İSLAM DİNİNE GEÇİŞ SÜRECİNDE AHMET YESEVİ VE DİVAN-I HİKMET’İN TÜRK DEVLET GELENEĞİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Hazırlayan: Gauhar İMANZHANOVA
TÜRK
DEVLET GELENEĞİNİN ANA UNSURLARI
“Devlet”
kavramı siyaset biliminin incelediği başta gelen konulardan biridir. Devlet
kelimesi Latince “durmak, yerleşmek, ikamet etmek” manalarındaki “state”
fiilinden yapılan “status” dan gelen Batı dilindeki “etat, state, staat” gibi
kelimelerin karşılığıdır.[1] Arapça’da
devlet veya dûlet kelimesi D.V.L. … kökünden gelmektedir. Değişmek, bir halden
başka bir hale dönmek; nöbetleşe birbiri ardınca gelmek, dolaşmak; üstün
gelmek, zafer kazanmak” manalarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de “dvl” kökünden
gelen kelimeler, “dönüşümlü olmak” ve “elden ele dolaşan mal” anlamlarına
işaret edecek tarzda iki yerde kullanılmaktadır.[2]
Bu
bölümde Türklerin İslamiyet’e girmeden önceki, İslamiyet’i kabul ettikten
sonraki ve Kur’an’daki devlet anlayışına; devleti oluşturan ana unsurlara
değineceğiz. Ancak devlet konusuna başlamadan önce devlet kavramını daha iyi
anlamak için genel bir tanım yapılmıştır.
Devlet
kelimesinin, sözcük anlamı genellikle talih, kut, büyük rutbe, mevki,
zenginlik, varlıklı olma, hükümet ve ülkesi, hüküm süren sülale, hükümdar
kuşağı şeklindedir.[3] Günümüzde
“devlet” kavramının tanımı kaynaklarda farklı şekillerde sunulmaktadır. Aydın
Taneri’ye göre devlet; topluluk (millet), ülke, devlet kudreti (egemelik) ve
politik örgütlenme olarak tanımlanmıştır.[4]
[5] İbrahim
Kafesoğlu; “Devlet; hukuki bakımdan, emretme hak ve yetkisine sahip ve o emri
icra kudreti de olan bir yüksek sosyal nizamdır.” şeklinde anlamlandırmıştır.5
Türkler,
eski çağlardan günümüze değin büyük devletler kurmuş ve yönetmişlerdir. Bu
devletlerin kuruluşunda Türklerin hâkimiyet anlayışının yanı sıra içinde
yaşadıkları coğrafi koşullar da etkili olmuştur. Bu zor koşullarla başa
çıkabilmek için güçlü bir teşkilat yapısına ve bu teşkilatı idare edip
yönetecek hükümdarlara ihtiyaç duyulmuştur. Hükümdarın merkezi otoriteyi
yönetebilecek cesareti ve gücü olması, bu gücü devletin ileri gelenleri ve
halkına kabul ettirebilmesi gerekmiştir. “Bozkır kültürü coğrafyasında güçlü
hükümdarlar altında merkezi otoritenin kurulması, devletleşme sürecinin
tamamlanması ve milli birliğin pekiştirilmesi töreler ve gelenekler sayesinde
gerçekleşmiştir.”[6] Orhun
Kitabeleri’nde “töre” kelimesi 11 yerde geçmektedir. Bunların altı tanesi
devlet[7] kelimesi
ile birlikte kullanılmakta iken beş tanesi de devlet kelimesi ile doğrudan
alakalıdır. Bu cümlelerden de Türk devletinin töreye (hukuka) dayalı bir
kuruluş olduğu anlaşılmaktadır.[8]
Türkler,
geniş Orta Asya bozkırlarında ve Orta Asya’nın dışında birçok devlet
kurmuşlardır. Hemen her dönemde devletin ulusu yaşatan ve geliştiren
vazgeçilmez bir yapı olduğunun bilincinde olmuşlardır.[9]
Eski Türklerin en üst siyasi kuruluşu
“il”’dir. “İl” kavramı “iyi dostluk, sevgi, sulh, barışseverlik” anlamlarını
taşımaktadır.[10]
Günümüzdeki “devlet” kelimesi Eski Türklerde “il” (“el”) olarak bilinmekte idi.
[11]
““il” kelimesi lehçeye göre “il” veya “el” şeklinde
telaffuz olunmuştur. Goktürk Kitabeleri yazıldıgı devirde VIII. asır
ortalarında kelimenin “il” biçiminde söylendiği anlaşılıyor. Kitabelerde bu
kelimenin birinci harfi “I”dır. Malum olduğu üzere bu harf bugünkü yazımında ı
ve i sesini ifade ediyor. Öyle olduğu halde Radloff kelimeyi “el” Thomsen ise
“il” okumuştur. Bugün Türkiye Türkçe’sinde de kelimenin telaffuzunda ıttırad
(uygunluk) yoktur. Vilayet yerine kabul edilmiş “il” ve kaza yerine
kullandığımız “ilçe” kelimelerinin başındaki harfi açık surette i telaffuz
ettigimiz halde bu il kelimesinden geldiğinde şüphe olmayan “elçi” kelimesinin
ilk harfini e telaffuz ediyoruz. Cenubi Uygurlardan kalma yazıları latin
harflerine çeviren dil alimleri bu kelimeyi “il” şeklinde tespit etmişlerdir.
Elçi ve Rum-Eli kelimelerinde “L” den evvelki harf “E” telaffuz olunduğundan
anlaşılıyor ki bugün “il” okunan kelime Türkiye’de bir zamanlar “El” şeklinde
kullanılmıştır. Daha doğrusu bu kelimenin okunuşunun açık “İ” ile açık “E” arasında
Fransızca “Ecole” kelimesinin okunuşundaki gibi bir sese tekabül ettiği
söylenebilir. Ne Göktürk ne Uygur alfabesinde ve ne de bugünkü alfabemizde bu
sesi karşılayan harf bulunmadığından kelime il=el=el şeklinde
kullanılagelmiştir. Biz bu kelimenin Göktürk kitabelerinde ve Uygurca’daki
telaffuzu olan “il” telaffuz ve imlasını kabul ettik.”
Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü
Lügati’t-Türkünde “el” veya “il” terimini “sulh, barış” anlamında kullanmıştır.
Bu iki anlam, barış ile devletin birbirlerine nasıl bağlı olduklarını
göstermektedir.[12]
“İl”, boy ve bodunların birleşmesiyle ortaya çıkar.[13] Eski
Türkçede “il” devlet, “siyasi bakımdan müstakil, muntazam teşkilatlı millet”
demektir.[14]
Türkler daha Göktürkler zamanından beri devlet anlamında “il” (el)
deyimini kullanıyorlardı. Buradan alınarak il'in zaman’a “ülke” anlamına
kullanıldığı da görülmüştür.[15]
Türkler, devlet kurmayı “illemek”,
devlet idare etmeyi “il tutmak”, devletten yoksun kalmayı da “ilsiremek”
kelimeleriyle ifade ediyorlardı. Devleti de, daima “töre” (el veya il törü) ile
birlikte düşünüyorlardı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türklerde
töresiz (töre - yazılı olmayan kanun) devlet olmamaktaydı.[16]
Türklerde
devlet Tanrı tarafından verildiğine, kağanın (devlet başkanı) ve milletin
durumu. Tanrı tarafından yaşandığına ve tayin edildiğine inanılırdı: “il
bergime Tengri” (il veren Tanrı).[17] Devlet
kurma için “yaratmak” veya “kazganmak” gibi kavramlarla günümüz Türkçe’sinde
“kazanmak” fiili kullanırlardı. Göktürk Kitabeleri’ndeki “İl Teriş Kağan
Kazanmasa” ibaresindeki mana çok açıktır. Devletin yıkılışı da “il kaybolmuş!
Elden çıkmış! Kaçışmış” gibi deyimlerle ifade edilirdi. Göktürkler hiçbir zaman
yıkılmayacak devlet için “Bengü İl” (ölümsüz, ebedi, sonsuz devlet) deyimini
kullanırlardı.[18]
Eski
Türklerde devlet dört unsurdan meydana gelmektedir. Bunlar: ülke, halk,
hâkimiyet ve teşkilatlanmadır.[19] Yani
diyebiliriz ki bir devletin varlığını sürdürebilmesi için halk, halkın yaşaması
için toprak (uluş) gerekmektedir. Devlet ancak bu toprağın bağımsız olması ve
siyasi teşkilatlanması ile kurulabilir.
Devlet,
hukuki bakımdan emretme hak ve yetkisine sahip, yüksek sosyal ve siyasi bir
teşkilattır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Eski Türklerde, devlete “il” (el)
adını veriyorlardı ve onu sonsuz bir varlık olarak vasıflandırıyorlardı. Bu
anlayış İslamiyet’ten sonraki dönemlerde de devam etmiştir.[20]
Devlet, bir topluluğun (halk) belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde
hâkimiyet haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın kullanmak suretiyle kurup,
geliştirdiği siyasi, sosyal ve hukuki bir teşkilattır.[21]
Eski Türklerin devlet anlayışını iyi anlayabilmemiz için saydığımız unsurların
açıklanması faydalı olacaktır.
Bir
devletin varlığını sürdürebilmesi için halkın olması önemli şartlardan biridir.
Eski Türk toplumundaki insan, kendi kültür sınırlarını çevreleyen bir değerler
evreninin koruyucusudur. Bu onun ilk görevidir. Diğer bir ifadeyle, eski Türk
toplumunun insanı, bu değerler evrenini veya kültür zeminlerini Türk tanrısının
koyduğu nizamdan almakta ve bu sistem içerisinde de evrendeki kendi yerini
belirleyebilmektedir. Orhun Kitabeleri’nde “ Yukarıda mavi gök, aşağıda
yağız yer, ikisinin ortasında kişioğlu yaratıldığında..!” yazılmıştır.
Dolayısıyla insan, halk, millet Türkler için çok önemli değerlerdendi.[22]
Türkler,
halka “kün”, “bodun” diyorlardı. Halk, “ortak bir geçmişi olan ve bir arada
yaşama arzusu gösteren, aynı dil, kültür ve tarih bağlarıyla birbirlerine bağlı
olan insan topluluğu”dur. İslam öncesi Türklerde güçlü bir “millet” fikri
vardı. Budun sözü de “bod”, “boy” sözünden geliyordu. Türkler bu çağda, milleti
devletin (il’in)esas kurucusu ve sahibi olarak düşünüyorlardı.[23] Devletin
esas kurucusunun ve sahibinin millet olduğu Orhun Abideleri’nde yazılmaktadır.
Halk hem devletin kurucusu hem temel unsuru idi.[24]
Devleti yaşatan hükümdar, başarılı kılan millettir.
Eski
Türklerde il, aileden (oğuş) başlayıp sırasıyla, aileler birliği (uruğ), boy
(kabileler) birliği halkalarının en gelişmiş ve son şekli olarak
belirtilmektedir.[25] Eski
Türklerde soylu ve zengin olup da yönetici tabakada bulunan beylere “Ak Budun”,
bunların dışındaki büyük halk kitlesine “Karabudun” denirdi.[26]
Devletin
temel unsurlarından bir diğeri de topraktır. Yukarıda bahsettiğimiz halk, üzerinde
yaşayacakları bir coğrafi mekâna (toprağa) sahip olması gerekmektedir. Bir
devlet, üzerinde yaşadığı ve sınırları milletlerarası antlaşmalarla çizilmiş ve
onaylanmış bir toprağa sahip olmalıdır. Bu toprağın sahipliğini yapan
milletlerin bu toprakla maddi ve manevi ilişkileri olmalıdır. Böyle bir toprak
maddi ihtiyaçlara cevap vereceği gibi, tarihsel ve duygusal yönden de anılara
ve değerlere sahiptir. Bu değerlerin başka bir milletin mülkiyetine geçmemesi
için de ülke, coğrafi sınırlarla ve ayrıntılı olarak saptanır.[27] Devletin
egemenliğinin kullanıldığı çevre, devletin maddi ögesi olan ülkedir. Türklere
göre, devlet halk ve topraktan meydana gelmektedir. Halk toprağı, toprak da
halkı tamamlayarak devleti oluşturur.[28]
Türkler,
devletin sahip olduğu ve halkın üzerinde yaşadığı topraklara “ülke”, “uluş”
veya “yurt” gibi adlar vermekteydiler. Bunlardan “uluş”, toprakla birlikte
halkı ifade etmekteydi. “Yurt” ise, daha çok “vatan” kavramı gibi kutsal bir
anlam taşıyordu. “Yurt” diğer yurtlardan “yaka” adı verilen sınırlarla
ayrılmaktaydı. Bu sınırlar devletin gücüne göre, bazen daralıyor, bazen de
genişliyordu. Türk toplulukların kuruluşlarından bu yana belirli sınırlara
sahip oldukları bilinmektedir. Türk hükümdarları daima, toprağı devletin temeli
sayan bir anlayış içinde olmuşlardır. Bundan dolayı da, vatan toprağını
korumayı ve savunmayı kendilerine başlıca görev edinmişlerdir.[29] Buna
örnek olarak büyük Hun Hükümdarı Mete’nin düşmanı olan Tunghuların toprak
talebine karşılık “Toprak devletin temelidir” diyerek reddetmesini
gösterebiliriz.[30] Türkler
için yurt, sadece üzerinde yaşanılan ve geçim temin edilen bir toprak parçası
değildi; aynı zamanda kendilerini koruyan ata ruhlarının üzerinde dolaştığı bir
mekândı.
Devleti
oluşturan bir başka unsur hâkimiyettir. Hakimiyet kelimesi hakim, mahkeme,
muhakeme, mahkum ve tahkim gibi geniş bir kelime ailesine bağlanır. Ve “hüküm”
maddesinden gelir. Lügatte hüküm, emir ve karar verme, bir iş ve bu suretle
ihtilafı sona erdirme demektir.[31]
Eski
Türkler karizmatik hâkimiyet anlayışına mensuptu, yani hükümdarlık yetkisinin
ve kudretinin tanrı tarafından verildiğine inanıyorlardı.[32]
Bu inanışa göre; Türk hakanı devletin tek temsilcisi ve sahibidir. Hun,
Göktürk, Uygur devletlerinde ve hatta Osmanlılar ile Selçuklular döneminde de
bu anlayışın aynen devam ettiği Sultan Süleyman’ın “Ben Allah’ın yeryüzündeki
gölgesiyim.”[33]
demesinden anlaşılmaktadır.
Türklerde
egemenliğe sahip olabilmek için esas olan tanrıdan kut almaktır. Türk
devletlerinde siyasi iktidar kavramı “kut”[34]
tabiri ile ifade edilmiş; buna rağmen egemenlik hakkı mutlak olmayıp töre ile
sınırlandırılmıştır. Türk egemenlik anlayışı fevkalade gerçekçidir. Adalete ve
töreye sadakat meşruiyeti sağlayan ilkelerdir.[35]
Tanrı,
“kut” bağışı ile Türk Kağanını “hükmetme ve hükümdarlık güç ve yetkisi”, yani
“siyasi iktidar” sahibi kılıyordu. “Kut” sahibi olan Türk Kağanı Orta Asya’da
Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan bütün toplulukları bir bayrak altında,
yani bir devlet çatısı altında topluyordu. Hükümdar kutsal sayıldığı için ona
Tanrı tarafından bazı güçler verildiğine inanılırdı. Tanrı bağışı olan bu güç
ve yetenekler Göktürk yazıtlarında “kut” (siyasi iktidar), “ülüg veya ülüş”
(kısmet, nasip, pay) ve “küç” (güç) gibi kavramlarla ifede edilmiştir. [36] Türk
hükümdarları kut sözünü Mete Han’dan itibaren hemen hemen bütün unvanlarda
kullanmışlardır.[37]
Türk
hükümdarlarının Türk töresi gereğince milletine karşı yapmakla mükellef olduğu
görevler ve buna karşı tebaanın hükümdara karşı sorumlulukları tespit edilmiştir.
Hükümdarın; halkı refah içinde yaşatmak, töreyi (kanunları) düzenleyip
uygulamak, adaleti temin etmek, devleti düzen içinde bulundurmak ve fetihler
yapmak, ülkesini idare etmek gibi vazifeleri bulunmakta idi. Bunların yanında
hükümdarın; akıllı ve bilgili, cesur, liyakatli, iyi ve doğru, erdemli ve
cömert olması da önemli hususlardandır. “Türk devletlerinde ülke idaresinde
başta vezirler (ayguçı) olmak üzere, Kengeş Meclisi üyeleri (toygunlar),
buyruklar (bakanlar), iç-buyruklarla birlikte “alpagut, inel, inak, inançu,
tarkan, apa, boyla, şadapıt, ataman, tudun, yağruş, külüg, çavuş” gibi unvanlar
taşıyan devlet görevlileri de vardı.”[38]
Türklerde Siyasi
Teşkilatlanma
Teşkilat
en kısa ifadesiyle iş bölümüdür. Teşkilatlanma, devletin en önemli unsurlarından
birisidir. Bu; yasama, yürütme ve yargı olarak ortaya çıkar. Devletin gücünün
yani hâkimiyetinin doğması için teşkilatlanması şarttır.[39]
Türkler,
çok iyi işleyen idari ve askeri teşkilatlar kurarak tarih sahnesine çıkmışlar;
geniş sahalara ve halk kütlelerine hükmetmişlerdir. Türkler; “atlı-göçebe hayat
tarzı”nı gerçekleştirmiş olmaları sayesinde devlet teşkilatlanmasını
sağlamışlardır. Eski Türklerde siyasi teşkilatlanma ve devletin kuruluş
çalışmaları aileden başlamaktaydı. Devlet kurmak için, harekete geçen kişi, hem
itibarlı bir ailenin reisi hem de tanınmış bir boyun başkanıydı. Teşkilatçılık
bakımından da son derece yetenekli bir kimseydi. Boy başkanı, kendi boyu ile
akraba olan boylara birer birer otoritesini kabul ettirmek suretiyle işe
başlıyordu. Bunu, ya “ikna ve inandırma” yöntemiyle, ya da “mücadele”, yani
“kuvvet (silah) kullanma” yöntemiyle yapıyorrdu. Başkanın otoritesini kabul
ettirdiği boy sayısı arttıkça da, devletin kuruluşu hızlanmaktaydı. Böylece,
aile çevresinde başlayan teşkilatlanma, boylara ve gittikçe toplumun diğer
kesimlerine doğru yayılmakta idi.[40]
Kur’an-ı
Kerim; insanlara peygamberler aracılığı ile gönderilen Allah’ın bir lütfudur.
Kur’an’da doğrudan devletten bahsedilmemektedir. İnsanlardan, kavimlerden,
bazen de hükümdarlardan söz edilir. Fakat yönetim şekilleri ile ilgilenilmediği
gibi herhangi bir yargı da verilmez. Hükümdarlardan bahsedilirken; onların
hidayet üzere olup olmadıkları yahut zulüm veya adalettir.[41]
Yapılan
bir çalışmaya göre Kur’an’da altmış civarında siyaset ile ilgili ayet
bulunmaktadır.[42] Doğrudan
ve açık hüküm getiren ayet sayısı, ibadetleri de kapsamak üzere iki yüzdür. [43]
Devlet,
tarihin ilk dönemlerinden bugüne kadar toplum için önemli bir yere sahiptir.
İnsanlar arası ilişkilerin önemli bir bölümünü yönetim alanı oluşturmaktadır.
Farabi: “her nevi hükümetin kendisine muhtaç olduğu bir kimsedir. Böyle bir
kimsenin bulunması mümkün olmazsa, devlet parçalanıp dağılmaya mahküm olur.”[44] Gazali:
“Hükümdar büyük veya küçük, yüksek veya alçak, asil veya avamdan olsun herkese
eşit muamele etmeli ve kanunsuzluğu şiddetle menetmelidir” düşüncesindedir. Din
ile devlet arasındaki ilişki konusunda şöyle demektedir: “Onlar ikiz kardeş
gibidirler. Din, insan cemiyetinin temeli ise, hükümdar da temelin koruyucusudur;
eğer temel zayıflarsa bütün bina çöker; hükümdar çekilirse temeli koruyacak
kimse kalmaz”[45]
Maverdiye göre “İmamet halkın kanun ve nizamlarının tabi olduğu esasdır.”[46] Bu ve
benzer görüşler Türk-İslam düşünürlerinin eserlerinde bulunmaktadır.
“Kur’an-ı
Kerim; inanç, ibadet ve ahlaki kaideler yanında anayasa hukuku, devletler
hukuku, usul hukuku, ticaret hukuku ve medeni hukuka esas teşkil edecek genel
ilkeler de koymuştur. Bu hükümlerin tatbiki de ancak devlet eliyle mümkündür.”[47] Bu
yüzden, İslam dininin sadece ibadet ve ahlak kurallarından oluşan bir din
olmadığını vurgulamamız yerinde olacaktır.
İslam,
ortaya koyduğu en mükemmel sistemle insanın yaratılışına en uygun devlet
düzenidir. İnsanı yaratan Allah, insan hayatının idamesi için en uygun kuralları
Kur’an’da tavsiye etmiştir. Kur’an’ın ortaya koyduğu sosyal prensipler, idare
edenlerle idare edilenlerin barıştıklarını ve kaynaştıklarını ortaya koyan bir
sistemdir. Hatta idare edilenler Müslüman olmasalar bile onlara en güzel
şekilde hürriyet sunan ve hayatlarını tanzim eden bir sistemdir.[48]
Diğer
din kurucularından farklı olarak Hz. Muhammed, manevi iktidar gibi maddi
iktidarı da elde bulunduruyordu. Ancak bu şekilde mensuplarına, hayatın bütün
alanlarında yol gösterebilirdi.[49] “Hz.
Peygamber’in uyguladığı prensipler sayesinde birbirinden çok farklı yapıya
sahip olan insan toplulukları kısa zamanda birbirleriyle hayatlarını
paylaşmaya, memleketlerini koruma konusunda müşterek savunmaya girişmişlerdir.
Bu durum onları determinist (kabile anlayışına, sosyal ve siyasi yapıya
dayanan) bir anlayıştan insan iradesine ve seçim haysiyetine dayanan yeni bir
sosyal ve siyasi yapıya kavuşturmuştur.”[50]
Kur’an’da Devlet ile
İlgili Kavramlar
İslam
ülkelerinde devlet başkanları; imam, hilafet, ulü’l-emr gibi değişik unvanlarla
anılmışlardır. Bu unvanları taşıyan kişiler, kendilerinde yürütme organı
niteliği ve yetkisini bulunmaktadırlar. Kur’an-ı Kerim’de, “halife”, “imam”,
“hükümdar” kavramları devlet başkanı anlamını taşımaktadır.[51]
İslam’da devlet başkanlığı kurumunu ifade etmek için “imamet ve hilafet”,
devlet başkanı için ise “halife ve imam” kavramları kullanılmaktadır. İmamet;
Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslam toplumunun dini ve siyasi liderliği
görevini,[52] Hilafet
ise İslam tarihinde devlet başkanlığı kurumunu ifade etmektedir.[53]
“İmam;
toplumu yönlendiren, onlara önderlikte bulunan kimsedir. Arapça emm “öne
geçmek, sevk ve idare etmek” kökünden gelen imam, terim olarak “cemaatle
kılınan namaza önderlik eden kimse” ve “devlet başkanı” anlamlarını taşır.”[54]
Toplumun
başında bulunan ve toplumun fertlerini yönlendiren kişiler imam diye
anılmıştır. “İmamın sevk ve idare ettiği toplum ise ümmet kelimesi ile
karşılanmıştır. Bu durumda imam, başkan, ümmetin idaresini üstlenen kişidir.
Terim olarak devlet başkanlığı anlamında imamet kelimesi kullanılmaktadır.”[55] Bazı
düşünürlere göre imamet, dini korumak ve dünyayı din ile idare etmekte
peygambere vekalet için konulmuştur.
İmamdan
kastedilen kişi, Müslümanların halifesi ve idarecisidir. Hz. Ömer devrinden
itibaren Devlet başkanlarına halife denilmesi yerine, “emiru’l-müminin”
tabirinin kullanıldığı ve daha sonraları cemaatle kılınan namazlardaki
imamlıktan ayırmak için devlet başkanlığına “imamet-i kübrâ” veya “imamet-i
uzma” denildiği görülür.[56]
Kur’an’da
imam kelimesi on iki yerde geçmektedir. İmam kelimesi ayetlerin hepsinde farklı
anlamlarda kullanılmaktadır. “yönetici, önder, lider” dışında “levh-i mahfuz,
kitap”, “yol”, ”bilinçli olarak yapılan ahlaki eylem” anlamlarında
kullanılmaktadır.
“Hilafet;
Allah’ın hâkimiyet hakkının bir tecellisi olarak İslam hükümlerini uygulamaya
koymaktan sorumlu makamının adıdır.”[57]
Hilafet kelimesi, İslam tarihinde devlet başkanlığı kurumu anlamında
zikredilmektedir.[58] Halife,
birinin yerine geçerek; işini, görevini devam ettiren ya da ona vekâlet eden
anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da halife çoğul olarak halaif ve hulefa
sözcükleri ile de yer almaktadır. Terim olarak hilafet kelimesi İslam
devletlerinde Hz. Peygamber’den sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eder.[59] Devlet başkanı
siyasi anlamıyla Hz. Peygamber’den sonra din ve dünya işlerini, ona halef
olarak yürütmek için konmuş bir kurum olup bu kurumun başında bulunan kişiye
“halife” denir.[60]
Sözlükte
“arkada olmak, birinin arkasından gelmek, yerine geçmek” anlamlarına gelen half
kökünden türetilmiş olup “birinin yerine geçerek işini, görevini devam ettiren”
şeklinde açıklanan halife kelimesi terim olarak biri siyasette, diğeri
tasavvufta olmak üzere başlıca iki alanda kullanılmaktadır. Bir kimsenin diğer
bir zatın yerini tutmasına hilafet, halife tayin etme işine de istihlaf veya
tahlif denir.[61]
“Ey
Davud! Biz seni yeryüzüne halife yaptık; onun için insanlar arasında adaletle
(hak ile) hükmet; nefsin isteklerine (hevaya) uyma, sonra seni Allah yolundan
saptırır. Kuşkusuz, Allah yolundan sapanlar a, hesap verme gününü unutmaları
yüzünden çok ağır bir azap vardır.”[62] ayetinden
anlayacağımız Hz. Davud’un geçmiş peygamberlerin halefi olarak onların görevini
devam ettirmesi veya ülkesinde hükümdarlığın ona verilmesi olarak açıklanmıştır.[63]
Halifenin
hür olması, erkek olması ve akıllı olması gerekir. Ayrıca, politik
yeteneklerinin olması, insanların yönetiminde bilgili olması gerekir. Ek olarak
güçlü bir kişiliği olmalı, güçsüz olmamalıdır.[64]
İmamet
ve hilafet kavramları çoğunlukla eş anlamlı olarak kabul edilmiştir. Hz.
Peygamber’in vefatından sonra Müslüman toplumunun liderliği, devlet başkanlığı
anlamında kullanılmıştır. İmametin daha çok nazari manada devlet başkanlığı,
hilafetin ise fiili otoriteyi ifade ettiği de söylenmiştir. Siyasi ve hukuki
bir terim olarak Resul-i Ekrem’den sonra İslam toplumunun idaresini en yüksek
seviyede üstlenen kişinin görev ve makamını ifade eden imamet kavramı kelam,
fıkıh ve siyasi tarihte farklı şekillerde ele alınmıştır. Devlet başkanına, Hz.
Peygamber’in vekili olarak toplumu yönettiği için halife; önder ve halife
olması sebebiyle de imam denmiştir.[65]
“Ulü’l-Emr;
İslam toplumunda üst yöneticileri ve toplumsal otorite sahibi kimseleri anlatan
bir tabirdir.”[66] İslam
toplumunun “kendilerinden olan emir sahiplerine” itaat etmeleri Ulü’l-emr’in
Allah ve Peygamber’in emirleri şartına bağlıdır.
Bu
durum Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayette de görülmektedir:
“Ey
iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber ’e itaat edin, sizden olan ülü’l-
emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz - Allah’a ve ahirete
gerçekten inanıyorsanız - onu, Allah’a ve Peygamber’e götürün. Bu elde edilecek
sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzeldir.
”[67]
Bu ayet, İslam ile idare
eden yöneticilere, hakka uydukları sürece itaatın farz olduğunu göstermektedir.
Ayette geçen “Ulü’lemr”, “emir sahipleri, emir verme selâhiyeti taşıyan ve bu
konumda olanlar yani âmirler” demektir. Bunlardan maksadın kimler olduğu
konusunda “devlet başkanı, onun veya toplumun yetki verdiği yöneticiler ve
kumandanlar”dır. İslam dini, gerek kamu hayatında ve gerek özel hayatta bazı
sıfat ve özellikleri taşıyan kimselere itaat edilmesini, onların buyruklarının
yerine getirilmesini ve söylediklerine uyulmasını istemiştir.[68]
İslam
Şeriatının hedeflerinin gerçekleşmesi için devlet başkanının seçimle işbaşına
gelmesi zorunludur. Müslüman bir kimsede olsa seçim dışında iktidarı ele
geçiren bir kişiye itaat etmek söz konusu değildir. Devlet başkanının veya
idarecinin seçilmesi noktasında bir serbestiyet söz konusudur. Devlet başkanı
ümmetin ittifakı ile seçildikten sonra Allah’ın ve Peygamber’in koyduğu
sınırlar çerçevesinde hükmettiği zaman tebaası mutlak manada kendisine itaat
etmesi gerekir. Bu itaat zikredilen şartla devam eder aksi takdirde yöneticiye
itaat edilme durumu ortadan kalkar.[69]
Günümüzde
devlet başkanlığı, hükümet veya benzeri kavramlarla ifade edilen, devletin
yüksek otoritesini temsil eden kişi ve organlara ulü’l-emr denmiş olup, bu
organ yürütme yetkisini elinde bulunduran kurum (bakanlar kurulu, meclis,
konsey) veya kişiler (devlet başkanı, bakan, vali) olabilir.[70]
İslam
devleti İslam hukukuna göre teşkilatlanır ve İslam hukukuna bağlı kalır.
Devleti meydana getiren, devletin varlığı kendilerine bağlı bulunan maddi ve
manevi varlıklara, müesseselere “devletin unsurları” diyoruz.[71] İslam
hukukuna göre devlet; hâkimiyet, ülke, nüfus gibi unsurlardan oluşmaktadır.
Devlet,
bünyesindeki bütün toplulukları temsil ve ifade eden bir gerçekliğe sahiptir ve
kuşattığı bütün hükmi şahıslara göre üstün bir konumdadır. Devlete hukuk
alanındaki bu üstün konumu ve gerçekliği kazandıran unsur ise hâkimiyettir.
İslam ülkesinde hükümdarın, bir zümrenin veya bir milletin iradesi değil,
Allah’ın iradesinin hâkim olması üzerinde hassasiyetle durulmakta; emir ve
yasak türünde bütün yasama hükümlerinin kaynağının Allah olduğu hakkında
Müslümanlar arasında görüş birliği sağlanmaktadır.[72]
“İslam
hukukçularına göre; hâkimiyetin gerçek sahibi Allah’tır, İslam toplumunu
yönetme görevi ise halifeye aittir. Dolayısıyla burada Allah’a itaat şartına
bağlı içtimai bir mukavele olduğu kabul edilmektedir. Buna göre hâkimiyet
prensip olarak Allah’a ait olmakla birlikte uygulamada Allah’ın iradesini
temsil eden halifedir ve dolayısıyla halkın iradesidir.”[73]
Halifesini seçen halkın, gerektiğinde onu azledebilme yetkisine sahip olması da
bunun bir göstergesidir. Dolayısıyla egemenliğin kaynağının günümüz hukukunda
olduğu gibi halka ait olması, esasında İslam hukukunda dolaylı olarak kabul
görmüştür.[74]
“Hüküm,
sadece ve sadece Allah’a aittir (mahsustur).”[75]
ayetinde hâkimiyetin meşruiyetinin ancak adaletle gerçekleşebileceği
düşüncesinden hareketle adaletin de ancak hâkimiyet ve devletle mümkün olduğu
vurgulanmaktadır.[76]
İslam
hukukuna göre bir devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklar, o devletin
ülkesini meydana getirir. Kara sahası içinde bulunan nehir, göl ve kanallarla,
karaya bitişik koy, körfez gibi yerlerde karasularıyla devletin ülkesine
dâhildirler. De niz ve hava sahaları, zaman ve şartlara bağlı olarak hâkimiyet
ve kontrolüne konu oldukları ölçüde devletin ülkesi sayılırlar.[77]
Kur’an-ı
Kerim’de ülke unsuru “dar” ve “arz” kelimeleri ile temas edilmiştir.[78] İslam
prensip olarak belli bir toprak parçası ve toplum üzerinde hâkimiyet kurmayı
hedef almamış; bütün dünyayı bu birliğe tabi kılmak için gelmiştir. İslam
hukukunun uygulanması bakımından bütün İslam ülkeleri tek bir ülke sayılmış ve
içinde İslam’a inananlar bulunduğu gibi inanmayanlar da bulunmuştur. İslam’ın
ana kaynaklarında yer almayan ancak İslam hukukçularının yorumlarına dayanarak
dünyanın İslam ülkesi (Darü’l-İslam) ve harb ülkesi (Darü’l-harb) olarak ikiye
ayırdığını söylemek mümkündür. İslam hukukunun Darü’l-İslam ve Darü’l-harb
anlayışı esasında İslam hukuk sisteminin uygulanma sahasıyla ilgilidir.
Dolayısıyla sınırları belirli olan ülke unsuru İslami devlet anlayışında da
mevcuttur.[79]
İslam
devletinin nüfus unsuruna “millet” ve “ümmet” denilmiştir. Bu iki kelime ile
bir yandan din, diğer yandan - dili, rengi, ırkı, bölgesi, şekli ne olursa
ılsun - belli bir dini benimsemiş insanlar topluluğu kastedilmiştir.[80] Devletin
kurulması için nüfusa dair bir rakam vermek mümkün değildir. Bir devlet az
nüfusla da, çok nüfusla da kurulabilir ancak asgari bir nüfusa ihtiyaç vardır.
Yalnız gelişigüzel bir araya gelmiş insanlar, bir devletin insan unsurunu
teşkil etmezler. Bu insanların pek çoğunun paylaştığı değerler olmalıdır ki bir
devlet kurup yaşatabilsinler. İslam devletinde nüfusu birbirine bağlayan
değerlerin başında, muhakkak ki İslami değerler gelir. İslam devletinde
tabiiyetin esası, İslam’a bağlı olmak veya onun hükümlerine boyun eğmektir.
İslam’a bağlı olan kimse Müslüman’dır, İslam hükümlerine boyun eğdiği halde
İslam’a iman etmeyenler ise zimmidir. Her ikisinin de tabiiyeti İslamidir.[81]
Kur’an’da Devletin
Özellikleri
Kur’an-ı
Kerim, bir devletin nasıl olması gerektiği üzerinde değil; idarecilerin, bir
detlette yaşayan halkın huzurlu bir hayat sürdürmeleri için ne yapması
gerektiği üzerinde durmuştur. Yöneticilerin, yerel halkın yapacağı işlerinden
daha çok bahsedilmektedir. “Devlet ve hükümet şeklinin belirtilmemiş olması,
Müslümanlara sosyal hayatın akışı içerisinde bulundukları şartlara uygun olarak
amaca ulaştıran şekli seçme imkânı da verilmektedir.”[82]
İslam dinine göre, bir devlette bulunması gereken özellikler vardır. Bu
özellikleri ayetlere dayanarak açıklamaya çalışacağız. İslam fıkıh
literatüründe bir devlette bulunması gereken özellikleri şu şekilde sıralamak
mümkündür: Hâkimiyet, Adalet, Emanetin sahibine verilmesi, İtaat, Şura, Bi’at.
Kur’an’da
“Hâkimiyet, hüküm, hükmetme” kavramları bulunmaktadır. Bu kavramlar farklı
anlamlarda kullanılmaktadır. Farklı dediğimiz; hem devlet yöneticileri ile
ilgili hem kozmolojik anlamda Allah’ın hükmü ile ilgilidir. Örnek olarak:
“O,
kullarının üstünde yegane kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular
gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun
canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan
Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur ve O, hesap
görenlerin en çabuğudur. [83]
ve '“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü
yeter.”[84]
ayetlerini yazmamız yerinde olur.
Kur’an’da
geçen Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyi emreden ayetler ise Allah’ın
hâkimiyeti, ilahi teşri alanında ve içerdiği emir ve yasakların, kendisine
inanan toplum için uygulanması ve uyulması gerekli hükümler olması
anlamındadır. Kendisinden çıkarılan kanunlar, içtihatlar ve gereğine göre hüküm
verme şeklinde şeriatı anlatan, şeriatın hükmünü kanun kalıbına dökerek yasama
faaliyetlerini düzenleyen ve uygulayan, bu düzenlemelere uygun yargılama
faaliyetleri yapan ve hükümleri yürüten ise insanlardır. “Allah’ın indirdiği
ile hükmetme”, devletin yasama, yürütme ve yargılama güçlerine hâkim bir
prensiptir. Bu durumda Kur’an’da geçen yasa ve hükümler ihtilaf konusu
değildir. Onların gereğince hüküm verilmelidir.[85]
Yönetici; Allah’ın vekili, naibi, halifesi ve gölgesidir; yasamanın yürütücüsü
ve kanunun uygulayıcısıdır. Hâkimiyetin kaynağı ise ümmettir ve siyasi
egemenlik insana aittir. İslam hukukunda siyasi iktidarın tek sahibi millettir.
Devletin
bir başka özelliği de adalettir. Birçok ayette adalet anlamında adl, kıst,
mizan, hak gibi kavramlar da kullanılmaktadır. Adalet, Kur’an-ı Kerim’de ve
hadislerde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme,
doğru yolu izleme, takvaya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda
kullanılmıştır.[86]
Kur’an-ı
Kerim birçok ayette, Peygamber ve onu takip edenlere eşitlik ve adaletten
ayrılmamalarını emretmektedir. “İnsanlar arasında Allah’ın sana gönderdiğine
göre hükmedesin diye hakkı (adaleti) içeren kitabı sana indirdik; hainlerden
taraf olma.” [87]
Yönetimde
adalet kaçınılmaz ve ihtiyaç duyulan alanlardan biridir. Toplumun birlik ve
bütünlüğünü sağlayan temel dinamiğin adalet olduğunu Farabi de söylemiştir.[88] [89] Kur’an’da;
sözde, konuşmada, karar vermede (hükümde), şahitlikte ve insan ilişkilerinde
problem yaşanan alanlarda adaletli olmaktan bahsedilmektedir. “Ey Davud! Biz
seni yeryüzüne halife yaptık; onun için insanlar arasında adaletle (hak ile)
hükmet; nefsin isteklerine (hevaya) uyma, sonra seni Allah yolundan saptırır.
Kuşkusuz, Allah yolundan sapanlara, hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok
ağır bir azap vardır. ”89 Adalet yönetimin vazgeçilmez değerlerinden
biridir. Devlet başında olan ya da küçük bir şirket başında olan her kimse
adaletli olmalıdır.[90]
Kur’an’da
yer alan yönetim ilkelerinden biri de ehliyettir. “Ehliyet
kelimesi Arapça’da “ehl” kökünden türetilmiş bir masdardır. Sözlükte, “yetki,
elverişlilik, liyakat, yeterlilik” anlamlarına gelir.”[91]
Kur’an’da “ehl” kelimesinin dört anlamı kapsayacak şekilde kullanıldığı
görülmektedir: “însan topluluğu, sahip, ehliyet-liyakat, din”[92]'2
Kur’an’da “ehl” kelimesine “yönetimde ehliyet, yeterlilik” anlamını
verdiği ayetler bulunmaktadır. Bunlardan biri Nisa süresinin 58. ayetidir: “Allah
size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emreder.”[93]
Bu ayette ahlakla hukukun en geniş kapsamlı ilkelerinden olan emanet ve adalet
kavramları bir arada zikredilmiştir. Ayet özellikle devlet adamlarının hem
emanet hem de adalet ehli olmalarını gerekli kılmaktadır. Emanet eh li olmaları
da bütün kararlarında hukuka riayet etmeleriyle gerçekleşir.[94] Emanet,
korunması istenen maddi ve manevi değerlerdir. Yukarıda verdiğimiz ayetten
anlaşılacağı gibi; devletin hizmet makamları da bir emanettir.
Kur’an-ı
Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetinde, emaneti üstlenme ehliyeti ve
emanetin ehline verilmesi son derece önem arz etmiştir. Çünkü emanet, korunması
ve yerine getirilmesi gereken temel haklardandır. Hak sahibine hakkını, her işi
ve görevi ona ehil olana vermek adaletle ilgilidir. Çevrenin korunması
haklarından, Allah’ın haklarına, bütün can taşıyan varlıkların haklarından
insanla insan arasındaki ilişkilerden kaynaklanan haklara varıncaya kadar
emanet, geniş bir anlamlar dünyasına sahiptir. Bu durum, emanetin kamu görevi
ve liderlik anlamıyla kullanıldığı pek çok rivayette kendisini gösterir.[95]
“İtaat;
meşru emir ve isteklere uyma anlamında bir terim. Sözlükte “baş eğmek,
emredileni yerine getirmek, söz dinlemek” anlamındaki tav’ kökünden türemiş
olup aynı manayı taşır. İtaat kelimesi Kur’an’da geçmemekle biirlikte üç ayette
taat ismi yer almakta, bundan başka yedisi isim, diğeri fiil kalıplarında olmak
üzere itaat kavramı seksen beş yerde geçmekte, kırk iki ayette de aynı kökten
gelip “güç yetirmek” manasında kullanılan istitaat kavramı yer almaktadır.”[96]
Mevcut
yönetim erkine karşı yönetilenlerin göstermiş oldukları itaate günümüz
terminolojide “rıza” adı verilmektedir. Devlet nizamına itaat; Allah’a itaat
yanı sıra idareciye itaat farz kılınmaktadır. İdareciye itaat edilmesi
gerektiği şu ayette görülmektedir. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin,
Peygamber’e itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz - Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız - onu, Allah’a
ve Peygamber’e götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem
de en güzelidir.”9'1
Siyasal
anlamda yönetimi elinde tutan kişiye “itaat” edilmesi emredilmiştir. Fakat bu
itaat, yöneticinin Allah’ın emrine aykırı olmaması ve şeriatın emirlerine bağlı
kalınması şartına bağlanmıştır. Yönetici veya devlet başkanı şeriatin
emirlerini yerine getirdiği sürece kendisinin veya ekibinin ortaya koyduğu
yasalara ve yükümlülüklere halkın itaati gerekli olacaktır. Aksi takdirde itaat
edilmeyecektir.[97] [98]
“İslam
dini, gerek kamu hayatında gerek özel hayatta bazı sıfat ve özellikleri taşıyan
kimselere itaat edilmesini, onların buyruklarının yerine getirilmesini ve
söylediklerine uyulmasını istemiştir.”[99]
İslam dini, yöneticilerle yönetilenler arasında ilişkiye dair düzenlemeler
yapılmasını gerekli kılmaktadır. Bu çerçevede idareciye itaat, devletin
maksatlarını gerçekleştirebilmesi için ve hedeflerine kavuşabilmesi için bir
zorunluktur.
Bi’at;
İslam devletinde idare edenle idare edilenler arasında yapılan, seçim veya
bağlılık karakteri taşıyan sosyopolitik akidtir. “Türkçe’de biat şeklinde
kullanılan kelimenin Arapça aslı bey’attır. Bey’at “satmak; satın almak”
manasındaki bey’ masdarına bağlı olarak “yöneticilik tevdi etmek, birinin
yöneticiliğini benimsemek” manasında kullanılmıştır.”[100]
Biat aynı zamanda birinin egemenliğini kabul etme, buyruklarına uyacağını
belirtme anlamında kullanılırken; biat etme birinin buyruğu altına girmek ve
hâkimiyetini kabul etmek manasında kullanılır.[101]
“Kur’an-ı
Kerim’de biat kelimesi geçmemekle birlikte bey’ kökünden türeyen “mübayaa”
masdarının türevleri biatlaşma, getirdiği emir ve yasaklarda peygambere itaat
etme ve bu konuda onunla ahitleşme, sözleşme anlamında kullanılmıştır.”[102]
Halk
bi’at gereği devlet başkanına itaat etme durumunda iken, devlet başkanı da
halka karşı sorumluluklarını yerine getirmek zorundadır. Böylece karşılıklı
sorumluluklar garanti altına alınacak, idarecinin ve toplumun huzur ve refahı
sağlanmış olacaktır. Ayrıca bi’at halifeliğin (devlet başkanlığının) meşruiyet
sebebi olarak görülebilir.[103]
Fetih
süresinin 10. ayetinde “Sana yeminle bağlılık sözü verenler gerçekte bu sözü
Allah’a vermiş oluyorlar, Allah’a verdiği ahdi bozarsa, ancak kendi aleyhine
bozmuş olur, Allah’a verdiği sözün gereğini yerine getirene ise, Allah yakında
büyük ödül verecektir.” buyurulmaktadır. Bu ayette geçen “yeminle bağlılık
sözü” bi’attır. Bu ayette biat aslında, Peygamber’in şahsına değil bilakis onun
aracılığıyla, bizzan Allah’u Teâlâ’ya verilmektedir.[104]
jl.2.3.6.
Şûra
“Şûra;
danışma ve danışma kurulu anlamında fıkıh terimi. Rey almak, bir mesele
hakkında görüşünü sormak anlamına da gelmektedir.”[105]
İslam, devlet işlerinin yürütülmesinin istişareye dayalı olmasını ister.
Şûra’nın gerekliliği hem ayetlerde hem hadislerde vurgulanmaktadır. Şûranın,
geçmişten bugüne bakıldığında farklı deyiş ve yapıları olsa da neredeyse her
medeniyette vazgeçilmez bir yönetim unsuru olarak görülmektedir.
İnsanların
güvendikleri kimselerle toplanıp fikir alışverişi yapmaları, birbirlerine
danışmaları, birbirlerinin bilgi ve tecrübelerinden faydalanmaları, en doğru ve
isabetli olanı bulmakta yardımlaşmalarıdır. Bu maksatla toplanıp istişare ve
müşavere eden cemaate “Şûra”, istişare edenlerin her birine de “müşavir” denir.[106]
Yöneticiler,
yönetim ile ilgili her hususta halkın veya onların içindeki çeşitli grupları
veya kabileleri temsil eden ve devletin ileri gelen kimseleri sayılan ve bir
bakıma bu günkü meclis veya parlamento’lara benzeyen “ehli’l hall ve’l akd’e
veya âlimlerin görüşlerine başvurmayı kendine görev bilir.[107]
Şûra
“yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının kamu görevini yürütürken
istişarede bulunması ve istişare sonucu oluşan eğilimi göz önünde
bulundurmasını” ifade eden bir terimdir. Al-i İmran süresinin 159. ayetinde
“Sen onlara sırf Allah’ın lutfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer
kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları
affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de
Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” zikredilmiştir. Bu
ayet “iş hakkında onlara danış” söyleyişi bütün ümmete ve özellikle
yöneticilere danışmayı emretmektedir. Müslüman toplumlarda yönetimin şüra
esasına dayanması, Şûra süresinin 38. ayetinde “Rablerinin çağrısına uyarlar,
namazı özenle kılarlar. işleri aralarındaki danışma ile yürür. Kendilerine
verdiğimiz rızıktan başkaları için harcarlar.” buyurulmaktadır. Bu ayet
insan hayatının bütün aşamalarında danışmanın var olduğunu göstermektedir.
Türkler’in
İslam’ı Kabul Etmeleri
Ahmet Yesevi’nin yaşadığı ve hayatının
büyük bir kısmını geçirdiği Maveraü’n- nehr bölgesi, Yesevi doğmadan çok önce
İslam devleti sınırları içerisine girmiş, halkının büyük çoğunluğu Türklerden
oluşan, İslam’ın yayıldığı bir bölge idi. İslam’ın o bölgelere ilk ulaşması 642
tarihine dayanmaktadır.[108]
İşte o tarihte Türkler ilk defa Müslümanlarla karşılaşmışlardır.
Arap
komutanı, Türk şehirlerini fethetmesi neticesinde ve Türklere İslam’ı kabul
ettirmenin ancak İslam dışındaki dinleri yok etmekle mümkün olacağını
öngörmüştür.[109] İslam
dinini kabul etmeden önce Türkler İslam dinine benzerlik taşıyan “Gök Tanrı”
inancını yaşamaktaydılar. İslam ahlakında hırsızlık, yalancılık, adaletsizlik
günah sayılır; Türk töresinde de hırsızlık, yalancılık, adaletsizlik
yasaklanmıştır. Aynı şekilde İslam’da olduğu gibi Türklerin, ahiret inancına
benzer olarak iyi insanların ödüllendirildiği uçmağ (cennet), kötülerin ise
cezalandırıldığı tamu (cehennem) isimli yer inanışları vardı. Din adamlarının
herhangi bir üstünlüğü bulunmuyordu.[110]
Bu noktada Türklerin töreye bağlılığı ile Müslümanların şeriata bağlılığını da
bir benzerlik kabul edebiliriz.
Bilindiği
gibi Türklere İslam dini Araplar (İslam orduları) aracılığıyla gelmiştir. Dört
halife döneminde geniş bir coğrafyaya yayılan İslam dininin kısa bir süre
içinde sınırları Orta Asya’ya kadar ulaşır. Hz. Ömer döneminde İran’ın fethiyle
Türklerle Müslüman Araplar sınır komşusu oldu. Hz. Osman döneminde İslam
Devleti’nin sınırları Ceyhun Nehri’ne kadar genişlemiş ve Türklerle Müslüman
Araplar asında mücadeleler başlamıştır. Araplar Müslüman olmayanlara karşı
ayrımcı politika uygulamışlardır. Bu nedenler ve o dönem yaşanan şiddetli
çatışmalar Türklerin kitleler halinde İslam’a geçmelerini engellemiştir.[111]
751
tarihinde Abbasiler ile Çinliler arasında Orta Asya egemenliği yüzünden yaşanan
Talas Savaşı[112]
sonrasında Türkler yavaş yavaş İslamiyet’e girmeye başlamıştır. Abbasiler
döneminde uygulanan eşitlik politikası ve Türklerin önemli görevle
getirilmesiyle Türk-Arap ilişkileri gelişme göstermiş; Türkler kitleler halinde
İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Türk-İslam tarihinin başlangıcı da bu dönemde
olmuştur.
Türkler,
Büyük Selçuklu Devleti kurulduktan sonra Orta Doğu’daki anarşi ortamına son
vermiş; yine bu devirden itibaren İslam âlemine yönelen haçlı saldırılarına
karşı başarı ile mücadele etmiştir. Bu mücadeleler ise Osmanlı Devleti’nin
yıkılışına kadar sürdürülmüştür. Yani Türklerin İslam medeniyetinin gelişmesine
büyük katkıları olmuştur.[113]
“Türkler
Müslüman olmadan önce bu topraklarda Ari (Zerdüştlük, Budizm, Manihaizm,
Mazdekizm), Sami (Hristiyanlık, Musevilik ve en sonuncusu İslam), Mahalli (Gök
Tanrı veya Şamanizm ile Taoizm, Konfüçyüs) dinleri mevcuttu.”[114]
Türklerin
mensup oldukları dinlerin dışında başka dinler ile tanışmasına İpek Yolu’nun
vesile olduğunu söylemek mümkündür. Maveraü’n-nehr bölgesi İpek Yolu’nun
merkezi halindeydi. Türklerin ticaret yolları üzerinde yaşamaları nedeni ile
Türk toplumu farklı din, dil ve kültürler ile karşı karşıya kalmışlardır.[115]
Türkler,
İslamiyet’i kabul ederek İslam dinine, dolayısıyla da İslam medeniyetine önemli
katkıda bulunmuşlardır. İslam kültür ve medeniyetinin gelişmesinde hizmeti
geçen Türk bilginlerin sayısı oldukça fazladır. Başta İslami ilimler olmak
üzere çeşitli alanlarda eserler veren Türk bilginlerinin söz konusu medeniyetin
gelişmesinde önemli rolleri vardır.[116]
Bunlardan biri tezimizin ana konusu olan Hoca Ahmet Yesevi’dir. Yesevi’nin Türk
toplumu üzerindeki emeği büyüktür. Yesevi’nin en önemli katkısı ise hikmetleri
aracılığıyla Türkler arasında İslam dinini yaymasıdır. Yukarıda bahsettiğimiz
Arapların ve ilk Müslüman Türk hükümdarlarının Türklere İslam’ ı kabul
ettirmesine göre; Yesevi’nin Türk toplumunun İslamiyet’e geçmesinde etkisi daha
da fazla olmuştur dememiz abartı olmayacaktır.
Tarihte;
İtil (Volga) Bulgarlarından sonra, coğrafi bölge olarak Maveraü’n-nehr ve
Türkistan’da kurulan Karahanlılar ilk Müslüman Türk devleti olarak kabul
edilmektedir. Bu hanedanlık döneminde uzun zamandan beri hız kazanmış olan Türklerin
İslam dinini kabul etmeleri olgusu, büyük kitlelerin Müslüman olmasıyla Türk
tarihinde yeni bir dönemi başlamıştır. Bu yeni devrin en dikkat çekici özelliği
ise şüphesiz Türklerin İslam medeniyetine katkı sunmaya başlaması ve eski Türk
uygarlığın Türk-İslam Medeniyeti adı altında ilk ürünlerini ortaya koymasıdır.
Böylelikle, Karahanlılar’dan itibaren, bilhassa Göktürklerle başlayıp Uygurlar
zamanında çok büyük bir grlişme gösteren Türk kültür ve medeniyeti ile İslam
kültür ve medeniyeti kaynaşmıştır. Bunun sonucunda Türk-İslam Medeniyeti adını
verdiğimiz tarihi olgunun ilk temelleri atılmıştır. Bundan dolayı, Karahanlılar
dönemi milli tarihimiz içerisinde çok önemli bir yere sahiptir.[117]
Karahanlıların
Müslüman Türk devleti olarak ortaya çıkmasından sonra Türk unsuru, inkârı
mümkün olmayacak derecede medeniyet ve ilim noktasında İslamiyete ağırlığını
koymuştur. Türklerin İslam’ı kabul ederek devletler kurması, İslam dünyası için
önemli olduğu kadar Türk tarihi için de önemli olduğu şüphesizdir. Çünkü Türklerin
İslamiyeti kabul etmesiyle birlikte, İslamiyetin yayılması “Türklerin Cihan
Hâkimiyeti” fikriyle yeni bir boyut kazanacak ve hızlanacaktır. Karahanlı
Devleti, X. Yüzyılda İslamiyeti kabul etmesiyle birlikte eğitim ve kültür
alanında da birçok yenilik ve gelişmeleri Türk dünyasına kazandırmıştır.
Bunlar:[118]
Türk topluluklarında ilk defa, medrese
planlı, düzenli, güçlü bir örgün eğitim- öğretim kurumu olarak ortaya
çıkmıştır.
Türklerin dünya görüşü, insan tipi,
İslam’ın etkisi ile yeni şekiller almaya başlamış, eski Türk ananeleri ve
töresi değişikliğe uğramıştır. Medreseler eliyle düşünürler ve mutasavvıflar,
bu kültürel değişmeyi sağlayan yaygın eğitim kurumu görevi yapmışlardır.
Türk topluluklarının İslamiyet ile
tanışması, Türklerde gazi ve veli insan tiplerini ortaya çıkarmıştır. Bunun
yanı sıra eski savaşçı alp insan tipinin özellikleri bu yeni tipin özellikleri
ile kaynaşıp “Alperen”lik kavramında vücut bulmuştur.
Türkler; Anadolu, Balkanlar ve Orta Doğu’da
birçok bölgenin Türkleşmesinde, İslamlaşmasında önemli bir rol oynamıştır.
Karahanlıların
kültürel alanda hızla değişme ve gelişmelerinde; Müslüman olmalarının yanı sıra
yerleşik düzene geçmeleri, devlet adamlarının eğitime ve kültüre önem
vermeleri, medreseleri ülkenin her yanında yaygınlaştırmaları ve bu dönemde
Farabi, İbn-i Sina, Biruni, Yusuf Has Hacib, Kaşgarlı Mahmut, Ahmet Yesevi,
Edip Ahmet Yükneki gibi büyük âlimleri yetiştirmeleri de önemli bir faktördür.
Türk
örf ve ananelerine göre yaşayan Karahanlılar, İslamiyeti kabul etmeleriyle birlikte
ilk İslami Türk eserlerini meydana getirmişlerdir. Hakani Türkleri adını
taşıyan Karahanlılar, Türklerin milli kültür ve sanat geleneğinin güçlü
özelliklerini tamamıyla İslama adayıp bu şevk ile yeni bir üslup ortaya
çıkarmışlardır. “Karahanlı hakanlarının ilme hayranlığı, âlimlere saygısı ve
onları koruyup desteklemesi sonucunda Türkistan ve Maveraü’n-nehr şehirleri
başta olmak üzere birçok şehir birer medeniyet ve kültür merkezi haline
gelmiştir. Karahanlılar devrinde Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig, Kaşgarlı
Mahmut’un Divanü Lügati’t-Türk, İmam-ı Ebü’l Fütüh Abdülgafur’un Tarih-i
Kaşgari, Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet isimli eserleri Türk kültür ve
edebiyatının önemli eserlerini oluşturmuştur.”[119]
Böyle büyük adamları yetiştiren Karahanlı Devleti’nin kültüre ve bilime verdiği
değer; memlekette düzenin, toplumsal huzurun askeri güçle değil, bilimle
sağlanabileceğinin en güzel örneğidir.
Karahanlılar
devrinde Türk-İslam kültürünün dikkat çekici yazılı eserlerine kısaca
değindiğimizde; Kutadgu Bilig ve Divanü Lügati’t-Türk’ü bilhassa hatırlamamız
gerekmektedir. Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacib’in 1070’te dönemin Kaşgar
hükümdarına sunduğu ve devlet adamlarına devlet yönetme konusunda öğütler
içeren ilk siyasetnamedir. Kaşgarlı Mahmud’un 1074’te tamamlayıp Abbasi
halifesine takdim ettiği Divanü Lügati’t Türk ise, Türk dilinin zenginliğini
anlatan bir sözlük olup, Araplara Türkçe öğretmek ve Türkçe’nin Arapça kadar
zengin bir dil olduğunu kanıtlamak amacıyla yazılmıştır. Eser, Türk kültürünün
ansiklopedisi niteliğinde bir eserdir. Çünkü Türklerin yaşadığı bölgelere, Türk
kültür tarihine, edebiyatına, müzüğine, gelenek ve göreneklerine dair önemli
bilgiler içermektedir. Eserde yer alan Türk dünyası haritası coğrafya açısından
çok önemli bir belgedir ve aynı zamanda Türkler tarafından çizilen ilk dünya
haritasıdır; daire şekline sahip ve renklidir. Bunların dışında Edib Ahmet
Yükneki’ninAtabetü’l Hakayık’ı, Satuk Buğra Han Destanı, Rabguzi’nin
Kısasu’l-Enbiya’sı ve çalışmamızın ana konusu olan Ahmet Yesevi’nin Divan-ı
Hikmet’i de Karahanlılar döneminin Türk kültür ve medeniyetinde mihenk taşı
olan eserleridir.[120]
Karahanlı
Devleti’nin önemli kültür merkezleri; batıda Semerkant, Buhara, Farab, Taşkent,
doğu da Balasagun ile Kaşgar şehirleridir. Karahanlıların asıl merkezi Kaşgar
(Ordukend) olmasının yanı sıra devlet daha ilk dönemlerinde kuzeyde Balasagun’a
kadar genişlemiş ve burası ikinci bir yönetim ve kültür merkezi olarak kabul
edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde ise devlet batıya doğru genişlemiş ve
devletin batı kısmının merkezi Semerkant’a taşınmıştır.[121]
Karahanlılarda Devlet
Yönetimi
Karahanlı
devlet teşkilatında da diğer Türk devletlerinde olduğu gibi, Tük hükümdarına
idare etme hakkının Tanrı tarafından verildiği inanışı vardır. O, aynı zamanda
Tanrının yeryüzündeki temsilcisi ve gölgesidir. İslam dininde ise Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi olarak halife bilinmektedir. Türkler için İslam dinini
benimsemelerinde bu anlayışın büyük tesiri olmuştur.
Türk
idare geleneğinin bir gereği olarak “ikili teşkilat” esasına göre, doğu ve batı
olmak üzere iki idari kısma ayrılan devletin doğu kısmı doğrudan doğruya büyük
hakanın idaresi altında bulunuyor, batı kısmı da büyük hakanın yüksek
hâkimiyetini tanımak kaydıyla, hanedan üyelerinden bir başkası tarafından idare
ediliyordu.[122]
“Karahanlılarda
hükümdarlık telakkisi, kaynağını Türk Tarihinin derinliklerinden alan esaslarla
İslam prensiplerinin bir araya gelmesiyle oluşuyordu.”[123]
Karahanlı döneminde, Türkleri idare etme hakkı Tanrı tarafından verilen Türk
hükümdarlarının görevleri de vardır. Bu görevler içinde: halkın refahını
sağlamak, Töre’yi (Kanunu) düzenleyip uygulayarak dirlik ve düzenliği sağlamak,
adaleti temin etmek, savaş gücü ile Devleti düzen içinde bulundurmak ve
fetihler yapmaktır.[124]
Hükümdar, temsil ettiği halkın saygısını ve sevgisini kazanabilmek için cesaret
ve kahramanlık, akıllılık ve bilgelik, erdemlilik gibi özelliklere sahip
olması; ayrıca tecrübeli ve doğru insan olması gerekirdi. Hükümdarın yönettiği
toplumun ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda yapılan faaliyetler, ona olan
güveni arttırmaktadır. Çünkü Türklerde millet, yapılan her iyi işin veya atılan
her yanlış adımın sonucunu hükümdara bağlar. Bu yüzden hükümdarın kudretli ve
dikkatli olması zaruridir.
Karahanlılarda
saray, aynı zamanda devletin idare edildiği bir merkezdir. Dolayısiyle bütün
devletin başı olan hükümdarın, saray teşkilatında da ilk sırada yer aldığı
şüphesizdir. Saray teşkilatında hükümdardan, bütün devlet teşkilatında da
hükümdar ve vezir’den sonra gelen en büyük makam sahibi Ulu Hacib (Ulug Hacib)
idi. Hükümet ile halk arasındaki ilişkiyi sağlamak, sarayda protokol işlerini
düzenlemek ve yabancı elçilerle ilgilenmek gibi görevleri vardı. Ulu Hacib’den
sonra Kapucubaşı gelmektedir. Çeşitli hizmetler için saraya adam almak, her
türlü saray hizmetlilerinin huzura takdimi, onların tayin ve terfii ile, bütün
şahsi problemlerine bakmak, saray hizmetlilerinin usulünce yürütülmesini sevk
ve idare ederek, gerekli kontrolleri yapmak, gerek sarayda gerekse saray dışında
her türlü tehlikeye karşı hükümdarın korunmasını sağlamak gibi görevleri
üztlenmekte idi. Sarayda Kapucubaşından başka ve onun emrinde olan diğer
görevliler ise; Emir-i Candar, Silahdar, Alem Başlar Er (Alemdar), Asbaşçı
(Aşçıbaşı), Camedar, İdişçibaşı (İçkicibaşı), İlbaşı (Emir-I Ahur,
Seyisbaşı)’dır.[125]
Karahanlı
Devleti’nin merkez teşkilatında hükümdardan sonra en önemli görevli olarak
vezir bulunurdu. Merkez teşkilatının başında, hükümdar adına çeşitli devlet
işlerini yürütmek üzere Türkçe unvanı “yuğruş” olan bir vezir bulunmakta idi.
Yuğruş, memleketi tanzim ederek, doğru kanunlar ile idare edip düzeni sağlamak,
halkı huzura kavuşturmak, zengin bir hazine toplamak, ülkeyi genişletmek,
hizmetinde bulunanlara iyilik göstererek kendisine ısındırmakla
görevlendirilmekte idi. “Yuğuşun emrinde bir büyük Divan (Meclis-i Ali)
bulunurdu. Bu divanda; Ağıçı (Hazinedar) devletin gelir- gideriyle ilgilenirdi,
Tamgaçı (Mühürdar) hükümdarın ve idarenin her türlü yazışmalarını yürütürdü, Ay
Bitiği askerlerin aylık ücret ve tahsisatlarını kaydederdi.”[126]
“Karahanlı
Devleti, Türk devlet idaresi geleneğine uygun olarak ikiye ayrılmıştı.
Bunlardan doğuda kalan kısmın başında Arslan Kara Hakan unvanına sahip büyük
kağan yer alır ve bütün idari yetkiyi elinde bulundururdu. Batı kısmında ise
doğudaki hükümdarın hâkimiyeti altında aynı aileden Buğra Kara Hakan unvanını
taşıyan bir hakan bulunur ve ülkenin bu kısmını merkeze bağlı olarak idare
ederdi. Ayrıca her iki taraf eyalet ve vilayetlere ayrılır ve bunların başına
da genellikle hanedana mensup kişiler veya devlet idaresinde tecrübe sahibi
valiler olurdu.”[127]
Türkler
ordu - millet anlayışını bütün tarihleri boyunca sürdürmüşlerdir. Ordu - millet
anlayışı Karahanlılar döneminde de diğer eski Türk devletlerinde olduğu gibi
aynı şekilde devam etmiştir. Karahanlılarda ordu dört gruba ayrılmaktaydı.
Bunlar: Saray muhafızları, hassa ordusu, hanedanın mensupları ile valilerin ve
öteki devlet adamlarının kuvvetleri ve devlete bağlı Çiğil, Karluk, Uğrak vb.
Türk boy veya budunlarının kuvvetleridir. Karahanlı devletinde, eki Türk askeri
sistemi olan on’lu esası devam ettirdikleri görülmektedir. Ayrıca otağ, otağ
başı, on otağ, Sü-başı, yatgak, turgak, çerig, sü, yezek, yortuğ, yelim, akıncı
vb. unvan ve adların da gösterdiği gibi askeri terimlerin hemen tamamının
Türkçe olduğu sonucuna varılmıştır.[128]
Bu
bölümde ele aldığımız konular Ahmet Yesevi ile doğrudan alakalıdır. Ahmet
Yesevi, Maveraü’n-nehr’de kurulan ilk Müslüman Türk devletinde yaşamakta idi.
Türk toplumunu İslam dini ile tanıştırmış büyük din adamıdır. Bundan dolayı bu
bölüm için Türklerin İslamiyet’ten önceki, İslam’ı kabul ettikten sonraki
devlet anlayışı ve İslam’daki devlet anlayışı gibi konuları uygun gördük.
Din,
devletin unsurlarından biri olmamasına rağmen devlet, dine hakimdir ve onu
kendi bünyesinde asıl kuramlardan biri olarak görmüştür. Türkler, İslam dini
ile tanıştıkları zaman, birçok ortak kavram ve anlayışla karşı karşıya
kaldılar. Cennet, cehennem, günah, sevap ve bunlar gibi kavramlar Türklerin
İslam’dan önceki dininde de vardı. Ele aldığımız konu bakımından Türklerin
töreye bağlılığı ile İslam’ın şeriata bağlılığı, devlette hukukun önemini
yansıtmaktadır. Şeriat, Allah’ın Kur’an’la indirdiği buyruklarının ve Hz. Peygamber’in
bunları açıklayan sünnetinin tamamıdır. Bu yüzden şeriat, Müslümanlar için
inanç konusudur ve günlük hayatlarında önemli yer tutmaktadır. İslamiyet’ten
önceki Türklerin devlet yapısında hukuk önemli bir yer tuttuğu için, İslam’ı
kabul ettikten sonra da İslam devletleri içinde hukuka bağlı en yüksek topluluk
Türkler olmuştur. “Kut gider, töre kalır” sözü Türklerin hukuka ne kadar bağlı
olduklarını göstermektedir ki, İslam’ı kabul etmeleri ile değişikliğe uğramış
olsa da devlet töreye bağlı kalmıştır.
İslamiyet
öncesinde olduğu gibi Türk-İslam devletlerinde de hükümdarlığın Tanrı
tarafından (Kut’un) verildiğine inanılmıştı. Hukuki bakımdan yürütmenin,
hükümet işlerinin başı genellikle hükümete, divana devrederdi. Hükümet,
hükümdar adına devlet işlerini yürütürdü; fakat son söz yine hükümdara aitti.
Bu dönemde hükümdarların sahip olması gereken niteliklerin en önemlisi
adalettir. Türk devlet anlayışına göre “Adalet mülkün (devletin) temeli”’dir.[129] Yine bu
dönemde Türk bilginleri ve din âlimleri tarafından, devlet idarecilerinin nasıl
olmaları gerektiği konusunda eserler yazılmıştır. Türk bilginlerinin İslam
medeniyetinin gelişmesinde önemli rolleri vardır. Tezimizin ana konusu olan
Hoca Ahmet Yesevi’nin onlardan biri olduğunu söylemek mümkündür. Yesevi’nin günümüze
kadar ulaşmış hikmetlerinden ve menakıb-namelerden o dönem halkını nasıl
etkilemiş olduğunu görmekteyiz. Ve inanıyoruz ki; günümüz devlet yöneticileri
ve yerel halk o nasihatlere ayak uydurdukları takdirde, genel olarak devlet
daha huzurlu ve kaliteli yaşam sürdürecektir.
AHMET
YESEVİ VE ESERLERİ
Bu
bölümde Ahmet Yesevi’nin hayatı, ailesi ve eserleri hakkında bilgiler
verilmektedir. Ahmet Yesevi Müslüman Türk kimliğinin oluşum sürecine katkıda
bulunmuş önemli bir şahsiyettir. Ayrıca bu bölümde Yesevi’nin yaşadığı dönem ve
Türk-İslam tarihindeki önemi üzerinde durulacaktır.
Büyük
âlim ve sufilerden biri olan Ahmet Yesevi, Türkler arasında İslam’ın
yayılmasında önemli rol oynamıştır. Yesevi, Türklerin manevi hayatında,
yüzyıllar boyu etkili olmuş tasavvuf adamlarının başında gelen bir şahıstır.
Yesevi Ahmed b. İbrahim b. İlyas Yesevi.[130]
"Hazret-ı Sultan, Sultanu’l-Evliya, Hazret-i Türkistan, Sultan-ı Türk,
Ahmed-i Sani, Asitane-i Saadet, Kutbu’l-Aktab, Şeyhu’l-Meşaih, Sultan-ı Arifin,
Hz. Sultan Hoca Ahmed Yesevi, Pir-i Türkistan, Evliyalar Serveri, Mürşidler
Sultanı, Hace-i Türkkistan, Kul Hace Ahmed ve Hace Ahmed”[131]
gibi lakapları ile de tanınmaktadır. Hoca Ahmet Yesevi, Türk milletinin manevi
hayatına asırlar boyu nüfus etmiştir ve etmektedir.
Yesevi,
Orta Asya ülkesi olan Kazakistan sınırlar içerisinde bulunan Sayram[132] kasabasında
dünyaya gelen bir Türk mutasavvıftır. Sayram kasabasının adı XIII. asırdan önce
“İsficap” olarak bilinmekteydi. Bu kasaba Akşehir adıyla da tanınmaktadır.
Sayram Türkçe bir kelime olup, “topuktan yukarı çıkmayan sığ su” anlamını
taşımaktadır[133] Çocukluğunu
Sayram (Çimkent şehrinin doğusunda) kasabasında geçiren Yesevi, hayatının
önemli kısmını Yesi (şu anki Türkistan[134]
şehri) şehrinde geçirmiştir. Dolaysıyla, bazı kaynaklar Yesevi’nin Yesi
şehrinde doğduğunu belirtmektedir. Divan-ı Hikmet adlı eserinde de Türkistanlı
olduğunu vurgulamıştır. Ancak hikmetlerinde Türkistan Yesi şehrini değil,
Türkistan bölgesini[135] temsil
etmektedir.
Düştüm uzar, Burak tozar,
gitse pazar;
Dünya pazar, içine girip
kullar azar;
Başım dertli, yaşım sızar,
kanım tozar
Adım Ahmed, Türkistan’dır
ilim benim.[136]
Neler gelse, görmek gerek
O Huda’dan;
Yûsuf’unu ayırdılar o
Ken’an’dan;
Doğduğum yer o kutlu
Türkistan’dan,
Bağırıma taşı vurup geldim
ben işte.[137]
Gurbet değse, pişkin eyler
çok hamları,
Bilge eyler, hem seçkin
eyler çok sıradanları,
Giyer çul elbise, bulsa
yer yemekleri,
Onun için Türkistan’a
geldim ben işte.[138]
On altımda bütün rûhlar
pay verdi;
“Hay hay size mübarek olsun”deyip
Adem geldi;
“Evladım!” deyip, boynuma
sarılıp gönlümü aldı;
On yedimde Türkistan’da
durdum ben işte.[139]
Ahmet
Yesevi’nin babası, Hz. Ali soyundan gelen Şeyh İbrahim’dir, annesi de babasının
halifelerinden Musa Şeyh’in kızı Ayşe (Kara Saç) Hatun’dur. Yesevi’nin Gevher
Şehnaz adında bir ablası olmuştur. Küçük yaşlarında anne ve babasını kaybeden
Yesevi, ablası Gevher ile Yesi’ye (bugünkü Türkistan) geçmiştir. Ahmet
Yesevi’nin iki çocuğu olmuştur; oğlu İbrahim ve kızı Gevher Şehnaz. Oğlu
İbrahim, babası (Yesevi) hayattayken vefat ettiği için Ahmet Yesevi’nin soyunu
kızı Gevher Şehnaz devam ettirmiştir.[140]
Yesevi,
din eğitimini küçük yaşlarından itibaren babası Şeyh İbrahim’den almıştır. Şeyh
İbrahim Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerindendir. Ayrıca Hz. Ali soyundan olduğu
için birtakım kerametleri ile tanınmaktadır. Ahmet Yesevi, babasını
kaybettikten sonra (7 yaşında) eğitimini farklı hocalarla devam ettirmiştir.
Babasından sonra Yesevi’nin manevi eğitimini Arslan Baba (Bab) üstlenmiştir.
Kazakistan’da ‘Arıstan Bab’ adıyla bilinen Arslan Baba, rivayetlere göre 400
yıl yaşamıştır. Yesi’ye gelerek henüz küçük bir çocuk olan Ahmet’i bulması ve
Hz. Peygamber’in kendisine emanet ettiği hurmayı, sahibi olan Ahmet’e vermesi
ve terbiyesiyle meşgul olup irşad etmesi manevi bir işarete dayanmaktaydı. Kısa
bir süre sonra Arslan Baba da hayatını kaybetmiştir.[141]
Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selam,
“Hak Mustafa emanetini eyleyin armağan”
İşte o zamanda binbir
zikrini eyledim tamam
Nefsim ölüp la-mekana
yükseldim ben işte.[142]
Yedi yaşta Arslan Baba’m
arayıp buldu;
Her sırrı görüp perde ile
sarıp kapadı;
. zAllah’a
hamd olsun, gördüm” dedi, izimi öptü;
nedenle altmış üçte girdim
yere.[143]
Yedi yaşta Arslan Baba
Türkistan’a geldiler,
Başımı koyup ağladım,
halimi görüp güldüler,
Binbir zikrini öğretip
merhamet eylediler;
Arslan Baba’m sözlerini
işitiniz teberrük.[144]
Manevi
babası olan Arslan Baba’nın vefatından sonra, onun tavsiyesi ile Buhara’ya
yönelmiştir. Bu yıllarda Buhara İslam’ın önemli merkezlerinden biri olarak
kabul edilmekteydi. Karahanlılara bağlı olan bu şehir, çok zengin ve aynı
zamanda Hanefi mezhebine mensup olup, içlerinden önemli sayıda alim yetişmiş
bir aile olan Al-i Burhan tarafından yönetilme ydi.[145]
Buhara’da Şeyh Yusuf-ı Hemedani’nin[146]
(ö.535/1140-41) eğitimi altına girer. Yesevi’nin Hikmetlerinde belirtilmesi
kadarıyla Yusuf el-Hemedani’ye intisap ettiğinde Ahmet Yesevi yirmi yedi
yaşında olmuştur.[147] O
dönemde Yusuf-ı Hemedani önde gelen âlim ve mutasavvıflarından biridir. Kurduğu
Yesevilik tarikatının usullerini ondan öğrenmiştir. Hemedani Yesevi’yi üçüncü halifesi olarak seçmiş,
fakat Yesevi hilafeti Abdülhalık Gücdevani’ye bırakıp kurduğu tarikatını devam
ettirmek için Yesi’ye geri dönmüştür.[148]
Pir-i kamil mükemmilin
Hemedani,
Zahir-batın azizlerin aziz
hanı,
İçi-dışı nûra dolan,
incinin kaynağı,
Yedi yaşda pirden pay
aldım işte.[149]
Ben yirmi yedi yaşta Pir’i
buldum;
Her ne gördüm perde ile
sırrı örttüm,
Eşiğine yaslanarak izini
öptüm;
nedenle Hakk’a sığınıp
geldim ben işte.[150]
Yesevi’nin
hikmetleri Kur’an ayetlerinin ve hadislerinin tekrarı sıfatındadır:
hikmetlerinde Allah ve Peygamber sevgisini işlemektedir. Kur’an ayetlerinin
yanı sıra, Hz. Peygamber’in ahlaki güzellikleriyle birlikte bilhassa O’nun
sünneti gerek teorik ve gerekse pratik açıdan önemli olmuştur. Çünkü Hz.
Peygamber’in güzel ahlakını kendisine örnek alan Yesevi, eserlerinde insanlara
fazilet ve meziyet yollarını öğretme gayreti içindedir.[151]
Hatta bu manada Ahmet Yesevi’nin şahsiyet inin ve düşüncesinin hareket
noktasını ve ideallerinin ufkunu Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in
oluşturduğunu söylemek mümkündür. Yesevi hayatı boyunca Allah ve peygamber
sevgisi ile yaşadığı hikmetlerinde net bir şekilde görülmektedir. Buna belirgin
örneklerden biri de Hz. Muhammed (s.a.v.) 63 yaşında iken hayatını kaybettiği
için, aynı yaşta kendisini çile- haneye kapatmasıdır:
Hakk Teala fazlı ile
ferman eyledi,
İşitip okuyup yere girdi
Kul Hoca Ahmed,
Altmış üç yaşta
sünnetlerini sıkı tutup,
İşitip okuyup yere girdi
Kul Hoca Ahmed.[152]
Yer üstünde ölmeden önce
diri öldüm,
Altmış
üç yaşta sünnet dedi işitip bildim, Yer altında canım ile kulluk eyledim,
İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[153]
Altmış
üç yaşta sünnet oldu yere girmek,
Rasûl
için iki alem berbat edivermek,
Aşıkların
sünnetidir diri ölmek,
İşitip
okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[154]
Kul
Hoca Ahmed altmış üç yaşta gaib oldu,
Edebi
koruyup Mustafa’ya naib oldu,
Sultan
oldu, sıkıntı çekip tayyib oldu,
İşitip
okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[155]
Yesevi’nin
ölüm tarihi genellikle miladi 1166-1167 (hicri 562-563) yılı kabul edilir. Doğum
tarihi hakkında ise kesin bilgi mevcut değildir.[156]
Kaç yıl yaşadığı konusunda da net bir bilgi bulunmamaktadır. Bazı rivayetlerde
75, 120 ya da 125 yıl yaşadığı yazılmaktadır.[157]
Bu çalışmada esas aldınan Divan-ı Hikmet adlı eserinde yer alan hikmetlerinde:
Erenlerden feyz ve fetih
alamadım,
Yüz yirmibeş yaşa girdim
bilemedim,
Hakk Teala’ya ibadelerini
kılamadım,
İşitip okuyup yere girdi
Kul Hoca Ahmed.[158]
yazmaktadır.
Buna göre, yüz yirmi beş yıl yaşadığı kabul edilirse 1041 yılında doğduğu
tahmin edilebilir.
Ahmet
Yesevi’nin ölümünden sonra onun hakkındaki rivayetler halk arasında devam
etmiştir. Onlardan birisi de türbesi ile ilgilidir. Vefatından sonra Yesevi’nin
kabri halkın ziyaret ve ibadet yerlerinden biri olmuştur. Yesevi’den iki asır
sonra yaşayan Emir Timur, Yesevi’nin kabri üzerinde türbe yaptırmış[159] ve türbe
yapımı ile ilgili bazı ölçüleri kendisi belirtmiştir.[160]
Günümüzde Hoca Ahmet Yesevi türbesi Türkistan’ın hatta Türk Dünyası’nın manevi
merkezi olarak kabul edilmektedir. Azerbaycan’da gerçekleştirilen TÜRKSOY 34.
Dönem Daimi Konseyi toplantısında, Kazakistan’ın Türkistan şehri “2017 Türk
Dünyası Kültür Başkenti” seçilmesi de bunun kanıtıdır.
Yaşadığı Dönemde Bölgede
Meydana Gelen Olaylar
Hoca
Ahmet Yesevi’nin yetişmiş ve yaşamış olduğu Maveraü’n-nehr[161]
bölgesi, önceleri Hun ve Göktürk, daha sonraları ise Karahanlı, Gazneli ve
Selçuklu devletlerinin etkisi altında kalan bir bölgedir.[162]
XI-XII. asırdaki Maveraü’n-nehr’in genel durumunu gözden geçirerek, Ahmet
Yesevi’nin yetişmesinde ve gelişmesinde siyasi, kültürel ve sosyal etkilerin ne
derecede önemli olduğunu anlamak mümkündür. “Bu coğrafyada o dönemde çeşitli
Türk kabileleri yaşamaktaydı. Bu Türk kabilelerinden Oğuz, Karluk, Kıpçak gibi
büyük gruplar oluşmuştur. Bu kabileler sonrasında ortaya çıkan Argular,
Türkeşler ve Yağmalar gibi Türk boylarını oluşturmuşlardı. Bunların yanında
Maveraü’n-nehr ve Şaş havzasında tarımcılıkla uğraşan İran kökenli Soğd’lular
da var idi.”[163] Bölgenin
İpek Yolu ticaret kervanlarının da üzerinde bulunması tefekkürünün diğer
coğrafya ve kültürlere taşınmasında etkili olmuştur. Yesevi hareketinin
yayılarak diğer coğrafyalarda rağbet görmesinde bu fikir cereyanının ve
demografik hareketliliğin önemli bir etkisi vardır. Oğuzların Asya’dan
Anadolu’ya göç güzergâhında bulunan bu bölge önemli bir hareket merkezi de
olmuştur.
“Dünya üzerinde yaşamış
kadim toplamlardan birisi olan Türkler, uzun ve çok yönlü tarihi süreçlerden
geçerek bugüne ulaşabilmişlerdir. Bilindiği üzere bir toplumun birliğini ve
bütünlüğünü koruyarak varlığını devam ettirebilmesi, dünyada meydana gelen
değişimleri takip edip gerekli şekilde bünyesine alabilmesi ile yakından
ilişkilidir. Ancak gerekli değişimin alanları ve dozu kimliğin ve kültürün
korunmasında büyük öneme haizdir. Bu bağlamda Emevi Devleti’nin Türkistan
yönünde genişlemesi, Türk yurdunda önemli değişimlerin yaşanacağı süreci
başlatmıştır. Abbasi Devleti’nin,Araplardan farklı milletlere yumuşak
politikaları, İslamiyet’in farklı diyarlarda yayılmasını hızlandıran
etkenlerdendir. Emeviler ile başlayan süreç, dönemin toplumsal iletişim kanalı
olan ticaretin etkisi ve sufilerce de desteklenmiş, X. yüzyıla gelindiğinde
Türklerin önemli bir kısmının İslamiyet’i kabulleriyle sonuçlanmıştır.”[164]
X.
yüzyılın ilk yarısında Kaşgar ve Balasagun çevrelerinde İslamiyet büyük oranda
yayılmış, XI. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise Türk dünyasının en geniş
bölgeleri İslam’ın tesir sahasına girmiş ve İslamlaşmıştı. İslamiyet’in bölgeye
yayılması ile Sayram ön plana çıkmıştı. Dolaysıyla, Ahmet Yesevi’nin çocukluğunu
geçirdiği ve daha sonra irşad faaliyetlerini yürüttüğü bu bölgede, Yesevi’den
en az bir buçuk asır önce İslam’ı kabul etmiş toplum söz konusudur. Türklerin,
İslam dinini yeni kabul ettikleri dönemde İslam dünyasında şiddetli kelam
tartışmaları, itikadi ve ameli mezhepler etrafında ayrılıklar baş göstermekte
idi. Yesevi’nin yaşadığı dönemde de bu olaylar hala devam etmekteydi. O
çevrelerde tasavvufi fikirler de biliniyordu. Fuat Köprülü’ye göre “Ahmed
Yesevi zuhur ettiği zaman, Türk âlemi epeyi uzun bir zamandan (herhalde IV.
asırdan) beri tasavvuf fikirlerine alışmış, mutasavvıfların menkıbe ve
kerametleri yalnız şehirlerde değil, özellikle göçebe Türkler (Taşkent ve
Seyhun çevresiyle, daha ötelerdeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler) arasında
yayılmıştı.”[165] Türkler
ilahiler, şiirler okuyan; Allah rızası için halka birçok iyiliklerde bulunan;
onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri eskiden dini bir kutsiyet
verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul ediyorlar, dediklerine
inanıyorlardı. Bu suretle eski ozanların yerini, ata veya bab unvanlı birtakım
dervişler almıştı. Ayrıca bu sırada varlıklarını koruyan Türk-İslam devletleri:
İtil (Volga) Bulgar Hanlığı (VII-XV, yüzyıl İslam’ı kabul 922), Karahanlılar
(840-1212 İslam’ı kabul 944-945), Gazneliler (963-1186), Selçuklular
(1038-1194) ve Harizmşahlar (1092-1186) idi. Bunlardan önceleri Karahanlılar,
Yesevi’nin hayatını geçirdiği bölgelere hâkimdiler. Daha sonra
Maveraü’n-nehr Büyük Selçuklu hükümdarı
Sultan Sencer’in vefatı üzerine (1157), kuvvetli bir İslam devleti haline
gelmiş olan Harizmşahların yönetimine geçti. İşte böyle bir coğrafyada ve
dönemde Ahmet Yesevi doğmuş ve faaliyet göstermiştir.[166]
“Türkistan’da X. asırda
Samanlier ve Oğuz devleti olmak üzere iki Türk devleti ortaya çıkmıştı. Türk
boylarından Karluklar Yedisu’da ve Doğu Tyan - Şan’da; Çiğilller Yedisu’nun
güneyinde yaşamakta ise de sonradan Karluklar birliği içerisine dahil oldular.
Yağmalar, Issık Göl’ün güneyinde Doğu Türkistan’da, yani Kaşgar’da yaşadılar.
Sonra bu boydan, İslam’ı ilk resmi devlet dini olarak kabul eden meşhur Satuk
Buğra Han (955-956) (Abdü’l Kerim) çıkmıştır.”[167]
Satuk
Buğra Han Türk devletinin ilk Müslüman hükümdarı idi. Satuk Buğra Han’ın
İslamiyet’i kabul etmesi Türklerin tarihinde ve hayatında önemli bir dönüm
noktası olmuştur. Ancak, Yesevi’nin yaşadığı XII. asra gelindiğinde bile
Türklerin büyük çoğunluğu Müslüman değildi. Hatta Müslüman olan Türklerle
Müslüman olmayan Türkler arasında şiddetli savaşlar cereyan ediyor, Müslüman
olanlar diğerlerini kafir olarak görüyorlardı.[168]
Orta
Asya topraklarında kurulmuş ilk Müslüman Türk Devleti Karahanlılar döneminde
(840-1212) merkezi idare sistemi zayıftı. Bilindiği gibi, Büyük Karahanlı
Devleti iç çatışmalar nedeniyle 1042 yılında Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı.[169] “Doğu
Hanlığı Balasagun, Talas, İsficab, Şaş, Doğu Fergana, başkenti Kaşgar, Yarkent
ve Hotan bölgelerini içeriyordu. Batı Hanlığı ise Maveraü’n-nehr ile Hocend’e
kadar Fergana’ya sahipti.”[170]
Karahanlılar döneminde, şehirlerde ilim, sanat, kültür ve edebiyatta önemli
ilerlemeler de olmuştur. Bu dönemlerde çoğalan kervansaraylar vasıtasıyla
Türkistan’da mal akımı kolaylaşmıştır. Ticari faaliyetlerin yoğunluğu bölgede
bilgi ve düşüncenin yayılmasına da ortam hazırlamıştır. Yeseviliğin geliştiği
Argu, Hvarizm (Bakırğan, Uzboy) ve Ferğana illerinde XI.-XII. yüzyıllarda,
Türkler ile beraber henüz Türkleşmemiş İranlıların mevcudiyeti ve Yeseviliğin
yayıldığı Sır derya, İlek ve Fergana bölgelerindeki Türklerin Mazdeizm ve Muğ
dini, Mani dini, Senevî veya düalist mezheplere mensup oldukları tarihen
bilinen bir gerçektir.[171]
1040
yılındaki Dandanakan Savaşı’nda Mesut Gaznevi’nin askerleri Selçuklu
hanedanından Tuğrul Bey’e (1038-1063) yenilmiştir. Horasan, Batı İran ve
Azerbaycan, 1055’te Bağdat Tuğrul Bey’in hâkimiyeti altına alınmıştır.
Karahanlılar için bu bir tehlike yaratmıştır. 1089’da Melik Şah, Buhara ile
Semerkandı ele geçirmiş ve bu hadiseden itibaren Karahanlılar, Selçuklulara
tabi olmuşlardır. Melikşah’ın ölümünden sonra Selçuklu Devleti’nde karışıklıklar
zuhur etmeye başladı. Bu sırada Semerkand Emiri Aslan Han Muhammed Ibn Süleyman
(1120-1130) siyasi istikrarını elde etmeye çabalasa da iş tersine gitmiştir.
Çünkü 1118 yılında Selçuklu tahtına Sultan Sancar oturdu ve Aslan Han yine ona
tabi olmak zorunda kaldı. Batı Karahanlı Devleti’nde din adamları ile
aristokrasi arasında bitmez kavgalar başladığından dolayı Aslan Han ve devleti
çökmeye yüz tuttu. Dolaysıyla, XII. asrın başında Batı Karahanlılılar siyasi
iktidarlarını kaybetti ve Selçuklulara tabi oldular. 1130’da Arslan Han ve
Sancar Bey’in arası bozuldu ve Sultan Sancar Semerkand’ı aldı. Batı Karahanlı
Devleti’nin çökmesiyle birçok şehir kendi yönetimini bağımsız yürüttü. Onlardan
biri olan Buhara’nın iktidarını, Al-i Burhan (Sadır-i Cihan) ailesi ele aldı.
Sadırlar yüksek otoriteye sahip, Hanefi fıkıhçılarıydılar. Çok zengin ve aynı
zamanda Hanefi mezhebine bağlı çok sayıda âlimler yetiştirmiş bir aile olan
Al-i Burhan tarafından yönetilen Buhara, İslam dünyasının muhtelif yörelerinden
ve bilhassa Türkistan’ın her tarafından gelmiş ilim talipleriyle dolu
medreseleriyle Maveraü’n-nehr’deki en dikkat çekici ilim ve kültür merkezi idi.[172]
Yesevi’nin
doğduğu sıralarda Batı Karahanlı’nın hükümdarlığında Ahmed Han[173] (1081-1088;
1090-1095) bulunmaktaydı.[174] O sırada
babasının ölümü nedeniyle küçük yaşta tahta çıkan Ahmed, idaresizliği yüzünden
Melikşah’a[175] şikâyet
edildi. Bu nedenle Melikşah Semerkand’a ilk seferini yapmıştı. Bir müddet sonra
(Semerkand’a ikinci seferinden sonra) Melikşah Ahmed Han’ı kendisine tabi
kalmak şartı ile tahtına iade etmiştir. 1093-1166 yıllar arasında Batı
Karahanlı Devleti’nde yaklaşık 12 hükümdar değişmiştir. Bunlar: Ahmed Han
(1095), Rükneddin Kılıç Tamgaç Han I. Mesud b. Muhammed (1095-1097), Süleyman
Tegin (1097), Mahmud Tegin (1097-1099), Harun Tegin, Kadır Han Cibrail,
Muhammed Arslan Han (1102-1130), el-Hasan b. Ali (Hasan Han; 1130-1132),
İbrahim Han, Mahmud (1133-1141), III: İbrahim (1141-1156), Ali Tegin
(1156-1160), II. Mesud Han (1178 ö.)’dır. Batı Karahanlı Devleti Büyük Selçuklu
Devleti hâkimiyeti altına girmiş bulunmaktaydı. Yeni gelen hükümdarlar
devletini bağımsız yapmak isteği yüzünden Selçuklu hükümdarları tarafından esir
edilmekte veya öldürülmekte idiler. [176]
Bu
dönemde Mahmud Han (1133-1141) zamanında Maveraü’n-nehr’e Karahıtaylar istilası
olmuştur. Karahıtayların 1130’da Balasagun ve Kaşgar’ı ele geçirmeleri ile
bölgede Buddhizm tekrar canlandı. 1138’de ise Batı Karahanlı Devleti’ni
Hodjent’te olan savaşta yerle bir ettiler. Buhara, Semerkand gibi şehirleri
zapt ettiler. Sadır Cihan ailesinin reisi Hüsameddin Ömer’i öldürdüler ve
aileyi kendilerine tabi kıldılar. Bu dönemde Selçuklu Devleti de kendi içinden
zayıfladı; Oğuzların isyanları nedeniyle de Sultan Sancar’ın otoritesi
sarsılmaya başladı. 1141’de Katvan’da Sultan Sancar Karkıtay’a yenildi. Böylece
Karahanlılar ile Selçukluların Maveraü’n-nehr’deki hâkimiyetleri sona ermiş
oldu. En son Karahanlı kağanı Osman bin İbrahim 1112- 1113’da Harezmşah
Alaaddin Muhammed tarafından öldürüldü. Doğu Karahanlı Devleti’ni de Nayman
hanı Küçlük yok etti. XII. asrın sonuna kadar bütün Türkistan ve Maveraü’n-nehr
Karakıtayların hâkimiyeti altına alınmış oldu. Karakıtayların hanı, Gürhan
unvanını taşıyordu. Dinleri Maniheizm idi. Son Gürhan’ı Mani diye
adlandırılmıştır. Müslüman kaynaklarında Kuman diye geçmekte. Maniheizm dininin
edebi eserleri “Soğd” dilinde yazılmıştır. Karakıtayların hâkimiyeti altına
alınan bu bölgede İslam’ın yaygınlaşma hızı azaldı. Önceden Müslüman olmayanlar
vergi öder iken, bundan sonra Müslümanlar vergi ödemeye başladılar. Şüphesiz,
XI-XIII. asırlarda Maveraü’n-nehr’deki kargaşalar, taht mücadeleleri, düşmanlık
saldırıları ve bütün zorluklar, sıkıntılar fukara halkın omzuna bindi.[177]
Bütün bunların yanı sıra Ahmet
Yesevi’nin yaşadığı asırda dünyanın en etkin süper gücü halen Türklerdi. Asya
coğrafyası ve uzantısındaki Orta Doğu ve Anadolu coğrafyası İslam ve Hristiyan
çatışmasının merkez üssü olmaya aday konumdaydı. 1096’da başlayan I. Haçlı
Seferleriyle dünyada dinler savaşı meydana geldi. Her ne kadar adı din savaşı
olsa da asıl amaçları Doğu’nun zenginliklerini savaş ve yağma yoluyla elde
etmek olan Hristiyan Batı dünyası İslam ile karşı karşıya gelmişti. Bu dönemde
İslam’ın muhatabı olarak kabul edilebilecek olan merkezi Bağdat’ta bulunan
Abbasi halifeliği en zayıf dönemini yaşamaktaydı. İslam dünyasının bütünlüğünü
sağlayacak siyasi bir aktör olarak Türklerin ortaya çıkması da Ahmet Yesevi ile
aynı döneme denk gelmektedir. İslam doğuda Moğol, batıda Hristiyan Avrupa’sı
tarafından kuşatıldığı bir dönemde Ahmed Yesevi’nin görevinin ne kadar önemli
olduğu anlaşılmaktadır. Dini, edebi, ahlaki yönlerinin yanı sıra, siyasi ve
tarihi yönünü de ihmal etmemek gerekmektedir.
Ahmet Yesevi’nin yaşadığı coğrafya o
dönem inanılmaz derecede korkunç cinayetler işleyen Batıni ve Rafıızi unsurlar,
devleri içten kemirerek yıkma noktasına getirmişlerdi. Gerçekten de XI-XII. yy.
Orta Asya ve Sır Derya havzasında düşmanca saldırılar ve zulümler halkı kötü
duruma düşürdü. Müslüman halk geleceğinden endişe duymaya başlamıştı. Diğer
taraftan dinine ve devletine bağlı halk, iktisadi sıkıntılar içinde
kıvranıyordu. “Çok geniş İslam coğrafyasında haksız yere adam öldürmeler,
baskınlar, soygunlar, yağmalar ve benzeri faaliyetler, Müslümanları, tabiri
caizse canından bezdirmişti. Türkler dış düşmanlara karşı birleşmek yerine,
lüzumsuz ihtilaf ve mücadelelerle birbirlerine zarar veriyorlardı.”[178]
Hoca Ahmet Yesevi’nin yaşadığı döneme
bakıldığında, siyasi olarak devlet otoritesinin kaybolup taht kavgalarının
yapıldığı, önemli iktisadi sıkıntıların bulunduğu, ferdi ve sosyal problemlerin
yaşandığı bir kriz dönemi karşımıza çıkmaktadır. O dönemde bu coğrafyada
yaşayan insanlar, özellikle Türk boyları İslam dini ile tanışmış olsalar bile,
İslamiyet’i önemini tam anlamıyla kavramamışlardı. İslam’dan önce bu
topraklarda mevcut olan kültürler, yani Şamanizm, Busizm ve Paganizm hala
varlığını sürdürmekte idi. Bundan dolayı farklılıklar ve düşünce ayrılıkları
devam etmekteydi. İşte Ahmet Yesevi tam da böyle bir devirde yetişmiş ve
yaşamıştır.
Türk-İslam Tarihindeki
Önemi ve Türk Dünyası Üzerindeki Etkileri
Hoca
Ahmet Yesevi hem Türk tarihinde hem de Türk-İslam tarihinde önem kazanmış
mutasavvıflardan biridir. Türk tasavvuf dünyasında Yesevi’den önce bu alanda
emek harcamış şahıslar vardı, fakat İslam tarihinde güçlü etki bırakmadıkları
için Yesevi kadar önem kazanamamışlardır. O çağda zor şartlarda yaşamış
Türkler’in İslam’ı kabul etmelerinde Yesevi’nin katkısı şüphesiz büyüktür.
Aşağıda Yesevi’nin Türk-İslam tarihindeki önemine daha detaylı değinilecektir.
Konuya
geçmeden önce Ahmet Yesevi’nin düşünce sistemine göz atmakta fayda vardır.
Yesevi öğretisinin bilgisel ilkesi hikmet, sohbet ve ahlak üçlü esasına
dayandırılmaktaydı. İdesi de aşk ile mana kazanan varlığın birliğine
ulaşmaktır. Eski Türk düşünce sisteminde insan, âlemin uyumu için hizmet ettiği
düşünülmekteydi. Yesevi’den sonra ise âlem, insanın hizmetinde olduğu
düşünülmüştür. Yesevi öğretisinde insan Allah tarafından yaratılmış bir varlık
olarak tanınmış ve “âlemin merkezine” dönüşmüştür. “Yesevi düşüncesi, insan ve
onun psikolojik özellikleri ile manevi olgunlaşması öğretisinin pratik ilkeleri
ve ahlaki idelerini kapsayan ilimdir. Yesevi düşüncesi; insanın iç tecrübesinin
de doğa gibi bilgi kaynağı olabileceğini gösteren hikmettir ve eski Türk düşünce
sistemindeki üçlü evren anlayışı ve nizamıyla uyum içinde gelişen tasavvufi ve
ahlaki felsefedir.”[179] Yesevi
düşüncesi, her şeyden önce, insanı iç hürriyetine kavuşturmayı, hür insan
yetiştirmeyi amaç edinen manevi bilgiler kaynağıdır. Hür insanı demek, özgür ve
mutlu bir toplum ile sağlam bir devlet in devamlılığının teminatı demektir.
Yesevi’nin hikmet ilminde, insanı ve Allah’ ı tanımanın kriterleri özel
öğretilerle netleştirilmiştir.[180]
“Yesevi’nin
İslamiyeti hakikaten benimsemiş olması, Allah sevgisi, Peygamber sevgisi,
şeriatın esaslarına bağlılık, her türlü riyadan gösterişten uzak, temiz, sade
bir hayat yaşaması ve bu İslam inancını halka yayması, benimsetmesi, sevdirmesi
ve onların manen terbiye olmasında yaptığı hizmetlerdendir.”[181]
Arapların
ve İranlıların İslam’ı yayma amacıyla Türk topraklarına ayak basmalarıyla
birlikte Türkler sadece farklı din ile karşı karşıya kalmayıp aynı zamanda
farklı kültür ve diller ile tanışmıştı. Özellikle o dönemde Arapça ve Farsça
dilleri oldukça yaygındı. Ahmet Yesevi bu dillere hâkim olmasına rağmen
Türklere hikmetlerini Türkçe anlatmıştı.
Miskin, zayıf Hoca Ahmed
yedi ceddine rahmet,
Farsça dilini bilerek
güzel söylemekte Türkçeyi...[182]
Bu
noktada Yesevi’nin Türk dilinin gelişmesindeki rolü unutulmaması gereken özelliklerinden
biridir. Hemen öncesi dönemde Kaşgarlı Mahmut tarafından Divanü
Lügati’t-Türk’ün (1072-1074) yazılması[183]
Türk dilindeki gelişmeyi göstermektedir. Yesevi’nin yaşadığı dönem Arapça ve
Farsça edebiyat dili olarak kabul edilmekte idi. Buna rağmen Yesevi İslami
faaliyetlerinde Türk dilini tercih etmiştir.[184]
Türk dilini kullanma amacı İslam’ı yeterince tanımayan Türklere dini
tanıtmaktır. Çünkü o dönemde yaşayan bazı Türk toplulukları Arapça ve Farsçayı
yeterince bilmemektelerdi. Yesevi de hikmetlerini Türklerin anlayabileceği,
sade bir Türkçe ile anlatmıştır.[185]
Hoş görmemekte alimler
sizin dediğiniz Türkçe’yi,
Ariflerden işitsen açar
gönül ülkesini,
Ayet hadis anlamı Türkçe
olsa uygundur,
Manasına yetenler yere
koyar börkünü...[186]
Türk
toplumu Yesevi’yi takdir etmiş ve Yesevi’nin açmış olduğu çığırı kendisinden
sonra da devam ettirmiştir. Böylece Türk dili, bir edebiyat dili haline
gelebilmiştir. Dil varlığının koruması o dili konuşan kavimlerin tarihi süreçte
varlığını koruması anlamına gelir.[187]
Yesevi,
Türkler arasındaki ilk tarikat kurucusudur. Ilk Türk-İslam tarikatı ise
Yesevilik’tir. Yesevilik, İslam’ın Türkler arasında yayılmaya başladığı ilk
dönemlerde ortaya çıkmış sünni bir tasavvuf okuludur. Tarikatın esasları da
şeriata dayalıdır.[188]
“Türkler
Yesevi sayesinde, İslam dünyasında, özellikle Orta Asya’da bulunan bir takım
batıl düşüncelerden korunarak Ehl-i Sünnet itikadına bağlı bir İslam geleneğini
benimsemişlerdir. Böylece Arap ananesine bağlı Selefi görüşler veya İran
etkisindeki aşırı uç Şii görüşlerin etkisinde kalınmasının da önüne
geçilmiştir. Eğer bu olmasaydı milli şuur da tamamen sona erebilir ve
nihayetinde Anadolu’da bir milli mücadele fikri de oluşamazdı.[189]
Özellikle Yesevi ve onun yetiştirdiği insanların büyük gayreti sayesinde, Türk
dünyası Şii va Bâtıni inanç sistemlerinin hâkimiyeti altına girmekten
korunmuştur. O sıralarda Türkler arasında faaliyet gösteren mezhepler
şunlardır: Hariciler, Mürcie, Mu’tezile, Şia, Zeydiye, İsmaililik, Ehl-i
Sünnet’in Maturidi ekolü, Eş’ari ekolü ve hadis taraftarları. Bunlardan
Hariciler, Mu’tezile, Eş’arilik ve hadis taraftarları bir ekol olarak tarihe
karışırken, Maturidilik ve Hanefilik Türklerin çoğunluğunun benimsediği
mezhepler olmaya devam etmiştir. Haricilik, Türk bölgelerinde önemli
faaliyetlerde bulunmuşsa da onları kendi tarafına çekmekte başarılı
olamamıştır.”[190]
Yesevi
bir ruh terbiyecisi ve eğiticisidir. İnsanları ahlak kötülüğünden koruyarak
topluma kazandırmaya çalışan bir mutasavvıftır. “Türk kültürüne kattığı en
önemli düşünce ve ilke, Doğu medeniyetinin ilk ve tek prensibi olarak
gösterilen “insan merkezli değişimi” sunması ve insanları İslam ruhundan
nasiplenmeye vesile olmasıdır. Doğu medeniyetinde “İnsan, Allah’ın yerdeki
halifesidir”, dolayısıyla, insan Hakk'ın yerdeki temsilcisi olarak, yaşadığı
ortama, Hakk’a bağlı kalarak şekil vermesi gerekir.”[191]
Türkler arasında o dönemdeki batıl düşüncelerden koruyarak İslam’ın hızlı
yayılmasını sağlamıştır. Türk toplumunun daha hızlı ve iyi bir şekilde İslam’ı
tanıyabilmeleri için anlayabilecekleri basit bir Türkçe ile hikmetlerini
anlatmıştır. Yesevi ilk defa Türkler arasında tarikat kurmuş ilk şahsiyettir.
Bu tarikat ile Türk insanının ruh, din, dil ve kültür hayatını korumuştur.
Araştırmacılara
göre, Ahmet Yesevi’nin elimizde “Divan-ı Hikmet”, “Fakr-name”, “Risale
der-Adab-ı Tarikat”, “Risale der-Makamat-ı Erba’in” adlı eserleri
bulunmaktadır. Fakat bu eserlerdeki hikmetlerin tamamını Yesevi’nin kaleme
aldığı kesin olarak bilinmemektedir. “Divan-ı Hikmet” eserindeki hikmetlerin
genel olarak Yesevi’nin yazdığı kabul edilmektedir. Diğer eserleri ise
dervişleri tarafından Yesevi’nin dilinden kaleme aldıkları düşünülmektedir.[192]
Ahmet
Yesevi düşünce sisteminin temel kaynakları olarak Kur’an ve hadis ler esas
alınmıştır. Genelde her Müslüman’ın, bilhassa mutasavvıfların hayatında
Kur’an-ı Kerim önem kazanmaktadır. “Yesevi Kur’an’ı iyi özümseyen ve
içselleştiren bir şahsiyettir. Hayatının her safhasında Kur’an vardır ve onun
ilkeleri çerçevesinde hareket etmiştir. Kur’an’dan sonra bir başka önemli kaynak
hadistir (Hz.Muhammed’in sözleri, tavsiyeleri ve yaşama şeklidir). Ayrıca
hikmet kelimesinin bu anlamda onun tarafından dikkatle seçilip kullanılmış
olduğunu da söyleyebiliriz.”[193] Yesevi
Divan-ı Hikmet adlı eserinin kaynağının Kur’an ve hadis/sünnet olduğunu
aşağıdaki hikmetlerinde ifade etmektedir:
Benim hikmetlerim hadis
hazinesidir
Kişi pay götürmese, bil
habistir.
Benim hikmetlerim
Sübhan’ın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi
Kuran’ın anlamı.[194]
Hoca
Ahmet Yesevi, hikmet denen şiirlerini, dini-tasavvufi öğreti aracı olarak
kullanmıştır. Yesevi’nin sohbetlerinde ve şiirlerinde en çok işlediği konular
“Allah ve Peygamber sevgisi, fakir ve yetimleri korumak, dini kurallara riayet,
güzel ahlak, zikir, nefs ile mücadele, kendini eleştirmek (melamet), ölümü düşünmek,
manevi mertebeler ve bu mertebeleri aşamadan şeyhlik iddiasında bulunmanın
kötülüğü” gibi mevzulardır.[195]
Hoca
Ahmet Yesevi’nin şiirlerinin toplandığı yazmalara “Divan-ı Hikmet” adı
verilmiştir. Bunun nedeni Ahmet Yesevi’nin şiirlerinin “hikmet”[196]
terimiyle anılmasıdır. Hikmet Hakk’ı, hakikati, Allah’ı bilmek demektir.
Divan-ı Hikmet, İslam’ın emir ve yasaklarını, İslam ahlakını anlatan öğretici
bir eserdir. Nahl Süresi’nin 125. ayetinde “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel
nasihatle davet et” buyrulmaktadır. Dolayısıyla Yesevi’nin deyişlerine “Hikmet”
adı verilmesi tesadüf değildir. Divan-ı Hikmet bir halk eğitimi kitabıdır.
“Hikmet söyleme”, Ahmet Yesevi tarafından bir eğitim yöntemi olarak
kullanılmıştır. Bu yönteme dair ayrıntılı bilgilere ileriki bölümlerde
değinilmektedir.
Hikmet;
tasavvufta genellikle “İlahi sırların ve gerçeklerin bilgisi, varlıkların var
oluş amaçlarının kavranması, sebeplerle bunların sonuçları arasındaki
ilişkilerde ilahi iradenin rolünün keşfedilmesi” anlamında kullanılır.[197] “Divan-ı
Hikmet” bir tek Yesevi şiirlerine has bir unvan değildir; hatta bazı kaynaklar
Yesevi’nin eserine “Divan-ı Hikmet” isminin sonradan verildiği iddiasındadır.
Ahmet
Yesevi, ilk hikmetinde “İkinci defter’in sözlerini açtım ben işte...”, “Ben defter-i
sânî dedim, ver kulak.” diyerek, yazdığı eserini “İkinci defter” veya “Defter-i
Sânî” olarak isimlendirmektedir. “Dedim, ver kulak.” diyerek, yazdığı eserini
“İkinci defter” veya “Defter-i Sânî” sözü gerçek anlamıyla ikinci defter
anlamına gelmektedir.
Kul Hoca Ahmed ben ‘ikinci
defteri’ söyledim
İki âlem eğlencelerini
toptan sattım,
Ölmeden önce Cân acısının
zehrini tattım,
Mustafâ’ya mâtem tutup
girdim ben işte.[198]
Ben defter-i sânî söyledim
derde dermân,
Bir ve Var’ım kulum dese
kalmaz hüsran.
Her ne kılsa, özü kılar,
Hakk’tan fermân,
Fermânında hâzır olup
yürümeyim mi?[199]
Türkler
arasında Divan-i Hikmet’e ikinci defter denilmesinin sebebi ise Kur’an-ı
Kerim’den sonra ikinci defter olarak algılanmasıdır. Hikmetler in Türkler
arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından önemi büyüktür.[200]
Ahmet Yesevi XII. yy. yaşamış olsa da
Divan-ı Hikmet adlı eseri kendisinden sonra yaşamış müritleri tarafından kaleme
alınmıştır. Bu yüzden eserin içine aldığı hikmetlerin tamamı Yesevi’ye ait
olmadığı düşünülmektedir. Fakat Divan-ı Hikmet’in yazma ve basma nüshalarında
bulunan hikmetlerin çoğu Ahmet Yesevi’nin hikmetlerinden teşkil etmektedir.[201]
Elde mevcut nüshalar Fuat Köprülüye göre, bir defa İstanbul’da, dört defa
Kazan’da, bir defa da taş-basması olarak Taşkent’te basılmıştır.[202]
Divan-ı Hikmet’in eski ve güvenilir bir nüshası günümüze ulaşmamıştır.
Eldeki nüshalar oldukça değişikliğe uğramış olsa bile Divan-ı Hikmet, İslami
Türk edebiyatının Kutadgu Bilig’den sonra en önemli, tasavvuf edebiyatımızın en
eski eseri olarak önem kazanmıştır.
^Divan-ı
Hikmet’in yazma ve basma nüshalarındaki hikmet sayısı değişmektedir. En fazla
hikmet Kazan baskılarında bir araya getirilmiştir. Ahmet Yesevi’nin yazdığı
hikmetlerinde ise 4400 hikmet söylediği ifade edilmektedir:
Kul Hoca Ahmed her bir
sözün derde dermân,
Tâliplere beyân eylesem
kalmaz sıkıntı,
Dört bin dört yüz hikmet
söyledim Hakk’tan fermân,
Fermân olsa ta ölene kadar
söylesem ben.[203]
Yesevi,
Türklere İslamiyet’in esaslarını öğretmek ve müritlerine telkin etmek amacıyla;
sade bir dille ve halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde bazı
şiirler söylemiştir.[204]
Hikmetleri şiir biçiminde söylemesinin sebebi; Türk kavimleri arasında şiirin
önemli bir yeri olması, ilahi tarzına benzeyen bu tarz şiirlerin doğaçlama
olarak söylenmesi ve böylece ortaya çıkan bu üslubun eğitimsiz ve bozkır hayatı
yaşayan insanlara daha kolay gelmesi olarak gösterilebilir.
“Hikmetlerin
büyük bir kısmı 5-25 arasında değişen dörtlüklerden ibarettir. Dörtlüklerle
yazılmış hikmetlerde hecenin 12 (4+4+4)’li
ölçüsü, gazel tarzındaki
hikmetlerin
bazısında da hecenin 14 (7+7) veya 16 (8+8)’li ölçüsü kullanılmıştır.
Hikmetlerde genellikle yarım kafiye çeşidi kullanılmış, rediflere geniş ölçüde
yer verilmiştir.”[205]
Fuat
Köprülü’nün belirttiği gibi, hikmetlerin fikri yönünü dini-tasavvufi unsurlar,
şekil yönünü de milli unsurlar teşkil eder. Hikmetlerin içeriğini buna uygun
olarak İslamiyet, Türkistan tasavvufu ve Yesevilik’e ait eserler, inançlar ve
akideler oluşturur.[206] Divan-ı
Hikmet’teki parçalar konu açısından oldukça basit ve kısadır. “Hikmetlerin dile
getirdikleri konular; ilahi aşk, Allah’ın birliği, mutlak irade ve kudreti, Hz.
Peygamber’in şeriat ve sünneti, Hz. Peygamber’in sevgisi, zühd ve takva,
ibadet, İslam ahlakı, İslam menkıbeleri, ahiret inancı, kıyamet ahvali, cennet
ve cehennem tasvirleri, dünyadan zahidane şikâyet, dervişliğin faziletleri,
İslam mutasavvıflarına ait kıssalar, zikr ve halvet gibi Yesevi tarikatının
adabı ve erkânı ile ilgili hususlardır.”[207]
Bu konular dışında, Yesevi yerel halk ve devlet başında bulunan
insanların kaderi ile de yakından ilgilenmektedir. Divan-ı Hikmet, insan
hayatının bütün alanlarını kapsamaktadır.
Ahmet
Yesevi’nin Fakr-name adında küçük boyutlu bir eseri daha bulunmaktadır.
Fakr-name; Divan-ı Hikmet’in Taşkent ve bazı Kazan baskılarında da yer
almaktadır.[208] “Fakr-Name
Yesevi’nin dervişlerine vasiyetnamesidir. Eser; Kur’an, sünnet, İslam tarihi
ve
tasavvuf kaynaklıdır ve tasavvuf anlayışını itikat, ibadet, ahlak ve sosyal
hayat olma k üzere dört mertebe üzerine bina etmektedir.”[209]
“Fakr”
kelimesinin sözcük anlamı “fakirlik ve muhtaç olmak” manasını taşıyor olsa da
tasavvuf kültüründe ve edebiyatında “dervişlik, sufilik, zahidlik, Allah’a
muhtaç olduğunun farkında olmak” gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.[210] Böylece
Yesevi’nin “Fakr-name”‘ kitabına “Dervişlik Kitabı” diyebiliriz.[211] “Konusu
itibariyle, fakr’ın mahiyet ve önemi, daha sonra da dervişlik, dervişliğin, onu
şeriatta, onu tarikatta, onu marifette, onu da hakikatte olmak üzere kırk
makamı, fakr’ın on makam, on nur, on yol ve on orunu ile altı fakr adabı, sekiz
fakr makamı ve yedi fakr mertebesi, ayrıca sufiliğin esas ve hususiyetleriyle
anlatan ve bunları Hz. Peygamber’in sözlerine dayandıran bir eserdir.”[212]
Divan-ı
Hikmet’in Taşkent ve Kazan baskılarının başında veya sonunda Ahmet Yesevi’ye
isnat edilen bir risale de yer almaktadır. Süluk adabı ve mertebelerini anlatan
bu risalenin Ahmet Yesevi tarafından kaleme alınmadığı, Hace’nin fikirlerini
esas alarak risaleyi bir Yesevi dervişinin düzenleyip kaleme almış olabileceği
daha uygun görülmektedir. Fuat Köprülü, süluk adabına ait bu risalenin bir
Yesevi derviş olan Hazini’nin bir eserinden çıkarıldığını ileri sürmektedir.
Risalede ayrıca şeriatta on, tarikatta on, marifette on ve hakikatte on makam
olmak üzere kırk makam ile fakrın makam, mertebe ve nurları birer birer
zikredilmiştir.[213]
Fakr-name
ile Divan-ı Hikmet arasındaki fark: Hikmetler her insanın anlayabileceği bir
hitabete sahipken; Fakr-name sadece dervişlere yol göstermek için yalın ve yer
yer sanatlı anlatıma sahip nasihatler içermektedir.
Ahmet Yesevi’nin Yeni
Bulunmuş İki Farsça Risalesi
Hoca
Ahmed Yesevi’nin Türkçe olan Divan-ı Hikmet ve Fakr-name isimli tanınmış
eserleri vardır. Bunların dışında iki küçük Farsça yazma eser de Ahmed
Yesevi’ye nispet edilmektedir. Bu Farsça eserlerin muhtevaları incelendiğinde,
Yesevi’nin diğer Türkçe eserlerindeki konular ile büyük benzerlik gösterdiği
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu Farsça risalelerin Ahmed Yesevi’ye ait olması
muhtemeldir. Bu eserler ister bizzat Ahmed Yesevi tarafından kaleme alınmış
olsun ister onun sözlerinin müritleri tarafından derlenmesiyle meydana gelmiş
olsun her iki şekilde de Yesevi’nin düşünce dünyasını günümüze aktaran önemli
metinlerdir. Bu iki Farsça eser şunlardır:
“Taşkent’te
yazma nüshaları bulunan bu küçük Farsça eser, tarikat adabı ve makamları,
mürit-mürşit ilişkileri, dervişlik, Allah’ı tanımak ve ilahi aşk gibi konuları
içermektedir. Risale der-Adab-ı Tarikat, S. Mollakanagatulı tarafından Kazak
Türkçesine tercüme edilerek (Almatı 2012) yayımlanmıştır.”[214]
“Yesevi’ye
nispet edilen Farsça yazma ve küçük bir eser olup , şeriat, tarikat, marifet ve
hakikatten her biri hakkında onar makam olmak üzere toplam kırk makam ve
kaideyi ihtiva etmektedir. Şimdilik bilinen tek nüshası Kütahya Tavşanlı
Zeytinoğlu İlçe Halk Kütüphanesindedir.”[215]
Her
iki eserde de tasavvufi konular anlatılarak ayet ve hadislerden örnekler
verilmektedir. Ancak güvenilir hadis kaynaklarında olmayan bazı sözlerin hadis
olarak nakledilmesi, sûfilerin hadis âlimleri kadar titiz olmadıkları şeklinde
izah edilebileceği gibi, Ahmet Yesevi’nin aldığı dini eğitimin seviyesi
konusunda da bir fikir vermektedir.
Yesevi’nin Eserlerinde Yer
Alan Temel Unsurları
Aslında
Yesevi düşüncesinin temel unsurları o döneme ait ideal devlet ve toplum
yapısının kodlarını içermektedir. Aşağıda verilen bilgilerin temel nedeni,
devlet ve toplumun farklı düşünülmemesidir. Yesevi eserlerinde yöneten ve
yönetilenler arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Yani toplumsal sözleşmenin
temel çerçevesini belirtmektedir. Toplumun ve devletin en alt tabakasındaki
toplumsal yapının kodları burada açıkça verilmektedir.
Vahdet-i
Vücûd; Varlığın birliği ve varlıkta birlik anlamında bir tasavvuf terimi; bu
bağlamda Tanrı, âlem ve insan ilişkilerini açıklayan düşünce sistemidir.[216] Tasavvuf
felsefesinde Allah’ın zatı (cevher) ve sıfatları (araz) bir bütündür. Allah,
Mutlak Varlıktır. Tüm yaratılmış varlıklar Mutlak Varlık ile birlikte ve
bütünlükte değerlendirilmektedir. Diğer bir ifade ile tüm yaratılmış varlıklar
Mutlak Varlık dolayısıyla varlık sahibidirler. Vahdet-i vücûd öğretisinde bazı
sureler ve hadisler temel alınmıştır.[217]
“Vahdet-i vücûd düşüncesi,
varlığı mümkün ve zorunlu kısımlarına ayrılmadan önce kendinde bir hakikat
şeklinde ele alıp, zorunlu ve mümkünü onun iki kutbu saymak suretiyle Hak ile
halkı izafet ilişkisiyle birbirine bağlar. Böylece Tanrımsan ilişkileri başta
olmak üzere birlik-çokluk sorunu, insan iradesi ve özgürlüğü, âlemdeki kötülük
problemleri sebeplilik vb. metafizik konularla iman ve akidenin anlamı, ahlak
konuları ve çeşitli dini bahisler hakkında kapsamlı ve sistematik bir düşünce
ortaya koyar. Bu düşünceyi kabul edenlere vahdet-i vücûd ehli veya vücûdiyye
denir.”[218]
Vahdet-i
vücûd düşüncesi geçmişteki ve günümüzdeki araştırmalarda tasavvufun en dikkat
çeken konularından biri olmuştur.
“Yesevi
için, “varlığın birliği” öğretisinin sırrı ancak, aşk ile tanınmaktadır. Sufi,
bu hali aşk ile yapılan iç tecrübeyle, hakikate götürücü kuvvet ve muhabbetle
yaşamaktadır. Yesevi hikmetlerinde “Hem âşıkım, hem mâşukum, kendim cânân”[219], yani
hem aşk, hem seven ve sevilen arasında, obje ile süje perdelerinin kalktığını
ve birliğin yaşanıldığı hali anlatmaktadır. Sen ve Ben ikilemi birliğe
dönüşmektedir.”[220]
“Yesevi düşüncesinde,
“varlığın birliği” öğretisinin teori ile metafizik düzeyde soyutlaşmasından
ziyade, doğrudan insanın ruhundaki olgunluğu ve hayattaki yansımalarıyla
somutlaşması önemlidir. Dolayısıyla, Yesevi, “varlığın birliği’nin” yaşanıldığı
ilk hali ve “ruh alemindeki” yaratılış gerçeğini, Allah’ın hikmetini gösteren
bir talimi nümune olarak, “şehadet alemindeki” insanlar arasındaki birlik ve
beraberliğin ve eşitliğin temeli olarak bilmektedir.[221]
Muhabbetsiz
kişilerden her kim kaçsa,
Ariflerin
sohbetinde dolaşır,
Yanıp
yakılıp yolunda yaşını saçsa,
Sübhân
Melik’im Arş üstünde konuk eyler.[222]
Yesevi’ye
göre, içeriden başlayarak dışa yönelen ve Hakka uzanan bu yolculuk birlik
makamında sona ermektedir. Yesevi düşüncesinde benlikten kaçılması gerektiği
vurgulanmaktadır. “Ben” denilmemekte, hikmetlerde “O” denilmekte; yani Allah
tek bir varlık olarak göstermektedir. O’nu da dış alemde değil kendi iç
aleminde bulmak gerekmektedir.
Yesevi
hikmetlerinde yaratılış meselesi de ele alınmaktadır. Yaratılış, hikmet ilminin
önemli konularından biridir. Yesevi düşüncesinde yaratılış, varlık, ruh vs.
gibi konuları gözlemlemek mümkündür. Ahmet Yesevi, yaratılışı bir ilahi sınav
olarak ortaya koymaktadır.
Tasavvufa
göre, Allah insanı “yoktan” yaratmış ve ona zatından “bir nefha üflemiştir”.
İnsan Allah’ın nuruyla donanmış bir varlık olarak kabul edilmektedir. Yesevi
düşüncesinde ruhun ilk “birlik halinden” şehadet âlemine gönderilmesi, “büyük
ayrılık” olarak nitelendirilmektedir. Bu anlayışa göre, insanın en derin
azaplarının başında onun ruh âleminden ayrılışı gelmektedir.[223]
Sizi,
bizi Hakk yarattı ibâdet için;
Ey
acâip, içmek, yemek, râhat için;
“Kâlû
belâ” dedi 52uhum sıkıntı için;
Edhem
olup yer altına girdim ben işte.[224]
Hud
süresinin 123. ayetinde “Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur.
Bütün işler O’na döndürülür...” buyurulmaktadır. Yesevi, insanların ilk
birlik haline dönüşlerini bu ayete dayandırmaktadır. Ve hikmetlerinde insanın
başıboş yaratılmadığını; belli bir amaç için var olmuş emanet ve irade sahibi
ve seçme hürriyeti olan bir varlık olduğunu vurgulamıştır.
Sözlük
anlamı ile âlem, üzerinde yaşadığımız dünya, güneş sistemindeki felekler,
evren, halk, yaratılmış varlıklar, insanlar, toplum vs. gibi anlamları ifade
etmektedir. Tasavvufta ise âlem, Allah’ın dışındaki her şeydir.
Yesevi’nin
hikmetlerinde, yaratılmış tüm varlıklar âlem kavramı altında düşünülmektedir.
Yesevi, âlemin iç manasına ve onun nihai gerçeğine yönelmekte ve
yönlendirmektedir. Âlemde Allah’ın cemalini görmek istemektedir:
Zâhir gözü gaflet ile
bakıp görmez,
Bâtın gözü açılsa o görür
dostlar.
Bâtın gözü açılsa bütün
perdeler,[225]
Başka
bir açıdan bakıldığında, âlemin gerçeği, önemi ve anlamı onun Hakk’ı gizleyen
bir perde olmasında saklıdır. İnsan âlemi Allah’ı gizleyen bir perde olarak
görmesi çok önemlidir. Eğer Allah ile insan arasındaki perde yok ise, bütün her
şey anlamını kaybederdi. Dünya ve hayat anlamını yitirirdi. O zaman aşk da sır
da iman da küfür de iyilik de ve kötülük de olmazdı. Öyleyse, varoluşu anlamlı
yapan da aşkla yaratılmış âlemdir. Eğer insan, sır perdelerini aralayıp onun
arka tarafında gizlenen gerçeği görebilirse ancak o zaman “perdenin” perdelik
sıfatı ve aracılığı ortadan kalkacaktır. Sonuçta, insandan beklenilen de
yaratılmış evrende şekil (fenomen) değil, mana (nomen) aramasıdır[226].
İnsan
bu âlemin problemlerini aşabilirse, gerçek hürriyete de erecektir. Ancak,
perdeleri açmak kolay bir iş değildir, onun için insanın Yesevi’nin deyimiyle
“gerçek sufi” olması gerekmektedir.
Yesevi
düşüncesinde insanın kendini tanımasındaki, alemi anlamasındaki ve Allah’ı
bilmeye çabalamasındaki esas amaç, insani kalıp ve kişiliğini koruması ve
kendisiyle bir bütün hale gelmesidir. İnsanın kendini bilmesi, insana bu
dünyada yanılıp yanılmadığını muhasebe etmek ve kontrol etmek için gereklidir.
Yesevi’ye gore “sadrında ışık parlayan” insane; geçici dünyaya, mal ve mülke
rağbet göstermez. Fakat bu, Yesevi’nin bu dünyayı yok saydığı veya önemsiz
gördüğü anlamına gelmemelidir. Bilakis Yesevi düşüncesinde, ruhu eğitmenin ve
olgunlaştırmanın zemini âlemdir; zamanı ise fiziki ölümden önce ölmek, yani
olgunlaşmaktır. Ölmeden önce ölmek, başka bir anlamda, Allah’ın nurunu ölmeden
önce görmek demektir. Allah’ın nuruna mazhar olmayınca insan bu dünyanın
karanlık olduğunun farkına varamıyor.[227]
İnsanın Hak cemalini müşahede edebilmesi ancak öldükten sonra mümkündür.
Dolayısıyla, insan bu dünyanın karanlık olduğunu hiçbir zaman bilememektedir.
Ancak tasavvuf felsefesinde, insan Hak cemalini bu dünyada görmeyi amaç
edinmektedir. Sufiler için bu dünya daha önemlidir. Çünkü bu dünya, Allah’ın
hikmeti ile kendisinin yaratılışındaki ilahi sırrı kavrama ve tanıma mekânı;
ilahi sınavın gerçekleştiği kutsal bir sahadır.
Yesevi
düşüncesinin nihai amacı, insanın ahlaki ve manevi açıdan olgunlaşmasıdır. Bu
düşünce sisteminde, insanın manevi, epistemolojik ve ahlaki makamları aşmak
suretiyle kendisiyle ve daha sonra evren ile bütünleşmesi olan nihai amacın
ilkeleri düzenli bir şekilde belirtilmiştir.
İnsanın
olgunlaşma sürecinde elde ettiği ahlaki makamlar, ilahi âlemlerin tabakalarıyla
uyum içerisindedir. Burada, Yesevi düşüncesindeki “kamil insan” öğretisinin
tasavvufi ontolojiyle iç içe olduğu görülmektedir.
Yesevi
düşüncesinde, insan hayatının anlamı ar ve ahlaktır. İnsan, hakiki hayat ve iyi
ömrün tadını ilahi âlemde yaşamıştır. Bu hayatı tekrar yaşamak, insanın ahlak
ve ar ilkelerine olan bağlılığıyla mümkün olabilmektedir. İlahi âlemdeki
ruhların, bu dünyada da eşitlik ve aşk ile manalı bir hayat sürmesini
sağlayacak en büyük ilkesi fazilet ve ahlak olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında
Yesevi düşüncesini, onun tefekkür sistemi veya hayat felsefesi ile görüşlerini
genel olarak üç gruba ayırmak mümkündür. Yesevi hayatın manasını ilahi, hayvani
ve şeytani olarak üçe gruba ayırmıştır.
Yesevi
Kur’an’a dayanarak “manalı” ve “manasız” ömür türlerini ortaya koymaktadır.
İnsanın hayvana dönüşerek, şeytana teslim olup, soysuzlaşmasından büyük trajedi
yoktur. Hayvanca azmak diye, nefsin “insani mananın merkezi yuvasını” bozması
sonucunda, saf ve yumuşak kalbin taşa dönüştürülmesine denir. Yesevi’ye göre,
eğer insan bu sapıklıktan vazgeçmezse yok olur, yani, ruhunu nefsinden
kurtaramadan hayatını manasızlaştırır. Bu durumda insan, hiç olup Allah’a
kavuşma imkânından tamamen mahrum bırakılacaktır. Yesevi’nin hikmetleri bununla
ilgili birtakım örnekler vardır.
Kul Hoca Ahmed,
aşksızların işi kötü,
Sabâha varsa, Hakk
göstermez ona Cemâl,
Arş ve Kürsü, Levh ve
Kalem hepsi bîzâr;
Aşksızlara cehennem
kapısını açar dostlar.[228]
Yesevi
düşüncesinde, insanın ölüm tehditlerinden kurtulmak için bu dünyada, doğal
ölümden önce onu tanıması, yani, “ölmeden önce ölmesi” gerekmektedir. Ölümden
kaçma ve korkmanın yerine onunla kavuşmayı ve onu sevmeyi öğrenmek esastır.
Yesevi, ölüm hakikatini Kur’an ayetlerine dayandırarak hikmetlerinde “Ölüm
destinden hiç kimsenin kurtulamayacağını” vurgulamaktadır.
“Külli men aleyha fan”
âyetinde,
Bir Allah’dan başka mahlûk
ölür imiş,
İsrâfil Sür’u alıp
üflediğinde,
Kabirden yeni deri
giydirilerek kopar imiş.[229]
Yesevi,
iradi ölüm (el-mevtü’l iradiye) öğretisini geliştirmiştir. Bu da “ölmeden önce
ölmek” ilkesi ve “.. .insanlar bu alemde hayal dünyasındadır, öldükten sonra
gerçek alemi göreceklerdir” mealindeki hadisle birlikte ele alınmaktadır.[230] Yesevi
düşüncesinde insan ruhu ebedidir. Ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır.
Başın gider bu yollarda,
hâzır ol,
Âşîk yolunda ölmeden önce
muhakkak öl,
Pîr eteğini sıkı tutup
hizmet eyle,
Hizmet eyleyenin aslâ
yolda kaldığı yok.[231]
Yesevi
ölüm hakikatini anlatmadan önce, ölüm hakkında düşünmeyi sağlayacak ve ölümü
hatırlatacak yöntemleri kullanmaktadır. İnsanın “ruh âleminden” bu dünyaya
inişindeki ve yaratılışındaki sebebi ile gerçeğinin ölüm olgusuyla
açıklanacağını ve hayattaki her bir aşamanın insanı ölüme bir adım daha
yaklaştıran mesafeler olduğunu hatırlatmaktadır.
Tasavvufta,
ruhun mahiyetinden ziyade onun eğitimi ve bu eğitimin yöntemlerine ve onun
niteliksel yönden olgunlaşmasına önem verilmektedir. Ayrıca, ruhun ve bedenin
özelliklerinden ziyade, nefs ile ruh ve onların toplumdaki görünüşleri olarak
nitelendirilen “akıl ve hevanın” özelliklerini bilmeyi ve gerçekleştirmeyi amaç
edinmektedir. Yesevi düşüncesinde nefs, bütün kötülüklerin; ruh ise, iyilik ve
faziletlerin kaynağıdır. Akıl, ruhun esas vasfı olarak övülürken, heva, nefsin
sıfatı olarak yerilmektedir. Kur’an’da ruh ve nefs kavramları bir bütün cevher
olarak tanımlanmaktadır. Bu yüzden ruhu eğitilmiş nefs; nefsi de eğitilmiş ruh
olarak nitelendirmek mümkündür.
Yesevi’ye
göre ruh bedenden önce yaratılmıştır ve ruh “Külli Ruh’un” bir parçasıdır. Bu
konuda Yesevi şöyle demektedir:
Rahîm içinde belirdim, ses
geldi,
“Zikir söyle!” dedi,
organlarım titreyiverdi
Rûhum girdi, kemiklerim
‘‘Allah” dedi;
sebepten altmış üçte
girdim yere.[232]
Tasavvufta,
insan ancak ruhunu ahlaki ve niteliksel açıdan değiştirebildiğinde kendi
kaderini de değiştirmiş olur. Yesevi bu konuda şu hikmetleri ile uyarıda
bulunmaktadır:
Kul olsan sıkıntı çek
gâfil insân,
Akıllı isen ganîmetdir
sana şu dem,
Emânetdir azîz cânın yürüme
gamsız,
İşitip okuyup yere girdi
Kul Hoca Ahmed.[233]
Nefs şeytân esîr kıldı
Âdem oğlunu,
Develer gibi bağlayıp aldı
iki kolunu,
Ne zordur sağ ve solu
bilmeden yolunu,
Vah ne yazık hasret ile
gideceğim ben işte.[234]
Garîb, fakîr, yetimleri
sevindiresin;
Parçalayıp azîz Cânını
eyle kurbân;
Yiyecek bulsan, cânın ile
misâfir,
Hakk’tan işitip bu sözleri
dedim ben işte.[235]
Çünkü
Yesevi’ye göre, insanda Allah’a ait bir unsur vardır ve bu düşünce, insanın onu
kendi çabalarıyla bulması gerektiği esası üzerine kurulmuştur.
Divan-ı
Hikmet’te nefs kavramından sembolik anlamda “ukbalar” olarak söz edilmiştir.
Nefsin vasfı heva ile hevestir. Bu sıfatlar ruhun akıl sıfatından ağır bastığı
anda, gönül gözü (basiret) mana ve hakikate kapalı kalacaktır. Gerçi tasavvuf
felsefesinde nefs, eğitilmemiş ruhtur; ruh da eğitilmiş ve “gözü açılmış”
nefstir. İnsan, ruh ve bedenden ibaret tek bir cevherden oluşan varlıktır.
Ayrıca, nefis, kalb, sırr, gönül gibi kavramlar ruhun niteliksel derecelerini
gösteren metafizik ve ahlaki âlemleri bildirmektedir.
^Tasavvuf
felsefesine göre, nefste heva ile heves sıfatları, ruhta ise akıl ve irade
vasıfları mevcuttur. İnsanın, insani manaya ulaşması için ruhunu arıtması ve
onu akıl ile donatması şarttır. Bu şartlar yerine getirildiğinde insan gerçek
manada Allah’ın ilim sıfatının aynası olacak ve saf insani zihniyete
erişecektir. İnsanın zihninin açıklığı ile bulanıklığı, Yesevi düşüncesinde
nefsin eğitimi ve tutumuyla ilgilidir. Nefs, insani, hayvani ve şeytani
zihniyetlerin kesiştiği noktadadır. İnsan bu yolların sadece birini seçtiğinde
saf insani zihniyeti elde edecektir.
Yesevi
hikmetlerinde, insani zihniyete ve akla yakışanın, kalp, Allah’a teslimiyet,
marifetullah ve iman olduğunu vurgulamaktadır.
Ben âsîyim, Günâh dolu,
hamd ve senâ söylemem,
Horozları gör, senâ söyler
seherde.[236]
Genel
olarak Yesevi düşüncesinde, insanın iyiyle kötüyü ayırt edememesi, imansızlığı
ve dünyaperestliğinin başlıca sebebidir.
Vay şöyle câhillerden ümîd
eylemeyin,
Feyz ve fetih alırım deyip
yürüyüp almayın,
Nefsi büyük, şeriatı bozuk
velî bilmeyin,
238
Lânetli şeytân gem
vurmadan bindi dostlar.
Yesevi
düşüncesinde nefis; insanı hakikate, manaya giden yoldan saptıran engelleri
bildiren merkezi kavramdır. Nefis, insanın insani kişiliğini zedeleyen,
psikolojik hastalıkların toplum hayatındaki yansıması şeklinde algılanmaktadır.
Yesevi düşüncesi, doğrudan insanın ruhi eğitimiyle ilgili ahlak disiplini
olduğu için, nefis meselesini pratik açıdan ele almakta ve tanıtmaktadır.
Kul Hoca Ahmed, tevbe
giysisini giymek gerek,
Hakk’tan korkup, kötü
nefsi bırakmak gerek,
Halktan kaçıp, yalnız
Hakk’ı sevmek gerek,
Aslın toprak, sudan olup,
cemâl görün.[237] [238]
Yesevi
düşüncesinde nefsi arıtma ve eğitme sistemi, insanın ruhundaki ardı arkası
kesilmeyen ve dinmek bilmeyen hayalleri, gayeleri yok etmek değildir; kendisini
aşağılamak, rezil etmek değildir; insani ruhi olgunlaştırmaya yönelik bir
disiplindir. Yesevi düşüncesi, ancak nefsine hâkim olabilen insanın, insani
manaya ve insani zihniyete layık olabileceği konusunda uyarmaktadır.
Tasavvufun,
Türk tarihindeki ve Türk toplum hayatındaki yeri oldukça önemlidir. İslam
dinini, büyük ölçüde tasavvuf kanalı ile öğrenmişlerdir. Hoca Ahmed Yesevi,
Türkler arasında ilk tarikat kurucusudur, ilk Türk-İslam tarikatı ise
Yesevilik’tir. Yesevilik, İslam’ın Türkler arasında yayılmaya başladığı ilk
dönemlerde ortaya çıkmış Sünni bir tasavvuf okuludur.[239]
XII. Yüzyılda ortaya çıkan bu tarikat hareketi sayesinde Türkler arasında
İslamiyet daha hızlı yayılmaya başlamıştır.[240]
Ortaçağ Türk-İslam devletleri, tarikat ve cemaatleri desteklemişler ve hatta
devletin yetişemediği bazı işleri tasavvuf okulları yerine getirmiş ve toplum
hayatında önemli bir boşluğu doldurmuşlardı. [241]
Türkler
arasında tasavvuf yoluna girmiş olan insanlar Hoca Ahmet Yesevi’den önce de
vardı fakat daha önce bahsettiğimiz gibi, Türkler arasında asırlarca yaşayacak
olan ilk tarikatı kurmayı bir tek Ahmet Yesevi başarabilmiştir. “Bu yolun
takipçilerinin mensup olduğu tarikata Yeseviyye adı verildiği gibi, Ahmet
Yesevi’nin Sultan lakabına nispetle Sultaniyye, cehri zikir yapmaları sebebiyle
Cehriyye ve mensuplarından çoğunun Türk olması nedeniyle Silsile-i Meşayıh-ı
Türk de denilmiştir.”[242]
“Yesevilik,
insanları sadece dine göre şekillendiren dini bir akım olarak algılanmamalıdır.
Bu kurum; dini anlayışla birlikte milli, toplumsal, ekonomik, siyasal vb. pek
çok unsuru kendi içinde barındırmaktadır. Yesevilik, İslamiyet öncesi eski Türk
inaçlarından beslenmiştir. Çeşitli inanış, tören ve uygulamalar; menkıbeler,
inanç merkezi olan türbeler ve türbeler etrafında dile getirilen inanç ve
pratikler; halk aşıklarının şiirleri, Yesevi’nin kendinden sonraki edebi ve
felsefi görüşlere etkisi bunu teyit etmektedir.”[243]
[244]
Ahmet
Yesevi’nin fikirlerine ve Yesevilik okuluna bağlı kişilere alperen yani Horasan
erenleri denilmiştir. Alperenlik, Kur’an ve sünnete bağlı, İslam’a ve
Müslümanlara hizmeti esas alan, Allah rızasını gözeten bir yoldur. Yesevi’nin
mektebinde yetişen alperenler gittikleri yerlerde öğretmen, yol gösterici,
savaşçı, örnek bir hayat yaşayan kişiler olarak Türk milletine büyük bir
dirilik ve ülkü kazandırmışlardır. Hoca Ahmet Yesevi öğrencilerine bilimi,
çalışmayı, üretmeyi, hoşgörüyü öğretmiştir.
Yesevi,
Türkistan’daki insanların manevi ihtiyaçlarını anlamaya çalışmış, bozkırın ruhani
açlığının giderilmesi için gerekli olan ruhi donanımı oluşturmaya yönelmiştir.
Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Şeriat söylediğim sözlerim, tarikat yaptığım
fiillerim (işlerim), hakikat ise halimdir.” sözlerine dayanan Yeseviyye
tarikatı, şeriat-tarikat- hakikat gibi üçlü esaslardan oluşmaktadır.[245] [246] Hak
Teala “Şeriat sözlerini mü’min, kafir ve fasık herkese anlat. Tarikat sözlerini
dinleyen ve taleb edenlere anlat ama hakikati asla kimseye söyleme....”
buyurmaktadır. Bunu Yesevi şu satırlarında anlatmaktadır:
Şeriatta maksat odur yola
girmek,
Tarikatta maksat odur
nefsden geçmek,
Hakikatta azîz cânı fedâ
eylemek,
Cândan geçmeden aşk
şarâbını içse olmaz.
Şeriatın şartlarını bilen
aşık,
Tarikatın makamını bilir
dostlar,
Tarikat işlerini tamam
eyleyip,
Hakikatın deryasına batar
dostlar. [247]
Yesevilik
tarikatının silsileleri Hz. Ebubekir yolu ile Hz. Peygambere ulaşmaktadır.
Nakşibendilik ve Bektaşilik, Yesevilikten önemli ölçüde etkilenmiş olan iki
tasavvuf okuludur. Zaman içerisinde bu iki okulun öne çıkması, Anadolu’da
Yeseviliğin önemini azaltmıştır.[248]
“Ahmet Yesevi’nin esaslarını belirttiği Yeseviyye tarikatı, Nakşbendiyye
tarikatından başka, daha sonra Türkistan ve Anadolu’da gelişecek olan
Kübreviyye, Mevlaniyye, Bektaşiyye tarikatları ile Hind yarımadasında yaygın
olan Çiştiyye gibi diğer büyük tasavvuf ekollerini de derinden etkilemiştir.”[249]
Yeseviyye
tarikatında; şeyhlerde bulunması gereken nitelikler, Yeseviyye tarikatının
önemli prensipleri, Yeseviyye tarikatına giren kişinin uyacağı kurallar, Tarikatın
uyguladığı iç eğitim sistemi, Tarikata giren kişilerin sünnet hükmünde
gördükleri ve yapılması gerekenler, tarikatta emredilen, yasaklanan ve
hoşgörülen kurallar, Yeseviyye tarikatının uyguladığı davranış biçimleri,
terbiyesi ve duruşu[250] ayrıntılı
bir şekilde madde madde sıralanmaktadır.
“Yeseviyye
tarikatının Temel Unsurları” şekiller tablosunda, Yeseviyye tarikatın başında
bulunan şeyhin ve tarikata giren müridlerin en önemli kriterlerim sıralayarak
bir şema haline getirdik. Bu modele göre şeyh yöneten, mürid yönetilen olarak
düşünülebilir. Yesevi tarikatında, hem yöneten hem yönetilenler için:
Marifetullah (Allah’ı bilmek, tanımak), maddi ve manevi cömertlik, gerçek
doğruluk (sıdk), Allah sevgisinde kaybolmak, elinden geleni yaptıktan sonra tam
olarak tevekkül, derinliğine tefekkür (düşünme) gibi hükümleri ortaya
koymaktadır.
Ahmet
Yesevi, kurduğu tarikatın nasıl olması gerektiğini ortaya koyarak devlette
olması gereken yöntemleri de ortaya koymaya çalışmıştır. Yesevi, tarikatının
kendi cemaatini ve tarikatını yapılanması, prensiplerin belirlenmesi, kişilerin
vazifeleri, yapması gereken protokolleri belirleyerek kurumsal bir yapı
oluşturmakta, devlet için bir algoritma yazmaktadır. Bu yapının kendi içinde
oluşturmuş olduğu bir sistemi “Divan-ı Hikmet”te ve diğer eserlerinde de
desteklemektedir.
Ahmet
Yesevi öldükten sonra da yerine bıraktığı halifeleri, müritleri onun metot,
tarz, usul ve yaşayışını devam ettirmiş, onun gibi olmaya çalışmışlardır.
Rivayetlere göre, Hoca Ahmet Yesevi’nin 99.000 müridi vardı. Halifelerinin en
meşhurları Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata, Said Ata, Sufi Muhammed Danişmend
ve Hakim Ata’dır (Süleyman Bakırgani).[251]
Bu
bölümü özetlersek; Ahmet Yesevi’nin Türk İslam medeniyetinin oluşumunda dönüm
noktasını teşkil ettiğini, eski Türk düşünce sisteminde yeni değerler âlemini
açtığını, halkın hafızasında ve kutsal tarih sayfalarında derin izler
bıraktığını söylemek yerinde olur.
Yesevi,
Türk-İslam tarihinde önemli iz bırakmış bir mutasavvıftır. Ahmet Yesevi’nin
Türklerin düşünce ve kültür zemininde ilk sufi ve din öğretmeni olmadığını
bildiğimiz gibi; diğerlerinin Yesevi kadar kuvvetli bir etki bırakmadıklarını
bilmemizde de fayda vardır. Yesevi, yaşadığı dönem Türk toplumunu batıl
düşüncelerden koruyarak, Türkler arasında İslam dininin yayılmasını
sağlamıştır. Hikmetlerini Türkçe yazması ile Türk toplumunun daha hızlı ve iyi
bir şekilde İslam’ı benimsemesini sağlamıştır. Türkler arasında ilk defa
Yeseviyye adında tarikat kurarak Türklerin ruhunu, dilini ve kültürünü
korumuştur.
Yazdığı
hikmetler, günümüze miras olarak bırakılmış ve “Divan-ı Hikmet” eserinde
toplanmıştır. Yesevi’nin hikmetleri bugüne dilden dile ve farklı yazarlara ait
şiirler ile aktarılmıştır. Her halükârda, hikmetler tamamen Yesevi’nin dini,
ahlaki ve tasavvufi görüşlerini yansıtmaktadır.
Yesevi’nin
Türk İslam dünyasına en büyük hizmeti eski Türk töresi, yasası ve ahlak
değerleriyle İslami ahlak esaslarını bağdaştırması olmuştur.[252]
“Yesevi’nin siyasi ve sosyal düşüncelerinin özünde ahlâki değerler yatmaktadır.
Düşünce sistemi hikmet, sohbet ve ahlak üçlü esasına dayanmaktadır. Bu üç esas,
insanı nefsin esaretinden ve kendine yabancılaşmaktan kurtarmakta ve ahlâkî
olgunluğa kavuşturmaktadır. [253] Ona
göre, herhangi bir siyasi ve sosyal hizmet; ahlâkî prensiplere, insanı sevmeye,
adalete, doğruluğa, eşitliğe vs. dayanmalıdır.
Yesevi’nin
yaşadığı döneme bakıldığı zaman; Türklerin yeni bir dini kabul etmiş olmaları ve
onu öğrenmeye çalışan bu milletin yeni hayat tarzına geçişteki yaşadığı
karmaşa; siyasi olarak birbirine üstünlük sağlama mücadelesi sonucunda yaşanan
çatışmalar karşımıza çıkmaktadır. Yesevi böyle bir durumda bulunan Türklerin
birleştirici unsuru olarak “Divan-ı Hikmet” eserini ortaya koymaktadır.
AHMET
YESEVİ’NİN TÜRK DEVLET GELENEĞİ
ÜZERİNDEKİ DÖNÜŞÜM ETKİSİ
Hoca
Ahmet Yesevi’nin Türk dünyası üzerindeki etkileri çok önemli olduğu
şüphesizdir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi; Türk dilini geliştirmesi, ilk
Türk tarikatını kurması, Tükler arasında İslam’ı yayması gibi etkileri
görülmektedir. Yesevi’nin hikmetleri incelendiği zaman insan hayatını etkileyen
bütün alanların ele alındığı görülmektedir. Yukarıda saydığımız etkilerin yanı
sıra siyaset ve kamu yönetimi alanları da bu etkilere dâhildir. Bu bölümde
çalışmamızın ana teması olan Yesevi’nin devlet geleneği üzerindeki etkilerine
yer verilmektedir.
Kronolojik
bir sırayı takip ederek buraya kadar vardığımız araştırma neticesinde, tarihte
Türklerin kendine özgü bir devlet anlayışı olduğunu görmekteyiz. Bütün dünyada
var olan ve kaynağını Orta Doğu, Mısır, Mezopotamya, Antik Yunan ve Roma
dışında, kendilerine has geleneksel ve endemik bir yapı geliştirdikleri
görülmektedir. İslam gibi evrensel bir anlayış sonucunda bu yapının
adaptasyonunun nasıl yapıldığı da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Devlet
yöneticileri halkın hayatını düzenlemekle mükelleftirler. Ahmet Yesevi’nin
eserlerinde İslam öncesi bu anlayışın İslam ile nasıl birleştirildiği açıkça görülecektir.
Aşağıda ayrıntılı bir şekilde vereceğimiz bilgilerin ışığında Türklerde devlet
ve yönetim kavramının bir bütün olarak değerlendirildiği görülecektir.
Araştırdığımız
konuda Ahmet Yesevi’nin; öncelikle hikmetlerinin ana fikri ve aktardığı mesajlar
bizim için önemlidir. “Yesevi’nin yaşadığı dönemde, bir yandan Moğol
hareketlerini diğer yandan Harzemşah ve Karahıtay başta olmak üzere Türklerin
yeni bir dini kabul etmiş olmaları ve onu öğrenmeye çalışan bu milletin yeni
hayat tarzına geçişteki yaşadığı karmaşayı, siyasi olarak birbirine üstünlük
sağlama mücadelesi sonucunda yaşanan çatışmayı, siyasi otoritelerin
birbirlerine karşı mücadelelerini güçlendirmek amacıyla uyguladıkları dini ve
milli ayrıştırma politikalarını kaotik bir durum olarak nitelendirmek
mümkündür.”[254] Böyle
bir durumda olan milletin ve devlet başkanının bu tür sorunlarla baş
edebilmeleri ve huzurlu bir hayat sağlayabilmeleri için Ahmet Yesevi’nin
“Divan-ı Hikmet”i; Kur’an’ın Müslümanlar için olduğu gibi Türk toplumu için
yaşam rehberi olarak değerlendirilmektedir. Kur’an’da olduğu gibi, Yesevi de
hikmetlerinde devletin şekli üzerinde fazla durmamıştır. İyi insan profili ile
din ve devlet adamlarının neler yapması ve yapmaması gerektiği konuları
üzerinde durmuştur.
Divan-ı
Hikmet, Türkler arasında İslamiyet’i benimsetmeyi ve yaymayı amaçlayan bir
eserdir. Bu bütünün içinde sosyal nizamın sağlanmasında devlet ve toplum önemli
bir yer tutmaktadır. Yesevi hikmetlerinin birçoğunu zikir sırasında okunması
için yazmıştır. Yesevi tarikatı hikmetlerin belli makamla okunmasını ve
düzenlenen dergâhlarda yayılmasını önemli görmektedir. Bundan dolayı geniş
coğrafyaya yayılmış hikmetler zamanla dil bakımından ve içerik olarak
değişikliğe uğramış, ilavelerle zenginleşmiştir. Bizim kaynak olarak kullandığımız
Mustafa Tatcı editörlüğünde hazırlanan “Divan-ı Hikmet” adlı eserde 2152
dörlük, 484 beyit yer almaktadır. Yine aynı eserde yer alan “Münacat” bölümü 68
beyitten oluşmaktadır. Ele almış olduğumuz eser 2016 yılında yazılmış olup 496
sayfadan oluşmaktadır.
Bu
kitabın içinde yer alan kavramlar aşağıda görmüş olduğunuz metindeki kavramlara
karşılık düşmektedir. Bunların arasında adalet, mülk, yönetici, savaş, eğitim,
insan, aile ve toplumun düzeni gibi kavramlar bulunmaktadır. Devlet
müessesesinde olması gereken temel organları baz alarak bu bölümü sekiz başlık
altında topladık.
İslam
hukukuna göre devlet yöneticisinde olması gereken en önemli vasıflardan biri
adalettir. Kur’an-ı Kerim ve hadisler adil davranmayı emretmektedir. “Allah
adaleti, hatta adaletten de fazla olarak ihsanı, en güzel davranışı...
emreder.”156 ve "...anlaşmazlığı adaletle çözüme
bağlayın. Allah hakkı yerine getirenleri sever.””15'1 ayetleri
bunun en güzel örnekleridir. Hz. Peygamber de “(Ailesi ve idaresii altında
Nahl,
16/90, Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. III,
Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s. 431
251
Hucurat, 49/9, Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir,
C. V, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s. 92 bulunanlara)
adaletle hükmeden kimseler, Allah katında nurdan koltuklar üzerine Rahman’ın
sağında oluculardır... Onlar, ahalileri ve emri altında bulunan kimseler
hakkında verdikleri kararlarında daima adil davranırlar.”253
hadisinde adaletin hükümetin önemli hususlarından biri olduğunu
vurgulamaktadır. Türk devlet anlayışında da adalet; halk için hakkın, hükümdar
için meşruiyetin temeli olarak bilinmektedir. Genel olarak herhangi bir
devletin en önemli işlevi adalettir. İslam dininde adalet önemli olduğu kadar
Türkler için de önemlidir. Ayrıca devlet görevlileri için ilk şart adalettir.
Yesevi’nin
hikmetlerini incelediğimiz zaman da adalet kelimesi karşımıza çıkmaktadır. Ele
almış olduğumuz eserde “adalet” kelimesi 14 yerde geçmektedir. Hoca Ahmet Yesevi’nin
yaşadığı dönemin siyasi ve dini durumunun zor olduğu göz önüne alındığında;
hikmetlerinden de anlaşılacağı gibi idarecileri haksızlık, ahlaksızlık,
açgözlülük, haram, yalan, adaletsizlikle suçladığı görülmektedir. Devletin
başında bulunanların haklıyı haksızı ayırt edemediklerini, doğruyu yanlıştan
ayıramadıklarını vurgulamaktadır.
Dünya ehli halkımızda
cömertlik yok,
^Padişahlarda vezirlerde
adalet yok,
Dervişlerin duasında kabûl
edilme yok,
Türlü bela halk üstüne
yağdı dostlar.[255] [256]
Hükümdarları
adaletsizlikle suçlamakla beraber, devlet yöneticisinin adil olması gerektiğine
dair hikmetleri bulunmaktadır. Bu konuda daha çok; kimseye eziyet ve sıkıntı
vermeyip hakkını veren, doğru davranan, din sözünü anlatan, herkese eşit
davranan Hz. Ömer’i örnek göstermektedir.
Oğlunu azarlayıp getiren,
kırbaç vurup öldüren,
Adalet eyleyip yol soran
adaletli Ömerdir.[257]
İkincisi dost olan
adâletli Ömer’dir;
Müminlikte dost olan
adâletli Ömer’dir.[258]
Bilal’e ezan okutan,
şeriatı bildiren,
Din sözünü anlatan
adâletli Ömer’dir.[259]
Kâbe kapısını açtıran,
bütün putları kırdıran,
Rasûl gönlünü dindiren
adâletli Ömer’dir.[260]
Şeriâtı gözeten, tarikatı
doğru tutan,
Hakikati iyi bilen
adâletli Ömer’dir.[261]
Miskîn Ahmed eyle yâd,
eyle aczini beyân,
Belki rûhu eyler şâd,
adâletli Ömer’dir.[262]
Devlet
yönetiminde, sadece yöneten taraflar değil yönetilen taraflar da önemli yer
tutmaktadır. Aşağıda göstereceğimiz hikmette yönetilenlerin; kendilerini
alçakgönüllü, az ile yetinen, günlerini ibadet ile geçiren kişiler olarak
göstermelerine devlet yöneticilerinin karşı çıkması gerektiği söylenmektedir.
Derviş olsan, ibâdet eyle,
eyleme riyâ;
Her köşede ibâdet eyle
Tanrı’m tanık
Sahte derviş nereye gitse,
zevk ve dâvâ;
Âdil pâdişâh ibâdetlerini
isyân eyler.[263]
Adil
yönetici; doğruluk ve sadakatte toplumuna ilham verir. Liyakat sahibi devlet
idarecileri, erdemli toplumları yönetirler. Yine erdemli toplumlar, layık
oldukları yöneticilerce idare edilirler.
Adalet padişahı, bir adı
sadık;
Eyler bir anda vaslına
layık. [264]
Devlet
idaresinde bulunan kişinin adaletli olması önemli niteliklerden biridir.
Yukarıda değindiğimiz beyitlerde görüldüğü gibi, Ahmet Yesevi adalet konusuna
önemli yer ayırmaktadır. Hikmetlerinde Hz. Ömer’i sık sık dile getirerek adil
insanın en güzel örneği olarak ortaya koymaktadır.
“İslam’da
mülk; maddi âlemin bütünü ve bunun üzerindeki hükümranlık anlamında Allah’a ve
insanlara nispet edilen bir kavramdır. Sözlükte “güç yetirmek, hâkimiyet
kurmak, sahip olmak, tasarrufta bulunmak” manasındaki mülk (melk, milk)
masdarı; Kur’an’da isim olarak “duyular âlemindeki bütün cisimleri kuşatan
varlık alanı ve bunlar üzerindeki hükümranlık” anlamında kullanılır.”[265] Sıra
Yesevi hikmetlerine geldiği zaman ise mülk kelimesi, Allah’ın insanlara verdiği
bir varlık olarak anlam kazanmaktadır. Divan-ı Hikmet’te mülk kelimesi 22 yerde
geçmektedir.
Yesevi, yaşadığı dönemin hükümdarlarının
mülkü insanlardan daha değerli tutmalarına karşı çıkmaktadır. Mülkün bu dünyaya
ait bir varlık olduğunu, ölümden sonra bu varlığın hiçbir işe yaramayacağını
vurgulamaktadır.
Dünya
benim mülküm diyen sultanlara,
Alem
malını sayısız yığıp alanlara,
Yeme
ve içme ile meşgûl olanlara,
Ölüm
gelse, biri vefa eylemez imiş.[266]
İşan,
şeyh, hoca, molla dünya izler, O sebepden sultanlara yalan söyler, Ayet-hadis
tefsir kılıp, malı gözler, Aşk yolunda asla mihnet çektiği yok.[267]
Ümmetim
deyip dilde söyler, kalbde yalan,
Nefsi
için öz canını ateşe salan.
Şeyhim
diye kişinin malını zorla alan,
Nezrini
almayıp didar görün, dostlarım ey.[268]
Yukarıdaki hikmetlerinden anlıyoruz ki o
dönemin hükümdarlarını haksızlık ve açgözlülükle suçlamaktadır. Buna karşılık
olarak hem toplumu hem hükümdarları Hakk, adalet ve vicdana davet etmektedir.
Mal
ve pulu dert eylemez aşık kişi;
Yol
üstünde toprak olup aziz başı;
Ondan
sonra nûra dolar içi dışı;
Sabaha
varsa, mahşer yerinde Sultan eyledim.[269]
Yesevi’ye göre, bu dünyada ne kadar mülk
varsa hepsi Allah’a aittir. Varlığı ile yetinmekte olanların ise mahşer gününde
daha üstün olacakları düşüncesindedir.
Bu
dünyada fakirliği adet eyleyen
Hakirlik
çekip meşakkati rahat bilen,
Kul
Hoca Ahmed, iyilere hizmet eyleyen, Kıyamet günü öyle kişi sultan olur.[270]
Yesevi’nin yaşadığı dönem yöneticilerin
yanında din adamlarının da görev aldıkları bir dönemdir. Bundan dolayı devlet
yöneticileri kadar din adamlarının mülk konusuna da dikkat çekmektedir.
Gerçek
şeyh olsa, dünya malını sevmez, bilin,
Vücûdu
girse, cehennem içre yanmaz, bilin,
“Allah”
deyip geceleri uyumaz, bilin,
Yüzünü görsen, dolunay
gibi olur imiş.[271]
Ey sûfî kıldın muhabbet
dâvâsını dîvâne ol,
Mâl ve mülk ev barkdan geç
ve ilgisiz ol,
Kim Allah diye söylese bin
dönüp pervânesi ol,
Sûfî-nakş oldun velî, aslâ
müslümân olmadın.[272]
İnsan
ne kadar zengin olursa olsun, zenginliğinin bu dünyada kalacağını ortaya
koymaktadır. Yani ölümden sonra insanların sahip oldukları her şeyin bu dünyada
kalacağını söylemektedir.
Kadın-evlat, büyük-küçük
toplanıp gelir,
Mirâs diyerek mâl ve
mülkünü bölüp alır;
İt gibi sürüyüp kara yere
seni gömer,
Lokma yapar karış adlı
yılan şimdi.[273]
Sevinme mâl ve mülküne,
kurutur bu ecel sonunda,
Kara yere girersin
sonunda, ne kadar kâr ve kazanç eylesen.[274]
Kabûl desen, Pir eteğini
sağlam tut,
Tevbe kılıp dünya malın
geriye bırak,
Vurup nefsi şeyhin için
özünü sat,
■ Şöyle
Pir e mürid özünü satmadı mı?[275]
Hoca Ahmet Yesevi, insanın
sadece bu dünya için değil, asıl öbür dünya ve ahiret inancı için dünyada bir
şey yapması gerektiğine inanmakta ve bunu savunmaktadır. İnsan kendi helal
kazancıyla yaşamını sürdürmeli ve kimsenin eline bakmamalıdır.
Devlet
kelimesi 16 yerde geçmektedir. Ele aldığımız eserde devlet kelimesi farklı
anlamlarla karşımıza çıkmaktadır. En çok ise mutluluk anlamında
kullanılmaktadır.
“Ben melekten utanç
duyarım, ey ümmetim...''
Yaratan’dan korkmaz mısın
düşük himmetim,
Gece yatmadan ibâdet etsen
hoş devletim,
Mustafâ’ya mâtem tutup girdim
ben işte.[276]
Olur muyum Muhammed’in hâs
ümmeti,
Ümmet dese âsîlerin hoş
devleti,
Baldan
tatlıdır bana bu mihneti, İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.[277]
Seher
vakti hoş sâat, kalkana olur râhat,
Açılır
devlet, saâdet seher vakti olanda.[278]
Namâzsıza,
ibâdetsize vermez kuvvet;
Ameli
zayıf, kendisi ayıplıya vermez himmet;
Rızkı
noksan, kendisi soysuz olan görmeye devlet;
fâsıkın
gönlünü ne diye safâ eylesin?[279]
Diğer hikmetlerde geçen devlet kelimesi ise
talih, şans, baht anlamlarını taşımaktadır.
Âşîk
olup hikmet söyledi Kul Hoca Ahmed;
Sıdkı
ile işitene yüz bin rahmet;
İmân
armağan eyler Allah’ım, tâc ve devlet;
Âşîk
gönlünü safâ eyleyip yürür olur.[280]
Kul
Hoca Ahmed, evliyâ makâmı cennet,
Deryâ-deryâ
ihsân kılsa, kılmaz minnet,
Tanla
varsa, Hakk armağanı tâc ve devlet,
İhsân
için yüz bin özü sattım işte.[281]
Allah
diyen âşık kullar buldu devlet,
Bulur
devlet, verse ona büyük himmet,
Yârı
eyler her işine Kâdir kudret,
Uykusuz
olup, o himmeti bulsam işte.[282]
Kul
Hoca Ahmed, bu hikmeti kime söyledin,
Âşıkım
diye, ahaliye okuyup-yaydın,
Tesir
kılmaz âlimlere yalan öğüdün,
Hakk
önünde tevbelinin devleti var.[283]
Aşağıda
verilen hikmette de devlet kelimesinin görmekteyiz.
Hoş
devlettir velilikte önder olsa, Âdil olup bir mümini kâdı eylese, O kâdı bütün
halkı râzı eylese, Râzılıktan cennet evini alır olmalı.[284]
Âşık
olsan, Bâyezîd gibi safâ ol,
Pîr eşiğine yaslanarak edâ
ol.
İbrâhim gibi tahttan
geçip, gedâ ol,
Nasip kılsa, kulların
devleti var.[285]
Nefsden geçmeyip, Hakk
önünde yoktur rahat,
Cefâ çekip, mihnet çekip,
gör devlet,
İçmiş-yemiş nimetleri
kaygı-mihnet,
Vehm ile elif boyun eğik
olsun.[286]
Devlet gibi doğan kuşu
kime konar,
Şâhın gibi halka içre
özünü vurur.
Cânın kuşu pervâz kılıp
hâzır durur,
Hâzır olup tevbe kılıp
yürüyün, dostlar.[287]
Yesevi
hikmetlerinde, devlete pozitif bir anlam yüklemektedir. Çok güçlü bir yapıya
sahip, istismar edilmemesi gerektiğini, kişilerin ahlaki seviyesinde korunması
gerektiğini söylemektedir. Halkın mutluluğu ve huzurunun (dinin, ahlakın
getirmediği normların) dinde olmayan normlarla (mutluluk, zenginlik, emre
itaat, sadakat, bağlılık) sağlandığını ortaya koymaktadır. Yesevi, toplumda
köklü olan ahlaki yapıyı da korumaya çalışmaktadır. Hikmetlerinde devlet konusu
için; eğer bağlı kalır ve devlete çalışırsan takdir ve mertebe görür, yükselirsin,
başına talih kuşu konar, ifadelerini kullanmaktadır.
Millet
kelimesi iki yerde geçmektedir.
Hakk Rasulü Mustafa’nın
sünnetleri,
İbrâhim Halilullah
milletleri,
Şeriatda münkir olan
bid’atleri,
Göze iliştirmez,
mübtediden kaçar olacak.[288]
Milleti mürid alırlar, âh
ve figân kılırlar,
Hayran olup kalırlar,
lânetli Deccal bilgisi.[289]
Aşağıdaki
dörtlükten yaşadığı dönemde halk için toprağın önemli olduğu, hiçbir insanın
topraktan daha değerli olmadığı anlaşılmaktadır:
Aşıkların gözü yaşlı,
bağrı yanık;
Çekinmesi yok, utanması
yok, yürür çıplak
Halk gözünde topraktan
değersiz, sırrı gizli
Canı ile zikrini söyleyip
yürür imiş.[290]
Böylece,
Yesevi’nin mülk konusuna önem verdiği anlaşılmaktadır. Türklerde devletin en
önemli unsurlarından birinin toprak olduğunu daha önce de yazmıştık.
Hikmetlerinden de anlaşılacağı gibi Yesevi’nin yaşadığı dönem için de aynı şey
geçerlidir. Yöneticilerin açgözlü olmaması gerektiğini ve servete düşkün
insanların yönetime geçmemesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Ahmet
Yesevi’nin eserlerinde genelde yönetimsel ilke anlayışlarından çok
bahsetmediği; sevgiden, aşktan, bağlılıktan bahsettiği görülmektedir. Kendisi
doğrudan devlet yönetiminden bahsetmemektedir. Dikkat ederseniz, ondan önce
gelen İmamı Maturidi’nin (Ebû Mansûr Muhammed) yönetsel ilkeleri ile halk
İslam’a karşı, savunmaya dayalı bir karşı duruş ortaya koymuştur. Ahmet Yesevi
daha çok toleranslı yüzünü öne çıkarıp sevgiden ve bağlılıktan bahsederek
Türkler arasında dinin biraz daha sempatik görünmesini sağlamaya çalışmıştır.
Bu yöntemi sayesinde de Türkler arasında İslamiyet’in yayılmasını sağlamıştır.
Ahmet
Yesevi, hikmetlerinde doğrudan yönetici veya hükümdar
kullanmamaktadır.
Fakat devlet yöneticileri anlamında “padişah”, “sultan”, “bey”, “hakan” gibi
kavramlar kullanmaktadır.
Padişah
kelimesi beş yerde geçmektedir.
Aşk pâdişâh, âşık fakîr,
nefes alamaz;
Hak’tan izin olmadıkça
konûşamaz;
Hak öğüdünü alan dünyâ
arayamaz,
Lâmekân’da Hakk’tan
dersler aldım ben işte.[291]
Bu dünyada padişâhım”
deyip göğsünü geren,
Hem önüne kürsü koyup
hayme vuran,
Nice yıllar hayl u haşem,
çeri salan,
Ecel gelse biri vefâ
eylemez imiş.[292]
Yukarıda
vermiş olduğumuz beyitlerde padişah, söz konusu üstünlüğü ile övünmeyen,
Allah’ın emirlerine uyan, İslam’a aykırı hareket etmeyen yöneticidir.
Sultan
kelimesi 41 yerde geçmektedir. Her beyitte sultan kelimesi devlet yöneticisi
anlamında kullanılmamaktadır. Bazı hikmetlerinden görüyoruz ki Yesevi, sultan
kelimesi ile Allah’ı anmaktadır.
Ağlamayım mı, geçti ömrüm,
ey sultânım;
Kabsab geldi karanlık, çık
ayım
Senden başka yok
kurtarıcım, sığınağım;
Gece gündüz dilediğim
imândır.[293]
Sultan
kelimesi diğer beyitlerde toplumun saygı duyduğu kişi ve seçkin kimseleri ifade
etmektedir. Yesevi de o dönemde toplumun önde gelenlerinden olduğu için
kendisine de sultan ünvanı verilmekte idi.
Sultân Hoca Ahmed Yesevî
söyledi bu hikmeti tamâm,
İşitsin diye bütün cihân,
dünyâyı bırakıp giderim.[294]
Nisa
süresinin 59. ayetinde devlet yöneticisine itaat edilmesi gerektiğini birinci
bölümde vurgulamıştık. Yesevi’nin hikmetlerinde de Kur’an’ı anlatırken devlet
yöneticisine itaatin ilahi kaynaklı olduğuna vurgu yapmakta olduğunu görüyoruz.
Ey sultânım iki cihân
hakanı,
Sensin kulunun arkası,
sığınağı,[295]
Fedâ
olsun sana cânım, döker olsan benim kanım,
^Ben kulunum sen sultânım,
bana sen gereksin.[296]
Ahmet
Yesevi, halk hizmetinde olan kişilerin ancak iyi davranışlarla üstün
olabileceklerini vurgulamaktadır. Üstün olmayı hikmetlerinde sultan kelimesi
ile ifade etmektedir.
Ten söylemez, cân
söylemez, imân söyler
Cândan geçen gerçek
âşıklar Hakk’ı gözler;
Ariflere hizmet eyleyip
yolunu düzler
âşıkı ahâlîye sultân
eyler.[297]
Bu dünyada fakîrliği âdet
eyleyen
Hakirlik çekip meşakkati
râhat bilen,
Kul Hoca Ahmed, iyilere
hizmet eyleyen,
Kıyâmet günü öyle kişi
sultân olur.[298]
Bey
kelimesi bir yerde geçmektedir. Bu beyitte Allah’ı bilen, O’na bağlı olan bir
yöneticinin halka kötü davranamayacağını yazmaktadır.
Aşk yâdını yere koysam,
yer kaldırmaz;
Defter kılsam, diri
oldukça, bitip olmaz;
Hakk’ı bilen, beyi, hanı,
halkı bilmez;
kulumu öz yolumda iki
büklüm eyledim.[299]
Hakan
kelimesi ise iki yerde geçmektedir.
Söyler idin, kâfir ile
vuruş kılsam,
Vuruş kılıp gâzi olup
başını alsam,
Hakanların armağanını dolu
alsam...”
Ağlayıp yürü, göz yaşının
riyâsı yok.[300]
Yesevi’ye Göre Devlet
Yöneticisinin Sahip Olması Gereken Vasıflar
İslamiyet
öncesi Türklerde hükümdar; egemenlik sahibi değil, egemenliği kullanan yüksek
bir yetkilidir. Devlet ve halk hükümdarın malı değildir. Hakan hizmet için
verilen yetkileri kullanabilmektedir. Birinci bölümde hükümdarlar hakkında
bahsettiğimizde kut anlayışına değinmiştik. Kut, kalıtsal olarak geçse de buna
sahip olabilmek için gerekli başka özellikler de vardır. Bu özellikler; ülke
bütünlüğünün korunmasına, töre esaslarına göre adaletle hükmedilebilmesine, halkın
korunup, huzura kavuşturulmasına vesile olacak olan niteliklerdir. Türklerde
yöneticilere Tanrı tarafından “kut”un verilmesi için yönetici adaylarının
bilgili, tecrübeli, sabırlı, akıllı ve doğru insan özelliklerini taşıması
gerekir. “Yöneticinin toplumun ihtiyaç ve istekleri doğrultusunda yaptığı
icraatlar, milletin hükümdarına olan güvenini arttırır. Çünkü Türklerde millet,
yapılan her iyi işin veya atılan her yanlış adımın sonucunu hükümdara bağlar.
Bu yüzden hükümdarın kudretli ve dikkatli olması zaruridir.”[301]
Yesevi,
yöneticiler için akıllı olma niteliğini önemli görmüştür. Akıllı olanların;
gariplerin gönlünü alması, erenlere hizmet etmesi, şeriata uyması, günahtan
kaçınması, nasihatleri dinlemesi, doğru yolda yürümesi, razı olması ve sadece
bu dünyayı düşünmemesi gerektiğini söylemektedir. “Mezarda yatanların halini
merak edin” demesi ile ahireti düşünmeyi vurgulamaktadır. Bu nitelikleri akıllı
insanlara yakıştırmakta olup şu nasihatte bulunmaktadır:
Ey dostlarım, bu öğüdüme
kulak ver,
Akil isen, Mustafa’nın
şeriatını tut,
İşte bu benzeri günahkar
şeyhden uzak kaç,
Yoksa seni şeytan benzeri
aldatırlar ha.[302]
Sabır
konusuna geldiğimizde Hz. Eyyub’u örnek göstermektedir. Eziyete, sıkıntılara
dayanması gerektiğini, sabırlı olması gerektiğini yazmaktadır.
Has aşkını göster bana,
şükreder olayım,
“Erre” koysa, Zekeriyya
gibi zikreder olayım,
Eyyûb gibi belasına
sabreder olayım,
Her ne eylesen, aşık eyle
ey Allah’ım.[303]
İyilerin sohbetinde zakir
olsam,
Her ne cefa değse bana
şükreder olsam,
Eyyûb gibi belasına sabreder
olsam,
Dostlar Hocam bana bağlım
der mi ki?[304]
Sûfilik şartıdır geceleri
kalkıp kan ağlamak,
Her cefaya sabrederek
belini sağlam bağlamak, [305]
Cefa çekmeden aşık olmaz,
dinle gafil
Cefa çekip sabreder ol,
olma cahil;
Razı olup kulluk eyleyen
olur akıllı
Cahil insan birbirinden
ayrılmaz olur.[306]
Ahmet
Yesevi’nin hikmetlerinden anlaşıldığı gibi, bir devlet yöneticisi olabilmek
için öncelikle iyi insan olmak gerekir. İyi insan adaletli, akıllı, sabırlı,
dürüst, alçakgönüllü, insan ve hayvansever vb. niteliklere sahip olmalıdır.
Ayrıca Yesevi’ye göre, bir devlet yöneticisinin öncelikle Allah yolunda olan ve
Kur’an ile sünnete uyan bir kişi olmasının gerektiğini de yine hikmetlerinde
görebilmekteyiz.
Yesevi’ye
göre hayat, uzun bir yoldur ki Tanrı âşıkları için bu yol ne kadar uzun olsa
yine de kısa sayılır. Bu hayat aşığın Tanrı’ya olan kulluğunu tam yapabilmesi
ve ibadetlerini tamamlaması için yeterli değildir. Bu sebeple ömrün her anını,
gönlün Allah sevgisiyle dolu ve uyanık bir ibadet anı bilmek, öyle yaşamak,
öyle çalışmak gerekir. “Biricik hakikat olan Allah’a varabilmek, ancak aşk yolu
ile mümkündür. Aşk yolu ise çok zorlu bir yoldur. Aşık olmak için önce nefsi
öldürmek, kendi benliğinden uzaklaşıp sevgi bağına girmek gerekir. Aşk ateşiyle
yanan âşıkların rengi uçar, kendi hayran, gönlü viran ve gözyaşları tufan olur.
Ancak saadet, bütün bu çekilen ve yenilen zorlukların sonundadır. Yesevi burada
Allah aşkına dayanan bir irade terbiyesiyle insanı daha çok insan yapmak ve
üstün insan olmaya yöneltmek gibi bir hedef güder.”[307]
Benim hikmetlerim Hakk’ın
övgüsü
Muhabbet ehlinin derdinin
devâsı.[308]
Ahmet
Yesevi’nin hikmetleri, Türkleri Müslümanlıkla tanıştırmış en kıymetli eserdir.
Eserinde hem gündelik hayatı hem inanç ve değerleri düzene sokan prensipler
bulunmaktadır. İnanç, Kura’an-ı Kerim’in en temel konusudur. Yesevi’nin
inancının İslam’a dayanmakta olduğunu eserlerinden de görüyoruz. Daha ilk
hikmetinde, “Bismillah...” diyerek İslam’ın ana kaynağı Kur’an’dan okumaktadır:
Bismillah deyip beyân
ederek hikmet söyleyip
Taleb edenlere inci,
cevher saçtım ben işte.
Riyâzeti sıkı çekip,
kanlar yutup
‘İkinci defter’in
sözlerini açtım ben işte.[309]
Düşünceleri
Kur’an’ın yolunu çizmektedir. Daha önce bahsettiğimiz gibi; Yesevi’nin hikmet
yazma sebebi, Türkleri İslam dinine davet etme isteği idi.[310]
Kur’an-ı Kerim “.hikmetle davet et.”[311]
buyurmaktadır. Ele almış olduğumuz eserde hikmet kelimesi altmış beş yerde
geçmektedir.
Yâ İlâhım, hamdın ile
hikmet söyledim;
Zâtı ulu Rabbim, sığınıp
geldim sana.
Tevbe kılıp günâhımdan
korkup döndüm;
Zâtı ulu Rabbim, sığınıp
geldim sana.[312]
Yesevi’nin
yaşadığı bölgenin itikad dünyasında büyük ölçüde hadis kültürünün ve sünnetin
ciddi bir yeri olduğunu söylemek yerinde olur. Nisa süresinin 113. ayetinde “...Allah,
sana kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri
öğretmiştir... ” buyurulmaktadır. Dolayısıyla, o dönem halkının Yesevi’nin
hikmetlerini sünnete yakın gördüğünü ifade etmek abartılı olmaz.
Kul Hoca Ahmed kıyâmetten
söyledi bunu,
Hikmet eyleyip ahâlîye
yaydı bunu,
Ulu
ulu kitaplardan söyledi bunu,
Okuyandan
duâ talep eder imiş.[313]
Benim
hikmetlerim hadîs hazînesidir
Kişi
pay götürmese, bil habistir.[314]
Benim
hikmetlerim Sübhân’ın fermânı
Okuyup
bilsen, hepsi Kurân’ın anlamı[315]
Ayet
ve hadisler gibi, hikmetlerin de aynı derecede önemli olduğunu şu satırlarında
görüyoruz:
Kulaksıza âyet, hadîs,
hikmet harâm,
Yazık, hikmet iç-karnımda
olsun tamâm,
Nâdânlara ne vakte dek
deyip, ağlayıp devamlı,
Feryâd etsem, hiç kimsenin
kulak verdiği yok.[316]
Kul Hoca Ahmed, bende
olsan,
Hakk’ı
ara, Âşık olsan, bâtınında Arş’ı gözle,
Hikmet
söyleyip, âyet, hadis sözünü söyle,
Bilgelere
söylediğin sözün imâ olsun.[317]
İnancı
sevgi içinde yaşamanın yerine kendi inanç ve düşüncelerini savunmakta olanları,
fanatik olarak görmektedir. Fakat öyle insanlara karşı bile iyi davranmayı hoş
görmektedir.
Sünnet imiş, kâfir de
olsa, verme zarar,
Gönlü katı, gönül
inciticiden Allah şikayetçi,
Allah şâhid, öyle kula
“Siccîn” hâzır,
Bilgelerden işitip bu sözü
söyledim ben işte.[318]
Câhillere değil sözüm,
dolu hikmet,
İnsanım deyip belini
bağlar, hani himmet?
Dünyâ için birbirine
eylemez şefkat,
Zâlimlere esîr olup öldüm
ben işte.[319]
Benim hikmetlerimi
dertsize söylemeyin;
Baha biçilmez cevherimi
câhile satmayın.[320]
Bazı kaynaklara göre, Yesevi’nin hikmetleri; insanı nefsperestlikten,
marifetsizlikten, yırtıcılaşmaktan, şeytani hilelerden, hayvani kuduruşlardan
korumaktadır. Bu paha biçilmez eser, insanı hırs ve hevese kapılarak
insanlığını yiyip bitirmenin felaket ve musibetlerine karşı uyarır. Yalnız
Yesevi, hikmetlerini okumak ve anlamak gerekliliği dışında sözlerini uygulamayı
da önemsemektedir.[321]
Hikmetlerini okuyanların dertlerinden kurtulacağına, ahirette cennete yol
bulacağına inanmaktadır.
Kul Hoca Ahmed inci gibi
hikmet söyledi,
Erenlere hizmet eyleyip nazar
buldu,
Doksan dokuz bin hikmet
deyip destân eyledi,
Destân eyleyip cennet
bahçesi içine yürümek için.[322]
Kul Hoca Ahmed her bir
sözün derde dermân,
Tâliplere beyân eylesem
kalmaz sıkıntı,
Dört bin dört yüz hikmet
söyledim Hakk’tan fermân,
Fermân olsa ta ölene kadar
söylesem ben.[323]
Benim hikmetlerim dertliye
dermân;
Kişi pay götürmese, o
yolda kalan.[324]
Benim hikmetimi kim tutsa
sıkı
Allah eyleye onu elbette
gamsız[325]
Allah
inancı, Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna inanç ve ahiret inancı, Kur’an’ın
öne çıkarmış olduğu temel öğelerdendir. Kur’an eksenli olarak Ahmet Yesevi’nin
hikmetlerine baktığımız zaman bu üç öge hikmetlerin ruhuna sinmiş bir vaziyette
karşımıza çıkmaktadır. Yaşadığı dönem ve sonrası Türk toplumu için Yesevi’nin
hikmetleri bir hazinedir. Ve bu hazineye değer veren, gerçek manasına ulaşan
insanların huzurlu hayata ulaşmayı başarabileceğine inanılmaktadır.
İslam
dini insanların barış ve refah içinde yaşamalarını öngörmektedir. İslam savaş
dini değil barış dinidir. O yüzden İslam devlet sisteminde asıl ve temel olan
barıştır. Savaş ise ancak bir mecburiyet sonucu, yani başka türlü hareket etmek
imkânı olmadığında söz konusudur.[326]
Savaş
ancak savaş alanında çarpışmakta olanlarla ve birde savaşa katılmadıkları halde
insanları savaşma konusunda kışkırtanlara karşı yapılır. İslam’da savaşın tek
amacı düşmanları mağlup ederek onların gururunu kırmaktır. İşte bu yüzden
binaları yıkmamak, halka hiçbir suretle zarar vermemek ve ölülerin kol, burun
bacak vs. gibi organlarını kesmemek gerekmektedir.[327]
Kur’an-ı
Kerim’de savaşı emreden ilk ayet Hac süresinde geçmektedir. “ Saldırıya
uğrayanlara zulme maruz kaldıkları için savaş izni verildi. Allah onları
muzaffer kılmaya elbette kadirdir"”7’31 Bakara
süresi de “ Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat
aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez””[328]
[329]
buyurmaktadır. Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, Müslüman halk mecbur kalınırsa
savaşabilir. Ancak bu savaşta mücadele masum halka karşı değil zulmedenlere
karşı olmalıdır ve bu mücadelenin de en güzel şekilde yapılması gerektiği de
vurgulanmaktadır.
Hoca
Ahmet Yesevi de hikmetlerinde savaş konusuna yer ayırmaktadır. Yesevi öğretisi,
sevgi ve barış anlayışı üzerine kurulmuştur. Ele aldığımız eserde savaş
kelimesi altı yerde geçmektedir. İslam dininde olduğu gibi insanlara din
yolunda kâfirlere karşı savaşmayı önermektedir.
“Din savaşıp kafir ile
vuruş kıldık,
Bazılarını öldürerek gazi
olduk,
Bazılarını iman-İslam yola
saldık.”
Ağlayıp yürü, göz yaşının
riyası yok.[330]
Sahabe gibi din için savaşıp
başımı versem,
Şehr-i banu imamlar gibi
ağlayıp yürüsem,
Allah için kafirlere esir
olsam,
Rahman Melik’im sana
makbûl olur mu ki?[331]
Sadece
görünüşte sufi olan sahte yöneticilerden bahsederken onların mal mülk sahibi
olabilmek için savaştıklarını yazmaktadır. Göründükleri gibi olmayıp aşağılık
ve hileci olduklarını, dolandırıcılıkla uğraştıklarını vurgulamaktadır.
Sûfi olup mal almak için
eyledin savaş,
Zahirin sûfi gibidir
batının uygun değil,
Ey habersiz, ey habersiz
mahcûpsun ezel gününden,
Sûfı-nakş oldun veli, asla
müslüman olmadın.[332]
Erenler bu yola adım attı,
Mücahede derdi ile amel
eyledi,
Mükaşefe batın içinde
malûm oldu,
Böyle olmayınca dergahına
yetse olmaz.[333]
Nice binlerle çeri yığan
hanlar hani,
Bu sözlerin her birisi
mana hazinesi
Vefası yok, vefasızdır
dünya, tanı;
Gafil insan görüp ibret
almaz imiş.
Bu dünyada yörük ata
biniciler,
Savaş gününde yiğitlik
eyleyiciler,
Elmas-çelik kılıç kuşağını
kuşanıcılar,
Ecel gelse, beğ ve hanı
koymaz imiş.406
Yesevi
savaştan bahsederken, daha çok İslam yolunda savaştan bahsetmektedir.
Zulmedenlere karşı savaş, barış çerçevesinde İslam’a davetten bahsetmektedir.
İslam;
bilgi temelli bir dindir. Kur’an-ı Kerim ilmin insanlar arasındaki üstünlük ve
ilerilik vasıflarından biri, belki de hiç şüphesiz en önemlisi olduğunu
belirtir ve muhakkak insanların bilgice üstün olmaları gerektiğini
vurgulamaktadır. Zümer suresinin 9. ayeti “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir
olur mu?” buyurmaktadır ve insanların bilgili olmaları ile ilgili en güzel
örneklerden biridir. İslam’ın ilk emri Oku’dur. Sonra da yazmanın ehemmiyeti
nazara verilir. Okuma ve yazma ilmin iki vasıtasıdır. Okumayan insan gerçeği
öğrenemez, yazmayı bilmeyen ilim yapamaz. Bunun için okuma ve yazma bir bütün
olarak insan merkezinde yer alır.[334]
Hoca
Ahmet Yesevi ve müritleri insanı eğitmeyi, onu mükemmel bir varlık haline
getirebilmek için bilgi ve beceri yönüyle tamamlamayı amaçlamıştır.[335] Yesevi,
hikmetlerinde ilime önemli yer ayırmakta ve daima ilmin p eşinden gidilmesi
gerektiğini söylemektedir. Erkek ve kadın ayırımı yapmadan, ilim öğrenmenin her
insan için farz olduğunu vurgulamaktadır.
Erkek
ve kadına, oğul-kıza ilim farz dedi,
“Talebül-ilmi
farizatun” deyip Rasûl söyledi,
“Mayecüzubihis-salat” ilim
zarûri,
Diri varsınız, ta ölüne
dek okuyun, dostlar.[336]
Yesevi,
aşıkların birbirine ihtiyaç duydukları kadar, bilim adamlarının da kitaplara
ihtiyaç duyması gerektiğini hikmetlerinde yazmaktadır:
Alimlere kitap gerek,
sûfılere mescid gerek,
Mecnûn’lara Leyla gerek,
bana sen gereksin.[337]
Tek
başına ilimin faydasının olmadığını, öğrendiklerini hayata geçirip yaşayanların
doğru yolda olduğunu vurgulamaktadır. Ahmet Yesevi’ye göre âlim kişi sadece
bilgileri bilmekle yetinmemeli ve ilmiyle amel etmelidir.[338]
Sözü dedim, işitenler
kılsın amel,
Ümmet olsa, güzel söze
kılsın cedel,
Anlamına yeten olur şeker
ve bal,
Gerçek kulaklı taliblere
söylesem mi ki?[339]
Yesevi,
bilgiye ulaşanların öğrendiği ilim ile amel etmediklerinde bütün
öğrendiklerinin sırtlarına yük olduğundan bahsetmektedir:
Amel eylese âlimler dini
ve ayın aydınlığı,
Görse olur onların görklü
yüzünün rengi...
Amel işlemeyip “zahir”
ilmini bilmeyip kalanlar,
Arkasına yükler kırk
eşeğin yükünü...[340]
İlim
sahibi olmayan, bilgi edinmeyen insanlar cahil insanlardır. Yesevi de cahil
insanların rehber olamayacaklarını vurgulamaktadır. Yaşadığı dönem için bilgi
sahibi olmayanların insanları kandırdıklarını söylemektedir. Bu tür insanların
büyük bir günah işlediklerini ve yaptıkları bu hatanın karşılıksız
kalmayacağını hikmetlerinde anlatmaktadır:
Amel işlemeyen âlim ilmini
çiğneyip yürür,
Ölüp varsa dar kabirde
canı yanar,[341]
Yesevi,
ilimsiz insanı hoş görmediği gibi ilimsiz şeyhleri de hoş görmemektedir. İlim
öğrenmeden, İslam’ı bilmeden “Şeyhim” diye önde yürümeye kalkanları
eleştirmekte ve uyarmaktadır:
Ahir zaman şeyhlerinden söz
edeyim,
İman-İslam bilmeden
şeyhlik kılar imiş,
İlim öğrenmez, amel
eylemez, ma’na anlamaz,
Ahiretde kara yüzlü olur
imiş.[342]
İlimsiz Adem şeyhlik
kılsa, revaç bulmaz,
Nazik yoldur, ilimsiz asla
bilse olmaz.
Ey dostlarım, şeyh olmak
kolay değil,
Rehber diye şer’i yolda
yürün, dostlar.[343]
İlimsiz şeyhlik davasını
kılmak olmaz,
Asa olmadan karanlıkta
yürümek olmaz,
Görmez olsa, çukur yeri
görmek olmaz,
Kuyu içre düşen emin
kalmaz, dostlar.[344]
Yukarıda
görüldüğü üzere, Yesevi’nin eğitim konusuna çok önem verdiği anlaşılmaktadır.
Hikmetlerinden de anladığımız gibi, yöneten olsun yönetilen olsun her insan
ilim sahibi olmalıdır ve öğrendikleri ile yetinmeyip öğrendiklerini hayata
geçirmelidir.
Yesevi’nin Eğitimde
Kullandığı Yöntemler
Ahmet
Yesevi’nin Türkler arasında sevilip tutulmasının sebebi, sade bir eğitimi ve
yaşantıyı tebliğ etmesiydi. Yesevi; basitten karmaşığa, yakından uzağa,
somuttan soyuta, kolaydan zora metodunu kullanmıştır. Bu metod, bugünkü çağdaş
eğitim kuramlarından daimicilik[345]
metoduyla örtüşmektedir. “Daimiciliği savunanlardan Hutchins’e göre: “Eğitim,
öğretim içerir; öğretim ise bilgi. Bilgi hakikattir. Hakikat ise her yerde
aynıdır. O halde eğitim her yerde aynı olmalıdır.” Yani, “eğitimin peşinde
koşması gereken hedef, bireyin değişim içinde olduğu, gelip geçici, önemsiz
değişikliklerin cereyan ettiği dünyaya uydurulması değil; dünyanın değişmeyen,
kalıcı gerçeğine uydurulmasıdır.””[346]
Yesevi,
hikmet yazmayı (söylemeyi) bir eğitim metodu olarak ortaya koymaktadır.
Hikmetlerinden de anlaşılacağı gibi; öğretmek istediklerini ima yoluyla, ilim
yazarak, söz söyleyerek ve hâl ile göstererek anlatmaya çalıştığını şu şekilde
yazmaktadır:
Îmâ eyledim ârif olsa
ibret alsın,
Zâhir ilminden yazıp
söyledim işâret kalsın,
İnci-gevher sözlerimi
gönlüne koysun,
Hâlden deyip Âşıklara
verdim ben işte.[347]
Hikmet
söyleme, esasen bir tür sohbet yöntemi olarak ifade edilebilir. Dolayısıyla
sohbet, hikmetlerde bir eğitim unsuru olarak yer almaktadır. Ele aldığımız
eserde sohbet kelimesi 61 yerde geçmektedir. Pir-i Türkistan Hazretleri, bir
kul ve nasihatçi olarak evvela kendine ve sonra taliplerine birçok nasihat
verir.
Kul Hoca Ahmed tekbîr
deyip sohbete başla,
Hay u heves, ben-benliği
uzağa gönder,
Seherlerde dört dövünüp
dinmeden çalış,
sebepten Hakk’tan korkup
kabre girdim.[348]
Yukarıdaki
hikmette yer alan “sohbete tekbir ile başlamak”, “sohbetten önce hây u hevesi,
benliği-bencilliği kendinden uzaklaştırmak” ve “gayretle çalışmak” sohbet edene
verdiği öğütlerdendir.
Hangi yerde azîzlerin
toplantısı olsa,
şu yerde hâl ilmini
söyleyesim gelir,
Onların sohbetinden
hoşlansam ben,
Özümü özlerine katasım
gelir.[349]
Bu
dörtlüğünde kendi zâtından hareketle başkalarını da sohbete teşvik söz
konusudur. Sohbet için toplananlara sohbet vermeyi, sohbette onların ilm-i
hâline öncelik vermeyi öğütlemesi, kendisi ve diğer sohbetçiler içindir. Böyle
sohbetlere katılmayı teşvik ise dinleyicilere yöneliktir.
Yesevi’nin
hikmetlerinde her ne kadar “pîr” ve “mürşid-i kâmil” sıkça vurgulansa da, bazı
hikmetlerde kendi kendini eğitmeye yönelik işaretler de görülmektedir.
Kul Hoca Ahmed Hakk
zikrini söyle dâimâ,
Hakk’dan korkup dinmeden
ağla boyuna,
Namâz kılıp oruç tutup her
sabâh akşam,
Böyle yapıp murâdıma erdim
ben işte.[350]
Kendi
oluş sürecini, muradına erişini anlatırken kendi yaptıklarının eğitsel etkisine
işaret edilen bu dörtlükte, kişinin Allah’ı zikrinin, ağlamasının, namaz kılıp
oruç tutmasının kendini eğitmedeki rolüne işaret vardır.
Nefsin İsteklerini Kırma
Yöntemi
Ahmet
Yesevi eserlerinde nefs konusuna önemli yer ayırmaktadır. Nefis terbiyesi, her
Müslüman’ın vazifesidir. İslam dini haramlardan kaçınmayı, kötülüklerden uzak
durmayı emretmektedir. Yesevi de hikmetlerinde insanların kendilerini eğitme
sürecinde kötülükten sakınmaları gerektiğini vurgulamaktadır:
Nefs yoluna giren kişi
rezil olur,
Yoldan çıkıp, kayıp, tozup
günâhkâr olur,
Yatsa, kalksa şeytân ile
yoldaş olur,
Nefsi tep, nefsi tep, ey
kötülükler işleyen..[351]
Nefsi
yenmek, nefsi öldürmek ve bunun dibi başka deyimleri kullanarak, insanların
kötülüklerden kurtulabileceği kanaatindedir.
Gerçek gönülde namâz kıl
ki Allah bilsin,
Halk içinde rüsvâ ol ki
âlem gülsün,
Toprak gibi hor görül ki
nefsin ölsün,
Himmet
versen nefsimi yenip ağlasam ben.[352]
Zikir
kelimesi sözlükte “bir şeyi anmak, hatırlamak” anlamındaki zikir (zikr)
kelimesi (çoğulu zükûr, ezkâr) dinî literatürde “Allah’ı anmak ve unutmamak
suretiyle gafletten ve nisyandan kurtuluş” anlamında kullanılır.[353]
Yesevi’nin eğitiminde önemli bir yere sahiptir. Allah’ın emrine uyup çok
zikrettiğini ve zikredilmesi gerektiğini, birçok hikmetinde dile getirmektedir.
Toplu zikir de, Yeseviliğin temel özelliklerinden biri olarak bilinmektedir.
“Zikr-i erre” adı verilen açıktan ve testere sesli zikir uygulaması,
Yeseviliğin zikir şeklidir. Hikmetlerde de toplu zikre davet vardır:
Gelin
toplanın zâkir kullar, zikr söyleyelim;
Zâkirleri
Allah şüphesiz sever imiş.
Aşksızların
imânı yok ey arkadaşlar;
Cehennem
içinde dinmeden devamlı yanar imiş.[354]
Kul
olsan zikrini de elini tutsun,
Yoldan
sapsan rehber olup yola koysun,
Seherlerde ağla rahmeti
gelsin,
Elimi tutup yola koy
“Ente’l-Hâdî”,[355]
Dua
da Ahmet Yesevi’nin hikmet eğitiminde önemli yer tutmaktadır. Dua formunda
söylediği hikmetler, bunun delilidir.
Hoş kudretli Allah, Bir ve
Var’ım,
■ Elimi
tutup yola koy “Ente’l-Hâdî”,
Zâtı
yüce Rahmân Rabb’im hem Cebbâr’ım,
Elimi
tutup yola koy “Ente’l-Hâdî”,[356]
Bu
seslenişte hem dua edilmekte hem dua ediş öğretilmekte hem de dua vasıtasıyla
dinî bilgi sunulmaktadır. Hoca’nın dua formundaki hikmetlerinde, Allah’a O’nun
güzel isimleriyle seslenilirken aynı zamanda O’na Esmâ-i Hüsnâ ile dua edilmesi
gerektiği de öğretilmektedir.
“Kadalimnaente fi külli
umur”,
Sensin Kâfi, sensin
ÂfyâGafûr,
“Kâfi fil-gayb hüve men
fi’l-huzur”,
Sensin Kâfi, sensin
ÂfyâGafûr.[357]
Gurbete Çıkma/İlim
Yolculuğu Yöntemi
Hazret-i
Pîr, daha önce de üzerinde durulduğu gibi, Hz. Muhammed’i örnek alıp garipliği
seçmiş, yine onu örnek alıp garipleri kendine muhatap kılmıştır. Bunu
hikmetlerinde dile getirmektedir. Onun, garipliği ilim öğrenmek üzere gurbete
çıkma anlamında da tercih ettiği ve önerdiği anlaşılmaktadır. Horasan’a, Şam’a,
Irak’a niyet ederken Hz. Yûsuf’un Kenan ilini terk edişi gibi, Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in ve otuz üç bin sahâbenin, Ebû Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın ve
Mürtezâ’nın yolunu tutarak gurbete çıktığını söylemektedir.
Vah ne yazık, nasıl
eyleyim Garîblikte,
Garîblikte gurbet içinde
kaldım ben işte.
Horasan ve Şam ile Irak’a
niyet eyleyip,
Garîbliğin çok değerini
bildim ben işte.[358]
Gurbet değdi Mustafâ gibi
erenlere,
Otuz üç bin Sahâbe ve
arkadaşlara,
Ebû Bekir, Ömer, Osmân,
Murtaza’ya
Gurbet değdi onlara hem,
söyleyeyim ben işte.[359]
Gurbet değse, pişkin eyler
çok hamları,
Bilge eyler, hem seçkin
eyler çok sıradanları,
Giyer çul elbise, bulsa
yer yemekleri,
Onun için Türkistan’a geldim
ben işte.[360]
Yesevi
bazı hikmetlerini bilgilendirme, bazı hikmetlerini ise dua formunda
kullanmaktadır. Başka bir form olarak hikmetlerinde düşünmeye sevk eden bir tür
soru formu dikkat çekmektedir. “Bilmem ki hâlim ne olur?” sorusu üzerine
kurulan beyitlerde, ölüm ve kabir hâlleriyle ilgili akıbetini düşünmekte ve
düşündürmektedir:
Ey dostlarım, ölsem ben,
bilmem ki hâlim ne olur;
Kabre girip yatsam ben,
bilmem ki hâlim ne olur.[361]
Gözüm yaşlı, gönlüm gamlı,
cân elemli,
Nasıl ilâç edeceğimi
bilmem dostlar,
Bu hasretde, pişmânlıkta
yaşım akarak,
Hangi tarafa gideceğimi
bilmem dostlar[362]
Pir-i
Türkistan’ın kendini anlattığı hikmetler de yöntem açısından dikkat çekicidir.
Bunların bir kısmında hayatından, hocaları ile ilişkilerinden vb. bahsetmekte,
diğer kısmında ise yaptıklarından ve yapmadıklarından, bildiklerinden ve
bilmediklerinden bahsetmektedir. Yesevi hikmetlerinde böyle bir konulara yer
vererek karşısındakileri de onun gibi kendisini sorgulamasını istemektedir.
Hiç bilmedim nasıl geçti
ömrüm benim;
Sorar olsa, ben kul orda
ne eylerim?
Nasıl olacak, yola koysan
ben âcizi;
Sorar olsa, ben kul orda
ne eylerim?[363]
Yoldan çıkıp azdığımı
bilmedim ben;
Hakk sözünü kulağıma
almadım ben;
Bu dünyadan gideceğimi
bilmedim ben;
Sorar olsa, ben kul orda
ne eylerim?[364]
Doğru yolu göstermenin, öğüt vermenin de
bir yöntem olarak hikmetlerde kullanıldığını görmekteyiz. Yazdığı hikmetlerde
insanlara öğütler sunmaktadır.
Ey
dostlarım, bu öğüdüme kulak ver,
Âkil
isen, Mustafa’nın şeriatını tut,
İşte
bu benzeri günâhkâr şeyhden uzak kaç,
Yoksa
seni şeytan benzeri aldatırlar ha. [365]
Hizmet
etmek, Yesevi terbiyesinde aynı zamanda bir eğitim yöntemi olarak karşımıza
çıkar. Buradaki hizmet, aynı zamanda Pir’e ve Mürşid-i Kâmil’e sadakat ve
güvenin işareti olarak görülmelidir. Mürşid-i Kâmil’e hizmet, kendi başına
gidilen tarikat yolunda var olan tehlikelerden korunmanın aracıdır.
Gelin, dostlar, Pîr
hizmetini beyân eyleyim, İşitip, okuyun, hizmet kılın, dostlarım ey.
Horlanma-üzüntü, meşakkati ayân eyleyim, İşitip, okuyup, hizmet eyleyin,
dostlarım ey [366]
Pir’den
nasiplenmek için her türlü zorluğa, acıya katlanıp hizmete devam etmeyi
öğütlemektedir.
Kur’an ve Sünnet’ten
Yararlanma Yöntemi
“Ahmet
Yesevi Hazretlerinin hikmetlerinde ve dolayısıyla hikmet ile eğitiminde Kur’an
ve sünnetin önemli yeri vardır. Hikmetlerden edindiğimiz veriler çerçevesinde
bu yeri, Kur’an ve sünnetin hikmetlere kaynaklık edişi, hikmetlerin Kur’an ve
sünnete uymayı hedefleyişi ve hikmet söyler iken Kur’an ve sünneti kullanışı
bağlamlarında ayrı ayrı ele almak mümkündür.”[367]
Kur’an
ve Sünnet hikmetlerin kaynağını oluşturmaktadır. Yesevi, kendisi için pîr-i
kâmilin Hakk Mustafa olduğunu, “Hikmet söyle!” diye başlarına nur
saçanın Hz. Peygamber olduğunu belirtmekte ve ona salâtu selâm getirip, saygı
gösterip ümmet olmayı öğütlemektedir. Münacatında: “Benim hikmetlerim hadis
hazinesidir/Kişi pay götürmese, bil habistir.” diyerek sünnetin
hikmetlerine kaynaklık edişine vurgu yapmaktadır. Aynı şekilde “Benim
hikmetlerim Sübhân’ınfermanı/Okuyup bilsen, hepsi Kur’ân'ın anlamı””
sözleriyle de Kur’an’ın, hikmetlerinin anlamsal temelini oluşturduğuna işaret
etmektedir (Münacat).
Yesevi
hikmetlerinin ana teması insandır. Tek gayesi Allah’ın kullarına doğru yolu
göstermektir. Hitap ettiği topluluğun fikir seviyesini ve ruh halini tamamen
göz önüne almış ve onlara tasavvufi felsefenin ağdalı inceliklerini değil, daha
çok şer’i ve ahlaki birtakım meseleleri nasihat verici bir emir şeklinde tebliğ
ederek uhrevi saadet için mutlaka onlara bağlı kalma lüzumunu anlatmaya
çalışmıştır.
“İnsanı
merkeze koyan ve insanın yaratılmışların en üstünü olduğu gerçeğini sürekli
olarak dile getirdiği hikmetlerinde, bu nitelikleri taşıyan insanın zamanla varlığının
gereğini yerine getirmemesi yüzünden aşağıların en aşağısına düşebileceğini de
dile getirir.”[368] Bu
niteliklerin devlet yöneticisinde de olması gerekliliği muhakkaktır. Ele
aldığımız eserde “insan” kelimesi 24 yerde, “kişi” kelimesi 67 yerde geçmektedir.
Yesevi,
insanların olduğu gibi kabul edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Kendini
olduğundan farklı gösterme gayretlerini yanlış bulmaktadır. Müslüman halkın
elinde olanlara razı olması gerektiğini anlatmaktadır.
Ahir zaman ümmetleri
süslerler evlerini;
Nefs hevaya sevinip bozar
her an huylarını;
Şan ve şefkatler ile dik
tutar boylarını;
Arslan Baba’m sözlerini
işitiniz teberrük.[369]
Yesevi,
insanlar arasında bir kast sisteminin oluşmasına ve toplumun sınıflara
ayrılmasına karşı çıkmakta; eşitlikten yana fikirlerini bildirmektedir. Çünkü
düşüncesine göre Allah’ın karşısında herkes bir ve eşittir.
Nerde görsen gönlü kırık,
merhem ol sen,
Öyle mazlûm yolda kalsa,
yoldaşı ol sen,
Mahşer günü dergâhına
yakın ol sen,
Ben-benlik güden
kişilerden kaçtım ben işte.[370]
Yesevi,
mal için birbirine acımayan, başkalarının gönlünü kırarak haksız yere dünya
malını toplamaya uğraşanları hoş görmemektedir.
Ümmetim deyip dilde
söyler, kalbde yalan,
Nefsi için öz cânını ateşe
salan.
Şeyhim diye kişinin mâlını
zorla alan,
Nezrini almayıp dîdâr
görün, dostlarım ey.[371]
Dili ile ümmetim diye
yalan söyler,
Kişi mâlını almak için
saçma-sapan sözler,
Hâlini burda bırakıp Harâm
gözler,
Câhillere bu sözleri
diyesim gelir.[372]
Mâl ve pulu dert eylemez
âşık kişi;
Yol üstünde toprak olup
azîz başı;
Ondan sonra nûra dolar içi
dışı;
Sabâha varsa, mahşer
yerinde Sultân eyledim.[373]
Dünyâ
için gâm yeme, Hakk’tan başkasını deme,
Kişi mâlını yeme, Sırât
üzerinde tutar ha.[374]
Allah’a
yüksek sevgi ile bağlanmamış insanları hayvan cinsine benzetmektedir.
Dertsiz insan insan değil,
bunu anlayın,
Aşksız insan hayvan cinsi,
bunu dinleyin,
Gönlünüzde aşk olmasa,
bana ağlayın,
Ağlayanlara gerçek Aşkımı
hediye eyledim.377 [375]
Ârif âşık öz cânını ateşe
yakmaz,
Dertsizlere çakmağını
yakıp çakmaz,
Dünyâ gelip cilve eylese dönüp
bakmaz,
Aşksız kişi hayvandan
beter dostlar.[376]
Yesevi’nin
hikmetlerine göre; yönetici, din âlimi ya da yerel halktan bir insan açgözlü
olmamalıdır. Aşağıdaki hikmetinden de kıyamet gününü düşünmeyen bu dünyayı
sevenleri; dış görünüşleri insana benziyor olsa bile insan saymamaktadır.
Ey Ahmed sen Sûfi olsan
sûfılik kolay değil,
Hakk Rasûlü Sûfi olup
dünya malını sevmiş değil,
Dünyayı seven kişi
şüphesiz bilin insan değil,
Sûfı-nakş oldun veli, asla
müslüman olmadın.[377]
Taştan katı taşı süzen
habersizler,
Ahiret işini geri bırakıp
dünyayı arar
Ayet, hadis beyan eylesem,
sert konûşur
Dışı insan, içleri şeytan
olur.[378]
Hz.
Yakub’un oğulları arasında geçen olayları (öz kardeşlerini kuya atan abilerin
davranışını) örnek vererek o dönemki insanların başka insanlardan ne
bekleyeceklerini sorguluyor:
İnsan odur, fakir olup
yerde yatsa,
Toprak gibi âlem onu basıp
geçse,
Yûsuf gibi kardeşi köle
diye satsa;
Kulun kulu, o gün ne diye
heva eylesin?[379]
Hak Mustafa dedikleri bil
nasihat,
Yazık ki insan, bir-birine
kılmaz izzet.
Mescid girip, taat
kılmayıp kılır gıybet,
Ağlamayım mı, can
mahremini bulamadım işte?[380]
Yesevi
yazdığı hikmetlerinde geçen bu örneklerin halk arasında yayılmasını istemiştir:
Eğer hikmet okusa insanlar
Olur oğul bana o has
talib.[381]
Kulağa almazsa bu sözü cahil
Ona insan deme; o hayvan
soylu.[382]
Benim hikmetlerimi çok
kişilere söyleyin
Duâ-tekbîr eyleyip rahmete
bâtın[383]
Yesevi’ye
göre zikrini yapan, gönlü kırık fakirlerin gönlünü alan, Allah’ın emirleri
dışına çıkmayan insan ateşte yanmaz. Allah yolunda olanlar hakkında şöyle
demektedir:
Sıradan kişi gelse, seçkin
olur; yıldız gelse, ay olur;
Bakır gelse altın olur
dervîşler sohbetinde.[384]
Cahillerden,
bencillerden, malın peşinde olanlardan, yalancılardan, âşıksızlardan, dünyayı
seven insanlardan kaçınmak gerektiğini söylemektedir.
Nefs yoluna giren kişi
rezil olur,
Yoldan çıkıp, kayıp, tozup
günâhkâr olur,
Yatsa, kalksa şeytân ile
yoldaş olur,
Nefsi tep, nefsi tep, ey
kötülükler işleyen.[385]
Yesevi’ye
göre, kişilerde şu hasletlerin olması beklenmektedir: “Hakk’ı bilmek, kalbinde
Allah ve insan sevgisi taşımak, cömert olmak, gerçekleri kabul etmek, geçer ve
doğru bilgili olmak, kanaatkar olmak, nefsine hakim olmak, kendini bilmek,
gönül gözü ile görmek.”[386]
Yesevi
düşüncesinde insanın olgunluğa erişmesi için sadece şeriat ve tarikat
bilgileriyle donanmak yeterli değildir. Bunların yaşanması ve hal ie ruhta
işlenmesi ve gerçekleştirilmesi şarttır. İnsanın, “soğuk teori” ile “kuru
pratik” dairesini aşması ve öze inmesi gerekmektedir. Yesevi düşüncesine göre,
insanın tam anlamıyla olgunluğa erişmesi ancak teori (kal) ile pratik (hal)
arasında bir bütünlük sağlandığında mümkün olacaktır. Bunun için Allah’a aşkla
sarılması şarttır. Yesevi, toplumdaki imanın etkisininin hal ilminin doğası
gereği yine toplumun ruhunda işlenmesiyle kuvvetlendirileceğini ileri
sürmektedir.[387]
“Yesevi
düşüncesinde, toplumun ahlaki normlarının bozulması imanın zayıflığı ve nefsin
üstünlüğünün göstergesidir ve bu karışıklığı yeniden düzenlemenin yolu da
aşktan geçmektedir.”[388]
Hikmetlerinde imanı felsefi açıklamalarla anlatmaktan ziyade, insanı doğrudan
tasavvufi değerlerle eğitmek ve hakikate götürmek gerektiğini ifade etmektedir.
Âşksızların hem cânı yok,
hem imânı;
Rasûlullah sözünü dedim,
mânâ hani,
Nice desem, işitici, bilen
hani?
Habersize desem, gönlü
katılaşır dostlar.[389]
Yukarıda
örnek olarak vermeye çalıştığımız hikmetlerde görüldüğü gibi; Yesevi, insanları
kötülükten uzak durmaya ve Allah’ın emirlerine uymaya çağırmaktadır. Bu şekilde
insanlara ve topluma yön vermeye ve onları şekillendirmeye çalışmaktadır.
Yesevi, nefsi terbiye edip gerçek aşka yönelmeye önem vermektedir.
Hikmetlerinde kendi hayatını örnek göstererek kendi nefsi ile ne kadar mücadele
ettiğini göstermektedir.
Kadın, Aile ve Toplumsal
Düzen
Günümüzde;
kadının topumsal hayattaki rölü, erkek ve kadın eşitliği gibi konular en önemi
konulardan biridir. “Birçok toplumda, kadınların güç alanlarında etkili
olmalarının önü kapatılmış; kadınların erkeklerle aynı haklara sahip
olmalarına, sosyal hayata aktif olarak katılmalarına, mülkiyet sahibi
olmalarına, eğitim almalarına ve yönetici olmalarına izin verilmemiştir.”[390]
Biliyoruz ki İslam’dan önce kadınların toplumdaki yeri erkeklerden çok farklı
olmamıştır. İslam sonrasında ise kadın toplumsal hayatta rolünü ve gücünü
kaybetmektedir. Fakat bu görüş sonucunda kadınların toplumdaki yeri İslam
emirleri üzerine belirlendiği düşünülmemelidir.
Yesevi
hikmetlerinde kadın konusuna çok yer vermemektedir. Kadın; konu olarak analık
vasfı, evdeki öğreticilik vasfı; aileyi, evi, yurdu bir arada tutma vasfı üzerinde
duruluyor. Divan-ı Hikmet eserinde kadın kelimesi altı yerde geçmektedir.
Kara gündür o sâat ki
dünyadan sefer eylesen,
Kadın-evlâd, mâl ve mülkün
hepsinden geçer olsan.[391]
Meclisine kadınları
getirirler,
Halka kurup, karşısında
otururlar,
Derdin var diye o kadına
dokunurlar,
İşte bu benzeri bâtıl
işleri yaparlar ha.[392]
Bu
hikmetten anlaşılacağı gibi, o dönem kadınların karşılaştıkları sorunlarla
başbaşa bırakmamışlar, aksine kadınları desteklemişler, böylece toplumdaki
yerini korumaya çalışmışlardır.
İnsan
konusuna önem verdiği gibi Yesevi, aile konusuna da hikmetlerinde önemli yer
ayırmaktadır. Yusuf Hemedani’nin daha hayattayken verdiği halifeliği bırakıp
halkının arasına dönmesi ve onları eğitmeye çabalaması da güzel örneklerden
biridir. Bunda Allah’ın inayeti yanında, iyi bir aile ve çevrede yetişmiş
olmasının rolü büyük olmalıdır.
Nisa
süresinin 36. ayeti[393] aileye,
akrabaya, komşulara, karşınıza çıkan her insana iyi muamele etmeyi
emretmektedir.
Arzuluyum
akrabalık ve dostluğa,
Ulu
babamın türbesi o Ak Türbe’ye,
Babamın
rûhu saldı beni bu gurbete;
Hiç bilmem, nasıl kusur
eyledim ben işte.[394]
Gözüm açtım seni gördüm,
bütün gönülü sana verdim,
Akrabalarımı terk eyledim,
bana sen gereksin.[395]
Muhabbetin câmını içip
dîvâneyim,
Mecnûn gibi akraba ve
dostlardan uzağım.
Ey yârânlar, mumun görüp
pervâneyim,
Ağlamayım mı, cân
mahremîni bulamadım işte?[396]
Toplum
içinde insanlar arasında hoşgörü, dil, din, renk ve cinsiyet ayrımı yapılmadan
toleranslı davranış ve yaklaşımlara önem vermektedir. Daha önce bahsettiğimiz
gibi, kadın ve erkeğin eşitliğine dayalı bir hayat anlayışını ortaya
koymaktadır.
Kara gündür o sâat ki
dünyadan sefer eylesen,
Kadın-evlâd, mâl ve mülkün
hepsinden geçer olsan.[397]
Yesevi,
Divan-i Hikmet eserinde birlik ve beraberlik prensiplerine yer ayırmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetlerde[398]
de birliğin önemli olduğunu görmekteyiz. Hz. Peygamber: “Müminler birbirlerini
sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı
rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı
paylaşan bir bedene benzer.”[399]
buyurmaktadır.
Ahmet
Yesevi, hikmetlerinde birlik konusunu önemsemiştir. Yaşadığı dönemdeki şartlara
bakılırsa gerçekten Türk toplumu için birliğin önemli olduğu ortaya
çıkmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi yöneticilerin kötü davranışlarından
dolayı halk arasında birliğin bozulmasından yine onları sorumlu tutmaktadır.
Eğer karındaşlar birlik olamazsa aileler de birlik olamaz. Ailede birlik
olmazsa obalarda birlik olmaz. Obalarda birlik olmazsa budunda birlik olmaz ve
nihayetinde de yurtta ve vatanda birlik olmaz. Meydan fitneci ve bozguncu
zorbalara kalır.[400]
Dünya benim mülküm diyen
sultanlara,
Âlem malını sayısız yığıp
alanlara,
Yeme ve içme ile meşgûl
olanlara,
Ölüm gelse, biri vefa
eylemez imiş.[401]
Toplumsal
barışın anahtarı; birbirine tahammül edebilmek, başkasının sana yaptığı
olumsuzlukları yürek değirmeninde eritmektir. Böylece benlik ve ihtirasların
kurbanı olmaktan kurtulup sabır âleminin mensupları arasına girebilmektir.[402]
“Zalimleri şikâyet etme,
zalim kendin,
Huyun riya, etki etmez
halka sözün,
Dünya malını dolu verdim
doymaz gözün,
Harisleri “Siccin” içine
saldım ben işte.”[403]
Geçti kulun canından,
çıktı halkın sayısından,
Dostlar gider ardından,
razı olun, dostlarım.[404]
Gerçek gönülde namaz kıl
ki Allah bilsin,
Halk içinde rüsva ol ki
alem gülsün,
Toprak gibi hor görül ki
nefsin ölsün,
Himmet versen nefsimi
yenip ağlasam ben.[405] [406]
“Allah’a
verdikleri sözü pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği
bağı koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya işte lanet de onlar
içindir; dünyanın kötü sonu da onlar içindir.”49 ayetine
dayanarak yalan söyleyenlerin ve sözlerinde durmayanların lanetli olduklarını
söylemektedir:
“El-kezzâbu lâ ümmeti”,
dedi Ahmed,
Can ve gönülde salât
söyleyip, ol ümmet,
Yalancıya melekler söyler
lânet,
Cehennem içinde sert azap,
vahşeti var.[407]
Yesevi
toplumsal hayatta eğitimin büyük bir etkisi olduğunu savunmaktadır. Kişiler
arası etkileşim ve toplumsal bütünleşmeyi, eğitimle elde edebileceklerini
savunmaktadır. İnsanlar hem sosyalleşir hem de yardımlaşır. Böylece toplumsal
barış ve birlikte yaşam kolaylaşır.
İslamiyet’in
kabulü Türklere yeni bir ruh ve kuvvet vermiş, Asya steplerinden Avrupa
içlerine kadar uzanan büyük ve uzun ömürlü imparatorlukların yaşamasında
başlıca sebeplerden birisi olmuştur. Bundan daha önemlisi, İslamiyet’in ortaya
koyduğu prensiplerin milli bünyelerine uyması sebebiyle Türkler varlıklarını
koruyabilmişlerdir. İslam dinini kabul etmiş olan Türk boylarından hiç birisi,
milli varlıklarını kaybetmemişlerdir. Bu bakımdan Türklerin İslam dinine toptan
girişleri, diğer din ve medeniyetlere intisablarından farklı olarak doğurduğu
büyük ve müsbet neticeler itibarıyla yalnız Türk ve İslam tarihinin bir dönüm
noktasını teşkil etmekle kalmaz, dünya tarihinin de en büyük hadiselerinden
biri sayılacak bir ehemmiyet taşır.
Türkler
kendi iç dinamikleri ve kendi prensipleri üzerine İslam dini anlayışını
oturttukları için İslam dünyasına yeni bir bakış açısı yeni bir yön vermişler
ve bin yıl boyunca İslam dininin bayraktarlığını yapmışlardır. Bu dinin bir
dünya dini haline gelmesi, dünyaya yayılmasında Türk bilginlerin rolü büyüktür.
Onlardan birisi tezimizin konusu olan Hoca Ahmet Hazreti Sultan Yesevi’dir.
Ahmet
Yesevi, Türklerin Müslümanlaşma sürecinde İslam öncesi anlayışla İslam dininin
uyumla kavuşmasını sağlamıştır. Dini kendi prensipleri doğrultusnda irdeleyip
halkına benimsetme amacıyla Ahmet Yesevi “Divan-ı Hikmet” adlı etkin bir
eserini ortaya koymaktadır. Yesevi amacına ulaşmak için, yaşadığı dönem Arapça
ve Farsça resmi dil olarak kabul edilmesine rağmen, hikmetlerini Türkçe yazmaya
tercih etmiştir. Çok sade bir Türkçe ile ve Türklerin hiç yabancı olmadıkları
milli şiir vezni kullanarak İslam dinini tanıtmış ve hızlı yayılmasını
sağlamıştır. Yesevi din ile kültürü tek kültür odağında bütünleştirdi. Türkler
bu uzlaşıyı bir araya getirip yapabildikleri için İslam dinini bir devlet dini
değil bir millet dini haline getirmişler.
Yesevi’nin
kurduğu Yeseviyye tarikatı, insanları sadece dine göre şekillendiren dini bir
akım değildi. Bu kurum dini anlayışla birlikte, milli, toplumsal, ekonomik,
siyasal vb. pekçok unsuru barındırmaktadır. Yesevi; kurduğu tarikatın nasıl
olması gerektiğini ortaya koyarak devletin nasıl olması gerektiğini de ortaya
koymaya çalışılmıştır. Yeseviyye tarikatı küçük bir mikro devlet olarak
düşünülebilir. Tarikatın hükümleri; başında bulunan şeyhin, tarikata giren
kişilerin sahip olması gereken nitelikler, eğitim sistemi, tarikatta emredilen
ve yasaklanan kurallar eserlerinde ayrıntılı bir şekilde madde madde
sıralanmaktadır.
Divan-ı
Hikmet, İslam’ın emir ve yasaklarını, İslam ahlakını anlatan öğretici bir
eserdir. Kitapta Allah’ın birliği, Hz. Peygamber sevgisi, ahiret inancı, cennet
ve cehennem ve bunun gibi diğer konulardan bahsedilmektedir. Ahmet Yesevi’nin
eserlerinde genelde yönetimsel ilke anlayışlarından çok bahsetmediği; sevgiden,
aşktan, bağlılıktan bahsettiği görülmektedir.
Yesevi
hikmetlerinin ana teması insandır. İyi insan profilini ortaya koyarak insanlara
ve topluma yön vermeye ve onları şekillendirmeye çalışmıştır. Halk ve devlet
başında bulunanların, yani yöneten ve yönetilenler nasıl olmaları, neler
yapmaları, nelerden kaçınmaları gerektiğini ortaya koymaktadır. Yesevi,
hikmetleri insan hayatını etkileyen bütün alanları içine almaktadır.
Yesevi,
Kur’an-ı Kerim’de de olduğu gibi hikmetlerinde devletin şekli üzerinde
durmamıştır. İnsanların sosyal hayat akışı içerisinde bulundukları şartlara
uygun olarak nasıl yaşamaları gerektiği konusunda durmuştur. Yesevi’ye göre,
devlet kişilerin ahlaki seviyesinde korunması gerekmektedir. Halkın mutluluğu
ve huzuru emre itaat, sadakat, bağlılık ile sağlanabileceği düşüncesindedir.
Hikmetlerinde
yönetici alamını taşıyan padişah, sultan, bey, hakan gibi kavramları
kullanmaktadır. Hikmetlerinde göre iyi bir yönetici; adil, alçakgönüllü,
bilgili, tecrübeli, sabırlı, akıllı, Allah’ın emirlerine uyan, doğru insan
özelliklerine sahip birisi olmalıdır. Halk hizmetinde olan kişilerin ancak iyi
davranışlarla üstün olabileceklerini vurgulamaktadır. Allah’a itaat eden
yönetici, halkına kötü davranmayacağını dile getirmektedir.
Yesevi;
toplum içinde dil, din, renk ve cinsiyet ayrımı yapılmadan toleranslı
davranışlara önem vermektedir. Yesevi, insanlar arasında eşitliğe doğru
fikirlerini bildirmektedir. İlim konusunda erkek ve kadın ayırımına karşı
olduğunu eserinde sık sık dile getirmektedir; bilimsel çalışmaların ve ilim
öğrenmenin hem kadına hem erkeğe farz olduğunu, bu konuda da kadınlara da
erkeklerle aynı seviyede bilgi ve eğitim verilmesi gerektiğini eserinde
savunmaktadır.
İnsanların
daima bilimin, ilmin peşinden gitmesi gerektiğini söyler. İlim sahibi olmayan,
bilgi edinemeyen insanları cahil insanlar olarak görmektedir. İlimsiz
insanların rehber olamayacaklarını söylemekte, dolayısıyla yöneticiler için de
ilmi önemli unsur olarak ortaya koymaktadır.
Yesevi’ye
göre adalet yöneticilerin sahip olması gereken en üstün niteliklerdendir. Bazı
hikmetlerine bakıldığı zaman (padişahta, vezirlerde adalet yok diyerek)
yaşadığı dönemin yöneticilerini adaletsizlikle suçladığı görülmektedir. Adil
insanın en güzel örneği olarak Hz. Ömer’i sürekli olarak dile getirmektedir.
Yesevi’ye
göre mülk Allah’ın insanlara verdiği bir varlıktır. İnsanı bu varlıklardan daha
üstün görmektedir. Yöneticilerin mülkü insanlardan daha üstün tuttuklarını
hikmetlerinde yazmakta; bu duruma karşılık göstermektedir. Yesevi’ye göre,
zenginlik ve makamlar geçicidir; gerçek mutluluk mal ve makamla
kazanılmayacaktır.
Yesevi
hikmetlerinde birlik ve beraberlik konusuna önemli vurgu yapmaktadır. Yesevi’nin
yaşadığı döneme bakıldığı zaman; Türklerin yeni bir dini kabul etmiş olmaları
ve onu öğrenmeye çalışan bu milletin yeni hayat tarzına geçişteki yaşadığı
karmaşa; siyasi olarak birbirine üstünlük sağlama mücadelesi sonucunda yaşanan
çatışmalar karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir durumda olan milletin ve devlet
başkanının yaşanan sorunlarla baş edebilmesi için Ahmet Yesevi’nin “Divan-ı
Hikmet”i; Kur’an’ın Müslümanlar için olduğu gibi Türk toplumu için yaşam
rehberi olarak değerlendirilebilir.
“Divan-ı
Hikmet” eseri Kur’an’ın Türkçe’ye basit bir çevirisi olarak kabul edilmektedir.
Türkler arasında İslam’ı yaymaya amaçlayan öğretici bir eserdir. Fakat Yesevi,
sadece Kur’an’ı düz çevirmekle bu alanda başarılı olamayacağını anlayarak; hem
Türklüğü hem Kur’an’ı çok iyi bilen birisi olarak Türklerin iç dinamikleri ve
prensipleri üzerine kendine özgü bir din anlayışı inşa etmiştir. Bundan dolayı
Türk toplumu yeni din karşısında bilgisiz kalmayıp, kendi kültürleriyle uzlaşan
İslam dinini kendi istekleriyle kabul etmişler. Böylece İslam dini diğer
milletlerde olduğu gibi dağıtıcı değil birleştirici bir unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Alper,
Ömer Mahir, “İtaat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, XXIII (39), İstanbul 2001, s. 444
Altıntaş,
Ramazan, “Emânetlerin Ehline Verilmesi”, Somuncubaba Aylık Kültür ve Edebiyat
Dergisi, Sayı 204, Ekim 2017, s. 14,
https://somuncubaba.net/wp- content/uploads/2017/10/www.somuncubaba.net-2017-10-0204.pdf,
(25.05.2018)
Ahzap,
33/72
Al-i
İmran, 3/189
Alşan,
Hakan M., Bozkırın Serdarı Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi Sohbetler -
Meseleler - Hikmetler, h yayınları, İstanbul 2017
Altuntaş,
Abdurrahman, Kur’an’da Temel Siyasî Kavramlar, Gümüşhane Üniversitesi
Yayınları, İstanbul 2013
Arsal,
Sadri Maksudi, Türk Tarihi ve Hukuk, İsmail Akgün Yayınevi, İstanbul
1947
Araf,
7/172-173
Aşkar,
Mustafa, “Ahmed Yesevi ve Tasavvuf Anlayışı”, Diyanet İlmi Dergi, 4/29,
Ekim-Kasım-Aralık 1993, 49-62
Atmaca,
Ali, Ahmet Yesevi’nin İnanç ve Düşünce Dünyası, Yüksek Lisans Tezi,
Sivas 2008
Avcı,
Casim, “Hilâfet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, 17 Cilt, İstanbul 1998, s. 539-546
Aytaş,
Gıyasettin, “Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmeti’nde İnsan”, I.Uluslararası
Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.), Ankara, 28-30
Nisan 2017, s. 877-891
Bardakoğlu,
Ali, “Ehliyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, X, İstanbul 1994, s. 533-539
Bice,
Hayati, Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi, Hoca Ahmet Yesevi
Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 33, Ankara 2016
Bakara,
2/190
Bayraktar,
Mehmet, Yuns Emre ve Aşk Felsefesi,, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Ankara 1994
Çağrıcı,
Mustafa, “Adalet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, I, İstanbul 1988, s. 341
Çınar,
Ali Abbas, “Güney Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevi Soyuna Bağlı
Yatırlar/Türbeler”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası
Sempozyumu, Ömer Kul vd. (ed.), 1 Cilt, İstanbul, 26-28 Eylül 2016, s.
148-155
Çeliker,
Hüseyin, “İslam Hukuku’nda Devlet Başkanlığı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 26/26-27, 2008, s. 251-298
Çelepi,
Mehmet Surur, “Kültür Bellek Çerçevesinde Ahmed Yesevi ile Anlam Bulan
Alim-Devlet Bütünleşmesi”, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, Sayı 25, 2016, s. 181-198
Çetinkaya,
Bayram Ali, Bilgelik Pınarı Yesevî Ahlâkında Kadîm Değerler, Mustafa
Tatcı (ed.), h yayınları, İstanbul 2017
Davutoğlu,
Ahmet, “Devlet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, C. IX, İstanbul 1994, s. 234-240
Doğan,
Süleyman, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Eğitim Metodu”, Kul Hoca Ahmed Yesevi
Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara
2018, s. 209-226
Dokgöz,
Derviş, İslam Hukukunda Devlet Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek
Lisans Tezi, Malatya 2004
Duralı,
Şaban Teoman, “Devlet”, Afyonkarahistar I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde
Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd. (ed.), İstanbul, 19-21 Ekim 2017, s.
27-46
Demirli,
Ekrem, “Vahdet-i Vücûd”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 42 Cilt, İstanbul 2012, s. 431-435
Devlet’in
Kavram ve Kapsamı, Milli Güvenlik Kurulu Genel
Sekreterliği Yayınlarından, ■ Ankara 1990
Elitok, Halil, Kur’an’da Devlet Kavramı,
Yüksek Lisans Tezi, Isparta 1998
En’am, 6/61-62
Erdemir, Alim, Kur’an’da Devlet Ahlakı,
Selis Kitaplar Yayınevi, İstanbul 2015
Eraslan,
Kemal, “Divan-ı Hikmet”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah
Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 153-159
Eraslan,
Kemal, “Fakr-Name ve Özellikleri”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah
Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 169-176
Eraslan,
Kemal, Yesevi’nin Fakr-namesi, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk -
Kazak Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 32, Ankara 2016
Eser,
Feridun, Hace-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi Hayatı Fikirleri Eserleri,
Anadolu Eksen Eğitim Yayınları, Ankara 2016, s. 37
Gömeç, Saadettin Yağmur, “Türklerde Devlet
ve Hakimiyet Düşüncesi Üzerine Bir Değerlendirme”, Afyonkarahistar I. Türk
Tarihi Sempozyumu Türklerde Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd. (ed.),
İstanbul, 19-21 Ekim 2017, s. 471-489
Güler, Ali, vd., Türklük Bilgisi,
Tamga Yayıncılık, Ankara 2001
Güngör,
Ebubekir, “Ahmed Yesevî’ye Göre XII. Yüzyıl Türk Toplumunda İdeal Din ve Devlet
Adamı Profili”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası
Sempozyumu, Ömer Kul vd. (ed.), 1 Cilt, s. 309-322
Güreser,
Osman, İslam’da Savaş Anlayışı (İslamiyet’in Doğuşundan Emevilerin Sonuna
Kadar), Yüksek lisans tezi, Manisa 2013
Genç,
Reşat, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Atatürk Kültür, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 2002
Hucurat, 49/9
Hac,
22/39
Hakkul,
İbrahim, “Benim Hikmetlerimi Dertsize Söylemeyin!”, Kul Hoca Ahmed Yesevi
Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara
2018, s.161-166
Kallek,
Cengiz, “Biat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, VI, İstanbul 1992, s.120-124
Kitapçı,
Zekeriya, Türkler Nasıl Müslüman Oldu? Steplerde Duyulan İlk Ezan Sesleri, Yedikubbe
Yayınları, Konya 2013
Koca,
Salim, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı”, Türkler, Hasan
Celal Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca (eds.), 2 Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara,
2002, s. 823-844
Koçak,
Kürşat, Eski Türklerde Devlet Gelenekleri ve Törenleri (Tarih öncesi
Devirlerden Türklerin İslam Dini Medeniyetine Girişine Kadar), Doktora
Tezi, Ankara 2011
Konukçu,
Enver, “Sayram ve Yesi”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu, Abdülkadir
Yuvalı, Mustafa Argunşah ve Ali Aktan (haz.), 26-29 Mayıs 1993, s. 249-253
Koyuncu, Nuran, “İslam-Osmanlı Hukukunda Devlet Kavramı”, Necmettin
Erbakan Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı,
https://docplayer.biz.tr/2507095- Islam-osmanli-hukukunda-devlet-kavrami.html
, (25.11.2018)
Köprülü,
Fuad, “Hoca Ahmed Yesevi’nin Eseri”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı,
İsmetullah Yesevi (haz.) ve Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 129-151
Köprülü,
Fuad, Türk Edebiyatında İlk Muttasavıflar, Diyanet İşleri Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1993
Köseoğlu,
Nevzat, Devlet Eski Türklerde İslam’da ve Osmanlı’da Devlet, Ötüken
Yayıncılık, İstanbul, 1997
Kuzucu,
Kemalettin, vd., Türk Tarihi ve Kültürü, Reşat Genç ve İsmail Cansız
(eds.), Lisans Yayıncılık, İstanbul 2009
Küçükkaya,
M. Askeri, “Yeseviyye Tarikatı’nın Temel İlkeleri”, Harran Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 40, Temmuz-Aralık 2018, s. 143-162
Küçükaşcı,
Mustafa Sabri, “İmam”,
Mustafa Öz ve Avni İlhan, “İmamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.
XXII, İstanbul
2000, s. 178-180
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü,
Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993
Kahveci, Niyazi, İslam Siyaset
Düşüncesi, Etiş Yayıncılık, Ankara 1996
Kamacı, Koray, Teşkilat Türk Devlet
Anlayışının Kadim Sırları, Murat Dinçer (ed.), Yediveren Yayınları,
İstanbul 2017
Karakaş. Selim, “İlk ve Orta Zamanlarda
Türklerde Devlet, Ülke ve Millet Fikri”, Türkler, Hasan Celal Güzel,
Kemal Çiçek ve Salim Koca (eds.), 5 Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002,
s. 187-202
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslam
Hukuku, İz Yayıncılık, 1 Cilt, İstanbul 2009
Karaman, Hayreddin, vd., Kur’an Yolu
Türkçe Meal ve Tefsir, 1 Cilt, Diyanet İşleri
Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012
Karaman, Hayreddin, vd., Kur’an Yolu
Türkçe Meal ve Tefsir, 2 Cilt, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara
2012
Karaman, Hayreddin, vd., Kur’an Yolu
Türkçe Meal ve Tefsir, 3 Cilt, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara
2012
Karaman, Hayreddin, vd., Kur’an Yolu
Türkçe Meal ve Tefsir, 4 Cilt, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara
2012
Karaman, Hayreddin, vd., Kur’an Yolu
Türkçe Meal ve Tefsir, 5 Cilt, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara
2012
Karaman, Hayreddin, Anahtarlarıyla İslam
Hukuku, 1 Cilt, Ensar Neşriyat Yayınları, İstanbul 1984
Kaya, Fatih, Kutadgu Bilig’e Göre
Liderlik Eğitimi, Yüksek lisans Tezi, Malatya 2015
Kenjetay, Dosay, ‘’Hoca Ahmet Yesevî:
Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri’’, Tasavvuf İlmi ve Akademik
Araştırmalar Dergisi, Aralık 1999, Sayı 2, S.105-130
Kenjetay, Dosay, “Ahmet Yesevî Düşüncesinde
Vahdet-i Vücut”, 21. Yüzyılda Türk Dünyası Uluslararası Sempozyum
Bildirileri, Levent Eraslan, Nazım Muradov ve Elnur Ağayev (eds.), Ankara,
02-05 Aralık 2010, s. 41-46
Kenjetayev, Dosay, Hoca Ahmet Yesevî’nin
Düşünce Sistemi, Doktora Tezi, Ankara 2003
Mü’min, 40/12
Müslim, Birr, 66, Muhyiddin en-Nevivi , Riyâzü’s-Sâlihîn
Metin ve Çeviri, Emin Özafşar ve Bünyamin Erul (çev.), Diyanet İşleri
Bakanlığı Yayınları, 1 Cilt, Ankara 2014, s. 246
Nar, Cemal, “İslam’da Devlet ve Siyaset”,
Beyan Yayınları, İstanbul 2007, s. 75
Nisa, 4/36
Nisa, 4/58
Nisa, 4/59
Niyazi,
Mehmed, İslam Devlet Felsefesi, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2010
Niyazi,
Mehmed, Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2011
Nahl,
16/125
Nahl,
16/90
Nesefî,
Azizüddin, Tasavvufta İnsan Meselesi İnsan-ı Kâmil, Mehmet Kanar (çev.),
Dergâh Yayınları, İstanbul 1990
Nevevi,
İmam, Riyâzu’s-Sâlihîn, Hanifi Akın (ter.), Ensar Neşriyat Yayınları,
İstanbul 2008
Öngören,
Reşat, “Zikir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, 44 Cilt, İstanbul 2013, s. 409-412
Öz,
Mustafa ve İlhan, Avni, “İmamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 22 Cilt, İstanbul 2000, s.201-203
Özdinç,
Rıdvan, “Ahmed Yesevî'de İtikadî Unsurlar”, I.Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi
Sempozyumu Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.), Ankara, 28-30 Nisan, 2017, s.
649-658
Özdamar,
Ramazan, İslamiyet Öncesi Türkler ’de Hâkimiyet Mevhumu (Ülke, Hükümet,
Hürriyet, Millet) Üzerine bir Değerlendirme, Yüksek Lisans Tezi, Elazığ
1997
Özköse,
Kadir, “Ahmed Yesevi ve Divan-ı Hikmet”, Tasavvuf: İlmi ve Akademik ■ /Araştırma Dergisi, Sayı 16,
2006, s. 293-312
Özel,
Ahmet, “Klasik İslâm Devletler Hukukunda Ülke Kavramı ve Günümüzdeki Durum: İbn
Teymiyye’nin Mardin Fetvası ile Benzeri Diğer Bazı Fetvalar”, Marmara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 43, 2012, s.41-64
Özervarlı,
M. Sait, “Mülk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, 31 Cilt, İstanbul 2006, s. 540
Rıdvanoğlu,
Ahmet Eğilmez, Açıklamalı Divan-ı Hikmet, Erhan Yayınları, İstanbul 2014
Ra’d,
13/25
Sad,
38/26
Sağlam,
Hadi, “İslam İdare Hukukunda Yönetim Şekli”, Universal Journal of Theology
(UJTE), 2/1, 2017, s. 36-57,
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/284418 , (27.11.2018)
Şirvani,
Harun Han, İslamda Siyasi Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar, Kemal
Kuşcu (çev.), İrfan Yayınevi, İstanbul 1965
Şafak,
Baran, Ahmed Yesevi’nin Hayatı Eserleri ve Eserlerindeki Bilgi Meselesi,
Yüksek Lisans Tezi, Konya 1990
Şahin,
Muhammet, Türk Tarihi ve Kültürü, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara
2004
Şapolyo,
Enver Behnan, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Milenyum Yayınları,
İstanbul 2013
Şaylıgil,
Ömür ve Özden, Hilmi, “Divan-ı Hikmet’te Günümüz Bilim ve İnsan İlişkisinin
Temelleri”, I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ahmet
Kartal (ed.), Ankara, 28-30 Nisan 2017, s.607-622
Taslaman,
Caner ve Taslaman, Feryal, İslam ve Kadın, İstanbul Yayınevi, İstanbul
2019
Taşağıl, Ahmet, “Gök Türk Devlet Modeli”, Afyonkarahistar
I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd.
(ed.), İstanbul, 1921 Ekim 2017, s. 111-133
Toksarı, Ali, “Emanet”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, XXI, İstanbul
1995, s. 82
Tosun, Necdet (ed.), Hoca Ahmed Yesevi
Seçme Makaleler, Ahmet Yesevi Üniversitesi İnceleme Araştırma Dizisi, Yayın
No: 40, Ankara 2017, s. 151
Tosun, Necdet (ed.), Ahmed Yesevî,
Hoca Ahmet Yesevî Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme Araştırma
Dizisi, Yayın No: 23, Ankara 2015
Tuğral, Oğuz, Kutadgu Biliğ ve
Siyasetname’de Devlet Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Niğde 2008
Turhan,
Abdullah, Kur ’an’da Yönetim Kavram ve İlkeleri, Konya 2010
Turhan,
Abdullah, Kur’an’da Yönetim Kavram ve İlkeleri, Yüksek Lisans Tezi,
Konya 2010
Turan,
Bozkurt, Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi, Yılmaz Basım, İstanbul 2012
Türcan,
Talip, “Ulü’l-Emr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, 42 Cilt, İstanbul 1994, s. 295-297
Türcan,
Talip, “Şûra”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, 39 Cilt, İstanbul 2010, s. 230-235
Taneri,
Aydın, Türk Devlet Geleneği: Dün-Bugün, Bilge Kültür Sanat Yayınevi,
İstanbul 2015
Tatcı,
Mustafa (ed.), Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî, Hoca Ahmet Yesevi
Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No:
29, 2016
Uludağ,
Süleyman, “Fakr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, 12 Cilt, İstanbul 1995, s. 132-134
Uludağ,
Süleyman, “Halife”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, 15 Cilt, İstanbul 1997, s. 299-300
Yıldırım,
Ahmet, “Hoca Ahmed Yesevî ve İslam Medeniyetindeki Yeri”, Muhafazakar
Düşünce Dergisi İslam Medeniyetini Kuran Düşünürler II, Cemal Fedayi (ed.),
Sayı 45-46, Temmuz-Aralık 2015, s. 53-64
Yıldırım,
Ahmet, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’inde Hz. Peygamber Tasavvuru”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Sempozyumu, Ömer Kul vd. (ed.), 1
Cilt, İstanbul, 26-28 Eylül 2016, s. 99-127
Yıldırım,
Ahmet, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara 2012
Yıldız,
Hakkı Dursun, İslamiyet ve Türkler, Kamer Yayınları, İstanbul 2000
Yılmaz,
Gökhan, “Türk Devlet Felsefesinde “Kut”, “Erdem” ve “Töre” Kavramları ile
Bunların Aralarındaki İlişki”, Kutadgubilig Felsefe Bilim Araştırmaları
Dergisi, Sayı 26, Ekim 2014, s. 311-374,
http://uvt.ulakbim.gov.tr/uvt/index.php?cwid=9&vtadi=TSOS&c=ebsco&ano=177
966
590fe775ced32ac2f90c1bea6b4788f3& , (31.10.2018)
Yalçınkaya,
Mustafa, “Ahmed Yesevi ve Divan-ı Hikmet”, Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Fakültesi Dergisi, 26/1, 1968, s. 15-24
Yazıcı,
Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara 2007
Yetkin,
Aydın, “Divan-ı Hümayun”, International Journal of Social Science, 5/5,
s. 353390, Ekim 2012,
http://www.jasstudies.com/Makaleler/127766328
yetkinayd%C4%B1n 335372
5-5 T.pdf, (23.10.2018)
[1] Şaban Teoman Duralı, “Devlet”, Afyonkarahistar
I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd.
(ed.), İstanbul, 19-21 Ekim 2017, s. 27
[2] Ahmet Davutoğlu, “Devlet”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. IX, İstanbul
1994, s. 234
[3] Kemalettin Kuzucu vd., Türk Tarihi ve
Kültürü, Reşat Genç ve İsmail Cansız (ed.), Lisans Yayıncılık, İstanbul
2009, s. 37
[4] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği:
Dün-Bugün, Bilge Kültür Sanat Yayınevi, İstanbul 2015, s. 98
[5] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü,
Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s. 236
[6] Kürşat
Koçak, Eski Türklerde Devlet Gelenekleri ve Törenleri (Tarih öncesi
Devirlerden Türklerin İslam Dini Medeniyetine Girişine Kadar), Doktora
Tezi, Ankara 2011, s. 3
[7] Eski Türkçe’de “İl” kelimesi ile ifede
edilmekte idi.
[8] Kuzucu vd., Türk Tarihi ve Kültürü, s.
47
[9] Salim Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve
Teşkilâtı”, Türkler, Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca (ed.),
C. II, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 823
[10] Oğuz Tuğral, Kutadgu Biliğ ve Siyasetname
’de Devlet Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Niğde 2008, s. 33
[11] Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk,
İsmail Akgün Yayınevi, İstanbul 1947, s. 263-264
[12] Mehmed Niyazi, Türk Devlet Felsefesi,
Ötüken Yayınevi, İstanbul 2011, s. 23
[13] Saadettin Yağmur Gömeç, “Türklerde Devlet ve Hakimiyet Düşüncesi
Üzerine Bir Değerlendirme”, Afyonkarahistar I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde
Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd. (ed.), İstanbul, 19-21 Ekim 2017, s.
471
[14] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü,
Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s. 221
[15] Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2002, s. 39
[16] Salim Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve
Teşkilâtı”, Türkler, Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca
(eds.), 2 Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 823
[17] Ahmet Taşağıl, “Gök Türk Devlet Modeli”, Afyonkarahistar
I. Türk Tarihi Sempozyumu Türklerde Devlet Bildiriler, Hayrunnisa Alan vd.
(ed.), İstanbul, 19-21 Ekim 2017, s. 121
[18] Selim Karakaş, “İlk ve Orta Zamanlarda
Türklerde Devlet, Ülke ve Millet Fikri”, Türkler, Hasan Celal Güzel,
Kemal Çiçek ve Salim Koca (eds.), 5 Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002,
s. 190-191
[19] Muhammet Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü,
Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2004, s.23
[20] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, Tamga
Yayıncılık, Ankara 2001, s. 49
[21] Koray Kamacı, Teşkilat Türk Devlet
Anlayışının Kadim Sırları, Yediveren Yayınları, İstanbul 2017, s.
25
[22] Dosay Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin
Düşünce Sistemi, Doktora Tezi, Ankara 2003, s. 53
[23] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, Tamga
Yayıncılık, Ankara 2001, s. 49
[24] Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, s. 41
[25] Taşağıl, “Gök Türk Devlet Modeli”, s. 116
[26] Ramazan Özdamar, İslamiyet Öncesi Türkler’de Hakimiyet Mevhumu
(Ülke, Hükümet, Hürriyet, Millet) Üzerine bir Değerlendirme, Yüksek Lisans
Tezi, Elazığ 1997, s. 13
21Devlet’in Kavram ve Kapsamı,
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınlarından, Ankara 1990, s. 3
[28] Muhammet Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü,
Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2004, s. 24
[29] Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve
Teşkilâtı”, s. 824
[30] Mete Han (M.Ö. 209), Vergi olarak at ve kadın istemelerine itirazsız
bu istekleri yerine getirmiştir, fakat toprak isteklerini reddetmiştir.
Toprağın devletin malı olduğunu ve arazi terk etmenin imkân dâhilinde
bulunmadığını söyleyerek savaş kararı alır.
[31] Özdamar, İslamiyet Öncesi Türkler ’de Hâkimiyet
Mevhumu (Ülke, Hükümet, Hürriyet, Millet) Üzerine bir Değerlendirme, s. 71
[32] Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü, s. 24
[33] Hz. Peygamber: “Sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir ki,
kullarından her mazlum ona sığınır. Eğer adalet ederse (Allah katındaki) ücretini
alır. Halkın da bu duruma şükretmesi gerekir. Eğer haksızlık, zulüm yaparsa,
onu vebali ona aittir, Halk ise sabır etmekle yükümlüdür.” buyurmuştur (Bezzar,
12/17; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 9/475)
[34] Kut, Tanrı tarafından verildiğinden dolayı su veya nefes kadar
kutsal kabul edilmiştir. “Kut”, kendisini “Tanrı kutu” olarak unvanlandıran
Mete’den beri, siyasal iktidar ile birlikte anılmış ve 1000 yıldan uzun süre
hükümdar unvanlarında yaşamış bir kavramdır: Kutlug Kağan, Kutluk Bilge Kül
Kağan, Alp Kutluk Bilge Kağan, Ay Tengride Kut Bulmış Alp Külüg Bilge Kağan...
çok sayıdaki örneklerin birkaçıdır. Siyasi iktidara sahip olabilmenin en temel
şartlarından biri olarak görülen “kut”, tarih boyunca, “Tanrıkut”, “İdikut”
gibi unvanlarla “Kutluğ”, “Kutalmış” gibi adlarda yaşayagelmiştir.
“Kut”
sahibi olabilmek için töre’nin belirlediği erdemlere sahip olmak gerekir.
[35] Özdamar, İslamiyet Öncesi Türkler ’de
Hakimiyet Mevhumu (Ülke, Hükümet, Hürriyet, Millet) Üzerine bir Değerlendirme,
s. 72
[36] Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve
Teşkilâtı”, s. 828
[37] Gökhan Yılmaz, “Türk Devlet Felsefesinde “Kut”, “Erdem” ve “Töre”
Kavramları ile Bunların Aralarındaki İlişki”, Kutadgubilig Felsefe Bilim
Araştırmaları Dergisi, Sayı 26, Ekim 2014, http://uvt.ulakbim.gov.tr/uvt/index.php?cwid=9&vtadi=Ts0s&c=ebsco&ano=177966
590fe775ced32ac2 f90c1bea6b4788f3&
, (31.10.2018), s. 312
“Tanrı-Kut”,
“Kutluğ”, “Tengride Kut Bolmuş”, “Iduk-Kut”, “İlig-Kut”
[38] Güler vd., Türklük Bilgisi, s. 53
[39] Kuzucu vd., Türk Tarihi ve Kültürü, s.
39
[40] Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve
Teşkilâtı”, s. 827
[41] Nevzat Köseoğlu, Devlet Eski Türklerde İslam
’da ve Osmanlı ’da Devlet, Ötüken Yayıncılık, İstanbul, 1997, s. 153
[42] Niyazi Kahveci, İslam Siyaset Düşüncesi,
Etiş Yayıncılık, Ankara 1996, s. 31
[43] Asıl hüküm ayetleri elli kadardır.
[44] Harun Han Şirvani, İslamda Siyasi Düşünce ve
İdare Üzerine Araştırmalar, Kemal Kuşcu (çev.), Nur Yayınları, İstanbul
1965, s. 102
[45] Şirvani, İslamda Siyasi Düşünce ve İdare
Üzerine Araştırmalar, s. 183-188
[46] Şirvani, İslamda Siyasi Düşünce ve İdare
Üzerine Araştırmalar, s. 130
[47] Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet
Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 8
[48] Halil Elitok, Kur ’an’da Devlet Kavramı,
Yüksek Lisans Tezi, Isparta 1998, s. 5
[49] Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet
Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 8
[50] Halil Elitok, Kur ’an’da Devlet Kavramı,
Yüksek Lisans Tezi, Isparta 1998, s. 6
[51] Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, s. 70
[52] Mustafa Öz ve Avni İlhan, “İmamet”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.
XXII, İstanbul 2000, s. 201
[53] Casim Avcı, “Hilâfet”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.
XVII, İstanbul 1998, s. 539
[54] Mustafa Sabri Küçükaşcı, “İmam”, Mustafa Öz ve Avni
İlhan, “İmamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XXII, İstanbul 2000, s. 178
[55] Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet
Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 16
[56] Hüseyin Çeliker, “İslam Hukuku’nda Devlet Başkanlığı”, Ondokuz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 26/26-27, 2008, s. 256
[57] Cemal Nar, “İslam’da Devlet ve Siyaset”, Beyan
Yayınları, İstanbul 2007, s. 75
[58] Avcı, “Hilâfet”, s. 539
[59] Hüseyin Çeliker, “İslam Hukuku’nda Devlet Başkanlığı”, Ondokuz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 26/26-27, 2008, s. 252
[60] Abdurrahman Altuntaş, Kur’an’da Temel
Siyasî Kavramlar, Gümüşhane Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013, s. 29
[61] Süleyman Uludağ, “Halife”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XV, İstanbul
1997, s. 299
[62] Sad, 38/26, Hayreddin Karaman vd., Kur ’an
Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. IV, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları,
Ankara 2012, s. 572
[63] Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe
Meal ve Tefsir, C. IV, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s.
577
[64] Nevzat Köseoğlu, Devlet Eski Türklerde İslam
’da ve Osmanlı ’da Devlet, Ötüken Yayıncılık, İstanbul, 1997, s. 98
[65] Mustafa Öz ve Avni İlhan, “İmamet”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 22
Cilt, İstanbul 2000, s. 201
[66] Talip Türcan, “Ulü’l-Emr”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XLII,
İstanbul 1994, s. 295
[67] Nisa, 4/59, Hayreddin Karaman vd., Kur’an
Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C. II, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları,
Ankara 2012, s. 85
[68] Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve
Tefsir, C. II, s. 87
[69] Abdurrahman Altuntaş, Kur’an’da Temel
Siyasî Kavramlar, Gümüşhane Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013, s. 214
[70] Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet
Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 18
[71] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku,
C. I, İz Yayıncılık, İstanbul 2009, s. 53
[72] Mehmed Niyazi, İslam Devlet Felsefesi,
Ötüken Yayınevi, İstanbul 2010, s. 34-35
[73] Hayreddin Karaman, Anahtarlarıyla İslam
Hukuku, C. 1, Ensar Neşriyat Yayınları, İstanbul 1984, s. 182-183
[74] Nuran Koyuncu, “İslam-Osmanlı Hukukunda Devlet Kavramı”, Necmettin
Erbakan Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı,
https://docplaver.biz.tr/2507Q95-Islam-osmanli-hukukunda-devlet- kavrami.html,
(25.11.2018), s. 7
[75] Mü’min, 40/12
[76] Halil Elitok, Kur ’an’da Devlet Kavramı,
Yüksek Lisans Tezi, Isparta 1998, s. 30-31
[77] Niyazi, İslam Devlet Felsefesi, s. 31
[78] Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 57
[79] Ahmet Özel, “Klasik İslâm Devletler Hukukunda Ülke Kavramı ve
Günümüzdeki Durum: İbn Tevmiyve’nin Mardin Fetvası ile Benzeri Diğer Bazı
Fetvalar”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 43,
2012, s. 43
[80] Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 58
[81] Koyuncu, “İslam-Osmanlı Hukukunda Devlet
Kavramı”, s. 9
[82] Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet
Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 11
[83] En’am, 6/61-62
[84] Al-i İmran, 3/189, Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe
Meal ve Tefsir, C. I, Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s.
730
[85] Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet
Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 13
[86] Mustafa Çağrıcı, “Adalet”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, I, İstanbul
1988, s. 341
[87] Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve
Tefsir, C. II, s. 135
[88] Abdullah Turhan, Kur ’an’da Yönetim Kavram
ve İlkeleri, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2010, s. 97
[89] Sad, 38/26
[90] Turhan, Kur ’an’da Yönetim Kavram ve İlkeleri,
s. 72
[91] Ali Bardakoğlu, “Ehliyet”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
X, İstanbul 1994, s. 533
[92] Abdullah Turhan, Kur ’an’da Yönetim Kavram
ve İlkeleri, Konya 2010, s. 65
[93] Nisa, 4/58
[94] Ali Toksarı, “Emanet”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, XXI, İstanbul
1995, s. 82
[95] Ramazan Altıntaş, “Emânetlerin Ehline
Verilmesi”, Somuncubaba Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi, Sayı 204, Ekim 2017,
s. 14,
https://somuncubaba.net/wp-content/uploads/2017/10/www.somuncubaba.net-2017-10-0204.pdf,
(25.05.2018)
[96] Ömer Mahir Alper, “İtaat”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, XXIII (39),
İstanbul 2001, s. 444
[97] Nisa, 4/59
[98] Abdurrahman Altuntaş, Kur’an’da Temel
Siyasî Kavramlar, Gümüşhane Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013, s. 198
[99] Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve
Tefsir, C. II, s. 87
[100] Cengiz Kallek, “Biat”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, VI, İstanbul 1992,
s.120
[101] Altuntaş, Kur’an’da Temel Siyasî Kavramlar,
s. 172
[102] Kallek, “Biat”, s. 120
[103] Derviş Dokgöz, İslam Hukukunda Devlet
Başkanının Yetki ve Tasarrufları, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2004, s. 15
[104] Altuntaş, Kur ’an’da Temel Siyasî Kavramlar,
s. 190
[105] Talip Türcan, “Şûra”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.
XXXIX, İstanbul 2010, s. 230-231
[106] Altuntaş, Kur ’an’da Temel Siyasî Kavramlar,
s. 22
[107] Cemal Nar, “İslam’da Devlet ve Siyaset”, Beyan
Yayınları, İstanbul 2007, s. 52
[108] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, Tamga
Yayıncılık, Ankara 2001, s. 75
[109] Kuteybe’nin İslamlaştırma medotları; İslam dininin önüne geçmemesi
için o topraklarda mevcut olan Budizm ve Zerdüstlük inançlarının tamamen yok
etmesi, heykellerin yok etmesi; Buhara, Baykent ve Semerkant şehirlerinde
camilerin yapılması; Müslüman Arap ailelerin bu şehirde yerleştirilmesi; Cuma
namazlarım zorunlu kılması (gelmeleri için 2 dirhem para verilmesi).
[110] Muhammet Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü,
Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2004, s. 32
[111] Hakkı Dursun Yıldız, İslamiyet ve Türkler,
Kamer Yayınları, İstanbul 2000, s. 28
[112] Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri
Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s. 35
[113] Muhammet Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü,
Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2004, s. 32
[114] Zekeriya Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman
Oldu? Steplerde Duyulan İlk Ezan Sesleri, Yedikubbe Yayınları, Konya 2013,
s. 73
[115] Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu?
Steplerde Duyulan İlk Ezan Sesleri, s. 96
[116] Ali Güler, vd., Türklük Bilgisi, Tamga
Yayıncılık, Ankara 2001, s. 78
[117] Yazıcı Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri
Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s. 148
[118] Fatih Kaya, Kutadgu Bilig’e Göre Liderlik
Eğitimi, Yüksek lisans Tezi, Malatya 2015, s. 27
[119] Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri
Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s. 160
[120] Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi,
s. 152-160
[121] Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı,
Atatürk Kültür, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2002, s.
4
[122] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Atatürk
Kültür, s. 183
[123] Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi,
s. 139
[124] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, s.
56-66
[125] Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi,
s. 143
[126] Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi,
s. 144-145
[127] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, s. 183
[128] Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi,
s. 147
[129] Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve
Tefsir, C. II, s. 135
[130] Alim Erdemir, Kur ’an’da Devlet Ahlakı,
Selis Kitaplar Yayınevi, İstanbul 2015, s. 28
[131] Ahmet Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2012, s. 29
[132] İslam şehri olan Sayram’ın ahalisi üç uruğa yani üç sınıfa
ayrılıyordu. 1-Nesepleri eski Tacik şahlarına kadar giiden Şah Uruğu, 2-Eski
Emir ve Mirzalara kadar giden Emir Uruğu, 3-Hz.Ali Torunlarından olan Hoca
Uruğu. Ahmet Yesevi’nin - Hoca Ahmet Yesevi denmesinin nedeni üçüncü uruğdan
anlaşılmaktadır. Sayram’da İmam Muhammed b. Ali neslinden gelenlere ve onlara
bağlı olanlara “hace” dendiği için Ahmet Yesevi’ye “Hace” de denmiştir.
[133] Enver Konukçu, “Sayram ve Yesi”, Milletlerarası
Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu, Abdülkadir Yuvalı, Mustafa Argunşah ve Ali
Aktan (haz.), 26-29 Mayıs 1993, s. 250
[134] Türkistan bölgesi; İran’ın Horasan bölgesinden başlayarak Kuzey
Afganistan dahil Pamir ve Hindukuş- Kunlun (Karanlık) dağlarının kuzey
eteklerinden Çin’in Tun-huang bölgesine kadar uzanan, oradan Mançurya’nın
batısına ulaşan, Moğolistan’la birlikte Güney Sibirya’nın tamamını içine alan,
batıda Ural dağları ile Volga ırmağının Hazar denizine ulaştığı noktaya kadar
devam eden geniş bir alanı kaplar. “Yesi” şehri ancak Soviyet döneminde “Türkistan”
olarak değiştirilmiştir. Günümüzde Türkistan kenti manevi merkez olarak kabul
edilmektedir. Buna kanıt olarak Azerbaycan’da gerçekleştirilen TURKSOY 34.
Dönem Daimi Konseyi toplantısında, Kazakistan’ın Türkistan kentinin “2017 Türk
Dünyası Kültür Başkenti” seçilmesine karar verilmiştir.
[135] Türkistan bölgesi - Maveraünnehir ve Horosan
bölgelerini içine alan büyük bir coğrafya adıdır.
[136] Mustafa Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca
Ahmed Yesevî, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi
İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 29, Ankara 2016, s. 146
[137] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 84
[138] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 84
[139] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 52
[140] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlkMuttasavıflar, Diyanet
İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s. 76-77
[141] Hayati Bice, Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi, Hoca Ahmet
Yesevi Üniversitesi İnceleme - Araştırma Dizisi, Yayın No: 33, Ankara 2016, s.
68
[142] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 46
[143] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 50
[144] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 90
[145] Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri
Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s. 162
[146] Tam adı Ebu Yakub Yusuf b. Eyyub b. Yusuf b. Huseyn Vehre
el-Buzencirdi el-Hemedani. Halifeleri: Abdullah Berki, Hasan Andaki, Ahmet
Yesevi.
[147] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 55
[148] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Muttasavıflar, s. 31
[149] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 456
[150] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 55
[151] Ahmet Yıldırım, “Hoca Ahmed Yesevi’nin Divân-ı Hikmet’inde Hz.
Peygamber Tasavvuru”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası
Sempozyumu, C. I, İstanbul, 26-28 Eylül 2016, s. 99
[152] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 68
[153] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 68
[154] Necdet Tosun (ed.), Ahmed Yesevî, Hoca Ahmet Yesevî
Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme Araştırma Dizisi, Yayın No: 23,
Ankara 2015, s. 70
[155] Tosun, Ahmed Yesevî, s. 70
[156] Kaynaklarda genellikle net bir tarih
belirtilmemektedir. Mevcutlar ise 1093, 1050, 1103 tarihlerinde olduğu
gösterilmektedir.
[157] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Muttasavıflar, s. 37
[158] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 68
[159] Rivayetlere göre, Emir Timur Yesevi’yi rüyasında görür ve Buhara’nın
fethedildiği müjdesini verir. Gördüğü rüyadan sonra yola çıkar ve Buhara’yı
fetheder. Yesevi’ye olan manevi borcunu ödemek amaçla türbesini yaptırır.
Türbenin yapımı iki senede tamamlanır.
[160] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Muttasavıflar,
s. 37-41
[161] Sır Derya havzası olarak da denilmektedir. Amu Derya (Ceyhun) ile
Sır Derya (Seyhun) arasındaki bölgedir. Bu coğrafyada Aral Göl, Tyan-Şan
dağlarının güney bölgesi, Yarkent havzasındaki Kulca ve Kaşgar şehirleri yer
almaktadır. Bölgenin Amu Derya boyunda Buhara ve Semerkand bulunurken, Sır
Derya boyunda da Otrar, Sıgınak, İsficab, Yesi, Savran (Sauran), Barçınlığkent,
Yenikent, Sütkent gibi birçok şehirler bulunmaktadır.
[162] Ahmet Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2012, s. 15
[163] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis
Kültürü, s. 16
[164] Ebubekir Güngör, “Ahmed Yesevî’ye Göre XII. Yüzyıl Türk Toplumunda
İdeal Din ve Devlet Adamı Profili”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi
Uluslararası Sempozyumu, C. I, İstanbul, 26-28 Eylül 2016, s. 309
[165] Hikmetlerin yayılmasına öncelikle yeni nesillerin, yani çocukların
yetiştiricileri olan Türkistan kadınlarının katkıları da oldukça önemlidir.
Daha Hoca Ahmet Yesevi hayattayken onun hikmetlerini öğrenmek ve öğretmek
çabası, kızı Gevher Şehnaz Hanım vasıtasıyla önce komşulara, çevre köylerin
kadınlarına ve sonra da dalga dalga bütün Türkistan’a yayıldı.
[166] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi ’nin Hadis
Kültürü, s. 21
[167] Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu? Steplerde
Duyulan İlk Ezan Sesleri, s. 26-27
[168] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis
Kültürü, s. 17
[169] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, Tamga
Yayıncılık, Ankara 2001, s. 80
[170] Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı,
Atatürk Kültür Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2002, s.
[171] Dosay Kenjetay, ‘’Hoca Ahmet Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti,
Tarikatı ve Tesiri’’, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırmalar Dergisi,
Aralık 1999, Sayı 2, s. 107
[172] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis
Kültürü, s. 18
[173] Tamgaç Buğra Kara Hakan Ebu İshak İbrahim b.
Nasr’ın torunudur
[174] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, s. 19
[175] Sultan Melikşah - Büyük Selçuklu Devleti’nin
hükümdarı (1055-1092).
[176] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, s.
22-23
[177] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis
Kültürü, s. 19
[178] Kenjetay, ‘’Hoca Ahmet Yesevî: Yaşadığı Devir,
Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri’’, s. 110
[179] Mehmet Surur
Çelepi, “Kültür Bellek Çerçevesinde Ahmed Yesevi ile Anlam Bulan Alim-Devlet
[181] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi ’nin Hadis
Kültürü, s. 80
[182] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 170
[183] Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, s. 23
[184] Yesevi’nin yaşadığı Karahanlı Devletinin diğer
Türk Devletlerinden büyük bir farkı resmi dil olarak Türkçe olmasıdır
(Gazneliler ve Selçuklular Devletlerinde resmi dil Arapçadır).
[185] Baran Şafak, Ahmed Yesevi ’nin Hayatı
Eserleri ve Eserlerindeki Bilgi Meselesi, Yüksek Lisans Tezi, Konya 1990,
s. 23
[186] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 169
[187] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi ’nin Hadis
Kültürü, s. 82
[188] Mustafa Aşkar, “Ahmed Yesevi ve Tasavvuf
Anlayışı”, Diyanet İlmi Dergi, 4/29, Ekim-Kasım-Aralık 1993, s. 58
[189] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Muttasavıflar, s.156
[190] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis
Kültürü, s. 81-82
[191] Ahmet Yıldırım, “Hoca Ahmed Yesevî ve İslam Medeniyetindeki Yeri”, Muhafazakar
Düşünce Dergisi İslam Medeniyetini Kuran Düşünürler II, Cemal Fedayi (ed.),
Sayı: 45-46, Temmuz-Aralık 2015, s. 56
[192] Tosun (ed.), Ahmed Yesevî, s. 77
[193] Kur’an’daki NahlSüresi’nin 125’inci ayetinde geçen “hikmet” kavramı
seçilerek “Hikmet” adı verilen bu dörtlükler ortaya çıkmış, daha sonra da bu
hikmetlerin bir araya gelmesiyle Dîvân-ı Hikmet oluşmuştur.
[194] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî,
s. 489
[195] Tosun, Ahmed Yesevî, s. 77
[196] Kur’ân-ı Kerîm’de hikmet on yerde, kitap
kelimesiyle beraber olmak üzere yirmi defa geçmektedir; ayrıca üç defa “mülk”,
birer defa da mev‘iza, hayır, âyet kelimeleriyle birlikte kullanılmıştır.
[197] Mehmet Surur Çelepi, “Kültür Bellek Çerçevesinde Ahmed Yesevi ile
Anlam Bulan Alim-Devlet Bütünleşmesi”, Pamukkale Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 25, 2016, Pamukkale 2016, s. 186
[198] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 66
[199] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 363
[200] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s.18
[201] Çelepi, “Kültür Bellek Çerçevesinde Ahmed
Yesevi ile Anlam Bulan Alim-Devlet Bütünleşmesi”, s.
185
[202] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Muttasavıflar, s. 121
[203] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî,
s. 141
[204] Baran Şafak, Ahmed Yesevi ’nin Hayatı
Eserleri ve Eserlerindeki Bilgi Meselesi, Yüksek Lisans Tezi, Konya 1990,
s. 23
[205] Kadir Özköse, “Ahmed Yesevi ve Divan-ı Hikmet”,
Tasavvuf: İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı 16, 2006, s. 305-306
[206] Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi ’nin Hadis
Kültürü, s. 68
[207] Kemal Eraslan, “Divan-ı Hikmet”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler
Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s.
156-157
[208] Tosun (ed.), Ahmed Yesevî, s. 22
[209] Ali Atmaca, Ahmet Yesevi ’nin İnanç ve
Düşünce Dünyası, Yüksek Lisans Tezi, Sivas 2008, s. 21
[210] Süleyman Uludağ, “Fakr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XII, İstanbul 1995, s.
132-134
[211] Kemal Eraslan, Yesevi’nin Fakr-namesi,
Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme - Araştırma
Dizisi, Yayın No: 32, Ankara 2016, s. 6
[212] Kemal Eraslan, “Fakr-Name ve Özellikleri”, Kul Hoca Ahmed Yesevi
Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi (haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara
2018, s. 172-173
[213] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 18
[214] Tosun, Ahmed Yesevî, s. 22
[215] Tosun, Ahmed Yesevî, s. 22
[216] Ekrem Demirli, “Vahdet-i Vücûd”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XLIV, İstanbul 2012, s.
431
[217] Dosay Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin
Düşünce Sistemi, Doktora Tezi, Ankara 2003, s. 113
[218] Demirli, “Vahdet-i Vücûd”, s. 431
[219] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 144
[220] Dosay Kenjetay, “Ahmet Yesevî Düşüncesinde Vahdet-i Vücut”, 21.
Yüzyılda Türk Dünyası Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Levent Eraslan,
Nazım Muradov ve Elnur Ağayev (ed.), Ankara, 0205 Aralık 2010, s. 44
[221] Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce
Sistemi, s. 117
[222] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 263
[223] Araf, 7/172-173
[224] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 77
[225] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 192
[226] Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce
Sistemi, s. 126
[227] Azizüddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi
İnsan-ı Kâmil, Mehmet Kanar (çev.), Dergâh Yayınları, İstanbul 1990 s. 131
[228] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 94
[229] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 230
[230] Mehmet Bayraktar, Yuns Emre ve Aşk Felsefesi,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1994, s.
75
[231] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 279
[232] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî,
s. 48
[233] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî,
s. 70
[234] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca
Ahmed Yesevî, s. 100
[235] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca
Ahmed Yesevî, s. 46
[236] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca
Ahmed Yesevî, s. 102
[237] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî,
s. 193
[238] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî,
s. 479
[239] Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve
Tarikatlar Tarihi, Milenyum Yayınları, İstanbul 2013, s. 101
[240] Feridun Eser, Hace-i Türkistan Hoca Ahmed
Yesevi Hayatı Fikirleri Eserleri, Anadolu Eksen Eğitim Yayınları, Ankara
2016, s. 37
[241] Eser, Hace-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi
Hayatı Fikirleri Eserleri, s. 38
[242] Necdet Tosun, Hoca Ahmed Yesevi Seçme Makaleler, Ahmet Yesevi
Üniversitesi İnceleme Araştırma Dizisi, Yayın No: 40, Ankara 2017, s. 151
[243] Ali Abbas Çınar, “Güney Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevi Soyuna
Bağlı Yatırlar/Türbeler”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası
Sempozyumu, Ömer Kul vd. (ed.), C. I, İstanbul, 26-28 Eylül 2016, s. 149
[244] Eser, Hace-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi
Hayatı Fikirleri Eserleri, s. 42
[245] M. Askeri Küçükkaya, “Yeseviyye Tarikatı’nın
Temel İlkeleri”, Harran Üniversitesi ilahiyat Fakültesi
Dergisi, Sayı 40, Temmuz-Aralık 2018, s. 151
[246] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 249
[247] Tatcı, Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 175
[248] Eser, Hace-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi
Hayatı Fikirleri Eserleri, s. 41
[249] Küçükkaya, “Yeseviyye Tarikatı’nın Temel
İlkeleri”, s. 146
[250] Ahmet Eğilmez Rıdvanoğlu, Açıklamalı Divan-ı
Hikmet, Erhan Yayınları, İstanbul 2014, s. 41-43
[251] Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi,
s. 163
[252] Dosay Kenjetay, ‘’Hoca Ahmet Yesevî: Yaşadığı
Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri’’, Tasavvuf İlmi ve Akademik
Araştırmalar Dergisi, Aralık 1999, Sayı 2, s. 121.
[253] Kenjetay, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce
Sistemi, s. 225
[254] Ebubekir Güngör, “Ahmed Yesevî’ye Göre XII.
Yüzyıl Türk Toplumunda İdeal Din ve Devlet Adamı Profili”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Sempozyumu, Ömer Kul vd. (ed.), C.
I, s. 313
[255] İmam Nevevi, Riyâzu’s-Sâlihîn, Hanifi
Akın (ter.), Ensar Neşriyat Yayınları, İstanbul 2008, s. 458
[256] Mustafa Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme -
Araştırma Dizisi, Yayın No: 29, Ankara 2016, s. 195
[257] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 127
[258] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 126
[259] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 127
[260] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 127
[261] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 127
[262] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 127
[263] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 265
[264] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 490
[265] M. Sait Özervarlı, “Mülk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. XXXI, İstanbul 2006, s.
540
[266] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 229
[267] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 418
[268] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 341
[269] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 145
[270] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 273
[271] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 290
[272] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 242
[273] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 168
[274] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 224
[275] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 353
[276] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 66
[277] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 69
[278] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 199
[279] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 276
[280] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî,
s. 216
[281] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 471
[282] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 447
[283] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 460
[284] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 221
[285] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 460
[286] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 436
[287] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 332
[288] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 441
[289] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 445
[290] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 227
[291] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 86
[292] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 406
[293] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 282
[294] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 169
[295] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 112
[296] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 113
[297] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 264
[298] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 273
[299] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 144
[300] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 310
[301] Kürşat Koçak, Eski Türklerde Devlet
Gelenekleri ve Törenleri (Tarih öncesi Devirlerden Türklerin İslam Dini
Medeniyetine Girişine Kadar), Doktora Tezi, Ankara 2011, s. 30-31
[302] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 422
[303] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 111
[304] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 157
[305] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 241
[306] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî , s. 255
[307] Mustafa Yalçınkaya, “Ahmed Yesevi ve Divan-ı Hikmet”, Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 26/1, 1968, s. 19-20
[308] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 494
[309] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 44
[310] Rıdvan Özdinç, “Ahmed Yesevî'de İtikadî
Unsurlar”, I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu
Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.), Ankara, 28-30 Nisan,
2017, s. 649
[311] Nahl, 16/125
[312] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 58
[313] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 233
[314] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 489
[315] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 489
[316] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 315
[317] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 437
[318] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 46
[319] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 72
[320] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 494
[321] İbrahim Hakkul, “Benim Hikmetlerimi Dertsize
Söylemeyin!”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi
(haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 162
[322] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 130
[323] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 141
[324] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 489
[325] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 493
[326] Osman Güreser, İslam’da Savaş Anlayışı (İslamiyet’in Doğuşundan
Emevilerin Sonuna Kadar), Yüksek lisans tezi, Manisa 2013, s. 1
[327] Güreser, İslam da Savaş Anlayışı
(İslamiyet’in Doğuşundan Emevilerin Sonuna Kadar), s. 50
[328] Hac, 22/39
[329] Bakara, 2/190
[330] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 309
[331] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 161
[332] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 242
[333] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 250
[334] Bozkurt Turan, Türkistan Piri Hoca Ahmet
Yesevi, Yılmaz Basım, İstanbul 2012, s. 99
[335] Ömür Şaylıgil ve Hilmi Özden, “Divan-ı Hikmet’te Günümüz Bilim ve
İnsan İlişkisinin Temelleri”,
I.
Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.),
Ankara, 28-30 Nisan 2017, s. 608
[336] Necdet Tosun, (ed.), Ahmed Yesevî, Hoca
Ahmet Yesevî Uluslararası Türk - Kazak Üniversitesi İnceleme Araştırma Dizisi,
Yayın No: 23, Ankara 2015, s. 331
[337] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed Yesevî ,
s. 113
[338] Şaylıgil ve Özden, “Divan-ı Hikmet’te Günümüz
Bilim ve İnsan İlişkisinin Temelleri”, s. 619-620
[339] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 435
[340] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 170
[341] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 179
[342] Tosun (ed.), Ahmed Yesevî, s. 288
[343] Tosun (ed.), Ahmed Yesevî, s. 330
[344] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 331
[345] Eğitimde daimcilik olarak adlandırılan kuram kapsamlı bir eğitim
kuramıdır. Bu kuramı savunanların üzerinde ısrar ettikleri şey eğitimin mutlak,
değişmez bazı ilkelere, gerçeklere dayanması ihtiyacıdır. Bunlara göre hayatın,
toplumun, insanın değişmeyen bazı gerçekleri vardır ve eğitim de kendisini bu
gerçekler üzerinde kurmalıdır. Daimiciliğe göre eğitimin görevi ezeli-edebi
doğruların bilgisinin kazandırılmasıdır.
[346] Süleyman Doğan, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Eğitim
Metodu”, Kul Hoca Ahmed Yesevi Makaleler Kitabı, İsmetullah Yesevi
(haz.), Nadirhan Hasan (ed.), Ankara 2018, s. 214
[347] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 72
[348] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 68
[349] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 136
[350] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 77
[351] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 197
[352] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 140
[353] Reşat Öngören, “Zikir”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
C. XLIV, İstanbul 2013, s. 409
[354] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 225
[355] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 97
[356] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 97
[357] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 98
[358] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 84
[359] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 84
[360] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 84
[361] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 170
[362] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 166
[363] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 414
[364] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 414
[365] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 422
[366] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 336
[367] Süleyman Doğan, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Eğitim
Metodu”, s. 214
[368] Gıyasettin Aytaş, “Ahmet Yesevi’nin Divan-ı
Hikmeti’nde İnsan”, I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu
Bildirileri, Ahmet Kartal (ed.), Ankara, 28-30 Nisan 2017, s. 877
[369] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 89
[370] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 44
[371] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 341
[372] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 137
[373] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 145
[374] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 285
[375] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 144
[376] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 184
[377] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 243
[378] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 273
[379] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 277
[380] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 294
[381] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 493
[382] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 493
[383] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 492
[384] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 199
[385] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 197
[386] Doğan, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Eğitim Metodu”,
s. 224-225
[387] Dosay Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin
Düşünce Sistemi, Doktora Tezi, Ankara 2003, s. 106
[388] Dosay Kenjetayev, Hoca Ahmet Yesevî’nin
Düşünce Sistemi, Doktora Tezi, Ankara 2003, s. 106
[389] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 189
[390] Caner Taslaman ve Feryal Taslaman, İslam ve
Kadın, İstanbul Yayınevi, İstanbul 2019, s. 23
[391] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 223
[392] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 421
[393] Nisa, 4/36
[394] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 85
[395] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 113
[396] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 293
[397] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 223
[398] Al-i İmran süresinin 103. ayetine bakalım; “Hep birlikte
Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı yapışın, bölünüp parçalanmayın.
Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de
Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O ’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz,
bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte
Allah size ayetlerini böyle apaçıklıyor ki, doğru yolu bulasınız.”
[399] Müslim, Birr, 66, Muhyiddin en-Nevivi , Riyâzü’s-Sâlihîn
Metin ve Çeviri, Emin Özafşar ve Bünyamin Erul (çev.), Diyanet İşleri
Bakanlığı Yayınları, Ankara 2014, s. 246
[400] Hakan M Alşan, Bozkırın Serdarı Pir-i
Türkistan Ahmed Yesevi Sohbetler - Meseleler - Hikmetler, h yayınları,
İstanbul 2017, s. 125
[401] Tatcı, (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî, s. 229
[402] Bayram Ali Çetinkaya, Bilgelik Pınarı
Yesevî Ahlâkında Kadîm Değerler, Mustafa Tatcı (ed.), h yayınları, İstanbul
2017, s. 87
[403] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 73
[404] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 166
[405] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 140
[406] Ra’d, 13/25
[407] Tatcı (ed.), Dîvân-ı Hikmet,Hoca Ahmed
Yesevî , s. 458
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar