MİHNE BAĞLAMINDA BUHÂRÎ-ZÜHLÎ SÜRTÜŞMESİ
Hazırlayan: Abdulhamit KOCAOĞLU
İnsanoğlu yaratılış itibari
ile farklı düşüncelere meyyal bir fıtrata sahiptir. Bunun sonucunda tarih
boyunca kişiler, toplumlar ve devletlerarasında fikir ayrılıkları her daim
süregelmiştir. Bu hususa, İslâmî çerçevede (akaide dair meseleler kapsamın
dışında tutulmak kaydıyla) tefrika olarak değil de hikmet nazarıyla
bakılmalıdır. Dinin aslından olmayan meselelerde yaşanan fikir ayrılıkları,
gücü elinde bulunduran kimselerin anlayışına ters düştüğünde, çatışma durumunun
ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Tarih, bu kapsamda gerçekleşen birçok olaya
şahitlik etmiştir. Bunlardan birisi de tarih sahnesine kara bir leke olarak
adını yazdıran mihne hâdisesidir. Mihne; gücü elinde bulunduran kesimin; baskı,
şiddet ve işkence uygulayarak üstün gelmeye çalıştığı ve bu doğrultuda birçok
âlimin maddi ve manevi yönden yaptırıma uğratıldığı bir süreç olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Bu bölümde; mihne hâdisesinin
teşekkülüne, arka planında yer alan etkenlerine, etkin rol üstlenen kişiler ve
faaliyetlerine, İslâm âlimleri üzerindeki tesirlerine, son bulmasına ve
sonuçlarına değineceğiz.
Mihne hâdisesinin,
Buhârî-Zühlî sürtüşmesine tesirlerini ifade etmek için ele alınması önem arz
etmektedir. Zira mihne, fikrî düşünceden dolayı baskı ve işkencenin uygulandığı
her dönemi kapsayan geniş bir kavramdır. Bu bağlamda Buhârî de mihneye mâruz
kalmıştır.
Mihne (*j^); Arapça ( û^-)
“mhn” kökünden gelmekte olup, sözlük manası itibari ile “İncelemek, tahkik
etmek, sınamak, imtihan etmek, denemek, sınava tâbi tutmak, tartışmaya açık bir
konu hakkında düşünüp taşınmak” gibi manalara gelmektedir.[1]
Konumuzla alakalı olan hususta ise mihne,[2]
“Yöneticinin, bir adamı karşısına alıp, yapmadığı ya da söylemeyeceği şeyleri
söyletinceye kadar şöyle şöyle yaptın diyerek imtihan etmesi” diğer bir yönü
ile “Vicdanda olanı sözle bilmek için imtihan etmek” manalarına gelmektedir.[3] Öte yandan mihne kelimesi, hem
peygamberlerin mâruz kaldıkları işkence ve sıkıntılar için, hem de bazı
zamanlarda farklı toplumlarda karşılaşılan zor durumları ifade etmek için
kullanılmıştır.[4]
Terim anlamı ise; halife
Me’mûn döneminde fikrî alt yapısı oluşturulmak sûretiyle[5] ortaya çıkan,
Mu’tasım ve Vâsık dönemlerini de içine alarak, dönemin ileri gelen âlimlerinin
başta halku’l-Kur’ân olmak üzere çeşitli konularda sorguya çekilmek sûretiyle
siyâsî baskı ve eziyetin uygulandığı, Mütevekkil dönemiyle birlikte tedricen
son bulan, yaklaşık on altı yıllık sürecin adıdır.
Mihneden kastımız; Me’mûn ile
başlayıp, Mütevekkil ile biten on altı yıllık süreç değildir. Gücü elinde tutan
kesimin, düşüncesini başkasına kabul ettirmek için yaptığı çeşitli baskılardır.
Bu anlamda Mütevekkil dönemiyle bittiği söylenen mihne, Zühlî’lerin Buhârî’ye
yaptığı baskıyla devam etmiştir.
Kur’ân’ın mahlûk olup
olmadığına dair ne Kur’ân’da, ne de Hz. Peygamber’in sünnetinde kesin bir
malumat bulunmamaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber dönemi ve onu takip eden dönemler
başta olmak üzere Kur’ân’ın mahlûk olup olmaması hususuna değinilmemiş, sadece
“Kelâmullâh” olarak vasıflandırılmıştır.[6]
Bu düşünce hicrî birinci asrın sonlarına kadar Müslümanlar arasında hâkim
olmuştur. Fakat daha sonraları ortaya atılan Kur’ân’ın mahlûk olduğu görüşü;
süreci destekleyen siyâsî otorite tarafından, dönemin önde gelen kesimi baskı
ve şiddete mâruz bırakılmıştır. Dönemin önde gelenleri dinin temel
akidesindenmiş gibi inanmaya zorlansa dahi, halku’l-Kur’ân düşüncesi inanç
meselesi olarak değil de siyâsî yönlü kelâmî bir tartışma olarak karşımıza
çıkmaktadır.[7]
Bu fikrin ilk defa Ca‘d b.
Dirhem (ö. 124/741) ve Cehm b. Safvân (ö. 128/745) tarafından ortaya atıldığı
ileri sürülmüştür. Emevî halifelerinden II. Mervan (127- 132/744-749)’nın
mürebbii ve annesinin kardeşi Ca‘d b. Dirhem, ilk defa bu konuyu tartışma
gündemine taşımıştır.[8] Cehm b. Safvân, Kûfe’ye gelerek
orada Ca‘d b. Dirhem’le karşılaşmış ve onun görüşlerinden etkilenmiştir. [9] Aynı zamanda onun görüşlerinin
yaygınlaşmasında etkin rol oynamıştır.[10]
Her ne kadar Ca’d, Irak emîri tarafından, bu görüşünden dolayı öldürülmüş[11] olsa da o dönemde ortaya çıkan
Mu’tezile kelâmcıları, onun görüşünü benimseyerek, onu sistemli bir şekilde
müdâfaa etmeyi başarmışlardır.[12] Aslında bu müdâfaanın pratikte
pek de yansıması olmayıp, sadece fikrî anlamda muhafazası söz konusudur. Zira
halku’l-Kur’ân meselesi, Ca‘d b. Dirhem ile Cehm b. Safvân’ın ölümünden sonra
onların görüşlerini reddeden âlimler tarafından sakıncalı bulunmuş olmalı ki,
Hârûnürreşîd dönemine kadar geçen süreçte düşünce tarihini derinden
etkilemiştir.
Halku’l-Kur’ân fikrinin
Ca’d b. Dirhem’e gelene kadar geçirdiği süreçlere dair farklı görüşler
serdedilmiştir. Öne sürülen görüşlerin ilki, halku’l-Kur’ân fikrinin Yahûdî
kaynaklı olmasıdır. Bu fikri ilk olarak Hz. Peygamber’e (sav) sihir yapan bir
Yahûdî olan Lebîd b. A’sâm dile getirmiş, Tevrat’ın yaratıldığını ileri
sürmüştür. Daha sonra aralarında akrabalık ilişkisi bulunan Tâlût, bu konu
hakkında bir eser kaleme alarak yaymıştır. İlerleyen süreçte bu fikir
halku’l-Kur’ân düşüncesine zemin teşkil etmiştir. Beyân b. Sem’ân, Ca’d b.
Dirhem, Cehm b. Safvân ve Bişr b. Gıyâs el-Merîsî (ö. 217- 18/832-33) ve İbn
Ebû Duâd başta olmak üzere Mu’tezile’ye mensup kimselerce bu fikir benimsenmiş
ve yayılmıştır.[13]
Halku’l-Kur’ân fikrinin
teşekkülünde ileri sürülen diğer bir görüş, Grek Felsefesinin tesiri ile ortaya
çıkmasıdır. Bu fikrin esası, Heraklitos ve Anaxagoras’ın felsefesinde önemli
bir yer tutan “logos” kelimesine dayanır. “Logos” kelimesinin Arapça’ya “Kelâm”
şeklinde tercüme edilmesiyle Müslümanlar arasında ilâhî kelâmın ezelîliği ve
bununla alakalı olarak halku’l-Kur’ân meselesi zuhûr etmiştir.[14]
Halku’l-Kur’ân fikrinin
Hristiyan ilahiyatçılardan etkilenerek ortaya çıktığı da ileri sürülmüştür. Bu
düşünceyi bir kısım Sünnî, Mu’tezilî ve Şiî âlimler savunmuştur. Bu görüşe göre
Hişâm b. Abdülmelik zamanında sarayda kâtiplik yapan Hristiyan ilahiyatçılardan
Yuhannâ ed-Dımaşkî (ö. 665/1267), Müslümanlara karşı Hz. Îsâ’nın ulûhiyyetini
kanıtlamak amacı ile Kur’ân’da Hz. Îsâ’nın “kelimetullâh” [15]
olarak nitelendirilmesinden hareketle Kur’ân’ın mahlûk olmadığı görüşünü ortaya
atmış ve Müslümanlara Allah’ın kelimesinin kadîm olup olmadığı hakkında sorular
yöneltmiştir. Müslümanlar hayır diye cevap verirlerse Allah’ın kelâmı olan
Kur’ân da mahlûk demiş oluyorlardı. Allah’ın kelimesi kadîmdir derlerse Îsâ’nın
da kadîm olduğunu iddia etmiş oluyorlardı. Bundan dolayı Ca’d b. Dirhem ve Cehm
b. Safvan gibi kişiler Hristiyanların iddialarını reddetmek amacıyla hem “Kelâmullâh”
olan Hz. Îsâ’nın, hem de ilâhî kelâmın mahlûk olduğunu ileri sürmüşlerdir.[16]
Allah’ın sıfatları
çerçevesinde yapılan tartışmaların da halku’l-Kur’ân fikrinin tezahüründe etkin
bir rol oynadığı öne sürülmüştür. Bu düşünceye göre halku’l-Kur’ân fikrinin ortaya
çıkması dış tesirlerin etkisiyle değil, kelâmî tartışmalar neticesindedir.
Allah’ın sıfatları üzerinden özellikle de Allah’ın kelâm sıfatı çerçevesinde
yapılan tartışmalar Kur’ân’ın mahlûk mu yoksa gayr-i mahlûk mu olduğu
düşüncesini karşımıza çıkartmaktadır. Mu’tezile, Tevhîd ilkesi başta olmak
üzere bünyesinde barındırmış olduğu ilkelerden dolayı sıfatların ezelîliği
anlayışına karşı çıkmaktadır. Bu hususta kelâm sıfatının da ezelî değil, hâdis
olması gerektiğini ifade etmiş ve Kur’ân’ın mahlûk olduğu fikrini savunmuştur.[17]
İlk olarak Emevîler’in
sonlarında ortaya atılan halku’l-Kur’ân fikri bu dönemde aktif rol
oynayamamıştır. Zira Emevîler döneminde Kur’ân mahlûktur görüşünü dile
getirenler siyâsî yönetime muhâlefet edenlerdi. Bu fikir, o dönemde kendisini
benimseyenler tarafından zihinlerde varlığını sürdürmüş, uygun siyâsî ortamı
bulunca da zuhûr etmiştir. Emevîler’de olduğu gibi Abbâsîler’in ilk
dönemlerinde de halku’l- Kur’ân fikri aktif rol oynayamamıştır. Me’mûn’un
entelektüel kişiliğinin etkisiyle mihne, tarih sahnesinde aktif olarak yer
almaya başlamıştır.
Tarihî olaylar meydana
gelmeden önce, bu olayların oluşumuna zemin hazırlayan çeşitli etkenler
bulunmaktadır. Bu bağlamda tarihte zuhûr eden olayların sonuçları, bir sonraki
tarihî olayların sebeplerini meydana getirmektedir. Zincirin halkaları gibi
devam eden bu husus mihne hâdisesinde de kendisini göstermektedir. Bu kapsamda
çalışmamızın daha iyi anlaşılmasına fayda sağlayacağını düşündüğümüz için mihne
hâdisesinin arka planında yer alan; tarihî, fikrî ve siyâsî tesirleri alt
başlıklar halinde zikretmeyi uygun gördük. Bu vesile ile görünen tarihî olayın
arkasındaki etkenleri bilmek, hâdisenin gerçek mahiyeti hakkında bizlere ışık
tutacaktır.
İlk nüvelerinin Emevî
Devleti’nin sonlarında atıldığı halku’l-Kur’ân fikrinin iki önemli faktörü
bulunmaktadır. Bunlardan ilki Mu’tezilî fikirleri benimsemiş olan kimseler;
ikincisi ise Abbâsî Devleti’nin en ihtişamlı zamanında Me’mûn’la başlayıp
Mu’tasım ve Vâsık’ın sürdürdüğü, Mütevekkil’le son bulan bu dönemin halifeleri
oluşturmaktadır. Bu iki önemli faktörün zuhûru tarihî arka planda yaşanan
gelişmeler neticesinde vuku bulmuştur.
İlk faktörün etkin olmasında;
Emevîler’in kader anlayışı gibi beraberindeki hususlarda farklı kelâmî
görüşlerin ortaya çıkması, Arap olmayan kesimin dışlanması ve kendilerine
birtakım sıkıntıların çıkartılması etkili olmuştur. Mevâlî [18]
kaynaklı Mu’tezilî düşünceye sahip kimseler de bu grubun içerisinde yer
almaktadır. Emevîler döneminde Arap asabiyetinin yapılması, Arapça’nın diğer
dillerden üstün tutulması ve mevâlînin devlet işlerinden uzaklaştırılarak hor
görülmesi gibi durumlar mevâlî kökenli Mu’tezilî[19]
düşünceye sahip kimselerin karşı cephe almasına ve Arap asabiyeti güden bu kimselerin
düşüncelerine muhâlefet etmelerine neden olmuştur. Halku’l- Kur’ân fikrinin
desteklenmesi de bu muhâlefetin en açık göstergesidir.
İkinci önemli faktörün arka
planına baktığımızda ise Abbâsî halifesi Me’mûn’un entelektüel kişiliği
halku’l-Kur’ân fikrine sıcak bakmasına sebep olmuştur. Bunlardan daha önemlisi
ise Abbâsî Devleti’nin siyâsî devamlılığını sağlamak gayesi ile Me’mûn
tarafından mihne politikasının devreye sokulmasıdır.
Tarihî süreçte Abbâsî
Devleti’nin bekası göz önünde bulundurularak çeşitli adımlar atılmıştır. Bunun
neticesinde dönemin halifeleri kimi zaman Ali Oğulları ile Mu’tezilî düşünceye
mensup kesimleri desteklerken kimi zaman da karşılarına almaktan hiç
çekinmemişlerdir. Özellikle vurgulanması gereken bir diğer husus ise “Me’mûn
hariç, erken dönem Abbâsî halifeleri, Sünnî (Ehl-i sünne/Ehl-i hadîs) anlayışı
içeren dinî bir politika güderek Sünnî inancın koruyucusu olmuşlar ve Sünnî
ulemâyı koruyan bir tavır sergilemişlerdir.”[20]
Özellikle hilâfet makamına
gelen Hârûnürreşîd (170-193/786-89) ile Abbâsî Devleti yeni bir sürece
girmiştir.[21] Hârûnürreşîd, Kur’ân’ın mahlûk
olduğu fikrine olan katı tutumuyla bilinmektedir. Her ne kadar bazı dönemlerde
Mu’tezilî düşünceye sahip kimseler devlet tarafından desteklense de bazı Abbâsî
halifelerinin halku’l-Kur’ân fikrine şiddetle karşı çıkmalarından ötürü
Kur’ân’ın mahlûk olduğu fikri açıktan açığa yayılamamış, bu fikrin
taraftarları, kendilerini korumanın derdine düşmüşlerdir. Hârûnürreşîd, böyle
fikirlere karşı hiç müsamaha göstermemiştir. Hârûnürreşîd’in halku’l-Kur’ân
fikrine karşı göstermiş olduğu tavizsiz tutumuna rağmen bu düşüncenin devlet
politikası haline getirilmesi ve Mu’tezile’nin Abbâsî Devleti’nde güçlenmesi
oğlu Me’mûn döneminde gerçekleştirilmiştir. Bundan sonraki süreçte halku’l-Kur’ân
meselesinin desteklenmesinde ve savunulmasında aktif rol üstlenen halifeleri
ayrı bir başlık altında daha detaylı bir şekilde değineceğiz.
Halku’l-Kur’ân meselesinin
devlet politikası haline gelmesinde fikrî arka planı önemli bir yere sahiptir.
Me’mûn’un bu düşünceyi devlet politikası haline getirmesinde fikrî anlamda
birçok etken bulunmaktadır. Biz bu başlık altında; Me’mûn’un yetişmesi, çeviri
faaliyetlerine vermiş olduğu önem, ilim meclisleri oluşturarak burada ilmî
tartışmalara katılması, sapık düşünce ve görüşlere karşı İslâm’ı koruma çabası
gibi temel durumlar üzerinden Mu’tezile’ye mensup kimselerle etkileşim halinde
bulunarak iyiden iyiye bu fikri benimsemesine değineceğiz.
Emevîler döneminde mevâlîyi
oluşturan grup, bu süreçte görmüş olduğu olumsuz muameleden dolayı onlara
muhâlefet etmişler, bunun neticesinde Mu’tezilî fikirlerin temellerini
atmışlardır. Mu’tezile’nin Tevhîd inancı gereği Kur’ân’ın mahlûk olduğu
anlayışı ileri sürülmüştür. Bu görüş, o dönemin şartlarında muhâlefeti temsil
ederken, Abbâsîler döneminde devletin politikası haline gelmiştir. Bu süreç,
halku’l-Kur’ân fikrine mensup kimselerin gizliden ve açıktan bu düşünceyi
savunmasında ve yayılmasındaki çabaları neticesinde gerçekleşmiştir. Nitekim
Emevîler’in son zamanlarında ve Abbâsîler’in ilk dönemlerinde bu fikre karşı
mücadeleler gerçekleşse de Me’mûn döneminde devlet eliyle desteklenerek
devletin otoritesini arkasına almayı başarmıştır.
Kendisinden önce birçok
halifenin gelip geçmesine ve bu düşünceyle karşılaşmasına rağmen Me’mûn’un
halku’l-Kur’ân fikrini devlet politikası haline getirmesinde; küçük yaşlardan
itibaren ilim tahsiline çok büyük önem vermesi, dinî ilimlerin yanı sıra,
felsefe, mantık, kimya gibi ilimleri ihtiva eden “Ulûm-ı evâil” okuması etkili
olmuştur. [22] Me’mûn’un bu ilimlerle meşgul
olması ona entelektüel bir kişilik kazandırmıştır. Eğitim aldığı hocalar
içerisinde Mu’tezile’ye mensup kimselerden etkilenmesi[23]
halku’l-Kur’ân meselesinin devlet politikası haline gelmesindeki fikrî temeli
oluşturmaktadır.
Beytü’l-Hikme, Me’mûn’un
babası Hârûnürreşîd tarafından yönetiminin son dönemlerinde, kütüphane olarak
sarayın yanına inşa edilmiştir.[24] Beytü’l-Hikme; Abbâsî halifesi
Me’mûn döneminde önceki dönemlerden farklılaşarak, ilim ve kültür çalışmalarında
zirveye ulaşmasında en önemli paya sahip olan kurumdur. [25]
Me’mûn’un ilme olan tutkusu onu çeviri faaliyetlerine yöneltmiş ve pek
çok alanda çeşitli çevirilerin yapılmasına bilhassa, felsefî eserlerin
tercümesine özen göstermiştir. [26] Yapılan bu tercüme
faaliyetleri neticesinde ortaya çıkan eserleri Mu’tezile’nin kullanımına
sunulmuş,[27] İslâmî izahta onlar da bu
eserlerde ortaya konan metotlardan istifade etmişlerdir.[28]
Me’mûn, bulunduğu makamın
kendisine yüklemiş olduğu sorumlulukların farkında olan bir halifeydi. Öyle ki
bu sorumlulukların başında İslâm dinini korumak ve insanları bu doğrultuda
yönlendirmek gelmekteydi. Bu bağlamda kendi dönemi içerisinde Gnostik[29] ve Hermetik[30] kaynaklı bilgi anlayışı ile
donanımlı başta Maniheizm olmak üzere çevre, kültür ve inançlar, aşırı Şiî
gruplar, Mutasavvıflar ve Ehl-i hadîs gibi devleti ve halkın dinî anlayışını
tehdit eden unsurların dayandığı epistemolojik sistemi ve bu sisteme dayalı
ideolojiyi engellemeyi amaçlamıştır. Bu çerçevede çeşitli mücadelelerin içerisine
girmiştir. Me’mûn, halifeliği süresince toplumu tehdit eden bu unsurlara karşı
çeşitli argümanlar kullanmıştır. Bu argümanların başında ise çoğunluğunu
Mu’tezilî düşünceye sahip âlimlerin oluşturduğu danışma meclisi ile tercüme
faaliyetleri sonucu elde edilen yeni fikrî anlayışlar gelmektedir.[31]
Bu akımların Abbâsî yönetimine
karşı muhâlefet oluşturmaları ve halk üzerinde etkin olmaya başlamaları
Me’mûn’u bunlarla mücadeleye sevk etmiştir. Yönetim karşısında dinî muhâlefet
sergileyen bu düşüncelere karşı mücadelede Me’mûn, Mu’tezile’nin cedel ve aklî
delilleri kullanmasından dolayı onlardan istifade etmiştir. Girişilen mücadele,
Me’mûn’un Mu’tezile’ye karşı sempati beslemesine sebep olduğu gibi
Mu’tezile’nin de Me’mûn’a karşı ılımlı bakış açısına sahip olmasına sebep
olmuştur.
Me’mûn, Bağdat’a gelişinden
hemen sonra düzenleyeceği bilim toplantıları için fakih, kelâmcı ve farklı
alanlardaki bilginlerden oluşan on kişilik bir danışmanlar kurulu seçmişti. Bu
kurulun içerisinde halku’l-Kur’ân fikrini ortaya atanlardan biri olarak kabul
edilen Bişr b. Gıyâs el-Merisî (ö. 219/834) ve Mu’tezile’nin önde gelen
sîmâlarından Ahmed b. Ebû Duâd (ö. 240/854) da bulunmaktaydı.[32] Me’mûn’un huzurunda
gerçekleşen ilmî tartışmalar kelâmî yönden ağırlık kazanmaktaydı. Bu tartışmaları
Me’mûn yöneterek ilmî alanda kazanımlar elde etmiş, ayrıca kendisini
Mu’tezile’ye daha yakın hissetmiştir. Zira bu toplantılarda Mu’tezile başı
çekmekte idi. Me’mûn’un ilmî münâzaraları düzenlemesindeki amaç ihtilâflı
meseleleri çözüme kavuşturarak âlimler arasındaki ihtilâfı kaldırmak ve toplumu
din hususunda aydınlatmaktır. Bu tartışmaların başında halku’l-Kur’ân meselesi
yer almaktaydı.[33]
Zikrettiğimiz belli başlı
sebepler, dönemin halifesi Me’mûn ile Mu’tezile’yi aynı düzlemde
buluşturmuştur. Me’mûn’un karşılaştığı problemlerde çözümü Mu’tezile’de
bulması, Mu’tezile’nin evveliyatındaki yaşamış olduğu olumsuz muamele
neticesinde Arap muhâlefeti güden fikirleriyle öcünü alma isteği, birlikte
hareket etmelerine zemin hazırlamıştır. Bu iki önemli faktörün halku’l-Kur’ân
düşüncesinde birleştiğini ifade etmek mümkündür. Bilhassa Me’mûn ile aynı
düzlemde kesişen Mu’tezile’nin temel prensiplerinden olan ve halku’l-Kur’ân
fikrine kaynaklık eden Tevhîd anlayışı ile bu anlayışın yayılmasına öncülük
eden el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyu ani’l-Münker ilkelerine kısaca değinmek
önem arzetmektedir. Tevhîd prensibi Mu’tezilî anlayışa göre merkezî konumda
olup diğer prensipler bu ilke çerçevesinde şekillendirilmiştir. Mu’tezile’nin
temel görüşü Tevhîd/Allah’ın birliği anlayışına dayanmaktadır. Mu’tezile, bu
doğrultuda düşüncelerinin temelini Tevhîd ilkesine dayandırmıştır. Eğer bu
prensip dikkate alınmazsa Allah’ın birliği anlayışının zedeleneceğini, başka
ilâhların varlığına kapı aralanacağını savunmuştur. Bu düşünce doğrultusunda
Mu’tezile, Ku’ân’ın mahlûk olduğunu öne sürmüştür. Mu’tezilî anlayış
çerçevesinde eğer Kur’ân’ın mahlûk olduğu kabul edilmezse Allah’a ortak
koşulmuş olur. Bu nedenle Mu’tezile halku’l-Kur’ân fikrinin katı bir savunucusu
olmuştur. Buna göre, Allah’ın irade sıfatı gibi, kelâm sıfatı da kadîm
değildir. Dolayısıyla kelâm sıfatının bir tezahürü olan Kur’ân da
yaratılmıştır.[34] el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyu
ani’l- Münker prensibi ise herkesin gücü nispetinde iyiliği emretmesi,
kötülükten de nehyetmesi manasındadır.[35]
Mu’tezile bu prensip çerçevesinde savunmuş olduğu fikirleri insanlara
ulaştırarak bu görevi yerine getirmeye çalışmıştır. Halku’l-Kur’ân kapsamında
yaşananlar Mu’tezile’nin bu anlayışının fiiliyata dönüşmüş hâli olarak ifade
etmek mümkündür.
Halku’l-Kur’ân hâdisesini,
tarihî ve fikrî arka planı ile sınırlandırmak bizi yanılgıya sevk eder. Bu
konuyla yakından alakalı olan Me’mûn’un almış olduğu siyâsî boyutlu kararlar
süreci şekillendirmiştir. Bu başlık altında; Me’mûn’un kardeşi Emîn’le
giriştiği halifelik mücadelesini kazanmasıyla Bağdat’ı başı boş bir şekilde
bırakarak kaos ortamına sürüklemesine, Ehl-i hadîsin bu duruma tepkisiz
kalmayıp Bağdat’ta yöneticilik rolünü üstlenmesine, Me’mûn’un Şiî Ali
er-Rıza’yı veliaht tayin etmesine, devletin rengini değiştirmesi gibi Şia’yı
benimseyici kararlarla Ehl-i hadîsin tepkisini çekmesine, bu olaylarla Ehl-i
hadîsin gücünü anlayan Me’mûn’un, Rum üzerine düzenlediği sefer esnasında
otorite boşluğunu gidermek amacıyla mihne hâdisesini başlatmasına değineceğiz.
Me’mûn kardeşi Emîn’e karşı
vermiş olduğu üç yıllık mücadeleden sonra Emîn’in öldürülmesiyle Abbâsî
devletinin başına geçti.[36] Bu süreçte Me’mûn Bağdat’ı
mancınıkla dövmüş ve Bağdat harap olmuştur. Onun adamları Emîn’i öldürmüş, başını
Me’mûn’un ikamet yeri olan Horosan’a gönderinceye kadar orada kaos ve
bozgunculuk yayılmıştır.[37] Esasında bu mücadele
Arap-Mevâlî mücadelesidir. Gayr-i Arap unsurların mücadeleyi kazanması
Araplar’ı tedirgin etmiş, Me’mûn kendisini destekleyen mevâlîyi devlet
kademesinde görevlendirerek mükâfatlandırmıştır. Bu süreçte Me’mûn’un İran
asıllı veziri Fazl b. Sehl’in de önemli tesiri vardır. Fazl, Me’mûn’u Bağdat’ta
değil de, Horasan’ın merkez şehri Merv’de kalmaya ve ülkenin batı eyaletinin
idaresini kardeşi Hasan b. Sehl’e bırakmaya ikna etmiştir.[38]
Bu karar, Bağdat’ta kargaşa ortamının oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu fitne
ve kaos esnasında olup bitenden rahatsız olan kimseler harekete geçmiş ve
şehrin güvenliğini yeniden kazanması için gönüllü olmuşlardır. Bunlara
“gönüllüler” (ûjajkU) adı verilmiştir.[39]
Gönüllüler grubunu Ehl-i hadîs oluşturmaktaydı. [40]
Bu husus Ehl-i hadîsin o dönem şartlarındaki konumunu ve gücünü göstermesi
bakımından mühimdir. Me’mûn’un Bağdat’taki bu kargaşa ortamından haberinin olmaması[41] ve almış olduğu yeni kararlar
bu durumu içerisinden çıkılmaz bir hale bürümüştür.
Me’mûn, Şia’nın önde gelen
imamlarından biri olan Ca’fer Sâdık’ın torunu Mûsâ Kâzım’ın oğlu (ö. 183/799)
ve İmamiyye’nin sekizinci imamı Ali b. Mûsâ’yı 27 Ramazan 201/18 Nisan 817
yılında veliaht tayin etti. Onu “er-Rıza min Al-i Muhammed” diye isimlendirdi.[42] Akabinde Me’mûn hem halifeyi
hem de devletin rengini de değiştirdi. Abbâsîler’in sembolü olan siyah rengi
Ali Oğulları’na özgü yeşil renkle değiştirdi.[43]
Hilâfetin Ali Oğulları’na geçeceği endişesini taşıyanlar, Ali er- Rıza’ya biat
etmeyeceklerini ve Ali Oğulları’nın sembolü olan yeşil rengi de kabul
etmeyeceklerini[44] bildirdiler. Ayrıca Me’mûn’u
azlederek onun yerine İbrâhîm b.
Mehdi (ö. 224/839)’ye biat
ettiler.[45] Böylece biri Bağdat’ta, diğeri
Merv’de olmak üzere iki halife ortaya çıkmış oldu.[46]
Bunun neticesinde ülke de büsbütün kargaşa ortamı hüküm sürdü.
Ali er-Râzî’nin Me’mûn’u,
Bağdat’ta yaşanan durumdan haberdar etmesiyle durum değişmeye başladı. İbrâhîm
b. Mehdi’nin Bağdat’ta halife ilân edilmesiyle Me’mûn Bağdat’a gitmek zorunda
kalmıştır.[47] Hicrî 202. yılı ortalarında
(Milâdî 817 sonu) Merv’den hareket eden Me’mûn’un seferi esnasında iki önemli
olay meydana geldi. Bunlardan ilki onun en büyük yardımcısı Fazıl b. Sehl’in 2
Şaban 202’de (13 Şubat 818) tarihinde öldürülmesi,[48]
diğeri ise Ali Râzî’nin de (29 Safer 203/5 Eylül 818) tarihinde şüpheli bir
şekilde ölümüdür.[49]
Me’mûn 15 Safer 204/11 Ağustos
819 tarihinde Ali Oğulları’nı simgeleyen yeşil elbiseleri çıkararak Abbâsî
rengi olan siyahı giymek sûretiyle Bağdat’a ulaştı.[50]
Me’mûn’un Bağdat’a geri dönmesiyle birlikte iktidarın Araplardan İran’a
geçeceği endişesinden kaynaklanan toplumsal kaos ve kargaşa durumu da
çözümlenmiş oldu.[51] İmparatorluğun
merkezindeki iç tehdit sayılabilecek toplumsal ve siyâsal muhâlefeti kontrol
altına aldıktan sonra Me’mûn, dış tehditlere yönelmiş ve 214/829’te Bâbek el-
Hurremî üzerine bir ordu gönderirken kendisi de 215/830’da Rum seferine
çıkmıştır.[52] Me’mûn’un bu sefer
hareketlerinden önce yaşanan isyanları ve Ehl-i hadîsin Bağdat’ta üstlenmiş
olduğu gayr-i resmi yönetim faaliyetiyle kitleleri etrafına toplamasını, Abbâsî
Devleti’nin bekası için tehdit olarak algılaması pek tabiîdir. Bundan dolayıdır
ki Me’mûn, Şam ve Mısır seferlerini 218’de Rakka’da istihkâm etmiştir; mihne
sürecini de buradan gönderdiği mektuplarla yönetmiştir.[53]
Me’mûn yönetmiş olduğu bu siyâsî inceliklerle Bağdat’ta olmadığı halde orayı
mihne hâdisesiyle meşgul etmiş, yönetim karşıtı herhangi bir faaliyetin gerçekleşmesine
uygun ortam bırakmamıştır.
Me’mûn’un kardeşi Emîn’le
girmiş olduğu hilâfet mücadelesi onun siyâsî alandaki eğilimine tesir etmiştir.
Mevâlî kökenli kimseler, onun hilâfete gelmesinde etkili olduğu gibi hilâfetten
sonra da etkileri devam etmiştir. Yönetimin mevâlînin eline geçeceği endişesini
taşıyanlar ise sürekli isyanlarla bu duruma olan tepkilerini ortaya
koymuşlardır. Me’mûn’un isyanlara karşı mücadelesinde mevâlîden aldığı destekle
muhâlefeti oluşturan güçlü gruplara karşı mevâlîye olan bağlılığını daha da
arttırmıştır. Bu neticede almış olduğu siyâsî karalar, Ehl-i hadîs ve Arap
asıllı kimselerle olan münasebetini zedelerken, mevâlî kökenli zümrenin görüş
ve düşüncelerini yansıtmıştır. Rum seferinde iken mihne hâdisesini başlatması
ve Bağdat’ı bu mesele ile meşgul etmesi bunun en bariz göstergesidir.
Mihnenin Oluşumunda Etkin Rol
Üstlenen Kişiler ve Faaliyetleri
Ebû Ca’fer (Ebü’l-Abbâs)
Abdullâh el-Me’mûn b. Hârûn er-Reşîd b. Muhammed el- Mehdî b. Abdillah
el-Mansûr el-Abbâsî,[54] Rebîülevvel 170/786 senesinde
Cuma günü gece doğdu. O gece Abbâsî halifesi Hâdî öldü ve babası Hârûnürreşîd
halife seçildi. Annesi Merail doğum esnasında vefat etti.[55]
Me’mûn[56]
akla çok önem vermiş ve “Bana delilin üstünlüğü, kuvvetin üstünlüğünden daha
sevimlidir; zira kuvvetin galebesi, kuvvetin yok olmasıyla ortadan kalkar;
fakat delilin galebesi hiçbir zaman yok olmaz”, “Kişilerin aklî
tefekkürlerinden daha lezzetli bir şey yoktur” şeklinde akıl ve tefekkür
konusundaki görüşlerini vecizeleştirmiştir.[57]
Me’mûn’un akla vermiş olduğu bu önem, onu Mu’tezile ile aynı düzlemde
birleştirmiştir. Mu’tezile mezhebi; aklı önemsediği, akla daha geniş hürriyet
verdiği ve ona daha çok dayandığı için Me’mûn bu mezhebi desteklemiştir.
Dolayısıyla bu mezhep mensupları, ona yaklaşmışlar ve Bağdat hilâfet köşkünde
büyük nüfuz sahibi olmuşlardır.[58]
Me’mûn’un akla vermiş olduğu
değer, onu diğer halifelerden ayırmıştır. O çeviri faaliyetlerine çok daha önem
vermiş ve pek çok alanda çeşitli çevirilerin yapılmasına vesile olmuştur.
Önceki halifeler daha çok müspet bilimlerle ilgili tercümeler yaptırırken o,
felsefî eserlerin tercümesine özen göstermiştir.[59]
“Me’mûn sadece felsefe kitaplarını tercüme ettirmemiş; aynı zamanda eski
suhufları, Tevrat’ı ve diğer nebilere ait olduğu söylenen kitapları, İbranice,
Yunanca ve Sâriye (bütün Ehl-i kitabın o zamanki dili idi) dillerinden harf
harf hiçbir ilave ve süslemeye gidilmeden, tahrif edilmeden, aynı zamanda
hiçbir şeyi de eksik bırakmadan, hatta tercüme zorunluluğu dışında hiçbir
takdîm ve te’hîr yapmadan Arapça’ya tercüme ettirmiştir.”[60]
İbnü’n- Nedim (ö. 385/955), Me’mûn ile çağdaşı olan Bizans imparatoru
Theophilos arasında birçok yazışmaların gerçekleştiğini kaydettikten sonra,
halifenin imparatora mektup yazarak Bizans’ta bulunan eski Yunan yazmalarından
kendisinin uygun göreceği eserleri göndermesini talep ettiğini, muhatabının da
isteği kabul ederek Bağdat’a bazı yazmaları gönderdiğini zikreder. Daha sonra
Me’mûn, oradan getirilen felsefe, matematik, tıp ve mûsikîye dair bütün
eserleri Arapça’ya tercüme ettirmiştir.[61]
Me’mûn’un ilme olan tutkusu onun sınırları aşarak yeni bilgilerin keşfine
ve Beytü’l- Hikme’nin kendisinden önceki konumundan apayrı bir merkeze
konmasına vesile olmuştur.
Beytü’l-Hikme; Abbâsî halifesi
Me’mûn döneminde farklılaşarak, ilim ve kültür çalışmalarında zirveye
ulaşmasında en önemli paya sahip olan kurumdur.[62]
Yapılan tercümelerle âlimler teşvik edilmiş ve Beytü’l-Hikme’nin ehemmiyeti
artmıştır. Beytü’l-Hikme’de yapılan bu tercüme faaliyetleriyle ortaya çıkan
eserler âlimlerin istifadesine sunulmuş, onlar da İslâmî izahta bu eserlerde
ortaya konan metotları kullanmışlardır.
Burada şunu belirtelim ki,
Me’mûn ilme ve ilim adamlarına değer vermiştir. Halifeliği müddetince mihne
haricinde aldığı kararlar ve uyguladığı faaliyetler bunu göstermektedir.
Entelektüel kişiliği, yürüttüğü siyasette de sarayında gerçekleştirdiği ilmî
toplantılarda da kendini göstermiştir. Me’mûn ilmî münâzaraları düzenleyerek
ihtilaflı meseleleri çözüme
kavuşturmayı, âlimler arasındaki ihtilâfı kaldırarak toplumu din konusunda
aydınlatmayı amaçlamıştır.[63] Bu ilmî tartışmalarla Me’mûn,
entelektüel kişiliğine katkıda bulunurken âlimler nezdinde avamı kontrol altına
almayı amaçlamıştır. Fikrî oluşumlarla zaman içerisinde halku’l-Kur’ân
düşüncesini zihninde sistemleştirmiştir.
Me’mûn hilâfet makamına gelmiş
olmasına[64] ve 198/213’de Bağdat’ta
kontrolü tamamen ele geçirmesine rağmen, 204/819 yılına kadar Bağdat’ta
gelmemiş, âdeta intikam alırcasına orayı kendi hâline bırakmıştır. Altı sene
boyunca Bağdat’ta otoritesizlik egemen olmuştur. Bu süre zarfında Bağdat’ta
meydana gelen hâdiselerin mihne süreciyle yakından ilgisi vardır.[65] Bağdat’ta ki bu fitne ve kaos
dönemi sırasında, hicrî 201 yılında, olup bitenden rahatsız olan bazı kişiler
harekete geçmişler, şehrin güvenliğini yeniden kazanması için büyük çaba
sarfetmişlerdir. Bunlara gönüllüler adı verilmiştir.[66]
Fakat Me’mûn ilerleyen süreçte Ehl-i hadîsin oluşturduğu gönüllüler
topluluğunun Bağdat’taki otoritesini kırmıştır. Bunun neticesinde her ne kadar
Ehl-i hadîs güç kaybetmiş olsa da tarih sahnesinde Me’mûn’un çekindiği bir güç
olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki Me’mûn’un başlatmış olduğu mihne
hâdisesi, bu durumun faaliyete dönüşmüş halidir.
Me’mûn
yaklaşık yirmi yıllık hilâfet tecrübesinden sonra Bizans’a sefer esnasında
Bağdat’taki vekili İshâk b. İbrâhîm’e göndermiş olduğu mektupla mihne sürecini
fiilen başlatmıştır. Me’mûn aslında bu kararı tedrici bir şekilde almıştır.
Halife Me’mûn, ilk olarak uzunca bir müddet halku’l-Kur’ân konusunda taraf
olmamayı tercih etmişken, etrafında bulunan Bişr el-Merîsî (ö. 218/833), Bişr
b. Mu‘temir (ö. 210/825), Sümâme b. Eşres (ö. 213/828), Ahmed b. Ebû Duâd (ö.
240/854), Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/849) ve Nazzâm (ö. 231/845) gibi
Mu‘tezilî kimliğiyle ön plana çıkan kimselerin etkisi altında kalmıştır.[67] Daha sonraları mihne sürecini
başlatmayı düşünmüşse de Yahya b. Eksem’in naklettiğine göre halife, Yezîd İbn
Harun (ö. 118/736)’un popülaritesi ve halk üzerindeki karizmatik tesiri
yüzünden bundan vazgeçmiştir.[68] Kendisine yakınlığı
ile bilinen fakat Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul etmeyen baş kadı Yahya b.
Eksem’i görevinden uzaklaştırmıştır. [69]
Me’mûn halku’l-Kur’ân hususundaki görüşünü 212 yılında açıkça ifade etmiştir. [70] Me’mûn, bu fikri benimsediği
ilk yıllarda insanlara bu görüşü benimsetme noktasında herhangi bir çaba
içerisine girmemiş, onları bu konuda serbest bırakmıştır. Zira dönemin şartları
başta olmak üzere halk nezdinde Yezid b. Harun[71]
gibi karizmatik özelliğe sahip âlimler Me’mûn’u sekteye uğratmışlardır. Ancak
onun, 218 yılında âlimlerin halku’l-Kur’ân konusunda sorguya çekilmesini
istediği anlaşılmaktadır. [72] Yani Me’mûn Bizans seferine
çıkmadan önce halku’l-Kur’ân fikrini benimsediğini açıklamış olmasına rağmen
sefere çıktığında zorla benimsetme yoluna gitmiş olması, tedricilik ilkesiyle
ifade edilebilir. Yukarıda bahsi geçen olaylarla; halku’l-Kur’ân fikri
karşısında duran ve bu fikrin ilânına zarar verecek hususları tedrici bir
şekilde izale ettikten sonra halife, fiiliyat aşamasına geçmiştir. Zikredilen meseleler
mihne hâdisesinin gelişi güzel bir şekilde değil de gayet planlı ve sistematik
bir düzen içerisinde gerçekleştirildiğine işaret etmektedir.
Halifenin, bir taraftan Şia
mezhebine meyli, diğer taraftan Mu’tezilî âlimlerin halife üzerindeki tesiri,
onun 218/833 senesinde Kur’ân’ın mahlûk olduğunu resmen ilân edip muhtelif
vilâyetlerdeki âmillerine hadisçilerin ve fıkıhçıların Kur’ân üzerinde imtihana
çekilmeleri, daha doğrusu, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu ikrar etmeleri emrini
vermesine sebep teşkil etmiştir. Me’mûn, Şam ve Mısır seferlerini 218’de
Rakka’da istihkâm etmiş; mihne sürecini de buradan gönderdiği mektuplarla
yönetmiştir.[73]
Halife Me’mûn, Bağdat’taki
nâibi İshâk b. İbrâhîm’e 218/833’te yazmış olduğu ilk mektubunda,[74] Allah’ın halife ve imamlar üzerindeki
hakkından, tebaanın ise cahil ve acizliğinden bahsetmiştir. Kur’ân’ın kadîm
olduğu anlayışına sahip olduklarını, iman, tevhîd ve dinî hakikat noktasında
dalâlete düştüklerini ifade ederek, tebaanın bu durumunun farkında olduğunu
açıklamıştır. Ayrıca mektubunda zikretmiş olduğu: “Biz onu Arapça Kur’ân kıldık”[75], “Hamd
gökleri ve yeri yaratan, karanlık ve ışığı var eden Allah’a mahsustur”[76],
“Elif-lâm-râ. Bu, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından
âyetleri sağlam kılınmış, sonra da beyan edilmiş bir kitaptır”[77]
şeklindeki âyetlerle Kur’ân’ın mahlûk olduğunu delillendirmiştir.
Mektubun sonunda İshâk b. İbrâhîm’e kadıları toplamasını ve bu mektubu onlara
okumasını, onların Kur’ân hakkındaki görüşlerini anlamak amacıyla imtihana
başlamasını emretmiştir. Eğer Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul ederlerse halk
arasında huzurlarına gelen şahitleri imtihana çekmelerini, Kur’ân’ın mahlûk
olduğunu kabul etmeyenlerin ise şehadetlerinin terkedileceğini bildirmiştir. Bu
hususta gerçekleşen olayları kendisine yazması talimâtını vermiştir.[78]
Birinci mektubun yazılmasından
çok kısa bir zaman sonra Me’mûn, metni kaynaklar tarafından açıklanmayan ikinci
mektubunu yazmış ve vekili İshâk b. İbrâhîm’e göndermiştir. Taberî’de geçen
rivâyete göre Me’mûn yedi kişinin ismini verdiği bu ikinci mektubunda, Muhammed
b. Sa’d (ö. 230/814), Ebû Müslim (ö. 224/838), Yahya b. Ma’in (ö. 233/847),
Züheyr b. Harb Ebû Heyseme (ö. 234/849), İsmâîl b. Dâvûd (ö.?), İsmâîl b. Ebî
Mes’ud (ö.?), Ahmed b. ed-Devrakî’nin (ö. 246/860) kendisine gönderilmesini
istemiştir.[79] İshâk b. İbrâhîm bu yedi
kişiyi Me’mûn’a göndermiş, Me’mûn; onları imtihana tâbi tutarak halku’l-Kur’ân
hakkında sorguya çekmiştir. Bunlardan hepsi sorgu neticesinde Kur’ân’ın mahlûk
olduğunu söylemişlerdir. İmtihandan sonra Bağdat’a dönen bu yedi kişi, İshâk b.
İbrâhîm’in huzurunda birçok hadisçi ve fıkıhçıların yanında Me’mûn’a cevap
verdikleri gibi Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul edip kovuşturmadan berî
olmuşlardır.[80]
Dikkatle incelendiğinde
olaylar silsilesinde kopukluk bulunmaktadır. Zira birinci mektubun sonunda
Me’mûn, nâibi İshâk b. İbrâhîm’e imtihana başlaması talimâtı verirken, ikinci
mektubunda vermiş olduğu isimlerin kendisine gönderilmesini isteyerek bizzat
imtihan edeceğini bildirmektedir. İkinci mektubun metninin kaynaklarda
bulunmaması ve Me’mûn’un bu mektubunda sorguya çekmek için gönderilmesini
istediği kişileri gelişi güzel bir şekilde seçmeyeceğinden ötürü, kuvvetle
muhtemel İshâk b. İbrâhîm, kendisine gelen ilk mektuptan sonra talimâtları
yerine getirmeye başlamıştır. Gerçekleştirdiği imtihanlarda vuku bulan
hâdiseleri Me’mûn’a haber vermek amacıyla cevap niteliğinde bir mektup yazmış
olmalı ki, Me’mûn ikinci mektubunda cevap niteliğindeki bu mektupta geçen
kişiler içerisinden yedi kişinin ismini zikretmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Me’mûn bu kimselerin kendisine gönderilmesini istemiş ve bizzat sorgularını
gerçekleştirmiştir. Maalesef İshâk b. İbrâhîm’in cevap niteliğindeki mektubu
ile Me’mûn’un göndermiş olduğu ikinci mektubun metnine kaynaklarda ulaşamamaktayız.
Me’mûn seferdeyken ve
halku’l-Kur’ân meselesinde Bağdat’taki vekili İshâk b. İbrâhîm’i
görevlendirmişken bu yedi kişinin sorgusunu kendisinin gerçekleştirmek
istemesi, aslında onun, Bağdat imtihanlarında sorgulanan kişilere gözdağı verme
amacı taşıdığını göstermektedir. Bu şekilde onları baskı altına alma gayesi
taşıdığı açıkça anlaşılmaktadır. Kuvvetle muhtemel bu yedi hadisçinin halife
tarafından istenmesinin sebebi, Bağdat’ta Kur’ân’nın mahlûk olduğunu kabul
etmemeleridir. Fakat halifenin huzurunda, korku neticesinde kabul etmişlerdir.[81]
Me’mûn, sorgu işleminden sonra
İshâk b. İbrâhîm’e üçüncü mektubunu göndermiştir. Me’mûn, bu mektubunda ilk
mektubunda olduğu gibi Allah’ın halifeler üzerindeki haklarından daha detaylıca
bahsetmiştir. Aynı şekilde Kur’ân’dan âyetler zikrederek, Kur’ân’nın mahlûk
olduğunu delillendirmeye çalışmıştır.[82]
İbn Tayfur (ö. 240/854) ve
Taberî (ö. 310/922)’nin naklettiği rivâyetlerde Me’mûn’a göre Kur’ân,
kendisinin mahlûk olduğuna delâlet ediyor ve bunu açıkça ifade ediyor. Ayrıca
bu husustaki ihtilâfları da kesin olarak sona erdiriyor. Buna rağmen Kur’ân’ın
mahlûk olduğunu kabul etmeyenler Hristiyanlar’ın Hz. Îsâ b. Meryem hakkındaki
şu iddialarını taklit etmektedirler: Hz. Îsâ mahlûk değildir. Zira o Allah’ın
kelimesidir. Allah ise şöyle buyuruyor: “Onu Arapça Kur’ân kıldık”[83] bunun te’vîli Allah’ın şu
âyetlerinde olduğu gibi biz onu yarattık demektir: “Sizi bir tek candan
yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye ondan da eşini yaratan O’dur”[84], “Biz geceyi dinlenme vakti,
gündüzü de rızık kazanma vakti olarak yarattık”[85],
“Biz her canlı şeyi sudan yarattık”[86]
Allah, Kur’ân ile bu âyetlerde zikredilen yarattıklarını eşit tutmakta[87] ve yaratıcısının da yalnız
kendisi olduğunu şu âyetlerde haber vermektedir: “Şüphesiz o şanı yüce bir
Kur’ân’dır; Levh-i Mahfûz’dadır”[88] âyette böyle demesinin nedeni
levh- i mahfûzun Kur’ân’ı korumasındandır ve ancak mahlûk olan korunur. Allah,
Nebî’si için şöyle dedi: “Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma”[89], “Rablerinden hâdis olan bir
zikir geldiğinde”[90], “Yalan sözlerle Allah’a
iftira edenden veya O’nun âyetlerini yalan sayandan daha zalimi kimdir?”[91] Allah, yalan söylemelerinden
ötürü kötülediği topluluk hakkında şöyle diyerek haber verir: “Allah hiçbir
insana hiçbir şey indirmedi”[92] sonra Resûl’ünün diliyle
onları yalanlamakta ve Resûl’üne: “De ki Mûsâ’nın getirdiği kitabı kim indirdi”[93] buyurmaktadır. Me’mûn bu
kapsamda halku’l-Kur’ân fikrini Allah’ın yaratma fiiliyle izah etmektedir.
Devamında ise Allah Teâlâ Kur’ân’ı Kerîm’i, Kur’ân, zikr, iman, nûr, hidâyet,
mübârek, Arapça ve kıssa olarak adlandırmaktadır: “Biz bu Kur’ân’ı sana
vahyetmekle en güzel kıssayı da anlatıyoruz”[94],
“De ki, bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya
gelse yine de onun bir benzerini getiremezler”[95],
“De ki, siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin”[96],
“Onun önünden ve arkasından hiçbir batıl gelmez”[97]
âyetleriyle Me’mûn Kur’ân’ın mahlûk olduğunu delillendirmeye çalışmıştır.[98]
Me’mûn daha sonra konuyu
muhâliflere getirmiş, ilk mektubunda olduğu gibi onlar hakkında çeşitli
ithamlarda bulunarak, imandan ve yakinî bilgiden nasiplerinin olmadığını dile
getirmiştir. İshâk b. İbrâhîm’den bu mektubun; Ca’fer b. İsa’ya, kadı
Abdurrahman b. İshâk’a okunmasını, o ikisinin Kur’ân hakkındaki görüşlerini tespit
etmesini istemiştir. Mektubunda tevhîdin önemine dikkat çekerek, Kur’ân
mahlûktur demeyenden başkasının tevhîd inancının olmayacağını ileri sürmüştür.
İsmini zikretmiş olduğu iki kişinin Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul ettikleri
taktirde, onların meclislerine hukukî meselelerde şahit olarak gelenleri
imtihan etmelerini istemiştir. Eğer Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul etmeyen
olursa, onların maksatlarındaki dürüstlükleri ve işlerindeki doğrulukları kesin
olarak sabit olsa dahi, böyle kimselerin şahitliklerini kabul etmesinler ve
onların sözlerine bakarak hüküm vermesinler, diye emretmiştir. Me’mûn, bu
hususta diğer kadılara da aynı uygulamanın yapılmasını emretmiştir. Mektubun
sonunda vekili İshâk b. İbrâhîm’e gerçekleşen hâdiseleri kendisine bildirmesi
talimâtını vermiştir.[99] Me’mûn’un bu mektubunda;
kendisinin hem halku’l-Kur’ân fikrini öne sürerken Mu’tezilî düşünceden
etkilendiğini, hem de bu fikri savunmasında Mu’tezile’nin Tevhîd prensibinin
etkili olduğunu ifade etmek mümkündür.
İshâk b. İbrâhîm mektubu
aldıktan sonra, Me’mûn’un kendisine vermiş olduğu talimâtları vakit geçmeden
yerine getirmeye başlamıştır. Hadisçiler, yöneticiler ve fıkıh âlimlerinden
oluşan topluluğu huzuruna getirmiştir.[100]
Onlara Me’mûn’un mektubunu iki defa hatta anlayana kadar okumuştur. [101] Me’mûn’un mektubu
doğrultusunda harekete geçen vekili İshâk b. İbrâhîm’in; huzuruna getirdiği
kimselerin, dönemin önde gelen âlimlerinden ve yöneticilerinden oluştuğu
gözlemlenmektedir. Me’mûn, bu âlimlerin nüfuzunun farkındaydı. Âlimlerin toplum
üzerindeki karizmasından istifade etmek için onlara halku’l-Kur’ân fikrini
kabul ettirmek gayesiyle elinden gelen gayreti göstermiştir. Dönemin önde gelen
âlimlerinin bu fikri kabul etmesiyle halkı karşısına almadan ve pek fazla uğraş
harcamadan onlara da bu fikri kabul ettirmiş olacaktı. Aynı zamanda Me’mûn,
dönemin yöneticilerinin sorgulanmasını sağlayarak onların, Kur’ân’ın
mahlûkiyeti hususundaki düşüncelerini öğrenmiştir. Böylece hem halku’l-Kur’ân
fikrine sahip, kendisine sadık yöneticileri yönetimde tutmuş, hem de onlar
vasıtasıyla bulundukları bölgelerde sorgu işlemlerini gerçekleştirmiştir.
Ayrıca bu sorgulamalar neticesinde halku’l-Kur’ân fikrini kabul etmeyen
kimseleri yönetimden uzaklaştırarak bu düşüncenin devlet eliyle yayılmasını
sistematize etmiştir. Me’mûn yukarıda zikretmiş olduğumuz amaçlar
doğrultusunda; karizmatik ve geniş kitlere hitap eden dönemin önde gelen ulemâ
grupları ile yönetici taifesinden imtihana başlayarak halku’l-Kur’ân fikrini
benimsetmek istemiştir. İshâk b. İbrâhîm’in huzuruna getirdiği kimselerin âlim
ve yönetici olması itibariyle toplumun önde gelen kesimini temsil etmeleri,
onları ortak paydada buluşturmaktadır.
İshâk b. İbrâhîm, bu süreçten
sonra huzurunda topladığı kişileri imtihan etmeye başlamıştır. Topluluktaki
kimselerin konuyla alakalı görüşlerini yazdırmış ve Me’mûn’a yollamıştır. Bu
sorgulanan kişiler dokuz gün beklemiş, daha sonra Me’mûn’un İshâk b. İbrâhîm’in
mektubuna cevabı olan mektubu gelince onları çağırmıştır.[102]
Me’mûn’un son mektubu, İshâk
b. İbrâhîm’in mektubundan dokuz gün sonra ulaşmıştır. Bu mektupta, İshâk b.
İbrâhîm’in kendisine gönderdiği imtihanların tutanağı niteliğindeki mektubu
değerlendirmiş ve bu doğrultuda vekiline çeşitli talimâtlarda bulunmuştur.[103] Diğer mektuplarında olduğu
gibi İshâk b. İbrâhîm’e bu mektubunun da onlara okunmasını,[104]
Kur’ân mahlûktur demeyen kimselerin gizli ve açıktan fetva vermesine ve hadis
rivâyet etmesine engel olmasını emretmiştir.[105]
Me’mûn, bu aşamada baskıların ve uygulanan işkencelerin daha da ötesine
geçerek, halku’l-Kur’ân fikrine muhâlif kimselerin ilmî kişiliklerini hedef
almıştır. Bir nevi ilmî kişilikleri hiçe sayılmıştır. Muhtemelen bu kararın
alınmasında; Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul etmeyen ulemânın, ilmî
sohbetlerinde ve fetvalarında bu muhâlefetin dile getirilmesinin önüne geçilmek
istenmiştir.
Me’mûn: “Emîrü’l-mü’minîn,
yazdığı mektupta Kur’ân hakkında soru sorduğun kişilerin cevaplarını düşünüp
taşınmıştır. Onların düşüncelerini açıklamak sûretiyle sana dönüş yapmıştır” [106] diyerek değerlendirme safhasına
geçmiştir. Bu safhada entelektüel kişiliği ile ön plana çıkan Me’mûn,
halku’l-Kur’ân düşüncesinde artık öyle bir aşamaya gelmiştir ki sırf bu fikri
kabul ettirmek için muhâlefet eden kimselerin ölüm emrini vermekten dahi
çekinmemiştir.[107] Aynı zamanda imtihanların
tutanağı niteliğindeki vekilinin göndermiş olduğu mektupta; İbrâhîm b. Mehdi,
Fazl b. Gânime, Ebû Nasr Temmâr, Fazl b. Ferruhân, Muhammed b. Hatem, İbn Nuh,
Ebû Ma’mer, Kavârîrî, Yahya b. Abdurrahman el-Ömeri, Muhammed b. Hasan b. Ali
b. Asım ve Ebû Misher hakkında Me’mûn’un değerlendirmede bulunarak tekrar
mektup gönderdiğini görmekteyiz.[108]
Me’mûn’un mektubunun son
kısmında yer alan talimâtlar ise; Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul etmeyenlerin
bağlı bir şekilde Emîrü’l-mü’minîn’in karargâhına nakledilmesini, onların
yolculuğu esnasında karargâha varıncaya kadar refakat edilerek himaye
edilmesini, onların sağ salim bir şekilde güvenilir bir kimseye teslim
edilmesini, kendisinin tekrar sorgulayacağını, fikirlerinden dönmezler ve tevbe
etmezlerse hepsini kılıçtan geçireceğine dairdir.[109]
Me’mûn’un mektubu İshâk b.
İbrâhîm’in eline ulaşınca talimâtları yerine getirmeye başlamıştır. Bu
doğrultuda hâli hazırda bekletmiş olduğu topluluğu tekrar halku’l Kur’ân
konusunda imtihana tâbi tutmuştur. Toplulukta bulunan Ahmed b. Hanbel, Seccâde,
Kavârîrî, Muhammed b. Nûh dışındakiler Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul
etmiştir. İshâk b. İbrâhîm, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul etmeyen dört kişiye
şiddetli baskı uygulanmasını emretmiştir. Bunun neticesinde Seccâde ve Kavârîrî
Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul ederek serbest bırakılmış, Ahmed b. Hanbel ve
Muhammed b. Nûh sözlerinde ısrar ederek dönmemişlerdir. Öyle ki bu
tutumlarından dolayı Ahmed b. Hanbel ve Muhammed b. Nûh daha şiddetli baskı ve
işkenceye mâruz kalmışlardır. İshâk b. İbrâhîm, Ahmed b. Hanbel ve Muhammed b.
Nûh ile onlar hakkında ayrı ayrı yazmış olduğu mektupları da beraberlerinde
Tarsus’a göndermiştir. Ayrıca İshâk b. İbrâhîm sorguya çektiği topluluğun
durumunu yorumladığı cevap niteliğinde başka bir mektubu da onlarla birlikte
Me’mûn’a göndermiştir.[110]
Bu mektup Me’mûn’un eline
ulaşınca İshâk b. İbrâhîm’e; Emîrü’l-mü’minîn’in topluluğun halku’l-Kur’ân
konusunda vermiş olduğu cevabı anladığını ifade etti. İshâk b. İbrâhîm’in
mektubunda; Ammâr b. Yâsir hakkında inen “...Kalbi imanla dolu olduğu halde
baskı altında kalanın durumu müstesnâ olmak üzere.”[111]
âyeti, Beşir İbn Velid tarafından te’vil edilerek halku’l-Kur’ân konusunda
cevap verenlerin durumunu, müşriklerin azabına mâruz kalan bu sahâbînin
cevabına benzeterek, asıl imanlarının içlerinde saklı olduğunu söylemiştir.
Me’mûn ise bu âyetin te’vîlinin hatalı olduğunu, Allah’ın bu âyette imanın
sağlamlığını şirkin görünüşüne tercih ettiğini kastetmiş, fakat bunlarsa şirkin
sağlamlığıyla imanın görünüşünü kastettiğini ileri sürmüştür. Bu gibi
düşünenlerin yeniden imtihan edilmek üzere Tarsus’a gönderilmesini emretmiştir.[112] İshâk b. İbrâhîm; bu gibi
düşünen âlimlerden oluşan topluluğu [113]
Tarsus’taki karargâha ulaştırmak için harekete geçmiştir. Rakka’ya ulaştıklarında
onlara Me’mûn’un ölüm haberi ulaşmıştır.[114]
Me’mûn’un mihne sürecinde
yönetmiş olduğu bu siyaseti genel olarak değerlendirdiğimizde, şu hususlar
dikkatimizi çekmektedir: Me’mûn, bu mektuplar silsilesi ile olayların dışında
kalmayıp, bizatihi tam merkezine kendisini yerleştirmeyi başarmıştır. Ne kadar
uzakta olursa olsun olaylardan haberdar olan, yön vererek müdâhil olan bir
konumda olmuştur. Gerektiğinde bazı kimseleri karargâhta sorguya çekerek,
halku’l-Kur’ân fikrini kabul ettirmek için bütün otoritesini kullanmaktan
çekinmemiştir. İkinci mektubunda isim vererek, sorgulamak için vekilinden yedi
kişiyi istemesi ve sorgularını sefer esnasında bulunduğu karargâhta
gerçekleştirmesi bunun en açık göstergesidir.
Me’mûn’un kendisine tam
manasıyla sadâkatli olan vekili İshâk b. İbrâhîm, her şartta ve koşulda
itaatten taviz vermemiştir. Me’mûn’un ona olan güveni, vekili İshâk b.
İbrâhîm’in ise halifeye olan tam itaati süreci işler kılmıştır.
Kronolojik sıraya uygun bir
şekilde asıl kaynaklardan rivâyet etmiş olduğumuz mektuplar Me’mûn’un kademeli
bir yaklaşım sergilediğini bizlere açık bir şekilde göstermektedir. İlk
mektubunda Allah’ın halife ve imamlar üzerindeki hakkından bahsederek
halku’l-Kur’ân’ı delillendirmiş, İshâk b. İbrâhîm’den nabız yoklaması yapmasını
emretmiş, herhangi bir baskı ve şiddet söz konusu olmadan bu fikri kabul
etmeyenlerin şahitliklerinin kabul edilmeyeceğini bildirmişti. Bunu takip eden
diğer mektuplarında ise, üslup ve talepleri git gide sertleşerek, bizzat
kendisinin imtihana tâbi tutmak istemesi, şiddet ve baskıyı arttırması,
ilerleyen mektuplarda katı bir tutum takınarak, İshâk b. İbrâhîm’den
halku’l-Kur’ân’ı kabul etmeyen bazı kimselerin başını kılıçla vurarak kendisine
göndermesine kadar dayanmıştır.
Me’mûn ilk mektuplarında
halkın durumunu aşağılayıcı bir şekilde açıklayarak, cahil olduklarını
vurgulamıştır. Yapılan imtihanlara baktığımız zaman, bu imtihanlarda toplumun
önde gelen kesimini oluşturan yönetici, fukahâ ve hadisçilere halku’l- Kur’ân
fikrini benimsetme yoluna gidilmiş, halkı da bu kimselerle tesir altına almayı
amaçlamıştır. Aynı zamanda mihne politikası Bağdat’la sınırlı kalmamış; Mısır,
Şam ve Kûfe gibi çeşitli bölgelerde de uygulanmıştır. Bu bölgelerin valilerine
Bağdat’ta yürütülen uygulamaların aynını gerçekleştirmeleri doğrultusunda emir
verilmiştir.[115] Me’mûn göndermiş
olduğu mektuplarla özellikle yöneticileri de sorguya çekmesi civar bölgelerde
mihne politikasını bu yöneticiler eliyle yürürlüğe koyması açısından önem arz
etmektedir. Dolayısıyla gönderilen emir doğrultusunda bu bölgelerin valileri
tarafından ileri gelen ilim adamları sorguya çekilmiştir. Önde gelen kimselere
halku’l- Kur’ân fikrini kabul ettirip, halkı bunlar vasıtası ile yönlendirerek,
kolayca benimsemeleri amaçlanmıştır.
Süreç içerisinde gerçekleşen sorgulamalarda
muhâlefeti oluşturan kesimse fikirlerini açıkça beyan etmekten kaçınmış, süreci
en az zararla atlatmanın çabası içerisine girmiştir. Baskının, şiddetin ve
tehditlerin asıl düşüncenin önüne geçerek söylenmek istenenin söylenemediği bir
ortam oluşmuştur.
Me’mûn, çeşitli yaptırımlarla
halku’l-Kur’ân fikrini kabul etmeyen kimseleri cezalandırma yoluna gitmeyi de
ihmal etmemiştir. Bu fikri benimsemeyenlerin; şahitliklerinin kabul edilmesine,
fetva vermelerine ve hadis rivâyet etmelerine engel olunması için emirler
vermiştir. Bu yaptırımlar, muhâlif kesimi toplumdan soyutlamaya yönelik
adımların tezahürüdür. Belki de bu, toplumu aydınlatma doğrultusunda yaşam
sürenler için en ağır cezadır. İşte mihne, ilmî istikrarın baskılarla yerle bir
olduğu sürecin adıdır.
Ebû İshâk el-Mu’tasım-Billâh
Muhammed b. Hârûn er-Reşîd b. Muhammed el-Mehdi- Billâh el-Abbasî, 180/796
tarihinde doğmuştur. Annesi Hârûnürreşîd’in nezdinde insanların en şanlısı olan
Mâride’dir.[116]
Me’mûn; kendi döneminde, her
ne kadar seferde olmasına rağmen, göndermiş olduğu mektuplarla olaylara müdâhil
olduğu gibi kendinden sonraki süreçte de bırakmış olduğu vasiyet mektubu ile
Mu’tasım’ı yönlendirmiştir. Genel hatlarıyla Me’mûn’un vasiyet mektubuna
baktığımızda dikkatimizi şu hususlar çekmektedir: Me’mûn; vasiyetinin ilk
kısmında, Allah’ın birliğine, onun ortağının olmadığına, mülkün onun olduğuna,
onun dışında düzenleyicinin bulunmadığına, Allah’ın yaratıcı olduğuna, onun
dışındaki her şeyin mahlûk olduğuna, Kur’ân’ın şey olduğuna, Allah’ın Kur’ân
gibi şey olmadığına değinmiştir.[117]
Vasiyetinin devamında Mu’tasım’a, gördüğün şeylerden ders çıkar, Kur’ân
hakkında kardeşinin yolunu tut[118] tavsiyesinde bulunarak,
beklentisini dile getirmiştir. Ayrıca vasiyetinde, Ebû Abdullah Ahmed b. Duâd’ı
yanından ayırmamasını ve her türlü işinde onunla istişare ederek, onunla ortak
olmasını tavsiye etmiştir. Bunu için Ebû Duâd’ın kendisinden daha uygun durumda
olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Me’mûn, Kur’ân’ın mahlûk olduğu görüşüne katı
tutumuyla bilinen Yahyâ b. Eksem et-Temimî’yi yönetimden uzak tutmasını tavsiye
etmiştir.[119]
Önemli kesitlerini zikretmiş
olduğumuz vasiyet mektubu[120] neticesinde Mu’tasım,
halku’l-Kur’ân fikrini benimsetmek için Me’mûn’un tavsiyelerini uygulamaya
koyulmuştur. Bu doğrultuda Ahmed b. Hanbel, bütün dikkatleri üstüne
çekmektedir. Zira Ahmed b. Hanbel ve Muhammed b. Nûh, Me’mûn tarafından sorguya
çekilmek üzere Tarsus’a yolundayken, Rakka’ya ulaştıklarında Me’mûn’un ölüm
haberi gelmiştir. Yolculuk esnasında Muhammed b. Nûh’un da vefat etmesi üzerine
Ahmed b. Hanbel Bağdat’a tek başına nakledilmiştir.[121]
Bunun neticesinde Mu’tasım, Ahmed b. Hanbel üzerinden Me’mûn’un kaldığı yerden
halku’l-Kur’ân fikrini benimsetmeye çalışmıştır.
Ahmed b. Hanbel Bağdat’a
nakledildikten sonra, İshâk b. İbrâhîm tarafından hapsedilmiştir. Bir müddet
umumî hapishanede kaldıktan sonra İshâk b. İbrâhîm’in evine nakledilmiştir.[122] Evde kaldığı müddet
içerisinde her gün Ahmed b. Rebeha ve Ebû Şuayb el-Hicam, Ahmed b. Hanbel ile
münâzara eder, ayağına zincir geçirirlerdi. Üçüncü gün olduğunda bu iki kişiden
biri Ahmed b. Hanbel’in yanına girmiş ve onunla münâzara etmiştir. Ahmed b.
Hanbel ona, Allah’ın ilmi hakkında ne dersin diye sormuş, bu kimse Allah’ın
ilmi mahlûktur cevabını verince Ahmed b. Hanbel onun kâfir olduğunu
söylemiştir. Dördüncü gece olduğunda ise; Mu’tasım, İshâk b. İbrâhîm’e elçisini
göndererek Ahmed b. Hanbel’in kendisine gönderilmesini emretmiştir. Bunun
neticesinde İshâk b. İbrâhîm yanına girerek ona: “Ey Ahmed! Halifenin senin
hakkında yemini var, o seni kılıçla öldürmeyecek, seni dövecek, dövdükten sonra
güneş ve ayı göremeyeceğin bir yere atacak. Allah: “Biz Kur’ân’ı Arapça kıldık
f-^)”[123] [124]
buyurmuyor mu, mechul mahlûktan başka bir şey midir” diyerek uyarıda
bulunmuştur. Ahmed b. Hanbel ise Allah Teâlâ: “Onları yaprakları yenmiş bitkiye
çevirdi (Y^v)”121
buyurmaktadır. Buradaki c-a-l (J*>) kelimesi h-l-k (5-) manasında mıdır?
Dedi. Bu cevabıyla Ahmed b. Hanbel ne derece kararlı olduğunu ve hiç kimsenin
kendisini bu kararlılığından vazgeçiremeyeceğini ifade etmiş, İshâk b. İbrâhîm
de susmuştur.[125]
Ahmed b. Hanbel, halifenin
huzuruna çıkarıldığında ise, halifenin yanında başta İbn Ebû Duâd olmak üzere
Kur’ân’ın mahlûk olduğu fikrinde birleşmiş birçok kimse bulunmaktaydı. Ahmed b.
Hanbel halifenin huzurunda kısa bir süre oturduktan sonra, konuşmak için izin
istemiş ve konuşmasına müsaade edilince halifeye: “Allah ve Resûl’ü neye
çağırdı” diye sormuştur. Mu’tasım: “Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadete”
demiştir. Ahmed b. Hanbel buna kendisinin de şehadet ettiğini belirtmiştir. Bu
soruyla Ahmed b. Hanbel, halku’l-Kur’ân fikrinin itikadî bir mesele olmadığını,
uygulanan bu katı ve ısrarcı tutumun yanlış olduğunu dile getirmek istemiş olsa
gerektir. Mu’tasım ise Ahmed b. Hanbel’in sorusundaki ince nüansı anlamış
olacak ki ona, eğer sen benden önceki halifenin takibatına uğramamış biri
olsaydın ben sana ilişmezdim demiştir. Aslında kendisinden önceki halifenin
vasiyeti doğrultusunda bu işle ma’mûr edildiğini söyleme ihtiyacı hissetmiştir.
Daha sonra da orada bulunan Abdurrahman b. İshâk’a mihne hakkında tartışmayı
başlatmasını emretmiştir.[126] Bunun üzerine
Abdurrahman: “Ahmed b. Hanbel’e Kur’ân hakkında ne dersin?” diye sordu. Ahmed
b. Hanbel ise ona: “Allah’ın ilmi hakkında ne dersin?” karşılığını verice Abdurrahman
susmuştur.[127] Zaten Ahmed b. Hanbel’in
Kur’ân hakkındaki görüşü malumdur. Onun; Abdurrahman’a, Allah’ın ilmi hakkında
sormuş olduğu soru ise Kur’ân’ın mahlûk olduğunu iddia eden bir kimse için
kolay kolay cevap veremeyeceği güçlüktedir. Zira Kur’ân, İbn Hanbel’e göre
Allah’tan gelen bir ilimdir. Abdurrahman b. İshâk için, ya bu ilmin mahlûk
olduğunu söylemek vardır ki bu, Mu’tezile’nin görüşüne aykırıdır. Zira onlar,
sıfatları nefyetmek sûretiyle Allah’ın ilminin Allah’tan başka bir şey
olmadığını iddia etmişler ve “^ j* ^ ^” demişlerdir. Yahut da Allah’ın ilminin
mahlûk olmadığını söylemesi gerekmektedir. Bu taktirde Allah’ın ilminden olan
Kur’ân’ın mahlûk olmadığını söylemiş olacaktır. Bu da takip ettiği yola
aykırıdır. Bu sebeple Abdurrahman susmayı tercih etmiştir.[128]
Mu’tasım’ın huzurunda
bulunanlardan bazıları, Ahmed b. Hanbel’e, Allah’ın: “Allah her şeyin
yaratıcısıdır...” [129] buyurduğunu söylediler ve
Kur’ân şey değil midir? Dediler. Ahmed b. Hanbel ise Allah’ın: “Rabb’inin emri
ile her şeyi silip süpüren bir rüzgâr.”[130]
âyetini zikrederek rüzgârın Allah’ın dilediği şeyi silip süpüreceğine dikkat
çekmiştir. Yine aynı şekilde halifenin huzurunda bulunanlardan bazıları,
Allah’ın: “Ne zaman Rablerinden yeni (muhdes) bir ihtar (j^) gelse.” [131] buyurduğunu söyleyip,
muhdes olduğu halde mahlûk olmayan şey olur mu? diye sormuşlardır. Ahmed b.
Hanbel ise Allah’ın: “Sad, öğüt ve uyarı dolu Kur’ân’a (jSÜl) andolsun ki.”[132] buyurmaktadır diyerek öne
sürmüş oldukları delili çürütmüştür.[133]
Zira Ahmed b. Hanbel’in zikretmiş olduğu âyette parantez içinde
belirttiğimiz gibi zikr kelimesi harfi tarifle birlikte kullanıldığında
Kur’ân’a delâlet etmektedir. Fakat Ahmed b. Hanbel’e karşı ileri sürdükleri
âyette ise zikr kelimesi nekra olarak kullanıldığı için Kur’ân’a delâlet etmemektedir.
Mu’tasım’ın huzurunda
bulunanlardan bazıları, İmrân b. Hüseyn’den rivâyet edilen “Allah zikri
yarattı” hadisini zikretmişlerdir. Ahmed b. Hanbel ise bu hadisin yanlış
zikredildiğini, doğrusunun “Allah zikri yazdı” [134]
şeklinde olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Mes’ud’dan rivâyet edilen: “Allah
hiçbir cennet, cehennem, sema ve arz yaratmamıştır ki Ayete’l-Kürsi’den büyük
olsun” [135] hadisini delil olarak
getirmişlerdir. Ahmed b. Hanbel ise h-l-k fiilinin cenneti, cehennemi, semayı
ve arzı ihtiva ettiğini; Kur’ân’ı ihtiva etmediğini söylemiştir.[136]
Yukarıda değindiğimiz üzere
Ahmed b. Hanbel, Mu’tasım’ın huzurunda halku’l- Kur’ân hakkında imtihana tâbi
tutulmuştur. Mu’tasım’ın huzurunda halku’l-Kur’ân hakkında yapılan münâzarada,
öne sürülen delilleri Ahmed b. Hanbel’in çürütmesi ortamı gerginleştirmiştir.
Başta Mu’tasım ve Ebû Duâd olmak üzere halku’l-Kur’ân fikrinin savunucularının
sinirleri bozulmuştur. Buna sebebiyet veren en önemli unsur ise, kitap ve
sünnet dışında sorulan sorularda Ahmed b. Hanbel’in, Allah’ın Kitabı ve
Resûl’ün sünnetinden bir şey söyleyin cevabını vermesi olmuştur. Bu durum
karşısında Ebû Duâd ise, sen Allah’ın Kitabından ve Resûl’ün sünnetinden başka
bir şey bilmez misin cevabını vererek[137]
tepkisini ortaya koymuştur.
Mu’tasım’ın huzurunda üç gün
süren bu münâzarada Ahmed b. Ebû Duâd ile Ahmed b. Hanbel arasında çeşitli
konuşmalar geçmiştir.[138] Yukarıda değindiğimiz gibi
Ahmed b. Hanbel ile gerçekleştirilen münâzaranın şiddeti onu darp etmeye kadar
varmıştır.[139] Hatta orda
bulunanlardan bazıları Ahmed b. Hanbel’in kanının helâl olduğuna dair söylem
içerisine girmiş, onun öldürülmesini dile getirmişlerdir.[140]
Mu’tasım’ın halifeliği dönemi
içerisinde halku’l-Kur’ân fikri çerçevesinde sadece Ahmed b. Hanbel değil, onun
dışında bazı kimseler de sorguya çekilmiştir. Mu’tasım bu fikir doğrultusunda
Ehl-i hadîse mensup çoğu kimseyi incitmiştir hatta öldürmekten de
çekinmemiştir.[141] Mu’tasım’ın Ahmed b. Hanbel’i
serbest bırakmasında, halkın Ahmed b. Hanbel’e yapılan işkencelere sessiz
kalmayıp saray önünde toplanması etkili olmuştur. Halife bu durum karşısında
endişelenmiş, çözümü Ahmed b. Hanbel’i serbest bırakmakta bulmuştur.[142] Öyle ki Mu’tasım döneminde
halkın saray önüne gelmesi neticesinde yaşanan şu hâdise manidardır: Halife,
halkın galeyana gelip sarayın önünde toplanması üzerine Ahmed b. Hanbel’in
amcasını çağırdı sonra saray önündeki insanlara: “Onu tanıyor musunuz?” diye
sordu. Halk: “Evet, o Ahmed b. Hanbel” cevabını verdi. Daha sonra halife: “Ona
bakın sağlıklı değil mi?” diye sordu. Orada bulunan halk: “Evet” dedi. Halife,
eğer bunu yapmasaydı mamafih önünü alamayacağı hâdiselere sebep olacaktı. Bunun
üzerine halife: “Onu size sağlıklı bir şekilde teslim ettim” diyerek saray
önündeki insanları yatıştırmıştır.[143]
Mu’tasım’ın; Me’mûn’un
vasiyeti doğrultusunda gerçekleştirmiş olduğu bu siyâseti, özellikle vasiyette
belirtilen Ahmed b. Hanbel üzerinde gerçekleştirilmiştir. Başta Ahmed b. Ebû
Duâd ve çevresindeki birkaç kişinin yönlendirmesiyle gerçekleştirilen bu süreç,
Ahmed b. Hanbel’e yapılan fikrî baskı ve işkencelerin artması neticesinde
halkın tepkisiyle sonuçlanmıştır. Süreç içerisinde halife bu politikayı zamanla
tamamen kaldırma yoluna gitmiştir. Kanaatimizce bu kararı almasında:
Mu’tasım’ın istemese de bu işle görevlendirilmesi, Ahmed b. Hanbel ile
gerçekleştirilen münâzarada, karşısında o kadar kişi olmasına rağmen
delilleriyle ve kararlılığıyla Ahmed b. Hanbel’in tavrı ve halifenin halkın
ayaklanmasından korkması gibi hususlar etkili olmuştur.
Ebû Ca’fer el-Vâsık-Billâh
Hârûn b. el-Mu’tasım-Billâh Muhammed b. Hârûnerreşîd el-Abbâsî,[144] Yirmi Şaban 196/812 tarihinde
doğdu. Künyesi Ebû Ca’fer’di. Annesi Karâtis, Rum asıllı cariyedir. Babası
Mu’tasım, Samarra şehrini kurduktan sonra askerleriyle birlikte oraya gidince
Vâsık’ı Bağdat’ta kendi yerine vekil bırakmıştır.[145]
Daha sonraları babasının vefatıyla H. 227 yılında gelmiş olduğu hilâfet
görevini yürütmüştür.[146]
Vâsık döneminde
Kâdı’l-Kudâtlık görevini yürüten Ahmed b. Ebû Duâd, halifeyi etkisi altına
almış ve onu mihne konusunda katı davranmaya teşvik etmiştir. İnsanları
halku’l-Kur’ân sözüyle bu fikri kabule çağırmıştır.[147]
Bu dönem içerisinde halku’l- Kur’ân meselesi daha da şiddetlenmiştir.[148] Vâsık, halku’l-Kur’ân
hususunda izlediği bu sert tutumla amcası Me’mûn’un ve babası Mu’tasım’ın politikasını
devam ettirmiştir. Hatta tarihçiler onun bu konuda aşırıya gittiğini, Basra,
Mısır ve diğer eyaletleri de içine alacak şekilde mihne sahasını genişlettiğini
dile getirirler ki böylece imtihan; fakih, muhaddis, müezzin ve öğretmen
herkesi kapsamıştır.[149] Özellikle bu dönem içerisinde
en sert uygulamalar Mısır’da olmuştur. Mısır valisi Muhammed b. Ebî’l-Leys’e
emirname ulaştığında vali, bölgede bulunan muhaddis, fakih, müezzin ve ilim
adamı olmak üzere halk arasında öne çıkan ne kadar insan varsa bunların hepsini
imtihana tâbi tutmuştur. Halkın çoğu kaçmış, buna rağmen hapishaneler Kur’ân’ın
mahlûk olduğunu kabul etmeyen kimselerle dolmuştur. Aynı zamanda Mısır valisi
“Mahlûk Kur’ân’ın Rabb’i olan Allah’tan başka ilah yoktur” ibaresinin
mescitlere yazılması emrini de vermiştir.[150]
Ahmed b. Hanbel bu dönem
içerisinde mihne uygulamalarından istisna edilmiştir. Babası Mu’tasım döneminde
mihne siyasetinin ağırlıklı olarak Ahmed b. Hanbel üzerinden yürütülmüş olması
halkın muhâlefetiyle sonuçlanmıştır. Bu durumdan Vâsık’ın çekinmesi ve halkı
karşısına almak istememesinden dolayı Vâsık’ın Bağdat valisi İshâk b. İbrâhîm
aracılığıyla Ahmed b. Hanbel’e: “Müminlerin emîri senden bahsetti. Sakın
kimseyle bir araya gelip buluşma! Benim bulunduğum yerde ve şehirde oturma.
Allah’ın topraklarında dilediğin yere git!” ifadelerini içeren bir mektup
gönderdi. İbn Hanbel gözden kayboldu. Vâsık ölünceye kadar namaz ve diğer işler
için dışarı çıkmadı.[151]
Vâsık, mihne politikasını
genişlettiği gibi bu doğrultuda yapmış olduğu uygulamalarla dikkatleri de
çekmiştir. Vâsık, takviye edilmiş sınır şehrinin Kur’ân hakkında imtihan
edilmesini emretmiş, dört kişi hariç hepsi Kur’ân’ın mahlûk olduğunu
söylemiştir. Vâsık, bu dört kişinin eğer Kur’ân’ın mahlûk olduğunu
söylemezlerse boyunlarının vurulmasını emretmiştir. Bir diğeri ise; Bizans’la
gerçekleştirilen esir mübâdelesinde, alınacak olan esirlerin halku’l-Kur’ân
hakkında imtihan edilmesini, bu imtihanı gerçekleştirmek için göndermiş olduğu
görevlilere emretmiştir. Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul edenlerin alınmasını,
onlara bir dinar verilmesini, bu fikri kabul etmeyenlerin ise Bizans’ın
ellerine terk edilmesini emretmiştir. [152]
Vâsık’ın bu dönemde gerçekleştirmiş olduğu uygulamalar; O’nu, kendisinden
öncekilerin yürütmüş olduğu politikadan ayırmıştır. Zira kendinden önceki iki
halife, mihne uygulamalarına halkı dâhil etmezlerken, Vâsık hem halkı, hem de
halktan önde gelen kimseleri bu doğrultuda imtihan etmekten çekinmemiştir.
Vâsık döneminde halku’l-Kur’ân
sorgulamalarında dikkatleri üzerlerine toplayan üç kişi karşımıza çıkmaktadır.
Bunlar: Nu’aym b. Hammad (ö. 228/842), Ebû Ya’kûb el- Buveytî (ö. 232/846),
Ahmed b. Nasr el-Huzâî’dir (ö. 231/846). Nu’aym İbn Hammad, Vâsık’ın hilâfete
geçtiği sırada Ebû Ya’kûb el-Buveytî ile beraber Mısır’dan Bağdat’a getirilmiş,
imtihanda halku’l-Kur’ân’ı ikrar etmediği için Samarrâ’da hapsedilmiştir.
Hapiste iken hicrî 228-229 senelerinde vefat etmiştir. Bağdat’ta imtihan edilen
Buveytî de halku’l-Kur’ân’ı ikrar etmemiştir. Onun, boynundan ve ayak bileğinden
ağır bir zincire vurulmuş olarak: “Allah mahlûkâtı “c£” (ol) sözü ile
yaratmıştır. Eğer “l£” mahlûk
olursa, mahlûku bir mahlûk yaratmış demektir. Allah’a kasem ederim ki ben bu
demirlerin altında öleceğim; tâ ki benden sonra gelenler, bu uğurda demirlerin
altında ölenlerin de bulunduğunu öğrensinler” dediği rivâyet edilmiştir.
Halku’l- Kur’ân’ı ikrar etmediği için vefat edinceye kadar hapsedilmiştir.[153]
Bu dönem içerisinde en dikkat
çeken ve durumun ehemmiyetini net bir şekilde gözler önüne seren ise Vâsık ile
Ahmed b. Nasr el-Huzâî arasında gerçekleşen hâdisedir. Ahmed b. Nasr, Ehl-i
sünnete olan bağlılığıyla bilinmektedir. Bu bağlılık, onu, şiddetini arttıran
imtihan olaylarına ve müsebbiplerine karşı bir takım çareler aramaya sevk
etmiştir. Her şeyin, halife Vâsık ile yardımcısı Ahmed b. Ebû Duâd’dan
kaynaklandığını bilmektedir. İdarenin onların elinden alınmasıyla durumun
düzeleceği düşünülebilirdi. Bu düşünce ve dışarıdan temin ettiği bazı
kimselerin yardımı ile bir takım hazırlıklara girişmiş, fakat düşüncelerini
uygulayamadan Vâsık tarafından yakalanmıştır.[154]
Ahmed b. Nasr el-Huzâî, Ehl-i hadîstendi. Arkadaşıyla birlikte zincire vurulmuş
şekilde Bağdat’a getirildi. Vâsık tarafından Kur’ân ve ru’yetullah hakkında
sorguya çekildi. Ahmed b. Nasr el-Huzâî, fikirlerinden vazgeçmeyince Vâsık
tarafından boynunu kılıçla vurularak öldürülmüştür.[155]
Daha sonra onun bedeni Samarra’da Bâbek el-Hurremî’nin hazîresine asılmıştır.
Başını da Bağdat’a göndermiştir. Önce doğu, sonra batı yakasında günlerce
sergilenmiştir. Daha sonra başı doğu yakasına tekrar götürülmüş ve başının
olduğu yer çevrilmiştir. Üzerine büyük bir çadır kurulmuş ve çadıra muhafız
görevlendirilmiştir. Bu yer Ahmed b. Nasr’ın başı diye isimlendirildi. Onun
kulağına not yazıp asıldı. Notta: “Bu baş; sapkın, müşrik, kâfir Ahmed b. Nasr
b. Malik’in başıdır. Allah onu mü’minlerin emîri Abdullah Harun el-İmam Vâsık
Billâh eliyle öldürdü. Vâsık, ona teşbihin nehyi ve halku’l-Kur’ân hakkında
delilleri sağlam temellere dayandırdı. Ona tevbeyi önerdi ve hakka dönmeyi
mümkün kıldı. Ahmed b. Nasr ise inat ederek kabul etmedi. Onu çabucak cehenneme
ve elim azaba yollayan Allah’a hamdolsun. Mü’minlerin emîri bu hususu ona
sordu. O teşbihi ikrar etti ve küfrü söyledi. Mü’minlerin emîri, bundan dolayı
onun kanının helâl olduğunu ve onu lanetlemeyi düşündü”[156]
yazılıydı. Ayrıca Vâsık, Ahmed b. Nasr’a yakınlığı ile bilinen ve onun
tarafında olduğu söylenen kimseleri izlemeyi emretmiştir. Onları da
hapsetmiştir.[157]
Vâsık, Ahmed b. Nasr’ı
yakaladıktan sonra onu sorguladığında kendisine karşı gerçekleştirmeyi
düşündüğü isyan faaliyetini hiç dile getirmemiştir. Yukarıda da detaylıca izah
ettiğimiz gibi Vâsık, onu halku’l-Kur’ân ve ru’yetullah hakkında sorguya
çekmiş, kendisine karşı hazırlığını yaptığı isyan girişimini görmezden gelmiştir.
Cezasını ise sadece halku’l-Kur’ân ve ru’yetullah hakkında gerçekleştirmiş
olduğu sorgulama üzerinden vererek, onun gibi düşünenlere gözdağı vermiştir.
Tarihî kaynaklarda Vâsık’ın gerçekleştirmiş olduğu bu hâdiseden ötürü çok
pişman olduğu, bu hâdise hilâfetinin sonlarına doğru mihne politikası
doğrultusunda uyguladığı katı tavrın yumuşamasının sebeplerinden biri olarak
zikredilmektedir. Fakat şöyle bir nüans var ki gerçekten Vâsık pişmanlık duydu
ise Ahmed b. Nasr’ın cesedi Mütevekkil dönemine kadar asılı kalmazdı. Zira
Ahmed b. Nasr’ın defin işlemi Mütevekkil döneminde gerçekleştirilmiştir.[158]
Vâsık’ın huzurunda gerçekleşen
ve halku’l-Kur’ân siyasetinin seyrini değiştirecek olan olay ise İbn Ebû Duâd
ile bir şeyh arasında gerçekleşen münâzaradır. Bu şeyh Vâsık’ın huzuruna bağlı
bir şekilde getirilmiştir. İbn Ebû Duâd ise ona Kur’ân hakkında ne dersin, o
mahlûk mudur? diye sordu. Şeyh, İbn Ebû Duâd’a cevap vermeden önce bir şey
sormak istemiş ve bunu üzerine Ebû Duâd’a, halku’l-Kur’ân hakkında Hz. Peygamber’in,
Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın bilgisinin olup olmadığını sormuştur. Ebû Duâd,
halku’l-Kur’ân hakkında bilgilerinin olduğunu söylemiştir. Bunu üzerine şeyh:
“Onlar senin davet ettiğin gibi insanları halku’l-Kur’ân fikrine davet ettiler
mi yoksa bu konu hakkında sustular mı?” diye sordu. Ebû Duâd, “Sustular”
cevabını verdi. Şeyh: “Onların sukut ettiği bu konuda senin bu işe kalkışman
doğru mu?” diye sordu. Ebû Duâd, bu soru karşısında sustu. Vâsık, şeyhin bu
konuşmasına şaşırdı ve onun serbest bırakılmasını emretti. Vâsık yerinden
kalktı, “Onların sukut ettiği bu konuda senin bu işe kalkışman doğru mu?”
cümlesini tekrarladı. Bu hâdisenin halku’l-Kur’ân çerçevesinde gerçekleşen
baskıların azalmasının sebeplerinden[159]
birisi olduğu zikredilmiştir.
Vâsık, kendisinden önceki iki
halifenin halku’l-Kur’ân hakkındaki siyasetini daha şiddetli bir şekilde devam
ettirmiştir. Ebû Duâd, bu halife döneminde de konumunu koruyarak onu mihne
doğrultusunda yönlendirmeyi başarmıştır. Bu fikrin temellerini atan Me’mûn ve ona
bağlılığıyla bunun devamlılığını sağlayan Mu’tasım bile bu meseleye halkı
karıştırmazken O, bu noktada halkı sorgulamaktan ve cezalandırmaktan
kaçınmamıştır. Elbette ki Vâsık’ın halka karşı göstermiş olduğu bu tutumun,
onlar nezdinde ve Abbâsî siyasetinde etkisi olacaktı. Vâsık’ın bu düşünceye
olan inancı ve kararlılığı O’nun daha ağır ve acımasız cezalar vermesine yol
açmıştır. Ama kendisine güvendiği ve fikirlerine değer verdiği Ebû Duâd’ın şeyh
karşısındaki cevapları, bu görüş hakkındaki siyasetini derinden etkilemiştir.
Hata ömrünün sonlarına doğru bu fikirden vaz geçtiği rivâyet edilmektedir.[160]
Ebû Abdillâh Ahmed b. Ebû Duâd
Ferec b. Cerîr b. Mâlik el-İyâdî,[161]
160-1/776-7 yılında Basra’da veya Haleb civarındaki Kınnesrîn’de doğmuştur.
Arap asıllı olup İyâd’a nisbet edilir.[162]
Siyâsî olaylarla ilgilenmesi
ve devlet yönetiminde görev alması halife Me’mûn dönemine rastlamaktadır.
Me’mûn’a yakınlığı ile bilinen Yahya b. Eksem tarafından İbn Ebû Duâd, Me’mûn’a
takdim edilmiştir.[163] Me’mûn, Bağdat’a geldiğinde,
ilmî tartışmaları gerçekleştirmeyi düşündüğü meclise, ilim adamları seçmek ve
onlarla müzakere etmek için fakihlerden ve kelâmcılardan oluşan kimselerin
yanına getirilmesini emretmiştir. Me’mûn, bu meclisi için kendisine getirilen
yüz ilim adamından on tanesini seçmiştir. Ahmed b. Ebû Duâd’da bunlardan
birisidir.[164] İbn Ebû Duâd, Me’mûn’un
gerçekleştirmiş olduğu bu imtihanda onu etkilemeyi başarmıştır. Bu etki sadece
bununla sınırlı kalmamış, ilim meclislerinde halku’l- Kur’ân fikrinin temellerinin
atılmasına öncülük etmiştir. Ayrıca bu durum kendinden sonra da devam etmiş,
vasiyetinde kardeşi Mu’tasım’a; Ebû Duâd’la istişare etmesini ve ona
danışmasını tavsiye etmiştir. [165] Halife Me’mûn’un, kardeşi
Mu’tasım’a bırakmış olduğu bu vasiyette Ahmed b. Ebû Duâd hakkındaki tavsiyesi
çok manidardır. Mu’tezilî düşünceye mensup kimseler mevâlî kökenli olmasına
karşın Ahmed b. Ebû Duâd, Arap asıllı bir Mu’tezilî düşünürdü. Devlet nazarında
Arap asıllı bir Mu’tezilî olan Ebû Duâd’ın konumunun korunmasını Abbâsî
Devleti’nin ileriye dönük menfaatinin bir gereği olarak değerlendirmemiz
mümkündür. Mu’tasım abisinin vasiyetine bağlı kalmıştır. Hatta Ahmed b. Ebû
Duâd’ı Kadı’l-Kudât’lık makamına getirmiş, onu devlet işlerinde yetkili kılmış
daha da ileriye giderek yapmış olduğu icraatlarında onun desteğini gözetmiştir.[166]
Mu’tasım’ın vefatından sonra
hilâfet makamına gelen Vâsık döneminde de Ebû Duâd konumunu korumayı başarsa da
dönemin sonlarına doğru etkisini yavaş yavaş kaybetmiştir. Ebû Duâd, bu dönemde
de Kadı’l-Kudât’lık görevini yürütmüştür. Vâsık üzerindeki tesiri
halku’l-Kur’ân siyasetinin farklı bir boyut kazanmasına yol açmış, mihne
sahasını genişletmiştir. Yapılan muameleler sertleşerek, bu fikre muhâlefet
edenlere gözdağı verecek şekilde cezalandırmalar gerçekleştirilmiştir.[167]
Vâsık kendinden sonra halife
tayin etmediğinden dolayı vefatından sonra Ahmed b. Ebû Duâd ve Türk komutanlar
yeni halifeyi belirlemek için toplanmışlardır. İlk önce Vâsık’ın oğlu
Muhammed’in halife ilân edilmesine karar verilmesine karşın, yaşının küçük
olmasından ötürü Mütevekkil’in halife olarak ilân edilmesi kararlaştırılmıştır.[168] Ebû Duâd, her ne
kadar Mütevekkil’in halife seçilmesinde etkisi olsa da onun hilâfeti müddetince
diğer halifeleri etkilediği gibi onu halku’l-Kur’ân fikri doğrultusunda
etkileyememiştir. Mütevekkil, halife olduktan sonra halku’l-Kur’ân hakkındaki
tartışmalardan uzak durulmasını istemiştir.[169]
İlerleyen süreçte halku’l-Kur’ân fikrini etkin bir şekilde yürüten Ahmed b. Ebû
Duâd, yönetimden uzaklaştırılmış ve bütün mal varlığına el konulmuştur.[170] Mütevekkil döneminde hapse
atılan Ebû Duâd ve oğulları; Ebû Velid’in halifeye, onları affetmesi için
verdiği yüksek meblağlar neticesinde sona ermiştir. Halife tarafından serbest
bırakılmışlar, fakat bu durum yalnızca Bağdat ile sınırlı kalmıştır. Bu
sınırlama, 240/854 tarihinde Ebû’l-Velid’in, yirmi gün sonra da Ahmed b. Ebû
Duâd’ın vefatına kadar sürmüştür.[171]
Mihnenin İslâm Âlimleri Üzerindeki Tesirleri
Bu başlık altında mihne
hâdisesinin Ehl-i hadîs ve Ehl-i re’ye mensup âlimler üzerindeki tesirlerine
değinmeye çalışacağız.
Me’mûn döneminde başlayıp
Mütevekkil dönemine kadar devam eden bu süreçte, dönemin önde gelen âlimleri
halku’l-Kur’ân fikrini benimsemeleri için baskı ve şiddete mâruz kalmışlardır.
Âlimlerin fikir ve düşüncelerinin baskı altına alındığı bu süreç, onlar
üzerinde çeşitli tesirlere yol açmıştır. Bu doğrultuda kimi âlimler
muhâlefetini açık bir şekilde ortaya koymaktan kaçınmazken, kimisi, uygulanan
baskı ve şiddetten dolayı halku’l-Kur’ân fikrini kabul etmek zorunda kalmıştır
ki bunlar; o dönem içerisinde çoğunluğu oluşturmaktadır. Kimisi de kendi çıkar
ve menfaatlerini ön planda tutarak dönemin halifesinin savunmuş olduğu fikir
doğrultusunda kararlar almıştır. Ama şu bir gerçek ki halku’l-Kur’ân fikrini
kabul eden ve bu fikre muhâlefet eden gruplar, değişen Abbâsî halifelerinin
uygulamış oldukları farklı politikalar neticesinde zarar görmekten
kurtulamamışlardır. Bu süreç içerisinde en çok etkilenen ise Ehl-i hadîse
mensup âlimler olmuştur.
Mihne sürecinden en çok
etkilenen Ehl-i hadîs olmakla birlikte, Ehl-i hadîse mensup olup da sürecin
yöneticileri arasında bulunan kimselerin varlığı da bilinmektedir. Bu kesimden
ziyade süreç içerisinde çeşitli baskı ve şiddete mâruz kalan Ehl-i hadîs
zümresi daha çok ön plana çıkmaktadır.
Yukarıda detaylıca
zikrettiğimiz üzere; Me’mûn, Ehl-i hadîsin ne denli güçlü bir potansiyele sahip
olduğunu fark edince, onların gücünü kırmak amacıyla mihne sürecini
başlatmıştır. Ehl-i hadîse mensup kimseleri Kur’ân’ın mahlûk olduğuna dair
sorguya çekmiş ve kabul etmeyenlere çeşitli yaptırımlar uygulamıştır. Bu tutum
kendisinden sonraki halifeler, Mu’tasım ve Vâsık dönemlerinde uygulanan baskı
artarak devam etmiştir. Mütevekkil döneminde ise artık işlerin seyri yavaş
yavaş tersine dönmeye başlamıştır. Başını Ahmed b. Hanbel’in çektiği
halku’l-Kur’ân fikrini kabul etmeyerek muhâlefeti oluşturan kesim; artık Abbâsî
Devleti’nin gücünü arkasında hissetmeye başlarken, Mu’tezilî düşünceye sahip
mihne sürecini yöneten kesim ise bu dönem içerisinde muhâlefet saflarını
oluşturmaktaydı. Mütevekkil hilâfet makamına gelir gelmez, halku’l-Kur’ân
hakkında gerçekleştirilen tartışmalardan uzak durulmasını emretmiştir. O,
tedrici bir şekilde mihne politikasını ortadan kaldırma siyaseti uygulamış ve
onun izlerini yavaş yavaş silmiştir. Bu süreç içerisinde; mihne öncesi dönemde
önde gelen, ancak ön planda olmayan hadisçi Ahmed b. Hanbel, Kur’ân’ın mahlûk
olup olmadığı hususunda karşı karşıya kalmış olduğu uygulamalar ve çektiği
sıkıntılar neticesinde mihne hâdiseleriyle bütünleşmiş, bu dönem sonunda sadece
hadis konusunda değil, neredeyse her alanda otorite bir isim olarak itibar
görmüştür. Artık Ahmed b. Hanbel, birçok konuda mihenk taşı ve “la yüs’el” bir
lider olmuştur.[172]
Halku’l-Kur’ân fikrinin
yürütüldüğü dönem içerisinde Ehl-i re’y temsilcilerinden bazıları
halku’l-Kur’ân fikrini kabul ederken bazıları da reddetmiştir. Bazı Ehl-i re’y
temsilcileri ise Abbâsî Devleti’nin yürütmüş olduğu mihne politikası
doğrultusunda kararlarına yön vermiştir.
Hârûnürreşîd’in Ebû Yusuf’u
baş kadı olarak atamasından[173] itibaren Abbâsî Devleti
içerisindeki kadılık görevlerinde -özellikle başkent Bağdat ve Irak’ta- Hanefi
fakihlerin ağırlığı gözle görülür şekilde artmıştır.[174]
Bu durum mihne sürecinde de kendisini göstermiştir. Me’mûn mihne sürecini
başlatmış olduğu ilk mektubunda vekili İshâk b. İbrâhîm’e, kadıları toplamasını
ve bu mektubu onlara okumasını, onların Kur’ân hakkındaki görüşlerini anlamak
amacıyla imtihana başlamasını söyler. Eğer Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul
ederlerse; halk arasında huzurlarına gelen şahitleri imtihana çekmelerini,
Kur’ân’nın mahlûk olduğunu kabul etmeyenlerin şehadetlerinin terkedileceğini
bildirmiştir.[175] İshâk, dönemin kadılarına Me’mûn’un
bu mektubunu okumuş, onları Kur’ân’ın mahlûk olup olmadığı noktasında imtihan
etmiştir. İmtihanı başarıyla geçen kadılar uygulanan halku’l-Kur’ân
politikasında etkin görev almışlardır.
Ayrıca mihne hâdisesinin fikrî
alt yapışını oluşturan ve pratikteki uygulamalarına etkin bir şekilde katılan
Mu’tezilî düşünceye sahip olan kimselerin amelî noktada Hanefî olduklarını daha
önce ifade etmiştik. Bunların başını çeken İbn Ebû Duâd, Hanefî mezhebine
mensubiyeti ile bilinmektedir.[176] Özellikle onlar aklı daha çok
ön plana çıkartmalarıyla dikkat çekmektedir. Çoğunluğunun Ehl-i re’ye
mensubiyet oluşturduğu bilinen bu kesim, mihne sorgulamalarında aktif rol
almıştır. Bunları Hârûnürreşîd döneminde kadılık makamına getirilen ve mihne
sürecinde halku’l- Kur’ân fikrine sahip Hanefi fakihler takip etmiştir. Elbette
bu zümre içerisinde halku’l- Kur’ân fikrini benimsemeyenler de olmuştur.
Bunların dışında kalan kesim ise Abbâsî Devleti’nin yürütmüş olduğu bu
politikada ne denli kararlı olduğunu en iyi bilen kimseler olması ve içinde
bulunmuş oldukları makamı kaybetme duygusu gibi nedenlerle halku’l-Kur’ân
fikrini kabul etmişlerdir. Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul etmeyen bazı Ehl-i
re’ye mensup kimselerse[177] baskı ve şiddete mâruz
kalarak şehadetleri kabul edilmemiş, ilmî kişilikleri hiçe sayılmak
istenmiştir. Neticede yapılan işkence ve zulümlere artık daha fazla
dayanamayarak bu fikri kabul etmek durumunda kalmışlardır. Ehl-i re’ye mensup
Seccâde, ilk başlarda halku’l-Kur’ân fikrine karşı çıksa da uygulanan baskı,
işkence ve tutukluluk sürecine daha fazla tahammül edemeyerek bu fikri kabul
etmek durumunda kalmış ve serbest bırakılmıştır.[178]
Netice itibari ile Ehl-i re’yin ekseriyeti Mu’tezilî düşünceye sahip kesimle
birlikte sürecin yürütülmesinde aktif rol almışlardır.
Mihne politikası doğrultusunda
Kur’ân’ın mahlûk olup olmamasına dair gerçekleştirilen sorgulamalar neticesinde
kabul etmeyen kimselere yaptırım uygulanması, iyiden iyiye halkın olaylara
dâhil olmasına sebep teşkil etmiştir. Mütevekkil döneminde ise zuhûr eden bu
olaylar neticesinde halkın Abbâsî Devleti’ne karşı güvenini kazanmak için bu
zamana kadar uygulanan mihne politikasında değişikliğe gidilmiştir. Me’mûn
döneminde fikrî alt yapısı oluşturulan ve zamana yayılarak gerçekleştirilen mihne
politikası, Mütevekkil döneminde tedrici bir şekilde ortadan kaldırmıştır.
Mütevekkil, mihnenin
kaldırılmasını emretmiş ve Ehl-i hadîs mensuplarına yardım etmiştir.[179] Bu süreçte öncelikli olarak
halku’l-Kur’ân hakkındaki tartışmalardan uzak durulmasını istemiştir.[180] Akabinde kendinden önceki
halifeler döneminde halku’l- Kur’ân sorgulamaları neticesinde hapse atılmış
olan kimseleri serbest bırakmıştır.[181]
Mütevekkil öncelikli olarak halku’l-Kur’ân hakkındaki tartışmalardan uzak
durulması kararını daha sonra bir adım ileriye taşıyarak bu kapsamda gelişen
tartışmaları devletin bütün yetkili organlarına gönderdiği talimâtname ile
kesin bir şekilde yasaklamıştır.[182]
Mütevekkil; fukahâ ve muhaddislerden olan Mus’ab ez-Zübeyrî (ö. 236/850),
İshâk b. Ebî İsrâil (ö. 245/859), İbrâhîm b. Abdullah el-Herevî (ö. 244/858),
Ebî Şeybe (ö. 182/798)’nin oğulları Abdullah ve Osman’a Mu’tezile ve
Cehmîyye’yi reddeden hadisleri ve ru’yet konusundaki hadisleri rivâyet
etmelerini emretmiştir. Ebû Bekir b. Ebî Şeybe (ö. 235/849),[183] kardeşi Osman Ebî Şeybe (ö.
239/853) Mansûr Mescid’inde bu doğrultuda toplantılar gerçekleştirmiş ve bu
isimlerin toplantılarına otuz bin civarında insan katılmıştır. Gerçekleştirilen
bu toplantılarda Mütevekkil övgülere mazhar olmuştur. Hatta: “Halifeler üçtür:
Ridde ehlinin öldürülmesinde Ebû Bekir, zalimleri cezalandırmada Ömer b.
Abdülaziz, sünneti ihya etmede Mütevekkil”[184]
denilmiştir.
Mütevekkil hilâfetinin ilk
yıllarında mihne siyasetini ve onun etkilerini ortadan kaldırmak için genel
kararlar almış, tarafları oluşturan kesimleri karşına almaktan kaçınmıştır.
Bunun gereği olarak mihne politikasında muhâlefetin baş aktörü olan Ahmed b.
Hanbel ile irtibata geçmemiştir. Fakat mihne karşıtı yürütmüş olduğu siyasette
belirli bir safhaya gelince Ahmed b. Hanbel ile irtibata geçmeye başlamıştır.
Onu Samarra’ya davet ederek, bazı konularda fikrini almış, ona ikramlarda
bulunmak istemiştir. Yahya b. Eksem et-Teymîmî’yi onun tavsiyesi üzerine
Kâdı’l-Kudat’lık makamına getirmiştir.[185]
Fakat Yahya b. Eksem bu makamını ilerleyen süreçte fazla koruyamamıştır.[186]
Mütevekkil, mihne karşıtı
siyaseti doğrultusunda bu faaliyetleri gerçekleştirdikten sonra halk nazarında
itibarını sağlamış ve teveccühlerine mazhar olmuştur. Halkın desteğini arkasına
alan Mütevekkil, kendinden önceki dönemlerde yönetim kadrosunda mihne siyaseti
yürüten kimselerden hesap sormaya başlamıştır. Bu doğrultuda mihne siyaseti
güden valileri görevden alarak onlara karşı katı tutum sergilemiştir.[187] Mısır valisine yaptıkları
bunun en açık göstergesidir. Mütevekkil; Vâsık döneminde, mihne politikası
doğrultusunda insanlara baskı ve işkence uygulayan Mısır Valisi Muhammed b. Ebî
Leys’i görevden almış, onun dövülmesini ve merkeple dolaştırılmasını
emretmiştir.[188] Mütevekkil mihne siyasetini
yürütenlere karşı bu girişimlerde bulunurken aynı zamanda bu siyasetten
etkilenenlerin de yaralarını sarmaya çalışmıştır. Bu kapsamda Vâsık döneminde
cezalandırılan Ahmed b. Nasr b. Mâlik el-Huzâî’nin yaklaşık altı yıldır asılı
duran cesedinin defin işlemini gerçekleştirmiş,[189]
ayrıca Vâsık döneminde camilere yazılan: “Mahlûk olan Kur’ân’ın Rabb’i
Allah’tan başka ilah yoktur” yazıları da kaldırılmıştır.[190]
Mütevekkil gerçekleştirmiş
olduğu mihne karşıtı uygulamalarıyla halku’l-Kur’ân fikrini savunan
Mu’tezile’nin sonunu hazırlamıştır. Yürütmüş olduğu mihne siyasetinde; devlet
otoritesini arkasına alan ve devlet kademesinde üst mevkileri işgal eden
Mu’tezile, Mütevekkil dönemi itibariyle muhâlefeti temsil eder olmuştur. Artık
mihne karşıtı uygulamalarıyla işler tersine dönmüş; Mu’tezile, güçlü
konumdayken nüfuzu azalmıştır.
Mihne hâdisesi tarih sahnesine
çeşitli sonuçlarıyla yön vermiştir. Bu sonuçlara baktığımızda dikkatimizi şu
hususlar çekmektedir: Mu’tezile halku’l-Kur’ân görüşünü reddedenleri kâfir
kabul ederken, [191] Ehl-i hadîs de halku’l-Kur’ân görüşünü benimseyenlerin
kâfir olduklarına hükmetmektedir.[192]
Mütevekkil döneminde artık
şartlar mihne karşıtı uygulamaları meydana getirmiştir. Kademeli bir yol
izlenerek mihneyi savunan kesimin gücü yavaş yavaş kırılmıştır. Mütevekkil
döneminde uygulanan mihne karşıtı siyaset sonucunda; devlet eliyle
gerçekleştirilen mihne uygulamalarına son verilmesi ve halku’l-Kur’ân
tartışmalarının devlet genelinde yasaklanması ortamın yumuşamasına neden
olmuştur.
Hanbelîlik mezhebi, varlığını
mihneye ve onun sonrasında oluşan “kültür travması”na borçludur.[193] Mihne sonrası yürütülen mihne
karşıtı politika da bunlar vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Hanbelîler, mihne
karşıtı uygulamalarında daha önceki tartışma konularını gündeme getirerek, kendileri
gibi düşünmeyenleri toplumdan soyutlamışlardır.
Mihnenin son bulmasıyla
Mu’tezile ve Ehl-i re’ye mensup bazı gruplar artık devletin gücünü değil de
muhâlefetin temsilcisi konumuna gelmiştir. Mihne karşıtı siyasetle olayın baş
aktörleri birbirlerinin yerine geçmiş ve olayların seyri yer değiştirmiştir.
Artık mihne savunucularının şahitlikleri kabul edilmemiş, hadis rivâyetleri
itibar görmemiş ve fetva verememişlerdir. Mu’tezile hedef tahtasına konularak
yaşanmışlıkların bedeli O’na ödetilmeye başlanmıştır.
Mihne sürecinde halku’l-Kur’ân
ve ru’yet fikirlerinin zorla benimsetilmek istenmesi, Felsefe ve Kelâm
ilimlerinin halk nazarında şüphe ile karşılanmasına sebep olmuştur. Bu tarihten
sonra aklî ve felsefî ilimler, İslâmî eğitim alanından büyük ölçüde tasfiye
edilirken, zamanla aklı ön plana çıkaran her hareket, Mu’tezilî ya da bid’atçı
damgası vurularak mahkûm edilmiş veya en azından şüphe duyulmuştur.[194] Mütevekkil’in mihne karşıtı
yürüttüğü siyaseti daha da güçlendirmek ve Hz. Peygamber’in bu konulardaki
hadislerinin halka anlatılmasını sağlamak için hadis ve fıkıhçılardan oluşan
kimi âlimlere mescitlerde kürsüler tahsis etmiştir. Bunun sonucunda Ehl-i
hadîsin mescitlerdeki sohbetlerine halkın katılımı yoğun olurken halifeye karşı
da güven hissi uyandırmıştır.
Mütevekkil ve Ahmed b. Hanbel,
mihne karşıtı duruşlarıyla halk nazarında büyük bir şöhrete kavuşmuşlardır.
Bu çatışma ve fitne ortamında
halku’l-Kur’ân taraftarları ve bunlara muhâlefet eden kesim arasında yaşanan
çekişmeli durum, onları kendi düşüncelerini savunmak için hadis uydurma
faaliyetine sevk etmiştir. Bu konu hakkında hem halku’l-Kur’ân görüşünü
savunanlar kendi düşüncelerini delillendirmek, hem de buna karşı olanlar
görüşlerini savunmak amacıyla hadis uydurma faaliyeti içerisine girmişlerdir.[195]
Mu’tezile’nin Kur’ân’ın mahlûk
olduğu meselesini gündeme getirmesi Ehl-i hadîs’in eleştiri edebiyatının ortaya
çıkmasındaki en önemli etken olmuştur. Bu kapsamda kaleme alınan eserlerde;
imanın tanımı, imanın artıp eksilmesi, Kur’ân’ın mahlûk olmadığı, kulların
fiillerinin mahlûk olması, kader, büyük günah işleyenlerin durumu, ru’yetullah,
Allah’ın sıfatları, arşın mahiyeti konularında Mu’tezile’ye cevap verilmiş ve
bu konularla ilgili Ehl-i hadîsin görüşleri ortaya konmuştur.[196]
Mihne, bundan sonraki süreçte
ayırıcı ve ayrıştırıcı faktör olmaya devam etmiştir. Kişisel hırs ve
ihtirasların ön plana çıktığı durumlarda halku’l-Kur’ân lafzı itibar
kaybettirici bir husus olarak kullanılmıştır. Bu durum özellikle hadis
rivâyetlerinde cerh ve ta’dil sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Halku’l-Kur’ân meselesi râvi silsilesini etkilediği için muhaddislerin cerh ve
ta’dil eserlerini kaleme almasında tesiri olmuştur.[197]
Sonuç itibariyle on altı
yıllık bir süreci kapsayan mihne hareketinin birçok âlimin zarar görmesine
neden olduğu aşikârdır. Süreç içerisinde âlimler maddi, manevi, psikolojik ve
sosyolojik yaptırımlar uygulanmak sûretiyle halku’l-Kur’ân fikri kabul
ettirilmek istenmiştir. Mihne sadece bu on altı yıllık süreç içerisinde sınırlı
kalmamıştır. Zira kabul ettirilmek istenen düşünce ve fikir ne olursa olsun güç
kullanarak bu amacı gerçekleştirme çabası, dönem ve zaman sınırlamasına
gidilmeden mihne hâdisesini karşımıza çıkartmaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM
Bu bölümü yazmamızda Buhârî ve
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî hakkında kolayca biyografik tarzda bilgi
edinilebilirken, yönetici Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî hakkındaki bilgilerin dağınık
halde bulunması etkili olmuştur. Bundan dolayı bu kişiler hakkında kısaca
bahsetmemizin yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Bu başlıkta Buhârî ve Zühlî
sürtüşmesine geçmeden önce konunun hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan daha
iyi anlaşılması için olayın baş aktörleri olan Buhârî, hadis âlimi Muhammed b.
Yahyâ ez-Zühlî ve yönetici Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî hakkında kısaca
bahsedeceğiz.
Ebû Abdillah Muhammed b.
İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu’fî el-Buhârî, 13 Şevval 194 (20 Temmuz 810) tarihinde
Buhârâ’da doğdu.[198] Dedesinin babası olan Muğîre,
Mecûsî iken Buhâra valisi Cu’feli Yemân vasıtasıyla Müslüman olmuş, bundan
ötürü Buhârî Cu’fi nisbeti ile anılmıştır.[199]
Buhârî’nin babası Ebû’l-Hasan İsmâîl b. İbrâhîm, mütedeyyin âlimlerdendi. Mâlik
b. Enes (ö. 179/795), Hammâd b. Zeyd (ö. 179/795) ve Salih b. Mübarek (ö.
181/871)’den hadis dinlemiş; Ebî Muaviye ve bu cemaatten hadis rivâyet
etmiştir. Kendisinden de Ahmed b. Hafs (ö. 258/871) hadis rivâyet
etmiştir.[200] Buhârî, küçük yaşta yetim
kalmış[201] ve babasından hadise dair
bazı kitaplar kendisine intikal etmiştir. Babasından kendisine kalan
kitaplardan biri olan Süfyân es-Sevrî’nin el-Câmi^'ini Ebû Hafs Ahmed b.
Hafs’tan (ö. 216/831) dinlemiştir.[202]
Annesinin ise duası makbul dindar bir kadın olduğu zikredilmektedir.[203]
Buhârî, küçük yaşta Kur’ân’ı
ezberlemiştir.[204] Babasının hadise olan
düşkünlüğünden ötürü ilimle meşgul olmuştur. On yaşından itibaren hadis
ezberlemeye başlamış, on altı yaşında iken İbn Mübârek (ö. 181/797) ve Veki’
(ö. 197/812)’nin hadis kitaplarını ezberlemiştir. Buhârî, annesi ve kardeşi
Ahmed ile birlikte hacca gitmiştir. Hac sonrası annesi ile kardeşi memleketlerine
dönerken Buhârî ise hadis öğrenmek için burada kalmıştır.[205]
Buradan başlamak üzere ilim tahsil etmek için Belh, Nişabûr, Rey, Bağdat,
Basra, Kûfe, Medine, Mısır ve Şam gibi birçok beldeye gitmiştir.[206] İlim için çıkmış olduğu bu
yolculularda birçok âlimden hadis ve diğer ilimleri öğrenmiştir. Buhârî;
doğduğu yer başta olmak üzere bu gitmiş olduğu beldelerde zekâsı, hafızası,
ilme ve özellikle hadis ilmine olan tutkusu ile dikkatleri üzerine çekmiştir.
Kendisi bir beldeye varmadan ünü ondan önce ulaşmış ve halkın teveccühlerine
mazhar olmuştur. Bu ünün bir neticesi olarak Buhârî Bağdat’taki hadis
âlimlerince imtihana tâbi tutulmuştur. Yüz tane hadisin metin ve sened kısımlarının yerleri
değiştirilmiş bir şekilde her bir kişiye on hadis vererek, on kişiyi Buhârî’ye
göndermişlerdir. Bunlar onun bulunduğu meclise gelerek, her biri hadisleri
okuyup: “Bu hadisi biliyor musunuz?” diyerek tek tek sordular. On kişi onar
hadisi okurken her birine: “Ben bu söylediğiniz şekilde hadis bilmiyorum”
cevabını verdikten sonra, birinci kişiye ve akabinde diğerlerine: “Senin
okuduğun birinci hadisin metni böyle, isnadı da şöyledir” diye başlayıp onların
okuduklarını sıra ile birden yüze kadar bütün hadislerin sened ve metinlerini
doğru bir şekilde söylemiştir.[207]
Bu imtihan neticesinde Buhârî hadis ilmine ne derece vakıf olduğunu ispat
etmiştir.
Buhârî; muhaddis, hâfız,
fakîh, tarihçidir ve birçok ilimle meşgul olmuştur.[208]
Kendi zamanında hadisleri ezberleme, Kitap ve sünnetin manalarını anlama, zekâ,
anlayış, mana çıkarma, ilim, fıkhî ma’lûmâtın çokluğu, zühd ve vera’, hadis
tariklerini bilme, illetlerini anlama, keskin görüşlülük gibi vasıflara sahip
olduğu, içtihâd ve istinbâtta bir eşinin olmadığı âlimlerce ifade edilmiştir.[209] Ömrünün sonlarına doğru
halku’l- Kur’ân konusunda yaşamış olduğu olumsuzlukların, üzerinde oluşturmuş
olduğu travmatik durumun da tesiriyle Buhârî; H. 256 yılında, cumartesi,
şevvalin ilk günü Ramazan Bayramı gecesinde Semerkant’ta bulunan Hartenk’te
vefat etmiştir.[210]
Buhârî, Abbâsî Devleti’nin
hüküm sürdüğü dönem içerisinde yaşamıştır. Buhârî, Me’mûn hilâfete gelmeden
dört yıl önce dünyaya gelmiştir. Me’mûn’un aşamalı bir şekilde gerçekleştirdiği
mihne politikasının fikrî arka planını oluşturduğu dönem, Buhârî’nin gençlik
yıllarına denk gelmektedir. Vefatı ise Abbâsî halifesi el- Mu’temid’in
halifeliği dönemine rastlamaktadır. Doğumu ile vefatı arasında Abbâsî
Devleti’nin on halifesine şahit olmuştur.
Buhârî’nin yaşamış olduğu bu
asır, kelâmî tartışmaların yoğunluk kazanmış olduğu dönemdir. Bu dönem
içerisinde konu çeşitliliğinin baş faktörü Me’mûn’un; diğer halifelere nazaran
tercüme faaliyetlerine, özellikle felsefî tercümelere daha fazla önem vermesi
yatmaktadır. Bu dönem içerisinde başlıca halku’l-Kur’ân olmak üzere,
ru’yetullah, Allah’ın sıfatları, kulların fiillerinin yaratılması ve Haber-i
vâhidin bilgi değeri gibi kelâmî konular üzerinden tartışmalar yaşanmıştır.
Bilhassa bu dönem içerisinde başta halku’l-Kur’ân konusu olmak üzere belirtilen
diğer konular hakkında Ehl-i hadîs ile Mu’tezile arasında sert tartışmalar
gerçekleşmiştir.[211]
Buhârî kendi dönemi içerisinde
gerçekleşen kelâmî meselelere eserlerinde değinmiştir. Özellikle telif ettiği
Sahih’inde müstakil olarak Haber-i vâhidin delil olma değerini ele almıştır.[212] Buhârî; el-Câmi’u’s-sahîh’inde,
Kitâbu ahbâri’l-âhâd başlıklı bir bölüm açmıştır. Altı babdan oluşan bu bölümde
Buhârî, Haber-i vâhid konusunu zikretmiş olduğu âyet ve hadislerle ele
almıştır.[213] Câmi’ türü eserler içerisinde
Haber-i vâhid (tek kişinin getirmiş olduğu haber) konusunu müstakil bir
başlıkta sadece Buhârî’nin ele almış olması, yoğun fikrî tartışmaların meydana
geldiği bu dönemde yaşananlara duyarsız kalmadığının göstergesidir. Her ne
kadar halku’l-Kur’ân konusunda ilk başlarda çekimser bir tavır sergilemiş olsa
da netice itibari ile kaleme almış olduğu eserlerinde dönemin tartışmalı
konuları hakkında düşüncesini dile getirmiştir.
Daha önce de detaylıca
değindiğimiz üzere, bu dönem içerisinde başta Me’mûn’un gerçekleştirmiş olduğu
çeviri faaliyetlerinin etkisiyle halifenin huzurunda ilmî tartışmaların
yapıldığı meclislerde kelâmî tartışmalar ön plana çıkmaktadır. Baskı ve şiddet
doğrultusunda toplumun önde gelen kesimlerine başta halku’l-Kur’ân ve
ru’yetullah fikirlerinin benimsetilmeye çalışıldığı ve Mu’tezilî düşüncenin
devlet kademesine hâkim olduğu bir dönemdir. Buhârî bu dönem içerindeki
tutumuyla yönetimin uygulamalarından kendisini uzak tutmayı başarmıştır.
Öte yandan Buhârî, ömrünün
sonlarına doğru mihne karşıtı uygulamaların hedefi haline gelmiştir. İlim için gitmiş
olduğu Nîşâbur’da beldenin önde gelen âlimlerinden Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî
ile aralarında gerçekleşen Kur’ân’ın mahlûk olup olmadığına dair yaşanan
sürtüşme, Buhârî’nin yanlış anlaşılmasına ve çeşitli sıkıntılar yaşamasına
sebep olmuştur. Esasında ricâl kitaplarında pek çok muhaddis veya râvi hakkında
yapılan cerhlerin, düşmanlık veya hasetten kaynaklanması nedeniyle makbul
sayılmadığını görürüz. Bu türden cerhlere, daha çok aynı dönem içerisinde
yaşayan kişiler ve meslektaşlar arasında rastlanır. Nihayetinde ricâl
tenkitçileri de insandır ve bazen duygularına mağlup olmaları mümkündür. Bu
nedenle muhaddisler; akran ve çağdaşların birbirleri hakkındaki cerhleri
muteber değildir, şeklinde bir kaide koyma lüzumu hissetmişlerdir. [214] Bu kaide doğrultusunda bütün
akran ve çağdaşların birbirleri hakkındaki cerhlerinin geçerli olmayacağına
dair genelleme yapmamız doğru olmaz. Âlimler; taassup ehlinin, düşmanlık
besleyenin, birbiriyle ters düşen ve buna benzer durumları içerisinde
barındıran cerhlerin kabul edilmeyeceğini bildirmiştir.[215]
Muhaddislerin koyma lüzumu hissettikleri bu kaide, aşağıda ayrıntıları geleceği
üzere Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin Buhârî’ye karşı beslemiş olduğu haset
duygusu ve tarihte yaşanan buna benzer olaylardan kaynaklanmaktadır.
Buhârî’nin ilme ve hadis
ilmine olan düşkünlüğü, onu küçük yaşlardan itibaren çeşitli beldelere ilim
yolculuğuna sürüklemiştir. Buhârî bu yolculukları esnasında çeşitli sıkıntılara
göğüs gererek binden fazla hadis âliminden hadis dinlemiş, öğrenmiş ve rivâyet
etmiştir.[216] Bu meşakkatli ilim
yolculuklarında derlediği hadislerle geniş bir kütüphane oluşturduğu rivâyet
edilmektedir. Câriyesinin, onun odasında adım atacak yer bulunmadığından
şikâyet ettiği, bir gece uyumayıp o güne kadar yazdığı hadisleri hesapladığı ve
senedleri muttasıl iki yüz bin hadis kaydetmiş olduğu rivâyet edilmektedir.[217]
Buhârî (ö. 256/870)’nin hadise
olan bu tutkusu ve bu doğrultuda göstermiş olduğu çabalar, hocaları ve
akranları tarafından övgüye mazhar olmuştur. Bu özelliklerinin yanı sıra güçlü
bir hafızaya sahip olması onu ön plana çıkartmıştır. Buhârî daha çocukken hadis
dersinde yaşamış olduğu bir hâdise bu durumu gözler önüne sermektedir. Muhammed
b. Ebî Hâtim (ö. 277/890) “Hâşid b. İsmâîl ile diğer bir zâtı şöyle söylerken
işittim: “Buhârî, çocuk yaşta, bizimle hadis dinlemeye geliyordu. Günler
geçtiği halde yazmıyordu. Biz de bunu kendisine söylüyorduk. Bunu üzerine siz
benim üzerime çok geldiniz, yazdıklarınızı bana getirin bakayım” dedi. Biz de
yanımızda olanları ona çıkardık, on beş binden fazlaydı. Bu hadislerin hepsini
ezbere okudu; öyle ki, biz de düzeltmeler yaptık. Sonra, “benim boşuna gelip
gittiğimi ve vaktimi zâyi ettiğimi mi sanıyorsunuz?” dedi. Bu olaydan sonra,
onun önüne kimsenin geçemeyeceğini anladık.”[218]
Çeşitli tarihî kaynaklar bu şekildeki abartılı rivâyelerle, Buhârî’nin ne
derece güçlü bir hafızaya sahip olduğunu ifade etmeye çalışmıştır.
Buhârî, hadislere olan
ilgisini büyük bir titizlikle yazmış olduğu hadis kitabıyla zirveye taşımıştır.
O, tekrarlarıyla birlikte 7275 hadisi ihtiva eden ve Kur’ân’dan sonra en sahih
kitap olduğuna ittifak edilen el-Câmiu’s-sahîh’ini yazmıştır. On altı sene
zarfında 600.000 hadis içerisinden seçtiği hadislerle eserini kaleme almıştır.
Buhârî, kendi ifadesiyle her bir hadisini Sahîh’ine yazmadan önce gusül abdesti
almış ve iki rekât namaz kılmıştır.[219]
Buhârî hakkındaki bu tarz abartılı haberler, onun hadise olan saygısını
göstermesi bakımından önem arz etmektedir.
Buhârî, Allah ve Resûl’üne
göstermiş olduğu önemin ve titizliğin belki de bir mükâfatı olarak Hadis
Tarihi’ne altın harflerle adını yazdırmıştır. Hadis ilminde otorite olmuş,
yaptığı çalışmalarla ümmetin yolunu aydınlatmıştır. O, tanınmış birçok ilim
merkezinde hadis hocalığı yapmıştır. Onun hadis ilmindeki derecesi o kadar
yükselmiştir ki, “Buhârî’nin bilmediği hadis, hadis değildir” diyen âlimler
olmuştur. Hattâ Muhammed b. İshâk İbn Huzeyme (ö. 311/924) “Şu gök kubbenin
altında, Resûlullah’ın hadislerini, Buhârî’den daha iyi bilen kimseyi
görmediğini” dile getirmiştir.[220]
İmam Buhârî, binden fazla
hadis âliminden, hadis dinlemiş, öğrenmiş ve rivâyet etmiştir.[221] Dönemindeki âlimler arasında
en üst seviyeye ulaşmış hadis hafızları için kullanılan “Emîrü’l-mü’minîn”
unvanıyla anılmıştır.[222]
Buhârî’nin Halku’l-Kur’ân Fikri Hakkındaki
Düşüncesi
Buhârî yaşadığı dönemin kelâmî
konularına, kaleme almış olduğu çeşitli eserlerinde değinerek düşüncelerini
ifade etmiştir. Bu başlık altında Buhârî’nin halku’l-Kur’ân fikri hakkındaki
düşüncesini, kaleme almış olduğu çeşitli eserlerinden yararlanarak ifade etmeye
çalışacağız. Bu kapsamda Buhârî’nin eserlerinde, halku’l-Kur’ân meselesinin ele
alış yoğunluğunu dikkate alarak, önem sırasına göre zikretmeyi uygun gördük. Bu
doğrultuda halku’l-Kur’ân başta olmak üzere kelâmî meseleler hakkındaki
düşüncelerini ifade ettiği Halku Efâli’l-‘ibâd isimli müstakil eserini önce
zikretmenin daha uygun olacağı kanaatindeyiz. Daha sonra ise önem sırasına göre
Buhârî’nin Câmi’u’s-sahîh ve Târîhu’l-kebîr eserlerine değinerek,
halku’l-Kur’ân hususundaki düşüncelerini zikredeceğiz.
Buhârî’nin Halku Ef’âli’l-‘ibâd Adlı Eseri
Buhârî-Zühlî sürtüşmesinin
temelini teşkil eden husus, Ehl-i hadîsin ve Buhârî’nin halku’l-Kur’ân meselesi
hakkındaki düşünceleridir. Bu iki önmeli faktörün halku’l- Kur’ân hakkındaki
düşüncelerini aktarmak, sürtüşme hâdisesinin anlaşılması açısında elzemdir. Bu
bölümde Buhârî’nin halku’l-Kur’ân hakkındaki düşüncesini detaylıca
zikredeceğiz. Ehl-i hadîsin halku’l-Kur’ân meselesi hakkındaki düşüncesine ise
ileride değineceğiz.
Halku Ef’âli’l-‘ibâd Adlı Eserinin Yazılış
Sebebi ve Tarihi
Buhârî altmış iki yıllık ömrü
müddetince çeşitli eserler kaleme almıştır. [223]
Bu eserlerinde dönemin kelâmî konularına değinerek Kur’ân ve hadis ışığında
düşüncelerini ifade etmiştir. Özellikle yaşadığı dönemin hassas konusu olan
halku’l- Kur’ân meselesi hakkında ilk başlarda fikrini açıklamaktan kaçınsa da
ilerleyen süreçte yoğun ısrarlar neticesinde düşüncesini ifade etmek durumunda
kalmıştır. Bu düşüncesiyle konuya farklı bir bakış açısı getiren Buhârî,
çevresi tarafından yanlış anlaşılmış ve o bölgenin önde gelen hadis
âlimlerinden Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî ile aralarında ihtilâf yaşanmıştır.
Buhârî’nin başta
halku’l-Kur’ân meselesine yaklaşımı olmak üzere diğer kelâmî konulardaki
düşüncelerini ifade etmek için kaleme almış olduğu Halku Efâli’l-‘ibâd eseri ön
plana çıkmaktadır. Buhârî’nin bu eserini tam olarak hangi tarihte kaleme aldığı
bilinmemektedir. Fakat mihne dönemiyle doğrudan alakalı bir eser kaleme alıp da
bu süreçte halifenin sorgulamasına tâbî tutulmaması Halku Efâli’l-‘ibâd eserini
Mütevekkil (232-247/847-861) döneminde ya da daha sonrasında kaleme aldığına
işaret etmektedir.[224]
Halku Ef’âli’l-‘ibâd Eserinin İçeriği
Buhârî, Halku Efâli’l-‘ibâd
eserinde kulların fiilleri konulu bir başlık açmış ve bu başlık altında
kulların fiillerinin mahlûk olduğunu Kur’ân’dan ve hadisten deliller getirerek
savunmuştur.[225] Muhtemelen kitabın ana
fikrini oluşturan bu düşüncesinden dolayı Buhârî, eserine Halku Efâli’l-‘ibâd
yani kulların fiillerinin mahlûk oluşu adını vermiştir.
Eser beş ana bâb ve yedi ara
başlık olmak üzere on iki kısımdan oluşmaktadır. Buhârî eserinde: Allah’ın
kelâm sıfatı, istivâ, Ehl-i bid’at’ın âkıbeti, ru’yetullah, kader, kulların
fiilleri ve halku’l-Kur’ân konularına değinmiştir.[226]
Her bölümde âyetlerin yanı sıra merfû, mevkuf ve maktû’ rivâyetler
bulunmaktadır. Ayrıca Buhârî, eserinde Ehl-i hadîsin görüşlerine oldukça yer
vermiş, [227] “Kale Ebû Abdullah”, “Kale
Muhammed b. İsmâîl” ifadeleriyle kendi görüşlerini zikretmiştir.
Buhârî ilk olarak kitabına “ilim
Ehlinin Allah (cc) Kelâmını Değiştirmek İsleyen Muattıla Hakkında Söyledikleri”
isimli bir başlık açarak, Süfyân b. Uyeyne (ö. 198/813)’nin: “Yetmiş senedir
kendilerine ulaştığımız şeyhlerimiz -ki bunlardan biri de Amr b. Dinâr’dır-
‘Kur’ân Allah kelâmıdır ve mahlûk değildir’ demişlerdir”[228]
sözüyle başlamıştır. Daha sonra bu başlık altında: Hammâd b. Ebî Süleyman
(ö. 120/737)’ın “Müşrik Ebû Fülan’a, onun dininden berî olduğumu ulaştır, zira
O,
‘Kur’ân
mahlûktur’ demekte”dir. Ebû Zekeriyâ’ Yahyâ b. Yusuf ez-Zimmî: “Biz Abdullah b.
İdrîs’in yanındaydık. Ona bir adam gelerek dedi ki: “Ey Ebû Muhammed, bir grup
insan ‘Kur’ân mahlûktur’ diyor. Bunlar hakkında ne dersin? Abdullah b. İdrîs:
“Bunlar Yahûdîlerden midir?” dedi, gelen adam: “Hayır” dedi. Bunun üzerine
Abdullah b. İdrîs: “Hristiyanlardan mıdır?” dedi, gelen adam “Hayır” dedi.
Bunun üzerine “Mecûsîlerden midir?” diye sordu. Adam “Hayır” deyince “O zaman
kimlerdendir?” diye tekrar sordu. Adam “Tevhîd ehlindendir” deyince şöyle
karşılık verdi: “Hayır onlar tevhîd ehlinden olamaz, onlar olsa olsa
zındıklardır. Kim Kur’ân’ın mahlûk olduğunu ileri sürerse Allah’ın mahlûk
olduğunu ileri sürmüş olur. Allah ‘Bismillahirrahmanirrahîm’[229] buyuruyor. Buna göre ne Allah
mahlûk olur, ne de Rahman. Zındıklığın aslı budur. Kim böyle söylerse Allah ona
lanet etsin. Onlarla ne oturunuz, ne de nikâhlanınız” dedi. Yezîd b. Hârûn (ö.
206/821) da kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederek “Kim Kur’ân’ın
mahlûk olduğunu söylerse zındıktır. Böyle söyleyen tevbeye çağırılır. Eğer
tevbe etmezse öldürülür” dedi, Ebû Bekr b. Ayyâş (ö. 937711)’a “Bağdat’ta bir
kavim Kur’ân’ın mahlûk olduğunu söylüyor” denilmesi üzerine “Yazıklar olsun!
Bunu kim söylüyormuş? Allah’ın lâneti Kur’ân mahlûktur diyenin üzerine olsun. Böyle
söyleyen kâfirdir, onunla oturmayınız” demiştir.[230]
İsmâîl b. Ebî Üveys (ö. 226/840)’e denilmiştir ki: “Birisinin ‘Kur’ân
mahlûktur’ dediğini işitsen ne dersin?” sorusuna “Onlar zındıklardır. Vallahi,
ben Abbâsî’nin Bağdat’ta bu sözü söylediğini duyunca, bunu söylememek için
Yemen’e kaçtım” demiştir, Ali b. Abdillah el-Medînî (ö. 234/848) “Kur’ân
Allah’ın kelâmıdır. Kim onun mahlûk olduğunu söylerse kâfirdir, arkasında namaz
kılınmaz” dedi, Süfyân b. Uyeyne tefsirinde “Her şey mahlûktur. Kur’ân ise mahlûk
değildir. Onun kelâmı yarattıklarından daha yücedir. Zira O, bir şeye ol dedi
mi, oluverir ve Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır” dedi. Abdurrahman İbn Mehdî (ö. 198/821) “Şayet, köprü üzerinde
“Kur’ân mahlûktur” diyen bir
adam görseydim, elimde de bir kılıç olsaydı onun boynunu vururdum” dedi.
Süleyman b. Dâvud el-Hâşimî “Kim Kur’ân mahlûktur derse o kâfirdir. Eğer Kur’ân
onların öne sürdükleri gibi mahlûk olsaydı, Firavun’un ebediyen cehennemde
bırakılması evlâ olmazdı. O ‘Ben sizin en yüce Rabb’inizim! ’[231] demişti. Onlar bu
sözün/âyetin mahlûk olduğunu iddia ediyorlar. Allah ise ‘Kuşkusuz ben, yalnız
ben Allah’ım, benden başka ilâh yoktur. O halde bana kulluk et’[232] buyurmuştur. Bu
Firavun’un öne sürmüş olduğu bir iddiadır. O halde her iki iddia da mahlûk ise
Firavun’un ebediyen cehennemde bırakılması niçin evlâ oldu!” dedi.[233] Buhârî, kitabında
naklettiği bu rivâyetlere yer vermekle, aslında kendisi Kur’ân’ın mahlûk
olduğunu söyleyen kimselerin kâfir olduklarına hükmetmemekle birlikte
seleflerinden bazı kimselerin bu doğrultudaki ifadelerine yer vermeyi tercih
etmiştir. Ayrıca Mâlik b. Enes: “Kur’ân Allah’ın kelâmıdır” dedi. Ebû Zerr
(ra): “Resûlullah (sav) buyurdu: ‘Allah Azze ve Celle buyurdu: ‘Benim bağışım
da kelâmdır, azâbım da kelâmdır. Bir şeyi dilediğim zaman ona ol derim, o da
oluverir’” dedi, Ebû Abdirrahman es-Sülemî “Kur’ân’ın diğer sözlere üstünlüğü
Rabb’ın yarattıklarına olan üstünlüğü gibidir” dediğine[234]
dair rivâyetleri aktarmıştır. Buhârî ifade etmiş olduğumuz başlık altında bu
minvalde birçok rivâyet aktararak Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu ve mahlûk
olmadığını ifade etmeye çalışmıştır.
Buhârî, Allah’ın kelâm sıfatı
hakkındaki düşüncelerini “Kur’ân, Allah Azze ve Celle’nin şu âyeti gereği Allah
kelâmı olup gayr-i mahlûktur demiş, “Şüphesiz ki Rabb’iniz, gökleri ve yeri
altı günde yaratan, sonra arşa istivâ eden; gündüzü, durmadan kendisini
kovalayan (süratle talep eden) geceye bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları
emrine boyun eğdirmiş durumda yaratan Allah’tır”[235]
böylece yaratıklar, süratle talep ve boyun eğdirme durumunun hepsi O’nun emri
doğrultusunda olduğunu beyan etmiştir. Daha sonra bu durumu: “Bilesiniz ki,
yaratma da buyurma da yalnızca O’na aittir. Âlemlerin Rabb’i olan Allah yüceler
yücesidir” [236] âyetiyle ifade etmiştir.[237] Ayrıca Allah’ın kelâm
sıfatından hareketle âhirette kullarıyla konuşacağını ve Hz. Âdem (as) ile Hz.
Mûsâ (as)’ya hitap ettiğini belirten rivâyetlere de yer vermiştir.[238] Böylece Buhârî, Allah’ın
kelâm sıfatı ile dilediği kimselere hitap ettiğini delillendirmeye çalışmıştır.
Buhârî, ayrıca bu başlık
altında Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul eden Cehmiyye[239]
hakkındaki çeşitli rivâyetleri zikretmiştir. Bu rivâyetlerle beraber
kendi görüşlerini ifade ederek Cehmiyye’nin durumunu ortaya koymaya
çalışmıştır. Bu bağlamda, Veki’ b. el-Cerrâh (ö. 197/812): “Râfiza,
Kaderiyye’den şerlidir. Harûriyye ise her ikisinden şerlidir. Cehmiyye’ye
gelince, tümünden şerlidir” demiştir.[240]
Öyle ki Ehl-i hadîse göre bu fikir baştan beri tehlikeli görülmüştür. Muhammed
b. Yusuf’a “Yaşlı insanlara yetiştin, Kur’ân mahlûktur diyen birisini işittin
mi?” denilince “Bu sözü şeytan söyler. Kim bu sözü söylerse o Cehmiyye’dir,
Cehmiyye ise kâfirdir” demiştir.[241]
Yine Veki’ b. el-Cerrâh: “Mürcie, Cehmiyye’yi ortaya çıkardı. Cehmiyye
kâfirdir. Merîsî de Cehmiyye’dendir. Onların nasıl küfre gittiklerini
biliyorsunuz. Onlar ‘<^1 *#S ^jl*Jl Jj2j’
(Sana bilgi yeter diyor) işte bu küfürdür. Mürcie ise ‘Amel imandan bir cüz
değildir’ diyor, bu da bid’attır. Kim ‘Kur’ân mahlûktur’ derse o, Muhammed
(sav)’e indirileni tekfîr etmiştir. Tevbeye çağırılır. Tevbe etmezse boynu
vurulur” demiştir.[242] Ayrıca Buhârî: “Yâhûdi,
Hristiyân ve Mecûsîler’in sözlerine baktım. Cehmiyye’nin onların küfürlerinden
daha ağır ifadeler kullandığını gördüm. Küfürlerinden haberdar olmayanlar
dışında onları tekfîr etmeyenin cehâletine hükmederim” dedi. [243] Ayrıca Buhârî, Cehmiyye’nin
düşünceleri hakkında: “Cehmiyye bazı âyetleri delil gösterdi. Delil
gösterdikleri içerisinden en fazla karışıklığa neden olan şu üç âyettir:
‘Her şeyi yaratan, yarattığına belli bir ölçüye göre düzen
veren Allah’tır’[244] buyruğu hakkında
diyorlar ki, şayet ‘Kur’ân bir şey değildir’ diyorsanız küfre girdiniz. Şayet
‘Kur’ân bir şeydir diyorsanız’ o zaman bu âyete dâhil olmaktasınız.
“Meryem oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın
Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur...” [245]
bu hususta ‘Sizler de Hristiyanlar’ın söylediklerini söylüyorsunuz. Mesîh,
Allah’ın kelimesi olduğuna, O da yaratılmış olduğuna göre sizler Allah
kelâmının mahlûk olmadığını söylüyorsunuz, hâlbuki Îsâ Allah’ın kelâmındandır’”
diyorlar.
“Ne zaman rablerinden kendilerine yeni (muhdes) bir ihtar
gelse...”[246] buyruğu hakkında
ise sizler O’nun sözünün sonradan ihdas edilmiş olmadığını söylüyorsunuz[247] ifadelerine kitabında yer
vererek öne sürmüş oldukları düşünceleri ve kendilerine delil teşkil eden
âyetlere cevap vermiş olmaktadır.
Allah her şeyi yaratmakla[248] beraber bütün yarattıklarını
“Ol”[249] kelâmıyla yaratmıştır. Bu
söz, yaratılmışlardan öncedir ve kadîmdir. Zira Allah’ın sıfatıdır. Onların
“Meryem oğlu Îsâ Mesîh” âyetindeki tahriflerine karşı, burada Îsâ müzekker
kelime ise müennestir. Bu hususta Araplar arasında hiçbir ihtilâf yoktur. Buna
göre Allah, Îsâ’yı kelime ile yarattı yoksa onun kendisi kelime değildir.
Buhârî bu hususta delilini güçlendirmek için, “Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı
kelimesidir ve ondan bir ruhtur.”[250]
yani Cibril (as), “.derken, O’na Ruhumuzu gönderdik; Ruh O’na tam bir insan
şeklinde göründü”[251], “Allah’ın nezdinde Îsâ’nın
durumu Âdem’in durumu gibidir. O’nu topraktan var etti, sonra ona ‘Ol’ dedi ve
oluverdi” [252] âyetlerini zikretmiştir.
Allah, Îsâ ve Âdem’i “Ol” sözü ile yaratmıştır. Bu iki âyet hakkında bir
ihtilâf yoktur. Üçüncü olarak âyette zikredilen “muhdes” kelimesine gelince
Kur’ân’ın yaratılmış olduğu manasında değil de âyetlerin Hz. Peygamber ve
ashabına sonradan nâzil olduğu, Allah’ın bilinmeyeni öğretme cümlesinden
muhdestir yani ihdâs edilmiştir anlamındadır.[253]
Açıklamalarını yaparak bu tezlerini çürütmüştür. Buhârî, halku’l-Kur’ân fikrini
savunan Cehmiyye hakkında: “Benim için Cehmiyye ve Rafıziyye arkasında ya da
Yahûdî ve Hristiyan arkasında namaz kılmanın hiçbir farkı yoktur. Onlara
(Cehmiyye’ye) selâm verilmez, hastalandıklarında ziyaret edilmez, onlarla
evlenilmez, şehâdetleri kabul edilmez ve kestikleri de yenmez”[254] ifadelerini kullanarak kesin
bir şekilde tavrını ortaya koymuştur.
Buhârî kitabının devamında
kader konusunu merkeze alarak “Kulların Fiilleri” başlığını açmıştır. Bu
başlık altında öncelikli olarak kader konusunu ele alarak düşüncesini
temellendirmiştir. Buhârî kader konusunda: Tâvus b. Keysân el Yemânî’nin
görüşünü serdetmiştir. O: “Resûlullah (sav)’ın ashabından olan topluluğun ‘Her
şey bir kaderdir’ dediklerini duydum” dediğini, Hz. Peygamber (sav)’in:
“Muhakkak ki Allah, her sanatçıyı ve sanatını yaratır” bazıları bunun yanında
şu âyeti okur: “Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı”[255]
bununla sanatların da bunları yapanların da yaratılmış olduklarını haber
vermektedir. Buhârî akabinde sahabeden nakledilen rivâyetlere yer vermiştir.
Ebû Hureyre: “Kureyş müşrikleri, Nebî (sav)’e gelerek onunla kader konusunda
tartışmaya girdiler. Bunun üzerine Allah ‘Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre
yarattık’[256] âyetini indirdi” demektedir.
İbn Abbâs ise, “Her şey bir kaderdir. Hatta elini yanağına koyman bile”[257] demektedir, şeklindeki
rivâyetleri zikretmiştir. Daha sonra Buhârî kendi düşüncelerine geçerek:
“Onların hareket, ses, kazanç ve yazışları hepsi yaratılmıştır. Kur’ân ise
açıkça okunan, musahaflarda yazılı olan, ezberlenmiş, yaratılmamış Allah
kelâmıdır. Bu bağlamda Buhârî şu âyeti zikretmektedir, Allah Teâla: “Hayır O
(Kur’ân), bilgiye mazhar kılınmış olanların göğüslerinde yer eden apaçık
âyetlerdir”[258] “Mürekkep, deri vb. şeyler,
yaratılmıştır. Nasıl ki Allah yazıyorsun. Allah kendi zâtında yaratıcıdır. Senin
yazın ve fiilerindeki gücün yaratılmıştır. Zira Allah’tan başka her şeyin
yaptıkları, yaratılmıştır” [259] diyerek kulların fiillerinin
yaratılmış olduğunu ifade etmiştir. Buhârî, bu açıklamalarıyla asıl olan Allah
kelâmıyla kulun eseri olan hususların ayrımına dikkat çekmiştir. Bunların
farklı şeyler olduğunu belirterek, Allah lafzının yazılmasının
mahlûk/yaratılmış olduğunu özellikle vurgulamıştır. Buhârî eserinde bu hususa
dikkat çektikten sonra kulların fiilleriyle ilgili şu ifadeleri de
kullanmıştır: “İman, islâm, şehâdet, ihsan, kırâatı, içerisindeki rükû ve secde
hareketleriyle namaz, ‘kulların fiilleri’ olarak isimlendirilmiştir. Nitekim
Allah: ‘Kendinden başka ilâh olmadığını bildirdi. Melekler ve ilim sahipleri de
buna şehâdet etti’ [260] buyurmuştur. [261] Buhârî’nin bu kapsamda Hz.
Peygamber’e amellerin en faziletlisi sorulduğunda; şek bulunmayan iman, Allah
yolunda cihâd, tam îfâ edilmiş hac, O’nun kitabını tasdik cevaplarını
zikretmesi[262] Hz. Peygamber’in kırâatı ve
namazı hakkındaki rivâyetlere değinmesi,[263]
ezanın rüyada görülmesi hâdisesi, ezan ve ezan duası hakkındaki rivâyetleri, [264] Cibril hadisini[265] ve huyların yaratılmış
olduğuna dair rivâyetleri[266] zikretmesi kulların
fiillerinin mahlûk olduğu düşüncesini ispat etmeye çalışmasının sonucudur.
Buhârî’nin bu doğrultuda zikretmiş oldukları kulların fiilleri olup, mahlûk
kapsamına girmektedir. Ayrıca Buhârî; Hz. Peygamber’in tebliğ etmesinin
kendinden, Allah kelâmının ise Rabb’inden olduğunu beyan etmiş ve ümmetinin
şahitlik durumunu da ifade ederek peygamberlerin bu vazifesinin yaratılmış
olduğuna dikkat çekmiştir.[267] Böylece O, kulların
fiillerinin yaratılmış olduğu düşüncesine peygamberlerin tebliğ görevini de
dâhil etmiştir.
Buhârî, yukarıda detaylıca
zikretmiş olduğumuz rivâyetler ile kulların fiillerinin yaratılmış olduğu
düşüncesini net bir şekilde ifade etmiştir. Öyle ki bu düşüncesini, Yahya b.
Sa’îd'in: “Ashabımızın ‘kulların fiilleri yaratılmıştır’ sözlerini duydum”[268] ve Hammâd b.
Zeyd’in: “Kim kulların sözleri yaratılmamıştır derse o kâfirdir”[269] sözleriyle
desteklemiştir.
Buhârî eserindeki bu başlık
altında kulların fiillerine yönelik düşüncelerini ifade etmekle birlikte birkaç
hususa da dikkat çekmiştir. Bunlardan ilki, Ahmed b. Hanbel’in halku’l-Kur’ân
hakkındaki düşüncesinin yanlış anlaşıldığına dairdir. Buhârî bu hususta, “Ahmed
b. Hanbel’in mezhebi için öne sürülen hüccetlerin çoğu sabit değildir. Öyle ki
onun mezhebinin inceliğini anlayamamışlardır. Bilakis İmam Ahmed ile Ehl-i
ilimce Allah kelâmının mahlûk olmadığı, onun dışındakilerin ise mahlûk olduğu
görüşü bilinmektedir. Onlar anlaşılması zor olan şeyleri araştırıp irdelemeyi
de hoş karşılamamışlar, hakkında ilim olup, Resûlullah’ın açıklamış olduğu
hususların dışında kelamcılarla tartışmaya girmekten de kaçınmışlardır” [270] ifadelerini kullanmıştır. Buhârî
bu açıklamasıyla Ahmed b. Hanbel’e atfedilen Allah kelâmıyla birlikte kulların
onu telaffuz etmesinin de mahlûk olmadığı anlayışının yanlış olduğunu dile
getirmiştir. Sadece Ahmed b. Hanbel’in Allah kelâmının mahlûk olmadığı, onun
dışındakilerin ise mahlûk olduğu görüşünün bilinmekte olduğunu ifade etmiştir.
İkinci hususa baktığımızda ise Buhârî’nin müteşabihât konusundaki tavrı
önemlidir. Zira Buhârî müteşabihât konusundaki düşüncesini Hz. Peygamber’den:
“Şüphe ve karışıklığa düştüğünüz şeyleri âlimine havale edin ve açık olarak
kavrayabildikleriniz dışında müteşabihâta girmeyin” [271]
sözleriyle ifade etmiştir. Buhârî, bilgisi olmayan kişinin müteşabihâta
girmesini kelâmî noktada yaşanan sıkıntıların sebeplerinden biri olarak
görmüştür. Bu hususta takınılması gereken tavrı eserinde ifade etmeye
çalışmıştır.[272] Üçüncü husus ise bu konuda
doğruyu bilmeyen kişiye yapılması gereken muameleler hakkındadır. Buhârî bu
durumu: “Kelâmı ile birlikte Allah’ın mahlûk olmadığını bilmeyen herkese
doğrusu öğretilir, cahilliği Kitap ve sünnete havale edilir. Öğrendikten sonra
eski fikrinde devam ederse inatçı birisi olur. Allah Teâlâ: ‘Allah bir
topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeylerin neler olduğunu
kendilerine açıklamadıkça onları yoldan çıkmış sayacak değildir...’[273] ve ‘Yolun doğrusu kendine
apaçık belli olduktan sonra Resûlullah’a karşı çıkan ve mü’minlerin yolundan
başkasını izleyen kimseyi saptığı yönde bırakırız ve onu cehenneme atarız.
Orası varılacak ne kötü bir yerdir” [274]
ifadeleriyle açıklamıştır.
Kitabının devamında “Medeniyetten
Sonra Bedevilik ” başlığı altında Buhârî, eş- Şa’bî’nin mushafların
satılması hakkında: “Allah’ın Kitap’ı satılmaz. Satılan şey ellerin ürünüdür”[275] dediğini, İbn Abbâs’ın ise:
“Biz, mushafın ne satılmasında, ne de satın alınmasında bir beis görmüyoruz.
Satın alınması, satılmasından daha faziletlidir. Mushafı mushafla değiştirmekte
bir beis yoktur” dediğini, böylece İbn Abbâs’ın mushaf alışverişine izin
verdiğini,[276] Nebî (sav)’nin, Ebû Musâ
el-Eş’ari’nin kırâatını işitince: “Ebû Musâ’ya Dâvud (as)’ın nağmelerinden
verilmiştir”[277] buyurduğunu, Amr b. Hâris’in
Hz. Peygamber’in: “Kim Kur’ân’ı yeni indiği gibi okumaktan hoşlanıyorsa onu,
Abdullah b. Mes’ûd’un kırâatı üzere okusun”[278]
buyurduğunu, Berâ’ b. Âzib’in Hz. Peygamber’in: “Kur’ân’ı sesinizle süsleyiniz”[279] buyurduğunu ifade ederek: “Bu
haberlerin tümü ilim ehlince iyi bilinmektedir. Ayrıca Dâvud ailesinin
nağmeleriyle çağrılarının, Allah Azze ve Celle’nin “Her şeyi O yaratmıştır”[280] ile “Artık siz de bile bile
O’na eş ve ortak koşmayın”[281] âyetlerince yaratılmış
olduklarında şüphe yoktur[282] ifadelerini kullanmıştır.
Böylece Buhârî, Kur’ân’ın ticaret metâı olmasına cevaz verilmesinin ve kişinin
onu sesiyle süslemesi gibi kulun ürünü olan bu durumların yaratılmış olduğunu
ifade etmiştir. Özellikle ifade etmiş olduğu bu hususların Kur’ân’ın aslından
farklı olduğunu belirterek kulların fiillerinin mahlûk olduğuna dikkat
çekmiştir.
Buhârî ayrıca, tilâvetin Nebî
(sav) ve ashabından, vahyin ise Allah’tan olduğunu,[283]
“De ki: ‘Yemin ederim, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için
insanlar ve cinler bir araya gelip birbirine destek olsa dahi onun benzerini
ortaya koyamazlar’”[284] âyetinden yola
çıkarak Kur’ân’ın ancak kulların ve meleklerin telaffuz edebildikleri Allah
kelâmı olduğunu[285] asıl olanın Allah kelâmı
olduğunu, telaffuzun ise mahlûk olduğunu ifade etmiştir. Buhârî, Nebî (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’nin: “Seslerin, okuyuşların, anlayışların, öğrenişlerin ve
dillerin çeşitlilik ifade ettiğini ve bunların kiminin kimisinden daha güzel,
daha süslü, daha hoş, daha sesli, daha düzgün, hatası daha az, daha yüksek,
daha gizli, daha yumuşak ve daha huşûlu olduğunu beyan ettiğini”[286] zikrederek Kur’ân özelinde
kulların fiillerinin yaratılmış olduğunu açık bir şekilde gözler önüne
sermiştir.
Buhârî, Kur’ân’ın mahlûk olduğu
fikrini savunan Cehmiyye, Muattıla ve Mu’tezile hakkında da açıklamalarda
bulunmuştur. Cehmiyye ve Muattıla; Allah’ın kelâmı konusunda, O’nun
konuşmayacağını, eğer konuşursa kelâmının yaratılmış olduğunu ileri sürmüştür.
Okunan Kur’ân’ın Allah’ın ilminde yaratılmış olduğunu söylemişlerdir. Bundan
dolayı Cehmiyye, kulların tilâveti ile okunan şeyin arasını ayırmamıştır.[287] Buhârî, Mu’tezile için ise
Allah’ın Mûsâ (as)’ya hitabı: “Yalnız ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. O
halde bana kulluk et”[288] âyetinin mahlûk olduğunu,
kulların fiillerinin ise gayr-i mahlûk olduğunu ileri sürdüklerini ifade
etmiştir. Öyle ki Mu’tezile’nin bu tutumu Müslümanların bilgisine ters
düşmektedir.[289] Birinci bölümde
ifade etmiş olduğumuz mihne hâdisesinde başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere Ehl-i
hadîs mensupları kulların fiilleri ve Allah’ın kelâmı konusunda hiçbir ayrım
yapmadan Kur’ân’ın gayr-i mahlûk olduğu fikrini savunmuşlardır. İlerleyen
süreçte mihne karşıtı tutum çerçevesinde Buhârî-Zühlî sürtüşmesi kapsamında Muhammed
b. Yahyâ ez-Zühlî, Ehl-i hadîsin bu düşüncesinden daha da katı bir tavır
sergilemiştir. Buhârî’nin bu konu hakkındaki düşünceleri kitabında yer almasına
rağmen kendisine sorulduğunda fikrini beyan edince sıkıntı çıkması ve
Buhârî-Zühlî sürtüşmesinin fikrî ortamdan kaynaklandığını göstermektedir. Bu
durum dönemin kelâmî tartışmalarının hassaslığını göstermesi bakımından
mühimdir.
Buhârî kitabında Hz. Peygamber
(sav)’in tebliğ görevine dikkat çekerek, halku’l- Kur’ân fikrini savunanların
iddialarını çürütecek şekilde konuyu ele almıştır. Bu bölümde, Hz. Âişe: “Kim
Muhammed’in kendisine gelen vahiyden bir şey gizlemiş olduğunu iddia ederse,
Allah’a en büyük yalanı söylemiş olur. Allah (celle celâlühü) ‘Rabbinden sana
indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun’[290] buyurmuştur.[291] Abdullah b. Abbâs Hz.
Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu dile getirmiştir: “Ben, mallarınızı elde
etmek ve içinizde şeref kazanmak için gelmedim. Allah beni ancak size bir Elçi
olarak gönderdi, bana bir Kitap indirdi, size bir müjdeleyici ve korkutucu
olmam için bana emretti, size Rabb’imin risâletini tebliğ ettim ve nasihatlerde
bulundum” [292] açıklamasını yapmıştır.
Sahâbe ise Hz. Peygamber’in risâlet göreviyle ilgili şu rivâyeti zikretmiştir:
“Resûlullah (sav) kendisine gönderileni tebliğ etmiştir.”[293]
Öyle ki Hz. Peygamber bir Kurban Bayram’ı günü halka hitabından sonra onlara:
“Tebliğ ettim mi?” buyurdu. Orada bulunan topluluk: “Evet” cevabını verdi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber ise: “Allah’ım şahit ol!” demiştir.[294] Hz. Peygamber başka bir
konuşmasında: “Şayet benim Rabb’imin risâletine bir hususta kusur ettiğimi
biliyorsanız” buyurunca, Sahâbe: “Senin Rabb’inin risâlâtını tebliğ ettiğine ve
üzerine düşeni yerine getirdiğine şahitlik ederiz” [295]
karşılığını vermişlerdir. Allah Resûlü gerçekleştirmiş olduğu tebliğ
faaliyetlerinden sonra kimi zaman “Allah’ım şahit ol!” diyerek: “Burada bulunan
bulunmayana ulaştırsın” tavsiyesinde bulunurken çoğu zaman da “Allah’ım şahit
ol!” demeden bu tavsiyesini yenilemiştir.[296]
Hz. Peygamber’in bunu yapmasının sebebini ise: “Nice ulaştırıcılar vardır ki,
kendisinden daha fazla anlayış sahibine ulaştırır”[297]
ifadesiyle açıklamıştır. Buhârî, Hz. Peygamber’in risâlet görevini tam ve
eksiksiz bir şekilde yaptığını, aktarmış olduğu rivâyetlerle ifade etmeye
çalışmıştır.
Buhârî’nin bu rivâyetleri ele
almasındaki amacı, mihne süresince Mu’tezile’nin Tevhîd prensibi gereği dinin
asıllarından olduğunu öne sürdüğü halku’l-Kur’ân düşüncesine cevap vermek
içindir. Buhârî bu rivâyetlerinde Hz. Peygamber’in risâlet görevini eksiksiz
bir şekilde yerine getirdiğini, dolayısıyla halku’l-Kur’ân düşüncesinin dinin
esaslarından olmadığını belirtmiştir. Zira aksi bir durumda dinin esaslarından
olan bir meselenin Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilmemesi düşünülemez. Bu
doğrultuda halku’l-Kur’ân meselesi sadece kelâmî bir tartışma olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Buhârî, “Nebî (sav) ’nin
Yüzüğüne Allah ’ın Kitabından Nakşettirmesi ve Bu Üzerindeyken Hâcetini
Gidermesi Hakkında” ele almış olduğu başlıkta Kur’ân’ın yazılı metninin,
aslından farklı olduğuna değinmiştir. Bu doğrultuda, Enes (ra): “Nebî (sav) bir
yüzük yaptırdı ve buyurdu ki ‘Biz yüzük edindik, üzerine de nakış ettirdik. Hiç
kimse onun üzerinde yazılı olanı nakşetmesin’ buyurdu[298]
ve Hz. Peygamber bu yüzüğünün üzerine “Muhammedün Resûlullah” diye işletmiştir.
[299] Buhârî, başta yüzüklerde ve
beyaz dirhemlerde Allah’ın adının zikredildiğini belirttikten[300] sonra bu eşyalar kişilerin
üzerindeyken hâcet giderebileceğini ve ailesine yaklaşmasında bir sakınca
olmadığını belirtmiştir.[301] Daha sonra Buhârî, abdestsiz
bir şekilde üzerinde Allah’ın isminin yazılı olduğu beyaz dirhemlere dokunmakta
ve mushafı bir yerden alıp başka bir yere koymakta bir sakınca olmadığını
belirtmiştir. Ayrıca Buhârî, Hz. Peygamber’in İslâm’a davet mektuplarına
besmele ile başladığına[302] işaret ederek burada geçen
lafızların mahlûk olduğunu ve Kur’ân’ın aslından farklı olduğunu belirtmiştir.
Bu kapsamda kişi yüzüklere, beyaz dirhemlere ve çocukların tekrar tekrar yazıp
bozdukları levhalara yemin edemez. Yemin etse dâhi bu yeminin Allah’ın:
“Allah’a eş ve ortaklar koşmayın” [303]
âyeti doğrultusunda yemin olmayacağını belirtmiştir.[304]
Buhârî; yüzük, dirhem ve İslâm’a davet mektuplarında Allah’ın adının
zikredilmesinin ‘Kur’ân’ın aslından farklı şeyler’ olduğunu ifade etmiştir. Bu
kapsamda bunları üzerine yapılan yeminlerin geçersiz olduğuna, üzerinde
taşımanın bir mahsuru olmadığına dikkat çekmiştir. Zira Buhârî’ye göre kulun
eseri mahlûktur ve asıl olan Allah kelâmından farklıdır.
Buhârî, bu başlığın devamında;
dua, ihtiyaç, yalvarma, zikir ve kırâatin kuldan olduğunu, okunan şeyin ise
Allah’ın kelâmı olduğunu ifade ederek [305]
çeşitli rivâyetlerle bu konuya açıklık getirmiştir. Bu bağlamda zikredilen
rivâyetlere baktığımızda; Nebî (sav), Mu’âviye b. el-Hakem’i çağırarak:
“Muhakkak ki namaz; Kur’ân kırâatı, Allah’ın anılması ve kişinin Rabb’ine olan
ihtiyacı içindir. O halde namazda bulunduğun zaman, işin bunları yapmak olsun”[306] buyurmuştur. Buhârî: “Kırâat
tilâvettir. Tilâvet ise gayr-i metluvdur” [307]
rivâyetini zikrederek, Fâtiha-i Kitâb’ı okumayanın namazının olmayacağını[308] ve Resûlullah (sav)’ın
rükûdayken Kur’ân kırâatını yasakladığını[309]
ve kişinin namazda başkasının karıştırmasına sebep olacak şekilde yüksek sesle
kırâat etmesini yasakladığını[310] ifade eden çeşitli rivâyetleri
zikretmiştir. Zikretmiş olduğu bu tür rivâyetlerin Kur’ân’ın aslından ayrı ve
mahlûk olduğuna dair Nebî (sav)’nin ‘Bazı namazlarının bazısından daha uzun ve
daha hafif; bazısının da kırâat yönünden bazısından fazla ya da eksik olduğunu’
zikretmiştir. Kur’ân’da ise ne ziyâde ne de noksanlık bulunmaktadır. Buna
karşılık tilâvetler, çokluk ya da azlıkla, ziyade ya da noksanlıkta birbirinden
farklı olabilirler. Böyle bir durumda; bir kimsenin kırâatı güzel ya da kötü
denilebilir, fakat Kur’ân güzel ya da kötü denilemez. Zira Kur’ân, Allah’ın
kelâmı, kırâat ise kulun fiilidir.[311]
Bu hususta Buhârî, nasıl ki “Âsım kırâatı ile okudum” diyorsun, senin lafzın ve
kelâmın bire bir Âsım’ın kelâmının aynısı olmayıp Âsım’ın kırâatı üzerine
okuyorsun. Eğer Âsım, o gün okumayacağım diye yemin etse, sonra sen de onun
kırâatı üzere okumuş olsan Âsım’ın kırâatını bozmuş olmayacağını,[312] Ahmed b. Hanbel’in: “Hamza’nın kırâatı hoşuma gitmiyor”
ifadesine Buhârî: “Böyle söylemesine karşılık ‘Kur’ân hoşuma gitmiyor’”[313]
sözüyle bunların farklı şeyler olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca Buhârî bu
doğrultuda, Mûsâ (as)’nın Allah kelâmını işitmesine değinmiştir. Allah, Mûsâ
ile konuşmasıyla, onu üstün kılmıştır. Eğer halk, Allah’ın Mûsâ (as)’ya
kelâmını duyurduğu gibi işitmiş olsalardı, Mûsâ’nın üstünlüğü nerde kalırdı?
Senin Allah’ın kelâmını işitmenle Mûsâ (as)’nın işitmesi bir değildir. Nitekim
Allah âyette: “Ben vahiylerimi göndermek ve konuşmakla insanlar arasında sana
seçkin bir yer verdim”[314]
buyurmaktadır.[315]
Buhârî bunun aksini öne sürenin kendi kırâati ile Allah’ın kelâmını ayırmadığı
için, Rabb’lik davası gütmüş olacağını belirtmiştir.[316]
Buhârî bu konu hakkında: “Allah’ın sıfatı, ilmi, kelâmı, isimleri, izzeti
ve kudreti Allah’tan ayrı mıdır, yoksa değil midir? Veya senin sözün Allah’tan
ayrı mıdır, değil midir?[317] ifadelerini kullanarak, Hz.
Peygamber (sav)’in: “Ben Cennet’te iken Kur’ân okuyan bir adamın sesini
işittim”[318] hadisini zikrederek, bu
hadisin de işaret ettiği gibi ‘Sesin, Kur’ân’dan ayrı olduğunu’ açıklamıştır.
Buna göre kırâat sadece insandan sâdır olmaktadır. Hâlbuki Allah Kur’ân ile
daha önce konuşmuştur. O’nun kelâmı da yaratmasından öncedir,[319] kırâat halkın fiilidir ve
Allah’a taâttir, Kur’ân ise taât olmayıp, O’nun taâtı emridir [320] açıklamalarını Buhârî, bu
başlık altında ifade etmektedir.
Buhârî, detaylı bir şekilde
düşüncelerini ifade ettikten sonra bu konu hakkında Kaderiye, Cebriyye ve
Cehmiyye’nin düşüncelerine de kısaca değinmiştir. Bu doğrultuda Kaderiye,
fiillerin tümü Allah’tan olmayıp beşerdendir demişlerdir. Cebriyye, fiillerin
tümü Allah’tandır dediler. Cehmiyye ise fiil ile mef’ûl ikisi birdir, bu
nedenle mahlûktur demişlerdir.[321]
Buhârî, Allah: “Rabb’inden
sana indirileni tebliğ et!”[322] buyurdu, bunun tümü ona
emrettiğindendir. Bu sebeple “Namazı kılın”[323]
buyurdu. Namaz ise tümüyle Allah’a taâttir. Namaza emir Kur’ân’dadır ve bu
mushaflarda yazılı, kalplerde korunmuş ve dillerde okunmaktadır. Bu bağlamda
kıraât, hıfz ve kitabet yaratılmıştır. Buna karşılık okunan, eberlenen ve
yazılan mahlûk değildir. Bunun delili de insanların Allah yazmaları, bunu
ezberlemeleri ve onunla dua etmeleridir. Burada Buhârî; dua, ezber ve yazı
insanlardan olup, hiç şüphesiz yaratılmıştır diyerek [324]
düşüncelerini özetlemiştir. Buhârî, bu düşüncesiyle kendinden sonra Ehl-i
sünnetin Kur’ân-ı lâfzî ve Kur’ân-ı nefsî ayrımına öncülük ederek temellerini
atmıştır.[325]
Buhârînin, kelâmî görüşlerini
ifade etmiş olduğu “Halku Efâli’l-‘ibâd” eseri başta olmak üzere halku’l-Kur’ân
hakkındaki düşüncelerini ve bu konuyla alakalı diğer görüşlerini ifade etmeye
çalıştık. Bu doğrultuda eserindeki başlıkları sırasıyla takip ederek,
belirlemiş olduğumuz konularla alakalı düşüncelerini tespit ettik. İmam Buhârî,
düşüncelerini ifade ederken öne sürmüş olduğu delilleri farklı başlıklar
altında birçok kez tekrar ederken, biz tekrara düşmemek açısından sadece bir
başlık altında zikretmeyi yeterli gördük. Aynı şekilde Buhârî’nin bu
rivâyetleri diğer eserlerinde de ifade etmesi neticesinde Halku Ef’âli’l-‘ibâd
eserindeki düşüncesini zikrederek diğer eserlerini kaynakta göstermeyi tercih
ettik.
Buhârî’nin Câmi’u’s-Sahîh Adlı Eserinde Halku’l-Kur’ân Fikri Hakkındaki
Düşünceleri
Hadisçi yönü ağır basan
Buhârî, kelâmî düşüncelerini sadece Halku Efâli’l-‘ibâd eserinde ele almamış,
kelâmî tartışmalara diğer eserlerinde de değinmiştir. Bu kapsamda
Câmi’u’s-sahîh eseri dikkat çekmektedir.
Kitabu’t-Tevhîd Bölümünde Halku’l-Kur’ân Fikri
Hakkındaki Düşünceleri
Buhârî, el-Câmi’u’s-sahîh adlı
eserinin Kitâbu’t-Tevhîd bölümünde, Allah’ın sıfatları ve buna bağlı olarak
tartışılan ru’yetullah gibi ahiret ahvalleriyle ilgili meseleleri ele almıştır.
Buhârî’nin bu bağlamda kelâm sıfatına ve Kur’ân’ın da Allah’ın bir sıfatı
olduğuna değinmesi önem arz etmektedir. Diğer “Câmi’” ve “Sünen” türü hadis
literatüründe yer almayan Kitâbu’t-Tevhîd Buhârî’nin döneminin kelâmî
meselelerine yaklaşımını göstermesi bakımından önem arz etmektedir.[326] Zira Buhârî, bu bölümü
Cehmiyye/Mu’tezile’ye reddiye olarak tasnif etmiştir.[327]
Bu çerçevede Buhârî’nin, Kitâbu’t-Tevhîd bölümünü, kendilerini Ehlü’l-Adl ve’t-tevhîd
olarak adlandıracak kadar tevhîd konusuna aşırı vurgu yapan ve bu bağlamda
ilâhi sıfatları te’vîl ya da ta’tile giden Mu’tezile ile ona tâbi olan diğer
fikrî hareketlere reddiye olarak tasnif ettiğini söylemek mümkündür.[328]
Buhârî, Halku Efâli’l-‘ibâd
eserindeki düşüncelerini, Sahîh’inin çeşitli bölümlerinde de zikretmiştir.
Bilhassa dönemin kelâmî konularını Câmi’u’s-sahîh’inde özel başlıklar açarak
ele alan Buhârî, kelâma dair düşüncelerini Kitap ve sünnet doğrultusunda ifade
etmeye özen göstermiştir. Bu konuyla alakalı rivâyetlere baktığımızda ise, Ömer
b. Hattâb (ra)’dan rivâyetle Yahûdi bir adamın ona: “Ey emîrü’l-mü’minîn, sizin
kitabınızda okumakta olduğunuz bir âyet var ki Yahûdiler’e inmiş olsaydı o günü
bayram olarak kutlardık” deyince Hz. Ömer: “O hangi âyet” diye sordu. Yahûdi
adam: “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım,
sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim.. ,”[329]
âyetini okudu. Hz. Ömer bu âyetin indiği günü de yeri de biliyorum.”[330] demiştir. Buhârî’ye göre eğer
ki Kur’ân mahlûk ise kemâle ermiş bir dinin peygamberinin bunu tebliğ etmemesi
düşünülemez. Tebliğ görevinde noksanlık O’nun peygamberliğine de gölge düşürür.
Buhârî, bu rivâyetiyle, Hz. Peygamber’in Kur’ân’ın mahlûkiyeti hususunda
tebliğde bulunmadığına ve eğer ki bu mesele dinin asıllarından olsaydı tebliğ
görevini en eksiksiz bir şekilde yerine getireceğine dikkat çekmek istemiştir.
Buhârî, el-Câmi’u’s-sahîh’in
Kitâbu’t-Tevhîd bölümünde 19. bâb ile 55. bâb arasında çeşitli rivâyetlerinde
“kelâmullâh” ve “halku’l-Kur’ân” meselelerine değinmiştir. Bu bağlamda Buhârî,
Ehl-i hadîs ile halku’l-Kur’ân meselesinde hem fikir olmakla beraber daha önce
Halku Efâli’l-‘ibâd eserinde detaylıca ifade ettiğimiz üzere Ehl-i hadîsin
çoğunun benimsemediği yeni bir yaklaşım tarzı ortaya koymuştur. Zira Ehl-i
hadîs, mihne hâdisesindeki halku’l-Kur’ân fikrine gösterdiği aşırı tepkiye
binaen, Kur’ân’a dair kulun fiillerinin mahlûk olmadığını savunmuştur. Hatta bu
hususta daha da ileriye giderek Kur’ân’ın yazıldığı malzemenin bile mahlûk
olmadığını ileri sürmüştür.[331] Buhârî, bu husustan hareketle
Kitâbu’t-Tevhîd’de: “Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e hitaben: ‘Vahyi tam alma
telâşı yüzünden dilini kımıldatma’”[332]
buyurduğunu ve Hz. Peygamber (sav)’in vahiy kendisine indiğinde davranışı
bâbında Ebû Hureyre, Hz. Peygember (sav)’den Allah Teâlâ’nın: “Ben, beni
zikrettiğinde ve dudaklarını hareket ettirdiğinde kulumla beraberim”
buyurduğunu [333] ifade eden rivâyeti
aktararak, Kur’ân’ı okumanın kula ait bir fiili olduğunu ve onların fiillerinin
yaratılmış olduğunu ifade etmek istemiştir.
Buhârî, Sahîh’inde
halku’l-Kur’ân hakkındaki düşüncelerini Tevhîd ve Kader konularındaki
başlıklarından hareketle ifade etmiştir. Bu hususa baktığımızda Buhârî;
Sahîh’inde ele almış olduğu Tevhîd bölümü, Mu’tezile’nin Tevhîd prensibi
doğrultusunda savunmuş olduğu halku’l-Kur’ân fikrine cevap niteliğindedir.
Buhârî, bu bölümde Allah’ın sıfatlarından bahsederek, [334]
kelâm sıfatına ayrı bir önem vermiştir. Bu bağlamda Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı
olduğunu belirterek, [335] onun, Allah’ın sıfatlarından
bir sıfat olduğuna işaret etmiştir.[336]
Bu hususta Allah’ın kelâm sıfatı hakkında; Hz. Peygamber’den: “Sizden her
birinizle Allah perdesiz ve tercümansız konuşacaktır” [337]
hadisini, kıyamet günü üç zümrenin Allah ile konuşamayacağına dair hadisi,[338] Hz. Peygamber’den: “Allah bir
kulunu sevdiğinde Cibrîl’e, Allah falan kulunu sevdi sen de sev, diye seslenir.
Cibrîl de o kişiyi sever. Sonra Cibrîl semâya, Allah falan kulunu sevdi siz de
sevin, diye seslenir. Semâ ehli de o kişiyi sever ve o kişi yeryüzü ehli
arasında makbûl bir kişi kılınır”[339]
hadisini, Hz. Peygamber’in Allah ile konuşacağına delâlet eden; kıyamet günü
kalbinde hardal tanesi kadar imanı olanın cennete girmesini istemesi hadisini,[340] Hz. Peygamber’in, Lâ ilâhe
illallah diyen kimsenin cehennemden çıkarılmasını Allah’tan istemesi ve
Allah’ın: “İzzetime, celâlime, büyüklüğüme ve azametime ant olsun ki Lâ ilâhe
illallah diyeni mutlaka çıkaracağım”[341]
buyurması hadisini, Allah’ın cennet ehliyle konuşması hadisini,[342] Allah’ın Hz. Âdem’e “Ey Âdem”
diye seslenmesi hadisini[343] ve Hz. Mûsâ ile konuşması
hadisini [344] zikrederek, “Hiçbir şey O’na
benzemez” [345] âyetinden hareketle Kur’ân’ın
yaratılmış olmayacağını, kelâmının onun zatıyla bir olan bölünmez, parçalanmaz
ve yaratılmışların kelâmına benzemeyen bir vasıfta olduğuna dikkat çekmiştir.[346] Buhârî, bu şekilde Allah’ın
kelâm sıfatı üzerinde hassas bir şekilde durmuştur. Böylece Mu’tezile’nin:
“Allah’ın konuşmasının mecâzen olduğu” şeklindeki görüşlerine itiraz ederek,[347] kendi düşüncelerini getirmiş
olduğu delillerle temellendirerek zikretmektedir.
Buhârî ayrıca, Allah’ın
vahyini gökyüzündekilerin duymasını,[348]
ilmini yani Kur’ân’ı indirmesini ve meleklerin şahit olmasını,[349] sözünün hak olduğunu[350] ve Kur’ân’ın açık bir kitap
olduğunu[351] belirterek yukarıdaki
düşüncesini desteklemiştir.
Öte yandan kelâmullâh
meselesindeki tartışmalarda tarafların en çok kullandığı argümanlardan biri,
Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuşması hâdisesidir. Bu âyetin yorumlanış biçimi
tarafları belirleme de etkili olmaktadır.[352]
Buhârî de Kitâbu’t- Tevhîd bölümünde “Ve Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu”[353] ismini verdiği müstakil bâb
başlığı açarak bu konu hakkındaki düşüncelerini ifade etmiştir.[354] Bu bağlamda başta Mu’tezile
olmak üzere muhâliflerin bu âyeti yanlış yorumladıklarını dile getirmiştir.
Buhârî, Allah yaratmayı
yaratmadan önce Kur’ân’ın yazılı bir şekilde arşın üzerinde kendi katında[355] ve yüce Kur’ân’ın levh-i
mahfûzda bulunduğuna[356] dikkat çekerek, mahlûkattan
ve yaratma hâdisesinden önce Kur’ân’ın var olduğunu belirtmiştir.
Halku’l-Kur’ân fikrini
savunanların öne sürmüş olduğu “Ne zaman Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar
gelse”[357] âyeti, “Allah bundan sonra
yeni bir durum ortaya çıkarı verir”[358]
ve Allah’ın iş oluşturmasının mahlûkatın iş oluşturmasına benzemediği ile ilgili
“Hiçbir şey O’na benzemez”[359] âyetlerini zikrederek[360] muhdesin mahlûk olduğunu öne
sürenlere karşı bunların farklı şeyler olduğunu belirtmiştir. Böylece Allah’ın
kelâmının muhdes olmasıyla mahlûk olmasının farklı şeyler olduğunu ifade ederek
Allah’ın kelâmının mahlûk olmadığına dikkat çekmiştir.
Buhârî, bu bağlamda Allah’ın
kelâm sıfatı hakkında Selefin ve Ehl-i hadîsin görüşlerini savunmuş ayrıca
muhâlif fikirlere karşı eleştirilerde bulunmuştur.[361]
Bu çerçevede el-Câmi’u’s-sahîh’in muhtelif bölümlerinde Allah’ın kelâm sıfatı
üzerinde durmuş, O’nun zatıyla bir, bölünmez, parçalanmaz ve mahlûkâtın
kelâmına benzemediğini ifade etmiştir.[362]
Böylece O, hem Allah’ın sıfatlarını te’vil ve ta’tile giderek halku’l-Kur’ân
fikrini savunan Mu’tezileyi, hem de bu konu hakkında teşbih ve tecsime giden
fırkaları eleştirmiştir.
Kitabu’l-Kader Bölümünde Halku’l-Kur’ân Fikri
Hakkındaki Düşünceleri
Tasnîf döneminde oluşan hadis
edebiyatı eserlerinin çoğunda kaderle ilgili bir bölüm bulunmaktadır.[363] Yapılan bu çalışmalarda Ehl-i
hadîsin kader anlayışı savunulurken, muhâliflerin kader anlayışı
eleştirilmiştir. Buhârî de Câmi’u’s-sahîh’in Kitabu’l-Kader bölümünü bu anlayış
doğrultusunda kaleme almıştır. Öyle ki muhâlifleri oluşturan Mu’tezile ve
felsefeciler, insanların yaptıkları işlerde tamamen hür olduklarını
savundukları için aklı daha çok ön plana çıkartmışlar, ilk yaratılanın akıl
olduğuna dair rivâyetlere vurgu yapmışlardır. Ehl-i hadîs ise, öne sürülen bu
düşüncenin kader anlayışlarına ters düşmesi sebebiyle muhâlefetlerini dile
getirerek, önce kalemin yaratılmış olduğunu ifade etmişlerdir.[364] Bu çerçevede akıl ve kalem,
tarafların kader anlayışının bir simgesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Buhârî
de Kitabu’l-Kader bölümünde ikinci rivâyetinde, kader inancının simgesi olan
kalemle ilgili hadise yer vermiştir.[365]
Buhârî’nin Câmi’u’s-sahîh’in
Kitabu’l-Kader bölümünde ilk rivâyetinde: “...daha sonra Allah bir melek
gönderir ve melek, ona ruh üfler. Bu melek dört şeyle; anne rahmindeki canlının
rızkını, ecelini, amelini, iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olacağını yazmakla
emrolunur.” Kaderiyye ve Mu’tezile’nin şiddetle reddettiği hadise yer vererek
daha ilk rivâyetinde onların düşüncesinin Hz. Peygamber (sav)’in hadisine ters
düştüğünü açıkça ifade etmiştir.
Diğer taraftan Buhârî, Allah’ın
ilim sıfatına dikkat çekerek önemine işaret etmiştir. Bu kapsamda
Kitabu’l-Kader bölümünde: “Allah onların ne yaptıklarını en iyi bilendir”
isminde bâb[366] başlığı açarak Hz. Peygamber
(sav)’in bu minvalde çeşitli hadislerine yer vermiştir. Buhârî’nin bu bâbı,
“Allah’ın onların fiillerini bilmediğini” öne süren Cehmiyye’ye reddiye
niteliğindedir.[367]
Buhârî, kader konusunu
kulların fiillerinin mahlûk olduğu düşüncesinden hareketle ele almıştır. [368] Bu doğrultuda: “Her şeyi
yaratan, yarattığına belli bir ölçüye göre düzen veren Allah’tır” [369] , “Göklerde ve yerde
bulunanların hepsi O’ndan ister (O’na muhtaçtır). O her an yaratma halindedir”[370] ve “Biz bir şey murat
ettiğimizde sözümüz ‘Ol!’ demekten ibarettir, o da hemen oluverir”[371] âyetlerini zikrederek[372] kulların fiillerinin Allah
tarafından yaratılmış olduğunu ifade etmiştir. Zira Buhârî’nin bu düşüncesi,
kader anlayışının merkezini oluşturmaktadır.
Ayrıca Buhârî’nin
Kitâbu’l-Kader başlığı altında: “Allah’ın hükmü değişmez kaderdir”[373] âyeti zikretmiştir. Bu
kapsamda Buhârî, kader hakkındaki görüşlerini Kitâbu’l-Kader bölümünde ele
almakla birlikte başta Kitâbu’t-Tevhîd olmak üzere el- Câmi’u’s-sahîh’inin
çeşitli bölümlerinde zikretme ihtiyacı hissetmiştir. Bu minvalde Kitâbu’t-Tevhîd bâbında, Hz. Âdem ve
Hz. Mûsâ’nın Allah’ın huzurunda birbirlerine karşı delil gösterip çekişmeleri
hakkında, Ebû Hureyre’den rivâyetle Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: “Âdem ile Mûsâ birbirlerine karşı delil gösterip çekiştiler.
Mûsâ, Âdem’e:
-Ey Âdem! Sen bizim babamızdın. Sen bizi cennetten
çıkardığın için, bizleri mahrumiyet ve zarara düşürdün! dedi,
Âdem de O’na:
-Ey Mûsâ! Sen, Allah’ın kelâmı ile seçip mümtaz kıldığı
ve lehine eliyle yazıp çizdiği Mûsâ’sın. Hâlbuki sen, Allah’ın beni
yaratmasından kırk sene evvel üzerime takdir buyurduğu bir işten dolayı beni
kınıyor musun? dedi”
Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“Âdem böylece Mûsâ’ya delil ve burhan ile gâlip geldi” cümlesini üç kere
söyledi,[374] rivâyetine yer vererek
kulların fiillerinin Allah tarafından yaratılmış olduğunu belirtmiştir. Öyle ki
daha önce Halku Efâli’l-‘ibâd eserinde detaylıca ifade ettiğimiz gibi
Sahîh’inde de “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı”[375] âyetini zikrederek; İman,
şehadet, namaz kılmak ve zekât vermenin kulların ameli olduğunu ve Allah
tarafında yaratılmış olduğunu[376] ifade etmiştir. Böylece
Buhârî ‘Kitâbu’t-Tevhîd ve Kitâbu’l-Kader’ bölümlerinde asıl olan Allah
kelâmının mahlûk olmadığını fakat kullara ait fiillerin her ne kadar Kur’ân’a
dair olsa da mahlûk olduğunu belirtmiştir. Öyle ki Buhârî bu düşüncelerini
detaylı bir şekilde Halku Efâli’l-‘ibâd eserinde ele almış olsa da Sahîh’in bu
bölümlerinde tekrar zikretme ihtiyacı hissetmiştir.
Buhârî’nin Târîhu’l-Kebîr Adlı Eserinde
Halku’l-Kur’ân Fikri Hakkındaki Düşünceleri
Buhârî, Târîhu’l-kebîr’inde
ise Ömer b. Dînâr[377] ve Ca’fer b. Muhammed’in:
“Kur’ân Allah kelâmıdır, mahlûk değildir” dediğini; bunu Ali b. Abdullah’ın
Mûsâ b. Dâvud’dan rivâyet ettiğini[378]
de ifade etmiştir.
Buhârî’nin çeşitli
eserlerinden hareketle halku’l-Kur’ân hakkındaki düşüncesini detaylıca ifade
etmeye çalıştık. Bu eserlerinden hareketle Buhârî, halku’l-Kur’ân düşüncesine
farklı bir bakış açısıyla yeni bir yaklaşım getirmiştir. Kendi dönemi
içerisinde Kur’ân’ın mahlûk ya da gayr-i mahlûk olduğu savunulurken, Buhârî,
Kur’ân’ın mahlûk olmadığı ama kulların fiilinin mahlûk olduğunu Kitap ve
sünnetten deliller getirerek belirtmiştir. Bu düşüncesiyle hem Kur’ân’ın
mahlûk, kulların fiillerinin ise gayr-i mahlûk olduğunu savunan, hem de
Kur’ân’ı gayr-i mahlûk, kulların fiillerini de bu kapsama dâhil eden
düşünceleri kabul etmemiştir. Bu yaklaşımıyla Kur’ân’ı lafzî ve Kur’ân’ı nefsî
ayrımına ışık tutmuştur.
Muhammed b.
Yahyâ ez-Zühlî
Ebû Abdillah Muhammed b. Yahyâ
b. Abdillâh ez-Zühlî en-Nîsâbûrî, 170/786 Nîşâbur’da doğdu. Rey, İsfahan, Basra,
Kûfe, Vâsıt, Bağdat, Mekke, Medine, Yemen, Mısır, Şam ve Cezîre gibi beldelere
ilim yolculuğu gerçekleştirmiştir.[379]
İbn Şihâb ez- Zührî’nin hadislerini tasnif etmiştir. Bundan dolayı kendisine
Zührî de denmiştir. Bağdat’a gittiğinde bu tasnif ettiği hadisleri, hadis
âlimlerine rivâyet etmiştir. Ahmed b. Hanbel’in övgüsünü kazanmıştır.[380]
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî;
sika, mütkın, hâfız ve âriftir.[381] İmam Malik’in Medine’deki,
İmam Ahmed’in Bağdat’taki şöreti gibi Zühlî de Nîşâbur’da enteresan bir şekilde
şöhret kazanmıştır.[382] Dönemindeki âlimler arasında
en üst seviyeye ulaşmış hadis hafızları için kullanılan “Emîrü’l-mü’minîn”
unvanıyla anılmıştır.[383] Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’nin ölümü hakkında kesin bir tarih belirtilmemekle birlikte,
252/866-/-259/873 yılları arasında vefat ettiğine dair rivâyetler
bulunmaktadır.[384] Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’nin cenaze namazını Horasan Emîri Muhammed b. Tahîr kıldırmıştır.[385]
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî de
Buhârî gibi Abbâsî Devleti’nin hüküm sürdüğü dönem içerisinde yaşamıştır.
Abbâsî halifesi Hârûnürreşîd zamanında dünyaya gelen Zühlî, el-Mu’tez veya
el-Mu’temid döneminde vefat etmiştir.
Muhammed b. Yahyâ Zühlî ile
Buhârî aynı dönemde yaşamış önde gelen hadis âlimleridir. Daha önce de
belirttiğimiz üzere, yaşamış oldukları bu asır İslâm düşünce tarihi açısından
en yoğun fikrî tartışmaların meydana geldiği dönemdir. Çeşitli konular hakkında
yapılan hararetli tartışmalarda halku’l-Kur’ân mevzusu başı çekmektedir.
Özellikle bu dönem içerisinde Ehl-i hadîs ile Mu’tezile arasında kelâmî konular
üzerinde çetin tartışmalar gerçekleşmiştir. Öyle ki Me’mûn döneminde
halku’l-Kur’ân fikrinin kabul edilip devlet politikası haline getirilmesi
döneme damga vurmuştur.
Me’mûn döneminde ortaya çıkan
mihne politikası, Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin gençlik yıllarına tekabül
etmektedir. Mihne politikasının başlangıcından son bulmasına kadar ki sürece
şahitlik etmiştir. Ehl-i hadîsin katı bir taraftarı olan Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî, halku’l-Kur’ân fikrine şiddetle karşı çıkmakla birlikte[386] mihne sürecinde ne yaşadığına
dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Daha çok Buhârî ile aralarında
gerçekleşen sürtüşme, yaşadığı döneme damga vurmaktadır. Mihne karşıtı
uygulamaların bir tezahürü olarak Kur’ân’ın kelâmullâh olduğuna dair katı tavrı,
Buhârî’nin sadece fikrî anlamda değil pratikte de çeşitli olumsuzluklar
yaşamasına neden olmuştur.
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî,
birçok beldeye ilim yolculuğu gerçekleştirmiştir. Bu yolculuklar esnasında
birçok kimseden hadis rivâyet ettiği gibi kendisinden de rivâyetler de
bulunulmuştur. Aynı zamanda meşhur muhaddislerden ders almış ve kendisinin de
hadis alanında ün salmış öğrencileri olmuştur.[387]
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî; sika, Müslümanların önderi, ümmetin âriflerinden
biri, tam hâfız ve hadiste mü’minlerin emîri olduğuna dair çeşitli rivâyetler
bulunmaktadır.[388]
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî,
Zührî’nin hadislerini tasnif etmesi ve düzeltmesiyle hadis alanında ön plana
çıkmıştır. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel, “Zührî’nin hadisini ondan daha iyi
bilen hiç kimse bize gelmedi” diyerek O’nu övmüş ve onun fazileti yayılmıştır.
Ali b. el-Medînî O’nun için Zührî’nin vârisi olduğunu söylemiştir.
İbn Huzeyme ise Muhammed b.
Yahyâ ez-Zühlî’nin asrının imamı olduğunu söylemiştir. Dârekutnî (ö. 385/995)
de Selefin ilim konusunda kendisinin bilgi eksikliğini görmek isteyenlerin
Muhammed b. Yahyâ’nın, İlelü Hadîsi’z-Zührî adlı eserine[389]
bakmalarını tavsiye etmiştir. Ayrıca Zencuveyh b. Muhammed’in; Ebû Amr ve
Müstemlî’den işittiğine göre, Ahmed b. Hanbel’e geldim, “Nerelisin?” diye
sordu. Nîşâbur’dan olduğumu söyledim. “Ebû Abdullah Muhammed b. Yahyâ’nın
meclisinden misin?” diye sordu. “Evet” dedim. Ahmed b. Hanbel bunun üzerine O
bizdendir. Hadiste O’nu önder kıldık demiştir.[390]
Çok sayıda eseri olduğu belirtilen
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin vefatından sonra iki bin cüz kitabının gömüldüğü
rivâyet edilmektedir.[391] Ayrıca Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’nin talebeleri arasında İmam Müslim (ö. 261/875) de bulunmaktadır.
İmam Müslim tahsilini bitirdikten sonra Nişabûr’a yerleşmiş ve ömrünün
sonlarına doğru Buhârî ile tanışmıştır. Devletin siyâsî olayları sebebiyle
birçok kişi Buhârî’nin çevresinden uzaklaşırken İmam Müslim onu terk değil
bilhassa iltizam etmiştir.[392] Müslim,
Buhârî-Zühlî sürtüşmesi yaşanmadan önce Muhammed b. Yahyâ ez- Zühlî’den birçok
hadis rivâyet etmiştir. Fakat onun İmam Buhârî’ye cephe alması üzerine Muhammed
b. Yahyâ ez-Zühlî’nin derslerini terk etmiş, ondan yazdığı hadisleri evine
göndermiş ve bu hadisleri el-Câmi’u’s-sahîh’ine de almamıştır.[393]
Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’nin, Buhârî ile yaşamış olduğu sürtüşme döneme damgasını vurmuş olsa
da Buhârî; kendisinden Muhammed, Muhammed b. Abdullah, Muhammed b. Hâlid olarak
onu netliğe kavuşturmadan hadis rivâyetinde bulunmuştur.[394]
Kanaatimizce Buhârî, aralarındaki sürtüşmenin tesiriyle Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’den gerçekleştirmiş olduğu rivâyetlerde kasıtlı bir şekilde bu yöntemi
kullanmıştır.
Hâlid
b. Ahmed Ebû Heysem ez-Zühlî
Abbâsî Devleti döneminde, ona
vergi ödemekle yükümlü, yarı bağımsız Tâhîrîlerin[395]
Buhârâ emîri olan Hâlid b. Ahmed Ebû Heysem ez-Zühlî,[396]
Mâverâünnehir’in hâkimi olmuştur. Buhârâ’ya çok güzel hizmetleri olmuştur.
Muhaddisler ona saygı göstermiş, Emîr Hâlid b. Ahmed de onlara ihsan da
bulunmuştur. Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî, ilim öğrenmeye meraklı birisi olup bu
amaç uğrunda çeşitli fedakârlıklarda bulunmuştur. İlim talebine binekle değil
yürüyerek gitmiştir. Bu uğurda milyonlarca dirhem harcamış olup, Emîr Hâlid b.
Ahmed; İbn Raheveyh (ö. 238/853) ve Ubeydullâh el- Kavârîrî (ö. 235/8509)’den
rivâyette bulunmuştur. Kendisinden de; Sehl b. Şâzeviyye, İbn Ebî Hâtim, İbn
Ukde, Ahmed b. Muhammed el-Munkediri ve diğer topluluklardan Abdurrahman b.
Hemdân el-Cellâb rivâyette bulunmuştur. 270/883 yılında vefat etmiştir.[397]
Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî, mihne
ve sonraki sürece tanıklık etmiştir. Bu süreç içerisinde ne düşündüğü ve ne
gibi durumlarla karşılaştığına dair temel kaynaklarda herhangi bir bilgi
bulunmamaktadır. İlme ve âlime önem veren emîr Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî; sarayda
Buhârî’den kitaplarını dinlemek istemiş, bu isteği Buhârî tarafından olumlu
karşılanmayınca çocukları için isteğini yenilemiştir. Buhârî’nin ilmi
başkalarının ayağına götürmek istememesi yine olumsuz cevap almasına neden
olmuştur.[398] Emîr Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî,
Buhârî’nin bu tutumu üzerine üzülmüş ve onu Buhârâ’dan çıkartmıştır.[399] Buhârî ile aralarında
gerçekleşen bu olumsuz hâdise; döneme damgasını vurmuştur. Buhârâ emîri Hâlid
b. Ahmed ez-Zühlî; kaynak eserlerde Buhârî ile aralarında gerçekleşen, temelde
bu hâdise üzerine kurulu olaylar silsilesinde zikredilmektedir. Biyografik
tarzda -ulaşabildiğimiz kadarıyla- kendisinden sadece Zehebî (ö. 748/1348), Siyeru
A’lâmun-Nübelâ adlı eserinde kısaca bahsetmektedir.[400]
Tâhîrîler’in Buhârâ emîri Hâlid
b. Ahmed ez-Zühlî; hâkim oldukları bölgelerde bayındırlık faaliyetlerine çok
önem vermiştir. Tâhîrîler’in ilim adamlarını ve şairleri himaye etmesiyle
Horasan ve Mâverâünnehir’de yoğun bir ilmî faaliyet başlamış; hanedan
mensupları içerisinden şair, hatip ve ilim adamları yetişmiştir. Sulama
kanalları açarak tarımın gelişmesine katkıda bulunmuşlar, çiftçilerin
tarlalarını sulamalarını kurallara bağlayıp, hem karışıklıkların önüne
geçmişler hem de verimi arttırmışlardır.[401]
İşte bunun bir tezahürü olarak Buhârâ emîri Hâlid b. Ahmed ez- Zühlî’nin
Buhârâ’ya çok güzel hizmetleri neticesinde muhaddisler tarafından saygı
görmesine neden olmuştur.[402]
Buhârâ emîri Hâlid b. Ahmed
ez-Zühlî’nin; Ya’kub es-Saffâr (ö. 265/879)[403]
ile iyi ilişkiler kurarak anlaşma yapmıştır. İbn Tâhir’e (ö. 230/844)[404] karşı muhâlefeti seçmiştir.
Detaylarını ilerleyen bölümde zikredeceğimiz, Buhârî ile aralarında yaşanan
tatsız hâdiseler neticesinde emîr, onu Buhârâ’dan sürmüştür. Buhârî, bu durum
karşısında çaresiz kalmış, başta Buhârâ emîri olmak üzere kendisine bunları
yaşatanlara beddua etmiştir.[405] Belki de bu bedduanın
etkisiyle Buhârâ emîri, kalan ömründe pek de iç açıcı yaşam sürmemiştir.
Buhârâ emîri Hâlid b. Ahmed
ez-Zühlî, 296/873 yılında hacca gitti ve tutuklandı. Tutuklandıktan sonra
Bağdat’ta hapse atıldı. Ölene kadar Bağdat’ta hapis hayatı sürdü.[406]
Nisbetleri Zühlî olan,
yukarıda biyografilerinden bahsetmiş olduğumuz Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî ile
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî arasında anlaşılacağı üzere hiçbir yakınlık
bulunmamaktadır. Fakat Buhârî, bu dönem içerisindeki tutumuyla nisbetleri Zühlî
olan bu iki kişiyi ortak paydada buluşturmuştur. Tarih sahnesindeki ortak
düşmanlara karşı birleşme anlayışının bir tezahürü olarak, Muhammed b. Yahyâ
ez- Zühlî ile yönetici Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî Buhârî karşısında ortak bir
tutum içerisinde düşmanca bir tavır sergilemişlerdir.
Mihne belirli bir dönemle
sınırlandırılabilen bir hâdise değildir. Tarih sahnesinde tartışılan konu
değişse bile uygulanan tutum baskı ve şiddete meylettiği zaman mihne karşımıza
çıkmaktadır. Bu başlık altında Buhârî’nin mâruz kalmış olduğu mihne hâdisesine
değineceğiz.
Mihnenin tesirleri, maalesef
kendi dönemiyle sınırlı kalmamıştır. Bunun en açık örneği Buhârî-Zühlî özelinde
gerçekleşen sürtüşmedir. Her ne kadar bu düşünce önemini yitirmiş olsa da,
bunun tezahürü olan Buhârî-Zühlî arasında gerçekleşen sürtüşme, mihnenin
tesirlerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Buhârî-Zühlî Sürtüşmesinin Sebepleri
Zühlî’den kastımız; nisbetleri
Zühlî olan hadis âlimi Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî ile yönetici olan Hâlid b.
Ahmed ez-Zühlî’dir.
Ehl-i Hadîsin Halku’l-Kur’ân Hakkındaki Görüşü
Halku’l-Kur’ân fikri, aklı ön
planda tutan Mu’tezile’nin Abbâsîler döneminde savunmuş olduğu kelâmî bir düşünce
olarak karşımıza çıkmaktadır. Mu’tezile bu düşüncesini kendince aklî delillerle
savunmaya çalışırken Tevhîd prensibini ön planda tutmuştur. Ehl-i hadîs ise
nakli ön planda tutan bir anlayışa sahip olduğu için Abbâsî Devleti’nin gücünü
arkasına alan Mu’tezile’nin savunmuş olduğu halku’l-Kur’ân fikrini, Kur’ân’da
ve Hz. Peygamber’den rivâyet edilen hadislerde buna delâlet eden bir hüküm
bulunmadığından[407] kabul etmemiştir. Bu
doğrultuda Kur’ân’ın kelâmullâh olduğunu ifade ederek,[408]
Mu’tezile’nin bu fikrini çürütmek için başta Ahmed b. Hanbel, İbn Kuteybe (ö.
276/889) ve Osman b. Saîd ed-Dârimî (ö. 280/894) çeşitli reddiyeler kaleme
almışlardır.[409]
Nitekim ‘Ehl-i hadîs’,
halku’l-Kur’ân düşüncesine muhâlefetinden dolayı mihne döneminde sorguya
çekilmiş,[410] işkenceye mâruz kalmış,[411] ölümle tehdit edilmiş[412] hatta
öldürülmüştür.[413] Mihne hâdisesine Ehl-i hadîse
mensup bir kimse olarak şahitlik eden Ahmed b. Hanbel, bu süreç içerisinde
kararlı tutumuyla halk nezdinde büyük itibar kazanmıştır.[414]
Sonraki süreçte Ehl-i hadîsin fikrî yapısının oluşumunda etkin olmuştur.
Mihne döneminde ezilen,
işkence ve kısıtlamalara mâruz kalan Ehl-i hadîs, bu yıpranmışlığının bir
tepkisi olarak halku’l-Kur’ân fikrine muhâlefette aşırıya gitmiştir. Bunun
neticesinde Kur’ân’ın gayr-i mahlûk olduğunu savunduğu gibi kulların fiillerini
de bu kapsama dâhil etmiştir. Aslında Ehl-i hadîs, mahlûk olan okuma fiiliyle
kadîm olan okunanı aynı şey sanarak Kur’ân’ı telaffuz etmenin dahi yaratılmamış
olduğunu ileri sürmüştür.[415] Özellikle mihne sürecinde popülerleşen
Ahmed b. Hanbel’in fikri yanlış anlaşılarak, bu düşünce ona dayandırılmıştır.
Buhârî bu konu hakkında Ahmed b. Hanbel için ileri sürülen iddiaların çoğunun
sabit olmadığını, öyle ki onun mezhebinin inceliğinin anlaşılamadığını
belirterek, İmam Ahmed ile Ehl-i ilimden Allah kelâmının mahlûk olmadığı, onun
dışındakilerin ise mahlûk olduğu görüşünün sâdır olduğunu belirtmiştir.[416] Bu durum Ahmed b. Hanbel
hakkında, “Mihneden önceki hayatıyla ilgili bilgilerin oldukça sınırlı olduğu
ve mihne sonrasındaki hayatına baktığımızda ise âdeta bir bilgi kirliliği içine
gömülmekteyiz”[417] ifadesinin haklılığını gözler
önüne sermektedir. İlerleyen süreçte ise mihne karşıtı tutumun devlet
tarafından desteklenmesiyle siyâsî gücü arkasına alan Ehl-i hadîs, kendi düşüncesinden
olmayan kimselerin halku’l Kur’ân fikrini savunduklarını öne sürerek,
bid’atçılıkla suçlamıştır. Ehl-i hadîsin farklı bir grubu içerisinde yer alan
Buhârî[418] bu suçlamalara mâruz
kalmıştır. [419]
Buhârî; eserlerinden hareketle
detaylıca ifade ettiğimiz üzere halku’l-Kur’ân düşüncesi hakkında, Kur’ân
kelâmullâhtır, gayr-i mahlûktur, fakat kulların fiileri mahlûktur düşüncesine
sahip Ehl-i hadîse mensup bir âlimdir. Buhârî’nin halku’l- Kur’ân fikri
kapsamında kendisine kadar öne sürülmemiş olan bu yaklaşımı, Ehl-i hadîsin
muhâlefetine sebep olmuştur. Aslında Buhârî-Zühlî sürtüşmesinin en temel
sebebi; Buhârî’nin savunmuş olduğu bu yeni yaklaşımın Ehl-i hadîsin savunmuş
olduğu düşünceye ters düşmesinden kaynaklanmaktadır.
Buhârî ve Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî
Sürtüşmesinin Sebepleri
Me’mûn döneminde başlayan
mihne sürecinde, halku’l-Kur’ân düşüncesini kabul etmeyen âlimler hem fikrî hem
de fizikî açıdan çeşitli baskı ve sıkıntılara mâruz kalmışlardır. Mütevekkil
dönemiyle birlikte mihne siyaseti son bulmuş olsa da uygulanan mihne karşıtı
politikayla etkisi süregelmiştir. Süregelen etkinin bir tezahürü olan
Buhârî-Zühlî sürtüşmesinde, Buhârî bu mesele hakkında düşüncesini ortaya
koymaktan kaçınmış olsa da Kur’ân’ın mahlûk olup olmadığına dair fikrini
öğrenmek isteyen kimselerin ısrarlı tavırlarına/sorularına mâruz kalmıştır. Bu
ısrarlar neticesinde Buhârî’nin, Kur’ân’ın mahlûk oluşuna şiddetle karşı
çıktığı bilinmekle beraber, bu kapsamda ifade etmiş olduğu farklı düşüncesinden
ötürü yanlış anlaşılması, yaşanan bu olumsuzluklardan payını almasına sebep
olmuştur.
Buhârî, Halku Efâli’l-‘ibâd
eserinde detaylıca gördüğümüz gibi Kur’ân’ın mahlûk mu yoksa gayr-i mahlûk mu
olduğuna dair süregelen tartışmalara yeni bir yaklaşım getirmiştir. Kendisinden
önceki âlimler, Kur’ân’ın mahlûk olduğu ya da mahlûk olmadığı fikrini
benimseyerek, tercih ettikleri fikrin katı savunuculuğunu gerçekleştirirken,
Buhârî; Kur’ân’ın mahlûk olduğu fikrine şiddetle karşı çıkmakla birlikte
kulların fiillerinin mahlûk olduğunu ileri sürmüştür. Bu kapsamda kaleme almış
olduğu Halku Efâli’ı-‘ibâd adlı eserinde bu konuyu detaylıca temellendirmiştir.
Bu doğrultuda eserinde: Ehl-i hadîsin önde gelen âlimlerinin, Kur’ân’ın Allah
kelâmı olduğunu ve mahlûk olmadığını söylediklerine dikkat çekmiştir. Ayrıca bu
âlimler üzerinden kim Kur’ân’ın mahlûk olduğunu savunursa onun, zındık ve kafir
olduğunu, tevbe etmesi gerektiğini belirtmiştir. Eğer tevbe etmezse İslâmdan
çıkacağını, arkasında namaz kılınmayacağını ve öldürülmesi gerektiği hususuna
değinerek, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul eden kimselere çeşitli ithamlarda
bulunmuştur.
Asıl önemli olan nokta ise
Buhârî’nin bu görüşleri zikretmekle birlikte meseleye farklı bir bakış açısı
getirmesidir. Buhârî bu bakış açısı ile kulların fiillerinin mahlûk olduğunu;
onların hareketleri, sesleri, kazanç elde etmesi ve yazı yazmalarının mahlûk
olduğunu, ancak açıkça okunan, mushaflara yazılan, kalplerde tutulan Kur’ân’ın;
Allah kelâmı olup, mahlûk olmadığını[420]
ifade etmiştir. Buhârî bu ifadesi ile mahlûk olan okuma fiiliyle, kadîm olan
okunanı aynı şey zannederek, Kur’ân’ı telaffuz etmenin bile yaratılmamış
olduğunu ileri süren hadisçilerin görüşlerini benimsememiştir.[421] Kur’ân’ı okuma ve yazma kula
ait bir fiildir, kulun bütün fiilleri ise mahlûktur; dolayısıyla Kur’ân’ı okuma
ve yazmanın da mahlûk olması gerekir, fikrini savunan Buhârî; Ehl-i sünnet
kelâmcılarının Kur’ân’ı, lafzî ve nefsî kelâm ayrımına tâbi tutarak çözmeye
çalıştıkları halku’l-Kur’ân meselesini aynı açıdan ilk defa ele alan, böylece
Mâturîdî kelâm mektebinin müjdecisi sayılan önemli bir âlimdir.[422]
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî ise
Buhârî Nîşâbur’a geleceği zaman öğrencilerine onu gidip karşılamalarını ve
ondan hadis dinlemelerini istemiştir. Hâtim b. Ahmed, Müslim b. Haccâc’dan
işittiğine göre şöyle demiştir: “Muhammed b. İsmâîl Nîşâbur’a geldiği zaman
halkın ona gösterdiği itibarı bir âlime, bir valiye gösterdiğini görmedim.
Şehre 11 ya da 17 km mesafeden
kendisini karşıladılar. Muhammed b. Yahyâ bulunduğu mecliste: “Yarın Muhammed
b. İsmâîl’i isteyen karşılasın” dedi. Muhammed b. Yahyâ ve bütün Nîşâbur
âlimleri de onu karşıladı. Muhammed b. Yahyâ bize “Sakın ona kelâm meseleleri
hakkında bir şey sormayın. Zira bizim görüşümüze aykırı bir cevap verirse
aramız açılır. Horosan’da ne kadar Mürci’î, Cehmî, Râfızî ve Harûrî varsa
diline düşeriz” diye tembih etti. Aslında Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin bu
uyarısı onun, Buhârî’nin kelâm meseleleri hakkında kendileriyle uyuşmayan
düşünceleri olduğuna dair önceden bir şeyler bildiğine işaret etmektedir. Bu
durum Buhârî’nin Halku Efâli’l-‘ibâd eserini yazdığını ve Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’nin de bu eserden haberi olduğuna işaret etmektedir.
İnsanlar Buhârî’ye gitmiş,
ondan dinlediklerini kabul etmiştir. İlerleyen zamanlarda halkın Buhârî’ye
göstermiş olduğu yoğun teveccüh neticesinde Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin
meclisinde eksilmeler olmuştur. Bundan dolayı Muhammed b. Yahyâ ez- Zühlî’de
Buhârî’ye karşı haset duygusu oluşmuş ve onun aleyhinde konuşmaya başlamıştır.
Ayrıca Buhârî’nin Nîşâbur’a gelmesiyle birlikte insanların onun etrafında
toplanması bazı âlimlerin hasetlik duymasına neden olmuştur. Bu âlimler, hadis
öğrencilerine Buhârî’nin, Kur’ân’ın lafzı mahlûktur, dediğini öne sürerek onun
bu konu hakkındaki düşüncelerini öğrenmek istemişlerdir.[423]
Nîşâbur’da bulunan bazı âlimlerin, Buhârî’ye duymuş oldukları kıskançlıktan
ötürü onun fikrinin saptırıldığı görülmektedir.
Nîşâbur’un önde gelen
âlimlerinden olan Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî, Buhârî’nin halku’l-Kur’ân
hakkındaki görüşüne karşı katı bir tavır takınmıştır. Buhârî’nin Nîşâbur’a
geldiği esnadaki hoşgörülü tutumunu bir kenara bırakarak O’na karşı ağır
ithamlarda bulunmuştur. Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin, Buhârî’nin Kur’ân’ın
mahlûk ya da gayr-i mahlûk olması noktasındaki görüşü hakkında “Buhârî’nin bu
sözü onun lafızcı olduğunu gösterir, bize göre lafızcılık Cehmiyye’den daha
zararlıdır”[424] ifadesini
kullandığı, ayrıca “Kur’ân Allah kelâmıdır ve her yönüyle hem lafzı hem de
kendisi mahlûk değildir. Her kim Kur’ân’ın mahlûk olduğunu iddia ederse
kâfirdir, İslâm’dan çıkar, karısı boştur. Bu kimse tevbeye davet edilir, kabul
etmezse boynu vurulur, malı Müslümanlara helâldir ve öldüğü zaman Müslümanların
kabrine defnedilmez. Her kim tevakkuf ederse ve ‘Ne mahlûktur ne de değildir’
derse, o kâfir gibidir. Her kim de Kur’ân’ın lafzının mahlûk olduğunu iddia
ederse bid’atçıdır, o kimse ile oturulmaz ve konuşulmaz, her kim bizim
meclisimizden çıktıktan sonra Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî’nin meclisine
giderse o da itham olunur, öyle ki O’nun yanına O’nun gibi düşünmeyen birisi
gitmez” [425] dediği rivâyet edilmektedir.
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin bu sözü, aslında O’nun Buhârî’ye karşı değişen
tavrına dair rivâyet edilen sebepleri de desteklemektedir. Öyle ki Muhammed b.
Yahyâ ez-Zühlî, Nîşâbur’daki otoritesini kullanarak, muhtemelen kendi
meclisindeki eksikliklerin önüne geçmek için sadece Buhârî’ ye değil onun
meclisine katılanlara da aynı ithamlarda bulunmuştur. Ahmed b. Seleme’nin
Buhârî’ye gelerek Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin Nîşâbur’da kabul görmüş birisi
olduğunu, bu görüşünde inat ettiği için onun görüşüne karşı çıkmaya kimsenin
gücünün yetmediğini söylemesi,[426] Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’nin Nîşâbur’daki konumunu gayet net bir şekilde gözler önüne
sermektedir. Bu doğrultuda aralarındaki lafız meselesine dair ihtilâfı öne sürerek
Nîşâbur’daki konumundan istifade eden Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî, çoğu insanın
Buhârî ile olan ilişkilerinin kesilmesine neden oldu.[427]
Buhârî ve Buhârâ Valisi Hâlid b. Ahmed
ez-Zühlî Sürtüşmesinin Sebepleri
Buhârâ emîri Hâlid b. Ahmed
ez-Zühlî, ilme düşkünlüğü ile bilinen bir yöneticidir. Buhârî’nin Nîşâbur’da
yaşanan hâdiseler neticesinde Buhârâ’ya gelmesiyle kendisinin ilmî kişiliğinden
faydalanmak istemiştir. Bunun için Buhârî, Buhârâ’ya geldikten bir süre sonra
Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî, bir adamını göndererek “el-Câmi’”, “et-Târîh” ve diğer
eserlerini kendisinden dinlemek istediğini bildirdi. Buhârî ise bu istek
karşısında; ilmi küçük düşürmeyeceğini, ilmi insanların kapısına
taşımayacağını, eğer gerçekten arzu ediyorsa hadis okuttuğu meclise veya evine
gelmesini, bunu da istemiyorsa hadis okutmasını yasaklayabileceğini söyledi.
Hz. Peygamber’in: “Kendisine sorulan şeyi öğretmekten kaçınan kimseye ateşten
gem vurulacağını”[428] bildiren hadisi
sebebiyle ilmi kimseden esirgemediğini de belirtmiştir. Buhârî’nin bu cevabı,
Buhârâ emîrinin isteklerinden vazgeçmesinde etkili olmamıştır. Bu olumsuz cevap
üzerine Buhârâ emîri başka bir istekte bulunmuştur. Ebâ Bekr b. Ebî Ömer el-
Hâfız’ın söylediğine göre; Ebî Abdullah Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî ile Tâhîrîlerin
Buhârâ emîri Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî arasındaki ayrılışın sebebini Buhârâ
emîrinin, Buhari’ye çocuklarına evinde özel ders vererek “el-Câmi’” ve
“et-Târîh” eserlerini mütalaa etmesini istemesi ve Buhârî’nin de bu isteği,
ilmi belli insanlara tahsis edemeyeceği gerekçesiyle reddetmesi olarak izah
etmiştir.[429] Buhârî’nin, Hâlid b. Ahmed
ez-Zühlî’nin isteklerine karşı bu kararlı tutumu, ister istemez emîrin
yöneticilik otoritesini ve Buhârâ’daki vakarını zedelemiştir. Buhârâ emîrinin
isteklerinin kabul edilmemesi, yönetici kimliğinin kendisi üzerinde oluşturduğu
hem fiziksel hem de psikolojik baskı ve Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin
Buhârî’ye karşı sürdürmüş olduğu kara propaganda içerikli mektubunu emîre
göndermesi gibi sebepler birleşince, emîr Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî; Buhârî’ye
karşı katı bir muhâlefet izlemiştir. Her ne kadar nisbet kelimesi yakınlık,
ilişki kurma ve akrabalık bildirse de[430]
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî ile Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî’nin nisbetlerinin
aynı olmasının benzerlikten ötürü olduğu ve bu kapsama girmediği kanaatindeyiz.
Öyle ki ikinci bölümde paylaşmış olduğumuz bu kimselerin biyografilerinden
hareketle, aralarında akrabalık ilişkisinin bulunmadığını söylememiz münkündür.
Fakat Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî ile Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî’nin nisbetlerinin
benzerliği gibi Buhârî’ye karşı tutumları da benzerlik gösterdiği aşikardır.
Buhârî; ilmî anlayışı gereği,
ilme saygı ve değer verilmesi gerektiği kanısındaydı. Öyle ki Buhârî, kendi
dönemi içerisinde, karşısındaki kişinin konumu ve statüsü ne olursa olsun bu
anlayış doğrultusunda hareket etmiştir. Otorite sahibi yöneticilerin gücünü
arkasına alarak ilmi küçük düşürmek yerine onu ayakta tutmak için çabalamıştır.
İlim talebesinin üzerine düşeni yapması gerektiği anlayışında olan Buhârî, hiç
kimseye ayrıcalık tanımamıştır. İlmi ayağa götürmek yerine değer verilen ve bu
doğrultuda bazı şeylerden feragat edilmesi gereken bir değer olarak görmüştür.
Buhârî ilim meclislerinde, bu anlayış doğrultusunda ilmî faaliyetlerini
gerçekleştirmiştir.[431]
Netice itibariyle Tâhîrîlerin
Buhârâ emîri Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî ile Buhârî arasındaki sürtüşme Buhârî’nin
memleketi olan Buhârâ’ya gelmesiyle başlamıştır. Buhârî’nin Nîşâbur’dan
ayrılmasıyla alakalı olarak şu hususun altının çizilmesi gerekmektedir: Buhârî,
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî ile aralarında gerçekleşen hâdiseler neticesinde
olayların daha da fazla büyümemesi için bu durumu Allah’a havale ederek kendi
isteği ile Nîşâbur’u terk etmiştir.[432]
Doğduğu memleket olan Buhârâ’ya gelerek yaşanan kötü hâdiseleri arkasında
bırakmak istemiştir. Fakat Nîşâbur’da gerçekleşen hâdiseler ve kıskançlık
duygusuyla hareket eden Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin olumsuz tutumu,
Buhârî’nin şehri terk etmesinde etkin faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öyle ki Buhârî’nin bu kararı, yaşanan olumsuzlukların peşini bırakmasında
etkili olmamıştır.
Buhârî’nin Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’den
Tedlîs Yaptığı İddiası
Tedlîs sözlükte; zulmet,
karanlık, bir şeyin ayıbını kusurunu gizlemek, açık ve belli olması gerekirken
onu karanlıkta bırakıp belirsiz hale sokmak demektir.[433]
Hadis terimi olarak tedlîs, bir râvinin aynı dönemde yaşayıp görüşmediği veya
görüştüğü halde hadis almadığı bir şeyhten işitmişçesine rivâyette bulunmasına
denir.[434] Tedlîsin birçok çeşidi
bulunmaktadır.[435] Bunlardan önemlileri ise;
“tedlîsu’l-isnad”, “tedlîsu’ş- şuyuh” ve “tedlîsu’t-tesviye” dir. Bizi burada
“tedlîsu’ş-şuyuh” ilgilendirmektedir.
Tedlîs iddiasının konumuzla
alakalı olan yönü ise Buhârî ile Muhammed b. Yahyâ ez- Zühlî’nin mesafeli
durmasına sebep olmasıdır. Bu mesafeli duruş, iki hadisçi arasında yaşanacak
olan sürtüşme öncesi gerginliği açıkça gözler önüne sermektedir.
Buhârî’nin Tedlîs Yaptığını İddia Edenler ve
Görüşleri
İlk olarak Ebû Abdullah b.
Münde (ö. ?), Buhârî’nin tedlîs yaptığını iddia etmiştir. Ebû Abdullah b. Münde
bu iddiasıyla Buhârî’nin tedlîsu’l-isnad yaptığını ileri sürmüştür. Ayrıca
Buhârî’ye Kelâbâzî (ö. 379/990) ve Hafız Zehebî (ö. 748/1348) de tedlîs
iddiasında bulunmuştur. Onlar bu iddialarıyla Buhârî’nin tedlîsu’ş-şuyuh
yaptığını ileri sürmüştür. Kelâbâzî, Buhârî’nin Câmi’u’s-sahîh’inde oruç, tıp
ve cenaiz gibi birçok bölümde Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’den rivâyette
bulunduğunu ve bu rivâyetlerin hiç birinde açıkça Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî
nisbetini kullanmadığını belirtmiştir. Bu bağlamda Hafız Zehebî de Buhârî’nin
Muhammed b. Yahyâ ez- Zühlî’den rivâyette bulunurken birçok nisbet kullandığını
belirtmiş ve Muhammed b. Yahyâ nisbetinde rivâyette bulunmadığını ifade
etmiştir.[436]
Buhârî’nin Tedlîs Yaptığı İddiası Hakkında
Değerlendirme
Buhârî’ye iddia edilen tedlîs,
genel anlamda tedlîsu’ş-şuyuh kapsamındadır. Tedlîsu’ş- şuyuh ise ravinin hadis
rivâyet ettiği şeyhinin isnadında, meşhur isim veya nisbeti yerine herkesçe
bilinmeyen isim veya nisbetinin kullanılması durumudur.[437]
Bu kapsamın dışında yer alan Ebû Abdullah b. Münde’nin iddiasına bakacak
olursak, Zeynüddin el-Irâkî (ö. 806/1404), et-Takyîd ve’l-îzah mukaddimeti
İbni’s-Salah isimli kitabında, Buhârî’nin medellis olmadığını ve onun tedlîs
olacak şekilde hiçbir rivâyet zikretmediğini belirtmiştir. Sıbt İbnü’l-Acemî
(ö. 841/1438) et-Tebyîn li-esmâ’i’l Müdellisîn isimli kitabında müdellisleri
zikretmiş, bu zikretmiş olduğu müdellisler arasında Buhârî bulunmamaktadır.
Süyûtî (ö. 911/1505) ise İbn Münde’nin bu hususta tek kaldığını belirtmiştir.
Ulemâ, Ebû Abdullah b. Münde’0nin bu iddiasını reddetmiştir.[438]
Buhârî’nin Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’den aktarmış rivâyetlerinde tedlîsu’ş-şuyuh yaptığı iddiasına gelince,
bu hususta yapılmış önemli bir çalışma olarak Süleymân Sâlih Muhammed
eş-Şecrâvî’nin, et-Tahkîk fi Şübheti’t-tedlîs fi Rivâyeti’l-imâm el- Buhârî
ani’l-Zühlî isimli çalışması dikkat çekmektedir. Müellif bu çalışmasında
Buhârî’nin Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’den rivâyetlerini dört kısma ayırmıştır.[439] Birinci kısımda
Buhârî, Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin kabilesine ve babasının dedesine
mensubiyetle “Muhammed b. Hâlid ez-Zühlî” olarak rivâyette bulunmuştur. Buhârî’nin bu kısımdan bir tane hadis
zikretmesi ve hocalarından Muhammed b. Zühlî isminde başka hocasının
bulunmaması, Muhammed b. Yahyâ ez- Zühlî’ye nisbetinde şüphe içermemektedir.
İkinci kısımda ise Buhârî,
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin sadece babasının dedesine nisbetle “Muhammed b.
Hâlid” olarak rivâyette bulunmuştur. Buhârî bu kısımda üç tane hadis rivayet
etmiştir. Ulemâ bunlarda ihtilâf etse de bu rivâyetlerde geçenin Muhammed b.
Yahyâ ez-Zühlî olduğu kabul edilmiştir. Buhârî’nin, Muhammed b. Hâlid nisbetiyle
kitabında aktarmış olduğu rivâyetlerin senedlerini dipnotta aslına uygun bir
şekilde aktardık. Senedleri incelediğimizde bu üç rivâyetinde ayrı şeyhlerden
alınmış olduğu görülmektedir. Bu durum ulemânın ihtilafını desteklemektedir.
Üçüncü kısımda Buhârî, Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin dedesine nisbetle
“Muhammed b. Abdullah” olarak rivâyet etmiştir. Bu kısımda Buhârî
yedi tane hadis zikretmiştir. Ulemâ, hadislerin çoğunluğunu Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’ye nisbet etmiş olmakla beraber Buhârî’nin bu isimde birçok hocası
olduğu için bazı hadislerin ona nisbet edilmesinin zor olduğu belirtilmiştir.[440] Öyle ki Buhârî’nin Muhammed b.
Abdullah nisbetiyle kitabında aktarmış olduğu rivâyetlerin senedlerini dipnotta
aslına uygun bir şekilde aktardık. Senedleri incelediğimizde bu yedi rivâyetten
dört tanesinin aynı şeyhten alınmış oluduğu, diğerlerinin ise farklılık ifade
etiği görülmektedir. Bu durum ulemânın bu konu hakkındaki tututmunu destekler
niteliktedir. Dördüncü kısımda Buhârî, Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’ye hiçbir
eklemede bulunmadan sadece “Muhammed” ismiyle rivâyette bulunmuştur.[441] Müellif bu kısmı açıklarken,
ihmâlin siga/güvenilir râviye -usul kitaplarında- zarar vereceğini belirterek,
Buhârî’nin kitabında sadece sahîh hadis rivâyet etme çabasında olduğuna dikkat
çekmektedir. Bundan ötürü bu durumun ona zarar vermeyeceği düşüncesindedir.
Ayrıca yapılan araştırmalarda Buhârî’nin rivâyetlerinde Muhammed isminde yüz
kırk yedi tane râvi bulunduğunu ve on yediye yakın bu isimde hocasının
bulunduğunu belirterek hocaları içerisinden bir kişi hariç hepsinin
sika/güvenilir olduğunu ifade etmiştir. Müellif, bu durumun da Buhârî’ye zarar
vermeyeceği kanaatindedir.[442] Senedleri incelediğimizde
Buhârî’nin bu rivâyetleri farklı şeyhten alınmış oluduğu görülmektedir Ayrıca
Muhammed isminde yüz kırk yedi tane râvi bulunması ve bunların tek tek tespiti
ayrı bir araştırmanın konusudur.
Buhârî’nin Câmi’u’s-sahîh’inde
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî için kullanmış olduğu nisbetler hakkında tarama
yaptığımızda, en açık olan nisbetini ilk sırada zikretmediğini görmekteyiz. Bu
durum, Buhârî’nin farklı zaman ve mekânlarda hocalarından dinlediklerini kağıda
geçirdiğini ve bu süreç içerisinde yazdığı isim neyse kitabına geçirirken de
hiçbir değişiklik yapmadan aynı ismi kullandığını göstermektedir. Zira
Buhârî’nin yaşamış olduğu bu süreci, dönemin şartlarını göz önüne alarak
değerlendirmeyip, günümüz şartları doğrultusunda yorumlarsak akronizme düşmüş
oluruz. Bu çerçevede Buhârî’nin kaleme almış olduğu Câmi’u’s-sahîh’in uzun
soluklu bir eser olduğunu akıldan çıkartmamak gerekmektedir.
Buhârî’nin Câmi’u’s-sahîh
eserine baktığımızda Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’den aktarmış olduğu
rivâyetlerde kullanmış olduğu nisbet çeşitliği, onun kitabındaki bir teknik
olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki Buhârî’nin Nuaym b. Abdullâh el- Mucmir
(ö. ?)’den rivâyetlerinde de bu durumun bir benzerini görmekteyiz. Nitekim
Buhârî’nin bu râviden aktarmış olduğu rivâyetlerden üç tanesinde Nuaym b.
Abdullâh el-Mucmir nisbetinde, [443] iki tanesinde Nuaym el-Mucmir
nisbetinde [444] ve iki tanesinde de Nuaym
nisbetinde[445] rivâyette bulunmuştur. Bu
husus aslında hem Buhârî’nin Câmi’u’s-sahîh’inin isminde de yer alan muhtasar
özelliğinin bir gereği, hem de kitabında kullanmış olduğu bir teknik olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Müellif çalışmasının sonunda:
“Bu kısımlara ayırma, imam Buhârî’nin Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’den
rivâyetleri tedlîsü’ş-şüyûh sayılır mı? Bu durum imam Buhârî’yi yaralamaya
götürür mü?” sorularını sorarak, “Araştırmacı, derin bir araştırmada rivâyette
çeşitlenmenin tedlîsü’ş-şüyûh sayılmasını mümkün kılmayacağını ve
yaralamayacağını görür”[446] cevabını vermektedir. Bu
cevabı vermesinde ise öncelikli olarak, ulemânın tedlîsü’ş-şüyûhtan kastının;
râvinin hocasından işiterek onu isimlendirmesi, künyelemesi, nisbet etmesi veya
vasfetmesi şeklinde rivâyet etmesidir. Râvi, hocası bilinmediği için bu şekilde
vasıflandırıyor. Zira râvi, bilinen bir isim veremediği için yanıltmama gayesi
ile böyle bir çaba içerisindedir. Ayrıca bir şahıstan çeşitli lafızlarla
yapılan rivâyet tedlîs sayılmaz. Bilakis çeşitlendirme babından olur, bu da
muhaddisler tarafından bilinmektedir[447]
açıklamalarını yaparak düşüncesini dile getirmiştir. Ayrıca müellif, bu
düşüncede olmasının sebeplerinden biri olan Buhârî’ye has bir durumu da
belirtmiştir. Bu doğrultuda; ulemânın çoğu, Buhârî’nin Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’den rivâyetlerini bu yolla yapma sebebini, ikisi arasında meydana
gelen ihtilâflardan ötürü olduğunu belirtmiştir. Bu durum Buhârî’de özür,
yaralama ya da kınama durumu sayılmayacağını, bilakis aralarında yaşananlara
rağmen Buhârî’nin Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’den rivâyette bulunmasının büyük
bir ahlak örneği olduğunu ifade etmiştir.[448]
Zira yukarıda geçtiği üzere, Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî, insanların Buhârî’nin
meclisine gitmelerine engel olmuş, onun aleyhine çalışmalar yürütme gayreti
içerisine girmiştir.
Bu kapsamda Buhârî, Muhammed
b. Yahyâ ez-Zühlî’den yaklaşık otuz dört hadis rivâyet etmiştir. Her ne kadar
süreç içerisinde Buhârî, Zühlî’den yapmış olduğu rivâyetler neticesinde
tedlîsle itham edilse de ulemâ tarafından bu kabul görmemiş, tedlîs ithamından
berî olmuştur.[449] Zira Buhârî, Muhammed b.
Yahyâ ez-Zühlî’den rivâyette kullanmış olduğu çeşitlilik, aldatma kastıyla
değil, aralarında yaşanan sürtüşme neticesinde olabilir. Buhârî, bu
rivâyetlerinde tedlîs olduğunu kabul etmemiştir.[450]
Ayrıca tedlîs yapmaya sevk eden âmillere baktığımızda; râvinin, şeyhi ile kendisi
arasındaki özel bir durum sebebiyle tedlîse tevessül etmesi maddesi yer
almaktadır. Bu durumda râvi, her zaman şeyhinin bilinen adıyla rivâyette
bulunmaz. Bu yöntemi uygulamadan maksat, hiçbir zaman tedlîs yapmak için
değildir.[451]
Buhârî-Zühlî Sürtüşmesi Sonucu Yaşanan Hâdiseler
Buhârî ve Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî
Sürtüşmesi Sonucu Yaşanan Hâdiseler
Temelde sürtüşme hâdisesinin
kıvılcımı, Buhârî’nin Nîşâbur’a gelmesiyle başlamıştır. Buhârî’nin Nîşâbur’a
gelmesiyle halk, Buhârî’den ilim almak için başına yığıldı. Öyle ki bulunduğu
ev dolup taştı. Geldiğinin ikinci ya da üçüncü gününde birisi kalkıp Kur’ân’ın
lafzı hakkında soru sordu. Buhârî: “Fiillerimiz mahlûktur, telaffuzlarımız da
fiillerimizden birisidir” cevabı üzerine orada bulunanlar aralarında ihtilâfa
düştü. Bir kısmı: “Buhârî, Kur’ân’ı telaffuzum mahlûktur dedi” derken, bir
kısmı da “Demedi” diyerek tartışmaya başladılar. Böylece araları açıldı. O
kadar ki birbirlerine düştüler. Bunun üzerine ev halkı bir araya gelerek
münakaşa edenleri dışarı çıkardı. Bu kapsamda aktarılan başka bir rivâyette ise
İbn Adî (ö. 365/976); Muhammed b. İsmâîl’in (Buhârî’nin) Nîşâbur’a geldiğinde
bütün halkın kendisine teveccüh göstermesine bir şeyh haset etmiştir. Muhammed
b. İsmâîl’in, Kur’ân’ın lafzı mahlûktur, görüşünü benimsediğini söyleyerek
hadis talebelerine bu konu hakkında onun kanaatini öğrenmeye teşvik etmiştir.
Büyük bir kalabalığın olduğu mecliste bir adam kalkıp: “Ey Abdullah! Kur’ân
lafzı hakkında ne diyorsun? Kur’ân mahlûk mu, yoksa gayr-i mahlûk mudur?” diye
sordu. Buhârî önce bu soruya cevap vermedi. Adam ısrar edip üçüncü defa
sorduğunda ise Buhârî: “Kur’ân Allah kelâmıdır, mahlûk değildir. Kulların
fiilleri ise mahlûktur. Bu hususta soru sormak bid’attır” diye cevap verdi.
Bunun üzerine topluluk aralarında ihtilâfa düştü. Bir başka rivâyete göre Ebû
Ömer en-Nîşâburî şöyle demiştir: “Buhârî’ye geldim ve ona “Ey Abdullah! Senin
‘Kur’ân’ın lafzı mahlûktur’ dediğini söylüyorlar, ne dersin?” diye sordum.
Buhârî de: “Ey Ömer! Şunu benden iyi öğren; Nîşâbur, Humus, Rey, Hemedan,
Bağdat, Kûfe, Basra, Mekke ve Medine ehlinden, kim ‘Kur’ân’ın lafzı mahlûktur’
dediğimi iddia ederse, o yalancıdır. Ben öyle demedim. Ancak ben kulların
fiilleri mahlûktur, dedim” diyerek cevap vermiştir.[452]
En son rivâyette Buhârî’nin düşüncesinden ötürü yanlış anlaşıldığı, kullanmış
olduğu bu tabirin sanki Kur’ân’ın mahlûk olduğu noktasında anlaşılmasından
dolayı böyle bir açıklamada bulunmuş olma ihtimali yüksektir. Zira bu sözü,
Halku Efâli’l-‘ibâd adlı eserine tamamen ters düşmektedir.[453]
Yukarıda zikretmiş olduğumuz Nîşâbur’da yaşanan hâdiseler, Buhârî’yi Buhârâ’ya
sürüklemiştir.
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî,
Buhârî’ye karşı yürütmüş olduğu muhâlefet neticesinde onun Nîşâbur’dan
ayrılmasıyla yetinmemiştir. Abdurrahman b. Ebî Hatim (ö. 327/938), Ebû Zür’ (ö.
264/878) ve Buhârâ valisi Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî’ye göndermiş olduğu
mektuplarla kara propagandasını sürdürmüştür. Göndermiş olduğu bu mektupların
tam metni kaynaklarda zikredilmese de muhtevasının, Buhârî’nin Kur’ân’ın lafzı
mahlûktur dediğine dair olduğu rivâyet edilmektedir.[454]
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî; göndermiş olduğu bu mektupla, Buhârî’nin hem
Kur’ân’ın mahlûk olduğu fikrine sahip olduğunu, hem de onun bid’atçı olduğunu
ifade ederek bu kişileri, Buhârî aleyhinde etkilemeye çalışmıştır.
Buhârî ve Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî Sürtüşmesi
Sonucu Yaşanan Hâdiseler
Buhârâ emîri, Buhârî’den arzu
etmiş olduğu çeşitli taleplerine olumlu cevap alamamıştır. Bunun neticesinde
yönetici Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî ile Buhârî arasında tatsız hâdiseler yaşanmıştır.
Emîrin isteklerinin Buhârî
tarafındam kabul edilmemesi, Buhârâ’da yönetici olması dolayısıyla otoritesini
ve bölgedeki vakarını zedelemiştir. Bunun üzerine Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî,
Hureys b. Ebî Verkâ (ö.?) ve onun dışında ilim ehlinden olan başka kimselerden;
Buhârî’nin düşünce ve fikirleri hakkında asılsız konuşmaları için yardım
istemiştir. Buhârî hakkında insanları kışkırtarak fitne çıkartmak sûretiyle
onları bu doğrultuda yönlendirmeye çalışmıştır. Bu âlimlerin; Buhârî hakkında
olumsuz çabaları neticesinde, O’nu Buhârâ’dan sürmüştür.[455]
Emîr, bu kimselerin Buhârî hakkında asılsız iddialarda bulunarak ileri geri
konuşmalarını sağlamıştır. Böylece O’nu Buhârâ’dan sürmek için zemin
hazırlamış, bunu da başarmıştır. Buhârî uğramış olduğu bu haksız tutum
karşısında onlar aleyhinde “Allah’ım! Bana kastettikleri şeyi; onlara,
evlatlarına ve ailelerine ulaştır” diye beddua etti. Bu bedduanın üzerinden bir
aydan az bir süre geçmişti ki Tâhirîler, emîr aleyhinde (işlemiş olduğu suçun)
teşhir edilmesini emretti. Emîr, bir eşeğin semeri üzerinde giderken kendisi
aleyhinde (işlemiş olduğu bu suç) halka teşhir edildi. Daha sonraları emîr
kendisi hakkında verilen bu teşhir emriyle tanınır oldu. Hureys b. Ebî Verkâ’ya
gelince o da ailesi hakkında belaya uğradı. Ailesinde vasfedilmeyecek şeyler
göründü. Buhârî hakkında kara propagandaya karışan diğerleri ise evlatlarıyla
sınandı.[456]
Hâlid b. Ahmed’in Buhârî’yi
Buhârâ’dan sürmesinde Muhammed b. Yahyâ ez- Zühlî’nin Buhârî aleyhinde
göndermiş olduğu mektup da etkili olmuştur. Muhammed Yahyâ ez-Zühlî; Buhârî ile
yaşananlardan sonra Buhârâ emîri Hâlid b. Ahmed ez- Zühlî’ye göndermiş olduğu
mektupta, Buhârî’nin sünnetten ayrıldığının açığa çıktığını ifade etmiştir.
Buhârâ emîri ise Buhârî’ye karşı eline geçen bu fırsatı kullanmak için mektubu
Buhârâ halkına okutmuştur. Buhârâ halkının onun yanında durmasına rağmen emîr
Hâlid b. Ahmed, Buhârî’nin bu beldeden çıkarılması emrini vererek onu
Buhârâ’dan sürmüştür.[457] Muhtemelen Buhârâ emîri,
isteklerinin Buhârî tarafından gerçekleştirilmemesi üzerine mektubu öne sürerek
hem halkın Buhârî’ye olan sempatisini bildiğinden onları karşısına almak
istememiş, hem de onu Buhârâ’dan sürgüne göndermek için kendince haklı bir
delile dayandırmıştır. Zira Buhârâ emîrinin böyle bir yol izlemesinde
Buhârî’nin, onun yönetici kimliğini zedelemesi neticesinde sarsılan otoritesini
daha fazla sarsmamak ve yönetici vakarını korumak amacıyla Buhârî’siz bir
Buhârâ için çabalaması gayet tabiidir.
Buhârî; iyi niyetle çıkmış
olduğu bu yolda, hiç de hoş olmayan hâdiselerle karşılaşmıştır. Öyle ki bir
kimsenin ömrünün sonlarına doğru, doğup büyüdüğü beldeye hizmet etmesi kadar
doğal bir durum yoktur. Hele ki bu kimse kendisini yetiştirmiş âlim bir kişiyse
bu durum kaçınılmazdır. Buhârî de bu düşüncelerle çıkmış olduğu yolculuğunda
çeşitli sıkıntılara mâruz kalmıştır. Öyle ki yaşamış olduğu sıkıntılar onun
samimi düşüncesinin önüne geçmiş, hem fiziksel olarak hem de psikolojik açıdan
çok büyük etkilere mâruz bırakmıştır. Gitmiş olduğu beldelerde önce Nîşâbur daha
sonra doğduğu yer olan Buhârâ’da dönemin önde gelen kişileriyle sürtüşmesi,
üstelik hiçbir yaptırım gücüne sahip olmaması, onu bu beldelerden özellikle
ilim yaymak için geldiği memleketinden ayrılmak durumunda bırakmıştır. Yaşamış
olduğu olumsuzluklar Buhârî’yi ilerlemiş yaşında oradan oraya sürüklerken mâruz
kaldığı psikolojik travma artık çevresi tarafından iyiden iyiye hissedilir
olmuştu. Öyle ki Muhammed b. İsmâîl, Semerkant’a bağlı yaklaşık on iki km
uzaklıktaki Hartenk Kasabası’na gelmiş, orada bulunan akrabalarının yanında
konaklamıştır. Bu süre zarfı içerisinde bir gece şöyle dua ettiği
nakledilmektedir: “Allah’ım, bütün genişliğine rağmen dünya bana dar gelmeye
başladı, ruhumu kabzet!” Buhârî’nin bu duasından bir ay sonra vefat ettiği
rivâyet edilmektedir.[458] Günümüzde
Buhârî’nin kabri Özbekistan’ın Semerkant kentinde bulunmaktadır.
Sürtüşmenin Buhârî’ye Pratikteki
Yansımaları/Tesirleri
Dönemin hassas konusu olan
mihne meselesi her ne kadar son bulmuş olsa da tesiri devam etmiştir. Buhârî,
ilk başlarda bu hassas konuda fikir beyan etmekten kaçınmıştır. Ama Buhârî’nin
ilmî kişiliğinden ötürü bu dönemi meşgul eden mihne meselesi hakkındaki görüşü
hep merak edilmiştir. Bu merakın neticesi olarak Buhârî, Kur’ân’ın mahlûk olup
olmadığı hakkındaki sorulara sürekli muhatap olmuştur.
Buhârî, ilim için geldiği
Nîşâbur’da kendisine ısrarla sorulan halku’l-Kur’ân meselesine yeni bir
yaklaşım getirmesi o beldenin önde gelen âlimlerinden Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’nin muhâlefetine neden olmuştur. Hâlbuki Buhârî, bu düşüncesiyle
ileride Ehl-i sünnet kelâmcılarına ışık tutacakken, Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî
ise kişisel hırs ve Buhârî’ye karşı kıskançlığının esiri olarak onu Nîşâbur’dan
göndermek için elinden gelen çabayı göstermiştir. Zira Buhârî’nin gelmesiyle
kendi meclisinde düzensizlik ve azalmalar başlamış, halkın Buhârî’ye olan
teveccühü günden güne artmıştır. Hâlbuki Buhârî gelmeden önce insanları onu
karşılamaya ve ondan hadis dinlemeye teşvik eden Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî,
Nîşâbur’da önemli bir konuma sahip bir âlimken, meclisine rağbetin azalması
kendisinde kıskançlık duygusunu ön plana çıkartmıştır.[459]
Bunun tezahürünü ise Buhârî’nin halku’l-Kur’ân meselesine vermiş olduğu cevapta
katı bir şekilde göstermiştir. Kur’ân lafzını telaffuz etmenin mahlûk olup
olmadığı meselesi (Mes’eletü’l-lafz) üzerinden yürütülen bu katı tutum
Buhârî’nin Nîşâbur’dan ayrılmasıyla bitmemiştir. Bu durum bir hadisçinin, başka
bir hadisçiye yaşatmış olduğu sıkıntıları gözler önüne sermektedir. Öyle ki,
kişisel hırs ve ihtirasın ön plana çıkmasıyla ilmî kişilik arka plana
itilmiştir. Menfaatlerin korunması her ne kadar hâdis âlimi olsa da başka bir
hadîs âlimine karşı eziyeti beraberinde getirmiştir. Bunun akabinde
kendileriyle uyuşmayan fikrî düşünce öne sürülerek, beslenen olumsuz duygular
gizlenmeye çalışılmış, karalama faaliyetleri gerçekleştirilmiştir.
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî,
Buhârî’ye karşı hasetlik duygusunu Nîşâbur’la sınırlı tutmamıştır. Özellikle
Buhârî hakkında kara propaganda içerikli mektuplarını bazı kimselere göndermek sûretiyle
O’na olan muhâlefetini sürdürme ihtiyacı hissetmiştir. Abdurrahman b. Ebî
Hatim’in; Muhammed b. İsmâîl’in 250 senesinde Rey’e geldiğinde Ebî Zür’a (ö.
264/878) ile birlikte Buhârî’den hadis dinlediklerini, Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’nin, Buhârî’nin Nîşâbur’dayken ‘Kur’ân’ın lafzı mahlûktur’ dediğine
dair mektubu ikimize göndermesiyle Buhârî’den dinledikleri hadisleri terk
ettiklerini nakletmiştir.[460] Ayrıca Müslim; Muhammed b.
Yahyâ ez- Zühlî’ye daha önce ifade ettiğimiz üzere tepki gösterirken, Buhârî’ye
teveccüh göstermiş fakat Sahîh’inde Buhârî’den rivâyette bulunmamış,[461] Sahîh’i dışında ondan
rivâyetlerde bulunmuştur. [462] Nîşâbur’da yaşanan hâdiseler
sonucunda Buhârî, Buhârâ’ya dönmüştür. Nîşâbur’da önde gelen ve sözü dinlenen
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî ve Buhârâ’nın emîri olması hasebiyle kitleleri
yönlendirme gücüne sahip olan yönetici Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî; bulundukları
bölgede itibar ve konumlarını sarsan Buhârî’ye karşı ortak payda da
buluşmuşlardır. Bu ortak payda, onları Buhârî karşısında birleştirirken,
Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin Buhârâ emîrine gönderdiği mektupta olduğu gibi
ona muhâlefet noktasında ellerini de güçlendirmiştir.
Bu durumda Buhârî’nin,
Nîşâbur’da karşılaştığı problemlerin bir benzerini Buhârâ’da da yaşaması artık
kaçınılmaz olmuştur. Netice itibariyle Buhârâ’dan ayrılmak zorunda kalmıştır.
Bu hâdise, âlimin konuşan-yazan yönüne karşın yöneticinin, devletin kendisine
vermiş olduğu yetki ve yaptırım gücünü gözler önüne sermektedir. Öyle ki
yöneticinin başat rolü, Buhârî’nin bu sıkıntıları yaşamasında dikkat çekici bir
unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
Buhârî’nin ilmî otoritesi,
bildiği doğruları insanlardan gizlememeyi ve yöneticilere hoş görünmek için
ilmi aracı olarak kullanıp onu ayaklar altına almayı müsaade etmediği için bu
sıkıntılarla mücadele etmiştir. Buhârî, Allah rızasını gözeterek hiçbir menfaat
ve çıkar gözetmeksizin ilmini insanlarla paylaşmak için çıkmış olduğu bu yolda
art niyetli kimselerin mihne üzerinden hıncına mâruz kalmıştır. Bu durum Buhârî
için artık öyle bir seviyeye gelmiştir ki Rabb’ine kavuşmayı bile arzulamıştır.
SONUÇ
Buhârî hakkında birçok çalışma
yapılmasına rağmen mihne hâdisesinin Buhârî özelinde çalışılmadığı
görülmektedir. Mihne, aslında halife Me’mûn dönemiyle başlayıp, Mütevekkil’in
halife olmasıyla son bulan on altı yıllık bir süreç değildir. Mihne, sadece
Abbâsî Devleti ile sınırlı kalmamış Emevîler döneminde de varlığı
bilinmektedir. Çalışmamız açısından mihne, yer ve zamanın önemi olmaksızın gücü
elinde bulunduran kesimin kendi düşüncesini kabul ettirmek maksadıyla
muhalefeti oluşturan kesime karşı yürütülmüş olan katı mücadeleyi ifade
etmektedir. Bu çerçevede mihne, devam eden bir süreç olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bunun en açık örneğini Me’mûn döneminde yaşanan mihne hâdisesinde
gördüğümüz gibi Buhârî’nin ömrünün sonlarına doğru yaşadığı olumsuz hâdiseleri
de bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. Ayrıca araştırmamızın başlığını da bu
açıdan düşünmek gerekir.
Halku’l-Kur’ân tartışmaları
kapsamında Me’mûn dönemiyle mihneye maruz kalan hadisçiler, bu sürecin son
bulmasıyla yine kendileri gibi hadisçi olan Buhârî’yi mihneye maruz
bırakmışlardır. Bu durum Ehl-i hadîsin halku’l-Kur’ân fikrine karşı katı
tutumunun taassup noktasına ulaştığını göstermektedir. Zira onlar, Kur’ân
yazmalarının ve kişinin dünya kelâmı ile Kur’ân’ı telaffuz etmesinin dahi
gayr-i mahlûk olduğunu savunacak kadar ileriye gitmişlerdir. Buhârî ise
Kur’ân’ın kelâmullâh olduğu notasında Ehl-i hadisle aynı görüşte olsa da
kulların fiillerinin yaratılmış olduğu hususunda onlardan ayrılmaktadır. Zira
Buhârî, kelâmî meseleler hakkındaki düşüncelerini ifade etmek için kaleme almış
olduğu Halku Efâli’l-‘ibâd eserinde kulların fiillerinin mahlûk olduğunu,
Kur’ân’ın aslı dışında ona dair kulların yapmış olduğu bütün fiillerin Allah
tarafından yaratılmış olduğunu detaylıca izah etmiştir. Buhârî’nin bu
düşüncesi sadece Halku Efâli’l-‘ibâd eseriyle sınırlı kalmamış, başta
Câmi’u’s-sahîh eseri olmak üzere âyet ve hadislerden hareketle düşüncesini
temellendirmeye çalışmıştır. Buhârî’nin eserlerinde detaylıca izah etmiş olduğu
bu düşüncesiyle Ehl-i hadîsin halku’l-Kur’ân fikrine karşı sergilemiş olduğu
katı tutumun aksine yeni bir yaklaşım ortaya koymuştur. Buhârî’nin bu farklı
yaklaşımı o dönem içerisinde yanlış anlaşılmıştır. Onun, halku’l-Kur’ân fikrine
karşı ortaya koymuş olduğu bu yeni yaklaşım Buhârî-Zühlî sürtüşmesinin temelini
oluşturmaktadır. Şu bir gerçek ki, bu süreç içerisinde halku’l-Kur’ân konusunda
âyetlerden hareketle sonuca varılamayacağı aşikârdır. Tarafların bu konu hakkındaki
tutumunda âyetler değil, insanın duruşu, algısı ve toplumsal durum esastır.
Buhârî, sadece ilim için
çıkmış olduğu bu yolculukta Nîşâbur’un önde gelen hadis âlimlerinden Muhammed
b. Yahyâ ez-Zühlî’nin kendisine hasetlik duygusuyla hareket etmesi sonucunda
ömrünün sonlarına doğru sıkıntılı bir süreç yaşamıştır. Bu bağlamda Muhammed b.
Yahyâ ez-Zühlî’nin Buhârî hakkındaki kara paropagandası neticesinde Buhârâ
emîri Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî ile de bu süreç devam etmiştir. Buhârî’nin
Buhârâ’da bulunduğu süre içerisinde yöneticinin başat rolünün zedelenmesi
sebebiyle, buradan sürülmüştür. Fakat Buhârî, yaşamış olduğu bu olumsuzluklara
rağmen ahlaki erdemlilik göstererek, aynı zamanda hocası olan Muhammed b. Yahyâ
ez-Zühlî’den hadis rivâyet etmiştir. Aralarındaki bu hassas meselenin tesiriyle
Buhârî, hocasının en bilindik ismiyle rivâyette bulunmamış, farklı nisbetlerle
ondan rivâyetlerini gerçekleştirmiştir. Bu durumun bir benzerini Buhârî’nin
Nuaym b. Abdullâh el- Mucmir’den aktarmış olduğu rivâyetlerde de görmekteyiz.
Aslında bu benzerlik Buhârî tarafından uygulanan yöntemin hadisçiler tarafından
normal karşılandığını göstermektedir. Fakat Buhârî’nin tedlîs yaptığı iddia
edilse de bu durum iddiadan öteye geçememiştir. Nitekim bu iddia, başta ulemâ
olmak üzere Buhârî tarafından da kabul görmemiştir. Zira yaşanmışlıklar
neticesinde Buhârî’nin bu tavrı takındığı açıktır. Bu durum da tedlîs kapsamına
girmemektedir.
Sonuç itibariyle Buhârî-Zühlî
sürtüşmesinin temelini oluşturan mihne hâdisesi gerekli yönleriyle ele alınması
çalışmamız ve Hadis Tarihinde derin tesirler bırakan bir süreç olması açısından
önemlidir. Biz bu çalışmamız ile bu alandaki boşluğa bir nebze de olsa katkı
sunmaya çalıştık. Bu çerçevede Buhârî’nin ömrünün sonlarında mihneye
uğradığını, maruz kaldığı bu mihnenin Me’mûn döneminde uygulanan mihneden farkı
olmadığını ve Ehl-i hadîsin mihnesi bağlamında çeşitli sıkıntılara maruz
kaldığını ifade etmek mümkündür.
Ehl-i hadisten Muhammed b.
Yahyâ ez-Zühlî, nefsani duyguları sonucunda idareci Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî’yi
yönlendirmek suretiyle ‘devlet imkânlarını da kullanarak’ Buhârî’ye kötülük
yapmıştır. Bizler, yüzyıllar sonrasında hâdiseyi daha net görebiliyor ve işin
vahametini anlayabiliyoruz. Ancak
tarihe soru sorulmaz; tarihten ders alınır.
Ahmed b. Hanbel Ebû Abdullah
eş-Şeybânî (1995)Müsnedel-Imâm Ahmedb. Hanbel thk. Ahmed Muhammed Şâkir,
(Dâru’l-Hadîs, Kahire).
A’zamî
MM (1992) Buhârî (DİA, İstanbul).
Akoğlu M (2001) Mihne
hâdiseleri ve Mu’tezile’nin tarihi seyrine etkisi, Doktora Tezi, Erciyes
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Teme İslam Bilimleri Anabilim Dalı,
Kayseri.
Akoğlu M (2005) Ahmed b. Ebû
Duâd’ın Abbâsî-Mu’tezilî Politikaları Üzerindeki Etkisi, Bilimname, VII,
1, 93-103.
Albayrak İ (2005) İçimizdeki
Öteki: Tefsirde Hâricî (İbâdî) Algılamasına Dair Genel Bir Değerlendirme, Usûl
İslam Araştırmaları, 4, 8-38.
Apak
Â. (2019) Ana hatlarıyla İslam Tarihi, (Ensar Neşriyat, İstanbul).
Avcı
C (2007) Nisbe (DİA, İstanbul).
Ay
M. (2017)Mu’tezile ve Siyaset, (Endülüs Yay. İstanbul).
Aydınlı
A (1994) Ehl-i Hadîs (DİA, İstanbul).
Ayvallı R (1996) Büyük
Türk-İslâm Âlimi İmam Buhârî’nin İlmi Şahsiyeti, Uluslar Arası Sempozyum,
Buhârî Kongresi Tebliğleri, Erciyes Üniversitesi Matbaası, Kayseri, 101-107.
Bağdatlı İsmail Paşa, İsmail
b. Muhammed Emîn Mîr Selîm el-Bâbânî el-Bağdâdî (1951) Hediyyetü’l-‘ârifîn
Esmâ’ü’l-Müellifîn ve Âsâru’l-Musannifîn, (Dâru İhyâi’t-Terâs el-Arabî,
Beyrut).
Bozkurt
N (2004) Me’mûn (DİA, Ankara).
Bozkurt
N (2016) “Mihne’nin Tarihsel Arka Planı ve Analizi”, Mihne Süreci ve Islâmi
ilimlere Etkisi (Ankara Okulu Yayınları, Ankara).
Buhârî,
Muhammed b. İsmâîl (1977) et-Târîhu’l-Evsat, thk. Mahmut İbrâhîm Zâid,
(Dâru’l Veî, Mektebetü Dâru’l Terâs, Haleb, Kahire).
Buhârî,
Muhammed b. İsmâîl (2001) Sahîh-i Buhârî thk. Muhammed Zahîr b. Nâsır
en-Nâsır (Dâru Davgı’n-Necât).
Buhârî,
Muhammed b. İsmâîl, Halku Ef’âli’l-‘ibâd thk. Abdurrahman Ümeyre
(Dârü’l-Maârifi’s-Suûdiyye, Riyad).
Buhârî,
Muhammed b. İsmâîl, Ta’rîhu’l-Kebîr (Dârietül-Meârifi’l-Osmâniyye).
Bulut
Z (2017) Karşı Mihne Uygulamaları ve er-Risaletü’l-Kâdiriyye (Kâdirî İtikadı), Kelâm
Araştırmaları Dergisi, 1, 75-110.
Câbirî, MÂ (2019) Arap
Aklının Oluşumu, çev. İbrahim Akbaba (Mana Yay. İstanbul).
Câbirî,
MÂ (2019) Arap-İslam Medeniyetinde Entelektüeller, çev. Numan Konak
(Enes Basın Yay. İstanbul).
Cahen C (1990) İslamiyet,
çev. Esat Nermi Erendor, (Bilgi Yayınevi, Ankara).
Cahız,
Ebû Osman amr b. Bahr (1964) Resâilü’l-Câhız thk. Abdusselam Muhammed
Harun (Mektebetü’l Hanci, Kahire).
Celaleddîn
es-Süyûtî, Abdurrahman b. Ebî Bekr (1998) et-Tevşih Şerhu’l-Câmi’i’s- Sahîh,
thk. Rıdvan Cami’ Rıdvan (Mektebetü’r-Rüşt, Riyad).
Çakan İL (1987) imam
Buhârî’nin Buhârâ Emîri ile Münasebetleri, Uluslar Arası Sempozyum, Buhârî
Kongresi Tebliğleri, Erciyes Üniversitesi Matbaası, Kayseri, 39-45.
Çelebi A (1979) İslamda
Eğitim Öğretim Tarihi, trc. Ali Yardım, (Damla Yayın, İstanbul).
Dârimî, Ebû Saîd Osman b. Saîd
b. Hâlid (1995) er-Red ale ’l-Cehmiyye nşr. Bedr b. Abdillah b. Bedr
(Dâru İbn Esîr, Kuveyt).
Ebû Hâtim Muhammed Abdurrahman
b. Muhammed b. İdrîs er-Râzî (1952) Cerh ve Ta’dîl (Dâru İhyâi’t-Türâs
el-Arabî, Beyrut).
Ebû Zehv, Muhammed Muhammed
(1958) el-Hadîs ve ’l-muhaddisûn (Dârü’l-Fikri’l- Arabiyye, Kahire).
Emin A (2010) Duha’l-İslam
(Dâru’l Kutup el-İlmiyye, Beyrut).
Erdem G (2013) İslam Kültür
Tarihinin İlk İlimler Akademisi: Beytü’l-Hikme, Dini Araştırmalar, 16,
42, 55-77.
Ertürk M (2001) İmâm
Buhârî’nin Siyâset Anlayışı: “Yöneten-Yönetilen İlişkisi”, Marife, 1,
7-31.
eş-Şecrâvî SSM (2018)
et-Tahkîk fî Şübhetü’t-Tedlîs fî Rivâyetü’l-İmâm el-Buhârî an el-Zühlî, Mecellet
Câmiatü’l-Kudüs el-Meftuhatu li’l-Ebhâsi ve’d-Dirâsâti, 43, 91-103.
Fezân, Abdullah b. Fezân b.
Sâlih (2010) el-Mihnetü ve Eserrüha fi Menhec el-İmam Ahmed en-Nagdî
(Dâru İbn Cevzî’ li’n-Neşri ve’t-Tevzî’, el-Memleketü’l-
Arabiyyetü’l-Suudiyye).
Güler Z (2015) Buhârî ve
el-Câmiu’s-Sahîh’i Üzerine, BEÜİFD, 2, 1, 1-24.
Hansu H (2018) Mu’tezile ve
Hadis (Otto Yay., Ankara).
Hasan İH (1985) Siyasî-Dini-Kültürel-Sosyal
İslâm Tarihi, çev. İsmail Yiğit- Sadreddin Gümüş (Kayıhan Yay., İstanbul).
Hâşim HA (2016) Buhârî’nin
Eserleri ve Kitabu’d-Duafâi’s-sağîr’in Tanıtımı Çev. Mustafa Taş, Marife,
16/1, 195.
Hatib el-Bağdâdî, Ebû Bekir
Ahmed b. Ali b. Sâbit b. Ahmed b. Mehdî (1996) Târîhu’l-Bağdât thk.
Mustafa Abdulgadir Addâ (Dâru’l Kutup el-İlmiyye, Beyrut).
İbn Adî, Ebû Ahmed Abdullah b.
Adî b. Abdillah b. Muhammed el-Cücânî (ts.) Esâmî min Revâ anhum Muhammed b.
İsmail el-Buhârî min Meşâyihahu thk. Âmir Hasan Sabrî (Dâru’l-Beşâir
el-İslamiyeti, Beyrut).
İbn Cevzi, Cemaleddin
Ebû’l-Ferec Abdurrahman Ali b. Muhammed (1988) Menakıbu’l-İmam Ahmed b.
Hanbel thk. D. Abdullah b. el-Muhsin el-Turkî (Dâru’l Hicr).
İbn Ebî Ya’lâ, Ebû Hüseyin
Muhammed b. Muhammed (ts.) Tabakâtü’l-Hanâbile thk. Muhammed Câmid
el-Fegâ (Dâru’l-Ma’rife, Beyrut).
İbn Esîr, Ebû Hasan Ali b.
Muhammed Abdülkerim (1997) el-Kâmilfi ’t-Tarih (Daru’l Kütübi’l Arabi,
Beyrut).
İbn Hacer el-Askalânî,
Ebû’l-Fazl Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Ahmed (1908) Tehzîbût-Tehzîb
(Matbuatu Dâiratü’l-Meârif en-Nizamiyye, Hindi).
İbn Kesîr, Ebü’l -Fidâ İsmail
b. Ömer el-Kureşî el-Basrî ed-Dımaşkî (1988) el-Bidâye ve ’n-nihâye thk.
Ali Şîrî (Dârü İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî).
İbn Manzûr, Ebû'l-Fadl
Cemaleddin Muhammed b. Mükerrem el-Ensârî (1993) Lisânü'l-Arab (Dâru
Sâdır, Beyrut).
İbn Tağribirdi, Cemaleddin
Ebû’l Mehasin Yusuf (ts.) en-Nucumu’z-Zâhire fi Muluki Mısır ve ’lKahire
(Dâru’l Kutub, Mısır).
İbn Tayfur, Ebû Fazıl Ahmed b.
Tahir (2002) Kitâbu Bağdad, nşr. İzzetü’l-Attar el- Hüseyni
(Mektebetü’l-Hanci, Kahire).
İbn Teymiyye (1991) Der’ü
te’ârüzi ’l-Akl ve ’n-Nakl thk: Muhammed Reşad Salim (Camiatü’l-İmâm
Muhammed b. Su’ûd el-İslamiyyeti).
İbn Teymiyye, Ebû’l-Abbâs
Ahmed b. Abdulhalim (ts.) Mecmû’atü’r-resâ’il ve’l Mesail thk: Muhammed
Reşid Rıza (Licenneti’t-Teraisi’l-Arabî).
İbnu’l Mulakkın eş-Şâfi’
el-Mısrî, Serracü’d-dîn Ebû Hıfs Ömer b. Alî b. Ahmed (2008) Tevdihu
Liş’şerhi Cami’us-Sahih thk. Dâru’l-fellâh lilbahsi’l-A’lemî ve
Tahkikû’l-Terâs, (Dâru’n-Nevâdir, Dımeşk).
İbnu’l-Vezîr, (1994) el-Avâsım
ve’l-Gavâsım fi’z-Zebbi an Sünneti Ebî’l-Gâsım (Müessesetü’l-Risâletü’l
li’l-Tabâ’tü ve’n-Neşri ve’t-Tevzî’, Beyrut).
İğde M (2016) “Mihne Sürecinde
Ahmed b. Hanbel ve Taraftarları”, Mihne Süreci ve Islâmi ilimlere Etkisi
(Ankara Okulu Yayınları, Ankara).
İsfahânî Ebû’l-Ferrec (ts.) Megatilu’t-Tâlibiyyîn
thk.: Seyyid Ahmed Sagar (Dâru’l- Ma’rife, Beyrut).
İsmail Lütfi Çakan (1997) Hadîs
Edebiyâtı (M.Ü.İ.F Vakfı Yayınları, İstanbul).
Kan K (2012) Vâsık-Billah
(DİA, İstanbul).
Kandemir MY (1995) Emîrü’l-Mü’minîn
fi ’l-Hadîs (DİA, İstanbul).
Kaya A (2015) Mihne Hadisesi
ve Hadis İlmine Etkileri Bakımından Mihne’nin Sonuçları, CÜÎFD, 19/1,
7-32.
Kehhâle ÖR (ts.) Mu’cemu’l-Müellifin
(Mektebetü’l-Müsennâ ve Dâru İhyâi’t- Türâsi’l-Arabî, Beyrut).
Koçyiğit T (1989) Hadisçilerle
Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara).
Koçyiğit T (2013) Hadîs
Usûlü (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara).
Kurt H (2010) Tâhîrîler
(DİA, İstanbul).
Leknevî, Muhammed Abdulhay b.
Muhammed Abdulhâlim el-Ensârî (1968) er-Ref’ ve’t-Tekmîl fı'l-Cerh
ve’t-Ta’dîl thk.: Abdulfettah Ebû Gudde (Mektebetü’l- Matbuâtu el-İslâmiye,
Haleb).
Makdisi, Mutahhar b. Tahir
(ts.) el-Bed ve ’t-Tarih (Mektebetü’s-Sekafetü’d-Diniyye, Port Said).
Merçil E (2008) Saffâr,
Ya’kûb b. Leys, (DİA, İstanbul).
Mezîd AA (ts.) Minhâcü’l-Muhaddisîn
fı ’l-Kurnü’l-Evvelü’l-Hicrî Asrune ’l-Hâdır (El-Heyetü’l-Mısriyyetü’l-Ammetü’l-Kitâp).
Muhyiddîn el-Hanefî Abdulkadir
b. Muhammed b. Nasrillâh el-Kureşî Ebû Muahammed (ts.) el-Cevâhîru’l-mudıyye
fi tabakâti’l- Hanefiyye, nşr. Mîr Muhammed Kutup Hân (Karaçi).
Nedim, Ebû’l Ferec Muhammed b.
İshak b. Muhammed Varak Baben (1997) el-Fihrist thk. İbrahim Ramazan
(Daru’l-Ma’ruf, Beyrut).
Onat H, Kutlu S, v.dğr. (2016)
İslam Mezhepleri Tarihi, (Grafiker Yay., Ankara).
Özafşar ME (2013) Zühlî
(DİA, İstanbul).
Özafşar ME (2017) İdeolojik
Hadisçiliğin Tarihî Arkaplanı, (Göktuğ Ofset Yay., Ankara).
Özmen R (2009) el-Buhârî’nin
Haber-i Vâhid savunmasında Kullandığı Ayetler Üzerine İnceleme, Dinbilimleri
Akademik Araştırma Dergisi, 1, IX, 218-251.
Özpınar, Ö (2005) Hadîs
Edebiyetının Oluşumu (Ankara Okulları Yay., Ankara).
Polat S (1985) Cerh ve
Ta’dilin Tenkidi, EİFD, 2, 221-248.
Safvet, AZ (ts.) Cemheretü’r-Resâil
Arabi fi Usuri’l-Arabiyyeti (Mektebetü’l İlmiyye, Beyrut).
Sakallı T (1989) Halife Me’mûn
ve Hadisçilerle Olan Münasebetleri I, EÜİFD, 6, 245270.
Sezgin F (1991) Târîhü’t-Türâsi’l-Arabî,
çev. Mahmud Fehmi Hicazi (Câmiatü’l- İmâm Muhammed Suud el-İslâmiye).
Sırma, İS (2016) Müslümanların
Tarihi (Beyan Yay., Ankara).
Sinanoğlu M ( 2007) Reddiye
(DİA, İstanbul).
Subkî, Tacuddin Ebû Nasr
Abdulvehhab Ali b. Abdilkafi (1992) Tabakâtu’ş- Şâf ’ıyyeti ’l Kübra
thk. M. Muhammed et-Tınahi, Abdulfettah Muhammed el- Huluv Hacer (Littabaatu
venneşri vettevzi’).
Süyûtî, Abdurrahman b. Ebi
Bekir Celaleddin (2004) Tarihu’l Hulefa (thk. Hamdi Demirtaş (Mektebetü
Nizar Mustafa el-Baz).
Taberî,
Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (1967) Tarihu’l-Rusul ve’l-Mülûk (Darüt
Teras, Beyrut).
Takiyyuddin
b. Abdulkadir et-Temîmî ed-Dâri’l-Gazî (1983) et-Tabakâtu’s-seniyye fi
Terâcimi’l-Hanefiyye.
Temiz
RZ (2015) Mihne Sürecinde Bir Ehl-i hadîs Muhammed b. İsmail el-Buhârî ve Halku
Ef’ali’l-İbâd Adlı Eseri, İlahiyat Fakültesi Dergisi, 20, 1, 115-142.
Toksarı
A (1988) Müdelles Hadis ve Sahabeye Tedlis İsnadı, EÜİFD, 5, 221-236.
Tuğlu
N (ts.) Mihne Dönemi Tartışmalarının Hadis Rivayetine Yansıması (Buhârî
Özelinde Bir Değerlendirme), Dinî Araştırmalar, 8, 23, 153-169.
Uğur
M (1992) Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü (Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara).
Ümit
M (2010) Mihne Sürecinde Hanefiler, Hitit Üniverstesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 9, 17, 101-130.
Ümit
M (2010) “Mihne Uygulamaları ve Hanefîler”, Mihne Süreci ve İslâmi İlimlere
Etkisi (Ankara Okulu Yayınları, Ankara).
Yavuz
YŞ (1997) Halku Ef’âli ’l- ‘ibâd (DİA, İstanbul).
Yavuz
YŞ (1997) Halku’l-Kur’ân (DİA, İatanbul).
Yavuz
YŞ (1999) İbn Ebû Duâd (DİA, İstanbul).
Yıldırım
R (2011) Halku’l-Kur’ân Meselesinin Politik İstismarı, Milel ve Nihal inanç,
kültür ve mitoloji araştırma dergisi, 8, 1, 50-69.
Yıldız
HD (1988) Abdullah b. Tâhir (DİA, İstanbul).
Yiğit
İ (2004) Mevâlî (DİA, Ankara).
Yücel
A. (2014) Hadis Tarihi (M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul).
Zehebî,
Şemseddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman (1985) Siyeru
A’lâmun-Nübelâ, thk. Şu’ayb el-Ernâûd (Müessesetür-Risale).
[1] Muhammed b. Mukrim b.
Ali Ebû'l-Fadl İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut: Dâru Sâdır, 3. Baskı,
1993, XIII, 401.
[2] Ha (^) harfinin kalın olması nedeniyle Mıhne
olması gerekir ancak böyle meşhur olduğu için biz de Mihne demeyi tercih ettik.
[3] İbn Manzûr, XIII, 401.
[4] Muharrem Akoğlu, Mihne
Hâdiseleri ve Mu’tezile’nin Tarihi Seyrine Etkisi, Doktora Tezi, Kayseri,
2001, 31.
[5] Ahmed Emin, Duha’l-İslam, Beyrut: Dâru’l
Kutup el-İlmiyye, 3. Baskı, 2010, III, 120.
[6] el-Cin 72/1
[7] Emin, III, 118.
[8] Ebü’l-Fidâ İsmail b. Ömer b. Kesîr el-Kureşî
el-Basrî ed-Dımaşkî, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Tahkik Eden (thk): Ali Şîrî,
Dârü İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1. Baskı, 1988, IX, 382.
[9] Muhammed b. İsmâîl Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, thk: Abdurrahman Ümeyre, Riyad: Dârü’l- Maârifi’s-Suûdiyye,
Tarihsiz (ts), 29; İbn. Kesîr, IX,
382; Emin, III, 119.
[10] Ebû Saîd Osman b. Saîd b. Hâlid Dârimî, er-Red ale’l-Cehmiyye,
Neşreden (nşr.) Bedr b. Abdillah b. Bedr, Kuveyt: Dâru İbn Esîr, 3. Baskı,
1995, 22.
[11] Dârimî,
22-3.
[12] Talat Koçyiğit, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar,
4. Basım, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayın (Yay.), 1989, 189.
[13] İbn Esîr Ebû Hasan Ali b. Muhammed Abdülkerim, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Beyrut: Dâru’l Kütübi’l Arabi, 1. Baskı, 1997, VI, 149.
[14] Claude Cahen, İslamiyet, 1. Basıkı, Esat
Nermi Erendor (çev.), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1990, 78; Yusuf Şevki Yavuz,
Halku’l-Kur’ân, DİA, İstanbul, 1997, XV, 371.
[15] Nisa 4/171.
[16] Ebû Osman amr b. Bahr Cahız, Resâilü’l-Câhız, thk: Abdusselam
Muhammed Harun, Kahire: Mektebetü’l Hanci, 1964, III, 347-349; Emin, III, 119;
Yavuz, Halku’l-Kur’ân, DİA, XV, 371; Akoğlu, Mihne Hâdiseleri ve
Mu’tezile’nin Tarihi Seyrine Etkisi, 74-5.
[17] Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Abdulhalim İbn Teymiyye, Mecmû’atü’r-resâ’il
ve’l Mesail, thk: Muhammed Reşid Rıza, Licenneti’t-Teraisi’l-Arabî, ts.,
III, 163; Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Abdulhalim İbn Teymiyye, Der’ü
te’ârüzi’l-‘Akl ve’n-Nakl, thk: Muhammed Reşad Salim, Camiatü’l-İmâm
Muhammed b. Su’ûd el-İslamiyyeti, 2. Baskı, 1991, I, 306; Ali Abdulbasit Mezîd,
Minhâcü’l- Muhaddisîn fi’l-Kurnü’l-Evvelü’l-Hicrî Asrune’l-Hâdır,
El-Heyetü’l-Mısriyyetü’l-Ammetü’l- Kitâp, ts., 250.
[18] Arap dışı unsurlar için kullanılan bir terimdir. Detaylı bilgi için
bakınız (bkz.): İsmail Yiğit, Mevâlî, DİA, Ankara, 2004, XXIX, 424-426.
[19] Akoğlu, Mihne Hâdiseleri ve Mu’tezile’nin
Tarihi Seyrine Etkisi, 57.
[20] Nahide Bozkurt, “Mihne’nin Tarihsel Arka Planı
ve Analizi”, Mihne Süreci ve İslâmi İlimlere Etkisi, 2. Baskı, Ankara:
Ankara Okulu Yay., 2016, 13.
[21] Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr Taberî, Tarihu’l-Rusul ve’l-Mülûk,
Beyrut: Darüt Teras, 1967, VIII, 230; Süyûtî, 326, 329.
[22] Şemseddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman Zehebî, Siyeru
A’lâmun Nübelâ, thk: Şuayb el-Ernaût, Müessesetü’l-Risale, 3. Baskı, 1985,
X, 273; Cemaleddin Ebû’l Mehasin Yusuf İbn Tağribirdi, en-Nucumu’z-Zâhire fi
Muluki Mısır ve’l Kahire, Mısır: Dâru’l Kutub, ts., II, 225; Talat Sakallı,
Halife Me’mun ve Hadisçilerle Olan Münasebetleri I, EÜİFD, Sayı (S):6,
1989, 255.
[23] Hârûnürreşîd, oğlu Me’mun’un eğitimi konusunda Mu’tezilî düşünceye
mensup Yahya b. Mübarek el-Yezidi (202/817)’yi görevlendirmiştir.
[24] Ahmet Çelebi, İslamda Eğitim Öğretim Tarihi,
Ali Yardım (trc.), İstanbul: Damla Yayın, 1976, 177-178.
[25] Gazi Erdem, İslam Kültür Tarihinin İlk İlimler
Akademisi: Beytü’l-Hikme, Dini Araştırmalar, Cilt (C.): 16, S: 42, 2013,
63.
[26] Zehebî, X, 273.
[27] Koçyiğit, 193.
[28] Erdem, 65.
[29] “M.S.
I. ve II. Yüzyıllarda Yunan ve Roma dünyasında geçerli felsefî ve dinsel bir
akımın çağdaş adıdır. Gnostik mezheplerin öğrenme ya da deneysel gözlem yerine,
Tanrısal vahiyle edinilen içerik bilginin kurtarıcı gücünü vurgulama konusunda
birleştikleri görülür. Gnostik dünya görüşünün temellerinin, İran
Maniheizmi’nin düalizmine, Platonculuk’un idealizmine ve bazı Yahûdî
mistiklerinin vahiy öğretilerine dayandığı belirtilmektedir.” bkz.: Mahmut Ay, Mu’tezile
ve Siyaset, 2. Baskı, İstanbul, Endülüs Yay., 2017, 218.
[30] Hermetizm: “Allah’ın sıfatlandırılamaz bir ilah olduğunu, kainatı
bilmediğini ve onu idare edemediğini düşünmektedir. Öte yandan keşif, icad ve
işleri çevirme gibi konularda müracaat edilmesi gereken aracılar bulunduğuna
inanıyor ve nübüvveti açıkça inkar ediyorlardı...” bkz.: Câbirî, Arap
Aklının Oluşumu, 185.
[31] Ay, 254, 257.
[32] Ebû Fazıl Ahmed b. Tahir İbn Tayfur, Kitâbu
Bağdad, 3. Basım, İzzetü’l-Attar el-Hüseyni (nşr.), Kahire:
Mektebetü’l-Hanci, 2002, 36; Bozkurt, “Mihne’nin Tarihsel Arka Planı ve
Analizi”, Mihne Süreci ve İslâmi İlimlere Etkisi, 15.
[33] Emin, III, 122.
[34] Hüseyin Hansu, Mu’tezile ve Hadis,
Ankara: Otto Yay., 3. Baskı, 2018, 89, 90.
[35] Akoğlu, Mihne Hâdiseleri ve Mu’tezile’nin
Tarihi Seyrine Etkisi, 29; Hansu, 94-5.
[36] Taberî, VIII, 527.
[37] Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap-İslam Medeniyetinde Entelektüeller,
Numan Konak (çev.), İstanbul: Enes Basın Yay., 2019, 120.
[38] Taberi, VIII, 527-528; Âdem Apak, Ana
Hatlarıyla İslam Tarihi, 13. Basım, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2019, IV,
177.
[39] Câbirî, Arap İslam Medeniyetinde
Entelektüeller, 120.
[40] Ay, 232.
[41] Taberî, VIII, 542-543; Hasan, II, 367.
[42] Taberî, VIII, 554.
[43] Taberî, VIII, 554; İbn Esîr, V, 510.
[44] Taberî, VIII, 554.
[45] Taberî, VIII, 549,557.
[46] Taberî, VIII, 554-558.
[47] Taberî, VIII, 564-565.
[48] Taberî, VIII, 565.
[49] Taberî, VIII, 568; Apak, IV, 179.
[50] Taberî, VIII, 574-575.
[51] Taberî, VIII, 574; Akoğlu, Mihne Hadiseleri
ve Mu’tezile’nin Tarihi Seyrine Etkisi, 67.
[52] Taberî, VIII, 622-623; Mehmet Emin Özafşar, İdeolojik
Hadisçiliğin Tarihî Arkaplanı, 3. Baskı, Ankara: Göktuğ Ofset Yay., 2017,
52.
[53] Taberî, VIII, 623-631; Özafşar, İdeolojik
Hadisçiliğin Tarihî Arkaplanı, 52.
[54] Almış olduğu dersler ve hocaları hakkında bkz.,
Nahide Bozkurt, Me’mûn, DİA, XXIX, Ankara, 2004, 101.
[55] Süyûtî, 225.
[56] Me’mûn hakkında detaylı bilgi için bkz.,
Süyûtî, 350.
[57] Zehebî, X, 282.
[58] Hasan, II, 468.
[59] Zehebî, X, 273; Muharrem Akoğlu, Mihne
Hâdiseleri ve Mu’tezile’nin Tarihi Seyrine Etkisi, 52.
[60] Sakallı, 260.
[61] Ebû’l Ferec Muhammed b. İshak b. Muhammed Verâg Baben Nedim, el-Fihrist,
thk: İbrahim Ramazan, Beyrut: Daru’l-Ma’ruf, 1997, 304; Apak, IV, 193-194.
[62] Erdem, 63.
[63] Mezîd, 250.
[64] Taberî, VIII, 527.
[65] Özafşar, İdeolojik Hadisçiliğin Tarihî
Arkaplanı, 46.
[66] Câbirî, Arap İslam Medeniyetinde
Entelektüeller, 120.
[67] Subkî Tacuddin Ebû Nasr Abdulvehhab Ali b. Abdilkafı, Tabakâtu’ş-Şâfi’ıyyeti’l
Kübra, thk. M. Muhammed et-T Tanâhî, Abdulfettah Muhammed el-Huluv Hacer,
Littabaatu venneşri vettevzi’, 2. Baskı, 1992, II, 37-38; Koçyiğit, 193.
[68] Zehebî, IX, 362.
[69] Hatib el-Bağdâdî Ebû Bekir Ahmed b. Ali b.
Sâbit b. Ahmed b. Mehdî, Târîhu’l-Bağdât, thk: Mustafa Abdulgadir Addâ,
Beyrut: Dâru’l Kutup el-İlmiyye, 1. Baskı, 1996, XIV, 199; Emin, III, 120.
[70] Taberî, VIII, 619.
[71] 118/736 yılında doğmuştur. İmam, model, İslâm hocası ve hafızdır.
İlim ve amel de başı çekmektedir. Güvenilir, otorite sahibi ve büyük bir konuma
sahiptir. Bkn.: Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, XIV, 338-348; Zehebî,
IX, 358-372.
[72] Taberî, VIII, 631-634.
[73] Taberî, VIII, 619.
[74] Taberî, VIII, 631.
[75] Zuhruf 43/3.
[76] En’âm 6/1.
[77] Hûd 11/1.
[78] Mektubun tam metni için bkz. İbn Tayfur,
180-183; Taberî, VIII, 631-634.
[79] Bu konu hakkında yapılan bazı çalışmalarda; Me’mûn’un göndermiş
olduğu ikinci mektubuna dair, sorgulamasını gerçekleştireceği yedi kişinin
ismini kendisi mektubunda belirtmeyip, İshâk b. İbrâhîm’e hadisçiler arasından
yedi kişinin seçilerek kendisine gönderilmesini istediğine dair yanlış bilgi
ifade edilmektedir. Bkz.: Bozkurt, “Mihne’nin Tarihsel Arka Planı ve Analizi”, Mihne
Süreci ve İslâmi İlimlere Etkisi, 17-8.
[80] İbn Tayfur, 183; Taberî, VIII, 634;
Subkî, II, 39.
[81] Subkî, II, 39.
[82] İbn Tayfur, 183-185; Taberî, VIII, 634-635.
[83] Zuhruf, 43/3.
[84] A’raf, 7/189.
[85] Nebe, 78/10-11.
[86] Enbiya, 21/30.
[87] Me’mûn bu noktada; ilk zikretmiş olduğu âyette kıldık manasında
kullanılan ( UJ*>) fiili ile diğer âyetlerde yarattık manasında geçen (
<J^>) kelimelerini, yarattık ( J^)manasında bir tutarak Kur’ân’ın mahlûk
olduğunu savunmuştur. Aksi halde bunu kabul etmeyenlerin Hristiyanların Hz. Îsâ
hakkındaki beslemiş olduğu duruma düşeceklerini ifade etmiştir.
[88] Bürûc, 85/21-22.
[89] Kıyâme, 75/16.
[90] Enbiyâ, 21/2.
[91] En’âm, 6/21.
[92] En’âm, 6/91.
[93] En’âm, 6/91.
[94] Yusuf, 12/3.
[95] İsrâ, 17/88.
[96] Hûd, 11/13.
[97] Fussilet, 41/42.
[98] İbn Tayfur,184 -185; Taberî, VIII, 635-636;
Akoğlu, Mihne Hadiseleri ve Mu’tezile’nin Tarihi Seyrine Etkisi,
105-106.
[99] Mektubun tam metni için bkz: İbn Tayfur, 183-185;
Taberî, VIII, 634-637.
[100] İshâk b. İbrâhîm’in huzuruna gelen âlimler
hakkında detaylı bigi için bkz., Taberî, VIII, 637; Subkî, II, 39-40.
[101] Taberî, VIII, 637; Subkî, II, 39-40.
[102] Taberî, VIII, 640.
[103] Mektubun tam metni için bkz., Taberî, VIII,
640-644; Ahmet Zeki Safvet, Cemheretü’r-Resâil Arabi fi Usuri’l-Arabiyyeti,
4. Basım, Beyrut: Mektebetü’l İlmiyye, ts, 461-466.
[104] Taberî, VIII, 640.
[105] Taberî, VIII, 640; Subkî, II, 41.
[106] Taberî, VIII, 640.
[107] Değerlendirmenin tam metni için bkz., Taberî,
VIII, 641.
[108] Değerlendirmenin tam metni için bkz., Taberî,
VIII, 641-643.
[109] Taberî, VIII, 644.
[110] Taberî, VIII, 644.
[111] En-Nahl, 16/106.
[112] Taberî, VIII, 644-645.
[113] Halku’l-Kur’ân konusunda cevap verenlerin
durumunu, Ammâr b. Yâsir’in durumuna benzeten âlimler hakkında detaylı bilgi
için bkz., Taberî, VIII, 645.
[114] Taberî, VIII, 645.
[115] Emin, III, 123.
[116] Mu’tasım hakkında detaylı bilgi için bkz.:
Süyûtî, 243-4
[117] Taberî, VIII, 647.
[118] Taberî, VIII, 648.
[119] Taberî, VIII, 649.
[120] Me’mûn’un vasiyetinin detayları için bkz: Taberî, VIII, 647-650.
[121] Subkî, II, 42-43.
[122] Detaylı bilgi için bkz: Subkî, II, 42-43.
[123] Zuhruf, 43/3.
[124] Fil, 105/5.
[125] Subkî, II, 45.
[126] Subkî, II, 46.
[127] Subkî, II, 46-47.
[128] Koçyiğit, 207-208.
[129] Zümer, 39/62.
[130] Ahkâf, 46/25.
[131] Enbiyâ, 21/2.
[132] Sad, 38/1.
[133] Subkî, II, 47.
[134] Ahmed b. Hanbel Ebû Abdullah eş-Şeybânî, Müsned el-İmâm Ahmed b.
Hanbel, thk: Ahmed Muhammed Şâkir, Dâru’l-Hadîs, Kahire, 1. Baskı, 1995, I,
103; Buhârî’deki lafzı: İmran b. Hüseyn’den rivâyetle şöyle dedi: Devemi kapıya
bağladım, Peygamberin huzuruna girdim. Orada Temim kabilesinden insanlara
vardı. Peygamber: Ey Temim oğulları müjdeyi kabul edin, dedi. Onlar: şüphesiz
biz iki defa müjdelendik dediler. Daha sonar Yemen’den insanlar geldi.
Peygamber: Ey Yemen halkı Beni Temim kabul etmezse müjdeyi siz kabul edin,
dedi. Onlar, kabul ettik. Biz sana dini anlamak için ve bu işin başını sormak
için geldik dediler. Bunun üzerine Peygamber: Allah’tan başka hiçbir şey yoktu.
Arşı su üzerindeydi. Zikirde her şeyi yazdı. Yeri ve göğü yarattı. Bkz.:
İbnu’l-Vezîr, el-Avâsım ve’l-Gavâsım fi’z-Zebbi an Sünneti Ebî’l-Gâsım,
Müessesetü’l-Risâletü’l li’l-Tabâ’tü ve’n-Neşri ve’t-Tevzî’, Beyrut, 3. Baskı,
1994, IV, 272.
[135] Ahmed b. Hanbel, I, 103; Durru’l Mensur kitabında Süyûtî; Ebû
Ubeyde, İbn Dâris, Muhammed İbn Nasr’a nisbet ederek yazmıştır. Allah ne yeri
yarattı ne de göğü yarattı, cenneti de yaratmadı cehennemi de Bakara suresinde
Ayete’l-Kürsi’den daha büyük bir şey yaratmadı. Bu hadisi; Said İbn Mensur, İbn
Dâris ve Beyhâgî, isimler ve sıfatlar mevzusundan çıkarmışlardır. İbn Mesûd’dan
rivâyetle ne sema ne arz ne düzlük ne de dağ Ayete’l-Kürsi’den daha büyük
değildir. Bkz.: İbnu’l-Vezîr, IV, 273.
[136] Subkî, II, 47.
[137] Subkî, II, 47-48.
[138] Câhız, III, 293-296.
[139] Câhız, III, 294; Subkî, II, 49.
[140] Subkî, II, 49.
[141] Mezîd, 251.
[142] Koçyiğit, 209.
[143] Cemaleddin Ebû’l-Ferec Abdurrahman Ali b.
Muhammed İbn Cevzi, Menakıbu’l-İmam Ahmed b. Hanbel, thk: D. Abdullah b.
el-Muhsin el-Turkî, Dâru’l Hicr, 2. Baskı, 1988, 459.
[144] Vâsık hakkında detaylı bilgi için bkz., Süyûtî,
249-250; Kadir Kan, Vâsık-Billah, DİA, XLII, İstanbul, 2012, 549.
[145] Mezîd, 251; Hasan, II, 377.
[146] Taberî, IX, 123; Süyûtî, 248.
[147] Süyûtî, 249.
[148] Muhammed Muhammed Ebû Zehv, el-Hadîs
ve’l-Muhaddisûn, Kahire: Dâru’l-Fikri’l-Arabî, 1958, 321.
[149] Câbirî, Arap-İslam Medeniyetinde
Entelektüeller, 109.
[150] Emin, 135; Koçyiğit, 211; Akoğlu, Mihne
Hadiseleri ve Mu’tezile’nin Tarihi Seyrine Etkisi, 144.
[151] Câbirî, Arap-İslam Medeniyetinde
Entelektüeller, 109.
[152] Taberî, IX, 141-2.
[153] Koçyiğit, 210-1.
[154] Koçyiğit, 211-2.
[155] Vâsık’ın Ahmed b. Nasr el-Huzâî’yi sorgusunda
yaşananlar hakkında detaylı bilgi için bkz., Taberî, IX, 137-138; Süyûtî, 248.
[156] Taberî, IX, 139; Süyûtî, 248.
[157] Taberî, IX, 139.
[158] Taberî, IX, 139,190; Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât,
V, 180; İbn Esîr, VII, 65.
[159] Subkî, II, 55; Ebû Zehv, 321.
[160] Mezîd, 251.
[161] Ahmed b. Ebû Duâd hakkında detaylı bilgi için bkz., Emin, III, 115;
Yavuz, İbn Ebû Duâd, DİA, XIX, 430-1; Akoğlu, Ahmed b. Ebî Duâd’ın
Abbasi-Mu’tezilî Politikaları Üzerindeki Etkisi, VII, 94.
[162] Emin, III, 114; Yusuf Şevki Yavuz, İbn Ebû Duâd, DİA, XIX,
İstanbul, 1999, 430; Muharrem Akoğlu, Ahmed b. Ebî Duâd’ın Abbasi-Mu’tezilî
Politikaları Üzerindeki Etkisi, Bilimname, VII, 2005/1, 94.
[163] Emin, III, 114.
[164] İbn Tayfur, 36.
[165] Taberî, VIII, 649; Emin, III, 115.
[166] Emin, III, 115.
[167] Taberî, IX, 137-138; Süyûtî, 248.
[168] Taberî, IX, 154.
[169] Mutahhar b. Tahir el-Makdisi, el-Bed
ve’t-Tarih, Mektebetü’s-Segafetü’d-Diniyye, Port Said, ts., VI, 121.
[170] Makdisi, VI, 121.
[171] Taberî, IX, 189,197.
[172] Muhyiddin İğde, “Mihne Sürecinde Ahmed b.
Hanbel ve Taraftarları”, Mihne Süreci ve İslâmi İlimlere Etkisi,
160-161.
[173] İhsan Süreyya Sırma, Müslümanların Tarihi,
Ankara: Beyan Yay., 2. Baskı, IV, 78.
[174] Mehmet Ümit, Mihne Sürecinde Hanefiler, Hitit
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010/1, C. 9, S. 17, 103.
[175] Mektubun tam metni için bkz. İbn Tayfur,
180-183; Taberî, VIII, 631-634.
[176] Başta Ahmed b. Ebî Duâd olmak üzere mihne sürecinde etkin rol
üstlenen Mu’tezile ’ye mensup kimi âlimler, Hanefi tabakat kitalarında
zikredilmektedir. Bkz. Takiyyuddin b. Abdulkadir et-Temîmî ed- Dâri’l-Gazî, et-Tabakâtu’s-seniyye
fi Terâcimi’l-Hanefiyye, ts, 85-93; Yavuz, İbn Ebû Duâd, XIX, DİA,
430.
[177] Me’mûn döneminde mihne sorgulamaları kapsamında
adı geçen Bişr b. Velîd’in Ehl-i re’ye mensup olduğu belirtilmektedir. Bkz.
Muhyiddîn el-Hanefî, I, 452-3.
[178] Taberî, VIII, 644.
[179] Ebû Zehv, 321.
[180] Makdisi, VI, 121.
[181] Sırma, IV, 118.
[182] Taberî, IX, 190.
[183] Ebî Şeybe’nin künyesidir.
[184] İbn Cevzi, 482-484; İbn Tağribirdi, II, 275;
Süyûtî, 252; Ebû Zehv, 321.
[185] Taberî, IX, 188.
[186] Taberî, IX, 197-198.
[187] Taberî, IX, 156 v.dğr.
[188] Taberî, IX, 190; İbn Tağribirdi, 288.
[189] Detaylı bilgi için bkz: Taberî, IX, 190.
[190] Emin, III, 135.
[191] İbn. Kesîr, X, 367-8.
[192] Buhârî, Halku’l Ef’âli İbâd, 30-33;
Kaya, 22.
[193] Zübeyir Bulut, Karşı Mihne Uygulamaları ve er-Risaletü’l-Kâdiriyye
(Kâdirî İtikadı), Kelâm Araştırmaları Dergisi, C. 15, S. 1, 2017, 82.
[194] Hansu, 21.
[195] Ebû Zehv, 331-332.
[196] Detaylı bilgi için bkn: Ahmet Yücel, Hadis
Tarihi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yay., 12. Baskı, İstanbul, 2014, 78-81.
[197] Abdullah b. Fezân b. Sâlih el-Fevzân, el-Mihnetü ve Eserrüha fi
Menhec el-İmam Ahmed en- Nagdî, Dâru İbn Cevzî’ li’n-Neşri ve’t-Tevzî’,
el-Memleketü’l-Arabiyyetü’l-Suudiyye, 1. Baskı, 2010, 7, 35.
[198] Ebû Ahmed Abdullah b. Adî b. Abdullah b. Muhammed İbn Mübarek b.
el-Gutân el-Cürcânî, Esâmî min Revâ anhum Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî min
Meşâyihahu, thk: Âmir Hasan Sabrî, Dâru’l- Beşâir el-İslamiyeti, Beyrut, 1.
Baskı, ts., I, 49; Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II, 6; Zehebî,
XII, 392; Subkî, II, 213.
[199] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
6; Zehebî, XII, 392.
[200] Subkî, II, 213.
[201] Subkî, II, 213;
[202] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
11.
[203] M. Mustafa el-A’zamî, Buhârî Muhammed b.
İsmâîl, DİA, VI, İstanbul, 1992, 368.
[204] Süleymân Sâlih Muhammed eş-Şecrâvî, et-Tahkîk
fî Şübheti’t-Tedlîs fî Rivâyeti’l-İmâm el-Buhârî ani’l-Zühlî, Mecellet
Câmiatü’l-Kudüs el-Meftuhatu li’l-Ebhâsi ve’d-Dirâsâti, S. 43, 2018, 94.
[205] Zehebî, XII, 393.
[206] Ömer Rıza Kehhâle, Mu’cemu’l-Müellifin, Beyrut:
Mektebetü’l-Müsennâ ve Dâru İhyâi’t-Türâsi’l- Arabî, ts., IX, 59; Zehebî, XII,
394-395.
[207] Zehebî, XII, 395; Subkî, II, 218-219.
[208] Kehhâle, IX, 58-59.
[209] Ebû Hüseyin İbn Ebî Ya’lâ Muhammed b. Muhammed, Tabakâtü’l-Hanâbile,
thk: Muhammed Câmid el-Fegâ, Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, ts, I, 273; Ebû’l-Fazl
Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Ahmed İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbût-Tehzîb,
Hindi: Matbuatu Dâiratü’l-Meârif en-Nizamiyye, 1. Baskı, 1908, IX, 52; Ramazan
Ayvallı, Büyük Türk-İslâm Âlimi İmam Buhârî’nin İlmi Şahsiyeti, Uluslar Arası
Sempozyum, Buhârî Kongresi Tebliğleri, Erciyes Üniversitesi Matbaası,
Kayseri, 1996, 105.
[210] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
32-33; Zehebî, XII, 468; İbn Hacer, IX, 48.
[211] Emin, III, 122; Yücel,
70.
[212] Buhârî Muhammed b. İsmâîl Ebû Abdullah, Sahîh-i
Buhârî, thk: Muhammed Zahîr b. Nâsır en- Nâsır, Dâru Davgı’n-Necât, 1.
Baskı, 2001, “Ahbâru’l-Âhâd” 1-6, (9/86-90).
[213] Detaylı bilgi için bkz: Buhârî, Sahîh,
“Ahbâru’l-Âhâd” 1-6; (9/86-90); Celaleddîn es-Süyûtî Abdurrahman b. Ebî Bekr, et-Tevşih
Şerhu’l-Câmi’i’s-Sahîh, thk. Rıdvan Cami’ Rıdvan, Riyad: Mektebetü’r-Rüşt,
1. Baskı, 1998, IX, 4206-4215.
[214] Subkî, II, 9-11, Selahaddin Polat, Cerh ve
Ta’dilin Tenkidi, EİFD, S. 2, Kayseri, 1985, 244.
[215] Muhammed Abdulhay b. Muhammed Abdulhâlim
el-Ensârî el-Leknevî, er-Ref’ ve’t-Tekmîl fi’l- Cerh ve’t-Ta’dîl, thk.:
Abdulfettah Ebû Gudde, Haleb: Mektebetü’l-Matbuâtu el-İslâmiye, 3. Baskı, 1968,
409.
[216] Buhârî’nin hocaları ve öğrencileri hakkında
detaylı bilgi için bkz., Zehebî, XII, 394-395; Subkî, II, 215; İbn Hacer, IX,
47-48.
[217] A‘zamî, DİA, VI, 368.
[218] İbn Ebî Ya’lâ, I, 276-277; Subkî, II, 217.
[219] İbn Ebî Ya’lâ, I, 274-275; Zehebî, XII, 402.
[220] Subkî, II, 218.
[221] İbn Ebî Ya’lâ, I, 275.
[222] M. Yaşar Kandemir, Emîrü’l-Mü’minîn fı’l-Hadîs,
DİA, XI, İstanbul, 1995, 157.
[223] Buhârî’nin eserleri hakkında detaylı bilgi için
bkz., Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II, 7; Buhârî Muhammed b.
İsmail b. İbrâhîm b. el-Muğire, Et-Târîhu’l-Evsat, thk: Mahmut İbrâhîm
Zâid, Haleb, Kahire: Dâru’l Veî, Mektebetü Dâru’l Turâs, 1. Baskı, 1977, I, 1;
Bağdatlı İsmail Paşa İsmail b. Muhammed Emîn Mîr Selîm el-Bâbânî el-Bağdâdî, Hediyyetü’l-‘ârifm
Esmâ’ü’l-Müellifîn ve Âsâru’l-Musannifîn, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Terâs
el-Arabî, 1951, II, 16; Zekeriyya Güler, Buhârî ve el- Câmiu’s-Sahîh’i Üzerine,
BEÜİFD, C: 2, S: 1, 2015, 13; Celaleddîn es-Süyûtî, IX, 4262-4361;
A‘zamî, DİA, VI, 368,371; Hüseynî Abdülmecid Hâşim, Mustafa Taş (çev.),
Buhârî’nin Eserleri ve Kitabu’d- Duafâi’s-sağîr’in Tanıtımı, Marife,
16/1, 2016, 195.
[224] Rabia Zahide Temiz, Mihne Sürecinde Bir Ehli
Hadis Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî ve Halku Ef’ali’l-İbâd Adlı Eseri, İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 20:1, 2015, 129.
[225] Detaylı bilgi için bkz., Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, 46-64.
[226] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 29, 30, 33, 38, 39, 40, 43, 47,
49, 115, 117.
[227] Temiz, 130.
[228] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 29; Buhârî
bunu aynı senedle Ta’rîhu’l-Kebîr’inde de rivâyet etmiştir. Bkz., Buhârî
Muhammed b. İsmâîl, Târîhu’l-kebîr, Dârietül-Meârifi’l-Osmâniyye, II,
338.
[229] Fâtiha, 1/1.
[230] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 29-31.
[231] Nâzi’ât, 79/24.
[232] Tâ-Hâ, 20/14.
[233] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 32-36.
[234] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 39-41.
[235] A’râf 7/54.
[236] A’râf 7/54.
[237] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 45.
[238] Detaylı bilgi için bkz., Buhârî, Sahîh,
“Tevhîd” 19, 37, (9/122, 141, 148); Buhârî, Halku Ef’âli’l- ‘ibâd, 41-2.
[239] Cehmiyye’ye reddiye yazan kişiler ve eserleri: Ahmed b. Hanbel (ö.
241/855)’in, er-Red ‘ale’z- zenâdıka ve’l-Cehmiyye, İbn Kuteybe (ö.
276/889)’nin, el-ihitilâf fi’l-lafz ve’r-red ‘ale’l-Cehmiyye ve’l-Müşebbihe, İbn
Ebû Hâtim er-Râzî (ö. 277/890)’nin, er-Red ‘ale’l-Cehmiyye, Osman b. Saîd ed-
Dârimî (ö. 280/894)’nin er-Red ‘ale’l-Cehmiyye.
[240] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 39.
[241] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 37.
[242] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 34.
[243] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 33.
[244] Furkân 25/2.
[245] Nisâ 4/171.
[246] Enbiyâ 21/2.
[247] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 44.
[248] Furkân 25/2.
[249] Nahl 16/40.
[250] Nisâ 4/171.
[251] Meryem 19/17.
[252] Âl-i İmrân 3/59.
[253] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 44.
[254] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 35.
[255] Sâffât, 37/96.
[256] Kamer, 54/49.
[257] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 46,7.
[258] Ankebût, 29/49.
[259] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 48.
[260] Âl-i İmrân 3/18.
[261] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 48.
[262] Buhârî, Sahîh, “İmân” 16, 25, 29, (1/14,
16); Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 50-3.
[263] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 53.
[264] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 54-6.
[265] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 56,7.
[266] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 59,60.
[267] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 60.
[268] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 47.
[269] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 53.
[270] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 62.
[271] Buhârî, Târîhu’l-kebîr, VIII, 283; Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, 63.
[272] Detaylı biligi için bkz., Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, 63.
[273] Tevbe, 9/115.
[274] Nisâ, 4/115.
[275] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 66.
[276] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 66.
[277] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 67.
[278] Buhârî, Târîhu’l-kebîr, I, 360; Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, 68.
[279] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 52, (9/158); Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, 68,9.
[280] En’âm, 6/101.
[281] Bakara, 2/22.
[282] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 69.
[283] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 70.
[284] İsrâ, 17/88.
[285] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 70.
[286] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 73.
[287] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 74.
[288] Tâ Hâ, 20/14.
[289] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 75.
[290] Mâide, 5/67.
[291] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 89.
[292] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 92.
[293] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 91.
[294] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 90.
[295] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 92.
[296] Detaylı bilgi için bkz., Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, 89, 90, 91.
[297] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 90.
[298] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 102.
[299] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 102.
[300] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 101.
[301] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 101.
[302] Detaylı bilgi için bkz., Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, 102,3.
[303] Bakara, 2/22.
[304] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 102.
[305] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 106.
[306] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 107.
[307] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 104.
[308] Detaylı bilgi için bkz., Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, 106.
[309] Buhârî, Târîhu’l-kebîr, V, 69; Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, 109, 110.
[310] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 44, (9/153,
158); Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 111.
[311] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 105.
[312] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 108.
[313] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 108.
[314] A’raf, 7/144.
[315] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 108.
[316] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 108.
[317] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 109.
[318] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 109.
[319] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 55, (9/160); Buhârî, Halku
Ef’âli’l-‘ibâd, 105.
[320] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 114.
[321] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 114.
[322] Mâide, 5/67.
[323] Bakara 2/43.
[324] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 115.
[325] Yusuf Şevki Yavuz, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, DİA,
İstanbul, 1997, XV, 370.
[326] Yavuz, Buhârî (Akaid’e Dair Görüşleri), DİA,
372.
[327] “Hadis edebiyetında kulanılan Cehmiyye tabiriyle genel olarak Mu’tezile
kastedilmektedir. Bu şekilde isimlendirilmelerinde, metot ve özellikle sıfatlar
konusundaki görüş birliği etkili olmuştur. Buhârî de eserlerinde kullandığı
Cehmiyye tabiriyle Mu’tezileyi kastetmektedir.” Detaylı bilgi için bkz., Ömer
Özpınar, Hadîs Edebiyetının Oluşumu, Ankara: Ankara Okulları Yay., 2005,
361.
[328] Özpınar, 362.
[329] Mâide, 5/3.
[330] Buhârî, Sahîh, “İmân” 31, (1/18).
[331] Detaylı bilgi için bkz., Zehebî, XI, 290.
[332] Kıyâme 75/16.
[333] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 43, (9/153).
[334] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 1,6,9,
(9/115-118, 121, 125, 127).
[335] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 39, (9/144,
146).
[336] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 21, (9/124).
[337] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 24, 36 (9/132,
148).
[338] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 24, (9/133).
[339] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 33, (9/142).
[340] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 36, (9/146).
[341] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 36, (9/146).
[342] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 38, (9/151).
[343] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 19, (9/122,
141).
[344] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 37, (9/148).
[345] Şûrâ, 42/11.
[346] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 21, 55, (9/124,
160).
[347] Özpınar, 379.
[348] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 32, (9/141).
[349] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 34, (9/142).
[350] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 35, (9/144).
[351] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 46, (9/154).
[352] Özpınar, 380.
[353] Nisâ, 4/164.
[354] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 37, (9/148).
[355] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 55, (9/160).
[356] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 55, (9/160).
[357] Enbiyâ, 21/2.
[358] Talâk, 64/1.
[359] Şûrâ, 42/11.
[360] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 42, (9/152).
[361] Özpınar, 362.
[362] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 21, 55, (9/124,
160).
[363] Özpınar, 396.
[364] Özpınar, 394-5.
[365] Buhârî, Sahîh, “Kader” 2, (8/122).
[366] Buhârî, Sahîh, “Kader” 3, (8/122-3).
[367] Özpınar, 398.
[368] Detaylı bilgi için bkz.; Buhârî, Sahîh, “Kader” 1-16,
(8/122-127).
[369] Furkân 25/2.
[370] Rahmân 55/29.
[371] Nalh 16/40.
[372] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 40, (9/152-3).
[373] Ahzâb, 33/38.
[374] Buhârî, Sahîh, “Kader” 11, (8/126).
[375] Sâffât, 37/96.
[376] Buhârî, Sahîh, “Tevhîd” 57, (9/160).
[377] Buhârî, Târîhu’l-kebîr, II, 338.
[378] Buhârî, Târîhu’l-kebîr, VII, 400.
[379] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, IV,
185,189; Zehebî, XII, 273-274.
[380] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, IV,
186; İbn Hacer, IX, 515.
[381] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, IV,
186,189; Zehebî, XII, 276.
[382] Zehebî, XII, 274.
[383] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, IV,
189; Kandemir, 157.
[384] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, IV,
190-191; Zehebî, XII, 284; Bağdatlı İsmail Paşa, II, 16.
[385] Zehebî, XII, 285.
[386] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
30-31; Zehebî, XII, 455-456.
[387] Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin hocaları ve
öğrencileri hakkında detaylı bilgi için bkz., Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât,
IV, 185-186; Zehebî, XII, 274-275.
[388] Zehebî, XII, 275, 276, 281; İbn Hacer, IX, 514,
515.
[389] Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî’nin kaleme almış oldugu bir eseridir.
Detaylı bilgi için bkz.: Özafşar,Zühlî, DİA, XLIV, 543-4.
[390] Zehebî, XII, 280, 281, 283, 284; İbn Hacer, IX,
515.
[391] Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî eserleri hakkında detaylı bilgiye ulaşmak
için bkz., Fuad Sezgin, Târîhü’t-Türâsi’l-Arabî, Mahmud Fehmi Hicazi
(çev.), nşr., Câmiatü’l-İmâm Muhammed Suud el- İslâmiye, 1991, I, 261; Mîr
Selîm el-Bâbânî, II, 16; Kehhale, XII, 105; Özafşar, Zühlî, DİA, XLIV,
543544.
[392] İsmail Lütfi Çakan, Hadîs Edebiyâtı,
İstanbul: M.Ü.İ.F Vakfı Yayınları, 4. Baskı, 1997,60-1.
[393] Zehebî, XII, 275; Mehmet Emin Özafşar, Zühlî, DİA,
XLIV, İstanbul, 2013, 543.
[394] Zehebî, XII, 274-276.
[395] “Tâhir b. Hüseyin, Abbâsî Devleti’nde çeşitli hizmetlerde
bulunduktan sonra halife Me’mûn’un kendisini ortadan kaldırmayı düşündüğü
endişesine kapılarak Bağdat’tan uzaklaşmak için kendini Horasan bölgesi
valiliğine tayin ettirmesiyle Tâhirîler hânedanının temelleri atılmıştır.
Tâhirîler; Abbâsî Devleti döneminde, 821-873 yılları arasında Horasan ve
Mâverâünnehir’de hüküm süren bir hânedandır. Tâhirîler resmî olarak sadece
halifeler tarafından atanan Horasan valileri idi ve merkezî hükümete belirli
miktarda vergi ödemekteydiler. Onlar buna rağmen aslında bağımsız hükümdarlar
idi.” Bkz. Mustafa Ertürk, İmâm Buhârî’nin Siyâset Anlayışı: “Yöneten-Yönetilen
İlişkisi”, Marife, 2001, S. 1, 26; Hasan Kurt, Tâhîrîler, DİA,
XXXIX, İstanbul, 2010, 403-4.
[396] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
32.
[397] Zehebî, XIII, 137.
[398] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
32.
[399] Zehebî, XIII, 137.
[400] Bkz. Zehebî, XIII, 137.
[401] Kurt, Tâhîrîler, DİA, 404.
[402] Zehebî, XIII, 137.
[403] Saffârî Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdarı.
Bkz. Erdoğan Merçil, Saffâr, Ya’kûb b. Leys, DİA, XXXV, İstanbul, 2008,
463-4.
[404] Abbâsîler devrinin önemli devlet adamı ve
kumandalarından olup Tâhirîler hânedanının ikinci yöneticisidir. Bkz. Hakkı
Dursun Yıldız, Abdullah b. Tâhir, DİA, I, İstanbul, 1988, 137-8.
[405] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
32.
[406] Zehebî, XIII, 137.
[407] Koçyiğit, 184.
[408] Taberî, VIII, 637-8.
[409] Ahmed b. Hanbel, er-Red ‘ale’z-zenâdıka min müteşâbi’l-Kur’ân ve
te’evvelehü ‘alâ gayr-i te’vîlih; İbn Kuteybe, el-ihtilâfu fi’l-lafzı ve’r-red
‘ale’l-Cehmiyye ve’l-Müşebbihe; Osman b. Saîd ed-Dârimî, er-red ‘ale’l-Cehmiyye
isimli reddiyeleri kaleme almışlardır. Detaylı bilgi için bkz., Mustafa
Sinanoğlu, Reddiye, DİA, XXXIV, İstanbul, 2007, 517.
[410] İbn Tayfur, 180-183; Taberî, VIII, 631-634.
[411] Taberî, VIII, 644; Subkî, II, 45.
[412] Taberî, VIII, 641, 644.
[413] Taberî, IX, 139; Mezîd, 251.
[414] İğde, “Mihne Sürecinde Ahmed b. Hanbel ve
Taraftarları”, Mihne Süreci ve İslâmi İlimlere Etkisi, 160-161.
[415] Yusuf Şevki Yavuz, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, DİA,
XV, 370.
[416] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 62.
[417] İğde, “Mihne Sürecinde Ahmed b. Hanbel ve
Taraftarları”, Mihne Süreci ve İslâmi İlimlere Etkisi, 159.
[418] Abdullah Aydınlı, Ehl-i Hadîs, DİA, X,
İstanbul, 1994, 507.
[419] Ebû Hâtim Ebû Muhammed Abdurrahman b. Muhammed
b. İdrîs er-Râzî, Cerh ve Ta’dîl, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâs el-Arabî,
1. Baskı, 1952, VII, 191; Zehebî, XII, 462- 3.
[420] Buhârî, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, 47,115;
Zehebî, XII, 455.
[421] Nuri Tuğlu, Mihne Dönemi Tartışmalarının Hadis Rivayetine Yansıması
(Buhârî Özelinde Bir Değerlendirme), Dinî Araştırmalar, C: 8, S: 23,
158.
[422] Yavuz, Halku Ef’âli’l-‘ibâd, DİA, XV,
370.
[423] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
29; Zehebî, XII, 453; Subkî, II, 228, eş-Şecrâvî, 94.
[424] Zehebî, XII, 459.
[425] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
30-31; Zehebî, XII, 455-456.
[426] Zehebî, XII, 459.
[427] Zehebî, XII, 460.
[428] Ahmed b. Hanbel, VIII, 142.
[429] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
32-33.
[430] Casim Avcı, Nisbe, DİA, İstanbul, 2007,
XXXIII, 142.
[431] İsmail Lütfi Çakan, İmam Buhârî’nin Buhârâ
Emiri ile Münasebetleri, Uluslar Arası Sempozyum, Buhârî Kongresi Tebliğleri,
Erciyes Üniversitesi Matbaası, Kayseri, 1987, 40.
[432] Zehebî, XII, 459.
[433] Talat Koçyiğit, Hadîs Usûlü, Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 12. Baskı, 2013, 79.
[434] Mücteba Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü,
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1992, 395.
[435] Detaylı bilgi için bkz; Uğur, 396-397;
Koçyiğit, Hadîs Usûlü, 79-83.
[436] Detaylı bilgi için bkz; Süleymân Sâlih Muhammed
eş-Şecrâvî, 97.
[437] Uğur, 396.
[438] Detaylı bilgi için bkz; Süleymân Sâlih Muhammed
eş-Şecrâvî, 97.
[439] Süleymân Sâlih Muhammed eş-Şecrâvî, 95, 98.
[440] Süleymân Sâlih Muhammed eş-Şecrâvî, 95, 98.
[441] Süleymân Sâlih Muhammed eş-Şecrâvî, 96, 98.
[442] Süleymân Sâlih Muhammed eş-Şecrâvî, 96, 97, 98.
[443] Detaylı bilgi için bkz: Buhârî, Sahîh,
“Ezân” 124, (1/159), “Medine’nin Faziletleri” 9, (3/22), “Fiten” 25, (9/61).
[444] Detaylı bilgi için bkz: Buhârî, Sahîh,
“Vudû’” 3, (1/39), “Tıp” 29, (7/130).
[445] Detaylı bilgi için bkz: Buhârî, Sahîh,
“Salât” 28, (1/87), “Ashâbu Nebiyyi (sav)” 19, (5/24).
[446] Süleymân Sâlih Muhammed eş-Şecrâvî, 98.
[447] Süleymân Sâlih Muhammed eş-Şecrâvî, 99.
[448] Süleymân Sâlih Muhammed eş-Şecrâvî, 99.
[449] Süleymân Sâlih Muhammed eş-Şecrâvî, 99.
[450] Süleymân Sâlih Muhammed eş-Şecrâvî, 99.
[451] Ali Toksan, Müdelles Hadis ve Sahabeye Tedlis
İsnadı, EÜİFD, S: 5, Kayseri, 1988, 225.
[452] Zehebî, XII, 453, 458.
[453] Subkî, II, 228, 230, eş-Şecrâvî, 94.
[454] Ebû Hâtim İdrîs er-Râzî, VII, 191; Zehebî, XII,
462- 3.
[455] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II, 32; Zehebî, XII,
464-5; İbnu’l Mulakkın Serracü’d-dîn Ebû Hıfs Ömer b. Alî b. Ahmed eş-Şâfi’
el-Mısrî, Tevdihu Liş’şerhi Cami’us-Sahih, thk: Dâru’l-fellâh
lilbahsi’l-A’lemî ve Tahkikû’l-Terâs, Dâru’n-Nevâdir, Dımeşk, 1. Baskı, 2008,
1, 70.
[456] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
32.
[457] Zehebî, XII, 462-3.
[458] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu’l-Bağdât, II,
32-33; Zehebî, XII, 466.
[459] Zehebî, XII, 453, 458; Subkî, , II, 228, 230.
[460] Ebû Hâtim, VII, 191; Zehebî, XII, 462.
[461] Çakan, 61.
[462] Zehebî, XII, 397.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar