Print Friendly and PDF

OSMANLI DÖNEMİ MEVLİD TARİHİ

 


Hazırlayan: Mustafa YILDIRIM

Mevlid yazımının ve akabinde orataya çıkan mevlid merâsimlerinin, Osmanlı’nın kuruluş ve sonrası dönemde sosyal hayata ve dinî kültüre etkisi büyüktür. Mevlid yazma geleneğini ilk başlatanlardan olan Süleyman Çelebi’nin eseri Vesîletü’n- Necât ın da bu oluşuma etkisi yadsınamaz derecededir. Bu süreci daha iyi anlayabilmek için sosyal hayatın içinde büyük öneme sahip olan o döneme âit dinî hareketleri gözden geçirmek gerekir. Zirâ tarihte ortaya çıkan birçok olay sebeplere dayanır.

2.1.    Mevlid’in (Vesîletü’n-Necât) Ortaya Çıktığı Dönem

“Osmanlı’nın kuruluş yıllarına âit yazılı kaynakların ve günümüz tarih bilgilerinin yetersizliğinden dolayı bu dönem henüz tam olarak birçok yönden aydınlanmamıştır. Mevcut bilgilerden hareketle bu dönemde Anadolu’nun siyâsî bir bütünlük ve birlikten yoksun olduğu görülmektedir.” (Yediyıldız, 2007: 13). Bu dönemi kısaca anlayabilmek için Vesîletü’n-Necâtın yazıldığı tarihten birkaç yüzyıl öncesini irdelemek gerekir.

Abbâsi’lerin yıkılış sürecine kadarki zaman içinde ihtişamlı, parlak bir uygarlık haline gelen İslâm Medeniyeti, Abbâsiler döneminde kurulan Fâtımî devleti zamanında ortaya çıkan farklı İslâmî hareketlerle belirgin bir bölünmüşlüğe maruz kalmış ve bu bölünmüşlük İslâm âlemini menfî yönde etkilemeye başlamıştır (Ocak, 2004, s. 163). Bu hareketlerin başında İslâm âlemine çok zararı dokunmuş Bâtınîlik gelmektedir. Batınîlîk:

Nâsları, zâhir-bâtın ayırımına tâbi tutarak te’viller yapan, İslâm’ın temel hükümlerini (zarûrât-i dîniyye) bütün müslümanların anlayışından farklı olarak yorumlayıp din anlayışlarını inkâr veya ibâha sınırına kadar götüren itikadî fırkalar yanında, son derece gizli bir şekilde teşkilâtlanmış örgütler vasîtâsıyla merkezî idareye karşı girişilmiş isyan faaliyetlerinin başını çeken çeşitli siyasî gruplar için de kullanılmış ortak bir lakaptır (Avni, 1992: 191).

Batınîlik hareketi sadece bulunduğu bölgeyi değil, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu dâhil birçok devletin içine ajanlarıyla sızmış, devlet adamlarını birbirine öldürtecek kadar hatta iki devlet arasında savaş çıkaracak kadar teşkilatlanmıştı. Selçuklu Devleti bulunduğu bölgenin konumundan dolayı sadece Batınîlerle değil, bir taraftan küçük Türk Devletleri ile siyâsî birliği sağlamaya çalışırken diğer taraftan sosyal yapıyı bozabilecek heterodoks inanışlara karşı mücadele vermekteydi. Bu mücadeleler içinde en çetini Türk Devletlerini birbirine düşürecek kuvvete bile erişen Bâtınîlere karşı olmuştur. Başta İmâm-ı Gazzâlî olmak üzere birçok din âlimi, yazdıkları eserlerle halkı bu sapık düşünceye karşı uyarmaya çalışmışlardır. Bu alanda en önemli çalışma ise Bâtınî-Şiâ hareketlere karşı sünnî anlayışı coğrafyada pekiştirmek amacıyla Selçuklu veziri Nizâmülmülk tarafından kurulan Nizâmiye Medreseleridir (Özaydın, 2018: 2).

Bâtınî hareketin başını çeken Hasan Sabbah, 1090 yılında Alamut Kalesini ele geçirdikten sonra, Orta doğuda Bâtınîliği yaymak için Abbâsilere ve Selçuklulara çok zarar vermiş, içirdiği haşişin (esrar) etkisiyle fedâileri birçok devlet adamını katletmiştir. Bunların içinde Bâtınîlerle çok mücâdele eden ve bir dönem onları zayıf düşüren Nizâmülmülk de vardır. Farklı topluluklarda İsmâiliyye, Seb’iyye, Tâ’limiyye, İbâhiyye, Mazdekiyye, Babekiyye, Nâsıriyye, Nusayriyye gibi farklı inanışlar adı altında kendilerini açığa çıkarmadan faaliyetlerini uzun süre devam etmişlerdir (Avni, 1992: 192).

Anadolu sünnî anlayışını tehdit eden diğer hareket ise Moğol istilası ile İslâm dînini, Îrânî bir kimlikle benimseyerek Anadolu’ya göç etmiş Türkmenlerdi. Bu göçe Şiâ- Batınî anlayıştaki İranlı sûfîler de eklenince sosyal toplumdaki dinî birliktelik daha da karışmaya başladı. Bu gruplara örnek olarak; Süleyman Çelebi’yi yazmaya iten Ulu Câmi’nde verdiği vaazda Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  efendimizi diğer Peygamberler ile eşit gören anlayıştaki İranlı bir vaizdir.

Bir başka dinî anlayış ise özellikle Osmanlı’nın kuruluş döneminde Bizans bölgelerini fethettiği İznik, Bursa ve İstanbul civarındaki Mesih-Mehdi beklentisi içinde olan Hristiyan heterodoksunun ortaya çıkmasıdır (Ay, 2012: 3). Hz. Ali’nin (r.a) bazı Şiâ gruplarca Tanrısal bir ifade addedilmesi ile Hristiyan Ortodoks inancındaki Hz. İsa’nın (a.s) tanrılaştırılması düşüncesi bu bölgelerde -özellikle Anadoluda- etkili olmuştur (Ay, 2012: 10).

Böylesine eklektik ve karışık durum içinde sünnî anlayışın korunmasını sağlayacak fikir ve sağlam dinî inanışların rolü büyüktür. Bunlar özellikle İbn. Arabî’nin vahdet-i vücûd öğretileri, ahlâki tasavvuf anlayışını benimseyen Mevlevîlik, Hacı Bektâşi Velî ve Yunus Emre’nin Orta Asya ve Horasan kökenli ve ahlâkçı ve aksiyoner tasavvuf anlayışlarıdır (Cide, 2015: 108).

Anadolu’da, Batınîlik gibi sapkın dinî anlayışlara karşı ilk örnekler, ileride Süleyman Çelebi’nin de ilham aldığı konu bütünlüğünden anlaşılan Âşık Paşa’nın Garip- nâmesi, Ahmedî’nin Iskender-nâmesi, bir dönem Bursa’da yaşamış olan İbnü’l- Cezeri’nin el-Mevlidü’l-Kebîr’i ve Darîr’in Sîretü’n-Nebî’si gibi eserlerdir. Bu örneklerin en önemli özelliği buhranlı günlerde yazılmış olmalarıdır. Eserler incelendiğinde ise aynı ruha, aynı duyguya sahip ve toplumu aynı inanç içinde tutacak ve buhranlı günlerden selâmete çıkaracak görüşleri öne çıkardıkları görülür. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i de yazılan bu eserler ile aynı çizgide olmakla beraber eserin neredeyse bütününde Tevhîd anlayışının, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  sevgisinin ve ahlâkınının dünya âhiret kurtuluşunun kaynağı olduğunu dile getiren anlatımların hâkim olduğu görülür. Bu ve benzeri konular düşünüldüğünde “.. .Peygamber sevgisi ve onun ahlâkı ile ahlâklanarak dünya ve âhiretin mâmur edilmesi, müellifin önem verdiği bir hedef olarak görülebilir. Nitekim onun bu hedefinin Osmanlı’da belli ölçüde mayalandığını ve söz konusu mayanın etkisinin bugün bile hâlâ devam ettiğini ve ilgili metnin bunda payı olduğunu söyleyebiliriz.” (Çapku, 2015: 63).

2.2.    Süleyman Çelebi Kimdir?

Her ne kadar yazdığı Mevlid’in ünü, muhitinin binlerce kilometre dışına çıkmış ve eserin içeriği hakkında birçok çalışmalar yapılmış olsa da, eserin müellifi olan Süleyman Çelebi’nin hayatı hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Hayatı hakkında yazılanlar çoğunlukla Gelibolulu Ali’nin Künhü’l-Ahbâr’ı, İsmail Belîğ’in Gül deste-i Riyâzı Irfân ve Vefeyât-ı Dânişverân-i Nâdiredân, Tezkîre-i Latîfî gibi pek az sayıdaki tarihçilerin verdiği bilgilerden ibarettir. Vesîletü’n-Necâtın şerhini yapan Hüseyin Vassaf dâhil olmak üzere son yüzyılda Faruk K. Timurtaş, Ahmet Ateş ve özellikle Necla Pekolcay gibi araştırmacıların kaynakları da yukarıda yazdığımız isimler ve eserlerdir.

Süleyman Çelebi’nin yaşadığı dönem, bir önceki maddede anlatılan dönem haricinde Osmanlı’nın Balkanlardaki başarıları ve Anadolu’da siyâsî birlikteliği sağlamaya çalıştığı bir dönem olmasına karşılık, Moğolların baskılarını artırdığı bir dönem olarak ta tarihe geçmiştir. Yani Süleyman Çelebi, hem Osmanlı’nın özellikle Yıldırım Beyazıd’ın (1360-1403) refah döneminde hem de sonrasında Emir Süleyman (1375-1420) ve Çelebi Mehmet (1382-1421) zamanında “Fetret Devri” diye anılan buhranlı günlerde yaşamıştır (Kemikli, 2007: 18).

Süleyman Çelebi’nin kesin doğum yılına tarihi kaynaklarda rastlanmamaktadır. Vesîletü’n-Necâf ın orijinal metinleriyle ilgili çalışmalar yapan Necla Pekolcay, vaktiyle Raif Yelkenci’den aldığı bir nüshadaki mevcut beyite binâen Mevlid’in 60 yaşında yazıldığını işaret ederek Süleyman Çelebi’nin H. 752 de doğmuş olma ihtimalini belirtmektedir (Pekolcay, 2016: 13). Ancak Süleyman Çelebi ve Mevlid’i ile ilgili çalışmalar yapan Ahmet Ateş bu bilginin doğruluğunun zayıf bir ihtimal olduğunu belirtmektedir. Raif Yelkenci’nin (1894-1974) En Son Dakika gazetesindeki bir yazısında Mevlid’in eski ve tam olduğunu iddiâ ettiği bir nüshasında rastlanan

Yiğitlik dâhi geçti şöyle hoca

Erişti şastlık ve oldu koca

beytinin sonradan başka müelliflerce yazıldığını veya başka bir mevlidden buraya aktarıldığını düşünmektedir. Çünkü Vesîletü’n-Necât bütünüyle fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılmıştır. Bu beyit ise mefâîlün mefâîlün faûlün kalıbıyla yazılmıştır. Fakat asıl nüshada olan:

Hem sekiz yüz on ikiydi tarihi

Bursa’da oldu tamam ey ahı

beytinde Mevlid’in H. 812 (M. 1409) yılında yazıldığı muhakkaktır. Ateş, mevlidin asıl nüshasında geçen:

Ömrümün kadrini hergiz bilmedim

Şimdi bildim ille ömrü bulmadım

Saç sakal ağardı gönlüm kap-kara

Kılmadım bir iş ki karam ağara

beyitlerine gönderme yaparak, Süleyman Çelebi’nin son yaşlılık evresi olabileceği gibi türlü insanlarda 45-50 yaşlarda ortaya çıkabilecek bir durum olabileceğini söyleyerek Süleyman Çelebi’nin H. 762 - 767 (M. 1359 - 1364) yılları arasında doğma ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu belirtmektedir (Ateş, 1954: 26).

Süleyman Çelebi Bursa’da doğmuştur. Kaynaklara bakıldığında babasının kim olduğu tam olarak bilinmemektedir. Lâkin kaynakların müşterek bilgilerine göre: Süleyman Çelebi, Orhan Gâzî’nin çok hürmet ettiği Şeyh Mahmut’un torunudur ve bir rivâyete göre Şeyh Edebâlî’nin oğlu, Orhan Gâzî’nin de silah arkadaşıdır. Orhan Gâzî’nin Şeyh Mahmud için İznik’te bir medrese açtırdığı ve İbn. Arabî’nin Füsûs’unu şerh ettiği bilinmektedir (Vassaf, 2013: 1).

Kaynaklarda Süleyman Çelebi’nin dinî ve edebî bilgileri nasıl ve kimden aldığı ile ilgili hiçbir bilgi yoktur. Fakat dedesi Şeyh Mahmut’un Orhan Gâzî’nin oğlu Süleyman Paşa Rumeli’yi zaptettiği ve ona ithâfen yazdığı:

Velâyet gösterip halka suya seccâde salmışsın Yakasın Rumeli’nin dest-i takvâ ile almışsın

beytine bakıldığında medrese hocalığının yanında edebî dilinin de olduğu anlaşılmaktadır. Bu cihetle “Süleyman Çelebi iyi bir tahsil görmüş olup zamanının ilimlerine vâkıf âlim ve ârif bir zâttır.” (Vassaf, 2013: 1). Gerçi yazmış olduğu Vesîletü’n-Necât incelendiğinde dinî, tasavvufî ve edebî bilgilere derinlemesine vâkıf olduğu anlaşılmaktadır.

Çelebi kelimesi Eski Türkçe’deki “çalap” kelimesinden gelmektedir, Tanrı-Allah anlamındadır. Türk İslâm kültüründe çelebi ise; “Allah’a âit, Allah adamı.” anlamındadır (Dilçin, 2013: 61).

“17. yüzyılın sonlarına kadar bilgin ve soylu kimseler için bu ünvan kullanılmıştır. Mevlânâ soyundan gelenler çelebi olarak anılmış, Hacı Bektâş’ın nefes evladı yahut belinden gelen kişilere de çelebi denilmektedir.“ (Cebecioğlu, 2014: 111). “Bu lakâb ayrıca âlimlere, hususiyetle din ilimlerinde geniş bilgisi olanlara verilirdi.” (Ateş, 1954: 23). Süleyman Çelebi’in lakâbı mevlevî olduğu için değil, bilgin ve soylu kimse olduğu için verilmiştir.

“Süleyman Çelebi, Gelibolu’lu Ali ve Âşık Çelebi’nin eserlerindeki kayda göre, Yıldırım Beyazıd Hân’ın dîvan imamlığında bulunmuştur.” (Timurtaş, 1990: 2). “Emir Sultan’a intisabı olduğu için...” (Ateş, 1954: 28). Yıldırım Beyazıd Hân’ın dîvan imamlığını yaptığı sırada Emir Sultan’ın tavsiyesi ile tamamlanan Ulu Câmi’nin imâmetine getirilmiştir. Hayatı hakkında ancak bu kadar bilgiye sahip olduğumuz Süleyman Çelebi, H. 825/1422 yılında vefât etmiştir. Kabri Bursa’da Çegirge yolu üzerinde bulunan Çelebi’nin ölümüne “Râhat-ı ervâh” terkibiyle tarih düşürülmüştür (Vassaf, 2013: 1).

2.3.    Süleyman Çelebi’nin Mevlidi: Vesîletü’n-Necât

İslâm edebiyatı tarihine genel bakıldığında edebî ürünlerin, Allah (celle celâlühü) ve Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  karşı duyulan sevgi merkezli olmasının yanında bazı olayların tesiriyle yazıldığı bilinmektedir. Tevhîdnâmeler, Mevlid ve nev’ileri ilk dönemlerde her ne kadar tâzim ve sevgiye dâir olsa da sonraları ortaya çıkan şiâ, haricîlik ve özellikle bâtınîlik gibi hareketlere karşı zuhur etmiştir. Müellifler bu eserlerle hem dünyevî hem uhrevî anlamda kendilerine bir taraf belirlemiş ve konumlandırmışlardır.

Süleyman Çelebi’nin Mevlidi olan Vesîletü’n-Necâtı da, kendi zamanının dinî ve siyâsî karışıklıkların neticesinde yazılan bir metindir. Vesîletü’n-Necât, “Kurtuluşa Vesîle” demektir. Kezâ Süleyman Çelebi’yi bu metni yazmaya düşüren sebep ise; Ulu Câmi’inde bâtınîlik propagandası yapan İranlı bir vaizdir.

Rivâyet odur ki: İranlı vâiz Bakara sûresinin 285. ayetinde geçen “.O’nun elçileri arasında ayırım yapmayız.” anlamını saptırarak, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in Hz. Îsâ’dan (a.s) farkı olmadığını çeşitli deliller ve âyetler okuyarak tefsir eder. Cemaat içinde bulunan bir Arap buna itiraz eder. Delil olarak ta Bakara sûresinin 253. ayetinde geçen “O peygamberlerden kimini kiminden üstün kıldık.” anlamındaki âyeti okur. Peygamberler arasında farkın olmaması nebîlik ve resûlluk bakımındandır, fazilet ve mertebe cihetinde hepsi birbirinden farklıdır anlamında açıklama yapar. Fakat bazı cahil cemâat da bu tartışmada İranlı vâizin yanında yer alır. Arap ise kendi görüşünü destekleyen Mısır ve Halep’teki fakihlerden 6 kere fetvâ alır, fakat yedincisinde İranlı vâzi iknâ eder. Buna çok üzülen Süleyman Çelebi Vesîletü’n-Necât’ı yazmaya başlar (Timurtaş, 1990: 5).

Hatta aşağıdaki beyitleri bu münâsebetle Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  büyük Peygamberlere göre efdal ve daha değerli olduğuna binâen nazmetmiştir (Vassaf, 2013: 88).

Ölmeyüb Îsâ gibi bulduğu yol

Ümmetinden olmağ için idi ol

Çok temenni kıldılar Hâk’dan bular

Tâ Muhammed ümmetinden olalar

Gerçi kim bunlar dahî mürsel durur

Lik Ahmed efdâl ü ekmel durur

Zîrâ ol efdallığa elyak durur

Anı öyle bilmeyen ahmak durur (Vassaf, 2013: 88).

“Mevlid, edebî hayatımız içerisinde Mevlid türünün gelişmesini sağlayan öncü metin olmanın yanında dinî, sosyal ve kültürel hayatımıza zenginlik katan bir şâheserdir. İslâm'ın Tevhîd ilkesini ve bu ilkeyi vaaz eden Hz. Peygamber’i (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  bize anlatmayı, sevdirmeyi ve öğretmeyi amaçlamaktadır.” (Kemikli, 2015: 19).

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i Türk İslâm tarihinde ilk mevlid değildir. “Ondan önce Mevlid örneklerini, Ahmed Fakih’e (ö. 650/1252) ait Çarhnâme’sinde, aynı devirde yaşamış ve hatta Bursa’da Süleyman Çelebi ile görüşmüş olan İbnü’l-Cezerî’nin el- Mevlidü’l-kebîr veya Urfü’t-ta‘rîf bi’l-mevlidi’ş-şerîf adlı eserinde, Erzurumlu Mustafa Darîr’in yazdığı manzum-mensur Sîretü’n-Nebî’de (yazılışı: 790/1388)” (Aksoy, 2007: 324) ve Âşık Paşa’nın Garib-Nâme’sinde de görmek mümkündür. Bazı eserlerde olduğu gibi Süleyman Çelebi Mevlid’inde de ilham aldığı veya aynı duyguları paylaştığı kişilerin eserinden alıntıların olduğu vâkidir. Bu nedenle Darîr’in ve Süleyman Çelebi’inin Velâdet bahirlerinin bir bölümünü karşılaştırtığımızda benzerlikleri görmek mümkündür (Erkan, 2014: 71).

 

Darîr’in velâdet bölümü

Süleyman Çelebi’nin velâdet bölümü

Rebi’ül-evvel ayı kutlu olsun Hemîşe dil ü dîn kuvvetlü olsun Rasûl’ün mevlûdi bu ay içinde Cihânda ma’rûf u meşhur oldı Nebînün anası Âmîne Hâtun

Habar virdi bu söz mestur oldı

K’ayun on ikisi isneyn gicesi Harâb olmış evüm ma’mûr oldı Evümden göklere bir nûr çıkdı Ki dünyâ toptolu ol nûr oldı Döşendi bir bisât-ı üns ü sündüs Havâda illa kim mestûr oldı

Dikildi üç ‘alem şarka vü garba Birisi Kâ’bede menşûr oldı Yakîn oldı bana kim Mustafâ’nun Vücûda gelmegi destûr oldı İnildedüm yalunuzluh elinden Ki ‘avrat ‘özr ile ma’zûr oldı Divâr yarıldı vü üç hûri geldi Beni gör kim munisüm hûr oldı Oturdılar yanumda vü önümde Didiler menzilün çün Tûr oldı Âmine aydur ol dem oldı kim uş Vücûda gelür Ahmed kudret-ile Susadum su diledüm içmege ben Elüme sundılar kıf şerbet-ile

Ol gice kim doğdı ol Hayrü’l-beşer Anesi anda neler gördi neler Ol rebi’ül-evvel ayı nicesi On ikinci gice isneyn gicesi Didi gördüm ol habîbün ânesi Bir aceb nûr kim güneş pervânesi Berk urup çıkdı evümden nâgehân Göklere irdi vü nûr oldı cihân İndi göklerden melekler saf u saf Kabe gibi kıldılar evüm tavâf Hem havâ üzre döşendi bir döşek Adı sündüs döşeyen anı melek Üç alem dahı dikildi üç yere Her birisi aydayım nire nire Mağrib ü maşrıkda ikisi anun Biri damında dikildi Kabe’nün Bildüm anlardan ki ol halkun yegi Kim yakın oldı cihâna gelmegi Çünki bu işler bana oldı yakîn Ben evümde otururken yalnuzın Yarılub divâr çıkdı nâgehân Üç bile hûrî bana oldı ‘ıyân Çevre yanuma gelüp oturdılar Mustafâ’yı birbirine muştılar Âmine aydur çü vakt erdi tamâm Kim vücûda gele ol Hak vehbeti Susadum su diledüm içmeklige

 

Tablo 3.1. Erzurumlu mustafa darîr’in tercüme-i sîretü’n-Nebî’deki velâdet bahri ile Süleyman çelebi’inin velâdet bahirlerin benzerlikleri

Ayrıca Âşık Paşa’nın Garib-Nâme’sindeki ile Süleyman Çelebi’nin Tevhîd bahrindeki beyitleri benzerlik göstermektedir. Ayrıca Neclâ Pekolcay: Vaktiyle Râif Yelkenci’den aldığı Ebü’l Hasan Bekrî’ye âit siyer yazma eserindeki bazı kısımların ve hatta bazı ifâdelerin benzerliklerinin olduğunu belirtmektedir (Pekolcay, 2016: 36).

Âşık Paşa’nın Garib-Nâme’si Tevhîd bölümü

Süleyman Çelebi’in Tevhîd bölümü

Allah adın eytlüm evvel ibtidâ

K’andan oldı ibtidâ vü intihâ

Evvelün ol evvelidür bî-gümân

Âhirün hem âhiridür câvidân

Cümle ‘âlem yog-iken ol var-ıdı

Şöyle eksüksüz ganî cebbâr-ıdı

Allah adın zikridelim evvelâ

Vâcib oldur cümle işte her kula

Allah adın her kim ol evvel ana

Cümle âlem yoğiken ol var idi

Yaradılmışdan ganî cebbâr idi

 

Tablo 3.2. Âşık paşa’nın garib-nâme’sindeki tevhîd bölümü ile Süleyman çelebi’in tevhîd bahrindeki benzerlikler

Kaynak: (Vassaf, 2013: 101-121; Yavuz, 2000: 21)

Bu benzerliklere bakıldığında Vesîletü’n-Necâfın bahsi geçen eserlerden alıntı olan veya taklit bir eser olduğu düşünülebilir. “Bu tekrarları taklit sanmak hatadır. Bunlar, eski üstâdların izinde bir saygı yürüyüşüdür ki bir taraftan onların eserlerini yeni bir dil ve üslûp hamlesiyle ve yeni bir görüş ve düşünüşle tazelemek ve yüceltmek hedefindedir.” (Banarlı, 1963: 3). Bu benzerliklerin ürünlerini hem doğu hem de batı edebiyatında fazlaca görmek mümkündür. Nihad Sami Banarlı bu hususta, Leylâ vü Mecnûn" nun ilk telifinin İranlı şâir Nizâmî olduğunu ve ondan sonra birçok şâirin sosyal konjöktüre göre ve kültürel değerlere göre yeniden farklılıklar katarak yazdığından bahseder. Yine batı edebiyatında Sophokles'in, meşhur Antigone trajedisinin, modern Fransız edibi Jean Anouilh tarafından, aynı isimle yeni bir anlayışla sahne eseri haline konulduğundan bahseder (Banarlı, 1963: 3). Bahsi geçen bu eserler ilk telif sahiplerine göre daha fazla şöhret kazanmışlardır. Süleyman Çelebi’ye de nazireler yapan birçok şâir olmuştur. Ama şâirlerin neredeyse hiçbiri Süleyman Çelebi’nin şöhretine erişememişlerdir. Bunlardan birisi de şiirinde 1439 yılında yazıldığı anlaşılan Ayasofya müezzini Kemâl’in eseridir. Eserinde yer yer Süleyman Çelebi’nin eseriyle olan benzerlikleri görmek mümkündür:

Ayasofya müezzini Kemâl’in mevlidi

Süleyman Çelebi’in Tevhîd bahri

Zîre yokdan ol bizi var eyledi

Birligine cümle ikrâr eyledi

Gerçi yokdan bunları var eyledi

Kudretin bunlarda izhâr eyledi

Pes Muhammed’dür bu varlığa sebeb

Devlet anun kim anı kılur taleb

Bil Muhammeddür bu varlıga sebeb

Cehd idüp anun rızâsın kıl taleb

Her kim ol bu aşla tâbi olmadı

Kaldı mahrum Hak yolın başarmadı

Kimse ansuz togn yolı varmadı

Kimse ansuz Hak yolın başarmadı

 

Tablo 3.3. Ayasofya müezzini kemâl’in mevlidi ile Süleyman çelebi mevlidindeki benzerlikler.

Kaynak: (Kütük, 2016: 44)

Ayrıca Süleyman Çelebi, Mevlidi'ne Erzurumlu Mustafa Darir'in Sîretü'n Nebî'nin bir bölümünü hemen hemen aynı sözlerle, fakat kendi üslûbuyla tekrarlayarak "Kasîde-i Meliha" adı verilen bir bölüm meydana getirmiştir (Güzel, 1989: 194).

Mustafa Darir Mevlid'inden

Süleyman Çelebi’in " Kasîde-i Meliha " faslı

Emine eydür ol dem oldı kim uş Vücuda gelür Ahmed kudret ile

Âmine aydur çü vakt erdi temâm Kim vücudâ gele ol Hak vehbeti

Susadum su diledüm içmeğe ben Elüme sundılar kıf şerbet ile

Susadum su diledüm içmekliğe Verdiler bir şişe dolu şerbet

Sovuh kardan dahı ağ ü şekerden Dahı datludur içdüm lezzet ile

Kardan ağ idi ve hem sovuk idi Dahi şirindi şekerden lezzeti

Bu kez bir nur içinde garka oldum Bürüdi nuru beni ismet ile

Sonra gark aldı vücudum nûrile

Bürüdi beni o nûrun ismeti

Bir ağ-kuş geldi arkarnı sığadı Kanadı bir/e katı kuvvet ile

Geldi bir ak-kuş kanadıle benüm Arkamı sığadı kuvvetle katı

 

Tablo 3.4. Mustafa darîr’in sîretü'n-nebî’deki beyitleri ile süleyman çelebi’inin kasîde-i meliha’nın benzerlikleri.

Kaynak: (Erkan, 2014: 71)

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i benzerlerine göre daha fazla şöhret bulmuş nazîre bir metindir. Her ne kadar Süleyman Çelebi’nin mevlidi nazîre olsa da, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn" nun da olduğu gibi, ne kendinden öncekiler ne de kendi eserine nazîre yapan şâirlerin hiç biri onun gibi şöhret bulmamışlardır. Birbirlerine yakın bir zamanda ve benzerlik gösteren mevlidlerin ortak özellikleri; İslâm âleminin sıkıntılı döneminde tevhîd inancına, ehl-i sünnet anlayışına, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  sevgisine, hidâyete ermenin yollarına ve hâssaten Türkçeye önem vermeleridir.

Dinî Türk edebiyatı çığırının bütün bu şâirleri herhangi bir şöhret hatta sanat gayesiyle değil, tamamıyla sevap işlemek ve sevdikleri Allah (celle celâlühü) ve Hz. Peygamber'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  bir şükran borcu terennüm etmek duygusuyla yazdıklarından, eserlerinde, âdeta farkında olmadan muvaffak oluyorlardı. Vesiletü'n-Necât'ın, aynı konuda, kendisinden önce ve sonra yazılan, manzum ve dinî eserler arasındaki büyük zaferi ise, bu yoldaki samimilik derecesinin üstünlüğündedir (Banarlı, 1963: 21).

2.3.1.    Süleyman Çelebi Mevlidi’nin Bölümleri

Vesîletü’n-Necât ilk girişte bulunan Arapça kısa bir duâ hariç mesnevî tarzında yazılmıştır. Konusunu, başta bulunan tevhîd anlayışını içeren beyitler ile sonunda ve aralarda bulunan nasihatler hariç Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumu ve hayatının bazı kesitlerini teşkil etmektedir (Ateş, 1954: 38).

Vesîletü’n-Necâtın müellif hatlı nüshası, hâlen günümüzde mevcut değildir. Zamanla kimi şâirler eserlerine alıntılar yapmış ya da eserlerinin arasına olduğu gibi aktarmış, icrâsının uzunluğu nedeniyle kısa mevlid kitapçıkları çıkarılmış, kimi müstensihler tarafından bilgisizce yapılan istinsahlar yüzünden mevlidin asıl metninin hangisi olduğunu tespit etmek müşkül bir hal almıştır. Bugün Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’ne ait olduğu söylenilen birçok nüsha bulunmaktadır. Ama hangisinin müellif hattı, hangisinin başka mevlidlerden veya şiirlerden alıntı yapılmış nüsha olduğunu belirleyebilmek çok zordur. Bu konuda evvelce ciddi bir araştırma yapılmış olsaydı bugün bu karışıklığa belki gerek kalmayacaktı. Ama bu mesele de Süleyman Çelebi hakkında fazla bilgiye sahip olamadığımız gibi sırlanmış gibidir. “812 tarihli Mevlid nüshası ele geçtiği zaman bu tarihi eserin gerçek değeri meydana çıkmış olacaktır. Mevcut yazmalar bu tarihten sonra istinsah edilmiştir.” (Aymutlu, 1995: 8). Fakat son yüzyıla yakın bir zamanda yapılan tatmin edici çalışmalar mevlidin asıl nüshasına yakın bir metin ortaya çıkarmıştır. Konuyla ilgili araştırmalar yapan, Hüseyin Vassaf; Bursalı Mehmet Tahir’den aldığı nüshayı şerh etmiştir. (Bu nüsha Süleymaniye kütüphanesinde bulunan Yazma Bağışlar Bölümü, No: 2315, 662 sayfalı nesih kırmalı yazı eserdir.) (Vassaf, 2013: 5). Neclâ Pekolcay; neredeyse bütün mevlid yazma eserlerini inceleyerek ortaya çıkarmış olduğu aslına yakın olduğu düşünülen bir mevlid metni hazırlamıştır. Cabbarzâde Mehmed Ârif Bey; Hacı Selim Ağa Kütüphanesi Hüdâî Efendi bölümü 570 numaralı kayıtlı nüshayı şerhetmiştir (Yılmaz, 2011: 12). Ahmet Ateş; bilinen en eski yazma eserlerden derleyerek oluşturduğu mevlid metnine en yakın olduğunu iddia ettiği metni hazırlamıştır (Ateş, 1954: 8). Faruk Kadri Timurtaş; Ateş ve Pekolcay’ın tenkidli metinlerinden ve eski ve asıl nüshalardan yararlanarak oluşturduğu mevlid metinlerini belirlemiştir (Timurtaş, 1990: 2). Ayrıca Bilal Kemikli editörlüğünde Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarınca neşredilen üç ciltli “Mevlid Külliyatı” eseri de bu çalışmaların içine dâhil edebiliriz. Ama bu hacimli eser Vesîletü’n-Necât’ı derinlemesine incelemesinden çok diğer dillere tercümelerinin de bulunduğu bir külliyattır. Bu külliyatta, Prof. Dr. Mehmet Akkuş ve Prof. Uğur Derman hocaların hazırladığı ve DİB Yayınları arasında neşredilen merhum Reîsü’l-Hattâtîn Ahmed Kâmil Akdik’in el yazmasının bulunduğu nüshadaki Mevlid metni yer almaktadır (DİB, 2016: 11).

Bu araştırmacıların çalışmalarının sonucunda ortaya çıkan mevlidin bölümleri farklılık arz etmektedir. Bu başlıklar şu şekildedir:

Hüseyin Vassaf - Gülzâr-ı Aşk

1-    Fasl fî beyâni’t-tevhîd

2-     Fasl fî hilkati nûri’n-Nebî kable külli şey’

3-     Fasl fî teselsüli intikâli nûri’n-Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)

4-     Fasl fî vilâdeti-‘aleyhi etemmu’s-salavât

5-     Fasl fî ba’di mu’cizâtı-‘aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm

6-     Fasl fî bi’seti’n-Nebî salavât’llâhi ve selâmuhu ‘aleyhi

7-     Fasl fî mi’râcihi-aleyhi ve ‘alâ âlihi’s-salavât

8-     Fasl fî Zuhûri refref

9-     Tazarru’ ve münâcât be-dergâh-ı kâdi’l-hâcât

10-    Du’â ve ilticâ

(Vassaf, 2013: 89-90).

Faruk Kadri Timurtaş - Mevlid Süleyman Çelebi

1-     Duâ

2-     Eseri Nazm eden için duâ isteme ve kitaptan dolayı özür dileme

3-     Âlemin yaratılmasının sebebinin beyânı

4-     Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  Velâdeti

5-     Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  mucizelerinin beyânı

6-     Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  Mi’râcı hakkında

7-     Muhammed Mustafa’nın (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ba’zı vasıfları

8-     Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  vefatı

(Timurtaş, 1990: 2)

Necla Pekolcay - Mevlid Süleyman Çelebi

1-     Hâzâ Kitâbü Mevlid

2-     Fî Tevhîdi Bârî Sübhânehü ve Teâlâ

3-     Fî’ltimâsi’d-duâ li’n-Nâzım ve Fî Özri’l-Kitâb

4-     Fî Beyânı Fıtrati’l-Âlem

5-     Fî beyânı Fıtrati’r-Rûhi Muhammed Aleyhi’s-Selâm

6-     Fî Beyânı Zuhûri Vücûdi’n-Nebiyy Sallallâhü Aleyhi ve Sellem

7-     Fî Beyânı mâ Zahare Fî Vakti Velâdeti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem

8-     Fî Medhi’n-Nebiyy Sallallâhü Aleyhi ve Sellem

9-     Fî Beyânı Mu’cizâtı’n-Nebiyy Sallallâhü Aleyhi ve Sellem

10-     Fî Beyânı Mi’râcı Mustafa Sallallâhü Aleyhi ve Sellem

11 - Fî Beyânı Hicreti’n-Nebiyy Sallallâhü Aleyhi ve Sellem

12- Fî Ba’zı Evsâı Muhammed Mustafa Aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm

13 - Fî Beyânı Nükteti ve’n-Nasîhati

14-     Fî’n-Nehy An Ef’âli’l-Mezmûmeti

15-     Fî Tebîği’r-Risâleti

16-     Fî Vefâtı’n-Nebiyy Sallallâhü Aleyhi ve Sellem

17-     Fî Hâtimeti’l-Kitâb

(Pekolcay, 2016: 33-34)

Ahmet Ateş - Süleyman Çelebi Vesîletü’n-Necât Mevlid

1-     Hâzâ Kitâbü Mevlidi’n-Nebî Aleyhi’s-Selâtü ve’s-Selâm

2-     Kaale’N-Nebî: Küllü Emrin Zibâlin Lem Yübde’ Bi’smi’llâhi Fehüve Ebter

3-     Fi’ltimâsi ‘du’â’i Li’n-Nâzim ve Fî Özri’l-Kitâb

4-     Fî Beyâni sebebi Fıtreti’l-Âlem

5-     Fî Beyâni Hilkati Âdeme Aleyhi’s-Selâm ve İntikâli Nûri Muhammedin Aleyhi’s- Selâm min Ensâbih

6-     Fî Beyâni Alâmâti Vilâdeti’n-Nebî Aleyhi’s-Selâm

7-     Fî Beyâni mâ Zahara Fî Vakti Velâdeti’l-Mustafa Aleyhi’s-Selâm

8-     Fî Medhi’n-Nebî Sallallâhü ‘Aleyhi ve Sellem

9-     Fî Beyâni Mu’cizâti’n-Nebî Sallallâhü ‘Aleyhi ve Sellem

10-     Fî Mîrâci’n-Nebî Aleyhi’s-Selâm

11-     Fi Hicreti’n-Nebî Aleyhi’s-Selâm

12-     Fî Ba’zi Evsâfi Muhammed Mustafa Aleyhi’s-Selâtü ve’s-Selâm

13-     Fî Vefâti’n-Nebî ‘Aleyhi ve Selâm

14-     Fî Beyâni Marazi Muhammed Mustafa Sallallâhü ‘Aleyhi ve Sellem

15-     Fî Beyâni Vefâti’n-Nebî ‘Aleyhi ve Selâm

16-     Fî Hâtimeti’l-Kitâb

Cabbarzâde şerh yaptığı eserinde, elde ettiği metinden seçtikleri beyitleri şerh yapmış, bölümleri belirtmemiştir. Hüseyin Vassaf’ın bahirleri belirlemesine rağmen bütün beyitleri şerh yapmadığı görülmektedir. Her ne kadar Ateş ve Pekolcay’ın bahir konuları Timurtaş’a göre fazla gibi görünse de konu bütünlüğü ve beyit sayısı olarak birbirlerine yakındır. Timurtaş Pekolcay ve Ateş’teki farklılıkların nedeni bazı bahirlerdeki fasılları bahir olarak göstermeleri ya da bazı fasılları bahir olarak göstermeleridir. Kısaca farklar şu şekildedir:

1-     Ateş’te Fî Beyâni Alâmâti Vilâdeti’n-Nebî Aleyhi’s-Selâm bölümü bir bahir iken Pekolcay’da fasl olarak görünmektedir.

2-     Pekolcay’da “Fî beyânı Fıtrati’r-Rûhi Muhammed Aleyhi’s-Selâm” bahri ile Timurtaş’ın “Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  Ruhunun Yaratılmasının Beyânı” bahirleri, “Çünki Hâk evvelliğin bildin ayân” beyti ile başlar. Fakat bu beyit Ateş’te “Fî Beyâni sebebi Fıtreti’l-Âlem” bahrinin sonunda bulunmaktadır.

3-     Timurtaş ve Ateş’te:

Bir gez Allah dişe aşk ile lisân

Dökülür cümle güneh misli hazân

İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen

Her murada irişür Allah diyen (Ateş, 1954: 93)

beyitleri, ilk giriş bahrinde (tevhîd) yer alırken, Pekolcay’da bulunmamaktadır.

4-              Enbiyânun şeksüz ol sultanıdur

Cümlesinün cânı içre cânıdur (Ateş, 1954: 99)

beyti, Pekolcay ve Ateş’te bir fasl başlangıcı iken Timurtaş’ta bahrin devamıdır.

5-      Yazım farklılıkları da bulunmaktadır. Günümüz Türkçesinde ‘edelim’ kelimesi Pekolcay’da ‘aydalum’, Timurtaş ve Ateş’te ‘eydelüm’ olarak geçmektedir.

Yukarıda örneklerini verdiğimiz sebeplerden dolayı kısaltılan Mevlid neredeyse son yüzyılda 1- Tevhîd, 2- Velâdet, 3- Merhabâ, 4-Mîrac, 5- Münâcaat olarak beş bahire kadar indirgenmiştir.

Mevlidin konu açısından değerlendirildiğinde aslında başlıklar farklı gibi görünse de içerik olarak aynıdır. Bahirlerin konularını açıklarken Ateş, Pekolcay ve Timurtaş’ın eserlerini ortak bir başlıkta aktarmaya çalışacağız.

1-     Duâ: Mevlid’in giriş bölümünde Arapça olarak yazılmış duâ bölümüdür ve bu eserin mevlid kitabı olduğu belirtilmektedir. Kelime-i Tevhîd, Şehâdet ve Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  vurgu vardır. Allah (celle celâlühü) övülmekte, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  bütün varlığın sebebi ve yaratılmışların şereflisi olduğu zikredilmektedir. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  şefâatinin kıyamet gününde var olacağını ve kurtuluşun ona ve ehl-i beytine sonsuz hürmet ve tâzimden geçtiği belirtilmektedir.

2-    Tevhîd bölümü: Allah (celle celâlühü)’ı zikretmenin her kula farz olduğu, kim bunu yaparsa her işinin hem bu dünyada hem de ahirette işinin kolaylaşacağı konusuyla başlamaktadır. Bu mânâda Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) : “Besmele ile başlanmamış olan her önemli iş güdük kalır.” hadisine işaret vardır. Devamında Allah (celle celâlühü)’ın esma-yı hüsnâsı zikredilmekte, bu isimleri haşre kadar zikreden kulun cehennemden kurtuluşunun yegâne anahtarı olduğu vurgulanmaktadır.

3-    Kitap için özür ve münâcât bölümü: Süleyman Çelebi, Allah (celle celâlühü)’ı her dâim zikredilmesi gerektiği tavsiyesinde bulunduğu beyitler ile başlamaktadır. Bu tavsiyeyi tutacaklar için de duâda bulunmaktadır. Ayrıca kendisi mahviyette bulunup yazdığı bu eserin tam olmadığını, kendisini bu konuda ayıplamamaları gerektiğini beyân etmektedir. Zîrâ bu dünyada eksiksiz iş olmadığını dile getirerek kendisi için duâ istemektedir.

4-    Âlemin ve Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ruhunun yaratılması sebebi bölümü: Bu bölüm Allah’ın (celle celâlühü) ezelî ve ebedî olduğu belirtilen beyitler ile başlamaktadır. Âlemler yaratılmadan önce Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ruhunun yaratıldığı, kendisine ezelde “Habîbullah” sıfatının verildiği ve âlemin yaratılma sebebi olduğu belirtilmektedir. Bütün Peygamberlerin Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  dünyaya teşrifine zemin hazırlandığı beyân edilmektedir. Süleyman Çelebi’nin mevlidi yazma sebebi olarak bilinen hadiseden sonra ilk yazdığı düşünülen:

Ölmeyüp Îsâ gibi göğe bulduğu yol

Ümmetinden olmak içün idi ol (Ateş, 1954: 98)

beyti bu bölümdedir. Ayrıca Hz. Âdem (a.s) ve diğer Peygamberlerin yaratılışı, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  dünyaya gelmeden önce beliren hadiselerden bahsedilmektedir.

5-    Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumu bölümü: Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumu esnasında annesi Âmine’nin gördükleri aktarılmaktadır. Süleyman Çelebi, bu olayların aşk ile dinlenildiği takdirde dinleyenin gönlüne rahmet saçılacağını, sonraki beyitlerde de Allah’ın (celle celâlühü) rahmet edeceğini belirtir. Hz. Peygamber, (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  sıfatlarıyla övülmekte ve O’na salât getirenin cehennemden kurtulacağı söylenmektedir. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumu esnasında evden çıkan nûrdan ve hûrilerin Âmine’ye doğacak çocuğunun kutlu bir kişi olacağı müjdesi verilmektedir.

6-    Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  medhedilmesi bölümü: Hz. Peyhamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumundan sonra nurunun cihânı kapladığı, âlemin bu doğumdan dolayı rahmete gark olduğu anlatılmaktadır. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  isminin zikredilmesinin dinî bir vecibe olduğu ve salât ü selâm zikrinin yapılmasında kulun şefaat bulacağı arz edilmekte ve şâirimizde bu şefâatten niyâz istemektedir.

7-    Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  mucizeleri bölümü: Bu bölüme Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  mübarek vasıfları ve güzellikleri anlatılarak başlanmıştır. Daha sonra Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ayı ikiye yarması, mübarek ellerinden su çıkması, bir bulutun devamlı üstünde olması, gölgesinin bulunmaması, cansız varlıkların dile gelip onunla konuşması vb. mucizeleri anlatılamaktadır.

8-    Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  mîrâcı bölümü: Süleyman Çelebi bu bölüme mutasavvıfların anlatımı gibi akıl, düşünce, mânâ ve gönül ilişkilerini anlatarak girmektedir. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  mîrâcını denizdeki incilere benzetmekte ve mîrâcı anlatacağını belirtmektedir. Âyetler, hadisler ve İslâm tarihi kitaplarındaki bilgiler ışığında mîrâc gecesini anlatmaktadır. Bir Pazartesi gecesi Ümmühânî’nin evine Hz. Cebrâil’in (a.s) Burâk adında bir binitle geldiğini, önce Kudüse götürdüğünü, bütün Peygamberlere imamlık yaptığını sonrasında göğe yükseltildiğini beyân etmektedir. Melekût âlemini tasvîr ederek oradaki meleklerin devamlı Allah’a (celle celâlühü) secde ettiklerinden, Allah (celle celâlühü) ile görüşmesinden ve namazın mü’minlere hediye edilişinden bahsetmektedir.

9-    Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  hicreti, vasıfları ve nasihat bölümü: Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ilâhî emirle Mekke’den Medine’ye hicretini anlattıktan sonra Kur’ân’da kendisinin övüldüğünü, güzel ahlâk üzere yaratıldığını, cömertliğini, nefsine göre hareket etmediğini, şükür sahibi olduğunu dile getirmektedir. Nasihat faslında ise; kulların Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  buyruğunu tutmalarını, gafil olmamalarını kurtuluşun ancak O’nu sevmek ve sünnetlerini uygulamakla mümkün olduğunu dile getirilmektedir.

10-     Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  vefatı bölümü: Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  Hz. Meymûne’nin evinde 63 yaşındayken hastalandığı, zayıflamaya başladığı, vücudunun hararetlenmesine rağmen şükrünü ve zikrini artırdığı belirtilmektedir. Hastalığından dolayı Hz. Peygamber, (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  Hz. Ebû Bekir’e imamlık yapmasını söylediği beyân edilmekte ve ümmetinin kurtuluşu için duâ ettiği anlatılmaktadır. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ümmetine çok düşkün olduğu, hastayken bile ümmetinin kurtuluşu için Allah’a (celle celâlühü) yalvardığı vurgulanmaktadır. Hz. Cebrâil’in hastayken kendisine bu duâsının Allah (celle celâlühü) indinde kabul buyrulduğu belirtilmektedir. Süleyman Çelebi, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  vefâtından dolayı ehl-i beytinin ve sahâbenin hüzne gark olduğunu cenazesinin kılınışını ve defim tasvîr etmektedir.

11-       Mevlid kitabının sonu bölümü: Dünya hayatının gelip geçici olduğunu, nihâyetinde ölümün kaçınılmaz olduğunu anlatan beyitler ile başlanmıştır. Kurtuluşun ancak Allah’a (celle celâlühü) kul olmakla ve Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  yolunu takip etmekte olduğunu tavsiye etmektedir. Ölümün devamlı hatırlanması gerektiği bilgisi verilmekte, Allah’ın (celle celâlühü) çokça ibâdet ve zikirle anılması gerektiği vurgulanmaktadır. Şâirimiz günahlarının affı için münacatta bulunduktan sonra mevlid kitabının Bursa’da tamama erdiğini bildirmektedir. En son beyitlerde kitabı okuyan ve yazan için dua isteyerek kitabı sonlandırmaktadır.

“Vesîletü’n-Necât’ın ve diğer bazı mevlidlerin sonundaki ‘Hikâye-i Deve, Hikâye-i Geyik, Hikâye-i Güvercin’ gibi Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  nisbet edilen bazı mucizevî olaylara dair hikâyeler, eserlere sonradan ilâve edilen destanî manzumelerdir ve bunların asıl mevlid metinleriyle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.” (Aksoy, 2007: 325). Ayrıca Süleyman Çelebi’nin mevlidine sonradan eklenmiş olan Merhabâ Bahri, 1469 yılında Ahmet veya Ahmedî adında bir şâir tarafından yazılmıştır. (Ateş, 1954: 69). İlk dönemde istinsah edilen metinlere sehven girdiği için sonraki müstensihlerde mükerreren devam etmişlerdir.

3.3.2.    Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’nin Edebî Özellikleri

15. yüzyıldan itibaren kaleme alınmaya başlayan mevlidler, Türk halk kültürü ile İslâmi kültür unsurlarını bir arada barındıran eserlerdir (Eroğlu, 2014, 99). İlk Türkçe mevlid metni hakkında kaynaklarda açık bilgi yer almamakla birlikte Süleyman Çelebi’nin 812’de (1409) kaleme aldığı Vesîletü’n-Necât adlı mesnevinin ilk mevlid olduğu görüşü yaygın bir şekilde kabul görmektedir (Aksoy, 2007). Vesîletü’n-Necât o dönemde halkın anlayabileceği kadar sade ve edebî bir dil ile Türkçe yazılmıştır. “Şâirin gerek İslâm kültürüne vukûfiyeti ve gerekse mükemmel üslûbu ve vezninden kaynaklanan âhenginden dolayı Vesîletü’n-Necât, yazıldığı dönemden itibaren besteli veya bestesiz olarak okunmuş sehl-i mümtenî kabul edilen bir şaheserdir.” (Vassaf, 2013: 3).

Süleyman Çelebi’nin mevlidine genel itibariyle baktığımızda dinî ve ahlâki öğretilerin hâkim olduğunu görebiliriz. Bu öğretileri Süleyman Çelebi, edebî sanatları ustaca kullanarak “... biraz sert, fakat bir o kadar candan ve o kadar içten gelen bir ifâde ile anlatır ki, insana öğretmek gâyesi ile yazılmış bir parça değil, en derin hisleri anlatan bir parça kadar tesirli gelir.” (Ateş, 1954: 41).

Vesîletü’n-Necâf ta fikir, bilgi ve duygular çok sanatkârane bir üslûpla anlatılmıştır. Müellifin ifadeleri dinî heyecanına bağlı olarak gelişip zenginleşmiş ve ona dönemin çizgisini aşan şahsî ve sanatlı özel bir üslûp kazandırmıştır. Bu sebeple eserde motiflerin ve edebî sanatların kullanılışı yazarına mahsus olup tamamen orijinaldir. İfadeler halka yönelik konularda çok sade, dinî kavramların anlatımında bazen girift, fakat anlamın derinine inilince gönlü fethedecek özellikler taşır (Pekolcay, 2004: 485).

Çalışmanın bu aşamasında mevlid metninde vezin ve kafiye kullanımına, anlatım türlerine, ardından da metinde yer alan edebî sanatlara ilişkin bilgiler verilecektir.

3.3.2.I.     Vezin

Mevlid şeklen bir mesnevidir. Uzun soluklu anlatılar olan mesnevîlerde şairler tarafından kısa soluklu ve şiire uygulaması kolay olan aruz kalıpları tercih edilmiştir. Bu sebeple Türk edebiyatında Mevlid türü eserlerde de hâkim vezin kalıbı fâilâtün fâilâtün fâilüri dür. Remel bahrindeki bu kalıp Türk edebiyatında en çok kullanılan vezin kalıplarındandır. Şeyyad Hamza’nın Yusuf u Züleyha’sı, Âşık Paşa’nın Garibnâme si, Kadı Darîr’in Kıssa-i Yusuf u bu kalıpla yazılmış mesnevilerdir (Ak, 2018: 48).

Süleyman Çelebi, Vesîletü’n-Necâf ı zikredilen sebeplerden dolayı Remel Bahri’ndeki fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla kaleme almıştır. Bununla birlikte eserde, mesnevî nazım şekli yerine kaside ve gazel nazım şekillerinin tercih edildiği iki yerde aruz kalıbının değiştiği görülür.

Vesîletü’n-Necât’ta aruzun genel olarak başarılı bir şekilde kullanıldığını söylemek mümkündür. Bununla birlikte metinde birçok yerde imâle yapma zarureti ortaya çıkar. Eserin kaleme alındığı 15. yüzyılın hece vezninden aruz veznine geçiş dönemi olduğu, mevlid metinlerinin daha çok halk için kaleme alınmış mesneviler olduğu düşünülürse bu oldukça anlaşılabilir bir durumdur (Eroğlu, 2010: 131; Güzel, 1989: 194).

3.3.2.2.    Kafiye

Kafiye, son harf ve harekeleri birbirine uygun olan ve mısra yahut beyit sonunda bulunan kelimelerdir (Mevlevi, 1994: 77). En az iki mısrânın sonunda tekrarlanan, yazılışları aynı, anlamları farklı olan ses benzerliği olarak tanımlanan kafiye, şiir metnini sıkıcılıktan ve yoruculuktan kurtaran, metne akıcılık veren önemli bir ögedir (Ak, 2018: 49). Süleyman Çelebi’nin, Vesîletü’n-Necâfta kullandığı kafiyeleri güzel ve sağlamdır. Çünkü Çelebi, her mısrânın mükemmel olması için açık bir sanatçı titizliği göstermiştir. Eserin divan şairlerince bile sevilip beğenilmesinin bir sebebi budur (Güzel, 1989: 197).

Süleyman Çelebi çok/yok, var/yâr, şâh/padişâh vb. basit kafiyeleri çokça kullanmıştır. Metinde yarım kafiyelere sık rastlanır. Birçok yerde ana/ana, ol durur / oldurur vb. cinasla kafiye yapılmıştır.

Süleyman Çelebi’nin daha çok Türkçe kelimelerle kafiye yaptığı görülmektedir. Bununla birlikte eserde kafiye yapımında birçok yerde Arapça ve Farsça kelimeler de kullanılmıştır. Aşağıda eserde Türkçe, Türkçe-Arapça, Türkçe-Farsça, Arapça, Farsça ve Arapça-Farsça kelimelerle yapılmış kafiye örneklerine yer verilmiştir.

Türkçe kelimelerle yapılmış kafiye örnekleri

öni/sonı

(3)

çok/yok

 

(30)

söze / size

(33)

bulına / kulına

(36)

işinün / kişinün

(44)

olmadı / bulmadı

(107)

Türkçe Arapça kelimelerle

yapılmış kafiye örnekler

 

 

evvelâ / kula

(1)

var / karâr

(58)

 

adına / ecdadına

(88)

yolı / veli

(101)

 

yakin / gelmedin

(153)

anı / Gani

(198)

 


 

Türkçe Farsça kelimelerle yapılmış kafiye örnekleri

var / Girdigâr

(69)

anası / dânesi

(151)

arı / serveri

(188)

anlarun / Peygamberün

( 270)

mah-veş / güneş

(326)

gice / hoca

(327)

Arapça kelimelerle yapılmış kafiye örnekleri

 

habîb / tabîb

(71)

münhezim / müna’dim

(334)

sücûd / şühûd

(344)

aded / Ahad

(348)

kelâm / tamâm

(351)

necât / es-salât

(352)

 

Farsça kelimelerle yapılmış kafiye örnekleri

cihân / hemân

(57)

nihân / cân

(60)

yâr / âşikâr

(135)

nerdübân / revân

(378)

nâgehân / hemân

(556)

hem / gam

(653)

Arapça Farsça kelimelerle yapılmış kafiye örnekleri

 

pâdişâh / ilâh

(6)

karâr / rûzigâr

(131)

beyân / hemân

(141)

haber / ser-te-ser

(154)

beyân / cân

(290)

zamân / sâyebân

(315)

 

Vesîletü’n-Necâtta yarım, tam ve zengin kafiyelerin kullanıldığı görülmektedir. Ara ara kafiye kusurları da göze çarpmaktadır. Ahengi zenginleştirmek için bilhassa cinaslı kafiyelere de yer verilmiştir. Şairlerin kafiye bulma zaruretini kolaylaştırmak için zaman zaman redif kullanma yoluna gittikleri bilinmektedir. Süleyman Çelebi’nin de eserinde sıklıkla redif kullandığı görülmektedir.

3.3.2.3.    Anlatım türleri

Vesîletü’n-Necâtta müellifin tercih ettiği anlatım biçimlerinin başında öyküleyici anlatım, öğüt verici anlatım ve tasvir edici anlatım gelmektedir. Metnin Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumu gibi tarihi bir olayı konu edinmesi ve nakletmesi müellifin öyküleyici ve tasvir edici anlatımı benimsemesinde etkili olmuştur. Vesîletü’n-Necâtın didaktik karakterli manzum dinî bir eser oluşu da metinde kullanılan öğretici ve öğüt verici anlatım yöntemlerini belirleyen ana sebep olmuştur. Aşağıda, eserde öne çıkan anlatım türleri ve bunlarla ilgili metinden seçilen örnek bölümler aktarılmıştır.

3.3.2.3.1.     Öyküleyici anlatım

Mesnevî nazım biçimiyle telif edilen eserlerde öyküleyici anlatım tercih edilir. Vesîletü’n-Necâf ta da Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  hayatı nakledilirken öyküleyici anlatım esas anlatım türü olarak kendini gösterir. Eserin genel olarak öyküleyici anlatımla kaleme alındığını söylemek mümkündür.

Hak Teâlâ çün yaratdı Âdemi

Kıldı Âdemle müzeyyen âlemi

Âdeme kıldı ferişteler sücûd

Hem ana çok kıldı ol lutf ıssı cûd

Mustafâ nûrını alnında kodı

Bil Habîbüm nûrıdır bu nûr didi

Kıldı ol nûr anun alnında karâr

Kaldı anun ile niçe rûzigâr

Sonra Havvâ alnına nakl itdi bil

Durdı anda dahi niçe ay u yıl (Pekolcay, 2016: 62)

3.3.2.3.2.     Öğüt verici anlatım

Dinî tasavvufî eserler muhataba belirli konularda öğüt vermek amacıyla telif edilen eserlerdir. Bu öğütler bazen metinde doğrudan verilirken bazen metin içinde hikâye ve menkıbe aktarımı, bazen atasözü ve tarihi olayların aktarımı şeklinde yapılır. Süleyman Çelebi’nin eserinde tavsiye ettiği ahlâkın dine bağlı yüksek insânî bir ahlâk olduğu görülmektedir (Güzel, 1989: 206). Vesîletü’n-Necâfta doğrudan öğüt vermeyi tercih eden Süleyman Çelebi, Fî beyâni’n-nükteti ve ’n-nasîhati ve Fi’n-nehy an ef’âli’l-mezmûmeti şeklinde müstakil başlıklar açmış, bu başlıklar altında Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğru bir şekilde ümmet olmayı öğüt vermiş, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ümmetine kibir, riyâ, gıybet, ayıplama gibi kötü hasletlerden sakınmasını telkin etmiştir.

Ehl-i kibr ü dahi hem ehl-i riyâ

İkisi dahi yaramaz Tanrıya

Gıybet ü zerk ü riyâdan key sakın

Tâ olasın Hazret-i Hakka yakın

Cümle işde bî-riyâ hoş sâdık ol

Tanrıya Peygambere hem lâyık ol

Hak bilür kim çün ne işlerse kişi

Hakka lâyık işlemek gerek işi

Kılmagıl hiç kimse aybına nazar

Sana ayruk kişi aybından ne zâr

Aybın ayrugun ko sen aybunı gör

Cennet olmak dilerisen sana gör

Aybınun görmez gözün bin kılcasın

Görür ayruk aybınun bir kılcasun

Kimse hakkında dime hiç ayb söz

Çün degülsin sen dahi hiç aybsuz (Pekolcay, 2016: 103-104)

3.3.2.3.3.     Tasvir edici anlatım

Eserde Hz. Peygamber’in doğumunun, mûcizelerinin ve hayatına ilişkin birçok hususun anlatıldığı bölümlerde tasvîri anlatıma başvurulduğu görülmektedir. Bu güzel tasvirler Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  mûcizelerinin anlatıldığı bölümde yoğunlaşır (Güzel, 1989: 207-208). Tasviri anlatımla Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  yaşamındaki birçok hususun metne muhatap olan kimselerin zihninde başarılı bir şekilde canlandırıldığı ve metnin muhataptaki etkisinin artırıldığı görülmektedir.

Gerçi cümle nûr idi ol pâk-i zât İllâ her uzvında vardı mu’cizât

Hak anı ayruk nebiye virmedi

Hiç biri ol irdügine irmedi

Evvelâ ol kim mübârek cisminün

Gölgesi düşmezdi yere resminün

Nûr idi başdan ayağa gevdesi

Bu ayandur nurun olmaz gölgesi

Gölge zulmetden düşer hod hem yire

Nûrdan gölgeyi göz kanda göre

Şeksüz ol hod bir Mûsâvver nûridi

Anı görmezdi şular kim köridi

Hem mübârek başı üzre her zamân

Bir bölük bulut olurdı sâyebân (Pekolcay, 2016: 84-85)

3.3.2.3.4.     Sohbet tarzı anlatım

Didaktik edebî eserlerde sohbet yoluyla anlatımın en belirgin hususiyeti muhataba samimi bir şekilde ulaşmak şeklinde tezâhür eder. Bu anlatımda ifadelerin samimileştiği konuşma üslûbuna yakınlaşarak sadeleştiği görülür. Bu anlatım biçiminin tercih edilmesi muhataba dikkat çekilen hususlarda düşünmeye sevketmek ve yakınlaşarak muhatap üzerinde etki oluşturmaktır (Ak, 2018:                                                                                 55). Hz.

Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumu gibi önemli dinî bir konuyu tasavvufî bir tellakî ile ele alan Vesîletü’n-Necât da diğer didaktik eserlerde olduğu gibi yazılış amacı doğrultusunda samimi ve sade bir dil ile kaleme alınmıştır. Müellifin bu doğrultuda birçok bahiste muhataplarına samimi ve sade bir dille hitap ettiği görülür.

İy azizler uşda başlaruz söze

Bir vasiyyet kıluruz illâ size

Ol vasiyyet kim direm her kim tuta

Misk gibi kokusı canlarda düte (Pekolcay, 2016: 49)

Yukarıda Vesîletü’n-Necât’da öne çıkan anlatım türlerine örnekler verilmiştir. Metin üzerinde bu örneklerin çeşitlendirilmesi mümkündür. Bununla birlikte Süleyman Çelebi’nin zikredilen anlatım türlerinin yanında doğrudan doğruya anlatım, delil ve ispat yoluyla anlatım gibi farklı anlatım türlerinden yararlandığını söylemek de mümkündür (Güzel, 1989: 207-208).

3.3.2.4.          Edebî sanatlar

Sehl-i mümtenînin en iyi örneklerinden biri olarak kabul edilen Vesîletü’n-Necât sade bir Türkçe ile kaleme alınmıştır. Metinde fikir, bilgi ve duygular çok sanatkârane bir üslûpla anlatılmıştır. Müellifin ifadeleri dinî heyecanına bağlı olarak gelişip zenginleşmiş ve ona dönemin çizgisini aşan şahsî ve sanatlı özel bir üslûp kazandırmıştır. Eserde motiflerin ve edebî sanatların kullanılışının yazarın şahsına münhasır olduğu görülür. Halka yönelik konularda çok sade bir dil kullanılan eserde, dinî kavramların anlatımda bazan anlatımın giriftleştiği görülür. Bununla birlikte muhatabın eserdeki derin anlamlara vukufiyeti arttıkça eserin insan gönlünü cezbedecek özellikler taşıdığı fark edilir (Pekolcay, 2004: 485).

Süleyman Çelebi, tasavvufî bir telakki ile kaleme aldığı eserinde Türk edebiyatında kullanılan tasavvufî remizleri oldukça başarılı bir şekilde kullanmıştır. Vesîletü’n- Necât edebî sanatlar açısından oldukça zengin bir metindir. Eserde birçok edebî sanat yer almakla birlikte teşbih, tekrir, tenâsüp, cinas, iktibas ve tezat öne çıkan edebî sanatlar arasındadır. Aşağıda bu sanatlara metninden örnekler verilecektir:

3.3.2.4.1.     Teşbih

Bir edebî sanat olarak teşbih aralarında hakikî ya da mecâzî bir münasebet bulunan şeyleri birbirine benzetmek (Tâhirü’l-Mevlevî, 1994: 168-169) şeklinde tanımlanır. Bu sanatta benzerlik bakımından güçsüz olan nitelik bakımından daha üstün olana benzetilir (Dilçin, 2004:                                     405). Teşbih, Vesîletü’n-Necâtta Süleyman Çelebi

tarafından kullanılan edebî sanatlardandır.

Dünyadan Ukbaya hoş sâz eyledi

Can hüması Hakk'a pervaz eyledi (Pekolcay, 2016: 115)

3.3.2.4.2.     Tekrir

İfadenin etkisini güçlendirmek amacıyla sözcük ya da söz grubunun yinelenmesi sanatı olan tekrir (Dilçin, 2004:                          452). Vesîletü’n-Necâtta dikkat çeken edebî

sanatlardandır. Tekrir sanatında ana fikre katkı sağlayan, anlamın yoğunlaştığı kelimelerin tekrar edilmesiyle sözün etkisinin güçlendirilmesi amaçlanmaktadır.

Göz yaşı rahmet suyıdur bilene

Göz yaşı ni’met suyıdur bilene

Göz yaşından niçeler maksûd bulur

Göz yaşından niçeler mahmûd olur

Göz yaşıdur kurtaran derdden başın Göz yaşın dök kim göresin ancasın

Gözyaşıdur cümle derdün çâresi

Gözyaşıdur ba’zınun settâresi

Göziyaşlı kişiler hulkî olur

Göziyaşlı kişiler derdlü olur (Pekolcay, 2016: 114)

3.3.2.4.3.     Cinas

Bir edebî sanat olarak cinas, söyleniş ve yazılışları aynı olup anlamları ayrı iki sözcüğü bir arada kullanmaktır (Dilçin, 2004: 467). Sözle ilgili sanatlar içinde yer alan cinas Vesîletü ’n-Necâtta sıklıkla kullanılan sanatlar içinde yer alır.

Eyle âh eyleyelüm kim ger taşa

Ugrarise kaynaya ol taş taşa (Pekolcay, 2016: 135)

3.3.2.4.4.     Tenâsüp

Bir edebî ıstılah olarak tenâsüp anlamca birbirine uygun kelimeleri bir arada zikretmektir (Tâhirü’l-Mevlevî, 1994: 162). Tenâsüp sanatında kelimeler arasında karşıtlık ilişkisinin bulunmaması gerekmektedir (Dilçin, 2004: 431). Vesîletü’n- Necâttan aktarılan aşağıdaki beyitte tenâsüp sanatının tekrir sanatıyla birlikte yer aldığı görülür.

Ol sirâc ü ol beşîr ü ol nezîr

Ol imâm ü ol hümâm ü ol münîr (Pekolcay, 2016: 69)

3.3.2.4.5.     İktibas

Lugat anlamı “İlim almak, öğrenmek, alıntı yapmak, ateş yakmak üzere bir yerden kor almak” olan iktibâs, edebiyatta ifadeyi süslemek ya da manayı kuvvetlendirmek amacıyla metinde âyet ve hadislerden bir kısmının alınması olarak tanımlanmıştır (Dilçin, 2004: 465). Zaman içinde atasözleri ve kelâm-ı kibarlardan yapılan alıntılar da iktibâs olarak kabul edilmiştir. Sözlerin asıllarından yapılan aktarımlara lafzî iktibâs, sözlerin anlamları itibariyle aktarılmasına da manevî iktibâs denilir.

Döndiler cümle sahâbî câzi"ûn

Didiler innâ ileyhi râci’ûn (Pekolcay, 2016: 129)

3.3.2.4.6.    Tezat

Tezat lügatte birbirine zıd olma durumunu ifade eder. Edebî ıstılah olarak ise anlam itibariyle birbirine zıt olan kelimeleri bir arada kullanmak demektir (Tâhirü’l- Mevlevî, 1994:                    173). Duygu, düşünce ve hayal arasında birbirine karşıt olan

nitelikler ve benzerlikler bir arada söylenir (Dilçin, 2004:             449). Bu sanatla

karşıtlıklardan yararlanılarak metindeki ana fikir pekiştirilmiş, metnin muhatapta oluşturduğu duygu zıtlıklarla artırılmış olmaktadır. Aşağıda, metinde tezat sanatının kullanıldığı örnek bir beyti aktarıyoruz:

Zât-ı pâki gizlü genç idi nihân

Diledi kim kıla ol genci ayân (Pekolcay, 2016).

Vesîletü’n-Necat, edebî sanatların çeşitliliği açısından zengin bir içeriğe sahiptir. Yukarıda zikredilen ve örnekleri verilen edebî sanatların yanında eserde mübalağa, telmih, nidâ, teşhis, istifham, tecahül-i arif ve daha birçok edebî sanatın örneklerini görürüz.

Sonuç olarak Vesîletü’n-Necât halkın anlayabileceği kadar sade ve edebî bir dil ile Türkçe yazılmış bir eserdir. Müellifin dinî heyecanına bağlı olarak eserde samimi coşkun bir söyleyiş ortaya çıkmıştır. Müellifin İslâmî kültüre ve bilgiye olan vukûfiyeti, kendisine has sanatkârane üslubu, eserde arûzun ve kafiyenin kullanımına bağlı olarak gelişen âhenk Vesîletü’n-Necâtı sehl-i mümtenî örneği bir edebî şaheser haline getirmiştir. Birçok dinî hikemî eserde amaç, sanat icrâ etmek değil aktarılmak istenen dinî hikemî hakikatleri muhataba iletmektir. Bu sebeple bu tür eserlerin önemli bir kısmı sanatkârane söyleyişten uzaktırlar. Yer yer kuru anlatım özelliği gösterirler. Süleyman Çelebi’nin eserinde de nihâî amaç dinî hikemî hakikatleri muhataba iletmek olmakla birlikte şairin kişisel nitelikleri ve dinî heyecanı ifadelerini zenginleştirmiş, esere yazıldığı dönemin vasatını fazlasıyla aşan nevi şahsına münhasır sanatlı bir üslup kazandırmıştır. Eserde anlatım türleri başarıyla kullanılmış, kuruluk ve sıkıcılıktan uzak bir akıcılık yakalanmıştır. Eserin edebî sanatlar açısından dinî hikemî türde kaleme alınan diğer eserlere göre oldukça zengin özellikler barındırdığını söylemek mümkündür.

3.4. Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’nin Bestelenmesi

Süleyman Çelebi Mevlidi'nin yazıldığı dönemden beri bazı bestekârlar tarafından bestelendiği bilinmektedir. Fakat Türk mûsikî’nin eğitimi meşk sistemine dayalı olup, herhangi bir notasyon sistemi kullanılmadığı için çoğu eserler gibi mevlidin bestesi de unutulup gitmiştir.

Nüzhet Ergün, mevlidin ilk bestesinin bizzat Çelebi’nin kendisinin bestelemiş olabileceğinden, ya da Şakâyık tercümesinde “Mevlid’de sâhib tarz” ifadesiyle geçen Çelebi’nin mevlidini Sultan Süleyman Câmi hatibi ve imamı Sinâneddin Yusuf’un bestelediğinden söz etmektedir (Ergün, 1942:           17). Ancak genel rivâyetlere

bakıldığında mevlidi esas besteleyen kişinin 16-17. yüzyıl arasında yaşamış olan Bursalı Sekbân adında bir bestekâr olduğudur (Mermutlu, 2007: 414). Sekban veya Sinâneddin tarafından bestelendiği söylenilen Mevlid bestesinin ritmik bir beste olup olmayacağı kesin bilinmemektedir. Ancak genel kanı; bir mûsikî veya sanat anlayışı içinde teşekkül eden bir form olarak genellikle irticâlî olarak okunduğudur (Özalp, 2000: 109). Her ne kadar irticâlen dense de belirli kurallarının olduğu muhakkaktır. Eski nüshalar incelendiğinde her beyitlerde hangi makâmların işlendiği ile ilgili ibâreler beyitlerin yanlarına yazıldığı görülmektedir.

Metninin uzun olması ve notaya alınamaması sebebiyle mevlid bestesi unutulmuştur. En son besteli halini bilen kişi ise İsmail Dede Efendi’in talebesi Mutafzâde Ahmed Efendi’dir. Kendisi bu besteyi arzu edenlere öğretmek istediğini belirtmesine rağmen kimse iltifat etmemiş ve ölümüyle unutulup gitmiştir (Ergün, 1942: 441).

Sekbân’dan sonraki dönemlerde de mevlid bestelerine rastlamaktayız. İstanbul’da Koca Mustafa Paşa’daki Sünbül Efendi Dergâhı’na mahsus olarak bestelenmiş, her beytin ardından zâkirler tarafından Allah’ın (celle celâlühü) “Hây, Hây” İsm-i Şerîfi’nin denilmesi âdettendi. Bu mevlidin bestesini bilen merhum Mehmed Sami Efendi’den başka bilen de kalmamıştır (Karadeniz, 2012:                                168). Ancak bu kelimedeki “h”

harfiyle Türkçe’de “evet” mânasına gelen “hay hay” kelimesindeki “h”nin aynı şekilde telaffuz edilmesi mâna karışıklığına sebep olmaktaydı. Meselâ, “Gece gündüz işleri isyân kamu / Korkarım kim yerleri ola tamu” beytinden sonra söylenen “Hây, Hây” nakaratı mânaya pek uygun düşmediğinden bu zikirli mevlidin okunması terkedilmiştir (Özcan, 2004: 485).

Cumhuriyet döneminde Mevlid, Hâfız Kemal Batanay tarafından bestelemiştir. Prizren’de Süleyman Çelebi’nin mevlidinin solo ve koro olarak bestelenmiş bir mevlid bestesi vardır (Ergur, 2010: 508). Bugün Anadolu’ya baktığımızda ister solo ister koro halinde sanki besteliymiş gibi, gelişigüzel mûsikî zevkinden uzak okuyuşlara rastlanılmaktadır.

3.5. Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’nin Bahirlere Göre İcrâsı

Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necâfı, edebî sanatları ustaca kullanması, dinî bilgelere vukûfiyeti, din sosyolojisi açısından dönemin boşluğunu çok iyi kavramış olması, bunları ahlâkî öğretilerle halkın anlayabileceği şekilde çok yalın bir şekilde ifâde etmesi ve sehl-i mümtenî oluşundan dolayı şöhreti hak kazanmıştır. Ama Çelebi’nin Mevlidi’nin şöhretinin artıp geniş kitleler tarafından bilinmesinde mûsikînin dahli yadsınamaz derecede büyüktür. Sekban’ın besteli mevlid’i kendisinden sonra kandillerde câmilerde icrâ edilmiş, cemâatin Tevhîd anlayışını ve Peygamber sevgisini pekiştirmiştir.

Sonraki dönemlerde bestenin uzun olması sebebiyle unutulmaya yüz tutmuş, zamanla kitâbî bilgilerde anlatılan mevlid icrâlarından çok uzak icrâları olan mevlid okuyucuları zuhûr etmiştir. Her ne kadar beste unutulmuş olsa da bazı yazma nüshalarda mevlidin hangi beytinin hangi makâmda okunacağı ile ilgili şerhler, hiç yoktan doğruya yakın bir makâm seyri ortaya koymuştur. Bu konuda araştırma yapan Ubeydullah Sezikli’nin “Besteli Mevlid Üzerine İki Yazma Eser” ve Bedri Mermutlu’nun “Mevlid Mûsikîsinde Makâm Seyri Üzerine Nadir Nüshalara Dayalı Karşılaştırmalı Bir Çalışma” adlı makalelerine bakılabilir.

Ubeydullah Sezikli’nin “Besteli Mevlid Üzerine İki Yazma Eser” adlı çalışmasında Hacı Selimağa Kütüphanesi, Hüdaî kitaplığında 1242/1827 tarihli ve 1286 numarada kayıtlı olan nüsha ile Bursa Orhan Kütüphanesi 985 numarada kayıtlı yazma eserlerdeki kullanılan makâmlar şu şekildedir: Dügâh, Sabâ, Hüseynî, Muhayyer, Kûçek, Vech-i Hüseynî, Rast, Karciğar, Pençgâh, Gerdâniye, Nevâ, Nikriz, Eviç, Çargâh, Uzzâl, Şehnâz, Hicâz, Bûselik, Necd-i Hüseynî, Acem, Nihâvend, Isfahân, Segâh, Irak, Dilkeş, Nevrûz, Nevrûz-u Acem (Sezikli, 2008: 188-202).

Bedri Mermutlu, Bursevî’nin Mühimmâtü’l-Mü’minîne adlı eserindeki mevlid bölümünden, Milli Kütüphanedeki nüshadan, Bursa Orhan Kitaplığındaki nüshadan, Süleymaniye Kütüphanedeki, Hacı Mahmut Efendi Bölümündeki nüshadan, Selimağa Kütüphanesi’nde Hüdâi bölümündeki nüshadan, Michigan Üniversitesinde bulunan mecmuadan, Süleymaniye Kütüphanedeki Yazma Bağışlar Bölümündeki nüshadan, Millet Kütüphanedeki nüshadan ve İstanbul Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Kitapları bölümündeki mecmuadan olmak üzere 9 farklı nüshadan istifade ederek geniş bir çalışma yapmıştır. Bu çalışmadaki nüshalarda kullanılan makâmlar ise şöyledir: Dügâh, Sabâ, Hüseynî, Nevâ, Hicâz, Kûçek, Bülend, Muhayyer, Necd-i Hüseynî, Rast, Pençgâh, Uşşâk, Karciğar, Mâhur, Nikriz, Nişâbur, Eviç, Çargâh, Uzzâl, Şehnâz, Bûselik, Acem, Nihâvend, Zâvil, Isfahân, Segâh, Muhalif Hüseynî, Irak, Dilkeş, Nevrûz, Nevrûz-u Acem (Mermutlu, 2014: 175-188).

Görüldüğü üzere iki çalışmadaki nüshalar incelendiğinde pek fark görülmemektedir.

Bu yazma nüshalar 1613 ile 1827 yılları arasında telif edilmişlerdir.

20. yüzyılın ilk zamanlarında mevlid kayıtlarına göre makâm sıralamaları ise bu makâm seyirlerinden çok da uzak değildir. Farklılıklar genelde birbirine benzer âile makâmların kullanımından kaynaklanmaktadır. Bu konuda Ahmet Hakkı Turabi, son yüzyılda bahirlere göre icrâ edilen genel makâmları, mevlid merâsiminin başından itibaren duâ bölümüne kadar gerçekleşen icrâ silsilesi ile birlikte şu şekilde vermiştir:

Bir mevlid merâsiminde şu dört grup yer almaktadır: “Âşirhânlar: Kur’ân okuyanlar; Tevşihhânlar: Tevşih okuyanlar; Mevlidhânlar: Mevlid bahirlerini okuyanlar; Duâhânlar: Duâ edenler.

Mevlid merâsimi âşirhânın Kur’ân tilâvetiyle başlar ve makâm olarak okuyuşunu sabâ ailesinden bir makâmla bitirir. Tevşih grubu da, sabâ, çargâh, dügâh veya şevkütarâb makâmından bir tevşih okurlar. Bilhassa tevşih okunması tavsiye edilir. Zirâ tevşih, bir Türk Din Mûsikî formu olarak “Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumuna dair medhiyeleri terennüm eden, bilhassa mevlid ve mîrâciye bahirleri arasında okunmak üzere bestelen eserlerdir.” Günümüzde icrâ edilen ve hoş olmayan örneklerde tevşih ve ilâhî grubunun maalesef akıllarına gelen her eseri okudukları gözlenmektedir. Tevşih veya ilâhî grubunun bahirler arasında okuyacakları tevşih ve ilâhilerde, bilhassa akabinde okunacak bahirlerin mevzû ile âlâkalı eserleri tercih etmeleri gerekmektedir. Bu anlamda bilhassa geleneksel olarak zaten bu amaca mâtuf olarak bestelenen tevşihlerin icrâ edilmesi tavsiye edilmektedir. İlk bahir olan Münâcât veya Tevhîd bahrine özellikle Aziz Mahmud Hüdâî hazretlerine âit ve çargâh makâmında olan “Kudûmün rahmeti zevk u safâdır Yâ Resûlallâh” isimli tevşihin okunduğu bildirilmektedir. Okunan tevşihin akabinde “Allah adın zikredelim evvelâ” şeklinde başlayan tevhîd bahrine aynı makâmda girilir; sabâ ailesinden makâmlar (sabâ, sabâ zemzeme, dügâh, çargâh, şevkütarâb vb. arasında gezindikten sonra bilhassa “Her ki diler bu duâda buluna, fatihâ ihsan ede ben kuluna” beytinde hüseynî makâmında karar verilir. Burada duâhân mevlidin müellifine duâ eder ve fâtihâ çeker.

Akabinde âşirhân Kur’ân-ı Kerîm tilavetine başlar ve hicâz makâmıyla karar verir. Tevşih grubunun hicâz makâmında okuduğu tevşih veya ilâhiden sonra mevlidhân “Hâk Teâlâ çün yarattı Âdem’i” mısrasıyla başlayan Nûr bahrine girer. Bu bahirden önce genellikle hicâz makâmından “Çün doğup tuttu cihânı”, “Yâ Râb garib bî kesem” veya “Tende cânım” tevşihlerini okumak âdet olmuştur. Bu bahir içerisinde segâh, hüzzâm, müsteâr, eviç, ferahnâk, karciğar , tâhir-bûselik vb. makâm geçkilerinden sonra rast makâmıyla karar verilir.

Bu bahrin bitiminde topluca salavât getirilir ve aşirhân rast makâmında Kur’ân okumaya başlar. Kur’ân tilâvetini müteakip tevşih grubu yine rast makâmından bir tevşih okur. Bu bâbdan olmak üzere rast makâmından “Yâ Resûlallâh şefaat eyle Allah aşkına” veya “Doğmazdı kalbe îmân” isimli eserler okunur. Mevlidhân “Âmine Hâtun Muhammed ânesi” beytiyle başlayan Velâdet bahrini okumaya başlar. Bu bahirde sabâ, uşşâk, hicâz, ısfahân, sûzinâk, mâhur, nişâburek, segâh, nihâvend makâm geçkileri yapılabilir. “İçtim ânı oldu cismim nura gark” beytini gerdâniye perdesinde mâhur makâmıyla başlar ve hüseynî perdesinde nişâburlu kalış gösterir. Mütâkip beyitler arasında mevlidhân nişâburlu kalışlar yaptıkça tevşih grubu salât ü selâm okur; daha sonra segâh makâmıyla karar verilir. Bunun nedeni segâh makâmında salât ü selâma zemin hazırlamaktır. Duâhân ayakta kısa bir duâ yapar.

Âşirhân segâh makâmında başladığı Kur’ân tilâvetine hüseynî veya uşşâk makâmıyla bitirir ve tevşih grubu aynı makâmda bir tevşih veya ilâhî icrâ eder. Bu bölümde uşşâk makâmından “Ey Hüdâ’dan lutf u ihsân isteyen” veya “Sivâdan kalbini pâk et” tevşihleri okunur. Mevlidhân da yine hüseynî veya uşşâk makâmıyla “Yaradılmış cümle oldu şâdümân” beyti ile başlayan Merhaba bahrine girer. Bu bahir içerisinde uşşâk, pençgâh makâmları gösterilir ve segâh ile karar verilir.

Âşirhân da segâh makâmı ile başladığı Kur’ân tilâvetini hüzzâm makâmıyla sona erdirir. Tevşih grubunun hüzzâm makâmında okuduğu “Yâ sâhibe’l- Cemâl ve ya sâhibe’l-beşer” veya “Merhaba ey fahr-i âlem merhaba” vb. tevşihlerin akabinde mevlidhân aynı makâmla “Söyleşürken Cebrâil ile kelâm” beytiyle başyan Mîrâc bahrine başlar. Sûzidîl, kürdîlihicâzkâr, eviç, sabâ, segâh, hicâz vb. makâm geçkileriyle süslenen bahir uşşâk makâmıyla sona erer. Aynı makâmla okuna Kur’ân tilâvetini yine uşşâk bir tevşih veya ilâhi izler. Bir başka mevlidhân da bu malkamla “Yâ İlâhi ol Muhammed hakkiçün” beytiyle başlayan Münâcaat bahrine girer. Bu bahrin sonunda “Ümmetimden râzı olsun ol Muîn” cümlesinin akabinde bütün topluluk “Rahmetullâhi aleyhim ecmaîn” duâ cümlesiyle bitirirler. Âşirhânın okuduğu son Kur’ân tilâvetinin ardından duâhânın yaptığı uzunca bir duâ ile mevlid merâsimi sona erer.” (Turabi, 2012: 176-179).

Turabi bu mevlid merâsiminde okunan bahir sayılarını 6 olarak belirlemiştir. Maalesef 20. asrın sonlarına doğru mevlide olan rağbet, zaman mefhumu, farklı nedenlerle toplum içinde mevlide olan ilginin azalması, mûsikî zevki ve bilgisinden yoksun mevlid okuyuculardan dolayı bu bahirlerin sayısı Tevhîd, Velâdet, Mîrâc ve Merhaba bahirleriyle 4’e kadar inmiştir. Hatta bazı nikâh, sünnet, vb. törenlerde 2 bahire kadar indiği görülmektedir.

3.6.    Mevlidhânlar

Vesîletü’n-Necâfın şöhretinin artmasında Bursalı Sekbân, bestesini kendisinden sonrakilere meşketmesi ve bu şekilde bir mevlid meşk zincirinin oluşması sebebiyle önem arz eder. Bu zinciri sağlayanlar ise mevlidhânlardır.

Mevlid meşk silsilesini günümüze kadar tamamlayabilmek biraz zor görünmektedir. Bu konuda en çok bilgi aldığımız eser ise Sadeddin Nüzhet Ergun’un Türk mûsikîsi Antolojisi’dir.

Sekbân’ın ilk mevlid meşk ettiği mevlidhân 17. yüzyılda yaşamış olan Bursalı Hâfız Ubeyd’dir. Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinde, Mısır’da Gülşenî Dergâhı’nda seçkin kişilerin katıldığı ve 12 farklı makâmda icrâ edilen, Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n- Necât’ının okunduğu bir mevlidden bahsetmektedir. Geçilen makâmlar ise; yegâh, dügâh, segâh, çargâh, pençgâh gibi makâmlardır (Kahraman, 2011: 514-516). “Hâfız Ubeyd, Evliyâ Çelebi’nin Mısır’ı ziyaret ettiği yıllarda Mısır’da kadılık yapmıştır. Bu anlatılan mevlid icrâsının, içinde geçilen makâm seyri itibariyle Sekbân’ın bestesinin olma ihtimalinin göz önünde bulundurulması gerekir. Yine Ubeyd’in Mısır’a gitmeden önce İstanbul’da bulunması da mevlid icrâsının İstanbul’a taşındığı anlamına gelebilir.” (Ergün, 1942:   34). Yazılı kaynaklarda Ubeyd’in mevlid

meşkettiği tek talebesi ise Bursalı Osman’dır. İsmail Beliğ, Riyâz-ı İrfân’ında Hâfız Osman için, “Fennî mûsikîde mahâreti olan, Hâfız Ubeyd’den mevlidi meşketmiş usta bir mevlidhân.” olarak bahsetmektedir (Beliğ, 2016: 751).

Mevlidan Hâfız Osman’dan mevlid meşk eden talebelerinden ilki ilâhileri ile şöhret kazanan, 1716’da vefât eden Câmi Kebîr’de müezzinbaşı, Niyâzi Mısrî’nin dergâhında zâkirbaşı olan Karaoğlan Mustafa’dır. İkincisi ise Çelebi Sultan Mehmed Câmi’nde imamlık ve hatiplik yapan ve 1720’de vefât eden Sultan İmamı Hacı Mustafa’dır (Ergün, 1942: 441). Bu mevlidhânlar ve özellikle Sultan İmamı Hacı Mustafa sayesinde mevlid meşk zinciri oluşmaya başlamıştır. Karaoğlan’dan meşk eden ‘Çene’ lakâbı ile ün salmış, Emir Buhârî Câminin imamı, 18. yüzyılda yaşamış olan Hâfız Şuhûdi Efendi’dir (Ergün, 1942: 146).

Her ne kadar kaynaklarda Bursalı Osman’dan ‘mevlid meşk etti’ ibâresine rastlanmasa da kendisinden savt ve ilâhî meşk eden ünlü bir mevlidhân olarak bilinen ve 1699’da vefât eden Kefeli Derviş de Bursalı Osman’dan mevlid meşk etmiş olma ihtimali vardır (Ergün, 1942: 51).

Sultan İmamı Hacı Mustafa’dan meşk eden mevlidhânlardan ilki kendi oğlu 1737’de vefat eden ve Çelebi Sultan Mehmed Câmi’nde ikinci imam ve hatip olan Bursalı Kemânkeş Nizâmeddin’dir. Diğeri ise, 1740’da vefât eden zâkir Hâtem Mehmed Efendi’dir (Ergün, 1942: 157).

18.    yüzyılda yaşadığı düşünülen hayatı hakkında hiçbir malumata sahip olmadığımız bir mevlidhân ise Âmâ Şeyh Halil’dir. Âmâ Şeyh Halil’den mevlid meşk eden kişi, Zeğrek Câmi imamı Hüseyin Dede’dir. Hüseyin Dede’den de mevlid meşk edenler ise; 1757’de vefât eden Çalakzâde Şeyh Mustafa ve 1715’te vefât eden Draman Zâkirî Ahmet Vefkî’dir (Ergün, 1942: 147).

Nüzhet Ergün, en son mevlid bestesini bilen kişi olarak Mutafzâde Ahmed Efendi’yi işaret etmiş olsa da Ekrem Karadeniz; 1891’de vefât eden Hüdâî Dergâhı Şeyhi Ruşen Efendi olduğunu söylemektedir (Karadeniz, 2012: 168).

18. yüzyılda yaşamış ama mevlidi kimden meşk ettiği ile ilgili çok fazla bilgiye sahip olmadığımız mevlidhânlar ise; “Beşiktaş’taki Sinan Paşa Nakşîbendî Şeyhi Mustafa Rıza, Bursalı Kapankâtibîzâde Mustafa, Çıkrıkçıoğlu Siyahi Ahmed, Bursalı Karagözzâde Mustafa, Sarıcızâde İbrahim (Ergün, 1942: 147-164), Tûbâ İbrahim Efendi, Cuma Beyzâde Salih Efendi, Hacı Halil Efendi, Baytârizâde Mehmed Efendi, Kalburcuzâde Mehmed Efendi ve Tütüncü (Dûhânî) Şerif’dir.” (Mermutlu, 2016: 416-417).

Dinî Mûsikî’nin ünlü bestekârlarından Ali Şirugânî’den birçok eser meşketmiş olan Salih Çelebi, İstanbul’a çok defa gitmiş olan bir bestekârdır. Dolayısıyla İstanbul’a mevlid meşki âdetinin Salih Çelebi veya Ali Şirugânî yoluyla geçmiş olması kuvvetle ikinci ihtimaldir (Mermutlu, 2016: 416-417). Çünkü daha önce Ubeyd’in İstanbul’a gidişinden bahsetmiştik.

1800’lü yılların önemli mevlidhânlarından biri de Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ında ismi geçen Said Paşa Câmi İmamı Hasan Rıza’dır (Ateş, 2016: 442). Kendisi Mutafzade Ahmed Efendi’den mevlid meşk etmiştir. Talebeleri Ali Baba ile Hacı Hakkı Efendi’nin ondan mûsikî meşk ettiği bilinmektedir (Mermutlu, 2016: 416-419).

Mûsikî hocası Tütüncü (Dûhânî) Şerif olan Ruşen Efendi’den mevlid meşk etmiş kişiler ise Ahmed Celaleddin Dede ve Said Özok’tur. Nüzhet Ergün, Said Özok’un ağabeyi Mesud Efendi’den mevlidi meşk ettiğini söylemektedir (Ergün, 1942: 470). Ünlü mevlidhânların içinde ismi geçen Hopcuzâde Şakir Efendi ve Nasûhîzâde Mesud Efendi, Behlül Efendi’den mûsikî meşk etmişlerdir. Nasûhîzâde Mesud Efendi, Hopcuzâde Şakir Efendi’den mevlid meşk etmiştir (Mermutlu, 2016: 416­421).

19.    yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında mevlid icrâ eden mevlidhânların sayıca fazlalığı dikkat çekmektedir. Bunun sebebinin mevlidin tam bestesinin unutulmaya yüz tutup makâm seyrini uygulamanın kolaylığıyla irticâlen icrâ mı yoksa bu dönemde bibliyografya yazımının gelişmeye başlaması mıdır bilinmemektedir. Mutafzâde’den en son meşk eden 1891’de vefât eden Hüdâî Dergâhı Şeyhi Ruşen Efendi olduğuna göre ihtimaldir ki besteli mevlidin makâm seyri gözetilerek irticalen okunduğudur. Kaynaklara bakıldığında bu dönem içinde muhrik bir mevlid icrâsıyla kendinden söz ettiren mevlidhânlar bulunmaktadır.

Musullu Âmâ Hâfız Osman (1840-1920, Enderunlu Hâfız Hüsnü Efendi (1858-1919) (Özalp, 2000: 31-53), Kur’ân ve mevlid icrâsında dönemin en önemli ismi Hâfız Sâmi (1874-1943), Mecit Sesigür, Zeki Sesli, Zeki Altun, Nusret Yeşilçay, Hüseyin Tolon gibi mevlidhânları yetiştirmiş Hâfız Kemâl (1889-1939), Boyabatlı Mustafa Şevki Efendi (ö.1926) gibi isimler dönemin önemli mevlidhânlarıdır.

Tezimize bahis olan Kani Karaca’nın da Kur’ân ve mûsikî hocası, Sultan Abdülhamid’den iltifat görmüş, Cumhuriyet döneminde de Kur’an ve Mevlid okumada mihrap ve kürsü hizmetinde üstün başarısını sürdürmüş Üsküdarlı Ali Efendi, (1885-1976) dönemin önemli mevlidhânıdır (Uzun, 212: 55).

Kani Karaca’nın mûsikî hocası, Hâfız Sami’yi çok dinleyerek onu örnek alıp etkisinde kalmış olan Hâfız Sadettin Kaynak, (1885-1961) dönemin ünlü mevlidhânıdır (Ateş, 2007: 443). Kendisinin bir mevlid bestesi olduğu söylense de gün yüzüne çıkmamıştır (Özcan, 2004: 485).

20.    yüzyılın öne çıkan mevlidhânları ise: Ali Rıza Sağman, Hüseyin Sebilci, Halil İbrahim Çanakkaleli, Aziz Bahriyeli, Fevzi Mısır, Tahir Karagöz, Kemal Tezergil, Hasan Akkuş, Bekir Sıtkı Sezgin, Yusuf Gebzeli ve Kani Karaca’dır (Alvan ve Hakan, 2016: 138).

3.7.     Şimdiye Kadar Yazılmış Mevlidler

Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necâf ından sonra mevlid menşeinde yazılan Mevlid’i-Nebî türlerinin neredeyse hepsi Vesîletü’n-Necâta naziredir. Süleyman Çelebi, nasıl sosyolojik dinî düşünce açısından Tevhîd inancının ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  sevgisi anlayışının fitilini ateşleyenlerin ilklerinden olmuşsa, sonraki dönemde yazılan mevlidler de bu düşünceyi devam ettirme ve pekiştirme açısından bir o kadar önemli olmuştur. Vesîletü’n-Necât, form olarak sadece mevlid yazmaların çoğalmasına değil, aynı zamanda Muhammediyeler, mîrâciyeler, salâtlar, naat ve tevşih gibi Türk mûsikîsi formlarının da ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Necla Pekolcay’ın araştırmalarına göre; İstanbul kütüphanelerinde ve kaynaklarda yer alan Türkçe mevlid sayısı 200’ün üzerindedir (Pekolcay, 2016: 38). Mevlidler ve müellifleri hakkında Pekolcay’ın ve özellikle M. Fatih Köksal’ın araştırmaları neticesinde çok geniş bir mevlid hazinesi ortaya çıkmıştır. Pekolcay’ın araştırmalarında bu sayı 63, Köksal’ın araştırmalarında 79 olarak görünmektedir. İki araştırmacının ortak çalışmasından elde ettiğimiz Mevlid müelliflerinin alfabetik sıralaması şu şekildedir:

1-     Abdî (16. yüzyılda yazılmıştır)

2-     Abdurrahman (16. yüzyılda yazılmıştır)

3-     Abdülkadir Necib (Eşrefzâde) (18. yüzyılda yazılmıştır)

4-     Ahmedî (15. yüzyılda yazılmıştır)

5-     Ahmed Fehmi Erturan (20. yüzyılda yazılmıştır)

6-     Ahmed İzzet Paşa (19. yüzyılda yazılmıştır)

7-     Ahmed-i Mürşidi (18. yüzyılda yazılmıştır)

8-     Âkif (Bursalı) (18. yüzyılda yazılmıştır)

9-     Aklî ?

10-     Ârif (15. yüzyılda yazılmıştır)

11-     Behiştî (16. yüzyılda yazılmıştır)

12-     Bekâî (Darendeli) (18. yüzyılda yazılmıştır)

13-     Beyzâde Mustafa (18. yüzyılda yazılmıştır)

14-     Cebrî (15. yüzyılda yazılmıştır)

15-     Cefâyî (15. yüzyılda yazılmıştır)

16-     Cismî (15. yüzyılda yazılmıştır)

17-     Çizmecizâde Vehbî (20. yüzyılda yazılmıştır)

18-     Ebü’l-Hayr (15. yüzyılda yazılmıştır)

19-     Lâlizâde Edib (18. yüzyılda yazılmıştır)

20-     Emîrî (15. yüzyılda yazılmıştır)

21-     Gulâmî (16. yüzyılda yazılmıştır)

22-     Gülşenî Saruhânî (15. yüzyılda yazılmıştır)

23-     Hâfî (15. yüzyılda yazılmıştır)

24-     Halil (16. yüzyılda yazılmıştır)

25-     Halil (Siirtli) (18. yüzyılda yazılmıştır)

26-     Hamdullah b. Hayreddin (15. yüzyılda yazılmıştır)

27-     Hamdullah Hamdi (Akşemsettinzâde) (15. yüzyılda yazılmıştır)

28-     Hasan Bahri (Karesili) (16. yüzyılda yazılmıştır)

29-     Hasan İlmî (Kozanlı) (19. yüzyılda yazılmıştır)

30-     Hasan Nâdir (19. yüzyılda yazılmıştır)

31-     Hocaoğlu (15. yüzyılda yazılmıştır)

32-     Hüseyin Efendi?

33-     İhramcızâde İsmail Toprak (20. yüzyılda yazılmıştır)

34-     İbrahim Kadem (19. yüzyılda yazılmıştır)

35-     İbrahim Nazif (Karamânî) ?

36-     İbrahim Re’fet Efendi (19. yüzyılda yazılmıştır)

37-     İrşâdî (19. yüzyılda yazılmıştır)

38-     Kâmî Şabân-ı Âmidî (19. yüzyılda yazılmıştır)

39-     Kamil Sarıateş (20. yüzyılda yazılmıştır)

40-     Kânî, Şaban Âmidî (19. yüzyılda yazılmıştır)

41-     Kerîmî (15. yüzyılda yazılmıştır)

42-     Keşfî-i Samatyavî (Bu isim Köksal’da “Samokovî” olarak geçmektedir.)

43-     Keşfî-i Saruhânî?

44-     Keşfî (Yusufelili) (19. yüzyılda yazılmıştır)

45-     Kör Haliloğlu?

46-     Kuloğlu (17. yüzyılda yazılmıştır)

47-     Lâmiî Çelebi (16. yüzyılda yazılmıştır)

48-     Mehmet Feyzi (19. yüzyılda yazılmıştır)

49-     Mehmed Hasan?

50-     Mehmed b. Hamza Arab Vâiz?

51-     Mehmed Hamdi Hüseynî?

52-     Derviş Mehmed Hevâyî (15. yüzyılda yazılmıştır)

53-     Muhibbî (15. yüzyılda yazılmıştır)

54-     Murâdî (17. yüzyılda yazılmıştır)

55-     Mustafaoğlu (15. yüzyılda yazılmıştır)

56-     Mustafa (Bursalı) ?

57-     Mürîdî (15. yüzyılda yazılmıştır)

58-     Nazım?

59-     Nesîmî?

60-     Nûrî (Yâsincizâde) ?

61-     Osman Feyzi Efendi?

62-     Osman Sirâceddin (Erzurumlu)?

63-     Râgıb (Mustafa Efendi, Nakşî, Bursalı Kitapçı) (19. yüzyılda yazılmıştır)

64-     Rıfat (Manastırlı) (19. yüzyılda yazılmıştır)

65-     Rüşdî (Erzurumlu Ketencizâde Mehmed Rüşdî) (19. yüzyılda yazılmıştır)

66-     Süleyman Nahifi (18. yüzyılda yazılmıştır)

67-     Selâheddin Uşşâkî?

68-     Salih Nihânî (19. yüzyılda yazılmıştır)

69-     Sabâyî?

70-     Selâmî Şeyh Mustafa (18. yüzyılda yazılmıştır)

71-     Salâhî Abdullah-ı Uşşâkî (18. yüzyılda yazılmıştır)

72-     Selâmî Mustafa (15. yüzyılda yazılmıştır)

73-     Sinanoğlu (15. yüzyılda yazılmıştır)

74-     Süleyman Çelebi (15. yüzyılda yazılmıştır)

75-     Şahidî (Mevlevî Şeyhi) (16. yüzyılda yazılmıştır)

76-     Şahidî?

77-     Şâhidi’n-Nayyî?

78-     Şehîdî Edirnevî (16. yüzyılda yazılmıştır)

79-     Şemsî (Şemseddin Sivâsî) (16. yüzyılda yazılmıştır)

80-     Şeyh Mehmed Şemseddin el-Mısrî (20. yüzyılda yazılmıştır)

81-     Tahir Âğa (Mevlevî) ?

82-     Tahir Nâdî (20. yüzyılda yazılmıştır)

83-     Visâlî Ali Çelebi (16. yüzyılda yazılmıştır)

84-     Yahyâ b. Bahşî (15. yüzyılda yazılmıştır)

85-     Zâif (15. yüzyılda yazılmıştır)

86-     Zâtî (16. yüzyılda yazılmıştır)

(Köksal, 2011: 58-73; Pekolcay, 2016: 38-40)

M. Fatih Köksal’ın yapmış olduğu çalışmada ayrıca literatürde bulunmayan müellifleri belli 44 adet mevlid tespit edilmiştir (Köksal, 2011: 73).

Anadolu’da Türkçe mevlidlerin haricinde yazılmış Kürtçe mevlidler de bulunmaktadır. Tayyip Okiç, Kürdîzâde Ahmed Ramiz, Ahmed el-Hâssî ve Ertuşlu (el-Ertûşî) Hasan’ın yazmış oldukları mevlitlerden kısaca bahsetmektedir (Okiç, 1976: 28). Ayrıca Diyarbakır çevresinde yazılmış olan el-Ertûşî olarak bilinen ama asıl adı Molla Bateyî olan mevlid müellifi başta olmak üzere Şeyh Muhammed Emin Haydari, M. Zahit Kardeşlik, Es-Seyyid Bedreddin İbni Molla Salih el-Hüseynî eş- Şâfii el-Kufsûrî, Ali bin es-Seyyid Abdurrahman ve Muhammed Ali Fudeylî’nin Kürtçe mevlidlerinden bahsetmektedir (Kızıl, 2012: 120-124).

Mehmet Tıraşçı da yaptığı bir çalışmada Kürtçe mevlid yazan Hasan Ertûşî, Şeyh Muhammed Emin el-Hayderî, Şeyh Muhammed Sirâcüddîn, Molla Muhammed Ekinci, Muhammed Şerif el-Batırgizî, Mustafa Ezdârî, Mele Şevki, Mele Ali Mardini, Mele Ahmed, Seyyid Bedreddîn, Molla Ahmed Nâs, Feyzullah Haznevî, Mele Abdurrahman Becirmenî, Mele Hasan, Feyzullah Erzen, (Seyyid Feyzullah Fındıkî), Feyzullah Erzen, Mele Zâhid, Şeyh Muhammed Mehdî, Mele Abdurrahman Harhûrî ve Mele Süleyman Kurşun mevlidlerinden kısaca bilgiler vermektedir. Tıraşçı, yine aynı çalışmasında Zazaca yazılmış mevlid müellifleri Osman Esad Efendi, Mele Hunij, Mele Kâmil, Mele Muhammed el-Murâdânî el-Gencî ve Abdülkâdir Arslan’ın yazmış oldukları mevlidler hakkında kısa bilgiler vermektedir (Traşçı, 2013: 214-226).

Özellikle Mardin ve çevresinde okunan Arapça bir mevlid vardır. O da Buhârî’nin meşhur şârihi olan İbn Hacer el-Heytemî’ye (ö. 1567) ait en-Ni’metü’l-Kübrâ ale’l- Âlem fî Mevlidi Seyyidi Veledi Âdem'dir (Tıraşçı, 2013: 229).

Konya’daki Muhammed İzzeddin Doğanhisârî Mevlid’ini vcd kitapçık halinde çıkaran Hüseyin Akpınar, Hikmet Atik ile birlikte hazırladıkları Urfa bölgesinde Siverekli Yusuf Sami’nin mevlidi hakkında makalesi mevcuttur (Akpınar, Atik, 2009: 366).

Klasik Türk edebiyatında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  dışındaki bazı şahıslar için yazılmış mevlid metinleri de bulunmaktadır. Bu mevlid metinlerinden biri Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  kızı Hz. Fatıma (r.a) adına Es'ad Erbili (1847-1931) tarafıdan yazılan mevlid metnidir (Şengün, 2008: 419).

Bir zamanlar Osmanlının hüküm sürdüğü Balkanlarda da mevlid müelliflerine rastlanmaktadır. Balkanlarda Arnavutça kaleme alınan bazı mevlidler ise şunlardır: Hasan Zyko Kamberi, İsmail Floqi, HâfızAli Ulkinjaku, Tahir Efendi Popova, Hâfız İsmail Çam, Hâfız İslâm Çelebi, Şevki Hocay, Hâfız Ali Korça, Hafz Abdullah Semblaku, Şeyh Ahmed Şkodra, Zeynula Tasbari, İdriz Lamaj, İlmi i Velîun, Yunus Metani, Ferid Vokopolo, Cemali Şehu ve Fahredin Osmani (Jahjai, 2014: 668-671).

Romanya Dobruca Bölgesi’nde toplu olarak okunmakta olan Romanya Tatarları ve Türkleri’nin besteli mevlidi bulunmaktadır. Özellikle Köstence, Mecidiye, Tulça ve bazı bölgelerde Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât isimli eseri Türkçe olarak okunmaktadır. Ancak Anadolu ve Balkanlar’da birkaç yeri istisna tutarsak bu bölgede mevlid solo olarak değil; toplu olarak ve aynı besteye uyularak okunmaktadır (Koca, 2019: 168).

Ayrıca müellifleri Alevî-Bektâşi veya sünnî çevrelerince yazılmış Hz. Ali (r.a) mevlidleri de bulunmaktadır. Yemînî’nin Mevlidi, Câferî’nin Mevlidi, Necmî Ali’nin Mevlidi, Süleyman Celâleddin’in Mevlidi, Mehmed Şemseddin’in Mevlidi, Tâhirü’l- Mevlevî’nin Mevlidi, Şemsettin Kubat’ın (Yoksul Derviş) mevlidi bu bâbdandır (Yekbaş, 2013: 19-32).

3.8.    Osmanlıda Mevlid Merâsimleri

Fâtimîler’den başlayarak Mevlid-i-Nebevî merâsimleri, zamanla sünnî topluluklar tarafından da kutlanmaya başlanmıştır. Bu kutlamalara, özellikle Osmanlı döneminde Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde geçen önemli gün ve gecelerin (Regaib, Mi'rac, Berat, Kadir, dinî bayramlar vs.) eklendiğini de görmekteyiz. Bu dönemde çoğalmasının sebebi; topluma Tevhîd inancını ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  sevgisini yerleştirmek, sünnî inancı pekiştirmek ve topluma birliktelik ruhunu kazandırmaktır. Zamanla bu kutlamalar hem devlet hem de halk tarafından o kadar içselleştirilmiştir ki, kültürün vazgeçilmez bir unsuru, dîne sımsıkı bağlayan ve halkı birbirine kenetleyen bir dinamik haline gelmiştir. Konu Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  olunca ahirette şefâatine mazhar olma arzusuyla kandillerde yapılan faaliyetler ile mevlid okuma ve okutmanın önemi artmış devlet ile halk birbiriyle yarışır hale gelmiştir. Zamanla bu uygulamalar bir kültür haline gelmiştir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren bu kültür anlayışı kaybedilmiş, dinî gereklilik veya okunması âdetten olmuş mukabilinde mevlid okumalarına/okutmalarına dönmüştür.

“Osmanlılar döneminde, 15. yüzyıla kadar mevlid törenleri dergâh ve tekkelerde düzenlenmiş, II. Bayezid devrinde (1448-1512) ihtişamlı mevlid alayları yapılmıştır.” (Akarpınar, 2006: 45).

Mevlid Kandili gecesinde “...bazı vakfiyelere nazaran Osman Gazi devrinde bile mevcut olan bu âdete Sultan II. Selim ve Sultan I. Ahmed taraflarından bazı ilaveler yapılarak âdeta bir resmî şekil verilmiştir.” (Seydi Bey, t.y.: 151).

Arşivlerde Osmanlı Devleti’nin Mevlid ile ilgili konuların ne kadar önemle üzerinde durduğu ve bu konularda ne kadar titiz davrandığının resmi kayıtları sayılamayacak kadar çoktur. Sadece Devletler Arşivi’nde mevlid bahisli yazı sayıları 5000 civârındadır. Konunun önemine binâen T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’nın sitesindeki ‘Mevlid’ başlıklı bölümlerde günümüz Türkçesiyle yazılmış sadece tanıtıcı başlıkları buraya aldık. Bu kayıtlardaki bazı belgelrin konu başlıkları şu şekildedir:

1-      Mevlidhân ve müjdecilere atiyye îtâsı. (DABOA, A.}MKT. NZD. 170-66)

2-      Mevlid gecesinde, mevlid ile mevlid alayında bulunanlar ve onlara verilen ihsan. (DABOA, Y..PRK.HH.. / 40 - 37)

3-      Padişahın ikinci Mevlidhânı Hâfız Mehmed Seyfeddin Efendi'ye tahsis olunacak hanenin bedelinin tesviyesi. (DABOA, Y..MTV. / 80 - 5)

4-      Musıka-yı Hümayun İmamı Rıza Efendi'nin Mevlidhân Mülazımlığı'na tayin edildiği. (DABOA, C..DH.. / 199 - 9918)

5-      Hamîdiye Camîsi'nin imam ve müezzinlerinin mevlid okumak üzere Hazine Dairesi'ne gönderilmesinin eski mevlidhânları üzeceğinden bunların gönderilmesinden vazgeçildiği. (DABOA, TS.MA.e / 626 - 80)

6-      Padişah hayrâtından Fatih civarında bulunan Muabbir Hasan Efendi Dergâhı'nın tamiratı tamamlandığından Mevlid-i Şerif okutularak açılış töreninin yapılması talebine dair Postnişin Mehmed Kazım Efendi'nin arzuhali. (DABOA, ML. EEM. / 626 - 51)

7-      Türk-İtalyan Savaşı şehidlerinin ruhlarına ithaf olunmak üzere, Hacı Mehmed Câmi'nde okutulan mevlid-i nebevîde Hilal-i Ahmer ianesi olarak Ruscuk Müslümanlarınca toplanan 7890 Osmanlı Altını'nın ilgili makâma takdimi. (DABOA, HR.SFR.04.. / 627 - 102)

8-      Hz.Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  yaklaşan doğum günü münasebetiyle tiyatro sinema ve eğlence yerlerindeki oyunların yasaklanması. (DABOA, DH. EUM. AYŞ. / 48 - 26)

9-      Mevlid-i-Nebî sırasında padişahın bulunduğu ihsanlar. (DABOA, TS. MA.d / 2454)

10-   Medine-i Münevvere civarında bulunan Hz. Hamza'nın (r.a) makâmında her yıl okunması kararlaştırılan Mevlid-i Şerîf esnasında züvvâr için iki çadır gönderilerek bedelinin ödenmesi. (DABOA, DH. MKT. / 1827 - 74)

11-   Darülaceze ve Darüşşafaka'ya Ramazan ile mübarek bayramlarda okunan mevlidlerde yıllık elli liralık şekeri ücretsiz vermeyi taahhüd eden Sirkeci Kazım Efendi'nin dükkânına arma takılması. (DABOA, İ..DH.. / 1314 - 70)

12-   Adi suçlardan mahkûm olan şahıslardan cezasının üçte birini çekenlerden on kişinin mevlid kandilinde Peygamberimize (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  hürmeten tahliye edildikleri. (DABOA, DH. MKT./967 26)

13-   Rodos'un Aranita, Çayır ve Kalamine karyelerinde inşa olunan Hamidiye, Tirimüjgan ve Ertuğrul isimli câmilerde mevlid okunarak Padişah'a duâcı olunduğu. (DABOA, DH. MKT. / 1098 - 7)

14-   Çağatayca Mevlid-i Şerîf kitabının tabına ruhsat verildiği. (DABOA, MF.MKT. / 876 - 20)

15-   Beylerbeyi Câmi'nde icrâ edilecek mevlid-i şerif resminin nasıl icrâ edileceğine dair Teşrifat'tan verilen pusula. (DABOA, HAT / 1438 - 59110)

16-   Her sene icrâ edildiği gibi Sultanahmet Câmi'nde Rebiülevvel ayının on ikisinde Üçüncü Selim'in iştirakiyle Mevlid-i Şerif okunacağı. (DABOA, HAT / 1462 - 66)

17-   Mevlid Kandili gecesi minarelerde kandiller yakılarak câmi ve mescidlerin süslenmesi. (DABOA, HAT / 1637 - 43)

18-   Padişahın doğum günü münasebetiyle Cape Town'nda ki (Ümit Burnu) Nûr-i Burhaniye Mektebi'nde icrâ olunan mevlid merâsimi hakkında oradaki câmi İmamı Hacı Mahmud Fakih Efendi'nin tebrik mektubu, ilgili gazete küpürü ve Hariciye'ye gelen rapor. (DABOA, HR. SFR.3... / 510 - 51)

19-   Katil maddesinden dolayı ceza alan Raşid bin Mehmed'in mevlid gecesine hürmeten afvı. (DABOA, ZB. / 157 - 96)

20-    Mekke'de Mevlid kırâatinin Mehmed Câfer Efendi'ye tevcîhi ve Medine mücavirlerinden Mehmed Sair Efendi'ye mahlûlünden maaş tahsisi. (DABOA, Yer : İ..DH.. / 280 - 17595)

21-    Mekke Emîri tarafından padişaha yazılan nâmeyi getirmekte olan müjdeci başının Rebîülevvel'in on ikinci günü Mevlid-i Nebevi okunduğu zaman hazır bulunabilmek için bir yerde eğlendirilmeyip gönderilmesine dair yol üzerinde bulunan kazalara hüküm. (DABOA, C..SM.. / 172 - 8628)

22-    Jandarma zâbitan ve efrâdından olup politika ve namus suçları haricindeki suçlardan mahkûm olanlardan suçunun üçte birini yatanların Mevlid Kandili münasebetiyle affedilmesi. (DABOA, YB.021 / 92 - 250)

23-    Cezasının üçte ikisini çeken bazı mahkûmların Mevlid-i Nebevi sebebiyle tahliyesi. (DABOA, ZB. / 417 - 6)

24-    Mevlid-i şerif münasebetiyle umumi tekâyâ dervişânıyla ahâlinin sokaklarda dolaşarak zikr ile meşgul oldukları, dükkânların kapalı olup yerli ve yabancıların sokağa çıkmamalarının âdet-i kadîme iktizâsından olduğu, böyle bir zamanda İtalya konsolosunun şimdilik burada kaldığı. (Trablusgarb) (DABOA, DH. ŞFR. /237 - 28)

25-    Mevlid münasebetiyle İslâm ve Hıristiyanlardan borcundan dolayı mevkuf bulunanların borçalarının ödenerek serbest bırakılmaları için gereken meblağın îtâsı. (DABOA, ML. EEM. / 244 - 53)

26-    Medine ahâlisinden bir şahsın her hafta bir câmide mevlid okumak üzere münasip bir maaşla vazife verilmesi. (DABOA, DH.EUM.4.Şb / 16 - 38)

27-    Kadirîhâne Dergâhı'nda mûtad vechile okutulan mevlid masraflarının Hazine-i Hâssa Veznesi'nce ödenmesi. (ML.EEM. / 671 - 36 - Tarih : R-29-02-1324)

28-    Seyyid Mehmed Muhiddin'in açılışı Mevlid okunarak yapılacak olan Nasuhi Efendi Hankahı'nın açılış merâsiminde bulunması için Darussaâde Ağası Arif Paşa'ya gönderdiği davetiye. (TSMA No: 3328/700 TS. MA.e / 601 - 92 -Tarih : H-03-04-1280 )

29-    Cağaloğlu'nda bulunan Hoca Rüstem Câmi'nin açılış merâsiminde okutulacak mevlidin masrafı olan meblağın Hazine-i Hâssa Veznesi tarafından îtâsı. (ML. EEM. / 226 - 7 R-06-02-1312)

Şeker’in Selânikî’den aktardığına göre: 12 Rebîülevvel 996’da (10 Şubat 1588) Resûl-i Ekrem’in doğum günü münasebetiyle padişahın III. Murad’ın bütün minarelerde kandil yakılmasını ve câmilerde, mescidlerde mevlid okunmasını emrettiği öğrenilmektedir. Bu emir mevlid gecesinin o tarihte resmen kutlandığının kanıtıdır. (Şeker, 2004,     s.479) “Sırbistandaki Alacahisârlı (Kruşevac'lı) Şeyh

Necmuddin Hasan ibn Şeyh Muhammed ibn Babadır Beğ, (ö. 1610) Mevlid okurken, ilk defa olarak, câmi minaresinde kandil yakan o olmuştur. Bu usul, Sultan III Murad'ın çok hoşuna gitmiş, bütün Devlette Mevlid geceleri minarelerde kandiller yakılmasını emretmiştir.” (Okiç, 1975, s. 38) Önceleri Ayasofya'da, 1616'dan sonra Sultan Ahmed Câmi'nde yapılan mevlid merasimlerine (mevlid alaylarına) padişah, sadrâzâm, şeyhülislâm, vezirler, kazaskerler, bilginler, şeyhler, ağalar, müderrisler dâhil bütün devleti erkânı ve halk katılırdı. (Gökdemir, 1989, s. 48) Özellikle padişahın katılacağı Mevlid Kandillerinin her safhası titizlikle hazırlanır, ince ayrıntılar gözden kaçmazdı. Dağıtılacak mevlid şekerinin içeriğine, oturulan minderlere, şamdanlara, giyilecek elbiselere, câmide kimin nerede oturacağına, dağıtılacak ihsanlara, mevlid alaylarının tertibine kadar öncesinde bildirilirdi.

Osmanlılarda mevlid merâsimlerinin içeriği hakkında pek çok neşriyat bulunmaktadır. Bu merâsimlerin kaynağı da başta Ata Bey’in, ‘Târîh -i Atâ’ adlı eseri, Es'ad Efendi’nin, ‘Teşrifât-ı Kadîme’ adlı eseri, M. Fuad Köprülü’nün, Tevhîd- i Efkâr gazetisinde yayınlanan ‘Mevlid Merâsimi’ adlı yazılarıdır. Bu konu hakkında geniş açıklama için bkz. “Mehmet Şeker; Osmanlılarda Mevlid Alayı. Diyanet İlmi Dergi Cilt: 35 Sayı: I Ocak-Şubat-Mart 1999).

Mevlid hakkında çok geniş çalışması olan Necla Pekolcay kısaca Osmanlılarda mevlid merâsimini şu şekilde anlatmaktadır:

.. .Rebiyülevvel ayının 12. günü Sultan Ahmed Câminde okutulacak mevlid ve yapılacak merâsim için teferruatlı hazırlıklar yapıldığını kaydetmektedir. Görüldüğüne göre, davet tezkîrelerinin silsile-i merâtip üzere yazdırılıp dağıttırılması törenin önemli bir kısmını, ön hazırlık safhasını oluşturmaktadır. Bundan sonra, devlet erkânı, padişahın gelişine kadarki zaman içinde, câmideki yerlerini almaktadırlar.

Merâsimin Feth-i Şerif okunarak başladığı, müezzinler mahfilinde ‘Ta’rif’ okunduğu, sonra Ayasofya ve Sultan Ahmet Şeyhleri ile nöbetli Şeyh Efendi'nin vaaz verdikleri, bu vaazları müteakip de şeyhlere Darü's-saâde ağası tarafından ferâce ve samur kürkler ihsan edildiği bildiriliyor.

Öğrenildiğine göre, bundan sonra da, ilk mevlidhân çıkıp, Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i, asıl ismiyle Vesitetü'n-Necat'ından biraz okumakta, inince ona hil'at giydirilip, ihsanlarda bulunulmaktadır.

İkinci mevlidhânın:

Geldi bir ak kuş kanadiyle revân

Arkamı sığadı kuvvetle hemân

beyitini okumasiyle cemâatin ayağa kalktığı sırada, Mekke Şerîfi’nin mektubu ile bekleyen müjdecibaşı sadrâzâmın huzuruna çıkarılmakta, en sonra Reisü'l- küttâb Efendi'ye teslim edilen mektup, onun tarafından, padişahın huzurunda okunmaktadır. Bunu müteakip de, Dârü's-saâde ağasına samur kürk, resiü'l- küttâb ve müjdecibaşıya hil'atler giydirilmektedir.

Bu merâsimde ilk yiyecek ikramını hurma teşkil etmektedir. Medine' den gelen hurmadan ilk ikram, padişah tarafından sadrâzâma müteveccihtir. Peşkir ağası eliyle, gümüş tabak içinde önüne konulan hurmalardan bir ikisini yiyen sadrâzâm, bir ikisini şeyhülislâma, kalanını da dağıtması için, Teşrîfâtî Efendi'ye verirdi. Bu dağıtım, mertebe sırasına göre, adam başına birer hurma olarak, gerçekleştirilirdi. Sonunda da hurma getiren peşkir ağasına yüz altun ihsan buyurulurdu.

Üçüncü mevlidhânın çıktığı sırada, tablalarla şeker tevzîine başlanılmaktaydı. Tablaları Ayasofya mütevellisi şeyhülislâmın, diğer evkaf mütevellileri de vezirler ulemâ ve hâcegânın önlerine koyarlardı. Tablaları zağarcıbaşı, saksoncubaşı, muhzır ağa kaldırırlardı.

Üçüncü mevlidhânın inmesiyle, merâsim sona erer, halk dağılır, padişah da, câmi dışında, merdiven dibinde, atlarına binmiş olarak kendisini bekleyen sadrâzâm, şeyhülislâm, vüzerâyı âzâm, sadreyn-i muhteremeyn defterdâr, resiü'l-küttâb, topcubaşı, arabacıbaşı, ağaları selamladıktan sonra ve onlar da mukâbil hürmette bulunduktan sonra, kendileriyle vedalaşarak, saraya dönerdi. (Pekolcay, 1988: 111-112).

Bu mevlid merâsimi sadece padişahın katıldığı mevlid merâsimlerine özeldir. Bunun dışında İstanbul’un diğer semtlerinde, Anadoluda ve Osmanlı’nın hâkimiyeti olduğu bölgelerde küçük çaplı mevlid merâsimlerinin yapıldığını görmekteyiz. Ayrıca câmi veya imârethanelerin açılışında da mevlid okutulduğu bilinmektedir.

Osmanlı Devleti hâkimiyeti altında bulundurduğu diğer bütün bölgelerde mevlid ihtifallerine önem vermiştir. Mekke’de yapılan Mevlid-i Nebî ihtifallerine içlerinde giyilecek hil’atlerin, şamdanların, verilecek ihsanların vs. içerdiği mevlid teşrifatı İstanbul’dan gönderilmiştir.

Mevlid kutlaması 1910 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nde resmî bayramlara dâhil edildiyse de Cumhuriyet’in ilânından sonra kaldırılmıştır (Özel, 2004: 477).

3.9.    Çeşitli vesilelerle Kutlanan Mevlidler

Ulu Câmide İranlı bir vâizin çıkardığı sıkıntının devamında yazıldığı düşünülen Vesîltü’n-Necât, toplumda yüzyıllar boyu sürecek din kültürü anlayış omurgasının, mânevî anlamda uyanışın, birliğin ve dirliğin sembolü olmuştur.

Mevlidin asıl gayesi içindeki doğum, sadece Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumu değildir, mânevî bir doğumdur, bir uyanıştır, toplum dinamiklerinin fitilini ateşlemektir, dinî vecibelere sımsıkı sarılmaktır, sonrasında yeniden doğuma sebep olan ölümdür, ahiret inancını pekiştirerek Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in şefâatine nâil olmaktır. Vesîletü’n-Necât’ın anlamında olduğu gibi; kurtuluşa vesîledir. Yani bir Müslüman için doğum ile ölüm arasındaki her şeydir. Bu nedenle mevlid, sanki asıl anlamını Mevlid-i-Nebevî ihtifalleri dışında halk içinde farklı uygulamalarla kazanmıştır.

İlk önceleri mübarek gün ve gecelerde ifâ edilmeye başlanan mevlid merâsimleri daha sonra, mescid, imârethâne veya tekkelerin açılışında, sonraları halk içinde farklı nedenlerle uygulanmaya başlanmıştır. Bu konuda Adem Efe’nin geniş katılımcılarla yapmış olduğu mülâkatların yer aldığı “Türk Toplumunda Mevlid Merasimlerinin Yeri ve Fonksiyonları (Isparta ve Çevresi Örnegi)” adlı çalışmasında, mevlid okutma nedenleri ve olayları ile ilgili 18 madde ortaya çıkmıştır. Bu maddeler genel olduğu kadar yöresel mevlid okutmayı da kapsamaktadır.

Bugün Anadolu’nun farklı bölgelerinde çeşitli nedenlerle mevlid okutulmaktadır. Bu yüzden okutma nedenleri ile ilgili daha fazla madde karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı döneminden günümüze kadar mevlid okutma maddelerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1-     Mübârek gün ve gecelerde: Rebîü’l-evvel ayının on ikinci gecesinde (Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in doğum günü, Regâib, Mîrâc, Berat, Kadîr gecelerinde Ramazan ayı içerisinde ve Kurban Bayramı gecelerinde yapılan mevlid merâsimleridir. İlk önce sadece Mevlid Kandillerinde okunmaya başlanan mevlid, daha sonra diğer mübârek gün ve gecelerde okunmaya başlanmıştır. Neredeyse fasılasız olarak günümüze kadar mübarek gün ve gecelerde Mevlid-i Şerif okunması devam etmiş/etmektedir.

2-     Sürre-i Humâyun: Recep ayının on ikinci gününde hac için gidecek kafilenin uğurlanmasından bir gün önce hazırlıklar başlar. Tören günü Mekke şerifine gönderilecek olan mektup törenle sürre eminine Padişahın verdiği sürre (ihsanlar; değerli kâseler, hil’atler, altın keseleri vs.) ile birlikte verilir. Sarayda düzenlenen bu törende Kur’ân-ı Kerîm ve mevlidden bir kısım okunur (Esad Efendi, 1979: 36). Sürre gönderilmesi ilk defa Çelebi Sultan Mehmed zamanında başlamış ve resmî hüviyet kazanıp âdet haline gelmeye başlaması ise Yavuz Sultan Selim zamanında olmuştur (Seydi Bey, t.y.: 153).

3-    Ölüm ve doğumlarda: Osmanlı tarihinde ölen bir padişah için ilk mevlid okutma geleneği, kayıtlarda 3. Murad için ölümünün 40. gününde 2 Mart 1595 tarihinde okutulan mevlid olarak geçmektedir (Çerçi, 1996: 120). Padişahların doğum günleri için de mevlid okutulmuştur. Bu hususta padişahın doğum günü münasebetiyle Sultan Ahmed Câmi'nde yapılacak mevlid törenine resmi kıyafetleriyle katılacak olan askeri ve mülki görevlilerin listesi Osmanlı arşivlerinde görülmektedir. (DABOA, A.}TŞF 8-98) Doğum için okunan mevlid halk içinde de yaygınlaşmaya başlamıştır. Mevlid okuma zamanı yörelere göre farklılık gözetmektedir. Bazı yerlerde doğumun altıncı günü akşamı kına gecesi yapıldığı ve o gece veya ertesi gün mevlid okutulduğu bilinmektedir (Albayrak, 2001: 296). Bazı yerlerde ise bebeğin kırkı çıktıktan sonra mevlid okutulmaktadır. Doğumlarda ve ölümlerde mevlid okutma geleneği padişahlar, saray eşrafı, şöhretli kimselerden sonra halk tarafından da devam ettirilmiştir. Günümüzde de bir kişinin ölümünde (toprağa verilmesinin ilk gecesinde, ölümünün üçüncü, yedinci, kırkıncı veya elli ikinci gecesinde ve ölüm yıldönümlerinde) veya doğumunda mevlid okutulmaktadır.

4-    Düğünlerde: Düğünlerde mevlid okutma bir Osmanlı geleneğidir. Metin İzeti, “Rumeli’de mevlit törenleri âdet ve gelenek haline gelip kutsal gün ve gecelerde, sünnet ve doğum gibi vesîlelerle yapılmış ve yapılmaktadır.” Demektedir (Karataş, 2008: 53). Düğünlerde “...özel olarak getirtilen güzel sesli mevlidhânlar Mevlid-i Şerif okur, bahir aralarında da Tevşih, Kasîde ve ilâhî icrâ ederlerdi. Mevlid'in sona ermesine müteâkip, okunmuş olan şeker, lokum vs. davetlilere dağıtılırdı.” (Demirtaş, 2008: 364). Abdülaziz Bey düğünlerde mevlid okutmanın yanı sıra gelinin cihazına (çeyiz), mevlid merâsimlerinde kullanılmak üzere Mevlid-i Şerif okunurken ve benzeri toplantılarda buhur yakmak için kullanılan gümüş buhurdan konulduğunu belirtmektedir (Abdüaziz, 1995: 117).

5-    Sünnetlerde: Osmanlı döneminde sünnet olan çocuklar için mevlid okutulduğu

bilinmektedir. Bu konuyla ilgili IV. Mehmed’in şehzâdeleri II. Mustafa ve III. Ahmed için Sultan Selim Câminde düzenlenen ve 1675 tarihinde 14 Mayıs pazar günü başlayıp ve 29 Mayıs pazartesi günü son bulan sünnet şenliğinde yapılan mevlid merâsiminden bahsedilmektedir (Sevinçli, 2006:                                              381). Yine Osmanlı

döneminde maddi durumu iyi olan aileler sünnet olacak çocuklarını "Midilli" cinsi süslenmiş bir ata bindirir, davul zurna eşliğinde ve yer yer kasideler okunarak sokak sokak dolaştırırlardı. Sünnet törenlerinde mevlid okunması adettendi (Demirtaş, 2008: 362). Sünnet düğünlerinde mevlid okutma âdeti çok genel olmasa da maddi durumu iyi, dinî duyarlılığı olan aileler tarafından devam ettirilmektedir.

6-    Câmi vb. açılışlarda: Günümüzde bu âdet uygulanmamasına rağmen Osmanlı’da câmi, tekke, dergâh ve bazı yapıların açılışlarında mevlid okutulmasını görmekteyiz. Padişah hayratından Fatih civarında tamiratı tamamlanan Muabbir Hasan Efendi Dergâhı’nın açılış töreninde Mevlid-i Şerif okutulmuştur. (DABOA, ML. EEM. /626-51) Seyyid Mehmed Muhiddin'in açılışı Mevlid okunarak yapılacak olan Nasûhî Efendi Hankâhı'nın açılış merâsiminde bulunması için Dârussaâde Ağası Arif Paşa'ya gönderdiği davetiye (TSMA No: 3328/700) ve Cağaloğlu'nda bulunan Hoca Rüstem Câmi'nin açılış merâsiminde mevlid okutulacak mevlidin masrafı olan meblağın Hazine-i Hâssa Veznesi tarafından îtâsını gösterir belge vardır. (ML. EEM./226-7, R-06-02-1312) Rodos'un Aranita, Çayır ve Kalamine karyelerinde inşa olunan Hamidiye, Tîrimüjgan ve Ertuğrul isimli câmilerde mevlid okunarak Padişah'a duâcı olunduğuna dâir belgeler (DH. MKT./1098-7) konumuza dair birkaç belge hüviyetindedir. Fakat günümüzde bu âdete neredeyse rastlanmamaktadır.

7-    Mûtad zamanlarda ve sene-i devriyelerde: İslâm tarihinde özellikle Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumu münasebetiyle başlayan anma günleri, sonraki dönemlerde devlet adamları, bazı ilim adamları, Kerbelâ gibi önemli olaylar için sene-i devriyelerinde de sayıları artarak devam etmiştir. Mevlid, bu gibi olaylarda en çok icrâ edilen formlardan biri haline gelmiştir. Osmanlı döneminde de devlet adamlarının doğum ve ölümlerinin ardından veya bir yerde adet haline getirilmiş mevlid okutma geleneği devam etmiştir. Kâdirîhâne Dergâhı'nda mûtad vechile okutulan mevlid, (ML. EEM./671-36 R-29-02-1324) Filibe'de her sene okunan mevlid, (İ..DH.. / 693) Medine-i Münevvere civarında bulunan Hz. Hamza'nın makâmında her yıl okunması kararlaştırılan Mevlid-i Şerif (DH.MKT./1827-74) III. Ahmed'in kızı ve I. Abdülhamid'in kızkardeşi Ayşe Sultan'ın vefâtıyla Valide Sultan Türbesi'ndeki mezarında mevlid (HAT/1451-57) okunması sene-i devriyelerinde uzunca bir müddet devam etmiştir. Günümüzde bu âdet sadece Türkiye’de değil özellikle Balkanlarda ve Osmanlı’nın daha önce hüküm sürdüğü İslâm ülkelerinin birçok yerinde uygulanmaktadır.

8-    Şehitler için: İslâm tarihinde ilk defa Kerbelâ şehitleri için, özellikle Şîa tarafından muharrem aylarında düzenlenen anma törenleri ile başlamıştır. Kerbelâ Şehitleri için anma törenleri Osmanlı döneminde ilk önceleri muharrem ayında tekkelerde mersiyelerin de icrâ edildiği özel ayinler ile başlamış, sonrasında savaşlarda şehit olanlar için Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i icrâ edilmeye başlamıştır. Türk-İtalyan Savaşı şehidlerinin ruhlarına ithâf olunmak üzere, Hacı Mehmed Câmi'nde mevlid okunmuştur. (HR. SFR.04./627-102) Cumhuriyet döneminde de Çanakkale şehitleri için, Atatürk tarafından 1932 yılında Çanakkale’de, Şehit Mehmet Çavuş Âbidesi önünde birlerce kişinin katılımıyla mevlid okutulmuştur (Sarı, 2006: 321). Günümüzde de Çanakkale şehitleri için mevlid okutma âdeti halen devam etmektedir. Ayrıca 2016’da Fırat Kalkanı, 2018’de Zeytin Dalı harekâtı ve 2019’da Barış Pınarı Harekâtı’nda şehit ve gaziler için şehirlerdeki selâtin câmilerinde mevlid okutulmuştur.

9-    Hac ve Umreden dönenler için: Osmanlı döneminde padişahların hac veya umre vazifelerini siyâsî gerekçelerle yapmadıkları ya da çok istedikleri halde yapamadıkları bilinmektedir. Fakat Osmanlı tebâasında hac veya umre dönüşlerinde mevlid okutulduğu bilinmektedir. Örnek olarak Kızılcahamam ilçesinde bugün hala devam eden bu uygulamada hacı adayı yola çıkacağı gün, komşu köylerden uğurlamağa gelenler de dâhil olmak üzere akraba ve komşulara yemek verir. Köyden gelen konuklar fazla olursa, bunlar komşulara inerler, ama yemeklerini hacı adayı verir. Yemekten sonra câmide ilâhilerle birlikte mevlid okunur (Boratav, 1984: 193).

10-     Kadın toplantılarında: Bugün bu âdet bazı yörelerimizde halen devam etmektedir. Gerçi müzikal açıdan değerlendirildiğinde olması gereken mevlid icrâsından çok uzaktır. Osmanlı döneminde özellikle İstanbul’da bazı mahallelerde yalnız kız çocuklarının devam ettiği Galata’da Arap Câmi yakınındaki Hoca Hâfıza Ayşe Hanım Mektebi, Gedikpaşa civarında Sedefçiler’de bulunan Hoca Fatma Hanım Mektebi gibi mektepler de vardı. Bu mekteplere her yaşta kız çocuğu alınırdı. Bu kadın mekteplerinde Kur’ân-ı Kerîm okumasından başka, Envarü’l-Aşıkîn, Hulviyyât, Abmediyye, Muhammediyye, Dürr-i Tekta, Mızraklı İlm-i hâl kitapları okutulur. Usûl-i mûsikî ile de Mevlid-i Şerif, Kaside-i Bür’e, ilâhî ve Naat-ı Şerif-i Nebevî okumaları yapılırdı. Burada yetişen kızlar ya da kadınlar özellikle cuma günleri mevlid ve ilâhî okurlardı (Abdüaziz, 1995: 101).

Bu maddeler dışında mevlidin farklı nedenlerle gerek ulusal gerekse mahallî olarak okunduğu görülmektedir. Bunları kısaca yukarıdaki maddelerin devamı niteliğinde şu şekilde sıralayabiliriz:

11-      Sadece Bursa’da Mustafakemalpaşa’nın Bogazköy, Ocaklı, Çeltikçi ve Kosubogazı köylerinde hıdrellezde mevlid okutulduğu bilinmektedir. Adaklarda, askere uğurlama veya askerden terhis olup dönüşte, yağmur duasında mevlid okutulmaktadır (Efe, 2009: 16-18).

3.10.    Mevlid’in Sosyolojik Etkileri

“Toplumlar ortak yaşantılarını ve değerlerini normlarla kuvveden fiile çıkararak varlıklarını üyelerine kabul ettirmek isterler. Toplumda görünür olma hali, hâfıza oluşturan önemli günler, aylar, bayramlar, merâsimler, mûsikî ile mümkün olur.” (Özkul, 2010: 51). Bu konuda edebiyat metinleri o zamanki toplumun halini görünür kılan en önemli köşe taşlarıdır ve dönemindeki toplumun aynasıdır. Toplum hangi dili kullanıyorsa, sosyal ve kültürel yapısı ne ise onu yansıtır. Süleyman Çelebi’nin mevlidi de o dönemin dilini, dinî anlayışını, toplumun yapısını ve sıkıntılarını dile getiren ve o dönemi görünür kılan bir aynadır.

14. ve 15. yy., Anadolu coğrafyasında mevlid ve naat türlerinin teliflerinin yaygınlaştığı bir dönemdir. Darîrî, Âşık Paşa, Yunus, Hacı Bektâş-ı Velî gibi gönül adamlarının eserlerine bakıldığında bu minvalde ürünlerinin bulunduğu görülmektedir. Edebiyat ürünleri telif edildikleri dönemin sosyolojik ve psikolojik yapısının ve sorunlarının aynası ise Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’ni de telif edildiği dönemin aynası olarak görmek gerektir.

Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necâfı, siyâsî kargaşaların, heteredoks dinî akımların ve toplumda kırılmaların arttığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Dinî meseledeki en önemli sorun; ehl-i sünnet anlayışı ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  anlayışındaki bozulmalardır.

Daha önce açıklamaya çalıştığımız gibi; mevlid sadece dinî içeriğe sahip bir şiir değildir. Yaşandığı dönemdeki toplumsal yapıya bu kargaşadan nasıl çıkılacağına dâir âdetâ toplumsal bir reçete vardır. Dinî anlamda birlik sağlanamadığı takdirde siyâsî ve kültürel anlamda da birliktelik sağlanamayacağının ikazları vardır.

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin konusu, dönemindeki ehl-i sünnet ve Peygamber anlayışındaki sıkıntılardan dolayı Hz. Muhammed’dir (salla’llâhü aleyhi ve sellem) . Bu yüzden eserde Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğumunun ne kadar kutlu olduğundan, hadislerinden, dinî öğretilerinden pekiştireçlerle sürekli dem vurulması tabiidir. Müellifin asıl üzerinde durduğu konu ehl-i sünnet itikadında da yer alan Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  diğer Peygamberlerden üstün olduğu hususudur. Bu üstünlüğün Hz. Mûsâ’nın (a.s) Hz. Hârun’dan (a.s), Hz. İbrâhim’in (a.s) Hz. Lût’tan (a.s) üstün olması gibi bir üstünlüktür. Bunun böyle olduğu hadislerde de ifade edilmiştir: (Uludağ, 2007, s. 182) Ayrıca Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  şefâat konusu her bahrin ve faslın sonunda;

Ger dilersiz bulasız oddan necât

Işk ile derd ile aydun es-salât

beyitleriyle devamlı vurgulanmıştır.

Yukarıda anlatılanların kişide ve özellikle toplumda hayat bulması için bir dinamiğe ihtiyacı vardır ve bu dinamiğin kültürel bir süreklilik halini alması gerekir. Bu da ancak toplumlarda özellikle dinî öğretilerin kullanılmasıyla, birliktelik ruhuyla, İslâmî terimle ‘cemâat ruhuyla’ ve ibâdet anlayışıyla gerçekleşir. İslâm dîninde cemâatle ibâdet etme psikolojisi birlik ruhunu kazandırmak içindir.

Sosyal bilimler içinde ritüel tanımlarında dikkat çeken en belirgin nokta, ritüelin bir “sembol” olduğu ve “tekrarlanma” özelliğidir. Ritüelin sembol olması, onun geçmişte yaşanan bazı olayları, durumları veya belirli inançları ve düşünceleri hatırlatmasını, somutlaştırmasını, o âna âit ruh halini canlandırmasını, ânı yeniden yaşanır kılmasını belirtir (Akarpınar, 2006: 42). Bir nevî o ânı yeniden yaşama veya yeniden doğuş gibi bir durumdur. Böylelikle “...kişi mevlid törenlerine katılarak varlık olur. Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  varoluşuna, dönüşümüne ve yeniden doğuşuna bir anlamda şahit olur. Böylece yaşamın aşkınlığı deneyimini kazanır.” (İçli, 2013: 93). Bu yeniden doğuş; nefsinin isteklerinden ve günahlarından kurtuluş, tövbe, yaratıcısına yaranma, mânevî âleme yönelmedir. Bu, Bakara sûresindeki “... Doğrusu biz Allah’a (celle celâlühü) âitiz ve O’na döneceğiz” (Bakara, 2/156) ayetinin ve Mü’minûn suresindeki “Sonra da kıyamet gününde tekrar dirileceksiniz.” Mü’minûn, 34/16 âyetinin kişide varlık olması, dünyada iken hayat bulmasıdır. Özellikle bu yeniden doğuş ve aydınlanma, Nûr bahrinde Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğum ânının canlandırılmasıyla temsîlî olarak bir kez daha nûr ile aydınlanan bir dünyada, günahlarından arınmış Müslümanlar, mânen en temiz halleriyle birbirlerini selâmlamış olurlar ve aynı Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  öğretisine bağlı olduklarını belirtirler (Akarpınar, 2006: 55).

14. ve 15. Yüzyıllarda mevlid benzeri eserlerin teliflerinin çoğalmaya başlaması, devlet ve toplum nezninde karşılık bulması ile dinî tecrübeye dönüşmesi ve toplumun dinamiği olmaya başlaması çok da uzun sürmeyecektir. Süleyman Çelebi’den sonra mevlid yazımı o kadar hızlı olmuştur ki bugün Türkçe yazılmış kayıtlı kayıtsız 200’ün üzerinde müstakil mevlid bulunmaktadır. Sahâbenin, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  her hareketini ve sözünü örnek alıp hayatlarını şekillendirmelerine benzer bir şekilde Osmanlı toplumu da Peygamber odaklı düşünmeye ve yaşamaya başlamıştır. Osmanlılar sarayda, tekke ve medreselerde, câmilerde, toplum içinde "...çeşitli mevlid cemiyetlerini, Hz. Peygamber’i (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  anmaya vesile saymışlar, âdet haline getirmişler ve bu cemiyetlerin etrafında bir kültür oluşturmuşlardır.” (Çetinkaya, 2019: 23).

Mübarek gün ve gecelerde veya farklı nedenlerle yapılan mevlid merâsimlerinde Kur’ân-ı Kerîm kırâatleriyle, tefsirlerle, hadislerle, vaazlarla, mevlidhânlar tarafından okunan mevlidlerle ve mûsikînin de tesiriyle halkın dinî duyguları yüceltilerek din, kültür ve bilhassa ehl-i sünnet anlayışı pekiştirilmeye çalışılmıştır. Buna sebep en güzel vesîlelerden biri de mevliddir. Günümüzde yapılan mevlid merasimlerinde insanlar, mevlidin muhtevasından ve amacından bigâne olsalar bile ilâhî bir duyguyla kaplandıklarını, dinî anlamada ve yaşamada iştiyaklarının arttığını dile getirmektedirler.

Mevlidin “Balkan coğrafyasında Müslümanların varlık ve kimliklerinin korunmasında Dinî değerlerin, Türk kültür ve medeniyetinin önemi büyüktür.” (Koca, 2019: 163). Balkanların Osmanlı hâkimiyetinden çıkışından sonra Yugoslavya ve Bulgaristan’ın halk üzerinde komünizm ve asimilasyon politikaları artmış ve halka İslâm dînini unutturmaya başlamışlardır. Nuri Özcan ile yaptığımız mülakatta, Balkanlarda özellikle o dönemde mevlidin ne derecede etkili olduğunun kanıtını Balkanlardaki Müslümanlarla yaptığı sohbetten öğrendiğini söylemektedir. Özcan, oradaki Müslümanların: “Bizim dinî duygularımızın ayakta kalmasında en önemli etken mevliddir. Biz her şeyimizi mevlidde bulduk. Müslüman olduğumuzu unutmamanın tek sebebi mevliddir. Çünkü mevlidi namaz gibi bir ibadet olmadığını düşünerek yasaklamadılar.” dediklerini nakletmektedir (Özcan, 2017). Gerçi sonraki dönemlerde mevlidin halk üzerindeki dinî etkisini anlayan yönetim, evlerdeki mevlid okumalarına da yasaklama getirmiştir. Ama halk gizli gizli evlerde mevlid okumalarını yapmıştır. Yapılan tüm bu baskıların nedeni, mevlid geleneğine bağlı kalan azınlık Müslümanları yıpratmak ve zamanla İslâm’a olan inançlarını yok etmektir. Ancak idareciler bunu başaramamışlardır (Koca, 2019: 164). Bu konuda Tayyip Okiç: “Dinî mekteblerimizde de yıllık Mevlid merâsimi parlak bir şekilde yapılırdı. Böylece küçük yaştan itibaren, Süleyman Çelebi Mevlidi ve onun Boşnakça tercemesi ile ünsiyet kesb ettiğimiz gibi, Mevlide ve dolayısıyla Ulu Peygamberimize (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  olan sevgimiz arttı.” demektedir (Okiç, 1975: 17).

Mevlidin sosyal yaşam içindeki etkilerinden biri de mevlid vakıflarıdır. Osmanlı döneminde Padişahlar başta olmak üzere pek çok devlet adamlarının veya hayırseverlerin kurduğu vakıflar, toplumda yardımlaşmayı ve dayanışmayı sağlayan yegâne kuruluşlardır. Bu vakıfların içinde sadece belirli gün ve zamanlarda okunması için masrafları karşılayanlar olduğu gibi, sosyal yardımlaşma haricinde mevlid giderlerini karşalayanlar da vardır. Padişah III. Ahmed'in kızı ve I. Abdülhamid'in kızkardeşi Ayşe Sultan'ın vefâtıyla Valide Sultan Türbesi'ndeki mezarında mevlid ve cüz okunmak için Beypazarı'ndaki çiftliğinin vakıf haline getirilmesi Mevlid Vakıflarının ilk örneklerini teşkil etmektedir. (HAT/1451-57) Balkanların fethinden hemen sonra “...Saray-Bosna'daki Gazi Husrev Bey Câminin 938/1531 tarihli vakfiyesinde, mevlid için yılda 300 dirhem miktarında bir tahsisatın ayrıldığı görülmektedir.” (Okiç, 1976: 36-37). Osmanlı döneminde devlet nezdinde ilk mevlid kutlamalarının 1588’de başladığına ve Saray-Bosna'da kurulan bu vakfın 1531’de kurulduğuna göre bu tarih, halk arasında mevlidin daha önceleri de kutlandığının kanıtıdır.

Ayrıca bu vakıfları kuran kişiler vakıf gelirlerinin bir kısmıyla mevlid okunmasını şart koşmuştur. Şeyhülislâm Hoca Saadeddin Efendi 1568 yılında vakfettiği evinin kirasından hâsıl olan gelirin bir kısmıyla mevlid kandilinde yemek pişirilip fakirlere yardımı ve mevlid okunmasını şart koşmuştur. Sadece Bursa’da kuruluş amacı mevlid okutmak olan ve amacında mevlid okutmanın yanında başka gayeler de bulunan 43 adet vakıf bulunmaktadır (Karataş, 2007: 36-41).

Mevlid merasimlerinin veya mevlid okutma anlayışı ve uygulamasının önemli miraslarından biri de toplum içinde dayanışma, yardımlaşma ve hediyeleşmedir. Halk arasında sünnet, doğum, ölüm veya farklı vesilelerle okunan mevlidlerde komşu, akraba ve dostların dayanışmaları ve yardımlaşmaları görülmektedir. Eğer mevlid evde okunacaksa komşu ve akrabalarla birlikte ev temizlenir, yemekler, mevlid şekeri, gülsuyu, şerbet gibi ikramlar ve mevlidhânlara verilecek ihsanlar hazırlanır. Mevlid esnasında ve sonrasında yapılan duâlarda Allah’ın (celle celâlühü) rızâsı umulur, okunan Kur’ân-ı Kerîm ve mevlidden hâsıl olan sevâbı evvel Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) , diğer peygamberlerin, sahâbelerin, mevlid sahibi ve ahirete göçmüş geçmişlerinin, merâsime katılanların cümle geçmiş ervâhın ruhuna tevdi edilir.

Günümüzde rastlamadığımız bir âdet ise evlenecek çiftlerin çeyizlerine konan mevlid çeyizleridir. Mevlid-i şerif okunurken buhur yakmak için şamdanlıklar, gümüş buhurdanlıklar, kâseler ve şerbet güğümleri geçmiş Osmanlı kültüründe görülmektedir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar