ÖMER HAYYAM’IN ŞİİRLERİNDE TASAVVUFÎ SEMBOLLER
Hazırlayan:
Yusuf Alpaslan Aslantekin
Ömer Hayyam
ve şiirlerindeki tasavvuf! semboller hakkında ilk defa yapılmış olan bu
çalışmada, Ömer Hayyam’ın hayatı, eserleri, ilmi ve edebi kişiliğine
değinilmiş, özellikle rubailerindeki tasavvufı semboller şerh edilmiştir.
Tezimiz giriş olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Tezi hazırlarken
tasavvufun temel kaynaklarından ve İran edebiyatı kaynaklarının yanı sıra diğer
başvuru kaynaklarından, yabancı kaynaklar ve makalelerden faydalanılmıştır.
Bununla birlikte karşılaştırılmalı bir metot uygulanarak metnin oluşturulması
sağlanmıştır. Şüphesiz ki Hayyam’ın dünyada adının duyulmasında en büyük etken
ilmi eserlerinden ziyade benzersiz rubaileridir. Her ne kadar 12. yy da yaşamış
olsa da asıl şöhrete 19. yy oryantalistleri çabalarıyla ulaşmıştır. Firdevsi, Sadi ve Hafız gibi
Fars dili ve edebiyatının büyük şairlerin şiirleri bile Batı’nın muhtelif
dillerine çevrilmesine rağmen hiç biri Hayyam’ın bulduğu şöhrete kavuşamamıştır.
Bu üne kavuşmasındaki en önemli
şahsiyet İngiliz şair Fitz Gerald’dır. Bu şair Bodleian kütüphanesinde 1460
istinsah tarihli Ömer isminde bir şairin rubailerini bulmuştur ve onu orijinal
aslına bağlı kalmadan çevirmiştir. Ateizmin zirveye ulaştığı bu dönemde bir
İslam şairi olan Hayyâm’ı kolaylıkla şaraptan, meyhaneden ve dinle dalga geçen
şiirler yazdığını göz önüne çıkarmakla kalmamış, onun dünyada bu türlü bir ün
kazanabilmesi için bütün yeteneklerini ortaya koymuştur. Ömer Hayyam 19. asırda
Batılı şahsiyetlerin planlı ve bilinçli gayretleriyle ortaya çıkardıkları ve
Müslümanlara bir rol model olarak sundukları tarihi bir kişilik haline
getirilmiştir. Daha sonra sayıları giderek artan bu rubailerin Hayyam’a ait
olmasa bile ona nispet edilenleriyle beraber binlere ulaşmıştır. Öyle ki bu
rubailerin birçoğu günahkâr bir Müslüman’ın dahi söyleyemeyeceği kadar kötü
düşünceler ve saçmalıklar içermektedir. Bu tezi almamda ki asıl amaç Batılıların
ve ülkemizdeki bazı kesimlerin Hayyam üzerindeki bu türlü çabalarını boşa
çıkarmaktır. Bu gerekçelerle yola çıkarak, rubailerindeki şarap sembolünden
herhangi bir içki içen insanın kolayca düşünebildiği gibi, şaraba tapma fikri
çıkarılmaması gerekmektedir. Burada söz edilen şarap ekseriyetle, tasavvufta
sembolik olarak kullanılan, Allah aşkı anlamına gelen aşk şarabıdır. Ayrıca
Hayyam’ın tasavvufa da meyl etmiş olduğu da aşikârdır. Ancak Hayyam, Senâî veya
Mevlânâ gibi sufilerden değildir.
Hayyam “Kalenderdik yoluna koyulup
koşmadıkça, yüzünü gönül kanıyla yıkamadıkça bu iş olmaz. Sen hangi sevdadasın,
ne kaynatıp durmadasın? Gönülleri yanan erler gibi varlığından geçmedikçe
ortaya çıkmaz bu iş” der. Bu ve buna benzer rubailerinden de
anlaşıldığı üzere Hayyam’ın tasavvufu Hâfız’ın tasavvufu gibi irfanî ve
kalenderânedir. Ömer Hayyam’ın şiirlerinde yalnızca şarap sembolü değil birçok
tasavvufi sembollü kullandığını da görmekteyiz.
Daha
önceleri rubai çevirileri, ilmi eserleri ve onun felsefesi üzerine yapılan
birçok araştırma ve çalışma mevcuttur. Buna karşın şiirlerindeki tasavvufi
sembolleri incelemesi açısından yapılan bu çalışma ilk olması sebebiyle önem
arz etmektedir.
GİRİŞ
Hayatını,
eserlerini ve rubailerinde ki tasavvufi sembolleri tezimizin ilgili
bölümlerinde ayrıntılı olarak ele alacağımız Ömer Hayyam, Büyük Selçuklu
Devletinin başkenti olan Nişabur şehrinde dünyaya gelmiştir. Hayyam, Merv,
Belh, Herat, Buhara, Rey, Semerkant ve Isfahan gibi döneminin ilim ve ticaret
merkezi olan şehirlere çeşitli seyahatlerde bulunmuştur. Bu seyahatleri dışında
Nişabur kentinde yaşamış ve bu şehir de dünyaya gözlerini kapatmıştır.
Tezimiz
Hayyam’a nispet edilen, kadın düşkünü, ayyaş ve dinsiz yakıştırmasını ortadan
kaldırmayı hedeflerken, Hayyam’a nispet edilen rubailerle, aslında kendi
yazdığı rubaileri ayrıştırmaya çalışılarak, şiirlerde kullandığı tasavvufi
sembolik dilin örneklerle esas kastedilen anlamlarını açıklamak ve Ömer Hayyam
hakkındaki olumsuz bazı düşüncelerin ortadan kaldırılması sağlanmak
istenmiştir. Bunların yanı sıra ilmi eserlerinden bahsedilmiş ve semboller hakkında
genel bilgiler verilmiştir. Tasavvufta sembollere değinilerek Hayyam’ın
şiirlerindeki tasavvufi sembollere örnekler verilerek açıklama getirilmiştir.
Hayyam’ın
yaşadığı 12. yüzyılda Büyük Selçuklu Devletinden başka bölgede varlıklarını
sürdüren kendisi gibi Türk devletleri olan Oğuz Yabgu Devleti, Karahanlılar ve
Gazneliler Hüküm sürmekteydiler. Bunların yanı sıra batısında Doğu Roma
İmparatorluğu ve çok sıkı ilişkiler kurdukları, İslam halifeliğini ellerinde
tutan Abbasiler bulunmaktaydı. Hayyam Selçukluların altın çağı olan Melikşah
ve Sencer dönemlerinde her iki sultandan himaye gördüğü gibi Selçukluların baş
veziri Nizâmülmülk’le de oldukça yakın ilişkiler kurmuştur. Ömer Hayyam’ı
daha iyi anlayabilmek için yaşadığı dönemi siyasi, soysal ve dini yönden
değerlendirmek gerekir.
ÖMER HAYYAM’IN YAŞADIĞI DÖNEMDE SİYASİ, SOSYAL VE DİNİ DURUM
Siyasî
Durum
Selçuklular,
Türklerin İslâm dünyasına hâkim olmalarına ve yayılmalarına, İslam medeniyeti
ve kavimleri tarihinde yeni bir devir açmalarına âmil olan kavim ve
hânedanların adıdır.[1]
Selçuklular Oğuzların Kınık aşiretine mensupturlar. Oğuz boyunun sağ ve sol
olmak üzere iki kola ayrıldığını, sağ kola Boz-Ok, sol kola Üç-Ok denildiğini
ve Oğuz boyunun 24 boydan meydana geldiği kabul edilir.[2]
Oğuz Yabgu
devletinde, Demir Yalığ yani “Demir Yaylı” olarak bilinen, Selçukluların atası
olan Dukak (Tukak), bu devlette Yabgu‘dan sonra gelen önemli bir siyasi ve
askeri göreve sahipti.[3]
Dukak’ın
ölümü üzerine oğlu Selçuk’ un genç yaşta subaşı olduğu, sür’atle kuvvet ve
şöhret kazandığı bilinmektedir. Onun Oğuz Yabgusu ile bozuşması ve ondan
ayrılmasında bu artan kudreti rol oynamaktadır.[4]Ayrıca
hayvan sürüleri için otlakların yetersiz hale gelmesi de Selçukluları göçe
zorlamıştır. Cend şehrine yerleşen Selçuk Bey takriben 960’lı yıllarda
İslamiyet’i kabul etmiştir.[5]
Selçuk
Bey'in yapılan bir savaşta şehit olan oğlu Mikail’in Çağrı ve Tuğrul Bey adında
iki oğlu vardı. İkisini de dedeleri Selçuk Bey himayesinde büyütülmüştür.[6] Çağrı
Bey’in komutasındaki Selçuklu ordusu 22-24 Mayıs 1040 tarihinde yapılan üç
günlük savaş sonucunda Gazneli ordusunu mağlup etmiştir. Bu zafer, Türk-İslam
ve dünya tarihi bakımından çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Artık onlar
Horasan’da bir devlet kurduktan sonra bütün Sünnî İslam âleminin maddî kuvvet
ve kudretini temsil ile onu, her türlü iç ve dış tehlikelere karşı koruma
görevini üstlenmişlerdir.[7]
Tuğrul
Bey’den sonra yerine gelen Alpaslan ve oğlu Melikşah Dönemi Selçuklu Devletinin
en parlak ve görkemli dönemidir. Bu hükümdarlar zamanında Anadolu Müslüman
Türklere yurt olmuş, Mekke ve Medine de Fatımilerin elinden kurtarılmıştır.
Sosyal
Durum
Selçuklu
devlet düzeni içerisinde hazineden faydalanamayan topluluklara reaya ismi
verilmiştir.[8] Bu
topluluk Selçuklu devletini idare edenlerin nizâmına uymak ve vergi ödemekle
yükümlülerdi. Bununla birlikte hükümdar da reayanın can, mal ve namusunu
gözetmekle sorumluydu. Resmi kaynaklarda reayanın sultana Allah'ın bir emaneti
olduğu belirtilmiş, devleti yönetenlerden onlara karşı adaletli olmaları istenmiştir.
İslam
âleminin husule getirdiği İktâ usulü, Selçuklular döneminde Türk askeri ve
İdarî feodalizminin rengini almıştır. Selçuklular toprak vergilerine
(mâl-ihakk) bağlı bir ordu oluşturmuş ve böylece hem askeri sistemlerini daha
güçlü kılmayı hem de bazı Türkmenler için gelir imkânı sağlamayı başarmıştır.
Bu Türkmenlerin devlet için temel teşkil edecek kadar önemli olduğunu da
eklemek gerekir. Bu çerçevede devletin gelişimi, imârı ve idaresi için önemli
bir kaynak da bulunmuştur. Kaynakların kuruluşunu Selçuklulara ve özellikle
büyük vezir Nizâmül-mülk’e atfettikleri bu askerî iktâlar ile Selçuklu devleti
ordusunun gelir ve maaş sorununu çözmüş, büyük bir orduyu organize ederek mühim
bir Türkmen nüfusunu toprağa ve devlete bağlı kılmayı başarmıştır. Bu sistem
iskân ve istihsalin artmasına, askerî ve idari bir kadroyu devlet ile halk
arasında mûkim kılmıştır.[9]
Selçuklular,
Horasan’ın en önemli şehri olan Nişabur'da başkentlerini kurdular. Yaklaşık
200.000 arasında nüfüsu olan Nişabur, başkent özelliğini Tuğrul Bey zamanında
devletin batıya yaptığı seferler sonucu olarak Rey kentine bırakmıştır. Sultan
Melikşah döneminde ise başkent Rey'den İsfahan'a nakledilmiştir. Orta halli
ticaret yapan tüccarlar, loncalar halinde teşkilatlanmıştı kalabalık zanaatkârlar
İsfahan’da, şehrin ekonomik hayatında önemli bir yer tutmaktaydı. Çinicilik,
demir işçiliği, boya sanayi ve kâğıt imalatı oldukça gelişmişti. Tabakhaneler,
dokuma tezgâhları, çini, cam ve kâğıt imalathaneleri, ülkede oldukça yaygın
durumdaydı ve bu iş kollarının başını çekiyordu. Bilhassa Horasan ile
Maveraünnehir'in üretilen ve şöhret kazanan Pamuklu ve ipekli dokuma mallar
ihraç edilmekteydi.[10]
Selçuklular
yaptırdıkları medrese, kütüphâne, câmi, hastahâne tıp mektebizâviye, imâret ve
kervansaraylar ile medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri vermiştir.[11]
Dönemin
medreselerinde İslam ilimleri verildiği gib iriyaziye, astronomi, edebiyat ve
felsefe de okutulmuştur. Gazzalî, Fahreddin er-Razî, Cüveynî, ve Ebu İshak
eş-Şirazi, gibi büyük din âlimleri yanı sıra farklı ilimlerde de otorite olan
nice âlimler yetişmiştir.[12]
Dinî
Durum
Sünniliğin
Hanefi mezhebini tercih eden Selçuklular Hanefiliğin Türk örf ve âdetleri ile
uyuşmasından dolayı Hanefilik, devletin de resmi mezhebi olmuştur. Selçuklular,
İslamiyet’e zararları olan Bâtınilere karşı mücadelede etmişlerdir. [13]Selçuklu
devletinin teşkilatlı medreseleri, âlimler ve ilim talebeleri için vakıf
suretiyle yani meccânî olarak tahsil vermek üzere kurulmuşlardır. Bu medreseler
Alpaslan döneminde, Bağdat’ta 1067 (459) de, Nizâmiye’nin inşâsiyle başlamış ve
çok geçmeden bütün İslâm beldelerine yayılmıştır. Sultan, şah, vezir, bey ve
hatunların hepsi bu medrese vakfetme eylemine gönüllü olarak katılmış ve bu
eylem gelenek haline gelerek artarak devam etmiştir. Nizâm’ül-mülk döneminde
Bağdad’ta kurulan Nizâmiyye Medresesi sonrası îsfahan, Rey, Nişâpûr, Merv,
Belh, Herat, Basra, Musul, Amul gibi büyük merkezlerde de medreseler kurulmuş
ve yine aynı adla isimlendirilmişlerdir. Bu ilk medreselerin ardından başka
isimlerle de anılan farklı medreseler vücuda getirilmiştir.[14]
Sultan
Alpaslan, Bağdat'ta Ebu Hanife'nin kabrinin yanı başında Hanefiler için bir
medrese inşa ettirmiş ve ilk dersi de Hanefi âlimlerinden Ebu Tahir İlyas
ed-Deylemî verdirmiştir. Ez-Zeynebî’de elli yıl süresince bu medresede
müderrislik yapmıştır. Hanefi mezhebi Horasan ve Maveraünnehir’in önemli
şehirlerinden olan Semerkant Buhara, Belh, Rey, Nişabur ve İsbicab oldukça
yaygındır. Şii propagandalarını etkisiz hale getirmek amacıyla Selçuklular,
Hicaz ve Suriye gibi Arapların yoğun olduğu bölgelerde Şafii mezhebi esaslarına
uygun eğitim veren medreseler açarak Şiilik propagandalarının yayılmasını
engellemeyi amaçlamıştır. Bunların yanı sıra Selçuklular, Kuran ve Sünnet'e
dayalı tasavvuf anlayışını himaye etmişlerdir. Selçuklu hükümdarları tasavvuf
ehline karşı büyük saygı göstermişlerdir. Nizâmülmülk de ulemaya ve sufilere
karşı büyük itibar göstermiştir.[15]
Selçukluların
hoşgörü ve himaye temelli yaklaşımları başka dinlere mensup sığınmacılara karşı
da kendisini gösteriyordu. Zaman zaman kendileri de bu kişilerin dinlerini
benimsiyor ve bu durum çok dinin olduğu, farklı cemaatlerin bir arada yaşadığı
kozmopolit bir yapıyı meydana getiriyordu. Selçukluların bu yaklaşımı Yakın
Şarkta karşılaştıkları Hıristiyan ve Yahudi gibi gayrimüslim unsurlara karşı da
devam etmiştir. Çok geniş bir Hıristiyan coğrafyasını fethetmesine karşın
Alpaslan bu coğrafyanın müellifleri de dâhil olmak üzere olumsuz sıfatlarla
değil merhametli, âdil gibi olumlu sıfatlarla nitelenmiştir. Melikşâh: “kalbi
Hıristiyanlara karşı şefkatle dolu idi; geçtiği memleketlerin halkına baba gibi
davrandı, bu sebeple birçok vilâyetler, 1086’da, kendiliğinden onun idaresine
girdiler; Ermenistan ve Rum memleketleri onun kanunlarını tanıdılar”; “on iki
millet onun idaresinde yaşıyordu”; bir diğer Hıristiyan kaynak: “Melikşâh
insanların en mümtazı idi; iyiliği ve şefkati ile meşhurdu; Hıristiyanlara
karşı adaleti ve hayrı ile tanınmıştı” diye belirtmekte ve bu ifadelerin
teyidini İslam kaynakları da bizlere sunmaktadır.[16]
ÖMER HAYYAM HAKKINDA GENEL BİLGİLER
Hayatı,
İlmi ve Edebi Kişiliği
Asıl adı
Hâce İmam Ömer el-Hayyâmî yahut Hayyâm en-Nîşâburî olan Ömer Hayyâm, 12.asır
Fars topraklarında doğmuş âlim ve filozof olarak kabul edilen bir şahsiyettir.[17] Ömer
Hayyâm’ın matematikçi, astronom ve rubaî şairi olduğu herkes tarafından
bilinmektedir. Ayrıca onun hakkında binlerce makale ve kitap dünyanın muhtelif
dillerine çevrilip basılmıştır. [18]Hayyâm’ın
doğduğu yıl net bir şekilde bilinmemekle birlikte 1121-1122 yıllarında vefat
ettiği bilinmektedir. İçerisinde “Yetmiş iki yıl yaşadım gece gündüz”
rubaisinden yola çıkılarak 72-73 sene yaşamış ve bu sebepten dolayı da 10481049
yıllarında dünyaya geldiği çıkarılır. “el Cebr” adlı eserinde kendisini “Ebu’l Feth
Ömer b. İbrahim’il Hayyam” olarak söz edilmesinden gerçek isminin Ömer olduğu
bilinmektedir.[19] Arapçada
çadırcılık anlamına gelen “Hayyam” mahlasını babasının çadırcılık yapmasından
almıştır. Hayyam’dan söz eden en eski kaynaklardan biri, öğrencisi Nizâmî-i
Aruzî’nin Çehâr Makâle’sidir.[20]
Ömer Hayyam ile bizzat görüşmüş olan tarihçi Ebu’l-Hasan Ali b. Zeydi Beyhakî
(ö. 1170) de Tetimmetu Sivâni’l-Hikme adlı eserinde, onun hakkında geniş
bilgiler vermektedir.[21]
İran’ın
meşhur şairlerinden ve İslam’ın büyük hâkim ve sufilerinden olan Ömer Hayyâm,
aklî ilimlerle hikmet ve tasavvufta derin ve üstün bilgi sahibi olup rubaileri
meşhurdur ve bu rubailer vasıtası ile ince ma’naları rümuzlu sözler ve
nüktelerle belirtmiştir.[22]Hayyâm,
zamanın bilginleriyle dosttu. Bunlar arasında Sultan Sencer’in veziri olan
Abdülrezzak, meşhur hakîm İmam Gazâlî, Ebülhasan ile dostluğu çok sıkıydı ve
Sultan Melikşah onu dostlarından biri yerine koyardı[23].
Mahmud Kazvini Asarü'l-Bilad ve Ahbaru'l-İbad adlı eserinde Ömer
Hayyâm’ın hükemadan olup hikmetin birçok çeşidine vakıf olduğunu ve bilhassa
riyaziyede üstün ve derin bir bilgi sahibi olduğunu yazmıştır.[24]Ebul Hasan
Beyhaki onun hakkında Horasan hükemasının önderlerinden ve hikmet ilminde
mertebece Ebu Ali Sina derecesindedir demiştir.[25]
Ömer Hayyâm, İslâm dininin büyük düşünürlerinden İmam Gazâli ile de çağdaş
hatta arkadaştı.[26]
Ömer Hayyâm, Matematik, Fizik,
Astronomi, Felsefe ve Metafizik konusunda tam bir bilgindi. Hikmette ikinci İbn
Sina sayılmaktadır[27]. Doğum yeri olan
Nişabur’dan yola çıkarak Merv, Belh, Herat, Buhara ve Rey gibi döneminin ilim
ve ticaret merkezi olan şehirlere çeşitli seyahatlerde bulunmuş, bir süre
Semerkant’ta kalmış ve daha sonra İsfahan’a giderek Selçuklu Sultanı Melişah’ın
ölümüne kadar orada yaşamıştır.
Hayyâm,
yaşadığı asırda önemli bir mevki ve yaygın bir şöhrete ulaşmış. Muasırları
kendisini daima İmam ve Huccetulhakk (Hakk’ın kanıtı) gibi övgü dolu lâkaplarla
anmışlardır. Kendisi de hükümdar ve büyük bürokratlara arkadaş olup onların
yanında yakınlık ve saygınlık görmüştür.
Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’ün eski bir okul arkadaşının himayesinde iyi
bir matematikçi ve astronom olmasını sağlayacak çalışmalara girmiştir. Bunların
yanı sıra doğa
bilimleri, tıp, metafizik ve kimya alanında da eserler üretmiştir. Hayyâm
mimaride güçlendirme çalışmaları da yapmıştır.[28]
Selçuklu
Sultanı Celâleddin Melikşâh (1052-1092) ve onun sadrazamı Nizâmülmülk’ün
gözetimiyle Merv şehrinde kurulan rasathanenin reisliğine geçirilmiş ve yeniden
takvimin düzeltilmesi istenmiştir. Bundan sonra 1079 yılında Ömer Hayyâm
tarafından düzenlenen takvim, Sultan Melikşâh’ın ilk adıyla “Takvim-i Celali”
olarak anılmıştır, Celali Takviminin, Gregorius takviminden daha doğru olması
sebebiyle Frenk diyarında da ilgi görmüştür. Tıpta da ihtisası olan Ömer
Hayyâm, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşâh’ın oğlu Sencer’in yakalandığı çiçek
hastalığından kurtarıp tedavi etmiştir.[29]
Beyhakî
Hayyâm’ın tıp, fizik, astronomi, cebir ve geometri dışında kıraat, fıkıh, tarih
ve dil konusunda da engin bilgilere sahip olduğunu dil, tarih alanlarında geniş
bilgisi bulunduğunu, ayrıca beşeri ilimlerde de eşsiz hünerleri olduğunu
anlatmıştır.[30]
Ömer
Hayyam Batı dünyasında Doğu’nun en çok hayran olduğu şairi ve en bilinen
âlimlerinden birisidir. Bu ülkelerden biri olan Londra’da 1892 yılında Hayyam
adına bir kulüp teşkil edilmiş, ayrıca 1970 yılında ayın yüzeyinde bulunan bir
kratere, 1980 yılında da keşfedilen bir kuyruklu yıldıza ismi verilmiştir.[31]
Şüphesiz ki
Ömer Hayyâm, ilmi kişiliği yanı sıra edebi kişiliğiyle yani rubaileriyle de
dünyaya ün salmıştır. Her ne kadar ülkemizde ve İran’da 12. Yüzyıldan beri
bilindiği zannedilse de onunla ilgili hemen bütün bilgileri 19. Yüzyıl
oryantalistlerinin gayretleriyle dünyaya tanıtılmıştır. Fars Dili Edebiyatı
eserleri, Firdevsi, Sadî ve Hafız gibi şairlerin eserleri Avrupa dillerinde
yayınlanmış ancak hiç biri Hayyam’ın bulduğu şöhreti bulamamıştır.[32]
Hayyâm’ın
ölümünden takriben elli yıl sonra kaleme alınan el-İsfahânî’nin “Harîdetü’l-kasr”
adındaki eseri onu şair olarak anan ilk eser unvanına sahiptir.[33] Adı geçen
kitapta Hayyâm, Horasanda şiir sahibi olan şairler içinde zikredilir. Daha
sonra Necmeddîn-i Dâye, “Mirşâdü’l- İbâd” adı eserinde iki rubaisini
kaydetmiştir.[34] Şemsüddîn
eş- Şehrezûrî (ö. 687/1288) “Nüzhetü’l-Ervâh”[35]
adı eserinde birkaç rubâîden bahsetmiş, “Târîh-i Cihângüşâ” (658/1260)
adlı eserde Atâ Melik el-Cüveynî[36] bir rubai
ve Hamdullah el-Müstevfî (ö. 740/1340) “Târîh-i
Güzîde” (730/1330) adlı kitabında da bir
rubainse yer
vermiştir.[37] Daha
sonraki yazılan kaynaklarda ise ona ait nispet edilen şiirlerdeki artış hızla
devam etmiştir. Örneğin 868 (1464) senesinde düzenleyip tertip ettiği “Tarabhâne”
isimli eserde Reşîdî-i Tebrîzî[38], ona ait
nispet edilen 559 rubaiden bahsetmiştir. Bununla birlikte “Çehâr Makale”
[39] adlı
eserde Nizâmî-i Arûzî, Hayyâm’a nispet edilen 1224 rubaiden bahsetmektedir.
Fikirleri
Ömer
Hayyam’ın düşüncelerine, fikirlerine gelince hiç şüphe yoktur ki bu büyük âlim,
kendi zamanının irfan seviyesini aşmış ve pek kesin görüşü ile bizim asrımızın
ufuklarına yanaşmıştır. [40]Hikmet ve
felsefe de İbn Sînâ yolunu tutmuş olan ve hukemâ felsefesine inanan Hayyam
anlaşılıyor ki tasavvufa da meyletmiştir. Hayyam elbette Hakîm Senâî veya Mevlânâ gibi gerçek
sufilerden sayılmaz. Hayyam bir şeyhe intisab etti mi? Bilmiyoruz. Ancak şunu
biliyoruz ki onun tasavvufu Hâfız’ın tasavvufu gibi irfanî ve kalenderânedir.[41]
Rubailerindeki
şarap sembolünden, orta sınıf bir sarhoşun kolayca düşünebildiği gibi, şaraba
tapma fikri çıkarılmamalıdır. Bu şekilde şiirler yazan herhangi bir kimse,
şarap içmiş olabileceği gibi hiçbir zaman içmemiş olabilirde. Bahsedilen şarap
genellikle, tasavvufta sembol olarak kullanılan, ilahi aşk anlamına gelen aşk
şarabıdır.
Mevlana “Bizim bu sarhoşluğumuz kızıl
şaraptan değildir; bu şarap bizim sevdamızın kadehinden başka yerde bulunmaz.
Sen şarabını dökmek için geldin ama ben, ortada şarabı olmayan bir sarhoşum”
derken bu konuyu çok iyi anlatmaktadır.[42]
Türk
edebiyatında dindarlığı ile tanınan çoğu şair Hayyam'ı sufi olarak ele almış,
rubailerindeki ekseriyetle dile getirdiği şarap ve onunla ilişkilendirilen
mefhumlara tasavvufi yaklaşımda bulundukları için onu melâmîmeşrep bir kişi
olarak görmüşler ve rubailerimde bu bağlamda ele almışlardır. Hafız-ı Şîrâzî'
nin şiirlerinde de Hayyâm'ı andıran özellikler görülebilir.[43]
Eserleri
Kendi
döneminin en büyük matematikçisi olarak bilinen Ömer Hayyam, fizik, metafizik,
felsefe, cebir ve geometri gibi alanlarında eserler kaleme almıştır. Dünyanın
farklı yerlerindeki birçok kütüphanede bu eserlere rastlamak mümkündür. Bununla
birlikte günümüze kadar ulaşamayan eserlerinin isimlerini de çeşitli
kaynaklarda görmekteyiz.
Hayyam'ın
matematik ve analitik geometrinin ilerlemesi açısından katkısı çok büyüktür.
Hatta bu gelişim süreci Şerefeddin et-Tûsi'nin (ö. 610/1213 ?) İslam matematiğinden, Descartes'ın (ö.
1650) denklemlerin çözümündeki yaklaşımlarına da etki etmiştir. Onun sayılar
kuramı Öklid'in çalışmaları üzerine yoğunlaşmıştır. “Risâle fi şerhi mâ
eşkele min Muşâderati” adlı eserinde Hayyam, Öklidis'de ki işlemler esnasında
irrasyonel rakamların, rasyonel rakamlar gibi kullanıldığını kanıtlamıştır.[44]
“Risâletun fi’l-Berâhîni ‘âlâ
Mesâili’l-cebri ve’l-Mukabeleti”:
Bu eser Hayyam’ın Cebir ve mukabele sorularını cevapladığı ve matematik
alanında yazılmış önemli eseridir. Bu eserin tahminen 1080’li yıllarda
yazıldığı bilinmektedir. Hayyam, eserinde üçüncü derece denklemleri çözmeyi
başarmış ve bu tür denklemleri on beşe kadar çıkartmıştır.[45]
“Risâletun fî Kısmeti Rub’i’d-Dâireti”: Arapça olan bu eserde
Hayyam dairenin bölünmesini ele almıştır. Hayyam, bu eserde cebir risalesinden
daha evvel uğraştığı bir problemin çözümün yollarını kendisine konu edinmiştir.[46]
“Risâletun fî Şerhi mâ Eşkele min
Musâderâti Kitâbi Oklidis”:
Bu eserinde Hayyam, Öklidis’in kitabındaki grift problemleri cevaplamaktadır.
Arapça yazılan bu eser, giriş ile üç makaleden oluşmaktadır. Ayrıca eski Yunan
ve kendi dönemi İslam çalışmalarının eksikliklerine de değinilmiştir.[47]
4-“el-Kavlu
‘Alâ Ecnâsi’l-lezîbi’l-Erba’a”:
Müzikte kullanılan frekanslar ve akort üzerine yazılan bu eser Arapça olarak
kaleme alınmıştır.[48]
“Risâletun fı’l-ihtiyâli li ma’rifeti
mikdâreyi’z-zehebi ve’l-fiddati fî cismin mürekkebin minhumâ”: Bu eser Arapça olarak
kaleme alınmıştır. ”Mizânu’l- Hikmeti olarak da bilinir. Bir madde içerisindeki
gümüş ve altın oranını tespit etmek için yazılmıştır.[49]
“Celâlî Takvimi”: İbnü'l-Es'ir'in verdiği
bilgilere göre Selçuklu Hükümdarı Melikşah 467 (1074-75) tarihinde Ömer
Hayyam’ı kurduğu rasathanedeki heyetin başına geçirerek Yezdicerd takviminin
yerine mevsimlere tam uyum gösterecek yeni bir takvim yapmasını istemiş ve
böylece modern ölçümlere göre hata payı beş binyılda bir gün olan Celalî
takvimini 1079 senesinde hazırlamışlardır.[50]
Bu takvim 1852 yılında hazırlanan ve günümüzde birçok ülke tarafından kullanılan
Gregoryen[51]
takviminden daha doğrudur. Bu eser Hayyam’ın astronomi alanındaki en önemli
eserlerinden bir tanesidir. Bir diğeri ise aynı gözlem evinde,100 sabit
yıldızın 1079 yılındaki konumlarını belirleyen Zic-i Melikşah adlı eseridir.[52]
“Tercüme-i Hutbetu’l- Garrâ-yi İbn Sinâ”: Büyük düşünür İbn
Sinâ’nın, “Allah’ın tek oluşu ve yaratılış” konularını ele aldığı
Hutbetu’l-Garrâ adlı bu eserini Farsçaya çevirerek gerekli gördüğü yerlerde
çeşitli açıklamalarda bulunmuştur.[53]
“Risâletunfi’l-Kevni ve’t-Teklîf’i: İbn Sinâ’nın öğrencisi
olan İmam Nesevî’nin suallerine cevaplar verdiği, insanın yaratılışı ve kulluk
görevleriyle ilgili olan bu eser 1080 senesinde Arapça olarak yazılmıştır.[54]
“Risâletu’z-Ziyâi’l-‘Akl’i
fi’l-‘tlmi’l-Kullî":
İbn Sinâ’nın görüşlerine zaman zaman yer verdiği, Allah’ın varlık ve
özelliklerinden bahseden bir eserdir.[55]
“Zaruretu’t-Tezâddi fi’l-”Âlemi ve’l-Cebri
ve’l-Bekâ’i” “Dünya, zorunlu kadercilik ve ebedilikteki zıtlıkların mecburî
oluşu”:
Bu eser Arapçadır ve Risâletun fi’l- Kevni ve’t-Teklîfi’nin devamı
niteliğindedir. Hayyam bir önceki eserinde Ebû Nasr Muhammed bin Abdurrahîm
Nesevî’ye cevap vermiş bunun Ebû Nasr, üç felsefî meseleyi ortaya atarak
Hayyam’ın konudaki görüşlerini istemiştir. Hayyam ara ara öncekilerin de bilgi
ve görüşlerinden yararlanarak konu hakkındaki görüş ve bakışını ortaya
koymuştur.
“Risâletun fi’l-Vucûd”: Ebû Nasr Nesevî’ye
hitaben, Risâletun fi’l-kevni ve’t- teklîfi’nin devamı niteliğinde yazılan
eserde Hayyam, Allah’ın özellikleri konusunda ayrıntılı bilgiler vermektedir.[56]
“Risâletu Cevâben li-Selâsi Mesâilin”: Hayyam’ın bu eseri, üç
meseleye cevap vermek ve evrendeki zorunlu çelişkilerin çözümü hakkında
bilgiler vermektedir.[57]
13-“Risâle
der ‘İlm-i Külliyât-i Vucûd”:
Nizâmülmülk’ün isteği üzerine yazılan üç bölümden teşkil edilen Hayyam’ın Fars
dilinde yazdığı varlık bilimleri ile ilgili, felsefi konularda keleme alınan
tek eseridir. 57 [58]
14-“Risâle
der keşf-i hakikat-i Novrûz”
“Nevruz günü hakkında kitap”:
Eserin dili Farsçadır; Bu eserde yılın bittiği gününün, yaklaşık 2500 yıl evvel
Kral tarafından tespit edildiği bu tespiti yapan kralın bu günü Novruz olarak
isimlendirdiği ve bu günü kutladığı hakkında bilgi vermiştir. Bu kral İran’ın
2500 sene öncesinin namlı Hükümdarı Cemşid’tir. Cemşit dünyanın güneş etrafındaki
bir turunu 365 gün 6 saatte olarak hesaplamıştır.[59]
Nispet
Edilen Rubailer
Günümüzde
Oxford’daki Bodleian kütüphanesinde bulunan Şeyh Mahmûd-ı Yerbudâğî’nın
1461-1462’de Şiraz’da yazmış olduğu 158 rubaiyi içeren bu dergi, Hayyâm’ın
rubailerini bir araya toplayan ilk eserdir.[60]
Avrupa’ya ilk yayımlanan eser Thomas Hyde’ın 1700 senesinde yazdığı “Eski Pars,
Medyalı ve Farsîlerin Din Tarihi” isimli eserdir.[61]
Galatasaray Lisesinde, Farsça muallimi olan Feyzi Efendi’nin 1903’te
“Hayyâm” adıyla yayımladığı eser, ülkemizde bilinen ilk Hayyâm çevirisidir.[62] Bu
tarihten itibaren günümüze kadar olan rubailerin sayısındaki değişiklik dikkat
çekicidir. Gölpınarlı’nın “Hayyam Rubailer” eserinde 497,[63]
Hüseyin Daniş ve Rıza Tevfik’in, 1922 tarihinde basılan “Rubâiyyat-ı Ömer
Hayyâm” adlı eserinde 397,[64] Asaf
Hâlet Çelebi’nin “Ömer Hayyam ve Rubaileri” kitabında 345,[65] Abdullah
Cevdet’in “Ömer Hayyam Rubaileri” adlı eserinde 576,[66]
Rüştü Şardağ’ın “Rubailer Hayyam” kitabında 265,[67]
İranlı yazar Sâdık Hidayet’tin Farsça kaleme aldığı Mehmet Kanar’ın Türkçeye
çevirdiği “Hayyam’ın Teraneleri” isimli kitapta143 rubai vardır.[68]
Tezimizin
son bölümünde Hayyam’ın Farsça rubailerini Türkçe’ye çevirisini yapmak için
kullandığımız, Abdulbaki Gölpınarlı eserinde, yalnız Tarabhane’de
Hayyam’a ait olmayan onlarca rubai tespit etmiştir.[69]
[70]Ayrıca
Eyüboğlu’nun çevrisinde yer alan Hayyâm dışındaki şairlere ait, başka bir ifade
ile söyleyeni belli olan dörtlükler de mevcuttur.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi ona nispet edilen rubailerin oldukça büyük bir kısmı
Hayyam’ın değildir ve Ömer Hayyâm yaşarken bir şair olarak bilinmediği gibi
kendiside yazmış olduğu rubaileri bir araya toplamamış daha sonra oluşturulan
çeşitli eserlerde bir araya getirilmiştir.
Bu süreç içeresinde başka birçok şaire ait olan
şiirler Ömer Hayyâm’a aitmiş gibi gösterilmiş, ona atfedilen rubailerle haksız
imaj yaratılmıştır.
Bu ve bunlara benzeyen rubailere bakarak da onu zevkine düşkün, ayyaş, ateist
bir şair olarak görmemeliyiz. Oysaki yapılan güvenilir bilimsel çalışmalarda
Ömer Hayyam’ın rubailerinin sayısının yüz, yüz eli en fazla iki yüz iken diğer
eserlerde kendisine nispet edilen rubai sayısı bin iki yüzü geçmektedir.
Eğer zaten
Hayyam denildiği gibi gece gündüz sarhoş, kadehin müridi ve meyhanenin daimi
müşterisi olsaydı, hikmet, felsefe, riyaziyat ve heyetteki o yüksek dereceye
nasıl ulaşabilirdi?[71] Bu konu
hakkında Yakup Kenan da şu sözleri sarf etmiştir: “Onun yaşayışının,
Rubâîlerindeki sözlere uyduğunu yani şiirlerinde şaraptan bahseden Hayyâm’ın
ömründe şarap içtiğini kimse iddia edemez ve etmemelidir de. Fakat ne yazık ki,
o devrin mutaassıpları onu ayyaş ve dinsiz gözüyle görmüşlerdir...”[72]
“...Ne yazık
ki, bilen, bilmeyen, anlayan ve anlamayanlar onun sözlerini küfür addetmiş ve
kendisini alkolik diye tanımışlardır... Bir takımları da Rubâîlerinden dolayı
onu kötüleyen kara ve koyu mutaassıplara rağmen ona bağlanmış, taraftar
kesilmiş ve onu tutmuşlardır.”[73]
Hayyam’ın
tasavvufî felsefeyi benimsemiş ve ona uygun olarak hareket etmiş olduğunu,
Nizâmülmülk’ün oğlu Fahrülmülk adına yazmış olduğu risale olan “Silsilet’ül
Tertib” adlı eserin önsözünden de anlayabiliriz.[74]
Bu önsözden
anlaşıldığı üzere, Hayyâm, Tanrı’yı tanıyışta tasavvuf yolunu tutmuş, Hayyâm
gibi özü, sözü bir olan bir adamın bu konuda ikiyüzlülük yapmasına imkân
yoktur. Hayyâm'ın rubâîlerinde de zaten bu tasavvuf havasını yakalayabiliyoruz:
“Din yolunu bilmek şeriattır. O yola uygun amelde bulunmaya tarikat denir.
Tanrı rızası için ilimle ameli ihlâsla birleştirirsen bu da hakikattir.” Çoğu
sûfî gibi Hayyâm’da âdemoğluna büyük önem vermiştir. “Yıldızlar bile insana
serpilmiş yem taneleridir.” der. Hayyâm, bu manevî yolculukta, riyazâtı
değil, aşkı kılavuz edinmiştir. “Başkalarının aşkı, geçici aşk, halden hale
girer; onun sevgilisininse zevali yoktur. Aşk medresesinde laf olsaydı, lafla
hal arasında bir fark kalmazdı” der.[75]
Hayyâm,
Melâmet yolunun temsilcilerinden olan Kalenderiyye’yi tutar; zaten onun
meşrebinin muktezası da budur. Bu top Melâmet topu, bu meydan, yok olma meydanı
der; burası oyuna girip varını yoğunu tümden yitiren kumarbazların durağı.
Burada eli eteği çevik er gerek ki, ayyarcasına cana başa kalmasın, korkusuzca
geçip gitsin, bu alanı aşsın. Hayyâm’a göre kalenderlik yolu aşılmadıkça, o
yola düşülmedikçe, yüz göz gönül kanıyla yıkanmadıkça aşk davasına girişmenin,
varlıktan geçmedikçe hakikate ulaşmanın imkânı yoktur.[76]
Tarihçi
Beyhakî, Hayyam’ın ölüm tarihini anmamakla birlikte onun son saatlerini şu
şekilde anlatmaktadır: “Onun akrabalarından İmam Muhammed-i Bağdadî’nin bana
anlattıklarına göre Hayyam, bir taraftan dişlerini altından yapılmış bir
kürdanla temizlerken bir taraftan da İbn Sinâ’nın “Şifa” adlı eserinin
ilahiyat ile ilgili bölümünü inceliyordu. ‘Tek ve Çok’ başlıklı bölüme
gelince, kullandığı altın kürdanı kitabın arasına koydu ve ‘Adalet sahibi
şahitleri çağır da vasiyette bulunayım,’ dedi. Vasiyette bulunduktan sonra
namaza durdu. Ne bir şeyler yedi ne de içti. Yatsı namazını eda ettikten sonra
secdeye kapandı ve Allah’ım! Biliyorsun ki ben kendi imkânım dâhilinde seni
tanıdım. Beni bağışla. Çünkü seni tanımakla sana yakınlık elde ettim.’ dedi.
Ömer Hayyam bu sözlerinden çok kısa bir süre sonra vefat etmiştir.”[77]
Ömer
Hayyam’ın doğum tarihini hesaplayan Hint bilgini GovindaTirtha ile Rus bilim
adamlarının, ölüm tarihi üzerine yaptıkları hesaplara göre ise Hayyam 23 Mart
1122 tarihinde vefat etmiştir.[78]
Batılıların Gözünde Ömer Hayyam
Hayyâm’ın
tanınmasında en büyük katkısı olanlardan biriside şüphesiz, Fitz Gerald’dır[79](ö.1883).
Her şey onun Bodleian kütüphanesinde ortaya çıkardığı Fars dilindeki bu yazma
eserle başlamıştır. Avrupa’nın tüm inançları bir araya getirerek ortadan
kaldırmayı arzuladığı bu zamanda, “şans eseri” denile bilenecek, Bodleian
kütüphanesinde tamda istedikleri gibi, güya dinle dalga geçen bir “İslam”
şairinin el yazmalarına denk gelinmiştir. Bu yazma esere, 865/1460-1 istinsah
kaydı oluşturulmuştur. Adı geçen yazmada Ömer adında birinin 158 rubaisi
vardır.[80]
Adı geçen
şair, rubailerinde dinle dalga geçmeyi ve içki içmeyi övmekte, bütün dinleri ve
inananları aşağılamakla birlikte, Allah’la dalga geçmektedir. Ateizm doruk
noktalarına ulaştığı bu dönemde bir İngiliz, Hayyâm’ı keşfetmiştir. Çoğu İranlı
ve Osmanlı’nın bilmediği yahut unuttukları Ömer Hayyâm’ın şöhret zamanı
gelmiştir. Birincisi, Onun rubailerini ortaya çıkaran Gerald, çok iyi derecede
Farsça bilmektedir. İkincisi Gerald, şair olmasının yanında Fars dilinden
İngilizceye “manzum” çeviri konusunda oldukça iyidir. Üçüncüsü, çoğu müsteşrik
yeterince gayret etmesine rağmen elde edemediği bir başarıdır. Fakat Gerald, bu
işi ve yeterince iyi yapmaktadır. Son olarak Gerald, bir İslam şairi olan
Hayyâm’ı rahatlıkla meyhaneden ve dinle dalga geçmeyi öven şiirler yazdığını
göz önüne çıkarmış, onun dünyada ün kazanabilmesi için bütün kazandığı yetenekleri
sergilemiştir. Bunca “hikmetli tesadüflerin” rastgele mi, daha doğrusu
kurgulama olup olmadığı üstüne düşünmek gerekmektedir.[81]
Bundan da anlaşıldığı üzere Ömer Hayyâm, 19. asırda Batılıların bilinçli ve
planlı gayretleriyle ortaya koydukları ve Müslümanlara olması gereken bir model
olarak sundukları tarihi bir kişiliktir.
Batılıların,
Hayyam’ı, Doğululara kabul ettirmek için, yaptıkları bir diğer çalışma ise 1892
senesinde İngiltere’de “Omar Hayyam’s Clup” Türkçe adıyla Ömer Hayyâm Kulübü’nü
kurmalarıdır.[82] Adı geçen
kulübün üyeleri “mahfillerini kırmızı güllerle donatır ve “kırmızı şarap”
içerek “ayin” yaparlardı.[83] Uzun
yıllar İran ve Orta Doğu’da kalmış olan bazı İngilizler tarafından bir “Ömer
Hayyâm” derneği kurulmuştur. Çoğu eski petrolcülerden teşkil edilmiş olan bu
dernek üyeleri, klasik İngiliz kulüplerinin aksine kadınları da kabul
etmektedirler. Ancak, derneğe üye olabilmek için şartlar biraz ağır olduğundan
hemen hemen hiçbir kadın bu istek de bulunmamıştır. Dernek, ancak, beş litre
şarabı alan bir testiyi bir nefeste başına dikenleri üyeliğe kabul etmektedir. [84]Öyle ki
batılıların bu projesinin günümüzde de sürdürüldüğünü ve yer ettiğini
görmekteyiz. Ülkemizde “Hayyam” adı altında açılan şarap evlerinin, Batılıların
gayretleriyle bizlere dayatmış olduğu Ömer Hayyâm’dan etkilendiği aşikârdır.
Hayyam’a
Batıda hak ettiği “değer” ile Hayyam’ın “hakiki değeri” arasındaki ilişki
düşünülmesi gereken hususlardandır. Acaba Hayyam, gerçekten de çoğunluğun
hayranlığını oluşturabilecek şiirler ortaya koymuş muydu? “Şair” ve Hayam’a
verilen “değer” ilişkisi tatmin edecek derecede midir? Bunun gibi suallerin
cevaplarını ise objektif okuyucular tarafından, Ömer Hayyam’ın olan veya ona
nispet edilen aşağıdaki rubaileri okuyarak verebilirler: “Ne mescide, ne kiliseye
girmeye layık bir insanım. Benim hangi çamurdan yoğrulduğumu ancak Allah bilir.[85]
“Ben fakir
bir kâfir yahut çirkin bir o... gibiyim. Ne dinim var, ne dünyam var, ne de
cennete gidebileceğime ümidim var.” “Bir rint (ehl-i dil) gördüm ki şu küre-i
arz atına binmişti. Bu adamın ne küfr ile ne İslâm ile ne dünya ile ne din ile
bir münasebeti vardı. O ne Hakk’a, ne hakikate, ne şeriata, ne yakine
inanıyordu. Acaba iki cihanda bu cüreti gösterebilecek olan kimdir.”[86]
“Bir derenin
kenarında oturup bir güzelin sîmasını şarap içerek ve gül koklayarak temaşa
edeceğim ve bu safamı elimden geldiği kadar uzun müddet süreceğim. Oldum olalı
şarap içmişim, şimdi de içiyorum, yaşadıkça da yine içeceğim.”[87]
“Şaban’da
iyice şarap içeyim ki Ramazan’da mest kalayım”; “Oruç yedim; çünkü haberim
yoktu, gecemi gündüzümü şaşırdım.”, “Şarap, pişkin adamlar için helal; ham
adamlar için haramdır.”[88]
Bu ve buna
benzeyen rubailer, bizim nazarımızda, günahkâr bir Müslüman’ın dahi rahatlıkla
söyleyemeyeceği kadar aşağılık fikirler ve saçmalıklar içermektedir. Hayyam bir
rubaisinde “Kulak verir dinlersen sana bir öğüt vereyim: Allah aşkına olsun
riya elbisesini giyinme. Ahiret daimidir, dünya ise bir andan ibaret. Bir anlık
hayat için ebedi mülkü satma” der. Bize göre belirli bir amacı yoksa hiç kimse
onun bu türdeki rubailerinde vermek istediği sembolleri göremez.
Bununla
birlikte Ömer Hayyam Avrupa da gerekli şöhrete ulaştırıldıktan sonra Avrupalı
şairlerin Hayyam tarzı veya Hayyamane şiirler yazması sonucunda “Edebiyat-ı
Ömeriyye” veya “Ömerizim” denilen bir akım ortaya çıkmıştır. Bu sayede ise
Hayyam’a ait olmayan bir sürü rubai ona nispet edilerek Hayyamlaştırılmış ve
rubailerindeki ciddi sayı artışı gözle görülebilir bir seviyeye ulaşmıştır.
ÖMER HAYYAM’IN ŞİİRLERİNDE TASAVVUFİ
SEMBOLLER
Sembollerin Kullanımı
Sanat ve
edebiyatın her alanında kendisini hissettiren sembol edebiyatta ve bilhassa
şiirde en çok karşılaşılan kavramdır. Bu bağlamda sembol; "Remiz, âlem,
misal, timsal ve alamet karşılığında kullanılmaktadır. Ve dahi duyu
organlarıyla idraki imkânsız herhangi bir şeyi, tabii bir münasebet yoluyla
hatıra getiren veya belirten her türlü müşahhas şey yahut işarettir".[89]Sembol,
açıklanamazın ifade biçimidir.[90]
Anlamın
sonsuz kelimelerin ise sınırlı olduğu evrende şairler ve yazarlar söylemek
istediklerini herkesçe bilinen ancak asıl anlamlarının dışında kullanılan
kelimelerle beyan ederek kelimelere sembolik anlamlar katma yolunu
tutmuşlardır. Böylece dildeki yetersizliği aşmayı amaçlamışlardır. Bu
doğrultuda kelimeler birincil anlamlarından uzaklaşmış, sembolik ve mecazi
anlamlar kazanmışlardır.[91] Şair ve
yazarların bu söz “oyunları” bir gelenek haline gelerek kendilerine has bir
edebi gelenek meydana getirmişlerdir.
Konuya dair
Gustav Menshing[92]
(1901-1978) her “şey ”’in sembol olabileceği gibi, hiçbir “şey ”’in de
kendiliğinden sembol olamayacağını söyleyerek sembolün, bir kişinin ya da bir
belli bir zümrenin ortaya çıkardığı bir şey de olabileceğini aktarmaktadır.
Sembollerin iki öğesi olduğunu söyleyen Gustav, bu öğelerden birisinin
sembolleşen ya da sembol olarak kabul gören madde olduğunu, bir diğeri ise
sembolleşen bu maddenin anlatmak istediği manevi hakikattir diye belirtmiştir.
Yaşamın her alanına ait olabilecek bu sembol, her iki öğenin iş birliği
sebebiyle ortaya çıktığını vurgulamaktadır. Kullanılan her sembolün anlatmak
istediği bir gerçeğin olduğunu söyleyerek, sembollerin, anlatmak istediği
gerçek ile karıştırılmaması gerektiğini belirtmiştir.[93]
“Sembolün
aslını mistik dünya görüşü oluşturur” diyen Alman psikolog Allwohn sembolün
ilahi bir gerçeği maddi bir görünümle açıklamaya çalışmanın zor olduğunu ve
sembol ile açıklanmak istenen gerçek arasında anlaşılmayan mantık dışı bir
ilişki olduğuna vurgu yapmıştır. Gerçek sembolün, görülen ile görülmeyen
arasındaki gerçeğe vurgu yaparak, bilinçaltına ve ruhunun derinliklerine
varıncaya kadar etkileyip çoğu düşünce ve duygularımıza tesir edecek kadar
güçlü olduğunu da söylemiştir.[94]
Dini
sembollere gelecek olursak; dinde kullanılan semboller, çözümü güç olan çoğu
gerçeği dolaylı yolla anlatıp kesin olarak açıklamasını sağlar. Tillich’e[95] göre,
dinde semboller kendi kendine meydana gelir, gelişir ve ölür. Dinler tarihine
baktığımızda her dinin farklı sembollerden meydana gelmesi ve yok olup giden
sembollerle dolu olmasının da sebebi budur. Ortak bilinçaltının ortaya
çıkardığı dini semboller, içinde bulunduğu kültürü ve sosyal yapıyı göz önünde
bulundurur.[96] Milattan
önceki yıllarda Roma, Mısır ve Mezopotamya’da da pek çok sembol kullanıldığı
görülmektedir.
İlahi
dinlerde de sembolizm oldukça yaygındır. Mesela Musevilikte ahit sandığı,
Yaratıcının İsrailoğulları arasında her daim hazır bulunması ve savaş zamanı
“Yahweh'in” hükümdarlığını ve liderliğini sembolize etmekteydi. Hıristiyanların
en önemli sembollerinden birisi olan “haç” ise Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi
hadisesini sembolize etmektedir. İslam‘da namaz Müslümanlığa has bir ibadettir,
kulun durduğu kıyam, vardığı rükû, kapandığı secde bir semboldür. Asıl olan
Allah’a yaptığımız kulluk, münacaat ve ibadettir. Kurbanda aynı şekilde bir
semboldür. Allah rızası için yapılan bir sunaktır. Kuran’da “Bu kurbanların ne
etleri ne de kanları Allah'a ulaşır. Allah’a ulaşacak olan sizin takvanızdır.” (Hac,
22/37) buyurmuştur. Mesela hac sembollerin en çok bulunduğu ibadetimizdir.
Kâbe yapısı itibariyle taştan yapılmış bir binadır ama bütün Müslümanlar için
Allah’ın evi/Beytullah’tır ve bir sembol haline gelmiştir.[97]
Tasavvuf
geleneğinde, Kuran’ın görünen “zahir” anlamının yanı sıra, görünmeyen “bâtın”
anlamı da bulunmaktadır. Bu gözle bakıldığında Kuran’daki anlamlar da bir
semboldür. Bu sembol yalın haliyle “öz anlamı” oluşturmaktadır. Buna çekirdek
anlam da diyebiliriz. Sembolde, yani öz anlamda, tohumun ağacı içermesi gibi
pek çok iç anlamı da içermektedir. İşte tasavvuf bu görünmeyen anlamlar üstüne
teşkil edilmiştir. Ehl-i tasavvuf buna “bâtın” bilgisi demektedir.[98]
Tasavvufta
Semboller
Tasavvufta
semboller konusunda girmeden önce kadimliği peygamber dönemine dayandırılan
tasavvuftan bahsetmek konuya ön hazırlık olması açısından elzemdir. Tasavvuf
İslam’ın özüdür ve güzel ahlaktır. Her güzel huyu benimseyip, kötü huydan
sıyrılmaktır. İçinde bulunduğumuz âlemin nasıl bir özü ve bu özü koruyan bir
kabuğu varsa dinimiz İslam da bu madde âleminin içinde ortaya çıktığına göre
aynı şekilde onun da bir kabuğu ve bir özü vardır. Dinin zahiri olarak
adlandırdığımız şey yani kabuğunu oluşturan kısmı şeriat noktasında birleşen
hükümlerden oluşmaktadır. Bir de dinin bâtınî olarak adlandırdığımız içyapısı
vardır ve bu işin iç yönüyle iştigal olan ilim dalına “tasavvuf” denir.[99] Şüphe yok
ki tasavvufun bunun dışında pek çok çeşitli tarifi ve tanımı yapılmıştır.
Tanımı mutasavvıftan mutasavvıfa göre değişen, sufinin mertebesinden,
kavrayışına, eğilimine ve sosyal durumuna kadar pek çok etkenin bir araya getirdiği
sebeplere göre farklılık göstermektedir.
Kaynağını
Kur’an-ı Kerim ve Resûlullah'ın hadis ve yaşam tarzından alan tasavvuf
düşüncesi Hz. Peygamber ile başlayıp hicrî ilk iki asrı içine alan ve tasavvuf
kavramının kullanılmaya başlanmasına kadar süren bir zühd hareketi olarak
kendini göstermiştir. Kelime anlamı olarak “zühd”, “dünyaya ilgi duymamak,
değer vermemek, küçümsemek” anlamlarına gelmektedir.
M. 9. asırda
tasavvuf düşüncesinin temellerini oluşturan Cüneyd-î Bağdadî (ö. 297/907),
Haris Muhasibî ve Hâkim Tırmızî gibi önemli şahıslar yetişmiş ve eserler
vermişlerdir. Söz konusu şahıslar tarafından da ayrıca kurulan “Tasavvufî
Mektepler” in de aynı dönemde vücut bulduğu görünmektedir.
Cüneyd-î
Bağdadî, (ö. 297/907) Tasavvufu dünya ile ilgili şeylerde azla yetinmek,
Allah’tan başka her şeyle ilgiyi kesmek ve yalnız Allah ile beraber olmak
olarak tanımlamıştır.[100]
Tasavvufun
önemli bir diğer şahsiyeti olan İmam-ı Gazalî (ö.505/1111) ise tasavvufu, “
Tasavvuf, kalbi yalnız Allah’a bağlayıp, masivadan ilgiyi kesmek” olarak
tanımlar.
Muhiyiddin
İbn el-Arabî de, bütün bu tanımların yanı sıra “el-Fütûhâtü'l- Mekkiyye”10
adlı kitabında: “ Tasavvuf, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmaktır.” diyerek
özetlemiştir.
Sonuç olarak
hemen hemen her mutasavvıfın farklı bir yönden ele alarak ve yaşadığı
tecrübelerden yola çıkarak tanım yaptıkları görülmektedir. Ancak tüm bu
yorumları da göz önüne alarak bir tanım yapmak gerekirse Tasavvuf
"Kur'an-ı Kerim'i Hz. Resûlullah gibi yaşamaya çalışmak” demektir.
Konumuz olan
tasavvufta sembollere dönecek olursak, sembollerin iki temel vasfı vardır.
Birincisi kendi anlamı dışında ve kendi anlamını aşan bir hakikate vurgu yapmak
ve daha önemlisi onun yerine geçme özelliğidir. Diğer bir özelliği ise
anlaşılabilir olmasıdır. Sufiler çoğu kez şiirlerde sembollerin algılanabilir
söylemini kullanmayı tercih etmişlerdir. 102Tasavvufî birikimini
yorumlamak için en iyi yolun sembolik üsluptan geçtiğini bilen Sûfiler,
sırlarını gizli tutmak ve yanlış anlaşılmamak için bu yolu seçmişlerdir. Kendi
esrar ve sırlarını korumak için çaba harcayan sûfîler sahip oldukları anlam
dünyasını “nâmahrem”lerden sakınmışlardır. Söz konusu bu namahremleri kendi
esrar dünyalarından uzak tutmak için de maksatlarını sembol, ima ve işaretlerle
anlatma yolunu seçmişlerdir. [101] [102] [103]Onların
kullanımlarında Zülüf, ben, kaş, ney, sazlık, tûtî, âb, kevîr, sâkî, zindan
gibi kelimeler kendi birincil anlamları dışında anlamlar kazanmış ve
kendilerine has sembolik anlamlar kazanmışlardır.[104]
Sûfi ve
mutasavvıfların sembolleri kullanmalarındaki bir diğer saik de muhataplarında
uyandırmak istedikleri merak duygusudur. Bu yöntemin bir amacının da muhatabı
anlamın peşine düşürmek olduğunu da eklemek yerinde olacaktır.[105] Ayrıca
Sûfi kültürünün bir boyutunu oluşturan ve bir semboller sistemi olan tasavvufi
edebiyatta sembol, eğitimi kolaylaştırmak ve anlatımı pekiştirmeyi de
hedeflemiştir. Türk Edebiyatı’nda ise sembol, ekseriyetle “teşbih, teşhis,
intak, istiare, mecaz” gibi edebi sanatlar vasıtasıyla anlamlandırılmıştır.[106]
Sûfîlerin
anlam ve kullanım evreni son derece geniş olan sembollerle kurduğu ilişkiyi hiç
kuşkusuz Ömer Hayyam’ın şiirinde de görmek mümkündür. Hayyam rubai kalıbında
şiir söyleyen bir şairdir. Rubai şairi olarak tanınan Hayyam’ın rubailerini[107] okuyanlar
onun sevgiliyi, meyhaneyi, aşkı ve şarabı oldukça sık kullandığını görürler. Bu
da Hayyam’ın gerçekten meyhane de gece gündüz şarap içtiğini ya da bu şarabın
Allah âşkından kaynaklanan ilahi âşk olan şarap mı? İkilemini ortaya
çıkarmıştır. Maalesef, rubailerini bilen, bilmeyen ya da anlamayanlar onun
sözlerini küfür olarak nitelendirmiş, kendisini de alkolik olarak
tanıtmışlardır.
Bunların
aksine, Hayyam’ın şiirlerinde kullandığı bu unsurlar tasavvufi sembollerdir.
Rubailerinde ki sözlere uygun yaşayışını, yani şiirlerinde meyhaneden ve
şaraptan bahseden Hayyam’ın, hayatında ağzına içki sürdüğüne dair hiçbir tarihi
vesika da bulunmamaktadır. Hayyam’ın da bu bağlamda rubailerinde, tasavvufi
kültür olan sembol üslubunu kullanmıştır. Zaten Hayyam’ın rubailerinde de bu
tasavvuf! yönü görebiliyoruz.[108]
Âşk: Aşırı derecedeki sevgi
anlamına gelen Arapça bu kelime hem maddi hem de manevi şekillerde olur. Bir
insana tutularak ortaya çıkan aşk maddidir. Bu aşk ekseriyetle mecazidir.
Gerçek aşk ise, Allah’a duyulan aşktır. Bir kudsi hadiste, Allah "Ben
gizli bir hazineydim, bilinmeyi arzu ettim, âlemi yarattım"(Keşfu’l-Hafa, Aclunî,
2:133) buyurmaktadır
ki gerçek olan manevi aşkın kaynağı da budur. Kulun Allah'ı bilmesi ancak ilahi
aşk ile olur. Bu aşk insana değil Allah’ın yarattıkları güzelliğedir. Herkesi,
her şeyi yaratandan ötürü sevmektir. Manevi aşka bazen "mecazi aşk “la da
ulaşılabilir. Bunun için "mecazi aşk, gerçek aşkın köprüsüdür"
denilmiştir. [109]9Tasavvufta, kişinin
İlahi aşk yolunda ilerlemesi için, kitap ve sünnet ilmine vakıf olan bir şeyhin
önderliğinde hareket etmesi öngörülür.[110]
“İçin temiz
olmadıktan sonra
Hacı hoca
olmuşsun, kaç para!
Hırka,
tesbih, post, seccade güzel:
Ama Tanrı
kanar mı bunlara”[111]
Merhametle, sevgiyle yoğrulmamış gönül,
ister seccade sahibi olsun, isterse manastır ehli. Aşk defterine adı yazılan
kişi, cehennemden de hürdür, cennete aldırış etmez!
Hayyam bu
rubaide, gönülden Allah’a yönelmemiş bir kalbin ister seccade sahibi “Müslüman”
ister Manastır ehli “Hristiyan” olmasının yeterli olmayacağını ifade
etmektedir. Ona göre Aşk defterinden maksat Allah’ın sevgili kulu olmaya hak
kazananlardır, cennete aldırış etmemesi sadece Allah’ın rızasını kazanmanın ve
ona kavuşmanın kâfi olmasını anlatmaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki
cehennemden de hürdür.
“Aşk o yüce
mimar, beden evimi kurunca
Aşk dersini
yazdırdı bana her dersten önce
Sonra bir
parça altın koparıp yüreğimden
Bir anahtar
yaptı mana hazinelerine.”112
Ezeli varlık, beni yarattığında her
şeyden önce bana aşk dersini verdi, o dersi yazdırdı; daha sonra benim şu kırık
dökük olan gönlümü mâna hazinelerinin anahtarı haline getirdi.
Ezeli
varlık “Allah” beni yarattığında her şeyden önce bana aşk dersini verdi
ifadesinde, Hakk’ı irfan nûruyla gören âriflere vurgu vardır. Âlim olan Allah’ı
delillerle, bilgilerle tanır, Arif[112]
ise Allah’ı aşk ile tanır ve arif tamamen manevi duygularla âlemi gözetler.
“Bin
türlü kınansam da, razıyım aşkından
Söz
vermişim ben, dönmem durdukça tende can.
Yaşadığım
sürece çekerim derdini
Az
az et ki kıyamete dek sürsün cefan”[113]
Aşkınla yüz çeşit kınamayı çekeceğime
ahdettim. Bu ahdimi bozarsam kahrolayım. Ömrüm vefa ettikçe cefalarını çekmeye
razıyım. Bari sen de az cefa et de cefaların kıyamete kadar sürsün.
Hayyam,
gönlündeki âşkla başına ne gelirse gelsin bunu Cenab-ı Haktan bilmesi ve ne
olursa olsun ömrünün sonuna kadar da razı olmayı kabullendiğini anlatmaktadır.
“Bir yürek
ki yanmaz, yürek denir mi ona?
Sevmek
haram, yüreğinde ateş olmayana.
Bir gününü
sevgisiz geçirdinse, yazık:
En boş geçen
günün o gündür, inan bana”114 [114]
Eyvah yanıp yıkılmayan gönüle! Yazık
gönülleri aydınlatan bir güzele vurulmamış, böylesine bir aşka tutulmamış
kalplere! Bir günün sevdasız geçmişse o günden daha faydasız ve zayi olmuş bir
günün yoktur.
Eyvah yanıp
yıkılmayan gönüleden kasıt âşk ile yanmayan gönüllerdir, gönülleri aydınlatan
güzel ise Allah’a veya mürşide vurgu yapılmıştır. Böylesine bir âşktan kasıt
ise Allah âşkıdır. Hayyam bu rubaisinde eğer böyle bir gönüle ve böylesine bir
âşka sahip değilsen geçen her günün boşa geçmiş bir gün olduğu vurgusunu
yapmıştır.
“Gelip
geçici aşkın pırıltısı yoktur;
Yarı sönmüş
ateşi ışıltısı yoktur
Âşık yiyip
içmez rahat huzur bilmez de
Bir gün bile
yakınmaz mızıltısı yoktur.”[115]
Aşk, şayet geçici ise ışıltısı ve
letafeti yoktur. Sönmek üzere olan ateşe benzer, harareti olamaz. Âşığın bütün
sene, bütün ay, gece ve gündüz, rahatı, huzuru, yemesi, içmesi olmaması gerekir
ki böyle kişiye âşık denir.
Beşeri âşkın
geçici olduğuna ve Allah aşkının sonsuz olduğu ve ancak böyle bir aşka tutulana
âşık denilebileceğini anlatmaktadır.
“Leylâ
isteyen kişi Mecnun olmalı;
Kendinden
de, dünyasından da geçmeli.
Sevenlerin
sofrasına çağrılınca
Ben körüm,
ben dilsizim demeli.”117
Eğer Leylânın sohbetini istiyorsan
Mecnun ol, kendinden ve bütün dünyadan geç. Sana, âşıklar halvetine girmeye yol
verilirse, gözsüz gir, dilsiz çık!
Burada
Leyla’nın sohbetinden kasıt, mürşide vurgu yapmaktadır. Bu sohbeti istemesinin
yolunun âşık olmaktan geçtiğini, maddi âlemin her şeyinden vazgeçerek, sadece
gönül gözüyle âşıklar halvetine girmesi gerektiği vurgulanmıştır.
“Duru sudan
daha temizdir benim sevgim;
Sevgiyle bu
oynayış da hakkımdır benim;
Halden hale
girer başkalarında sevgi:
Neyse hep
odur benim sevgim ve sevgilim.”[116]
Berrak sudan daha temiz bir aşkım var.
Âşkla oynayışımın mesti bana helal. Başkalarının âşkı halden hale girer, ancak
benim maşukluğum ve âşkıma zeval yoktur.
Hayyam
burada yine tertemiz âşkı ilahi âşk olarak kullanmış, başkalarının halden hale
giren aşklarının da beşeri olduğu vurgusu yapılmıştır. Allah aşkı olduğu için
maşukluğunun da ve aşkında zeval olmadığını yani eskimeyeceği ve sona
ermeyeceğini anlatır.
“Aşk
medresesinde iş güç bir masal olur.
gün sözle
durum bir olur, ne hal olur?
Hiçbir müftü
aşk için fetva veremedi
Fitne, aşk
ateşiyle yanar, hayal olur.”[117]
Âşk medresesi laftan ibaret olsaydı hal
ile söz arasında hiç fark olurmuydu? Âşk hakkında hiçbir müftü fetva vermedi.
Müfsitlerin dilleri âşka geldimi lâl olur!
Âşk
medresesi burada tekke, dergâh manasında kullanılmıştır. Hal[118] ile söz
arasındaki fark, medrese de öğrenilen ilimle, hal ehlinin durumu arasındaki
farka işarettir. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin Dîvân-ı Kebîr adlı eserinde “Bu
hal aşkın gayretinden, kıskanmasındandır. Yoksa dil Allah'ın inayetlerini,
ihsanlarını, lütuflarını nasıl anlatabilir?”[119]
dediği gibi Hayyam’da bu rubaisinde Mevlânâ gibi hâl ehline işaret ederek
müftünün aşka gelince fetva verememesi ve dilinin tutulmasının onun hal ehli
olmamasından kaynaklandığını anlatmaktadır.
“Medresenin
sözü vardır, tekkenin hali,
Sözden,
halden öteye gider aşkın yolu.
Müftünün,
vaizin en iyisini getirsen
Aşkın
mahkemesinde tutulur dili.”[120]
Medresede söz vardır, tekkede hal.
Fakat bu âşk sözden de halden de dışarıdır. İster şeriat müftüsü olsun ister
şehir vaizi, âşk mahkemesine gelindiğinde konuşamaz lâl olur!
Hayyam bu
rubaisinde de yukarıda şerh ettiğimiz beyitte ki gibi Hal ile söz arasındaki
farkı anlatmaya çalışmış, medrese de öğrenilen ilimle, hal ehlinin durumu
arasındaki farka işaret etmiştir.
b-Sevgili:
Varlığı
adeta sembollerle anlamlandıran tasavvufta sevgili anlamındaki yâr, maşûk,
mahbûb ve cânân kelimeleri, hakikî sevgili olan Allah’ı temsil eder. Hakk’ı aşk
iletanıyan ârifler, perdelerin arkasında kendini gizleyen hakiki sevgilinin
cemâlinin nûrunu görebilmek için nazar sahibi olmak gerektiğine
inanmaktadırlar. Varlık vehmini terk eden kişi, hakiki sevgiliye kavuşabilir.
Kısaca sevgili, mecazen Hakk’a işaret eder.[121]
“Sevgili,
seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız
var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar
dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş
başa verecek değil miyiz?”[122]
Sevgili, sen ve ben bir pergel gibiyiz;
Başımız çift ama bedenimiz bir. İşin sonunda baş başa gelmek için şimdi daire
çizer gibi aynı noktada yürüyüp durmaktayız.
Sevgili
burada Cenab-ı hakk’ı sembolize eder. Bir pergel gibi birlikte olmak derken
kulun Allah’ı sürekli zikretmesi ve her an onunla yaşamasını ayrıca Allah’ın
kullarını sürekli gözetmesi durumunu yansıtmaktadır. Hz. Mevlana da “Ben oyum
ki ta yaratılıştan beri geldim, rûhla uzlaştım, kaynaştım; dönüp gittim, tekrar
geldim, pergel gibi bir noktanın çevresinde dönüp dolaştım.”[123] der.
Sonuç olarak Hayyam bu rubaide öldüğünde, “hepiniz Allah'a döndürüleceksiniz” (Bakara,
2/281) mealinde ki gibi işin sonunda da baş başa gelmeyi ve Allaha kavuşma
anını anlatmaktadır.
“Bu fakir
köşede şarap ve çalgı yeter bize
Rahmet
umudu, azap korkusu bizim nemize?
Canı, başı,
sarığı rehine verip içmişiz
Hava,
toprak, su ve ateş uğramaz semtimize.”[124]
Biz, bu yıkık yerde şarapla, sevgiliyle
başbaşayız. Canımız da, gönlümüz de, mevkiimiz de, elbisemiz de şaraba rehin.
Rahmet ümidinden de azap korkusundan da boş verdik. Topraktan da yelden de
hürüz. Ateşten de kurtulmuşuz sudan da!
Bu yıkık yer
dünyadır. Şarap Allah âşkı, sevgili ise Allah’tır. Baş başa kalmak ise halveti[125] işaret
eder. Hayyam bu rubaisinde her şeyini ilahi Aşka verdiğini ve bu durumdaki
cezbesini anlatır. Bu sayede topraktan, rüzgârdan, ateşten ve sudan da hür
olduğunu söyler.
“İnciyi
isteyen dalgıç olacak;
Varı yoğu
dosta verip dalacak.
Canı
avucunda, nefesi göğsünde:
Ayağı baş
olacak, başı ayak!”[126]
Sana inci lazımsa dalgıçlık yap.
Dalgıçlık için birkaç hüner lazım: Her şeyini sevgilinin eline vermek, canını
eline almak, nefes almamak, başına ayak yapmak lazım!
Hayyam bu
rubaisinde inciyi hakikate benzetmiş ve onu bulmanın yolunuda her şeyini
sevgilinin eline vermekle ki burada “sevgili” tasavvuftaki Allah’ın sembolüdür,
canından ve her şeyden vazgeçmekle olacağını anlatmıştır.
“Sevgili
gizlice verdi en gizli gizini,
İnsana
bağışladı tüm güzellliğini
Padişah
kerem etti, ihsanda bulundu
Önüne serdi
tüm evren hazinesini”[127]
Güzel sevgili, güzelliğini insana
bağışladı, en gizli ve zatına ait sırrı, mahrem yâra bağışladı. Padişah,
lütfetti ve hepsini insana bağışladı.
Sevgili yine
bu rubaide Allah’tır, nurunu ve merhametini en gizli ve zatına ait sırrı,
lütfunu “Allah insana / Âdem’e kendi ruhundan üfledi.” (Secde,
32/9)Ayet-i Kerimesinde olduğu gibi hepsini insana bağışlamasını
anlatmaktadır.
“İnsan son
nefese hazır gerekmiş:
Nasıl
ölürse öyle dirilecekmiş.
Biz
her an şarap ve sevgiliyleyiz:
Böylece
dirilirsek işimiz iş”130
Günahlardan çekinenler derler ki:
İnsanlar nasıl ölürse öyle haşredilirler. Biz de o yüzden şarapla, sevgiliyle
düşüp kalkıyoruz işte. Olur ya, bu şekilde haşrediliriz gel ki.
Burada şarap
Allah âşkıdır ve sevgili Cenab-ı Hakk’tır. Sevgiliyle düşüp kalkmak, yaratanla
hemhal olmak anlamındadır. Hayyam rubaisinde ölüp yeniden dirildiğinde
(haşredildiğinde) bile içindeki Allah âşkıyla dirileceğini vurgulamaktadır.
Gönül,
her an sevdiğinin kapısında ol;
Her
istediğini onda ara, onda bul.
Aşk
tavlasında hileye kaçma kalleşçe:
Koy
canını ortaya, soyulursan soyul”[128]
Ey gönül, her daim sevgilinin kapısında
bulun, o kapıyı çal. Hoşuna ne gidiyorsa, ne istiyorsan verilir. Aşk tavlasında
kadınlar gibi hile yapma, erkekçe bu meydana gir, erler gibi canınla oyna.
Hayyam
burada sevgilinin kapısı derken Hakk’ın dergâh-ı izzetine ve kapının da dua
kapısı olduğuna işaret etmiştir. O, burada dua kapısının her an açık olduğunu
Rabbinden gönlünce ne istersen vereceğine inanmaktadır. Mevlana’nın “Aşk
aslanın kanımızı içmeye kalkışırsa tut ki içmiş; ne olur ki? Her an bir başka
can feda etsem tut ki feda ettim, ne değeri var canın?”[129]
da dediği gibi Hayyam da bu uğurda da canını erenler gibi ortaya koyarak, hile
yapmadan aşk tavlasında (Allah yolunda) can feda etmek gerektiğine vurgu
yapmaktadır.
“Sevgili,
sırlarına eren gönül nerde?
Sözlerinin
tekini duyan kulak nerde?
Gece gündüz
serilirsin de karşımıza:
Yüzünü bir
kez gören mutlu göz nerde?”[130]
Nerede sırlarını bir an olsun bilen
gönül? Nerde bir an olsun sözlerini işiten kulak?
Sevgili, gece gündüz yüzünü göstermede;
fakat nerede yüzünü görüp muradına eren göz.
Sevgili
burada yine Allah’ı işaret etmekle birlikte, gece gündüz lütfunu, bereketini ve
ihsanını esirgemediğini buna şükretmek gerekirken çoğu insanın buna
şükretmediğini anlatmaktadır.
c-Gül: Gül, Allah ve Hz
Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem’e olan sevgiyi temsil ettiği için
tassavufta ilahî aşkın bir sembolü olarak kullanılmaktadır. Bununla beraber,
muhabbet, ubudiyet ve hürriyet mefhumları da gül sembolü ile tasvir
edilmektedir. İnsani-Kamil muhabbet, ubudiyyet ve hürriyetin tüm manalarını
gönlünde hisseder. Tasavvufta gelişen anlayışa göre her şey Allah’tır ve her
şey Allah içindir. Bu ilahi aşkı Allah’a itaat ederek yakalayan kul için
muhabbet, bir gül nezaketinde gelişir. Kulun gönlü bir güldür çünkü o, ilahi
sevgiyi Allah için yaşamaktadır. Dolayısıyla gül, muhabbetin de simgesidir.
Bunların yanı sıra gül, İslam Tasavvufunda, insanın gönlündeki bilginin sonucu
ve meyvesidir. Mutasavvıfın gönlü de bir gül bahçesi gibidir çünkü mutasavvıf,
Allah’ı sıfatları ve isimleri ile birlikte tanır ve onlarla bir bütünlük kurar.
Gül ayrıca, tasavvuf yoluna gönül veren için, gönlün irfana ve marifete
açılması anlamına da gelmektedir. İnsan-ı Kamil’in gönlünü tanımak Allah’ı
tanımaktır çünkü kulun gönlü tıpkı bir gülün rengi ve kokusu gibi emsalsiz
olup, ilahi aşkın temsilcidir.[131]
“Gül yüzden
kalkmadı bulut duvağı henüz
Kesilmedi
gönlün şarapla bağı henüz.
Uyku zamanı
değil yatma, iç sevgilim
Görmedik ufuklardaki
şafağı henüz.
Gülün yüzünde hala bulut perdesi var. Şaraba meyilim daha
bitmedi. Uyuma daha uyku gelmedi, sevgili, şarap iç, güneş şimdi yeni doğdu!
Gül
burada Allah sevgisini kalbinde tutan gönüle benzetilmiştir. Bulut perdesi
gönül darlığına işaret eder ve sevgiliden kasıt burada mürşittir. Uykusunun
gelmediğini ve Allah aşkıyla muhabbete devam etmeyi istediğini anlatmaktadır.
“Ey
gül, sen bir dilberin yanağı gibisin
Ey
şarap, o yarin lâl dudağı gibisin
Ey
geçimsiz talih, öyle çekingensin ki
İnsanın
yakınıyken uzağı gibisin”[132] [133]
Ey gül, sen bir gönül çalanın güzel
yüzüne benziyorsun. Ey şarap cana can katan bir dudağı andırıyorsun. Ey baht,
ey talih, sen her an bana biraz daha yabancı davranıp biraz daha çekingen
durmaktasın, bir tanıdığa çok benziyorsun sen!
Gül burada
yine gönül olarak kullanılmıştır. Şarap yine bu rubaide de Allah aşkını
sembolize etmektedir. Cana can katan lâl bir dudak ise tasavvufi bir mertebe
olan yokluk ve fenâfillahın sembolüdür.
“Ecel yeli
nasıl yırtarsa gülünkini,
Yırtmadan
senin de şu yaşam giysini,
Otur servi
boyluyla bir demet gül gibi.
Sıkı tut
kadehi ve gülün eteğini.”[134]
Ecel rüzgârı, gülün gömleğini yırttığı
gibi bizim ömür gömleğimizi yırtmadan bir demet gülden daha taze ve selvi boylu
bir güzelle otur, şarap kadehiyle gülün eteğini elinden bırakma!
Rüzgâr
Farsçada zaman anlamında kullanılır, Ecel rüzgârı da ölüm anıdır. Gül yine
gönülü ve selvi boylu güzel ise mürşiti anlatır. Şarap kadehi de Sâliki cezbeye
sevkeden mânevî hal ve ârifin gönlünün sembolüdür.
d Bülbül:
Tasavvufî
düşüncede gül, en çok sevgiliyi anlatmak için kullanılır. Bülbül ise gül ile beraber
zikredilir ve gül sevgiliyi, bülbül de âşığı temsil eder.[135]Mutasavvıflar
veya tasavvufa meyyal şairler bülbülü daha geniş anlamlı bir alegori olarak
kullanmışlardır. Onlara göre bülbül ilâhî aşkla yanan can ve ruhun timsalidir.
O bu dünyada veya ten kafesinin içinde uzak kaldığı ezelî gül bahçesinin
hasretiyle feryat eden bir Hak âşığıdır.[136]
“Ne güzel
gün! Hava ne sıcak, ne serin;
Bir bulut,
tozunu siliyor bahçenin;
Bülbül
coşmuş, sesleniyor sarı güle:
Şarap iç
şarap da yüzüne renk gelsin!”[137]
Güzel bir gün, hava ne soğuk, ne sıcak.
Bulut gül bahçesinin yüzünden tozları arındırmakta. Bülbül dileğimize tercüman
olarak hal diliyle kayısı gülüne, şarap içmek lazım diye seslenmekte.
Burada
bülbül, âşığı yani ilahi aşkla yanan kişiyi kast eder. Âşık olan bülbül, kayısı
gülüne şarap içmesi gerektiğini söylemektedir. İçilmesi gereken şarap işe ilahi
aşk olan Allah aşkını sembolize etmektedir.
“Seher yeli
eser yırtar eteğini gülün
Güle
baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Sen şarap
içmene bak, çünkü nice gül yüzler
Kopup
dallarından toprak olmadalar her gün”141
Seher rüzgârıyla gülün eteği yırtılmış,
bülbül, güzün güzelliğinden neşeyle dolmuş, çilemeye başlamıştır. Gülfidanının
gölgesinde otur, çünkü bu gül biz toprak olduktan sonra da üstümüzde daha çok
güller açacak.
Burada gül,
sevilen kişinin veya mürşidin, bülbül ise âşık veya salikin yerine
kullanılmıştır. Bülbülün çilemeye başlaması salikin cezbe halini anlatmaktadır.
e-
Pervane: Tasavvuf
şiirlerinde pervane muma (şem‘) âşık olduğu için onun alevi etrafında dönerek
ve en sonunda vuslata ermek için o alevde kendini yakması sebebiyle âşığı
temsil etmektedir. Ayrıca mum çeşitli kelimelerle kinaye yoluyla oluşturduğu
“ay, güneş, sevgili” gibi kelimelerin dışında “ilâhî nur, mürşid-i kâmil,
Kur’an, Hz. Muhammed” gibi tasavvufî semboller olarak da kullanılmıştır.[138]
“Dostunu
erkekçe seven kişi
Pervane gibi
özler ateşi:
Sevip de
yanmaktan kaçanların
Masal
anlatmaktır bütün işi.”[139]
Âşkında erkekçe hareket eden gönül,
kendini yakıp yandırmada pervane kesilir. Ne kadar zaman bahane üreteceksin,
pervane gibi atıl ateşe yak kendini. Âşk yolunda bahaneler bulmak masaldır.
Hayyam bu
rubaisinde içindeki Allah aşkını dosdoğru yaşayan gönülü, pervane gibi aşk
yolunda hiçbir bahanesi olmadan, mum ateşinde içindeki aşk ile kendisini
yakmasına benzetmiştir. Burada pervane ise aşığı sembolize etmektedir. Hz.
Mevlana da “Bırak ey âşık hileyi, düzeni divane ol divane, ateşin ta ortasına
atıl, adeta gönlüne gir de pervane ol, pervane.”[140]
demiştir. Hayyam bu aşk yolunda bahane bulmanın masal olduğuna vuruğu
yapmıştır.
f-
Dilber: Farsçada,
Gönül götüren anlamında ki Farsça bu kelime, tasavvufta gönülde üzüntünün sevgi
ile beraber olduğu tutukluk (kabz) halini anlatır.[141]
“Ey ayağının
izi tozu kutlu güzel,
Şiir oku,
şarkı söyle, al şarabı gel!
Kışın gidip,
yazın geldiği şu güne dek
Yüz bin
Keykubad’la Cem'i yıkmıştır ecel.”[142]
Ey izinin tozu dilber, sabah, şarap
içilecek an. Bir nağme tuttur, bir rubaî oku ve şarabı ortaya getir. Çünkü
yazın gelip, kışın gidişi, yüz binlerce Cem ile Key’i toprağa serdi.
Dilber
sembolü, gönüldeki üzüntüyü, şarap ise yine ilahi âşkı anlatmaktadır. Yazın
gelişi ve kışın gidişi zamanın sürekli geçtiğiyle alakalıdır ve Cem ile Key eski
İran hükümdarlarıdır.
g- Zülüf:
Fars
dilinde, yanağın her iki tarafından sarkan saça denmektedir. “Hiç
kimsenin ulaşamadığı gaybî hüviyyet. Hakk'ın zâtı ve künhü, Küfr-i zülf’.146
[143]
“Bilgiye hiç
gönül vermesen daha iyi
Tutsan bir
güzelin zülfünden daha iyi
Zaman senin
kanını dökmeden davranıp
Sürahinin
kanını dökmen daha iyi”[144]
İlim derslerinin cümlesinden kaçmak,
bir güzelin zülfüne asılmak daha iyi... Zaman, kanını dökmeden sen, sürahinin
kanını kadehe dök; bu daha doğru, daha iyi.
Hayyam
burada zülüften bahsederken kimsenin ulaşamadığı gaybî hüviyet bahsetmektedir.
Sürahiden kastı şaraptır. Kadeh ise müridin kalbidir. Ölmeden önce onu Allah
aşkıyla doldurmanın daha iyi olacağına vurgu yapmaktadır.
h- Kalender:
Dünyadan
ve dünya işlerinden elini eteğini çeken, içinde yaşadıkları toplumsal nizâmın
inanç ve geleneklerine karşı çıkan, bunu giydikleri kıyafetleriyle, tutum ve
davranışlarıyla hayatlarına yansıtan sûfîlere kalender denir. Bunların
oluşturduğu tasavvufî topluluklara da kalenderiyye veya kalenderîlik olarak
adlandırılmıştır.[145]
“Önce
kendine gel, sonra meyhaneye;
Kalender ol
da gir kalenderhaneye.
Bu yol
kendini yenmişlerin yoludur:
Çiğsen başka
bir yere git eğlenmeye.”[146]
Kalenderik yoluna koyulup koşmadıkça,
yüzünü gönül kanıyla yıkamadıkça bu iş olmaz. Sen hangi sevdadasın, ne kaynatıp
durmadasın? Gönülleri yanan erler gibi varlığından geçmedikçe ortaya çıkmaz bu
iş.
Hayyam,
kalenderlik yolunda dert çekmedikçe bu işin olmayacağını kalenderi ve sufıler
gibi de canından varından geçilmediği müddetçe Allah’a ulaşılamayacağını
anlatmaktadır. Gönülleri yanan erler burada Allah yolunda kalpleri yalnız Allah
için atanlar, Allah aşkıyla yananlardır. Kalenderler, sufıler veya müridler
olarak da şerh edilebilir.
ı- Bade: Farsçada “Şarap”
anlamına gelen bu sözcük mecaz olarak “kadeh” anlamında da kullanılmaktadır.
Sûfîlere göre ruhların yeryüzüne indirilmeden önce Hakk’ın huzurunda
toplandıkları bezm-i elest kutsal bir işret meclisidir. Ruhlar bu mecliste
Allah’ın, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sualine cevap olarak “Belâ”
demeleri (el-A‘râf 7/172-173) ve böylece elest bezminde aşk şarabını
içmişlerdir. “aşk, sevgi ve mârifet dağıtan” anlamına gelen bâde-fürûş kelimesini
mürşid için de kullanmışlardır. Hz. Ali’nin “kevser sâkîsi” olacağını dile
getirerek ona “bâde-fürûş”, “mey-fürûş” ve “hammâr” gibi adlar verirler.[147]
“Tanrım bir
geçim kapısı açıver bana;
Kimseye
minnetsiz yaşamak yeter bana;
Şarap içir,
öyle kendimden geçir ki beni
Haberim
olmasın gelen dertten başıma.”152
Yarabbi, bana rızk kapısı aç,
yaratılanlara minnet etmeden bir geçim ihsan et. Beni bade ile öyle sarhoş et
öyle kendimden geçir ki bir baş ağrısı bile çekmeyim.
Bade, burada
ilahi âşkın sembolüdür. O cezbe ile kendinden geçip, Allah aşkından başka
hiçbir şey istememektedir. Ayrıca burada bade bildiğimiz şarap olsaydı kendi
testiden içer şarhoş olurdu lakin beni bade ile öyle sarhoş et ki demesi Allah’tan
niyaz etmesidir ve O’nun âşkıdır.
“Yaşama bir
başka yaşam katan o sağrağı
Sana baş
ağrısı, bana sevinç kaynağı
Doldur
daldur sun, kulak asma her masala.
Tez davran
oğul geçiverir ömrün çağı”[148]
Ömre ömür katan o bade sana baş ağrısıdır ama bir kadehe
doldur bana ver. Çünkü âlemin işi, geceleri söyleyen masaldan ibaret, çabuk ol
oğul ömür gelip geçmekte.
Bade
yine Allah âşkı sembolü olarak kullanılmıştır. Geceleri söylenen masal da bu
geçici, yalan dünyadır. Kadehin doldurulup verilmesi, gönülün ilahi aşkla
dolmasını anlatmaktadır.
“Şarabı
götürüp döksen bir dağa
Dağ
sarhoş olur başlar oynamaya.
Ben
ne diye tövbe edecekmişim
İçimi
tertemiz eden şaraba?”153 [149]
Badeyi bir dağa döksen sarhoş olur,
raks eder. Badeye kusur bulan kusurludur.
Neden badeye tövbe et dersin? Bade bir ruhtur ki
yetiştirir, geliştirir, terbiye eder!
Hayyam,
rubaisinde, badeyi bir dağa döksen sarhoş olur, raks eder demesindeki amacı, Bu
Kuran'ı bir dağın üzerine indirseydik, Allah'a olan saygıdan ötürü onun
titreyip paramparça olduğunu görecektin (Haşr, 59/21) ayetindeki İ’lây-ı
Kelimetullah’ı sembol olarak kullanmaktadır. Badenin sembolü ise insanı
yetiştirip, geliştirip, terbiye etmesi bakımından Kuran’ın insan hayatındaki
önemini ve yerini anlatmayı amaçlamıştır.
“Şarap
benlik kaygısı bırakmaz sende
Çözülmedik bir
düğüm kalmaz beyninde
İblis bir
kadeh şarap içmiş olaydı,
Secdeye
yatardı Âdem’in önünde.”155
Badeyle akılda ki benlik duyguları azalır. Sımsıkı bağlı
düğümler, şarapla çözülür.
İblis şaraptan içseydi bir kadeh, Âdem’in önünde iki bin
kez secdeye eğilirdi!
Allah aşkı
ile insanın bencilliği azalır. Dünyada maddi âleme bağlananlar yine ilahi aşkla
çözülür. Şeytan aşk şarabından içseydi kibirlenmeyip âdemin önünde secde
ederdi.
“Bir
nakıştır varlığımız senin çizdiğin,
Şaşılası
neler nelerle bezediğin;
Kendimi
düzeltmek benim ne haddime:
Beni potadan
böyle döken sensin”156
Varlık sureti, tamamen resimdir,
hayaldir. Böyle görmeyen arif değildir. Otur bade kadehini iç, bu olmayacak
hayallerin nakışına kapılma.
Varlık
suretiyle insan bedeni anlatılmak istenmiştir. Bu dünyanın geçiciliğinden, bu
dünyayı da bir arifin gözünden görmeyi ve bade içip içinin Allah aşkıyla
yakmasını bu yalan dünyanın olmayacak hayallerine kapılmamayı vurgulamıştır.
Aykırı düşme
sen akla içtiğin zaman.
Sersemlik
bilgisizlik yurdu olma aman!
Helal olsun
istersen içtiğin lal şarap,
Yeter gönül
kırmaman, dellenmiş olmaman.”[150]
Mademki bade içiyorsun, akılsız olma,
sersemleşme. Lal şarabın helal olmasını istiyorsan kimseyi incitme, divane
olma!
Bade burada
ilahi aşk sembolüdür. Gönlünde Allah aşkı olan kişinin insanları incitmemesi
gerektiğini anlatmaktadır.
j- Kâse: Allah sevgisi, mârifet
ve hakikatin özünü, taşıyan kalbe denir. Sâliki cezbeye sokan bu mânevî hal,
ârifin gönlü sembolize etmekle birlikte ilâhî aşkın şarabıyla kendinden geçen
birinin vücudunu anlatmaya yarayan bir tasavvuf terimidir. Farsçada kâse
anlamına gelen kadeh; salikin veya âşığın kalbi, anlamına gelen kadehtir. Kalp
anatomik yapı olarak, kadehe benzer. Bu meydana gelen duygunun ve düşünülen
şeyin kalpte zuhur etmesiyle ile hissedilebilir.[151]
“Kafatası
yapan o kâse ustası
Ne
kadar hoştu böyle bir tası yapması.
Ne
var ki, varlık sofrasına baş aşağı
Kapadı
sevdalarla doldurduğu tası”[152]
Baş kâselerini yapan kâseci,
kâsecilikte sanatını gösterdi. Varlık soframızı baş aşağı bir kâse koydu, o
kâseyi de sevdalarla doldurdu.
Kâseci
burada Allah’tır. Kâsecilik sanatı ise insanoğlunun yaratılışıdır. Baş aşağı
koyulan ve içi sevdalarla doldurulan kâse ise aşığın kalbidir. Hayyam bu
rubaide kalbinin Allah aşkıyla doldurulduğunu anlatmaktadır.
k-
Meyhane: Farsçada
içki içilen yer anlamına gelen bu kelime, inanın aşk ve istekle Allah’a yakarış
yeridir. “lâhûtî âlem, tekke” anlamında kullanılır.[153]Meyhane,
vahdete eriştiren bir yoldur; ilâhi aşk şarabının yudumlandığı dergâhı da
sembolize eder. Âlemin her bir köşesi, görebilene, anlayabilene bir meyhanedir.
Zira meyhane, tasavvufi mecaz olarak, kulun aşk ve şevk ile Rabbine münacat
ettiği bir yerdir. O meyhanede içilen şaraptır ki, aşk yolcusunu kendinden
geçmesine vesile olurken, bir anlamda kendine de getiren bir iksirdir.[154] “Derde
gama yatkın yüreğime acı;
Bu
tutsak cana, garip gönlüme acı;
Bağışla
meyhaneye giden ayağımı,
Kızıl
kadehi tutan elime acı.”[155]
Gamlara alışmış, dertleri mesken olmuş
gönlüme acı, şu tutsak canıma merhamet et.
Meyhaneye giden ayağımı bağışla, kadehi kavrayan elime
acı!
Burada
meyhane ilahi aşkın yudumlandığı dergâhtır. Kadeh ise bu dergâhta içilen aşk
şarabıdır. Hayyam Allah’tan merhamet ve bağışlanma dilemektedir.
Her gün
kalkıp meyhaneye gitmedeyim;
Kalenderlerle
boş sözler etmedeyim;
Senden bir
şey gizlenemez nasıl olsa:
Hoş gör de
sana gönülden sesleneyim.”163
Her gün, seher vakti meyhaneye
gidiyorum, abes sözlerle, beyhude işlerle kalenderlere yoldaş olmaktayım.
Mademki gizliyi ve açığı bilen sensin; bana Tevfik ihsan et de sana münâcatta
bulunayım.
Hayyam bu
rubaisinde her gün dergâha gitmekte, kalenderi dervişlere yoldaşlık etmekte ve
Allah’a yakardığını anlatmıştır.
“Hep söz
eder durursun Yasin'den Berat'tan
Yaz beratımı
meyhaneye kurtul ondan
Beratımızın
meyhanede olduğu gün
Daha iyidir
Berat Gecesi’nden, inan”[156]
Sâki, daha ne kadar zaman Yâsin’den
berattan bahsedeceksin? Beratımızı meyhaneye yaz. Beratımız meyhanede olduğu
gün, bizim için berat gecesinden iyidir ey sâki!
Saki burada
ilahi aşkı anlatan mürşittir. Kurtuluşun dergâhta olduğunun vurgusunu
yapmaktadır.
“Dostumsanız
gereksiz lafları bırakın
Gelinlin şu
derdimi şarapla yatıştırın
Öldüğüm
zaman kerpiç dökün toprağımdan,
Meyhane
duvarında bir gedik tıkayın.”[157]
Eğer dostumsanız tuhaf lafları bırakın
da dertlerimi şarapla uyuşturun. Ölünce toprağımı kerpiç yapın, onunla meyhane
duvarının deliğini kapatın.
Hayyam
burada dostlarına beni şarapla uyuşturun derken Allah aşkını anlatmak istemiş
ve öldüğü zaman da toprağından kerpiç yapılıp meyhane yani “dergâh” duvarının
deliğine kapamalarını vasiyet etmiştir.
“Meyhanede
ben yaşlı bir adam gördüm de,
Dedim:
Gidenlerden hiç haber yok mu dede?
Dedi ki:
Şarap iç! Senin gibi birçoğu
Gittiler ama
gören var mı kim dönmede?”[158]
Meyhanede bir ihtiyar gördüm,
gidenlerden haberler vermiyorsun dedim. Şarap iç, senin gibi niceleri gitti,
fakat hiç birisi geri dönmedi dedi.
Hayyam bu
rubaisinde, Meyhanede yani tasavvuf! sembol olan “dergâhta” gördüğü ihtiyarın
ona Allah aşkı olan şarabı içmesini söylediğini, nicelerinin bu dünyadan boş
gittiğini, Allah aşkıyla yanmasını ve bu dünyadan göçerken boş bir kalple
gitmemesi gerektiği anlatmıştır.
l- Âb-ı
Hayat:
İçtiğinde ölümsüz olacağına inanılan Farsçada hayat suyu anlamına gelen bu
kelime.[159] [160]Kaynaklarımızda
“aynü’l-hayât”, “nehrü’l-hayât”, “âb-ı câvidânî”, “âb-ı zindegî”, “hayat
kaynağı”, “hayat çeşmesi”, “bengi su”, “dirilik suyu” olarak da
adlandırılmıştır. 168Tasavvuf literatüründe bu kelime, Allah'ın
“el-Hayy” isminin hakikatinden teşkil olmuştur. Bu ismi özümseyen kimseler,
ab-ı hayattan içmiş olurlar.[161]
“Şarap iç,
yıkansın, aydınlansın için;
Bu dünya,
öbür dünya silinip gitsin!
Gel, ömrün
yele gitmeden tadına bak
Cana can
katan suyun, ıslak ateşin.”[162]
Şarap iç, şarap gönlündeki acıyı
dindirir, iki dünyanın işini de unutursun. Yürü, zamane, seni kasırga gibi
götürmeden o ıslak ateşi ab-ı hayatı ara.
Şarap burada
Allah âşkını sembolize eder ve bu şarap gönüldeki acıları dindirir. Her şeyi
unutturulduğunu ve bir an önce hayat çeşmesini yani buradaki anlamı olan
hakikati aramayı söyler.
“Şarap
sonsuz hayat kaynağıdır, iç;
Gençlik
sevincinin pınarıdır, iç;
Gamı yakar
eritir ateş gibi,
Sağlık
sularından şifalıdır, iç.”171
Ebedi hayatı olan, gençlik lezzetinin
sermayesi bulunan, gamı, ateş gibi yakıp insana âb-ı hayat gibi ebedi bir ömür
veren işleri yoluna koyan şarabı içmeye bak!
Ebedi hayat
olan, insan ruhunun sürekli genç kalmasını ve gamı, kederi ortan kaldıran ab-ı
hayat gibi sonsuzluk veren ve içini Allah aşkıyla yakan şarabı içmesini
söylemektedir.
“Çabucak
bitiyor, bak şu geçen günlere.
Elden
gitmeden davran ki, gün sevinç vere.
Dök ecel
kadehine şarap bengi suyu
Saki, gün
geçti, gece de geçmek üzere.”[163]
Ömür bitmekte, şaşılacak kadar hızlı
geçmekte. Kalk, neşe, zevk, zamanı geçiyor. Ecel kadehine şarap âb-ı hayatını
dök; çünkü ömründen bir gün daha gitti, bir gece daha geçmekte!
Burada kadeh
salikin vücudunu anlatmaktadır. Çok geç olmadan içini ilahi aşkla ve sonsuzluk
veren ab-ı hayatla doldurulması anlatılmaktadır.
m- Sâki: Tasavvufta, aşk şarabını
ikram eden, tevhidin feyzini veren mürşide saki ismi verilir. Bununla beraber
“Meyhanedeki sâki, insanı nasıl maddî aşkın yoluna çekiyorsa, tasavvufta da
mürşit-i kâmil de tasavvufa intisap eden kişiye ilâhî aşk yolunda ilerletmek
için yol gösterir ve çeşitli tavsiyelerde bulunur”. Salikin kutbu ve kılavuzu;
gönlünde şevk olan şeyh manasında kullanılır.[164]
“Ne güzel sabah! Kalk ey saki, al şişeyi,
Akşamdan
kalan şarapla doldur kâseyi.
Fırsat bu
fırsat, kaçırma, sun bir kez daha;
Felek sunar
yarın bize kim bilir neyi”[165]
Neşeli ve hoş bir sabah, kalk ey sâki,
geceden kalan o şarabı şişeye koy ve bana bir kadeh sun. Şu anımızı ganimet
bil: yarın kim bilir ne olacak?
Burada saki,
mürşid-i kâmildir. Hayyam, gece bıraktıkları muhabbeti kaldıkları yerden devam
ettirmek istemektedir şarap Allah aşkını, kadeh de gönülü sembolize etmektedir
Dostlar,
bir gün, sözleşip bir yerde birleşin;
Oturun
sofrasına dünya cennetinin;
Sâki
doldururken kadehleri cömertçe,
İçin
bir kadeh de zavallı Hayyam için!”175
Dostlar, buluşup, birbirinizin yüzünü gördüğünüz zaman
sâki, muğların şarabını eline aldığında şu çaresiz yoksulu da hayır duası ile
anın!
Saki
yine burada mürşittir. Mürşidin, şarabı eline aldığında yani Allah aşkını
anlatmaya başladığında Hayyam’ın dostlarından kendisini de anmalarını
istemektedir.
“Şu
evrende, elinde oldukça fırsatın
Şarapsız
sâkisiz tek soluk alma sakın.
Niceleri
sınadı senden benden önce.
Dünya
değmez, kalbini kırmaya tek canın”[166]
Eğer şu cihanda elinde fırsat oldukça
sakisiz, şarapsız bir nefes bile alma. Benden önce de niceleri sınandı, senden
öncede; dünya bir insanı bile üzmeye değmez!
Hayyam bu
rubaide, şu dünyada elinde fırsat oldukça sakinin yani tasavvufı sembol olan
mürşidin yanından ve Allah aşkından bir an bile ayrılmaması ve onsuz nefes bile
alınmaması gerektiğini anlatmaktadır. Ayrıca, nice inanın sınandığı bu dünyanın
da hiçbir insanı üzmeye değmeyeceğini vurgulamaktadır.
“Sevgiliyle
sabah içmedeyiz, sâkî;
Biz Nasuh
tövbesi bilmeyiz, sâkî;
Yeter
okuduğun Nuh hikâyesi
Hemen dolsun
huzur kâsemiz, sâkî.”176 [167]
Sâki, biz şarapla, sevgiliyle başbaşayız ve seher şarabını içmekteyiz. Ey sâki biz Nasuh tövbesi etmeyiz. Nuh kıssasını ne zamana kadar okuyacaksın ey sâki. Sâki, çabuk o ruha huzur veren şarabı getir!
Bu rubaide
yine saki mürşidi sembolize ederken, şarap ilahi aşkı ve sevgilide Allah’ı
sembolize etmektedir. Hayyam sevgiliyle baş başayız derken sürekli kalbinin
Allah ile birlikte olduğunu anlatmaktadır. Bunun içindir ki Nasuh tövbesi[168]
etmeyeceği vurgusu yapmıştır.
“Yaşam
defterinden bir gün silineceğiz
Ecelin
pençesinde güme gideceğiz.
İşine bak
sen, gönlünü hoş tut ey saki;
Can suyu ver
ki toprağa ekileceğiz.”[169]
Ömür defterinden silineceğiz. Ecelin
pençesinde helak olacağız. Ey hoş sâki, gönlünü hoş tut, o suyu ver ki toprak
olacağız!
Ömür
defterinden silinmek ve ecelin pençesinde helak olmak ölümü anlatmaktadır. Bu
yüzden ölümlü dünyayı kafaya takmamasını ve sakiye gönlünü hoş tutmasını
söylemektedir. Saki, yine bu rubaide de mürşittir, su ise burada sembolik olan
şarabı yani ilahî aşkı anlatır.
n- Şarap:
Arapçada
“içecek şey” anlamına gelen şarap kelimesi, aşk ve muhabbeti tanımlamak için
kullanılır. Coşkun aşk yaşayan bir kişi, bir sadakat imtihanından geçer. İşte
bu coşkulu hali yaşayanlar, kemale eren kişilerdir. Şarap iki türlüdür:
birincisi, içilince sarhoş eden, alkol içeren ve haram olan, dünyevi ve maddi
alkoldür. Diğer şarap türü ise, aşk şarabıdır. Bu bağlamda şarap kelimesi bir
hali tasvir eder: Allah’ı sevmenin getirdiği zevkin sonucunda ortaya çıkan
mestlik veya melankoli hali. Bu sebeple Sufileri tanımlamak için “içmeden
sarhoş olanlar” ifadesi kullanılır. Asıl marifet, aşk sarhoşu olmak, yani
içmeden sarhoş olmaktır.[170]
“Mezarda
yatanların toz toprak her biri
Zerre zerre
dağılıp gitmiş bedenleri
Ne
şarap ki bir içen sızmış mahşere dek
İşten
güçten habersizler yıllardan beri.”[171]
Şu kabirdekiler toz ve toprak oldular, zere zerre
ayrıldılar. Ah şu nasıl bir şaraptır ki içenler, hesap gününde kendilerinden
geçtiler, ne işten haberleri var, ne güçten!
Şarap
sembolü ilahi aşktır. Onu içmeden ölenler toprak oldular ama içip Allah aşkıyla
kendilerinden geçenlerin her iki cihanda da Allah aşkıyla yanacaklarını
anlatmaktadır.
“Uyumuşum;
rüyamda akıllı bir insan,
Dedi:
Sevinç gülü açmaz uykuda, uyan;
Ne
işin var bu ölüme benzer ülkede?
Kalk,
şarap iç, sonsuz uykulara dalmadan.”[172]
Uykuya daldım, rüyamda akıllı birisi
bana, rüyada kimsenin mutluluk gülü açılmamıştır dedi. Ecele benzeyen bir şeye
dalıp ne yapacaksın? Şarap iç ömür geçecek de hep uyuyacaksın.
Rüyada
bir zatın, bu dünyanın boş olduğunu ve ilahi aşk ile ömrünü geçirmesini
söylediğini anlatmaktadır.
“Unutma,
amansız feleğin çarkındasın;
Şarap
iç, çünkü ateşten bir dünyadasın;
Mademki
yerin önünde sonunda toprak
Farzet
ki üstünde değil altındasın.”183
Mademki şu pervasız baki olmayan gökyüzünün altında, ateş
gibi bir cihandasın,
şarap iç. Evveli ve ahiri olmayan şu
toprakta farzet ki toprağın üstünde değil de içindesin!
Baki olmayan
gökyüzünün altı dünyadır. Bu gam dolu dünyada yapılması gereken ilahi şarabın
içmesi ve insanın yaşarken kendini öldürmesi gerektiğini anlatmaktadır.
“Baharlar
yazlar geçer sonbahar gelir;
Ömrümün
yaprakları dökülür bir bir;
Şarap iç,
gam yeme, bak ne demiş bilge:
Dünya
dertleri zehir, şarap panzehir.”184
Baharın gelmesinden ve kışın gitmesin
varlık sayfalarımızı yokluğa atmakta. Hakîm demiştir ki: Şarap iç, dertlenme,
dünyanın dertleri zehre benzer, panzehiri şaraptır.
Hayat gelip
geçmekte, Hâkim burada mürşittir ve ilahi şarabı içmesini söylemektedir.
Dünyanın derdini çaresi ilahi aşktır.
Şarap
iç sen her zaman, cana huzur verir;
Yaralı
yüreğine esenlik getirir
Gam
tufanı dört yandan coşup köpürdü mü?
Şarap,
sığınacağın Nuh’un Gemisi’dir.”[173]
Şarap iç ki her zaman ruhuna huzur
versin, yaralı gönlüne ve canına sükûn bağışlar.
Önünden ve arkandan gam tufanı
köpürürse, şaraba sığın. Senin için Nuh’un gemisi odur.
Aşk
şarabı iç ki her zaman ruhuna huzur, yaralı gönlüne huzur verir. Çok
dertlenirsen ilahi aşka sığın senin kurtuluşun o dur.
“İki
batman şarap, bir buğday ekmeği;
Bir
koyun budu, bir de ay yüzlü sevgili;
Daha
ne istenir bilmem şu dünyada:
Padişah
daha iyisini bulabilir mi?”[174]
Bir lâl şarap ve bir divan isterim geçinebilecek harçlık
ve yarım but gerek, sonra seninle oturduk mu eyvana, bu huzur bir sultanın
saltanatından da hoştur!
Hayyam
burada lal şarab sembolünü kullanarak Allah aşkını, bir lokma ve bir hırka ile
mürşidiyle sohbeti, sultanın saltanatına değişmeyeceğini anlatmak istemiştir.
“Zaman başımıza bir çorap
örmeden,
Gelin
dostlar, içelim içebilirken.
ecel
çavuşu dikildi mi tepene
Bir
yudum su iç bakalım, içebilirsen.”186 [175]
Zamane bize uğramadan bugün hep beraber
şarap içelim. Çünkü şu ecel çavuşu bizi götürmeden önce, bir yudum su içmemize
izin vermez.
Ecel
çavuşu burada Azrail yerine kullanılmış ve gelmeden önce hep beraber aşk şarabı
içip ilahi aşka kavuşmayı istemektedir.
“Bizi bizden alan şaraba
gönül verdik;
Coşup
taştık; yerden kopup göklere erdik.
Tenden
bedenden soyunuverdik sonunda
Topraktan
gelmiştik, yine toprağa girdik.”188
Kendimizden geçiren şarabı içtik, aşağı
mertebeden göklere çıktık. Sonunda ten alâyişinden arındık, topraktan geldik,
toprak olacağız.
Kendimizden
geçiren şarap burada aşk şarabını sembolize etmektedir. İlahi aşk ile artan
mertebesini, ten alâyişten arınarak yani alâyiş burada gösteriş anlamına
gelmektedir ten ise vücuttur, zahir anlamda bedeninden kurtulup bütün kalbiyle
Allah’a bağlanılmasını anlatmaktadır. Bu sebepten dolayı Hayyam, en sonunda
bedenimizin toprak olacağını ve Allah’a döndürülecek olmamızın gerçeğine vurgu
yapmaktadır.
“Bizim şarap içmemiz ne
keyfimizden,
Ne dine,
edebe aykırı gitmemizden;
Bir an
geçmek istiyoruz kendimizden:
İçip içip
sarhoş olmamız bu yüzden.”[176]
Şarap içmemiz, ne neşeden ne şeriata
karşı gelmekten ne de edepsizlikten. Bir an olsun kendimden geçmek için
içiyorum ve sarhoşluğum bu sebepten.
İlahi aşkı
bir an olsun bırakmamayı ve aşk şarabını içmesinin hiçbir başka nedeninin
olmadığını anlatmak istemiştir.
Oğul,
dünyamızı aydınlatan şarabı sun;
Sevinç
gülümüze ay ışığı gibi vursun;
Sular
gibi akar gider gençliğin ateşi,
Bir
uykudur o senin uyanık mutluluğun.”190
Oğul, dünyayı parlatan ve neşe gülüne ay ışı olan şarabı
sun. Elini çabuk tut, gençlik ateşi akıp giden bir sudur, şunu anla ki devlet
uyanıklığı bir uykudan ibarettir.
İlahi
aşkı sun, elini çabuk tut ki zaman hızla geçmekte. Devlet uyanıklığı da burada
dünyadır ve yalandan ibarettir.
o-
Hakikat: Bu
terim Tasavvufta “zâhirin ardındaki örtülü ve gizli mâna, dinî hayatın en yüksek
seviyede yaşanarak ilâhî sırlara âşina olunması” anlamına gelmektedir. İlk
sûfîler bu terimi genellikle “ilâhî gerçeklere ve sırlara âşina olmak, Hakk’ın
tecellilerini temaşa etmek” yerine kullanmışlardır.[177]
Kendiliğimden
var olmuş sanma beni;
Bu kanlı yola
ben sokmadım kendimi;
Bir gerçek
varlık beni var etmiş olan;
Yoksa kimdim
ben, neredeydim, neydim ki.”[178]
Sanma ki kendiliğimden varım, bu gamlı
yola kendiliğimden girdim. Bir hakikat vardı ben ondan oldum, yoksa ben kimdim,
nasıl meydana gelecektim?
Gamlı yoldan
kasıt âşıkların, dervişlerin yoludur, her şey Rabbin nazarında olmuştur hakikat
onun ilahi sırrıdır. Hayyam burada yoktan var oluşu anlatmaktadır.
Meyve
vermedi gerçeği bulma fidanı
Bulmak
zor çünkü bu yolda doğru olanı.
Bir
işe sarılmış her insan amma, gevşek
Dün
bugünü, yarını da bugünden tanı.”[179]
Zamanede hakikat fidanı meyvesini
vermemiştir. Çünkü bu yolda kimse dürüst değildir. Herkes bir iş yapmakta ama
dününü bugününle kıyasla, yarını bugünün say!
Zamane
burada dünya anlamındadır ve hakikate ulaşamamanın sebebi olarak kimsenin
dürüst olmadığı ve iyi amellerde bulunulmadığından kaynaklanan durumu
gösterilmiştir.
“Din yolunu
öğrenmenin adı Şeriat.
yol üzere
eylemde bulunmak tarikat.
Tanrının
rızası için bitimle eylemi
Birleştirirsen
sevgiyle o da Hakikat!”[180]
Din yolunu bilmek şeriat olur. O yola uygun amel tarikat
olur. Allah rızası için ilim ve ameli ihlâsla birleştirirsen, hakikat olur.
Hayyam
bu rubaisinde Allah rızası için ilim ve ameli ihlâsla birleştirirsen, hakikat
olur demiştir. Ancak dinî hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilâhî sırlara
ulaşabileceğini anlatmaktadır.
“Gönlün
havasına uymak şeriat değil
Şeriatsız
gidilen yol tarikat değil.
Bilgisizliğin
çileye çekilip gördüğü
Düş
kurmaktır kuruntudur hakikat değil”[181]
Gönlünün havasına gitmek şeriat
değildir. Şeriatsız gidenin yoluna da tarikat denmez. Bilgisiz kişinin riyazat
yüzünden gördüğü her şey vahim ve hayaldir, hakikat değildir.
Canının
istediği gibi gitmenin şeriat olmadığını ve böyle gidilen yolun tarikat
olmadığı, kalp gözüyle görmediğin her şeyin hayalden ibaret olduğu, hakikat
olmadığını anlatmaktadır.
“Ey doğru
yolun yolcusu, çaresiz kalma;
Çıkma
kendinden dışarı, serseri olma;
Kendi içine
sefer et erenler gibi:
Sen
görenlerdensin, dünya seyrine dalma.”[182]
Ey hakikat yolcusu, kendinden geçip
çaresiz olma. Erler gibi kendi içine yolculuk yap, sen nazar ehlisin, âlemi
seyreden olma!
Burada
hakikat yolcusu saliktir, dertlenmemesini ve âşıklar gibi içine yolculuk edip
ilahi aşkı bulmasını dünyaya seyre dalmamasını anlatmaktadır.
SONUÇ
Ömer Hayyam
dünya da özellikle Batıda ilmi yönünden daha çok rubaileriyle tanınmıştır.
Batılı oryantalistlerin çabalarıyla dünyaya tanıtılmış olan rubaileri dünyanın
birçok diline çevrilmiştir. İlk keşfedildiğinde 158 rubaisi olan Hayyam’ın
seneler geçtikçe hayyamlaştırılan ve ona nispet edilen rubailerle sayıları
binleri bulmuştur. Şiirlerinde kullandığı “şarap” “saki” “meyhane” gibi Arap ve
Fars edebiyatında sıklıkla kullanılan bu kelimeler, tasavvuf ıstılahı
noktasında gerçek anlamlarının dışındaki sembolik anlamlardır. Bununla birlikte
çalışmamız Hayyam’ın rubailerindeki asıl duygu ve düşüncelerin açığa
çıkarılması da hedeflenmiştir.
Son söz
olarak; Çalışmamızda semboller hakkında genel bilgiler verilerek diğer dinlerde
ve tasavvuftaki sembollerden bahsedilmiştir. Çalışmamızın temelini oluşturan
Ömer Hayyam’ın şiirlerindeki tasavvufi sembollere değinilmiş, ona nispet edilen
rubailerle, aslında bizzat yazdığı rubailerin ayrıştırılması ve bu rubailerde
kullandığı sembolik kelimelerin esas kastedilen anlamlarına vurgu yapılmıştır.
Bu minvalde Batılı şahsiyetlerin Ömer Hayyam hakkındaki dünyaya aşıladıkları
olumsuz bazı düşüncelerin ortadan kaldırılması sağlanmak istenmiştir.
Rubailerindeki kullanılan sembollerin, kullanım amaçları, nasıl
kullanıldıklarına da değinilerek bu konu hakkında bilgi verilmesi
amaçlanmıştır. Tezimizin asıl konusu olan Hayyam’ın şiirlerindeki tasavvufi
sembollere maddeler halinde açıklama getirilmiş ve tercümeleri yapılarak şerh
edilmiştir.
KAYNAKÇA
Akarpınar,
Bahar, (2004), “Sûfi Kültüründe Sembollerin Yeri ve Önemi Hakkında Bir Deneme”,
Türkbilig, Ankara
Akgür, A.
Necati, (1993), “Celâlî Takvimi” TDVİA, cilt 7, İstanbul
Arabî,
Muhyiddin, (1985) el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye. Nşr. Osman Yahya, el-Hey’etü’l
Mısrıyye, Kahire
Azamat,
Nihat, (2001), “Kalenderiyye”, TDVİA, İstanbul
Arûzî,
Nizamî, (2016) Çehâr Makale, çev. Esin Eren Soysal, Demavend Yayınları,
İstanbul
Bölükbaşı,
Rıza Tevfik, (1945), Ömer Hayyam ve Rubaileri, Ahmet Halit Kitabevi,
İstanbul
Beyatlı, Y.
Kemal, (1963), Rubaîler ve Hayyâm Rubaîlerini Türkçe Söyleyiş, Yahya Kemal
Enstitüsü, İstanbul
Beyhakî,
Muhammed, (1994) Tetimmetü Sıvani'l-hikme, derleyen. Refik el-Acem, Dârü'l-
Fikri'l-Lübnani, Beyrut
Cebecioğlu,
Ethem, (2009),Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitapevi Yayınları,
İstanbul
Cevdet,
Abdullah, (2000),Rubâiyât-ı Hayyam ve Türkçeye Tercümeleri, Ömer Hayyam
Rübailer,
(hzl. Mehmet Kanar), Deniz Kitabevi, İstanbul
Coşgun,
Menderes, ( 2013), “Oryantalizmin 19. Asırda İslam Tarihine Kazandırdığı Bir
Şahsiyet:
Ömer Hayyam” , SDÜFen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi,
Isparta
Cüveynî, Ata
Melik, (2013), Târîh-i Cihângüşâ, çev. Mürsel Öztürk, T.T.K. Yayınları, Ankara
Çağrıcı,
Mustafa, (1997), “Hakikat”, TDVİA, , cilt: 15, İstanbul
Çalka,
Mehmet Sait,(2015), “Divan Şairlerinin Gözüyle Fars Şairi Ömer Hayyâm”, Osmanlı
Mirası
Araştırmaları Dergisi (OMAD),
Cilt 2, Sayı 4, Balıkesir
Çelebi,
A.Halet (2003), Ömer Hayyâm ve Rubailer, Hece Yayınları, Ankara
Çiftçi,
Hasan, (2004), Hayyam ’ı Anma Toplantısında Bildiri, “Hayyâm’ın
Türkçe’ye Çevrilmiş Rubâileri İçinde Başka Şairlere Ait Rubâiler”, Ankara
Dâniş,
Hüseyin (2012),Ömer Hayyâm Rubâîler, Şule Yayınları, İstanbul
Dâye,
Necmeddîn (2013) Mirsad'ül-ibad, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, çev.
Halil Baltacı, Seçil Ofset Matbacılık, İstanbul
Daniş,
Hüseyin, (2000), “Rubâiyât-ı Hayyam: Rubaiyat of OmarKhayyam”, Ömer Hayyam
Rubailer, (hzl. Mehmet Kanar), Deniz Kitabevi, İstanbul
Demirel,
Şener (2006), “Mesnevî"nin Türkçe şerhlerinde Ney Metaforu, Türk Kültürü,
Edebiyatı ve Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik”, Konya
Erbay,
Nazire, (2016) “Mevlânâ’nın Rubâilerinde Tekâmülün Dört Unsuru Şarap, Kadeh,
Sâki ve Şems”, Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
(ERZSOSDE) ÖS- III,Erzincan
Eraydın,
Selçuk , (1997),Tasavvuf ve Tarikatler, M.Ü. ilahiyat Fakültesi Yayınları
İstanbul
Eyüpoğlu,
Selahattin, (1998),Hayyâm Bütün Dörtlükler, ÇanYayınları, İstanbul
Gölpınarlı
Abdulbaki,(1953) "Hayyam, Rubailer ve al-Tartib, İbni Sina'nın Tamcîd-i ve
Tercemesi",
İstanbul
Gölpınarlı,
Abdulbaki, (1953), Hayyam Rubailer, Yeni Matbaa, İstanbul
Gölpınarlı,
Abdulbaki, (1973), Hayyam ve Rubaileri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul
Güzelyüz,
Ali, Mortaz, Ahad, (2008),“ Ömer Hayyam ve Rubaileri”, A4 Ofset,
İstanbul
Gündüz,
İ., (1991), “Bâde”, TDVİA, cilt: 4, İstanbul
İsfehânî
Muhammed Rızâ Nasır, Hafız Hatımî, “Remz ve Remzgrâ-yi bâ Tekiyyeh ber
Edebiyât-i
Manzûm İrfânî”, Faslnâ-yi Edebiyât-i İrfânî ve Ustûreh-Şinâhtî, Say: 5
Kardaş,
Rıza (1985),"Sembol", Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken Neşriyat, Cilt
9, İstanbul
Kazvînî,
Mahmud, (1961),Târîh-i Güzîde, İntişarat-ı Emiri Kebir Matbası, Tahran,
Kenan,
Yakup (1967), Ömer Hayyam ve Rubaileri: Iran Edebiyatına Toplu Bir Bakış, Sıralar
Matbaası, İstanbul
Kehhâle,
Ömer Rıza, (1907) Mu'cemü’l-mü’ellifîn, Şam
Kırlangıç,
Hicabi, (2007), “Ömer Hayyam". TDVİA, cilt: 34, İstanbul
Kırca,
Ahmet, (2006),Ömer Hayyam Rubaileri, Ötüken Neşriyat, İstanbul
Kılıç
M. Erol, “Anadolu’nun Ruhu” , Sufi Kitap, İstanbul
Kılıç,
Sadık, (1995), İslam’da Sembolik Dil, İnsan Yayınları, İstanbul
Kurnaz,
Cemal, (1992), “Bülbül” TDVİA, cilt: 34, İstanbul
Lügal,
Necati, (1999), Şadruddîn Ebu’l Hasan ‘Ali İbn Nâşır İbn ‘Ali el-Hüseynî, Ahbârü’d
Devleti’s
Selçukiyye,
TTK, Ankara,
Ocak,
A.Yaşar, (1988), “Ab-ı Hayat”, TDVİA, cilt: 1, İstanbul
Ocak,
A.Yaşar,(2009), “Selçuklular”, TDVİA, c.36, İstanbul
Öngören,
Reşat, “Tasavvuf”, TDVİA, c.40, İstanbul
Özgüdenli,
O.Y., (2009), “Selçuklular”, TDVİA, c.36, İstanbul
Pierre
Pascal, Les Roba’iyyat D’omar Khayyam, Editions du Coeur
Rıza,
Fazlullah, (1969), Ömer Hayyâm’a Bir Bakış, Golşehr, Tahran
Sağdıç,
Ozan, (2004), Bir Islak Ateş Ömer Hayyam, Dünya Yayncılık, İstanbul
Schimmel,
Aanmemarie, (1954), "Dinde Sembolün Fonksiyonu Nedir?", A.Ü. İlahiyat
Fakültesi
Dergisi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Cilt: 3,Ankara
Sevim, Ali
Merçil, Erdoğan,(1995), Selçuklu Devletleri Tarihi, TTK yayınları, Ankara
Sümer,
Faruk, (1972), Oğuzlar (Türkmenler), Ankara Üniversitesi Basınevi,
Ankara
Sümer,
Faruk, (2009), “Selçuklular”, TDVİA, c.36, İstanbul
Şardağ,
Rüşdü, (1976), Hayyam Rubailer, Milliyet Yayınları, İstanbul
Şehrezûrî,
Mahmud, (2015), Nüzhetü’l-Ervâh ve Ravzatü’l-Efrâh, çev. Eşref Altaş, Türkiye
Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayımları, İstanbul
Temren,
Belkıs (1995), Tasavvuf Düşüncesinde Demokrasi, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara
Tokat Latif,
Dinde Sembolizm, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2012
Turan, Osman
(1969), Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Turan Neşriyat
Yurdu, İstanbul
Uludağ,
Süleyman(2002), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul
Unat,
Yavuz, (2007), “Ömer Hayyâm”, DİA, cilt: 34, İstanbul
[1] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk
İslam Medeniyeti, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969, s.32.
[2] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler),
Ankara Üniversitesi Basınevi, Ankara, 1972, s.3.
[3] Ali Sevim, Erdoğan Merçil, Selçuklu
Devletleri Tarihi, TTK, Ankara, 1995, s.31.
[4] Turan, a.g.e., s.42.
[5] Turan, a.g.e., s.42.
[6] Faruk Sümer, “Selçuklular”, DİA, c.36,
İstanbul, 2009, s.365.
[7] Sevim, Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi,
s.26.
[8] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri
ve Terimleri Sözlüğü, c.3, M.E.B Yayınları, İstanbul,1993, s.14.
[9] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti,
s.237.
[10] Osman Gazi
Özgüdenli, “Selçuklular”, DİA, c.36, İstanbul,2009, s.373.
[12] Ahmet Ocak, “Selçuklular”, DİA, c.36,
İstanbul,2009, s.375.
[13] Sevim, Merçil, Selçuklu Devleti Tarihi,
s. 514.
[14] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam
Medeniyeti, s.257.
[15] Ocak, “Selçuklular”, DİA, c.36,
s.373.
[16] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam
Medeniyeti, s.249.
[17] Hüseyin Dâniş, Ömer HayyâmRubâîler, Şule
Yayınları, İstanbul, 2012, s. 1.
[18] Fazlullah Rıza, Ömer Hayyâm’a Bir Bakış,
Golşehr, Tahran,1969, s. 5.
[19] Ahmet Kırca, ÖmerHayyam Rubaîleri,
Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2006, s. 11.
[20] Nizâmî-i Arûzî, ÇehârMakale, çev. Esin
Eren Soysal, Demavend Yayınları, İstanbul, 2016.
[21] Ebü'l-Hasan Zahirüddin Ali b. Zeyd b. Muhammed
el-Beyhakî, Tetimmetü Sıvani'l-hikme, derleyen. Refik el-Acem,
Dârü'l-Fikri'l-Lübnani, Beyrut, 1994,ss 106-108.
[22]Yakub
Kenan, Ömer Hayyam ve Rubaileri: İran Edebiyatına Toplu Bir Bakış,
Sıralar Matbaası, İstanbul,1967 s.77.
[23]Şemsüddîn Muhammed b. Mahmûd
eş- Şehrezûrî, Nüzhetü ’l-ervâh ve ravzatü ’l-efrâh, çev. Eşref Altaş,
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayımları, İstanbul, 2015, ss.736-738.
[24] Ebû Yahyâ Zekeriyyâ b. Muhammed b. Mahmûd
el-Kazvînî, Âsârül-bilâd ve Ahbârü’l-ibâd, Dâru Sadır Matbası, Beyrut,
1998, s.474.
[25] Kenan, a.g.e., s.77.
[26] Rüştü Şardağ, Hayyam Rubailer, Milliyet
Yayınları, İstanbul, 1976, s.18. Şehrezûrî, Nüzhetü ’l-ervâh, ss.736-738.
[27] Kenan, a.g.e, s.77.
[28] Pierre Pascal, Les Roba ’iyyatD’omar
Khayyam, Editions du Coeur, s. 10.
[29] Şemsüddîn Muhammed b. Mahmûd eş- Şehrezûrî,
Nüzhetü’l-ervâh ve ravzatü’l-efrâh, çev. Eşref Altaş, Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı Yayımları, İstanbul, 2015, s.738.
[30] Mehmet Sait Çalka, “Divan Şairlerinin Gözüyle
Fars Şairi Ömer Hayyâm”, Osmanlı Mirası Araştırmaları Dergisi (OMAD),
Cilt 2, Sayı 4, Balıkesir, Kasım 2015, ss. 30-40.
[31] Kırlangıç, “Ömer Hayyam”, DİA, cilt 34 ss.
68-70.
[32] Rıza, Ömer Hayyâm’a Bir Bakış, s.87.
[33] İmâdeddin el-İsfahânî, Haridetü ’l-kasr ve
ceridetü ’l- ‘asr, fîzikrî fudelâi ehli Fars,c.3, thk. Adnan Muhammed
et-Tu‘ma, Tahran 1999, s. 144
[34] Necmüddîn-i Dâye, Mirsad’ül-ibad, M.Ü.
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, çev. Halil Baltacı, Seçil Ofset Matbacılık,
İstanbul, 2013, s.184.
[35] Şemsüddîn Muhammed b. Mahmûd eş- Şehrezûrî,
Nüzhetü’l-ervâh ve ravzatü’l-efrâh, çev. Eşref Altaş, Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı Yayımları, İstanbul, 2015, s.736.
[36] Atâ Melik Cüveynî, Târîh-i Cihângüşâ,
çev. Mürsel Öztürk, TTK. Yayınları, Ankara, 2013. s177.
[37] Hamdullâh Müstevfî-i Kazvînî, Târîh-i
Güzîde, İntişarat-ı Emiri Kebir Matbası, Tahran, 1961, s.728.
[38] Reşîdî-i Tebrîzî, Yâr Ahmed b. Hüseyin, Rubâ‘iyyât-ı
Hayyâm “Tarabhâne” nşr. Celâleddîn-i Hümâyî , Hüma Yayınevi, Tahran, 1367
hş
[39] Nizâmî-i Arûzî, ÇehârMakale, çev. Esin
Eren Soysal, Demavend Yayınları, İstanbul,2016.
[40] Rıza Tevfik Bölükbaşı, Ömer Hayyam ve
Rubaileri, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul, 1945, s.34.
[41] Abdülbâki Gölpınarlı, Hayyam Rubailer, Yeni
Matbaa, İstanbul, 1953, ss. XXXIII-XXXIX.
[42] Asaf Hâlet Çelebi, Ömer Hayyâm ve Rubâiler,
s.13.
[43] Kırlangıç, “Ömer Hayyam”, DİA, cilt 34 ss.
68-70.
[44] Hayreddin ez-Ziriklî, Kamûsü terâcim
li-eşheri’r-ricâl ve ’n-nisâ mine’l- Arab ve ’l-müsta ‘rebin ve ’l- müsteşrikin
(el-A iâm), cilt 5,Malayin Yayınevi, Beyrut, 2002, s.38.
[45] Eserin el yazması Katar Milli Kütüphanesinde 1270 demirbaş numaralı
yazma eserdir. Diğer bir nüshsı ise, Bibliotheque Nationale de France (Fransa
Millî Kütüphanesi) 4946 numaralı el yazmasıdır. Ayrıca Franz Woepcke bu esele
ilgili 1851 yılında “L’Algebre D’Omar Alkhayyami”, adında makale yayınlamıştır.
[46] Hayreddin ez-Ziriklî, Kamûsü terâcim
li-eşheri’r-ricâl ve’n-nisâ mine’l-‘Arab ve’l-müsta‘rebîn ve’l- müsteşrikm
(el-A‘lâm), cilt 5,Malayin Yayınevi, Beyrut, 2002, s.38. Bu risalenin İngilizce
çevirisi ise A. R. Amir Moes tarafından yapılmış ve 1961 yılında “A Paper of
Omar Khayyam” adıyla yayımlanmıştır.
[47]Hayreddin ez-Ziriklî, a.g.e,
cilt 5,Malayin Yayınevi, Beyrut, 2002, s.38. Celâl-i Humâyî, Hayyam’ın bu
eserini Farsçaya çevirerek Hayyâmînâme adlı kitabın içinde Tahran’da
1968 yılında yayınlamıştır.
[48] Eserle ilgili geniş bilgi için bkz. Cağfer
Agayani Çavuşi, min kelam filozof Ömer Hayyamî El-Kavlu ‘Alâ
Ecnâsi’l-lezîbi’l-Erba ’a, Ferhengi Behar dergisi sayı 29, 1378 h.ş Ayrıca
Celal Homâyî bu risalenin el yazmasını Hayyâmînâme adlı eserinde 1968 tarihinde
yayınlamıştır.
[49] Ömer Rızâ Kehhâle, Mu Cemü ’l-mü ‘ellifîn,
cilt 7, s.270.
[50] A. Necati Akgür, “Celâlî Takvimi” TDVİA, cilt
7, İstanbul 1993, ss. 257-258.
[51] Miladi takvim ya da Gregoryen takvim, Jülyen
takviminin yerine Papa XIII. Gregory tarafından yaptırılan takvim.
[52] Ahmet Kemalettin Himi, Ömer Hayyam,
Daralorouba Yayın evi, Kuveyt, 1994, s. 126.
[53] Eserle ilgili geniş bilgi için bkz. Necefkoli
Habibi, Hutbe-i tevhidiye İbn Sina be tercüme-i an ez Hekim Ömer Hayyam,
Cavidan-i Hıred dergisi, sayı18, bahar, 1390, ss.83-101.
[54] Hayreddin ez-Ziriklî, Kamûsü terâcim
li-eşheri’r-ricâl ve’n-nisâ mine’l-'Arab ve’l-müsta'rebîn ve’l- müsteşrikın
(el-A'lâm), cilt 5,Malayin Yayınevi, Beyrut, 2002, s.38.
[55] Güzelyüz, Mortaz, “Ömer Hayyam ve
Rubaileri”, s 52.
[56] Ebü'l-Hasan Zahirüddin Ali b. Zeyd b. Muhammed
el-Beyhakî, Tetimmetü Sıvani'l-hikme, derleyen. Refik el-Acem,
Dârü'l-Fikri'l-Lübnani, Beyrut, 1994, s 106.
[57] Hayreddin ez-Ziriklî, Kamûsü terâcim
li-eşheri’r-ricâl ve’n-nisâ mine’l- Arab ve ’l-müsta ‘rebîn ve ’l- müsteşrikin
(el-A ‘lâm), cilt 5,Malayin Yayınevi, Beyrut, 2002, s.38. Müctebâ Minovî,
bu eseri 1957 senesinde Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi’nde
(Yıl: 4, Sayı: 2) “Türkiye Hazinelerinden” başlığı altında yayımlamıştır.
[58] Bu eser İran Milli Kütüphanesinde 18414
demirbaş numaralı yazma eserdir.
[59] Ömer Hayyam Nişaburi, Nevruzname,
editor. Ali Hasouri, Tahouri Kitapevi, Tahran, 1962.
[60] Bu eser California ve Michigan Üniversitesi
kütüphanelerindeki internet arşivinde mevcuttur.
[61] Thomas Hyde, Veterum Persarum et Parthorum
et Medorum religionis historia, Arkose Press, İngiltere 2015.
[62] Muallim Feyzi, Hayyam, Şirket-i
Mürettibiyye Matbası, İstanbul, 1886.
[63] Abdülbakî Gölpınarlı, Hayyam ve Rubaîleri,
İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1973.
[64] Hüseyin Daniş - Rıza Tevfik, Rubaiyyat-ı Ömer
Hayyam, Evkaf Matbası, İstanbul, 1922.
[65] Asaf Halet Çelebi, Ömer Hayyâm ve Rubâiler,
Hece Yayınları, Ankara, 2003.
[66] Abdullah Cevdet, Rubâiyât-ı Hayyam ve
Türkçeye Tercümeleri, Ömer Hayyam Rübailer, (hzl. Mehmet Kanar), Deniz
Kitabevi, İstanbul, 2000.
[67] Rüştü Şardağ, Hayyam Rubailer, Milliyet
Yayınları, İstanbul, 1976.
[68] Sâdık Hidayet, Hayyam’ın Teraneleri, çev.
Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000.
[69] Abdülbakî Gölpınarlı, Hayyam ve Rubaileri,
İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1973, ss.15-22.
[70]Hasan Çiftçi, Hayyam’ı Anma
Toplantısında Bildiri, “Hayyâm’ın Türkçe’ye Çevrilmiş Rubâileri İçinde Başka
Şairlere Ait Rubâiler”, Ankara, 2004.s. 50-63.
[71] Gölpınarlı, Hayyam ve Rubaileri, s.37.
[72] Kenan, Ömer Hayyam ve Rubaileri, ss.
72-74.
[73] Kenan, a.g.e., ss. 72-74.
[74] Abdülbaki Gölpınarlı, “Rubailer ve Silsiletü
’l -Tertib Risalesi ve İbn-i Sina ’nın Hubetü-Temcid ve Tercemesi”, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 1953.
[75] Gölpınarlı, Hayyam ve Rubaileri, s. 32.
[76] Gölpınarlı, a.g.e., s. 33.
[77] Gölpınarlı, a.g.e. ve Rubaileri, s. 6.
[78] Ali Polat, Ahad Mortaz, Ömer Hayyam ve
Rubaileri, A4 Ofset, İstanbul, 2008, s.23.
[79] Edward Fitz Gerald (1809 - 1883), İngiliz şair
ve yazar. Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ının ilk ve en ünlü İngilizce çevirileriyle
tanınmaktadır. Adının yazılış şekli FitzGerald ve Fitzgerald olarak
görülmektedir.
[80] Hüseyin Daniş, “Rubâiyât-ı Hayyam: Rubaiyat
of OmarKhayyam”, Ömer Hayyam Rübailer, (hzl. Mehmet Kanar), Deniz Kitabevi,
İstanbul, 2000, s. 225.
[81] Menderes Coşgun, “Oryantalizmin 19. Asırda
İslam Tarihine Kazandırdığı Bir Şahsiyet: Ömer Hayyam” , SDÜFen Edebiyat
Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Nisan 2013, Sayı:28, ss. 3-4.
[82] Daniş, Ömer Hayyam Rübailer, s.226.
[83]Abdullah Cevdet, Rubâiyât-ı
Hayyam ve Türkçeye Tercümeleri, Ömer Hayyam Rübailer, (hzl. Mehmet Kanar),
s.40.
[84] Kenan, Ömer Hayyam ve Rubaileri, s.81.
[85] Daniş, Ömer Hayyam Rubailer, s.279.
[86] Daniş, a.g.e., s.279.
[87] Daniş, a.g.e., s.307.
[88] Cevdet, Ömer Hayyam Rubailer, s. 143.
[89] Rıza Kardaş, "Sembol", Yeni Türk
Ansiklopedisi, Cilt 9, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1985, s. 3495.
[90] Sadık Kılıç, İslam’da Sembolik Dil,
İnsan Yayınları, İstanbul, 1995, s. 56.
[91] Muhammed Rızâ Nasır İsfehânî, Hafız Hatımî, “Remz
ve Remzgrâ-yi bâ Tekiyyeh ber Edebiyât-i Manzûm İrfânî”, Faslnâ-yi
Edebiyât-i İrfânî ve Ustûreh-Şinâhtî, Say: 5, Yıl: 88. ss.169-170.
[92] Gustav Mensching, Din Sosyolojisi alanında
yapılan çalışmalara yön veren en önemli din bilimcilerinden birisidir. Din
Bilimleri alanında verdiği çok değerli eserlerle Dinler Tarihi ve Din
Sosyolojisi çalışmalarını belli bir seviyeye getirmiştir.
[93]Anmemarie Schimmel, "Dinde
Sembolün Fonksiyonu Nedir?", A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1954, Cilt: 3, Sayı: 3-4, s. 68.
[94] Anmemarie Schimmel, "Dinde Sembolün
Fonksiyonu Nedir?", s.70.
[95] Paul Tillich veya tam adıyla Paul Johannes
Tillich (20 Ağustos 1886, Starosiedle - 22 Ekim 1965, Chicago) Alman asıllı
Amerikalı Varoluşçu filozof ve teo-sosyalist.
[96]Latif Tokat, Dinde
Sembolizm, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2012, s.172.
[97] Mehmet Emin Özafşar, İslam ve Semboller,
DİB yayınları, Ankara, 2013, ss. 9-10.
[98] Belkıs Temren, Tasavvuf Düşüncesinde
Demokrasi, Kültür Bakanlıgı Yayınları, Ankara, 1995, s.89.
[99] M. Erol Kılıç, Anadolu ’nun Ruhu, Sufi
Kitap, İstanbul, 2011. s.79.
[100] Reşat Öngören, “Tasavvuf”, DİA, c.40,
İstanbul, 2011, s.119.
[101] İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü ’l-Mekkiyye.
Nşr. Osman Yahya, el-Hey’etü’l Mısrıyye yayın evi, c12, Kahire, 1958 s.
142.
[102] Şener Demirel; “Mesnevî"nin Türkçe
Şerhlerinde Ney Metaforu, Türk Kültürü, Edebiyatı ve Sanatında Mevlâna ve
Mevlevîlik”, Konya, 2006.
[103] İsfehânî, Hatımî, “Remz ve Remzgrâ-yi bâ
Tekiyyeh ber Edebiyât-i Manzûm İrfânî”, s.172.
[104] İsfehânî, Hatımî, a.g.m., s.170.
[105] İsfehânî, Hatımî, a.g.m., s.171.
[106] Bahar Akarpınar, “Sûfi Kültüründe
Sembollerin Yeri ve Önemi Hakkında Bir Deneme”, Türkbilig, Ankara 2004,
ss.3-19.
[107] Rubai: Dört mısradan oluşur, kendine has vezni
olan bağımsız bir nazım biçimidir. Bir ve ikinci mısralar kafiyeli üçüncü mısra
serbesttir. Rubaide yirmi dört kalıp vardır bu kalıplardan on iki tanesi
mef’ulü kalıbıyla başlayanlara “ahreb” mef’ulün ile başlayanlara ”ahrem” denir.
Her mısra başka bir vezinde yazılabilir, tek şart aynı kümeden olmasıdır. Rubai
mesajlı bir şiirdir, üçüncü mısrada can alıcı, vurgulu bir cümle ifade edilir.
[108]Aşağıdaki manzum rubailer
Sabahattin Eyüpoğlu’nun “Ömer Hayyam Dörtlükler” adlı eserinden ve Ozan
Sağdıç’ın “Bir Islak Ateş Ömer Hayyam” adlı eserinden alınmıştır. Mensur
rubailer ise Abdulbaki Gölpınarlı’nın “Hayyam Rubailer” adlı eserinde
yer alan Farsça asıllarından Türkçeye çevrilerek aktarılmış ve şerh edilmiştir.
[109] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitapevi Yayınları, İstanbul, 2009, s.33.
[110] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler,
M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1997, s.317.
[111] Sabahattin Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün
Dörtlükler, ÇanYayınları, İstanbul, 1998, s.21.
[112] Arif: Arapça, irfan sahibi anlamındadır.
Allah'ı gerçek yönüyle bilen kişi. Âlim gibi bilen manasına gelirse de ondan
farklıdır. Âlim, ilmi bir tahsil ve çalışma sonucu elde eder. Arif ise, irfana,
ilham ve hal ile ulaşır. Cenab-ı Hakk'ı keşf ve müşahade yoluyla bilen kişi.
Detaylı bilgi için bkz. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s.23.
[113] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, Dünya Yayncılık, İstanbul, 2004, s. 35.
[114] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün
Dörtlükler, s. 149.
[115] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.106.
[116] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün
Dörtlükler, s.57.
[117] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.141.
[118] Arap dilinde, hal, durum anlamına gelmektedir. Zikir, hüzün sevinç
gibi durumlarda kalbe gelen şeye denir. Bu bast, kabz türünden birşey olur;
geçicidir. Kâşânî'ye göre, bu durumun kalıcı olmasına, makam denir, sûfinin
bulunduğu durum ve zamana göre değişkenlik arzeder. Tasavvufta hal ehli, kal
ehli diye iki gruptan bahsedilir. Kal ehli; manevî hâllere sahip olmayan, işin
sadece lafını eden kişiler iken, hâl ehli; gerçeği bulanlar, marifete erenler,
bu şekilde birliği (tevhid) yaşayanlardır. Detaylı bilgi için bkz. Ethem
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.99.
[119] Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Dîvân-ı
Kebîr Seçmeler, (hzl. Şefik Can), (c. II, 1000) Ötüken Neşriyat, İstanbul,
2015.
[120] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.
125.
[121]Kaplan Üstüner, “XIV. ve XV. Yüzyıl Divanlarında
TasavvufF”, TÜBAR-XXIV, Ankara, 2008, ss. 283
[123] Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Dîvân-ı Kebîr,
çev.Abdülbâki Gölpınarlı, (cilt I, LXXVII), Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2007.
[124] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler,
s.205.
[125] Halvet: Arapça, yalnız kalıp, tenha bir
köşeye çekilmek demektir. Tasavufta ise, zihinsel konsantrasyonu ve bazı özel
zikirlerle riyazetleri gerçekleştirmek üzere, şeyhin müridini, karanlık, dış
dünyadan soyutlanmış, bir yere, belirli bir süre için koyması. Allah ile
gizlice konuşmak, kalbi yanlış inançlardan ve kötü huylardan temizlemek,
kurtarmak da halvet olarak değerlendirilir. Kâşânî, bu anlamda kulun, kendini
bütün varlığıyla Allah'a verip, O'ndan gayri her şeyden uzaklaştığını ifade eder.
Detaylı bilgi için bkz. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 102.
[126] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün
Dörtlükler, s.37.
[127] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.98.
[128] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün
Dörtlükler, s.73.
[129] Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Dîvân-ı Kebîr,
çev.Abdülbâki Gölpınarlı, (cilt I, LXXVII), Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2007.
[130] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.74.
[131] Esma Sayın, “Tasavvufta Gül”, Süleyman
Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2013.ss 76-81.
[132] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.70.
[133] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.76.
[134] Ozan Sağdıç, a.g.e., s.78.
[135] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2002, s.149.
[136] Cemal Kurnaz, “Bülbül”, DİA, Istanbul, 1992,
cilt: 34, ss.485-486.
[137] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.
117.
[138] Sadık Armutlu, “Şem‘ u Pervâne” , DİA, 2010,
cilt: 38, ss.495-497.
[139] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.122
[140] Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Dîvân-ı Kebîr,
çev. Abdülbaki Gölpınarlı, (cilt I, CXVIH), Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2007.
[141] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s.86.
[142] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer Hayyam,
s.57.
[143] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s.380.
[144] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.74.
[145] Nihat Azamat “Kalenderiyye”, DİA, 2001, cilt:
24, s.253-256.
[146] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün
Dörtlükler, s. 104.
[147] İrfan Gündüz “Bâde”, DİA, 1991, cilt: 4, s.418.
[148] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.59.
[149] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün
Dörtlükler, s. 111.
[150] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer Hayyam,
s.100.
[151] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s.195.
[152] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer Hayyam,
s.42.
[153] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s.235.
[154] Nazire Erbay, “Mevlânâ’nınRubâilerinde
Tekâmülün Dört Unsuru Şarap, Kadeh, Sâki ve Şems”, Erzincan Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (ERZSOSDE) ÖS-III, 2016, s.103.
[155] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.18.
[156] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.67.
[157] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.92.
[158] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.107.
[159] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s.14.
[160] Ahmet Yaşar Ocak, “Ab-ı Hayat”, DİA, 1988,
cilt: 1, ss.1-3.
[161] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s.14.
[162] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.
113.
[163] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer Hayyam,
s.136.
[164] Erbay, “Mevlânâ’nın Rubâilerinde Tekâmülün Dört
Unsuru Şarap, Kadeh, Sâki ve Şems”, s.106.
[165] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer Hayyam, s.57.
[166] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.63.
[167] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün
Dörtlükler, s. 171.
[168] Kuran-ı Kerim’in Tahrîm Suresi 8. ayetindeki nasuh tövbesine vurgu
yapmaktadır. Bu âyette yapılması istenen tövbenin nasıllığıyla ilgili olarak
kullanılan nasûh kelimesi, “hâlis, katışıksız” mânası taşıdığı gibi “düzeltici,
onarıcı” anlamına da gelir; nush kelimesi de bu mânalarla bağlantılı olarak
“öğüt vermek, nasihat etmek” demektir. Âyetteki ifade, tövbenin tam mânasıyla
pişman olma ve bir daha pişman olduğu o işe dönmeme azmini içermesi gerektiğini
göstermektedir (Zemahşerî, IV, 117). Kelimenin bu sözlük anlamları ve tövbede
aranan şartlar dikkate alınarak meâlde bu kelime “içtenlikle ve kararlılık
içinde” şeklinde çevrilmiştir. Böyle bir içtenlik ve kararlılıkla yapılan
tövbeye de İslâmî kaynaklarda tevbe-i nasûh denilmiştir. bkz. Diyanet İşleri
Başkanlı, Kur’an Yolu Tefsiri, Cilt: 5 Sayfa: 410.
[169] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer Hayyam,
s.132.
[170] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s.314.
[171] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.
179.
[172] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.
144.
[173] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s.72.
[174] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün
Dörtlükler, s.69.
[175] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün
Dörtlükler, s. 145.
[176] Eyüpoğlu,
Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.59.
[177] Mustafa Çağrıcı, “Hakikat”, DİA, 1997, cilt:
15, ss.178-179.
[178] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.
113.
[179] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer Hayyam,
s.37.
[180] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer
Hayyam, s. 129.
[181] Ozan Sağdıç, Bir Islak Ateş Ömer Hayyam,
s.129.
[182] Eyüpoğlu, Hayyâm Bütün Dörtlükler, s.57.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar