OSMANLI DÖNEMİ MEVLİD TARİHİ
Hazırlayan: Mustafa YILDIRIM
Mevlid yazımının ve
akabinde orataya çıkan mevlid merâsimlerinin, Osmanlı’nın kuruluş ve sonrası
dönemde sosyal hayata ve dinî kültüre etkisi büyüktür. Mevlid yazma geleneğini
ilk başlatanlardan olan Süleyman Çelebi’nin eseri Vesîletü’n- Necât ın
da bu oluşuma etkisi yadsınamaz derecededir. Bu süreci daha iyi anlayabilmek
için sosyal hayatın içinde büyük öneme sahip olan o döneme âit dinî hareketleri
gözden geçirmek gerekir. Zirâ tarihte ortaya çıkan birçok olay sebeplere
dayanır.
2.1. Mevlid’in (Vesîletü’n-Necât)
Ortaya Çıktığı Dönem
“Osmanlı’nın kuruluş
yıllarına âit yazılı kaynakların ve günümüz tarih bilgilerinin yetersizliğinden
dolayı bu dönem henüz tam olarak birçok yönden aydınlanmamıştır. Mevcut bilgilerden
hareketle bu dönemde Anadolu’nun siyâsî bir bütünlük ve birlikten yoksun olduğu
görülmektedir.” (Yediyıldız, 2007: 13). Bu dönemi kısaca anlayabilmek için Vesîletü’n-Necâtın
yazıldığı tarihten birkaç yüzyıl öncesini irdelemek gerekir.
Abbâsi’lerin yıkılış
sürecine kadarki zaman içinde ihtişamlı, parlak bir uygarlık haline gelen İslâm
Medeniyeti, Abbâsiler döneminde kurulan Fâtımî devleti zamanında ortaya çıkan
farklı İslâmî hareketlerle belirgin bir bölünmüşlüğe maruz kalmış ve bu
bölünmüşlük İslâm âlemini menfî yönde etkilemeye başlamıştır (Ocak, 2004, s.
163). Bu hareketlerin başında İslâm âlemine çok zararı dokunmuş Bâtınîlik
gelmektedir. Batınîlîk:
Nâsları,
zâhir-bâtın ayırımına tâbi tutarak te’viller yapan, İslâm’ın temel hükümlerini
(zarûrât-i dîniyye) bütün müslümanların anlayışından farklı olarak yorumlayıp
din anlayışlarını inkâr veya ibâha sınırına kadar götüren itikadî fırkalar
yanında, son derece gizli bir şekilde teşkilâtlanmış örgütler vasîtâsıyla
merkezî idareye karşı girişilmiş isyan faaliyetlerinin başını çeken çeşitli
siyasî gruplar için de kullanılmış ortak bir lakaptır (Avni, 1992: 191).
Batınîlik hareketi
sadece bulunduğu bölgeyi değil, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu dâhil birçok
devletin içine ajanlarıyla sızmış, devlet adamlarını birbirine öldürtecek kadar
hatta iki devlet arasında savaş çıkaracak kadar teşkilatlanmıştı. Selçuklu
Devleti bulunduğu bölgenin konumundan dolayı sadece Batınîlerle değil, bir
taraftan küçük Türk Devletleri ile siyâsî birliği sağlamaya çalışırken diğer
taraftan sosyal yapıyı bozabilecek heterodoks inanışlara karşı mücadele
vermekteydi. Bu mücadeleler içinde en çetini Türk Devletlerini birbirine
düşürecek kuvvete bile erişen Bâtınîlere karşı olmuştur. Başta İmâm-ı Gazzâlî
olmak üzere birçok din âlimi, yazdıkları eserlerle halkı bu sapık düşünceye
karşı uyarmaya çalışmışlardır. Bu alanda en önemli çalışma ise Bâtınî-Şiâ
hareketlere karşı sünnî anlayışı coğrafyada pekiştirmek amacıyla Selçuklu
veziri Nizâmülmülk tarafından kurulan Nizâmiye Medreseleridir (Özaydın, 2018:
2).
Bâtınî hareketin
başını çeken Hasan Sabbah, 1090 yılında Alamut Kalesini ele geçirdikten sonra,
Orta doğuda Bâtınîliği yaymak için Abbâsilere ve Selçuklulara çok zarar vermiş,
içirdiği haşişin (esrar) etkisiyle fedâileri birçok devlet adamını
katletmiştir. Bunların içinde Bâtınîlerle çok mücâdele eden ve bir dönem onları
zayıf düşüren Nizâmülmülk de vardır. Farklı topluluklarda İsmâiliyye, Seb’iyye,
Tâ’limiyye, İbâhiyye, Mazdekiyye, Babekiyye, Nâsıriyye, Nusayriyye gibi farklı
inanışlar adı altında kendilerini açığa çıkarmadan faaliyetlerini uzun süre
devam etmişlerdir (Avni, 1992: 192).
Anadolu sünnî
anlayışını tehdit eden diğer hareket ise Moğol istilası ile İslâm dînini, Îrânî
bir kimlikle benimseyerek Anadolu’ya göç etmiş Türkmenlerdi. Bu göçe Şiâ-
Batınî anlayıştaki İranlı sûfîler de eklenince sosyal toplumdaki dinî
birliktelik daha da karışmaya başladı. Bu gruplara örnek olarak; Süleyman
Çelebi’yi yazmaya iten Ulu Câmi’nde verdiği vaazda Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) efendimizi diğer
Peygamberler ile eşit gören anlayıştaki İranlı bir vaizdir.
Bir başka dinî
anlayış ise özellikle Osmanlı’nın kuruluş döneminde Bizans bölgelerini
fethettiği İznik, Bursa ve İstanbul civarındaki Mesih-Mehdi beklentisi içinde
olan Hristiyan heterodoksunun ortaya çıkmasıdır (Ay, 2012: 3). Hz. Ali’nin
(r.a) bazı Şiâ gruplarca Tanrısal bir ifade addedilmesi ile Hristiyan Ortodoks
inancındaki Hz. İsa’nın (a.s) tanrılaştırılması düşüncesi bu bölgelerde
-özellikle Anadoluda- etkili olmuştur (Ay, 2012: 10).
Böylesine
eklektik ve karışık durum içinde sünnî anlayışın korunmasını sağlayacak fikir
ve sağlam dinî inanışların rolü büyüktür. Bunlar özellikle İbn. Arabî’nin
vahdet-i vücûd öğretileri, ahlâki tasavvuf anlayışını benimseyen Mevlevîlik,
Hacı Bektâşi Velî ve Yunus Emre’nin Orta Asya ve Horasan kökenli ve ahlâkçı ve
aksiyoner tasavvuf anlayışlarıdır (Cide, 2015: 108).
Anadolu’da, Batınîlik
gibi sapkın dinî anlayışlara karşı ilk örnekler, ileride Süleyman Çelebi’nin de
ilham aldığı konu bütünlüğünden anlaşılan Âşık Paşa’nın Garip- nâmesi,
Ahmedî’nin Iskender-nâmesi, bir dönem Bursa’da yaşamış olan İbnü’l-
Cezeri’nin el-Mevlidü’l-Kebîr’i ve Darîr’in Sîretü’n-Nebî’si gibi
eserlerdir. Bu örneklerin en önemli özelliği buhranlı günlerde yazılmış
olmalarıdır. Eserler incelendiğinde ise aynı ruha, aynı duyguya sahip ve
toplumu aynı inanç içinde tutacak ve buhranlı günlerden selâmete çıkaracak
görüşleri öne çıkardıkları görülür. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i de yazılan bu
eserler ile aynı çizgide olmakla beraber eserin neredeyse bütününde Tevhîd
anlayışının, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sevgisinin ve ahlâkınının dünya âhiret
kurtuluşunun kaynağı olduğunu dile getiren anlatımların hâkim olduğu görülür.
Bu ve benzeri konular düşünüldüğünde “.. .Peygamber sevgisi ve onun ahlâkı ile
ahlâklanarak dünya ve âhiretin mâmur edilmesi, müellifin önem verdiği bir hedef
olarak görülebilir. Nitekim onun bu hedefinin Osmanlı’da belli ölçüde
mayalandığını ve söz konusu mayanın etkisinin bugün bile hâlâ devam ettiğini ve
ilgili metnin bunda payı olduğunu söyleyebiliriz.” (Çapku, 2015: 63).
Her ne kadar yazdığı
Mevlid’in ünü, muhitinin binlerce kilometre dışına çıkmış ve eserin içeriği
hakkında birçok çalışmalar yapılmış olsa da, eserin müellifi olan Süleyman
Çelebi’nin hayatı hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Hayatı hakkında yazılanlar
çoğunlukla Gelibolulu Ali’nin Künhü’l-Ahbâr’ı, İsmail Belîğ’in Gül
deste-i Riyâzı Irfân ve Vefeyât-ı Dânişverân-i Nâdiredân, Tezkîre-i
Latîfî gibi pek az sayıdaki tarihçilerin verdiği bilgilerden ibarettir. Vesîletü’n-Necâtın
şerhini yapan Hüseyin Vassaf dâhil olmak üzere son yüzyılda Faruk K. Timurtaş,
Ahmet Ateş ve özellikle Necla Pekolcay gibi araştırmacıların kaynakları da
yukarıda yazdığımız isimler ve eserlerdir.
Süleyman Çelebi’nin
yaşadığı dönem, bir önceki maddede anlatılan dönem haricinde Osmanlı’nın
Balkanlardaki başarıları ve Anadolu’da siyâsî birlikteliği sağlamaya çalıştığı
bir dönem olmasına karşılık, Moğolların baskılarını artırdığı bir dönem olarak
ta tarihe geçmiştir. Yani Süleyman Çelebi, hem Osmanlı’nın özellikle Yıldırım
Beyazıd’ın (1360-1403) refah döneminde hem de sonrasında Emir Süleyman
(1375-1420) ve Çelebi Mehmet (1382-1421) zamanında “Fetret Devri” diye anılan
buhranlı günlerde yaşamıştır (Kemikli, 2007: 18).
Süleyman Çelebi’nin
kesin doğum yılına tarihi kaynaklarda rastlanmamaktadır. Vesîletü’n-Necâf ın
orijinal metinleriyle ilgili çalışmalar yapan Necla Pekolcay, vaktiyle Raif
Yelkenci’den aldığı bir nüshadaki mevcut beyite binâen Mevlid’in 60 yaşında
yazıldığını işaret ederek Süleyman Çelebi’nin H. 752 de doğmuş olma ihtimalini
belirtmektedir (Pekolcay, 2016: 13). Ancak Süleyman Çelebi ve Mevlid’i ile
ilgili çalışmalar yapan Ahmet Ateş bu bilginin doğruluğunun zayıf bir ihtimal
olduğunu belirtmektedir. Raif Yelkenci’nin (1894-1974) En Son Dakika
gazetesindeki bir yazısında Mevlid’in eski ve tam olduğunu iddiâ ettiği bir
nüshasında rastlanan
Yiğitlik dâhi geçti şöyle hoca
Erişti
şastlık ve oldu koca
beytinin sonradan
başka müelliflerce yazıldığını veya başka bir mevlidden buraya aktarıldığını
düşünmektedir. Çünkü Vesîletü’n-Necât bütünüyle fâilâtün fâilâtün
fâilün kalıbıyla yazılmıştır. Bu beyit ise mefâîlün mefâîlün faûlün
kalıbıyla yazılmıştır. Fakat asıl nüshada olan:
Hem sekiz yüz on ikiydi tarihi
Bursa’da
oldu tamam ey ahı
beytinde Mevlid’in H.
812 (M. 1409) yılında yazıldığı muhakkaktır. Ateş, mevlidin asıl nüshasında
geçen:
Ömrümün kadrini hergiz bilmedim
Şimdi
bildim ille ömrü bulmadım
Saç sakal ağardı gönlüm kap-kara
Kılmadım
bir iş ki karam ağara
beyitlerine gönderme
yaparak, Süleyman Çelebi’nin son yaşlılık evresi olabileceği gibi türlü
insanlarda 45-50 yaşlarda ortaya çıkabilecek bir durum olabileceğini söyleyerek
Süleyman Çelebi’nin H. 762 - 767 (M. 1359 - 1364) yılları arasında doğma
ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu belirtmektedir (Ateş, 1954: 26).
Süleyman Çelebi
Bursa’da doğmuştur. Kaynaklara bakıldığında babasının kim olduğu tam olarak
bilinmemektedir. Lâkin kaynakların müşterek bilgilerine göre: Süleyman Çelebi,
Orhan Gâzî’nin çok hürmet ettiği Şeyh Mahmut’un torunudur ve bir rivâyete göre
Şeyh Edebâlî’nin oğlu, Orhan Gâzî’nin de silah arkadaşıdır. Orhan Gâzî’nin Şeyh
Mahmud için İznik’te bir medrese açtırdığı ve İbn. Arabî’nin Füsûs’unu
şerh ettiği bilinmektedir (Vassaf, 2013: 1).
Kaynaklarda Süleyman
Çelebi’nin dinî ve edebî bilgileri nasıl ve kimden aldığı ile ilgili hiçbir
bilgi yoktur. Fakat dedesi Şeyh Mahmut’un Orhan Gâzî’nin oğlu Süleyman Paşa
Rumeli’yi zaptettiği ve ona ithâfen yazdığı:
Velâyet gösterip halka suya seccâde salmışsın Yakasın
Rumeli’nin dest-i takvâ ile almışsın
beytine bakıldığında
medrese hocalığının yanında edebî dilinin de olduğu anlaşılmaktadır. Bu cihetle
“Süleyman Çelebi iyi bir tahsil görmüş olup zamanının ilimlerine vâkıf âlim ve
ârif bir zâttır.” (Vassaf, 2013: 1). Gerçi yazmış olduğu Vesîletü’n-Necât
incelendiğinde dinî, tasavvufî ve edebî bilgilere derinlemesine vâkıf olduğu
anlaşılmaktadır.
Çelebi kelimesi Eski Türkçe’deki “çalap” kelimesinden
gelmektedir, Tanrı-Allah anlamındadır. Türk İslâm kültüründe çelebi ise;
“Allah’a âit, Allah adamı.” anlamındadır (Dilçin, 2013: 61).
“17. yüzyılın
sonlarına kadar bilgin ve soylu kimseler için bu ünvan kullanılmıştır. Mevlânâ
soyundan gelenler çelebi olarak anılmış, Hacı Bektâş’ın nefes evladı yahut belinden
gelen kişilere de çelebi denilmektedir.“ (Cebecioğlu, 2014: 111). “Bu lakâb
ayrıca âlimlere, hususiyetle din ilimlerinde geniş bilgisi olanlara verilirdi.”
(Ateş, 1954: 23). Süleyman Çelebi’in lakâbı mevlevî olduğu için değil, bilgin
ve soylu kimse olduğu için verilmiştir.
“Süleyman Çelebi,
Gelibolu’lu Ali ve Âşık Çelebi’nin eserlerindeki kayda göre, Yıldırım Beyazıd
Hân’ın dîvan imamlığında bulunmuştur.” (Timurtaş, 1990: 2). “Emir Sultan’a
intisabı olduğu için...” (Ateş, 1954: 28). Yıldırım Beyazıd Hân’ın dîvan
imamlığını yaptığı sırada Emir Sultan’ın tavsiyesi ile tamamlanan Ulu Câmi’nin
imâmetine getirilmiştir. Hayatı hakkında ancak bu kadar bilgiye sahip olduğumuz
Süleyman Çelebi, H. 825/1422 yılında vefât etmiştir. Kabri Bursa’da Çegirge
yolu üzerinde bulunan Çelebi’nin ölümüne “Râhat-ı ervâh” terkibiyle tarih
düşürülmüştür (Vassaf, 2013: 1).
2.3. Süleyman Çelebi’nin Mevlidi: Vesîletü’n-Necât
İslâm edebiyatı
tarihine genel bakıldığında edebî ürünlerin, Allah (celle celâlühü) ve Hz.
Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşı duyulan sevgi merkezli olmasının yanında
bazı olayların tesiriyle yazıldığı bilinmektedir. Tevhîdnâmeler, Mevlid ve
nev’ileri ilk dönemlerde her ne kadar tâzim ve sevgiye dâir olsa da sonraları
ortaya çıkan şiâ, haricîlik ve özellikle bâtınîlik gibi hareketlere karşı zuhur
etmiştir. Müellifler bu eserlerle hem dünyevî hem uhrevî anlamda kendilerine
bir taraf belirlemiş ve konumlandırmışlardır.
Süleyman Çelebi’nin
Mevlidi olan Vesîletü’n-Necâtı da, kendi zamanının dinî ve siyâsî
karışıklıkların neticesinde yazılan bir metindir. Vesîletü’n-Necât,
“Kurtuluşa Vesîle” demektir. Kezâ Süleyman Çelebi’yi bu metni yazmaya düşüren
sebep ise; Ulu Câmi’inde bâtınîlik propagandası yapan İranlı bir vaizdir.
Rivâyet
odur ki: İranlı vâiz Bakara sûresinin 285. ayetinde geçen “.O’nun elçileri
arasında ayırım yapmayız.” anlamını saptırarak, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ’in Hz. Îsâ’dan (a.s) farkı olmadığını çeşitli deliller ve
âyetler okuyarak tefsir eder. Cemaat içinde bulunan bir Arap buna itiraz eder.
Delil olarak ta Bakara sûresinin 253. ayetinde geçen “O peygamberlerden kimini
kiminden üstün kıldık.” anlamındaki âyeti okur. Peygamberler arasında farkın
olmaması nebîlik ve resûlluk bakımındandır, fazilet ve mertebe cihetinde hepsi
birbirinden farklıdır anlamında açıklama yapar. Fakat bazı cahil cemâat da bu
tartışmada İranlı vâizin yanında yer alır. Arap ise kendi görüşünü destekleyen
Mısır ve Halep’teki fakihlerden 6 kere fetvâ alır, fakat yedincisinde İranlı
vâzi iknâ eder. Buna çok üzülen Süleyman Çelebi Vesîletü’n-Necât’ı yazmaya
başlar (Timurtaş, 1990: 5).
Hatta aşağıdaki
beyitleri bu münâsebetle Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) büyük Peygamberlere göre efdal ve daha değerli
olduğuna binâen nazmetmiştir (Vassaf, 2013: 88).
Ölmeyüb Îsâ gibi bulduğu yol
Ümmetinden
olmağ için idi ol
Çok temenni kıldılar Hâk’dan bular
Tâ
Muhammed ümmetinden olalar
Gerçi kim bunlar dahî mürsel durur
Lik
Ahmed efdâl ü ekmel durur
Zîrâ ol efdallığa elyak durur
Anı
öyle bilmeyen ahmak durur (Vassaf, 2013: 88).
“Mevlid, edebî
hayatımız içerisinde Mevlid türünün gelişmesini sağlayan öncü metin olmanın
yanında dinî, sosyal ve kültürel hayatımıza zenginlik katan bir şâheserdir.
İslâm'ın Tevhîd ilkesini ve bu ilkeyi vaaz eden Hz. Peygamber’i (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bize anlatmayı,
sevdirmeyi ve öğretmeyi amaçlamaktadır.” (Kemikli, 2015: 19).
Süleyman Çelebi’nin
Mevlid’i Türk İslâm tarihinde ilk mevlid değildir. “Ondan önce Mevlid
örneklerini, Ahmed Fakih’e (ö. 650/1252) ait Çarhnâme’sinde, aynı devirde
yaşamış ve hatta Bursa’da Süleyman Çelebi ile görüşmüş olan İbnü’l-Cezerî’nin el-
Mevlidü’l-kebîr veya Urfü’t-ta‘rîf bi’l-mevlidi’ş-şerîf adlı
eserinde, Erzurumlu Mustafa Darîr’in yazdığı manzum-mensur Sîretü’n-Nebî’de
(yazılışı: 790/1388)” (Aksoy, 2007: 324) ve Âşık Paşa’nın Garib-Nâme’sinde
de görmek mümkündür. Bazı eserlerde olduğu gibi Süleyman Çelebi Mevlid’inde de
ilham aldığı veya aynı duyguları paylaştığı kişilerin eserinden alıntıların
olduğu vâkidir. Bu nedenle Darîr’in ve Süleyman Çelebi’inin Velâdet
bahirlerinin bir bölümünü karşılaştırtığımızda benzerlikleri görmek mümkündür
(Erkan, 2014: 71).
Darîr’in velâdet
bölümü |
Süleyman Çelebi’nin
velâdet bölümü |
Rebi’ül-evvel ayı
kutlu olsun Hemîşe dil ü dîn
kuvvetlü olsun Rasûl’ün mevlûdi bu ay içinde Cihânda ma’rûf u meşhur oldı
Nebînün anası Âmîne Hâtun Habar virdi bu söz
mestur oldı K’ayun on ikisi
isneyn gicesi Harâb olmış evüm ma’mûr oldı Evümden göklere bir nûr çıkdı Ki dünyâ toptolu ol nûr oldı Döşendi bir bisât-ı üns
ü sündüs Havâda illa kim mestûr oldı Dikildi üç ‘alem
şarka vü garba Birisi Kâ’bede menşûr oldı Yakîn oldı bana kim Mustafâ’nun
Vücûda gelmegi destûr oldı İnildedüm
yalunuzluh elinden Ki ‘avrat ‘özr ile ma’zûr oldı Divâr yarıldı vü üç hûri
geldi Beni gör kim munisüm hûr oldı Oturdılar yanumda vü önümde Didiler
menzilün çün Tûr oldı Âmine aydur ol dem oldı kim uş Vücûda gelür
Ahmed kudret-ile Susadum su diledüm içmege ben Elüme sundılar kıf
şerbet-ile |
Ol gice kim doğdı
ol Hayrü’l-beşer Anesi anda neler gördi neler Ol rebi’ül-evvel ayı nicesi
On ikinci gice isneyn gicesi Didi gördüm ol habîbün ânesi Bir aceb nûr
kim güneş pervânesi Berk urup çıkdı evümden nâgehân Göklere irdi vü nûr
oldı cihân İndi göklerden melekler saf u saf Kabe gibi kıldılar evüm
tavâf Hem havâ üzre döşendi bir döşek Adı sündüs döşeyen anı melek Üç alem
dahı dikildi üç yere Her birisi aydayım nire nire Mağrib ü maşrıkda
ikisi anun Biri damında dikildi Kabe’nün Bildüm anlardan ki ol halkun yegi
Kim yakın oldı cihâna gelmegi Çünki bu işler bana oldı yakîn Ben evümde
otururken yalnuzın Yarılub divâr çıkdı nâgehân Üç bile hûrî bana oldı
‘ıyân Çevre yanuma gelüp oturdılar Mustafâ’yı birbirine muştılar Âmine
aydur çü vakt erdi tamâm Kim vücûda gele ol Hak vehbeti Susadum su
diledüm içmeklige |
Ayrıca Âşık Paşa’nın Garib-Nâme’sindeki ile Süleyman
Çelebi’nin Tevhîd bahrindeki beyitleri benzerlik göstermektedir. Ayrıca Neclâ
Pekolcay: Vaktiyle Râif Yelkenci’den aldığı Ebü’l Hasan Bekrî’ye âit siyer
yazma eserindeki bazı kısımların ve hatta bazı ifâdelerin benzerliklerinin
olduğunu belirtmektedir (Pekolcay, 2016: 36).
Âşık Paşa’nın
Garib-Nâme’si Tevhîd bölümü |
Süleyman Çelebi’in
Tevhîd bölümü |
Allah adın eytlüm evvel ibtidâ K’andan oldı ibtidâ vü intihâ Evvelün ol evvelidür bî-gümân Âhirün hem âhiridür câvidân Cümle ‘âlem yog-iken ol var-ıdı Şöyle eksüksüz ganî cebbâr-ıdı |
Allah adın
zikridelim evvelâ Vâcib oldur cümle işte her kula Allah adın her kim ol evvel ana Cümle âlem yoğiken
ol var idi Yaradılmışdan ganî
cebbâr idi |
Kaynak: (Vassaf, 2013: 101-121; Yavuz, 2000: 21)
Bu benzerliklere
bakıldığında Vesîletü’n-Necâfın bahsi geçen eserlerden alıntı olan veya
taklit bir eser olduğu düşünülebilir. “Bu tekrarları taklit sanmak hatadır.
Bunlar, eski üstâdların izinde bir saygı yürüyüşüdür ki bir taraftan onların
eserlerini yeni bir dil ve üslûp hamlesiyle ve yeni bir görüş ve düşünüşle
tazelemek ve yüceltmek hedefindedir.” (Banarlı, 1963: 3). Bu benzerliklerin
ürünlerini hem doğu hem de batı edebiyatında fazlaca görmek mümkündür. Nihad
Sami Banarlı bu hususta, Leylâ vü Mecnûn" nun ilk telifinin İranlı
şâir Nizâmî olduğunu ve ondan sonra birçok şâirin sosyal konjöktüre göre ve
kültürel değerlere göre yeniden farklılıklar katarak yazdığından bahseder. Yine
batı edebiyatında Sophokles'in, meşhur Antigone trajedisinin, modern
Fransız edibi Jean Anouilh tarafından, aynı isimle yeni bir anlayışla sahne
eseri haline konulduğundan bahseder (Banarlı, 1963: 3). Bahsi geçen bu eserler
ilk telif sahiplerine göre daha fazla şöhret kazanmışlardır. Süleyman Çelebi’ye
de nazireler yapan birçok şâir olmuştur. Ama şâirlerin neredeyse hiçbiri
Süleyman Çelebi’nin şöhretine erişememişlerdir. Bunlardan birisi de şiirinde
1439 yılında yazıldığı anlaşılan Ayasofya müezzini Kemâl’in eseridir. Eserinde
yer yer Süleyman Çelebi’nin eseriyle olan benzerlikleri görmek mümkündür:
Ayasofya müezzini
Kemâl’in mevlidi |
Süleyman Çelebi’in
Tevhîd bahri |
Zîre yokdan ol bizi var eyledi Birligine cümle ikrâr eyledi |
Gerçi yokdan bunları var eyledi Kudretin bunlarda izhâr eyledi |
Pes Muhammed’dür bu varlığa sebeb Devlet anun kim anı kılur taleb |
Bil Muhammeddür bu varlıga sebeb Cehd idüp anun rızâsın kıl taleb |
Her kim ol bu aşla tâbi olmadı |
Kimse ansuz togn yolı varmadı Kimse ansuz Hak
yolın başarmadı |
Tablo
3.3. Ayasofya müezzini kemâl’in mevlidi ile Süleyman çelebi mevlidindeki
benzerlikler.
Kaynak: (Kütük, 2016: 44)
Ayrıca Süleyman Çelebi, Mevlidi'ne Erzurumlu Mustafa
Darir'in Sîretü'n Nebî'nin bir bölümünü hemen hemen aynı sözlerle, fakat
kendi üslûbuyla tekrarlayarak "Kasîde-i Meliha" adı verilen bir bölüm
meydana getirmiştir (Güzel, 1989: 194).
Mustafa
Darir Mevlid'inden |
Süleyman
Çelebi’in " Kasîde-i Meliha " faslı |
Emine eydür ol dem oldı kim uş Vücuda gelür Ahmed
kudret ile |
Âmine aydur çü vakt erdi temâm Kim vücudâ gele ol
Hak vehbeti |
Susadum su diledüm içmeğe ben Elüme sundılar kıf
şerbet ile |
Susadum su diledüm içmekliğe Verdiler bir şişe dolu
şerbet |
Sovuh kardan dahı ağ ü şekerden Dahı datludur içdüm
lezzet ile |
Kardan ağ idi ve hem sovuk idi Dahi şirindi şekerden
lezzeti |
Bu kez bir nur içinde garka oldum Bürüdi nuru beni
ismet ile |
Sonra gark aldı
vücudum nûrile Bürüdi
beni o nûrun ismeti |
Bir ağ-kuş geldi arkarnı sığadı Kanadı bir/e katı
kuvvet ile |
Geldi bir ak-kuş kanadıle benüm Arkamı sığadı
kuvvetle katı |
Kaynak: (Erkan, 2014: 71)
Süleyman Çelebi’nin
Mevlid’i benzerlerine göre daha fazla şöhret bulmuş nazîre bir metindir. Her ne
kadar Süleyman Çelebi’nin mevlidi nazîre olsa da, Fuzûlî’nin Leylâ vü
Mecnûn" nun da olduğu gibi, ne kendinden öncekiler ne de kendi eserine
nazîre yapan şâirlerin hiç biri onun gibi şöhret bulmamışlardır. Birbirlerine
yakın bir zamanda ve benzerlik gösteren mevlidlerin ortak özellikleri; İslâm
âleminin sıkıntılı döneminde tevhîd inancına, ehl-i sünnet anlayışına, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sevgisine, hidâyete ermenin yollarına ve
hâssaten Türkçeye önem vermeleridir.
Dinî
Türk edebiyatı çığırının bütün bu şâirleri herhangi bir şöhret hatta sanat
gayesiyle değil, tamamıyla sevap işlemek ve sevdikleri Allah (celle celâlühü)
ve Hz. Peygamber'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir şükran borcu terennüm etmek duygusuyla
yazdıklarından, eserlerinde, âdeta farkında olmadan muvaffak oluyorlardı. Vesiletü'n-Necât'ın,
aynı konuda, kendisinden önce ve sonra yazılan, manzum ve dinî eserler
arasındaki büyük zaferi ise, bu yoldaki samimilik derecesinin üstünlüğündedir
(Banarlı, 1963: 21).
2.3.1. Süleyman Çelebi Mevlidi’nin
Bölümleri
Vesîletü’n-Necât ilk girişte bulunan Arapça kısa bir duâ hariç mesnevî
tarzında yazılmıştır. Konusunu, başta bulunan tevhîd anlayışını içeren beyitler
ile sonunda ve aralarda bulunan nasihatler hariç Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) doğumu ve hayatının
bazı kesitlerini teşkil etmektedir (Ateş, 1954: 38).
Vesîletü’n-Necâtın müellif hatlı nüshası, hâlen günümüzde mevcut
değildir. Zamanla kimi şâirler eserlerine alıntılar yapmış ya da eserlerinin
arasına olduğu gibi aktarmış, icrâsının uzunluğu nedeniyle kısa mevlid
kitapçıkları çıkarılmış, kimi müstensihler tarafından bilgisizce yapılan
istinsahlar yüzünden mevlidin asıl metninin hangisi olduğunu tespit etmek
müşkül bir hal almıştır. Bugün Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’ne ait olduğu
söylenilen birçok nüsha bulunmaktadır. Ama hangisinin müellif hattı, hangisinin
başka mevlidlerden veya şiirlerden alıntı yapılmış nüsha olduğunu
belirleyebilmek çok zordur. Bu konuda evvelce ciddi bir araştırma yapılmış
olsaydı bugün bu karışıklığa belki gerek kalmayacaktı. Ama bu mesele de Süleyman
Çelebi hakkında fazla bilgiye sahip olamadığımız gibi sırlanmış gibidir. “812
tarihli Mevlid nüshası ele geçtiği zaman bu tarihi eserin gerçek değeri meydana
çıkmış olacaktır. Mevcut yazmalar bu tarihten sonra istinsah edilmiştir.”
(Aymutlu, 1995: 8). Fakat son yüzyıla yakın bir zamanda yapılan tatmin edici
çalışmalar mevlidin asıl nüshasına yakın bir metin ortaya çıkarmıştır. Konuyla
ilgili araştırmalar yapan, Hüseyin Vassaf; Bursalı Mehmet Tahir’den aldığı
nüshayı şerh etmiştir. (Bu nüsha Süleymaniye kütüphanesinde bulunan Yazma
Bağışlar Bölümü, No: 2315, 662 sayfalı nesih kırmalı yazı eserdir.) (Vassaf,
2013: 5). Neclâ Pekolcay; neredeyse bütün mevlid yazma eserlerini inceleyerek
ortaya çıkarmış olduğu aslına yakın olduğu düşünülen bir mevlid metni hazırlamıştır.
Cabbarzâde Mehmed Ârif Bey; Hacı Selim Ağa Kütüphanesi Hüdâî Efendi bölümü 570
numaralı kayıtlı nüshayı şerhetmiştir (Yılmaz, 2011: 12). Ahmet Ateş; bilinen
en eski yazma eserlerden derleyerek oluşturduğu mevlid metnine en yakın
olduğunu iddia ettiği metni hazırlamıştır (Ateş, 1954: 8). Faruk Kadri
Timurtaş; Ateş ve Pekolcay’ın tenkidli metinlerinden ve eski ve asıl
nüshalardan yararlanarak oluşturduğu mevlid metinlerini belirlemiştir
(Timurtaş, 1990: 2). Ayrıca Bilal Kemikli editörlüğünde Diyanet İşleri
Başkanlığı yayınlarınca neşredilen üç ciltli “Mevlid Külliyatı” eseri de
bu çalışmaların içine dâhil edebiliriz. Ama bu hacimli eser Vesîletü’n-Necât’ı
derinlemesine incelemesinden çok diğer dillere tercümelerinin de bulunduğu bir
külliyattır. Bu külliyatta, Prof. Dr. Mehmet Akkuş ve Prof. Uğur Derman
hocaların hazırladığı ve DİB Yayınları arasında neşredilen merhum
Reîsü’l-Hattâtîn Ahmed Kâmil Akdik’in el yazmasının bulunduğu nüshadaki Mevlid
metni yer almaktadır (DİB, 2016: 11).
Bu araştırmacıların
çalışmalarının sonucunda ortaya çıkan mevlidin bölümleri farklılık arz
etmektedir. Bu başlıklar şu şekildedir:
Hüseyin Vassaf -
Gülzâr-ı Aşk
2- Fasl fî hilkati nûri’n-Nebî kable külli şey’
3- Fasl fî teselsüli intikâli nûri’n-Nebî (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)
4- Fasl fî vilâdeti-‘aleyhi etemmu’s-salavât
5- Fasl fî ba’di mu’cizâtı-‘aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm
6- Fasl fî bi’seti’n-Nebî salavât’llâhi ve selâmuhu
‘aleyhi
7- Fasl fî mi’râcihi-aleyhi ve ‘alâ âlihi’s-salavât
9- Tazarru’ ve münâcât be-dergâh-ı kâdi’l-hâcât
(Vassaf, 2013:
89-90).
Faruk Kadri Timurtaş - Mevlid Süleyman Çelebi
2-
Eseri Nazm eden için
duâ isteme ve kitaptan dolayı özür dileme
3-
Âlemin yaratılmasının
sebebinin beyânı
4-
Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Velâdeti
5-
Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) mucizelerinin beyânı
6-
Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Mi’râcı hakkında
7-
Muhammed Mustafa’nın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ba’zı vasıfları
8-
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) vefatı
(Timurtaş, 1990: 2)
Necla Pekolcay - Mevlid Süleyman Çelebi
2-
Fî Tevhîdi Bârî
Sübhânehü ve Teâlâ
3-
Fî’ltimâsi’d-duâ
li’n-Nâzım ve Fî Özri’l-Kitâb
5-
Fî beyânı
Fıtrati’r-Rûhi Muhammed Aleyhi’s-Selâm
6-
Fî Beyânı Zuhûri
Vücûdi’n-Nebiyy Sallallâhü Aleyhi ve Sellem
7-
Fî Beyânı mâ Zahare
Fî Vakti Velâdeti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem
8-
Fî Medhi’n-Nebiyy
Sallallâhü Aleyhi ve Sellem
9-
Fî Beyânı
Mu’cizâtı’n-Nebiyy Sallallâhü Aleyhi ve Sellem
10-
Fî Beyânı Mi’râcı
Mustafa Sallallâhü Aleyhi ve Sellem
11 - Fî Beyânı Hicreti’n-Nebiyy
Sallallâhü Aleyhi ve Sellem
12- Fî Ba’zı Evsâı Muhammed
Mustafa Aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm
13 - Fî Beyânı Nükteti
ve’n-Nasîhati
14-
Fî’n-Nehy An
Ef’âli’l-Mezmûmeti
16- Fî Vefâtı’n-Nebiyy Sallallâhü Aleyhi ve Sellem
(Pekolcay, 2016:
33-34)
Ahmet Ateş - Süleyman
Çelebi Vesîletü’n-Necât Mevlid
1- Hâzâ Kitâbü Mevlidi’n-Nebî Aleyhi’s-Selâtü ve’s-Selâm
2- Kaale’N-Nebî: Küllü Emrin Zibâlin Lem Yübde’
Bi’smi’llâhi Fehüve Ebter
3- Fi’ltimâsi ‘du’â’i Li’n-Nâzim ve Fî Özri’l-Kitâb
4- Fî Beyâni sebebi Fıtreti’l-Âlem
5- Fî Beyâni Hilkati Âdeme Aleyhi’s-Selâm ve İntikâli
Nûri Muhammedin Aleyhi’s- Selâm min Ensâbih
6- Fî Beyâni Alâmâti Vilâdeti’n-Nebî Aleyhi’s-Selâm
7- Fî Beyâni mâ Zahara Fî Vakti Velâdeti’l-Mustafa
Aleyhi’s-Selâm
8- Fî Medhi’n-Nebî Sallallâhü ‘Aleyhi ve Sellem
9- Fî Beyâni Mu’cizâti’n-Nebî Sallallâhü ‘Aleyhi ve
Sellem
10- Fî Mîrâci’n-Nebî Aleyhi’s-Selâm
11- Fi Hicreti’n-Nebî Aleyhi’s-Selâm
12- Fî Ba’zi Evsâfi Muhammed Mustafa Aleyhi’s-Selâtü ve’s-Selâm
13- Fî Vefâti’n-Nebî ‘Aleyhi ve Selâm
14- Fî Beyâni Marazi Muhammed Mustafa Sallallâhü ‘Aleyhi
ve Sellem
15- Fî Beyâni Vefâti’n-Nebî ‘Aleyhi ve Selâm
Cabbarzâde şerh
yaptığı eserinde, elde ettiği metinden seçtikleri beyitleri şerh yapmış,
bölümleri belirtmemiştir. Hüseyin Vassaf’ın bahirleri belirlemesine rağmen
bütün beyitleri şerh yapmadığı görülmektedir. Her ne kadar Ateş ve Pekolcay’ın
bahir konuları Timurtaş’a göre fazla gibi görünse de konu bütünlüğü ve beyit
sayısı olarak birbirlerine yakındır. Timurtaş Pekolcay ve Ateş’teki
farklılıkların nedeni bazı bahirlerdeki fasılları bahir olarak göstermeleri ya
da bazı fasılları bahir olarak göstermeleridir. Kısaca farklar şu şekildedir:
1- Ateş’te Fî Beyâni Alâmâti Vilâdeti’n-Nebî
Aleyhi’s-Selâm bölümü bir bahir iken Pekolcay’da fasl olarak görünmektedir.
2- Pekolcay’da “Fî beyânı Fıtrati’r-Rûhi Muhammed
Aleyhi’s-Selâm” bahri ile Timurtaş’ın “Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ruhunun Yaratılmasının Beyânı” bahirleri,
“Çünki Hâk evvelliğin bildin ayân” beyti ile başlar. Fakat bu beyit Ateş’te “Fî
Beyâni sebebi Fıtreti’l-Âlem” bahrinin sonunda bulunmaktadır.
Bir gez Allah dişe aşk ile lisân
Dökülür
cümle güneh misli hazân
İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen
Her
murada irişür Allah diyen (Ateş, 1954: 93)
beyitleri, ilk giriş bahrinde (tevhîd) yer alırken,
Pekolcay’da bulunmamaktadır.
4-
Enbiyânun
şeksüz ol sultanıdur
Cümlesinün
cânı içre cânıdur (Ateş, 1954: 99)
beyti, Pekolcay ve
Ateş’te bir fasl başlangıcı iken Timurtaş’ta bahrin devamıdır.
5- Yazım farklılıkları da bulunmaktadır. Günümüz
Türkçesinde ‘edelim’ kelimesi Pekolcay’da ‘aydalum’, Timurtaş ve Ateş’te
‘eydelüm’ olarak geçmektedir.
Yukarıda örneklerini
verdiğimiz sebeplerden dolayı kısaltılan Mevlid neredeyse son yüzyılda 1-
Tevhîd, 2- Velâdet, 3- Merhabâ, 4-Mîrac, 5- Münâcaat olarak beş bahire kadar
indirgenmiştir.
Mevlidin konu
açısından değerlendirildiğinde aslında başlıklar farklı gibi görünse de içerik
olarak aynıdır. Bahirlerin konularını açıklarken Ateş, Pekolcay ve Timurtaş’ın
eserlerini ortak bir başlıkta aktarmaya çalışacağız.
1- Duâ: Mevlid’in giriş bölümünde Arapça olarak yazılmış
duâ bölümüdür ve bu eserin mevlid kitabı olduğu belirtilmektedir. Kelime-i
Tevhîd, Şehâdet ve Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vurgu vardır. Allah (celle celâlühü)
övülmekte, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün varlığın sebebi ve yaratılmışların
şereflisi olduğu zikredilmektedir. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) şefâatinin kıyamet gününde var
olacağını ve kurtuluşun ona ve ehl-i beytine sonsuz hürmet ve tâzimden geçtiği
belirtilmektedir.
2- Tevhîd bölümü: Allah (celle celâlühü)’ı zikretmenin
her kula farz olduğu, kim bunu yaparsa her işinin hem bu dünyada hem de
ahirette işinin kolaylaşacağı konusuyla başlamaktadır. Bu mânâda Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) : “Besmele ile başlanmamış olan her
önemli iş güdük kalır.” hadisine işaret vardır. Devamında Allah (celle
celâlühü)’ın esma-yı hüsnâsı zikredilmekte, bu isimleri haşre kadar zikreden
kulun cehennemden kurtuluşunun yegâne anahtarı olduğu vurgulanmaktadır.
3- Kitap için özür ve münâcât bölümü: Süleyman Çelebi,
Allah (celle celâlühü)’ı her dâim zikredilmesi gerektiği tavsiyesinde bulunduğu
beyitler ile başlamaktadır. Bu tavsiyeyi tutacaklar için de duâda
bulunmaktadır. Ayrıca kendisi mahviyette bulunup yazdığı bu eserin tam
olmadığını, kendisini bu konuda ayıplamamaları gerektiğini beyân etmektedir.
Zîrâ bu dünyada eksiksiz iş olmadığını dile getirerek kendisi için duâ
istemektedir.
4- Âlemin ve Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ruhunun yaratılması sebebi
bölümü: Bu bölüm Allah’ın (celle celâlühü) ezelî ve ebedî olduğu belirtilen
beyitler ile başlamaktadır. Âlemler yaratılmadan önce Hz. Muhammed’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ruhunun yaratıldığı,
kendisine ezelde “Habîbullah” sıfatının verildiği ve âlemin yaratılma sebebi
olduğu belirtilmektedir. Bütün Peygamberlerin Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) dünyaya teşrifine zemin
hazırlandığı beyân edilmektedir. Süleyman Çelebi’nin mevlidi yazma sebebi
olarak bilinen hadiseden sonra ilk yazdığı düşünülen:
Ölmeyüp Îsâ gibi göğe bulduğu yol
Ümmetinden
olmak içün idi ol (Ateş, 1954: 98)
beyti bu bölümdedir.
Ayrıca Hz. Âdem (a.s) ve diğer Peygamberlerin yaratılışı, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) dünyaya gelmeden önce
beliren hadiselerden bahsedilmektedir.
5- Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğumu bölümü: Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) doğumu esnasında
annesi Âmine’nin gördükleri aktarılmaktadır. Süleyman Çelebi, bu olayların aşk
ile dinlenildiği takdirde dinleyenin gönlüne rahmet saçılacağını, sonraki
beyitlerde de Allah’ın (celle celâlühü) rahmet edeceğini belirtir. Hz.
Peygamber, (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sıfatlarıyla övülmekte ve O’na salât getirenin
cehennemden kurtulacağı söylenmektedir. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) doğumu esnasında evden çıkan
nûrdan ve hûrilerin Âmine’ye doğacak çocuğunun kutlu bir kişi olacağı müjdesi
verilmektedir.
6- Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) medhedilmesi bölümü: Hz. Peyhamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) doğumundan sonra
nurunun cihânı kapladığı, âlemin bu doğumdan dolayı rahmete gark olduğu
anlatılmaktadır. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) isminin zikredilmesinin dinî bir vecibe olduğu
ve salât ü selâm zikrinin yapılmasında kulun şefaat bulacağı arz edilmekte ve
şâirimizde bu şefâatten niyâz istemektedir.
7- Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mucizeleri bölümü: Bu bölüme Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) mübarek vasıfları ve
güzellikleri anlatılarak başlanmıştır. Daha sonra Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ayı ikiye yarması,
mübarek ellerinden su çıkması, bir bulutun devamlı üstünde olması, gölgesinin
bulunmaması, cansız varlıkların dile gelip onunla konuşması vb. mucizeleri
anlatılamaktadır.
8- Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mîrâcı bölümü: Süleyman Çelebi bu bölüme
mutasavvıfların anlatımı gibi akıl, düşünce, mânâ ve gönül ilişkilerini
anlatarak girmektedir. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mîrâcını denizdeki incilere benzetmekte ve
mîrâcı anlatacağını belirtmektedir. Âyetler, hadisler ve İslâm tarihi
kitaplarındaki bilgiler ışığında mîrâc gecesini anlatmaktadır. Bir Pazartesi
gecesi Ümmühânî’nin evine Hz. Cebrâil’in (a.s) Burâk adında bir binitle
geldiğini, önce Kudüse götürdüğünü, bütün Peygamberlere imamlık yaptığını
sonrasında göğe yükseltildiğini beyân etmektedir. Melekût âlemini tasvîr ederek
oradaki meleklerin devamlı Allah’a (celle celâlühü) secde ettiklerinden, Allah (celle
celâlühü) ile görüşmesinden ve namazın mü’minlere hediye edilişinden
bahsetmektedir.
9- Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicreti, vasıfları ve nasihat bölümü: Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ilâhî emirle Mekke’den Medine’ye hicretini
anlattıktan sonra Kur’ân’da kendisinin övüldüğünü, güzel ahlâk üzere
yaratıldığını, cömertliğini, nefsine göre hareket etmediğini, şükür sahibi
olduğunu dile getirmektedir. Nasihat faslında ise; kulların Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) buyruğunu tutmalarını,
gafil olmamalarını kurtuluşun ancak O’nu sevmek ve sünnetlerini uygulamakla
mümkün olduğunu dile getirilmektedir.
10- Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefatı bölümü: Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Hz. Meymûne’nin evinde
63 yaşındayken hastalandığı, zayıflamaya başladığı, vücudunun hararetlenmesine
rağmen şükrünü ve zikrini artırdığı belirtilmektedir. Hastalığından dolayı Hz.
Peygamber, (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Ebû Bekir’e imamlık yapmasını söylediği
beyân edilmekte ve ümmetinin kurtuluşu için duâ ettiği anlatılmaktadır. Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine çok düşkün olduğu, hastayken bile
ümmetinin kurtuluşu için Allah’a (celle celâlühü) yalvardığı vurgulanmaktadır.
Hz. Cebrâil’in hastayken kendisine bu duâsının Allah (celle celâlühü) indinde
kabul buyrulduğu belirtilmektedir. Süleyman Çelebi, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) vefâtından dolayı
ehl-i beytinin ve sahâbenin hüzne gark olduğunu cenazesinin kılınışını ve defim
tasvîr etmektedir.
11- Mevlid kitabının sonu bölümü: Dünya hayatının gelip
geçici olduğunu, nihâyetinde ölümün kaçınılmaz olduğunu anlatan beyitler ile
başlanmıştır. Kurtuluşun ancak Allah’a (celle celâlühü) kul olmakla ve Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yolunu takip etmekte olduğunu tavsiye
etmektedir. Ölümün devamlı hatırlanması gerektiği bilgisi verilmekte, Allah’ın (celle
celâlühü) çokça ibâdet ve zikirle anılması gerektiği vurgulanmaktadır. Şâirimiz
günahlarının affı için münacatta bulunduktan sonra mevlid kitabının Bursa’da
tamama erdiğini bildirmektedir. En son beyitlerde kitabı okuyan ve yazan için
dua isteyerek kitabı sonlandırmaktadır.
“Vesîletü’n-Necât’ın
ve diğer bazı mevlidlerin sonundaki ‘Hikâye-i Deve, Hikâye-i Geyik, Hikâye-i
Güvercin’ gibi Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nisbet edilen bazı mucizevî olaylara dair
hikâyeler, eserlere sonradan ilâve edilen destanî manzumelerdir ve bunların
asıl mevlid metinleriyle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.” (Aksoy, 2007: 325).
Ayrıca Süleyman Çelebi’nin mevlidine sonradan eklenmiş olan Merhabâ Bahri, 1469
yılında Ahmet veya Ahmedî adında bir şâir tarafından yazılmıştır. (Ateş, 1954:
69). İlk dönemde istinsah edilen metinlere sehven girdiği için sonraki
müstensihlerde mükerreren devam etmişlerdir.
3.3.2. Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’nin
Edebî Özellikleri
15. yüzyıldan
itibaren kaleme alınmaya başlayan mevlidler, Türk halk kültürü ile İslâmi
kültür unsurlarını bir arada barındıran eserlerdir (Eroğlu, 2014, 99). İlk
Türkçe mevlid metni hakkında kaynaklarda açık bilgi yer almamakla birlikte
Süleyman Çelebi’nin 812’de (1409) kaleme aldığı Vesîletü’n-Necât adlı
mesnevinin ilk mevlid olduğu görüşü yaygın bir şekilde kabul görmektedir
(Aksoy, 2007). Vesîletü’n-Necât o dönemde halkın anlayabileceği kadar sade ve
edebî bir dil ile Türkçe yazılmıştır. “Şâirin gerek İslâm kültürüne vukûfiyeti
ve gerekse mükemmel üslûbu ve vezninden kaynaklanan âhenginden dolayı Vesîletü’n-Necât,
yazıldığı dönemden itibaren besteli veya bestesiz olarak okunmuş sehl-i mümtenî
kabul edilen bir şaheserdir.” (Vassaf, 2013: 3).
Süleyman Çelebi’nin
mevlidine genel itibariyle baktığımızda dinî ve ahlâki öğretilerin hâkim
olduğunu görebiliriz. Bu öğretileri Süleyman Çelebi, edebî sanatları ustaca
kullanarak “... biraz sert, fakat bir o kadar candan ve o kadar içten gelen bir
ifâde ile anlatır ki, insana öğretmek gâyesi ile yazılmış bir parça değil, en
derin hisleri anlatan bir parça kadar tesirli gelir.” (Ateş, 1954: 41).
Vesîletü’n-Necâf ta fikir, bilgi ve duygular çok sanatkârane bir üslûpla
anlatılmıştır. Müellifin ifadeleri dinî heyecanına bağlı olarak gelişip
zenginleşmiş ve ona dönemin çizgisini aşan şahsî ve sanatlı özel bir üslûp
kazandırmıştır. Bu sebeple eserde motiflerin ve edebî sanatların kullanılışı
yazarına mahsus olup tamamen orijinaldir. İfadeler halka yönelik konularda çok
sade, dinî kavramların anlatımında bazen girift, fakat anlamın derinine
inilince gönlü fethedecek özellikler taşır (Pekolcay, 2004: 485).
Çalışmanın bu aşamasında
mevlid metninde vezin ve kafiye kullanımına, anlatım türlerine, ardından da
metinde yer alan edebî sanatlara ilişkin bilgiler verilecektir.
Mevlid şeklen bir
mesnevidir. Uzun soluklu anlatılar olan mesnevîlerde şairler tarafından kısa
soluklu ve şiire uygulaması kolay olan aruz kalıpları tercih edilmiştir. Bu
sebeple Türk edebiyatında Mevlid türü eserlerde de hâkim vezin kalıbı fâilâtün
fâilâtün fâilüri dür. Remel bahrindeki bu kalıp Türk edebiyatında en çok
kullanılan vezin kalıplarındandır. Şeyyad Hamza’nın Yusuf u Züleyha’sı,
Âşık Paşa’nın Garibnâme si, Kadı Darîr’in Kıssa-i Yusuf u bu
kalıpla yazılmış mesnevilerdir (Ak, 2018: 48).
Süleyman Çelebi, Vesîletü’n-Necâf
ı zikredilen sebeplerden dolayı Remel Bahri’ndeki fâilâtün fâilâtün fâilün
kalıbıyla kaleme almıştır. Bununla birlikte eserde, mesnevî nazım şekli yerine
kaside ve gazel nazım şekillerinin tercih edildiği iki yerde aruz kalıbının
değiştiği görülür.
Vesîletü’n-Necât’ta aruzun genel olarak başarılı bir şekilde
kullanıldığını söylemek mümkündür. Bununla birlikte metinde birçok yerde imâle
yapma zarureti ortaya çıkar. Eserin kaleme alındığı 15. yüzyılın hece vezninden
aruz veznine geçiş dönemi olduğu, mevlid metinlerinin daha çok halk için kaleme
alınmış mesneviler olduğu düşünülürse bu oldukça anlaşılabilir bir durumdur
(Eroğlu, 2010: 131; Güzel, 1989: 194).
Kafiye, son harf ve
harekeleri birbirine uygun olan ve mısra yahut beyit sonunda bulunan
kelimelerdir (Mevlevi, 1994: 77). En az iki mısrânın sonunda tekrarlanan,
yazılışları aynı, anlamları farklı olan ses benzerliği olarak tanımlanan
kafiye, şiir metnini sıkıcılıktan ve yoruculuktan kurtaran, metne akıcılık
veren önemli bir ögedir (Ak, 2018: 49). Süleyman Çelebi’nin, Vesîletü’n-Necâfta
kullandığı kafiyeleri güzel ve sağlamdır. Çünkü Çelebi, her mısrânın mükemmel
olması için açık bir sanatçı titizliği göstermiştir. Eserin divan şairlerince
bile sevilip beğenilmesinin bir sebebi budur (Güzel, 1989: 197).
Süleyman Çelebi
çok/yok, var/yâr, şâh/padişâh vb. basit kafiyeleri çokça kullanmıştır. Metinde
yarım kafiyelere sık rastlanır. Birçok yerde ana/ana, ol durur / oldurur vb.
cinasla kafiye yapılmıştır.
Süleyman Çelebi’nin
daha çok Türkçe kelimelerle kafiye yaptığı görülmektedir. Bununla birlikte
eserde kafiye yapımında birçok yerde Arapça ve Farsça kelimeler de
kullanılmıştır. Aşağıda eserde Türkçe, Türkçe-Arapça, Türkçe-Farsça, Arapça,
Farsça ve Arapça-Farsça kelimelerle yapılmış kafiye örneklerine yer
verilmiştir.
Türkçe kelimelerle
yapılmış kafiye örnekleri
öni/sonı |
(3) |
çok/yok |
|
(30) |
söze / size |
(33) |
bulına / kulına |
(36) |
|
işinün / kişinün |
(44) |
olmadı / bulmadı |
(107) |
|
Türkçe Arapça kelimelerle |
yapılmış kafiye örnekler |
|
|
|
evvelâ / kula |
(1) |
var / karâr |
(58) |
|
adına / ecdadına |
(88) |
yolı / veli |
(101) |
|
yakin / gelmedin |
(153) |
anı / Gani |
(198) |
|
Türkçe Farsça kelimelerle yapılmış kafiye örnekleri
var / Girdigâr |
(69) |
anası / dânesi |
(151) |
arı / serveri |
(188) |
anlarun /
Peygamberün |
( 270) |
mah-veş / güneş |
(326) |
gice / hoca |
(327) |
Arapça kelimelerle yapılmış kafiye örnekleri |
|
||
habîb / tabîb |
(71) |
münhezim / müna’dim |
(334) |
sücûd / şühûd |
(344) |
aded / Ahad |
(348) |
kelâm / tamâm |
(351) |
necât / es-salât |
(352) |
Farsça kelimelerle yapılmış kafiye örnekleri
cihân / hemân |
(57) |
nihân / cân |
(60) |
yâr
/ âşikâr |
(135) |
nerdübân / revân |
(378) |
nâgehân
/ hemân |
(556) |
hem / gam |
(653) |
Arapça Farsça kelimelerle yapılmış kafiye örnekleri |
|
||
pâdişâh / ilâh |
(6) |
karâr / rûzigâr |
(131) |
beyân / hemân |
(141) |
haber / ser-te-ser |
(154) |
beyân
/ cân |
(290) |
zamân / sâyebân |
(315) |
Vesîletü’n-Necâtta yarım, tam ve zengin kafiyelerin kullanıldığı
görülmektedir. Ara ara kafiye kusurları da göze çarpmaktadır. Ahengi
zenginleştirmek için bilhassa cinaslı kafiyelere de yer verilmiştir. Şairlerin
kafiye bulma zaruretini kolaylaştırmak için zaman zaman redif kullanma yoluna
gittikleri bilinmektedir. Süleyman Çelebi’nin de eserinde sıklıkla redif
kullandığı görülmektedir.
Vesîletü’n-Necâtta müellifin tercih ettiği anlatım biçimlerinin
başında öyküleyici anlatım, öğüt verici anlatım ve tasvir edici anlatım
gelmektedir. Metnin Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğumu gibi tarihi bir olayı konu edinmesi ve
nakletmesi müellifin öyküleyici ve tasvir edici anlatımı benimsemesinde etkili
olmuştur. Vesîletü’n-Necâtın didaktik karakterli manzum dinî bir eser
oluşu da metinde kullanılan öğretici ve öğüt verici anlatım yöntemlerini
belirleyen ana sebep olmuştur. Aşağıda, eserde öne çıkan anlatım türleri ve
bunlarla ilgili metinden seçilen örnek bölümler aktarılmıştır.
Mesnevî nazım
biçimiyle telif edilen eserlerde öyküleyici anlatım tercih edilir. Vesîletü’n-Necâf
ta da Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı nakledilirken öyküleyici anlatım esas
anlatım türü olarak kendini gösterir. Eserin genel olarak öyküleyici anlatımla
kaleme alındığını söylemek mümkündür.
Hak Teâlâ çün yaratdı Âdemi
Kıldı
Âdemle müzeyyen âlemi
Âdeme kıldı ferişteler sücûd
Hem
ana çok kıldı ol lutf ıssı cûd
Mustafâ nûrını alnında kodı
Bil
Habîbüm nûrıdır bu nûr didi
Kıldı ol nûr anun alnında karâr
Kaldı
anun ile niçe rûzigâr
Sonra Havvâ alnına nakl itdi bil
Durdı
anda dahi niçe ay u yıl (Pekolcay, 2016: 62)
3.3.2.3.2. Öğüt verici anlatım
Dinî tasavvufî
eserler muhataba belirli konularda öğüt vermek amacıyla telif edilen
eserlerdir. Bu öğütler bazen metinde doğrudan verilirken bazen metin içinde
hikâye ve menkıbe aktarımı, bazen atasözü ve tarihi olayların aktarımı şeklinde
yapılır. Süleyman Çelebi’nin eserinde tavsiye ettiği ahlâkın dine bağlı yüksek
insânî bir ahlâk olduğu görülmektedir (Güzel, 1989: 206). Vesîletü’n-Necâfta
doğrudan öğüt vermeyi tercih eden Süleyman Çelebi, Fî beyâni’n-nükteti ve
’n-nasîhati ve Fi’n-nehy an ef’âli’l-mezmûmeti şeklinde müstakil
başlıklar açmış, bu başlıklar altında Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) doğru bir şekilde ümmet olmayı
öğüt vermiş, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine kibir, riyâ, gıybet, ayıplama gibi
kötü hasletlerden sakınmasını telkin etmiştir.
Ehl-i kibr ü dahi hem ehl-i riyâ
İkisi
dahi yaramaz Tanrıya
Gıybet ü zerk ü riyâdan key sakın
Tâ
olasın Hazret-i Hakka yakın
Cümle işde bî-riyâ hoş sâdık ol
Tanrıya
Peygambere hem lâyık ol
Hak bilür kim çün ne işlerse kişi
Hakka
lâyık işlemek gerek işi
Kılmagıl hiç kimse aybına nazar
Sana
ayruk kişi aybından ne zâr
Aybın ayrugun ko sen aybunı gör
Cennet
olmak dilerisen sana gör
Aybınun görmez gözün bin kılcasın
Görür
ayruk aybınun bir kılcasun
Kimse hakkında dime hiç ayb söz
Çün
degülsin sen dahi hiç aybsuz (Pekolcay, 2016: 103-104)
3.3.2.3.3. Tasvir edici anlatım
Eserde Hz.
Peygamber’in doğumunun, mûcizelerinin ve hayatına ilişkin birçok hususun
anlatıldığı bölümlerde tasvîri anlatıma başvurulduğu görülmektedir. Bu güzel
tasvirler Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mûcizelerinin anlatıldığı bölümde yoğunlaşır
(Güzel, 1989: 207-208). Tasviri anlatımla Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) yaşamındaki birçok hususun
metne muhatap olan kimselerin zihninde başarılı bir şekilde canlandırıldığı ve
metnin muhataptaki etkisinin artırıldığı görülmektedir.
Gerçi cümle nûr idi ol pâk-i zât İllâ her uzvında vardı
mu’cizât
Hak anı ayruk nebiye virmedi
Hiç
biri ol irdügine irmedi
Evvelâ ol kim mübârek cisminün
Gölgesi
düşmezdi yere resminün
Nûr idi başdan ayağa gevdesi
Bu
ayandur nurun olmaz gölgesi
Gölge zulmetden düşer hod hem yire
Nûrdan
gölgeyi göz kanda göre
Şeksüz ol hod bir Mûsâvver nûridi
Anı
görmezdi şular kim köridi
Hem mübârek başı üzre her zamân
Bir
bölük bulut olurdı sâyebân (Pekolcay, 2016: 84-85)
3.3.2.3.4. Sohbet tarzı anlatım
Didaktik edebî eserlerde sohbet yoluyla anlatımın en
belirgin hususiyeti muhataba samimi bir şekilde ulaşmak şeklinde tezâhür eder.
Bu anlatımda ifadelerin samimileştiği konuşma üslûbuna yakınlaşarak sadeleştiği
görülür. Bu anlatım biçiminin tercih edilmesi muhataba dikkat çekilen
hususlarda düşünmeye sevketmek ve yakınlaşarak muhatap üzerinde etki
oluşturmaktır (Ak, 2018: 55).
Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) doğumu gibi önemli
dinî bir konuyu tasavvufî bir tellakî ile ele alan Vesîletü’n-Necât da
diğer didaktik eserlerde olduğu gibi yazılış amacı doğrultusunda samimi ve sade
bir dil ile kaleme alınmıştır. Müellifin bu doğrultuda birçok bahiste
muhataplarına samimi ve sade bir dille hitap ettiği görülür.
İy azizler uşda başlaruz söze
Bir
vasiyyet kıluruz illâ size
Ol vasiyyet kim direm her kim tuta
Misk
gibi kokusı canlarda düte (Pekolcay, 2016: 49)
Yukarıda
Vesîletü’n-Necât’da öne çıkan anlatım türlerine örnekler verilmiştir. Metin
üzerinde bu örneklerin çeşitlendirilmesi mümkündür. Bununla birlikte Süleyman
Çelebi’nin zikredilen anlatım türlerinin yanında doğrudan doğruya anlatım,
delil ve ispat yoluyla anlatım gibi farklı anlatım türlerinden yararlandığını
söylemek de mümkündür (Güzel, 1989: 207-208).
Sehl-i mümtenînin en
iyi örneklerinden biri olarak kabul edilen Vesîletü’n-Necât sade bir
Türkçe ile kaleme alınmıştır. Metinde fikir, bilgi ve duygular çok sanatkârane
bir üslûpla anlatılmıştır. Müellifin ifadeleri dinî heyecanına bağlı olarak
gelişip zenginleşmiş ve ona dönemin çizgisini aşan şahsî ve sanatlı özel bir
üslûp kazandırmıştır. Eserde motiflerin ve edebî sanatların kullanılışının
yazarın şahsına münhasır olduğu görülür. Halka yönelik konularda çok sade bir
dil kullanılan eserde, dinî kavramların anlatımda bazan anlatımın giriftleştiği
görülür. Bununla birlikte muhatabın eserdeki derin anlamlara vukufiyeti
arttıkça eserin insan gönlünü cezbedecek özellikler taşıdığı fark edilir
(Pekolcay, 2004: 485).
Süleyman Çelebi,
tasavvufî bir telakki ile kaleme aldığı eserinde Türk edebiyatında kullanılan
tasavvufî remizleri oldukça başarılı bir şekilde kullanmıştır. Vesîletü’n-
Necât edebî sanatlar açısından oldukça zengin bir metindir. Eserde birçok
edebî sanat yer almakla birlikte teşbih, tekrir, tenâsüp, cinas, iktibas ve
tezat öne çıkan edebî sanatlar arasındadır. Aşağıda bu sanatlara metninden
örnekler verilecektir:
Bir edebî sanat olarak teşbih aralarında hakikî ya da
mecâzî bir münasebet bulunan şeyleri birbirine benzetmek (Tâhirü’l-Mevlevî,
1994: 168-169) şeklinde tanımlanır. Bu sanatta benzerlik bakımından güçsüz olan
nitelik bakımından daha üstün olana benzetilir (Dilçin, 2004: 405).
Teşbih, Vesîletü’n-Necâtta Süleyman Çelebi
tarafından kullanılan
edebî sanatlardandır.
Dünyadan Ukbaya hoş sâz eyledi
Can
hüması Hakk'a pervaz eyledi (Pekolcay, 2016: 115)
İfadenin etkisini güçlendirmek amacıyla sözcük ya da
söz grubunun yinelenmesi sanatı olan tekrir (Dilçin, 2004: 452). Vesîletü’n-Necâtta
dikkat çeken edebî
sanatlardandır.
Tekrir sanatında ana fikre katkı sağlayan, anlamın yoğunlaştığı kelimelerin
tekrar edilmesiyle sözün etkisinin güçlendirilmesi amaçlanmaktadır.
Göz yaşı
rahmet suyıdur bilene
Göz
yaşı ni’met suyıdur bilene
Göz yaşından
niçeler maksûd bulur
Göz
yaşından niçeler mahmûd olur
Göz yaşıdur
kurtaran derdden başın Göz yaşın dök kim göresin ancasın
Gözyaşıdur
cümle derdün çâresi
Gözyaşıdur ba’zınun settâresi
Göziyaşlı
kişiler hulkî olur
Göziyaşlı kişiler derdlü olur (Pekolcay, 2016: 114)
Bir edebî sanat
olarak cinas, söyleniş ve yazılışları aynı olup anlamları ayrı iki sözcüğü bir
arada kullanmaktır (Dilçin, 2004: 467). Sözle ilgili sanatlar içinde yer alan
cinas Vesîletü ’n-Necâtta sıklıkla kullanılan sanatlar içinde yer alır.
Eyle âh eyleyelüm kim ger taşa
Ugrarise
kaynaya ol taş taşa (Pekolcay, 2016: 135)
Bir edebî ıstılah
olarak tenâsüp anlamca birbirine uygun kelimeleri bir arada zikretmektir
(Tâhirü’l-Mevlevî, 1994: 162). Tenâsüp sanatında kelimeler arasında karşıtlık
ilişkisinin bulunmaması gerekmektedir (Dilçin, 2004: 431). Vesîletü’n- Necâttan
aktarılan aşağıdaki beyitte tenâsüp sanatının tekrir sanatıyla birlikte yer
aldığı görülür.
Ol sirâc ü ol beşîr ü ol nezîr
Ol
imâm ü ol hümâm ü ol münîr (Pekolcay, 2016: 69)
Lugat anlamı “İlim
almak, öğrenmek, alıntı yapmak, ateş yakmak üzere bir yerden kor almak” olan
iktibâs, edebiyatta ifadeyi süslemek ya da manayı kuvvetlendirmek amacıyla
metinde âyet ve hadislerden bir kısmının alınması olarak tanımlanmıştır
(Dilçin, 2004: 465). Zaman içinde atasözleri ve kelâm-ı kibarlardan yapılan
alıntılar da iktibâs olarak kabul edilmiştir. Sözlerin asıllarından yapılan
aktarımlara lafzî iktibâs, sözlerin anlamları itibariyle aktarılmasına da
manevî iktibâs denilir.
Döndiler cümle sahâbî câzi"ûn
Didiler
innâ ileyhi râci’ûn (Pekolcay, 2016: 129)
Tezat lügatte birbirine zıd olma durumunu ifade eder.
Edebî ıstılah olarak ise anlam itibariyle birbirine zıt olan kelimeleri bir
arada kullanmak demektir (Tâhirü’l- Mevlevî, 1994: 173). Duygu, düşünce ve hayal arasında birbirine
karşıt olan
nitelikler ve benzerlikler bir arada söylenir (Dilçin,
2004: 449). Bu sanatla
karşıtlıklardan yararlanılarak
metindeki ana fikir pekiştirilmiş, metnin muhatapta oluşturduğu duygu
zıtlıklarla artırılmış olmaktadır. Aşağıda, metinde tezat sanatının
kullanıldığı örnek bir beyti aktarıyoruz:
Zât-ı pâki gizlü genç idi nihân
Diledi
kim kıla ol genci ayân (Pekolcay, 2016).
Vesîletü’n-Necat, edebî sanatların çeşitliliği açısından zengin bir
içeriğe sahiptir. Yukarıda zikredilen ve örnekleri verilen edebî sanatların
yanında eserde mübalağa, telmih, nidâ, teşhis, istifham, tecahül-i arif ve daha
birçok edebî sanatın örneklerini görürüz.
Sonuç olarak
Vesîletü’n-Necât halkın anlayabileceği kadar sade ve edebî bir dil ile Türkçe
yazılmış bir eserdir. Müellifin dinî heyecanına bağlı olarak eserde samimi
coşkun bir söyleyiş ortaya çıkmıştır. Müellifin İslâmî kültüre ve bilgiye olan
vukûfiyeti, kendisine has sanatkârane üslubu, eserde arûzun ve kafiyenin
kullanımına bağlı olarak gelişen âhenk Vesîletü’n-Necâtı sehl-i mümtenî
örneği bir edebî şaheser haline getirmiştir. Birçok dinî hikemî eserde amaç,
sanat icrâ etmek değil aktarılmak istenen dinî hikemî hakikatleri muhataba
iletmektir. Bu sebeple bu tür eserlerin önemli bir kısmı sanatkârane
söyleyişten uzaktırlar. Yer yer kuru anlatım özelliği gösterirler. Süleyman
Çelebi’nin eserinde de nihâî amaç dinî hikemî hakikatleri muhataba iletmek
olmakla birlikte şairin kişisel nitelikleri ve dinî heyecanı ifadelerini
zenginleştirmiş, esere yazıldığı dönemin vasatını fazlasıyla aşan nevi şahsına
münhasır sanatlı bir üslup kazandırmıştır. Eserde anlatım türleri başarıyla
kullanılmış, kuruluk ve sıkıcılıktan uzak bir akıcılık yakalanmıştır. Eserin
edebî sanatlar açısından dinî hikemî türde kaleme alınan diğer eserlere göre
oldukça zengin özellikler barındırdığını söylemek mümkündür.
3.4.
Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’nin Bestelenmesi
Süleyman Çelebi
Mevlidi'nin yazıldığı dönemden beri bazı bestekârlar tarafından bestelendiği
bilinmektedir. Fakat Türk mûsikî’nin eğitimi meşk sistemine dayalı olup,
herhangi bir notasyon sistemi kullanılmadığı için çoğu eserler gibi mevlidin
bestesi de unutulup gitmiştir.
Nüzhet Ergün, mevlidin ilk bestesinin bizzat
Çelebi’nin kendisinin bestelemiş olabileceğinden, ya da Şakâyık tercümesinde
“Mevlid’de sâhib tarz” ifadesiyle geçen Çelebi’nin mevlidini Sultan Süleyman
Câmi hatibi ve imamı Sinâneddin Yusuf’un bestelediğinden söz etmektedir (Ergün,
1942: 17). Ancak genel
rivâyetlere
bakıldığında mevlidi
esas besteleyen kişinin 16-17. yüzyıl arasında yaşamış olan Bursalı Sekbân
adında bir bestekâr olduğudur (Mermutlu, 2007: 414). Sekban veya Sinâneddin
tarafından bestelendiği söylenilen Mevlid bestesinin ritmik bir beste olup
olmayacağı kesin bilinmemektedir. Ancak genel kanı; bir mûsikî veya sanat
anlayışı içinde teşekkül eden bir form olarak genellikle irticâlî olarak
okunduğudur (Özalp, 2000: 109). Her ne kadar irticâlen dense de belirli
kurallarının olduğu muhakkaktır. Eski nüshalar incelendiğinde her beyitlerde
hangi makâmların işlendiği ile ilgili ibâreler beyitlerin yanlarına yazıldığı
görülmektedir.
Metninin uzun olması
ve notaya alınamaması sebebiyle mevlid bestesi unutulmuştur. En son besteli
halini bilen kişi ise İsmail Dede Efendi’in talebesi Mutafzâde Ahmed
Efendi’dir. Kendisi bu besteyi arzu edenlere öğretmek istediğini belirtmesine
rağmen kimse iltifat etmemiş ve ölümüyle unutulup gitmiştir (Ergün, 1942: 441).
Sekbân’dan sonraki dönemlerde de mevlid bestelerine
rastlamaktayız. İstanbul’da Koca Mustafa Paşa’daki Sünbül Efendi Dergâhı’na
mahsus olarak bestelenmiş, her beytin ardından zâkirler tarafından Allah’ın (celle
celâlühü) “Hây, Hây” İsm-i Şerîfi’nin denilmesi âdettendi. Bu mevlidin
bestesini bilen merhum Mehmed Sami Efendi’den başka bilen de kalmamıştır
(Karadeniz, 2012: 168).
Ancak bu kelimedeki “h”
harfiyle Türkçe’de
“evet” mânasına gelen “hay hay” kelimesindeki “h”nin aynı şekilde telaffuz
edilmesi mâna karışıklığına sebep olmaktaydı. Meselâ, “Gece gündüz işleri isyân
kamu / Korkarım kim yerleri ola tamu” beytinden sonra söylenen “Hây, Hây”
nakaratı mânaya pek uygun düşmediğinden bu zikirli mevlidin okunması
terkedilmiştir (Özcan, 2004: 485).
Cumhuriyet döneminde
Mevlid, Hâfız Kemal Batanay tarafından bestelemiştir. Prizren’de Süleyman
Çelebi’nin mevlidinin solo ve koro olarak bestelenmiş bir mevlid bestesi vardır
(Ergur, 2010: 508). Bugün Anadolu’ya baktığımızda ister solo ister koro halinde
sanki besteliymiş gibi, gelişigüzel mûsikî zevkinden uzak okuyuşlara
rastlanılmaktadır.
3.5.
Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’nin Bahirlere Göre İcrâsı
Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necâfı,
edebî sanatları ustaca kullanması, dinî bilgelere vukûfiyeti, din sosyolojisi
açısından dönemin boşluğunu çok iyi kavramış olması, bunları ahlâkî öğretilerle
halkın anlayabileceği şekilde çok yalın bir şekilde ifâde etmesi ve sehl-i
mümtenî oluşundan dolayı şöhreti hak kazanmıştır. Ama Çelebi’nin Mevlidi’nin
şöhretinin artıp geniş kitleler tarafından bilinmesinde mûsikînin dahli
yadsınamaz derecede büyüktür. Sekban’ın besteli mevlid’i kendisinden sonra
kandillerde câmilerde icrâ edilmiş, cemâatin Tevhîd anlayışını ve Peygamber
sevgisini pekiştirmiştir.
Sonraki dönemlerde
bestenin uzun olması sebebiyle unutulmaya yüz tutmuş, zamanla kitâbî bilgilerde
anlatılan mevlid icrâlarından çok uzak icrâları olan mevlid okuyucuları zuhûr
etmiştir. Her ne kadar beste unutulmuş olsa da bazı yazma nüshalarda mevlidin hangi
beytinin hangi makâmda okunacağı ile ilgili şerhler, hiç yoktan doğruya yakın
bir makâm seyri ortaya koymuştur. Bu konuda araştırma yapan Ubeydullah
Sezikli’nin “Besteli Mevlid Üzerine İki Yazma Eser” ve Bedri Mermutlu’nun
“Mevlid Mûsikîsinde Makâm Seyri Üzerine Nadir Nüshalara Dayalı Karşılaştırmalı
Bir Çalışma” adlı makalelerine bakılabilir.
Ubeydullah
Sezikli’nin “Besteli Mevlid Üzerine İki Yazma Eser” adlı çalışmasında Hacı
Selimağa Kütüphanesi, Hüdaî kitaplığında 1242/1827 tarihli ve 1286 numarada
kayıtlı olan nüsha ile Bursa Orhan Kütüphanesi 985 numarada kayıtlı yazma
eserlerdeki kullanılan makâmlar şu şekildedir: Dügâh, Sabâ, Hüseynî, Muhayyer,
Kûçek, Vech-i Hüseynî, Rast, Karciğar, Pençgâh, Gerdâniye, Nevâ, Nikriz, Eviç,
Çargâh, Uzzâl, Şehnâz, Hicâz, Bûselik, Necd-i Hüseynî, Acem, Nihâvend, Isfahân,
Segâh, Irak, Dilkeş, Nevrûz, Nevrûz-u Acem (Sezikli, 2008: 188-202).
Bedri Mermutlu,
Bursevî’nin Mühimmâtü’l-Mü’minîne adlı eserindeki mevlid bölümünden,
Milli Kütüphanedeki nüshadan, Bursa Orhan Kitaplığındaki nüshadan, Süleymaniye
Kütüphanedeki, Hacı Mahmut Efendi Bölümündeki nüshadan, Selimağa
Kütüphanesi’nde Hüdâi bölümündeki nüshadan, Michigan Üniversitesinde bulunan
mecmuadan, Süleymaniye Kütüphanedeki Yazma Bağışlar Bölümündeki nüshadan, Millet
Kütüphanedeki nüshadan ve İstanbul Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Kitapları
bölümündeki mecmuadan olmak üzere 9 farklı nüshadan istifade ederek geniş bir
çalışma yapmıştır. Bu çalışmadaki nüshalarda kullanılan makâmlar ise şöyledir:
Dügâh, Sabâ, Hüseynî, Nevâ, Hicâz, Kûçek, Bülend, Muhayyer, Necd-i Hüseynî,
Rast, Pençgâh, Uşşâk, Karciğar, Mâhur, Nikriz, Nişâbur, Eviç, Çargâh, Uzzâl,
Şehnâz, Bûselik, Acem, Nihâvend, Zâvil, Isfahân, Segâh, Muhalif Hüseynî, Irak,
Dilkeş, Nevrûz, Nevrûz-u Acem (Mermutlu, 2014: 175-188).
Görüldüğü üzere iki çalışmadaki nüshalar
incelendiğinde pek fark görülmemektedir.
Bu yazma nüshalar 1613 ile 1827 yılları arasında telif
edilmişlerdir.
20. yüzyılın ilk
zamanlarında mevlid kayıtlarına göre makâm sıralamaları ise bu makâm seyirlerinden
çok da uzak değildir. Farklılıklar genelde birbirine benzer âile makâmların
kullanımından kaynaklanmaktadır. Bu konuda Ahmet Hakkı Turabi, son yüzyılda
bahirlere göre icrâ edilen genel makâmları, mevlid merâsiminin başından
itibaren duâ bölümüne kadar gerçekleşen icrâ silsilesi ile birlikte şu şekilde
vermiştir:
Bir mevlid merâsiminde şu dört grup yer almaktadır:
“Âşirhânlar: Kur’ân okuyanlar; Tevşihhânlar: Tevşih okuyanlar; Mevlidhânlar:
Mevlid bahirlerini okuyanlar; Duâhânlar: Duâ edenler.
Mevlid
merâsimi âşirhânın Kur’ân tilâvetiyle başlar ve makâm olarak okuyuşunu sabâ
ailesinden bir makâmla bitirir. Tevşih grubu da, sabâ, çargâh, dügâh veya
şevkütarâb makâmından bir tevşih okurlar. Bilhassa tevşih okunması tavsiye
edilir. Zirâ tevşih, bir Türk Din Mûsikî formu olarak “Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) doğumuna dair
medhiyeleri terennüm eden, bilhassa mevlid ve mîrâciye bahirleri arasında
okunmak üzere bestelen eserlerdir.” Günümüzde icrâ edilen ve hoş olmayan
örneklerde tevşih ve ilâhî grubunun maalesef akıllarına gelen her eseri
okudukları gözlenmektedir. Tevşih veya ilâhî grubunun bahirler arasında
okuyacakları tevşih ve ilâhilerde, bilhassa akabinde okunacak bahirlerin mevzû
ile âlâkalı eserleri tercih etmeleri gerekmektedir. Bu anlamda bilhassa
geleneksel olarak zaten bu amaca mâtuf olarak bestelenen tevşihlerin icrâ
edilmesi tavsiye edilmektedir. İlk bahir olan Münâcât veya Tevhîd bahrine
özellikle Aziz Mahmud Hüdâî hazretlerine âit ve çargâh makâmında olan “Kudûmün
rahmeti zevk u safâdır Yâ Resûlallâh” isimli tevşihin okunduğu
bildirilmektedir. Okunan tevşihin akabinde “Allah adın zikredelim evvelâ”
şeklinde başlayan tevhîd bahrine aynı makâmda girilir; sabâ ailesinden makâmlar
(sabâ, sabâ zemzeme, dügâh, çargâh, şevkütarâb vb. arasında gezindikten sonra
bilhassa “Her ki diler bu duâda buluna, fatihâ ihsan ede ben kuluna” beytinde
hüseynî makâmında karar verilir. Burada duâhân mevlidin müellifine duâ eder ve
fâtihâ çeker.
Akabinde âşirhân Kur’ân-ı Kerîm tilavetine başlar ve
hicâz makâmıyla karar verir. Tevşih grubunun hicâz makâmında okuduğu tevşih
veya ilâhiden sonra mevlidhân “Hâk Teâlâ çün yarattı Âdem’i” mısrasıyla
başlayan Nûr bahrine girer. Bu bahirden önce genellikle hicâz makâmından “Çün
doğup tuttu cihânı”, “Yâ Râb garib bî kesem” veya “Tende cânım” tevşihlerini
okumak âdet olmuştur. Bu bahir içerisinde segâh, hüzzâm, müsteâr, eviç,
ferahnâk, karciğar , tâhir-bûselik vb. makâm geçkilerinden sonra rast makâmıyla
karar verilir.
Bu bahrin bitiminde topluca salavât getirilir ve
aşirhân rast makâmında Kur’ân okumaya başlar. Kur’ân tilâvetini müteakip tevşih
grubu yine rast makâmından bir tevşih okur. Bu bâbdan olmak üzere rast
makâmından “Yâ Resûlallâh şefaat eyle Allah aşkına” veya “Doğmazdı kalbe îmân”
isimli eserler okunur. Mevlidhân “Âmine Hâtun Muhammed ânesi” beytiyle başlayan
Velâdet bahrini okumaya başlar. Bu bahirde sabâ, uşşâk, hicâz, ısfahân,
sûzinâk, mâhur, nişâburek, segâh, nihâvend makâm geçkileri yapılabilir. “İçtim
ânı oldu cismim nura gark” beytini gerdâniye perdesinde mâhur makâmıyla başlar
ve hüseynî perdesinde nişâburlu kalış gösterir. Mütâkip beyitler arasında
mevlidhân nişâburlu kalışlar yaptıkça tevşih grubu salât ü selâm okur; daha
sonra segâh makâmıyla karar verilir. Bunun nedeni segâh makâmında salât ü selâma
zemin hazırlamaktır. Duâhân ayakta kısa bir duâ yapar.
Âşirhân segâh makâmında başladığı Kur’ân tilâvetine
hüseynî veya uşşâk makâmıyla bitirir ve tevşih grubu aynı makâmda bir tevşih
veya ilâhî icrâ eder. Bu bölümde uşşâk makâmından “Ey Hüdâ’dan lutf u ihsân
isteyen” veya “Sivâdan kalbini pâk et” tevşihleri okunur. Mevlidhân da yine
hüseynî veya uşşâk makâmıyla “Yaradılmış cümle oldu şâdümân” beyti ile başlayan
Merhaba bahrine girer. Bu bahir içerisinde uşşâk, pençgâh makâmları gösterilir
ve segâh ile karar verilir.
Âşirhân
da segâh makâmı ile başladığı Kur’ân tilâvetini hüzzâm makâmıyla sona erdirir.
Tevşih grubunun hüzzâm makâmında okuduğu “Yâ sâhibe’l- Cemâl ve ya
sâhibe’l-beşer” veya “Merhaba ey fahr-i âlem merhaba” vb. tevşihlerin akabinde
mevlidhân aynı makâmla “Söyleşürken Cebrâil ile kelâm” beytiyle başyan Mîrâc
bahrine başlar. Sûzidîl, kürdîlihicâzkâr, eviç, sabâ, segâh, hicâz vb. makâm
geçkileriyle süslenen bahir uşşâk makâmıyla sona erer. Aynı makâmla okuna
Kur’ân tilâvetini yine uşşâk bir tevşih veya ilâhi izler. Bir başka mevlidhân
da bu malkamla “Yâ İlâhi ol Muhammed hakkiçün” beytiyle başlayan Münâcaat
bahrine girer. Bu bahrin sonunda “Ümmetimden râzı olsun ol Muîn” cümlesinin
akabinde bütün topluluk “Rahmetullâhi aleyhim ecmaîn” duâ cümlesiyle
bitirirler. Âşirhânın okuduğu son Kur’ân tilâvetinin ardından duâhânın yaptığı
uzunca bir duâ ile mevlid merâsimi sona erer.” (Turabi, 2012: 176-179).
Turabi
bu mevlid merâsiminde okunan bahir sayılarını 6 olarak belirlemiştir. Maalesef
20. asrın sonlarına doğru mevlide olan rağbet, zaman mefhumu, farklı nedenlerle
toplum içinde mevlide olan ilginin azalması, mûsikî zevki ve bilgisinden yoksun
mevlid okuyuculardan dolayı bu bahirlerin sayısı Tevhîd, Velâdet, Mîrâc ve
Merhaba bahirleriyle 4’e kadar inmiştir. Hatta bazı nikâh, sünnet, vb.
törenlerde 2 bahire kadar indiği görülmektedir.
Vesîletü’n-Necâfın şöhretinin artmasında Bursalı Sekbân, bestesini
kendisinden sonrakilere meşketmesi ve bu şekilde bir mevlid meşk zincirinin
oluşması sebebiyle önem arz eder. Bu zinciri sağlayanlar ise mevlidhânlardır.
Mevlid meşk
silsilesini günümüze kadar tamamlayabilmek biraz zor görünmektedir. Bu konuda
en çok bilgi aldığımız eser ise Sadeddin Nüzhet Ergun’un Türk mûsikîsi
Antolojisi’dir.
Sekbân’ın ilk mevlid meşk ettiği mevlidhân 17.
yüzyılda yaşamış olan Bursalı Hâfız Ubeyd’dir. Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinde,
Mısır’da Gülşenî Dergâhı’nda seçkin kişilerin katıldığı ve 12 farklı makâmda
icrâ edilen, Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n- Necât’ının okunduğu bir mevlidden
bahsetmektedir. Geçilen makâmlar ise; yegâh, dügâh, segâh, çargâh, pençgâh gibi
makâmlardır (Kahraman, 2011: 514-516). “Hâfız Ubeyd, Evliyâ Çelebi’nin Mısır’ı
ziyaret ettiği yıllarda Mısır’da kadılık yapmıştır. Bu anlatılan mevlid
icrâsının, içinde geçilen makâm seyri itibariyle Sekbân’ın bestesinin olma
ihtimalinin göz önünde bulundurulması gerekir. Yine Ubeyd’in Mısır’a gitmeden
önce İstanbul’da bulunması da mevlid icrâsının İstanbul’a taşındığı anlamına
gelebilir.” (Ergün, 1942: 34). Yazılı kaynaklarda
Ubeyd’in mevlid
meşkettiği tek
talebesi ise Bursalı Osman’dır. İsmail Beliğ, Riyâz-ı İrfân’ında Hâfız Osman
için, “Fennî mûsikîde mahâreti olan, Hâfız Ubeyd’den mevlidi meşketmiş usta bir
mevlidhân.” olarak bahsetmektedir (Beliğ, 2016: 751).
Mevlidan Hâfız
Osman’dan mevlid meşk eden talebelerinden ilki ilâhileri ile şöhret kazanan,
1716’da vefât eden Câmi Kebîr’de müezzinbaşı, Niyâzi Mısrî’nin dergâhında
zâkirbaşı olan Karaoğlan Mustafa’dır. İkincisi ise Çelebi Sultan Mehmed
Câmi’nde imamlık ve hatiplik yapan ve 1720’de vefât eden Sultan İmamı Hacı
Mustafa’dır (Ergün, 1942: 441). Bu mevlidhânlar ve özellikle Sultan İmamı Hacı
Mustafa sayesinde mevlid meşk zinciri oluşmaya başlamıştır. Karaoğlan’dan meşk
eden ‘Çene’ lakâbı ile ün salmış, Emir Buhârî Câminin imamı, 18. yüzyılda
yaşamış olan Hâfız Şuhûdi Efendi’dir (Ergün, 1942: 146).
Her ne kadar
kaynaklarda Bursalı Osman’dan ‘mevlid meşk etti’ ibâresine rastlanmasa da
kendisinden savt ve ilâhî meşk eden ünlü bir mevlidhân olarak bilinen ve
1699’da vefât eden Kefeli Derviş de Bursalı Osman’dan mevlid meşk etmiş olma
ihtimali vardır (Ergün, 1942: 51).
Sultan İmamı Hacı
Mustafa’dan meşk eden mevlidhânlardan ilki kendi oğlu 1737’de vefat eden ve
Çelebi Sultan Mehmed Câmi’nde ikinci imam ve hatip olan Bursalı Kemânkeş
Nizâmeddin’dir. Diğeri ise, 1740’da vefât eden zâkir Hâtem Mehmed Efendi’dir
(Ergün, 1942: 157).
18. yüzyılda yaşadığı düşünülen hayatı hakkında hiçbir
malumata sahip olmadığımız bir mevlidhân ise Âmâ Şeyh Halil’dir. Âmâ Şeyh
Halil’den mevlid meşk eden kişi, Zeğrek Câmi imamı Hüseyin Dede’dir. Hüseyin
Dede’den de mevlid meşk edenler ise; 1757’de vefât eden Çalakzâde Şeyh Mustafa
ve 1715’te vefât eden Draman Zâkirî Ahmet Vefkî’dir (Ergün, 1942: 147).
Nüzhet Ergün, en son
mevlid bestesini bilen kişi olarak Mutafzâde Ahmed Efendi’yi işaret etmiş olsa
da Ekrem Karadeniz; 1891’de vefât eden Hüdâî Dergâhı Şeyhi Ruşen Efendi
olduğunu söylemektedir (Karadeniz, 2012: 168).
18. yüzyılda yaşamış
ama mevlidi kimden meşk ettiği ile ilgili çok fazla bilgiye sahip olmadığımız
mevlidhânlar ise; “Beşiktaş’taki Sinan Paşa Nakşîbendî Şeyhi Mustafa Rıza,
Bursalı Kapankâtibîzâde Mustafa, Çıkrıkçıoğlu Siyahi Ahmed, Bursalı Karagözzâde
Mustafa, Sarıcızâde İbrahim (Ergün, 1942: 147-164), Tûbâ İbrahim Efendi, Cuma
Beyzâde Salih Efendi, Hacı Halil Efendi, Baytârizâde Mehmed Efendi,
Kalburcuzâde Mehmed Efendi ve Tütüncü (Dûhânî) Şerif’dir.” (Mermutlu, 2016:
416-417).
Dinî Mûsikî’nin ünlü
bestekârlarından Ali Şirugânî’den birçok eser meşketmiş olan Salih Çelebi,
İstanbul’a çok defa gitmiş olan bir bestekârdır. Dolayısıyla İstanbul’a mevlid
meşki âdetinin Salih Çelebi veya Ali Şirugânî yoluyla geçmiş olması kuvvetle
ikinci ihtimaldir (Mermutlu, 2016: 416-417). Çünkü daha önce Ubeyd’in
İstanbul’a gidişinden bahsetmiştik.
1800’lü yılların
önemli mevlidhânlarından biri de Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ında ismi geçen
Said Paşa Câmi İmamı Hasan Rıza’dır (Ateş, 2016: 442). Kendisi Mutafzade Ahmed
Efendi’den mevlid meşk etmiştir. Talebeleri Ali Baba ile Hacı Hakkı Efendi’nin
ondan mûsikî meşk ettiği bilinmektedir (Mermutlu, 2016: 416-419).
Mûsikî hocası Tütüncü
(Dûhânî) Şerif olan Ruşen Efendi’den mevlid meşk etmiş kişiler ise Ahmed
Celaleddin Dede ve Said Özok’tur. Nüzhet Ergün, Said Özok’un ağabeyi Mesud
Efendi’den mevlidi meşk ettiğini söylemektedir (Ergün, 1942: 470). Ünlü
mevlidhânların içinde ismi geçen Hopcuzâde Şakir Efendi ve Nasûhîzâde Mesud
Efendi, Behlül Efendi’den mûsikî meşk etmişlerdir. Nasûhîzâde Mesud Efendi,
Hopcuzâde Şakir Efendi’den mevlid meşk etmiştir (Mermutlu, 2016: 416421).
19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında mevlid
icrâ eden mevlidhânların sayıca fazlalığı dikkat çekmektedir. Bunun sebebinin
mevlidin tam bestesinin unutulmaya yüz tutup makâm seyrini uygulamanın
kolaylığıyla irticâlen icrâ mı yoksa bu dönemde bibliyografya yazımının
gelişmeye başlaması mıdır bilinmemektedir. Mutafzâde’den en son meşk eden
1891’de vefât eden Hüdâî Dergâhı Şeyhi Ruşen Efendi olduğuna göre ihtimaldir ki
besteli mevlidin makâm seyri gözetilerek irticalen okunduğudur. Kaynaklara
bakıldığında bu dönem içinde muhrik bir mevlid icrâsıyla kendinden söz ettiren
mevlidhânlar bulunmaktadır.
Musullu Âmâ Hâfız
Osman (1840-1920, Enderunlu Hâfız Hüsnü Efendi (1858-1919) (Özalp, 2000:
31-53), Kur’ân ve mevlid icrâsında dönemin en önemli ismi Hâfız Sâmi
(1874-1943), Mecit Sesigür, Zeki Sesli, Zeki Altun, Nusret Yeşilçay, Hüseyin
Tolon gibi mevlidhânları yetiştirmiş Hâfız Kemâl (1889-1939), Boyabatlı Mustafa
Şevki Efendi (ö.1926) gibi isimler dönemin önemli mevlidhânlarıdır.
Tezimize bahis olan
Kani Karaca’nın da Kur’ân ve mûsikî hocası, Sultan Abdülhamid’den iltifat
görmüş, Cumhuriyet döneminde de Kur’an ve Mevlid okumada mihrap ve kürsü
hizmetinde üstün başarısını sürdürmüş Üsküdarlı Ali Efendi, (1885-1976) dönemin
önemli mevlidhânıdır (Uzun, 212: 55).
Kani Karaca’nın
mûsikî hocası, Hâfız Sami’yi çok dinleyerek onu örnek alıp etkisinde kalmış
olan Hâfız Sadettin Kaynak, (1885-1961) dönemin ünlü mevlidhânıdır (Ateş, 2007:
443). Kendisinin bir mevlid bestesi olduğu söylense de gün yüzüne çıkmamıştır
(Özcan, 2004: 485).
20. yüzyılın öne çıkan mevlidhânları ise: Ali Rıza Sağman,
Hüseyin Sebilci, Halil İbrahim Çanakkaleli, Aziz Bahriyeli, Fevzi Mısır, Tahir
Karagöz, Kemal Tezergil, Hasan Akkuş, Bekir Sıtkı Sezgin, Yusuf Gebzeli ve Kani
Karaca’dır (Alvan ve Hakan, 2016: 138).
3.7. Şimdiye Kadar Yazılmış Mevlidler
Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necâf
ından sonra mevlid menşeinde yazılan Mevlid’i-Nebî türlerinin neredeyse
hepsi Vesîletü’n-Necâta naziredir. Süleyman Çelebi, nasıl sosyolojik
dinî düşünce açısından Tevhîd inancının ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) sevgisi anlayışının fitilini
ateşleyenlerin ilklerinden olmuşsa, sonraki dönemde yazılan mevlidler de bu
düşünceyi devam ettirme ve pekiştirme açısından bir o kadar önemli olmuştur.
Vesîletü’n-Necât, form olarak sadece mevlid yazmaların çoğalmasına değil, aynı
zamanda Muhammediyeler, mîrâciyeler, salâtlar, naat ve tevşih gibi Türk
mûsikîsi formlarının da ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Necla Pekolcay’ın
araştırmalarına göre; İstanbul kütüphanelerinde ve kaynaklarda yer alan Türkçe
mevlid sayısı 200’ün üzerindedir (Pekolcay, 2016: 38). Mevlidler ve müellifleri
hakkında Pekolcay’ın ve özellikle M. Fatih Köksal’ın araştırmaları neticesinde
çok geniş bir mevlid hazinesi ortaya çıkmıştır. Pekolcay’ın araştırmalarında bu
sayı 63, Köksal’ın araştırmalarında 79 olarak görünmektedir. İki araştırmacının
ortak çalışmasından elde ettiğimiz Mevlid müelliflerinin alfabetik sıralaması
şu şekildedir:
1- Abdî (16. yüzyılda yazılmıştır)
2- Abdurrahman (16. yüzyılda yazılmıştır)
3- Abdülkadir Necib (Eşrefzâde) (18. yüzyılda
yazılmıştır)
4- Ahmedî (15. yüzyılda yazılmıştır)
5- Ahmed Fehmi Erturan (20. yüzyılda yazılmıştır)
6- Ahmed İzzet Paşa (19. yüzyılda yazılmıştır)
7- Ahmed-i Mürşidi (18. yüzyılda yazılmıştır)
8- Âkif (Bursalı) (18. yüzyılda yazılmıştır)
10- Ârif (15. yüzyılda yazılmıştır)
11- Behiştî (16. yüzyılda yazılmıştır)
12- Bekâî (Darendeli) (18. yüzyılda yazılmıştır)
13- Beyzâde Mustafa (18. yüzyılda yazılmıştır)
14-
Cebrî (15. yüzyılda
yazılmıştır)
15-
Cefâyî (15. yüzyılda
yazılmıştır)
16-
Cismî (15. yüzyılda
yazılmıştır)
17-
Çizmecizâde Vehbî
(20. yüzyılda yazılmıştır)
18-
Ebü’l-Hayr (15.
yüzyılda yazılmıştır)
19-
Lâlizâde Edib (18.
yüzyılda yazılmıştır)
20-
Emîrî (15. yüzyılda
yazılmıştır)
21-
Gulâmî (16. yüzyılda
yazılmıştır)
22-
Gülşenî Saruhânî (15.
yüzyılda yazılmıştır)
23-
Hâfî (15. yüzyılda
yazılmıştır)
24-
Halil (16. yüzyılda
yazılmıştır)
25-
Halil (Siirtli) (18.
yüzyılda yazılmıştır)
26-
Hamdullah b.
Hayreddin (15. yüzyılda yazılmıştır)
27-
Hamdullah Hamdi
(Akşemsettinzâde) (15. yüzyılda yazılmıştır)
28-
Hasan Bahri
(Karesili) (16. yüzyılda yazılmıştır)
29-
Hasan İlmî (Kozanlı)
(19. yüzyılda yazılmıştır)
30-
Hasan Nâdir (19.
yüzyılda yazılmıştır)
31-
Hocaoğlu (15.
yüzyılda yazılmıştır)
33-
İhramcızâde İsmail
Toprak (20. yüzyılda yazılmıştır)
34-
İbrahim Kadem (19.
yüzyılda yazılmıştır)
35-
İbrahim Nazif
(Karamânî) ?
36-
İbrahim Re’fet Efendi
(19. yüzyılda yazılmıştır)
37-
İrşâdî (19. yüzyılda
yazılmıştır)
38-
Kâmî Şabân-ı Âmidî
(19. yüzyılda yazılmıştır)
39-
Kamil Sarıateş (20.
yüzyılda yazılmıştır)
40-
Kânî, Şaban Âmidî
(19. yüzyılda yazılmıştır)
41-
Kerîmî (15. yüzyılda
yazılmıştır)
42-
Keşfî-i Samatyavî (Bu
isim Köksal’da “Samokovî” olarak geçmektedir.)
44-
Keşfî (Yusufelili)
(19. yüzyılda yazılmıştır)
46-
Kuloğlu (17. yüzyılda
yazılmıştır)
47-
Lâmiî Çelebi (16.
yüzyılda yazılmıştır)
48-
Mehmet Feyzi (19.
yüzyılda yazılmıştır)
50-
Mehmed b. Hamza Arab
Vâiz?
52-
Derviş Mehmed Hevâyî
(15. yüzyılda yazılmıştır)
53-
Muhibbî (15. yüzyılda
yazılmıştır)
54-
Murâdî (17. yüzyılda
yazılmıştır)
55-
Mustafaoğlu (15.
yüzyılda yazılmıştır)
57-
Mürîdî (15. yüzyılda
yazılmıştır)
62-
Osman Sirâceddin
(Erzurumlu)?
63-
Râgıb (Mustafa
Efendi, Nakşî, Bursalı Kitapçı) (19. yüzyılda yazılmıştır)
64-
Rıfat (Manastırlı)
(19. yüzyılda yazılmıştır)
65-
Rüşdî (Erzurumlu
Ketencizâde Mehmed Rüşdî) (19. yüzyılda yazılmıştır)
66- Süleyman Nahifi (18. yüzyılda yazılmıştır)
68- Salih Nihânî (19. yüzyılda yazılmıştır)
70- Selâmî Şeyh Mustafa (18. yüzyılda yazılmıştır)
71- Salâhî Abdullah-ı Uşşâkî (18. yüzyılda yazılmıştır)
72- Selâmî Mustafa (15. yüzyılda yazılmıştır)
73- Sinanoğlu (15. yüzyılda yazılmıştır)
74- Süleyman Çelebi (15. yüzyılda yazılmıştır)
75- Şahidî (Mevlevî Şeyhi) (16. yüzyılda yazılmıştır)
78- Şehîdî Edirnevî (16. yüzyılda yazılmıştır)
79- Şemsî (Şemseddin Sivâsî) (16. yüzyılda yazılmıştır)
80- Şeyh Mehmed Şemseddin el-Mısrî (20. yüzyılda
yazılmıştır)
82- Tahir Nâdî (20. yüzyılda yazılmıştır)
83- Visâlî Ali Çelebi (16. yüzyılda yazılmıştır)
84- Yahyâ b. Bahşî (15. yüzyılda yazılmıştır)
85- Zâif (15. yüzyılda yazılmıştır)
86- Zâtî (16. yüzyılda yazılmıştır)
(Köksal, 2011: 58-73; Pekolcay, 2016: 38-40)
M. Fatih Köksal’ın yapmış olduğu çalışmada ayrıca
literatürde bulunmayan müellifleri belli 44 adet mevlid tespit edilmiştir
(Köksal, 2011: 73).
Anadolu’da Türkçe mevlidlerin haricinde yazılmış
Kürtçe mevlidler de bulunmaktadır. Tayyip Okiç, Kürdîzâde Ahmed Ramiz, Ahmed
el-Hâssî ve Ertuşlu (el-Ertûşî) Hasan’ın yazmış oldukları mevlitlerden kısaca
bahsetmektedir (Okiç, 1976: 28). Ayrıca Diyarbakır çevresinde yazılmış olan
el-Ertûşî olarak bilinen ama asıl adı Molla Bateyî olan mevlid müellifi başta
olmak üzere Şeyh Muhammed Emin Haydari, M. Zahit Kardeşlik, Es-Seyyid Bedreddin
İbni Molla Salih el-Hüseynî eş- Şâfii el-Kufsûrî, Ali bin es-Seyyid Abdurrahman
ve Muhammed Ali Fudeylî’nin Kürtçe mevlidlerinden bahsetmektedir (Kızıl, 2012:
120-124).
Mehmet Tıraşçı da
yaptığı bir çalışmada Kürtçe mevlid yazan Hasan Ertûşî, Şeyh Muhammed Emin
el-Hayderî, Şeyh Muhammed Sirâcüddîn, Molla Muhammed Ekinci, Muhammed Şerif
el-Batırgizî, Mustafa Ezdârî, Mele Şevki, Mele Ali Mardini, Mele Ahmed, Seyyid
Bedreddîn, Molla Ahmed Nâs, Feyzullah Haznevî, Mele Abdurrahman Becirmenî, Mele
Hasan, Feyzullah Erzen, (Seyyid Feyzullah Fındıkî), Feyzullah Erzen, Mele
Zâhid, Şeyh Muhammed Mehdî, Mele Abdurrahman Harhûrî ve Mele Süleyman Kurşun
mevlidlerinden kısaca bilgiler vermektedir. Tıraşçı, yine aynı çalışmasında
Zazaca yazılmış mevlid müellifleri Osman Esad Efendi, Mele Hunij, Mele Kâmil,
Mele Muhammed el-Murâdânî el-Gencî ve Abdülkâdir Arslan’ın yazmış oldukları
mevlidler hakkında kısa bilgiler vermektedir (Traşçı, 2013: 214-226).
Özellikle Mardin ve
çevresinde okunan Arapça bir mevlid vardır. O da Buhârî’nin meşhur şârihi olan
İbn Hacer el-Heytemî’ye (ö. 1567) ait en-Ni’metü’l-Kübrâ ale’l- Âlem fî
Mevlidi Seyyidi Veledi Âdem'dir (Tıraşçı, 2013: 229).
Konya’daki Muhammed
İzzeddin Doğanhisârî Mevlid’ini vcd kitapçık halinde çıkaran Hüseyin Akpınar,
Hikmet Atik ile birlikte hazırladıkları Urfa bölgesinde Siverekli Yusuf
Sami’nin mevlidi hakkında makalesi mevcuttur (Akpınar, Atik, 2009: 366).
Klasik Türk
edebiyatında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dışındaki bazı şahıslar için yazılmış mevlid
metinleri de bulunmaktadır. Bu mevlid metinlerinden biri Hz. Peygamber'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kızı Hz. Fatıma (r.a)
adına Es'ad Erbili (1847-1931) tarafıdan yazılan mevlid metnidir (Şengün, 2008:
419).
Bir zamanlar
Osmanlının hüküm sürdüğü Balkanlarda da mevlid müelliflerine rastlanmaktadır.
Balkanlarda Arnavutça kaleme alınan bazı mevlidler ise şunlardır: Hasan Zyko
Kamberi, İsmail Floqi, HâfızAli Ulkinjaku, Tahir Efendi Popova, Hâfız İsmail
Çam, Hâfız İslâm Çelebi, Şevki Hocay, Hâfız Ali Korça, Hafz Abdullah Semblaku,
Şeyh Ahmed Şkodra, Zeynula Tasbari, İdriz Lamaj, İlmi i Velîun, Yunus Metani,
Ferid Vokopolo, Cemali Şehu ve Fahredin Osmani (Jahjai, 2014: 668-671).
Romanya Dobruca
Bölgesi’nde toplu olarak okunmakta olan Romanya Tatarları ve Türkleri’nin
besteli mevlidi bulunmaktadır. Özellikle Köstence, Mecidiye, Tulça ve bazı
bölgelerde Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât isimli eseri Türkçe olarak
okunmaktadır. Ancak Anadolu ve Balkanlar’da birkaç yeri istisna tutarsak bu
bölgede mevlid solo olarak değil; toplu olarak ve aynı besteye uyularak
okunmaktadır (Koca, 2019: 168).
Ayrıca müellifleri
Alevî-Bektâşi veya sünnî çevrelerince yazılmış Hz. Ali (r.a) mevlidleri de
bulunmaktadır. Yemînî’nin Mevlidi, Câferî’nin Mevlidi, Necmî Ali’nin Mevlidi,
Süleyman Celâleddin’in Mevlidi, Mehmed Şemseddin’in Mevlidi, Tâhirü’l-
Mevlevî’nin Mevlidi, Şemsettin Kubat’ın (Yoksul Derviş) mevlidi bu bâbdandır
(Yekbaş, 2013: 19-32).
3.8. Osmanlıda Mevlid Merâsimleri
Fâtimîler’den
başlayarak Mevlid-i-Nebevî merâsimleri, zamanla sünnî topluluklar tarafından da
kutlanmaya başlanmıştır. Bu kutlamalara, özellikle Osmanlı döneminde Kur’ân-ı
Kerîm ve hadislerde geçen önemli gün ve gecelerin (Regaib, Mi'rac, Berat,
Kadir, dinî bayramlar vs.) eklendiğini de görmekteyiz. Bu dönemde çoğalmasının
sebebi; topluma Tevhîd inancını ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sevgisini yerleştirmek, sünnî inancı
pekiştirmek ve topluma birliktelik ruhunu kazandırmaktır. Zamanla bu kutlamalar
hem devlet hem de halk tarafından o kadar içselleştirilmiştir ki, kültürün
vazgeçilmez bir unsuru, dîne sımsıkı bağlayan ve halkı birbirine kenetleyen bir
dinamik haline gelmiştir. Konu Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olunca ahirette şefâatine mazhar olma
arzusuyla kandillerde yapılan faaliyetler ile mevlid okuma ve okutmanın önemi
artmış devlet ile halk birbiriyle yarışır hale gelmiştir. Zamanla bu
uygulamalar bir kültür haline gelmiştir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren bu
kültür anlayışı kaybedilmiş, dinî gereklilik veya okunması âdetten olmuş
mukabilinde mevlid okumalarına/okutmalarına dönmüştür.
“Osmanlılar
döneminde, 15. yüzyıla kadar mevlid törenleri dergâh ve tekkelerde düzenlenmiş,
II. Bayezid devrinde (1448-1512) ihtişamlı mevlid alayları yapılmıştır.”
(Akarpınar, 2006: 45).
Mevlid Kandili
gecesinde “...bazı vakfiyelere nazaran Osman Gazi devrinde bile mevcut olan bu
âdete Sultan II. Selim ve Sultan I. Ahmed taraflarından bazı ilaveler yapılarak
âdeta bir resmî şekil verilmiştir.” (Seydi Bey, t.y.: 151).
Arşivlerde Osmanlı
Devleti’nin Mevlid ile ilgili konuların ne kadar önemle üzerinde durduğu ve bu
konularda ne kadar titiz davrandığının resmi kayıtları sayılamayacak kadar
çoktur. Sadece Devletler Arşivi’nde mevlid bahisli yazı sayıları 5000
civârındadır. Konunun önemine binâen T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri
Başkanlığı’nın sitesindeki ‘Mevlid’ başlıklı bölümlerde günümüz Türkçesiyle
yazılmış sadece tanıtıcı başlıkları buraya aldık. Bu kayıtlardaki bazı
belgelrin konu başlıkları şu şekildedir:
1- Mevlidhân ve müjdecilere atiyye îtâsı. (DABOA, A.}MKT.
NZD. 170-66)
2- Mevlid gecesinde, mevlid ile mevlid alayında bulunanlar
ve onlara verilen ihsan. (DABOA, Y..PRK.HH.. / 40 - 37)
3- Padişahın ikinci Mevlidhânı Hâfız Mehmed Seyfeddin
Efendi'ye tahsis olunacak hanenin bedelinin tesviyesi. (DABOA, Y..MTV. / 80 -
5)
4- Musıka-yı Hümayun İmamı Rıza Efendi'nin Mevlidhân
Mülazımlığı'na tayin edildiği. (DABOA, C..DH.. / 199 - 9918)
5- Hamîdiye Camîsi'nin imam ve müezzinlerinin mevlid
okumak üzere Hazine Dairesi'ne gönderilmesinin eski mevlidhânları üzeceğinden
bunların gönderilmesinden vazgeçildiği. (DABOA, TS.MA.e / 626 - 80)
6- Padişah hayrâtından Fatih civarında bulunan Muabbir
Hasan Efendi Dergâhı'nın tamiratı tamamlandığından Mevlid-i Şerif okutularak
açılış töreninin yapılması talebine dair Postnişin Mehmed Kazım Efendi'nin
arzuhali. (DABOA, ML. EEM. / 626 - 51)
7- Türk-İtalyan Savaşı şehidlerinin ruhlarına ithaf
olunmak üzere, Hacı Mehmed Câmi'nde okutulan mevlid-i nebevîde Hilal-i Ahmer
ianesi olarak Ruscuk Müslümanlarınca toplanan 7890 Osmanlı Altını'nın ilgili
makâma takdimi. (DABOA, HR.SFR.04.. / 627 - 102)
8- Hz.Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaklaşan doğum günü münasebetiyle tiyatro
sinema ve eğlence yerlerindeki oyunların yasaklanması. (DABOA, DH. EUM. AYŞ. /
48 - 26)
9- Mevlid-i-Nebî sırasında padişahın bulunduğu ihsanlar.
(DABOA, TS. MA.d / 2454)
10- Medine-i Münevvere civarında bulunan Hz. Hamza'nın
(r.a) makâmında her yıl okunması kararlaştırılan Mevlid-i Şerîf esnasında
züvvâr için iki çadır gönderilerek bedelinin ödenmesi. (DABOA, DH. MKT. / 1827
- 74)
11- Darülaceze ve Darüşşafaka'ya Ramazan ile mübarek
bayramlarda okunan mevlidlerde yıllık elli liralık şekeri ücretsiz vermeyi
taahhüd eden Sirkeci Kazım Efendi'nin dükkânına arma takılması. (DABOA, İ..DH..
/ 1314 - 70)
12- Adi suçlardan mahkûm olan şahıslardan cezasının üçte
birini çekenlerden on kişinin mevlid kandilinde Peygamberimize (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hürmeten tahliye
edildikleri. (DABOA, DH. MKT./967 26)
13- Rodos'un Aranita, Çayır ve Kalamine karyelerinde inşa
olunan Hamidiye, Tirimüjgan ve Ertuğrul isimli câmilerde mevlid okunarak
Padişah'a duâcı olunduğu. (DABOA, DH. MKT. / 1098 - 7)
14- Çağatayca Mevlid-i Şerîf kitabının tabına ruhsat
verildiği. (DABOA, MF.MKT. / 876 - 20)
15- Beylerbeyi Câmi'nde icrâ edilecek mevlid-i şerif
resminin nasıl icrâ edileceğine dair Teşrifat'tan verilen pusula. (DABOA, HAT /
1438 - 59110)
16- Her sene icrâ edildiği gibi Sultanahmet Câmi'nde
Rebiülevvel ayının on ikisinde Üçüncü Selim'in iştirakiyle Mevlid-i Şerif
okunacağı. (DABOA, HAT / 1462 - 66)
17- Mevlid Kandili gecesi minarelerde kandiller yakılarak
câmi ve mescidlerin süslenmesi. (DABOA, HAT / 1637 - 43)
18- Padişahın doğum günü münasebetiyle Cape Town'nda ki
(Ümit Burnu) Nûr-i Burhaniye Mektebi'nde icrâ olunan mevlid merâsimi hakkında
oradaki câmi İmamı Hacı Mahmud Fakih Efendi'nin tebrik mektubu, ilgili gazete
küpürü ve Hariciye'ye gelen rapor. (DABOA, HR. SFR.3... / 510 - 51)
19- Katil maddesinden dolayı ceza alan Raşid bin Mehmed'in
mevlid gecesine hürmeten afvı. (DABOA, ZB. / 157 - 96)
20- Mekke'de Mevlid kırâatinin Mehmed Câfer Efendi'ye
tevcîhi ve Medine mücavirlerinden Mehmed Sair Efendi'ye mahlûlünden maaş
tahsisi. (DABOA, Yer : İ..DH.. / 280 - 17595)
21- Mekke Emîri tarafından padişaha yazılan nâmeyi
getirmekte olan müjdeci başının Rebîülevvel'in on ikinci günü Mevlid-i Nebevi
okunduğu zaman hazır bulunabilmek için bir yerde eğlendirilmeyip gönderilmesine
dair yol üzerinde bulunan kazalara hüküm. (DABOA, C..SM.. / 172 - 8628)
22- Jandarma zâbitan ve efrâdından olup politika ve namus
suçları haricindeki suçlardan mahkûm olanlardan suçunun üçte birini yatanların
Mevlid Kandili münasebetiyle affedilmesi. (DABOA, YB.021 / 92 - 250)
23- Cezasının üçte ikisini çeken bazı mahkûmların Mevlid-i
Nebevi sebebiyle tahliyesi. (DABOA, ZB. / 417 - 6)
24- Mevlid-i şerif münasebetiyle umumi tekâyâ dervişânıyla
ahâlinin sokaklarda dolaşarak zikr ile meşgul oldukları, dükkânların kapalı olup
yerli ve yabancıların sokağa çıkmamalarının âdet-i kadîme iktizâsından olduğu,
böyle bir zamanda İtalya konsolosunun şimdilik burada kaldığı. (Trablusgarb)
(DABOA, DH. ŞFR. /237 - 28)
25- Mevlid münasebetiyle İslâm ve Hıristiyanlardan
borcundan dolayı mevkuf bulunanların borçalarının ödenerek serbest
bırakılmaları için gereken meblağın îtâsı. (DABOA, ML. EEM. / 244 - 53)
26- Medine ahâlisinden bir şahsın her hafta bir câmide
mevlid okumak üzere münasip bir maaşla vazife verilmesi. (DABOA, DH.EUM.4.Şb /
16 - 38)
27- Kadirîhâne Dergâhı'nda mûtad vechile okutulan mevlid
masraflarının Hazine-i Hâssa Veznesi'nce ödenmesi. (ML.EEM. / 671 - 36 - Tarih
: R-29-02-1324)
28- Seyyid Mehmed Muhiddin'in açılışı Mevlid okunarak
yapılacak olan Nasuhi Efendi Hankahı'nın açılış merâsiminde bulunması için
Darussaâde Ağası Arif Paşa'ya gönderdiği davetiye. (TSMA No: 3328/700 TS. MA.e
/ 601 - 92 -Tarih : H-03-04-1280 )
29- Cağaloğlu'nda bulunan Hoca Rüstem Câmi'nin açılış
merâsiminde okutulacak mevlidin masrafı olan meblağın Hazine-i Hâssa Veznesi
tarafından îtâsı. (ML. EEM. / 226 - 7 R-06-02-1312)
Şeker’in Selânikî’den aktardığına göre: 12 Rebîülevvel
996’da (10 Şubat 1588) Resûl-i Ekrem’in doğum günü münasebetiyle padişahın III.
Murad’ın bütün minarelerde kandil yakılmasını ve câmilerde, mescidlerde mevlid
okunmasını emrettiği öğrenilmektedir. Bu emir mevlid gecesinin o tarihte resmen
kutlandığının kanıtıdır. (Şeker, 2004, s.479)
“Sırbistandaki Alacahisârlı (Kruşevac'lı) Şeyh
Necmuddin Hasan ibn
Şeyh Muhammed ibn Babadır Beğ, (ö. 1610) Mevlid okurken, ilk defa olarak, câmi
minaresinde kandil yakan o olmuştur. Bu usul, Sultan III Murad'ın çok hoşuna
gitmiş, bütün Devlette Mevlid geceleri minarelerde kandiller yakılmasını
emretmiştir.” (Okiç, 1975, s. 38) Önceleri Ayasofya'da, 1616'dan sonra Sultan Ahmed
Câmi'nde yapılan mevlid merasimlerine (mevlid alaylarına) padişah, sadrâzâm,
şeyhülislâm, vezirler, kazaskerler, bilginler, şeyhler, ağalar, müderrisler
dâhil bütün devleti erkânı ve halk katılırdı. (Gökdemir, 1989, s. 48) Özellikle
padişahın katılacağı Mevlid Kandillerinin her safhası titizlikle hazırlanır,
ince ayrıntılar gözden kaçmazdı. Dağıtılacak mevlid şekerinin içeriğine,
oturulan minderlere, şamdanlara, giyilecek elbiselere, câmide kimin nerede
oturacağına, dağıtılacak ihsanlara, mevlid alaylarının tertibine kadar
öncesinde bildirilirdi.
Osmanlılarda mevlid
merâsimlerinin içeriği hakkında pek çok neşriyat bulunmaktadır. Bu merâsimlerin
kaynağı da başta Ata Bey’in, ‘Târîh -i Atâ’ adlı eseri, Es'ad Efendi’nin,
‘Teşrifât-ı Kadîme’ adlı eseri, M. Fuad Köprülü’nün, Tevhîd- i Efkâr
gazetisinde yayınlanan ‘Mevlid Merâsimi’ adlı yazılarıdır. Bu konu hakkında
geniş açıklama için bkz. “Mehmet Şeker; Osmanlılarda Mevlid Alayı. Diyanet İlmi
Dergi Cilt: 35 Sayı: I Ocak-Şubat-Mart 1999).
Mevlid hakkında çok geniş
çalışması olan Necla Pekolcay kısaca Osmanlılarda mevlid merâsimini şu şekilde
anlatmaktadır:
..
.Rebiyülevvel ayının 12. günü Sultan Ahmed Câminde okutulacak mevlid ve
yapılacak merâsim için teferruatlı hazırlıklar yapıldığını kaydetmektedir.
Görüldüğüne göre, davet tezkîrelerinin silsile-i merâtip üzere yazdırılıp
dağıttırılması törenin önemli bir kısmını, ön hazırlık safhasını
oluşturmaktadır. Bundan sonra, devlet erkânı, padişahın gelişine kadarki zaman
içinde, câmideki yerlerini almaktadırlar.
Merâsimin Feth-i Şerif okunarak başladığı, müezzinler
mahfilinde ‘Ta’rif’ okunduğu, sonra Ayasofya ve Sultan Ahmet Şeyhleri ile
nöbetli Şeyh Efendi'nin vaaz verdikleri, bu vaazları müteakip de şeyhlere
Darü's-saâde ağası tarafından ferâce ve samur kürkler ihsan edildiği
bildiriliyor.
Öğrenildiğine göre, bundan sonra da, ilk mevlidhân
çıkıp, Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i, asıl ismiyle Vesitetü'n-Necat'ından biraz
okumakta, inince ona hil'at giydirilip, ihsanlarda bulunulmaktadır.
İkinci
mevlidhânın:
Geldi
bir ak kuş kanadiyle revân
Arkamı
sığadı kuvvetle hemân
beyitini okumasiyle cemâatin ayağa kalktığı sırada,
Mekke Şerîfi’nin mektubu ile bekleyen müjdecibaşı sadrâzâmın huzuruna
çıkarılmakta, en sonra Reisü'l- küttâb Efendi'ye teslim edilen mektup, onun
tarafından, padişahın huzurunda okunmaktadır. Bunu müteakip de, Dârü's-saâde
ağasına samur kürk, resiü'l- küttâb ve müjdecibaşıya hil'atler
giydirilmektedir.
Bu merâsimde ilk yiyecek ikramını hurma teşkil
etmektedir. Medine' den gelen hurmadan ilk ikram, padişah tarafından sadrâzâma
müteveccihtir. Peşkir ağası eliyle, gümüş tabak içinde önüne konulan
hurmalardan bir ikisini yiyen sadrâzâm, bir ikisini şeyhülislâma, kalanını da
dağıtması için, Teşrîfâtî Efendi'ye verirdi. Bu dağıtım, mertebe sırasına göre,
adam başına birer hurma olarak, gerçekleştirilirdi. Sonunda da hurma getiren
peşkir ağasına yüz altun ihsan buyurulurdu.
Üçüncü mevlidhânın çıktığı sırada, tablalarla şeker
tevzîine başlanılmaktaydı. Tablaları Ayasofya mütevellisi şeyhülislâmın, diğer
evkaf mütevellileri de vezirler ulemâ ve hâcegânın önlerine koyarlardı.
Tablaları zağarcıbaşı, saksoncubaşı, muhzır ağa kaldırırlardı.
Üçüncü
mevlidhânın inmesiyle, merâsim sona erer, halk dağılır, padişah da, câmi
dışında, merdiven dibinde, atlarına binmiş olarak kendisini bekleyen sadrâzâm,
şeyhülislâm, vüzerâyı âzâm, sadreyn-i muhteremeyn defterdâr, resiü'l-küttâb,
topcubaşı, arabacıbaşı, ağaları selamladıktan sonra ve onlar da mukâbil
hürmette bulunduktan sonra, kendileriyle vedalaşarak, saraya dönerdi. (Pekolcay,
1988: 111-112).
Bu mevlid merâsimi
sadece padişahın katıldığı mevlid merâsimlerine özeldir. Bunun dışında
İstanbul’un diğer semtlerinde, Anadoluda ve Osmanlı’nın hâkimiyeti olduğu
bölgelerde küçük çaplı mevlid merâsimlerinin yapıldığını görmekteyiz. Ayrıca
câmi veya imârethanelerin açılışında da mevlid okutulduğu bilinmektedir.
Osmanlı Devleti
hâkimiyeti altında bulundurduğu diğer bütün bölgelerde mevlid ihtifallerine
önem vermiştir. Mekke’de yapılan Mevlid-i Nebî ihtifallerine içlerinde
giyilecek hil’atlerin, şamdanların, verilecek ihsanların vs. içerdiği mevlid
teşrifatı İstanbul’dan gönderilmiştir.
Mevlid kutlaması 1910
yılından itibaren Osmanlı Devleti’nde resmî bayramlara dâhil edildiyse de
Cumhuriyet’in ilânından sonra kaldırılmıştır (Özel, 2004: 477).
3.9. Çeşitli vesilelerle Kutlanan
Mevlidler
Ulu Câmide İranlı bir
vâizin çıkardığı sıkıntının devamında yazıldığı düşünülen Vesîltü’n-Necât,
toplumda yüzyıllar boyu sürecek din kültürü anlayış omurgasının, mânevî anlamda
uyanışın, birliğin ve dirliğin sembolü olmuştur.
Mevlidin asıl gayesi
içindeki doğum, sadece Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğumu değildir, mânevî bir doğumdur, bir
uyanıştır, toplum dinamiklerinin fitilini ateşlemektir, dinî vecibelere sımsıkı
sarılmaktır, sonrasında yeniden doğuma sebep olan ölümdür, ahiret inancını
pekiştirerek Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in şefâatine nâil
olmaktır. Vesîletü’n-Necât’ın anlamında olduğu gibi; kurtuluşa vesîledir. Yani
bir Müslüman için doğum ile ölüm arasındaki her şeydir. Bu nedenle mevlid,
sanki asıl anlamını Mevlid-i-Nebevî ihtifalleri dışında halk içinde farklı
uygulamalarla kazanmıştır.
İlk önceleri mübarek
gün ve gecelerde ifâ edilmeye başlanan mevlid merâsimleri daha sonra, mescid,
imârethâne veya tekkelerin açılışında, sonraları halk içinde farklı nedenlerle
uygulanmaya başlanmıştır. Bu konuda Adem Efe’nin geniş katılımcılarla yapmış
olduğu mülâkatların yer aldığı “Türk Toplumunda Mevlid Merasimlerinin Yeri ve
Fonksiyonları (Isparta ve Çevresi Örnegi)” adlı çalışmasında, mevlid okutma
nedenleri ve olayları ile ilgili 18 madde ortaya çıkmıştır. Bu maddeler genel
olduğu kadar yöresel mevlid okutmayı da kapsamaktadır.
Bugün Anadolu’nun
farklı bölgelerinde çeşitli nedenlerle mevlid okutulmaktadır. Bu yüzden okutma
nedenleri ile ilgili daha fazla madde karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı döneminden
günümüze kadar mevlid okutma maddelerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Mübârek gün ve gecelerde: Rebîü’l-evvel ayının on
ikinci gecesinde (Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in doğum günü,
Regâib, Mîrâc, Berat, Kadîr gecelerinde Ramazan ayı içerisinde ve Kurban
Bayramı gecelerinde yapılan mevlid merâsimleridir. İlk önce sadece Mevlid
Kandillerinde okunmaya başlanan mevlid, daha sonra diğer mübârek gün ve
gecelerde okunmaya başlanmıştır. Neredeyse fasılasız olarak günümüze kadar
mübarek gün ve gecelerde Mevlid-i Şerif okunması devam etmiş/etmektedir.
2- Sürre-i Humâyun: Recep ayının on ikinci gününde hac
için gidecek kafilenin uğurlanmasından bir gün önce hazırlıklar başlar. Tören günü
Mekke şerifine gönderilecek olan mektup törenle sürre eminine Padişahın verdiği
sürre (ihsanlar; değerli kâseler, hil’atler, altın keseleri vs.) ile birlikte
verilir. Sarayda düzenlenen bu törende Kur’ân-ı Kerîm ve mevlidden bir kısım
okunur (Esad Efendi, 1979: 36). Sürre gönderilmesi ilk defa Çelebi Sultan
Mehmed zamanında başlamış ve resmî hüviyet kazanıp âdet haline gelmeye
başlaması ise Yavuz Sultan Selim zamanında olmuştur (Seydi Bey, t.y.: 153).
3- Ölüm ve doğumlarda: Osmanlı tarihinde ölen bir padişah
için ilk mevlid okutma geleneği, kayıtlarda 3. Murad için ölümünün 40. gününde
2 Mart 1595 tarihinde okutulan mevlid olarak geçmektedir (Çerçi, 1996: 120).
Padişahların doğum günleri için de mevlid okutulmuştur. Bu hususta padişahın
doğum günü münasebetiyle Sultan Ahmed Câmi'nde yapılacak mevlid törenine resmi
kıyafetleriyle katılacak olan askeri ve mülki görevlilerin listesi Osmanlı
arşivlerinde görülmektedir. (DABOA, A.}TŞF 8-98) Doğum için okunan mevlid halk
içinde de yaygınlaşmaya başlamıştır. Mevlid okuma zamanı yörelere göre
farklılık gözetmektedir. Bazı yerlerde doğumun altıncı günü akşamı kına gecesi
yapıldığı ve o gece veya ertesi gün mevlid okutulduğu bilinmektedir (Albayrak,
2001: 296). Bazı yerlerde ise bebeğin kırkı çıktıktan sonra mevlid okutulmaktadır.
Doğumlarda ve ölümlerde mevlid okutma geleneği padişahlar, saray eşrafı,
şöhretli kimselerden sonra halk tarafından da devam ettirilmiştir. Günümüzde de
bir kişinin ölümünde (toprağa verilmesinin ilk gecesinde, ölümünün üçüncü,
yedinci, kırkıncı veya elli ikinci gecesinde ve ölüm yıldönümlerinde) veya
doğumunda mevlid okutulmaktadır.
4- Düğünlerde: Düğünlerde mevlid okutma bir Osmanlı
geleneğidir. Metin İzeti, “Rumeli’de mevlit törenleri âdet ve gelenek haline
gelip kutsal gün ve gecelerde, sünnet ve doğum gibi vesîlelerle yapılmış ve
yapılmaktadır.” Demektedir (Karataş, 2008: 53). Düğünlerde “...özel olarak
getirtilen güzel sesli mevlidhânlar Mevlid-i Şerif okur, bahir aralarında da
Tevşih, Kasîde ve ilâhî icrâ ederlerdi. Mevlid'in sona ermesine müteâkip,
okunmuş olan şeker, lokum vs. davetlilere dağıtılırdı.” (Demirtaş, 2008: 364).
Abdülaziz Bey düğünlerde mevlid okutmanın yanı sıra gelinin cihazına (çeyiz),
mevlid merâsimlerinde kullanılmak üzere Mevlid-i Şerif okunurken ve benzeri
toplantılarda buhur yakmak için kullanılan gümüş buhurdan konulduğunu
belirtmektedir (Abdüaziz, 1995: 117).
5- Sünnetlerde: Osmanlı döneminde sünnet olan çocuklar
için mevlid okutulduğu
bilinmektedir. Bu konuyla ilgili IV. Mehmed’in
şehzâdeleri II. Mustafa ve III. Ahmed için Sultan Selim Câminde düzenlenen ve
1675 tarihinde 14 Mayıs pazar günü başlayıp ve 29 Mayıs pazartesi günü son
bulan sünnet şenliğinde yapılan mevlid merâsiminden bahsedilmektedir (Sevinçli,
2006: 381).
Yine Osmanlı
döneminde maddi
durumu iyi olan aileler sünnet olacak çocuklarını "Midilli" cinsi
süslenmiş bir ata bindirir, davul zurna eşliğinde ve yer yer kasideler okunarak
sokak sokak dolaştırırlardı. Sünnet törenlerinde mevlid okunması adettendi
(Demirtaş, 2008: 362). Sünnet düğünlerinde mevlid okutma âdeti çok genel olmasa
da maddi durumu iyi, dinî duyarlılığı olan aileler tarafından devam
ettirilmektedir.
6- Câmi vb. açılışlarda: Günümüzde bu âdet
uygulanmamasına rağmen Osmanlı’da câmi, tekke, dergâh ve bazı yapıların
açılışlarında mevlid okutulmasını görmekteyiz. Padişah hayratından Fatih
civarında tamiratı tamamlanan Muabbir Hasan Efendi Dergâhı’nın açılış töreninde
Mevlid-i Şerif okutulmuştur. (DABOA, ML. EEM. /626-51) Seyyid Mehmed
Muhiddin'in açılışı Mevlid okunarak yapılacak olan Nasûhî Efendi Hankâhı'nın
açılış merâsiminde bulunması için Dârussaâde Ağası Arif Paşa'ya gönderdiği
davetiye (TSMA No: 3328/700) ve Cağaloğlu'nda bulunan Hoca Rüstem Câmi'nin
açılış merâsiminde mevlid okutulacak mevlidin masrafı olan meblağın Hazine-i
Hâssa Veznesi tarafından îtâsını gösterir belge vardır. (ML. EEM./226-7,
R-06-02-1312) Rodos'un Aranita, Çayır ve Kalamine karyelerinde inşa olunan
Hamidiye, Tîrimüjgan ve Ertuğrul isimli câmilerde mevlid okunarak Padişah'a
duâcı olunduğuna dâir belgeler (DH. MKT./1098-7) konumuza dair birkaç belge
hüviyetindedir. Fakat günümüzde bu âdete neredeyse rastlanmamaktadır.
7- Mûtad zamanlarda ve sene-i devriyelerde: İslâm
tarihinde özellikle Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğumu münasebetiyle başlayan anma günleri,
sonraki dönemlerde devlet adamları, bazı ilim adamları, Kerbelâ gibi önemli
olaylar için sene-i devriyelerinde de sayıları artarak devam etmiştir. Mevlid,
bu gibi olaylarda en çok icrâ edilen formlardan biri haline gelmiştir. Osmanlı
döneminde de devlet adamlarının doğum ve ölümlerinin ardından veya bir yerde
adet haline getirilmiş mevlid okutma geleneği devam etmiştir. Kâdirîhâne
Dergâhı'nda mûtad vechile okutulan mevlid, (ML. EEM./671-36 R-29-02-1324)
Filibe'de her sene okunan mevlid, (İ..DH.. / 693) Medine-i Münevvere civarında
bulunan Hz. Hamza'nın makâmında her yıl okunması kararlaştırılan Mevlid-i Şerif
(DH.MKT./1827-74) III. Ahmed'in kızı ve I. Abdülhamid'in kızkardeşi Ayşe
Sultan'ın vefâtıyla Valide Sultan Türbesi'ndeki mezarında mevlid (HAT/1451-57)
okunması sene-i devriyelerinde uzunca bir müddet devam etmiştir. Günümüzde bu
âdet sadece Türkiye’de değil özellikle Balkanlarda ve Osmanlı’nın daha önce
hüküm sürdüğü İslâm ülkelerinin birçok yerinde uygulanmaktadır.
8- Şehitler için: İslâm tarihinde ilk defa Kerbelâ
şehitleri için, özellikle Şîa tarafından muharrem aylarında düzenlenen anma
törenleri ile başlamıştır. Kerbelâ Şehitleri için anma törenleri Osmanlı
döneminde ilk önceleri muharrem ayında tekkelerde mersiyelerin de icrâ edildiği
özel ayinler ile başlamış, sonrasında savaşlarda şehit olanlar için Süleyman
Çelebi’nin Mevlid’i icrâ edilmeye başlamıştır. Türk-İtalyan Savaşı şehidlerinin
ruhlarına ithâf olunmak üzere, Hacı Mehmed Câmi'nde mevlid okunmuştur. (HR.
SFR.04./627-102) Cumhuriyet döneminde de Çanakkale şehitleri için, Atatürk
tarafından 1932 yılında Çanakkale’de, Şehit Mehmet Çavuş Âbidesi önünde
birlerce kişinin katılımıyla mevlid okutulmuştur (Sarı, 2006: 321). Günümüzde
de Çanakkale şehitleri için mevlid okutma âdeti halen devam etmektedir. Ayrıca
2016’da Fırat Kalkanı, 2018’de Zeytin Dalı harekâtı ve 2019’da Barış Pınarı
Harekâtı’nda şehit ve gaziler için şehirlerdeki selâtin câmilerinde mevlid
okutulmuştur.
9- Hac ve Umreden dönenler için: Osmanlı döneminde
padişahların hac veya umre vazifelerini siyâsî gerekçelerle yapmadıkları ya da
çok istedikleri halde yapamadıkları bilinmektedir. Fakat Osmanlı tebâasında hac
veya umre dönüşlerinde mevlid okutulduğu bilinmektedir. Örnek olarak
Kızılcahamam ilçesinde bugün hala devam eden bu uygulamada hacı adayı yola
çıkacağı gün, komşu köylerden uğurlamağa gelenler de dâhil olmak üzere akraba
ve komşulara yemek verir. Köyden gelen konuklar fazla olursa, bunlar komşulara
inerler, ama yemeklerini hacı adayı verir. Yemekten sonra câmide ilâhilerle
birlikte mevlid okunur (Boratav, 1984: 193).
10- Kadın toplantılarında: Bugün bu âdet bazı
yörelerimizde halen devam etmektedir. Gerçi müzikal açıdan değerlendirildiğinde
olması gereken mevlid icrâsından çok uzaktır. Osmanlı döneminde özellikle
İstanbul’da bazı mahallelerde yalnız kız çocuklarının devam ettiği Galata’da
Arap Câmi yakınındaki Hoca Hâfıza Ayşe Hanım Mektebi, Gedikpaşa civarında
Sedefçiler’de bulunan Hoca Fatma Hanım Mektebi gibi mektepler de vardı. Bu
mekteplere her yaşta kız çocuğu alınırdı. Bu kadın mekteplerinde Kur’ân-ı Kerîm
okumasından başka, Envarü’l-Aşıkîn, Hulviyyât, Abmediyye, Muhammediyye, Dürr-i
Tekta, Mızraklı İlm-i hâl kitapları okutulur. Usûl-i mûsikî ile de Mevlid-i
Şerif, Kaside-i Bür’e, ilâhî ve Naat-ı Şerif-i Nebevî okumaları yapılırdı. Burada
yetişen kızlar ya da kadınlar özellikle cuma günleri mevlid ve ilâhî okurlardı
(Abdüaziz, 1995: 101).
Bu maddeler dışında
mevlidin farklı nedenlerle gerek ulusal gerekse mahallî olarak okunduğu
görülmektedir. Bunları kısaca yukarıdaki maddelerin devamı niteliğinde şu
şekilde sıralayabiliriz:
11- Sadece Bursa’da Mustafakemalpaşa’nın Bogazköy, Ocaklı,
Çeltikçi ve Kosubogazı köylerinde hıdrellezde mevlid okutulduğu bilinmektedir.
Adaklarda, askere uğurlama veya askerden terhis olup dönüşte, yağmur duasında
mevlid okutulmaktadır (Efe, 2009: 16-18).
3.10. Mevlid’in Sosyolojik Etkileri
“Toplumlar ortak
yaşantılarını ve değerlerini normlarla kuvveden fiile çıkararak varlıklarını
üyelerine kabul ettirmek isterler. Toplumda görünür olma hali, hâfıza oluşturan
önemli günler, aylar, bayramlar, merâsimler, mûsikî ile mümkün olur.” (Özkul,
2010: 51). Bu konuda edebiyat metinleri o zamanki toplumun halini görünür kılan
en önemli köşe taşlarıdır ve dönemindeki toplumun aynasıdır. Toplum hangi dili
kullanıyorsa, sosyal ve kültürel yapısı ne ise onu yansıtır. Süleyman
Çelebi’nin mevlidi de o dönemin dilini, dinî anlayışını, toplumun yapısını ve
sıkıntılarını dile getiren ve o dönemi görünür kılan bir aynadır.
14. ve 15. yy.,
Anadolu coğrafyasında mevlid ve naat türlerinin teliflerinin yaygınlaştığı bir
dönemdir. Darîrî, Âşık Paşa, Yunus, Hacı Bektâş-ı Velî gibi gönül adamlarının
eserlerine bakıldığında bu minvalde ürünlerinin bulunduğu görülmektedir.
Edebiyat ürünleri telif edildikleri dönemin sosyolojik ve psikolojik yapısının
ve sorunlarının aynası ise Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’ni de telif edildiği
dönemin aynası olarak görmek gerektir.
Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necâfı,
siyâsî kargaşaların, heteredoks dinî akımların ve toplumda kırılmaların arttığı
bir dönemde ortaya çıkmıştır. Dinî meseledeki en önemli sorun; ehl-i sünnet
anlayışı ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) anlayışındaki bozulmalardır.
Daha önce açıklamaya
çalıştığımız gibi; mevlid sadece dinî içeriğe sahip bir şiir değildir.
Yaşandığı dönemdeki toplumsal yapıya bu kargaşadan nasıl çıkılacağına dâir
âdetâ toplumsal bir reçete vardır. Dinî anlamda birlik sağlanamadığı takdirde
siyâsî ve kültürel anlamda da birliktelik sağlanamayacağının ikazları vardır.
Süleyman Çelebi’nin
Mevlid’inin konusu, dönemindeki ehl-i sünnet ve Peygamber anlayışındaki
sıkıntılardan dolayı Hz. Muhammed’dir (salla’llâhü aleyhi ve sellem) . Bu
yüzden eserde Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğumunun ne kadar kutlu olduğundan,
hadislerinden, dinî öğretilerinden pekiştireçlerle sürekli dem vurulması
tabiidir. Müellifin asıl üzerinde durduğu konu ehl-i sünnet itikadında da yer
alan Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) diğer Peygamberlerden üstün olduğu hususudur.
Bu üstünlüğün Hz. Mûsâ’nın (a.s) Hz. Hârun’dan (a.s), Hz. İbrâhim’in (a.s) Hz.
Lût’tan (a.s) üstün olması gibi bir üstünlüktür. Bunun böyle olduğu hadislerde
de ifade edilmiştir: (Uludağ, 2007, s. 182) Ayrıca Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şefâat konusu her
bahrin ve faslın sonunda;
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Işk
ile derd ile aydun es-salât
beyitleriyle devamlı
vurgulanmıştır.
Yukarıda
anlatılanların kişide ve özellikle toplumda hayat bulması için bir dinamiğe
ihtiyacı vardır ve bu dinamiğin kültürel bir süreklilik halini alması gerekir. Bu
da ancak toplumlarda özellikle dinî öğretilerin kullanılmasıyla, birliktelik
ruhuyla, İslâmî terimle ‘cemâat ruhuyla’ ve ibâdet anlayışıyla gerçekleşir.
İslâm dîninde cemâatle ibâdet etme psikolojisi birlik ruhunu kazandırmak
içindir.
Sosyal bilimler içinde
ritüel tanımlarında dikkat çeken en belirgin nokta, ritüelin bir “sembol”
olduğu ve “tekrarlanma” özelliğidir. Ritüelin sembol olması, onun geçmişte
yaşanan bazı olayları, durumları veya belirli inançları ve düşünceleri
hatırlatmasını, somutlaştırmasını, o âna âit ruh halini canlandırmasını, ânı
yeniden yaşanır kılmasını belirtir (Akarpınar, 2006: 42). Bir nevî o ânı
yeniden yaşama veya yeniden doğuş gibi bir durumdur. Böylelikle “...kişi mevlid
törenlerine katılarak varlık olur. Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) varoluşuna, dönüşümüne ve
yeniden doğuşuna bir anlamda şahit olur. Böylece yaşamın aşkınlığı deneyimini
kazanır.” (İçli, 2013: 93). Bu yeniden doğuş; nefsinin isteklerinden ve
günahlarından kurtuluş, tövbe, yaratıcısına yaranma, mânevî âleme yönelmedir.
Bu, Bakara sûresindeki “... Doğrusu biz Allah’a (celle celâlühü) âitiz ve O’na
döneceğiz” (Bakara, 2/156) ayetinin ve Mü’minûn suresindeki “Sonra da kıyamet
gününde tekrar dirileceksiniz.” Mü’minûn, 34/16 âyetinin kişide varlık olması,
dünyada iken hayat bulmasıdır. Özellikle bu yeniden doğuş ve aydınlanma, Nûr
bahrinde Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğum ânının canlandırılmasıyla temsîlî olarak
bir kez daha nûr ile aydınlanan bir dünyada, günahlarından arınmış Müslümanlar,
mânen en temiz halleriyle birbirlerini selâmlamış olurlar ve aynı Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) öğretisine bağlı
olduklarını belirtirler (Akarpınar, 2006: 55).
14. ve 15.
Yüzyıllarda mevlid benzeri eserlerin teliflerinin çoğalmaya başlaması, devlet
ve toplum nezninde karşılık bulması ile dinî tecrübeye dönüşmesi ve toplumun
dinamiği olmaya başlaması çok da uzun sürmeyecektir. Süleyman Çelebi’den sonra
mevlid yazımı o kadar hızlı olmuştur ki bugün Türkçe yazılmış kayıtlı kayıtsız
200’ün üzerinde müstakil mevlid bulunmaktadır. Sahâbenin, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) her hareketini ve
sözünü örnek alıp hayatlarını şekillendirmelerine benzer bir şekilde Osmanlı
toplumu da Peygamber odaklı düşünmeye ve yaşamaya başlamıştır. Osmanlılar
sarayda, tekke ve medreselerde, câmilerde, toplum içinde "...çeşitli
mevlid cemiyetlerini, Hz. Peygamber’i (salla’llâhü aleyhi ve sellem) anmaya vesile saymışlar, âdet haline
getirmişler ve bu cemiyetlerin etrafında bir kültür oluşturmuşlardır.” (Çetinkaya,
2019: 23).
Mübarek gün ve
gecelerde veya farklı nedenlerle yapılan mevlid merâsimlerinde Kur’ân-ı Kerîm
kırâatleriyle, tefsirlerle, hadislerle, vaazlarla, mevlidhânlar tarafından
okunan mevlidlerle ve mûsikînin de tesiriyle halkın dinî duyguları yüceltilerek
din, kültür ve bilhassa ehl-i sünnet anlayışı pekiştirilmeye çalışılmıştır.
Buna sebep en güzel vesîlelerden biri de mevliddir. Günümüzde yapılan mevlid
merasimlerinde insanlar, mevlidin muhtevasından ve amacından bigâne olsalar
bile ilâhî bir duyguyla kaplandıklarını, dinî anlamada ve yaşamada
iştiyaklarının arttığını dile getirmektedirler.
Mevlidin
“Balkan coğrafyasında Müslümanların varlık ve kimliklerinin korunmasında Dinî
değerlerin, Türk kültür ve medeniyetinin önemi büyüktür.” (Koca, 2019: 163). Balkanların Osmanlı hâkimiyetinden
çıkışından sonra Yugoslavya ve Bulgaristan’ın halk üzerinde komünizm ve
asimilasyon politikaları artmış ve halka İslâm dînini unutturmaya
başlamışlardır. Nuri Özcan ile yaptığımız mülakatta, Balkanlarda özellikle o dönemde
mevlidin ne derecede etkili olduğunun kanıtını Balkanlardaki Müslümanlarla
yaptığı sohbetten öğrendiğini söylemektedir. Özcan, oradaki Müslümanların:
“Bizim dinî duygularımızın ayakta kalmasında en önemli etken mevliddir. Biz her
şeyimizi mevlidde bulduk. Müslüman olduğumuzu unutmamanın tek sebebi mevliddir.
Çünkü mevlidi namaz gibi bir ibadet olmadığını düşünerek yasaklamadılar.”
dediklerini nakletmektedir (Özcan, 2017). Gerçi sonraki dönemlerde mevlidin
halk üzerindeki dinî etkisini anlayan yönetim, evlerdeki mevlid okumalarına da
yasaklama getirmiştir. Ama halk gizli gizli evlerde mevlid okumalarını
yapmıştır. Yapılan tüm bu baskıların nedeni, mevlid geleneğine bağlı kalan
azınlık Müslümanları yıpratmak ve zamanla İslâm’a olan inançlarını yok etmektir.
Ancak idareciler bunu başaramamışlardır (Koca, 2019: 164). Bu konuda Tayyip
Okiç: “Dinî mekteblerimizde de yıllık Mevlid merâsimi parlak bir şekilde
yapılırdı. Böylece küçük yaştan itibaren, Süleyman Çelebi Mevlidi ve onun
Boşnakça tercemesi ile ünsiyet kesb ettiğimiz gibi, Mevlide ve dolayısıyla Ulu
Peygamberimize (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olan sevgimiz arttı.” demektedir (Okiç, 1975:
17).
Mevlidin
sosyal yaşam içindeki etkilerinden biri de mevlid vakıflarıdır. Osmanlı
döneminde Padişahlar başta olmak üzere pek çok devlet adamlarının veya
hayırseverlerin kurduğu vakıflar, toplumda yardımlaşmayı ve dayanışmayı
sağlayan yegâne kuruluşlardır. Bu vakıfların içinde sadece belirli gün ve
zamanlarda okunması için masrafları karşılayanlar olduğu gibi, sosyal
yardımlaşma haricinde mevlid giderlerini karşalayanlar da vardır. Padişah III.
Ahmed'in kızı ve I. Abdülhamid'in kızkardeşi Ayşe Sultan'ın vefâtıyla Valide
Sultan Türbesi'ndeki mezarında mevlid ve cüz okunmak için Beypazarı'ndaki
çiftliğinin vakıf haline getirilmesi Mevlid Vakıflarının ilk örneklerini teşkil
etmektedir. (HAT/1451-57) Balkanların fethinden hemen sonra
“...Saray-Bosna'daki Gazi Husrev Bey Câminin 938/1531 tarihli vakfiyesinde,
mevlid için yılda 300 dirhem miktarında bir tahsisatın ayrıldığı
görülmektedir.” (Okiç, 1976: 36-37). Osmanlı döneminde devlet nezdinde ilk
mevlid kutlamalarının 1588’de başladığına ve Saray-Bosna'da kurulan bu vakfın
1531’de kurulduğuna göre bu tarih, halk arasında mevlidin daha önceleri de
kutlandığının kanıtıdır.
Ayrıca bu vakıfları
kuran kişiler vakıf gelirlerinin bir kısmıyla mevlid okunmasını şart koşmuştur.
Şeyhülislâm Hoca Saadeddin Efendi 1568 yılında vakfettiği evinin kirasından
hâsıl olan gelirin bir kısmıyla mevlid kandilinde yemek pişirilip fakirlere yardımı
ve mevlid okunmasını şart koşmuştur. Sadece Bursa’da kuruluş amacı mevlid
okutmak olan ve amacında mevlid okutmanın yanında başka gayeler de bulunan 43
adet vakıf bulunmaktadır (Karataş, 2007: 36-41).
Mevlid merasimlerinin
veya mevlid okutma anlayışı ve uygulamasının önemli miraslarından biri de
toplum içinde dayanışma, yardımlaşma ve hediyeleşmedir. Halk arasında sünnet,
doğum, ölüm veya farklı vesilelerle okunan mevlidlerde komşu, akraba ve
dostların dayanışmaları ve yardımlaşmaları görülmektedir. Eğer mevlid evde
okunacaksa komşu ve akrabalarla birlikte ev temizlenir, yemekler, mevlid
şekeri, gülsuyu, şerbet gibi ikramlar ve mevlidhânlara verilecek ihsanlar
hazırlanır. Mevlid esnasında ve sonrasında yapılan duâlarda Allah’ın (celle
celâlühü) rızâsı umulur, okunan Kur’ân-ı Kerîm ve mevlidden hâsıl olan sevâbı
evvel Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) , diğer peygamberlerin,
sahâbelerin, mevlid sahibi ve ahirete göçmüş geçmişlerinin, merâsime
katılanların cümle geçmiş ervâhın ruhuna tevdi edilir.
Günümüzde
rastlamadığımız bir âdet ise evlenecek çiftlerin çeyizlerine konan mevlid
çeyizleridir. Mevlid-i şerif okunurken buhur yakmak için şamdanlıklar, gümüş
buhurdanlıklar, kâseler ve şerbet güğümleri geçmiş Osmanlı kültüründe
görülmektedir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar