HASAN SABBAH’IN ORTAYA ÇIKIŞI VE 1258’E KADAR SİYASİ AÇIDAN ETKİLERİ
Hazırlayan: Yasemin Hilal ERBAŞ
Bâtınilik propagandalarının
açık bir şekilde yürütülmesi üzerine bu durum dönemin diğer devletlerini de
gerek sosyal gerekse siyasi açıdan etkilemiştir. O dönemin en güçlü
devletlerinden biri olan Büyük Selçuklu Devleti de Bâtınilerin hedefi haline
gelmiştir. Selçuklu devletinin Sultanları da Bâtınileri açık bir hedef yapmış
ve zaman zaman onların üzerine seferler düzenlemiştir. Düzenledikleri seferler
ya yarıda kalmış ya da kesin bir sonuç alacak seferler olmamıştır. Bâtınilerin
Hasan Sabbah tarafından ele geçirilen Alamut Kalesi, Anadolu’da derin izler
bırakan Moğol seferlerine kadar ayakta durmayı başarmıştır. Bâtıniliğin ya da
İsmâililerin en büyük savunucu Hasan Sabbah olmuştur. İslam dininde yaşanan
ayrılma Bâtınilikte de yaşanmış ve Hasan Sabbah Nizari İsmâililerin kurucusu ve
savunucusu olmuştur. Alamut’un ele geçirilmesiyle Hasan Sabbah gücüne güç
katmış ve kalesinden emirler verdiği fedaileri o dönemin korkulu rüyası
olmuştur. Özellikle bu fedailerin işledikleri cinayetler ve düzenledikleri
suikastlar o dönemin en büyük devlet adamlarının bile kâbusu olmuştur. Hasan
Sabbâh’ın sıkı yönetiminden oğulları da nasibini almış ve kurallarına uymayan
iki oğlunu da öldürtmüştür. Hasan Sabbah ve fedaileri günümüzde de hep merak
edilen ve kitaplar yazılan konular arasındadır. Bazen bu meraklar çeşitli
efsanevi hikâyelerin de ortaya çıkmasına neden olmuştur.
BÂTINİLİK VE İSMÂİLİLİK KAVRAMLARI
Hz. Osman’ın halifeliğinin
sonlarına doğru İslam dünyasında birçok fırkalar ve mezhepler ortaya çıkmış,
bunların bir kısmı İslam’ın insanlara tanıttığı, teşvik ettiği fikir ve söz
hürriyetinden doğmuş, ilmi bir mezhep olarak devam etmişti. Bir kısmı da siyasi
âmiller ve şahsi emellerle ortaya çıkmış, ayrılıklara yol açmış fırkalardır.[1] Tarih
boyunca İslam dini içerisinde en çok çatışmalar Sünni ve Şiî mezhepleri
arasında olmuştur. "Şia" kelimesi Arapçada, misafiri uğurlamak,
peşinden gitmek, teşyi etmek, taraftar olmak anlamında olan "teşyi",
"müşayaa"dan gelince "teşayu"da ayrılmak, fırkalaşmak,
manasında kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de "şia" kelimesi fırka,
taraftar, parti anlamında kullanılmış ve tenkit edilmiştir. "Şia"
kelimesi kutsal bir anlam taşımamaktadır. Daha doğrusu şia kelimesi göreceli manası
olan bir kelimedir. Taraftar olan, başkasına uyan anlamını taşır. Buna göre,
kime nispet edilirse ondan haklılık veya batıllık, yani doğruluktan yana veya
şerden yana anlamını verir.[2]
Şia adı, Ali b. Abi Talib
(r.a) ve oğullarına tabi olanlara verilmiştir. Bu kişiler imamet meselesini
dinin birincil temel unsuru olarak görürler ve Peygamberin günahlardan arınmış,
masum olan bir imam tayin etmesinin gerekliliğine inanırlar. Bu yüzden Hz.
Muhammed’in, Ali b. Abi Talib’i (r.a) imam tayin ettiğine inanırlar. Onlara
göre imamet ancak Hz. Ali’nin çocuklarına geçer. Temel inançları bu doğrultuda
olan Şia fırkasının mensupları, zamanla kendi içlerinde ayrılıklar yaşamışlar
ve kollara ayrılmışlardır. Bu ayrılıktan ortaya çıkan Bâtıniyye yani İsmâiliyye
fırkası da Şia’nın bir koludur.[3]
Bâtıni nesil, kuşak, iç, karın
boşluğu ve görünmeyen şey anlamlarını taşır. Başka bir kaynakta ise “gizli
olmak; bir şeyin iç yüzünü bilmek” anlamında batn veya butûn kökünden türeyen
bâtın kelimesine nisbet ekinin eklenmesiyle oluşan bir terim olarak karşımıza
çıkar. Bu bilgilere göre Bâtıniyye kelimesi, gizli olanı ve bir şeyin iç yüzünü
bilenler anlamını ifade eder. Yapılan araştırmalara göre bu terim ilk olarak
Makdisî’nin el- Bed’ ve’t-târîh’inde kullanılmıştır. Bu bilgiyi de dikkate
alarak Bâtıniyye teriminin hicrî IV. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktığını
söyleyebiliriz. Ayrıca Bâtınîye terimini İslam düşünce tarihinde, son derece
gizli bir şekilde teşkilatlanmış örgütler vasıtasıyla merkezi idareye karşı
girişilmiş isyan faaliyetlerinin başını çeken çeşitli siyasi gruplar içinde
kullanılan ortak bir lakap olarak da kullanıldığını görürüz.[4] Esasen bu fırkaya
Bâtıniyye denilmesinin sebebi, Kur’an’ın ve hadislerin zâhiri manasından başka
bâtıni manalarının da olduğunu iddia etmeleridir. Bâtınilere göre zâhir’in
bâtın’a nispeti, bir meyvenin kabuğunun özüne nispeti gibidir.[5]
Bâtıniler Irak, Bahreyn, Şam,
Mısır, Hindistan, Horasan, İran, Türkistan ve diğer İslam bölgelerinde değişik
isimler altında karşımıza çıkar. Ca’fer es-Sâdık’tan sonra imametin oğlu
İsmail’e geçtiğini savunanlar İsmâiliyye, âlem ve imâmet anlayışlarında yedili
bir sistemi benimsediklerinden dolayı Seb’iyye, hakikatin ancak gizli bir
imamın talimiyle öğrenilebileceğini öne sürenler Ta’lîmiyye, dinin haram
kıldığı hususları helal saydıkları için İbâhiyye, mal ve kadında ortaklığı caiz
gören Mazdek ile Bâbek’e uyduklarından Mazdekiyye ve Bâbekiyye, İslam akaidine
aykırı ulûhiyyet telakkilerini benimsedikleri için Zenâdıka, âlemin
yaratılışını ve ahiret hayatını inkâr ettiklerinden Melâhide isimleriyle de
anılırlar. Aynı zamanda bağlı oldukları liderlerden dolayı da Karâmita (Hamdân
Karmat’a bağlı olanlar), Nâsıriyye (Nâsır-ı Hüsrev’e bağlı olanlar), Nusayriyye
(İbn Nusayr’a bağlı olanlar), Dürziyye (Anuş Tegin ed-Derezî’ye bağlı olanlar)
ve Sabbâhiyye (Hasan Sabbah’a bağlı olanlar) gibi lakaplar da alırlar. Ayrıca
Bâbek zamanında kırmızı elbise giydiklerinden Muhammire, Rey şehrinin Hürrem
bölgesinde bulunduklarından dolayı da Hürremiyye gibi çeşitli isimlerle
adlandırılmışlardır.[6] Bunlara
Abu Müslimiye, Mukannaiye, Nuseyriye ve Dürzîlik isimlerini de ilave
edebiliriz. Bu isimleri taşıyan muhtelif guruplar gerçekte aynı davayı
savunurlar fakat bazı bakımlardan birbirlerinden ayrılırlar.[7] Bâtıni
sayabileceğimiz bu gurupların özelliklerinden kısaca bahsedelim:
Abu Müslimiye: Bu gurup
ismini tabi oldukları Abu Müslim Abdurrahman b. Müslim al- Horasanîye’den
almıştır. Bunlara Hurremdiniye de denir. Bu grup hilafetin Emevilerden
Abbasilere geçmesinde büyük rol oynamıştır. Horasan civarında faaliyet
göstermişlerdir. Bu fırkaya mensup olanlar Ebu Müslim’in imam olduğuna ve onun
hiç ölmediğine inanırlar. Bunlar bütün dini buyrukları terk etmişler ve her
şeyi mubah saymışlardır. Ayrıca Tenasüh, (ruh göçü) ruhların vücuttan vücuda
geçtiğine inanırlardı. Bunlar iman, imamı tanımaktan ibarettir derler ve
Allah’ın ruhunun Abu Müslim’e geçtiğine inanırlardı.[8]
Hurremiye: Bu fırkaya
mensup olanlar hoşlarına giden her şeyi doğru kabul ederek, şehvet ve
arzularına bağlı olurlardı. Şeriata boyun eğmezler ve her türlü günah
işlemekten kaçınmazlardı. Bu fırka İslamiyet’ten önce ve sonrası devirlerinde
iki isimle karşımıza çıkar. Mezdekiye, İslamiyet’ten önce mevcut olan bu kol
haram şeyleri mubah sayar, kadında ve malda insanların ortak olduğunu kabul
ederdi. İslamiyet’in doğuşundan sonra ortaya çıkan Hurremîler ise, mezhep
bakımından Mezdekîlere benzedikleri için onlar gibi Huremiye diye adlandırılmıştır.
Bunlara aynı zamanda Hurremdiniye[9]
de denilmiştir. Bunlar da kendi içinde Babekiye ve Maziyariye olmak üzere iki
fırkaya ayrılır. Bu iki fırka da isimlerini kurucularından alır ve temel konularda
Hurremilere bağlı kalmışlardır.[10]
Mukannaiye: Bu fırka
ismini kurucusu Mukanna’dan alır. Maveraünnehir taraflarında faaliyet
göstermişlerdir. Bir kassar olan Mukanna, Rizamiye fırkasının görüşlerini
benimsemiştir. Hendese, sihir ve nayrancat ilimlerine ilgisi olan Mukanna,
kendisinin Allah olduğunu iddia ederdi. Namaz ve oruç gibi dini farizaları
lüzum görmeyip bütün haram şeyleri helal sayarlardı. Bunlara göre, zina etmek,
domuz eti yemek helaldi.[11]
Dürzîlik: Bu mezhep
Fatımiler zamanında kurulmuştur. Bu mezhebi ilk defa 1017 (408 h.) yılında
ortaya çıkaran Halife Hâkim Biemrillah’ın veziri Hamza b. Ali b. Ahmed’dir[12]. Bu mezhep
Suriye ve Lübnan civarında taraftar bulmuştur. Dürzîlerin en mühim dailerinden
biri Anuştekin Dürzî’dir. Bu yüzden bu mezhebe onun ismi verilmiştir. Bazı bakımlardan Bâtıni olan
İsmâililere ve Nuseyrîlere muhalefet etmelerine rağmen Dürzîlerin Bâtınilikle
alakaları çoktur. Dürzîlerde Bâtıniler gibi inançlarını son derce gizli
tutmuşlar. Fakat Bâtınilerin aksine zina etmek ve yalan söylemek gibi gayrı
ahlaki hususları hoş karşılamazlardı.
Bâtıniyye’nin menşei konusunda
ileri sürülen farklı görüşleri üç maddede toplamak mümkündür. İlk görüş, Bâtıni
yazarlara göre Bâtıni davet Ca’fer es-Sâdık zamanında ve bizzat onun tarafından
başlatılmış ve ondan sonra da onun belirlediği esaslar çerçevesinde oğlu İsmail
tarafından devam ettirilmiştir. Bir diğer görüşe göre ehl-i sünnet ve Mu’tezile
âlimlerine göre Bâtıniyye’nin menşei Mecûsilik, Sâbiîlik, Yahudilik gibi eski
din ve kültürlere dayanır. Bâtıniyye bunların karışımından oluşmuş, İslam dışı
bir inanç karışımı ve hatta yeni bir dindir. Çağdaş bazı araştırmacılara göre
ise Bâtıniyye’nin menşei Yeni Eflâtunculuk, Yeni Pisagorculuk gibi gnostik
felsefî akımlardır. Mezhepler tarihi araştırmacıları Bâtıniyye’nin bir mezhep
olarak ortaya çıkışını IX. yüzyılın ikinci yarısından başlatırlar ama aslında
bu hareketin doğuşunu hazırlayan siyasi ve fikrî sebepler VIII. yüzyılın
başlarına kadar uzanır. Kısaca bu hareket, Abbâsi halifelerinden Me’mûn
devrinde başlayıp Mu’tasım-Billâh zamanında yayıldığı ve Selçuklular dönemine
kadar sürdüğü kabul edilir.[13] [14]
Kaynakların bir kısmında
İsmâiliyye ile Bâtıniyye aynı mezhep olarak kabul edilir ve İsmâiliyye’nin
başlangıcı aynı zamanda Bâtıniyye’nin başlangıcı da olarak gösterilir. Esasen
IX. yüzyılın ilk yarısında ihtilalci bir karakterle aniden ortaya çıkan
İsmâiliyye’nin, başlangıç tarihinden itibaren bir asrı aşkın devresi hakkında
fazla bir şey bilinmemektedir. Bu bilinmeyen devreye hâlis İsmâiliyye dönemi
diyoruz. Ebü’l-Hattâb’ın ölümünden sonra Bâtıni te’villere dayanılarak üretilen
aşırı görüşler Hattâbiyye’ye mensup olanlar tarafından İsmâiliyye’ye taşınmış
ve İsmâiliyye Bâtıniyye’den ayırt edilemeyen bir mezhep halini almıştır. Bu
yüzden Bâtıniyye’nin İsmâiliyye ile aynîleşmesinin bir sonucu olarak bu
hareketin tarihini belirlemek de zorlaşmıştır.[15]
Genel olarak Bâtınilik ve
İsmâililik aynı anlamda kullanılmıştır. Asıl olarak İsmâililere Bâtıni,
Bâtıniyye veya Bâtıniler de denmiştir. Ancak bazı araştırmacılara göre ise
Bâtınilik ile İsmâililiğin aynı anlamda değil de bir Şiî kolu olan İsmâili
mezhebinin zamanla aşırıya kaçmış ve İsmâili mezhebinin doktrinlerini
saptırılmış bir şekilde kabul eden ve özellikle Hasan Sabbah yönetiminde gelişen
koluna verilen öznel bir isim olarak kabul etmişlerdir. Günümüz araştırmacıları
Bâtınilik ve İsmâililik tabirlerini eş anlamlı bütünü kapsayacak şekilde
kullanmışlardır.[16]
[17]
İsmâililiğin Bâtınilik olarak
adlandırılmasının nedenleri arasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Tev’il
metodunu aşırı şekilde kullanıp, Bâtıni manayı ortaya koyma gayretlerinden
dolayı İsmâiliyye, uzun süre Bâtıniyye ismiyle anılmıştır. Esasen Bâtınilik,
İsmâiliğin karakteristik özelliğidir ve kurulu düzene karşı siyasal ve ahlaki
açıdan eleştirel bir yaklaşım içindedir. İsmâililerin mezhepleri yüzünden
eziyet ve işkence görmüş olmaları halkın içine gizli olarak yayılmalarına neden
olmuştur. Bu yüzden kendi aralarında içe dönük bir süreç geçirmişlerdir ve bu
durum bu isimle anılmalarında etkili olmuştur. Kur’an ve hadislerin zâhiri
manalarından başka bâtıni anlamlarının olduğunu iddia eden fırkalara da
Bâtıniyye denilmesi ve bu durumun İsmâililikte de mevcut olması İsmâililiğin
Bâtınilikle anılmasının diğer bir sebebidir. İsmâililerin Bâtıni adıyla
anılmalarının diğer bir nedeni ise onların, şeriatın bir zâhiri ve bir de
bâtıni yönünün olduğunu savunmalarıdır. Böylece Bâtınilik, her zâhirin bir
bâtıni olduğunu ve Kur’an ile hadislerin ancak tev’il ile anlaşılabileceğini
savunan fırkalara XII. yüzyıldan itibaren topluca ve genel olarak verilen bir
isim olmuştur.
Bâtınilerde İnanç, İbadet, Doktrin, Propaganda
Bâtınilerin başlıca
özellikleri, bilgileri talim yoluyla bir imamdan öğrenmektir. Bunlara göre
Allah, imama şeriatın sırlarını öğretmiştir. Ancak bu imam, hak yolu gösterir
ve müşkülleri çözer. Akıl yoluyla şeriatın sırrı anlaşılmaz ve zorluklar
çözülmez. Şeriatın zahiri, hakiki anlamı ifade etmediği için onu tevil etmek
gerekir.[18] Bâtıniler
her şeyin zahiri ve bâtıni manalarının olduğunu savunurlar. Onlar bütün
farzların ve sünnetlerin gerçek anlamları dışında birer işaretten ibaret
olduğuna inanırlar. Hakiki manaları ise ancak bâtında gizlidir. Zahirle amel
etmek insanın felaketine, bâtınla amel etmek ise insanların kurtuluşuna neden
olur. Bâtıniler bu görüşlerine göre ayetleri, hadisleri ve dinle ilgili her
şeyi tevil ederler. Böylelikle amaçları İslam şeriatını yıkmaktır. Bâtınilerin
inançları ve âlemin yaratılışı hakkındaki görüşleri de İslam’a uygun değildir.[19] Bâtınilere göre
bâtın olmadan zahir, zahir olmadan da bâtın tek başlarına bir anlam ifade
etmezler. Onlara göre zahir ceset, bâtın ise ruh gibidir. İnsanın varlığı nasıl
ikisinin bir arada olmasına bağlıysa, dinin temel amaç gereksinimlerinin
gerçekleşebilmesi içinde zahir ve bâtınin birlikte olması gerekir.[20]
Felsefecilerin etkisinde kalan
eski Bâtıniler Allah hakkında; o mevcut değildir; namevcut da değildir. Ne
âlimdir, ne de cahildir. Aciz veya kadir olduğu da söylenemez. Çünkü Allah için
herhangi bir sıfatın ispat edilmesi onunla mevcudat arasında ortaklık
gerektirir. Bu da bir nevî teşbih olur. Sıfatların ondan nefyedilmesi onun
ma’dumatla ortaklığını gerektirir. Bu da bir nevi Allah’ı inkâra girer. Bu
nedenle Allah’ın sıfatları inkâr ve ispat edilemez. Allah bu sıfatların vahibi
ve zıtların hâkimidir. O âlimlere ilim verdiği için âlim, kadirlere kudret
verdiği için de kadirdir görüşündedirler. Bunlar Allah’ın kadim sıfatı hakkında
da aynı görüşleri öne sürerek; Allah’ın kadim muhdes olmadığını, kadim olanın
onun emri ve kelimesi, muhdes olan ise onun halkı ve yaratması görüşüdür.
Bâtıniler Allah hakkındaki görüşlerinde Sabia’nın, felsefecilerin ve
Mecusîlerin etkisinde kalmışlardır. [21]
Bâtınilerin evren hakkındaki
görüşleri ise; Allah emriyle tam olan akl-ı evveli yarattı. Sonra akl-ı evvelin
aracılığı ile noksan olan nefs-i saniyi yarattı. Nefs, aklın kemaline istek
duyduğu için noksandan kemale doğru bir harekete, hareket de kendine ait bir
alete muhtaç oldu. Bunun üzerine semavî felekler oluştu. Felekler nefsin
tedbiriyle devrî harekete başladı. Bunların neticesinde madenler, nebatlar,
hayvan ve insan gibi mürekkep cisimler oluştu. Nefs-i cüzîler bedenlerle
münasebete başladı. İnsan cinsi, kutsal nurları alma kabiliyetiyle diğer
mevcudat arasında temayüz ettiler. Yüce âleme karşılık insan da bir âlem oldu.
Yüce âlemde akıl ve nefs-i küllî vardır. Aşağı olan insan âleminde ise bir
şahsın her şeyi olan aklı vardır. Bu akılın hükmü, kâmil bir şahsın hükmü
gibidir. Bu şâhısa Natık veya Nebî denir. İnsan âleminde bir de her şey olan
müşahhas nefs vardır. Buna da Esas veya Vasî denir. Bazen Bâtıniler yaratıcı
gücüne inandıkları akl-ı evvele Sabık ve Nefs-i Saniye Tali ismini de verirler.
Bâtıniler dünyanın kıdemine inanırlar. Dünyanın muhdes olduğunu söyleseler de
onlara göre âlemin muhdes olması, yok iken var olmuş anlamında değil,
kendiliğinden vücut bulmamış anlamındadır.[22] [23] [24]
Bâtıniler, meleklerin cisme
sahip olmadıklarını, basit ve gizli ruhlardan ibaret olduklarını iddia ederler.
Hatta bazen meleklerin daileri ve şeytanlarında Bâtıniliğe aykırı kimselerden
meydana geldiğini ileri sürerler. Ayrıca bunlar nebileri de inkâr ederler.
Onlara göre nebilerin asıl amacı reis olmaktır. Bu amaçlarına ulaşmak için de
halkı idare etmek konusunda bir takım kanunlar ve yöntemler uydurmuşlardır.
Bâtıniler sadece bunları inkâr etmekle yetinmeyip, Hz. Muhammed’e Cebrail’in
vahiy getirişini de inkâr etmişlerdir. Onlara göre Cebrail, görünmeyen bir
latif ruhtan veya feyezan eden akıldan ibarettir. Bâtınilerce Kur’an, akıldan
coşan bilgileri Hz. Muhammed’in yorumlamasından ibarettir. Bu yüzden onlara
göre Kur’an’a Allah kelamı denmesi tamamen mecazi bir anlam ifade etmektedir.
Bâtınilerde kıyamet ve ahiret inancı da yoktur. Onlar
kâinatın düzeninin ilelebet devam edeceğine inanmışlardır. Onlara göre kıyamet, imamın
çıkacağının işaretidir. Ayrıca onlara göre cennet ve cehennemin, haşr ve neşrin
aslı yoktur. Bâtınilere göre öldükten sonra insanların yeniden dirilmesi çok
gülünç bir durumdur. Çürüyüp, parçalanmış kemiklerin tekrar bir araya gelmesi
imkânsız bir olaydır. Yine onlara göre cennet dünya saadetidir, cehennem azabı
ise şeriata uyanların namaz, oruç, hac ve cihat gibi yüklerle meşgul olmalarıdır.
Bâtıniler şeriata ait birçok
terim ve kaidelere muhtelif şekillerle kendi inançları doğrultusunda anlamlar
yüklemişlerdir. Kelime-i tevhit, Bâtınilere göre dört kısımdan oluşur. Bu
kısımlardan her biri bir mananın sembolüdür; ‘lâ’ daiye, ‘ilah’ hüccete, ‘illa’
imama ve ‘Allah’ kelimesi de esasa karşılıktır. Diğer bir anlama göre ise ‘la’
sabık, ‘ilah’ tali, ‘illa’ natık, ‘Allah’ esas anlamındadır. Daha başka bir
ifadeye göre ise ‘la’ esir anlamındaki ateşe, ‘ilah’ havaya, ‘illa’ suya,
‘Allah’ ise arza delil anlamındadır.[25]
Bâtınilerde namaz, imama tabi olmak, imamı methetmek veya
diğer bir sözle Resul (Natık) demektir. Oruç ise imamın sırrını
saklamaktır. Zekât; Bâtınilik inancını öğrenerek nefsi temizlemek, daveti kabul
edenlere bilgileri dağıtmak veya malın beşte birini imama vermektir. Hac; imamı
ziyaret edip onun hizmetinde olmaktır. Kâbe nebî ve kapısı da Ali b. Ebi Talib
demektir. Su imamdan alınan ilme, gusul ahdi yenilemeye, teyemmüm imam olmadığı
zaman ahdi ‘Mezun’ denilen daiden almaya denir. İhtilâm ehil olmayana sırları
açmaktır. Zina ise ilm-i bâtın tohumunu ahd etmeyen bir kimsenin gönlüne
atmaktır. Farzların anlamı imamlara ve dailere bağlı olmaktır. Muharremat ise
Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, Bâtıniliğe muhalefet eden kişilere bağlı olmayı
haram saymaktır. Bâtınilere göre ibadetin manasını bilenlerden farzları eda
etmenin hükmü kalmaz.[26]
İbrahim Agâh Çubukçu’nun
Gazzalî ve Bâtınilik adlı eserinde Bâtınilerin anne, kız evlat ve kız kardeşle
nikâh yapmayı sakıncalı görmeyip caiz saydıklarından ve şehvetlerine düşkün
olduklarından bahsedilmiştir. Böylece onlar istedikleri her şeyi yapmayı uygun
bulmuşlardır. Şiâ’nın Gulat kısmına bağlı olmalarının nedeni ise Hz. Ali’ye ve
evlatlarına karşı sempati besleyen insanlara kolayca nüfus etmektir. Bu yüzden
bazen Allah’a ve Peygambere inanır görünerek teviller yapsalar da gerçekte
görünen belirli bir inanışları yoktur. Yaptıkları teviller arasında ise tam bir
birlik, bütünlük yoktur. İnanç ve tevilleri arasındaki farklılıklar yaşadıkları
asırlara ve baş gösterdikleri memleketlere göre değişiklikler göstermiştir.
Ortak oldukları tarafları ise Bâtıni manalara inanmamak, teviller yapmak ve
şeriatı yıkmak için gizli propagandalar yürüterek çalışmalarıdır.[27] Bâtıniler bu
gibi inanç ve görüşleriyle insanları kandırarak İslam dinini yıkmak
istemişlerdir. Kendi inançları doğrultusunda yaptıkları her şey onlar için
doğru olandır. Asıl yanlışı ise onların bu inançlarına katılmayanlar
yapmaktadır.
Bâtınilerde İmam ve Dailer
Bâtınilere göre imam bu inanç
sisteminin asıl lideridir. Onlara göre imam belli olursa kimliğinin gizli
olması caizdir. Eğer imam gizli olursa hüccet ve dailerinin belli olması
zorunludur. Resul yerine geçen bu imamın zahiri ve bâtıni her türlü emirlerine
uyarlar. İmamlar masum olduklarından dolayı büyük ve küçük günah işlemekten
müstağnidirler.[28]
İmam, bilgileri Allah’tan alan
ve ona vasıl olmak için dinde en yüksek delil sayılan kişidir. Hüccet[29] ise bilgileri
imamdan alan ve bu bilgileri kendine delil yapan kişilerdir. Zu Masse, bu
lakaba müstahak olan kişi ilmi hucetten alır. Bunlardan hariç ‘bab-ebvab’ diye
anılan dailer yani propagandacılar da vardır. Dai-i Ekber, müminlerin
derecelerini yükseltir. Dai’i Mezun, zahir ehlinin isteklerinden sözlerini
alarak onları imamın zimmetine sokarak ilim ve marifetin kapısını açar.
Mükelleb, buna ayrıca Mükessir de denilirdi. Bunların dinde derecesi yükseltilmiş
olup ve bu kişilerin dine davet etmesine izinlerinin olmadığını görürüz.
Onların vazifesi halka deliller göstermektir. Bu kişiler dainin dostudurlar.
Tıpkı bir avcının köpeği gibidirler. Bu kişiler insanları kendi dinlerinden
soğutup bâtıniliğe yöneltirlerse onu Dai-i Mezuna götürür. Kısacası
Mükellebleri insanlarla Dai-i Mezun arasında iletişimi sağlayan kişiler olarak
açıklayabiliriz. Böylelikle mümin daiye tabi olur ve kendisinden söz alınır.
Mümin iman eden, sözüne sadık ve imamın zimmetine giren kişilere denir. Bu
sıraladığımız kavramlar da imam ve dailerin silsilesinde mümin yedinci
rütbededir. Bâtınilerin bu davetlerine olumlu cevap verenlere ise Müstecip
denir.
İsmâililikte her zaman için
geçerli bir imam olmuştur. Aynı zaman ve mekân içinde birden çok imamın
varlığından bahsedilmez. Böylece imam, kendi döneminde tektir ve temsil etmiş
olduğu görev ise evrenseldir. Davet ise imam etrafından şekillenen veya
sıralanan hiyerarşik bir yapıdır. Bu yapılanma yıl, ay, gün, saat gibi esaslara
göre gerçekleşmiştir. Buna göre imam bir yılı, ondan sonraki düzende yer alan
hüccetler de on iki ayı temsil ederlerdi. İsmâililikte imamların bu davaya
çağırıda bulunan ve onların aracıları olan dailerin yaptıkları davet; tümüyle
adanmışlık gerektiren, kişinin her türlü mal mülk, evlat ve dünyalık işlerden
vazgeçmesini gerektiren önemli bir husustur. Bu nedenle de çok büyük fedakârlık
isteyen ve çok sayıda ön şartı olan zor bir iştir. Bu davet yapılanması içinde
görev alacak dailerin bu nitelikleri taşıyabilecek tarzda eğitim almaları son
derece önemlidir. Bir kimsenin dai olabilmesi için gerekli olan şartlar temel
de ilim, takva ve siyasetten oluşan hususlardır. İlk ilim alanı beş duyuyla,
ikinci ilim alanı ise düşünmeyle, üçüncüsü ise soyut gerçeklikle ortaya çıkar.
Bir başka anlatıma göre, ilk ilim alanı şeriat, ikinci ilim alanı tevil,
üçüncüsü ise değişmeyen beyan ilmine denk gelir.[30]
[31]
Dailer muhatap oldukları
kişilerin psikolojisini bilen ve bunu istedikleri yönde çok iyi kullanabilen
kişilerden oluşur. Onların amacı sadece davete taraftar kazandırmak değil
davete giren kişilerin eğitim ve öğretimiyle de ilgilenmekti. Bu yüzden de
giyim kuşamlarına, toplumdaki konumlarına da dikkat etmişlerdir. Genellikle iyi
bir aileden gelen, iyi eğitim almış kişilerden oluşan dailer, kimliklerini çoğu
kez gizlemekteydiler. Davete kazandırmak istedikleri insanlar konusunda ise çok
seçici olmuşlardır. Çünkü davet ettikleri kişilerin ileride davete yapacakları
katkıları, davetin bu insanlar aracılığıyla ne türden kazanımlar yaratacağı ve
davete bağlılıkları göz önünde bulunduruyorlardı. Bu yüzden bazen siyasi veya
ekonomik gücü olan kişiler bu davetlerin ilgi alanına girmekteydi.
Bâtınilerde Davet Usulü
İsmâili düşünce sisteminde
davet, her zaman kesintisiz bir şekilde varlığını sürdürmek üzere kurulan temel
bir zemine dayanır. Bu kavramın sona ermesi söz konusu olamaz. Davet, imamın
gizlilik döneminde bile varlığını korumuştur. İsmaili davet anlayışı özünde
sosyal bir ihtiyaçtan kaynaklansa da daha sonra İsmaili inancının en temel
unsuru haline gelmiştir. Bu unsur özellikle Fatimiler döneminde sistematik bir düzen
içinde devam edip gelişme göstermiştir.
Bâtıniler insanları kendi
inançlarına yaklaştırmak için bir takım yöntemler geliştirmişler ve böylelikle
propagandalarını geniş kitleler üzerinde yaymayı amaçlamışlardır. Yaptıkları bu
yöntemler sonucunda geniş coğrafyalara yayılmışlardır. Şimdi dailerin bu
yöntemlerini ve davet derecelerini[32]
[33] [34] [35] sırasıyla ele alalım.
Teferrüs: Teferrüs sahibi bir dai üç özelliğe sahip
olmalıdır. Birinci özelliği aldatılmaya meyilli olan kimseyi hemen ayırt
edebilmeli. Çünkü inancından dönmeyecek kimseyi davet etmek boş yere çaba sarf
etmektir. İkinci özelliği ise tahmini kuvvetli ve zekâsı keskin kişilerden
olmalıdır. Konuştuğu kişiyi anlattıkları ile etkilemelidir. Üçüncü ve son
özelliği ise dine davet ederken herkese aynı metodu uygulamamalıdır. Yani davet
edeceği kişinin haline göre ona yaklaşmalıdır.
Te’nis: Bu kavram bir bakımdan teferrüs yöntemine
yakındır. Bu aşamada dai davet ettiği kişinin inancına uygun olarak onunla
merakını arttırıcı şeylerden bahseder. Dailer ve Mezunlar her gece davetlerine
olumlu cevap veren müstecibin yanında yatarlar ve özellikle Kur’an okuyanlarla
dost olmak isterler. Böylece avlarına daha yakın olmak için onunla güncel
konulardan, o dönemin siyasi olaylarından ve dinden sohbet açarlar. Özellikle
bir ayet ve hadis söz konusu olunca bunların gizli anlamları ve sırlarının
olduklarından bahsederek dikkat çekmeyi hedeflerler. Bu sırlara ise ancak
seçkin kişilerin malik olacağını ileri sürerler. Eğer dai ibadete düşkün
birinin evinde kalırsa geceyi namaz kılarak ve ağlayarak geçirmeye özen
gösterirler. Bütün bunlar davet edilen kişilerde dostluğu artırmak ve onların
güvenini kazanmak için başvurdukları yöntemlerdir.[36]
Teşkik (Şüpheye düşürme): Bu aşamada dai davet ettiği
kişiyi şeriat hakkında şüpheye düşürmeyi amaçlar. Ona ayetlerin manasını ve
karşısındaki kişinin zihnini karıştıran sorularını art arda sormaya başlar.
Böylelikle karşısındaki insanı inancında şüpheye düşürmeyi başarır. Sorular
karşısında merakı artan kişi bunların gerçek manasını öğrenmek ister.[37]
Ta’lik: Tuzağa düşen müstecib bu soruların sırrını anlamak
isteyince dai onun merakını artırmak amacıyla acele etmemesini söyleyerek bu
sırların ehil olmayan kimselere açıklanamayacağını söyleyerek teşvik edici
konuşmasına devam eder. Eğer müstecib bu sırları öğrenmek için arzu ve istekte
bulunmayıp gevşek davranırsa dai o kişiyi terk eder ve davete uygun olmadığı
kanaatine ulaşır. Bu durumun tam tersi olursa yani müstecib bu soruların
cevaplarını öğrenmek için ısrarcı olursa, dai sırları açıklamak için uygun bir
vakit ayarlamaya çalışır. Bu vakte kadar ise müstecibe belli miktarlarda oruç
tutmasını, namaz kılmasını ve günahlarından dolayı tövbekâr olmasını söyler. Bu
şekilde sırlara vakıf olmayı müstecibin gözünde büyüterek ihtişamlı bir olaya
dönüştürür.[38]
Rapt: Bu aşamada müstecib dainin söylediklerini uygularsa
bu defa da sırların kimseye ifşa edilemeyeceğine dair söz ve yazılı anlaşma
olmadan hiçbir şey anlatmayacağını dile getirir. Bu hususta ayetler okuyarak
söz ve anlaşmanın önemini dile getirir. Peygamberlerinde halifelerinden söz ve
misak alarak sırları tevdi ettiğini anlatır. Böylece müstecibe sırları
saklayacağına dair yemin etmesini söyler. Müstecib yemin etmez ise dai onu terk
eder. Eğer yemin ederse ondan usule göre sırrı ifşa etmeyeceğine dair hem sözlü
hem de yazılı yemin alır.[39]
Tedlis: Dai müstecibden yemin aldıktan sonra sırları bir
defa da değil yavaş yavaş açıklamaya başlar. İlk önce müstecibe, cehaletin
ortaya çıkmasının nedeni olarak insanların kendi görüşlerine ve akıllarına
itimat ederek Allah’ın temiz kulları olan imamlardan yüz çevirmelerinden
kaynaklandığını söyler. İmamların elçi olduğunu söyleyerek Allah’ın onlara
gizli sırları, zevahirin bâtıni manalarını ve misallerin hakikatlerini onlara
açıkladığını dile getirir. Daha sonra Kur’an’ın zahirini iptal etmek için bir
takım yöntemli sözler söylemeye devam eder. Dai kendisinin ibahî ve dinsiz
olduğunu hemen söylemez. Çünkü bu itiraf müstecibin tepkisini çekebilir. Bu
nedenle dai doğru yoldan en uzak ve hurafeleri kabule en müsait olan Rafıza
fırkasına mensup olduğunu söyler. Ehl-i Beyt’e karşı sevgisini belirtir.
Batılın açık fakat hakikatin kapalı olduğunu söyleyerek hakikati nadir
kimselerin bildiğini ve birçok kişinin bu durumu inkâr ettiğini söyler. Dainin
bunu söylemesindeki amacı ise müstecibin aklın görüşünü ve naklin zahirini
inkâr ederek halkın inancından kolaylıkla ayrılmasını sağlamaktır. Eğer dai
müstecibin halkın inancından ayrılmadığını görürse, dönemin en maruf ve en zeki
insanı olan bazı kişilerin bâtıni olduklarını fakat halktan gizlediklerini ve
bu durumu bir sırmış gibi müstecibe anlatır. Ayrıca bâtıni olduklarını iddia
ettiği bu önemli kişilerin çok uzak memleketlerde yaşadıklarına önem verir.
Dainin buradaki amacı müstecibin bu kişilerle iletişime geçip söylediği yalanın
fark edilmesini önlemektir.[40]
Tesis: Dai bu aşamada müstecib tarafından, olumlu
karşılanacak ve onun mezhebe girmesini kolaylaştıracak bir takım sözler
söyleyerek onu etkilemeye devam eder.[41]
Hal: Dai müstecibe, zahirî emirlerde maksatın amel değil
bâtıni manaların anlaşılmasına yardımcı olmak olduğunu söyleyerek zahir ile
amel etmenin cehalet olduğunu anlatır.[42]
İnsilâh: Bu aşamaya kadar dainin söylediklerine inanan ve
itiraz etmeyen müstecib olumlu cevap verirse artık ondan namaz, oruç gibi bütün
dini ameller kaldırılır ve ona istediği her şeyi yapıp şehvetlere dalması helal
kılınır. Davet derecelerinin dokuzuncusu olan insilâh ile müstecib kendi
inancından ve mezhebinden tamamen ayrılır. Böylece dai asıl hedefine ulaşarak
müstecib bâtıni olmuştur.[43]
Bâtıni daileri yaptıkları bu
yöntemlerle birçok insanı davetlerine çekmiş ve taraftar toplamışlardır.
İnsanlara önce dini açıdan yaklaşıp güvenlerini sağladıktan sonra yavaş yavaş
kendi inançlarının içine çekerek birçok insanı kandırmışlardır. Özellikle dini
açıdan bilgisi zayıf olan kişiler bu tuzağa hemen düşerek dailerin amaçlarını
kısa sürede elde etmelerine neden olmuştur. Bâtıni hareketi dailer aracılığı
ile hızlıca yayılmış ve birçok coğrafyada bu propagandalar hız kesmeden devam
etmiştir. Bu yapı özellikle Hasan Sabbah döneminde yeni bir kimlik kazanmıştır.
BÂTINİLİKTE
AYRILMALAR
İsmâililiğin ilk
yüzyılı oldukça karanlık bir dönemdir. İsmâililer, merkezi biçimde örgütlenerek
dinamik bir hareket olarak ortaya çıktıkları IX. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren orta çağların diğer bütün Şiî hareketlerini geride bırakmışlardır.
Bâtınilerin ortaya çıkışından sonraki bir buçuk asır Bâtıni imamları gizli kalmıştır.
Bâtıniler bu zaman içerisinde propagandacılar (dai) tarafından idare edilmekte
idi. Bunlar birbirlerinden uzak bölgelerde İsmâili merkezleri oluşturmuşlardır.
İsmâili daileri özellikle Irak, Basra körfezi şehirleri ve İran gibi yerlerde
başarılı olmuşlardır. Bu bölgelerde zamanla İsmâililer kendi aralarında
bölünmeler yaşamışlardır. Bu bölünmenin ilk aşamasını Karmatiler ve Fatimiler
oluşturur. İkinci aşama ise İsmâililerin altın çağını yaşadığı Fatimiler
döneminde gerçekleşmiştir. Bu bölünme sonucunda Nizariyye ve Müstaliye kolu
oluşmuştur.
Karmatiler ve Karmati Hareketi
Karmatiler aşırı Şiî
İsmâiliyye mezhebine mensup bir topluluktur. 890 (277 h.) yılında İsmâili daisi
Hamdan Karmat ve kayınbiraderi Abdan öncülüğünde başlayan Karmati hareketi Kûfe’deki
İsmâili daisi olan Hamdân b.Eş’as Karmat’tan dolayı bu isimle anılmışlardır.
İbn Manzûr Karmatileri ayrı bir kavim olarak tanıtır. Taberî, 869 (255 h.) yılı
olaylarını anlatırken Karmâtiyyûn diye anılan ve Zenc isyanının destekçisi olan
bir gruptan bahsederken, Mes’ûdî ile Makdisî ise Karmatiler’in bir Sudan halkı
olduğunu belirtirler. Bu bilgileri de dikkate aldığımızda bazı çağdaş
araştırmacılar ise Karmatiler’in, Herodotos’un da zikrettiği gibi Libya’dan
getirilen Garamalılar yahut Garamantlar olduğunu ve isimlerinin Arapçaya
Karâmita yahut Karmatiyyûn şeklinde geçtiğini ileri sürerler. Ayrıca Karmat isminin Sevâd
bölgesindeki Benî Ukayl’in kolu olan Benî Karmat’tan geldiği, Karmatiler’in ve
liderleri olan Hamdân’ın Arap asıllı olduğu da rivayet edilmektedir.[44] Kelime olarak
incelediğimizde ise Louis Massignon ismin Vâsıt’taki mahallî Ârâmî lehçesinde
“gizleyen, yöntemci” anlamındaki kurmatâdan geldiğini, Wladimir Ivanow ise
Aşağı Mezopotamya’da “köylü ve çiftçi” yerine kullanılan karmita veya
karmutadan geldiğini düşünmektedir. Karmati kelimesi yani Karmat, gizli mürşit
manasına gelen Arapça bir kelimedir. Ayrıca bu kelimenin “Nabataf (kırmızı
gözlü)” anlamına gelen Karmatiyye’nin hafifletilmesinden meydana geldiği de
rivayet edilmektedir.[45]
Karmatiler 869 (255 h.)
yılında Abbasiler’e karşı düzenlenen Zenc İsyanı[46] sırasında
ortaya çıkmıştır. Karmati Hareketi’nin kurucusu olarak bilinen Hamdân,
Sâbiîliğe mensuptur ve Kûfe yakınlarındaki Dûr köyündendir. Hamdân, büyük
ihtimalle 877-78 (264 h.) tarihlerinde Abdullah b.Meymûn’un veya oğlu Ahmed’in
dailerinden Hüseyin el- Ahvâzî’nin telkinleriyle İsmailiyye hareketine
katılmış, onun ölümünden ya da Sevâd bölgesini terketmesinden sonra
İsmailiyye’nin o bölgedeki daisi olmuştur. Ancak Karmati hareketi onunla
sınırlı kalmamış, döneminde ya da daha sonra çıkarılan bütün ayaklanmalar
Karmatiler’e mal edilmiş. Bazen de Fâtımî-İsmâilî hareketi Karmatilik olarak
nitelendirilmiştir.[47]
Karmatiler, Hz. Ali
sülalesinin hilafeti bir amaç olarak değil bir vasıta olarak gördüklerini
düşünürler. Yani imametin bir sülaleden cismani irsiyet ile intikal etmediğini
bunun manevi bir hususiyet olup sâlikler arasında yeni imama aklın ani bir
ilhamı sayesinde verildiğini savunurlar. Karmatiler oruç tutmaz ve namaz
kılmazdı. Ödemekle sorumlu oldukları ne vergi ne de öşür vardı.[48] Karmatiler,
karargâh olarak Selâmiye’yi İsmaili propagandasının merkezi haline
getirmişlerdir. Suriye’de Hama şehrine bağlı olan Selâmiye kasabasından İslam
dünyasının her tarafına propagandacılar gönderiyorlardı. [49] Propagandalarını
hızlı bir şekilde yapan Karmatiler, Suriye, Filistin ve Irak’ın büyük bir
bölümüne yayılmışlardır. Karmatilerin farklı ırk ve bölgelere kolayca
yayılmalarının en önemli sebebi, çeşitli inanç ve kültürlerden bir takım
motifleri propagandalarında kullanmaları olmuştur.
Propagandalarında zulüm ve
baskıları kaldırarak yerine adalet ve eşitliği koyacağını vaad eden Karmatiler,
bu iş için özel bir program uygulayamadıkları gibi topluma toprak mülkiyeti
verme denemesini de uzun süre devam ettiremediler[50]. Karmati
uygulamalarının doruk noktasına ulaşmasını, Bahreyn Karmatileri tarafından
kurulan devlette görüyoruz. Hareket, Ebu Said tarafından organize edilmiş
olmasına rağmen bu dönemde açık bir şekilde herhangi özel bir sosyal program
içermedi. Yine de eşit haklara, yaşamda eşit fırsatlara sahip olunması gereğine
inanılan eşitlikçi prensipler, Bahreyn Karmati devletinin teşkilatında önemli
bir rol oynamıştır.[51]
Karmatiler, Fatımi
İsmâililerine muhalif bir tutum göstermişlerdir. Fatımi halifesi Muiz-
Lidinîllah 953 (342 h.) yılında hilafet makamına geçince Fatımi davetine
muhalif olan Karmatileri kendi bünyesine dâhil etmek istemiş ve bunun için
erken İsmâili doktrinlerini benimseyen, Karmatileri kapsayacak yeni doktrin
düzenlemeler yapmıştır. Bunun üzerine Maveraünnehir, Sistan, Sind ve Mücâvir
bölgelerindeki ayrılıkçı Karmatiler, Fatımi davetini desteklemişlerdir. Deylem,
Güney Irak ve Azerbaycan Karmatileri, Fatımilere karşı muhalefetlerine devam
etmişlerdir. Bahreyn Karmatileri ise Fatımilere destek vermeyerek gizli bir
düşmanlık sürdürmüşlerdir. Fatımiler’in Mısır’ı işgal etmesiyle Fatımi ve
Bahreyn Karmatileri arasında mücadeleler başlamıştır. Remle, Kûfe ve Basra’yı
ele geçiren Karmati Bâtınilerine, Fatımiler karşılık veremeyip geri
çekilmişlerdir. Ancak Hac kervanlarına saldırı düzenleyen Karmatiler’in saltanatı
kısa sürmüştür. Şiî Deylemli Büveyhoğulları [52], bunlara karşı
mücadeleye girişti. Bu mücadelede Karmatiler, Büveyhoğullarına karşı
tutunamamışlar ve Irak’ta daha sonraki dönemlerde pek fazla söz sahibi
olamadılar. Daha sonra yerel isyanlar sonucunda önce Bahreyn’de sonra da
Katifde hâkimiyetlerini kaybettiler. [53]
Sosyal reformlara, adalet ve
eşitlik ilkelerine dayandığını ileri sürerek, Abbasi hilafetine karşı gelişen
ve Fatımilerin de desteğini alan Karmatilerin dini doktrinleri ise genellikle
Fatımi İsmâililiği’nin ortaya çıkışından önceki Bâtıniyye’nin dini anlayışıyla
benzerlik gösterir. Karmatiler, ana rahmindeki oluşumdan sonra dünyaya gelerek
yaşadıkları boyunca geçirdikleri evreleri ahiret olarak kabul etmektedirler.
Cennet ise onlara göre ruhlar âlemi ve semanın genişliği, cehennem ay altı
âlemindeki oluş ve bozuluştan meydana gelmektedir. Cehennem erbabı, elem ve
ıstırabın ulaşacağı hayvan cesetleriyle ilgili nefis veya ruhları temsil eder.
Nefis dünyadaki iyilikleriyle felekler dünyasına geçince sürekliliği olan
nimetlere ulaşır ve böylece cesetlere bulaşan musibet ve korkudan temizlenir.
Karmatilerin cennet ve cehennem hakkındaki bu görüş ve fikirlerinin arka
planında açıklamak istemedikleri tenasüh inancı vardır.[54]
Karmatiler ayetlerin ve
hadislerin görünür ve görünmeyen yani bâtıni manalarının da olduğunu kabul
ederler. Görünen ve bilinen manaları peygamberlerin açıkladığını, asıl manalara
ulaşmak için ise vasiler yoluyla yetkili kimseler tarafından tevil edildiğine
inanırlar. Onlara göre zahiri anlam her nâtıkın devrine göre değişim
gösterirken tevil yoluyla ulaşılan bâtıni anlam değişmeyip bütün peygamberler
döneminde aynı kalır. İbadet olarak onlarda namaz, güneşin doğuşundan önce ve
batışından sonra olmak üzere kılınan ikişer rekâttan oluşur. Oruç ise sadece
Nevruz ve Mihrican günlerinde yılda iki gün tutulur. Zekât genellikle imamın
hakkı olarak kabul edilerek yılda bir defa verilirdi. Hac ibadetleri ise zahiri
ve bâtıni olmak üzere iki kısımdan oluşurdu. Zahiri hac herkesin yaptığı,
bâtıni hac ise imamı ziyaret etmekten oluşurdu. Ayrıca Karmatiler içkiyi helal
kılmışlar, dişli ve pençeli hayvanların yenilmesini haram saymışlar ve
kendilerine muhalif olanların cizyeye bağlanmasını gerekli görmüşlerdir.[55]
Karmatiler, Dâru’l Hicre
ismini verdikleri ve inançlarının temeline oturttukları mekânlar oluşturarak
özellikle Alamut İsmaililerinin geliştirdikleri muhalefet geleneğinin de
temellerini atmışlardır. Dâru’l Hicre anlayışının temeli, taraftarlarının
güvenli bir şekilde yaşayabileceği sarp ve dağlık bölgelerde ikamet
edilebilecek sağlam kalelerin inşa edilmesine ve bu güvenli mekânlara
taraftarların hicret etmesine dayanır. Onlar ortaya çıkmasını bekledikleri Kâim
el-Mehdî’nin oluşturdukları Dâru’l Hicre’lerde ortaya çıkacağına inanırlar.
Böylece bu mekânlara itikadî bir meşruiyet kazandırmışlardır.[56]
Fatımi İsmâilileri 899 (286 h.) yılında Selâmiye’de İmamet’in kendisine
ve dedelerine ait olduğunu ileri süren Ubeydullah el-Mehdi’nin bu iddiasından
dolayı hareket bünyesinde önemli bir bölünme ortaya çıktı. Bu ayrılık
İsmâilileri devlet kurma sürecine sokmuştu. Kuzey Afrika’ya Yemen’den
gönderilen propagandacıların başarılı faaliyetleri sonucunda “gizli imam”
gizlendiği yerden çıkarak “el-Mehdi” unvanıyla halife ilan edildi. Böylece İsmâililer,
909 (297 h.) yılında Fatimiler adıyla anılacak bir devlet kurmuş oldular.[57] 1171 (909 h.) yılları
arasında Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’de hüküm sürecek olan bu Hânedan adını
Hz.Fâtıma’dan alır. Kurucuları ise Hz.Fâtıma ve Hz.Ali yoluyla Hz.Peygamber’in
soyundan geldiklerini iddia ettikleri için halife soyu olup Abbasiler’in rakibi
durumundaydılar. İfrikiye’de ortaya çıkan Fatımi Devleti’nin esası İsmâililik
hareketine dayanmaktadır.[58] Böylece ilk dönemleri karanlık ve karmaşık olan
İsmâilileri X. yüzyılın başlarında Fatımi Devleti ile yeniden canlandığını
görüyoruz. Ayrıca bu durum İsmâililiğin birbiriyle anlaşamayan Fatımi
İsmâilileri ve Karmatiler olarak iki gruba ayrıldığını da göstermiş olur.
Fatımi İsmâililiği, Fatımi
halifeliğinin kuruluşundan, Fatımi halifesi el Müstansır’ın ölümüne kadar olan
süreyi içerir. Fatımi tarihinin “klasik” dönemini genel olarak iki aşamada
inceleyebiliriz. Kuzey Afrika aşaması olarak da adlandırılan ilk aşama, Fatımi
Halifeliği’nin İfrikiye’de kurulduğu 909 (297 h.) yılından 969’da (358 h.)
Mısır’ı ele geçirerek hükümet merkezini oraya taşıdıkları 973 (362 h.) yılları
arasında altmış yıldan biraz fazla süren dönemi kapsamaktadır. Bu aşama boyunca
Fatımiler esas olarak halifeliğin temellerini atmak ve varlığını güven altına
almakla ilgilenmişlerdi. Mısır’a geçişin tarihi olan 969’dan (358 h.) Halife el
Müstansır’ın öldüğü 1094 (487 h.) yılları arsında tam yüz yirmi yıl süren
ikinci aşamada ise, Mısır’a yerleşerek istikrara kavuşan halifelik, şanının ve
yayıldığı topraklar açısından genişliğinin yanında ardından da hızlı bir çöküşü
de beraberinde getirecek olan doruğuna erişmiştir.[59] Klasik Fatımi
dönemi dediğimiz ve tam 185 yıl süren bu dönem boyunca İsmâililik önce İfrikiye
(Tunus), sonra 973’den (362 h.) başlayarak Mısır’dan yönetilen güçlü bir
devletin resmi dini olmuştu. Bu dönem boyunca, Fatımi halifeleri yalnızca
doğrudan yönettikleri imparatorluk sınırları içinde kalmayarak İslam dünyasının
her yerindeki İsmâililerin ana gövdesi tarafından meşru imamlar olarak kabul
edilmişlerdi. Bu dönem, İsmâililiğin kendisine ait zengin bir devlet kurduğu ve
edebiyatını doruğa ulaştırdığı “Altın Çağı”nı oluşturmuştur.[60]
İsmâililerin altın çağını
oluşturan Fatımilerin İfrikiye’de hüküm süren ilk dört halifesi Ubeydullah
el-Mehdî (297 h./909), Kaim-Biemrillâh (322 h./934), Mansûr-Billâh (334 h./946)
ve Muiz-Lidînillâh’dır (341 h./953). Fatımi halifeleri, iktidarlarının ilk elli
yılı boyunca sadece batıda, Kuzey Afrika ve Sicilya’da hüküm sürmüşlerdir.
Hedefleri ise Sünni Abbasi halifeliğini devirip İslam dünyasının tek hâkimi
olmaktı. Böylelikle yönlerini İslam’ın kalbinin attığı Doğu’ya çevirmişlerdir.
İsmâili ajanları ve daileri, Sünni coğrafyasının tamamında aktiftiler; Tunus’a
konuşlanmış Fatımi orduları, Doğu İmparatorluğuna giden yolda ilk adım olan
Mısır’ın fethi için hazırlanmaktaydılar.[61]
Bu ilk adım Halife
Muiz-Lidînillâh öncülüğünde 969 (358 h.) yılında başarıya ulaşmıştır. Nil
vadisine giren Fatımi orduları, Sina üzerinden önce Filistin’e, ardından da Güney
Suriye’ye dek ilerlediler. Böylelikle Mısır bundan sonra bir Şiî İsmâili
hanedan tarafından yönetilecekti. İşgalden sonra Fatımiler eski hükümet merkezi
olan Fustat yakınlarında, imparatorluklarının başkenti olacak Kahire adlı şehri
ve inançlarının kalesi sayılacak el- Ezher isminde bir cami-üniversite inşa
ettiler. Halife Muiz-Lidînillâh, İfrikiye’den, torunlarının gelecek iki yüz
boyunca saltanat sürecekleri bu yeni ikametgâhına taşındı.[62]
Fatımi halifeleri, dailer yani
propagandacılar aracılığıyla İsmâililiği yayma politikasını izlemişler ve bunun
içinde çok büyük bir dai şebekesi kurmuşlardır. Fatımiler, dailer aracılığıyla
sınır içlerindeki ve sınır dışlarındaki farklı inançtaki insanlara kendi mezheplerinin
esaslarını öğretmeye çalışmışlar ve bunun için dailer yetiştirmek amacıyla
önemli müesseseler açmışlardır. Bu müesseselerden biri olan, Fatımi Halifesi
Muiz- Lidînillah’ın emriyle 970 (359 h.) yılında inşa edilen Kahire’deki Ezher
Camii ve külliyesi çok uzun bir süre İsmâililerin davet yapılanmasının merkezi
olarak işlev görmüştür. [63]
Dailer yetiştirmek amacıyla
açılan bir diğer müessese ise “Darü’l-Hikme” adlı yükseköğretim ve eğitim
merkezidir. Darü’l Hikme Fatımi halifesi El Hâkimi döneminde açılmıştır. Burada
yetiştirilen kişiler uzak ülkelere gönderilip İsmâililiğin yayılmasını
sağlıyorlardı. Bu akademi bir kütüphane, bir okuma salonu, içtimalar ve dersler
için çeşitli
odalardan oluşuyordu. Bütün
ilimler burada öğretiliyor ve birçok âlimler, yardımcılar ve kütüphane
memurları burada çalışıyordu.[64]
Darü’l Hikme’nin müdavimleri iki bölüme ayrılmıştır. Birinci bölüm âlimler,
ikinci bölüm ise cahiller bölümü idi. Âlimler bölümü dailerin devam ettikleri
ve yetiştikleri bölümdü. Cahiller bölümü ise dokuz derece idi. Bu bölümde
eğitime başlayan öğrenci ilk olarak dini mesai ve mukaddes kitapların tefsirini
tartışır ve öğrenciye dini konuların anlatılması kavranmasının çok zor
olduğundan ve bu konuları ancak derin insanların anlayabileceği fikri aşılanır.
Daha sonra bir takım dereceler doğrultusunda öğrenci cahiller kısmından âlimler
kısmına geçerdi.[65]
Fatımilerin kültür ve öğretim
faaliyetlerinin merkezi olan Darü’l Hikme dopdolu geçirdiği 172 yıl boyunca
çeşitli değişikliklere maruz kalsa bile önemini kaybetmemiştir. Halife bu
merkezi ehl-i sünnete yakınlaşma amacıyla inşa ettirmiş fakat çok zaman
geçmeden burası Fatımi propagandasının merkezi haline gelmiştir. 1119 (513 h.)
senesine gelindiğinde devletin dini politikasına aykırı çalışmalarından dolayı
geçici olarak kapatılmış, 1123 (517 h.) senesinde başka bir yerde ve İsmâili
bir müessese olarak tekrar açılmıştır. Böylece bu durum 1171 (567 h.) yılında
Eyyubilerin idareyi ele geçirmesine kadar devam etmiştir. Bu merkezin önemini
artıran bir diğer husus ise İsmâili davetinin önde gelen isimlerinden biri olan
dai’d-duât Hibetullah eş-Şirâzî’nin 1077 (470 h.)’de vefat edince buraya
defnedilmesidir. Yine bu merkezi önemli kılan bir diğer husus ise
kütüphanesinde bulunan eserler olmuştur. Bu eserler ise İbn Ebû Tayy’ın
ifadesiyle tam bir dünya harikasıdır. O dönemde İslam dünyasının hiçbir yerinde
Kahire sarayındaki kadar çok kitap yoktur. Bu kütüphane Selahaddin Eyyubi’nin
idareyi ele geçirmesiyle satışa çıkarılmış ve haftanın iki günü yapılan
satışlar tam on yıl sürmüştür.[66]
Fatımiler döneminde altın
çağını yaşayan İsmâililer propagandalarına devam etmişler ve bu dönemde dailik
sistematik bir hal almıştır. İdari merkezleri olan Kahire bölgesinin hücceti,
baş hüccet (daiyyü’d-düât) konumunda ve diğer tüm bölgelerin hüccetlerinin
kendisine bağlı olduğu en üst makama sahipti. On iki hüccetten dördü, doğrudan
imamla iletişim halinde olmasından dolayı diğerlerinden farklı bir
konumdaydılar. Bu dört hüccetten her biri, geriye kalan hüccetlerden ikişer
kişiden sorumlu idi. Bu anlamda hüccetler yılın on iki ayına tekabül ederken
ayrıcalıklı olan dördü ise dört haram aya denk gelmekteydi. Hüccetin emri
altında bir ayın otuz gününe tekabül eden otuz nakip bulunurdu. Her bir nakibin
emri altında ise yirmi dört saate karşılık yirmi dört dai bulunurdu. Bu kişilerin
görevi, davetin muhatabı olanları davete kazandırmak ve önce Kur’an’ın zahirini
sonra da bâtıni öğretiyi öğrenmeye hazır duruma getirmekti. Günün on iki
saatinin gündüze, diğer on iki saatinin de geceye karşılık olmasına benzer
şekilde bu yirmi dört dainin yarısı gece, yarısı gündüz daisi olmakla
görevlidirler. Bu yapılanmayı dikkate alarak, herhangi bir zaman diliminde on
iki bölgeye görevlendirilmiş on iki hüccet, bunların emri altında otuzar adet
olmak üzere üç yüz altmış nakip, her bir nakibin emri altında on ikisi gündüz,
on ikisi gece daisi olmak üzere toplam sekiz bin altı yüz kırk dai bulunurdu.
Bu sayılardan çıkarılan sonuca göre davetin kurumsal işleyişinde toplamda dokuz
bin on iki kişi görev almıştır. İsmâililiğin çekirdek yapısı temelde bu şekilde
oluşmuş ise de her dönemde bu tasnif ve sayının değişmeden varlığını devam
ettirip ettirmediğini test etmek mümkün değildir. Ancak Fatımiler’in davet
meselesine çok fazla önem verdiklerini ve iyi eğitilmiş çok sayıdan oluşan bir
kadro üzerinden bu işi gerçekleştirdiklerini söyleyebiliriz. Ayrıca bu
yapılanma biçiminin davetin açıktan yapıldığı dönemler için geçerli olduğunu
ifade etmek gerekir. Davetin açıktan olması için imamın gizlenmeden açığa
çıkması ve en az bir bölgede kurumsal olarak davetini gerçekleştirmesi
gerekmektedir. Eğer imam kendisini gizliyor ise bu durumda davetin imamdan
sonraki üst aşamayla bağlantısı olan kişilerinde gizlenmesi gerekir. Bu durumda
davetin en alt üç mertebesi düzeyinde faaliyetler açıktan sürdürülebilir.[67] Fatımiler
açtıkları eğitim kurumları ve dailerin oluşturduğu sistematik bir düzen içinde
İsmâili propagandasını açık bir şekilde yürütmüşlerdir.
Fatımilerin ortaya çıkmasıyla
İslam dünyası ikiye ayrılmıştır. Bir yanda Sünniliği temsil eden Abbasi
halifeliği diğer yanda ise Şiîliği temsil eden Fatımi halifeliği vardı. Ayrıca
İslam dünyasına hâkim olmak isteyen Fatımiler de kendi içlerinde bir takım
görüş ayrılıkları yaşamışlar ve dolayısıyla da çözülmeler baş göstermiştir. İlk
kopmalar Kuzey Afrika’da ilk Fatımi halifesi zamanında olmuş ve farklı
görüşlere sahip olan dailer arasında anlaşmazlıklar başlamıştır. Böylelikle
Fatımilere ilk yüz çevirenlerde Bahreyn Karmatileri olmuştur.[68]
İsmâililer’de ikinci ve önemli
bölünme ise el-Müstansır’ın uzun hilafeti zamanında ortaya çıkmıştır. Bu
bölünmenin sebebi, İsmâiliyye aleyhtarı olan ordu kumandanlarının
hâkimiyetlerini kaybetmesi ve Fatımi halifelerinin önemini yitirmesi olmuştur.
Fatımilerdeki bir diğer bölünme ise altıncı halife olan el-Hâkim’in 1021’de
(411 h.) gizemli bir şekilde kaybolmasından sonra yaşanmıştır. Taraftarlardan
bazıları halifelerinin ölmediğini gizlendiğini ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla
Fatımi tahtına halefinin çıkmasını reddederek mezhepten ayrılmışlardır. Hatta
bunlardan bazıları Suriye İsmâilileri’nin desteğini de almışlardı.[69]
İsmâili davasının çok büyük
bir iç bölünme ile parçalanması ise sekizinci halife el- Müstansır’ın 1036-1094
(428 h.-487 h.) ölümünden sonra gerçekleşmiştir. Bu parçalanma Fatımi
İsmâililerini “Nizariyye” ve “Müsta’liye” adıyla iki büyük kola ayırmıştır.
Nizariye kolu Hasan Sabbah ile güç toplarken, Müsta’liye kolu ise kısa süre
Mısır’da hâkimiyetini sürdürmüş daha sonra birbirlerinden farklı kollara
ayrılarak Yemen’e geçmişlerdir. Buradan da Hindistan’a geçen Müsta’liler burada
da bölünmeler yaşamıştır. Daha sonra Akka valisi Bedrü’l-Cemâli halifenin
daveti üzerine hâkimiyeti eline aldıktan sonra arka arkaya onun oğlu, torunu ve
birçok taraftarları tarafından işgal edilmişlerdir. Böylece Fatımiler askeri
diktatörlerin yönetimine girmiş ve bir bakıma kukla durumuna gelmişlerdir.[70]
Fatımilerin bu gibi kopmalar
yaşamasında ve dağılmalarındaki bir başka sebep de Abbasiler’di. Mısır’daki
Fatımi Devleti ile merkezi Bağdat’ta olan Abbasi Devleti arasında siyasi ve
mezhebi mücadeleler vardı. İslam dünyasına canlılık kazandıran Sünni
Selçuklular Tuğrul Bey’in önderliğinde Abbasi Halifeliği’ni Fatımiler’in eline
düşmekten kurtarmıştır. Bunun sonucunda Fatımiler Suriye bölgesindeki yerlerini
kaybetmiş ve bu bölgeler 1075’te Selçukluların hâkimiyetine geçmiştir. Böylece
1040’ta kurulan ve genişleyen Selçuklu Devleti, Abbasi Halifeliği’ni Şiî
baskısından kurtarmış oldu. Bundan sonra Tuğrul Bey’in hedeflerinden biri
İsmâililiği kökünden imha etmek olmuştur. Tuğrul Bey bu amaçla Bağdat’a gelerek
oradan Mısır’a hareket etmek ve Fatımi Devleti’ni ortadan kaldırmak amacıyla
hazırlıklara başlamış ve harekete geçmiştir. Tuğrul Bey Bağdat’a varmış ancak
Bağdat hükümeti onun maksadını anlayamamış ve Tuğrul Bey on üç ay orada
kaldıktan sonra Musul’a geçmiştir. Musul havalisini kardeşine temin ettikten
sonra tekrar Bağdat’a dönerek halife ile görüşüp geri dönmüştür. Ancak Tuğrul
Bey’in amacını anlayamayan Bağdat halifesi, Bağdat’ı Fatımilere terk edip
kaçmıştır. Bağdat halifesi, Tuğrul Bey’in yardımıyla başkente dönebilmişti.
Daha sonra Tuğrul Bey Fatımi askerleri ile savaşmak için harekete geçerek
halifeyi kendi eliyle Bağdat’a sokmuş ve sarayına götürmüştür. Bu olaylardan
sonrada Tuğrul Bey Mısır’da ki Fatımiler ile uğraşmaya başlamıştır. Daha
sonraki dönemlerde ise Fatımi hükümdarı Müstansır, Bağdat’ta yenilgiye
uğradıktan sonra Halep ve Kudüs’ten çekilmiş ve Şam’dan atılmıştır. Böylelikle
Fatımi İsmâilileri Suriye’den tamamen çekilmiş ve sadece Mısır’ı
kurtarabilmişlerdir. Fatımilerin giderek küçülmesi ve gerilemesindeki büyük
faktörlerden birini de Büyük Selçuklu Devleti oluşturmaktadır.
Dört Fatımi halifesi Kahire’de
hüküm sürmüş ise de, Fatımiler ne iktidara ne nüfuza ne de umuda sahip yerel
bir Mısır hanedanlığına dönüşmüşlerdir. 1171 yılında son halifesi de ölüm
döşeğindeyken, geçen sürede Mısır’ın gerçek efendisi haline gelmiş olan
Selahaddin Eyyubi, bir vaizin Bağdat’taki Abbasi halifesi adına hutbe
okutulmasına müsaade etmiş, İsmâililerin aykırı eserleri yığınlar halinde alevlerin
içine atılmış ve iki yüzyılı aşkın bir süre sonra Mısır Sünni kanada
katılmıştır. Bu tarihten itibaren Mısır’da ikametlerini sürdüren İsmâililerin
sayısı pek az olmalıdır. Lâkin tarikat, el-Müstansır’ın ölümüyle yaşanan
bölünmenin getirdiği iki başlı yapı halinde başka coğrafyalarda varlıklarını
sürdürmeye devam etmişlerdir. Musta’li İsmâilileri İslam coğrafyasının uzak
uçlarında sıkışıp kalırken, hasımları Nizariler gerek öğreti gerekse de siyaset
alanlarında yoğun bir gelişme kaydetmişler ve İslam dünyasının gidişatında
önemli ve etkili bir rol oynamışlardır. İsmâililik yorumlarına, Fatımiler
döneminin temel geleneklerinin izlerini taşımaları nedeniyle zaman zaman eski
davet denmektedir.[71] [72]
Fatımiler, Halife el-Hâkim
döneminde örgütlenmişler, Halife el-Müstansır zamanında ise en yüksek dereceye
ulaşarak bu dönemde genişlemişlerdir. Fatımi daileri çok geniş bölgelere
yayılmışlar ve davaları özellikle Irak başta olmak üzere Fars, İsfahan, Horasan
ve Rey gibi bölgelerde daha da etkinlik kazanmışlardır. İç isyanlardan dolayı
İsmâililiğin Mısır’da etkisizleşmeye başladığı dönemlerde Hasan Sabbah’ın,
İran’da ortaya çıkması Şiî-Sünni mücadelesine yeni bir ivme kazandırdı. Hasan
Sabbah kurduğu teşkilat sayesinde Selçuklu ve Sünni ordularını çok uğraştırmış
ve zamanla Selçuklular için ciddi bir tehlike oluşturmuş, İsfahan ve
civarındaki kaleleri ele geçirmiştir. Amaçları ise dini olmaktan çok siyasi
idi. Kurulu olan düzeni yıkıp halka kendi inanç ve düşüncelerini kabul
ettirerek yeni bir düzen kurmak istiyorlardı. En önemli düşmanları ise
Abbasiler ile hâmileri Selçuklulardı. Kurdukları teşkilat ile birçok din adamı
ve devlet adamını eğittikleri fedailerine öldürtmüşlerdir. Hasan Sabbah, Alamut
kalesine yerleşerek halkı İsmâiliyye’nin diğer bir adı olan Bâtınilik mezhebine
davet ediyordu. Selçuklu Devleti, siyasi bakımdan hemen her zaman Fatımilere
karşı üstünlüğünü korumuş ve Fatımiler’den Suriye’yi almış, Mısır kapılarına
kadar dayanmıştır.[73] Ancak
Hasan Sabbah ve diğer Alamut yöneticileri uzun yıllar boyunca İsmâili
faaliyetlerini ve hareketlerini devam ettirmişlerdir. İsmâililiğin savunucusu
olan Fatımiler ve Sünniliğin savunucusu Selçuklular arasında uzun çekişmeler
yaşanmış ve bu dönem İslam dünyası açısından karışık bir dönem olmuştur.
Musta’li İsmâilileri
Fatımilerin iki kola
ayrılmasının asıl nedeni, Fatımi halifesi el-Müstansır’ın 1094 yılında
Kahire’de ölmesinden sonra çıkan karışıklıklardı. El-Müstansır ölmeden önce
halef olarak büyük oğlu Nizar’ı atamıştı. Ancak Fatımi devletinde vezirlik ve
başkumandanlık yapan el-Efdal, Nizar’ın yerine el-Müstansır’ın küçük oğlu olan
Mustali’nin imam olmasını desteklemiştir. Zaten el-Müstansır’ın ölümünden hemen
sonra onu halifelik makamına geçirmiştir. Bunun ardından da bir grup İsmâili
el-Müstansır’ın yerine Nizar’ın geçmesini isteyince, ayrılıklar meydana
gelmişti.[74]
Mısır, Suriye, Yemen başta
olmak üzere başka bölgelerdeki Mustaliler, 1130 (524 h.) yılına kadar
İsmâililiğin ayrıldığı diğer kol olan Nizariliğin karşısında yer almışlardır.
Mustaliler, el-Müstansır’ın ardından oğlu el-Mustali ve onun oğlu el-Amir olmak
üzere iki imam daha tanımışlardır. Mustaliler, el-Amir’in ölümünden sonra
karışıklıklar yaşamışlardır. Bu karışıklıklar sırasında el-Amir’in kuzeni olan
el-Hafız kendi adına imamlık iddialarına girişmiş ve Fatımi tahtına geçmişti.
Bu durum Mustali topluluğu içinde yeni bir bölünmeye sebep olmuştur. Bunun
sonucunda Mustaliler, “Hafiziye ve Tayyibiye” olarak iki kola ayrılmışlardır. [75]
Mustali İsmâililiğinin
Mecidiye olarak da bilinen Hafiziye kolu, halife el-Amir’den sonra imam olarak
el-Hafızı ve ondan sonra gelecek olan Fatımi halifelerini kabul etmişlerdir.
Kahire’deki dava merkezini resmen kabul eden Hafiziye, asıl izleyici kitlesini
Mısır ve Suriye’de bulmuştu. Ayrıca Hafizilik, yerel hanedanlardan olan
Aden’deki Zuriyelerin ve San’a’daki Hemdanilerin de destekleriyle Yemen’de de
yandaş bulmuş oldu. Ancak devlet desteğinden faydalanan Hafiziye kolu, Mısır’da
Fatımi hanedanlığının yıkılmasıyla 1171 (567 h.) yılından sonra fazla
yaşamadılar.[76]
Mustali İsmâililiğinin Tayyibi
kolu ise, el-Amir’den sonra çocuk yaştaki oğlu el-Tayyibi imam tanıyarak,
el-Hafız ve ardıllarının imamlıklarını reddetmişlerdi. Tayyibilik, başlangıçta
Mısır ve Suriye’deki Mustali İsmâililiğinin oluşturduğu küçük bir azınlık ve
yerel Süleyhi hanedanının açıkça kendisini desteklediği Yemen İsmâililerin
çoğunluğu arasında destek görmüşlerdir. Kısa bir süre sonra ise, bir dai mutlak
başkanlığında bağımsız bir Tayyibi dava örgütlenmesini kurmuşlardır. Böylece
Yemen Tayyibi hareketinin ana merkezi konumuna gelmiştir. Tayyibi daileri
zamanla, başta Gucerat Bohraları olmak üzere, bir bölümü daha önceden
İsmâililiğe kazandırılmış olan Batı Hindistan Müslümanları arasında da pek çok
yandaş bulmayı başarmışlardır.[77]
Öğreti alanında Fatımi İsmâililiğinin geleneklerini sürdüren Tayyibiler tıpkı
Fatımiler gibi dinin zahir ve bâtın boyutlarına eşit derecede önem
vermişlerdir. Tayyibiler, daha sonraki dönemlerde Davudî ve Süleymanî olarak
gruplara ayrılmışlardır. Yemen’deki Tayyibiler’in büyük bir kısmı Süleymanî
davasını benimserken, Hindistan’daki Tayyibiler ise Davudî davasını
benimsemişlerdir.[78]
Hindistan Tayyibilerinin büyük
bir çoğunluğunun desteğini alan Davud Burhaneddin Kutubşah, Moğol yöneticileri
ile de iyi ilişkiler kurduğu için onun döneminde çok fazla olay olmamıştır.
Onun yerine yirmi sekizinci dai Şeyh Âdem Safiyeddin’den sonra Davudiler yeni
bir bölünme yaşamışlardır. Davudilerin büyük bir kısmı Şeyh Âdem’den sonra
Davud b. Kutbşah’ın oğlu Abdül Tayip Zekiyeedin’i tanırken bunu kabul etmeyen
Şeyh Âdem’in torunu Ali b. İbrahim yeni bir hizip kurmuş ve kendi adıyla
“Aliye” olarak bilinen bu hizip çok az sayıda üyesiyle günümüze dek yaşamayı
başarmıştır.[79]
Davudî dava örgütlenmesi, temelde Tayyibi İsmâililiğinin Yemen döneminde
geliştirdiği modele dayanır. Buna göre Davudî topluluğunun başında, gizli
imamın temsilcisi olan dai mutlak bulunur. Makamına selefinin nassı ile gelen
dai mutlakın (temsilcisi olduğu imamlar gibi) günahsız ve yanılmaz olduğu ve
gerekli dinsel bilgiye sahip bulunduğu kabul edilir.
Davudî topluluklarının en
belirgin özelliği ise diğer topluluklardan uzak içe kapalı bir yaşam
sürmeleridir. Davudîler kendi dışındakilerle ilişkilerini sınırlı tutmaya ve
Hindular ile diğer Müslüman topluluklarıyla evlilik bağları kurmamaya özen
gösterirlerdi. Bu gelenekleri ve Davudî davasının artık yeni taraftarlar kazanmaya
çalışmaması, mezhebe 80 inananların sayısının sınırlı kalmasına neden olmuştur.
Tayyibiliğin diğer alt kolunu
oluşturan Süleymanîlik[80] [81] [82] ise,
Hindistan’daki az sayıda taraftarı dışında esas olarak Yemen’de yayılmışlardır.
Süleymanîlerin daileri genellikle Yemenli Makrami ailesindendir. Süleymanîler,
19. yüzyılın başlarına dek Heraz bölgesinde yaşamışlar ve onları oradan kovmak
isteyen Zeydilerin saldırılarına başarılı bir şekilde karşılık vermişlerdir.
Osmanlıların 1872 (1288 h.) yılında Yemen’i yeniden fethetmesiyle
Süleymanîler’in güçleri kırılmıştır. Osmanlı komutanı Ahmet Muhtar Paşa,
Attara’daki kalelerini yıkıp kırk birinci dai Hasan b. İsmail el-Makrami’yi
idam ettirerek Süleymanileri Heraz’dan sürmüştür. Ahmet Muhtar Paşa aynı
zamanda, İsmâililerin geleneksel desteği olan Beni Yaın boyunu da barış
anlaşması yapmaya zorlayınca, askeri gücünü kaybeden Süleymanî daileri Necran
bölgesine çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu olaylarla Süleymanî daileri ve
destekçileri Yemen’deki bütün siyasal önemlerini kaybetmişlerdir. Süleymanî
dava örgütlenmesi de Fatımi-Tayyibi geleneklerini sürdürmektedir.
Hindistan’daki Davudîlerin daha ayrıntılı olan örgüt şemasıyla
karşılaştırdığımızda, Süleymanîler Tayyibilerin Yemen döneminin daha basit
modelini korumuşlardır. Süleymanîlerin daha küçük bir coğrafyaya yayılmış
olmaları da daha basit bir örgütlenmeyi yeterli kılmıştır. Davudîlerin tersine
dai ve mensublarının sıkı denetimi altında olmayan Süleymanîler hareketlerinde
daha özgürdüler. Süleymanîler, kendi dışlarındaki toplumsal yaşama rahat
uyarlanan, modern gerekleri kabul eden ve çağdaş eğitimden yararlanan ilerici
bir topluluk oluşturmuşlardır. Süleymanîler aynı zamanda kadınları kara çarşaf giymelerini
açıkça reddeden ilk Müslüman topluluklardan biridir.
Nizari İsmâilileri
Nizariyye, İsmâiliyye
mezhebinin günümüze kadar gelen en önemli kolunu oluşturmaktadır. Fatımi
halifesi Müstansır-Billâh’ın ölümüyle İsmâililik Doğu ve Batı yani Mustali
İsmâililiği ve Nizari İsmâilileri olmak üzere ikiye ayrılmıştı.
Müstansır-Billâh’ın büyük oğlu olan Nizar’ın imametini benimseyenler Nizari
adıyla anılmışlardı. Nizariler’e göre imamet Nizar’ın hakkı iken gerekli
önlemleri alamadığı için küçük kardeşi Müsta’lî- Billâh, kayınpederi ve aynı
zamanda da ordu kumandanı olan Efdal b. Bedr el-Cemâlî’nin desteğiyle imametini
ilan etmişti.[83] Bunun
ardından bir grup İsmâili el-Muntasır’ın yerine Nizar’ın geçmesini isteyince
ayrılıklar meydana gelmişti. Bu ortamdan faydalanan Nizar iki oğluyla birlikte
Mısır’dan İskenderiyye’ye kaçıp isyanlara başlamışlardı. Bölge halkının da
desteğini kazanan Nizar halifeliğini ilan eder. Ancak onun bu hareketi sonunu
hazırlar ve çok geçmeden Mustali’nin gönderdiği askerler tarafından esir alınıp
Kahire’ye götürülür. Kardeşi Mustali’nin emriyle iki oğlu ile birlikte hapse
atıldıktan kısa bir süre sonra öldürülür. Bu isyanlara en büyük destek ise
Hasan Sabbah’tan gelir. Fatımiler adına propaganda yapan Hasan Sabbah,
el-Muntasır’ın en büyük oğlu Nizar’ın halifelik makamına geçmesini isteyerek
onu desteklemiştir. Hatta o, bununla da yetinmeyerek Nizar adına hutbe de
okutarak, İskenderiyye’deki oğullarından birini Nizar’ı getirmesi için Alamut’a
göndermiştir. Bir rivayete göre de; Fatımi meclisinden kaçan Nizar bir
yaşındaki oğlu ile birlikte Kûhistan tarafında bulunan Hasan Sabbah’ın yanına giderek
bir yıl orada kalmıştır. Bu arada Fatımi otoritesinden kopan ve uzaklaşan Hasan
Sabbah’ın Nizar’a destek verdiği için Fatımi halifesi el-Muntasır’ın
başkumandanı olan ve aynı zamanda da kayınpederi de olan Emirü’l Cuyûş ile
arası bozulur. Hatta Emirü’l Cuyûş’un, Hasan Sabbah’ı hapse attırdığı da
rivayet edilmektedir. Mustali’nin imam atanmasının ardından Nizar’ın da
öldürülmesiyle İsmâililikteki Nizariyye ve Mustaliyye daha keskin bir ayrıma
girmiştir. Böylece Nizariler, Hasan Sabbah liderliğinde Fatımilerden bağımsız
bir şekilde İran bölgesinde faaliyetlerine başlarlar. Nizariler zamanla hem
doktrin hem de siyasi anlayış açısından tamamıyla Fatımilerden ayrılarak Büyük
Selçuklu Devleti sınırları içinde özerk bir harekete dönüşürler.[84]
Nizari doktrini; kuvvet,
taktik ve yönetmeyi şahsında toplamış bulunan Hasan Sabbah’ın daha Fatımilerle
ilişkisini kesmeden önce yeni bir döneme girmişti. Büyük olasılıkla Hasan
Sabbah, Şîa’nın imama dayandırılan eski talim doktrinini cedel üslubunda ve
edebî şekilde yeniden formüle etmiştir. Buna göre dinle ilgili bilgilerin sadık
bir öğreticiden öğrenilmesi zaruri kılınmıştır. Bu öğretici ise Allah
tarafından tayin edildiğine inanılan İsmâili imamıdır. Bu düşünce İslam
dünyasında geniş yankılar uyandırmıştır. Hatta başta Gazzâlî olmak üzere birçok
âlimin tepkisini çekmiştir. Nizari İsmâilileri, Allah’ın mutlak varlık olduğunu
ve her şeyin O’ndan geldiği fikrini benimsemişlerdir. Ayrıca Allah’ı tanımanın
zamanın imamını tanımak demek olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre imam fâni
bir insan ise de onun bilinemeyen bir ilâhî tabiatı vardır, imamın sözü
Allah’ın sözüdür. Onlar için zekât ikinci esas olup kazancın beşte birinin
imama veya yardımcılarından birine verilmesidir.[85]
Bu bölümde İsmâili hareketinin
oluşum ve gelişim dönemlerini incelenmiştir. Zaman zaman bu dönemlerde
çatışmalar çıkıp ayrılıklar olsa da İsmâili hareketi çeşitli yollarla günümüze
kadar ulaşmıştır. Hâkim oldukları coğrafyalar farklılaşsa bile amaçları ve
doktrinleri ortak olmuştur. Bundan sonra ki bölümümüzde ise İsmâili davetine,
talim ve doktrinlerine yeni bir dönem getirecek olan Hasan Sabbah’ın hayatını,
Alamut kalesini ele geçirmesini, fedailerini, dönemin önemli kişilerine
düzenledikleri suikastları ve neden Haşhaşi ismiyle anıldıklarından
bahsedilecektir.
HASAN
SABBAH VE ALAMUT
Alamut Öncesi Hasan Sabbah
Gerçek adı El-Hasan b. Ali b.
Muhammed b. Cafer b. El-Hüseyin b. Muhammed es-Sabah el-Hımyerî olan Hasan
Sabbah, İran’da Nizari-İsmâili Devleti’nin kurucusudur. Doğumuyla ilgili bazı
kaynaklar Hasan Sabbah’ın Rey[86] şehrinde
doğduğunu belirtirken, Cüveynî, Bernard Lewis ve Farhad Daftary ise Hasan
Sabbah’ın Rey şehrinde değil Kum şehrinde doğduğunu belirtirler[87]. Kum şehri,
Arapların İran’daki ilk yerleşim merkezlerinden ve On İki İmamcı bir Şiîliğinin
kalelerinden biriydi. On İki İmamcı bir Şiî olan babası Irak’ın Kûfe şehrinden
gelmişti ve rivayete göre Yemen kökenliydi; daha uçuk bir rivayete göre ise,
Güney Arabistan’daki kadim Himyer krallarından birinin torunuydu.[88] Hasan’ın
doğum tarihi ise bazı kaynaklarda 1046-1047 veya 1053-1054 yıllarına
tarihlendirilir. Hasan Sabbah’ın doğum tarihi günü gününe bilinmese de,
muhtemelen XI. yüzyılın ortalarına rastlıyor olmalıdır. Daha çocuk yaştayken
babasıyla Rey’e göç etmiş olan Hasan, din eğitimini burada almıştır. Rey, IX.
yüzyıldan beri dailerin faaliyet merkezlerinden birini oluşturuyordu. Hasan
Sabbah da bu kişilerin etkisine girerek Bâtıni hareketinin en güçlü ismi haline
dönüşecekti. [89]
Cüveynî, Tarih-i Cihan
Güşa’sında Hasan Sabbah’ın hayatını anlattığı ve adamlarının Sergüzeşt-i
Seyyidinâ adını verdikleri bir eserden bahseder. Bu kitap Hasan Sabbah’ın
hayatını ve başından geçen olayları anlatır. Otobiyografik bir eser olan bu kitapta
Hasan Sabbah kendi öyküsünü anlatmaktadır. Eserde kendisinin ve atalarının Şia
mezhebinin on iki imam kolundan olduğunu, Rey’de Bâtıni mezhebinden olan Emire
Zerrab ile mezhepleri hakkında tartışmalar yaptığını ve onun anlattıklarından
etkilendiğini ifade eder. Ayrıca Necm Sarrac adında bir kişiden de Bâtınilerin
mezhebi hakkında bilgi aldığını da ifade eder. Mezhebin sırlarını öğrendikten
sonra biat yemini ederek 1072 (464 h.) senesinde Irak’ta dai olan Abdü’l Melik
Ataş’ın Rey şehrine gelip kendisini beğendiğini bu yüzden de dailik naipliğine
tayin edildiğinden bahseder. Bu görevi aldıktan sonra Mısır’a Halife
Mustansır’ı görmek için yola çıkar.[90] [91]
Hasan Sabbah’ın Bâtınilik
mezhebine geçtikten sonra yolunun Mısır’a düştüğünü ve 107677 (469 h.) yılında
Mısır’a gitmek için Isfahan’a gittiğini, orada birçok tehlike atlattıktan sonra
Azerbeycan’a, oradan da Suriye’ye ulaştığını Cüveynî eserinde bahsettikten
sonra Hasan Sabbah’ın kendi eserinde anlatılanlara da yer vermiştir. Hasan
Sabbah bu yolculuğu sırasında 1078 (471 h.) yılında Mısır’a ulaştığını fakat
Halife Mustansır ile görüşemediğini çünkü Emir’ül-Cuyuş’un peşine düştüğünü bu
yüzden Isfahan’a doğru yola çıktığını anlatır. Isfahan’dan Damgan’a geçen Hasan
Sabbah burada üç yıl kaldığını ve dailerini Alamut’un kasabalarından biri olan
Andic Rud ile Alamut’un diğer bölgelerine göndererek oradaki halkı mezheplerine
davet etmeye çalıştıklarından bahseder. Bu sırada Selçuklu veziri
Nizamülmülk’ün peşine düştüğünü öğrenince Rey şehrine geri dönmeyerek Alamut’a
sınır olan ve daha önce dailerini gönderdiği Andic Rud’a gelerek burada ikâmet 91 ettiğini anlatır.
Hasan Sabbah ile ilgili
günümüzde de tartışma konusu olan ve en çok merak edilen konulardan biri
Selçuklu veziri Nizâmülmülk, Ömer Hayyâm ve Hasan Sabbah’ın arkadaş oldukları
ile ilgilidir. Bu üç önemli şahsiyetin arkadaş olduğu ve birlikte Muvaffak-
Lidînillâh en-Nîsâbûrî’nin derslerine devam ettikleri, aralarından kim daha
önce ikbal ve servete ulaşırsa onun diğerlerine yardım edeceğine dair
yeminleştikleri söylenir. Yine bu rivayetlere göre Nizâmülmülk’ün vezir olunca
Hasan Sabbah’a valilik teklif ettiği, ancak onun merkezden uzaklaşmamak için sarayda
bir görev istediği, bu isteği kabul edilince Nizâmülmük’ün görevine göz
diktiği, bunu fark eden Nizâmülmülk’ün onu Sultan Melikşah’ın gözünden düşürüp
saraydan uzaklaştırdığı ve Hasan Sabbah’ın da bu yüzden Mısır’a kaçtığı
söylenir. Bu hikâye, Reşîdüddîn Fazlullah-ı Hemedânî tarafından da kabul
edilmekle beraber 1017-1018 tarihlerinde doğan Nizâmülmülk’ün, 1046-1047 veya
10531054 tarihleri arasında doğan Hasan Sabbah ile birlikte aynı hocanın
talebesi olması uzak bir ihtimaldir.[92] Ayrıca Sultan
Melikşah ve Sultan Sancar zamanında himaye edilen şairler arasında yer alan ve
rubaileriyle tanınan Ömer Hayyâm’ın 1039-1048 yılları arasında doğduğu ve ölüm
tarihi olan 1123 veya 1132 yılları da dikkate alındığında böyle bir
arkadaşlığın kesin bir şekilde doğruluğunu kanıtlayamayız.[93] Yine
bu dönem kaynaklarında Bâtıniler ve Hasan Sabbah ile mücadeleler esnasında Ömer
Hayyâm’ın ismine rastlanmamaktadır. Bu durum böyle bir arkadaşlığın söz konusu
olmadığını kanıtlar niteliktedir. Aralarında bu kadar fazla yaş farkının da
olması dikkate alındığında üçünün aynı zamanlarda aynı hocadan ders alma
ihtimalleri çok düşüktür. Tarihimizde bu önemli üç şahsiyetin yaşam tarihleri
birbirine tam olarak yakın olmasa da onların arkadaş olma ihtimalleri bazı
kaynaklarda heyecanlı bir efsane olarak gözümüze çarpar.
Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’ni Ele Geçirmesi
ve Diğer İsmâili Kaleleri
Ortaçağ’da Rûdbâr vadisinde
bulunan elliye yakın müstahkem kalenin en meşhuru olan Alamut, Deylem sınırında
Rûdhâne-i Alamut vadisiyle Tâlekan nehrinin birleştiği yerden 2, Kazvin’den ise
6-8 fersah mesafede 2000 metre yükseklikteki yalçın kayalar üzerinde kurulan
bir kaledir. Âluh ve âmût (âmûht) kelimelerinden meydana gelen Alamut ismi,
eski Fars dilinin Taberistan şivesinde “kartal yuvası” veya “kartal eğitimi”
(ta’lîmü’l-ukâb) anlamına gelmektedir. İbnü’l-Esîr’e göre kale Deylem
hükümdarlarından birisi tarafından kurulmuş ancak daha sonra 860 (246 h.)
yılında Taberistan Alevîleri’nin reisi Hasan b. Zeyd ed-Dai-İlelhak tarafından
yeniden inşa edilmişti. Asıl şöhretini ise Haşhaşi’nin lideri ve İsmâili
Devleti’nin kurucusu Hasan Sabbah’a borçludur.[94]
İbnü’l Esir, “Kami’l fi’t
Tarikh” adlı eserinde Alamut’la ilgili, bir kartalın krala bu bölgeyi
tanıttığını ve onu oraya götürmüş olduğuna dair bir başka deyişten şöyle
rivayet eder: “Oraya ‘talim el akab’ adı verildi, bunun karşılığı Daylami lehçesinde
aluh amut’tur. Aluh sözcüğü ‘kartal’ demektir. Amutis ise ‘öğretim, eğitim’
anlamındaki amakhut’tan çekilir. Kazvin halkı burayı akab amukhat (Kartalın
öğrettiği, eğitimi) adıyla çağırırdı. Böylece aluh amut ya da akab amukhat
terimi daha sonraları Alamut’a dönüşmüştür.”[95] İranlı
tarihçiler ise ilginç bir rastlantıya dikkat çekerler: Aluh Amut ismi içindeki
her harfe verilen Arap harflerinin sayısal değerleri toplandığında, yani ebced
hesabına göre, Hasan bin Sabbah’ın Alamut’u ele geçirdiği tarih olan 1090 (483
h.) rakamı ortaya çıkmaktadır.[96]
Hasan Sabbah, Alamut’a sınır
olan Andic Rud’a gittikten sonra orada bir süre ikamet etmiş, Alamut’un coğrafi
açıdan da uygunluğunu göz önüne alarak burayı kendisi ve fedaileri için merkez
olarak seçmiştir. Bu yüzden buranın zaptı için uğraşmış ve Alamut’un
çevresindeki köylere faaliyetlerini yürütmek için dailer göndermiştir. Aynı
zamanda Hasan Sabbah Girdkûh ve Türşîz kalelerinin valilerini de kendi
doktrinine çekmeyi başarmıştır.[97]
Hasan Sabbah Mısır’dan İran’a
geldiği zaman, Alamut Kalesi’nin sahibi Hasan Hüseyin Mehdi adında bir Alevi
yani Alisoylu idi. Kaleyi ona Selçuklu Sultanı Melikşah, bir ikda arazisi
olarak vermişti. Hasan Hüseyin Mehdi, Hazar Denizi çevresinde ayrı bir Zeydi
topluluğu kuran El Nasirli’l Hak olarak da bilinen Hasan bin Ali el Utruş’un
torunlarındandı. Rivayet edilir ki; Hasan Sabbah’ın emrinde çalışan Dai Hüseyin
Kâini, Hasan Hüseyin Mehdi ile dostluk kurmuş ve böylelikle İsmâili daileri bu
arazinin çevresindeki halkı inançlarına çevirerek güçlerini artırmışlar. Bu
sırada ise İsmâililer kale içine sızmaya başlamışlar. Hasan Hüseyin bir süre
sonra bu durumu fark edip onları kovmuş olsa bile çevredeki İsmâililerin
çoğalmasıyla kale içlerine girmelerini önleyememiş. 4 Eylül 1090 (6 Receb 483)
Çarşamba günü Hasan Sabbah’ın gizlice kaleye girmesiyle fetih hareketi başlamış
oldu. Bir süre orada gizlenmek için kendisine Dihkhuda (Dehhuda) adını takıp
kılık değiştirmişti. Hasan Hüseyin Mehdi’ye gerçek kimliğini açıklamadı. Hasan
Hüseyin Mehdi, artık kendisine kimsenin boyun eğmediğinin ve Alamut’un
efendisinin başka biri olduğunun farkına varmıştı. Alamut garnizonu halkı ve
yerli sakinlerinin çoğunluğu, kendisini savunacak veya kendilerini sürgün
edecek iktidarı Hasan Hüseyin Mehdi’den alan İsmâilileri benimsediler. Böylece
Alamut kan dökülmeden ele geçirilmiş oldu. Hasan Sabbah’ın Alamut’u alışı ile
ilgili iki geleneksel söylenti daha vardır: Bunlardan birincisi; Seyyidina
Hasan bin Sabah, Melikşah’ın Alisoylu bölge valisi H. Hüseyin Mehdi ile buluşup
Alamut Kalesi’ni 3000 dinara satın almak istediğini söyler. Mehdi onun bu büyük
miktardaki altın parayı bulamayacağını düşünerek pazarlığı kabul eder. Bunun
üzerine Hasan Sabbah, Girdkûh[98] ve
Damgan daisi Reis Muzaffer’e mektup gönderip, onun parayı bulmasını istemiş. Bu
para kısa sürede bulunup Kale satın alınmıştır. İkincisi ise; Hasan Sabbah,
Mehdi’den Alamut’ta üzerinde oturacağı bir sığır derisinin kaplayacağı kadar
toprak parçası istemiş, o da kabul etmiş. Seyyidina Hasan bir öküz derisini
ince ince sırım çekerek, tüm kaleyi kaplayacak duruma getirip kaleye sahip
olmuş.[99]
Hasan Sabbah artık Alamut’un efendisiydi. Kaleye
girişinden ölümüne dek geçen otuz beş senelik süre zarfında bir kez bile
kayalıklardan aşağı inmediği gibi, oturduğu evin dışına ise sadece iki
kereliğine çıktığı söylenir. Bu dönemle ilgili önemli bir kaynağımız olan Reşîdüddin, Hasan
Sabbah’ın ölümüne dek geçen zamanın tamamını, oturduğu evin içerisinde
geçirdiğini ve burada kendini kitap okumaya, davet’in kelâmını yazıya dökmeye,
hükümranlığının meselelerini idare etmeye, tüm bunları yaparken dünyevî
zevklerden elini eteğini çekerek, yiyip içmekten sakınarak takva ehli bir ömür
sürdüğünden bahseder.[100]
Alamut ile ilgili bir başka kaynağımızda İtalyan gezgin Marco Polo’nun
yazdıklarıdır. Marco Polo 1273 (671 h.) yılında Alamut Kalesi yakınından
geçerken burasını meyve bahçeleriyle, baldan şaraptan ve sütten akan
nehirlerle, dünyanın en güzel kadınları ile dolu olduğunu tasvir ederek
cennetin Kur’an’da tasvir edildiği gibi bir yer olduğunu ve fedailer için
oranın cennet olarak kabul edildiğinden bahseder.[101] Marco
Polo’nun bu tasvirleri ve gerçekte Alamut Kalesi’ni görüp görmediği bazı
kaynaklarda tartışma konusu yaratmıştır. Birçok kaynak bu konuya açıklık
getirmiştir. O bölgeden geçtiği tarihe dikkat edecek olursak, 1273 yılında
fiili olarak Moğollar tarafından yıkılan Alamut Kalesi’nin harabeleri
kalmıştır. Bu yüzden Marco Polo geçtiği bölgelerde duyduklarından bahsetmiş
olabilir. Yani o bu tasviri orada yaşayan yöre halkının aktardığı bigiler
üzerine vermiştir. Bu konu ile ilgili diğer birinci el kaynaklarda bir bilgiye
rastlanmaması dikkat çekicidir. Cennet bahçesi tasvirini veren ilk ve tek
kaynak Marco Polo’dur. Bu nedenle kaledeki cennet bahçesinin doğruluğu tam
olarak kanıtlanamamıştır.
Hasan Sabbah, Alamut’a
yerleştikten sonra Alamut’u yeniden inşa etmeye başladı. Su ve yiyecek
ihtiyaçlarını karşılamak için sarnıçlar ve ambarlar yaptırdı. Vadi içindeki
tarlaları sulamak için su kanalları açtırdı. Yakın kaleler ele geçirilip,
stratejik noktalara kuleler yapıldı. Hasan Sabbah burada büyük ekonomik ve
sosyal reformlar yaptı. İsmâîlileri kardeşlik bağlarıyla birleştirdi. Böylece
her İsmâîli bireyi, kendisini topluluğun sorumlu üyesi ve onun ayrılmaz parçası
hissetmeye başlamıştır.[102] Alamut
böylelikle Bâtınî propagandası için önemli bir merkez haline gelmiştir.
Alamut’u da ele geçiren Hasan
Sabbah’ın artık iki amacı vardı diyebiliriz. Bunlardan biri insanları kendi
inancına davet etmek, diğeri ise daha fazla kaleyi sınırlarına katmaktı. Bunun
içinde, Alamut’tan dört bir yana dailer ve casuslar göndermeye başladı.
Özellikle genel karargâhının ayrılmaz parçası olan Rudbar bölgesinin kontrol
edilmesi gerekiyordu. Bölgenin güneyinde gelişen değişiklikler, bu ıssız fakat
verimli dağ vadilerindeki yaşam tarzını etkilememişti. Rudbar’da ne askeri ne
de siyasi hiçbir idari merkez yoktu. Köylerde yaşayan halk kalelerde oturan
mahallî soylular sınıfına itaat ediyorlardı. Bunu avantaj olarak değerlendiren
İsmâililer, 1096 veya 1102’de Lemeser Kalesi’ni baskınla ele geçirdiler. Bu
kalenin ele geçmesiyle önemli bir başarı elde ederek Rudbar bölgesinde
varlıklarını güçlü bir şekilde göstermiş oldular. Bu kalenin baskınında lider
olan ve daha sonra yirmi yıl boyunca kalenin komutanlığını yapacak olan Hasan
Sabbah’ın sağ kolu Kiyâ Buzurg Ümîd idi. Bu kale Şah-rûd’a bakan yuvarlak bir
kalenin tepesinde avantajlı bir konuma sahipti.[103]
Lemeser Kalesi’ni ele geçiren
Hasan Sabbah için bir sonraki hedef Kûhistan bölgesi olmuştu. Bu bölgenin halkı
İran platosunda bulunan büyük tuz çölünün ortasında, dağınık bir şekilde
vahalarda yaşıyorlardı. Bu bölge, İslam’ın ilk dönemlerinde, Zerdüşt dininin
son sığınaklarından biriydi. Bölge Müslümanların eline geçince önce Şiîlerin ve
diğer dini fırkaların, daha sonrada İsmâililerin barınağı haline gelmişti.
Hasan Sabbah 1091-1092’de bölge halkını harekete geçirmek ve İsmâililere
desteği artırmak amacıyla oraya bir dai gönderdi. Kûhistan asıllı becerikli dai
Hüseyin Kâinî’nin yaptığı davet bölgede beklenmedik bir başarı ile sonuçlandı.
Kûhistan halkı Selçuklu hâkimiyetinden memnun değildi. Bu durum Selçuklu
kumandanının, İsmâililere katılmış itibarlı bir şahıs olan mahalli bir emirin
kız kardeşine talip olmasıyla halkın kini ve memnunsuzluğu daha da arttı.
Hüseyin Kâinî’nin bölgedeki faaliyeti, basit bir bozgunculuk ve kalenin ele
geçirilmesini geride bırakmıştı. Onun hareketi bir halk ayaklanmasını ve
bağımsızlık hareketini başlatmıştı. İsmâililer, pek çok yerde bu isyanlara
katıldılar. Böylece Zevzen, Kâin, Tabes, Tûn ve diğer bir takım önemli şehirleri
kontrol altına aldılar.[104]
İsmâililer, XI. asrın
sonlarıyla XII. asrın ilk yılları boyunca Selçuklu Devleti’nin karşılaştığı
geçici düzensizlikten yararlanarak faaliyetlerini daha geniş bölgelere
yaymışlardır. Bu durumdan yararlanan Hasan Sabbah Deylem’e gelmeden önce
faaliyetlerde bulunduğu Damgan bölgesine Alamut’tan elçiler gönderdi. Bu dailer
bizzat Abdülmelik İbn Attaş’ın etkisiyle İsmâililiğe giren Damgan yöneticisi
Muzzaffer adında bir subayın yardımından yararlandılar. Damgan’ın güneyinde
sağlamlığı ve konumu bakımından mezhebin amaçlarına uygun olan Girdkûh Kalesi
yer alıyordu. Muzaffer, kaleyi İsmâililer adına ele geçirmeye hazırlandı.
Kendine dürüst bir subay süsü vererek, amiri olan Selçuklu emirini kandırarak
kendisini kalenin komutanı olarak tayin ettirdi. Daha sonra kaleyi tamir ve
tahkim ettirerek kalenin içini erzak ve değerli eşyalarla doldurdu. Bu
hazırlıklar bittikten sonra asıl kimliğini açıklayarak, kendisinin İsmâili ve
Hasan Sabbah’ın müridi olduğunu söyledi. Bu şekilde ele geçirilen Girdkûh
Kalesi bundan sonra kırk yıl boyunca Muzaffer’in yönetimi altına girdi. Girdkûh
Kalesi, Horasan ve Batı İran arasındaki anayola bakıyor ve Doğu Mâzenderan’daki
İsmâili destek merkezlerinin yakınında yer alıyordu. Kale o sırada gelişmekte
olan İsmâili nüfuzunun stratejik konumuna büyük ölçüde katkı sağladı.[105]
Yine aynı dönemde İsmâililer,
çok daha cesur bir hareketle, büyük Isfahan şehrinin yakınında bulunan bir tepe
üzerinde kurulu ve bir Selçuklu sultanının malikânesi bulunan Şahdiz Kalesi’ni
hâkimiyetleri altına aldılar. İsmâili daileri, uzun bir zamandan beri bu
bölgede faaliyetlerde bulunuyorlardı. Abdülmelik İbn Attaş bir dönem orada
yaşamış fakat Şiîlikle suçlandığı için kaçmak zorunda kalmıştı. Selçuklulardaki
taht mücadelesinden yararlanan İsmâililer, Isfahan’da halk İsmâililere karşı
ayaklanıp onları katliama tabi tutuncaya kadar, terörü yaymaya devam ettiler.
Diğer Fars şehirlerinde de buna benzer olaylar yaşanıyordu.[106]
Abdülmelik İbn Attaş’ın oğlu
Ahmed, İsmâili faaliyetlerine yeniden hız kazandırmıştır. Babasının kaçışı
esnasında, onun dini meselelerdeki düşüncelerini paylaşmadığı sanılarak
kendisine Şahdiz’de kalma izni verilmişti. Aslında o gizli gizli İsmâili davası
için çalışmalar yapıyordu. İranlı bir tarihçi onun, Şahdiz garnizonundaki
çocukların öğretmeni olduğundan bahseder. Daha basit başka bir rivayete göre
ise Ahmed, kale kumandanının gözüne girerek onun sağ kolu olmuş ve ölümünden
sonra ise yerine geçmiştir. Bir süre sonra İsmâililer, Isfahan yakınında
bulunan Hâlincan isminde ikinci bir kaleyi de hâkimiyetleri altına almışlardı.
Fakat bunun savaş yoluyla mı yoksa sulh yoluyla mı olduğu tam olarak
bilinmiyor. Bazı vakanüvislerin anlatımına göre Hâlincan Kalesi’nin zaptı bir
marangozun işidir. Bu marangozun kumandanla dost olduğu ve verdiği bir ziyafet
sonrası bütün herkesi sarhoş etmiş olduğu rivayet edilir.[107] Ayrıca Kayın,
Senemkûh, Hûr, Havsaf, Ustâvend, Şah Dej, Erdehen, Kalatün-Nâzır,
Kalatüt-Tanbur gibi daha birçok kale ele geçirmişlerdir. Bu bölgelere asker ve
fedai toplayarak teşkilatlanıp propagandalarına devam ediyorlardı.[108]
İsmâili davetine, talim ve
doktrinlerine yeni bir dönem getiren Hasan Sabbah, Bâtıniliği Fars bölgesine
taşıyan ve yeni daveti başlatan kişi olarak kendisini normal İsmâililerde
imamın olduğu yere taşımıştır. Böylece İsmâili inancında birtakım
değişikliklere giderek “Yeni Davet (ed-da’vetü’l-cedîde)” ismi altında
metotlaştırmıştır. Hasan Sabbah’a göre iman için sadece akıl yeterli değildir
ve mutlaka muallim-i sâdık’a ihtiyaç vardır. Yani doğru bir öğreticiye ihtiyaç
vardır. Bu kişinin kim olduğunu bilip, dini bilgileri ve gerçekleri ondan
öğrenmek gerekir. Hasan Sabbah Fars bölgesinde yeni davetine başlamasıyla
beraber Bâtıniler arasında hiyerarşik bir yapılanma meydan gelmiştir. Bu
yapılanmanın gereği olarak dailer, Kahire yerine hareketin lideri Hasan
Sabbah’a bağlıdırlar.[109]
Birçok bölgede hâkimiyet
kurmaya başlayan Hasan Sabbah artık Alamut’tan, yetiştirdiği fedailerini düşman
gördüğü herkesin üzerine gönderdi. Başta Selçuklular olmak üzere Abbasi
halifeleri de korku içinde günler geçirecekti. Çünkü Hasan Sabbah’ın bir sözü
ile gözlerini bile kırpmadan cinayet işleyecek fedaileri gün geçtikçe herkesin
korkulu rüyası olmaya başlayacaktı.
Fedailer ve Suikastlar
İsmâili dailerinin bir kısmı uzaktaki ileri karakollarda
önemli yerler elde etmek ve bunları sağlamlaştırmakla uğraşırken, diğer dailer
dini propagandalarını Ehl-i Sünnet ve Selçuklu iktidarının ana merkezlerine
yayıyorlardı. İsmâili daileri ile Selçuklu idarecileri arasında ilk kan
dökülmesine sebep olanlar bu kişilerdir. Olay, Rey ve Kum şehirlerine yakın
olan kuzey platosu üzerindeki küçük bir kent olan Save’de, muhtemelen Alamut’un
alınmasından önce meydana gelmiştir. On sekiz İsmâili bir araya gelerek, ayrı
namaz kıldıkları için şıhne (emniyet müdürü) tarafından tutuklanmıştı.
İsmâililer bu amaçla ilk defa toplanmışlardı. Yapılan sorgulamadan sonra
serbest bırakıldılar. O esnada, Isfahan’da yaşayan Sâveli bir müezzini kendi
davalarına çekmeye çalışıyorlardı. Ancak müezzin onların davetine icabet
etmedi. Bu yüzden İsmâililer ihbar edilip yine sorgulanmaktan korktukları için
müezzini öldürdüler. Bu olayda öldürülen müezzin Arap tarihçisi İbnü’l-
Esir’e göre onların ilk kurbanıdır. Nizamülmülk bu olayı duyunca yapan kişinin idamını
emretti. Suçlu, çeşitli dini görevlerde bulunmuş ve İsmâili olduğundan
şüphelenildiği için, Kirman’da halk tarafından linç edilmiş olan bir vaizin
oğlu Tahir isminde bir marangozdu. İdam edilen Tahir’in cesedi ibret olsun diye
şehir meydanında sürüklendi. İbnü’l-Esir’e göre o, idam edilen ilk İsmâilidir.[110] Bu
olaydan sonra İsmâililer artık rakip ve düşman gördüğü kişilere karşı
yetiştirdikleri fedailer ile suikastlara başlamışlardı. Bu dönemden itibaren
Hasan Sabbah’ın kurmuş olduğu örgütü eli kanlı bir örgüt haline gelmeye
başlamıştır. Bundan sonra hiç kimse kendini buna devlet büyükleri de dâhil
olmak üzere güvende hissetmiyordu.
Haşhaşiler, düşmanlarının
gözünde din ve topluma karşı kanlı bir entrika içinde olan yönetilen
fanatiklerdi. İsmâililere göre ise, imamın düşmanlarına karşı mücadele eden
seçkin bir gruptan oluşuyorlardı. Zalimleri ve gasıpları cezalandırıp,
imamlarının ve dürüstlüklerinin kanıtını gösteriyorlardı. Böylece doğrudan
doğruya ebedi mutluluğu kazanmış oluyorlardı. İsmaililer, fedai terimini bizzat
kendini öldüren kimseyi ifade etmek için kullanmışlardı. Onların cesaret,
dürüstlük ve karşılıksız fedakârlıklarını öven bir İsmâili şiiri bulunmuştur.
Alamut’un, Reşîdüddin ve Kâşânî tarafından alıntı yapılmış mahalli İsmâili
vakayinamelerinde, kurbanların ve onların cellâtlarının isimlerini bildiren bir
şeref listesinin olduğundan bahsedilir.[111]
Hasan Sabbah’ın geliştirdiği
yeni İsmâili doktrininde dai’lerden sonra refikler (yoldaşlar) ve lâsikler
(taraftarlar) gelirdi. Bu iki derecede olanlara mezhebin esasları sadece kısmen
öğretilirdi. Lâsiklerden sonra Fedailer geliyordu. Her ne kadar onları en aşağı
derecede ifade etsek de onlar en üstün derecede katillerdi. Bu fedailer,
mezhebin sırlarını tamamen öğrenmiş değillerdi. Fakat yapmak zorunda oldukları
zor ve çok tehlikeli görevler için son derece titizlikle eğitilmişlerdi.[112] [113] Olağanüstü cesaret, azim ve
sabır fedailerin en büyük özellikleriydi. Gerektiğinde, aylarca hatta yıllarca
darbe indirmek için fırsat bulmayı beklerlerdi. Şayet bir cinayet teşebbüsü
başarılı sonuçlanmazsa yani fedai başarılı olamadan ölür ya da hedefindeki
kişiyi öldüremezse başka bir fedai görevi tamamlardı. Ayrıca hiçbir zaman
ölümden korkmadıkları için cinayetleri, çok açık bir şekilde işliyorlardı. Sonuç olarak fedailer,
kurbanlarını nadiren sağ bırakırlardı. Fakat diğer taraftan onlara
öldürülmeleri emredilenlerden bazıları, şöhretli bir şahsiyet olan Selahaddin Eyyubi
hariç, asla kaderlerinden kaçamadılar.
Efendilerinin istedikleri kişileri
gözlerini bile kırpmadan hatta bile bile ölüme gittikleri bu suikastları neden
yapıyorlardı? Karşılığında efendilerinden nasıl bir ödül alıyorlardı?
Efendilerinin söyledikleri düşmanlarını hançerle katleden fedailer için
yaptıkları bu iş onların kurtuluşuydu. Marco Polo’nun eserinde verdiği
bilgilerden anladığımız üzere fedailer cennet vaadi ile bu cinayetleri
işleyerek efendilerinin onlara sunduğu cenneti kazanıyorlardı. Marco Polo’nun
anlatımına göre Dağın Efendisinin bu görevi yerine getirecek kişileri bir
ziyafete çağırdığı, ardından onlara haşhaş yani uyuşturucunun da içinde olduğu
ceviz ve baldan oluşan bir karışım veya içkiyi ikram ettiği söylenir. Bu
karışımdan sonra kendilerinden geçen ve geçici baygınlık yaşayan kişiler tekrar
uyandıklarında kendilerini Kur’an’da da tasvir edildiği gibi bir cennetin
içinde bulurlar. Güzel kadınların olduğu, çeşitli ağaç ve bitkilerin olduğu,
baldan ve sütten nehirlerin olduğu bu cennet bahçesinde kendilerinden geçen
fedailer kendilerini gerçekten cennete zanneder. Kısa bir süre sonra
Efendilerinin huzurundan getirilen fedailer, tekrar bu karışımı kullanarak
cennet dedikleri yeri gördükten sonra tekrar baygın bir vaziyette efendilerinin
karşısına çıkarılmaktadır. Bu sefer kendilerine geldiklerinde karşılarında sadece
efendilerini görürler. İşte tam bu sırada efendileri onlara dediklerini
uymalarını ve emirlerini yerine getirmenin karşılığında cenneti vaat ederdi.
Onlar için efendilerinin sözü her şeyin üstünde olduğundan dolayı ona inanırlar
ve onun verdiği emirleri yerine getirirler.[114] Ancak
burada yapılan cennet tasvirinin sadece bu kaynakta geçmesi fedailerin böyle
bir vaad ile kandırılması konusunda çelişkili bir duruma neden oluyor. Bu
yüzden fedailerin bu yolu seçmeleri ve bu cinayetleri yapmalarındaki tek amacın
onların davalarına yaptığı hizmet ve efendilerine olan bağlılıklarından
kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Hasan Sabbah, fedailerini
kendisine öyle bir bağlamıştır ki, fedailer onun için bir dakika bile
düşünmeden ölüme gidebilirdi. Nitekim Hasan Sabbah, Selçuklu Sultanı
Melikşah’ın gönderdiği bir elçinin önünde, ona gücünü göstermek için yanındaki
bir gence kendini öldürmesini emretmiş ve bu genç elçinin gözü önünde boğazını
keserek kendisini öldürmüştü. Bir başka fedaiden ise kendisinin kaleden
atlamasını istemiş ve yine aynı şekilde efendisinin bu sözüyle fedai kaleden
aşağıya atlamıştı.[115]
Burada önemli bir noktaya
dikkat etmek gerekir. Haşhaş yani uyuşturucunun fedailer üzerinde kesin olarak
kullanıldığını kanıtlayamayız. Onları o baygınlık haline getirmek için
kullanılan uyuşturucu olsa bile fedailerin bu cinayetleri işlerken aynı maddeyi
kullandıklarını kesinlikle söyleyemeyiz. Çünkü işledikleri suikastlar o kadar
ustacadır ki hedeflerindeki kişilerin yanlarına gizlenerek giderler ve çoğu
zaman halka açık herkesin gözü önünde bu hareketi gerçekleştirirlerdi. Nitekim
haşhaş gibi insanı güçten düşüren bir ilaca bağımlı olmaları, başarılarını kötü
bir şekilde etkileyebilirdi. Ayrıca bu suikast girişimlerini özellikle halka
açık yerlerde yapmaları, halkı derin bir korku ve dehşete düşürmeyi
amaçladıklarınıda gösterebilir. Netice de bu olaylar sonucunda herkes büyük
korku ve dehşete düşmüştür.
Davaya son derecede inanmış,
kararlı, cesur, beceri ve direnç sahibi fedailerden beklenenler arasında şunlar
da ilave edilebilir; hançer kullanmayı iyi bilmek, kurbanı en zayıf noktasından
kalbinden ve şahdamarından vurmak, avını en ince ayrıntılarına kadar gözlemleyip
takip etmek, onu öldürmek için en uygun fırsatı beklemek, verilen görev için
çevreye uyum sağlayıp her kılığa girebilmek; posta güvercini aracılığıyla
iletişim kurmak[116] ve
şifreleri ezberlemek, hızlı ve gizli haberleşme teknikleri geliştirmek;
istenilen kişiyi öldürdükten sonra yapma nedenini ve siyasi inancını bağırarak
ilan etmek ve halkın linç etmesinden korkmadan görevini yerine getirmek.[117] Özel
olarak yetiştirilen ve seçilen bu fedailerin aileleri ise bu görevin çocukları
için adeta şeref meselesi olduğuna inanıyorlardı. Bir defasında bir fedai,
arkadaşlarının ölmüş olduğu tehlikeli bir görevi tamamladıktan sonra bir yolunu
bulup evine sağ salim döndüğü zaman, annesi oğlunun hayatta kalmasını bir utanç
olarak görmüş ve saçını kesip yüzünü siyaha boyamış.[118]
Fedailerin gerçekleştirdiği
suikastlara değinecek olursak dönemin birçok önemli isimlerini de görürüz.
Selçuklu veziri, dönemin önde gelen isimlerinden biri olan Nizamülmülk de bu
fedailer tarafından öldürülmüştür. Bazı kaynaklarda Bâtıniler’in oluşturduğu
uzun bir cinayet listesinden veya Alamut Kalesi’nde bulunan her yöneticinin bir
listesi olduğundan bahsedilir. Bu listeler öldürülecek kişilerin listesidir
ancak bunlar kayıptır. O yüzden bu listeden ve listedeki isimlerden kesin
olarak bilgi vermek yanlış olur. Ama şu bir gerçektir ki birçok kişi Bâtıniler
tarafından çeşitli yollarla öldürülmüş ve suikasta kurban gitmiştir.
Mevdûdî, Selçuklular Tarihi
eserinde Bâtıni fedailerinin öldürdükleri isimleri şu şekilde sıralamıştır:
Abdurrahman Sumeyrî, Unru Bulka, Cenahüddevle, Kadı Ebûl-Â’la Sâîd Nişaburî,
Fahrül-Mülk, Kadi Abdul Vâhid, Emir Medud, Ahmed Yel İbn-i Vahsudan, Kadı Ebû
Saad El-Hirevî, Abdullatif El-Hocandî Halife Musterşid, Halife Raşid, Atabey Ak
Sonkur Borsakî, Muinül-mülk, Ebu Nasr. Bu isimleri sıraladıktan sonra yine bu
dönemde Isfahan’da Bâtıniler tarafından öldürülen beş yüzden fazla müslüman
cesedinin çürümüş halde bulunduğunu ifade eder.[119]
Haşhaşiler, 1108-1109
yıllarında rakipleri olan Isfahan kadısı Ubeydullah el-Hatib’i, Hemedan
camisinde Cuma namazı esnasında, kendisiyle koruma görevlilerinin arasına
sokulan bir fedai tarafından öldürülmüştür. Yine aynı yıllarda Nişabur kadısı
da Ramazan bayramı kutlamaları esnasında öldürülmüştür. Bağdad’da bir Haşhaşi,
Ahmed İbn Nizamülmülk’e, Alamut üzerine sefer düzenlediği için saldırıda
bulunmuş ancak vezir, bu saldırıdan yaralı olarak kurtulmuştur. İlahıyatçılar,
Sünni fakihler ve sultanın sütkardeşi Emir Kürd Ahmedil gibi büyük
yöneticilerden oluşan birçok kişi fedailerin kurbanı olmuştur.[120]
Haşhaşilerin hedefinde olmak
için özel bir mevkide olmak gerekmiyordu. Onlar kendileri ve davaları açısından
tehlikeli gördükleri her seviyeden insana karşı suikast düzenlemişlerdir.
Özellikle Bâtınilere karşı askeri seferler düzenleyen emirleri veya açıktan
düşmanlığı görülmüş kişileri öldürmüşlerdir. Bunlardan biri olan Emir Aksungur,
Bâtıniler üzerine birçok sefer düzenlemiş, pek çoğunu öldürüp, mallarını
yağmalayarak yaşadıkları yerleri tahrip etmişti. Bu sebepten dolayı Bâtınilerin
hedefi haline gelen Emir Aksungur 1048 senesinde Ramazan ayında Hemedan’da
fedailer tarafından katledilmiştir. 1096 senesinde ise Tuğrul Bey’in arkadaşı
ve Selçukluların ilk Bağdad şahnesi Emir Porsuk’u ve yine aynı senede Emir
Arğuş en-Nizamî’yi Rey’de katletmişlerdir.[121]
Öldürmek istedikleri kişilerin
güçlerinin ve sosyal mevkilerinin bir önemi yoktu. Bâtınilerin fedailer
tarafından gerçekleşen suikastlar çoğalınca onlardan korkanlar giysilerinin
içine zırh giyerek dolaşmaya başladılar. Bunlardan biri olan ve tesadüfen o gün
zırh giymeyen Isfahan Şıhnesi Belkâbek Sermez, bir fedainin saldırısına
uğrayarak öldürülürken, aynı gece bu şahsın dört oğlu da suikastla
katledilmişlerdi. Benzer şekilde Bâtıni düşmanı olduğu için katledilen bir
diğer emirde Hıms Emiri Cenahu’d-Devle’dir. Yiğit ve cesur olan bu emir, Hıms
Camisi’nde Cuma namazı kılarken, üç fedainin saldırısına uğrayarak
katledilmiştir. Merâga[122]
Emiri Ahmedîl, Musul Emiri Aksungur el- Porsukî ve Sultan Sancar’ın
emirlerinden Cevher Hadim de Bâtıni fedaileri tarafından katledilen diğer
şahsiyetlerdir.[123]
Bâtınilerin suikastlarından
sadece emirler değil, vezirlik görevine gelmiş kişiler de kurtulamamışlardır.
Bunların başında Bâtıni fedailerinin öldürdüğü ilk şöhretli isim olan
Nizamülmülk gelir. Daha sonra Nizamülmülk’ün büyük oğlu ve Sancar’ın veziri
olan Fahrü’l-Mülk kendisine uzatılan bir pusulayı okurken bir fedainin hançer
darbesiyle katledilmiştir. Yakalanan katil Sancar’ın huzurunda sorguya
çekildiğinde, cinayeti azmettirenin Melik Sancar’ın yakın adamları olduğunu
söyleyerek masum insanların ölümüne de sebep olmuştur. Böylece katil ölüme
giderken beraberinde suçsuz birkaç Müslümanı da götürmüş oldu. Bu olay
fedailerin son derece kurnaz ve zeki olduklarını, öldürülürken bile
düşmanlarına zarar verdiklerini göstermiştir.[124]
Nişabur Kadısı Ebu’l-‘Alâ
Sâ’id b. Ebû Muhammed el-Hanefî de Isfahan Mescid-i camisinde bir Bâtıni
fedaisi tarafından öldürüldü. Isfahan Kadısı Ubeydullah b. Ali el- Hatîbî’yi de
katleden Bâtıniler güçlü bir düşmanlarını daha ortadan kaldırdılar.
Taberistan’ın Rûyan şehri Şafii Fakîhi Abdü’l-Vâhid b. İsmail de 1108 senesinin
Muharrem ayında fedailer tarafından katledilmiştir. Yine aynı yılın Ramazan
ayında Nişabur, Isfahan ve Buhara Kadısı Sâ’id b. Muhammed b. Abdurrahman da
fedailer tarafından öldürüldü. İslam dünyasının Haçlılar karşısında çarpışan
büyük mücahidi Emir Mevdûd da 1113 senesinde Cuma namazından sonra Şam
Ulucamii’nin avlusunda bir Bâtıni fedaisi tarafından öldürülmüştür. 1116
senesinde ise Merâga Emiri Ahmedil b. İbrahim b. Vehsûdân da Sultan Muhammed
Tapar’ın sarayında otururken bir Bâtıni, mazlum görünümünde elinde bir mektupla
ona yaklaşarak emirin elinden mektubu almasıyla hançerini Ahmedil’e saplamıştı.
Ahmedil saldırganı altına aldığı esnada bir başka Bâtıni refiği ona hücum etti.
Ahmedil her ikisini de öldürmüş olmasına rağmen bir üçüncü Bâtıni ortaya çıkıp
Ahmedil’i öldürdü.[125] Sultan
Sancar’ın vezirliğini yapan Muinüddîn Ebû Nasr da onlara karşı mücadele edip,
on iki bin Bâtıni katlettiği için hedef haline gelmiş ve Bâtıni fedaileri tarafından
katledilmiştir.[126]
Bâtıniler emir ve vezirlerden
sonra Sultanlara karşı da suikastlar düzenlemişler. Sultan Muhammed Tapar’a
karşı suikast girişiminde bulunmuşlarsa da, durumu önceden öğrenen Sultan bu
olaydan zarar görmeden kurtulmuştu. Fakat diğerleri için sonuç böyle
olmamıştır. Nitekim Bâtıniler, Dımaşk Atabegliği’nin kurucusu olan Tâcu’l-Mülûk
Börî’yi 1130 senesinde katletmişlerdi.[127] 1142
senesinde ise Azerbaycan yöresinin hâkimi Davut b. Muhammed’i Tebriz’de
öldürdüler. Bu örneklerden anlaşıldığı üzere bütün idareciler Bâtıniler için
hedef olabilmektedir ki bunlara halifeler de dâhildir. Abbasi Halifesi el-
Müsterşid Billâh ve Fatımi Halifesi Ahkâmullah Mansûr b. el-Musta’lî de Bâtıni
fedaileri tarafından katledilen kişilerdir.[128]
Bâtıniler için sadece emirler,
kadılar, vezirler ve ileri gelen şahsiyetler hedef değildi. Onlar kendileri gibi
düşünmeyen herkesi hedef almışlardı. Bu hususta sivil halk da Bâtınilerin bu
hareketlerinden payını almıştır. Bâtınilerin öldürme ve yağma olayları artarak
devam etmiştir. Kâyin yakınlarında bir kalede toplanan Bâtıniler, Kirman’dan
Kâyin’e giden büyük bir kafileye saldırmışlar, insanları öldürüp, mallarını
yağmalamışlardır. Bâtıniler, 1104 senesinde ise Hindistan, Mâverâünnehr ve
Horasan’dan gelen hacılara saldırıp, mallarını yağmaladıktan sonra insanları
kılıçtan geçirdiler.[129] Aynı
şekilde 1157 senesinde yine Horasan hacılarına saldırıp, onları katletmişlerdi.
Sadece kafilelere saldırmayıp, şehirlerdeki sivil halkı da katlediyorlardı.[130]
Isfahan’da gerçekleşen bir
olayda Bâtınilerin çok sayıda insanı katlettiği ortaya çıkmıştır. Alevî-i
Medenî isminde bir şahıs, evinde kurduğu tuzağa çektiği yüzlerce insanın
ölümüne neden olmuştur. Bir şüphe üzerine eve baskın yapan halk, Alevî-i
Medenî’yi, karısını ve o mülhitlerden bazılarını yakaladılar. Evin içinde soğuk
sular ve kuyular bulan halk bir sürü insan cesediyle karşılaştı. Asılan,
parçalara ayrılan ve çarmıh şeklinde yapılan duvarlara asılan bu cesetleri
görenler büyük bir dehşete kapıldı. Bu olaydan sonra Isfahan halkı, Alevî-i
Medenî’yi, karısını ve yakaladıkları bazı mülhitlerini öldürdüler.[131]
Dönemin önde gelen âlimleri de
Bâtınilerin hedefi olmuşlardı. Bunların içinde Ebu’l Müzaffer el-Hocendî 1102
senesinde Rey’de, Hemadan Kadilkudatı Ubeydullah b. Ali el- Hatıbi ise 1108
senesinde, yine aynı senede Isfahan’ın önde gelen âlimlerinden Sâid b. Muhammed
el-Buhâri de Bâtıni fedailer tarafından katledilmişlerdir. Nizamiye Medresesi
müderrisi büyük âlim Ebu’l-Mehâsîn er-Rûyânî ve ünlü Şafii Kadısı Muhammed b.
Nasr el-Herevî de Bâtıniler tarafından katledilmişlerdir. İslam dünyasının ve
döneminin önde gelen âlimlerinden Fahreddîn er-Râzî, Rey’de verdiği derslerinde
Bâtınilerin düşüncelerinin yanlış olduğunu söyleyerek onları açıkça
kınamaktaydı. Bu durumu öğrenen Bâtıniler, bir fedaiyi öğrenci gibi
göstermişler, yedi ay boyunca er-Râzî’den ders alan fedai uygun bir zaman
bulduğunda hocasının boğazına hançerini dayayarak tehdit ederek bir daha haklarında
konuşursa onu öldüreceğini söylemiştir. Bu tehdit karşısında er- Râzî bir daha
onların fikirleri hakkında ve onların aleyhine konuşmadığı rivayet edilir. [132]
Fedailer yaptıkları
suikastlarda silah olarak sadece hançeri kullanmışlardır. Daha kolay
kullanabilecekleri ok, zehir ve ilaç gibi maddeleri asla kullanmamaları dikkat
çekicidir. Bunun sebebi hançeri daha kolay ve rahatlıkla saklayabilmeleri veya
kurbanın ölümcül noktasına sapladıklarında kesin sonuç kazanmaları diyebiliriz.
Nitekim alınan ağır hançer darbelerinden sonra yaşayan pek olmamıştır. Ayrıca
farklı bir açıdan düşünürsek herkesin gözü önünde yapılan bu saldırılarda
sadece hançer kullanmaları İsmâili fedailerinin adeta imzası haline gelmiştir.
Yani fedailer bu suikastların kimler tarafından yapıldığını sadece bu silahı
kullanarak açıkça belli etmişlerdir. Fedailerin yaşattığı bu korkunç
suikaslardan yararlanmaya çalışanlarda olmuştur. İç karışıklıklarında yaşandığı
günlerde yapılan bütün cinayetlerin arkasında bu fedailerin olduğunu
söyleyenler kendi düşmanlarını da ortadan kaldırmış ve suçu Bâtınilere
atmışlardır. Bâtıni fedailerinin bu eylemleri sonucunda tarihte bilinen ilk
suikast eylemcisi Hasan Sabbah ve halefleri olmuştur.
Haşhaşi İsmiyle Anılmaları
Bâtıniler bazı kaynaklarda
Haşhaşi ya da Haşişiyye diye geçmektedir. Sözlükte “kuru ot” anlamında
kullanılan haşîş sözcüğü, sonraları Müslümanlarca uyuşturucu özelliği bilinen
Hint keneviri ve bundan elde edilen esrar için kullanılmaya başlanmıştır.
Haşişiyye, haşişi (esrar içen, esrarkeş) sözcüğünden türetilmiş bir topluluk
ismi olarak kullanılmıştır. Haşişiyye isminin, Nizari İsmâililer’e verilmeden
önce XI. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktığı, onlar için ilk defa 1123
yılında Fatımi Halifesi Âmir-Biahkâmillâh tarafından, Suriye’ye gönderilen
Nizariyye karşıtı görüşler içeren ikinci mektubunda geçtiği görülmektedir.
Bündârî, İran’daki İsmâililer için Bâtıniyye ve Melâhide, Suriye’dekiler için
ise Haşişiyye tabirlerini kullanmıştır. Ebû Şâme ise, Suriye’deki
İsmâililer’den Haşişiyye ve reisleri Râşidüddin Sinân’dan “sâhibü’l-haşîşiyye”
olarak bahseder. İbn Haldûn, Suriye’deki Haşişiyye’nin kendi zamanından
Fidâviyye ismiyle tanındığını söyler. Ancak Şark İslam tarihi kaynakları çok defa
bunları İsmâili, Melâhide veya Nizari diye isimlendirir. Makrîzî, 1392 yılı
civarında Kahire’ye gelen İsmâili olması muhtemel bir mülhidi anlatırken bu
kişinin haşhaş, bal ve çeşitli baharatlardan bir macun hazırlayıp, bunu ukda
adı ile üst sınıfa mensup insanlara sattığını ve çevrede sorunlar çıkarttığını
belirtmekle birlikte İsmâiliyye’nin Haşişiyye adıyla anıldığına dair kesin bir
kayıt koymamıştır. Buradan hareketle Suriye’deki Nizariler’e daha çok haşiş
kullandırdıklarından veya fedailerin fiillerinin kötülüğünden dolayı hakaret
amaçlı Haşişiyye denildiğini söyleyebiliriz.[133]
Batı kaynaklarında ise
haşşaşin tabiri, Haçlılar vasıtasıyla Suriye’den Avrupa’ya taşınmış ve Haçlı
literatürü ile Yunan ve Yahudi eserlerine girmiştir. Günümüzde Batı dillerinde
“assassin” şeklinde ifade edilen terim, Avrupa’ya ilk defa geçtiğinde birçok
şair tarafından “gayretli ve fedakâr” anlamında kullanılmıştır. Haçlıların
uzun süre Ortadoğu’da kalması ve çeşitli vesilelerle elçi teâtisi, Batılıların
Haşişiler ile ilgili tamamlayıcı bilgilere sahip olmalarını, onları daha
yakından tanımalarını sağlamış ve assassin kelimesi de “suikastçı, haince adam
öldüren, gizli katil” anlamını kazanmıştır.[134]
Günümüze kadar ortaya
çıkarılan Nizari metinlerinde ve onların aleyhinde yazılan İsmâili olmayan
Müslümanlar’a ait eserlerde, Nizarilerin gerçekten haşhaş bağımlısı olduklarını
gösteren bir kayıt yoktur. Cüveynî gibi Nizariler hakkında araştırmalar yapmış
olan birçok Müslüman yazarda onlar için “Haşaşi” ismini kullanmamışlardır.
Nitekim Nizarileri “Haşhaşiler” olarak isimlendiren birkaç Arapça metinde ise
bu ismin haşhaş kullanımından dolayı kullandıklarına dair bir açıklama bulunmamaktadır.
Oysa bu metinler Nizariler aleyhinde kaleme alınmış ve onlara yönelik zarar
verici suçlamaları bir araya getirmeyi amaçlayarak yazılmıştır.[135] Sonuç
olarak haşhaşi ismini kullandıkları rivayet edilen haşhaşdan dolayı aldıklarını
kesin bir şekilde söyleyemeyiz.
Hasan Sabbah’ın Kişiliği ve Ölümü
Hasan Sabbah, kişiliği ve
yaptığı faaliyetleriyle dikkat çeken bir kişi olmuştur. Kendisi ve fedaileri
hakkında birçok eser yazılmıştır. Özellikle Alamut’u fethinden sonra orada
geçirdiği 35 yıl boyunca kale içindeki yaşamı hep merak edilmiştir. Bu süre
zarfında kaleden aşağı hiç inmemesi de orada yaşadığı hayatı merak konusu
olduğu için çeşitli efsanelerle bazı kitap ve romanlara konu olmuştur. En çok konuşulan
ya da söylenen efsanede kalede cennet bahçesi yaptırdığı, fedailerini
böylelikle kandırıp cinayetlere teşebbüs ettirdiği ve hatta onlara haşhaş
kullandırttığı gibi konular olmuştur.
Hasan Sabbah’ın hayatı ile
ilgili en çok dikkat çeken konulardan biri iki oğlunu da koyduğu sıkı kuralları
uğruna öldürtmesidir. Hasan Sabbah buradan da anlaşılacağı üzere kendi koyduğu
yasaklara uymayanları oğlu olsa bile en ağır şekilde cezalandırmıştır. Bu durum
fedailerinin ona bağlılığının ve onlara sözünü geçirebilmesi için en büyük
örnek olmuştur diyebiliriz. Cüveynî eserinde, Hasan Sabbah’ın uyguladığı sıkı
kuralları, iki oğlunun da nasıl öldürüldüğünü ve kale içindeki yaşantısına
geniş bir şekilde yer vermiştir.
Hasan Sabbah’ın, Cistad
Hüseyin ve Muhammed adında iki oğlu vardı. Oğlu Cistad Hüseyin, Kuhistan daisi
Hüseyin Kainî cinayetinin teşvikçisi olmakla suçlanınca Hasan Sabbah oğlunun ve
cinayeti işleyen kişinin öldürülmesini emretti. Fakat bir yıl sonra Hasan
Sabbah bu cinayetin asıl suçlusunu öğrenince o kişiyi ve sahip olduğu tek
oğlunu öldürttü. Hasan Sabbah’ın bir diğer oğlu Muhammed ise babasının
yasakladığı şarap içmekle suçlandığı için öldürüldü.[136] Cüveynî’nin
verdiği bu bilgiler doğrultusunda Hasan Sabbah’ın sert bir kişiliğe sahip
olduğunu söyleyebiliriz. Onun için çocukları ve ailesi değil savunduğu
Bâtınilik davası önde geliyordu diyebiliriz.
Parlak bir zekâya,
teşkilâtçılık vasıflarına sahip, basiretli, kabiliyetli, cebir, geometri,
astronomi, sihir ve dini ilimlere vâkıf bir kişi olan ve düzenli örgütüyle,
etrafa dehşet saçan fedaileriyle insanların düşünce ve inanç dünyasına hâkim
olmak isteyen Hasan Sabbah aynı zamanda bir mütefekkir ve yazardı. Eserleri
Alamut’un Moğollar tarafından zaptı esnasında büyük ölçüde zarar görmüştür.[137] Kalenin zaptı
esnasında orda bulunan Cüveynî, 1124 senesinde Hasan Sabbah’ın hastalandığını
ve yanına Bozorg Ümid’i çağırıp, yerine halef tayin ettiğinden bahseder. Bir
gün eğer imam gelir, ülkesinin başına geçmek isterse, onun yanında yerlerini
almalarını vasiyet ederek 23 Mayıs 1125 (6 Rebiyülâhır 518) yılı Çarşamba
gecesi Hasan Sabbah otuz beş yıl boyunca hüküm sürdüğü Alamut kalesinde öldü.[138] Öldükten
sonra Alamut yakınlarında yapılan bir kabire defnedilir. O günden sonra
Bâtıniler tarafından ziyaret edilen bu kabir, Moğolların kaleyi ele
geçirmesinden sonra yıkılmıştır.[139]
O öldükten sonrada Bâtınilik hareketi onun yerine gelen halefleriyle devam
etmişti.
Hasan Sabbah, hiçbir zaman
imamlık iddiasında bulunmamıştı. O sadece imamın temsilcisi olduğunu iddia
etmekteydi. İmamın ortadan kaybolmasından sonra, hüccet ve davet reisi olmuştu.
İsmâili doktrini mutlak bir otorite üzerine inşa edilmişti. Müminin hiçbir
iradesi olmayıp, talimi yani bilinen öğretiyi izlemesi gerekiyordu. Otoritenin
temel kaynağı ise imamdı. Vasıtasız kaynak ise imamın temsilcisiydi. İnsanlar,
Sünnilerin söyledikleri gibi, ne imamlarını seçebilirler ne de ilahiyat ve
şeriat konusunda gerçeği anlayabilirlerdi. İmamı sadece Allah tayin ederdi.
Allah’ın tayin ettiği bu imam onun yeryüzündeki temsilcisi ve gerçeği bilen
kişiydi. Vahyi ve aklı, yalnız o geçerli yapabilirdi. Sadece İsmâili imamı,
vazifesi ve öğreticiliğinin doğası bakımından bunu yapabilirdi. Bu durumda o
gerçek imamdı. Rakiplerine gelince, kendileri bu makamı zorla alan, müritleri
günahkâr, öğretileri ise yalandı. Sadakat ve itaat üzerine kurulan, dünyayı
tamamen reddeden bu öğreti, gizli bir devrimci muhalefetin elinde güçlü bir
silah haline dönüştü. Mısır Fatimi Halifeliği ile ilgili durum İsmâili hak
iddialarına köstek olmaya başlamıştı. Kahire’den kopuş ve bağlılığın gizli bir
imama geçmesi, İsmâili sevgi ve bağlılığının güçlerini açığa çıkarmıştı. Onları
canlandırmak ve yönlendirmekte Hasan Sabbah’ın eseri olmuştu.[140]
Çalışmamızın bu bölümünde
Hasan Sabbah’ın tarih sahnesine çıkışından, hayatından, Bâtınilerin etkisine
nasıl girdiğinden, Alamut Kalesi’ni ve diğer kalelerin nasıl ele
geçirildiğinden, oluşturduğu fedailer tarafından yapılan suikastlardan, Hasan
Sabbah’ın ölümüne kadar olan süreç incelenmiştir. Bundan sonraki bölümde Hasan
Sabbah’ın bu hareketlerinden etkilenen Selçuklular hakkında ve onların
Bâtınilerle yapmış oldukları mücadelelerden bahsedilmiştir.
BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NDE BÂTINİ HAREKETİ
Sultan Melikşah’ın hâkimiyeti
sırasında meydana çıkan Hasan Sabbah, Selçukluların en büyük hedeflerinden biri
olmuştur. Hâkimiyet alanlarında çok büyük sorunlara neden olmuştur. Özellikle
Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra çıkan kardeşler arasındaki taht
mücadelelerinden de yararlanan Hasan Sabbah ve fedaileri hâkimiyetlerini büyük
oranda genişletmişlerdir. Bu tehlikeli durumu Selçukluların en meşhur veziri
olan Nizâmülmülk eserinde Melikşah’ı, Hasan Sabbah ve Bâtıniler hakkında ilerde
büyük bir sorun oluşturabilecekleri hususunda uyarmış ve tavsiyelerde bulunmuştur.[141] Bâtınilerin
bu dönemdeki faaliyetlerini sırasıyla ele alalım.
Sultan Melikşah Dönemi Bâtıniler İle
Mücadeleler
1092 yılına gelindiğinde
Selçuklular, İsmâili tehdidine karşı ilk kez askeri tedbirler almaya
başlamışlardı. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, İslam dünyası için ciddi bir
tehlike oluşturan Hasan Sabbah ve adamlarıyla mücadeleyi bir devlet politikası
haline getirmişti. Bir yandan Nizâmiye Medreseleriyle Sünniliği takviye etmeye
çalışarak onlarla ilmi sahada mücadele verirken bir yandan da Alamut ve Rûdbâr
bölgesindeki komutanlarından Yoruntaş’a Hasan Sabbah ve adamlarını ortadan
kaldırması için emir vermişti. Yoruntaş’ın Alamut’u kuşattığı bir sırada ölmesi
1091 (484 h.) harekâtının sonuçsuz kalmasına sebep olmuştu. Ancak bu mücadeleyi
sürdürmekte kararlı olan Sultan Melikşah, Emîr Arslantaş ile Emîr Koltaş’ı
büyük bir orduyla Hasan Sabbah ve baş dai Hüseyin Kâinî üzerine şevketti. Amîr
Kızıl Sarığ’ı da Arslantaş’a yardım etmek üzere Alamut’a gönderdi. Fakat önce
Vezir Nizâmülmülk’ün, Ebû Tâhir Arrânî adında bir fedai tarafından öldürülmesi
ve ardından da kırk gün sonra Sultan Melikşah’ın henüz otuz sekiz yaşındayken
hastalanıp ölmesi 1092 (485 h.) harekâtın başarıya ulaşmasını engelledi.
Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün
öldürülmesi bu dönemdeki diğer devlet büyüklerini de şaşkına uğratmış ve
korkutmuştu. Hasan Sabbah’ın adamları bu gibi cinayetlerde sık sık anılır
olmuştu. Cüveynî kendi eserinde Nizâmülmülk, 16 Ekim 1092 (485 h.) Cuma
gecesinde, Nihavend bölgesinde bulunan Şahne denilen bir yerde sufi kılığına
giren Arranî ismindeki Bâtıni fedaisi tarafından, iftardan sonra haremine
gittiği esnada sırtından hançerlenerek öldürüldüğünden bahseder.[142] [143]
Hasan Sabbah ile Sultan
Melikşah arasındaki mektuplaşma olayı bu dönemde dikkat çeken bir başka
konudur. Bazı eserlerde Sultan Melikşah ile Hasan Sabbah arasında geçen
mektuplaşmalardan bahsedilir. Buna göre Sultan Melikşah, Hasan Sabbah’ı yeni
bir din icat etmekle ve insanları aldatmakla suçluyor ve eğer hatasında ısrar
ederse kalelerini yerle bir edeceğini ifade ediyordu. Hasan Sabbah ise verdiği
cevapta Müslüman olduğunu, Abbasiler’in hilâfeti gasbettiğini, hilâfetin asıl
sahibinin Fatımiler olduğunu söylüyor, Melikşah’ı Nizâmülmülk’ün entrikalarına
karşı uyarıyor ve Selçuklu Devleti’ni tehdit ediyordu. Ancak İbrahim Kafesoğlu,
böyle bir mektuplaşmanın olmadığını ve bunun daha sonraki dönemde propaganda
amacıyla uydurulduğunu söylemektedir.[144] Ayrıca
dönemin önemli kaynaklarından olan ve Alamut kütüphenesindeki birçok nüshayı
gören Cüveynî, eserinde böyle bir mektuplaşmadan ve bu mektupların varlığından
bahsetmemiştir. Bunu da dikkate alarak Sultan Melikşah ve Hasan Sabbah
arasındaki mektuplaşmanın kesin bir şekilde doğru olduğunu söyleyemeyiz.
Sultan Berkyaruk Dönemi Bâtıniler
Sultan Melikşah’ın ölümünden
sonra oğulları Berkyaruk ile Muhammed arasında taht mücadelesi başlamış, ülkede
karışıklıklar ve sıkıntılar meydana gelmişti. Bâtıniler, hânedan mensupları
arasındaki taht mücadelesinden ve Haçlılar’ın bazı Müslüman topraklarını işgal
etmeleriyle oluşan ortamdan faydalanarak nüfuz sahalarını genişletip faaliyet
ve cinayetlerini arttırmışlardı. Bu dönemde Hasan Sabbah’ın en önemli başarısı
1096 veya 1102’de Lemeser’in bir baskınla ele geçirilmesi olmuştur. Böylelikle
Bâtıniler’in Rûdbâr’daki hâkimiyeti daha da pekişmiş oldu. Ayrıca yine aynı
tarihlerde Girdkûh, Şahdiz ve Hâlincân kalelerini de ele geçirmeleri
Bâtıniler’in stratejik konumunu daha da güçlendirdi. Böylece Hasan Sabbah
önemli yerler kazanırken bir yandan da bu karışık ortamdan yararlanarak
Selçuklu Devleti’nin merkezlerini baskı altında tutmayı başardı.[145]
Fedaileri, Bâtıniler’e düşman
birini vezir tayin ettiği için Sultan Berkyaruk’a da saldırıp yaraladılar.[146] Daha
sonra Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasındaki mücadele sırasında Berkyaruk’un
ordusuna sızarak ordu içinde nüfuzlarını arttırmaya başladılar. Hasan Sabbah’ın
siyasi, dini ve askeri şahsiyetleri öldürtmesi bir terör havası oluşturdu. Ona
muhalif olan emir ve kumandanlar elbiselerinin altına zırh giymeden evlerinden
dışarı çıkamaz oldular. Hasan Sabbah’ın faaliyetlerine ve düzenlediği
cinayetlere şahit olan Enûşirvân b. Hâlid, o zamanlar Müslümanların içinde
bulunduğu durumu tam bir felaket şeklinde açıklar ve yollarda emniyetin
kalmadığını, fedailerin hiç korkmadan cinayet işlediklerini, sultanların onlara
karşı bir çözüm bulamadığını ve halkın ise sürekli korku içinde yaşadığını
belirtir.[147]
Sultan Berkyaruk döneminde;
Sultan Melikşah’ın önde gelen emirlerinden Emir Üner (492 h./1098-1099), Sultan
Berkyaruk’un veziri El-Eazz Ebû’l-Mehâsin Abdülcelîl b. Muhammed ed-Dihistânî
(495 h./1101), Sultan Berkyaruk’un annesi Zübeyde Hanım’ın veziri Abdurrahman
Sümeyremi[148],
Isfahan şıhnesi Emir Bilge Beg Sermez (493 h./1100), Nişâbûr hatibi Ebu’l-Kasım
b. İmamü’l-Haremeyn (492 h./1098-1099), Ebû’l-Muzaffer b. el-Hucendî (496
h./1102-1103), Ebû Ca’fer b. el-Meşşât (498 h./1104) gibi dönemin önemli
isimleri Bâtıni fedaileri tarafından yapılan suikastlar sonucunda öldürüldü.[149]
Hasan Sabbah’ın oluşturduğu bu
terör havasından endişe ve korkuya kapılan devlet adamları Sultan Berkyaruk’u
uyararak bunlara karşı tedbir alınmasını istemişler. Bunun üzerine Sultan
Berkyaruk 1101 (494 h.)’de Bâtıniler üzerine harekete geçti ve 300 kişiyi
öldürttü. Yine aynı yıl Emîr Bozkuş’un idaresindeki büyük bir orduyu da
Kûhistan üzerine gönderdi. Ancak Bâtıniler Emîr Bozkuş’u rüşvet karşılığında
muhasaradan vazgeçirttiler. Emîr Çavlı da bu yıl içinde Fars ve Hûzistan’daki
Bâtıniler’e karşı bir sefer düzenleyerek 300 kişiyi öldürüp, mallarına el
koydu. Emîr Bozkuş ise 1104 (497 h.) senesinde Horasan askerleriyle
gönüllülerden oluşan bir ordu meydana getirerek Tabes Kalesi’ne saldırdı. Kale
ve civarındaki köyler tahrip edildi ve Bâtıniler’in bir kısmı öldürülürken bir
kısmı da esir alındı.[150]
Sultan Berkyaruk kardeşleri
ile girdiği taht mücadelesinde yeterince Bâtıniler üzerine etkili bir hareket
yapamamış ve Bâtıniler etkisini bu dönem daha da arttırmıştır. Özellikle
suikastlarını daha da artıran fedailer hem yöneticileri hem de halkı daha çok
tedirgin etmeye başlamıştır. Nitekim Beryaruk’un ölümünden sonra küçük yaştaki
oğlunu veliahdı olarak tayin etmesinden sonra tekrar taht mücadelesine giren
Selçuklu Devleti Muhammed Tapar’ın hâkimiyeti kazanmasıyla tekrar Bâtınilere
karşı mücadelelere başlayacaklardı.
Sultan Muhammed Tapar Dönemi Bâtıniler
Sultan Muhammed Tapar
saltanatı boyunca Bâtınilerle mücadele etmiş ve onların asıl karargâhı olan
Alamut’u ele geçirmek için çalışmıştı. Sultan’ın Iraklıları divandan
uzaklaştırması ve buralara Horasanlıları yerleştirmesi de onların Bâtıni
olduklarının ihsas ettirilmesinden kaynaklanıyordu. Muhammed Tapar onlarla daha
müessir bir şekilde mücadele edebilmek için bu yola başvurmuştu. Sultan
Muhammed Tapar, saltanat makamına geçer geçmez Bâtınilere karşı seferler
düzenledi. Sultan ilk seferini hükümdarın seferde olduğu zamanlarda hazine ve
silah deposu olarak kullanılan, küçük uşaklarla saray kızlarının bulunduğu,
Deylemîler’den bir zümrenin muhafazası altında bulunan ve vaktiyle Sultan
Melikşah’ın yaptırmış olduğu Şahdiz (Dizkuh) Kalesi üzerine yaptı.[151]
Şahdiz Kalesi’ndeki Bâtıni
reisi Ahmed b. Abdü’l-Melik b. Attaş idi. Babası Abdü’l-Melik ise Hasan
Sabbah’ın hocasıydı. Bu yüzden Hasan Sabbah, Şahdiz Kalesi’nin reisi olarak
Attaş’ı uygun görmüş olabilir. Attaş, Selçuklu sultanına ait köylere ve halkın
mallarına göz dikerek onlardan vergi alıyordu. Bu yüzden rahatsız olan halk ve
bu bölgede hâkimiyetini kaybetmeye başlayan Sultan Muhammed Tapar, Bâtınilere
karşı ilk seferini bu kaleye yaptı. Kalenin etrafı kuşatıldı. Bir süre sonra
kaledekilerin erzakı bitince Bâtıniler boyun eğmek zorunda kaldı. Sultan ile
anlaşma yaparak, Isfahan’a 7 fersah uzaklıktaki Hâlincan kalesinin kendilerine
bırakılması şartıyla Şahdiz Kalesi’nin teslimine razı oldular. Bu olaydan sonra
Bâtıniler Selçuklu emirlerine suikast girişiminde bulunarak onu yaraladılar.
Bunu duyan Sultan Muhammed Tapar yaptıkları anlaşmayı bozarak Hâlincan
Kalesi’ni ele geçirdi. Şahdiz Kalesi’nin de tamamen ele geçmesiyle Bâtınilerin
çoğunu öldüren askerler, kalenin reisi olan Attaş’ı da esir aldılar. Daha sonra
onu bir süre şehirde dolaştırdıktan sonra derisini yüzerek öldürdüler. Karısı
ise kaleden atlayarak intihar etti.[152] Böylece önemli
bir konuma sahip olan Şahdiz Kalesi tekrar Selçukluların eline geçmiş oldu.
Elde edilen bu başarılı
seferden sonra Sultan Muhammed Tapar, Bâtınilerin asıl merkezi Alamut’u almak
için hazırlıklara başladı. 1109 (503 h.) senesinde Hasan Sabbah’ın üzerine,
veziri Ahmed b. Nizamülmülk ve Emir Çavlı komutasındaki bir orduyu gönderdi.
Vezir Alamut’u kuşatıp yakaladığı birçok Bâtıniyi öldürdü. Fakat kış
mevsiminden dolayı kuşatmayı kaldırıp geri döndüler.[153] Daha
sonra Sultan Muhammed Tapar 1111 (505 h.) senesinde Bâtınilere karşı tekrar
sefer düzenledi. Seferde görevlendirdiği Emir Ânûştekin Şîrgîr, Kelâm ve
Kazvin’den 20 mil uzaklıktaki Bâtınilere ait olan Bîre Kalesi’ni ele geçirdi.
1117 (511 h.) senesine gelindiğinde ise Sultan Muhammed Tapar, Alamut’a ikinci
bir sefer düzenledi. Yine bu seferde Emir Ânûştekin Şîrgîr’i görevlendirdi.
Ayrıca Karaca, Gündoğdu, İl-Kavşut ve Bozan gibi pek çok kumandanı da onun
emrine verdi. Emir Şirgir, Alamut’u kuşattıktan sonra uzun süre muhasaraya
devam edebilmek için kalenin önlerine barakalar yaptırdı. Emirleri de gruplara
ayırarak nöbetler halinde kuşatmayı aralıksız sürdürmeyi başardı. Bu güçlü
kuşatma karşısında kaledekilerin yiyecekleri bitmiş ve durumları kötülemeye
başlamıştı. Bâtıniler kadın ve çocukların aman dileyerek kaleden çıkmaları için
izin istediler. Fakat Selçuklu ordusu bunu kabul etmedi. Temmuz ayında başlayan
kuşatma Mart ayına kadar sürdü. Hasan Sabbah’ın adamları artık dayanamayacak
duruma geldiler. Kale alınıp, buradaki Bâtınilerden kurtulmak üzere iken Sultan
Muhammed Tapar’ın ölüm haberi geldi ve kuşatma kaldırıldı.[154] Böylece ikici
kez Alamut üzerine düzenlenen seferde başarısızlıkla sonuçlandı. Bâtınilerin
merkezi olan Alamut Kalesi son anda Selçukluların kuşatmasından böylelikle
kurtulmuş oldu.
Haleb Selçuklu Meliki Rıdvan
döneminde, Bâtıniler Haleb’de yayılmış ve kuvvetlenmişti. Bunun en büyük nedeni
de Rıdvan’ın onlara destek vermesiydi. Rıdvan öldükten sonra yerine geçen oğlu
Alparslan el-Ahras, babasının yaptığını yapmayarak Sultan Muhammed Tapar ile
anlaşıp Bâtınilerin Haleb’deki karargâhlarının dağıtıp, şehrin onlardan
temizlenmesine karar verdiler. Bâtınilerin karargâh olarak kullandıkları
Da’rü’d-dave’nin kapısı kapatılarak bina kordon altına alındı. Önce Haleb ve
Suriye’de Bâtıniliğin yayılmasında etkili olan Ebû Tahir es-Sâiğ başta olmak
üzere yaklaşık 200 kadar Bâtıni öldürüldü. Diğer Bâtıniler ise hapishanelere
doldurulup, mallarına el konuldu. Daha sonra bunların bir kısmı serbest
bırakılırken bir kısmı da kaleden aşağıya atılarak öldürüldü.[155]
Muhammed Tapar Bâtıniler
üzerine yaptığı başarılı hareketler sonucunda fedailerin hedefi olmaya başladı.
Veziri Sa’d’ül-Mülk’ün Şahdiz Kalesi kuşatmasında kalenin sahibi Ahmed b. Attaş
ile anlaşıp suikast planı yaptıkları kaynaklarda anlatılmaktadır. Bu plana göre
düzenli olarak hacamat yaptıran Sultan Muhammed Tapar’a bu esnada anlaştıkları
hacamatçıyla sultanı zehirleyip öldüreceklerdi. Bu amaçla hacamatı yapan kişiye
belli bir miktar para ile zehirli bir iğne veya neşter vererek sultanın kanını
bu zehirli neşterle almasını söyledi. Hacamatcı bu planı karısına anlatınca
karısı durumdan tedirgin olup Sadreddin Hocendî’nin adamlarından birini
anlattı. Böylece Hocendî bu suikast planını öğrenince doğrudan Sultanın
huzuruna çıkarak olayı anlattı. Bunun üzerine Sultan daha hacamat günü gelmeden
ertesi gün hacamatçıyı huzuruna çağırdı. Yatağına uzanmış olan Sultan Muhammed
Tapar’a çıkardığı zehirli neşterle hacamata başlayacağı esnada ani bir
hareketle kendisine dönen Sultan hacamatçının elinden neşteri alarak, bu emrin
kim tarafından verildiğini sordu. Dehşete kapılan hacamatcı vezirin ismini
söyleyince Sultan Muhammed Tapar, hacamatcının ölüm emrini verdikten sonra
vezirini de yakalatıp öldürttü. Ertesi gün Sultan, vezirinin ihanetine karışan
dört adamını da Bâtıni inancına sahip oldukları için Isfahan kapısında astırdı.[156]
Sultan Muhammed Tapar
döneminde de suikastlarına devam eden Bâtıniler birçok ünlü ismi
öldürmüşlerdir. Nizamülmülk’ün en büyük oğlu Fahrü’l-Mülk Ebû’l-Muzaffer Ali
(1106) suikasta uğrayıp ölmüş ve kardeşi, Bâtınilerin kalelerinden biri olan
Rudbal üzerine sefere giden, Ahmed b. Nizamülmülk de Bâtıniler tarafından ağır
bir şekilde yaralanmıştır. Musul valisi olan önemli Selçuklu komutanlarından
Emir Mevdûd b. Altuntegin, Merâga Emiri Ahmedîl, Kadı Ebû’l-Alâ Saîd b. Ebû
Muhammed en-Nişâbûrî, âlim Ebû’l Mehâsîn er-Rûyanî, Abdü’l-Vahid b. İsmail gibi
dönemin önemli âlim ve vezirleri Bâtıni fedailerin suikastları sonucunda
öldürülmüşlerdir.[157]
Sonuç olarak Sultan Muhammed
Tapar döneminde Bâtıniler üzerine başarılı hareketler yapılmış ve özellikle
Şahdiz Kalesi başta olmak üzere bazı Bâtıni kalelerinin alınmasıyla Bâtıniler
bozguna uğratılmıştı. Alamut kalesine de seferler düzenlenmiş ve kale sakinleri
zor günler yaşamışlardı. Fakat bu kuşatma esnasında Sultan Muhammed Tapar’ın
ölüm haberi gelince kuşatma kaldırılmıştı. Muhammed Tapar döneminde Bâtıni
suikastları devam etmiş birçok vezir ve emir bu dönemde katledilmişti. Hatta bu
suikast planları Sultan Muhammed Tapar’a kadar uzanmıştı. Nitekim sultanın bunu
öğrenmesi üzerine başarısız olmuşlardı. Sultan Muhammed Tapar’dan sonra tahta
geçen Sultan Sancar döneminde ise Bâtınilerin faaliyetleri devam edecekti.
Sultan Sancar Dönemi Bâtıniler
Sultan Muhammed Tapar’ın
ölümünden sonra Bâtıniler’in gücü yeniden artmaya başladı. Irak, Azerbaycan,
Horasan, Mâzenderân, Rüstemdâr, Rustak, Sincan, Gürcistan ve Gilân’daki önemli
yerleri işgal ettiler.[158] Muhammed
Tapar’ın ölümünden sonra yerine geçen Sancar, Horasan Meliki olduğu esnada
Bâtıniler’e karşı sürdürdüğü mücadeleyi devam ettirmek istedi. Ancak Hasan
Sabbah onun hizmetindeki bir cariyeyi kandırarak bir gece yatağının başucuna
bir hançer saplattı ve onu öldürtebileceğine dair haber gönderdi. Böylece gözü
korkutulan Sultan Sancar, Hasan Sabbah ve Bâtıniler ile uğraşmayıp onlara belli
şartlarda eman verdi. Atâmelik Cüveynî, Alamut’un Moğollar tarafından zaptı
(1256) sırasında kütüphanede Sancar’ın birkaç fermanını gördüğünü ve bu
fermanlarda Sultan’ın onları dostluk ve barışa çağırdığını, kendileri ile iyi
geçinmek istediğini söyler.[159]
Hasan Sabbah’ın ölümünden
sonra Sultan Sancar tarafından 1126 yılında yapılan Bâtınilere karşı yapılan
seferde çok sayıda Bâtıni ortadan kaldırılmıştır. Ertesi yıl Sancar’ın
vezirinin Bâtıniler tarafından öldürülmesi üzerine, Sultan Alamut’a bir sefer
düzenlemiştir. Bu sefer sırasında 10.000’den fazla Bâtıni’nin öldürüldüğünü
görürüz.[160]
Ayrıca Hasan Sabbah’ın halefi
olan Buzurg Ümîd zamanına kadar olan süreçte Sultan Sancar’ın Bâtıniler üzerine
sefer yapmadığını da dikkate alarak Sultan Sancar’ın bu süreçte neden Bâtıniler
üzerine hareket yapmadığını Cüveynî’ninde aktardığı bilgiyi göz önünde
bulundurarak Hasan Sabbah ile yaptığı anlaşmadan dolayı olduğunu
söyleyebiliriz. Nitekim Hasan Sabbah’ın ölümünden sonra Sultan Sancar’ın
Bâtıniler üzerine harekete geçmesi bunu doğrular niteliktedir.
Bu dönemde yine birçok önemli
devlet adamlarına suikastlar düzenlemiş. Musul hâkimi Kasimüddevle Aksungur
el-Porsukî 520/1126 senesinde Cuma günü namaz esnasında Bâtıniler tarafından
öldürülmüştür. Yine Sultan Sancar’ın vezirlerinden olan Ebu Nasr Ahmed Kaşanî
de Bâtınilere karşı faaliyet gösterdiği için onlar tarafından yapılan bir
suikast sonucu ölmüştür. Aynı şekilde Dımaşk hâkimi Tâcü’l-Mülûk Börü de
Bâtınilere karşı mücadele gösterdiği için, Alamut’tan gönderilen iki fedai tarafından
öldürülmüştür.[161] 1140
senesinde ise Sultan Sancar’ın yakın adamlarından biri olan el- Mukarreb
Cevher, Bâtıniler tarafından öldürülmüştür. Sultan Sancar döneminin ileri gelen
şahıslarından Mansûr el-Herevî de vezir Dergüzînî ve birkaç Bâtıninin yapmış
oldukları suikast neticesinde öldürülmüştü. Yine bu dönemde Bâtıniler
tarafından ilmiye ve yönetici sınıfından da olan birçok kişi öldürülmüştür.
Bunlardan biri Şafiî reisi Abdüllâtif b. el- Hucendî, bir diğeri ise Mâzenderân
hâkiminin oğlu Girdbazu’dur.[162]
Sultan Sancar, Büyük Selçuklu
Devleti’ni yeniden toparlamaya çalışmış gerek kumandanlar arası mücadeleler
gerekse Bâtınilerin yıkıcı faaliyetleri sonucunda başarılı olamamıştır. Onun
ölümüyle Büyük Selçuklu Devleti tarih sahnesinden çekilmiştir. Sonuç olarak
Hasan Sabbah döneminde yoğun bir şekilde Selçuklular ile mücadeleler yaşanmış,
zaman zaman iki tarafta başarılar elde etmişler. Nitekim bu zamanda Alamut
üzerine yapılan seferler hiçbir zaman sonuçlanamamış ve Bâtınilerin asıl
merkezi Moğollar tarafından yerle bir edilinceye kadar önemini korumuştur.
Hasan Sabbah’ın ölümünden sonra halefleri hem davalarını korumuşlar hem de
merkezleri olan Alamut Kalesi’ni yıkıcı Moğol istilalarına kadar korumayı
başarabilmişlerdi.
HASAN SABBAH’IN HALEFLERİ DÖNEMİ VE HÜLAGU
HAN’IN
ALAMUT KALESİ’Nİ ELE GEÇİRMESİ
Kiya Bozorg Ümid Dönemi
Hasan Sabbah’ın ölümünün
ardından halefi olan Kiya Bozorg Ümid, 1124 yılında Alamut’a geçtikten iki yıl
sonra Sultan Sancar’ın saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. Sultan Sancar,
veziri el-Muhtass Ebû Nasr Ahmed b. el-Fazl’ı bu saldırılarla görevlendirmişti.
Kûhistan’da Bâtınilerin hâkimiyeti altında bulunan Turaysis ve Nişapur bölgesindeki
Beyhak üzerine yapılan sefer, bölgede birçok Bâtıninin kılıçtan geçirilmesiyle
sonuçlandı. Yine bu bölgede İsmâili köyü olan Tarz, Sancar’ın ordusu tarafından
ele geçirilmiştir. Ancak Kuzey’de yaptıkları saldırılar başarısızlıkla
sonuçlanmıştı. Şirgîr’in yeğeninin emri altında Rudbar’a gönderilen birlikler,
Bâtıniler tarafından geri püskürtülmüşlerdi.[163] Selçukluların
yaptığı seferler sonucunda Bâtınilerin hedefi haline gelen vezir el-Muhtass Ebû
Nasr Ahmed b. el-Fazl, 1127 senesinde Bâtıni fedaileri tarafından
öldürülmüştür.[164]
Böylece Bâtıniler, yapılan saldırıların intikamını veziri öldürmekle
almış oldu.
Yapılan bu saldırılardan sonra
İsmâililer, Rudbar’da Meymundiz isminde yeni bir kale inşa ettiler. Bu dönemde,
topraklarını Tâlikan’ın da ele geçirilmesiyle genişleten İsmâililer, Sistan
üzerine 1129 yılında yeni bir akın düzenlediler. Aynı yıl, Isfahan Selçuklu
Sultanı Mahmud, barış yapmayı ihtiyatla karşılıyor ve sarayına Alamut’tan bir
temsilci davet ediyordu. Bu elçi, Sultan ile görüştükten sonra Isfahanlılar
tarafından refikiyle birlikte linç edilmiştir. Bu olaydan sonra Sultan, bunu
yapanların cezalandırılmasını isteyen Bozorg Ümid’in bu talebini reddetti.
İsmâili vakanüvüse göre, Kazvin’e saldıran İsmâililer, 400 kişiyi öldürerek ve
birçok ganimet elde ettikleri bu hareket sonucunda Isfahan’da olan bu olaya
karşılık vermiş oldular. Yine aynı kaynağa göre, Kazvin halkının karşı saldırıya
geçtiğini fakat refikler tarafından bir Türk komutanının öldürülmesi sonucunda
geri çekildiklerinden bahsedilir. Ayrıca bu dönemde Sultan Mahmud tarafından
Alamut’a karşı başlatılan bir saldırıdan da bahsedilir. Fakat bu saldırı sonuç
vermemiştir.[165]
Aynı dönemde gerçekleşen bir
başka hadise ise Abbasi Halifesi el-Müsterşid Billâh ile amcası Sultan Sancar
adına Irak bölgesini yöneten Sultan Mesud arasında yaşanan anlaşmazlıktı. Bu
anlaşmazlığın sebebi ise okunan hutbede Halife’den sonra Sultan Mesud’un
isminin zikredilmemesi olmuştu. Bunun üzerine Sultan Mesud Bağdat’a sefer
düzenledi. İki ordu Hemedan’da karşı karşıya geldi. Halife’nin ordusundan
bazıları Sultan Mesud’un ordusuna katıldı. Ordunun zayıflamasıyla yenik düşen
halifenin, kendisi ile birlikte devlet büyüklerinin hepsi Sultan Mesud’un esiri
oldu. Bunun üzerine Mesud, hiç kimsenin canına kıyılmayacağım söyleyerek
yağmayla yetinmeleri konusunda askerlerine emir verdi. Bu savaşta iki taraftan
da ölenlerin sayısı beş kişiyi geçmedi. Sultan Mesud Halife’ye iyi davrandı ve
onunla beraber Merâga’ya gitti. Bu durumu bir mektupla amcası Sancar’a
bildirdi. Sancar bunu öğrenince bir elçi göndererek Halife’nin serbest
bırakılmasını istedi. Sultan Mesud amcasının emrini yerine getirmek için
Halife’nin yanına gidip ondan özür diledi. Kendi hazırladığı çadıra götürerek
onu tahta oturttu. Daha sonra Sultan Sancar’ın gönderdiği elçiyi karşılamaya
gittiği esnada pusuda bekleyen İsmâili fedaileri, sarayın boşaldığını görünce
ansızın saraya girerek Halife Müsterşid Billah’ı katlettiler (29 Ağustos 1135).[166]
Halife Müsterşid’in ölüm
haberi Alamut’ta büyük bir coşku ile karşılanmış, Bozorg Ümid’in idaresi
altında İran’da işlenen suikastlar sadece Halife ile kalmamış; Isfahan, Merâga,
Tebriz valileri ve bir Kazvin müftüsü de bu dönemde Bâtıniler tarafından
katledilmiştir.[167]
Hasan Sabbah’dan sonra hüküm
süren Kiya Bozorg Ümid, yaklaşık 24 yıllık saltanatı boyunca Bâtıni
öğretilerini uygulamaya devam etmiş. Hasan Sabbah’ın yolundan giden Bozorg,
onun öğretilerini devam ettirmiş. 1137 senesinde Bozorg’un ölümünden sonra
yerine veliaht tayin ettiği oğlu Muhammed b. Bozorg Ümid geçti.[168]
Muhammed b.Bozorg Ümid Dönemi
Babasının veliahdı olarak başa
geçen Muhammed Bozorg döneminde İsmâililer, yeni kaleler ele geçirip ulaşılması
zor olan yerlere kaleler inşa etmişlerdir. Özellikle Deyleman ve Gilan’daki
topraklarını genişletip, Mübarekkuh ve Firuzkuh kalelerini de ele
geçirmişlerdir. Muhammed Bozorg, mahallî ve genel problemlerle uğraşmış, Rudbar
ve Kazvin arasında çıkan çatışmalar içinde başarılı savunmalar yapmıştır. Afganistan
ve Gürcistan üzerine akınlar yapıp, propagandalarını bu coğrafyada da
yaymıştır.[169]
Selçuklu sarayındaki
faaliyetlerine devam eden Muhammed Bozorg, önemli görevlerde bulunan devlet
adamlarından bazılarını da kendi tarafına çekmeyi sürdürmüştür. Gerek gizliden
gerekse açık bir şekilde onlardan da destek alarak suikastlara devam
edilmiştir. Bu dönemde Selçuklular tarafında olan birçok devlet adamı
öldürülmüştü.[170] Cüveynî,
bu dönemde yapılan Halife Müsterşid’in oğlu, Halife Er-Raşid Billâh suikastını
Muhammed Bozorg’un yaptığı ilk canilik olarak anlatır. Halife’nin öldürülme
sebebi ise fedailer tarafından öldürülen babasının intikamını almak için
Bâtınilerin üzerine savaşa çıkması olmuştu. Bu sefer sırasında yolda hastalanan
Halife er-Raşid, Isfahan’a ulaştığı sırada pusuda bekleyen fedailer tarafından
öldürüldü.[171]
Muhammed Bozorg döneminin şeref
listesi on dört cinayet olayından bahseder. Halife er- Raşid suikastı başta
olmak üzere en dikkat çekici bir diğer isim de 1143 senesinde Tebriz’de,
Suriyeli dört fedai tarafından öldürülen Selçuklu Sultanı Davud’dur. Ayrıca
Sancar’ın bir emiri ve yardımcısı, Harezmşah hanedanından bir şehzade,
Gürcistan ve Mazenderan’ın mahalli reisleri, ayrıca bir veziri, Kuhistan,
Tiflis ve Hemedan kadıları da bu dönemde öldürülen kişilerdir.[172]
Bu dönemde Nizari İsmâili
tarafında bir takım kopmalar yaşanmaya başladı. Muhammed Bozorg’un oğlu Hasan
b. Muhammed (II. Hasan) soyunun Mustansır’a dayandığını söyleyerek, imamlık
iddiasında bulundu.[173] [174] İsmâililer,
Hasan Sabbah da dâhil olmak üzere hiçbir zaman kendilerinin imam olduğunu iddia
etmemişlerdir. Onlar sadece bir gün gelecek olan gerçek imamın temsilcileri
olarak kendilerini bu davaya vermişlerdi. Ancak Muhammed Bozorg döneminde bu
dava büyük bir kopma ve değişiklik yaşamış. İlk defa bir İsmâili lideri
kendisinin imam olduğunu ilan ediyordu.
Kendisini imam olarak ilan
eden Hasan b. Muhammed babasının söylediği sözleri daha güzel ve etkili bir
şekle sokarak halkı mezhebe davet ederek taraftar toplamaya başlamış. Böylece
taraftarlar Hasan b. Muhammed’in konuşmasından etkilenip Hasan Sabbah’ın
bahsettiği imamın onun olduğunu sanmaya başlamışlardır. Bu yüzden halkın ona
karşı sevgisi giderek artmış ve ona biat etme isteği kuvvetlenmişti. Babası
Muhammed oğlunun bu davranışlarına tepki göstererek ona karşı gelmiş. Bunun
sonucunda oğlunu imam kabul eden bir gruba işkence ve eziyet ettirmişti. Bu
olaylar sonucunda Alamut’ta bir defada 250 kişi öldürülürken, 250 kişiden
oluşan başka bir grup da kaleden dışarı atıldı. Böylece Hasan b. Muhammed’in
taraftarları cesaretlerini kaybettiler. Bu olaylar karşısında Hasan b. Muhammed
kendisini geri çekerek babasından korkmaya başladı. Bu olaylarda yanlış
anlaşıldığını ve suçsuz olduğunu belirten yazılar yazdı. Daha önce söylediklerini
inkâr edip babasının yanında yer aldı.
Hasan Sabbah’ın izinden giden
ve mezhebin temellerini sağlamlaştırmaya gayret gösteren Muhammed Bozorg Şubat
1162 (557 h.) tarihinde öldü. Onun ölümünden sonra halefi olan oğlu Hasan b.
Muhammed Alamut’un yeni lideri oldu.[175]
Hasan b. Muhammed Dönemi
1126 (520 h.) yılında doğan
Hasan b. Muhammed gençlik yıllarında Hasan Sabbah’ın ve seleflerinin mezheplerinin
ilke ve kurallarını araştırmaya başlamıştı. Özellikle davet (propaganda)
usulünü çok iyi öğrenerek yeni fikirler üretip inançları yorumlama derecesine
ulaştı. İsmâiliye mezhebinin ilkelerine kendi yorumlarını da katarak yeni
görüşler ortaya çıkarmıştı. Hasan Sabbah’ın zamanında titizlikle uyulan İslami
ve şer’i kanunların çiğnenmesine müsaade etti ve bizzat kendisi de o konularda
dine aykırı yenilikler getirdi. 1164 (559 h.) tarihinde Ramazan ayında
Alamut’un yakınlarında bir alanda İslami kurallara aykırı olarak iç yüzü kıble
yönüne dönük minberli bir cami yaptırdı. Daha sonra diğer vilayetlerden
Alamut’a çağırdığı insanları o alana topladı. O güne özel hazırlanan beyaz,
kırmızı, yeşil, sarı renklerinde olan 4 ayrı bayrağın her birini minberin bir
ayağına taktıktan sonra minbere çıktı. Kendisinin imam tarafından hüccet ve dai
tayin edildiğini, onların üzerindeki sıkıntıları ve şeriat yükümlülüklerini
kaldırdığını belirtmek suretiyle Arapça hutbe okudu. Bu hutbede adı bilinmeyen
aslında mevcut olmayan imamların isimlerini söyledi. Hutbesini okuduktan sonra
minberden aşağı indi ve 2 rekât bayram namazı kıldı. İftardan sonra şarkıcıları
ve çalgıcıları getirerek eğlence düzenlediler. O günü Kıyam Bayramı ilan
ettiler.[176] Hasan
b. Muhammed’in yaptığı bu davet Kıyamet ilanı olarak kaynaklarda bahsedilir.
Kıyamet ilanından hemen sonra
Hasan b. Muhammed, Irak Selçuklu Sultanı Arslanşah’ın Gürcülerle mücadelesinden
yararlanarak Kazvin civarındaki sarp dağların tepelerine üç kale inşa ettirdi.
Ancak Arslanşah emirleriyle birlikte bu bölgeye hareket ederek dört ay içinde
İsmâililerin inşa ettiği kaleleri yıktırdı. Daha sonra Kazvin yakınlarındaki
Kihab’ta inşa edilen ve İsmâililer tarafından Cihangüşay denilen kaleyi alıp
ismine Arslangüşay ismini verdiler. Bu dönemde Selçuklu yönetimine karşı fiili
eylemler görülmemiştir. Hasan b. Muhamed’in ilan ettiği kıyamet öğretisi, bazı
İsmâililer tarafından kabul edilmeyip fikir ayrılıklarına neden olmuştur.[177] [178] Hasan b. Muhammed, eşinin
kardeşi Hasan b. Namver tarafından 1166 (561 h.) tarihinde Lammasar Kalesi’nde
öldürüldü. Onun liderlik süresi 4 yıl sürmüştür.
Nureddin Muhammed Dönemi
Hasan b. Muhammed’in ölümünden
sonra İsmâililer oğlu Nureddin Muhammed’i imam tayin ettiler. Nureddin
babasının yerine geçtiği sırada henüz 19 yaşındaydı. Tahta geçer geçmez ilk
olarak babasının katili Hasan b. Namever’in bütün akrabalarını çocuklar dâhil,
eziyet ve işkenceye tabi tutarak öldürttü. Nureddin, babasının siyasetini
sürdürerek kıyamet öğretisini sistemleştirmeye çalışmıştı. Bunun için ilk
olarak babası ve kendisi için imamlık iddasında bulunup imamı kıyamet öğretisinin
merkezi unsuru haline getirdi.[179]
Nureddin Muhammed döneminde
Rudbar İsmâililerinin Mazendera kolu ile ilişkiler kurulmuştur. Bu ilişkiler
doğrultusunda İsmâililer, Bavendi emiri Hüsamü’de-Devle Erdeşir’e isyan eden
Ruyan Hakîmi Bisutun’un Alamut’a sığınmasına izin verdi. Daha sonra
Mazenderan’daki etkilerini güçlendirip birçok akınlara giriştiler. Bu esnada
Bavendi emiri II. Şah Gazi Rüstem’in kardeşi olan Rükne’d-devle Kazri’ni
öldürdüler. Ayrıca bu döneme İsmâililer, Sancar’ın 1157 yılında ölümünden sonra
küçük beylikler arasında parçalanmaya başlayan Selçukluların yerini alan
Harezmşahlar ile karşı karşıya geldiler. Harezmşah komutanı Miyançuk, 1205
yılında tuzağa düşürdüğü çok sayıdaki İsmâilileri katletti. Böylece
Selçuklulardan sonra artık Harezmşahlar, Nizari İsmâililerinin düşmanı haline
geldi. Bu dönemde Harezmşahlar, Kazvinlilerin savunuculuğunu yaparak Alamut’a
karşı düzenli seferler düzenlediler.[180]
Nureddin’in iki oğlu vardı.
Büyük oğlu Celaleddin lakabıyla anılan Hasan idi. Babası daha çocuk yaştayken
onu halefi tayin etmişti. Celaleddin büyüyünce babasının yolunu inkâr etmeye
başlayarak onun düşüncelerinden uzak durdu. Bu davranışlarını fark eden babası
oğlundan uzak durmaya başladı. İnancı sağlam olan Celaleddin Hasan, babasını
ortadan kaldırmak için gizlice Bağdat Halifesine ve diğer Müslüman ülkelerin
sultanlarına adamlar gönderip babasının aksine kendisinin Müslüman olduğunu söyleyerek
saltanat sırası kendisine geldiğinde bu sapık tarikatı kaldıracağını söylemiş.
Böylece onların desteğini istemişti. 1210 (607 h.) tarihinde Alamut’ta en uzun
süre hüküm süren Nureddin Muhammed zehirlenerek öldürüldü.[181]
Celaleddin Hasan Dönemi
Babasının zamanında
Dârü’l-Hülafa’ya ve sultanların yanlarına gönderildiği için babasının inancına
karşı soğuyan Celaleddin işlerin idaresini alır almaz Müslüman olduğunu ilan
etti. Ülkesindeki yasakları kaldırıp, kendi inancının ilkelerini o kınanmış
tarikattan ayıklamış. Halkını İslamiyet’e girmeye ve şeriat hükümlerine uymaya
sevk etmişti. Bunu duyurmak içi Bağdat Halifesine, Sultan Muhammed Harezmşah’a,
Irak’ın ve diğer bölgelerin meliklerine elçiler gönderdi. Onlarda onun, babası
ölmeden İslamiyet’i kabul ettiğini göz önünde bulundurarak inandılar. Özellikle
Darü-l Hilafet onun Müslüman olduğuna hükmedip, onun için övücü lakaplar
kullanarak bütün İslam ülkelerine onun ve halkının iyiliği konusunda fetvalar
gönderdi. Böylece yöneticiliği boyunca Yeni Müslüman Celaleddin adıyla anıldı.
İslamiyet’e sıkı sıkıya bağlı
olan Kazvin halkı Bâtınilerden eziyet çekip zarar gördükleri için Celaleddin’in
ve halkının İslamiyet’i kabul ettiklerini inanmadıklarından araştırma yapmak
üzere kadılar ve imamlar görevlendirdiler. Diğer yandan İslam ülkelerinin
olumlu cevaplarını alan Celaleddin, Kazvinlerin gözüne girmek için çaba
harcadı. Onun daveti üzerine Kazvin’in ileri gelenlerinden bir grup Alamut’a
geldi. Kalede bulunan kütüphanede Hasan Sabbah ve ona kadar olan halefler
tarafından yazılan, mezheplerini konu alan ve İslami inanca aykırı olan bütün
kitaplar Celaleddin’in emri üzerine Kazvinlilerin huzurunda yakıldı. Böylece
Celaleddin atalarının öğretilerini içeren eserleri yakarak kendisinin Müslüman
olduğunu Kazvinlilerede kanıtlamış oldu. Celaleddin bundan sonra Müslümanlar
ile dostluklar kurmuş ve böylece devrin halifesi ile zamanın sultanları onların
katledilmelerini yasaklamışlar.
Celaleddin, bir kafile ile
birlikte Müslüman olan annesini 1212 (609 h.) tarihinde hacca gönderdi. Bağdat
da annesine ve onun gönderdiği kafileye izzet ve ikramda bulunmuşlar. Ayrıca
Celaleddin Hasan döneminde bütün İsmâili köylerine camiler ve hamamlar
yaptırılmıştır. Hatta halkını eğitmek için Irak ve Horasandan Sünni fakihler 184 getirttirmiştir.
Celaleddin Hasan, Azerbaycan
atabeyi Muzafferettin Özbek ile yakın ilişkilerde bulunmaya başlamıştı. Hatta
ona yardım için Irak hâkimi Mengli ile savaşa gitmiş. Savaş sonunda Mengli
yenilince Atabek, Ebher ve Zencan’ı Celaleddine verdi. Bir süre o iki şehir
Celaleddin Hasan idaresinde kaldı. Bu arada bölgeye Moğol akınları başlamıştı.
Celaleddin Hasan bu akınlardan korunmak amacıyla Cengiz Han’a boyun eğip itaat
etmek için bir elçi gönderdi. Cengiz Han onun elçisine olumlu cevap verdi. 11
yıl yönetimde kalan Celaleddin Hasan Ramazan ayının ortalarında 1220 (618 h.)
tarihinde ishal hastalığına yakalanıp öldü. Bazı kaynaklara göre ise eşleri ve
kız kardeşi zehirleyerek onu öldürdü. Bu sebeple Alâeddin’in öğretmeni olan
vezir onların bazılarını öldürüp, bazılarını [182]
[183] [184]
yakmıştı. Onun ölümünden sonra yerine 9 yaşındaki ve tek oğlu olan Alâeddin
Muhammed geçti.[185]
Alâeddin Muhammed Dönemi
Bâtıniler, yaşı küçük olan ve
eğitimi tamamlayamayan Alâeddin’in her söylediğini yerine getirmeye
başlamışlar. Böylece babası Celaleddin’in öğütlerini, derslerini ve gösterdiği
yolu bırakıp eski inançlarına geri dönmüşlerdi. Celaleddin’in döneminde
Müslümanlarla yapılan ilişkiler tamamen bozuldu. Küçük yaşta olan Alâeddin altı
yıl yöneticilik yaptıktan sonra sarayında bulunan bir doktorun onu tedavi
etmesiyle melankolik (malihülya) hastalığına yakalandı. Hiç kimse onun bu
hastalığına çare bulamamış. Oradaki doktorlar hastalığının akıl yetmezliği
olduğunu söylemeyi cesaret edememişler. Çünkü onlara göre akıl yetmezliği bir
imama yakıştırılabilecek bir hastalık değildi. Çaresi bulunamayan bu hastalık
gün geçtikçe ilerleyip onu tamamen etki altına aldı. Bu durumdan yararlanmaya
çalışan akıl hocaları onun kafasına liderlik gururunu ve kibrini daima yanlış
yollarla ve boş hayallerle doldurarak yerleştirdiler. Hatta hastalığı o kadar
ilerledi ki geçmişten ve gelecekten haberler vermeye başladı. Onlara göre
söylediklerinin hepsi yalan ve saçma şeylerden ibaretti. Ayrıca tecrübesizliği,
bilgisizliği, sabırsızlığı ve huysuzluğu yüzünden hiç kimse onun sözünden
çıkamadı. Çünkü onun söylediklerine itiraz ederlerse işkenceyle, ağır
eziyetlerle ya da organlarından mahrum olmak gibi şeylerin korkusunu
yaşıyorlardı. Onun yönetimi sırasında yol kesme, hırsızlık ve zulüm olayları
artmıştı.[186]
Aynı dönemde aralarında hemen
hemen on sekiz yaş fark olan oğlu Rükneddin Hür Şah daha çocuk yaştayken
babasının veliahdı ilan edilmişti. Fakat İsmâililer Rükneddin büyüğünce babası
ile arasında bir fark gözetmeden onun emirlerini de aynen babasının emirleri
gibi yerine getiriyorlardı. Bu durumun farkına varan Alâeddin oğlunu
veliahtlıktan alıp kardeşine verdi. Böylece baba ile oğlun arası açılmış oldu.
1255 (653 h.) yılına gelindiğinde ise Alâeddin’in akıl hastalığı ağırlaşmış.
Aynı zamanda oğlunada olan düşmanlığı artmıştı. Ona eziyet edip
cezalandırmaktan zevk alır hale gelmişti. Bunlara dayanamayan Rükneddin Suriye
Kalesi, Alamut ve Meymun Diz kaleleriyle, hazine ve erzakla dolu olan Rudbar
kalelerinden birini ele geçirip topladığı askerlerle babasına karşı ayaklanmaya
karar vermişti. Kendine taraftar toplamak ve halkını tuzağa çekmek için yem
olarak yaklaşmakta olan Moğol ordusunun kalelerine saldıracağını ve babasının bu
işi ciddiye almadığını söyleyerek kendisinin başa geçmesiyle bu saldırıları
durdurabileceğini söyledi. Onun bu sözleri üzerine devlet ileri gelenlerinin ve
askerlerin birçoğu ona biat ederek onu koruyacaklarını yalnız babası ona
saldırırsa babasına karşı bir şey yapamayacaklarına dair söz verdiler. Bu
anlaşmadan bir ay sonra Rükneddin hastalandı. O sırada babasının ise içki
içtikten sonra sızıp kaldığı yerde ölüsünü buldular. Boynu balta ile
kesilmişti. Bu olay Alâeddin’in vaktinin çoğunu geçirdiği Şirku dedikleri yerde
meydana geldi. Alâeddin’in oğulları ve hanımları cinayeti birkaç kişinin
üzerine attı. Bazı kimseler bu işi akrabalarından ya da hizmetçilerinden
muhafız kılığında olay yerinde gördüklerini söylemeleri üzerine şüpheliler
derhal öldürüldü. Bu olaydan sonra cinayetle ilgili herkes farklı şey
söylüyordu. Fakat bir hafta sonra cinayet delilleriyle aydınlanmış. Buna göre
Alâeddin’in gece gündüz birlikte olduğu her sırrını paylaştığı en yakın adamı
Hasan-ı Mazenderani’nin onu öldürdüğü anlaşıldı. Bu durumu öğrenen Rükneddin
cinayeti işleyen Hasan’la birlikte iki kızını ve bir oğlunu öldürüp
cenazelerini yaktırmıştır.[187]
Rükneddin Hur Şah Dönemi ve Hülagu’nun Alamut
Kalesi’ni Ele Geçirmesi
Hülagu tarafından yürütülen
Moğol seferleri sonucunda, Nizari İsmâililerin üzerindeki baskı da gittikçe
artmaya başlamıştı. Bu baskı Alamut liderleri arasında iç sorunlara neden
olmuş. Böylece dönemin Alamut lideri Alâeddin ile halefi olan oğlu Rükneddin
Hur Şah Moğollar yüzünden karşı karşıya gelmişti. Alâeddin Alamut’ta baskıyla
yönetimi sürdürürken onun yanından kaçan askerleri oğlu Rûkneddin’e biat etmeye
başlamış. Nitekim tam baba oğul birbirine savaş açma noktasına geldiği esnada
Alâeddin’in Alamut yakınlarında bulunan Şirkuh’ta bir kulubede öldürülmesi,
Rûkneddin’in, Alamut Kalesi’nde yönetimi ele geçirmesini hızlandırmış oldu.[188]
Rûkneddin Hurşah, yönetimi ele
geçirdikten sonra büyük bir sorun haline gelen Moğollar ile görüşmelere
başlamıştı. Hülagu ile Rükneddin arasında gerçekleşen bu görüşmeler sürekli iki
tarafın elçilerinin gidip gelmesiyle giderek yoğunlaştı. Bu dönemde Rükneddin
Hurşah, Meymundiz Kalesi’nde bulunuyordu. Hülagu, Rûkneddin’e bir defa daha
elçi göndererek kaleden inmesini istemişti. Rükneddin ise mevsim şartlarından
yararlanmak için oyalanma taktiği yaparak Hülagu’nun saldırmaması için aman
dileyerek oğlunu 300 askerle birlikte rehine olarak göndererek, kalelerin
tamamını yıkmayı kabul etmişti. Hülagu onun bu isteğini kabul ederek verdiği
sözleri yerine getirmesini beklemek üzere Abbasâbad’da geçip orada konakladı.
Kaleleri kuşatmakla meşgul olan askerler bu haber üzerine kuşatmayı yarıda
bıraktılar. Kararlaştırılan tarih geldiğinde ise Rûkneddin “oğlumdur” dediği
yedi-sekiz yaşındaki bir çocuk ile itibarlı devlet büyüklerinden oluşan bir
grubu Hülagu’nun yanına gönderdi. Hülagu gönderilen çocuğun Rûkneddin’in oğlu
olmadığını anlayınca Rûkneddin bu kez kardeşi Şiran Şah’ı üç yüz askerle söz
verdiği zamanda Hülagu’ya rehin olarak göndermişti. Bunun üzerine Hülagu, Şiran
Şah ile birlikte ona bir elçi gönderip, beş gün içinde gelmezse kaleleri
sağlamlaştırıp savaşa hazırlanmasını söyledi. Gönderdiği elçi yanına gelip
Rûkneddin’in özürlerini anlatması üzerine kuşatmadaki askerlere emir vererek
Pişkil Dara’dan harekete geçtiler (31 Ekim 1256). Harekete geçen Hülagu’nun
büyük çadırı, çok yüksekte konumlanmış Meymundiz Kalesi’nin kuzey tarafına
kuruldu (8 Kasım 1256). Ertesi gün Hülagu, kalenin etrafını dolaşarak
saldırılabilecek yerleri belirleyerek şehzadelere, noyanlara ve devletin ileri
gelenlerine, kalenin kuşatmasını ertesi yıla bırakılarak geri dönülmesi
konusunda fikirlerini sordu. Mevsimin kış olması dolayısıyla erzakın az, otun
yetersiz ve hayvanların zayıf olduğunu düşünenler geri dönmeleri için
görüşlerini bildirdiler. Fakat bu görüşlere karşı Buka Timur, Emir Seyfeddin,
Ked Buka ile Tayir kuşatmanın devam etmesi konusunda ısrar ettiler. Önemli
devlet adamlarının ve emirlerinin bu görüşünü doğru bulan Hülagu, kuşatmanın
daraltılması ve bütün askerlerin savaş düzenine girmesi için emir verdi.
Meymundiz Kalesi’ne doğru ilerleyen Moğol askerleri kalenin karşısındaki tepeyi
ele geçirdi. Ordunun sağ ve sol kanatlarından toplanan askerler oldukça
kalabalık bir şekilde kalenin etrafını sardılar. Hülagu’nun bu kararlılığı
karşısında çaresiz kalan Rûkneddin, önce yakınlarıyla ve devlet erkânıyla
birlikte oğlunu aşağıya gönderdi. Kendisi de ertesi gün türlü vaadler alarak
kaleden indi (Cüveynî’ye göre;19 Kasım 1256, Reşîdüddin’e göre 20 Kasım 1256).
Böylece Moğol orduları kaleye girerek binaları yıkıp her yeri yerle bir etti.
Rükneddin, Moğollar karşısında yenilerek o vadide bulunan diğer kaleleri de
yıkmak için İl Han’ın elçileriyle birlikte harekete geçti. Böylece güvendiği
adamlarını diğer kalelere gönderen Hülagu, amacına ulaşmış ve sıra 1090
yılından itibaren ele geçirilemeyen Alamut Kalesi’ne gelmişti.[189]
Hülagu, İsmâililerin
kuruluşundan yıkılışına kadar asıl merkezleri olan Alamut Kalesi’nin önüne
geldiğinde orada bir gün kaldıktan sonra Rûkneddin’i kaleye göndererek, halkın
orayı terk edip aşağıya inmesini söyledi. Fakat bu isteği kale komutanı
Mukaddem’in geri çevirmesi üzerine Hülagu, orayı kuşatması için güçlü bir
orduyla Bulagay’ı orada bıraktıktan sonra Lammasar’a doğru hareket etti.
Moğolların bu coğrafyaya gelmeden önce en büyük endişelerinden biri Hasan
Sabbah ideolojisindeki Haşhaşilerdi diyebiliriz. Bu ideolojiyi tamamen bitirmek
isteyen Moğollar, Haşhaşilere ait bütün kaleleri ele geçirmeyi hedeflemişti. Bu
yüzden Alamut’un kuşatmasını Bulaga’ya bırakan Hülagu, Lammasar’a yöneldi. Çok
geçmeden Alamut halkı, etrafını saran Moğollara direnemeyeceğini anlayınca
Rûkneddin’e haber göndererek ondan, Hülagu’dan kendileri için şefaat dilemesini
ve emniyet almasını dilediler. Rükneddin bir miktar Moğol askeriyle yukarı
çıkınca Mukaddem kaleden aşağı inerek kaleyi teslim etti (Cüveynî’ye göre 1
Aralık 1256; Reşîdüddin’e göre 15 Aralık 1256).[190] Alamut
Kalesinin alınmasından sonra bir ay içinde diğer Bâtıni kaleleri olan; Lâr,
Suruş, Sorhe, Dizek, Pire, Behram Diz, Ahen Kuh, Hurân, Tac, Şemirân, Firdevs,
Mansuriye gibi yaklaşık elliye yakın Bâtıni kalesi Moğollar tarafından ele
geçirildi.[191]
Kalenin teslim edilmesinden
sonra Moğol askerleri ve devşirmeler kaleye girerek yağmalamaya başladılar.
Reşîdüddin Câmiu’t-Tevârih adlı eserinde, Hülagu’nun Alamut’a göz gezdirmek
için kaleye çıktığını ve kalenin içine girdiğinde gördüklerinden dolayı çok
şaşırarak parmağını ısırdığından bahseder. Diğer önemli kaynağımız olan Tarih-i
Cihan Güşa adlı eserin yazarı Cüveynî, ünü her tarafı sarmış olan kütüphaneyi
görmek istemesi üzerine Hülagu’dan izin isteyerek kalenin içine girmiş ve bize
Alamut’un yağmalanmadan, yakılıp yıkılmadan hemen önceki durumu ile ilgili en
geniş bilgileri anlatmıştır. Hülagu’nun emri üzerine kütüphanenin içine girip
Kuran-ı Kerim’lerden ve faydalı kitaplardan eline geçenleri, kitaplardan başka
yıldız gözetleme aracı olan birkaç parça eşyaları da yanına alarak Haşhaşilerin
mezhepleri ile ilgili olan bütün kitapları yakmıştır. Kütüphane’de inceleme
yaparken Fahrü’d-Devle adına kaleme alınan Gil ve Deylem Tarihi adlı bir kitap
bulmuş ve bu kitabın içinde Alamut ve Süllemî tarihinden bazı bilgileri
eserinde ifade etmiştir. Cüveynî, bu eserlerin dışında Sergüzeşt-i Seyyidinâ
adında Hasan Sabbah’ın hayatını ve başından geçen olayları anlatan bir kitaptan
da bahseder. Kütüphane ile ilgili tasvirlerinden sonra Alamut Kalesi ile ilgili
çok geniş tasvirlere yer veren Cüveynî; kalenin çok sağlam bir şekilde inşa
edildiğini, demirin bile bu duvarlara İşleyemeyeceğini hatta küçücük bir taş
parçasının yerinden oynatılamayacağı sağlamlıkta olduğunu anlatmış. Ayrıca
taşların ve kayaların içinde çeşitli uzunlukta ve genişlikte, taş ve kireç
kullanarak büyük hacimli su depoları olduğundan, bunun dışında şarap, sirke,
bal ve çeşitli sıvı ve katı yiyecekler için ambarlar ve mahzenlerin de
olduğundan bahsetmiştir. Cüveynî “Bunlardan başka orada bulunan savaş araç ve
gereçlerini burada anlatacak olsak, birkaç cilt kitap daha yazmamız gerekir.”
dediği Alamut Kalesi’nin yağmalanmadan önceki halini anlatırken böyle ihtişamlı
bir kale Moğolların gazabından kurtulamamış ve kale askerlerin duvarlara kazma
işleyemeyince önce evlerin damlarını sonra duvarlarını yıkarak yıkılmaktan
kurtulamamıştır.[192]
Böylece Hasan Sabbah ile başlayan 166 yıllık bir devir kapanmış, kütüphanedeki
değerli eserlerin yakılmasıyla Haşhaşiler hakkında birçok bilgi de yanan
kitaplarla beraber yok olmuştur.
Alamut teslim olduktan sonra
İsmâili kalelerinden olan Lammasar ve Girdkûh kalelerinde bulunanlar kalelerin
kontrolünü bir süre daha ellerinde tutmuşlar. Bu arada Hülagu’nun yanında esir
olan Rûkneddin, olumlu hareketleriyle Han’ın sevgisini kazanmış hatta bir Türk
ailesinin kızıyla evlenmiş ve Hülagu’nun huzuruna çıkıp Mengü Kağan’a gitmek
için izin aldıktan sonra 9 Mart 1257 tarihinde yanına rehberlik edecek
adamlarla birlikte yola çıkmıştır. Hülagu, Rûkneddin’in bu yolculuğunda
Girdkuh’a uğramasını ve dağdan hâlâ inmemiş olan müridleri aşağı indirmesi
görevini vermiş. Rükneddin Girdikuh’a varınca oradaki müridlere Moğolların
yanında aşağı inmelerini söylemiş, gizli olarak ise inmemelerini söyledikten
sonra Buhara’ya gitmiştir. Aslında Cengiz Han’ın koyduğu ve daha sonra da
geçerliliğini koruyan bir yasaya göre, İsmâililerden beşikteki bir çocuğun bile
canlı bırakılmaması gerekiyordu. Zaten kaleler düştükten sonra İsmâililerin
askerleri binler, yüzler şeklinde gruplara ayrılmış ve her grup, Moğol
komutanın ve askerlerinin gözetimine verilmişti. Mengü Kaan, bütün ordulara
elçiler göndererek, aralarında bulunan İsmâililerin öldürülmesini emretti.
Böylece Rükneddin’in soyundan kimse kalmadı. Rükneddin ise Mengü Kağan’ın
huzuruna gelince sert bir tepki ile karşılaşmış ve Mengü Kağan onu Girdkuh ve
Lammasar’a geri göndererek o kalelerin geri alınmasını istemişti. Geri dönüş
yolunda olan Rükneddin elçiler tarafından tuzağa düşmüş ve öldürülmüştür.[193] Reşidüddin’e
göre; Rükneddin Mengü Kaan’ın huzuruna çıkmadan elçiler tarafından
öldürülmüştür[194].
Girdkuh ve Lammasar kaleleri çok dayanıklı kalelerdi. Alamut’un alınmasından
bir yıl sonra Lammasar kalesi bir bulaşıcı hastalık ile yok olurken Girdkuh
kalesi Moğollara karşı 20 yıl boyunca dayanmıştır. Cüzcanî’nin deyimiyle
Girdkuh kalesi Moğollar tarafından ilk kuşatılan ama en son teslim olan İsmâili
kalesi olmuştur.[195]
İsmâililerin merkezi olan
Alamut’un fethi Selçuklular ve Harzemşahların kuşatmalarına rağmen Moğollar
tarafından fethedilmiş ve İslam dünyası bu olaydan sonra büyük bir sorunun
ortadan kalkmasıyla rahata kavuşmuştur. Fakat İsmâili mezhebi günümüze kadar
devam etmiştir. Günümüzde Nizari toplumunun takip edeceği düzenli bir sistem
yoktur. Sadece imamlarının uygun gördüğü davranışları benimseyen bu grubun
merkezi Fransa’da bulunan imamet müessesine bağlı olup, çoğu Pakistan ve
Hindistan başta olmak üzere yaklaşık yirmi ülkede dağınık şekilde varlıklarını
devam ettirmektedir.[196] İsmâililerin
günümüzde unvanca başkanı olan Ağa Han, Alamut’un son sahibi Rükneddin
Hûrşâh’ın doğrudan doğruya neslinden gelmektedir.[197]
SONUÇ
Hasan Sabbah ve daileri
özellikle dağlık bölgeleri seçerek, ulaşılması zor olan yerlere kaleler inşa
ederek hâkimiyetlerini genişletmişlerdir. Özellikle dağlık bölgeleri seçmeleri
çok dikkat çekicidir. Bunun bir nedeni olarak düşmana karşı kendilerini savunma
konusunda bir taktiktir denilebilir. Nitekim bu kalelerin fethi kolay
olmayacaktı. Özellikle yüksek dağ zirvelerinde bulunan kalelerin içlerine su
kanalları ve yiyecek depoları yapılarak herhangi bir saldırı karşısında
kendilerini kalenin içine çekerek uzun süre düşmanlarının kuşatmalarına
dayanabilmişlerdir. Düşmanları için ise bu durum yıpratıcı bir süreci
göstermektedir. Nitekim çoğu kuşatma ya yarıda bırakılmış ya da başarılı
olamamıştır. Bir diğer dikkat çekici nokta ise Haşhaşilerin her zaman hedef
olarak dağlık bölgeleri tercih etmeleridir. Onlar büyük toprak parçalarını
seçmemiş tam tersine dağınık bir düzeni takip etmişlerdir. Bu dağınık düzenin
merkezi her zaman Alamut olmuştur. Diğer kalelerin başında ise Hasan Sabbah’ın
görevlendirdiği yöneticiler yer almıştır. Sonuç olarak onlar yerleşik şehir
hayatı yerine dağınık bölgelerde dağlarda yaşamayı tercih etmişlerdir.
Bir diğer önemli nokta ise en
çok mücadele yaşadıkları Büyük Selçuklu Devleti’ne karşı askeri bir hareket
düzenlememeleridir. Tam tersi Selçuklular İsmâili kalelerine sürekli askeri
hareketler düzenlemiş ve savunmada olan hep İsmâililer olmuştur. İsmâililer,
Selçuklulara askeri hareketler yerine daha kanlı bir yöntem geliştirmişlerdir.
Onlar bu hareketleri yetiştirdikleri fedailer sayesinde yapmışlardır. Bu yöntem
dönemin kâbusu haline gelecek olan suikastlar olmuştur. Bu suikastlar adeta
İsmâililerin vurucu timi haline gelmiştir. Peki, bu suikastlar kime ve neden
yapılıyordu? İlk önce bu suikastların ya da fedailerin belli bir sınıfı hedef
almadığını görüyoruz. Ama bunun yanı sıra fedailerin ya da suikastların neden
yapıldığını açıkça söyleyebiliriz. Fedailerin hedefi haline gelmek için İsmâili
davası düşmanı olmak ya da onların zararına bir harekette bulunmak onlar için
en büyük neden olmuştur. Öldürdükleri ilk devlet adamı olan Nizamülmülk de bunun
bir örneğidir. Onun İsmâililer üzerine yaptığı hareketler ve tedbirler ünlü
vezirin ölümüne neden olmuştur. Yine aynı şekilde onların üzerine askeri
hareket düzenleyen birçok emir suikastlara kurban gitmiştir. Sadece askeri
alanda değil eğitim ve dini hayatta da onların zararına konuşan âlimlerde yine
onların suikastlarına maruz kalan bir diğer gruptur. Bunun yanında bazen devlet
yöneticileri, sultanlar ve masum halkın da hedef olduğu zamanlar olmuştur.
İsmâililerin dini faaliyetleri
dailer aracılığı ile yayılırken, fedailer de korku ve dehşet saçmaya devam
ediyordu. Peki, bu fedailer nasıl yetiştiriliyordu? Kimler fedai olabiliyordu?
Öncelikle Hasan Sabbah döneminde oluşturulan bu yeni yapılanmanın tek amacı
düşmanlarını öldürmekti diyebiliriz. Kaynaklar da efendilerinin huzuruna çıkan
fedailer yedikleri yemekten sonra ikram edilen içki ya da ceviz, bal ve haşhaş
karışımı olan bir maddeyi yedikten veya içtikten sonra kendilerini
kaybettiklerini ve geçici süre bilinç kaybı yaşayıp baygınlık haline geldiklerinden
bahsedilir. Bu kişiler tekrar kendilerine gelip uyandıklarında ise kendilerini
cennet bahçesi olarak adlandırılan yerde bulurlar. Bu bahçenin tasvirini veren
Marco Polo, oranın adeta Kur’an’da geçen cennet gibi olduğunu, çeşitli
yiyecekelerin, baldan sütten akan nehirler olduğunu ve güzel kızların
bulunduğundan bahseder. Burada hoş vakit geçirdikten sonra tekrar o karışımı
içen fedailer bu sefer uyandıklarında efendilerini görürler. O bahçenin cennet
olduğunu söyleyen efendileri, onlardan cennete girmeleri için neler
yapabileceklerini sorar ve onlara öldürülmesi gereken ismi söyler. Bu durum
karşısında fedailer cennet vaadiyle efendilerinin her dediğini yapmaya
başlarlar. Onlara bu uğurda ölseler ya da yaşasalar bile cennet ile
ödüllendirilecekleri söylenir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken konu Marco
Polo’nun bu tasviri anlattığı dönemlerde Alamut Kalesi’nden geriye sadece
kalıntılar kalmıştır. Yani o bu tasviri orada yaşayan yöre halkının aktardığı
bigiler üzerine vermiş olabilir. Bu konu ile ilgili diğer birinci el
kaynaklarda bir bilgiye rastlanmaması dikkat çekicidir. Cennet bahçesi
tasvirini veren ilk ve tek kaynak Marco Polo’dur. Bu nedenle kaledeki cennet
bahçesinin doğruluğu tam olarak kanıtlanamamıştır. Ayrıca Cüveyni’nin
bahsettiği su ve balın olduğu yiyecek ambarları gününmüze kadar kulaktan kulağa
cennetin tasvirine dönüşüp akratılmış olabilir.
Peki, fedailerin,
efendilerinin verdiği emirlerine bu kadar bağlı olmalarının nedeni ne
olabilirdi? Onların bu bağlılığı hem davalarına hem de efendilerine olan derin
sevgi ve saygının sonucudur diyebiliriz. Onlar için efendilerinin emirlerini
yerine getirmenin her şeyden önce geldiğini bu uğurda işledikleri suikasları
dikkate alarak söyleyebiliriz. Burada dikkat edilecek bir konu ise haşhaş yani
uyuşturucu meselesidir. Fedailerin haşhaş kullandıklarına dair kesin bir kayıt
yoktur. Eğer ilk başta böyle bir madde ile kandırılan fedailerin olduğunu göz
önünde bulundurursak, suikast planlarını uygularken asla bu maddenin etkisinde
olamayacaklarını söyleyebiliriz. Eğer böyle bir durum olsaydı birçok suikast
planı başarısızlıkla sonuçlanırdı. Kendilerinde olmadıkları bir esnada halka
açık herkesin önünde yapılan bu suikastlar bu kadar planlı bir şekilde olmazdı.
Burada dikkat çekecek bir diğer konu ise bu suikastlar yapılırken çoğu zaman
halka açık yerlerin tercih edilmesi olmuştur. Bu durum fedailerin kendilerini
ve kimliklerini saklama gereği duymayarak davaları uğruna yaptıklarını en açık
şekilde kanıtlar niteliktedir.
Nizari İsmâililerin lideri
olan Hasan Sabbah hiçbir zaman kendisini imam olarak göstermemiştir. O sadece
bir gün gerçekten ortaya çıkacak olan imamın yardımcısı olarak bu davaya hizmet
etmiştir. Nitekim bu durumu açıkça ölmeden önce söylediği vasiyetnamesinde
bildirmiştir. Yine fedaileri için ne kadar çok suikast olur ve davalarına ne
kadar çok insan katarlarsa gerçek imamın ortaya çıkması da o kadar yakındır.
Bir diğer
konu ise üç arkadaş rivayetidir. Bazı kaynaklarda Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve
Ömer Hayyam’ın arkadaş olduğu ve aynı hocadan ders aldıklarından bahsedilir.
Fakat bu durum onların doğum ve ölüm tarihlerini dikkate aldığımızda böyle bir
arkadaşlığın olduğunu kesin olarak kanıtlamaz. Ayrıca birinci el kaynağımız
olan Cüveynî’de böyle bir durumdan ve onun aktardığı Hasan Sabbah’ın otobiyorafisi
olan eserinde de böyle bir durumdan bahsedilmemesi de bu durumu kanıtlar
niteliktedir. Yine Hasan Sabbah döneminde Sultan Melikşah ile aralarında
mektuplaşmalar olduğu rivayet edilir. Ancak bu durumdan hem günümüze kadar bu
konu hakkında yeterince kaynağın ulaşamaması hem de Cüveyni’nin Alamut
kütüphanesini görüp böyle bir bilgiyi aktarmaması gibi sebeplerle bu konu
hakkında da kesin bilgi veremiyoruz. Ancak Cüveyni’nin Hasan Sabbah ile Sultan Sancar
arasındaki yapılan mektuplaşmanın nüshalarını gördüğünü ifade etmesi üzerine o
dönemde aralarında yaptığı anlaşmayı kanıtlar niteliktedir. Ayrıca Hasan Sabbah
ölünce Sultan Sancar’ın Alamut üzerine harekete geçmesi de yine bu durumu
açıkça kanıtlamıştır diyebiliriz.
Selçukluların yaşadığı taht
mücadeleleri ve 1097’de Haçlı Seferleri’nin ortaya çıkması Hasan Sabbah için
çok iyi bir fırsat olmuş ve bu durumlar gelişmelerine katkı sağlamıştır.
Selçuklular her ne kadar Alamut’a karşı hareket düzenleyip tedbir alsa da kesin
sonuçlar elde edemeyip başarısız olmuşlardır. Çünkü hem kendi içlerinde çıkan
karışıklıklar hem de Haçlı seferleri onların İran sahasında etkili hareketler
yapmasını kısıtlamıştır. Nitekim yapılan seferler ya yarıda kalmış ya da
başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu gelişmelerden yararlanıp çok sayıda yeri ve
kaleyi hâkimiyeti altına alan Hasan Sabbah neden bir devlet kurmadı? Bu soru
herkesin ilk başta aklına gelen bir soru olmuştur. Döneminin korkulu rüyası
olup, eli kanlı vurucu timi başta olmak üzere birçok bölgenin hâkimiyetini elde
eden Hasan Sabbah, bütün bunları bir bütün olarak bir bayrak altında neden
toplamamıştır? Bu duruma en güzel örnek onun davası uğruna iki oğlunu da
öldürülmesini emretmesi olabilir. Çünkü onun için İsmâili davası her şeyden
önce geliyordu. O devlet adamı değil dava adamıydı. Zaten böyle bir adım atacak
durumun içinde olmasına rağmen kendi devletini kurmamasıda onun dava adamı
olduğunun bir diğer kanıtıdır diyebiliriz.
Hasan Sabbah 35 yıl boyunca
yaşadığı Alamut Kalesi’nde kendisini tamamen okumaya, yazmaya ve davasını
geliştirmeye adamıştır. O bu dönemlerde yetiştirdiği dailer ve fedailer
sayesinde birçok kaleye hâkim olmuştur. Onun ölümünden sonra başa geçen
halefleri, Alamut liderliğinde babadan oğula geçen bir dönemi başlatmıştır.
Halefleri de tıpkı kendisi gibi bu davaya sıkı sıkıya bağlı kalmış ve gerek
Selçuklular gerekse diğer devletlere karşı kendilerini savunabilmiş ve yeni
kaleler ele geçirmişlerdir. Halefleri döneminde iki önemli olay dikkat
çekmektedir. Bunlardan ilki Hasan Muhammed’in Alamut liderliğine geçer geçmez
Kıyamet ilanında bulunmasıdır. Alamut’a çağırdığı insanları bir alana
toplayarak, o güne özel hazırlanan beyaz, kırmızı, yeşil, sarı renklerde olan 4
ayrı bayrağı her birini bir ayağına takılan minberin üzerine oturarak kendisini
beklenen imam olduğunu söyleyerek yeni bir dönemi başlatmıştır diyebiliriz.
Böylece ilk defa bir Alamut lideri kendisini açıkça imam olarak tayin ediyordu.
Hasan Sabbah’ın halefleri döneminde yaşanan bir diğer gelişme ise, Celâleddin
Hasan’ın Müslüman olup, kütüphanede bulunan Bâtıni davası ile ilgili bütün
eserleri yaktırmasıdır. Bu dönem İsmâililerin büyük bir değişim yaşamasına
neden olmuştur. Ayrıca annesini de hacca yollayan Celâleddin Hasan o dönemde
bütün İslam dünyası ile barış ve dostluk ilişkileri kurmaya başlamıştır.
Bunların sonucunda Abbasi halifesi tarafından Bâtınilerin katli o dönem
yasaklanmıştır. Ancak bu durum Celâleddin Hasan’ın ölümünden sonra son
bulmuştur. Nitekim liderliğe geçen oğlu çok küçük yaşlarda olduğundan dolayı bu
durumu devam ettirememiş ve kendini gizleyen Bâtıni davası bu dönem tekrar
ortaya çıkmış, böylece Alamut da Sünniliğe geçiş dönemi çok kısa sürmüştür
diyebilirz.
Hasan Sabbah’dan sonra
halefleri arasında baba oğul mücadelelerinin başladığını görüyoruz. Bu
mücadeleler esnasında zaman zaman gerek davaları açısından gerekse yöneticilik
bakımından ters düşmüşler ve bazı sorunlar yaşamalarına rağmen uzun süre dış
baskılara dayanabilmişlerdir. Ancak Alamut’un son lideri olan Rûkneddin Hûr Şah
döneminde Moğolların baskısına daha fazla dayanamayan Nizari İsmâilileri eski
güçlerini kaybetmiş ve Alamut’un Hülagu tarafından işgal edilmesiylede İslam
dünyası büyük bir sorundan kurtulmuş oldu. Kalenin fethinden sonra Alamut ile
ilgili bilgileri veren Cüveynî, bizzat o sırada Hülagu’nun yanında olmasından
dolayı kalenin durumu ile ilgili bilgileri eserinde açıkça anlatmıştır. Alamut
Moğollar tarafından yerle bir edilirken, günümüzü aydınlatacak birçok eserin
içinde olduğu Alamut’un o meşhur kütüphanesi de yerle bir olmuştur.
Sonuç olarak Hasan Sabbah
döneminde güç kazanan Nizari İsmâilileri 1258 yılına kadar etkilerini
kaybetmeden kalıcı olmayı başarabilmişlerdir. Bu süre içerisinde Haçlıların
Müslümanlar üzerine harakete geçmesinden ve Büyük Selçuklu Devleti’nin içinde
yaşadığı karışıklıklık ve taht mücadelelerinden de yararlanarak bu dönemde
güçlenmişlerdir. Selçuklular için büyük bir sorun haline geldikleri bu dönemde
fedailerinin yaptıkları suikastlar Selçukluların önemli emir ve devlet
adamlarının ölümüne sebep olmuştur. Ayrıca bu durumun Selçukluların güçten
düşmesine neden olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Sultan Sancar’ın ölümünden
sonra Büyük Selçuklu Devleti beylikler arasında parçalanarak tarih sahnesinden
çekilmişlerdir. Selçuklulardan sonra Moğolların saldırıları ile karşılaşan Nizari
İsmâilileri Moğolların açık hedefi haline gelmiş ve daha fazla bu saldırılara
dayanamayıp merkezleri olan Alamut başta olmak üzere diğer Bâtıni kalelerini de
kaybetmişlerdir. İslam dünyasında sorunlara neden olan Nizari İsmâililerin
ortadan kalkmasıyla Moğolların Anadoludaki ilerleyişi de hız kazanmıştır
diyebiliriz. Nitekim bu sorunu halleden Hülagu Bağdat üzerine harekete
geçmiştir.
Fatımi Halifelerinin
Listesi
FÂTIMÎ HALİFELERİ LİSTESİ |
|
İfrîkıye’de |
|
Ubeydullah el-Mehdî |
909 (297 h.) |
Kâim-Biem rillâh |
934 (322 h.) |
Mansûr-Billâh |
946 (334 h.) |
Muiz-Lidînillâh |
953 (341 h.) |
Mısır’da |
|
Muiz-Lidînillâh |
972 (362 h.) |
Azîz-Billâh |
975 (365 h.) |
Hâkim-Biemrillâh |
996 (386 h.) |
ez-Zâhir-Lii‘zâzidînillâh |
1021 (411 h.) |
Müstansır-Billâh |
1036 (427 h.) |
Müsta‘lî-Billâh |
1094 (487 h.) |
Âmir-Biahkâmillâh |
1101 (495 h.) |
Ebû Ali Ahmed b. Efdal el-Küteyfât’ın hâkimiyeti |
21 Ekim 1130 - 8Aralık 1131 (16 Zilkade 524 h. - 16 Muharrem 526 h.) |
Hâfız-Lidînillâh |
1132 (526 h.) |
Zâfir-Bia‘daillah |
1149 (544 h.) |
Fâiz-Binasrillâh |
1154 (549 h.) |
Âdıd-Lidînillâh |
1160 - 1171 (555-567 h.) |
Alamut Yöneticilerinin
Listesi
İRAN İSMAİLİLERİ 1090 (483 h.) - 1256 (654 h.) |
|
Alamut Liderleri |
|
Hasan Sabbah |
1090 - 1124 (483 h.- 518 h.) |
Kiya Bozorg Ümid |
1124 - 1137 (518 h. - 532 h.) |
Muhammed b. Bozorg Ümid |
1137 - 1162 (532 h. - 557 h.) |
Hasan b. Muhammed (II. Hasan Dönemi) |
1162 - 1166 ( 557 h. - 561 h.) |
Nureddin Muhammed |
1166 - 1210 (561 h. - 607 h.) |
Celaleddin Hasan |
1210 - 1221 (607 h. - 618 h.) |
Alâeddin Muhammed |
1221 - 1255 (618 h. - 653 h.) |
Rûkneddin Hûr Şah |
1255 - 1256 (653 h. - 654 h.) |
Selçuklular Dönemi
Suikastları
BÂTINİ SUİKASTLARI
El-Eazz
Ebû’l-Mehâsin Abdülcelil b.Muhammed ed-Dihistânî
Ebu’l
Kasım b. İmâmü’l-Haremeyn
Ebû’l-Alâ
Saîd b. Ebû Muhammed en- Nişâbûrî
Kasîmüddevle
Aksungur el-Porsukî
Vezir
Cenâhüddevle el-Hüseyin b.Aytekin
Not: Anadolu Selçuklu Devleti’nde ise Bâtıni eylemlerine ve
suikastlarına rastlanmaz.
Bâtıniler Tarafından
Suikasta Uğrayan, Öldürülen Devlet Adamlarının Listesi
ADI |
GÖREVİ |
YER |
YIL |
SUİKAST ALETİ |
AKIBETİ |
Berkyaruk |
Sultan |
— |
1095 (h.488) |
Hançer |
Yaralandı |
Nizamülmülk |
Vezir |
Nihavend |
1092 (h.485) |
Hançer |
Öldü |
Aksungur |
Emir |
Hemedan |
1096 (h.489) |
Hançer |
Öldü |
Erguş |
Emir |
Rey |
1192 (h.592) |
Hançer |
Öldü |
Ebu’l Muzaffer el- Hocendi |
İmam |
Rey |
1108 (h.501) |
Hançer |
Öldü |
Ubeydullah el- Hatıbi |
Kadı |
Isfahan |
1108 (h.501) |
Hançer |
Öldü |
Mehasir er- Rûyani |
Alim |
— |
1108 (h.501) |
— |
Öldü |
Abdurrahman-i Horasanî |
Alim |
— |
1095 (h.488) |
Hançer |
Öldü |
Muhammed b. Nasr el-Herevi |
Kadı |
Hemedan |
1124 (h.518) |
Hançer |
Öldü |
Üner |
Emir |
— |
1099 (h.492) |
Hançer |
Öldü |
Emir Bilge Bey |
Şahne |
Isfahan |
— |
Hançer |
Öldü |
Ebû Câfer b.Meşşat |
— |
— |
— |
Hançer |
Öldü |
Cenâhüd-devle |
Melik |
Halep |
— |
Hançer |
Öldü |
Emir Sermez |
Isfahan Şahnesi |
— |
— |
Hançer |
Öldü |
Emir Gümüş |
Emir |
— |
— |
Hançer |
Öldü |
Müeyydü’l-Mülk |
— |
— |
— |
Hançer |
Öldü |
Fahrül’Mülk |
Vezir |
— |
1107 (h.500) |
Hançer |
Öldü |
Abdü’l Vahid b.İsmail |
Şafii Fakihi |
— |
1108 (h.502) |
Hançer |
Öldü |
Sa’id b.Muhammed Abdurrahman |
Isfahan, Buhara, Nişabur Kadılığı |
Nişabur |
1109 (h.503) |
Hançer |
Öldü |
Ahmed b. Nizamül’Mülk |
Vezir |
Bağdat |
— |
Hançer |
Yaralandı |
Müsterşid |
Halife |
— |
1137 (h.531) |
Hançer |
Öldü |
Kaşani |
Vezir |
— |
Nevruz Bayramı |
Hançer |
Öldü |
Aksungur Porsuki |
Emir |
Musul |
1126 (h.520) |
Hançer |
Öldü |
Mevdud |
Vali |
Musul |
1113 (h.507) |
Hançer |
Öldü |
Ebu’l Fazıl |
Vezir |
— |
— |
Hançer |
Öldü |
Cevher |
Hadim |
Rey |
— |
Hançer |
Öldü |
Zeynü’l İslam |
Kadı |
— |
— |
Hançer |
Öldü |
Davut b.Sultan Mahmud |
Sultan |
Tebriz |
— |
Hançer |
Öldü |
Isfahan Valisi |
Vali |
Isfahan |
— |
Hançer |
Öldü |
Tebriz Valisi |
Vali |
Tebriz |
— |
Hançer |
Öldü |
Hasan Saraç |
Kadı |
Kirman |
— |
Hançer |
Öldü |
Ebu’l Ali Said |
Vezir |
Isfahan |
— |
Hançer |
Öldü |
Seyit Ebu Kasım Zeydi |
İmam |
Taberistan |
— |
Hançer |
Öldü |
Hasan b. Ebu el- Kasım |
— |
Kazvin |
— |
Hançer |
Öldü |
Sebek Corcani |
Alim |
— |
— |
Hançer |
Öldü |
Seyid Devletşah Alevi |
Emir |
Isfahan |
— |
Hançer |
Öldü |
Tiflis Kadısı |
Kadı |
Tiflis |
— |
Hançer |
Öldü |
Abdurrahman İsfahani |
Kadı |
Meşhed |
— |
Hançer |
Öldü |
Zeki |
Muhasebeci |
Bağdat |
— |
Hançer |
Öldü |
ALAADDİN ATA MELİK CÜVEYNÎ, Tarih-i
Cihan Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, TTK, Ankara 2013.
ARAYANCAN Ayşe Atıcı, Dağın
Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût, Yeditepe Yay., İstanbul 2011.
ATAY Hüseyin, Ehl-i Sünnet
ve Şîa, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yay., Ankara 1983.
ATICI Ayşe, Büyük Selçuklu
İmparatorluğunda Bâtınî Hareketi (Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran Nizârî
İsmâilîleri) (1090-1157), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2005.
AVCU Ali, “Karmatîler: Ortaya
Çıkışları, Fikirleri, Edebiyatı ve İslam Düşüncesine Katkıları, Din
Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, C.X, S.3 (2010), s.(199-246).
BAĞLIOĞLU Ahmet, “Dürzilik”, İslam
Mezhepleri Tarihi, (Editörler: Hasan Onat, Sönmez Kutlu) Grafiker Yay.,
Ankara 2012, s. (269-297).
BARTHOLD Wilhelm, İslam
Medeniyeti Tarihi, Çev: Fuat Köprülü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,
Ankara 1973.
BULUT Faik, Eşitlikçi
Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği, Berfin Yay., İstanbul
2014.
ÇAĞATAY Neşet ve ÇUBUKÇU
İbrahim Agâh, İslam Mezhepleri Tarihi I, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yay., Ankara 1965.
ÇUBUKÇU İbrahim Agâh, Gazzalî
ve Bâtınilik, Resimli Posta Matbaası, Ankara 1964.
DAFTARY Farhad, Alamut
Efsaneleri, Çev: Özgür Çelebi, Yurt Kitap Yay., Ankara 2008.
DAFTARY Farhad, İsmaililer
Tarih ve Öğretileri, Çev: Erdal Toprak, Doruk Yay., İstanbul 2005.
DEMİRCİ Mustafa, “Zenc”, DİA,
C.XLIV, İstanbul 2013, s.(249-251).
EKİNCİ Abdullah, “Ortaçağ
Ortadoğusu’ndaki Marjinal Hareketlerin (İsma’ilî-Karmatî Hareketinin) Dönemin
İslam Dünyasına Alternatif Sosyal Yaşam Sunma Çabaları”, Belleten,
C.LXIX, S. 255 (2005), s.(500-516).
HAMDULLAH MÜSTEVFÎ-Yİ KAZVİNÎ,
Tarih-i Güzide, Çev: Mürsel Öztürk, TTK, Ankara 2018.
HİZMETLİ Sabri, “Karmatiler”, DİA,
C. XXIV, İstanbul 2001, s.(510-514).
İBNÜ’L ESİR, el Kâmil
fi’t-Târih, Çev: Abdülkerim Özaydın, Bahar Yay., C.X, İstanbul 1987.
İLHAN Avni, “Bâtıniyye”, DİA,
C.V, İstanbul 1992, s.(190-194).
KAFESOĞLU İbrahim, Sultan
Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Osman Yalçın Matbaası,
İstanbul 1953.
KAYGUSUZ İsmail, Nizarî
İsmailî Devletinin Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut Öğretisi, Tarihi, Felsefesi,
Su Yay., İstanbul 2012.
LEWİS Bernard, Haşişiler,
Çev: Ali Aktan, Sebil Yay., İstanbul 1995.
LEWİS Bernard, Haşhaşîler:
İslam’da Radikal Bir Tarikat, Çev: Kemal Sarısözen, Kapı Yay., İstanbul
2014.
LOCKHART Laurence, “Hasan-ı
Sabbah ve Haşişiler”, Çev: Süleyman Tülücü, Atatürk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, S.26 (2006), s. (213-240).
MANTRAN Robert, İslamın
Yayılış Tarihi, Çev: İsmet Kayaoğlu, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yay., Ankara 1981.
MATEOS Urfalı, Urfalı
Mateos Vekayi-Nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), Çev: Hrant D.
Andreasyan, TTK, Ankara 2019.
MERÇİL Erdoğan, “Büveyhîler”, DİA,
C.VI, İstanbul 1992, s.(496-500).
MEVDÛDÎ, Selçuklular Tarihi
I, Çev: Ali Genceli, Hilal Yay., Ankara 1971.
MUHAMMED b. ALİ b. SÜLEYMAN ER
- RÂVENDÎ, Râhat-Üs-Sudûr ve Ayet-Üs- Sürûr, Çev: Ahmet Ateş, TTK,
Ankara 1957.
MUHAMMED HAMMADÎ b. MÂLİK b.
EBULFEDAİL, Bâtınîlerin ve Karmatîlerin İç Yüzü, Çev: İsmail Hatib
Erzen, Ar Yay., Ankara 1948.
MUHAMMEDOĞLU, Aliev Saleh,
“Hürremiyye”, DİA, C.XVIII, İstanbul 1998, s.(500- 501).
MÜNECCİMBAŞI AHMED b.
LÜTFULLAHL, Câmiu’d-düvel, Selçuklular Tarihi I, Çev: Ali Öngül, Akademi
Yay., İzmir 2000.
OCAK Ahmet, “Bir Terör Örgütü
Olarak Bâtınilik ve Selçuklu Ülkesindeki Faaliyetleri”, Dini Araştırmalar
Dergisi, C.VII, S.20 s. (163-178).
ONAT Hasan, “Şiiliğin Doğuşu,
İlk Şiî Fikirler ve İlk Şiî Hareketler”, İslam Mezhepleri Tarihi,
(Editörler: Hasan Onat, Sönmez Kutlu) Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s. (157182).
ÖZAYDIN Abdülkerim, “Alamut”, DİA,
C.II, İstanbul 1989, s.(336-337).
ÖZAYDIN Abdülkerim, “Hasan
Sabbâh”, DİA, C.XVI, İstanbul 1997, s.(347-350).
ÖZAYDIN Abdülkerim, Sultan
Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, TTK, Ankara 1990.
ÖZAYDIN Abdülkerim, “Sencer”, DİA,
C.XXXVI, İstanbul 2009, s.(507-511).
ÖZGÜDENLİ Osman Gazi, “Rey”, DİA,
C.XXXV, İstanbul 2008, s.(40-41).
ÖZ Mustafa, “Bohrâ”, DİA,
C.VI, İstanbul 1992, s.(273-274).
ÖZ, Mustafa, “Dâî”, DİA, C.VIII,
İstanbul 1993, s.(420-421).
ÖZ Mustafa, “Dürzîlik”, DİA,
C.X., İstanbul 1994, s.(39-48).
ÖZ Mustafa, “Haşîşiyye”, DİA,
C.XVI, İstanbul 1997, s.(418-419).
ÖZ Mustafa, “Müsta’liyye”, DİA,
C. XXXII, İstanbul 2006, s.(116-118).
ÖZ Mustafa, “Nizâriyye”, DİA,
C.XXXIII, İstanbul 2007, s.(200-201).
PİYADEOĞLU Cihan, “Selçuklu ve
İsmâilî Kalesi Girdkûh”, Türkiyat Mecmuası, C.XXVII (2017), s.
(249-257).
POLO Marco, Dünyanın Hikâye
Edilişi Harikalar Kitabı 1, Çev: Işık Ergüden, İthaki Yay., İstanbul 2003.
SEYYİD Eymen Fuâd,
“Fâtımîler”, DİA, C.XII, İstanbul 1995, s.(228-237).
SPULER Bertold, İran
Moğolları Siyaset, İdare ve Kültür İlhanlılar Devri (12201350), Çev: Cemal
Köprülü, TTK, Ankara 2011.
ŞEHRİSTÂNÎ Ebü’l-Feth Tâcüddîn
(Lisânüddîn) Muhammed b. Abdülkerim, El-Milel Ve’n-Nihal, Dinler Mezhepler
ve Felsefî Sistemler Tarihi, Çev: Mustafa Öz, Türkiye Yazma Eserler Kurumu
Başkanlığı, Bilnet Yay., İstanbul 2015.
TAN Muzaffer, “İsmaili Davet:
Sosyo-Politik Gelişim Süreci”, Dini Araştırmalar Dergisi, C.XVIII, S.47
(2015), s. (79-95).
TAN Muzaffer, “İsmaililik”, İslam
Mezhepleri Tarihi, (Editörler: Hasan Onat, Sönmez Kutlu) Grafiker Yay.,
Ankara 2012, s. (243-268).
TAŞKIRAN Hasan, Selçuklu
Devletlerinde Suikastlar, Selenge Yay., İstanbul 2015.
TURAN Osman, Selçuklular
Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Ötüken Yay., İstanbul 2011.
ÜZÜM İlyas, “Hüccet”, DİA, C.XVIII.,
İstanbul 1998, s.(451-452).
YAZICI Tahsin, “Fidâî”, DİA,
C.XII, 1996 İstanbul, s.(53).
YUVALI Abdülkadir,
“Selçuklular Zamanında Bâtınî Faaliyetleri”, Sosyal Bilimler Dergisi,
C.III, S.2 (1989).
[1] Muhammed Hammadî b.Mâlik
b.Ebulfedail, Bâtınîlerin ve Karmatîlerin İç Yüzü, Çev: İsmail Hatib
Erzen, Ar Yayınları, Ankara 1948, s.3-13.
[2] Hüseyin Atay, Ehl-i Sünnet
ve Şîa, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1983,
s.17. Ayrıca Bkz: Hasan Onat, “Şiiliğin Doğuşu, İlk Şiî Fikirler ve İlk Şiî
Hareketler”, İslam Mezhepleri Tarihi, (Editörler: Hasan Onat, Sönmez
Kutlu) Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s.159-161.
[3] İbrahim Agâh Çubukçu, Gazzalî
ve Bâtınilik, Resimli Posta Matbaası, Ankara 1964, s.29.
[4] Avni İlhan, “Bâtınîye”, DİA,
C.V, İstanbul 1992, s.190-191.
[5] Çubukçu, age, s.30.
[6] İlhan, agm, s.191.
Ayrıca Bkz: Muzaffer Tan, “İsmaililik”, İslam Mezhepleri Tarihi,
(Editörler: Hasan Onat, Sönmez Kutlu) Grafiker Yayınları, Ankara 2012,
s.243-244.
[7] Çubukçu, age, s.30.
[8] Age, s.30-31.
[9] Aliev Saleh Muhammedoğlu,
“Hürremiye”, DİA, C.XVIII, İstanbul 1998, s.500.
[10] Çubukçu, age, s.31-32.
[11] Age, s.33.
[12] Mustafa Öz, “Dürzîlik”, DİA,
C.X., İstanbul 1994, s.39-40.
[13] Çubukçu, age, s.35-36.
Ayrıca Bkz: Ahmet Bağlıoğlu, “Dürzilik”, İslam Mezhepleri Tarihi,
(Editörler: Hasan Onat, Sönmez Kutlu) Grafiker Yayınları, Ankara 2012,
s.269-297.
[14] İlhan, Agm, s.191.
[15] Agm, s.192.
[16] Ayşe Atıcı Arayancan, Dağın
Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2011, s.7.
[17] Arayancan, age, s.10-11.
[18] Çubukçu, age, s.29.
[19] Çubukçu, age, s.41.
[20] Muzaffer Tan, “İsmaili Davet:
Sosyo-Politik Gelişim Süreci”, Dini Araştırmalar Dergisi, C.XVIII, S.47,
2015, s.89.
[21] Çubukçu, age,
s.41-42. Ayrıca Bkz: Ebü’l-Feth Tâcüddîn (Lisânüddîn) Muhammed b. Abdülkerim
eş- Şehristânî, El-Milel Ve’n-Nihal, Dinler Mezhepler ve Felsefî Sistemler
Tarihi, Çev: Mustafa Öz, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Bilnet
Yayınları, İstanbul 2015, s.256.
[22] Şehristânî, age,
s.258. Ayrıca Bkz: Çubukçu, age, s.42.
[23] Çubukçu, age, s.42-43.
[24] Çubukçu, age, s.43.
[25] Age, s.44.
[26] Neşet Çağatay ve İbrahim
Agâh Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi I, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara 1965, s. 82-83. Ayrıca Bkz: Çubukçu, age,
s.44.
[27] Çubukçu, age, s.45.
[28] Çubukçu, age, s.43.
[29] İlyas Üzüm, “Hüccet”, DİA, C.XVIII.,
İstanbul 1998, s.451-452.
[30] Neşet Çağatay ve İbrahim Agâh
Çubukçu, age, s. 75-76.
[31] Tan, agm, s.90-91.
[32] Mustafa Öz, “Dâî”, DİA, C.VIII,
İstanbul 1993, s.420. Ayrıca Bkz: Tan, agm, s.92-93.
[33] Tan, agm s.87-89.
[34] Çubukçu, age, s.46-49;
Ayrıca Bkz: Ebulfedail, age, s.40-49.
[35] Çubukçu, age, s.46.
[36] Neşet Çağatay ve İbrahim Agâh
Çubukçu, age, s.85.
[37] Age, s.86.
[38] Çubukçu, age, s.47.
[39] Age, s.47-48.
[40] Neşet Çağatay ve İbrahim Agâh
Çubukçu, age, s.87-88.
[41] Neşet Çağatay ve İbrahim Agâh
Çubukçu, age, s.88.
[42] Çubukçu, age, s.48-49.
[43] Age, s.49.
[44] Sabri Hizmetli, “Karmatiler”,
DİA, C. XXIV, İstanbul 2001, s. 510
[45] Ayşe Atıcı, Büyük Selçuklu
İmparatorluğu’nda Bâtınî Hareketi (Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran
Nizârî İsmâilîleri), Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2005, s.14.
[46] Mustafa Demirci, “Zenc”, DİA,
C.XLIV, İstanbul 2013, s.250.
[47] Hizmetli, agm, s.510.
[48] Robert Mantran, İslamın
Yayılış Tarihi, Çev: İsmet Kayaoğlu, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, Ankara 1981, s.143-144.
[49] Abdullah Ekinci, “Ortaçağ
Ortadoğusu’ndaki Marjinal Hareketlerin (İsma’ilî-Karmatî Hareketinin) Dönemin
İslam Dünyasına Alternatif Sosyal Yaşam Sunma Çabaları”, Belleten,
C.LXIX, Sayı 255, 2005, s.503.
[50] Hizmetli, agm, s.512.
[51] Ekinci, agm, s.507.
[52] Büveyhîler, 932-1062 yılları
arasında İran ve Irak’ta hüküm süren Deylem asıllı bir hanedanlıktır. Bu
hanedanlık Abbasi halifeliğide dâhil olmak üzere Müslüman devletlerin
ordularında büyük ölçüde yer almışlardır. Ayrıca Bkz: Erdoğan Merçil,
“Büveyhîler”, DİA, C.VI, İstanbul 1992, s. 496-500.
[53] Arayancan, agt,
s.15-16.
[54] Hizmetli, agm, s.
512-513.
[55] Agm, s. 513.
[56] Ali Avcu, “Karmatîler: Ortaya
Çıkışları, Fikirleri, Edebiyatı ve İslam Düşüncesine Katkıları, Din
Bilimleri
Akademik Araştırma Dergisi, C.X, S.III, 2010, s.244.
[57] Ekinci, agm, s.504.
[58] Eymen Fuâd Seyyid,
“Fâtımîler”, DİA, C.XII, İstanbul 1995, s.228.
[59] Farhad Daftary, İsmaililer:
Tarih ve Öğretileri, Çev: Erdal Toprak, Doruk Yayınları, Ankara 2002,
s.233.
[60] Daftary, age, s.221.
[61] Bernard Lewis, Haşhaşîler:
İslam’da Radikal Bir Tarikat, Çev: Kemal Sarısözen, Kapı Yayınları,
İstanbul 2014, s.60.
[62] Lewis, age, s.60.
[63] Tan, agm, s.90.
[64] Wilhelm Barthold, İslam
Medeniyeti Tarihi, Çev: Fuat Köprülü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara 1973, s.169.
[65] Arayancan, agt, s.
25-26.
[66] Seyyid, agm, s.235.
[67] Tan, agm, s.90-91.
[68] Arayancan, agt, s.27.
[69] Arayancan, agt, s.27.
[70] Agt, s.27-28.
[71] Arayancan, agt, s.29.
[72] Lewis, age, s.66-67.
[73] Abdülkadir Yuvalı,
“Selçuklular Zamanında Bâtınî Faaliyetleri”, Sosyal Bilimler Dergisi,
C.III, S.2, Elazığ 1989, s.292.
[74] Arayancan, age, s.23.
[75] Daftary, age, s.379.
[76] Mustafa Öz, “Müsta’liyye”, DİA,
C. XXXII, İstanbul 2006, s. 116. Ayrıca Bkz: Daftary, age, s.379.
[77] Daftary, age, s.380.
[78] Öz, agm, s.116-117.
Ayrıca Bkz: Daftary, age, s.380-381.
[79]Arayancan, agt, s.31-33.
[80] Daftary, age,
s.451-453.
[81] Mustafa Öz, “Bohrâ”, DİA,
C.VI, İstanbul 1992, s.274.
[82] Daftary, age,
s.454-457.
[83] Mustafa Öz, “Nizariyye”, DİA,
C.XXXIII, İstanbul 2007, s.200.
[84] Arayancan, age,
s.23-24.
[85] Öz, agm,
s.200-201.
[86] Rey şehri Nişabur’dan sonra
kısa bir süre, Sultan Melikşah devrinin başlarına kadar, Selçuklu Devleti’ne
başkentlik yapmıştır. Ayrıca Bkz: Osman Gazi Özgüdenli, “Rey”, DİA,
C.XXXV, İstanbul 2008, s.41.
[87] Lewis, age, s.33.
[88] Özaydın, agm, s.347.
[89] Lewis, age, s.72.
[90] Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i
Cihan Güşa, Çev. Mürsel Öztürk, TTK, Ankara 2013, s.546-548.
[91] Cüveynî, age,
s.548-549.
[92] Abdülkerim Özaydın, “Hasan
Sabbâh”, DİA, C.XVI, İstanbul 1997, s.347.
[93] Yavuz Unat, “Ömer Hayyâm”, DİA,
C.XXXIV, İstanbul 2007, s.66-67.
[94] Abdülkerim Özaydın, “Alamut”,
DİA, C.II, İstanbul 1989, s.336.
[95] İbnü’l Esir, el Kâmil
fi’t-Târih, Çev: Abdülkerim Özaydın, Bahar Yayınları, C. X, İstanbul 1987,
s.260- 261.
[96] İsmail Kaygusuz, Nizarî
İsmail! Devletinin Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut Öğretisi, Tarihi, Felsefesi,
Su Yayınları, İstanbul 2012, s.18-19.
[97] Laurence Lockhart, “Hasan-ı
Sabbah ve Haşişiler”, Çev: Süleyman Tülücü, Atatürk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, S.26, Erzurum 2006, s.219.
[98] Girdkûh, İran’ın kuzey
doğusundaki Dâmgân yakınlarında, tarihi çok eskilere dayanan müstahkem bir
kaledir. Sahip olduğu su kaynağı ve tarım ürünlerinin bolca yetiştiği bir
coğrafyada bulunması, önemini daha da arttırmaktadır. Ayrıca Bkz: Cihan
Piyadeoğlu, “Selçuklu ve İsmâilî Kalesi Girdkûh”, Türkiyat Mecmuası,
C.XXVII, 2017, s.249.
[99] Kaygusuz, age, s.19-20.
[100] Arayancan, age, s.80.
[101] Marco Polo, Dünyanın
Hikâye Edilişi Harikalar Kitabı 1, Çev: Işık Ergüden, İthaki Yayınları,
İstanbul 2003, s.117-119.
[102] Kaygusuz, age, s.21.
[103] Bernard Lewis, Haşişiler,
Çev: Ali Aktan, Sebil Yayınları, İstanbul 1995, s.38.
[104] Lewis, age, s.39.
[105] Özaydın, agm, s.348.
Ayrıca Bkz: Lewis, age, s.43.
[106] Lewis, age, s.43-44.
[107] Lewis, age, s.44.
Ayrıca Bkz: Esir, age, s.262.
[108] Mevdûdî, Selçuklular
Tarihi I, Çev: Ali Genceli, Hilal Yayınları, Ankara 1971, s.39. Ayrıca Bkz:
Esir, age, s.259-263.
[109]Ahmet Ocak, “Bir Terör Örgütü Olarak Bâtınilik ve Selçuklu
Ülkesindeki Faaliyetleri”, Dini Araştırmalar Dergisi, C.VII, S. XX,
s.167.
[110] Esir, age,
s.258. Ayrıca Bkz: Lewis, age, s.39-40.
[111] Lewis, age, s.41-42.
[112] Tahsin Yazıcı, “Fidai”, DİA,
C.XII, 1996 İstanbul, s.53. Ayrıca Bkz: Neşet Çağatay ve İbrahim Agâh Çubukçu, age,
s.76.
[113] Lockhart, agm, s.221.
[114] Polo, age, s.120-122.
Ayrıca Bkz: Lockhart, agm, s.221-224.
[115] Arayancan, age, 210.
[116]Haşhaşilerin Suriye kolunun lideri olan Râşidü’d-Dîn’in de güvercin
postası sistemini tesis ettiği kaynaklarda geçmektedir. Ayrıca Bkz: Lockhart, agm,
s. 227.
[117] Faik Bulut, Eşitlikçi
Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği, Bertin Yayınları, İstanbul
2014, s.174-175.
[118] Lockhart, agm, s.224.
[119] Mevdûdî, age, s.39-40.
[120] Lewis, age, s.50.
Ayrıca Bkz: Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi ve Papaz Grigor’un
Zeyli (1136-1162), Çev: Hrant D. Andreasyan, TTK, Ankara 2019, s.242.
[121] Ocak, agm, s.174.
Ayrıca Bkz: Esir, age, s.501.
[122] İran’ın kuzeybatısındaki
Urmiye gölünün yakınında ve Sehend dağının güney eteklerinden geçen Sâfî
akarsuyunun kenarında kurulan bir şehir. Ayrıca Bkz: Osman Gazi Özgüdenli,
“Merâga”, DİA, C.XXIX, 2004 Ankara, s.162.
[123] Ocak, agm, s.174.
[124] Abdülkerim Özaydın, Sultan
Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, TTK, Ankara 1990, s.76-77.
Ayrıca Bkz: Esir, age, s. 336.
[125] Özaydın, age,
s.76-77.
[126] Ocak, agm, s.174.
[127] Esir, age, s.535-536.
[128] Ocak, agm, s.175.
[129] Esir, age, s.318.
[130] Ocak, agm, s.175.
[131] Hamdullah Müstevfî-yi
Kazvinî, Tarih-i Güzide, Çev: Mürsel Öztürk, TTK, Ankara 2018, s.357.
ayrıca Bkz: Muhammed b. Ali b. Süleyman er - Râvendî, Râhat-Üs-Sudûr ve
Ayet-Üs-Sürûr, Çev: Ahmet Ateş, TTK, Ankara 1957, s.153-154.
[132] Ocak, agm, s.176-177.
[133] Mustafa Öz, “Haşîşiyye”, DİA,
C.XVI, İstanbul 1997, s.418. Ayrıca bknz; Farhad Daftary, Alamut Efsaneleri,
Çev: Özgür Çelebi, Yurt Kitap Yayınları, Ankara 2008, s.146-148.
[134] Öz, agm, s.419.
[135] Daftary, age, s.149.
[136] Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i
Cihan Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, TTK, Ankara 2013, s.557.
[137] Özaydın, agm, s.349.
[138] Cüveynî, age, s.560.
[139] Arayancan, age, s.79.
[140] Lewis, age,
s.54.
[141] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti,
Ötüken Yayınları, İstanbul 2011, s.315- 316.
[142] Özaydın, agm, s.348.
[143] Cüveynî, age,
s.554-555. Ayrıca Bkz: Müneccimbaşı Ahmed b.Lütfullah, Câmiu’d-düvel, Selçuklular
Tarihi I, Çev: Ali Öngül, Akademi Yayınları, İzmir 2000, s.61; Esir, age,
s.176-177.
[144] Özaydın, agm, s.348.
Ayrıca Bkz: İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu
İmparatorluğu, Osman Yalçın Matbaası, İstanbul 1953, s.134-135. Ayrıca Bkz:
Adnan Adıgüzel, “Mehmet Şerefeddin Yatlkaya’nın Fatimiler ve Hasan Sabbah
Başlıklı Makalesinin Sadeleştirilmesi”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi,
S. XII, 2014, 208-215.
[145] Lewis, age, s.38-46.
[146] Râvendî, age, s. 140.
Ayrıca Bkz: Esir, age, s.212.
[147] Özaydın, agm, s.348.
Ayrıca Bkz: Kazvinî, age, s.353.
[148] Esir, age, s.226.
[149] Hasan Taşkıran, Selçuklu
Devletlerinde Suikastlar, Selenge Yayınları, İstanbul 2015, s.92-95.
[150] Özaydın, agm,
s.348-349. Ayrıca Bkz: Müneccimbaşı, age, s.87-88.
[151] Özaydın, age, s.78.
[152] Râvendî, age,
s.154-157. Ayrıca Bkz: Esir, age, s.345-348.
[153] Esir, age, s.382.
[154] Râvendî, age, s.158.
Ayrıca Bkz: Esir, age, s.419-420.
[155] Özaydın, age,
s.85-86.
[156] Kazvinî, age, s.353.
Ayrıca Bkz: Râvendî, age, s.154-156.
[157] Taşkıran, age,
s.104-109.
[158] Özaydın, age, s.84.
[159] Özaydın,
agm, s.349. Ayrıca Bkz: Cüveynî, age, s.559.
[160] Esir, age, s.512.
Ayrıca Bkz: Abdülkerim Özaydın, “Sancar”, DİA, C.XXXVI, İstanbul 2009,
s.510
[161] Esir, age, s.
535-536.
[162] Taşkıran, age,
s.109-116.
[163] Lewis, age, s.55-56.
Ayrıca Bkz: Esir, age, s.499-500
[164] Esir, age, s.511.
[165] Lewis, age, s.56.
[166] Cüveynî, age,
s.561-562.
[167] Lewis, age, s.57.
[168] Cüveynî, age, s.560.
Ayrıca Bkz: Kazvinî, age, s.418.
[169] Arayancan, age, s.87.
Ayrıca Bkz: Lewis, age, s.59.
[170] Arayancan, age, s.87.
[171] Cüveynî, age,
s.562-563.
[172] Lewis, age, s.59.
[173] Cüveynî, age, s.419.
[174] Cüveynî, age,
s.563-564.
[175] Kazvinî, age, s.418.
[176] Cüveynî, age,
s.563-566.
[177] Arayancan, age, s.89.
[178] Kazvinî, age, s.420.
Ayrıca Bkz: Cüveynî, age, s.571.
[179] Cüveynî, age, s.572.
[180] Arayancan, age,
s.91-92.
[181] Cüveynî, age,
s.572-573. Ayrıca Bkz: Kazvinî, age, s.420
182
Cüveynî, age, s.573. Ayrıca Bkz:
Kazvinî, age, s.420.
183
Cüveynî, age, s.573-574.
184
Cüveynî, age, s.574. Ayrıca Bkz:
Arayancan, age, s.95.
[185] Cüveynî, age,
s.574-576. Ayrıca Bkz: Kazvinî, age, s.421.
[186] Cüveynî, age,
s.576-578.
[187] Cüveyni, age,
s.579-581. Ayrıca Bkz: Kazvinî, age, s.421-422.
[188] Arayancan, age,
s.102-103.
[189] Cüveynî,
age, s.505-520. Ayrıca Bkz: Reşîdüddin, age, s.24.
[190] Cüveynî, age, s.587.
Ayrıca Bkz: Reşîdüddin, age, s.25; Bertold Spuler, İran Moğolları
Siyaset, İdare ve Kültür İlhanlılar Devri (1220-1350), Çev: Cemal Köprülü,
TTK, Ankara 2011, s.60-61.
[191] Kazvinî, age, s.423.
[192] Cüveynî, age,
s.588-589.
[193] Cüveynî, age,
s.590-592.
[194] Reşidüddin, age,
s.26.
[195] Özdemir, age, s.246.
[196] Öz, agm, s.201.
[197] Lockhart, agm, s.231.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar