HOCA AHMED YESEVİ VE TÜRKLERİN DİN ANLAYIŞINA ETKİLERİ
Hazırlayan: Ebubekir Oğuz UTKU
HOCA
AHMED YESEVİ: HAYATI VE ESERLERİ
Ahmed
Yesevi’nin tarihi kişiliğine dair belgeler oldukça sınırlı sayıdadır. Zaten
nicel anlamda yetersiz olan tarihi belgelerin ayrıca menkıbelerle karışmış
olmasından dolayı Ahmed Yesevi’nin hayatı ile ilgili kesin ve güvenilir
neticelere varmak zordur.
Ahmed Yesevi,
bugün Çin’in Doğu Türkistan bölgesinde Aksu Sancağına bağlı ve Aksu’nun 176 km
doğusunda bulunan Sayram kasabasında doğmuştur.[1]
İsficab veya Akşehir isimleri ile de tanınmış olan Sayram, İslam kültürünün
önemli bir şehri olup, Türk ve İranlılar yaşamaktadır.[2]
Ahmed Yesevi’nin hangi tarihte doğduğu açık olarak bilinmemekle beraber, bunun
Hicri V. asrın ortalarına veya Miladi XI. asrın ikinci yarısına[3] rastladığı tahmin edilmektedir.
Ananeye göre, yüzyirmi yaşından sonra H. 562 (M.1166-67)’de vefat etmiştir.
Yine rivayete göre Arslan Baba, onun terbiyesini Hicri V. yüzyılda üzerine almıştır.
Ahmed’in babası Şeyh İbrahim, Sayram’ın en ünlü şeyhlerindendir; halifelerinden
Musa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’la evlenmiş ve bundan “Gevher Şehnaz" adlı
bir kızla ondan yaşça daha küçük olan Ahmed dünyaya gelmiştir. Ayşe Hatun daha
önce ölmüş olacak ki Şeyh İbrahim’in vefatında yedi yaşında kalan Ahmed,
ablasının vasiliği altına geçmiştir.[4]
Ahmed Yesevi’nin daha küçükken bilmediğimiz bir sebeple Yesi’ye geldiği ve
orada yerleştiği tahmin edilmektedir. Gerek Yesevi lakabını alması, gerek
Arslan Baba’nın onunla Yesi’de buluşması hakkındaki bu rivayeti
kuvvetlendirmektedir. Yesi -bugünkü adı ile Türkistan- şehri Oğuz Han’ın
hükümet merkezi olması dolayısıyla meşhur bir yerdir.[5]
Ahmed Yesevi’nin daha gençken, eğitimini tamamlamak maksadı ile Buhara’ya geldiği
bilindiğinden, ilk eğitim yıllarını Yesi’de geçirmiş olması kuvvetle
muhtemeldir.[6]
Hoca Ahmed
Yesevi’nin, Buhara’da bulunurken -yahut diğer bir rivayete göre Semekkand’de-
kendisine bağlanarak eğitim aldığı Hoca Yusuf Hemedani (H.440-535,
M.1048/1049-1140), İmam A’zam Ebu Hanife’ye gönülden inanan ve onun mezhebine
girmiş bir din âlimidir. Irak, Horasan, Maveraünnehr havalisinin çeşitli
şehirlerinde halkı irşat ile meşgul olmuş, uzunca bir müddet Buhara’da yaşamış
hatta bir aralık Kuh- i Zer’de oturmuştur. Hoca Ahmed Yesevi, tarikat
terbiyesini, zahir ve batın ilimlerini ondan öğrenmiş ve belki de şeyhi ile
beraber muhtelif memleketlerde dolaşmıştır; bununla beraber, Hoca Yusuf
Hemedani’nin en çok bulunduğu yer Merv al-Rud şehri olmuştur.[7]
Hoca Ahmed
Yesevi, Hacegan silsilesine mensup olduğu için ona “Hace Ahmed Yesevi” de
denmektedir.[8] Bir başka kaynağa göre ise;
Hace, soylu kimselere ve özellikle Peygamber efendimizin sülalesinden olanlara
verilen bir isim, bir unvandır.[9] Hoca Ahmed, mürşidi
ve hocası Hoca Hemedani’yi dini ilimlerdeki bilgeliği ve manevi derinliği ile
kendisine imam bilmiştir. İslam hükümlerine kuvvetle bağlı Türk hükümdarlarının
hüküm sürdüğü bir devirde Hoca Ahmed, hocası gibi şer’i ilimlerde büyük bir
bilgi kazanmış ve ilmiyle, zühd* ve
takvasıyla** o kadar tanınmıştır ki Yusuf Hemedani
onu da diğer üç müridi ile beraber halifeliğe seçmiştir. İlk iki halife Hoca
Abdullah Berki (vefatı: H.555/M.1160-61) ve Hoca Hasan Endaki
(H.466-552/M.1073- 1157)’nin vefatından sonra bir müddet Buhara’da tekkenin
reisi olarak bulunmuş, lakin -ne kadar sürdüğü bilinmemekle beraber- bütün
müritlerini dördüncü halife Hoca Abdu’l-Halık Gucduvani’ye bırakarak
Türkmenistan’a, Yesi’ye gitmiştir.[10]
Yusuf
Hemedani’nin âlim halifesi, Yesi’de yaşadığı yıllarda etrafında
Türkmenistan’dan binlerce mürit toplamıştır. İslam Asyası’nın her tarafında
şeyhlerin geniş bir nüfusa malik oldukları, birçok yerde tekkelerin yükseldiği
bir esnada, Ahmed Yesevi Sir-i Derya*** havalisinde,
Taşkend çevresinde, hatta daha kuzeydeki bozkırlarda şöhret kazanmıştır.
Etrafına; Buhara ve Semerkand’da veya Horasan şehirlerinde olduğu gibi İran dil
ve edebiyatına vakıf, o adetler ile kaynaşmış Danişmendler değil, İslamiyet’e
yeni, fakat çok kuvvetli sevgiyle bağlanmış, saf ve sade Türkleri toplamıştır.
Bu yüzden, Arap ilmini ve Acem edebiyatını çok iyi bilmekle beraber,
müritlerine, anlayabilecekleri bir dil ile hitap etmek mecburiyetinde
kalmıştır. İran kültür dairesinde kalan başka sufiler gibi Farsça yazacağına,
Türkçeyi kullanmış ve tarikat adabını, Arapça ve Farsça bilmeyen “Türk
Dervişlerine” anlatmak için, yine Türklerin halk edebiyatından alınmış basit
şekillerle, ahlaki ve tasavvufi manzumeler . 22 yazmıştır.
Hoca Ahmed
vefat edinceye kadar müritlerine dini tavır ve tarikat adabını, ahlaki
temizliğin gerekliliğini ve dini ananeleri Hikmet başlığı altında anlatmış,
bunlara dair Arapça ve Farsça dillerindeki başlıca ilimleri okuyamayanlara
Hikmet’leriyle yol göstermiştir. Ahmed Yesevi tıpkı mürşidi gibi Hanefi mezhebinde
bir fıkıh ve şeriat âlimi olduğundan, şeraitle tarikatı daima kaynaştırmıştır.
Dini yükümlülüklere karşı dikkatsizliğin tarikat adabıyla uyuşamayacağını
öğretmeye çalışmıştır.[11] [12]
Gerek bugün
Yesi’deki anane, gerek Cevahirü’l-Ebrar’da mevcut bir menkıbe, Hoca’nın İbrahim
adlı bir oğlunun dünyaya geldiğini, ancak babası hayattayken öldüğünü
kuvvetlendirmektedir. Hoca’nın bundan başka Gevher Hoşnas veya Gevher Şehnaz
adlı bir kızının olduğu, asırlardan beri kendilerini Hoca Ahmed Yesevi torunlarından
sayan birçok kimselerin de soyunun bu kıza dayandığına ilişkin rivayetler
bulunmaktadır.[13]
Rivayetlere
göre Ahmed Yesevi, Hz. Peygamber’in sünnetine aşırı bağlılığı sebebiyle altmış
üç yaşına geldiğinde tekkesinin avlusunda müritlerine bir çilehane
hazırlatmıştır. Müritleri, merdivenle inilen bir kuyu kazıp dibine de ancak bir
insanın sığabileceği genişlikte bir hücre hazırlamıştır. Ahmed Yesevi vefatına
kadar bu hücrede ibadet ve riyazetle meşgul olmuştur. Bu hücrede ne kadar
kaldığı belli değildir, fakat vefat tarihi olarak kabul edilen H.562 (M. 1166)
yılına kadar buradan çıkmadığı ve hücrede vefat ettiği ileri sürülmektedir.
Ahmed Yesevi’nin doğum tarihi bilinmediğinden kaç yıl yaşadığı hususunda kesin
bir şey söylemek mümkün değildir. Rivayetlere göre yüz yirmi, yüz yirmi beş
veya yüz otuz üç yıl yaşamıştır.[14]
Ahmed
Yesevi’nin mezarı üzerine yapılmış olan türbe ve dergâh, Timur tarafından
yeniden muhteşem bir şekilde yapıldığı ve inşaatının iki yıl sürdüğü
bilinmektedir. Timur’dan başlayarak farklı asırlarda çeşitli Türk hükümdarları
tarafından ziyaret edilen bu türbe, yakın yıllara kadar Orta Asya ve Volga
Türklerinin ve bilhassa Özbek- Kazaklarının mukaddes bir ziyaret yeri olmuş,
bozkır göçebeleri arasında güçlü olarak hâkim Yesevi Kültü'nün merkezi
haline gelmiştir. Bilhassa kış ortasına tesadüf eden belli bir zamanda, her
yıl burada on binlerce insan toplanıp bir hafta süreyle Hoca Ahmed Yesevi’ye
dua ederek ibadet etmektedir. Timur zamanında - hatta daha önce ve daha sonra-
zengin vakıflara malik olan bu mukaddes mezar civarında gömülmek, her Özbek-
Kazak için bir idealdir.[15]
Daha önce de
belirttiğimiz ve Hoca Ahmed Yesevi’nin hayatında görüldüğü üzere, gençlik
yıllarında Buhara’ya gelerek oranın en tanınmış mürşidi Şeyh Yusuf Hemedani’nin
müridi olmuştur. Bu dönem Köprülü’nün eserinde; “Hoca Ahmed, hocası gibi şer’i
ilimlerde büyük bir bilgi kazanmış, sahip olduğu ilmiyle ve dini terbiyesiyle o
kadar tanınmıştır ki Yusuf Hemedani onu da diğer üç müridi ile beraber halifeliğe
seçmiştir. İlk iki halife Hoca Abdullah Berki (vefatı: H.555/M.1160-61) ve Hoca
Hasan Endaki (H.466-552/M.1073-1157)’nin vefatından sonra bir müddet Buhara’da
tekkenin başında bulunmuş, lakin -ne kadar sürdüğü bilinmemekle beraber- bütün
müritlerini dördüncü halife Hoca Abdu’l-Halık Gucduvani’ye bırakarak
Türkmenistan’a, Yesi’ye gitmiştir”[16]
şeklinde, aynı dönem Barthold’un eserinde ise “Yesevi, ilk iki halifeden sonra
H. 555 (M. 1160)’de Buhara’da Şeyhin postuna geçmiş, fakat onun eski bir
işareti mucibince, bir zaman sonra Yesi’ye dönmüş ve H. 562 (M.1166)’den
ölümüne kadar bu şehirde kuvvetli bir tasavvuf propagandası yapmıştır”[17] şeklinde yer almıştır. Ahmed
Yesevi, Yesi’ye yerleştikten sonra Türkistan’ın her yerinden gelen müritleri
yetiştirmiş ve Moğolistan, Anadolu ve Balkanlara kadar Türk yurtlarında İslam’ı
tebliğ ile görevlendirmiştir.[18]
Hoca Ahmed
Yesevi’nin uzun yıllar yaşadığı Buhara şehrine bakacak olursak; dönemin
İslam kültürünün en önemli merkezidir ve şehirde Hanefi mezhebi hâkimdir. Türkistan’ın
her tarafından gelen binlerce talebe ve din âlimi şehri doldurmaktadır. Şehir
aynı zamanda İpek yolu adı verilen devrin en önemli ticaret güzergâhı üzerinde
olan zengin bir şehirdir. Buhara, IX. yüzyılın ortasından X. yüzyılın sonuna
kadar Samanilerin başkenti, Samanilerin yıkılmasından sonra Karahanlıların
yönetimi altına girmiş ve bu dönemde altın çağını yaşamıştır.[19]
Büyük
mutasavvıfların hayatlarını değiştiren, onlara olgunluk katan, manevi
boyutlarına derinlik kazandıran kişiler ve dönemler olmuştur. Bunlara tipik
birer örnek Mevlana Celaleddin ve Yunus Emre’dir. Hoca Ahmed Yesevi’den sonraki
yüzyıllarda gelen, Mevlana Celaleddin-i Rumi (H.6 Rebiu’l Evvel, 604- H.30
Eylül 1207), Belh şehri gibi, daha IX. yüzyıldan itibaren ünlü mutasavvıflar yetiştiren
ve özellikle de Melametilik denilen, kuvvetli bir mistik cezbeye dayalı sufilik
akımının belli başlı merkezlerinden biri olan şehirde, aristokrat çevreye
mensup sufi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Ancak beş yaşındayken
Moğol istilasının başlaması üzerine ailesiyle birlikte oradan ayrılmak zorunda
kalmış, on yaşlarındayken Anadolu’ya ayak basmıştır. Bu yeni vatanında bir
yandan tahsilini sürdürürken, bir yandan da önce babası Sultanü’l-ülema
Bahaeddin Veled’den (Ö.1230) sonra halifesi Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi’den
(Ö.1244) ilk tasavvuf eğitimini almıştır. Tahsilini Orta Doğu’da zamanın en
ünlü medreselerinde ve en ünlü hocalarının önünde tamamlamış, İslam hukuku
sahasında bir uzman olarak Konya’ya dönüp eğitim faaliyetlerine başlamıştır.
Kader, günün birinde bu ağır başlı İslam hukuku müderrisinin karşısına cezbe
dolu İranlı bir Melameti- Kalenderi sufisini, Şems-i Tebrizi’yi çıkarır. Onunla
geçirdiği günler içinde gizli bir mistik coşkuyu meydana dökerek bu genç
müderrisi bir ilahi aşk ve cezbe şairi haline dönüştürecektir.
Yunus Emre
(M.1240,1241-1321) ise yazın yayla, kışın köy arasında gidip gelen yarı göçebe
bir Türkmen boyu içinde yaşamıştır. Muhtemelen sıradan bir medrese tahsili de
görmüş olmalıdır. Nitekim bir süre mistik hayatında bu tahsilin etkisini
taşımış, fakat tıpkı Mevlana Celaleddin gibi, onun da günün birinde karşısına
çıkan bir Melameti-Kalenderi şeyhi, Baba Tabduk, hayatının akışını değiştirmiş,
onu medresenin etkilerinden sıyırıp cezbeli bir ilahi aşk şairi yapıvermiştir.[20]
Köprülü’nün
yaptığı araştırmalarda, Hoca Ahmed Yesevi’nin tarihi hayatında varlığını
ispatlayamadığı Arslan Baba’yı birçok tasavvuf kaynağında Hoca Ahmed ile
birlikte görmekteyiz. Günümüzün önde gelen tasavvuf araştırmacılarından Dr.
Nadirhan Hasan’ın tespitlerine göre, Safi’nin Reşehat (XV. yüzyıl), Hazini’nin
Camiü’l Mürşidin, Cevahirü’l Ebrar, Menbaü’l-Ebhar (XVI. yüzyıl), Âlim Şeyh
Azizan’ın Lemehat Min Nefehati’l-kuds (XVII. yüzyıl), Muhammed Şerif Buhari’nin
Hüccetü’z-zakirin (XVII. yüzyıl), Şeyh Zinde Ali’nin Semeratu’l-meşayıh (XVII.
yüzyıl), Gulam Server Lahuri’nin Hazinetü’l-asfiya (XVIII. yüzyıl), müellifi
belirsiz Risaletü’l-meymune, Kemeladdin Haririzade’nin Tibyanü
vesaili’l-hakayık, Hüseyin Vassafın Sefine-i Evliya (XIX. yüzyıl) eserlerinde
Arslan Baba adı anılmakta ve yukarıda zikredilen eserlerin hepsi Arslan Baba’yı
döneminin ünlü sufilerinden biri olarak kaydetmektedir. Sefinetü’l-evliya
müellifi Dara Şukuh (Ö.1659) ise Arslan Baba’yı “Azim-i Meşayıh-ı Türk” (Türk
Şeyhlerinin Ulusu) olarak anmaktadır.[21]
İşte birçok
menkıbede yer alan bu zat için şunu demek yanlış olmayacaktır. Baba Tabduk’un
Yunus Emre’nin, Şems-i Tebrizi’nin ise Mevlana Celaleddin’in üzerinde bıraktığı
güçlü etkinin benzerini, Arslan Baba adlı bir kalenderi şeyhi, Ahmed Yesevi
üzerinde oluşturmuştur. Bu etkiler, nasıl Ahmed Yesevi’ye Hace Yusuf
Hemedani’nin, Mevlana Celaleddin’e babasının zühde dayalı tasavvuf anlayışını
değiştirttiyse, Baba Tabduk da aynı şeyi Yunus’a yapmıştır.[22]
İşte birçok
mutasavvıfın hayatında görülen (Mevlana, Yunus Emre v.b.) dönüm noktasının,
Hoca Ahmed Yesevi için Buhara’dan Yesi’ye gelmek olduğu aşikârdır. Artık iki “Hoca
Ahmed” vardır. Biri, aldığı Arap ve Fars etkisi altındaki medrese eğitimi
ile kitabi (yazılı) Müslümanlığın var olduğu Sünni temelli Ortodoks İslam’ı
yaşayan ve yaşatan Ahmed, diğeri dilini sadeleştirip, eğitim dili olarak
Türkçeyi tercih eden, çoğunun okuma yazma bilmediği konar-göçer Türkmenlere
yönelik “Hikmet” adını verdiği şiirler aracılığıyla, sözlü İslamı ve Türk Halk
Müslümanlığı çerçevesindeki Heteredoks İslamı yaşatan, İslam esaslarını ve
ibadetlerini yerleşik ve konar-göçer Türkmenlerin sosyal hayatına yerleştiren
Ahmed. İkinci Ahmed’in varlığı, Türkler arasında İslam’a binlerce taraftar
kazandırmış ve Türkmen grupların İslam’a yönelişini hızlandırmıştır. Hoca Ahmed
Yesevi’nin Türkler ve Türkmen boyları üzerindeki etkisi o kadar derin ve köklü
olmuştur ki etkileri Orta Asya, Horasan, Harezm, Anadolu ve Rumeli’de yüzyıllar
içerisinde var olmuş ve halen varlığını sürdüren birçok farklı tarikat
içerisinde görülmüştür.
Bilim adamları
ve çeşitli araştırmacılar tarafından bugüne kadar yapılan çalışmalar, Ahmed
Yesevi’nin sufiyane düşüncelerini bize aktaran ve Ahmed Yesevi’ye mal edilen
başlıca üç kaynağı işaret etmektedir:
Defter-i Sani adıyla da anılan Divan-ı Hikmet (çeşitli
versiyonlarını ihtiva eden nüshalar mevcuttur),
Risale.[23]
Ahmed Yesevi’nin hayatta iken
bir eser ortaya koymadığı bilinmekle birlikte, kendisine isnat edilen
eserlerin, onun ölümünden en az iki- üç asır sonra kaleme alındığı tahmin
edilmektedir.
İsnat edilen
ve günümüze kadar birbirinden farklı yazma nüshalarına dayanarak çeşitli
dillerde basılan en önemli eser, X. yüzyıldan itibaren Doğu Türkleri arasında
“Hikmet” olarak tanımlanan manzum beyitlerden oluşmaktadır. Adına muhtemelen
sonraki asırlarda “Divan-ı Hikmet” denilen bu eser, dini-tasavvufi Türk
edebiyatının Kutadgu Bilig’den sonra en eski ve en önemli mahsulü olarak
gösterilmektedir.[24] Dîvân-ı Hikmet'in
ve dolayısıyla Ahmed Yesevî'nin dilinin, Kutadgu Bilig'in yazıldığı ve yazarı
Kaşgarlı Mahmud'un -Türkçenin en yüksek şekli kabul ettiği- "Hakaniye
Lehçesi" yani Karahanlı Türkçesi olduğu değerlendirilmektedir. Ancak bu
konuda kesin bir hükme varabilmek için, hiç değilse M. XII. veya XIII. yüzyıla
ait bir Dîvân-ı Hikmet nüshasının incelenmesine ihtiyaç bulunmaktadır.[25]
Köprülü’nün
görüşüne göre, Divan-ı Hikmet bizzat Ahmed Yesevi’ye ait olmasa bile onun
“Hikmet’leri” dilden dile söylenerek öğrencileri tarafından taklit ve takip edildiği
için bugün elimizdeki Divan-ı Hikmet nüshalarının Ahmed Yesevi’nin hikmetlerini
gerek dil, gerekse muhteva bakımından yansıttığı düşünülmektedir. Ahmed
Yesevi’ye isnat edilen Fakrname ve Risale isimli diğer eserlerde Ahmed
Yesevi’ye ait olmadıkları kesinlik derecesindedir.[26]
Hikmet
kelimesi Kur’an-ı Kerim’in nazil olan ayetlerinde Hz. Peygamberin irşat ve
vaazları manasında kullanılmıştır. İslam âlimlerinin değişik şekilde tarif
ettikleri kelime, sözlüklerde başlıca şu manalarla yer almıştır: ilim ve
adaletin birleşmesinden meydana gelen sıfat-ı şerife, marifet-i hakayık-ı
mevcudat, adet ve ahlakla ilgili özlü söz, gizli sebep, insanın mevcudatın
hakikatini bilip hayırlı işler yapması, eşyanın iç ve dış keyfiyetlerinden
bahseden ilim, kâinat ve yaradılıştaki ilahi gaye; Hakk’a bağlanma, batıldan
uzaklaşma, Allah’a mutlak şekilde itaat ve hayırlı ameller kılma, akıl ve
hareketlerdeki uygunluk, Tanrı hakikatini ifade eden dini-tasavvufi özlü söz.
Bu tariflerde; Allah’ın varlığını, kulun idraki ve özlü şekilde ifadesi esası
teşkil etmektedir. Bu bakımdan hikmeti, “dini-tasavvufi özlü söz”
şeklinde tarif edebiliriz. Divan-ı Hikmet, Ahmed Yesevi’nin hikmetlerini içine
alan eserin adıdır.[27]
Ahmed
Yesevi’nin tasavvufi manzumelerini içine alan ünlü esere Divan-ı Hikmet
denmesinin bir sebebi de o manzumelerin hepsinin ayrı ayrı bir “hikmet”
olmasıdır. Anadolu Türklerinde bu tarz tasavvufi manzumelere nasıl “ilahi” adı
veriliyorsa, Doğu Türklerinde de Ahmed Yesevi’nin ve o tarzda şiirler yazan
diğer dervişlerin eserlerine umumiyetle “hikmet” denmektedir.[28]
Divan-ı
Hikmet, bilhassa Doğu ve Kuzey Türkleri -Özbekler, Kırgızlar ve Volga Türkleri-
arasında adeta dini mukaddes bir kitap gibi asırlardan beri elden ele
dolaştığından, onun sayısız yazma nüshalarına ve daha sonra da birçok
basımlarına rastlamak mümkündür. Elde mevcut basma nüshalara gelince, bu eser
bir defa İstanbul, dört defa Kazan’da, bir defa da taşbasması olarak Taşkend’de
basılmıştır. Ancak bu çeşitli basımlar, hiçbir şekilde güvenilirliği ve
doğruluğu teyit edilemeyen yeni yazmalara dayanılarak yapıldığı için, bugün
elimizde, üzerinde güvenilir çalışmalar yapılabilecek hiçbir doğru eski nüsha
bulunmamaktadır.[29]
Elde mevcut
Divan-ı Hikmet’in İstanbul basımı incelendiğinde, onun birçok kişi tarafından
ve farklı zamanlarda yazılan bir takım karışık parçalardan ibaret olduğu
anlaşılabilecektir. Çünkü bir defa şairlerin mahlasları bunu göstermeye
kâfidir. Bu basımda; Şems, Şah-Meşreb, Hâkim Süleyman Ata gibi muhtelif
şairlerin eserleri bulunduğu gibi, Kazan basımlarında da Kul Garib mahlaslı
diğer bir şairin iki parçası mevcuttur. Bununla beraber, İstanbul basımında
bulunan bu beş altı parça ile Kazan tab’ındaki diğer bir parça istisna edilecek
olursa, kalan eserlerin hepsi Kul Hoca Ahmed, Hoca Ahmed Yesevi, Yesevi, Ahmed,
Miskin gibi birbirine çok yakın bir takım muhtelif mahlaslar kullanan şairlere
-veya diğer kuvvetli bir ihtimal ile bütün bu birbirine yakın mahlasları
kullanan bir tek şaire- ait bulunuyor ki, bugünkü genel görüşe göre, o muhtelif
mahlasların sahibi Hoca Ahmed Yesevi’dir ve bu manzumelerin hepsi, Türk
lisanının VI. asra ait pek eski birer mahsulüdür.[30]
Hikmetlerde
genellikle dörtlük esasına yer verilmesi, hece vezninin kullanılması, yarım
kafiye türünün tercih edilmesi milli unsurları teşkil etmektedir. Bununla
beraber bazı hikmetlerinde genel tarzına yer verip aruz vezni kullanılmıştır.[31]
Türk halk
edebiyatının atasözleri ve öğütleri ile dolu mahsullerini hatırlatan bu eser,
halk edebiyatı ananelerine uygun olarak bilhassa 4+3=7 ve 4+4+4=12 heceliler
ile dörtlükler şeklinde yazılmış, yarım kafiye ve redif kullanılmıştır.
Dörtlüklerden oluşan bazı uzun manzumelerde her dörtlüğün sonundaki mısraların
kafiyeli olması, bunların umumi toplantılarda belli bir beste ile okunduğunu
göstermektedir.[32]
Hikmet’ler
başlıca iki unsurdan meydana gelmektedir;
İslami yani dini-sufiyane unsur,
Milli yani eski Türk halk edebiyatından alınan unsur.
Birincisi
ideolojide, İkincisi ise şekil ve vezinde daha barizdir. Yeni fakat ateşli
Müslüman olan Seyhun Türkleri, eski halk edebiyatına yabancı olmayan bu
Hikmet’lere kutsi bir mahiyet vermişlerdir. Ahmed Yesevi’nin büyük bir veli
olması ve tarikatının süratli ve geniş bir alana yayılması, Yesevilik
ayinlerindeki büyük yeri, bu Hikmet’lerin asırlarca okunup ezberlenmesini
sağlamıştır. Anadolu haricinde Yesevi Kült’ünün asırlarca hâkim olduğu coğrafi
sahaların, XX. yüzyıla kadar fikri ve medeni bir uyanıklık göstermeyerek,
bilhassa XVI. yüzyıldan sonra gittikçe gerilemesi ile Doğu ve Kuzey Türkleri
arasında Yesevi tesirini büsbütün kuvvetlendirmiş ve sürekli olarak Yesevi
taklitçileri yetiştirmiştir.[33]
Hikmet’lere
bakıldığında bunların ana hatlarıyla İslâm dini, Türkistan tasavvufu ve
Yesevîlik'e ait esasları oluşturmaktadır. Bazı hikmetlerde amelî ahlak ve
çevrenin sosyal hayat açısından aksayan yönleri üzerinde de durulmuştur.
Münâcât, naat ve ilk dört halifeye ait övgüler dışında hikmetlerde başka
konular da ele alınmıştır.[34]
Bu konuların;
Allah’ın birliği, sonsuz güç ve kudreti,
Peygamber sevgisi ve Peygamber’in sünnetine bağlılık,
İbadetlere teşvik, kıyamet ve ahret ahvali, zühd ve takva,
insan sevgisi vb. genel olarak İslam sufiliğinin niteliklerini yansıtan
manzumeler,
Zikir ve halvet gibi Yesevilik’in bazı adap ve erkânını
anlatan manzumeler,
Mutasavvıflara ait kıssalar olduğu görülür.
Bunların basit
öğütler şeklinde değil, içten ve coşkun bir üslupla yazılmış olması, özellikle
dikkat çekmektedir. Bu itibarla bu manzumeleri yazıldıkları ortama göre
değerlendirdiğimiz zaman, basit fakat zorlu bir göçebe hayatı süren XII. yüzyıl
bozkır insanlarının üstünde ne ölçüde güçlü bir etki meydana getirmiş olduğunu
anlamak hiç de zor olmayacaktır.[35]
Ahmed
Yesevi’ye nispet edilen Fakrname ise bağımsız bir eserden çok bir Yesevi
dervişinin onun fikirlerinden hareketle kaleme aldığı bir metindir. Divan-ı
Hikmet’in başına sonradan “giriş” olarak konulmuştur.[36]
Bu eserde, Yesevi tarikatının adap ve erkânı anlatılmaktadır. Hz. Ali’den
naklen dervişliğin kırk makamı açıklanmaktadır. Ahmed Yesevi’ye isnat edilen bazı
sözlerin yanında bazı Yesevi şeyhlerinin adları da zikredilmektedir.[37]
Fakrname’de
ayrıca tasavvufta önemli yeri olan “fakr”ın mahiyeti ve önemi, dervişliğin
mahiyeti ile dört kapı kırk makam anlatılır. Buna göre şeriatta on, tarikatta
on, marifette on ve hakikatte on olmak üzere toplam kırk makam bulunmaktadır.
Aynı şekilde fakrın on makamı, on nuru ve on mertebesi ile altı adabı
bulunmaktadır.[38] Fakrname, Divan-ı
Hikmet’in düz yazı şeklindeki bir önsözü durumunda olmakla birlikte Ahmed
Yesevi’ye ait görülmemekte, daha sonra Divan-ı Hikmet’i tertip edenlerce
yazıldığı kaydedilmektedir.[39]
Fakrnâme'nin,
Dîvân-ı Hikmet yazmalarının diğer nüshalarında bulunmaması, bu eserin Ahmed
Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, daha sonra Dîvân-ı Hikmet'i tertip
edenler, meselâ Hâce'nin fikirlerini esas alan bir Yesevî dervişi tarafından,
yazılıp esere dâhil edildiğini göstermektedir.[40]
Ahmed
Yesevi’ye isnad edilen eserlerden biride Risale’dir. Fakrname ile neredeyse
aynı metin olarak gösterilen eserin yeni bir nüshası 1994 yılında
Carmuhammed-Uli tarafından tanıtılmıştır. Carmuhammed-Uli, 1687-1688 yıllarında
çoğaltılan ve eseri kimin çoğalttığı belli olmayan bu yeni nüshanın Kazakistan
Halk Kütüphanesi Nadir Kitaplar ve El Yazmaları Bölümü nr.3990-47’de kayıtlı olduğunu
belirtmektedir. Yeni bulunan nüshanın da Fakrname ile büyük benzerlik
gösterdiği anlaşılmaktadır.[41]
Fakrnâme,
Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır. Bir araştırmacı tarafından Ahmed
Yesevî'nin bilinmeyen bir eseri olarak sunulan "Risâle" isimli eser,
Kemal Eraslan tarafından yayımlanan Fakrnâme ile aynıdır.[42]
TÜRKLERİN
DİNDARLIK ANLAYIŞININ OLUŞMASINA
ETKİLERİ AÇISINDAN YESEVİLİK
Çalışmamızın
bu bölümünde; Yeseviliği etkileyen akımlar, Yeseviliğin uygulama esasları, Orta
Asya ve Anadolu’da Yesevilik, Yesevilik izleri taşıyan tarikatlara yer
verilecektir.
Kadim Türk Dininin Yesevi Anlayışına Etkisi
Türkler,
kalabalık bir millet olduklarından ve bereketli topraklar arayarak konargöçer
şekilde yaşadıklarından dolayı geniş bir coğrafyaya dağılmışlardır. Bu göçebe
yaşam tarzları nedeniyle birçok millet, kültür ve dinle temas ederek onlardan
etkilenmişlerdir.
Eski
Türkler’de ve geleneksel Türk dini inanışlarını devam ettiren boylar arasında
“şamanik” inanç unsurları etkili olmuştur. Bu kelimenin Türkler arasında en
yaygın kullanımı “kam”dır. Kam yerine Yakutlar’da “oyun”, Kırgız, Kazak ve
Özbekler’de “bahsı-bakşı” kelimesi kullanılmaktadır.[43]
Ayrıca Türk kavimlerinde en az erkekler kadar kadın şamanların (kam) da etkili
olduğu görülmektedir. Yakutlar ve Altaylılar da kadın şamana Moğolca olan
“udugan” tabiri kullanılmaktadır.[44]
Türklerin
İslam öncesi dini inanış ve anlayışlarında önemli bir yer tutan kamlar,
dini-mistik-sihri bir otoriteyi temsil etmektedir. Kamların ruhları kendi
emirleri altına alabileceklerine, ölüler ve tabiattaki ruhlarla irtibat
kurabileceklerine, hastaları iyileştirebileceklerine, ateşe hâkim
olabileceklerine, dertlilerin şikâyet ve dileklerini Gök Tanrı’ya
ulaştırabileceklerine inanılmaktadır.[45]
Kam, eski Türk dillerinde, kâhin ve tabip gibi anlamlara da gelmekte olup,
kendilerine özgü cübbeleri, külahları, davul ve maskeleri ile toplumun diğer
fertlerinden ayrılırlar.[46] Ancak kamlar gerek erkek,
gerek kadın olsun bir kast halinde değil, mensubu oldukları boy, oymak veya
köyün bir üyesi olarak halkla birlikte, onların içinde yaşamaktadırlar.[47]
Her kam
(şaman) kendisine ait bir ruh veya ruhların olduğuna inanmaktadır. Bu özel
ruhlara; Altaylı kamları “tös”, Yakut oyunları “İje Kil (ana-hayvan)”,
Türkistan ve Kırgız baskıları “arvak” demektedir. Yakutlar “ije kil” kavramının
şamanların herhangi bir hayvanda var olan canı ve ruh eşleri olduğuna
inanmaktadır. Bazen iki şamanın “İje KilTerinin” birbirleriyle kavga ettikleri,
hatta birbirlerini öldürdükleriyle ilgili şaman hikâyeleri anlatılmaktadır.
Şamanizm inançlarından olan “İje Kil ve Arvak” hikâyelerinin Türklerin
İslamiyet’le tanıştıktan sonraki döneminde İslam büyüklerinin menkıbelerine de
yansıdığını görmekteyiz. XII. yüzyılda Orta Asya Yesevi şeyhlerinden Hâkim
Ata’nın menkıbelerinin toplanmış olduğu eserde Seyit Ata hakkında şöyle bir
menkıbe yer almıştır; Seyit Ata ölürken, “ben öldükten sonra tabutumu bir
arabaya koyup hayvanın başını boş bırakınız, kendiniz evlerinize girip rahat
oturunuz!” diye vasiyet etmiş. Dediği gibi yapmışlar. Gece yarısı müthiş bir
gürültü kopmuş. Ne oluyor diye bakmışlar. Görmüşler ki Seyit Ata’nın tabutu
mezarının yanında duruyor. Gürültünün sebebi o imiş ki Kâbe’den birçok ruh
gelip Seyit Ata’nın ölüsünü Mekke’ye götürmek istemişler. Bakırgan beldesinin
yerli ruhları ise ölüyü vermek istememiş ve savaşa tutuşmuşlar. Kâbe’nin
ruhları yenilerek kaçmışlar. Bakırgan ruhları Seyit Ata’yı Hekim Ata’nın yanına
gömdüler.” Bu menkıbede de ruhların, tıpkı Şamanizm de olduğu gibi kavga
ettikleri görülmektedir.[48]
Anadolu
Türkmen Şeyhlerinden olan Geyikli Baba’nın hayvanlarla konuşması, geyiklere
binmesi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin şahin kılığına girerek uçması, Karaca Ahmet
oğlu Hacı Doğrul’un doğan kuşu suretine girmesi ve güvercin suretinde olan
Sultan Hacimi’yi yakalamak istemesi, Hoca Ahmet Yesevi’nin ve bazı müridlerinin
turna kılığına bürünmesi gibi menkıbeler, Şamanizm inançlarından olan, “ije kil
ve arvak” kavramlarıyla büyük benzerlik göstermektedirler. Özellikle Geyikli
Baba’nın geyiklere binerek gezmesi ile ilgili menkıbe Altaylı kamların dini
ayinlerindeki dualarda yer alan “bindiğim hayvan geyik-sığın” sözlerini
hatırlatmaktadır.[49]
Eski Türklerde
din olgusunun kökenine dair ileri sürülen görüşlerden en güçlüsü, Türklerin
kendine özgü geleneksel dini inançlarının merkezinde “Göktanrı”, “Yüce Tanrı”
veya “Tek Tanrı” inancının bulunduğunu savunan tezdir. Eski Türkler ile ilgili
araştırmalarıyla tanınan N.L. Gumilev, Türklerin kadim inançlarından
bahsederken bunların ilkel inançlar olarak görülemeyeceğini, Türklerin M. V. ve
VI. yüzyıllarda çeşitli kabilelerden teşekkül ettiğini ve o dönemdeki
inançlarının da diğer çağdaş inanç sistemleri gibi hayli gelişmiş olduğunu
söylemektedir.[50]
Türklerden
geriye kalan yazıt, kitabe ve destanlarda tek tanrı inancına ait önemli bilgiler
yer almaktadır. Gök Tanrı inancı, Türklere ait olup monoteist ve vahdaniyetçi* bir inançtır. Bu inanca göre yeri ve
göğü yaratan tek bir tanrının varlığına inanılmaktadır.[51]
Türkler tarih
boyunca Budizm, Maniheizm, Zerdüştilik, Taoizm, Konfüçyanizm, Musevilik ve
Hristiyanlık gibi dinlerin etkisinde kalmıştır. Türklerin kitleler tarafından
kabul gören evrensel ve kurumsal dinler ile M. VI. yüzyıl ve IX. yüzyıl
arasında yoğun olarak temas etmişlerdir. Bu temaslar sonucunda yerleşik hayata
geçen bazı Türk boyları eski inançlarını tamamen terk ederek bu yeni dinleri
benimsemişlerdir. Ancak geniş kitleler ve özellikle de konargöçer Türkler kendi
geleneksel dini inanışlarına bağlı kalmışladır. Propaganda yoluyla dışarıdan
gelen yabancı dinler göçebe Türk topluluklarından ziyade yerleşik ve şehirli
Türkler arasında yer bulabilmiştir. İslamiyet ise; “şehirli yerleşik unsurların
yanı sıra göçebe Türk kitlelerini de bağrında toplamayı başarmıştır”.[52]
Kılı kırk
yaran fıkıh etkilerine muhatap olamayan Türkmenlerin hareketli topluluk
yaşayışlarında, onları içlerinden kavrayan sufiyane tecrübenin telkin ve
müsamahasında Kam’ların yerini Ata, Baba dedikleri Müslüman din ulularının
aldığı gerek bu karizmatik kişilerin gerekse onların çevresinde gelişen
zümrelerin geleneksel norm ve değerleri koruyup, onları toplusal yapı
değişmesindeki yenileşmelere uygun bir hale koymak yolunu tuttukları
görülmektedir.[53] Topluluğun hayatiyeti
bakımından büyük bir önem taşıyan bu gerçek Yesevilik tarikatı yaşayışında,
dervişlerinin zikir halkalarında, hatta zikir tarzında bile kendisini
göstermektedir. Her ne kadar başkalarınca dedikoduyu mucip olsa da bütün günlük
yaşayışlarında kadının da erkek kadar faal rol oynadığı, savaşa dahi birlikte
katıldığı bu topluluklarda, tabi toplum yaşayışında olduğu gibi dini yaşayışta,
zikir meclislerinde de kadın, hiç yadırganmadan yer almaktadır.[54]
Yeseviliği Etkileyen Akımlar: Maturidilik ve Melametilik
İmam Maturidi,
genelde İslam kültürü ve özelde ise Hanefi mezhebi içinde fikirleri ve
çalışmalarıyla sonraki nesillere ufuk açmış bir ilim ve fikir adamıdır.[55] İmam Maturidi
epistemolojik açıdan, dinin gerekliliği konusunda ilke olarak iki bilgi
kaynağından yararlanmanın kaçınılmaz bir durum olduğunu kabul etmektedir.
Bunlardan biri akıl, diğeri ise nakildir.[56]
Türkistan
kültür çevresinde X. yüzyılda yeni bir kelami*
gelenek olarak doğan Maturidilik, İslam kültür ve medeniyeti açısından
önemli gelişmelerden birisi olmuştur. Akıl taraftarlığının Ebu Hanefi’den
sonraki önemli temsilcilerinden olan İmam Maturidi, İmam Hanefi’nin fikirlerini
geliştirerek önemli bir kelam ekolünün oluşmasını sağlamıştır. Türkistan’da
kurulan bu kelami gelenek Maturidilik olarak adlandırılmıştır. İslam inancının
esaslarının tespiti ve ona yöneltilen eleştirilerin karşı akıl ve vahyi
birlikte kullanan Maturidilik, Türkistan coğrafyasında yetişmiş Kelam ilmiyle
uğraşan alimlerce kurumsallıştırılmıştır. Maturidilik, Hanefi mezhebi ile
birlikte Türk toplulukları arasında yayılmış ve günümüze kadar korunmaya
çalışılmıştır. Türkistanlı alimler, Maturidiliği bu coğrafyada yaymakla
kalmayıp, Anadolu’ya, Balkanlar’a ve Kafkasya’ya kadar da taşımışlardır.[57]
Maturidilik,
fıkıhta istisnasız Hanefiliği benimsemiştir. Maturidi’nin bir Türk alimi olması
ve eserlerini yazarken bölgenin siyasi ve sosyal yapısını göz önünde
bulundurması Türkler arasında bu mezhebin yayılmasında etkili olmuştur. Ayrıca
İmam Maturidi’nin İslam’ı siyasi amaçlar için bir araç olarak kullanılmasına
karşı çıkması ve dinin anlaşılmasında akla ve yoruma büyük önem vermesinin de
bu ekolün yayılmasında önemli etkisi olmuştur. Bu durum Türkistan’da çok sayıda
filozof, sufi ve fakıhın yetişmesine zemin hazırlayan geniş bir fikir
özgürlüğünü beraberinde getirmiştir. Türkçe Hikmetler söyleyen Ahmed Yesevi’de
böyle bir ortamda yetişmiş, Doğu ve Batı Türkleri üzerinde günümüze kadar
etkili olmaya devam eden bir sufi olmuştur. Maturidilik, hakim olduğu kültür
havzasında, Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre gibi büyük Türk
Mutasavvıflarının yetişmesine, Türk-Boylarının Hanefi-Maturidi çizgisinde bir
din anlayışı etrafında kenetlenmesine ve Selçuklu ile Osmanlı Devletlerinin
kurulmasına zemin hazırlamıştır.[58]
İslam
coğrafyasında, IX., X. ve XI. yüzyıllardaki tasavvuf cereyanları temelde iki
ekolü temsil etmektedirler. Bunlardan birincisi, önderi Cüneyd-i Bağdadi olan BağdatMektebi'dir.
Bu mektebin temsilcilerinin dikkat çekici özelliği, tasavvufi fikirleri ayet ve
hadislerle ölçmeleri, tasavvufta akla ne kadar yer verebiliyorlarsa o kadar yer
vermeleridir. İkincisi ise, fütüvvet ve melamet fikirlerine dayalı tasavvufi
fikirlerin doğduğu ve yayıldığı merkez olarak kendine özgü bir yapıya sahip
olan Nişabur Mektebi’dir. IX. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlayan
sufilerin adap, erkan ve kıyafetlerine en büyük tepki hareketi olma vasfını
haiz ve Horasan’da doğup gelişen Melametilik veya Melamilik; kınamak,
ayıplamak, azarlamak, serzenişte bulunmak, korkmak anlamına gelen Melamet
kelimesi ve melameti ise kınanmaya konu kişi anlamına gelmektedir. Kelimenin
tasavvuftaki yaygın anlamı; “yaptığı iyilikleri (gösteriş olur endişesiyle)
gizlemek, kötülükleri ve işlediği günahları (nefsiyle mücadele etmek için)
açığa vurmaktır.” IX. yüzyılda Nişabur’da Ebu Hafs Haddad, Hamdun Kassar ve Ebu
Osman El-Hiri tarafından kurulmuştur. X. yüzyıldan itibaren ise Irak, Suriye ve
Anadolu’ya yayılarak Horasan’dan Balkanlar’a kadar yayılmıştır.[59]
Tasavvuf
tarihinde Melametilik bir tarikat olmaktan daha ziyade her tarikatta belli
ölçülerde iz bırakmış bir anlayış ve meşreb olarak değerlendirilmektedir. Bu
sebeple çoğu derviş belli ölçüde melami meşreptir. Melametilik ortaya çıktığı
tarihten itibaren Horasan ve Harezm bölgelerinde bir çok tarikatta görülürken,
özellikle Anadolu’nun fethinden sonra heterodoks nitelikli Kalenderi
dervişlerinin faaliyetleri ile kırsal ve konar göçer kesimde, Kübrevilik
vastasıyla yerleşik bir şehir tarikatı olan Mevlevilik bünyesinde ve fütüvvet
teşkilatı ile de esnaflar arasında etkili olmuştur. Ayrıca melamet meşrebi
Bayramilik (Hacı Bayram Veli); Bektaşilik, Nakşibendilik, Kadirilik ve
Halvetilik üzerinde de farklı şekillerde etkisi olmuş ve Anadolu tarikat
kültürünün şekillenmesinde önemli izler bırakmıştır.[60]
Asabiyet
temelinde kurulan, başkaları için fedakarlıkta bulunma anlayışı öngören,
birbirinden bağımsız ve dini bir kaygı duymayan grupların meydana getirdiği,
Kur’an, Hz. Peygamber ve Hz. Ali’ye dayandırılan Fütüvvet’in, İslami bir kimlik
kazanmasında züht ve tasavvuf hareketlerinin büyük etkisi olmuştur. Fütüvvete
dayalı bir yapı arzeden Melametilik, tasavvufi düşüncede dünyaya bakış
konusunda özellikli bir yapı sergilemişlerdir. Bu yapı içerisinde batıni
hallerini gizlemek ve halkın teveccühünden sakınmak amacıyla doğrudan sosyal
yapı ve iş hayatının içerisinde yer almışlardır. Tarihte bu anlayışın tezahürü,
tasaavvufa dayalı bir iktisadi hayatın oluşması şeklinde gerçekleşmiştir.[61] Hoca Ahmed Yesevi’nin, Yesi
kasabasında devamlı olarak talim ve irşat ile meşgul olarak, müritlerine zahir
ve batın ilimler ile ilgili dersler verdiği, bütün vaktini ibadet ve ta’at ile
geçirirken kalan vakitlerinde de yonttuğu kaşık ve kepçeleri satarak geçindiği
göz önüne alınırsa, kendisinin bir Fütüvvet Ehli ve Melami meşrep bir derviş
olduğunu kabul edebiliriz.
Anadolu'da
tasavvuf kültürünün temsilcilerinden olan Mevlevilik ve Nakşibendilik tarikatlarında
önemli ölçüde Melametilik anlayışının etkileri görülmektedir. Melamet
düşüncesinin ana vatanı ile olan coğrafi ortaklığın da etkisiyle, Mevlevilik
içerisinde bizzat Mevlana Celaleddin Rumi'nin şahsında terennüm ettiği
görülmektedir. Mevlevilik içerisinde Mevlana'nın Şems ile buluşmasından sonra
Kalenderi bir kimliğe bürünen Melametilik anlayışı, Nakşibendilikte farklı bir
şekilde temsil edilmiştir. Genel eğilimi itibariyle Sünni bir yapıda olan
Nakşibendilik içerisinde Melamet düşüncesinin net bir şekilde dile getirilmesi
ve bir kısım Nakşi şeyhlerinin tasavvuf anlayışlarını Melamet ile
özdeşleştirmeleri bu düşüncenin etkisini görmek açısından önemlidir.
Melametiliğin çoğunlukla heterodoks akımlarda etkili olması ve onlarla
anılmasından dolayı ortodoks Nakşibendilik geleneğinde kabul görmesi
Melametiliğin etkisinin tarikatlar üstü bir kimlik ve bir meşrep olarak
kabulünün en önemli göstergesi olmuştur.[62]
Yukarıdaki
bilgiler ışığında Yesevilik, gerek Türk boylarını etkileyen Hanefi- Maturidi
akımından ve gerekse Ahmed Yesevi’nin hocası olan Yusuf Hemedani’nin verdiği
Horasan Melametiliği terbiyesinden etkilenmiştir.
Yeseviliğin
Temel İnanç ve Uygulama Esasları
Tarikat
kelimesi “yol” anlamına gelmektedir. Tarikatlar, bir şeyh etrafında örgütlenmiş
kuruluşlardır. Şeyh, tekkenin başöğretmeni ve rehberidir. Her tarikat,
diğerinden doktrinleriyle değil, geliştirdiği nafile ibadet şekilleri ile
ayrılmaktadır. Bir tarikatın kurucusu; müritler arası ilişkileri, nafile
ibadeti ve zikir şekillerini vb. formüle eder. Şeyhin müritleri olan erkek veya
kadınlar sadece ona uymakla kalmaz, varlığına inanılan bir şeyhler zincirine de
bağlanmış olurlar.[63] Kadiriyye ve bir Türk tarikatı
olan Yeseviyye ilk tarikatlar arasında sayılmaktadır.[64]
Müslüman
toplumlarda, toplumu etkileyen iki büyük güç vardır: Din bilginleri ve sufi
şeyhleri.[65] Ancak sufi şeyhlerinin halk
üzerinde âlimlerden daha etkili olduğu düşünülmektedir. Çünkü;
Sufi şeyhleri, halkın samimi bağlılığını kazanabilmek için
onların daha önceki inançlarına karşı tamamen yasaklayıcı bir tutum yerine,
toleransı esas almışlardır.
Sufi şeyhlerinin, Hz. Muhammed’in soyundan geldiğine ve bu
sebeple “seyyid” veya “şurefa” olduklarına inanılmaktadır. Her tarikatın da Hz.
Muhammed’e kadar giden ve “silsile” denen bir zinciri bulunmaktadır.
Tarikat liderlerinin, Allah’a bağlılıklarının, emirlerine
uyarak yasaklarından kaçınmalarının bir mükâfatı olarak bazı kerametleri
olduklarına inanılmaktadır. “Vecd üstatlarına göre, sufilik ferdi bir
aydınlanma ve trans şekli olabilir ama halk içinde vecd halinde bir şeyler
gören kişinin, Tanrıya yakınlığından dolayı kendisine bazı olağanüstü güçlerin
verildiğine inanılır.”[66]
^^“Türklerin
İslamiyet hikâyesi sufilerle başlar” demek yerinde bir tespittir. Zira birçok
Türk boyu onların faaliyetleri sayesinde İslam’ı kucaklamıştır. İslam’ı yaymak
onların asli görevleridir. Bu sebeple, ilk sufiler Barkan’ın deyimi ile
“Kolonizatör”[67] ve “Mücahit Misyoner” veya
“Alp Eren”dir.[68]
Sufi şeyhleri,
Orta Asya’daki Türkler arasında kolayca kabul görmüştür, zira halk onları eski
Şaman veya Kam’larına benzetmektedir.[69]
Bu şeyhler, faaliyetlerinde aynı zamanda İslam’ın en basit şeklini
sunmuşlardır. Hoca Ahmed Yesevi’nin Yesevi tarikatı da böyle bir tarikattır.[70]
Türk Halk
Sufiliği geleneğini, coğrafi ve kronolojik saflarını yansıtan üç evliya ve sufi
zümresinden bahsetmek mümkündür. Bunlar;
Bunlardan
birincisi, Orta Asya’da İslam’ın yayılmasına önayak olan ve Ahmed Yesevi ile
başladığı kabul edilebilecek erken Türk sufilik geleneğini; ikincisi, aslında
bu birincisinin de ana kaynaklarından birini teşkil eden ve aynı zamanda
üçüncüsünü de geniş ölçüde etkileyen Horasan Melametiyyesi’ni, yani İran
sufiliğini; üçüncüsü ise, ilk ikisinin oluştuğu temelde kurulmuş, Mevlana, Hacı
Bektaş ve Yunus Emre tarafından temsil edilen Anadolu sufili sentezini
oluşturmaktadır.[71]
Ahmed
Yesevi’nin karizmatik kişiliğinin etki ve nüfusu ile doğrudan doğruya Türk
toplulukları içerisinde bir dini-tasavvufi zümreleşme ve ilk Türk-İslam Sufi
Tarikatı olarak bilinen Yesevilik’in teşekkülü önemlidir. İslami öğretiye,
derin telkin gücü olan sade Türkçe şiirlerle (Hikmet) yayan bu tasavvuf
çevresi, müşterek İslam kültür sahasına giren bu üçüncü toplumun dini edebiyat
türünün gelişmesini hatırı sayılır derecede etkilemekte;[72]
böylece, bir takım gelenek ve göreneklerin İslami renge bürünmesini
sağlamaktadır.[73]
Türklerin
İslam’ı kabul ediş süreci bir hayli hızlı gelişmiş olsa da yüzyıllar boyu devam
eden eski inanç ve düşüncelerini bir anda silip atmaları kolay olmamıştır. Her
ne kadar Türkler genel anlamda Sünni anlayış çerçevesinde İslam’ı kabul etmiş
görünüyorlarsa da daha çok Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi ön planda tutan
sufi akımın etkisinde kalmışlardır.[74]
Türkler
arasında eski inançlarından gelen şaman kültürünün de etkisi ile sufi anlayış
yaygınlaşmıştır.[75] Bu dönemde Horasan ve
Maveraünnehir’de pek çok mutasavvıfın varlığından söz edilebilmektedir. Türkler
de kendilerine dini bilgiler veren bu mutasavvıflara “Bab” yani “Baba” ismini
vermişlerdir.[76] Bu mutasavvıfların başında ise
Türkmenlerin önderi durumunda olan Ahmed Yesevi bulunmaktadır.[77] [78]
Ahmed Yesevi, etrafında binlerce mürit toplamış, zamanla bunları uygun
merkezlerde görevlendirerek Türkler arasında olumsuz dini düşüncelerin
yayılmasını engellemeye 91 çalışmıştır.
Kitabi
kültürden uzak olması dolayısıyla dış etkilere açık olan ve eski inançları ile
İslam’ı birleştiren göçebe Türkler, tasavvuf merkezli hoşgörü, sevgi, saygı ve
Ehl-i Beyt sevgisine dayalı, Ahmed Yesevi dergâhından kopup gelen dervişler
etrafında bir İslam anlayışı geliştirmişler ve günümüzde heterodoks[79] olarak da nitelendirilen
toplum kesimleri ve dervişleri o dönemlerde Kalenderi, Yesevi, Haydari ve Vefai
isimleri ile anılır olmuşlardır.[80]
Bir Türk
sufisi tarafından halis bir Türk çevresinde kurulan ilk büyük Türk tarikatı
Yesevilik, başlangıçta Seyhun havalisinde, Taşkent civarında ve Şarki
Türkistan’da kuvvetle yerleşmiş, sonra Türk dil ve kültürünün Maveraünnehir ve
Harezm sahalarında kuvvetlenmesi ile oralarda da önem kazanmıştır. Seyhun
vadisinden ve Harezm’den bozkırlara ve Bulgar sahasına yayılan Yesevilik, Moğol
istilası neticesinde, Horasan, İran, Azerbaycan mıntıkalarındaki Türkler
arasında varlık gösterdikten sonra, XIII. Asırda Anadolu’ya da girmiştir.
Yesevi şeyhlerinin, dervişleri ile beraber küçük zümreler halindeki göçleri
yavaş yavaş azalmakla birlikte, XIV. yüzyılda da devam etmiş; Hacı Bektaş ve
Sarı Saltuk gibi en tanınmış Anadolu sufılerinden başka Azerbaycan ve Anadolu
ananeleri XVII. yüzyılda hala yaşamıştır.[81]
Bütün Sir-i
Derya havzasında, Fergana’da* ve
Harezm’in Özboy Türkmenleri arasında yaşayan bu tarikat, kendi mihraklarını
kurup Kara-Hanlılarla da sıkı bağlılık içerisinde bulunmuştur. Ahmed Yesevi ile
sıkı temasta bulunan toplulukların mühim bir kısmı da Oğuzlardır. Yesevi’nin
Hikmetlerinde adları geçen tabii topluluklardan Karamanlılar, Anadolu’nun
toplum hayatında önemli yer tutan bir Türkmen uruğu olarak bilinmektedir.[82]
Horasan’da
daha XIII. yüzyılda Hayderiye tarikatının doğmasında tesiri olan Yesevilik,
yine bu asrın ikinci yarısında Anadolu’da Babai ve Bektaşi
tarikatlarının teşekkülünde de önemli bir faktör olmuştur. Maveraünnehir
şehirlerinde Nakşibendîliğin ortaya çıkması ve gelişmesi, bilhassa XV.
yüzyılda, bu sahada ve Nakşibendîliğin kuvvetlendiği Horasan merkezlerinde
Yeseviliğin eski önemini azaltmıştır, fakat Nakşibendîlik XVI. yüzyılda
gelişerek, Yeseviye tarikatını içine almasına rağmen Horasan’da, Afganistan’da,
Osmanlı İmparatorluğu memleketlerinde Yesevilik varlık göstermeye devam
etmiştir. Yalnız Seyhun bölgesi ile Özbek-Kazak bozkırlarında Ahmed Yesevi’nin
ve Yeseviliğin nüfus ve ehemmiyeti asla azalmamış ve hiçbir tarikat onun yerini
tutamamıştır.[83]
Yesevilik ile
ilgili bilim adamlarının çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bu görüşlerden birine
göre; Ahmed-i Yesevi mürşidi Şeyh Yusuf-i Hemedani gibi Hanefi mezhebinde bir
âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında “Tasavvufu”
da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok din âlimleri ve mutasavvıfları
gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki
yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dil ve alıştıkları
şekillerle aktarmaya çalışmıştır. Bir mürşit ve ahlakçı hüviyetiyle onlara
şeriat ahkâmını, tasavvuf esaslarını, tarikatının adap ve erkânını öğretmeye
çalışmak, İslamiyet’i Türklere sevdirmek ve Ehl-i Sünnet akidesini yaymak ve
yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. Şeyhi gibi Ahmed-i Yesevi de Hz.
Peygamber’in şeraitine ve sünnetine sıkı sıkıya bağlıdır. Tarikat sahibi
olmasına ve “Tasavvufu” benimsemesine rağmen, hikmetlerinde şeraite aykırı
hiçbir ize rastlanmamaktadır. Şeriat ile tarikatı kolayca birleştirmesi,
Yeseviliğin Sünni Türkler arasında hızla yayılıp yerleşmesinde, daha sonra
ortaya çıkan birçok tarikatlar üzerinde etkili olmasında başlıca sebep olmuştur.
Diğer bir
görüşe göre ise Yusuf Hemedani halifelerinden olan Ahmed Yesevi’nin bir
taraftan Horasan Melametiyesi’nin, diğer taraftan Doğu Türkistan ve Seyhun
çevresindeki Şii cereyanlarının tesiri altında kalıp, oldukça geniş ve serbest
bir tasavvuf felsefesine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Fakat buna rağmen bu
tarikat, Maveraünnehir ve Harezm’in büyük Sünni merkezlerinde daha ziyade
Ortodoks bir içerik göstermiştir. Ahmed Yesevi Yesi’ye yerleşerek,
propagandasını daha çok göçebe ve köylü bozkır Türkleri arasında
yoğunlaştırınca, Yesevilik, ister istemez bu muhitin şartlarına uymak zorunda
kalmıştır. Göçebe ve köylü bozkır Türkleri, samimi Müslüman olmakla beraber,
din anlayışları, tabiatıyla çok yüzeysel ve şeklidir. Bundan dolayı Yesevilik;
bu göçebe Türk muhitinde eski Türk kabile ananeleri ile ve paganizmden geri
kalan öğretiler ile karışmıştır. Nakşibendî ananelerinde bile Ahmed Yesevi’nin
zikir meclislerinde kadınlar ile erkeklerin bir arada bulundukları hakkında
rivayetler vardır ki, bu durum Türk göçebe hayatının bir mecburiyetidir. Yine
Nakşibendî kaynakları, eski Yesevi ananelerinde, sığır kurbanı, kurbanların
kemiklerini saklamak, muhtelif şekillere girip uçmak, münafıkları hayvan
şekline sokmak gibi kısmen Türk Paganizminden ve kısmen Budizm’den geldiğini
bildiğimiz unsurların mevcudiyetini saklayamamaktadır.[84]
[85]
Yesevi
tarikatına giren müridin uymak zorunda olduğu adap kuralları on maddedir:
Hiç kimseyi şeyhinden efdal bilmemek ve ona mutlak surette
teslimiyet göstermek lazımdır; çünkü mürşit huzurunda bütün gün türlü türlü
yemekler yemek ve geceleri uyku ile geçirmek batın yolunu kapamaz; lakin
şeyhinden ayrılıp kendi rızası ile sıyam[86] ve kıyama[87] kalkan, uryan*** ve giryan**** geçinen
dervişin telakki yolu kapanır.
Mürit zeki ve müdrik olmalıdır ki, şeyhin rumuz ve
işaretini anlayabilsin.
Şeyhin her türlü söz ve fiillerine razı ve itaat eder
olmak lazımdır.
Şeyhin bütün hizmetlerinde ağırcanlı değil, çevik ve çalak
olmalıdır ki, rızası hâsıl olsun; çünkü Rızau’llah onun içindedir.
Sözüne sadık, vaadinde sağlam olmalıdır ki, şeyhin mizacı
değişip, redde sebep olmasına ve hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, bu,
hüsrana muciptir.
Vefalı ve biat ahdinde metin olmak gerekir.
Mürit, bütün mal ve mülkünü şeyhine dağıtmaya hazır
olmalıdır. Batın gözü başka türlü açılamaz.
Şeyhin sırlarını tutarak, bunların ifşasından
sakınmalıdır.
Şeyhin bütün teklif, vaaz ve nasihatlerini göz önüne alıp,
hiçbir vakit ihmal ve kaçamak yoluna sapmamalıdır.
Visal-i İlahi* için
şeyh yolunda canını ve başını vermeğe hazır olunmalı, dostuna dost, düşmanına
düşman geçinmeli, gerekirse, şeyhin ihtiyacını yerine getirmek için, kendisini
köle gibi sattırabilmelidir.99
Hoca Ahmed
Yesevi’nin ve Yeseviliğin, Türk ve İslam dünyası için etkili ve değerli
olmasının başlıca sebepleri şunlardır:
Oruç
* 99 |
Ahmed Yesevi’nin, İslamiyeti hakikaten benimsemiş olması,
güçlü bir Allah ve Peygamber sevgisinin varlığı, Şeriatın esaslarına bağlı
olması,
Yesevilik esaslarının şeriata dayalı olması,
İnsani prensipleri benimsemesi,
Yesevilik öğretilerinin, Türkleri, İslam dünyasında ve
özellikle Orta Asya’da bulunan bir takım batıl mezhep ve düşüncelerin
tesirinden koruması,
Ahmed Yesevi’nin Hikmetler sayesinde Türk dilinin
gelişmesinde tarihi rol oynaması.[88]
Ahmed
Yesevi’nin söylemiş olduğu hikmetlerde şeriatla tasavvufun iç içe olduğu,
Yeseviliğin, şeriatı temel aldığı görülür. Ona göre imanın postu şeriat, esası
ise tarikattır. Yesevi dervişlerince en uzak Türk ülkelerine kadar ulaştırılan
hikmetlerin konusunu, “İlahi aşk, Hz. Peygamber sevgisi ve ahlakı, şeriatın
esasları, Tasavvufun incelikleri, dervişlik ve manevi coşku, insanın değeri,
hakka riayet, nefse hâkimiyet, İslam’a ters düşen davranışlardan kaçınma, helal
kazançla geçinme, harama el uzatmama ve hoşgörü” gibi hem İslami hem de insani
değerler oluşturmaktadır. Ahmed Yesevi, her mutasavvıf gibi Hz. Peygamber’e
olan büyük sevgisi ile onun ahlakını kendisine örnek almaktadır. İnsanlara
faydalı olmak, garip, fakir ve yetimlere şefkatli davranmak, insanların hakkına
saygı göstermek, yalandan ve riyadan kaçınmak, yumuşak huylu ve affedici olmak,
Ahmed Yesevi’nin en çok önem verdiği ve telkinde bulunduğu hususlardan
olmuştur.[89]
Ahmed
Yesevi’nin bizzat kendisi ve daha sonra adı ile akabinde halifeleri ve
dervişleriyle önemli rol oynadığı saha; Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve
Tacikistanı da içine alan Orta Asya ağırlıklı saha olmuştur. XIV. yüzyılın
ikinci yarısında Muhammed Bahaü’d Din-i Nakşibend’in kurduğu Nakşibendîlik,
Maveraünnehr’de Sünni İran kültürünün Türk-Moğol paganizmine karşı bir tepkisi
olarak yayılmaktaydı. Özellikle Nakşibendîlik, Ahmed Yesevi’nin Orta Asya’daki
yaygın şöhretinden geniş ölçüde yararlanmış ve Ahmed Yesevi ile Nakşibendîlik
özdeşleşmiştir. Yesevilik tarikatı Nakşibendîlik tarikatından sonra da
varlığını sürdürmüş, XV. yüzyılda İranlı sufi olan Necmüddin-i Kübra’nın
kurduğu Kübrevilik Tarikatı içinde de etkisini göstermiştir. Orta Asya
sufiliğinin temeli Ahmed Yesevi ve Yesevilik tarafından o kadar güçlü bir
şekilde atılmıştır ki, sonraki her sufi hareket mutlaka kendisini bu temele
oturtmak zorunda kalmıştır. Mesela Kübrevilik tarikatının bir kolu olan
Zehebilik tarikatının ileri gelen şeyhlerinden Abdulvahhap Hoca, kendisini
Ahmed Yesevi’nin halifelerinden Zengi Ata’nın halifesi Sadr Ata’ya
dayandırmıştır. Kübrevilik ve Nakşibendîlik silsilesinin içinde Ahmed Yesevi ve
halifelerinin yer alması, Ahmed Yesevi’nin Orta Asya Sufilik geleneğindeki
köklü etkisinin önemli bir göstergesidir.[90]
Tasavvufun
Türkistan’daki seyri doğudan batıya doğru Yeseviyye- Nakşibendiyye-Kübreviyye
şeklinde olmuştur. Bu tarikatların nüfus alanları birbirlerinden kesin
sınırlarla ayrılmış olmayıp adeta iç içe geçmiş haldedir. Nakşibendilik, Maveraünnehir
ve Horasan Türkleri arasında çok hızlı yayılmış ve Yeseviliğin etki sahasını
daraltmıştır. Ancak Nakşibendiyye tarikatı mensupları arasında Yesevi
menkıbeleri her zaman yaşamış ve Fars kültürünün şiddetle hüküm sürdüğü Horasan
ve Maveraünnehir bölgelerinde de yayılmaya başlamıştır. Yeseviyye şeyhlerinde
Hâkim Ata’nın irşat sahası olarak bilinen Harezm bölgesinde ise XIII. yüzyıldan
itibaren de bölgenin ünlü mutasavvıfı Necmüddin Kübra’nın Kübreviyye tarikatı
etkinlik kazanmıştır. Yeseviyye geleneğinin temel kaynaklarında Cevahirü’l-
Ebrar’da, Necmeddin Kübra halifelerinden Şeyh Seyfeddin Baharzi de Yesevi
halifesi olarak zikredilmiştir.[91]
Orta Asya’da
halen Divan-ı Hikmet adeta mukaddes bir metin olarak okunmaya devam etmektedir.
Buradaki Hikmet’ler, büyük bir saygı ile ezberlenmekte, hatta yalnız erkekler
değil, kadınlar arasında da Yesevi-Han denilen ezbere hikmet okuyucular
bulunmaktadır. Bu Yesevi-Hanlar (tıpkı bizdeki mevlid merasimleri gibi) çeşitli
vesilelerle yapılan toplantılarda Ahmed Yesevi’nin Hikmet’lerinden parçalar
okunmakta, halk da kendilerini büyük bir vecd içinde dinlemektedir.[92]
Halifeleri
ve Yeseviliğin Yayılması
Ahmed
Yesevi’nin ve Yeseviliğin, tabiatıyla buna bağlı geleneklerin Yesi
mıntıkasından başlayarak zaman içinde hem Orta Asya içlerine hem de batıya
doğru çeşitli Türk topraklarında ve kavimlerinde tanınıp yayılmasını
sağlayanlar, şüphesiz ki, daha onun sağlığından itibaren kendilerini bu işe
adayan halifeleri olmuştur. Günümüzde bu mühim şahsiyetlerin kimler olduklarını,
ancak XV. yüzyıldan itibaren Reşehatü Ayni’l-Hayat, Cevahiru’l-Ebrar vb. yazılı
Nakşibendî kaynaklarından öğrenebilmekteyiz.[93]
Türkistan
tasavvufu ile ilgili kaynaklarda isimlerine “Ata” eki eklenmiş birçok isme
rastlanır. Bu “Ata” eki almış şahsiyetlerin hemen hemen hepsi Yeseviyye
geleneğinden gelen mürşidl erdir. Ata, Yesevi mürşidl erinin genel unvanıdır.
Nakşbendiye geleneğinin pirlerine -Hacegan olarak tanındığı Şah-ı Nakşbend
öncesi dönemden itibaren- Hace denilmesi de bunun bir benzer örneğidir. Türkmenistan’ın
tanınmış çağdaş âlimlerinden Ahmet Bekmuradov’a göre “XII. yüzyıldan başlayarak
Türkmenistan’da iz bırakmış dini önderlere, özellikle de ulu sufilerin
isimlerine “Ata” takısının eklenmesi bir gelenek halini almıştır”. Türk soylu
halklar arasında bu geleneğin öncüsü de ilk kez kendisine bir saygı göstergesi
olarak “Ata” unvanı verilen Hazret Sultan Ahmed Yesevi olmuştur.[94]
Fuad
Köprülü’nün çalışmasında; Hoca’nın ilk halifesi, menkıbede kendisine büyük bir
yer ayrılmış olan Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata’dır (Ö: H.594,
M.1197). Mansur Ata’dan sonra yerine oğlu Abdü’l-Melik Ata, ondan sonra da oğlu
Tac Hoca (Ö: H.596, M.1199) geçmiştir ki, bu, meşhur Zengi Ata’nın babasıdır.
H.615 (M.1218- 19)’de ölen ikinci halife Harezm’li Sa’id Ata hakkında
fazla bilgi yoktur. Üçüncü Halife Süleyman Hâkim Ata’ya gelince, Ahmed
Yesevi’nin Sufiyane şiirleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında tanınmış
bulunan halifesi olarak gösterilmektedir.[95]
Hâkim Ata’nın en meşhur müridi Zengi Ata’dır. Onun da müridleri Uzun Hasan
Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Yeseviyye silsilesi özellikle Seyyid
Ata ile Sadr Ata’dan gelmektedir.[96] (Bakınız Şekil-1,2. Syf.
70,71)
Orta Asya’da
(bugünkü Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan), Hoca Ahmed Yesevi’nin
fikirlerini ve Yeseviliği, Hâkim Ata, Mansur Ata, Said Ata gibi halifeleri
yaymışlardır. Maveraünnehir ve Fergana Vadisinde Yesevilik iyice tutunmuş ve
buradan Harezm (Bugünkü Türkmenistan) sahasına ulaşmış; oradan İran’a
girmiştir. Burada Zave şehrinde XII. yüzyıl sonlarında Kalenderiler ile
birleşerek Haydarilik Tarikatı’nı doğurmuş ve Anadolu’ya girerek yerleşmiştir.[97] Yesevilik Anadolu’da birçok
tarikat içerisinde zamanla erimiş, suluk ve adabı ile bu tarikatlara ilham
kaynağı olmuştur. Özellikle Hacı Bektaş Veli ile Bektaşilik tarikatı Anadolu’da
yerleşerek günümüze kadar gelmiştir. Bektaşilik, Anadolu’daki etkisini bir
zaman sonra Balkanlara da taşımış ve Avrupa içlerine kadar ulaşmıştır.
Yeseviliğin
Orta Asya merkezinden; bir yandan Hindistan, bir yandan da Anadolu istikametinde
daha batıya doğru yayılışını, 1218’lerde başlayan Moğol istilası
hızlandırmıştır. Bu tarihten sonra Yesevi dervişleri, bu istiladan kaçarak
çeşitli gruplar halinde, Kalenderiler ve Haydarilerle birlikte bir taraftan
Harezm, Horasan ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya girmişler, diğer taraftan
Hindistan’a kadar ulaşmışlardır. Ahmed Yesevi ve Yesevilik kültürünün bugün
için başlıca üç ana coğrafi bölgede yayıldığını ve etkilerinin günümüze kadar
devam ettiğini şu şekilde ifade edebiliriz:
Bugünkü
Kazakistan, Özbekistan, kısmen Türkmenistan ve Tacikistan’ı Volga boylarını
içine alan Orta Asya ağırlıklı saha,
Anadolu sahası.[98]
Söz konusu
sahalarda Yesevi düşüncesinin yayılmasını sağlayan halifeler konusunda yeterli
bilgiye sahip olunmasa da, mevcut bilgilerin kısaca aktarılmasında fayda
bulunmaktadır.
Mansur
Ata
Hoca Ahmed
Yesevi’nin ilk halifesi, hakkında fazla bilgi olmamakla birlikte Yeseviyye
geleneğinde menkıbevi hayatı ile kendisine önemli bir yer ayrılmış olan Arslan
Baba’nın oğlu Mansur Ata’dır. 1198 tarihinde vefat ettiği bilinmektedir.[99]
Cevahir’ul-Ebrar’ın
yazarı Hazini*, Mansur Ata’nın kendi atası olduğunu,
aynı zamanda ahlak kutbu, fakr mücadelesinin öncüsü olduğunu belirtmektedir.
Aynı eserde Mansur Ata’nın yetiştirdiği talebelerinin Maveraünnehir, Horasan ve
Irak’a gönderdiği yer almaktadır. [100]
Harezmli
Sait Ata
Hoca Ahmed
Yesevi’nin ikinci halifesi olarak bilinen Sa’id Ata hakkında Harezm’li olduğu
ve 1219 tarihinde vefatından başka bilgi bulunmamaktadır.[101]
Sufi
Muhammed Danişmend-i Zernuki
Sufi Muhammed
Danişmend, Ahmed Yesevi’nin ağabeyi Hace Sadr(eddin) İbn İbrahim’in oğlu ve
Yesevi’nin öz yeğeni olup tarihi kaynaklarda hakkında bilgilere ulaşılabilen
nadir ve önde gelen Yesevi halifelerindendir. Rivayetlere göre Sufi Muhammed
Danişmend amcası ve şeyhi olan Ahmed Yesevi ile birlikte kırk defa halvete
girmiş ve şeyhinin icazetiyle Yesi’ye dört fersah mesafede bulunan Otrar’a
gelmiş, burada tekke kurmuş ve vefatına kadar kırk yıl burada irşada
bulunmuştur. Halen kabri ziyaretgâh olarak burada bulunmaktadır.[102]
Süleyman
Hâkim Ata
“Hâkim Ata”
olarak bilinen Ahmed Yesevi’nin dördüncü halifesinin esas ismi Süleyman
Bakırgani’dir. Süleyman Hâkim Ata, XII. yüzyılda Ahmed Yesevi ile başlayıp Orta
Asya ve Türkistan’da geniş bir coğrafyaya yayılarak etkili olan Yesevilik
akımının en önemli temsilcilerindendir. Yesevi müridlerinin büyük kısmını
etrafında topladığı rivayet edilmektedir. Mürşidi Ahmed Yesevi gibi hikmet
tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hâkim Ata, şiirleri ile değişik Yesevi dervişlerinden
Divan-ı Hikmet tarzında tasavvufi şiirler bulunduğu, “Bakırgan Kitabı” isimli
eseri günümüze kadar ulaşmıştır.[103]
Zengi
Ata
Süleyman Hâkim
Ata’nın en önde gelen halifesi olan Zengi Ata, Ahmed Yesevi’nin ilk halifesi
olan Mansur Ata’nin torununun oğludur. Zengi Ata’nın Yeseviyye yolunun olduğu
kadar sonraki asırlarda Türkistan’ın en etkili tasavvufi ekolü haline gelen
Nakşibendiyye büyüklerince de bilinen ve saygıyla anılan bir veli olduğu
anlaşılmaktadır. Zengi Ata, 1259 senesinde Şaş yakınlarında köyünde vefat edip
oraya defnedilmiştir.[104]
Anadolu’da
Yesevilik
Anadolu
topraklarında XII. yüzyıldan itibaren yeni bir sentez halinde yeşermeye
başlayan Müslüman Türk kültürü, esas itibariyle Orta Asya ve Orta Doğu kökenli
olup, geniş çapta sufiliğin etkisini taşımaktadır. Günümüzde dahi halk
Müslümanlığı “Evliya Kültü Merkezli” yaşanmaktadır.[105]
XIII. yüzyıl Anadolu’sunda kökeni Horasan Melametiliği olan Kalenderi sufiliği,
farklı isimlerle teşkilatlanmıştır. Kalenderi sufiliği;
Yesevilik,
Haydarilik, Cavlakilik (Kalenderilik) ve Vefailik tarikatlarına mensup birçok
dervişin kaynaştıkları bir alan olmuştur.118
Heterodoks
Türk Müslümanlığı olarak da adlandırılan Türk Halk Müslümanlığını Sünni
Müslümanlıktan ayıran üç temel boyut vardır. Bunlar;
Siyasi Boyut: Sünni İslam, Türk tarihinde çoğunlukla
devletin, siyasi otoritenin resmi tercihini oluşturmuştur. Oysa heterodoks
İslam, siyasi otorite ile uyuşamayan sosyal çevrelerin ideolojisini teşkil
eder. Bir anlamda heterodoks İslam, sosyal bir zıtlaşmayı da belirler.
Sosyal Boyut: Sünni İslam’ın çoğunlukla yerleşik bir düzen
içerisinde yaşayan çevrelerin dini tercihi olmasına karşılık, heterodoks İslam
büyük çapta konar- göçer çevrelerin dini inancını oluşturur.
Teolojik Boyut: Sünni İslam’ın Kur’an ve sünnet temeline
dayalı gelişmiş, sistematik ve yazılı olan bir teoloji meydana koymasına
rağmen, heterodoks İslam, sistematik olmayan, mitolojik, senkretik[106] [107]
ve sözlü (şifahi) bir teoloji oluşturmuştur.
Yesevilik tarikatının XIII. yüzyılda Anadolu’ya taşıdığı Ahmed Yesevi ile
ilgili bütün geleneklere, bu yüzyılda Vefailik ve Haydarilik tarikatları, XV.
yüzyılın sonlarında da Bektaşilik tarikatı varis olmuş, Rumeli fetihleriyle
Bektaşilik Balkanlara geçmiş ve onun aracılığıyla da Ahmed Yesevi gelenekleri
buralarda tanınmaya başlamıştır. Diğer yandan ise yine XV. yüzyılda
Nakşibendîlik tarikatının Anadolu’ya girmesi ile birlikte, bu defa
Nakşibendiliğin yapısına uygun bir biçimde Sünnileşmiş bir Ahmed Yesevi imajı
gelişmiştir. Böylece bir yanda Bektaşiliğin yapısına, diğer yanda
Nakşibendiliğin karakterine uygun iki Ahmed Yesevi ortaya çıkmış ve günümüze
kadar de süregelmiştir. Şu bir gerçektir ki; Anadolu ve Balkanlar’da Ahmed
Yesevi, belirtilen bu iki tarikat çevresinin dışında halk arasında çok da
tanınmamış ve Anadolu ve Rumeli’de yaşamış sufiler kadar popüler olamamıştır.[108]
Hoca Ahmed
Yesevi’den sonra onun takipçisi olan ve İslamiyet’i yumuşak ruh anlamıyla
anlatan Yesevi dervişleri yaşadıkları toprakları vatanlaştırmışlardır.
Özellikle Anadolu’ya göç eden ilim ve tasavvuf erbabı Yesevi dervişleri tekke,
ribat, zaviye vb. isimlerle de anılan kuruluşlarla Türk sosyal hayatındaki
yerini almışlardır. Zaviyelerde yoksullar, kimsesizler doyurulmakta,
İslamiyet’i kabul eden kölelere ücret karşılığında işler verilmektedir. Yesevi
dervişleri ulaştıkları topraklarda, bilhassa tehlikeli yol kavşaklarında,
yolculara her türlü yardımı yaparak sürekli gündemde kalmışlardır. Dervişler,
sürekli düşman saldırılarını püskürtmekle kalmamış, iç dayanışma sağlayarak
Anadolu’da etkin olan Hıristiyanların, din değiştirmeleri konusunda olduğu gibi
kalplerinin Türk ve İslam’a ısınmaları konusunda da büyük etkileri olmuştur.
Görevli Türklerin toprağa yerleşmesi ve yerleşik bir düzen kurarak şehir
medeniyetinin meydana getirilmesinde de yine Yesevi dervişleri ve onların
takipçileri ön planda yer almıştır. Yeni bir sosyal nizam ve adalet anlayışı
taşıyan bu Türk dervişleri ordularla birlikte ve hatta ordulardan önce
ilerledikleri yerlerde manen fetihler kazanmışlardır. Bu dervişlerin bir kısmı
gazilerle fetihlere giderken bir kısmı da yerleşerek tarım yapıp, zaviyeler
oluşturmuşlardır.[109] Evliya Çelebi
Seyahatname’sinde Yesevi dervişleri ile tekke, zaviye ve türbeleri hakkında
çeşitli bilgiler vermiştir. Avşar Baba, Pir Dede, Akyazılı, Baba Sultan, Geyikli
Baba, Abdal Musa, Horos Dede, Şeyh Nusret ve Gajgaj Dede’nin Yesevi halifesi
olduğunu yazmıştır.[110]
Anadolu’yu
yurt edinen ve çoğu Bektaşi olan şeyh ve dervişler, Balkan fetihlerinde de
askeri harekâtın öncesinde veya sonrasında o bölgelere yerleşerek zaviyeler ve
tekkeler açmışlar, buralarda kültürel ve sosyal merkezler haline gelmişlerdir.
Bu merkezlerde Türk din ve dilini yaymaya başlayan bu misyonerlere ve gönüllü
muhacirlere sahip olmak, yeni kurulmakta olan Türk (Osmanlı) devletinin en
büyük kuvveti olmuştur.[111] Osmanlı sosyal yapısına asıl
yön veren tarikatlar Yeseviyye ve Kalenderiyye tarikatlarına bağlı Heteredoks
tarikatlar ve bunların Abdal, baba vb. isimler taşıyan derviş ve şeyhleri
olmuştur.[112]
Rum
(Anadolu) Erenleri
XII. yy.’da
Rum diyarı olarak bilinen Anadolu’da yeşererek, sonrasında gelişip Rumeli’de de
faaliyet gösteren dört farklı Eren grubundan bahsedilecektir.
Gaziyan-ı
Rum: Anadolu Gazileri
Âşık Paşazade
tarihinde; “Gaziyan-ı Rum”, diğer tarihlerde Alpler veya Alp Erenler namı
altında zikredilen ve daha İslamiyet’ten evvel bütün Türk dünyasında mevcut
olan eski ve geniş bir teşkilata mensup Türk şövalyeleri mevcuttur.[113] Rum (Anadolu) Gazileri, Rum
Abdalları, Ahiler ve Bacılar ile birlikte yan yana anılan bir zümre olup,
özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulup genişlemesinde önemli roller
almışlardır. Osman Gazi’nin silah arkadaşları olan Konur Alp, Turgut Alp, Gazi
Mihal, Abdurrahman Gazi, Hasan Gazi, Bayhoca, Gündüz Alp, Aktimur gibi
alperenlerin bu devletin kuruluşunda önemleri büyüktür.[114]
Rum (Anadolu) Gazileri; Horasan erenlerinden etkilenen Anadolu dervişleri olup,
özellikle İslam’ı yaymak ve yeni yurtlar edinmek amacıyla sınır boylarında
görevler almış ve buralara yerleşerek, tekke ve zaviyeler kurmuşlardır.
Abdalan-ı
Rum: Anadolu Abdalları
“Abdal” terimi
genel olarak “derviş” anlamına gelmektedir. XII. yüzyıl sonlarından itibaren
bütün Orta Asya ve Anadolu’yu da içine alan Orta Doğu bölgesinde muhalif bir
sufi hareketi olarak ortaya çıkan Kalenderilik tarikatına mensup çeşitli gruplarca
kullanılmıştır. Kalenderilik, Ahmed-i Yesevi’nin kurduğu Yesevilik tarikatını
da, Horasan Melametiliği köküne dayanması sebebiyle Anadolu’yu da içine
almıştır. Kalenderilik, bir yandan Yesevilik ve ondan doğan Haydarilik şeklinde
yayılırken bir yandan da Orta Doğu’da Cavlakilik, Kalenderilik, Vefailik
tarzında teşkilatlanmıştır.[115]
Bazı
kaynaklarda Horasan Erenleri olarak da geçen bu zümre, XIV. yüzyılda Anadolu’da
dini ve içtimai açıdan önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı Devleti’nin bu dönem
kaynaklarında Abdal veya baba lakaplı savaşlara katılan dervişlerden
bahsedilmektedir. Abdal denilen dervişlerin Marmara ve İç Anadolu
bölgelerindeki birçok fetihte önemli etkileri olmuştur. Abdal Murad, Abdal
Musa, Doğlu Baba, Geyikli Baba, gibi dervişler bu fetihlerde başrolü
oynamışlardır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Bursa çevresinden
Balkanlar’a kadar özellikle kırsal kesimdeki birçok yerleşim merkezinin
dervişlere verilen alanlarda kurulduğu bilinmektedir. Dervişlerin fetih, iskân
ve bölgenin İslamlaşmasında etkilerinin olduğu malumdur.[116]
Türk şamanlarını hatırlatan Baba lakaplı bu Türkmen Şeyhleri, köylülerin ve
göçerlerin başlıca hâkimiydi. Din tarihi bakımından, bu Babailerin ve Türkmen
şeyhlerinin menşeini Yeseviyye ve Kalenderiyye tarikatları kısmen oluşturmaktaydı.[117]
Osmanlı
kaynaklarında, Abdalan-ı Rum yada Rum Abdalları diye bahsedilen bu zümre;
genellikle yarı meczup, sakal, bıyık, saç ve kaşları traşlı, hayvan postuna
bürünmüş ve yarı çıplak olarak dolaşan (Geyikli Baba, Postinpuş Baba gibi) ve
tahta kılıçlarla savaşan, gruplar halinde ritüel mahiyette seyahat eden
dervişlerdir. Bunlar arasında Hacım Sultan, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Kızıl
Deli (Seyyid Ali Sultan) Abdal Şuca ve daha sonraları Otman Baba, Hüsam Şah
gibi adları menkıbelerde yazılmış ve Anadolu’da efsaneleşmiş kimseler vardır.
Bu isimlerin hemen hepsi de XV. yüzyılda Bektaşiliğin teşekkülüyle birlikte, en
büyük Bektaşi evliyaları kabul edilmişlerdir.[118]
Sonuç olarak; Rum Abdalları (Anadolu Dervişleri) zümresi tek bir tarikatı
temsil etmeyip, başlangıçta Vefai, Kalenderi, Yesevi ve Haydari dervişlerinden
meydana gelmekteydiler.[119] Sonradan Anadolu’da yayılan
Bektaşilik de yukarıda sayılan tarikatların etkisiyle kurulmuş olup Rum
Abdalları zümresinden sayılmaktadır.
Baciyan-ı
Rum: Anadolu Bacıları
Âşık
Paşazade’nin bahsettiği bir diğer teşekkül de Baciyan-ı Rum yani Anadolu
kadınları teşkilatıdır. Kendi dönemlerinde çeşitli zümrelerle münasebeti,
irtibatı, benzer yönleri olsa da şahsına mahsus özellikleri olan kadınlardan
oluşan sosyal bir kuruluştur. Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesinde aktif
bir rol oynayan bu zümre; iktisadi, askeri, ahlaki, içtimai faaliyetleriyle
Anadolu’daki oluşuma katkı sağlamıştır. Bu faaliyetlerine bir örnek vermek
gerekirse; Anadolu Bacıları, yoldan gelip geçenlere yardım etmekte, iaşelerini
sağlamaktadır. Günümüz Anadolu’sunda hala bulunan köy odalarında misafir
kalanlara yemek pişirildiği, sofra hazırlandığı göz önünde bulundurulursa bu
güzel âdetin bu zümreden bizlere miras kaldığını söylememiz mümkün
olabilecektir. Anadolu Bacıları dini etkinliklerde, örgücülük ve dokumacılık
işlerinde hatta askeri faaliyetlerde bulunmaktadır. XV. yüzyıl başlarında
gezgin Bertrandon De La Brüquiere, Dulkadiroğulları Beyliği’nin silahlı erkek
ve kadınlardan oluşan bir Türkmen kuvvetine sahip olduğunu söylemektedir.[120]
Bektaşilerin
piri Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Bacıyan-ı Rum ile münasebeti bulunmaktadır.
Bektaşi ananesinde tarikattan olan kadınlara genellikle bacı lakabının
verilmesi bu konuyla alakalı olabileceği değerlendirilebilir. Memluklular
zamanında kadınlara has bir tekke olduğu, Selçuklular zamanında kadınların
tarikatlara girerek şeyhlere intisap ettiği ve şeyhlerin derslerine örtülü
olarak katıldıkları bahsedilmektedir.[121]
“Kayıtlarda
gördüğümüz Kızı Bacı, Ahi Ana, Sakari Hatun, Hacı Fatma zaviyeleri gibi bazı
zaviye şeyhleri de aynı surette kadınlar olması nazarı dikkati celp etmektedir.
Anadolu’da kadın tekke şeyhleri görmek bizi hayrete düşürmemelidir. Âşık
Paşazade bu kadın dervişlerden Bacıyan-ı Rum namı ile bahsetmekte ve Hacı
Bektaş’ın Rum Ahileri, Rum Abdalları ve Rum Gazileri gibi gruplar içinde
Bacıyan-ı Rum’u, Kadıncık Ana (Fatma) isminde bir kadına, bütün kerametini
göstermesi ve tarikatı ona ısmarlaması bu bakımdan manidardır.”[122]
Ahiyan-ı Rum
zümresi ile Baciyan-ı Rum arasında bağlantı bulunmaktadır. Kurmuş olduğu Ahilik
teşkilatı ile Anadolu’nun sosyal, iktisadi ve siyasi hayatını etkileyen,
Anadolu’nun Türk yurdu olmasında ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük rol
oynayan bu sebeple Türk-İslam tarihinin önemli şahsiyetlerinden olan Ahi
Evran’ın kendisi gibi Türk olan Hocası Evhadüddin Kırmani’nin kızı Fatma Bacı
ile evlenmiştir. Fatma Bacı’nın; Kadıncık Ana diye ünlenen ve Anadolu’da
Baciyan-ı Rum teşkilatını kuran kadın olduğu bilinmektedir. Ahilerin erkek
üyeleri “eline, beline, diline sahip ol” prensibini benimseyip uygularken,
bağlantılı oldukları Bacıyan-ı Rum zümresi “eşine, işine, aşına sahip ol”
prensibini benimsemektedirler.[123]
“Anadolu
Abdalları ile Anadolu Bacıları heterodoks inançlar çerçevesinde kendilerini
Tanrı’ya adamış baba, derviş, kadın ya da erkek müritlerdir.” Bu ifadeyle
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Anadolu Bacıları’nın Anadolu
Abdallarıyla beraber bir zümre oldukları görülmektedir.[124]
Anadolu Abdalları’nın piri Hacı Bektaş Veli, Anadolu Bacıları’nın piri de
Kadıncık Ana olarak kabul edilmektedir.
Ahiyan-ı
Rum: Anadolu Ahileri
XIII. yüzyılda
Anadolu’nun içinde olduğu siyasi ve sosyal istikrarsızlığa rağmen bu dönemde
oluşmaya başlayan Ahilik teşkilatı, varlığını asırlarca sürdürecek kuvvetli bir
teşkilatlanmaya dönüşmeyi başarmıştır.[125]
Anadolu’da fütüvvet teşkilatının kurallarını benimseyen Ahilik, Orta Asya’dan
Anadolu’ya göçlerden sonra kurulmuş ve gelişmiştir.[126]
Bu kuruluş, XIII. yüzyıldan XVIII. yüzyıla dek “Ahilik”, o zamandan XX. yüzyıla
kadar da “Gedik” yani Lonca teşkilatı olarak toplumun ekonomik ve sosyal
kesimindeki oluşumları düzenlemiştir. Bu konuda araştırmacılar ahiliğin kökünü
doğuda özellikle Araplar arasında XI. yüzyıldan başlayarak gelişmiş olan
fütüvvet örgütüne dayandırırlar, ancak fütüvvetten farklı olarak onun Anadolu
Türklerinin şekillendirip kendi damgalarını vurarak Anadolu Türklüğüne özgü bir
kuruluş olduğunda birleşirler. Mesleki ve ahlaki bir kuruluş olan ahilik
Anadolu’ya özgü bir kuruluştur. Fütüvvet ise Anadolu’da ahilikten önce var olan
bir kurumdur.[127] Fütüvvet; İslamiyet’in ilk
yıllarında sosyal bir kavram olarak ortaya çıkmış, IX. yüzyıllın başında sosyal
bir yapılanma olarak gençler arasında içtimai, iktisadi ve siyasi bir
kurumsallaşmaya dönüşerek teşkilatlanmış, yine IX. yüzyılda tasavvuf hareketine
paralel olarak sufilikle bütünleşerek tasavvufi bir kimlik kazanmış, son olarak
ta esnaf tabakası ile sufi kurum kimliğini oluşturmuş ve mesleki teşekkül
niteliğindeki “Ahilik Fütüvveti” şekline gelmiştir.[128]
[129]
XI. yüzyılda
Anadolu’da, İslam-Türk geleneğinin en belirgin örneklerinden olan “Fütüvvet” ve
“Ahilik” kültürü, İslam’ın cihat ve şecaat ruhu*
ile Türklüğün kahramanlık, yardımseverlik ve kanaatkârlık ruhunun
bileşimi olarak görülmüştür. Dini-Mesleki bir kuruluş olan Ahilikte, Sünni-Şii
ayırımı yapılmadan bütünleştirici bir eğitim verilmiş, gayrimüslim esnaf ve
sanatkârlar da bu çeşit kuruluşların sosyoekonomik şemsiyesi altına girmiştir.
Bu birlik ve müsamaha anlayışı sayesinde Ahilik, çok hızlı ve etkin bir
şekilde, Anadolu ve Rumeli’nin birçok şehir ve köylerine yayılmıştır.
Türkiye Ahi
Örgütünün kurucusu, XIII. Yüzyılda Bağdat’tan Anadolu’ya gelen bir grup ulema
ve sufiler arasında olan Ahi Evren (Evran Nasiruddin)’dır. Ahi Evren Hoy
şehrinde doğmuş ve Harzemşahlar yönetimindeki Herat’ta ders vermekte olan
Fahruddin Razi’nin derslerine katılmıştır. İlk tasavvuf terbiyesini Horasan ve
Maveraünnehir’de Ahmed Yesevi’nin öğrencilerinden almıştır. Daha sonra hac
vazifesi için Mekke’deyken Sadreddin Kirmani ile tanışmış ve ona bağlanmıştır.
1206 yılında Anadolu’ya gelen Ahi Evren 1207 yılında Kayseri’ye yerleşmiştir.[130] [131]Ahi
Evren, Evhadüddün Kirmani’nin kızı Fatma Bacı ile evlenmiştir. Ahi Evren hocası
ve kayınpederi olan Kirmani ile Anadolu’yu şehir şehir gezerek Ahi Örgütünü kurmuştur.
Osmanlı
Devletinin kuruluş dönemlerinde, Ahilik, Babailik ve Mevlevilik gibi tarikat ve
teşkilatlar Anadolu Beylikleri üzerinde önemli nüfusa sahip olmuşlardır. XIV.
ve XV. yüzyıllarda bu tarikatlar güçlenerek Anadolu’nun siyasi tarihinde söz
sahibi olmalarının nedeni de, beyliklerin bu tarikat ve teşkilatları himaye
etmesinden kaynaklanmıştır. Osmanlı Devletinin temeli atılırken geniş ölçüde
Ahilik ve Ahi reislerinin nüfuslarından istifade edilmiştir.[132]
Ahilik
teşkilatı; çırak, kalfa, usta ve pir ilişkileri dini ve milli hiyerarşiye göre
şekillenmiştir. Ahiler hem gündüzleri hem de gece sohbetleriyle eğitilir, üstün
bir ahlak ve iş terbiyesiyle yetiştirilirlerdi. Hangi sanatta iseler o sanat
kolunda temiz ve kaliteli mal üretirlerdi. Ustalar, pirlerin öğütleri ve
tarikat disiplinince yanlarında çalışan çırak ve kalfaların bütün dertleri ile
ilgilenirler, onların iyi birer usta olmalarını sağlarken, her şeylerini
kontrol ederlerdi. Uygunsuz davranışlarını ikaz ederlerdi. Küfür edenler,
ikiyüzlü ve ortalığı karıştıranlar, yalan söyleyenler, sözünü tutmayanlar, kan
dökenler, sattığı malda hile yapanlar ahi olamazlardı. Ahilik teşkilatı
Anadolu’nun Türkleşmesinde ve ticaretin Türklerin eline geçmesinde büyük önemi
olmuştur.[133]
Ahiler; bir
sanat ve meslek topluluğu olmakla birlikte asıl iktisadi niteliklerinden daha
çok dinsel ve sosyal değerleri içerisinde toplayıp bir araya getirme,
dayanışma, cömertlik, muhtaçlara yardım, zulüm görenleri koruma yönleriyle öne
çıkmışlardır. XIII. yüzyılda Anadolu’nun sosyal yaşantısının düzenlenmesinde
büyük rol üstlenmiş ve oynamışlardır. Anadolu’daki Türkmen gençleri devletin
ihtiyacı olan askeri güce katkıda bulunmaları için organize etmiş, belli bir
süre bir kademede pişirilen kalfa- yamak-çırak-usta hiyerarşisini kurmuş ve bu
kademelerdekileri baba-evlat ilişkisi şeklinde sağlam bağlarla birbirlerine
bağlayarak manevi ve ahlaki yönden güçlü sanatkâr nesiller yetiştirmişlerdir.
Esnaf ve sanatkârların önemli bir sorunu olan üretici- tüketici arasındaki
sürtüşmeleri düzenlemiş ve engellemişlerdir. Şehirlerden köylere Anadolu ve
Rumeli’nin en ücra köşelerine kadar yayılan bir zaviye yani toplantı ve konuk
evleri örgütü kurmuştur.[134] Ayrıca Ahilik, Moğol
istilasının Anadolu’da meydana getirdiği siyasi istikrarsızlık, sosyal ve
ekonomik buhran dönemlerinde mahalli idarelerde söz sahibi olarak, halkın huzur
ve sükûnunu, asayiş ve güvenliğini tesis etmiştir. Osmanlı Devletinin kuruluş
yıllarında görülen Alperenler ve Gaziyan-ı Rum Taifesi, fütüvvet yolunun
silahlı kısmını temsil etmektedir. Zira bahsedilen bu zümre sonraki yıllarda
Yeniçeri Ocağı’nın temelini de oluşturacaktır.[135]
Bütün İslam
âleminde çok yaygın bir tasavvufi-iktisadi teşkilat örneği olarak görülen
Fütüvvet, kaynağını Melâmeti görüşünden almakla birlikte, zikre dayalı sufi
zümrelerce de benimsenen bir birlik ve faaliyet olarak Anadolu’da Ahilik adı
ile etki göstermiştir. Sağlam meslek ahlakını yaşatan ahilik teşkilatı, dini ve
iktisadi olduğu kadar toplumsal ve siyasi rolü de önem arz etmektedir.
Anadolu’da siyasi otoritenin zayıflaması ve/veya ortadan kalkması ile bu
teşkilat yönetimi ele alarak toplumun güvenliğini sağladıkları görülmektedir.[136] Anadolu Selçuklu Devletinin
çökmesiyle birlikte oluşan küçük beyliklerden Osmanlı beyliğinin İmparatorluk
olmasında Ahilerin önemli rol oynadığı bilinmektedir.
Anadolu
Ahilerine, üçü kapalı üçü açık olmak üzere, altı iyi ahlak ve insanlık kuralı
benimsetilmektedir. Bunlardan kapalı olan üçü:
Eline (dikkat et); hırsızlık, zorbalık, kötülük etmemek
için,
Diline (dikkat et); yalan, iftira, dedikodu, küfür ve
hakaret etmemek için,
Beline (dikkat et); başkalarının namusuna, onuruna
dokunmamak içindir.
Açık olan
diğer üçü ise:
Elin açık olsun; düşkünlere yardım için,
Kapın açık olsun; konuk olan ve bir şeyler isteyen için,
Sofran açık olsun; yoksullara, muhtaçlara yemek yedirmek
içindir.[137]
Ahiler kız
çocuklarına da şu öğüdü verip, üç şeyi benimsetmektedirler:
Eşine dikkatli ol.[138]
Anadolu Ahi
teşkilatına kadınlar üye olamadığından dolayı, bu alandaki eksikliği kendi
aralarında teşkilatlanarak gidermiş olan kadınlar, Anadolu Bacıları teşkilatını
kurmuşlardır. Yukarıdaki bölümde de belirttiğimiz üzere Anadolu Ahiliği
Teşkilatını kuran Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı (Kadıncık Ana), Anadolu Bacıları
teşkilatının kurucusudur.
Rum (Anadolu)
Erenleri ve Yesevilik için şunları söyleyebiliriz: Hoca Ahmed Yesevi ve
Yeseviliğin, gerek Yesevi Dervişleri, gerekse onlardan etkilenen diğer
tarikatlar vasıtasıyla, Rum (Anadolu) Erenleri “Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum,
Baciyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum” olarak adlandırılan zümreler üzerinde derin tesiri
olmuştur. Bu vasıtayla Yesevilik, Anadolu’da kurulan ve çevresindeki geniş
coğrafyayı etkisi altına alan Türk beylikleri ve Türk devletlerinin; sosyal,
kültürel, ekonomik ve siyasi hayatına şekil vermiştir.
Yesevilik
Etkisi Taşıyan Tarikatlar
Tarikat
silsilesi bakımından Hoca Ahmed Yesevi’ye mensup bulunan ve günümüze kadar
gelmeyi başarmış olan başlıca iki önemli tarikat vardır. Bunlar; Nakşbendiye ve
Bektaşiye’dir. Ancak bu iki büyük tarikattan başka Anadolu’da farklı zamanlarda
farklı bölgelerde etki göstermiş olan tarikatların da Yesevilikten etkilenmiş
oldukları muhakkaktır.
Nakşibendîlik
Yeseviyye
tarikatı Seyhun (Sir-i Derya) bölgesinde, yani Yesi, Taşkend ve çevresinde
gösterdiği yayılma gücünü, Horasan bölgesinde, Harezm havzasında, Maveraünnehir
olarak bilinen Buhara, Semekand ve Fergana’da birkaç asır boyunca
gösterememiştir. Bu bölgelerde Yeseviyye tarikatı ve Yeseviyye menkıbelerinin
yaygınlaşması ancak XIV. yüzyıldan sonra Timur ve oğulları döneminde olmuştur.
Halk üzerindeki nüfusunu yerleştirmek ve güçlendirmek için manevi önderlere ve
ünlü mürşidlere dayanma siyasetini güden Timur, bu suretle Seyhun bölgesi
halkının kendisine sempatisini artırmak maksadını takip etmiştir.
Bu dönem
Türkistan’da tarikata ismini veren Şah-ı Nakşbend Bahaüddin Buhari tarafından
Nakşibendiyye tarikatının temel esaslarının sistematik olarak belirlendiği ve
halk arasında yayıldığı zamandır. Yine bu dönemde Nakşibendiyye ile Yeseviyye
tarikatları halk içerisinde birlikte yayılmış ve aynı zamanda toplum seçkinleri
arasındaki nüfuslarını da artırmıştır. Bu durumun her iki tarikatın
silsilelerinin birkaç halka geriye gidildiğinde Yusuf Hemedani’de birleşiyor
olmasının önemli etkisi olmuştur.
Nakşibendiyyenin
kurucusu olan Şah-ı Nakşbend lakabıyla tanınan Bahaeddin Muhammed ibn Muhammedü’l-Buhariyyü’l-Üveysi’nin
Yesevi şeyhlerinden Kusem Şeyh ve Halil Ata ile uzun bir süre beraber bulunarak
kendilerinden feyz alması Nakşibendiliğin, Ahmed Yesevi ile ilgisinin bir
kanıtı olmuştur. Bu dönemki siyasi gelişmeler içerisinde Halil Ata Maveraünnehir
hükümdarı olmuş ve Sultan Halil unvanını almıştır. Sultan olmadan önce altı,
Sultan olmasından sonra da danışmanı olarak altı yıl olmak üzere toplam on iki
yıl süreyle Halil Ata’nın hizmetinde bulunan Şah-ı Nakşbend’in tasavvuf
eğitiminde Yesevi mürşidlerin yeri tartışılmaz bir gerçektir.
Nakşibendiliğin
genel hatları itibariyle Yesevilik’ten pek farklı değildir ve Orta Asya‘da kısa
zamanda yayılmasının önemli nedenlerinden birinin de Yesevilik tarikatının
bölgedeki etkinliği olduğu da aşikârdır.[139]
[140] Ayrıca Nakşibendiyye’nin
bütün Orta Asya’da yayılmasından sonra Afganistan, Hindistan, Kazan, Orta Doğu
ve nihayet Anadolu olmak üzere çok geniş bir coğrafyada yayılıp benimsenmesi,
yine Yesevi dervişlerinin daha önceden bu iklimlerde yaptıkları faaliyete bağlı
olarak kolaylaşmıştır.[141]
Vefailik
Yeseviliğin
Anadolu’da yayılmasında önemli etkisi olan ve Anadolu’da sosyal ve kültürel
bakımdan derin etkiler bırakan tarikatlardan biriside Vefai tarikatıdır.
Vefailik, Yesevilik ile çağdaş tıpkı onun gibi göçebe Türkmenler arasında
yayılmış, farklı coğrafi bölgelerde teşekkül etmesine rağmen onunla neredeyse
ikiz denecek kadar benzerlik gösteren bir tarikattır. Her iki tarikatta XIII.
yüzyılda ve XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’da bir arada bulunmuşlardır.
Vefailiğin bir yandan 1240 yılında başlayan Babai isyanının itici gücü olması,
öbür yandan Şeyh Edebali ve Geyikli Baba vasıtasıyla Osmanlı İmparatorluğunun
kuruluşunda oynadığı rol Anadolu ve Türkler üzerindeki etkisinin önemli bir
göstergesi olmuştur.[142]
Türkmenlerin,
her işlerinde kadınlı erkekli birlikte bulunmaları geleneği, dini
yaşayışlarında da kadınlı erkekli birlikte ayin ve ibadetleri, bu toplumsal
gelenekte payı olmayan ya da ona yabancılaşan anlayışlarca yadırganmaktadır.
Hoca Ahmed Yesevi cemaati için kendisini gösteren böylesine bir kanaat ve
davranış, Vefaiyye tarikatından Baba İlyas Horasani’nin halifesi Geyikli Baba
cemaatiyle ilgili olarak da müşahede edilmektedir. Aynı etki daha sonra Anadolu
ve Rumeli’de hızla yayılan Bektaşilik tarikatında da görülmüş ve günümüze kadar
da devam etmiştir. Anadolu Dervişliğinde bu kesimin Yesevilikten kuvvetli bir
takım izler taşıdığı görülebilmektedir.[143]
Haydarilik
Hoca Ahmed
Yesevi’yi ve Yeseviliği, halifeleri Orta Asya’da (bugünkü Kırgızistan,
Özbekistan, Kazakistan) yaymışlardır. Yesevilik, Maveraünnehir ve Fergana
Vadisinde taraftar bulmuş ve buradan Harezm (Bugünkü Türkmenistan) sahasına
ulaşmıştır. Harezm’den İran’a girmiş ve burada Zave şehrinde XII. yüzyıl
sonlarında Kalenderiler ile birleşerek Haydarilik Tarikatı’nı doğurmuştur.
Haydarilik Anadolu içinde son derece önemli yeri olan bir tarikat konumuna
gelmiştir.[144]
Anadolu’da
Yesevilik denince akla ilk gelen isim Hacı Bektaş Veli’dir. Ayrıca Hacı Bektaş,
Yesevilik-Vefailik-Haydarilik üçlüsünü birbirine bağlayan kilit taşı
konumundadır. Çünkü bu her üç tarikat ile bağlantıları olan bir şahsiyettir. Bu
çerçevede Yeseviliğin Anadolu’daki akıbetinin ve dolayısıyla Bektaşiliğin
teşekkülünün, Yesevilikten ayrılma bir Kalenderi tarikatı olan Haydarilik’le çok
yakından ilgili olduğu görülmektedir. Vilayetname-i Hacı Bektaş-ı Veli’de;
“saçı, sakalı, kaşları kazınmış, aşağı sarkan gür bıyıklı çırçıplak bir abdal”
olan Hacı Bektaş-ı Veli’nin bir Haydari Şeyhi olduğu açıkça görülmektedir. Yine
aynı kaynakta yer alan; Ahmed Yesevi -- Kutbu’d-Din Haydar -- Hacı Bektaş
üçlüsü arasında geçen menkıbelerin de bu çerçevede önemli bir anlamı olduğu,
Bektaşiliğin doğrudan doğruya Yesevilikten değil, Yesevilikten etkilenmiş olan
Haydarilikten doğduğu ve böylece kronolojik olarak bu üç tarikat arasında
organik bir bağın olduğunu gösteren önemli birer işaret olarak kabul
edilebilecektir. Bir anlamda; Yesevilik Bektaşilik tarafından değil, fakat
Yesevilikteki Kalenderi unsurları kendi bünyesinde çok daha belirgin bir
biçimde temsil eden ve Anadolu’da bu sebeple ona üstün gelen Haydarilik
tarafından daha XIII. yüzyılda eritilmiştir. XIV. yüzyılda Anadolu’da artık
Yesevilikten bahsedilememektedir, ancak Ahmed Yesevi’nin hatırası Haydarilik
geleneği içerisinde sürmüş, Bektaşiliğe de o kanalla geçmiştir. Bir Haydari
dervişi olarak XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde kardeşi Menteş ile beraber
Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş, o dönem Anadolu’ya yerleşmiş olan ve
Melâmeti-Kalenderi bir nitelik arzeden Vefailiğin temsilcisi Baba İlyas-ı
Horasani’ye intisap etmiştir. 1240’daki Babai isyanı ve sonrasındaki etkileri
sonucu Vefailik tarikatı Anadolu’da zayıflamaya ve Haydarilik tarikatı ise
gücünü ve etkisini artırmaya başladı. XIV. yüzyılda ise Sulucakaraöyük’deki
Hacı Bektaş Zaviyesi artık bir Haydari merkezi olmuştu. Haydarilik, XV.
yüzyılın son döneminde Hacı Bektaş kültü aracılığı ile kendi içerisinde
Bektaşiliği çıkardı.[145]
Kalenderilik
Kalenderiliğin,
Orta Asya ve İran bölgelerinde, muhtemelen X. yüzyılda doğduğu tahmin
edilmektedir. Şihabu’d-Din Ebu’n-Necip el-Suhdeverdi’nin Avarifu’l- Maarafi ve
Abdu’r-Rahman Cami’nin Nefehatul-üns’ü gibi tasavvuf kaynakları Kalenderiliği
X. yüzyıldaki Horasan Melametiliği ile sıkı sıkıya ilişkili görmektedirler.
Gerçektende mücerredlik, fakr ve melamet gibi bir takım tasavvufi konular
itibariyle benzerlikler ortada gibidir.[146]
Rum (Anadolu)
Erenleri başlığı altında belirtildiği üzere; Kalenderilik, Ahmed Yesevi’nin
kurduğu Yesevilik tarikatını da, Horasan Melametiliği köküne dayanması
sebebiyle Anadolu’da içine almıştır. Kalenderilik, bir yandan Yesevilik ve
ondan doğan Haydarilik şeklinde yayılırken bir yandan da Orta Doğu’da
Cavlakilik, Kalenderilik, Vefailik tarzında teşkilatlanmıştır.[147]
Kalenderilik
ile Bektaşilik arasında yakın bir ilişki olduğu kabul edilmektedir. Zira Hacı
Bektaş-ı Veli eseri olan Vilayetnamesi’nde, kendisini bir Kalenderi olarak
tasvir etmektedir. Bu esere göre, Ahmed Yesevi halifeliğini kendi müridlerinden
birine verecek yerde, onlara itimat etmeyip, “Çırçıplak Bir Abdal’a” yani Hacı
Bektaş-ı Veli’ye verir. Hacı Bektaş’ın müridleri, “Ulu Abdal, Keçi Abdal, Kara
Abdal gibi” abdal lakabı taşımaktadır. Yine Vilayetname’de Kalenderîlerin sık
sık Hacı Bektaş tekkesine geldiğinden bahsedilmektedir. Bundan başka tarikata
yeni girenlerin “cihar darp” yaptıklarını yani saç, sakal, bıyık ve kaşlarını
traş ettiklerini yazmaktadır.[148] Bu bağlamda kökeni Horasan
Melametiliğine dayandığı kabul edilen Kalenderiler ve Yeseviler ile Rum
Abdalları ve Bektaşiler arasında bir ilinti olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Mevlevilik
Anadolu
tasavvuf kültüründe önemli bir yere sahip olan Mevlevilik, melamet anlayışından
önemli ölçüde etkilenmiştir. Mevlana, babası Sultan-al-ulema ve onun halifesi
Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizi vasıtasıyla melamet meşrebine sahip olmuştur.
161 Mevlana Celaleddin Rumi'nin yaşamı ve din anlayışı üzerinde çok
önemli bir etkisi olan Şems-i Tebrizi, Kalenderiliğin dünyayı boşlayan, dünyaya
ait her şeyi ilahi aşka ulaşmak yolunda yalnızca birer engel olarak gören tavrı
ile Mevlana'yı bambaşka bir kişiliğe büründürmüştür. Bu durum ile Mevlana'dan
sonra onun etrafındakiler ikiye ayrılmış ve ilki zühdü esas alıp şeriat
çizgisini takip eden Veled kolu, ikincisi ise rind meşrep[149] [150]
bir çizgi izleyen, cezbe[151] ağırlıklı Şems kolunu oluşturmuştur. Ancak
Mevlana, yaşamı süresince bir tarikat kurmamış, vefatından sonra onun
takipçileri tarafından Mevlevilik tesis edilmiştir.162
Eflaki,
eserlerinde Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin kendisine intisap eden müridlerini
tıraş ettirdiğinden bahsetmektedir. Saç, sakal ve bıyıktan, kaşlardan veya iki
kaşın arasından makasla birkaç kıl kesmek suretiyle gerçekleştirilen sembolik
ritüel, şüphesiz ki saç, sakal, bıyık ve kaşlarının usturayla kazıtılması olan
“Cihar Darp’ı”[152] uygulayan Kalenderilerden geçmiştir.163
Mevlana;
kökeni ve etkileşimi itibariyle Horasan Melametiliği ile irtibatlı olan
Kalenderi dervişi Şems-i Tebrizi'nin tasavvuf düşüncesini büyük ölçüde
benimsemiştir. Bu düşünce ile vahdet, cezbe ve aşk anlayışı ile yoğrularak
mistik bir tefekkür içine giren Mevlana, hiç de yabancı olmadığı Kalenderi
eğilimin tesiriyle şeriatın sınırlarını genişleterek boyut kazanmıştır. Daha
sonra kurulan Mevlevilik tarikatı tarafından da bu tesirler korunmuş ve XX.
yüzyıla kadar yaşatılmıştır.[153] Kökeninde Melametilik
anlayışı olan Yesevilik ile Kalenderdik tarikatının irtibatı gözönüne alınırsa
Yesevilik ile Mevleviliğin ilişkisi de anlaşılabilecektir.
Ahmed
Yesevi’nin esaslarını belirlediği Yeseviyye tarikatı, Nakşibendiyye
tarikatından başka, daha sonra Türkistan ve Anadolu’da gelişecek olan
Kübreviyye, Mevleviyye, Bektaşiyye tarikatları ile Hind yarımadasında yaygın
olan Çiştiyye gibi diğer büyük tasavvuf ekollerini de derinden etkilemiştir.[154]
Rıfailik
Moğol
istilasının yaşandığı dönemlere toplumsal etkisi, Irak’ta doğan Rıfaiyye ve
Kadiriyye tarikatlarına tamamıyla birer Türk-Sufi tarikatı mahiyetini
vermesiyle de önemlidir. Özellikle, gerek Yeseviyye ve gerekse de Vefaiyye ile
aralarında bir yakınlık mevcut olan, Ahilikle de karşılıklı etki ve bağlanış
esasında kaynaşan Rıfaiyye tarikatı, Anadolu’ya yayılan ilk sufi zümreleri
arasında görülmektedir. Ancak Türkmen ve Moğol Rıfai dervişlerinin coşkun zikir
ve semalarının yadırgandığı, ateşte yürüme, vahşi hayvanlara binme, yılanlarla
raks etme gibi gösterilerin ilgi çektiği kadar, şeytanca fiiller şeklinde
Müslümanlık dışı olarak nitelendiği de müşahede edilmektedir.[155]
Bektaşilik
Türk halk
dindarlığının Anadolu’daki en yaygın, en tanınan ve günümüze kadar ulaşmış
formlarında biri de Bektaşiliktir. Ahmed Yesevi’den gelen ikinci büyük tarikat
olan Bektaşilik, biyografisi daha çok efsanelere dayanan Hacı Bektaş Veli’ye
bağlılığını vurgulayan bir tarikattır. Hacı Bektaş Veli’nin, Yesevi
müritlerinden olduğu hakkında menkıbede mevcut rivayet, Osmanlıların
teşekkülünden önce Anadolu’da birçok Yesevi dervişlerinin gelmesi sebebiyle
onun da bunlardan sayıldığı tarzında bir yorum vardır. Vilayetname’ye göre Hacı
Bektaş, İmam Musa Kazım soyundan bir seyyid ve Hoca Ahmed Yesevi’nin mürididir.[156] Ancak Yesevi’nin birinci
derece müridi olması kronolojik sebeplerle mümkün değildir; zira ölüm tarihleri
arasında yüzyıldan daha fazla bir süre vardır. Kesin olan şudur ki Hacı Bektaş
Veli “Horasan Erenleri” arasındadır.[157]
M. Fuad
KÖPRÜLÜ’nün saha ile ilgili en önemli eserlerden olan “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”
adlı kitabında; “Ayinlerinde Türkçenin -Arapça ve Farsça yerine- tarikat lisanı
olması, tıpkı Yesevilerde olduğu gibi halk vezni ve lisanîyle yazılmış sade
Türkçe ilahilerin arasında pek çok tutunması gibi dış benzeyişlere rağmen,
Bektaşilikle Yesevilik arasında hiçbir hakiki bağ mevcut değildir. Çünkü
Bektaşi tarikatının daha ilk kuruluş anlarında bile ona intisap edenler bütün
haram olan şeyleri mubah gören zındıklar olarak telakki edilmiş yahut Hurufiyye
taifesinden addolunmak suretiyle “Hariç Ez-Şeriat” sayılmıştır. Tarikatın daha
ilk kuruluş zamanlarına ait olan bu hal, onun daha önce başka tarikatlar gibi
şeriat dairesi dâhilinde bir tasavvuf mesleki iken, sonları bir takım
Hurufilerin ve dinden çıkan zındıkların* eline
geçerek eski mahiyetini kaybettiği hakkında umumiyetle beslenen zaman, tarih
olarak yanlış olduğunu kuvvetlendiriyor.”[158]
şeklinde ifade etmektedir.
Bununla birlikte, bir başka
kaynakta ise; “Hacı Bektaş Veli, Hoca Ahmed Yesevi’nin talebesi ve halifesi
olan Lokman Parende’nin yanında eğitimini tamamlayarak icazetini alıp irşat
göreviyle Anadolu’ya gönderilir”[159] şeklinde
bir rivayet bulunmaktadır.
Bektaşilik
tarikatı, özellikle Kırşehir ve çevresinde faaliyet gösteren ve bir Yesevi
Şeyhi olan Hacı Bektaş-ı Veli tarafından temsil edilen bir gelenekten
doğmuştur. Bu etki dolayısıyla Bektaşilik, belli ölçüde Ahmed Yesevi geleneğine
bağlı ikinci büyük tarikat olarak görülmektedir. Bu iki tarikat arasındaki
ilişki doğrudan değil dolaylıdır. Anadolu’da yayılan Bektaşilik Rum Abdalları zümresinden
sayılmaktadırlar. Kurucusu Hacı Bektaş-ı Veli ise bir Vefai şeyhi olan Baba
İlyas’ın müridi ve halifesidir.[160]
Hacı Bektaş
Veli’nin Makalat’ı “Dört Kapı-Kırk Makam” tertibi üzere ele alınmıştır. Bu
tertip, Ahmed Yesevi’nin Fakr-name’si ile hemen hemen aynıdır. Fakr, kişinin
Fenafillah’a ulaşmak için yapacağı bir takım mücadele ve geçeceği makamları
ifade eden tasavvufi bir terimdir. Bu makamları anlatan eserlere Fakr-name
denmiştir. Dini tasavvufi Türk edebiyatında fakrı ve makamları anlatan Âşık Paşa’nın
Fakr-name isimli mesnevisinde olduğu gibi müstakil eserler olmakla birlikte,
çeşitli tasavvuf kitaplarında da çeşitli bölümler halinde Fakr-nameler ele
alınmaktadır. İşte Ahmed Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’nin Kazan ve Taşkent
baskılarının mukaddimesinde böyle bir Fakr-name mevcuttur.[161]
Her ikisi de
dört kapı (1-Şeriat 2-Tarikat 3-Marifet 4-Hakikat) ve kırk makam (her kapıda
onar madde) üzere yazılmıştır.[162] Kırk maddeden oluşan kırk
makamın otuzbirinde aynı, dokuzunda ise değişik ifadelerden doğan farklar
vardır.[163] Bu kapsamda gerek Yesevi’nin
gerekse Hacı Bektaş’ın aynı kanaldan beslenen Türkistan’da başlayan tasavvuf
geleneğinin temsilcileri olduklarını, her ikisinin de maddeten olmasa bile
manen mürşid-mürit münasebetinde olduklarını görülmektedir.[164]
Hoca Ahmed Yesevi öğretilerinin Hacı Bektaş Veli tarafından da temel
ilkeler olarak kabul etmesi ve kullanması, aralarındaki bağı gösteren açık bir
delildir.
Anadolu ve
Balkanlar’daki Müslüman Türk halkı, Hoca Ahmed Yesevi’nin, Hünkâr Hacı Bektaş
Veli’yi Anadolu istikametinde görevlendirdiğine inanmaktadır. Hacı Bektaş,
Yesevi ekolünün Anadolu’daki ulu temsilcisi olmuştur. Her ikisi de Kur’an ve
hadisi birinci kaynak olarak almış, erkeğin yanı sıra kadınların eğitimine de
önem vermişlerdir.[165]
SONUÇ
Ahmet Yesevi’yi
tanımak demek, İslamiyet’in Orta Asya macerasını tanımak demek olduğu kadar,
Türk Müslümanlığını da tanımak demektir. Türk Müslümanlığını tanımak ise,
İslam’ın dünya yüzündeki önemli ve evrensel çehrelerinden birini tanımak
anlamına gelir. Türk Müslümanlığı, Orta Asya’da daha ilk yıllarından itibaren,
yukarıda belirtilen tarihi şartlar sebebiyle sufilik kanalıyla teşekküle
başladığından, geniş ölçüde tasavvufi bir renk taşımaktadır. Bu yüzden Türk
Müslümanlığını sufilikten, tasavvuftan ayrı düşünmek yanlış olur. Yine bu
yüzdendir ki, Türk Müslümanlığı; tarihin her devrinde engin bir hoş
görünün de sembolü olmuştur.[166]
Sufi bir şair
ve tarikat sahibi bir mürşit olarak Türk milletinin manevi hayatında
yüzyıllarca yer alan ve yer almaya devam eden, çeşitli tarikatlar üzerinde de
önemli etkisi olan Ahmed Yesevi, Türk-İslam tarihi için çok önemli bir
değerdir.
Tasavvufu,
bilinmez ve anlaşılmaz bir gizem yumağı olmaktan çıkarıp, her insanın
anlayabileceği sadelikte ve gereklerini yerine getirebileceği popüler bir akıma
dönüştürmesi ve halkın tamamen anladığı bir dil ile hitap etmesi Yeseviyye
tarikatının bir üstünlüğü olmuş ve günümüze kadar etkisini sürdürmesini
sağlamıştır.[167] [168]
Ahmet
Yesevi’nin karizmatik kişiliğinin etki ve nüfuzu ile doğrudan doğruya Türk toplulukları
içerisinde bir dini-tasavvufi zümreleşme ve ilk Türk-İslam sufi tarikatı olarak
bilinen Yeseviliğin teşekkülü, Türk tarihine sosyo-kültürel açıdan bıraktığı
izlerle oldukça önemlidir. İslami öğretiyi; telkin gücü etkili olan ve sade
Türkçe şiirlerle (Hikmet) yayan bir tasavvuf çevresi, müşterek İslam kültür
sahasına giren “üçüncü toplum”1,19 olan Türklerin,
dini edebiyat türünün gelişmesine önemli etkileri olmuştur. Anadolu’da, Ahmet
Yesevi’nin hikmetlerine benzer özlü sözlerle donatılmış, İslam dinini ve güzel
ahlakı anlatan, sosyal ve kültürel hayatı düzenleyen, peygamber sevgisini
aşılayan, yalın ve öz Türkçe ile kullanılan bu akım; Mevlana, Yunus Emre,
Karacaoğlan, Hacı Bektaş Veli’nin başını çektiği kişilerce devam etmiş ve tüm
Anadolu Türklerini etkilemiştir. Böylece, birtakım gelenek ve göreneklerin
İslam rengine bürünmesini sağlamıştır.
Taşkent ve
Sir-i Derya bölgesinde, Seyhun bozkırlarında yaşayan ve şeriata sıkı sıkıya
bağlı bir âlim ve mutasavvıf olan Ahmed Yesevi, Müslüman Türklere İslam’ın
esaslarını ve inceliklerini öğretmek gayreti içerisinde, çevresindeki yerli
halka ve göçebe Türkmenlere anlayabilecekleri bir dilde ve alıştıkları
şekilleriyle aktarmaya çalışmıştır. Ahmed Yesevi’nin bu yaklaşım tarzı, fikri
yönünü de milli unsurların teşkil ettiği hikmet tarzının doğuşunda önemli bir
yer tutmuştur.
Yusuf-el
Hemedani’nin halifelerinden olan Ahmed Yesevi’nin, bir taraftan Horasan
Melametiyesinin, diğer taraftan Doğu Türkistan ve Seyhun havalisindeki Şii
cereyanlarının tesiri altında, oldukça geniş ve serbest bir tasavvuf
felsefesine sahip olduğu görülmektedir. Horasan’da daha XIII. yüzyılda
Haydariye tarikatının doğmasında etkisi olan Yesevilik, yine bu asrın ikinci
yarısında Anadolu’da Babai ve Bektaşi tarikatlarının teşekkülünde de önemli bir
rol oynamıştır.
Yeseviliğin
devamı olarak kabul edilen ve günümüze kadar varlığını koruyan iki önemli
tarikat bulunmaktadır. Bunlardan ilki; Hanefi mezhebinin ağır bastığı, Sünni
inanış içerisinde hareket eden “Nakşibendilik”, ikincisi
ise; Ehl-i Beyt sevgisinin ağır bastığı, Türk örf ve adetlerinin etkisinde
kalan “Bektaşilik”tir. Kendisinden sonra da birçok
tarikatı etkilemekle birlikte özellikle kendi öğretilerinin derin bir şekilde
devam ettiği iki temel tarikatta Hoca Ahmed Yesevi'nin iki farklı dönemini
görebilmekteyiz. Şeyhi Yusuf Hemedani'nin bırakmış olduğu tarikatın şeyhliğini
yaptığı döneme kadar ki Arap ve Fars etkisindeki Ortodoks İslam (Sünni) ki bu
tarzının devamı Nakşibendilik tarikatıyla; Buhara'dan bu tarikatı bırakarak
Yesi'ye gelmesi ve göçebe, yarı göçebe Türkmenler üzerinde Türkçe hikmetlerinin
etkili olduğu Heterodoks İslam (Gayrı Sünni) ki, bu tarzının devamı ise
Bektaşilik tarikatı olarak günümüze kadar devam etmiştir.
Yeseviliğin
büyüklüğünü, geniş kitleleri etkisi altına alarak gönüllere nasıl işlendiğini,
hem Sünni hem de Alevi inanışı kucaklamasından da anlamaktayız. Kendisinden
asırlar sonra bile uğruna beyliklerin ve devletlerin savaştığı bu iki inanışın
temsilcilerinden olan Nakşibendîlik ve Bektaşiliğin temelinde, Yesevilik
yatmaktadır.
Ahmed
Yesevi’nin ”Hace” unvanıyla şöhret kazanması ile ilgili farklı görüşler
bulunmaktadır. Bunlardan biri; Haceganiyye silsilesinden olan Şeyh Yusuf
Hemedani’nin gözde halifelerinden birisi olmasından kaynaklandığı kabul
edilmektedir. Bu görüş ışığında Nakşibendilik silsilesi yayılmıştır. “Hace”
lakabının; ilim sahibi bir mutasavvıf olması yanında, İmam Muhammed b.Ali
neslinden gelmesi sebebiyle de olduğu kabul edilmektedir. Bu görüş
doğrultusunda ise Bektaşiyye silsilesi devam etmiştir. Yeseviyye geleneği;
çizgisini değişik renk ve ton farklarıyla da olsa Nakşibendiyye ve Bektaşiyye
silsilesi ile günümüze kadar devam ettirmiştir.
Bektaşiliğin
özünde Yeseviliğin olduğunu gösteren bir örnek de, Türkiye genelinde etkinliği
olan Zeynel Abidin Ocağı dedesi Muharrem Naci Orhan ile yapılan bir sohbette
görülmektedir. Sohbet esnasında kendisine sorulan “Şia ile ilgili görüşleriniz
nelerdir?” sorusuna şu şekilde cevap vermiştir: “Ben bir alevi insanı olarak
sizi (Sünni inanışı), Şia’dan daha yakın bulurum. Çünkü Şia, namaz kılmayan,
oruç tutmayan kişileri kâfir olarak kabul ediyor ve bunu toplumdan dışlıyor.
Sünnilerde bu gelenek yok. Kentimde veya köyümde hiç kimse bizlere müdahale
etmez. Ayrıca bizde kadın-erkek Ahmed Yesevi’den beri birlikteyiz. Törenlere,
görgü ayinlerine karı koca birlikte gideriz. Yani bir çeşit “feminizm”, alevi
topluluğunda hâkim unsurları teşkil eder. Oysa Şia’da kadın itilmiş kakılmış,
peçe arkasına terk edilmiştir. Yüzünü açan bir kadın Şia normlarına göre ağır
cezalandırılır. Alevi toplumu bu açıdan da Şia’ya karşıdır. Bizde bir de Yesevi
ve Hacı Bektaş ruhu vardır. Herkesi Yaradan’dan ötürü hoş görmek isteriz. Bu
alevi felsefesi ve dünya görüşüdür. Şia’ya baktığımızda bu hoşgörünün,
toplumsal barışın izlerine rastlamak mümkün değildir.” [169]
Yesevilik
Tarikatının geniş bir inanç grubunu kapsadığını ve hoşgörü temelli olduğunu net
bir şekilde görmekteyiz. Hoca Ahmed Yesevi, Orta Asya göçebe Türkmenlerine bir
tasavvuf ve tarikat yolu açarak, o insanların ruhu üzerinde asırlarca hüküm
sürmüş ve birleştirici rol oynamıştır. Günümüzde de bu ruhun gelişerek
toplumumuza hâkim olması ihtiyacı gün geçtikçe artmaktadır.
Yeseviliğin
Türklerin İslam Anlayışına Etkileri Şunlar Olmuştur:
Türk-İslam anlayışına; korku kültüründen (cennet-cehennem,
günah- sevap, Allah korkusu vb.) çok, sevgi kültürünü (Allah'ın rızasını
ve sevgisini kazanmak, Allah'a ulaşmak (fenafillah), peygamberin şefaatine nail
olmak) katmıştır.
“Peygamber ve Ehl-i Beyt Sevgisi”: İslam
tarihinden de görüleceği üzere Araplar, güç mücadeleleri içerisinde Ehl-i
Beyt’i merkez dışına iterek hak ettiği değeri vermez iken, Farsi anlayışta bu
olgu, çok üst noktalarda işlenmiş ve siyasallaştırılarak, kitlesel hareketlerle
desteklenen bir ritüele dönüştürülmüştür.
Oysa
Türk-İslam anlayışında “Peygamber ve Ehl-i Beyt Sevgisi”;
İki uçtan da uzakta (Ehl-i Beyt’e hak ettiği değerin
verilmemesi ve Ehl-i Beyt sevgisinin siyasallaştırılması),
Sadece Hz. Paygamberin rızasını kazanmak üzerine,
Hz. Peygamber ve ona ait her şeye değer vermek üzerine
kurulu bir sevgi anlayışı geliştirilmiştir. Yani; Allah’ın sevdiğini (Hz.
Muhammed (S.A.V.) ve onun ailesini (Ehl-i Beyt)) sevmek üzerine gelişmiştir.
Türklerin, Hz. Peygambere ve Ehl-i Beyt’e olan
muhabbeti; bireysel, toplumsal ve kültürel hayatın bütün alanlarına
yansımıştır.
Türkler; Peygambere olan saygılarından çocuklarına direkt
“Muhammed” ismini koymamış, onun yerine “Mehmet ve Ahmed” isimlerini tercih
etmişlerdir. Ayrıca kız ve erkek çocuklara Ehl-i Beyt’ten isimler konması
önemli birer örnektir (Ali, Hasan, Hüseyin, Ayşe, Fatma vs.). Buna ilaveten;
Kur’an’a abdestsiz dokunmamak, bel hizasından aşağıda taşımamak, Kur’an’ın
evlerde her zaman yüksek raflarda bulunması, peygamberimizin doğumunu anlatan
ve Türkçe olan “Mevlid’in”, özel günlerde ve gecelerde okunması geleneğinin
yerleşmesinde, Hoca Ahmed Yesevi’nin peygamber sevgisini anlatan hikmetlerinin
önemli rolü bulunmaktadır.
Yine Osmanlı döneminde Mekke ve Medine’nin fethinden sonra
bu şehirlerdeki kutsal mekânların imarı ve tamirine önem verilmesi, buralara
birçok eser yapılması, peygamberimize ait kutsal emanetlerin İstanbul’a
getirilmesi ve muhafaza edildiği mekânda, 24 saat esasına göre Kur’an okunması
âdetinin günümüze kadar devam etmesi, Medine'ye tren yolu döşenmesi sonrası
trenin gürültü yapmadan ilerlemesi ve Peygamberin manevi ruhunun rahatsız
edilmemesi için raylara keçeler döşenmesi, oluşan sevginin büyüklüğü ve
kültürel devamlılığının önemli göstergeleri olmuştur.
Ayrıca tarihte her dönem, Türk orduları “Peygamber
Ocağı” olarak tasvir edilmiş ve kahramanlık timsali olmuş Türk askerine “Mehmetçik”
denmiştir.
Hz.
Peygamberin adını, “Milli Bir Sembol” haline getiren tek millet
olan Türklerin, bu denli güçlü peygamber sevgisinin yüzyıllar boyu devam
etmesindeki temellerin oluşmasında Yesevilik anlayışının önemi çok büyüktür.
Türk Dindarlığında, Kadınların Sosyo-Kültürel Hayattaki
Önemli Yeri: Arap ve Farsi İslam anlayışında, erkek egemen toplumun
gölgesinde kalan ve beşeri hayatta o kadar da etkili olamayan kadınlar, Yesevi
terbiyesinde erkek ile birlikte eğitim almaktadır. Bu durum, Türk-İslam
tarihinde birçok tarikatta da bu şekilde devam ettiği gibi, Anadolu’da önemli
etkisi olan Bektaşilikte de aynı şekilde sürmüştür. Türk tarihi boyunca, göçebe
ve yarı göçebe yaşayışı ile yerleşik düzene geçildiği dönemlerde de Türk
kadını, erkeğin yanında yer almış; doğa ile mücadele etmiş, tarım ve
hayvancılık yapmış, devlet yönetiminde yer almış, savaşlara katılmıştır. Bu
kapsamda; kadınların, din eğitimi ve dini yaşama bağlamında da erkek ile
yanyana olması, kaçınılmaz bir sosyolojik etkileşim gerçeği olmuştur. Bu
bağlamda;
Hoca Ahmet Yesevi’nin “Hokkanın içindeki pamuk ve ateş
menkıbesi”,[170]
Baciyan-ı Rum’un Anadolu’daki etkisi,
Türk-İslam anlayışında; kadınların teravihe gitmesi ve
camilerin üst katlarının onlara ayrılması,
Aynı
anlayışta kadınların, cenaze namazında erkeklerin arkasında saf tutmaları, bu
konudaki tezimizi destekleyen en çarpıcı örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ayrıca;
özellikle Anadolu’da, birçok kadın evliyaya rastlanmakta ve onlara ait
menkıbeler halk arasında kulaktan kulağa anlatılmakta ve yazılmaktadır.
Türklerin İslam ile tanışmasından önce, Orta Asya’yı etkisi altına almış olan
“Şamanizm”de, kadın şaman ve kam’lara sıklıkla rastlanmakta ve toplumun dini
temsilcisi olarak görev aldıkları görülmektedir. Kadınların toplumdaki bu dini
etkinliği ve faal yapısı, Türklerin İslam ile tanışmasından sonra da devam
etmiş ve bu geleneğin en önemli temsilcisi de Yesevilik olmuştur.
İslamiyet’in, sonsuz bir sevgi ve hoşgörü anlayışı ile
yaşanan bir din olduğu, yardımlaşma ve dayanışma ile hak ve adalet duygusunun
Türk toplumunun sosyal hayatına yerleşmesi:
Türklerin, tarih boyu ve günümüzde, insan hakları, kişisel
özgürlükler, dini ve kültürel hoşgörünün en önemli savunucusu ve uygulayıcısı
olmasında Yeseviliğin önemli katkıları olmuştur. Yesevilik, İslamiyet’teki
karşılıksız hayır işlemenin ve işlenen bu hayırların ibadet hükmünde
sayıldığının, sadaka, fitre, zekât vermek gibi paylaşma felsefesinin, Türk
toplumuna yerleşmesinde kayda değer bir şekilde etki etmiştir.
Peygamber ahlakı olan, “komşusu açken, kendisinin
tokyatamayacağı” bilincinin topluma öğretilmesi, “fütüvvetle” gelmiş ve
Ahilikle Anadolu’ya yerleşmiş bir uygulamadır. Yesevilik, insanlar arasında
sevgiyi ve saygıyı güçlendirerek hoşgörüyü teşvik etmiştir. Diğer dinlere ve
inanışlara saygılı olunarak, dinde zorlama olmayacağı felsefesini
topluma öğretmiştir. Bu öğretiler asırlar boyu Türk devletleri ve
imparatorluklarının ayakta kalmasında önemli bir mihenk taşı olmuştur.
Türk devletlerinin ve beyliklerinin kurdukları vakıflar,
hanlar, kervansaraylar, medreseler, köprü ve çeşmelerle, toplumun her kesiminin
din, dil, ırk
ayrımı
gözetmeksizin yararlanabileceği sosyal hizmetler veren hayır kurumları inşa
etmişlerdir.
ç. “Yaradılanı
Severiz, Yaratandan Ötürü (Yunus Emre)” mantığının yeşermesine vesile
olan Yesevilik, insana verdiği değeri, hayvan ve bitkilere de veren bir
toplumsal ahlaka da öncülük etmiştir. Gittiği her yeri yeşerten, kayın, söğüt
ve çınar ağacı dikerek daha sonra bunların simgeleşmesini sağlayan, temizliğin
imandan geldiğini kurduğu hamamlarla hayata geçiren, ayakkabılarını çadırının
dışında tutan, ibadethanelerine ayakkabı ile girmeyerek temizliğe verdiği
önemin altını çizen, çevre bilinci ve hayvanlara verdiği önem ile kuş evleri
kurarak kuşlara sahip çıkan, kışın sokak hayvanlarının aç kalmasını önlemek
için yiyecek bırakacak görevlilerin belirlenmesi gibi hayvan haklarına sahip
çıkan bir gelecek hazırlanmıştır.
İslamiyet etkisi altına giren coğrafyalar ve milletlere
bakılacak olursa; Afrika ve İran bölgelerinde İslamiyet’in kabul edilmesi ile
birlikte, bu coğrafyalardaki kültür ve medeniyet, İslam’a göre yeniden
şekillenmiş ve sosyal hayat, Arap etkisi altında kalmıştır. Ancak Türkler,
İslamiyet’i kendi kültür ve sosyal hayatlarıyla harmanlayarak, yeni bir anlayış
ve ekol kazandırmışlardır. Türk toplulukları, İslamiyet ile tanışmalarından
sonra önemli ve köklü bir kültürel dönüşüm yaşamalarına rağmen, bu kültürel
dönüşümü kendi kimlik ve benliklerini kaybetmeden gerçekleştirmişlerdir. Yani
güçlü Türk kültürü, din olgusu içinde eriyerek kaybolmamış; aksine, dine izler
bırakarak yeni bir kültürün doğmasını sağlamıştır. İşte doğan bu yeni
kültüründe, Hoca Ahmed Yesevi ve Yeseviliğin önemli etkileri olmuştur. Hoca
Ahmed Yesevi'nin dini öğretileri; oluşan kültürel kodlarla günümüze kadar
gelmiş ve üçüncü toplumun182 İslam tarihinde söz sahibi olmasını
sağlamıştır.
Yesevilik;
zaman içerisinde “Melametilik” gibi tarikatlar üstü bir anlayışa dönüşmüş ve
özellikle Türk ve Türkmen boyları arasında yayılarak, tarikatların bütününe
tesir etmiştir. Özellikle
de, “Türklerin Din Anlayışına”; Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi dil,
din, ırk gözetmeyen, hümanist ve Hoca Ahmed Yesevi’nin
tarihi ve menkıbevi hayatından, tahta kaşık ve kepçe yontan bir el sanatı
işçisi olduğu ve geçimini bundan sağladığı, kendisinin Fütüvvet Ehli ve Melami
meşrep bir derviş olduğunu bilmekteyiz.
Fütüvvet;
İslamiyet’in ilk yıllarında sosyal bir kavram olarak ortaya çıkmış, IX.
yüzyılın başında, sosyal bir yapılanma olarak gençler arasında içtimai,
iktisadi ve siyasi bir kurumsallaşmaya dönüşerek teşkilatlanmış, sufilikle
bütünleşip tasavvufi bir kimlik kazanmıştır.[171]
Fütüvvet teşkilatı ile tarikatlar arasında önemli münasebetler kurulmuş,
bu teşkilatlar manevi değerlerle, İktisadî gayretleri bütünleştirmiştir. Ahî
teşkilatı ise fütüvvet teşkilatının Türkler tarafından yorumlanarak
geliştirilen ve özellikle Anadolu’da yayılmış şekli olmuştur.
Ahi
Teşkilatı, Moğol saldırılarının Anadolu’ya kadar uzandığı ve bazı iç
isyanlar sebebiyle Türk birliğinin bozulduğu bir buhran döneminde, Anadolu
Türklerini birbirine bağlayan ve yeniden Türk birliğinin kurulmasına önemli
katkısı olan bir “Sivil Toplum Kuruluşu” olmuştur. Mevlânâ, Yunus Emre,
Hacı Bektaş Veli ve Ahi Evran da bu dönemin ileri gelenlerindendir. Ahi Evran,
esnafın birlik ve beraberliğini sağlamış, zaviye ve tekkeleri birer meslek
kuruluşları haline getirerek önemli bir görevi üstlenmiş ve o dönem için
Anadolu’daki ekonominin kontrol altına alınmasında söz sahibi olmuştur. Bunlara
ilaveten; “Türklere özgü bir kurum olan Ahilik, Türk yardımseverliği ve
konukseverliğinin, doğruluk ve merhametliliğinin bir alaşımıdır. Ortaçağ
başlarında tohumları Türkistan’da atılan bu kurumun, aynı niteliklerde başka
bir benzeri yoktur ve böyle bir oluşum hiçbir ulusta görülmez.”[172]
Anadolu
Erenleri (Gazi, Abdal, Bacı, Ahi) içerisinde önemli yere sahip olan Ahi Evran;
ilk tasavvuf terbiyesini Horasan ve Maveraünnehir’de Ahmed Yesevi’nin
öğrencilerinden almıştır. Bu bağlamda Hoca Ahmed Yesevi’nin el sanatı işçisi
olduğu da düşünülürse, Yesevilik öğretilerinin; Ahi Evran’a etkileri ve
Ahiyan-ı Rum teşkilatı üzerinden Anadolu’da yaşayan Türklere etkileri daha da
iyi anlaşılacaktır.
Daha önceki bölümlerde de ayrıntılı olarak bahsettiğimiz
üzere; Hoca Ahmed Yesevi ve Yeseviliğin, gerek Yesevi Dervişleri, gerekse
onlardan etkilenen diğer tarikatlar vasıtasıyla, Rum (Anadolu) Erenleri
“Gaziyan-ı Rum (Anadolu Gazileri), Abdalan-ı Rum (Anadolu Abdalları),
Baciyan-ı Rum (Anadolu Bacıları), Ahiyan-ı Rum (Anadolu Ahileri)”
olarak adlandırılan zümreler üzerinde derin tesiri olmuştur. Bu vasıtayla Anadolu
kurulan ve çevresindeki geniş coğrafyayı etkisi altına alan Türk devletleri ve
beyliklerinin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi ve askeri hayatına şekil
vermiştir.
AKYOL, Taha,
(1999), Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, İstanbul, Milliyet
Yayınları.
ARSLAN,
H.Çetin, (2001), Türk Akıncı Beyleri ve Balkanların İmarına Katkıları
(1300-1451), Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
ATACAN, Fulya,
(1990), Sosyal Değişme ve Tarikatlar, İstanbul, Hil Yayın.
ATEŞ,
Toktamış, (1982), Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı (Kuruluş Dönemi), İstanbul,
Say Yayınları.
AYAS, Mehmet
Rami, (2012), Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri, İstanbul, İz
Yayıncılık.
BARTHOLD, Wilhelm, (2012), İslam Medeniyeti Tarihi,
Ankara, Akçağ Yayınları.
BARKAN, Ömer
Lütfi, (1974), “İstila Devrinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”,
İstanbul, Vakıflar Dergisi, No. II.
BARKAN, Ömer
Lütfi, (2002), “Osmanlı İmparatorluğunda Kolonizatör Türk Dervişleri”, Ankara,
Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, C. IX.
BİCE, Hayati,
(2014), Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi ve Hikmetleri, İstanbul, h
Yayınları.
BİÇER, Bekir,
(2007), Türklerin İslamlaşma Süreci, Ankara, Akçağ Yayınları.
BOLAT, Ali,
(2004), Melametilik, İstanbul, İnsan Yayınları.
CANIM, Rıdvan,
(1996), Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi’de Tasavvuf Düşüncesi, Ankara, Biliğ
Dergisi, S.1(bahar), s. 9.
CEBECİOĞLU, Ethem, (1999), “Baciyan-ı Rum”, Ankara, Osmanlı,
C. V.
CEBECİOĞLU,
Ethem, (1996), “Hoca Ahmed Yesevi ve Tasavvuf Anlayışı”, İstanbul, Seha
Neşriyat.
COŞAN, Es’ad, (1996), Ahmed-i Yesevi Hazretleri,
İstanbul, Seha Neşriyat.
ÇAĞATAY,
Neşet, (1982), “Anadolu’da Ahilik ve Bunun Kurucusu Ahi Evren”, Ankara, Belleten,
C. XLVI, S. 182, s.424-432.
ÇAĞATAY,
Neşet, (1997), Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları.
ÇAĞATAY,
Neşet, (1988), “Anadolu Türklerinin Ekonomik Yaşamları üzerine Gözlemler (Bu
Alanda Ahiliğin Etkileri)”, Ankara, Belleten, C. LII, S. 203, s.493- 495.
ÇAĞATAY,
Tahir, (1968), Günün Sosyolojisine Giriş, Ankara, Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları.
ÇAYIRDAĞ,
Mehmet, (1992), “Vakıf Belgelerine Göre Kayseri’de Ahi Evren ve Ahilikle İlgili
Bazı Kayıtlar”, İstanbul, Türk Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D, S. 72, s.48-49.
DİKEÇLİGİL,
Beylü, (2002), “Sosyolojide Metodolojik Farklılaşma ve Metodlar Arası
İşbirliği”, Yeni Sosyolojik Arayışlar, Dünyada ve Türkiye’de Farklılaşma-
Çatışma-Bütünleşme-II, III. Ulusal Sosyoloji Kongresi, (2-4 Kasım 2000,
Eskişehir), Ankara, Sosyoloji Derneği Yayınları.
DÖĞÜŞ,
Selahattin, (2001), “Bacıyan-ı Rum, Anadolu Bacıları Teşkilatı”, İstanbul, Türk
Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D, S. 170, s. 37-41.
ERASLAN,
Kemal, (2000), Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara, T.C. Kültür
Bakanlığı Yayınları.
ERASLAN,
Kemal, (1996), “Ahmed Yesevi’nin Hikmetlerinde Hoşgörü”, Ankara, Erdem Atatürk
Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı-III, C. 8, S. 24, s.
778-781.
ERAYDIN,
Selçuk, (1994), Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları.
GÖLPINARLI,
Abdulbaki, (1979), 100 Soruda Tasavvuf, İstanbul, Dergâh Yayınları.
GÖLPINARLI,
Abdülbaki, (1983), Mevlana'dan Sonra Mevlevilik, İstanbul, İnkılap ve
Aka Kitabevleri.
GÜNAY, Ünver,
(2011), Din Sosyolojisi, İstanbul, İnsan Yayınları.
GÜZEL,
Abdurahman, (1992), “Ahmed Yesevi’nin Fakr-name’si ile Hacı Bektaş Veli’nin
Makalat’ı Arasındaki Benzerlikler”, Ankara, Milletlerarası Ahmed Yesevi
Sempozyumu Bildirileri, s. 33-43.
GÜZEL,
Abdurrahman, (1998), “Hacı Bektaş Veli’nin Hayatı ve Eserleri”, Ankara, Genç
Erenler Özel Sayı, s. 5-10.
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi, (2013), Hoca Ahmed Yesevi ve Osmanlı Devletinin
Teşekkülünde Yesevilik, İstanbul, Kültür A.Ş. Yayınları.
KAYAOĞLU,
İsmet, (1985), İslam Kurumları Tarihi, Ankara, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları.
KEHRER,
Günter, (1992), Din Sosyolojisi, Çev. Semahat Yüksel, İstanbul,
Kubbealtı Neşriyatı.
KORKMAZ,
Seyfullah, (2001), “Ahmed Yesevi ve Hacı Bektaş Veli”, Kayseri, Erciyes
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, s. 325-355.
KÖPRÜLÜ, M.
Fuad, (2012), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, Akçağ
Yayınları.
KUTLU, Sönmez,
(2011), Türkler ve İslam Tasavvuru, İstanbul, İsam Yayınları.
KUTLU, Sönmez,
(2012), İmam Maturidi ve Maturidilik, Ankara, Otto Yayıncılık.
KÜÇÜK, Hülya,
(2003), Kurtuluş Savaşında Bektaşiler, İstanbul, Kitap Yayınevi.
MELİKOFF,
Irene, (1998), Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe, Çev: Turan Alptekin,
İstanbul, Cumhuriyet Kitapları.
OCAK, Ahmet
Yaşar, (1992), Kalenderiler, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi.
OCAK, Ahmet
Yaşar, (2011), Osmanlı Sufiliğine Bakışlar, İstanbul, TimaşYayınları.
OCAK, Ahmet
Yaşar, (2014), Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul, İletişim Yayınları.
RADLOFF, Wilhelm,
(2012), Türkler ve Şamanlık, İstanbul, Örgün Yayınevi.
SARIKAYA,
M.Saffet, (1999), “Osmanlı Devletinin İlk Asırlarında Toplumun Dini Yapısına
Ahilik Açısından Bir Bakış Denemesi”, Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 6, s. 49-51.
SARIKAYA,
M.Saffet, (2002), XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’daki Fütüvvetnamelere Göre
Dini inanç Motifleri, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
ŞİMŞİRGİL,
Ahmet, (2002), Osmanlı Devletinin Kuruluşunda Hizmeti Geçen Alpler ve
Gaziler, Ankara, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları.
TAŞ,
Kemaleddin, (2011), Sosyal Bilim Paradigmaları Açısından Sosyolojik
Metodoloji, İstanbul, Rağbet Yayınları.
TAŞ,
Kemaleddin, (2012), “Sosyolojik Din Tanımları”, Ed: Niyazi Akyüz-İhsan
Çapcıoğlu, Din Sosyolojisi El Kitabı, Ankara, Grafiker Yayınları.
TOPRAK, Hicret
Kiraz, (2008), Ahmed Yesevi, Yesevilik ve XIII. Yüzyıl Anadolu ’sundaki
Yeri, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
TÜRKDOĞAN,
Orhan, (1995), Alevi-Bektaşi Kimliği, İstanbul, Timaş Yayınları.
UÇAR, Ramazan,
(2012), Alevilik-Bektaşilik, Ankara, Berikan Yayınevi.
USLU, Mustafa,
(1992), “Ahmed Yesevi Dervişlerinin Sosyal Felsefesi”, İstanbul, Türk Dünyası
Tarihi Dergisi T.D.T.D., S. 67, s. 49-52.
USLU, Mustafa,
(1992), “Kültürel Açıdan Ahiliğin Sosyal Dinamikleri”, İstanbul, Türk Dünyası
Tarihi Dergisi T.D.T.D., S. 71, s. 54-56.
YAKIT, İsmail,
(1993), “Hoca Ahmed-i Yesevi ve Türk Düşünce Tarihindeki Yeri”, Bolu, Hoca
Ahmed Yesevi Sempozyumu Tebliği, s. 19.
YILDIRIM, Ali
- ŞİMŞEK, Hasan, (2005), Sosyal Bilimlerin Nitel Araştırma Yöntemleri,
Ankara, Seçkin Yayıncılık.
YILDIRIM,
Ahmet, (2013), “Düşünce Dünyamızda Hoca Ahmet Yesevi” isimli konferans,
Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesi Hafız İbrahim Demiralay Amfisi.
YILMAZ, Mehmet
Nuri, (1996), ”İslam Türk Kültüründe ve Anadolu’da Dini Müsamaha”, Erdem
Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı-1, Ankara, C. 8,
S. 22, s. 25.
YÜKSEL, Ahmet
Turan, “Ahmet Yesevi: Hayatı, Eserleri, Fikir ve Tesirleri”, http://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=368687,
(24.11.2014)
185 |
|
ÖZGEÇMİŞ |
Adı ve Soyadı |
: Ebubekir
Oğuz UTKU |
Doğum Yeri ve Yılı |
: İskenderun,
12.11.1971 |
Medeni Hali |
: Evli |
Lisans Öğrenimi |
: Kara Harp Okulu |
Yüksek Lisans Öğrenimi |
: Selçuk Üniversitesi/Konya, İşletme A.B.D. Yönetim Organizasyon Bilim Dalı, 2007. |
İş Deneyimi |
: Türk
Silahlı Kuvvetlerinde Takım, Bölük ve Tabur Komutanlıkları ile Şube Müdürlüğü görevleri. |
[1] M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Akçağ Yayınları, Ankara, 2012, s. 85.
[2] Wilhelm Barthold, İslam Medeniyeti
Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2012, s. 185.
[3] Barthold, 2012, s. 185.
[4] Köprülü, 2012, s. 86.
[5] Köprülü, 2012, s. 86.
[6] Köprülü, 2012, s. 87.
Es’ad Coşan, “Ahmed-i Yesevi Hazretleri”, Ahmed-i
Yesevi Hayatı-Eserleri-Fikirleri-Tesirleri, Seha Neşriyat, İstanbul, 1996,
s. 40.
Hakka yönelmek
için dünya nimetlerine rağbet etmemek.
Allah’ın
emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak.
*** Seyhun nehrinin
diğer adıdır.Aynı zamanda Seyhun nehri havzasına bu isim
kullanılmaktadır.Ortaçağ müelliflerinin eserlerinde “Maveraünnehir” şeklinde
ifade edilen, Amu Derya (Ceyhun) ile Sir-i Derya (Seyhun) arasındaki bölgedir.
[11] Köprülü, 2012, s. 96.
[12] Köprülü, 2012, s. 97.
[13] Köprülü, 2012, s. 98.
[14] Kemal Eraslan, Divan-ı Hikmet’ten
Seçmeler, T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000, s. 13.
[15] Barthold, 2012, s. 187.
[16] Köprülü, 2012, s. 94.
[17] Barthold, 2012, s. 185.
[18] Rıdvan Canım, Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi’de Tasavvuf
Düşüncesi, Biliğ Dergisi, S.1 (bahar/1996), s. 9.
[19] http://tr.m.wikipedia.org/wiki/Buhara,
(18.11.2014).
[20] Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine
Bakışlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 123.
[21] Hayati Bice, Pir-i Türkistan Hoca Ahmed
Yesevi ve Hikmetleri, h Yayınları, İstanbul, 2014, s. 43
[22] Ocak, 2014, s. 124.
[23] Ocak, 2014, s. 44.
[24] Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara, D.İ.B. yayınları, 1984, s. 123-125; aktaran H.K.Toprak, “Ahmed Yesevi,
Yesevilik ve XIII. Yüzyıl Anadolu’sundaki yeri”, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008, s. 35.
[25] Ahmet Turan Yüksel, “Ahmed Yesevi: Hayatı, Eserleri, Fikir ve
Tesirleri”,
http://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=368687
(24.11.2014).
[26] Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara, D.İ.B. yayınları, 1984, s. 119; aktaran Toprak, a.g.t., s. 36.
[27] Kemal Eraslan, 2000, s. 32,33.
[28] Köprülü, 2012, s.135.
[29] Köprülü, 2012, s.137.
[30] Köprülü, 2012, s. 138.
[31] Eraslan, 2000, s. 31.
[32] Barthold, 2012, s. 192.
[33] Barthold, 2012, s. 193.
[34] Ahmet Turan Yüksel, “Ahmed Yesevi: Hayatı, Eserleri, Fikir ve Tesirleri”,
http://www.tarihtarih.com/?
Syf=26&Syz=368687 (24.11.2014).
[35] Ocak, 2014, s. 45.
[36] Sönmez Kutlu, Türkler ve İslam
Tasavvuru, İsam Yayınları, İstanbul, 2011, s. 161.
[37] Toprak, a.g.t., s. 3.
[38] Ahmet Turan Yüksel, “Ahmed Yesevi: Hayatı, Eserleri, Fikir ve Tesirleri”,
http://www.tarihtarih.com/?
Syf=26&Syz=368687 (24.11.2014)
[39] Kemal Eraslan, “Ahmed Yesevi”,
TDVİA, c.II, s. 161; aktaran Ethem CEBECİOĞLU, “Hoca Ahmed Yesevi ve
TasavvufiAnlayışı”,Ahmed-i Yesevi Hayatı-Eserleri-Fikirleri-Tesirleri, Seha
Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 153.
[40] Ahmet Turan Yüksel, “Ahmed Yesevi: Hayatı, Eserleri, Fikir ve Tesirleri”,
http://www.tarihtarih.com/?
Syf=26&Syz=368687 (24.11.2014)
[41] Toprak, a.g.t., s. 4.
[42] Ahmet Turan Yüksel, “Ahmed Yesevi: Hayatı, Eserleri, Fikir ve Tesirleri”,
http://www.tarihtarih.com/?
Syf=26&Syz=368687 (24.11.2014)
[43] Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Türk Tarih
Kurumu, Ankara, 1995, s. 11; aktaran Sönmez, KUTLU, Türkler ve İslam
Tasavvuru, İsam Yayınları, İstanbul, 2011, s. 28.
[44] Wilhelm Radloff, Türkler ve Şamanlık,
Örgün Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 112, 282.
[45] Ünver Günay- Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin
Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, Ankara, 2007, s. 123; aktaran Kutlu, 2011,
s. 28.
[46] Kutlu, 2011, s. 29.
[47] Radloff, 2012, s. 288.
[48] “Hekim Ata Kitabı”, Kazan Üniversitesi,
1901, s. 16; aktaran Radloff, 2012, s. 293.
[49] Radloff, 2012, s. 294.
[50] Kutlu, 2011, s. 30.
* Tanrı
’nın birliği, tek olması.
[51] Bekir Biçer, Türklerin İslamlaşma
Süreci, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007, s. 31.
[52] Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi, Turan
Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1970, s. 129; aktaran Kutlu, 2011, s. 42.
[53] Mehmet Rami Ayas, Türkiye’de İlk Tarikat
Zümreleşmeleri, İz Yayıncılık, İstanbul, 2012, s. 44-45.
[54] Tahir Çağatay, Günün Sosyolojisine Giriş, Ankara, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara, 1968, s. 87.
[55] Sönmez Kutlu, İmam Maturidi ve
Maturidilik, Otto Yayıncılık, Ankara, 2012, s. 261.
[56] Kutlu, 2012, s. 194.
* İslam dininin inanç konularını
irdeleyen ve tarihsel olarak bu çerçevede gelişen dini-felsefi kuram ve
teorilerle ilgilenen ilim dalına Kelam denir. Bu anlamda kelam
imanla ilgili sorulara akli deliller kullanarak izah ve ispat getirme amacıyla
geliştirilen teolojik felsefenin adıdır. İmam Maturidi ve Mutezile gibi kelamcılar
akılcı-nakilci tartışmalarında aklı esas alan yaklaşımları ile öne
çıkmışlardır.
[57] Kutlu, 2011, s. 125.
[58] Kutlu, 2011, s. 144-145.
[59] Ali Bolat, Melametilik, İnsan
Yayınları, İstanbul, 2004, s. 1-12.
[60] Bolat, 2004, s. 24-31.
[61] Bolat, 2004, s.76-78.
[62] Bolat, 2004, s. 91-114.
[63] Hülya Küçük, Kurtuluş Savaşında
Bektaşiler, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003, s. 17.
[64] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara
Ü.İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1994, s. 233, 431.
[65] D.F.Eickelmann, The Middle East:An Anthropologial Approach,
New Jersey, 1981, s. 236; aktaran Küçük, 2003, s. 17.
[66] Küçük, 2003, s. 18.
[67] Ömer Lütfi Barkan, “İstila Devrinin Kolonizatör Türk Dervişleri
ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, No.II, İstanbul,1974, s. 279.
[68] Küçük, 2003, s. 18.
[69] Irene Melikoff, Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe, Çev:
Turan Alptekin, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 1998, s. 39-44.
[70] Küçük, 2003, s. 19.
[71] Ocak, 2014, s. 33.
[72] Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi,
III, İstanbul, 1964, s. 83-86; aktaran Ayas, 2012, s. 37, 38.
[73] Ayas, 2012, s. 37-38.
[74] Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik,
Ankara, 1991, s. 86; aktaran Ramazan Uçar, Alevilik-Bektaşilik, Berikan
Yayınevi, Ankara, 2012, s. 49.
[75] Rami Ayas, Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri Üzerine Din
Sosyolojisi Açısından Bir Araştırma, Ankara, 1991, s. 35; aktaran Uçar,
2012, s. 49)
[76] Ünver Günay- Harun Güngör, Türk Din
Tarihi, İstanbul, 1998, s. 332; aktaran Uçar, 2012, s. 50.
[77] Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik
Bektaşilik, Ankara, 1991, s. 89; aktaran Uçar, 2012, s. 50.
[78] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Ankara, 1991, s. 19; aktaran Uçar, 2012, s. 50.
[79] Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderiler, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1992, s. 64.
[80] Uçar, 2012, s. 55.
[81] Evliya Çelebi’den naklen İlk Mutasavvıflar, s. 80; aktaran
Barthold, 2012, s. 189.
* Orta
Asya’da Batı Türkistan olarak adlandırılan bölgeye verilen ad.
[82] Zeki Velidi Toğan, Yeseviliğe Dair Bazı Yeni Malumat,
İstanbul, 1953, s. 525; aktaran Ayas, 2012, s. 38.
[83] Barthold, 2012, s. 190.
[84] Eraslan, 2000, s. 21.
[85] Barthold, 2012, s. 188.
[88] Ahmet Yıldırım, “Düşünce Dünyamızda Hoca Ahmet Yesevi konulu
konferans”, Süleyman Demirel Üniversitesi Hafız İbrahim Demiralay Amfisi, Isparta,
2013, s. 23-25.
[89] Kemal Eraslan, “Ahmed Yesevi’nin Hikmetlerinde Hoşgörü”, Erdem
Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı-III, C.8, S.24,
Ankara, 1996, s. 778-781.
[90] Ocak, 2014, s. 40.
[91] Bice, 2014, s. 172.
[92] Ocak, 2014, s. 47.
[93] Ocak, 2014, s. 38.
[94] Bice, 2014, s. 129.
[95] Köprülü, 2012, s. 107,108.
[96] Barthold, 2012, s. 189.
[97] Ocak, 2014, s. 38
[98] Ocak, 2014, s. 38.
[99] Bice, 2014, s. 130.
* Hazini’nin Cevahirü’l-Ebrar min
Emvaci’l-Bihar adlı Ahmed Yesevi menkıbelerinden söz eden eser.
[100] Hazini, “Cevahir’ul-Ebrar min Emvaci’l-Bihar (Haz. Cihan
Okuyucu)”, Kayseri, 1995, s. 116; aktaran Toprak, a.g.t., 2008, s. 47.
[101] Bice, 2014, s. 130.
[102] Bice, 2014, s. 130-132.
[103] Bice, 2014, s. 135.
[104] Bice, 2014, s. 140-146.
[105] Ocak, 2014, s. 25.
[107] Bağdaştırmacılık.
Birbirinden farklı inanışların harmanlanmasıyla oluşan, uzlaşmacı inanç. Farklı
kültürlere ait bir takım sembol, söylem veya kültlerin yeni
bir kültür potasında eritilip yeni bir “almaşık” oluşturması.
[108] Ocak, 2014, s. 43.
[109] Mustafa Uslu, “Ahmed Yesevi Dervişlerinin Sosyal Felsefesi”, Türk
Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D., S.67, İstanbul, 1992, s. 49-52.
[110] Köprülü, 2012, s. 73-75.
[111] Taha Akyol, Osmanlı ’da ve İran’da Mezhep
ve Devlet, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1999, s. 11-12.
[112] Toktamış Ateş, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı (Kuruluş
Dönemi), Say Yayınları, İstanbul, 1982, s. 150-151.
[113] Barkan,
1974, 2. 279-304.
[114] Ahmet Şimşirgil, “Osmanlı Devletinin Kuruluşunda Hizmeti Geçen
Alpler ve Gaziler, Türkleb’, Yeni Türkiye Yayınları, C.IX, Ankara, 2002, s.
99-106.
[115] Ocak, 2011, s. 111.
[116] H.Çetin Arslan, Türk Akıncı Beyleri ve Balkanların İmarına
Katkıları (1300-1451), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001, s. 31.
[117] Köprülü, 2012, s. 205-208.
[118] Ocak, 2011, s. 141.
[119] Kutlu, 2011, s. 177.
[120] Ethem Cebecioğlu, “Baciyan-ı Rum”, Osmanlı
Ansiklopedisi: C.V., Ankara, 1999, s. 415-417.
[121] İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Hoca Ahmed Yesevi ve Osmanlı
Devletinin Teşekkülünde Yesevilik, Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul, 2013,
s. 26.
[122] Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Kolonizatör Türk
Dervişleri”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, C.IX, Ankara, 2002, s. 149.
[123] Neşet Çağatay, “Anadolu’da Ahilik ve Bunun Kurucusu Ahi Evren”,
Belleten C.XLVI, S.182, Ankara, 1982, s. 425-432.
[124] Selahattin Döğüş, “Bacıyan-ı Rum, Anadolu Bacıları Teşkilatı”,
Türk Dünyası Tarihi Dergisi, 2001, S. 170, s. 37-41.
[125] M.Saffet Sarıkaya, “Osmanlı Devletinin İlk Asırlarında Toplumun
Dini Yapısına Ahilik Açısından
Bir Bakış Denemesi”, S. Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1999,
Sayı:6, s. 49-51.
[126] İsmet Kayaoğlu, İslam Kurumları Tarihi,
A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1985, s. 133.
[127] Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik,
Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1997, s. 151-154.
[128] Bolat, 2004, s. 61,62.
* Savaşta
kahramanlık göstermeye, sıkıntıları göze alarak üstün değerleri korumaya
yönelten ruhsal
yetenek anlamında bir ahlak terimi.
[129] Mehmet Nuri Yılmaz, “İslam Türk Kültüründe ve Anadolu’da Dini
Müsamaha”, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel
Sayısı-1, C.8, S.22, Ankara, 1996, s. 25.
[130] Mehmet Çayırdağ, “Vakıf Belgelerine Göre Kayseri’de Ahi Evren ve
Ahilikle İlgili Bazı Kayıtlar”, Türk Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D., S.72,
İstanbul, 1992, s. 48-49.
[131] Çağatay, a.g.m., 1982, s. 431-432.
[132] M.Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’daki
Fütüvvetnamelere Göre Dini İnanç Motifleri, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 2002, s. 27-36
[133] Mustafa Uslu, “Kültürel Açıdan Ahiliğin Sosyal Dinamikleri”, Türk
Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D., S.71, İstanbul, 1992, s. 54-56.
[134] Çağatay, a.g.m., 1982, s. 425.
[135] Bolat, 2004, s. 68.
[136] Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkürü Tarihi,
CII. İstanbul, 1934, s. 236; aktaran Ayas, 2012, s. 56-57.
[137] Neşet Çağatay, “Anadolu Türklerinin Ekonomik Yaşamları üzerine
Gözlemler (Bu Alanda Ahiliğin Etkileri)”, Belleten C. LII, S. 203, Ankara,
1988, s. 493.
[138] Çağatay, a.g.m., 1988, s. 494.
[139] Bice, 2014, s. 169-171.
[140] Köprülü, 2012, s. 125-127.
[141] Bice, 2014, s. 189.
[142] Ocak, 2014, s. 61-62.
[143] Ayas, 2012, s. 53-54.
[144] Ocak, 2014, s. 38.
[145] Ocak, 2014, s. 62-63.
[146] Ocak, 2011, s. 134.
[147] Ocak, 2011, s. 111.
[148] Ocak, 2011, s. 131.
161
Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana'dan
Sonra Mevlevilik, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1983, s. 186.
[150] Sade, gösterişten uzak bir hayat süren, gönül adamı, sufi.
Derviş tavrı.
[151] Zikir sırasında coşup
kendinden geçen, Allah'ın çekimine kapılan.
162
Bolat, 2004, s. 94,
95.
[152] Saç, sakal, bıyık ve kaşın kazıtılması
163
Gölpınarlı, 1983, s.
187.
[153] Bolat, 2004, s. 96-98.
[154] Bice, 2014, s. 190.
[155] Ayas, 2012, s. 55.
[156] Vilayetname Menakib-i Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, ed.
Abdulbaki Gölpınarlı, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1958, s. 1-2; aktaran Küçük,
2003, s. 19.
[157] Küçük, 2003, s. 19.
* Müslüman göründüğü halde gerçekte
İslami inanış ve öğretileri benimsemeyen.
[158] Köprülü, 2012, s. 127-129.
[159] E.Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik
Bektaşilik, Ankara, 1991, s. 144; aktaran Uçar, 2012, s. 56.
[160] Ahmet Yaşar Ocak, “Anadolu Türk Sufiliğinde
Ahmed-i Yesevi Geleneğinin Teşekkülü”, Milletlerarası Ahmed Yesevi Sempozyumu
Bildirileri, Ankara, Feryal Matbaası, 1992, s. 75; aktaran Kutlu, 2011, s. 177.
[161] Abdurrahman Güzel, “Ahmed Yesevi’nin Fakr-name’si ile Hacı Bektaş
Veli’nin Makalat’ı
Arasındaki Benzerlikler”, Milletlerarası Ahmed
Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 33-43.
[162] Abdurrahman Güzel, “Hacı Bektaş Veli’nin Hayatı ve Eserleri”,
Genç Erenler Dergisi, Özel Sayı, Ankara, 1998, s. 5-10.
[163] İsmail Yakıt, “Hoca Ahmed-i Yesevi ve Türk Düşünce Tarihindeki
Yeri”, Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Tebliği, Bolu, 1993, s. 19.
[164] Güzel, 1992, s. 43.
[165] Seyfullah Korkmaz, “Ahmed Yesevi ve Hacı Bektaş Veli”, Erciyes
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kayseri, 2001, s. 325-355.
[166] Ocak, 2014, s. 32.
[167] Bice, 2014, s. 191.
[168] Arap ve İran toplumlarından sonra.
[169] Orhan Türkdoğan, Alevi-Bektaşi Kimliği,
Timaş Yayınları, İstanbul, 1995, s. 417.
[171] Bolat, 2004, s. 61, 62.
[172] Çağatay, a.g.m., 1988, s. 490.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar