. Bazı rivayetlerde Muhammet bin Sirin’in
bazılarında ise İbn Abbas’ın bu kavramı kullanan ilk kişi oldukları
belirtilmektedir. Bu kavramı Ahmet bin Hanbel, “Ehlu’s- Sunne ve’l- Cemaat ve’l
Asar”, Ebu’l Leys es-Sermerkandi, “Ehlu’s Sünnet ve’l Cemaat”, İbn Teymiyye ise
“Ehlu’l- İsbat ve’s- Sünne ve’l-Hadis” şeklinde tanımlamışlardır. Ehl-i Sünnet
bir zihniyet yapısı, düşünsel bir akım ve kendine özgü özellikler taşıyan bir
bilgi anlayışıdır. İlk dönem literatüründe Ehl-i Sünnet kavramı dar ve özgül
bir anlamda kullanılmıştır. Ehl-i Sünnet kavramının ilk kullanım biçimi,
hadisçileri ifade etmekteydi. Ehl-i Sünnet’in doğuşunu inceleyen bazı
araştırmacılar, bu kavramın ilk dönem eserlerindeki kullanımının daha özel bir
anlamı olduğunu belirtmişlerdir[144].
İmam
Rabbanî, Ehl-i Sünnet’i şöyle tanımlamaktadır: “Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’in
daha faziletli oldukları inancı, Hz. Osman ile Hz. Ali’nin sevgisi
birleştirilirse bu, Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat’in hususiyetlerinden olur”[145].
Sünnet
kavramı sözlükte; bir şeyi parlatmak, yöntem, gelenek, dosdoğru yol şeklinde
tanımlanmıştır. İslam öncesi dönemde sünnet kavramının önemli bir yeri vardı.
Nitekim bu kavram, Kuranda etkin ve belirleyici bir kullanıma sahipti. Ehl-i
Sünnet siyasi ve kelami bir düzlemde doğmuş, söylemsel ve düşünsel yönünün
şekillenmesinde hadis, fıkıh ve siyaset ögelerinin belirleyici etkisi olmuştur.
Ehl-i Sünnet’in anlaşılması hususunda, geleneksel sünni bir âlim için ortada
ciddi bir sorun yoktur. Çünkü Sünnilik kültürel ya da tarihsel bir oluşum
değildir. Aksine o bizzat İslam’ın kendisidir. O her zaman vardı ve öylece
süregelmiştir. Ehl-i Sünnet ekolünün ideolojik ve düşünsel yapılanmasında bazı
öncü âlimlerin etkisi bulunmaktadır. İbrahim en-Nehai, Abdullah Bin Ömer, Hasan
el Basri, Şa’bi gibi düşünürler yaklaşım ve fikirleriyle Sünni ekole öncülük
etmişlerdir[146].
Hz.
Peygamber ile ashabın dinin temel esaslarında izledikleri yolu benimseyenlere
Ehl-i Sünnet mensupları denir. Sözlükte "mânevî alanda çizilen yolu
benimseyenler" manasına gelen Ehl-i Sünnet tamlaması Ehl-i Sünnet ve'l
-cemâat tabirinin kısaltılmış şeklidir. Buradaki sünnetten maksat, dini tebliğ
ve beyan etmekle sorumlu olan Hz. Peygamber'in İslâm'ın temel esaslarını anlama
ve benimseme biçimidir. Cemaat kavramı, her dönemdeki Müslümanların büyük
çoğunluğu ve müctehid âlimler gibi farklı biçimlerde yorumlanmışsa da vahyin
ilk muhatapları olup ahlâk, hukuk, inanç ve ibadet konularıyla İslâm'ı bir
bütün olarak sonraki nesillere aktaran ashap cemaati anlamına geldiği yolundaki
görüş tercih edilmiştir. Buna göre Ehl-i sünnet'i, "Hz. Peygamber ile
ashap cemaatinin dinin temel konularında takip ettikleri yolu
benimseyenler" diye tanımlamak mümkündür. Bu tarifte yer alan "dinin
temel konularından maksat, İslâm'dan olduğu kesinlikle bilinen ve
"usûlü'd-dîn" diye de isimlendirilen hususlardır. Sünnet kelimesi
daha çok, ilâhî tebligatı yalanladıkları için geçmiş peygamberlerin ümmetlerine
uygulanan ve dünyevî azap manasında Kur'ân-ı Kerîm'de geçmekteyse de Ehl-i
Sünnet kelimesi Kur'an'da yer almamıştır.Ehl-i Sünnet taraftarlarına
"sağlam ve doğru inancı benimseyenler”manasında "Sünnî" adı
verilir. Ehl-i Sünnet kelimesi Dârimide bulunan bir rivayete bakılırsa ilk kez
Hasan-ı Basrî tarafından kullanılmıştır. Ehl-i sünnetin III. yüzyılda itikadî
bir mezhep olarak teşekkül ettiği söylenmiştir. Yeni araştırmalara göre Ehl-i
Sünnet ve'l-cemâat'in başlangıcı ilk siyasî görüş ayrılıklarına dayanmaktadır.
Hasan-ı Basri başlangıç dönemi Ehl-i Sünnet sisteminin şekillenmesinde önemli
rol oynamıştır. Hasan-ı Basri’den sonra tanınmış dilci Asmaî'nin rivayetine
dayanılarak Eyyûb es-Sahtiyânî (ö. 131/749), Yünus b. Ubeyd, Süleyman b. Tarhân
ve Abdullah b. Avn (ö. 151/768) Ehl-i sünnet'in kurucuları arasında
gösterilirse de kaynaklarda bunların konuyla ilgili görüşleri ve eserleri
hakkında yeterli bilgi yoktur. Ebu Hanife, Ehl-i Sünnet akaidinin oluşmasına
etki eden âlimlerden birisidir. III. (IX.) yüzyılda "ehl-i hadîs
kelâmcıları" diye anılan yeni bir grup ortaya çıkmıştır. İbn Küllâb, el-
Basrî ile Hâris el-Muhâsibî'nin başını çektiği bu grup daha sonra Ehl-i Sünnet
kelâmcılarını meydana getirecektir. Ehl-i Sünnet kelâmcıları IV. yüzyılın
başlarından itibaren müslüman çoğunluğun mezhebi durumuna gelmeye başlamıştır.
Bu yeni hareket daha sonra bir taraftan Ebü Mansür el-Mâtürîdî diğer taraftan
Ebü'l-Hasan el-Eş'arî ile canlılık kazanmıştır. Günümüzde Ehl-i sünnet, % 90'ın
üstünde Müslüman çoğunluğunun mezhebi durumundadır. Ehl-i Sünnet mensupları
Şîa'nın yoğun olduğu İran, Irak, Yemen ile Kuzey Afrika ülkelerinin bazı
bölgeleri ve az miktarda İsmâilî'în bulunduğu Pakistan ile Hindistan'ın bazı
yöreleri dışında bütün İslâm ülkelerine yayılmış durumdadır. Ehl-i sünnet'in
Selefiyye, Eş'ariyye ve Mâtürîdiyye gruplarından meydana geldiği genellikle
kabul edilmekle beraber değişik bazı görüşler de vardır. Selefiyye'den Âcurrî,
İbn Hazm, İbn Teymiyye, Seksekî, M. Reşîd Rızâ,
Abdullah
Bâbetîn gibi âlimler Selefiyye'yi Ehl-i sünnet'in temsilcisi saymışlardır. İbn
Hazm ise Eş'ariyye’yi Ehl-i sünnet'e en uzak olan fırka olarak
nitelendirmiştir. İbn Teymiyye, Hulefâ-yi Râşidîn'i meşrû kabul ettiklerinden
dolayı bazan Mu'tezile'yi de Ehl-i sünnet grupları arasında zikretmiştir. Ehl-i
sünnet, Hicrî I. yüzyılın sonunda ortaya çıkmaya başlamış ve IV. yüzyılda
teşekkülünü tamamlamıştır. Ehl-i Sünnet aklı vahye tâbi kılıp vahiyle akıl
arasında bir denge kurmak, ayrıca kitap, sünnet, icmâ, kıyas gibi bütün şer'î
usullere başvurmak suretiyle doğruya ulaşma ihtimalini arttırmış ve hemen hemen
her meselede mutedil bir konumda yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmaya
çalışmıştır. Ehl-i sünnet'in İslâm ilimlerinin kuruluş ve gelişmesine yaptığı
katkılar da önemlidir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, siyer gibi temel İslâmî
ilimler alanındaki kaynak eserler genellikle Sünnî âlimler tarafından
yazılmıştır[147].
Ehl-i
Sünneti ifade etmek için bazen de “Ehl-i Hak” terimi kullanılır. Ehl-i Sünnet,
ashaba saygı ve muhabbetle bağlı kalmış, rivayetlerini kabul etmiş, onları
hayırda önder bilmiştir[148].
Kaynaklar Bâtınîyye düşüncesinin İran, Hint
ve Eski Yunan fikirlerinden derlendiğini, en azından bunlardan etkilendiğini kabul
eder. Bâtınîler “İhvan-ı Safa” felsefesiyle de ilgilenmişlerdir. Bâtınîyye
Allah’ı “akıl” olarak isimlendirir. Onlara göre Akıl yaratıcı ve kadimdir. Akıl
nefsi yaratmıştır. Allah âlemi nefis aracılığıyla yaratmıştır. Güya teşbihten
kaçınmak için Allah’a sıfat nisbet etmezler. Bâtınîlerin İlahiyat, Peygamberler
ve peygamberlik ile ilgili görüşleri filozofların görüşlerine benzerdir.
Bâtınîler, insanların tekrar dirilmelerini, cennet ve cehennemi, kıyametin
kopmasını, mükafatve azabı peygamberlerin aktardığı ve nasların ifade ettiği
zahiri anlamda kabul etmezler. Bâtınîler İbaha inancına sahiptirler. İbaha
farzları terk etme ve haramları işleme konusunda serbestliği ifade eder. Onlara
göre ibadetler, haddi zatında farz değil, nafiledir, nimetleri verene karşı bir
teşekkürdür. Bu ibadetleri isteyen yapar isteyen yapmaz. Haramlar da insanların
arzularına bağlı olup yapılmasında bir azap yoktur[149].
Bâtınîliğin Ortaya Çıkması ve
Gelişmesi
Bâtınîliği
araştıranlar, bu hareketin kökeni, öğretileri ve tarihi hakkında kesin ve net
bilgilere ulaşamamışlardır[150]. Bâtınî
davetin İslam dünyasında ilk kez kimler tarafından ve ne zaman ortaya çıktığı
konusunda kaynaklarda verilen bilgilerdeki tutarsız ve çelişkili bilgiler
nedeniyle kesin bir sonuca ulaşılması zordur[151].
Bâtınîlik
İslam’a özgü olmayıp, kökeni eski tarihlere dayanmaktadır. Antik çağda başlayan
te’vil geleneği, Yahudi kökenli Philon tarafından devam ettirildi. Sonra
Hristiyan savunucuları tarafından devam ettirilen bu gelenek, Eflatunculuk, ve
eski Yunan kültürüne alternatif olarak ortaya çıkmıştı[152].Bâtınîliğin
kaynakları arasında eski din ve kültürlerin etkisinin olduğu ifade edilmiştir[153].
Bâtınîyye
fırkası ilk defa 1172 senesinde ortaya çıkmıştır. Bâtınîyyeyi ilk ortaya
çıkaran grup, İslam’a ve Hz. Peygamber’e karşı kalplerinde kin
beslemekteydiler. Bu grup Yahudi, Mecusi, Mülhide ve filozoflardan oluşmuşlardı[154].
Şerafettin Yaltkaya, eldeki mevcut kaynaklardan hareketle Bâtınîliğin bir
tarihçesini ortaya koymaya çalışmıştır. Bâtınîlik ile kadim kültürler
arasındaki ilişki olduğunu vurgulayarak, İslam tarihinde Bâtınî fikirleri ilk
kez kimlerin söylediğini ve söz konusu fikirlerin neler olduğunu açıklamaya
çalışmıştır[155].
Yaltkaya, Bâtınîliği, Ebül-Hattâb el-Esedî ile başlatır ve onun “Tarihen en
eski bâtınî” olduğunu ifade eder[156].
Bâtıniyye
kelimesi erken dönem kaynaklarında ilk olarak Makdisî'nin el-Bed' ve't- târîh
'inde kullanılmıştır. Bu hususu dikkate alarak Bâtıniyye teriminin hicrî IV.
yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktığını söylenebilir[157].
Bâtınîyye düşüncesinin hicri 4. yüzyılda Basra’da ortaya çıkan İhvan-ı Safa
aracılığıyla yayıldığı da ileri sürülmüştür[158].
Bâtıniliğin en önemli düşünce kaynağı İhvan’üs Safa hareketi olmuştur. Bu
hareket önceleri gizli ve genelde sözlü ve el altından oluşturulan bildirilerle
propagandası yapılarak topluluklara yayılmaya çalışmıştır[159].
Bir
zihniyet olan Bâtıniliğin İslam öncesi kökleri vardır. İslam’dan önce var olan
Bâtınîlik zihniyeti gnostisizm, Şiî Gulat ve İsmâilîlik üzerinden İslam
dünyasına girmiş, daha sonraki zamanlarda çeşitli aşamalarda Sünni dünyada da
var olmuştur[160].
İslam
öncesi Gnostik felsefe Bâtınîliği önemli bir biçimde etkilemiştir. Ama gnostik
felsefenin bütün özelliklerini aynen almamışlardır. Bu geçiş sırasında bazı
değişiklikler olmuştur. Örneğin, gnostik felsefede bulunan düalizm ilkesi,
İslam’a ters olduğu için Bâtınî gruplar bu ilke yerine “ezille” telakkisi
geliştirmişlerdir. Bâtınîlik söz konusu olduğunda, Nusayrîlik, Yezîdîlik,
Dürzîlik gibi gruplar ön plana çıkmaktadır. Bu grupların dini anlama şekli Bâtınîlik
zihniyeti üzerinedir[161].
Gnosis
akım, Bâtınîlik düşüncesinin temelini oluşturmuştur. Bu akım klasik Hellen
felsefesinin seçkinci anlayışına dayanmaktadır[162].
Bâtınîliğin
temeli, Kabalacılık ve Hermesçilik cereyanıyla gelişen Gnosis hareketine
dayanır. Gnostik hareket eski Hellen kültürüyle doğu kültürünün karışmasıyla
oluştuğu için Hellen felsefesi ve halk inançlarından özellikler taşır.
Bâtınîliğin gelişmesinde, ‘’Hükema Felsefesi’’ ve Platon’a ait büyük felsefe
sistemlerinin koyduğu hükümler de etkili olmuştur[163].
Ehl-i
Sünnet kelamcılarından büyük bir kısmı, Meymun b. Deysan’ın Bâtınîyye
fırkasının kurulmasında rol oynadığını öne sürmüşlerdir[164].
Bu fırkanın daveti Meymun el- Kaddah’ın Kufe’de 798 senesinde ortaya çıkmasıyla
başlamıştır[165].
Makalat
yazarları, Bâtınîyye’yi kuranların bir cemaat olduklarını söylerler. Onlardan
biri olan Meymun b. Deysan ile Muhammet b. el Hüseyin Bâtınîyye mezhebini
kurdular. Onların yaptıkları propaganda Tûs dolaylarında başlamıştır[166].
Bâtınîlik,
hicri 2.yüzyılda Meymûn b. Deysân ve Abdullah b. Meymûn al-Kaddâh isimli
kişiler tarafından oluşturulmuş bir fırkadır. Bu fırkanın kurucuları,
Hz.Ali’nin soyundan geldiklerini iddia etmişlerdir. Bunu savunarak güçlerini
arttırmayı düşünmüşlerdir. Aslında bu kişiler İran asıllı olup, İslam’ı yıkmak
ve siyasi olarak nüfuz kurmak amacındaydılar[167].
Son
dönem âlimlerinden Muhammed Reşîd Rızâ ile Sâbir Tuayme ve M. Ahmed el- Hatîb,
Bâtınîler'in fikir babası olarak Hz. Ali'yi ilâhlaştıran Abdullah b. Sebe'yi
görürler[168].
Bazı
tarihçiler Bâtınîyye davetinin el Memun döneminde ortaya çıktığını ve el-
Mu’tasım döneminde yayıldığını belirtmişlerdir. Tarihçilere göre, el
Mu’tasım’ın ordu komutanı olan ve gizlice Babek el-Hürremi’ye katılan el-Afşin
de Bâtınîlerin davetine giren kişiler arasındaydı. Tarihçilere göre Bâtıniyye
inanışının ilkelerini oluşturanlar Mecusilerin oğullarıdır. Tarihçiler onların
dinlerine yatkın kimseler olduğunu ancak Müslümanlardan korktukları için bunu
açığa çıkarmaya cesaret edemediklerini söylemişlerdir. Bâtınî inanışlı kimseler
Kuran’ı ve Sünneti kendi esaslarına uygun olarak yorumlamışlardır[169].
Bâtıniliğin genel olarak Abdullah b. Meymun ile başladığı fikri hâkimdir.
Aslında hareket ve plan Abdullah’ın babası Meymun zamanında başlamıştır.
Meymun’un fikirlerine zemin bulduğu kişi İbn-i Sebedir[170].
Meymun,
yakın arkadaşlarına, bütün dinlerin anlamsız olduğunu, din fikrinin insanları
avlamak için bir araçtan ibaret olduğunu anlatmıştır. Meymun dâîlerin
kullanılmasını göz ardı etmezdi. Kendisi de düşüncelerini yaymak için
seyahatler yaptı[171].
Meymun
el-Kaddah, hakkı batıla karıştırmak suretiyle insanları kendi yoluna çekmek
istemiştir. Meymun el-Kaddah, ilimlerden de yoksun ve cahil biriydi. Onun uzman
olduğu alan Ali’yi ve oğlunu öne çıkarmaktı. O aynı zamanda bütün sahabeye ve
tabiine dil uzatan biriydi. O İslam’dan gözükmesine karşın aslında Yahudi
inancını benimsemişti. Meymun el- Kaddah, İsmail b. Ca’fer es-Sadık’ın
hizmetinde bulunmuş fakat Hz. Peygamber’e düşman olan Yahudileri
benimsediğinden dolayı İslam’ı yıkmaya çalışmıştır. Bu şahıs Hamdan el-
Karmat’ın yaşadığı zamanlarda bulunduğundan ona nispet edilmek suretiyle
Karâmita’dan olduğu söylenmiştir[172].
Bütün
kaynaklar Bâtınîyye düşüncesinin İran, Hint ve Eski Yunan fikirlerinden
derlendiğini, en azından bunlardan etkilendiğini kabul eder[173].
Hristiyanlık
ve Museviliğe ait bazı inanç ve oluşumlar bâtınîliğin doğup gelişmesine önemli
derecede katkı sağlamışlardır. Hristiyanlığın Mesih anlayışı, Bâtınîliğin Mehdi
akidesinin şekillenmesinde etkili olmuştur[174].
Tevrat’ın
sözlerinde simgesel ve gizli anlamlar olduğu düşüncesine dayanan Kabalacılık
Bâtınîlik üzerinde çok güçlü bir biçimde etkili olmuştur. Kabalacılık, Yahudi
tasavvufu olarak da nitelendirilebilir. Kabalacılık sistemine göre, dinler
cahil ve gafil toplumu avlamak ve kontrol altına alabilmek için kullanılan bir
araçtır. Onlar İlah’nın ancak kuvvetli bir arınmayla ulaşılabilecek sezgi ve
vecd yoluyla anlaşabileceğini; bundan dolayı, ilahi kitapta bahsedilenleri
anlayabilmenin, ancak sözcüklerin simgesel anlamını bilmekte olduğunu benimsiyorlardı[175].
Kabalacılık
sıradan insanların kavrayamayacağı gerçeklerin sadece seçkin bilginlerin
yetenekleriyle sezebileceği ilkesini ileri sürmüştür. Bu durum dinde gerekli ve
katı bir sınıf ayrımına ve eşitsizliğe yol açmıştır[176].
Hint
inançlarından birisi olan Brahmanlık, Bâtınîliği önemli bir biçimde etkisi
altına almıştır. Özellikle Bâtınîliğin ruhla ilgili düşünceleri Brahmanizm’in
ruh anlayışına yakındı[177].
Hint
inançlarından olan Budizm Bâtınîlik düşüncesine kaynaklık etmiştir[178].
Zerdüştlük
inancı da Bâtınîliği etkilemiştir[179].
Bazı İslam bilginlerine göre Zerdüştlük, Bâtınîliği etkileyen başlıca kaynak
olmuştur. Bâtınîlik tamamen zerdüştlük inancını benimsemiş olmasa bile yüzeysel
olarak bakıldığında Zerdüştlük inancından motifler taşımaktadır. Yeryüzünün
üçer bin yıllık aralıklarla tekrarlanan dönemlerle yenilenen ve her dönemin
sonunda Zerdüşt’ün yeniden yeryüzüne gelerek iyiliği yayacağı şeklindeki Mecusi
inançları; bâtınîliğin kutsal imamın hâkimiyet dönemleri ve bu dönemlerin
sonunu şekillendiren ‘’Kıyamet Bayramı’’ inançlarına kaynaklık etmiştir.
Bâtınîliğin ‘’Fedâilik’’ kurumlan da Zerdüştlükten esinlenmiştir. Yine İsmaili
Fedâîlerinin bellerine bağladıkları kuşaklar Zerdüştlükte gençlere Rahiplerce
takılan kemerlerle bağlantılıdır[180].
İran
kaynaklı dinler; Bâtınîlik düşüncesinin ortaya çıkışı ve gelişmesine önemli
katkı da bulunmuşlardır[181].
Hellen
felsefeleri Bâtınîlik akımının sistemli bir düşünce ya da inanç biçimi olarak
ortaya çıkmasına etkili olmuştur[182].
Bâtınîlik insanlık tarihinin eski dönemlerinden beri devam eden ancak klasik
Hellen kültürü içinde ilk kez dile getirilen ve insanlar arasında eşitlik
olmayacağını ileri süren bir anlayışın ürünüdür[183].
Bâtınîlik,
İran, Eski Yunan, Hind ve Sabiilik dinlerinin karışımından oluşan inançları
İslam’a sokmaya çalışmıştır[184].
Bâtîniyye
doktrinin ilk formları peygamber silsilesinden de anlaşılacağı üzere kozmoloji
ve kurtarıcı fikirlerini esas alan Yeni Platoncu düşüncesiyle bağdaşmaktadır[185].
Fatımîler’in
egemen olduğu Bâtîniyye propagandanın yaşadığı en önemli değişim, evrenin
oluşumu, yaratılışı ve kurtuluş efsaneleri ile ilgili Gnostik öğretinin, yeni
eflatuncu kavramlardan oluşan yeni bir sistem durumuna getirilmiş olmasıdır.
8.
yüzyıldan itibaren Bağdat Abbasi halifelerinin büyük teşviği ve büyük çabası ile
Yunan felsefesi ve doğa bilimlerine ait eserler Aramice dilinden Arapçaya
tercüme edilmeye başlanmıştı. Platon, Aristo gibi Yeni Eflatuncu Plotin (ö.
270) ve Proklos’un (ö. 485) eserlerinin kabul edilmesi neticesinde yeni bir
İslam felsefe ekolü ortaya çıktı. Bu felsefe ekolü antik Yunan felsefesini
büyük bir istekle benimsemiş, dolayısıyla da bu felsefenin esasları ile Kur’an
ayetleri arasında bir uyum bulma çabası içerisine girmişti. Bu ekolün ilk
temsilcisi Kufeli Kindi (ö. 870/256’dan sonra) olmuştur. Onun halefleri
el-Farabi (ö. 950/339) ve İbn Sina (ö. 1037/428) olup, onlar soy olarak Orta
Asya Kuzeydoğu İran’ın sınır tarafından gelmektedirler. İşte Bâtîniyyefırkası
ilk olarak bu yerlerde yeni Eflatuncu bir zihniyete bürünmüştür. Yeni Eflatuncu
İran ekolünün kurucusu Muhammed en-Nesefi’dir. Bu şahıs ilk önce Doğu İran’ın
Nişabur bölgesinde harekette bulunmuştur[186].
Bâtınîyye’nin
düşünce ve hareketinin temellerinin Hattabiyye’nin öncüsü Ebu’l Hattab Esedi ve
ona bağlı kişiler tarafından atıldığı ve bu hareketin tarihsel süreçte siyasal,
kültürel ve entelektüel düzeyde en gelişmiş ve kurumsallaşmış şekliyle
İsmailiyye fırkası tarafından temsil edildiği söylenmektedir. Kadı Numan
“Deaimü’l-İslam” adlı eserinde Hattabiye’yi sapkın fırkalar arasında göstermiştir[187]. Bâtınî
hareketin temelinde Sünni kaynaklara göre aşırılık (gulüv) etkili olmuştur[188].
İlk
sünnî kaynaklara göre [189] İslam,
kendinden önce birçok akideyi ortadan kaldırmıştır. Bu akideler kendilerini
islami olarak göstererek onu tahrip etme, yerine geçme veya dinsizliği yayma
amacına yöneldiler. İşte bu Bâtîniyyenin asıl ortaya çıkış nedenidir.
Bâtîniyyenin kurucularına ‘’zerdüşt’’, ‘’ deysani ‘’, ‘’manici’’ şeklinde
isimler verilmiştir. Bazı şarkiyatçılar, ismaliyye’nin dini olarak görmemişler,
İranlıların isyanı şeklinde açıklamışlardır[190].
Bernard
Lewis Bâtınî hareketin hicri 2. Asırda başladığını ve Şiî karakterli heretik
düşüncelerin olduğunu belirtmiştir[191].
Son
dönem Bâtınî müellifler, Bâtınîliğin İslam dışı çeşitli kaynaklardan
beslendiklerini teyit etmişlerdir. Örneğin M. Galib, Bâtınîdâîlerinin Aristo ve
Eflatun gibi filozofların felsefelerinden etkilendiklerini, sayı ve harflere
yönelik aşırı ilgilerinin Pisagorcu düşünceye dayandığını vurgulamıştır. Sünni
âlimler, dini ve felsefi sistemlerini oluşturan pek çok özelliği dışarıdan
almış olmalarından dolayı Bâtınîleri küfürle suçlamışlardır[192].
Bâtınî
hareketin ortaya çıkışının 3. Asrın ikinci yarısında olduğu gösterilmişse de bu
hareketin doğuşunu hazırlayan fikri ve siyasi nedenler Emevi saltanatının ilk
dönemlerine kadar uzanmaktadır[193].
İslam
dinini kabul etmiş gibi görünen İskenderiye Okulu mensupları Yunanlı
filozofların eserlerini yaymaya başladılar. Kurandan faydalanan filozoflar,
“İlah’ın sıfatlarından birisi de âlim olduğundan dolayı İlah’a en yakın kişiler
bilginlerdir” diyerek kendilerine bir koruma kalkanı oluşturdular ve
öğretilerini bu doğrultuda yaymaya çalıştılar. İskenderiye Okulu mensubu
filozoflar, İslam dünyasına girerek Bâtınî görüşlerini yaymaya başlamıştır[194].
Bâtınî
kaynaklara göre Bâtınîlik, altıncı imam Câ’fer-i Sâdık zamanından başlayarak
temelleri oluşturulmuş, ilkeleri belirlenmiş ve oğlu İsmail ile uygulamaya
konulmuş bir ekoldur. O zamandan beri Bâtınîler, inandıkları bu esaslara hizmet
etmişlerdir. Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile’ye göre ise Bâtınîlik, eski İran ve Hint
kültürleriyle, eski Yunan’dan, Hıristiyan ve Yahudilikten esinlenerek İslâm’ı
parçalama amacı ve gayreti ile oluşturulmuş uydurma bir dindir. Son dönemlerde
konuyla ilgilenen araştırmacılara göre ise Bâtınîliğin kaynağı Yeni
Eflâtunculuk ve Yeni Pisagorculuk gibi felsefi akımlardır. Bâtınîlik ilk kez XI
ve XIII. yüzyıllardaki kaynaklarda zararlı bir akım olarak ifade edilmiştir.
Bâtınîliği hazırlayan sebepler arasında şu hususların da ifade edilmesinin
yararlı olacağı kanaatindeyiz: Hz. Peygamber döneminde birlik olan İslâm
dünyası, Peygamberin ölümüyle beraber sancılı ve sıkıntılı bir döneme
girmiştir. Aslında bütün sorunların altında yatan ana sebep, Hz. Peygamberin
ölümüyle beraber çıkan “imâmet ve hilâfet” konusuydu. İmâmetin Ali’nin hakkı
olduğu düşüncesinde olanlarla bu düşüncenin karşısında yar alanların
mücadelesi, İslâm dünyasının Şiî-Sünnî şeklinde parçalanıp iki kutba
ayrılmasına neden olmuştur[195].
Bâtınîler, İslam toplumundaki itikadi ve siyasi ihtilaflara bağlı olarak ortaya
çıkmıştır[196].
Bâtıniyye,
XII. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında siyasî etkisini kaybetmesine rağmen
fikrî ve itikadî tesirlerini devam ettirmiştir[197].
Bâtınîliğin etkileri dinî, siyasî, fikrî, askerî, ilmî pek çok alana
yayılmıştır[198].
Bâtınîler,
her zaman ve her mekanda değişik adlar kullanarak, çeşitli fırkalar
oluşturmuşlar ve İslam âleminde huzursuzluklara neden olmuşlardır[199].
Bâtınîler
var olduklarından bu yana başta Büyük Selçuklular olmak üzere asırlar boyunca
birçok devlet ve oluşumu etkileyerek günümüze kadar gelmişler ve etkilerini
halen devam ettirmektedirler. Ortadoğu’da çok etkili olan Bâtınîler, özellikle
Anadolu ve İran’da birçok alanda derin ve kalıcı tesirler bırakmışlardır[200].
Bâtınîler,
Dinî ve felsefî etkilerinin yanı sıra son derece gizli bir şekilde
teşkilâtlanmış örgütler vasıtasıyla merkezi otoriteye karşı siyasî faaliyetler
göstermiştir, Onlar birçok İslâm şehrinde, faklı zamanlarda, farklı dillerde,
muhtelif isimlerle ortaya çıkmışlardır[201].
Bâtınî imamları ve Mısır halifeleri gönderdikleri
davetnamelere hakaret içerikli cevaplar alıyorlard[202].Bâtınîler,
düşüncelerini ve inançlarını doğru göstermek arzusunda olan fakat kesin bir
delil gösteremeyen aynı zamanda halkın tanıdığı ve saygı gösterdiği, şöhret
yapmış kişileri, kendilerindenmiş gibi göstermeye çalışmışlardır[203].
Bâtınîlik Propagandası ve
Daveti
Sünni
yazarlar tarafından yazılan mezhepler tarihi kaynaklarında ekseriyetle Şia
ekseninde incelenen ve dönemin Sünni hilafet devletine yönelik yıkıcı bir
siyasi akım ve İslam dışı bir hareket olarak değerlendiren Bâtınîyye’nin
doğuşu, gelişimi, görüş ve düşüncelerine ilişkin aktarılan bilgiler
incelendiğinde, bu fırkanın ilk defa kim ya da kimler tesis edildiği
konusundaki belirsizlik giderilememiştir. Bâtınîyye hakkında yazılan eserlerin
okuyucuyu bilgilendirmekten çok, bu akımın her tarafıyla batıl ve İslam dışı
bir fırka olduğunu kanıtlamak isteyen polemikçi ve reddedici bir üslupla telif
edilmiş olmalarından kaynaklanmaktadır[204].
Bâtınîlik
etkili bir propaganda yaparak, özellikle de birçok meşhur İslam büyüğünün
kendisinden olduğunu yayarak geniş bir taraftar kitlesine ulaştı[205].
Bâtınîliğin
teşkilat yapısını şöyle bir şema ile gösterebiliriz. Şekilde de görüldüğü gibi
Bâtınî yapılanmanın en üstünde imam vardır. Ondan sonra 12 hüccet (dördü imamın
yanında) imam vekili ve Huccetlere bağlı dâîler vardır. Bunların görevi
insanları Bâtınîliğe çağırmaktır. (Muazzeb ve Mükelleb adlarıyla tanınırlar).
Bâtınî yapının en alt basamağını ise Bâtınîliği benimseyerek bu sisteme dahil
olan müstecipler oluşturmaktadır. Dâîlerin propaganda çalışmaları, bölgelerin
şartlarına ve Bâtınîliğe alınacak kişilerin konumlarına göre farklılıklar
gösterse de yöntemleri çoğunlukla aynı olmuştur[206].
Bâtınî
propaganda usulleri, çeşitli ulus ve ırklara mensup insanların İslam öncesinde
sahip oldukları inançları birbirine kaynaştırmada oldukça etkili olmuştu[207].
Bâtınîyye
inançları ve kurallarıyla bir doktrin olduktan sonra bu öğretinin taraftarları
kendilerine yavaş yavaş yeni taraftarlar bulmaya başladılar. Bâtınîler uzun
süre imâmlar ve dâîler aracılığıyla faaliyetlerini gizlilikle sürdürdüler.
Hatta IX. yüzyılın sonlarına doğru Bahreyn dâîleri Bahreyn’deki iktidara egemen
olarak Hamdân Karmat’ın liderliğinde Karmatîler adıyla ortaya çıkmışlar ve
Bâtınîlere yakın görüşleriyle karışıklık çıkarmaya başladılar[208].
^Bâtınîler
halk üzerinde propaganda yaparak dini emirlerin gereksizliğini ve hakikatlerin
ancak masum bir imam sayesinde öğrenilebileceği düşüncesini yaymışlardır.
Dâîler vasıtasıyla şehir ve kasabalardan Selçukluların idaresini beğenmeyen
insanları taraftar olarak bir araya getirip, bunları devlete karşı
kullanıyorlardı[209].
Bâtınîler,
insanlara hile yaparak tuzak kurarlar. Tuzak kurdukları kişiler genelde cahil
kimselerdir. Onlara bâtıl bir anlam kastederek doğru bir kelime söyleyerek
zihnini karıştırırlar[210].
Bâtınî
propagandasının geniş halk kitlelerini etkilemek için kullandığı esas metot;
insanların düşüncelerindeki karmaşadan faydalanmaktı. Bu propagandaya kananlar,
onun abartılı ve kandırıcı söyleminin etkisinde kalmışlardır[211].
İmam,
mezhebi yaymak için gizli propagandacılar ve fedâîler teşkilatı oluşturmuştur.
Bunlar mezhebe kazandırmak istedikleri kimsenin zevklerine ve kültür düzeyine
göre hareket ederler. Başlangıçta aldatacakları kimseyle dostluk kurarak dindar
gözükmeye çalışmışlardır. En sonunda bütün propagandacılar dini esasların gizli
bir manasının olduğunu söyleyerek mezhebe girecek kişiyi imama götürmek
isterler. Propagandacılar “Çorak yere tohum ekmeyiniz” sözüyle davetlerini
sürdürürler. Yani mezhebe girmeye hazır olmayanlara açılmazlar[212]. Böylece
onlar, aklı en zayıf, olmayacak şeyleri kabule en yakın, asılsız haberleri ve
yaldızlı sözleri tasdik etmeye en uygun kişileri avlamışlardır[213].
Bâtınîyyenin
etkisine kapılan insanların özelliklerini Şöyle sıralayabiliriz: [214]
Akılları
yetersiz, kültürleri zayıf, dini konulardan tamamen habersiz kişiler,
hükümranlıklarına İslam’ın son verdiği topluluklar, insanlar arasında yükselme
ve şöhret olma duygusuna kapılanlar, bazı Felsefeciler, yoksul ve ihtiyaç
sahibi kimselerdir.
Bu
fırka taraftarları, dünyanın her yerine davetçiler göndermişlerdir[215].Daha
sonraki zamanlarda Bâtınîyye liderleri İslam ülkelerinin birçok yerine dâîler
yolladılar[216]. Bütün
ülkelerdeki insanların kendi dinlerine girmelerini, dolayısıyla da Hz. Muhammet’in
dininin iptal edileceğini ümit etmişlerdi[217].
Dâi’nin
entelektüel düzeyi yeterli olmalıydı[218]
Dâîler, dönemin üstün özellikli filozofları olmuşlardır[219].
Dâîler kavrama, ikna etme, otoritenin manevi tarafını temsil etme, imamlarına
ve dinlerine tamamı ile bağlı olma gibi özelliklere sahiplerdi. Düşmanlarının
bulunduğu yerlerde çalıştıklarında genellikle kılık değiştirirlerdi. Tehlikeli
zamanlarda ise takiye yaparlardı[220].
Bâtinî
dâîleri, Yunan felsefesinden ve şark düşüncesinden yararlanmıştır. Onlar
fikirlerini kabul ettirip müdafaa etmek için kelam usulüne ve felsefe sistemine
başvurdular ve eserler yazdılar[221].
Kadı
Numan, yazdığı bir kitapta ideal bir dâinin erdemlerini açıklayarak konuya
değinmiştir. Ayrıca o, dâinin davranışlarıyla çevresine örnek olmasını ve hata
yapan üyelerin cezasını vermekte adil olmasını öğütlemiştir[222].
Bâtinîleri
zafere taşıyan özelliklerden birisi de davet sistemleridir. Dâîler bir kişiyi
aldatmak istedikleri vakit ona hemen açılmazlardı. Öncelikle onun neyi
önemsediğini ve inancını araştırırlar, sonra da ona yeteneklerine göre sorular
sorarlardı. Dâîler, daveti kabul etmeye yetenekli buldukları kişilerin
başlangıçta düşüncelerine uyar görünürler, sonra da sordukları sorularla onları
şüpheye düşürürlerdi. Daha sonra merakını arttırıp bâtinîliğe girmeye istekli
olanlardan yemin alır ve sırları açıklardı[223].
Davet
hareketi Suriyedeki Selemye şehrinden mektup ve elçiler vasıtasıyla sevk ve
idare edilmekteydi. Bu davet hareketinden ilk dönemdeki Bâtınîyye öğretisinin
içeriğine yönelik oldukça bilgiler elde etmekteyiz. Buna göre yaratılıştan
itibaren ardı ardınca gelen ve konuşan (natık) olarak isimlendirilen altı
peygambere vahiy gelmiştir. Çünkü onların her biri kendi toplumlarına ayrıca
bir şeriat tebliğ etmiştir. Bunlar Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve
Muhammeddir. Ancak bu natıklar dinin sadece zahir (şeriat-ibadet) yönünü
getirmişlerdir. Ancak bu natıklara dini ibadet ve yasaların deruni-Bâtınî yönü
açıklanmamıştır[224].
İşte
bu iç-deruni yönünü açıklamak için de bu altı nakibe bir de zahir görünen
ibadet ve kuralların iç yüzünün bilen ve bunları güvenilir bir çevrede
açıklayan vekil kişiler (vasi) tayin edilmiştir. Bu vasiler Habil, İshak, Sam,
Harun, Simon Petrus ve Alidir. Bu nakîbleri ve vasileri her devirde yedi imam
takip eder. Bunların sonuncusu da yine bir sonraki nakib olur. Son nakib
Muhammed’i ve son vasi Ali’yi yedi imam olan Hasan, Hüseyin Ali Zeynelabidin,
Muhammed el-Bakır, Cafer es-Sadık ve İsmaildir. Yedinci imamolan Muhammed b.
İsmail ölmemiştir, sadece kaybolmuştur. O beklenen Kaim Mehdi olarak yeniden
gelecektir. O herhangi yeni bir şeriat getirmeyecek olup, İslam dahil tüm eski
dinleri geçersiz ilan edecektir. Bu anlatımlara göre Bâtınîyye öğretisinin ilk
formları yukarıdaki peygamber kümesinden de anlaşılacağı üzere bir kozmoloji ve
kurtarıcı fikirleriyle karışık Yeni Platoncu elementler ağırlık kazanmaktadır[225].
Bâtınî
davetin bazı aşamaları vardır. Daîler avlanacak kişileri yeteneklerine göre bu
aşamalardan geçirirler. Bu aşamalar; Teferrüs, Telbis, Te’nis, Teşkik, Ta’lik,
Rabt, Tedlis, Ahd-ü Mîsak, Hal ve Sulhtur. Teferrüs, hangi kişinin avlanacağını
anlamak demektir[226]. Te’nis,
alışmak anlamına gelir. Avlanacak kişinin dikkatini çekmek için onun
temayüllerine göre hareket etmektir. Örneğin çok namaz kılan biriyse namaz
kılar, çok dindarsa dindar görünür, Yahudi ile Yahudi, Hristiyan ile Hristiyan
olur. Teşkik, şüpheye düşürmek demektir. Örneğin Daî Hac ibadetinde taş atmak
olayını ortaya atar, namaz rekatlarının neden 3 veya 4 olduğunu sorar, niçin
insanların memeleri şöyledir, hayvanların memeleri böyledir ve niçin açık gözle
uyurlar? diye sorular sorar[227]. Onların
esaslarından biri de sırrîliktir. Yani mezhebe giren kimseye sır vermeyip,
akideleri gizli tutmalıdır[228].
Bâtinîlerin
bir diğer esasları da teşkilatlı bir surette çalışmak ve propaganda yapmaktır.
Bâtinî propagandacılar son derece gizli ve sinsi hareket ederek kendi
inançlarını kültürsüz kimselere aşılamak isterler. Başlangıçta kandırmak
istedikleri kimsenin inancına uygun hareket ederler. Sonra yavaş yavaş bu
kimseyi din hakkında şüpheye düşürücü sorular sorarlar. Bu soruların cevabını
hemen vermeyerek Bâtinîliğe istekli kimsenin tecessüsünü artırırlar. Nihayet
daîler böyle kimselerden ağır yeminler alarak Bâtınîlik esaslarını açıklarlar[229].
Bâtinîler ara sıra değişik adlar altında faaliyette bulunmuşlardır[230].
Bâtınî
propaganda içinde seyahat etmek de çok önemlidir. Çünkü bu propaganda sadece
kitaplardan öğrenilemeyeceği için, birebir sohbetlerden, büyük hüccet ve
dâîlerden de öğrenilebilirdi. Dini ve ilmi yeterlilik bu seyahatlerle halka
ulaştırılmak isteniyordu bundan dolayı propagandanın gizlice geniş alanlara
yayılmasında seyahatler önemli bir yer tutmaktaydı[231].
Propagandanın
yürütülmesi için en önemli unsurlardan biri de gelir kaynaklarıdır. Bâtınîler,
sosyal hayatın devamının sürdürülebilmesinin yanı sıra propagandanın ayakta
kalması için maddi bir kaynak gerekmektedir. Bâtınîler, halktan aldıkları
vergiler, ganimetler, haraçlar, dokumacılık, hayvancılık, yağma ve hediyelerin
yanı sıra çiftçilik ve aralarında toplanan paralar sayesinde ayakta durmaya
çalışmışlardır. Çeşitli nedenlerden dolayı farklı kesimlerden “ caize” adı
altında vergi toplamışlardır. Dâîler, mürid olmak isteyenlerden, imam
hazinesini beslemek için bir çeşit vergi almışlardır[232].
Propaganda
sürecinde edebiyat Bâtınîler için önemli bir araç olmuştur[233].
Bâtınîlerin
zorbalık ve zulümle dolu yeryüzünü, Mehdinin gelip düzelteceğine ilişkin inanç
ve propagandaları, durumlarından memnun olmayan kentli işçileri ve köylüleri
önüne geçilmez bir şekilde kendine çekiyordu[234].
Abbasî
halifelerinin güçsüzleşmesi neticesinde Bâtınîler yeni bir safhaya girmiştir.
Bâtınîler özellikle yönetimden memnun olmayan ve ekonomik sorunları olan
şehirlerde yaşayan yoksul toplumu imamın liderliğinde yeni bir dünya düzeni
oluşturacakları hususunda kandırarak propaganda yapmaya başlamışlardı. Toplumu
zorbalık ve baskının egemen olduğu dünyaya adalet getirecek olan gizlenmiş son
imam ve mehdînin geleceğine inandırmışlardır. Kuzey Afrika’ya gönderilen
dâîlerin başarısıyla Abdullah b. Meymûn’un soyundan olmasına rağmen Hz. Ali’nin
soyundan geldiğini savunarak mehdîyi ortaya çıkartarak 909 yılında Fâtımî
Devleti’nin kurulmasını sağladılar. Belirli bir zaman sonra Muhammed b.
İsmâil’in mehdî olarak döneceği düşüncesinden vazgeçilmiş yerine imam kavramı
getirilmiştir. Fâtımîler kurdukları propaganda merkezleri ile felsefe ve fıkıh
alanında meşhur olan dâîleri Nâsır-ı Hüsrev, Ebû Hatim er-Razî, Ebû Hanife
Nu’man el-Mağribî sayesinde Bâtınîyye davetini son derece güçlendirdiler. Bunun
neticesinde saraylar, kütüphaneler ve mescitlerde özel oturumlar düzenlediler.
Böylelikle Bâtınîler, Sünnî düşünceyi tehdit eder duruma geldiler[235].
Bâtınîler
kendi propagandalarını yapacak ve her türlü görevi eksiksiz yerine
getirebilecek elemanlar yetiştirmek amacıyla, ileri seviyede eğitim kurumlan
kurdular. Köklü bir eğitim veren bu kurumlar, en üst seviyede bilgili ve
mesleklerinde uzman insanlar yeti ştirmişlerdir[236].
Fatımîler,
Şiîlik hareketini ilmî esaslara dayandırmak ve dâîler (propagandacılar)
yetiştirebilmek için “Dârü’l-Hikme” adıyla bilinen eğitim kurumlan kurmuşlar ve
burada yetişen İsmâilî dâileri farklı ülkelere giderek propaganda
faaliyetlerini gerçekleştirmişlerdir Bir başka eğitim kurumu olan el-Ezher
camisi ve medresesini Mısır’da kurmuşlardır. Bu kurumlarla beraber Şiî
akidesini güçlü bir şekildeyaymışlardır. Buradaki âlimler ve hocalar, Bâtınî
öğretileri insanlara anlatabilecek dâîler yetiştiriyorlardı[237].
9.
Yüzyılda Bâtınî görüşlerin savunulması yolunda, İhvan-ı Safa Ansiklopedisi
yayınlanmış ve Fatımîler tarafından Al- ahzar Camii Medresesi etkili bir
propaganda merkezi olmuştur. Bu medresede “ Dâi al-Duat” adıyla bir propaganda
nazırlığı kurulmuş ve binlerce dâi, dünyanın dört tarafına gönderilerek Bâtınî
düşüncenin yaygınlaşması için faaliyette bulunmuşlardır. Fatımîler döneminde
kurulan Dar’ül-Hikme isimli okulda Bâtıniliğin propagandasını yapacak dâîler’in
yetiştirilmesi sağlanmıştır. Yapılan bu propagandalarla Bâtıniliğin
yaygınlaşmasına çalışılırken, diğer yandan da Bâtınî düşüncenin hak olduğu savunularak,
Sünni İslam anlayışı ve İslam’ın temel esasları yıpratılmak isteniyordu[238].
Bâtınî propagandanın amaçlarının biri de
harekete eleman kazandırmaktı[239].
Bâtınîlik hareketine eleman kazandırma faaliyetleri genel olarak başlıca iki
önemli evrede tanımlanıyordu. Buna göre ilk evre, mezhebe kazandırılmak
istenilen kimsenin araştırılması ve gözetlenmesi evresiydi. İkinci evre ise,
aday kişiye önce namaz ve zekatınBâtınî anlamı açıklanıyor ve buna karşılık
kendisinden on iki dinar alınıyordu[240].
Dâîlikte en ünlü kişiler şunlardır: Hamdan Karmat, Abdan, İbn-i havşeb, Yahya,
Hasan Cenabî, Ebû Abdullah eş-Şiî ve kardeşi Meymun, Ebu Said-i Şârânî,
Türkistan’da Nesefi, Nasır-ı Hüsrev Hindistan’da Ahmed ibn-i Kiyal, Endülüs’te
İbn-i Meserret, Hasan Sabbah’tır[241].
Meymun, bâtınîliğin İran’dan yayan dâîdir. Bu kişinin isminden dolayı İran
Karmatîlerine Meymûniyye sıfatı verilmiştir[242].
Bu dâi hareketinin en başarılı olduğu yer günümüzdeki Cezayirdir. Önceleri
Yemen’e giden dâi Abdullah eş-Şii daha sonra Berberi kabileleri arasında
yaptığı propaganda da etkili olmuş ve en sonunda orada bir Fâtımi devletinin
kurulmasında büyük rol oynamıştır. Öyle ki 25 yıllık davet propagandası sonrası
(875-900) İsmailiyye oldukça etkili duruma gelmişti[243].
Bâtınîlerin Metotsuz Te’vil
Yöntemi
Antik
çağda başlayan te’vil geleneği, Yahudi kökenli Philon tarafından devam
ettirildi. Sonra Hristiyan savunucuları tarafından devam ettirilen bu gelenek,
Eflatunculuk, ve eski Yunan kültürüne alternatif olarak ortaya çıkmıştır[244].
Metodolojik
bir bilgi temelli olarak Bâtınî tefsir, genel bir yöntem olarak dilsel süreçler
ve mantıksal esaslar üzerine yerleşmiş bir biçimde metinlerin semantiğinde
kullanılmıştır. Bu yöntemin amacı lafzın görünen anlamında gizli olan derin
manalarını yine aynı metnin lafzi, dini, edebi ve diğer taraflardan ortaya
konulup izah edilmesidir. Bu da ancak semantik yöntemin belirli kuralları ve
prensiplerinin kullanımı aracılığıyla gerçekleştirilebilmektedir. Bu yöntemin
kural ve prensipleri vasıtasıyla elde edilen Bâtınî anlamın zahiri anlam ile
semantik ve lafzi açıdan bir takım irtibatı olabilir. Bu ezoterik yöntem ara
sıra ezoterik bilgi olarak da adlandırılmıştır. Bu ezoterik yöntem gizemli
metinlerin bilgisine ulaşmak için araştırma yapılması sürecini anlatır. Fakat
bu yöntemin sadece kutsal metinler için kullanılmadığı, aksine diğerleri için
de kullanıldığını belirtmek gerekir. Bu fırkanın tefsir bağlamındaki bu katı
mantıksal yönteminden dolayı diğer fırkalara göre farklılık göstermiştir[245].
Batınîliğin
yapısı, metotsuz bir yorum biçimine dayanmaktadır. Bâtınîler’in Kuran’ın gerçek
anlamına varmak için uyguladıkları yorum biçimine te’vil adı verilmektedir.
Te’vil, döndürmek, bir sözü taktir, tefsir etmek, bir olayın iç yüzüne vakıf
olmak gibi anlamlara gelen metotsuz bir yorum şeklidir. İslam’da diğer tarikat
ve mezheplerde yorum yapılması normal ise de, bu yorumun belli bir ilkeye
dayanması gereklidir. Yorum yaparken yapılması gereken bu kural; yorumun ayet
ve hadislerin zahiri anlamına olduğu kadar, diğer ayetlerin yorumlarından elde
edilen sonuçlara da ters düşmemesi gereklidir. Ancak Bâtınîlerde aşırılık (
gaaliyye) sebebiyle yorumda hiçbir ilke ve kurala bağlı kalınmaması gibi bir
alışkanlık vardır. Böylece onlar, “Basit ve soyut cisimlerin, toplama cisimlere
olan nisbetini, harflerin kelimeye uyan nispetine benzeterek” ve “ Her harfin
âlemde bir benzeri olduğunu” belirterek harflere gizli anlamlar yüklemişlerdir[246].
Te’vil,
evl kökünden türetilmiş tefil babında bir kelimedir[247].
Te’vil kelimesi, bir şeyin hakikatini, aslını ve pratik sonucunu bildirmek
anlamına gelmektedir[248]. Te’vil
istismara açık bir kavramdır[249].Bâtınîler
te’vili, yorumda aşırılık ve anlamda sınırsızlık ile eşdeğer bir hale
getirmişlerdir[250].
Bâtınîlerin
yaptığı te’viller ne kelamcıların ne de tasavvufçuların te’viline benzemez.
Çünkü te’vil yaptıkları lafza verdikleri Bâtınî manaya, lafız ne hakikat ne de
mecaz yoluyla delalet etmez. Aynı zamanda hiçbir şekilde akli ve nakli olarak
da ölçülmez. Bâtınî te’viller tamamen keyfi olup ilmi ve mantıki tarafı da
yoktur. Âlimler, Bâtınîlerin bu te’villeriyle dini esasları kaldırmayı, aklı
mahkum etmeyi ve kendi hükümranlıklarını sürdürmeyi amaçladıklarını söylerler.
Mesela nasların haber verdiği şekilde kıyamet kopması, cennet, cehennem,
ibadetler zahiri değil de Bâtınî olarak te’vil edilmiştir[251].
Bâtınîler
bu düşüncelerle Kuran’a istedikleri anlamı vererek ayetlerdeki gizli anlamları
ortaya çıkarmak amacıyla, onları kendi yöntemlerine uygun olacak şekilde te’vil
etme yoluna gitmişlerdir[252].
Te’vil
Kur’an’daki her ayetin bir yorumu olduğu anlayışından hareketle Bâtınîlerde
yorumun sınırı ve ölçüsü olmamış böylece dozaj tamamen kaçırılmış bir te’vil
anlayışı hâkim olmuştur. Onlara göre Peygamber ayetlerin zâhirini imamlar ise
bu ayetlerin gerçek anlamlarını bilmektedirler. Bu durum tefsir anlayışı ile
uyuşmamaktadır[253].
Bâtınîler kuranın görünen anlamından ziyade iç anlamına önem vermişlerdir.
Bundan dolayı da Kuranı özgürce yorumlayıp ibadetlere uymamışlardır[254]. Onlar
böylece Kur’an ayetlerinin Bâtınî anlamının zahiri anlamından daha üstün ve
önemli olduğu inancını taşımışlardır. Onlara göre asıl hedeflenen ve amaçlanan
durumun Kur’an ayetinin Bâtınî anlamının olduğunun kabul edilmesi
gerekliliğidir[255]. Sünni
âlimlerin kuralcı yorumlarına karşınBâtınîler Kuran’ı Bâtınî bir anlayışla daha
manevi ve felsefi bir biçimde yorumluyorlardı[256].
Nasır-ı
Hüsrev’e göre te’vilsiz Kuran, tuzlu suya benzer, acıdır. Saman altındaki su
gibidir, aldatıcıdır[257].
Bâtınîler,
kendilerini ısrarla İslam dâiresi içinde yer alan bir fırkanın mensupları
olarak takdim etmişler ve dini düşünce sistemlerinin omurgasını oluşturan
Bâtınî te’vil doktrinine ilişkin oldukça zengin bir argümantasyon
geliştirmişlerdir[258].
Bâtınîler, Te’vili zorunlu ve ibadet olarak görmüş ve mezhebin ilkelerin
hepsini Bâtınî te’vil anlayışı üzerine inşa etmişlerdir[259].
Bâtınîlere
göre te’vil, kutsal bir metni anlama ve yorumlama gayreti değil dini bir
gerekliliktir. Bu gereklilik hem kuran hem de Peygamber’in hadisleri için söz
konusudur. Bu gereklilik ilmi ve entelektüel bir ibadettir[260].
Onlar
şeriatın esaslarını sapıklığa götürecek şekilde te’vil ettiler. Onlara göre
namazın anlamı, imamlarına tabi olmaktır. Hac, imamı ziyaret etmektir. Oruç
imamın sırrını açığa çıkarmayı terk etmektir. Onlar ibadetin anlamını bilen
kimseden farzların düşeceğini öne sürdüler ve ‘’yakîn gelinceye kadar Rabbine
ibadet et ‘’ (hicir 15,99) ayetindeki ‘’yakîn’’ kelimesini, ‘’te’vili bilmek’’
şeklinde izah ettiler[261].
Onlar
“ Nihayet onların arasına içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur
çekilir “(Hadid 57/13) ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir: Allah’ı
bilmek sadece sadık sözlü bir öğretmenin kelamı ile gerçekleşir. İsa, Yusuf
Neccâr’ın çocuğudur. Kuran Hz. İsa’nın babasız dünyaya geldiğini söyler. Bu
ise, ona ilim öğreten, onu eğiten bir babasının yani öğretmeninin olmadığı
anlamına gelir. İsa’ya ilmi bir öğretmen değil de kendi dönemindeki nakîbler
öğretmiştir. İsa’nın ölüleri diriltme olayı da ölü kalpleri ilimle diriltmesi
anlamına gelir. Onlar bu fikirlerle Şeriat’ın hepsini iptal ederler. Onlara
göre namaz, “Mevlana “ olarak adlandırdıkları şahsa itaattir. Zekat, kişinin
kendisi ve ailesinden kalan her şeyi davethanelerdeki imamlara aktarmasıdır.
Oruç, imamın yaptığı her şeye sessiz kalmak ve hiçbir şekilde imamın emrine
karşı çıkmamaktır. Hatta imam, kişiye kendisini öldürmesini emretse dahi ona
itaat etmekten geri durulmamalıdır. Hac ise, imamın yanına gitmeye
niyetlenmektir[262].
Bâtınîlere
göre te’vil’i bilenlerin ibadet yapmalarına gerek yoktur. Onlara göre Kelime-i
şehadet bazı Bâtınî imam ve propagandacıları işaret eder. Bâtınîlik, her hata
işlemeyen, masum bir imama bağlanmalıdır. Masum imam Kur’an ve hadisleri çok
iyi bilen ve her insanla Allah arasında aracı olan kişidir. Bâtınîlere göre
insanlar her şeyi imam dan öğrenirse birlik sağlanır. Onlar insanların ayrılığa
düşmelerini kendi akıllarına bağlarlar[263].
Bâtınîlere
göre, namaz imama bağlanmak, oruç imamın sırrını gizlemek, zekat kazancın beşte
birini imama bırakmak, hac imamı ziyaret edip onun hizmetinde olmaktır[264].
Bâtınîler yorum konusunda iki yol belirlemişlerdir. Birincisi doğrudan doğruya
ayetleri, anlam açısından yorumlamak, diğeri kelimelerdeki harflere anlam
vermek veya harfleri ebced hesabına göre anlamlandırmaktır. Her iki yöntem için
de belirli bir metodları yoktur. Bu açıdan bakıldığında yorumların da sonu
gelmez. Fakat amaç aynı olduğu için her yorumdan aynı sonuç çıkarılır[265].
Onlara
göre, dinin temel esaslarını sadece tefsir yoluyla değil de, te’vil yoluyla
ortaya çıkarmak gereklidir. Te’vil’in sırrı Bâtınîlere göre, kelimelere
atfedilen birtakım gizli anlamlardır[266].
Nâsır-ı
Hüsrev Bâtınîlerle ilgili: “Te’vilsiz tenzili kabul eden sağ gözü olmayan köre
benzer, te’vilsiz Kur’an tuzlu su gibi acı, saman altındaki su gibi
aldatıcıdır. Cennet cehennem kıyamet, kabir azabı, deccal, güneşin batıdan
doğması te’ville izah edilir. Te’viller dinin aslı ve ruhudur” diyerek te’vili
açıklamıştır[267].
Bâtınîler,
dini metin ve hükümlerin içsel anlamlarının sembolik ve alegorik olarak ortaya
çıkarılabileceğini düşünmektedirler. Onlar sayıları, kendilerine dini esas olarak
alıp bu doğrultuda 7 ve 12 rakamları üzerinde durmuşlardır. Allah evreni 7
günde ve gökyüzünü de yedi kat olarak yaratmıştır. Bâtınî dâîleri görev
aldıkları bölgeleri on iki bölgeye ayırmışlardır. Onlar harfleri de te’vil
ederek farklı anlamlar yüklemişlerdir[268].
Yedi tane olan peygamberler: Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Abdullah ve
İsmail’dir. Bundan sonra her dönemde nasıl ki gökler yedi, denizler yedi,
günler yedi olduğu gibi yedi tane de imam gelecektir[269].
Bâtınîler,
birçok ayet ve hadisi kendi keyiflerince yorumlamışlardır. Kaynaklarda
Bâtınîyye’nin Hurufiliği hakkında da bilgi verilmektedir. Onlar Kelime-i
şehadet ve Kelime-i Tevhidi teşkil eden belirli harfleri yorumlayarak bazı
manalar çıkarmışlardır[270].
Bâtınî
te’vil, olağanüstü bir şekilde Adem’in Kuran ve Kitab-ı Mukaddesteki tarihi
üzerinde durmuştur[271].
Bâtınîler, geçmiş peygamberlerin kıssaları ile bu kıssalarla ilgili olan
mucizevi olayları anlatan Kuran pasajlarının tamamının sembolik olduğunu bundan
dolayı hepsinin te’vil edilmesi gerektiğini savunurlar[272].
Bâtınîler’in
te’villerinin hemen hemen tamamında anoloji yöntemi kullanılmıştır[273]. Bu
teoriyle dini terim ve kavramlarla yıldız ve gezegenler arasında çeşitli
anolojiler kurmuşlar böylece evrendeki her bağımsız varlığın Bâtınî din
âlemindeki Bâtınî davet hiyerarşisindeki bir mertebeyi simgelediği şeklinde bir
inanca sahip olmuşlardır[274].
Bâtınî
düşüncede te’vil bir setr ( gizlilik) prensibine dayanmaktadır.[275] Bu
gizlilik Bâtınî hareketin örgütsel yapılanmasıyla ilgilidir[276].
Bâtınî kaynaklarda irfana dayalı bilgi sayesinde Bâtınî te’vilin, bazı
sahabilere sövgü aracı olarak kullanılması, mezhebin ne tür bir ibadetle meşgul
olduğunu göstermeye yeterlidir[277].
Bâtınîlerin
ortak noktaları, emir ve nehiyleri kendilerince yorumlamaları, bu yorumu
peygamber kıssalarına kadar götürmeleri ve gerçeği sadece imamın bildiğini
kabul etmeleridir[278].
Bâtınîler, zaman döngüsüne ve tarihi
bilgilere dayanan kozmolojik ve doğaüstü bir düşünce sistemi oluşturdular.
Ayrıca onlar, diğer dinlere ve geleneklere karşı evrensel bir yaklaşım
geliştirmişler bunu yaparken de hem Kurana hem Yunan filozoflarına hem de
İncil’e atıfta bulunmuşlardır[279].
Bâtınî te’vilini konu edinen eser, Kadı Numan’ın Te’vilü’d- deaim isimli
eseridir[280].
Şiîlik,
Mezhepler Tarihi ve Kelam ilmine göre “Hz. Ali taraftarları”, Hz. Peygamber’in
ölümünden sonra devlet başkanlığı görevinin Hz. Ali ve onun nesline ait
olduğunu kabul eden grupların oluşturduğu mezheptir. Bu gruplar önceleri
“Şi’atü Ali” diye tanınırkene Ali kelimesi kaldırılarak Şia diye anılmıştır.
Mezheplerin tasnifinde Şia, daha çok siyasi olarak ortaya çıkmış bir
harekettir. Mezhebin hareket noktası imâmet veya hilafet denilen siyasi
otoritedir. Söz konusu otorite Hz. Peygamberden sonra Hz. Ali’nin hakkıdır[281]. Şia,
Sünni mezhepler tarihi kaynaklarında, farklı ifadelerle, ama aynı yönde olmak
üzere "Hz.Ali taraftarlığı; nass ve vasiyetle onun imamlık ve halifeliğini
ileri sürenler ... " ve benzeri şekillerde tanımlanmıştır. İlk iki Şii
müellif, Nevbahti (300/912) ile Ebu Halef el- Eş'ari el-Kummi (3011913) de
Şia'yı, şöyle tanımlarlar: "Onlar, Nebi (s.a.s.) nin zamanında Ali'nin
taraftarları (Şiatu Ali) diye isimlendirilen ve ondan sonra da ona bağlılık
gösterip onun imametini ileri sürenler olarak bilinenIerin teşkil ettiği Ali
(a.s)'nin fırkasıdır". Bu yazarlar, bu bilgileri verdikten sonra,
"Ali'nin imametinin farziyetini" belirten ilk kişinin de Abdullah b.
Sebe' olduğunu söylerler[282]. Şii
alim Şeyh Mufid, "şia" kavramıyla ilgili olarak şunları söylemektedir
"Teşeyyu" (Şiiliği müdafaa etmek, Şii olmak) dilde, bir öndere onu
veli kabul ederek halisane dini bağlarla bağlı olmak demektir[283].
Şiîlik,
İslam tarihinin ilk zamanlarında sosyal ve siyasi huzursuzluklara ilişkin
muhtelif güçler için bir kılıf olmuştur[284].
Bâtınîlik
zamanla İslam dünyasındaki bütün muhalefet cephesini etkisi altına almıştır.
Öyle ki Bâtınîlik İslam toplumunda var olan ve genelde muhalefet tarafında yer
alan Şiîliğin fikri cephesi görümüne girdi. Bâtınîlik kendi yararına uygun
düştüğü için Şiî muhalefeti desteklemiştir. Şiîlik ise bâtıniliği propaganda
aracı olarak çok etkili bulmuş ve bazı Bâtınî ilkeleri kullanmıştı[285].
İlk
zamanlardan beri Bâtınîlik ile Şiîlik arasında fikir olarak benzerlik vardır[286]. Şiîlik
Bâtınî düşünceyi yanına alarak güçlü bir müttefike kavuşmuştu. Bâtınî düşünce
yeri geldikçe İslami söylemden bol bol faydalanırken Şiîlik de Bâtıniliğin bazı
yıkıcı propaganda araçlarını kullanmıştır. Şiîlik açısından Bâtınî düşüncenin
en önemli tarafı; Arap ırkından olmayan Müslümanları kendi çevresinde toplayabilme
başarısıdır[287].
Şiîliğe,
İslam’dan olmayan ama İslami kisveye bürünmüş yeni düşünceler girdi. Fethedilen
yerlerdeki insanların İslam dinine girmesiyle beraber yeni fikirler de İslam
dünyasına girmiş oldu. Böylece Hristiyanlık, Budizm, Maniheizm gibi dinlerden
gelen inançlar ile Gnostik ve Yeni Eflatuncu düşünceler, Şiî düşüncesinin
Bâtınî yorumunun şekillenmesinde önemli bir yere sahip olmuşlardır[288].
Şiî
inançta Bâtınî bilgi sadece bazı ılımlı taraflarıyla da olsa yadsınması
imkansız bir yaşam koşulu olarak benimseniyorken, Bâtınî yorum vazgeçilmez bir
usul ve lidere bağımlılık da tartışılmaz bir kural olarak görülüyordu. Şiîlik,
Bâtınî düşünceyle dayanışma içine girmiştir[289].
Şiîlik
ile Bâtınî düşünce arasında kurulan dayanışma, hiçbir zaman tam bir ortaklık veya
birliktelik haline gelmemişti[290].
Şiîler,
yapılan yoruma akla uygun bir nitelik kazandırabilmek için sembol ile sembolize
edilen arasında bir ilişki olmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Ignaz
Goldziher, “Sünni İslam icma; Şiî İslam ise otorite inancını temsil eder”
demiştir[291].
Denetimsiz
ve zaman zaman aklı yadsıyan bu yorum biçimi, hiçbir sınır tanımama durumuna
gelmiştir. Bâtınî hareketin sonucu olarak gulüv anlayışından pek çok Şiî
öğretisi etkilendi[292].
Takıyye
ve Gulat kavramları Bâtıniliğin en özgün tarafını oluşturuyordu. Gulat, Bâtınî
düşünceyi abartanlar anlamı taşımaktaydı[293].
ŞiîTa’lim
öğretisine göre din her çağda sadece seçkin öğretmenler tarafından
öğretilebilecektir. Bâtınî hareket ise bunu formüle ederek geliştirmiştir[294].
İşte
bu konu 12. Asırdan itibaren sufiler’in temel düşüncesi olmuştur. Böylece
zamanın gavsı, kutuplar ve velayet gibi bir takım kavramlar aracılığıyla kapalı
olan meseleler açığa çıkmaktadır. Veli ve Kutup kavramları, Şiîlikteki imâmet
düşüncesinin sufizm içerisine geçmiş ve orada erimiş makamlarıdır. Zira
Sufizimde velayet çok önemli olup bazı sufiler onu nübüvvetten bile üstün
görmüşlerdir. İbn Muğazil bunu Rafızi damgası yememek için açıkça ifade
etmemiştir. Şazeli’nin öğrencisi Muhammed Vefa, Bâtınî ve zahiri bir velayet ayrımı
yapar. Zahiri olan Risalet ve Peygamberlikten aşağı konumda olup Bâtınî olan
ise vahiy makamıdır ki bu peygamberlikten daha üstündür. Onlara göre Muhammet
de bu Bâtınî velayete sahip olmuştur. İbn Muğazil her türlü yetkiye sahip olan
veli hakkında ayrı bir bölümde açıklamalar yapar. Bu veli bir yerden bir yere
tayyi mekan yapar, aynı zamanda yaşatır, öldürür, hasta yapar ve şifa verir.
Şazelinin belirttiğine göre Veliler insanların elde edemeyecekleri bilgilere
ulaşırlar. Bu bağlamda onlar Peygamberin vekilleri ve elçilerin vekilleri olmak
üzere iki kısma ayrılırlar. O veli, Kutup ve Gavsla ilgili olarak başka bir
yerde şunları söyler: “İlah peygamberlerin dünyadan kaybolmasıyla onların
işlerini yerine getiren insanları yeryüzünden eksik etmemiştir. İşte kalpleri
peygamberlerin kalpleri gibi olan veliler bu peygamberlerin işlerini
yapmaktadırlar. Her nesilde 300 veli bulunur”[295].
İmamiyye’nin Bâtıniye’nin geçiti
(Bâtınîyye’ye götüren geçit) olduğu söylenmektedir. Zira bunların hepsi Şia
fırkası içerisine dahil olup tümü Şiî olmaya çağırmaktadır, bundan dolayı dinde
aşırı gitmişler ve Müslümanların yolundan çıkmaktadırlar[296].
İnsanlar en sonunda onların Şi’a fırkalarından bir grup olduğunu açık ve kesin
olarak anlamışlardır[297].
Tasavvuf ve Bâtınîlik
İlişkisi
Bâtınîlik
ile tasavvuf birbirine karıştırılmaması gereken iki kavramdır. Bâtınîlik
tasavvuftan faydalanmış ve tasavvufu etkilemiştir. Her iki akımda ortak yönler
olduğu gibi farklı yanlar da vardır[298].
Bâtınîlik
ile Tasavvuf arasında Nasların Bâtınî anlamlarına önem verme açısından
benzerlikler vardır. Fakat sufiler zahiri manayı asla ihmal etmezler, Bâtınî
manayı onun üzerine inşa ederler. Ancak Ehl-i Sünnet çizgisinden uzaklaşan
tarikatlarda Bâtıniliğin önemli derecede etkisi vardır. Tasavvufta zaman zaman
zahir- batın dengesi bozulmuştur. Muhammet İkbal Bâtıniliğe kayan sufiler için
şöyle demiştir: “Benden sufi ve mollaya selam söyle. Onlar bana Allah’ın
haberlerini getirdiler; fakat onların te’villeri Allah’ı, Cebrail’i ve
Mustafa’yı hayretler içinde bıraktı”[299].
Ezoterik tefsirin felsefi ve sufi tefsir
gibi çeşitli tefsir ekolleri ile de irtibatının olduğunun unutulmaması
gereklidir. Örneğin sufiler Kur’an’ın gizli ve derin bir anlamının olduğunu
vurgulamışlar, bu anlamın tümdengelim ve geleneksel tefsir yöntemleriyle ortaya
çıkarılabileceğini söylemektedirler. Kur’an müfessirleri onun önemi ve
karakteristik özelliklerinden dolayı bu şekilde bir metot takip etmişlerdir[300].
İsmâilîlerin
nasıl ortaya çıktığı ve çıkış tarihi kesin olarak bilinemediğinden dolayı o
dönemle ilgili doyurucu kaynaklar günümüze ulaşmadığı gibi kapalı ve tutarsız
bilgiler de oldukça fazladır. İlk İsmâilîler, inançlarını daha çok sözlü olarak
yayıyor ve inançlarıyla ilgili kitapları yazma konusunda girişimde bulunmuyorlardı.
Hicri üçüncü asrın sonlarında yazılan ve çağımızda neşredilip yayınlanan Hasan
bin Musa Nevbahtî ve Sa’d bin Abdullah Kummî’nin Şiî fırka kitapları,
İsmâiliyye’nin ortaya çıkışına dâir mevcut en eski kaynaklardır[301].
İlk
İsmaili düşüncelerin gizlilik içerisinde olmasından dolayı İsmaili hareket
büyük ölçüde muahhar kaynaklara ve Fatımîler dönemine dayanılarak
aydınlatılmaya çalışılmıştır. Fakat konuyla ilgili ülkemizde yeterli
çalışmaların yapılmaması ve muahhar kaynakların birbiriyle çelişki içerisinde
olması İsmaili ile ilgili doğru bilgilere ulaşmamızı zorlaştırmıştır[302].
İsmaililik
konusunda müsteşrikler oldukça fazla mesafe kat etmişlerdir. Yirminci yüzyılda
İsmaililik üzerine yapılan geniş ve ciddi incelemeler ile el yazmalarının
çevirileri Louis Massignon, Henry Corbin, Rudolph Strothmann, Marius Canard,
Marshall G.S. Hodgson, Wladimir Ivanow, Paul Kraus, Samuel M. Stern, Bernard
Lewisve Wilferd, Madelung gibi şarkiyatçılar tarafından yapılmıştır[303].
Mısır’da
Fatımî Kütüphanelerinin ve Alamut’taki kütüphanenin de yok edilmesinden sonra
İsmâilîler hakkında gerçeği yansıtmayan yargılar ortaya çıkmıştır. Fakat
İsmâilî yeni kitapların ortaya çıkması ve yayılmasıyla beraber İsmâilîlerle
ilgili daha gerçekçi bilgilere ulaşılmıştır[304].
Ulaşılabilir
olan kaynaklara bakıldığında, İsmaililik ilk olarak 9. Yüzyılda, İsmail ve oğlu
Muhammet adına başlayan dini bir reform ve radikal sosyal hareketi olarak Irak
ve İran’ın bazı yerlerinde tanınmıştır[305].
Şianın
bu fırkası için yapılan tanımlamalar eksik ve yanıltıcıdır. Yedi imamcılar
olarak tanımlanan bu fırkaya ilk dönemdeki Şiî fırkalar, Karmatiler, kadim Şiî
fırkaları ve 49. İmam olarak bilinen Ağa Han da dahildir. İsmailiyye adı Ca’fer
b. Sadık’ın kendisinden önce vefat eden (755/138) oğlu İsmail’e
atfedilmektedir. Bütün İsmailiyye mensupları onu (kardeşi Musa Kazım’a nazaran)
babasının gerçek halefi ve imam olarak tasdik ederler. Aslında İsmail
İsmailiyye tarihinde ve öğretisinde herhangi bir rol oynamamıştır. O üstelik
bilinenin aksine yedinci değil altıncı imamdır. Yedinci imam onun oğlu olup
onunla imamlar zinciri son bulmuştur. İmamiyye koluna bağlı fırka yazarlarından
Nevbahti iki Şiî fırkasından söz etmektedir. Bunlardan birisi İsmail’in oğlu
Muhamemd’i imam olarak kabul edenler, diğeri ise bir asır sonra kendi misyonlarıylaortaya
çıkacak İsmailiyye fırkasının öncüleri olmalıdır[306].
Önceleri
Mübarekiyye ifadesinin kullanıldığı İsmaili hareketi için daha sonraları başta
Kummi ve Nevbahti olmak üzere bazı makalat yazarları tarafından daha çok
İsmailiyye tabiri kullanılmaya başlanmış, 9. Asrın özellikle ikinci yarısından
sonra Karamita veya Bâtınîyye tabirlerinin de kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Buna karşın İsmaililer daha çok “Dava” ya da “Dava el-Hadiye” tabirlerini
kullanmayı seçmişlerdir[307].
İsmailiyye
mensupları kendi eserlerinde kendilerini “İlmu’l-hak” (Gerçek ilim),
“Dinu’l-hak” (Gerçek Din) olarak tanımlamaktadırlar. Kendi davetlerini ise
“Hakka davet” (Da’vetu’l-hak); bu fırkayı benimseyenleri ise “Hak ehli
bağlıları” (Ashabu ya da Ehl-i hak) olarak isimlendirmekteydiler. Diğer
fırkalar tarafından kendileri için kullanılan İsmailiyye ismini de günümüzde bu
fırka taraftarları kabul edip kullanmışlardır[308].
İsmaililer, kendilerini ısrarla ‘Ehl-i Tevhit’ olarak nitelemişlerdir[309].
İsmailiyye
İslam tarihinde ilk olarak hicretin 3. yüzyılında ortaya çıkmış ve büyük bir
hızla yayılmıştır. İsmaililer’in Merkezi Güneydoğu İrandaki Huzistan
bölgesidir. İsmaili dâîleri mezhebin mesajını Maveraunnehir’den Mağribe kadar
tüm İslam dünyasına taşımışlardır. Bu fırkanın taraftarları Doğu Arabistan,
Doğu Mağrib ve Yemen’de çok fazla çoğalmışlar ve bekledikleri imamın manevi
gücü altında kendi politik topluluklarını meydana getirebilmişlerdi. Hicri 4.
Yüzyıl Louis Massignon’a göre İslam tarihinde İsmaili çağ olarak
adlandırılmıştır. Nesefi, Yakup es-Sicistani ve Ebu Hatim er-Razi gibi İsmaili
dâîleri dini öğretilerinin temellerini klasik tarzda yaymışlardır. Basralı
İsmaililer’den etkilenerek ortaya çıkan ancak isimleri bilinmeyen İhvânu’s-Safâ
hareketi, o dönemden itibaren İslam literatürünün bir parçası olarak günümüze
kadar ulaşan 51 bölümlük ansiklopedik eserlerini yayınlamışlardır. İsmailiyye;
idareci, memur, ilim adamı, zengin, fakir, şehirli, köylü, bedevi olmak üzere
toplumun her bölümünden taraftar bulmuşlardır. İsmailiyye toplumda ortaya çıkan
siyasi karışıklıklar, ekonomik bozulmalar ve savaşlar gibi olumsuz durumları
resmi idarelere karşı gayet iyi kullanmış, dolayısıyla da bunlardan hoşnut
olmayan büyük bir yandaş topluluğun alakasını ve sevgisini kendisine çekmeyi
başarabilmiştir. İsmailiyye b elli bir müddet Abbasi halifeliğinin yıkılmasına
engel olduğu ve İslam imparatorluğunu kendi kavramları ve metotlarıyla yeniden
kurma çabası içerisinde olduğu intibasını vermiştir[310].
Farklı
kaynakların verdiği bilgilere göre İsmailiyye’nin olası kurucusu Abdullah el-
Ekber çağrısına ilk olarak memleketi Huzistan’ın Karun bölgesinin Askar Mukram
şehrinde başlamıştır. O buraya gelecek Mehdi için propaganda yapacak dâîler
yollamaya başladı. O daha sonra Askar Mukram halkı tarafından şehirden gitmesi
için zorlanmış ve baskı altına alınmıştı. O önce Basra’ya gitmiş sonraları
Basra’da da baskı altına alınmış ve Suriye’nin Selemye şehrine yerleşmiştir. O
ve onun soyu bu şehirde Âkilî adında saygın ve itibarli tüccarlar olarak hayata
devam etmişlerdir[311].
İsmailiye’ye
davet, en üst seviyede, gizli ve merkezden idare edilerek yapılmıştır. Bu durum
onların İslam dünyasında hızlı bir şekilde yayılmasına imkan sağlamıştır.
Mezhep davetinin çekiciliğinden dolayı, İsmaili dâîleri başarılı olmuş ve
onlara boyun eğmişlerdir. İsmaili doktrin başlangıcından itibaren dengeli ve
kapsamlı bir evren, İlah ve tarihsel görüş takdim etmişti. Bu düşüncenin
esasını Şiî dogmaları, inançları ve idealleri içerir. Bu düşünce Sünni
âlimlerin ekseriyesi tarafından şüpheli ve zararlı olarak görülmüştür. Onlar
bir takım Helenist düşünceyi İslam’a sokmuşlardır. İsmaili imâmet ve nübüvvet
telakkisi sağlam bir inanç üzerine kurulup, bu da İlahsal olarak yönlendirilen
mükemmel bir lider ve öğretmen vasıtasıyla insanlığın adil bir şekilde
yönetilmesi olgusunu karşımıza çıkarmaktadır. Peygamber olmadığında bu görev
imamlarındır. İmamlar insanlığın var oluşundan sonuna kadar peygamberler
zincirinin bir parçası durumundadırlar. İmamların önemli olduğunu benimseyen bu
inanç, İsmailiyye’nin ilk dönem Şia’sından alıp sürdürdüğü bir mirasın parçası
olmasına rağmen bunu kendine ait doktrine dönüştürmüştür. İnsanın dini manadaki
gelişimi yedi derecede gerçekleşmektedir. Bu derecelerin her biri bir peygamber
ya da bir natık aracılığıyla açılmaktadır. İlk altı derecede Âdem, Nuh,
İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed peygamberler vardır. Bunlar vahiyle aldıklarını
yani dinin hükümlerini tebliğ etmektedirler. Onların her birisinin ardından bir
sâmit ya da bir vasi gelmekte olup, bunlar dinin Bâtınî hakikatlerini ileri
sürerler. Allah tarafından yönlendirilen peygamber halkasına ait kimseler
tarafından iletilen Bâtınî hakikatler, aslında gnostik bir düşüncedir. Onlar
vahye ya da insan aklına dayanmakta olup, bunlar insanın ruhuna mükemmellik
kazandırmaktadırlar, bundan dolayı onu ikinci yaratılışa
taşımaktadırlar.(halk-ı sânî). İnsan aklı bu dereceye kendi çabasıyla
ulaşamamaktadır. Bunun için bir peygamberin ya da imamın klavuzluğuna ihtiyaç
duymaktadır. İsmaili doktrinde dini bilgi nübüvvet ile uyum içerisinde olmak
suretiyle rasyonel olmaktan daha çok vahye dayalıdır. Klasik ismailiyye
teolojisi, fiziksel âlem, İlah ve ruhun esaslarını Yeni Eflatuncu düşünceden
almıştır[312].
Fâtımi
halifelerine karşı muhalifleri tarafından ortaya atılan bu iddialar, 19. Asra
kadar Batı araştırmalarını da cezbetmiş ve bu iddialar Avrupa’da da doğru
olarak görülmüştü. De Sacy 1838 senesinde bu fırkanın kurucusunu ateizm,
materyalizm ve ahlaksızlığı propaganda eden biri olarak tanımlamıştır. De Goeje
de 1862 senesinde onları “gerçekten şeytanca” olarak nitelendirmiştir. Fakat
İsmailiye ait gerçek eserler ortaya çıkınca bu suçlamaların gerçek olmadığı
anlaşılmıştır.1874 senesinde S. Guveno ve 1898 senesinde de P. Casanova
İsmailiyye’ye ait birçok eserden bazı kısımlar yayınlamış ve onlar hakkında
bilgilere yine onların kendi eserlerinden ulaşılması için vasıta olmuştur.
Guyard’ın bu eserlerden ulaştığı neticeye göre İsmailiyye fırkasının kurucusu,
İslam düşüncesi ile eski antik Yunan felsefesini birleştirmeye çalışan bir
filozoftur. Daha sonraları ise İsmailiyye’nin Yeni Eflatuncu felsefeyi alıp
kabul ettiği ortaya konulmuştur. İsmailiyyenin İlk büyüklerinden olan Meymun
el- Kaddah ve Kaddahiye üzerine de aynı durum söz konusu olmuştur. B. Lewis
1940 senesinde İsmailiyye imamlarının soylarıyla alakalı geç dönem
kaynaklarının tezat olan haberlerini toplayan bir çalışma gerçekleşmiştir. Buna
göre gerçek Ali soyundan olan kaybolmuş imam silsilesi ile gerçek imamların
arkasında gizlenmiş olan imam silsilesi olmak üzere birbirine paralel iki imam
soy kütüğü meydana çıkmıştır. İşte Meymun el-Kaddah’ın halefleri olarak
söylenen imamların arkasına saklanan imamlar olduğu, Fâtımi halifesi el-Kaim
ile beraber gerçek Ali soyundan gelen imamların tekrar ortaya çıktıkları iddia
edilmektedir. Fakat B. Lewis’den sonra ki -Lewis’in çalışmaları artık eski
olarak kabul edilmektedir- W. Ivanow’un yayınladığı başka bir araştırmada
durumun farklı olduğu ortaya çıkarılmıştır. O, “The Allaged founder of
Ismailism” (Bombay 1946) isimli eserinde Meymun el-Kaddâh ve oğlu Abdullah’ın
İsmailiyye ile hiçbir alakasının olmadığını iddia etmiştir. Bu iki İmamiye
hadisçisi 8. Asrın ilk yarısında Mekke’de Ca’fer es-Sadık ve İmam Muhammed
el-Bakır’ın mensupları olarak yaşamışlar ve Abdullah b. Meymûn da büyük
olasılıkla kendisinden yüz yaş genç olan İsmailiyye’nin kurucusu Abdullah
el-Ekber ile hata yapılarak karıştırılmıştır. Bununla beraber Abdullah’ın soyu
net olarak açıklanmamıştır. Onun Aliye olan soy bağlılığı kuşkuludur. Her ne
kadar Fatımîler ilk atalarının Ca’fer es-Sadık’ın en büyük oğlu Abdullah
el-Eftah’ın oğlu olduğunu öne sürseler de Sünni ve Şiî kaynakların ittifakına
göre Abdullah el-Eftah’ın herhangi bir erkek çocuğu olmamıştır. Sonraki resmi
Fâtımi kaynakları kendi soylarını Abdullah el-Ekber’i Muhammed b. İsmail’in
oğlu olarak kabul ederek ona atfetmişlerdir. F. De Blois ve A. Hamdanı, 1982
yılında Fâtımi halifelerinin Aliye olan soy bağlılığını kanıtlamak için karışık
bir soy kütüğü yapmıştır. İsmaili imamların Aliyle olan soy bağlılığının
şüpheli olması daha çok kabul gören bir durumdur. Çağdaşları Fatımîler in
Ca’fer es-Sadıkla olan bağlantısını münazara etmişlerdir. Peygamberin Ehl-i
Beytinin soy kütüğünün tespitine yönelik çabalar ilk dönemlerde fazlasıyla
gelişmiştir. Bundan dolayı da gerçekte Aliyle bağlantısı olan birisinin yalancı
olarak gösterilmesi pek mümkün değildi. Şamlı Muhammed b. İsmail’in gerçek
anlamda soyundan olan Şerif Ebu Muhsin Muhammed b. Ali 985 senesinde kâleme
aldığı ve sonraları oldukça fazla yararlanılan eserinde Fatımîler in kendi
soyuyla olan her türlü irtibatının gerçek olmadığını belirtmiştir. Fatımîler in
Ali soyundan geldiklerine dâir iddiaları ve onlara aykırı olan Kaddahilerin
söylentileri, birbiriyle mutabakat sağlaması imkansız olan iki olasılığı
gündeme getirmektedir[313]. Onun
ailesinin başka bir kolu da Hazar denizinin güneyinde yer alan Deylem’deki
Talekan’a gitmişlerdir. İsmailiyye’nin da’veti 11. İmamları Hasan el-Askeri’nin
(874/260) senesinde ölümüyle güvensiz bir boşluğa giren İmamiyye’ye karşı
olmuştur. İsmailiyye’nin ilk lideri Abdullah el- Ekber belli olmayan bir
tarihte Selimye’de vefat etti. Fâtımi halifesi 11. Asırda onun için bir türbe
yaptırdı. Bugün bu türbeye İsmaililer saygı göstermişlerdir. Abdullah’ın yerine
hakkında çok fazla bilgi bulunmayan oğlu Ahmet ve sonrasında da Abdullah’ın
torunu geçti. Daha sonraki zamanlarda İsmailiyye liderleri İslam ülkelerinin
birçok yerine dâîler yolladılar[314].
İslam
dünyasının muhalif yönünü oluşturan Şiîler, 765 senesine kadar aynı imama
inanıyor ve onun öğretilerini benimsiyordu. Fakat altıncı imam Cafer
us-Sadık’ın vefatından sonra Şiîler’in bu birliktelikleri sekteye uğradı.
Böylece yedinci imam olarak babasının yerini alan Musa ibn Cafer’in imamlığını
bazı Şiîler onaylamadı. Bir grup Şiî, imamlığın Cafer us- Sadık’ın büyük oğlu
olan İsmail’in hakkı olduğunu belirterek Musa ibn Cafer’e isyan ettiler. Oysa
imamlığa hakkı olduğunu savundukları İsmail, daha babası hayattayken, Medine’de
öldüğünden artık onun imamlığa geçmesi imkansız olduğu için, isyancılardan bir
bölümü, imamlığın İsmail’in vefatı ile bittiğini iddia ederken, bir bölümü de
İsmail’in oğlu Muhammed’in imâmeti üstlenmesi gerektiğini öne sürdüler. Bu
çekişmeler sürerken, imamlık iddiasında bulunan Musa ile Muhammed de kendi
aralarında kıyasıya bir çekişmeye başladılar. Bunun neticesinde Muhammed,
Musa’nın zehirlenerek öldürülmesine sebep olmuştur. Bütün bu gelişmelerden
sonra Musa ibn-i Cafer’i tutan, onun soyundan gelen ve onları imam olarak
tanıyan On İki İmamcılar ile İsmail taraftarları ve onunla Ali soyunun imamlarının
sona erdiğini benimseyen Yedi İmamcılar olmak üzere iki gruba ayrıldı. Bu
sonuncu grup İsmail taraftarı olduğu için İsmailliler ya da İsmailiyye ismiyle
anıldılar[315].
İsmaili
doktrinin negatif teoloji İlah zihniyetinin sonucu olarak İlah’dan bütün isimleri
ve sıfatları soyutlamışlar, böylece onu aşkın bir varlık ya da hiçbir şey
olmayan olarak tarif etmişlerdir. İsmaililer bu doktrini, Yeni Eflatuncu
anlayışından almışlardır. Yeni Eflatuncu yöntemindeki belli özellikleri, onlara
daha fazla İslami hava katmak suretiyle İslam içerisine sokmuşlardır. Bundan
dolayı bu öğretide evrensel akıl, İlk’den sudur eden bir olgu olarak değil de
daha çok aklın ilahi fiili vasıtasıyla zamandan bağımsız bir kökeni olup faal
bir iş halinde olan olgudur. Ancak bu iş tüm evrene hitap etmekte olup, akıl da
tinsel ve fiziksel âlemde olan her nesnenin biçimini içermektedir. Aynı zamanda
bu formların hepsi tek bir defada ibdâ’da bulunmuşlardır. Bunlar, her ne kadar
yalnızca ilahi belirlemeye uygun bir biçimde sudur yöntemi ve sebeplilik ile
akıldan tedricen ortaya çıksalar da, var oluşları bakımından İlahıyla
bağlantılıdırlar. İsmaili kelamı, filozofların İlahın ilk sebep (illet)
olduğuna dâir fikirlerini geri çevirmişlerdir. Buna karşın, âlemin ilk
sebebinin evrensel akılla bir olan İlahının emri ya da kelamı olduğunu
belirtmişlerdir. Bundan dolayı onlara göre İlah yalnızca sebeplerin sebebini
var edendir (Muillu’l-İlleti’l-İlel). Yeni Eflatunculuğun İsmaili öğretisine
cazip gelen yönü, İlah ile onun aşkınlığının kusursuz birliğini, mutlak anlamda
tasdik etmesidir. Yeni Eflatunculuk ve İsmailiyye bu düşünceyi en üst düzeye
çıkarmıştır[316].
İsmailiye’nin
bir kısmı Şam’da, bir kısmı Orta ve Güney Afrika’da, Pek çoğu ise Hindistan’da
bulunmaktadır. İsmaililer’in kurdukları devlete Fatımîler denir[317].
İsmaililer
coğrafi olarak epey geniş alanlara yayılmışlardır. Hindistan, Doğu Afrika,
Pakistan ülkelerinde yer almaktadırlar[318].
İsmaililer
tarih boyunca birçok kısma ayrılmıştır[319].
Daftary, Alamut dönemi İsmaililiğini üç kısma ayırmıştır. Bu şekilde ayırmayı
yöneticilerinin dış dünyaya karşı izledikleri siyasetlerine göre yapmıştır.
Birinci dönem Hasan Sabbah ile birlikte ilk üç Nizari yöneticisinin dönemidir.
Bu dönemdeki yöneticiler kendilerini imam olarak ilan etmemişlerdir. İkinci
dönemde yöneticiler kendilerini imam ilan etmişler, dördüncü ve beşinci dönemde
ise Alamut efendileri vardır. Bu dönemde Nizariler, dış dünya ile ilişkilerini
ruhsal yönden koparmışlar ve sembolik bir kıyamet dönemi başlamıştır. Son
dönemde ise Nizariler kıyamet düşüncesinden ödün vererek yavaş yavaş Sünni
dünya ile uzlaşmaya başlamıştır. Alamut dönemindeki Nizariler, Selçuklulara
karşı isyancı hareketlerde bulunmuşlardır[320].
Halife
Mustansır’dan sonra (1036-1094) ilk oğlu Nizar yerine ikinci oğlu Mustâlî’yi
veliaht olarak gösterdi. Bunun neticesinde İsmailiyye 1095 yılından itibaren
Kahire’de Musta’liyye, Suriye ve İran’da da Nizariyye isimleriyle iki kısma
ayrılmış oldu[321].
909
yılına kadar İsmaililer, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika’da kendi bağımsız
devletlerini kurmuşlardır. İsmaililerin erken tarihini belirleyen en önemli
olay 899 senesinde liderleri olan Abdullah’ın gizliliğine son verip, imamlığını
herkese duyurması olmuştur.[322]
Fatımîler
zamanında altın çağını yaşayan İsmaililer, Yeni Eflatuncu ve Gnostik düşünceleri
de benimseyerek yeni bir felsefi sistem kurarak asıl şeklini almış ve
Abbasilerin en güçlü rakibi konumuna gelmiştir[323].
İsmaililer,
Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet-İrfan olmak üzere dört aşamada yolunu
çizmiştir[324].
“İsmâilîliğin
tek ve temel prensibi, İmam-ı Zaman (Zamanın İmamı)’ın kutsal fermanın sözüdür[325].
İsmaili
inancına göre dinin temel ilkeleri yedidir. Bunun dayanağı İmam Muhammed
Bakır’dan aktarılan şu rivayettir: “ İslam yedi esas üzerine tesis edilmiştir.
Bunların en önemlisi velayettir İslam’ın esaslarını tam anlamıyla kavramak
ancak velayet ve veli ile mümkün olur. Diğer esaslar ise taharet, namaz, oruç,
zekat, hac ve cihattır.” İsmaililer, dinin vazgeçilmez özellikleri
niteliğindeki oruç, namaz, zekat ve hac gibi ibadetleri en ince ayrıntısına
kadar te’vile tabi tutmuşlardır[326].
İsmailliler,
şeriatın sadece cemaatleri zorlayıcı ve hâkimiyet altına alıcı olduğunu bu
yüzden şeriata uymanın gereksiz olduğunu öne sürmüşlerdir[327].
İsmaililer,
Kuran’a Sünniler kadar değer vermemiştir. İsmaililer, İmamda bulunan İlah’ın
sözüne sahiptirler.[328].
İsmaililerin insanın yaratılışı ve âlem ile ilgili teorileri Kuran’da
bahsedilen yaratılış olayına uymamaktadır[329].
İsmâilîler,
“heterodoks, inançsız ve İslam dışı” olarak görülmüşlerdir. İsmâilîler,
“ Hz. Ali b. Ebû Tâlib ve onun soyuna” miras bırakılan yaygın Şiî inancını
benimsemişlerdir[330]. Sünni
âlimler İsmaililer’i iki ilaha inanmakla suçlamışlardır[331].
İsmaili
öğretide ketumiyet esastı. İşkence altında olsalar bile yemin bozulmazdı[332].
İslam
düşüncesinde oldukça derin temelleri olan İsmaili mezhebinden sonra uzun süre
İlahın aşkın varlık olarak tekrarlandığı görülmektedir[333].
İsmaililerin, yayınlanan çok zengin dini ve
felsefi edebiyatları vardır. Birçok eseri de halen yazma halinde mevcuttur. Bu
eserlerde Bâtınî, mecazi ve felsefi karakterler ileri sürülmektedir[334].
İsmaililer, alamut’un yıkılmasından sonra tasavvuf şemsiyesi altına
sığınmışlardır[335].
Bâtınîyye
üzerine yapılan çalışmalar araştırıldığında konuyla alakalı aktarılan bütün
bilgiler İsmailiyye fırkasıyla bağlantılıdır[336].
İsmailiyye mezhebinin temeli bâtınîliğe dayanır[337].
Çoğunlukla
Bâtınîlik ve İsmaililik aynı manada kullanılarak İsmâilîlere Bâtınî, Bâtınîyye
veya Bâtınîler de denmiştir. Fakat bazı araştırmacılara göre Bâtınîlik,
“İsmâilî mezhebinin doktrinlerini saptırılmış bir şekilde kabul eden ve
özellikle Hasan Sabah’ın ortaya koyduğu öznel bir isimdir” demişlerdir. Günümüz
araştırmacıları, Bâtınîlik ve İsmâilîlik kelimelerini eş anlamlı olarak
kullanmışlardır[338].
İsmailiye
uzun sure Bâtınîye ismiyle anılmıştır. Esasen Bâtınîlik, İsmailiğin
karakteristik özelliği olmuştur[339].
İsmaililer,
Bâtınîye adı verilen hareketin en başarılı kesimi olarak kabul edilmektedir[340].
İsmaililer çoğu kez Bâtınîler ile aynı çizgide kabul edilmiştir[341].
İsmâiliyye
ile Bâtıniyye çok defa aynı mezhep kabul edilir ve İsmâiliyye'nin başlangıcı
aynı zamanda Bâtıniyye'nin başlangıcı olarak gösterilir. Bâtıniyye'nin
İsmâiliyye ile aynîleşmesinden dolayı bu hareketin tarihini ve önemli
şahsiyetlerini belirlemek de kolay olmamıştır[342].
İsmailiyye
İmam ve Mehdi inancı aynı zamanda Kur’an’ın bâtınî olduğuna dâir iddiayı da
kapsamaktadır. Buna göre Kur’an’da bazı şifreler vardır ve bunların ortaya
çıkması gerekir. Bu gizli bilgilerin Kur’an ayetlerinden, lafzından ve dini
hükümlerden çıkarılması olayına te’vil denir. İşte Müslümanların büyük
çoğunluğuna kapalı olan Kur’an’ın gizli manalarını ortaya çıkarma çabası
sebebiyle İsmailiyye taraftarlarına Bâtınîyye adı verilmiştir. Bu Bâtınî
te’vil’in ilk örneği Yemen dâisi İbn havşab’a ait olan Kitabu’r-Rüşd ve’l-
hidâye’dir. Bu kitabı Ivanow tercüme etmiştir[343].
Kuran ve bütün dini esasların biri Bâtınî biri zahiri olmak üzere iki anlamı
olduğunu iddia ettiklerinden dolayı İsmailiyye, Bâtınîyye ismiyle anılmıştır.
İsmailiyye bu iddiasını, eski dinlerin kalıntıları ve Yeni Eflatuncu felsefe
ile besleyerek yeni bir inanç ortaya koymuştur[344].
Hicri
ikinci yüzyılda Bâtıniliği temsil eden“ İsmailiyye “ olmuştur.[345]İsmaililikten
bahseden muhalif erken dönem kaynakları, İsmaililikle ilgili herhangi bir
konuyu genelleyerek, lokal bir iddiayı bütün İsmaili gruplara aitmiş gibi
göstermişlerdir[346].
Bâtınîler
“ Biz İsmâiliyyeyiz, diğer fırkalardan bu adla ve bu adın ifade ettiği şahısla
ayrılmış durumdayız” derler. İlk dönem bâtınıyye taraftarları, kendi fikirlerini
felsefecilerin fikirleriyle karıştırıp, ortaya koydukları eserleri bu yönteme
uygun olarak yazdılar[347].
Ed
Deylemi, Bâtınîyye gruplarının zor durumda kaldıklarında kendilerini İsmaili
olarak gösterdiklerini fakat onların Bâtınî olduklarını belirtmiştir[348].
Kadı
Numan, evrendeki tüm varlıkların çift olduğunu belirtir. O,Kur'an'da birkaç kez
anlatıldığı içinbatın kavramının [İsmailiyye'deki] kullanımını temellendirir[349].
Bâtınî
tefsirler hakkında eski tefsir usul kitaplarında anlatılanlar, İsmailiyye
fırkasının inanç ilkeleri ile bu tefsirin irtibatlı olarak devamlı tekrarlanan
bir malzeme durumunda olduğudur[350].
İsmailiyye
mezhebi taraftarlarına göre Kur’an’ın zahiri ve Bâtınî anlamları birlikte
düşünüldüğünde, onların beden ve ruh arasındaki birliktelik gibi oldukları
rahatlıkla bilinir ve bu şekilde belirlenir. Bununla beraber zahir ve batın
anlamlar birlikte ele alındığında ve bir araya getirildiklerinde ayetin anlamı
ancak o zaman anlaşılabilmektedir. Bunun dışında onun gerçek anlamının
belirlenmesi mümkün değildir. Bunun doğal bir sonucu olarak, İsmailiyye’ye göre
her ayetin bir zahiri bir de Bâtınî anlamı vardır. Bu durumdan hareketle,
ayetin zahiri anlamı duyularla algılanıp kavranabilir. Buna karşın Bâtınî
anlamı ise bilgi ile ortaya çıkarılabilmektedir. Nasır Hüsrev’e göre dünyada
var olan her şeyin bir zahiri bir de Bâtınî tarafı vardır. Onun zahiri yönü
hiçbir şekilde gizli olmayıp, buna karşın batın yönü de hiçbir zaman açık
değildir. Ona göre eğer Bâtınî bir şey olmasaydı, bu durumda hiçbir insan diğerine
üstün olamazdı. Zira Nasır Hüsrev’e göre insanlar zahiri konularda birbirlerine
karşı eşittirler. Yine Nasır Hüsrev’e göre eşyanın zahiri yönü, onların Bâtınî
yönleri aracılığıyla varlıklarını devam ettirmektedirler. Bu yüzden de ilk
dönemdeki dinler ve mezhepler tarihine yönelik yazılan İslam eserlerinde
Bâtınîyye kavramı İsmailiyye’ye nisbet edilmiştir[351].
İsmailiyye
fırkasının asıl inancı dinin zahirinden ziyade dini öğretinin Bâtınî yönüne
meyilli olmalarıdır. Zehebi, İsmailiyye’yi Bâtınîyye olarak adlandırır. O bu
bağlamda şunları zikretmektedir: “Onlar Bâtınî yönü olan yani gizli bir imama
ya da Kur’an’ın bir Bâtınî bir de zahiri tarafının olduğunu inanmaktadırlar.
Onlara göre Kur’an’ın Bâtınî yönü zahirinden farklıdır.”İlk dönemdeki fırka
kitaplarında İsmailiyye ile Bâtınîyye arasında fark bulunduğu ileri
sürülmüştür. Kadı Numan bu durumu sözleriyle biraz olsun açıklığa
kavuşturmuştur: Her somut olgunun bir zahir bir de batın kısmı vardır. Onun
görünen kısmı duyularla algılanmaktadır. Buna karşın onun gizli kısmına bilgi
vasıtasıyla ulaşılabilmektedir. Yüce Allah Zariyat
suresinde, “Biz yarattığımız her şeyi düşünesiniz diye çift çift yarattık” diye
buyurmaktadır. Bu Kur’an ayetinde belirtilen “her şey” kelimesi Kur’an
ayetlerini de içine almaktadır. Öyle ki herhangi bir insan nasıl bir beden bir
de ruha sahipse, bu ayetlerin de bir zahiri bir de Bâtınî tarafı vardır. Kadı
Numan, her ayetin bir Bâtınî bir de zahiri anlamının olduğu hususundaki
düşüncesine iki Kur’an ayetini delil göstermektedir. Bunlardan birisi Enam
suresi 120. Ayettir: “Açık olsun ya da gizli olsun her türlü günahtan kaçının”.
Diğeri ise Lokman suresi 20. Ayettir. “Allah ister görünsün isterse görünmesin
size lütfunu bol bol sunmuştur.” Bir takım İsmaili âlimlere göre, zahiri yön daha
çok dini, Bâtınî yön ise daha ziyade hakikati ifade etmektedir. Onlara göre
dinin sahibi Peygamber iken, hakikat yönünün sahibi ise Alidir. Bundan dolayı
onlar dinin bir yanını Peygambere atfederken diğer yanını da Ali’ye
atfetmektedirler. Fakat Ali’ye atfettikleri dinin bu tarafı “esas” (temel)
olarak isimlendirilmektedir. Bazı yazarlar, Bahaiyye, Babiyye ve Kadiyanilerin
kendi yanlış inançlarını yaymak için İsmailiyye’den bu yorum esasını
aldıklarını ortaya atmışlardır. İsmailiyye’nin bu Bâtınî yorumu öne çıkaran
Nasır Hüsrev, Nisa suresinin 11. Ayetindeki “Çocuklarınızın mirası erkek çocuğa
kızın iki katı” şeklindeki tabir hakkında şunları demiştir: “Allah’ın natığının
iki düzeyi vardır. Bunlardan birisi yorum diğeri ise yamadır. Natık dini
konularda erkek, İmam ise dini konularda dişildir”.İsmailiyye mezhebinde sıkça
kullanılan diğer iki kavram “Genel” ve “Özel” kelimeleridir. Bu kavramların
temeline bakıldığında zahir ve batın yani vahiy ile yorum arasında kuvvetli bir
bağlantının olduğu gözlemlenmektedir. Bu fırkaya göre insanın genel ve özel
olmak üzere iki türü vardır. Genel, insanların çoğunluğudur. Bu “genel”
kavramının içinin İsmailiyye fırkasına mensup olmayanlardan oluştuğu
saptanmaktadır. İsmailiyye fırkasından olmayan ve insanların çoğunluğunu
oluşturanlar dinin zahiri kısmına tabi olan dindarlardır. Bunlar dinin
esaslarını sadece gelişigüzel olarak anlayabilirler. Bunlardan başka ” özel”
olarak nitelendirilen insanlar ise elit grubu oluşturmaktadırlar. Bu elit grup,
dinin ezoterik olan yönünü elde eden kimselerdir. İşte bunlar İsmailiyye
fırkasına ait eserlerde hüccetler, halefler ve imamlar şeklinde
adlandırılmaktadır[352].
Selefi-Vehhabi-Hanbeli
Ekolleri Ve Zihniyetleri
Vehhabi,
Hanbeli ve Selefi anlayışların içinde hem Şiî hem Bâtınî etkiler görülmektedir.
Ehl-i Sünnet mezheplerinden biri olan Hanbeli Mezhebi, İmam Ahmed b. Hanbel'in
(öl. 855) görüşlerini kabul edenlere verilen isimdir. Ahmed b. Hanbel, İmam
Şafii'nin yanında yetişmiş ve ondan büyük ölçüde etkilenmiştir. Abbasi Halifesi
Memun döneminde başlayan ve haleflerince de sürdürülen Mutezile esaslarının
zorla halka kabul ettirilmeye çalışıldığı dönemlerde büyük eziyetlere maruz
kalmıştır. Hanbeli Mezhebi, Bidatlere karşı son derece karşı çıkan bir tavırla
yaklaşmış ve bunu ifrat noktasına kadar getirmiştir. Hanbeli mezhebi İslam
dünyasının üçüncübüyük mezhebi ve fıkhi düşüncesi olarak varlığını günümüze
kadar sürdürmüştür. Hanbeli Mezhebi, fikirlerini en çok Bağdat ve çevresinde
yaymıştır. ÖzellikleSelçuklular döneminde, Bağdat'ta Hanbeli liderleri yetişmiş
ve bunlar düşünce ve davranışlarıyla dönemin fikri ve sosyal yapısını
etkilemişlerdir. Hanbeli Mezhebi'nin bölgede gelişmesinde büyük bir âlim olan
Ebu Ya'la'ya etkili olmuştur. Şam bölgesinde ise Şafii ve Hanefilikten sonra en
fazla taraftarı olan mezhep Hanbeli Mezhebi olmuştur[353].
Ashabü’l-Hadis’in
önemli bir bölümünü oluşturan Hanbeliler İslâm dünyasında politik çatışmacı bir
ruhla gündemde olan ilk Sünnî gruptur. Onlar Şiîliğe karşı çok katı bir şekilde
muhalefet etmişler, İsna-aşeriyye’yi diğer Bâtıni gruplar ve İsmailîlerle aynı
kefeye koyarak eleştirmişlerdir. Hanbelîler, Şiîlerle birlikte Bağdad’ta
çoğunluğu oluşturdukları için aralarında hep çatışma olmuş, hatta tüm gruplarla
çatışma içerisinde yaşadıkları da söylenebilir. Bundan dolayı sadece Şiîleri
değil Sünnî Şafiîleri bile tedirgin etmişlerdir. Abbasî halifesi er-Razî
(934-940), Hanbelîlerden şikâyet etmiştir[354].
İlk
dönemdeki Selef uleması Kelam alanında nakille yetinmişler, akli tartışmalara
fazla girmemişlerdir. Bu anlayış o dönem için geçerli bir metot olup sonraki
dönemlerde, özellikle hicri 3. Asırdan itibaren gelişen kültürel ve zihni
şartlar sonucunda Kelam sahasına akıl da girmiştir. Bu durum gayet isabetli
olmuş, Kuran ve Sünnet’e ters düşen hiçbir durum da yoktur. Aslında bu Kuran’ın
emrettiği bir durumdur[355]. Ehl-i
Sünnet, metodik olarak Selefin teslimiyetçi metoduna çoğunlukla uymaz. Çünkü
Selefin aksine tartışılmayan itikadi konular tartışılmış, nakille birlikte akla
ve akli te’villere yer verilmiştir.[356].
Vehhabîler’in
tüm bid’at ve yeniliklere karşı çıkmaları, Şiîlik için tarihte hiç olmadığı
kadar köktenci bir tehdit oluşturmuştur. Vehhabî aşırılığının zihinleri bu
şekilde tekrar bulandırmaya başlamasıyla birlikte dünyada meydana gelen
birtakım önemli gelişmelerle birlikte olaylar daha da karmaşık bir hal almıştır[357].Kâbe’de
Cüheymân el-Uteybî’ye yapılan biatı örnek göstererek, Selefîlik içinde de güçlü
bir Bâtınî anlayışın olduğunu belirtmiştir[358] [359].İbnü’l Cezvi’ye göre Bâtınîlik hareketinin
temelleri Mazde Senevi, Mecusi ve 359 mülhit filozoflar arasındaki görüşler
sonucunda atılmıştır .
Günümüzde
sadece bir tane İsmailî imparatorluğu bilmekteyiz. Bu imparatorluk Kuzey
Afrika’da bulunan Fatımîler dir (909-1171)[360].
Fatımîler 909 yılında Mısır’da kuruldu. Fatımîler, İsmaililiğin 6. Derecesine
sahipbir meclis tarafından yönetiliyordu[361].
Fatımîler
hakkında ilk olarak Memluklular zamanında 13. Yüzyılda yazılan eserlerden
bilgiler edinilmektedir. Bu eserlerde Fatımîler ismi geçmeyip sadece İsmaililer
ismi vardır. Bundan dolayıdır ki gelecekte yapılacak araştırmalar,
Memlukluların 13. Yüzyılda Mısır’da idareyi ele aldıktan sonra daha önceki
liderleri olan Eyyubiler’i örnek alıp kusursuz bir İslam geçmişi oluşturup
oluşturmadıklarını ortaya çıkarmaktır. İsmailî hanedanı olarak görülen
Fatımîler, Haşhaşilerin kötülenmesi ve Nizari ismailiyyesi ile olan ayrışması
neticesinde Rafızilik’ten kurtulmuşlardır[362].
Fâtımi
devleti, iktidarı boyunca birçok toprak elde etmesine rağmen ne Abbasileri ne
de Büyük Selçukluları devirememiştir[363].
Fatımîler İsmailiiği resmi mezhep olarak ilan etmişlerdir[364].
İsmâliyye altın çağını Fatımîler döneminde yaşamıştır. Fatımîler, Afrika’dan,
Mısır’a kadar geniş topraklar elde etmişlerdir. Bu altın çağda, Kelam, Felsefe
ve İsmâilî fıkıh konusunda önemli risaleler tedvin eden İsmâilî düşünce ve
edebiyat da üstün noktaya geldi. Bu dönemde Kelam, Felsefe ve İsmâilî fıkıh
konusunda önemli risaleler tedvin eden Muhammed bin Ahmed Nesefî, Ebû Hatim
Razî, Ebû Hanife Numan bin Muhammed ( Kadı Numan), Ebû Ya’kûb Sicistânî,
Hamiduddîn Kirmânî, el-Mueyyed Fiddîn Şirâzî ve daha sonraları ünlü Hekim ve
şair Nasır Hüsrev, İsmâilî tefekkürün gelişmesi ve yayılmasında etkili
olmuşlardır. Bilim, sanat ve ticaretle ilgilenen Fatımîler, yeni kurulmuş
başkentleri Kahire’yi Abbasî başkenti Bağdat’a önemli bir rakip haline
dönüştürdüler. Fatımîler bütün İslam dünyasında egemenliklerini
sürdüreceklerine inandıkları için davetlerini ed-Da‘vetu’l- hadiye (hidayet
eden davet) olarak adlandırmışlardı[365].
Fâtımi
dönemi İsmaililer’in altın çağı oldu. Bu dönemde meşhur dâi müellifler
tarafından İsmaili klasik eserleri yazıldı. Bu dönemde İsmaililer ilk kez bir
devlete sahip oldular. 973 senesinde tahtlarını Tunus’tan Mısır’a
taşımalarından sonra, kültürel ve ekonomik alanlarda olduğu gibi, İslami
ilimlere de özen göstermişlerdir. Aynı zamanda Hindistan başta olmak üzere pek
çok yer ile ticari faaliyette bulunmuşlardır. Fâtımi başkenti Kahire, İslam
dünyasının uluslararası düzeyde baş şehri olma konusunda ilerledi[366].
İsmaili
dava faaliyetleri zamanla gelişti ve dâîlerin eğitimi, İsmaili öğretinin
yayılması için Mısır’da Fâtımi halifesi İmam el-Hâkim’in zamanında net bir
görünüm kazandı. Fâtımidâîleri çoğunlukla çok iyi bir eğitim görmüş din
âlimlerinden oluşmaktaydı. Dolayısıyla Fâtımi dönemindeki eserlerin çoğu bu
kimseler tarafından yazılmıştı[367].
Fatımî
devletinin kurulması, Şiîlerin en büyük siyasi başarılarıdır. Fatımî devletinin
ilk yıllarında birçok zorluk olmuştur. Mehdi halife ve onun soyundan gelenler
El-Mansur ve El- Kaim kendi egemenliklerini kuvvetlendirmek ve Kuzey
Afrika’daki Berberi isyanlarını bastırmakla meşguldü. Fatımî devleti, El-Hâkim
ve El-Aziz sayesinde uluslararası bir güce ulaştı. Aynı zamanda Mustansır’ın
halifeliği zamanında en geniş topraklara ulaşıldı[368].
Fatımî
devletinin refahı Nil Nehri ve dış ticaret unsurlarına bağlıydı. Fatımî
yönetiminin dikkat çeken bir özelliği, fethedip yönettiği tüm yerlerde
İsmaililerin azınlıkta olmasıydı. Çoğunluk hep Sünniler olmuş, Hristiyanlar,
Museviler, Onikinci Şiîler ve diğerleri azınlıkta kalmıştır. Fatımîler başlarda
Şiî inancını yaymaya söz vermişseler de, inançlarını Sünnilere empoze etmekten
kaçındılar ve onların kendi dini geleneklerini yaşamalarına izin verdiler.
Fatımî halifeleri, İsmaililerin dini yönetimi ile Sünni ve Şiî olan diğer
Müslümanların Sivil yönetimini birbirinden net olarak ayırmışlardı.
Hristiyanların ve Musevilerin devlette yüksek makamlara gelmelerine engel
olunmuyordu. Hatta Fatımîlerin en yetenekli vezirleri Musevi olan İbn Kilis,
El-Aziz, El-Muiz zamanında uzun süre hizmet etmişlerdir. Fatımîlerin Mısır’a
getirdikleri refah ve aydın politikaları kısa zamanda Kahire’yi, İslam
toplumunun düşünsel ve sanatsal anlamda en büyük merkezlerinden biri durumuna
getirdi. Fatımî halifeleri, eğitim alanında cömert davranıp okullar, fakülteler
ve kütüphaneler açtı. Fatımî halifeliğinin gelişmişliği ve refahı tüm
ziyaretçileri etkiliyordu. İsmaili düşünür ve İranlı şair Nasır-ı Hüsrev 1047
yılında Kahire’ye geldiğinde halkın güven içinde yaşaması ve üst seviye refahtan
çok etkilenmişti. Fatımîler, Kahire’ye dünyanın ilk üniversitesi olan El-
Ezher’i kurmuşlardır. El-Ezher, Fatımîlerin ilahiyat ve hukuk gibi farklı dini
bilimlerde eğitim verdiği bir kuruluş haline geldi. Fatımîlerin diğer önemli
kuruluşu da daru’l - Hikme (bilgelik evi) olarakta bilinen Daru’l-İlimdi.
Dâru’l-İlim, 1005 yılında kurularak felsefe, mantık, tıp, astronomi ve
matematik gibi bilimlerde uzmanlaşmıştı. Fatımîlerin yönetimi esnasında İsmaili
davası katı bir hiyerarşik yapıdaydı. En üstte İmam Halife vardı. O’nun
inananlar tarafından Muhammed’in soyundan geldiğine Allah’ın yeryüzündeki
temsilcisi olduğuna, böylece bütün bilginin kaynağı olduğuna inanılıyordu. Her
imam toplumun güvenini ve düzenini sağlamaktan ve inançlarının kendi yaşadığı
döneme uyarlanmasından sorumluydu. Onun hemen sonrasında genellikle dâî
al-du’at yani Baş dâi gelirdi. İmparatorluğun belirli bölgelerine farklı
rütbelerdeki dâîler atanırdı[369].
Fatimîler
devleti genel olarak bâtinîlerin düşüncelerini kabul etmişlerdir[370]. Bâtınî
dâîlerinin faaliyetleri sonucunda teşekkül eden Fâtımi devleti, Mısır’a
girdikten sonra istikrar bulmuş ve dâîlerin faaliyeti kısmen de olsa önemini
yitirmişti. Buna rağmen Fâtımi halifeleri ilk zamanlar, etrafa dâîler,
risaleler ve davetnameler göndermeye devam etmişlerdir[371].
Fâtımi
halifeleri, İslamın Batısı merkez olmak üzere Atlantikten Irak’a kadar İslam
dünyasında güçlerini göstermişler ve Kahire kentini başkentleri yapmışlardır[372]. Bununla
beraber Fâtımi ailesi taraftarları imamlar olarak ortaya çıkmışlar ve İmam
olduklarını ileri sürmüşlerdir. Onlar bizzat Ca’fer es-Sadık sülalesinden
geldiklerini öne sürmüşler, bu savundukları durum o dönemden beri tartışılan
bir konu olmuş, günümüzdeki bilimsel çalışmalarda da bu durum kendisini
göstermektedir[373].
İsmaili
Halifeleri Fatımîler ismiyle tanınmaktadırlar. Bunun nedeni muhtemelen onların
Fatıma ve Ali soyundan geldiklerine dâir iddialarıdır. Onların bu adı
uygulamada kullanıp kullanmadıkları kesin değildir. Zira resmi kayıtlar onları
“hak devleti” (devletu’l- hak) olarak tarif etmektedir[374].
İsmailiyye’nin
dördüncü liderleri 899 senesinde beklenen imam ve mehdinin kendileri
olduklarını iddia ederek ortaya çıkmışlar, böylece kendisine inanan İsmailiyye
mensuplarında İslam’ın yenileneceği ve kısa sürede bir devrimin olacağına dâir
bir umut gelişti. Suriye ve Kuzey Afrika’da İsmailiyye taraftarları hücuma
geçmişlerdi[375]. Bağdat
halifesinin yaptığı propagandaya karşın Fâtımi halifeleri soylarını açıklamak
kaydıyla meşru hale getirmişlerdir. Fâtımi soy ağacı en son resmi halini, Mu’iz
ya da onun halefi Aziz döneminde almıştır. Buna göre hanedanlığın atası ve
doktrinin kurucusu Muhammed b. İsmail’in oğlu olan Abdullah el- Ekberdir[376].
Yeni
Eflatuncu İran ekolünün kurucusu Muhammed en-Nesefi’dir. Bu şahıs ilk önce Doğu
İran’ın Nişabur bölgesinde harekette bulunmuştur. Daha sonraları ise
Buhara’daki Samani emiri Nasr b. Ahmed ve onun birçok adamını İsmailiyye’ye
soktuğu söylenmektedir. Daha sonra Nasr b. Ahmed’in oğlu ve halefi Nuh,
Nesefi’yi idam etmiştir. Onun temel eseri olan Mahsûl sonraki İsmailiyye’ye ait
eserler aracılığıyla bölümler halinde bugüne kadar gelmiştir. Nesefi’nin kelam
ve kozmoloji anlayışı şu şekilde olmuştur: “İlah ne bir şeydir ne de bir şey
değildir. Onun aslı her türlü dilsel tariflerin üstündedir. Bu yüzden o, her
türlü algının dışındadır. İlah yokluktan (ebde’e) kendisinin yaratıcı sözüyle
ilk varlık olan (el- mübdeü’l-evvel), ebedi ve mükemmel olan aklı (‘akl)
yaratmıştır. Onda evrenin nefsi (nefs)ortaya çıkmıştır ki bu nefsin özü
aklınkine nazaran zaman içerisinde değişkendir. O mükemmel değildir, zira onun
araz olan sürekli hareketi mükemmel bilgiyi elde etmesi içindir, o bu mükemmel
bilgiyi de aklın yardımıyla elde eder. Onun hareketi maddeyi oluşturur. Buna
karşın aklın değişmezliği ise formu (sûret) meydana getirmektedir. İşte bu
şekilde maddi dünya meydana gelmiştir. İnsanın tikel nefsi bu tümel nefsin bir
parçası (cüz’) olmakta olup onun gibi mükemmel ve sükûneti arzulamaktadır. O bu
arzusunu da tümel akıl bilgisinde bulmaktadır. Nesefi’nin bu yeni doktrini
davet hareketi içerisinde çeşitli literal tartışmalara neden oldu. Onun
kaybolan eserleri ve ona karşı yapılan reddiyeler daha sonraki eserlerde
bölümler halinde bugüne kadar gelmiştir. Re’y dâisi Ebu Hâtim er-Razi
Nesefi’nin görüşlerini “el-Islâh” (Düzeltme) isimli eserinde bazı yönlerden
eleştirmiştir. Nesefi’nin Re’y’deki halefi ve öğrencisi Ebu Yakub es-Sicistâni
(ö. 1000/390’larda) en’Nusrâ (Yardım) isimli eserinde Muhammed en-Nesefi’yi
savunan kişi olmuştur. Sicistani’nin aşağı yukarı 20 bölümden oluşan fakat
günümüzde sadece bir kısmı kalan eseri İsmailiyye öğretisinin en geniş ve ilk
olarak ele alındığı kitaptır. Onun temel eseri olan Kitabu’l-Makâlîd
(Anahtarlar Kitabı) P.E. Walker tarafından analiz edilmiş aynı zamanda onun
Kitabu’l-Yenâbi’ adlı eseri de (Bu eserinde onun kelami görüşleri detaylara
girilmeden genel hatlarıyla ortaya konulmuştur) H. Corbin tarafından kısmen
Fransızcaya çevrilerek, daha geniş bir topluluk için yazılmıştır. Sicistani’ye
göre âlemdeki akledilebilir tümel nefsin konumu daha önce Plotin’de olduğu gibi
iki anlamlıdır: Bunlardan ilkine göre yukarıya yani akla yönelik konumu, diğeri
ise aşağıya yani maddi âleme yönelik konumudur. O aşağıdaki maddi âleme
karışmak, dolayısıyla da kendi kökenini unutmak için arzunun ve hevesin
isteğine direnmez. Böylece o akıl tarafından hatırlanmakta, dolayısıyla da
ondan kendisini kurtarmaktadır. İsmailiyye ile Yeni Eflatuncu düşüncenin
kaynaşması, Fatımîlerin egemenliğinin dışında ve Fatımîlerin herhangi bir
yardımı olmadan tamamlanmıştır. İran’da faaliyet gösteren bu üç müellifin de
Fatımîleri ne Ali taraftarı olarak ne de İmamlar olarak benimsemedikleri,
böylece onları beklenen Muhammed b. İsmail Mehdi Kâim’in halifeleri arasında
görmedikleri saptanmaktadır. Buradan çıkarılacak netice ise onların her üçünün
de Karmati olduğudur. Fatımîler Tunus’ta yerleşik oldukları sürece Yeni
Eflatunculuk onların davet hareketi içerisinde yer almamıştır. Fakat onlar
hilafet merkezini Kahire’ye götürdükten sonra (973/362) eski Gnostik mitoloji
onlar için önemli olmuştur. Fatımîler böylece Yeni Eflatuncu anlayışı davet
hareketlerinde de kullanmaya başlamışlardır. Ancak onların Yeni Eflatuncu
anlayışları Nesefi ve Sicistani’nin anlayışından farklı tarzda olmuştur. Irak
dâisi Hamidu’d- Din el-Kirmani Kahiredeki Fâtımi sarayına gelir. Bu dâi yazdığı
“er-Riyâd” (bahçe) adlı eserinde eski İran okulu taraftarı üç müellifin
ayrılıklarını uzlaştırmaya çalışmaktadır. Onun bizzat Yeni Eflatuncu
düşüncelerini ortaya koyan “Râhatu’l-Akl” isimli eserinde ise Plotin’in
fikirlerine oldukça yakın olduğu fakat Sicistani ve Nesefi’nin kelam anlayışına
da bir o kadar ters görüşler bildirdiği saptanmaktadır. Kirmani’ye göre ilk
akıldan, nefs manasına gelen ikinci, ondan da üçüncü ve böylece yukarıdan
aşağıya doğru on tane akıl sudur eder. İlk akla konuşan peygamber (nâtık),
İkinci akla vasi, üçüncüsüne İmam karşılık gelmektedir. Onuncu yani sonuncu
sırada normal dâîler vardır. Bu dâîler İsmailiyye fırkasına giren müminlerin
nefisleri üzerinde etkili olmuşlar, onların hak yola girmesini sağlamışlardır.
Âlem nasıl ki akledilebilir evrenin on aklı üzerinden ilk akılla bağlantı
kuruyorsa, bunun gibi mezhebe yeni girenler de hiyerarşik basamaklarla Natık
tarafından açıklanan vahyin gerçek anlamına varabilmektedir. Kirmani tarafından
ortaya çıkarılan bu kelam anlayışı 11. Yüzyılda Fatımîlerin resmi davet
hareketi oldu. Onun on akıl öğretisi Nasır-ı Hüsrev ve Müeyyed gibi çok tanınan
dâîlerin eserlerinde de vardır. Bu öğreti sistemi Yemen’de Tayyibiler döneminde
yeniden hareketlenmiş, oradan da Hindistan’a taşınmıştır. Bu öğreti günümüzdeki
İsmailiyye fırkasını Hindistan’da halen etkilemektedir[377].
Mısır’da
varlığını sürdüren İsmaili kimlikli Fatimîler arasında çıkan taht ayrılığı ve
bir takım Fatımî halifelerinin hareketleri parçalanmaya neden olmuştur[378].
Fatımîler
döneminde zahir-batın konusunda denge kurma yoluna gidilmiştir. Fatımîler
dönemindeki mutedil anlayışa rağmen genel olarak İsmaili doktrinde dinin ve
dini nasların zahiri yönü çok fazla önemsenmemiştir[379].
Fatımîler
de selefleri gibi dinin yorumu konusunda zahir-batın ayrımına gitmişler ancak
zahir ve batını birbirinin tamamlayıcı olarak görmüşlerdir. İsmaililikte fıkıh
ilminin kurucusu olan Kadı Numan, Fâtımi yönetiminde çeşitli makamlarda görev
almış, Fâtımi halifesi tarafından özel bir yakınlık görmüştür. Onun fıkıh
alanındaki “De’aimu’l-İslam” adlı eserinden günümüzde de halen
yararlanılmaktadır[380].
Ubeydullah
el-Mehdî’nin kendi topraklarında yaşayan Sünnileri rahatlatabilmek için
zahir-batın ayrımına yeni bir anlayış getirdiğini böylece İsmâilîlerden farklı
olarak zâhir- bâtın dengesini kurmaya çalıştığı belirtilmiştir. Bu dengeleyici
politikanın Fâtımi Devletini kuran İsmâilîlerin azınlık olmalarına rağmen Sünni
çoğunluğu memnun etmelerinde etkili olduğu söylenmiştir[381].
Fâtımi
halifesi el-Hâkim-Biemrillah, İsmailiiği yayacak dâîler yetiştirmek, bu mezhebi
hukuk açısından temellendirmek ve Abbasilerin kurduğu Beytü’l-Hikme ilerekabet
edebilmek amacıyla Daru’l-Hikme adını verdiği bir ilim ve kültür merkezi
kurmuştur. İsmaililerin tarihindeki en önemli kırılma noktası,
Hâkim-Biemrillah’ın yönetimindeki son zamanlarıdır. Halife
el-Mustansır-Billah’ın vefatından sonra İsmaililer Tarihlerinin en ciddi
bölünmesiyle karşılaştılar[382].
Mustansır’ın
vefatından sonra, Fâtımi devleti hızlı bir ekonomik ve siyasi çöküşe girdi.
1171 yılında Selahattin Eyyübi, Fâtımi Halifeliğine son verdi ve Mısır’ın resmi
dinini Sünni İslam olarak belirledi[383].
1171 yılında Fatımîlerin yıkılmasının ardından gelen Eyyübi ve Memlük
dönemlerinde değerli entelektüel birikim yok oldu. Ama hanedanlığın
yıkılmasından 30 yıl önce Fâtımi dönemine ait eserlerin önemli bir kısmı
Yemen’e götürülmüştü. Daha sonra da Hindistan’a götürüldü. Bu durum felsefi ve
dini alanda yazılmış pek çok Fâtımi eserinin kaybolmamış olmasının nedenini
bize açıklamaktadır.
Fâtımi
devleti hakkında bilgi veren edebi olmayan pek çok eserin yanında, zamanında
Fâtımi devleti için oluşturulmuş değerli arşiv özelliğindeki belgeler günümüze
ulaşmıştır[384].
Bâtınîler,
Mısır’da Fâtımi hilafetinin kurulmasında oldukça etkili olan Karmatiler için de
çokça kullanılan bir isim olmuştur[385].
Karmatîlik, İsmâilîlik içerisinde III./IX. asrın ortalarında tarih sahnesine
çıkmış siyasi bir harekettir[386].Karmati
hareketiyle ilgili ülkemizde sağlıklı bilgi yok denilecek kadar azdır. Farklı
din anlayışları ve yorumları sebebiyle İslam dünyasında ve ülkemizde Karmatîlik
hareketi çeşitli bakış açılarıyla gündeme gelmiştir[387].
Batıda Karmatîliği ilk kez tez konusu yapan araştırmacı Michael de Goeje
olmuştur. İsmâilî çalışmalarının ilerlemesinde Ivanow’un özel bir yeri vardır.
Ülkemizde İsmâilîlik ve Karmatîlik ile ilgili Yaltkaya’nın yazdığı “Fâtımîler
ve Hasan Sabah”, “Bâtınîlik Tarihi”, “Nâsır Hüsrev”, “Karâmıta ve Sinan
Reşidüddîn” adlı makaleler ilk örnek olmaları açısından önem arz etmektedir.
İsmâilîler’in çağdaş durumuyla ilgili “İsmailîler, Ağa Han, Hint Müslümanları”
ve “Pamir İsmailîleri Akîdelerine Aid” adlı makaleler yazılmıştır. Ülkemizde
Mustafa Öz, İsmâilîlik konusunu bilimsel bir tez konusu yapan ilk araştırmacı
olmuştur[388].
Karmatîliğin
araştırılmasında Makâlât türü eserler oldukça önemli olup 286/899’daki
bölünmeden önceki İsmâilîlikle ilgili belki de en önemli kaynaklar, iki İmamî
yazar olan Nevbahtî ve Kummî’nin eserleridir. Erken dönem klasik kaynaklardan
birisi de Eş‘arî’nin yazdığı Makâlâtü’l-İslâmiyyîn isimli eserdir. Bu eserde
Eş‘arî, Karmatîlikle ilgili aktardığı rivayetlerle kendisinden sonra gelen
Eş‘arî geleneğe ait eserlere öncülük etmiştir. Eş‘arî’nin İsmâilîlik ile ilgili
aktardıklarında Kummî ve Nevbahtî ile aynı kaynağı kullanmış olabileceği gibi
bizzat bu iki eserden yararlanmışolabilir. Elimizde var olan Makâlât türü
eserlerin Karmatîlikle ilgili bilgileri temelde Kummî ve Nevbahtî ile Eş‘arî’ye
dayanmaktadır. Sonraki Makâlât yazarları, bu kaynaklardaki bilgilere zaman
zaman eklemeler yapmışlar, bazen de aynı bilgilerden hareketle farklı tasnifler
yapmışlardır[389].
Karmatiler
874 yılında İran körfezinin güneyindeki Lasha bölgesinde Karmat tarafından
kuruldu. Karmatiler, belli bir süre sonra Bağdat ve Mezopotamya bölgelerini
kontrol altına aldılar[390]. Sonra
Bâtıniyye davetini Hamdân Kırmıt(Karmıt) denilen biri devam ettirdi. Ona bu
lakab’ın verilmesinin sebebi yazısını karmaşık yazması ya da sık adımlarla
yürümesidir. Daha sonra Ebu Said el Cenabi, Hamdan Kırmıt’ın kardeşi Me’mun
davete devam ettiler[391]. IX.
yüzyılın sonlarına doğru Bahreyn dâîleri Bahreyn’deki iktidarı ele geçirip
Hamdân Karmat’ın liderliğinde Karmatîler ismiyle ortaya çıkarak Bâtınîler’e
benzer düşüncelerle karışıklık çıkarmışlardır[392].
Karmatîler,
Kûfe'deki İsmâilî dâîsi Hamdân b. Eş'as Karmat'a (ö. 293/ 906) nisbetle bu
isimle tanınmışlardır. İbn Manzûr onlardan ayrı bir kavim olarak bahsederken
Taberî ise, Karmâtiyyün diye anılan Zenc isyanının yardımcısı bir grubu
anlatır. Mes'ûdî ile Makdisî ise Karmatîler'in bir Sudan toplumu olduklarını
zikreder. Bu hususları dikkate alan birtakım çağdaş araştırmacılar
Karmatîler'in, söz konusu halkın Herodotos'un da andığı Libya'dan getirilen
Garamalılar veya Garamantlar olduğunu ve isimlerinin Arap diline Karâmita veya
Karmatiyyûn biçiminde geçtiğini belirtmektedirler. Wladimir İvanow ise Aşağı
Mezopotamya'da "köylü ve çiftçi" yerine kullanılan karmita yahut
karmutadan olduğunu söyler. Genel olarak kabul edilen görüşe göre Karmatîler
869 yılında Abbâsîler'e karşı olan Zenc isyanı sırasında ortaya çıkmışlardır[393].
Karmatîlik,
Miladi IX.-XI. yüzyıllar arasında Ortadoğu"da bulunan farklı felsefi
düşünce ve dinsel geleneklerin bir araya gelmesi sonucunda ortaya çıkan
senkretik bir yapıdır. İranlı filozof ve dâi olan Ebu Yakub es-Sicistânî,
Karmatî düşünce yapısını felsefi temelle sistematize eden biri olarak kabul
edilmiştir. Coğrafya, tarih, mezhepler tarihi gibi birçok akademik alanın
kaynakları, “Karmat” kelimesinin kökeniyle ilgili farklı görüş
belirtmektedirler. “Karmatîlik” isimlendirmesini anlayabilmek için
isimlendirmenin neye atfen olduğu bilinmelidir. 899 yılında Karmatî-Fâtımî
ayrışması sonucunda kaybolan kurucu dâi Hamdan b. el-Eşas’ın lakabı olan
“Karmat”a nispet edilen Karmatîlerin kim olduklarına dâir tartışmalar
yaşanmıştır. “Karmat”ın Kökeni ile ilgili olan görüşler; kavramın bir şahsa
nispetle ortaya çıktığı ve bir ırkı ifade ettiği şeklinde iki ana grupta
toplanabilir. Bu kavramın kökenine dâir görüşler de yine, kendi içerisinde alt
kollara ayrılmaktadır. Karmatî kavramının bir şahsa nispetle ortaya çıktığını
savunanların çoğunluğunu, kavramın Hamdan"ın lakabına atfen ortaya
çıktığını iddia edenler oluşturmaktadır. Bununla beraber; Hamdan"a yapılan
atıflar içerisinde, “Karmat” lakabına sahip olmasının sebebine ilişkin görüşler
de yine çeşitlilik göstermektedir. Bu kavramla ilgili olan görüşler, farklı dil
kökenleriyle irtibatlandırılıp; kavrama kırmızı gözlü, kötü olan, gizleyen,
kibirli, karmakarışık yazan, güzel yazı yazan, çiftçi, köylü gibi birbirinden
farklı anlamlar verilmiştir. Bu kavram öncelikle Hamdan"ın taraftarları
için, sonraları ise diğer İsmâilî hareketler için kullanılmıştır. Karmatî
hareketi; İran, Irak, Bahreyn, Suriye, Yemen, Afganistan ve Sind gibi yerlerde
özellikle tarım alanlarının yoğun olduğu kesimlerde etkili olmuştur.
Karmatîliğin başlangıcı, Hamdan b. el- Eşas veya yaşadığı bölgede tanınan
ismiyle Hamdan Karmat"a dayandırılmaktadır. Karmatîlik, farklı dinsel
gelenek ve felsefi akımlarla yakın bir ilişki içinde olmuştur. Bu zaman diliminde
İslam geleneğinden getirdiği doktrinleri, zaman içinde karşılaştığı farklı
felsefi ve dini esaslarla karıştırarak senkretik bir yapı haline gelmiştir. Bu
yapı, Karmatîler’in doktrin, ritüel anlayışı ve cemaat yapısını gnostik
oluşturmuştur. Karmatîlik, Allah inancı ve peygamber düşüncesi gibi doktrin
esaslarında, içerisinden doğduğu topraklardaki yaygın inancın izlerini
taşımakla beraber onlara ve yeni-Eflatuncu bir yorum katmıştır. Batınî te’vil
geleneği ve sadece seçkin kimselerin bilebileceği hakikati gibi düşünceler,
ibadet anlayışını sembolik bir yoruma sürüklemiştir. Ayrıca yayılmacı yapı da
olmaları da, davet görevini üstlenen bir dâi teşkilatını oluşturmuştur[394].
Karâmıta
kavramının kökeni hakkında kaynaklarda birbirinden oldukça farklı rivayetler
yer almaktadır. Karmatîlik, İsmâiliyye’nin Kûfe Sevadı’ndaki baş dâîsi Hamdan
b. el-Eş‘as’ın lakabından hareketle ilk kez kullanılan; daha sonra imâmet
iddiasında bulunan İsmâilî öğretinin lideri Ubeydullah el-Mehdî’nin imâmetini
benimsemeyip, Muhammed b. İsmâil’in Kâim el-Mehdî olarak geleceği yönündeki
eski İsmâilî öğretiyi savunan İsmâilîliğin ana omurgasından ayrılan lokal
İsmâilî hareketleri tanımlamak için kullanılan siyasî bir harekettir. Kûfe
Sevadı’nda ilk kez Hüseyin el-Ehvâzî adlı İsmâilî bir dâînin davette bulunması
olayı, Karmatî hareketin ortaya çıkışı ile ilgili olarak kaynakların hemen
hemen tamamının ittifak ettiği noktalardan biridir.Horasan-Mâverâünnehir
Karmatileri istisna olmak üzere Karmatîler’in eserleri günümüze ulaşmamıştır[395].
Kâdî
Nu'mân, Hamîdüddin elKirmânî, Ali b. Muhammed b. Velîd, ibrâhim b. Hüseyin
el-Hâmidî gibi Karmatî yazarların çoğunluğu günümüze ulaşmamış eserleri vardır.
Sâbit b. Eslem en-Nahvî, İbn Şâzân en-Nîsâbûrî, Kâdî Abdülcebbâr, Gazâli,
Takıyyüddin İbn Teymiyye gibi âlimler, Karmatiler’in inanç ve düşünce
sistemleriyle ilgili eserlerinde belirli bölümlerde veya müstakil kitaplar
yazarak reddiyeler yazmışlardır. Tâhâ el-Velî bu müelliflerden yirmi beş
kadarını eserleriyle birlikte tanıtmaktadır. Konuyla ilgili olarak
gerçekleştirilen modern çalışmalardan, Tâhâ el-Velî'nin el-arâmiia, Mustafa
Gâlib'in el- Karâmiia beyne'l-meddi ve'l-cezr, İsmâil el-Mîr Ali'nin
el-karâmita ve Hasan Bezzûz'un el- Karâmita beyne'ddîn ve'ş-şevre adlı eserleri
de konuyla ilgili modern çalışmalardır. Louis Massignon, Karmatîlerle ilgili
eser yazan veya eserlerinde konuyu genişçe anlatan otuza yakın şarkiyatçının
çalışmasından bahseder[396].
Karmatîlik
hareketi, eski İran inançlarından etkilenmiş, dindeki bütün sorumlulukların ve
yasakların kaldırılmasını benimsemiştir[397].
Karmati
ve İsmaili hareketleri özünde aynı olup siyasi temelleri Emeviler zamanına
kadar uzanmaktadır. Bu iki hareket, Abbasi Halifesi Me’mun zamanında varlığını
hissettirmeye başlamıştır. Karmatiliği, köken itibariyle İsmaiyye’den ayrı bir
sınıfta değerlendirmek pek mümkün değildir. Nevbahti ve El-Kummi, ilk dönem
Karmatiler hakkında bilgi verirken “İsmailiyye” adı altında bir fırkadan
bahsetmemişlerdir. Arif Tamir ise, Karmatiyye lakabının İsmaililere düşmanları
tarafından verildiğini iddia etmektedir. Süheyl Zekkar, İsmailiyye ile
Karmatiler arasında organik ve köklü bir bağ olduğunu belirtmektedir[398].
Fatımîler
ile Karmatiler arasındaki mücadele, Fâtımi devletinin kuruluşundan sonra
mutaassıplar ile mutedillerin anlaşmazlığından ortaya çıkmıştır[399].
İsmaililer’e aykırı olan Karmatiler Arabistan’ın büyük bölümünü, Basra
körfezini ve aşağı Irak’ı ele geçirmişler ve hilafetin merkezi olan Bağdat’a
bir süreliğine gözdağı vermişlerdir[400].
899
senesinde Şia içerisinde ayrılığa sebep olacak gerginlikler yaşandı.
İsmailiyye’nin üçüncü lideri Muhammed erkek bir oğlu olmadığından yerine erkek
yeğenini halef olarak bırakıp, kendi kızını da onunla evlendirdi. İşte bu erkek
yeğen şimdi beklenen Mehdinin sadece davetçisi olarak değil bizzat kendisi
olduğuna dâir iddia ile ortaya çıktı. Şimdiye kadar Selemye’deki İsmailiyye
liderleri beklenen Mehdi’nin sadece vekili ve hüccetiydiler. İşte bu değişimle
İsmailiyye gaybet modelinden yaşayan İmam modeline geçmiş oldu. Fakat doktrinin
değişmesi geniş bir biçimde tepkiye neden oldu. Doğu Arabistan, Irak ve Güney
Yemen’in dâîleri mensuplarıyla beraber Selemye’den ayrılırken, buna karşın
Berberiler arasında dâi olan Ebu Abdullah eş-Şiî ve Yemenin diğer dâisi bu
doktrine girdiler. Böylece İsmaili davet ikiye bölündü. Bunlardan ilki
Selemyedeki Fatımîler, diğeri ise İsmailiyye fırkasıdır. Selemye’den ayrılan
Basra Körfezi kenarındaki bölgelerde yaşayanlara ve Iraktaki eski İsmailiyye
mezhebine bağlı olanlara “Karmatiler” adı verilmiştir[401].
970
yılında Karmatiler, 969 yılında Mısır ve Suriye’yi alan Fatımîlere karşı
Büveyhiler ile ittifak ederek hareket etmiştir. İsmailiyye, Fatımîlerden
tarihsel kronoloji açısından iki kez ayrışmıştır. Bunlardan ilki Karmatiler
diğeri ise Nizariler aracılığıyla olmuştur. Sünnilere karşı ilk ayaklanan fırka
Karmatiler olmuştur. 1075 yılında Bahreyn bölgesinde kendi devletlerini
kuruncaya kadar Abbasilerin egemenliğindeki yerlerde birçok ayaklanma
yapmışlardır. Bu ayaklanmaların benzerlerini Nizariler, Selçuklulara karşı 12.
Yüzyılda gerçekleştirmiştir. Nizarilerin lideri Hasan Sabbah, Karmatilerin
lideri Hasan el- Asam’dır. Karmatilerden 300 sene önce Zenciler, Basra’da
savaşmışlar ve orada M.S. 869/70 yılında kısa süreliğine bir devlet
kurmuşlardı. Birçok yazar Zenc’in Afrikalı siyahiler olduklarını, diğer
bazıları ise onların her çeşit sosyal dereceden Afrikalı siyahlar olduklarını
ifade etmişlerdir. Bu tür bir fikrin olması, sadece Arapça kelime olan Zenc’in
siyah anlamına gelmesinden dolayıdır. Ancak eski İran’da siyah renk köylülerin
giydiği elbise rengi olup bunun dışında Fırat bölgesinde sulak topraklar “siyah
ülke” olarak isimlendirilmekteydi. Bütün bunlar Nizarilerin Karmati hareketinin
doğrudan bir devamı olduğuna dâir işaretlerdir[402].
İsmâilîlik’le
ilgili karşılaşılan en önemli konulardan birisi Fatımîler’le Karmatîler
arasındaki ilişkidir. Bu konu bilimsel olarak ciddi olarak ilk kez De Goeje
tarafından ortaya çıkarıldı. Bu fikre göre Bahreyn Karmatîleri bütün
davranışlarını Fatımîler’in emriyle gerçekleştirmiştir ve onların sadık bir
taraftarıdır. İbn Haldun (808/1405) rivayetlerine dayanan bu sava, Madelung
karşı çıkarak, Fatımîler ile Bahreyn Karmatîleri arasında irtibat olduğu savını
daha erken döneme ait eserlere dayanarak reddetmiştir. Bahreyn Karmatilerinin
Fatımîlerin emri ve himayesi altında olduğu savı genel olarak İbn Haldun’a
aittir. Onun hangi kaynaklardan yararlandığı tam olarak bilinmemekle beraber,
onun erken döneme ait rivayetleri yorumlayarak kendi düşüncesini ortaya koyduğu
sanılmaktadır. O, Bahreyn Karmatîleri’nin tarihî gelişimiyle ilgili rivayetlere
yer vererek, Bahreyn Karmatîleri’nin Mağrib’deki Ubeydullah el-Mehdî’ye itaat
ettiğini söylemekteydi. İbn Haldun, daha önceki rivayetlerle ilgili yorumda
bulunmuş ve önceki rivayetlere bu doğrultuda eklemeler yapmış olabilir. İbn
Haldun’a göre Bahreyn Karmatîleri ile Fatımîlerin arasının bozulması Fatımî
halifesi Muiz’in (341-365/952-975) Suriye’yi almasıyla olmuştur. Muiz,
Suriye’yi almadan önce Karmatîler bu yeri her yıl vergiye bağlamışlardı. Muiz
burayı alınca Karmatîler’e ödenen vergi sona ermiştir. Bahreyn Karmatîleri’nin
lideri Hasan el-A’sem bu vergiyi isteyince Muiz ona kendisinden önceki Ebû
Tâhir ve oğullarının kendilerine bağlı olduklarını söylemiş ve Hasan’ı
atalarının başındakilerine saldırmakla suçlamıştır. Şayet İbn Haldun’un
savunduğu gibi Karmatîler Fatımîler’in emir ve himayesi altında olsaydı zaten
Karmatîlerin elinde olan ve her yıl vergi topdıkları Suriye topraklarına
Fatımîlerin saldırmalarına lüzum kalmazdı. Oysa Fatımîler, Karmatîlerin elinde
olan Suriye topraklarına saldırarak burayı kendi topraklarına katmıştır.
Rivayetlere bakıldığında Karmatîlerin Fatımîlerin emri doğrultusunda hareket
ettiğini sistemli olarak ilk kez öne süren ve bu iddiası çerçevesinde mevcut
rivayetleri yorumlayıp kendi anlayışı doğrultusunda ilavelerde bulunan ilk
muhalif düşünür İbn Haldun’dur. Ancak onun kadar sistemli olmasa da, ondan
önceki yazarlar da Fatımîler’le Karmatîlerin birlikte hareket ettiklerine dâir
bazı rivayetlere yer vermektedirler. Bu rivayetler ya çarpıtılmış ya da iki
hareketin beraber hareket ettiği sanıldığı için rivayetlere bazı yorumlar
eklenmiş olmalıdır. Kadı Abdülcebbâr’ın ((415/1020) rivayeti buna güzel bir
örnektir. Yine daha ilk dönemlerden beri muhalif yazarların Meymûn el-Kaddah
rivayetini ortaya atmaları ve her iki hareketi beraber değerlendirmelerisonraki
yazarların yanlışa düşmelerinin temel sebeplerinden olmalıdır. Karmatileri
Fatımîlerden ayıran en önemli konulardan birisi İslam şeriatını nesh etmiş
olmalarıdır. 899 yılında gerçekleşen ve daha sonra Fatımî ve Karmatî
devletlerinin ortaya çıkmasına neden olan bölünmeden önceki ilk İsmâilîlikte
İslam şeriatı nesh edilmemiştir. Gizli davet dönemindeki eserler incelendiğinde
şeriatın zahirinin iptal edilmediği sonucunu ortaya çıkmaktadır. Değişik
coğrafyalara gizli davet döneminde gönderilen ilk dâîler ile ilgili olan
rivayetler de İlk İsmâilîler’in şeriatı nesh etmediklerini göstermektedir.
Şeriatın nesh edildiğine yönelik söylentiler 899 yılında gerçekleşen
Fatımî-Karmatî bölünmesinden sonra ilk kez Karmatî çevrelerde gündeme
getirilmiştir. İsmâilîlikle ilgili en erken kaynaklardan olan Kummî (300/912)
ve Nevbahtînin eserlerinde Karmatîlerin Mübârekiyye’den ayrıldıkları ve bu
ayrılıktan sonra şeriatın neshini de savundukları belirtilmektedir. Fatımîler
de bölünme öncesinde olduğu gibi İslam şeriatını uygulamaya devam etmişlerdir.
Muiz döneminde de İslam şeriatının tamamen uygulandığına dâir pek çok kanıt
vardır. İbn Haldun’un Karmatîlerin Fâtımîlere bağlı olduklarına dâir en önemli
kanıtlarından birisi de Bahreyn Karmatîlerince alınmış olan Hacerü’l-Esved’in
iade edilmesi meselesidir. İbn Haldun’un rivayeti genel olarak diğer
kaynaklarca da kabul görmüştür. Ancak rivayet kendi içerisinde çelişkili
durmaktadır. Fatımîlerin imâmet anlayışı ve mehdîlikle ilgili esasları İlk
İsmâilî öğretiden ciddi anlamda farklılık gösterirken, Karmatîler İlk
İsmâilîlerin imâmet anlayışlarına bağlı kalmayı sürdürmüşlerdir. Onlar eski
imâmet anlayışını değiştiren Fatımîlere karşı çıkarak onlarla olan ilişkilerini
bitirmişlerdir. Erken dönem Fatımî taraftarı kaynakları incelediğimizde
Fatımîlerin Karmatîlerle ilgili hiç de güzel olmayan ifadelere yer verdiklerini
ve onlarla ilgili olumsuz bir dil kullandıklarını görmekteyiz. Bu ifadeler de
Fatımîler ile Karmatîlerin birbirlerinden bağımsız hareket ettiklerinin delili
olmaktadır. Karmatî grupların tamamına yakını Ubeydullah el-Mehdî’yi ve Fatımî
halifelerini imam olarak görmemişlerdir. Yine onlar Fatımîlerin görüşüne zıt
olarak Muhammed b. İsmail’in yakın bir zamanda Mehdî olarak döneceğine
inanmışlardır. Fatımîler, 899 yılında Hz. Muhammed’in şeriatına bağlı kalmayı
sürdürmüşlerdir. Fakat Karmatîler bu konuda ciddi bir belirsizlik yaşamışlar,
Hz. Muhammed’in şeriatının sona erdiğine ve şeriatsızlık döneminin başladığına
inanmışlardır. Her iki grubun mezhebi de İsmâilîliktir. Karmatîler, imâmetle
ilgili olarak İlk İsmâilîlerin doktrinlerini savunmayı sürdürürken, Fatımîler
bu konuda yeni bir öğreti ortaya çıkarmışlardır[403].
Fatımî-Karmatî
bölünmesinden sonra Karmatî gruplar lidersiz kalmışlar, her dâî kendi davet
bölgesinde çalışmalarını devam ettirmiş ve Muhammed b. İsmâil’in yakın bir
zamanda Mehdî olarak geleceği yönündeki eski öğretiyi savunmayı
sürdürmüşlerdir. Bahreyn ve Irak’taki Karmatî hareketler, yakın zamanda
geleceğini savundukları Mehdî’nin ortaya çıkışının gecikmesi ve taraftarlarının
bu husustaki beklentilerinin zayıflamasından dolayı siyasi güçlerini
kaybetmişlerdir. Bundan dolayı Horasan-Mâverâünnehir Karmatîleri’nde de ciddi
bir duraklama ve gerileme olmuştur. Fakat bu bölgedeki dâîlerin gösterdikleri
gayretler sonucunda davetin ayakta kalması sağlanmıştır[404].
Karmatiler,(
Özellikle de Doğuda olanlar) Fatımî İsmâilîlerine muhalif olmuşlardır. Fatımî
halifesi Muiz-Lidinîllah (h.342/m.953’de) hilafet makamına çıktığında muhalif
olan Karmatileri kendi himayesine almak istemiştir. Muiz-Lidinîllah Erken
İsmâilî doktrinlerini kabul eden Karmatileri kapsayacak yeni doktrin
düzenlemesi yaparak başarılı olmuştur. İsmâilîler’in baş temsilcisi Sicistani,
Muiz-Lidinîllah’ın hilafeti sırasında yazdığı eserler ile bunu göstermiştir.
Böylece Maveraünnehir, Sind, Sistan ve Mücâvir bölgelerindeki ayrılıkçı
Karmatiler Fatımîleri desteklerken, Güney Irak, Deylem ve Azerbaycan
Karmatileri Fatımîlere karşı muhalefetlerini sürdürmüşlerdir. Özellikle Bahreyn
Karmatileri Fatımîlere karşı gizli bir düşmanlık göstermişlerdir. Fatımîlerin
Mısır’ı almasıyla beraber Fatımî ve Bahreyn Karmatileri arasında mücadeleler
başlamıştır. Karmatiler, Remle, Kûfe ve Basra’yı ele geçirmiş, Fatımîler buna
karşı koyamayarak geri çekilmişlerdir. Ancak Karmatilerin varlığı
çok uzun sürmemiştir. Şii Deylemli Büveyhogulları, Karmatileri mağlup
etmişlerdir. Daha sonra yerel isyanlar sonucunda hâkimiyetlerini
kaybetmişlerdir. Karmatiler, Propagandalarında zulüm ve baskıları kaldırarak,
yerine adalet ve eşitliği getireceklerini söylemelerine rağmen, bunun için özel
bir program uygulamamışlardır. Karmatiler genellikle köylü sınıfından
oluşmuştur. İşçilerden ve zanâatkarlardan oluşan esnaf loncaları İsmâilîligin
belirli yerlerinde çok etkili olmuşlardır[405].
Hasan
Sabbah’ınTa’limiyye Öğretisi ve “Haşhaşiler”
Hasan
Sabbah, 1055 yılı civarında İran’ın kum şehrinde dünyaya gelmiştir[406]. Hasan
Sabbah, sıra dışı yeteneklere sahip bir siyaset lideri ve askeri strateji uzmanıdır.
O, tarihte sıra dışı kişiliği ve işleri nedeniyle büyük ölçüde meşhur olmuştur.
Cüveyniye göre Hasan, tüm Müslümanlara karşı terör estirmek için kendi yolundan
gelenleri aldatmıştır[407]. Hasan
Sabbah, bağnaz ve zorbalığın en katı örneklerinden birisidir[408]. Daftry,
Hasan Sabbah’ın yenilmez özellikte bir örgütleyici ve siyasi strateji uzmanı
olduğunu belirtir[409].
Hasan’ın
hayatı ve şahsiyeti ile ilgili hikâyeler ve menkıbeler çok sayıda ve farklıdır.
M. 1257’de Alamût Kalesi’nin Mogollar tarafından zaptından sonra buradaki
Haşhaşilere ait kitap ve vesikaların hemen hemen tamamının yok edilmesi
dolayısıyla, Hasan hakkındaki malûmatımız, çoğunlukla düşman kaynaklardan elde
edilmektedir. İyi niyetle düşünüldüğünde, bu kaynaklar tarafgirlikten uzak
degildir. İbnü’l-Esîr, Târîhu’l-Kâmil’inde, Hasan’ın sihir, matematik,
astronomi ve diger ilim dallarında kabiliyetli ve mahir oldugunu ifade eder.
Bugün biz, Hasan Sabbâh hakkında “dostça” bilgiler denilebilecek sadece tek bir
kaynağa sahibiz. Cihân-güşâ’nın tanınmış müellifi Cüveynî, Hûlâgû Hân
tarafından, Alamût’un zaptından sonra, Haşhâşilerin oradaki kütüphanesini
incelemesi ve bütün dinî düşüncelere aykırı eserleri yok etmesi emredildiği
zaman, o, sadece bir kitabı muhafaza etti. Sergüzest-i Seyyidnâ isimli bu kitap,
Hasan-ı Sabbâh’ın bir biyografisi idi, Cüveynî, tarihinin Hasan ve
Haşhâşiler’le ilgili olan bölümünü yazarken bu eserden önemli ölçüde
faydalandı. Profesör Browne, Nizâmü’l-Mülk’ün, hem ‘Ömer Hayyâm hem Hasan
Sabbâh’tan çok daha yaşlı bir adam olması dolayısıyla, üç okul arkadaşının
yeminiyle ilgili hikâyenin gerçekte hiçbir temeli olmadığını kat’î olarak
gösterdi. Mamafih, bu hikâyenin Sergüzest’te bulunması dikkat çekicidir[410].
Rivayete
göre Hasan Sabbah, Ömer Hayyam ve Nizamü’l-Mülk gençliklerinde beraber ders
almaya başlamıştır. Bu dönemde arkadaşlıkları samimiyet kazanmış, böylece günün
birinde içlerinden hangisi ilk önce yüksek bir yere gelirse, o mevkiyi diğer
iki arkadaşı ile paylaşmak üzere karar almışlardır. Daha sonra Nizamü’l-Mülk
vezir makamına ulaşmış, Ömer Hayyam da ilimde epey yol kat etmiştir. Anlaşma
gereği Nizamü’l-Mülk tarafından korunan Ömer Hayyam ilimde ileri gitmiştir,
Hasan Sabbah da idari işlerde görev almıştır. Bu sırada Hasan Sabbah ile
Nizamü’l-Mülk’ün arası devletin mali işleri sebebiyle açılmış ve Hasan Sabbah
vezir Nizamü’l-Mülk’ü kötülemeye başlamıştır. Onların okul arkadaşı ve çocukluk
arkadaşı olmaları tartışmalı bir konudur. Çünkü kaynaklara göre bu kişilerin
yaş farklarından dolayı çocukluk arkadaşı olmaları pek mümkün değildir. Alamut,
Deylem dilinde Kartal eğitimi ya da Kartal yuvası anlamına gelmektedir. Cüveyni
eserinde Alamut kalesi ile ilgili şunları söyler. “ O kale çok sağlam bir
şekilde inşa edilmişti. Demir bile bu duvarlara işlemez, oradaki küçük bir taş
parçasını yerinden oynatamazdı. Taşların ve kayaların içinde çeşitli uzunlukta
ve genişlikte taş ve kireç kullanılarak büyük hacimli su depoları yapmışlardı.
Bu rivayetlerden de anlaşılacağı üzere Alamut kalesi, Hasan Sabbah ve Bâtınîler
için en uygun yerlerden biri olmuş ve çok iyi tahkim edilmiştir[411].
Mezhebin
başında dâi yani Büyük üstat (“Dâ‘i’d-Du‘ât”) bulunuyordu, onların en büyügü,
süphesiz, Hasan-ı Sabbâh’tı. Büyük Üstadın altında birtakım “Büyük Dâiler”
vardı ki Profesör Browne, tamamen bunları, her biri bir bölgede görevli olan
piskoposlara benzetir. Bu “piskoposlar”ın altında sıradan Dâiler bulunuyordu.
Bütün bu mertebelere Mezhebindoktrin ve sırları tamamıyla öğretilmişti.
Dâilerin altındakiler Refikler (“Yoldaşlar”) ve Lâsikler (“Taraftarlar”)’di, Lâsikler’den
sonra Fidâ’îler geliyordu, her ne kadar böyle ifade edebilirsek de, onlar en
üstün derecede Katiller [= the Assassins (Haşhâşiler): Katiller, Caniler]’di.
Bu Fidâ’îler, Mezhebin sırlarına tamamen vakıf degillerdi, fakat yine de
oynamak zorunda oldukları zor ve çok tehlikeli roller için son derece
titizlikle eğitilmişlerdi. Olağanüstü cesaret, yorulmaz azim ve sonsuz sabır
Fidâ’îler’in aslî özelliklerindendi. Gerektiğinde aylarca hatta yıllarca darbe
indirmek için fırsat kollarlardı. Şayet bir cinayet teşebbüsü başarılı olmazsa,
diger biri yapılırdı; ayrıca, hiçbir zaman ölümden korkmadıkları için,
cinayetleri, çok açık ve harikulâde şekilde gerçekleştiriliyordu. Sonuç olarak,
Fidâ’îler, kurbanlarını nadiren sağ bıraktılar, fakat, diğer taraftan, onlara
öldürülmeleri emredilenlerden bazıları, şöhretli bir şahsiyet olan Salâhaddîn
(Saladin) hariç, asla kaderlerinden kaçamadılar[412].
Hasan
Sabbâh öğretisinde, Büyük Üstad, Şeyh’ül-Cebel (dağın şeyhi), Reisü’d-Da’ve
(davet reisi), Mevlana, Efendimiz, Seyyidünâ gibi ünvanlar kullanmıştır.
Bâtınîlik teşkilâtı dâilerden sonra imama bağlı refikler (dostlar) ve
fedâilerden oluşmaktaydı. İbnü’l-Cevzî, bu davet aşamalarının şu şekilde
uygulandığını söylemiştir: “Bu kimselerin insanları kandırmak için birçok hileleri
vardır. Kandırabilecekleri şahsa bakarlardı. Eğer zühde meyleden bir tipse ona
emanetten, doğruluktan ve nefsanî arzuları terk etmekten bahsederlerdi.
Başıboşluğa meyleden bir tipse ona ibadetin mantıksız olduğundan takvanın
ahmaklık olduğundan bahsederlerdi ve asıl akıllı olmanın böyle fani bir
dünyanın zevkine tabi olmakla olduğunu söylerlerdi”. Hasan Sabbâh, vezir
Nizamü’l-Mülk’ü ortadan kaldırmak için Deylemli Ebû Tâhiri Errânî adlı bir
çocuğu görevlendirerek 10 Ramazan 485/14 Ekim 1092 gecesi öldürtmüştür.
Nizâmü’l-Mülk’ün ölümü ile ilgili kaynaklarda onu azmettirenler hakkında farklı
görüşler olmasına rağmen ortak görüş onu öldüren kişinin Deylemli Bâtınî bir
genç olmasıdır[413].
Dâilik
derecesine ulaşılınca, Hasan Sabbah, bunlara rehber, yoldaş ve fedâi gibi
unvanlar veriyordu. Rehberler halkı tarikata sokmak için çalışıyorken
Yoldaşlar, diğerlerini idare ediyorlardı. Fedâîler ise her emri yerine
getiriyorlardı[414].
İranlı
İsmaililer, Hasan Sabbah’ın liderliğinde bir araya gelerek kendi bağımsız
Nizari davalarını oluşturdular. İslam tarihinde uzun ve derin süreli bir iz
bırakacak olan devrim özelliğinde bir yola adım atmışlardır[415].
Buna
karşın diğer bir İsmailiyye kolu olan Nizâriler Suriye ve İranda bulunmaktaydı[416].
Nizariler, kendilerinin Fatımî soyunun asıl sahipleri olduklarını iddia
etmişlerdir[417].
Hasan
1072 yılında İran’daki İsmaili davasının başı olan İbn Attaş ile tanıştırıldı.
İbn Attaş, ondan çok etkilendi ve onun dâi olarak eğitilmesi için İsfahan’daki
bir İsmali merkezine gönderdi. Birkaç yıllık eğitimin ardından Fâtımi
devletinin başkenti olan Kahire’ye daha ileri düzeyde bir eğitim almaya
gönderildi. Hasan, 1078 de Kahire’ye geldiğinde, Fâtımi Halifesi’nin siyasi
otoritesinin bozulmaya başladığını gözlemledi. Hasan Sabbah, Kahire’de
Mustansır’ın halen devletin başı ve imam olarak tanınmasına rağmen, tüm siyasi
otoritenin Bedr el- Cemali’de olduğunu fark etti. Hasanın Mısır’da yaşadığı üç
yıl ile ilgili çok az bilgi vardır. Onun Fâtımi Halifesiyle tanışıp tanışmadığı
bilinmemektedir. Hasan, Bedr ile iyi anlaşamamış ve kendisi halifeliğin halefi
olan Mustansırın büyük oğlu olan Nazir’e destek verdiği için Bedr ile karşı
karşıya gelmiştir. Vezir ise, halifenin küçük oğlu olan Mustali’yi
destekliyordu. Bu gelişmelerden sonra Hasan Suriye’ye gitmek zorunda
kaldı.Hasan, Fâtımi halifesiyle ipleri koparıp, İran’da Nizar ve onun soyundan
gelenlere bağlı, bağımsız bir İsmaili hareketi başlatmıştır. Bu harekete Nizari
adı verilmiştir. Alamut’un kontrolünü 1090 senesinde ele geçiren Hasan Sabbah,
daha sonra Alamut’un savunmasını elinden geldiğince güçlendirmeye başladı.
Hasan Sabbah, kalesini ve bütün vadiyi sağlam bir hale getirdikten sonra Alamut
kütüphanesini kurdu. O dönemlerde bu kütüphanenin ünü her yere yayıldı.
Alamut’un alınması, Hasan Sabbah’ın Selçuklulara karşı gösterdiği ilk adımdı.
İsmaililer güçlü inançları, Hasan Sabbah’ın dinamik liderliği, ortak davaları
ve dâîler vasıtasıyla çok etkili komuta zinciri oluşturmuşlardır[418]. Hasan
Sabbâh, Bâtınî hareketini İran, Taberistan, Kûhistan, Cürcan, Kirman vb. bölgelerde
yaymada önemli ilerlemeler sağlamıştır. Selçuklular bu duruma seyirci
kalmadılar. Hasan Sabbâh, merkezî otoritenin yanında bütün âlimlerin, emîrlerin
ve Sünnî halkın korktuğu önemli bir tehdit haline gelmiştir[419].
Hasan
Sabbah eylemlerini Mısır, İran ve Alamut olmak üzere üç evrede
gerçekleştirmiştir[420].Bâtınîlik,
Hasan Sabbaha gelinceye kadar sadece fikir ve inanç çığırı iken, onun
tarafından örgütlenmiştir[421].
Hakikatin
muhakeme ve akıl yoluyla değil, ancak masum imamın öğretmesi ile
bilinebileceğini savunan öğretiyeTa’lim doktrini denir[422].
İsmaililer, Büyük Selçuklu devletini etkilemiş, mevcut düzeni sarsmış ve adeta
devlet içinde bir yapı kurup, çalkantılara sebep olmuştur. Büyük bir coğrafyaya
sahip olan Selçuklular üzerinde İsmaililer, Hasan Sabbah liderliğinde önceleri
İran daha sonra Suriye bölgesinde bulunmuşlardır. Yaptıkları propagandalar ile
Selçukluları derinden etkilemişlerdir. Hasan Sabbah tarafından geliştirilen
“Ta’lim doktrinini” yayma çabaları, başlangıçta dinî bir amaçla ortaya çıkmış olmasına
rağmen zaman içinde siyasî bir tavır kazanmıştır[423].
Hasan
Sabbah Bâtıniliği sadece fikir ve inanç çığırı olmaktan çıkararak onu
örgütlenmiş ve eyleme dönük bir doktrin haline getirmiştir. Aşırı tutum ve
davranışlar Hasan Sabbah’ın Bâtıniliğini, özgün bir din devleti haline
getirirken, İslamın toptan kaldırılmasına neden olacak gelişmelere de kaynaklık
etmiştir[424]. Bir
zaman sonra insan aklının ilahi yardım almış bir öğretmene olan gereksinimi
ortaya çıkmıştır. Bu aklın eksikliği İsmailiyye fırkalarından Nizarilerin
kurucusu Hasan Sabbah’a isnat edilen bir eserin dördüncü kısmında (Fusul-i
Erbaa) yeniden büyük bir istekle ancak bunaltıcı bir delillendirme yöntemiyle
çözümlenmiştir. İlahi destekli bir öğretmene duyulan ihtiyacın temeli, ilk
dönemdeki Şiî ve İsmailiyye’ye dayanmaktadır. Bu nizari doktrininde öyle
merkezi bir noktaya yerleşmiştir ki, Hasan Sabbah’ın taraftarları ta’limiyye
adlı yeni daveti (da’vet cedide) olarak isimlendirmişlerdir. Hasan Sabbah’ın
öğretisinde, İlahın bilgisi (ma’rifetullah) ve tevhid konusunda doğru bilgiye
ulaşmada peygambere olan ihtiyacın önemi vurgulanmıştır. Dolayısıyla da akıl bu
durumda hatalı sonuçlara ulaşmaktadır[425].Ta’limiyye
öğretisinde hakikatler ile naslar, akıl ve muhakeme yoluyla değil ancak masum
imamın öğretmesiyle bilinebilir[426].
Hasan
Sabbah, Allah’ın akıl ve düşünceyle değil imamın rehberliğiyle
bilinebileceğini, aklın din konusunda yetersiz olduğunu ve her devirde dinin
masum bir imamın rehberliğinde öğrenilmesi gerektiğini vurgulamıştır[427]. Hasan
Sabbah, insan aklının gerçeği kavramaktan aciz olduğuna inandığı için, hakkı
tanıma konusunda aklı bağlayıcı bulmuyordu. Dolayısıyla ona göre insanlar,
akıllarıyla ve aklın tespitleriyle baş başa bırakılamazdı. Zira insanlar bu
durumda hak ve hakikati idrak edemeyeceklerdi. Böylece Hasan Sabbah, bu
istidlallerden şu sonucu çıkarıyordu; “Hakkın marifeti konusunda, muallimin
Ta’limine ihtiyaç vardır[428].
Cüveyni
Hasan Sabbah’ın Ta’lim öğretisini şöyle anlatır: “Allah’ı tanımak akıl ve
düşünceyle mümkün olmaz, İmam’ın rehberliğiyle olur. Çünkü dünyada yaşayan
yaratıkların çoğunda akıl ve dini düşünce vardır. Eğer akıl Allah’ı tanımakla
yeterli olsaydı, hiçbir akıl sahibi diğerinden farklı bir Allah mefhumuna sahip
olmaz ve bu konuda görüş ayrılığına düşmezdi. Onun için herkes aklının erdiği
kadar dindardı. Öğretim yolu, itiraz ve inkar yolunu açık tutar. İnsanların
bazıları ihtiyacından dolayı, bazıları da taklit yoluyla dine girer. Bunun
içinde aklı kullanır. Halbuki akıl din için kafi değildir. Bundan dolayı
insanların her devirde bir imamın gözetimi altında dini öğrenmeleri gerekir”[429].
Hasan’ın
çalışmalarından birisinin kısaltılmış hali farsça dilinde “Fusul-i Arbaa”
korunmaktadır. Bu eser mantıksal önerme yoluyla, insanların doğru bir manevi
rehbere duyduğu ihtiyacı anlatmaktadır. Hasan Sabbah’a göre, her dönemde
kendisine üst derece bilgi, Ta’lim ve diğer insanlar arasında en mükemmel olan
bir hoca bulunmalıdır. Sadece o kişi Allah’ın kanunlarını yorumlayabilir ve
onun rehberliği olmadan insan hataya düşer. Hasan Sabbah’ın Ta’lim öğretisi,
Şiî imamlık anlayışının daha ayrıntılı bir anlatımıdır ve bazı noktalarda
farklılıklar vardır[430].
Hasan
Sabbah’ın oluşturduğu Ta’lim öğretisi dört fasıldan ibarettir. O, bu öğretiyi
“Dört fasıl” isimli risalesinde dile getirmektedir. Bu fasılların birincisinde;
Allah hakkındaki bilgiler sadece akıl ve düşünce yoluyla yada bir öğretmenin
öğretmesi ile elde edilebilir. İkinci fasılda; ilk defa bir öğretmene başvurma
ihtiyacı duyup, onlardan herhangi birine tutunmak yeterli midir? Yoksa gerçek bir
öğretmen tercihinde bulunmak mı gereklidir? Sorusu sorulmaktadır. Üçüncü
fasılda; O, ilk defa bir mürşidin gerekliliğini ortaya koyup, kendisinden
eğitim almak için onu hemen bulmalarını ve onu öğretmen olarak tanımalarını
söyler. Dördüncü fasılda; İnsanlığın genel olarak iki büyük bölükten oluştuğunu
belirtmektedir. Ta’lim öğretisi masum imam anlayışı üzerine kurulmuştur. Hasan
Sabbah’ın Ta’lim öğretisi, İslam dünyasında büyük tepkilere neden olmuştur.
Ta’lim öğretisi, Alamut yöneticisi 2. Hasan zamanında daha da değişikliğe
uğrayarak yeni bir boyut kazanır ve 2. Hasan kendisinin imam olduğunu açıklar.
Setr dönemi Celalettin Hasan’ın Sünniliğe yakınlık gösterdiği ve kıyamet
anlayışını yeni bir yoruma tabi tutmak amacıyla yapılmış bir girişimdir. Bu anlayışa
göre kıyamet nihai bir olay değil, takiyye örtüsünün kaldırılarak, herkes için
anlaşılabilir olduğu geçici bir yaşam şeklidir. Hasan Sabbah, dini bir öğreti
ve gaye ile yola çıkmış, ideoloji, doktrin ve ibadet esaslarını fikri boyutta
oluşturduktan sonra iyi bir teşkilat yapısı kurarak propaganda yapmaya
başlamıştır. Propaganda süreci oldukça düzenli, gizli ve çok yönlü yapılmıştır.
Propaganda yaparken dini siyasallaştırarak zamanla da militarist bir tavır
kazandırmışlardır[431]. Hasan
Sabbahîn başlattığı yeni harekete diğer topluluklar “yeni vaaz” adını verdiler.
NizarilerinTa’limiye olarak isimlendirilmelerinin bir sebebi de bu öğretinin
başlangıç dönemi Nizari düşüncesinin temeli olmasıdır[432].
Hasan
Sabbah’ın taraftarları kendisine “Seyyidna” (efendimiz) diye hitap ediyorlardı.
Hasan Sabbah’ın kendi yazdığı yaşam öykülerini içerdiği söylenen “Sergüzeşt-i
Seyidna” gibi bazı eski eserler günümüze ulaşmışsa da yeteri kadar aydınlatıcı
değildir. Hasan Sabbah, Alamut kalesini Bâtınîler’in en önemli üssü ve hareketin
merkezi haline getirmiştir. Moğolların Alamut kalesini yıkımları esnasında,
birçok belge ve kayıtlar da yok edilmiştir[433].
Alamut
kalesi ve İran’daki diğer bütün İsmaili üsleri Moğollar tarafından tahrip
edildi. Fakat bu olay İsmailiğin tamamen son bulması anlamına gelmiyordu.
İsmaililik kolu tasavvuf hırkasına bürünerek gizlendi[434].
Hasan Sabbah, ideolojisi konusunda oldukça katı kurallar getirmiştir. Hasan
Sabbah bilime önem vermiş ve Alamut kalesinde birçok bilim adamını korumuştur.
O bu kadar geniş kitleyi etkileyerek, ikna yeteneğinin ve ufkunun ne kadar
geniş olduğunu ortaya koymuştur. O, dönemi içerisinde alışılmışın dışında ve
çok farklı yöntemler uygulayarak tarihte derin izler bırakmıştır. Hasan
Sabbah’ın vefatından sonra Rudbarlı Kiya Buzurg Ümid, Bâtınîlerin yeni lideri
olarak Alamut’a yerleşir. O, Hasan Sabbah’ın kurallarını ve geleneklerini
koruyarak, yöneticiliğini aktif olarak 20 yıl sürdürür. Büyük Selçuklu
topraklarında varlığını sürdüren ve önemli kalelere sahip olan Bâtınîlerin
birçok Selçuklu sultanı ile değişik zamanlarda askeri ve siyasi mücadeleleri
olmuştur. Melikşah zamanında kendisini ciddi olarak gösteren hareket Sultan
Berkyaruk ve Sultan Muhammet Tapar zamanında yaşanılan iktidar kavgası ve
karışıklıklar sebebiyle güçlenmiştir. Sultan Sencer zamanında ise Bâtınîler
daha da güçlenip yayılmışlar, hiçbir Selçuklu sultanı onları tam olarak ortadan
kaldıramamıştır[435].
11./12.
Yüzyıllarda Filistin’de Selçuklu ve Frankların siyasal anlamda etkin bir yere
sahip olan üst düzey yöneticilerine karşı bir dizi süikast girişiminde
bulunuldu. Süikastçılar, Avrupada Haşhaşiler olarak tanınan Nizari İsmaili
taraftarlarıdır. Bunlar modern dönemdeki araştırmalara kadar İslam’ın Rafızi
bir fırkası ya da gizli bir örgütün mensupları olarak görülmekteydiler. Onların
ismi ve eylem motifleri hakkında çağdaş bir açıklama yetersiz olduğu için
onlarla ilgili gizemli hikâyeler ve “kötü efsaneler” ortaya atılmıştır. Bu
efsaneler zamanla da Sünni ve Hıristiyan tarih efsaneleri şeklinde yer
almıştır. 15. Yüzyılda Marco Polo onların uyuşturucu kullanarak nasıl bir
zevkle cennet benzeri bahçeye özendirildiklerini fantezili bir şekilde
anlatmaktadır[436].
Meşhur
seyyah Marco Polo, Cennet bahçesinden ilk ve tek söz eden kişidir. Nitekim
Marco Polo, Alamut Kalesi civarından geçerken bölge halkından duyduklarını
aktarmıştır. Cennet bahçesi hakkında verilen bilgilerin doğruluğu
tartışmalıdır. Çünkü Bâtınîler hakkında bilgi veren ilk elden eserlere
bakıldığında söz konusu Cennet bahçesine rastlanmamaktadır. Marco Polo’nun
Alamut kalesini görüp görmediği konusunda ise belirsizlik vardır. Bu
sebeplerden dolayı Cennet bahçesinin doğruluğu tam olarak kanıtlanmamıştır[437].
Fedâîlerin gerçekten haşhaş ya da uyuşturucu bağımlısı olup olmadıkları
konusunda kesin bir delil bulunmamaktadır[438].
19. Yüzyılın başlangıcında Haşhaşilere “sürekli Haşhaş kullananlar” anlamı verilmiştir.
Ancak bu anlam etimolojik açıdan doğru olmayıp doyurucu da değildir. “Şayet
toplumun lideri ya da halkı herhangi bir hanedanı istemediğinde bu durumda
onların içerisinden o hanedana karşı bir ya da birçok hançer vurucu ortaya
çıkar ki, onlar itaat ettikleri liderden aldıkları emri yerine getirinceye
kadar asla dinlenmek bilmezler. Onlar Haşhaşiler olarak tanımlanmaktadır[439]. Bu
kelime Arapça’da ‘ Assasseen’, muhafızlar-koruyucular anlamına gelmektedir[440]. Fakat
bu ismin nereden türetildiği konusunda belirsizlik vardır. Napolyon 1798
yılında Mısır seferine çıktığında keneviri Avrupa ekonomisi için en önemli ürün
olarak görmekteydi. Bu ürüne sadece gemi sanayisinde bile çok fazla ihtiyaç
vardı. Ancak o Mısır’da Doğu insanının bu bitkiyi hangi amaçla kullandığını
öğrendi, dolayısıyla da Napolyon bunun kullanılmasını askerlerine izin
vermemesine rağmen hayatta kalan askerler tarafından Fransa’ya getirilmesine
engel olamamış, en sonunda da bu ürün hızlıca her topluma yayılmıştı. Her kim
öldürmek için emir almışsa onun haşhaş kullanması gerekir; zira bu madde
kişinin kendisini sakin ve hafif hissetmesini sağlıyordu. Napolyon büyük
olasılıkla bu katı kuralın Haşhaşilerin kurucusu Hasan Sabbah’ı nereye
götürdüğünü anlamıştır. Aydınlanma dönemine kadar Haşhaşi kelimesinin Arapça
haşîş yani sarhoş edici tütün sözcüğünden türetildiği konusunda herhangi bir
araştırma olmamıştır. Bundan on yıl sonra Oryantalistiğin Katolik-romantik
muhâfazakar kurucusu Fransız Farsça Profesörü ve Filolog Sylvestre de Sacy,
Haşhaşi hanedanının tarihi ve onların isminin kökeni ile ilgili araştırmasını
yazmıştır. O bu yazısında Haşhaşiler ile uyuşturucu kullanımı arasında herhangi
bir bağlantı olmadığını savunan kişilerin itirazlarına yer vermiştir. Böyle bir
bağlantıyı kabul etmeyenler Sacy’e göre bunu ispatlamak için şöyle bir şey
kurgulamışlardır: Şimdiye kadar ismi bilinmeyen en ünlü Arap yazarlardan birisi
kenevirden yapılan bir iksiri ilk olarak Mısırdaki İranlı bir İsmaili’ye
atfetmişlerdir. Böylelikle uyuşturucu genç insanların hayal gücünü
güçlendiriyormuş, dolayısıyla da onlar, liderlerinin tüm emirlerini yaptıkları
takdirde cennet benzeri bahçelerin devamlı kendilerinin olacağına
inanıyorlarmış. Bu aktarılanlar Avusturalyalı müsteşrik Josef von
Hammer-Purgstall’ın 1818’de cennet bahçesi hazzına yönelik kurmacayı afyon
kullanımıyla irtibatlandırma konusunda cesaretlendirdi. Hammer’e göre onlar
afyonu kullanarak her şeyi yapabilme yeteneğine ulaşabiliyorlardı. Bu şekilde
uyuşturucunun sakinleştirici etkisi gündeme geldi. Sacy acımasız katillerin
haşhaş kullanıp kullanmadıklarına dâir konudan bahsetmese de, Doğu’da
uyuşturucu kullanımının yaygın olması, bu uyuşturucuyu kullanan kişinin ölümüne
neden olduğu ve Haşhaşiler isminin “Haşhaş yiyenler” (Haşşâşîn) anlamına
geldiği düşüncesini destekler niteliktedir. O, bu düşüncesine dayanak bulmak
için de, “Salahaddin Eyyubi’nin çağdaşı bazı Arap yazarlarının ve bu bağlamda
haber veren bazı görgü tanıklarının aktardıklarına göre, İsmaililer Arapça
çoğulu Haşşişîn tekili Haşhişî olan kelimeyle isimlendirilmişlerdir. Bu isim
Latin yazarlar tarafından biraz değiştirilmiş, büyük olasılıkla da muhtelif
Yunan tarih yazarları ve Yahudi Benjamin von Tudela tarafından da bu şekilde
aktarılmıştır. Sacy devamla şöyle söymektedir: “Bu bağlamda uyuşturan bir
içecek yaptıklarından dolayı İsmailîlere Bu ismin verildiğinden hiçbir şüphem
bulunmamaktadır”. Benjamin von Tudela’nın (ö. 1173) seyahatnamesi ile Batılılar
ilk kez bu Haşhaşiler ismini duymuşlardır. Buradan anladığımıza göre Sacy
Haşhaşiler kelimesini hiçbir Arap müellifinden almamıştır. Şu halde bu mezhep
taraftarlarının inançları ve adetleri hakkında bize haber veren Haçlıların
tarih yazarları şayet bu mezheple ilgili bir takım masalları da haberlerine
eklemiş olabilirler. Haşhaşilerin neden oldukları korkudan dolayı Haçlı
savaşçılarına Haşhaşilerin etimolojik kökenini temellendirmeye ve onların
dini-politik anlayışlarına ilişkin esaslı açıklamalar yapmalarına engel
olmuştur. Hatta onların ismi tahrif edilerek her türlü farklı formlarda
tekrarlanmıştır. Bu da bu mezhebin etimolojik anlamı ve kökeni üzerinde yeni
dönemde araştırma yapanlar için oldukça engelleyici bir faktör olmuştur.
Sacy’nin 7 Temmuz 1809 tarihinde Haşhaşiler üzerine yaptığı sunumdan bu yana bu
fırkanın kökeni ve kelimenin etimolojik kökeni hakkında bilimsel çevrelerce
sürekli bir karmaşa egemen olmuştur. Nizârî süikastçıların süikastlarını
uyuşturucu kullanırken yaptıklarına dâir o dönemde hiçbir belgenin olmaması da
diğer bir faktördür. Buna ilave olarak Doğu ve Batıya ait olan hiçbir kaynak,
Haşhaşilerden esir olarak alınan hiçbir tutuklunun haşhaş ya da başka bir
uyuşturucu kullanımı konusunda haber sızdırdığına dâir hiçbir anlatımda
bulunmaması dikkat çekici bir durumdur. Amerikalı İslam bilimci Marschall G. S.
Hodgson, Haşhaşilerin süikastlarını uyuşturucu tesirinde yaptıklarını
belirtmiştir. O Sacy’nin Haşhaşi kelimesi hakkında yaptığı yorum ve
açıklamaların eksik ve yetersiz olduğunu ifade ederek Britanyalı Oryantalist
David Samuel Margolioth’un (18581940) Encyclopaedia of Religion and
Ethichs’deki (1908-1927’de yayınlanan) makalesine atıfta bulunarak Sacy
tarafından bu kelimenin tanımlayıcı olmasından daha ziyade hakaret olarak
kullanıldığını ileri sürmüştür. Bu durumda Fedâîler devamlı olarak uyuşturucu
tesirindeymiş gibi bir izlenim verilmiştir. Bu kelime Yahudi ve Hristiyan
halkları tarafından bu şekilde kullanılmıştır. Heinz Halm ise bu kelimeyi biraz
daha dikkatli kullanmaya çalışmıştır. Tarihçi Bernard Lewis, haşhaşi
kelimesinin İran coğrafyasında değil de aksine Suriye coğrafyasında ortaya
çıktığını ve burada sınırlı kaldığını savunmaktadır. Sacy, daha önce Suriye’de
yerleşik bulunan İsmaililerin koluna bağlı olan kimselere Haşhaşi ismini takan
Haçlı askerlerinin olduğunu, genel anlamda İran İsmaililerini değil de Suriye ismaililerini
belirttiğini iddia etmiştir. Bununla beraber Haşhaşi kelimesinin kimden
geldiğine ilişkin tek bir kaynak mevcut değildir. Lewis’e göre ismin bu şekilde
değiştirilmiş şeklinin kullanılmasındaki etken Haçlılar değil Nizari
İsmaililerine hakaret içerikli Haşhaşiler ismini takan Suriyelilerdir. Haşhaşi
ismi büyük olasılıkla popüler bir hakaret olarak kullanılmaktaydı. Hasan
Sabbah, Suriyelilerin İsmailiyye bağlıları için kullandıkları aşağılayıcı söz
ile çok da fazla ilgilenmemiş olmalıdır. Zira O Tahran’a 100 km. uzaklıktaki
dağlık bir yerde olan Alamut kalesinde yaşamakta, buradan Hazar denizi
çevresindeki birçok kale ve bölgeyi yönetmekteydi. Bu bölgede bu tür
aşağılayıcı söz hiçbir şekilde kullanılmıyordu. Nizari İsmailileri için
kullanılan bu aşağılayıcı sözün aralarının açık olduğu Fatımîlerin egemen
olduğu Mısır’da da kullanılmaması ve yaygınlık kazanmaması şaşırtıcı bir
durumdur. Ancak Nizari İsmailileri kesin bir delil olmamasına rağmen Suriye ve
Mezopotamya’da hakarete uğramış olmalıdırlar. “Haşşâş” kelimesi Suriye’de onur
kırıcı manasında kullanılmaktaydı. Eski dönemde yaşayan insanlar sürekli olarak
haşhaş kullananların ahlaken çöküntü içinde olduklarını belirtmek için bu
kavramı kullanmaktaydılar. Buna göre her kim düzenli olarak haşhaş kullanıyorsa,
bu durumda o dinsiz ve ahlaksız olarak kabul edilmekteydi. Lübnanlı yazar Emin
Maluf, 1988 yılında Paris’te yayınlanan Semerkant adlı romanında şu açıklamayı
yapmaktadır: Alamut hakkında bize haber veren kaynaklara göre Hasan kendi
taraftarlarını sürekli olarak ‘Haşhâşiyyûn’ olarak isimlendirmekteydi. Ona göre
haşhaş, imanın temeli yani güvenilir anlamına gelmekteydi. Şayet Hasan kendi
taraftarlarını bizzat bu şekilde isimlendirmiş ise, bu durumda bu sözcüğün
aşağılama ve hakaretle bir ilgisinin olmaması gerekir. Bu görüş isabetli ise,
bu durumda aynı şekilde bu Haşhaşi isminin Hasan’ın yaşadığı dönemde İran’ın
İsmailiyye
bölgelerinde
oldukça kullanımda olması gerekir. Bununla beraber o Halife Mustansır’dan sonra
(1036-1094) ilk oğlu Nizar yerine ikinci oğlu Mustâlî’yi veliaht olarak
gösterdi. Bunun neticesinde İsmailiyye 1095 yılından itibaren Kahire’de
Musta’liyye, Suriye ve İran’da da Nizariyye isimleriyle iki kısma ayrılmış
oldu. İşte Haşhaşilerin bu ayrılması neticesinde oluşmuş olduğu iddia edilse de
bu tarihten üç yıl önce (1092) Selçuklu veziri Nizamu’l-Mülk onların katledilen
ilk kurbanı olduğu da dikkate alınması gereken bir olgudur. Her ne kadar bir
takım yazarlar Nizamulmülk’ün ölüm emrini bizzat Melik Şah’ın verdiğini iddia
etseler de vezir Nizamulmülk’ün gerek siyasal gerekse dini anlamda baş
düşmanları İsmailiyye taraftarlarıydı. Kaldı ki Alamut kalesi ve İsmaililerin
oldukça iyi korunaklı diğer Suriye ve Kuzey İran’da bulunan kalelerinin
kuşatılması olayı belirtilen Fâtımi ile Nizari ayrışmasından sonra değil aksine
bu ayrışmadan beş yıl önce olmuştu. Bu kaleler 1093 yılında Şam ve Tebriz
arasında 53 tane olmalıdır. Wilhelm von Tyrus Antakya ve Tripolis civarındaki
kalelerin 10 olduğunu söylemiştir. 150 sene içerisinde Karmatilerin isyanının
çok olduğu Mezopotamya bölgesinde bu sayının oldukça fazla olması icap eder.
Melik el-Efdal Frank Haçlı ordusuna Selçuklulara karşı 1098’de ittifak için
başvurduğunda bu kaleleri Bizans askerleri için korumuş, zira Kayser onlardan
her ihtimale karşı sadakat yemini olarak bunları istemişti. Ancak Frankların
çoğunluğu buna uymayarak el-Malik el-Efdal’in teklifini kabul etmediler. Şu
halde Selçuklular, İsmaililer, Bizanslılar ve Franklar birbirlerine rakip
oldular. El-Efdal Mustalinin oğlu ve halefi el-Emir tarafından öldürülmüştü.
Haşhaşilerin İranlı komutanı Alamut kalesiderebeyi Hasan Sabbah 1124 yılında
vefat etmiş, böylece Haşhaşiler arasında gerçek öğreti konusunda iç çekişmeler
başlamıştır. Haşhaşi devletinin zayıflaması, 1127 yılından itibaren Musul
Atabeği İmaduddin Zengi’ye Irak ve Suriye üzerindeki egemenliği yeniden tesis
etmesine imkanvermiştir. Bununla
beraber Zengilerin
İsmailiyye’den
olmaları mümkündür çünkü Zengi’nin torununun adı İsmail idi. O dönemlerde
yükselmeye çalışan bir hanedanlık olan Zengiler için bu isimlendirme
İsmaililere bağlılık anlamına gelmekteydi. Kaldı ki Zengiler Haşhaşilere Sünni
olan Salahaddin’i öldürtmek için para teklifi yapmışlardı. 30 yıl önce
Haşhaşiler üzerine eser yazan Günter Lüling, onların merkezlerinden birisinin
de Lübnanın Kuzeyinde dağlık Nusayri bölgesi olduğunu belirtmiştir.
Böylece
İsmailiyye Şiası Sünni Müslümanlar tarafından Nusayriler olarak
zikredilmişlerdir[441]
.Haşhaşilerin yaptıklarında bir planlama ve bir coşku vardır. Haşhaşilerin amaçları Sünnilerin önünü kesip onları yok etmekti.
Haşhaşilerin kurbanları arasında bir tarafta Prens, subay ve vezir diğer grupta
ise, kadılar ve din adamları vardır[442].
Günümüz Bâtınîleri ve
Bâtıniliğin Günümüzde Faaliyetlerini Sürdürdüğü Yerler
Günümüzdeki
Bâtınîler’in takip edeceği düzenli bir hareket biçimi ve uymak zorunda
oldukları bir sistem olmayıp imamlarına bağlılık göstermektedirler[443].
Günümüzde Bâtınî hareketine bağlı birçok topluluk yaşamaktadır. Fakat bunlar
geniş yerlere yayılmış dağınık topluluklar halinde eski birlik ve
beraberliklerini kaybetmişlerdir. Bâtınîlerin bugünkü kesin sayısı belirsizken,
20 milyon civarında olduğu belirtilmektedir[444].
Günümüzde
en büyük ve en çok tanınan Nizari İsmailileridir. Bunlar 49. İmamları IV. Ağa
Han tarafından yönetilmekte olan, bütün dünyaya dağılmış, kültürel ve zenginlik
bakımından çok çeşitli olan bir topluluktur. İsmailliler, günümüzde küçük bir
azınlık durumundadır. İslamiyet’in ilk zamanlarında, İslam tarihinin
şekillenmesinde büyük rol oynayan bir topluluktur. Gizli ve çok az yazılı kaydı
olduğu için İsmaili hareketinin gelişimi ile ilgili çok az şey bilinmektedir[445].
Günümüz
Bâtınîleri 49. İmam Kerim Şah Ali’nin yönetiminde bulunup aynı zamanda dünyanın
farklı yerlerinde yaklaşık 20 milyon nüfusa sahiptirler. İsmaililer,
yaşadıkları ülkelerin varlıklı zümreleri arasında yer alırlar. Doğu Afrika’da,
Pakistan ve Hindistan’da ticaret ve sanayi ile uğraşan Bâtınîler, İran, Suriye
ve Afganistan’da ise çiftçilikle uğraşmaktadırlar[446].
Bâtınîler,
Hindistan da Ağa Hancılar olarak bilinirler. İngilizlerin desteğini alan Ağa
Han etrafına birçok kişiyi toplamayı başardı. Pakistan, Hindistan, Mısır, Doğu
Afrika ve Suriye’de sayıları milyonları bulan bir cemaat oluşturdular.
Başlangıçtaki “Masum İmam” düşüncesi zamanla gelişerek Allah’ın yeryüzündeki
vekili inancına çevrilmiştir. Kurandaki her emrin bir “batını” bulunduğu
kuralından hareketle Allah’ın sıfatları ve zatını, âlemin yaratılması hususunda
ezoterik fikirler öne sürdüler. Cemaat taraftarlarının gelirlerinin belirli bir
miktarını her yıl Hanlara bağışlaması zorunluluğu vardır. Dini konularda da
mutlak otorite Han’ın elindedir. Hindistan’da özellikle Bombay bölgesinde
birkaç milyonluk Bohora cemaati de bâtınîlerdendir. Yayınlanan yazma bir eserde
Bâtınîlerin Hindistana nasıl geldikleri mucizelerle anlatılmaktadır. Bu
anlatılanlarda dikkat çeken nokta, Hint dinlerine ait özelliklerin İslami
kisveye sokulmak istenmesidir[447].
Bâtınîler,
bazı batı ülkelerinde Araştırma Enstitüleri, Cemaat örgütlenmeleri ve
Üniversiteler kurmuşlardır. Aynı zamanda bayrak ve anayasaları da bulunan ancak
kendi vatanları olmayan topluluklardır[448].
EH-İ SÜNNET’İN BÂTINİLİĞE
KARŞI BAKIŞ AÇISI
Ehli Sünnet Bâtınîlik
İlişkisine Genel Bakış
Bâtınî
ekolü, Sünni sistemi kabul etmeyen farklı inanç ve ideolojilerin, müslümanlık
bünyesi içerisinde, kendi inançlarını devam ettirme çabası olarak
tanımlanabilir[449]. Ehl-i
Sünnet, bu anlayışı kabul edenlere Bâtınî ismini verdiler[450].
Sünni-Bâtınî
mücadelesi İslam öncesinde başlamış Büyük Selçuklu-Bâtıni mücadelesi ile
gelişerek Osmanlı-Safevî mücadelesi ile devam etmiş, daha sonra hem Anadolu’da
hem de İran’da etkili olmuştur[451].
Bâtınîlik,
İslâm tarihinde önemli siyasî ve itikadî etkiler oluşturarak tarih boyunca
Sünnî âlimler tarafından İslâm dışı siyasî güçlere ve kültürlere bağlı bir
hareket olarak görülmüştür. Genellikle Sünnî çizgide olan Abbâsîler ile
Selçuklular zamanında Bâtınîlerin bazı devlet adamlarını ve âlimleri öldürerek
devleti bölücü faaliyetlerde bulunmaları, Mısır'da Fâtımîler, Bahreyn'de
Karmatîler devletlerini kurmaları göz önünde bulundurulduğunda Bâtınîliğin
İslâm dışı siyasî bir hareket olabileceğini gösterir[452].
Selçuklular
daha Tuğrul Bey zamanından itibaren Sünnîliği muhafaza ve müdafaa siyasetini
benimsemiştir. Fâtımîler, Şiîliğin ve Batınîliğin koruyuculuğunu
üstlenmişlerdir. Büyük Selçuklular’ın Şiîlerle mücadelesinde temel hedef Fâtımî
Devleti olmuştur. Büveyhoğulları, Fâtımîlerle işbirliğine girişerek Sultan
Tuğrul Bey’in dikkatini çekerek Büveyhoğullarına karşı olan politika bu yönde
olmuştur. Büveyhoğulları Ebû Kâlicâr (10441048) zamanında Fâtımî dâîleri
vasıtasıyla İsmâilîyye’ye girmeye başladılar. Bağdat’da bulunan Büveyhîler ile
yapılan askerî mücadeleyi Tuğrul Bey’in askerlerinin kazanması neticesinde
Selçuklular Büveyhî Devleti’ne son verdiler. Bunun sonucunda Sünnî dünyanın
halifesi, Sünnî bir güç tarafından Şiî baskısından kurtarıldı ve hutbelerde de
Tuğrul Bey’in adı halife ile birlikte okunmaya başlandı. Selçuklular ile Şiîler
arasındaki mücadele Tuğrul Bey’den sonra yerine geçen Alp Arslan döneminde de
sürmüştür. Bâtınîlerin her türlü propaganda faaliyetleri devlet yöneticilerinin
ilgisini çekmiş ancak Sultan Alp Arslan
döneminde
devletin istihbarat teşkilâtının bizzat Sultan’ın emriyle dağıtılması sonucunda
yeterince takip edilemeyen Bâtınîler, Selçuklu ülkelerinde kökleşmeye
başlamışlardır[453]. Bâtınî
düşünce Osmanlı döneminde de zaman zaman aktif olmuş, yönetimde bu eğilimde
olanlar bazen sürgüne yollanmış, bazen de sınır boylarına yerleştirilerek sefer
olduğunda faydalanılmıştır. Ehl-i sünnet’e göre Bâtınîlik, eski İran ve Hint
kültürleriyle, eski Yunan, Hıristiyan ve Yahudilikten esinlenerek İslâm’ı
parçalama amacı ve gayreti ile oluşturulmuş uydurma bir dindir[454].Fahrettin
er-Razi ve Makrizi’ye göre Bâtınî hareket Abdullah b. Meymun el Kaddah
tarafından başlatılmıştır. İbnü’l Esir konuyla ilgili olarak Bâtınî
taraftarlarının İslam’ın güçlenmesinden rahatsızlık duyan ve silahlı mücadele
ile Müslümanları yenemeyeceklerini anlamaları, bazı yalan hadisler uydurmaları,
aklı çalışmayan insanları şüpheye düşürmeleri ve sahih nasları bozmaya yönelik
girişimlerde bulunmalarından bahsetmiştir[455].
Ragıp
el-İsfehani, btn sözcüğünü “bir şeyin yeraltında bulunup gizli kalması”
şeklinde tanımlamıştır. Bu kavram erken dönem eserlerinde geçmemektedir. Bâtınîyye
kavramı Makdisi’nin el-Bed ve’t-Tarih isimli eserinde kullanılmıştır.
Şehristani, bâtıniliğin farklı yerlerde ve farklı isimlerde yayılmasından
dolayı bu kavramla ilgili net ve ayrıntılı bilginin olmadığını belirtmiştir[456].
Mâturidi, Bâtınîleri Dehri olmakla suçlamıştır. Fakat onlar için ortaya koyduğu
gerekçe farklıdır. Mâturidi’nin Bâtınîler hakkında aktardıkları az da olsa
bulunduğu dönem itibariyle gayet yararlı ve aydınlatıcıdır. Yeni Eflatunculuk
düşüncesi ilk olarak İsmailiyye içerisine girmiştir. Muhammed b. Ahmed
en-Nesefi bu düşünceyi İsmailiyye’ye dahil eden ilk kişidir. İsmailiyye
düşüncesini oldukça etkileyen Yeni Eflatuncu anlayış Kitabu’t-Tevhid’de ilk
kezdokosrafik açıdan belgelenmiştir[457].
Bâtınîyye’ye
ait bazı eserler Abbasiler, Selçuklular eliyle güç kazanan Sünniler tarafından
tahrif edilmiş ya da imha edilmiştir[458].Kaynaklarda
Bâtınî müelliflerce yazıldığı söylenen birçok eser olduğu söylense de günümüze
ulaştığı bilinmemektedir. Bu eserlerin bazıları şunlardır: Meymûn el-Kaddâh,
el-Mîzân; Muhammed b. Ahmed en-Nesefî, el- Mahsûl; Ebü'l-Kâsım el-Kayrevânî,
el-Belâğu'l-ekber. Bâtıniyye hakkında yazılan ve günümüze kadar ulaşan
eserlerin çoğu bu mezhebin görüşlerini tenkit etmek amacıyla yazılmıştır.
Makdisînin söylediğine göre Bâtıniyye'ye karşı ilk reddiyeyi en-Naki ale'l-
Bâüniyye adlı eseriyle İbn Rizâm yazmıştır. Daha sonra onu Keşfü
esrâri'l-Bâtıniyye ismiyle yazılan ibn Fûrek ve Bâkillânî gibi ilk Eş'ariyye
kelâmcıları takip etmiştir. Günümüzde Bâtıniyye ile ilgili yapılan çalışmalar şunlardır:
Yûsuf Derviş Gavânime, Gulâtü'ş-Şîâ el- Bâtıniyye; İbrâhim b. Süleyman
el-Cehbân, el-Bâtıniyyûn ve'l-harekâtü'l-heddâme fi't- târîhi'l-islâmî;
Muhammed Ahmed el-Hatîb, el-Harekâtü'1-Bâüniyye fi'l- 'âlemi'lİslâmî; Ebü'I-
Heysem, elİslâm fî muvâceheti'l-Bâtıniyye; Sâbir Tuayme, el- Akâidü'l Bâtıniyye
ve hükmü'l- islâm fîhâ; Muhammed Hassân Kusbe, el-Bâtıniyye ve fikrü
'l-ihvâni'l-cumhûriyyîn[459].
Deylemi,
Bağdadi, Gazâli, Hammadi, İsferayini, İbnü’l- Cevzi gibi Sünni ve Zeydi
müellifler Bâtınîlik ile ilgili eserler yazmışlardır. Nasiruddin et-Tusi, İbn
Sina, Sühreverdi el- Maktul, İbnü’l- Arabi, Feridüddin Attar, Şemsettin
Tebrizi, Mevlana Celaleddin Rumiyi de Bâtınîyye fırkasından saymışlardır. Bu
düşünceye sahip olan kişiler tamamen mezhebi bir ön kabule dayanmakta ve bu ön
kabulün temelinde ise, İslam düşünce tarihinde iz bırakan bu kişileri “Bâtınî”
olarak göstermek suretiyle kendi mezhebine itibar kazandırma çabası
yatmaktadır. Nasıruddin et-Tusi ve bir ölçüde İbn Sina dışında Bahsedilen bu
filozof ve sufilerin Bâtınîyye ile organik bir ilişki içinde olduklarını
belgeleyecek somut bir delil yoktur. Sözü edilen bu kişilerin Bâtınî olarak
nitelendirilmesi, onların Bâtınîyye fırkasına bağlılıklarından değil, dini
anlamada ve nasları yorumlama konusunda fırkaya özgü Bâtınî te’vil yöntemini
kullanmış olmalarından kaynaklanmaktadır[460]
Bâtınîlik inancına taraftar olmayan kişilerinde bilgi toplama ya da olayları
yorumlama esnasında bazı bâtınî yöntemleri kullanmaları gayet olanaklıdır.
Bunun ise Bâtınîlik’i onaylama anlamına gelmeyeceği açıktır[461]
.Bâtınîlik, İslam dünyasında önemli bir rol oynamıştır[462].
Bâtınîlik,
İslam için büyük bir tehlike olmuş ve siyasi amaçla kurulmuş bir fırkadır[463].Bâtınîlik
akımının temelinde menfaat ve siyaset vardır[464].Bâtınîler
hedeflerinin gerçekleştirilmesinde dini kullanarak siyasî maksatlara
yönelmişlerdir[465].
Bâtınîlerin
amaçları Müslümanların inançlarını bozmak ve Müslümanların birliğini yok edip
onları birbirine düşürmektir. Bâtınîler görünüş olarak Müslüman gibi
davranırlar. Saf ve içi temiz Müslümanları her zaman kendilerine çekmeye
çalışırlar[466].
Bâtıniliği
savunanlar Müslümanlığı kabul etmeyen kişilerdir. Onlara göre asıl Müslümanlık,
bizim anladığımız müslümanlıktır diye telkin ettikleri esaslardır. Oysa bu
anlayış islam’a aykırıdır. Bâtınîler, bu fikirlerini çok zekice gizlemiş ve
İslami bir şekle sokmuşlardır[467].
Bâtınîler, Kuran’a dayanarak Kuran’ı yıkmak, İslam perdesi altında İslam’ı yok
etmek istemişlerdir. Bâtınîlik, İslamın yok ettiği inançları ve yıktığı
saltanatları yeniden inşa etmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Bâtınîler esas
itibariyle Şiîliği de kullanarak gayelerine ulaşmaya çalışmışlardır[468].
Bâtınîlik
İslam dinine muhalif görünen bazı esasları benimsemiştir. Bâtınî eğilimli inanç
şekilleri, İslam’ın ilkelerine zıt olmayan ancak dini esasları daha hoşgörülü
yorumlayan dinsel inanışlardır. Bâtınîlik İslam dünyasına zıt düşmemek için;
İslam motiflerini ve geleneklerini kullanmıştır. Bâtıniliği seçenler, açık ya
da gizli, fakat çok güçlü bir örgütün üyesi olmanın verdiği büyük bir güven
duygusu yaşıyorlar ve böylece altında ezildikleri güvensizlik korkusunu yenmek
için güçlü bir destek buluyorlardı. Bu onların her türlü değere ve düzene
saldırmaktan çekinmeyecek kadar umursamaz tavırlarını da ortaya çıkarıyordu.
Bâtınîlik, birçok söylemini Kuran’a dayandırdığı ve kullandığı kavramların
niteliğinden dolayı İslam’a yakın bir izlenim vermesine rağmen benimsediği
şeriata karşı ilkeler nedeniyle İslam dışı bir görünüme sahiptir[469].
Bâtınîler,
İslam dünyası içerisinde mevcut siyasi, sosyal ve dini nizama esaslı bir tehtit
oluşturmuştur. Bâtınîler, münferit bir olaydan ibaret olmayıp zaman içerisinde
devrimci bir ruhla su yüzüne vurmuştur. Herşeye rağmen Bâtınîler hedeflerine
ulaşma noktasında nihai ve topyekün olarak başarısız olmuşlardır[470].
Tarihçiler, onların gizli olmalarından dolayı birbirinden çok farklı beyanlarda
bulunmuşlardır[471].Bâtınîler,
Selçuklu ve Sünniler tarafından farklı isimlerle zikrediliyorlardı[472].
Zeydi
âlim ed Deylemi, Bâtınîlerin 20’ye yakın konuda küfre düştüğünü belirtir.
İzmirli İsmail Hakkı, Bâtınîyyeden olup da tuttukları yolun iç yüzünü bilen
kimselerin küfre düşmekten kurtulmalarının zor olduğunu söyler[473].
Sünni
kaynaklarda Bâtınîyye’nin dinin şer’i ve ameli ilkelerini inkar ettikleri ve bu
ilkelerin gerçekte sembolik bir özellik taşıdıkları şeklindeki bir inanca sahip
oldukları belirtilmiştir[474].
Şia
içindeki Bâtınîlik akımları, özellikle Sünniler tarafından her zaman bir
suçlama aracı olarak görülmüştür. Bâtınîlikolarak bilinen akımlar, nasları
belirli siyasal hedefler için yorumlamış ve bütün ibadetlerin imamdan ve
imâmetten bahseden sembolik bir anlatım olduğunu savunmuşlardır. Bu durum
nesnel dili savunan Sünnî bilginlerin Bâtınîlikle mücadelesinin temel nedeni
olmuştur[475].
İslam
kültürü ve literatürü içerisinde elde edilen Kur’an ayetlerinin gizli ve Bâtınî
manası ezoterik tefsir olarak tanımlanmaktadır. İslami açıdan bakıldığında
ezoterik tefsirin te’vil ile ince bir irtibatının olduğunu söylemek mümkün
görünmektedir. Bâtınîyye’nin dini metinlerin yorumunda ezoterik bağlamda aşırı
bir yöntem belirlemesi, onu bu özelliğiyle diğer İslam fırkalarından
ayırmaktadır. Bazı Bâtınî âlimler, dini metinlerin yorumunda Bâtınî anlamların
olduğunu inkar edenleri kafir olarak göstermişlerdir[476].
Onlara göre kim batın ilmini elde ederse, ondan ibadetlerin hükmü düşer. Bu
hükümlerini şu ayete dayandırırlar: Onların ağır yüklerini, zor tekliflerini
kaldırır.“ (El-Araf, 7/157)
Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat kavramı, fitne ve bidat terimleriyle karşıt bir içerik
olarak kullanılmıştır. İlk fitne olayının, Ehl-i Sünnet’in oluşumunda büyük
tesiri olmuştur. Bidat ve fitne kavramları, bir karışıklığı ve kaosu
anlatmaktayken, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat kavramı, birlik ve beraberliği,
istikrarı, inançta doğru yolda olmayı, sosyal hayatta ise uyum ve bütünleşmeyi
ifade etmektedir. Ehl-i Sünnet siyaset geleneği boyunca sürekli vurgulanan
değerlerin; itaat, uyum ve siyasal edilgenlik olduğu dikkat çekmektedir[477]. Klasik
kaynaklarımızı incelediğimizde Bâtınîliğe karşı bakış açısı politiktir.
Kaynaklarda Bâtınîlik siyasi olarak ele alındığında, İslam devletini ve
Sünniliği ortadan kaldıracak bir tehlike olarak görülmüştür. İtikadi olarak
ise, İslam’ı yok etmeye çalışan bir hareket olan Bâtıniliğe bir inanç sistemi
olarak bakmak gerekir. Bu politik bakış açısı bazı hataları içinde barındırmaktadır. Bâtınîlik bir zihniyettir ve bu zihniyetin
kodlarını anlamadan sadece politik yönüyle Bâtınîliği kavramak çok zordur.
Hasan Sabbah, çevresindeki devletlerin düzenini sarsan, baskı, zorbalık ve
cinayetle anılan dini-örgütsel bir yapıyla kendisini tartışılmaz bir konuma
yükseltmiş, imâmet telakkisini kendine itaatin bir aracı olarak kullanmıştır.
Müslümanların Kur’an ve Peygamber dışındaki bütün kitaplara ve kişilere
eleştiri gösterebileceklerini, onlara körü körüne bağlanılmaması gerektiğini
kavrayamadıkları sürece, İslam toplumunda her zaman bu tür örgütler ortaya
çıkabilecektir. Eğer bizler bir ekole, gruba veya mezhebe toplumsal temsil
alanı açmazsak, bu gruplar, Bâtınîlik gibi alanlara kayarlar[478].Hasan el Basri’nin şu sözleri Ehl’i Sünnet’in
genel karakterisliğini yansıtması açısından önemlidir: “Sizin yolunuz ifrat ile
tefrit arasındadır, bu yolda sabredin”[479].
Ehli Sünnet’in Bâtınî-
İsmailiye Karşı Tutumu
BâtınîlerŞiîlik
perdesi altında saklanarak Müslümanların arasına fesat ve ilhad sokmuşlardır.
Şiîleşme ve Şia’dan başlayarak sonradan Rafızilik, Bâtınîlik gibi çeşitli
isimlerle genişleyen bu topluluklar ne gibi maksatlarla kurulmuş olduğu ve
nasıl teşkilatlandığı hakkında ilim adamları, İslam tarihçileri geniş eserler
yazmışlardır[480]
Bâtınîlik siyasi sebeplerle ön plana çıkmış; Sünni toplumun polemiklerine hedef
olmuştur[481].
Sünni
İslam dünyası için bir tehlike oluşturan Bâtınî fikirlere karşı Sünniler
tedbirler almışlardır. Özellikle Bâtınîlerin insanların zihinlerinde oluşturdukları
şer’i emirlerin zahirlerinin geçersiz olduğu ve Bâtınî yönün önemli olduğu;
bunun da ancak masum bir imam aracılığı ile öğrenilebileceği anlayışı
karşısında, Sünni ulema Kitap ve Sünnete dayanarak cevaplar vermiştir.
Bâtınîler, mevcut siyasi yapılanmaya muhalif bir tavır ortaya koyarak
Müslümanların çoğunluğunun inanç esaslarına da karşı olmuşlardır. Onlar kendi
mezhepleri içinde değişik yöntemler kullanarak inanç sistemlerini
oluşturmuşlardır. Sistemin temeli Bâtınî yoruma dayandığı için, sadece kendilerince
kabul gören birtakım Bâtınî yorumları esas alarak, Müslümanların büyük
çoğunluğuna ters düşen görüşler ortaya koymuşlardır[482].
Bâtınîlik
hiçbir şekilde İslam dinine uymamaktadır. Bâtınîler, Peygamberliği, vahyi,
imâmeti ve Allah’ı kendi anlayışlarına göre kabul etmektedirler[483].
Bâtınîyye’de imâmet anlayışı inancın temel noktasında yer alır. Allah’ın
varlığı ve sıfatları, âlemin yaratılışı gibi sorular Sünnî İslâm ile
bağdaşmayan karmaşık felsefî açıklamalarla yapılmaktadır[484].
Bâtınîlerde,
Sünnilerde çok önem verilen tefsir ilmine rastlanmaz. Çünkü İmam gerçek
bilginin sahibidir ve kutsal metinlerin anlamlarının tek yorumcusudur. Bundan
dolayı İmam’ın te’vil yoluyla ya da doğrudan açıkladıklarından ayrı olarak
tefsir denen zahiri bir ilmin gereği yoktur[485].
Olayları
kavramak ve değerlendirmekte herkesin aynı düzeyde ve aynı yetenekte olmadığını
savunan bu anlayış; aşırı yorumları nedeniyle insanın onur ve saygınlığına
karşı çıkan bir sonuç elde etmiştir. Bunun neticesinde bu anlayış giderek katı
yönetimlerin de kullanabileceği bir ideoloji haline gelmiştir. İnsanların akıl
güçleri ve yeteneklerinin aynı seviyede olmadığı, eğitim ve çalışmalarıyla
bilgin seviyesine ulaşan üstün bir insanın kavrayış ve yorumlarının; sıradan ve
yeteneksiz bir halk adamının algılayışından farklı olacağı anlayışı gayet
normal bir şeydir. Bu anlayış zamanla, üstün ve yetenekli insanların, sıradan
insanlarınkine oranla daha değerli olduğunu kabul etmelerine sebep olmuştur.
İşte bu kendini seçkin gören kişiler ezoterik bilgiye sahiplerdi. Bâtınîlik,
ezoterik bilgi yani içrek anlamına gelmektedir. Bâtınî bilgi, seçkinlere özgü
bilgiyi ifaden eden bir kavramdır. Bu bilgiye sahip olan kişi, sıradan
insanlardan ayrılarak diğer insanların erişemediği gerçeklere ulaşır. Bu
bilginin aynı zamanda bazı eşitsizliklere yol açarak önderlere bağımlılık ve
otoriter yönetimlere olanak sağlamak gibi sakıncaları da vardı. Batınî bilgi,
kendisine sahip olanlara evrenin işleyiş yasalarını açan ve sıradan insanların
bilmesi imkansız bazı gizemlerin çözümünü sağlayan olağanüstü bir inançtı.
Sünni inanç sisteminde Batınî düşünce ve bilginin kapsamı veya önemi belli
sınırlar içinde tutulurken, dini liderlere bağımlılıkta İnananların seçimlerine
ve anlayışlarına pay ayrılıyordu ve dini liderin seçiminde onun yetenekleri ve
yeterliliği etkili kılınıyordu. Bâtınîler, imamlık kavramını kökünden
değiştirerek ona insanüstü özellikler yüklediler. Bâtıniliğe göre imamlık
peygamberden üstün bir varlık olarak görülüyordu[486].
İsmailiyye
fırkasına bağlı âlimler fırka kurulduğundan itibaren Bâtınî yorumu savunmayı
sürdürmektedirler. Bundan dolayı da İsmailiye taraftarı olan bazı fırkalar,
Kur’an’ın belli ilke ve kurallarını dikkate almayarak, sadece Kur’an
ayetlerinin Bâtınî manasına ulaşmak hedefiyle onun açıklamalarını göz ardı
etmişledir[487].
Kuran’ın Batın anlamlarını kabul etmek demek, Bâtınîlik demek değildir.
Bâtınîlik zahiri terk edip ve sadece şüpheli bir şekilde batına önem
vermektedir[488].
Maturidi,
Kuran’ı anlama ve yorumlamada tefsir ve te’vil’i benimsemekte ancak onları
birbirlerinin alternatifi olarak değil de tamamlayıcısı olarak görmektedir.
Tefsirde Allah’ın ne murad ettiği tespit edilirken te’vilde Allah’ın muradı
değil, metinden kendisinin anladığı şeyler ortaya konmaktadır. Te’vilde
kesinlik olmayıp aksine ihtimal ve yorum vardır[489].
Söylenen
bir sözün bir amacı varsa, bu sözün anlamında çeşitli yönler varsa, o sözü
dinleyenlerin her biri kendi bilgisine, bilgisinin derinliğine göre anlar.
Sözgelimi Kuran, namazın insanı kötülükten alıkoyduğunu açıklamaktadır. Aynı
şekilde Hz. Peygamber de, “ Kimin namazı, onu kötülükten, fena şeylerden
alıkoymuyorsa onu Allahtan uzaklaştırır “ buyurmaktadır. Fakat bu ayeti ve bu
hadisi, namaz insanı kötülüklerden alıkoymak için farz olunmuştur. Kötülük
etmeyenin, herkese iyilikte bulunanın namaz kılmasına gerek yoktur diye
yorumlayamayız. Eğer böyle olsaydı en başta, Hz. Muhammet’in namaz kılmaması
gerekirdi[490].
Ehl-i
Sünnet aklı vahye tâbi kılıp vahiyle akıl arasında bir denge kurmak, ayrıca
kitap, sünnet, icmâ, kıyas gibi bütün şer'î usullere başvurmak suretiyle
doğruya ulaşma ihtimalini arttırmış ve hemen hemen her meselede mutedil bir
konumda yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmaya çalışmıştır[491]
[492].
Bâtınîlere
göre peygamberler, insanlara farklı emir ve yasaklar ileterek birbirleriyle çelişmişler,
güzel olan bazı konuları insanlardan gizlemişler, bazı hususların yerine
getirilmesini emrederek insanları gereksiz yere zor duruma sokmuşlardır.492.Ehl-i
Sünnet, Hz. Peygamberin ve sahabenin geleneklerine bağlı olup onların izinde
olmayı kendilerine amaç edinmişlerdir[493].
Birine bağlanmak gerekliyse, en doğrusu Hz. Muhammet’e bağlanmaktır. Asıl
dururken vekile bağlanmaya gerek yoktur[494].
Ehl-i Sünnet ayet ve hadisleri kendi görüşlerine göre te’vil etmez, Allah ve
Resulü’nün ayet ve hadisten kastettikleri manayı örnek alırlar. Ehl-i Sünnet
nasların özüne ve ruhuna önem verir. Zahir- Batın dengesini korumaya
çalışırlar. Ehl-i Sünnet, ümmetin bütünlüğüne ve ayrılmazlığına büyük kıymet
göstererek tefrikaya karşı çıkarlar. Ehl-i Sünnet genellikle hoşgörülü olup
itikatlarını kimseye zorla kabul ettirmezler[495].
Bâtınîlerin
en temel özelliklerinden biri de İslam’ı en doğru ve en saf bir şekilde yeniden
dünyaya hâkim kılma söylemidir[496].
Bâtıniliğin
kurucuları davalarını geniş kesimlere yaymak amacıyla kendi milliyetlerini
gizlemişlerdir. Onlar Hz. Muhammet’in torunlarının yaşadığı haksızlıkları
kullanarak Halkın duygularıyla oynamışlardır[497].
Muhaddis
İbnu’l-Cevzi, Bâtınîlikle ilgili “İslam ile maskelenen, Şiîliğe meyleden, fakat
inanış ve davranışlarıyla İslamiyete taban tabana zıt düşen” ifadesini
kullanmıştır[498]. Kadı
Abdülcebbar Bâtınîlerle ilgili şunları söylemiştir: “ Onlar peygamberlere kötü
söz söylediler, şeriatları tahrif, tevrat ve incillerle istinca ettiler”[499]. Sünni
âlimler, dini ve felsefi sistemlerini oluşturan pek çok özelliği dışarıdan
almış olmalarından dolayı Bâtınîleri küfürle suçlamışlardır[500].
Selçuklu
ve Abbasi yöneticilerinin isteğiyle Ehl-i Sünnet âlimleri, Bâtınî karşıtı
risaleler tedvin etmişlerdir. Gazâli, Fedâihu’l-Bâtınîyye ve Fedâilu’l- Mustazhiriyye
isimli bir eser yazarak İsmaililer’e karşı çıkmıştır[501].
Şia’nın
bir yandan sembolik dil veya teknik ifadesiyle “bâtınî bir söylem” geliştirme
çabaları iletakiyye prensibini benimsemesi, Sünnî toplumda bu davranışakarşı
bir tepki oluşmuştur. Bâtınîlik ile mücadele ve Bâtınîdillere karşı nesnel dili
savunma Sünniliğin en önemli amacı olmuştur[502].
Sünnetin
esaslarını ve İslam cemaatinin haklarını savunmaktan geri durmayan Ehl-i Sünnet
âlimleri, İslam diniyle hiç bir şekilde bağdaşmayan bâtıniliği şiddetle
reddetmişlerdir. Bâtınîler, kendi inançlarını müdafaa etmek için şöyle derler:
"Her tenzilin bir tefsiri ve her zahirin bir batını vardır," Tenzil
edilen her semavi kitabın bir tefsiri vardır; ancak bu tefsiri kim ve nasıl
yapacak? Her zahirin bir batını olsa da; bu durum batın için zahiri terk etmeyi
gerektirmez. İslam tarihi boyunca Bâtınîler, kitap ve Sünneti, İslam
cemaatlerinden çok farklı bir şekilde tefsir etmişlerdir. Bâtınîler, icma'yı
reddederek Tenzili tefsir etmeyi sadece kendi imamlarına bırakırlar bundan
dolayı Şia ve bilhassa Bâtınîye fırkaları, Tenzilin bazı ayetlerini diğer İslam
fırkalarından farklı olarak tefsir etmiş ve anlamışlardır[503].
Ehl-i
Sünnet, kendinden olmayanları tekfir etmemeye çalışır. Yabancı felsefe ve
dinlerin etkisi Ehl-i Sünnet mezheplerinin görüşlerini temelden
değiştirmemiştir. Onlar bu yabancı görüşlerden yararlanma yolunu seçmişlerdir.
Ehl-i Sünnet mezhepleri ashaba saygısızlık göstermez, sövmez, kâfir demez
aksine büyük bir saygı gösterir[504].
Ehl-i Sünnet, İslam’ın her döneminde
ümmetin çoğunluğunu oluşturmakla beraber toplumun huzurunu kaçıracak isyan ve
ihtilal gibi olaylardan kaçınan, ortaya çıkan bazı olayları kabul etmeyip
sabırla ıslah edilmesi yönünde çaba gösteren, olaylara bir mezhep taassubu
çerçevesinden bakmayıp toplumun yararını esas alan bir ekoldür. Ehl-i Sünnet,
batıl ve sapkın düşünceleri ilmi olarak çürüterek aşırılıklar karşısında
itidalli olmayı benimsemiştir[505].
Ehl-i Sünnet, İtidal davranmış ve bunun neticesinde kişi ve görüşlerinde adil
davranmış, düşünce amel ve hareketlerinde ölçülü hareket edip dengeyi sağlamış
ve taassuptan kaçınmışlardır[506].
Mutezile’nin
İsmaili-Bâtınîyye Karşı Tutumu
Mutezile
mensubu kişiler Şiîler arasında militan grup içinde müritler kazandı. Böylece
Mutezile’nin çoğu unsuru Şiîlikte hüküm sürmüştür[507].
Nevbahti Mutezile olarak kurtuluşa erişen fırkalarla ilgili sayıyı sağlam
bulmamış, bundan dolayı da fırka hadisini zikretmemiştir[508].
İran’da entelektüel olarak oldukça donanımlı olup, bu yüzden de Mutezileye
karşı tehlikeli bir rakip olmalarından dolayı İsmailiyye İran’da oldukça
ilerlemiş bir hareketti[509].
10.
Yüzyıl’da Bağdat’ta üç tane Mutezile ekolü ortaya çıkmıştır. Bu ekoller Eski
Bağdat ekolü, İhşîdiyye ve Bâ Hâşimiyyedir. İhşidiyye doğduğu yer olan Basrada
da bir grup taraftar edinmiştir. Büveyhiler Basra’da Ba Haşimiyye ile
İhşidiyye’yi uzlaştırma çabasında olmuşlardır. Herhangi bir anlaşmanın olup
olmadığı belli değildir. 11. Yüzyılda Basra’da Ba Haşimiyye’ye bağlı olan Rey
baş kadısı Abdülcebbar’ın kelam anlayışı egemen olmuştur. Bu üç Mutezile
ekolünden Zeydiyye ile en yakın bağlantı kuran ekol Ba Haşimiyye olmuştur. Bu
ilişkilerde en önemli rolü üstlenen kişi, Ba Haşimiyye Bağdat ekolünün gerçek
manada kurucusu olan Ebu Abdullah el-Basri’dir. Birçok Zeydi öğrenci onun ilim halkasına
katılmış ve ondan Mutezile kelamı hakkında bilgi almışlardır. Bunlar arasında
Ebu Abdullah ed-Dâi de vardır. Rey baş kadısı Abdülcebbar da Zeydi imamları
kendi öğrencileri arasında görmüştür. Böylece 10. Yüzyılın sonunda Mutezile’nin
Zeydiyye üzerindeki etkisi en üst düzeye gelmiştir. Zeydilere karşın On iki
İmam Şia’sı Bağdat’ta Mutezileye karşı oldukça uzak durmuştur. 970-71
yıllarında Bağdat’ta bir kadıkendi ilim halkasında “Kur’an’ın yaratılmış
olduğunu” söylediğinde ayaktakımı kimseler tarafından saldırıya uğramıştı. Buna
karşın Sünniler Mutezile’nin Gramatik ve diyalektik ile donanımlı saldırılarına
karşı yeni düşünceler geliştirme metoduna yöneldiler. Bakıllani, Mu’tezile ile
bu bağlamda sıkça tartışmalara girmiştir. Sünniler Kur’an’ın yaratılmamış
olduğuna ilişkin Mutezileye karşı reddedici bir tutumda bulunmuş ve Mutezile
kelamcılarının kendi anlayışları üzerinde detaylı araştırmalar yapmalarına
engellememişlerdir. Eski Basra gramatik okulünün düşüncelerinden de
faydalanarak (sonraları örneğin bir Zemahşeri gibi meşhur Kur’an tefsirleri bu
dil okulunun ürünlerindendir) bu anlayışlarını Mutezili Kuran tefsiriyle de
desteklemek istemişlerdir. Mutezile Fıkıh meselelerine de en az kelam kadar
ilgi göstermiştir. Özellikle Vezir İbn Abbad’ın düzenlemiş olduğu tartışma
programlarına kelamcılarla beraber fakihler de katılmıştır. Bağdat’ta yaşayan,
orada ilmi çalışmalarda bulunan ve orada vefat eden Hanefi âlim Ebu’l-Hasan
el-Kerhî bu bağlamda bir örnek olmuştur. Ebu’l-Hasan el-Kerhi bizzat Mutezileye
bağlı biriydi. Ebu haşimin birçok öğrencisi ondan fıkıh ilmi almıştı. Onun
öğrencileri arasında meşhur Ebu Abdullah el-Basrî ve Ebu Abdullah el-Basrî’nin
kelam alanındaki öğrencisi de vardır. Daha sonra ortaya çıkan Bağdat Mutezile
ekolünde Şafiiler de bir rol almışlardır. Örneğin Meşhur Ahkâmu’s-Sultaniyye
yazarı Maverdi Mutezileye girmiş olmalıdır. Ebu Abdullah ed-Dâî Zeydi hukukunu
ilk önce Aliye bağlı ve Mutezile topluluğunda Fıkıh ve kelamı birleştiren kişi
olarak bilinen Ebu’l-Hasan el-Hasanî’den öğrenmiş, Hanefi fıkhını öğrenmek için
de Kerhi’ye gitmiştir. Çağın değişimiyle Büveyhoğulları Bağdat’tan çıkıp Bağdat
Halifesi yeniden güçlendiğinde Mutezile Hilafet nazarında gücünü yitirmeye
başlamıştı. Her ne kadar Halife el-Kadir Mutezile kelamcılarına İsmailiyye’ye
karşı bir reddiye yazmalarını istemişse de daha sonra Mutezile’nin çalışmaları
aynı halife tarafından sınırlandırılmıştır. 1018 senesinde halife, Kur’an’ın
yaratılmış olduğunu savunan herkesin kafir olarak nitelendirileceğini,
dolayısıyla da öldürüleceğine ilişkin bir ferman yayınlamıştır. Mutezile’nin
Büveyhiler zamanında önemli görevlere getirildiği 10. Yüzyılın ikinci yarısına
nazaran, Halife Mutezile’ye mensup kişileri bu görevlerden uzak tutmak için
uğraşmıştır. Mesela Hanefi Ebu Abdullah es-Saymerî Mutezileden olmadığına dâir
yemin ettikten sonra şahitliği geçerli sayılmıştır[510].
İnsan fiilleri bağlamında ilk dönem Şiî
İmamiyye kelamcılarının irade özgürlüğünü benimsedikleri görülmektedir. Ancak
Mutezile’nin aksine insanın kendi fiillerinin tek yetkilisi olduğu fikrini
benimsememişlerdir. Buna karşın onlar Mutezile’nin “tefvîd” (insanın fillerinde
fiil yapması konusunda yetkilendirilmesi) ile “Cebr” düşüncesi arasında orta
bir yeri kabul etmişlerdir. Bundan dolayı örneğin Hişam b. el-Hakem insanın
fiillerinin kendi seçimi ve ihtiyarı olduğu fikrini savunur. Ancak diğer
taraftan bakıldığında insan, cebr altındadır. Bununla beraber Hişam b. el-Hakem
tarafından ortaya konan imâmet teorisi sonraları geliştirilen imâmet teorisi
ile tamamen aynı şekilde kalmıştır. Bununla beraber bu Şiî ekolü, Şiîimâmet
doktrinine bağlı kalarak bu doktrinle alakalı bazı hususlarda Mutezile ile
fikir ayrılığı yaşamışlardır. Ancak onlar Mutezile’nin el-Menzile
beyne’l-Menzileteyn anlayışına karşı çıkmışlardır. Onlar ayrıca Mutezile’nin
düşüncesinden farklı olarak peygamber ve imamların ahiret gününde ümmetlerinin
büyük günah sahipleri için şefaat edeceklerini ve Kur’an’ın ahiret gününde yok
olacağına dâir düşünceyi benimsemişlerdir. Şia’ya göre dünya hiçbir zaman imamsız
olamaz. İnsanlığı doğruya götürecek İmam anlayışı onların akidesinin temelini
oluşturmaktadır. Bu inanç ise Mutezile’nin el-Menzile beyne’l-Menzileteyn
anlayışına, dolayısıyla da büyük ve küçük günahlar arasındaki ayrımlarına
aykırı durumdadır. Şia’da en son Mutezili yenilikçi ekol, astronom ve filozof
olan ve Tecrîdu’l-Akâid adlı kelam eserinin yazarı olan Nasıredin et-Tusi (ö.
672/1274) tarafından gerçekleştirilmiştir. Allame Hilli’nin Şia’da
Mu’tezile’nin yenilikçi ekolüne bağlı olduğu belirtilmektedir[511].
İlk
beş asırda Şiî düşünürlerle en seviyeli tartışmaları yapanlar çoğunlukla
Mutezile kelamcıları olmuştur. Bu dönem, İslâm düşüncesinin oluşum sürecini
içerdiğinden Sonraki dönemlerde Mutezile de büyük oranda Zeydîliğe dönüşmüştür.
Bununla birlikte onların Şia’ya karşı ileri sürdüğü argümanlar Sünnî âlimler
tarafından günümüze kadar kullanılmaya devam etmiştir. Argümanlarını
Mutezile’den, ruhunu ise Ashabü’l-Hadis veya Hanbelîlerden alan yeni bir Sünnî
ulema tipi ortaya çıkmıştır. Bunlar; Sünnî Abbasî, Memlüklü, Selçuklu, Osmanlı
vb. yönetimleriyle Şiî Fatımî ve Safevî yönetimlerinin çatışma içerisinde
oldukları zamanlarda halkın zihnini karıştırarak kendi siyasî yönetimlerine
destek olmuşlardır[512].
Heresiyograflar
ve Eşarî, onların kelâm konularındaki muhtelif görüşlerini kaydederler. Fakat
sadece Hişam b. Hakem’in görüşleri biraz düzenli bir biçimde aktarılır.
İmâmiyyenin kelâmî görüşleri Eşari tarafından derlenmiştir. Eşarî, Mutezile
anlayışın son zamanlarda sadece İmamiyye arasına girdiğini söylemektedir. Eşarî
tarafından aktarılan diğer İmâmiyye görüşleri, temel kavramların ortak bir
manasını belirtir. Bu farklılıklar da bütün Mutezile için ortak olan temel
kavramların etrafında döner. Allah hakkındaki temel İmamiyye kavramları
hakikatte Mutezile kavramların bir bölümünün aksine, en iyi biçimde izah
edilebilir[513]. Eski
Basra ekolünden çıkan Bağdat ekolü değerini kaybederken, Basra ve Huzistan’da
yenileşme olmuş ve bu iki yerde etkili olan Mutezile eski Mutezile’ye karşın
Şia’ya yönelmeye başlamıştır. İsmaili olan Nâsır-ı Hüsrev 1052 senesinde Doğuya
Huzistan bölgesi üzerinden yaptığı yolculuğunun dönüşünde, Arracân’da
Mutezile’nin büyük bilginleri ile tartışmalara girmişti. İbn havkal’ın
aktardığına göre hemen yanında olan Fars bölgesinde Basra Mutezilerinin
öğretisine eğilim göstermişti. Önemli bir Basra Mutezile taraftarı olan ve bu
ekolün ilk hocası olmasının yanında Ali soyunun lehine Ümeyyeoğullarının
hilafetini tartışmaya açan Ebu Ali el-Cübbai, Askar Mukram’de önemli bir nüfuz
oluşturmuştu. Onun oğlu Ebu Haşim onun çabalarını sürdürdü. O kendisinden sonra
Bâ Hâşimiyye ismiyle bilinecek kendi ekolünün kurucusu olarak Büveyhiler
döneminde egemen olmuştu. Onun birçok öğrencisinin arasında ilk olarak Ebu
Abdullah el-Basri ön planda gelmektedir. Baş kadı Abdülcebbar’dan Kelam öğrenen
Şerif el-Murtaza da bulunmaktadır. Murtaza Kuran ve hadis yorumlarında Mutezile
ekolünü takip etmiştir. İbn Murtaza’ya göre eski Bağdat ekolü ve Ihşidiyye’nin
Şia ile herhangi bir bağlantısı yoktu. Büveyhilerin Basra’da İhşidiyye ile Ba
Haşimiyye’yi uzlaştırma gayretleri Şiî tarafından bakıldığında belki de güçleri
birleştirmek olarak görülebilir. İmamet sorunu, Kuranın tabiatı ve pratik
kelamın diğer konuları kelami açıdan çok fazla bilgisi olmayan geniş Müslüman
halk topluluklarının da ilgisini çekmekteydi. İbn havkal’ın aktardığına göre
pratik teolojinin (aslu’l-v’ad ve’l-va’id, İlahın tabiatı ve niyetin doğruluğu
gibi) hususları Huzistan bölgesinde Mutezile çevrelerinde ateşli bir şekilde
tartışılmıştır. Kuranın yaratılmış olduğuna dâir olan düşünce Sünni kelamcılar
tarafından oldukça yakışıksız bir durumdu. İbn Hanbel’in arkadaşı İbn Küllab
Sünni çevrenin savunduğu Kuran’ın yaratılmamış olduğu fikrini yumuşatarak bir
yazısında Mutezile’nin bu bağlamdaki fikrini eleştirmiştir. Kur’an’ın
yaratılmamış olduğu ve onun ezelden beri var olduğuna ilişkin düşünce Şia ile
Mutezile arasındaki mücadelede adeta bir parola olmuştur.
Zeydiler
Taberistan’da bir duvarda “Kur’an İlahın yaratılmamış kelamıdır. Her kim onu
yaratılmış olarak zikrederse, bu durumda bir kafirdir.” yazısını gördüklerinde
oldukça kırılmışlardı[514].
İlk
İmamiyye kelam ekolü, Mutezile’nin temel esas ve düşüncelerine oldukça yakın ve
benzer görüşleri olan Benû Nevbahtî tarafından kurulmuştur. Bu ekolün baş
temsilcileri Ebu İsmail Sehl b. Nevbahtî ile onun yeğeni Ebu Muhammed el-Hasan
b. Musa el-Nevbahtî olmuştur. Bunların eserlerinden hiç birisi günümüze kadar
ulaşmamıştır bundan dolayı da onların görüşleri ve düşünceleri ancak
eserlerinin başlıklarından çıkarılabilmektedir. Onların görüşleriyle ilgili
olan ikinci el temel kaynak Şeyh Mufîd’in (ö. 413/1022) Avâilu’l-Makâlât isimli
eseridir. Şeyh Mufid’in bu eserinde Nevbahti’nin düşüncelerini sık sık ve
düzenli olarak dile getirdiği açık ve net bir şekilde saptanmaktadır. Bu
noktada örnek olarak Ebu ishak İbrahim b. Nevbahti tarafından yazıldığı kesin
olarak bilinen “Kitabu’l-Yâkût” gösterilebilir. Bu esere daha sonraları Hilli
bir şerh yazmıştır. Bu şerhin ismi “Envâru’l- Melekût fi Şerhi’l-Yâkût” dur. Bu
esere dikkatle bakıldığında, Ebu ishak’ın, Mutezili Ebu’l- Huseyn el-Basrî’nin
düşüncelerine benzer görüşleri savunduğu saptanmaktadır. Ebu ishak, Şiî
Mutezilesinden birisi olan Ebu’l-Huseyn el-Basri’nin kelam düşüncelerinden
oldukça etkilenmiştir. Diğer hususlarda müteahhir Şiî kelamcılarından daha
ziyade Mutezile’ye yakın olmuşlardır. Örneğin onlar Mutezile gibi imamların
keramet göstereceğini reddetmekle birlikte büyük ve küçük günahlar arasında
fark olduğunu düşünmektedirler. Şiî hadisçileri Sünni hadisçilere göre
Mutezile’nin bazı düşüncelerini benimsemişlerdir. Bunun nedeni büyük olasılıkla
Şiîlerin büyük çoğunluğunun İmam Ca’fer Sadık’a bağlı olmalarıdır. Zira Cafer
es-Sadık’ın çoğu hususta Sünni geleneği ile Mutezile anlayışı arasında orta bir
konumda bulunmayı seçtiği net bir şekilde saptanmaktadır. Bunun neticesinde o
kader konusunda Cebri düşünceye karşın insanın irade özgürlüğünü savunmuştur.
Cafer es-Sadık’ı benimseyenlerin dışında kalan diğer Şiî gelenekçileri ise
sekizinci imam Ali Rıza’ya bağlanmışlardır. Bunlar İlahın teşbih, tecsimden
kaçınma esası ve aklın kullanılması konusunda Sünni hadisçilerden daha ziyade
Mutezile’nin görüş ve düşüncelerine yakınlık göstermişlerdir. İşte İbn Babûya
da bunlar arasında olup Mutezile’ye yakınlık gösteren biridir. Şiîlerin
Mutezile kelamını benimsemelerinde etkili olan en önemli kişi İbn Babuya’nın
öğrencisi olan Şeyh Ebu Abdullah Nu’man el-Mufid olmuştur. Şeyh Mufid’in eseri
günümüze kadar ulaşan ilk Şiî kelam kaynağıdır. Onun en önemli eserleri arasında
İbn Babuya’nın gelenekçi düşüncelerini eleştirdiği Şerhu’l-Akâidi’s-Sadûk ya da
Tashîhu’l-Akâid ile Kitab Evâili’l-Makâlât adlı eserleri
vardır. Şeyh Mufid İbn Babuyya’ya karşın aklın dini konularda kullanılmasını
kabul etmekle birlikte Mutezile gibi aklın hadislerin sahih ya da uydurma
olduklarını tespit etmede kullanılacağını söyleyecek şekilde ileri gitmemiştir.
Şeyh Mufid kelami konularda daha az akılcı bulduğu Mutezile’nin Bağdat ekolünü
benimserken, vahyin temel esaslarda bilgiye ulaştıracağını kabul etmeyen Basra
ekolüne ise uzak durmuştur. Şeyh Mufid’in hocası olan Şerif el-Murtazâ, onunla
iki konuda aynı görüşte olmamıştır. Murtaza genellikle görüşlerinde Ebu Haşim
el-Cübbai tarafından kuruluşu tamamlanan Mutezile’nin Basra ekolünü izlemiştir.
Murtaza ile beraber Mutezile ile Şia arasındaki yakınlık tamamlanmıştır.
Bununla birlikte Şia’nın imâmet teorisine dayalı esasları ile Mutezile arasında
büyük uyuşmazlıklar var olmuştur[515]. Hicrî beşinci yüzyıl âlimlerinden eş-Şerîf
el- Murtazâ (öl, 436/1044), hem Mu’tezilî hem Şiî olması ve hem müfessir hem de
kelamcı olması yönüyle kendine özgü biridir. Onun Gurerü’l-fevâid ve
dürerü’l-kalâid (Emâli’l- Murtazâ) adlı eseri, bağlı olduğu Şiî-Mu’tezilî
düşüncesinin kelam paradigması içerisinden çeşitli Kur’an âyetlerini
yorumlaması açısından dikkate değer bulunmuştur. Eş-Şerif el- Murtaza her ne
kadar Ebu Muslim, Kadi Abdulcebbar ve Cubbai gibi Mu’tezili alimlerden
etkilenmiş ve onların goruşlerini sıklıkla referans vermiş olsa da, zaman zaman
onları eleştirmiştir[516].
Kelami-İtikadi Açıdan
Etkileşim
Şiîlik
algısında etkili diğer belirleyici grup olan Mutezile’ye baktığımızda ise İslâm
dünyasında ilk teolojik tartışmalar, İslâm kelâmının oluşmaya başladığı
dönemlerde başlar. Farklı düşünceleri olan Müslüman ya da gayri Müslim din
adamları, Fars asıllı Bermekî ailesinin ilmî konulardaki merakından dolayı
sarayda toplanarak münazaralar yapmışlardır. Kaynaklarda, Şiî düşüncenin ilk
teologları olarak görülen Hişâm b. el-Hakem ve Ali b. Mîsem’in İbâdiyye’den;
Abdullâh el-İbâdî, Beyân el-Harûrî, Zeydiyye’den; Süleymân b. Cerîr, Mu’tezilî
Dırâr b. ‘Amr, Bişr b. el-Mu’temir (210/825) Ebu’l-Huzeyl Allaf (227/841),
Nazzam (221/835), Sümame b. Eşres (213/828) gibilerin yanında Deysânilerle de
tartıştığı aktarmaktadır. İlk nesil kelâmcıların tartışmaları daha sonra,
üçüncü asrın sonlarında İbn Kıbbe er-Razî ile Zeydi âlim Ebu Ca’fer el-Alevi,
dört ve beşinci asırlarda Kâdî Abdulcebbâr ile Şerif el-Murtazâ (432/1044),
sekizinci asırda Allâme Hillî (726/1325) ile İbn Teymiyye (728/1328), onuncu
asırda İbn Hacer el-Heytemî (974/1567) ile et-Tusterî (1019/1610) arasında
gerçekleştirilmiştir.
Bu
tartışmaların Şiîlere yönelik eleştirileri genelde benzer konular üzerinde
olmakla birlikte yazarlar arasında üslup ve yaklaşım farklılıkları vardır[517].
İlk
imamiyye kelamcılarının kelami konulardaki tartışmaları 2. Yüzyılda
başlamıştır. Bu, altıncı imam Ca’fer es-Sadık’ın yaşadığı döneme denk
düşmektedir. Bu kelamcıların öne çıkanları, genellikle Şeytan et-Tâk olarak
isimlendirilen Muhammed b. en-Nu’mân ve muhalifleri olan, Hişâm b. Sâlim
el-Cevâlikî, Zürâre b. A’yân (ö. 150/767) ile Hişâm b. el- Hakem’dir
(179/795-6). Bu kelamcılardan hiç birinin eseri günümüze kadar ulaşmamıştır[518].
Şiîlik
erken dönem kelâm tartışmalarında İmâmiyye ve Zeydiyye mezhepleri ile temsil
edildi. Her iki mezhebin temsilcilerinin katıldığı en erken tartışmalar, imam
Cafer es-Sâdık zamanında olmuştur. Muhalifleri arasında Şeytânu’t-Tak olarak
bilinen Muhammed b. Numan, Zürâre b. A’yan, Hişâm b. Salim Cevâlikî ve Hişâm
b.Hakem gibi isimler İmâmiyye’nin bu dönemdeki en önemli temsilcileri
durumundadır[519].
Bu
kelamcıların temel özellikleri onların Mutezile kelamcıları tarafından
çoğunlukla kabul edilen görüşlere doğrudan karşı çıkmalarıdır[520]..İmamiyye
Şiasının kelam sistemi Büveyhiler döneminde yeni bir hüviyet kazanmıştı. Bu
yeni hüviyet, 941 yılında küçük gaybet döneminin sona ermesiyle beraber halkın
inançlarını bağlayıcı bir biçimde temsil edecek imamların eksikliğinden dolayı
ortaya çıkmıştı. Bu yüzden de İmamların yerine Ali’nin naipleri geçmişti. Ancak
öğretinin muhafaza edilmesi görevi Şiî kelamcılara kalmıştı. İmamın gaybetine
ilişkin güncel problemler, bilinen birçok Şiî kelamcısı tarafından detaylı bir
biçimde tartışılmaya başlanmıştır. Onlar kronolojik olarak aşağıdaki gibidir:
Eş-Şelmakâni (Ezarika’nın kurucusu),
Kitabu’l-gaybe
Muhammed b. İbrahim b. Ca’fer en-Nu’mânî
(Kuleyni’nin öğrencisi), Gaybetü’n-Nu’mani, 342/953’de yazıldı
Eş-Şerif el-Murtaza, Mes’ele vecîze
fi’l-gaybe
Ebu Ca’fer et-Tûsî, Kitabu’l-gaybe
Küleyni’nin
başlattığı Şia hadislerini toplama işi İbn Babuya es-Sâdûk (ö. 381/991)
tarafından sürdürülmüştür. On iki İmam içerisinde Bağdat’ta el-Mufîd
İbnu’l-Muallim adında büyük bir kelamcı ortaya çıktı. On iki İmam’ın lideri
olarakkelam, Fıkıh ve hadiste müthiş bir hareketlilik ortaya koymuştur. Musul,
Cürcan, Dinever, Rakka, Harezm, Mısır ve Taberistan gibi birçok yerde yaşayan
insanlarla irtibat kurmuş ve yerel hanedanlar nezdinde ün kazanarak onları
kendi inancına eğilimli duruma getirmiştir. Adüdü’d-Devle’nin de onu ara sıra
ziyaret ettiği ifade edilmektedir. Onun eserleri arasında İbn Babuya’ya ait
Risâletü’l- İ’tikâdât’ın şerhi ile Mutezile, Hanbeli, Zeydi ve diğer ekollere
karşı yazdığı reddiye eserler bulunmaktadır. Adüdü’d-Devle’nin vefatından
sonraki karışık dönemlerde Şeyh Mufid’in etkisi daha da artmıştır. Ancak o 1002
ve 1008 yıllarında Başkenti terk etmek zorunda kalmış ancak o daha sonra Ali b.
Mezyed’in kendisine yardım etmesiyle geri gelmiştir. O 1022 yılında vefat
etmiştir. Şeyh Mufid’in birçok öğrencisi bulunmaktadır. Bunlar arasında Şiî
naipler er-Razi, el-Murtaza ile kelamcı Ebu Cafer et-Tûsî de vardır. Din
kardeşleri tarafından Şia’nın mücedditi arasında gösterilen el-Murtaza, Şeyh
Mufid’in İbn Babuya’nın Risalesine yaptığı şerhe bir haşiye yazmış aynı zamanda
Rey Baş kadısı Abdülcebbar’a karşı İmamiyye’nin savunması adlı bir eser
yazmıştır. Onun okul arkadaşı olan Tusi aynı kaynağı 1040 yılında daha kısa bir
şekilde yazmıştır. Tusi eserinde ilk dönem Şiî kelamcılarına dâir bir
literatüre eserinde yer vermiştir. Tusi’nin şehirdeki mezhepsel kavgalara
karışmadığı saptanmaktadır. Onun bu tutumunda etkili olan şey, birçok kez sınır
dışı edilen hocası İbn Muallim’in (Şeyh Mufid) yaşadığı olumsuzluklardır.
Bununla beraber o bir defasında Hilafet sarayında olumsuz bir durumla
karşılaşmıştır. Büveyhilerin yok oluşundan sonra onun evi yağmalanıp tamamen
yakılmıştır. Aynı zamanda onun camide ders vermesine izin verilmemiştir. Tusi,
Necef’e gitmiş ve burada vefat etmiştir[521].
Îmâmiyye
kelâmcıları, ilahi sıfatlar konusunda, Mutezile’nin Allah’ın değişmezliği
anlayışına karşı çıkmışlardır. İlk dönem İmâmiyye kelamcılarının büyük
çoğunluğu ittifak ederek Mutezile’nin Allah’ın ezelî olarak her şeyi bildiği
görüşünün imkansız olduğunu belirttiler. İmâmiyye kelâmcıları irade hürriyeti
konusunda Mutezile ile aynı görüşte olmuşlardır. Hişam b. Hakem’in görüşleri
diğer İmâmiyye kelamcılarından ayrılmaktadır. Hişam, aslında bir Deysanî olan;
Ebû Şâkir el-Deysânî ile oldukça yakından bağlantılıydı ve ondan etkilenmişti.
Hişam b. Hakemin dünya görüşü büyük ölçüde Mutezilî Nazzâm tarafından
benimsenmiş fakat bazı Mutezile anlayışlarla çelişen taraflarını reddetmiştir.
Hişam b. Hakemin Deysanîlerle ilgili görüşleri özellikle Muhammed b. Numan ve
Cevâlikî’ye dayanır[522].
Bu
dönemin en önemli şahsı ve hakkında en fazla şey bildiğimiz kişi Ebu Muhammed
Hişâm b. El-Hakem’dir. O Kufe’de dünyaya gelmiş ancak Vasît’ta yetişmiştir.
Hişam b. Hakem, İbadiyye’den Abdullah b. Yezid ile beraber kumaş işini
yapmaktaydı. O, entelektüel bir yeteneğe sahipti. Bunun sebebi, onun sadece
Hukuk ile Kelam ilmini birbiriyle irtibatlı kılması değil tabiat ilimlerini de
büyük oranda Şia içerisine sokmasından ibaretti. Bundan dolayı o ilk dönem
kelamına oldukça tesir etmiştir. O Şeytan et-Tak ve Hişam el-Cevaliki’ye karşı
özgünlüğünü kanıtmış birisidir. Hişam b. Hakem onların her ikisine de farklı
eserlerde reddiyeler yazmıştır. Bundan dolayı Harun er-Reşidin veziri olan
Yahya b. Halit el- Bermeki’nin onu kelami tartışmalara çağırması şaşırtıcı
olmamaktadır. O Abdullah b. Yezid ve Mutezileden olan Dırar ile tartışmış
olmalıdır. Böylece de o Şia’yı kendi çevresinden uzak tutmuştur. O Şeytan
et-Tak’a nazaran Kelamı daha fazla kullanarak düşüncelerini eşit bir şekilde
diğer kelamcıların yanına koymuştur. Bermekilerin dini siyasetleri onun bunu
başarmasında tesirli olmuştur. Bu durum kendisi için bazı tehlikeleri de
barındırmaktaydı. İmamiyye kaynakları Hişam’ın Vezir tarafından şüpheli
sorularla karşı karşıya kaldığını veya Halife tarafından perde arkasından nasıl
dinlendiğini devamlı olarak anlatmaktadır. Şia kaynaklarında belirtilen
hadiselerden birinde Zeydiyye’ye mensup Süleyman b. Cerir’in, Hişam b. Hakem’i,
imamına sürekli olarak itaat ettiğini ikrar etmeye zorlamıştır. Bazı kaynaklar
onun, dönemin İmamı Musa el-Kazım’a oldukça yakın olduğunu kanıtlamaya
çalışmışlarsa da bu doğru değildir[523].
Kelami
konularda imarniyye, mutezileye çok yakın bir yol takip etmiştir. Şia âlimleri,
mutezile şeyhlerinden öğrenim görmüş olmalarından dolayı bu yakınlık olmuştur.
Hasan Askeri, Şerif Murtaza, Ebu Ali at-Tabrasi ve daha başka Şia ileri
gelenleri, elimizdeki tefsirlerinde itizal fikrini benimsemişlerdir. Hatta
Şerif Murtaza, Hz. Ali'yi mutezilenin başına geçirmeye çalışmıştır. Bu görüş
onların tefsirlerine de etki yapmıştır[524].Bazı
Kelâmî Konularda Mutezile Mirasını Devralan Şiîler, Mutezile’nin Teşbih
Konusundaki Görüşlerini Sürdürerek Hanbelîler’in Literal Dinî Yorumlarını Küfür
Olarak Yorumlamışlardır. Tarihte Yaşanan Şiîler İle Hanbelîlerin Çatışmalarının
Benzerleri Günümüzde Bağdat’ta Şiîlerle Selefîler Arasında Yaşanmaktadır[525].
İsmailiyye
kelamı İlahın varlığı için herhangi bir delil ortaya atmamıştır. Bu durum,
hiçbir rasyonel kelamla uyuşmaz. Onlara göre İlah hakkında aklî delil sunmanın
bir amacı yoktur. Bu boş bir çabadır. Zira İlah herhangi bir delile muhtaç
değildir. Ebu Yakup es- Sicistani, İlk İsmailiyye mezhebinden olan ve kelami
eserlerinin çoğu günümüze kadar gelmiş bir yazardır. O farklı İslam kelam
ekollerinin İlahın aşkınlığı ile ilgili fikirlerini ele alıp münakaşada
bulunmuştur. O Mutezile’nin oldukça köktenci müşebbihe karşıtı fikirlerini
reddetmiştir. Ona göre Mutezile, kelamcıları olumsuz bulma konusunda ve mecazi
yorumlamalarında çok fazla aşırıya kaçmışlardır. Bu aşırıya kaçma neticesinde
İlah’nın sıfatlarını inkar etmişler (ta’til), bundan dolayı da İlah’nın özünü
aşındırmışlardır. Ebu Yakup es-Sicistani onların ta’til telakkisinin, İlahın
yaratılmışlarla olan müşabihinin olduğunu benimseyen gizli bir benzetmeden
başka bir şey olmadığını öne sürmüşlerdir. Ebu Yakup’un düşüncesine göre İlah
her türlü ispatın üstünde bir ispattır. İnsan aklı böyle bir ispata ancak
vahiyle ulaşabilmektedir. İslam’ın ilk çağlarında rasyonel kelamı sürekli ve
görünür biçimde Mutezile ekolü temsil etmiştir[526].
Şeytan et-Tâk olarak isimlendirilen Ebu Cafer Muhammed (b. Ali) b. En-Numan b.
Ebi Tarîfe, büyük olasılıkla Muhammed Bakır’ı şahsen görememiş buna karşın
Cafer es-Sadık’ı ise şahsen tanımıştır. Cafer es-Sadık’ın vefatından sonra o,
tarafını Musa el-Kazım’a çevirerek, Abdullah’ın İmametini reddetmiştir. Onun
Musa’nın ölümünü görüp görmediği ya da Bağdadi’nin belirttiği üzere Musa’nın
bir torununu Mehdi olarak bekleyip beklemediği meseleleri belli değildir. Ancak
Safadi’ye göre o 796 yılı civarında ölmüş olmalıdır. Vâfi’ye göre Safadi’nin
kaynağı bilinmemektedir. O Kufede sarraflık yapmaktaydı. O herkes tarafından
Sâhibu’t-Tâk ya da daha bilinen bir isimle Şeytan et-Tâk olarak çağrılmaktaydı.
Bu sonuncu isimlendirmenin amacı onu övmekti. Merzubani onun bu ismi kelami
tartışmalardaki hazır cevaplılığından dolayı kazandığını söylemiştir. Şiî
kaynaklar ise onun bir defasında sahte bir madeni parayı anladığından dolayı bu
adı aldığını belirtmişlerdir. Ancak onun dini konulardaki becerikliliği çok da
olumlu değildir. Yine çağdaş Şia taraftarı olan Hişam b. El-Hakem de onu Şeytan
et-Tak olarak isimlendirmektedir. Bu konu ile ilgili olarak Benjamin N.
Nelsonun, Merzubani Ahbaru Şuara eş-Şia adlı eserinde ayrıca bir sayfa açması
onun şair olarakta itibar kazandığını göstermektedir. Onun ünü Kelamdan
kaynaklanmakta olup o Şia içerisinde yeni ufuklar açmıştır. Şeytan et-Tak’ın
Kitabu’l-İmame, Kitabu’r-Redd ale’l-Mu’tezile fi İmami’l-mefdûl, Kitab Kelâmihi
ale’l- havâric ve Kitab Mecâlisihi me’a Ebu Hanife ve’l-Mürcie isimli eserleri
mevcuttur. Onun yazdığı kitaplar Zurâre ve diğer seleflerinden daha fazla fakat
Hişam b. Hakemin eserlerinden daha azdır.Şeytan et-Tak Mutezileyi özel olarak
ayrıca ele almamıştır. Ona göre Mutezile muhtemelen Kaderiyye ile aynı olmalıdır.
Ancak o Zürare’nin duruşunu çıkış noktası olarak benimsediğine göre Mutezile
ile arasına mesafe koyması şaşırtıcıdır. Şeytan et-Tak’a göre insan özgürdü
ancak onun özgürlüğü idrakinden değildi. Ona göre insan her ne kadar idrak
gücüne sahip olsa da, o bu idrakleri kendisinden değil bizzat İlah’dan
almaktadır. Şeytan et- Tak, Zurare’nin İlahın objeye bağımlı bilgisi hakkındaki
fikrini de savunmuştur. Şiî Fırka yazarları da bu görüşü benimsemişlerdir.
Bununla beraber o meseleyi biraz daha yumuşaltmıştır. Ona ait eserlerin
başlıkları onun görüşlerini tam olarak ortaya koyacak nitelikte değildir. Onun
fikirlerini kaynaklardan öğrendiğimize göre irade İlah’daki bir harekettir. Ona
göre İlah istediğini bilir. Bu düşüncenin içerisinde teşbihci bir anlayış vardır.
Şeytan et-Tak var olanı sadece cisimsel olarak anlamıştır. Şeytan et-Tak’ın
mücessime ile devamlı bağlantı halinde olmuştur. Onlardan Şeytan et-Tak’a en
yakın kişilerden birisi Ebu Muhammed Hişam b. Salim el-Cevâlikî el-Cu’fî’dir[527].
Şiîler
içerisinde İlah tasavvuruna dâir tartışmalar uzun bir süre sürmüş böylece hem
Hişam el-Cevaliki hem de Hişam b. el-Hakem taraftar bulmuştur. Mutezile
tarafından oldukça fazla itham edilen Hişam b. El-hakem’in ekolünün daha
başarılı ve etkili olduğu saptanmıştır. Bu yüzden de Şia içerisinde onun ekolü
daha iyi korunmuştur. Bu ekole 4. Yüzyıldan itibaren Nevbahti’nin ilim
çevresinden eleştiriler ve ithamlar gelmiş bunun neticesinde de yok olup
gitmiştir[528]. Benu
Nevbahti ekolü Mutezile gibi İlahın Birliği (Tevhid) esasını benimsemiştir.
Onlar yine Mutezile gibi her türlü teşbihçi İlah anlayışına karşı çıkmışlar,
İlahın adaletinden dolayı insanın hür iradesini ve seçimini onaylamışlardır.
Bunun neticesinde İlahın insanın fiillerini yarattığına dâir görüşe karşı
çıkmışlardır[529]. Fazlullah’ın
Şia’nın kelam sistemini eleştirirken onların Mutezilenin kötü bir kopyası
olduğuna dâir bir yargıda bulunduğu saptanmaktadır. O bu konuda şunları söyler:
“Şia mezhebini incelediğimizde görmekteyiz ki onlar tüm dini-felsefi
prensiplerini Mutezileden almışlardır. Kaldı ki İbn Mutahhir sürekli olarak her
kelami meseleyi ele alırken “Mutezile ve Mutezileyi takip eden İmamiyye bu
meselede şu görüştedirler ki” sözünü söylediğinde de gülünç olmaktadır. Oysa
İmamiyye imamlarının kelami konularda Mutezileden farklı olarak neler
söylediklerini bilmek isteriz. Ancak bu mümkün olmamaktadır. Ayrıca onların
Mutezilenin öğrencileri olduğundan şüphe yoktur. Buna rağmen örneğin el-Murtaza
el-Hilli ve İbn Mutahhir hocalarından yani Mutezileden, onların eserlerinden
öğrendiklerini kendilerine mal etmekle ve kendi orijinal öğretileriymiş
gibi sunmakla daha da gülünç hale gelmektedirler. Ancak onlar, daha da ileri
giderek Mutezilenin kendi imamlarının izinden gittiğini iddia etmektedirler.
İşte bu da onların en gülünç yönleridir.” Fazlullah her ne kadar Mutezilenin
orjinalitesini ve literatürünü koruyor gibi gözükmesine rağmen tam bir Eşari
olarak Şia kelam sistemini Mutezile ile yakın görerek Mutezileyi de eleştirmiş
olmaktadır. Şia’nın Mutezileyi kopya etmesinde haklı tarafları olabilir, zira
her iki fırka da aynı rakibe karşı gelmektedir. Bununla beraber Şia’nın
Mutezileye karşı reddiyeler yazdığına ilişkin Şia kaynaklı eserler vardır.
Mesela 3. Yüzyılın en önemli âlimlerinden birisi Bermekiler döneminde
Mutezileye karşı iki tane reddiye yazmıştır[530].
Ehl-i Sünnet’in Fırka
Kitaplarında Bâtıniliğe Karşı Bakış Tarzı
Bâtınîler,
Seneviliğe ulaşmak için kelam metodu haricinde bir de akideleri imamlara
bağlamanın yolunu buldular. Bağdadi, Şehristani, İbn-i Hazm gibi müellifler,
Bâtınî inançlarını tenkit ve tahlil etmişlerdir. Bunu yaparken Bâtınîleri
Senevi dinlerle mukayese etmişlerdir[531]
[532].
Şehristani- Bağdadi-
Gazâli Açısından Bakış Tarzı
Şehristani,
çoğu kez Bâtınî görüşü benimsemekle suçlanmıştır Şehristani Bâtıniliği, eski
davet ve yeni davet olarak nitelemiştir[533].
Şehristani’nin günümüze ulaşan kaynaklarının bazıları Bâtınî etkisi
göstermektedir. Ömrünün son yıllarında Bâtınî yorumlama biçimini benimsediği
yönünde görüşler vardır. Şehristani, ilk Nizarilerin fikirleriyle ilgilenmiş ve
Ta’lim anlayışına Hasan Sabbah’ın oluşturduğu yeni formülasyonu özetleyerek
bize aktarmıştır[534].
Nasiruddin
Tusi, Şehristaniye “ Dâîler dâisi” diye hitap ederek onun İsmaili olduğunu
belirtmiştir. Şehristani’nin İsmaililer ve inanç ilkeleri hakkında verdiği
bilgileri onları çok iyi tanıdığını göstermektedir. Yazdığı eseri tamamladığı
yıla bakıldığında Şehristani’nin Hasan Sabbah ile çağdaş olduğu söylenebilir[535]. Abdül
Kerim el-Şehristani, aykırıklarla ilgili meşhur kitabında Hasan Sabbah’ın
“
Fusul-i erbaa” isimli kitabından uzun alıntılar yapmıştır[536].
Öğreniminden itibaren Şehristani hep Şafii mezhebine bağlı olmuştur. En azından
Subki bunun aksine bir iddiada bulunmamıştır. Fakih olarak pratikte herhangi
bir karışma olmadığı sürece İsmailiyye ile arasında herhangi bir sorunun
olmadığı saptanmıştır. Şehristani’nin İsmaili bir ortamda yetiştiği (bu yüzden
de İbn Sina ile oldukça yakın bir bağlantı içerisinde olması), ya da sonraları
İsmaili taraftarları ile bir yakınlaşma olduğuna dâir çaba gösterdikleri
konusunun araştırılması gereklidir. Öyle görünüyor ki Doğu İran Sünni ekolün
zayıf olduğu gerçeği zaman içerisinde çok daha kuvvetli bir şekilde ortaya
çıkmıştır. O zamana kadar ilmin merkezi olan Nişapur, Şehristani’nin vefat
ettiği yıl Guzz egemenliğine geçer. El-Milel’in Ismailiyye izleri araştırılarak
Şehristani ile İsmailiyye arasında somut bir bağlantı noktasının varlığı ortaya
koyulacaktır. Gibb’e göre Şehristani tam bir Sünni olmasına karşın, günümüzde
bunun aksine olduğu savunulmaktadır. Genel dinler tarihi bir tarafa koyulacak
olursa, Şehristani’nin İsmailiyye eserlerini araştırdığına ilişkin somut
işaretler vardır. Mesela onun Hurremiyye’nin tanıtımına yönelik vermiş olduğu bilgiler,
Ebu hatim er-Razi’nin Kitabu’z- zinesinde bahsettiği bilgilerle yakınlık
göstermektedir. Orada bundan başka maclis ile ilgili her ne kadar az sayıda
uyumlu ifadeler olsa da yine de şaşırtıcı biçimde bilgilerde benzerlik vardır.
Bundan başka Şehristani’nin Pseudo-Ammonius’un Ârâu’l-Felâsife adlı eseri
hakkındaki bilgisi de burada zikredilebilir. Ebu’l-Hasan en-Nesefi ya da Ebu
hatim er-Razibu esere doğrudan ulaşmıştır. Bununla beraber Biruni ve Amiri de
doğrudan bu metinden yararlanmışlardır. Ismaililer sadece bu metne sahip
değildi. Kaldı ki bazı bilgiler Şehristani’ye Sivanu’l-Hikme vasıtasıyla
ulaşmıştı. Milel’de anlatılan Hanifler ile Sabiiler arasında geçen diyaloğun
İsmaili bir çevreden kaynaklandığına ilişkin bazı varsayımlar vardır. Bu anlatım
oldukça detaylıdır. Onun tercümesi şerhleriyle birlikte 50 sayfa olmuştur. Bu
tartışma, İsmaililerde oldukça fazla kullanılan filozofların konuşma üslubuna
adapte edilen temel metafizik problemlerle ilgilidir. Konuşma, iki kadim dinin
taraftarı tarafından yapılan ve hayali bir hidayet tarihiyle ilgilidir. Hadise
somut bir durumdayken Şehristani bu noktada araya girerek şunu söylemektedir:
“Sabii ve Hanif arasında tartışmalar ve konuşmalar vaki olmuştur. Bizler size
bunları soru vecevap şeması şeklinde sunmak istiyoruz.” Burada o her Hanif
mensubunun mutlaka İbrahim’i hatırladığı olgusuna inanmaktaydı. İbrahim ise
Sabiiler’in kendi yıldız dinlerini temellendirdikleri Harran şehrinde hayat
sürmüştü. Metnin sahnelenmesi halinde sanki her iki grubun taraftarlarının
birbirlerine karşı harekete geçmeye çalıştıkları gibi bir durum ortaya
çıkmaktadır. Oysa Hanifler tarih sahnesinde oldukça yeniydiler; onlar Kuran
sayesinde tanınmışlardır. Oysa Sabiiler Ebu Maşerden beri İslam’dan önceki
dinlerin ortaya çıkmalarına neden olduklarını savunmalarından dolayı alay
edilmişlerdir. Şehristani’ye göre onlar bundan dolayı dünyanın değişik
yerlerine dağılmak zorunda kalmışlardı. İşte Şehristani’nin yeni metni, bu
tarihsel teolojik taslağı Kuran’a dayandırarak daha da sağlamlaştırmak
istiyordu. Zira Hanif olan her şartta en iyi cevabı verebilmektedir. Zira
sürekli olarak zor olan dini soruları nazari akılla cevaplama konusunda
Sabiilere karşı her zaman üstünlük sağlardı. Bu yüzden Şehristani eski tiyatro
oyununu tamamen reddetmek yerine onu yeniden tasarlamayı tercih etmişti. Kaldı
ki Sabiiler yanlış yolda olan insanlardı. Mesela, metinden öğrendiğimiz
kadarıyla Firavun ve Musa ile altın buzağı kültünü kurmaya çalıştığından dolayı
mücadele eden Samiri de bir sabiiydi. Şehristani onların teolojik
düşüncelerinin de yanlış olduğunu belirtmektedir. Onlar kesb kavramıyla,
Hanifler ise özgür iradeyle çalışmaktaydılar. Hem Hanifler hem de Sabiiler
yıldızları gayet iyi bilmekteydiler. Ancak, yıldızlara isimlerini veren yani
astronomi ve astrolojiyi kuran büyük Hermes, Sabii değil aksine bir Hanifti.
Şehristani ona ayrı ve özel bir bölüm ayırmıştır. Bu bölümde toplanan sentezler
Sivanu’l-Hikme’den başka farklı kaynaklardan da yararlanıldığını
göstermektedir. Zira Hodgson Haşhaşilerin daha izole olduğunu düşünmekteydi. Bu
hikâyenin İsmaili kökenini temelde kabul eden Monnot, onun tek bir yazara
aidiyetini kabul etmemektedir. O, bundan daha ziyade Ebu Bekr er-Razi’nin bir
halefinin bu hikâyenin Sabii modelini yeniden çalıştığını, bu üzerinde yeniden
çalışılan modelin ismi bilinmeyen bir İsmaili tarafından Ebu Bekr er-razi ve
Ebu hatim er-Razi arasında cereyan eden meşhur kelami tartışma örneğine göre
çürütüldüğü kanaatindedir. Oysa bu karmaşıklığı bir kez daha arttırmaktadır.
Şehristani Hasan b. Sabbah’ı tanımaktadır. Hasan 1124 yılında Yani el-Milel’in
yazılmasından birkaç yıl önce vefat etmiştir. Şehristani, Hasan’ın farsça olan
el-Fusulu’l-Erba’a adlı eserinden bahseden ilk kişidir. Kitabu'l-Milel'i
aşağılayıcı bir tavırla gündeme getiren Fahreddin er-Razi bu bağlamda
Şehristani'nin Hasan Sabbah öğretisi ile yakınlık duymadığını belirtmiştir.
Alamut'un üstadı Hasan Sabbah kendi taraftarlarına yeni öğretilerinin
içeriğinden kimseye bahsetmemelerini, şayet bu öğreti hakkında soru
sorulduğunda da "Benim İlahım Muhammed'in İlahıdır" demelerini
öğütlemiştir. Bunun dışında kalan her şeyi ise bizzat kendi elinde olan
"Ta’lim" e göndermiştir. Şehristani bu gizli teşkilatı doğru
bulmamıştır. Kitaptaki bazı bölümler yorumlandığında, Milel'i yazmasından bir
süre önce Şehristani'nin İsmaililerle ilişki içerisinde olduğu sonucu ortaya
çıkmıştır. Hasan Sabbah’a çok fazla inanmayan birisinin Sabiiler ile Hanifler
arasında geçen tamamen felsefi olarak kurgulanmış bir diyaloğu yazması
olanaksızdır. Hasan için en öncelikli husus, gerçeğin sadece kendisine ait
olacağı düşüncesidir. Böylece bu metnin Hasan'ın teşkilatı içerisinde bir yer
edinme ihtimali vardır. Bir asırdan daha uzun bir süre sonra Nasîreddin
Tûsi’nin Ravza-ı Teslim isimli eserini bu düşünceyle bitirmiş olması, diyaloğun
Hasan'ın adamlarıyla bağlantılı olacağına işaret etmektedir. Tusi'nin bu
eserindeki diyalog putperestlerin esaslarının çürütülmesi ile ilgilidir. Bu
putperestlerle büyük ihtimalle Sabiileri belirtmiştir. Tusi, Hasan Sabbah’ın
Ta’lim öğretisine de değinmektedir. Şu halde Tusi’nin son tasarımından,
Hasan'ın Ta’lim öğretisini anlamış olması oldukça olasıdır. Hodgson da böyle
bir iddiada bulunmuştur[537].
Hasan
Sabbah’ın öğretisi büyük oranda Şehristani’nin el-Milel ve’n-Nihal isimli
eserinde söylenmektedir. Şehristani açıkça görüldüğü üzere bu fikirlere yoğun
bir şekilde ilgi göstermiştir. Şehristani açık görüşlü bir Eşari kelamcısı
olmakla beraber aynı zamanda oldukça fazla meşhur biridir. Şehristani, bazı
çağdaşları tarafından Nizari İsmailiyyesinin görüş ve fikirlerine gizlice
yönelen ve onları dağıtmaya çalışan birisi olarak tanınmaktaydı. O, İsmailiyye
tarzındaki yayınlanmamış bir Kur’an tefsiri olduğunu söylemektedir. O daha
sonra hak yolunda olanları (es-Sadıkin) aramaya başlamaktadır. Bunun
neticesinde o Allah’ın kullarından bir kula ulaşır.
(abdminibadillahi’s-Salihin). İşte bu Salih kul ona Kur’an’ın tefsiri konusunda
gerçek ve doğru prensipleri göstermiştir. Şehristani bu öğretmenin kim olduğu
hususunda herhangi bir malumat vermemektedir. Fakat her ne kadar Şehristani bu
öğretmenin kim olduğu hakkında bir bilgi vermemesine rağmen o büyük ihtimalle
İsmaili mensubu birisidir. Şehristani’nin Alamut ile doğrudan bir bağlantısı
her ne kadar saptanmamış olsa da onun kaybolmamış ve günümüze kadar ulaşan
eserlerinden anladığımız şey, onun olgunluk döneminde İsmaili görüş ve
düşüncelere olan yönelimidir[538].
Şehristani,
İsmaililiğin kendi görüşleriyle beraber felsefenin bazı verilerinden bir türev
oluşturduklarını ve eserlerini bu yöntemle telif ettiklerini söylemiştir.
Şehristani, İsmaililere küfür ithamında bulunmadığı için Eşari mezhebine mensup
olduğu halde kendi dönemindeki bazı Sünni âlimler tarafından İsmaili olarak
suçlanmıştır[539].
Abdulkahir
el-Bağdadî’nin el-Fark beyne’l-fırak(Mezhepler Arası Farklar) isimli
eseri, pek çok Sünnî âlimin referans kaynağı olmuştur[540].
Kâdî Abdülcebbâr ile Abdülkâhir el-Bağdâdî Bâtıniyye'nin hiçbir dine bağlı
olmadığını ve materyalist eğilimli bir mezhep olduklarını belirtirler[541].
Bağdadinin tarihçilere dayandırdığı iddiaya göre Bâtınîlik, Abbasi halifesi
Me’mun döneminde ortaya çıkmıştır[542].
Bağdâdî:
“Bâtınîyye’nin dini hakkında en doğru husus onların âlemin kıdemine inanan ve
yaratılışın arzu ettiği her şeyi mübah görme eğiliminden dolayı bütünüyle
şerîatı ve peygamberleri inkâr eden maddeci (dehrî) zındıklar” olduklarını
belirtmiştir[543].
Bağdadî’nin
aktardığına göre Bâtınî liderlerden Ubeydullah b. el-Hüseyin el- Kayravânî,
Karamita reislerinden Süleyman b. el-Hasan b. Saîd el-Cennâbî’ye gönderdiği
mektupta: “İnsanları, hoşlandıkları şeylerde onlara yakınlık göstermek
suretiyle davet et ve onların her birinin zihninde, senin kendilerinden biri
olduğun fikrini uyandır. Sağlamlığını hissettiğin kimse için perdeyi aç”
demiştir. Bağdadî, Ubeydullah’ın söz konusu mektubunda nübüvvetin gizli
anlamlarını şu şekilde anlattığını söyler: “Bâtınîler, peygamberlerin idareyi
ele geçirmeyi şiddetle arzu eden insanlar olduklarını; peygamberlik ve imâmet
iddiası ile başkanlık peşinde koşarak toplulukları dînî kanunlar ve hileye
dayanmak suretiyle idare ettiklerini iddia ederler. Nebi ve vasîden söz
ettikleri zaman şöyle derler: “Doğrusu nebi nâtık yani konuşandır; vasî ise
onun esasıdır ve Fâtık yani sözü açıklayandır. Fâtık’ın işi, gördüğü şekilde ve
arzusu istikametinde Nâtık’ın konuşmasını yorumlamaktır. Kim onun Bâtınî
te’viline bürünür ve onu yaşarsa, o, itaatkâr meleklerdendir; kim zâhir ile
amel ederse, o da inkarcı şeytanlardandır” [544].
Sünniliğin
en önemli teorisyenlerinden ve kuramcılarından birisi olan Gazâli, Bâtınîlikle
mücadeleyi kendi misyonunun en önemli hedefi olarak görmüştür[545].
Ehl-i
Sünnet ve’l-cemaatin en seçkin fakihlerinden ve düşünürlerinden olan Ebû Hamid
Muhammed Gazâli (450-505/1058-1111), İsmâilîler’in inancının reddine yönelik
bir takım risaleler yazmıştır[546].
Gazâli,
Bâtınîlere karşı "Hüccetu'l-Hakk", "Mufassilu'l-Hilaf", "el-Kıstasu'l
Müstakim"
gibi eserler yazmıştır. "Gazâli "el-Munkizu mine'd-Dalal" adlı
eserinde de, Bâtınîler için bir bölüm ayırarak, onların delillerini akli
metotlarla çürütmeye çalışmıştır. Gazâli, Bâtınîlere karşı sadece müstakil
eserler yazmamış, hocasının yolundan giderek normal kelami konuları anlatan
eserlerinede Bâtınîlerin görüşlerini reddeden bölümler eklemiştir[547].
Gazâli,
Fedâihu’l-Bâtınîyye ve Fedâilu’l-Mustazhiriyye isimli eserler yazarak
İsmaililer’e karşı çıkmıştır. Gazâli, hicri 478 Milâdî 1085 yılından itibaren
Nizâmül- Mülk’ün dikkatini çekmeyi başarmış ve Nizâmül- Mülk tarafından
484/1091 yılında Bağdat’ta Nizamiye Medresesine tayin edilmişti. Gazâli, kısa
sürede Bağdat’ta ün kazandı. Böylece Abbasî halifesi el-Mustazhir
(487-512/1094-1118), ondan Bâtınîyye’yi reddeden bir risale yazmasını istedi[548].
"Hüccetü'l-İslam"
lakabını alacak olan İmam Gazâli, Nizamiye Medresesi'ndeki eğitimi ve
medresenin fikri yapısını oldukça etkilemiştir. Gazâli, Nizamiye'de dört sene
boyunca ders vermiştir. Gazall'nin hocası olan İmamu'l-Harameyn Cüveyni
Bâtınîlere karşı Gazâli'den önce eser vermiştir. Cüveyni, hem Ehl-i Sünnet
düşüncesinin gelişmesinde etkili olmuş, hem de yetiştirdiği öğrencilerle bu ekolün
devam etmesini sağlamıştır[549].
Gazâli’ye
göre Bâtınîler, gizli teşkilatları içinde istediklerini yapmakta fakat dışa
karşı takiyye yapmaktadırlar[550]. İmam
Gazali’ye göre Bâtınîler insanları Kuran ve Sünnetten vazgeçiremeyince te’vile
başvurdular. Kuran ve Sünnetten muradın ne olduğunu kendilerince ne olduğunu
göstermeye çalışarak insanların dikkatini çekmişlerdir[551].
Gazâli,
İsmâilîlerin en önemli nazariyesi olan “Masum İmam öğretisi”nin zarurî olduğu
yolundaki İsmâiliyye düşüncesini sert bir şekilde eleştirir. Gazâli, taklide ve
körü körüne inanmaya karşı çıkarak İsmâilîleri, aklı kıt kişiler olarak
görmektedir. Gazâli, onların aslında Kuran-ı Kerim esaslarını ve İslam hukukunu
yerine getirmekten kaçınmak için. “Masum imam öğretisi”ni savunduklarını belirtmiştir[552].
İmam
Gazali -Kitab-ı Kavasimu’l- Bâtıniyye- adlı eserinde onların öğretileri
hakkında şunları söylemiştir.” Bâtınilere göre birliğin, doğru ve gerçeğin
alameti olmasının delili şudur: “Beş beş daha kaç eder?” denilirse, doğru cevap
”On “olacaktır. Bu bir tek cevap olup, içinde çokluk yoktur. Yanlış (bâtıl)
cevap ise, “ Dokuzdur ” veya ” Otuzdur” veya ” Yüzdür” veya ”Altıdır” ya da
“Sayısız ve sınırsız olarak istediğin şeydir” denilmesidir. Çokluk her zaman
yanlış tarafında, birlik ise doğru tarafındadır. Hile ve şaşırtmalarının
vardığı son yer budur. “Doğru ve gerçek sadece bir olur” tarzındaki iddianız
kabul edilse bile her birin, mutlaka gerçek ve doğru olması neden gereksin?
Belki birlik bazen doğru bazen yanlış olur “Alem kadimdir.” Diyenkimsenin sözü
bir tanedir; aynı şekilde “Alem hadistir.” diyenin de sözü bir tanedir. Halbuki
bunlardan biri doğru, diğeri yanlıştır. “Allah’ın bir ortağı vardır.” Diyenin
sözü birdir, “ Onun ortağı yoktur.” Diyenin sözü de birdir. Ama yalnız biri
doğrudur. O halde bunlar birlikte birleştiler ama doğru ve yanlış olmak
hususunda birbirlerinden ayrıldılar. Bâtınîler, bir şey ile aksini birbirinden
ayırmadıkları için bu yanlışa düşmüşler ve aksi lazım sanmışlardır. Onların
durumları şuna benzer: Alacalı bir yılanın soktuğu bir bunak, bundan sonra
alacalı bir ip gördü mü ondan kaçar. Ona “Neden bundan kaçıyorsun?” denilince,
“Çünkü yılan uzun ve alacalı renktedir. Bu da uzun ve alacalıdır, o halde buda
sokucudur.” Cevabını verir. Bu, Bâtınîlerin “Gerçek ve doğru her zaman birdir,
bu da birdir, o halde bu gerçek ve doğrudur.” sözlerine benzer. Ona:”Ey miskin,
sokan yılanın uzun ve alacalı renkte olduğunu anladın, uzun ve alacalı renkte
olanın sokucu olduğunu nerden anladın? Yine Gazali Onların durumu ile ilgili
şöyle der:” Sizinle şu iki adam arasında ayrılık yoktur. Bunlar gök hakkında
münakaşaya tutuşmuşlar ve biri:” Gök birdir.” diğeri ise “Gök yedidir.”
demiştir. O zaman bir Bâtınî gelip:”Doğru olan Gök birdir diyenin sözüdür;
yanlış olan da Gök yedidir diyenin sözüdür. Çünkü Masum İmam bize doğru ve
gerçek olanın alametinin birlik, yanlış olanın alametinin de çokluk olduğunu
öğretmiştir. Çokluk ise, gök yedidir diyenin sözüdür.” Diyor. Bu zavallı cahile
denir ki:” Gök yedidir diyenin sözü, bir cevap ve bir haber olması dolayısıyla,
bir tek cevap ve bir tek haberdir, onda çokluk yoktur; çokluk göktedir, gök ise
bir cevap ve bir haber değil, belki hakkında haber verilen ve ne kadar olduğu
açıklanan şydir. Birlik cevap ve sözdedir ki, o da gök değildir. Haber ile
kendisi hakkında haber verilen arasındaki farkı anlamayıp da hakkında haber
verilenin çokluğunu haberin çokluğu sanan kimsye ne kadar şaşılsa azdır!”
Gazali; delilin herhangi bir öğretmenden öğrenilebileceğini, sonra doğruluğu ve
neden dolayı delil olduğu akılla bakılarak öğrenilebileceğini belirtmektedir.
Yine Bâtınîler halkı kandırmak için şöyle derler: “Mutezile, Eşari, Cehmi ve
Müşebbihi’lerin sözlerigibi usül hakkındaki sözler ve kanaatler çoktur; Maliki,
Şafii, Hanefilerin sözleri gibi, furu’da da kanaatler çoktur. O halde gerçek ve
doğtu olanı ne ile bilirsin?[553]
İmam
Gazâli, Bâtınîler’in dinen yasaklanan şeylerin hepsini helal saydıklarını ve
zamanın imamını tanıyan kişiler için şer’i sorumluluklarının hiçbir
bağlayıcılığı olmadığı fikrini savunduklarını belirtmiştir[554].Gazâli,
harf ve sayılarla istinbatta bulunma metodunun Bâtınîler’in uzmanlık alanı
olduğunu belirtmiştir[555].
Gazâli,
Allahı, Peygamberi ve ahireti inkar eden Mecusi ve Mezdekilerden bir gurup,
Seneviyyeden bazıları ve inkarcı filozoflardan kalabalık bir zümre, İslamiyeti
çökertmek ve Müslümanları yenilgiye uğratmak için çareler aramışlardır[556]. Ebu
Hamid Gazâlî (505/1111), Batınîlerle ilgili şöyle der: “Onların (Batınîlerin)
görüşlerinin iki mertebesi vardır; Bunlardan birincisi, onların hatalı, sapık ve
bid’atçı sayılmasıdır. Diğeri de, tekfirlerini ve kendilerinden uzak durulmayı
gerektirenidir”[557].
Gazâli’nin Bâtınîlerin delilleri olarak
gösterdiği deliller, Şehristani’nin eseriyle karşılaştırıldığında, aradaki
ayniyet hemen anlaşılacaktır[558].
Nizamül-Mülk ve Nizamiye
Medreseleri
Nizamü’l-Mülk,
Selçuklu hükümdarı Alpaslan ve yerine geçen oğlu zamanında 29 yıl vezirlik
yapmıştır. Bu zaman içerisinde askeri, idari, mali, vs. işler başarmıştır.
Vezirliği esnasında Nizamiye medreselerini kurmuştur[559].
Sünni
İslam dünyası için bir tehlike oluşturan Bâtınî fikirlere karşı Sünniler
tedbirler almışlardır. Özellikle Bâtınîlerin insanların zihinlerinde
oluşturdukları şer’i emirlerin zahirlerinin geçersiz olduğu ve Bâtınî yönün
önemli olduğu; bunun da ancak masum bir imam aracılığı ile öğrenilebileceği
anlayışı karşısında, Sünni ulema Kitap ve Sünnete dayanarak cevaplar vermiştir.
Sünni dünya için büyük tehlike oluşturan Şiî hareketlerini engellemek için
sadece askeri tedbirler yeterli olmadığından dolayı halkın zihnini bu
propagandalardan arındırmak ve Bâtınîlerin Şiî faaliyetlerine son vermek için
Nizamiye Medreseleri açıldı. Amaç, hem devletin bütünlüğünü korumak hem de
İslam'ın birliğini sağlamaktı. Sünniliğe karşı hücuma geçen bu
fikirlerlemücadele etmek Nizamiye medresesinin esas gayesi oldu. Nizamiye
medresesinin önde gelen müderrisleri Bâtıniliğe karşı çıkarak mücadele
etmişlerdir. Nizamiye Medresesi müderrisleri bir taraftan Ehl-i Sünnet dışı
fikirlere karşı Kur'an ve Sünnete dayalı fıkhi ve kelami konuları geliştirip,
bunlarıöğrencileri aracılığıyla halka anlatmaya ve ülke geneline egemen kılmaya
çalışmışlardır. Bu medreselerde tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilimler
öğretilerek insanlar Sünni esaslar etrafında eğitilip; Şiîlik, Bâtınîlik ve
diğer Ehl-i Sünnet dışı fikirlere karşı Sünniliği savunacak şekilde
donatılmışlardır. Nizamiye Medresesi müderrislerinden önemli kişilerin tasavvuf
konusunda olumlu bakış açısına sahip oldukları görülmektedir[560].
Nizâmü’l-Mülk,
Şiî propagandalarına karşı İslâm dünyasını korumak amacıyla Sünnîliğe düşman
mezheplerle sadece silahlı değil ilmîve fikrî mücadelenin de gerekliliğini
savunarak Sultan Alp Arslan’ın desteğiyle o dönemde ve daha sonra Sultan
Melikşah zamanında başta Bağdat olmak üzere, Irâk-ı Arab, Irâk-ı Acem, Horasan,
Mâverâünnehir, Suriye ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde Nizâmiye
Medreseleriniinşa ettirmiştir. Ebû Sa’d el-Kâşî Zilkâde 459/Eylül-Ekim 1067
yılında Bağdattaki Nizâmiye Medresesi’nin inşasını bitirmiştir. Medreselerde
Sünnîliğin sağlam temellere oturtulması için hiçbir masraftan kaçınılmamış,
Hocalar ve öğrenciler için bütün imkânlar hazırlanmıştır. Bu medreselerde
dönemin en meşhur ilim ve din adamları dersler vererek, Sünnî inancı koruyup
güçlendirecek talebeler yetiştirmişlerdir. Yetiştirilen öğrenciler devletin en
seçkin kadrolarında görev almışlardır. Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin açılış
günü medresede ilk dersini verecek olan Ebû İshak eş-Şîrâzî, açılışa katılmak
üzere yola çıktığında karşısına çıkan bir çocuğun, halktan zorla alınmış bir
arazide inşa edilmiş olan medresede ders vermemesi gerektiğini söyleyerek onun
aklına girmiş böylece eş-Şirazi ders vermekten vazgeçmiştir. Vezir
Nizâmü’l-Mülk, Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin ders vermediğini öğrenince oldukça
sinirlenmiş, “bu medresenin kendisi için yaptırıldığını” söyleyerek durumu
halifeye iletmiş bunun sonucunda halife Ebû İshak eş-Şîrâzî’ye: “Bizim Arap
olmayanlarla olan durumumuzu biliyorsun, senin bu tutum ve davranışının beni
sorumlu düşürmesinden endişe ederim” demesiyle, Ebû İshak eş-Şîrâzî, dersleregirmeyi
kabul etmiştir. Ebû İshak eş-Şîrâzî’ye yaklaşan çocuğun Nizâmiye
Medreseleri’nin kendilerini zarara uğratacağını önceden sezen ve bunu
engellemek isteyen Bâtınîler tarafından görevlendirildiği iddia edilmektedir[561].
Nizâmü’l-Mülk
çok kültürlü, bilgili ve Sünni İslam’ın savunucusu biriydi. Selçuklu sultanı
kendi topraklarında, Fatımîler ile iş birliği yaptığından şüphe duyduğu
İsmaililer’in üzerindeki baskıyı arttırdı[562].
Gazâli ve Nizamül-Mülk’ün gayretleri, Bâtınîlerin hareket çevrelerini
kısıtlamıştır[563].
Sultan
Alp Arslan ve veziri Nizamü’l-Mülk’ün çabalarıyla açılan Nizamiye medreselerine
o dönemde çok önem verilmiş ve eğitim için en önemli Sünni ilim adamları buraya
atanmıştır. Bundaki temel amaç Bâtınî medreselerinin aksine Ehl-i Sünnet
düşüncesini halka öğretecek insan yetiştirmektir. Böylece yetiştirilen insanlar
hem Ehl-i Sünnet düşüncesini yayacak, hem de Bâtınî hareketlere karşı ilmi ve
fikri mücadele vereceklerdi. Aynı zamanda İslam dünyasında birliktelik
sağlanmaya çalışılacaktı. Bâtınîligin propagandayla yaydığı düşünceler, Sünni
fikirler öğretilerek ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Aynı zamanda bu
medreseler bir taraftan halkın ıslahını ve eğitimini diğer taraftan da devlete
ve yasalara bağlı bireyler yetiştirmeyi amaçlamışlardır[564].
Özellikle
Şiî-Bâtınî fikirlerle mücadele etmek için Alp Arslan döneminde açılanbu
medreseler sonraki sultanlar tarafından da desteklenmiş ve devletinresmi Sünni
görüşünü yayan kurumlar olarak çok önemli görülmüştür. Selçuklular, açmış
oldukları bu medreselerden yetişen insanlar sayesinde, Bâtınîlerin
propagandalarını etkisiz kılmaya çalışmışlardır, bir yandan da Bâtınî fikirleri
çürüten, Sünni düşünceyi halk arasında yayan ve devlet otoritesine bağlanmayı
esas gören insanlar yetiştirmişlerdir. Selçuklularınbu mücadelesinde en büyük
yardımcısı Sünni âlimler ve onların yetiştirdiği öğrenciler olduğundan,
Bâtınîler için ortadan kaldırılması gereken grupların başında bu insanlar
gelmiştir. Selçuklular, Bâtınîlere karşı değişik yollar kullanarak onların
faaliyetlerini ve bulundukları- yerleri ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir.
Nizamiye Medreseleri'nin başlattığı fikri- mücadele sayesinde Şiîlik egemen-bir
mezhep olmaktan çıkmış ve Ehl-i Sünnet fikri yeniden güç kazanmıştır. Bâtınî
propagandalarına karşı halka Sünni fikirler öğretilerek onların propagandaları
etkisiz kılmaya çalışılmış, aynı zamanda dini emirlerin gereksizliğini b
elirten yıkıcı düşünceler de yok edilmiştir. Nizamiye Medreselerinde devletin
bütünlüğünü korumanın yanında, kanunlara bağlı bireyler yetiştirilerek ülkede
huzurun yanı sıra, adaletedayalı bir yönetimin gelişmesi de sağlanmıştır[565].
Nizamül-Mülk
Siyasetname isimli eserinde İsmaililerin İslamı yok etmek, insanlığı yanlış
yola götürmek gibi amaçları olduğunu vurgulamıştır[566].
Bâtınîlerin katlettikleri ilk Şöhretli kişi, Nizâmü’l-Mülk
olmuştur.Nizâmü’l-Mülk 1092 senesi Ramazan ayında Bağdad'dan İsfehan'a dönerken
Nihavend'de konakladığı yerde öldürülmüştür.Nizâmü’l-Mülk gibiünlü birisinin
öldürülmesi,hiç şüphesiz ki,Bâtınîlerin güçlerini göstermesi ve ses getirmesi
açısından çok önemli olmuştur[567]. Bazı
kesimler Hasan’ın, yeteneklerini kullanarak Sultanı etkiledigini,
Nizâmü’l-Mülk’ü Vezirlik makamından uzaklaştırmak ve bu makamı bizzat elde etmek için başarısız bir girişimde bulunduğunu öne sürerler.
Diğerleri, Nizâmü’l-Mülk’ün, himayesi altında olan kimsenin süratle ilerleme
kaydettigini fark ederek, Hasan’ın kendisinin yerine geçecegi korkusu ile
tehlikeyi haber verdiğini ve bir hile ile kasten onu Sultanın gözünden
düşürdüğünü ifade ederler. Hasan’ı Saraydan ayrılmaya zorlayan ve eski
velinimeti Nizâmü’l-Mülk’ü onun amansız düşmanı hâline getiren bir olayın vuku
bulduğu kesinlikle söylenebilir[568].Her ne kadar bir takım yazarlar
Nizâmü’l-Mülk’ün ölüm emrini bizzat Melik Şah’ın verdiğini iddia etseler de
vezir Nizâmü’l-Mülk’ün gerek siyasal gerekse dini anlamda baş düşmanları
Bâtınîyye taraftarlarıydı[569].
Sünni Büyük Selçuklu
Devleti ile Bâtınî arasındaki Mücadeleler
İsmaililer,
Büyük Selçuklu devletini etkilemiş, mevcut düzeni sarsmış ve adeta devlet
içinde bir yapı kurup, çalkantılara sebep olmuştur. Büyük bir coğrafyaya sahip
olan Selçuklular üzerinde İsmaililer, Hasan Sabbah liderliğinde önceleri İran
daha sonra Suriye bölgesinde bulunmuşlardır. Yaptıkları propagandalar ile
Selçukluları derinden etkilemişlerdir. Hasan Sabbah tarafından geliştirilen
“Ta’lim doktrinini” yayma çabaları, başlangıçta dinî bir amaçla ortaya çıkmış
olmasına rağmen zaman içinde siyasî bir tavır kazanmıştır. Tam olarak devlet
kuramayan, dinî amaç uğruna yola çıkan, dağlık ve kayalık yerlerde yaşayan,
çeşitli suikastlar yapan Bâtınîler, Selçuklu topraklarında bazı yerleri ve
kaleleri almalarından dolayı Selçuklu devleti bünyesinde iç devlet gibi
varlığını korumuşlardır[570].
Bâtınîlerin
devlet içerisindeki durumuyla ilgili olarak Nizâmü’l-Mülk, Alp Arslan döneminde
geçen şu olayı nakletmiştir: “Bir gün Alp Arslan’a önde gelen adamlarından
Erdem’in maiyetinde Bâtınî mezhebinden birinin çalıştığını iletmişlerdi. Sultan
Alp Arslan buna oldukça sinirlenerek Erdem’e: “Senin kâtibin olan Hurdâbe dedikleri
o adamcağız, Bâtınî değil midir?” diye sorduğunda Erdem: “Ey bendelerinin
efendisi, o bütün dünyada kim oluyor? Eğer kendisi hep zehir olsa, bu dergâhın
sakinlerine ne zarar yapabilir?” dedi. Huzura getirilen kâtibin Sultan’a Bâtınî
değil Şiî olduğunu söylemesi üzerine Alp Arslan: “Ey kötü adam, Râfızî mezhebi
o kadar iyi midir ki, onu Bâtınî mezhebine kalkan yapıyorsun? Zira her iki
gruba da lanet olsun” diyerek kâtibi cezalandırarak kapı dışarı etti. Sonra
yüzünü büyük topluluğa çevirerek: “Suç bu adamcağızın değildir, suç bir kötü
mezhepliyi kendi hizmetine alan Erdem’indir. Ben defalarca sizlere
söylemişimdir ki, sizler Horasanlı ve Maverâünnehirli Türklersiniz. Bu diyara
yabancısınız; bu vilâyeti ben kılıçla ve zorla almışım. Irak ahalisi çoğunlukla,
kötü mezhepli, kötü dinli, kötü itikatlı ve Deylem taraftarı olurlar. Türk ile
Deylem arasındaki düşmanlık ve ihtilaf bugüne ait değildir. Aziz ve celil olan
Allah, Deylemliler’e musallat oldukları için Türkleri yüceltmiştir. Aziz ve
celil olan Allah’ın lütfu ile Türkler, temiz dinlidirler. Onlar (Deylemliler)
boş şeyler (hevâ), bid’at ile uğraşırlar ve kötü mezheplidirler. Türkler
karşısında aciz kaldıkları müddetçe, büyüklük taslarlar ve itaat gösterirler.
Türklerin işlerinde zayıflık zuhur ederse, onlar kuvvet kazanırlar, Türkler’den
öç almaya çalışırlar” demiştir[571].
Bâtınîler,
siyasi olarak varlıklarını korumak için Selçuklu imparatorluğunun muazzam
bürokrasi mekanizması içinde yaşayan şehir, göçebe ve köy halkından toplanan
vergi, ganimet vs. sayesinde ihtiyaçlarını karşılayıp, legal ya da illegal
ekonomik girişimlerde bulunmuşlar fakat Büyük Selçuklu devletini sarsmayı
başaramamışlardır[572].
Bâtınîlerin
kurmak istedikleri yeni düzenin ve yaymaya çalıştıkları inançlarının karşısında
Selçuklu devletini buldular. Ancak o dönemin en güçlü ordusuna sahip olan,
yenilmesi ve başa çıkılması çok zor olan Selçuklu engelini ortadan kaldırmak
için yeni savaş metotları gerekliydi. İşte Alamut hareketi, Bâtınîlerin bu
çaresizliklerinin umudu olmuştu[573].
Alamut’un alınması, Hasan Sabbah’ın Selçuklulara karşı gösterdiği ilk adımdı[574]. Hasan
Sabbah’ın kurduğu bu hareket çok özgün ve başka örneği bulunmayan bir oluşumdu.[575] Hasan’ın
hedefi, Selçuklular’ın, Bâtınîlerin kökünü kazımasını engellemek ve
düşüncelerini mümkün olduğunca çok insana benimsetmekti[576].
Bâtınîler,
tek bir savaş alanı oluşturmaktansa çok sayıda direniş noktaları ve kurtarılmış
yerler kurarak Selçuklu devletini kendisiyle baş edemez hale getirerek kaleler
ya da dağınık yerleşim yerleriyle özgün bir gerilla hareketi oluşturmuşlardı[577].
Hasan
Sabbâh’ın oluşturduğu “yeni davet, yeni propaganda” adı verilen hareket, uzun
yıllar boyunca Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ndaki düzeni sarsarak yıkıcı
faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bâtınîler, pek çok devlet adamına suikastler düzenleyerek
etrafa dehşet saçmışlar ve Selçuklu toplumunda büyük huzursuzluğa sebep
olmuşlardır[578].
Sünnî
düşüncenin koruyuculuğunu üstlenen Selçuklular devletinin temel hedeflerinden
biri Sünnî düşünceye karşı olumsuz yaklaşımlarda bulunan Şiî Fâtımîler devletini
ortadan kaldırmaktı. Bu hedefleri gerçekleştirmek için çaba gösteren
Selçuklular, Sünnîlere kafa tutan Şiî Fâtımîler Devleti'nin doğrudan hedefi
haline gelmişti. Fâtımîler, Şiî olan Büveyhîler Devleti'ni destekleyerek
Sünnileri zor durumda bırakmaya çalışmışlardır. Selçuklu devletini yıkmak için
yapılan siyasî ve askeri hamleler zayıf kalmış ancak Fâtımîler muhaliflerini
propaganda yoluyla zayıflatarak etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır[579].
Selçuklular,
Bâtınîlere karşı değişik yollar kullanarak onların faaliyetlerini ve
bulundukları- yerleri ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir[580].
Sünnîliğin
koruculuğunu üstlenen Selçuklular, Bâtınîlik ile mücadele amacıyla medreselerde
özellikle Sünnî âlimler istihdam ederek, bu ekolün din anlayışını aynı zamanda
bir devlet politikası haline getirmişlerdir[581].
Selçuklu imparatorluğu sınırları içindeBâtınîlerle çok uzun mücadelelerde
bulunmuştur. Fedâi teşkilatının, kendisine karşı koyan birçok bilgin, kadı ve
devlet adamı çevreye dehşet saçmıştır[582].
Selçuklular
diğer yandan askeri önlemler almıştır. Selçuklu devletinde “Münhi” adında
etkili ve gizli bir haber alma örgütü sayesinde kısa zamanda gerekli önlemler
alınıyordu. Bu bakımdan Selçuklular, Bâtınîlere karşı oldukça etkili kolluk
önlemleri alabilecek durumdaydılar[583].
Selçukluların üçüncü hükümdarı meşhur Celaleddin Melikşâh zamanında Doğu’da
Bâtıniler önem kazanmış, Mısır’daki Batı İsmaililiği dışında Hasan Sabbâh
tarafından diğer bir İsmâilîyye Devleti kurmuşlardır[584].
Daha
önceleri Bâtınî hareketi önemsemeyen Selçuklu sultanı Melikşah, askeri
mücadeleye gerek duymayarak, bu mücadeleyi Veziri Nizamü’l-Mülk ve yerel
emirliklere devretmiştir. Ancak daha sonra Bâtınîlerin hem batıda hem de doğuda
etkili olmaya başlaması üzerine olayın ciddiyetini görerek onlarla mücadeleyi
bir devlet politikası haline getirmiştir. Melikşah, Bâtınî tehlikesini yerel
yöneticiler ile kontrol altına alamayacağını fark etmiş ve diplomatik yollardan
sonuç alamayınca Nizamü’l-Mülk’ün de tavsiyesi üzerine çareyi 1092’de Rudbar ve
Kuhistandaki Bâtınîlerin üzerine ordu göndermekte
bulmuştur[585].Bâtınîlerin
birçok Selçuklu sultanı ile değişik zamanlarda askeri ve siyasi mücadeleleri
olmuştur[586].
Melikşah'ın
ölümünden sonra şehzâdeler arasındaki taht kavgalarından dolayı oluşan
boşluktan yararlanan Bâtınîler gün geçtikçe güçlenerek, yeni kalelere sahip
olmuş ve yeni suikastlere girişmişlerdir. Halk arasında o kadar dehşet ve korku
sağlamışlardır ki, sabahleyin işine giden bir insan, ikindi vakti olduğunda
evine gelmediyse, insanlar ondan ümit keserdi. Bâtınîlerin gücü ve kötülükleri
çoğalınca, halk arasında korku artmaya başladı. Bu yüzden halkın bir kısmı
bunlara açıkça düşmanlık ederek onlarla çarpıştı, diğer kısmı ise onlarla
barışık yaşamayı tercih etti[587].
Selçuklular
bütün çabalarına karşılık Bâtınî hareketi tamamen bastıramamışlar ve merkez
konumunda bulunan Alamut kalesini ele geçirememişlerdir[588].
Alamut dönemindeki Nizariler, Selçuklulara
karşı isyancı hareketlerde bulunmuşlardır. Nizariler, Selçuklulara karşı
topyekün bir savaşı sürdürmektense, ele geçirdikleri bölgelerdeki konumlarını
güçlendirmekle ilgili yeni bir örgütlenme yoluna girmişlerdir. Hasan Sabbah,
Nizari devletinin başında olduğu senelerin birinci döneminde Selçuklulara karşı
ihtilalci bir politika gütmüştür. İkinci döneminde ise daha barışçı bir yaşam
sürmüştür[589].
Safevî Devleti İle
Şiî-Bâtınî İlişkisi
Şiî-Sünnî
ilişkilerinde gerilime yol açan en önemli olaylardan biri, Şiî Safevî
Devleti’nin kurulmasıdır. Safevîlerin, bulundukları coğrafyayı Şiîleştirme
çabalarına karşılık Osmanlı devleti gevşek bir dinî yapıdan katı Sünnî
politikalara doğru yönelmiştir. Büyük Şiî muhaddisi Muhammed Bâkır, şeyhülislâm
olarak Safevîler döneminde insanları ölüm tehditleriyle Şiîleştirmeye çalışmış
ve Sünnî halifelere sebbetme gibi uygulamalarda bulunmuştur. Safevî Şahı
Hüseyin, Şiî ulemaya aşırı yetkiler vermesi, Şiî uygulamaların en şiddetli
biçimde gerçekleşmesine sebep olmuştur. Safevîlerin son dönemlerinde Nadir
Şah’ın uzlaştırma çabalarının etkisiyle Şiî-Sünnî ilişkileri normalleşmiştir.
Ancak 18. Yüzyıl’ın sonlarında Arabistan yarımadasında ortaya çıkan Vehhabîlik
hareketi ilişkileri iyice bozan yeni bir boyut kazandırmıştır[590].
Meşhur
bir kelamcı ailenin çocuğu olan Ahmet et-Taftazâni, 1505 yılında Osmanlı
Sultanı II. Bayezid’e gönderdiği mektupta öğrencisi Kemaleddin Abdu’l-Vâsi’yi
oldukça takdir ettiğini bildirmiştir. Aslında Taftazani bu mektubuyla Tebriz’de
Şia’nın İran’ın resmi mezhebi olarak ilan edilmesinden ve Şah İsmail’in tahta
çıkışından dört yıl sonra bile Herat’tan İstanbul’a yazılan bir mektubun o
dönemlerde oldukça doğal karşılandığını göstermesi açısından önemliydi. Ancak
on yıl sonra durum değişmişti. Şah İsmail İran’da Şia’yı resmi mezhep olarak
kabul ettirdi. Ancak Taftazani onun bu tutumuna destek vermediğinden dolayı
idam edildi. Sultan’a neredeyse Anadolu’yu kaybettirecek nitelikte olan Şah
Kulunun isyanı kanlı bir şekilde bastırılmıştı. İslam coğrafyası Batıda Sünni
İslam’ı temsil eden Osmanlı İmparatorluğu, Doğuda İran’da ise ŞiîSafevî devleti
şeklinde iki bloğa ayrılmıştır. Şah İsmail’in, Şiîiliği devletin resmi mezhebi
yaptığında bu halkını da gerçek anlamda Şiîleştirmiş olduğu anlamına
gelmemektedir. Şiîleşmenin ne zaman olduğu tam olarak bilinmemektedir. Bilinen
gerçek şu ki, bu süreç Şah İsmail zamanında başlamamıştır. Şah İsmail 1501
yılında Şiîliği devletin resmi mezhebi olarak ilan ettiğinde, onun mezhebini
açıkça yaymak için etrafında çok da fazla kelamcı yoktu. Bu bağlamda oldukça
boşluk vardı. Bu yüzden de Şiî rejim için teorik temellerin atılmasını
sağlayacak böyle bir otoriter kelamcı bulmak için tarihte bir yolculuğa çıkmak
gerekiyordu. Mutahhar el-Hillî’nin “Kavâidu’l- Ahkâm” adlı eseri bu bağlamda
yeni inancın temellerini oluşturan bir ders kitabı olabilirdi. Şah İsmail’in
küçük yaşlardan itibaren aşırı Şiî fikirlerini benimsediği onun Hatâî ismiyle
yazdığı Azeri-Türkçe Şiirinden açıkça anlaşılmaktadır. Safevî tarikatı
kurulduğu yıllardan itibaren açık bir şekilde halk inancı karakterini
taşımıştır. Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar ve dedesi Şeyh Cüneyt döneminde
tarikat yavaş yavaş Türkmenlerin tesirine girmeye başladı. Genç Şehzade sürekli
Türkmen Kızılbaşların arasında olduğundan hocası Hüseyin Beg Lala’nın büyük
tesiri altında kalmıştır. O, Kızılbaşlarla sürekli bir arada bulunduğundan
dolayı Anadolu’da aşırı Şiî eğilimli tarikatların sahip olduğu inancın izlerini
taşımaktadır. Bundan dolayı Şah İsmail iktidara çıkmasıyla beraber istenmeyen
kişi ilan edilmiş, dolayısıyla da Maveraünnehir’e yerleşerek Safevîlerin
düşmanı olan Özbeklerin yanında değer kazanmıştır. Ancak kaçış yolunda (İsfahan
bölgesindeki) Kaşan’da Allame el-Hilli’nin Ehl-i sünnete karşı yazdığı bir
reddiye kitabıyla karşılaşarak Hilli’nin Ehl-i sünnete karşı yaptığı
reddiyeleri çürütmeye çalıştı. Zira o dönemlerde rafızi fırkaların etkisi çok
fazla hissedilmezken Imamiyye fırkası rafızilik etkisini arttırarak egemen
olduğu bölgelerde Sünnilerin eserleri, kitapları, düşünceleri yok edilmeye,
eserleri yakılmaya başlanmıştır.15. yüzyılın en önemli ve tanınmış
kelamcılarından olan Mevlana Celaleddin ed-Devvani (eşari kelamcısı) birçok
İslam ülkesindeki değişik hükümdarlarla gerek mektupla gerekse şahsi olarak
bağlantı kurmuştur. O Timurluların başkentinde öğretim faaliyetlerinde bulunmuş
aynı zamanda Akkoyunlu ve karakoyunlu devletlerinde görevlerde bulunmuştur[591].
Ortadoğu’da
çok etkili olan Bâtınîler, özellikle Anadolu ve İran’da birçok alanda derin ve
kalıcı tesirler bırakmışlardır. Bâtınî hareket Şia, İran milliyetçiliği ve
Hasan Sabbah’ın karizması olmak üzere üç temele dayanmaktadır. Anadolu
coğrafyasında Bâtınîlik Doğu’dan bir zarar geleceği endişesiyle ortaya çıktı ve
bu korku Osmanlı Devleti’nin Safevî Devleti ile amansız bir mücadelede
bulunmasına neden olmuştur. Safevî Devleti’nin Anadolu için çok önemli bir yer
tutmasının sebebi Doğu Anadolu Bölgesi’nin bir bölümünde özellikle Türkmenler
arasında taraftar bulmasıdır. Safevîler Türkmenler üzerinde Şia olan (hatta
Şiîliğin değişik bir yorumuyla) bir inanca kayarak göçebe toplulukların
İslamiyet anlayışında ve inancında büyük değişikliklere sebep olmuşlardır. Bu
bölgede varlığını arttıran Türkmenler, bir isyan geleneği ile Safevîlerin etki
alanlarına kolayca girdiler. Bu isyan geleneğinin nedenleri arasında kurucuları
oldukları devletlerin kendilerini ikinci plana atmış olmaları ve Doğu ve
İran’da bulunan Şia geleneğinin getirdiği bir başkaldırı kültürü olması yer
almaktadır. Bâtınî hareketin özellikle Doğu Anadolu’da kendine sıkı sıkıya
bağlı taraftar bulması bunun kanıtı durumundadır. Öte yandan Büyük Selçuklular
zamanında Anadolu’ya gelen Bâtınîler kendilerine burada güçlü etki alanları
oluşturdular. Safevî Devleti’nin ideolojisini Fuat Köprülü; “Safevî hanedanının
doğu ve batısındaki Sünni Türk devletlerine mukavemet edebilmek için, İran’da
Şiîliği bir devlet mezhebi şekline sokmaya ve İran’ın Sünni mıntıkalarına da
zorla kabul ettirmeye mecbur oldukları” şeklinde açıklamaktadır. Ahmet Yaşar
Ocak ise Safevî ideolojisini: “Sünni Osmanlı devletini kendisi için en büyük
siyasal rakip olarak görmüş ve onu silah gücüyle ortadan kaldırmanın mümkün
olmadığını fark ettiğinden, içeriden zayıflatma yolunu seçip Anadolu’da zaten
merkezi yönetimle sürekli problemleri olan Türkmen zümreleri arasında yoğun bir
mezhep propagandasına girişmiştir”şeklinde ifade etmektedir. Bu ideoloji
aslında Büyük Selçuklu zamanında var olan “Bâtınîlik”tarafından kullanılmıştı.
Görüldüğü üzere Safevîler, Bâtınî ideolojisini daha sistematik bir şekilde
ilerleterek devletleştirmişlerdir. Onlar amaçlarına ulaşarak On iki İmam
soyundan olduğu propagandası ve iddiasıyla Şiî bölgelerde ve Türkmenler arasında
büyük bir önem kazanmışlardır. Safevîlerin Şia kimliğine bürünmesi, Sünni
Osmanlılar ile mücadelesinin din harbine dönüşmesine sebep olmuştur. Böylece
her iki taraf bir diğerini tekfir eden fetvalar kullanmaya başlamıştır.
Osmanlı-Safevî mücadelesi sadece halkın değil, Müslüman dünyanın da Sünni ve
Rafizi olarak ikiye bölünmüş bir şekilde algılanmasına ve dış siyasetini ona
göre biçimlenmesine neden olmuştur. Bundan dolayı Osmanlı devleti Rafizî
akımların yok edilmesi ve Sünniliğin güçlendirilmesi için çaba göstermiştir[592].
İlah
ile âlemin varlıklarının kıyaslandığı konsept, Safevîler dönemindeki İsfehan
okulunda Kutsal Kitap, akıl ve mistik düşünceler yeni bir sentez yapılarak yeni
bir öğreti ortaya çıkmıştır[593].
12. Yüzyıl’dan itibaren Bâtınîlik, İslam
dünyasında etkinliği kaybetmeye başlamıştır. Bu hareket, Bâtınî te’vil
metoduyla Safevîlik üzerinde etkili olmuştur[594].
Ehl-i Sünnet İçerisinde
İsmaili-Bâtınîye Karşı Aşırı Reaksiyon” Selefilik”
Genel
olarak Bâtınîlere göre din ve dini metinler de olmak üzere evrendeki herşey
çift boyutlu olup, bu zahir-batın ayrımında ifadesini bulmaktadır. Selefi
düşüncede olan İbn Teymiye gibi bazı âlimlere göre Şiî ve Tasavvufi bazı
ekoller, aslında “Bâtınîyye” kategorisinde değerlendirilmektedir[595].
İbn
Teymiyye’ye göre Şia, ayetleri hep Ehl-i beyt çerçevesinde düşünerek Kur’an’ı
tahrif etmiş, sebebi nüzulleri de çarpıtmıştır. O, Şia’nın yaptığı tahriflere
ilişkin bazı örnekler vermiştir, Rahman süresi 19. ayetindeki “iki denizin
birleşmesi”ni Hz. Fâtıma ile Ali’nin evliliği; Rahman suresi 22. ayetindeki
“inci-mercan”ı Hasan ve Hüseyin’ şeklinde yorumlamaları bunlardandır.
Minhacü’n-Nebeviyye ve Minhacü’s-Sünne’nin yazılış amaçları ve gerekçeleri,
onların yazıldığı dönemin zihniyetini, dönemin din algılarını, din -devlet ilişkilerini
ve siyasi-itikadi mezhepler arasındaki ilişkilerin tespitine katkı sağlayacak
unsurları içermektedir. İbn Teymiye kendisini Şia’ya karşı mücadeleye adamış,
başarılı olmanın yolunu, selef düşüncesine yönelmekte görmüştür. İbn Teymiyye
Şia’ya karşı yazdığı reddiyesini, adeta gayri müslimlere karşı yapılması
gereken bir cihad olarak görerek Şia’yı “öteki” kapsamına bile almamaktadır[596].
Çoğunlukla
Allame el-Hilli olarak tanınan Hasan b. Yusuf b. el-Mutahhar el-Hillî (648/1250-726/1325)
İslam üzerine inceleme yapan bilim adamıdır. O Şiî hukuk sisteminin gelişimine
en önemli katkıyı yapan kişi olarak kabul edilmiştir. Onun ayrıca hukuk sistemi
ile ilgili yazdığı eserleri, günümüz Şiîleri arasında genel olarak otorite
kabul edilen eserler arasındadır. O bundan başka fıkıh usulü alanında da öneme
sahip eserlerin yazılmasında etkili olmuştur. Mebadî Vusûl ilâ ilmi’l-usûl ve
Nihâyeti’l-Vusûl ilâ ilmi’l-Usûl bu eserlerdendir. Onun akaid kitabı olan
Bâbu’l-Hâdî adlı eseri Fâdılu’l-Mikdâdu’s-Suyûrî’nin (821/1418) bu esere
yazdığı şerh ile birlikte W.M. Miller tarafından 1928 yılında İngilizce’ye
çevrilmiştir. İşte el-Hilli bundan dolayı Şiî kelamında önemli bir otoriter
konumuna gelmiştir. El-Hilli’nin kelami konular üzerine yazmış olduğu risaleler
günümüz Şiîleri arasında bugüne kadar en temel kelam eserleri olarak
incelenmektedir. Onun imâmet düşüncesi hakkındaki görüşleri Henri Laoust
tarafından birkaç makalede yer verilerek değerlendirilmiştir. Hilli’nin, “
minhâcu’l-Kerâme fi’l-İmâme” adlı kitabında bahsettiği imâmet hakkındaki
fikirleri önemli bir yer tutmaktadır. İbn Teymiyye tarafından “Kitâbu’s-Sünne”
adlı eserinde reddedilmiştir[597].
Bu
eserde o Rafızilerin yalanlarına, iftiralarına, bilgisizliklerine ve
dalaletlerine karşı cevaplar vermiştir. Şeyhu’l-İslam, onun bu eseri yazmasının
nedenlerini şu şekilde zikretmektedir: “Ben Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat’in bazı
mensupları için, günümüzdeki birtakım Rafızi âlimlerin yazdığı kitapları -ki bu
yazdıkları eserlerde İmamiyye’ye bağlı emirlerin ve valilerin de desteği ile
Ehl-i Sünnet mensuplarının bu fırkaya kayması için davet içeren ifadeler
mevcuttu- onların bidatleri bilinsin diye bu eserimle sunmuş olmaktayım. İşte
ben onların bu cehaletini ve bidatlerini din ve ilimle ortaya koyup çürütmekteyim.
Bu mülhid Bâtınî grupları İslam’ın aslını ve hakikatini idrak etmediler. Bunlar
İslam’ın dışına çıkmış, elçileri reddetmiş Sâbiîler’den olan bir fırka olup
İslam’a girilmesinin gerekli olmadığını düşünmektedirler. Aksine onlar İslam
dışındaki dinlere girilmesini yasaklamamışlardır. Bu fırka aynı zamanda
dinleri, girilmesinde sakınca görmedikleri herhangi bir siyasi ya da mezhep
gibi değerlendirmişlerdir. Onlara göre nübüvvet, tüm insanlığın dünyevi
mutluluğu için ortaya konulmuş adil bir siyasettir.” İbn Teymiyye bu fırkanın
insanlar içerisinde ne zaman çoğalacağı konusunu ortaya koymak için şu
açıklamaları yapmıştır: “Bunlar cehaletin artıp, buna bağlı olarak da
nübüvvetin mahiyetini tam olarak idrak edip onu insanlara anlatacak ilim
ehlinin olmadığı zamanlarda ve durumlarda zuhur ederler ve çoğalırlar.” Fakat
bu noktada önemli olan bir konu da bu fırkanın taraftarlarının Peygamberliği
mutlak anlamda reddetmemeleridir. Aksine bunlar peygamberliğin bir bölüm
esaslarına inanıp bir bölümünü ise kabul etmemektedirler. Bundan dolayı da
onlar peygamberliği yücelterek cahil olan halk topluluklarının kafalarını
karıştırmışlardır. İşte bundan dolayı da bu kitabı yazmasındaki en önemli sebep
bu mülhid fırkanın görüşlerini benimseyen kişileri uyarmaktır. O, Şia ve
Kaderiyye’ye mensup olanları reddetmek amacıyla bu kitabın adını “Minhacu
ehl-’s- sünneti’n-nebeviyye” koymuştur. Zira Ehl-i sünnete tabi olanların çoğu
bidat ehlinden olan Rafızi, Mutezile ve diğerlerinin söylediklerini batıl
olarak görmüşlerdir[598].
Allâme
Hillî’nin İslam toplumu ve siyasetindeki etkisini kırmak amacıyla Şia’ya
reddiye yazılan en ağır eleştirilerden birisi İbn Teymiyye’nin Minhacü’s-
Sünne’si olarak kabul edilmiştir. Moğollar’ın desteğiyle Şiî âlimler, sonraki
dönemlerde Şia düşüncesinin entelektüel gelişimine katkı sağlayacak önemli
eserler yazmışlar, bundan dolayı Sünnî âlimler bu eserlere cevap vermek zorunda
kalmışlardır. Şiîlerden Allâme Hillî (v.726/1325) ile Sünnîlerden İbn Teymiyye
(v.728/1328)’nin Minhâc’ları önemli eserlerdir. Allâme Hillî, Olcaytu Sultan’ın
isteği doğrultusunda, bazı eserler yazarak diğer itikadi mezheplerin
görüşlerine muhalif olmuş ve eleştirmiştir. Moğollar zamanında Bağdat ve
çevresinde ilmi meclislerde Şiî âlimler Sünnî âlimler ile toplanmışlardır.
İlhanlı hükümdarı Gazan Han ve özellikle Olcaytu Sultan zamanında Şiî âlimler
bu meclislerde aktif olarak yer almışlardır. Sünnî âlimler ile Şiî âlimler
arasında yapılan bir tartışma Olcaytu’nun Sünnîliği bırakıp Şiîliği
benimsemesine neden olmuştur. Bu toplantılar, Sünnîlerin etkisinde kalan yeni
bir Şiî âlim biçiminin oluşmasını da sağlamıştır. Muhammed b. İdris, Allâme
Hillî gibi bazı Şiî âlimler, Sünni düşünceden etkilenmiştir. İlhanlı döneminde
Şiîliğin “tek temsilcisi” olarak görülen Alleme Hilli, akli ve nakli ilimler
konusunda bulunduğu dönem içerisinde Şîa’nın ulaştığı “son nokta” Şia’nın
zekâsının göstergesi, olmuştur. Şiî entelektüel geleneğin oluşmasında önemli
rol oynayan Alleme Hilli, ilahiyat, felsefe, mantık, gramer ve diğer birçok
alanda eserler ortaya koymuştur. O Sünnî akademik çevrelerde Şiî potansiyel
gücünün temsil edilmesinde önemli bir kişidir. Bundan dolayı İbn Teymiyye,
Allâme Hillî’yi mücadeleye girişmişir. Alleme Hilli, sadece bir Şiî âlim
değildir. Temsil ettiği zihniyet devlete yeni şeklini vermektedir. Bundan
dolayı İbnTeymiyye ile Alleme Hilli arasındaki tartışmalar, hem kişisel prestij
hem de ideolojik bir mücadele şeklinde de izah edilebilir. Allâme Hillî,
felsefe ve akli ilimlerde hocası NasîrüddînTûsi’den; yararlanmıştır. Allâme Hillî
hadisi; sahih, hasen, muvassak ve zayıf olmak üzere dörde ayırmıştır. Böylece
o, hadis usulünü, Şiî dini düşünce hayatına sokmuştur. Sadece imamlardan gelen
rivayetlerinin zahirini yeterli bulmayan Aileme Hilli, müctehidin istidlal
metodunu da kullanması gerektiğini belirtmiştir. Allâme Hillî’nin Olcaytu
Sultan’ın isteği üzerine yazdığı Minhacü’l-Kerame fi Marifeti’l- İmame adlı
eseri çok eleştirilmiştir. O bu eserde Sünnî hilafetin yanlışlığını ortaya
koymaya ve Şiî imâmet doktrinin hak oluşunu izah etmeye çalışmıştır. Allâme
Hillî bu eserde imâmeti, imanın şartı olarak görmüştür. Sünnîlik üzerine en
ciddi eleştirilerin yapıldığı eser olarak kabul edilmiştir. Farklı tarihlerde
ve yerlerde basımı yapılan bu eser mukaddime ile birlikte, altı kısımdan oluşur.
Mukaddimede kitabın yazılış amacı anlatılırken; Birinci fasılda imâmetin
gerekliliği ve bu konuda mezheplerin görüşleri; ikinci fasılda imamiyye
mezhebine uymanın zorunluluğu ele alınır. Üçüncü fasılda Hz. Ali’nin imâmetinin
delilleri; dördüncü fasılda on iki imam konusu; beşinci bölümde Hz. Ali
dışındaki halifelerin hilâfetlerinin geçersizliği; Altıncı bölümde Ehl-i
Sünnet’in Hz. Ebu Bekir’in imâmeti ile ilgili delilleri tartışılarak,
çürütülmeye çalışılır. Şia’nın imâmet konusundaki görüşleri, Sünnî kelamcılar
tarafından tartışılarak, reddiyeler yazılmıştır. İbnTeymiyye, hicrî yedinci ve
sekizinci asırlarda bu konuda Minhâcü’s-Sünne adlı bir eser yazarak Allâme
Hillî’yi sert bir şekilde eleştirmiştir. İbn Teymiyye’nin bu eserinin Mısır’da
hapis hayatı yaşarken 710’da yazdığı belirtilmesine rağmen İbn Recep, İbn
Teymiyye’nin Mısır’dayken yazdığı eserlerden bahsederken Minhâcü’s-Sünne’den
bahsetmemektedir. Loustise Minhâc’s-Sünne’nin yazılış tarihi olarak 716/1316’yı
söylemektedir. Minhâcü’s-Sünne’nin Süleymaniye ve Nûru Osmaniye
kütüphanelerinde yazma nüshaları bulunmaktadır. M.Reşad Salim tarafından dokuz
cilt olarak basılmıştır. Bu eserde temel amaç, Allâme Hillî’nin savunduklarını
Kur’an, Sünnet ve sahabe uygulamalarıyla reddetmektir. İbn Teymiyye’nin hayat
boyu ortaya koyduğu mücadelede ‘bidatlere karşı savaşmak’ ve ‘sahabe-i kiramı
korumak gibi iki önemli düşüncesi vardır. Bidatlerle dinin otantikliğini
muhafaza etmek, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçen sahabenin yaşadığı İslam’ın
saf haline dönülmeyi sağlamak gibi amaçlardan dolayı İbnTeymiye, tasavvuf,
felsefe ve kelamı; Ehl-i Sünnet dışı ekollerin kendi gelenek ve göreneklerini
İslam’a taşımalarını şiddetle reddetmiştir. İbn Teymiyye dinin safiyetinin
devam ettirilmesi için Sünnet’e sarılmak gerektiğini vurgulamıştır. İbn
Teymiye’ye göre selef, sapasağlam olup onları eleştirmek, dini eleştirmektir.
Allâme Hillî’nin amacı, Allah’ın yolunu tıkamak, Resul’ünün getirdiklerini
iptal etmektir. İbnTeymiyye’nindüşünce biçimi için kullandığı selef kavramı, diğer
kavramların kapsamını da içine alacak biçimde, yeni bir ideolojik çerçeveyle
ortaya konmuştur. Selef mezhebi, sonradan gelenlerin oluşturdukları bir tavır,
esere, rivayete dayalı bir din anlayışı olduğu için, bu yönelişi en iyi ifade
eden kavram, “selefiye”dir. Selefiye kavramına bu kavramsal
içeriği veren ilk kişinin İbn Teymiyye olduğu belirtilmektedir. İbn
Teymiyye’nin sünnet’e dönüş vurgusunda rey, tefsir ve te’vil gibi aklın
ürettiği din anlayışı yoktur. Bu tavır, Şia’nın yanlış yola gitmesine ve din
anlayışlarında bölünmesine sebep olmuştur. İbn Teymiyye, Selefi; Ehl-i Sünnet
ve’l-cemaat,‘ehl-i hadis, sünnet-i mahza’ gibi kavramlarla özdeşleştirmiştir.
Hülefa-i raşidini tartışmamak, Allah’ın sıfatlarını kabul etmek; Kur’an’ın
mahlûk olmadığını ikrar etmek; Allah’ın ahirette görüleceğini ve kaderi kabul
etmek gibi konular Selefin temel özellikleri olarak sayılabilir. İbnTeymiyye,
sahih din anlayışını tek elde toplamış, farklıklara yönelmemiştir. İbnTeymiyye,
aklın faaliyet alanlarıyla ilgilihiçbir girişime girişmemiştir. Çünkü bu,
Rafızîlikte olduğu gibi dinin parçalanmasına sebep olacaktır. İbnTeymiyye’ye
göre, Allâme Hillî Hz. Peygamber’i tanımadığı ve yalan olan sözleri hadis
olarak rivayet ettiği için tam bir cahildir. Eğer o, bunları bilerek aktarıyorsa
Hz. Peygamber’in “kim benden yalan olduğunu bilerek bir şey rivayet ederse o
yalancılardan biridir” sözüne muhatap olur. Eğer bu hadisi bilmiyorsa bu durum
onun cehaletini gösterir. İbnTeymiyye’nin Allâme Hillî’ye yönelik eleştirileri
bazen hakaret derecesine kadar gelmekte olup bir ifadesinde Allâme Hillî’yi
“eşek” olarak nitelendirmektedir. O, Allâme Hillî’yi, Kur’an’da “ciltlerle
kitap taşıyan eşeğe” benzetilen Yahudi bilginlerinden daha ahmak olarak
gördüğünden dolayı olsa gerek, halk arasında revaçta olan “Rafızî, Yahudi’nin
eşeğidir” ifadesinin mazur görülmesi gerektiğini belirtmektedir. İbn Teymiyye
ile Allâme Hillî’nin doğrudan iletişim halinde olup olmadıkları, birbirlerini
tanıyıp tanımadıkları konusu kesin belli değildir. Allâme Hillî’nin ideolojik
kaygıları olduğundan imâmet anlayışını devlet düzeyinde anlatmaya çalışmıştır.
İbnTeymiyye, Şia’ya, içerisinde bidat ve batıl düşünceler olmayan selef
metodunun bakış açısıyla cevap verilmesi gerektiğine inanmaktadır. Çünkü Ehl-i
Sünnet ulemasının ekseriyesi, Mu’tezîle, Rafızî ve diğer bidat ehlinin
düşüncelerini reddetmişlerdir. Onlar kelam metodunu kullanarak onlara karşı
durmuşlardır. Oysa ‘Sünnet ve selef imamları’ bu kelam metodunu ve kelamcıları
eleştirmiştir. Bundan dolayı İbnTeymiyye, “Minhâcü ehlü’s-sünnet’in-nebeviye fi
nakzı kelâmi’ş-Şiya‘ı ve’l-Kaderiyye adlı eserini telif etmek zorunda kalmıştır[599].
Rafızilik
sözlükte, vazgeçmek ve bırakmak manasına gelir. Terim anlamı ise: “ Kendisinin
Ehl-i Beyt’e taraftar gören ve çok az sayılacak sahabe haricinde başta Hz. Ömer
ve Hz. Ebubekir olmak üzere sahabeyi inkar eden fırkadır. İmam Ahmet b. Hanbel,
Rafızileri Resululah’ın sahabesinden beri olduklarını dile getiren, onlara
küfür eden ve eksik gören kimseler olarak tanımlamıştır.
Ebu Kasım et-Teymi onları şöyle tanımlamıştır: ”Hz. Ebubekir’e Hz. Ömer’e ve
onları sevenlere küfür edenlerdir. Onlar Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir’i sevenlere
Nevasıb lakabını vermişlerdir. Âlimlerin çoğunluğuna göre kendilerine Rafızi
ismini verilmesinin sebebi Zeyd bin Ali’yi kabul etmeyip onun ordusundan
ayrılmalarıdır. Zeyd bin Ali, Abbasi halifelerinden Hişam bin Abdulmelik’e
karşı bir ordu kurmuştu. İşte tam bu dönemde Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir’den beri
olduklarını söylediler. Zeyd bin Ali onları bu durumdan vazgeçirmek için
çabaladı. İbn-i Teymiye, Şehristani ve Razi gibi isimler Rafiziliğin
adlandırılmasının bu şekilde olduğunu söylemişlerdir. İmam Eşari bu ismin
onlara verilmesinin nedenini Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in imâmetini kabul
etmemeleri olarak görmüştür. Günümüz Rafızileri, kendileri için kullanılan bu
ismi sevmez ve kabul etmezler. Çünkü bu ismin kendilerine karşı gelenler
tarafından verildiğini savunurlar. Bazı aydın ve yazarlar, Rafızi yerine Şiî
kelimesini kullanmışlardır. Oysa Şiî tabiri genel bir terim olup, Hz. Ali
taraftarı olan herkesi kapsamaktadır. Rafızilik inancına ilk daveti başlatan
kişi Yemen asıllı bir Yahudi olan Abdullah bin Sebe’dir. Rafızilik inancı Hz.
Ali zamanında ortaya çıkmış olsa da sınırlı sayıda taraftarı bulunmaktaydı.
Rafızilik, bir inanç ve fikir manzumesi olup birdenbire oluşmuş bir sistem
değildir. Rafızilik belirli aşamalardan geçmiştir. Bu aşamalar sonucunda ismi
ve akidesi diğer fırkalardan ayrılmıştır. İlk aşama Abdullah bin Sebe’nin davet
ettiği zaman dilimidir. İkinci aşama açıktan davet dönemi olan Hz. Osman’ın
öldürüldüğü ve fitne ateşinin yoğun olduğu zamandır. Üçüncü aşama ise Hz.
Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra olan tek bir otorite altında toplandıkları
dönemdir. Dördünce aşamada Rafıziler Zeydiler de olmak üzere diğer Şiîlerden
ayrılmışlardır. Bu aşamada kendilerine özgü inanç sistemleri ve isimleri
oluşmuştu. Bu da tam olarak Zeyd bin Ali’nin, Hişam bin Abdülmelik’e karşı
kıyama kalktığı dönemdir. İbn-i Teymiyye’ye göre, İslam’da ilk defa Rafızi
kelimesi Zeyd bin Ali’nin kıyamı sırasında kullanılmıştır[600].
Ehl-i Sünnet
Kelamcılarının İsmaili-Bâtınîyye’ye Bakış Tarzı
Kelamcılar,
Bâtıniyye’nin davetlerinin amaçları konusunda ayrılığa düşmüşlerdir. Bâtıniyye
davetinin hedefinin, Kuran’a ve Sünnet’e yaptıkları yorumlarla Mecûsî dini
olduğu görüşünü belirtmişlerdi. Bu düşüncelerini kanıt olarak, Bâtinîlerin ilk
liderleri Meymun b. Deysan’ın bir Mecusi olduğu ve oğlu Abdullah b. Meymun’un
da halkı babasının dinini benimsemeye davet ettiği özelliklerini ileri
sürmüşlerdir. Kelamcılardan Bâtinîyye’yi Harran’da var olan sâbiîlere nisbet
edenler de olmuştur[601].
Şia’nın
imâmet konusundaki görüşleri, Sünnî kelamcılar tarafından tartışılarak,
reddiyeler yazılmıştır[602].
Makdisînin söylediğine göre Bâtıniyye'ye
karşı ilk reddiyeyi en-Naki ale'l-Bâüniyye adlı eseriyle İbn Rizâm yazmıştır.
Daha sonra onu Keşfü esrâri'l-Bâtıniyye ismiyle yazılan ibn Fûrek ve Bâkillânî
gibi ilk Eşari kelâmcıları takip etmiştir[603].
Nasiruddin Tusi-İbn
Sina-Fahrettin Razi- Bakıllani
Nasiruddin
Tusi, İsmaili mezhebinin matematikçisi ve zamanının en büyük gök bilimcisidir.
Tusi, 1201 senesinde Horasan’ın Tus bölgesinde doğmuştur. Matematik, astronomi,
ilahiyat ve felsefe gibi alanlarda uzmanlaştıktan sonra doğru tarafı
bulamadığını düşünmüştür[604].
Doğu
ilimlerinde çok etkili olan geometri, trigonometri ve astronomi başta olmak
üzere bilimin ve felsefenin çeşitli alanlarında çalışmalar yapan Nasirüddin
et-Tûsi’nin de Bâtınî olduğu söylenmiştir. Onun Alamut kalesi kütüphanesinden
çıktığı düşünülen “Tasavvurât” adlı büyük bir eserinin olup olmadığı
tartışılmaktadır. Nasirüddin’in Bâtınîler tarafından Alamut’a kaçırılıp
hapsedildiğinden bahsedilirken kendisinin de buraya gönüllü olarak gitmiş olma
ihtimali vardır. İhanlı Devleti hükümdarı Hülagu, Alamut kalesini ele geçirdiği
zamanlarda onu ordan alarak kendisini vezir yapmıştır[605].
Nasiruddin
et-Tusi ile Şiî teolojisi doruk noktasına ulaştı. O Şiî kelamcılarının en
büyüğü olarak gösterilir[606]. Bir
asırdan daha uzun bir süre sonra Nasiruddin et-Tusi’nin Ravza-ı Teslim isimli
eserini bu düşünceyle bitirmiş olması, diyaloğun Hasan'ın adamlarıyla
bağlantılı olacağına işaret etmektedir. Tusi'nin bu eserindeki diyalog
putperestlerin esaslarının çürütülmesi ile ilgilidir. Bu putperestlerle büyük
ihtimalle Sabiileri belirtmiştir. Tusi, Hasan Sabbah’ın Ta’lim öğretisine de
değinmektedir[607].
Tusi,
imam 2. Hasan’ın bazı hutbelerine denk geldi. Bu keşif, Tusi üzerinde büyük
tesir bıraktı. Bunun neticesinde o, 1244 senesinde İsmailiği benimsedi. Tusi,
bu yıllarda Kuhistan’ın yeni İsmaili valisi Qa’in kalesinde bir bilge olarak
hizmet etmeye başladı. Tusi burada ürettiği eserler arasından İslami ahlak
felsefesi ve Yeni Platonculuğun sentezi olan “ Ahlak-ı Nasır” isimli eseri
yazdı. Daha sonra Alamut’a çağrıldı. Artık Alamut kütüphanesinin zengin
kaynaklarından faydalanıp diğer âlimlerle çalışıyordu. Sonraki yirmi sene,
Tusi’nin hayatının en verimli zamanlarıydı. Bu süre içinde çok sayıda
matematik, felsefe, astronomi ve uygulamalı bilimler ile ilgili eser yazdı. Bu
eserlerin çoğu Alamut dışında da okuyucu kitlesi bulduğu için günümüze kadar
ulaşmıştır. Hatta bazıları şuanda da ders olarak okutulmaktadır. Tusi, İsmaili
öğretisini kapsamlı bir şekilde felsefi olarak anlattığı “Rawda-yi taslim”
isimli eseri ortaya koymuştur. Nasiruddin Tusi, İsmaililer’in kültürel ve
düşünsel hayatının önemi ve bilginin ilerlemesinde Alamut’un rolünden
bahsetmiştir[608].
Bâtınîler,
aydın ve düşünürlerden oluşan bir halkayı çevresinde toplamıştır. Bilim adamı
olan İbn-i Sina’nın da Bâtınî olduğu söylenmektedir[609].
İsmaililik, 9. Yüzyıldan 11. Yüzyıla kadar İslam dünyasında bir güç haline
gelmiş, dönemin bilim adamı ve filozofu olan İbn Sina gibi birinin dahi
sempatisini kazanmışlardır. 12. ve 13. Yüzyılda ise bu durumdan eser
kalmamıştır[610]. 11.
Asrın ilk yılları sırasında farklı bir geleneğe bürünmüş, İslam düşüncesine
tesir eden filozoflar tarafından skolastik kelamı da içene alarak en üst
düzeyde birçok yüzyıl boyunca temsil edilmiştir. Bu filozofların başında İbn-i
Sina bulunmaktadır. İbn Sina babasının nasıl İsmailiyye mezhebine girdiğini,
kardeşinin ve babasının İsmailiyye mezhebi fikirlerine sadık olarak nasıl
bilimsel ve felsefi soruları münazara ettiğini aktarmaktadır. Onlar İbn-i
Sina’yı İsmailiyye mezhebine bağlı olarak tartışmalara katılmaya çağırmış fakat
o bu ekolün fikirlerini benimsemeye kendisini eğimli görmemiştir. Bundan daha
çok o, İslam’da Farabi’nin temsil ettiği Meşşai felsefesine meyletmiştir.
Gerçekte onun etkilendiği kişiler Aristo ve Farabidir. İbn Sina’nın felsefesine
göre İlah aşkın bir varlık değil, zorunlu varlık (Vacibu’l-Vücud) olarak
açıklanmıştır. Onun İlahın varlığına ilişkin olarak ortaya koyduğu delil,
âlemin mutlak imkanlılığı, İlahın birlik olma ihtiyacı ve zorunlu sebep
olmasıdır. İbn Sina İlah’ı aslında bir akıl, akleden ve akledilebilen (akl,
‘akil, ma’kûl) olarak açıklamıştır. Bu taraftan bakıldığında İbn Sina’ya göre
İlah, tinsel âlemin prensiplerine benzer bir varlık vaziyetindedir. İbn Sina bu
prensipleri saf akıllar olarak açıklamıştır. Felsefe geleneği fikrini onaylamak
suretiyle İbn Sina İlah’ı ilk sebep olarak belirlemiştir. Bir’in ancak Bir’den
sudur edip varlığını sürdürdüğüne dâir görüşü onaylamak suretiyle o, İlah!ın
ilk aklı iradî olarak değil de zorunluluk dolayısıyla kendisinden sudur
ettiğini söylemiştir. İlah!ın akledilebilir olduğuna dâir düşüncesinden dolayı
o aynı zamanda İlahın tabiatı, sıfatları ve tinsel âlem hakkında dini simgelere
başvurmamış, büsbütün saf akıl kavramlarını kullanmıştır. Onun teolojisi birçok
konuda tartışılsa da, Mu’tezile’nin kelamına benzemektedir. İbn Sina’ya göre
aklın ilahi bilgiye ulaşmasında nebevi bir rehbere gerek yoktur. Bunun için
onun felsefesinde peygamberlerin bilgisi insan aklının bilgisi gibi, faal
akıldan gelmektedir. Bununla beraber peygamberlerin bu faal akılla bağlantıları
insanlara göre daha sıkı olduğundan doğrudan olup evrenseldir. Peygamberler
insanların kalplerine ağır gelen faal akıldan gelen bilgiyi resim ve simgelere
çevirme yeteneğine sahiplerdir. Buna karşın kelam sistemi peygamberlerin
ulaştığı bu bilgiye mecâzi olmayan gerçek kavramlarla ulaşabilmektedirler. İbn
Sina’nın felsefi öğretisinde gerçek anlamda kendisini ortaya çıkaran kuvvetli
ve düzenli rasyonel metaforlar, onun İsmaili peygamber anlayışıyla epey farklı
bir şekilde karşı karşıya gelmesine sebep olmuştur. Bununla beraber İsmaili
açısından onun bu görüşüne karşın bir asrın üzerinde bir zaman diliminde
doğrudan tartışma ve itiraz içeren bir reddiye olduğuna dâir bir haberle
karşılaşılmamaktadır. Nasır-ı Hüsrev, 1073 yılında yazdığı “Kitabu Camiu’l-Hikmeteyn”
isimli yapıtında çift boyutlu yönden durmuştur. Bu ikisinin, doğrudan İbn Sina
ve Meşşai filozoflarını belirtmeden, Yunan felsefesi ve İsmaili kelamı olduğunu
öne sürmüştür. Bununla beraber nebevi Kutsal Kitabın İsmaili Teolojisini onayladığına
işaret etmiştir. Bir zaman sonra insan aklının ilahi yardım almış bir öğretmene
olan gereksinimi ortaya çıkmıştır. Bu aklın eksikliği İsmailiyye fırkalarından
Nizarilerin kurucusu Hasan Sabbah’a isnat edilen bir eserin dördüncü kısmında
(Fusul-i Erbaa) yeniden büyük bir istekle ancak bunaltıcı bir delillendirme
yöntemiyle çözümlenmiştir. Şehristani’nin ismaili doktrinini sunuşu büyük Şiî
filozofu ve astronomi bilgini Nasreddin et-Tusi’nin geçici olarak İsmaili
mezhebini benimsemesinde etkili olmuştur. Bir otobiyografisinde bahsedildiğine
göre Tusi, Şehristani’yi İsmaili unvan olan dâ’i’d-du’ât olarak
isimlendirmiştir. Şehristani’nin kendi babasının ve amcasının hocası olduğunu,
ayrıca onun hocası olarak babasının kendisine insanlığın dini ideolojik ve inancını
öğrettiğini söylemiştir. Tusi yine felsefe ve kelam okuduktan sonra insan
aklının pasif durumdan faal duruma ancak mükemmel aklı olan ve ilahi yardım
alan bir öğretmenin tesir etmesi ve desteğiyle varabileceği fikrine sahip
olduğundan bahsetmektedir. O bu öğretmeni İsmaililiğe girerek bulacağını
ummaktadır. Bununla beraber Tusi sonraki zamanlarda İsmaili görüşünden
vazgeçmiş, dolayısıyla da İbn Sina felsefesinin en mühim yorumcuları ve
temsilcileri arasında kendine yer bulmuştur. O bundan dolayı Şehristani’nin İbn
Sina’ya yaptığı eleştirilere karşılık yazdığı eserlerde İbn Sina’nın
haklılığını ortaya koymaya çalışmaktadır. Tusi, öne sürdüğü argümanların
tamamıyla akla dayanmakta olduğunu, Şehristani’nin atıfta bulunduğu kutsal
Kitap delili ve “peygamberlerin normunun” akli tartışmalarda önemsiz olduğunu
vurgulamaktadır. Nasıreddin et-Tusi, Tecridu’l-Akâid isimli eserinde İbn-i Sina
felsefesi ile İmamiyye Şiasının temel esaslarını kombine ederek kendi
felsefesini kurmuş ve skolastik kelama büyük ve kalıcı bir etkide bulunmuştur[611].
Ali
Ebu’l Hasan Şazeli, İbn sina gibi filozoflara karşı muhalefet etmişti. İbn sina
İlahi tesirin insana ulaşması için hiçbir aracıya gerek olmadığını ifade
etmişti. Şazeli ise sadece Muhammed de değil ondan önceki peygamberlerde de
aracı şahsiyetlerin bulunduğu gibi onlardan sonra da bu gibi aracı kimselerin
farklı şekillerde ortaya çıkabileceğini iddia etmiştir[612].
Fahreddîn
er-Râzî Bâtınîlerle ilgili şöyle demiştir: "Bunların maksadı şeriatı
(İslâm'ı) iptal ve yaratıcıyı nehy etmektir. Dinlerden hiçbirisine ve kıyamete
inanmaz, inanmadıkları gibi bunu da açıklamazlar”. Bundan dolayı da Müslüman
âlimler onların inançlarını kınamış ve kendilerini yermiştir[613].
Bâkıllânî’nin,
İmamiyye Şîasından Şeyh Müfid ile (413/1022) farklı konularda münazaralar
gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Bu tartışmaların bazı bölümleri Şeyh Müfid
tarafından Meseletün Uhra fi’n-Nass ala Ali (as) adlı risale
aracılığıyla aktarılmış ve günümüze ulaşmıştır. Risalede Bâkıllânî’nin
Bâtınîlere karşı Keşfü’l-esrar ve hetkü’l- estar fi ’r-red ale’l-Bâtıniyye
adıyla müstakil bir eser yazdığı ve onun bu alanda kapsamlı bir şekilde yazılan
ilk eser olduğu tahmin edilmektedir. Bundan önce rivayet edilen tek eserin, İbn
Rizam’ın en-Nakz ale’l-Bâtıniyye adlı eser olduğu aktarılmaktadır.
Bâkıllânî’nin bu eserinin günümüze ulaşmadığı bilinmekteydi fakat son
zamanlarda, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesinde er-Red ale’l Ehva adı
altında Belhi’ye ait olan kayıtlı eserin aslında Bâkıllânî’nin Keşfü’l-Esrar’ı
olduğu tespit edilmiştir. Bu nüsha üzerine Arabistanda iki yüksek lisans
yapılmış ve eser hem incelenmiş hem de tahkik edilmiştir. Bakılani’nin
Bâtınîlerin güçlü olduğu bir dönemde yaşamış olması ve dönemin olaylarını
görmüş olması da onun reddiyesini birincil kaynak yapmaktadır. Bâkıllânî,
Bâtınîlerin kaynağını Seneviyye ve Mecusiler olarak görür. Bâkıllânî’nin, söz
konusu eserinde detaylıca ele aldığı başlıca konu, Bâtınîlerin tevil ve tefsir
anlayışları ile ayetlere yaptıkları tevillerdir. Onların tevillerine örnekler
vererek eleştirilerde bulunmuştur. Bâkıllânî’nin, eserin pek çok yerinde
“tevil” konusunu merkeze koyarak ona yönelik eleştiri yaptığı görülmektedir. O,
Bâtınîlerin şer’i esaslara yaptıkları tevillere de yer vermiş, abdest, namaz,
ezan vb. konuların tevillerini ayrı ayrı değerlendirmiştir. Bâkıllânî eserinde
Bâtınîlerin haşhaş kullandığına dair bilgiler de vererek bu konuda ayrıntılı
açıklamalar da yapmıştır. Bâkıllânî, davete kazandırılan insanlara, kendilerine
imam tarafından verildiğini söyledikleri çeyrek dirhem haşhaş tozu
içirildiğini, haşhaş kullanırken bazı ayetler okuduklarını, böylece acılardan
kurtulup nurlandıklarını, bunu kullananların da kaimlerinin kıyamında
yüzlerinin ak ve azaptan da korunmuş olacağını belirtmektedir. Onun eseri
kendisinden sonra gelenlere de kaynaklık etmiş olması bakımından önemlidir.
Bağdâdî, İbn Nedim, Gazâlî gibi alimler onun eserini görmüş ve özellikle
Bâtınîlerin tevilleri, şeriatın neshi gibi konularda Bâkıllânî’yi kaynak olarak
kullandıkları anlaşılmaktadır[614].
Asırlardır İslâm dünyası içinde faaliyet
gösteren fırkaların, grupların ve cereyanların adı olan Bâtınîlik, İslâm
dünyası içinde olumsuz etkiler bırakmıştır. Aklı ve bilimi inkâr ederek yerine
her şeyi te’vil eden masum imam anlayışını getirerek imâmetin arkasına
sığınılmış, tenasüh, ibaha, hulul ve mehdî gibi kavramları kullanarak dini,
ideolojilerine ve siyasî çıkarlarına alet eden insanlardan oluşan bir yapı
tesis edilmiştir[615].
İslam
öncesine dayanan Gnostik anlayış, Bâtınîliğin ortaya çıkmasında etkili bir unsur
olmuştur. İslam dünyasında Sünni- Şii ayrışmasından sonra Şiilik maskesi
altında varlığını sürdüren Bâtınîlik, dâiler vasıtasıyla propaganda
faaliyetlerinde bunmuşlardır. Bunun sonucundfa Fatımi Devletini kurmuşlar ve
İsmaililiği resmi mezhep olarak benimsemişlerdir.
Hasan
Sabbah, Batini anlayışı daha sistemli ve düzenli bir duruma getirerek yeni bir
teşkilat kurmuştur. Talimiye adını verdiği bu yeni davetle birlikte aklın tek
başına yetrli olamayacağını bundan dolayı da seçkin bir öğreticiye ihtiyaç olduğunu
belirtmiştir. Eğitim düzeyi ve aklı kullanma yeteneği yetersiz olan kişileri
şüpheye düşürerek propaganda faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bazı kaynaklar,
Bâtınîlerle ilgili hikayeler ortaya atarak onlara Haşhaşi ismini vermişlerdir.
Hasan Sabbah ve öğretisi hakkında genel olarak olumsuz bir bakış açısı
oluşmuştur.
Ehl-i
Sünnet, Bâtıni anlayışı İslam dışı bir cereyan olarak görmüştür. Bâtınîler,
te’vil konusunda ölçüsüz ve metotsuz bir yol izleyerek dinin emir ve
yasaklarını görmezden gelmişlerdir. Bâtınîler kendi liderlerini koşulsuz ve
sorgusuz bir şekilde benimsemişlerdir. Oysa Ehl-i Sünnet’e göre insanlar aklını
ve muhakeme gücünü kullanarak dini esasları yerine getirmektedirler. Ehl-i
Sünnet mensupları da dinin bâtınî yönüyle ilgilenmişler. Fakat Kuran ve
Sünnet’i esas alarak te’vil yöntemini uygulamışlardır.
Sünni
anlayışın savunuculuğunu üstlenen Büyük Selçuklu devleti ve Nizamü’l- Mülk de
Bâtınîlerle ilmi, fikri ve askeri mücadelelerde bulunmuşlardır. Fatımiler’in
kurdukları propaganda kurumlarına karşılık nizamiye medreseleri yapılarak Sünni
esaslar yayılmaya başlanmıştır.
Ehl-i
Sünnet mensubu olan İmam Gazali, Bağdadi gibi âlimler Bâtınîler’i çok şiddetli
bir şekilde eleştirerek onların çok tehikeli ve zararlı olduklarını eserler
yazarak belirtmişlerdir.
Ehl-i
Sünnet âlimlerinden olan Şehristani ve Fahraddin Razi ise Bâtınî olmakla
suçlanmıştır. Belki Onların Bâtınîliğe karşı bir yakınlığı olabilir ancak
Bâtınîlerin kendilerini ön plana çıkarmak ve şöhret bulmak için onları
kendilerindenmiş gibi göstermeleri de mümkün olabilir. Bu konu hakkında yeterli
ve kesin malumatlar olmadığından bu konu iyi araştırılması gerekmektedir.
Bâtınîlik,
salt bir fırkaya özgü bir özellik değil mezhepler ve fırkalar üstü bir olgudur.
İslam’ın temel ilkelerine ve ilahi mesajın ruhuna aykırı anlayış ve tercihleri
Allah’a rağmen Kuran’a söyletmeye çalışmak yanlış bir düşüncedir[616].
Ethem
Ruhi Fığlalı bu konuda şöyle demiştir ” Bâtınî toplumların kapalı olduğunu
fakat günümüzde bilginin kolay elde edilmesinden dolayı itikadi bir sorgulama
süreci olduğunu söylemiştir. günümüzde insanların astrologlara gitme, yoga,
meditasyon, fal baktırma gibi faaliyetlerde bulunmasının Bâtınîliğin değişik
tezahürleri olduğunu belirtmiştir”[617].
Bâtınîler’in
etkileri yüzyıllarca devam ederek birçok devlet üzerinde baskı unsuru
oluşturmuştur. Ortaya çıktıklarından beri sadece kendi bölgeleriyle sınırlı
kalmayıp birçok faaliyette bulunarak yayıldıkları bölgelerde de önemli izler
bırakmışlardır. Bâtınîlik Moğol istilasıyla fiilen yok edilmiş olmasına rağmen
ideolojileri halen devam etmektedir. Onlar savundukları iddialar ve
kullandıkları taktiklerle birçok devlet, mezhep ve örgütün ilham kaynağı olarak
günümüzde bile halen farklı isim ve kimlikle varlıklarını sürdürmektedirler[618].
Bâtınîlik bir zihniyet olup günümüzde de bu tür topluluk, cemaat ya da şahıslar
bulunmaktadır.
A.Müller,Zainab.Haşhaşiler:Onların İsminin Yeni Bir Yorumu
ve Politik Rolleri.http://www.symbolforschung.de/media/Volltexte/Die%c20Assassinen.pd1.
Adıgüzel,
Adnan(2014). Mehmet Şerefeddin Yaltkaya’nın Fatimiler Ve Hasan Sabbah Başlıklı
Makalesinin Sadeleştirilmesi, E-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, 187-222.
Akat,
Melih Ülkü (2007). Ezoterizm Ve Bâtınîlik Tarihi. İstanbul: Nokta Kitap.
Akbulut,
Ahmet ( 2018). Sahabe Dönemi İktidar Kavgası: Alevi Sünni AyrışmanınArka Planı.
Otto Yayınları.
Anıl,
Yaşar Şahin (2017). Hasan Sabbah Ve Alamut Terörü. İstanbul: Panama Yayıncılık.
Arayancan,
Ayşe Atıcı (2005). Büyük Selçuklu İmparatorluğunda Bâtıni Hareket: Hasan Sabbah
ile İlk Halefleri ve İran Nizârî İsmâilîleri (1090-1157). Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
Arayancan,
Ayşe Atıcı (2009). Nizârî İsmailîleri’nin Gelir Kaynakları. Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, 26, 231-245.
Arayancan,
Ayşe Atıcı (2016). Dağın Efendisi Hasan Sabbah Ve Alamut Nizari İsmailileri.
İstanbul: Yeditepe Yayınları.
Arı,
Firdevs (2015). Senkretik Bir Gelenek olarak Karmatilik. İstanbul Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
Ateş,
Ahmed (1954). Gazâli’nin “Bâtınîlerin Belini Kıran Deliller”i. “Kitab Kavâsım
al- Bâtıniya”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 23-54.
Ateş,
Süleyman (1975). İmamiyye Şia’sının Tefsir Anlayışı. Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 147-172.
Avcu,
Ali (2009). Fâtımi-Karmati İlişkisine Dâir Bazı Mülahazalar. Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 244-265.
Avcu,
Ali (2010). Karmatîler: Ortaya Çıkışları, Fikirleri, Edebiyatı Ve İslam
Düşüncesine Katkıları. Din bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 3, 199-246.
Avcu,
Ali (2013). Bir Ötekileşme Aracı Olarak İbaha: İsmaililik Örneği, E Makalat
Mezhep Araştırmaları Dergisi, 355-390.
Ay,
Zahide (2012). Ortaçağ İran’ında Ve Anadolu’sunda Şiilik İzlerinin Arka Planı:
Alamut Sonrası Nizari İsmailiği (13.-15 Yüzyıllar). İstanbul: Önsöz Yayıncılık.
Bulut,
Faik (2002). Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği.
İstanbul: Bertin yayınları.
Bulut,
Halil İbrahim (2011). Dünden Bugüne Siyasi- İtikadi İslam Mezhepleri Tarihi.
Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Bulut,
Halil İbrahim (2018). Yaltkaya’nın “Bâtınîlik Tarihi” Makalesi: Tahlil,
Değerlendirme Ve Neşir. E- Makalat Mezhep Arştırmaları Dergisi, 223-270.
Busse,
Heribert (1969). Chalif und Grosskönig. Beirut.
Candan,
Abdülcelil (2011). Müslüman Ve Mezhep: Bir Mezhebe Bağlanmanın Tahlili. Van:
Bilge Adamlar.
Cerrahoğlu,
İsmail (2014). Tefsir Tarihi. Ankara: Fecr Yayınları.
Cevizci,
Ahmet (1996). Felsefe Sözlüğü. Ankara: Ekin Yayıncılık.
Clarke,
Peter B. (2010). İsmâilîler: Bir Cemaat İncelemesi (Çev. Onur Kutlu Şentürk)
Tarih Okulu, 6, 187-201.
Corbin,
Henry (1986). İslam Felsefesi Tarihi Başlangıçtan İbn Rüşd’ün Ölümüne. (Çev.
Hüseyin Hatemi), İstanbul: İletişim Yayınları.
Coşkun,
Muhammed (2014). Mu’tezîlî-Şiî Kur’an Yorumu Açısından Emâli’l-Murtazâ
Çağatay,
Neşet; Çubukçu, İbrahim Agah (1965). İslam Mezhepleri Tarihi 1. Ankara
Üniversitesi Basımevi.
Çamuroğlu,
Reha (2005). Tarih, Heterodoks Ve Babailer. İstanbul: Kapı Yayınları.
Çubukçu,
İbrahim Agah (1967). Mezhepler, Ahlak Ve İslam Felsefesi İle İlgili Makaleler.
Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.
Daftary,
Farhad (2001). Muhalif İslamın 1400 yılı: İsmaililer Tarih Ve Kuram. ( Çev.
Ercüment Özkaya), Ankara: Rastlantı Yayınları.
Daftary,
Farhad (2008). Alamut Efsaneleri Sır Metinler. (Çev. Özgür Çelebi), Ankara:
Yurt- Kitap Yayınları,
Dalkılıç,
Mehmet (2005). Sembolik Anlatımın Siyasal Bir Araç Olarak İşlevselleştirilmesi
Ve Bâtınî Mezheplerde Gizli Dil. Din bilimleri Akademik Araştırma Dergisi,
2, 125142.
Dumanoğlu,
Mehmet (2007). Mezheplerin ortaya çıkış nedenleri Şia, Sünnilik, Alevilik.
Berikan Yayınevi.
ed-Deylemi,
Muhammed el-Hasan. Beyanu mezhebi’l-Bâtınîyye ve Butlanihi Menkûl Min Kavâidi
Akaidi Âl-i Muhammed. (Te’lif.: Muhammed el-Hasan ed-Deylemî), Mektebetü’l
-Mearif-Riyad.
Ekinci,
Abdullah (2005). Ortadoğu’da marjinal bir hareket: Karmatiler Ortadoğu’da ilk
sosyalist yapılanma. Ankara: Odak Yayınları.
El- Cüveyni, Imamu’l- Harameyn (2017),
Luma’u’l-Edille: Ehl-i Sünnet İnancın Delilleri, (Çev. Murat Serdar), Kayseri:
Kimlik Yayınları.
El-Bağdadi,
Abdülkahir (2001). Mezhepler Arasındaki Farklar (Çev. Ethem Ruhi Fığlalı),
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
el-Katib,
Ahmet (2015). Nedenleri Tarihte Kalmış Siyasi Ayrılık Sünnilik Şiîlik İslam
Birliği, İstanbul: Mana Yayınları.
Ess,
Josef Van (1991). Theologie und Gesellschaft im 2. Und 3. Jahrhundert, Band I.
Evkuran,
Mehmet (2005). Sünni Paradigmayı Anlamak/Bir Ekolün Politik ve Teolojik
Yapılanması. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Farhad
Daftary, Gazâli Ve İsmailiyye, (Çev. Naim Döner), E-Şarkiyat İlmi Araştırmalar
Dergisi, Cilt:8 Sayı:1 2016, s.527.
Fığlalı,
Ethem Ruhi (1993). Milletlerarası Tarihte Ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu.
İstanbul: İlmi Neşriyat.
Gazali,
İmam (1993). Bâtınîliğin İçyüzü ( Fedaihu’l- Bâtıniyye), (Çev. Avni İlhan),
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Gazâlî,
İmam (2017). Bâtınîlerin Belini Kıran Deliller (Kitab-ı Kavasimu’l- Bâtıniyye).
(Çev. Ahmed Ateş), İstanbul: Büyüyenay Yayınları.
Gazâlî,
İmam (2017). Te’vilin Temel İlkeleri (el- Kanunü’l- Külli fi’t- Te’vil). (Çev.
Şerafeddin Yaltkaya), İstanbul: Büyüyenay Yayınları.
Gener,
Cihangir (2007). Ezoterik Bâtınî Doktrinler. Ankara: Yurt Kitap Yayıncılık.
Glassen,
Erika (1972). Schah Ismâ‘îl I. und die Theologen seiner Zeit Sonderdrucke aus
der Albert-Ludwigs-Universitat Freiburg erschienen in: Der İslam 48.
Goldzieher,
Ignaz (1967) Beitrage zur Literaturgeschichte der Sî'â und der sunnitische
Polemik,
Gölpınarlı, Abdülbaki (1997). Türkiyede
Mezhepler Ve Tarikatlar. İstanbul: İnkılap Kitapevi.
Hakyemez,
Cemil; Yurtalan, Betül (2018). Mütekaddimun Eş’arîlerin Şiîlik Eleştirileri:
Bâkıllânî Örneği. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
57-72.
Halm,
Heınz (1988). Dıe Schıa.Darmstadt.
Hammadi,
Muhammet (2004). Bâtınîler Ve Karmatilerin İç Yüzü. (Çev. İsmail Hatib Erzen),
İstanbul: Sebil Yayınları.
Hançerlioğlu,
Orhan (1993). Düşünce Tarihi. İstanbul: Remzi Kitapevi.
Hizmetli,
Sabri (2001). Karmatiler. Diyanet İslam Ansiklopedisi, 24, 510-514.
Hodgson,
Marshall. G. S (1993). İslam’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve
Tarih.(Ed. Hasan Onat), İstanbul: İz yayıncılık.
Hüsrev,
Nasır-ı (1950). Sefername. ( Çev. Abdülvehab Tarzi), İstanbul: Milli Eğitim
Basımevi.
İlhan,
Avni (1992). Bâtıniyye. Diyanet İslam Ansiklopedisi, 5, 190-194.
Kaya,
İsmail (2017). Şia Ve Şiîlik. İstanbul: Elvan Yayınevi.
Kaya,
Pınar (2008). Büyük Selçuklular Döneminde Bâtınîler İle Yapılan Mücadeleler.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
Kaya,
Pınar (2014). Bâtınîlerin Ortaya Çıkışı, Temel Düşünce Yapıları Ve Büyük
Selçuklu Devletinin Kuruluş Yıllarında Ve Sultan Alp Arslan Zamanındaki İlk
Faaliyetleri. Tarih Okulu Dergisi, 7, 289-305.
Kaygusuz,
(2010). İsmail Nizari İsmaili Devletinin Kurucusu Hasan Sabbah Ve Alamut
Öğretisi, Tarihi Ve Felsefesi. İstanbul: Su Yayınları.
Kiraz,
Muhammed Nurullah (2018). Bâtınîlik ve Gazzali Eleştirisi. İstanbul: Erva
Kitap.
Kutluay,
Yaşar ( 2003). Tarihte Ve Günümüzde İslam Mezhebleri. Pınar Yayınları
Lockhart,
Laurence (2006). Hasan-ı Sabbah Ve Haşişiler. ( Çev. Süleyman Tülücü), Atatürk
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 26, 213-240.
Madelung,
Wilferd (2007). Eşari Öncesi Kelama Şii Ve Harici Katkı. (Çev. Süleyman Akkuş),
sakarya üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi, 161-184.
Madelung,
Wilferd (2010). Aspects of IsmailiTheology: The Prophetic Chainand The God
Beyond Being. The Institute of Ismaili Studies.
Melik
Aladdin, Ata Cüveyni (1998). Tarih_i Cihangüşa. (Çeviren Mürsel Öztürk),
Ankara: Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri.
Meşkur,
Cevad (2011). Mezhepler Tarihi Sözlüğü. (Çev. Mehmet Mehfuz Söylemez, Mehmet
Ümit, Cemil Hakyemez), Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Mevkıfu
Ibn Teymiya min Rafıda, (2004). Daru’l-Fadîle Abdullah b. İbrahim, Medine,
Külliye Da’ve: 1. Baskı,
Moqaddam,
Seyyed Mohammad Musavi; Ali Rad (2015). Isma’iliyyah and The Esoteric Exegesis
Of The Qur’an. The Social Sciences.
Mülk,
Nizamü’l (2009). Siyasetname.(Çev. Mehmet Taha Ayar), Los Angeles: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları.
Nasr,
Seyyid Hüseyin (2003). İslam, İdealler Ve Gerçekler, (Çev. Ahmet Özel),
İstanbul: İz Yayıncılık.
Ocak,
Ahmet (2002). Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092). İstanbul: Tarih Ve
Tabiat Vakfı Yayınları.
Ocak,
Ahmet Bir Terör Örgütü Olarak “Bâtınîlik” Ve Selçuklu Ülkesindeki Faaliyetleri,
Dini Araştırmalar Dergisi, 7, 163-178.
Onat, Hasan (1997). Şiiliğin Doğuşu
Meselesi (Birinci Hicri Asır). Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
79-117.
Öz, Mustafa (2014). Başlangıçtan Günümüze
İslam Mezhepleri Tarihi. İstanbul: Ensar Yayınları.
Özer, Mevlüt (2015). Kelam El Kitabı. (
Ed.: Şaban Ali Düzgün), Ankara: Grafiker Yayınları.
Öztürk, Mustafa (2016). Kuran Ve Aşırı
Yorum. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Poonawala,
İsmail K. (2003).Kuran’ın İsmaili Yorumu (Çev. Mustafa Öztürk), 19 Mayıs
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 16, 365-388.
Prof.Dr
Hasan Onat, http://www.hasanonat.net/index.php/58-
Tarih- bilgi-ve-bilincimiz-ne- kadar-sagl-kl (Erişim tarihi: 18.12.2018)
Ru’yetullah
ve Kaza-Kader Meselesi Örneği, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi,
43-68.
Rudolph, Ulrıch (2017), Mâturidi
Semerkant’ta Ehl- Sünnet Kelamı, (Çev. Özcan Taşçı), İstanbul: Litera
Yayıncılık.
Sallabi, Ali Muhammet (2016). Doğuşundan
Günümüze Şiilik Ve Rafizilik. İstanbul: Ravza Yayınları.
Schmidtke, Sabine (1994).Al-Allâma al-Hillî
and Sch’ite Mu’tazilite Theology: Zeitschrift für islamisch. iranische Kultur,
10-15.
Şahin, Emin (1990). 105 Soruda Mezhepler.
Sabah Yayınları.
Şahin, Hanefi (2016). Şiîlerin Gözüyle
Sünniler. İstanbul: Mana Yayınevi.
Şahin,
Hanifi (2012). İbn Teymiyye’nin Şii Karşıtlığında Bazı Parametreler. Ekev
Akademi Dergisi, 51, 133-146.
Şehristani
(2015). El- Milel Ve’n-Nihal: Dinler, Mezhepler ve Felsefi Sistemler Tarihi.
(Çev. Mustafa Öz), İstanbul: Litera Yayıncılık.
Taftazani
(1980). Kelam İlmi Ve İslam Akaidi Şerhu’l Akaid. ( Haz.:Süleyman Uludağ),
İstanbul: Dergah Yayınları.
Tan,
Muzaffer (2009). Erken Dönem İsmaililik Ve Temel Görüşleri. Ekev Akademi
Dergisi, 39, 73-86.
Tan,
Muzaffer (2012). İslam Mezhepleri Tarihi El Kitabı. (Ed.: Hasan Onat, Sönmez
Kutlu), Ankara: Grafiker yayınları.
Topaloğlu,
Bekir (2012). Kelam İlmine Giriş. İstanbul: Damla Yayınevi.
Tuğ,
Danışman Nafiz (1957). Eş’arilik Neden Batiniliğe ve Hulule Karşı Cephe
Almıştır? Doğuş Limeted Şirketi Matbaası, 135-152.
Türer,
Osman (2017). Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi. İstanbul: Ataç Yayınları
Uludağ,
Süleyman (2002). İslam’da İnanç Konuları ve İtikadi Mezhepler. İstanbul:
Marifet Yayınları.
Willey,
Peter (2017). Alamut Kalesi. (çev. Gökçe Müderrisoğlu Aktaş), İstanbul: Yakamoz
Yayınları.
Yavuz,
Yusuf Şevki (1994).Ehl-i Sünnet. Diyanet İslam Ansiklopedisi,10, 525-530.
Yazar,
İlyas (2017). Prof. Dr. Recep Yıldırım’a Armağan. (Haz.: Pınar Pınarcık, Bilcan
Gökçe, Mehmet Salih Erkek, Sena Çoşğun Kandal), Ankara: Bilgin Kültür Sanat
Yayınları
Yetik,
Zübeyir (1990). İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler. İstanbul: Beyan yayınları.
Yılmaz,
Remziye (2016). Geçmişten Günümüze Bâtınî Etkisi. Uluslararası Tarih Ve Sosyal
Araştırmalar Dergisi,16, 225-240.
Yörükan,
Yusuf Ziya (2009). Müslümanlıkta Dini Tefrika: İslam Tarihinde Ortaya Çıkmış
Ayrılıkçı Görüşler, (Der. :Türkan Turgut, Turhan Yörükan). Ötüken Neşriyat.
[1] Pınar Pınarcık vd. (Haz), Prof. Dr. Recep
Yıldırım’a Armağan, Bilgin Kültür Sanat Yayınları, Ankara 2017, s.287.
[2] Hanefi Şahin, Şiilerin Gözüyle Sünniler, 1.
Basım, Mana Yayınevi, İstanbul 2016, s. 38.
[3] Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası,
s.14.
[4] Ahmet Akbulut, a.g.e. , s.17.
[5] Prof.Dr Hasan Onat, http://www.hasanonat.net/index.php/58-
Tarih- bilgi-ve-bilincimiz-ne-kadar-sagl-kl (Erişim tarihi: 18.12.2018)
[6] A.g.e. , s.39.
[7] A.g.e. , s.36.
[8] A.g.e. , s.41.
[9] Hanifi Şahin, a.g.e. , s.35-36.
[10] Hanifi Şahin, a.g.e. , s.49.
[11] Hanifi Şahin, a.g.e. , s.40.
[12] Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anlamak: Bir
Ekolün Politik ve Teolojik Yapılanması, 1. Basım, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara 2005, s. 83.
[13] Mehmet Evkuran, a.g.e. , s. 84.
[14] Hanifi Şahin, a.g.e. , s.37.
[15]Ignaz Goldzieher, Beitrâge zur
Literaturgeschichte der Sî'â und der sunnitische Polemik, 1967, s.265.
[16] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.264.
[17] Peter Willey, Alamut Kalesi, (çev. Gökçe
Müderrisoğlu Aktaş), Yakamoz Yayınları, İstanbul 2017, s.15.
[18] Hanifi Şahin, a.g.e. , s.235.
[19] Hanifi Şahin, a.g.e. , s.236.
[20] Peter Willey, a.g.e. , s.15.
[21] Mustafa Öztürk, Kuran ve Aşırı Yorum, 4. Basım,
Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2016, s.470.
[22] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.473.
[23] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.471.
[24] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s. 475.
[25] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s. 474.
[26] İsmail Kaya, Şia ve Şiilik, 3.Basım, Elvan
Yayınevi, İstanbul 2017, s. 8-9.
[27] Ahmet el Katib, Sünnilik Şiilik, Mana
Yayınları, İstanbul 2015, s. 24.
[28] Ahmet el Katib, a.g.e. , s. 25.
[29] Hanifi Şahin, a.g.e. , s. 40.
[30] Ahnet el Katib, a.g.e. , s.22.
[31] Ahmet el Katib, a.g.e. , s.9.
[32] Ahmet el Katib, a.g.e. , s.7.
[33] Cemil Hakyemez, “ Ehl-i Sünnet’in Şiilik
Algısı Ve Temel Etkenler'”, e-makâlât Mezhep Araştırmaları Dergisi, 2013
s.174.
[34] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.261.
[35] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.262.
[36] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.263.
[37] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s.173.
[38] Ahmet el Katib, a.g.e. , s.21.
[39] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s.178.
[40] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s.174-176.
[41] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.289.
[42] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.290.
[43] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.291.
[44] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.293.
[45] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s. 180.
[46] Ignaz Goldziher, a.g.e. , s.298.
[47] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.299.
[48] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.305.
[49] Hanifı Şahin, a.g.e. , s.92.
[50]Ahmet el Katib, a.g.e. , s.67.
[51] Ali Muhammet Sallabi, Şiilik ve Rafizilik,
Ravza Yayınları, İstanbul 2016, s.241.
[52] Hanifi şahin, a.g.e. , s.93.
[53] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.265.
[54] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.273.
[55] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.274.
[56] Ahmet el Katib, a.g.e. ,s.113.
[57] Ali Muhammet Sallabi, a.g.e. , s.241.
[58] Hanifı Şahin, a.g.e. , s.29.
[59] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.277.
[60] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.278.
[61] Ignaz Goldzieher, a.g.e. ,s.279.
[62] Ahmet el Katib, a.g.e. , s.114.
[63] Ahmet el Katib, a.g.e. ,s.116.
[64] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s.189.
[65] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.279.
[66] Cemil Hakyeme, a.g.e. ,s.189.
[67] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.280.
[68] Ignaz Goldzieher,a.g.e. , s.281.
[69] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.274.
[70] Ignaz Goldzieher, a.g.e. , s.275.
[71] Ignaz Goldziher,a.g.e. , s.276.
[72] Ignaz Goldzieher, a.g.e. ,s.277.
[73]Gökçe Müderrisoğlu Aktaş,
a.g.e. , s.16
[74] Hanifi Şahin, a.g.e. , s.77
[75] Ahmet el Katib, a.g.e. ,s.65
[76] Hanifı Şahin, a.g.e. , s.79
[77] Hanifi Şahin, a.g.e. ,s.83
[78] Mehmet Evkuran, a.g.e. , s.82
[79] Hanifi Şahin, a.g.e. , s.113
[80] Hanifi Şahin, a.g.e. , s.44.
[81] Hanifi Şahin, a.g.e. , s. 163.
[82] Hanifi Şahin, a.g.e. , s. 165.
[83] Musatafa Öztürk, a.g.e. ,s.475.
[84] Hanifı Şahin, a.g.e. , s.208.
[85] İsmail Kara, a.g.e. , s. 142.
[86] Ali Muhammet Sallabi, a.g.e. , s.287-293.
[87] Hanifı Şahin, a.g.e. , s.280.
[88] Pınar Pınarcık vd. (Haz.), a.g.e. , s. 287.
[89] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.87.
[90] Muhammed Nurullah Kiraz, Bâtınîlik ve Gazzali
Eleştirisi, Erva Kitap, İstanbul 2018, s.17.
[91] Ayşe Atıcı Arayancan, Dağın efendisi Hasan
Sabbah ve Alamut “Nizari İsmailileri”, Yeditepe yayınları, İstanbul 2016, s.9.
[92] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, 1. Basım, Ekin
Yayıncılık,Ankara1996, s.65.
[93] Ayşe Atıcı Arayancan, Büyük Selçuklu
İmparatorluğunda Bâtıni Hareket: Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran Nizârî
İsmâilîleri, (1090-1157), Ankara 2005, s.2.
[94] Ayşe Atıcı Arayancan, '“Nizari
İsmaililerinin Gelir Kaynakları'”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, s.233.
[95] Yaşar Şahin Anıl, Hasan Sabbah ve Alamut
Terörü, 2.Basım, Panama Yayıncılık, 2017, ss.115-118.
[96]Abdullah Ekinci, Ortadoğu’da
Marjinal Bir Hareket: Karmatiler (Ortadoğu’da ilk sosyalist yapılanma), odak
yayınları, Ankara 2005, s. 23.
[97] Mustafa Öztürk, a.g.e. , ss.23-24.
[98] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s. 56.
[99] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s. 87.
[100] Halil İbrahim Bulut, Dünden Bugüne Siyasi-
İtikadi İslam Mezhepleri Tarihi, 1. Basım, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2011,
s. 198.
[101] Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlıkta Dini Tefrika:
İslam Tarihinde Ortaya Çıkmış Ayrılıkçı Görüşler, (Der. Türkan Turgut, Turhan
Yörükan), Ötüken Neşriyat, 2009, s.97.
[102] Ahmet Cevizci, a.g.e. ,s.65.
[103] Cevad Meşkur, Mezhepler Tarihi Sözlüğü, (çev.
Mehmet Mehfuz Söylemez, Mehmet Ümit, Cemil Hakyemez), 1. Basım, Ankara Okulu
Yayınları, Ankara 2011, s.74.
[104] Mustafa Öztürk, a.g.e. ,s.214.
[105] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.279.
[106] Ayşe Atıcı Arayancan, 2005, a.g.e. ,
ss.145-148.
[107] Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiyede Mezhepler Ve
Tarikatlar, Inkılap Kitapevi, ss. 115-116.
[108] Pınar Pınarcık vd. (Haz.), a.g.e. ss.
290-291.
[109] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e. , s. 129.
[110] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e. , s. 128.
[111] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.199.
[112] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. ,s.241.
[113] Neşet Çağatay İbrahim Agah Çubukçu,
İslam Mezhepleri Tarihi 1, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1965.
[114] Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi
Başlangıçtan İbn Rüşd’ün Ölümüne, (Çev. Hüseyin Hatemi), İletişim Yayınları,
Cilt:1, İstanbul 1986, s. 180.
[115] Cevad Meşkur, a.g.e. , s.76.
[116]Abdülkadir El-Bağdadi,
Mezhepler Arasındaki Farklar, (çev. Ethem Ruhi Fığlalı), Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, s.228.
[117] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e. , s.132.
[118] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. , s.167.
[119] Şehristani, El- Milel Ve’n-Nihal- Dinler,
Mezhepler ve Felsefi Sistemler Tarihi, (Çev. Mustafa Öz), İstanbul 2015, Litera
Yayıncılık, İstanbul 2015, s.258.
[120] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. ,ss.198-201.
[121] Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e. , s.222.
[122] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. , s.171-175.
İmam Gazali, Bâtımlığın İçyüzü (
Fedaihu l- Bâtımyye), (Çev. Avni İlhan), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara 1993, s.23.
[124] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.346.
[125] Imamu’l- Harameyn El- Cüveyni, Luma’u’l-Edille Ehl-i Sünnet
İnancın Delilleri, (Çev. Murat Serdar), 3. Baskı, Kimlik Yayınları, Kayseri
2017, s.48.
[126] Neşet Çağatay, İbrahim Agah Çubukçu,
a.g.e. , s.77.
[127] Mustafa Öz, a.g.e. , s.256.
[128] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s.129.
[129] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. ,s. 193.
[130] Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e. ,
ss.237-238.
[131] Mehmet Dalkılıç, “Sembolik Anlatımın Siyasal
Bir Araç Olarak işlevselleştirilmesi Ve Bâtınî Mezheplerde Gizli Dil””, Din
bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, Sayı: 2, 2005, s.130.
[132] Mehmet Dalkılıç, a.g.e. , s. 138.
[133] Mustafa Öztürk, a.g.e. , ss.436-437.
[134] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. ,
ss.181-182.
[135] Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, 65. Baskı,
Remzi Kitapevi, İstanbul 1993, s.169.
[136]Seyyed Mohammad Musavi
Moqaddam and Ali Rad The Social Sciences, Isma’iliyyah and The Esoteric Exegesis
Of The Qur’an, 10 (8): 2015, s.2127.
[137] Faik Bulut, Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan
Sabbah Gerçeği, Berfin yayınları, İstanbul 2002, s.29.
[138] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. ,s.216.
[139] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. ,s.138.
[140] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.270.
[141]Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e.
,s.230.
[142]Muhammed el-Hasan ed-Deylemi,
Beyanu mezhebi’l-Bâtınîyye ve Butlanihi Menkûl Min Kavâidi Akaidi Âl-i
Muhammed-Te’lif: Muhammed el-Hasan ed-Deylemî-Mektebetü’l-Mearif-Riyad, s.4.
[143] Şaban Ali Düzgün ( Ed.), Kelam El Kitabı, 4.
Baskı, Grafiker Yayınları, Ankara 2015, ss.95-98.
[144] Mehmet Evkuran, a.g.e, ss.89-90.
[145] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s. 185.
[146] Mehmet Evkuran, a.g.e. , ss.97-101.
[147] Yusuf Şevki Yavuz, Ehl-i Sünnet, Türkiye
Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 10, 1994, ss. 525-529.
[148] Bekir Topaloğlu, Kelam İlmine Giriş,
Damla Yayınevi, İstanbul 2012, ss.109-110.
[149] Bekir Topaloğlu, a.g.e. ,ss.240-243.
[150]Farhad Daftary, Muhalif
İslamın 1400 yılı İsmaililer Tarih ve Kuram, ( Çev. Ercüment Özkaya), 1. Basım,
Rastlantı yayınları, Ankara 2001, s.27.
[151] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.49.
[152] Faik Bulut, a.g.e. , s.28.
[153] Pınar Pınarcık, a.g.e. . s. 288.
[154]Muhammed el-Hasan ed-Deylemi,
a.g.e, S.3.
[155] Halil İbrahim Bulut, “Yaltkaya ’nın
-Bâtınîlik Tarihi- Makalesi: Tahlil, Değerlendirme Ve Neşir” . E- Makalat
Mezhep Arştırmaları Dergisi, 2018, s.240.
[156] Halil İbrahim Bulut, a.g.e. ,s.235.
[157] Avni İlhan, Bâtıniyye, Türkiye Diyanet İslam
Ansiklopedisi, Cilt: V, s.191.
[158] Mustafa Öztürk, a.g.e, s.33.
[159] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. ,s. 116.
[160] Halil Işılak, “ismâilîlik ve Bâtınî
Zihniyet ÇalıştayT, Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
yıl:1, sayı:2, 2014, s.114.
[161] A.g.e. , s.115.
[162] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.180.
[163] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.150.
[164]Mustafa Öz, Başlangıçtan
Günümüze İslam Mezhepleri Tarihi, 3. Baskı, Ensar Yayınları, İstanbul 2014,
s.168.
[165]Muhammed el-Hasan ed-Deylemi:
Beyanu mezhebi’l-Bâtınîyye ve Butlanihi Menkûl Min Kavâidi Akaidi Âl-i
Muhammed, Mektebetü’l-Mearif-Riyad, s.4.
[166]Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e.
,s.219.
[167] İbrahim Agah Çubukçu,
Mezhepler, Ahlak Ve İslam Felsefesi İle İlgili Makaleler, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1967, s.38.
[168]Avni İlhan, a.g.e, s.192.
[169] Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e. , s.221.
[170] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s.98.
[171] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e, s. 107.
[172]Muhammed el-Hasan ed-Deylemi,
a.g.e. , s.4
[173] Bekir Topaloğlu, a.g.e. ,s.240.
[174] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.150.
[175] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , S.151.
[176] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , ss.151-152.
[177] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.153.
[178] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.154.
[179] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.159.
[180] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.160.
[181] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , ss.163-164.
[182] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.173.
[183] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.180.
[184] Emin Şahin, 105 Soruda Mezhepler,
Sabah Yayınları, s.62.
[185]Heınz Halm, Dıe Schıa,
Darmstadt 1988, s.203.
[186] Heinz Halm, a.g.e. , ss.215-216.
[187] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.65.
[188] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.66.
[189]Yaşar Kutluay, Tarihte Ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, Pınar Yayınları, s.129.
[190] Yaşar Kutluay, a.g.e. , s.130.
[191] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.69.
[192] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s. 111.
[193] Mustafa Öztürk, a.g.e, , s.71.
[194] Cihangir Gener, Ezoterik Bâtınî Doktrinler, 12
baskı, Yurt Kitap Yayıncılık, Ankara 2007, s.212.
[195]Pınar Pınarcık, a.g.e. , s.288.
[196] Pınar Kaya, Büyük Selçuklular
Döneminde Bâtıniler İle Yapılan Mücadeleler, İstanbul 2008.
[197] Avni İlhan, a.g.e. , s. 194.
[198] Pınar Kaya, “Bâtınilerin Ortaya
Çıkışı, Temel Düşünce Yapıları Ve Büyük Selçuklu Devletinin Kuruluş Yıllarında
Ve Sultan Alp Arslan Zamanındaki İlk Faaliyetleri”, Tarih Okulu Dergisi
Yıl:7, s.290.
[199] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, 6.Baskı, Fcr
Yayınları, Ankara 2014, s.709.
[200] Remziye Yılmaz, “Geçmişten Günümüze Bâtınî
Etkisi”, Uluslararası tarih ve sosyal araştırmalar dergisi, sayı:16, 2016,
s.225.
[201] Pınar Kaya, a.g.e. ,s.1.
[202] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e, S.140.
[203] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e. ,s.121.
[204] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.38.
[205] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.116.
[206] Pınar Pınarcık, a.g.e. , s. 291.
[207] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s. 190.
[208] Pınar Kaya, a.g.e. i, s.294.
[209] Ahmet Ocak, Selçukluların Dini Siyaseti
(1040-1092), Tarih Ve Tabiat Vakfı Yayınları, İstanbul 2002, s.231.
[210] Muhammet Hammadi, Bâtıniler Ve Karmatilerin İç
Yüzü, (Çev. İsmail Hatib Erzen), Sebil Yayınları, s.49.
[211] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.326.
[212] İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. , s.57.
[213] Bekir Topaloğlu, a.g.e. , s.234.
[214] Bekir Topaloğlu, a.g.e. , ss.238-239.
[215]Muhammed el-Hasan ed-Deylemi,
a.g.e. , s.3.
[216] Heinz Halm, a.g.e. , s.200.
[217]Muhammed el-Hasan ed-Deylemi,
a.g.e. , s.4.
[218] Cihangir Gener, a.g.e. , s.22.5
[219] Cihangir Gener, a.g.e. , s.226.
[220] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.28.
[221] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s. 126.
[222] Ercüment Özkaya, a.g.e. , s.264.
[223] İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. , s.55.
[224] Heinz Halm, a.g.e. , s.202.
[225] Heinz Halm, a.g.e. , s.203.
[226] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s.130.
[227] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s.131.
[228] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s. 129.
[229] İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. , s.38.
[230] İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. , s.39.
[231] Ayşe Atıcı Arayancan, Dağın Efendisi Hasan
Sabbah Ve Alamut” Nizari İsmailileri” Yeditepe Yayınları İstanbul 2016, s.223.
[232] Ayşe Atıcı Arayancan, a.g.e. , s.225.
[233] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. , s.283.
[234] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.185.
[235] Pınar Kaya, a.g.e. , s.5.
[236] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e, s.256
[237] Pınar Kaya, 2008, a.g.e. , s. 11.
[238] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s. 279.
[239] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.280.
[240] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.281.
[241] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s.119.
[242] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s. 123.
[243] Heinz Halm, a.g.e. , s.201.
[244] Faik Bulut, a.g.e. , s.28.
[245]Seyyed Mohammad Musavi
Moqaddam and Ali Rad The Social Sciences, a.g.e. , s.2125.
[246] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.204.
[247] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s. 118.
[248] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s. 124.
[249] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s. 130.
[250] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.12.
[251] Bekir Topaloğlu, a.g.e. , s.243.
[252] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, 1. Basım, Ekin
Yayıncılık, Ankara 1996, s.66.
[253] Pınar Pınarcık ( Haz.) , a.g.e. , ss.289-290.
[254] Reha Çamuroğlu, Tarih, Heterodoks Ve Babailer,
5. Baskı, Kapı Yayınları İstanbul 2005, s.122.
[255]Seyyed Mohammad Musavi
Moqaddam and Ali Rad, a.g.e. , s.2127.
[256] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.20.
[257] Nasır-ı Hüsrev, Sefername, ( Çev. Abdülvehab
Tarzi), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1950, s. xxıv
[258] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.213.
[259] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.496.
[260] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.243.
[261] Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e. , s.229.
[262] Cevad Meşkur, a.g.e. , s.74.
[263] İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. , s.38.
[264] İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. , s.57.
[265] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e. , s.131.
[266] Ahmet Cevizci, a.g.e. , s.65.
[267] Pınar Kaya, a.g.e. , s.6.
[268] Ayşe Atıcı Arayancan, a.g.e. , s.177-178.
[269] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s. 106.
[270] Bekir Topaloğlu, a.g.e. , s.244.
[271] Hüseyin Hatemi, a.g.e. , s.76.
[272] Mustafa Öztürk, a.g.e, s.421.
[273] Mustafa Öztürk, a.g.e, s.231.
[274] Mustafa Öztürk, a.g.e, s.233.
[275] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.239.
[276] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.240.
[277] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.492.
[278] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e. , s. 124.
[279] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.20.
[280] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.404.
[281] Şaban Ali Düzgün ( Ed.), a.g.e. , s.50.
Ethem Ruhi Fığlalı, Milletlerarası Tarihte Ve Günümüzde
Şiilik Sempozyumu. İstanbul: İlmi Neşriyat, İstanbul 1993, s.34.
[283] Hasan Onat, ““Şiiliğin
Doğuşu Meselesi (Birinci Hicri Asır)”. Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 1997, s.80.
Mehmet Dumanoğlu, Mezheplerin
ortaya çıkış nedenleri Şia, Sünnilik, Alevilik, 1. Baskı, Berikan yayınevi,
2007, s.74.
[285] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.116.
[286] Osman Türer, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi,
4.Baskı, Ataç yayınları İstanbul 2017.
[287] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.189-190.
[288] Zahide Ay, Ortaçağ İran’ında Ve Anadolu’sunda
Şiilik İzlerinin Arka Planı: Alamut Sonrası Nizari İsmailiği (13.-15
Yüzyıllar), 1. Baskı, Önsöz Yayıncılık, İstanbul 2012, s.21.
[289] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.189.
[290] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.191.
[291] Mehmet Dumanoğlu, a.g.e. , s.76.
[292] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.192.
[293] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.191.
[294] Ercüment Özkaya, a.g.e. , s.405.
[295]Haneberg, Ali Ebu’l-Hasan
Şazeli-Zur Geschichte der nordafrikanischen Fatimiden und Sufi, Zeitschrift der
Deutschen Morgenlândischen Gesellschaft, Vol. 7, No. 1 (1853), s.21-22.
[296]Muhammed el-Hasan ed-Deylemi,
a.g.e. , s.2.
[297]Muhammed el-Hasan ed-Deylemi,
a.g.e. , s.4.
[298] Orhan Hançerlioğlu, a.g.e. , s. 170.
[299] Osman Türer, a.g.e. , s. 138.
[300]Seyyed Mohammad Musavi
Moqaddam and Ali Rad, a.g.e. , s.2125.
[301] Farhad Daftary, Gazzali Ve İsmailiyye, (Çev.
Naim Döner), E-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, Cilt:8 Sayı:1 2016, s.527.
[302] Halil İbrahim Bulut, Dünden Bugüne
Siyasi-İtikadi İslam Mezhepleri Tarihi, 1. Basım, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara 2011, 206.
[303] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.15-16.
[304] Naim Döner, a.g.e. , s.536.
[305] Gökçe Müderisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.19.
[306] Heınz Halm, a.g.e. , s.193.
[307] Muzaffer Tan, “Erken Dönem İsmaililik Ve
Temel Görüşleri", Ekev Akademi Dergisi Sayı:39, 2009, s.76
[308] A.g.e. , s.194.
[309] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.335.
[310]Wilferd Madelung, Aspects of IsmailiTheology: The
Prophetic Chainand The God Beyond Being, 2010, s.1
[311] Heınz Halm, a.g.e. , s. 198.
[312]Wilferd
Madelung, a.g.e. , s.2.
[313] Heınz Halm, a.g.e. , s. 195-196.
[314] A.g.e. , s.199-200.
[315] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.182-183.
[316] Wilferd Madelung, a.g.e. , s.3.
[317] Muhammet Ebu Zehra, a.g.e. , s.76.
[318] Seyyid Hüseyin Nasr, İslam, İdealler Ve
Gerçekler, (Çev. Ahmet Özel), 2. Baskı, İstanbul 2003, s. 169.
[319] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.18-19.
[320] Zahide Ay, a.g.e. , s.32.
32Zainab A.Müller,
Haşhaşiler,http://www.symbolforschung.de/media/Volltexte/Die%20Assassinen.pdf,
s.15.
[322] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.21.
[323] Zahide Ay, a.g.e. , s.26.
[324] İsmail Kaygusuz, Nizari İsmaili Devletinin Kurucusu Hasan Sabbah Ve
Alamut Öğretisi, Tarihi Ve Felsefesi,
2. Basım, Su Yayınları, İstanbul
2010, s.257.
[325] Peter B. Clarke, İsmaililer: Bir Cemaat İncelemesi, ( Çev. Onur
Kutlu Şentürk), Tarih Okulu, Sayı:IV, 2010, s.191.
[326] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.402-403.
[327] Yaşar Kutluay, a.g.e. , s.131.
[328] A.g.e. , s.190.
[329] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.356.
[330] Onur Kutlu Şentürk, a.g.e. , s.187.
[331] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.497.
[332] Cihangir Gener, a.g.e. , s.222.
[333] Wilferd Madelung, a.g.e. , s.8.
[334] Yaşar Kutluay, a.g.e. , s.136.
[335] A.g.e. , s.495.
[336] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.42.
[337] İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. , s.56.
[338] Ayşe Atıcı Arayancan, Büyük Selçuklu
İmparatorluğunda Bâtınî Hareket Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran Nizârî
İsmâilîleri, (1090-1157), Ankara 2005, s.2.
[339] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. ,s.10.
[340] Marshall.G.S. Hodgson, İslam’ın Serüveni (Bir
Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih), 1.cilt, İz yayıncılık 1993, s.342.
[341] Abdullah Ekinci, a.g.e. , s. 24.
[342] Avni İlhan, a.g.e, s.192.
[343] Heınz Halm, a.g.e. , s.204.
[344] Zübeyir Yetik, İslam Düşünce Tarihinde
Mezhepler, Beyan yayınları, İstanbul 1990, s.111.
[345] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e. , s. 119.
[346] Ali Avcu, “Bir Ötekileşme Aracı Olarak
İbaha: İsmaililik Örneği”, E Makalat Mezhep Araştırmaları, 2013, s. 355.
[347] Mustafa Öz, a.g.e. , s.256.
[348] Bekir Topaloğlu, a.g.e. , s.232.
[349]İsmail K. Poonawala, “Kuran
’ın İsmaili Yorumu'” (Çev. Mustafa Öztürk), 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Sayı:16, Samsun 2003, s.375.
[350]Seyyed Mohammad Musavi
Moqaddam and Ali Rad, a.g.e. , s.2125.
[351]Seyyed Mohammad Musavi
Moqaddam and Ali Rad, a.g.e. , s.2127.
[352]Seyyed Mohammad Musavi
Moqaddam and Ali Rad, a.g.e. , s.2128.
[353] Ahmet Ocak, a.g.e. , s.79-80.
[354] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s. 180.
[355] Şaban Ali Düzgün, a.g.e. ,s.101.
[356] Şaban Ali Düzgün, a.g.e. ,s.97.
[357] A,g.e. , s.177.
[358] Halil Işılak, a.g.e. , s.118.
[359] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.55.
[360] Zainab A. Müller, a.g.e. ,s.14.
[361] Melih Ülkü Akat, Ezoterizm Ve Bâtınîlik Tarihi,
1.Baskı, Nokta Kitap, İstanbul 2007, s. 244.
[362] Zainab A. Müller, a.g.e. , s.16.
[363] Zahide Ay, a.g.e. , s.28.
[364] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.74.
[365] Farhad Daftary, Alamut Efsaneleri Sır Metinler
(Çev. Özgür Çelebi), Yurt-Kitap Yayınları, Ankara 2008, s.532.
[366] Özgür Çelebi, a.g.e. , s.39.
[367] Özgür Çelebi, 2008, a.g.e, s.40.
[368] Peter Willey, a.g.e. , s.23.
[369] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.24-27.
[370] İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. , s.53.
[371] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s.138.
[372]Wilferd Madelung, a.g.e. ,
s.1.
[373] Heınz Halm, a.g.e. , s. 194.
[374] Heınz Halm, a.g.e. , s.209.
[375] Heınz Halm, a.g.e. , s.208.
[376] Heınz Halm, a.g.e. , s.211.
[377] Heınz Halm, a.g.e. , ss. 215-218.
[378] Yaşar Kutluay, a.g.e. , s.132.
[379] Mustafa Öztürk, a.g.e. , ss.498-499.
[380] Muzaffer Tan, Hasan Onat, Sönmez Kutlu (Ed), İslam Mezhepleri Tarihi
El Kitabı, Grafiker yayınları, Hasan Onat, Sönmez Kutlu (Ed) Ankara 2012,
s.253.
[381] Halil Işılak, a.g.e. , s. 116.
[382] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.75.
[383] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.31.
[384] 2008, a.g.e. , s.51.
[385]Zainab A. Müller, a.g.e. ,
s.16.
[386] Ali Avcu, Karmatiler: “Ortaya çıkışları, Fikirleri, Edebiyatı Ve
İslam Düşüncesine Katkılar!”, Cilt:10, Sayı:3, Din Bilimleri Akademik
Araştırma Dergisi, 2010, s.199.
[387] Ali Avcu, a.g.e. , s.200.
[388] Ali Avcu, a.g.e. , s.242.
[389] Ali Avcu, a.g.e. , s.238.
[390] Melih Ülkü Akat, a.g.e. ,s.243.
[391] Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e. ,s.220
[392] Ayşe Atıcı Arayancan, a.g.e. , s.
[393] Sabri Hizmetli, Karmatiler, cilt:24, Türkiye
Diyanet İslam Ansiklopedisi, 2001, s.510.
[394] Firdevs Arı, Senkretik Bir Gelenek olarak
Karmatilik, Yüksek Lisans, İstanbul 2015, ss. iii-85.
[395] Ali Avcu, a.g.e. , ss.201-228.
[396] Sabri Hizmetli, a.g.e. , s.514.
[397] Emin Şahin, a.g.e. , s.61.
[398] Mustafa Öztürk, a.g.e. , ss.30-31.
[399] Yaşar Kutluay, a.g.e. ,s.129.
[400]Wilferd Madelung, a.g.e. ,s.1.
[401] Heınz Halm, a.g.e. , ss.205-206.
[402] Zainab A. Müller, a.g.e. , ss.16-17.
[403] Ali Avcu, '“Fatımi- Karmati İlişkisine Dair
Bazı Mülahazalar”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
2009, ss. 244-266.
[404] 2010, a.g.e. , s.199.
[405] 2005, a.g.e. , ss.15-16.
[406] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.39.
[407] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. ,
s.55.
[408] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.328.
[409] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.56.
[410] Laurence Lockhart, “Hasan-ı Sabbah Ve
Haşişiler” ( Çev. Süleyman Tülücü), Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Dergisi, sayı: 26, 2006, ss.216-217.
[411] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. , ss.27-41.
[412] Süleyman Tülücü, a.g.e. , s.221.
[413] Pınar Kaya, a.g.e. , s.
[414] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. , s. 142.
[415] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.31.
[416] Zainab A. Müller, a.g.e. , s.14.
[417] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.22.
[418]Gökçe Müderrisoğlu Aktaş,
a.g.e. , ss.40-50.
[419] Ahmet Ocak, “Bir Terör Örgütü Olarak
Bâtınîlik Ve Selçuklu Ülkesindeki Faaliyetleri”, Dini Araştırmalar Dergisi,
Cilt:7, s.168.
[420] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.242.
[421] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. ,s.237.
[422] Bekir Topaloğlu, a.g.e. , s.231.
[423] Ayşe Atıcı Arayancan, a.g.e. , s.232.
[424] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.213.
[425] Wilferd Madelung, a.g.e. , ss.4-5.
[426] Bekir Topaloğlu, a.g.e. , s.243.
[427] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.318.
[428]Naim Döner, 2016,a.g.e. ,
s.538.
[429] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,
(Çev. Mürsel Öztürk), Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri, Ankara 1998, s.538.
[430] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.93.
[431] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. ,
ss.141-203.
[432] Özgür Çelebi, 2008, a.g.e. , s.59.
[433] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , ss.243-262.
[434] Hüseyin Hatemi, a.g.e. , ss.188-189.
[435] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. , ss.81-110.
[436] Zainab A.Müller, a.g.e. , s.1.
[437] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. , ss.43-45.
[438] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. , s.189.
[439] Zainab A.Müller, a.g.e. , s.1.
[440] İsmail Kaygusuz, a.g.e. , s.30.
[441] Zainab A. Müller, a.g.e. , ss.1-20.
[442] Bernard Lewis, Haşişiler: İslam’da Radikal Bir Tarikat, (Çev. Kemal
Sarısözen), Kapı Yayınları 2007, ss.188-190.
[443] Mustafa Öz, a.g.e. , s. 178.
[444] Ayşe Atıcı Arayancan, a.g.e. , s.138.
[445] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.19.
[446] Halil İbrahim Bulut, a.g.e. , s.206.
[447] Yaşar Kutluay, a.g.e. , ss.134-135.
[448] İsmail Kaygusuz, a.g.e. , s.252.
[449] Cihangir Gener, a.g.e. , s.219.
[450] Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, (Çev. Mehmet Taha
Ayar), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Los Angeles 2009, s. 299.
[451] Remziye Yılmaz, a.g.e. , s.236.
[452] Avni İlhan, a.g.e. , s. 193.
[453] Pınar Kaya, a.g.e. , s.8.
[454] Pınar Pınarcık vd. (Haz.), a.g.e. , ss.288-295.
[455] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.55.
[456] Abdullah Ekinci, a.g.e. , s.22.
Ulrıch
Rudolph, Mâturidi: Semerkant’ta Ehl- Sünnet Kelamı, (Çev. Özcan Taşçı), Litera
Yayıncılık, İstanbul 2017. ss.275-276.
[458] Zainab A.Müller, a.g.e. , s.14.
[459] Avni İlhan, a.g.e. , s. 194.
[460] Mustafa Öztürk, a.g.e. , ss.16-36.
[461] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.117.
[462] Süleyman Uludağ, İslam’da İnanç Konuları ve
İtikadi Mezhepler, 5. Baskı, Marifet Yayınları, İstanbul 2002, s.337.
[463] İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. , s.38.
[464] İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. , s.9.
[465] Ahmet Ocak, a.g.e. , s. 178.
[466] İsmail Hatib Erzen, a.g.e. , ss.15-19.
[467] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e. , s. 125.
[468] Süleyman Uludağ, a.g.e. , ss.345-346.
[469] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , ss.118-313.
[470] Kemal Sansözen, a.g.e. , ss.198-199.
[471] İsmail Hatib Erzen, a.g.e. , s.23.
[472] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.82.
[473] Bekir Topaloğlu, a.g.e. , s.261.
[474] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.401.
[475] Mehmet Dalkılıç, a.g.e. , ss. 141-142.
[476]Seyyed Mohammad Musavi
Moqaddam and Ali Rad The Social Sciences, a.g.e. , ss.2125-2127.
[477] Mehmet Evkuran, a.g.e. , ss.95-97.
[478] Halil Işılak, a.g.e. , ss.115-118.
[479] Mehmet Evkuran, a.g.e. , s.97.
[480]İsmail Hatib Erzen, a.g.e. ,
s.9.
[481] Faik Bulut, a.g.e. , s.31.
[482] Ahmet Ocak, 2002, a.g.e. , ss.132-210.
[483] Abdükbaki Gölpınarlı, a.g.e. , s. 131.
[484] Pınar Kaya, a.g.e. , s. 5.
[485] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.221.
[486] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , ss.180-207.
[487]Seyyed Mohammad Musavi
Moqaddam and Ali Rad The Social Sciences, a.g.e. , s. 2127.
[488] Hüseyin Hatemi, a.g.e. , s. 189.
[489] Şaban Ali Düzgün (Ed), a.g.e. , ss.372-374.
[490] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e. , ss.115-116.
[491] Yusuf Şevki Yavuz, a.g.e. , s.529.
[492] Ahmet Ocak, a.g.e. , s.172
[493] Taftazani, Kelam İlmi Ve İslam Akaidi Şerhu’l
Akaid, Süleyman Uludağ (Haz), Dergah Yayınları, İstanbul 1980, s.95.
[494] Neşet Çağatay, İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. ,
s.90.
[495] Süleyman Uludağ,1980, a.g.e. , s.95.
[496] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.259.
[497] Neşet Çağatay, İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e. ,
ss.62-63.
[498] Bekir Topaloğlu, a.g.e. , s.230.
[499] İsmail Cerrahoğlu, a.g.e. , s.711.
[500] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s. 111.
[501] Naim Döner, a.g.e. , s.526.
[502] Mehmet Dalkılıç, a.g.e. , ss.131-136.
[503] Nafiz Danışman Tuğ, “Eşarilik Neden
Bâtıniliğe Ve Hulule Karşı Cephe Almıştır?” , İlahiyat Fakültesi Dergisi
Doğuş Limited Şirketi Matbaası, Ankara 1957, ss.143-144.
[504] Süleyman Uludağ, a.g.e. , s.96.
[505] Halil İbrahim Bulut, a.g.e. , ss.248-256.
[506] Abdülcelil Candan, Müslüman Ve Mezhep Bir
Mezhebe Bağlanmanın Tahlili, 4 Baskı, Bilge Adamlar, Van 2001, s.200.
[507] Hasan Onat, a.g.e. , s.350.
[508] Josef Van Ess, a.g.e. , s.271.
[509] Josef Van Ess, a.g.e. , s.631.
[510]Heribert Busse: Chalif und
Grosskönig: Beirut 1969, ss.441-445.
[511]Sabine Schmidtke, a.g.e. ,
ss.10-11.
[512] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s.
182.
[513]WilferdMadelung, ” Eşari
Öncesi Kelama Şii Ve Harici Katkı”, (Çev. Süleyman Akkuş), sakarya
üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi, 2007, s.163.
[514] Heribert Busse, a.g.e. ,
ss.438-442.
[515]Sabine Schmidtke, a.g.e. ,ss.
12-14.
[516] Muhammed Coçkun, “Mu ’tezîlî-Şiî Kur ’an Yorumu Açısından
Emâli’l-Murtazâ
Ru ’yetullah ve Kaza-Kader Meselesi Örneği”, Marmara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 2014, 43-49.
[517] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s.
181.
[518]Sabine Schmidtke, a.g.e. ,
s.11.
[519] Süleyman Akkuş, a.g.e. , s. 162.
[520] A.g.e. , s.11.
[521] Heribert Busse, a.g.e. , ss.448-450.
[522] Süleyman Akkuş, a.g.e. , ss.167-173.
[523]Josef Van Ess, Theologie und
Gesellschaft im 2. Und 3. Jahrhundert, Band I, 1991, ss.349-352.
[524] Süleyman Ateş, İmamiyye Şia’sının Tefsir
Anlayışı, ss.168-169.
[525] Cemil Hakyemez, a.g.e. ,s.181.
[526] Wilferd Madelung, a.g.e. , ss.3-4.
[527] Josef Van Ess, 1991, a.g.e. , ss.336-342.
[528] Josef Van Ess, 1991, a.g.e. , s.383.
[529]Sabine Schmidtke, a.g.e.
,s.12.
[531] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e, s. 127.
[532] Avni İlhan, a.g.e. ,s.194.
[533] Faik Bulut, a.g.e. , s.110.
[534] Ercüment Özkaya, a.g.e. , s.405.
[535] İsmail Kaygusuz, a.g.e. , s.47.
[536] Ercüment Özkaya, a.g.e. , s.405.
[537]Josef Van Ess, a.g.e. ,
ss.866-871.
[538] Wilferd Madelung, a.g.e. , s.5.
[539] Mustafa Öz, a.g.e. , ss.109-336.
[540] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s.183.
[541] Avni İlhan, a.g.e. , s. 191.
[542] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.52.
[543] Pınar Kaya, a.g.e. , s.7.
[544] Mehmet Dalkılıç, a.g.e. , s. 138.
[545] Mehmet Dalkılıç, a.g.e. , s. 136.
[546] Naim Döner, 2016, a.g.e. , s.527.
[547] Ahmet Ocak, 2002, a.g.e. , s.237.
[548] Naim Döner, 2016, a.g.e. , ss.526-537.
[549] Ahmet Ocak, 2002, a.g.e. , ss.135-235.
[550] Pınar Pınarcık vd. (Haz.), a.g.e. , s. 295.
[551] İmam Gazali, a.g.e. , s.35.
[552] Naim Döner, a.g.e. , s.540.
[553] İmam Gazâlî, Bâtınîlerin Belini Kıran Deliller
(Kitab-ı Kavasimu’l- Bâtıniyye), (Çev. Ahmed Ateş), Büyüyenay Yayınları,
İstanbul 2017, ss.39-62.
[554] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.270.
[555] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.448.
[556] Bekir Topaloğlu, a.g.e. , s.233.
[557] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s.183.
[558] Ahmed Ateş, Gazali’nin “ Bâtınilerin belini
kıran deliller ’i “Kitab Kavaşim Al- Bâtıniye”, İlahiyat Fakültesi Dergisi
Türk Tarih Kurumu Basımevi, cilt:3 sayı:1-2, 1954, s.28.
[559] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e. s, 141.
[560] Ahmet Ocak, 2002, a.g.e. , ss.132-133.
[561] Pınar Kaya, a.g.e. , ss.12-13.
[562] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.29.
[563] Abdullah Ekinci, a.g.e. , s.23.
[564] Ayşe Atıcı Arayancan, 2005, a.g.e. ,
ss.151-152.
[565] Ahmet Ocak,2002, a.g.e. , ss.231-234.
[566] Özgür Çelebi, 2008, a.g.e. , s.46.
[567] Ahmet Ocak,2002, a.g.e. , s.228.
[568] Süleyman Tülücü, a.g.e. , s.218.
[569] Zainab A. Müller, a.g.e. , s.15.
[570] Ayşe Atıcı Arayancan, a.g.e. , ss.232-233.
[571] Pınar Kaya, a.g.e. , ss.299-300.
[572] Ayşe Atıcı Arayancan, a.g.e. ,s.243.
[573] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.271.
[574] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.45.
[575] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.271.
[576]Gökçe Müderrisoğlu Aktaş,
a.g.e. , s.82.
[577] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.273.
[578] Pınar Kaya, a.g.e. , s.2008.
[579] Ahmet Ocak, a.g.e. , s. 165.
[580] Ahmet Ocak, 2002, a.g.e. , s.231.
[581] Cemil Hakyemez, a.g.e. , s. 175.
[582] Yaşar Kutluay, a.g.e. , s.132.
[583] Yaşar Kutluay, a.g.e. , s.299.
[584] Adnan Adıgüzel, “Mehmet Şerefeddin Yaltkaya
’nın Fatimiler Ve Hasan Sabbah Başlıklı Makalesinin Sadeleştirilmesi”,
E-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, 2014, s.207.
[585] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. , s.48.
[586] Ayşe Atıcı Arayancan, 2016, a.g.e. , s. 110.
[587] Ahmet Ocak, a.g.e. , s173.
[588] Yaşar Şahin Anıl, a.g.e. , s.300.
[589] Zahide Ay, a.g.e. , ss. 32-33.
[590] Cemil Hakyemez, a.g.e. , ss.176-177.
[591]Enka Glassen, Schah Ismâ‘îl I.
und die Theologen seiner Zeit Sonderdrucke aus der Albert-Ludwigs- Universitât
Freiburg erschienen in: Der İslam 48 1972. ss.254-259.
[592] Remziye Yılmaz, a.g.e. , ss.225-231.
[593] Wilferd Madelung, a.g.e. , s.7.
[594] Mustafa Öztürk, a.g.e. ,s.79.
[595] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.493.
[596]Hanifi Şahin, “İbn Teymiyye ’nin Şii Karşıtlığında Bazı
Parametreler”, Ekev Akademi Dergisi, Sayı: 51, 2012, ss.144-145.
[597]Sabine Schmidtke, Al-Allama
al-Hillî and Sch’ite Mu’tazilite Theology Zeitschrift für islamisch-iranische
Kultur, 1994, s.10.
[598]Mevkıfu Ibn Teymiya min
Rafıda, Daru’l-Fadîle Abdullah b. İbrahim, Medine, Külliye Da’ve, 1. Baskı,
2004, ss.16-22.
[599] Hanifi Şahin, 2012, a.g.e. , ss.133-139.
[600] Ali Muhammet Sallabi, a.g.e. , ss.14-31.
[601] Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e. , s.227.
[602] Hanifi Şahin, ,a.g.e. , s. 136.
[603] Avni İlhan, a.g.e. , s. 194.
[604] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.96.
[605] Ayşe Atıcı Arayancan, a.g.e. , s.148.
[606] Ahmet Özel, a.g.e. , s. 172.
[607]Josef Van Ess, a.g.e. ,
ss.870-871.
[608] Gökçe Müderrisoğlu Aktaş, a.g.e. , s.97.
[609] Faik Bulut, a.g.e. , s.107.
[610] Kemal Sansözen, a.g.e. , s. 194.
[611] Wilferd Madelung, a.g.e. , ss.4-7.
[612]Haneberg, a.g.e, s.21.
[613] Ahmet Ocak, a.g.e. , s. 172.
[614] Cemil Hakyemez ve Betül Yurtalan, “Mütekaddimun
Eş ’arîlerin Şiîlik Eleştirileri: Bâkıllânî Örneği”,Gümüşhane
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,2018, ss.61-67.
[615] Pınar Pınarcık vd. (Haz.), a.g.e. , s.296.
[616] Mustafa Öztürk, a.g.e. , s.305.
[617] Halil Işılak, a.g.e. , ss.118-119.
[618] Remziye Yılmaz, a.g.e. , s.238.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder