Print Friendly and PDF

İSLAM DİNİNE GEÇİŞ SÜRECİNDE AHMET YESEVİ VE DİVAN-I HİKMET’İN TÜRK DEVLET GELENEĞİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

 

Hazırlayan: Gauhar İMANZHANOVA

BİRİNCİ BÖLÜM

TÜRK DEVLET GELENEĞİNİN ANA UNSURLARI

“Devlet” kavramı siyaset biliminin incelediği başta gelen konulardan biridir. Devlet kelimesi Latince “durmak, yerleşmek, ikamet etmek” manalarındaki “state” fiilinden yapılan “status” dan gelen Batı dilindeki “etat, state, staat” gibi kelimelerin karşılığıdır.[1] Arapça’da devlet veya dûlet kelimesi D.V.L. … kökünden gelmektedir. Değişmek, bir halden başka bir hale dönmek; nöbetleşe birbiri ardınca gelmek, dolaşmak; üstün gelmek, zafer kazanmak” manalarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de “dvl” kökünden gelen kelimeler, “dönüşümlü olmak” ve “elden ele dolaşan mal” anlamlarına işaret edecek tarzda iki yerde kullanılmaktadır.[2]

Bu bölümde Türklerin İslamiyet’e girmeden önceki, İslamiyet’i kabul ettikten sonraki ve Kur’an’daki devlet anlayışına; devleti oluşturan ana unsurlara değineceğiz. Ancak devlet konusuna başlamadan önce devlet kavramını daha iyi anlamak için genel bir tanım yapılmıştır.

Türklerde Devlet

Devlet kelimesinin, sözcük anlamı genellikle talih, kut, büyük rutbe, mevki, zenginlik, varlıklı olma, hükümet ve ülkesi, hüküm süren sülale, hükümdar kuşağı şeklindedir.[3] Günümüzde “devlet” kavramının tanımı kaynaklarda farklı şekillerde sunulmaktadır. Aydın Taneri’ye göre devlet; topluluk (millet), ülke, devlet kudreti (egemelik) ve politik örgütlenme olarak tanımlanmıştır.[4] [5] İbrahim Kafesoğlu; “Devlet; hukuki bakımdan, emretme hak ve yetkisine sahip ve o emri icra kudreti de olan bir yüksek sosyal nizamdır.” şeklinde anlamlandırmıştır.5

Türkler, eski çağlardan günümüze değin büyük devletler kurmuş ve yönetmişlerdir. Bu devletlerin kuruluşunda Türklerin hâkimiyet anlayışının yanı sıra içinde yaşadıkları coğrafi koşullar da etkili olmuştur. Bu zor koşullarla başa çıkabilmek için güçlü bir teşkilat yapısına ve bu teşkilatı idare edip yönetecek hükümdarlara ihtiyaç duyulmuştur. Hükümdarın merkezi otoriteyi yönetebilecek cesareti ve gücü olması, bu gücü devletin ileri gelenleri ve halkına kabul ettirebilmesi gerekmiştir. “Bozkır kültürü coğrafyasında güçlü hükümdarlar altında merkezi otoritenin kurulması, devletleşme sürecinin tamamlanması ve milli birliğin pekiştirilmesi töreler ve gelenekler sayesinde gerçekleşmiştir.”[6] Orhun Kitabeleri’nde “töre” kelimesi 11 yerde geçmektedir. Bunların altı tanesi devlet[7] kelimesi ile birlikte kullanılmakta iken beş tanesi de devlet kelimesi ile doğrudan alakalıdır. Bu cümlelerden de Türk devletinin töreye (hukuka) dayalı bir kuruluş olduğu anlaşılmaktadır.[8]

Türkler, geniş Orta Asya bozkırlarında ve Orta Asya’nın dışında birçok devlet kurmuşlardır. Hemen her dönemde devletin ulusu yaşatan ve geliştiren vazgeçilmez bir yapı olduğunun bilincinde olmuşlardır.[9]

Devlet (İl-El)’in Manası

Eski Türklerin en üst siyasi kuruluşu “il”’dir. “İl” kavramı “iyi dostluk, sevgi, sulh, barışseverlik” anlamlarını taşımaktadır.[10] Günümüzdeki “devlet” kelimesi Eski Türklerde “il” (“el”) olarak bilinmekte idi. [11]

““il” kelimesi lehçeye göre “il” veya “el” şeklinde telaffuz olunmuştur. Goktürk Kitabeleri yazıldıgı devirde VIII. asır ortalarında kelimenin “il” biçiminde söylendiği anlaşılıyor. Kitabelerde bu kelimenin birinci harfi “I”dır. Malum olduğu üzere bu harf bugünkü yazımında ı ve i sesini ifade ediyor. Öyle olduğu halde Radloff kelimeyi “el” Thomsen ise “il” okumuştur. Bugün Türkiye Türkçe’sinde de kelimenin telaffuzunda ıttırad (uygunluk) yoktur. Vilayet yerine kabul edilmiş “il” ve kaza yerine kullandığımız “ilçe” kelimelerinin başındaki harfi açık surette i telaffuz ettigimiz halde bu il kelimesinden geldiğinde şüphe olmayan “elçi” kelimesinin ilk harfini e telaffuz ediyoruz. Cenubi Uygurlardan kalma yazıları latin harflerine çeviren dil alimleri bu kelimeyi “il” şeklinde tespit etmişlerdir. Elçi ve Rum-Eli kelimelerinde “L” den evvelki harf “E” telaffuz olunduğundan anlaşılıyor ki bugün “il” okunan kelime Türkiye’de bir zamanlar “El” şeklinde kullanılmıştır. Daha doğrusu bu kelimenin okunuşunun açık “İ” ile açık “E” arasında Fransızca “Ecole” kelimesinin okunuşundaki gibi bir sese tekabül ettiği söylenebilir. Ne Göktürk ne Uygur alfabesinde ve ne de bugünkü alfabemizde bu sesi karşılayan harf bulunmadığından kelime il=el=el şeklinde kullanılagelmiştir. Biz bu kelimenin Göktürk kitabelerinde ve Uygurca’daki telaffuzu olan “il” telaffuz ve imlasını kabul ettik.”

Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lügati’t-Türkünde “el” veya “il” terimini “sulh, barış” anlamında kullanmıştır. Bu iki anlam, barış ile devletin birbirlerine nasıl bağlı olduklarını göstermektedir.[12] “İl”, boy ve bodunların birleşmesiyle ortaya çıkar.[13] Eski Türkçede “il” devlet, “siyasi bakımdan müstakil, muntazam teşkilatlı millet” demektir.[14] Türkler daha Göktürkler zamanından beri devlet anlamında “il” (el) deyimini kullanıyorlardı. Buradan alınarak il'in zaman’a “ülke” anlamına kullanıldığı da görülmüştür.[15]

Türkler, devlet kurmayı “illemek”, devlet idare etmeyi “il tutmak”, devletten yoksun kalmayı da “ilsiremek” kelimeleriyle ifade ediyorlardı. Devleti de, daima “töre” (el veya il törü) ile birlikte düşünüyorlardı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türklerde töresiz (töre - yazılı olmayan kanun) devlet olmamaktaydı.[16]

Türklerde devlet Tanrı tarafından verildiğine, kağanın (devlet başkanı) ve milletin durumu. Tanrı tarafından yaşandığına ve tayin edildiğine inanılırdı: “il bergime Tengri” (il veren Tanrı).[17] Devlet kurma için “yaratmak” veya “kazganmak” gibi kavramlarla günümüz Türkçe’sinde “kazanmak” fiili kullanırlardı. Göktürk Kitabeleri’ndeki “İl Teriş Kağan Kazanmasa” ibaresindeki mana çok açıktır. Devletin yıkılışı da “il kaybolmuş! Elden çıkmış! Kaçışmış” gibi deyimlerle ifade edilirdi. Göktürkler hiçbir zaman yıkılmayacak devlet için “Bengü İl” (ölümsüz, ebedi, sonsuz devlet) deyimini kullanırlardı.[18]

Türk Devleti’nin Unsurları

Eski Türklerde devlet dört unsurdan meydana gelmektedir. Bunlar: ülke, halk, hâkimiyet ve teşkilatlanmadır.[19] Yani diyebiliriz ki bir devletin varlığını sürdürebilmesi için halk, halkın yaşaması için toprak (uluş) gerekmektedir. Devlet ancak bu toprağın bağımsız olması ve siyasi teşkilatlanması ile kurulabilir.

Devlet, hukuki bakımdan emretme hak ve yetkisine sahip, yüksek sosyal ve siyasi bir teşkilattır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Eski Türklerde, devlete “il” (el) adını veriyorlardı ve onu sonsuz bir varlık olarak vasıflandırıyorlardı. Bu anlayış İslamiyet’ten sonraki dönemlerde de devam etmiştir.[20] Devlet, bir topluluğun (halk) belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde hâkimiyet haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın kullanmak suretiyle kurup, geliştirdiği siyasi, sosyal ve hukuki bir teşkilattır.[21] Eski Türklerin devlet anlayışını iyi anlayabilmemiz için saydığımız unsurların açıklanması faydalı olacaktır.

Halk (Kün) Anlayışı

Bir devletin varlığını sürdürebilmesi için halkın olması önemli şartlardan biridir. Eski Türk toplumundaki insan, kendi kültür sınırlarını çevreleyen bir değerler evreninin koruyucusudur. Bu onun ilk görevidir. Diğer bir ifadeyle, eski Türk toplumunun insanı, bu değerler evrenini veya kültür zeminlerini Türk tanrısının koyduğu nizamdan almakta ve bu sistem içerisinde de evrendeki kendi yerini belirleyebilmektedir. Orhun Kitabeleri’nde “ Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer, ikisinin ortasında kişioğlu yaratıldığında..!” yazılmıştır. Dolayısıyla insan, halk, millet Türkler için çok önemli değerlerdendi.[22]

Türkler, halka “kün”, “bodun” diyorlardı. Halk, “ortak bir geçmişi olan ve bir arada yaşama arzusu gösteren, aynı dil, kültür ve tarih bağlarıyla birbirlerine bağlı olan insan topluluğu”dur. İslam öncesi Türklerde güçlü bir “millet” fikri vardı. Budun sözü de “bod”, “boy” sözünden geliyordu. Türkler bu çağda, milleti devletin (il’in)esas kurucusu ve sahibi olarak düşünüyorlardı.[23] Devletin esas kurucusunun ve sahibinin millet olduğu Orhun Abideleri’nde yazılmaktadır. Halk hem devletin kurucusu hem temel unsuru idi.[24] Devleti yaşatan hükümdar, başarılı kılan millettir.

Eski Türklerde il, aileden (oğuş) başlayıp sırasıyla, aileler birliği (uruğ), boy (kabileler) birliği halkalarının en gelişmiş ve son şekli olarak belirtilmektedir.[25] Eski Türklerde soylu ve zengin olup da yönetici tabakada bulunan beylere “Ak Budun”, bunların dışındaki büyük halk kitlesine “Karabudun” denirdi.[26]

Ülke (Uluş) Anlayışı

Devletin temel unsurlarından bir diğeri de topraktır. Yukarıda bahsettiğimiz halk, üzerinde yaşayacakları bir coğrafi mekâna (toprağa) sahip olması gerekmektedir. Bir devlet, üzerinde yaşadığı ve sınırları milletlerarası antlaşmalarla çizilmiş ve onaylanmış bir toprağa sahip olmalıdır. Bu toprağın sahipliğini yapan milletlerin bu toprakla maddi ve manevi ilişkileri olmalıdır. Böyle bir toprak maddi ihtiyaçlara cevap vereceği gibi, tarihsel ve duygusal yönden de anılara ve değerlere sahiptir. Bu değerlerin başka bir milletin mülkiyetine geçmemesi için de ülke, coğrafi sınırlarla ve ayrıntılı olarak saptanır.[27] Devletin egemenliğinin kullanıldığı çevre, devletin maddi ögesi olan ülkedir. Türklere göre, devlet halk ve topraktan meydana gelmektedir. Halk toprağı, toprak da halkı tamamlayarak devleti oluşturur.[28]

Türkler, devletin sahip olduğu ve halkın üzerinde yaşadığı topraklara “ülke”, “uluş” veya “yurt” gibi adlar vermekteydiler. Bunlardan “uluş”, toprakla birlikte halkı ifade etmekteydi. “Yurt” ise, daha çok “vatan” kavramı gibi kutsal bir anlam taşıyordu. “Yurt” diğer yurtlardan “yaka” adı verilen sınırlarla ayrılmaktaydı. Bu sınırlar devletin gücüne göre, bazen daralıyor, bazen de genişliyordu. Türk toplulukların kuruluşlarından bu yana belirli sınırlara sahip oldukları bilinmektedir. Türk hükümdarları daima, toprağı devletin temeli sayan bir anlayış içinde olmuşlardır. Bundan dolayı da, vatan toprağını korumayı ve savunmayı kendilerine başlıca görev edinmişlerdir.[29] Buna örnek olarak büyük Hun Hükümdarı Mete’nin düşmanı olan Tunghuların toprak talebine karşılık “Toprak devletin temelidir” diyerek reddetmesini gösterebiliriz.[30] Türkler için yurt, sadece üzerinde yaşanılan ve geçim temin edilen bir toprak parçası değildi; aynı zamanda kendilerini koruyan ata ruhlarının üzerinde dolaştığı bir mekândı.

1.1.2.3 Hâkimiyet Anlayışı

Devleti oluşturan bir başka unsur hâkimiyettir. Hakimiyet kelimesi hakim, mahkeme, muhakeme, mahkum ve tahkim gibi geniş bir kelime ailesine bağlanır. Ve “hüküm” maddesinden gelir. Lügatte hüküm, emir ve karar verme, bir iş ve bu suretle ihtilafı sona erdirme demektir.[31]

Eski Türkler karizmatik hâkimiyet anlayışına mensuptu, yani hükümdarlık yetkisinin ve kudretinin tanrı tarafından verildiğine inanıyorlardı.[32] Bu inanışa göre; Türk hakanı devletin tek temsilcisi ve sahibidir. Hun, Göktürk, Uygur devletlerinde ve hatta Osmanlılar ile Selçuklular döneminde de bu anlayışın aynen devam ettiği Sultan Süleyman’ın “Ben Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim.”[33] demesinden anlaşılmaktadır.

Türklerde egemenliğe sahip olabilmek için esas olan tanrıdan kut almaktır. Türk devletlerinde siyasi iktidar kavramı “kut”[34] tabiri ile ifade edilmiş; buna rağmen egemenlik hakkı mutlak olmayıp töre ile sınırlandırılmıştır. Türk egemenlik anlayışı fevkalade gerçekçidir. Adalete ve töreye sadakat meşruiyeti sağlayan ilkelerdir.[35]

Tanrı, “kut” bağışı ile Türk Kağanını “hükmetme ve hükümdarlık güç ve yetkisi”, yani “siyasi iktidar” sahibi kılıyordu. “Kut” sahibi olan Türk Kağanı Orta Asya’da Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan bütün toplulukları bir bayrak altında, yani bir devlet çatısı altında topluyordu. Hükümdar kutsal sayıldığı için ona Tanrı tarafından bazı güçler verildiğine inanılırdı. Tanrı bağışı olan bu güç ve yetenekler Göktürk yazıtlarında “kut” (siyasi iktidar), “ülüg veya ülüş” (kısmet, nasip, pay) ve “küç” (güç) gibi kavramlarla ifede edilmiştir. [36] Türk hükümdarları kut sözünü Mete Han’dan itibaren hemen hemen bütün unvanlarda kullanmışlardır.[37]

Türk hükümdarlarının Türk töresi gereğince milletine karşı yapmakla mükellef olduğu görevler ve buna karşı tebaanın hükümdara karşı sorumlulukları tespit edilmiştir. Hükümdarın; halkı refah içinde yaşatmak, töreyi (kanunları) düzenleyip uygulamak, adaleti temin etmek, devleti düzen içinde bulundurmak ve fetihler yapmak, ülkesini idare etmek gibi vazifeleri bulunmakta idi. Bunların yanında hükümdarın; akıllı ve bilgili, cesur, liyakatli, iyi ve doğru, erdemli ve cömert olması da önemli hususlardandır. “Türk devletlerinde ülke idaresinde başta vezirler (ayguçı) olmak üzere, Kengeş Meclisi üyeleri (toygunlar), buyruklar (bakanlar), iç-buyruklarla birlikte “alpagut, inel, inak, inançu, tarkan, apa, boyla, şadapıt, ataman, tudun, yağruş, külüg, çavuş” gibi unvanlar taşıyan devlet görevlileri de vardı.”[38]

Türklerde Siyasi Teşkilatlanma

Teşkilat en kısa ifadesiyle iş bölümüdür. Teşkilatlanma, devletin en önemli unsurlarından birisidir. Bu; yasama, yürütme ve yargı olarak ortaya çıkar. Devletin gücünün yani hâkimiyetinin doğması için teşkilatlanması şarttır.[39]

Türkler, çok iyi işleyen idari ve askeri teşkilatlar kurarak tarih sahnesine çıkmışlar; geniş sahalara ve halk kütlelerine hükmetmişlerdir. Türkler; “atlı-göçebe hayat tarzı”nı gerçekleştirmiş olmaları sayesinde devlet teşkilatlanmasını sağlamışlardır. Eski Türklerde siyasi teşkilatlanma ve devletin kuruluş çalışmaları aileden başlamaktaydı. Devlet kurmak için, harekete geçen kişi, hem itibarlı bir ailenin reisi hem de tanınmış bir boyun başkanıydı. Teşkilatçılık bakımından da son derece yetenekli bir kimseydi. Boy başkanı, kendi boyu ile akraba olan boylara birer birer otoritesini kabul ettirmek suretiyle işe başlıyordu. Bunu, ya “ikna ve inandırma” yöntemiyle, ya da “mücadele”, yani “kuvvet (silah) kullanma” yöntemiyle yapıyorrdu. Başkanın otoritesini kabul ettirdiği boy sayısı arttıkça da, devletin kuruluşu hızlanmaktaydı. Böylece, aile çevresinde başlayan teşkilatlanma, boylara ve gittikçe toplumun diğer kesimlerine doğru yayılmakta idi.[40]

İslam’da Devlet

Kur’an-ı Kerim; insanlara peygamberler aracılığı ile gönderilen Allah’ın bir lütfudur. Kur’an’da doğrudan devletten bahsedilmemektedir. İnsanlardan, kavimlerden, bazen de hükümdarlardan söz edilir. Fakat yönetim şekilleri ile ilgilenilmediği gibi herhangi bir yargı da verilmez. Hükümdarlardan bahsedilirken; onların hidayet üzere olup olmadıkları yahut zulüm veya adalettir.[41]

Yapılan bir çalışmaya göre Kur’an’da altmış civarında siyaset ile ilgili ayet bulunmaktadır.[42] Doğrudan ve açık hüküm getiren ayet sayısı, ibadetleri de kapsamak üzere iki yüzdür. [43]

Devlet, tarihin ilk dönemlerinden bugüne kadar toplum için önemli bir yere sahiptir. İnsanlar arası ilişkilerin önemli bir bölümünü yönetim alanı oluşturmaktadır. Farabi: “her nevi hükümetin kendisine muhtaç olduğu bir kimsedir. Böyle bir kimsenin bulunması mümkün olmazsa, devlet parçalanıp dağılmaya mahküm olur.”[44] Gazali: “Hükümdar büyük veya küçük, yüksek veya alçak, asil veya avamdan olsun herkese eşit muamele etmeli ve kanunsuzluğu şiddetle menetmelidir” düşüncesindedir. Din ile devlet arasındaki ilişki konusunda şöyle demektedir: “Onlar ikiz kardeş gibidirler. Din, insan cemiyetinin temeli ise, hükümdar da temelin koruyucusudur; eğer temel zayıflarsa bütün bina çöker; hükümdar çekilirse temeli koruyacak kimse kalmaz”[45] Maverdiye göre “İmamet halkın kanun ve nizamlarının tabi olduğu esasdır.”[46] Bu ve benzer görüşler Türk-İslam düşünürlerinin eserlerinde bulunmaktadır.

“Kur’an-ı Kerim; inanç, ibadet ve ahlaki kaideler yanında anayasa hukuku, devletler hukuku, usul hukuku, ticaret hukuku ve medeni hukuka esas teşkil edecek genel ilkeler de koymuştur. Bu hükümlerin tatbiki de ancak devlet eliyle mümkündür.”[47] Bu yüzden, İslam dininin sadece ibadet ve ahlak kurallarından oluşan bir din olmadığını vurgulamamız yerinde olacaktır.

İslam, ortaya koyduğu en mükemmel sistemle insanın yaratılışına en uygun devlet düzenidir. İnsanı yaratan Allah, insan hayatının idamesi için en uygun kuralları Kur’an’da tavsiye etmiştir. Kur’an’ın ortaya koyduğu sosyal prensipler, idare edenlerle idare edilenlerin barıştıklarını ve kaynaştıklarını ortaya koyan bir sistemdir. Hatta idare edilenler Müslüman olmasalar bile onlara en güzel şekilde hürriyet sunan ve hayatlarını tanzim eden bir sistemdir.[48]

Diğer din kurucularından farklı olarak Hz. Muhammed, manevi iktidar gibi maddi iktidarı da elde bulunduruyordu. Ancak bu şekilde mensuplarına, hayatın bütün alanlarında yol gösterebilirdi.[49] “Hz. Peygamber’in uyguladığı prensipler sayesinde birbirinden çok farklı yapıya sahip olan insan toplulukları kısa zamanda birbirleriyle hayatlarını paylaşmaya, memleketlerini koruma konusunda müşterek savunmaya girişmişlerdir. Bu durum onları determinist (kabile anlayışına, sosyal ve siyasi yapıya dayanan) bir anlayıştan insan iradesine ve seçim haysiyetine dayanan yeni bir sosyal ve siyasi yapıya kavuşturmuştur.”[50]

Kur’an’da Devlet ile İlgili Kavramlar

İslam ülkelerinde devlet başkanları; imam, hilafet, ulü’l-emr gibi değişik unvanlarla anılmışlardır. Bu unvanları taşıyan kişiler, kendilerinde yürütme organı niteliği ve yetkisini bulunmaktadırlar. Kur’an-ı Kerim’de, “halife”, “imam”, “hükümdar” kavramları devlet başkanı anlamını taşımaktadır.[51] İslam’da devlet başkanlığı kurumunu ifade etmek için “imamet ve hilafet”, devlet başkanı için ise “halife ve imam” kavramları kullanılmaktadır. İmamet; Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslam toplumunun dini ve siyasi liderliği görevini,[52] Hilafet ise İslam tarihinde devlet başkanlığı kurumunu ifade etmektedir.[53]

İmam

“İmam; toplumu yönlendiren, onlara önderlikte bulunan kimsedir. Arapça emm “öne geçmek, sevk ve idare etmek” kökünden gelen imam, terim olarak “cemaatle kılınan namaza önderlik eden kimse” ve “devlet başkanı” anlamlarını taşır.”[54]

Toplumun başında bulunan ve toplumun fertlerini yönlendiren kişiler imam diye anılmıştır. “İmamın sevk ve idare ettiği toplum ise ümmet kelimesi ile karşılanmıştır. Bu durumda imam, başkan, ümmetin idaresini üstlenen kişidir. Terim olarak devlet başkanlığı anlamında imamet kelimesi kullanılmaktadır.”[55] Bazı düşünürlere göre imamet, dini korumak ve dünyayı din ile idare etmekte peygambere vekalet için konulmuştur.

İmamdan kastedilen kişi, Müslümanların halifesi ve idarecisidir. Hz. Ömer devrinden itibaren Devlet başkanlarına halife denilmesi yerine, “emiru’l-müminin” tabirinin kullanıldığı ve daha sonraları cemaatle kılınan namazlardaki imamlıktan ayırmak için devlet başkanlığına “imamet-i kübrâ” veya “imamet-i uzma” denildiği görülür.[56]

Kur’an’da imam kelimesi on iki yerde geçmektedir. İmam kelimesi ayetlerin hepsinde farklı anlamlarda kullanılmaktadır. “yönetici, önder, lider” dışında “levh-i mahfuz, kitap”, “yol”, ”bilinçli olarak yapılan ahlaki eylem” anlamlarında kullanılmaktadır.

Hilafet

“Hilafet; Allah’ın hâkimiyet hakkının bir tecellisi olarak İslam hükümlerini uygulamaya koymaktan sorumlu makamının adıdır.”[57] Hilafet kelimesi, İslam tarihinde devlet başkanlığı kurumu anlamında zikredilmektedir.[58] Halife, birinin yerine geçerek; işini, görevini devam ettiren ya da ona vekâlet eden anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da halife çoğul olarak halaif ve hulefa sözcükleri ile de yer almaktadır. Terim olarak hilafet kelimesi İslam devletlerinde Hz. Peygamber’den sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eder.[59] Devlet başkanı siyasi anlamıyla Hz. Peygamber’den sonra din ve dünya işlerini, ona halef olarak yürütmek için konmuş bir kurum olup bu kurumun başında bulunan kişiye “halife” denir.[60]

Sözlükte “arkada olmak, birinin arkasından gelmek, yerine geçmek” anlamlarına gelen half kökünden türetilmiş olup “birinin yerine geçerek işini, görevini devam ettiren” şeklinde açıklanan halife kelimesi terim olarak biri siyasette, diğeri tasavvufta olmak üzere başlıca iki alanda kullanılmaktadır. Bir kimsenin diğer bir zatın yerini tutmasına hilafet, halife tayin etme işine de istihlaf veya tahlif denir.[61]

“Ey Davud! Biz seni yeryüzüne halife yaptık; onun için insanlar arasında adaletle (hak ile) hükmet; nefsin isteklerine (hevaya) uyma, sonra seni Allah yolundan saptırır. Kuşkusuz, Allah yolundan sapanlar a, hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok ağır bir azap vardır.”[62] ayetinden anlayacağımız Hz. Davud’un geçmiş peygamberlerin halefi olarak onların görevini devam ettirmesi veya ülkesinde hükümdarlığın ona verilmesi olarak açıklanmıştır.[63]

Halifenin hür olması, erkek olması ve akıllı olması gerekir. Ayrıca, politik yeteneklerinin olması, insanların yönetiminde bilgili olması gerekir. Ek olarak güçlü bir kişiliği olmalı, güçsüz olmamalıdır.[64]

İmamet ve hilafet kavramları çoğunlukla eş anlamlı olarak kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslüman toplumunun liderliği, devlet başkanlığı anlamında kullanılmıştır. İmametin daha çok nazari manada devlet başkanlığı, hilafetin ise fiili otoriteyi ifade ettiği de söylenmiştir. Siyasi ve hukuki bir terim olarak Resul-i Ekrem’den sonra İslam toplumunun idaresini en yüksek seviyede üstlenen kişinin görev ve makamını ifade eden imamet kavramı kelam, fıkıh ve siyasi tarihte farklı şekillerde ele alınmıştır. Devlet başkanına, Hz. Peygamber’in vekili olarak toplumu yönettiği için halife; önder ve halife olması sebebiyle de imam denmiştir.[65]

Ulü’l-Emr

“Ulü’l-Emr; İslam toplumunda üst yöneticileri ve toplumsal otorite sahibi kimseleri anlatan bir tabirdir.”[66] İslam toplumunun “kendilerinden olan emir sahiplerine” itaat etmeleri Ulü’l-emr’in Allah ve Peygamber’in emirleri şartına bağlıdır.

Bu durum Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayette de görülmektedir:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber ’e itaat edin, sizden olan ülü’l- emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz - Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız - onu, Allah’a ve Peygamber’e götürün. Bu elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzeldir.[67]

Bu ayet, İslam ile idare eden yöneticilere, hakka uydukları sürece itaatın farz olduğunu göstermektedir. Ayette geçen “Ulü’lemr”, “emir sahipleri, emir verme selâhiyeti taşıyan ve bu konumda olanlar yani âmirler” demektir. Bunlardan maksadın kimler olduğu konusunda “devlet başkanı, onun veya toplumun yetki verdiği yöneticiler ve kumandanlar”dır. İslam dini, gerek kamu hayatında ve gerek özel hayatta bazı sıfat ve özellikleri taşıyan kimselere itaat edilmesini, onların buyruklarının yerine getirilmesini ve söylediklerine uyulmasını istemiştir.[68]

İslam Şeriatının hedeflerinin gerçekleşmesi için devlet başkanının seçimle işbaşına gelmesi zorunludur. Müslüman bir kimsede olsa seçim dışında iktidarı ele geçiren bir kişiye itaat etmek söz konusu değildir. Devlet başkanının veya idarecinin seçilmesi noktasında bir serbestiyet söz konusudur. Devlet başkanı ümmetin ittifakı ile seçildikten sonra Allah’ın ve Peygamber’in koyduğu sınırlar çerçevesinde hükmettiği zaman tebaası mutlak manada kendisine itaat etmesi gerekir. Bu itaat zikredilen şartla devam eder aksi takdirde yöneticiye itaat edilme durumu ortadan kalkar.[69]

Günümüzde devlet başkanlığı, hükümet veya benzeri kavramlarla ifade edilen, devletin yüksek otoritesini temsil eden kişi ve organlara ulü’l-emr denmiş olup, bu organ yürütme yetkisini elinde bulunduran kurum (bakanlar kurulu, meclis, konsey) veya kişiler (devlet başkanı, bakan, vali) olabilir.[70]

İslam Devletinin Unsurları

İslam devleti İslam hukukuna göre teşkilatlanır ve İslam hukukuna bağlı kalır. Devleti meydana getiren, devletin varlığı kendilerine bağlı bulunan maddi ve manevi varlıklara, müesseselere “devletin unsurları” diyoruz.[71] İslam hukukuna göre devlet; hâkimiyet, ülke, nüfus gibi unsurlardan oluşmaktadır.

Hâkimiyet Unsuru

Devlet, bünyesindeki bütün toplulukları temsil ve ifade eden bir gerçekliğe sahiptir ve kuşattığı bütün hükmi şahıslara göre üstün bir konumdadır. Devlete hukuk alanındaki bu üstün konumu ve gerçekliği kazandıran unsur ise hâkimiyettir. İslam ülkesinde hükümdarın, bir zümrenin veya bir milletin iradesi değil, Allah’ın iradesinin hâkim olması üzerinde hassasiyetle durulmakta; emir ve yasak türünde bütün yasama hükümlerinin kaynağının Allah olduğu hakkında Müslümanlar arasında görüş birliği sağlanmaktadır.[72]

“İslam hukukçularına göre; hâkimiyetin gerçek sahibi Allah’tır, İslam toplumunu yönetme görevi ise halifeye aittir. Dolayısıyla burada Allah’a itaat şartına bağlı içtimai bir mukavele olduğu kabul edilmektedir. Buna göre hâkimiyet prensip olarak Allah’a ait olmakla birlikte uygulamada Allah’ın iradesini temsil eden halifedir ve dolayısıyla halkın iradesidir.”[73] Halifesini seçen halkın, gerektiğinde onu azledebilme yetkisine sahip olması da bunun bir göstergesidir. Dolayısıyla egemenliğin kaynağının günümüz hukukunda olduğu gibi halka ait olması, esasında İslam hukukunda dolaylı olarak kabul görmüştür.[74]

“Hüküm, sadece ve sadece Allah’a aittir (mahsustur).”[75] ayetinde hâkimiyetin meşruiyetinin ancak adaletle gerçekleşebileceği düşüncesinden hareketle adaletin de ancak hâkimiyet ve devletle mümkün olduğu vurgulanmaktadır.[76]

Ülke Unsuru

İslam hukukuna göre bir devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklar, o devletin ülkesini meydana getirir. Kara sahası içinde bulunan nehir, göl ve kanallarla, karaya bitişik koy, körfez gibi yerlerde karasularıyla devletin ülkesine dâhildirler. De niz ve hava sahaları, zaman ve şartlara bağlı olarak hâkimiyet ve kontrolüne konu oldukları ölçüde devletin ülkesi sayılırlar.[77]

Kur’an-ı Kerim’de ülke unsuru “dar” ve “arz” kelimeleri ile temas edilmiştir.[78] İslam prensip olarak belli bir toprak parçası ve toplum üzerinde hâkimiyet kurmayı hedef almamış; bütün dünyayı bu birliğe tabi kılmak için gelmiştir. İslam hukukunun uygulanması bakımından bütün İslam ülkeleri tek bir ülke sayılmış ve içinde İslam’a inananlar bulunduğu gibi inanmayanlar da bulunmuştur. İslam’ın ana kaynaklarında yer almayan ancak İslam hukukçularının yorumlarına dayanarak dünyanın İslam ülkesi (Darü’l-İslam) ve harb ülkesi (Darü’l-harb) olarak ikiye ayırdığını söylemek mümkündür. İslam hukukunun Darü’l-İslam ve Darü’l-harb anlayışı esasında İslam hukuk sisteminin uygulanma sahasıyla ilgilidir. Dolayısıyla sınırları belirli olan ülke unsuru İslami devlet anlayışında da mevcuttur.[79]

Nüfus Unsuru

İslam devletinin nüfus unsuruna “millet” ve “ümmet” denilmiştir. Bu iki kelime ile bir yandan din, diğer yandan - dili, rengi, ırkı, bölgesi, şekli ne olursa ılsun - belli bir dini benimsemiş insanlar topluluğu kastedilmiştir.[80] Devletin kurulması için nüfusa dair bir rakam vermek mümkün değildir. Bir devlet az nüfusla da, çok nüfusla da kurulabilir ancak asgari bir nüfusa ihtiyaç vardır. Yalnız gelişigüzel bir araya gelmiş insanlar, bir devletin insan unsurunu teşkil etmezler. Bu insanların pek çoğunun paylaştığı değerler olmalıdır ki bir devlet kurup yaşatabilsinler. İslam devletinde nüfusu birbirine bağlayan değerlerin başında, muhakkak ki İslami değerler gelir. İslam devletinde tabiiyetin esası, İslam’a bağlı olmak veya onun hükümlerine boyun eğmektir. İslam’a bağlı olan kimse Müslüman’dır, İslam hükümlerine boyun eğdiği halde İslam’a iman etmeyenler ise zimmidir. Her ikisinin de tabiiyeti İslamidir.[81]

Kur’an’da Devletin Özellikleri

Kur’an-ı Kerim, bir devletin nasıl olması gerektiği üzerinde değil; idarecilerin, bir detlette yaşayan halkın huzurlu bir hayat sürdürmeleri için ne yapması gerektiği üzerinde durmuştur. Yöneticilerin, yerel halkın yapacağı işlerinden daha çok bahsedilmektedir. “Devlet ve hükümet şeklinin belirtilmemiş olması, Müslümanlara sosyal hayatın akışı içerisinde bulundukları şartlara uygun olarak amaca ulaştıran şekli seçme imkânı da verilmektedir.”[82] İslam dinine göre, bir devlette bulunması gereken özellikler vardır. Bu özellikleri ayetlere dayanarak açıklamaya çalışacağız. İslam fıkıh literatüründe bir devlette bulunması gereken özellikleri şu şekilde sıralamak mümkündür: Hâkimiyet, Adalet, Emanetin sahibine verilmesi, İtaat, Şura, Bi’at.

Hâkimiyet

Kur’an’da “Hâkimiyet, hüküm, hükmetme” kavramları bulunmaktadır. Bu kavramlar farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Farklı dediğimiz; hem devlet yöneticileri ile ilgili hem kozmolojik anlamda Allah’ın hükmü ile ilgilidir. Örnek olarak:

“O, kullarının üstünde yegane kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur. [83] ve '“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü yeter.”[84] ayetlerini yazmamız yerinde olur.

Kur’an’da geçen Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyi emreden ayetler ise Allah’ın hâkimiyeti, ilahi teşri alanında ve içerdiği emir ve yasakların, kendisine inanan toplum için uygulanması ve uyulması gerekli hükümler olması anlamındadır. Kendisinden çıkarılan kanunlar, içtihatlar ve gereğine göre hüküm verme şeklinde şeriatı anlatan, şeriatın hükmünü kanun kalıbına dökerek yasama faaliyetlerini düzenleyen ve uygulayan, bu düzenlemelere uygun yargılama faaliyetleri yapan ve hükümleri yürüten ise insanlardır. “Allah’ın indirdiği ile hükmetme”, devletin yasama, yürütme ve yargılama güçlerine hâkim bir prensiptir. Bu durumda Kur’an’da geçen yasa ve hükümler ihtilaf konusu değildir. Onların gereğince hüküm verilmelidir.[85] Yönetici; Allah’ın vekili, naibi, halifesi ve gölgesidir; yasamanın yürütücüsü ve kanunun uygulayıcısıdır. Hâkimiyetin kaynağı ise ümmettir ve siyasi egemenlik insana aittir. İslam hukukunda siyasi iktidarın tek sahibi millettir.

Adalet

Devletin bir başka özelliği de adalettir. Birçok ayette adalet anlamında adl, kıst, mizan, hak gibi kavramlar da kullanılmaktadır. Adalet, Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvaya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda kullanılmıştır.[86]

Kur’an-ı Kerim birçok ayette, Peygamber ve onu takip edenlere eşitlik ve adaletten ayrılmamalarını emretmektedir. “İnsanlar arasında Allah’ın sana gönderdiğine göre hükmedesin diye hakkı (adaleti) içeren kitabı sana indirdik; hainlerden taraf olma.” [87]

Yönetimde adalet kaçınılmaz ve ihtiyaç duyulan alanlardan biridir. Toplumun birlik ve bütünlüğünü sağlayan temel dinamiğin adalet olduğunu Farabi de söylemiştir.[88] [89] Kur’an’da; sözde, konuşmada, karar vermede (hükümde), şahitlikte ve insan ilişkilerinde problem yaşanan alanlarda adaletli olmaktan bahsedilmektedir. “Ey Davud! Biz seni yeryüzüne halife yaptık; onun için insanlar arasında adaletle (hak ile) hükmet; nefsin isteklerine (hevaya) uyma, sonra seni Allah yolundan saptırır. Kuşkusuz, Allah yolundan sapanlara, hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok ağır bir azap vardır. ”89 Adalet yönetimin vazgeçilmez değerlerinden biridir. Devlet başında olan ya da küçük bir şirket başında olan her kimse adaletli olmalıdır.[90]

Emanetin Ehline Verilmesi

Kur’an’da yer alan yönetim ilkelerinden biri de ehliyettir. Ehliyet kelimesi Arapça’da “ehl” kökünden türetilmiş bir masdardır. Sözlükte, “yetki, elverişlilik, liyakat, yeterlilik” anlamlarına gelir.”[91] Kur’an’da “ehl” kelimesinin dört anlamı kapsayacak şekilde kullanıldığı görülmektedir: “însan topluluğu, sahip, ehliyet-liyakat, din”[92]'2 Kur’an’da “ehl” kelimesine “yönetimde ehliyet, yeterlilik” anlamını verdiği ayetler bulunmaktadır. Bunlardan biri Nisa süresinin 58. ayetidir: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.”[93] Bu ayette ahlakla hukukun en geniş kapsamlı ilkelerinden olan emanet ve adalet kavramları bir arada zikredilmiştir. Ayet özellikle devlet adamlarının hem emanet hem de adalet ehli olmalarını gerekli kılmaktadır. Emanet eh li olmaları da bütün kararlarında hukuka riayet etmeleriyle gerçekleşir.[94] Emanet, korunması istenen maddi ve manevi değerlerdir. Yukarıda verdiğimiz ayetten anlaşılacağı gibi; devletin hizmet makamları da bir emanettir.

Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetinde, emaneti üstlenme ehliyeti ve emanetin ehline verilmesi son derece önem arz etmiştir. Çünkü emanet, korunması ve yerine getirilmesi gereken temel haklardandır. Hak sahibine hakkını, her işi ve görevi ona ehil olana vermek adaletle ilgilidir. Çevrenin korunması haklarından, Allah’ın haklarına, bütün can taşıyan varlıkların haklarından insanla insan arasındaki ilişkilerden kaynaklanan haklara varıncaya kadar emanet, geniş bir anlamlar dünyasına sahiptir. Bu durum, emanetin kamu görevi ve liderlik anlamıyla kullanıldığı pek çok rivayette kendisini gösterir.[95]

Devlet Nizamına İtaat

“İtaat; meşru emir ve isteklere uyma anlamında bir terim. Sözlükte “baş eğmek, emredileni yerine getirmek, söz dinlemek” anlamındaki tav’ kökünden türemiş olup aynı manayı taşır. İtaat kelimesi Kur’an’da geçmemekle biirlikte üç ayette taat ismi yer almakta, bundan başka yedisi isim, diğeri fiil kalıplarında olmak üzere itaat kavramı seksen beş yerde geçmekte, kırk iki ayette de aynı kökten gelip “güç yetirmek” manasında kullanılan istitaat kavramı yer almaktadır.”[96]

Mevcut yönetim erkine karşı yönetilenlerin göstermiş oldukları itaate günümüz terminolojide “rıza” adı verilmektedir. Devlet nizamına itaat; Allah’a itaat yanı sıra idareciye itaat farz kılınmaktadır. İdareciye itaat edilmesi gerektiği şu ayette görülmektedir. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz - Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız - onu, Allah’a ve Peygamber’e götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir.”9'1

Siyasal anlamda yönetimi elinde tutan kişiye “itaat” edilmesi emredilmiştir. Fakat bu itaat, yöneticinin Allah’ın emrine aykırı olmaması ve şeriatın emirlerine bağlı kalınması şartına bağlanmıştır. Yönetici veya devlet başkanı şeriatin emirlerini yerine getirdiği sürece kendisinin veya ekibinin ortaya koyduğu yasalara ve yükümlülüklere halkın itaati gerekli olacaktır. Aksi takdirde itaat edilmeyecektir.[97] [98]

“İslam dini, gerek kamu hayatında gerek özel hayatta bazı sıfat ve özellikleri taşıyan kimselere itaat edilmesini, onların buyruklarının yerine getirilmesini ve söylediklerine uyulmasını istemiştir.”[99] İslam dini, yöneticilerle yönetilenler arasında ilişkiye dair düzenlemeler yapılmasını gerekli kılmaktadır. Bu çerçevede idareciye itaat, devletin maksatlarını gerçekleştirebilmesi için ve hedeflerine kavuşabilmesi için bir zorunluktur.

Bi’at

Bi’at; İslam devletinde idare edenle idare edilenler arasında yapılan, seçim veya bağlılık karakteri taşıyan sosyopolitik akidtir. “Türkçe’de biat şeklinde kullanılan kelimenin Arapça aslı bey’attır. Bey’at “satmak; satın almak” manasındaki bey’ masdarına bağlı olarak “yöneticilik tevdi etmek, birinin yöneticiliğini benimsemek” manasında kullanılmıştır.”[100] Biat aynı zamanda birinin egemenliğini kabul etme, buyruklarına uyacağını belirtme anlamında kullanılırken; biat etme birinin buyruğu altına girmek ve hâkimiyetini kabul etmek manasında kullanılır.[101]

“Kur’an-ı Kerim’de biat kelimesi geçmemekle birlikte bey’ kökünden türeyen “mübayaa” masdarının türevleri biatlaşma, getirdiği emir ve yasaklarda peygambere itaat etme ve bu konuda onunla ahitleşme, sözleşme anlamında kullanılmıştır.”[102]

Halk bi’at gereği devlet başkanına itaat etme durumunda iken, devlet başkanı da halka karşı sorumluluklarını yerine getirmek zorundadır. Böylece karşılıklı sorumluluklar garanti altına alınacak, idarecinin ve toplumun huzur ve refahı sağlanmış olacaktır. Ayrıca bi’at halifeliğin (devlet başkanlığının) meşruiyet sebebi olarak görülebilir.[103]

Fetih süresinin 10. ayetinde “Sana yeminle bağlılık sözü verenler gerçekte bu sözü Allah’a vermiş oluyorlar, Allah’a verdiği ahdi bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur, Allah’a verdiği sözün gereğini yerine getirene ise, Allah yakında büyük ödül verecektir.” buyurulmaktadır. Bu ayette geçen “yeminle bağlılık sözü” bi’attır. Bu ayette biat aslında, Peygamber’in şahsına değil bilakis onun aracılığıyla, bizzan Allah’u Teâlâ’ya verilmektedir.[104]

jl.2.3.6. Şûra

“Şûra; danışma ve danışma kurulu anlamında fıkıh terimi. Rey almak, bir mesele hakkında görüşünü sormak anlamına da gelmektedir.”[105] İslam, devlet işlerinin yürütülmesinin istişareye dayalı olmasını ister. Şûra’nın gerekliliği hem ayetlerde hem hadislerde vurgulanmaktadır. Şûranın, geçmişten bugüne bakıldığında farklı deyiş ve yapıları olsa da neredeyse her medeniyette vazgeçilmez bir yönetim unsuru olarak görülmektedir.

İnsanların güvendikleri kimselerle toplanıp fikir alışverişi yapmaları, birbirlerine danışmaları, birbirlerinin bilgi ve tecrübelerinden faydalanmaları, en doğru ve isabetli olanı bulmakta yardımlaşmalarıdır. Bu maksatla toplanıp istişare ve müşavere eden cemaate “Şûra”, istişare edenlerin her birine de “müşavir” denir.[106]

Yöneticiler, yönetim ile ilgili her hususta halkın veya onların içindeki çeşitli grupları veya kabileleri temsil eden ve devletin ileri gelen kimseleri sayılan ve bir bakıma bu günkü meclis veya parlamento’lara benzeyen “ehli’l hall ve’l akd’e veya âlimlerin görüşlerine başvurmayı kendine görev bilir.[107]

Şûra “yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının kamu görevini yürütürken istişarede bulunması ve istişare sonucu oluşan eğilimi göz önünde bulundurmasını” ifade eden bir terimdir. Al-i İmran süresinin 159. ayetinde “Sen onlara sırf Allah’ın lutfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” zikredilmiştir. Bu ayet “iş hakkında onlara danış” söyleyişi bütün ümmete ve özellikle yöneticilere danışmayı emretmektedir. Müslüman toplumlarda yönetimin şüra esasına dayanması, Şûra süresinin 38. ayetinde “Rablerinin çağrısına uyarlar, namazı özenle kılarlar. işleri aralarındaki danışma ile yürür. Kendilerine verdiğimiz rızıktan başkaları için harcarlar.” buyurulmaktadır. Bu ayet insan hayatının bütün aşamalarında danışmanın var olduğunu göstermektedir.

Türkler’in İslam’ı Kabul Etmeleri

Ahmet Yesevi’nin yaşadığı ve hayatının büyük bir kısmını geçirdiği Maveraü’n- nehr bölgesi, Yesevi doğmadan çok önce İslam devleti sınırları içerisine girmiş, halkının büyük çoğunluğu Türklerden oluşan, İslam’ın yayıldığı bir bölge idi. İslam’ın o bölgelere ilk ulaşması 642 tarihine dayanmaktadır.[108] İşte o tarihte Türkler ilk defa Müslümanlarla karşılaşmışlardır.

Arap komutanı, Türk şehirlerini fethetmesi neticesinde ve Türklere İslam’ı kabul ettirmenin ancak İslam dışındaki dinleri yok etmekle mümkün olacağını öngörmüştür.[109] İslam dinini kabul etmeden önce Türkler İslam dinine benzerlik taşıyan “Gök Tanrı” inancını yaşamaktaydılar. İslam ahlakında hırsızlık, yalancılık, adaletsizlik günah sayılır; Türk töresinde de hırsızlık, yalancılık, adaletsizlik yasaklanmıştır. Aynı şekilde İslam’da olduğu gibi Türklerin, ahiret inancına benzer olarak iyi insanların ödüllendirildiği uçmağ (cennet), kötülerin ise cezalandırıldığı tamu (cehennem) isimli yer inanışları vardı. Din adamlarının herhangi bir üstünlüğü bulunmuyordu.[110] Bu noktada Türklerin töreye bağlılığı ile Müslümanların şeriata bağlılığını da bir benzerlik kabul edebiliriz.

Bilindiği gibi Türklere İslam dini Araplar (İslam orduları) aracılığıyla gelmiştir. Dört halife döneminde geniş bir coğrafyaya yayılan İslam dininin kısa bir süre içinde sınırları Orta Asya’ya kadar ulaşır. Hz. Ömer döneminde İran’ın fethiyle Türklerle Müslüman Araplar sınır komşusu oldu. Hz. Osman döneminde İslam Devleti’nin sınırları Ceyhun Nehri’ne kadar genişlemiş ve Türklerle Müslüman Araplar asında mücadeleler başlamıştır. Araplar Müslüman olmayanlara karşı ayrımcı politika uygulamışlardır. Bu nedenler ve o dönem yaşanan şiddetli çatışmalar Türklerin kitleler halinde İslam’a geçmelerini engellemiştir.[111]

751 tarihinde Abbasiler ile Çinliler arasında Orta Asya egemenliği yüzünden yaşanan Talas Savaşı[112] sonrasında Türkler yavaş yavaş İslamiyet’e girmeye başlamıştır. Abbasiler döneminde uygulanan eşitlik politikası ve Türklerin önemli görevle getirilmesiyle Türk-Arap ilişkileri gelişme göstermiş; Türkler kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Türk-İslam tarihinin başlangıcı da bu dönemde olmuştur.

Türkler, Büyük Selçuklu Devleti kurulduktan sonra Orta Doğu’daki anarşi ortamına son vermiş; yine bu devirden itibaren İslam âlemine yönelen haçlı saldırılarına karşı başarı ile mücadele etmiştir. Bu mücadeleler ise Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar sürdürülmüştür. Yani Türklerin İslam medeniyetinin gelişmesine büyük katkıları olmuştur.[113]

“Türkler Müslüman olmadan önce bu topraklarda Ari (Zerdüştlük, Budizm, Manihaizm, Mazdekizm), Sami (Hristiyanlık, Musevilik ve en sonuncusu İslam), Mahalli (Gök Tanrı veya Şamanizm ile Taoizm, Konfüçyüs) dinleri mevcuttu.”[114]

Türklerin mensup oldukları dinlerin dışında başka dinler ile tanışmasına İpek Yolu’nun vesile olduğunu söylemek mümkündür. Maveraü’n-nehr bölgesi İpek Yolu’nun merkezi halindeydi. Türklerin ticaret yolları üzerinde yaşamaları nedeni ile Türk toplumu farklı din, dil ve kültürler ile karşı karşıya kalmışlardır.[115]

Türkler, İslamiyet’i kabul ederek İslam dinine, dolayısıyla da İslam medeniyetine önemli katkıda bulunmuşlardır. İslam kültür ve medeniyetinin gelişmesinde hizmeti geçen Türk bilginlerin sayısı oldukça fazladır. Başta İslami ilimler olmak üzere çeşitli alanlarda eserler veren Türk bilginlerinin söz konusu medeniyetin gelişmesinde önemli rolleri vardır.[116] Bunlardan biri tezimizin ana konusu olan Hoca Ahmet Yesevi’dir. Yesevi’nin Türk toplumu üzerindeki emeği büyüktür. Yesevi’nin en önemli katkısı ise hikmetleri aracılığıyla Türkler arasında İslam dinini yaymasıdır. Yukarıda bahsettiğimiz Arapların ve ilk Müslüman Türk hükümdarlarının Türklere İslam’ ı kabul ettirmesine göre; Yesevi’nin Türk toplumunun İslamiyet’e geçmesinde etkisi daha da fazla olmuştur dememiz abartı olmayacaktır.

İlk Türk-İslam Devleti

Tarihte; İtil (Volga) Bulgarlarından sonra, coğrafi bölge olarak Maveraü’n-nehr ve Türkistan’da kurulan Karahanlılar ilk Müslüman Türk devleti olarak kabul edilmektedir. Bu hanedanlık döneminde uzun zamandan beri hız kazanmış olan Türklerin İslam dinini kabul etmeleri olgusu, büyük kitlelerin Müslüman olmasıyla Türk tarihinde yeni bir dönemi başlamıştır. Bu yeni devrin en dikkat çekici özelliği ise şüphesiz Türklerin İslam medeniyetine katkı sunmaya başlaması ve eski Türk uygarlığın Türk-İslam Medeniyeti adı altında ilk ürünlerini ortaya koymasıdır. Böylelikle, Karahanlılar’dan itibaren, bilhassa Göktürklerle başlayıp Uygurlar zamanında çok büyük bir grlişme gösteren Türk kültür ve medeniyeti ile İslam kültür ve medeniyeti kaynaşmıştır. Bunun sonucunda Türk-İslam Medeniyeti adını verdiğimiz tarihi olgunun ilk temelleri atılmıştır. Bundan dolayı, Karahanlılar dönemi milli tarihimiz içerisinde çok önemli bir yere sahiptir.[117]

Karahanlıların Müslüman Türk devleti olarak ortaya çıkmasından sonra Türk unsuru, inkârı mümkün olmayacak derecede medeniyet ve ilim noktasında İslamiyete ağırlığını koymuştur. Türklerin İslam’ı kabul ederek devletler kurması, İslam dünyası için önemli olduğu kadar Türk tarihi için de önemli olduğu şüphesizdir. Çünkü Türklerin İslamiyeti kabul etmesiyle birlikte, İslamiyetin yayılması “Türklerin Cihan Hâkimiyeti” fikriyle yeni bir boyut kazanacak ve hızlanacaktır. Karahanlı Devleti, X. Yüzyılda İslamiyeti kabul etmesiyle birlikte eğitim ve kültür alanında da birçok yenilik ve gelişmeleri Türk dünyasına kazandırmıştır. Bunlar:[118]

Türk topluluklarında ilk defa, medrese planlı, düzenli, güçlü bir örgün eğitim- öğretim kurumu olarak ortaya çıkmıştır.

Türklerin dünya görüşü, insan tipi, İslam’ın etkisi ile yeni şekiller almaya başlamış, eski Türk ananeleri ve töresi değişikliğe uğramıştır. Medreseler eliyle düşünürler ve mutasavvıflar, bu kültürel değişmeyi sağlayan yaygın eğitim kurumu görevi yapmışlardır.

Türk topluluklarının İslamiyet ile tanışması, Türklerde gazi ve veli insan tiplerini ortaya çıkarmıştır. Bunun yanı sıra eski savaşçı alp insan tipinin özellikleri bu yeni tipin özellikleri ile kaynaşıp “Alperen”lik kavramında vücut bulmuştur.

Türkler; Anadolu, Balkanlar ve Orta Doğu’da birçok bölgenin Türkleşmesinde, İslamlaşmasında önemli bir rol oynamıştır.

Karahanlıların kültürel alanda hızla değişme ve gelişmelerinde; Müslüman olmalarının yanı sıra yerleşik düzene geçmeleri, devlet adamlarının eğitime ve kültüre önem vermeleri, medreseleri ülkenin her yanında yaygınlaştırmaları ve bu dönemde Farabi, İbn-i Sina, Biruni, Yusuf Has Hacib, Kaşgarlı Mahmut, Ahmet Yesevi, Edip Ahmet Yükneki gibi büyük âlimleri yetiştirmeleri de önemli bir faktördür.

Türk örf ve ananelerine göre yaşayan Karahanlılar, İslamiyeti kabul etmeleriyle birlikte ilk İslami Türk eserlerini meydana getirmişlerdir. Hakani Türkleri adını taşıyan Karahanlılar, Türklerin milli kültür ve sanat geleneğinin güçlü özelliklerini tamamıyla İslama adayıp bu şevk ile yeni bir üslup ortaya çıkarmışlardır. “Karahanlı hakanlarının ilme hayranlığı, âlimlere saygısı ve onları koruyup desteklemesi sonucunda Türkistan ve Maveraü’n-nehr şehirleri başta olmak üzere birçok şehir birer medeniyet ve kültür merkezi haline gelmiştir. Karahanlılar devrinde Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig, Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lügati’t-Türk, İmam-ı Ebü’l Fütüh Abdülgafur’un Tarih-i Kaşgari, Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet isimli eserleri Türk kültür ve edebiyatının önemli eserlerini oluşturmuştur.”[119] Böyle büyük adamları yetiştiren Karahanlı Devleti’nin kültüre ve bilime verdiği değer; memlekette düzenin, toplumsal huzurun askeri güçle değil, bilimle sağlanabileceğinin en güzel örneğidir.

Karahanlılar devrinde Türk-İslam kültürünün dikkat çekici yazılı eserlerine kısaca değindiğimizde; Kutadgu Bilig ve Divanü Lügati’t-Türk’ü bilhassa hatırlamamız gerekmektedir. Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacib’in 1070’te dönemin Kaşgar hükümdarına sunduğu ve devlet adamlarına devlet yönetme konusunda öğütler içeren ilk siyasetnamedir. Kaşgarlı Mahmud’un 1074’te tamamlayıp Abbasi halifesine takdim ettiği Divanü Lügati’t Türk ise, Türk dilinin zenginliğini anlatan bir sözlük olup, Araplara Türkçe öğretmek ve Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu kanıtlamak amacıyla yazılmıştır. Eser, Türk kültürünün ansiklopedisi niteliğinde bir eserdir. Çünkü Türklerin yaşadığı bölgelere, Türk kültür tarihine, edebiyatına, müzüğine, gelenek ve göreneklerine dair önemli bilgiler içermektedir. Eserde yer alan Türk dünyası haritası coğrafya açısından çok önemli bir belgedir ve aynı zamanda Türkler tarafından çizilen ilk dünya haritasıdır; daire şekline sahip ve renklidir. Bunların dışında Edib Ahmet Yükneki’ninAtabetü’l Hakayık’ı, Satuk Buğra Han Destanı, Rabguzi’nin Kısasu’l-Enbiya’sı ve çalışmamızın ana konusu olan Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’i de Karahanlılar döneminin Türk kültür ve medeniyetinde mihenk taşı olan eserleridir.[120]

Karahanlı Devleti’nin önemli kültür merkezleri; batıda Semerkant, Buhara, Farab, Taşkent, doğu da Balasagun ile Kaşgar şehirleridir. Karahanlıların asıl merkezi Kaşgar (Ordukend) olmasının yanı sıra devlet daha ilk dönemlerinde kuzeyde Balasagun’a kadar genişlemiş ve burası ikinci bir yönetim ve kültür merkezi olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde ise devlet batıya doğru genişlemiş ve devletin batı kısmının merkezi Semerkant’a taşınmıştır.[121]

Karahanlılarda Devlet Yönetimi

Karahanlı devlet teşkilatında da diğer Türk devletlerinde olduğu gibi, Tük hükümdarına idare etme hakkının Tanrı tarafından verildiği inanışı vardır. O, aynı zamanda Tanrının yeryüzündeki temsilcisi ve gölgesidir. İslam dininde ise Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak halife bilinmektedir. Türkler için İslam dinini benimsemelerinde bu anlayışın büyük tesiri olmuştur.

Türk idare geleneğinin bir gereği olarak “ikili teşkilat” esasına göre, doğu ve batı olmak üzere iki idari kısma ayrılan devletin doğu kısmı doğrudan doğruya büyük hakanın idaresi altında bulunuyor, batı kısmı da büyük hakanın yüksek hâkimiyetini tanımak kaydıyla, hanedan üyelerinden bir başkası tarafından idare ediliyordu.[122]

Hükümdar

“Karahanlılarda hükümdarlık telakkisi, kaynağını Türk Tarihinin derinliklerinden alan esaslarla İslam prensiplerinin bir araya gelmesiyle oluşuyordu.”[123] Karahanlı döneminde, Türkleri idare etme hakkı Tanrı tarafından verilen Türk hükümdarlarının görevleri de vardır. Bu görevler içinde: halkın refahını sağlamak, Töre’yi (Kanunu) düzenleyip uygulayarak dirlik ve düzenliği sağlamak, adaleti temin etmek, savaş gücü ile Devleti düzen içinde bulundurmak ve fetihler yapmaktır.[124] Hükümdar, temsil ettiği halkın saygısını ve sevgisini kazanabilmek için cesaret ve kahramanlık, akıllılık ve bilgelik, erdemlilik gibi özelliklere sahip olması; ayrıca tecrübeli ve doğru insan olması gerekirdi. Hükümdarın yönettiği toplumun ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda yapılan faaliyetler, ona olan güveni arttırmaktadır. Çünkü Türklerde millet, yapılan her iyi işin veya atılan her yanlış adımın sonucunu hükümdara bağlar. Bu yüzden hükümdarın kudretli ve dikkatli olması zaruridir.

Saray Teşkilatı

Karahanlılarda saray, aynı zamanda devletin idare edildiği bir merkezdir. Dolayısiyle bütün devletin başı olan hükümdarın, saray teşkilatında da ilk sırada yer aldığı şüphesizdir. Saray teşkilatında hükümdardan, bütün devlet teşkilatında da hükümdar ve vezir’den sonra gelen en büyük makam sahibi Ulu Hacib (Ulug Hacib) idi. Hükümet ile halk arasındaki ilişkiyi sağlamak, sarayda protokol işlerini düzenlemek ve yabancı elçilerle ilgilenmek gibi görevleri vardı. Ulu Hacib’den sonra Kapucubaşı gelmektedir. Çeşitli hizmetler için saraya adam almak, her türlü saray hizmetlilerinin huzura takdimi, onların tayin ve terfii ile, bütün şahsi problemlerine bakmak, saray hizmetlilerinin usulünce yürütülmesini sevk ve idare ederek, gerekli kontrolleri yapmak, gerek sarayda gerekse saray dışında her türlü tehlikeye karşı hükümdarın korunmasını sağlamak gibi görevleri üztlenmekte idi. Sarayda Kapucubaşından başka ve onun emrinde olan diğer görevliler ise; Emir-i Candar, Silahdar, Alem Başlar Er (Alemdar), Asbaşçı (Aşçıbaşı), Camedar, İdişçibaşı (İçkicibaşı), İlbaşı (Emir-I Ahur, Seyisbaşı)’dır.[125]

Merkez Teşkilatı

Karahanlı Devleti’nin merkez teşkilatında hükümdardan sonra en önemli görevli olarak vezir bulunurdu. Merkez teşkilatının başında, hükümdar adına çeşitli devlet işlerini yürütmek üzere Türkçe unvanı “yuğruş” olan bir vezir bulunmakta idi. Yuğruş, memleketi tanzim ederek, doğru kanunlar ile idare edip düzeni sağlamak, halkı huzura kavuşturmak, zengin bir hazine toplamak, ülkeyi genişletmek, hizmetinde bulunanlara iyilik göstererek kendisine ısındırmakla görevlendirilmekte idi. “Yuğuşun emrinde bir büyük Divan (Meclis-i Ali) bulunurdu. Bu divanda; Ağıçı (Hazinedar) devletin gelir- gideriyle ilgilenirdi, Tamgaçı (Mühürdar) hükümdarın ve idarenin her türlü yazışmalarını yürütürdü, Ay Bitiği askerlerin aylık ücret ve tahsisatlarını kaydederdi.”[126]

Taşra Teşkilatı

“Karahanlı Devleti, Türk devlet idaresi geleneğine uygun olarak ikiye ayrılmıştı. Bunlardan doğuda kalan kısmın başında Arslan Kara Hakan unvanına sahip büyük kağan yer alır ve bütün idari yetkiyi elinde bulundururdu. Batı kısmında ise doğudaki hükümdarın hâkimiyeti altında aynı aileden Buğra Kara Hakan unvanını taşıyan bir hakan bulunur ve ülkenin bu kısmını merkeze bağlı olarak idare ederdi. Ayrıca her iki taraf eyalet ve vilayetlere ayrılır ve bunların başına da genellikle hanedana mensup kişiler veya devlet idaresinde tecrübe sahibi valiler olurdu.”[127]

Askeri Teşkilat

Türkler ordu - millet anlayışını bütün tarihleri boyunca sürdürmüşlerdir. Ordu - millet anlayışı Karahanlılar döneminde de diğer eski Türk devletlerinde olduğu gibi aynı şekilde devam etmiştir. Karahanlılarda ordu dört gruba ayrılmaktaydı. Bunlar: Saray muhafızları, hassa ordusu, hanedanın mensupları ile valilerin ve öteki devlet adamlarının kuvvetleri ve devlete bağlı Çiğil, Karluk, Uğrak vb. Türk boy veya budunlarının kuvvetleridir. Karahanlı devletinde, eki Türk askeri sistemi olan on’lu esası devam ettirdikleri görülmektedir. Ayrıca otağ, otağ başı, on otağ, Sü-başı, yatgak, turgak, çerig, sü, yezek, yortuğ, yelim, akıncı vb. unvan ve adların da gösterdiği gibi askeri terimlerin hemen tamamının Türkçe olduğu sonucuna varılmıştır.[128]

Bu bölümde ele aldığımız konular Ahmet Yesevi ile doğrudan alakalıdır. Ahmet Yesevi, Maveraü’n-nehr’de kurulan ilk Müslüman Türk devletinde yaşamakta idi. Türk toplumunu İslam dini ile tanıştırmış büyük din adamıdır. Bundan dolayı bu bölüm için Türklerin İslamiyet’ten önceki, İslam’ı kabul ettikten sonraki devlet anlayışı ve İslam’daki devlet anlayışı gibi konuları uygun gördük.

Din, devletin unsurlarından biri olmamasına rağmen devlet, dine hakimdir ve onu kendi bünyesinde asıl kuramlardan biri olarak görmüştür. Türkler, İslam dini ile tanıştıkları zaman, birçok ortak kavram ve anlayışla karşı karşıya kaldılar. Cennet, cehennem, günah, sevap ve bunlar gibi kavramlar Türklerin İslam’dan önceki dininde de vardı. Ele aldığımız konu bakımından Türklerin töreye bağlılığı ile İslam’ın şeriata bağlılığı, devlette hukukun önemini yansıtmaktadır. Şeriat, Allah’ın Kur’an’la indirdiği buyruklarının ve Hz. Peygamber’in bunları açıklayan sünnetinin tamamıdır. Bu yüzden şeriat, Müslümanlar için inanç konusudur ve günlük hayatlarında önemli yer tutmaktadır. İslamiyet’ten önceki Türklerin devlet yapısında hukuk önemli bir yer tuttuğu için, İslam’ı kabul ettikten sonra da İslam devletleri içinde hukuka bağlı en yüksek topluluk Türkler olmuştur. “Kut gider, töre kalır” sözü Türklerin hukuka ne kadar bağlı olduklarını göstermektedir ki, İslam’ı kabul etmeleri ile değişikliğe uğramış olsa da devlet töreye bağlı kalmıştır.

İslamiyet öncesinde olduğu gibi Türk-İslam devletlerinde de hükümdarlığın Tanrı tarafından (Kut’un) verildiğine inanılmıştı. Hukuki bakımdan yürütmenin, hükümet işlerinin başı genellikle hükümete, divana devrederdi. Hükümet, hükümdar adına devlet işlerini yürütürdü; fakat son söz yine hükümdara aitti. Bu dönemde hükümdarların sahip olması gereken niteliklerin en önemlisi adalettir. Türk devlet anlayışına göre “Adalet mülkün (devletin) temeli”’dir.[129] Yine bu dönemde Türk bilginleri ve din âlimleri tarafından, devlet idarecilerinin nasıl olmaları gerektiği konusunda eserler yazılmıştır. Türk bilginlerinin İslam medeniyetinin gelişmesinde önemli rolleri vardır. Tezimizin ana konusu olan Hoca Ahmet Yesevi’nin onlardan biri olduğunu söylemek mümkündür. Yesevi’nin günümüze kadar ulaşmış hikmetlerinden ve menakıb-namelerden o dönem halkını nasıl etkilemiş olduğunu görmekteyiz. Ve inanıyoruz ki; günümüz devlet yöneticileri ve yerel halk o nasihatlere ayak uydurdukları takdirde, genel olarak devlet daha huzurlu ve kaliteli yaşam sürdürecektir.

İKİNCİ BÖLÜM

AHMET YESEVİ VE ESERLERİ

Ahmet Yesevi’nin Hayatı

Bu bölümde Ahmet Yesevi’nin hayatı, ailesi ve eserleri hakkında bilgiler verilmektedir. Ahmet Yesevi Müslüman Türk kimliğinin oluşum sürecine katkıda bulunmuş önemli bir şahsiyettir. Ayrıca bu bölümde Yesevi’nin yaşadığı dönem ve Türk-İslam tarihindeki önemi üzerinde durulacaktır.

Büyük âlim ve sufilerden biri olan Ahmet Yesevi, Türkler arasında İslam’ın yayılmasında önemli rol oynamıştır. Yesevi, Türklerin manevi hayatında, yüzyıllar boyu etkili olmuş tasavvuf adamlarının başında gelen bir şahıstır. Yesevi Ahmed b. İbrahim b. İlyas Yesevi.[130] "Hazret-ı Sultan, Sultanu’l-Evliya, Hazret-i Türkistan, Sultan-ı Türk, Ahmed-i Sani, Asitane-i Saadet, Kutbu’l-Aktab, Şeyhu’l-Meşaih, Sultan-ı Arifin, Hz. Sultan Hoca Ahmed Yesevi, Pir-i Türkistan, Evliyalar Serveri, Mürşidler Sultanı, Hace-i Türkkistan, Kul Hace Ahmed ve Hace Ahmed”[131] gibi lakapları ile de tanınmaktadır. Hoca Ahmet Yesevi, Türk milletinin manevi hayatına asırlar boyu nüfus etmiştir ve etmektedir.

Yesevi, Orta Asya ülkesi olan Kazakistan sınırlar içerisinde bulunan Sayram[132] kasabasında dünyaya gelen bir Türk mutasavvıftır. Sayram kasabasının adı XIII. asırdan önce “İsficap” olarak bilinmekteydi. Bu kasaba Akşehir adıyla da tanınmaktadır. Sayram Türkçe bir kelime olup, “topuktan yukarı çıkmayan sığ su” anlamını taşımaktadır[133] Çocukluğunu Sayram (Çimkent şehrinin doğusunda) kasabasında geçiren Yesevi, hayatının önemli kısmını Yesi (şu anki Türkistan[134] şehri) şehrinde geçirmiştir. Dolaysıyla, bazı kaynaklar Yesevi’nin Yesi şehrinde doğduğunu belirtmektedir. Divan-ı Hikmet adlı eserinde de Türkistanlı olduğunu vurgulamıştır. Ancak hikmetlerinde Türkistan Yesi şehrini değil, Türkistan bölgesini[135] temsil etmektedir.

Düştüm uzar, Burak tozar, gitse pazar;

Dünya pazar, içine girip kullar azar;

Başım dertli, yaşım sızar, kanım tozar

Adım Ahmed, Türkistan’dır ilim benim.[136]

Neler gelse, görmek gerek O Huda’dan;

Yûsuf’unu ayırdılar o Ken’an’dan;

Doğduğum yer o kutlu Türkistan’dan,

Bağırıma taşı vurup geldim ben işte.[137]

Gurbet değse, pişkin eyler çok hamları,

Bilge eyler, hem seçkin eyler çok sıradanları,

Giyer çul elbise, bulsa yer yemekleri,

Onun için Türkistan’a geldim ben işte.[138]

On altımda bütün rûhlar pay verdi;

“Hay hay size mübarek olsun”deyip Adem geldi;

“Evladım!” deyip, boynuma sarılıp gönlümü aldı;

On yedimde Türkistan’da durdum ben işte.[139]

Ahmet Yesevi’nin babası, Hz. Ali soyundan gelen Şeyh İbrahim’dir, annesi de babasının halifelerinden Musa Şeyh’in kızı Ayşe (Kara Saç) Hatun’dur. Yesevi’nin Gevher Şehnaz adında bir ablası olmuştur. Küçük yaşlarında anne ve babasını kaybeden Yesevi, ablası Gevher ile Yesi’ye (bugünkü Türkistan) geçmiştir. Ahmet Yesevi’nin iki çocuğu olmuştur; oğlu İbrahim ve kızı Gevher Şehnaz. Oğlu İbrahim, babası (Yesevi) hayattayken vefat ettiği için Ahmet Yesevi’nin soyunu kızı Gevher Şehnaz devam ettirmiştir.[140]

Yesevi, din eğitimini küçük yaşlarından itibaren babası Şeyh İbrahim’den almıştır. Şeyh İbrahim Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerindendir. Ayrıca Hz. Ali soyundan olduğu için birtakım kerametleri ile tanınmaktadır. Ahmet Yesevi, babasını kaybettikten sonra (7 yaşında) eğitimini farklı hocalarla devam ettirmiştir. Babasından sonra Yesevi’nin manevi eğitimini Arslan Baba (Bab) üstlenmiştir. Kazakistan’da ‘Arıstan Bab’ adıyla bilinen Arslan Baba, rivayetlere göre 400 yıl yaşamıştır. Yesi’ye gelerek henüz küçük bir çocuk olan Ahmet’i bulması ve Hz. Peygamber’in kendisine emanet ettiği hurmayı, sahibi olan Ahmet’e vermesi ve terbiyesiyle meşgul olup irşad etmesi manevi bir işarete dayanmaktaydı. Kısa bir süre sonra Arslan Baba da hayatını kaybetmiştir.[141]

Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selam,

“Hak Mustafa emanetini eyleyin armağan”

İşte o zamanda binbir zikrini eyledim tamam

Nefsim ölüp la-mekana yükseldim ben işte.[142]

Yedi yaşta Arslan Baba’m arayıp buldu;

Her sırrı görüp perde ile sarıp kapadı;

. zAllah’a hamd olsun, gördüm” dedi, izimi öptü;

nedenle altmış üçte girdim yere.[143]

Yedi yaşta Arslan Baba Türkistan’a geldiler,

Başımı koyup ağladım, halimi görüp güldüler,

Binbir zikrini öğretip merhamet eylediler;

Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.[144]

Manevi babası olan Arslan Baba’nın vefatından sonra, onun tavsiyesi ile Buhara’ya yönelmiştir. Bu yıllarda Buhara İslam’ın önemli merkezlerinden biri olarak kabul edilmekteydi. Karahanlılara bağlı olan bu şehir, çok zengin ve aynı zamanda Hanefi mezhebine mensup olup, içlerinden önemli sayıda alim yetişmiş bir aile olan Al-i Burhan tarafından yönetilme ydi.[145] Buhara’da Şeyh Yusuf-ı Hemedani’nin[146] (ö.535/1140-41) eğitimi altına girer. Yesevi’nin Hikmetlerinde belirtilmesi kadarıyla Yusuf el-Hemedani’ye intisap ettiğinde Ahmet Yesevi yirmi yedi yaşında olmuştur.[147] O dönemde Yusuf-ı Hemedani önde gelen âlim ve mutasavvıflarından biridir. Kurduğu Yesevilik tarikatının usullerini ondan öğrenmiştir. Hemedani Yesevi’yi üçüncü halifesi olarak seçmiş, fakat Yesevi hilafeti Abdülhalık Gücdevani’ye bırakıp kurduğu tarikatını devam ettirmek için Yesi’ye geri dönmüştür.[148]

Pir-i kamil mükemmilin Hemedani,

Zahir-batın azizlerin aziz hanı,

İçi-dışı nûra dolan, incinin kaynağı,

Yedi yaşda pirden pay aldım işte.[149]

Ben yirmi yedi yaşta Pir’i buldum;

Her ne gördüm perde ile sırrı örttüm,

Eşiğine yaslanarak izini öptüm;

nedenle Hakk’a sığınıp geldim ben işte.[150]

Yesevi’nin hikmetleri Kur’an ayetlerinin ve hadislerinin tekrarı sıfatındadır: hikmetlerinde Allah ve Peygamber sevgisini işlemektedir. Kur’an ayetlerinin yanı sıra, Hz. Peygamber’in ahlaki güzellikleriyle birlikte bilhassa O’nun sünneti gerek teorik ve gerekse pratik açıdan önemli olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber’in güzel ahlakını kendisine örnek alan Yesevi, eserlerinde insanlara fazilet ve meziyet yollarını öğretme gayreti içindedir.[151] Hatta bu manada Ahmet Yesevi’nin şahsiyet inin ve düşüncesinin hareket noktasını ve ideallerinin ufkunu Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in oluşturduğunu söylemek mümkündür. Yesevi hayatı boyunca Allah ve peygamber sevgisi ile yaşadığı hikmetlerinde net bir şekilde görülmektedir. Buna belirgin örneklerden biri de Hz. Muhammed (s.a.v.) 63 yaşında iken hayatını kaybettiği için, aynı yaşta kendisini çile- haneye kapatmasıdır:

Hakk Teala fazlı ile ferman eyledi,

İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed,

Altmış üç yaşta sünnetlerini sıkı tutup,

İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[152]

Yer üstünde ölmeden önce diri öldüm,

Altmış üç yaşta sünnet dedi işitip bildim, Yer altında canım ile kulluk eyledim, İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[153]

Altmış üç yaşta sünnet oldu yere girmek,

Rasûl için iki alem berbat edivermek,

Aşıkların sünnetidir diri ölmek,

İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[154]

Kul Hoca Ahmed altmış üç yaşta gaib oldu,

Edebi koruyup Mustafa’ya naib oldu,

Sultan oldu, sıkıntı çekip tayyib oldu,

İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[155]

Yesevi’nin ölüm tarihi genellikle miladi 1166-1167 (hicri 562-563) yılı kabul edilir. Doğum tarihi hakkında ise kesin bilgi mevcut değildir.[156] Kaç yıl yaşadığı konusunda da net bir bilgi bulunmamaktadır. Bazı rivayetlerde 75, 120 ya da 125 yıl yaşadığı yazılmaktadır.[157] Bu çalışmada esas aldınan Divan-ı Hikmet adlı eserinde yer alan hikmetlerinde:

Erenlerden feyz ve fetih alamadım,

Yüz yirmibeş yaşa girdim bilemedim,

Hakk Teala’ya ibadelerini kılamadım,

İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[158]

yazmaktadır. Buna göre, yüz yirmi beş yıl yaşadığı kabul edilirse 1041 yılında doğduğu tahmin edilebilir.

Ahmet Yesevi’nin ölümünden sonra onun hakkındaki rivayetler halk arasında devam etmiştir. Onlardan birisi de türbesi ile ilgilidir. Vefatından sonra Yesevi’nin kabri halkın ziyaret ve ibadet yerlerinden biri olmuştur. Yesevi’den iki asır sonra yaşayan Emir Timur, Yesevi’nin kabri üzerinde türbe yaptırmış[159] ve türbe yapımı ile ilgili bazı ölçüleri kendisi belirtmiştir.[160] Günümüzde Hoca Ahmet Yesevi türbesi Türkistan’ın hatta Türk Dünyası’nın manevi merkezi olarak kabul edilmektedir. Azerbaycan’da gerçekleştirilen TÜRKSOY 34. Dönem Daimi Konseyi toplantısında, Kazakistan’ın Türkistan şehri “2017 Türk Dünyası Kültür Başkenti” seçilmesi de bunun kanıtıdır.

Yaşadığı Dönemde Bölgede Meydana Gelen Olaylar

Hoca Ahmet Yesevi’nin yetişmiş ve yaşamış olduğu Maveraü’n-nehr[161] bölgesi, önceleri Hun ve Göktürk, daha sonraları ise Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu devletlerinin etkisi altında kalan bir bölgedir.[162] XI-XII. asırdaki Maveraü’n-nehr’in genel durumunu gözden geçirerek, Ahmet Yesevi’nin yetişmesinde ve gelişmesinde siyasi, kültürel ve sosyal etkilerin ne derecede önemli olduğunu anlamak mümkündür. “Bu coğrafyada o dönemde çeşitli Türk kabileleri yaşamaktaydı. Bu Türk kabilelerinden Oğuz, Karluk, Kıpçak gibi büyük gruplar oluşmuştur. Bu kabileler sonrasında ortaya çıkan Argular, Türkeşler ve Yağmalar gibi Türk boylarını oluşturmuşlardı. Bunların yanında Maveraü’n-nehr ve Şaş havzasında tarımcılıkla uğraşan İran kökenli Soğd’lular da var idi.”[163] Bölgenin İpek Yolu ticaret kervanlarının da üzerinde bulunması tefekkürünün diğer coğrafya ve kültürlere taşınmasında etkili olmuştur. Yesevi hareketinin yayılarak diğer coğrafyalarda rağbet görmesinde bu fikir cereyanının ve demografik hareketliliğin önemli bir etkisi vardır. Oğuzların Asya’dan Anadolu’ya göç güzergâhında bulunan bu bölge önemli bir hareket merkezi de olmuştur.

“Dünya üzerinde yaşamış kadim toplamlardan birisi olan Türkler, uzun ve çok yönlü tarihi süreçlerden geçerek bugüne ulaşabilmişlerdir. Bilindiği üzere bir toplumun birliğini ve bütünlüğünü koruyarak varlığını devam ettirebilmesi, dünyada meydana gelen değişimleri takip edip gerekli şekilde bünyesine alabilmesi ile yakından ilişkilidir. Ancak gerekli değişimin alanları ve dozu kimliğin ve kültürün korunmasında büyük öneme haizdir. Bu bağlamda Emevi Devleti’nin Türkistan yönünde genişlemesi, Türk yurdunda önemli değişimlerin yaşanacağı süreci başlatmıştır. Abbasi Devleti’nin,Araplardan farklı milletlere yumuşak politikaları, İslamiyet’in farklı diyarlarda yayılmasını hızlandıran etkenlerdendir. Emeviler ile başlayan süreç, dönemin toplumsal iletişim kanalı olan ticaretin etkisi ve sufilerce de desteklenmiş, X. yüzyıla gelindiğinde Türklerin önemli bir kısmının İslamiyet’i kabulleriyle sonuçlanmıştır.”[164]

X. yüzyılın ilk yarısında Kaşgar ve Balasagun çevrelerinde İslamiyet büyük oranda yayılmış, XI. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise Türk dünyasının en geniş bölgeleri İslam’ın tesir sahasına girmiş ve İslamlaşmıştı. İslamiyet’in bölgeye yayılması ile Sayram ön plana çıkmıştı. Dolaysıyla, Ahmet Yesevi’nin çocukluğunu geçirdiği ve daha sonra irşad faaliyetlerini yürüttüğü bu bölgede, Yesevi’den en az bir buçuk asır önce İslam’ı kabul etmiş toplum söz konusudur. Türklerin, İslam dinini yeni kabul ettikleri dönemde İslam dünyasında şiddetli kelam tartışmaları, itikadi ve ameli mezhepler etrafında ayrılıklar baş göstermekte idi. Yesevi’nin yaşadığı dönemde de bu olaylar hala devam etmekteydi. O çevrelerde tasavvufi fikirler de biliniyordu. Fuat Köprülü’ye göre “Ahmed Yesevi zuhur ettiği zaman, Türk âlemi epeyi uzun bir zamandan (herhalde IV. asırdan) beri tasavvuf fikirlerine alışmış, mutasavvıfların menkıbe ve kerametleri yalnız şehirlerde değil, özellikle göçebe Türkler (Taşkent ve Seyhun çevresiyle, daha ötelerdeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler) arasında yayılmıştı.”[165] Türkler ilahiler, şiirler okuyan; Allah rızası için halka birçok iyiliklerde bulunan; onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri eskiden dini bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul ediyorlar, dediklerine inanıyorlardı. Bu suretle eski ozanların yerini, ata veya bab unvanlı birtakım dervişler almıştı. Ayrıca bu sırada varlıklarını koruyan Türk-İslam devletleri: İtil (Volga) Bulgar Hanlığı (VII-XV, yüzyıl İslam’ı kabul 922), Karahanlılar (840-1212 İslam’ı kabul 944-945), Gazneliler (963-1186), Selçuklular (1038-1194) ve Harizmşahlar (1092-1186) idi. Bunlardan önceleri Karahanlılar, Yesevi’nin hayatını geçirdiği bölgelere hâkimdiler. Daha sonra

Maveraü’n-nehr Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer’in vefatı üzerine (1157), kuvvetli bir İslam devleti haline gelmiş olan Harizmşahların yönetimine geçti. İşte böyle bir coğrafyada ve dönemde Ahmet Yesevi doğmuş ve faaliyet göstermiştir.[166]

“Türkistan’da X. asırda Samanlier ve Oğuz devleti olmak üzere iki Türk devleti ortaya çıkmıştı. Türk boylarından Karluklar Yedisu’da ve Doğu Tyan - Şan’da; Çiğilller Yedisu’nun güneyinde yaşamakta ise de sonradan Karluklar birliği içerisine dahil oldular. Yağmalar, Issık Göl’ün güneyinde Doğu Türkistan’da, yani Kaşgar’da yaşadılar. Sonra bu boydan, İslam’ı ilk resmi devlet dini olarak kabul eden meşhur Satuk Buğra Han (955-956) (Abdü’l Kerim) çıkmıştır.”[167]

Satuk Buğra Han Türk devletinin ilk Müslüman hükümdarı idi. Satuk Buğra Han’ın İslamiyet’i kabul etmesi Türklerin tarihinde ve hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Ancak, Yesevi’nin yaşadığı XII. asra gelindiğinde bile Türklerin büyük çoğunluğu Müslüman değildi. Hatta Müslüman olan Türklerle Müslüman olmayan Türkler arasında şiddetli savaşlar cereyan ediyor, Müslüman olanlar diğerlerini kafir olarak görüyorlardı.[168]

Orta Asya topraklarında kurulmuş ilk Müslüman Türk Devleti Karahanlılar döneminde (840-1212) merkezi idare sistemi zayıftı. Bilindiği gibi, Büyük Karahanlı Devleti iç çatışmalar nedeniyle 1042 yılında Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı.[169] “Doğu Hanlığı Balasagun, Talas, İsficab, Şaş, Doğu Fergana, başkenti Kaşgar, Yarkent ve Hotan bölgelerini içeriyordu. Batı Hanlığı ise Maveraü’n-nehr ile Hocend’e kadar Fergana’ya sahipti.”[170] Karahanlılar döneminde, şehirlerde ilim, sanat, kültür ve edebiyatta önemli ilerlemeler de olmuştur. Bu dönemlerde çoğalan kervansaraylar vasıtasıyla Türkistan’da mal akımı kolaylaşmıştır. Ticari faaliyetlerin yoğunluğu bölgede bilgi ve düşüncenin yayılmasına da ortam hazırlamıştır. Yeseviliğin geliştiği Argu, Hvarizm (Bakırğan, Uzboy) ve Ferğana illerinde XI.-XII. yüzyıllarda, Türkler ile beraber henüz Türkleşmemiş İranlıların mevcudiyeti ve Yeseviliğin yayıldığı Sır derya, İlek ve Fergana bölgelerindeki Türklerin Mazdeizm ve Muğ dini, Mani dini, Senevî veya düalist mezheplere mensup oldukları tarihen bilinen bir gerçektir.[171]

1040 yılındaki Dandanakan Savaşı’nda Mesut Gaznevi’nin askerleri Selçuklu hanedanından Tuğrul Bey’e (1038-1063) yenilmiştir. Horasan, Batı İran ve Azerbaycan, 1055’te Bağdat Tuğrul Bey’in hâkimiyeti altına alınmıştır. Karahanlılar için bu bir tehlike yaratmıştır. 1089’da Melik Şah, Buhara ile Semerkandı ele geçirmiş ve bu hadiseden itibaren Karahanlılar, Selçuklulara tabi olmuşlardır. Melikşah’ın ölümünden sonra Selçuklu Devleti’nde karışıklıklar zuhur etmeye başladı. Bu sırada Semerkand Emiri Aslan Han Muhammed Ibn Süleyman (1120-1130) siyasi istikrarını elde etmeye çabalasa da iş tersine gitmiştir. Çünkü 1118 yılında Selçuklu tahtına Sultan Sancar oturdu ve Aslan Han yine ona tabi olmak zorunda kaldı. Batı Karahanlı Devleti’nde din adamları ile aristokrasi arasında bitmez kavgalar başladığından dolayı Aslan Han ve devleti çökmeye yüz tuttu. Dolaysıyla, XII. asrın başında Batı Karahanlılılar siyasi iktidarlarını kaybetti ve Selçuklulara tabi oldular. 1130’da Arslan Han ve Sancar Bey’in arası bozuldu ve Sultan Sancar Semerkand’ı aldı. Batı Karahanlı Devleti’nin çökmesiyle birçok şehir kendi yönetimini bağımsız yürüttü. Onlardan biri olan Buhara’nın iktidarını, Al-i Burhan (Sadır-i Cihan) ailesi ele aldı. Sadırlar yüksek otoriteye sahip, Hanefi fıkıhçılarıydılar. Çok zengin ve aynı zamanda Hanefi mezhebine bağlı çok sayıda âlimler yetiştirmiş bir aile olan Al-i Burhan tarafından yönetilen Buhara, İslam dünyasının muhtelif yörelerinden ve bilhassa Türkistan’ın her tarafından gelmiş ilim talipleriyle dolu medreseleriyle Maveraü’n-nehr’deki en dikkat çekici ilim ve kültür merkezi idi.[172]

Yesevi’nin doğduğu sıralarda Batı Karahanlı’nın hükümdarlığında Ahmed Han[173] (1081-1088; 1090-1095) bulunmaktaydı.[174] O sırada babasının ölümü nedeniyle küçük yaşta tahta çıkan Ahmed, idaresizliği yüzünden Melikşah’a[175] şikâyet edildi. Bu nedenle Melikşah Semerkand’a ilk seferini yapmıştı. Bir müddet sonra (Semerkand’a ikinci seferinden sonra) Melikşah Ahmed Han’ı kendisine tabi kalmak şartı ile tahtına iade etmiştir. 1093-1166 yıllar arasında Batı Karahanlı Devleti’nde yaklaşık 12 hükümdar değişmiştir. Bunlar: Ahmed Han (1095), Rükneddin Kılıç Tamgaç Han I. Mesud b. Muhammed (1095-1097), Süleyman Tegin (1097), Mahmud Tegin (1097-1099), Harun Tegin, Kadır Han Cibrail, Muhammed Arslan Han (1102-1130), el-Hasan b. Ali (Hasan Han; 1130-1132), İbrahim Han, Mahmud (1133-1141), III: İbrahim (1141-1156), Ali Tegin (1156-1160), II. Mesud Han (1178 ö.)’dır. Batı Karahanlı Devleti Büyük Selçuklu Devleti hâkimiyeti altına girmiş bulunmaktaydı. Yeni gelen hükümdarlar devletini bağımsız yapmak isteği yüzünden Selçuklu hükümdarları tarafından esir edilmekte veya öldürülmekte idiler. [176]

Bu dönemde Mahmud Han (1133-1141) zamanında Maveraü’n-nehr’e Karahıtaylar istilası olmuştur. Karahıtayların 1130’da Balasagun ve Kaşgar’ı ele geçirmeleri ile bölgede Buddhizm tekrar canlandı. 1138’de ise Batı Karahanlı Devleti’ni Hodjent’te olan savaşta yerle bir ettiler. Buhara, Semerkand gibi şehirleri zapt ettiler. Sadır Cihan ailesinin reisi Hüsameddin Ömer’i öldürdüler ve aileyi kendilerine tabi kıldılar. Bu dönemde Selçuklu Devleti de kendi içinden zayıfladı; Oğuzların isyanları nedeniyle de Sultan Sancar’ın otoritesi sarsılmaya başladı. 1141’de Katvan’da Sultan Sancar Karkıtay’a yenildi. Böylece Karahanlılar ile Selçukluların Maveraü’n-nehr’deki hâkimiyetleri sona ermiş oldu. En son Karahanlı kağanı Osman bin İbrahim 1112- 1113’da Harezmşah Alaaddin Muhammed tarafından öldürüldü. Doğu Karahanlı Devleti’ni de Nayman hanı Küçlük yok etti. XII. asrın sonuna kadar bütün Türkistan ve Maveraü’n-nehr Karakıtayların hâkimiyeti altına alınmış oldu. Karakıtayların hanı, Gürhan unvanını taşıyordu. Dinleri Maniheizm idi. Son Gürhan’ı Mani diye adlandırılmıştır. Müslüman kaynaklarında Kuman diye geçmekte. Maniheizm dininin edebi eserleri “Soğd” dilinde yazılmıştır. Karakıtayların hâkimiyeti altına alınan bu bölgede İslam’ın yaygınlaşma hızı azaldı. Önceden Müslüman olmayanlar vergi öder iken, bundan sonra Müslümanlar vergi ödemeye başladılar. Şüphesiz, XI-XIII. asırlarda Maveraü’n-nehr’deki kargaşalar, taht mücadeleleri, düşmanlık saldırıları ve bütün zorluklar, sıkıntılar fukara halkın omzuna bindi.[177]

Bütün bunların yanı sıra Ahmet Yesevi’nin yaşadığı asırda dünyanın en etkin süper gücü halen Türklerdi. Asya coğrafyası ve uzantısındaki Orta Doğu ve Anadolu coğrafyası İslam ve Hristiyan çatışmasının merkez üssü olmaya aday konumdaydı. 1096’da başlayan I. Haçlı Seferleriyle dünyada dinler savaşı meydana geldi. Her ne kadar adı din savaşı olsa da asıl amaçları Doğu’nun zenginliklerini savaş ve yağma yoluyla elde etmek olan Hristiyan Batı dünyası İslam ile karşı karşıya gelmişti. Bu dönemde İslam’ın muhatabı olarak kabul edilebilecek olan merkezi Bağdat’ta bulunan Abbasi halifeliği en zayıf dönemini yaşamaktaydı. İslam dünyasının bütünlüğünü sağlayacak siyasi bir aktör olarak Türklerin ortaya çıkması da Ahmet Yesevi ile aynı döneme denk gelmektedir. İslam doğuda Moğol, batıda Hristiyan Avrupa’sı tarafından kuşatıldığı bir dönemde Ahmed Yesevi’nin görevinin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır. Dini, edebi, ahlaki yönlerinin yanı sıra, siyasi ve tarihi yönünü de ihmal etmemek gerekmektedir.

Ahmet Yesevi’nin yaşadığı coğrafya o dönem inanılmaz derecede korkunç cinayetler işleyen Batıni ve Rafıızi unsurlar, devleri içten kemirerek yıkma noktasına getirmişlerdi. Gerçekten de XI-XII. yy. Orta Asya ve Sır Derya havzasında düşmanca saldırılar ve zulümler halkı kötü duruma düşürdü. Müslüman halk geleceğinden endişe duymaya başlamıştı. Diğer taraftan dinine ve devletine bağlı halk, iktisadi sıkıntılar içinde kıvranıyordu. “Çok geniş İslam coğrafyasında haksız yere adam öldürmeler, baskınlar, soygunlar, yağmalar ve benzeri faaliyetler, Müslümanları, tabiri caizse canından bezdirmişti. Türkler dış düşmanlara karşı birleşmek yerine, lüzumsuz ihtilaf ve mücadelelerle birbirlerine zarar veriyorlardı.”[178]

Hoca Ahmet Yesevi’nin yaşadığı döneme bakıldığında, siyasi olarak devlet otoritesinin kaybolup taht kavgalarının yapıldığı, önemli iktisadi sıkıntıların bulunduğu, ferdi ve sosyal problemlerin yaşandığı bir kriz dönemi karşımıza çıkmaktadır. O dönemde bu coğrafyada yaşayan insanlar, özellikle Türk boyları İslam dini ile tanışmış olsalar bile, İslamiyet’i önemini tam anlamıyla kavramamışlardı. İslam’dan önce bu topraklarda mevcut olan kültürler, yani Şamanizm, Busizm ve Paganizm hala varlığını sürdürmekte idi. Bundan dolayı farklılıklar ve düşünce ayrılıkları devam etmekteydi. İşte Ahmet Yesevi tam da böyle bir devirde yetişmiş ve yaşamıştır.

Türk-İslam Tarihindeki Önemi ve Türk Dünyası Üzerindeki Etkileri

Hoca Ahmet Yesevi hem Türk tarihinde hem de Türk-İslam tarihinde önem kazanmış mutasavvıflardan biridir. Türk tasavvuf dünyasında Yesevi’den önce bu alanda emek harcamış şahıslar vardı, fakat İslam tarihinde güçlü etki bırakmadıkları için Yesevi kadar önem kazanamamışlardır. O çağda zor şartlarda yaşamış Türkler’in İslam’ı kabul etmelerinde Yesevi’nin katkısı şüphesiz büyüktür. Aşağıda Yesevi’nin Türk-İslam tarihindeki önemine daha detaylı değinilecektir.

Konuya geçmeden önce Ahmet Yesevi’nin düşünce sistemine göz atmakta fayda vardır. Yesevi öğretisinin bilgisel ilkesi hikmet, sohbet ve ahlak üçlü esasına dayandırılmaktaydı. İdesi de aşk ile mana kazanan varlığın birliğine ulaşmaktır. Eski Türk düşünce sisteminde insan, âlemin uyumu için hizmet ettiği düşünülmekteydi. Yesevi’den sonra ise âlem, insanın hizmetinde olduğu düşünülmüştür. Yesevi öğretisinde insan Allah tarafından yaratılmış bir varlık olarak tanınmış ve “âlemin merkezine” dönüşmüştür. “Yesevi düşüncesi, insan ve onun psikolojik özellikleri ile manevi olgunlaşması öğretisinin pratik ilkeleri ve ahlaki idelerini kapsayan ilimdir. Yesevi düşüncesi; insanın iç tecrübesinin de doğa gibi bilgi kaynağı olabileceğini gösteren hikmettir ve eski Türk düşünce sistemindeki üçlü evren anlayışı ve nizamıyla uyum içinde gelişen tasavvufi ve ahlaki felsefedir.”[179] Yesevi düşüncesi, her şeyden önce, insanı iç hürriyetine kavuşturmayı, hür insan yetiştirmeyi amaç edinen manevi bilgiler kaynağıdır. Hür insanı demek, özgür ve mutlu bir toplum ile sağlam bir devlet in devamlılığının teminatı demektir. Yesevi’nin hikmet ilminde, insanı ve Allah’ ı tanımanın kriterleri özel öğretilerle netleştirilmiştir.[180]

“Yesevi’nin İslamiyeti hakikaten benimsemiş olması, Allah sevgisi, Peygamber sevgisi, şeriatın esaslarına bağlılık, her türlü riyadan gösterişten uzak, temiz, sade bir hayat yaşaması ve bu İslam inancını halka yayması, benimsetmesi, sevdirmesi ve onların manen terbiye olmasında yaptığı hizmetlerdendir.”[181]

Arapların ve İranlıların İslam’ı yayma amacıyla Türk topraklarına ayak basmalarıyla birlikte Türkler sadece farklı din ile karşı karşıya kalmayıp aynı zamanda farklı kültür ve diller ile tanışmıştı. Özellikle o dönemde Arapça ve Farsça dilleri oldukça yaygındı. Ahmet Yesevi bu dillere hâkim olmasına rağmen Türklere hikmetlerini Türkçe anlatmıştı.

Miskin, zayıf Hoca Ahmed yedi ceddine rahmet,

Farsça dilini bilerek güzel söylemekte Türkçeyi...[182]

Bu noktada Yesevi’nin Türk dilinin gelişmesindeki rolü unutulmaması gereken özelliklerinden biridir. Hemen öncesi dönemde Kaşgarlı Mahmut tarafından Divanü Lügati’t-Türk’ün (1072-1074) yazılması[183] Türk dilindeki gelişmeyi göstermektedir. Yesevi’nin yaşadığı dönem Arapça ve Farsça edebiyat dili olarak kabul edilmekte idi. Buna rağmen Yesevi İslami faaliyetlerinde Türk dilini tercih etmiştir.[184] Türk dilini kullanma amacı İslam’ı yeterince tanımayan Türklere dini tanıtmaktır. Çünkü o dönemde yaşayan bazı Türk toplulukları Arapça ve Farsçayı yeterince bilmemektelerdi. Yesevi de hikmetlerini Türklerin anlayabileceği, sade bir Türkçe ile anlatmıştır.[185]

Hoş görmemekte alimler sizin dediğiniz Türkçe’yi,

Ariflerden işitsen açar gönül ülkesini,

Ayet hadis anlamı Türkçe olsa uygundur,

Manasına yetenler yere koyar börkünü...[186]

Türk toplumu Yesevi’yi takdir etmiş ve Yesevi’nin açmış olduğu çığırı kendisinden sonra da devam ettirmiştir. Böylece Türk dili, bir edebiyat dili haline gelebilmiştir. Dil varlığının koruması o dili konuşan kavimlerin tarihi süreçte varlığını koruması anlamına gelir.[187]

Yesevi, Türkler arasındaki ilk tarikat kurucusudur. Ilk Türk-İslam tarikatı ise Yesevilik’tir. Yesevilik, İslam’ın Türkler arasında yayılmaya başladığı ilk dönemlerde ortaya çıkmış sünni bir tasavvuf okuludur. Tarikatın esasları da şeriata dayalıdır.[188]

“Türkler Yesevi sayesinde, İslam dünyasında, özellikle Orta Asya’da bulunan bir takım batıl düşüncelerden korunarak Ehl-i Sünnet itikadına bağlı bir İslam geleneğini benimsemişlerdir. Böylece Arap ananesine bağlı Selefi görüşler veya İran etkisindeki aşırı uç Şii görüşlerin etkisinde kalınmasının da önüne geçilmiştir. Eğer bu olmasaydı milli şuur da tamamen sona erebilir ve nihayetinde Anadolu’da bir milli mücadele fikri de oluşamazdı.[189] Özellikle Yesevi ve onun yetiştirdiği insanların büyük gayreti sayesinde, Türk dünyası Şii va Bâtıni inanç sistemlerinin hâkimiyeti altına girmekten korunmuştur. O sıralarda Türkler arasında faaliyet gösteren mezhepler şunlardır: Hariciler, Mürcie, Mu’tezile, Şia, Zeydiye, İsmaililik, Ehl-i Sünnet’in Maturidi ekolü, Eş’ari ekolü ve hadis taraftarları. Bunlardan Hariciler, Mu’tezile, Eş’arilik ve hadis taraftarları bir ekol olarak tarihe karışırken, Maturidilik ve Hanefilik Türklerin çoğunluğunun benimsediği mezhepler olmaya devam etmiştir. Haricilik, Türk bölgelerinde önemli faaliyetlerde bulunmuşsa da onları kendi tarafına çekmekte başarılı olamamıştır.”[190]

Yesevi bir ruh terbiyecisi ve eğiticisidir. İnsanları ahlak kötülüğünden koruyarak topluma kazandırmaya çalışan bir mutasavvıftır. “Türk kültürüne kattığı en önemli düşünce ve ilke, Doğu medeniyetinin ilk ve tek prensibi olarak gösterilen “insan merkezli değişimi” sunması ve insanları İslam ruhundan nasiplenmeye vesile olmasıdır. Doğu medeniyetinde “İnsan, Allah’ın yerdeki halifesidir”, dolayısıyla, insan Hakk'ın yerdeki temsilcisi olarak, yaşadığı ortama, Hakk’a bağlı kalarak şekil vermesi gerekir.”[191] Türkler arasında o dönemdeki batıl düşüncelerden koruyarak İslam’ın hızlı yayılmasını sağlamıştır. Türk toplumunun daha hızlı ve iyi bir şekilde İslam’ı tanıyabilmeleri için anlayabilecekleri basit bir Türkçe ile hikmetlerini anlatmıştır. Yesevi ilk defa Türkler arasında tarikat kurmuş ilk şahsiyettir. Bu tarikat ile Türk insanının ruh, din, dil ve kültür hayatını korumuştur.

Eserleri

Araştırmacılara göre, Ahmet Yesevi’nin elimizde “Divan-ı Hikmet”, “Fakr-name”, “Risale der-Adab-ı Tarikat”, “Risale der-Makamat-ı Erba’in” adlı eserleri bulunmaktadır. Fakat bu eserlerdeki hikmetlerin tamamını Yesevi’nin kaleme aldığı kesin olarak bilinmemektedir. “Divan-ı Hikmet” eserindeki hikmetlerin genel olarak Yesevi’nin yazdığı kabul edilmektedir. Diğer eserleri ise dervişleri tarafından Yesevi’nin dilinden kaleme aldıkları düşünülmektedir.[192]

Ahmet Yesevi düşünce sisteminin temel kaynakları olarak Kur’an ve hadis ler esas alınmıştır. Genelde her Müslüman’ın, bilhassa mutasavvıfların hayatında Kur’an-ı Kerim önem kazanmaktadır. “Yesevi Kur’an’ı iyi özümseyen ve içselleştiren bir şahsiyettir. Hayatının her safhasında Kur’an vardır ve onun ilkeleri çerçevesinde hareket etmiştir. Kur’an’dan sonra bir başka önemli kaynak hadistir (Hz.Muhammed’in sözleri, tavsiyeleri ve yaşama şeklidir). Ayrıca hikmet kelimesinin bu anlamda onun tarafından dikkatle seçilip kullanılmış olduğunu da söyleyebiliriz.”[193] Yesevi Divan-ı Hikmet adlı eserinin kaynağının Kur’an ve hadis/sünnet olduğunu aşağıdaki hikmetlerinde ifade etmektedir:

Benim hikmetlerim hadis hazinesidir

Kişi pay götürmese, bil habistir.

Benim hikmetlerim Sübhan’ın fermanı

Okuyup bilsen, hepsi Kuran’ın anlamı.[194]

Hoca Ahmet Yesevi, hikmet denen şiirlerini, dini-tasavvufi öğreti aracı olarak kullanmıştır. Yesevi’nin sohbetlerinde ve şiirlerinde en çok işlediği konular “Allah ve Peygamber sevgisi, fakir ve yetimleri korumak, dini kurallara riayet, güzel ahlak, zikir, nefs ile mücadele, kendini eleştirmek (melamet), ölümü düşünmek, manevi mertebeler ve bu mertebeleri aşamadan şeyhlik iddiasında bulunmanın kötülüğü” gibi mevzulardır.[195]

Divan-ı Hikmet

Hoca Ahmet Yesevi’nin şiirlerinin toplandığı yazmalara “Divan-ı Hikmet” adı verilmiştir. Bunun nedeni Ahmet Yesevi’nin şiirlerinin “hikmet”[196] terimiyle anılmasıdır. Hikmet Hakk’ı, hakikati, Allah’ı bilmek demektir. Divan-ı Hikmet, İslam’ın emir ve yasaklarını, İslam ahlakını anlatan öğretici bir eserdir. Nahl Süresi’nin 125. ayetinde “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatle davet et” buyrulmaktadır. Dolayısıyla Yesevi’nin deyişlerine “Hikmet” adı verilmesi tesadüf değildir. Divan-ı Hikmet bir halk eğitimi kitabıdır. “Hikmet söyleme”, Ahmet Yesevi tarafından bir eğitim yöntemi olarak kullanılmıştır. Bu yönteme dair ayrıntılı bilgilere ileriki bölümlerde değinilmektedir.

Hikmet; tasavvufta genellikle “İlahi sırların ve gerçeklerin bilgisi, varlıkların var oluş amaçlarının kavranması, sebeplerle bunların sonuçları arasındaki ilişkilerde ilahi iradenin rolünün keşfedilmesi” anlamında kullanılır.[197] “Divan-ı Hikmet” bir tek Yesevi şiirlerine has bir unvan değildir; hatta bazı kaynaklar Yesevi’nin eserine “Divan-ı Hikmet” isminin sonradan verildiği iddiasındadır.

Ahmet Yesevi, ilk hikmetinde “İkinci defter’in sözlerini açtım ben işte...”, “Ben defter-i sânî dedim, ver kulak.” diyerek, yazdığı eserini “İkinci defter” veya “Defter-i Sânî” olarak isimlendirmektedir. “Dedim, ver kulak.” diyerek, yazdığı eserini “İkinci defter” veya “Defter-i Sânî” sözü gerçek anlamıyla ikinci defter anlamına gelmektedir.

Kul Hoca Ahmed ben ‘ikinci defteri’ söyledim

İki âlem eğlencelerini toptan sattım,

Ölmeden önce Cân acısının zehrini tattım,

Mustafâ’ya mâtem tutup girdim ben işte.[198]

Ben defter-i sânî söyledim derde dermân,

Bir ve Var’ım kulum dese kalmaz hüsran.

Her ne kılsa, özü kılar, Hakk’tan fermân,

Fermânında hâzır olup yürümeyim mi?[199]

Türkler arasında Divan-i Hikmet’e ikinci defter denilmesinin sebebi ise Kur’an-ı Kerim’den sonra ikinci defter olarak algılanmasıdır. Hikmetler in Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından önemi büyüktür.[200]

Ahmet Yesevi XII. yy. yaşamış olsa da Divan-ı Hikmet adlı eseri kendisinden sonra yaşamış müritleri tarafından kaleme alınmıştır. Bu yüzden eserin içine aldığı hikmetlerin tamamı Yesevi’ye ait olmadığı düşünülmektedir. Fakat Divan-ı Hikmet’in yazma ve basma nüshalarında bulunan hikmetlerin çoğu Ahmet Yesevi’nin hikmetlerinden teşkil etmektedir.[201] Elde mevcut nüshalar Fuat Köprülüye göre, bir defa İstanbul’da, dört defa Kazan’da, bir defa da taş-basması olarak Taşkent’te basılmıştır.[202] Divan-ı Hikmet’in eski ve güvenilir bir nüshası günümüze ulaşmamıştır. Eldeki nüshalar oldukça değişikliğe uğramış olsa bile Divan-ı Hikmet, İslami Türk edebiyatının Kutadgu Bilig’den sonra en önemli, tasavvuf edebiyatımızın en eski eseri olarak önem kazanmıştır.

^Divan-ı Hikmet’in yazma ve basma nüshalarındaki hikmet sayısı değişmektedir. En fazla hikmet Kazan baskılarında bir araya getirilmiştir. Ahmet Yesevi’nin yazdığı hikmetlerinde ise 4400 hikmet söylediği ifade edilmektedir:

Kul Hoca Ahmed her bir sözün derde dermân,

Tâliplere beyân eylesem kalmaz sıkıntı,

Dört bin dört yüz hikmet söyledim Hakk’tan fermân,

Fermân olsa ta ölene kadar söylesem ben.[203]

Yesevi, Türklere İslamiyet’in esaslarını öğretmek ve müritlerine telkin etmek amacıyla; sade bir dille ve halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde bazı şiirler söylemiştir.[204] Hikmetleri şiir biçiminde söylemesinin sebebi; Türk kavimleri arasında şiirin önemli bir yeri olması, ilahi tarzına benzeyen bu tarz şiirlerin doğaçlama olarak söylenmesi ve böylece ortaya çıkan bu üslubun eğitimsiz ve bozkır hayatı yaşayan insanlara daha kolay gelmesi olarak gösterilebilir.

“Hikmetlerin büyük bir kısmı 5-25 arasında değişen dörtlüklerden ibarettir. Dörtlüklerle yazılmış hikmetlerde hecenin 12   (4+4+4)’li ölçüsü, gazel tarzındaki

hikmetlerin bazısında da hecenin 14 (7+7) veya 16 (8+8)’li ölçüsü kullanılmıştır. Hikmetlerde genellikle yarım kafiye çeşidi kullanılmış, rediflere geniş ölçüde yer verilmiştir.”[205]

Fuat Köprülü’nün belirttiği gibi, hikmetlerin fikri yönünü dini-tasavvufi unsurlar, şekil yönünü de milli unsurlar teşkil eder. Hikmetlerin içeriğini buna uygun olarak İslamiyet, Türkistan tasavvufu ve Yesevilik’e ait eserler, inançlar ve akideler oluşturur.[206] Divan-ı Hikmet’teki parçalar konu açısından oldukça basit ve kısadır. “Hikmetlerin dile getirdikleri konular; ilahi aşk, Allah’ın birliği, mutlak irade ve kudreti, Hz. Peygamber’in şeriat ve sünneti, Hz. Peygamber’in sevgisi, zühd ve takva, ibadet, İslam ahlakı, İslam menkıbeleri, ahiret inancı, kıyamet ahvali, cennet ve cehennem tasvirleri, dünyadan zahidane şikâyet, dervişliğin faziletleri, İslam mutasavvıflarına ait kıssalar, zikr ve halvet gibi Yesevi tarikatının adabı ve erkânı ile ilgili hususlardır.”[207] Bu konular dışında, Yesevi yerel halk ve devlet başında bulunan insanların kaderi ile de yakından ilgilenmektedir. Divan-ı Hikmet, insan hayatının bütün alanlarını kapsamaktadır.

Fakr-name

Ahmet Yesevi’nin Fakr-name adında küçük boyutlu bir eseri daha bulunmaktadır. Fakr-name; Divan-ı Hikmet’in Taşkent ve bazı Kazan baskılarında da yer almaktadır.[208] “Fakr-Name Yesevi’nin dervişlerine vasiyetnamesidir. Eser; Kur’an, sünnet, İslam tarihi

ve tasavvuf kaynaklıdır ve tasavvuf anlayışını itikat, ibadet, ahlak ve sosyal hayat olma k üzere dört mertebe üzerine bina etmektedir.”[209]

“Fakr” kelimesinin sözcük anlamı “fakirlik ve muhtaç olmak” manasını taşıyor olsa da tasavvuf kültüründe ve edebiyatında “dervişlik, sufilik, zahidlik, Allah’a muhtaç olduğunun farkında olmak” gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.[210] Böylece Yesevi’nin “Fakr-name”‘ kitabına “Dervişlik Kitabı” diyebiliriz.[211] “Konusu itibariyle, fakr’ın mahiyet ve önemi, daha sonra da dervişlik, dervişliğin, onu şeriatta, onu tarikatta, onu marifette, onu da hakikatte olmak üzere kırk makamı, fakr’ın on makam, on nur, on yol ve on orunu ile altı fakr adabı, sekiz fakr makamı ve yedi fakr mertebesi, ayrıca sufiliğin esas ve hususiyetleriyle anlatan ve bunları Hz. Peygamber’in sözlerine dayandıran bir eserdir.”[212]

Divan-ı Hikmet’in Taşkent ve Kazan baskılarının başında veya sonunda Ahmet Yesevi’ye isnat edilen bir risale de yer almaktadır. Süluk adabı ve mertebelerini anlatan bu risalenin Ahmet Yesevi tarafından kaleme alınmadığı, Hace’nin fikirlerini esas alarak risaleyi bir Yesevi dervişinin düzenleyip kaleme almış olabileceği daha uygun görülmektedir. Fuat Köprülü, süluk adabına ait bu risalenin bir Yesevi derviş olan Hazini’nin bir eserinden çıkarıldığını ileri sürmektedir. Risalede ayrıca şeriatta on, tarikatta on, marifette on ve hakikatte on makam olmak üzere kırk makam ile fakrın makam, mertebe ve nurları birer birer zikredilmiştir.[213]

Fakr-name ile Divan-ı Hikmet arasındaki fark: Hikmetler her insanın anlayabileceği bir hitabete sahipken; Fakr-name sadece dervişlere yol göstermek için yalın ve yer yer sanatlı anlatıma sahip nasihatler içermektedir.

Ahmet Yesevi’nin Yeni Bulunmuş İki Farsça Risalesi

Hoca Ahmed Yesevi’nin Türkçe olan Divan-ı Hikmet ve Fakr-name isimli tanınmış eserleri vardır. Bunların dışında iki küçük Farsça yazma eser de Ahmed Yesevi’ye nispet edilmektedir. Bu Farsça eserlerin muhtevaları incelendiğinde, Yesevi’nin diğer Türkçe eserlerindeki konular ile büyük benzerlik gösterdiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu Farsça risalelerin Ahmed Yesevi’ye ait olması muhtemeldir. Bu eserler ister bizzat Ahmed Yesevi tarafından kaleme alınmış olsun ister onun sözlerinin müritleri tarafından derlenmesiyle meydana gelmiş olsun her iki şekilde de Yesevi’nin düşünce dünyasını günümüze aktaran önemli metinlerdir. Bu iki Farsça eser şunlardır:

Risale der-Adab-ı Tarikat

“Taşkent’te yazma nüshaları bulunan bu küçük Farsça eser, tarikat adabı ve makamları, mürit-mürşit ilişkileri, dervişlik, Allah’ı tanımak ve ilahi aşk gibi konuları içermektedir. Risale der-Adab-ı Tarikat, S. Mollakanagatulı tarafından Kazak Türkçesine tercüme edilerek (Almatı 2012) yayımlanmıştır.”[214]

Risale der-Makamat-ı Erba’in

“Yesevi’ye nispet edilen Farsça yazma ve küçük bir eser olup , şeriat, tarikat, marifet ve hakikatten her biri hakkında onar makam olmak üzere toplam kırk makam ve kaideyi ihtiva etmektedir. Şimdilik bilinen tek nüshası Kütahya Tavşanlı Zeytinoğlu İlçe Halk Kütüphanesindedir.”[215]

Her iki eserde de tasavvufi konular anlatılarak ayet ve hadislerden örnekler verilmektedir. Ancak güvenilir hadis kaynaklarında olmayan bazı sözlerin hadis olarak nakledilmesi, sûfilerin hadis âlimleri kadar titiz olmadıkları şeklinde izah edilebileceği gibi, Ahmet Yesevi’nin aldığı dini eğitimin seviyesi konusunda da bir fikir vermektedir.

Yesevi’nin Eserlerinde Yer Alan Temel Unsurları

Aslında Yesevi düşüncesinin temel unsurları o döneme ait ideal devlet ve toplum yapısının kodlarını içermektedir. Aşağıda verilen bilgilerin temel nedeni, devlet ve toplumun farklı düşünülmemesidir. Yesevi eserlerinde yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Yani toplumsal sözleşmenin temel çerçevesini belirtmektedir. Toplumun ve devletin en alt tabakasındaki toplumsal yapının kodları burada açıkça verilmektedir.

Varlığın Birliği

Vahdet-i Vücûd; Varlığın birliği ve varlıkta birlik anlamında bir tasavvuf terimi; bu bağlamda Tanrı, âlem ve insan ilişkilerini açıklayan düşünce sistemidir.[216] Tasavvuf felsefesinde Allah’ın zatı (cevher) ve sıfatları (araz) bir bütündür. Allah, Mutlak Varlıktır. Tüm yaratılmış varlıklar Mutlak Varlık ile birlikte ve bütünlükte değerlendirilmektedir. Diğer bir ifade ile tüm yaratılmış varlıklar Mutlak Varlık dolayısıyla varlık sahibidirler. Vahdet-i vücûd öğretisinde bazı sureler ve hadisler temel alınmıştır.[217]

“Vahdet-i vücûd düşüncesi, varlığı mümkün ve zorunlu kısımlarına ayrılmadan önce kendinde bir hakikat şeklinde ele alıp, zorunlu ve mümkünü onun iki kutbu saymak suretiyle Hak ile halkı izafet ilişkisiyle birbirine bağlar. Böylece Tanrı­msan ilişkileri başta olmak üzere birlik-çokluk sorunu, insan iradesi ve özgürlüğü, âlemdeki kötülük problemleri sebeplilik vb. metafizik konularla iman ve akidenin anlamı, ahlak konuları ve çeşitli dini bahisler hakkında kapsamlı ve sistematik bir düşünce ortaya koyar. Bu düşünceyi kabul edenlere vahdet-i vücûd ehli veya vücûdiyye denir.”[218]

Vahdet-i vücûd düşüncesi geçmişteki ve günümüzdeki araştırmalarda tasavvufun en dikkat çeken konularından biri olmuştur.

“Yesevi için, “varlığın birliği” öğretisinin sırrı ancak, aşk ile tanınmaktadır. Sufi, bu hali aşk ile yapılan iç tecrübeyle, hakikate götürücü kuvvet ve muhabbetle yaşamaktadır. Yesevi hikmetlerinde “Hem âşıkım, hem mâşukum, kendim cânân”[219], yani hem aşk, hem seven ve sevilen arasında, obje ile süje perdelerinin kalktığını ve birliğin yaşanıldığı hali anlatmaktadır. Sen ve Ben ikilemi birliğe dönüşmektedir.”[220]

“Yesevi düşüncesinde, “varlığın birliği” öğretisinin teori ile metafizik düzeyde soyutlaşmasından ziyade, doğrudan insanın ruhundaki olgunluğu ve hayattaki yansımalarıyla somutlaşması önemlidir. Dolayısıyla, Yesevi, “varlığın birliği’nin” yaşanıldığı ilk hali ve “ruh alemindeki” yaratılış gerçeğini, Allah’ın hikmetini gösteren bir talimi nümune olarak, “şehadet alemindeki” insanlar arasındaki birlik ve beraberliğin ve eşitliğin temeli olarak bilmektedir.[221]

Muhabbetsiz kişilerden her kim kaçsa,

Ariflerin sohbetinde dolaşır,

Yanıp yakılıp yolunda yaşını saçsa,

Sübhân Melik’im Arş üstünde konuk eyler.[222]

Yesevi’ye göre, içeriden başlayarak dışa yönelen ve Hakka uzanan bu yolculuk birlik makamında sona ermektedir. Yesevi düşüncesinde benlikten kaçılması gerektiği vurgulanmaktadır. “Ben” denilmemekte, hikmetlerde “O” denilmekte; yani Allah tek bir varlık olarak göstermektedir. O’nu da dış alemde değil kendi iç aleminde bulmak gerekmektedir.

Yaratılış

Yesevi hikmetlerinde yaratılış meselesi de ele alınmaktadır. Yaratılış, hikmet ilminin önemli konularından biridir. Yesevi düşüncesinde yaratılış, varlık, ruh vs. gibi konuları gözlemlemek mümkündür. Ahmet Yesevi, yaratılışı bir ilahi sınav olarak ortaya koymaktadır.

Tasavvufa göre, Allah insanı “yoktan” yaratmış ve ona zatından “bir nefha üflemiştir”. İnsan Allah’ın nuruyla donanmış bir varlık olarak kabul edilmektedir. Yesevi düşüncesinde ruhun ilk “birlik halinden” şehadet âlemine gönderilmesi, “büyük ayrılık” olarak nitelendirilmektedir. Bu anlayışa göre, insanın en derin azaplarının başında onun ruh âleminden ayrılışı gelmektedir.[223]

Sizi, bizi Hakk yarattı ibâdet için;

Ey acâip, içmek, yemek, râhat için;

“Kâlû belâ” dedi 52uhum sıkıntı için;

Edhem olup yer altına girdim ben işte.[224]

Hud süresinin 123. ayetinde “Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur. Bütün işler O’na döndürülür...” buyurulmaktadır. Yesevi, insanların ilk birlik haline dönüşlerini bu ayete dayandırmaktadır. Ve hikmetlerinde insanın başıboş yaratılmadığını; belli bir amaç için var olmuş emanet ve irade sahibi ve seçme hürriyeti olan bir varlık olduğunu vurgulamıştır.

Evren

Sözlük anlamı ile âlem, üzerinde yaşadığımız dünya, güneş sistemindeki felekler, evren, halk, yaratılmış varlıklar, insanlar, toplum vs. gibi anlamları ifade etmektedir. Tasavvufta ise âlem, Allah’ın dışındaki her şeydir.

Yesevi’nin hikmetlerinde, yaratılmış tüm varlıklar âlem kavramı altında düşünülmektedir. Yesevi, âlemin iç manasına ve onun nihai gerçeğine yönelmekte ve yönlendirmektedir. Âlemde Allah’ın cemalini görmek istemektedir:

Zâhir gözü gaflet ile bakıp görmez,

Bâtın gözü açılsa o görür dostlar.

Bâtın gözü açılsa bütün perdeler,[225]

Başka bir açıdan bakıldığında, âlemin gerçeği, önemi ve anlamı onun Hakk’ı gizleyen bir perde olmasında saklıdır. İnsan âlemi Allah’ı gizleyen bir perde olarak görmesi çok önemlidir. Eğer Allah ile insan arasındaki perde yok ise, bütün her şey anlamını kaybederdi. Dünya ve hayat anlamını yitirirdi. O zaman aşk da sır da iman da küfür de iyilik de ve kötülük de olmazdı. Öyleyse, varoluşu anlamlı yapan da aşkla yaratılmış âlemdir. Eğer insan, sır perdelerini aralayıp onun arka tarafında gizlenen gerçeği görebilirse ancak o zaman “perdenin” perdelik sıfatı ve aracılığı ortadan kalkacaktır. Sonuçta, insandan beklenilen de yaratılmış evrende şekil (fenomen) değil, mana (nomen) aramasıdır[226].

İnsan bu âlemin problemlerini aşabilirse, gerçek hürriyete de erecektir. Ancak, perdeleri açmak kolay bir iş değildir, onun için insanın Yesevi’nin deyimiyle “gerçek sufi” olması gerekmektedir.

Yesevi düşüncesinde insanın kendini tanımasındaki, alemi anlamasındaki ve Allah’ı bilmeye çabalamasındaki esas amaç, insani kalıp ve kişiliğini koruması ve kendisiyle bir bütün hale gelmesidir. İnsanın kendini bilmesi, insana bu dünyada yanılıp yanılmadığını muhasebe etmek ve kontrol etmek için gereklidir. Yesevi’ye gore “sadrında ışık parlayan” insane; geçici dünyaya, mal ve mülke rağbet göstermez. Fakat bu, Yesevi’nin bu dünyayı yok saydığı veya önemsiz gördüğü anlamına gelmemelidir. Bilakis Yesevi düşüncesinde, ruhu eğitmenin ve olgunlaştırmanın zemini âlemdir; zamanı ise fiziki ölümden önce ölmek, yani olgunlaşmaktır. Ölmeden önce ölmek, başka bir anlamda, Allah’ın nurunu ölmeden önce görmek demektir. Allah’ın nuruna mazhar olmayınca insan bu dünyanın karanlık olduğunun farkına varamıyor.[227] İnsanın Hak cemalini müşahede edebilmesi ancak öldükten sonra mümkündür. Dolayısıyla, insan bu dünyanın karanlık olduğunu hiçbir zaman bilememektedir. Ancak tasavvuf felsefesinde, insan Hak cemalini bu dünyada görmeyi amaç edinmektedir. Sufiler için bu dünya daha önemlidir. Çünkü bu dünya, Allah’ın hikmeti ile kendisinin yaratılışındaki ilahi sırrı kavrama ve tanıma mekânı; ilahi sınavın gerçekleştiği kutsal bir sahadır.

Hayat

Yesevi düşüncesinin nihai amacı, insanın ahlaki ve manevi açıdan olgunlaşmasıdır. Bu düşünce sisteminde, insanın manevi, epistemolojik ve ahlaki makamları aşmak suretiyle kendisiyle ve daha sonra evren ile bütünleşmesi olan nihai amacın ilkeleri düzenli bir şekilde belirtilmiştir.

İnsanın olgunlaşma sürecinde elde ettiği ahlaki makamlar, ilahi âlemlerin tabakalarıyla uyum içerisindedir. Burada, Yesevi düşüncesindeki “kamil insan” öğretisinin tasavvufi ontolojiyle iç içe olduğu görülmektedir.

Yesevi düşüncesinde, insan hayatının anlamı ar ve ahlaktır. İnsan, hakiki hayat ve iyi ömrün tadını ilahi âlemde yaşamıştır. Bu hayatı tekrar yaşamak, insanın ahlak ve ar ilkelerine olan bağlılığıyla mümkün olabilmektedir. İlahi âlemdeki ruhların, bu dünyada da eşitlik ve aşk ile manalı bir hayat sürmesini sağlayacak en büyük ilkesi fazilet ve ahlak olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında Yesevi düşüncesini, onun tefekkür sistemi veya hayat felsefesi ile görüşlerini genel olarak üç gruba ayırmak mümkündür. Yesevi hayatın manasını ilahi, hayvani ve şeytani olarak üçe gruba ayırmıştır.

Yesevi Kur’an’a dayanarak “manalı” ve “manasız” ömür türlerini ortaya koymaktadır. İnsanın hayvana dönüşerek, şeytana teslim olup, soysuzlaşmasından büyük trajedi yoktur. Hayvanca azmak diye, nefsin “insani mananın merkezi yuvasını” bozması sonucunda, saf ve yumuşak kalbin taşa dönüştürülmesine denir. Yesevi’ye göre, eğer insan bu sapıklıktan vazgeçmezse yok olur, yani, ruhunu nefsinden kurtaramadan hayatını manasızlaştırır. Bu durumda insan, hiç olup Allah’a kavuşma imkânından tamamen mahrum bırakılacaktır. Yesevi’nin hikmetleri bununla ilgili birtakım örnekler vardır.

Kul Hoca Ahmed, aşksızların işi kötü,

Sabâha varsa, Hakk göstermez ona Cemâl,

Arş ve Kürsü, Levh ve Kalem hepsi bîzâr;

Aşksızlara cehennem kapısını açar dostlar.[228]

Ölüm

Yesevi düşüncesinde, insanın ölüm tehditlerinden kurtulmak için bu dünyada, doğal ölümden önce onu tanıması, yani, “ölmeden önce ölmesi” gerekmektedir. Ölümden kaçma ve korkmanın yerine onunla kavuşmayı ve onu sevmeyi öğrenmek esastır. Yesevi, ölüm hakikatini Kur’an ayetlerine dayandırarak hikmetlerinde “Ölüm destinden hiç kimsenin kurtulamayacağını” vurgulamaktadır.

“Külli men aleyha fan” âyetinde,

Bir Allah’dan başka mahlûk ölür imiş,

İsrâfil Sür’u alıp üflediğinde,

Kabirden yeni deri giydirilerek kopar imiş.[229]

Yesevi, iradi ölüm (el-mevtü’l iradiye) öğretisini geliştirmiştir. Bu da “ölmeden önce ölmek” ilkesi ve “.. .insanlar bu alemde hayal dünyasındadır, öldükten sonra gerçek alemi göreceklerdir” mealindeki hadisle birlikte ele alınmaktadır.[230] Yesevi düşüncesinde insan ruhu ebedidir. Ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır.

Başın gider bu yollarda, hâzır ol,

Âşîk yolunda ölmeden önce muhakkak öl,

Pîr eteğini sıkı tutup hizmet eyle,

Hizmet eyleyenin aslâ yolda kaldığı yok.[231]

Yesevi ölüm hakikatini anlatmadan önce, ölüm hakkında düşünmeyi sağlayacak ve ölümü hatırlatacak yöntemleri kullanmaktadır. İnsanın “ruh âleminden” bu dünyaya inişindeki ve yaratılışındaki sebebi ile gerçeğinin ölüm olgusuyla açıklanacağını ve hayattaki her bir aşamanın insanı ölüme bir adım daha yaklaştıran mesafeler olduğunu hatırlatmaktadır.

Ruh

Tasavvufta, ruhun mahiyetinden ziyade onun eğitimi ve bu eğitimin yöntemlerine ve onun niteliksel yönden olgunlaşmasına önem verilmektedir. Ayrıca, ruhun ve bedenin özelliklerinden ziyade, nefs ile ruh ve onların toplumdaki görünüşleri olarak nitelendirilen “akıl ve hevanın” özelliklerini bilmeyi ve gerçekleştirmeyi amaç edinmektedir. Yesevi düşüncesinde nefs, bütün kötülüklerin; ruh ise, iyilik ve faziletlerin kaynağıdır. Akıl, ruhun esas vasfı olarak övülürken, heva, nefsin sıfatı olarak yerilmektedir. Kur’an’da ruh ve nefs kavramları bir bütün cevher olarak tanımlanmaktadır. Bu yüzden ruhu eğitilmiş nefs; nefsi de eğitilmiş ruh olarak nitelendirmek mümkündür.

Yesevi’ye göre ruh bedenden önce yaratılmıştır ve ruh “Külli Ruh’un” bir parçasıdır. Bu konuda Yesevi şöyle demektedir:

Rahîm içinde belirdim, ses geldi,

“Zikir söyle!” dedi, organlarım titreyiverdi

Rûhum girdi, kemiklerim ‘‘Allah” dedi;

sebepten altmış üçte girdim yere.[232]

Tasavvufta, insan ancak ruhunu ahlaki ve niteliksel açıdan değiştirebildiğinde kendi kaderini de değiştirmiş olur. Yesevi bu konuda şu hikmetleri ile uyarıda bulunmaktadır:

Kul olsan sıkıntı çek gâfil insân,

Akıllı isen ganîmetdir sana şu dem,

Emânetdir azîz cânın yürüme gamsız,

İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[233]

Nefs şeytân esîr kıldı Âdem oğlunu,

Develer gibi bağlayıp aldı iki kolunu,

Ne zordur sağ ve solu bilmeden yolunu,

Vah ne yazık hasret ile gideceğim ben işte.[234]

Garîb, fakîr, yetimleri sevindiresin;

Parçalayıp azîz Cânını eyle kurbân;

Yiyecek bulsan, cânın ile misâfir,

Hakk’tan işitip bu sözleri dedim ben işte.[235]

Çünkü Yesevi’ye göre, insanda Allah’a ait bir unsur vardır ve bu düşünce, insanın onu kendi çabalarıyla bulması gerektiği esası üzerine kurulmuştur.

Nefs

Divan-ı Hikmet’te nefs kavramından sembolik anlamda “ukbalar” olarak söz edilmiştir. Nefsin vasfı heva ile hevestir. Bu sıfatlar ruhun akıl sıfatından ağır bastığı anda, gönül gözü (basiret) mana ve hakikate kapalı kalacaktır. Gerçi tasavvuf felsefesinde nefs, eğitilmemiş ruhtur; ruh da eğitilmiş ve “gözü açılmış” nefstir. İnsan, ruh ve bedenden ibaret tek bir cevherden oluşan varlıktır. Ayrıca, nefis, kalb, sırr, gönül gibi kavramlar ruhun niteliksel derecelerini gösteren metafizik ve ahlaki âlemleri bildirmektedir.

^Tasavvuf felsefesine göre, nefste heva ile heves sıfatları, ruhta ise akıl ve irade vasıfları mevcuttur. İnsanın, insani manaya ulaşması için ruhunu arıtması ve onu akıl ile donatması şarttır. Bu şartlar yerine getirildiğinde insan gerçek manada Allah’ın ilim sıfatının aynası olacak ve saf insani zihniyete erişecektir. İnsanın zihninin açıklığı ile bulanıklığı, Yesevi düşüncesinde nefsin eğitimi ve tutumuyla ilgilidir. Nefs, insani, hayvani ve şeytani zihniyetlerin kesiştiği noktadadır. İnsan bu yolların sadece birini seçtiğinde saf insani zihniyeti elde edecektir.

Yesevi hikmetlerinde, insani zihniyete ve akla yakışanın, kalp, Allah’a teslimiyet, marifetullah ve iman olduğunu vurgulamaktadır.

Ben âsîyim, Günâh dolu, hamd ve senâ söylemem,

Horozları gör, senâ söyler seherde.[236]

Genel olarak Yesevi düşüncesinde, insanın iyiyle kötüyü ayırt edememesi, imansızlığı ve dünyaperestliğinin başlıca sebebidir.

Vay şöyle câhillerden ümîd eylemeyin,

Feyz ve fetih alırım deyip yürüyüp almayın,

Nefsi büyük, şeriatı bozuk velî bilmeyin,

238

Lânetli şeytân gem vurmadan bindi dostlar.

Yesevi düşüncesinde nefis; insanı hakikate, manaya giden yoldan saptıran engelleri bildiren merkezi kavramdır. Nefis, insanın insani kişiliğini zedeleyen, psikolojik hastalıkların toplum hayatındaki yansıması şeklinde algılanmaktadır. Yesevi düşüncesi, doğrudan insanın ruhi eğitimiyle ilgili ahlak disiplini olduğu için, nefis meselesini pratik açıdan ele almakta ve tanıtmaktadır.

Kul Hoca Ahmed, tevbe giysisini giymek gerek,

Hakk’tan korkup, kötü nefsi bırakmak gerek,

Halktan kaçıp, yalnız Hakk’ı sevmek gerek,

Aslın toprak, sudan olup, cemâl görün.[237] [238]

Yesevi düşüncesinde nefsi arıtma ve eğitme sistemi, insanın ruhundaki ardı arkası kesilmeyen ve dinmek bilmeyen hayalleri, gayeleri yok etmek değildir; kendisini aşağılamak, rezil etmek değildir; insani ruhi olgunlaştırmaya yönelik bir disiplindir. Yesevi düşüncesi, ancak nefsine hâkim olabilen insanın, insani manaya ve insani zihniyete layık olabileceği konusunda uyarmaktadır.

Yeseviyye Tarikatı

Tasavvufun, Türk tarihindeki ve Türk toplum hayatındaki yeri oldukça önemlidir. İslam dinini, büyük ölçüde tasavvuf kanalı ile öğrenmişlerdir. Hoca Ahmed Yesevi, Türkler arasında ilk tarikat kurucusudur, ilk Türk-İslam tarikatı ise Yesevilik’tir. Yesevilik, İslam’ın Türkler arasında yayılmaya başladığı ilk dönemlerde ortaya çıkmış Sünni bir tasavvuf okuludur.[239] XII. Yüzyılda ortaya çıkan bu tarikat hareketi sayesinde Türkler arasında İslamiyet daha hızlı yayılmaya başlamıştır.[240] Ortaçağ Türk-İslam devletleri, tarikat ve cemaatleri desteklemişler ve hatta devletin yetişemediği bazı işleri tasavvuf okulları yerine getirmiş ve toplum hayatında önemli bir boşluğu doldurmuşlardı. [241]

Türkler arasında tasavvuf yoluna girmiş olan insanlar Hoca Ahmet Yesevi’den önce de vardı fakat daha önce bahsettiğimiz gibi, Türkler arasında asırlarca yaşayacak olan ilk tarikatı kurmayı bir tek Ahmet Yesevi başarabilmiştir. “Bu yolun takipçilerinin mensup olduğu tarikata Yeseviyye adı verildiği gibi, Ahmet Yesevi’nin Sultan lakabına nispetle Sultaniyye, cehri zikir yapmaları sebebiyle Cehriyye ve mensuplarından çoğunun Türk olması nedeniyle Silsile-i Meşayıh-ı Türk de denilmiştir.”[242]

“Yesevilik, insanları sadece dine göre şekillendiren dini bir akım olarak algılanmamalıdır. Bu kurum; dini anlayışla birlikte milli, toplumsal, ekonomik, siyasal vb. pek çok unsuru kendi içinde barındırmaktadır. Yesevilik, İslamiyet öncesi eski Türk inaçlarından beslenmiştir. Çeşitli inanış, tören ve uygulamalar; menkıbeler, inanç merkezi olan türbeler ve türbeler etrafında dile getirilen inanç ve pratikler; halk aşıklarının şiirleri, Yesevi’nin kendinden sonraki edebi ve felsefi görüşlere etkisi bunu teyit etmektedir.”[243] [244]

Ahmet Yesevi’nin fikirlerine ve Yesevilik okuluna bağlı kişilere alperen yani Horasan erenleri denilmiştir. Alperenlik, Kur’an ve sünnete bağlı, İslam’a ve Müslümanlara hizmeti esas alan, Allah rızasını gözeten bir yoldur. Yesevi’nin mektebinde yetişen alperenler gittikleri yerlerde öğretmen, yol gösterici, savaşçı, örnek bir hayat yaşayan kişiler olarak Türk milletine büyük bir dirilik ve ülkü kazandırmışlardır. Hoca Ahmet Yesevi öğrencilerine bilimi, çalışmayı, üretmeyi, hoşgörüyü öğretmiştir.

Yesevi, Türkistan’daki insanların manevi ihtiyaçlarını anlamaya çalışmış, bozkırın ruhani açlığının giderilmesi için gerekli olan ruhi donanımı oluşturmaya yönelmiştir. Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Şeriat söylediğim sözlerim, tarikat yaptığım fiillerim (işlerim), hakikat ise halimdir.” sözlerine dayanan Yeseviyye tarikatı, şeriat-tarikat- hakikat gibi üçlü esaslardan oluşmaktadır.[245] [246] Hak Teala “Şeriat sözlerini mü’min, kafir ve fasık herkese anlat. Tarikat sözlerini dinleyen ve taleb edenlere anlat ama hakikati asla kimseye söyleme....” buyurmaktadır. Bunu Yesevi şu satırlarında anlatmaktadır:

Şeriatta maksat odur yola girmek,

Tarikatta maksat odur nefsden geçmek,

Hakikatta azîz cânı fedâ eylemek,

Cândan geçmeden aşk şarâbını içse olmaz.

Şeriatın şartlarını bilen aşık,

Tarikatın makamını bilir dostlar,

Tarikat işlerini tamam eyleyip,

Hakikatın deryasına batar dostlar. [247]

Yesevilik tarikatının silsileleri Hz. Ebubekir yolu ile Hz. Peygambere ulaşmaktadır. Nakşibendilik ve Bektaşilik, Yesevilikten önemli ölçüde etkilenmiş olan iki tasavvuf okuludur. Zaman içerisinde bu iki okulun öne çıkması, Anadolu’da Yeseviliğin önemini azaltmıştır.[248] “Ahmet Yesevi’nin esaslarını belirttiği Yeseviyye tarikatı, Nakşbendiyye tarikatından başka, daha sonra Türkistan ve Anadolu’da gelişecek olan Kübreviyye, Mevlaniyye, Bektaşiyye tarikatları ile Hind yarımadasında yaygın olan Çiştiyye gibi diğer büyük tasavvuf ekollerini de derinden etkilemiştir.”[249]

Yeseviyye tarikatında; şeyhlerde bulunması gereken nitelikler, Yeseviyye tarikatının önemli prensipleri, Yeseviyye tarikatına giren kişinin uyacağı kurallar, Tarikatın uyguladığı iç eğitim sistemi, Tarikata giren kişilerin sünnet hükmünde gördükleri ve yapılması gerekenler, tarikatta emredilen, yasaklanan ve hoşgörülen kurallar, Yeseviyye tarikatının uyguladığı davranış biçimleri, terbiyesi ve duruşu[250] ayrıntılı bir şekilde madde madde sıralanmaktadır.

 

“Yeseviyye tarikatının Temel Unsurları” şekiller tablosunda, Yeseviyye tarikatın başında bulunan şeyhin ve tarikata giren müridlerin en önemli kriterlerim sıralayarak bir şema haline getirdik. Bu modele göre şeyh yöneten, mürid yönetilen olarak düşünülebilir. Yesevi tarikatında, hem yöneten hem yönetilenler için: Marifetullah (Allah’ı bilmek, tanımak), maddi ve manevi cömertlik, gerçek doğruluk (sıdk), Allah sevgisinde kaybolmak, elinden geleni yaptıktan sonra tam olarak tevekkül, derinliğine tefekkür (düşünme) gibi hükümleri ortaya koymaktadır.

Ahmet Yesevi, kurduğu tarikatın nasıl olması gerektiğini ortaya koyarak devlette olması gereken yöntemleri de ortaya koymaya çalışmıştır. Yesevi, tarikatının kendi cemaatini ve tarikatını yapılanması, prensiplerin belirlenmesi, kişilerin vazifeleri, yapması gereken protokolleri belirleyerek kurumsal bir yapı oluşturmakta, devlet için bir algoritma yazmaktadır. Bu yapının kendi içinde oluşturmuş olduğu bir sistemi “Divan-ı Hikmet”te ve diğer eserlerinde de desteklemektedir.

Ahmet Yesevi öldükten sonra da yerine bıraktığı halifeleri, müritleri onun metot, tarz, usul ve yaşayışını devam ettirmiş, onun gibi olmaya çalışmışlardır. Rivayetlere göre, Hoca Ahmet Yesevi’nin 99.000 müridi vardı. Halifelerinin en meşhurları Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata, Said Ata, Sufi Muhammed Danişmend ve Hakim Ata’dır (Süleyman Bakırgani).[251]

Bu bölümü özetlersek; Ahmet Yesevi’nin Türk İslam medeniyetinin oluşumunda dönüm noktasını teşkil ettiğini, eski Türk düşünce sisteminde yeni değerler âlemini açtığını, halkın hafızasında ve kutsal tarih sayfalarında derin izler bıraktığını söylemek yerinde olur.

Yesevi, Türk-İslam tarihinde önemli iz bırakmış bir mutasavvıftır. Ahmet Yesevi’nin Türklerin düşünce ve kültür zemininde ilk sufi ve din öğretmeni olmadığını bildiğimiz gibi; diğerlerinin Yesevi kadar kuvvetli bir etki bırakmadıklarını bilmemizde de fayda vardır. Yesevi, yaşadığı dönem Türk toplumunu batıl düşüncelerden koruyarak, Türkler arasında İslam dininin yayılmasını sağlamıştır. Hikmetlerini Türkçe yazması ile Türk toplumunun daha hızlı ve iyi bir şekilde İslam’ı benimsemesini sağlamıştır. Türkler arasında ilk defa Yeseviyye adında tarikat kurarak Türklerin ruhunu, dilini ve kültürünü korumuştur.

Yazdığı hikmetler, günümüze miras olarak bırakılmış ve “Divan-ı Hikmet” eserinde toplanmıştır. Yesevi’nin hikmetleri bugüne dilden dile ve farklı yazarlara ait şiirler ile aktarılmıştır. Her halükârda, hikmetler tamamen Yesevi’nin dini, ahlaki ve tasavvufi görüşlerini yansıtmaktadır.

Yesevi’nin Türk İslam dünyasına en büyük hizmeti eski Türk töresi, yasası ve ahlak değerleriyle İslami ahlak esaslarını bağdaştırması olmuştur.[252] “Yesevi’nin siyasi ve sosyal düşüncelerinin özünde ahlâki değerler yatmaktadır. Düşünce sistemi hikmet, sohbet ve ahlak üçlü esasına dayanmaktadır. Bu üç esas, insanı nefsin esaretinden ve kendine yabancılaşmaktan kurtarmakta ve ahlâkî olgunluğa kavuşturmaktadır. [253] Ona göre, herhangi bir siyasi ve sosyal hizmet; ahlâkî prensiplere, insanı sevmeye, adalete, doğruluğa, eşitliğe vs. dayanmalıdır.

Yesevi’nin yaşadığı döneme bakıldığı zaman; Türklerin yeni bir dini kabul etmiş olmaları ve onu öğrenmeye çalışan bu milletin yeni hayat tarzına geçişteki yaşadığı karmaşa; siyasi olarak birbirine üstünlük sağlama mücadelesi sonucunda yaşanan çatışmalar karşımıza çıkmaktadır. Yesevi böyle bir durumda bulunan Türklerin birleştirici unsuru olarak “Divan-ı Hikmet” eserini ortaya koymaktadır.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

AHMET YESEVİ’NİN TÜRK DEVLET GELENEĞİ
ÜZERİNDEKİ DÖNÜŞÜM ETKİSİ

Hoca Ahmet Yesevi’nin Türk dünyası üzerindeki etkileri çok önemli olduğu şüphesizdir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi; Türk dilini geliştirmesi, ilk Türk tarikatını kurması, Tükler arasında İslam’ı yayması gibi etkileri görülmektedir. Yesevi’nin hikmetleri incelendiği zaman insan hayatını etkileyen bütün alanların ele alındığı görülmektedir. Yukarıda saydığımız etkilerin yanı sıra siyaset ve kamu yönetimi alanları da bu etkilere dâhildir. Bu bölümde çalışmamızın ana teması olan Yesevi’nin devlet geleneği üzerindeki etkilerine yer verilmektedir.

Kronolojik bir sırayı takip ederek buraya kadar vardığımız araştırma neticesinde, tarihte Türklerin kendine özgü bir devlet anlayışı olduğunu görmekteyiz. Bütün dünyada var olan ve kaynağını Orta Doğu, Mısır, Mezopotamya, Antik Yunan ve Roma dışında, kendilerine has geleneksel ve endemik bir yapı geliştirdikleri görülmektedir. İslam gibi evrensel bir anlayış sonucunda bu yapının adaptasyonunun nasıl yapıldığı da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Devlet yöneticileri halkın hayatını düzenlemekle mükelleftirler. Ahmet Yesevi’nin eserlerinde İslam öncesi bu anlayışın İslam ile nasıl birleştirildiği açıkça görülecektir. Aşağıda ayrıntılı bir şekilde vereceğimiz bilgilerin ışığında Türklerde devlet ve yönetim kavramının bir bütün olarak değerlendirildiği görülecektir.

Araştırdığımız konuda Ahmet Yesevi’nin; öncelikle hikmetlerinin ana fikri ve aktardığı mesajlar bizim için önemlidir. “Yesevi’nin yaşadığı dönemde, bir yandan Moğol hareketlerini diğer yandan Harzemşah ve Karahıtay başta olmak üzere Türklerin yeni bir dini kabul etmiş olmaları ve onu öğrenmeye çalışan bu milletin yeni hayat tarzına geçişteki yaşadığı karmaşayı, siyasi olarak birbirine üstünlük sağlama mücadelesi sonucunda yaşanan çatışmayı, siyasi otoritelerin birbirlerine karşı mücadelelerini güçlendirmek amacıyla uyguladıkları dini ve milli ayrıştırma politikalarını kaotik bir durum olarak nitelendirmek mümkündür.”[254] Böyle bir durumda olan milletin ve devlet başkanının bu tür sorunlarla baş edebilmeleri ve huzurlu bir hayat sağlayabilmeleri için Ahmet Yesevi’nin “Divan-ı Hikmet”i; Kur’an’ın Müslümanlar için olduğu gibi Türk toplumu için yaşam rehberi olarak değerlendirilmektedir. Kur’an’da olduğu gibi, Yesevi de hikmetlerinde devletin şekli üzerinde fazla durmamıştır. İyi insan profili ile din ve devlet adamlarının neler yapması ve yapmaması gerektiği konuları üzerinde durmuştur.

Divan-ı Hikmet, Türkler arasında İslamiyet’i benimsetmeyi ve yaymayı amaçlayan bir eserdir. Bu bütünün içinde sosyal nizamın sağlanmasında devlet ve toplum önemli bir yer tutmaktadır. Yesevi hikmetlerinin birçoğunu zikir sırasında okunması için yazmıştır. Yesevi tarikatı hikmetlerin belli makamla okunmasını ve düzenlenen dergâhlarda yayılmasını önemli görmektedir. Bundan dolayı geniş coğrafyaya yayılmış hikmetler zamanla dil bakımından ve içerik olarak değişikliğe uğramış, ilavelerle zenginleşmiştir. Bizim kaynak olarak kullandığımız Mustafa Tatcı editörlüğünde hazırlanan “Divan-ı Hikmet” adlı eserde 2152 dörlük, 484 beyit yer almaktadır. Yine aynı eserde yer alan “Münacat” bölümü 68 beyitten oluşmaktadır. Ele almış olduğumuz eser 2016 yılında yazılmış olup 496 sayfadan oluşmaktadır.

Bu kitabın içinde yer alan kavramlar aşağıda görmüş olduğunuz metindeki kavramlara karşılık düşmektedir. Bunların arasında adalet, mülk, yönetici, savaş, eğitim, insan, aile ve toplumun düzeni gibi kavramlar bulunmaktadır. Devlet müessesesinde olması gereken temel organları baz alarak bu bölümü sekiz başlık altında topladık.

Adalet

İslam hukukuna göre devlet yöneticisinde olması gereken en önemli vasıflardan biri adalettir. Kur’an-ı Kerim ve hadisler adil davranmayı emretmektedir. “Allah adaleti, hatta adaletten de fazla olarak ihsanı, en güzel davranışı... emreder.”156 ve "...anlaşmazlığı adaletle çözüme bağlayın. Allah hakkı yerine getirenleri sever.””15'1 ayetleri bunun en güzel örnekleridir. Hz. Peygamber de “(Ailesi ve idaresii altında

Nahl, 16/90, Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. III, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s. 431

251 Hucurat, 49/9, Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. V, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s. 92 bulunanlara) adaletle hükmeden kimseler, Allah katında nurdan koltuklar üzerine Rahman’ın sağında oluculardır... Onlar, ahalileri ve emri altında bulunan kimseler hakkında verdikleri kararlarında daima adil davranırlar.”253 hadisinde adaletin hükümetin önemli hususlarından biri olduğunu vurgulamaktadır. Türk devlet anlayışında da adalet; halk için hakkın, hükümdar için meşruiyetin temeli olarak bilinmektedir. Genel olarak herhangi bir devletin en önemli işlevi adalettir. İslam dininde adalet önemli olduğu kadar Türkler için de önemlidir. Ayrıca devlet görevlileri için ilk şart adalettir.

Yesevi’nin hikmetlerini incelediğimiz zaman da adalet kelimesi karşımıza çıkmaktadır. Ele almış olduğumuz eserde “adalet” kelimesi 14 yerde geçmektedir. Hoca Ahmet Yesevi’nin yaşadığı dönemin siyasi ve dini durumunun zor olduğu göz önüne alındığında; hikmetlerinden de anlaşılacağı gibi idarecileri haksızlık, ahlaksızlık, açgözlülük, haram, yalan, adaletsizlikle suçladığı görülmektedir. Devletin başında bulunanların haklıyı haksızı ayırt edemediklerini, doğruyu yanlıştan ayıramadıklarını vurgulamaktadır.

Dünya ehli halkımızda cömertlik yok,

^Padişahlarda vezirlerde adalet yok,

Dervişlerin duasında kabûl edilme yok,

Türlü bela halk üstüne yağdı dostlar.[255] [256]

Hükümdarları adaletsizlikle suçlamakla beraber, devlet yöneticisinin adil olması gerektiğine dair hikmetleri bulunmaktadır. Bu konuda daha çok; kimseye eziyet ve sıkıntı vermeyip hakkını veren, doğru davranan, din sözünü anlatan, herkese eşit davranan Hz. Ömer’i örnek göstermektedir.

Oğlunu azarlayıp getiren, kırbaç vurup öldüren,

Adalet eyleyip yol soran adaletli Ömerdir.[257]

İkincisi dost olan adâletli Ömer’dir;

Müminlikte dost olan adâletli Ömer’dir.[258]

Bilal’e ezan okutan, şeriatı bildiren,

Din sözünü anlatan adâletli Ömer’dir.[259]

Kâbe kapısını açtıran, bütün putları kırdıran,

Rasûl gönlünü dindiren adâletli Ömer’dir.[260]

Şeriâtı gözeten, tarikatı doğru tutan,

Hakikati iyi bilen adâletli Ömer’dir.[261]

Miskîn Ahmed eyle yâd, eyle aczini beyân,

Belki rûhu eyler şâd, adâletli Ömer’dir.[262]

Devlet yönetiminde, sadece yöneten taraflar değil yönetilen taraflar da önemli yer tutmaktadır. Aşağıda göstereceğimiz hikmette yönetilenlerin; kendilerini alçakgönüllü, az ile yetinen, günlerini ibadet ile geçiren kişiler olarak göstermelerine devlet yöneticilerinin karşı çıkması gerektiği söylenmektedir.

Derviş olsan, ibâdet eyle, eyleme riyâ;

Her köşede ibâdet eyle Tanrı’m tanık

Sahte derviş nereye gitse, zevk ve dâvâ;

Âdil pâdişâh ibâdetlerini isyân eyler.[263]

Adil yönetici; doğruluk ve sadakatte toplumuna ilham verir. Liyakat sahibi devlet idarecileri, erdemli toplumları yönetirler. Yine erdemli toplumlar, layık oldukları yöneticilerce idare edilirler.

Adalet padişahı, bir adı sadık;

Eyler bir anda vaslına layık. [264]

Devlet idaresinde bulunan kişinin adaletli olması önemli niteliklerden biridir. Yukarıda değindiğimiz beyitlerde görüldüğü gibi, Ahmet Yesevi adalet konusuna önemli yer ayırmaktadır. Hikmetlerinde Hz. Ömer’i sık sık dile getirerek adil insanın en güzel örneği olarak ortaya koymaktadır.

Mülk

“İslam’da mülk; maddi âlemin bütünü ve bunun üzerindeki hükümranlık anlamında Allah’a ve insanlara nispet edilen bir kavramdır. Sözlükte “güç yetirmek, hâkimiyet kurmak, sahip olmak, tasarrufta bulunmak” manasındaki mülk (melk, milk) masdarı; Kur’an’da isim olarak “duyular âlemindeki bütün cisimleri kuşatan varlık alanı ve bunlar üzerindeki hükümranlık” anlamında kullanılır.”[265] Sıra Yesevi hikmetlerine geldiği zaman ise mülk kelimesi, Allah’ın insanlara verdiği bir varlık olarak anlam kazanmaktadır. Divan-ı Hikmet’te mülk kelimesi 22 yerde geçmektedir.

Yesevi, yaşadığı dönemin hükümdarlarının mülkü insanlardan daha değerli tutmalarına karşı çıkmaktadır. Mülkün bu dünyaya ait bir varlık olduğunu, ölümden sonra bu varlığın hiçbir işe yaramayacağını vurgulamaktadır.

Dünya benim mülküm diyen sultanlara,

Alem malını sayısız yığıp alanlara,

Yeme ve içme ile meşgûl olanlara,

Ölüm gelse, biri vefa eylemez imiş.[266]

İşan, şeyh, hoca, molla dünya izler, O sebepden sultanlara yalan söyler, Ayet-hadis tefsir kılıp, malı gözler, Aşk yolunda asla mihnet çektiği yok.[267]

Ümmetim deyip dilde söyler, kalbde yalan,

Nefsi için öz canını ateşe salan.

Şeyhim diye kişinin malını zorla alan,

Nezrini almayıp didar görün, dostlarım ey.[268]

Yukarıdaki hikmetlerinden anlıyoruz ki o dönemin hükümdarlarını haksızlık ve açgözlülükle suçlamaktadır. Buna karşılık olarak hem toplumu hem hükümdarları Hakk, adalet ve vicdana davet etmektedir.

Mal ve pulu dert eylemez aşık kişi;

Yol üstünde toprak olup aziz başı;

Ondan sonra nûra dolar içi dışı;

Sabaha varsa, mahşer yerinde Sultan eyledim.[269]

Yesevi’ye göre, bu dünyada ne kadar mülk varsa hepsi Allah’a aittir. Varlığı ile yetinmekte olanların ise mahşer gününde daha üstün olacakları düşüncesindedir.

Bu dünyada fakirliği adet eyleyen

Hakirlik çekip meşakkati rahat bilen,

Kul Hoca Ahmed, iyilere hizmet eyleyen, Kıyamet günü öyle kişi sultan olur.[270]

Yesevi’nin yaşadığı dönem yöneticilerin yanında din adamlarının da görev aldıkları bir dönemdir. Bundan dolayı devlet yöneticileri kadar din adamlarının mülk konusuna da dikkat çekmektedir.

Gerçek şeyh olsa, dünya malını sevmez, bilin,

Vücûdu girse, cehennem içre yanmaz, bilin,

“Allah” deyip geceleri uyumaz, bilin,

Yüzünü görsen, dolunay gibi olur imiş.[271]

Ey sûfî kıldın muhabbet dâvâsını dîvâne ol,

Mâl ve mülk ev barkdan geç ve ilgisiz ol,

Kim Allah diye söylese bin dönüp pervânesi ol,

Sûfî-nakş oldun velî, aslâ müslümân olmadın.[272]

İnsan ne kadar zengin olursa olsun, zenginliğinin bu dünyada kalacağını ortaya koymaktadır. Yani ölümden sonra insanların sahip oldukları her şeyin bu dünyada kalacağını söylemektedir.

Kadın-evlat, büyük-küçük toplanıp gelir,

Mirâs diyerek mâl ve mülkünü bölüp alır;

İt gibi sürüyüp kara yere seni gömer,

Lokma yapar karış adlı yılan şimdi.[273]

Sevinme mâl ve mülküne, kurutur bu ecel sonunda,

Kara yere girersin sonunda, ne kadar kâr ve kazanç eylesen.[274]

Kabûl desen, Pir eteğini sağlam tut,

Tevbe kılıp dünya malın geriye bırak,

Vurup nefsi şeyhin için özünü sat,

Şöyle Pir e mürid özünü satmadı mı?[275]

Hoca Ahmet Yesevi, insanın sadece bu dünya için değil, asıl öbür dünya ve ahiret inancı için dünyada bir şey yapması gerektiğine inanmakta ve bunu savunmaktadır. İnsan kendi helal kazancıyla yaşamını sürdürmeli ve kimsenin eline bakmamalıdır.

Devlet

Devlet kelimesi 16 yerde geçmektedir. Ele aldığımız eserde devlet kelimesi farklı anlamlarla karşımıza çıkmaktadır. En çok ise mutluluk anlamında kullanılmaktadır.

“Ben melekten utanç duyarım, ey ümmetim...''

Yaratan’dan korkmaz mısın düşük himmetim,

Gece yatmadan ibâdet etsen hoş devletim,

Mustafâ’ya mâtem tutup girdim ben işte.[276]

Olur muyum Muhammed’in hâs ümmeti,

Ümmet dese âsîlerin hoş devleti,

Baldan tatlıdır bana bu mihneti, İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[277]

Seher vakti hoş sâat, kalkana olur râhat,

Açılır devlet, saâdet seher vakti olanda.[278]

Namâzsıza, ibâdetsize vermez kuvvet;

Ameli zayıf, kendisi ayıplıya vermez himmet;

Rızkı noksan, kendisi soysuz olan görmeye devlet;

fâsıkın gönlünü ne diye safâ eylesin?[279]

Diğer hikmetlerde geçen devlet kelimesi ise talih, şans, baht anlamlarını taşımaktadır.

Âşîk olup hikmet söyledi Kul Hoca Ahmed;

Sıdkı ile işitene yüz bin rahmet;

İmân armağan eyler Allah’ım, tâc ve devlet;

Âşîk gönlünü safâ eyleyip yürür olur.[280]

Kul Hoca Ahmed, evliyâ makâmı cennet,

Deryâ-deryâ ihsân kılsa, kılmaz minnet,

Tanla varsa, Hakk armağanı tâc ve devlet,

İhsân için yüz bin özü sattım işte.[281]

Allah diyen âşık kullar buldu devlet,

Bulur devlet, verse ona büyük himmet,

Yârı eyler her işine Kâdir kudret,

Uykusuz olup, o himmeti bulsam işte.[282]

Kul Hoca Ahmed, bu hikmeti kime söyledin,

Âşıkım diye, ahaliye okuyup-yaydın,

Tesir kılmaz âlimlere yalan öğüdün,

Hakk önünde tevbelinin devleti var.[283]

Metin Kutusu: önder anlamında kullanıldığınıAşağıda verilen hikmette de devlet kelimesinin görmekteyiz.

Hoş devlettir velilikte önder olsa, Âdil olup bir mümini kâdı eylese, O kâdı bütün halkı râzı eylese, Râzılıktan cennet evini alır olmalı.[284]

Âşık olsan, Bâyezîd gibi safâ ol,

Pîr eşiğine yaslanarak edâ ol.

İbrâhim gibi tahttan geçip, gedâ ol,

Nasip kılsa, kulların devleti var.[285]

Nefsden geçmeyip, Hakk önünde yoktur rahat,

Cefâ çekip, mihnet çekip, gör devlet,

İçmiş-yemiş nimetleri kaygı-mihnet,

Vehm ile elif boyun eğik olsun.[286]

Devlet gibi doğan kuşu kime konar,

Şâhın gibi halka içre özünü vurur.

Cânın kuşu pervâz kılıp hâzır durur,

Hâzır olup tevbe kılıp yürüyün, dostlar.[287]

Yesevi hikmetlerinde, devlete pozitif bir anlam yüklemektedir. Çok güçlü bir yapıya sahip, istismar edilmemesi gerektiğini, kişilerin ahlaki seviyesinde korunması gerektiğini söylemektedir. Halkın mutluluğu ve huzurunun (dinin, ahlakın getirmediği normların) dinde olmayan normlarla (mutluluk, zenginlik, emre itaat, sadakat, bağlılık) sağlandığını ortaya koymaktadır. Yesevi, toplumda köklü olan ahlaki yapıyı da korumaya çalışmaktadır. Hikmetlerinde devlet konusu için; eğer bağlı kalır ve devlete çalışırsan takdir ve mertebe görür, yükselirsin, başına talih kuşu konar, ifadelerini kullanmaktadır.

Millet

Millet kelimesi iki yerde geçmektedir.

Hakk Rasulü Mustafa’nın sünnetleri,

İbrâhim Halilullah milletleri,

Şeriatda münkir olan bid’atleri,

Göze iliştirmez, mübtediden kaçar olacak.[288]

Milleti mürid alırlar, âh ve figân kılırlar,

Hayran olup kalırlar, lânetli Deccal bilgisi.[289]

Aşağıdaki dörtlükten yaşadığı dönemde halk için toprağın önemli olduğu, hiçbir insanın topraktan daha değerli olmadığı anlaşılmaktadır:

Aşıkların gözü yaşlı, bağrı yanık;

Çekinmesi yok, utanması yok, yürür çıplak

Halk gözünde topraktan değersiz, sırrı gizli

Canı ile zikrini söyleyip yürür imiş.[290]

Böylece, Yesevi’nin mülk konusuna önem verdiği anlaşılmaktadır. Türklerde devletin en önemli unsurlarından birinin toprak olduğunu daha önce de yazmıştık. Hikmetlerinden de anlaşılacağı gibi Yesevi’nin yaşadığı dönem için de aynı şey geçerlidir. Yöneticilerin açgözlü olmaması gerektiğini ve servete düşkün insanların yönetime geçmemesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Yönetici

Ahmet Yesevi’nin eserlerinde genelde yönetimsel ilke anlayışlarından çok bahsetmediği; sevgiden, aşktan, bağlılıktan bahsettiği görülmektedir. Kendisi doğrudan devlet yönetiminden bahsetmemektedir. Dikkat ederseniz, ondan önce gelen İmamı Maturidi’nin (Ebû Mansûr Muhammed) yönetsel ilkeleri ile halk İslam’a karşı, savunmaya dayalı bir karşı duruş ortaya koymuştur. Ahmet Yesevi daha çok toleranslı yüzünü öne çıkarıp sevgiden ve bağlılıktan bahsederek Türkler arasında dinin biraz daha sempatik görünmesini sağlamaya çalışmıştır. Bu yöntemi sayesinde de Türkler arasında İslamiyet’in yayılmasını sağlamıştır.

Ahmet Yesevi,                 hikmetlerinde    doğrudan yönetici veya           hükümdar

kullanmamaktadır. Fakat devlet yöneticileri anlamında “padişah”, “sultan”, “bey”, “hakan” gibi kavramlar kullanmaktadır.

Padişah/Sultan/Bey/Hakan

Padişah kelimesi beş yerde geçmektedir.

Aşk pâdişâh, âşık fakîr, nefes alamaz;

Hak’tan izin olmadıkça konûşamaz;

Hak öğüdünü alan dünyâ arayamaz,

Lâmekân’da Hakk’tan dersler aldım ben işte.[291]

Bu dünyada padişâhım” deyip göğsünü geren,

Hem önüne kürsü koyup hayme vuran,

Nice yıllar hayl u haşem, çeri salan,

Ecel gelse biri vefâ eylemez imiş.[292]

Yukarıda vermiş olduğumuz beyitlerde padişah, söz konusu üstünlüğü ile övünmeyen, Allah’ın emirlerine uyan, İslam’a aykırı hareket etmeyen yöneticidir.

Sultan kelimesi 41 yerde geçmektedir. Her beyitte sultan kelimesi devlet yöneticisi anlamında kullanılmamaktadır. Bazı hikmetlerinden görüyoruz ki Yesevi, sultan kelimesi ile Allah’ı anmaktadır.

Ağlamayım mı, geçti ömrüm, ey sultânım;

Kabsab geldi karanlık, çık ayım

Senden başka yok kurtarıcım, sığınağım;

Gece gündüz dilediğim imândır.[293]

Sultan kelimesi diğer beyitlerde toplumun saygı duyduğu kişi ve seçkin kimseleri ifade etmektedir. Yesevi de o dönemde toplumun önde gelenlerinden olduğu için kendisine de sultan ünvanı verilmekte idi.

Sultân Hoca Ahmed Yesevî söyledi bu hikmeti tamâm,

İşitsin diye bütün cihân, dünyâyı bırakıp giderim.[294]

Nisa süresinin 59. ayetinde devlet yöneticisine itaat edilmesi gerektiğini birinci bölümde vurgulamıştık. Yesevi’nin hikmetlerinde de Kur’an’ı anlatırken devlet yöneticisine itaatin ilahi kaynaklı olduğuna vurgu yapmakta olduğunu görüyoruz.

Ey sultânım iki cihân hakanı,

Sensin kulunun arkası, sığınağı,[295]

Fedâ olsun sana cânım, döker olsan benim kanım,

^Ben kulunum sen sultânım, bana sen gereksin.[296]

Ahmet Yesevi, halk hizmetinde olan kişilerin ancak iyi davranışlarla üstün olabileceklerini vurgulamaktadır. Üstün olmayı hikmetlerinde sultan kelimesi ile ifade etmektedir.

Ten söylemez, cân söylemez, imân söyler

Cândan geçen gerçek âşıklar Hakk’ı gözler;

Ariflere hizmet eyleyip yolunu düzler

âşıkı ahâlîye sultân eyler.[297]

Bu dünyada fakîrliği âdet eyleyen

Hakirlik çekip meşakkati râhat bilen,

Kul Hoca Ahmed, iyilere hizmet eyleyen,

Kıyâmet günü öyle kişi sultân olur.[298]

Bey kelimesi bir yerde geçmektedir. Bu beyitte Allah’ı bilen, O’na bağlı olan bir yöneticinin halka kötü davranamayacağını yazmaktadır.

Aşk yâdını yere koysam, yer kaldırmaz;

Defter kılsam, diri oldukça, bitip olmaz;

Hakk’ı bilen, beyi, hanı, halkı bilmez;

kulumu öz yolumda iki büklüm eyledim.[299]

Hakan kelimesi ise iki yerde geçmektedir.

Söyler idin, kâfir ile vuruş kılsam,

Vuruş kılıp gâzi olup başını alsam,

Hakanların armağanını dolu alsam...”

Ağlayıp yürü, göz yaşının riyâsı yok.[300]

Yesevi’ye Göre Devlet Yöneticisinin Sahip Olması Gereken Vasıflar

İslamiyet öncesi Türklerde hükümdar; egemenlik sahibi değil, egemenliği kullanan yüksek bir yetkilidir. Devlet ve halk hükümdarın malı değildir. Hakan hizmet için verilen yetkileri kullanabilmektedir. Birinci bölümde hükümdarlar hakkında bahsettiğimizde kut anlayışına değinmiştik. Kut, kalıtsal olarak geçse de buna sahip olabilmek için gerekli başka özellikler de vardır. Bu özellikler; ülke bütünlüğünün korunmasına, töre esaslarına göre adaletle hükmedilebilmesine, halkın korunup, huzura kavuşturulmasına vesile olacak olan niteliklerdir. Türklerde yöneticilere Tanrı tarafından “kut”un verilmesi için yönetici adaylarının bilgili, tecrübeli, sabırlı, akıllı ve doğru insan özelliklerini taşıması gerekir. “Yöneticinin toplumun ihtiyaç ve istekleri doğrultusunda yaptığı icraatlar, milletin hükümdarına olan güvenini arttırır. Çünkü Türklerde millet, yapılan her iyi işin veya atılan her yanlış adımın sonucunu hükümdara bağlar. Bu yüzden hükümdarın kudretli ve dikkatli olması zaruridir.”[301]

Yesevi, yöneticiler için akıllı olma niteliğini önemli görmüştür. Akıllı olanların; gariplerin gönlünü alması, erenlere hizmet etmesi, şeriata uyması, günahtan kaçınması, nasihatleri dinlemesi, doğru yolda yürümesi, razı olması ve sadece bu dünyayı düşünmemesi gerektiğini söylemektedir. “Mezarda yatanların halini merak edin” demesi ile ahireti düşünmeyi vurgulamaktadır. Bu nitelikleri akıllı insanlara yakıştırmakta olup şu nasihatte bulunmaktadır:

Ey dostlarım, bu öğüdüme kulak ver,

Akil isen, Mustafa’nın şeriatını tut,

İşte bu benzeri günahkar şeyhden uzak kaç,

Yoksa seni şeytan benzeri aldatırlar ha.[302]

Sabır konusuna geldiğimizde Hz. Eyyub’u örnek göstermektedir. Eziyete, sıkıntılara dayanması gerektiğini, sabırlı olması gerektiğini yazmaktadır.

Has aşkını göster bana, şükreder olayım,

“Erre” koysa, Zekeriyya gibi zikreder olayım,

Eyyûb gibi belasına sabreder olayım,

Her ne eylesen, aşık eyle ey Allah’ım.[303]

İyilerin sohbetinde zakir olsam,

Her ne cefa değse bana şükreder olsam,

Eyyûb gibi belasına sabreder olsam,

Dostlar Hocam bana bağlım der mi ki?[304]

Sûfilik şartıdır geceleri kalkıp kan ağlamak,

Her cefaya sabrederek belini sağlam bağlamak, [305]

Cefa çekmeden aşık olmaz, dinle gafil

Cefa çekip sabreder ol, olma cahil;

Razı olup kulluk eyleyen olur akıllı

Cahil insan birbirinden ayrılmaz olur.[306]

Ahmet Yesevi’nin hikmetlerinden anlaşıldığı gibi, bir devlet yöneticisi olabilmek için öncelikle iyi insan olmak gerekir. İyi insan adaletli, akıllı, sabırlı, dürüst, alçakgönüllü, insan ve hayvansever vb. niteliklere sahip olmalıdır. Ayrıca Yesevi’ye göre, bir devlet yöneticisinin öncelikle Allah yolunda olan ve Kur’an ile sünnete uyan bir kişi olmasının gerektiğini de yine hikmetlerinde görebilmekteyiz.

İnanç ve Değerler

Yesevi’ye göre hayat, uzun bir yoldur ki Tanrı âşıkları için bu yol ne kadar uzun olsa yine de kısa sayılır. Bu hayat aşığın Tanrı’ya olan kulluğunu tam yapabilmesi ve ibadetlerini tamamlaması için yeterli değildir. Bu sebeple ömrün her anını, gönlün Allah sevgisiyle dolu ve uyanık bir ibadet anı bilmek, öyle yaşamak, öyle çalışmak gerekir. “Biricik hakikat olan Allah’a varabilmek, ancak aşk yolu ile mümkündür. Aşk yolu ise çok zorlu bir yoldur. Aşık olmak için önce nefsi öldürmek, kendi benliğinden uzaklaşıp sevgi bağına girmek gerekir. Aşk ateşiyle yanan âşıkların rengi uçar, kendi hayran, gönlü viran ve gözyaşları tufan olur. Ancak saadet, bütün bu çekilen ve yenilen zorlukların sonundadır. Yesevi burada Allah aşkına dayanan bir irade terbiyesiyle insanı daha çok insan yapmak ve üstün insan olmaya yöneltmek gibi bir hedef güder.”[307]

Benim hikmetlerim Hakk’ın övgüsü

Muhabbet ehlinin derdinin devâsı.[308]

Ahmet Yesevi’nin hikmetleri, Türkleri Müslümanlıkla tanıştırmış en kıymetli eserdir. Eserinde hem gündelik hayatı hem inanç ve değerleri düzene sokan prensipler bulunmaktadır. İnanç, Kura’an-ı Kerim’in en temel konusudur. Yesevi’nin inancının İslam’a dayanmakta olduğunu eserlerinden de görüyoruz. Daha ilk hikmetinde, “Bismillah...” diyerek İslam’ın ana kaynağı Kur’an’dan okumaktadır:

Bismillah deyip beyân ederek hikmet söyleyip

Taleb edenlere inci, cevher saçtım ben işte.

Riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutup

‘İkinci defter’in sözlerini açtım ben işte.[309]

Düşünceleri Kur’an’ın yolunu çizmektedir. Daha önce bahsettiğimiz gibi; Yesevi’nin hikmet yazma sebebi, Türkleri İslam dinine davet etme isteği idi.[310] Kur’an-ı Kerim “.hikmetle davet et.”[311] buyurmaktadır. Ele almış olduğumuz eserde hikmet kelimesi altmış beş yerde geçmektedir.

Yâ İlâhım, hamdın ile hikmet söyledim;

Zâtı ulu Rabbim, sığınıp geldim sana.

Tevbe kılıp günâhımdan korkup döndüm;

Zâtı ulu Rabbim, sığınıp geldim sana.[312]

Yesevi’nin yaşadığı bölgenin itikad dünyasında büyük ölçüde hadis kültürünün ve sünnetin ciddi bir yeri olduğunu söylemek yerinde olur. Nisa süresinin 113. ayetinde “...Allah, sana kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir... ” buyurulmaktadır. Dolayısıyla, o dönem halkının Yesevi’nin hikmetlerini sünnete yakın gördüğünü ifade etmek abartılı olmaz.

Kul Hoca Ahmed kıyâmetten söyledi bunu,

Hikmet eyleyip ahâlîye yaydı bunu,

Ulu ulu kitaplardan söyledi bunu,

Okuyandan duâ talep eder imiş.[313]

Benim hikmetlerim hadîs hazînesidir

Kişi pay götürmese, bil habistir.[314]

Benim hikmetlerim Sübhân’ın fermânı

Okuyup bilsen, hepsi Kurân’ın anlamı[315]

Ayet ve hadisler gibi, hikmetlerin de aynı derecede önemli olduğunu şu satırlarında görüyoruz:

Kulaksıza âyet, hadîs, hikmet harâm,

Yazık, hikmet iç-karnımda olsun tamâm,

Nâdânlara ne vakte dek deyip, ağlayıp devamlı,

Feryâd etsem, hiç kimsenin kulak verdiği yok.[316]

Kul Hoca Ahmed, bende olsan,

Hakk’ı ara, Âşık olsan, bâtınında Arş’ı gözle,

Hikmet söyleyip, âyet, hadis sözünü söyle,

Bilgelere söylediğin sözün imâ olsun.[317]

İnancı sevgi içinde yaşamanın yerine kendi inanç ve düşüncelerini savunmakta olanları, fanatik olarak görmektedir. Fakat öyle insanlara karşı bile iyi davranmayı hoş görmektedir.

Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar,

Gönlü katı, gönül inciticiden Allah şikayetçi,

Allah şâhid, öyle kula “Siccîn” hâzır,

Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte.[318]

Câhillere değil sözüm, dolu hikmet,

İnsanım deyip belini bağlar, hani himmet?

Dünyâ için birbirine eylemez şefkat,

Zâlimlere esîr olup öldüm ben işte.[319]

Benim hikmetlerimi dertsize söylemeyin;

Baha biçilmez cevherimi câhile satmayın.[320]

Bazı            kaynaklara   göre, Yesevi’nin      hikmetleri;   insanı nefsperestlikten,

marifetsizlikten,  yırtıcılaşmaktan,   şeytani    hilelerden,    hayvani    kuduruşlardan korumaktadır. Bu paha biçilmez eser, insanı hırs ve hevese kapılarak insanlığını yiyip bitirmenin felaket ve musibetlerine karşı uyarır. Yalnız Yesevi, hikmetlerini okumak ve anlamak gerekliliği dışında sözlerini uygulamayı da önemsemektedir.[321] Hikmetlerini okuyanların dertlerinden kurtulacağına, ahirette cennete yol bulacağına inanmaktadır.

Kul Hoca Ahmed inci gibi hikmet söyledi,

Erenlere hizmet eyleyip nazar buldu,

Doksan dokuz bin hikmet deyip destân eyledi,

Destân eyleyip cennet bahçesi içine yürümek için.[322]

Kul Hoca Ahmed her bir sözün derde dermân,

Tâliplere beyân eylesem kalmaz sıkıntı,

Dört bin dört yüz hikmet söyledim Hakk’tan fermân,

Fermân olsa ta ölene kadar söylesem ben.[323]

Benim hikmetlerim dertliye dermân;

Kişi pay götürmese, o yolda kalan.[324]

Benim hikmetimi kim tutsa sıkı

Allah eyleye onu elbette gamsız[325]

Allah inancı, Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna inanç ve ahiret inancı, Kur’an’ın öne çıkarmış olduğu temel öğelerdendir. Kur’an eksenli olarak Ahmet Yesevi’nin hikmetlerine baktığımız zaman bu üç öge hikmetlerin ruhuna sinmiş bir vaziyette karşımıza çıkmaktadır. Yaşadığı dönem ve sonrası Türk toplumu için Yesevi’nin hikmetleri bir hazinedir. Ve bu hazineye değer veren, gerçek manasına ulaşan insanların huzurlu hayata ulaşmayı başarabileceğine inanılmaktadır.

Savaş

İslam dini insanların barış ve refah içinde yaşamalarını öngörmektedir. İslam savaş dini değil barış dinidir. O yüzden İslam devlet sisteminde asıl ve temel olan barıştır. Savaş ise ancak bir mecburiyet sonucu, yani başka türlü hareket etmek imkânı olmadığında söz konusudur.[326]

Savaş ancak savaş alanında çarpışmakta olanlarla ve birde savaşa katılmadıkları halde insanları savaşma konusunda kışkırtanlara karşı yapılır. İslam’da savaşın tek amacı düşmanları mağlup ederek onların gururunu kırmaktır. İşte bu yüzden binaları yıkmamak, halka hiçbir suretle zarar vermemek ve ölülerin kol, burun bacak vs. gibi organlarını kesmemek gerekmektedir.[327]

Kur’an-ı Kerim’de savaşı emreden ilk ayet Hac süresinde geçmektedir. “ Saldırıya uğrayanlara zulme maruz kaldıkları için savaş izni verildi. Allah onları muzaffer kılmaya elbette kadirdir"”731 Bakara süresi de “ Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez””[328] [329] buyurmaktadır. Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, Müslüman halk mecbur kalınırsa savaşabilir. Ancak bu savaşta mücadele masum halka karşı değil zulmedenlere karşı olmalıdır ve bu mücadelenin de en güzel şekilde yapılması gerektiği de vurgulanmaktadır.

Hoca Ahmet Yesevi de hikmetlerinde savaş konusuna yer ayırmaktadır. Yesevi öğretisi, sevgi ve barış anlayışı üzerine kurulmuştur. Ele aldığımız eserde savaş kelimesi altı yerde geçmektedir. İslam dininde olduğu gibi insanlara din yolunda kâfirlere karşı savaşmayı önermektedir.

“Din savaşıp kafir ile vuruş kıldık,

Bazılarını öldürerek gazi olduk,

Bazılarını iman-İslam yola saldık.”

Ağlayıp yürü, göz yaşının riyası yok.[330]

Sahabe gibi din için savaşıp başımı versem,

Şehr-i banu imamlar gibi ağlayıp yürüsem,

Allah için kafirlere esir olsam,

Rahman Melik’im sana makbûl olur mu ki?[331]

Sadece görünüşte sufi olan sahte yöneticilerden bahsederken onların mal mülk sahibi olabilmek için savaştıklarını yazmaktadır. Göründükleri gibi olmayıp aşağılık ve hileci olduklarını, dolandırıcılıkla uğraştıklarını vurgulamaktadır.

Sûfi olup mal almak için eyledin savaş,

Zahirin sûfi gibidir batının uygun değil,

Ey habersiz, ey habersiz mahcûpsun ezel gününden,

Sûfı-nakş oldun veli, asla müslüman olmadın.[332]

Erenler bu yola adım attı,

Mücahede derdi ile amel eyledi,

Mükaşefe batın içinde malûm oldu,

Böyle olmayınca dergahına yetse olmaz.[333]

Nice binlerle çeri yığan hanlar hani,

Bu sözlerin her birisi mana hazinesi

Vefası yok, vefasızdır dünya, tanı;

Gafil insan görüp ibret almaz imiş.

Bu dünyada yörük ata biniciler,

Savaş gününde yiğitlik eyleyiciler,

Elmas-çelik kılıç kuşağını kuşanıcılar,

Ecel gelse, beğ ve hanı koymaz imiş.406

Yesevi savaştan bahsederken, daha çok İslam yolunda savaştan bahsetmektedir. Zulmedenlere karşı savaş, barış çerçevesinde İslam’a davetten bahsetmektedir.

Eğitim

İslam; bilgi temelli bir dindir. Kur’an-ı Kerim ilmin insanlar arasındaki üstünlük ve ilerilik vasıflarından biri, belki de hiç şüphesiz en önemlisi olduğunu belirtir ve muhakkak insanların bilgice üstün olmaları gerektiğini vurgulamaktadır. Zümer suresinin 9. ayeti “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyurmaktadır ve insanların bilgili olmaları ile ilgili en güzel örneklerden biridir. İslam’ın ilk emri Oku’dur. Sonra da yazmanın ehemmiyeti nazara verilir. Okuma ve yazma ilmin iki vasıtasıdır. Okumayan insan gerçeği öğrenemez, yazmayı bilmeyen ilim yapamaz. Bunun için okuma ve yazma bir bütün olarak insan merkezinde yer alır.[334]

Hoca Ahmet Yesevi ve müritleri insanı eğitmeyi, onu mükemmel bir varlık haline getirebilmek için bilgi ve beceri yönüyle tamamlamayı amaçlamıştır.[335] Yesevi, hikmetlerinde ilime önemli yer ayırmakta ve daima ilmin p eşinden gidilmesi gerektiğini söylemektedir. Erkek ve kadın ayırımı yapmadan, ilim öğrenmenin her insan için farz olduğunu vurgulamaktadır.

Erkek ve kadına, oğul-kıza ilim farz dedi,

“Talebül-ilmi farizatun” deyip Rasûl söyledi,

“Mayecüzubihis-salat” ilim zarûri,

Diri varsınız, ta ölüne dek okuyun, dostlar.[336]

Yesevi, aşıkların birbirine ihtiyaç duydukları kadar, bilim adamlarının da kitaplara ihtiyaç duyması gerektiğini hikmetlerinde yazmaktadır:

Alimlere kitap gerek, sûfılere mescid gerek,

Mecnûn’lara Leyla gerek, bana sen gereksin.[337]

Tek başına ilimin faydasının olmadığını, öğrendiklerini hayata geçirip yaşayanların doğru yolda olduğunu vurgulamaktadır. Ahmet Yesevi’ye göre âlim kişi sadece bilgileri bilmekle yetinmemeli ve ilmiyle amel etmelidir.[338]

Sözü dedim, işitenler kılsın amel,

Ümmet olsa, güzel söze kılsın cedel,

Anlamına yeten olur şeker ve bal,

Gerçek kulaklı taliblere söylesem mi ki?[339]

Yesevi, bilgiye ulaşanların öğrendiği ilim ile amel etmediklerinde bütün öğrendiklerinin sırtlarına yük olduğundan bahsetmektedir:

Amel eylese âlimler dini ve ayın aydınlığı,

Görse olur onların görklü yüzünün rengi...

Amel işlemeyip “zahir” ilmini bilmeyip kalanlar,

Arkasına yükler kırk eşeğin yükünü...[340]

İlim sahibi olmayan, bilgi edinmeyen insanlar cahil insanlardır. Yesevi de cahil insanların rehber olamayacaklarını vurgulamaktadır. Yaşadığı dönem için bilgi sahibi olmayanların insanları kandırdıklarını söylemektedir. Bu tür insanların büyük bir günah işlediklerini ve yaptıkları bu hatanın karşılıksız kalmayacağını hikmetlerinde anlatmaktadır:

Amel işlemeyen âlim ilmini çiğneyip yürür,

Ölüp varsa dar kabirde canı yanar,[341]

Yesevi, ilimsiz insanı hoş görmediği gibi ilimsiz şeyhleri de hoş görmemektedir. İlim öğrenmeden, İslam’ı bilmeden “Şeyhim” diye önde yürümeye kalkanları eleştirmekte ve uyarmaktadır:

Ahir zaman şeyhlerinden söz edeyim,

İman-İslam bilmeden şeyhlik kılar imiş,

İlim öğrenmez, amel eylemez, ma’na anlamaz,

Ahiretde kara yüzlü olur imiş.[342]

İlimsiz Adem şeyhlik kılsa, revaç bulmaz,

Nazik yoldur, ilimsiz asla bilse olmaz.

Ey dostlarım, şeyh olmak kolay değil,

Rehber diye şer’i yolda yürün, dostlar.[343]

İlimsiz şeyhlik davasını kılmak olmaz,

Asa olmadan karanlıkta yürümek olmaz,

Görmez olsa, çukur yeri görmek olmaz,

Kuyu içre düşen emin kalmaz, dostlar.[344]

Yukarıda görüldüğü üzere, Yesevi’nin eğitim konusuna çok önem verdiği anlaşılmaktadır. Hikmetlerinden de anladığımız gibi, yöneten olsun yönetilen olsun her insan ilim sahibi olmalıdır ve öğrendikleri ile yetinmeyip öğrendiklerini hayata geçirmelidir.

Yesevi’nin Eğitimde Kullandığı Yöntemler

Ahmet Yesevi’nin Türkler arasında sevilip tutulmasının sebebi, sade bir eğitimi ve yaşantıyı tebliğ etmesiydi. Yesevi; basitten karmaşığa, yakından uzağa, somuttan soyuta, kolaydan zora metodunu kullanmıştır. Bu metod, bugünkü çağdaş eğitim kuramlarından daimicilik[345] metoduyla örtüşmektedir. “Daimiciliği savunanlardan Hutchins’e göre: “Eğitim, öğretim içerir; öğretim ise bilgi. Bilgi hakikattir. Hakikat ise her yerde aynıdır. O halde eğitim her yerde aynı olmalıdır.” Yani, “eğitimin peşinde koşması gereken hedef, bireyin değişim içinde olduğu, gelip geçici, önemsiz değişikliklerin cereyan ettiği dünyaya uydurulması değil; dünyanın değişmeyen, kalıcı gerçeğine uydurulmasıdır.””[346]

Yesevi, hikmet yazmayı (söylemeyi) bir eğitim metodu olarak ortaya koymaktadır. Hikmetlerinden de anlaşılacağı gibi; öğretmek istediklerini ima yoluyla, ilim yazarak, söz söyleyerek ve hâl ile göstererek anlatmaya çalıştığını şu şekilde yazmaktadır:

Îmâ eyledim ârif olsa ibret alsın,

Zâhir ilminden yazıp söyledim işâret kalsın,

İnci-gevher sözlerimi gönlüne koysun,

Hâlden deyip Âşıklara verdim ben işte.[347]

Sohbet Yöntemi

Hikmet söyleme, esasen bir tür sohbet yöntemi olarak ifade edilebilir. Dolayısıyla sohbet, hikmetlerde bir eğitim unsuru olarak yer almaktadır. Ele aldığımız eserde sohbet kelimesi 61 yerde geçmektedir. Pir-i Türkistan Hazretleri, bir kul ve nasihatçi olarak evvela kendine ve sonra taliplerine birçok nasihat verir.

Kul Hoca Ahmed tekbîr deyip sohbete başla,

Hay u heves, ben-benliği uzağa gönder,

Seherlerde dört dövünüp dinmeden çalış,

sebepten Hakk’tan korkup kabre girdim.[348]

Yukarıdaki hikmette yer alan “sohbete tekbir ile başlamak”, “sohbetten önce hây u hevesi, benliği-bencilliği kendinden uzaklaştırmak” ve “gayretle çalışmak” sohbet edene verdiği öğütlerdendir.

Hangi yerde azîzlerin toplantısı olsa,

şu yerde hâl ilmini söyleyesim gelir,

Onların sohbetinden hoşlansam ben,

Özümü özlerine katasım gelir.[349]

Bu dörtlüğünde kendi zâtından hareketle başkalarını da sohbete teşvik söz konusudur. Sohbet için toplananlara sohbet vermeyi, sohbette onların ilm-i hâline öncelik vermeyi öğütlemesi, kendisi ve diğer sohbetçiler içindir. Böyle sohbetlere katılmayı teşvik ise dinleyicilere yöneliktir.

Kendini Eğitme Yöntemi

Yesevi’nin hikmetlerinde her ne kadar “pîr” ve “mürşid-i kâmil” sıkça vurgulansa da, bazı hikmetlerde kendi kendini eğitmeye yönelik işaretler de görülmektedir.

Kul Hoca Ahmed Hakk zikrini söyle dâimâ,

Hakk’dan korkup dinmeden ağla boyuna,

Namâz kılıp oruç tutup her sabâh akşam,

Böyle yapıp murâdıma erdim ben işte.[350]

Kendi oluş sürecini, muradına erişini anlatırken kendi yaptıklarının eğitsel etkisine işaret edilen bu dörtlükte, kişinin Allah’ı zikrinin, ağlamasının, namaz kılıp oruç tutmasının kendini eğitmedeki rolüne işaret vardır.

Nefsin İsteklerini Kırma Yöntemi

Ahmet Yesevi eserlerinde nefs konusuna önemli yer ayırmaktadır. Nefis terbiyesi, her Müslüman’ın vazifesidir. İslam dini haramlardan kaçınmayı, kötülüklerden uzak durmayı emretmektedir. Yesevi de hikmetlerinde insanların kendilerini eğitme sürecinde kötülükten sakınmaları gerektiğini vurgulamaktadır:

Nefs yoluna giren kişi rezil olur,

Yoldan çıkıp, kayıp, tozup günâhkâr olur,

Yatsa, kalksa şeytân ile yoldaş olur,

Nefsi tep, nefsi tep, ey kötülükler işleyen..[351]

Nefsi yenmek, nefsi öldürmek ve bunun dibi başka deyimleri kullanarak, insanların kötülüklerden kurtulabileceği kanaatindedir.

Gerçek gönülde namâz kıl ki Allah bilsin,

Halk içinde rüsvâ ol ki âlem gülsün,

Toprak gibi hor görül ki nefsin ölsün,

Himmet versen nefsimi yenip ağlasam ben.[352]

Zikir Yöntemi

Zikir kelimesi sözlükte “bir şeyi anmak, hatırlamak” anlamındaki zikir (zikr) kelimesi (çoğulu zükûr, ezkâr) dinî literatürde “Allah’ı anmak ve unutmamak suretiyle gafletten ve nisyandan kurtuluş” anlamında kullanılır.[353] Yesevi’nin eğitiminde önemli bir yere sahiptir. Allah’ın emrine uyup çok zikrettiğini ve zikredilmesi gerektiğini, birçok hikmetinde dile getirmektedir. Toplu zikir de, Yeseviliğin temel özelliklerinden biri olarak bilinmektedir. “Zikr-i erre” adı verilen açıktan ve testere sesli zikir uygulaması, Yeseviliğin zikir şeklidir. Hikmetlerde de toplu zikre davet vardır:

Gelin toplanın zâkir kullar, zikr söyleyelim;

Zâkirleri Allah şüphesiz sever imiş.

Aşksızların imânı yok ey arkadaşlar;

Cehennem içinde dinmeden devamlı yanar imiş.[354]

Kul olsan zikrini de elini tutsun,

Yoldan sapsan rehber olup yola koysun,

Seherlerde ağla rahmeti gelsin,

Elimi tutup yola koy “Ente’l-Hâdî”,[355]

Dua Yöntemi

Dua da Ahmet Yesevi’nin hikmet eğitiminde önemli yer tutmaktadır. Dua formunda söylediği hikmetler, bunun delilidir.

Hoş kudretli Allah, Bir ve Var’ım,

Elimi tutup yola koy “Ente’l-Hâdî”,

Zâtı yüce Rahmân Rabb’im hem Cebbâr’ım,

Elimi tutup yola koy “Ente’l-Hâdî”,[356]

Bu seslenişte hem dua edilmekte hem dua ediş öğretilmekte hem de dua vasıtasıyla dinî bilgi sunulmaktadır. Hoca’nın dua formundaki hikmetlerinde, Allah’a O’nun güzel isimleriyle seslenilirken aynı zamanda O’na Esmâ-i Hüsnâ ile dua edilmesi gerektiği de öğretilmektedir.

“Kadalimnaente fi külli umur”,

Sensin Kâfi, sensin ÂfyâGafûr,

“Kâfi fil-gayb hüve men fi’l-huzur”,

Sensin Kâfi, sensin ÂfyâGafûr.[357]

Gurbete Çıkma/İlim Yolculuğu Yöntemi

Hazret-i Pîr, daha önce de üzerinde durulduğu gibi, Hz. Muhammed’i örnek alıp garipliği seçmiş, yine onu örnek alıp garipleri kendine muhatap kılmıştır. Bunu hikmetlerinde dile getirmektedir. Onun, garipliği ilim öğrenmek üzere gurbete çıkma anlamında da tercih ettiği ve önerdiği anlaşılmaktadır. Horasan’a, Şam’a, Irak’a niyet ederken Hz. Yûsuf’un Kenan ilini terk edişi gibi, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ve otuz üç bin sahâbenin, Ebû Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın ve Mürtezâ’nın yolunu tutarak gurbete çıktığını söylemektedir.

Vah ne yazık, nasıl eyleyim Garîblikte,

Garîblikte gurbet içinde kaldım ben işte.

Horasan ve Şam ile Irak’a niyet eyleyip,

Garîbliğin çok değerini bildim ben işte.[358]

Gurbet değdi Mustafâ gibi erenlere,

Otuz üç bin Sahâbe ve arkadaşlara,

Ebû Bekir, Ömer, Osmân, Murtaza’ya

Gurbet değdi onlara hem, söyleyeyim ben işte.[359]

Gurbet değse, pişkin eyler çok hamları,

Bilge eyler, hem seçkin eyler çok sıradanları,

Giyer çul elbise, bulsa yer yemekleri,

Onun için Türkistan’a geldim ben işte.[360]

Düşündürme Yöntemi

Yesevi bazı hikmetlerini bilgilendirme, bazı hikmetlerini ise dua formunda kullanmaktadır. Başka bir form olarak hikmetlerinde düşünmeye sevk eden bir tür soru formu dikkat çekmektedir. “Bilmem ki hâlim ne olur?” sorusu üzerine kurulan beyitlerde, ölüm ve kabir hâlleriyle ilgili akıbetini düşünmekte ve düşündürmektedir:

Ey dostlarım, ölsem ben, bilmem ki hâlim ne olur;

Kabre girip yatsam ben, bilmem ki hâlim ne olur.[361]

Gözüm yaşlı, gönlüm gamlı, cân elemli,

Nasıl ilâç edeceğimi bilmem dostlar,

Bu hasretde, pişmânlıkta yaşım akarak,

Hangi tarafa gideceğimi bilmem dostlar[362]

Kendinden Örnek Verme Yöntemi

Pir-i Türkistan’ın kendini anlattığı hikmetler de yöntem açısından dikkat çekicidir. Bunların bir kısmında hayatından, hocaları ile ilişkilerinden vb. bahsetmekte, diğer kısmında ise yaptıklarından ve yapmadıklarından, bildiklerinden ve bilmediklerinden bahsetmektedir. Yesevi hikmetlerinde böyle bir konulara yer vererek karşısındakileri de onun gibi kendisini sorgulamasını istemektedir.

Hiç bilmedim nasıl geçti ömrüm benim;

Sorar olsa, ben kul orda ne eylerim?

Nasıl olacak, yola koysan ben âcizi;

Sorar olsa, ben kul orda ne eylerim?[363]

Yoldan çıkıp azdığımı bilmedim ben;

Hakk sözünü kulağıma almadım ben;

Bu dünyadan gideceğimi bilmedim ben;

Sorar olsa, ben kul orda ne eylerim?[364]

Doğru Yolu Gösterme Yöntemi

Doğru yolu göstermenin, öğüt vermenin de bir yöntem olarak hikmetlerde kullanıldığını görmekteyiz. Yazdığı hikmetlerde insanlara öğütler sunmaktadır.

Ey dostlarım, bu öğüdüme kulak ver,

Âkil isen, Mustafa’nın şeriatını tut,

İşte bu benzeri günâhkâr şeyhden uzak kaç,

Yoksa seni şeytan benzeri aldatırlar ha. [365]

Hizmet Yöntemi

Hizmet etmek, Yesevi terbiyesinde aynı zamanda bir eğitim yöntemi olarak karşımıza çıkar. Buradaki hizmet, aynı zamanda Pir’e ve Mürşid-i Kâmil’e sadakat ve güvenin işareti olarak görülmelidir. Mürşid-i Kâmil’e hizmet, kendi başına gidilen tarikat yolunda var olan tehlikelerden korunmanın aracıdır.

Gelin, dostlar, Pîr hizmetini beyân eyleyim, İşitip, okuyun, hizmet kılın, dostlarım ey. Horlanma-üzüntü, meşakkati ayân eyleyim, İşitip, okuyup, hizmet eyleyin, dostlarım ey [366]

Pir’den nasiplenmek için her türlü zorluğa, acıya katlanıp hizmete devam etmeyi öğütlemektedir.

Kur’an ve Sünnet’ten Yararlanma Yöntemi

“Ahmet Yesevi Hazretlerinin hikmetlerinde ve dolayısıyla hikmet ile eğitiminde Kur’an ve sünnetin önemli yeri vardır. Hikmetlerden edindiğimiz veriler çerçevesinde bu yeri, Kur’an ve sünnetin hikmetlere kaynaklık edişi, hikmetlerin Kur’an ve sünnete uymayı hedefleyişi ve hikmet söyler iken Kur’an ve sünneti kullanışı bağlamlarında ayrı ayrı ele almak mümkündür.”[367]

Kur’an ve Sünnet hikmetlerin kaynağını oluşturmaktadır. Yesevi, kendisi için pîr-i kâmilin Hakk Mustafa olduğunu, “Hikmet söyle!” diye başlarına nur saçanın Hz. Peygamber olduğunu belirtmekte ve ona salâtu selâm getirip, saygı gösterip ümmet olmayı öğütlemektedir. Münacatında: “Benim hikmetlerim hadis hazinesidir/Kişi pay götürmese, bil habistir.” diyerek sünnetin hikmetlerine kaynaklık edişine vurgu yapmaktadır. Aynı şekilde “Benim hikmetlerim Sübhân’ınfermanı/Okuyup bilsen, hepsi Kur’ân'ın anlamı”” sözleriyle de Kur’an’ın, hikmetlerinin anlamsal temelini oluşturduğuna işaret etmektedir (Münacat).

İnsan

Yesevi hikmetlerinin ana teması insandır. Tek gayesi Allah’ın kullarına doğru yolu göstermektir. Hitap ettiği topluluğun fikir seviyesini ve ruh halini tamamen göz önüne almış ve onlara tasavvufi felsefenin ağdalı inceliklerini değil, daha çok şer’i ve ahlaki birtakım meseleleri nasihat verici bir emir şeklinde tebliğ ederek uhrevi saadet için mutlaka onlara bağlı kalma lüzumunu anlatmaya çalışmıştır.

“İnsanı merkeze koyan ve insanın yaratılmışların en üstünü olduğu gerçeğini sürekli olarak dile getirdiği hikmetlerinde, bu nitelikleri taşıyan insanın zamanla varlığının gereğini yerine getirmemesi yüzünden aşağıların en aşağısına düşebileceğini de dile getirir.”[368] Bu niteliklerin devlet yöneticisinde de olması gerekliliği muhakkaktır. Ele aldığımız eserde “insan” kelimesi 24 yerde, “kişi” kelimesi 67 yerde geçmektedir.

Yesevi, insanların olduğu gibi kabul edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Kendini olduğundan farklı gösterme gayretlerini yanlış bulmaktadır. Müslüman halkın elinde olanlara razı olması gerektiğini anlatmaktadır.

Ahir zaman ümmetleri süslerler evlerini;

Nefs hevaya sevinip bozar her an huylarını;

Şan ve şefkatler ile dik tutar boylarını;

Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.[369]

Yesevi, insanlar arasında bir kast sisteminin oluşmasına ve toplumun sınıflara ayrılmasına karşı çıkmakta; eşitlikten yana fikirlerini bildirmektedir. Çünkü düşüncesine göre Allah’ın karşısında herkes bir ve eşittir.

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen,

Öyle mazlûm yolda kalsa, yoldaşı ol sen,

Mahşer günü dergâhına yakın ol sen,

Ben-benlik güden kişilerden kaçtım ben işte.[370]

Yesevi, mal için birbirine acımayan, başkalarının gönlünü kırarak haksız yere dünya malını toplamaya uğraşanları hoş görmemektedir.

Ümmetim deyip dilde söyler, kalbde yalan,

Nefsi için öz cânını ateşe salan.

Şeyhim diye kişinin mâlını zorla alan,

Nezrini almayıp dîdâr görün, dostlarım ey.[371]

Dili ile ümmetim diye yalan söyler,

Kişi mâlını almak için saçma-sapan sözler,

Hâlini burda bırakıp Harâm gözler,

Câhillere bu sözleri diyesim gelir.[372]

Mâl ve pulu dert eylemez âşık kişi;

Yol üstünde toprak olup azîz başı;

Ondan sonra nûra dolar içi dışı;

Sabâha varsa, mahşer yerinde Sultân eyledim.[373]

Dünyâ için gâm yeme, Hakk’tan başkasını deme,

Kişi mâlını yeme, Sırât üzerinde tutar ha.[374]

Allah’a yüksek sevgi ile bağlanmamış insanları hayvan cinsine benzetmektedir.

Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın,

Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin,

Gönlünüzde aşk olmasa, bana ağlayın,

Ağlayanlara gerçek Aşkımı hediye eyledim.377 [375]

Ârif âşık öz cânını ateşe yakmaz,

Dertsizlere çakmağını yakıp çakmaz,

Dünyâ gelip cilve eylese dönüp bakmaz,

Aşksız kişi hayvandan beter dostlar.[376]

Yesevi’nin hikmetlerine göre; yönetici, din âlimi ya da yerel halktan bir insan açgözlü olmamalıdır. Aşağıdaki hikmetinden de kıyamet gününü düşünmeyen bu dünyayı sevenleri; dış görünüşleri insana benziyor olsa bile insan saymamaktadır.

Ey Ahmed sen Sûfi olsan sûfılik kolay değil,

Hakk Rasûlü Sûfi olup dünya malını sevmiş değil,

Dünyayı seven kişi şüphesiz bilin insan değil,

Sûfı-nakş oldun veli, asla müslüman olmadın.[377]

Taştan katı taşı süzen habersizler,

Ahiret işini geri bırakıp dünyayı arar

Ayet, hadis beyan eylesem, sert konûşur

Dışı insan, içleri şeytan olur.[378]

Hz. Yakub’un oğulları arasında geçen olayları (öz kardeşlerini kuya atan abilerin davranışını) örnek vererek o dönemki insanların başka insanlardan ne bekleyeceklerini sorguluyor:

İnsan odur, fakir olup yerde yatsa,

Toprak gibi âlem onu basıp geçse,

Yûsuf gibi kardeşi köle diye satsa;

Kulun kulu, o gün ne diye heva eylesin?[379]

Hak Mustafa dedikleri bil nasihat,

Yazık ki insan, bir-birine kılmaz izzet.

Mescid girip, taat kılmayıp kılır gıybet,

Ağlamayım mı, can mahremini bulamadım işte?[380]

Yesevi yazdığı hikmetlerinde geçen bu örneklerin halk arasında yayılmasını istemiştir:

Eğer hikmet okusa insanlar

Olur oğul bana o has talib.[381]

Kulağa almazsa bu sözü cahil

Ona insan deme; o hayvan soylu.[382]

Benim hikmetlerimi çok kişilere söyleyin

Duâ-tekbîr eyleyip rahmete bâtın[383]

Yesevi’ye göre zikrini yapan, gönlü kırık fakirlerin gönlünü alan, Allah’ın emirleri dışına çıkmayan insan ateşte yanmaz. Allah yolunda olanlar hakkında şöyle demektedir:

Sıradan kişi gelse, seçkin olur; yıldız gelse, ay olur;

Bakır gelse altın olur dervîşler sohbetinde.[384]

Cahillerden, bencillerden, malın peşinde olanlardan, yalancılardan, âşıksızlardan, dünyayı seven insanlardan kaçınmak gerektiğini söylemektedir.

Nefs yoluna giren kişi rezil olur,

Yoldan çıkıp, kayıp, tozup günâhkâr olur,

Yatsa, kalksa şeytân ile yoldaş olur,

Nefsi tep, nefsi tep, ey kötülükler işleyen.[385]

Yesevi’ye göre, kişilerde şu hasletlerin olması beklenmektedir: “Hakk’ı bilmek, kalbinde Allah ve insan sevgisi taşımak, cömert olmak, gerçekleri kabul etmek, geçer ve doğru bilgili olmak, kanaatkar olmak, nefsine hakim olmak, kendini bilmek, gönül gözü ile görmek.”[386]

Yesevi düşüncesinde insanın olgunluğa erişmesi için sadece şeriat ve tarikat bilgileriyle donanmak yeterli değildir. Bunların yaşanması ve hal ie ruhta işlenmesi ve gerçekleştirilmesi şarttır. İnsanın, “soğuk teori” ile “kuru pratik” dairesini aşması ve öze inmesi gerekmektedir. Yesevi düşüncesine göre, insanın tam anlamıyla olgunluğa erişmesi ancak teori (kal) ile pratik (hal) arasında bir bütünlük sağlandığında mümkün olacaktır. Bunun için Allah’a aşkla sarılması şarttır. Yesevi, toplumdaki imanın etkisininin hal ilminin doğası gereği yine toplumun ruhunda işlenmesiyle kuvvetlendirileceğini ileri sürmektedir.[387]

“Yesevi düşüncesinde, toplumun ahlaki normlarının bozulması imanın zayıflığı ve nefsin üstünlüğünün göstergesidir ve bu karışıklığı yeniden düzenlemenin yolu da aşktan geçmektedir.”[388] Hikmetlerinde imanı felsefi açıklamalarla anlatmaktan ziyade, insanı doğrudan tasavvufi değerlerle eğitmek ve hakikate götürmek gerektiğini ifade etmektedir.

Âşksızların hem cânı yok, hem imânı;

Rasûlullah sözünü dedim, mânâ hani,

Nice desem, işitici, bilen hani?

Habersize desem, gönlü katılaşır dostlar.[389]

Yukarıda örnek olarak vermeye çalıştığımız hikmetlerde görüldüğü gibi; Yesevi, insanları kötülükten uzak durmaya ve Allah’ın emirlerine uymaya çağırmaktadır. Bu şekilde insanlara ve topluma yön vermeye ve onları şekillendirmeye çalışmaktadır. Yesevi, nefsi terbiye edip gerçek aşka yönelmeye önem vermektedir. Hikmetlerinde kendi hayatını örnek göstererek kendi nefsi ile ne kadar mücadele ettiğini göstermektedir.

Kadın, Aile ve Toplumsal Düzen

Günümüzde; kadının topumsal hayattaki rölü, erkek ve kadın eşitliği gibi konular en önemi konulardan biridir. “Birçok toplumda, kadınların güç alanlarında etkili olmalarının önü kapatılmış; kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olmalarına, sosyal hayata aktif olarak katılmalarına, mülkiyet sahibi olmalarına, eğitim almalarına ve yönetici olmalarına izin verilmemiştir.”[390] Biliyoruz ki İslam’dan önce kadınların toplumdaki yeri erkeklerden çok farklı olmamıştır. İslam sonrasında ise kadın toplumsal hayatta rolünü ve gücünü kaybetmektedir. Fakat bu görüş sonucunda kadınların toplumdaki yeri İslam emirleri üzerine belirlendiği düşünülmemelidir.

Yesevi hikmetlerinde kadın konusuna çok yer vermemektedir. Kadın; konu olarak analık vasfı, evdeki öğreticilik vasfı; aileyi, evi, yurdu bir arada tutma vasfı üzerinde duruluyor. Divan-ı Hikmet eserinde kadın kelimesi altı yerde geçmektedir.

Kara gündür o sâat ki dünyadan sefer eylesen,

Kadın-evlâd, mâl ve mülkün hepsinden geçer olsan.[391]

Meclisine kadınları getirirler,

Halka kurup, karşısında otururlar,

Derdin var diye o kadına dokunurlar,

İşte bu benzeri bâtıl işleri yaparlar ha.[392]

Bu hikmetten anlaşılacağı gibi, o dönem kadınların karşılaştıkları sorunlarla başbaşa bırakmamışlar, aksine kadınları desteklemişler, böylece toplumdaki yerini korumaya çalışmışlardır.

İnsan konusuna önem verdiği gibi Yesevi, aile konusuna da hikmetlerinde önemli yer ayırmaktadır. Yusuf Hemedani’nin daha hayattayken verdiği halifeliği bırakıp halkının arasına dönmesi ve onları eğitmeye çabalaması da güzel örneklerden biridir. Bunda Allah’ın inayeti yanında, iyi bir aile ve çevrede yetişmiş olmasının rolü büyük olmalıdır.

Nisa süresinin 36. ayeti[393] aileye, akrabaya, komşulara, karşınıza çıkan her insana iyi muamele etmeyi emretmektedir.

Arzuluyum akrabalık ve dostluğa,

Ulu babamın türbesi o Ak Türbe’ye,

Babamın rûhu saldı beni bu gurbete;

Hiç bilmem, nasıl kusur eyledim ben işte.[394]

Gözüm açtım seni gördüm, bütün gönülü sana verdim,

Akrabalarımı terk eyledim, bana sen gereksin.[395]

Muhabbetin câmını içip dîvâneyim,

Mecnûn gibi akraba ve dostlardan uzağım.

Ey yârânlar, mumun görüp pervâneyim,

Ağlamayım mı, cân mahremîni bulamadım işte?[396]

Toplum içinde insanlar arasında hoşgörü, dil, din, renk ve cinsiyet ayrımı yapılmadan toleranslı davranış ve yaklaşımlara önem vermektedir. Daha önce bahsettiğimiz gibi, kadın ve erkeğin eşitliğine dayalı bir hayat anlayışını ortaya koymaktadır.

Kara gündür o sâat ki dünyadan sefer eylesen,

Kadın-evlâd, mâl ve mülkün hepsinden geçer olsan.[397]

Yesevi, Divan-i Hikmet eserinde birlik ve beraberlik prensiplerine yer ayırmıştır. Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetlerde[398] de birliğin önemli olduğunu görmekteyiz. Hz. Peygamber: “Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.”[399] buyurmaktadır.

Ahmet Yesevi, hikmetlerinde birlik konusunu önemsemiştir. Yaşadığı dönemdeki şartlara bakılırsa gerçekten Türk toplumu için birliğin önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi yöneticilerin kötü davranışlarından dolayı halk arasında birliğin bozulmasından yine onları sorumlu tutmaktadır. Eğer karındaşlar birlik olamazsa aileler de birlik olamaz. Ailede birlik olmazsa obalarda birlik olmaz. Obalarda birlik olmazsa budunda birlik olmaz ve nihayetinde de yurtta ve vatanda birlik olmaz. Meydan fitneci ve bozguncu zorbalara kalır.[400]

Dünya benim mülküm diyen sultanlara,

Âlem malını sayısız yığıp alanlara,

Yeme ve içme ile meşgûl olanlara,

Ölüm gelse, biri vefa eylemez imiş.[401]

Toplumsal barışın anahtarı; birbirine tahammül edebilmek, başkasının sana yaptığı olumsuzlukları yürek değirmeninde eritmektir. Böylece benlik ve ihtirasların kurbanı olmaktan kurtulup sabır âleminin mensupları arasına girebilmektir.[402]

“Zalimleri şikâyet etme, zalim kendin,

Huyun riya, etki etmez halka sözün,

Dünya malını dolu verdim doymaz gözün,

Harisleri “Siccin” içine saldım ben işte.”[403]

Geçti kulun canından, çıktı halkın sayısından,

Dostlar gider ardından, razı olun, dostlarım.[404]

Gerçek gönülde namaz kıl ki Allah bilsin,

Halk içinde rüsva ol ki alem gülsün,

Toprak gibi hor görül ki nefsin ölsün,

Himmet versen nefsimi yenip ağlasam ben.[405] [406]

Allah’a verdikleri sözü pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği bağı koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya işte lanet de onlar içindir; dünyanın kötü sonu da onlar içindir.”49 ayetine dayanarak yalan söyleyenlerin ve sözlerinde durmayanların lanetli olduklarını söylemektedir:

“El-kezzâbu lâ ümmeti”, dedi Ahmed,

Can ve gönülde salât söyleyip, ol ümmet,

Yalancıya melekler söyler lânet,

Cehennem içinde sert azap, vahşeti var.[407]

Yesevi toplumsal hayatta eğitimin büyük bir etkisi olduğunu savunmaktadır. Kişiler arası etkileşim ve toplumsal bütünleşmeyi, eğitimle elde edebileceklerini savunmaktadır. İnsanlar hem sosyalleşir hem de yardımlaşır. Böylece toplumsal barış ve birlikte yaşam kolaylaşır.

SONUÇ

İslamiyet’in kabulü Türklere yeni bir ruh ve kuvvet vermiş, Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan büyük ve uzun ömürlü imparatorlukların yaşamasında başlıca sebeplerden birisi olmuştur. Bundan daha önemlisi, İslamiyet’in ortaya koyduğu prensiplerin milli bünyelerine uyması sebebiyle Türkler varlıklarını koruyabilmişlerdir. İslam dinini kabul etmiş olan Türk boylarından hiç birisi, milli varlıklarını kaybetmemişlerdir. Bu bakımdan Türklerin İslam dinine toptan girişleri, diğer din ve medeniyetlere intisablarından farklı olarak doğurduğu büyük ve müsbet neticeler itibarıyla yalnız Türk ve İslam tarihinin bir dönüm noktasını teşkil etmekle kalmaz, dünya tarihinin de en büyük hadiselerinden biri sayılacak bir ehemmiyet taşır.

Türkler kendi iç dinamikleri ve kendi prensipleri üzerine İslam dini anlayışını oturttukları için İslam dünyasına yeni bir bakış açısı yeni bir yön vermişler ve bin yıl boyunca İslam dininin bayraktarlığını yapmışlardır. Bu dinin bir dünya dini haline gelmesi, dünyaya yayılmasında Türk bilginlerin rolü büyüktür. Onlardan birisi tezimizin konusu olan Hoca Ahmet Hazreti Sultan Yesevi’dir.

Ahmet Yesevi, Türklerin Müslümanlaşma sürecinde İslam öncesi anlayışla İslam dininin uyumla kavuşmasını sağlamıştır. Dini kendi prensipleri doğrultusnda irdeleyip halkına benimsetme amacıyla Ahmet Yesevi “Divan-ı Hikmet” adlı etkin bir eserini ortaya koymaktadır. Yesevi amacına ulaşmak için, yaşadığı dönem Arapça ve Farsça resmi dil olarak kabul edilmesine rağmen, hikmetlerini Türkçe yazmaya tercih etmiştir. Çok sade bir Türkçe ile ve Türklerin hiç yabancı olmadıkları milli şiir vezni kullanarak İslam dinini tanıtmış ve hızlı yayılmasını sağlamıştır. Yesevi din ile kültürü tek kültür odağında bütünleştirdi. Türkler bu uzlaşıyı bir araya getirip yapabildikleri için İslam dinini bir devlet dini değil bir millet dini haline getirmişler.

Yesevi’nin kurduğu Yeseviyye tarikatı, insanları sadece dine göre şekillendiren dini bir akım değildi. Bu kurum dini anlayışla birlikte, milli, toplumsal, ekonomik, siyasal vb. pekçok unsuru barındırmaktadır. Yesevi; kurduğu tarikatın nasıl olması gerektiğini ortaya koyarak devletin nasıl olması gerektiğini de ortaya koymaya çalışılmıştır. Yeseviyye tarikatı küçük bir mikro devlet olarak düşünülebilir. Tarikatın hükümleri; başında bulunan şeyhin, tarikata giren kişilerin sahip olması gereken nitelikler, eğitim sistemi, tarikatta emredilen ve yasaklanan kurallar eserlerinde ayrıntılı bir şekilde madde madde sıralanmaktadır.

Divan-ı Hikmet, İslam’ın emir ve yasaklarını, İslam ahlakını anlatan öğretici bir eserdir. Kitapta Allah’ın birliği, Hz. Peygamber sevgisi, ahiret inancı, cennet ve cehennem ve bunun gibi diğer konulardan bahsedilmektedir. Ahmet Yesevi’nin eserlerinde genelde yönetimsel ilke anlayışlarından çok bahsetmediği; sevgiden, aşktan, bağlılıktan bahsettiği görülmektedir.

Yesevi hikmetlerinin ana teması insandır. İyi insan profilini ortaya koyarak insanlara ve topluma yön vermeye ve onları şekillendirmeye çalışmıştır. Halk ve devlet başında bulunanların, yani yöneten ve yönetilenler nasıl olmaları, neler yapmaları, nelerden kaçınmaları gerektiğini ortaya koymaktadır. Yesevi, hikmetleri insan hayatını etkileyen bütün alanları içine almaktadır.

Yesevi, Kur’an-ı Kerim’de de olduğu gibi hikmetlerinde devletin şekli üzerinde durmamıştır. İnsanların sosyal hayat akışı içerisinde bulundukları şartlara uygun olarak nasıl yaşamaları gerektiği konusunda durmuştur. Yesevi’ye göre, devlet kişilerin ahlaki seviyesinde korunması gerekmektedir. Halkın mutluluğu ve huzuru emre itaat, sadakat, bağlılık ile sağlanabileceği düşüncesindedir.

Hikmetlerinde yönetici alamını taşıyan padişah, sultan, bey, hakan gibi kavramları kullanmaktadır. Hikmetlerinde göre iyi bir yönetici; adil, alçakgönüllü, bilgili, tecrübeli, sabırlı, akıllı, Allah’ın emirlerine uyan, doğru insan özelliklerine sahip birisi olmalıdır. Halk hizmetinde olan kişilerin ancak iyi davranışlarla üstün olabileceklerini vurgulamaktadır. Allah’a itaat eden yönetici, halkına kötü davranmayacağını dile getirmektedir.

Yesevi; toplum içinde dil, din, renk ve cinsiyet ayrımı yapılmadan toleranslı davranışlara önem vermektedir. Yesevi, insanlar arasında eşitliğe doğru fikirlerini bildirmektedir. İlim konusunda erkek ve kadın ayırımına karşı olduğunu eserinde sık sık dile getirmektedir; bilimsel çalışmaların ve ilim öğrenmenin hem kadına hem erkeğe farz olduğunu, bu konuda da kadınlara da erkeklerle aynı seviyede bilgi ve eğitim verilmesi gerektiğini eserinde savunmaktadır.

İnsanların daima bilimin, ilmin peşinden gitmesi gerektiğini söyler. İlim sahibi olmayan, bilgi edinemeyen insanları cahil insanlar olarak görmektedir. İlimsiz insanların rehber olamayacaklarını söylemekte, dolayısıyla yöneticiler için de ilmi önemli unsur olarak ortaya koymaktadır.

Yesevi’ye göre adalet yöneticilerin sahip olması gereken en üstün niteliklerdendir. Bazı hikmetlerine bakıldığı zaman (padişahta, vezirlerde adalet yok diyerek) yaşadığı dönemin yöneticilerini adaletsizlikle suçladığı görülmektedir. Adil insanın en güzel örneği olarak Hz. Ömer’i sürekli olarak dile getirmektedir.

Yesevi’ye göre mülk Allah’ın insanlara verdiği bir varlıktır. İnsanı bu varlıklardan daha üstün görmektedir. Yöneticilerin mülkü insanlardan daha üstün tuttuklarını hikmetlerinde yazmakta; bu duruma karşılık göstermektedir. Yesevi’ye göre, zenginlik ve makamlar geçicidir; gerçek mutluluk mal ve makamla kazanılmayacaktır.

Yesevi hikmetlerinde birlik ve beraberlik konusuna önemli vurgu yapmaktadır. Yesevi’nin yaşadığı döneme bakıldığı zaman; Türklerin yeni bir dini kabul etmiş olmaları ve onu öğrenmeye çalışan bu milletin yeni hayat tarzına geçişteki yaşadığı karmaşa; siyasi olarak birbirine üstünlük sağlama mücadelesi sonucunda yaşanan çatışmalar karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir durumda olan milletin ve devlet başkanının yaşanan sorunlarla baş edebilmesi için Ahmet Yesevi’nin “Divan-ı Hikmet”i; Kur’an’ın Müslümanlar için olduğu gibi Türk toplumu için yaşam rehberi olarak değerlendirilebilir.

“Divan-ı Hikmet” eseri Kur’an’ın Türkçe’ye basit bir çevirisi olarak kabul edilmektedir. Türkler arasında İslam’ı yaymaya amaçlayan öğretici bir eserdir. Fakat Yesevi, sadece Kur’an’ı düz çevirmekle bu alanda başarılı olamayacağını anlayarak; hem Türklüğü hem Kur’an’ı çok iyi bilen birisi olarak Türklerin iç dinamikleri ve prensipleri üzerine kendine özgü bir din anlayışı inşa etmiştir. Bundan dolayı Türk toplumu yeni din karşısında bilgisiz kalmayıp, kendi kültürleriyle uzlaşan İslam dinini kendi istekleriyle kabul etmişler. Böylece İslam dini diğer milletlerde olduğu gibi dağıtıcı değil birleştirici bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

KAYNAKÇA

Alper, Ömer Mahir, “İtaat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, XXIII (39), İstanbul 2001, s. 444

Altıntaş, Ramazan, “Emânetlerin Ehline Verilmesi”, Somuncubaba Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi, Sayı 204, Ekim 2017, s. 14, https://somuncubaba.net/wp- content/uploads/2017/10/www.somuncubaba.net-2017-10-0204.pdf, (25.05.2018)

Ahzap, 33/72

Al-i İmran, 3/189

Alşan, Hakan M., Bozkırın Serdarı Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi Sohbetler - Meseleler - Hikmetler, h yayınları, İstanbul 2017

Altuntaş, Abdurrahman, Kur’an’da Temel Siyasî Kavramlar, Gümüşhane Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013

Arsal, Sadri Maksudi, Türk Tarihi ve Hukuk, İsmail Akgün Yayınevi, İstanbul 1947

Araf, 7/172-173

Aşkar, Mustafa, “Ahmed Yesevi ve Tasavvuf Anlayışı”, Diyanet İlmi Dergi, 4/29, Ekim-Kasım-Aralık 1993, 49-62

Atmaca, Ali, Ahmet Yesevi’nin İnanç ve Düşünce Dünyası, Yüksek Lisans Tezi, Sivas 2008

Avcı, Casim, “Hilâfet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 17 Cilt, İstanbul 1998, s. 539-546

Aytaş, Gıyasettin, “Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmeti’nde İnsan”, I.Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.), Ankara, 28-30 Nisan 2017, s. 877-891

Bardakoğlu, Ali, “Ehliyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, X, İstanbul 1994, s. 533-539

Bice, Hayati, Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 33, Ankara 2016

Bakara, 2/190

Bayraktar, Mehmet, Yuns Emre ve Aşk Felsefesi,, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1994

Çağrıcı, Mustafa, “Adalet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, I, İstanbul 1988, s. 341

Çınar, Ali Abbas, “Güney Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevi Soyuna Bağlı Yatırlar/Türbeler”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Sempozyumu, Ömer Kul vd. (ed.), 1 Cilt, İstanbul, 26-28 Eylül 2016, s. 148-155

Çeliker, Hüseyin, “İslam Hukuku’nda Devlet Başkanlığı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 26/26-27, 2008, s. 251-298

Çelepi, Mehmet Surur, “Kültür Bellek Çerçevesinde Ahmed Yesevi ile Anlam Bulan Alim-Devlet Bütünleşmesi”, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 25, 2016, s. 181-198

Çetinkaya, Bayram Ali, Bilgelik Pınarı Yesevî Ahlâkında Kadîm Değerler, Mustafa Tatcı (ed.), h yayınları, İstanbul 2017

Davutoğlu, Ahmet, “Devlet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. IX, İstanbul 1994, s. 234-240

Doğan, Süleyman, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Eğitim Metodu”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 209-226

Dokgöz, Derviş, İslam Hukukunda Devlet Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004

Duralı, Şaban Teoman, “Devlet”, Afyonkarahistar I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd. (ed.), İstanbul, 19-21 Ekim 2017, s. 27-46

Demirli, Ekrem, “Vahdet-i Vücûd”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 42 Cilt, İstanbul 2012, s. 431-435

Devlet’in Kavram ve Kapsamı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınlarından, Ankara 1990

Elitok, Halil, Kur’an’da Devlet Kavramı, Yüksek Lisans Tezi, Isparta 1998

En’am, 6/61-62

Erdemir, Alim, Kur’an’da Devlet Ahlakı, Selis Kitaplar Yayınevi, İstanbul 2015

Eraslan, Kemal, “Divan-ı Hikmet”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 153-159

Eraslan, Kemal, “Fakr-Name ve Özellikleri”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 169-176

Eraslan, Kemal, Yesevi’nin Fakr-namesi, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 32, Ankara 2016

Eser, Feridun, Hace-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi Hayatı Fikirleri Eserleri, Anadolu Eksen Eğitim Yayınları, Ankara 2016, s. 37

Gömeç, Saadettin Yağmur, “Türklerde Devlet ve Hakimiyet Düşüncesi Üzerine Bir Değerlendirme”, Afyonkarahistar I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd. (ed.), İstanbul, 19-21 Ekim 2017, s. 471-489

Güler, Ali, vd., Türklük Bilgisi, Tamga Yayıncılık, Ankara 2001

Güngör, Ebubekir, “Ahmed Yesevî’ye Göre XII. Yüzyıl Türk Toplumunda İdeal Din ve Devlet Adamı Profili”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Sempozyumu, Ömer Kul vd. (ed.), 1 Cilt, s. 309-322

Güreser, Osman, İslam’da Savaş Anlayışı (İslamiyet’in Doğuşundan Emevilerin Sonuna Kadar), Yüksek lisans tezi, Manisa 2013

Genç, Reşat, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Atatürk Kültür, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2002

Hucurat, 49/9

Hac, 22/39

Hakkul, İbrahim, “Benim Hikmetlerimi Dertsize Söylemeyin!”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s.161-166

Kallek, Cengiz, “Biat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, VI, İstanbul 1992, s.120-124

Kitapçı, Zekeriya, Türkler Nasıl Müslüman Oldu? Steplerde Duyulan İlk Ezan Sesleri, Yedikubbe Yayınları, Konya 2013

Koca, Salim, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı”, Türkler, Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca (eds.), 2 Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 823-844

Koçak, Kürşat, Eski Türklerde Devlet Gelenekleri ve Törenleri (Tarih öncesi Devirlerden Türklerin İslam Dini Medeniyetine Girişine Kadar), Doktora Tezi, Ankara 2011

Konukçu, Enver, “Sayram ve Yesi”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu, Abdülkadir Yuvalı, Mustafa Argunşah ve Ali Aktan (haz.), 26-29 Mayıs 1993, s. 249-253

Koyuncu, Nuran, “İslam-Osmanlı Hukukunda Devlet Kavramı”, Necmettin Erbakan Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı, https://docplayer.biz.tr/2507095- Islam-osmanli-hukukunda-devlet-kavrami.html , (25.11.2018)

Köprülü, Fuad, “Hoca Ahmed Yesevi’nin Eseri”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.) ve Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 129-151

Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Muttasavıflar, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993

Köseoğlu, Nevzat, Devlet Eski Türklerde İslam’da ve Osmanlı’da Devlet, Ötüken Yayıncılık, İstanbul, 1997

Kuzucu, Kemalettin, vd., Türk Tarihi ve Kültürü, Reşat Genç ve İsmail Cansız (eds.), Lisans Yayıncılık, İstanbul 2009

Küçükkaya, M. Askeri, “Yeseviyye Tarikatı’nın Temel İlkeleri”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 40, Temmuz-Aralık 2018, s. 143-162

Küçükaşcı, Mustafa Sabri, “İmam”, Mustafa Öz ve Avni İlhan, “İmamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XXII, İstanbul 2000, s. 178-180

Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993

Kahveci, Niyazi, İslam Siyaset Düşüncesi, Etiş Yayıncılık, Ankara 1996

Kamacı, Koray, Teşkilat Türk Devlet Anlayışının Kadim Sırları, Murat Dinçer (ed.), Yediveren Yayınları, İstanbul 2017

Karakaş. Selim, “İlk ve Orta Zamanlarda Türklerde Devlet, Ülke ve Millet Fikri”, Türkler, Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca (eds.), 5 Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 187-202

Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslam Hukuku, İz Yayıncılık, 1 Cilt, İstanbul 2009

Karaman, Hayreddin, vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 1 Cilt, Diyanet İşleri

Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012

Karaman, Hayreddin, vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 2 Cilt, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012

Karaman, Hayreddin, vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 3 Cilt, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012

Karaman, Hayreddin, vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 4 Cilt, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012

Karaman, Hayreddin, vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 5 Cilt, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012

Karaman, Hayreddin, Anahtarlarıyla İslam Hukuku, 1 Cilt, Ensar Neşriyat Yayınları, İstanbul 1984

Kaya, Fatih, Kutadgu Bilig’e Göre Liderlik Eğitimi, Yüksek lisans Tezi, Malatya 2015

Kenjetay, Dosay, ‘’Hoca Ahmet Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri’’, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırmalar Dergisi, Aralık 1999, Sayı 2, S.105-130

Kenjetay, Dosay, “Ahmet Yesevî Düşüncesinde Vahdet-i Vücut”, 21. Yüzyılda Türk Dünyası Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Levent Eraslan, Nazım Muradov ve Elnur Ağayev (eds.), Ankara, 02-05 Aralık 2010, s. 41-46

Kenjetayev, Dosay, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, Doktora Tezi, Ankara 2003

Mü’min, 40/12

Müslim, Birr, 66, Muhyiddin en-Nevivi , Riyâzü’s-Sâlihîn Metin ve Çeviri, Emin Özafşar ve Bünyamin Erul (çev.), Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, 1 Cilt, Ankara 2014, s. 246

Nar, Cemal, “İslam’da Devlet ve Siyaset”, Beyan Yayınları, İstanbul 2007, s. 75

Nisa, 4/36

Nisa, 4/58

Nisa, 4/59

Niyazi, Mehmed, İslam Devlet Felsefesi, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2010

Niyazi, Mehmed, Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2011

Nahl, 16/125

Nahl, 16/90

Nesefî, Azizüddin, Tasavvufta İnsan Meselesi İnsan-ı Kâmil, Mehmet Kanar (çev.), Dergâh Yayınları, İstanbul 1990

Nevevi, İmam, Riyâzu’s-Sâlihîn, Hanifi Akın (ter.), Ensar Neşriyat Yayınları, İstanbul 2008

Öngören, Reşat, “Zikir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 44 Cilt, İstanbul 2013, s. 409-412

Öz, Mustafa ve İlhan, Avni, “İmamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 22 Cilt, İstanbul 2000, s.201-203

Özdinç, Rıdvan, “Ahmed Yesevî'de İtikadî Unsurlar”, I.Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.), Ankara, 28-30 Nisan, 2017, s. 649-658

Özdamar, Ramazan, İslamiyet Öncesi Türkler ’de Hâkimiyet Mevhumu (Ülke, Hükümet, Hürriyet, Millet) Üzerine bir Değerlendirme, Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 1997

Özköse, Kadir, “Ahmed Yesevi ve Divan-ı Hikmet”, Tasavvuf: İlmi ve Akademik /Araştırma Dergisi, Sayı 16, 2006, s. 293-312

Özel, Ahmet, “Klasik İslâm Devletler Hukukunda Ülke Kavramı ve Günümüzdeki Durum: İbn Teymiyye’nin Mardin Fetvası ile Benzeri Diğer Bazı Fetvalar”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 43, 2012, s.41-64

Özervarlı, M. Sait, “Mülk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 31 Cilt, İstanbul 2006, s. 540

Rıdvanoğlu, Ahmet Eğilmez, Açıklamalı Divan-ı Hikmet, Erhan Yayınları, İstanbul 2014

Ra’d, 13/25

Sad, 38/26

Sağlam, Hadi, “İslam İdare Hukukunda Yönetim Şekli”, Universal Journal of Theology (UJTE), 2/1, 2017, s. 36-57, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/284418 , (27.11.2018)

Şirvani, Harun Han, İslamda Siyasi Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar, Kemal Kuşcu (çev.), İrfan Yayınevi, İstanbul 1965

Şafak, Baran, Ahmed Yesevi’nin Hayatı Eserleri ve Eserlerindeki Bilgi Meselesi, Yüksek Lisans Tezi, Konya 1990

Şahin, Muhammet, Türk Tarihi ve Kültürü, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2004

Şapolyo, Enver Behnan, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Milenyum Yayınları, İstanbul 2013

Şaylıgil, Ömür ve Özden, Hilmi, “Divan-ı Hikmet’te Günümüz Bilim ve İnsan İlişkisinin Temelleri”, I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.), Ankara, 28-30 Nisan 2017, s.607-622

Taslaman, Caner ve Taslaman, Feryal, İslam ve Kadın, İstanbul Yayınevi, İstanbul 2019

Taşağıl, Ahmet, “Gök Türk Devlet Modeli”, Afyonkarahistar I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd. (ed.), İstanbul, 19­21 Ekim 2017, s. 111-133

Toksarı, Ali, “Emanet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, XXI, İstanbul 1995, s. 82

Tosun, Necdet (ed.), Hoca Ahmed Yesevi Seçme Makaleler, Ahmet Yesevi Üniversitesi İnceleme Araştırma Dizisi, Yayın No: 40, Ankara 2017, s. 151

Tosun, Necdet (ed.), Ahmed Yesevî, Hoca Ahmet Yesevî Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme Araştırma Dizisi, Yayın No: 23, Ankara 2015

Tuğral, Oğuz, Kutadgu Biliğ ve Siyasetname’de Devlet Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Niğde 2008

Turhan, Abdullah, Kur ’an’da Yönetim Kavram ve İlkeleri, Konya 2010

Turhan, Abdullah, Kur’an’da Yönetim Kavram ve İlkeleri, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2010

Turan, Bozkurt, Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi, Yılmaz Basım, İstanbul 2012

Türcan, Talip, “Ulü’l-Emr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 42 Cilt, İstanbul 1994, s. 295-297

Türcan, Talip, “Şûra”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 39 Cilt, İstanbul 2010, s. 230-235

Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği: Dün-Bugün, Bilge Kültür Sanat Yayınevi, İstanbul 2015

Tatcı, Mustafa (ed.), Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 29, 2016

Uludağ, Süleyman, “Fakr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 12 Cilt, İstanbul 1995, s. 132-134

Uludağ, Süleyman, “Halife”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 15 Cilt, İstanbul 1997, s. 299-300

Yıldırım, Ahmet, “Hoca Ahmed Yesevî ve İslam Medeniyetindeki Yeri”, Muhafazakar Düşünce Dergisi İslam Medeniyetini Kuran Düşünürler II, Cemal Fedayi (ed.), Sayı 45-46, Temmuz-Aralık 2015, s. 53-64

Yıldırım, Ahmet, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’inde Hz. Peygamber Tasavvuru”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Sempozyumu, Ömer Kul vd. (ed.), 1 Cilt, İstanbul, 26-28 Eylül 2016, s. 99-127

Yıldırım, Ahmet, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2012

Yıldız, Hakkı Dursun, İslamiyet ve Türkler, Kamer Yayınları, İstanbul 2000

Yılmaz, Gökhan, “Türk Devlet Felsefesinde “Kut”, “Erdem” ve “Töre” Kavramları ile Bunların Aralarındaki İlişki”, Kutadgubilig Felsefe Bilim Araştırmaları Dergisi, Sayı 26,                            Ekim            2014,             s.                    311-374,

http://uvt.ulakbim.gov.tr/uvt/index.php?cwid=9&vtadi=TSOS&c=ebsco&ano=177 966 590fe775ced32ac2f90c1bea6b4788f3& , (31.10.2018)

Yalçınkaya, Mustafa, “Ahmed Yesevi ve Divan-ı Hikmet”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 26/1, 1968, s. 15-24

Yazıcı, Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007

Yetkin, Aydın, “Divan-ı Hümayun”, International Journal of Social Science, 5/5, s. 353­390,                                               Ekim                                             2012,

http://www.jasstudies.com/Makaleler/127766328 yetkinayd%C4%B1n 335­372 5-5 T.pdf, (23.10.2018)

 



[1]   Şaban Teoman Duralı, “Devlet”, Afyonkarahistar I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd. (ed.), İstanbul, 19-21 Ekim 2017, s. 27

[2]   Ahmet Davutoğlu, “Devlet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. IX, İstanbul 1994, s. 234

[3] Kemalettin Kuzucu vd., Türk Tarihi ve Kültürü, Reşat Genç ve İsmail Cansız (ed.), Lisans Yayıncılık, İstanbul 2009, s. 37

[4] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği: Dün-Bugün, Bilge Kültür Sanat Yayınevi, İstanbul 2015, s. 98

[5] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s. 236

[6] Kürşat Koçak, Eski Türklerde Devlet Gelenekleri ve Törenleri (Tarih öncesi Devirlerden Türklerin İslam Dini Medeniyetine Girişine Kadar), Doktora Tezi, Ankara 2011, s. 3

[7] Eski Türkçe’de “İl” kelimesi ile ifede edilmekte idi.

[8] Kuzucu vd., Türk Tarihi ve Kültürü, s. 47

[9]  Salim Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı”, Türkler, Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca (ed.), C. II, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 823

[10] Oğuz Tuğral, Kutadgu Biliğ ve Siyasetname ’de Devlet Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Niğde 2008, s. 33

[11] Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İsmail Akgün Yayınevi, İstanbul 1947, s. 263-264

[12] Mehmed Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2011, s. 23

[13]  Saadettin Yağmur Gömeç, “Türklerde Devlet ve Hakimiyet Düşüncesi Üzerine Bir Değerlendirme”, Afyonkarahistar I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd. (ed.), İstanbul, 19-21 Ekim 2017, s. 471

[14] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s. 221

[15] Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2002, s. 39

[16]  Salim Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı”, Türkler, Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca (eds.), 2 Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 823

[17]  Ahmet Taşağıl, “Gök Türk Devlet Modeli”, Afyonkarahistar I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd. (ed.), İstanbul, 19-21 Ekim 2017, s. 121

[18] Selim Karakaş, “İlk ve Orta Zamanlarda Türklerde Devlet, Ülke ve Millet Fikri”, Türkler, Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca (eds.), 5 Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 190-191

[19] Muhammet Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2004, s.23

[20] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, Tamga Yayıncılık, Ankara 2001, s. 49

[21] Koray Kamacı, Teşkilat Türk Devlet Anlayışının Kadim Sırları, Yediveren Yayınları, İstanbul 2017, s.

25

[22] Dosay Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, Doktora Tezi, Ankara 2003, s. 53

[23] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, Tamga Yayıncılık, Ankara 2001, s. 49

[24] Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, s. 41

[25] Taşağıl, “Gök Türk Devlet Modeli”, s. 116

[26] Ramazan Özdamar, İslamiyet Öncesi Türkler’de Hakimiyet Mevhumu (Ülke, Hükümet, Hürriyet, Millet) Üzerine bir Değerlendirme, Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 1997, s. 13

21Devlet’in Kavram ve Kapsamı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınlarından, Ankara 1990, s. 3

[28] Muhammet Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2004, s. 24

[29] Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı”, s. 824

[30] Mete Han (M.Ö. 209), Vergi olarak at ve kadın istemelerine itirazsız bu istekleri yerine getirmiştir, fakat toprak isteklerini reddetmiştir. Toprağın devletin malı olduğunu ve arazi terk etmenin imkân dâhilinde bulunmadığını söyleyerek savaş kararı alır.

[31] Özdamar, İslamiyet Öncesi Türkler ’de Hâkimiyet Mevhumu (Ülke, Hükümet, Hürriyet, Millet) Üzerine bir Değerlendirme, s. 71

[32] Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü, s. 24

[33] Hz. Peygamber: “Sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir ki, kullarından her mazlum ona sığınır. Eğer adalet ederse (Allah katındaki) ücretini alır. Halkın da bu duruma şükretmesi gerekir. Eğer haksızlık, zulüm yaparsa, onu vebali ona aittir, Halk ise sabır etmekle yükümlüdür.” buyurmuştur (Bezzar, 12/17; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 9/475)

[34] Kut, Tanrı tarafından verildiğinden dolayı su veya nefes kadar kutsal kabul edilmiştir. “Kut”, kendisini “Tanrı kutu” olarak unvanlandıran Mete’den beri, siyasal iktidar ile birlikte anılmış ve 1000 yıldan uzun süre hükümdar unvanlarında yaşamış bir kavramdır: Kutlug Kağan, Kutluk Bilge Kül Kağan, Alp Kutluk Bilge Kağan, Ay Tengride Kut Bulmış Alp Külüg Bilge Kağan... çok sayıdaki örneklerin birkaçıdır. Siyasi iktidara sahip olabilmenin en temel şartlarından biri olarak görülen “kut”, tarih boyunca, “Tanrıkut”, “İdikut” gibi unvanlarla “Kutluğ”, “Kutalmış” gibi adlarda yaşayagelmiştir.

“Kut” sahibi olabilmek için töre’nin belirlediği erdemlere sahip olmak gerekir.

[35] Özdamar, İslamiyet Öncesi Türkler ’de Hakimiyet Mevhumu (Ülke, Hükümet, Hürriyet, Millet) Üzerine bir Değerlendirme, s. 72

[36] Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı”, s. 828

[37]  Gökhan Yılmaz, “Türk Devlet Felsefesinde “Kut”, “Erdem” ve “Töre” Kavramları ile Bunların Aralarındaki İlişki”, Kutadgubilig Felsefe Bilim Araştırmaları Dergisi, Sayı 26, Ekim 2014, http://uvt.ulakbim.gov.tr/uvt/index.php?cwid=9&vtadi=Ts0s&c=ebsco&ano=177966 590fe775ced32ac2 f90c1bea6b4788f3& , (31.10.2018), s. 312

“Tanrı-Kut”, “Kutluğ”, “Tengride Kut Bolmuş”, “Iduk-Kut”, “İlig-Kut”

[38] Güler vd., Türklük Bilgisi, s. 53

[39] Kuzucu vd., Türk Tarihi ve Kültürü, s. 39

[40] Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı”, s. 827

[41] Nevzat Köseoğlu, Devlet Eski Türklerde İslam ’da ve Osmanlı ’da Devlet, Ötüken Yayıncılık, İstanbul, 1997, s. 153

[42] Niyazi Kahveci, İslam Siyaset Düşüncesi, Etiş Yayıncılık, Ankara 1996, s. 31

[43] Asıl hüküm ayetleri elli kadardır.

[44] Harun Han Şirvani, İslamda Siyasi Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar, Kemal Kuşcu (çev.), Nur Yayınları, İstanbul 1965, s. 102

[45] Şirvani, İslamda Siyasi Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar, s. 183-188

[46] Şirvani, İslamda Siyasi Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar, s. 130

[47]  Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 8

[48] Halil Elitok, Kur ’an’da Devlet Kavramı, Yüksek Lisans Tezi, Isparta 1998, s. 5

[49]  Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 8

[50] Halil Elitok, Kur ’an’da Devlet Kavramı, Yüksek Lisans Tezi, Isparta 1998, s. 6

[51] Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, s. 70

[53] Casim Avcı, “Hilâfet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.

XVII, İstanbul 1998, s. 539

[55]  Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 16

[56]   Hüseyin Çeliker, “İslam Hukuku’nda Devlet Başkanlığı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 26/26-27, 2008, s. 256

[57] Cemal Nar, “İslam’da Devlet ve Siyaset”, Beyan Yayınları, İstanbul 2007, s. 75

[58] Avcı, “Hilâfet”, s. 539

[59]   Hüseyin Çeliker, “İslam Hukuku’nda Devlet Başkanlığı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 26/26-27, 2008, s. 252

[60]   Abdurrahman Altuntaş, Kur’an’da Temel Siyasî Kavramlar, Gümüşhane Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013, s. 29

[61]   Süleyman Uludağ, “Halife”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XV, İstanbul 1997, s. 299

[62] Sad, 38/26, Hayreddin Karaman vd., Kur ’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. IV, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s. 572

[63] Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. IV, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s. 577

[64] Nevzat Köseoğlu, Devlet Eski Türklerde İslam ’da ve Osmanlı ’da Devlet, Ötüken Yayıncılık, İstanbul, 1997, s. 98

[65]  Mustafa Öz ve Avni İlhan, “İmamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 22 Cilt, İstanbul 2000, s. 201

[66]   Talip Türcan, “Ulü’l-Emr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XLII, İstanbul 1994, s. 295

[67] Nisa, 4/59, Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. II, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s. 85

[68] Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. II, s. 87

[69]   Abdurrahman Altuntaş, Kur’an’da Temel Siyasî Kavramlar, Gümüşhane Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013, s. 214

[70]  Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 18

[71] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, C. I, İz Yayıncılık, İstanbul 2009, s. 53

[72] Mehmed Niyazi, İslam Devlet Felsefesi, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2010, s. 34-35

[73] Hayreddin Karaman, Anahtarlarıyla İslam Hukuku, C. 1, Ensar Neşriyat Yayınları, İstanbul 1984, s. 182-183

[74]   Nuran Koyuncu, “İslam-Osmanlı Hukukunda Devlet Kavramı”, Necmettin Erbakan Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı, https://docplaver.biz.tr/2507Q95-Islam-osmanli-hukukunda-devlet- kavrami.html, (25.11.2018), s. 7

[75] Mü’min, 40/12

[76] Halil Elitok, Kur ’an’da Devlet Kavramı, Yüksek Lisans Tezi, Isparta 1998, s. 30-31

[77] Niyazi, İslam Devlet Felsefesi, s. 31

[78] Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 57

[79]   Ahmet Özel, “Klasik İslâm Devletler Hukukunda Ülke Kavramı ve Günümüzdeki Durum: İbn Tevmiyve’nin Mardin Fetvası ile Benzeri Diğer Bazı Fetvalar”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 43, 2012, s. 43

[80] Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 58

[81] Koyuncu, “İslam-Osmanlı Hukukunda Devlet Kavramı”, s. 9

[82]  Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 11

[83] En’am, 6/61-62

[84]  Al-i İmran, 3/189, Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. I, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s. 730

[85]  Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 13

[86] Mustafa Çağrıcı, “Adalet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, I, İstanbul 1988, s. 341

[87] Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. II, s. 135

[88] Abdullah Turhan, Kur ’an’da Yönetim Kavram ve İlkeleri, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2010, s. 97

[89] Sad, 38/26

[90] Turhan, Kur ’an’da Yönetim Kavram ve İlkeleri, s. 72

[91] Ali Bardakoğlu, “Ehliyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,

X, İstanbul 1994, s. 533

[92] Abdullah Turhan, Kur ’an’da Yönetim Kavram ve İlkeleri, Konya 2010, s. 65

[93] Nisa, 4/58

[94]  Ali Toksarı, “Emanet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, XXI, İstanbul 1995, s. 82

[95] Ramazan Altıntaş, “Emânetlerin Ehline Verilmesi”, Somuncubaba Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi, Sayı 204, Ekim 2017, s. 14,

https://somuncubaba.net/wp-content/uploads/2017/10/www.somuncubaba.net-2017-10-0204.pdf,

(25.05.2018)

[96]   Ömer Mahir Alper, “İtaat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, XXIII (39), İstanbul 2001, s. 444

[97] Nisa, 4/59

[98]   Abdurrahman Altuntaş, Kur’an’da Temel Siyasî Kavramlar, Gümüşhane Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013, s. 198

[99] Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. II, s. 87

[100] Cengiz Kallek, “Biat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, VI, İstanbul 1992, s.120

[101] Altuntaş, Kur’an’da Temel Siyasî Kavramlar, s. 172

[102] Kallek, “Biat”, s. 120

[103]  Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 15

[104] Altuntaş, Kur ’an’da Temel Siyasî Kavramlar, s. 190

[105] Talip Türcan, “Şûra”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.

XXXIX, İstanbul 2010, s. 230-231

[106] Altuntaş, Kur ’an’da Temel Siyasî Kavramlar, s. 22

[107] Cemal Nar, “İslam’da Devlet ve Siyaset”, Beyan Yayınları, İstanbul 2007, s. 52

[108] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, Tamga Yayıncılık, Ankara 2001, s. 75

[109] Kuteybe’nin İslamlaştırma medotları; İslam dininin önüne geçmemesi için o topraklarda mevcut olan Budizm ve Zerdüstlük inançlarının tamamen yok etmesi, heykellerin yok etmesi; Buhara, Baykent ve Semerkant şehirlerinde camilerin yapılması; Müslüman Arap ailelerin bu şehirde yerleştirilmesi; Cuma namazlarım zorunlu kılması (gelmeleri için 2 dirhem para verilmesi).

[110] Muhammet Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2004, s. 32

[111] Hakkı Dursun Yıldız, İslamiyet ve Türkler, Kamer Yayınları, İstanbul 2000, s. 28

[112] Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s. 35

[113] Muhammet Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2004, s. 32

[114]  Zekeriya Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu? Steplerde Duyulan İlk Ezan Sesleri, Yedikubbe Yayınları, Konya 2013, s. 73

[115] Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu? Steplerde Duyulan İlk Ezan Sesleri, s. 96

[116] Ali Güler, vd., Türklük Bilgisi, Tamga Yayıncılık, Ankara 2001, s. 78

[117] Yazıcı Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s. 148

[118] Fatih Kaya, Kutadgu Bilig’e Göre Liderlik Eğitimi, Yüksek lisans Tezi, Malatya 2015, s. 27

[119] Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s. 160

[120] Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, s. 152-160

[121] Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Atatürk Kültür, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2002, s.

4

[122] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Atatürk Kültür, s. 183

[123] Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, s. 139

[124] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, s. 56-66

[125] Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, s. 143

[126] Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, s. 144-145

[127] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, s. 183

[128] Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, s. 147

[129] Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. II, s. 135

[130] Alim Erdemir, Kur ’an’da Devlet Ahlakı, Selis Kitaplar Yayınevi, İstanbul 2015, s. 28

[131]  Ahmet Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2012, s. 29

[132] İslam şehri olan Sayram’ın ahalisi üç uruğa yani üç sınıfa ayrılıyordu. 1-Nesepleri eski Tacik şahlarına kadar giiden Şah Uruğu, 2-Eski Emir ve Mirzalara kadar giden Emir Uruğu, 3-Hz.Ali Torunlarından olan Hoca Uruğu. Ahmet Yesevi’nin - Hoca Ahmet Yesevi denmesinin nedeni üçüncü uruğdan anlaşılmaktadır. Sayram’da İmam Muhammed b. Ali neslinden gelenlere ve onlara bağlı olanlara “hace” dendiği için Ahmet Yesevi’ye “Hace” de denmiştir.

[133]  Enver Konukçu, “Sayram ve Yesi”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu, Abdülkadir Yuvalı, Mustafa Argunşah ve Ali Aktan (haz.), 26-29 Mayıs 1993, s. 250

[134] Türkistan bölgesi; İran’ın Horasan bölgesinden başlayarak Kuzey Afganistan dahil Pamir ve Hindukuş- Kunlun (Karanlık) dağlarının kuzey eteklerinden Çin’in Tun-huang bölgesine kadar uzanan, oradan Mançurya’nın batısına ulaşan, Moğolistan’la birlikte Güney Sibirya’nın tamamını içine alan, batıda Ural dağları ile Volga ırmağının Hazar denizine ulaştığı noktaya kadar devam eden geniş bir alanı kaplar. “Yesi” şehri ancak Soviyet döneminde “Türkistan” olarak değiştirilmiştir. Günümüzde Türkistan kenti manevi merkez olarak kabul edilmektedir. Buna kanıt olarak Azerbaycan’da gerçekleştirilen TURKSOY 34. Dönem Daimi Konseyi toplantısında, Kazakistan’ın Türkistan kentinin “2017 Türk Dünyası Kültür Başkenti” seçilmesine karar verilmiştir.

[135] Türkistan bölgesi - Maveraünnehir ve Horosan bölgelerini içine alan büyük bir coğrafya adıdır.

[136]  Mustafa Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 29, Ankara 2016, s. 146

[137] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 84

[138] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 84

[139] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 52

[140] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlkMuttasavıflar, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s. 76-77

[141]  Hayati Bice, Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 33, Ankara 2016, s. 68

[142] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 46

[143] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 50

[144] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 90

[145] Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s. 162

[146] Tam adı Ebu Yakub Yusuf b. Eyyub b. Yusuf b. Huseyn Vehre el-Buzencirdi el-Hemedani. Halifeleri: Abdullah Berki, Hasan Andaki, Ahmet Yesevi.

[147] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 55

[148] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Muttasavıflar, s. 31

[149] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 456

[150] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 55

[151]  Ahmet Yıldırım, “Hoca Ahmed Yesevi’nin Divân-ı Hikmet’inde Hz. Peygamber Tasavvuru”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Sempozyumu, C. I, İstanbul, 26-28 Eylül 2016, s. 99

[152] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 68

[153] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 68

[154]  Necdet Tosun (ed.), Ahmed Yesevî, Hoca Ahmet Yesevî Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme Araştırma Dizisi, Yayın No: 23, Ankara 2015, s. 70

[155] Tosun, Ahmed Yesevî, s. 70

[156] Kaynaklarda genellikle net bir tarih belirtilmemektedir. Mevcutlar ise 1093, 1050, 1103 tarihlerinde olduğu gösterilmektedir.

[157] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Muttasavıflar, s. 37

[158] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 68

[159] Rivayetlere göre, Emir Timur Yesevi’yi rüyasında görür ve Buhara’nın fethedildiği müjdesini verir. Gördüğü rüyadan sonra yola çıkar ve Buhara’yı fetheder. Yesevi’ye olan manevi borcunu ödemek amaçla türbesini yaptırır. Türbenin yapımı iki senede tamamlanır.

[160] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Muttasavıflar, s. 37-41

[161]  Sır Derya havzası olarak da denilmektedir. Amu Derya (Ceyhun) ile Sır Derya (Seyhun) arasındaki bölgedir. Bu coğrafyada Aral Göl, Tyan-Şan dağlarının güney bölgesi, Yarkent havzasındaki Kulca ve Kaşgar şehirleri yer almaktadır. Bölgenin Amu Derya boyunda Buhara ve Semerkand bulunurken, Sır Derya boyunda da Otrar, Sıgınak, İsficab, Yesi, Savran (Sauran), Barçınlığkent, Yenikent, Sütkent gibi birçok şehirler bulunmaktadır.

[162]  Ahmet Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2012, s. 15

[163] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, s. 16

[164] Ebubekir Güngör, “Ahmed Yesevî’ye Göre XII. Yüzyıl Türk Toplumunda İdeal Din ve Devlet Adamı Profili”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Sempozyumu, C. I, İstanbul, 26-28 Eylül 2016, s. 309

[165]  Hikmetlerin yayılmasına öncelikle yeni nesillerin, yani çocukların yetiştiricileri olan Türkistan kadınlarının katkıları da oldukça önemlidir. Daha Hoca Ahmet Yesevi hayattayken onun hikmetlerini öğrenmek ve öğretmek çabası, kızı Gevher Şehnaz Hanım vasıtasıyla önce komşulara, çevre köylerin kadınlarına ve sonra da dalga dalga bütün Türkistan’a yayıldı.

[166] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi ’nin Hadis Kültürü, s. 21

[167] Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu? Steplerde Duyulan İlk Ezan Sesleri, s. 26-27

[168] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, s. 17

[169] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, Tamga Yayıncılık, Ankara 2001, s. 80

[170] Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Atatürk Kültür Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2002, s.

[171] Dosay Kenjetay, ‘’Hoca Ahmet Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri’’, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırmalar Dergisi, Aralık 1999, Sayı 2, s. 107

[172] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, s. 18

[173] Tamgaç Buğra Kara Hakan Ebu İshak İbrahim b. Nasr’ın torunudur

[174] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, s. 19

[175] Sultan Melikşah - Büyük Selçuklu Devleti’nin hükümdarı (1055-1092).

[176] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, s. 22-23

[177] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, s. 19

[178] Kenjetay, ‘’Hoca Ahmet Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri’’, s. 110

[179]  Mehmet Surur Çelepi, “Kültür Bellek Çerçevesinde Ahmed Yesevi ile Anlam Bulan Alim-Devlet

Bütünleşmesi”, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 25, 2016, s. 183

[181] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi ’nin Hadis Kültürü, s. 80

[182] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 170

[183] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, s. 23

[184] Yesevi’nin yaşadığı Karahanlı Devletinin diğer Türk Devletlerinden büyük bir farkı resmi dil olarak Türkçe olmasıdır (Gazneliler ve Selçuklular Devletlerinde resmi dil Arapçadır).

[185] Baran Şafak, Ahmed Yesevi ’nin Hayatı Eserleri ve Eserlerindeki Bilgi Meselesi, Yüksek Lisans Tezi, Konya 1990, s. 23

[186] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 169

[187] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi ’nin Hadis Kültürü, s. 82

[188] Mustafa Aşkar, “Ahmed Yesevi ve Tasavvuf Anlayışı”, Diyanet İlmi Dergi, 4/29, Ekim-Kasım-Aralık 1993, s. 58

[189] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Muttasavıflar, s.156

[190] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, s. 81-82

[191]  Ahmet Yıldırım, “Hoca Ahmed Yesevî ve İslam Medeniyetindeki Yeri”, Muhafazakar Düşünce Dergisi İslam Medeniyetini Kuran Düşünürler II, Cemal Fedayi (ed.), Sayı: 45-46, Temmuz-Aralık 2015, s. 56

[192] Tosun (ed.), Ahmed Yesevî, s. 77

[193] Kur’an’daki NahlSüresi’nin 125’inci ayetinde geçen “hikmet” kavramı seçilerek “Hikmet” adı verilen bu dörtlükler ortaya çıkmış, daha sonra da bu hikmetlerin bir araya gelmesiyle Dîvân-ı Hikmet oluşmuştur.

[194] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, s. 489

[195] Tosun, Ahmed Yesevî, s. 77

[196] Kur’ân-ı Kerîm’de hikmet on yerde, kitap kelimesiyle beraber olmak üzere yirmi defa geçmektedir; ayrıca üç defa “mülk”, birer defa da mev‘iza, hayır, âyet kelimeleriyle birlikte kullanılmıştır.

[197]  Mehmet Surur Çelepi, “Kültür Bellek Çerçevesinde Ahmed Yesevi ile Anlam Bulan Alim-Devlet Bütünleşmesi”, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 25, 2016, Pamukkale 2016, s. 186

[198] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 66

[199] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 363

[200] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s.18

[201] Çelepi, “Kültür Bellek Çerçevesinde Ahmed Yesevi ile Anlam Bulan Alim-Devlet Bütünleşmesi”, s.

185

[202] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Muttasavıflar, s. 121

[203] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, s. 141

[204] Baran Şafak, Ahmed Yesevi ’nin Hayatı Eserleri ve Eserlerindeki Bilgi Meselesi, Yüksek Lisans Tezi, Konya 1990, s. 23

[205] Kadir Özköse, “Ahmed Yesevi ve Divan-ı Hikmet”, Tasavvuf: İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı 16, 2006, s. 305-306

[206] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi ’nin Hadis Kültürü, s. 68

[207] Kemal Eraslan, “Divan-ı Hikmet”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 156-157

[208] Tosun (ed.), Ahmed Yesevî, s. 22

[209] Ali Atmaca, Ahmet Yesevi ’nin İnanç ve Düşünce Dünyası, Yüksek Lisans Tezi, Sivas 2008, s. 21

[210]   Süleyman Uludağ, “Fakr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XII, İstanbul 1995, s. 132-134

[211] Kemal Eraslan, Yesevi’nin Fakr-namesi, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 32, Ankara 2016, s. 6

[212]  Kemal Eraslan, “Fakr-Name ve Özellikleri”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 172-173

[213] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 18

[214] Tosun, Ahmed Yesevî, s. 22

[215] Tosun, Ahmed Yesevî, s. 22

[216] Ekrem Demirli, “Vahdet-i Vücûd”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XLIV, İstanbul 2012, s. 431

[217] Dosay Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, Doktora Tezi, Ankara 2003, s. 113

[218] Demirli, “Vahdet-i Vücûd”, s. 431

[219] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 144

[220]   Dosay Kenjetay, “Ahmet Yesevî Düşüncesinde Vahdet-i Vücut”, 21. Yüzyılda Türk Dünyası Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Levent Eraslan, Nazım Muradov ve Elnur Ağayev (ed.), Ankara, 02­05 Aralık 2010, s. 44

[221] Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, s. 117

[222] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 263

[223] Araf, 7/172-173

[224] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 77

[225] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 192

[226] Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, s. 126

[227] Azizüddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi İnsan-ı Kâmil, Mehmet Kanar (çev.), Dergâh Yayınları, İstanbul 1990 s. 131

[228] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 94

[229] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 230

[230] Mehmet Bayraktar, Yuns Emre ve Aşk Felsefesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1994, s.

75

[231] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 279

[232] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, s. 48

[233] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, s. 70

[234] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, s. 100

[235] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, s. 46

[236] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, s. 102

[237] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, s. 193

[238] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, s. 479

[239] Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Milenyum Yayınları, İstanbul 2013, s. 101

[240] Feridun Eser, Hace-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi Hayatı Fikirleri Eserleri, Anadolu Eksen Eğitim Yayınları, Ankara 2016, s. 37

[241] Eser, Hace-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi Hayatı Fikirleri Eserleri, s. 38

[242] Necdet Tosun, Hoca Ahmed Yesevi Seçme Makaleler, Ahmet Yesevi Üniversitesi İnceleme Araştırma Dizisi, Yayın No: 40, Ankara 2017, s. 151

[243]  Ali Abbas Çınar, “Güney Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevi Soyuna Bağlı Yatırlar/Türbeler”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Sempozyumu, Ömer Kul vd. (ed.), C. I, İstanbul, 26-28 Eylül 2016, s. 149

[244] Eser, Hace-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi Hayatı Fikirleri Eserleri, s. 42

[245] M. Askeri Küçükkaya, “Yeseviyye Tarikatı’nın Temel İlkeleri”, Harran Üniversitesi ilahiyat Fakültesi

Dergisi, Sayı 40, Temmuz-Aralık 2018, s. 151

[246] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 249

[247] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 175

[248] Eser, Hace-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi Hayatı Fikirleri Eserleri, s. 41

[249] Küçükkaya, “Yeseviyye Tarikatı’nın Temel İlkeleri”, s. 146

[250] Ahmet Eğilmez Rıdvanoğlu, Açıklamalı Divan-ı Hikmet, Erhan Yayınları, İstanbul 2014, s. 41-43

[251] Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, s. 163

[252] Dosay Kenjetay, ‘’Hoca Ahmet Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri’’, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırmalar Dergisi, Aralık 1999, Sayı 2, s. 121.

[253] Kenjetay, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, s. 225

[254] Ebubekir Güngör, “Ahmed Yesevî’ye Göre XII. Yüzyıl Türk Toplumunda İdeal Din ve Devlet Adamı Profili”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Sempozyumu, Ömer Kul vd. (ed.), C. I, s. 313

[255] İmam Nevevi, Riyâzu’s-Sâlihîn, Hanifi Akın (ter.), Ensar Neşriyat Yayınları, İstanbul 2008, s. 458

[256] Mustafa Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 29, Ankara 2016, s. 195

[257] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 127

[258] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 126

[259] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 127

[260] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 127

[261] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 127

[262] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 127

[263] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 265

[264] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 490

[265]  M. Sait Özervarlı, “Mülk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XXXI, İstanbul 2006, s. 540

[266] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 229

[267] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 418

[268] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 341

[269] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 145

[270] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 273

[271] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 290

[272] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 242

[273] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 168

[274] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 224

[275] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 353

[276] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 66

[277] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 69

[278] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 199

[279] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 276

[280] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 216

[281] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 471

[282] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 447

[283] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 460

[284] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 221

[285] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 460

[286] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 436

[287] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 332

[288] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 441

[289] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 445

[290] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 227

[291] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 86

[292] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 406

[293] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 282

[294] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 169

[295] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 112

[296] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 113

[297] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 264

[298] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 273

[299] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 144

[300] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 310

[301]  Kürşat Koçak, Eski Türklerde Devlet Gelenekleri ve Törenleri (Tarih öncesi Devirlerden Türklerin İslam Dini Medeniyetine Girişine Kadar), Doktora Tezi, Ankara 2011, s. 30-31

[302] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî   ,    s.      422

[303] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî   ,    s.      111

[304] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî   ,    s.      157

[305] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî   ,    s.      241

[306] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî   ,    s.      255

[307]  Mustafa Yalçınkaya, “Ahmed Yesevi ve Divan-ı Hikmet”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 26/1, 1968, s. 19-20

[308] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 494

[309] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 44

[310] Rıdvan Özdinç, “Ahmed Yesevî'de İtikadî Unsurlar”, I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu

Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.), Ankara, 28-30 Nisan, 2017, s. 649

[311] Nahl, 16/125

[312] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 58

[313] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 233

[314] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 489

[315] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 489

[316] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 315

[317] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 437

[318] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 46

[319] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 72

[320] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 494

[321]  İbrahim Hakkul, “Benim Hikmetlerimi Dertsize Söylemeyin!”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 162

[322] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 130

[323] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 141

[324] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 489

[325] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 493

[326]  Osman Güreser, İslam’da Savaş Anlayışı (İslamiyet’in Doğuşundan Emevilerin Sonuna Kadar), Yüksek lisans tezi, Manisa 2013, s. 1

[327] Güreser, İslam da Savaş Anlayışı (İslamiyet’in Doğuşundan Emevilerin Sonuna Kadar), s. 50

[328] Hac, 22/39

[329] Bakara, 2/190

[330] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 309

[331] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 161

[332] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 242

[333] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 250

[334] Bozkurt Turan, Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi, Yılmaz Basım, İstanbul 2012, s. 99

[335] Ömür Şaylıgil ve Hilmi Özden, “Divan-ı Hikmet’te Günümüz Bilim ve İnsan İlişkisinin Temelleri”,

I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.), Ankara, 28-30 Nisan 2017, s. 608

[336]  Necdet Tosun, (ed.), Ahmed Yesevî, Hoca Ahmet Yesevî Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme Araştırma Dizisi, Yayın No: 23, Ankara 2015, s. 331

[337] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 113

[338] Şaylıgil ve Özden, “Divan-ı Hikmet’te Günümüz Bilim ve İnsan İlişkisinin Temelleri”, s. 619-620

[339] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 435

[340] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 170

[341] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 179

[342] Tosun (ed.), Ahmed Yesevî, s. 288

[343] Tosun (ed.), Ahmed Yesevî, s. 330

[344] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 331

[345] Eğitimde daimcilik olarak adlandırılan kuram kapsamlı bir eğitim kuramıdır. Bu kuramı savunanların üzerinde ısrar ettikleri şey eğitimin mutlak, değişmez bazı ilkelere, gerçeklere dayanması ihtiyacıdır. Bunlara göre hayatın, toplumun, insanın değişmeyen bazı gerçekleri vardır ve eğitim de kendisini bu gerçekler üzerinde kurmalıdır. Daimiciliğe göre eğitimin görevi ezeli-edebi doğruların bilgisinin kazandırılmasıdır.

[346]  Süleyman Doğan, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Eğitim Metodu”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 214

[347] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 72

[348] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 68

[349] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 136

[350] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 77

[351] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 197

[352] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 140

[353] Reşat Öngören, “Zikir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,

C. XLIV, İstanbul 2013, s. 409

[354] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 225

[355] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 97

[356] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 97

[357] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 98

[358] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 84

[359] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 84

[360] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 84

[361] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 170

[362] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 166

[363] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 414

[364] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 414

[365] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 422

[366] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 336

[367] Süleyman Doğan, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Eğitim Metodu”, s. 214

[368] Gıyasettin Aytaş, “Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmeti’nde İnsan”, I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.), Ankara, 28-30 Nisan 2017, s. 877

[369] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 89

[370] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 44

[371] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 341

[372] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 137

[373] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 145

[374] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 285

[375] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 144

[376] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 184

[377] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 243

[378] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 273

[379] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 277

[380] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 294

[381] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 493

[382] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 493

[383] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 492

[384] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 199

[385] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 197

[386] Doğan, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Eğitim Metodu”, s. 224-225

[387] Dosay Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, Doktora Tezi, Ankara 2003, s. 106

[388] Dosay Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, Doktora Tezi, Ankara 2003, s. 106

[389] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 189

[390] Caner Taslaman ve Feryal Taslaman, İslam ve Kadın, İstanbul Yayınevi, İstanbul 2019, s. 23

[391] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 223

[392] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 421

[393] Nisa, 4/36

[394] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 85

[395] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 113

[396] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 293

[397] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 223

[398]  Al-i İmran süresinin 103. ayetine bakalım; “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı yapışın, bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O ’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçıklıyor ki, doğru yolu bulasınız.”

[399] Müslim, Birr, 66, Muhyiddin en-Nevivi , Riyâzü’s-Sâlihîn Metin ve Çeviri, Emin Özafşar ve Bünyamin Erul (çev.), Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2014, s. 246

[400] Hakan M Alşan, Bozkırın Serdarı Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi Sohbetler - Meseleler - Hikmetler, h yayınları, İstanbul 2017, s. 125

[401] Tatcı, (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî, s. 229

[402]  Bayram Ali Çetinkaya, Bilgelik Pınarı Yesevî Ahlâkında Kadîm Değerler, Mustafa Tatcı (ed.), h yayınları, İstanbul 2017, s. 87

[403] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 73

[404] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 166

[405] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 140

[406] Ra’d, 13/25

[407] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 458

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar