Nizâri İsmâililiğinin Teşekkül Süreci
Hazırlayan: SENANUR ÖZKAN
NİZÂRİ
İSMÂİLİLİK VE HASAN SABBÂH
Nizâri İsmâili Mezhebinin
İsimlendirilmesi
Nizâri
İsmâililik İsimlendirmesi
Nizâri
İsmâililiği, Hasan Sabbâh önderliğinde ortaya çıkmış ve tam 166 yıl boyunca
hüküm sürmüştür. Selçukluların tehdidi altında geçen yıllara rağmen Hasan
Sabbâh kendi bağımsız devletini yaşatmayı başarmıştır.[1]
İsmâililerin
başta İran, daha sonra ise Suriye civarında yapılanması Nizâri İsmâilileri adı
ile anılmalarına sebep olmuştur. Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh’ın büyük oğlu
ve İsmâiliyye’nin iki büyük kolundan Nizâriyye’nin imamıdır. Asıl adı Ebû
Mansûr el-Mustafâ-Lidînillâh Nizâr b. el-Müstansır-Billâh Meâd b. Alî el-
Fâtımî’dir (ö. 488/1095). Hasan Sabbâh’ın Nizâr’ı[2]
desteklemesinden dolayı da bu adla anılmışlardır. Hasan Sabbâh’ın öncülüğünde
gelişen bu hareket “es- Sabbâhiyye”[3], Hasan
Sabbâh’ın eski düşünceleri yeniden canlandırdığı için ise “ed-
Da’vetü’l-Cedide”[4] (yeni
davet) olarak da isimlendirilmiştir.[5]
Ayrıca rey ve aklın hükmünü kabul edip, ilmin ancak masum imamın talimi ile
öğrenilebileceğini savunmalarından ötürü de “Talimiyye”[6]
olarak bilinmektedirler. Nizâri daveti kabul edenlere de “Ehl-i Ta’lîm”
denilmiştir.[7] [8] Hasan
Sabbâh’ın teşkilat elemanlarını, yeniden doğuş inancı ve sınırsız itaatle
yetiştirdiği fedâîlerine nispetle “fedaiyyûn” olarak da anılmaktadırlar.
Fâtımî
Halifesi Müstansır Billâh’ın ölümü üzerine yerine, veziri Efdal b. Bedr
el-Cemâlî ve diğer devlet adamlarının desteği ile Müstansır’ın küçük oğlu
Müsta’li Billâh geçmiştir. Bu haberi duyan Hasan Sabbâh isyan edip şer’an imam
olan Nizâr’ı desteklemiş ve onun adına hutbe okutmuş, hatta fedâî denilen
müridlerinden birkaçını Nizâr’ı veya çocuklarından birini Alamut’a getirtmek
üzere Mısır’a göndermiştir.[9]
İsmâililer, Müstansır Billâh’ın ölümü üzerine Nizâriyye ve Müstalîyye olmak
üzere iki gruba ayrılmışlardır. Bu iki fırka daha sonraları bulundukları yerler
itibariyle Batı İsmâilileri ve Doğu İsmâilileri diye de anılmıştır. Fâtımî
Devleti’nin Eyyûbîler tarafından ortadan kaldırılmasına kadar Mısır ve
Suriye’de bulunan Müstalîler, Aden’de Zürey„îler ve San„a’da Hemdânî ailesinin
bir kısım mensupları tarafından benimsenmiştir.[10]
Onur Kutlu Şentürk, Nizari İsmâilîlerinin
örgüt yapısını insan bedenine benzeterek bir çıkarımda bulunmaktadır. Aynı
insan bedeninin işleyişi gibi örgüt elemanlarının birbirine bağlılığını dile
getirmektedir. Şentürk’ün ifade ettiğine göre: “Nizârî-İsmâili davasını
antropomorfik bir şekillendirme ile anlatacak olursak: bir bütün olarak insan
bedenine yerleşecek dava, bedenin çeşitli parçaları ile kurulan metaforlar ile
tasvir edilebilir. Dava örgütünün ayakları sağlam tutunan kaleler, bacakları
kırsal kesimdeki destekçi topluluklar, omurgası İmam üzerinden gelişen lider algısı
ve inanç kültü, kolları ve elleri uzak yerlere ulaşan dâîler, “davanın başı”
Hasan b. Sabbâh ve sonraki huccetleri ve “elin tuttuğu hançeri” ise fedâîler
temsil ediyor diyebiliriz.”[11]
Haşhaşî
İsimlendirmesi
İsmâililer,
kullandıkları iddia edilen (haşhaş) uyuşturucu maddeye nispeten batılı
kaynaklarda “Haşişiler” ya da “Haşişi” kelimesiyle de tanınmışlardır.[12] Bu isim
Hasan Sabbâh’ın çevresindeki gençlere haşhaş (afyon) içirdiğine dair
rivayetlere dayalı olarak verilmiştir.[13]
Nizâri İsmâililer için kullanılan isimler arasında batılı kaynaklar daha çok “Accini, Arsasini, Assasi,
Assasinni, Asessini, Hesesini, Heyssesini, Hashishin” [14]
tabirlerini Nizâri İsmâililer için kullanmışlardır. Assassin kelimesi 14.yy da
katil kelimesi ile aynı anlamda kullanılmakta olup zamanla sözcüğe adını veren
tarikatla ilişiğini yitirmiştir. [15]
Haşhaş o dönemde bilinen bir şeydir. “...Ne
İsmâili yazarlar ne de Sünni yazarlar, tarikat mensupları arasında uyuşturucu
kullanıldığını öne sürmüştür.”[16]
En makul olan görüş ise tarikat mensuplarının abartılı davranışlarını normal
görmenin bir ifadesidir. Haşhaşilerin, Hasan Sabbâh’a bu kadar sadık ve
itaatkâr şekilde cinayet işleyebilmelerinin sebebi, sanıldığının aksine
içtikleri haşhaş değil; onların idareciye ve dâîye olan inançları ve bağlılıklarıydı.[17]
Lewis’in ve Muzaffer Tan’ın da ifade ettiğine göre Hasan Sabbâh’ın müritlerine
haşhaş içirdiği bilgisi doğru değildir. Bu bilgiyi ispatlayacak herhangibir
kanıta, yapılan araştırmalar sonuncunda ulaşılabilmiş değildir. Dolayısıyla
bizim de sahip olduğumuz kanı bu yöndedir.
Bâtınilik
İsimlendirmesi
Bâtınilik,
Şiîliğin bir kolu olan İsmâililik mezhebinin zamanla aşırıya kaçmış ve İsmâili
mezhebinin öğretilerini saptırılmış şekilde kabul eden ve özellikle Hasan
Sabbâh yönetiminde gelişen bir koluna verilen isimdir. Günümüzde araştırmacılar
Bâtınilik ve İsmâililiği aynı anlamda kullanmaktadırlar. Şehristani,
Bâtıniliğin tarafsızca İsmâiliyye ile ilgili olduğunu belirtmiştir. Özellikle
yabancı kaynaklarda Bâtıniler “devlet, tarikat, fırka, mezhep, düzen, teşkilat,
hareket, cereyan”[18] gibi
sıfatlarla güçlendirilmek istenmiştir. Tam olarak devlet kuramayan ama dini
amaç uğruna yola çıkan, İsmâili mezhebinin doktrinlerinin dışına çıkmayan,
dağlık bölgeleri kendisine karargâh seçip, çeşitli suikastlar düzenleyen,
bulundukları bölgelerde halka rahat vermeyen, Selçuklu Devleti bünyesinde ele
geçirdikleri topraklar nedeniyle iç devlet gibi varlığını sürdüren Nizâri
İsmâililiği için nasıl bir terim kullanılması gerektiği tartışmalıdır.
Ülkemizde genellikle İsmâiliyye için belirli bir zümreye hitaben “Bâtıniye”,
“Bâtınî” isimleri kullanılmıştır.[19]
Ancak
bütün bu bilgilere rağmen Batınîliğin tek başına, İsmâilîyye veya
İsmâilîyye’nin bir kolu olduğunu kabul etmek yanlıştır. Çünkü İsmâilîlerden bu
inancı benimseyenler olduğu gibi başka mezheplerden de benimseyenler vardır. [20] Dolayısıyla
hem Nizâri İsmâilîleri için hem de başka mezhepler için Bâtınî isminin
kullanıldığını görmekteyiz. Ancak biz çalışmamızda Nizâri İsmâililiği için
Bâtınî ismini kullanmaya devam edeceğiz. Yine aşağıda verilen bilgilerde de
Bâtınîlik olarak bahsedilen mezhebin Nizâri İsmâililik olduğu açıkça ortadadır.
Nizâmülmülk’ün
ölümünün arkasından Bâtınilerin ilk işi yeni kaleler ele geçirmek olmuştur.
Hasan Sabbâh, yeni fethettiği kaleler ile hem askeri yönden hem de fikri
mücadeleler ve propagandalar yaparak güçlenmiştir. Bu nedenle de İran
bölgesinde birçok kaleyi ele geçirmiş ve kendilerine çeşitli yaşam alanları
oluşturmuşlardır. Ele geçirdikleri kalelerin en meşhur ve etkili olanları şunlardır:
“Isfehan Kalesi, Alamut Kalesi, Vesnemkuh Kalesi, Halincan Kalesi, Üstünavend
Kalesi, Erdehen Kalesi, Girdkuh Kalesi, en-Nâzır Kalesi, et-Tunbûr Kalesi,
Halâdhân Kalesi, Lemser Kalesi, Şahdiz Kalesi, Banyas Kalesi, Lencan Kalesi,
Erdemen Kalesi’dir. Bu kalelerden Lencan Kalesi Isfehan sınırındadır. Huzistan
ve Tunbur Kalesi ise Erencan’a 6 km’dir. Mesasi Kalesi Cebel Saamaveh
yakınında, Masyab Kalesi ise Kazvin yakınında bulunmaktadır.”[21]
Bâtınilerin,
muhaliflerini tehdit etmek veya ortadan kaldırmak için yetiştirdiği görevlilere
fedâî denilmiştir.[22]
Bâtınilerin ele geçirdiği kalelerle birlikte yetiştirdiği eli kanlı fedâîler,
Hasan Sabbâh’ın tanınmasında etkili olan en önemli unsurlardandır. Hasan Sabbâh
hareketinin son derece etkili olması ve tanınması kurduğu
hareketin terör örgütü olarak anılmasına neden olmuştur.[23] Bu bilgilere daha sonra detaylı olarak yer
vermeye çalışacağız.
Hasan
Sabbâh’ın İsmi, Doğumu ve Çocukluk Dönemi
Hasan
Sabbâh’ın asıl adı; el-Hasen b. Ali b. Muhammed b. Ca’fer b. el- Hüseyin b.
Muhammed b. es-Sabbâh el-Himyerî er-Razidir’dir.[24]
Hasan Sabbâh’ın İran’da İmâmiyye Şiası’nın önemli merkezlerinden biri olan Kum
şehrinde 438/1046-47 veya 445/1053-54 yılında doğduğu rivayet edilmiştir.[25] On İki
İmamcı bir Şiî olan babası ile birlikte Yemen’den Kum’a, Kum’dan da Rey’e göç
etmişlerdir.[26] Bir
rivayete göre ise Hasan, Güney Arabistan’daki kadim Himyer krallarından birinin
torunudur.[27] [28]
Hasan
Sabbâh için kaynaklarda farklı lakaplar kullanıldığını da görmekteyiz. Bunlar
arasında Seyyidina, Şeyhü’l-Cebel bulunmaktadır. Dağın Şeyhi (Şeyhü
’l- Cebel) ifadesi Suriye kökenli bir ifadedir. Hasan Sabbâh için bir
hürmet ifadesi olarak ihtiyar Adam, Ata, Şeyh veya Pir ifadeleri
de kullanılmaktadır. Bu tabirler daha çok Suriye bölgesinde yaygındır ve Haçlılar
tarafından tercih edilmektedir.
Hasan
Sabbâh’ın hayatı ile ilgili bilgileri, Alamut Kalesi’nin Moğol hükümdarı Hülâgû
Han[29]
tarafından zapt edilmesinden sonra kalede ele geçirilen Sergüzeşt-i
Seyyidina adlı yaşam öyküsünden edinmekteyiz. Kalenin kuşatılması sırasında
kalenin merkez kütüphanesinde bulunan kitaplar yakılmış, ancak bu kitap (Sergüzeşt-i
Seyyidina) Alaaddin Ata Melik Cüveyni tarafından muhafaza edilmiştir.[30] Sergüzeşt-i
Seyyidina’da Hasan Sabbâh, kendisinin aslen Güney Yemen’de hüküm süren
Himyerî krallarının soyuna mensup olduğunu, babasının Yemen’den
Kufe’ye göç ettiğini, oradan da Kum’a ve sonrasında Rey şehrine geldiklerini ve
kendisinin burada doğduğunu bildirmektedir.[31]
Yetişmesi/İlmi
Yönü
Babası
Ali b. Muhammed, İmâmiyye Şiası’nın önde gelen şahsiyetlerinden biri olmuş ve
oğlunun felsefi ilimler, kelam, mantık, fıkıh ve riyaziyat alanlarında bilgi
sahibi olmasını sağlamıştır.[32] Hasan,
çocuk yaşlarda Rey’e -bugünkü Tahran civarı- göç etmiş ve din eğitimini burada
almaya başlamıştır.[33]
Hasan
Sabbâh, Seyyidina adlı yaşam öyküsünde, Emire Zerrab[34]
ile tanışmasından ve İsmâililik üzerine yaptıkları sohbetlerden bahsetmiştir.
On İki İmamcı anlayışından zaman içerisinde vazgeçip İsmâili öğretileri
benimsemesinde hiç kuşkusuz Irak bölgesinin Fâtımî dâîsi olan Emire Zerrab ile
yaptığı sohbetler etkili olmuştur. Başlangıçta kendisinin Emire Zerrab’a karşı
geldiğini, ancak sonrasında Emire’nin onu ikna ettiğini dile getirmiştir.[35] Daha
sonra Emire Zerrab ile yolları ayrılan Hasan, 464/1072 yılında Rey şehrine
gelmiş, Irak bölgesinin baş dâîsi olan İbn Attâş ile karşılaşmıştır. İsfehan
yöresinde Re’is Ebu’l-Fadl’ın yanında İsmâili öğretisini öğrenerek iki yıl
geçirmiştir.[36] İbn
Attâş, Hasan Sabbâh’a İsmâili davette bir görev vererek onu Kahire’ye halifenin
yanına göndermiştir.[37]
Hasan
Sabbâh, keskin bir zekâya sahip yetkin bir kişi olmasının yanı sıra, aritmetik,
astronomi, büyü ve daha pek çok alanda bilgi sahibi olan bir şahsiyettir.[38] Hasan
Sabbâh, aynı zamanda bir mütefekkir ve yazardı.[39]
Lewis’e göre; Hasan Sabbâh
hem bir eylem adamı hem de bir düşünür ve yazardır.[40]
Kendisi zamanının çoğunu ibadet etmek ile geçirmiş, geriye kalan zamanlarında
ise daha çok okumak ve yazmak ile meşgul olmuştur.[41]
Hasan Sabbâh eserlerini Farsça olarak
kaleme almıştır. Dolayısıyla Alamut döneminde Nizârilerin dini literatürdeki
dili Farsça olarak benimsenmiştir. Bu durum ilk defa İsmâili bir grup
tarafından Arapça yerine Farsçanın tercih edilmesi bakımından önem gösterir.
Farsça’yı kullanmaları aynı zamanda İran Nizârileri’ni Arapça konuşan
İsmâililer’den de soyutlamıştır.[42]
Ancak eserleri Moğollar tarafından Alamut’un işgal edilmesi sırasında büyük
zarar görmüştür. [43]
Bu nedenle hem kişiliği hem de fikirleri ile ilgili yeterli bilgilere sahip
değiliz. Ancak ulabildiğimiz kaynaklardan yararlanmaya çalıştık.
Ailesi
ve Kişiliği
Hasan
Sabbâh’ın iki oğlu ve iki kızı olduğu bilinmektedir. Oğulları Muhammed ve Üstad
Hüseyin’dir. Hasan Sabbâh, oğullarından Muhammed’i sırf şarap içtiği, diğeri
Üstad Hüseyin’i de Hüseyin Kâini’nin katiline azmettirdiği için öldürtmüştür.
Ancak ikinci oğlunun bir iftiraya kurban gittiğini daha sonradan anlamıştır.[44] Hasan
Sabbah, karısı ve kızlarını da Alamut kalesinin kuşatılması sırasında
geçimlerini dikiş dikerek sağlamaları için geri dönmemek üzere Girdkuh’a[45]
göndermiştir.[46]
Nizâri
İsmâililer Hasan Sabbâh’ı davetü’l-cedide (yeni davet) adlı İsmâili öğretinin
öncüsü kabul etmişlerdir.[47] Alamut
kalesinde yaşadığı süre içerisinde hiç kimsenin içki içmesine ve müzik aleti
çalmasına izin vermemiştir. Kale içerisinde ney çalan birisini kaleden
attırmıştır.[48]
Oğullarının
ölümüne sebep olması, onun iyice içine yönelmesine, ruhunu dinledikçe
günahkârlık duygularının artmasına neden olmuştur. İleri yaşlarında çilecilik
yaşam anlayışının dozunu gittikçe arttırarak hayatını devam ettirmiştir. İçinde
bulunduğu bu durum, onun katı ve bağnaz bir önder olmasına sebep olduğunu
gösterir. Hasan Sabbâh’ın hayatının umut ve hayal kırıklıkları ile geçtiği
kuşkusuzdur. Öldürttüğü oğlunun suçsuzluğunu daha sonra öğrenmesi onun Bâtınilik’teki
imamın yanılmazlığı ilkesine ters düşmesine ve inancının sarsılmasına neden
olmuştur. Yaşadığı bu olay onun yıllarca kurmaya uğraştığı mezhebinde
güvensizlik duygusunun da ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Artık tek tesellisi
örgütünün gerçekleştirdiği suikastların başarılı olmasıdır.[49]
Kendisini tehdit eden devlet adamlarına düzenlediği suikastler ve fedâilerini
korkusuz ve cesur olarak etrafına dehşet salan birer kişilik olarak
yetiştirmesi onun ne kadar saldırgan ve yok etme isteği ile dolduğunu göstermektedir.
Hasan
Sabbâh, yaratılış bakımından üstün yeteneklere sahip olmasının dışında hayalci,
kendisine yöneltilen eleştirilerden hoşlanmayan, bağnaz ve hoşgörüsüz bir
yapıya sahipti.[50] Aynı
zamanda Hasan, savaşçı bir yapıya sahip olmayan ama savaşın temel kurallarına
hâkim bir kişiliğe sahipti. Düşmanını tanır ve onu neyin hareketsiz kılacağını
bilirdi. Hasan’ın izlediği suikast anlayışı, savaşçılarının, düşmanlarına
yataklarında, evlerinde, sokaklarında ölüm tehdidi saçması Selçuklu beylerini
derinden etkilemiştir.[51]
Emirlerini yerine getirmek için tereddüt etmeden hareket eden fedâileri onun ün
salmasının en önemli nedenlerinden biridir.
Hasan
Sabbâh örgütçü yapıya sahip bir şahsiyetti. Siyasi konularda oldukça yetkin bir
hayat sürmüştür. Bununla birlikte felsefe ve astronomi alanlarında da bilgili
olan bir kişiydi.[52] İslami
kurallara göre hayatını yaşamaya önem veren Hasan, etrafında bulunanlara da
bunu titizlikle dayatmıştır. İyiliği emredip kötülüğü men etmek
(emri bil maruf nehyi anil münker) ilkesini prensip olarak benimsemiştir.[53] Bu anlayışı oğullarından birini şarap içtiği,
birini de katil olduğu fikrine karşı göstermiş olduğu tepkilerden de
anlaşılmaktadır.
Fikri
Yapısı
Hasan
Sabbâh, yaşadığı süre içerisinde imam olduğunu asla iddia etmemiş, sadece
imamın bir temsilcisi olduğunu öne sürmüştür. Kendisinin geçmişteki imamlar ile
gelecekteki imamlar arasındaki bir bağ olduğunu söylemiştir. İsmâililiğe göre
insan talim öğretisinin peşinden gitmelidir. Bu yolu da insana ancak
imam gösterir. İmam vahyi ve aklı doğrulayabilir ve bunu yalnızca İsmâili imam
yani gerçek imam yapabilir.[54] Diğer
“Riyakar hasımların müritleri günahkâr, öğretileri yalandır.”[55] Sabbâh’a
göre gerçekten inanan insan, Allah’ı ancak imamın öğretmesi ile veya akıl ve
düşünce yolu ile bilebilir.[56]
Bernard
Lewis, Hasan Sabbâh’ın hiçbir zaman imamlık iddiasında bulunmadığını, kendisini
huccet[57] (imamın
temsilcisi) ve dâî[58] olarak
gördüğünü savunur.[59] Hasan
Sabbâh’ın kendisini huccet ilan etmesi ile birlikte Nizârilik özgün bir mezhep
haline gelmiştir.[60] Hasan
Sabbâh’a göre otoritenin asıl sahibi Allah tarafından seçilen imâm-ı masumdur.
Şeriat ve din ancak imamın sayesinde öğrenilebilir.[61]
Örgüte
kazandırılmak istenen kişiler üzerinde çalışılırken “içinde ışık olan evde
konuşma”[62] ilkesi
gereğince Kelâm ilmini bilmeyenlere öncelik tanındığı, herkesin yaşamına göre
davranılması; dindarla dindar, dinsizle dinsiz şekilde görünerek konuşulması
gerektiği, daha çok yoksullar ya da ezilmiş kişiler üzerinde etkili olmaya
çalışılması temel prensipleri olmuştur.[63]
Bütün bu bilgilerden yola çıkarak “Hasan
Sabbâh’ın etkileme gücü, bilinci, askeri dehası, örgütleme stratejisi günümüzde
hayranlık uyandırıyor.”[64]
Hasan Sabbâh yaşadığı dönemde ve sonrasında oldukça tanınan, hakkında bir sürü
efsanenin üretildiği bir kişi olmuştur. Kendisi adına davette bulunmamasına
rağmen, Nizâri ismâililer içerisinde yaptığı faliyetlerle ön plana çıkmayı
başarmıştır.
Eylemleri
Hasan
Sabbâh, on yedi yaşına kadar ailesinin de bağlı olduğu İmâmiyye Şia’sına bağlı
kalmıştır. Emire Zerrab ile tanıştıktan sonra İsmâiliyye mezhebine giriş
yapmıştır. 464/1072 yılında Rey şehrine gelen Hasan Sabbâh, Irak bölgesinin baş
dâîsi olan İbn Attâş ile karşılaşmıştır. 464/1072 ve 467/1075’te İsfehan
yöresinde Re’is Ebu’l-Fadl’ın yanında İsmâili öğretisini öğrenerek iki yıl
geçirmiştir.[65] İbn
Attâş’ın vekili sıfatıyla iki yıl Isfehan’da davette bulunmuş, orada dini
yorumlama hakkının sadece imamda olmasını ve Sünni âlimlerin üstünlüğünü
reddettiği için Silvan kadısı tarafından şehirden kovulmuştur.[66] Hasan Sabbâh,
Isfehan’da davette bulunduktan sonra 1076 yılında Rey’den ayrılmıştır.[67]
Azerbaycan, Meyyâfârikîn, Musul, Sincar, Rahbe, Dımeşk, Sayda ve Sûr üzerinden
Akkâ’ya varıp, İbn Attâş’ın isteği üzerine el-Müstansır ile görüşmek için deniz
yoluyla Mısır’a ulaşmıştır.[68] 30
Ağustos 1078 tarihinde Kahire’ye vardığında Fâtımîler’in ileri gelen devlet
adamları tarafından karşılanmıştır.[69]
Başdâî
Ebu Davud tarafından karşılanan Hasan Sabbâh Halife Müstansır- Billâh ile
görüşmüş, Müstansır-Billâh da onu huccet seçmiş ve Horasan’da kendisi adına
davette bulunmasını teklif etmiştir.[70]
Hasan Sabbâh, Müstansır-Billâh’ın kendisinden sonra yerine veliaht tayin ettiği
Nîzar’ın, vezir ve başkomutan Bedr el- Cemâlî ise halifenin küçük oğlu ve
kendisinin damadı olan Ahmed el-Müstali’nin geçmesini istemiştir. Hasan Sabbâh,
el-Müstansır’ın yerine Nizâr’ın geçmesi gerekirken Müstali’nin geçişini kabul
etmemiş ve Nizâr adına davete başlamış; ancak bu durum Hasan ve Bedr el-Cemâlî
ile aralarının bozulmasına neden olmuştur. Bedr el-Cemâli, Hasan Sabbâh’ı
kendisine muhalefet ettiği için önce hapse attırmış sonra da ülkeden kovmuştur.
Hasan, Frenklerden oluşan bir grup ile gemiye bindirilip Kuzey Afrika’ya
sürgüne gönderilmiştir. Bir rivayete göre ise Hasan Sabbâh, hapisten kaçmış ve
İskenderiye’den bir gemiye binerek Mısır’ı terk etmiştir.[71]
Yolculuk esnasında gemi batma tehlikesi geçirmiş, gemide bulunan yolcular
paniğe kapılırken, Hasan sakin bir şekilde "el-Müstansır daha önce
olacakları bana haber verdi”?[72]
diyerek etrafına garip tavırlar sergilemiştir.[73]
Başka
bir rivayette ise olay şöyle aktarılır: Hasan, Mısır’da kaldığı süre içerisinde
Nizâr’a destek verdiği için, ordular kumandanı Bedr el-Cemâli ile ayrılığa
düşmüş, hapse atılmış ve ülkeden sürülmüştür. Mısır’dan Kuzey Afrika’ya sürülmüş
olan Hasan’ın bindiği Frank gemisi batırılmış ve sağ kurtarılan Hasan Sabbâh
Suriye’ye götürülmüştür.[74]
Hasan
Sabbâh, 10 Haziran 1081’de İsfehan’a ulaşmıştır. Dokuz yıl boyunca İran’da
Bâtıniliği yaymaya çalışmış, Kirman, Yezd ve Hûzistan’dan sonra dikkatini
İran’ın kuzeyine Hazar denizi sahillerine, Gilân, Mazenderan ve Deylem’in
dağlık bölgelerine çevirmiştir. Burada üç yıl süreyle çalışan Hasan Sabbâh,
Şiî-İsmâili propagandasından en çok etkilenen bu bölgeye gönderdiği dâîlerle de
yöre halkını kendine çekmeyi başarmıştır. Hasan, faaliyetlerine devam ederken
bir yandan da kendisini izleyen Nizâmülmülk[75]
tarafından yakalanması emredilmiştir.[76]
Hasan
Sabbâh ve Nizâmülmülk’ün arası devletin işleri yüzünden bozulmuştur. Vezir
olmak isteyen Hasan Sabbâh, Halep’ten getirilen mermer taşlarının ücreti,
devletin yıllık varidatının tespiti gibi konularda sorumlu olan ve vezir
Nizâmülmülk’ün akrabası olan Ebu Müslim, Hasan Sabbâh’ı daîler ile işbirliği
yapmakla suçlamış ve “Bu adam çok geçmeden halkın zayıf ve güçsüzlerini
doğru yoldan saptırır” diyerek dikkatleri üzerine toplamıştır.[77] Hasân
Sabbâh’ın yakala emrinin verilmesine daha çok Hasan’ın, Nizâmülmülk’ün yerine
geçme isteği neden olmuştur.
Nizâmülmülk,
Hasan Sabbâh’ı yakalamaları için Rey’deki görevlilerine emir vermiş, Hasan
Sabbâh ise buradan kaçıp Kazvin’e gitmeyi başarmıştır. Sonunda R’udbâr vadisini
kendisine karargâh olarak seçmiş ve beldetü’l-ikbal denilen Alamut
Kalesi’ne yerleşerek Nizâri İsmâili Devletini kurmuştur. (6 Recep 483/4 Eylül
1090)[78] Burada bulunduğu
süre içerisinde Nizâr hayatını kaybedinceye kadar onun adına davette
bulunmuştur. Nizâr’ın, ardılı tayin ettiği İmam Hadi de Nizâr’ın güvendiği
adamları tarafından Alamut’a gönderilmiştir. İmam Hadi, Alamut’a geldiği zaman
yaklaşık yirmi beş yaşlarındaydı.[79] Alamut
Kalesi’nin beldetü’l-ikbal olarak anılmasının ise hikâyesi şöyledir:
Alamut Kalesi’nin, Selçuklu beyi Yörüntaş tarafından kuşatılması sırasında
askerler kalede yaşanan erzak eksikliği nedeniyle kaleyi terk etmeye
başlamışlardır. Hasan, askerlerine Müstansır’ın kendisine haber gönderdiğini ve
şanslarının açık olacağını bildirdiğini söylemiştir. Bunun üzerine kalede
bulunan askerler kaleyi terk etmekten vazgeçmişlerdir. Yaşanan bu olaydan
dolayı Alamut Kalesi’ne şanslı belde anlamında beldetü’l-ikbal
denilmiştir.[80]
Nizâmülmülk’ün yakalama emri üzerine kaçan
Hasan, Isfehan’da bulunan arkadaşı Ebu’l-Fazl’ın yanında bir süre kalmıştır.
Hasan, ona yeni davasının fikirlerinden bahsederek; “Ne yazık! Eğer kendime
iki taraftar bulsam bu memleketin altını üstüne getiririm”[81]
demiştir. Bunun üzerine Hasan’ın bunalıma girdiğini ve akıl hastalığına
yakalandığını düşünen Ebu’l-Fazl kendince Hasan’a bir tedavi uygulamaya
başlamıştır. Getirdiği kokulu şerbetler ve dimağı güçlendirici yiyecekler ve
içecekleri gören Hasan, durumu anlamış ve oradan kaçarak Kirman’a, ardından da
Kazvin’e gitmiştir.[82]
Etrafında bulunanlardan uzaklaşarak kendini güvende hissedebileceği bir yer
arayışına girmiştir. Yaşadığı olayların, onun kendi fikirlerini sistemli hale
getirebileceği bir yere ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Çünkü yanına gittği
yakın arkadşı bile onun fikirlerinden endişeye kapılmıştır.
Alamut
Kalesinin Ele Geçirilmesi
Alamut,
Elbruz dağlarında, Kazvin’in kuzeydoğusunda yer alan bir kaledir.[83] Uzunluğu
elli km ve en geniş yeri beş km olan, dört yanı çevrili, vadiye bakan
kayalıklar üzerinde bulunan Alamut Kalesi’ni Hasan kendisine üs olarak
seçmiştir. Kalenin bulunduğu kayalar çok diktir ve tepelerin arasından akan bir
nehir bulunmaktadır.[84] Alamut
Kalesi rivayete göre Deylem krallarından biri tarafından inşa edilmiştir. Kral
ava çıktığı bir gün kartallarından birini salıvermiş ve kartal da kalenin
bulunduğu kayalıklardan birine konmuştur. Kral kayalıkların bulunduğu bölgenin
önemini fark etmiş ve buraya bir kale inşa ettirmiştir. Aluh ve âmut (âmuht)
kelimelerinden meydana gelen Alamut ismi, eski Fars dilinin Taberistan
şivesinde “kartal yuvası” veya “kartal eğitimi” anlamına gelmektedir.[85]
Hasan,
Alamut’a geldiği zaman Mehdi diye bilinen Vali’ye “bir öküz derisi ile kaplı
boş alan” için yüklü miktarda bir para (3.000 dinar) teklif etmiştir. Teklifin
fazlalığından heyecanlanan Vali, Hasan’ın şartlarını mutlulukla kabul etmiş;
bunun üzerine Hasan bir öküz derisi bularak onu ince ince sırımlar haline
getirerek kalenin etrafını çevirmiştir.[86]
Hasan faaliyetlerini gerçekleştirmek için bulduğu bu kaleyi elde edebilmek için
elinden geleni yapmıştır. Vaat ettiği gibi öküz derisini ince sicimler haline
getirerek kalenin hepsine sahip olmuştur. Bu yaptığı bile Hasân’ın ne kadar keskin
bir zekaya sahip olduğunu göstermektedir.
Hasan
Sabbâh, Alamut Kalesi’ni 6 Recep 483/ 4 Eylül 1090 yılında ele geçirmiş[87] ve
Bâtınilerin karargâhı haline getirmiştir.[88]
Başka bir rivayete göre ise Hasan, Alamut’u ele geçirebilmek için önce
adamlarını birer birer kalenin içine yerleştirmiş ve bir süre beklemiştir. 4
Eylül 1090 tarihinde ise kaleye gizlice adamlarını sokmuştur. Kalenin sahibinin
olanları fark etmesi sonucunda, Hasan’ın kaleyi terk etmesi için kale sahibine
üç bin altın dinarlık bir senet verdiği söylenmektedir.[89]
Alamut’u ele geçiren Hasan kaleye girişinden ölümüne kadar geçen otuz beş
yıllık süre içerisinde kaleden dışarı çıkmamış, evinden ise sadece iki kez
çıkmıştır.[90] Yine bu
durum onun içine kapanık halinin bir yansıması olarak kabul edilebilir.
Hasan
Sabbâh, Alamut Kalesi’ne yiyeceklerin uzun süre bozulmadan saklanabileceği
depolar yaptırarak kaleyi kuşatmalara karşı dayanıklı bir hale getirmiştir.[91] Bu sayede
Alamut Kalesi’ni, askeri ve idari bir merkez haline getirmiş ve bütün
eylemlerini buradan yürütmeye başlamıştır.
1091-1092
yılında Sultan Melikşah, Hasan Sabbâh’ın faaliyetlerine son vermek için kaleyi
kuşatmış ancak ele geçirememiştir. Kale daha sonra 503/1109-10 ve 511/1117-18
yıllarında Sultan Tapar, 521/1127’de Sultan Sencer, 524/1130’da Sultan Muhammed
b. Tapar, 552/1157’de Bavendilerin Taberistan hükümdarı Gazi Rüstem b. Ali b. Şehriyar, 595/1198-99’da Harezmşah Tekiş
tarafından kuşatılmışsa da ele geçirilmesi mümkün olmamıştır. Alamut Kalesi
uzun yıllar Bâtıniler’in elinde kalmayı başarmış; fakat 19 Kasım 1256’da Moğol
Hükümdarı Hülâgû Han tarafından ele geçirilmiştir. Hülâgû, kaleyi ele geçirince
ilk iş kaleyi yerle bir etmiş ve halkını kılıçtan geçirmiştir. Kalede bulunan
zengin kütüphane de veziri Alâeddin Ata Melik Cüveyni’ye teslim edilmiştir.
Alamut Kalesi’nin bulunduğu bölgedeki kasaba da kale ile aynı adı taşımaktadır.
Kale daha sonra Safeviler tarafından tamir 92 edilerek hapishane olarak
kullanılmıştır.
Fedâi
Teşkilatı
Hasan
Sabbâh’ın kurmuş olduğu fedâî teşkilatı son derece önem arz etmektedir. Daha
önce yöneticisine bağlılıkları nedeniyle ölümü göze alabilecek başka bir grup
çıkmamıştır. Bu bakımdan Hasan’ın fedâîlerinin Melikşah’ın elçisine verdiği
fiilî cevap çok önemli hale gelmiştir. Fedâiler üzerine efsanelerin ortaya
çıkmasına sebep olan olay şu şekilde gerçekleşmiştir: “Melikşah bir mektup
göndererek Hasan’ı itâate davet etmiştir. Yazdığı bu mektubunda fedâîleri
vasıtasıyla ulema ve yöneticileri öldürmesinden dolayı kendisini tehdit
etmiştir. Hasan Sabbâh, bu mektuba yazılı olarak cevap yazmadı. Ancak
Melikşah’ın memurunun gözleri önünde fiilî bir cevap verdi. Yanında ayakta
duran kimselere hitaben: “Bir iş için sizi Molla Kej’e göndereceğim! İçinizden
hanginiz bu işi yapar?” dedi. İstisnasız onların tümü bu hizmete hazır olduklarını söylediler.
Melikşah’ın memuru, Hasan Sabbâh’ın onlardan biriyle mektuba cevap
göndereceğini sanmıştı. Hasan Sabbâh, onlardan bir gence “Kendini öldür!” dedi.
O genç derhal bıçağını çekerek boğazına vurdu ve cansız olarak yere düştü. Diğer
birine de “Kendini kaleden aşağı at!” dedi. O da kendisini kaleden aşağı atarak
parçalandı. Bu dehşetli durum karşısında korkmuş olan memura; “Yanımda, bir
işaretle bu şekilde canını feda edecek 20.000 kişi var. Cevap yazacak değilim!
Cevabım gördüklerindir” dedi.”[92]
[93] Olayın
başında da değimiz gibi bu durum bir efsane olarak anlatılmaktadır. Nitekim
daha sonra Hasân Sabbâh’ın Melikşah’a cevap olarak yazdığı mektup, Hasân’ın
eserleri arasında bahsedilecektir.
Fedâîler,
kendilerine muhalif olan emir veya devlet adamlarını, korunaklı sandıkları
ikametgâhlarına veya çadırlarına girip üzerinde bir tehdit veya uyarı yazısı
bulunan hançerlerle tehdit etmişler, istedikleri sonucu alacaklarını
anladıkları zaman da ihtar ile yetinmişlerdir. Faaliyetlerine engel olanları
ise öldürmüşlerdir.[94] Fedâîler,
kendilerine verilen bu görevleri birer dini vazife ve dâilerine bağlılık
göstergesi olarak benimsemişlerdir.
Hasan
Sabbâh, fedâîlerini son derece etkisi altına almış, istediklerini onlara
kolayca yaptırabilmiştir. Zamanla bu fedâîler eli hançerli birer cani haline
gelmiştir. Fedâîler çok sayıda din ve devlet adamını Hasan’ın isteği üzerine
ortadan kaldırmıştır.[95] Tahir
Errani adındaki fedâînin Nizamülmük’ü öldürmesi, Sultan Melikşah’ın sırlı
ölümü, Hasan Sabbâh’ın fedâîlerin üzerinde ne kadar etkili olduğunu
göstermektedir.[96] Yine
Isfehan’da Sâveli bir müezzin, İsmâililiğin ilk kurbanıdır. Çağrılarına cevap
vermediği gerekçesiyle bir grup İsmâili tarafından kurban edilmiştir. Cinayeti
haber alan vezir, elebaşının infaz edilmesini emretmiş ve Tahir Errani adındaki
İsmâili idam edilmiştir.[97]
Aralarında Nizamümülk, Berkyaruk’un düşmanları ve Muhammed Tapar’ın
taraftarlarının da bulunduğu yaklaşık elli kişi, Hasan Sabbâh dönemi
cinayetlerindendir.[98]
Fedâilerin dehşet saçan eli kanlı birer caniler olarak anılmasında
gerçekleştirmiş olduğu suikastlar içinde Nizâmülmülk’ün de yer alması etkili
olmuştur.
Fedâîler,
Rey’de İsmâilileri açıkça lanetleyen Fahreddin er-Râzi’yi tehdit etmek için bir
müddet yanında eğitim almak amacıyla bulunmuş ve yalnız bulunduğu bir anda
boğazına hançer dayayıp İsmâililer hakkında yaptığı lanetlemeleri geri almasını
söylemiş ve Razi de kabul edince canını almaktan vazgeçip serbest
bırakmışlardır.[99]
Öldürdükleri veya korkuttukları devlet adamları fedâilerin daha sonraki
faaliyetlerini gerçekleştirdiklerinde örgütün bir terör örgütü olarak
benimsenmesine zemin hazırlamıştır.
Çok
sayıda insan öldüren fedâîler artık iyice güçlerini arttırmış ve bir terör
faaliyeti olarak etraflarına korku salmaya başlamışlardır. Devlet adamları
Sultan Berkyaruk’u uyararak önlem alınması gerektiğini aksi takdirde önüne
geçilemez bir durumla karşılaşacaklarını bildirmişlerdir. Bunun üzerine Sultan
Berkyaruk 494’te Bâtıniler’e karşı harekete geçmiş ve 300 kişiyi öldürtmüştür.
Halife Müstansır Billâh’a da haber göndererek Bağdat’taki Bâtınilerin
yakalanmalarını emretmiş; yine aynı yıl içinde Emir Çavlı da Fars ve
Hûzistan’da bulunan Bâtıniler üzerine bir sefer düzenlemiş ve 300 kişiyi
öldürtüp mallarına el koydurtmuştur. 497’de Tabes Kalesi’ne saldırmış ve
Bâtınilerin bir kısmını öldürüp bir kısmını da esir almıştır.[100] Muhammed
Tapar da Bâtınîler’in Şahdiz Kalesi üzerine bir sefer düzenleyerek kaleyi zapt
etmiş ve kalenin hâkimi Ahmed b. Abdülmelik b. Attâş’ı öldürtmüştür.[101]
Bernard
Lewis’e göre fedâîler, iyi silah kullanmanın yanı sıra toplumun örf, adet, din
ve mezhep anlayışları ile yabancı dil gibi alanlarda da iyi bir eğitime tabi
tutulmaktaydı.[102] Avrupalı
yazarların öne sürdüğü gibi fedâîlere değişik dillerin ve dövüş taktiklerinin
öğretilmesine dair de bilgiler bulunmamaktadır.[103]
Fakat Laurence Lockhart “Gerçek olan şey şu idi ki, Büyük Üstat, bazı
gençleri fizikî yetenekleri, savaş özellikleri ve kararlı niteliğinden dolayı
seçerek onları bir ziyafete davet ediyordu.” demiştir.”[104]
Ancak
Nizâri İsmâili örgüt elemanlarının çok sayıda öğretmen veya liderinin kentsoylu
olduğu, eğitimli ve okumuş yazmış kişilerden oluştuğu bir gerçektir. Hasan
Sabbâh, Nizâri İsmâililiğinin kurucusu olarak Rey kentinde iyi bir eğitim
almıştı. İsmâililiğin İran’da bulunan dâîsi Melik b. Attâş bir fizikçi ve
Suriye’deki Nizârilerin önderi Raşideddin Sinan ise bir okul öğretmeni idi.[105] Bütün bu
bilgilerden de yola çıkarak fedâilerin Hasân’ın yanında hem fiziki hem de
kültürel yönden birer eğitime tabi tutuldukları sonucuna ulaşabiliriz.
Başka
bir rivayete göre ise Hasan Sabbâh, fedâîlerine eğitim öğretimi yasaklamış ve
müridlerini cahil bırakmıştır.[106]
“Gazali’ye göre; örgüte kazandırılmak istenen elemanlarının seçimi;
“Yaratılıştan aptal ve ahmak olmaları dolayısıyla akılları zayıf, basiretleri
kıt, dini görüşleri zayıf olanlar; zenciler, cahil bedeviler, acemlerin
ayaktakımı ve gençlerin serseri olanları; atalarının devletleri İslam
Devletleri tarafından ortadan kaldırılanlar; yükselmek hırsı içinde olanlar;
yaratılışları dolayısıyla diğer insanlardan farklı görünmek isteyenler;
müstakil düşünme kabiliyeti olmayanlar; Şia içinde ve Rafiziler’in arasında
yetişenler; filozof ya da düalistlerin mülhitlerinden olanlar; şehvet ve lezzet
düşkünü bulunanlar”[107] arasından
yapılmaktadır.”[108] Gazali’nin
ifade ettiğine göre fedâiler kendi işlerini gerçekleştirmek için yetersiz
insanlardan oluşuyordu. Ancak bunun fedâilerin bağlılıklarını ve
gerçekleştirdikleri suikastlari açıklayabilmek adına ortaya konmuş bir fikir
olarak görmekteyiz. Kanaatimizce fedâiler akılları zayıf, basiretleri kıt
insanlardan ziyade, Hasân Sabbâh gibi keskin bir zekaya sahip kişilerden
oluşmaktaydı. Aksi takdirde bu kadar fedâiyi bir arada, bir kalenin içerisinde
örgütlemek kolay olmasa gerek.
Alamut
Kalesinde fedâîler için cennet bahçesinin bulunduğundan bahsedilmektedir. Bu
bilgiyi ilk rivayet eden Marco Polo adlı yazardır.[109]
Marco Polo’nun eserinde bu durum aşağıdaki ifadelerle dile getirilmektedir;
“Şeyh
(Alamut Efendisi) çok büyük iki dağın arasında bulunan çok görkemli bir vadide
oturuyordu. Hiç görülmemiş genişlikte ve güzellikte bir bahçe yaptırmıştı.
Burada güzel bitkilerden dünyanın tüm çiçek ve meyvelerinden ve bulabildiği
ağaçlardan bolca vardı. Hiç kimsenin görmediği kadar güzel evler ve saraylar yaptırmıştı;
çünkü hepsi yaldızlıydı, dünyanın en güzel şeyleri ile süslenmişti ve duvar
kaplamalarının hepsi ipektendi. Onlar için sarayın değişik cephelerinde duran
sayısız olağanüstü çeşme yaptırmıştı ve hepsinin içinde küçük arklar vardı,
birinden şarap, ötekilerden süt, diğerlerinden bal ve diğerlerinden en berrak
su akıyordu. Burada dünyanın en güzel hanımları ve genç kızları yaşıyordu,
bunlar her enstrümanı çalmayı, ahenkle şarkı söylemeyi gayet iyi biliyor, bu
çeşmelerin etrafında diğer kadınlardan daha iyi dans ediyorlar, erkekleri sevip
okşamanın ve onlara ayrıcalıklar göstermenin her çeşidini bilecek kadar iyi
eğitiliyorlardı. Görevleri orada bulunan genç erkeklere, tüm zevk ve sefayı
sunmaktı. Orada sayısız giysi, yatak takımı ve erzak vardı, arzu edilebilecek
her şey mevcuttu.”[110]
“Burada
değersiz şeylerden asla söz edilmiyordu, oyundan, aşktan ve eğlenceden başka
bir şeyle vakit geçirmeye izin yoktu. Böylece ipekler ve altınlar içinde yüzen
bu genç hanımlar, bahçelerde ve saraylarda her saat çılgınca eğleniyorlardı,
çünkü hizmet eden bu kadınların hiçbiri açık havada görülmüyordu ve kapalı
kalıyorlardı. Şeyh adamlarına bu bahçenin cennet olduğunu anlatıyordu, tıpkı Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem]’in kendi iradesini yerine getiren sarrazenlerin cennete gideceğini
söylemesi gibi o da aynısını söylüyordu; orada dünyanın tüm tatlıları ve
hazlarını, oynaşmak için diledikleri kadar güzel kadını ve ağzına kadar dolu
ayrı ayrı akan şarap, süt, bal ve su ırmaklarıyla kaplı güzel bahçeleri
bulunmaktaydı. İşte bu nedenle bu ülkenin sarrazenleri, bu bahçenin cennet
olduğuna kesin olarak inanıyorlardı. Şeyh’e gelince, kendisinin bir peygamber
olduğunu ve kimi isterse cennete sokabileceğini kabul ettirmek istiyordu ve bu
bahçeye hiç erkek girmiyordu, yalnızca Şeyh’in kendisinin uygun gördüğü ve
katil yapmak istediği kişiler girebiliyordu. Vadinin eşiğinde ve bu bahçenin
girişinde Şeyh’in çok güçlü ve fethedilmez bir kalesi vardı, o dünyada kimseden
korkmuyordu, buraya gizli bir yoldan girilebilirdi ve bu yol çok dikkatli bir
şekilde korunuyordu, başka yerden bahçeye girmek mümkün değildi, yalnızca o
geçitten giriliyordu.”[111]
Yukarıdaki
ifadelerde de görüldüğü gibi bazı kaynaklarda Hasan Sabbâh’ın fedâîlerine,
onlara vaat ettiği sahte cennet ile istedikleri kişiyi öldürttüğü
savunulmaktadır. Ancak Hasan Sabbâh’ın müritlerine ne haşhaş içirdiği ne de
cennete gönderdiğine dair kesin bir kanıt yoktur.[112]
Hasan Sabbâh hareketinin kötü ün yaymasında ve kurmuş olduğu teşkilatın
terörist Haşhaşiler olarak Avrupa’da tanınmasında yine Venedikli İtalyan seyyah
Marco Polo’nun rolü büyüktür. Çin ile ilgili kaleme aldığı seyahatnamesinin
gerçeği yansıtmadığı, yazdıklarının birer hayal ürünün olduğu bilinmektedir.[113] Bu
bilgilerden yola çıkarak Alamut Kalesi ve fedâiler ile ilgili yazdığı
bilgilerin de yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Ölümü
Hasan Sabbâh 6 Rebiülahir 518/23 Mayıs
1125’de Çarşamba gecesi Alamut Kalesi’nde eceli ile ölmüştür. Ölümünden önce Lemser[114] kalesine adam gönderip Kiya Bozorg Ümid’i
çağırtmıştır. Onu, kendisine halef olarak tayin etmiştir. Bozorg Ümid ile
birlikte İsmâili öğretiyi devam ettirmeleri için bir de heyet kurmuştur. Bu
heyet içerisinde Dihdar Ali Erdistani, Hasan Adem Kasranî ve Kiya Cafer
bulunmaktadır. Bozorg Ümid ile birlikte bu kişileri de çağırtıp Dihdar Ebu Ali
Erdistani’yi sağına oturtup onu davetin başına getirerek propagandadan sorumlu
tutmuş, Hasan Adem Kasranî’yi soluna oturtup ordunun komutanı tayin etmiş, Kiya
Cafer’i de önüne oturtarak[115] bu üç kişiyi kendisinden sonra Bozorg
Ümid’e yardımcı olmaları için görevlendirmiştir. Hasân yaptğı bu davranış onun
kurduğu teşkilatı ölümünden önce güvendiği kişilere emanet etmek ihtiyacı
duyduğunu göstermektedir.
Eserleri
Hasan Sabbâh’ın yaşam öyküsüdür. Bugün
yazma nüshası Tahran Merkez Kütüphanesi'nde (nr. F 2835) ve mikrofilmi Vezîrî
Koleksiyonu'nda (Mic. cat. 735) bulunan kitabı Ata Melik Cüveynî Alamut
Kalesi'nin düştüğü gün ele geçirmiş ve bazı bölümlerini Târih-i Cihângüşâ'ya
almıştır. Aynı şekilde Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedani de eseri inceleme imkânını
bulmuş ve Hasan Sabbâh'ın hayatını yazarken ondan büyük ölçüde istifade
etmiştir. [116]
Aslı
Farsça olan bu eserin küçük bir bölümü günümüze ulaşmış ve Şehristanî
tarafından Arapça'ya (el-Milel, I, 195-196)[117],
Hodgson tarafından da İngilizce'ye
(The Order of the Assassins, s. 325-328)
çevrilmiştir.”[118]
el-Fusulü’l-Erbaa (Dört Bölüm) adlı esrinde Hasan talim öğretisinden
bahsetmektedir.[119]
Cevâb-ı
Hasan Sabbâh be-Rik'a-i Sultan Celaleddin Melikşâh-ı Selçuki:
Hasan Sabbâh'ın Sultan Melikşah'a yazdığı
söylenen cevabi mektuptur. Sultan Melikşah ile Hasan Sabbâh'a izafe edilen
mektuplarla Nizâmülmülk'ün Melikşah'a sunduğu arîza ve sultanın ona cevabı,
Nasrullah Felsefi tarafından Mehdi Beyani ve Müeyyed Sabitî koleksiyonları
karşılaştırılarak "Çehar Name-i Târîhî" adıyla yayımlanmış ( ÇendMakale-i
Tarîhî vü Edebî, s. 405-433) ve "Erba'a Resâ'il Târihiyye" adıyla
Arapça'ya çevrilmiştir (ed-Dirasatü '1-Edebiyye, VII /3-4 1 Beyrut
1965], s. 270-302).[120]
Yazma
nüshası Duşanbe Kütüphanesi'nde bulunmaktadır (nr. 225). Ayrıca onun Fuşul-
i Mübâreke adlı bir eserinden daha bahsedilir (İsmâil K. Poonawala,s.254)[121]
HASAN SABBÂH SONRASI
ALAMUT HAKİMLERİ
Alamut
dönemi Nizâri İsmâililiği tarihi üç ana bölüme ayrılmaktadır. Birinci dönem;
başlangıç dönemi olarak isimlendirilmektedir. Nizâri İsmâililiğinin, Hasan
Sabbâh tarafından kurulmasını (483/1090) ve kendisinden sonra gelen Alamut’un
iki efendisi Kiya Bozorg Ümid ve Muhammed Bozorg Ümid’in 557/1162’deki ölümüne
kadar süren döneme başlangıç dönemi denilmektedir. Bu dönemin özelliği
içerisinde yöneticilerin kendilerini kayıp imamın “hücceti” olarak tayin
etmeleri bulunmaktadır. Hasan Sabbâh’tan sonra gelen iki efendi ise kendilerini
daha çok dâîler olarak tanımlamışlardır. Aslında huccet de bir dâî, başdâîdir.[122] İkinci
dönem; Alamut’un dördüncü ve beşinci efendilerinin yönetiminin hüküm sürdüğü
(557- 607/1162-1210), kıyamet dönemi olarak isimlendirilen dönemdir.
Kıyamet döneminin özelliğinde ise yöneticilerin kendilerini “imam” olarak belirlemeleri
yer alır. Yine aynı dönemde Nizâriler, imamlarının ortaya çıkması ile dış dünya
ile bağlantılarını koparmışlardır. Son üç efendinin yönetimine rastlayan üçüncü
ve son dönem olan setr dönemi ise (607-654/1210-1256) Nizâriler’in, kıyamet
dönemi fikirlerinden uzaklaşarak Sünni anlayışa geri dönüş yaptıkları dönemdir.
Bu dönem Moğalların Alamut kalesini yıkmasına kadar devam etmiştir.[123]
Hasan
Sabbâh Rebiülahir 518/Mayıs 1124’te hastalanmıştır. Ölümünün yaklaştığını
anlaması üzerine kendisinden sonra Nizâri topluluğunun devamlılığını sağlamak
için gerekli önlemleri almıştır. Yerine Lemser kalesinde bulunan sağ kolu[124] Kiya
Bozorg Ümid’i çağırtarak onu Deylem dâîsi olarak tayin etmiştir. Hasan, yerine
Bozorg Ümid’i seçmiştir[125] ve bu
seçimi son derece doğal, beklenen bir harekettir. Bozorg Ümid, Hasan’ın Alamut
kalesine hâkim olmadan önce de bu bölgede yaşayan birisiydi ve çocuk
yaşlarından itibaren Hasan’ın yanında yer almaya başlamıştır. Bozorg Ümid de
tıpkı Hasan gibi insan doğasının zaaflarına ve dehşet psikolojisi hakkında
derin bir bilgiye sahipti.[126]
Hasan,
Bozorg Ümid’e devleti, cemaati ve davayı yönetmekte yardımcı olması için bir
danışma konseyi kurmuştur. Konsey içerisinde üç kıdemli kişiye daha yetkiler
vermiştir. Bu kişiler Alamut’u güç bir durumdayken kurtaran Dâî Dihdar Ebu
Erdistani, Nizâri silahlı güçlerinin komutanı Kiya Cafer ve Hasan Adem Kasrani
idi. Davanın idari işlerinden de Dâî Ebu Erdistani’yi sorumlu tutmuştur.[127]
Hasan
Sabbâh’ın ölümü üzerine Kiya Bozorg Ümid, Deylem dâîsi ve İsmâili Nizâri
devletinin başkanı olarak Alamut’a yerleşmiştir. Bozorg Ümid de tıpkı Hasan
Sabbâh gibi huccetliği devam ettirmiş ve kendisini imam olarak ilan etmemiştir.
Başdâî olarak Alamut’un yeni hâkimi olmuştur.[128]
Hasan Sabbâh gibi kurallarını, geleneklerini, deneyimlerini ve gizemliliğini
görev yaptığı sürece korumuştur.[129]
Dâî Erdistani de, hemen diğer Nizâri kalelerine giderek yeni başkanlarına biat
almıştır.[130] Bozorg
Ümid 518/1124 ile 532/1138 yılları arasında on dört yıl[131]
boyunca hüküm sürdüğü Alamut kalesinde Hasan Sabbâh’ın siyasetine bağlı kalmış
ve devam eden Selçuklu saldırılarına rağmen Nizâri devletini daha da güçlü hale
getirmiştir. Rudbar bölgesinin yerlisi olması da bölge halkı ile sağlam
ilişkiler kurmasına zemin 132 hazırlamıştır.[132]
Bozorg
Ümid’in son dönemlerinde Nizâriler etkilerini daha da güçlendirirken Kazvin’e
ve çok daha uzakta bulunan Gürcistan’a akınlar düzenlemişlerdir. Yine bu
dönemde Nizâri dâîleri değişik bölgelerde davayı yaymayı sürdürürken, bir
yandan da fedâîler mezhebin birçok düşmanını ortadan kaldırmıştır.[133] Alamut’a
son yirmi yıl içerisinde herhangi bir saldırı girişiminde bulunmayan Sultan
Sencer 1126 yılında[134] veziri
Kaşani önderliğinde bir ordu ile Nizârilere saldırmıştır. Vezir Kaşani
Nizârilerin
ve ailelerinin de öldürülmelerini emretmiştir. 1127’de Sencer’in on iki bin
İsmâiliyi öldürdüğü haberinin duyulmasından bir yıl sonra vezir bunu canı ile
ödemiştir. Bu sırada da Sencer’e bağlı olan Emir Erkuş komutasında bir ordu
Horasan yöresindeki Girdkuh kalesini kuşatmıştır. Kale tam düşmek üzereyken
Emir Erkuş İsmâililerden gelen çok değerli altın mücevher ve paralar
karşılığında kuşatmayı kaldırmıştır.[135] Ancak
Lewis’in verdiği bilgiye göre İsmâililerden on binin üzerinde kişinin
katledildiği haberinin İsmâili kaynaklarında izine rastlanamamıştır.[136]
Bozorg
Ümid’in ölümüne doğru Nizâriler, kendi bağımsız devletlerini kesin bir biçimde
kurmuştur. Devletin dağınık halde bulunan toprakları esas olarak İran’daki
Rudbar ve Kuhistan’daki geniş bir bölgede, Suriye’de Cebel ve Behra’nın güney
bölgelerinden oluşuyordu.[137] Bozorg
Ümid döneminde genişlemeye devam eden Nizâriler, Rudbar’da Meymundiz adında
yeni ve sağlam bir kale daha inşa etmişlerdir.[138]
[139] Nizâri
topluluğunun İranlı devlet başkanı, merkez olarak genelde Alamut kalesinde bulunurken,
bazen de Rudbar’daki diğer kalelerde de 139 bulunmuştur.
Bu
dönemde işlenen cinayetlerin bir hayli çok olduğu söylenebilir. Abbasi halifesi
Sultan Mahmut cinayeti, Bozorg Ümid zamanında işlenen cinayetlerdendir. Ayrıca,
Isfahan valisi, Merâga valisi, Tebriz valisi ve Kazvin müftüsü cinayetleri de
yine bu dönem işlenen cinayetlerdendir.[140]
Cüveyni’nin
naklettiğine göre “Daha önce cahillik ve sapıklık tahtına oturmuş olan Bozorg
Ümid, nihayet 26 Cemâziyelevvel 532/ 9 Şubat 1138 tarihinde ecelin ayağının
altında ezildi ve cüssesi, cehennem ateşinde odun oldu.”[141]
Hasan Sabbâh’ın türbesinin bulunduğu yerde olan mezarı Nizârilerin ziyaret
ettiği merkezlerden biri olmuştur.[142]
Kiya Bozorg Ümid’in uzun süren saltanatı böylece son bulmuştur.[143] Ölmeden
üç gün önce yerine oğlu Muhammed Bozorg Ümid’i halef bırakmıştır.[144]
Kiya
Bozorg Ümid’in yerine geçen Muhammed’in de dâîliği Nizâri topluluğu içerisinde
tartışmasız kabul edilmiştir. Böylece Nizâri devleti içerisinde merkezi
yönetimin soydan devam etmesi geleneği kurulmuştur.[145]
Muhammed
Bozorg Ümid, Alamut’un başında olduğu süre içerisinde daha çok mahalli ve genel
problemler ile ilgilenmiştir. Görevde olduğu sürede düzenlenen akınlar ve
propagandalar ise Gürcistan ve Afganistan’a kadar yayılmaya başlamıştır.[146]
Muhammed’in yönetimde olduğu uzun yılların ilk döneminde (532- 557/1138-1162),
Nizâriler çok sayıda kaleler fethetmişlerdir. Bu kalelerin en önemlileri
Saadetkuh, Mübarekkuh ve Firuzkuh kaleleridir. Bu kaleler Nizâri komutanı olan
Kiya Muhammed b. Ali Husrev Firuz’un çabalarıyla ele geçirilmiştir. Bazı Nizâri
harekâtlara Bozorg Ümid’in kardeşi Kiya Ali de komutanlık yapmıştır. Yine bu
dönem içerisinde Nizârilerce düzenlenen on dört süikastte birçok kişinin
hayatını kaybettiği bilinmektedir. Bu cinayetlerin çoğunluğu 1137-1143 yılları
arasında işlenmiştir.[147]
Kurbanlar arasında Abbasi halifesi el Müsteşrid’in oğlu ve halefi el Raşid
(529-530/1135-1136) de bulunmaktadır.[148]
Halifenin dışında Suriyeli dört suikastçı tarafından 1143 yılında Tebriz’de
işlenen, Selçuklu Sultanı Davut’un ölümü de yine aynı dönem içerisinde oldukça
fazla ses getiren cinayetlerdendir. Halife ve Selçuklu sultanının üst üste ölüm
haberlerini alan Nizâriler Alamut’ta bir hafta boyunca şölen düzenlemişlerdir.[149]
Muhammed
Bozorg Ümid, Hasan Sabbâh ve babasının izinden giderek ölünceye kadar mezhebin
temellerini sağlamlaştırmaya, İslam’ı ve şeriatı korumaya özen göstermiştir.[150] Muhammed
Bozorg Ümid, kısa süren bir hastalıktan sonra 3 Rebiülevvel 557 / 20 Şubat
1162’de Alamut kalesinde ölmüştür.[151]
O da tıpkı babası gibi Hasan Sabbâh’ın yanına gömülmüştür. Muhammed Bozorg
Ümid’in yerine kendisinin daha önceden tayin ettiği oğlu Hasan geçmiştir. Hasan
babasının yerine geçtiğinde yaklaşık otuz beş yaşlarındaydı.[152] Muhammed
Bozorg Ümid’in ölümü ile Alamut Nizâri İsmâililiğinin ilk dönemi böylece sona
ermiştir.
520/1126-1127
yılında doğan II. Hasan, genç yaşlarından itibaren İsmâililiğin tarihini ve
düşüncelerini araştırmaya meraklı bir şahsiyetti. Hasan Sabbâh’ın felsefe öğretilerini
ve tasavvufi metinlerini incelemiştir.[153]
Entelektüel niteliklere ve geniş kültür birikimine sahip olan II. Hasan,
düşünceleri ile Alamut Kalesi’nde kendisine birçok taraftar bulmuştur. İsmâili
tevilinde uzmanlaşan Hasan’ın yaptığı yorumlar taraftarları arasında büyük
beğeni kazanmıştır. Alamut halkı Hasan Sabbâh’ın geleceğini vaad ettiği imamın,
II. Hasan’ın olduğuna hükmetmişlerdir.[154]
Seçkin
ve karizmatik bir yapıya sahip olması bu inancı daha da güçlü hale getirmiştir.
Babasının sağlığında bile pek çok Nizâri tarafından kendisi lider olarak kabul
görmeye başlamıştır. II. Hasan ve onun fikirleri etrafında toplananlara
karşı babası Muhammed Bozorg Ümid, oğlu ve yandaşlarına karşı tedbirler almaya
çalışmıştır. Çok sayıda Nizâri idam ettirilmiş ve sürgüne gönderilmiştir.
Bunun üzerine II. Hasan, babası ölene kadar fikirlerini inkâr etmiş kendisini
yanlış anladıklarını iddia etmiş, bununla ilgili yazılar kaleme almıştır. Hasan
aynı zamanda babasından gizli şarap de içen birisidir. Babası oğlunu şarap içerken
yakalamak için uğraşmışsa da başarılı olamamıştır. Türlü hilelere başvuran
Hasan bir şekilde babasının güvenini yeniden kazanmıştır.[155]
Ancak
babasının ölümü üzerine 1164 yılında açıkça cephe değiştirerek[156] fikirlerini
yeniden gün yüzüne çıkarıp Alamut Nizârileri tarihinde yeni bir döneme imza
atmıştır.[157] Alamut
hâkimlerine huccetlikten ve dâîlikten daha üstte bir rütbe vererek, kendisinin
imamlığını ilan etmiştir.[158]
II.
Hasan, hareketin başına geçtikten iki buçuk yıl sonra 16 Ramazan 559/8 Ağustos
1164’de Ramazan ayının ortasında[159]
İran’da bulunan Nizârileri Alamut’ta toplayarak yeni fikirlerini ilan etmiştir.[160] Hicri
559 yılının Ramazan ayında, Alamut kalesinin önüne batıya bakacak şekilde bir
minber kurulmasını emretmiştir. Minberin dört direğine beyaz, kırmızı, sarı ve
yeşil renklerinde bayrak astırmıştır. 17 Ramazan 559’da diğer bölgelerden
temsilcilerle birlikte bütün Alamut halkını ibadet alanına toplamıştır. Rudbar
ve Deylemli Nizârileri minberin ön tarafına, Horasan ve Kuhistan’dan gelenleri
minberin sağ tarafına, Batı ve Orta İranlı refikleri de sol tarafına
konumlandırmıştır. Beyaz bir giysi ve sarık takan Hasan, öğle vakti kaleden
inerek minbere çıkmıştır. Kalabalığı selamladıktan sonra kılıcını çekip ayağa
kalkarak, gizli imamın taraftarlarına gönderdiği mesajı yüksek sesle okumaya
başlamıştır.[161] Zamanın
gizli imamının, seçilmiş kullarına sevgi ve selamlarını yolladığını belirterek,
Kıyameti ya da diğer adıyla Yeniden Dirilişi ilan etmiştir. Kıyamet;
yani bütün insanların hesaba çekileceği ve sonsuza kadar cennet ya da cehenneme
gideceklerinin karar verildiği son gündür.[162]
Onları şeriatın bütün sorumluluklarından azat ettiğini bildirmiştir. Ardından
imamın sözlerinden oluştuğunu belirttiği Arapça bir hutbe okumuştur. Hutbe
kalabalığın anlayabilmesi için Muhammed Busti tarafından Farsçaya çevrilmiştir.
Okunan hutbe Hasan’ın dâîliğini ve halifeliğini ilan etmiştir.[163] İmam,
Hasan’ın her sözüne kendi sözü gibi itaat edilmesini emretmiştir. Konuşmasını
bitirdikten sonra minberden inerek topluluğa iki rekât bayram namazı kıldırmış
ve oruçlarını açmaları için hazırlanan sofraya davet etmiştir. II. Hasan’ın
‘Kıyamet Bayramı’ olarak ilan ettiği 17 Ramazan, Nizârilerce her yıl bayram
olarak kutlanmıştır.[164]
Kıyameti
ilan eden kişinin aynı zamanda Nizâri imamları içerisinde ayrı bir yeri ve
önemi vardı. O, Kıyamet Kaimi olarak normal imamların üstünde bir yetki
ve rütbeye sahipti. Hasan ala Zikrihi’s-Selam, başlangıçta Kıyamet
Kaimi’nin halifesi olduğunu ilan etmişti. Daha sonra ki Nizâriler Kaimu’l-Kıyame"nin
hücceti olarak Hasan Sabbâh’ın kıyametin gelişini hazırlayan ilk boruyu
çaldığını, II. Hasan ala Zikrihi’s-Selam" ın ise kıyameti başlatan
ikinci boruyu çaldığı görüşünü geliştirmişlerdir.[165]
Kıyamet
ifadesi “ölülerin yerinden kalkması, dirilişi” anlamındadır. Kıyamet burada
mecazi bir anlamda kullanılmaktadır. Bir sonraki ruhsal aşamaya yükselmeyi
gösteren bir düşünceyi, bir öğretiyi ifade etmektedir. Büyük Kıyamet, insanın
kendisine engel olan şeriat kurallarından kurtulup özgürleşmeyi, biçim
değiştirerek yücelmesini ve en yüksek dereceye ulaşması anlamına gelmektedir.[166]
II.
Hasan, kıyameti ilan etmesi ile birlikte açıkça içki içilmesine izin vermiş ve
şeri hükümlerden halkını muaf tutmuştur. Ancak bu durumdan rahatsız olan
Büveyhi sülalesinin Deylem kolundan On İki İmamcı Şiî olan kayınbiraderi Hasan
b. Namver tarafından Ocak 1166’da bıçaklanarak öldürülmüştür.[167]
Âla
lakabı ile bilinen Nurettin Muhammed’e, Âla Muhammed veya Muhammed b. Hasan da
deniliyordu. 1155 ya da 1158 yılında Alamut’ta doğmuştur.[168]
Ziyaruddin Muhammed olarak da bilinen II. Muhammed’in annesi On İki İmamcı
Buveyhi ailesine bağlıydı.[169] II.
Muhammed tahta çıkmasının hemen ardından babasının katili olan eniştesi Hasan
b. Namver ve onun bütün ailesini ölümle cezalandırmıştır.[170]
Babasının
ölümünün ardından on dokuz yaşında[171]
[172] Alamut’a
önder olan II. Muhammed kırk dört yıllık süren yönetimiyle en uzun Alamut
Hüdavend i olmuştur.[173] Hayatını
kıyamet öğretisini sistemleştirmeye adamıştır.[174]
Babasının fikirlerini iki yönden değiştirmiş olan II. Muhammed; babası ve
kendisi adına açıkça imamlık iddiasında bulunmuş ve imamı kıyamet
öğretisinin merkezine yerleştirmiştir.[175]
Hasan ala Zikrihi’s-Selam kendisinin imam olduğu iddiasında bulunmuş
lakin bunu açıktan ifade etmemiştir. Oğlu II. Muhammed ise hem kendisinin hem
de babasının imam olduğunu söylemekle imam soylarından geldiğini iddia
etmiştir. II. Hasan’ın sanıldığı gibi Muhammed Bozorg Ümid’in değil, Nizâr’ın
gizlice Alamut yakınlarındaki bir köye sığınmış olan bir torununun oğlu
olduğunu öne sürmüştür.[176]
Nizâriler’e
göre Müstansır’ın ölümünün ardından bir yıl sonra 1095’te Kadı Ebu’l-Hasan
Sa„îdî isimli biri, Nizâr’ın torunlarından Mühtedi’yi gizlice Alamut’a
kaçırmıştır. Bu sırrı bilen tek kişi ise Hasan Sabbâh’tır. İmamın torununu
koruma altına almış olan Hasan Sabbâh onu Alamut’un köylerinden birine
yerleştirmiştir. Bir rivayete göre Muhammed Bozorg Ümid’in oğlu ile
değiştirilmiş ve II. Hasan olarak Nizârilerin başına geçmiştir. Bir başka
rivayete göre ise, Nizâr’ın neslinden gelen birinin hamile olan karısı Muhammed
Bozorg Ümid’in himayesine verilmiş ve II. Hasan, bu kadından dünyaya gelmiştir.
Hasan ala Zikrihi’s-Selam ile Nizâr arasında bulunan üç kuşak şöyledir:
Hasan, Nizâr’ın oğlu el-Hadi oğlu el-Mühtedi oğlu el- Kahir oğlu Hasandır.[177]
II.
Hasan ve II. Muhammed böylece Nizâr’ın soyundan gelen imamlar olarak kabul
edilmiş, imamın gizli olduğu ve Nizâri hareketi Alamut’ta bulunan huccet ve
dâîlerin sürdürdüğü gizlilik dönemi sona ermiştir.[178]
II.
Muhammed tıpkı babası gibi bâtıni öğretilere ve felsefesine meraklı bir
şahsiyetti. İsmâili öğretilerini belirleyen ve Kur’an yorumlarıyla açıklanmış
birçok kitap yazmıştır. Arapçaya son derece hâkim bir kişiliğe sahiptir.
Yazdığı birçok şiir ve vecize bulunmaktadır. Kıyamet ile ilgili de yine
birçok risale kaleme almıştır.[179]
Nurettin
II. Muhammed’in yönetimde olduğu ilk otuz yıl[180]
siyasi açıdan oldukça durgun geçmiştir.[181]
Komşuları ile küçük çaplı savaşlara girmiştir.[182]
Dışarıda Harzemşahlarla uğraşmakta olan II. Muhammed içerde ise oğlu
Celaleddin ile bazı sıkıntılar yaşamıştır. Küçük yaşlardan itibaren yerine
tayin ettiği oğlu, kıyamet öğretisine karşı gelmiştir. Baba oğul
arasında ciddi anlamda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Birbirlerinden
çekinmiş ve uzak durmaya özen göstermişlerdir. Öyle ki II. Muhammed düzenlediği
davetlerde oğlunun bulunmasından rahatsızlık duyar hale gelmiş ve elbisesinin
altında zırh bulundurmaya başlamıştır. Bununla da yetinmeyip güvendiği
adamlarına kendisini oğluna karşı korumalarını emretmiştir.[183]
Babasına karşı düşman hale gelen Celaleddin, onu ortadan kaldırmak için
Bağdat halifesi ve diğer Müslüman ülke yöneticilerine gizlice adamlar göndermiş
ve kendisinin babasının fikirlerini desteklemediğini, saltanat kendisine
devrolunca kıyamet öğretisini kaldıracağını ve yeniden İslam ilkelerini
getireceğini bildirmiştir.[184]
Nurettin
II. Muhammed, 10 Rebiülevvel 607/1 Eylül 1210 tarihinde muhtemelen zehirlenerek
Alamut’ta ölmüştür. Yerine oğlu Celaleddin III. Hasan geçmiştir.[185]
Nurettin
II. Muhammed’in ölümü üzerine Celaleddin unvanını alan oğlu Hasan, yeni Alamut
efendisi olmuştur.[186] Babası
ölmeden önce planladığı gibi Sünni âlemiyle uzlaşmak için girişimlerde
bulunmuştur. İktidara geçmesinin hemen ardından kıyamet öğretisine karşı
çıkmıştır. Müritlerine Sünni İslam’a göre hareket etmelerini emretmiştir.[187] Müslüman
ve Sünnî olduğunu dört bir yana duyurmuş ve Sünnî taraflara yakınlığını
bildirmiştir. Bunu kanıtlamak için de İsmâilî köylerine camiler ve hamamlar
yaptırmıştır.[188] Bağdat
halifesi olan Nasır’a, Muhammed Harezmşah’a ve diğer ülke emirlerine
yeniliklerini bildirmek üzere elçiler göndermiştir. Şeriatı öğrenmek için de
Irak ve Horasan’dan Sünni fakihleri Alamut’a davet etmiştir. 1211 yılında
Halife Nasır yayınladığı yeni bir fermanla, Celaleddin III. Hasan’ı Nev-Müslüman
(yeni Müslüman) adıyla ilan etmiş, onun Sünniliğini onayladığını bildirmiştir.[189] Böylece
Moğol istilasına kadar sürecek olan yeni bir gizlilik ya da setr dönemi
olarak bilinen üçüncü döneme girilmiştir.
Celaleddin
III. Hasan, yaptığı yeniliklerle Sünniliğe geçişini ilan ederken, Kazvinliler
uzun bir süre bu duruma inanmamışlardır. Bunun üzerine Hasan, Kazvin’in
ulemasını Alamut’a davet edip, kütüphanesinde Sünniliğe aykırı buldukları
eserleri yakmaları için izin vermesi üzerine Kazvinliler de onun samimi
olduğuna ikna olmuştur.[190]
III.
Hasan Bağdat’a onur konuğu olarak davet edilmiş ve büyük bir ilgi ve alaka ile
karşılanmıştır. Böylece Alamut kalesinden çıkan ilk üstat olmuştur.[191]
Celaleddin’in annesi de Halife Nasır’ın korumasında 609/1212-1213 tarihinde
hacca gitmiştir. Kendisine burada izzet ve ikramda bulunulmuştur.[192] Ayrıca
Gilan soyluları, Halife’nin çabaları ile kızlarından dört tanesini
Celaaleddin’e eş olarak vermesi için ikna olmuştur. Yapılan yeni evlilikler
Sünniliğe geçişin duyurulmasını pekiştirmiştir. Bu eşlerinden Kutum hâkimi
Keykavus’un kız kardeşi, gelecekteki Alamut hakimi III. Muhammed’in annesidir.[193]
Hasan’ın
kıyamet doktrinini kaldırması Nizâriler tarafından takiyyenin yeniden yürürlüğe
konması olarak algılanmıştır. Aynı zamanda Hasan’ın gerçekleştirdiği reformlar
ve dış ülkeler ile geliştirdiği ilişkiler, diğer üstatlara göre onun kale
dışına çıkabilmesine imkân tanımıştır.[194]
Celaleddin,
Ramazan 618/Kasım1221 tarihinde, hükümdarlığının onuncu yılında, kanlı ishal hastalığına[195] yakalanarak
vefat etmiştir.[196] Ölümünde
zehirlendiğine
dair şüpheler bulunduğu için karısı ve onun yakın akrabaları öldürülmüştür.[197] [198] Hasan’ın
ölümü üzerine yerine henüz dokuz yaşındaki oğlu 198 Aleaddin
III. Muhammed geçmiştir.
Celaleddin
III. Hasan’ın ölümü üzerine yerine henüz dokuz yaşlarında olan tek oğlu
Aleaddin III. Muhammed geçmiştir.[199]
Kendisi çocuk yaşta olması nedeniyle yaşıtları ile oyunlar oynamış, deve ve
hayvanların peşinden koşmuştur.[200] Bu
yüzden devlet işleri altı yıl boyunca annesi tarafından yürütülmüştür.
Annesinin ölümü üzerine on beş-on altı yaşlarına basan Aleaddin iktidarı
tekrardan eline almıştır.[201]
İsmâili
inancına göre imam hangi yaşta olursa olsun, söyledikleri doğrudur ve
emirlerine karşı gelinmeden uygulanmalıdır. Bu nedenle Aleaddin’in söylediği
her şeyi yerine getirmişlerdir. Aleaddin altı yıl yöneticilik yaptıktan sonra
sarayda bulunan bir doktor tarafından tedavi edilmeye kalkışılmıştır.
Kendisinden çok miktarda kan alınan Aleaddin hayaller görmeye başlamış ve melankolik
olmuştur. Ancak kimse onun melankolik olduğunu ya da başka bir hastalığa
yakalandığını söyleme cesareti gösterememiştir. Hastalığına çare bulunamamış ve
giderek artan bir hal almıştır. Aleaddin hastalığı dolayısıyla sonunda zincire
vurulmuştur. Hastalığının da etkisiyle geçmiş ve gelecekten haberler vermeye
başlamıştır. Sayıklamaları sırasında söylediklerinin düzeltilmesini kabul
etmemiş, kendi sözüne aykırı söz söylemeye kalkışanları cezalandırmıştır.[202]
III.
Hasan’ın ölümü ile birlikte Nizâriler Sünni anlayıştan vazgeçip yeniden İsmâili
kimliklerine dönüş yapmışlardır. Böylece ikinci kez kıyamet dönemine
giriş yapan Nizâriler, bu durumu algılamak ve kabullenmekte zorluk
çekmemişlerdir. Onlara göre yanılmaz olan imamlar kendi dönemlerinin gereklerini
yapmışlardır.[203]
Aleaddin
III. Muhammed son yıllarında yerine halef tayin ettiği oğlu Rükneddin Hürşah
ile çatışmalar yaşamıştır. Bir grup İsmâili’nin, henüz Aleaddin hayattayken
Rükneddin’i desteklemeye başlaması, baba ve oğul arasında daha büyük gerginliklere
neden olmuştur. Aralarında yaşanan sorunlar nedeniyle Aleaddin seçimini
değiştirip başka bir oğlunu varis tayin etmek istemiştir. Ancak İsmâililer ilk
seçimin geçerli olacağını söylemiş ve bu durumu kabul etmemişlerdir.[204]
III.
Muhammed döneminde çok sayıda bilginin Alamut kalesine sığındığı bilinmektedir.
Bunların en önemlilerinden biri Nasıruddin Tusi’dir. Tusi Alamut’ta kaldığı
müddetçe İsmâililiği benimsemiş ve eserlerinde de bunu yansıtmıştır. İsmâili
doktrinini yansıtan en önemli eseri Ravdatü’t-Teslim" dir. Ancak
Alamut’un Moğollar tarafından ele geçirilmesi sırasında Hülâgû’ya kalede tutsak
olarak bulunduğunu söylemiş ve danışman olarak kendini kabul ettirmiştir.
Alamut’un düşüşünden sonra eski düşünce sistemine geri dönmüş ve On İki İmamcı
anlayışına uygun yeni eserler 205 meydana getirmiştir.
Aleaddin III. Muhammed, Şevval ayının son
günü 653/1 Aralık 1255’te Alamut yakınlarındaki Şirkuh’ta ağılların yanında
bulunan bir kulübede ölü olarak bulunmuş, “suikastçıların piri kendi evinde bir
suikasta kurban gitmiştir.”[205] [206]
Suikastı en yakını olan, her zaman yanında bulunan yardımcısı Hasan Mezanderani
işlemiştir. Aleaddin’nin sevgilisi olan aynı zamanda Hasan’ın da eşi olan
kadın, cinayeti Aleaddin’in oğlu Rükneddin’e haber vermiştir. Aleaddin III. Muhammed’in
otuz dört yıllık yönetimi sonunda yerine Rükneddin Hürşah geçmiştir.[207]
Aleaddin
III. Muhammed’in ölümü üzerine yerine geçen büyük oğlu Rükneddin Hürşah’ın
babası ile aralarındaki yaş farkı 18’den fazla değildir. Daha çocuk yaştayken
babası tarafından halef tayin edilmiştir. Ancak taraftarlarının babası
hayattayken onun sözlerini yerine getirmesi üzerine babası fikir değiştirmiş ve
“Benim veliahtım diğer oğlumdur”[208]
demiştir. Bunun üzerine baba ve oğul arasında anlaşmazlıklar çıkmıştır. Fakat
taraftarları yeni durumu kabullenmemiş ve ilk kararın geçerli olduğunu
söylemişlerdir. Yaşanan anlaşmazlıklar yüzünden Rükneddin uzun süre odasından
çıkmamış, babası kale dışarısına çıktığı zaman odasından dışarı çıkmıştır.[209]
653/1255-1256
yıllarında Aleaddin ağırlaşan akıl hastalığı nedeniyle oğluna karşı
davranışlarında aşırıya gitmeye başlamış ve onu gördüğü her yerde aşağılayıp,
hakaretler etmeye başlamıştır. Sonunda Rükneddin Alamut kalesini terk etmiş ve
Rudbar kalelerinden birini ele geçirip oraya yerleşmiştir. Orada kendisine
taraftar toplamış ve babasına karşı bir isyan hareketi başlatmaya karar
vermiştir.[210] Çok
geçmeden devlet erkânından ve askerlerden kendisine biat edenler Rükneddin’i
koruyacaklarına dair söz vermişlerdir. Babasının ona saldırması durumunda ise
Aleaddin’e karşı koymayacaklarını bildirmişlerdir.[211]
Daha
sonra iki taraf arasında bir anlaşma yapılmış ve bu yapılan anlaşmadan sonra
Rükneddin hastalanarak yatağa düşmüştür. Aynı sıralarda babası da dışarıda bir
koyun ağılında yanında bir grup kişi ile beraber içki içip sızmıştır. Sabah
olduğunda ise Aleaddin ölü olarak bulunmuştur. Yanında yatan Hintli ve Türkmen
kişiler de yaralı olarak bulunmuştur. Türkmen çok geçmeden ölmüş, Hintli ise
daha sonradan iyileşmiştir. Bu hadise 653 yılında Şevval ayının son günüde
gerçekleşmiştir. (lAralık 1255)[212]
Aleaddin’in
ölümüne Rükneddin’in sebep olduğu düşünülmüştür. Ancak Rükneddin’in o gece
hastalığından dolayı ateşler içinde yattığı bildirilmiştir. Babasının
cinayetinden sorumlu olmasa bile aralarında yaşanan gerginlikler nedeniyle bu
durumdan memnun olduğu düşünülmüştür. [213]
Rükneddin
babasının aksine insanlarla iyi geçinmeye çalışmıştır. Yönetimi altında bulunan
bütün şehirlerde halkın Müslüman olması ve güvenli şekilde yaşamaları için çaba
harcamıştır. Moğollar ile görüşmeler yapmaya başlamıştır. Bu görüşmeler üzerine
Hemedan’daki Moğol Valisi Yasa’ur Noyan’a elçi göndermiş ve Moğollara teslim
olacağını bildirmiştir. Bunun üzerine vali kendisine Hülâgû’yu karşılaması
gerektiğini söylemiştir.[214] Rükneddin
Cemaziyevvel ayının ilk gününde kardeşi Şahinşah’ı, Hülâgû’yu karşılamak üzere
göndermiştir. Hemedan elçisi Yasa’ur’un oğlu ile birlikte Kazvin’e giden
Şahinşah Hülâgû’nun huzuruna çıkmıştır.[215]
Hülâgû ise Şahinşah’ı
ve beraberindeki elçileri geri göndermiş ve Rükneddin’in teslim olmasını
istemiştir.
Rükneddin
Moğol ordusunun gelişini haber almış ve askerleri ile birlikte Alamut’un
üstünde bulunan Siyalan Kuh tepesinde fedâîler ile Moğol ordusu büyük bir
savaşa tutuşmuştur. Ancak Hülâgû dağın çok dik ve karşı tarafında kalabalık
olduğunu anlaması üzerine geri çekilmiştir. Rükneddin’in, Hülâgû’ya bağlılığını
bildirmek için gönderdiği kardeşi Şahinşah Cemaziyelahir ayının sonunda (1256
yılının Haziran ayının ikinci yarısında) geri dönmüştür. Hülâgû, Rükneddin’in
kaleleri yıkıp yanına gelmesini bildiren bir yarlıg göndermiştir.
Rükneddin yarlıg da bildirildiği üzere birkaç kaleyi yıktırmış fakat
Alamut, Meymun Diz ve Lemser gibi kalelerin sadece kapılarını söktürmüştür.[216]
Rükneddin
korktuğu için mümkün olduğunca teslim olmayı geciktirmeye çalışmıştır. Hülâgû,
eğer hazırlıklar için gecikecekse yerine oğlunu göndermesini istemesi üzerine
Rükneddin hileye başvurarak kendi oğlu ile aynı yaşta olan babasının,
hizmetçilerin birinden olma çocuğunu 17 Ramazan /8Ekim’de elçiler ile birlikte
Moğol hükümdarına göndermiştir. Fakat gönderilen oğlanın kendi oğlu olmadığının
ortaya çıkması üzerine Hülâgû, oğlanın daha küçük yaşta olduğunu söyleyerek
geri göndermiştir. Eğer Rükneddin biraz daha gecikecekse kardeşi Şahinşah’ı
göndermesini istemiştir.[217]
Kaleden
inmek için isteksiz olan Rükneddin 25 Şevval/15 Kasım’da Moğollar ile yapılan
savaştan sağ kurtulamayacağını anlamıştır. Ertesi gün kardeşi İran Şah ile
birlikte tek oğlunu ve devlet büyüklerini aşağıya gönderdikten sonra kendisi de
29 Şevval/19 Kasım Pazar günü Hülâgû’nun huzuruna çıkmıştır. Arkasından
akrabaları da bütün serveti ile birlikte Meymun Diz kalesini terk etmiştir.[218]
Rükneddin
babasının yerine geçmesinden tam bir yıl sonra Moğol hükümdarına teslim
olmuştur.[219] Bâtınilerin
son şeyhi Rükneddin ile birlikte Bâtıni Devleti son bulmuştur.[220]
Rükneddin’in kaleden inmesinin ardından verdiği talimatlar ile Rudbar’daki
Girdkuh ve Kuhistan’daki diğer kaleler de teslim olmuştur. Moğol ordusu Alamut
ve Lemser kalelerini de kuşatmıştır. Lemser kalesi 1258 yılında teslim
olmuştur.[221] [222]
Kalelerin çoğunun teslim olması üzerine Rükneddin’in Moğollar’ın elinde
olmasının bir değeri kalmamıştır. Bunun üzerine Rükneddin Kazvin’e yapılan
geziden dönerken İran’ın Hangay sıradağlarının ucunda bir ziyafete davetli
olduğu söylenerek yolundan çevrilmiştir. Müritleri ile birlikte burada etleri 222
parçalanarak katledilmiştir.
Alamut
kalesinin düşüşünden 13 yıl sonra bile hala direnmeye devam eden Girdkuh
kalesi, İran’da kalan son Nizâri kalesi olarak Hülâgû’nun kuşatmasından 17 yıl
sonra 29 Rebiülahir 669/15
Eylül 1270’de, adamlarının üzerinde giyecek elbisesi dahi kalmamış şekilde
teslim olmuştur.[223]
Alamut’un düşmesi ile birlikte Hasan Sabbâh tarafından kurulmuş olan Nizâri
İsmâili Devleti artık siyasi önemini yitirmiştir. Nizâri İsmâili Devleti “küçük
bir Şiî hizbi halinde tarihinin tümüyle farklı ve çoğunlukla karanlıkta kalmış
yeni bir evresine girmiştir.”[224]
ALAMUT SONRASI NİZARİ
İSMÂİLİLİK
Nizâri
İsmâili devleti, kalelerinin Moğollar tarafından 654-655/1256-1257’de yıkılmış
olmasına rağmen yaşamlarını sürdürmeyi başarmıştır. Hürşah ardılı Şemseddin
Muhammed’i kaçırmış ve onu saklamıştır. Bu sayede Nizâri imamlarının soyu devam
etmiş ve zaman içinde rakip iki kola ayrılmıştır. Alamut’un yıkılması ile
birlikte devam eden ilk iki yüzyıl içinde İran’da gizli bir hayat süren
Nizâriler imamları ile irtibata geçememişlerdir.[225]
654/1256
yılında İsmâililerin Alamut Kalesi, Moğollar tarafından yıkılmış olsa da İran
Nizârileri bu dönemden sonra önde gelen imamları tarafından kendi varlıklarını
devam ettirmeyi başarmışlardır.[226]
İlhanlılar ve Timur oğullarının dönemlerinde bunların baskılarından korunmak
amacıyla tekrar takiyye yaparak Nizâriliğin Alamut döneminin son
yıllarında geliştirilen öğretilerini tasavvuf altında sürdürmeye
çalışmışlardır. İran Nizârileri adı geçen zamanlarda bazı sosyal faaliyetler
gösterseler de siyaset yapmaktan uzak durmaya çalışmışlardır.[227] [228] Çünkü adı
geçen fırkanın en önemli sorunu hayatta kalma çabaları olmuştur.
Suriye’de
bulunan Nizâriler 671/1273 yılına dek Baybars’a boyun eğmek zorunda
kalmışlardır. İran Nizârileri ile bütün bağları kopan Suriye Nizârileri önce
Kölemenlerin, sonra da Osmanlıların sadık uyrukları olarak yarı bağımsız
şekilde yaşamaya devam etmişlerdir. Bu sırada Amu Derya’nın yukarı kesiminde
üçüncü bir Nizâri geleneği ortaya çıkmıştır. Yukarı Amu Derya Nizârileri,
Alamut ve sonrası döneme ait Farsça olarak neşredilen birçok eseri korumuştur.
Nizârilerin, Hindistan’ın alt kıtasında başarılı olması Alamut dönemi
sonrasında gerçekleşmiştir. “Hocalar” olarak bilinen Hindistan Nizârileri, pir
adı verilen yerel yöneticilere bağlı olarak varlıklarını devam ettirmiştir.[229] Yeni
Safevi yönetimi ile aralarında sorun yaşayan İran Nizârilerinin bir diğer kolu
olan Müminşahîler, Hindistan’a gitmek zorunda kalmışlardır. Eskiden beri
İsmâililiğin Mustali fırkasının orada var oldukları (Hindistan’ın bir bölgesi
olan) Gucerat’ta Müminşahîler yeniden faaliyete geçtikleri ifade edilmektedir.[230]
Alamut’un
düşmesinden sonra, merkezi yönetimden mahrum kalan, özellikle İran dışında
bulunan Nizâriler, İran’da gizlice yaşayan imamlarıyla temas halinde olduğunu
iddia eden dai, pir ve şeyhlerince yönetilmiştir. Zaman
içerisinde bu yerel pir ve şeyhler kendi içinde bölünmeler gerçekleştirmiştir.
Zira Alamut’un yıkılması ile beraber yukarıda belirttiğimiz bazı nedenlerden
dolayı Alamut Kalesi ve Nizârilerin araştırılmasını daha da güç hale
getirmiştir.[231]
Alamut
dönemi sonrası Nizâri İsmâililiğini üç ayrı dönemde incelemek mümkündür. Birinci
dönem; hakkında en az bilgiye sahip olduğumuz dönemdir. Yaklaşık iki yüzyıl
süren bu dönemde Nizâriler tasavvuf alanına kaymıştır. Nizâriler’in,
Müminşahîler ve Kasımşahîler olarak ikiye ayrılması yine bu dönemde
gerçekleşmiştir. Müminşahîler 10./16. yüzyılın başlarında Hindistan’a göç
etmiştir. 13./19. yüzyılın başlarına doğru da ortadan kalkmıştır. Kasımşahîler
ise 9./15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, İran’daki Encudan[232] köyünde
varlıklarını devam ettirmişlerdir. İkinci dönem; yaklaşık iki yüzyıl sürmüştür.
Kasımşahî kolundan olan Nizâri imamları, İran’da yaygın olan tasavvufi tarikat
Nimetullahilerle yakın ilişkiler geliştirmiştir. Çoğunluğu Müminşahîler’e veya
yerel pirlere bağlı olan Suriye, Orta
Asya
ve Hindistan’daki Nizâri topluluklarını kendilerine bağlamak için faaliyetlerde
bulunmuştur.
Nizâriler’e ait edebi ürünler, Tayyibiler’e
kıyasla daha az olmuştur. Fatımi döneme ait klasik eserlerin korunmasını Suriye
Nizârileri sağlamıştır. Alamut sonrası dönemde oluşturulan az sayıdaki Nizâri
eserler ise Alamut’un son dönemlerindeki öğretilerden ibarettir. Bu dönemde
yeni veya özgün bir eser ortaya konmamıştır. Birbirleriyle çok az iletişim
halinde olan Nizâriler, kendi ayrı edebiyatlarını geliştirmişlerdir. Özellikle
Encudan’da yaşayan Kasımşahîler’in bu bölgede, onlardan geride kalan
eserlerinin (bazı taşların üzerlerine) bulunduğu ifade edilmektedir.[233] [234]
[235]
Ayrıca İran, Afganistan ve Yukarı Amu Derya bölgesinde üretilmiş olan Nizâri
eserler Farsça, Suriye’de ise eserler Arapça olarak neşredilmiştir. Alamut
sonrası Nizâri edebiyatı, Kasımşahîler tarafından ortaya konan eserlerden
edinilmiştir. Suriye, Yukarı Amu Derya ve Hindistan’da, Müminşahîler’a ait az 235
sayıda kaynak bulunmuştur.
Moğol İstilası Sonrası Takiyye Dönemi
Nizâri
İsmâililiğinin geçirdiği bütün aşamalar içerisinde en az anlaşılan dönem Alamut
sonrasına aittir. Alamut sonrası Nizâri İsmâililiğin ilk beş yüzyıl içerisinde
geçirdiği değişimlere ilişkin görüş farklılıkları olmakla birlikte, bu dönemde
ortaya konan eserlerin birbirinden farklı dillerde yazılmış olması da döneme
ait elde edilen bilgilerin az olmasına neden olmuştur. Bu döneme ait modern
bilgiler içeren bir çalışma ortaya konmamıştır. Modern Nizâri araştırmaların
kurucusu Ivanow, Yukarı Amu Derya’da, Hindistan’da korunmuş olan Farsça Nizâri
metinler üzerinde çalışmış ve yayına hazırlamıştır.[236]
İran’da
19. yüzyıla dek yaşamlarını devam ettiren Nizâri İsmâili imamları hakkında
yapılan araştırmalar, bazı yönleri bakımından diğer Nizâri topluluklarının da
tarihi hakkında bilgiler vermektedir. Araştırmaların çoğunluğu Hint alt
kıtasında devamlılıklarını sağlayan Nizâriler sayesinde edinilmiştir. Suriye ve
Yukarı Amu Derya Nizârilerine ait araştırmalar ise büyük ölçüde ihmal
edilmiştir. Alamut sonrası Nizâriliğine ait bilgiler ortaya koyabilmek için,
değişik Nizâri toplulukların geçirdiği evrimleri daha detaylı öğrenmeye ihtiyaç
vardır.[237] [238]
İran
Nizârileri 654/1256’da devletlerinin ve kalelerinin yıkımıyla tamamen
dağılmıştır. Rudbar ve Kuhistan’da Moğolların yıkımından kurtulanlar takiyye
uygulayarak yeni bir dönem başlatmıştır. Rükneddin Hürşah’ın 655/1257’de
Moğollarca öldürülmesi, taraftarlarına yeni bir darbe olmuştur. Alamut’tan
yönetilmeye alışmış olan Nizâriler, bu tarihten itibaren yerel yönetimlere
bağlı kalmıştır. İran Nizârileri, Deylem ve Kuhistan’da toplanmış, diğer
bölgelerde bulunanlar da ya buralara göç etmiş ya da içinde bulundukları toplum
içerisinde zamanla yok olup gitmiştir. Kuhistan’daki kıyımlardan kurtulan
Nizâriler ise 238 Afganistan, Sind, Pencap ve Hint alt kıtasının başka
bölgelerine göç etmiştir.
Rudbar
Nizârileri yerel bir liderlik altında yeniden örgütlenmeyi başarmış ve
Alamut’un düşmesinden yirmi yıl sonra yeni bir askeri güç kurmayı başarmıştır.
Kuzey İran Nizârileri de Moğolların kullanmak için onardığı Alamut ve diğer
Nizâri kalelerini ele geçirmek için girişimlerde bulunmuşlardır. 674/1275-1276
yılında Rudbar Nizârileri, Harezmşahlardan bir soylunun desteği ile yeniden
Alamut’u ele geçirmiştir. Alamut’u, Hülagu’nun oğlu ve ardılı Abaka’nın göndermiş
olduğu 239 ordunun saldırılarına kadar bir yıl süreyle ellerinde tutmayı
başarmışlardır.[239]
Rükneddin
Hürşah’ın kendi yerine nass yoluyla tayin ettiği Şemseddin’i Nizâriler
saklamayı başarmıştı. 655/1257’de imamlığa gelen Şemseddin, gizlice Azerbeycan’a
götürülmüştür. Azerbeycan’da büyüyen Şemseddin, bir tüccar ve nakkaş olarak
Zerduz takma adıyla tanınmıştır.[240]
Şemseddin
Muhammed, yarım yüzyıl boyunca devam eden imamlığının ardından 710/1310-1311
yılında Azerbeycan’da ölmüştür. Şemseddin’in ölümüyle birlikte Kasımşahî
imamların Encudan’da 9./15. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olduğu
dönem Alamut sonrası Nizâri İsmâililerin en karanlık evresi olmuştur.
Nizârilerin çeşitli fırkalara ayrılması ve özellikle takiyye uygulamaları, adı
geçen fırkanın inanç ve tarihi hakkında net bir bilgi sahibi olmayı
zorlaştırmıştır.[241] [242] Bu
dönemde imamlık yapan Nizârilerin hayatları ve faaliyetleri hakkında gelen
bilgiler ise ya Safevi kaynaklarında geçen kısıtlı bilgilerden ibaret ya da
sonraki Nizâriler’in aktardığı adlarla bilindiği nakledilmektedir. Bununla
beraber Nizâriler’in tarihi hakkında sonradan farklı dillerde araştırma
yapanların aracılığıyla bilgiler rivayet edilmektedir. Fakat bu kaynakların çok
az bir kısmı elimizde mevcut ise de maalesef bunlardan birçoğunun elimizde
mevcut olmadığını bilinmektedir. Kasımşahî Nizâriler’e ait bugünkü resmi
soyağacının geçen yüzyıl içinde düzenlendiği de 242 aktarılmaktadır.
Şemseddin
Muhammed’in ölümüyle birlikte Müminşahîler ve Kasımşahîler olarak ikiye ayrılan
Nizâri İsmâilileri, bölünmelerine sebep olan olaylar hakkında detaylı bilgiler
bulunmamaktadır. Günümüze ulaşan Nizâri kaynakların çoğunluğunu oluşturan
Kasımşahî kolunun eserlerinde bölünmeden söz edilmezken, Müminşahî kolunun
eserlerinde ise bölünmeye ilişkin nedenler belirtilmeksizin, sadece bölünmeyle
ilgili bilgi verilmiştir. Bu bölünmenin ne zaman gerçekleştiğine ilişkin
verilen bilgiler içinde de bir tutarsızlık mevcuttur.[243]
Müminşahî
koluna bağlı olan Suriye Nizârileri arasındaki sözlü geleneğe göre ayrılık,
Şemseddin Muhammed’in ölümüyle birlikte büyük oğlu Mümin Şah ve küçük oğlu
Kasım Şah arasında çıkmıştır. Mümin Şah’ın hucceti olan Kasım Şah imamlık
iddiasında bulunmasıyla Nizârilerin bir kısmı Kasım Şah’ı desteklemiş, bir
kısmı ise Mümin Şah’ın oğlu Muhammed Şah’ı desteklemişlerdir. Bu nedenle
Suriyeli Müminşahîler, Muhammed Şah’ın yerine Müminşahlı olarak anılmayı tercih
etmişlerdir.[244]
“Bedehşanlı
bir Müminşahî olan Muhib Ali Kunduzi’nin 929/1523’te yazdığı Irşad’üt-
Talibinde göre ayrılık, Şemseddin Muhammed’den değil, onun oğlu Müminşah’ın
ölümünden sonra patlak vermiştir. Yani, eldeki kaynaklarda Alamut sonrası
Nizâriliğin ayrıldığı iki alt kolun ataları olan Muhammed Şah ile Kasım Şah’ın
ilişkileri hakkında bir karışıklık vardır. Muhammed Şah’ın Kasım Şah’ın kardeşi
mi yoksa yeğeni mi olduğu hakkında net bir bilginin olmadığı bildirilmektedir.
Kesin olarak bilinen şey, Alamut sonrası dönemin ilk imamı Şemseddin
Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra hareketin ikiye ayrıldığı ve
başlangıçta büyük kardeşi soyunu temsil eden Müminşahî kolunun, Nizâri
topluluğunun çoğunluğunun bağlılığını kazandığıdır”.[245]
Suriye
Nizârilerinin büyük bir bölümü, Deylem ve Bedehşan olmak üzere İran
Nizârilerinin çoğunluğu başlarda Müminşahî imamları tanımıştır. Şah Tahir’den
itibaren devam eden son on imam yaşadığı Hindistan’da, Müminşahîler kendilerine
çok sayıda yandaş edinmiş olmalarına rağmen Encudan döneminin başlarından
itibaren İran’da kalan ve dağınık halde bulunan Nizâriler zamanla, sistemli
faaliyetlerde bulunan Kasımşahîler’e bağlanmaya başlamıştır.[246]
Müminşahîler’in
kurucusu olan, Hüdavend Muhammed olarak da bilinen, Muhammed Şah b. Mümin Şah
Deylem bölgesinde bulunan Nizârilerin çoğunluğunun kendisine bağlılığını
sağlayarak bölgede siyasi öneme sahip olmuştur. Deyleman, Rudbar, Kuşeycan,
Padiz ve Eşkavar da bulunan taraftarlarının yardımını alarak yerel
yöneticilerle çatışma ve ittifaklarda bulunmuştur. Deylem ve çevre bölgelerinin
en güçlü emiri olan Ziya Seyyid Ali Kiya ile çatışmalara girmiştir. Eşkavar
Emiri Kiya Melik Hezaraspi ile savaş halinde olan Seyyid Ali, Hüdavend
Muhammed’i yanına çekebilmek için Nizâriliği reddettiği takdirde Deyleman’ın
hâkimiyetini kendisine vermeyi teklif etmiştir. Teklifi kabul eden Hüdavend
Muhammed, Seyyid Ali ve etrafında bulunan din bilginleri huzurunda Nizârilikten
vazgeçtiğini ilan etmiştir.[247]
Ancak
verdiği sözünü yerine getirmeyerek Deyleman ve Eşkavar’ı kardeşi Seyyid
Mehdi’ye vermiştir. Buna karşılık Hüdavend Muhammed taraf değiştirerek
Alamut’ta bulunan Kiya Melik’e bağlanmıştır. Eşkavar’ı kendine, Alamut’un
hâkimiyetini de Hüdavend Muhammed’e vermiştir. Böylece yüzyılı aşkın bir süre
sonra Nizâriler yeniden Alamut’a hâkim olmuşlardır. Ancak bu hâkimiyet çok uzun
sürmemiştir. Bir buçuk yıl sonra Alamut’u yeniden Zeydilere teslim etmek
zorunda kalmışlardır. Timur’a sığınmış ve yerel emirler arasında geçen
çatışmalardan güç kazanmaya çalışmasına rağmen Muhammed Hüdavend’in nasıl ve ne
zaman öldüğü bilinmemektedir. Soyundan gelenlerin ise 9./15. yüzyılın sonlarına
dek Sultaniye’de yaşadıkları bilinmektedir.[248]
[249]
Hüdavend’den
sonra 907/1501’de Safevi iktidarının kuruluşuna kadar, Nizâriler Deylem’de
faaliyetlerine sınırlı da olsa devam etmiştir. Kucur çevresinde etkili olan
küçük hanedanlardan İskender Oğulları’ndan Sultan Muhammed b. Cihangir,
Nizâriliğe bağlı kalmıştır. Cihangir’in oğlu Sultan Muhammed, Mazenderan’ın
bazı bölgelerini ele geçirmiş, Nizâriliğe destek vermiştir. Fakat Safevi
hükümdarı I. Şah Abbas 1000/1591-1592’de bütün Hazar bölgesini ele geçirmiş,
başlarda direnen Cihangir daha sonradan tutsak edildikten sonra idam
edilmiştir. Bütün Deylem, Şah Abbas’a boyun eğmiş ve kuzey İran Nizârileri,
diğer yerel hanedanlar gibi güçlerini kaybetmiştir. Bir zamanların erişilmez
kalelerinden olan Alamut, Safeviler tarafından, isyankâr üyeleri tutsak ettiği
bir hapishane olarak 249 kullanılmıştır.
Birbirini
nass yoluyla takip eden Kasımşahî imamlar, gizli şekilde örgütlenmeye devam
etmiştir. Önceden de bildirdiğimiz gibi, Kasımşahî imamların faaliyetleri
hakkında, 9./15. yüzyılın ikinci yarısında Encudan’da Sufi şeyh veya pir
görünümü altında ortaya çıkmalarına kadar ki zaman hakkında fazla bilginin
bulunmadığıdır.[250]
Şemseddin Muhammed’i izleyen ilk üç ardılı hakkında bilinenler yalnızca
adlarıdır. Bu adlarda birkaç güvenilmez kaynak ve Kasımşahîler arasında dolaşan
rivayetlerden ibarettir. Rivayetlere göre, yirmi dokuzuncu imam Kasım Şah,
imamlığa 710/1310 yıllarında geçmiştir. Kendisi Şemseddin Muhammed’in ya oğlu
ya da torunuydu. Nizârilerin iki imam çerçevesinde bölünmesi onun döneminde
geçekleşmiştir. Kasım Şah, Şemseddin Muhammed gibi Azerbeycan’da yaşamış,
altmış yıl süren imamlığı boyunca, imamlık savının yasallığını savunmuştur.
Şemseddin Muhammed 771/1369-1370 yılı civarında ölmüş ve 829/1425-1426’da
yerine oğlu Ahmed Şah olarak bilinen İslam Şah geçmiştir.[251]
[252]
İslam
Şah elli beş yıl süren imamlığının başlarında hareketin merkezini
Azerbeycan’dan Orta İran’daki Kum ve Mahallat arasında bulunan bir yere
taşımıştır. Hareketin Encudan’da ilerleyen dönemlerde kök salmasına zemin
hazırlamıştır. İslam Şah’ın ölümü üzerine yerine oğlu Muhammed geçmiştir.
Encudan’da Kasımşahîler’in dirilişinin başlaması ise 868/1463-1464 yıllarında
imamlığa geçen Muhammed’in oğlu II. Mustansır Billah’ın Encudan’a yerleştiği zamanda
olmuştur.
Günümüzde hala varlığını devam
ettirmekte olan Müminşahîler 15.000 civarında bir nufüsa sahip olmakla birlikte
Suriye’de Caferiyye adıyla bilinmektedir. Nizâri İsmâililiği, Kasımşahîler ile
varlıklarını devam ettirmişlerdir.[253]
Daha
önceden de belirttiğimiz gibi bu döneme ait yeterli bilgilere sahip değiliz.
Edindiğimiz bilgiler sadece siyasi niteliktetir. Mezhebin fikri ya da inançsal
olarak ne gibi bir değişikliğe uğradığını kaynakların yetersizliği nedeniyle bilmiyoruz.
Encudan Diriliş Dönemi
Alamut
sonrası Encudan Diriliş Dönemi iki yüzyıl sürmüştür. Bu dönem içerisinde
Kasımşahîler, İran’da tasavvuf tarikatı olarak Nimetullahiler ile yakın
ilişkiler kurmuştur. Nizâri İmamlarından olan Şah Nizar’ın adı geçen tarikat
ile yakın ilişki içerisinde olduğu ve onların içerisinde Şah Nizar “Atavüllah”
isminde meşhur olduğu ifade edilmektedir.[254]
[255] Suriye,
Orta Asya ve Hindistan’da bulunan
Müminşahîler’e
veya yerel pir ailelerine bağlı olanları kendi taraflarına çekmek için
faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Kasımşahî imamlar İran’ın (Safevilerin) On
İki İmamcı mezhep anlayışını resmi olarak kabul etmesiyle birlikte dava
faaliyetlerini daha açık ve yoğun bir şekilde yürütme imkânı bulmuşlardır. İran
ve çevresinde Nizâri öğretilere ilişkin Alamut sonrası ilk edebi Farsça
metinler üretilmeye başlandığı bildirilmektedir. Dolayısıyla bu dönemde ki en
eski ve ünlü yazar ise M. Rıza İbn Hüseyin Ğuryabî Heratî (ö. 960/), yani
Heyrvahi Herati ismi ile meşhurdur.
Alamut
sonrası Nizâri İsmâililiğin Encudan dönemi 9/15. yüzyılın ikinci yarısında
başlamıştır. Encudan ile bağlantılı olan ilk Kasımşahî kolunun otuz ikinci
imamı Ali Şah’dır. Daha çok II. Mustansır olarak da tanınmaktadır.
Kasımşahîler 11/17. yüzyılın sonlarına dek Encudan’ı merkez olarak
kullanmışlardır.[256]
868/1463-1464
yılında imamlık yapan II. Mustansır Billâh 885/1480’de ölmüştür. Ölüm tarihi
türbesinde bulunan ahşap bir sandukada yazılıdır. II. Mustansır Billâh’ın
türbesi Encudan’da günümüze kadar korunmayı başaran en eski Nizâri anıtıdır.
Yerli halkın Şah Kalender diye adlandırdıkları türbe sekizgen şeklindedir. II.
Mustansır Billâh’ın oğlu ve ardılı olan Abdüsselam Şah’ın ise ölüm tarihi
899/1493- 1494 olduğu bilinmekte ancak türbesi bulunmamaktadır. Soyunun otuz dördüncü
imamı olan III. Mustansır Billâh unvanını taşıyan Abbas Şah, yerli halk
tarafından Şah Garip olarak tanınmakta ve büyük bir saygı görmektedir.
Mustansır Billâh unvanını taşıyan üçüncü imam Garip Mirza’nın imamlığı kısa
sürmüş ve 902/1496- 1497 yılında ölmüştür. Geleneğe göre ardından gelen imamlar
ise şu şekildedir: “Abuzer Ali (Nureddin), Murad Mirza, Zülfikar Ali (I.
Halilullah), Nur el Dehr (Nureddin Ali)’dir. Nizârilerin son imam olan II.
Halilullah ile (Ö.1090/1680) beraber Zülfikar Ali ve Nureddin’in de
türbelerinin Encudan’da olduğu rivayet edilmektedir.[257]
[258]
İran
Nizâriliği için Encudan dönemi dava ve edebi faaliyetler bakımından yeni
bir canlanışı ifade etmektedir. Kasımşahîlerın direnişi olarak bilinen bu dönem
otuz ikinci Kasımşahî imamı olan II. Mustansır Billah’ın döneminde
gerçekleşmiştir. Başlangıçta İran’da takiyye uygulamak zorunda kalan
Nizâriler, 9/15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Encudan’da Kasımşahîler’in
dava faaliyetlerini daha açık ve yaygın biçimde yürütmeye başlamasıyla canlılık
kazanmıştır. Bu canlanış Nizâriliğin uzakta kalmış ve kopuk olan topluluklarını
yeniden merkezi bir otoriteye bağlı hale getirmeyi başarmıştır.
Fakat
Nizârilerin faaliyetleri Safeviler yönetimi tarafından engellenmeye
çalışılmıştır.[259] Çünkü
Safevi yönetiminin Nizarî dâileri kendilerine siyasi bir rakip bilerek onların
gerçek bir İmamiyye mezhebini seçmediğini fark etmişler ve adı geçen fırkanın
aleyhinde reddiyeler yazdırmışlardır. Dolayısıyla nakledilen bilgiye göre
Safevi Devletinin siyasi ve mezhebi olarak tek bir amacı bulunmaktadır. Bu amaç
da Safevi Devletinin, İmamiyye Mezhebini devletin resmi mezhebi haline
getirmesidir.[260]
Nizâriliğin
9/15. yüzyılın ortalarında Encudan’da gerçekleşen dirilişi ile birlikte İran’da
Şiilik yeniden etkili olmaya başlamıştır. Garip Mirza’ya verilen II. Mustansır
Billah unvanı da bunu göstermektedir. Buna rağmen Nizâri imamları takiyye
uygulamaya devam etmişlerdir. Kasımşahî imamlar arasında Nimetullahi tarikatı
ile ilk yakın ilişkiler kuran II. Mustansır Billah’ın, lakabı olan Şah Kalender
ismi de bu görüşü doğrulamaktadır. Encudan dönemi boyunca da Nizâri imamlar
adlarının yanında Şah veya Ali terimlerini eklemiş ve çoğunlukla Şah Kalender,
Şah Garip gibi sufi isimleri de kullanmışlardır.[261]
Zira “Şah, Pir” gibi unvanları kendileri için seçme nedeni ise Ali’ye baş
eğenler ve onun velayetini kabul edenler anlamında geldiğine inanmalarındandır.[262]
Nizâri
imamları dava örgütlenmesini tekrar merkezi bir noktadan yürütebilmek
için Encudan’ı seçmiştir. Akkoyunlular ve Timurluların oldukça uzağında ancak Dar’ül-Mü’minin
(müminlerin evi) diye bilinen Şii merkezleri olarak bilinen Kum ve Kaşan’a
yakın bir yerdir. Alamut sonrası dönemde imamları ile bağları kopan pek çok
Nizâri topluluk, pir adı verilen yerel yöneticilere bağlanmıştı.
Başlangıçta ya merkezi otoritenin atadığı ya da yerel toplulukların kendi
içinden seçilmiş olan bu pirler ya da başdailer zamanla aynı soy
içinde kalıtsal bir nitelik kazanmıştır. Afganistan, Bedahşan ve Orta Asya’da
bulunan bu pir sülaleleri zaman içerisinde bağımsızlık kazanmıştır.
Encudan dönemi imamlarının başlangıçta en büyük çabası bu yerel pirlerin
gücünü kırmak ve kendi atadığı merkeze bağlı temsilcileri getirmek olmuştur.
II. Mustansır Billâh ile başlayan Encudan dirilişinde, Horasan, Afganistan,
Bedehşan ve diğer bölgelere güvenilir dailer gönderilmiş ve düzenli
olarak görüşmeler yapmak üzere İran’a davet edilmişlerdir.[263]
Encudan
diriliş döneminde Nizâri İsmâililer edebi alanda da faaliyetlerini
canlandırmışlardır. İsmâili öğreti alanında yapılan ilk verimli çalışmalar,
III. Mustansır Billâh b. Abdül Selam Şah (Garip Mirza) zamanında yaşayan, Ebu
İshak Kuhistani ve ondan birkaç on yıl sonra yaşayan Heyrvahi Herati’nin
eserlerinde görülmektedir. Bu eserler Orta Asya ve diğer bölgelerdeki Nizâri
toplulukları tarafından koruma altına alınmıştır.[264]
Heyrvah’ın
eserleri içinde yer alan Risalesi, tarihsel bir öneme sahiptir. Horasan
ve Afganistan’da yaşayan Nizârilerin yaşayışlarına ilişkin bilgiler verir.
10/16. yüzyılın ilk yarısında Kasımşahî imamlarla Horasan, Afganistan ve
Hindistan’daki izleyiciler arasında doğrudan ilişki kurulduğu, bu bölgelerde
yaşayan dâilerin imamı görmek için düzenli ziyaretler yaptığı anlaşılmaktadır.
Heyrvah dönemine dek, Nizârilerin önde gelen imamlarından ve hüccetlerinden pir
unvanıyla bahsedilmiştir.[265]
Encudan
Nizârileri’nin, inanç ve imamet açısından eski (Alamut) Nizâriler gibi
düşünmekte oldukları görülmektedir. Onlara göre, bütün yetki hazır olan imamın
elindedir. Yani hem imam hem de onun hucceti, aynı zamanda kayıp olması mümkün
değildir. Encudan Nizârileri de insanları üç kesime ayırmışlardır. Bunlardan
ilki “Ehl-i Tezat” (Kafirler, Müslümanlar ve Nizâri olmayan) kişilerdir. İkinci
kesim, “Ehl-i Hak” ya da “Hakikat Ehli” (Nizâri akidesinin cüzi bir bilgisine
ulaşan kişiler). Üçüncü kesim ise “Ehl-i Vahdet” ki imamı ilahi tecellisine
inanan huccet ismindeki kişidir.[266]
Safeviler’in
907/1501’de iktidara gelmesi ile birlikte On İki İmamcılığın resmi mezhep ilan
edilmiş olması İran’da bulunan Nizâriler’in ve diğer Şii hareketlerin yayılması
için uygun ortam sağladı. Sefeviler’in iktidarda bulunduğu ilk on yıl
içerisinde Nizâriler takiyye uygulamasını büyük ölçüde gevşettiler. Bu
dönemde, Müminşahîler’in başında Şah Tahir, Kasımşahîler’in başında ise Abuzer
Ali olarak tanınan Nureddin Muhammed bulunmaktaydı. Kasımşahîler’in otuz
beşinci imamı olan Abuzer Ali, Safeviler’in Şah İsmail ile oğlu Şah I.
Tahmasp’ın çağdaşıdır. Safeviler zaman içerisinde gösterdiği dinsel
politikasını sertleştirmiştir. Bu nedenle İran’da bulunan tasavvufi
hareketlerin çoğu yok olmuştur. Nimetullahilik, Nurbahşilik ve Zehabilik gibi
tasavvufi hareketler ise Safevi iktidarı boyunca zaman içerisinde
zayıflamıştır.[267]
Safeviler
döneminde Nizâri imam ve taraftarlarının, mürşid-mürid şeklinde
yürüttükleri faaliyetler ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine hareket yeni baskılar
ile karşılaşmıştır. Şah İsmail, Kaşan’da kendisine önemli sayılacak nitelikte
destek bulan Şah Tahir’i idama mahkum etmiştir. Bunun üzerine Şah Tahir,
Hindistan’a kaçmış ve Nizâriler’in Müminşahî kolunun merkezi İran’dan
taşınmıştır. Şah I. Tahmasp, Abuzer Ali’nin oğlu otuz altıncı imam Murad Mirza
döneminde, Nizâriler’in Kasımşahî koluna karşı kovuşturmaya başlamıştır. Murad
Mirza, Encudan dışında da hatırı sayılır bir taraftara sahiptir. Murad
Mirza’nın faaliyetlerinden korkan Şah I. Tahmasp, 981/1573 yılında Hemedan
valisi Emir Han Musili’ye Murad Mirza’yı yakalamasını ve taraftarlarının da
öldürülmesi emrini vermiştir. Bu emir üzerine vali Emir Han Encudan’da bulunan
çok sayıda Nizâriyi öldürmüş ve yaşadıkları yerleri talan etmiştir. Kemere
bölgesinde bir şatoda kalan Murad Mirza’yı elinden kaçırmıştır.[268]
Ancak
bir süre sonra yakalanan Murad Mirza, Safevi sarayı yakınlarında bir
hapishaneye kapatılmıştır. Kapatıldığı hapishaneden de, üst düzey bir Safevi
görevlisi olan Muhammed Mukim’in yardımı ile kaçmayı başarmıştır. Fars, Mekran
ve Sind’de bulunan taraftarlarının yardımı ile Kandehar’a kaçmayı başarmış,
fakat kısa süre sonra tekrar yakalanmıştır. Şah I. Tahmasp’ın emriyle Murad
Mirza ve kaçmasına yardım eden Muhammed Mukim ile idam edilmiştir. Nizâriler,
Safevi iktidarı döneminde yoğun baskılarla karşılaşmıştır.[269]
Murad
Mirza’nın halefi olan Kasımşahî imamlar, Encudan’da yeniden ortaya çıkmış,
siyasi olaylara karışmadan sessizce yaşamaya devam etmiştir. Encudan döneminin
sonraki imamları Safevi iktidarı ile iyi ilişkiler kurmuştur. Tasavvuf kisvesi
altında Zülfikar Ali olarak bilinen Kasımşahî imamların otuz yedinci imamı I.
Halilullah, büyük ihtimalle I.Abbas’ın kız kardeşi olan Safevi prensesi ile
evlenmiştir.[270] Yapılan
bu evlilik de gösteriyor ki Safevi iktidarı ile Kasımşahîler arasında olumlu
ilişkiler devam etmiştir.
Daftary’nin
ifade ettiğine göre; “1976’da Encudan’da bulduğum kitabede de doğrulanmaktadır.
Söz konusu kitabede, Şah Abbas’ın Recep 1036/Mart-Nisan 1627’de yayımladığı bir
ferman kopya edilmiştir. Fermanda, Emir Halilullah Encudani ve Encudan
Şiilerine, Kum’da sahip oldukları topluluk evinin (Dar’ül- Mü’minin),
Kum civarındaki öteki Şii toplulukların yararlandıkları bazı vergilerden
yararlanabileceği bildirilmektedir. Bu fermanda Encudan Şiilerinin On İki
İmamcı olarak kabul edilmesi ilginçtir. Bu da İran Nizârileri’nin bir takiyye
biçimi olarak, tasavvufun yanı sıra On İki İmamcı Şiiliğin örtüsüne gizlenmeye
başladıklarını gösterir.”[271] [272]
Ağa Hanlar Dönemi
Ağa
Han İsmailîlerinin ilk imamı olan Hasan Ali Şah, 1804 yılında İran’ın Kehek
şehrinde doğmuştur. Babası Şah Halilullah’ın 1817 yılında öldürülmesi üzerine
imam olarak atanmıştır.[273]
İmam
Şah Nizar’ın imameti sırasında Kasımşahî İsmâili davetin merkezi bir süreliğine
Encudan’dan Kehek köyüne, oradan da Kirman’a taşınmıştır. İmam Hasan Ali Şah’a,
Kaçar Hanedanlığının ilk dönemlerinde, Kaçar hanedanı Fatih Ali tarafından “Ağa
Han”[274] unvanı
verilmiştir. Ağa Han unvanı Hindistan’da bulunan diğer Kasımşahî Nizâri
imamları tarafından da kullanılmaya devam etmiştir.[275]
1841’de
yönetimle yaşadıkları anlaşmazlıklar yüzünden İran’dan Afganistan’a ve
Hindistan’a ulaşan Nizâriler merkezi yönetimlerini de Hindistan’da bulunan
Bombay şehrine taşımıştır. Böylece Nizâri İsmâililer için modern çağ olarak
adlandırılan Ağa Hanlar dönemi başlamıştır.[276]
Nizâri
İsmailîyye mezhebinin 46. imamı olan Hasan Ali Şah, İngilizlerden büyük destek
almıştır. I. Ağa Han Hasan Ali Şah, 30 yıl kadar süren Bombay döneminde
cemaatinin büyük bir kısmını birleştirmeyi başarmıştır. Hindistan’da bulunan
taraftarlarının da desteğini alan Hasan Ali Şah, mezhebinin gelişmesi,
modernleşmesi ve Hindistan’da daha kalıcı olması için büyük çaba göstermiştir.[277] [278]
Hasan
Ali Şah küçük yaşta, annesi Bibi Serkare ile Kum şehrine göç etmiştir. Hasan
Ali Şah’ın annesi, kocasının katilerinin cezalandırılması için Kaçar hanedanına
başvurmuş, imam ailesinin mal varlığına dokunulmaması ve el konulan toprakların
geri iade edilmesini istemiştir. Kaçar hükümdarı Fatih Ali Şah, Nizârileri
desteklemiş ve kızı Servi Cihan Hanım’ı Hasan Ali Şah ile evlendirmiştir. I.
Ağa Han Hasan Ali Şah, 1834 yılına kadar kayınpederinin himayesinde Mahallat’ta
sakin bir hayat yaşamıştır.
1834
senesinde Fatih Ali Şah’ın ölümü üzerine yerine torunu Muhammed Şah geçmiş ve
Hasan Ali Şah’ı Kirman’a vali olarak atamıştır. Ancak Hasan Ali Şah Kirman’da
gösterdiği faaliyetlere karşılık beklediği tepkiyi alamamıştır. 1838 yılında
Kirman valiliğinden alınarak Tahran’a çağrılmıştır. Görevden alınmasına ise
Nimetullahi tarikatı içinde bir post kavgasının neden olduğu bilinmektedir.[279] Hasan
Ali Şah ve Nimetullahi tarikatının o dönemdeki şeyhi Mest Ali Şah’ın arası
oldukça iyiydi. Muhammed Şah’ın başveziri Hacı Mirza Agasi ise tarikatın
başkanlığını kendisi için istiyordu ve istediğine ulaşınca da Hasan Ali Şah’ı,
Mest Ali Şah’ı desteklemeye devam ettiği için görevinden alınması için Muhammed
Ali Şah’ı ikna etmiştir.[280]
Hacı
Mirza Agasi ve Hasan Ali Şah arasındaki anlaşmazlık ise, imamın kızlarından
birini alt tabakadan biri için istemesinden kaynaklanıyordu. Bu isteği ve
görevinden alınmayı kabullenemeyen Hasan Ali Şah Kirman’da ayaklandı.[281] Askerleri
ile birlikte Afganistan sınırındaki Bam Kalesi’ne çekilmiş ve sekiz ay kadar
kalede direnmiştir. Hasan Ali Şah imama dokunulmayacağına dair aldığı söz
üzerine kaleden inmiş ancak başvezir sözünü tutmamış ve onu hapse attırmıştır.
Sekiz ay kadar hapis tutulduktan sonra siyasete karışmaması şartı ile
Mahallat’a gönderilmiştir.[282]
Hasan
Ali Şah hacca gitmek için 1 Eylül 1840 yılında Mahallat’tan ayrılmıştır. Ancak
Arabistan’a gitmek yerine Yezd’de taraftarları ile buluşmuştur. Mahalat’tan
ayrılmadan önce Kirman valiliğine tekrar atandığına dair hazırlattığı sahte
mektupları Yezd valisi Behmen Mirza’ya göndermiştir. Vali durumu öğrendiğinde
ise Hasan Ali Şah çoktan yandaşları ile buluşmuştu. Şehri Babek’e[283] varan
Hasan Ali Şah, yerel halkın bölge yönetiminde olan Afganlılara verdiği tepkiye
destek vermiş ve Afganlılar şehri terk etmişlerdir. Kirman’ı tekrar elde etmek
için girişimlerde bulunmuş olsa da devletin askerlerine karşı daha fazla
dayanamamıştır. Aile üyelerinin ve taraftarlarının içinde bulunduğu toplulukla
1841’de Afganistan’a gitmiştir. İran’ı terk edip Afganistan’a giden Hasan Ali
Şah, İngilizlerin yönetimi altında bulunan Kandehar’a gitmiştir. İngilizler ile
yakın ilişkiler kurmuş ve kendisine günlük 100 rupilik tahsisat bağlanmıştır.[284]
İngiliz-Hint
ordusunun 1839-1842 yılındaki Birinci Afgan Savaşı’nın sonlarına doğru
Kandehar’ı terk etmesi üzerine Hasan Ali Şah da Kandehar’ı terk etmiştir.
1842’de Sind’e doğru yönelmiştir. İngiliz ordusunun 1943’te Haydarabad ve Sind
bölgesinde hakimiyet kurmalarında etkili olmuştur. Buna karşılık olarak da
İngilizler, Hasan Ali Şah’a yıllık 2000 sternlinlik bir maaş bağlamıştır.[285]
Hasan
Ali Şah, Muhammed Şah’ın ölüm haberini alması üzerine tekrar İran’a dönmek için
girişimlerde bulunmuştur. Yeni Kaçar hükümdarı Nasreddin Şah’ın başveziri Emir
Kebir ile irtibata geçmiş ancak istediği sonucu alamamıştır. 1852’de Emir
Kebir’in görevden alınmasının ardından yerine geçen Mirza Ağa Nuri ile de yakın
ilişkiler geliştirmiş, başvezir aracılığıyla Nasreddin Şah’a hediyeler
göndermiştir. Buna rağmen memleketine dönmesine izin verilmemiş sadece Ağa
Han’ın toprakları akrabalarına geri verilmiştir.[286]
Kaçar
hanedanı ile iyi ilişkilerini sürdüren Hasan Ali Şah 1870’li yıllarda
Hindistan’a yerleşmiştir. Oğlu Celal Şah’ı ise hediyelerle birlikte Kaçar
hükümdarına göndermiştir. Bunun üzerine hükümdar Celal Şah’ı kızlarından
birisiyle evlendirmiştir. Ancak Celal Şah Tahran’a yerleşmesinden kısa bir süre
sonra hastalanarak vefat etmiştir. Bütün çabalarına rağmen İran’a dönemeyen
Hasan Ali Şah Hindistan’a yerleşmiş ve Bombay kenti Nizâri İsmâililiğinin yeni
merkezi olmuştur. Böylece Ağa Hanlar dönemi olarak bilinen yeni bir dönem
başlamıştır.[287]
Ağa Han Hasan Ali Şah’ın 77 yıl süren
imamlık hayatı boyunca taraftarları arasında zaman zaman anlaşmazlıklar
yaşanmıştır. Hasan Ali Şah İran’da bulunduğu 1829 senesinde Bombay’lı
taraftarları vergileri ödemekten vazgeçmişlerdir. Bunun üzerine dava açan Hasan
Ali Şah’ın davası mahkemece geri çevrilmiştir. Dava açılan topluluk da mezhebin
diğer üyeleri tarafından dışlanmışlardır. Barbailer olarak bilinen grup 1835’te
vergi ödemeyi kabul ederek yeniden mezhebe kabul edilmişlerdir. 1847 yılında
ise miras payını alamadıkları gerekçesiyle tekrar dava açan iki kız kardeş,
Barbailerin tekrar mezhepten çıkarılmasına neden olmuştur. Davaya bakan Erskine
Perry, yerli geleneklere uygun davranılmasına karar vermiştir.
Bu
olaydan sonra yeniden dışlanan Barbailer, kendilerine yeni bir ibadethane
yapmışlardır.
Barbailer
ve Ağa Hanlar arasında çıkan anlaşmazlıklar zaman geçtikçe devam etmiştir.
Barbailer, Hoca22,9 topluluğunun aslında Sünni olduklarını,
Ağa Han’ın kendilerini İsmâili yapmaya çalıştığını içeren bir metin hazırlayıp
yayınlamışlardır. Ağa Han da buna karşılık olarak İsmâililiğin temel
kurallarının yazılmış olduğu bir belge hazırlatıp mezhep üyelerinin
imzalamasını istemiştir. Bu sayede mezhep üyeleri arasından kimlerin samimi
olduklarını görmek istemiştir. Barbailer ise bu belgeye itiraz etmiş, Hocaların
Sünni olduklarını, mülkiyetin kendilerine ait olduğunu, vergilerden yalnızca Hocalardın
yararlanabileceğini öne sürmüştür. Bunun üzerine yeniden Ağa Han davası
olarak bilinen dava açılmış ve davaya bakan Joseph Arnold 1886’da bütün
konularda Ağa Han’ı haklı bulmuştur. Böylece Ağa Han’ın resmi statüsü
kesinleşmiş ve İngiliz hükümeti I. Ağa Han Hasan Ali Şah’ı, Şii İslam’ın
İsmâiliyye kolunun ruhani lideri olarak tanımıştır.[288]
Bombay’da
30 yıl kadar süren hakimiyeti boyunca I. Ağa Han Hasan Ali Şah, kendisine tabi
olanların büyük bir kısmını bir araya getirmiş, mezhebin gelişmesi ve
modernleşmesi için çalışmıştır. Hindistan ve diğer ülkelerde yaşayan bütün
taraftarlarının huzurunu ve güvenini sağlamak için uğraşmıştır. İmamlığı altmış
dört yıl süren Hasan Ali Şah, Nisan 1881 yılında vefat etmiştir. Mazagon’da
Hasanabad denilen yere defnedilmiştir.[289]
Hasan
Ali Şah’ın ölümü üzerine, yerine oğlu Ağa Ali Şah geçmiştir. II. Ağa Han unvanı
ile tanınan Ağa Ali Şah 1830 yılında Mahallat’ta doğmuştur. Babasının ölümü ile
Ağa Han İsmâilileri’nin ikinci, Nizâri İsmâilileri’nin ise kırk yedinci imamı
olmuştur. Ağa Ali Şah tıpkı babası gibi İngilizler ile olan iyi ilişkilerini
devam ettirmiş ve Bombay Yasama Meclisine seçilmiştir. Taraftarlarının hayat
şartlarının ve eğitimlerinin iyileştirilmesi için çok sayıda okul açmıştır. II.
Ağa Han’da aynı ataları gibi Nimetullahi tarikatı ile olan bağlarını devam
ettirmiştir. Fatih Ali Şah’ın torunlarından Şems el-Mülk ile evlenmiş ve Kaçar
hanedanlığı ile akrabalık bağlarını güçlendirmiştir.[290]
[291] Ancak
1885’te Ağustos ayında hastalanarak vefat etmiştir. Vasiyeti üzerine Necef’te
bulunan Hz. Ali nin yanına defnedilmiştir.
Ağa Han’ın ölümü üzerine imamlık görevine,
2 Kasım 1877 yılında Pakistan topraklarındaki Karaçi şehrinde doğan oğlu Sultan
Muhammed Şah geçmiştir.[292] Annesi
Şems el-Mülk, III. Ağa Han’ın yetişmesinde önemli rol oynamıştır. Özel
hocalardan İngilizce, Fransızca ve Arapça dersleri almış aynı zamanda hat
sanatı alanında da kendini geliştirmiştir. Aile içinde İsmâili hayat tarzını
benimsemiş olmakla beraber batı kültürünün de etkisi altında yetişmiştir. [293]
Çocukluk
ve gençlik dönemleri Bombay ve Poona’da geçen III. Ağa Han,[294]
amcası Cengi Şah’ın kızı Begüm ile 1898 yılında evlenmiştir. Ancak bu
evliliği kısa sürmüştür.[295] 1923
yılında Monte Carlo’da opera ve bale sanatçısı olan İtalyan Cleope Teresa
Magliano ile evlenmiştir. Bu evliliğinden birisi küçük yaşta ölen, diğeri IV.
Ağa Han olan Kerim Şah Hüseyni’nin babası Ali Han dünyaya gelmiştir.[296]
İkinci
evliliğini gerçekleştirdiği Cleopa Teresa Magliano 1926’da hastalanarak vefat
etmiştir. Eşinin ölümünün ardından III. Ağa Han 1928 yılında Paris’te bir
konfeksiyon mağazası işleten Andree Carron ile üçüncü evliliğini yapmıştır. Bu
evliliğinden Sadreddin adında bir oğlu olmuştur. Kendisine her türlü konuda
yardımcı olan eşi, Prenses Andree Ağa Han olarak bilinmektedir.[297] Prenses
Ağa Han’dan boşandıktan bir sene sonra Yvonne Blanche Labrousse ile dördüncü
evliliğini gerçekleştirmiştir. Dördüncü ve son eşi olan Yvonne Blanche
Labrousse İslam’ı kabul ederek Ümmü Habibe ismini aldığı bilinmektedir.[298]
Sultan
Muhammed Şah babasının ölümü üzerine imamlığa geldiğinde henüz çok küçük
yaştaydı. Annesinin çabaları ile birlikte cemaatin kendisine bağlı kalmasını
başarmıştır. 1897’de Bombay’da ortaya çıkan veba salgınında aldığı kararla Rus
asıllı bir profesör, olan Haffkine’e tıbbi çalışmalarını gerçekleştirmesi için
kalelerinden birini tahsis etmiştir. İki yıl içinde yaptığı çalışmalar
sonucunda bir aşı geliştiren profesör ilk olarak Sultan Muhammed Şah’a aşıyı
uygulamıştır. Bu durum halkın daha rahat şekilde aşı olmasını
kolaylaştırmıştır. Nitekim yapılan aşı sonucunda Ağa Han İsmâilileri arasında
yaşanan ölüm oranı halkın diğer kesimlerine nazaran daha az görülmüştür.[299]
Sultan
Muhammed Şah Bombay’da diğer Müslüman liderler ile birlikte İslam Eğitim
Konseyi’ni düzenlemiştir. Ertesi yıl da Yeni Delhi’de düzenlenen ikinci
Kongre’nin başkanlığını üstlenmiştir.[300]
Kongre’de yaptığı konuşmada gençlerin Doğu ve Batı bilimlerini bir arada
öğrenebilmelerine imkan sağlayan eğitim kuramlarının oluşturulması gerektiğini
söylemiştir. [301]
Sultan
Muhammed Şah’ın eğitim projelerinin içinde Aligarh’taki Muhammadan
Anglo-Oriental Koleji’nin üniversiteye dönüştürülmesi de yer almaktadır. Bu
düşüncesini gerçekleştirebilmek için tüm Hindistan’ı dolaşmış ve birçok
Müslüman lider ile görüşmüştür. 100 bin rupilik kısmı kendine ait olan toplamda
3 milyon rupiden fazla para toplamayı başarmıştır. Düzenlediği kampanyalar
sonucunda 1910’da Aligarh Üniversitesi’ni açmıştır.[302]
Eğitim alanında geliştirdiği projeleri birer birer hayata geçiren Sultan
Muhammed Şah, Nizâri mezhebine bağlı çocukların eğitim alabileceği çok sayıda
okul açtırmıştır.[303]
Ağa Han Sultan Muhammed Şah’ın da tıpkı
babası gibi Yasama Konseyine üye olması teklif edilmiştir. Bu teklifi aldığında
ise henüz yirmili yaşlarında olan Sultan Muhammed Şah onur duyarak görevi kabul
ettiğini ifade etmiştir. İki yıl süreyle devam ettirdiği görev, kendisine
kamusal alanda sağladığı faydanın yanında siyasi hayatına da olumlu etkiler
yapmıştır.[304] Ayrıca
Hindistan’da bulunan Müslümanların haklarının yeterince korunamadığı gerekçesi
ile bölgedeki Müslüman liderler ile birlikte Kral’ın naibi Lord Minto ile
görüşmeler gerçekleştirmiştir. 1906 yılının Aralık ayında ise Hindistan
Müslüman Birliği’ni kurmuşlardır. 1912’ye kadar birliğin başkanlığını III. Ağa
Han üstlenmiştir.[305]
1928’de
Delhi’de ise Hindistan’ın geleceği ile ilgili olarak Hindu-Müslüman
Konferansını düzenlemiştir. Başkanlık yaptığı bu konferans Hindistan’ın
bağımsızlığına giden yolda büyük önem arz etmektedir. 1930’da ise Londra’da
Hindistan’ın sorunlarını görüşmek üzere Yuvarlak Masa Toplantısı düzenlemiştir.
Aralarında gelecekte Pakistan’ın kurucusu olacak olan Muhammed Ali Cinnah’ın da
bulunduğu bu toplantıya başkanlık yapmıştır.[306]
1931’de ise ikinci Yuvarlak Masa Toplantısı düzenlenmiştir. Bu toplantıların
hepsine bizzat katılan III. Ağa Han, kuşkusuz 1947’de Hindistan’ın parçalanması
ve Pakistan’ın kurulmasında önemli olan şahsiyetlerden biri olmuştur.[307]
Sultan
Muhammed Şah, 1919’da dünyada barışı ve güveni sağlamak amacıyla kurulan
Milletler Cemiyeti’nin toplantılarına da katılmıştır. 1932’de başlayıp 1937
yılına kadar ise Milletler Cemiyetinde Hindistan’ı temsil etmiştir. 1937
yılında ise Milletler Cemiyeti’ne başkan olarak seçilmiştir.[308]
Ağa
Hanlar’ın, Sultan Muhammed Şah döneminde son derece gelişme kaydettiği
aşikardır. İmamlık görevinin yanında Nizâri İsmâili cemaatinin Doğu Afrika ve
özellikle Hindistan’daki toplumlar arasındaki yerini sağlamlaştırmak için
çalışmıştır. Cemaatini çağdaşlaştırmak için toplumsal ve iktisadi alanda bir
takım yenilikler getirmiştir. 1905’te Ağa Han İsmâilileri’nin Nizamnamesi’ni
oluşturmuştur. Oluşturduğu bu kurallara 1920’de tekrar değişiklikler yapmıştır.
Ortaya çıkan yeniliklere göre ise değişen kurallar 1954’te yeniden
düzenlenmiştir. Nizâri İsmâili Kurulu’nu oluşturmuş ve cemaatini sistemli bir
hale getirmiştir. Kendisi adına toplanan dini vergileri, tekrar takipçilerinin
ekonomik yönden kalkınmasını sağlamak için kullanmıştır. III. Ağa Han
cemaatinin yararlanması için çok sayıda okul ve kütüphanenin yanı sıra spor ve
dinlenme tesisleri; hastane ve 311 dispanserler yaptırmıştır.
Ağa Han Sultan Muhammed Şah, 11 Temmuz
1957’de yetmiş iki yıl süren imamlığının sonunda Cenevre yakınlarındaki
Versoix’de vefat etmiştir. Cenazesi Mısır’da bulunan Asvan’a defnedilmiştir.
III. Ağa Han vefatından iki yıl önce yaptığı bir açıklamada, yerine torunu
Kerim Şah Hüseyni’yi bıraktığını açıklamıştır. Neden olarak da dünyada yaşanan
gelişmelere ve değişimlere bağlı olarak cemaatin başında genç bir imamın
bulunması gerektiğini ifade etmiştir. [309]
[310]
Dedesinin vasiyeti üzerine 1957’de
Nizâri İsmâililer’in 49. İmamı olan Kerim Şah Hüseyni, 1936 yılında Cenevre’de
doğmuştur. Kerim Şah’ın çocukluğu İsviçre’nin Nairobi
şehrinde geçmiş, Le Rosey okulunda eğitim almıştır. Harvard Üniversitesi’nde
mühendislik eğitimi alırken Arap Dili ve Doğu Tarihi bölümüne geçiş yapmıştır.
İslam tarihi bölümünden 1959 yılında mezun olmuştur. [311]
Ağa Han Kerim Şah Hüseyni çeşitli alanlarda
gösterdiği hizmetler için Fransa, Portekiz, Pakistan, İran, İtalya, İspanya,
Senegal, Morokko, Tacikistan gibi ülkelerin hükümetlerinden çeşitli ödüller ve
unvanlar almıştır. Mimarlık alanında yaptığı çalışmalar nedeniyle Ekim 1998’de
Ağa Han Mimarlık Ödülleri töreninde Granada Şehri’nin anahtarı ile
ödüllendirilmiştir. Aynı zamanda ABD, İngiltere, Kanada ve Pakistan gibi
ülkelerin bir takım üniversitelerinin şeref unvanına layık görülmüştür.
“1957’de İngiltere kraliçesi tarafından “His Highness” unvanına, İran şahı
tarafından da “His Royal Highness” unvanına layık görülmüştür.” [312]
İsmâiliyye mezhebini günümüzde temsil
etmekte olan Kerim Şah, dedesinin kurmuş olduğu teşkilatı daha da geliştirmiş,
Ağa Han Kalkındırma Teşkilatını birçok ülkede çeşitli yönlerden hizmet
vermesini sağlamıştır. Teşkilatın kalkınma sorunları ile kardeşi Amin
ilgilenmektedir. 1994’te Harward Üniversitesinin “III. Dünya Ülkeleri
Geliştirme” bölümünden mezun olan kızı Zahra teşkilatın toplumsal kalkınma
alanında faaliyet göstermektedir. 1995’te Amerika’daki Brown Üniversitesinden
mezun olan büyük oğlu Rahim de teşkilatın ekonomik kalkınma işlerini
yürütmektedir. Küçük oğlu Hüseyin ise 1997’de ABD’deki Williams kolejinden
mezun olmuş ve kurumun kültür alanındaki işleri ile ilgilenmektedir.[313]
Nizari
İsmâililiğinin İnanç Esasları
İman
Nizâri
İsmâililiğine göre iman; Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed’in
Allah’ın kulu ve resulü olduğuna, Cennet ve Cehennemin varlığına, öldükten
sonra dirilmenin olduğuna ve kıyamet gününün varlığına şahadet etmek Kur’an’ın
son kitap olduğuna, nebilere, peygamberlere, zamanın imamını bilmek ve onun
emirlerini yerine getirmektir.[314]
Nizâri
İsmâililiğe göre Hz. Peygamber’in ailesini sevmek de asli prensiplerdendir.
Dolayısıyla Peygamber soyundan gelen imamlara da sevgi 317 beslemek ve onlara
bağlanmak, imanın esaslarından sayılır. [315]
II.
Ağa Han Ali Şah’ın büyük oğlu Şihabu’d-Din Şah, imanı yalnızca kalben bir sevgi
olarak ortaya koymaktadır. İmanın aslı, imamı sevmektir. Buna göre iman; imamı
sevmek, mümin ise imanı olan kimsedir.[316]
İmam sevildiği takdirde, bazı ibadetler zahiri olarak gösterilmese de kişi
mümin olarak kabul edilir. Allah kullarının işlediği günahları affeder. Ancak
Hz. Ali ve diğer imamlara karşı bir düşmanlık ve kin besleyen kişinin yaptığı
ibadetlerin ve iyi işlerin ise hiçbir faydası yoktur.31
Allah’a
iman, iman esaslarından biri olarak kabul edilir. Allah, eksiksiz olan; teklik
ve çokluk gibi bütün sıfatlardan uzak olandır. Allah’ı âlim veya cahil diye
nitelendirmek caiz değildir. Allah için böyle bir niteleme yapılması kul ile
benzetme yapılması demektir ki böyle bir benzetme yapmak ise Allah’ın şanını
küçültmektir.[317] [318] [319]
Peygamberlere
iman etmek de inanç esaslarından biri olarak kabul edilmektedir. Peygamber
Allah’ın vahyini insanlara ulaştıran kimselerdir. Peygamber’e vahyedilen
konular tevil edilmemiş yalnızca tenzil edilmiştir.[320]
Peygemberler ilahi vahyi, yalnızca kendi döneminde yaşayanlara tebliğ
eder ve 323 onlara açıklarlar.[321]
Nizâri İsmâiliği cemaatinin mensupları,
diğer peygamberlere de iman ederler. Yedi devir, yedi peygamber ve vasi inancı
belirgin bir şekilde görülmese de halen varlığını devam ettirmektedir.[322]
Meleklere
iman, İsmâiliyye’nin eski kaynaklarında, inanç esaslarından biri olarak kabul
edilmekteydi. Ancak günümüzde meleklere iman, iman esaslarından biri olup
olmadığı konusu net değildir. [323]
Nizâri
İsmâilileri, Hz. Peygamber’den önce de peygamberler geldiğini ve onlara da
kitap indirildiğini kabul etmektedir. Ayrıca, Kur’an-ı Kerîm’in Hz. Peygamber’e
indirilen son kitap olduğunu da kabul etmektedirler.325 [324] [325] Kur’an
ayetleri ile imamın fermanları aynı derecededir. Öyleki ikincisi birincinin
gerçek anlamlarını açıklayan ilahi bir nitelik taşır. İmam Kur’an’ın batıni ve
gerçek anlamını açıklayıp 327 ulaştırmakla görevlidir.
Kur’an ve hadisleri kutsal kabul etmelerine
rağmen, bu konuda bir tefsir veya hadis alanında çalışmaları bulunmamaktadır.
Dini konularda yaşanan olaylara karşı Kur’an’dan delil getirme girişimleri
kesinlikle görülememiştir. Bunun sebebi olarak da mezhebin fertlerinin İslami
ilimler ile uğraşmamaları gösterilebilir. Mezhebin dini konularda eğitim
verdiği bir kurum bulunmamakla birlikte, bu konuya dair bir girişimleri de
bulunmamaktadır.[326]
İmamet,
inanç esaslarının en önemlilerindendir. Nizâri İsmâililiğe göre Hz. Ali’nin
soyundan gelen ve bir önceki imamın tayin ettiği masum imamın varlığına inanmak
dinin en önemli aslıdır. Bu mezhebin bütün inanç ve düşünce tarzı imamet
üzerine kuruludur. İmamet, dinin bütün kurallarının kendisine bağlı olduğu
temeldir.[327] İmamet
imamın hem dünyevi yönden hem de siyasi yönden temsil ettiği bir yönetimdir.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra ne kadar süre geçmiş olursa olsun imam,
görevini vahyin ışığında devam ettirmekle görevlidir.[328]
Nizâri
İsmâililer, imamların; zahir yönden birer beşer olduklarını, diğer insanlar
gibi hastalık, ölüm ve afet gibi şeylere mazur kalabileceklerini savunurlar.
Batıni tevillerinde onlar için “Yedullah” Allah’ın eli; “Vechullah” Allah’ın
yüzü; “Cenbullah” Allah’ın kudreti gibi ifadeleri kullanmaktadırlar. İmamlar
kıyamet gününde insanları hesaba çekecek olup, sıratı müstakim üzere olan
kişilerdir.[329]
Nizâri
İsmâili düşüncesine göre, Hz. Peygamber’in vefatı ile birlikte doğrudan vahiy
kesilmiş ancak ilahi rehbere ihtiyaç devam etmiştir. Bu rehberlik görevi, ölüme
mahkum, arzu ve isteklerinin esiri olan kişilere bırakılamazdı. Rehber olacak
kişinin, Hz. Peygamber’in hem cismani hem de ruhani yetkilerine sahip
olabilecek bir şahıs olması gerekiyordu. Hz. Peygamber, yeğeni ve damadı olan,
kendisine ilk iman etmiş kişilerden olan Hz. Ali’nin gerçek imam olduğunu 332 belirtmiştir.33
Nizâri
İsmâililiğe göre, Hz. Ali’nin imamlığı Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde
zikredilmiştir. “Allah semaların ve arzın nurudur” (Nur 24/ 35) ayetinde
kastedilen gökteki nur Allah’ın hidayetidir; yerdeki nur ise insanları hidayete
ulaştıran imamdır.[330] [331]
İmamlar gerçek bilginin sahibi ve takip
edilmesi gereken örnek şahsiyetlerdir. İlahi ve gerçek olan bilgi yalnızca
imama tabi olmak ile öğrenilebilir. Allah’ın bilgisinin kapıları, imamlardır.
Hz. Ali’nin, ilim şehrinin kapısı olduğu hadislerde zikredilmiştir. O halde
ilim şehrine girmek ve ilim tahsil etmek isteyen kişi, o kapıdan girmeli ve Hz.
Ali aracılığıyla ilim öğrenmelidir.[332] [333]
İsmâililiğin
tarihi boyunca, tevil kullanılan bir yöntem olmuştur. Tevil, muhtemel başka bir
anlama yorumlamak demektir. İsmâililiğe göre hakikate ulaşmanın tek yolu zahiri
mananın, batıni olan anlamına ulaşmaktır. [334]
İsmâiliyye, ilim ve dinin zahir ve batın
anlamlarının bulunduğunu savunurlar. Peygamberlerin, vahyi görünen manada
tebliğ ettiklerini, imamların ise peygamberlerden aldıkları vahyin, tevilini
elde ettiklerini iddia etmektedirler. Tevil; batın bir ilim olup, sosyal hayatı
idare ve siyaset için en önemli metottur. Bu ilkeye göre tevil anlamından uzak
durup sadece zahir yönüyle hareket etmek doğru değildir. Çünkü hakikate ancak
tevil yoluyla ulaşılabilir. İsmâiliyye zahiri bırakıp daha çok tevil ile
ilgilendiği için, batını ön plana çıkardığı için Batıniyye olarak da
isimlendirilmiştir.[335]
Velayet, Hz. Peygamber ve ailesinden gelen
imamların sevilmesi anlamına gelmektedir. “Nizâriler, şehadet kelimesine “Ali
Allah’ın velisi ve nebinin vasisidir” şeklinde bir ilavede bulunmuşlardır. Bu
durumda peygamber için sabit olan hususlar Ali ve evladı için de sabit
olmaktadır. Kalbi ibadet demek olan velayet, özellikle peygamber ailesinin beş
ferdine, Hz. Peygamber dahil, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’e büyük bir
muhabbet beslemek ve Hz. Peygamber’in neslini hidayet nuru ve tek hakikat
rehberi tanımak, dolayısıyla hazır imamı sevmek ve ona bütün gönlü ile
bağlanmaktır. Ehli Beyt ve imama candan bağlanmak yanında, onlara karşı
çıkanlara düşman olmak, onlarla her türlü ilgisini kesmek de velayetin
gereklerindendir. Bundan dolayı Ali ve neslinden gelen imamlara düşman
olanlarla dost olmak ve iyi ilişkiler kurmak velayetle katiyen bağdaşmayacak
bir husustur.”[336] Ehl-i Beyt sevgisi aynı
zamanda Ağa Han Nizâri İsmâililer’inde Panjtan-i Pak ianancı olarak da ifade
edilmektedir. Bu beş kişiye saygı gösterir ve sevgi beslerler.[337]
Ağa
Han İsmâililiğe göre namaz, dua olarak kabul edilmektedir. Bir kısım namazlar
cemaat halinde kılınabileceği gibi bir kısmı da tek başına evde yapılabilir.
Namaz vakitleri; Sabah Duası, Akşam Duası ve Yatsı Duası şeklindedir. Sabah
Duası; Sabahları saat 4-5 arasında cemaat ile gerçekleştirilen, kıble olarak
imamın bulunduğu yöne çevrilerek gerçekleştirilir. Akşam Duası; güneş battıktan
sonra gerçekleştirilir. Yatsı Duası; yatmadan önce gece 8-9 arasında yapılır.
Bütün dualar oturularak yerine getirilir. Duayı muhi adını alan kişi yönetir.
Muhi okunması gereken duaları cemaatin duyabileceği şekilde okur, cemaat de
duaya zihnen katılırlar. Duaların kendisine yapıldığı hazır imam ismi anılınca
muhi öne doğru eğilir, yerde bulunan tespih veya Kerbela toprağı üzerine secde
eder. Böylece dua bitirilir. [338]
Namazlarda Ağa Han’a ibadetlerinin kabul
edilmesini ve günahlarının affedilmesi için dua ederler. Duaların sonunda
Kerbela toprağından yapılmış teşbihle pirlerinin adını zikrederler. Günlük
dualarından başka bir de Yeni Ay, Muharrem ve Ramazan duaları da vardır.[339]
Oruç, ibadeti Nizâri İsmâiliğinde diğer
Müslüman cemaatlerin uygulamasından oldukça farklıdır. Nizâri İsmâiliğine göre
oruç tevil edilmiş ve sır saklamak olarak kabul edilmiştir. Yine buna bağlı
olarak bir gelenek olarak Ramazan ayından oruç ibadetini sürdürüp bir ay olarak
oruç tutmanın gerekmediğini savunurlar. [340]
Nizâri
İsmâili mezhebinde zekat; imamın bilinmesi ve emirlerinin yerine getirilmesi,
Allah’ın emirlerinin yerine getirilmesi ve yasaklarından uzak durulması, imama
uymak ve emirlerini yerine getirmek de imanın gereklerindendir. Zekat ibadeti,
daha çok kime verileceği ile ilgili hususta önem arz etmiştir. Zekatın imama
verilmesi esastır. Toplanan bütün zekat gelirleri imamın şahsına aittir.
Özellikle Ağa Hanlar döneminde daha sistemli bir hale gelmiştir. Zekat oranı
başlarda 1/10 şeklinde toplanırken sonraları 1/8’e kadar yükseltilmiştir.
Zekatını imama verenlerin, dünya hayatında başarılı ve mutlu olacağı, ahirette
ise mutlak kurtuluşa ereceğine inanılmaktadır. Zekatını
vermek istemeyenler ise mezhep içerisinde dışlanmışlardır.[341]
Hac ibadeti, Nizâri İsmâiliğinde imamı
ziyaret etmek olarak kabul edilmiştir. Mekke’de bulunan Kabe’nin ziyaret
edilmesi olarak değil de hazır imamın bulunduğu yeri ziyaret etmek esastır.
Buna göre cemaat mensupları titizlikle bu ibadeti yerine getirmişlerdir.
Özellikle Ağa Hanlar döneminde sistemli hale gelmiş olan bu ibadet, bir nevi
imamın ilahlaştırılmasına neden olmuştur. Buna rağmen İran’da bulunan Nizâriler
ise bu anlayışa katılmayıp, herkes tarafından yerine getirilemeyecek bir ibadet
olarak kabul ederler. [342]
Cihad,
Nizâri İsmâiliğinde eski anlamını kaybetmiş ve yeni bir anlam kazanmıştır.
Sadece kişi veya mezhep içi bir faaliyet olarak kabul edilmiştir. Şahısların
kendi nefisleri içinde gerçekleştirdikleri doğru yolda kalabilme çabasıdır.
İsmâiliye’nin inançlarını savunmak ve başkalarına kabul ettirmek için kurmuş
olduğu teşkilat, bütünüyle cihad anlayışına dayanmaktadır. Bu anlayış özellikle
Alamut evresinde kendini göstermiştir.[343]
Alamut döneminde kurduğu terör teşkilatı nedeniyle tanınan Ağa Han Nizarî
İsmailîler’i günümüzdeyse sadece vakıflar ve hayırsever kuruluşlardan oluşan
bir kurum olarak gözükmektedir.[344]
SONUÇ
Hasan
Sabbâh, İsmâililik tarihine damga vurmuş şahsiyetlerden biridir. Fâtımî
Halifesi Müstansır Billâh’ın ölümünden sonra Fâtımî İsmâililiği içerisinde
ortaya çıkan hilafet tartışmalarında halifenin büyük oğlu Nizâr’ı destekleyerek
ve onun imametini ilan ederek Nizâri İsmâililiğini kurmuştur. Onun bu faaliyeti
gerek İsmâililiğin ve gerekse İslam tarihinin seyrini etkileyecek önemli
neticeler ortaya çıkarmıştır.
Hasan
Sabbâh daha çok kurmuş olduğu terör örgütü ile tanınmıştır. Bu örgütün temel
taşlarını ise “fedâîler” oluşturmaktadır. Fedâîlerin gözlerini kırpmadan ölüme
atlayacak kadar Hasan Sabbâh’a olan bağlılıkları farklı yorumlamalara sebebiyet
vermiştir. Fırkanın kendi kaynaklarında bu durumun sebebi olarak “İmama olan
sadakat” gösterilmektedir.
Ancak
fırka dışı kaynaklarda yer alan bazı rivayetlerin desteklediği Hasan Sabbâh’ın
fedâîlerine haşhaş adı verilen uyuşturucu madde içirdikten sonra onları Alamut
Kalesi içerisinde tesis ettiği “sahte cennet”e gönderdiği konu edilmiştir.
Oldukça iyi eğitimli Huri ve Gılmanlar burada bulunan fedâîleri son derece
mutlu ettiği, ardından fedâîlere yeniden haşhaş verilmiş ve normal hayata geri
gönderildikleri ifade edilmiştir. Fedâîler’in uyuşturucunun etkisiyle cennete
gittiğini düşünerek oraya tekrar girmek için Hasan Sabbâh’ın bütün emirlerini
gözlerini kırpmadan yerine getirdikleri rivayet edilmiştir. Bu rivayetin genel
kabul görmesinin sebebi ise fedâîlerin faaliyetlerinin aklı başında insanların
yerine getirmesinin imkânsız olduğu düşüncesidir. Yine bu rivayet fırkanın
“Haşhaşiler” olarak isimlendirilmesinin de temelini oluşturmuştur.
Ancak
yaptığımız araştırma neticesinde edindiğimiz bilgilerden yola çıkarak Hasan
Sabbâh’ın fedâîlerine ne haşhaş içirdiği ne de sahte cennete gönderdiğine dair
kesin bir bilgiye rastlanmamıştır. Bütün bu rivayetlerin çalışma içerisinde
incelediğimiz kaynaklar neticesinde birer uydurmadan ibaret olduğuna kanaat
getirmiş bulunmaktayız. Fedâîlerin kendilerini ölüme götüren görevlere bu kadar
istekli olarak hareket etmeleri pek akıl alır bir düşünce gibi görünmese de,
Hasan Sabbâh’ın fedâîleri üzerinde derin tesirler bıraktığı kuşkusuzdur.
Nitekim onlara haşhaş içirmesine gerek kalmadan istediklerini yaptıracak güce
sahip olduğu görülmektedir.
Hasan
Sabbâh, Nizâri İsmâililik içerisinde savunduğu görüşlerle de farklılık ortaya
koymuştur. Nizâri İsmâililiğe göre, Allah ancak imamın öğretmesi ile veya akıl
ve düşünce yolu ile bilinebilir. İmam vahyi ve aklı doğrulayabilir ve bunu
yalnızca İsmâili imam yani gerçek imam yapabilir. İnsan talim
öğretisinin peşinden gitmelidir.
Hasan
Sabbâh, yaşadığı süre içerisinde imam olduğunu asla iddia etmemiş, sadece
imamın bir temsilcisi yani hücceti olduğunu öne sürmüştür. Kendisinin
geçmişteki imamlar ile gelecekteki imamlar arasındaki bir bağ olduğunu
söylemiştir. Nizâr adına davette bulunması onun kendi adına zaten bir imamlık
iddiadında bulunmadığını göstermektedir. Hasân Sabbâh Alamut Kalesi’ni ele
geçirmiş ve Nizâr adına davette bulunmaya devam etmiştir. Sahip olduğu gücü ve
adamları kullanarak pekala kendi imamlığını ilan edebilirdi ancak bunu yapmamıştır.
Hasan
Sabbâh sonrasında ise Alamut’un yönetimi üç döneme ayrılmaktadır. Bu dönemler
Nizârilerin geçirmiş olduğu değişim süreci bakımından önem arz etmektedir.
Hasan Sabbâh’tan sonra gelen iki Hüdavend Kiya Bozorg Ümid ve Muhammed Bozorg
Ümid, Hasan’ın kurmuş olduğu sisteme bağlı kalmış ve kendilerini huccet olarak
tanıtmışlardır. Fakat onlardan sonra gelen iki halef Nizâri İsmâililiğin
seyrini değiştirmişlerdir. Muhtemelen sahip oldukları güç onların başlarını
döndürmüştür.
II.
Hasan b. Muhammed kıyameti ilan etmiş ve müritleri üzerinden dinin
sorumluluklarını açıkça kaldırmıştır. Onun oğlu Nurettin II. Muhammed ise
babasının fikirlerini iki yönden değiştirmiştir. Babası ve kendisi adına açıkça
imamlık iddiasında bulunmuş ve imamı kıyamet öğretisinin merkezine
yerleştirmiştir. Bu da gösteriyor ki bu iki hüdavend kendileri tek başlarına
hakimiyetlerini sergilemek istemiştir. Celaleddin III. Hasan ise yeniden
Sünniliğe geçiş yapmış ve yeni bir setr dönemini başlatmıştır.
Celaleddin’in oğlu olan Aleaddin III. Muhammed döneminde ise Nizâriler İsmâili
inanışına yeniden geri dönüş yapmış, böylece ikinci kıyamet dönemine
girmişlerdir. Rükneddin Hürşah döneminde de yine ikinci kıyamet dönemi
devam etmiştir. Alamut Kalesinin Moğol hükümdarı Hülâgû Han tarafından ele
geçirilmesine kadar süren dönemlerde Nizârilerin geçirdiği değişim süreci bu
şekilde gerçekleşmiştir. Hasân Sabbâh sonrasında Alamut Kalesi’ne hakim olanlar
yaşadıkları dönemi içerisinde farklı düşünme eğilimleri göstermiştir.
Alamut
sonrasında ise Nizâri İsmâilileri kendi içinde bölünmeler yaşamış ancak buna
rağmen varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Varlığını devam ettirmesini sağlayan
şey ise takiyye altına gizlenmeleri olmuştur. Tasavvufi bir örtüye
bürünen Nizâriler uzun bir süre merkezi yönetimden uzak kalmıştır. Bu dönem
içerisinde geçirdikleri süreç hakkında yeterli bir bilgiye sahip olmaya
çalışmak, bu nedenle oldukça zordur. Yaklaşık iki yüzyıl süren bu dönemde
Nizâriler, Müminşahîler ve Kasımşahîler olarak bölünmeler yaşamıştır.
Müminşahîler’in, Hindistan’a göç etmesi ile birlikte birbirlerinden kopmuş ve
13/19. yüzyılda ortadan kalkmışlardır. Kasımşahîler ise Encudan’a göç ile
birlikte Nizâriler için yeni bir dönemi başlatmıştır. Encudan Diriliş Dönemi
olarak ele aldığımız bu dönem, II. Mustansır Billah zamanında gerçekleşmiştir.
II. Mustansır Billah yeniden Nizârileri merkezi bir yönetim altında toplamayı
başarmıştır. Buna rağmen Nizâri imamları halen takiyye uygulamaya devam
etmişlerdir. Bu dönem içerisinde Nimetullahi tarikatı ile yakın ilişkiler
kurduğu bilinmektedir.
Alamut
sonrası Nizâri İsmâililiğinin üçüncü dönemi ise Ağa Han Dönemi olarak
isimlendirilmektedir. Bu dönemde Nizâriler oldukça etkin faaliyetler
gerçekleştirmiştir. Nitekim günümüze kadar devam eden sistemli bir mezhep haline
gelmişlerdir. Ağa Han İsmâililerinin ilk imamı olarak bilinen Hasan Ali Şah,
Kaçar hanedanlığı ile kurmuş olduğu iyi ilişkiler neticesinde “Ağa Han”
unvanını almıştır. Hasan Ali Şah’tan sonra gelen imamlarda bu unvanı kullanmaya
devam etmişlerdir. Ağa Han imamları arasında III. Ağa Han ve IV. Ağa Han’ın
oldukça önemli bir yeri vardır. III. Ağa Han Sultan Muhammed Şah, Ağa Han
Nizâriliği mezhebini sistemli bir hale getirmiş, bütün müntesiplerinin eğitim
ve kültür seviyelerinin artması için yeni okullar açmış ve kurumlar kurmuştur.
Bu bakımdan Ağa Hanlar’ın gerçekleştirmiş olduğu faaliyetler günümüzde
devamlılığını sağlamasına neden olmuştur. Gerçekleştirmiş oldukları faaliyetler
ve açmış oldukları kurumlar bakımından oldukça önem arz etmektedirler. Mezhebin
öğretilerinin yazılı olduğu bir belge düzenleyip yayınlayarak, Nizâriliğin
Hindistan’da resmi bir statü kazanmasını sağlamıştır.
Adıgüzel,
Adnan. “Mehmet Şerefeddin Yaltkaya’nın Fâtımîler ve Hasan Sabbâh Başlıklı
Makalesinin Sadeleştirilmesi”. e-Şarkiyat ilmi Araştırmalar Dergisi 12
(Kasım 2014): 187-220.
Amir,
Pol. Alamut’un Efendisi Hasan Sabbâh. Trc: Fahri Parin. İstanbul:Truva
Yayınları, 2017.
Anıl,
Yaşar Şahin. Hasan Sabbâh ve Alamut Terörü. Ankara: Panama
Yayıncılık, 2014.
Araycan,
Ayşe Atıcı. Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve Alamût. İstanbul:
Yeditepe Yayınevi, 2014.
Ateş,
Ahmet. “Bâtıniyye”, İslam Ansiklopedisi. 2: 341-342. MEB Yayınları,
1997.
Ay,
Zahide. Ortaçağ İranı’nda ve Anadolusu’nda Şiîlik İzlerinin Arka Planı:
Alamut Sonrası Nizârîİsmâilîliği. İstanbul: Önsöz Yayıncılık, 2012.
Aylar,
Mustafa. “Hasan Sabbâhve Cemi’t-Tevârih, Tarih-i İsmâilîyân’da Onun
Döneminde Öldürülenler” Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10/52
(Ekim 2017): 325-334.
Bartol,
Wladimir. Fedailerin Kalesi Alamut, Trc: Atilla Dirim. Yurt Yayınları.
Betlik,
Ali. Cennet’in Fedaileri Alamut Kalesi. İstanbul: Kamer Yayınları, 2017.
Bulut,
Faik. Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbâh Gerçeği. İstanbul:
Berfin Yayınları, 2014.
Cüveyni,
Alaaddin Ata Melik. Tarih-i Cühan Güşa, Trc: Mürsel Öztürk. Ankara: Türk
Tarih Kurumu, 2013.
Çubukçu,
İbrahim Agah. Gazali ve Bâtınîlik. Ankara: Resimli Posta Matbaası, 1964.
Çubukçu,
İbrahim Agah-Çağatay, Neşet. İslam Mezhepleri Tarihi. Ankara:
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1965.
Daftary,
Farhad. Alamut Efsaneleri. Trc: Özgür Çelebi. Ankara: Yurt Kitap- Yayın,
2008.
Daftary,
Farhad. İsmâililer Tarihleri ve Öğretileri. Trc. Erdal Toprak. İstanbul:
Doruk Yayımcılık, 2005.
Daftary,
Farhad. Şii İslam Tarihi, Trc. Ahmet Fethi. İstanbul: Alfa Yayınları,
2016.
eş-Şehristânî,
Muhammad. el-Milel Ven’n-Nihal, Trc. Mustafa Öz. İstanbul: Litera
Yayıncılık, 2011.
Fazlullah,
Reşidü’d-dîn. Cami’üt-Tevarih, Trc. Erkan Göksu- H. Hüseyin
Güneş. İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınları, 2014.
Franzıus,
Enno. “Alamut Kalesi”, Trc. Süleyman Tülücü. EKEV Akademi Dergisi 2/2
(Mayıs 2010): 77-83.
Gazâlî.
Bâtınîliğin İçyüzü, Trc. Avni İlhan. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 2019.
Gener,
Cihangir. Ezotenik-Bâtıni Doktrinler Tarihi. Ankara: Piramit Yayınları,
2004.
Gölpınarlı,
Abdülbaki. Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik. İstanbul: Kapı
Yayınları, 1979.
Gölpınarlı,
Abdülbaki. Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İstanbul: İnkılâp
Yayınları, 2016.
Kadyrov,
Mederbek. Ağa Han Ismâilileri. Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi,
2009.
Kaygusuz,
İsmâil. Hasan Sabbâh ve Alamut. İstanbul: Su Yayınevi, 2012.
Lewis,
Bernard. Haşhaşîler. Trc. Kemal Sarısözen. İstanbul: Kapı Yayınları,
2016.
Lewis,
Bernard. Ortadoğu, Trc. Selin Y Kölat. İstanbul: Arkadaş Yayınları,
2003.
Lewis,
Bernard. Tarih-i İsmâiliyan, Trc. Ferudun Bedrey. Tahran: h. 1362.
Lockhart,
Laurence. “Hasan-ı Sabbâh ve Haşîşîler”, Trc: Süleyman Tülücü. Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 26 (2006): 213-240.
Maalouf,
Amin. Semerkant, Trc. Ali Berkay. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016.
Ocak,
Ahmet. “Bir Terör Örgütü Olarak “Bâtınilik” ve Selçuklu Ülkesindeki
Faaliyetleri”, Dini Araştırmalar 7/20:163-178.
Öz,
Mustafa. “Ağa Han”, DİA, 1: 453-455. İstanbul: TDV Yayınları, 1988.
Öz,
Musafa. “Dâî”, DİA, 8: 420-421. İstanbul: TDV Yayınları, 1993.
Öz,
Mustafa. “İsmâiliyye”, DİA, 23: 128-133. İstanbul: TDV Yayınları, 2001.
Öz,
Mustafa. “İsmâililyye Mezhebi”, Milletler Arası Tarihte ve Günümüzde Şiilik
Sempozyumu, 605-645, İstanbul: İlmi Neşriyat, 1993.
Öz,
Mustafa. “Müsta’liyye”, DİA, 32: 116-118. İstanbul: TDV Yayınları, 2006.
Öz,
Mustafa. Nizâri İsmâili Mezhebinde Ağa Hanlar Dönemi. Doktora Tezi,
Marmara Üniversitesi, 1986.
Öz,
Mustafa. “ Nizâriyye”, DİA, 33: 200-201. İstanbul: TDV Yayınları, 2007.
Özaydın,
Abdülkerim. “Alamut”, DİA, 2: 336-337. İstanbul: TDV Yayınları, 1989
Özaydın,
Abdülkerim. “Hasan Sabbâh”, DİA, 16: 347-350.İstanbul: TDV
Yayınları,
1997.
Özaydın,
Abdülkerim. “Hasan Sabbâh ve Fedâîler”, Dm ve Hayat 15, (2012): 102-103.
Özaydın,
Abdülkerim. “Müstansır-Billâh el-Fâtımî”, DİA, 32: 119-121.
İstanbul:
TDV Yayınları, 2006.
Özaydın,
Abdülkerim. “Nizâmülmülk” DİA, 33: 194-196. İstanbul: TDV
Yayınları,
2007.
Piyadeoğlu,
Cihan. “Selçuklu ve İsmâilî Kalesi Girdkûh” Türkiye Mecmuası 27/1
(2017): 249-257.
Polo,
Marco. Dünyanın Hikaye Ediliş Tarihi (Harikalar Kitabı 1). Trc: Işık
Ergüden. İstanbul: İthaki Yayınları, 2003.
Rahman,
Fazlur. İslam. Trc: Mehmet Dağ, Mehmet Aydın. Ankara: Ankara Okulu Yayınları,
2012.
Şah,
Sultan Muhammed. Ekselansları Ağa Han İmam, Politikacı, Filozof, Dost, Trc:
Zeynep Özbek, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2005.
Şahmuradî,
Seyit Mesut. "İsmâiliyye'yi Nizarî Muhammed Şâhî ve Kasım Şâhî İran der
Devran-ı Safeviyye", Fasılnâmey'i İlm-i Pozuhiş-i Tarihi İslam, 19/74,
(Yaz, 2018): 242- 271.
Şarahî
İsmail, Şirzad Gülam ve Sedat Seyit Muhammed. "Sangi Nevişte Hay'i
Mantıka'i Haftad Kale ve İrtibat ânhâ ba Tarihi İsmâiliyan-ı Encudan",
Neşriyye'yi İlmi Tahassüsi Ferhang-i Pozuhî Merkezi, 1/2 (Sonbahar, 2013):
162-175.
Şentürk,
Onur Kutlu. “Lemser Kalesi’nin Kurtarılmasından (İsmâilîler Tarafından
Alınmasından) Bahistir”. Tarih Okulu 8 (Eylül-Arallık 2010): 169-171.
Şentürk,
Onur Kutlu. “Ortaçağ Nizâri İsmâilîler’de Fedâîlik Kurumu”, Yüksek Lisans
Tezi, Ege Üniversitesi, 2012.
Tan,
Muzaffer. “İsmâili Davet: Sosyo-Politik Gelişim Süreci”. Dini Araştırmalar
18/47 (Temmuz-Aralık 2015): 79-95.
Tan,
Muzaffer. “İsmâililik:Eski ve Yeni Davet”, Dini Araştırmalar 9/25 (Mayıs-Ağustos
2006): 281-294.
Tan,
Muzaffer. Haşşâşîliğin Tarihsel Arka Planı. Ankara: Maarif Mektepleri,
2017.
Tan,
Muzaffer. “Tarihsel Süreçte İsmâililik ve Yaşadığı Farklılaşmalar”, İlahiyat
Fakültesi Dergisi 17/2 (2012): 111-145.
Tülücü,
Süleyman. “Ahmet Mithat Efendi’nin Süleyman Musulî (Musullu Süleyman) adlı
Romanında Hasan-ı Sabbâh ve Bâtınilerle İlgili Bilgiler”, Atatürk
Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi14 (Erzurum 1999): 25-45.
Tülücü,
Süleyman. “Hasan-ı Sabbâh ve Haşîşîler”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 26 (Erzurum 2006): 213-240.
Türkoğlu,
Enes. Hasan Sabbâh, Ankara: Tutku Yayınevi, 2017.
Üzüm,
İlyas. “Huccet”, DİA, 18: 451-452. İstanbul: TDV Yayınları, 1998.
Waterson,
James. Alamut’unFedaileri. İstanbul: İkon Yayınları, 2011.
Willey,
Peter. AlamutKalesi. Trc: İlhan Kaya. İstanbul: Nokta Kitap, 2012.
Yazıcı,
Tahsin. “Fedâî”, DİA, 13: 53. İstanbul: TDV Yayınları, 1996.
Yuvalı,
Abdülkadir. “Hülâgû”, DİA, 18: 473-475. İstanbul: TDV Yayınları, 1998.
[1] Bk. Farhad Daftary, İsmâililer Tarihleri ve
Öğretileri, trc. Erdal Toprak, (İstanbul: Doruk Yayınları, 2005), 459.
[2] Bk. Mustafa Öz, “ Nizâriyye”, DİA,
(İstanbul: TDV Yayınları 2007), 33: 200.
[3] Bk. İbrahim Agah Çubukçu, Gazali ve
Bâtınîlik, (Ankara: Resimli Posta Matbaası, 1964), 40.
[4] Bk. Şehristani, Milel ve Nihal, trc.
Mustafa Öz, (İstanbul: Litera Yayıncılık, 2011), 175.
[5] Bk. Ayşe Atıcı Araycan, Dağın Efsanesi Hasan
Sabbâh ve Alamût, (İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2014),12.
[6] Bk. İbrahim Agah Çubukçu-Neşet Çağatay, İslam
Mezhepleri Tarihi /Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları,1965), 69.
[7] Bk. Muzaffer Tan, “Tarihsel Süreçte İsmâililik
ve Yaşadığı Farklılaşmalar”, İlahiyat Fakültesi Dergisi,17: 2, (2012),
134.
[8] Bk. Cihangir Gener, Ezotenik-Bâtıni
Doktrinler Tarihi, (Ankara: Piramit Yayınları, 2004), 204.
[9] Bk. Mustafa Aylar, “Hasan Sabbâh ve
Cami’t-Tevârih, Tarih-i İsmâilîyân’da Onun Döneminde Öldürülenler” Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10/52, (Ekim 2017): 328.
[10] Bk. Mustafa Öz, “Müsta’liyye”, DİA,
(İstanbul: TDV Yayınları, 2006), 116.
[11] Bk. Onur Kutlu Şentürk, Ortaçağ Nizâri
İsmâilîler ’de Fedâilik Kurumu, (Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi,
2012), 92.
[12] Bk. Yazıcı, “Fidâî”, DİA, (İstanbul: TDV
Yayınları 1996), 13: 53; Pol Amir, Alamut’un Efendisi Hasan Sabbâh, trc.
Fahri Parin, (İstanbul: Truva Yayınları, 2017), 128.
[13] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 13.
[14] Bk. Bernard Lewis, Ortadoğu, trc. Selin
Y Kölat, (İstanbul: Arkadaş Yayınları, 2003), 119.
[15] Bk. Lewis, Haşhaşîler, trc. Kemal
Sarısözen, (Ankara: Kapı Yayınları, 2016), 29.
[16] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 33.
[17] Bk. Muzaffer Tan, Haşşâşîliğin Tarihsel Arka
Planı, (Ankara: Maarif Mektepleri 2017), 8.
[18] Bk. Ayşe Atıcı, Büyük Selçuklu İmparatorluğu
’nda Bâtınî Hareketi, (Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 2005),
35-36.
[19] Bk. Atıcı, Büyük Selçuklu İmparatorluğu ’nda
Bâtınî Hareketi, 35-36.
[20] Bk. Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye ’de
Mezhepler ve Tarikatlar, 7.Baskı (İstanbul: İnkılâp Yayınları, 2016), 116.
[21] Bk. Atıcı, Büyük Selçuklu İmparatorluğu ’nda
Bâtınî Hareketi, 63-64; Kaleler hakkında detaylı bilgi için bk. Peter
Willey, AlamutKalesi, 2.Baskı (İstanbul: Nokta Kitap, 2012), 9-295.
[22] Bk. Abdülkerim Özaydın, “Hasan Sabbâh ve
Fidâîler”, Din ve Hayat, 15, (2012): 102.
[23] Bk. Ahmet Ocak, “Bir Terör Örgütü Olarak
“Bâtınilik” ve Selçuklu Ülkesindeki Faaliyetleri”, Dini Araştırmalar,
7/20: 172.
[24] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh”, 16: 347.
[25] Bk. Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i
Cihan Güşa, trc: Mürsel Öztürk, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2013), 546;
Özaydın, “Hasan Sabbâh'. 16: 347.
[26] Bk. Daftary, İsmâililer, 475.
[27] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 545;
Bernard Lewis, Haşhaşîler, 72.
[28] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 28.
[29] İlhanlı Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdarı
(1256-1265). Bk. Abdülkadir Yuvalı, “Hülâgû”, DİA,(İstanbul: TDV
Yayınları, 2003), 18: 473-475.
[30] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa,
451-655; Laurence Lockhart, “Hasan-ı Sabbâh ve Haşîşîler”, trc. Süleyman
Tülücü, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 26, (2006): 216;
[31] Bk. Özaydın, "Hasan Sabbâh".
16: 347-350.
[32] Bk. Özaydın, '"Hasan Sabbâh",
16: 347.
[33] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 72.
[34] Zerrab, para basan manasına gelir. Bk. Cüveyni,
Tarih-i Cihan Güşa, 547.
[35] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 73.
[36] Bk. Lockhart, "Hasan-ı Sabbâh ve
Haşîşîler”, 218.
[37] Bk. Farhad Daftary, Alamut Efsaneleri,
(Ankara: Yurt Kitap-Yayın, 2008), 56: Lewis, Haşhaşîler, 74.
[38] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 106.
[39] Bk. Özaydın, "Hasan Sabbâh'”, 16:
348.
[40] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 107.
[41] Bk. Daftary, İsmâililer, 514.
[42] Bk. Muzaffer Tan, “İsmâililik: Eski ve Yeni
Davet”, Dini Araştırmalar 9/25,( Mayıs-Ağustos 2006):291.
[43] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh" 16:
348.
[44] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 107; Daftary, İsmâililer,
513-514; Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 557.
[45] Girdkuh kalesi hakkında detaylı bilgiler için
bk. Cihan Piyadeoğlu, “Selçuklu ve İsmâilî Kalesi Girdkûh” Türkiye Mecmuası,
27/1, (2017): 249-257.
[46] Bk. Daftary, İsmâililer, 514; Cüveyni, Tarih-i
Cihan Güşa, 558.
[47] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 107.
[48] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 557.
[49] Bk. Yaşar Şahin Anıl, Hasan Sabbah ve Alamut
Terörü, (Ankara: Panama Yayıncılık, 2014), 268270.
[50] Bk. Anıl, Hasan Sabbâh ve Alamut Terörü,
265.
[51] Bk. James Waterson, Alamut’un Fedaileri,
(İstanbul: İkon Yayınları, 2011), 118.
[52] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 560.
[53] Bk. Daftary, İsmâililer, 514.
[54] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 552.
[55] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 108.
[56] Bk. Şehristani, Milel ve Nihal, 175.
[57] Şîa literatüründe genellikle imam ve ondan
sonra en yetkili kişi anlamında kullanılan bir terim. Bk. İlyas Üzüm, “Hüccet”,
DİA, (İstanbul: TDV Yayınları 1998), 18: 451-452.
[58] Dâi; insanları kendi dini veya mezhebine çağıran kişi demektir.
Allah’a çağıran manasında Hz. Peygamber’e nispetle kullanılan dâi kelimesi,
daha çok İsmâililerde kullanılmıştır. Bk: Mustafa Öz,“Dâi”, DİA,
(İstanbul: TDV Yayınları 1993), 8: 420. Dâilerin genel özellikleri için bk.
Muzaffer Tan, “İsmâili Davet: Sosyo-Politik Gelişim Süreci”, Dini
Araştırmalar, 18/47, (Temmuz-Aralık 2015): 91-93.
[59] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 107.
[60] Bk. Anıl, Hasan Sabbâh ve Alamut Terörü,
24.
[61] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh” 16: 348.
[62] Bk. Anıl, Hasan Sabbâh ve Alamut Terörü,
280; Ateş, “Batıniyye” İslam Ansiklopedisi, (MEB Yayınları, 1997), 2:
339.
[63] Bk. Bağdadi, Mezhepler Arasındaki Farklar,
230-241; Ateş, “Bâtınîyye”, 2: 341-342; Anıl, Hasan Sabbâh ve Alamut Terörü,
282-284.
[64] Bk. Enes Türkoğlu, Hasan Sabbâh,
(Ankara: Tutku Yayınevi, 2017), 19.
[65] Bk. Lockhart, “Hasan-ı Sabbâh ve Haşîşîler”,
218.
[66] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 29-30.
[67] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 75.
[68] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh” 16: 347-350.
[69] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 76.
[70] Bk. Özaydın, "Hasan Sabbâh”, 16:
347-350; Ayşe Atıcı Araycan kaynaklarda farklı rivayetlerin bulunmasından yola
çıkarak Hasan Sabbâh’ın, el-Müstansır ile görüşüp görüşmediğinden emin
olmadığını belirtmektedir. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve Alamût,
29-30.
[71] Bk. Özaydın, "Hasan Sabbâh".
16: 347-350.
[72] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 548.
[73] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 31.
[74] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 76-77; Daftary, İsmâililer,
477; Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa 548.
[75] Ebû Alî Kıvâmüddîn (Gıyâsüddevle, Şemsülmille)
Hasen b. Alî b. İshâk et-Tûs. Büyük Selçuklu veziri, Ortaçağ İslâm dünyasının
en başarılı devlet adamlarından. Bk. Abdülkerim Özaydın, “Nizâmülmülk” DİA,
(İstanbul: TDV Yayınları 2007), 33: 194-196.
[76] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 32-33.
[77] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 27.
[78] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh”, 16:
347-350.
[79] Bk. Kaygusuz, Hasan Sabbâh ve Alamut,
143.
[80] Bk. Daftary, İsmâililer, 481; Cüveyni, Tarih-i
Cihan Güşa, 553.
[81] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 555;
Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve Alamût, s. 33.
[82] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 33-34; Lockhart, “Hasan-ı Sabbâh ve Haşîşîler”, 218.
[83] Bk. Mustafa Öz, “ Nizâriyye”, 33: 200.
[84] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 79.
[85] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 80; Özaydın,
“Hasan Sabbâh”, 16: 336; Willey, AlamutKalesi, 198-199.
[86] Bk. Lockhart, “Hasan-ı Sabbâh ve Haşîşîler”,
219.
[87] Bk. Daftary, İsmâililer, 479.
[88] Bk. Özaydın, '“Hasan Sabbâh". 16:
337.
[89] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 550.
[90] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 560;
Lewis, Haşhaşîler, 81.
[91] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh”, 16:
347-350.
[92] Bk. Özaydın, "Hasan Sabbâh".
16: 337.
[93] Bk. Adnan Adıgüzel,“Mehmet Şerefeddin
Yaltkaya’nın Fâtımîler ve Hasan Sabbâh Başlıklı Makalesinin Sadeleştirilmesi”, e-Şarkiyat
İlmi Araştırmalar Dergisi, 12 (Kasım 2014?: 208.
[94] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh ve Fidâîler”, 102.
[95] Bk. Özaydın, "Hasan Sabbâh”, 16:
348.
[96] Bk. Özaydın, '"Hasan Sabbâh”, 16:
348.
[97] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 84.
[98] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 92.
[99] Bk. Yazıcı, "Fidâî”, 53; Cüveyni, Tarih-i
Cihan Güşa, 555.
[100] Bk. Özaydın, "Hasan Sabbâh".
16: 348.
[101] Bk. Özaydın, '"Hasan Sabbâh', 16:
348.
[102] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 33.
[103] Bk. Ali Betlik, Cennet’in Fedaileri Alamut
Kalesi, (İstanbul: Kamer Yayınları, 2017), 132.
[104] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri
AlamutKalesi, 139.
[105] Bk. Faik Bulut, Eşitlikçi Dervişan
Cumhuriyetleri ve Hasan Sabah Gerçeği, 4.Baskı, (İstanbul: Berfin
Yayınları, 2014), 106.
[106] Bk. Özaydın, "Hasan Sabbâh” 16:
348.
[107] Bk. İmam Gazâlî, Bâtınîliğin İçyüzü,
trc. Avni İlhan (Ankara: TDV Yayınları 2019), 58-61.
[108] Bk. Anıl, Hasan Sabbâh ve Alamut Terörü,
280.
[109] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 43: Bk. Daftary, Alamut, 164.
[110] Bk. Marco Polo, Dünyanın Hikaye Ediliş
Tarihi (Harikalar Kitabı 1) trc: Işık Ergüden ( İstanbul: İthaki Yayınları
2003), 118.
[111] Bk. Marco Polo, Dünyanın Hikaye Ediliş
Tarihi (Harikalar Kitabı1), 119.
[112] Bk. Daftary, Alamut, 164.
[113] Bk. Bulut, Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri
ve Hasan Sabah Gerçeği, 55.
[114] Bk. Onur Kutlu Şentürk, “Lemser Kalesini’nin
Kurtarılmasından (İsmâilîler Tarafından Alınmasından) Bahistir”, Tarih Okulu
8, (Eylül-Arallık 2010): 169-171.
[115] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 560.
[116] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh”, 16: 349.
[117] Bk. Şehristani, Milel ve Nihal, 175-
177.
[118] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh'. 16: 349.
[119] Bk. Daftary, İsmâililer, 515.
[120] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh”, 16: 349.
[121] Bk. Özaydın, “Hasan Sabbâh”, 16: 349.
[122] Bk. Ay, Alamut Sonrası Nizârîİsmâilîliği,
35.
[123] Bk. Daftary, İsmâililer, 472-473; Ay, Alamut
Sonrası Nizârîİsmâilîliği, 32.
[124] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 85.
[125] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 560.
[126] Bk. Waterson, Alamut’un Fedaileri, 157.
[127] Bk. Daftary, İsmâililer, 513: Cüveyni, Tarih-i
Cihan Güşa, 560.
[128] Bk. Ay, Alamut Sonrası Nizârîİsmâilîliği,
35.
[129] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 85; Türkoğlu, Hasan Sabbâh, 245.
[130] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri
AlamutKalesi, 215.
[131] Cüveyni’nin eserinde bu süre 20 yıl olarak
belirtilmektedir. Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 560.
[132] Bk. Daftary, İsmâililer, 519.
[133] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri
AlamutKalesi, 217; Daftary, İsmâililer, 522.
[134] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 110.
[135] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 86; Türkoğlu, Hasan Sabbâh, 246.
[136] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 112.
[137] Bk. Daftary, İsmâililer, 532.
[138] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 112.
[139] Bk. Daftary, İsmâililer, 532.
[140] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 114.
[141] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 562.
[142] Bk. Daftary, İsmâililer, 534-535.
[143] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 115; Betlik, Cennet’in
Fedaileri Alamut Kalesi, 228.
[144] Bk. Daftary, İsmâililer, 534.
[145] Bk. Daftary, İsmâililer, 534-535.
[146] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 87.
[147] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri
AlamutKalesi, 231.
[148] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa,
562-563; Daftary, İsmâililer, 534-535; Lewis, Haşhaşîler, 115116.
[149] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 116.
[150] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri
AlamutKalesi, 233.
[151] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 563.
[152] Bk. Daftary, İsmâililer, 539.
[153] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 563.
[154] Bk. Türkoğlu, Hasan Sabbâh, 255;
Daftary, İsmâililer, 538.
[155] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 564.
[156] Bk. Waterson, Alamut’un Fedaileri, 213.
[157] Bk. Daftary, İsmâililer, 539.
[158] Bk. Ay, Alamut Sonrası Nizârîİsmâilîliği,
34.
[159] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 121.
[160] Bk. Daftary, İsmâililer, 539; Cüveyni, Tarih-i
Cihan Güşa, 565.
[161] Bk. Daftary, İsmâililer, 540.
[162] Bk. Daftary, Alamut, 71.
[163] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 121-122.
[164] Bk. Daftary, Ismâililer, 540; Cüveyni, Tarih-i
Cihan Güşa, 565.
[165] Bk. Daftary, Ismâililer, 541-542.
[166] Bk. Kaygusuz, Hasan Sabbâh ve Alamut,
87.
[167] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 89; Waterson, Alamut’un Fedaileri, 214;
Daftary, Ismâililer, 545; Cüveyni, Tarih-i Cihan
Güşa, 571.
[168] Bk. Kaygusuz, Hasan Sabbâh ve Alamut, 94. Ancak Nurettin II.
Muhammed’in doğum tarihi Daftary’nin İsmâililer adlı eserinde Şevval 542/ Mart
1148 olarak geçmektedir. Bk. Daftary, İsmâililer, 546.
[169] Bk. Kaygusuz, Hasan Sabbâh ve Alamut,
94.
[170] Bk. Daftary, İsmâililer, 546.
[171] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 125; Cüveyni, Tarih-i
Cihan Güşa, 572.
[172] Bk. Daftary, İsmâililer, 546.
[173] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 91.
[174] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri
AlamutKalesi, 253.
[175] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 91; Daftary, İsmâililer, 546.
[176] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri Alamut
Kalesi, 254.
[177] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri Alamut
Kalesi, 254; Daftary, İsmâililer, 547; Cüveyni, Tarih-i Cihan
Güşa, 567.
[178] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri
AlamutKalesi, 254.
[179] Bk. Kaygusuz, Hasan Sabbâh ve Alamut,
94.
[180] Bk. Daftary, İsmâililer, 552.
[181] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 125.
[182] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 91.
[183] Bk. Waterson, Alamut’un Fedaileri, 217.
[184] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 92-93; Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 573.
[185] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 129; Daftary, İsmâililer,
565; Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 573.
[186] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 129; Daftary, İsmâililer,
565; Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 573.
[187] Bk. Daftary, İsmâililer, 565; Cüveyni, Tarih-i
Cihan Güşa, 573.
[188] Bk. Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 95.
[189] Bk. Kaygusuz, Hasan Sabbâh ve Alamut,
128; Betlik, Cennet’in Fedaileri Alamut Kalesi, 258; Daftary, İsmâililer,
566.
[190] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri Alamut
Kalesi, 258; Daftary, İsmâililer, 567.
[191] Bk. Waterson, Alamut’un Fedaileri, 218.
[192] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 131; Daftary, Ismâililer,
566; Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 574.
[193] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri Alamut
Kalesi, 258; Daftary, İsmâililer, 566; Cüveyni, Tarih-i Cihan
Güşa, 575.
[194] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri Alamut
Kalesi, 258.
[195] Daftary’nin eserinde ise Celaleddin III.
Hasan’ın ölüm sebebi olarak dizanteri ifadesi yer almaktadır. Dizanteri bir tür
kanlı ishal hastalığıdır. Bk. Daftary, İsmâililer, s. 569.
[196] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 134.
[197] Bk. Waterson, Alamut’un Fedaileri, 219.
[198] Bk. Daftary, İsmâililer, 569.
[199] Bk. Daftary, İsmâililer, 569; Cüveyni, Tarih-i
Cihan Güşa, 576.
[200] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri Alamut
Kalesi, 272.
[201] Bk. Kaygusuz, Hasan Sabbâh ve Alamut,
131; Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 578.
[202] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri
AlamutKalesi, 273-274; Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 576-577.
[203] Bk. Daftary, İsmâililer, 569.
[204] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 143.
[205] Bk. Daftary, İsmâililer, 572.
[206] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 144.
[207] Bk. Daftary, İsmâililer, 589.
[208] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 579.
[209] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 579.
[210] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 579.
[211] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 580.
[212] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 580.
[213] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 582.
[214] Bk, Araycan, Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve
Alamût, 105.
[215] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 583;
Daftary, İsmâililer, 592.
[216] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 584
Lewis, Haşhaşîler, 149; Daftary, İsmâililer, 594.
[217] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 586;
Daftary, İsmâililer, 594.
[218] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 586
[219] Bk. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 587.
[220] Bk. Betlik, Cennet’in Fedaileri Alamut
Kalesi, 279.
[221] Bk. Daftary, İsmâililer, 595.
[222] Bk. Lewis, Haşhaşîler, 152.
[223] Bk. Daftary, İsmâililer, 597.
[224] Bk. Daftary, İsmâililer, 603.
[225] Bk. Daftary, İsmaililer, 605.
[226] Bk. Seyit Mesut Şahmuradî, “İsmailiyye’yi
Nizarî Muhammed Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”, Fasılnameîİlmi-
Pozuhişı Tarih İslam, 19/74 ( Yaz 2018): 242.
[227] Bk. Şahmuradî, “İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed
Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”, 243.
[228] Bk. Daftary, İsmaililer, 605.
[229] Bk. Daftary, İsmaililer, 606.
[230] Bk. Bernard Lewis, Tarih-ı İsmailiyan,
trc. Fereydun Bedrey’i, Tüs Yayın evi, (Tahran, h, 1362) 251: Şahmuradî,
“İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”,
243.
[231] Bk. Daftary, İsmaililer, 606; Şahmuradî,
“İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”,
243.
[232] Bk. Encudan, Irak Merkezinin 36 km güneybatısında olan bir kasabanın
adıdır. Bu bölgenin ismi eskiden “Enkuvan” “Enkıdan” olduğu bildirilmektedir.
Fakat rivayet edilen bilgiye göre Kasım Şahiler’in ikamet etmelerinden sonra bu
bölgenin ismi “Encudan” şeklinde olmuştur. Adı geçen bölge Kasım Şahiler’in en
önemli merkezlerindendir. Şahmuradî, “İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed Şahî ve
Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”, 244: İsmail Şarahî, Gülam Şirzad ve
Seyit Muhammed Sadat, “Sangı Nevişte Hayi Mantıka Haftad Kale ve İrtibat Ânha
ba Tarih İsmailiyanı Encudan”, Neşeriyye’yi İlmi- Tahassüsî Farhang Pözuhî
Merkezî, 1/2 (sonbahar 2013): 162, 165.
[233] Bk. Daftary, İsmaililer, 607: İsmail
Şarahî, Gülam Şirzad ve Seyit Muhammed Sadat, “Sangı Nevişte Hayi Mantıka
Haftad Kale ve İrtibat Ânha ba Tarih İsmailiyanı Encudan”, 163.
[234] Bk. İsmail Şarahî, Gülam Şirzad ve Seyit
Muhammed Sadat, “Sangı Nevişte Hayi Mantıka’i Haftad Kale ve İrtibat Ânha ba
Tarih İsmailiyanı Encudan”, 175.
[235] Bk. Daftary, İsmaililer, 608-609.
[236] Bk. Daftary, İsmaililer, 615.
[237]Bk.
Daftary, İsmaililer, 615.
[238] Bk. İsmail Şarahî, Gülam Şirzad ve Seyit
Muhammed Sadat, “Sangı Nevişte Hayi Mantıka’i Haftad Kale ve İrtibat Ânha ba
Tarih İsmailiyanı Encudan”, 162.
[239] Bk. Daftary, İsmaililer, 616.
[240] Bk. Daftary, İsmaililer, 617.
[241] Bk. Şahmuradî, “İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed
Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”, 243.
[242] Bk. Daftary, İsmaililer, 618-619;
Şahmuradî, “İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran
Safeviyye”, 243.
[243] Bk. Daftary, İsmaililer, 619.
[244] Bk. Daftary, Ismaililer, 619.
[245] Bk. Daftary, İsmailier, 620.
[246] Bk. Daftary, İsmailier, 620.
[247] Bk. Daftary, Ismailier, 621-622.
[248] Bk. Daftary, İsmailier, 621-622.
[249] Bk. Daftary, İsmailier, 622-623.
[250] Bk. Şahmuradî, “İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed
Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”, 243-244.
[251] Bk. Daftary, İsmailier, 623.
[252] Bk. Daftary, İsmailier, 624.
[253] Bk. Farhad Daftary, Şii İslam Tarihi,
(İstanbul: Alfa Yayınları, 2016), 176.
[254] Bk. Şahmuradî, “İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed
Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”, 263.
[255] Bk. Daftary, İsmaililer, 607; Şahmuradî,
“İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”,
271.
[256] Bk. İsmail Şarahî, Gülam Şirzad ve Seyit
Muhammed Sadat, “Sangı Nevişte Hayi Mantıka Haftad Kale ve İrtibat Ânha ba
Tarih İsmailiyanı Encudan”, 163.
[257] Bk. Daftary, İsmaililer, 634; İsmail
Şarahî, Gülam, Şirzad ve Seyit Muhammed Sadat, “Sangı Nevişte Hayi Mantıka
Haftad Kale ve İrtibat Ânha ba Tarih İsmailiyanı Encudan”, 163.
[258] Bk. Daftary, İsmaililer, 634; İsmail
Şarahî, Gülam, Şirzad ve Seyit Muhammed Sadat, “Sangı Nevişte Hayi Mantıka
Haftad Kale ve İrtibat Ânha ba Tarih İsmailiyanı Encudan”, 163.
[259] Bk. Şahmuradî, “İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed
Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”, 252.
[260] Bk. Şahmuradî, “İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed
Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”, 246.
[261] Bk. Daftary, İsmaililer, 644.
[262] Bk. İsmail Şarahî, Gülam Şirzad ve Seyit
Muhammed Sadat, “Sangı Nevişte Hayi Mantıka Haftad Kale ve İrtibat Ânha ba
Tarih İsmailiyanı Encudan”, 174.
[263] Bk. Daftary, İsmaililer, 644-645.
[264] Bk. Daftary, İsmaililer, 347.
[265] Bk. Daftary, İsmaililer, 648; Şahmuradî,
“İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”,
262-263.
[266] Bk. Şahmuradî, “İsmailiyye’yi Nizarî Muhammed
Şahî ve Kasım Şahî İran Der Davran Safeviyye”, 268.
[267] Bk. Daftary, İsmaililer, 649.
[268] Bk. Daftary, İsmaililer, 650.
[269] Bk. Daftary, İsmaililer, 650.
[270] Bk. Daftary, İsmaililer, 651.
[271] Bk. Daftary, İsmaililer, 651-652.
[272] Bk. Daftary, İsmaililer, 652.
[273] Bk. Mederbek Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri,
(Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 2009), 28.
[274] XIX.yüzyıl başlarından itibaren Nizari İsmaili
mezhebinin son dört imamı için kullanılan unvan. Detaylı bilgi için bk; Mustafa
Öz, “Ağa Han”, DİA,( İstanbul: TDV Yayınları, 1988), 1: 453-455.
[275] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 26.
[276] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 26,
Daftary, Şii İslam Tarihi, 182.
[277] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 28.
[278] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 29.
[279] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 30;
Daftary, İsmaililer, 686; Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi(Doktora Tezi/Marmara Üniversitesi, 1986), 24-25.
[280] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 31.
[281] Bk. Abdülbaki Gölpınarlı, Tarih Boyunca
İslam Mezhepleri ve Şiilik, (İstanbul: Kapı Yayınları, 2016), 84.
[282] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 31-32.
[283] Kirman’da, Hasan Ali Şah’ın çok sayıda
taraftarının bulunduğu yer. Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 32.
[284] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 33.
Daftary, İsmaililer, 690.
[285] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 34.
[286] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 36.
[287] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 37.
[288] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 40-41.
[289] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 38;
Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar Dönemi, 39.
[290] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri,41.
[291] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han: İmam, Politikacı, Filozof, Dost, trc. Zeynep Özbek (İstanbul: Kaknüs
Yayınları, 2005), 30.
[292] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han, 26.
[293] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 43.
[294] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han, 26.
[295] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa Han,
63.
[296] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 43.
[297] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han, 267.
[298] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han, 349.
[299] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han, 65-66.
[300] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 47.
[301] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han, 115.
[302] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han, 157.
[303] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 48.
[304] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han: 110; Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 49.
[305] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 49-50.
[306] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han, 276.
[307] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han, 294-298.
[308] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 52.
[309] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 53-54.
[310] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 54-55.
[311] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 55-56.
[312] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 56.
[313] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 56-57.
[314] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 67-68; Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 80.
[315] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 67-68.
[316] Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 81.
[317] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 68-69.
[318] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 69
[319] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 69.
[320] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 70.
[321] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 71.
[322] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 71.
[323] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 72.
[324] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 73.
[325] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 76.
[326] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 73-75.
[327] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 76.
[328] Bk. Fazlur Rahman, İslam, trc. Mehmet
Dağ, Mehmet Aydın (Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2012), 250-253; Öz, Nizari
İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar Dönemi,101-102.
[329] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 76.
[330] Bk. Sultan Muhammed Şah, Ekselansları Ağa
Han, 178.
[331] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi,77.
[332] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 77.
[333] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 83.
[334] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 83.
[335] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 84.
[336] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 85.
[337] Bk. Kadyrov, Ağa Han
İsmailîleri, 77.
[338] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 86-88.
[339] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 85.
[340] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 91.
[341] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 93-94; Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 86.
[342] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 95-96; Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 88.
[343] Bk. Öz, Nizari İsmaili Mezhebinde Ağa Hanlar
Dönemi, 96-97.
[344] Bk. Kadyrov, Ağa Han İsmailîleri, 89.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar