İSKİT, HUN VE GÖKTÜRKLERDE SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT
Hazırlayan: Ayhan BALABAN
Türk tarihinin ilk dönemleri Avrasya bozkırlarında cereyan
etmiştir.[1]
Arkeolojik buluntular, İskitlerin MÖ I. bin yıl içerisinde Tuna nehrinden
Çin’in
batı sınırlarına kadar uzanan oldukça geniş bir sahaya yayıldıklarını
göstermektedir. Bu kuzeydoğu step bölgesi; yüksek Pamir, Tiyen-Şan ve
Altay dağ kollarından, Batı Türkistan üzerinden batıya ve aşağı Tuna
bölgesine kadar, bütün Güney Rusya’ya yayılmaktadır. Batıda Silezya’ya
kadar ulaşmakta, doğuda birçok geçit vasıtasıyla Doğu Türkistan ve Gobi
bölgesiyle bağlanmaktadır. Bu bölgenin doğusu büyük çöl sahasıyla kaplıdır,
buna karşılık batı kısmı umumiyetle verimli ve doğudan elverişlidir. Kuzeye
doğru bu mekân, eski zamanlarda bataklıklar ve sık ormanlarla tamamen
kaplanmıştı. Güneye doğru geniş alanlar, Hazar Denizi ve Karadeniz; geri
kalan kısımlar, İran’daki dağlık arazinin yükselen dağ dalgaları ve Kafkas dağ
silsilesiyle sınırlanmıştır.[2] [3]
Hunlar ve Göktürkler’in yayıldıkları bölgeler ise en genel
ifade ile Orta
Asya bozkırlarıdır. Bu saha, Tanrı Dağları’nın güneyinde ve kuzeyinde olmak
üzere iki bölüme ayrılarak mütalaa edilebilir. Tanrı dağlarının güneyindeki
kısım, bugünkü Doğu Türkistan’dır. Kuzeyinde kalan kısımlar ise Çungarya
Stepleri, İrtiş Havzası ile Altay Dağları’dır.3
İnsanın tabiat kuvvetlerine hâkim olamadığı eski çağlarda
coğrafyanın
beşerî hayat üzerindeki tesirleri düşünülürse bozkır ikliminin de çeşitli
bakımlardan eski Türk yaşayışına, düşünce tarzı, inancı ve dünya görüşüne,
örfü ve geleneklerine, kısaca “kültür”üne tesirler yaptığı kolayca kabul
edilir.[4]
Orta Asya’daki tabiat ve iklim, etkisini en fazla eski Türk hayatı
üzerinde
göstermiştir. Diyebiliriz ki Türk’ü “göçer evli” yapan Orta Asya’nın tabiat ve
iklim şartlarıdır. Çünkü Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartları besiciliğe
olduğu
kadar tarıma imkân vermemiştir. Bozkır coğrafyasında kışlar uzun ve sert
geçmektedir. Yaz mevsimi ise gayet kısa olup kış ile bahar arasında bir
özellik göstermektedir. Dolayısıyla otlakları bol olan bu çetin coğrafi şartlar
daha çok hayvancılığa uygundur. Hayvancılık da Türkleri göçebe bir hayat
sürmeye zorlamış ve bu hayata alıştırmıştır. Böylece “Türk atlı-göçebe
hayatı” doğmuş ve gelişmiştir.
Türkler, aslında orman kavmi veya köylü değil fakat
bozkırlı oldukları
için kültürleri de gelişme ve muhteva itibarıyla bütün diğer toplulukların
kültürlerinden ayrılık göstermiştir.[5]
Bu kültürde at ve koyun, iki temel unsur
olmuştur. Her iki hayvan da sürüler hâlinde beslenmiştir. İskitler, Hunlar ve
Göktürklerin ekonomilerinin temelini hayvancılık oluşturduğu için sürülerine
her mevsimde taze ot ve su bulabilmek için sürekli yer değiştirmişler ve
hayatları kışlak ve yaylaklar arasında geçmiştir.
Atlı-göçebe hayatı; İskitler, Hunlar ve Göktürklerin sosyal
ve ekonomik
hayatlarını büyük ölçüde şekillendirmiştir. Bu tesir, aile yapısından
teşkilatlanmaya, bayramlardan hayat tarzına, beslenmelerinden giyim
kuşamlarına ve barınmalarına ve her türlü ekonomik faaliyetlerine her
aşamada damgasını vurmuştur.
Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartları Türkleri kuvvetli,
hareketli ve
süratli olmaya itmiştir. Bu itibarla gerek sürülerin sevk ve idaresi, gerekse
savunmaya yönelik olarak hayatlarında at ve demir önemli bir yer tutmuştur.
Ayrıca onlar sıkı bir iş birliği ve teşkilatlanma içinde olmuşlardır. Bu yolda
atın
hızı ve demirin vurucu gücünden faydalanmışlardır. Böylece Türkler pek
erken çağlarda Orta Asya’ya hükmeden büyük devletler kurarak tarih
sahnesine çıkmıştır. Hatta onlar bununla da kalmamışlar, Orta Asya dışında
göç ettikleri ve yayıldıkları yerlerde de teşkilatçılık yeteneklerini göstermişler
ve Tuna Nehri’ne kadar uzanan bütün Avrasya’da hâkimiyet kurmuşlardır.
Atlı-göçebe Türk kültürü üstünlüğünü ve gücünü daima göstermiş, komşu
kavimlerin kültürlerini etkilemiştir.
Görüldüğü gibi, atlı-göçebe hayat, yüksek ve ileri bir
kültürü temsil
etmektedir. Atlı-göçebe bir hayat yaşayan İskitler, Hunlar ve Göktürklerin
Orta Asya’da bugünkü medeni milletlerin daha ortaya çıkmadıkları bir çağda
arka arkaya büyük ve güçlü devletler kurmaları, onların yüksek bir kültür
seviyesine ulaşmış olduklarının en belirgin göstergesidir. Zira bozkır
coğrafyasında güçlü devletler kurabilmek, sosyal ve ekonomik hayatı idame
ettirebilmek bu yüksek ve ileri kültürün bir ürünüdür.[6]
İSKİTLERDE SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT
A) SOSYAL HAYAT
1) Aile: İskitler,
batıda Tuna Nehri havzasından, doğuda Çin’e kadar
uzanan geniş Avrasya bozkırlarında yaşamış ve atlı-göçebe hayat tarzını
uygulamış bir topluluktur. Bozkır coğrafyası İskit topluluklarının yaşamını her
yönüyle etkilemiş ve şekillendirmiştir. İskitlerin yaşadığı coğrafya; otlakları
bol, rutubeti az bir ovadır. Sabit bir yerleşim yerleri olmayan İskitler, bu
otlağı
bol ovalıkta yaşamaktadır. Arabalar içinde oturmaktadırlar. Bu arabaların en
küçüklerinin dört, büyük olanlarının ise altı tekerleği bulunmaktadır.
Arabaların dört bir tarafı ve üzerleri keçe ile kaplanmış olup bunlar ev
şeklinde yapılmıştır. Bu arabaların bazıları iki odalı, bazıları da üç
odalıdır.
Bu arabalar soğuğa karşı korunaklı olup bunların içerisine yağmur ve rüzgâr
geçememektedir.[7] Bu arabalar iki ya da üç çift
öküz tarafından çekiliyordu.
İskit aileleri bu şartlar içerisinde oluşmakta ve yaşamlarını
sürdürmekteydiler.
İskitler, poligamist (çok kadınla evli) idiler. Oğullar
çoğu kez
babalarının karılarını miras olarak devralıyorlardı. Buna rağmen herhâlde, bu
kadınlardan biri öteki dünyada kocasına arkadaşlık etsin diye, genellikle
kocasının ölümü üzerine ölmek zorunda idi. Eski Greklerin İskitya’nın ana-
erkil bir memleket olduğu yolundaki intibaları, arkeolojik delillerle
desteklenmez; bu fikir muhtemelen İskityalı Amazonlarla ilgili menkıbelerden
çıkarılmış olsa gerektir. [8]
İskit kadınları kızoğlankız kaldıkları sürece ata biner, ok
atar, at
üstünde kargı savurur ve düşmanla savaşırlardı.[9]
İskit kadınları hakkında
Antik Çağ yazarlarının değerlendirmeleri; “İskitler, askerî harekatlarda
eşleriyle birlikte bulunan cesur bayanlara sahipler.” şeklinde olmuştur.
Savaşlara katılan İskit kadınları tıpkı erkekler gibi savaş
taktikleri
kullanıyorlardı.[10] İskit kadınları ve kızları
Karadeniz sahillerini iskân eden
Yunanlı kolonistleri bir anlamda dehşet içinde bırakmış ve bunlar -çeşitli
yörelerde- birer mitos hâline dönüşerek Antik Çağ kaynaklarında ve
devamında yer almış ve saygı görmüşlerdir.[11]
Bu tür topluluklarda erkekler
savaşla meşgulken sürülerin ve evin idaresi de kadınların hissesine
düşüyordu. Bu sebepten de kadınların silahlı olması ve onları kullanmayı
bilmesi gerekiyordu.[12]
İskit kadınları üç düşman öldürmedikçe evlenmezler, töre
gereğince
hayvan kurban etmeden kocalarıyla aynı evde oturmazlardı.[13]
İskitlerde bu
gibi değişik geleneklerden bir diğeri de nikâh geleneğiydi: Damat ve gelin
sembolik savaş düzenliyorlardı, bu savaşı damat kazanmak zorundaydı.[14] Bir
kız kocaya varınca genel bir seferberlik zorunluluğu ortaya çıkmadığı sürece
ata binmeyi bırakırdı.[15] Heredotos, İskitlerde köle
emeğinin varlığından da
bahsetmiş ve bu kölelerin ev işlerinde kullanıldığını söylemiştir.[16] İskit
toplumunda köleliğin yaygın olarak varlığından söz edilemesede İskit aile
yaşantısı içerisinde Heredotos’un işaret ettiği üzere kölelerin kullanılması
dikkate şayandır.
İskit toplumunda ailenin kız çocuklarının bozkır hayatına
hazırlanmasında da önemli görevler üstlendiğini görüyoruz. İskit kadınlarının
sağ memeleri yoktur. Çünkü kızlar daha çocuk iken anaları, bu iş için
yapılmış tunçtan bir aleti şiddetle kızdırıp sağ memeye bastırarak dağlarlardı.
Böylece memenin büyümesi önlenir, bütün kuvvet sağ omuz ve kola
giderdi.[17] Bu şekilde İskit kadınları
gerek savaşlarda ve gerekse bozkır
hayatının zorluklarına karşı daha güçlü mücadele verebilmiştir.
İskit ailesinde erkek çocuklar ata binecek hâle gelmedikçe
zamanlarının çoğunu araba içinde oturmakla geçirirler ve göçebe ahalinin
göçlerinden ve dolaşmalarından dolayı pek az yürürlerdi.[18]
Ancak bozkır
hayatının bir gereği olarak erkek çocukları da ata binecek ve yay kullanılacak
bir çağa geldikten itibaren muharebeye hazırlanmaya başlanmıştır.[19] İskitli
çocukların yetiştirilmesinde, ok atma maharetine çok önem verilirdi. Bu
silahın kullanılmasında, sağdan veya soldan, ya da at üzerinde “dörtnala
giderken geriye dönerek atış yapmak”, farklı pozisyonlarda aynı derecede
sürat ve maharet sahibi olmak gerekliydi. Bu maharetlerin kazanılması ve
geliştirilmesi yolundaki faaliyetlerden “Uzun menzil” yay çekme yarışmaları ve
elde edilen başarılar Grek kolonistleri tarafından da kutlanmış, hatta bunların
şerefine anıtlar dikilmiştir.[20]
2) Boy ve Boy Birlikleri: İskitler, doğuda Çin Seddi’nden batıda
Tuna Nehri’ne kadar, 40 ve 50. paraleller arasında, yaklaşık 7000 km’den
fazla bir sahaya yayılmışlardır. Bunun sonucunda çeşitli kavimler tarafından
tanınmışlar ve bunların yazılı belgelerinde adlarından bahsedilerek
haklarında bilgiler verilmiştir.
İskit adına ve onlarla ilgili bilgilere Grek kaynaklarında,
Pers çivi
yazılı metinlerinde, Asur ve Çin yıllıklarında rastlanmaktadır. Adı geçen
kaynak, metin ve yıllıklar, dil, kültür ve coğrafya bakımından birbirinden
farklı
kavimlere ait olduğundan İskit adı bu belgelerde değişik şekillerde
geçmektedir.[21] Grek kaynaklarında Skythai,
Asur kaynaklarında Aşguzai,
Pers kaynaklarında Saka ve Çin kaynaklarında Sai tabiri bu hareketli konar
göçerler için kullanılmıştır.[22]
İskitler hakkında bilgi veren ve onları üç grupta ele alan
en önemli
kaynak Pers Kralı Darius’a ait olan Behistun kitabesidir.[23]
Bu vesikaya göre
bu konar-göçerlerin Saka tigrakhauda (sivri başlıklı sakalar), Saka tiay para
daray (denizin ötesindeki sakalar) ve Saka haumavarga olmak üzere üç
grubundan söz ediliyor.[24] Pers kaynaklarında Sakalar’ın
üç gruba
ayrılmasında yerleştikleri coğrafya, gelenek ve görenekleri etkili olmuştur.
Yazılı kaynaklarda İskitler ya giyinişlerine ya da bulundukları coğrafyaya göre
adlandırılmıştır.
Behistun kitabesi 6’da en eski ülkeler listesinde yalnız
Saka adı
bulunuyor. Persepolis‘e Darius kitabesi ülkeler listesinde de ilk defa Hinduş
adı meydana çıkıyor. Bu liste İndus bölgesinin zaptından sonra, keza Tell el
Maskautah, Kabret ve Mısır’da Süveyş’ten Darius stellerinde olduğu gibi
yapılmıştır. Sonunda bu liste Sakalar’ın Asya sınırındaki bataklık arazide
yaşayan Sakalar ve ovalıkta yaşayan Sakalar olmak üzere iki gruba
ayrıldığını göstermektedir. Artık, Saka Haumavarga ve Saka Tigrakhauda’nın
arka arkaya sıralandığını daha sonraki kitabe örnekleri açıklıkla gösteriyor.
Düzlükteki Sakalar şüphesiz Saka Tigrakhauda’dır. İlk grup olarak ise Saka
Haumavarga gösteriliyor. Hamadan’dan I. Darius’un altın levha kitabesinde
Saka Haumavarga, adı geçen yerin sonunda kuzeydoğu sınır halkı olarak
tespit edilebiliyor. Burada imparatorluğun kuzeydoğu-güneybatı sınırı
boyunca Sogd’un yanından Put’a kadar Sakalar’ın bulunduğu belirtiliyor.
İran’a arkeolojik kazılar yapmak üzere giden Ernest Herzfeld’in Hamadan’da
bulduğu bu altın kitabede Pers İmparatorluğu kayıtlarına göre Darius
zamanında en kalabalık sınır halkı olarak Sugda’nın ötesinde kuzeydoğuda
bulunan Sakalar gösterilmektedir. Herzfeld bu bilgilerden şimdiye kadar kabul
edilenin aksine, Sakaların vatanının Pamir silsilesi olmadığı ve adı geçen
yerin kuzeyindeki Fergana ovasının olduğu sonucunu çıkarmaktadır.[25]
Persepolis’ten Xerxes kitabesinde de Daha, Saka Haumavarga,
Saka Tigrakhauda ve Skudra adları geçmektedir. Denizin ötesindeki
Sakalardan burada fazla bahsedilmiyor fakat denizin ötesindeki Sakalar için
Skudra adının kullanılmış olduğu kesin olarak görülüyor. Sus ve çevresinde
bulunmuş olan tuğlalar üzerine yazılı çivi yazılı tabletler üzerinde de
“Içkudra”
(Susça) ve “Çkudra” (Persçe) adının Güney Rusya ve Karadeniz’in
kuzeyindeki Avrupa İskitleri, yani denizin ötesindeki Sakalar için kullanıldığı
anlaşılmaktadır. Adı geçen çivi yazılı metinlerde Omuvargafa adına
rastlanılmaktadır ki bunun Sakal Amyrgioi’yle şüphesiz aynı olan Saka
halkının, lakabı olduğu anlaşılmaktadır. Tigrakodap (Persçe, Tigrakhoda) adı
da bu çivi yazılı tabletlerde geçmektedir. Şüphesiz bununla Jaxartes
ırmağının yanında oturan Sakalar ifade edilmektedir.[26]
Strabon ise Hazar Denizi civarında hüküm süren İskitler’in
daha çok
Dahalar, daha doğudakilerin ise Massaget ve Sakalar olduklarını
belirtmektedir. Hekataios ise Pontos İskitleri, Hazar Denizi’nin doğusunda
geniş düzlükte yaşayan Massagetler ve onların doğusunda bulunan Sakai
Amyrgioi olmak üzere üç grup tanıyor. Pers takviminde Hekataios’un doğru
anlattığını, artık yazılı listeler gösteriyor. Yalnız Massaget tasviri orada
meydana çıkmıyor. Her iki ad Saka tigrakhauda ve Massaget tamamen
maksada uygun olarak aynı şekilde görülüyor. Bununla her iki tasvirin birbirini
tuttuğu ve özellikle “Massagetai” olarak ifade edilebildiğine karar
verilebiliyor.
Keza, her iki adla tamamen açık bir şekilde Saka kavimlerinin Batı Türkistan
düzlük sahasındaki grupları belirtiliyor. Mısır Darius stelinin ifadesiyle
“Düzlük
Sakaları”, Hekataios’taki gibi, Hazar Denizi’nin doğusundaki bölgede yaşayan
“Düzlük Massagetleri” olarak belirtilmiştir.
Hamadan’da bulunan altın kitabede de Sogdiana’nın ötesinde
oturan
Sakalar, yani “Saka tiay para Sugdam” söz konusudur. Sugda’nın doğal sınırı
Zarafşan’ın kuzeyindeki dağlardır. Bunların arkasında Jaxartes sahası
başlamaktadır. Yalnız Sakaların oturduğu “Para Sugdam” günümüzde
Fergana’dır. İlk olarak Sogdiana Dağları’nın arkasında Ptolemaios’a göre
Sakaların ülkesi başlıyor. Burası Surcab ve Wachş nehir bölgeleri üzerinde
güneye doğru genişlemiştir. Böylece aşağı yukarı Karategin’de Saka ülkesine
dâhil olmaktadır. Herhâlde bu hat daha iyi olarak altın kitabedeki “Para
Sugdam”a uyuyor.[27]
Çin kaynaklarından Tsan-Tsien’in Biyografisi ve Han-shu’nun
Batı
Ülkeleri Monografisi’nde “Sai” ve “Sai-wang” şeklinde geçen İskitler ise Orta
Asya İskitleridir. Bu kaynaklarda çoğu zaman Sakalar’a Sai adı verilmiştir.
Batı Türkistan’a giden Sakalar ise Sai-wang adı ile tanıtılmıştır. Çince’de
wang sözü “kral, prens” demektir. Bu nedenle bu boyu kral şeklinde tanıtanlar
dahi olmuştur. Asur kaynaklarındaki Aşguzai (İşkuzai) adı da Sakalar için
kullanılmıştır. Grek kaynaklarındaki (Hippokrates, Strabon, Thukydides,
Ksenophon) Skythai’nin, Pers kaynaklarındaki Saka ile aynı olduğu sonucu
ortaya çıkmaktadır. Fakat Grekler, İskit tabirini daha çok Batı İskitleri, yani
Hazar Denizi’nden Tuna Nehri’ne kadar Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan
Sakalar için kullanmıştır.[28] Adı geçen bölgede yaşayan
İskitler, Pers
kaynaklarında “denizin ötesindeki Sakalar” olarak adlandırılmıştır. Heredotos,
bu bölgede yaşayan İskitlerin oturduğu yerler hakkında iki farklı mütalaa
vermektedir.
Bunlardan birincisi Pers kralı Darius’un İskitya seferi
dolayısıyla
söyledikleridir. Buna göre; İskitya toprakları kare şeklinde, dama tahtasını
andırır bir düzlüktür. Burada çarpışan ordular, büyük ırmaklar ve dağlar
yüzünden hiçbir güçlüğe uğramadan dama taşları gibi kolayca dolaşmaktadır.
İkincisi ise Heredotos’un Olbia’daki Grekler’den ve
Aristeas adında
MÖ 7. yüzyılda yaşamış olan bir seyyahın söylemiş olduğu destan
dizelerinden öğrenmiş olduğu bilgilerdir. Buna göre, Güney Rusya’da Olbia
kentinden kalkarak kuzeye doğru gidilirse önce Hypanis Nehri’nin denize
yakın kıyılarında oturan Kallipidaia İskitlerine rastlanır. Daha kuzeyde Tyras
nehri ile Hypanis Nehri’nin orta yataklarının birbirlerine yaklaştıkları yerde
Halizonlar yaşamakta idiler. Bunların yaşayışları da Kallipidailerinki gibi
İskitlerinkinden epeyce değişik olup çiftçilikle uğraşmaktaydılar. Buğday,
darı,
mercimek, soğan ve sarımsak yetiştirdikleri belli başlı ürünlerdi. Halizonların
yukarısında çiftçi İskitler vardı. Bunlar da buğday yetiştirmekteydi. Daha
yukarıda ise Neuriler yaşamaktaydı. Bunların kuzeyinde ise iskân edilmemiş
bölgeler bulunmaktaydı.
Deniz yönünden gelirken Borysthenes Nehri’ni geçince ağaçlı
bir
bölge gelmekte, bu bölgenin iç kesimlerinde ise çiftçi İskitler oturmaktaydı.
Bunlar, kendilerinin adının Olbiopolitler olduğunu söylemekteydi. Bu çiftçi
İskitlerin oturduğu bölge; doğuda Pantikapes, kuzeyde ise Borysthenes
nehirleri arasında yer almaktaydı. Bundan sonra gelen bölge, çöllerle kaplı
olup buralarda İskit soyundan olmayan Adrophaglar oturmaktaydı.
Adrophagların bölgesini geçtikten sonra ise yeniden çöller başlamaktaydı. Bu
çöllerin başladığı yerlerde insan yaşamamaktaydı.
Herodotos, sözünü ettiğimiz çiftçi İskitlerin doğusunda,
Pantikapes’i
geçince göçebe İskitlerin sürülerini otlattıklarını ve bu bölgenin Gerros
Irmağı’na kadar uzandığını belirtmektedir. Gerros’tan ötesi ise Krali
İskitlerin
ülkesi olup güney yönünde Taurika’ya, doğu yönünde Palus-Maiotis üzerinde
bulunan ve Kremnes adı verilen limana ve Tanais Nehri’ne kadar uzanan
toprakları kaplamaktaydı. İskitlerin en yiğit ve en kalabalık bölümü bu
bölgede oturmaktaydı. Kuzeyde Krali İskitlerin ötesinde, İskit olmayan
Melankhlenoslar yaşamaktaydı. Melankhlenosların ülkesini geçtikten sonra
ise yeniden çöller ve bataklıklar başlamaktaydı. Tanais Nehri’ni geçtikten
sonra ise İskitya sona ermekte idi.[29]
Çin kaynaklarındaki Sai adı doğu Sakaları için
kullanılmıştır.[30] Çin
kaynaklarının verdiği bilgilerden olduğu gibi, Pers ve Grek kaynaklarındaki
bilgilerden de Doğu Sakalarının ağırlık noktası meydana çıkarılabiliyor.
Bunların yerleşim sahasının Fergana ve bunun doğusunda aranması
gerekiyor. Çin kaynaklarına göre, doğu tarafı için Tiyen-Şan’da, Yukarı ili, Çu
ve Narin’de oturdukları açıktır. Şüphesiz daha sonra, Hoten ve Maralbaşı’nda
bulunmuş olan Sakça el yazıları günümüz Doğu Türkistanı’nda Sakaların
yayılmış olduklarına işaret ediyor.[31]
Grekler’in kullandığı İskit kelimesinin ad olarak Perslerin
Sakalarını
tam olarak karşılamasa da onların büyük bir kısmını karşıladığı
anlaşılmaktadır. Grek kaynaklarındaki İskit adının Pers kaynaklarındaki Saka,
Asur kaynaklarındaki Aşguzai kelimelerini karşıladığını söylememiz
mümkündür. Çin kaynaklarında geçen Sai’nin de Pers kaynaklarında geçen
Doğu Sakaları için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Çinlilerin batısında;
Asurluların kuzeydoğusunda ve Greklerin doğusunda bir coğrafyaya yayılmış
olan Perslerin doğu Sakalarının Çin kaynaklarındaki Sai, Grek
kaynaklarındaki Skythai’nin Pers kaynaklarındaki denizin ötesindeki
Sakalarla aynı olduğu açıklığa kavuşmaktadır. İskitlerin çok geniş bir sahaya
yayılmaları ve farklı kavimler tarafından tanınmaları ve kendi dillerinde
adlarının ne olduğunun bilinmemesi meseleyi güçleştirmesine rağmen; antik
kaynakların verdiği bilgiler yukarıda da belirtildiği üzere İskitlerin Sakalar
olduğunu söylememizi mümkün kılmaktadır.[32]
İskitler, Heredotos’un bildirdiğine göre Kafkaslar’ı
doğudan dolaşarak
Hazar Denizi kıyısını izlemişler, Derbent Geçidi’ni kullanarak Kimmerlerin
ardından Ön Asya’ya girmişlerdir. Bunlara ek olarak bir grup İskitlinin
Transkafkasya Dağları’nı geçerek Ön Asya’ya giriş yaptığı düşünülmektedir.
Bu durum İskitlerin tek bir liderin yönetiminde, belli bir amaca yönelik
düzenli
ordular şeklinde değil, klanlar ve boylar hâlinde birbirlerinin ardı sıra Ön
Asya’ya girmiş olduklarını göstermektedir. [33]
İskitlerin çok istekli bir şekilde güneyde bulunan ülkelere
gittikleri bir
çok tarihî hakikatten anlaşılmaktadır.[34]
Sakaların bilhassa son dönemde
Ahameni Devleti’nin tarihinde de önemli rol oynadığı şüphesizdir. Onlar
Ahameni Devleti’nin ordusunda en yetenekli birliği kurmuşlardı, hatta bazen
onları -devletin başlıca halkları olan- Persler ve Medlerle eşit sayıyorlardı.[35]
Akamenit Döneminden sonra bunların bir kısmını günümüze kadar adları
Arachosia ve Drangiana olarak söylenen yerlerde buluyoruz.
Keza onlar Anadolu’nun içlerine kadar da yayılmış ve orada
hâkimiyetlerinin izini bırakmıştır. Aynı İskitler muhtemelen de Akamenit
dönemi öncesinde Fırat ve Dicle boylarında hüküm sürmüş ve dillerine ait
ipuçları bırakmıştır. MÖ 4. yüzyılın başlarında dahi Doğu Anadolu’da hâkim
olduklarını bize Ksenophon bildirmektedir. Ksenophon, onbinlerin dört
plethron (118,4 m) genişliğindeki Harpasos Nehri’ne kadar ilerleyerek
buradan da İskitlerin memleketine girdiklerini ve bir ovada dört günde yirmi
parasang (Parasang fersahtır.1 fersah 5,5 km’dir. 20 parasang 110 km’dir.)
gittiklerini belirtmektedir.
İskit toplulukları yalnız Anadolu’da kalmayarak daha güneye
ilerlemiştir. Mısır üzerine yönelerek Suriye’ye girdikleri sırada Mısır kralı
Psammatikos karşılarına çıkmış, armağanlar vermiş ve daha ileri yürümekten
onları alıkoymuştur. Sonra onların bir kısmı dönmüş, bazıları orada kalmayı
tercih etmiştir. Bundan dolayı eski Tevrat’taki Beth-Sean, daha sonra
Skythepolis olarak anılmaktadır.[36]
Sakalar üzerinde yapılan araştırmalar Kazakistan genelinde
yaşayan
Sakaların on boy hâlinde olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu boylar sırasıyla
şunlardır:
10.
Hunsaklar
(Hun, Hunnu, Syunnu)
Bunlardan Agripiyler, Arıs (Arsak) Nehri civarında;
İssedonlar (Asılar-
Arsaklar)’ın da Arıs boyu ile Küçük Karatav’ın eteklerinde, Ası Nehri’nin
kıyısından başlayarak doğuya doğru Talas, Şu ve Tarbağatay çevresinde
yaşadıkları belirtilmektedir. Arıs’tan ayrılıp batıya göç ederek “Anabarsis”
adını alan Agripiylerin bir bölümü, Hindistan-İran’a göçmüş buralarda
tutunamayıp tekrar ilk yerleşim yerlerine dönmek zorunda kalmışlardır.
Arkeolog K. Baypakov, 1980 yılında yapmış olduğu incelemeleri sonucunda,
Agripiylerin uzantısı olarak Osetin-Ossoariylerin, Arıs (Aors) boyundan
kopmuş olabileceğini belirtmektedir. Arıs’tan batıya göç eden Agripiyler,
batılı
kaynaklarda Arıslar (Arıslılar)-Aorslar (Aorslular) olarak kaydedilmektedir.
Arısların bazı kolları Arıs Nehri civarı ile Karatav eteklerinde yaşamlarını
devam ettirmişler, zamanla buralarda kalanlar tekrar büyük kavimler hâline
gelmişlerdir. Yesi şehrinin güneydoğusunda yer alan şimdiki Arıs Nehri, Arıs
Gölü ve Arıs Çölü bu boyların yaşadıkları bölgeler olarak onların isimlerini
günümüze taşıyan en önemli kalıntılardır. Yesi’nin bu dönemiyle ilgili önemli
araştırmaları bulunan Arkeolog K. Baypakov, Yesi’de yapılan arkeolojik
araştırmalarda Agripiyler’in uzantısı olarak Osetin-Ossoariylere ait kültür
katlarının varlığını tespit etmiştir. Bunlar arasında 1928 yılında, M. E.
Masson
tarafından Yesi mezarlık alanlarında yapılan çalışmalarda; yüzeyden 2,5-3 m
derinlikte Yesi’nin ilk dönemi olan ve tarihi V. yüzyıla kadar gelen döneme ait
deriden yapılmış küçük torbacıklar, menteşeleri ile birlikte ağaçtan yapılmış
bir mezar sandukası, demir çiviler ve keramik örnekleri belirlenmiştir. 1951-
1959 yılları arasında yöredeki tarihî ören yerlerinin yeniden düzenlenmesi
çalışmaları sırasında ele geçen ve yerleşik hayatın belirtisi olarak
değerlendirilen yeşil renkli süslü seramiklerin Ossoariyler’e ait olduğu
araştırmacı B. T. Tuyukbayeva tarafından ortaya konulmuştur. Bu
araştırmalarla Ossoariylerin Kazakistan bölgesinde ve Yesi şehrinde VI. ve
VIII. yüzyıldaki kültür katmanları arasında izlerinin devam ettiği ortaya
çıkarılmıştır. Arkeolojik kalıntıların ortaya koyup kaynakların desteklediği
bilgiler ışığında Sakalar ve Saka boylarından Ossoariylerin Yesi’de
yaşadıkları ortaya konulmuştur.[37]
Heredotos, Darius’a karşı İskitlerin memleketlerini
savunmak için
yapmış oldukları hazırlıklardan bahsederken üç İskit hükümdarı ya da
beyinden bahsetmektedir. Bunlardan birisinin adını Skopasis, diğer grubun
başında bulunanın İdanthyrsos ve onun ordusuyla ordusunu birleştirenin
adının ise Taxakis olduğunu bildirmektedir. Yine Heredotos’un bildirdiğine
göre, Pers kralı Darius İskit hükümdarı İdanthyrsos’a elçi göndermiş ve İskit
hükümdarı da Darius’a elçi göndermiştir. Buradan İskitlerin hükümdarının
İdanthyrsos olduğu ve diğerlerinin ordu komutanları olduğu düşüncesi de
çıkarılabilir. Junge’nin Polyen’e dayanarak verdiği bilgilere göre, Darius üç
bölüme ayrılmış olan İskitlere karşı savaş açtığında, İskit hükümdarları
Sakesphares, Homarges ve Thamyris bir yerde vaziyeti istişare etmişlerdir.
Homarges Heredotos’un Sakai Amyrgioisi’yle şüphesiz
aynıdır. Hornarges,
Saka haumavarga ve diğeri Thamyris, Massaget hükümdarı adı Thomyris’i
hatırlatıyor ve Hekataios’a göre Grekler tarafından Massaget olarak
adlandırılan grup, Saka Tigrakhauda olduğundan Thamyris’in Saka
Tigrakhauda’nın hükümdarı olduğu anlaşılıyor. Denizin ötesindeki Sakaların,
yani Karadeniz İskitlerinin hükümdarının İdanthyrsos olduğu ve Darius’un ona
elçi gönderdiği Heredotos tarafından belirtilmektedir. Ancak yukarıda adı
geçen üç İskit hükümdarının Darius’un seferinden önce durumu mütalaa
ettikleri düşünülürse Sakesphares’in Karadeniz İskitlerinin hükümdarı olduğu
ve onun İdanthyrsos’tan bir önceki hükümdarları olması gerektiği kanaati
hasıl oluyor.
İskitlerin birbirlerinden farklı coğrafyalarda yaşayan üç
ayrı
hükümdarlığa ayrılmalarına rağmen, onların hükümdarlarının bazı
durumlarda bir araya gelmeleri ve mevcut durumu müzakere edip ortak karar
almaları, aralarında bir birlik şuurunun olduğunu göstermektedir.[38]
Herodotos’un kendisi de İskit birliğinden söz etmektedir. Strabon MÖ 4.
yüzyılda Kral Atheas’ın bütün İskit boylarını birleştirdiğini söylemektedir.
Atheas’ın uzun hükümdarlık döneminde daha tam anlamıyla gelişmemişse
de bir devletin oluşmuş olduğunu gösteren emareler vardır. Bunları hem İskit
ülkesinin iç yaşamında hem de dış siyasetinde görmekteyiz.[39]
Ancak
İskitlerin tamamen etnik bir birlik olduğu düşünülmemelidir. Çünkü İskit
boyları içerisinde İskit olmayan toplumların varlığı göz ardı edilmemelidir.[40]
Yaklaşık olarak MÖ 8. yüzyılda tarih sahnesine çıkan ve bu
tarihten
MS 2. yüzyıla kadar hâkimiyetlerini devam ettiren İskit boyları, doğuda Çin
Seddi’nden batıda Tuna Nehri’ne kadar olan geniş bozkır coğrafyasında ve
Ön Asya’da varlıklarını takriben 1000 yıl gibi oldukça uzun bir zaman
korumuşlardır. İskitler, bu geniş coğrafyada ayrı gruplar hâlinde yaşamıştır.[41]
MS 2. yüzyılda hâkimiyetlerini kaybeden İskitlerin batı kolu olarak kabul
ettiğimiz grup için MS 4. yüzyıl bir “son” anlamına gelmiştir. İskit boylarının
bu
batı kolu Avrasya’nın en büyük eritme potası olan Kırım bölgesinde, kendileri
gibi aynı bölgeden gelen Hun, Avar, Peçenek, Kuman gibi boylarla karışıp
kaynaşmışlar ve kaybolmuşlardır.[42] Asıl ana kütleyi oluşturan
Saka
Tigrakhauda ve doğu kolu olan Saka Haumavarga daha sonraki devirlerde
de varlıklarını sürdürerek Orta Asya’da kurulan Türk devletlerinin ve
günümüz Orta Asya Türklüğünün oluşumunda temel teşkil etmiştir.
Günümüzde kendini hâlâ Saka olarak belirten Türk topluluklarının varlığı da
bunu açık bir şekilde göstermektedir.[43]
Saka halkı, birkaç boy ve boy birliklerini içine alan
karışık bir etnik
birlikti.[44] Yukarıda bahsedilen bu üç
grubun hükümdarlarından başka, her
grubun kendi içerisinde kabile reislerinin ve klan prenslerinin de idarede söz
sahibi oldukları anlaşılmaktadır.[45]
İskit ülkesinde hâkim tabaka İskit Bey-Boyu idi.[46] Heredotos Güney
Rusya’daki alanlarda yaşayan bu yönetici sınıfı “Krali İskitler” olarak
tanımlamıştır.[47] Kral Idanthyrsus Darius’la
savaştığı zaman İskit ordusunun
da asil bey boylarına mensup olduğunu iddia etti. Ancak asil Bey-Boyu
İskitleri ile Göçebe İskitleri birbirinden tam olarak ayırmak hiç de kolay
değildir. Öte yandan Göçebe İskitler yani Kallipidailar, Halizonlar, Ekinci
İskitler (Georgiler) ve Sabancı İskitler de alt tabakaları oluşturuyorlardı.
Anlaşılan ancak asil Bey-Boyu İskitleri ile Göçebe İskitler tam göçebeydiler.
Kallipidai ve Halizonlar ise yarı göçebe bir hayat sürmüş gibi gözüküyorlar.
Sabancı İskitler ise muhakkak surette tarımla uğraşan yerleşik bir gruptu.
Yakın zamanlara kadar “Tarımla Uğraşan İskitler’in” yaşam
tarzı ve geçim
kaynakları açısından Sabancı İskitlere yakın olmuş oldukları düşünülüyordu.
Sonra V. İ. Abaev, yeni bir görüş ortaya atmış ve bu boyun ismi olan
Georgi’nin onları tasvir etmediğini, bilakis bu boyun kendileri için
kullandıkları
İskitler arasında “davara kıymet veren” anlamına gelen adlarını, Yunanlıların
kendilerine göre ve kendilerinin anlayacağı şekilde yazmış olduklarını
söylemiştir. Eğer Abaev haklı ise bu İskit boyu göçebe veya yarı göçebe
olmuş olmalıdır.[48]
3) Hayat Tarzı: İskitlerin
hayat tarzını büyük ölçüde yaşadıkları otlağı
bol, rutubeti az olan bozkır coğrafyası şekillendirmiştir. Sürekli kaldıkları
bir
yerleşim yerleri olmayan İskitler arabalar içinde oturmuşlardır. Uçsuz
bucaksız bozkırlardaki yaşantının temelini, hayvancılık ekonomisine yönelik
“göçebe hayat tarzı” teşkil etmiştir. Bozkırdaki acımasız tabiat şartları,
bozkır
insanını uzun bir tarihî süreç içinde devamlı bir mücadeleye yöneltmiştir.
Bozkır yaşantısında hayat daima hareketlidir. Erkeklerin günlük görevi at
üzerinde sürüleri otlatmak ve avlanmaktır. Bütün kabile ve boylar, yeni ve
taze otlaklar bulmak amacıyla, belirli zamanlarda çok uzaklardaki diğer belirli
yörelere göç ederlerdi. Bu hareket, göçebelere hiyerarşik bir düzende
paylaştırılmış coğrafyanın yönlendirdiği “yazlaklar” ve “kışlaklar”
arasındadır.[49] Hayvanlarına otlaklar bulmanın
dışında geyik veya yaban
eşeği sürülerini sıkıştırmak, ıssız bucaksız çayırlarda ceylanları kovalayan
kurtların hareketlerini gözlemek bozkır insanının av hayatını oluşturmuştur.[50]
Bozkır insanının hem sürülerini otlatmada ve korumada hem de avlanmada
hızından faydalandığı at, büyük ölçüde de hayatlarını üzerinde geçirdiği bir
hayvan olmuştur. Bozkır medeniyeti diye adlandırılan bu atlı-göçebe
yaşayışın öncüleri Sakalar olmuşlardır.[51]
Her toplumun kendine has bir hayat tarzı olduğu malumdur.
İskitlerin
hayat tarzı da çoğu antik devir topluluklarından farklılıklar göstermektedir.[52]
Sakaların en belirgin özellikleri savaşçı ve çoban olmaları, at üzerinde
ok atıp
savaşma tekniğinin ilk olarak onlar tarafından kullanılması ve hayvan
yünlerinden yapmış oldukları giysileridir.[53]
İskitler, gelenek ve göreneklerine
bağlı ve yabancı geleneklere kesinlikle kapalı bir toplumdu.[54] İskitler, yerleşik
hayata geçerek ziraat ve ticaretle uğraşan soydaşlarını küçük görürler ve
kendileri ile eşit saymazlardı.[55] İskitler, çobanlık hayatından
çiftçiliğe geçen
ırkdaşlarına köle muamelesi yapmışlardır.[56]
Yabancı geleneklere özenenleri
sert bir şekilde cezalandırmışlardır. Yabancı geleneklere özenen İskit kralı
olsa bile cezalandırılmaktan kendini kurtaramıyordu. Bundan dolayı bir İskit
kralı, hayranlık duyduğu Grek inanç ve geleneklerini uzun bir süre gizli gizli
yaşamak zorunda kalmıştır. Bu durum ortaya çıkınca İskitler krallarını
öldürmüşlerdir.[57] Çünkü İskitler kendilerini
ahlaken Yunanlılardan yüksek
addediyorlardı. Yunan harsinin, Yunan örf ve âdetinin aralarında yayılması
neticesinde İskit halkının çok sağlam millî ahlakının bozulmasından
korkuyorlardı.[58]
İskitlerin hayat tarzı sosyolojik olarak çiftçilikle
uğraşan komşu
kabileler üzerinde göçebe güruhunun bir hâkimiyeti olarak tasvir edilebilir.
İskit topluluklarının büyük kısmı atlı-göçebe bir hayat yaşıyorlar ve
hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Ancak İskitlerin tamamı göçebe değildi. İskit
boyları içerisinde çiftçilikle uğraşan boylar da vardı. İskitya’dan
Yunanistan’a
büyük miktarlarda hububat ihraç edilmiş olması bunun en belirgin ifadesidir.[59]
Arkeolojik veriler gerçekten de MÖ VII-III. yüzyıllarda (Sakalar
zamanında)
Fergana’da, Sakalara akraba olan çiftçi ahalinin varlığını onaylamaktadır.[60]
Bu özellik “göçebe-çoban” ekonomisinin “yerleşik” tipini yansıtmakta ve
bu
merkezler bir anlamda diğer göçebe boylar için değiş tokuşa dayanan
ticaretin etkin merkezlerini diğer bir deyişle de çevrelerinde konaklanan
“kışlakları” simgelemektedir.[61]
İskitlerin ekseriyetinin atlı-göçebe bir hayat tarzının
olduğunu
Perslerin Karadeniz’in kuzeyindeki İskit ülkesine gerçekleştirdikleri sefer
esnasında İskit hükümdarı İdanthyrsos ve Pers kralı Darius arasında geçen
konuşma açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Darius, İskit hükümdarına bir
elçi ile gönderdiği haberde:
“Ey garip adam, yapabileceğin başka iki şey varken ne için
boyuna
kaçıyorsun? Eğer kendini bana karşı koyabilecek kadar güçlü sayıyorsan ona
göre davran, kaçmayı bırak, savaşa gir; yok eğer kendini daha aşağı
görüyorsan yine boyuna yürümekten vazgeç; efendine haraç olarak toprak ve
su getir, onun huzuruna çık”.
İskit hükümdarı İdanthyrsos ise şu cevabı vermektedir:
“İranlı, işte benim kanaatim: Beni hiç kimse ne
korkutabilir ne de
önünden kaçmaya zorlayabilir. Senden kaçtığım yok; şimdiye kadar yapmış
olduğum şey, barış zamanında da her zaman yaptığım şeydir. Neden hemen
savaşa girmiyorum, onu da sana açıklayayım: Bizim ne kentimiz var ne de
dikili ağacımız var ki elden gitmesin, ya da yakılıp yıkılmasın diye korkup
hemen savaşa girelim ama siz eğer ille de savaşmak istiyorsanız, bizim
atalarımızın mezarları var; onları bulun, onlara el kaldırın, o zaman
görürsünüz, mezarlarımız için dövüşüyor muyuz, dövüşmüyor muyuz?”.
İskit hükümdarının yukarıda ifade ettiği sözleri İskitlerin
hayat tarzını
ortaya koyduğu gibi, atalarının mezarlarını kutlu saydıklarını ve bu mezarları
korumaya aldıklarını da göstermektedir.[62]
Sakalar, bütün kaynaklarda göçebe olarak
gösterilmektedirler. “Saka”
kelimesi Perslerde “göçebe sözcüğünün eş anlamlısı olarak kullanılmıştır.
Yunanlılar da Sakaları göçebe kelimesiyle hemen hemen eş anlam taşıyan
“İskitler” olarak adlandırmışlardı. Yunanlılar onları MÖ V. yy.’da, daha ilk
karşılaştıkları zaman “küçük baş hayvan (koyun-keçi) çobanları, göçebeleri”
olarak adlandırmışlardı. İskender zamanında, MÖ IV. yy.’ın sonlarında
Sakalar’ın bazı boyları bu tür 30.000 baş sürüye sahiplerdi. Kentleri olmayan,
ormanlarda ve mağaralarda yaşayan göçebe Sakalar, topraklarından İpek
Yolu geçen tacirler olarak nitelendirilirlerdi. Bu alay Sakalarını, Çinliler de
şu
şekilde tanımlamaktadırlar: “Sakalar geniş otlaklara ve sulara göre hayvan
sürüleriyle bir yerden diğer yere göçüyorlardı.”[63]
Hayvan yetiştirmek
atlı-göçebe bozkır hayatının en önemli
uğraşıdır.[64] İskitlerin hayat tarzının
temeli at besleme idi.[65] İsmen tanıdığımız
at yetiştiren kavimlerden ilki, MÖ VI. asırda cenubi Rusya bozkırlarında
görünen İrani İskitlerdir.[66] İskitler atları
ehlileştirmişlerdir. Bozkır atları her ne
kadar küçük boyda iseler de çok dayanıklı, süratli, çevik ve vahşi idiler.
Strabon bununla ilgili olarak İskitlerin özel “at terbiyesi”nden söz
etmektedir.
Bozkır sanatını resmeden eserler üzerinde de atların yakalanması, gem
vurulması, eğerlenmesi ve terbiyesi çokça tasvir edilmiştir. Örneğin, ünlü
Çertomlyk vazosundaki sahneler de çok gerçekçidir.[67]
Sakaların atları özel
eğitimden geçiyordu. Pers hükümdarları tarafından düzenlenen yarışmaları
Saka atları kazanıyordu. Amirgi Sakalarının atları Persepolis kabartmalarına
da yansımıştır. Sonraları Çinliler tarafından “sema atları” olarak
değerlendirilen Fergana’nın “ünlü atları” muhtemelen bu Saka atlarından
türemişlerdir.[68] Yunan âlimlerinden Hippokrat
da eserinde İskitler hakkında
“Kısrak sütü içerler, kısrak sütünden bir nevi peynir yaparlar, İskitler çok
mahir süvarilerdir.” demektedir.[69] Bu bilgiler, atın İskitlerin
hayatındaki yerini
göstermesi açısından önemlidir.
İskit kurganlarında bulunan zengin at koşumları ve
teçhizatı dikkat
çekicidir. Kurganlarda sayısız örnekler bulunmuştur. Kuban bölgesinde
bulunan kurganlarda çok sayıda at iskeleti ortaya çıkarıldığı gibi, Altay
bölgesinde Şibe kurganında on dört, Pazırık kurganlarında sayıları yedi ile on
dört arasında değişen at gömüleri ortaya çıkarılmıştır. Bunlar binek
hayvanları da dâhil ölen beyin hayatı boyunca sahip olduğu hayvanlardı.
İnanışa göre bey bunları öldüğü zamanda kullanmaktaydı.[70]
Bu arkeolojik
kültür unsurları da İskitlerin hayatında atın yerini ve ata verdikleri önemi
göstermektedir.
İskitlerin hayatında at ayrılmaz bir parçaları olmuştur. At
üzerinde göç
eder, sürülerini yönetir, avlanır ve savaşa giderlerdi. At, dinî inançlarına
uygun olarak kurban edilir, süslü koşum takımlarıyla donatılarak sahibiyle
birlikte kurgana gömülür, ayrıca atların etinden ve sütünden yararlanılırdı.
Herodotos’a göre, İskit ileri gelenlerinin en büyük zenginliklerini “yarı vahşi
at
sürüleri” teşkil etmekteydi.[71]
İskitlerin hayatlarında kısrak sütünden yapılan ve
ekşitilmiş yoğurt
tadında olan “kımız” önemli bir besin kaynağı ve içecek olmuştur. Bu durum
yine at kültürünün bir parçasıdır. İskitler, kımızın yanında kısrak sütünden
yapılmış bir çeşit peynir yemekteydiler. Ayrıca sütü kurutarak “kurut”
yapmışlardır.[72] Strabon Havalar, Sular ve
Yerler adındaki kitabında İskitlere
dair yazdığı bilgilerde İskitlerin kısrak sütünden yaptıkları peyniri “hippace”
şeklinde belirtmiştir.[73] İskitler, başta at olmak üzere
bütün hayvanları
kesmekteydiler. Ancak her devirde kesim hayvanı olarak atı diğer hayvanlara
tercih etmişlerdir. İskitler, dinî inanışları gereği Gök Tanrı’sına da diğer
hayvanların yanında özellikle at sunmuşlar ya da kurban etmişlerdir.[74]
İskitler yazlaklar ile kışlaklar arasında göç ederlerken
yaşlı kadınlar,
çocuklar ve ihtiyar erkekler bütün ağırlık ve teçhizatlarla birlikte arabalarda
göç ederler, erkekler at üzerinde sürüleri yöneterek göç kafilelerine öncülük
eder ve yol gösterirlerdi. Genç kızlar ve kadınlar da yine at sırtında
erkeklerine yardımcı olurlardı. Buradan atın İskitlerin hayatında bir ulaşım
aracı olarak da önemli bir yer tuttuğunu anlamaktayız.
At, İskitlerin askerî teşkilatları ve avlanmalarında da
önemli bir yer
tutmuştur. İskitler demirin vurucu gücü yanında atın da hızından
faydalanmışlardır. Bozkırlarda av sporu da at üzerinde yapılırdı. Strabon’a
göre “Bataklıklarda geyik ve yabani domuzlar, düzlüklerde ise yabani eşekler
ve karacalar avlanırdı.” At üzerinde “tavşan avı” ise en sevilen sporlardan
biriydi.[75] Bu avcılık faaliyetlerinin
başarıya ulaşmasını sağlayan; İskitlerin ok
atma becerilerini, bozkır savaş taktiğini iyi uygulamalarını, hızıyla en iyi
şekilde tamamlayan atlar olmuştur.
Bozkır hayat şartları içerisinde ön plana çıkan İskit
ordusunun büyük
bir bölümünü atlılardan meydana gelen süvari sınıfı oluşturmuştur. İskit
askerî organizasyonunun ana kolunu bu süvari sınıfı meydana getirmiştir.
İskit atlıları eyer kullanmışlardır. Bu özellikleriyle, Grek ve Roma gibi süvari
birlikleri bulunan devletlere karşı büyük bir üstünlük sağlamışlardır.
Savaşlarda da İskitlere at; hızı ve eyer kullanmaları sayesinde ata olan
hâkimiyetleri ile beraber bozkır savaş taktiğini iyi uygulamalarında çok önemli
bir yardımcı ve araç olmuştur.
İskitler arabalar içinde oturmaktadırlar. Bu arabaların en
küçüklerinin
dört, büyük olanlarının ise altı tekerleği bulunmaktadır. Arabaların bazıları
iki
odalı, bazıları da üç odalıdır. Bu arabaların İskitlerin hayatında hem yaşama
alanı olarak hem de bir ulaşım aracı olarak yazlaklar ve kışlaklar arasındaki
göçlerde çok önemli bir yeri vardır. İskitler başka bir yere giderken kadınlar
ve çocuklar iki ya da üç çift öküzün çektiği arabalarda, erkekler ise at
üstünde
onların yanında gitmektedir.[76] Bunlar aynı zamanda İskitlerin
“seyyar
evleri”dir. Arkeolojik buluntulara göre tekerlekler masif ahşaptan veya “altı
kollu olarak” işlenir ve üzerine de demir bir çember geçirmişlerdir. Özellikle
bu uzun göçler sırasında 4 ve 6 tekerlekli arabalar revaçtadır.[77] Bu arabalar
soğuğa karşı korunaklı olup bunların içerisine yağmur ve rüzgâr
geçmemektedir.[78]
Arabanın üzerine aynen çadır şeklinde bir ahşap çatkı
raptedilmekte,
bu çatkının üzerine ise keçe, keten veya kenevirden dokuma kalın
kumaşlardan bir örtü kaplanmaktadır. Arabanın içinde de halı ve kilimler
serilidir. Özellikle Hipokrates, İskit arabalarından ayrıntılı bir şekilde
bahsetmektedir. Araba aynen “at” gibi kutsaldır. Bazı kurganlardaki “arabalı
gömüler” bunu açıkça yansıtmaktadır. Ayrıca zengin tezyinatlı özel cenaze
arabaları, hanlar ve beyler için kullanılmıştır. Pazırık kurganlarında bunların
çok çarpıcı örnekleri bulunmuştur.[79]
Bahsedilen bu arabalar, İskitlerin
hayatındaki yerlerinden ziyade, bozkır hayat tarzının da ayrılmaz bir parçası
olmuştur.
Konar-göçer olarak yaşayan İskitler, daimi mesken yerine
çadırı
ikametgâh olarak kullanmış ve kendilerini her türlü doğal unsurlardan
koruyan bu nesneyi kutlu saymışlardır.[80]
Çadır-yurt, İskit göçebesi için kutsal
bir anlam taşır: “Kutsal ateşin yandığı ocak aile fertlerini ısıtmakta,
bozkırın
acımasız soğuk veya sıcağından korumakta ve üzerinde pişen aşla
beslenmektedir.”[81] Bu çadırlar öteki atlı-göçebe
Türk kavimlerinde olduğu gibi
keçeden kubbeli ve derme çadırlardır.[82]
Dokumacılıkta bir hayli ilerlemiş olan
İskitler, çadırlarını keçe yaygılarla, dokumalarla donatarak çeşitli renklere
boyamışlardır.[83] Çadırlar, yani “yurtlar” ise
konaklama alanlarında kurulur,
“obalar” teşkil edilirdi. Yerleşik iskân yerlerinde de bu çadır modelleri aynen
taklit edilmiştir. Bu evlerin içleri de çadırlarda olduğu gibi kumaş, keçe,
kilim
ve halılarla kaplanmıştır. Zeki Velidi Togan, İskitlerin bozkır yaşantısına
değinirken araba ve çadırlar hakkında şunları nakletmektedir:
“Bunlar Türk derme evlerinde, yani keçeden mamül kubbeli
çadırlarda, çoğunlukla bunların tekerleklilerinde yaşamışlardır. Bu nevi derme
evleri Türklerden alarak benimsemiş olan bazı Orta Asya İranilerinde bu
evlerin aksamına ve şekillerine ait zengin ıstılahın İranca olmayıp kamilen
Türkçe olması, bu evlerin Türk malı olduğunu gösterdiği gibi, Araplar da
bunları “Qubba Turkiya” yani “Türk çadırı” olarak bildirmişlerdir.”[84]
İskitlerin barınma ihtiyaçlarını karşılayan bu kubbeli ve
derme
çadırların mezarlarının şekline de yansıdığını görmekteyiz. Kurgan adı
verilen tepecikler de esasında İskit çadırının öbür dünya için hazırlanmış bir
benzerinden başka bir şey değildir. Bu kutlu mekân form olarak asırlarca
devam etmiş ve özellikle Hun-Türk kültüründe önemini korumuştur.[85] Ayrıca
İskitlere tabi olan Alan, As göçebelerinin çadır ve alaçuk yapmasını
bilmedikleri, üstü ağaç kabukları ile örtülmüş arabalarda yaşadıkları bilinen
gerçeklerdendir.[86]
Kaynatılmış et, mayalanmış bir çeşit kısrak sütü olan kımız[87] ve kısrak
sütünden yapılmış bir çeşit peynir[88]
onların belli başlı yiyeceklerini teşkil
ediyordu. İskitler, etlerini yahni olarak kendilerine özgü büyük kazanlar
içerisinde pişirirler veya bazan bu etleri başka yerlere nakledebilmek için
parçalar hâlinde keserlerdi.[89] Herodotos’un anlattığına göre
İskitler başta at
olmak üzere bütün hayvanları kesmektedir. Ancak her zaman kesim hayvanı
olarak at diğer hayvanlara tercih edilmiştir. Yine o, İskitlerin domuz kurban
etmeleri bir tarafa, onu topraklarında beslemelerinin bile söz konusu
olmadığını ifade etmektedir.[90] Buradan İskitlerin beslenme
tarzlarında domuz
etinin yerinin olmadığını söyleyebilmekteyiz. Heredot’un anlattıklarına göre
İskitler Dinyeper’in ağız kısımlarında “Mersin balığı” avlamışlardır. Ancak
İskitlerin beslenme kültürlerinde balık etinin de çok önemli bir yeri yoktu. Bu
durum Kamenskoye şehrinde ele geçirilen arkeolojik malzemelerden
anlaşılmaktadır.[91]
İskitler, başka bir yere giderken kadınlar ve çocuklar iki
ya da üç çift
öküzün çektiği arabalarda, erkekler ise at üstünde onların yanında
gitmektedir. Onları ise koyun sürüleri, sığırlar ve atlar izlemektedir.
Heredotos’un verdiği bu bilgilerin ışığında İskitlerin ekonomisinin
hayvancılığa dayandığını anlamakla birlikte, onların beslenme kültürlerinde
koyun, keçi gibi küçükbaş hayvanlar ile sığır gibi büyükbaş hayvanların etinin
ve sütünün de olduğunu anlıyoruz. Avlanmayı seven İskitlerin beslenme
kaynaklarında av sonucu elde edilen hayvanların etlerinin de belli bir yeri
vardır.
İskitler iyi yaşamaktan zevk alıyorlardı. Hippokrates
onların şişman,
tembel ve şakacı kimseler olduklarını ve vakitlerinin çoğunu şarap içerek, bir
kupadan kan kardeşliği yemini etmek sureti ile içerek davul ve ud gibi çalgılar
eşliğinde şarkılar söyleyerek ve dans ederek geçirdiklerini yazmaktadır.[92]
İskitlerin kendilerine has bir dış görünüşleri ve giyim
kuşamları vardı.
İskitler sakallı ve uzun saçlı idiler. Başlarına tepesi sivri bir başlık
giyerlerdi.
İskitlerin tepesi sivri başlığının, bazen de çenenin altında birleşen
kulaklıkları
bulunurdu.[93] Sivri başlıklarla ilgili
olarak Darius, Behistun kitabesinde sivri
başlıklı Sakaların ülkesine sefer yaptığını bildirmektedir.[94]
İskitlerin elbiseleri
başlıklı bir cübbe, kaftan ve pantolondan ibaretti.[95]
Önden açılan bedene
oturmuş olan dar kollu gocuklar ve gömlekler baldırlara kadar uzanmaktadır.
Bunun altına pantolon giyilmekte, elbise bir deri kemer ile bağlanmaktadır.
Kurganlarda bulunan arkeolojik bulgulara göre, zengin İskitlerin elbiseleri
altın süsler ile süslenmiştir. Ayaklarına yumuşak deriden çizmeler veya botlar
giymektedirler.[96] Deriden yapılmış olup süslü
metal plakalarla tezyin edilmiş
olan kemere büyük ihtimam gösterilmişti.[97]
Kemerden başka şapkalarını
(miğferlerini) ve kılıç kayışlarını da altınla bezemişlerdir.[98] İskit kadınları
“sarafan” adı verilen sarkık bir elbise ve “kokosnik” denilen yüksek bir başlık
giyerlerdi.[99] İskit kadınları erkeklerden
çok daha renkli elbiseler giymişlerdir.
Çiftçilikle uğraşan halkın giysileri muhtemelen İskitlerin elbiseleri ile aynı
modelde idi.[100]
İskitlerin süslü deri ve kürk mantolar giydikleri, koyun
yünlerini iplik
olarak eğirip kumaş dokudukları da bilinmektedir.[101]
İskitlerin kılık kıyafetlerine bakıldığı
zaman büyük ölçüde bozkır hayat
tarzına uygun olarak ata rahat binilip inilecek, hâkim olunacak bir şekilde
olduğu görülür. Bu giysiler yine at üzerinde ok atmaya ve savaş taktiklerini
kıvrak bir şekilde uygulamaya çok müsaittir.
İskitlerin kendilerini süslemeye ve ziynet
eşyaları takmaya karşı,
atlarını ve atlara ait olan şeyleri süslemeye verdikleri itina ve önemden daha
az olmayan gerçek bir tutkuları vardı. Onların mücevherat aşkı, her devirde
kendini gösterdi. En mükemmel mücevher parçaları, doğal olarak krali
mezarlardan gelir, zira söz konusu mezarlardaki iskeletler, sabit bir şekilde,
altın diademler, başlıklar, gerdanlık ve kemerler, bilezikler, küpe ve
yüzükler,
kolyeler, askılar, muska ve nazarlıklar, boncuklar, düğmeler, tokalar ve
madalyonlarla dekore edilmişlerdi. Fakat daha önemsiz mezarlar bile bir
mücevherat ve kıymetli araç gereçler bolluğu temin eder. Nitekim,
Sinjavka’da gömülü olan adamın kafatası, altından yapılmış geyik figürinleri
ile süslenmişti. Kelermes’te ise mücevhere karşı duyulan barbarca bir tutku
yüzünden, ölü şahsın burun delikleri, göz çukurları ve kulak delikleri,
kıymetli
taşlarla tıkanmıştı. Söz konusu delikleri tıkamanın bir başka amacı ise ölü
şahsın ruhunun bedenden çıkmasına engel olmaktı.
Genellikle Grek işçiliğinin ürünleri olan
altın alınlıklar, çoğu kez Güney
Rusya’da bulunmuştur. Söz konusu yerde, hem erkekler hem de kadınlar,
bilezik ve kolyeleri aynı şekilde takmışlardır. Gerçekten, bu bileziklerin bir
kısmı, eski dünyanın en güzel mücevherleri arasına girmeye layıktır.
Kafkasya’daki bazı örnekler, Ahemenit etkisi gösterir. Onların tümü
içerisinde, İskitlerin kişisel zevk ve ilgileri, açıkça aksettirilmiştir. Altın
örgülü
zincir ve gerdanlıklar, kütlevi mücevher tiplerinden daha az güzel değildirler.
Pazırık’ta bulunan altın safiha ile kaplı geyik veya arslan vücutlu ve kartal
başlı yaratıkların figürleri ile süslü ağaçtan oyulmuş basit boyun bantları,
Amuderya Hazinesi’nden çıkan biraz daha eski mahlukatları hatırlatırlar.
Cesetler üzerinde en sık bulunanlar
küpelerdir. Kadınlar iki tane
takarlarken erkekler yalnızca bir tane küpe takmışlardır. Yüzükler evrenseldi
ve çoğu kez, her iki elin herbir parmağında birkaç tane yüzük keşfedilmiştir.
Büyülü güçlere sahip hayvan dişleri ile yapılanlardan tutun da Asur’un
silindirik mühürlerine benzeyen şekillerde ve görülmemiş renklerdeki
taşlardan yapılmış çeşitli amuletler (muskalar), çok popülerdi. Pazırık’ta
gümüş at figürinleri bir kemere bağlı olarak takılmıştı. Deniz hayvanı
kabukları ve boncuk taneleri, Altaylar’da, Güney Rusya’nın daha fakir
nomatları arasında olduğundan daha kıt idi. Görülüyor ki mezar buluntuları,
İskitlerin mücevherata olan aşklarını, son derece güzel bir şekilde gözler
önüne sermektedir.
İskitlerin nasıl temizlendikleri hususu da
merak uyandıran konulardan
biridir. Herodotos İskitlerin yıkanmak için su kullanmadıklarına dikkati
çekmektedir.[102] İskitler kenevir tohumlarını
alarak törenlerinde
kullanmaktadırlar. Bu hususta yapılan işlemleri Herodotos şöyle
anlatmaktadır: “İskitler kenevir tohumunu alırlar, keçe örtülerin içerisine
girerler ve bu tohumları kızgın taşın üzerine atarlar; tohum taşa değince
tütmeye başlar, çıkardığı buğu Yunanistan’daki hamamlarda bile bu kadar
boğucu bir buğu olmaz. İskitler bu buğuyla bayılırlar ve keyiften haykırırlar.
Bu onlara yıkanma yerine geçer, çünkü gövdelerine hiç su değdirmezler.”[103]
Kadınlar ise selvi ve sedir ağaçlarının özünü havanda döverek bir melhem
yapıyorlar ve bu melhemin çoğunu bir macunun içinde oğmak suretiyle çam
sakızı ve su ile karıştırıyorlardı. Onlar bu lapayı yüzlerine ve bütün
vücutlarına sürerek bir gün boyu hiç dokunmazlardı. Ertesi günü bu lapayı
vücutlarından kaldırdıkları zaman derileri pırıl pırıl ve tertemiz olurdu.
İskit yaşantısı içerisinde nüfus sayımı da
yapıldığını görüyoruz.
Heredotos’tan öğrendiğimize göre İskitlerde nüfus sayımı yapıldığına ilişkin
en güzel uygulama, kralları Ariantes tarafından gerçekleştirilmişti. Adı geçen
İskit kralı, krallığı içerisinde yaşayan her adamdan kendisine bronzdan bir
kargı ucu getirmesini emretmiş ve böylece de kavminin sayısını tespit etmişti.
Fakat Herodotos, bu sayının ne kadar olduğunu ne
yazık ki belirtmiyor. Daha
sonra getirilen bütün kargı uçları eritilip birleştirilerek büyük bir kazan
hâline
getirilmiştir. [104]
4) Bayram ve Festivaller: Heredot, İskitlerin kökeni hakkında
aktardığı birinci efsanede şu bilgileri vermektedir: Herodot’a göre bizzat
İskitlerde anlatılan bir efsanede, İskitlerin diğer tüm halklardan daha genç
oldukları, vaktiyle hiç kimsenin yaşamadığı ülkelerinde ilk olarak Zeus’un oğlu
Targitaos ve kızı Boristhenes’in dünyaya geldiği hikâye edilmektedir.
Targitaos’un Lipoksais, Arpoksais ve Koloksais adında üç oğlu vardı. Onların
önüne gökten altın eşyalar düştü: Pulluk, boyunduruk, teber ve kâse. Büyük
ve ortanca kardeş bu eşyaları tutamayınca hepsi ansızın alev aldı. Üçüncü
kardeş hiç korkmadan gökten indirilen mucizevi eşyayı tutabildi. Böylece
krallık ona verildi. Aukhatealar büyük kardeşin, Katiariler ve Traspiesler
(Skoloti) ortanca kardeşin ve Paralatailer küçük kardeşin sulbünden türediler.
Gökten düşen altın hediyelerle ilgili olarak Heredot’da kralların bu altını
bekledikleri ve her yıl birçok kurbanların sunulduğu bayramlar düzenlendiği
anlatılmaktadır. “Kutsal altını korumakla görevli olan kimse, bu bayram
süresinde açık havada uyursa o yılı çıkaramaz. İskitler öyle derler ve bu
bekçi bir gün içinde at sırtında ne kadar toprağı çepeçevre dolanabilirse o
toprak kendisine verilir.” Leningradlı arkeolog M. İ. Artamonov, bu hikâyeden
oldukça enteresan bir sonuç çıkarmaktadır. Ona göre bu bayram, bahar çiftçi
bayramıydı.[105]
1) Hayvan Besleyiciliği: Tarım faaliyetlerinin yapılmasına imkân
vermeyen bozkır coğrafyası İskitlerin sosyal hayatını şekillendirdiği gibi,
ekonomik hayatını da büyük ölçüde şekillendirmiştir. Atlı-göçebe bir hayat
tarzları olan İskitler yaşadıkları coğrafyanın da tarıma büyük oranda müsait
olmamasından dolayı ve göçebe hayat tarzları gereği ekonomik faaliyetler
olarak en fazla hayvancılıkla uğraşmışlardır. Sığır, koyun ve at besleyen
İskitlerin ekonomisi hayvancılığa dayanmıştır. Bu durum, onların hayat
tarzıyla yakından alakalıdır. At, sığır ve koyun besleyen İskitler, domuz
beslemiyorlardı.[106]
Herodot ve Hippokrat’ta verilen bilgilere
göre hakkında belli bir fikir
sahibi olduğumuz göçebe hayvancılık, kısmi yer değiştirmek suretiyle
yapılıyordu. Bir mera iyice kullanıldıktan sonra yeni bir yere gidiliyordu. Bir
yerde uzun süre kalınmıyordu. Yakın zamana kadar Kazak göçebelerinde
yapıldığı gibi, o zaman da kış aylarında sürünün yiyeceğini (tebenavka) kar
altından temin ettiğini varsaymak gerekmektedir. Strabon’a göre Azak
civarında yaşayan İskitler kış aylarında kuru ot için bozkırdan uzun ve kuru ot
tabakasının korunduğu nehir ağızlarına gidiyorlardı.[107]
1.1.
At: Hayvan yetiştirmek
atlı göçebe bozkır hayatının en önemli
uğraşıdır.[108] İskitlerin hayat tarzının
temeli, at besleme idi.[109] İsmen
tanıdığımız at yetiştiren kavimlerden ilki İrani İskitlerdir.[110] İskitler başta at
olmak üzere bütün hayvanları kesmekteydiler. Ancak hemen her devirde
kesim hayvanı olarak atı diğer hayvanlara tercih etmişlerdir.[111] Bozkırlarda ve
özellikle göçebe kabilelerde tabii olarak at yetiştirmek daha onurlu bir
meşgaleydi.[112] Heredotos’a göre, İskit ileri
gelenlerinin en büyük
zenginliklerini “yarı vahşi at sürüleri” teşkil etmektedir. Bozkır atları her
ne
kadar küçük boyda iseler de çok dayanıklı, süratli, çevik ve vahşi idiler.[113]
Yunan âlimlerinden Hippokrat da eserinde
İskitler hakkında; kısrak
sütü içerler, kısrak sütünden bir nevi peynir yaparlar şeklinde bilgi
vermektedir.[114] İskitlerin hayatlarında
kısrak sütünden yapılan ve ekşitilmiş
yoğurt tadında olan “kımız” önemli bir besin kaynağı ve içecek olmuştur.
İskitler, kımızın yanında kısrak sütünden yapılmış bir çeşit peynir
yemekteydiler. Ayrıca sütü kurutarak kurut yapmışlardır. Yine İskitler
sürülerini yönetmede, yaylaklar ve kışlaklar arasında göç etmede ve bozkırda
savaş aracı olarak atın hızından faydalanmışlardır.
Netice itibarı ile İskitlerin ekonomik
hayatlarında önemli bir yeri olan ve
en çok beslenen hayvanlardan olan atların ulaşım, beslenme (kımız-peynir)
ve savaş aracı olarak çok önemli bir yeri olduğunu söyleyebilmekteyiz.
1.2.
Koyun: İskitlerin
besledikleri hayvanlar arasında atlardan başka
sığır ve koyun sürüleri de gelmektedir. Bu konuda Hippokrates Havalar, Sular
ve Yerler adlı kitabında şu şekilde bilgiler vermektedir:
“İskitler başka bir yere giderken kadınlar ve
çocuklar iki ya da üç çift
öküzün çektiği arabalarda, erkekler ise at üstünde onların yanında
gitmektedir. Onları ise koyun sürüleri, sığırlar ve atlar izlemektedir.”[115] Ayrıca
Yunanlılar İskitleri MÖ V. yy.’da, daha ilk karşılaştıkları zaman “küçük baş
hayvan (koyun-keçi) çobanları, göçebeleri” olarak adlandırmışlardır. İskender
zamanında, MÖ IV. yy.’ın sonlarında, Sakaların bazı boyları bu tür 30.000
baş sürüye sahiplerdi.[116] İskitlerin beslenmelerinde
hayvan etleri önemli bir
yer tutuyordu. Ancak hayvanların sadece etlerinden faydalanılmıyordu. Deri
ve tüylerinden de faydalanılıyor; gocuk dikiyor, yurt (çadır) için keçe
yapıyor;
deri cebe, tolga, pantolon, ayakkabı, kılıç kemeri, kemer, sadak ve benzeri
şeyler hazırlıyorlardı. Süt ürünlerinden de faydalanıyorlardı. Süt ürünleri
temel gıda maddesiydi. Eski İskit manzum epitetlerinde “kısrak sağanlar” ve
“süt içenler” ibareleri geçmektedir. Bu bilgilerden İskitlerin ekonomilerinde
büyük ve küçükbaş hayvanların da önemli bir yerinin olduğunu görüyoruz.
1.3. Diğer Hayvanlar: Heredot, İskitlerin kesinlikle domuz kurban
etmedikleri gibi, yetiştirmediklerini de kaydetmektedir. Zaporojye bölgesindeki
Kamenskoye şehri domuz kemiklerinin bulunmadığını kesinlikle ortaya
koymaktadır. Orada da bozkıra has hayvanlara (at, koyun, keçi vs.)
rastlanmıştır. İri tırnaklı hayvanlar ve atlar, eşit olarak mevcutların %80’i,
küçük tırnaklı hayvanlar ise yaklaşık %18’ini teşkil etmektedir. Kalanlar da
köpek ve vahşi av hayvanlarından geyik, sayga ve kunduzdan
oluşmaktadır.[117]
2) Ticaret: İskit hâkimiyeti Batı Avrasya’ya aşağı yukarı üç asırlık
bir
barış sağladı. Pax Scythica’nın (İskit Barışı), ticareti kolaylaştırmada sadece
İskitlere değil, aynı şekilde onların egemenliği altındaki diğer kabilelere de
refah ve rahatlık sağlamada büyük önemi vardı. Gerçekten İskitler,
zenginliklerinin ve servetlerinin çoğunu ticaretten ve özellikle de Yunanistan
ile yapılan ticaretten sağlayan, refah içinde yaşayan bir kavimdi.
Oysa ki sözünü ettiğimiz bu devirlerde bile
(MÖ 6-4. yy. arası), Hellas
(Yunanistan), hâlihazırda kıta karasında yaşayan halkını, temel
gereksinimlerini uzak bir sahadan ithal etmeksizin beslemeye muktedir
değildi. İskitlerle Grekler arasındaki elverişli ticari şartlardan en fazla kâr
temin edenler Greklerdi. Karadeniz’in kuzey sahilinde, mantarlar gibi,
birdenbire türeyen Grek kolonileri arasında aşağıdakiler en önemlileri idi:
Bug nehrinin ağzındaki Olbia; Kırım’da
şimdiki Sivastopol şehrinin
yakınındaki Cherson; Kimmer Bosporus’undaki Panticapaeum (modern
Kerch). Bu şehirlerden, MÖ 645 yılında bir Grek ileri karakolu olarak kurulan
Olbia’nın, İskit-Grek ticaretinde önemli bir yeri vardı.[118]
İskit kralları Akdeniz
ticaretinde aracılardan kurtulmak istedikleri için Yunan şehirlerine akınlar
düzenlemişler ve bu akınlar başarı ile sonuçlanmıştır. Skilurus’la yapılan
savaşların sonucunda Khersonesoslular yani Yarımadalılar (Kırım) bazı
topraklarını kaybettiler ve MÖ 2. yüzyılın ortalarında Kuzeybatı Kırım’ın hepsi
İskitler’in eline geçti. Khersonesos yerleşmeleri yıkılarak bazılarının yerine
İskit kaleleri dikildi. Bu arada Kerkinitida ve Kalos Limen de ortadan
kaldırıldı.
Olbia İskit Krallığı’na tabi oldu, Skilurus da bu Yunan şehrinde (Olbia) kendi
parasını bastırdı. Aynı zamanda İskitlerin Neapolis’i ile Olbia arasında da
sıkı
bağlar kuruldu. Skilurus zamanında artık İskitlerin kendi donanmalarına sahip
olduklarını ve böylece İskit tüccarlarının tarımsal ürünlerini Akdeniz
pazarlarına iletebildiklerini varsaymak için yeterli deliller bulunmaktadır.
Bu Grek kolonilerinden başka diğer bir
ticaret merkezi olan şehir,
Kamen şehri idi. Kamen şehri (Kamenskoe Gorodişçe) MÖ 4. yüzyılda ve 3.
yüzyılın ikinci yarısında İskit ülkesinin ekonomik, siyasi ve ticari başkenti
olmuştur. İskit topraklarının doğu sınırında Don Deltası’nın en belli başlı
adasında, Elizavetinskaya Stanitsa’da başka bir istihkâmlı yerleşim yeri
ortaya çıkmıştır. MÖ 4. yüzyılda ve 3. yüzyılın başında burası Aşağı Don ve
Azak Denizi’nin kuzeyindeki bölgenin önemli bir idari, ticari ve zanaat merkezi
idi.[119]
İskitler, MÖ 2. yüzyılla birlikte Ege dünyası
ile ticaret yapamaz hâle
gelmiştir. Çünkü Persler, bu ticari akışa büyük bir darbe vurmuştur.
Dolayısıyla İskitlerin bölgeyi denetleyici tutumlarının bir önemi kalmamıştır.
İon tüccarlar da başlarındaki Persli idareciler yüzünden istedikleri gibi
davranamamışlardır.[120]
İskitler, iç tedavülde Yunan paralarını
kullanmamışlardır.
Kamenskoye şehrinde bulunan Olbia, Bospor, Tyras, Makedonyalı II. Philippe
ve Büyük İskender’in sikkeleriyle bazı tesadüfi Yunan şehirlerinin bakır
sikkelerine, İskitya’nın iç bölgelerindeki mezarlarda ve kurganlarda
rastlanmamıştır. Bu paralar, muhtemelen buralara gelip giden Yunanlıların
yerli emekçi kitlelerin arasına girmeden mahalli sanatçı ve küçük tacirlerle
alışverişlerinde kullandıkları paralardı.
2.1. İhracat: İskit
kralı ve aristokrasisinin en önemli gelir kaynağı
Karadeniz’in kuzeyindeki Yunan kolonilerinin ihtiyacını karşılayan tahıl
ticareti
idi.[121] İskitya, Yunanistan’ın zahire
ambarlarından biri olarak hizmet gördü.
Gerçekten İskitlerin egemenliği altındaki Güney Rusya topraklarında
yetiştirilen buğday, nomadik metbular (İskitli Efendiler) tarafından Pontuslu
Yunan kolonistlere nakledildi, bunlar da söz konusu buğdayı Yunanistan’a
satmak suretiyle aracılar olarak rol oynadılar. Diğer taraftan Kuban’daki
İskitler, İonya’dan limanlarına gelen gemilerin efendileriyle direkt ticari
ilişkilerde bulundular.[122] Ancak hububat ihracatındaki
canlılık, MÖ III. yy.
başlarında giderek azalmıştır. Bunun sebebi Mısır buğdayının Karadeniz
buğdayıyla kıyasıya bir rekabete girmesi ve miladi çağın başlarına doğru
Dinyeper ile Tuna arasındaki bütün bölgeyi işgal edecek olan Sarmat
kabilelerinin batıya daha fazla yönelmiş olmalarıdır. [123]
Bundan başka İskitler, bir bütün olarak Pontus Greklerine
kıymetli tuz
sevkiyatları yaptılar, havyar elde edilen bir çeşit balıkla uskumru balığı
tedarik
ettiler. Ayrıca bal, bal mumu, et ve süt, deriler ve kürklerle hiç de az önemli
olmayan köle sevkiyatı ile onların ihtiyaçlarını giderdiler.[124] İskitler Greklere
kurutulmuş balık da satmışlardır.[125]
İskitler kereste ihracaatı da yapmışlardır. Tarihçilerin
naklettiklerinden
anlaşıldığı kadarıyla İskitya’dan sevkedilen gemi yapımına elverişli kereste
Olbia ve Bospor üzerinden ihraç ediliyordu. Yazılı kaynaklar bu tür kerestenin
Kolkhida’dan geldiğini belirtmektedir. Dinyeper’in aşağı akımında ve akıntının
hızlı olduğu kesimlerdeki ormanlar, gemi yapımına elverişli olmayan ağaç
türleriyle kaplıydı. MÖ IV-III. yy.da Bospor’da yapılan kapılarda kullanılan
kerestenin çözümlemesi, bunların da yine Kafkaslar’dan getirildiğini
göstermektedir.
Daha önce belirtildiği gibi, İskitya’dan
ihraç edilen diğer ürünler
buğdaydan daha az rol oynuyordu. Ne bal, ne de bal mumu buğdayla
yarışamazdı. Sığır ve derinin ihracattaki payının ne olduğu ise bilinmiyor.
Bununla birlikte zaman zaman sığır ve deri ihracından da sınırlı ölçüde söz
edilmektedir. Yine de MÖ III ve II. yüzyıla ait bilgiler veren Polybius,
Yunanistan’ın İskitya’dan talep ettiği en önemli mallar arasında canlı hayvan
geldiğini belirtmektedir. Pontos’dan yapılan buğday ihracatının düştüğü
sırada, muhtemelen canlı hayvan sevkiyatı birazcık artmıştı. Yunanlılar çok
eskiden beri İskit sığırlarını biliyorlardı ve nitekim Homeros, İskitleri sığır
çobanları olarak tasvir etmektedir. Aynı yazar, Odysseia’da koyun
sürülerinden ve Lestrigonlar arasındaki koyun çobanlarından bahsetmektedir.
Gerek Herodot ve gerekse daha geç dönem yazarları da İskitya’daki at, inek
ve koyunlar hakkında oldukça iyi bilgi sahibiydiler. Anlaşıldığı kadarıyla
İskitya’dan sığır ve deri ihracı ya Yunan kolonizasyonuyla birlikte
başlamıştır,
ya da ondan önce de vardı.
Yukarıda belirttiğimiz üzere Yunanistan’a
getirilen deriler arasında
kürkler de vardı. Herodot, Olbiadan Ural’a kadar uzanan kervan yolundan ve
yol boyunca yaşayan avcı kabilelerden Thyssaget ve İyrkailardan söz
etmektedir. Aynı yazar Budinlerin ülkesindeki su samuru, kunduz ve diğer
hayvanlardan da bahsetmektedir. Anlattığına göre bu hayvanların derileri
elbise yapımında kullanılıyordu. Muhtemelen deri ihracı Herodot’dan önce
başlamıştı, ama Strabon’un kunduz ve derilerinin Tanais üzerinden ihraç
edildiği şeklindeki kaydı, İskitlerin bu tür malları birkaç yüz yıl daha
dışarıya
sattıklarını göstermektedir.[126]
2.2.
İthalat: İskitler,
Greklerden dokuma ürünleri, şarap, zeytinyağı ve
muhtelif sanat ve lüksle ilgili şeyler satın alıyorlardı.[127]
Bu sanat ve lüks
ürünlerinin başında İskit ileri gelenlerinin beğenileri doğrultusunda
şekillendirilmiş altın geliyordu. İskit kağanlarının altına olan ilgileri pek
çok
antik yazara konu olmuştur.[128] Çok eskiden beri
Yunanlılar’dan ithal edilen
kap kacaklar arasında şarap kupa ve kâseleri de önemli yer tutmaktadır.
Kolonizasyon devrinde ise bu kapların yanı sıra, deniz yoluyla şarap ithalinde
kullanılan büyük amforalara rastlanmaktadır.[129]
Bu tür amforalarla İskitya’ya
zeytinyağı da götürülürdü. Kaynaklarda bu konuda çok az bilgi bulunmasının
sebebi, belki de zeytinyağı ihracının ikinci kalem mallar arasında yer
almasıydı. İskit tarihinin akışı boyunca, ithal edilen malların türünde pek bir
değişiklik olmamıştır.
2.3.
Ticaret Yolları: Dinyester,
Bug, Dinyeper ve Don gibi büyük nehir
ağızları Grekler tarafından ticari üsler olarak kullanıldı.[130]
İskitya’ya ilk mallar
Bug ve Dinyeper üzerinden getirilmiştir. Mallar Pantikapea’dan Olbia, Kuzey
Kırım’dan geçen bozkır yolu ve Don ağzında Yelisavetıno istasyonunun
civarındaki isimsiz şehirler üzerinden geliyordu. Fakat III. yy. sonlarında,
Don
ağzına yakın yerlerde deniz trafiğinin kesildiği ve nadiren Bospor Krallığı
bünyesinde yer almakla birlikte çoğunlukla bir Greko-barbar şehri olarak
kalan Tanais şehrinin ortaya çıkışı sebebiyle bu güzergâh önemini kaybetmiş
ve silikleşmiştir.[131] Grekler bu üslerden iç
kesimlere kervanlar gönderdiler.
Grek tüccarlarının kuzeyin neresine kadar gitmeye cüret ettikleri bilinmez.[132]
Dünya ticaretinde önemli bir güzergâh olan, Çin’den başlayıp Hazar
Denizi’nin kuzey ve güney bölgelerinden bütün Ön Asya dünyasına ve
Avrupa’ya uzanan ve üzerinde büyük oranda ipekli kumaş ticareti yapılan
İpek Yolu, İskit topraklarından geçiyordu. İpek Yolu’nun İskit topraklarından
geçmesi İskitlerin ticari hayatlarında ve ekonomilerinin gelişmesinde önemli
bir katkı sağlamıştır. MÖ VI-V. yy.da Çin’de üretilen ipek ve ipek ürünlerinin
batı ülkelerine pazarlanmasında Sakaların önemli rol oynadıkları
kaydedilmektedir.[133] Bu itibarla kentleri olmayan,
ormanlarda ve mağaralarda
yaşayan göçebe Sakalar, topraklarından İpek Yolu geçen tacirler olarak
nitelendirilirlerdi.[134]
2.4.
Vergiler: Mevcudiyetini
İskit himayesine ve İskit dünyası ile
yaptığı ticarete borçlu olan Olbia şehri İskitlere bir çeşit vergi ödemekte
idi.[135]
İskit kralı Ariantes askerlerini saymak isteyince her birinin mızrak
ucunu
(Yunanca “ardis”) toplayarak onlardan büyük bir kazan döktürmüştür. Burada
da ilkel bir vergi türü söz konusudur.[136]
3) Tarım: Sakaların tamamı göçebe değildi. Diğer göçebe birlikler
gibi, Sakaların da birliğine yerleşik, çiftçilikle uğraşan boylar dâhildi.
Arkeolojik veriler, gerçekten de MÖ VII-III. yüzyıllarda (Sakalar zamanında)
Fergana’da, Sakalara akraba olan çiftçi ahalinin varlığını onaylamaktadır.[137]
Ayrıca Sumi bölgesindeki Tokar köyünde, Brıyansk bölgesindeki Sergeyevka
köyünde İskitlere ait sabanlar bulunmuştur. Donets nehri sahilindeki bir
yerleşim biriminde ve Kamensky’de demir oraklar ele geçirilmiştir.[138] İskitlerin
atlı-göçebe hayat tarzından yerleşik hayata geçen boyları içerisinde kısıtlı
alanlarda da olsa tarım faaliyetleri ile uğraşmışlardır. Çünkü 35°-55° enlemler
arasında kalan ve Kuzey Çin ile Güney Sibirya’dan başlayarak Orta
Avrupa’ya kadar uzanan bu bölgede, geniş kapsamlı bir tarım yapmak
neredeyse imkânsızdır. Toprakların büyük bölümü yılın sekiz ayı karlar
altındadır. Bu yüzden de tohumların yeşereceği yeterli derecedeki toprak
ısısına ulaşılamamaktadır. Hele hele belirli bazı yerler dışında, sebze-meyve
tarımı yapmak, hayal anlamına gelmektedir.[139]
İskitler, Grekli kolonistlere yaptıkları
ihracattan da anlaşılacağı üzere
tahıl tarımı yapmışlardır. Bunun yanında Herodotos’un “İskit topraklarında
kenevir yetişir, tıpkı keten gibidir, yalnız daha kalın ve daha büyüktür. Hem
insan eliyle ekilir hem kendiliğinden yetişir.” şeklinde verdiği bilgilere göre
İskitlerin kenevir tarımı da yaptıkları anlaşılmaktadır. Herodotos’un sözünü
ettiği kenevir, Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda özellikle denizin kuzey ve
güney sahillerinde yetiştirilmiştir. Buradaki merkezlerden Kolchis’in
kenevirleriyle meşhur olduğu bilinmektedir. Ayrıca Rus arkeologların bu
bölgelerde yaptığı kazılarda buluntular sayesinde kenevirin varlığı
kanıtlanmıştır. Yüzey araştırmalarıyla da günümüzde adı geçen bölgelerde
kenevirin yabani olarak yetiştiği ispatlanmıştır.[140]
Herodot, çiftçi İskit kabilelerinin buğday,
arpa, mısır gibi tahıl ürünleri
yetiştirdiklerini belirtmekle birlikte bakla, soğan ve sarımsak
yetiştirdiklerini de
kaydetmektedir. Ancak bu liste eksik olabilir. Çünkü Yunanlı kolonistlerin
ihtiyaçlarına uygun olarak hububat ve diğer yenilebilir bitkiler de
yetiştiriyorlardı. İskitler muhtemelen ülkelerinin kuzey kesimlerinde çavdar
ekiyorlardı.[141]
HUNLARDA SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT
A) SOSYAL HAYAT
1) Aile: Aile toplum
olma anlayışının başlangıcıdır. Eski Türk
toplumunda en küçük birim ailedir.[142]
Türk ailesi baba, ana ve çocuklardan
meydana gelirdi. Her şeyin temeli bu aile idi.[143]
Türk sosyal hayatı, aile ve
akrabalık bağları üzerine kurulmuştur. Birbirine akrabalık bağları ile bağlı
olan
fertlerin toplamına “aile” denir.
Aile, Türk toplumunun ve Türk devletinin
çekirdeğini ve temelini
oluşturuyordu.[144] Devlet, insanların
inançlarına ve ailedeki töreye göre
şekillenmişti.[145] Hunlarda aile kan
akrabalığına dayanıyordu. Türk ailesi birlik
ve dayanışma içinde yaşıyordu. Ailenin reisi baba idi. Türk ailesinde otorite
babanın şahsında toplanmaktaydı. Türk ailesi baba ailesi tipindeydi. Ancak
Türklerde babanın otoritesi sonsuz değildi. Babanın görevi ailenin geçimini
sağlamak, yani ona bakmak, onu korumak ve yetişmiş olan evlatlarını
evlendirmek idi. Eski bir ifade ile söylemek gerekirse baba, yetişmiş olan
oğlunu evlendirmekte, kızını göçürmekteydi.
Özellikle erkek evlatların yetişmesi ve ailenin
etkinliklerine katılması,
babanın yükünü büyük ölçüde hafifletiyordu.[146]
Bu itibarla Hunlarda ailenin
çocuk eğitimi konusunda da önemli bir fonksiyonu olmuştur. Ancak Hunlarda
devlet, çocuğun yetişmesinde sorumlu olarak babayı görürdü.[147]
Hunlar,
çocuklara ta küçüklükten ata binmeyi, ok atmayı öğretirlerdi.[148] 4-6. asır batı
kaynaklarına göre henüz ayakta durabilecek Hun çocuğunun yanında
eyerlenmiş bir at bulunurdu.[149] Küçük çocuklar ata binmeyi
öğrenmeden koç
veya koyunlara biner, ok ve yaylarını kullanarak kuşları, gelincikler ile
fareleri
avlarlardı. Büyüyünce de ata binerler, okla tilki ve tavşan avlarlardı. Bunları
yiyecek olarak kullanırlardı.[150] Bu şekilde Türk çocukları
bozkır hayatına
hazırlanmış oluyordu. Türklerdeki “Tay yetişirse at dinlenir, oğul yetişirse
baba
dinlenir.” atasözü bu anlayışı yansıtmaktadır. Bu bakımdan, Türklerde erkek
evlada büyük önem ve değer verilmekteydi. Esasen soyun devamı da ancak
erkek evlat sayesinde mümkün olmaktaydı.
Hun ailesinde babanın yanında annenin de söz hakkı vardı.
O, her
şeyden önce erkeğin “evdeş”i, yani ev arkadaşı idi. Başta ev olmak üzere
ailenin
bütün maddi varlığı, eşlerin ortak malı idi. Ailenin her türlü etkinliğinde de
iş
bölümü anlayışı hâkimdi. Örneğin, erkek evladı yetiştirmek babanın, kız evladı
yetiştirmek de annenin görevi idi. Hunlarda “babasız oğul, anasız kız” bakımsız
sayılırdı.
Eşler arasındaki iş bölümünde kadına büyük ölçüde ev işleri
düşmekteydi. Örneğin, yemek pişirmek, çocuklara bakmak, koyunları sağmak,
sütten elde edilen yiyecekleri hazırlamak, dikiş dikmek, keçe yapmak, kumaş
dokumak, “yurd”u (çadır) kurup sökmek ve bazen kocasının atını eyerlemek hep
kadının işiydi. Bütün bu işlerde anneye kız çocukları yardım etmekteydi. Eski
Türk toplumunda kadının üzerinde hiçbir kısıtlama yoktu. Esasen Hun kadını
çağdaş diğer toplumlarda olduğu gibi bütün haklardan mahrum, mazlum bir
zümre değildi. Özgürdü ve toplumdan da saygı görmekteydi. Daha da önemlisi
kadın, erkekle birlikte ailenin bütün etkinliklerine katılmaktaydı. Hatta o,
erkekler
gibi ata binmekte, silah kullanmakta, avcılık yapmakta ve güreş tutmaktaydı.
Hun toplumunda kadının savaşta düşmanın eline geçmesi büyük bir zillet
sayılmaktaydı. Bundan dolayı Hunlar, savaştan önce kadın ve çocuklarını
güvenlik altına almayı hiçbir zaman ihmal etmezlerdi.[151]
Yukarıda belirtildiği üzere Hunlarda kadınlar
ailede ve toplumda
mazlum bir zümre değillerdi. Hunlarda kadınlar ev arkadaşlığı, savaşma,
avcılık, aile işlerinin yürütülmesi gibi görevlerinin yanında devlet
yönetiminde
de yer almışlardır. Örneğin, Büyük Hun Devleti hakanı Mete, komutan; hatunu
ise, diplomat rolünde idiler.[152]
Eski Hun ailesi bugün olduğu gibi “küçük
aile”, yani “çekirdek aile”
tipindeydi. “Evlenmek” ve “evlendirmek” kelimeleri bu durumu açıkça
göstermektedir. “Evlenmek”, yeni bir ev sahibi olmak, daha doğrusu yeni bir
aile kurmak anlamına geliyordu. Her baba yetişen oğullarını evlendirmek
suretiyle onların da müstakil bir aile hâline gelmelerini sağlamaktaydı. Bundan
dolayı o, ailesindeki evlendirdiği her oğluna bir çadır ile bir miktar mal
vermekteydi. Ancak küçük oğul, evlendikten sonra babasının çadırında
kalmakta, yaşlılıklarında anne ve babasına bakmakta ve onların ölümlerinden
sonra da çadırın ve babasından kalan malın sahibi olmaktaydı.
Hunlarda genellikle dışarıdan evlilik
(exogamie) tercih edilmekteydi.
Daha doğrusu oğlanlar dışarıdan evlendirilmekte, kızlar da dışarıya
verilmekteydi. Bundan maksat, akraba sayısını artırmak, karşılıklı olarak
birbirlerinin destek ve himayesini kazanmaktı. Dışarıdan evlilikten başka bir
maksat da akraba boylar edinerek boylar arasındaki yağma ve çapulu önlemek
ve böylece iç barışı sağlamaktı. Zira konar-göçer bir hayat yaşayan bozkır
ailelerinin ve boylarının doğal afetlere ve düşman saldırılarına karşı
koyabilmeleri, ancak kendi aralarında akrabalık bağları kurmaları ve iş
birliğini
kuvvetlendirmeleriyle mümkün olabilmekteydi.
Öte yandan eski Türk toplumunda tek eşle evlilik
(monogamie) hakimdi.
Bazen erken ölen kardeşlerin dul kalan eşleri, diğer kardeşler ve akraba
erkeklerden biri tarafından ikinci bir eş olarak alınmaktaydı. Bu davranışın
temelinde, aile ve malın parçalanmaması fikri ile himaye ve destek anlayışı
yatmaktaydı.[153] Hunların aile yapısında üvey
anneler (kuma) ile evlenme de söz
konusudur. Kuma deyimi çok eski bir Türk sözüdür. Birinci ve başhatundan
sonra alınan kadınlara kuma denirdi. Hun tarihinde babalar ölünce annelerin
kumaları ile evlenmeler çok görülür. Bu durumun temelinde de daha çok baba
ölünce başsız kalan aileyi bir çatı altında toplama geleneği yatmaktadır. Bu
gelenek aileyi bir çatı altında toplamanın yanında sosyal bir dayanışma
anlayışının da bir sonucudur.[154] Türklerde evlilik oğlan ve
kızın ortak iradesi ile
ailelerin karşılıklı rızasına bağlıydı. Ortak irade ve rıza ile alınan evlenme
kararından sonra, oğlanın babası kızın ailesine başlık (kalın, kalım) ödemek,
kızın ailesi de çeyiz hazırlamak durumundaydı. Fakat her zaman başlık almak
ve vermek mecburiyeti yoktu. Başlık, genellikle at, koyun gibi canlı hayvan
türünden mallar olmaktaydı. “Kalın”ın miktarı ve niteliği, ailenin sosyal
durumuna
ve servetine göre değişmekteydi. “Kalın” nişanı saygın kılmakta, evliliğin
sağlamlığını garantilemekteydi. Esasen kalın, erkek tarafının kadına ve doğacak
çocuklarına bakabilecek durumda olduğunu göstermekte ve iki tarafa da
saygınlık sağlamaktaydı.
Evlilik düğün töreniyle tamamlanmaktaydı. Kız, damadın
babasının
verdiği yeni çadıra at üzerinde getirilmekteydi. Evlenen kıza “gelin”, oğlana
da
“güvey” denmekteydi. Gelin ve güvey mallarını birleştirerek ortak bir ev sahibi
ve
yeni bir aile olmaktaydılar. Öte yandan gelinin çeyizi (egne, yumuş), günümüzde
olduğu gibi eskiden de herkesin görmesi için düğünden önce ve sonra
sergilenmekteydi.
Eski Türklerde akrabalık bağı, “eçü apa” veya
“ata” kelimeleriyle ifade
edilen “büyük baba” (dede) ile başlamaktaydı. “Ata” babanın babası, yani
“dede” olabileceği gibi, ondan önce gelen bütün aile resileri de “ata”
sayılmaktaydı. Türklerde babaya “kang” veya “ata”, anneye de “ana”, “uma”
veya “ög” denmekteydi. Ayrıca hem baba hem anne için, “aba” kelimesi de
kullanılmaktaydı.
Ailede baba ve anneden sonra çocuklar gelmekteydi. Ailenin
ilk
çocuğuna ister oğlan olsun, ister kız olsun “tun ogul” denmekteydi. Ayrıca
ailenin ilk doğurmuş olduğu kız çocuğu için de “tun kız” ifadesi
kullanılmaktaydı.
Ailenin en küçük çocuğuna, yani son çocuğa “aştal ogul” adı verilmekteydi.
Erkek ve kız çocuklarının birbiriyle olan hısımlığı ise “kadaş” (kardeş) veya
“kayın” kelimeleriyle ifade edilmekteydi. Türkler, aynı aileye mensup
çocukların
hısımlığı için sadece “kadaş” (kardeş) kelimesini kullanmakla yetinmemişler;
daha başka kelimeler de yapmışlardır. Bunlar, “karındaş” (kardeş) ve “kangdaş”
(kardeş) kelimeleridir. Fakat, bunlardan “karındaş” kelimesi “bir anadan doğmuş
olan çocuklar” için, “kangdaş” kelimesi de “babaları bir (aynı) olan çocuklar”
için
kullanılmıştır.
Ailede ölüm ve boşanma durumlarında, geride kalan veya
ayrılan erkek
ve kadın tekrar evlenmekteydi. Böyle durumlarda eğer varsa hem erkeğin, hem
kadının çocukları yeni aileye dâhil olmaktaydı. Bu çocukları diğer
kardeşlerinden
ayırt etmek için onlara “ögey ogul” (üvey oğul), “ögey kız” (üvey kız) veya
“baldır
ogul” (üvey oğul), “baldır kız” (üvey kız) denmekteydi. Aynı şekilde Türklerde
evlatlık olarak alınan çocuklar da ailenin bir ferdi sayılmaktaydı. Bu çocuklar
için
“tutuncu ogul” ifadesi kullanılmak suretiyle diğer kardeşlerinden
ayrılmaktaydı.
Hun ailesinde erkek evlatlar için “ogul”, “urı/orı”, “urı
oglan”, “oglan”, kız
evlatlar için de “kız”, “kız oglan kız” ve “ev kızı” gibi sözler
kullanılmaktaydı.
Bunlardan büyük erkek çocuklarına “içi” (ağabey), büyük kız çocuklara da “eçe”,
“eke” veya “eze” (abla) denmekteydi. Eski Türk ailesinde kocanın ve kadının
kendi kardeşleriyle hısımlıklarını ifade eden pek çok sözcük bulunmaktaydı.
Örneğin, kocanın büyük erkek kardeşine “içi”, küçük kardeşine de “ini” adı
verilmekteydi. Kocanın kendisinden küçük olan kız kardeşi de “singil” sözüyle
zikredilmekteydi. Aynı şekilde, kadının kendisinden büyük olan kız kardeşi için
“baldız”, kendisinden küçük olan kız kardeşi için de “yurç” ifadesi
kullanılmaktaydı.
Bugün olduğu gibi eski Hun ailesindeki birinci ve ikinci
kuşakların
birbiriyle olan akrabalığını ifade için de çeşitli sözler vardı. Amca, dayı,
hala ve
teyze çocukları için “atı” (yeğen), “çıkan”, “yigün/yegin” (yeğen) gibi
sözcükler
kullanılmaktaydı. Bu çocuklar da babalarının erkek kardeşlerine “eçi/içi”
(amca),
kız kardeşlerine de “kükü/küküy” (hala) şeklinde hitap etmekteydiler.
Annelerinin
erkek kardeşlerine ise “tagay” (dayı), kız kardeşlerine de “eze” veya günümüzde
olduğu gibi “teyze” (teze) demekteydiler. Öte yandan, ailenin yaşça küçük
fertleri
ağabeylerinin eşleri için “yenğge” (yenge) ifadesini kullanmaktaydılar. Ailenin
reisi, eşinin erkek kardeşlerine, yani kayınbiraderlerine “yurç” demekteydi.
Eski Türk ailesinin hayatı genellikle konar-göçer bir
tarzda geçmekteydi.
Bundan dolayı göçebe Türk ailesinin sabit meskeni bulunmamaktaydı. Onun
meskeni derme çadırlardan ibaretti.[155]
Her cemiyetin kendi aile nizamı üzerine kurulu olduğu, aile
içi ilişkilerin
sosyal ve hukuki yönlerden toplumun türlü cephelerinde gözlemlendiği bilinir. Bu
bakımdan Hun ailesi dikkate değer özellikler taşımaktadır. Hun aile sisteminin
esasları eski Türk siyasi, sosyal hemen bütün kuruluşlarına ve kişilerin
davranışlarına yansımıştır. Eski Türk toplumundaki özel mülkiyette, kişisel
hukukta, hürriyet ve istiklal tutkunluğunda insanları himayeye yönelik sosyal
davranışlarda, adalet, dinî hoşgörülerinde ve bütün bu saydıklarımızı
gerçekleştirmek ve korumakla görevli olan devletin “baba” kabul edilmesinde
Türk ailesinin ana, baba, evlat ilişkilerinde temellenen ilkelerini görmek
olasıdır.
Esasen eski Türk devletlerinin dayandığı iki sosyal birlik vardır. Bunlar aile
ve
ordudur. Hunlarda da aile, devleti şekillendiren önemli bir yapı taşıdır.[156]
2) Boy ve Boy Birlikleri: Bozkır halklarının göçebelikleri sırasında bir
topluluk, bir kabile şeklinde yaşadıkları görülür. Göçebe hayatı ilk bakışta
ortak bir hayata, bir çabaya temel teşkil etmez izlenimini bırakır üzerimizde.
Gerçekten de bozkır halklarında görülen topluluklar, bir birliğin değil ancak
bir
beraberliğin ifadesi olarak kalırlar. Bu beraberliği doğuran olaylar nelerdir?
Toprağın paylaşılmasından doğan savaşlarda
düşmanlara karşı korunmak,
otlakları işgal etmek, koyun sürülerini uzun mesafeler içinde dolaştırmak tek
başına ya da aile üyelerinin yardımıyla gerçekleştirilebilecek işler değildir.
Bu
şartlar yüzünden tek tek çobanlar birleşerek göçebe kabilelerini, aşiretlerini
meydana getirirlerdi.[157] Bu durum Hunlarda da böyle
olmuştur.
Eski Türk toplumunun en homojen birimi “boy”
(bod) idi. Boy, sözcük
anlamıyla da tam bir bütünü ifade etmektedir. Türk toplumu yerleşik hayata
geçinceye kadar boy düzeni içinde yaşamıştır.[158]
Mete Han, boy düzeni içerisinde yaşayan bütün
Orta Asya ve Türk
kavimlerini bir araya getirmiştir. Mete’nin idaresi altına girmiş olan herkes,
“Hun” veya Çinlilerin söyleyişi ile “Hiungnu” olmuş oluyorlardı. Hun adı
yalnızca bir kavmin adı değil, devletin içinde yaşayan halkı da içine alıyordu.
Mete’nin bir aile boyu vardı. Bu boya 700 yıl
süre ile saygı duyulmuştu.
Dışardan evlenme (exogamy) gelenekleri gereğince hakanların kız aldıkları
aileler de devlette üstün bir yer tutuyordu.[159]
Boy, “oguş” (aile) ve “urug” (soy)ların bir
araya gelmesiyle
oluşmaktaydı. Başında “bey” unvanı ile anılan bir boy başkanı
bulunmaktaydı.[160] Buna göre boy, siyasi
nitelikte bir birlik idi. Belirli arazisi ve
savaş gücü vardı. Eski Türk boylarının adları, boyun bu siyasi ve sosyal
özelliklerini ortaya koymaktadır. Bu adlar şöyle sınıflandırılmıştır:
a)
Askerî
teş kilat ve unvanlarla ilgili olanlar: Çor, Yula, Kapan,
Külbey, Yabaku, Yeney, Çepni, Taryan, İğdir, Buku, Tarduş vb.
b)
Askerî-siyasi
olayların etkisinde meydana gelenler: Hazar,
Uygur, Sabar, Kabar, Kesi, Bulgar vb.
c)
Büyük,
şöhretli, zengin anlamlarında olanlar: Bayındır, Bayat,
Çavuldur, Tabgaç vb.
d)
Adam
veya insan anlamını verenler: Hun, Agaçeri, Kumeri,
Mogeri vb.
e)
Hâl
ve tavır veya hava olayını bildirenler: Argu, Argın, Çuvaş,
Karluk, Boran vb.
f)
Kuvvet,
sağlamlık, cesaret, fazilet ifade edenler: Türk, Kayı,
Kangar, Karan, Kınık vb.
g)
Boylar
birliğine katılanların sayısına göre adlandırmalar: On-ok,
Dokuz-Oğuz, On-Uygur, Üç-Karluk vb.
Oğuz adı da birbirlerine bağlanarak belirli
bir siyasi teşkilat kurmuş
Türk boyları manasındadır. Görüldüğü gibi Türk boyları ve genellikle Türk
siyasi kuruluşları şahıs adları ile anılmamışlardır.[161]
Boy başkanları cesareti, mali kudreti,
hizmeti, adaleti ve doğruluğuyla
tanınmış ve kendisini kabul ettirmiş aile reisleri arasından seçim yolu ile iş
başına gelmekteydi. Boy başkanının seçimi ise aile ve urug reisleri tarafından
yapılmaktaydı.
Boy başkanının görevi boydaki iç dayanışmayı
korumak, hak ve
hukuku sağlamak, gerektiğinde boyunun çıkarlarını silah kuvvetiyle
savunmaktı. Bunun için boy başkanının emrinde daima hazır bir silahlı birlik
bulunurdu. Boya, boyun çadırlarına ve boya mensup ailelerin mallarına
yapılan tecavüzler bu silahlı birlik tarafından defedilirdi.
Devlet teşkilatında görülen meclislerin küçük
bir örneği, boyda da
vardı. Meclis üyeleri, aile ve urug reislerinden oluşmaktaydı.[162] Boyun bu
sosyo-politik karakteri, boduna (boylar birlikleri) ve özellikle Türk devletine
bünyevi yapı verdiği için devletin kuruluşunda, çözülmesi ve yeniden
kurulmasında başlıca manivela durumundadır. Bu sebeple çok önemlidir.[163]
Ailede olduğu gibi boyda da fertler ortak ata, kan akrabalığı, ortak
kültür ve
mensubiyet şuuru gibi temel değerlerle birbirine bağlıydılar. Bundan dolayı
her fert, kendini büyük bir ailenin mensubu olarak görmekteydi. Öyle ki
dışarıdan boyun bir ferdine yapılan bir müdahale, bütün boya karşı yapılmış
kabul edilmekte ve ortak hareket edilmekteydi. Öte yandan, boyun içindeki iç
dayanışma da son derece kuvvetliydi. Herkes, adeta ihtiyaç hâlinde birbirine
yardım eden bir aile gibiydi.
Boyu ayakta tutan ve dağılmasını önleyen hiç
şüphesiz “boy şuuru”
idi. İstisnasız her fert, millî kimliğini kendi boyunda bulmakta ve
görmekteydi.
Birbirini tanımayan iki insan karşılaştığı zaman önce: “Hangi boydansın?”
şeklinde sorularla birbirini tanımaya çalışmaktaydı. Cevap olarak birbirlerine
söyledikleri boylarının adı da onların millî kimliklerini göstermekteydi.
Her boyun kendisine ait kışlağı (kışın
geçirildiği yer) ve yaylağı (yazın
geçirildiği yer) vardı. Yaylak, bütün boyun ortak malı olduğu hâlde, kışlak
yani
kışlık konaklar ferdin özel mülkü sayılıyordu. Hayat, kışlak ve yaylak arasında
gidip gelme şeklinde geçmekteydi. İlkbaharda topluca yaylağa gidilir,
sonbaharda da yine topluca dönülürdü. Göç, boy başkanının emri ile
başlardı.[164] Hunlarda sonbaharda büyük bir
kurultay yapılır ve halk ile
hayvanların sayımı yapılırdı.[165]
Her boyun kendisine özgü bir damgası (tamga)
vardı. Damga
genellikle düz, doğru ve keskin çizgilerden oluşmaktaydı. Bir demir parçası
üzerine çizilen bu damga boya mensup aileler tarafından ateşte yakıcı hâle
gelinceye kadar ısıtılıp hayvanları işaretlemek için kullanılırdı.[166]
Boylar birliğine “Bodun” deniyordu. Başında
genellikle, arazisinin
genişliğine ve halkının çokluğuna göre yabgu, şad, ilteber vb. gibi unvanlar
taşıyan idarecilerin bulunduğu “bodun” müstakil veya bir “il”e tabi olabilirdi.
Boylar çoğunlukla soy ve dil birliğine sahip oldukları hâlde, bodunların daha
çok, boyların sadece sıkı iş birliğinin meydana getirdiği siyasi topluluklar
olduğu anlaşılıyor.[167]
Bodun devleti meydana getiren temel unsur
idi. Bu bakımdan siyasi
bir topluluk niteliğindeydi. Devlet, sadece tek bir bodundan meydana
gelmiyordu. Aynı zamanda bodun başkanı olan Türk hükümdarı, diğer bütün
bodunları aynı devlet çatısı altında toplamaya çalışmaktaydı. Örneğin, Büyük
Hun hükümdarı Mete, büyüklü küçüklü 26 tane şehir devletinin hâkimiyetine
son vererek Büyük Hun Devleti’ni meydana getirmiştir. Buradaki 26 şehir
devleti en az 26 boduna dayanmaktaydı.[168]
Mete Han zamanında bu 26 şehir
devletinden başka bütün Türkçe konuşan kavimler bir merkezden idare
olunuyordu. Mete devrinde Hun sülalesine tabi Türkler şunlardır:
I.
Hu’lar:
Bu zümreyi Çinliler, bidayette Hu sonra türlü devirde
türlü isimlerle yadetmişlerdir. Nihayet bunlar Uygur namile şöhret bulmuş
Türk kavmidir. Bunlar Moğolistan’ın kuzeyinde Tangnu-ola Dağları’ndan
güneyinde Sarı Irmak’a kadar doğu Tyan-Şan’dan Tarım Nehri mansabına
kadar uzanan sahayı işgal eden Türklerdi. Bunlar Hun Devleti’nin en
kalabalık unsurunu teşkil ediyorlardı.
II.
Hu’ların
kuzeyinde Tangnu-Ola bölgesinde Ting-ling adlı Türk
kavmi oturuyordu.
III.
Yenisey
Irmağı civarında Kırgızlar (bugünkü Karakırgızların
eslafı) oturuyordu.
IV.
Altay
Dağları’ndan Tarbagatay’a kadar uzanan sahada daha
sonraları Gök Türk ve Karlok isimleri ile tarih sahnesine çıkacak Türk
kavimleri oturuyordu.
V.
Çin
Türkistanı’nın doğusunda Çin’in kuzey batısında daha
sonraları “Tangut” ismi ile bilinen sahada Yüeçi Türkleri oturuyordu. Mete
Han Devrinde Yüeçiler Hunlara itaat ediyorlardı. Mete’nin halefi Kiyuk
devrinde Yüeçiler isyan ettiler fakat müthiş bir surette inhizama uğradılar,
bundan sonra Yüeçiler’in küçük bir kısmı Tibet’e kaçtı, çoğunluğu öteden beri
oturdukları saha olan Tangut vilayetini bırakıp batıya doğru yürüdüler ve Batı
Türkistan’ın İnci (Seyriderya) Irmağı’nın orta mecrasından Hazar denizine
kadar uzanan sahada yerleştiler. Sonra bu Türk zümresi Türkistan ve kuzey
Afganistan’ın bir kısmına şamil bir devlet tesis ettiler.
VI.
Balkaş
Gölü’nün güneyinde İli Irmağı havalisi Usunların vatanı
idi. Usunlar kalabalık bir kavimdi. Payitahtları bugün Yedisu vilayeti ismi ile
bilinen kıtanın doğu kısmında bulunuyordu. Usunlar savaş zamanında
188.800 kadar asker çıkarabiliyorlardı. Memleketleri dağlar, göller ve
nehirlerle dolu gayet münbit bir saha olduğundan Usunlar gayet müreffeh bir
Türk zümresi teşkil ediyorlardı. Zenginlerinin 4-5 bin atı olurdu. Usunlar örf
ve
âdet yönünden Hunlara çok benziyordu. Usunlar arasında mavi gözlü sarışın
tiplere de rastlanıyordu. Her devirde Türkler arasında sarışın ve mavi gözlü
insanlara rastlanmıştır. Bu Usunların dilinin Türkçe olduğu muhakkaktır.
Usunlarda kullanılan resmî unvan ve lakaplar arasında Yabgu ve Beg
unvanlarına da tesadüf ediyoruz. Menşeleri bir kurt olduğuna dair efsane
Usunlarda da vardır.
VII.
Usunlar’ın
güney ve batısında, sonradan Kanglı Türkleri ismini
alacak olan Türkler oturuyorlardı. Bunların sahası Amuderya’ya kadar
uzanıyordu.[169]
Bunlardan başka Mete Han, Hun Devleti’nin
kuzeyinde Sinli, Kiesu
gibi Türk soyundan olan kavimleri birer birer itaat altına almıştır. Ayrıca o,
bu
birliğe Türk soyundan olmayan Moğol, Tunguz, Tibet ve Çinlilerden bazı
kavimleri de dâhil etmiştir. Ancak şurası unutulmamalıdır ki Hun
İmparatorluğu’nu kuran ve yönetenler Türk boylarıdır; devlete şeklini veren
de Türk kültürüdür.[170]
Mete’nin kurduğu bu siyasi ve kültürel
birlik, Orta Asya’da beş asır
müddetle devam etmiş, kabileler arasında sosyal birlik ve dil birliği belki de
bu zamandan itibaren gerçekleşmeye başlamıştı. Mete Han, hâkimiyeti altına
aldığı Orta Asya kavimleri arasındaki asayiş ve birliğe büyük önem vermişti.
Hatta Çin imparatoruna yazdığı mektuplarında, eli silah tutan Orta Asyalıların
barış ve huzur içinde olduklarını ve bunun kendisi için yeterli bir mutluluk
olduğunu ifade etmektedir. Esasen Çin kaynakları da Hunları bir bütün olarak
kabul etmekte ve onların hayatını sanki bir tek hayat şekli varmış gibi
anlatmaktadır. Büyük Hun Devleti’ndeki bu siyasi birliğe rağmen boylar
arasında bir hiyerarşinin de mevcut olduğu şüphesizdi. Mesela beş Hun
kabilesinin asil ve aristokrat olduklarını biliyoruz. Büyük Hun Devleti’nin
aristokrasisini temsil edenler, Türk ve Moğol kabilelerinin reisleri idi. Bu
kabileler uzun zaman imtiyazlarını kaybetmemişlerdi. Bunlardan sonra diğer
Hun kabileleri geliyordu. Hunların altında da bir köle sınıfının olduğu
kaynaklardan anlaşılmaktadır. Bu köle kabilelerin doğrudan doğruya Hun
kabilelerine bağlı olmaları lazımdı. Türklerde şahıs köleliğinden ziyade kabile
köleliğine rastlanmaktadır.[171]
Türk devlet başkanları itaat altına aldıkları
ve merkezî idareye
bağladıkları bodunların başına bazen tiginlerden birini, bazen de kendi
içlerinden birini tayin etmekteydiler. Bodunun varlığını koruyabilmesi ve
devam ettirebilmesi için bazı şartların yerine getirilmesi gerekiyordu. Bunlar:
1) Devlet sahibi olmak 2) Kağan sahibi olmak idi. Fakat bazen bodun
kendisinin uygunsuz tutumu, beylerin yeteneksizliği ve yetersizliği, Çin’in
kurnazca politikaları yüzünden devletini ve kağanını kaybediyordu. Bu durum
bodun için aynı zamanda bağımsızlığını da kaybetmek demekti. Böyle
durumlarda beylerden biri harekete geçip mücadele etmek suretiyle boduna
tekrar bağımsızlığını kazandırıyor ve bütün akraba bodunları bir devlet çatısı
altında topluyordu.[172]
3) Hayat Tarzı: Orta Asya halklarının çoğunluğu avcı veya çoban-
hayvancı halklardan oluşmaktadır. Hepsini belli oranda göçebelik karakterize
etmektedir.[173] Tarih boyunca görülen çeşitli
Türk hanedanlıklarının da
kurdukları devletler sosyo-ekonomik yapı itibarıyla hayvancılık üzerine tesis
edilmiştir. Bu durum bilinen ilk teşkilatlı Türk devleti olan Hunların hayat
tarzlarını da büyük ölçüde etkilemiştir. Bozkır coğrafyası Hunların beslenme,
giyinme, barınma vs. alışkanlıklarını büyük ölçüde şekillendirmiştir. Hunların
hayat tarzı yılın belirli dönemlerinde yaylaklar ve kışlaklar arasında göç
etmek şeklinde olmuştur.[174] At sırtında geçen bir hayat,
baş döndüren bir
sürat, yayladan kışlağa ve kışlaktan yaylağa doğru sürüp giden bir
kovalamaca onların günlük ve olağan hayatları idi.[175]
Türkleri konar-göçer
yaşamaya zorlayan sebep hayvancılığa dayalı sosyo-ekonomik yapıydı.
Bununla beraber kışlak hayatının da yaylanın yanında yer alması Türklerdeki
bu hayat tarzını yarı konar-göçerlik hâline sokmuştur. Yayla ve kışlak
birbirlerini tamamlayan iki bölgedir.[176]
İbrahim Kafesoğlu, bu dönemde Türklerin
yaşadığı göçebelikle diğer
bazı milletlerin yaşadığı -bedevilikle eş değer olan- göçebeliği birbirinden
ayırır. Hunların yarı göçebe bir hayat sürdüklerini ve bu hayat sonucu oluşan
kültürün de “Bozkır Kültürü” olduğunu söyler. Bu kültür, her ne kadar at
merkezli olsa da ilkeleri yalnız attan ibaret değildir. Bunun yanında demir de
vardır. At ve demir, bozkır kültürünün iki temel unsurudur. Bozkır kültüründe
hayat, yarı göçebe olduğu için yazın at ve koyun sürülerinin peşinden
yaylalara çıkan Türkler, kışları kerpiçten ve ahşaptan inşa ettikleri evlerinde
yaşamaktaydılar. Hun Türkleri zamanına ait, Kazakistan’da 77, Moğolistan’da
75, Altaylar’da 72 ve Tanrı Dağları ile Batı Türkistan’da 358 olmak üzere
toplam 609 yerleşim merkezi tespit edilmiştir.[177]
Konar-göçer hayatı bir yandan Türklerin maddi
kültürlerinde, diğer
yandan sosyal yapısında önemli bir rol oynarken bu tarz hayat Türklerin
sosyal yapılarının askerî bir teşkilat hâlinde güçlenmesine de sebep
olmuştur.[178] Fransız tarihçi Rene
Grousset’e göre Hunlar, “ordu biçiminde
örgütlenmiş, hareket hâlinde bir halk”tı.[179]
Hunlarda görülen aile, oba, oymak
ve boy gibi sosyal gruplar bozkırın hayat şartları içinde onluk, yüzlük,
binlik,
tümenlik askerî birlikler hâlinde kendiliğinden bir teşkilatlanmaya gitmek
zorunda kalmıştır. Çünkü herhangi bir boy sürülerini ve otlaklarını elde
tutabilmek için her türlü tehlikeye karşı savaşa hazır durumda bulunmak
zorundaydı. Bozkır insanı bir bakıma yaşayabilmek için galip gelmek
zorundaydı. Bu ise en küçük aile teşekkülünden boy teşkilatına kadar tam bir
disiplin içinde bulunmayı ve hareket etmeyi gerektiriyordu.[180]
Hunların
askerlik alanında gösterdikleri büyük başarılarının sebebi onların
kahramanlıklarının yanında bir de askerî teşkilatla sivil teşkilatı
kaynaştırarak
yürütmeleri, sosyal nizamı aynı zamanda askerî bir nizam hâline getirmeleri
olmuştur.[181] Her Hun bir atlı askerdi.
İcabında derhâl seferber emrine
konulabilirdi. Barış zamanında ise Hunlar, ziraatla ve hayvan beslemekle
meşgul olurlardı.[182] Ata binmek, ok atmak da
Hunların doğal uğraşlarındandı.
At yarışları, cirit, gülle atma, güreş vb. etkinliklerde Hunların hayat
tarzının
birer parçası idi. Bu etkinlikler onların mücadele azmini keskinleştirirdi.[183]
Ayrıca stepleri bezeyen geniş otlak ve fundalıklarda avlanmak da Türk
sivil
hayatında önemli bir yer işgal etmiştir. Şimdi kimsenin yaşamadığı Gobi Altay
çölleri o dönemde bütün kabilelerin vahşi hayvan avlamak için katıldıkları
sürek avlarına şahit olmuştur. Sürek avı yapabilmek için iyi eğitilmiş iz
sürücü
ve avcı olmak gerekir ki bir çeşit askeri tatbikat derecesinde olduğu için
bunlar, Türkler açısından oldukça önemliydi.[184]
Hunlarda kadınlar ve kızlar hayvanların
bakımı, yeme-içme, çocukların
bakımı gibi gündelik işlerinden arta kalan zamanlarını keçe yaygı yapımı
hazırlıklarında veya tezgahlarının başında oturarak geçirirlerdi. Hepsi birer
sanat eseri kimliğinde renk cümbüşü ile bezenmiş keçeleri ve nefis halı
dokumalarını ve bu iş için kullanılacak iplikleri bükmekle (eğirmek)
vakitlerini
değerlendirirlerdi.[185]
Eski Hun ailesinin hayatı genellikle
konar-göçer bir tarzda geçtiği için
sabit bir meskeni bulunmamaktaydı.[186]
Konar ve göçer yaşayış içinde, daima
tetikte hazır bir durumda bulunmalarını mümkün kılan etken şüphesiz
barınaklarıydı.[187] Onun meskeni derme
çadırlardan ibaretti. Çadırlar da
kağnılar, develer ve katırlar üzerinde bir yerden başka bir yere devamlı
taşınmaktaydı.[188] Pazırık Kurganları’ndan çıkan
malzemeden sonra, Hunların
bu devirde birkaç çeşit çadır kullandıkları anlaşılıyor. En basiti, hiç
şüphesiz
sırıkların birbirleriyle çatışarak konik bir biçim meydana getirenidir. Konik
yapısı olan karkasın üzeri keçe örtü olmadığından, karaçam veya kayın ağacı
kabuğu ile kaplanır. Bugün, Altaylar’da, Kazakistan’da, Tuva Bölgesi’nde
sürülerini otlatan çobanlar arasında, bu basit barınak, biçim geleneğini aynen
korumaktadır. Bölgede, bu çadıra Çum veya Kapa ve bütün değişik tipteki
çadırlara Loçik derler (Anadolu’da ise Alaçik denir.). Bu söz Türkçe konuşan
bütün toplulukların sözcük dağarcığında bulunur.
Kurganlardan çıkan uçları deri sırımlarla
birleştirilmiş altı sırık, bu tipte
bir çadır anlayışını aksettiren çok önemli verilerden biridir. Bu sırıklar
konik
bir şekilde toprağa konduğunda üzeri keçe örtü ile kapatılıyor, böylelikle sade
ve çok pratik bir barınak elde ediliyordu. Kurganlardan bu tarzda çadırları
örtmek üzere enlemesine dokunmuş ve çift kat dikilmiş bezler çıkartılmıştır.
Barınak olarak kullanılan diğer çadır tipi
ise yüzyıllar boyu bozkırda
göçebe Türk topluluklarında görülen “Yurd” dan başka bir şey değildi. Ahşap
konstrüksiyondan meydana getirilen yuvarlak planlı ve toparlak örtülü, ortası
delik olan ve tarihin en sisli dönemlerinden beri geleneğini devam ettiren ve
en eski devirlerde Keregü adını taşıyan bu çadırın (yurd) da bu devrede
göçer Türk’ün kutsal evi olduğu anlaşılıyor. Bu çadırlar kâh araba üzerinde
kurulu olarak hiç bozulmadan bir yerden bir yere naklediliyor, kâh parçaları
bir deve üzerinde nakledilerek Gök-Tanrı’nın gölgesinde konaklamayı arzu
ettikleri bölgede pratik bir şekilde kuruluyordu.[189]
En eski çadır tipine Abakan
Bölgesi’ndeki Boyarı Dağı kaya resimlerinde rastlanmaktadır.
Evdeki konfor, çadırda da vardı. Sıcağa ve
soğuğa karşı korunaklı idi.
Sökülmesi ve kurulması Türk ailesinin en fazla bir saatini alıyordu. Çadırların
renkleri Türk ailesinin sosyal ve ekonomik durumunu göstermekteydi.
Örneğin, beylerin çadırı ak renkte olmaktaydı.
Çadırın tek kapısı bulunmaktaydı ve o da
doğuya açılmaktaydı.
Çadırların tepesinde bulunan delik duman deliğidir. Dolayısıyla, çadırın tam
ortasında ısınmada ve yemek pişirmede kullanılan “ocak” yer almaktaydı.
Ocakta bir “sacayağı”, onun üzerinde de yemek pişirilen büyük bir tencere
durmaktaydı. Ocağın hemen arkası, ailenin yaşlılarına, reisine ve misafirlere
ayrılmaktaydı. Bu kısma “tör” (baş köşe) adı verilmekteydi. Sedir veya
kanepe şeklinde olan tör çeşitli renk ve desenlerde yapılmış keçeler, halılar,
kilimler ve değerli hayvan postlarıyla döşenmekteydi. Tör’ün üst kısmındaki
çadır kafeslerine, aile fertlerine ait silahlar ile binit ve koşum takımları
asılmaktaydı. Çadırın orta direğinde daima keçeye sarılmış bir kımız tulumu
asılı durmaktaydı. Çadırın zeminine keçeler, halılar, kilimler ve hayvan
postları serilmekteydi. Çadır kapısının sağ tarafında bulunan kısım kadınlara
aitti. Burada deri tulumlar, ahşap kaplar, kovalar, yemek tasları ve kepçeler,
üç ayak, ekmek teknesi ve ibrik bulunmaktaydı. Çadırların bir köşesine de
içinde çeşitli malzemelerin konduğu çuvallar, heybeler ve torbalar
yerleştirilmekteydi.[190]
Hunlar, sular ile otları arayarak konup
göçüyorlardı.[191] Çok hayvan
besledikleri için hayvanlarına otlak temin etmek üzere senenin değişik
mevsimlerinde oturdukları yerleri değiştirirlerdi.[192]
Surlarla çevrili şehirleri ile
sağlam evleri yoktu. Bu hayat tarzlarından dolayı çadırlarda yaşamışlardır.
Sonbaharda atların semizleşip güçlendiği
çağda Tailin adı verilen bir
yerde Hunlar büyük bir toplantı yaparlardı. Böylece insan ve hayvan
sayılarını tespit ederlerdi. Sonbahar Hunların bir akın zamanıdır. Akınlar
sonbaharda başlardı. Ziraatçı kavimlerin hasatlarından yararlanırlardı.[193]
Hunlar, askerî bir şekilde teşekkül etmiş bir
millet olduklarından onların
hayatında savaş ve savaş hazırlıkları önemli bir yer tutuyordu. Çocuklara ta
küçükten ata binmeyi, ok atmayı öğretirlerdi.[194]
Hunlar besin maddelerini hayvanlar ve
bitkiler olmak üzere iki temel
kaynaktan sağlamaktaydılar. Hayvanlardan elde edilen besin maddeleri,
bitkilerden elde edilen besin maddelerinden daha çok idi. Zira, eski Türk
ekonomisi büyük ölçüde hayvancılığa dayanmaktaydı. Dolayısıyla Hunların
besin maddelerini de genellikle hayvanlardan
elde edilen ürünler
oluşturmaktaydı.
Hayvanlardan elde edilen besin maddelerinin
başında hiç şüphesiz
onların eti gelmekteydi. Hunlar et ihtiyaçlarını kuzu, koyun, koç, keçi, erkeç,
oğlak, at, deve, tavuk gibi kendi besledikleri hayvanlar ile kuş, geyik, tavşan
ve balık gibi av hayvanlarından temin etmekteydiler.[195]
En çok at ve koyun eti
yemekteydiler.[196] Kendi besledikleri
hayvanlardan da genellikle erkeklerini
kesmekteydiler. Örneğin, onlar koyundan koçu, deveden buğrayı, attan aygırı
keçiden de erkeci tercih etmekteydiler. Fakat yine de Hunlar için en makbul
et erkeç ve at etiydi. Türkler, bunlardan özellikle erkeç etinin ilaç gibi
insana
yarayan ve insanı tedavi eden bir özelliğe sahip olduğuna inanmaktaydılar.
Diğer taraftan at eti de Hunlar için misk gibi güzel kokan bir et idi. Hatta
Türkler at etini diğer bütün hayvanların etlerine tercih etmekteydiler.
Et, hem taze olarak günlük, hem de konserve
hâline getirilerek ilerdeki
ihtiyaçları için kullanılmaktaydı. Et günlük ihtiyaçlarda ya ateşte kızartılıp
kavrularak ya da yahni yapılarak yenmekteydi.[197]
Tutmaç da Hunların sevdiği
yemekler arasındaydı.[198] İleride yenmek için ise et
tuzlanıp kurutulmaktaydı.
Bu etin bir bakıma konserve yapılması demekti. Bu usul tamamen bir Türk
buluşuydu. Başka milletler bu usulü, yani etin konserve hâline getirilerek
yenmesini Türklerden öğrenmişlerdir.
Hunlar, pastırma
ve sucuk yapmasını da biliyorlardı. Onlar özellikle
etlik için ayırdıkları hayvanlarını sonbaharda kesip etini bazı baharatlarla
karıştırarak kurutmaktaydılar. Böylece meydana getirdikleri pastırmayı bir
yerde saklayarak ilkbaharda yemekteydiler.[199]
Eski Türkler buna “kak et”
derlerdi.[200] Ayrıca hayvanın
bağırsaklarını da temizledikten sonra karaciğer,
et ve baharat karışımı ile doldurarak sucuk yapmaktaydılar.
Hemen hemen her Türk atlısının yanında azık
olarak bir et parçası
bulunurdu. Tarihî kayıtlara göre Türkler tuzlanmış bir et parçasını bir beze
sararak eyerlerinin altına koymaktadırlar. Burada ezilen et, atın harareti ile
içten yanarak bir süre sonra âdeta pişmekteydi. Böylece hazır hâle gelmiş
olan et parçası ihtiyaç hâlinde yenmekteydi.
Hayvanlardan elde edilen besin maddelerinden
biri de süttür. Süt
pişirilerek yenilip içildiği gibi, ondan çeşitli besin maddeleri de yapılıp
yenmekteydi. Bunların en önemlileri yoğurt, peynir, lor, kaymak, yağ ve kımız
gibi yiyecek ve içecekler idi. Yoğurt Hunların temel gıda maddelerinden
birisidir. Sütten olduğu gibi yoğurttan da çeşitli besin maddeleri
yapılmaktaydı. Bunlar; ayran, yağ, peynir ve çökelek idi. Yoğurttan yapılan
peynire “kurut” (kuru yoğurt) denmekteydi. Kurut genellikle yağı alınmış
yoğurdu kurutmak suretiyle elde edilmekteydi.
Hunlar millî içkileri olan “kımız”ı da sütten
yapmaktaydılar. Onlar, kımız
yapımında tek bir çeşit süt kullanmaktaydılar ki o da kısrak sütüydü.
Kısraktan sağılan taze süt, önce bir tulumda toplanmakta ve bu tulum
dolunca da sütün içine “kor” adı verilen kımız mayası veya biraz kımız ilave
edilmekteydi. Bundan sonra ağzı hava almayacak şekilde sıkıca kapatılan
tulum, çadırın direğine asılarak ara sıra çalkalanmaktaydı. Tulumun içindeki
süt, mayanın ve çalkalanmanın etkisiyle 15-20 gün içinde kımıza dönüşerek
içilecek duruma gelmekteydi. Ekşimiş ayran tadında olan kımız, son derece
besleyici bir özelliğe sahipti. Türkler içkilerini sadece hayvan ürünlerinden
değil, tarım ürünlerinden de imal etmekteydiler. Bunların başında “ugut” ve
“begni” gibi içkiler gelmekteydi. Ugut sadece buğdaydan, begni de buğday,
darı ve arpa gibi tarım ürünlerinden elde edilmekteydi. Ayrıca arı yağı adını
verdikleri baldan da içki (süçük) yapmaktaydılar.
Hunların beslenme kültürlerinde hayvan
ürünleri kadar olmasa bile
bitkilerden elde edilen ürünler de önemli bir yer tutmaktaydı. Bunlar buğday,
darı, arpa ve pirinç gibi ürünler idi. Bu bitkiler ekmek, yufka, kavut gibi
yiyecek maddelerinin yapımında kulllanılmaktaydı. Hunlar patlıcan, fasulye,
pancar, havuç, kabak, şalgam, biber gibi bazı sebzeleri tanımakta ve
yemekteydiler. Elma, şeftali, kayısı, erik, armut, üzüm gibi meyveleri de
yemekteydiler.
Kurganlardan çıkan elbiselere, kaya
resimlerine ve heykellere
bakılırsa, Hunların kıyafeti bugünkü medeni kıyafete çok yakındı.[201]
Türkistan’ın Yedisu bölgesinde Bernstam tarafından yapılan bir kazıda MÖ
II.
veya I. yüzyıla ait olduğu sanılan bir Hun mezarı (bir erkekle, bir kadın)
bulunmuştur. Ölülerin üzerinde çok nefis, ipekli kumaştan yapılmış olan
elbise ve iç çamaşırları da olduğu gibi muhafaza edilmiştir.[202] Kadınların ve
erkeklerin kıyafetleri birbirinden pek ayrılmıyordu. Diyebiliriz ki Türk erkeği
ne
giyiyorsa Türk kadını da aynı elbiseyi giymekteydi. Yalnız kadınların
elbiselerinin etekleri, erkeklerin elbiselerinin eteklerine göre daha uzun
olmaktaydı.[203] Hunlar’da erkek, kadın ve
çocuk giyimlerinde küçük bir fark
olduğu açıktır. Kadın giyiminin erkek giyiminden sadece birkaç ayrıntı ve
daha parlak renkler ve desenler ile ayrılmaktadır. Çocuk giyimlerinin
yetişkinlerin giyim tarzının sanki bir taklidi olması ilginçtir.[204] Kurgan
kazılarından çıkarılan materyale göre kadınlar çok süslü hayvan kürkü veya
postundan kaftanlar da giymişlerdir. Sincap postundan yapılmış bir kaftan
bulunmuştur.[205] Kenkol Kurganı’ndan çıkarılan
kadın cesedinin ipekli
entarisinin üzarinde ipekten bağlar görülmüştür. Ayrıca tetkike değer olan
başka bir nokta da kadının da erkek cesedinde olduğu gibi deriden bir
pantolon giymiş olmasıdır.[206]
Bu maddi kültür unsurları da Hunlarda giyinme
konusunda erkek-kadın açısından büyük benzerlik olduğunu teyit etmektedir.
Bozkırın tipik elbisesi ceket-pantolon idi.
Süvari, en rahat şekilde
ancak böyle giyinebilirdi. Türkler düğme kullanırlar ve ceketlerini Çinliler ve
Moğolların aksine sola açarlardı.
Bozkır Türk giyim eşyasının başlıca malzemesi
koyun, kuzu, sığır, tilki
ve az miktarda ayı derisi ile koyun, keçi ve deve yünü idi. Hunlar bez
dokurlar, giyecek için kendir de yetiştirirlerdi.[207]
Otlak aramanın yanında bir
de deri, kürk ve yün elde etmek ve bunları işlemek için devamlı çalışmak
gerekmekteydi. Esvap ve çeşitli kışlık eşyaların dokunma ameliyesi çadırın
içinde yapılırken yapağı ve yünün boyanması aynı zamanda keçe yapımı
sadece sıcak aylarda ve açık havada olurdu.[208]
Hunlar, yün kumaş ve
bezden iç çamaşırı giyerlerdi.[209] Av hayvanlarının postunu daha
çok kışın
giyerler, yazın ise pamuk, yün, ipek gibi daha hafif malzemeden yapılmış
giysileri giyerlerdi. Bu giysileri renkli işlemelerle alacalı bir hâle
sokarlardı.[210]
Hunların giysilerinin mevsimlik türleri olduğu açıktır ama daha şatafatlı
ve iyi
nitelikte malzemeden yapılmakla birlikte, bayramlık elbiselerin sıradan
elbiselerden ayrılır tarafı olmadığı görülmektedir. Değişik toplumsal
düzeylerdeki insanların elbisesini ayıran şeyin tarzdan ziyade kumaş olduğu
görülmektedir. Süslü ipek belli bir konum içindi ama ev yapımı yün elbiseler
ve kürk giyimi başka bir konuma işaret ediyordu.[211]
Hunlar Çin’e yünlü kumaş ve çeşitli keçeler ihraç
ederlerdi. MÖ 1.
yüzyıldan kalma bir Asya Hun hükümdar ailesine ait Noin-ula kurganında 20
çeşit ipekli kumaş (Çin’den ithal) kalıntısından başka üzerine bir Hun portresi
işlenmiş yün kumaş ile aplike süslü keçeler bulunmuştur. Romalılar keten
gömlek giyildiğini ilk defa Hunlarda görmüşlerdi.[212]
Hunlarda başlı k olarak çeşitli börkler
giyilmekteydi. Börk, Türkçe
börümek (örtmek, kapamak) kelimesinden çıkmış bir isimdir. En çok giyilen
börk “kuturma börk”, “sukarlaç börk” ve “kadıglıg börk” idi. Özellikle sukarlaç
börkler (sivri börkler) Saka Türklerinden beri bütün Türk topluluklarında
görülmekteydi. Türklerin ayrıca tiftikten yapılmış beyaz renkte ve sarık
biçiminde börkleri de vardı.[213] İleri gelenler, makam
sahipleri daha çok
başlıklarının daha uzun ve gösterişli olmasından tanınırdı.[214]
Öte yandan eski
Türk kadınları börkten başka “bürüncük” adıyla anılan bir baş örtüsü
kullanmaktaydılar. Vücudun üst kısmına bugünkü söylenişi ile gömlekler
(gönglek) giyilmekteydi. Bunu deri ve kumaştan yapılmış pantolonlar
tamamlamaktaydı. Ayrıca kış aylarında soğuktan korunmak için dizlere çorap
gibi bir “dizlik” (yişim) geçirilmekteydi.
Ayaklara ise önce çorap (uçuk), sonra uzun
veya kısa konçlu çizmeler
(etük, oyuk) giyilmekteydi. Bu çizmeler genellikle keçeden yapılmaktaydı.[215]
Keçe çorap ve çizme göçebe Türklere mahsus bir kültür unsuru idi.[216] Ayrıca
Türklerin hayvan derisinden yapılmış “başmak” (pabuç) ve “çaruk” (çarık) gibi
daha başka ayakkabıları vardı.[217] Türkistan’ın Yedisu
Bölgesi’nde Bernstam
tarafından yapılan bir kazıda ortaya çıkan Hun mezarındaki ölülerin
ayakkabıları bugünkü Orta Asya köylülerinin ayakkabıları biçiminde olup çok
iyi işlenmiş ince deriden yapılmıştır.[218]
Elbisenin üzerine de etekleri dizlere kadar
uzanan kaftanlar
(yalma/yelme, çekrek) alınmaktaydı. Örneğin, Tüekta kurganında ortaya
çıkarılmış olan bir prens (tigin) cesedine kırmızı, yeşil ve sarı renklerde üç
çeşit elbise giydirilmiş olup bu elbiseler belde bir kuşak ile bağlanmış
durumdadır. Ayrıca havanın soğuk ve yağmurlu olma durumlarına göre,
elbiselerin üzerine kürkten paltolar (partu) veya yağmurluklar (yaku kedüt,
yalma, yelme) da alınmaktaydı. Bir de kepenek (yaptaç) vardı ki bunu
genellikle çobanlar kullanmaktaydı.
Öte yandan kış aylarında ellere günümüzde
olduğu gibi eldiven
(eliglik) takılmaktaydı. Burun temizlemek için de mendil (ulatu) taşınmaktaydı.
El silmek için ise zamanımızda olduğu gibi havlu (suvluk) kullanılmaktaydı.
Türklerde genellikle her aile ihtiyacı olan kumaşı kendisi dokumakta,
elbisesini ve ayakkabısını da kendisi dikmekteydi. Afanesyovo ve Andronovo
kültürlerinden günümüze dikiş malzemesi olarak “kemik iğneler” ve “bakır
bizler” kalmıştır.[219]
Bir Hun (erkek) bireyinin giyimini içten dışa
doğru ele aldığımızda; en
içte altta bir don, onun üzerine deri veya kumaş pantolon giyilir. Ayaklarda
yün çorap yer alır. Ve ayaklara bunun üzerine giyilen çizme ya da bot türü
ayakkabılar keçe veya deriden imal edilirdi. Üst kesimde iç çamaşır üzerine
içlik veya gömlek giyilirdi. Gömlek pantolonun içine sokulmaz aşağıya
sarkardı. Bunlar genellikle hâkim yaka tarzındaydı. En üstte soğuk havalarda
giyilen ve Orta Asya’da çapan denilen kaftanlar bulunmaktaydı. Belde bir
kuşak veya çoğu kez rütbe işareti sayılan, üzeri plakalarla süslenmiş deri
kemer yer alıyordu.[220]
Hunlar giyim kuşam konusunda Çin’i de
etkilemişlerdir. Bu alanda
Çin’de reform yapılmış Çinliler Hunların giyim tarzlarını benimsemişlerdir.
Çünkü Hun elbiseleri at üstünde rahat hareket etmek ve savaşmak için çok
müsaitti. Bu değişme ile Çinlilerin eskiden beri giydikleri uzun elbiseler
yerlerini tokalı kısa ceketlere bırakıyordu. Ata binenler için uygun gelen
pantolon giyme âdeti de yayılmaya başlıyordu. Bundan başka Çinlilerin
eskiden giydikleri ayakkabıların yerlerini de Hunların çizmeleri almaya
başlamışlardı. Daha sonra Hunların süs eşyaları ile madenden yapılmış silah
ve donanım eşyaları da Çin’e gelmiş ve yayılmıştır. Çinliler, Hun giyimlerini
alırken giyimlerin bölümlerine ait adları da değiştirmeden ve yabancı deyimler
ile birlikte almışlardı. Bu yabancı deyimler biraz değiştirilmiş olarak şimdiki
Çincede bile yaşamaktadır. Bu giyim reformunun izleri, çağlar boyunca
Çin’de yaşamıştır.[221]
Eski Türk kurganlarından özellikle kadınların
kullandığı çeşitli süs ve
süslenme eşyaları meydana çıkarılmıştır. Bunlar küpe, gerdanlık (boğmak),
bilezik, boncuk, inci, tarak (targak) ve ayna (gözüngü) gibi çeşitli süs ve
süslenme eşyaları idi. Eski Hun kadınları, zamanımızda olduğu gibi
yanaklarına kırmızı boya (enğlik) sürerek süslenmekteydiler. Ayrıca onlar
keçi kılından zülüf (önğik) yaparak başlarına takmaktaydılar.[222] Yine kazı
materyallerine göre kadınların saçları çoğu kere örgülüydü. Bazen erkekler
gibi tepe perçemi bırakıyorlardı. Bu şekilde tepeleri sivri bir tutam şeklinde
düzenlenmiş saç tuvaletlerine Polosmak Ukok Platosu kurganlarındaki
cesetlerde de rastlanmıştır.[223]
Hunlar’a ait vesikalara göre genellikle
sakallarını kestiren Türk
erkekleri, saçları uzun kesilmiş (Hun tıraşı) ve bıyıklı idiler. Saygı alameti
attan inmek, börk ve başlıkları çıkarmaktı. Dizin birini yere koymak suretiyle
selamlamak (Hun selamı) âdet hâlinde idi.[224]
Hunların hayatlarında gerek bir savaş aracı
olarak, gerekse Orta Asya
bozkırlarının gerektirdiği hayat tarzını yaşamalarında bir binit ve beslenme
aracı olarak at da önemli bir yer tutmuştur.[225]
Hunlar atçı bir topluluktu.[226] At
ve Türkler başlangıçtan beri birbirini tamamlayan iki varlık idiler. Tarihin
çeşitli
medeniyetlerinde at görülmüştür. Ancak yiyeceği, giyeceği ve bütün varlığı ile
at sürülerine dayanan kavimler yalnız Türkler ile komşuları olmuşlardır.[227]
Hayvancılıkta uzmanlaşmış bir millet olan Hunlar, çok çeşitli renk ve
özellikte
at yetiştirmekteydiler.[228] Tasvirlere göre bu atlar uzun
boylu, iri cüsseli, ince
bacaklı, uzun boyunlu ve küçük başlı idi. Uzun ve taranmış yeleleri rahvan
gidişlerine yardımcı oluyordu.[229] Toynakları o kadar güçlüdür
ki bunlara nal
takılmaz, ama yine de en sert arazilerde koşabilirlerdi.[230]
Hunlar, atı hem ekonomik bir varlık olarak,
hem de binit ve savaş aracı
olarak değerlendiriyorlardı.[231] At sürüsü bulunmadıkça bozkır
ekonomisinin
devamı imkânsızdır.[232] Kımız yapılan süt
kısraklardan elde edildiği gibi, kımız
tulumları da genellikle dikkatle yüzülmüş at gönünden (deri) yapılmaktaydı.
Hunlar için en değerli et de at etiydi. Fakat Hunlar atlarını dinî tören ve
zaruret hâli dışında pek fazla kesmem ekteydiler. Hunların hayatında atın
önemi, ekonomik değerinden çok onun bir savaş aracı olarak
kullanılmasından ileri geliyordu.[233]
Bozkırda yalnız savaşçı olmak yetmiyor,
aynı zamanda atlı savaşçı olmak gerekiyordu.[234]
Süvari tekniğini bulan, yani ata binen ilk
kavim Türklerdir.[235] Çinliler de
ata binmeyi MÖ III. yy.da Hunlardan öğrenmişlerdir.[236]
Çinliler, Hunlarla
temasları dolayısıyla Hunların âdetleri, savaş usulleri ve genellikle hayat
tarzları hakkında bilgi vermişlerdir. Bu kayıtlardan öğrendiğimize göre Asya
Hunları tipik bir atlı kavimdir. Bunların hayatında at en mühim unsur
vazifesini
görmüş ve uzak doğunun ilk büyük atlı kavmi olarak at sırtında vuku bulan
süratli ulaştırmayı ve atlı savaş tarzının tanınmasını ve yayılmasını onlar
temin etmişlerdir. Hunlardan önce kuzey kavimleri henüz atlı savaş usullerini
tanımadıkları gibi, Çinliler de atlarını yalnız savaş arabalarında
kullanmışlardır.[237]
Hunların günlük hayatında da en çok
kullandığı vasıta at idi.[238] Hunlar
ata bindikten sonra inmek bilmezlerdi. Batılı tarihçiler onların atla
ilişkilerini
büyük bir hayranlıkla aksettirirler. Bunlardan biri; “Hunlar atlarının üzerinde
iken bir kentor bile kendi bedeni ile bu kadar sıkı bir bağlantı kuramaz.” der.
Bir diğeri de henüz ayakta durmaya ve yürümeye çalışan bir Hun çocuğunun
daima yanı başında eyerlenmiş hazır bir at bulunduğunu yazar. Atlarını
süslemek Türklerde değişmez bir âdetti. Hunlar, kendilerini istedikleri an
diledikleri yere ulaştıran, binlerce kilometrelik mesafeleri rahatlıkla
aşmalarına vasıta olan atlarını süsler, onların koşum takımını ve eyerini
bozkırda karşılaştığı hayvan figürleri ile bezerdi.[239]
Diyebiliriz ki göçebe Hun’un hayatının büyük
bir kısmı at üzerinde
geçmekteydi. Tarihî kayıtlara göre atlara âdeta yapışmış gibi binen Hun
Türkleri doğal ihtiyaçlarını gidermek için dahi atlarından inmezlerdi. At
sırtında alışveriş yaparlar, yerler içerler; hatta atın ince boynuna sarılarak
uyuyabilirler ve güzel rüyalar görürlerdi. At sırtında istişare etmek suretiyle
önemli kararlar verirlerdi.[240] Bizans elçileri Hunlarla
yaptıkları görüşmeler
esnasında onların eyerden inmek istemedikleri için konuşmaların at sırtında
geçtiğini söylerler.[241]
Hunlarda Gök-Tanrı ve atalara kurban olarak
hayvan kesilirdi.
Kesilen kurbanların da en makbulü at idi. Bundan dolayı Asya Hun
imparatorlarına ait kurganlarda bol miktarda at iskeletleri bulunmuştur.[242] Bu
itibarla atın Hunların inanç dünyalarında da çok önemli bir yeri olduğunu
söyleyebilmekteyiz.
4) Bayram ve Festivaller: Bayram ve festivalleri çok çeşitli kısımlara
ayırmak mümkündür. Bunları konularına göre dinî ve dinî olmayan bayram ve
festivaller olarak ayırmak mümkün olduğu gibi, devletin düzenlediği ile halkın
tertip ettiği bayram ve festivaller olarak da ayırmak mümkündür.[243]
Tarihi kayıtlara göre, Türklerin Hunlardan
beri bayram ve festival
türünden birçok tören ve faaliyetleri vardı.[244]
Asya Hun İmparatorluğu’nda
Mo-tun Devrinden (MÖ 209-174) beri devlet işleri ve dinî törenlerle ilgili
olarak üç ayrı toplantıdan bahsedilmiştir.[245]
Senenin ilk ayında kabile reisleri
toplanarak Hsiung-nu İmparatorluk Sarayı’nda küçük bir topluluk meydana
getirirler,[246] beşinci ayda, yani ilkbaharda
“Lung-cınğ” adı verilen yerde
topluca büyük bir bayram yapmaktaydılar. Bu bayramda hem inançla ilgili
âdetler yerine getirilmekte, hem de türlü müsabakalar düzenlenmekteydi. Dinî
âdet olarak evrenin yaratıcısı “Gök-Tanrı” ve kutsal sayılan “yer” için at
kurban edilmekteydi. Bundan sonra bayramın yarışma ve eğlence kısmına
geçiliyordu. Bu kısımda Türklerin en çok sevdikleri bir spor türü olan at
yarışları yapılıyordu.[247] Hunlar yine büyük bir
toplantıyı Tai-lin’de yaparlar ve
aynı zamanda bu toplantıda nüfus sayımı yaparak şahısların vermekle
yükümlü oldukları nüfus vergisini toplarlardı.[248]
At yarışları da sekizinci ayda
yani sonbaharda bir kere daha tekrarlanmaktaydı. Yarış kulvarı olarak da bir
ormanın etrafı veya yere çakılmış ve işaret vazifesi gören ağaç dalları ile
belirlenmiş bir mekân seçilmekteydi.[249]
Çin kaynağı olan Huo Han-shu kitabında bu
festivaller için şu bilgileri
vermektedir: “Hsiung-nu’ların üç tane ejderha festivali vardır ki gök için
ibadet
ettikleri bu festivaller senenin birinci, beşinci ve dokuzuncu aylarının wu
(Çinlilerin kullandığı göğe ait onluk sistemin beşinci işareti olup uğurlu
sayılan
gün anlamına gelmektedir.) gününde yapılır. Güney Hsiung-nular kendi
ananevi gök tanrısına ibadetleri yanı sıra Han Sülalesi’nin (MÖ 206- MS 220)
hükümdar atalarına da ibadetlerini merasimler şeklinde ifa ederlerdi. Bu
festivalden istifade ederek toplanan kabile reisleri aynı zamanda devletin
işlerini de görüşürlerdi. Onlar kendilerini at ve deve yarışları yaparak
eğlendirirlerdi.”
Fakat başka bir Çin kaynağı olan Shıh Chi’ye
göre beşinci ayda Lung-
ch’eng’da yapılan festival daha önemli gözükmektedir. Çünkü bütün kabile
reislerinin ve prenslerin toplanarak ibadet ettikleri bu festivalin arkasından
hemen devletin önemli işleri müzakere edilmektedir. Bu festivale sadece
Hsiung-nu prens ve yüksek dereceli memurlar katılmayıp Hsiung-nu Shan-
yü’nün hükümranlığı altında bulunan diğer kabileler de katılıyordu. Hsiung-nu
vassallarının festivalde hazır bulunmaları onların yalnız tanrıya olan
inançlarından dolayı değil, aynı zamanda Shan-yü’ye karşı siyasi yönden
bağlı olduklarından da ileri geliyordu.[250]
Hunların yaptıkları bu bayram ve
festivallerin birincisi idari, ikincisi dinî
ve millî, üçüncüsü ise askerî bir toplantıdır. Çünkü her sene yıl başında Hun
büyüklerinin yaptıkları toplantıda millet hayatında idari ve millî önemli
konular
görüşülürdü. Bu toplantıda bazan kanun niteliğinde kararlar alınır, bu
toplantıya da ancak idare başında bulunan büyük beyler katılırlardı.
İkinci toplantı, dinî ve millî bir
toplantıdır. Senenin beşinci ayında vuku
bulurdu. Bu toplantı esnasında Hunlar Gök ve Yer tanrısına ibadet ederler,
selefleri için kurban keserlerdi.[251]
Bu toplantıda da millî kararlar alınmıştır. Bu
toplantıda hükümdarlıklar tasdik ediliyor veya yeni tanhu seçimi yapılıyordu.
Gerektiğinde idareye geniş icrai yetkiler verilir ve bütün ülke meseleleri
üzerinde genel görüşmeler açılarak kararlar alınırdı. Tanhu’nun
başkanlığında ve Yin-çü (Hatun)’un prenslerin huzurunda başlayan toplantıya
hükümet üyelerinin, asker-sivil bütün görevli başbuğların diğer yüksek
makam sahiplerinin, tabi Hun boyları ve yabancı zümreler temsilcilerinin
katılmaları mecburi idi. Çünkü bu mecliste ve toplantı münasebeti ile
hükümdar tarafından verilen yemekte hazır bulunmak devlete bağlılık işareti
sayılıyor, aksi durum ise itaatsizlik, isyan anlamına geliyordu. Örneğin, Tanhu
O-yen-t’e (MÖ 85-68)’in tahta çıkışı sırasında hanedan üyeleri arasındaki
anlaşmazlıklar yüzünden sağ kanat elig’leri protesto gösterisi olarak bu
toplantılara gelmemişlerdi. Daha sonraki devirlerde Türk tarihinde çok sözü
edilen “Toy” geleneğinin aslı bu meclis olmalıdır.[252]
Sonbaharda yapılan üçüncü toplantıda ise
bütün asker bir yerde
toplanır, bu toplanışta bütün askerin ve atların adedi, savaş becerisi tesbit
edilir, savaşa dair işler görüşülür, askerî talimler ve manevralar yapılırdı.[253]
Türklerin İslamiyet’ten önce Orta Asya’da
kendilerine has bir hayat
tarzları ve inançları olduğu gibi, yine kendilerine has bayramları ve
festivalleri
de olmuştur. Görüldüğü gibi bu bayram ve festivallerin esasını inançla ilgili
davranışlar ve toplu yapılan eğlenceler oluşturmaktadır. Bayram ve
festivallerin dayandığı düşünce ve inanışta Orta Asya’nın zor tabiat şartları
etkili olmuştur. Hunların hayatında iki önemli mevsim ve iki önemli yer
olmuştur. Mevsim olarak kış ve yaz, yer olarak da kışın geçirildiği kışlak ve
yazın geçirildiği yaylaklardır. Hunlar için kış âdeta kısılmak ve birçok şeyden
mahrum olmak demekti. Yaz ise yayılmak ve daha da önemlisi uzun süren
kış aylarında yaşanan ekonomik sıkıntılardan kurtulmak anlamına geliyordu.
Türkler için bu bir bakıma kurtuluş ve hürriyete kavuşma idi. Böyle bir durum
da ancak bir bayramla kutlanabilirdi. İşte Türklerin yazın müjdecisi olan
ilkbaharda bir bayram yapmalarının başlıca sebebi bu idi.
Eski Türk toplulukları bayramlarını
ilkbaharın gelişi olan mart ayında
kutlamaktaydılar. Bu ay aynı zamanda yeni yılın da ilk ayıdır. Bundan dolayı
onlar bu aya “baş ay” adını veriyorlardı. Kaşgarlı’nın Divanı’nda geçen
ifadeden de anlaşıldığına göre, Türkler bayram yaptıkları günü büyük bir
ihtimalle “yeni gün” (yengi/yangi kün) şeklinde adlandırıyorlardı. Bu kelime de
Farsça “nevruz” kelimesinin tam bir karşılığıdır. Yukarıda Hunların
bayramlarını mayıs ayında yaptıklarını söylemiştik. Görüldüğü gibi bu iki ay,
yani mart ile mayıs ayları arasında iki aya yakın bir zaman farkı
bulunmaktadır. Bu fark neden ileri gelmiştir? Bu durum mevsimlerin erken
veya geç gelmesi ile ilgilidir. Gerçekten de Hunlar Turfan Uygurlarına göre
daha kuzeyde oturuyorlardı. Dolayısıyla onların yurtlarında ilkbahar daha geç
bir zamanda gelmekteydi.[254]
Hunlarda toy merasimlerinin de devlet
hayatında önemli bir yer tuttuğu
bilinmektedir. Toylar doğum, beğ oğlunun ilk avı, tahta çıkma, bir felaketten
kurtulma ve elçi kabulü gibi sebeplerden dolayı yapılıyordu.[255] Toy, bütün
Türk lehçelerinde ve Türkçeden intikal ettiği diğer dillerde doğrudan doğruya
“meclis, toplantı” anlamına gelmektedir ve devlette bir kurum adı olarak
sonraki asırlarda ortaya çıkıp zamanla dilimize de yerleşen Moğolca
“kurultay” (aslı Khuriltai) sözünün Türkçe karşılığıdır. Toy kelimesinin “yemek
yiyerek doymak” ile bir ilgisi görülmemektedir.[256]
Eski Türk bayramlarında dört unsur görülür.
Bunları şu şekilde
belirlemek mümkündür:
1)
Ritüel
değer taşıyan davranışlar,
2)
Hayatlarında
rol oynayan nesneler,
3)
Eğlence
ile ilgili unsurlar,
4)
Giyim,
süslenme ve süsleme ile ilgili unsurlar.
1)
Ritüel Değer Taşıyan Davranışlar: Dinî inanışların tören ve
kurallarına “rit” denir. Başka bir ifade ile “rit”, dinî tören ve tapınmanın
şeklidir.
Tapınma ile ilgili davranışlara ve dinî törenlerde kullanılan nesnelere de
“ritüel” adı verilir. Bu davranışlar insanda heyecan yaratır; nesnelerin de
uğur
getireceğine inanılır. Eski Türk topluluklarının bayramlarında da ritüel değer
taşıyan bazı davranışlar ve nesneler bulunmaktadır. Örneğin, kurban ve
yağmur riti bunların başında geliyordu. Eski Türk dinî, Gök Tanrı inancına
dayanıyordu. Türk inancının merkezine oturtulmuş olan Gök Tanrı evrenin ve
bütün canlıların yaratıcısı durumundaydı. Başta insan olmak üzere bütün
canlılar onun iradesine bağlıydı. Yeryüzündeki hayatı, tabiatı ve iklimi o
düzenlemekteydi. Dolayısıyla Türkler, kendilerini daima, hayatları üzerinde
tek ve mutlak söz sahibi olan Gök-Tanrı’nın destek ve himayesini almak
durumunda hissetmişlerdir. Bunun için de bayramlara önce Gök Tanrı’ya
kurban kesmekle başlamışlardır. Kurban olarak da hayatlarında önemli bir
unsur olan ve başlıca rol oynayan atı tercih etmişlerdir.
2)
Hayatlarında Rol Oynayan Nesneler: Türklerin büyük
devletler kurarak Orta Asya’ya hâkim olmalarında ve yayılmalarında başlıca
iki unsur rol oynamıştır. Bunlardan biri at, diğeri demirdir. Demir, silah
sanayisinin başlıca madenidir. Kılıç, süngü, bıçak vs. bütün savaş araç ve
gereçleri hep demirden yapılmaktaydı. Simocatt adlı bir Bizans tarihçisinin
eski Türk inancı hakkında verdiği bilgi, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Simocatt’ın bu konudaki tespiti şöyledir: ”Türkler; toprağı, suyu, ateşi ve
havayı kutsal sayarlar ve onlara saygı gösterirler. Bununla birlikte gökyüzü
ile
yeri yaratan tek bir Tanrı’dan başka bir şeye tapmazlar. Ona atlar, sığırlar ve
koyunlar kurban ederler.”
3)
Eğlence İle İlgili Unsurlar: Eski Türk bayramlarının en önemli
kısmını eğlenceler oluşturuyordu. Zira Türkler, hayata bağlı, hayatı seven,
gülmekten ve eğlenmekten hoşlanan, son derece canlı, dinamik, hareketli,
dışa dönük ve neşeli bir karakter yapısına sahiptiler. Türklerin bu özellikleri
bayramlarda daha belirgin bir şekilde görülmekteydi. Hunların bayram yerleri,
özellikle yeteneklerin gösterildiği ve sergilendiği bir eğlence şöleni ve
şenlik
yeri olmaktaydı. Kaynakların sınırlı bilgilerinden öğrendiğimize göre, burada
at ve ok yarışları yapılmakta, ayak topu oynanmakta, ayrı ayrı veya gruplar
hâlinde neşeli şarkılar söylenmekte ve bolca kımız içilmekteydi. Böylece
hoşça vakit geçirmek suretiyle eğlenilmekteydi. Bu eğlenceye toplumun
hemen hemen her kesimi katılmaktaydı.
4) Giyim, Süslenme ve Süsleme ile İlgili
Unsurlar: Hunlar, hiç
şüphesiz bayramların ruhuna ve havasına uygun bir şekilde giyinmekteydiler.
Özellikle onların kıyafetlerinde kırmızı, yeşil ve sarı renkler hâkimdi.
Örneğin,
Tüekta kurganında ortaya çıkarılmış olan bir prens (tigin) cesedinin üzerinde
üst üste kırmızı, yeşil ve sarı renklerde üç çeşit elbise giydirilmiş
durumdadır.
Bu renklerden özellikle kırmızı Türklerin rengi idi. Türklerde kırmızı renk
hemen hemen her devirde moda idi. Hunlar bayramlarında hem kendileri
süslenmekte, hem de bayram yerlerini süslemekteydiler. Bayram yerleri
ışıklarla aydınlatılmakta, çiçeklerle donatılmaktaydı. Bu çiçekler hiç şüphesiz
nevruz adıyla da anılan kardelen çiçekleri idi. Zira ilkbaharda ilk açan çiçek
kardelen çiçeğidir. Hunlarda bayram süslemeleri yarışmaya sokulan
hayvanlar için de yapılmaktaydı. Mesela yarıştırılacak atlar, tokuşturulacak
koçlar çeşitli boyalar, kınalar, boncuklar, nazarlıklar, türlü renklerde ve
desenlerde kumaşlar ile süslenmekteydi. Bu âdet bugün Anadolu köylerinde
aynen devam etmektedir.
Ekonomi; tarım, ticaret, zanaat, sanayi,
hayvancılık gibi çeşitli kollara
ve tiplere ayrılmaktadır. Ekonomi tiplerinin oluşumunda ve gelişmesinde
toplumun içinde yaşadığı doğal çevrenin ve iklimin etkisi muhakkaktır.
Yerleşik kültüre sahip topluluklarda ekonomi
genellikle tarım, ticaret,
zanaat ve sanayiye dayanırken bozkır ikliminde ve çevresinde yaşayan
göçebe topluluklarda da hayvancılık, yani besicilik gelişmiştir.[257] Bu duruma
bozkır topraklarının tarıma elverişsiz olması, sadece tarımla geçinmenin
imkânsızlığı sebep olmuş, bozkır halklarını daha baştan hayvancılığa mecbur
etmiştir. Bunun sonucunda da bozkır halklarının ekonomik hayatının temelini,
tarih boyunca her zaman hayvancılık teşkil etmiştir. Bozkırda açlıktan
ölmemek ancak çobanlık yaparak mümkündür.[258]
Fakat hiçbir ekonomik
etkinlik, tek başına toplumun ihtiyaçlarını karşılaması ve yaşaması için
yeterli
olmamaktadır; az da olsa diğer ekonomik etkinliklerle desteklenmesi ve
tamamlanması gerekmektedir. Türklerde hayvancılık ağırlıkta olmakla birlikte,
belirli ölçülerde tarım, ticaret, zanaat ve sanayi de vardı.[259] Bu durum
Hunlarda da böyle olmuştur.
1) Hayvan Besleyiciliği: Türk kültürünün dünya tarihine tesirlerinden
biri önemli bir nokta olan hayvan besiciliğini geliştirmek ve yaymak suretiyle
ekonomiktir. Çünkü hayvancılık; avcılık ve devşiricilik gibi yalnız alarak
karşılığında bir şey vermeyen parazit (asalak) ekonomi yerine, insanları
üretici durumuna sokmak suretiyle çok faydalı bir iktisadi hamlenin
işaretidir.[260] Hunların ekonomisi de
hayvancılığa yani besiciliğe dayanıyordu.
At ve koyun bu ekonominin iki temel unsuruydu. Her iki hayvan da sürüler
hâlinde beslenmekteydi. Besicilik, hayvanların etinden çok, sütünden
faydalanmak için yapılmaktaydı. Ayrıca, at sürüsü sahibine itibar, koyun
sürüsü de maddi güç sağlamaktaydı.[261]
1.1.
At: Orta Asya’da at
sürüsü bulunmadıkça bozkır ekonomisinin
devamı imkânsızdır. Kaynakların yaya yürüyüşüyle ulaşılamayacak kadar
geniş alanlar içinde serpiştirilmiş olması ve bozkırın uzun yürüyüşlere
elverişsiz yapısı ancak atlı savaşçılara yaşama imkânı vermektedir.[262] Bu
durum Hunlar için de geçerli olmuştur. Bu itibarla Hunların sosyal
hayatlarında çok önemli bir yeri olan atın ekonomik hayatlarında da
yadsınamayacak derecede öneme haiz bir yeri olmuştur. Türkler, sürüler
hâlinde yetiştirdikleri atın etini yerler, onu kurban olarak sunarlar ve her
sene
-özellikle savaş atlarından- binlercesini yabancı ülkelere ihraç ederek
ekonomilerini sağlarlardı. At, Türkler tarafından ehlileştirilmiştir ve Türkler
ata
binen ilk insanlar olarak görünmektedir.[263]
Hunların yerleşik oldukları
bölgelerde yapılan kazılar sonucunda evcil hayvanlar arasında atın ön planda
yer aldığı artık büyük bir açıklık kazanmıştır. Şibe, Katanda, Başadar, Berel,
Tüekta, Pazırık ve Noin-Ula kurganlarında atların gömüldüğü bölümlerden
eyerler, koşum takımları ve eyer altı örtüleri gibi birçok atla ilgili zengin
malzeme ele geçmiştir.[264]
Eski Türklerde yetişkin hayvanlara genellikle
at, yund, göçüt gibi
isimler verilmekteydi. Bu isimler arasında en çok at ismi kullanılmaktaydı. Öte
yandan günümüzde olduğu gibi eskiden de hayvanın yavrusuna “kulun”, bir
veya iki yaşına ulaşmış hayvan yavrusuna da “tay” denmekteydi. Tay üç
yaşından itibaren dişi ise doğuracak, erkek ise binilecek duruma gelmekteydi.
Bu duruma göre doğuracak yaşa ulaşmış olan hayvan kısrak, binilecek
duruma gelmiş olan hayvan da at ifadeleriyle anılmaktaydı. Ayrıca erkek
hayvana aygır (adgır) da denmekteydi. Bunlardan at binmek için, aygır da
kısrakların yüğrülmesi (çiftleşmesi) için kullanılmaktaydı. Binit olarak
seçilen
at, genellikle iğdiş edilmekteydi. Bu suretle at daha dayanıklı hâle
gelmekteydi. İğdiş edilmiş ata beçel denmekteydi. Büyüğünden küçüğüne
kadar bütün hayvanlar aynı sürü içinde toplanmaktaydı. Bu sürüye yılkı
denmekteydi. Türklerin vadiler dolusu at sürüleri vardı.
At, eski Hun ekonomisinde dolaylı da olsa
önemli bir yer tutuyordu.
Türkler atı bir ticaret emtiası (satılacak mallar) olarak da değerlendiriyorlardı.
Onlar komşu ülkelerden özellikle Çin’e çok miktarda at satıyorlar ve bunun
karşılığında da ekonomilerinin eksiği olan temel gıda maddeleri ve ipek
alıyorlardı. Atın dişisi olan kısrak ise daha çok damızlık (üremede kullanılan
hayvan) olarak kullanılmaktaydı. Türkler özellikle yaban aygırları ile
kısrakları
çiftleştirmek suretiyle koşma gücü çok yüksek atlar elde etmekteydiler. Bu
atlara arkun adı verilmekteydi.
Kısrağın ekonomik değeri daha çok sütünden
ileri gelmekteydi. Zira
Hunların başlıca içkileri olan kımız sadece kısrak ve deve sütünden
yapılmaktaydı. Kısraklar doğumdan hemen sonra başlayarak tekrar
yüğrülünceye kadar sağılmaktaydı. Kımız tulumları ise genellikle dikkatle
yüzülmüş at gönünden yapılmaktaydı.[265]
At derisinden omuza atılan pelerin
ve kayış yapıldığı gibi, hayvan koşumlarının yapımında da çok miktarda
yararlanılırdı.[266]
Hunlar için hayvanın sütü ve gönü (deri)
kadar eti de önemliydi. Zira
Türkler için en değerli et at etiydi. Onlara göre at eti âdeta misk gibi
kokmaktaydı. Öte yandan atın karnından çıkan bir yağ vardı ki Türkler bu
yağı çok sevmekteydiler. Fakat Hunlar atlarını dinî tören ve zaruret hâli
dışında pek fazla kesmemekteydiler. Onlar et ihtiyaçlarını bol miktarda
ürettikleri koyun keçi gibi evcil hayvanlar ile av hayvanlarından
sağlamaktaydılar. Hayvancılıkta uzmanlaşmış bir millet olan Türkler çok
çeşitli renk ve özellikte at yetiştirmekteydiler.
Hunlar, atı ekonomik olmanın yanında binit ve
savaş aracı olarak da
değerlendirmişlerdir. Göçebe Türk’ün günlük hayatında da en çok kullandığı
vasıta at idi.[267]
1.2.
Koyun: En erken
çağlardan beri Orta Asya Türk topluluklarında
koyun, atın yanında iktisadi hayatta önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Ehli
hayvan besleyiciliğinin ilk safhalarında Tunguz ve Moğollar domuz, İndo-
Germenler inek, manda ve öküz, çöl kavimleri deve, Türkler ise koyun ve at
besleyiciliği yapmışlardı. İlk defa olarak MÖ 2500 yıllarına ait Afanosyevo
kültüründe koyun kemikleri at kemikleri ile birlikte ortaya çıkmıştır. Eti,
sütü,
derisi, yünü ve hatta kemiğinden istifade edilen koyun, attan sonra bozkır
Türk topluluklarında ikinci dereceyi almakta idi.[268]
Hunların ekonomik
hayatlarında da at kadar koyun da önemli bir yer tutmuştur. Hunların en çok
yetiştirdikleri hayvanlardan biri de koyun olmuştur.[269]
Çünkü bu hayvanlar,
atlı göçebe yaşam tarzına bağlı olarak gelişen ekonominin temel taşları
olmuşlardır.
Eski Türklerde koyuna bugünkü söylenişinden
biraz farklı olarak koy,
kon veya kony denmekteydi. Koyunun yavrusuna günümüzde olduğu gibi
eskiden de kuzı (kuzu), altı aylık yavruya da toklı (toklu) adı verilmekteydi.
İlk
doğan kuzu baldır kuzı taze ve semiz kuzu da baklan kuzı adıyla
anılmaktaydı. İki yaşını bitirip üç yaşına basmış olan koyun ise tişek (şişek)
şeklinde adlandırılmaktaydı. Üç yaşına basmış şişek, kuzu doğuracak yani
kuzulayacak duruma gelmekteydi. Sağlıklı ve iyi gelişmiş bir şişek bazen iki
yaşında iken bile kuzulamaktaydı. Koyunun erkeğine günümüzde olduğu gibi
koç veya koçkar denmekteydi.
Hunların büyük koyun sürüleri vardı. Hunlar
koyunu hem ticaret
emtiası olarak, hem de kendi ihtiyaçları için değerlendirmekteydiler. Koyun
Hun ekonomisinde ticaret emtiası olmaktan çok Türklerin kendi ihtiyaçları için
daha önemliydi. Her şeyden önce koyun eski Hun ailesinin geçim kaynağını
oluşturmaktaydı. Kısaca Türkler koyunun sütünden, etinden, yününden
derisinden daha doğrusu onun her şeyinden yararlanmaktaydılar. Esasen
Türkler için iki çeşit koyun vardı. Bunlardan biri sağımlık koyun, diğeri etlik
koyun idi. Adlarından da anlaşılacağı gibi, sağımlık koyun sütü için, etlik
koyun da daha çok eti için beslenmekteydi. Et ihtiyacı için genellikle kısır
kalan (yoz) koyunlar tercih edilmekteydi.
Eski Hun ekonomisinde koyunun sütü ve eti
kadar yünü ve derisi de
önemliydi. Koyun, ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinde olmak üzere senede
iki defa kırkılmaktaydı. İlkbaharda kırkılmış olan yüne yap, yani bugünkü
söylenişi ile yapağı denmekteydi. Yapağı bütün kış boyunca koyunun sırtında
kaldığı için sonbaharda kırkılmış olan yüne göre daha uzun, daha kalın ve
daha sert idi. Koyun yününden hem çeşitli kumaşlar dokunmakta, hem de
keçe, kepenek, çizme, ip, döşek, yastık ve yorgan gibi çeşitli eşyalar
yapılmaktaydı. Koyunun derisi ise çadırlarda sergi eşyası olarak kullanıldığı
gibi, işlenip çeşitli giyim eşyaları hâline getirilerek de değerlendirilmekteydi.
Ayrıca kuzu derisinden kürk de yapılmaktaydı. Bu kürke “içmek” adı
verilmekteydi.[270]
1.3. Diğer Hayvanlar: Hunların bütün hayvanları at ve koyundan
ibaret değildi. Onların sığır, manda, keçi, deve ve tavuk gibi daha başka
hayvanları da vardı.
Türkler çok eski zamanlardan beri sığırı
tanımakta ve bu hayvanı
sürüler hâlinde beslemekteydiler. Bu sürüler udçı adı verilen çobanlar
tarafından güdülmekteydi. Sığır çift sürmede ve araba (kağnı) çekmekte
kullanıldığı gibi, bu hayvanın sütünden, etinden ve derisinden de
yararlanılmaktaydı. Zamanımızda olduğu gibi sığırın dişisine inek, erkeğine
de öküz denmekteydi. İneğin yavrusu ise buzagu (buzağı) adıyla
anılmaktaydı. İki yaşına ulaşmış buzağının dişisine tüge (düğe), erkeğine de
tadun (tosun) adı verilmekteydi. Tosundan sonra boka (boğa) gelmekteydi.
Türklerin az da olsa mandaları da vardı. Manda suyun içinde yatmayı çok
sevdiği için Türkler bu hayvana su sığırı adını vermişlerdir.
Hunların koyun kadar olmasa da büyük keçi
sürüleri vardı. Tıpkı koyun
gibi keçinin de sütünden, etinden, kılından ve derisinden yararlanılmaktaydı.
Özellikle erkek keçinin eti çok lezzetli idi. Keçinin yavrusuna oğlak, altı
aylık
oğlağa da çebiş (çipiç) denmekteydi. Keçinin erkeğine de erkeç (erkek keçi)
adı verilmekteydi. Erkeçin büyüğü ise teke (deke) adıyla anılmaktaydı.
Deve, eski çağlardan beri Orta Asya ve Orta
Doğu ticaret yollarının
rakipsiz nakil vasıtası idi. Ticaret kervanlarındaki yük taşıyan hayvanların
hemen hemen hepsi develerden oluşmaktaydı. Deve açlığa, susuzluğa
dayanıklı son derece sabırlı bir hayvandır. Üstelik sırtında en çok yük
taşıyabilen hayvandır. Hunlar deveyi tanımakta ve bu hayvanı
beslemekteydiler. Deveyi Çin’e götüren Türklerdir. Tıpkı koyun gibi devenin
de sütünden, etinden, tüyünden ve derisinden yararlanılmaktaydı. Fakat deve
daha çok yük hayvanı olarak kullanılmaktaydı. Devenin yavrusuna torum,
botuk, köşek; dişi deveye ıngan, kayalık; erkek deveye de boğra veya lök
denilmekteydi. Türklerin hem tek hörgüçlü hem de çift hörgüçlü develeri
vardı.
2) Ticaret: Ticaret, ihracat ve ithalat gibi iki temel faaliyete
dayanır.
Bunlardan birinci faaliyette malın arzı, ikinci faaliyette de talebi söz
konusudur. Mal arz edebilmek yani satmak için çok miktarda mal üretmek ve
bu malı alıcıya ulaştırmak lazımdır. Malın talebi yani satın alınması ise
ihtiyaç
durumu ile bu malın karşılığının bulunması şartına bağlıdır. Ticaret yapmak
için bizzat mal üretmek gerekmiyor. Üretilmiş olan ihtiyaç fazlası malları alıp
tüketiciye ulaştırmak, yani aracılık etmek de önemli bir ticari faaliyettir.
Eski
Türk topluluklarında ve devletlerinde hem ihtiyacın üzerinde mal üretip
satma, hem kendi ihtiyaç maddelerini komşu ülkelerden temin etme, hem de
ticari mallara aracılık etme şeklindeki ticari faaliyetlerin hepsi vardı.[271] Bu
ticari faaliyetler Hunlarda da bu şekilde cereyan etmiştir.
Araştırmalar neticesinde Asya Hunlarına ait
madenî para
çıkmamıştır.[272] Hunlarda ticaret büyük ölçüde
değiş tokuş esasına
dayanıyordu. Başka bir ifade ile alınan mal karşılığında başka bir mal
verilmekteydi. Bu da alınacak ve verilecek mal hususunda tarafların karşılıklı
anlaşmalarına bağlıydı. Hunların değiş tokuş için en çok kullandıkları mal at
idi.
Ticarette kullanılan başka bir ödeme aracı da
kıymetli madenlerden
yapılmış çeşitli kapkacaklar idi. Alınan mal karşılığında bu madenî eşyalar
satıcıya verilmekteydi. Maden işçiliğinde usta olan Türkler ödeme aracı
olarak kullandıkları kapkacakları genellikle kendileri imal etmekteydiler.
Hunların kendi ekonomik kazançlarının dışında
diğer bozkır kavimleri
gibi dünya ticaretine de katkıları olmuştur. Eğer atlı göçebe kavimler olmasa
idi Orta Asya aşılması imkânsız bir duvar olarak kalacak, Çin-Hindistan
ticareti böylesine erken doğmayacaktı. Yakın doğuyu Çin’e bağlayanlar, Orta
Asya’da bir uçtan öbür uca at oynatan bozkır halkları olmuştur.[273]
2.1.
İhracat: Eski Hun
ekonomisinin temeli atlı göçebe hayat tarzına
bağlı olarak hayvancılığa dayanıyordu. Bundan dolayı Hunların ihraç ettikleri
mallar arasında canlı hayvan ve hayvan ürünleri baş sırayı alıyordu. Hun
Türkleri MS 52 yılında Çin’e çok miktarda sığır sevk etmişler ve bu malları
Çin pazarlarında satmışlardır. Bol miktarda et üreten Türkler bunu uzun
müddet koruyabilmek için çok erken çağlarda konserve yapmayı
öğrenmişlerdi. Konserve et de Çin’e ihraç edilen başlıca maddelerden idi.
Yine Hunlar aynı tarihte Çin sarayına haraç adı altında at ve kürk
sunmuşlardır. Bunlardan başka Hun Türklerinde ihraç mallarının bir kısmı
işlenmiş, bir kısmı da işlenmemiş mamullerden oluşmaktaydı. Tarihî kayıtlara
göre Hun Türkleri komşu ülkelere yünden yapılmış örtüler, kumaşlar ile çeşitli
cinsten keçe ve deri de ihraç etmekteydiler ki bu mamullerden hepsini kendi
hayvanlarından elde etmekteydiler.
Türklerin Çin’e sattıkları daha başka
mamuller de vardı. İslam
coğrafyacılarının bildirdiğine göre örneğin onlar Çin’e yün, yağ, bal, elbise,
misk, zırh, kalkan, topuz gibi çok çeşitli silahlar ve mamuller ihraç
etmekteydiler.[274]
Hunların demirden imal ettikleri ihraç
malları madencilik ve maden
işlemeciliğindeki bilgilerini ve demirin Hun ekonomisindeki varlığını ve yerini
işaret etmektedir. Zira Hunlar demiri işlemeyi biliyorlardı. Geniş Altaylar
bölgesindeki demir madenleri Hunların kontrolü altındaydı. Demirden
yaptıkları araç gereçler Hunların gerek sosyal, gerekse askerî hayatlarını
oldukça kolaylaştırmış, bozkırda güçlü bir şekilde varlık gösterebilmelerini
sağlamıştır. Demir, savaş araçlarının yapılmasında çok önemli bir madendi.
Zira gerek Hunlar gerekse diğer Türk toplulukları bozkırda atın hızı ve
demirin vurucu gücünden faydalanarak kudretli ve hâkim olabilmişlerdir. At ve
demir, bozkır kültürünün iki temel unsuru olmuştur. Hunlar, demirden başka
diğer madenleri de işleyip kullanmışlardır. Tanrı Dağları’nda ve Kaşgar-Kuça
havalisindeki altın, gümüş, bakır, kurşun ve kükürt madenleri de Hunların
kontrolü altında idi.[275]
Eski Türklerde madencilik, bilhassa
demircilik kutsal sayılan bir meslek
idi. Proto-Türk ve Hun Devrindeki Türk maden sanatının en güzel örnekleri
Leningrad Hermitage Müzesinde bulunan ve Orta ve İç Asya’nın çeşitli
kurganlarından I. Petro’nun emriyle toplanan madenî eserlerden meydana
gelmektedir. Bu eserler mücevherler, kemer tokaları, altın plakalar vs. gibi
çeşitli eşyalardan ibarettir.[276]
2.2.
İthalat: Hunların
ekonomik hayatlarında hayvan mahsulleri boldu
ama üretemedikleri bazı mallara ihtiyaç duyuyorlardı. Onlar toprak
mahsullerine ve kumaşa olan ihtiyaçlarını Çinliler ve Sogdlularla sınır
ticareti
yaparak karşılıyorlardı. Çinliler ve Sogdlular fazla becerikli olmayan
göçebeleri aldatıyor fakat göçebeler yaptıkları akınlarda bu zararlarını telafi
ediyorlardı.[277] Hunların ithal ettikleri
mallar arasında ipek önemli bir yer tutar.
Hunlar MS 52 yılında Çin sarayına haraç adı altında at ve kürk sunmuşlar,
karşılığında da ipek almışlardır.[278]
Hunlar komşu milletlere sattıkları başta at
olmak üzere canlı hayvan, konserve et, deri, kösele, kürk, hayvani gıdalar
karşılığında hububat ve giyim eşyası da almışlardır.[279]
Moğolistan’da ve Altaylardaki Hun çağı
mezarlarında hayret edilecek
derecede Çin ve İran mallarının bulunması Hunların Çin ile olan ticari
temaslarının yanında İran ile de ticaret yaptıklarını göstermektedir.[280]
2.3.
Ticaret Yolları: Asya
Hunlarının ülkeleri doğu-batı dünya transit
ticaretine aracılık ediyordu. Çünkü Eski Çağdan itibaren Orta Çağın sonlarına
kadar etkin bir şekilde işleyen milletlerarası önemli kara transit ticaret
yollarının birçoğu Türk ülkelerinden geçiyordu.
İlkçağdan itibaren Orta Çağın sonuna kadar
doğu-batı kara transit
ticaretinde kullanılan en işlek yol hiç şüphesiz İpek Yolu idi. Bu durum Hun
ekonomisi ve ticaret güzergâhı açısından da son derece önemli olmuştur. Bu
yolun en önemli ticaret emtiasını Çin’de bol miktarda üretilen ipek ve ipekli
kumaşlar oluşturmaktaydı. İpek ve ipek mamulleri, kervanlar vasıtasıyla yaz
kış demeden devamlı batı ülkelerine taşınmaktaydı. İpek Yolu üzerinden batı
ülkelerine sadece ipek ve ipekli kumaşlar sevk edilmiyordu. Çin’de üretilerek
batıya sevk edilen daha başka mamuller de vardı. Bunlar yada taşı, şarap, at,
madenî eşya, porselen, ziynet eşyası ve değerli maden gibi çeşitli mamuller
idi. Bu mamullerin içinde Çin seramik kapları (porselen) önemli bir yer
tutmaktaydı. Bu seramik kapların bir kısmı baharat, zencefil suyu ve
eczacılıkla ilgili değerli maddelerin batıya sevk edilmesinde kullanılmak üzere
özel bir biçimde imal edilmekteydi.
İpek Yolu’nun Orta Asya kısmı bazı istisnalar
göz ardı edilirse
Hunlardan itibaren bin yıl süre ile Türk topluluklarının ve devletlerinin
hâkimiyetinde ve denetiminde kalmıştır. Türklerin bu husustaki en önemli
rolleri İpek Yolu’nu daima açık ve güvenlik altında tutmuş olmalarıdır. Bu
durum hem ticaretin hem de siyasi ilişkilerin gelişmesine büyük ölçüde
yardım etmiştir. İpek Yolu’nda faaliyet gösteren tüccarlar transit ticaretten
hiç
şüphesiz büyük gelirler elde etmekteydiler. İpek Yolu’nun hâkimi olan Türkler
ise bu duruma uzun süre seyirci kalmadılar, zamanla burada cereyan eden
ticaretin önemini ve değerini kavradılar. İpek Yolu’ndan Hunlar da
faydalanmışlardır. Ve bu yola hâkim olmak ve bu hâkimiyeti sürdürmek için
mücadele vermişlerdir.
Genellikle kuzey-güney istikametinde cereyan
eden Hun-Çin
mücadelesi MÖ II. yüzyılın sonlarından itibaren birden doğu-batı şeklinde yön
değiştirmiştir. Bunun başlıca sebebi Hunların elinde bulunan zengin İpek
Yolu’nu Çin’in ele geçirmek istemesidir. Çin imparatorlarından ilk defa Wu-ti
dikkatini batıya çevirmiş; İpek Yolu’nun geçtiği memleketleri ve kavimleri
öğrenerek onlarla iş birliği yapmayı planlamıştır. Bu amaçla MÖ 138 tarihinde
yüksek rütbeli bir subay olan Çang-Kien’i Hun ülkesine göndermiştir. Bu
casus gizli görevini yaparken Hunlar tarafından yakalanıp on yıl gibi bir süre
göz hapsinde tutulmuştur. Bir ara kaçmayı başaran Çinli casus İpek Yolu
hakkında edindiği bilgileri bir rapor hâline getirerek imparator Wu-ti’ye
sunmuştur. Bu rapor bundan böyle Çin’in batıya doğru takip edeceği yayılma
politikası için başlıca kılavuz olmuştur. Bundan sonra batıya doğru yayılma
politikasını uygulamaya koymuş, Cungarya, Kuça, Turfan, Yarkent, Tanrı
Dağları gibi İpek Yolu üzerinde bulunan toprakları istilaya girişmiştir.[281]
Hun çağında Fergana’nın yerli kültürünü
temsil eden en önemli
merkez, Kâsân şehri idi. Bu şehrin halkı da tüccar kolonilerden oluşuyordu.[282]
Eski Türk devletleri komşu ülkelerle
yaptıkları ticaretin güvenlik içinde
cereyan etmesi maksadıyla bazı tedbirlere başvurmaktaydılar. Bu tedbirlerin
başında komşu devletlerle olan sınırlarda serbest ticaret pazarlarının
kurulması gelmekteydi. Tarihî kayıtlara göre ilk serbest ticaret pazarı Asya
Hun Devleti ile Çin arasında kurulmuştur. Bu pazarlar için belirlenen yerler
ise genellikle Çin’e ait sınır şehirleri idi.[283]
Çin köylüleri bu pazarlarda
ürünlerini Çinli olmayanlar ile değiştirme imkânlarını da buluyorlardı. Böylece
Hunlar ile Çinliler karşılıklı ticaret yapma tecrübelerine alışmış oluyorlardı.
Ayrıca bu alışveriş her iki kavim için de yararlı oluyordu. Ticaret o kadar
gelişmiştir ki konar-göçer Hunlardan at satın alıp Çin’in içlerinde satan büyük
tüccarların adlarına bile kaynaklarda rastlanmaktadır.[284]
Çin-Hun sınır
kasabalarında cereyan eden ticari faaliyetlere Çin büyük önem verirdi. 734
tarihli anlaşma ile Ling-çu’daki So-fang şehrinin ortak Pazar yeri olmasına
karar verilmişti.
2.4.
Vergiler: Bozkır
devletinin maliyesi mağlup ve tabi
memleketlerden altın, madenî para veya ayni olarak alınan yıllık vergiler ve
hediyelerden başka, halktan tahsil edilen vergilerle destekleniyordu. Asya
Hun İmparatorluğu’nda hususi memurlar vergi toplarlardı. Bu memurları
kovmak cüretini gösteren Moğol O-huanlar’a karşı sol Bilge “elig”i savaş
açmıştı.[285]
Hunlar Orta Asya’da önemli bir ticari
güzergâh olan İpek Yolu üzerinde
faaliyet gösteren tüccarların elde ettikleri gelirlerden bir kısmını koruma ve
geçit vergisi adı altında hazinelerine almaktaydılar. Zira bu gelirler de başta
Çin olmak üzere bölge devletlerinin dikkatlerini İpek Yolu üzerine çekmiş ve
İpek Yolu hâkimiyeti için asırlarca mücadele edilmiştir.
3. Tarım: Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartları hayvancılığa olduğu
kadar tarıma elverişli değildi. Tarım ancak tabiat ve iklim şartlarının imkân
verdiği ölçüde vardı. Buna rağmen tarım, hayvancılık yapan Hunlar için en az
sürü beslemek kadar önemli bir faaliyet idi.[286]
Çin vakayinamelerinde de
Hunların ziraatle uğraştıkları, bu itibarla sabit mahallerde ikamet ettikleri
açıklıkla belirtilmiştir. Mete Devrinde her Hun’un kendine özel bir arazi
parçası vardı. Barış zamanında Hunlar ziraatle ve bir kısmı hayvan
beslemekle meşgul olurlardı.[287]
Altay bölgesinde Hunlar zamanında açılmış
sulama kanallarına
rastlanmıştır. Tötö Irmağı’ndan açılan kanal ve bu bölgeye yakın Ak-tura
kanalı Altaylardaki tarımın işaretleridir.[288]
Ayrıca Başkaus bölgesinde,
Çulışman Nehri yakınlarında sulama kanallarının izleri bugünde açık olarak
görülmektedir. Kudırge kurganlarının bulunduğu yerin yakınında bulunan bu
ova, Çulışman Nehri’nden alınan sularla ilmî bir şekilde sulanmıştır. Ova,
nehrin kıvrımının içinde kalmaktadır. Bu kalıntılar bize gerek Selenga
kıyılarında ve gerekse Altay bölgesinde Büyük Hun Devleti’nden itibaren bir
ziraat kültürünün meydana geldiğini göstermektedir.[289]
Selenga-Baykal Gölü arasındaki, İvolgi ve
İlmova adlı yerlerde çeşitli
saban demirleri (Çin’den ithal), oraklar, değirmen taşları bulunmuş, ayrıca
hububatı korumaya yarar çukurlar görülmüştür.[290].
Bulunan saban demirleri
üzerinde Çin yazılarının bulunması, Kuzey Moğolistan’daki ziraat kültürü
üzerindeki Çin tesirlerini göstermektedir.[291]
Eski Türk toplumunda tarıgçı/tarıdacı adıyla
anılan bir çiftçi kesimi
bulunuyordu. Bu meslek grubu hiç şüphesiz tarımın yanında hayvancılık da
yapmaktaydı. Öte yandan Türkçenin en eski kelimelerinden biri tarla, diğeri
ekindir. Tarla kelimesinin en eski şekli tarıglagdır. Tarıglag da “darı (mısır)
ekilen yer” demektir. Darının asıl vatanı Çin’dir. Tarihî kayıtlara göre
Türkler
Hun çağından beri bu ürünü tanımakta ve yetiştirmekteydiler.
Türklerin ekip yetiştirdikleri en eski tarım
ürünlerinin başında buğday,
çavdar ve arpa gelmektedir.[292] Bir Çin yıllığı şiddetli
soğuk yüzünden bir sene
Hun topraklarında ekin ermediğini yazmaktadır. Yine aynı kaynaklar bir Hun
buğday cinsinden bahsetmektedir.[293]
Tarihî kayıtlara göre bu ürünlerin ana
vatanı Ön Asya ise de ikinci vatanı Orta Asya’dır. Türkmenistan’ın başkenti
Aşkabat yakınlarında Anav’da yapılan kazılarda günümüzden 6 bin yıl
öncesine ait yerleşik bir kültür meydana çıkarılmıştır. Anav insanı kerpiçten
yapılmış evlerde oturuyor, çiftçilik yapıyor ve çeşitli tarım ürünleri
yetiştiriyordu. Hatta aynı bölgede bugün Namazgâh-tepe adıyla anılan yerde,
arpayı un yapmakta kullanılmış dibekler bile bulunmuştur.
Buğdayı Hun Türkleri de tanıyordu. Zira Çin
yıllıklarında Hunların
ürettiği bir buğday cinsi pi-mai adı ile kaydedilmiştir. Hunlar gibi Orta
Asya’da
büyük devletler kuran Türk toplulukları ipek, buğday ve pirinç gibi
ekonomilerinin eksiği olan temel ürünleri zaman zaman Çin’den hediye ve
vergi olarak temin etmekteydiler. Buna rağmen onlar buğday gibi tarım
ürünlerinde tamamen Çin ekonomisine bağımlı değillerdi. Daha doğrusu bu
ürünü onlar da yetiştirmekteydiler. Öte yandan Çinliler tarım ekonomisinde
ileri bir toplum idiler. Bunun için Hunlar zaman zaman Çinlilerin tarım ürünü
ve vasıtalarından yararlanmaktaydılar. Türklerin hayatında ve ekonomisinde
at başlıca rol oynuyordu. Bunun için Türkler şüphesiz at yemi olarak bol
miktarda arpa yetiştirmekteydiler.
Hunlar fasulye cinsinden baklagilleri de
tanımaktaydılar. Mesela acı
bakla bunların başında gelmekteydi. Çinlilerin acı baklayı Hunlardan almış
olmaları kuvvetle muhtemeldir. Zira Çin yıllıklarının kayıtlarına göre Çin’de
yetiştirilen bir çeşit baklaya “Hun veya Uygur baklası” adı verilmekteydi.
Hunlar kendir ve pamuk gibi sanayi bitkileri
de yetiştirmekteydiler.
Onların özellikle pamuk yetiştirdikleri tarlaları vardı. Kendir, ip ve urgan;
pamuk da kumaş yapımında kullanılmaktaydı.[294]
III. BÖLÜM
GÖKTÜRKLERDE SOSYAL VE EKONOMİK
HAYAT
A) SOSYAL HAYAT
1) Aile: Türk sosyal hayatı aile ve akrabalık bağları üzerine
kurulmuştur.[295] Toplumun en küçük birimi olan
Göktürk ailesi bir baba
ailesidir.[296] Göktürklerde aile, kan
akrabalığına dayanıyordu. Ailenin reisi
baba idi. Babanın görevi ailenin geçimini sağlamak, aileyi korumak ve
yetişmiş evlatlarını evlendirmek idi.[297]
Ancak Göktürklerde babanın otoritesi
sonsuz değildi. Fakat devlet, çocuğun yetişmesinde sorumlu olarak babayı
görürdü. Ailede esasen tek bir kadın ve tek bir anne (baş hatun) vardı.[298]
Birinci ve başhatundan sonra alınan kadınlara kuma denirdi.[299] Ancak
verasete yalnızca “Baş-Hatun”un çocukları hak kazanırdı.[300]
Göktürk
tarihinde babalar ölünce annelerin kumaları ile evlenmeler çok görülür. Bu
daha çok baba ölünce başsız kalan aileyi bir çatı altında toplama geleneğidir.
Bu geleneğin doğuş sebeplerinin altında sosyal bir dayanışma anlayışı
yatmaktadır.[301]
Göktürkler’de boşanma ve zina gibi anlayışlar
ise henüz daha
doğmamıştı. Baba ölürse oğullar, kardeş ölürse diğer kardeşler ölenlerin
çocuklarını alıp bakmak zorunda idiler. Hırsızlık ve savaştan kaçma ölümle
sonuçlanırdı. Göktürk ailesi baba, ana ve çocuklardan meydana gelirdi.
Göktürklerde herşeyin temeli de bu aile idi.[302]
En küçük iktisadi birliği de aile
teşkil ediyordu.[303] Göktürklerde aile kan
akrabalığı esasına dayanıyordu.
Türklerin dünyanın dört bucağına dağılmalarına rağmen varlıklarını
korumaları aile yapısına verdikleri büyük önemden ileri gelir ki bunun delili
de
Türk dilinde başka milletlerde rastlanmayan zenginlikte mevcut olan akrabalık
nüanslarını belirleyici kelimelerdir.
Göktürk ailesi geniş aile şeklinde görünmekte
ise de aslında küçük aile
tipinde kurulu bulunması akla daha yakın gelmektedir. Çünkü aile, aile
reisinin adeta mülk sayılan aile efradı üzerinde kesin söz hakkına sahip eski
Yunan’daki “genose” ve Roma’daki “gens” (geniş aileler)’den çok farklı
olduğu gibi İslavlardaki aile büyüğünün bütün aile halkına köleleri gibi
hükmettiği, kollektif mülkiyete dayalı, tipik geniş aile olan “zadruga”ya
benzemez. Gelişmiş çoban ailesinde ise ortaklık yalnız otlaklar ve hayvan
sürülerinde görülür. Türkçede izdivaç için kullanılan evlenme veya
evlendirme tabirleri evlenen erkek veya kızın baba ocağından ayrılarak ayrı
bir ev (aile) meydana getirdiğinin ifadesidir. Genellikle bilindiği gibi dıştan
evlenme (exogami)’nin esas olduğu ve sulta (zorla) ile değil velayet (dost,
yardımcı)’e dayanan baba hukukunun geçerli bulunduğu Göktürk ailesinde
evlenen oğullar hisselerini alıp yeni aile kurmak üzere çıkarlar, baba evi ise
en küçük oğula kalırdı.[304] Baba ocağını tüttürdüğü için
en küçük oğula “ot
tigin” (ateş prensi) denmekteydi.[305]
Esasen dağınık çobanlık hayatı büyük
aile kuruluşuna elverişli değildi. Ailede özel mülkiyet mevcut idi. Onlar
belirli
toprak üzerinde kümelenip bir arada oturamazlardı. Böylece küçük aile
nizamında yaşayan eski Türkler daha hür fertler yetiştirmek imkânına sahip
idiler. Göktürk ailesinde öyle bir hürriyet havası vardı ki her aile başlı
başına
bir “İl” sayılabilirdi.
Göktürklerde leviratus mevcuttur.[306] Bir babanın, büyük kardeşin
veya
amcanın ölümünden sonra, oğul, ortanca kardeş ve yeğenler dul eşler ile
evlenirlerdi.[307] Ve genellikle tek eşlilik
(monogamie) görülürdü.[308] Ölen
kardeşin dul kalan eşi ile evlenme davranışının temelinde aile ve malın
parçalanmaması fikri ile himaye ve destek anlayışı yatmaktadır. Göktürklerde
evliliğin tesisinde başka bir boyut ise dışarıdan (exogamie) evliliğin tercih
edilmesidir. Oğlanlar dışarıdan evlendirilmekte, kızlar da dışarıya
verilmekteydi. Bundan maksat akraba sayısını artırmak, karşılıklı olarak
birbirlerinin destek ve himayesini kazanmaktı. Dışarıdan evlilikten başka bir
maksat da akraba boylar edinerek boylar arasındaki yağma ve çapulu
önlemek ve böylece iç barışı sağlamaktı.[309]
Türk devletleri insanların inançlarına ve
ailedeki töreye göre
şekillenmiştir. Bu durum Göktürklerde de bu şekilde olmuştur.[310] Toplumda
düzeni sağlamak ve korumakla görevli devletin “baba” telakki edilmesinde
Türk ailesinin -ana, baba, evlat münasebetlerinde temellenen- prensiplerini
görmek mümkündür.[311]
Göktürklerde kadını isteme insiyatifi erkeğe
aittir.[312] Evlenmeler kız ve
erkek ailelerin toplum içindeki yeri ve değeriyle eşit olmalarını
gerektiriyordu.
Soylu bir ailenin kızı yine soylu bir aileden birinin oğluyla evlenebilirdi.
Bu,
aileler ve evlenen çiftler arasında uyuşma ve anlaşmayı, dolayısıyla evliliğin
sürekliliği bakımlarından öngörülen ve günümüzde bile değerini koruyan
ilkelerdendi. Evlilik öncesi tanışıp anlaşma gibi özellikler ailelerin
benimsedikleri koşullardandı. Yani evlilikte oğlan ve kızın ortak iradesi ve
ailelerin karşılıklı rızası göz ardı edilmemiştir. Günümüzde başlık diye
adlandırılan erkek tarafının kız tarafına vermekle yükümlü olduğu para, altın
ve eşya gibi değerli armağanlar (kalın) ailelerin maddi yetenekleri ve
olanaklarıyla orantılı olarak verilirdi.[313]
Kalın, nişanı muteber kılmakta ve
evliliğin sağlamlığını garantilemekteydi. Kız tarafı da çeyiz hazırlamak
durumundaydı.
Evlenen kıza gelin, oğlana da güvey
denilmekteydi. Gelin ve güvey
mallarını birleştirerek ortak bir ev sahibi ve yeni bir aile olmaktaydılar.
Gelinin
çeyizi (egne, yumuş) günümüzde olduğu gibi eskiden de herkesin görmesi
için düğünden önce ve sonra sergilenmekteydi.
Akrabalık bağı eçü apa veya ata kelimeleriyle
ifade edilen büyük baba
(dede) ile başlamaktaydı. Eçü apa veya ata babanın babası yani dede
olabileceği gibi ondan önce gelen bütün aile reisleri de eçü apa veya ata
sayılmaktaydı. Babaya kang veya ata, anneye ana, uma veya ög
denilmekteydi. Ayrıca hem baba hem anne için aba kelimesi de
kullanılmaktaydı. Çocuklar babalarına atakı, annelerine anakı şeklinde hitap
etmekteydiler. Üvey baba ögey ata veya kangsık ata kelimeleriyle ifade
edilmekteydi. Ailenin ilk çocuğuna oğlan ya da kız olsun tun ogul
denmekteydi. İlk kız çocuğuna tun kız, ailenin en küçük çocuğuna aştal ogul
adı verilmekteydi.[314] Göktürklere göre, “Oğul soy
ağacının kütüğü; kardeş ise
o ağacın yaprakları” gibi idiler. Ünlü Göktürk Kağanı Işbara Kağan öldüğü
zaman, oğlu daha küçüktü. Bu sebeple devletin ileri gelenleri toplanmış ve
Işbara’nın küçük kardeşini kağanlık tahtına çıkarmışlardı. Fakat yeni kağan
bir nezaket gereği olarak Işbara Kağan’ın oğluna bir elçi gönderip “kendisinin
Işbara-Kağan soyunun yaprakları, oğlunun ise kütüğü olduğunu”
hatırlatmıştır. Bunun için de Işbara Kağan’ın oğlunu, kendi yerine kağanlık
tahtına oturması için davet etmişti. Işbara’nın oğlu kağan olan amcasının
hem kendisinin hem de ailesinin büyüğü olduğunu hatırlatarak bu teklifi
reddetmiştir. Çin tarihlerinin karşılıklı konuşmalarla anlattığı bu belge,
Göktürk sosyal tarihi ve Türk milletinin sosyal tarihini ortaya koyması
bakımından büyük bir değer taşır.[315]
Erkek ve kız çocuklarının birbirleriyle olan
hısımlığı ise kadaş (kardeş)
veya kayın kelimeleri ile ifade edilmekteydi. Kadaş kelimesinden başka
karındaş ve kangdaş kelimeleri de kullanılmıştır. Üvey çocuklar için ögey
ogul, ögey kız gibi kelimeler kullanılmış, evlatlık olarak alınan çocuklar için
ise tutuncu ogul ifadesi kullanılmıştır. Kocanın büyük erkek kardeşine içi,
küçük kardeşine de ini adı verilmekteydi. Kocanın küçük kız kardeşine singil,
kadının kendisinden büyük kız kardeşine baldız, küçük kız kardeşe de yurç
ismi verilmekteydi. Amca, dayı, hala ve teyze çocukları için atı (yeğen),
çıkan,
yigün/ yegin (yeğen) gibi kelimeler kullanılmaktaydı.
Çocuklar babanın erkek kardeşine eçi/içi
(amca), kız kardeşine
kükü/küküy (hala) şeklinde hitap etmekteydiler. Annenin erkek kardeşine
tagay (dayı), kız kardeşine eze (teyze/teze) demekteydiler. Ailenin küçük
fertleri ağabeylerin eşlerine yenğge (yenge) ifadesini kullanmaktaydılar.
Ailenin reisi eşinin erkek kardeşlerine yani kayınbiraderlere yurç
demekteydi.[316]
Göktürkler’de kadına karşı davranışlarda
dikkat çekecek ölçüde
şövalyelere yaraşır bir saygı vardı.[317]
Göktürk ailesinde babanın yanında
annenin de söz hakkı vardı. Anne her şeyden önce erkeğin evdeşi yani ev
arkadaşı idi.[318] Çadıra giren oğul önce anaya,
sonra babaya selam verirdi.
Orhon Yazıtları’nda Kül Tegin’in ölüme meydan okuyan karındaşlarıyla
birlikte ordasını savunduğu bir savaş oldukça heyecanlı bir ifadeyle tasvir
edilmiştir.[319] Ailenin yaşlı ve genç
fertleri sıkı bir kademe disiplini içinde
birbirlerinden ayrılmışlardı. Cemiyet hayatında kadının yüksek bir mevkisi
vardı.
Göktürk ailesinde kadınlar aile reisinin
savaş dolayısıyla evden sık sık
uzaklaşması esnasında evin ve hizmetkârların idaresini üzerine alırdı. Yine
bu dönemlerde hayvanların bakımı ve gündelik işlerin tamamını da kadınlar
yapmaktaydı.[320] Aile ocağının iç görevini
yürüten “ana” ya da “karı”, aile
ocağının başı olarak güveni sağlayan “baba ya da koca” ya karşı sorumlu
olmakla birlikte, tüm hak ve yetkilere eşit oranda sahipti.[321]
Ailenin her türlü
faaliyetinde iş bölümü anlayışı hâkimdi. Eşler arasındaki iş bölümünde
kadına büyük ölçüde ev işleri düşmekteydi. Örneğin, yemek pişirmek,
çocuklara bakmak, dikiş dikmek, keçe yapmak vs. işler kadınların gündelik
işlerindendi.[322] Bu ev işlerinin yanında
hayvanları sağma, sütlerini hazırlama
gibi işleride ev kadınları yüklenirlerdi.[323]
Bütün bu işlerde anneye kız
çocukları yardım etmekteydi. Erkek evladı yetiştirmek babanın görevi, kız
evladı yetiştirmek de annenin görevi idi. Babasız oğul, anasız kız bakımsız
sayılırdı.[324] Göktürklerde ata binecek ve
yay kullanılacak bir çağa geldikten
itibaren çocuğun savaşa hazırlanmasına başlanıyordu.[325]
Göktürk ailesinde kadının üzerinde hiçbir
kısıtlama yoktu.[326] Kadının
aile içindeki ve toplum hayatındaki yeri, başka toplumların ancak bin yıl sonra
benimseyecekleri türde en ileri çizgideydi. Bu hak, yetki ve saygı, aile
ocağından hükümdar katına dek birbirinin eşiti biçiminde sürdürülüyordu.[327]
Hunlardan beri ata binip ok attığı, top oynama, güreş gibi ağır spor
yaptığı ve
savaşlara katıldığı tespit edilen, namus ve iffetine düşkünlüğü yabancı
kaynaklarda bilhassa belirtilen Göktürk kadını itibar sahibi olup kadınların
savaşta düşman eline geçmesi büyük zillet sayılırdı.[328]
Göktürk ailesinde kadının üst düzey devlet
kademesinde de önemli bir
yeri vardı. Hükümdar törenle unvanını alırken zevcesinin -veya hatun olmak
üzere saraya gelen gelinin- törenle aldığı “katun” (hatun) unvanı da
Göktürklerce tanınmakta idi. Göktürklerde hâtunlar söz (Hâtunluk hukuku)
sahibi idiler. Aralarında devlet siyasetine yön verenler, devlet reisliği
yapanlar
ve naip olarak devleti idare edenler vardı. 585 ve 726 yıllarında Çin
elçilerinin
kabulünde Gök-Türk hatunları hazır bulunmuştur. Ayrı sarayları ve buyrukları
bulunan hatunlar genellikle devlet meclislerine katılırlar, bazen elçileri
ayrıca
kabul ederlerdi.[329] Göktürk töresi toplum ve
yönetim katlarının her kesiminde
kadın cinsine eşitlik ve özgürlükle birlikte, değer ve saygının değişmez
ilkelerini öngörmüştü.[330] Hatunların gelecek hakanların
anneleri olmaları
sebebi ile ilk zevce ve asil (Türk) olmalarına dikkat edilirdi.
Göktürklerde annenin hangi nesilden geldiği
önemliydi. Kadına tanınan
haklar genel olarak son derece katı ve acımasız bir şekilde korunmuştur.
Örneğin, evli kadına tecavüz etmenin cezası ölümdü. Eğer tecavüz edilen kız
ise, mütecaviz derhâl onunla evlenmek zorundaydı. Daha enteresanı
mütecaviz kişi asiler, hainler, katiller ve at hırsızları gibi ağır suçlularla
aynı
cezaya çarptırılırdı.[331] Bu uygulamalar Göktürklerin
üstün bir ahlak anlayışını
ve aile yapısına verdikleri önemi işaret etmektedir.
Göktürk ailesinin yaşam tarzı konar-göçer
olduğu için sabit bir meskeni
yoktu. Mesken olarak çadırlar kullanılmakta ve bu çadırlar kağnılar, develer
ve katırlar üzerinde bir yerden başka bir yere devamlı taşınmaktaydı. Evdeki
konfor çadırda da vardı. Sıcağa ve soğuğa karşı korunaklı idi. Sökülmesi ve
kurulması Göktürk ailesinin en fazla bir saatini alıyordu. Çadırların renkleri
Göktürk ailesinin sosyal ve ekonomik durumunu göstermekteydi. Örneğin,
beylerin çadırı ak renkte idi.[332]
2) Boy ve Boy Birlikleri: Göktürkler MS 542 yılına kadar Altay
Dağları’nın güney eteklerinde yaşıyorlardı. Çin kaynaklarının ittifakla
bildirdiği
üzere Göktürkler Hunlardan gelmektedir ve onların kuzeyinde
bulunuyorlardı.[333] Göktürk devletinin merkezi
doğuda, bugünkü Kuzey
Moğolistan’daki Orhon Nehri civarında bulunan Hangay sıra dağlarının bir
kısmını teşkil eden Ötüken’de idi. Zamanla yarı bağımsız bir duruma geçen
devletin batı kısmının merkezi İli Vadisi ve civarı idi.[334]
Göktürkler Hunlardan
Aşina adını taşıyan bir aileye mensupturlar.[335]
Aşina, kurt neslini ifade eden
bir kelimedir. Kurt Oğuz Kağan Destanı’nda yol göstericidir.[336]
Göktürkler başlangıçta Juan-juan’lara (Avar)
vassal idi. Efsanevi
metinlerde geçen Şad ve Yabgu gibi unvanlar bir bakıma bağımsızlıklarını
ilan etmeden önce Juan-juan’lara federatif bir şekilde bağlı olduklarını
göstermektedir. Göktürklerin bir devlet olma yolunda attıkları en büyük adım
hiç şüphesiz Töles boylarını kendilerine bağlamalarıdır.[337]
Juan-juan’lara
Töles boylarının isyan etmesiyle Juan-juan kağanı Bumın’i (hanı) isyanı
bastırmasıyla memur etmiş ve Bumın (han) Altaylardan hareketle Tölesler
üzerine yürümüş ve elli bin oba (oymak)’dan ibaret olan Tölesleri yenerek
onları inkıyadı altına almıştır. Bundan sonra Juan-juan’ların hakimiyetine de
son verilmiş ve Göktürk Devleti kurulmuştur.[338]
Avarlar Göktürk egemenliğine
baş eğmiştir. Göktürkler küçük bir devlet kuruluşu olarak bir araya getirdikleri
Avarları Kingan Dağları’nın eteklerine sürerek o bölgede yerleştirdiler. Hunlar
döneminde ve Çin’de devletin çeşitli organlarında çalıştırılan Avarlar, Gök
Türklerin egemenlik yıllarının hemen ilk başlarında bütün görevlerden
uzaklaştırıldı. Bu kadarı da yeterli görülmeyerek Türklerin yaşadığı bölgelere
sokulmadılar.[339]
Orhun Kitabeleri’ne göre Türk bozkır
cemiyetinin yapısını şöyle tespit
etmek mümkündür: Oguş-aile, Urug-aileler birliği, Bod-boy; kabile, Bodun-
boylar birliği ve İl (el).[340] Göktürklerin boy ve boy
birliği şeklindeki
yapılanmalarında konar-göçer hayatın etkisi büyüktür. Bu tarz hayat
Göktürklerin sosyal yapılarının bir askerî teşkilat hâlinde güçlenmesine de
sebep olmuştur. Türk topluluklarında görülen aile, oba, oymak, boy ve boylar
birliği gibi sosyal gruplar bozkırın hayat şartları içinde onluk, yüzlük,
binlik ve
tümenlik askerî birlikler hâlinde de kendiliğinden bir teşkilatlanmaya gitmek
zorunda kalmıştır. Çünkü herhangi bir boy sürülerini ve otlaklarını elde
tutabilmek için her türlü tehlikeye karşı savaşa hazır durumda bulunmak
zorunda idi.[341] Tarihin en eski çağlarında
olduğu gibi Göktürklerde bozkırın
acımasız doğa şartlarına karşı örgütlenmişlerdir.[342]
Göktürkler sosyal
hayatlarında bir düzen içerisinde olmuştur. Orhun Abideleri’nin birincisindeki
ilk satırlarda: “Üstteki mavi gök, altta yağız kılındıkta ikisi arasında kişi
oğlu
kılınmış üzerinde kişi oğlunun Bumin Han, İstemi Han büyümüş, büyüyüp
kavminin ilini ve türesini tutturmuş, tanzim edivermiş.” deniyor. Bu ifade
Türkler’de içtimai hayattaki nizam fikrinin ilk devirlere kadar götürüldüğünü
göstermektedir.[343]
Göktürk toplumunun en bağdaşık birimi boy
idi. Boy oguş (aile), ve
urug (soy)’ların bir araya gelmesiyle oluşmaktaydı.[344]
Çin kaynaklarına göre
Gök Türkler oklara göre birtakım zümrelere (oklara) ayrılıyordu; yani bir ok
bir
kabileyi (boy) gösteriyordu. Bu kaynaklar aynı zamanda okun tabilik ve
esaret, yayın da metbuluk ve üstünlük ifade ettiğini yazarlar. Dğudaki
kağanlara bağlı olup başlıca on boydan ibaret olan Batı Göktürklere Çin
kaynakları Çince tercümesiyle On-ok kavmi adını veriyorlardı. Bunun sebebi
olarak da M 635 yılında on kabileye ayrılan ve her birinin başında şad, çur,
sagun unvanlarını taşıyan Batı Göktürklerinin her bir başbuğuna Kağan
tarafından birer ok gönderilmiş olması zikredilmekte ve bundan dolayı
bunlara On-ok kavmi denildiği kaydolunmaktadır. Çin kaynakları Gök
Türklerin oklara göre kısımlara ayrıldıklarını, her boy başbuğunun kağandan
bir ok aldığını kaydederken şüphesiz Türkler arasında yaygın olan bir âdeti
aynen nakletmişlerdir. Nitekim Batı Göktürklerine verdikleri On-ok Orhon
Kitabeleri’nde bu on kabile hakkında bir kavim adı olarak (On-ok bodunu)
kullanılmakta olup Çinlilerin bu adlandırması Türkçesinin bir tercümesidir.[345]
Boyların başında bey unvanı ile anılan bir
boy başkanı bulunmaktaydı.
Boy başkanı cesareti, mali kudreti vs. özellikleri ile kendisini kabul ettirmiş
aile reisleri arasından seçim yolu ile iş başına gelmekteydi. Boy başkanı
boydaki iç dayanışmayı korumak, hak ve hukuku sağlamak, boya mensup
aileleri korumak gibi görevleri yerine getirirdi. Ailede olduğu gibi boyda da
fertler ortak ata, kan akrabalığı, ortak kültür ve bağlılık şuuru gibi temel
değerlerle birbirine bağlıydılar. Bundan dolayı her fert, kendini büyük bir
ailenin mensubu olarak görmekteydi. Her boyun kendisine özgü bir damgası
(tamga) vardı.[346] Bugün Türkiye Türklerinde yok
olmaya yüz tutmuş olan bu
âdet Türkiye dışındaki Türklerde kısmen de olsa varlığını sürdürmektedir.[347]
Göktürklerde boyların bir araya gelmesiyle
bodunlar (halk, topluluk,
kavim, millet) oluşmaktaydı. Bodun akraba boyların bir teşkilat etrafında
toplanması ve bir pota içerisinde erimesiyle meydana gelmekteydi. Batı
Göktürk Devleti’nin temel unsuru olan “On-ok Bodun” da, on akraba boydan
oluşmaktaydı. Bodunun başında kağan, han, il-teber, yabgu, şad, erkin gibi
unvanlar taşıyan bir başkan bulunuyordu. Bodun, devleti meydana getiren
temel unsur idi. Bu bakımdan siyasi bir topluluk niteliğindeydi. Bodunun
varlığını koruyabilmesi ve devam ettirebilmesi için devlet sahibi olması ve
kağan sahibi olması gerekiyordu. Fakat bazen bodun kendisinin uygunsuz
tutumu, beyleri yeteneksizliği ve yetersizliği ve Çin’in kurnazca politikaları
yüzünden devletini ve kağanını kaybediyordu. Bu durum bodun için aynı
zamanda istiklalini de kaybetmek demekti. Böyle durumlarda beylerden biri
harekete geçip boduna tekrar istiklalini kazandırıyor ve bütün akraba
bodunları bir devlet çatısı altında topluyordu. Mesela El-teriş (Kutlug) 630
yılında istiklalini kaybederek Çin hâkimiyeti altına girmiş olan Türk bodununa
681 yılında tekrar istiklalini kazandırdığı gibi diğer bodunları da birer birer
Göktürk Devleti çatısı altında toplamaya çalışmıştır. Fakat El-teriş ölmüş,
onun eksik kalan etkinliklerini yerini alan kardeşi Kapgan Kağan
tamamlamıştır.[348]
Gerek İskit konfederasyonunda gerek Hun
İmparatorluğu’nda olduğu
gibi Göktürkleri de tek bir boy ya da kavim olarak düşünmemek
gerekmektedir. Orhun Irmağı boylarından Afganistan’a, Hazar’a hatta Kırım
Yarımadası’na kadar uzanan geniş alanı, dağları, ovaları, çölleri ve bozkırları
kaplayan Göktürk egemenliğine Türk veya Türk olmayan çeşitli kavimler
bağlanmıştır. Ama bu egemenlik tarihte ilk kez ne bir boy adına ne de soy
adına bağlanmış, bir kavim adını yani Türk adını taşımıştır.[349]
Türk adı Türk kaynaklarında ilk olarak Orhun
Yazıtları’nda
zikredilmiştir. Orhun Yazıtları’nı çözen Wilhelm Thomsen kitabelerin en son
tercümesinde Türk sözünü kudret ve kuvvet anlamına almıştır. Türk adının
önceleri bir şahıs (uruğun başı), sonra bir aile ve nihayet bütün bir uruğ ismi
olduğu anlaşılmıştır. Yazıtlarda Türk deyince alelade bir kavim, bir grup değil
kağana itaat eden bir zümre veya uruğlar birliği kastedilmiştir. Bu cihet
gözönünde tutulursa Türk sözünün kudret ve kuvvet ifade ettiği gibi törüsü
(kanun ve nizam) olan bir millet anlamına geldiğini de ileri sürmek
mümkündür.[350]
Göktürk kağanları 12 tane bodunu Göktürk
Devleti çatısı altında
toplamışlardır. Bunların adları Göktürk Yazıtları’nda şu şekilde
zikredilmiştir:
Türk veya Türük Bodun, Oğuz veya Dokuz Oğuz Bodun, On-ok Bodun, Töliş
Bodun, Tarduş Bodun, Karluk Bodun, Türgiş Bodun, Ediz Bodun, İzgil Bodun,
Çik Bodun, Az Bodun; Soğdak Bodun.[351]
Genel isim olarak bunlar için
“Köktürk” adı da kullanılmaktadır. Çinliler ise bunlara Tukyu derlerdi.[352] Bu
muazzam devlet bölgelere ayrılmış ve her bölgenin idaresi Kök-Türk Kagan
Sülalesi’nin bir mensubuna tevdi edilmiştir. Klyukin’e göre Kaganlık, Doğu
(Tölis), ve Batı (Tarduş) olmak üzere iki kısma ayrılıyor ve ilgili hükümdarlar
Tölis Han veya Tarduş Han unvanını alıyordu.[353]
Maamafih Oğuz uruğlarının en mühim rolü
oynadıkları ve kağan
ailesinin de buna mensup olduğu anlaşılmaktadır.[354]
Bu devirde Oğuzlar
cihanşümul hakimiyeti temsil etmediği için komşuları onları Oğuz İli olarak
anmışlardır.[355] Kitabelerdeki oldukça
belirsiz kayıtlardan anlaşıldığına göre
Gök Türk Devleti kurulurken Oğuz ve Türk adları birbirinin sinonimi gibidir.
Fakat Oğuz derken kağana boyun eğmek istemeyen uruğlar Türk adıyla da
kağana tabi, yani devlet nizamını kabul eden zümreler kasdedilmiş olmalıdır.
Bumin Kağan’dan itibaren bazı Oğuz uruğlarının kağanlara tabi oldukları ve
hizmet ettikleri, bazılarının da isyan hâlinde bulundukları anlaşılıyor.
Tonyukuk’un fikrine göre evvela Oğuzları vurmak icabediyordu. Alelacele
Oğuzlara karşı bir sefer açıldı. Meydana gelen çarpışmada Göktürk kuvvetleri
az olmalarına rağmen Oğuzları yendiler; Oğuzlardan bir kısmı nehirde
boğuldu, bir kısmı kaçarken öldürüldü. Bu durum karşısında Oğuzların bütün
boyları Kutluğ Kağan’a tabi oldular.[356]
Oğuz boyları ve diğer boyların tabiyeti
hadisesi Orhun Abideleri’nde şu şekilde ifade edilmiştir; “Kırk yedi defa ordu
sevk etmiş, yirmi savaş yapmış. Tanrı lutfettiği için illiyi ilsizletmiş,
kağanlıyı
kağansızlatmış, düşmanı tabi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş
eğdirmiş. Babam kağan öylece ili, töreyi kazanıp, uçup gitmiş.”[357]
Gök Türk Kağanlığı’nın yeniden canlanması ve
yükselmeğe yüz
tutması Batı Gök Türk uruğlarınca yani On-ok kabileleri tarafından hoş
görülmediği gibi, bilhassa Irtış ırmağının yukarı havzasında yaşayan ve yine
bir Türk kavmi olan Kırğızların da hasedini gerekli kılmıştı. Kırğız kağanı
Kutluğ kağana karşı düşmanlık göstermeye başlamıştır. Bunun üzerine
Kırğızlarla savaşılmış ve Kırğızlar uykuda iken basılmıştır. Kırğızlar karşı
durmak istemişlerse de birçoğu mızraktan geçirilmiştir. Kağanları da
öldürülmüştür. Bu baskın üzerine Kırğızlar Kutluğ Kağan’ı tanımak
mecburiyetinde kalmıştır.[358] Abidelerde Kırgız ülkesine
yapılan seferlerden
de şu şekilde bahsedilmektedir; “Kögmeni aşarak Kırgız ülkesine kadar ordu
sevk ettik. Yekûn olarak yirmi beş defa ordu sevk ettik, on üç defa savaştık.
İlliyi ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliye diz çöktürdük,
başlıya
baş eğdirdik.”[359]
Göktürk Devleti’nin yöneticileri Bizans’la
ilişkileri sağlam bir şekilde
yürütmek için imparatorluklarının batı uçlarında yaşayan Türk boylarını da
yüksek egemenlikleri altına almayı planlamışlar, böylece Volga boylarında,
ya da Kafkasya’da yaşayan Oğur, Onoğur, Macar ve Sabir gibi boylar da
Göktürk egemenliğine girmiş ve devletin batı sınırları Karadeniz’e
dayanmıştır. Kapagan Kağan zamanında ise İli yöresinde Türgiş,
Tarbagatay’da Karluk, Barköl’de Uygur, Baykal’da Bayırku boylarını yönetim
altına alınmıştır.[360]
İçten Türk boylarını bir idare altında
toplamak ve Türk devletini kuvvetli
olarak ayakta tutmak, Göktürk kağanlarının başlıca görevleri idi. Dıştan ise
Büyük Çin İmparatorluğu’na karşı istiklali korumak ve Çin müdahalesini
önlemek mecburiyeti vardı.[361]
Netice itibarı ile Göktürk İmparatorluğu’nun
egemen olduğu 552-630
ve 680-745 dönemleri süresince Aral, Balkaş ve Baykal gölleri bir iç deniz
durumuna girmiş, Hazar Denizi’nin kuzey ve doğu kıyıları ele geçirilmişti.
Batıda Ural Dağları ve Ural Nehri’nden Volga’ya ve Kore’nin kuzeyinden
Büyük Okyanus’a kadar dayanılmıştır. Güneyde Doğu Türkistan’ın tamamı ve
Batı Türkistan’ın dörtte üç bölümü alınmış; Keşmir, Tibet ve Çin Seddi’ne dek
ulaşılmıştır. Kuzeyde 60. enlem çizgisine kadar uzanan 18 milyon km2
üzerinde “Gök renkli, kurt başlı” Göktürk bayrağı dalgalanm ıştır. Çağın
birer
güçlü imparatorluğu olan Çin, İran ve Bizans imparatorlukları bile bu oranda
ve böyle bir görkemde egemenlik kurabilmiş değildi.
Gök Türk İmparatorluğu’nun kuruluşundan
tarihten silinmesine kadar
geçen 193 yıl içinde imparatorluğun egemenliği altında şu devlet kuruluşları
bulunmuştur:
a)
Türk
devlet kuruluşları: 1) Dokuz-Oğuz (Üç-Oğuz) 2) On-Uygur
3) Kırgız 4) Basmil 5) Karluk 6) Türgiş (Türkeş/On-Ok) 7) Ediz
b)
Tatar,
Moğol, Mançu, Tunguz ve Acem soylu toplumların devlet
kuruluşları: 1) Otuz-Tatar (Dokuz-Tatar) 2) Avar (Apar) 3) Kıtay (Kıtany) 4)
Kurıkan (Üç-Kurıkan) 5) Bayırku 6) İzgil 7) Tangut (Toygut) 8) Tongra 9) Altı-
Çub Soğdak (Sogd) 10) Tezik 11) Az 12) Çik 13) Berçik 14) Tatabı.[362]
3) Hayat Tarzı: Yaşanılan topraklarla insan birbirinden ayrılamaz ve
coğrafi şartlar ise insanın tarihî yolunu, hayati hususiyetini âdeta kader gibi
tayin eder.[363] Göktürklerin hayat tarzını da
Orta Asya’nın bozkırları
şekillendirmiştir. Göktürklerin yaşadıkları belirli yerler 43° kuzey çizgisi
üstünde, Asya’yı baştan başa kaplıyordu. Tuna, Özü, Tın, Yayık, Etil, Kama
kıyılarına, Aral Gölü’ne, Isık-Köl’e, Ala-Tağ’a (T’ien-shan), ve kuzeyde Ertiş
ile Yumar (Ob) vadilerine, oradan Altun-yış Dağları’na, oradan Kem (Yenisey)
Vadisi’ne ve Kögmen (Sayan ve Tannu-ola) Dağları’na; oradan Türklerin
kutsal ili Ötüken Dağı (Han-gay) ve Orkun Vadisi’ne, Baykal Gölü’ne,
Kadırgan-yış (Hingan) Dağları’na; oradan da Ordos Yaylası ve Shantung
ovasına kadar uzanıyordu. Doğu bölgesindeki mukaddes dağ Ötüken-yış’da
Kök-Türkler, Uygurlar ve Kırgızlar arka arkaya ordu kurmuşlardır.[364]
Göktürklerin hayat tarzı sosyo-ekonomik yapı
itibarıyla hayvancılık
üzerine tesis edilmiştir.[365] Türk bozkır kültürünün
geliştirildiği bölge (Altay
Dağları-Sayan Dağları’nın güneybatı düzlükleri) rakımı 500-1000 m arasında
değişen, bol otlakları ile besiciliğe çok elverişli bir yayla durumundadır.[366]
Konar-göçer bir hayat yaşamışlardır. Bozkır kültürü olarak ifade edilen
bu
özgün Türk kültürü diğer göçebe toplumlarda görülen kültürden farklıdır. Bu
hayat tarzı hiçbir zaman gelişigüzel olmamıştır. Geniş bozkırlar, çeşitli
boylar
arasında; boya ait araziler de o boya bağlı soy ve daha alt bölümlerdeki
gruplar arasında paylaşılmıştır. Paylaşılan bölgeler yaylaklar ve kışlaklardan
ibarettir.
Çin kaynaklarına dayanarak W. Radloff, Tukyu
(Kök-Türk)’ların
yaşayışı ile ilgili olarak, “Hiçbirinin sabit bir oturma yeri yoksa da herkesin
muayyen bir parça arazisi vardır. Ayrı ayrı suların otlak yerleri, göçebe hayat
süren bugünkü Kazaklarda olduğu gibi, her tarafta aileler arasında taksim
edilmişti.” şeklinde bilgi vermektedir. Göç alanları gelişigüzel değildi. Her
kabilenin, her ailenin geleneksel bölgeleri vardı. Genellikle kışlamak için
aynı
gruplar, aynı yerlere giderlerdi. Her aile, kendi kabilelerinin geleneksel
bölgelerinde belirli bir yol takip ederdi. Yaylaklar boyların müşterek malı
idi.
Ancak varsayımsal hudutlarla aileler arasında taksim edilmiş olduğu da
görülmektedir. Bu özellikler en eski devirlerden beri gerek Orta Asya’da gerek
Türklerin Anadolu’ya gelmelerinden sonra Türkler arasında genel bir mülkiyet
anlayışının olduğunu göstermektedir.[367]
Göktürklerin en büyük uğraşları olan göçebe
hayvancılığından başka
stepleri bezeyen geniş otlak ve fundalıklarda avlanmak da Türk sivil
hayatında önemli bir yer işgal etmiştir. Şimdi kimsenin yaşamadığı Gobi Altay
Çölleri o dönemde bütün kabilelerin vahşi hayvan avlamak için yapılan sürek
avlarına şahit olmuştur. Sürek avı yapabilmek için iyi eğitilmiş iz sürücü ve
avcı olmak gerekir ki bir çeşit askerî tatbikat mesabesinde olduğu için bunlar
Göktürklerin nazarında oldukça önemliydi. Belgeler onların yiyecek stok
etmek amacıyla savaş sırasında dahi sürek avı düzenlediklerini
göstermektedir.[368] Totem hâline getirilen
şahinler yardımıyla yapılan avcılık
da millî bir gelenek hâline getirilmiş idi.[369]
Ata binmek ok atmak herkesin doğal
uğraşlarındandı. At yarışları, cirit,
gülle atma, güreş, doğancılık (yırtıcı kuşlarla avlanma) vb. etkinlikler
mücadele azmini keskinleştiriyordu. Kadınların da iştirak ettikleri çeşitli top
oyunları oynanıyordu. Hun çağından itibaren oynanan bu oyunlar Göktürkler
çağında Çin’e de yayılmıştır. Bahar bayramlarında da tertiplenen at yarışları
ve çeşitli yarışmalar dışında en önemli spor avcılıktı. Altaylarda kayakçılık
da
yapılmış ve bazı araştırıcılara göre oralardan her tarafa yayılmıştır.[370] Bu tip
sportif ekinliklerin yanında boş vakitlerini geçirmek için tavla ve satranç da
371
oynanmakta idi.3'1
Kışlaklardaki iskân, yaylaklara göre daha
uzun sürdüğünden burada
daha kalıcı tesisler oluyordu.[371] [372]
[373] Göktürkler büyük ölçüde
konar-göçer (atlı
göçebe) bir hayat sürse de yerleşik olanlar da vardı. 681’lerde kurulan 2.
Göktürk Devleti’nin kurulmasında şehirli Türklerin rolü Orhon Kitabeleri’nde
açıklıkla zikredilmiştir.[374] Şehirciliğin Göktürk Devrinde
Hunlara nazaran daha
fazla gelişmiş olduğunu görüyoruz. Bu şehirler, genellikle kale tipinde
Ordu/Ordu-Kent/Ordu-Balık ve bazen de Kurgan-Korgan diye anılan ve
kozmolojik temayüllerin etkili olduğu kentlerdir. Göktürklerin bilhassa Orta
Asya’da, Kazakistan’ın güney bölgeleri ve Kırgızistan’da hâkimiyet
kurmasıyla şehirlerin sayılarının arttığı düşünülmektedir. Hunlarda olduğu gibi
İpek Yolu’nun Orta Asya kesimine olan hâkimiyet şehirlerin artmasında etkili
olmuştur.[375] Yukarıda dikkatlere sunulan
bilgilerden de anlaşılacağı üzere
Türk milleti göçebe medeniyetin yanında yerleşik bir kültür ve medeniyete de
sahiptir. Ancak bu gerçek yıllardır göz ardı edilmiş ve Türk milletinin
yerleşik
kültür ve medeniyetine ait özellikler de başka milletlere mal edilmeye
çalışılmıştır. Külliyelerin (Moğolistan’daki Türk anıtları) inşa edildiği
yerler,
külliyelerin yapısı ve bu yapılarda kullanılan taş, mermer, granit, seramik
unsurlar, külliyelerdeki heykeller (tasvir olunan kişilerin duruş oturuş
biçimleri,
yüz hatları, saç, sakal, bıyık şekilleri, giyim kuşam özellikleri) ve kazılarda
bulunan altın eşyalar yerleşik hayatın derin izlerini yansıtmaktadır.[376]
Konar-göçer hayatı bir yandan Göktürklerin
maddi kültürlerinde, diğer
yandan sosyal yapısında önemli bir rol oynarken bu tarz hayat, Göktürklerin
sosyal yapılarının askerî bir teşkilat hâlinde güçlenmesine sebep olmuştur.
Bu Türk boylarında görülen aile, oba, oymak, boy gibi sosyal gruplar bozkırın
hayat şartları içinde onluk, yüzlük, binlik, tümenlik askerî birlikler hâlinde
de
kendiliğinden bir teşkilatlanmaya gitmek zorunda kalmıştır. Çünkü herhangi
bir boy sürülerini ve otlaklarını elde tutabilmek için her türlü tehlikeye
karşı
savaşa hazır durumda bulunmak zorundaydı. Göktürk insanı yaşayabilmek
için galip gelmek zorunda idi.[377] Galip gelmek için savaşçı
olmak gerekiyordu.
Yalnız savaşçı olmak da yetmiyor, aynı zamanda atlı savaşçı olmak
gerekiyordu.[378]
Göktürkler’in hayat tarzı sosyo-ekonomik yapı
itibarı ile hayvancılık
üzerine tesis edilmiştir. Göktürklerin hayatlarında şüphesiz ki en önemli
hayvan at idi. Çünkü onların bozkır coğrafyasında varlık göstermesinde hem
askerî bir araç olması hem de dönemin en önemli ulaştırma aracı olması
açısından at çok önemlidir.[379] Sürüler hâlinde yetiştirilen
atın etini yerler,
Gök-Tanrı’ya kurban olarak sunarlar ve her sene özellikle savaş atlarından
binlercesini yabancı ülkelere ihraç ederek ekonomilerini sağlarlardı.[380] Haşin
iklim şartları ve hayatın ağırlığı Göktürkleri süratle yer değiştirmeye
zorlamış
ve böylece çevikliği dolayısıyla at onların mevcudiyetlerinin kaçınılamaz bir
faktörü hâlini almıştır. Onlar sonsuz bozkır düzlüklerinde ata binme sanatında
mükemmel bir dereceye ulaşmak ve bu sanatın bütün inceliklerini öğrenmek
fırsatını bulmuşlardır.[381] Göktürklerin Hunlar da olduğu
gibi atı eyerleyerek
binmeleri ata hâkimiyetlerinin çok iyi derecede olmasını sağlamıştır. Bu
şekilde at üzerinde her türlü hareketi ve manevrayı yapabilmişlerdir.
At ve Türkler başlangıçtan beri birbirini
tamamlayan iki varlık idiler.
Tarihin çeşitli medeniyetlerinde at görülmüştür. Ancak yiyeceği, giyeceği ve
bütün varlığı ile at sürülerine dayanan kavimler, yalnızca Türkler ve komşuları
olmuşlardır. At sırtında geçen bir hayat, baş döndüren bir sürat, yayladan
kışlağa ve kışlaktan yaylağa doğru sürüp giden bir kovalamaca Göktürklerin
günlük ve olağan hayatları idi. Göktürkler için olağan olmayan şey, ufuktaki
dağlar ile vadilerin ötelerinde uzanan ülkeleri görememe ve çeşitli
zenginlikleri de elde edememe idi.[382]
Bozkır kültürünün temelinde her ne kadar at
olsa da prensipleri yalnız
attan ibaret değildir. Bunun yanında demir de vardır. At ve demir, Göktürk
kültürünün iki temel unsurudur.[383] Bozkır kültürünün ikinci
karakter unsuru
olan demir Bozkır Türk kültürü çevresinde eski Yunan’daki gibi sadece bir
mitoloji konusu değil, doğrudan doğruya Bozkır tipi devlet ve cemiyetinin
kuruluş ve gelişmesinde kesin ve etkili bir vasıta idi.[384]
Göktürkler demiri
işlemeyi biliyorlardı. Türk adı ile ilk Türk devletini kuran Altay Türkleri
madencilik sahasında çok ilerlemişlerdir.[385]
Altay dağlarında muhtelif cins
çeliğe rastlanılmaktadır. Bilhassa Salınçak ve Onugug Dağları’ndaki
yumuşak ve sert çeliklerden çok bahsedilmiştir. Tuyahta ve Kuray
kurganlarında bulunan çelik cinsleri gerçekten yüksek kalitede cevherlerle
ilgili idiler. Altaylara giden seyyahlar ora halkının hâlâ çok mahir demirciler
olduklarını bilhassa kaydetmişlerdir. Hatta Radlov’a göre Altay bıçakları Rus
bıçaklarına tercih edilmiştir. Rus tüccarları yanlarında Altay bıçakları
taşımayı
arzu ve tercih etmişlerdir. Altaylı demirciler bilhassa kaynak tekniğinde çok
usta idiler.[386] Yine Türk efsanelerine göre
Ergenekon’a düşen, çıkış yolu
bulamayan Türklere çıkış yolunu bir demirci bulacaktır. Göktürkler kendilerini
demirci millet saymışlar ve demircilik sayesinde esaret ve zulmetten
kurtulduklarına inanmışlardır.[387]
Göktürkler genellikle atlı göçebe bir hayat
yaşadıkları için sabit bir
meskenleri bulunmamaktadır. Meskenleri derme çadırlardan ibaretti. Çadırlar
kağnılar, develer ve katırlar üzerinde bir yerden başka bir yere devamlı
taşınmaktaydı.[388] Göktürklerin arabaları
üzerinde de keçe çadırdan evleri
vardı.[389] Bu çadırlara “çum”, “kapa”,
“alaçik”, “yurt” veya “keregü” gibi adlar
verilmekteydi. Çadır en basit şekliyle uçları tepede bir halka etrafında
birleştirilmiş sırıklardan veya açılıp kapanabilen ahşap kafeslerden meydana
getirilmekteydi. Sırıkların veya kafeslerin üzeri keçe veya kıl çadırlarla
örtülmekteydi. Evdeki konfor çadırda da vardı. Sıcağa ve soğuğa karşı
korunaklı idi. Sökülmesi ve kurulması Göktürk ailesinin en fazla bir saatini
alıyordu. Çadırların renkleri Göktürk ailesinin sosyal ve ekonomik durumunu
göstermekteydi. Mesela beylerin çadırı ak renkte olmaktaydı.
Çadırın tek kapısı bulunmaktaydı ve doğuya
açılmaktaydı. Tepesinde
de bir duman deliği bulunuyordu. Dolayısıyla çadırın ortasında ısınmada ve
yemek pişirmede kullanılan ocak yer almaktaydı. Ocakta bir sacayağı ve
üzerinde de yemek pişirilen büyük bir tencere bulunmaktaydı. Ocağın hemen
arkası ailenin yaşlılarına, reisine ve misafirlere ayrılmaktaydı. Bu kısma tör
(baş köşe) adı verilmekteydi.[390]
Orta Asya’da çadırın temel süsleme malzemesi,
bugünkü anlamda
mobilyası keçe ve halı idi. Yaylacılık yapan Göktürklerin kolayca
taşıyabildikleri bu malzeme aynı zamanda refah seviyesinin de göstergesiydi.
Keçe yapımı için gerekli yün, halkın kendi koyunlarından elde ediliyor, yünün
sıkıştırılması veya tepelenmesi ile de keçe yapılıyordu.[391]
Sedir veya kanepe
şeklinde olan törler çeşitli renk ve desenlerde yapılmış keçeler, halılar,
kilimler ve değerli hayvan postlarıyla döşenmekteydi.[392]
MS 629 yılında Isıg-
göl yakınlarında Batı Göktürk kağanını ziyaret etmiş olan Hsüan Tsang adlı
ünlü Çin rahip ve gezgini Türk kağanının çadırında bulunan keçe yolluklardan
söz açmıştır. Otağın içinde serilmiş olan uzun yolluklar üzerinde devletin
ileri
gelenleri rütbelerine göre dizilerek oturmuşlardır. Ancak otağ ve saray
halıları
ile ev halıları arasında da kesin bir ayrılık vardı.[393]
Törün üst kısmındaki çadır kafeslerine aile
fertlerine ait silahlar ile binit
ve koşum takımları asılmaktaydı. Çadırın orta direğinde daima keçe ile
asılmış bir kımız tulumu bulunmaktaydı. Çadırın zeminine de keçeler, halılar,
kilimler ve hayvan postları serilmekteydi. Çadır kapısının sağ tarafında
bulunan kısım kadınlara aitti. Burada deri tulumlar, ahşap kaplar, kovalar,
yemek tasları ve kepçeler, üç ayak, ekmek teknesi ve ibrik bulunmaktaydı.
Çadırların bir köşesine de içinde çeşitli malzemelerin konduğu çuvallar,
heybeler ve torbalar yerleştirilmekteydi.
Göktürkler besin maddelerini hayvanlar ve
bitkiler olmak üzere iki
temel kaynaktan sağlamaktaydılar. Hayvanlardan elde edilen besin
maddeleri bitkilerden elde edilen besin maddelerinden daha çok idi. Zira
Göktürk ekonomisi büyük ölçüde hayvancılığa dayanmaktadır. Dolayısıyla
besin maddelerini de genellikle hayvanlardan elde edilen ürünler
oluşturmaktaydı. Hayvanlardan elde edilen besin maddelerinin başında hiç
şüphesiz onların eti gelmekteydi. Göktürkler, et ihtiyaçlarını kuzu, koyun,
koç,
keçi, erkeç, oğlak, at, deve, tavuk gibi kendi besledikleri hayvanlar ile kuş,
geyik, tavşan ve balık gibi av hayvanlarından temin etmekteydiler.[394]
Göktürklerin hayatlarında bir taraftan vahşi hayvan eti yeyilip yaşarken
bir
taraftan da avlarda kullanılan şahin ailesinden bütün kuşlar totem olarak
takdis edilmekte idi. Tonyukuk Yazıtı’nda “vahşi hayvan” karşılığı olarak
“tavşan” kullanılmıştır. Tersine Orhun Yazıtları’nda ise devlet ricalinden
birinin ölümü tasvir edilirken onun ölmez ruhu “Şunkar kuşu” ruhuyla birleştiği
ifade edilmektedir.[395]
Türklere ait ilk yazılı kaynaklardan biri
olan Orhun Abideleri’nde Türk
mutfak kültürü ile ilgili yazılı bilgilere rastlanmaktadır. Bu yapıtlarda geyik
ve
tavşan etleri yenildiği, Bilge Kağan’ın ölen kardeşinin yas töreni için
konuklar
davet ettiği ve ölü yemeği verdiği belirtilir. Orhun Abideleri’nde “tok”, “aç”,
“azuk” gibi yiyeceklerle ilgili terimlere de rastlanmaktadır.[396] Kendi
besledikleri hayvanlardan da genellikle erkeklerini kesmekteydiler. Çünkü dişi
hayvanlar yavruladıkları için hayvanların çoğaltılması için daha az
kesilmişlerdir. Göktürkler için en makbul et erkeç ve at etiydi. Erkeç etinin
ilaç
gibi tedavi edici olduğuna inanılırdı. At eti de Göktürkler için misk gibi
güzel
kokan bir et idi. Hatta at eti diğer bütün hayvanların etlerine tercih
edilmiştir.
Et hem taze olarak hem de konserve olarak
kullanılmaktaydı. Etler
ateşte kızartılarak ya da yahni yapılarak tüketildiği gibi, ilerde yemek için
ise
tuzlanıp kurutulmaktaydı. Ayrıca pastırma ve sucuk da yapılarak etler uzun
vadede tüketilebiliyordu.[397] Pastırma bir çeşit kurutulmuş
ettir. Eski Türkler
buna “kak et” derlerdi. Hayatları at sırtında geçen Göktürkler savaşa giderken
yanlarına sığır ve at eti alırlar, deri bir kılıf içindeki bu tuzlu eti atın
eğerinin
altına sıkıştırırlar, üstünde otura otura “bastırma” durumuna gelen eti yiyerek
karınlarını doyururlardı. Ayrıca çeşitli baharatlarla kurutulan bu etler
özellikle
ordu için çok önemliydi.[398] Sucuğa “soktu” adı
verilmekteydi. Etlik için ayrılan
hayvanlar sonbaharda kesilip etleri baharatlarla karıştırarak kurutuyorlardı.
Böylece meydana getirilen pastırma saklanıp
ilkbaharda tüketilmekteydi.
Bundan dolayı onlar bu ete baharda ye anlamında “yazok et” demekteydiler.
Hayvanlardan elde edilen besin maddelerinden
biri de süttür. Süt
pişirilerek yenilip içildiği gibi, ondan çeşitli besin maddeleri de yapılıp
yenmekteydi. Bunların en önemlileri yoğurt, peynir, lor, kaymak, yağ ve kımız
idi. Yoğurttan yapılan peynire kurut da denmektedir. Taze peynire uzıtma,
yağsız sütten yaptıkları peynire süzme diyorlardı. Ekşimiş sütleri de
değerlendiriyorlar ve peynir yapıyorlardı. Bu peynire de sogut denmekte
idi.[399]
Süt en eski devirlerden beri Türk
topluluklarının ana gıdalardan biri idi.
Bunu sürülerindeki bütün evcil hayvanlardan temin ederlerdi. Tercih ettikleri
süt ise “kımız” yaptıkları kısrak sütüdür.[400]
Göktürkler kımız yapımında tek bir
çeşit süt kullanmaktaydılar ki o da kısrak sütüdür.[401]
Kımız imaline nisan
ayında başlarlar ve genellikle sabah akşam kısrak sütünü düzenli olarak
ahşap veya deriden kovalara sağarlardı. Sağılan süt derhal yurda taşınarak
koyun derisinden yapılan tulumlara boşaltılır ve mayalanırdı. Sonra tulum sık
sık sallanır ve bekletilirdi. On beş gün içinde fermante olan süt, köpüklü ve
kudret verici bir içki hâlini alırdı. Elde edilen içki eğer birkaç gün hava
girmez
kaplarda veya şişelerde korunursa, en sağlam şişeleri bile patlatabilirdi.
Kımız Türk topluluklarının en eski millî içkisidir. MS 568 yılında Bizans
İmparatoru Jüstinyen II tarafından elçi olarak Göktürk Kağanı İstemi Han’a
gönderilen Zemarkhos adlı Rum, seyahat hatıralarını kaydederken kendi
şerefine verilen davetlerde büyük miktarda içilen ve üzümden başka bir
madde ile hazırlanmış “Kosmos” adındaki içkiden sık sık bahseder.[402]
Ekşimiş ayran tadında olan kımız, insanın
dilini uyuşturacak kadar sert
bir içki idi. Fakat son derece besleyici bir özelliğe sahipti. Hem vücudun
direncini artırıyor hem de mideyi ferahlatıyordu. Göktürkler bu içkiyi hem bol
bol içiyorlar hem de konuklarına ikram ediyorlardı. Göktürkler içkilerini
sadece hayvan ürünlerinden değil, tarım ürünlerinden de imal etmekteydiler.
Bunların başında “ugut” ve “begni” gibi içkiler gelmekteydi. Ugut sadece
buğdaydan; begni de buğday, darı ve arpa gibi tarım ürünlerinden elde
edilmekteydi. Ayrıca arı yağı adını verdikleri baldan da içki (süçik-süçük)
yapmaktaydılar.
Göktürklerin hayatında hayvan ürünleri kadar
olmasa bile bitkilerden
elde edilen ürünler de önemli bir yer tutuyordu. Bunlar; buğday, darı, arpa ve
pirinç gibi ürünler idi. Buğday, arpa ve darı bugün olduğu gibi ekmeğin temel
maddesini oluşturuyordu. Yufka adı verilen ince ekmek sadece buğday veya
arpa unundan yapılmaktaydı. Darı unu ise daha çok kavut adı verilen bir
yiyecek maddesinin temel unsuru olarak kullanılmaktaydı.
Göktürklerin en önemli yiyeceklerinden biri
de tutmaç idi. Bu yemek
bugünkü Türk toplumundaki mantı yemeğinin hemen hemen aynısıdır. Bu
yemek, insanı tok tutan ve besleyen bir besin maddesi idi. Bu tahıl ürünlerinin
yanında patlıcan, fasulye, pancar, havuç, kabak, sarımsak, soğan, salatalık,
turp, şalgam, biber gibi bazı sebzeleri de yemekteydiler. Bunlardan özellikle
kabağı çok yetiştirmekteydiler. Göktürkler, çok çeşitli meyveler de
yetiştirmekte ve yemekteydiler. Bunlar elma, şeftali, kayısı, erik, armut,
ayva,
dut, fıstık, fındık, üzüm, ceviz, iğde, karpuz, kavun gibi mevyelerdi.
Bunlardan
kavun, erik ve ceviz çok sevilirdi. Üzümü hem taze olarak hem de kurutarak
yemekteydiler. Üzümden pekmez ve sirke de yapmaktaydılar. Erik ve şeftali
gibi yemişler taze olarak yendiği gibi, kurutularak da yenmekteydi. Meyve
kurusuna zamanımızda olduğu gibi kak denmekteydi.[403]
Göktürklerin giyim eşyalarının başlıca
malzemesi koyun, kuzu, sığır,
tilki ve az miktarda ayı derisi ile koyun, keçi ve deve yünü idi. Onlar bez
dokurlar ve giyecek malzemesi elde etmek için kendir yetiştirirlerdi.[404] Kışın
ormanlarda yaşayan ufak av hayvanlarının postunu giyerlerdi. Yazın ise
pamuk, yün, ipek gibi daha hafif malzemeden yapılmış giyimleri vardı ve
bunları renkli işlemelerle alacalı bir hâle sokarlardı.[405]
Tipik elbiseleri ceket-
pantolon idi. Süvari, en rahat şekilde ancak böyle giyinebilirdi. Başka
kavimler kopça kullandıkları hâlde Göktürkler düğme kullanırlar ve ceketlerini
Çinliler ve Moğolların aksine sola açarlardı.[406]
Göktürklerde elbiseye ton (don) veya
kedüm/kedgü denmekteydi.
Elbise dış elbise ve iç elbise şeklinde ikiye ayrılmaktaydı. Dış elbiseye taş
(dış) don, iç elbiseye iç ton denmekteydi. Kurganlarda çıkan elbiselere, kaya
resimlerine ve heykellere bakıldığında kıyafetler bugünkü medenî kıyafete
çok yakındı. Kadınların ve erkeklerin kıyafetleri de büyük ölçüde birbirinin
aynı idi. Yalnız kadınların elbiselerinin etekleri erkeklerin elbiselerine göre
daha uzun olmaktaydı.[407] Göktürklerde kadın giyiminin
güzelliği o çağın Çin
kadınlarınca da benimsenmiş olmasından anlaşılmaktadır.[408]
Başlık olarak çeşitli börkler giyilmekteydi.
Kuturma, sukarlaç ve
kadıglıg börk olmak üzere değişik tipte börkler kullanılıyordu. Kadınlar
börkten başka bürüncük adıyla anılan bir baş örtüsü kullanmaktaydılar.[409]
İleri gelenler, makam sahipleri daha çok başlıklarının daha uzun ve
gösterişli
olmasından tanınırlardı.[410]
Göktürklerin şapkaları hakkında bize en
mazbut bilgiyi veren eserler
gene heykellerdir. Orhon Yazıtları’nın bulunduğu yerde, kayalar üzerine
çizilmiş şapkalı bazı insan başları görülmüştür. Sivri külah şeklindeki bu
başlıklara benzer eserler Noyun-Ula’dan da çıkmıştır. Sivri külahlı Tuva
heykellerine de rastlanmıştır. Diğer tip şapkalar gece başlığı şeklinde basit
şapkalardır. Üzerinde askı bulunan başlıklar en çok yayılmış olan bir şapka
tipidir. Bu başlıkların üst kısmının açık olması ve yalnızca askılarla
tutturulmuş olması da çok muhtemeldir. Bunların yanında üzeri askı süsleri
ile süslenmiş küçük başlıklarda kullanılmıştır.[411]
Köl Tigin heykelinin tac gibi
üç dişli kenarı olan börkü, Hun devrinden beri Çin sanatında kuzeyli beylerin
başında görülen bir serpuştur. Kök-Türk devrinde bu şekil börk ve üç dişli tac
çok sık görülmektedir.[412]
Vücudun üst kısmına gömlekler (gönglek)
giyilmekteydi. Bunu deri
veya kumaştan yapılmış pantolonlar tamamlamaktaydı. Ayrıca kış aylarında
soğuktan korunmak için dizlere çorap gibi bir dizlik (yişim) geçirilmekteydi.
Ayaklara ise önce çorap, sonra uzun veya kısa konçlu çizmeler giyilmekteydi.
Bu çizmeler genellikle keçeden yapılmaktaydı. Hayvan derisinden yapılmış
başmak (pabuç) ve çaruk (çarık) gibi daha başka ayakkabılar da
kullanılmıştır. Türklerin kendilerine has bir çarıkları vardı ki buna “izlik”
denmekteydi.
Elbisenin üzerine etekleri dizlere kadar
uzanan kaftanlar alınmaktaydı.
Bu uzun kaftanlara Orhun Bölgesi’ndeki Göktürk heykellerinin istisnasız
hepsinde rastlanmaktadır. Kaftanlar, genellikle belde kemerler ile
sıkılmaktaydı.[413] Kemerlerinde kabartmalı,
oymalı süsler bulunurdu.[414]
Hemen hemen bütün Orta Asya’da ele geçen heykellerin birer kemeri ve bu
kemerin yanlarından sarkan birer süs uçları vardır. Kuray ve Kudırge’deki
Göktürk buluntuları da bu kemerlerin mevcudiyetini açık olarak ispat etmiştir.
Kayışın üzeri madenî plakalarla süslenirdi, sarkan uçların hepsi aynı boyda
olmazlardı. Çeşitli motifleri ihtiva eden bu uçlar ayrı boyda idi. Altaylarda
bilhassa Tuva Eyaleti’nde bulunan heykellerde bu kemer uçlarına çok
rastlanmaktadır. Tuva heykellerinin bu kemer uçları çok abartılı bir şekilde
süslenmiştir. Kuray kurganlarında bulunan bir kayış ucunda Göktürk yazısı ile
bir kitabe bulunmaktadır. Kemer için “Kurşak” deniyordu.[415]
Taştık
kültüründen beri geliştiği bilinen deriden kemer, Kök-Türk devrinde Türklerin
özelliklerinden biri olmuştur.[416]
Göktürk çağında kemere takılan ve içine
çakmak taşı ile “kav” konan,
deriden veya kumaştan yapılmış bir çanta türüde yaygın olarak kullanılmıştır.
Bu çantalar Altay, Tuva ve Orhon Bölgesi’nde genellikle yuvarlaktır. Orhon
Kitabeleri’nin yanında bulunan bir heykelin çantasının üstten bir kapağı da
bulunmaktadır. Kapak üzerindeki bir sırım çantadaki delikten geçirilerek
kilitleniyordu.[417]
Ayrıca havanın soğuk ve yağmurlu olma
durumlarına göre elbiselerin
üzerine kürkten paltolar veya yağmurluklar da alınmaktaydı. Bir de kepenek
(yaptaç) vardı ki bunu genellikle çobanlar kullanmaktaydı. Kış aylarında ellere
eldiven (eliglik) takılmaktaydı. Burun temizlemek için de mendil (ulatu)
taşınmaktaydı. El silmek için ise zamanımızda olduğu gibi havlu (suvluk)
kullanılmaktaydı.
Genellikle her aile ihtiyacı olan kumaşı
kendisi dokumakta, elbisesini
ve ayakkabısını da kendisi dikmekteydi. Giyim kuşam işleriyle meşgul olan
çeşitli meslek grupları vardı. Dikiş dikmeyi meslek edinenlere yiçi, börk
yapanlara börkçi, ayakkabı ve çizme dikenlere de etükçi denmekteydi. Deri
tabaklama (erükleme) da meslek sayılmaktaydı.
Kurganlardan özellikle kadınların kullandığı
çeşitli süs ve süsleme
eşyaları meydana çıkarılmıştır. Bunlar küpe, gerdanlık (boğmak), bilezik,
boncuk, inci, tarak (targak), ve ayna (gözüngü) gibi süs ve süsleme eşyaları
idi. Bu eşyaların bir kısmı Türk kültürünün eserleri değildi. Akınlarda komşu
kavimlerden ganimet olarak alınmış eşyalardı. Kadınlar zamanımızda olduğu
gibi yanaklarına kırmızı boya (enğlik) sürerek süslenmekteydiler. Ayrıca keçi
kılından zülüf yaparak (önğik) başlarına takmaktaydılar.[418]
Çin kültürünün Göktürklere en fazla nüfuz
eden eserleri şüphesiz ki
kumaşlardır. Ondan sonra aynalar geliyordu. Kuray kurganlarında bulunan bir
ayna VI ve VIII. asırlara ait Çin aynaları ile büyük bir benzerlik
göstermektedir. Buna benzer diğer bir Çin aynası da Tula Nehri boylarındaki
Nainte-Sume de bulunmuştur.[419]
Göktürklere ait vesikalara göre genellikle
sakallarını kestiren Türk
erkekleri uzun kesilmiş saçlı ve bıyıklı idiler.[420]
Göktürk beylerinin saçları
genellikle uzun ve serbest dalgalanırdı ve ancak matem sebebi ile kesilirdi.[421]
Bu husustaki bilgiler heykellere dayanmaktadır. Altay Dağları’ndaki
heykellerde tepeden yapılmış topuz şeklindeki saç tuvaletleri görülmektedir.
Fakat Tuva eyaletindeki heykellerin saçları ortadan bir yiv ile ayrılmış ve
arkadan örülmüştür. Örgü oldukça kalındır. Fakat Çinlilerin ki gibi uzun
değildir. Altay’da tarak da bulunmuştur. Göktürk Çağı heykellerinin hemen
hemen büyük bir kısmının bıyıkları vardır. Umumiyetle yanakları kaplayan
bıyıklar çok iyi bir şekilde bükülmüştür. Bıyıklar ekseriye yukarıya doğru
bükülüyordu. Ancak aşağıya doğru bükülenler de vardır. Göktürklerin
yaşayışlarında küpe de taktıkları görülmektedir. Küpelerin tetkiki için başlıca
iki kaynak heykeller ve yer altı buluntularıdır. Heykellerdeki küpeler kulağa
takılan bir halka ile bu halkaya bağlanmış bir pandantiften ibarettir. Yalnızca
bir halka şeklinde olanları da yok değildir. Altay bölgesinde daha ziyade halka
şeklindekiler çoktur. Kudırge’de bulunan bronz küpeler Altay bölgesini temsil
eden en önemli eserlerdir. Burada görülen küpe tipleri yalnızca bir halka
şeklinde görüldüğü gibi, bu halkaya raptedilmiş pandantifler de vardır. Bu
pandantiflere bağlı olan birçok süs kısımları da ayrıca ele geçmiştir.[422]
Göktürklerde saygı alameti attan inmek, börk
ve başlıkları çıkarmaktı.
Dizin birini yere koymak suretiyle selamlamak âdet hâlinde idi.[423]
4) Bayram ve Festivaller: Türklerin İslamiyet’ten önce Orta Asya’da
kendilerine has bir hayat tarzları ve inançları olduğu gibi, yine kendilerine
has
bayramları ve festivalleri de olmuştur. Bu bayram ve festivallerin esasını
inançla ilgili davranışlar ve toplu yapılan eğlenceler oluşturmaktadır.
Göktürklerin yaşadığı Orta Asya’da tabiat ve
iklim, yaşamak için son
derece elverişsiz ve acımasızdır. Bu bölge tarıma yeteri kadar imkân
tanımamaktadır. Başlıca geçim kaynağı hayvancılık ve hayvan ürünlerine
bağlıdır. Fakat kışların sert ve uzun geçmesi sık sık hayvan kırımlarına yol
açıyordu. Başlıca ekonomik varlıklarını yitiren Türkler de perişan oluyorlar ve
güç durumlara düşüyorlardı. Bundan dolayı Orta Asya Türkü’nün hayatında
iki önemli mevsim ve iki önemli yer olmuştur: Mevsim olarak kış ve yaz. Yer
olarak da kışın geçirildiği kışlak ve yazın geçirildiği yaylak. Kış âdeta
kısılmak
ve bir çok şeyden mahrum olmak demekti. Yaz ise yayılmak ve daha da
önemlisi uzun süren kış aylarında yaşanan ekonomik sıkıntılardan kurtulmak
anlamına geliyordu. Böyle bir durumda ancak bir bayramla kutlanabilirdi. İşte
Göktürklerin yazın müjdecisi olan ilkbaharda bir bayram yapmalarının başlıca
sebebi budur. Ancak sosyal olaylar tek bir sebebe bağlanamaz.
Sosyal olayların oluşumunda birçok etken
birden rol oynar. Bu itibarla
Göktürklerin millî bayramlarının oluşumunda ekonomik etkenlerden başka
Ergenekon Destanı’na konu olan olayların önemli bir katkısının olduğu da
önemli bir gerçektir. Göktürk Devleti’nin kurucusu olan Aşina aileleri için
Ergenekon’dan çıkış bir kurtuluş ve özgürlüğe kavuşma günü olmuştur.[424]
Göktürkler zamanında da Hsiung-nu’larda olan
bayram ve festivallerin
aynen devam ettiği anlaşılmaktadır.[425]
Göktürkler, her yıl belirli bir zamanda
“Ecdat Mağarası”nda atalarına kurban kesiyorlardı. Onlar aynı şekilde
bayram kutlamalarına da beşinci ayın ikinci yarısında “Gök-Tanrı” ve “kutsal
yer ve su” için kurban kesmekle başlıyorlardı. Kurbandan sonra da topluca
eğlenceye geçilmekteydi. Özellikle kızlar ayak topu (tepük) oynamaktaydı.
Burada dikkati çeken bir husus da Göktürklerde bayram kutlamalarına
toplumun hemen hemen her kesiminin katılmasıdır. Üstelik bu katılış seyirci
olarak da değildir. Mesela genç kızlar bugün genellikle erkeklerin oynadığı
ayak topu oyununu bizzat kendileri oynamışlardır.
Göktürkler’in kutladıkları bu bayramda Aşina
ailelerinin Tabgaç
darbesinden kurtuluşları ve Altay Dağları’nın etrafında bir asır demircilik
yaparak güçlü bir kavim hâline gelmeleri hâkim bir tema olmuştur. Bu törende
önce ölen ataları için kurban keserler, sonra atalarının hayatına mal olan
demir madeninden bir parça alarak onu örsün üzerinde çekiçle dövmek
suretiyle bu olay protesto edilmiştir. Destandaki hâkim temayı da büyük bir
ihtimalle maden işçilerinin başına gelen felaket oluşturmuştur. Törendeki
sembolik demir dövme motifi de hem Aşina ailelerinin demircilik yaparak
güçlü bir kavim hâline gelmelerini anlatmak için hem de yaşanan felaketin bir
protestosu olarak kullanılmıştır.[426]
Göktürkler’in Ergenekon’dan çıkışını
sembolize eden Nevruz Bayramı, Doğu Türkistan’dan Anadolu’ya,
Anadolu’dan Balkanlar’a kadar bütün Türk topluluklarınca binlerce yıldan beri
sevinçle ve coşkuyla kutlanmaktadır.[427]
Göktürklerde de senenin beşinci ayında yapılan
festival daha fazla
önem taşımaktadır. Bu devrin Hsiung-nu’lar zamanı ile ortak yanlarından biri
de bu festivallerde at yarışlarının yapılması ve şarkılar söylenmesidir. Bu
toplu hâlde şarkı söylemeler herhâlde Çinlilerin çok alaka ile takip ettikleri
bir
husus olacak ki bunları kendi kitaplarında yazmışlardır. Göktürklerin bu
festivallerde gösterdikleri diğer bir özellik de çok kımız içmeleridir. Çin
kaynaklarında bahsedilen bu Göktürk şarkılarından günümüze kadar geleni
olmamıştır ve nitelikleri hakkında da bir bilgimiz yoktur. Fakat niteliğini
bilmediğimiz bu Göktürk şarkısının bir Çinli tarafından da söylenmiş olduğunu
yine bize bir Çin kaynağı yazmaktadır. 698 senesinin Eylül ayında Kapgan
Kağan kendisine teslim olan Çin veziri Yen Chih-wei’ye bu Göktürk şarkısını
söyletmiştir.[428]
Göktürklerin bahar bayramını yılın beşinci
ayında yapmalarının sebebi
Turfan Uygurlarına göre daha kuzeyde oturmalarıdır. Bu nedenle onların
yurtlarında ilkbahar daha geç gelmekte ve bahar bayramı mart ayı yerine
mayıs ayında yapılmıştır. Ancak eski Türk toplulukları, bayramlarını
ilkbaharın gelişi olan mart ayında kutlamaktaydılar. Bu ay, aynı zamanda yeni
yılın da ilk ayıdır. Bundan dolayı bu aya “baş ay” adını veriyorlardı.
Kaşgarlı’nın Divanı’nda geçen ifadeden de anlaşıldığına göre Türkler,
bayram yaptıkları günü büyük bir ihtimalle “yeni gün” (yengi/yangi kün)
şeklinde adlandırıyorlardı. Bu kelime de Farsça “nevruz” kelimesinin tam
karşılığıdır.[429]
Göktürklerde toy merasimleri de devlet
hayatında önemli bir yer
tutmaktadır. Toylar; doğum, beğ oğlunun ilk avı, tahta çıkma, bir felaketten
kurtulma ve elçi kabulü gibi sebeplerden dolayı yapılıyordu.[430] Bunlardan
başka; düğün toyları, ölüm toyları, ölü aşları, ad verme toyları, çocuğu
olmayanların yaptırdıkları dilek ve hacet toyları, yemin toyları ve uğurlama-
karşılama toyları da yapılmaktaydı.[431]
Toy, bütün Türk lehçelerinde ve
Türkçeden intikal ettiği diğer dillerde doğrudan doğruya “meclis, toplantı”
anlamına gelmektedir ve devlette bir kurum olarak sonraki asırlarda ortaya
çıkıp zamanla dilimize de yerleşen Moğolca “kurultay” (aslı khuriltai) sözünün
Türkçe karşılığıdır. Toy kelimesinin “yemek yiyerek doymak” ile bir ilgisi
görülmemektedir. Türklerde toya katılma hakkına sahip olanlara da herhâlde
“toygun” demekte idiler. Toygun kelimesinin toy birliği içinde, toya bağlı veya
daha doğru bir ifade ile toy üyesi anlamına geldiği kabul edilmektedir.
Belirli yer ve tarihlerde, hükümdarın açış
konuşmasını takiben
kurbanlar kesilmesi vs. gibi dinî-millî törenlerle başlayan toy, devlet ve
millet
meselelerini uzun uzun görüşerek kararlara bağlardı, sonra zengin sofralara
oturulurdu. Türk hükümdarı toyun doğal başkanı idi. Fakat tanhu veya hakan
nasbında veya devlet başkanının herhangi bir sebeple toplantıda yer
almadığı zamanlarda toy görüşmelerinin başka biri tarafından idare edilmesi
gerekiyordu. Bu görevi, şimdiye kadar “devlet müşaviri” olarak bilinen kişinin
yaptığı tahmin olunur ki hükümdar ailesi dışından seçildiği anlaşılan bu zat,
Aygucı veya Üge (Öge) diye anılmakta idi. Aygucı ve ügeler aynı zamanda
“başbakan” durumunda idiler.[432]
Göktürklerin bayram ve festivallerinde dört
unsur görülür. Bunlar; ritüel
değer taşıyan davranışlar, hayatlarında rol oynayan nesneler, eğlence ile
ilgili
unsurlar, giyim ve süslenme ile ilgili unsurlardır.
Göktürklerin bayramlarında ritüel değer
taşıyan bazı davranışlar ve
nesneler bulunmaktadır. Mesela kurban ve yağmur riti bunların başında
geliyordu. Gök Tanrı inancına göre, Gök-Tanrı evrenin ve bütün canlıların
yaratıcısı durumundaydı. Yeryüzündeki hayatı, tabiatı ve iklimi o
düzenlemekteydi. Kısaca Gök-Tanrı’nın her şeyde rolü ve etkisi vardı.
Dolayısıyla Göktürkler kendilerini daima hayatları üzerinde tek ve mutlak söz
sahibi olan Gök-Tanrı’nın destek ve himayesini almak durumunda
hissetmişlerdir. Bunun için de bayramlarına önce Gök-Tanrı’ya kurban
kesmekle başlamışlardır. Kurban olarak da hayatlarında önemli bir unsur
olan ve başlıca rol oynayan atı tercih etmişlerdir.
Göktürklerin hayatlarında iki unsur çok
önemlidir. Bunlardan biri at,
diğeri demirdir. Demir silah sanayisinin başlıca madenidir. Göktürkler, demiri
işlemek ve bu madenden silah yapmak suretiyle uzun süre geçinmişler ve
güçlü bir kavim hâline gelmişlerdir. Demircilik Göktürklerin ata sanatı
durumundadır. Onlar mesleki tecrübelerini kullanarak yani demir dağı eritmek
suretiyle Ergenekon’dan çıkabilmişlerdir. Demir dağın eritilmesinde ateş de
rol oynamıştır. Bundan dolayı ateş Türklerin hayatında önemli bir unsur
hâline gelmiştir. Türklerde ateş kutsaldır ancak İranlılarda ve Hindularda
olduğu gibi ateşe tapılmamıştır. Ayrıca Türklerde ateş, temizlenmenin ve
arındırmanın bir vasıtasıdır. Dolayısıyla eski Türk inancına göre saflığından
şüphe edilen herkesin ve her nesnenin iki ateş arasından geçirilmesi, bir
ocağın etrafında döndürülmesi ve hatta bir ateşin üzerinden atlatılması
lazımdır. Göktürkler, Bizans elçisi Zemarkhos’u her türlü felaketten uzak
tutmak için bir ateş etrafında döndürmüşlerdir. Öte yandan Türk kamları da
hastayı kötü ruhlardan arındırmayı ateşle yapmaktaydılar.[433]
Bu inanışların
tesiriyle Türkler, bayram ve festivallerde ateş yakıp üzerinden atlamışlardır.
Bu âdetin aynısı Göktürklerde de görülmektedir.[434]
Göktürk bayramlarının en önemli kısmını
eğlenceler oluşturuyordu.
Bayram ve festivallerde at ve ok yarışları yapılmakta, ayak topu oynanmakta,
ayrı ayrı veya gruplar hâlinde neşeli şarkılar söylenmekte ve bolca kımız
içilmekteydi.
Göktürkler giyim kuşamlarını bayramların
ruhuna ve havasına uygun
şekilde belirlemişlerdir. Özellikle onların kıyafetlerinde kırmızı, yeşil ve
sarı
renkler hâkimdi. Kadınlar bayram günleri giydikleri uzun gömleklerinin
üzerine şal sarıp bu şalın iki ucunu sarkıtmaktaydılar. Ayrıca onlar
elbiselerine uygun kırmızı ve sarı renkte çizmeler giymekteydiler. Göktürkler
bayramlarda kendilerini süslemenin yanında bayram yerlerini de
süslemekteydiler. Bayram yerleri ışıklarla aydınlatılmakta ve çiçeklerle
donatılmaktaydı. Bu çiçekler nevruz adıyla da anılan kardelen çiçekleri idi. Bu
çiçek ilkbaharın da ilk müjdesini vermekteydi. Bayram süslemeleri yarışmaya
sokulan hayvanlar için de yapılmaktaydı.[435]
Göktürklerin ekonomisinin temeli bozkır
iklimi ve çevresine uygun
olarak hayvancılığa dayanmaktadır. Bozkır topraklarının tarıma elverişsiz
olması, tarımla geçinmenin imkânsızlığı bozkır halklarını daha baştan
hayvancılığa mecbur etmiştir. Bunun sonucunda gerek Göktürklerin gerekse
diğer bozkır halklarının ekonomik hayatının temelini, tarih boyunca her
zaman hayvancılık teşkil etmiştir.[436]
Ancak hiçbir ekonomik faaliyet tek
başına toplumun ihtiyaçlarını karşılayamayacağı için az da olsa Göktürkler
diğer ekonomik faaliyetlerde de bulunmuşlardır. Bu itibarla belirli ölçülerde
tarım, ticaret, zanaat ve sanayi de ekonomik faaliyetlerinin içinde yer
almıştır.
Göktürklerin Ergenekon’dan çıkmaları ve kurtulmalarını sağlayan demircilik
Göktürk ekonomisinde önemli bir yere sahiptir.
1) Hayvan Besleyiciliği: Bozkır Türk ekonomisinin esasını, yüksek
ovaları ve yaylaları olan bozkır coğrafyasının iklim şartları icabı, çobanlık
ve
hayvan besleyiciliği teşkil ediyordu.[437]
Eski Göktürk ekonomisi de
hayvancılığa, yani besiciliğe dayanıyordu. At ve koyun bu ekonominin iki
temel unsuruydu. Her iki hayvan da sürüler hâlinde beslenmekteydi. At
sürüsü sahibine itibar, koyun sürüsü de maddi güç sağlamaktaydı.[438]
1.1.
At: Göktürklerin en
çok besledikleri hayvanlardan birisi at idi.
Tasvirlere göre bu atlar uzun boylu, iri cüsseli, ince bacaklı, uzun boyunlu ve
küçük başlı idi. At yetiştirme konusunda ve miktarında bir sıkıntıları yoktu.[439]
At sürüsü bulunmadıkça bozkır ekonomisinin devamı imkânsızdır. Göktürkler
sürüler hâlinde yetiştirdikleri atın etini yerler, onu Gök Tanrı’ya kurban
olarak
sunarlardı.[440] Hayvanların her biri özel bir
işaretler damgalanmaktaydı.
Sürülerin karışması hâlinde her aile kendi hayvanını bu damga vasıtasıyla
tanımaktaydı.[441]
Orta Asya’da var olabilmek için savaşçı olmak
gerekmektedir. Yalnız
savaşçı olmak da yetmez, aynı zamanda atlı savaşçı olmak gerekirdi. Bu
itibarla Göktürklerin hayatlarında bir savaş aracı olarak da at çok önemli bir
yere sahipti. Ata eyerleyerek binmeleri ata hâkimiyetlerini kolaylaştırmış ve
at
üzerinde her türlü hareketi ve manevrayı yapmalarına imkân vermiştir. Bu da
büyük bir askerî üstünlük sağlamıştır. Kaynakların yaya yürüyüşüyle
ulaşılamayacak kadar geniş alanlar içinde serpiştirilmiş olması ve bozkırın
uzun yürüyüşlere elverişsiz yapısı ancak atlı savaşçılara yaşama imkânı
vermiştir.[442] Burada atın bir ulaşım aracı
olarak da Göktürklerin hayatındaki
yeri karşımıza çıkmaktadır.
Göktürklerin günlük hayatında en çok
kullandığı vasıta at idi.
Hayatlarının büyük bir kısmı at üzerinde geçmekteydi. Çocuklar da çok küçük
yaşlardan itibaren ata binmeyi öğrenirlerdi. Binit ve savaş aracı olarak
kullanılacak atın seçimi daha bir yaşında yani tay iken yapılmaktaydı. Seçilen
taylar özel bir eğitime tabi tutuluyordu.[443]
Çinliler, Türklerden söz ederken “Hayatları
atlarına bağlıdır.” derler.
Göktürkler at yetiştiriciliği ile uğraşırlar ve yetiştirdikleri atları komşu
ülkelere
satarak geçimlerini kazanırlardı. Kementle vahşi atları ya da yırtıcı
hayvanları
avlarlardı. Atlarını soğuk ve temiz kuzey iklimlerinde yayarlar, suyun bol
olduğu ve vahşi türlerle çiftleştirmenin yaygın olduğu zengin otlaklara sahip
Orta Asya platolarına sürerlerdi. Yarışmalar düzenlerler, at üzerinde çeşitli
oyunlar oynarlardı. At binicilik geleneksel bir anlama sahipti ve at, kurbanlık
veya adaklık olarak da kutsal bir değer kazanmıştı. Göktürkler de dâhil olmak
üzere çeşitli Türk kavimleri yalnız kuzeyde değil, güney çöllerinde de avcı
cins atlar beslemişlerdir.[444] Çin kaynakları yalnız Göktürk
çağında ayrı adlar
altında zikredilen 11 cins Türk atından bahsetmiştir.[445]
Ancak Orta Asya
bozkırlarında en eski zamanlardan beri iki cins at yetiştirilmekteydi.
Bunlardan birinci cins “taki”, ikinci cins de “tarpan” adıyla tanınmaktaydı.
Türklerin bahsedilen bütün at cinsleri bu iki cins ve bunların alt cinslerinden
gelmektedir. Göktürkler özellikle yaban aygırları ile kısrakları çiftleştirmek
suretiyle koşma gücü çok yüksek atlar elde etmekteydiler. Bu atlara “arkun”
adı verilmekteydi.
Binit ve savaş aracı olarak kullanılan
atların özel bir bakımı vardı. Bu
atlar “aran” adı verilen bir tavlada toplanmaktaydı. Atların bakımı genellikle
burada yapılmaktaydı. Atlar için en iyi besin maddesi taze arpa idi. Göktürkler
atlarını besleyebilmek için bol miktarda arpa ekmekteydiler. Atlar için önemli
bir yiyecek maddesi de taze ot ve yonca idi. Her iki yiyecek maddesi de ya
bütün hâlinde ya da kıyılmak suretiyle atlara verilmekteydi. Kış aylarında
saman ve kepek karıştırılıp “aşbar” adı verilen besin maddesi oluşturulup
atlara verilmekteydi.
Erkek atlar çiftleştirme ve binit aracı
olarak kullanılıyordu. Atın dişisi
olan kısraklar ise daha çok damızlık olarak kullanılmaktaydı. Kısrağın
ekonomik değeri daha çok sütünden ileri gelmekteydi. Zira Göktürklerin
başlıca içkileri olan kımız sadece kısrak ve deve sütünden yapılmaktaydı.
Kısraklar doğumdan hemen sonra başlayarak tekrar yüğrülünceye kadar
sağılmaktaydı. Kımız tulumları ise genellikle dikkatle yüzülmüş at gönünden
(deri) yapılmaktaydı.
Göktürkler için hayvanın sütü ve gönü kadar
eti de önemliydi. Zira en
değerli et at etiydi. Onlara göre at eti misk gibi kokmaktaydı. Öte yandan,
atın
karnından çıkan bir yağ (yund kazısı yağ) vardı ki Göktürkler bu yağı çok
sevmekteydiler. Fakat Göktürkler atlarını dinî tören ve zorunlu hâller dışında
pek fazla kesmemekteydiler. Onlar et ihtiyaçlarını, bol miktarda ürettikleri
koyun, keçi gibi evcil hayvanlar ve av hayvanlarından sağlamaktaydılar.[446]
1.2.
Koyun: Göktürklerin en
çok yetiştirdikleri hayvanlardan biri de
koyundu. Türk mezarlarında yapılan kazılarda koyun kemiklerine de
rastlanmaktadır.[447] En eski çağlardan beri Orta
Asya Türk topluluklarında
koyun atın yanında iktisadi hayatta önemli bir yer tutmuştur. İlk defa olarak
MÖ 2500 yıllarına ait Afanosyevo kültüründe koyun kemikleri at kemikleri ile
birlikte ortaya çıkmıştır. Eti, sütü, derisi, yünü ve hatta kemiğinden istifade
edilen koyun, attan sonra Göktürklerde ikinci dereceyi almakta idi.[448]
Afanosyevo ve Andronovo kültüründe at ve koyun kemiklerinin bir arada
bulunması bozkır iktisadiyatının bünyesini ortaya koyması açısından
önemlidir.[449]
Göktürklerin büyük koyun sürüleri vardı.
Koyunun çok miktarda olması
hayvanların tanınmasını son derece güçleştirmekteydi. Bundan dolayı
hayvanlar birer birer işaretlenmekteydi. Bu işarete “en” denmekteydi. “En”
hayvanın kulağının bir parçasını kesmek veya yarmak suretiyle
yapılmaktaydı. Sürülerin veya hayvanların karışması hâlinde her aile kendi
malını bu işaret vasıtasıyla tanımaktaydı. Koyunlar yazın yaylalara
çıkarılmakta, kışın da rüzgârdan, tipiden ve soğuktan korunaklı kuytu yerlere
götürülmekteydi. Ağıllar vahşi hayvan saldırılarına karşı bütün gece çobanlar
tarafından gözetim altında tutulmaktaydı.
Göktürkler koyunu hem ticaret malı olarak hem
de kendi ihtiyaçları için
değerlendirmekteydiler. Ancak koyun, ekonomide ticaret malı olmaktan çok
kendi ihtiyaçları için daha önemliydi. Her şeyden önce koyun, Göktürklerde
başlıca geçim kaynağını oluşturmaktaydı. Koyunun sütünden, etinden,
yününden, derisinden daha doğrusu her şeyinden faydalanılmaktaydı.
Esasen iki çeşit koyun vardı. Biri sağımlık, diğeri de etlik koyun idi.
Sağımlık
koyun sütü için, etlik koyun da eti için beslenmekteydi. Et ihtiyacı, daha çok
kısır kalan koyunlardan sağlanmaktaydı.
Göktürk ekonomisinde koyunun sütü ve eti kadar
yünü ve derisi de
önemliydi. Koyun ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinde olmak üzere senede
iki defa kırkılmaktaydı. İlkbaharda kırkılmış olan yüne “yap” bugünkü söylenişi
ile “yapağı” denmekteydi. Yapağı bütün kış boyunca koyunun sırtında kaldığı
için sonbaharda kırkılmış olan yüne göre daha uzun, daha kalın ve daha sert
idi. Koyun yününden hem çeşitli kumaşlar dokunmakta hem de keçe,
kepenek, çizme, ip, döşek, yastık ve yorgan gibi çeşitli eşyalar yapılmaktaydı.
Koyunun derisi ise çadırlarda sergi eşyası olarak kullanıldığı gibi, işlenip
çeşitli giyim eşyaları hâline getirilerek de değerlendirilmekteydi. Ayrıca kuzu
derisinden kürk de yapılmaktaydı.[450]
Koç/koyun, dağteke motifini Kök-Türklerde
hemen hemen kültürün her
sahasında görmek mümkündür. Sıgun-keyik ve kutlu-dağ efsaneleri Kök-
Türklerde miladi III-IV. yüzyıllarda kesinlikle tespit edilmiştir. Ancak bu
efsanelerin daha eskilere gittiği de muhakkaktır. Miladi V-VI. yüzyıllara ait
olan Kudirge petroglifi Kök-Türklerden kalmadır. Bu petroglifde Altaylarda ve
Pazırık kurganlarında görüldüğü gibi kurban edilen atlara dağ keçisi
cinsinden hayvan maskeleri takılmıştır. Zoomorfik motiflerden oluşmuş koç
heykelleri Kök-Türk mezarlarında görülmektedir. Kül-tigin bengü taşının yazılı
bulunduğu avlunun girişinde bir çift karşılıklı koç heykeli ortaya
çıkarılmıştır.[451]
1.3.
Diğer Hayvanlar: Göktürklerin
Orta Asya’nın coğrafi şartlarına
uygun olarak ekonomik faaliyetlerinin çoğunu hayvancılık oluşturmuş ve bu
faaliyetlerin içinde en önemli yeri at ve koyun
almıştır. Ancak beslenen
hayvanlar sadece at ve koyundan ibaret değildir. Onların sığır, manda, keçi,
deve ve tavuk gibi daha başka hayvanları da vardı.
Göktürkler, sığırı sürüler hâlinde beslemekte
idiler. Sığır, çift sürmede
ve araba çekmekte kullanıldığı gibi, sütünden, etinden ve derisinden de
yararlanılmaktaydı. Az da olsa manda da beslemişlerdir. Manda, suyun
içinde yatmayı çok sevdiği için bu hayvana su sığırı da denilmiştir.
Beslenen hayvanlar arasında koyun kadar
olmasa da büyük keçi
sürüleri de vardı. Tıpkı koyun gibi keçinin de sütünden, etinden, kılından ve
derisinden yararlanılmaktaydı. Özellikle erkek keçinin eti çok lezzetli idi.
Deve ise eski çağlardan beri Orta Asya ve
Orta Doğu ticaret yollarının
rakipsiz nakil vasıtası idi. Ticaret kervanlarındaki yük taşıyan hayvanların
hemen hemen hepsi develerden oluşuyordu. Türkler deveyi Hun çağından
beri tanımakta ve bu hayvanı beslemekteydiler. Devenin de sütünden,
etinden, tüyünden ve derisinden yararlanılmaktaydı. Fakat deve daha çok
yük hayvanı (yüklet) olarak kullanılmaktaydı.[452]
2) Ticaret: Bütünü savaş ve mücadelelerle geçen hayatlarına rağmen
atlı kavimler, manevi servetlere ve barışsever uğraşlara karşı da duygusuz
kalmamışlardır. Nispi barış zamanları ile mamur büyük imparatorlukların
kurulmasını takibeden devreler gibi sakin geçen zamanlarında, kuzey ile
güney, batı ile doğunun mahsul ve mamullerinin değiş tokuşunda büyük
hizmetleri geçmiş, komşuları yerleşik medeniyetler üzerinde önemli tesirleri
olmuştur. Göktürkler bunun en iyi örneğini vermişlerdir.[453]
Orhun
Kitabeleri’nde de devletin sağlamlığı ve halkın refahı için ticaretin önemini
belirtilmiştir.[454] Göktürklerin hem ihtiyacın
üzerinde mal üretip satma hem
kendi ihtiyaç maddelerini komşu ülkelerden temin etme, hem de ticari mallara
aracılık etme şeklinde ticari faaliyetleri olmuştur. Ticaret büyük ölçüde değiş
tokuş esasına dayanıyordu. Göktürklerin değiş tokuş için en çok kullandıkları
mal at idi.
Göktürkler yaptıkları ticarette para da
kullanmaktaydılar. Tarihî
kayıtlara göre Göktürkler başta Çin olmak üzere komşu ülkelerle yaptıkları
ticarette ödemeyi haraç paralarla yapmışlardır. Türklerin ticarette ödeme
aracı olarak kullandıkları bu paralara “Satir” adı verilmekteydi. Satir’in
madeni
gümüş idi. Bu para, şekil olarak diske benzemekteydi. Ticarette kullanılan
başka bir ödeme aracı da kıymetli madenlerden yapılmış çeşitli kapkacaklar
idi. Alınan mal karşılığında bu madenî eşyalar satıcıya verilmekteydi. Maden
işçiliğinde usta olan Göktürkler ödeme aracı olarak kullandıkları kapkacakları
genellikle kendileri imal etmekteydi.[455]
Göktürkler (Türgişler) çağında madenî Türk
parası da görülmektedir.
Bazısında Türk geleneği uyarınca damgalar da görünen bu paralardan bir
kısmı -yabancı ülkelerle ticari faaliyet daha çok Soğdlular aracılığı ile
yapıldığı için- Sogd harfleri ile Türkçe, bir kısmı da Soğdca yazılıdır.[456]
2.1.
İhracat: Göktürk
ekonomisinin temeli hayvancılığa dayanıyordu.
Bu nedenle Göktürk ekonomisinin ihraç malları arasında canlı hayvan ve
hayvan ürünleri önemli bir yer tutmaktaydı. Göktürkler ihtiyaç fazlası olarak
çok miktarda at ve koyun üretmekteydiler. Bu malları yani at ve koyunu canlı
mal olarak komşu ülkelerden özellikle Çin’e ihraç etmekteydiler. Onların Çin’e
sattıkları başka mamuller de vardı.[457]
İslam coğrafyacılarının bildirdiğine göre
Türkler Çin’e imal ettikleri birçok malı, yünleri, yağ ve balı, zırh, kalkan,
topuz
gibi silahların birçoğunu, elbise, misk ve buna benzer ihtiyaçları olan ve
onlar
tarafından kullanılan şeyleri götürüp satarlardı.[458]
Ayrıca konserve et, deri,
kösele ve kürkler de komşu devletlere ihraç edilen mallar arasındadır.[459]
Tarihî kayıtlara göre Göktürklerin ürettiği
ihtiyaç fazlası maddeler ve
mallar arasında demir ve madenî eşyaların da bulunduğu anlaşılmaktadır.[460]
Büyük Hun İmparatorluğu’nun MS I. yy.da parçalanması ile Türklerin büyük
kısmı Altayların kolay geçilmez vadilerine yerleşip çoğaldılar. Bu Türk
boylarından biri de Göktürkler idi. Göktürkler demir üretiminde büyük başarı
gösterip medeniyetçe de yükseldiler.[461]
Demir üretimindeki bu başarı ve
demirden bol miktarda alet ve silah yapılması dünya medeniyet tarihi
açısından önemli dönüm noktasıdır. Ayrıca Türk kültür ve medeniyetinin de
dünya medeniyetine önemli bir katkısıdır.[462]
Altay dağlarında çeşitli cins çeliğe
rastlanmaktadır. Bilhassa Salınçak
ve Onugug dağlarındaki yumuşak ve sert çeliklerden çok bahsedilmiştir.
Tuyahta ve Kuray kurganlarında bulunan çelik cinsleri hakikaten yüksek
kalitede cevherlerle ilgili idiler. Altaylara giden seyyahlar ora halkının hâlâ
çok
iyi demirciler olduklarını bilhassa kaydetmişlerdir. Hatta Radlov’a göre Altay
bıçakları Rus bıçaklarına tercih edilmiştir. Rus tüccarları yanlarında Altay
bıçakları taşımayı arzu ve tercih etmişlerdir. Altaylı demirciler bilhassa
kaynak tekniğinde çok usta idiler.[463]
Mesleklerinde uzmanlaşmış olan Göktürk
demircileri ve dökümcüleri,
sadece kendi toplumlarının ihtiyacını karşılamak için çalışmıyorlardı. Onların
ürettikleri mamuller, Çinliler ve İranlılar tarafından satın alınıp
kullanılmaktaydı. Örneğin, göçebe hayatın zevkini yansıtan ince bronz
işlemeli tasvirlerle süslenerek yapılmış olan kömür mangalları her yerde
aranan Türk eşyaları arasındaydı. Göktürkler işlenmemiş demir de
satmaktaydılar. Hatta onlar ellerindeki demiri satabilmek için önlerine çıkan
her fırsatı değerlendiriyorlardı. Örneğin, Bizans elçilik heyeti Batı
Göktürklerinin merkezini ziyaret ettiğinde Göktürk demir tüccarları ellerindeki
demiri Bizans elçilerine satabilmek için hemen onların etrafını çevirerek bu
konuda anlaşma yapmak istemişlerdir.[464]
Altaylar bölgesindeki demir madenlerinin
Göktürklerin kontrolünde
olmasının yanında, Tanrı Dağları’nda Kaşgar-Kuça havalisinde altın, gümüş,
bakır ve tuzlalar da Göktürklerin kontrolünde idi.[465]
2.2.
İthalat: Göktürklerin
ithal ettikleri mallardan birisi ipek idi.
Göktürkler Çin’e ihraç ettikleri at ve koyun gibi canlı mallar karşılığında
ipekli
kumaşlar almaktaydılar.[466] 542 yılında kaynaklarda
Göktürklerle ilgili olarak
başlayan bilgiler, birdenbire kesilir ve 545’te tekrar başlar. Bu tarihten
öncesine dair ifadelere göre önce Bumin’in boyu kuvvetlenmiş, sonra Çin’in
dışındaki pazarlarda ipek alışverişine başlamıştır ki bu sadece ipek satın
almak şeklinde yorumlanabilmektedir. Göktürkler, yukarıda belirttiğimiz gibi
542 yılından itibaren derece derece kuvvetlenmeye başlamışlardır. Batı Wei
Devleti sınırlarını sık sık akınlar yoluyla ziyaret eden Bumin, neticede Çin
Seddi’nin kuzey taraflarında ipek ticaretinde bulunuyordu.[467]
Kitabelerin bütünü içinde yer almamasına
rağmen, Çin tarihlerindeki
kayıtlara göre, Bilge Kağan ve diğer kağanlar devrinde Çin’den çokça tarım
aleti ve tohumluk olarak tahıl satın alındığı da ifade edilmektedir.[468]
Göktürkler, sattıkları atlar karşılığında Çin’den gümüş de ithal
etmişlerdir.
2.3.
Ticaret Yolları: Göktürklerin
ülkeleri doğu-batı yönünde dünya
transit ticaretine aracılık ediyordu. Çünkü Eski Çağdan itibaren Orta Çağın
sonlarına kadar etkin bir şekilde işleyen milletlerarası önemli kara transit
ticaret yollarının birçoğu Türk ülkelerinden geçiyordu. Örneğin, Abakan
Bozkırları’ndan başlayıp Güney Sibirya Ormanları’nın kıyısı boyunca devam
ederek Etil-Kama Nehirleri’nin birleştiği yere kadar uzanan bir ticaret yolu
vardı. Bu yola üzerinde taşınan mamulden dolayı “Kürk Yolu” adı verilmiştir.
Kürk Yolu üzerinden asırlarca sincap, sansar, tilki, kakum, samur, kunduz,
vaşak, gelincik ve geyik gibi tüyleri güzel ve yumuşak olan hayvanların deri
ve postları sevk edilmiştir. Bu yolun doğu ucu da Türk devletlerinin merkezi
olan Orhun Bölgesi’nden Çin’e iniyordu.[469]
552 yılında istiklalini ilan ederek resmen kurulmasıyla
birlikte Göktürk
devleti kısa zamanda büyüdü. En büyük düşmanları gördükleri Moğol Juan-
juanları tamamen imha edinceye kadar takip ettiler ve sonunda tarihten
sildiler. Güney batıda Akhun (Eftalit) Devleti’ni ortadan kaldırarak o zamanın
dünyasının doğusuyla batısının bağlantısını sağlayan İpek Yolu’nu da ele
geçirip dünya ticaretinde söz sahibi oldular.[470]
İpek Yolu’nun Orta Asya
kısmını kontrol altına alan Göktürkler bu yoldaki ticarete zarar veren
Sasanilere karşı Bizans’la ittifak yaptılarsa da İpek Yolu’nun tamamını
açamamışlardır. Ancak Arapların kolayca yıkabilmeleri için Sasanileri
yıpratmışlardır. İpek Yolu Çin’den başlayıp Doğu Akdeniz kıyılarına ulaşan ve
Kürk Yolu’na paralel uzanan bir yoldu. Bu yol tabiatın ve iklimin hazırladığı
geniş vadi yatakları ile kervanların konaklamalarına yarayacak vahalardan
oluşmakta idi. Göktürk ticaretinde de önemli bir yeri olan İpek Yolu adını
üzerinde daha çok ipek ve ipekli kumaş ticareti yapılmasından almıştı.[471]
Çin ipek ticaret yolunun Göktürklerin eline geçmesi, Türk
hâkimiyetinin
Batı Türkistan’da Soğd iline kadar yayılması keyfiyeti, bu devrin siyasi ve
ekonomik tarihi üzerinde önemli etkiler yaptığı gibi, Batı Türkistan’ın
büsbütün ve süratle Türkleşmesinde de en mühim etken olmuştur.[472] Ayrıca
Göktürklerin İpek Yolu’nun Orta Asya kesiminde kurdukları hâkimiyet
şehirlerin artmasında da etkili olmuş olmalıdır.[473]
Hami, Turfan, Karaşar,
Aksu, Koçu, Kaşgar, Hotan, Yarkent bunlardan bazılarıdır.
Bizans kaynaklarının kayıtlarına göre,
Göktürk devrinden itibaren
Türklerin de İpek Yolu üzerinde cereyan eden ticari faaliyetlere büyük ölçüde
katıldıkları anlaşılmaktadır. Zira VI. yüzyılın ikinci yarısı içinde Bizans
sarayını ziyaret eden Göktürk elçileri, imparatordan İstanbul’da Türk
tüccarları için bir ticaret merkezi kurma ayrıcalığı koparmışlardır. Böylece
İstanbul’un “Mitaton” adı verilen semtinde Göktürk tüccarları için bir ticaret
merkezi kurulmuştur. Bu ticaret merkezi yüzden fazla Türk tüccarına hizmet
vermiştir.
Eski Türk devletleri komşu ülkelerle
yaptıkları ticaretin güvenlik içinde
cereyan etmesi maksadıyla bazı tedbirlere başvurmaktaydılar. Bu tedbirlerin
başında komşu devletlerle olan sınırlarda serbest ticaret pazarlarının
kurulması gelmekteydi. Göktürk beyleri de daima ellerindeki malları
satabilecek ve ihtiyaçları olan malları da alabilecek pazarlar arıyorlardı.
Onlar
bu gaye ile 593 yılında Çin imparatoruna bir elçi göndererek kendisinden Çin
ile ticaret yapabilmek için sınır boyunca pazar yerleri tayin edilmesi izni
talebinde bulundular. İmparator da yayınladığı bir fermanla onların bu isteğini
karşıladı.
Tıpkı Attila gibi Bilge Kağan’da serbest
ticaret pazarlarının önemini çok
iyi kavramış bir devlet adamıydı. Bilge Kağan savaşlara son verip Çin ile olan
ilişkileri dostluk ve barış temeline oturttuktan sonra bu ülkeden bazı ticari
imtiyazlar koparmıştır. Bu imtiyazlardan en önemlisi bazı Çin şehirlerinde
serbest ticaret pazarlarının kurulması idi. Çin imparatoru Ordos Bölgesi’nin
kuzeyinde bulunan bir Çin şehrinde serbestçe alışveriş yapabilmeleri için
Göktürklere izin vermiştir. Bu antlaşmadan iki taraf da kârlı çıkmıştır. Zira
Çin,
ordularının ihtiyacı olan atı bu pazarlar vasıtasıyla kolayca Göktürklerden
temin edebilmiştir. Göktürkler de sattıkları at karşılığında bol bol gümüş ve
473
ipeğe kavuşmuşlardır.[474]
2.4.
Vergiler: 552 yılında istiklalini
ilan ederek resmen kurulmasıyla
birlikte Göktürk devleti kısa zamanda büyüdü. En büyük düşmanları
gördükleri Moğol Juan-juanları tamamen imha edinceye kadar takip ettiler ve
sonunda tarihten sildiler. Aynı zamanda Kuzey Çin’deki iki devlete siyasi
alanda büyük üstünlük sağlayan Göktürkler, bu devletleri yıllık vergiye
bağlamışlardır.[475]
Göktürkler Döneminin en önemli ticaret
yollarından biri İpek Yolu idi.
İpek Yolu’ndan sadece çeşitli milletlere mensup tüccarlar değil, bu yolun
hâkimi olan Türk devletleri de yararlanmaktaydılar. Zira Türk devletleri bu
güzergâh üzerinde faaliyet gösteren tüccarların elde ettikleri gelirlerden bir
kısmını koruma ve geçit vergisi adı altında hazinelerine almaktaydılar. Bu
gelirler, başta Çin olmak üzere bölge devletlerinin dikkatlerini İpek Yolu
üzerine çekmiş ve İpek Yolu hâkimiyeti için asırlarca sürecek olan bir
mücadele başlamıştır.
Göktürkler ipek, buğday ve pirinç gibi
ekonomilerinin eksiği olan temel
ürünleri de zaman zaman Çin’den vergi olarak temin etmişlerdir.[476]
Göktürklerde iktisadi ve mali işlerle Tudunlar meşgul oluyordu. Tahsilat
çok
yerde ayni olarak yapılıyordu.
3) Tarım: Göktürkler Orta Asya bozkırlarının imkân verdiği ölçüde ve
şehirleştikleri bölgelerde tarımla da uğraşmışlardır. Ancak Orta Asya’nın
tabiat ve iklim şartları hayvancılığa olduğu kadar tarıma elverişli değildi.
Ancak tarım yapmak için şartları kısıtlı olan bu coğrafyada Göktürklerde her
ailenin ekip biçtiği, suladığı bir arazisi vardı.[477]
Bu çağda açılmış sulama kanallarından birçoğu
yakın zamanlarda Rus
arkeologlarca bulunmuştur. Bunlardan biri “Tötö Kanalı” dır. 10 km
uzunluğundaki bu kanal Rusyalı arkeologlara göre büyük zorluklar gösteren
kayalık bölgede açılmış, bir yüksek matematik bilgisiyle ancak yapılma
olanağı sağlanabilecek durumda bulunan bir “su dağıtım şebekesi”nin de
kanala bağlanmış olduğu görülmüştür. Sovyet yöneticileri, 1935 yılında bu
bölgeyi sulamak için kanal açmak istediklerinde, bilimsel incelemeler
sonucunda Göktürklerin 1500 yıla varan bir geçmişte oluşturdukları kanaldan
daha iyi ve daha yetkinini yapmaya imkân olmadığı kanısına vararak Göktürk
kanalını yenilemişlerdir. Göktürkler, bu bölgede çağın en ileri tekniğini
uygulayarak ziraat yapıyor ve tarım ürünleri elde ediyorlardı.[478]
Yine bu bölgeye yakın Ak-Tura Kanalı Altay
Dağları’ndaki ileri
derecedeki ziraatçılığın delillerindendir. Tomsk Üniversitesi, bu bölgedeki
eski ziraat kültürünün izlerini botanik yönden tetkik ettirmiştir. Göktürk
Çağına
ait buluntular arasında ziraat işlerinde kullanılan uzun kürekler de ele
geçmiştir.[479] Göktürkler, hububat ekiminde
önemli bir alet olan öküzler ya da
herhangi bir hayvanın çektiği sabanı biliyor ve kullanıyorlardı. Yetişen tahıl
ürünü orak ile biçilmekteydi. Yetişen ürün düven ile saman haline
getirilmekte, kalburlar kullanılarak tem izlenmekteydi. Değirmen taşları da
milattan önceki yüzyıllardan beri Türk toplulukları tarafından bilinmekte ve
kullanılmaktaydı. Değirmen taşlarının yeni bir örneği de Göktürklere ait Kuray
kurganlarında meydana çıkarılmıştır.[480]
Göktürklerin tarım faaliyetleri çerçevesinde
Çin tarihlerindeki kayıtlara
göre Bilge Kağan ve diğer kağanlar devrinde Çin’den çokça tarım aleti ve
tohumluk olarak tahıl satın alındığı ifade edilmektedir.[481]
Göktürklerin ekip yetiştirdikleri en eski
tarım ürünlerinin başında
buğday, çavdar ve arpa gelmektedir. Göktürkler gibi Orta Asya’da büyük
devletler kuran Türk toplulukları ipek, buğday ve pirinç gibi ekonomilerinin
eksiği olan temel ürünleri zaman zaman Çin’den hediye ve vergi olarak temin
etmekteydiler. Buna rağmen onlar, buğday gibi tarım ürünlerinde tamamen
Çin ekonomisine bağımlı değillerdi. Çünkü bu ürünü Göktürkler de
yetiştirmekteydiler.
Çinliler tarım ekonomisinde ileri bir toplum
idiler. Bunun için Göktürkler
zaman zaman Çinlilerin tarım ürünü ve vasıtalarından yararlanmaktaydılar.
Örneğin, Göktürk Hükümdarı Kapgan Kağan, bir defasında Çin’den vergi
olarak 1250 ton tohumluk buğday ile 3 bin adet tarım aleti almıştır.
Daha önce belirttiğimiz gibi Göktürklerin
hayatında ve ekonomisinde at
başlıca rol oynuyordu. Bunun için onlar at yemi olarak bol miktarda arpa
yetiştirmekteydiler. At yemi olarak burçak ve yulaf da üretmekteydiler.
Göktürkler fasulye cinsinden baklagilleri de tanımaktaydılar. Acı bakla
bunların başında gelmekteydi. Bu itibarla bakla tarımı da yapılıyordu.
Bunların yanında kendir ve pamuk gibi sanayi bitkileri de yetiştirilmiştir.
Onların özellikle pamuk yetiştirdikleri tarlaları vardı. Kendir ip, urgan;
pamuk
da kumaş yapımında kullanılmaktaydı.[482]
Göktürkler, üzüm tarımı da yapmışlardır. Han
sülalesinden beri Turfan
Bölgesi’nde üzüm yetiştiriliyor ve şarapçılık yapılıyordu. 647 senesinde
Göktürk yabgusu, Çin’e üzümler gönderiyor ve bu üzümler Çinliler tarafından
çok beğeniliyordu.[483]
İskit, Hun ve Göktürklerin sosyal ve ekonomik
hayatı yaşadıkları bozkır
coğrafyasının şartlarına göre şekillenmiştir. Aile toplumun ve devletin
çekirdeğini oluşturan baba ailesi tipinde olmakla beraber, ailede kadın ve
çocuklar hiçbir zaman ikinci plana itilmemiştir. Eşler ve çocuklar, ailedeki iş
bölümüne göre üzerlerine düşen görevleri en iyi şekilde yapmışlar ve bozkırın
sosyal, ekonomik ve askerî gereklerini gerçekleştirmede atlı-göçebe hayata
ortak olmuşlardır. Ailedeki bu dayanışma toplumun teşkilatlanmasına da en
güzel şekilde yansımıştır. Boy ve boylardaki teşkilatlanma, bozkır
coğrafyasının var olabilmek için savunmayı ve savaşmayı gerekli kılan
şartlarına göre gelişmiştir. Bu itibarla sosyal hayatta toplum âdeta bir askerî
düzen içerisinde teşkilatlanmıştır.
Bozkır iktisadi hayatının temelini
hayvancılığın teşkil etmesi İskit, Hun
ve Göktürklerin hayat tarzlarını da etkilemiştir. At ve koyun bu hayat tarzının
temelini oluşturmuştur. Hayvancılıkla uğraşılan bu dönemlerde toplumun
hayatı, hayvancılığın gereği olarak yaylak ve kışlaklar arasında geçmiştir.
Hayvancılık; toplumun beslenme, barınma, giyim olmak üzere bütün
yaşayışında önemli bir yer tutmuştur. Belirtilen bu alanlarda büyük ölçüde
hayvan ve hayvan ürünleri kullanılmıştır. Ayrıca atın iktisadi hayat dışında
askerî alanda da önemli bir yeri olmuştur. Atın hızı ve demirin vurucu gücü
sayesinde varlık göstermişler ve güçlü bir şekilde hayatlarını devam
ettirebilmişlerdir. Yine bayram ve festivallerin kutlanmasında Nevruz
Bayramı’nda olduğu gibi mevsimler bir dönüm noktası olmuş; milletin
teşkilatının gözden geçirilmesi, asker ve atların sayımı ve askerî eğitimlerin
yapılması şeklindeki sonbahar toplantıları da atlı-göçebe bozkır hayatına
göre şekillenmiştir.
Atlı-göçebe yaşayışın ekonomisinin temelinde
başta at ve koyun
olmak üzere sığır, manda, keçi vs. diğer hayvanlar da bulunmaktadır. Bu
ekonomik faaliyetler doğrultusunda ihraç mallarının çoğunu da at, canlı
hayvan ve hayvan ürünleri oluşturmuştur. Bunun yanında demircilikte usta
olan Türkler, demir madeni ve mamulleri de ihraç etmişlerdir. Bunların
karşılığında bozkırın kısıtlı imkânlarından dolayı fazlaca yapılamayan ve
ihtiyacı karşılayamayan hububat ve başta ipekli kumaşlar olmak üzere giyim
eşyaları ithal etmişlerdir. Ancak Orta Asya’nın kısıtlı imkânları tarımın hiç
yapılmadığı anlamına gelmemektedir. Bu konudaki faaliyetlerin en önemli
delilini şüphesiz günümüze kadar ulaşabilen sulama kanalları ve tarım araç
gereçleri ortaya koymaktadır. Yine ekonomik faaliyetler çerçevesinde doğu-
batı ticaretinin gerçekleştirildiği başta İpek Yolu olmak üzere transit ticaret
yollarına olan hâkimiyet ve dönemin dünya ticaretinde üstlenilen önemli rol -
başta vergi gelirleri olmak üzere- önemli gelir kaynaklarından olmuştur.
Netice itibarıyla İskit, Hun ve Göktürkler
atlı-göçebe bir hayat
sürmüşlerdir. Bu hayatın temelinde at, koyun ve demir vardır. Onlara atın hızı
ve demirin vurucu gücü önemli bir üstünlük sağlamıştır. Başta küçükbaş
hayvan besleyiciliği olmak üzere hayvancılık, ekonomilerinin temelini
oluşturmuş, yaylaklar ve kışlaklar arasında geçen hayatlarına da yön
vermiştir.
ALYILMAZ, Cengiz. “Moğolistan’daki Türk Anıtları
Projesi 2000 Yılı
Çalışmaları Dışında Bazı Tespitler”, Göktürk Devleti’nin 1450. Kuruluş
Yıldönümü Sempozyum Bildirileri, (Eylül 2001), 69.
AYDIN, Mehmet. “Şamanizmin Eski Türk Dini Hayatı
İle İlişkisi ”, XI.
Türk Tarih Kongresi, II. Cilt, (1994), 492.
ARSAL, Sadri Maksudi. “Beşeriyet Tarihinde
Devlet ve Hukuk
Mefhumu ve Müesseselerinin İnkişafında Türk Irkının Rolü”, II. Türk
Tarih Kongresi, (İstanbul), 1069-1085.
AYAS, Nevzad. “Türkler ve Tabiat Kanunu”, II.
Türk Tarih Kongresi,
(İstanbul), 825.
ATAÇ, Galip. İskitlerde Hekimlik
AYDA, Adile. “Etrüsklerle İskitler Arasında
Benzerlikler”, VIII. Türk
Tarih Kongresi Bildirileri, I. Cilt, (Ankara), 288.
AŞAN, Muhammet B. “Yesi ve Çevresinde Sakalar”,
Türkler
Ansiklopedisi, 1. Cilt, (2002), 629-630.
BAŞKAN, Seyfi. “Eski Türklerde Sanat”, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt,
(2002), 112.
BAYKARA, Tuncer. “Türklüğün En Eski Zamanları”,
Türkler
Ansiklopedisi, 1. Cilt, (2002), 288.
BAŞTAV, Şerif. “Eski Türklerde Harp Taktiği“,
Türk Kültürü, Sayı 22,
(Ağustos 1964), 40-48.
CAFEROĞLU, Ahmet. “Türklerde Av Kültü ve
Müessesesi”, VII. Türk
Tarih Kongresi, I. Cilt, (1972), 171-172.
ÇAY, Abdülhaluk M. Türk Millî Kültüründe Hayvan
Motifleri. Ankara,
1990.
ÇAY, Abdülhaluk M., İ. DURMUŞ. “İskitler“,
Türkler Ansiklopedisi, 1.
Cilt, (2002), 576-593.
ÇETİNDAĞ, Yusuf. “Türk Kültüründe Hayvan ve
Bitki Motifinin Seyri”,
Türkler Ansiklopedisi, 4. Cilt, (2002), 171-172.
ÇORUHLU, Yaşar. “Hun Sanatı”, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt, (2002),
71.
ÇORUHLU, Yaşar. “Göktürk Sanatı”, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt,
(2002), 92.
DEER, Jozsef. “İstep Kültürü”, çev. Şerif
Baştav, Ankara Üniversitesi
Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dergisi, XII. Cilt, Sayı 1-2, (Mart-
Haziran 1954), 162.
DENİZ, Bekir. “Orta Asya Türk Halı ve Düz Dokuma
Yaygıları”, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt, (2002), 198.
DİYARBEKİRLİ, Nejat. Hun Sanatı. İstanbul, 1972.
DURMUŞ, İlhami. İskitler. Ankara,
1993.
DURMUŞ, İlhami. Anadolu’da
Kimmerler ve İskitler. Ankara, 1997.
DURMUŞ, İlhami. “İskitlerde Ölü Gömme Geleneği”,
Milli Folklor, Sayı
61, (2004), 22-27.
DURMUŞ, İlhami. “İskit Kültürü”, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt, (2002),
16-21.
DURMUŞ, İlhami. “İskitler’in Kimliği“, Türkler
Ansiklopedisi, 1. Cilt,
(2002), 620-624.
DÖNMEZ, Şevket. “Ön Asya’da İskitler”, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt,
(2002), 34.
DUVARCI, Ayşe. “Türklerde Yiyecek İçecek
Kültürü“, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt, (2002), 233.
ESİN, Emel. İslamiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi
ve İslam’a Giriş.
İstanbul, 1978.
ESİN, Emel. “Türk Sanatında At”, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt, (2002),
125-135.
ERGİN, Muharrem. Orhun Abideleri.
İstanbul, 1970.
ERSOY, Yasemin. “Türk Mutfak Kültürü”, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt,
(2002), 223.
GÖMEÇ, Saadettin. “Köktürk ve Uygur Damgaları
Üzerine Bir
Deneme”, Türk Kültürü, sayı 442, (Şubat 2000), 65.
GRAKOV, B. Nikolayeviç. İskitler.
Çev. Ahsen Batur, İstanbul, 2006.
GROUSSET, Rene.
Bozkır İmparatorluğu. Çev. M. Reşat Uzmen,
İstanbul, 1993.
GUMİLÖV, L.N. Eski Türkler. Çev.
Ahsen Batur, İstanbul, 1999.
İNAYET, Alimcan.
“Türklerin Çin Kültürü Üzerindeki Etkileri”, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt, (2002), 51.
İZGİ, Özkan.
Hunlar, Göktürkler ve Uygurlarda Geleneksel Festival ve
Eğlenceler. İstanbul, 1978.
İNAN, Abdülkadir.
Makaleler ve İncelemeler I. Ankara, 1998.
KAFALI, Mustafa.
“Göktürklerin Türk Tarihindeki Yeri“, Göktürk
Devleti’nin 1450. Kuruluş Yıldönümü Sempozyum Bildirileri, (Eylül
2001), 58.
KAFESOĞLU,
İbrahim. Türk Milli Kültürü. İstanbul, 1988.
KOCA, Salim. Türk
Kültürünün Temelleri I. İstanbul, 1990.
KOCA, Salim. Türk
Kültürünün Temelleri II. Ankara, 2003.
KUBAREV, Gleb V.
“Sanat Malzemelerine Göre Orta Asyalı Türklerin
Giyimleri“, Türkler Ansiklopedisi, 4. Cilt, (2002), 195-196.
KURAT, Akdes Nimet. Gök Türk
Kağanlığı. Ankara, 1952.
LİGETİ, Lajos.
“Bilinmeyen iç Asya”, Türkler Ansiklopedisi, 1. Cilt,
(2002), 672.
MAKSUDİ, Sadri.
Türk Tarihinin Ana Hatları Eserinin Müsveddeleri
No: 5. 1933.
MEMİŞ, Ekrem. Türk Kültür Tarihi.
Konya, 1996.
MEMİŞ, Ekrem. İskitler’in Tarihi.
Konya, 1987.
MERAM, Ali Kemal. Göktürk
İmparatorluğu. 1974.
ÖGEL, Bahaeddin. Türk Kültürünün
Gelişme Çağları. İstanbul, 1988.
ÖGEL, Bahaeddin. Büyük Hun
İmparatorluğu Tarihi I. Ankara, 1981.
ÖGEL, Bahaeddin.
İslamiyet’ten Önce Türk Kültür Tarihi. Ankara,
2003.
ÖGEL, Bahaeddin.
Türk Kültürünün Gelişme Çağları II. İstanbul, 1993.
ÖGEL, Bahaeddin. Türk Kültür
Tarihine Giriş III. Ankara, 2000.
PARMAKSIZOĞLU, İsmet. Y. ÇAĞLAYAN. Eski Çağlar
ve Türk
Tarihinin İlk Dönemleri. Ankara, 1976.
P’YANKOV, Igor. “Sakalar", Çev. Zülfiye
Veliyava, Türkler
Ansiklopedisi, 1. Cilt, (2002), 613-617.
SALMAN, Fikri. “Başlangıcından Türkiye
Selçukluları’na Kadar
Türklerde Tekstil ve Dokumacılık Sanatı”, Türkler Ansiklopedisi, 4. Cilt,
(2002), 209.
SEZER, Baykan.
Asya Tarihinde Su Boyu Ovaları ve Bozkır
Uygarlıkları. İstanbul, 1979.
SOYSAL, A. Gün. Erken İç Asya
Tarihi. İstanbul, 2000.
SPULER, Bertold. “Göktürklerin Dini ve Kültürü
Hakkında
Mülahazalar”, VIII. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, II.
Cilt, (1981), 663.
ŞEŞEN, Ramazan. İslam Coğrafyacılarına Göre
Türkler ve Türk
Ülkeleri. Ankara, 2001.
TARHAN, M. Taner. Ön Asya Dünyasında İlk Türkler
Kimmerler ve
İskitler. Ankara, 2002.
TAŞAĞIL, Ahmet. Gök-Türkler I. Ankara, 2003.
TEMİR, Ahmet. “Eski Türklerde Sosyal Teşkilat ve
Askerlikle İlgili
Sözler“, Türk Kültürü, Sayı 22, (Ağustos 1964), 33.
TEMİR, Ahmet. “Eski Türk Yazıtlarında Savaş
Tasvirleri”, Türk Milli
Kültürü, Sayı 34, (Ağustos 1965), 642.
TURAN, Osman. “Eski Türklerde Okun Hukuki Bir
Sembol Olarak
Kullanılması“, Belleten, Cilt IX, Sayı 35, (Temmuz 1945), 306-307.
YILMAZ, Anıl. “İskit Sanatı”, Türkler
Ansiklopedisi, 4. Cilt, (2002), 28-
37.
İskitler, Çin Seddi’nden Tuna Nehri’ne kadar
uzanan geniş bir bölgede,
Hun ve Göktürkler ise Orta Asya’da varlık göstermişlerdir. Bu bölgeler
bozkırlarla kaplıdır. Bu coğrafya kısıtlı tarım imkânlarının yanında daha çok
hayvan besleyiciliğine elverişlidir. Bozkır coğrafyası İskit, Hun ve
Göktürklerin
sosyal ve ekonomik hayatlarını büyük ölçüde etkilemiştir. Ailenin, boy ve
boyların oluşumları bozkırın çetin şartlarına karşı duracak şekilde
gerçekleşmiştir. Kadınlar gündelik işlerinin yanında ata binmek, ok atmak gibi
askerî yetenekleri de edinmişlerdir. Aynı zamanda çocuklar da küçük
yaşlardan itibaren bozkır hayatına hazırlanmışlardır. Hayatlarında at, koyun
ve demir önemli bir yer tutmuştur. Atın hızı ve demirin vurucu gücü onlara
büyük olanak sağlamıştır. Ekonomilerinin temelini hayvancılık oluşturmuştur.
Bu durum beslenme, giyinme, barınma, yaşayış gibi sosyal hayatlarının her
aşamasına yansımıştır. Yine bayram ve festivaller de mevsimlerin dönüm
noktalarında gerçekleşmiştir.
Ekonomilerinin temelini hayvan
besleyiciliğinin oluşturması ekonomik
hayatlarında en çok at ve koyun beslemelerine neden olmuş, ticari
faaliyetlerinde de daha çok hayvancılığa dayalı ürünler ihraç malları olmuştur.
İthal edilen mallar arasında ise daha çok bozkırın kısıtlı coğrafya ve iklim
şartlarından dolayı az üretilebilen tahıl ürünleri ve giyim eşyaları yer almıştır.
Az da olsa tarımsal faaliyetler de gerçekleştirilmiştir. Önemli bir ticaret
yolu
olan İpek Yolu’na hâkim olunmasının ekonomilerine çok önemli bir katkısı
olmuştur.
[1] KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Millî Kültürü, Boğaziçi
Yay., İstanbul, 1988, s. 201.
[2] DURMUŞ, İlhami, İskitler, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., Ankara, 1993, s. 31.
[3] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi,
TTK Yay., Ankara, 2003, s. 1.
[4] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s. 201.
[5] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s. 201.
[6] KOCA, Salim, Türk Kültürünün Temelleri II, Başkent
Matbaacılık, Ankara, 2003, s. 4-6.
[7] DURMUŞ, İlhami, age., s. 89-90.
[8] MEMİŞ, Ekrem, İskitlerin Tarihi, Selçuk Üniversitesi
Yay., Konya, 1987, s. 41-42.
[9] DURMUŞ, İlhami, age., s. 151.
[10] P’YANKOV, Igor, “Sakalar”, Türkler Ansiklopedisi,
çev. Zülfiye Veliyeva, Yeni Türkiye Yay.,
1. C, Ankara, 2002, s. 617.
[11] TARHAN, M. Taner, “Ön Asya Dünyasında İlk Türkler
Kimmerler ve İskitler”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 1. C, Ankara, 2002, s. 605.
[12] SOYSAL, A. Gün, Erken İç Asya Tarihi, İletişim Yay.,
İstanbul, 2000, s. 153.
[13] DURMUŞ, İlhami, age., s. 151.
[14] P’YANKOV, Igor, agm., s. 617.
[15] DURMUŞ, İlhami, age., s. 151.
[16] SOYSAL, A. Gün, age., s. 151.
[17] DURMUŞ, İlhami, age., s. 151.
[18] ATAÇ, Galip, İskitlerde Hekimlik; Türk Tarihinin
Anahatları Eserinin Müsveddeleri, Nu.:3, s.
45.
[19] BAŞTAV, Şerif, “Eski Türklerde Harp Taktiği”, Türk
Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü, Ayyıldız Matbaası, Sayı 22, Ankara, Ağustos 1964., s. 40.
[20] TARHAN, M. Taner, agm., s. 600.
[21] ÇAY, M. Abdülhaluk, İ. DURMUŞ, “İskitler”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 1. C,
Ankara, 2002, s. 576.
[22] DURMUŞ, İlhami, "İskitlerin Kimliği”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 1. C,
Ankara, 2002, s. 620.
[23] ÇAY, M. Abdülhaluk, İ. DURMUŞ, agm., s. 577.
[24] DURMUŞ, İlhami, "İskitlerin Kimliği”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 1. C,
Ankara, 2002, s. 620.
[25] DURMUŞ, İlhami, age, s. 31-32.
[26] ÇAY, M. Abdülhaluk, İ. DURMUŞ, agm., s. 577.
[27] DURMUŞ, İlhami, age, s. 32-33.
[28] ÇAY, M. Abdülhaluk, İ. DURMUŞ, agm, s. 576-578.
[29] DURMUŞ, İlhami, age., s. 34-35.
[30] ÇAY, M. Abdülhaluk, İ. DURMUŞ, agm., s. 578.
[31] DURMUŞ, İlhami, age., s. 33.
[32] ÇAY, M. Abdülhaluk, İ. DURMUŞ, agm., s. 578.
[33] DÖNMEZ, Şevket, “Ön Asya’da Iskitler”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C,
Ankara, 2002, s. 34.
[34] DURMUŞ, İlhami, age., s. 36.
[35] P’YANKOV, Igor, agm., s. 613.
[37] AŞAN, Muhammet B., “Yesi ve Çevresinde Sakalar”, Türkler
Ansiklopedisi, 1. C, Ankara,
2002, s. 629.
[38] DURMUŞ, İlhami, “İskit Kültürü”, Türkler Ansiklopedisi,
Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara,
2002, s. 16.
[39] SOYSAL, A. Gün, age., s. 148-151.
[40] P’YANKOV, Igor, agm., s. 611.
[41] ÇAY, M. Abdülhaluk, İ. DURMUŞ, agm., s. 593.
[42] YILMAZ, Anıl, “İskit Sanatı”, Türkler Ansiklopedisi,
Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara, 2002,
s. 31.
[43] ÇAY, M. Abdülhaluk, İ. DURMUŞ, agm., s. 593.
[44] P’YANKOV, Igor, agm., s. 611.
[45] DURMUŞ, İlhami, “İskit Kültürü”, Türkler Ansiklopedisi,
Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara,
2002, s. 16.
[46] SOYSAL, A. Gün, age., s. 147.
[47] TARHAN, M. Taner, agm., s. 599.
[48] SOYSAL, A, Gün, age, s. 147-148-149.
[49] TARHAN, M. Taner, agm., s. 598-599.
[50] GROUSSET, Rene, Bozkır İmparatorluğu, çev. M. Reşat
Uzmen, Ötüken Yayınları,
İstanbul, 1993, s. 31.
[51] AŞAN, Muhammet B., agm., s. 629.
[52] DURMUŞ, İlhami, age., s. 89.
[53] AŞAN, Muhammet B., agm., s. 630.
[54] DURMUŞ, İlhami, “İskitlerin Kimliği”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 1. C,
Ankara, 2002, s. 623.
[55] KOCA, Salim, Türk Kültürünün Temelleri I, Damla
Neşriyat, İstanbul, 1990, s. 34.
[56] DEER, Jozsef, “İstep Kültürü”, çev. Şerif Baştav,
Ank. Ü DTCF Dergisi, Sayı 1-2, C XII,
TTK Basımevi, Ankara, Mart-Haziran 1954, s. 162.
[57] KOCA, Salim, age., s. 34.
[58] MAKSUDİ, Sadri, “Türk tarihinin ana hatları' eserinin
müsveddeleri” Nu.:5, 1933, s. 21.
[59] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 41-42.
[60] P’YANKOV, Igor, agm., s. 616.
[61] TARHAN, M. Taner, agm., s. 599.
[68] P’YANKOV, Igor, agm., s. 616.
[69] MAKSUDİ, Sadri, age, s. 6-7.
[70] DURMUŞ, İlhami, “İskit Kültürü”, Türkler Ansiklopedisi,
Yeni Türkiye Yay. 4. C, Ankara,
2002, s. 17.
[71] TARHAN, M. Taner, agm., s. 599.
[72] DURMUŞ, İlhami, age., s. 90.
[73] ATAÇ, Galip, age., s. 43.
[74] DURMUŞ, İlhami, “İskitlerin Kimliği”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 1. C,
Ankara, 2002, s. 623.
[75] TARHAN, M. Taner, agm., s. 599.
[76] DURMUŞ, İlhami, “İskit Kültürü”, Türkler Ansiklopedisi,
Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara,
2002, s. 17-21.
[77] TARHAN, M. Taner, agm., s. 599.
[78] DURMUŞ, İlhami, “İskit Kültürü”, Türkler Ansiklopedisi,
Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara,
2002, s. 21.
[79] TARHAN, M. Taner, agm., s. 599.
[80] DURMUŞ, İlhami, “İskitlerin Kimliği”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 1. C,
Ankara, 2002, s. 624.
[81] TARHAN, M. Taner, agm., s. 600.
[82] KOCA, Salim, age, s. 34.
[83] SALMAN, Fikri, “Başlangıcından Türkiye Selçuklularına
Kadar Türklerde Tekstil ve
Dokumacılık Sanatı” Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, 4. C,
Ankara, 2002, s.
209.
[84] TARHAN, M. Taner, agm., s. 600.
[85] DURMUŞ, İlhami, “İskitlerin Kimliği”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 1. C,
Ankara, 2002, s. 624.
[86] ÇAY, M. Abdülhaluk, İ. DURMUŞ, agm., s. 585.
[87] MEMİŞ, Ekrem, age, s. 41.
[88] DURMUŞ, İlhami, age., s. 90.
[89] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 41.
[90] ÇAY, M. Abdülhaluk, İ. DURMUŞ, agm., s. 585.
[91] GRAKOV, B. Nikolayeviç, İskitler, çev. Ahsen Batur,
Selenge Yay., İstanbul, 2006, s. 98.
[92] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 41.
[93] AYDA, Adile, “Etrüsklerle İskitler Arasında
Benzerlikler”, VIII. Türk Tarih Kongresi
Bildirileri, I. C, TTK Basımevi, Ankara, 1979, s. 288.
[94] DURMUŞ, İlhami, Anadolu’da Kimmerler ve İskitler,
TTK Basımevi, Ankara, 1997, s. 283.
[95] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 41.
[96] TARHAN, M. Taner, agm., s. 600.
[97] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 41.
[98] MAKSUDİ, Sadri, age., s. 7.
[99] İNAN, Abdülkadir, Makaleler ve İncelemeler 1, TTK
Basımevi, Ankara, 1998, s. 518.
[100] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 41.
[101] SALMAN, Fikri, “Başlangıcından Türkiye Selçuklularına
Kadar Türklerde Tekstil ve
Dokumacılık Sanatı” Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara,
2002, s. 209.
[102] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 41-42-56-57.
[103] DURMUŞ, İlhami, “İskitlerde Ölü
Gömme Geleneği”, Millî Folklor, Sayı: 61, (2004), s. 26.
[104] MEMİŞ, Ekrem, age, s. 41-43.
[105] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age,
s. 47-95.
[106] DURMUŞ, İlhami, “İskit Kültürü”,
Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara,
2002,s. 21.
[107] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age.,
s. 95-96.
[108] TARHAN, M. Taner, agm.,
s. 599.
[109] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 41.
[110] DEER, Jozsef, agm., s. 162.
[111] DURMUŞ, İlhami, “İskitlerin
Kimliği”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 1.C,
Ankara, 2002, s. 623.
[112] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age.,
s. 97.
[113] TARHAN, M. Taner, agm.,
s. 599.
[114] MAKSUDİ, Sadri, age., s. 6-7.
[115] DURMUŞ, İlhami, age., s. 90.
[116] P’YANKOV, Igor, agm., s.
616.
[117] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age., s. 97-98.
[118] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 59.
[119] SOYSAL, A. Gün, age., s. 150-155.
[120] YILMAZ, Anıl, agm., s.
31.
[121] SOYSAL, A. Gün, age., s. 151.
[122] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 59-60.
[123] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age., s. 108.
[124] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 59-60.
[125] YILMAZ, Anıl, agm., s. 27.
[126] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age., s. 107-109.
[127] MEMİŞ, Ekrem, age., s.
59-60.
[128] YILMAZ, Anıl, agm., s. 27.
[129] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age, s. 105.
[130] MEMİŞ, Ekrem, age, s. 60.
[131] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age, s. 105-106.
[132] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 60.
[133] AŞAN, Muhammet B., agm., s. 630.
[134] P’YANKOV, Igor, agm., s. 616.
[135] MEMİŞ, Ekrem, age, s. 59-60.
[136] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age.,
s. 120.
[137] P’YANKOV, Igor, agm., s.
616.
[138] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age.,
s. 96.
[139] YILMAZ, Anıl, agm., s.
28.
[140] DURMUŞ, İlhami, “Iskitlerde Ölü
Gömme Geleneği”, Millî Folklor, Sayı: 61, (2004), s. 26-
27.
[141] GRAKOV, B. Nikolayeviç, age.,
s. 94.
[142] KOCA, Salim, Türk Kültürünün Temelleri II, Başkent
Matbaacılık, Ankara, 2003, s. 104.
[143] MEMİŞ, Ekrem, Türk Kültür
Tarihi, Günay Ofset, Konya, 1996, s. 228.
[144] KOCA, Salim, age., s. 104.
[145] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 228.
[146] KOCA, Salim, age., s. 104.
[147] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 228.
[148] MAKSUDİ, Sadri, age., s. 30.
[149] KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Millî
Kültürü, Boğaziçi Yay., İstanbul, 1988, s. 209.
[150] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yay., İstanbul, 1988, s. 91-92.
[151] KOCA, Salim, age., s.
104-105.
[152] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yay., İstanbul, 1988, s. 62.
[153] KOCA, Salim, age., s.
105-106.
[154] ÖGEL, Bahaeddin, Büyük Hun
İmparatorluğu Tarihi I, Kültür Bakanlığı Yay., Emel
Matbaacılık Sanayi, Ankara, 1981, s. 20-21.
[155] KOCA, Salim, age., s. 104-110.
[156] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
217.
[157] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde Su
Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul
Üniversitesi Edb. Fak. Yay., İstanbul, 1979, s. 96.
[158] KOCA, Salim, age., s. 111.
[159] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yay., İstanbul, 1988, s. 61-65-67.
[160] KOCA, Salim, age., s. 111.
[161] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s. 218.
[162] KOCA, Salim, age., s. 111.
[163] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s.
219.
[164] KOCA, Salim, age., s.
111-112.
[165] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yay., İstanbul, 1988, s. 68.
[166] KOCA, Salim, age., s.
111-112.
[167] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s. 219.
[168] KOCA, Salim, age, s. 113.
[169] MAKSUDİ, Sadri, age., s. 26-28.
[170] KOCA, Salim, Türk Kültürünün
Temelleri I, Damla Neşriyat, İstanbul, 1990, s. 46.
[171] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 43-
75.
[172] KOCA, Salim, Türk Kültürünün
Temelleri II, Başkent Matbaacılık, Ankara, 2003, s. 113-
114.
[173] AYDIN, Mehmet, “Şamanizmin Eski
Türk Dinî Hayatı ile İlişkisi”, XI. Türk Tarih Kongresi,
II. C, TTK Basımevi, Ankara, 1994, s. 492.
[174] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk Millî
Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., Ankara, 1990, s. 5-7.
[175] MEMİŞ, Ekrem, age, s. 227.
[176] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk Millî
Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., Ankara, 1990, s. 7.
[177] ÇETİNDAĞ, Yusuf, “Türk
Kültüründe Hayvan ve Bitki Motifinin Seyri”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. Cilt, Ankara, 2002, 171-172.
[178] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk
Millî Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yay., Ankara, 1990, s. 7-11.
[179] BAŞKAN, Seyfi, “Eski Türklerde
Sanat”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4.C,
Ankara, 2002, s. 112.
[180] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk Millî
Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., Ankara, 1990, s. 7-11.
[181] TEMİR, Ahmet, “Eski Türklerde
Sosyal Teşkilat ve Askerlikle İlgili Sözler”, Türk Kültürü,
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Sayı: 22, Ayyıldız Matbaası, Ankara,
Ağustos, 1964, s.
33.
[182] ARSAL, Sadri Maksudi, “Beşeriyet
Tarihinde Devlet ve Hukuk Mefhumu ve
Müesseselerinin İnkişafında Türk Irkının Rolü”, II. Türk Tarih Kongresi,
Kenan Matbaası,
İstanbul, 1943, s. 1085.
[183] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s.
275.
[184] GUMİLÖV, L., N., Eski Türkler,
çev. Ahsen Batur, Birleşik Yay., İstanbul, 1999, s. 106-
107.
[185] DİYARBEKİRLİ, Nejat, Hun Sanatı,
Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972, s. 47.
[186] KOCA, Salim, age., s. 110.
[187] DİYARBEKİRLİ, Nejat, age.,
s. 42.
[188] KOCA, Salim, age., s. 110.
[189] DİYARBEKİRLİ, Nejat, age., s. 42-44.
[190] KOCA, Salim, age., s.
110-111.
[191] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yay., İstanbul, 1988, s. 91.
[192] MAKSUDİ, Sadri, age., s. 30.
[193] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yay., İstanbul, 1988, s. 89-91.
[194] MAKSUDİ, Sadri, age., s. 30.
[200] DUVARCI, Ayşe, "Türklerde Yiyecek İçecek Kültürü”,
Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye
Yay., 4. C, Ankara, 2002, s. 233.
[201] KOCA, Salim, age., s.
152-156.
[202] İNAN, Abdülkadir, age., s.
518.
[203] KOCA, Salim, age., s. 156.
[204] KUBAREV, Gleb V., “Sanat
Malzemelerine Göre Orta Asyalı Türklerin Giyimleri”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, 4. C, Ankara, 2002, s. 195-196.
[205] ÇORUHLU, Yaşar, “Hun Sanatı”,
Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, 4. C,
Ankara, 2002, s. 71.
[206] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 93-
94.
[207] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
306.
[208] DİYARBEKİRLİ, Nejat, age.,
s. 47.
[209] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
306.
[210] BAŞTAV, Şerif, “Eski Türkler’de
Harp Taktiği”, Türk Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü, Ayyıldız Matbaası, Sayı: 22, Ankara, Ağustos 1964., s. 45.
[211] KUBAREV, Gleb V., “Sanat
Malzemelerine Göre Orta Asyalı Türklerin Giyimleri”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara, 2002, s. 196.
[212] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s. 306.
[213] KOCA, Salim, age, s. 157.
[214] KAFESOĞLU, İbrahim, age,
s.306.
[215] KOCA, Salim, age., s. 157.
[216] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 65.
[217] KOCA, Salim, age., s. 156.
[218] İNAN, Abdülkadir, age., s.
518.
[219] KOCA, Salim, age., s.
156-158.
[220] ÇORUHLU, Yaşar, “Hun Sanatı”,
Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, 4. C,
Ankara, 2002, s. 71.
[221] ÖGEL, Bahaeddin, Büyük Hun
İmparatorluğu Tarihi I, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara,
1981, s. 64-65.
[222] KOCA, Salim, age., s. 158.
[223] ÇORUHLU, Yaşar, “Hun Sanatı”,
Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara,
2002,s. 71.
[224] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
306-307.
[225] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 227.
[226] DİYARBEKİRLİ, Nejat, age.,
s. 39.
[227] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 227.
[228] KOCA, Salim, age., s. 129.
[229] GUMİLÖV, L., N., Eski Türkler,
çev. Ahsen Batur, Birleşik Yay., İstanbul, 1999, s. 104.
[230] ESİN, Emel, “Türk Sanatında At”,
Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay, 4. C, Ankara,
2002, s. 135.
[231] KOCA, Salim, age., s. 133.
[232] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde Su
Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul Ü, Edb.
Fak. Yay., İstanbul, 1979, s. 94.
[233] KOCA, Salim, age., s.
129-133.
[234] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde Su
Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul Ü, Edb.
Fak. Yay., İstanbul, 1979, s. 94.
[235] KOCA, Salim, age., s.
129-133.
[236] ÇETİNDAĞ, Yusuf, “Türk
Kültüründe Hayvan ve Bitki Motifinin Seyri”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara, 2002, s. 171.
BAŞTAV, Şerif, “Eski Türklerde Harp Taktiği”, Türk
Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü, Ayyıldız Matbaası, Sayı 22, Ankara, Ağustos 1964., s. 42.
[238] KOCA, Salim, age., s. 133.
[239] DİYARBEKİRLİ, Nejat, age.,
s. 39-47.
[240] KOCA, Salim, age., s.
129-133.
[241] DİYARBEKİRLİ, Nejat, age.,
s. 39.
[242] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s.
294.
[243] İZGİ, Özkan, Hunlar, Göktürkler
ve Uygurlarda Geleneksel Festival ve Eğlenceler, Ed.
Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1978, s. 29.
[244] KOCA, Salim, age., s. 114.
[245] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
246.
[246] İZGİ, Özkan, Hunlar, Göktürkler
ve Uygurlar’da Geleneksel Festival ve Eğlenceler, Ed.
Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1978, s. 30.
[247] KOCA, Salim, age., s.
114-115.
[248] İZGİ, Özkan, Hunlar, Göktürkler
ve Uygurlar’da Geleneksel Festival ve Eğlenceler, Ed.
Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1978, s. 30.
[249] KOCA, Salim, age., s. 115.
[250] İZGİ, Özkan, Hunlar, Göktürkler
ve Uygurlarda Geleneksel Festival ve Eğlenceler, Ed.
Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1978, s. 30-31.
[251] MAKSUDİ, Sadri, age., s. 29.
[252] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
246-247.
[253] MAKSUDİ, Sadri, age., s. 29.
[254] KOCA, Salim, age., s.
116-120.
[255] İZGİ, Özkan, Hunlar, Göktürkler
ve Uygurlarda Geleneksel Festival ve Eğlenceler, Ed.
Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1978, s. 35-36.
[256] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
248-249.
[257] KOCA, Salim, age., s.
121-127.
[258] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde
Su Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul
Üniversitesi Ed. Fak. Yay., İstanbul, 1979, s. 93.
[259] KOCA, Salim, age., s. 127.
[260] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
210.
[261] KOCA, Salim, age., s. 127.
[262] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde Su
Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul Ü Ed.
Fak. Yay., İstanbul, 1979, s. 94.
[263] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s. 208.
[264] DİYARBEKİRLİ, Nejat, age.,
s. 40-41.
[265] KOCA, Salim, age., s. 127-129.
[266] DİYARBEKİRLİ, Nejat, age.,
s. 41.
[267] KOCA, Salim, age., s.
129-133.
[268] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk Millî
Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay, Ankara, 1990, s. 7-8.
[269] GUMİLÖV, L., N., Eski Türkler,
çev. Ahsen Batur, Birleşik Yay., İstanbul, 1999, s. 107.
[271] KOCA, Salim, age., s. 138-142.
[272] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
315.
[273] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde Su
Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul Ü Ed.
Fak. Yay., İstanbul, 1979, s. 116.
[274] KOCA, Salim, age., s.
143-144-305.
[275] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
202-315.
[276] ÇORUHLU, Yaşar, “Hun Sanatı”,
Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara,
2002,s. 71.
[277] GUMILEV, L. N., Hunlar, çev. Ahsen Batur, Selenge
Yay., İstanbul, 2002, s. 96.
[278] KOCA, Salim, age., s. 143.
[279] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
312.
[280] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 43.
[281] KOCA, Salim, age., s. 146-150.
[282] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 80.
[283] KOCA, Salim, age., s.
145-150.
[284] ÖGEL, Bahaeddin, Büyük Hun
İmparatorluğu Tarihi I, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara,
1981, s. 55.
[285] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
312-315.
[286] KOCA, Salim, age., s.
139-149.
287ARSAL, Sadri Maksudi,
“Beşeriyet Tarihinde Devlet ve Hukuk Mefhumu ve
Müesseselerinin İnkişafında Türk Irkının Rolü”, II. Türk Tarih Kongresi,
Kenan Matbaası,
İstanbul, 1943, s. 1069-1085
[288] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
314.
[289] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 88-
89.
[290] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
314.
[291] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 89.
[292] KOCA, Salim, age, s. 139.
[293] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s.
314.
[294] KOCA, Salim, age., s. 139-140.
[295] KOCA, Salim, Türk Kültürünün
Temelleri II, Başkent Matbaacılık, Ankara, 2003, s. 104.
[296] MEMİŞ, Ekrem, Türk Kültür
Tarihi, Günay Ofset, Konya, 1996, s. 228.
[297] KOCA, Salim, age., s. 104.
[298] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 228.
[299] ÖGEL, Bahaeddin, Büyük Hun
İmparatorluğu Tarihi I, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1981, s. 20.
[300] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları II, Millî Eğitim Bakanlığı Yay.,
İstanbul, 1993, s. 15.
[301] ÖGEL, Bahaeddin, Büyük Hun
İmparatorluğu Tarihi I, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara,
1981, s. 20-21.
[302] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 228.
[303] SPULER, Bertold, “Göktürkler’in
Dini ve Kültürü Hakkında Mülahazalar”, VIII. Türk Tarih
Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, II. C, TTK Basımevi, Ankara, 1981,
s. 663.
[304] KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Millî
Kültürü, Boğaziçi Yay., İstanbul, 1988, s. 217-225-226.
[305] KOCA, Salim, age, s. 106.
[306] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s.
217-226.
[307] GROUSSET, Rene, Bozkır
İmparatorluğu, çev. M. Reşat Uzmen, Ötüken Yay., İstanbul,
1993, s. 99.
[308] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
217-226.
[309] KOCA, Salim, age., s. 106.
[310] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 228.
[311] KAFESOĞLU, İbrahim, age. s.
217.
[312] GUMİLÖV, L. N., Eski Türkler,
çev. Ahsen Batur, Birleşik Yay., İstanbul, 1999, s. 112.
[313] MERAM, Ali Kemal, Göktürk İmparatorluğu, Milliyet
Yay., Temmuz 1974, s. 108.
[314] KOCA, Salim, age., s.
107-110.
[315] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları II, Millî Eğitim Bakanlığı Yay.,
İstanbul, 1993, s. 14.
[316] KOCA, Salim, age., s.
107-110.
[317] GUMİLÖV, L. N., Eski Türkler,
çev. Ahsen Batur, Birleşik Yay., İstanbul, 1999, s. 112.
[318] KOCA, Salim, age., s. 104.
[319] GUMİLÖV, L. N., Eski Türkler,
çev. Ahsen Batur, Birleşik Yay., İstanbul, 1999, s.112.
[320] SPULER, Bertold, “Göktürkler’in
Dini ve Kültürü Hakkında Mülahazalar”, VIII. Türk Tarih
Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, II. C, TTK Basımevi, Ankara, 1981,
s. 663.
[321] MERAM, Ali Kemal, Göktürk
İmparatorluğu, Milliyet Yay., Temmuz 1974, s. 107.
[322] KOCA, Salim, age, s.
104-105.
[323] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür
Tarihine Giriş 3, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 2000, s. 7.
[324] KOCA, Salim, age., s. 104
[325] BAŞTAV, Şerif, “Eski Türkler’de
Harp Taktiği”, Türk Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yayınları, Sayı 22, Ankara, Ağustos 1964, s. 40.
[326] KOCA, Salim, age., s. 105.
[327] MERAM, Ali Kemal, Göktürk
İmparatorluğu, Milliyet Yay., Temmuz 1974, s. 107.
[328] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
217-257-258.
[329] GUMİLÖV, L. N., Eski Türkler, çev. Ahsen Batur, Birleşik
Yay., İstanbul, 1999, s. 113.
[330] MERAM, Ali Kemal, Göktürk
İmparatorluğu, Milliyet Yay., Temmuz 1974, s. 107-108.
[331] GUMİLÖV, L. N., Eski Türkler,
çev. Ahsen Batur, Birleşik Yay., İstanbul, 1999, s. 113.
[332] KOCA, Salim, age., s. 110.
[333] TAŞAĞIL, Ahmet, Gök-Türkler I,
TTK Yay., Ankara, 2003, s. 9.
[334] TEMİR, Ahmet, “Eski Türk
Yazıtlarında Savaş Tasvirleri”, Türk Kültürü, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yay., Sayı 34, Ankara, Ağustos 1965, s. 642.
[335] KURAT, Akdes Nimet, Gök Türk
Kağanlığı, TTK Basımevi, Ankara, 1952, s. 7.
[336] KAFALI, Mustafa, “Göktürklerin
Türk Tarihindeki Yeri”, Göktürk Devleti’nin 1450. Kuruluş
Yıldönümü Sempozyum Bildirileri, Yeni Avrasya Yay., Ankara, Eylül 2001, s.
58.
[337] TAŞAĞIL, Ahmet, Gök-Türkler I,
TTK Yay., Ankara, 2003, s. 9-16.
[338] KURAT, Akdes Nimet, Gök Türk
Kağanlığı, TTK Basımevi, Ankara, 1952, s. 11-12.
[339] MERAM, Ali Kemal, Göktürk
İmparatorluğu, Milliyet Yay., Temmuz 1974, s. 19.
[340] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
215.
[341] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk Millî
Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay. Ankara, 1990, s. 11.
[342] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde Su
Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul Ü
Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1979, s. 93.
[343] AYAS, Nevzad, “Türkler ve Tabiat
Kanunu”, II. Türk Tarih Kongresi, Kenan Matbaası,
İstanbul, 1943, s. 825.
[344] KOCA, Salim age., s. 111
[345] TURAN, Osman, “Eski Türkler’de
Okun Hukuki Bir Sembol Olarak Kullanılması”, Belleten,
Sayı: 35, C IX, TTK Basımevi, Ankara, Temmuz 1945, s. 306-307
[346] KOCA, Salim, age., s.
111-112.
[347] GÖMEÇ, Saadettin, “Köktürk ve
Uygur Tamgaları Üzerine Bir Deneme”, Türk Kültürü,
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., Sayı: 442, Ankara, Şubat 2000, s.
65.
[348] KOCA, Salim, age., s.
111-114.
[349] PARMAKSIZOĞLU, İsmet, Y. ÇAĞLAYAN, Eski
Çağlar ve Türk Tarihinin İlk Dönemleri,
Funda Yay., Ankara, 1976, s.316.
[350] KURAT, Akdes Nimet, Gök Türk
Kağanlığı, TTK Basımevi, Ankara, 1952, s. 5-6.
[351] KOCA, Salim, age., s. 113.
[352] TEMİR, Ahmet, “Eski Türk
Yazıtlarında Savaş Tasvirleri”, Türk Kültürü, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yay., Sayı: 34, Ankara, Ağustos 1965, s. 642.
[353] ESİN, Emel, İslamiyetten Önceki
Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, Ed. Fak. Matbaası,
İstanbul, 1978, s. 76.
[354] KURAT, Akdes Nimet, Gök Türk Kağanlığı, TTK
Basımevi, Ankara, 1952, s. 13.
[355] KAFALI, Mustafa, “Göktürkler’in
Türk Tarihindeki Yeri”, Göktürk Devleti’nin 1450. Kuruluş
Yıldönümü Sempozyum Bildirileri, Yeni Avrasya Yay., Ankara, Eylül 2001, s.
58.
[356] KURAT, Akdes Nimet, Gök Türk Kağanlığı, TTK
Basımevi, Ankara, 1952, s. 32-33
[357] ERGİN, Muharrem, Orhun
Abideleri, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970, s. 7.
[358] KURAT, Akdes Nimet, Gök Türk
Kağanlığı, TTK Basımevi, Ankara, 1952, s. 32-33.
[359] ERGİN, Muharrem, Orhun
Abideleri, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970, s. 7.
[360] PARMAKSIZOĞLU, İsmet, Y. ÇAĞLAYAN, Eski
Çağlar ve Türk Tarihinin İlk Dönemleri,
Funda Yay., Ankara, 1976, s. 319-320.
[361] KURAT, Akdes Nimet, Gök Türk Kağanlığı, TTK
Basımevi, Ankara, 1952, s. 53.
[362] MERAM, Ali Kemal, Göktürk İmparatorluğu,
Milliyet Yay., Temmuz 1974, s. 102-103.
[363] LİGETİ, Lajos, “Bilinmeyen İç
Asya”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 1. C,
Ankara, 2002, s. 672.
[364] ESİN, Emel, İslamiyetten Önceki
Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, Ed. Fak. Matbaası,
İstanbul, 1978, s. 85.
[365] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk Millî
Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1990, s. 5.
[366] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
201.
[367] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk Millî
Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay. Ankara, 1990, s. 5-7.
[368] GUMİLÖV, L. N., Eski Türkler,
çev. Ahsen Batur, Birleşik Yay., İstanbul, 1999, s. 106-107.
[369] CAFEROĞLU, Ahmet, “Türklerde Av
Kültü ve Müessesesi”, VII. Türk Tarih Kongresi, TTK
Basımevi, I. C, Ankara, 1972, s. 172.
[370] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
275-276.
[373] BAYKARA, Tuncer, “Türklüğün En
Eski Zamanları”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye
Yay., 1. C, Ankara, 2002, s. 288.
[374] ARSAL, Sadri Maksudi, “Beşeriyet
Tarihinde Devlet ve Hukuk Mefhumu ve
Müesseselerinin İnkişafında Türk Irkının Rolü”, II. Türk Tarih Kongresi,
Kenan Matbaası,
İstanbul, 1943, s. 1069.
[375] ÇORUHLU, Yaşar, “Göktürk
Sanatı”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C,
Ankara, 2002, s. 92.
[376] ALYILMAZ, Cengiz, “Moğolistan’daki
Türk Anıtları Projesi 2000 Yılı Çalışmaları Işığında
Bazı Tespitler”, Göktürk Devleti’nin 1450. Kuruluş Yıldönümü Sempozyum
Bildirileri, Yeni
Avrasya Yay., I. Basım, Ankara, Eylül 2001, s. 69.
[377] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk Millî
Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., Ankara, 1990, s. 11.
[378] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde Su
Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul Ü Ed.
Fak. Yay., İstanbul, 1979, s. 94.
[379] MEMİŞ, Ekrem, age, s. 227.
[380] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
208.
[381] BAŞTAV, Şerif, “Eski Türklerde
Harp Taktiği”, Türk Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., Sayı 22, Ankara, Ağustos 1964, s. 40.
[382] MEMİŞ, Ekrem, age, s. 227.
[383] ÇETİNDAĞ, Yusuf, "Türk
Kültüründe Hayvan ve Bitki Motifinin Seyri”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara, 2002, s. 171-172.
[384] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
203.
[385] ARSAL, Sadri Maksudi, "Beşeriyet
Tarihinde Devlet ve Hukuk Mefhumu ve
Müesseselerinin İnkişafında Türk Irkının Rolü”, II. Türk Tarih Kongresi,
Kenan Matbaası,
İstanbul, 1943, s. 1069.
[386] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 163.
[387] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde Su
Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul Ü Ed.
Fak. Yay., İstanbul, 1979, s. 111-114.
[388] KOCA, Salim, age., s. 110.
[389] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 164-
165.
[390] KOCA, Salim, age., s. 110.
[391] DENİZ, Bekir, “Orta Asya Türk
Halı ve Düz Dokuma Yaygıları”, Türkler Ansiklopedisi,
Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara, 2002, s. 198.
[392] KOCA, Salim, age., s.
110-111.
[393] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür
Tarihine Giriş III, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 2000, s.
159.
[394]KOCA, Salim, age., s. 110-111-151.
[395] CAFEROĞLU, Ahmet, "Türklerde
Av Kültü ve Müessesesi”, VII. Türk Tarih Kongresi, TTK
Basımevi, I. C, Ankara, 1972, s. 171.
[396] ERSOY, Yasemin, "Türk
Mutfak Kültürü”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C,
Ankara, 2002, s. 223.
[397] KOCA, Salim, age, s.
151-152.
[398] DUVARCI, Ayşe, "Türklerde
Yiyecek İçecek Kültürü”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye
Yay., 4. Cilt, Ankara, 2002, s. 233.
[399] KOCA, Salim, age., s. 152- 153.
[400] DİYARBEKİRLİ, Nejat, Hun Sanatı,
Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972, s. 57.
[401] KOCA, Salim, Türk Kültürünün
Temelleri II, Başkent Matbaacılık, Ankara, 2003, s. 153.
[402] DİYARBEKİRLİ, Nejat, Hun Sanatı,
Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972, s. 57-58.
[403] KOCA, Salim, age., s. 154-156.
[404] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
306.
[405] BAŞTAV, Şerif, “Eski Türklerde
Harp Taktiği”, Türk Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., Sayı: 22, Ankara, Ağustos 1964, s. 45.
[406] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s.
306.
[407] KOCA, Salim, age., s. 156.
[408] MERAM, Ali Kemal, Göktürk
İmparatorluğu, Milliyet Yay., Temmuz 1974, s. 108.
[409] KOCA, Salim, age., s. 157.
[410] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
306.
[411] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 157-
158.
[412] ESİN, Emel, İslamiyetten Önceki
Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, Edebiyat Fakültesi
Matbaası, İstanbul, 1978, s. 113.
[413] KOCA, Salim, age., s. 157.
[414] GROUSSET, Rene, Bozkır
İmparatorluğu, çev. M. Reşat Uzmen, Ötüken Yay., İstanbul,
1993, s. 99.
[415] ÖGEL, Bahaeddin, Islamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 156.
[416] ESİN, Emel, Islamiyetten Önceki
Türk Kültür Tarihi ve Islama Giriş, Ed Fak Matbaası,
İstanbul, 1978, s. 107.
[417] ÖGEL, Bahaeddin, Islamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 157.
[419] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 157.
[420] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
306-307.
[421] ESİN, Emel, İslamiyetten Önceki
Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul Ü Ed. Fak.
Matbaası, İstanbul, 1978, s. 106.
[422] ÖGEL, Bahaeddin, Islamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi,
TTK Yay., Ankara, 2003, s. 158.
[423] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s.
306-307.
[424] KOCA, Salim, age., s.
115-117.
[425] İZGİ, Özkan, Hunlar, Göktürkler
ve Uygurlar’da Geleneksel Festival ve Eğlenceler, İstabul
Ü Ed. Fak. Basımevi, İstanbul, 1978, s. 32.
[426] KOCA, Salim, age, s.
115-119.
[427] MEMİŞ, Ekrem, age, s. 150.
[428] İZGİ, Özkan, Hunlar, Göktürkler
ve Uygurlarda Geleneksel Festival ve Eğlenceler,
İstanbul Ü Ed. Fak. Basımevi, İstanbul, 1978, s. 32.
[429] KOCA, Salim, age, s. 120.
[430] İZGİ, Özkan, Hunlar, Göktürkler
ve Uygurlarda Geleneksel Festival ve Eğlenceler,
İstanbul Ü Ed. Fak. Basımevi, İstanbul, 1978, s. 35-36.
[431] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yay., İstanbul, 1988, s. 773.
[432] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s. 248-250.
[433] KOCA, Salim, age., s. 121-126.
[434] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 168.
[435] KOCA, Salim, age., s.
122-124.
[436] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde Su
Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul Ü Ed.
Fak. Yay., İstanbul, 1979, s. 93.
[437] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
304.
[438] KOCA, Salim, age., s. 127.
[439] GUMİLÖV, L. N., age., çev.
Ahsen Batur, Birleşik Yay., İstanbul, 1999, s. 104-107.
[440] KAFESOĞLU, İbrahim, age, s.
208.
[441] KOCA, Salim, age., s. 128.
[442] SEZER, Baykan, Asya Tarihinde Su
Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İstanbul Ü Ed.
Fak. Yay., İstanbul, 1979, s. 94.
[443] KOCA, Salim, age., s.
133-134.
[444] ESİN, Emel, “Türk Sanatında At”,
Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara,
2002, s. 125.
[445] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
209.
[446] KOCA, Salim, age., s.
128-132.
[447] GUMİLÖV, L. N., Eski Türkler,
çev. Ahsen Batur, Birleşik Yay., İstanbul, 1999, s. 107.
[448] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk Millî
Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., Ankara, 1990, s. 7-8.
[449] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
305.
[450] KOCA, Salim, age., s.
136-138.
[451] ÇAY, Abdulhaluk M., Türk Millî
Kültüründe Hayvan Motifleri I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., Ankara, 1990, s. 22.
[452] KOCA, Salim, age., s.
138-139.
[453] BAŞTAV, Şerif, “Eski Türkler’de
Harp Taktiği”, Türk Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., Sayı: 22, Ankara, Ağustos 1964, s. 48.
[454] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
312.
[455] KOCA, Salim, age., s. 142-143.
[456] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
315.
[457] KOCA, Salim, age., s.
143-144.
[458] ŞEŞEN, Ramazan, İslam
Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, TTK Yay.,
Ankara, 2001, s. 101-102.
[459] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
312.
[460] KOCA, Salim, age., s. 144.
[461] TEMİR, Ahmet, “Eski Türk
Yazıtlarında Savaş Tasvirleri”, Türk Kültürü, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yay., Sayı: 34, Ankara, Ağustos 1965, s. 642.
[462] ÇETİNDAĞ, Yusuf, “Türk
Kültüründe Hayvan ve Bitki Motifinin Seyri”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C, Ankara, 2002, s. 171.
[463] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 163.
[464] KOCA, Salim, age., s. 143-145.
[465] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
315.
[466] KOCA, Salim, age., s.
143-145.
[467] TAŞAĞIL, Ahmet, Gök-Türkler I,
TTK Yay., Ankara, 2003, s. 15-16.
[468] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 50.
[469] KOCA, Salim, age, s. 146-147.
[470] TAŞAĞIL, Ahmet, Gök-Türkler,
TTK Yay., Ankara, 1995, s. 1.
[471] KOCA, Salim, age., s.
147-151.
[472] KURAT, Akdes Nimet, Gök Türk Kağanlığı, TTK
Basımevi, Ankara, 1952, s. 13.
[473] ÇORUHLU, Yaşar, “Göktürk
Sanatı”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., 4. C,
Ankara, 2002, s. 92.
[474] KOCA, Salim, age., s. 145-149.
[475] TAŞAĞIL, Ahmet, Gök-Türkler,
TTK Yay., Ankara, 1995, s. 1.
[476] KOCA, Salim, age., s.
140-149.
[477] KAFESOĞLU, İbrahim, age., s.
314-315.
[478] MERAM, Ali Kemal, Göktürk İmparatorluğu, Milliyet
Yay., Temmuz 1974, s. 111-112.
[479] ÖGEL, Bahaeddin, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 89.
[480] KOCA, Salim, age., s. 141.
[481] MEMİŞ, Ekrem, age., s. 50.
[482] KOCA, Salim, age., s.
139-140.
[483] İNAYET, Alimcan, "Türklerın Çin Kültürü Üzerindeki
Etkileri”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni
Türkiye Yay., 4. C, Ankara, 2002, s. 51.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar