Print Friendly and PDF

HOCA AHMED YESEVİ VE TÜRKLERİN DİN ANLAYIŞINA ETKİLERİ

 

Hazırlayan: Ebubekir Oğuz UTKU

BİRİNCİ BÖLÜM

HOCA AHMED YESEVİ: HAYATI VE ESERLERİ

Hayatı

Ahmed Yesevi’nin tarihi kişiliğine dair belgeler oldukça sınırlı sayıdadır. Zaten nicel anlamda yetersiz olan tarihi belgelerin ayrıca menkıbelerle karışmış olmasından dolayı Ahmed Yesevi’nin hayatı ile ilgili kesin ve güvenilir neticelere varmak zordur.

Doğumu ve Çocukluğu

Ahmed Yesevi, bugün Çin’in Doğu Türkistan bölgesinde Aksu Sancağına bağlı ve Aksu’nun 176 km doğusunda bulunan Sayram kasabasında doğmuştur.[1] İsficab veya Akşehir isimleri ile de tanınmış olan Sayram, İslam kültürünün önemli bir şehri olup, Türk ve İranlılar yaşamaktadır.[2] Ahmed Yesevi’nin hangi tarihte doğduğu açık olarak bilinmemekle beraber, bunun Hicri V. asrın ortalarına veya Miladi XI. asrın ikinci yarısına[3] rastladığı tahmin edilmektedir. Ananeye göre, yüzyirmi yaşından sonra H. 562 (M.1166-67)’de vefat etmiştir. Yine rivayete göre Arslan Baba, onun terbiyesini Hicri V. yüzyılda üzerine almıştır. Ahmed’in babası Şeyh İbrahim, Sayram’ın en ünlü şeyhlerindendir; halifelerinden Musa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’la evlenmiş ve bundan “Gevher Şehnaz" adlı bir kızla ondan yaşça daha küçük olan Ahmed dünyaya gelmiştir. Ayşe Hatun daha önce ölmüş olacak ki Şeyh İbrahim’in vefatında yedi yaşında kalan Ahmed, ablasının vasiliği altına geçmiştir.[4] Ahmed Yesevi’nin daha küçükken bilmediğimiz bir sebeple Yesi’ye geldiği ve orada yerleştiği tahmin edilmektedir. Gerek Yesevi lakabını alması, gerek Arslan Baba’nın onunla Yesi’de buluşması hakkındaki bu rivayeti kuvvetlendirmektedir. Yesi -bugünkü adı ile Türkistan- şehri Oğuz Han’ın hükümet merkezi olması dolayısıyla meşhur bir yerdir.[5] Ahmed Yesevi’nin daha gençken, eğitimini tamamlamak maksadı ile Buhara’ya geldiği bilindiğinden, ilk eğitim yıllarını Yesi’de geçirmiş olması kuvvetle muhtemeldir.[6]

Eğitimi ve Hocaları

Hoca Ahmed Yesevi’nin, Buhara’da bulunurken -yahut diğer bir rivayete göre Semekkand’de- kendisine bağlanarak eğitim aldığı Hoca Yusuf Hemedani (H.440-535, M.1048/1049-1140), İmam A’zam Ebu Hanife’ye gönülden inanan ve onun mezhebine girmiş bir din âlimidir. Irak, Horasan, Maveraünnehr havalisinin çeşitli şehirlerinde halkı irşat ile meşgul olmuş, uzunca bir müddet Buhara’da yaşamış hatta bir aralık Kuh- i Zer’de oturmuştur. Hoca Ahmed Yesevi, tarikat terbiyesini, zahir ve batın ilimlerini ondan öğrenmiş ve belki de şeyhi ile beraber muhtelif memleketlerde dolaşmıştır; bununla beraber, Hoca Yusuf Hemedani’nin en çok bulunduğu yer Merv al-Rud şehri olmuştur.[7]

Hoca Ahmed Yesevi, Hacegan silsilesine mensup olduğu için ona “Hace Ahmed Yesevi” de denmektedir.[8] Bir başka kaynağa göre ise; Hace, soylu kimselere ve özellikle Peygamber efendimizin sülalesinden olanlara verilen bir isim, bir unvandır.[9] Hoca Ahmed, mürşidi ve hocası Hoca Hemedani’yi dini ilimlerdeki bilgeliği ve manevi derinliği ile kendisine imam bilmiştir. İslam hükümlerine kuvvetle bağlı Türk hükümdarlarının hüküm sürdüğü bir devirde Hoca Ahmed, hocası gibi şer’i ilimlerde büyük bir bilgi kazanmış ve ilmiyle, zühd* ve takvasıyla** o kadar tanınmıştır ki Yusuf Hemedani onu da diğer üç müridi ile beraber halifeliğe seçmiştir. İlk iki halife Hoca Abdullah Berki (vefatı: H.555/M.1160-61) ve Hoca Hasan Endaki (H.466-552/M.1073- 1157)’nin vefatından sonra bir müddet Buhara’da tekkenin reisi olarak bulunmuş, lakin -ne kadar sürdüğü bilinmemekle beraber- bütün müritlerini dördüncü halife Hoca Abdu’l-Halık Gucduvani’ye bırakarak Türkmenistan’a, Yesi’ye gitmiştir.[10]

Yusuf Hemedani’nin âlim halifesi, Yesi’de yaşadığı yıllarda etrafında Türkmenistan’dan binlerce mürit toplamıştır. İslam Asyası’nın her tarafında şeyhlerin geniş bir nüfusa malik oldukları, birçok yerde tekkelerin yükseldiği bir esnada, Ahmed Yesevi Sir-i Derya*** havalisinde, Taşkend çevresinde, hatta daha kuzeydeki bozkırlarda şöhret kazanmıştır. Etrafına; Buhara ve Semerkand’da veya Horasan şehirlerinde olduğu gibi İran dil ve edebiyatına vakıf, o adetler ile kaynaşmış Danişmendler değil, İslamiyet’e yeni, fakat çok kuvvetli sevgiyle bağlanmış, saf ve sade Türkleri toplamıştır. Bu yüzden, Arap ilmini ve Acem edebiyatını çok iyi bilmekle beraber, müritlerine, anlayabilecekleri bir dil ile hitap etmek mecburiyetinde kalmıştır. İran kültür dairesinde kalan başka sufiler gibi Farsça yazacağına, Türkçeyi kullanmış ve tarikat adabını, Arapça ve Farsça bilmeyen “Türk Dervişlerine” anlatmak için, yine Türklerin halk edebiyatından alınmış basit şekillerle, ahlaki ve tasavvufi manzumeler . 22 yazmıştır.

Hoca Ahmed vefat edinceye kadar müritlerine dini tavır ve tarikat adabını, ahlaki temizliğin gerekliliğini ve dini ananeleri Hikmet başlığı altında anlatmış, bunlara dair Arapça ve Farsça dillerindeki başlıca ilimleri okuyamayanlara Hikmet’leriyle yol göstermiştir. Ahmed Yesevi tıpkı mürşidi gibi Hanefi mezhebinde bir fıkıh ve şeriat âlimi olduğundan, şeraitle tarikatı daima kaynaştırmıştır. Dini yükümlülüklere karşı dikkatsizliğin tarikat adabıyla uyuşamayacağını öğretmeye çalışmıştır.[11] [12]

Çocukları

Gerek bugün Yesi’deki anane, gerek Cevahirü’l-Ebrar’da mevcut bir menkıbe, Hoca’nın İbrahim adlı bir oğlunun dünyaya geldiğini, ancak babası hayattayken öldüğünü kuvvetlendirmektedir. Hoca’nın bundan başka Gevher Hoşnas veya Gevher Şehnaz adlı bir kızının olduğu, asırlardan beri kendilerini Hoca Ahmed Yesevi torunlarından sayan birçok kimselerin de soyunun bu kıza dayandığına ilişkin rivayetler bulunmaktadır.[13]

Vefatı

Rivayetlere göre Ahmed Yesevi, Hz. Peygamber’in sünnetine aşırı bağlılığı sebebiyle altmış üç yaşına geldiğinde tekkesinin avlusunda müritlerine bir çilehane hazırlatmıştır. Müritleri, merdivenle inilen bir kuyu kazıp dibine de ancak bir insanın sığabileceği genişlikte bir hücre hazırlamıştır. Ahmed Yesevi vefatına kadar bu hücrede ibadet ve riyazetle meşgul olmuştur. Bu hücrede ne kadar kaldığı belli değildir, fakat vefat tarihi olarak kabul edilen H.562 (M. 1166) yılına kadar buradan çıkmadığı ve hücrede vefat ettiği ileri sürülmektedir. Ahmed Yesevi’nin doğum tarihi bilinmediğinden kaç yıl yaşadığı hususunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Rivayetlere göre yüz yirmi, yüz yirmi beş veya yüz otuz üç yıl yaşamıştır.[14]

Ahmed Yesevi’nin mezarı üzerine yapılmış olan türbe ve dergâh, Timur tarafından yeniden muhteşem bir şekilde yapıldığı ve inşaatının iki yıl sürdüğü bilinmektedir. Timur’dan başlayarak farklı asırlarda çeşitli Türk hükümdarları tarafından ziyaret edilen bu türbe, yakın yıllara kadar Orta Asya ve Volga Türklerinin ve bilhassa Özbek- Kazaklarının mukaddes bir ziyaret yeri olmuş, bozkır göçebeleri arasında güçlü olarak hâkim Yesevi Kültü'nün merkezi haline gelmiştir. Bilhassa kış ortasına tesadüf eden belli bir zamanda, her yıl burada on binlerce insan toplanıp bir hafta süreyle Hoca Ahmed Yesevi’ye dua ederek ibadet etmektedir. Timur zamanında - hatta daha önce ve daha sonra- zengin vakıflara malik olan bu mukaddes mezar civarında gömülmek, her Özbek- Kazak için bir idealdir.[15]

İki Farklı Hoca Ahmed

Daha önce de belirttiğimiz ve Hoca Ahmed Yesevi’nin hayatında görüldüğü üzere, gençlik yıllarında Buhara’ya gelerek oranın en tanınmış mürşidi Şeyh Yusuf Hemedani’nin müridi olmuştur. Bu dönem Köprülü’nün eserinde; “Hoca Ahmed, hocası gibi şer’i ilimlerde büyük bir bilgi kazanmış, sahip olduğu ilmiyle ve dini terbiyesiyle o kadar tanınmıştır ki Yusuf Hemedani onu da diğer üç müridi ile beraber halifeliğe seçmiştir. İlk iki halife Hoca Abdullah Berki (vefatı: H.555/M.1160-61) ve Hoca Hasan Endaki (H.466-552/M.1073-1157)’nin vefatından sonra bir müddet Buhara’da tekkenin başında bulunmuş, lakin -ne kadar sürdüğü bilinmemekle beraber- bütün müritlerini dördüncü halife Hoca Abdu’l-Halık Gucduvani’ye bırakarak Türkmenistan’a, Yesi’ye gitmiştir”[16] şeklinde, aynı dönem Barthold’un eserinde ise “Yesevi, ilk iki halifeden sonra H. 555 (M. 1160)’de Buhara’da Şeyhin postuna geçmiş, fakat onun eski bir işareti mucibince, bir zaman sonra Yesi’ye dönmüş ve H. 562 (M.1166)’den ölümüne kadar bu şehirde kuvvetli bir tasavvuf propagandası yapmıştır”[17] şeklinde yer almıştır. Ahmed Yesevi, Yesi’ye yerleştikten sonra Türkistan’ın her yerinden gelen müritleri yetiştirmiş ve Moğolistan, Anadolu ve Balkanlara kadar Türk yurtlarında İslam’ı tebliğ ile görevlendirmiştir.[18]

Hoca Ahmed Yesevi’nin uzun yıllar yaşadığı Buhara şehrine bakacak olursak; dönemin İslam kültürünün en önemli merkezidir ve şehirde Hanefi mezhebi hâkimdir. Türkistan’ın her tarafından gelen binlerce talebe ve din âlimi şehri doldurmaktadır. Şehir aynı zamanda İpek yolu adı verilen devrin en önemli ticaret güzergâhı üzerinde olan zengin bir şehirdir. Buhara, IX. yüzyılın ortasından X. yüzyılın sonuna kadar Samanilerin başkenti, Samanilerin yıkılmasından sonra Karahanlıların yönetimi altına girmiş ve bu dönemde altın çağını yaşamıştır.[19]

Büyük mutasavvıfların hayatlarını değiştiren, onlara olgunluk katan, manevi boyutlarına derinlik kazandıran kişiler ve dönemler olmuştur. Bunlara tipik birer örnek Mevlana Celaleddin ve Yunus Emre’dir. Hoca Ahmed Yesevi’den sonraki yüzyıllarda gelen, Mevlana Celaleddin-i Rumi (H.6 Rebiu’l Evvel, 604- H.30 Eylül 1207), Belh şehri gibi, daha IX. yüzyıldan itibaren ünlü mutasavvıflar yetiştiren ve özellikle de Melametilik denilen, kuvvetli bir mistik cezbeye dayalı sufilik akımının belli başlı merkezlerinden biri olan şehirde, aristokrat çevreye mensup sufi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Ancak beş yaşındayken Moğol istilasının başlaması üzerine ailesiyle birlikte oradan ayrılmak zorunda kalmış, on yaşlarındayken Anadolu’ya ayak basmıştır. Bu yeni vatanında bir yandan tahsilini sürdürürken, bir yandan da önce babası Sultanü’l-ülema Bahaeddin Veled’den (Ö.1230) sonra halifesi Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi’den (Ö.1244) ilk tasavvuf eğitimini almıştır. Tahsilini Orta Doğu’da zamanın en ünlü medreselerinde ve en ünlü hocalarının önünde tamamlamış, İslam hukuku sahasında bir uzman olarak Konya’ya dönüp eğitim faaliyetlerine başlamıştır. Kader, günün birinde bu ağır başlı İslam hukuku müderrisinin karşısına cezbe dolu İranlı bir Melameti- Kalenderi sufisini, Şems-i Tebrizi’yi çıkarır. Onunla geçirdiği günler içinde gizli bir mistik coşkuyu meydana dökerek bu genç müderrisi bir ilahi aşk ve cezbe şairi haline dönüştürecektir.

Yunus Emre (M.1240,1241-1321) ise yazın yayla, kışın köy arasında gidip gelen yarı göçebe bir Türkmen boyu içinde yaşamıştır. Muhtemelen sıradan bir medrese tahsili de görmüş olmalıdır. Nitekim bir süre mistik hayatında bu tahsilin etkisini taşımış, fakat tıpkı Mevlana Celaleddin gibi, onun da günün birinde karşısına çıkan bir Melameti-Kalenderi şeyhi, Baba Tabduk, hayatının akışını değiştirmiş, onu medresenin etkilerinden sıyırıp cezbeli bir ilahi aşk şairi yapıvermiştir.[20]

Köprülü’nün yaptığı araştırmalarda, Hoca Ahmed Yesevi’nin tarihi hayatında varlığını ispatlayamadığı Arslan Baba’yı birçok tasavvuf kaynağında Hoca Ahmed ile birlikte görmekteyiz. Günümüzün önde gelen tasavvuf araştırmacılarından Dr. Nadirhan Hasan’ın tespitlerine göre, Safi’nin Reşehat (XV. yüzyıl), Hazini’nin Camiü’l Mürşidin, Cevahirü’l Ebrar, Menbaü’l-Ebhar (XVI. yüzyıl), Âlim Şeyh Azizan’ın Lemehat Min Nefehati’l-kuds (XVII. yüzyıl), Muhammed Şerif Buhari’nin Hüccetü’z-zakirin (XVII. yüzyıl), Şeyh Zinde Ali’nin Semeratu’l-meşayıh (XVII. yüzyıl), Gulam Server Lahuri’nin Hazinetü’l-asfiya (XVIII. yüzyıl), müellifi belirsiz Risaletü’l-meymune, Kemeladdin Haririzade’nin Tibyanü vesaili’l-hakayık, Hüseyin Vassafın Sefine-i Evliya (XIX. yüzyıl) eserlerinde Arslan Baba adı anılmakta ve yukarıda zikredilen eserlerin hepsi Arslan Baba’yı döneminin ünlü sufilerinden biri olarak kaydetmektedir. Sefinetü’l-evliya müellifi Dara Şukuh (Ö.1659) ise Arslan Baba’yı “Azim-i Meşayıh-ı Türk” (Türk Şeyhlerinin Ulusu) olarak anmaktadır.[21]

İşte birçok menkıbede yer alan bu zat için şunu demek yanlış olmayacaktır. Baba Tabduk’un Yunus Emre’nin, Şems-i Tebrizi’nin ise Mevlana Celaleddin’in üzerinde bıraktığı güçlü etkinin benzerini, Arslan Baba adlı bir kalenderi şeyhi, Ahmed Yesevi üzerinde oluşturmuştur. Bu etkiler, nasıl Ahmed Yesevi’ye Hace Yusuf Hemedani’nin, Mevlana Celaleddin’e babasının zühde dayalı tasavvuf anlayışını değiştirttiyse, Baba Tabduk da aynı şeyi Yunus’a yapmıştır.[22]

İşte birçok mutasavvıfın hayatında görülen (Mevlana, Yunus Emre v.b.) dönüm noktasının, Hoca Ahmed Yesevi için Buhara’dan Yesi’ye gelmek olduğu aşikârdır. Artık iki “Hoca Ahmed” vardır. Biri, aldığı Arap ve Fars etkisi altındaki medrese eğitimi ile kitabi (yazılı) Müslümanlığın var olduğu Sünni temelli Ortodoks İslam’ı yaşayan ve yaşatan Ahmed, diğeri dilini sadeleştirip, eğitim dili olarak Türkçeyi tercih eden, çoğunun okuma yazma bilmediği konar-göçer Türkmenlere yönelik “Hikmet” adını verdiği şiirler aracılığıyla, sözlü İslamı ve Türk Halk Müslümanlığı çerçevesindeki Heteredoks İslamı yaşatan, İslam esaslarını ve ibadetlerini yerleşik ve konar-göçer Türkmenlerin sosyal hayatına yerleştiren Ahmed. İkinci Ahmed’in varlığı, Türkler arasında İslam’a binlerce taraftar kazandırmış ve Türkmen grupların İslam’a yönelişini hızlandırmıştır. Hoca Ahmed Yesevi’nin Türkler ve Türkmen boyları üzerindeki etkisi o kadar derin ve köklü olmuştur ki etkileri Orta Asya, Horasan, Harezm, Anadolu ve Rumeli’de yüzyıllar içerisinde var olmuş ve halen varlığını sürdüren birçok farklı tarikat içerisinde görülmüştür.

Eserleri

Bilim adamları ve çeşitli araştırmacılar tarafından bugüne kadar yapılan çalışmalar, Ahmed Yesevi’nin sufiyane düşüncelerini bize aktaran ve Ahmed Yesevi’ye mal edilen başlıca üç kaynağı işaret etmektedir:

Defter-i Sani adıyla da anılan Divan-ı Hikmet (çeşitli versiyonlarını ihtiva eden nüshalar mevcuttur),

Fakrname,

Risale.[23]

Ahmed Yesevi’nin hayatta iken bir eser ortaya koymadığı bilinmekle birlikte, kendisine isnat edilen eserlerin, onun ölümünden en az iki- üç asır sonra kaleme alındığı tahmin edilmektedir.

İsnat edilen ve günümüze kadar birbirinden farklı yazma nüshalarına dayanarak çeşitli dillerde basılan en önemli eser, X. yüzyıldan itibaren Doğu Türkleri arasında “Hikmet” olarak tanımlanan manzum beyitlerden oluşmaktadır. Adına muhtemelen sonraki asırlarda “Divan-ı Hikmet” denilen bu eser, dini-tasavvufi Türk edebiyatının Kutadgu Bilig’den sonra en eski ve en önemli mahsulü olarak gösterilmektedir.[24] Dîvân-ı Hikmet'in ve dolayısıyla Ahmed Yesevî'nin dilinin, Kutadgu Bilig'in yazıldığı ve yazarı Kaşgarlı Mahmud'un -Türkçenin en yüksek şekli kabul ettiği- "Hakaniye Lehçesi" yani Karahanlı Türkçesi olduğu değerlendirilmektedir. Ancak bu konuda kesin bir hükme varabilmek için, hiç değilse M. XII. veya XIII. yüzyıla ait bir Dîvân-ı Hikmet nüshasının incelenmesine ihtiyaç bulunmaktadır.[25]

Köprülü’nün görüşüne göre, Divan-ı Hikmet bizzat Ahmed Yesevi’ye ait olmasa bile onun “Hikmet’leri” dilden dile söylenerek öğrencileri tarafından taklit ve takip edildiği için bugün elimizdeki Divan-ı Hikmet nüshalarının Ahmed Yesevi’nin hikmetlerini gerek dil, gerekse muhteva bakımından yansıttığı düşünülmektedir. Ahmed Yesevi’ye isnat edilen Fakrname ve Risale isimli diğer eserlerde Ahmed Yesevi’ye ait olmadıkları kesinlik derecesindedir.[26]

Divan-ı Hikmet

Hikmet kelimesi Kur’an-ı Kerim’in nazil olan ayetlerinde Hz. Peygamberin irşat ve vaazları manasında kullanılmıştır. İslam âlimlerinin değişik şekilde tarif ettikleri kelime, sözlüklerde başlıca şu manalarla yer almıştır: ilim ve adaletin birleşmesinden meydana gelen sıfat-ı şerife, marifet-i hakayık-ı mevcudat, adet ve ahlakla ilgili özlü söz, gizli sebep, insanın mevcudatın hakikatini bilip hayırlı işler yapması, eşyanın iç ve dış keyfiyetlerinden bahseden ilim, kâinat ve yaradılıştaki ilahi gaye; Hakk’a bağlanma, batıldan uzaklaşma, Allah’a mutlak şekilde itaat ve hayırlı ameller kılma, akıl ve hareketlerdeki uygunluk, Tanrı hakikatini ifade eden dini-tasavvufi özlü söz. Bu tariflerde; Allah’ın varlığını, kulun idraki ve özlü şekilde ifadesi esası teşkil etmektedir. Bu bakımdan hikmeti, “dini-tasavvufi özlü söz” şeklinde tarif edebiliriz. Divan-ı Hikmet, Ahmed Yesevi’nin hikmetlerini içine alan eserin adıdır.[27]

Ahmed Yesevi’nin tasavvufi manzumelerini içine alan ünlü esere Divan-ı Hikmet denmesinin bir sebebi de o manzumelerin hepsinin ayrı ayrı bir “hikmet” olmasıdır. Anadolu Türklerinde bu tarz tasavvufi manzumelere nasıl “ilahi” adı veriliyorsa, Doğu Türklerinde de Ahmed Yesevi’nin ve o tarzda şiirler yazan diğer dervişlerin eserlerine umumiyetle “hikmet” denmektedir.[28]

Divan-ı Hikmet, bilhassa Doğu ve Kuzey Türkleri -Özbekler, Kırgızlar ve Volga Türkleri- arasında adeta dini mukaddes bir kitap gibi asırlardan beri elden ele dolaştığından, onun sayısız yazma nüshalarına ve daha sonra da birçok basımlarına rastlamak mümkündür. Elde mevcut basma nüshalara gelince, bu eser bir defa İstanbul, dört defa Kazan’da, bir defa da taşbasması olarak Taşkend’de basılmıştır. Ancak bu çeşitli basımlar, hiçbir şekilde güvenilirliği ve doğruluğu teyit edilemeyen yeni yazmalara dayanılarak yapıldığı için, bugün elimizde, üzerinde güvenilir çalışmalar yapılabilecek hiçbir doğru eski nüsha bulunmamaktadır.[29]

Elde mevcut Divan-ı Hikmet’in İstanbul basımı incelendiğinde, onun birçok kişi tarafından ve farklı zamanlarda yazılan bir takım karışık parçalardan ibaret olduğu anlaşılabilecektir. Çünkü bir defa şairlerin mahlasları bunu göstermeye kâfidir. Bu basımda; Şems, Şah-Meşreb, Hâkim Süleyman Ata gibi muhtelif şairlerin eserleri bulunduğu gibi, Kazan basımlarında da Kul Garib mahlaslı diğer bir şairin iki parçası mevcuttur. Bununla beraber, İstanbul basımında bulunan bu beş altı parça ile Kazan tab’ındaki diğer bir parça istisna edilecek olursa, kalan eserlerin hepsi Kul Hoca Ahmed, Hoca Ahmed Yesevi, Yesevi, Ahmed, Miskin gibi birbirine çok yakın bir takım muhtelif mahlaslar kullanan şairlere -veya diğer kuvvetli bir ihtimal ile bütün bu birbirine yakın mahlasları kullanan bir tek şaire- ait bulunuyor ki, bugünkü genel görüşe göre, o muhtelif mahlasların sahibi Hoca Ahmed Yesevi’dir ve bu manzumelerin hepsi, Türk lisanının VI. asra ait pek eski birer mahsulüdür.[30]

Hikmetlerde genellikle dörtlük esasına yer verilmesi, hece vezninin kullanılması, yarım kafiye türünün tercih edilmesi milli unsurları teşkil etmektedir. Bununla beraber bazı hikmetlerinde genel tarzına yer verip aruz vezni kullanılmıştır.[31]

Türk halk edebiyatının atasözleri ve öğütleri ile dolu mahsullerini hatırlatan bu eser, halk edebiyatı ananelerine uygun olarak bilhassa 4+3=7 ve 4+4+4=12 heceliler ile dörtlükler şeklinde yazılmış, yarım kafiye ve redif kullanılmıştır. Dörtlüklerden oluşan bazı uzun manzumelerde her dörtlüğün sonundaki mısraların kafiyeli olması, bunların umumi toplantılarda belli bir beste ile okunduğunu göstermektedir.[32]

Hikmet’ler başlıca iki unsurdan meydana gelmektedir;

İslami yani dini-sufiyane unsur,

Milli yani eski Türk halk edebiyatından alınan unsur.

Birincisi ideolojide, İkincisi ise şekil ve vezinde daha barizdir. Yeni fakat ateşli Müslüman olan Seyhun Türkleri, eski halk edebiyatına yabancı olmayan bu Hikmet’lere kutsi bir mahiyet vermişlerdir. Ahmed Yesevi’nin büyük bir veli olması ve tarikatının süratli ve geniş bir alana yayılması, Yesevilik ayinlerindeki büyük yeri, bu Hikmet’lerin asırlarca okunup ezberlenmesini sağlamıştır. Anadolu haricinde Yesevi Kült’ünün asırlarca hâkim olduğu coğrafi sahaların, XX. yüzyıla kadar fikri ve medeni bir uyanıklık göstermeyerek, bilhassa XVI. yüzyıldan sonra gittikçe gerilemesi ile Doğu ve Kuzey Türkleri arasında Yesevi tesirini büsbütün kuvvetlendirmiş ve sürekli olarak Yesevi taklitçileri yetiştirmiştir.[33]

Hikmet’lere bakıldığında bunların ana hatlarıyla İslâm dini, Türkistan tasavvufu ve Yesevîlik'e ait esasları oluşturmaktadır. Bazı hikmetlerde amelî ahlak ve çevrenin sosyal hayat açısından aksayan yönleri üzerinde de durulmuştur. Münâcât, naat ve ilk dört halifeye ait övgüler dışında hikmetlerde başka konular da ele alınmıştır.[34]

Bu konuların;

İlahi aşk,

Allah’ın birliği, sonsuz güç ve kudreti,

Peygamber sevgisi ve Peygamber’in sünnetine bağlılık,

İbadetlere teşvik, kıyamet ve ahret ahvali, zühd ve takva, insan sevgisi vb. genel olarak İslam sufiliğinin niteliklerini yansıtan manzumeler,

Zikir ve halvet gibi Yesevilik’in bazı adap ve erkânını anlatan manzumeler,

Mutasavvıflara ait kıssalar olduğu görülür.

Bunların basit öğütler şeklinde değil, içten ve coşkun bir üslupla yazılmış olması, özellikle dikkat çekmektedir. Bu itibarla bu manzumeleri yazıldıkları ortama göre değerlendirdiğimiz zaman, basit fakat zorlu bir göçebe hayatı süren XII. yüzyıl bozkır insanlarının üstünde ne ölçüde güçlü bir etki meydana getirmiş olduğunu anlamak hiç de zor olmayacaktır.[35]

Fakrname

Ahmed Yesevi’ye nispet edilen Fakrname ise bağımsız bir eserden çok bir Yesevi dervişinin onun fikirlerinden hareketle kaleme aldığı bir metindir. Divan-ı Hikmet’in başına sonradan “giriş” olarak konulmuştur.[36] Bu eserde, Yesevi tarikatının adap ve erkânı anlatılmaktadır. Hz. Ali’den naklen dervişliğin kırk makamı açıklanmaktadır. Ahmed Yesevi’ye isnat edilen bazı sözlerin yanında bazı Yesevi şeyhlerinin adları da zikredilmektedir.[37]

Fakrname’de ayrıca tasavvufta önemli yeri olan “fakr”ın mahiyeti ve önemi, dervişliğin mahiyeti ile dört kapı kırk makam anlatılır. Buna göre şeriatta on, tarikatta on, marifette on ve hakikatte on olmak üzere toplam kırk makam bulunmaktadır. Aynı şekilde fakrın on makamı, on nuru ve on mertebesi ile altı adabı bulunmaktadır.[38] Fakrname, Divan-ı Hikmet’in düz yazı şeklindeki bir önsözü durumunda olmakla birlikte Ahmed Yesevi’ye ait görülmemekte, daha sonra Divan-ı Hikmet’i tertip edenlerce yazıldığı kaydedilmektedir.[39]

Fakrnâme'nin, Dîvân-ı Hikmet yazmalarının diğer nüshalarında bulunmaması, bu eserin Ahmed Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, daha sonra Dîvân-ı Hikmet'i tertip edenler, meselâ Hâce'nin fikirlerini esas alan bir Yesevî dervişi tarafından, yazılıp esere dâhil edildiğini göstermektedir.[40]

Risale

Ahmed Yesevi’ye isnad edilen eserlerden biride Risale’dir. Fakrname ile neredeyse aynı metin olarak gösterilen eserin yeni bir nüshası 1994 yılında Carmuhammed-Uli tarafından tanıtılmıştır. Carmuhammed-Uli, 1687-1688 yıllarında çoğaltılan ve eseri kimin çoğalttığı belli olmayan bu yeni nüshanın Kazakistan Halk Kütüphanesi Nadir Kitaplar ve El Yazmaları Bölümü nr.3990-47’de kayıtlı olduğunu belirtmektedir. Yeni bulunan nüshanın da Fakrname ile büyük benzerlik gösterdiği anlaşılmaktadır.[41]

Fakrnâme, Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır. Bir araştırmacı tarafından Ahmed Yesevî'nin bilinmeyen bir eseri olarak sunulan "Risâle" isimli eser, Kemal Eraslan tarafından yayımlanan Fakrnâme ile aynıdır.[42]

İKİNCİ BÖLÜM

TÜRKLERİN DİNDARLIK ANLAYIŞININ OLUŞMASINA
ETKİLERİ AÇISINDAN YESEVİLİK

Çalışmamızın bu bölümünde; Yeseviliği etkileyen akımlar, Yeseviliğin uygulama esasları, Orta Asya ve Anadolu’da Yesevilik, Yesevilik izleri taşıyan tarikatlara yer verilecektir.

Kadim Türk Dininin Yesevi Anlayışına Etkisi

Türkler, kalabalık bir millet olduklarından ve bereketli topraklar arayarak konargöçer şekilde yaşadıklarından dolayı geniş bir coğrafyaya dağılmışlardır. Bu göçebe yaşam tarzları nedeniyle birçok millet, kültür ve dinle temas ederek onlardan etkilenmişlerdir.

Eski Türkler’de ve geleneksel Türk dini inanışlarını devam ettiren boylar arasında “şamanik” inanç unsurları etkili olmuştur. Bu kelimenin Türkler arasında en yaygın kullanımı “kam”dır. Kam yerine Yakutlar’da “oyun”, Kırgız, Kazak ve Özbekler’de “bahsı-bakşı” kelimesi kullanılmaktadır.[43] Ayrıca Türk kavimlerinde en az erkekler kadar kadın şamanların (kam) da etkili olduğu görülmektedir. Yakutlar ve Altaylılar da kadın şamana Moğolca olan “udugan” tabiri kullanılmaktadır.[44]

Türklerin İslam öncesi dini inanış ve anlayışlarında önemli bir yer tutan kamlar, dini-mistik-sihri bir otoriteyi temsil etmektedir. Kamların ruhları kendi emirleri altına alabileceklerine, ölüler ve tabiattaki ruhlarla irtibat kurabileceklerine, hastaları iyileştirebileceklerine, ateşe hâkim olabileceklerine, dertlilerin şikâyet ve dileklerini Gök Tanrı’ya ulaştırabileceklerine inanılmaktadır.[45] Kam, eski Türk dillerinde, kâhin ve tabip gibi anlamlara da gelmekte olup, kendilerine özgü cübbeleri, külahları, davul ve maskeleri ile toplumun diğer fertlerinden ayrılırlar.[46] Ancak kamlar gerek erkek, gerek kadın olsun bir kast halinde değil, mensubu oldukları boy, oymak veya köyün bir üyesi olarak halkla birlikte, onların içinde yaşamaktadırlar.[47]

Her kam (şaman) kendisine ait bir ruh veya ruhların olduğuna inanmaktadır. Bu özel ruhlara; Altaylı kamları “tös”, Yakut oyunları “İje Kil (ana-hayvan)”, Türkistan ve Kırgız baskıları “arvak” demektedir. Yakutlar “ije kil” kavramının şamanların herhangi bir hayvanda var olan canı ve ruh eşleri olduğuna inanmaktadır. Bazen iki şamanın “İje KilTerinin” birbirleriyle kavga ettikleri, hatta birbirlerini öldürdükleriyle ilgili şaman hikâyeleri anlatılmaktadır. Şamanizm inançlarından olan “İje Kil ve Arvak” hikâyelerinin Türklerin İslamiyet’le tanıştıktan sonraki döneminde İslam büyüklerinin menkıbelerine de yansıdığını görmekteyiz. XII. yüzyılda Orta Asya Yesevi şeyhlerinden Hâkim Ata’nın menkıbelerinin toplanmış olduğu eserde Seyit Ata hakkında şöyle bir menkıbe yer almıştır; Seyit Ata ölürken, “ben öldükten sonra tabutumu bir arabaya koyup hayvanın başını boş bırakınız, kendiniz evlerinize girip rahat oturunuz!” diye vasiyet etmiş. Dediği gibi yapmışlar. Gece yarısı müthiş bir gürültü kopmuş. Ne oluyor diye bakmışlar. Görmüşler ki Seyit Ata’nın tabutu mezarının yanında duruyor. Gürültünün sebebi o imiş ki Kâbe’den birçok ruh gelip Seyit Ata’nın ölüsünü Mekke’ye götürmek istemişler. Bakırgan beldesinin yerli ruhları ise ölüyü vermek istememiş ve savaşa tutuşmuşlar. Kâbe’nin ruhları yenilerek kaçmışlar. Bakırgan ruhları Seyit Ata’yı Hekim Ata’nın yanına gömdüler.” Bu menkıbede de ruhların, tıpkı Şamanizm de olduğu gibi kavga ettikleri görülmektedir.[48]

Anadolu Türkmen Şeyhlerinden olan Geyikli Baba’nın hayvanlarla konuşması, geyiklere binmesi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin şahin kılığına girerek uçması, Karaca Ahmet oğlu Hacı Doğrul’un doğan kuşu suretine girmesi ve güvercin suretinde olan Sultan Hacimi’yi yakalamak istemesi, Hoca Ahmet Yesevi’nin ve bazı müridlerinin turna kılığına bürünmesi gibi menkıbeler, Şamanizm inançlarından olan, “ije kil ve arvak” kavramlarıyla büyük benzerlik göstermektedirler. Özellikle Geyikli Baba’nın geyiklere binerek gezmesi ile ilgili menkıbe Altaylı kamların dini ayinlerindeki dualarda yer alan “bindiğim hayvan geyik-sığın” sözlerini hatırlatmaktadır.[49]

Eski Türklerde din olgusunun kökenine dair ileri sürülen görüşlerden en güçlüsü, Türklerin kendine özgü geleneksel dini inançlarının merkezinde “Göktanrı”, “Yüce Tanrı” veya “Tek Tanrı” inancının bulunduğunu savunan tezdir. Eski Türkler ile ilgili araştırmalarıyla tanınan N.L. Gumilev, Türklerin kadim inançlarından bahsederken bunların ilkel inançlar olarak görülemeyeceğini, Türklerin M. V. ve VI. yüzyıllarda çeşitli kabilelerden teşekkül ettiğini ve o dönemdeki inançlarının da diğer çağdaş inanç sistemleri gibi hayli gelişmiş olduğunu söylemektedir.[50]

Türklerden geriye kalan yazıt, kitabe ve destanlarda tek tanrı inancına ait önemli bilgiler yer almaktadır. Gök Tanrı inancı, Türklere ait olup monoteist ve vahdaniyetçi* bir inançtır. Bu inanca göre yeri ve göğü yaratan tek bir tanrının varlığına inanılmaktadır.[51]

Türkler tarih boyunca Budizm, Maniheizm, Zerdüştilik, Taoizm, Konfüçyanizm, Musevilik ve Hristiyanlık gibi dinlerin etkisinde kalmıştır. Türklerin kitleler tarafından kabul gören evrensel ve kurumsal dinler ile M. VI. yüzyıl ve IX. yüzyıl arasında yoğun olarak temas etmişlerdir. Bu temaslar sonucunda yerleşik hayata geçen bazı Türk boyları eski inançlarını tamamen terk ederek bu yeni dinleri benimsemişlerdir. Ancak geniş kitleler ve özellikle de konargöçer Türkler kendi geleneksel dini inanışlarına bağlı kalmışladır. Propaganda yoluyla dışarıdan gelen yabancı dinler göçebe Türk topluluklarından ziyade yerleşik ve şehirli Türkler arasında yer bulabilmiştir. İslamiyet ise; “şehirli yerleşik unsurların yanı sıra göçebe Türk kitlelerini de bağrında toplamayı başarmıştır”.[52]

Kılı kırk yaran fıkıh etkilerine muhatap olamayan Türkmenlerin hareketli topluluk yaşayışlarında, onları içlerinden kavrayan sufiyane tecrübenin telkin ve müsamahasında Kam’ların yerini Ata, Baba dedikleri Müslüman din ulularının aldığı gerek bu karizmatik kişilerin gerekse onların çevresinde gelişen zümrelerin geleneksel norm ve değerleri koruyup, onları toplusal yapı değişmesindeki yenileşmelere uygun bir hale koymak yolunu tuttukları görülmektedir.[53] Topluluğun hayatiyeti bakımından büyük bir önem taşıyan bu gerçek Yesevilik tarikatı yaşayışında, dervişlerinin zikir halkalarında, hatta zikir tarzında bile kendisini göstermektedir. Her ne kadar başkalarınca dedikoduyu mucip olsa da bütün günlük yaşayışlarında kadının da erkek kadar faal rol oynadığı, savaşa dahi birlikte katıldığı bu topluluklarda, tabi toplum yaşayışında olduğu gibi dini yaşayışta, zikir meclislerinde de kadın, hiç yadırganmadan yer almaktadır.[54]

Yeseviliği Etkileyen Akımlar: Maturidilik ve Melametilik

İmam Maturidi, genelde İslam kültürü ve özelde ise Hanefi mezhebi içinde fikirleri ve çalışmalarıyla sonraki nesillere ufuk açmış bir ilim ve fikir adamıdır.[55] İmam Maturidi epistemolojik açıdan, dinin gerekliliği konusunda ilke olarak iki bilgi kaynağından yararlanmanın kaçınılmaz bir durum olduğunu kabul etmektedir. Bunlardan biri akıl, diğeri ise nakildir.[56]

Türkistan kültür çevresinde X. yüzyılda yeni bir kelami* gelenek olarak doğan Maturidilik, İslam kültür ve medeniyeti açısından önemli gelişmelerden birisi olmuştur. Akıl taraftarlığının Ebu Hanefi’den sonraki önemli temsilcilerinden olan İmam Maturidi, İmam Hanefi’nin fikirlerini geliştirerek önemli bir kelam ekolünün oluşmasını sağlamıştır. Türkistan’da kurulan bu kelami gelenek Maturidilik olarak adlandırılmıştır. İslam inancının esaslarının tespiti ve ona yöneltilen eleştirilerin karşı akıl ve vahyi birlikte kullanan Maturidilik, Türkistan coğrafyasında yetişmiş Kelam ilmiyle uğraşan alimlerce kurumsallıştırılmıştır. Maturidilik, Hanefi mezhebi ile birlikte Türk toplulukları arasında yayılmış ve günümüze kadar korunmaya çalışılmıştır. Türkistanlı alimler, Maturidiliği bu coğrafyada yaymakla kalmayıp, Anadolu’ya, Balkanlar’a ve Kafkasya’ya kadar da taşımışlardır.[57]

Maturidilik, fıkıhta istisnasız Hanefiliği benimsemiştir. Maturidi’nin bir Türk alimi olması ve eserlerini yazarken bölgenin siyasi ve sosyal yapısını göz önünde bulundurması Türkler arasında bu mezhebin yayılmasında etkili olmuştur. Ayrıca İmam Maturidi’nin İslam’ı siyasi amaçlar için bir araç olarak kullanılmasına karşı çıkması ve dinin anlaşılmasında akla ve yoruma büyük önem vermesinin de bu ekolün yayılmasında önemli etkisi olmuştur. Bu durum Türkistan’da çok sayıda filozof, sufi ve fakıhın yetişmesine zemin hazırlayan geniş bir fikir özgürlüğünü beraberinde getirmiştir. Türkçe Hikmetler söyleyen Ahmed Yesevi’de böyle bir ortamda yetişmiş, Doğu ve Batı Türkleri üzerinde günümüze kadar etkili olmaya devam eden bir sufi olmuştur. Maturidilik, hakim olduğu kültür havzasında, Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre gibi büyük Türk Mutasavvıflarının yetişmesine, Türk-Boylarının Hanefi-Maturidi çizgisinde bir din anlayışı etrafında kenetlenmesine ve Selçuklu ile Osmanlı Devletlerinin kurulmasına zemin hazırlamıştır.[58]

İslam coğrafyasında, IX., X. ve XI. yüzyıllardaki tasavvuf cereyanları temelde iki ekolü temsil etmektedirler. Bunlardan birincisi, önderi Cüneyd-i Bağdadi olan BağdatMektebi'dir. Bu mektebin temsilcilerinin dikkat çekici özelliği, tasavvufi fikirleri ayet ve hadislerle ölçmeleri, tasavvufta akla ne kadar yer verebiliyorlarsa o kadar yer vermeleridir. İkincisi ise, fütüvvet ve melamet fikirlerine dayalı tasavvufi fikirlerin doğduğu ve yayıldığı merkez olarak kendine özgü bir yapıya sahip olan Nişabur Mektebi’dir. IX. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlayan sufilerin adap, erkan ve kıyafetlerine en büyük tepki hareketi olma vasfını haiz ve Horasan’da doğup gelişen Melametilik veya Melamilik; kınamak, ayıplamak, azarlamak, serzenişte bulunmak, korkmak anlamına gelen Melamet kelimesi ve melameti ise kınanmaya konu kişi anlamına gelmektedir. Kelimenin tasavvuftaki yaygın anlamı; “yaptığı iyilikleri (gösteriş olur endişesiyle) gizlemek, kötülükleri ve işlediği günahları (nefsiyle mücadele etmek için) açığa vurmaktır.” IX. yüzyılda Nişabur’da Ebu Hafs Haddad, Hamdun Kassar ve Ebu Osman El-Hiri tarafından kurulmuştur. X. yüzyıldan itibaren ise Irak, Suriye ve Anadolu’ya yayılarak Horasan’dan Balkanlar’a kadar yayılmıştır.[59]

Tasavvuf tarihinde Melametilik bir tarikat olmaktan daha ziyade her tarikatta belli ölçülerde iz bırakmış bir anlayış ve meşreb olarak değerlendirilmektedir. Bu sebeple çoğu derviş belli ölçüde melami meşreptir. Melametilik ortaya çıktığı tarihten itibaren Horasan ve Harezm bölgelerinde bir çok tarikatta görülürken, özellikle Anadolu’nun fethinden sonra heterodoks nitelikli Kalenderi dervişlerinin faaliyetleri ile kırsal ve konar göçer kesimde, Kübrevilik vastasıyla yerleşik bir şehir tarikatı olan Mevlevilik bünyesinde ve fütüvvet teşkilatı ile de esnaflar arasında etkili olmuştur. Ayrıca melamet meşrebi Bayramilik (Hacı Bayram Veli); Bektaşilik, Nakşibendilik, Kadirilik ve Halvetilik üzerinde de farklı şekillerde etkisi olmuş ve Anadolu tarikat kültürünün şekillenmesinde önemli izler bırakmıştır.[60]

Asabiyet temelinde kurulan, başkaları için fedakarlıkta bulunma anlayışı öngören, birbirinden bağımsız ve dini bir kaygı duymayan grupların meydana getirdiği, Kur’an, Hz. Peygamber ve Hz. Ali’ye dayandırılan Fütüvvet’in, İslami bir kimlik kazanmasında züht ve tasavvuf hareketlerinin büyük etkisi olmuştur. Fütüvvete dayalı bir yapı arzeden Melametilik, tasavvufi düşüncede dünyaya bakış konusunda özellikli bir yapı sergilemişlerdir. Bu yapı içerisinde batıni hallerini gizlemek ve halkın teveccühünden sakınmak amacıyla doğrudan sosyal yapı ve iş hayatının içerisinde yer almışlardır. Tarihte bu anlayışın tezahürü, tasaavvufa dayalı bir iktisadi hayatın oluşması şeklinde gerçekleşmiştir.[61] Hoca Ahmed Yesevi’nin, Yesi kasabasında devamlı olarak talim ve irşat ile meşgul olarak, müritlerine zahir ve batın ilimler ile ilgili dersler verdiği, bütün vaktini ibadet ve ta’at ile geçirirken kalan vakitlerinde de yonttuğu kaşık ve kepçeleri satarak geçindiği göz önüne alınırsa, kendisinin bir Fütüvvet Ehli ve Melami meşrep bir derviş olduğunu kabul edebiliriz.

Anadolu'da tasavvuf kültürünün temsilcilerinden olan Mevlevilik ve Nakşibendilik tarikatlarında önemli ölçüde Melametilik anlayışının etkileri görülmektedir. Melamet düşüncesinin ana vatanı ile olan coğrafi ortaklığın da etkisiyle, Mevlevilik içerisinde bizzat Mevlana Celaleddin Rumi'nin şahsında terennüm ettiği görülmektedir. Mevlevilik içerisinde Mevlana'nın Şems ile buluşmasından sonra Kalenderi bir kimliğe bürünen Melametilik anlayışı, Nakşibendilikte farklı bir şekilde temsil edilmiştir. Genel eğilimi itibariyle Sünni bir yapıda olan Nakşibendilik içerisinde Melamet düşüncesinin net bir şekilde dile getirilmesi ve bir kısım Nakşi şeyhlerinin tasavvuf anlayışlarını Melamet ile özdeşleştirmeleri bu düşüncenin etkisini görmek açısından önemlidir. Melametiliğin çoğunlukla heterodoks akımlarda etkili olması ve onlarla anılmasından dolayı ortodoks Nakşibendilik geleneğinde kabul görmesi Melametiliğin etkisinin tarikatlar üstü bir kimlik ve bir meşrep olarak kabulünün en önemli göstergesi olmuştur.[62]

Yukarıdaki bilgiler ışığında Yesevilik, gerek Türk boylarını etkileyen Hanefi- Maturidi akımından ve gerekse Ahmed Yesevi’nin hocası olan Yusuf Hemedani’nin verdiği Horasan Melametiliği terbiyesinden etkilenmiştir.

Yeseviliğin Temel İnanç ve Uygulama Esasları

Tarikat kelimesi “yol” anlamına gelmektedir. Tarikatlar, bir şeyh etrafında örgütlenmiş kuruluşlardır. Şeyh, tekkenin başöğretmeni ve rehberidir. Her tarikat, diğerinden doktrinleriyle değil, geliştirdiği nafile ibadet şekilleri ile ayrılmaktadır. Bir tarikatın kurucusu; müritler arası ilişkileri, nafile ibadeti ve zikir şekillerini vb. formüle eder. Şeyhin müritleri olan erkek veya kadınlar sadece ona uymakla kalmaz, varlığına inanılan bir şeyhler zincirine de bağlanmış olurlar.[63] Kadiriyye ve bir Türk tarikatı olan Yeseviyye ilk tarikatlar arasında sayılmaktadır.[64]

Müslüman toplumlarda, toplumu etkileyen iki büyük güç vardır: Din bilginleri ve sufi şeyhleri.[65] Ancak sufi şeyhlerinin halk üzerinde âlimlerden daha etkili olduğu düşünülmektedir. Çünkü;

Sufi şeyhleri, halkın samimi bağlılığını kazanabilmek için onların daha önceki inançlarına karşı tamamen yasaklayıcı bir tutum yerine, toleransı esas almışlardır.

Sufi şeyhlerinin, Hz. Muhammed’in soyundan geldiğine ve bu sebeple “seyyid” veya “şurefa” olduklarına inanılmaktadır. Her tarikatın da Hz. Muhammed’e kadar giden ve “silsile” denen bir zinciri bulunmaktadır.

Tarikat liderlerinin, Allah’a bağlılıklarının, emirlerine uyarak yasaklarından kaçınmalarının bir mükâfatı olarak bazı kerametleri olduklarına inanılmaktadır. “Vecd üstatlarına göre, sufilik ferdi bir aydınlanma ve trans şekli olabilir ama halk içinde vecd halinde bir şeyler gören kişinin, Tanrıya yakınlığından dolayı kendisine bazı olağanüstü güçlerin verildiğine inanılır.”[66]

^^“Türklerin İslamiyet hikâyesi sufilerle başlar” demek yerinde bir tespittir. Zira birçok Türk boyu onların faaliyetleri sayesinde İslam’ı kucaklamıştır. İslam’ı yaymak onların asli görevleridir. Bu sebeple, ilk sufiler Barkan’ın deyimi ile “Kolonizatör”[67] ve “Mücahit Misyoner” veya “Alp Eren”dir.[68]

Sufi şeyhleri, Orta Asya’daki Türkler arasında kolayca kabul görmüştür, zira halk onları eski Şaman veya Kam’larına benzetmektedir.[69] Bu şeyhler, faaliyetlerinde aynı zamanda İslam’ın en basit şeklini sunmuşlardır. Hoca Ahmed Yesevi’nin Yesevi tarikatı da böyle bir tarikattır.[70]

Türk Halk Sufiliği geleneğini, coğrafi ve kronolojik saflarını yansıtan üç evliya ve sufi zümresinden bahsetmek mümkündür. Bunlar;

Türkistan Erenleri,

Horasan Erenleri,

Rum (Anadolu) Erenleridir.

Bunlardan birincisi, Orta Asya’da İslam’ın yayılmasına önayak olan ve Ahmed Yesevi ile başladığı kabul edilebilecek erken Türk sufilik geleneğini; ikincisi, aslında bu birincisinin de ana kaynaklarından birini teşkil eden ve aynı zamanda üçüncüsünü de geniş ölçüde etkileyen Horasan Melametiyyesi’ni, yani İran sufiliğini; üçüncüsü ise, ilk ikisinin oluştuğu temelde kurulmuş, Mevlana, Hacı Bektaş ve Yunus Emre tarafından temsil edilen Anadolu sufili sentezini oluşturmaktadır.[71]

Ahmed Yesevi’nin karizmatik kişiliğinin etki ve nüfusu ile doğrudan doğruya Türk toplulukları içerisinde bir dini-tasavvufi zümreleşme ve ilk Türk-İslam Sufi Tarikatı olarak bilinen Yesevilik’in teşekkülü önemlidir. İslami öğretiye, derin telkin gücü olan sade Türkçe şiirlerle (Hikmet) yayan bu tasavvuf çevresi, müşterek İslam kültür sahasına giren bu üçüncü toplumun dini edebiyat türünün gelişmesini hatırı sayılır derecede etkilemekte;[72] böylece, bir takım gelenek ve göreneklerin İslami renge bürünmesini sağlamaktadır.[73]

Türklerin İslam’ı kabul ediş süreci bir hayli hızlı gelişmiş olsa da yüzyıllar boyu devam eden eski inanç ve düşüncelerini bir anda silip atmaları kolay olmamıştır. Her ne kadar Türkler genel anlamda Sünni anlayış çerçevesinde İslam’ı kabul etmiş görünüyorlarsa da daha çok Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi ön planda tutan sufi akımın etkisinde kalmışlardır.[74]

Türkler arasında eski inançlarından gelen şaman kültürünün de etkisi ile sufi anlayış yaygınlaşmıştır.[75] Bu dönemde Horasan ve Maveraünnehir’de pek çok mutasavvıfın varlığından söz edilebilmektedir. Türkler de kendilerine dini bilgiler veren bu mutasavvıflara “Bab” yani “Baba” ismini vermişlerdir.[76] Bu mutasavvıfların başında ise Türkmenlerin önderi durumunda olan Ahmed Yesevi bulunmaktadır.[77] [78] Ahmed Yesevi, etrafında binlerce mürit toplamış, zamanla bunları uygun merkezlerde görevlendirerek Türkler arasında olumsuz dini düşüncelerin yayılmasını engellemeye 91 çalışmıştır.

Kitabi kültürden uzak olması dolayısıyla dış etkilere açık olan ve eski inançları ile İslam’ı birleştiren göçebe Türkler, tasavvuf merkezli hoşgörü, sevgi, saygı ve Ehl-i Beyt sevgisine dayalı, Ahmed Yesevi dergâhından kopup gelen dervişler etrafında bir İslam anlayışı geliştirmişler ve günümüzde heterodoks[79] olarak da nitelendirilen toplum kesimleri ve dervişleri o dönemlerde Kalenderi, Yesevi, Haydari ve Vefai isimleri ile anılır olmuşlardır.[80]

Bir Türk sufisi tarafından halis bir Türk çevresinde kurulan ilk büyük Türk tarikatı Yesevilik, başlangıçta Seyhun havalisinde, Taşkent civarında ve Şarki Türkistan’da kuvvetle yerleşmiş, sonra Türk dil ve kültürünün Maveraünnehir ve Harezm sahalarında kuvvetlenmesi ile oralarda da önem kazanmıştır. Seyhun vadisinden ve Harezm’den bozkırlara ve Bulgar sahasına yayılan Yesevilik, Moğol istilası neticesinde, Horasan, İran, Azerbaycan mıntıkalarındaki Türkler arasında varlık gösterdikten sonra, XIII. Asırda Anadolu’ya da girmiştir. Yesevi şeyhlerinin, dervişleri ile beraber küçük zümreler halindeki göçleri yavaş yavaş azalmakla birlikte, XIV. yüzyılda da devam etmiş; Hacı Bektaş ve Sarı Saltuk gibi en tanınmış Anadolu sufılerinden başka Azerbaycan ve Anadolu ananeleri XVII. yüzyılda hala yaşamıştır.[81]

Bütün Sir-i Derya havzasında, Fergana’da* ve Harezm’in Özboy Türkmenleri arasında yaşayan bu tarikat, kendi mihraklarını kurup Kara-Hanlılarla da sıkı bağlılık içerisinde bulunmuştur. Ahmed Yesevi ile sıkı temasta bulunan toplulukların mühim bir kısmı da Oğuzlardır. Yesevi’nin Hikmetlerinde adları geçen tabii topluluklardan Karamanlılar, Anadolu’nun toplum hayatında önemli yer tutan bir Türkmen uruğu olarak bilinmektedir.[82]

Horasan’da daha XIII. yüzyılda Hayderiye tarikatının doğmasında tesiri olan Yesevilik, yine bu asrın ikinci yarısında Anadolu’da Babai ve Bektaşi tarikatlarının teşekkülünde de önemli bir faktör olmuştur. Maveraünnehir şehirlerinde Nakşibendîliğin ortaya çıkması ve gelişmesi, bilhassa XV. yüzyılda, bu sahada ve Nakşibendîliğin kuvvetlendiği Horasan merkezlerinde Yeseviliğin eski önemini azaltmıştır, fakat Nakşibendîlik XVI. yüzyılda gelişerek, Yeseviye tarikatını içine almasına rağmen Horasan’da, Afganistan’da, Osmanlı İmparatorluğu memleketlerinde Yesevilik varlık göstermeye devam etmiştir. Yalnız Seyhun bölgesi ile Özbek-Kazak bozkırlarında Ahmed Yesevi’nin ve Yeseviliğin nüfus ve ehemmiyeti asla azalmamış ve hiçbir tarikat onun yerini tutamamıştır.[83]

Yesevilik ile ilgili bilim adamlarının çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bu görüşlerden birine göre; Ahmed-i Yesevi mürşidi Şeyh Yusuf-i Hemedani gibi Hanefi mezhebinde bir âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında “Tasavvufu” da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok din âlimleri ve mutasavvıfları gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dil ve alıştıkları şekillerle aktarmaya çalışmıştır. Bir mürşit ve ahlakçı hüviyetiyle onlara şeriat ahkâmını, tasavvuf esaslarını, tarikatının adap ve erkânını öğretmeye çalışmak, İslamiyet’i Türklere sevdirmek ve Ehl-i Sünnet akidesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. Şeyhi gibi Ahmed-i Yesevi de Hz. Peygamber’in şeraitine ve sünnetine sıkı sıkıya bağlıdır. Tarikat sahibi olmasına ve “Tasavvufu” benimsemesine rağmen, hikmetlerinde şeraite aykırı hiçbir ize rastlanmamaktadır. Şeriat ile tarikatı kolayca birleştirmesi, Yeseviliğin Sünni Türkler arasında hızla yayılıp yerleşmesinde, daha sonra ortaya çıkan birçok tarikatlar üzerinde etkili olmasında başlıca sebep olmuştur.

Diğer bir görüşe göre ise Yusuf Hemedani halifelerinden olan Ahmed Yesevi’nin bir taraftan Horasan Melametiyesi’nin, diğer taraftan Doğu Türkistan ve Seyhun çevresindeki Şii cereyanlarının tesiri altında kalıp, oldukça geniş ve serbest bir tasavvuf felsefesine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Fakat buna rağmen bu tarikat, Maveraünnehir ve Harezm’in büyük Sünni merkezlerinde daha ziyade Ortodoks bir içerik göstermiştir. Ahmed Yesevi Yesi’ye yerleşerek, propagandasını daha çok göçebe ve köylü bozkır Türkleri arasında yoğunlaştırınca, Yesevilik, ister istemez bu muhitin şartlarına uymak zorunda kalmıştır. Göçebe ve köylü bozkır Türkleri, samimi Müslüman olmakla beraber, din anlayışları, tabiatıyla çok yüzeysel ve şeklidir. Bundan dolayı Yesevilik; bu göçebe Türk muhitinde eski Türk kabile ananeleri ile ve paganizmden geri kalan öğretiler ile karışmıştır. Nakşibendî ananelerinde bile Ahmed Yesevi’nin zikir meclislerinde kadınlar ile erkeklerin bir arada bulundukları hakkında rivayetler vardır ki, bu durum Türk göçebe hayatının bir mecburiyetidir. Yine Nakşibendî kaynakları, eski Yesevi ananelerinde, sığır kurbanı, kurbanların kemiklerini saklamak, muhtelif şekillere girip uçmak, münafıkları hayvan şekline sokmak gibi kısmen Türk Paganizminden ve kısmen Budizm’den geldiğini bildiğimiz unsurların mevcudiyetini saklayamamaktadır.[84] [85]

Yesevi tarikatına giren müridin uymak zorunda olduğu adap kuralları on maddedir:

 

Hiç kimseyi şeyhinden efdal bilmemek ve ona mutlak surette teslimiyet göstermek lazımdır; çünkü mürşit huzurunda bütün gün türlü türlü yemekler yemek ve geceleri uyku ile geçirmek batın yolunu kapamaz; lakin şeyhinden ayrılıp kendi rızası ile sıyam[86] ve kıyama[87] kalkan, uryan*** ve giryan**** geçinen dervişin telakki yolu kapanır.

Mürit zeki ve müdrik olmalıdır ki, şeyhin rumuz ve işaretini anlayabilsin.

Şeyhin her türlü söz ve fiillerine razı ve itaat eder olmak lazımdır.

Şeyhin bütün hizmetlerinde ağırcanlı değil, çevik ve çalak olmalıdır ki, rızası hâsıl olsun; çünkü Rızau’llah onun içindedir.

Sözüne sadık, vaadinde sağlam olmalıdır ki, şeyhin mizacı değişip, redde sebep olmasına ve hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, bu, hüsrana muciptir.

Vefalı ve biat ahdinde metin olmak gerekir.

Mürit, bütün mal ve mülkünü şeyhine dağıtmaya hazır olmalıdır. Batın gözü başka türlü açılamaz.

Şeyhin sırlarını tutarak, bunların ifşasından sakınmalıdır.

Şeyhin bütün teklif, vaaz ve nasihatlerini göz önüne alıp, hiçbir vakit ihmal ve kaçamak yoluna sapmamalıdır.

Visal-i İlahi* için şeyh yolunda canını ve başını vermeğe hazır olunmalı, dostuna dost, düşmanına düşman geçinmeli, gerekirse, şeyhin ihtiyacını yerine getirmek için, kendisini köle gibi sattırabilmelidir.99

Hoca Ahmed Yesevi’nin ve Yeseviliğin, Türk ve İslam dünyası için etkili ve değerli olmasının başlıca sebepleri şunlardır:

Oruç

Metin Kutusu: **
Metin Kutusu: ***
Metin Kutusu: ****

*

99


 

 

Ahmed Yesevi’nin, İslamiyeti hakikaten benimsemiş olması, güçlü bir Allah ve Peygamber sevgisinin varlığı, Şeriatın esaslarına bağlı olması,

Yesevilik esaslarının şeriata dayalı olması,

İnsani prensipleri benimsemesi,

Yesevilik öğretilerinin, Türkleri, İslam dünyasında ve özellikle Orta Asya’da bulunan bir takım batıl mezhep ve düşüncelerin tesirinden koruması,

Ahmed Yesevi’nin Hikmetler sayesinde Türk dilinin gelişmesinde tarihi rol oynaması.[88]

Ahmed Yesevi’nin söylemiş olduğu hikmetlerde şeriatla tasavvufun iç içe olduğu, Yeseviliğin, şeriatı temel aldığı görülür. Ona göre imanın postu şeriat, esası ise tarikattır. Yesevi dervişlerince en uzak Türk ülkelerine kadar ulaştırılan hikmetlerin konusunu, “İlahi aşk, Hz. Peygamber sevgisi ve ahlakı, şeriatın esasları, Tasavvufun incelikleri, dervişlik ve manevi coşku, insanın değeri, hakka riayet, nefse hâkimiyet, İslam’a ters düşen davranışlardan kaçınma, helal kazançla geçinme, harama el uzatmama ve hoşgörü” gibi hem İslami hem de insani değerler oluşturmaktadır. Ahmed Yesevi, her mutasavvıf gibi Hz. Peygamber’e olan büyük sevgisi ile onun ahlakını kendisine örnek almaktadır. İnsanlara faydalı olmak, garip, fakir ve yetimlere şefkatli davranmak, insanların hakkına saygı göstermek, yalandan ve riyadan kaçınmak, yumuşak huylu ve affedici olmak, Ahmed Yesevi’nin en çok önem verdiği ve telkinde bulunduğu hususlardan olmuştur.[89]

Orta Asya’da Yesevilik

Ahmed Yesevi’nin bizzat kendisi ve daha sonra adı ile akabinde halifeleri ve dervişleriyle önemli rol oynadığı saha; Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistanı da içine alan Orta Asya ağırlıklı saha olmuştur. XIV. yüzyılın ikinci yarısında Muhammed Bahaü’d Din-i Nakşibend’in kurduğu Nakşibendîlik, Maveraünnehr’de Sünni İran kültürünün Türk-Moğol paganizmine karşı bir tepkisi olarak yayılmaktaydı. Özellikle Nakşibendîlik, Ahmed Yesevi’nin Orta Asya’daki yaygın şöhretinden geniş ölçüde yararlanmış ve Ahmed Yesevi ile Nakşibendîlik özdeşleşmiştir. Yesevilik tarikatı Nakşibendîlik tarikatından sonra da varlığını sürdürmüş, XV. yüzyılda İranlı sufi olan Necmüddin-i Kübra’nın kurduğu Kübrevilik Tarikatı içinde de etkisini göstermiştir. Orta Asya sufiliğinin temeli Ahmed Yesevi ve Yesevilik tarafından o kadar güçlü bir şekilde atılmıştır ki, sonraki her sufi hareket mutlaka kendisini bu temele oturtmak zorunda kalmıştır. Mesela Kübrevilik tarikatının bir kolu olan Zehebilik tarikatının ileri gelen şeyhlerinden Abdulvahhap Hoca, kendisini Ahmed Yesevi’nin halifelerinden Zengi Ata’nın halifesi Sadr Ata’ya dayandırmıştır. Kübrevilik ve Nakşibendîlik silsilesinin içinde Ahmed Yesevi ve halifelerinin yer alması, Ahmed Yesevi’nin Orta Asya Sufilik geleneğindeki köklü etkisinin önemli bir göstergesidir.[90]

Tasavvufun Türkistan’daki seyri doğudan batıya doğru Yeseviyye- Nakşibendiyye-Kübreviyye şeklinde olmuştur. Bu tarikatların nüfus alanları birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmış olmayıp adeta iç içe geçmiş haldedir. Nakşibendilik, Maveraünnehir ve Horasan Türkleri arasında çok hızlı yayılmış ve Yeseviliğin etki sahasını daraltmıştır. Ancak Nakşibendiyye tarikatı mensupları arasında Yesevi menkıbeleri her zaman yaşamış ve Fars kültürünün şiddetle hüküm sürdüğü Horasan ve Maveraünnehir bölgelerinde de yayılmaya başlamıştır. Yeseviyye şeyhlerinde Hâkim Ata’nın irşat sahası olarak bilinen Harezm bölgesinde ise XIII. yüzyıldan itibaren de bölgenin ünlü mutasavvıfı Necmüddin Kübra’nın Kübreviyye tarikatı etkinlik kazanmıştır. Yeseviyye geleneğinin temel kaynaklarında Cevahirü’l- Ebrar’da, Necmeddin Kübra halifelerinden Şeyh Seyfeddin Baharzi de Yesevi halifesi olarak zikredilmiştir.[91]

Orta Asya’da halen Divan-ı Hikmet adeta mukaddes bir metin olarak okunmaya devam etmektedir. Buradaki Hikmet’ler, büyük bir saygı ile ezberlenmekte, hatta yalnız erkekler değil, kadınlar arasında da Yesevi-Han denilen ezbere hikmet okuyucular bulunmaktadır. Bu Yesevi-Hanlar (tıpkı bizdeki mevlid merasimleri gibi) çeşitli vesilelerle yapılan toplantılarda Ahmed Yesevi’nin Hikmet’lerinden parçalar okunmakta, halk da kendilerini büyük bir vecd içinde dinlemektedir.[92]

Halifeleri ve Yeseviliğin Yayılması

Ahmed Yesevi’nin ve Yeseviliğin, tabiatıyla buna bağlı geleneklerin Yesi mıntıkasından başlayarak zaman içinde hem Orta Asya içlerine hem de batıya doğru çeşitli Türk topraklarında ve kavimlerinde tanınıp yayılmasını sağlayanlar, şüphesiz ki, daha onun sağlığından itibaren kendilerini bu işe adayan halifeleri olmuştur. Günümüzde bu mühim şahsiyetlerin kimler olduklarını, ancak XV. yüzyıldan itibaren Reşehatü Ayni’l-Hayat, Cevahiru’l-Ebrar vb. yazılı Nakşibendî kaynaklarından öğrenebilmekteyiz.[93]

Türkistan tasavvufu ile ilgili kaynaklarda isimlerine “Ata” eki eklenmiş birçok isme rastlanır. Bu “Ata” eki almış şahsiyetlerin hemen hemen hepsi Yeseviyye geleneğinden gelen mürşidl erdir. Ata, Yesevi mürşidl erinin genel unvanıdır. Nakşbendiye geleneğinin pirlerine -Hacegan olarak tanındığı Şah-ı Nakşbend öncesi dönemden itibaren- Hace denilmesi de bunun bir benzer örneğidir. Türkmenistan’ın tanınmış çağdaş âlimlerinden Ahmet Bekmuradov’a göre “XII. yüzyıldan başlayarak Türkmenistan’da iz bırakmış dini önderlere, özellikle de ulu sufilerin isimlerine “Ata” takısının eklenmesi bir gelenek halini almıştır”. Türk soylu halklar arasında bu geleneğin öncüsü de ilk kez kendisine bir saygı göstergesi olarak “Ata” unvanı verilen Hazret Sultan Ahmed Yesevi olmuştur.[94]

Fuad Köprülü’nün çalışmasında; Hoca’nın ilk halifesi, menkıbede kendisine büyük bir yer ayrılmış olan Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata’dır (Ö: H.594, M.1197). Mansur Ata’dan sonra yerine oğlu Abdü’l-Melik Ata, ondan sonra da oğlu Tac Hoca (Ö: H.596, M.1199) geçmiştir ki, bu, meşhur Zengi Ata’nın babasıdır. H.615 (M.1218- 19)’de ölen ikinci halife Harezm’li Sa’id Ata hakkında fazla bilgi yoktur. Üçüncü Halife Süleyman Hâkim Ata’ya gelince, Ahmed Yesevi’nin Sufiyane şiirleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında tanınmış bulunan halifesi olarak gösterilmektedir.[95] Hâkim Ata’nın en meşhur müridi Zengi Ata’dır. Onun da müridleri Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Yeseviyye silsilesi özellikle Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelmektedir.[96] (Bakınız Şekil-1,2. Syf. 70,71)

Orta Asya’da (bugünkü Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan), Hoca Ahmed Yesevi’nin fikirlerini ve Yeseviliği, Hâkim Ata, Mansur Ata, Said Ata gibi halifeleri yaymışlardır. Maveraünnehir ve Fergana Vadisinde Yesevilik iyice tutunmuş ve buradan Harezm (Bugünkü Türkmenistan) sahasına ulaşmış; oradan İran’a girmiştir. Burada Zave şehrinde XII. yüzyıl sonlarında Kalenderiler ile birleşerek Haydarilik Tarikatı’nı doğurmuş ve Anadolu’ya girerek yerleşmiştir.[97] Yesevilik Anadolu’da birçok tarikat içerisinde zamanla erimiş, suluk ve adabı ile bu tarikatlara ilham kaynağı olmuştur. Özellikle Hacı Bektaş Veli ile Bektaşilik tarikatı Anadolu’da yerleşerek günümüze kadar gelmiştir. Bektaşilik, Anadolu’daki etkisini bir zaman sonra Balkanlara da taşımış ve Avrupa içlerine kadar ulaşmıştır.

Yeseviliğin Orta Asya merkezinden; bir yandan Hindistan, bir yandan da Anadolu istikametinde daha batıya doğru yayılışını, 1218’lerde başlayan Moğol istilası hızlandırmıştır. Bu tarihten sonra Yesevi dervişleri, bu istiladan kaçarak çeşitli gruplar halinde, Kalenderiler ve Haydarilerle birlikte bir taraftan Harezm, Horasan ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya girmişler, diğer taraftan Hindistan’a kadar ulaşmışlardır. Ahmed Yesevi ve Yesevilik kültürünün bugün için başlıca üç ana coğrafi bölgede yayıldığını ve etkilerinin günümüze kadar devam ettiğini şu şekilde ifade edebiliriz:

Bugünkü Kazakistan, Özbekistan, kısmen Türkmenistan ve Tacikistan’ı Volga boylarını içine alan Orta Asya ağırlıklı saha,

Hindistan sahası,

Anadolu sahası.[98]

Söz konusu sahalarda Yesevi düşüncesinin yayılmasını sağlayan halifeler konusunda yeterli bilgiye sahip olunmasa da, mevcut bilgilerin kısaca aktarılmasında fayda bulunmaktadır.

Mansur Ata

Hoca Ahmed Yesevi’nin ilk halifesi, hakkında fazla bilgi olmamakla birlikte Yeseviyye geleneğinde menkıbevi hayatı ile kendisine önemli bir yer ayrılmış olan Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata’dır. 1198 tarihinde vefat ettiği bilinmektedir.[99]

Cevahir’ul-Ebrar’ın yazarı Hazini*, Mansur Ata’nın kendi atası olduğunu, aynı zamanda ahlak kutbu, fakr mücadelesinin öncüsü olduğunu belirtmektedir. Aynı eserde Mansur Ata’nın yetiştirdiği talebelerinin Maveraünnehir, Horasan ve Irak’a gönderdiği yer almaktadır. [100]

Harezmli Sait Ata

Hoca Ahmed Yesevi’nin ikinci halifesi olarak bilinen Sa’id Ata hakkında Harezm’li olduğu ve 1219 tarihinde vefatından başka bilgi bulunmamaktadır.[101]

Sufi Muhammed Danişmend-i Zernuki

Sufi Muhammed Danişmend, Ahmed Yesevi’nin ağabeyi Hace Sadr(eddin) İbn İbrahim’in oğlu ve Yesevi’nin öz yeğeni olup tarihi kaynaklarda hakkında bilgilere ulaşılabilen nadir ve önde gelen Yesevi halifelerindendir. Rivayetlere göre Sufi Muhammed Danişmend amcası ve şeyhi olan Ahmed Yesevi ile birlikte kırk defa halvete girmiş ve şeyhinin icazetiyle Yesi’ye dört fersah mesafede bulunan Otrar’a gelmiş, burada tekke kurmuş ve vefatına kadar kırk yıl burada irşada bulunmuştur. Halen kabri ziyaretgâh olarak burada bulunmaktadır.[102]

Süleyman Hâkim Ata

“Hâkim Ata” olarak bilinen Ahmed Yesevi’nin dördüncü halifesinin esas ismi Süleyman Bakırgani’dir. Süleyman Hâkim Ata, XII. yüzyılda Ahmed Yesevi ile başlayıp Orta Asya ve Türkistan’da geniş bir coğrafyaya yayılarak etkili olan Yesevilik akımının en önemli temsilcilerindendir. Yesevi müridlerinin büyük kısmını etrafında topladığı rivayet edilmektedir. Mürşidi Ahmed Yesevi gibi hikmet tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hâkim Ata, şiirleri ile değişik Yesevi dervişlerinden Divan-ı Hikmet tarzında tasavvufi şiirler bulunduğu, “Bakırgan Kitabı” isimli eseri günümüze kadar ulaşmıştır.[103]

Zengi Ata

Süleyman Hâkim Ata’nın en önde gelen halifesi olan Zengi Ata, Ahmed Yesevi’nin ilk halifesi olan Mansur Ata’nin torununun oğludur. Zengi Ata’nın Yeseviyye yolunun olduğu kadar sonraki asırlarda Türkistan’ın en etkili tasavvufi ekolü haline gelen Nakşibendiyye büyüklerince de bilinen ve saygıyla anılan bir veli olduğu anlaşılmaktadır. Zengi Ata, 1259 senesinde Şaş yakınlarında köyünde vefat edip oraya defnedilmiştir.[104]

Anadolu’da Yesevilik

Anadolu topraklarında XII. yüzyıldan itibaren yeni bir sentez halinde yeşermeye başlayan Müslüman Türk kültürü, esas itibariyle Orta Asya ve Orta Doğu kökenli olup, geniş çapta sufiliğin etkisini taşımaktadır. Günümüzde dahi halk Müslümanlığı “Evliya Kültü Merkezli” yaşanmaktadır.[105] XIII. yüzyıl Anadolu’sunda kökeni Horasan Melametiliği olan Kalenderi sufiliği, farklı isimlerle teşkilatlanmıştır. Kalenderi sufiliği;

Yesevilik, Haydarilik, Cavlakilik (Kalenderilik) ve Vefailik tarikatlarına mensup birçok dervişin kaynaştıkları bir alan olmuştur.118

Heterodoks Türk Müslümanlığı olarak da adlandırılan Türk Halk Müslümanlığını Sünni Müslümanlıktan ayıran üç temel boyut vardır. Bunlar;

Siyasi Boyut: Sünni İslam, Türk tarihinde çoğunlukla devletin, siyasi otoritenin resmi tercihini oluşturmuştur. Oysa heterodoks İslam, siyasi otorite ile uyuşamayan sosyal çevrelerin ideolojisini teşkil eder. Bir anlamda heterodoks İslam, sosyal bir zıtlaşmayı da belirler.

Sosyal Boyut: Sünni İslam’ın çoğunlukla yerleşik bir düzen içerisinde yaşayan çevrelerin dini tercihi olmasına karşılık, heterodoks İslam büyük çapta konar- göçer çevrelerin dini inancını oluşturur.

Teolojik Boyut: Sünni İslam’ın Kur’an ve sünnet temeline dayalı gelişmiş, sistematik ve yazılı olan bir teoloji meydana koymasına rağmen, heterodoks İslam, sistematik olmayan, mitolojik, senkretik[106] [107] ve sözlü (şifahi) bir teoloji oluşturmuştur.

Metin Kutusu: 119 Metin Kutusu: Ocak, 2014, s. 18-19.

Yesevilik tarikatının XIII. yüzyılda Anadolu’ya taşıdığı Ahmed Yesevi ile ilgili bütün geleneklere, bu yüzyılda Vefailik ve Haydarilik tarikatları, XV. yüzyılın sonlarında da Bektaşilik tarikatı varis olmuş, Rumeli fetihleriyle Bektaşilik Balkanlara geçmiş ve onun aracılığıyla da Ahmed Yesevi gelenekleri buralarda tanınmaya başlamıştır. Diğer yandan ise yine XV. yüzyılda Nakşibendîlik tarikatının Anadolu’ya girmesi ile birlikte, bu defa Nakşibendiliğin yapısına uygun bir biçimde Sünnileşmiş bir Ahmed Yesevi imajı gelişmiştir. Böylece bir yanda Bektaşiliğin yapısına, diğer yanda Nakşibendiliğin karakterine uygun iki Ahmed Yesevi ortaya çıkmış ve günümüze kadar de süregelmiştir. Şu bir gerçektir ki; Anadolu ve Balkanlar’da Ahmed Yesevi, belirtilen bu iki tarikat çevresinin dışında halk arasında çok da tanınmamış ve Anadolu ve Rumeli’de yaşamış sufiler kadar popüler olamamıştır.[108]

Hoca Ahmed Yesevi’den sonra onun takipçisi olan ve İslamiyet’i yumuşak ruh anlamıyla anlatan Yesevi dervişleri yaşadıkları toprakları vatanlaştırmışlardır. Özellikle Anadolu’ya göç eden ilim ve tasavvuf erbabı Yesevi dervişleri tekke, ribat, zaviye vb. isimlerle de anılan kuruluşlarla Türk sosyal hayatındaki yerini almışlardır. Zaviyelerde yoksullar, kimsesizler doyurulmakta, İslamiyet’i kabul eden kölelere ücret karşılığında işler verilmektedir. Yesevi dervişleri ulaştıkları topraklarda, bilhassa tehlikeli yol kavşaklarında, yolculara her türlü yardımı yaparak sürekli gündemde kalmışlardır. Dervişler, sürekli düşman saldırılarını püskürtmekle kalmamış, iç dayanışma sağlayarak Anadolu’da etkin olan Hıristiyanların, din değiştirmeleri konusunda olduğu gibi kalplerinin Türk ve İslam’a ısınmaları konusunda da büyük etkileri olmuştur. Görevli Türklerin toprağa yerleşmesi ve yerleşik bir düzen kurarak şehir medeniyetinin meydana getirilmesinde de yine Yesevi dervişleri ve onların takipçileri ön planda yer almıştır. Yeni bir sosyal nizam ve adalet anlayışı taşıyan bu Türk dervişleri ordularla birlikte ve hatta ordulardan önce ilerledikleri yerlerde manen fetihler kazanmışlardır. Bu dervişlerin bir kısmı gazilerle fetihlere giderken bir kısmı da yerleşerek tarım yapıp, zaviyeler oluşturmuşlardır.[109] Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Yesevi dervişleri ile tekke, zaviye ve türbeleri hakkında çeşitli bilgiler vermiştir. Avşar Baba, Pir Dede, Akyazılı, Baba Sultan, Geyikli Baba, Abdal Musa, Horos Dede, Şeyh Nusret ve Gajgaj Dede’nin Yesevi halifesi olduğunu yazmıştır.[110]

Anadolu’yu yurt edinen ve çoğu Bektaşi olan şeyh ve dervişler, Balkan fetihlerinde de askeri harekâtın öncesinde veya sonrasında o bölgelere yerleşerek zaviyeler ve tekkeler açmışlar, buralarda kültürel ve sosyal merkezler haline gelmişlerdir. Bu merkezlerde Türk din ve dilini yaymaya başlayan bu misyonerlere ve gönüllü muhacirlere sahip olmak, yeni kurulmakta olan Türk (Osmanlı) devletinin en büyük kuvveti olmuştur.[111] Osmanlı sosyal yapısına asıl yön veren tarikatlar Yeseviyye ve Kalenderiyye tarikatlarına bağlı Heteredoks tarikatlar ve bunların Abdal, baba vb. isimler taşıyan derviş ve şeyhleri olmuştur.[112]

Rum (Anadolu) Erenleri

XII. yy.’da Rum diyarı olarak bilinen Anadolu’da yeşererek, sonrasında gelişip Rumeli’de de faaliyet gösteren dört farklı Eren grubundan bahsedilecektir.

Gaziyan-ı Rum: Anadolu Gazileri

Âşık Paşazade tarihinde; “Gaziyan-ı Rum”, diğer tarihlerde Alpler veya Alp Erenler namı altında zikredilen ve daha İslamiyet’ten evvel bütün Türk dünyasında mevcut olan eski ve geniş bir teşkilata mensup Türk şövalyeleri mevcuttur.[113] Rum (Anadolu) Gazileri, Rum Abdalları, Ahiler ve Bacılar ile birlikte yan yana anılan bir zümre olup, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulup genişlemesinde önemli roller almışlardır. Osman Gazi’nin silah arkadaşları olan Konur Alp, Turgut Alp, Gazi Mihal, Abdurrahman Gazi, Hasan Gazi, Bayhoca, Gündüz Alp, Aktimur gibi alperenlerin bu devletin kuruluşunda önemleri büyüktür.[114] Rum (Anadolu) Gazileri; Horasan erenlerinden etkilenen Anadolu dervişleri olup, özellikle İslam’ı yaymak ve yeni yurtlar edinmek amacıyla sınır boylarında görevler almış ve buralara yerleşerek, tekke ve zaviyeler kurmuşlardır.

Abdalan-ı Rum: Anadolu Abdalları

“Abdal” terimi genel olarak “derviş” anlamına gelmektedir. XII. yüzyıl sonlarından itibaren bütün Orta Asya ve Anadolu’yu da içine alan Orta Doğu bölgesinde muhalif bir sufi hareketi olarak ortaya çıkan Kalenderilik tarikatına mensup çeşitli gruplarca kullanılmıştır. Kalenderilik, Ahmed-i Yesevi’nin kurduğu Yesevilik tarikatını da, Horasan Melametiliği köküne dayanması sebebiyle Anadolu’yu da içine almıştır. Kalenderilik, bir yandan Yesevilik ve ondan doğan Haydarilik şeklinde yayılırken bir yandan da Orta Doğu’da Cavlakilik, Kalenderilik, Vefailik tarzında teşkilatlanmıştır.[115]

Bazı kaynaklarda Horasan Erenleri olarak da geçen bu zümre, XIV. yüzyılda Anadolu’da dini ve içtimai açıdan önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı Devleti’nin bu dönem kaynaklarında Abdal veya baba lakaplı savaşlara katılan dervişlerden bahsedilmektedir. Abdal denilen dervişlerin Marmara ve İç Anadolu bölgelerindeki birçok fetihte önemli etkileri olmuştur. Abdal Murad, Abdal Musa, Doğlu Baba, Geyikli Baba, gibi dervişler bu fetihlerde başrolü oynamışlardır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Bursa çevresinden Balkanlar’a kadar özellikle kırsal kesimdeki birçok yerleşim merkezinin dervişlere verilen alanlarda kurulduğu bilinmektedir. Dervişlerin fetih, iskân ve bölgenin İslamlaşmasında etkilerinin olduğu malumdur.[116] Türk şamanlarını hatırlatan Baba lakaplı bu Türkmen Şeyhleri, köylülerin ve göçerlerin başlıca hâkimiydi. Din tarihi bakımından, bu Babailerin ve Türkmen şeyhlerinin menşeini Yeseviyye ve Kalenderiyye tarikatları kısmen oluşturmaktaydı.[117]

Osmanlı kaynaklarında, Abdalan-ı Rum yada Rum Abdalları diye bahsedilen bu zümre; genellikle yarı meczup, sakal, bıyık, saç ve kaşları traşlı, hayvan postuna bürünmüş ve yarı çıplak olarak dolaşan (Geyikli Baba, Postinpuş Baba gibi) ve tahta kılıçlarla savaşan, gruplar halinde ritüel mahiyette seyahat eden dervişlerdir. Bunlar arasında Hacım Sultan, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Kızıl Deli (Seyyid Ali Sultan) Abdal Şuca ve daha sonraları Otman Baba, Hüsam Şah gibi adları menkıbelerde yazılmış ve Anadolu’da efsaneleşmiş kimseler vardır. Bu isimlerin hemen hepsi de XV. yüzyılda Bektaşiliğin teşekkülüyle birlikte, en büyük Bektaşi evliyaları kabul edilmişlerdir.[118] Sonuç olarak; Rum Abdalları (Anadolu Dervişleri) zümresi tek bir tarikatı temsil etmeyip, başlangıçta Vefai, Kalenderi, Yesevi ve Haydari dervişlerinden meydana gelmekteydiler.[119] Sonradan Anadolu’da yayılan Bektaşilik de yukarıda sayılan tarikatların etkisiyle kurulmuş olup Rum Abdalları zümresinden sayılmaktadır.

Baciyan-ı Rum: Anadolu Bacıları

Âşık Paşazade’nin bahsettiği bir diğer teşekkül de Baciyan-ı Rum yani Anadolu kadınları teşkilatıdır. Kendi dönemlerinde çeşitli zümrelerle münasebeti, irtibatı, benzer yönleri olsa da şahsına mahsus özellikleri olan kadınlardan oluşan sosyal bir kuruluştur. Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesinde aktif bir rol oynayan bu zümre; iktisadi, askeri, ahlaki, içtimai faaliyetleriyle Anadolu’daki oluşuma katkı sağlamıştır. Bu faaliyetlerine bir örnek vermek gerekirse; Anadolu Bacıları, yoldan gelip geçenlere yardım etmekte, iaşelerini sağlamaktadır. Günümüz Anadolu’sunda hala bulunan köy odalarında misafir kalanlara yemek pişirildiği, sofra hazırlandığı göz önünde bulundurulursa bu güzel âdetin bu zümreden bizlere miras kaldığını söylememiz mümkün olabilecektir. Anadolu Bacıları dini etkinliklerde, örgücülük ve dokumacılık işlerinde hatta askeri faaliyetlerde bulunmaktadır. XV. yüzyıl başlarında gezgin Bertrandon De La Brüquiere, Dulkadiroğulları Beyliği’nin silahlı erkek ve kadınlardan oluşan bir Türkmen kuvvetine sahip olduğunu söylemektedir.[120]

Bektaşilerin piri Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Bacıyan-ı Rum ile münasebeti bulunmaktadır. Bektaşi ananesinde tarikattan olan kadınlara genellikle bacı lakabının verilmesi bu konuyla alakalı olabileceği değerlendirilebilir. Memluklular zamanında kadınlara has bir tekke olduğu, Selçuklular zamanında kadınların tarikatlara girerek şeyhlere intisap ettiği ve şeyhlerin derslerine örtülü olarak katıldıkları bahsedilmektedir.[121]

“Kayıtlarda gördüğümüz Kızı Bacı, Ahi Ana, Sakari Hatun, Hacı Fatma zaviyeleri gibi bazı zaviye şeyhleri de aynı surette kadınlar olması nazarı dikkati celp etmektedir. Anadolu’da kadın tekke şeyhleri görmek bizi hayrete düşürmemelidir. Âşık Paşazade bu kadın dervişlerden Bacıyan-ı Rum namı ile bahsetmekte ve Hacı Bektaş’ın Rum Ahileri, Rum Abdalları ve Rum Gazileri gibi gruplar içinde Bacıyan-ı Rum’u, Kadıncık Ana (Fatma) isminde bir kadına, bütün kerametini göstermesi ve tarikatı ona ısmarlaması bu bakımdan manidardır.”[122]

Ahiyan-ı Rum zümresi ile Baciyan-ı Rum arasında bağlantı bulunmaktadır. Kurmuş olduğu Ahilik teşkilatı ile Anadolu’nun sosyal, iktisadi ve siyasi hayatını etkileyen, Anadolu’nun Türk yurdu olmasında ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük rol oynayan bu sebeple Türk-İslam tarihinin önemli şahsiyetlerinden olan Ahi Evran’ın kendisi gibi Türk olan Hocası Evhadüddin Kırmani’nin kızı Fatma Bacı ile evlenmiştir. Fatma Bacı’nın; Kadıncık Ana diye ünlenen ve Anadolu’da Baciyan-ı Rum teşkilatını kuran kadın olduğu bilinmektedir. Ahilerin erkek üyeleri “eline, beline, diline sahip ol” prensibini benimseyip uygularken, bağlantılı oldukları Bacıyan-ı Rum zümresi “eşine, işine, aşına sahip ol” prensibini benimsemektedirler.[123]

“Anadolu Abdalları ile Anadolu Bacıları heterodoks inançlar çerçevesinde kendilerini Tanrı’ya adamış baba, derviş, kadın ya da erkek müritlerdir.” Bu ifadeyle Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Anadolu Bacıları’nın Anadolu Abdallarıyla beraber bir zümre oldukları görülmektedir.[124] Anadolu Abdalları’nın piri Hacı Bektaş Veli, Anadolu Bacıları’nın piri de Kadıncık Ana olarak kabul edilmektedir.

Ahiyan-ı Rum: Anadolu Ahileri

XIII. yüzyılda Anadolu’nun içinde olduğu siyasi ve sosyal istikrarsızlığa rağmen bu dönemde oluşmaya başlayan Ahilik teşkilatı, varlığını asırlarca sürdürecek kuvvetli bir teşkilatlanmaya dönüşmeyi başarmıştır.[125] Anadolu’da fütüvvet teşkilatının kurallarını benimseyen Ahilik, Orta Asya’dan Anadolu’ya göçlerden sonra kurulmuş ve gelişmiştir.[126] Bu kuruluş, XIII. yüzyıldan XVIII. yüzyıla dek “Ahilik”, o zamandan XX. yüzyıla kadar da “Gedik” yani Lonca teşkilatı olarak toplumun ekonomik ve sosyal kesimindeki oluşumları düzenlemiştir. Bu konuda araştırmacılar ahiliğin kökünü doğuda özellikle Araplar arasında XI. yüzyıldan başlayarak gelişmiş olan fütüvvet örgütüne dayandırırlar, ancak fütüvvetten farklı olarak onun Anadolu Türklerinin şekillendirip kendi damgalarını vurarak Anadolu Türklüğüne özgü bir kuruluş olduğunda birleşirler. Mesleki ve ahlaki bir kuruluş olan ahilik Anadolu’ya özgü bir kuruluştur. Fütüvvet ise Anadolu’da ahilikten önce var olan bir kurumdur.[127] Fütüvvet; İslamiyet’in ilk yıllarında sosyal bir kavram olarak ortaya çıkmış, IX. yüzyıllın başında sosyal bir yapılanma olarak gençler arasında içtimai, iktisadi ve siyasi bir kurumsallaşmaya dönüşerek teşkilatlanmış, yine IX. yüzyılda tasavvuf hareketine paralel olarak sufilikle bütünleşerek tasavvufi bir kimlik kazanmış, son olarak ta esnaf tabakası ile sufi kurum kimliğini oluşturmuş ve mesleki teşekkül niteliğindeki “Ahilik Fütüvveti” şekline gelmiştir.[128] [129]

XI. yüzyılda Anadolu’da, İslam-Türk geleneğinin en belirgin örneklerinden olan “Fütüvvet” ve “Ahilik” kültürü, İslam’ın cihat ve şecaat ruhu* ile Türklüğün kahramanlık, yardımseverlik ve kanaatkârlık ruhunun bileşimi olarak görülmüştür. Dini-Mesleki bir kuruluş olan Ahilikte, Sünni-Şii ayırımı yapılmadan bütünleştirici bir eğitim verilmiş, gayrimüslim esnaf ve sanatkârlar da bu çeşit kuruluşların sosyo­ekonomik şemsiyesi altına girmiştir. Bu birlik ve müsamaha anlayışı sayesinde Ahilik, çok hızlı ve etkin bir şekilde, Anadolu ve Rumeli’nin birçok şehir ve köylerine yayılmıştır.

Türkiye Ahi Örgütünün kurucusu, XIII. Yüzyılda Bağdat’tan Anadolu’ya gelen bir grup ulema ve sufiler arasında olan Ahi Evren (Evran Nasiruddin)’dır. Ahi Evren Hoy şehrinde doğmuş ve Harzemşahlar yönetimindeki Herat’ta ders vermekte olan Fahruddin Razi’nin derslerine katılmıştır. İlk tasavvuf terbiyesini Horasan ve Maveraünnehir’de Ahmed Yesevi’nin öğrencilerinden almıştır. Daha sonra hac vazifesi için Mekke’deyken Sadreddin Kirmani ile tanışmış ve ona bağlanmıştır. 1206 yılında Anadolu’ya gelen Ahi Evren 1207 yılında Kayseri’ye yerleşmiştir.[130] [131]Ahi Evren, Evhadüddün Kirmani’nin kızı Fatma Bacı ile evlenmiştir. Ahi Evren hocası ve kayınpederi olan Kirmani ile Anadolu’yu şehir şehir gezerek Ahi Örgütünü kurmuştur.

Osmanlı Devletinin kuruluş dönemlerinde, Ahilik, Babailik ve Mevlevilik gibi tarikat ve teşkilatlar Anadolu Beylikleri üzerinde önemli nüfusa sahip olmuşlardır. XIV. ve XV. yüzyıllarda bu tarikatlar güçlenerek Anadolu’nun siyasi tarihinde söz sahibi olmalarının nedeni de, beyliklerin bu tarikat ve teşkilatları himaye etmesinden kaynaklanmıştır. Osmanlı Devletinin temeli atılırken geniş ölçüde Ahilik ve Ahi reislerinin nüfuslarından istifade edilmiştir.[132]

Ahilik teşkilatı; çırak, kalfa, usta ve pir ilişkileri dini ve milli hiyerarşiye göre şekillenmiştir. Ahiler hem gündüzleri hem de gece sohbetleriyle eğitilir, üstün bir ahlak ve iş terbiyesiyle yetiştirilirlerdi. Hangi sanatta iseler o sanat kolunda temiz ve kaliteli mal üretirlerdi. Ustalar, pirlerin öğütleri ve tarikat disiplinince yanlarında çalışan çırak ve kalfaların bütün dertleri ile ilgilenirler, onların iyi birer usta olmalarını sağlarken, her şeylerini kontrol ederlerdi. Uygunsuz davranışlarını ikaz ederlerdi. Küfür edenler, ikiyüzlü ve ortalığı karıştıranlar, yalan söyleyenler, sözünü tutmayanlar, kan dökenler, sattığı malda hile yapanlar ahi olamazlardı. Ahilik teşkilatı Anadolu’nun Türkleşmesinde ve ticaretin Türklerin eline geçmesinde büyük önemi olmuştur.[133]

Ahiler; bir sanat ve meslek topluluğu olmakla birlikte asıl iktisadi niteliklerinden daha çok dinsel ve sosyal değerleri içerisinde toplayıp bir araya getirme, dayanışma, cömertlik, muhtaçlara yardım, zulüm görenleri koruma yönleriyle öne çıkmışlardır. XIII. yüzyılda Anadolu’nun sosyal yaşantısının düzenlenmesinde büyük rol üstlenmiş ve oynamışlardır. Anadolu’daki Türkmen gençleri devletin ihtiyacı olan askeri güce katkıda bulunmaları için organize etmiş, belli bir süre bir kademede pişirilen kalfa- yamak-çırak-usta hiyerarşisini kurmuş ve bu kademelerdekileri baba-evlat ilişkisi şeklinde sağlam bağlarla birbirlerine bağlayarak manevi ve ahlaki yönden güçlü sanatkâr nesiller yetiştirmişlerdir. Esnaf ve sanatkârların önemli bir sorunu olan üretici- tüketici arasındaki sürtüşmeleri düzenlemiş ve engellemişlerdir. Şehirlerden köylere Anadolu ve Rumeli’nin en ücra köşelerine kadar yayılan bir zaviye yani toplantı ve konuk evleri örgütü kurmuştur.[134] Ayrıca Ahilik, Moğol istilasının Anadolu’da meydana getirdiği siyasi istikrarsızlık, sosyal ve ekonomik buhran dönemlerinde mahalli idarelerde söz sahibi olarak, halkın huzur ve sükûnunu, asayiş ve güvenliğini tesis etmiştir. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında görülen Alperenler ve Gaziyan-ı Rum Taifesi, fütüvvet yolunun silahlı kısmını temsil etmektedir. Zira bahsedilen bu zümre sonraki yıllarda Yeniçeri Ocağı’nın temelini de oluşturacaktır.[135]

Bütün İslam âleminde çok yaygın bir tasavvufi-iktisadi teşkilat örneği olarak görülen Fütüvvet, kaynağını Melâmeti görüşünden almakla birlikte, zikre dayalı sufi zümrelerce de benimsenen bir birlik ve faaliyet olarak Anadolu’da Ahilik adı ile etki göstermiştir. Sağlam meslek ahlakını yaşatan ahilik teşkilatı, dini ve iktisadi olduğu kadar toplumsal ve siyasi rolü de önem arz etmektedir. Anadolu’da siyasi otoritenin zayıflaması ve/veya ortadan kalkması ile bu teşkilat yönetimi ele alarak toplumun güvenliğini sağladıkları görülmektedir.[136] Anadolu Selçuklu Devletinin çökmesiyle birlikte oluşan küçük beyliklerden Osmanlı beyliğinin İmparatorluk olmasında Ahilerin önemli rol oynadığı bilinmektedir.

Anadolu Ahilerine, üçü kapalı üçü açık olmak üzere, altı iyi ahlak ve insanlık kuralı benimsetilmektedir. Bunlardan kapalı olan üçü:

Eline (dikkat et); hırsızlık, zorbalık, kötülük etmemek için,

Diline (dikkat et); yalan, iftira, dedikodu, küfür ve hakaret etmemek için,

Beline (dikkat et); başkalarının namusuna, onuruna dokunmamak içindir.

Açık olan diğer üçü ise:

Elin açık olsun; düşkünlere yardım için,

Kapın açık olsun; konuk olan ve bir şeyler isteyen için,

Sofran açık olsun; yoksullara, muhtaçlara yemek yedirmek içindir.[137]

Ahiler kız çocuklarına da şu öğüdü verip, üç şeyi benimsetmektedirler:

İşine dikkatli ol,

Aşına dikkatli ol,

Eşine dikkatli ol.[138]

Anadolu Ahi teşkilatına kadınlar üye olamadığından dolayı, bu alandaki eksikliği kendi aralarında teşkilatlanarak gidermiş olan kadınlar, Anadolu Bacıları teşkilatını kurmuşlardır. Yukarıdaki bölümde de belirttiğimiz üzere Anadolu Ahiliği Teşkilatını kuran Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı (Kadıncık Ana), Anadolu Bacıları teşkilatının kurucusudur.

Rum (Anadolu) Erenleri ve Yesevilik için şunları söyleyebiliriz: Hoca Ahmed Yesevi ve Yeseviliğin, gerek Yesevi Dervişleri, gerekse onlardan etkilenen diğer tarikatlar vasıtasıyla, Rum (Anadolu) Erenleri “Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Baciyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum” olarak adlandırılan zümreler üzerinde derin tesiri olmuştur. Bu vasıtayla Yesevilik, Anadolu’da kurulan ve çevresindeki geniş coğrafyayı etkisi altına alan Türk beylikleri ve Türk devletlerinin; sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi hayatına şekil vermiştir.

Yesevilik Etkisi Taşıyan Tarikatlar

Tarikat silsilesi bakımından Hoca Ahmed Yesevi’ye mensup bulunan ve günümüze kadar gelmeyi başarmış olan başlıca iki önemli tarikat vardır. Bunlar; Nakşbendiye ve Bektaşiye’dir. Ancak bu iki büyük tarikattan başka Anadolu’da farklı zamanlarda farklı bölgelerde etki göstermiş olan tarikatların da Yesevilikten etkilenmiş oldukları muhakkaktır.

Nakşibendîlik

Yeseviyye tarikatı Seyhun (Sir-i Derya) bölgesinde, yani Yesi, Taşkend ve çevresinde gösterdiği yayılma gücünü, Horasan bölgesinde, Harezm havzasında, Maveraünnehir olarak bilinen Buhara, Semekand ve Fergana’da birkaç asır boyunca gösterememiştir. Bu bölgelerde Yeseviyye tarikatı ve Yeseviyye menkıbelerinin yaygınlaşması ancak XIV. yüzyıldan sonra Timur ve oğulları döneminde olmuştur. Halk üzerindeki nüfusunu yerleştirmek ve güçlendirmek için manevi önderlere ve ünlü mürşidlere dayanma siyasetini güden Timur, bu suretle Seyhun bölgesi halkının kendisine sempatisini artırmak maksadını takip etmiştir.

Bu dönem Türkistan’da tarikata ismini veren Şah-ı Nakşbend Bahaüddin Buhari tarafından Nakşibendiyye tarikatının temel esaslarının sistematik olarak belirlendiği ve halk arasında yayıldığı zamandır. Yine bu dönemde Nakşibendiyye ile Yeseviyye tarikatları halk içerisinde birlikte yayılmış ve aynı zamanda toplum seçkinleri arasındaki nüfuslarını da artırmıştır. Bu durumun her iki tarikatın silsilelerinin birkaç halka geriye gidildiğinde Yusuf Hemedani’de birleşiyor olmasının önemli etkisi olmuştur.

Nakşibendiyyenin kurucusu olan Şah-ı Nakşbend lakabıyla tanınan Bahaeddin Muhammed ibn Muhammedü’l-Buhariyyü’l-Üveysi’nin Yesevi şeyhlerinden Kusem Şeyh ve Halil Ata ile uzun bir süre beraber bulunarak kendilerinden feyz alması Nakşibendiliğin, Ahmed Yesevi ile ilgisinin bir kanıtı olmuştur. Bu dönemki siyasi gelişmeler içerisinde Halil Ata Maveraünnehir hükümdarı olmuş ve Sultan Halil unvanını almıştır. Sultan olmadan önce altı, Sultan olmasından sonra da danışmanı olarak altı yıl olmak üzere toplam on iki yıl süreyle Halil Ata’nın hizmetinde bulunan Şah-ı Nakşbend’in tasavvuf eğitiminde Yesevi mürşidlerin yeri tartışılmaz bir gerçektir.

Nakşibendiliğin genel hatları itibariyle Yesevilik’ten pek farklı değildir ve Orta Asya‘da kısa zamanda yayılmasının önemli nedenlerinden birinin de Yesevilik tarikatının bölgedeki etkinliği olduğu da aşikârdır.[139] [140] Ayrıca Nakşibendiyye’nin bütün Orta Asya’da yayılmasından sonra Afganistan, Hindistan, Kazan, Orta Doğu ve nihayet Anadolu olmak üzere çok geniş bir coğrafyada yayılıp benimsenmesi, yine Yesevi dervişlerinin daha önceden bu iklimlerde yaptıkları faaliyete bağlı olarak kolaylaşmıştır.[141]

Vefailik

Yeseviliğin Anadolu’da yayılmasında önemli etkisi olan ve Anadolu’da sosyal ve kültürel bakımdan derin etkiler bırakan tarikatlardan biriside Vefai tarikatıdır. Vefailik, Yesevilik ile çağdaş tıpkı onun gibi göçebe Türkmenler arasında yayılmış, farklı coğrafi bölgelerde teşekkül etmesine rağmen onunla neredeyse ikiz denecek kadar benzerlik gösteren bir tarikattır. Her iki tarikatta XIII. yüzyılda ve XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’da bir arada bulunmuşlardır. Vefailiğin bir yandan 1240 yılında başlayan Babai isyanının itici gücü olması, öbür yandan Şeyh Edebali ve Geyikli Baba vasıtasıyla Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunda oynadığı rol Anadolu ve Türkler üzerindeki etkisinin önemli bir göstergesi olmuştur.[142]

Türkmenlerin, her işlerinde kadınlı erkekli birlikte bulunmaları geleneği, dini yaşayışlarında da kadınlı erkekli birlikte ayin ve ibadetleri, bu toplumsal gelenekte payı olmayan ya da ona yabancılaşan anlayışlarca yadırganmaktadır. Hoca Ahmed Yesevi cemaati için kendisini gösteren böylesine bir kanaat ve davranış, Vefaiyye tarikatından Baba İlyas Horasani’nin halifesi Geyikli Baba cemaatiyle ilgili olarak da müşahede edilmektedir. Aynı etki daha sonra Anadolu ve Rumeli’de hızla yayılan Bektaşilik tarikatında da görülmüş ve günümüze kadar da devam etmiştir. Anadolu Dervişliğinde bu kesimin Yesevilikten kuvvetli bir takım izler taşıdığı görülebilmektedir.[143]

Haydarilik

Hoca Ahmed Yesevi’yi ve Yeseviliği, halifeleri Orta Asya’da (bugünkü Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan) yaymışlardır. Yesevilik, Maveraünnehir ve Fergana Vadisinde taraftar bulmuş ve buradan Harezm (Bugünkü Türkmenistan) sahasına ulaşmıştır. Harezm’den İran’a girmiş ve burada Zave şehrinde XII. yüzyıl sonlarında Kalenderiler ile birleşerek Haydarilik Tarikatı’nı doğurmuştur. Haydarilik Anadolu içinde son derece önemli yeri olan bir tarikat konumuna gelmiştir.[144]

Anadolu’da Yesevilik denince akla ilk gelen isim Hacı Bektaş Veli’dir. Ayrıca Hacı Bektaş, Yesevilik-Vefailik-Haydarilik üçlüsünü birbirine bağlayan kilit taşı konumundadır. Çünkü bu her üç tarikat ile bağlantıları olan bir şahsiyettir. Bu çerçevede Yeseviliğin Anadolu’daki akıbetinin ve dolayısıyla Bektaşiliğin teşekkülünün, Yesevilikten ayrılma bir Kalenderi tarikatı olan Haydarilik’le çok yakından ilgili olduğu görülmektedir. Vilayetname-i Hacı Bektaş-ı Veli’de; “saçı, sakalı, kaşları kazınmış, aşağı sarkan gür bıyıklı çırçıplak bir abdal” olan Hacı Bektaş-ı Veli’nin bir Haydari Şeyhi olduğu açıkça görülmektedir. Yine aynı kaynakta yer alan; Ahmed Yesevi -- Kutbu’d-Din Haydar -- Hacı Bektaş üçlüsü arasında geçen menkıbelerin de bu çerçevede önemli bir anlamı olduğu, Bektaşiliğin doğrudan doğruya Yesevilikten değil, Yesevilikten etkilenmiş olan Haydarilikten doğduğu ve böylece kronolojik olarak bu üç tarikat arasında organik bir bağın olduğunu gösteren önemli birer işaret olarak kabul edilebilecektir. Bir anlamda; Yesevilik Bektaşilik tarafından değil, fakat Yesevilikteki Kalenderi unsurları kendi bünyesinde çok daha belirgin bir biçimde temsil eden ve Anadolu’da bu sebeple ona üstün gelen Haydarilik tarafından daha XIII. yüzyılda eritilmiştir. XIV. yüzyılda Anadolu’da artık Yesevilikten bahsedilememektedir, ancak Ahmed Yesevi’nin hatırası Haydarilik geleneği içerisinde sürmüş, Bektaşiliğe de o kanalla geçmiştir. Bir Haydari dervişi olarak XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde kardeşi Menteş ile beraber Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş, o dönem Anadolu’ya yerleşmiş olan ve Melâmeti-Kalenderi bir nitelik arzeden Vefailiğin temsilcisi Baba İlyas-ı Horasani’ye intisap etmiştir. 1240’daki Babai isyanı ve sonrasındaki etkileri sonucu Vefailik tarikatı Anadolu’da zayıflamaya ve Haydarilik tarikatı ise gücünü ve etkisini artırmaya başladı. XIV. yüzyılda ise Sulucakaraöyük’deki Hacı Bektaş Zaviyesi artık bir Haydari merkezi olmuştu. Haydarilik, XV. yüzyılın son döneminde Hacı Bektaş kültü aracılığı ile kendi içerisinde Bektaşiliği çıkardı.[145]

Kalenderilik

Kalenderiliğin, Orta Asya ve İran bölgelerinde, muhtemelen X. yüzyılda doğduğu tahmin edilmektedir. Şihabu’d-Din Ebu’n-Necip el-Suhdeverdi’nin Avarifu’l- Maarafi ve Abdu’r-Rahman Cami’nin Nefehatul-üns’ü gibi tasavvuf kaynakları Kalenderiliği X. yüzyıldaki Horasan Melametiliği ile sıkı sıkıya ilişkili görmektedirler. Gerçektende mücerredlik, fakr ve melamet gibi bir takım tasavvufi konular itibariyle benzerlikler ortada gibidir.[146]

Rum (Anadolu) Erenleri başlığı altında belirtildiği üzere; Kalenderilik, Ahmed Yesevi’nin kurduğu Yesevilik tarikatını da, Horasan Melametiliği köküne dayanması sebebiyle Anadolu’da içine almıştır. Kalenderilik, bir yandan Yesevilik ve ondan doğan Haydarilik şeklinde yayılırken bir yandan da Orta Doğu’da Cavlakilik, Kalenderilik, Vefailik tarzında teşkilatlanmıştır.[147]

Kalenderilik ile Bektaşilik arasında yakın bir ilişki olduğu kabul edilmektedir. Zira Hacı Bektaş-ı Veli eseri olan Vilayetnamesi’nde, kendisini bir Kalenderi olarak tasvir etmektedir. Bu esere göre, Ahmed Yesevi halifeliğini kendi müridlerinden birine verecek yerde, onlara itimat etmeyip, “Çırçıplak Bir Abdal’a” yani Hacı Bektaş-ı Veli’ye verir. Hacı Bektaş’ın müridleri, “Ulu Abdal, Keçi Abdal, Kara Abdal gibi” abdal lakabı taşımaktadır. Yine Vilayetname’de Kalenderîlerin sık sık Hacı Bektaş tekkesine geldiğinden bahsedilmektedir. Bundan başka tarikata yeni girenlerin “cihar darp” yaptıklarını yani saç, sakal, bıyık ve kaşlarını traş ettiklerini yazmaktadır.[148] Bu bağlamda kökeni Horasan Melametiliğine dayandığı kabul edilen Kalenderiler ve Yeseviler ile Rum Abdalları ve Bektaşiler arasında bir ilinti olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Mevlevilik

Anadolu tasavvuf kültüründe önemli bir yere sahip olan Mevlevilik, melamet anlayışından önemli ölçüde etkilenmiştir. Mevlana, babası Sultan-al-ulema ve onun halifesi Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizi vasıtasıyla melamet meşrebine sahip olmuştur. 161 Mevlana Celaleddin Rumi'nin yaşamı ve din anlayışı üzerinde çok önemli bir etkisi olan Şems-i Tebrizi, Kalenderiliğin dünyayı boşlayan, dünyaya ait her şeyi ilahi aşka ulaşmak yolunda yalnızca birer engel olarak gören tavrı ile Mevlana'yı bambaşka bir kişiliğe büründürmüştür. Bu durum ile Mevlana'dan sonra onun etrafındakiler ikiye ayrılmış ve ilki zühdü esas alıp şeriat çizgisini takip eden Veled kolu, ikincisi ise rind meşrep[149] [150] bir çizgi izleyen, cezbe[151] ağırlıklı Şems kolunu oluşturmuştur. Ancak Mevlana, yaşamı süresince bir tarikat kurmamış, vefatından sonra onun takipçileri tarafından Mevlevilik tesis edilmiştir.162

Eflaki, eserlerinde Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin kendisine intisap eden müridlerini tıraş ettirdiğinden bahsetmektedir. Saç, sakal ve bıyıktan, kaşlardan veya iki kaşın arasından makasla birkaç kıl kesmek suretiyle gerçekleştirilen sembolik ritüel, şüphesiz ki saç, sakal, bıyık ve kaşlarının usturayla kazıtılması olan “Cihar Darp’ı”[152] uygulayan Kalenderilerden geçmiştir.163

Mevlana; kökeni ve etkileşimi itibariyle Horasan Melametiliği ile irtibatlı olan Kalenderi dervişi Şems-i Tebrizi'nin tasavvuf düşüncesini büyük ölçüde benimsemiştir. Bu düşünce ile vahdet, cezbe ve aşk anlayışı ile yoğrularak mistik bir tefekkür içine giren Mevlana, hiç de yabancı olmadığı Kalenderi eğilimin tesiriyle şeriatın sınırlarını genişleterek boyut kazanmıştır. Daha sonra kurulan Mevlevilik tarikatı tarafından da bu tesirler korunmuş ve XX. yüzyıla kadar yaşatılmıştır.[153] Kökeninde Melametilik anlayışı olan Yesevilik ile Kalenderdik tarikatının irtibatı gözönüne alınırsa Yesevilik ile Mevleviliğin ilişkisi de anlaşılabilecektir.

Ahmed Yesevi’nin esaslarını belirlediği Yeseviyye tarikatı, Nakşibendiyye tarikatından başka, daha sonra Türkistan ve Anadolu’da gelişecek olan Kübreviyye, Mevleviyye, Bektaşiyye tarikatları ile Hind yarımadasında yaygın olan Çiştiyye gibi diğer büyük tasavvuf ekollerini de derinden etkilemiştir.[154]

Rıfailik

Moğol istilasının yaşandığı dönemlere toplumsal etkisi, Irak’ta doğan Rıfaiyye ve Kadiriyye tarikatlarına tamamıyla birer Türk-Sufi tarikatı mahiyetini vermesiyle de önemlidir. Özellikle, gerek Yeseviyye ve gerekse de Vefaiyye ile aralarında bir yakınlık mevcut olan, Ahilikle de karşılıklı etki ve bağlanış esasında kaynaşan Rıfaiyye tarikatı, Anadolu’ya yayılan ilk sufi zümreleri arasında görülmektedir. Ancak Türkmen ve Moğol Rıfai dervişlerinin coşkun zikir ve semalarının yadırgandığı, ateşte yürüme, vahşi hayvanlara binme, yılanlarla raks etme gibi gösterilerin ilgi çektiği kadar, şeytanca fiiller şeklinde Müslümanlık dışı olarak nitelendiği de müşahede edilmektedir.[155]

Bektaşilik

Türk halk dindarlığının Anadolu’daki en yaygın, en tanınan ve günümüze kadar ulaşmış formlarında biri de Bektaşiliktir. Ahmed Yesevi’den gelen ikinci büyük tarikat olan Bektaşilik, biyografisi daha çok efsanelere dayanan Hacı Bektaş Veli’ye bağlılığını vurgulayan bir tarikattır. Hacı Bektaş Veli’nin, Yesevi müritlerinden olduğu hakkında menkıbede mevcut rivayet, Osmanlıların teşekkülünden önce Anadolu’da birçok Yesevi dervişlerinin gelmesi sebebiyle onun da bunlardan sayıldığı tarzında bir yorum vardır. Vilayetname’ye göre Hacı Bektaş, İmam Musa Kazım soyundan bir seyyid ve Hoca Ahmed Yesevi’nin mürididir.[156] Ancak Yesevi’nin birinci derece müridi olması kronolojik sebeplerle mümkün değildir; zira ölüm tarihleri arasında yüzyıldan daha fazla bir süre vardır. Kesin olan şudur ki Hacı Bektaş Veli “Horasan Erenleri” arasındadır.[157]

M. Fuad KÖPRÜLÜ’nün saha ile ilgili en önemli eserlerden olan “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı kitabında; “Ayinlerinde Türkçenin -Arapça ve Farsça yerine- tarikat lisanı olması, tıpkı Yesevilerde olduğu gibi halk vezni ve lisanîyle yazılmış sade Türkçe ilahilerin arasında pek çok tutunması gibi dış benzeyişlere rağmen, Bektaşilikle Yesevilik arasında hiçbir hakiki bağ mevcut değildir. Çünkü Bektaşi tarikatının daha ilk kuruluş anlarında bile ona intisap edenler bütün haram olan şeyleri mubah gören zındıklar olarak telakki edilmiş yahut Hurufiyye taifesinden addolunmak suretiyle “Hariç Ez-Şeriat” sayılmıştır. Tarikatın daha ilk kuruluş zamanlarına ait olan bu hal, onun daha önce başka tarikatlar gibi şeriat dairesi dâhilinde bir tasavvuf mesleki iken, sonları bir takım Hurufilerin ve dinden çıkan zındıkların* eline geçerek eski mahiyetini kaybettiği hakkında umumiyetle beslenen zaman, tarih olarak yanlış olduğunu kuvvetlendiriyor.”[158] şeklinde ifade etmektedir.

Bununla birlikte, bir başka kaynakta ise; “Hacı Bektaş Veli, Hoca Ahmed Yesevi’nin talebesi ve halifesi olan Lokman Parende’nin yanında eğitimini tamamlayarak icazetini alıp irşat göreviyle Anadolu’ya gönderilir”[159] şeklinde bir rivayet bulunmaktadır.

Bektaşilik tarikatı, özellikle Kırşehir ve çevresinde faaliyet gösteren ve bir Yesevi Şeyhi olan Hacı Bektaş-ı Veli tarafından temsil edilen bir gelenekten doğmuştur. Bu etki dolayısıyla Bektaşilik, belli ölçüde Ahmed Yesevi geleneğine bağlı ikinci büyük tarikat olarak görülmektedir. Bu iki tarikat arasındaki ilişki doğrudan değil dolaylıdır. Anadolu’da yayılan Bektaşilik Rum Abdalları zümresinden sayılmaktadırlar. Kurucusu Hacı Bektaş-ı Veli ise bir Vefai şeyhi olan Baba İlyas’ın müridi ve halifesidir.[160]

Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ı “Dört Kapı-Kırk Makam” tertibi üzere ele alınmıştır. Bu tertip, Ahmed Yesevi’nin Fakr-name’si ile hemen hemen aynıdır. Fakr, kişinin Fenafillah’a ulaşmak için yapacağı bir takım mücadele ve geçeceği makamları ifade eden tasavvufi bir terimdir. Bu makamları anlatan eserlere Fakr-name denmiştir. Dini tasavvufi Türk edebiyatında fakrı ve makamları anlatan Âşık Paşa’nın Fakr-name isimli mesnevisinde olduğu gibi müstakil eserler olmakla birlikte, çeşitli tasavvuf kitaplarında da çeşitli bölümler halinde Fakr-nameler ele alınmaktadır. İşte Ahmed Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’nin Kazan ve Taşkent baskılarının mukaddimesinde böyle bir Fakr-name mevcuttur.[161]

Her ikisi de dört kapı (1-Şeriat 2-Tarikat 3-Marifet 4-Hakikat) ve kırk makam (her kapıda onar madde) üzere yazılmıştır.[162] Kırk maddeden oluşan kırk makamın otuzbirinde aynı, dokuzunda ise değişik ifadelerden doğan farklar vardır.[163] Bu kapsamda gerek Yesevi’nin gerekse Hacı Bektaş’ın aynı kanaldan beslenen Türkistan’da başlayan tasavvuf geleneğinin temsilcileri olduklarını, her ikisinin de maddeten olmasa bile manen mürşid-mürit münasebetinde olduklarını görülmektedir.[164] Hoca Ahmed Yesevi öğretilerinin Hacı Bektaş Veli tarafından da temel ilkeler olarak kabul etmesi ve kullanması, aralarındaki bağı gösteren açık bir delildir.

Anadolu ve Balkanlar’daki Müslüman Türk halkı, Hoca Ahmed Yesevi’nin, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’yi Anadolu istikametinde görevlendirdiğine inanmaktadır. Hacı Bektaş, Yesevi ekolünün Anadolu’daki ulu temsilcisi olmuştur. Her ikisi de Kur’an ve hadisi birinci kaynak olarak almış, erkeğin yanı sıra kadınların eğitimine de önem vermişlerdir.[165]

SONUÇ

Ahmet Yesevi’yi tanımak demek, İslamiyet’in Orta Asya macerasını tanımak demek olduğu kadar, Türk Müslümanlığını da tanımak demektir. Türk Müslümanlığını tanımak ise, İslam’ın dünya yüzündeki önemli ve evrensel çehrelerinden birini tanımak anlamına gelir. Türk Müslümanlığı, Orta Asya’da daha ilk yıllarından itibaren, yukarıda belirtilen tarihi şartlar sebebiyle sufilik kanalıyla teşekküle başladığından, geniş ölçüde tasavvufi bir renk taşımaktadır. Bu yüzden Türk Müslümanlığını sufilikten, tasavvuftan ayrı düşünmek yanlış olur. Yine bu yüzdendir ki, Türk Müslümanlığı; tarihin her devrinde engin bir hoş görünün de sembolü olmuştur.[166]

Sufi bir şair ve tarikat sahibi bir mürşit olarak Türk milletinin manevi hayatında yüzyıllarca yer alan ve yer almaya devam eden, çeşitli tarikatlar üzerinde de önemli etkisi olan Ahmed Yesevi, Türk-İslam tarihi için çok önemli bir değerdir.

Tasavvufu, bilinmez ve anlaşılmaz bir gizem yumağı olmaktan çıkarıp, her insanın anlayabileceği sadelikte ve gereklerini yerine getirebileceği popüler bir akıma dönüştürmesi ve halkın tamamen anladığı bir dil ile hitap etmesi Yeseviyye tarikatının bir üstünlüğü olmuş ve günümüze kadar etkisini sürdürmesini sağlamıştır.[167] [168]

Ahmet Yesevi’nin karizmatik kişiliğinin etki ve nüfuzu ile doğrudan doğruya Türk toplulukları içerisinde bir dini-tasavvufi zümreleşme ve ilk Türk-İslam sufi tarikatı olarak bilinen Yeseviliğin teşekkülü, Türk tarihine sosyo-kültürel açıdan bıraktığı izlerle oldukça önemlidir. İslami öğretiyi; telkin gücü etkili olan ve sade Türkçe şiirlerle (Hikmet) yayan bir tasavvuf çevresi, müşterek İslam kültür sahasına giren “üçüncü toplum”1,19 olan Türklerin, dini edebiyat türünün gelişmesine önemli etkileri olmuştur. Anadolu’da, Ahmet Yesevi’nin hikmetlerine benzer özlü sözlerle donatılmış, İslam dinini ve güzel ahlakı anlatan, sosyal ve kültürel hayatı düzenleyen, peygamber sevgisini aşılayan, yalın ve öz Türkçe ile kullanılan bu akım; Mevlana, Yunus Emre, Karacaoğlan, Hacı Bektaş Veli’nin başını çektiği kişilerce devam etmiş ve tüm Anadolu Türklerini etkilemiştir. Böylece, birtakım gelenek ve göreneklerin İslam rengine bürünmesini sağlamıştır.

Taşkent ve Sir-i Derya bölgesinde, Seyhun bozkırlarında yaşayan ve şeriata sıkı sıkıya bağlı bir âlim ve mutasavvıf olan Ahmed Yesevi, Müslüman Türklere İslam’ın esaslarını ve inceliklerini öğretmek gayreti içerisinde, çevresindeki yerli halka ve göçebe Türkmenlere anlayabilecekleri bir dilde ve alıştıkları şekilleriyle aktarmaya çalışmıştır. Ahmed Yesevi’nin bu yaklaşım tarzı, fikri yönünü de milli unsurların teşkil ettiği hikmet tarzının doğuşunda önemli bir yer tutmuştur.

Yusuf-el Hemedani’nin halifelerinden olan Ahmed Yesevi’nin, bir taraftan Horasan Melametiyesinin, diğer taraftan Doğu Türkistan ve Seyhun havalisindeki Şii cereyanlarının tesiri altında, oldukça geniş ve serbest bir tasavvuf felsefesine sahip olduğu görülmektedir. Horasan’da daha XIII. yüzyılda Haydariye tarikatının doğmasında etkisi olan Yesevilik, yine bu asrın ikinci yarısında Anadolu’da Babai ve Bektaşi tarikatlarının teşekkülünde de önemli bir rol oynamıştır.

Yeseviliğin devamı olarak kabul edilen ve günümüze kadar varlığını koruyan iki önemli tarikat bulunmaktadır. Bunlardan ilki; Hanefi mezhebinin ağır bastığı, Sünni inanış içerisinde hareket eden “Nakşibendilik”, ikincisi ise; Ehl-i Beyt sevgisinin ağır bastığı, Türk örf ve adetlerinin etkisinde kalan “Bektaşilik”tir. Kendisinden sonra da birçok tarikatı etkilemekle birlikte özellikle kendi öğretilerinin derin bir şekilde devam ettiği iki temel tarikatta Hoca Ahmed Yesevi'nin iki farklı dönemini görebilmekteyiz. Şeyhi Yusuf Hemedani'nin bırakmış olduğu tarikatın şeyhliğini yaptığı döneme kadar ki Arap ve Fars etkisindeki Ortodoks İslam (Sünni) ki bu tarzının devamı Nakşibendilik tarikatıyla; Buhara'dan bu tarikatı bırakarak Yesi'ye gelmesi ve göçebe, yarı göçebe Türkmenler üzerinde Türkçe hikmetlerinin etkili olduğu Heterodoks İslam (Gayrı Sünni) ki, bu tarzının devamı ise Bektaşilik tarikatı olarak günümüze kadar devam etmiştir.

Yeseviliğin büyüklüğünü, geniş kitleleri etkisi altına alarak gönüllere nasıl işlendiğini, hem Sünni hem de Alevi inanışı kucaklamasından da anlamaktayız. Kendisinden asırlar sonra bile uğruna beyliklerin ve devletlerin savaştığı bu iki inanışın temsilcilerinden olan Nakşibendîlik ve Bektaşiliğin temelinde, Yesevilik yatmaktadır.

Ahmed Yesevi’nin ”Hace” unvanıyla şöhret kazanması ile ilgili farklı görüşler bulunmaktadır. Bunlardan biri; Haceganiyye silsilesinden olan Şeyh Yusuf Hemedani’nin gözde halifelerinden birisi olmasından kaynaklandığı kabul edilmektedir. Bu görüş ışığında Nakşibendilik silsilesi yayılmıştır. “Hace” lakabının; ilim sahibi bir mutasavvıf olması yanında, İmam Muhammed b.Ali neslinden gelmesi sebebiyle de olduğu kabul edilmektedir. Bu görüş doğrultusunda ise Bektaşiyye silsilesi devam etmiştir. Yeseviyye geleneği; çizgisini değişik renk ve ton farklarıyla da olsa Nakşibendiyye ve Bektaşiyye silsilesi ile günümüze kadar devam ettirmiştir.

Bektaşiliğin özünde Yeseviliğin olduğunu gösteren bir örnek de, Türkiye genelinde etkinliği olan Zeynel Abidin Ocağı dedesi Muharrem Naci Orhan ile yapılan bir sohbette görülmektedir. Sohbet esnasında kendisine sorulan “Şia ile ilgili görüşleriniz nelerdir?” sorusuna şu şekilde cevap vermiştir: “Ben bir alevi insanı olarak sizi (Sünni inanışı), Şia’dan daha yakın bulurum. Çünkü Şia, namaz kılmayan, oruç tutmayan kişileri kâfir olarak kabul ediyor ve bunu toplumdan dışlıyor. Sünnilerde bu gelenek yok. Kentimde veya köyümde hiç kimse bizlere müdahale etmez. Ayrıca bizde kadın-erkek Ahmed Yesevi’den beri birlikteyiz. Törenlere, görgü ayinlerine karı koca birlikte gideriz. Yani bir çeşit “feminizm”, alevi topluluğunda hâkim unsurları teşkil eder. Oysa Şia’da kadın itilmiş kakılmış, peçe arkasına terk edilmiştir. Yüzünü açan bir kadın Şia normlarına göre ağır cezalandırılır. Alevi toplumu bu açıdan da Şia’ya karşıdır. Bizde bir de Yesevi ve Hacı Bektaş ruhu vardır. Herkesi Yaradan’dan ötürü hoş görmek isteriz. Bu alevi felsefesi ve dünya görüşüdür. Şia’ya baktığımızda bu hoşgörünün, toplumsal barışın izlerine rastlamak mümkün değildir.” [169]

Yesevilik Tarikatının geniş bir inanç grubunu kapsadığını ve hoşgörü temelli olduğunu net bir şekilde görmekteyiz. Hoca Ahmed Yesevi, Orta Asya göçebe Türkmenlerine bir tasavvuf ve tarikat yolu açarak, o insanların ruhu üzerinde asırlarca hüküm sürmüş ve birleştirici rol oynamıştır. Günümüzde de bu ruhun gelişerek toplumumuza hâkim olması ihtiyacı gün geçtikçe artmaktadır.

Yeseviliğin Türklerin İslam Anlayışına Etkileri Şunlar Olmuştur:

Türk-İslam anlayışına; korku kültüründen (cennet-cehennem, günah- sevap, Allah korkusu vb.) çok, sevgi kültürünü (Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanmak, Allah'a ulaşmak (fenafillah), peygamberin şefaatine nail olmak) katmıştır.

“Peygamber ve Ehl-i Beyt Sevgisi”: İslam tarihinden de görüleceği üzere Araplar, güç mücadeleleri içerisinde Ehl-i Beyt’i merkez dışına iterek hak ettiği değeri vermez iken, Farsi anlayışta bu olgu, çok üst noktalarda işlenmiş ve siyasallaştırılarak, kitlesel hareketlerle desteklenen bir ritüele dönüştürülmüştür.

Oysa Türk-İslam anlayışında “Peygamber ve Ehl-i Beyt Sevgisi”;

İki uçtan da uzakta (Ehl-i Beyt’e hak ettiği değerin verilmemesi ve Ehl-i Beyt sevgisinin siyasallaştırılması),

Sadece Hz. Paygamberin rızasını kazanmak üzerine,

Hz. Peygamber ve ona ait her şeye değer vermek üzerine kurulu bir sevgi anlayışı geliştirilmiştir. Yani; Allah’ın sevdiğini (Hz. Muhammed (S.A.V.) ve onun ailesini (Ehl-i Beyt)) sevmek üzerine gelişmiştir.

Türklerin, Hz. Peygambere ve Ehl-i Beyt’e olan muhabbeti; bireysel, toplumsal ve kültürel hayatın bütün alanlarına yansımıştır.

Türkler; Peygambere olan saygılarından çocuklarına direkt “Muhammed” ismini koymamış, onun yerine “Mehmet ve Ahmed” isimlerini tercih etmişlerdir. Ayrıca kız ve erkek çocuklara Ehl-i Beyt’ten isimler konması önemli birer örnektir (Ali, Hasan, Hüseyin, Ayşe, Fatma vs.). Buna ilaveten; Kur’an’a abdestsiz dokunmamak, bel hizasından aşağıda taşımamak, Kur’an’ın evlerde her zaman yüksek raflarda bulunması, peygamberimizin doğumunu anlatan ve Türkçe olan “Mevlid’in”, özel günlerde ve gecelerde okunması geleneğinin yerleşmesinde, Hoca Ahmed Yesevi’nin peygamber sevgisini anlatan hikmetlerinin önemli rolü bulunmaktadır.

 

Yine Osmanlı döneminde Mekke ve Medine’nin fethinden sonra bu şehirlerdeki kutsal mekânların imarı ve tamirine önem verilmesi, buralara birçok eser yapılması, peygamberimize ait kutsal emanetlerin İstanbul’a getirilmesi ve muhafaza edildiği mekânda, 24 saat esasına göre Kur’an okunması âdetinin günümüze kadar devam etmesi, Medine'ye tren yolu döşenmesi sonrası trenin gürültü yapmadan ilerlemesi ve Peygamberin manevi ruhunun rahatsız edilmemesi için raylara keçeler döşenmesi, oluşan sevginin büyüklüğü ve kültürel devamlılığının önemli göstergeleri olmuştur.

Ayrıca tarihte her dönem, Türk orduları “Peygamber Ocağı” olarak tasvir edilmiş ve kahramanlık timsali olmuş Türk askerine “Mehmetçik” denmiştir.

Hz. Peygamberin adını, Milli Bir Sembol haline getiren tek millet olan Türklerin, bu denli güçlü peygamber sevgisinin yüzyıllar boyu devam etmesindeki temellerin oluşmasında Yesevilik anlayışının önemi çok büyüktür.

Türk Dindarlığında, Kadınların Sosyo-Kültürel Hayattaki Önemli Yeri: Arap ve Farsi İslam anlayışında, erkek egemen toplumun gölgesinde kalan ve beşeri hayatta o kadar da etkili olamayan kadınlar, Yesevi terbiyesinde erkek ile birlikte eğitim almaktadır. Bu durum, Türk-İslam tarihinde birçok tarikatta da bu şekilde devam ettiği gibi, Anadolu’da önemli etkisi olan Bektaşilikte de aynı şekilde sürmüştür. Türk tarihi boyunca, göçebe ve yarı göçebe yaşayışı ile yerleşik düzene geçildiği dönemlerde de Türk kadını, erkeğin yanında yer almış; doğa ile mücadele etmiş, tarım ve hayvancılık yapmış, devlet yönetiminde yer almış, savaşlara katılmıştır. Bu kapsamda; kadınların, din eğitimi ve dini yaşama bağlamında da erkek ile yanyana olması, kaçınılmaz bir sosyolojik etkileşim gerçeği olmuştur. Bu bağlamda;

Hoca Ahmet Yesevi’nin “Hokkanın içindeki pamuk ve ateş menkıbesi”,[170]

Baciyan-ı Rum’un Anadolu’daki etkisi,

Türk-İslam anlayışında; kadınların teravihe gitmesi ve camilerin üst katlarının onlara ayrılması,

Aynı anlayışta kadınların, cenaze namazında erkeklerin arkasında saf tutmaları, bu konudaki tezimizi destekleyen en çarpıcı örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ayrıca; özellikle Anadolu’da, birçok kadın evliyaya rastlanmakta ve onlara ait menkıbeler halk arasında kulaktan kulağa anlatılmakta ve yazılmaktadır. Türklerin İslam ile tanışmasından önce, Orta Asya’yı etkisi altına almış olan “Şamanizm”de, kadın şaman ve kam’lara sıklıkla rastlanmakta ve toplumun dini temsilcisi olarak görev aldıkları görülmektedir. Kadınların toplumdaki bu dini etkinliği ve faal yapısı, Türklerin İslam ile tanışmasından sonra da devam etmiş ve bu geleneğin en önemli temsilcisi de Yesevilik olmuştur.

İslamiyet’in, sonsuz bir sevgi ve hoşgörü anlayışı ile yaşanan bir din olduğu, yardımlaşma ve dayanışma ile hak ve adalet duygusunun Türk toplumunun sosyal hayatına yerleşmesi:

Türklerin, tarih boyu ve günümüzde, insan hakları, kişisel özgürlükler, dini ve kültürel hoşgörünün en önemli savunucusu ve uygulayıcısı olmasında Yeseviliğin önemli katkıları olmuştur. Yesevilik, İslamiyet’teki karşılıksız hayır işlemenin ve işlenen bu hayırların ibadet hükmünde sayıldığının, sadaka, fitre, zekât vermek gibi paylaşma felsefesinin, Türk toplumuna yerleşmesinde kayda değer bir şekilde etki etmiştir.

Peygamber ahlakı olan, “komşusu açken, kendisinin tokyatamayacağı” bilincinin topluma öğretilmesi, “fütüvvetle” gelmiş ve Ahilikle Anadolu’ya yerleşmiş bir uygulamadır. Yesevilik, insanlar arasında sevgiyi ve saygıyı güçlendirerek hoşgörüyü teşvik etmiştir. Diğer dinlere ve inanışlara saygılı olunarak, dinde zorlama olmayacağı felsefesini topluma öğretmiştir. Bu öğretiler asırlar boyu Türk devletleri ve imparatorluklarının ayakta kalmasında önemli bir mihenk taşı olmuştur.

Türk devletlerinin ve beyliklerinin kurdukları vakıflar, hanlar, kervansaraylar, medreseler, köprü ve çeşmelerle, toplumun her kesiminin din, dil, ırk

ayrımı gözetmeksizin yararlanabileceği sosyal hizmetler veren hayır kurumları inşa etmişlerdir.

ç. “Yaradılanı Severiz, Yaratandan Ötürü (Yunus Emre)” mantığının yeşermesine vesile olan Yesevilik, insana verdiği değeri, hayvan ve bitkilere de veren bir toplumsal ahlaka da öncülük etmiştir. Gittiği her yeri yeşerten, kayın, söğüt ve çınar ağacı dikerek daha sonra bunların simgeleşmesini sağlayan, temizliğin imandan geldiğini kurduğu hamamlarla hayata geçiren, ayakkabılarını çadırının dışında tutan, ibadethanelerine ayakkabı ile girmeyerek temizliğe verdiği önemin altını çizen, çevre bilinci ve hayvanlara verdiği önem ile kuş evleri kurarak kuşlara sahip çıkan, kışın sokak hayvanlarının aç kalmasını önlemek için yiyecek bırakacak görevlilerin belirlenmesi gibi hayvan haklarına sahip çıkan bir gelecek hazırlanmıştır.

İslamiyet etkisi altına giren coğrafyalar ve milletlere bakılacak olursa; Afrika ve İran bölgelerinde İslamiyet’in kabul edilmesi ile birlikte, bu coğrafyalardaki kültür ve medeniyet, İslam’a göre yeniden şekillenmiş ve sosyal hayat, Arap etkisi altında kalmıştır. Ancak Türkler, İslamiyet’i kendi kültür ve sosyal hayatlarıyla harmanlayarak, yeni bir anlayış ve ekol kazandırmışlardır. Türk toplulukları, İslamiyet ile tanışmalarından sonra önemli ve köklü bir kültürel dönüşüm yaşamalarına rağmen, bu kültürel dönüşümü kendi kimlik ve benliklerini kaybetmeden gerçekleştirmişlerdir. Yani güçlü Türk kültürü, din olgusu içinde eriyerek kaybolmamış; aksine, dine izler bırakarak yeni bir kültürün doğmasını sağlamıştır. İşte doğan bu yeni kültüründe, Hoca Ahmed Yesevi ve Yeseviliğin önemli etkileri olmuştur. Hoca Ahmed Yesevi'nin dini öğretileri; oluşan kültürel kodlarla günümüze kadar gelmiş ve üçüncü toplumun182 İslam tarihinde söz sahibi olmasını sağlamıştır.

Yesevilik; zaman içerisinde “Melametilik” gibi tarikatlar üstü bir anlayışa dönüşmüş ve özellikle Türk ve Türkmen boyları arasında yayılarak, tarikatların bütününe tesir etmiştir. Özellikle de, “Türklerin Din Anlayışına”; Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi dil, din, ırk gözetmeyen, hümanist ve Hoca Ahmed Yesevi’nin tarihi ve menkıbevi hayatından, tahta kaşık ve kepçe yontan bir el sanatı işçisi olduğu ve geçimini bundan sağladığı, kendisinin Fütüvvet Ehli ve Melami meşrep bir derviş olduğunu bilmekteyiz.

Fütüvvet; İslamiyet’in ilk yıllarında sosyal bir kavram olarak ortaya çıkmış, IX. yüzyılın başında, sosyal bir yapılanma olarak gençler arasında içtimai, iktisadi ve siyasi bir kurumsallaşmaya dönüşerek teşkilatlanmış, sufilikle bütünleşip tasavvufi bir kimlik kazanmıştır.[171] Fütüvvet teşkilatı ile tarikatlar arasında önemli münasebetler kurulmuş, bu teşkilatlar manevi değerlerle, İktisadî gayretleri bütünleştirmiştir. Ahî teşkilatı ise fütüvvet teşkilatının Türkler tarafından yorumlanarak geliştirilen ve özellikle Anadolu’da yayılmış şekli olmuştur.

Ahi Teşkilatı, Moğol saldırılarının Anadolu’ya kadar uzandığı ve bazı iç isyanlar sebebiyle Türk birliğinin bozulduğu bir buhran döneminde, Anadolu Türklerini birbirine bağlayan ve yeniden Türk birliğinin kurulmasına önemli katkısı olan bir “Sivil Toplum Kuruluşu” olmuştur. Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli ve Ahi Evran da bu dönemin ileri gelenlerindendir. Ahi Evran, esnafın birlik ve beraberliğini sağlamış, zaviye ve tekkeleri birer meslek kuruluşları haline getirerek önemli bir görevi üstlenmiş ve o dönem için Anadolu’daki ekonominin kontrol altına alınmasında söz sahibi olmuştur. Bunlara ilaveten; “Türklere özgü bir kurum olan Ahilik, Türk yardımseverliği ve konukseverliğinin, doğruluk ve merhametliliğinin bir alaşımıdır. Ortaçağ başlarında tohumları Türkistan’da atılan bu kurumun, aynı niteliklerde başka bir benzeri yoktur ve böyle bir oluşum hiçbir ulusta görülmez.[172]

Anadolu Erenleri (Gazi, Abdal, Bacı, Ahi) içerisinde önemli yere sahip olan Ahi Evran; ilk tasavvuf terbiyesini Horasan ve Maveraünnehir’de Ahmed Yesevi’nin öğrencilerinden almıştır. Bu bağlamda Hoca Ahmed Yesevi’nin el sanatı işçisi olduğu da düşünülürse, Yesevilik öğretilerinin; Ahi Evran’a etkileri ve Ahiyan-ı Rum teşkilatı üzerinden Anadolu’da yaşayan Türklere etkileri daha da iyi anlaşılacaktır.

Daha önceki bölümlerde de ayrıntılı olarak bahsettiğimiz üzere; Hoca Ahmed Yesevi ve Yeseviliğin, gerek Yesevi Dervişleri, gerekse onlardan etkilenen diğer tarikatlar vasıtasıyla, Rum (Anadolu) Erenleri “Gaziyan-ı Rum (Anadolu Gazileri), Abdalan-ı Rum (Anadolu Abdalları), Baciyan-ı Rum (Anadolu Bacıları), Ahiyan-ı Rum (Anadolu Ahileri)” olarak adlandırılan zümreler üzerinde derin tesiri olmuştur. Bu vasıtayla Anadolu kurulan ve çevresindeki geniş coğrafyayı etkisi altına alan Türk devletleri ve beyliklerinin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi ve askeri hayatına şekil vermiştir.

KAYNAKÇA

AKYOL, Taha, (1999), Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, İstanbul, Milliyet Yayınları.

ARSLAN, H.Çetin, (2001), Türk Akıncı Beyleri ve Balkanların İmarına Katkıları (1300-1451), Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.

ATACAN, Fulya, (1990), Sosyal Değişme ve Tarikatlar, İstanbul, Hil Yayın.

ATEŞ, Toktamış, (1982), Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı (Kuruluş Dönemi), İstanbul, Say Yayınları.

AYAS, Mehmet Rami, (2012), Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri, İstanbul, İz Yayıncılık.

BARTHOLD, Wilhelm, (2012), İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara, Akçağ Yayınları.

BARKAN, Ömer Lütfi, (1974), “İstila Devrinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, İstanbul, Vakıflar Dergisi, No. II.

BARKAN, Ömer Lütfi, (2002), “Osmanlı İmparatorluğunda Kolonizatör Türk Dervişleri”, Ankara, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, C. IX.

BİCE, Hayati, (2014), Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi ve Hikmetleri, İstanbul, h Yayınları.

BİÇER, Bekir, (2007), Türklerin İslamlaşma Süreci, Ankara, Akçağ Yayınları.

BOLAT, Ali, (2004), Melametilik, İstanbul, İnsan Yayınları.

CANIM, Rıdvan, (1996), Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi’de Tasavvuf Düşüncesi, Ankara, Biliğ Dergisi, S.1(bahar), s. 9.

CEBECİOĞLU, Ethem, (1999), “Baciyan-ı Rum”, Ankara, Osmanlı, C. V.

CEBECİOĞLU, Ethem, (1996), “Hoca Ahmed Yesevi ve Tasavvuf Anlayışı”, İstanbul, Seha Neşriyat.

COŞAN, Es’ad, (1996), Ahmed-i Yesevi Hazretleri, İstanbul, Seha Neşriyat.

ÇAĞATAY, Neşet, (1982), “Anadolu’da Ahilik ve Bunun Kurucusu Ahi Evren”, Ankara, Belleten, C. XLVI, S. 182, s.424-432.

ÇAĞATAY, Neşet, (1997), Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

ÇAĞATAY, Neşet, (1988), “Anadolu Türklerinin Ekonomik Yaşamları üzerine Gözlemler (Bu Alanda Ahiliğin Etkileri)”, Ankara, Belleten, C. LII, S. 203, s.493- 495.

ÇAĞATAY, Tahir, (1968), Günün Sosyolojisine Giriş, Ankara, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları.

ÇAYIRDAĞ, Mehmet, (1992), “Vakıf Belgelerine Göre Kayseri’de Ahi Evren ve Ahilikle İlgili Bazı Kayıtlar”, İstanbul, Türk Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D, S. 72, s.48-49.

DİKEÇLİGİL, Beylü, (2002), “Sosyolojide Metodolojik Farklılaşma ve Metodlar Arası İşbirliği”, Yeni Sosyolojik Arayışlar, Dünyada ve Türkiye’de Farklılaşma- Çatışma-Bütünleşme-II, III. Ulusal Sosyoloji Kongresi, (2-4 Kasım 2000, Eskişehir), Ankara, Sosyoloji Derneği Yayınları.

DÖĞÜŞ, Selahattin, (2001), “Bacıyan-ı Rum, Anadolu Bacıları Teşkilatı”, İstanbul, Türk Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D, S. 170, s. 37-41.

ERASLAN, Kemal, (2000), Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları.

ERASLAN, Kemal, (1996), “Ahmed Yesevi’nin Hikmetlerinde Hoşgörü”, Ankara, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı-III, C. 8, S. 24, s. 778-781.

ERAYDIN, Selçuk, (1994), Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.

GÖLPINARLI, Abdulbaki, (1979), 100 Soruda Tasavvuf, İstanbul, Dergâh Yayınları.

GÖLPINARLI, Abdülbaki, (1983), Mevlana'dan Sonra Mevlevilik, İstanbul, İnkılap ve Aka Kitabevleri.

GÜNAY, Ünver, (2011), Din Sosyolojisi, İstanbul, İnsan Yayınları.

GÜZEL, Abdurahman, (1992), “Ahmed Yesevi’nin Fakr-name’si ile Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ı Arasındaki Benzerlikler”, Ankara, Milletlerarası Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, s. 33-43.

GÜZEL, Abdurrahman, (1998), “Hacı Bektaş Veli’nin Hayatı ve Eserleri”, Ankara, Genç Erenler Özel Sayı, s. 5-10.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, (2013), Hoca Ahmed Yesevi ve Osmanlı Devletinin Teşekkülünde Yesevilik, İstanbul, Kültür A.Ş. Yayınları.

KAYAOĞLU, İsmet, (1985), İslam Kurumları Tarihi, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.

KEHRER, Günter, (1992), Din Sosyolojisi, Çev. Semahat Yüksel, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı.

KORKMAZ, Seyfullah, (2001), “Ahmed Yesevi ve Hacı Bektaş Veli”, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, s. 325-355.

KÖPRÜLÜ, M. Fuad, (2012), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, Akçağ Yayınları.

KUTLU, Sönmez, (2011), Türkler ve İslam Tasavvuru, İstanbul, İsam Yayınları.

KUTLU, Sönmez, (2012), İmam Maturidi ve Maturidilik, Ankara, Otto Yayıncılık.

KÜÇÜK, Hülya, (2003), Kurtuluş Savaşında Bektaşiler, İstanbul, Kitap Yayınevi.

MELİKOFF, Irene, (1998), Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe, Çev: Turan Alptekin, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları.

OCAK, Ahmet Yaşar, (1992), Kalenderiler, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi.

OCAK, Ahmet Yaşar, (2011), Osmanlı Sufiliğine Bakışlar, İstanbul, TimaşYayınları.

OCAK, Ahmet Yaşar, (2014), Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul, İletişim Yayınları.

RADLOFF, Wilhelm, (2012), Türkler ve Şamanlık, İstanbul, Örgün Yayınevi.

SARIKAYA, M.Saffet, (1999), “Osmanlı Devletinin İlk Asırlarında Toplumun Dini Yapısına Ahilik Açısından Bir Bakış Denemesi”, Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 6, s. 49-51.

SARIKAYA, M.Saffet, (2002), XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’daki Fütüvvetnamelere Göre Dini inanç Motifleri, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.

ŞİMŞİRGİL, Ahmet, (2002), Osmanlı Devletinin Kuruluşunda Hizmeti Geçen Alpler ve Gaziler, Ankara, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları.

TAŞ, Kemaleddin, (2011), Sosyal Bilim Paradigmaları Açısından Sosyolojik Metodoloji, İstanbul, Rağbet Yayınları.

TAŞ, Kemaleddin, (2012), “Sosyolojik Din Tanımları”, Ed: Niyazi Akyüz-İhsan Çapcıoğlu, Din Sosyolojisi El Kitabı, Ankara, Grafiker Yayınları.

TOPRAK, Hicret Kiraz, (2008), Ahmed Yesevi, Yesevilik ve XIII. Yüzyıl Anadolu ’sundaki Yeri, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara.

TÜRKDOĞAN, Orhan, (1995), Alevi-Bektaşi Kimliği, İstanbul, Timaş Yayınları.

UÇAR, Ramazan, (2012), Alevilik-Bektaşilik, Ankara, Berikan Yayınevi.

USLU, Mustafa, (1992), “Ahmed Yesevi Dervişlerinin Sosyal Felsefesi”, İstanbul, Türk Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D., S. 67, s. 49-52.

USLU, Mustafa, (1992), “Kültürel Açıdan Ahiliğin Sosyal Dinamikleri”, İstanbul, Türk Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D., S. 71, s. 54-56.

YAKIT, İsmail, (1993), “Hoca Ahmed-i Yesevi ve Türk Düşünce Tarihindeki Yeri”, Bolu, Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Tebliği, s. 19.

YILDIRIM, Ali - ŞİMŞEK, Hasan, (2005), Sosyal Bilimlerin Nitel Araştırma Yöntemleri, Ankara, Seçkin Yayıncılık.

YILDIRIM, Ahmet, (2013), “Düşünce Dünyamızda Hoca Ahmet Yesevi” isimli konferans, Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesi Hafız İbrahim Demiralay Amfisi.

YILMAZ, Mehmet Nuri, (1996), ”İslam Türk Kültüründe ve Anadolu’da Dini Müsamaha”, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı-1, Ankara, C. 8, S. 22, s. 25.

YÜKSEL, Ahmet Turan, “Ahmet Yesevi: Hayatı, Eserleri, Fikir ve Tesirleri”, http://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=368687, (24.11.2014)

 

 

 


185


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖZGEÇMİŞ

Adı ve Soyadı

:                Ebubekir Oğuz UTKU

Doğum Yeri ve Yılı

:                 İskenderun, 12.11.1971

Medeni Hali

: Evli

Lisans Öğrenimi

: Kara Harp Okulu

Yüksek Lisans Öğrenimi

: Selçuk Üniversitesi/Konya, İşletme A.B.D.

Yönetim Organizasyon Bilim Dalı, 2007.

İş Deneyimi

: Türk Silahlı Kuvvetlerinde Takım, Bölük ve Tabur Komutanlıkları                                        ile     Şube

Müdürlüğü görevleri.

 



[1]       M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yayınları, Ankara, 2012, s. 85.

[2]       Wilhelm Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2012, s. 185.

[3]       Barthold, 2012, s. 185.

[4]       Köprülü, 2012, s. 86.

[5]       Köprülü, 2012, s. 86.

[6]       Köprülü, 2012, s. 87.

Köprülü, 2012, s. 89.

Barthold, 2012, s. 185.

Es’ad Coşan, “Ahmed-i Yesevi Hazretleri”, Ahmed-i Yesevi Hayatı-Eserleri-Fikirleri-Tesirleri, Seha Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 40.

Hakka yönelmek için dünya nimetlerine rağbet etmemek.

Allah’ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak.

Köprülü, 2012, s. 94.

*** Seyhun nehrinin diğer adıdır.Aynı zamanda Seyhun nehri havzasına bu isim kullanılmaktadır.Ortaçağ müelliflerinin eserlerinde “Maveraünnehir” şeklinde ifade edilen, Amu Derya (Ceyhun) ile Sir-i Derya (Seyhun) arasındaki bölgedir.

[11]     Köprülü, 2012, s. 96.

[12]     Köprülü, 2012, s. 97.

[13]     Köprülü, 2012, s. 98.

[14]     Kemal Eraslan, Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler, T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000, s. 13.

[15]     Barthold, 2012, s. 187.

[16]     Köprülü, 2012, s. 94.

[17]     Barthold, 2012, s. 185.

[18]     Rıdvan Canım, Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi’de Tasavvuf Düşüncesi, Biliğ Dergisi, S.1 (bahar/1996), s. 9.

[20]     Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 123.

[21]     Hayati Bice, Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi ve Hikmetleri, h Yayınları, İstanbul, 2014, s. 43

[22]     Ocak, 2014, s. 124.

[23]     Ocak, 2014, s. 44.

[24]     Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, D.İ.B. yayınları, 1984, s. 123-125; aktaran H.K.Toprak, “Ahmed Yesevi, Yesevilik ve XIII. Yüzyıl Anadolu’sundaki yeri”, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008, s. 35.

[25]     Ahmet Turan Yüksel, “Ahmed Yesevi:                     Hayatı, Eserleri, Fikir ve Tesirleri”,

http://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=368687 (24.11.2014).

[26]     Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, D.İ.B. yayınları, 1984, s. 119; aktaran Toprak, a.g.t., s. 36.

[27]     Kemal Eraslan, 2000, s. 32,33.

[28]     Köprülü, 2012, s.135.

[29]     Köprülü, 2012, s.137.

[30]     Köprülü, 2012, s. 138.

[31]     Eraslan, 2000, s. 31.

[32]     Barthold, 2012, s. 192.

[33]     Barthold, 2012, s. 193.

[34]     Ahmet Turan Yüksel, “Ahmed Yesevi:                     Hayatı,      Eserleri, Fikir ve Tesirleri”,

http://www.tarihtarih.com/? Syf=26&Syz=368687 (24.11.2014).

[35]     Ocak, 2014, s. 45.

[36]      Sönmez Kutlu, Türkler ve İslam Tasavvuru, İsam Yayınları, İstanbul, 2011, s. 161.

[37]     Toprak, a.g.t., s. 3.

[38]     Ahmet Turan Yüksel, “Ahmed Yesevi:                      Hayatı,     Eserleri, Fikir ve Tesirleri”,

http://www.tarihtarih.com/? Syf=26&Syz=368687 (24.11.2014)

[39]     Kemal Eraslan, “Ahmed Yesevi”, TDVİA, c.II, s. 161; aktaran Ethem CEBECİOĞLU, “Hoca Ahmed Yesevi ve TasavvufiAnlayışı”,Ahmed-i Yesevi Hayatı-Eserleri-Fikirleri-Tesirleri, Seha Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 153.

[40]     Ahmet Turan Yüksel, “Ahmed Yesevi:                      Hayatı,     Eserleri, Fikir ve Tesirleri”,

http://www.tarihtarih.com/? Syf=26&Syz=368687 (24.11.2014)

[41]     Toprak, a.g.t., s. 4.

[42]     Ahmet Turan Yüksel, “Ahmed Yesevi:                      Hayatı,     Eserleri, Fikir ve Tesirleri”,

http://www.tarihtarih.com/? Syf=26&Syz=368687 (24.11.2014)

[43]     Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1995, s. 11; aktaran Sönmez, KUTLU, Türkler ve İslam Tasavvuru, İsam Yayınları, İstanbul, 2011, s. 28.

[44]     Wilhelm Radloff, Türkler ve Şamanlık, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 112, 282.

[45]     Ünver Günay- Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, Ankara, 2007, s. 123; aktaran Kutlu, 2011, s. 28.

[46]     Kutlu, 2011, s. 29.

[47]     Radloff, 2012, s. 288.

[48]     “Hekim Ata Kitabı”, Kazan Üniversitesi, 1901, s. 16; aktaran Radloff, 2012, s. 293.

[49]     Radloff, 2012, s. 294.

[50]     Kutlu, 2011, s. 30.

*         Tanrı ’nın birliği, tek olması.

[51]     Bekir Biçer, Türklerin İslamlaşma Süreci, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007, s. 31.

[52]     Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1970, s. 129; aktaran Kutlu, 2011, s. 42.

[53]     Mehmet Rami Ayas, Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri, İz Yayıncılık, İstanbul, 2012, s. 44-45.

[54]     Tahir Çağatay, Günün Sosyolojisine Giriş, Ankara, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara, 1968, s. 87.

[55]      Sönmez Kutlu, İmam Maturidi ve Maturidilik, Otto Yayıncılık, Ankara, 2012, s. 261.

[56]     Kutlu, 2012, s. 194.

*        İslam dininin inanç konularını irdeleyen ve tarihsel olarak bu çerçevede gelişen dini-felsefi kuram ve

teorilerle ilgilenen ilim dalına Kelam denir. Bu anlamda kelam imanla ilgili sorulara akli deliller kullanarak izah ve ispat getirme amacıyla geliştirilen teolojik felsefenin adıdır. İmam Maturidi ve Mutezile gibi kelamcılar akılcı-nakilci tartışmalarında aklı esas alan yaklaşımları ile öne çıkmışlardır.

[57]     Kutlu, 2011, s. 125.

[58]     Kutlu, 2011, s. 144-145.

[59]     Ali Bolat, Melametilik, İnsan Yayınları, İstanbul, 2004, s. 1-12.

[60]     Bolat, 2004, s. 24-31.

[61]     Bolat, 2004, s.76-78.

[62]     Bolat, 2004, s. 91-114.

[63]     Hülya Küçük, Kurtuluş Savaşında Bektaşiler, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003, s. 17.

[64]      Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Ü.İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1994, s. 233, 431.

[65]     D.F.Eickelmann, The Middle East:An Anthropologial Approach, New Jersey, 1981, s. 236; aktaran Küçük, 2003, s. 17.

[66]     Küçük, 2003, s. 18.

[67]     Ömer Lütfi Barkan, “İstila Devrinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, No.II, İstanbul,1974, s. 279.

[68]     Küçük, 2003, s. 18.

[69]     Irene Melikoff, Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe, Çev: Turan Alptekin, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 1998, s. 39-44.

[70]     Küçük, 2003, s. 19.

[71]     Ocak, 2014, s. 33.

[72]     Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi, III, İstanbul, 1964, s. 83-86; aktaran Ayas, 2012, s. 37, 38.

[73]     Ayas, 2012, s. 37-38.

[74]     Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, Ankara, 1991, s. 86; aktaran Ramazan Uçar, Alevilik-Bektaşilik, Berikan Yayınevi, Ankara, 2012, s. 49.

[75]     Rami Ayas, Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri Üzerine Din Sosyolojisi Açısından Bir Araştırma, Ankara, 1991, s. 35; aktaran Uçar, 2012, s. 49)

[76]     Ünver Günay- Harun Güngör, Türk Din Tarihi, İstanbul, 1998, s. 332; aktaran Uçar, 2012, s. 50.

[77]     Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, Ankara, 1991, s. 89; aktaran Uçar, 2012, s. 50.

[78]     Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1991, s. 19; aktaran Uçar, 2012, s. 50.

[79]     Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderiler, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1992, s. 64.

[80]     Uçar, 2012, s. 55.

[81]     Evliya Çelebi’den naklen İlk Mutasavvıflar, s. 80; aktaran Barthold, 2012, s. 189.

*         Orta Asya’da Batı Türkistan olarak adlandırılan bölgeye verilen ad.

[82]     Zeki Velidi Toğan, Yeseviliğe Dair Bazı Yeni Malumat, İstanbul, 1953, s. 525; aktaran Ayas, 2012, s. 38.

[83]     Barthold, 2012, s. 190.

[84]     Eraslan, 2000, s. 21.

[85]     Barthold, 2012, s. 188.

Allah’a ulaşma; İlahi sevgiliye kavuşma.

Köprülü, 2012, s. 116-117.

[88]     Ahmet Yıldırım, “Düşünce Dünyamızda Hoca Ahmet Yesevi konulu konferans”, Süleyman Demirel Üniversitesi Hafız İbrahim Demiralay Amfisi, Isparta, 2013, s. 23-25.

[89]     Kemal Eraslan, “Ahmed Yesevi’nin Hikmetlerinde Hoşgörü”, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı-III, C.8, S.24, Ankara, 1996, s. 778-781.

[90]     Ocak, 2014, s. 40.

[91]     Bice, 2014, s. 172.

[92]     Ocak, 2014, s. 47.

[93]     Ocak, 2014, s. 38.

[94]     Bice, 2014, s. 129.

[95]     Köprülü, 2012, s. 107,108.

[96]     Barthold, 2012, s. 189.

[97]     Ocak, 2014, s. 38

[98]     Ocak, 2014, s. 38.

[99]     Bice, 2014, s. 130.

*         Hazini’nin Cevahirü’l-Ebrar min Emvaci’l-Bihar adlı Ahmed Yesevi menkıbelerinden söz eden eser.

[100]    Hazini, “Cevahir’ul-Ebrar min Emvaci’l-Bihar (Haz. Cihan Okuyucu)”, Kayseri, 1995, s. 116; aktaran Toprak, a.g.t., 2008, s. 47.

[101]    Bice, 2014, s. 130.

[102]    Bice, 2014, s. 130-132.

[103]    Bice, 2014, s. 135.

[104]    Bice, 2014, s. 140-146.

[105]    Ocak, 2014, s. 25.

118        Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Sufiliğine Bakışlar, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s. 112.

[107]    Bağdaştırmacılık. Birbirinden farklı inanışların harmanlanmasıyla oluşan, uzlaşmacı inanç. Farklı

kültürlere ait bir takım sembol, söylem veya kültlerin yeni bir kültür potasında eritilip yeni bir “almaşık” oluşturması.

[108]    Ocak, 2014, s. 43.

[109]    Mustafa Uslu, “Ahmed Yesevi Dervişlerinin Sosyal Felsefesi”, Türk Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D., S.67, İstanbul, 1992, s. 49-52.

[110]    Köprülü, 2012, s. 73-75.

[111]    Taha Akyol, Osmanlı ’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1999, s. 11-12.

[112]    Toktamış Ateş, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı (Kuruluş Dönemi), Say Yayınları, İstanbul, 1982, s. 150-151.

[113]     Barkan, 1974, 2. 279-304.

[114]    Ahmet Şimşirgil, “Osmanlı Devletinin Kuruluşunda Hizmeti Geçen Alpler ve Gaziler, Türkleb’, Yeni Türkiye Yayınları, C.IX, Ankara, 2002, s. 99-106.

[115]    Ocak, 2011, s. 111.

[116]    H.Çetin Arslan, Türk Akıncı Beyleri ve Balkanların İmarına Katkıları (1300-1451), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001, s. 31.

[117]    Köprülü, 2012, s. 205-208.

[118]    Ocak, 2011, s. 141.

[119]    Kutlu, 2011, s. 177.

[120]    Ethem Cebecioğlu, “Baciyan-ı Rum”, Osmanlı Ansiklopedisi: C.V., Ankara, 1999, s. 415-417.

[121]    İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Hoca Ahmed Yesevi ve Osmanlı Devletinin Teşekkülünde Yesevilik, Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul, 2013, s. 26.

[122]    Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Kolonizatör Türk Dervişleri”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, C.IX, Ankara, 2002, s. 149.

[123]    Neşet Çağatay, “Anadolu’da Ahilik ve Bunun Kurucusu Ahi Evren”, Belleten C.XLVI, S.182, Ankara, 1982, s. 425-432.

[124]    Selahattin Döğüş, “Bacıyan-ı Rum, Anadolu Bacıları Teşkilatı”, Türk Dünyası Tarihi Dergisi, 2001, S. 170, s. 37-41.

[125]    M.Saffet Sarıkaya, “Osmanlı Devletinin İlk Asırlarında Toplumun Dini Yapısına Ahilik Açısından
Bir Bakış Denemesi”, S. Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1999, Sayı:6, s. 49-51.

[126]    İsmet Kayaoğlu, İslam Kurumları Tarihi, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1985, s. 133.

[127]    Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1997, s. 151-154.

[128]    Bolat, 2004, s. 61,62.

*         Savaşta kahramanlık göstermeye, sıkıntıları göze alarak üstün değerleri korumaya yönelten ruhsal

yetenek anlamında bir ahlak terimi.

[129]    Mehmet Nuri Yılmaz, “İslam Türk Kültüründe ve Anadolu’da Dini Müsamaha”, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı-1, C.8, S.22, Ankara, 1996, s. 25.

[130]    Mehmet Çayırdağ, “Vakıf Belgelerine Göre Kayseri’de Ahi Evren ve Ahilikle İlgili Bazı Kayıtlar”, Türk Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D., S.72, İstanbul, 1992, s. 48-49.

[131]    Çağatay, a.g.m., 1982, s. 431-432.

[132]    M.Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’daki Fütüvvetnamelere Göre Dini İnanç Motifleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 27-36

[133]    Mustafa Uslu, “Kültürel Açıdan Ahiliğin Sosyal Dinamikleri”, Türk Dünyası Tarihi Dergisi T.D.T.D., S.71, İstanbul, 1992, s. 54-56.

[134]    Çağatay, a.g.m., 1982, s. 425.

[135]    Bolat, 2004, s. 68.

[136]    Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkürü Tarihi, CII. İstanbul, 1934, s. 236; aktaran Ayas, 2012, s. 56-57.

[137]    Neşet Çağatay, “Anadolu Türklerinin Ekonomik Yaşamları üzerine Gözlemler (Bu Alanda Ahiliğin Etkileri)”, Belleten C. LII, S. 203, Ankara, 1988, s. 493.

[138]    Çağatay, a.g.m., 1988, s. 494.

[139]    Bice, 2014, s. 169-171.

[140]    Köprülü, 2012, s. 125-127.

[141]    Bice, 2014, s. 189.

[142]    Ocak, 2014, s. 61-62.

[143]    Ayas, 2012, s. 53-54.

[144]    Ocak, 2014, s. 38.

[145]    Ocak, 2014, s. 62-63.

[146]    Ocak, 2011, s. 134.

[147]    Ocak, 2011, s. 111.

[148]    Ocak, 2011, s. 131.

161        Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana'dan Sonra Mevlevilik, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1983, s. 186.

[150] Sade, gösterişten uzak bir hayat süren, gönül adamı, sufi. Derviş tavrı.

[151]    Zikir sırasında coşup kendinden geçen, Allah'ın çekimine kapılan.

162       Bolat, 2004, s. 94, 95.

[152] Saç, sakal, bıyık ve kaşın kazıtılması

163        Gölpınarlı, 1983, s. 187.

[153]    Bolat, 2004, s. 96-98.

[154]    Bice, 2014, s. 190.

[155]    Ayas, 2012, s. 55.

[156]    Vilayetname Menakib-i Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, ed. Abdulbaki Gölpınarlı, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1958, s. 1-2; aktaran Küçük, 2003, s. 19.

[157]    Küçük, 2003, s. 19.

*        Müslüman göründüğü halde gerçekte İslami inanış ve öğretileri benimsemeyen.

[158]    Köprülü, 2012, s. 127-129.

[159]    E.Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, Ankara, 1991, s. 144; aktaran Uçar, 2012, s. 56.

[160]    Ahmet Yaşar Ocak, “Anadolu Türk Sufiliğinde Ahmed-i Yesevi Geleneğinin Teşekkülü”, Milletlerarası Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Feryal Matbaası, 1992, s. 75; aktaran Kutlu, 2011, s. 177.

[161]    Abdurrahman Güzel, “Ahmed Yesevi’nin Fakr-name’si ile Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ı
Arasındaki Benzerlikler”, Milletlerarası Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 33-43.

[162]    Abdurrahman Güzel, “Hacı Bektaş Veli’nin Hayatı ve Eserleri”, Genç Erenler Dergisi, Özel Sayı, Ankara, 1998, s. 5-10.

[163]    İsmail Yakıt, “Hoca Ahmed-i Yesevi ve Türk Düşünce Tarihindeki Yeri”, Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Tebliği, Bolu, 1993, s. 19.

[164]    Güzel, 1992, s. 43.

[165]    Seyfullah Korkmaz, “Ahmed Yesevi ve Hacı Bektaş Veli”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kayseri, 2001, s. 325-355.

[166]    Ocak, 2014, s. 32.

[167]    Bice, 2014, s. 191.

[168]    Arap ve İran toplumlarından sonra.

[169]    Orhan Türkdoğan, Alevi-Bektaşi Kimliği, Timaş Yayınları, İstanbul, 1995, s. 417.

“Cevahirü’l-Ebrar min Emvaci’l-Bihar” s. 82-84; aktaran Köprülü, 2012, s. 63.

[171]    Bolat, 2004, s. 61, 62.

[172]    Çağatay, a.g.m., 1988, s. 490.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar