ŞİİR VE FELSEFE BAĞLAMINDA CAHİT KOYTAK ŞİİRİ
Hazırlayan:
Ekrem GÜZEL
İlk şiiri 1970
yılında, Diriliş dergisinde, yayımlanan Cahit Koytak, günümüzde de şiir
yayımlamaya devam eden çağdaş bir şairdir. İlk şiir denemelerinden (1970-1971)
sonra 1984 kadar şiir yayınlamayan şair, bu tarihten sonra giderek artan bir
şekilde şiir neşreder. Döneminin hatırı sayılır edebî dergilerinde boy gösteren
Koytak, daha sonra bunu gazete ve internet sitelerine taşır. Bu dergi, gazete
ve sitelerden bazıları şunlardır: Hece, Kitaplık, Dergâh, Defter, Türk
Edebiyatı; Taraf Gazetesi; Serbestiyet. Koytak, yaşlandıkça daha da üretken
bir şair profili çizer. Özellikle, 2000 yılından sonra, yani 50 yaşından
itibaren şairin en üretken devrine girdiği söylenebilir. Şairin, en azından, bugüne
kadar dergilerde neşrettiği ve kitaplarına koyduğu şiirler ölçü alınırsa
böylesi bir yargıya varılabilir. Şairin, bu geç gelen üretkenliği sonuna kadar
kullanmak için, zamanının çoğunu şiire harcadığını metinlerindeki biyografik
anekdotlarda bulmak mümkündür. Koytak’ın bu geç-dönem veludiyeti, onu çağdaşı
sayılabilecek şairlerden farklı bir yere koyar. Sezai Karakoç ve İsmet Özel
gibi çağdaşları neredeyse şiir üretmeye son vermişken, Koytak, büyük bir
atılımla art arda şiirler yazar. Sezai Karakoç, çok uzun zamandan beri şiir
yazmamaktadır; İsmet Özel de giderek azalan şiir üretimini 2013 yılında
noktaladığını ilan eder. Koytak’ın çağdaşı diğer şairlere göz atılırsa, benzer
bir durum ortaya çıkar. Bu geç-dönem veludiyeti bakımından Koytak, bir anlamda
Goethe-gil bir şairdir. Yazdığı metinlerdeki biyografik fragmanlarda da şair,
son anına kadar şiir üretiminde bulunma arzusunu dile getirir.
Koytak,
1970-71 yıllarında Diriliş dergisinde yayımlanan 5 şiirden sonra, süreli
yayınlarda 1984’e kadar şiir neşretmez. 1980’li yıllarda da, her ne kadar
1970’li yıllara göre fazla olsa da, pek şiir yayımlamaz. 1984’ten sonra,
giderek artan bir biçimde, Koytak’ın şiirleri yayımlanır. Şairin edebiyat
dergilerinde,1990’lı yıllarda artan şiir neşriyatı, 2000’li yıllarla daha da
artar. 2010 yılından itibaren Taraf Gazetesi"nde şiir neşretmeye
başlamasıyla zirve yapar. 2010-2013 yılları arasında Taraftaki şiir
süreci, aynı zamanda şairin en fazla şiir üretip neşrettiği zaman dilimidir.
İlk şiir kitabı olan ilk Atlas" ı 1991’de yayımlatan şair, aynı
kitabı tekrar 2011’de yayımlar. Bu tarihten sonra şairin metinlerinin dergi ve
gazetelerde daha sık göründüğüne ve kitaplaştırıldığına şahit oluruz. [16]
Koytak şiiri,
estetik bir kaygıyla kurulduğu için, ideolojik ve harici unsurlarla pek
şekillenmez. Her ne kadar çevresini şiire konu edinse de, şiirini birincil
derecede çevresi belirlemez. Şairin olgunluk dönemlerinde şiire başlaması
bilinçli ve sürdürülebilir bir şiir anlayışı benimsediği ve bunu da sonuna
kadar ilerletmeyi düşündüğünü gösterir. Bundan dolayı, ilk şiirleriyle son
şiirleri arasında bir ayrım yapmak oldukça zordur. Nitekim, kitaplarına giren
metinler, farklı periyotlarda yazılmış şiirlerdir. 2014 yılında çıkan son şiir
kitabı Dudaktan Kalbe Şarkılarda, 1994-1995 yıllarında yazılmış metinler
de, 2009 yılında yazılmışlar da vardır. Bu bağlamda, şair, uzun yıllar geçse de
aynı kitaba koymak üzere tasarladığı şiirleri bir araya getirir. Dolayısıyla,
daima bir bütüne yönelik şiir üretir. Henüz tamamlanmamış dahi olsa, Koytak
metinleri, bir külliyat hüviyetindedir. Zira, şairin metinleri sadece
eserlerinin toplamı bakımından değil, fakat şiirini üzerine kurduğu yapı
bakımından da bir bütünlük, külliyat özelliği gösterir. Sürekli belli eksenler
etrafında inşa edilip çatılan metinler olmaları dolayısıyla, Koytak şiirinin
hâlihazırdaki yekûnu bile bir külliyat özelliği taşır. Külliyat,
parçaları/cüzleriyle, bir külle/bütüne ulaşmaya yönelik bir uğraşının
somutlaşmış hâli gibidir. Nitekim, şairin kendisi de, “Yazdığım her şeyin bir
bütünün parçası olduğunu düşünüyorum. Onu hissederek yazıyorum. Büyük bir
define haritasının kayıp parçalarını keşfedercesine, her yazdığım şey o bütünün
dolmayı bekleyen bir parçası gibi doğuyor bende. ” sözlerini serdederek
şiirindeki bütüne, külliyata, ulaşmaya dair öze göndermede bulunur.[17] Şair, Şiir ve Metafizik
başlıklı uzun şiirinin XX. bölümünde;
“bütün
zamanların
en büyük ve
sahici şiirleri,
Homer’inkiler,
Rumî’ninkiler,
Tagor’unkiler...
hepsi bir
tek büyük şiirin,
büyük
ezginin
3
kayıp
parçaları mı yoksa
diye sorarak
hem sahici ve büyük şiirlerin büyük bir şiirin parçaları olduğunu yazar, hem de
kendi külliyatının fikrî temellerini gösteren ipuçları verir. Şair metinlerini
bir bütünü, yekûnu hedefleyerek kurmuş izlenimi verdiğinden dolayı, bu çalışmada
da zaman zaman “Koytak külliyatı” ifadesi kullanılacaktır.
Koytak ilk
şiir kitabı olan îlk Atlas'tan (1991) sonra, uzun süre kitap neşretmez,
hatta 2011 yılına kadar îlk Atlas'ın ikinci basımını bile yapmaz. Şairin
tekrar kitap yayımlamaya başlaması, 2010 yılına denk düşer. 2009 yılında Gazze
Risalesi çıkar, fakat müstakil bir şiirden oluşan bu risalenin yayın sebebi
farklıdır. İsrail’in Gazze’ye saldırısı dolayısıyla, yazılıp yayımlanır.[18] [19]
2010 yılında itibaren, şairin şiir kitapları, ardı ardına yayımlanmaya başlar.
Büyük ve hacimli ciltler hâlinde çıkan kitaplar, şairin daha önce dergilerde
yayımlattığı şiirlerin büyük bir kısmını da ihtiva eder. Şiirlerin birçoğu daha
önce tasarlanan kitaplara konulmak üzere üretilen taslak ve metinlerdir. Bu şiirler,
birtakım değişikliklerle ya da olduğu gibi şiir kitaplarına alınarak kitabın
sıra-düzenine göre yerleştirilir. Koytak’ın, 2015 yılına kadar, bir külliyat
teşkil edecek biçimde Timaş Yayınlarından yayımlattığı eserleri
sırasıyla şunlardır: îlk Atlas (1990-2011), Yoksulların ve Şairlerin
Kitabı I-II-III, (2010), Yeni Başlayanlar îçin Metafizik (2011), Cazın
Irmakları (2012), Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat (2013), Dudakta
Bekletilen Şarkılar (2014). Koytak, hâlihazırda şiir yazmakta ve kitap
projeleri tasarlamaktadır. Bu bakımdan üretim hâlinde olan bir şairdir.
Koytak,
muhafazakâr ve İslâmî bir çevrede yetişmiştir. Şiir hayatının başlangıcında, bu
çevreden, bu çevrenin edebiyat muhitinden daha fazla etkilenmiş izlenimi verir.
Özellikle, şiir söyleyiş biçimi bakımından Sezai Karakoç’un etkisinden söz
edilebilir. Koytak’ın erken dönem metinlerinde, bilhassa îlk Atlas’taki
şiirlerde Karakoç etkisi daha belirgindir. Bu çevre ve yetişme tarzı haricinde
şairi, herhangi bir şiir hareketi ya da edebî topluk içinde gösteremeyiz.
Şiirleri İslamcı, muhafazakâr çevrelerin dergilerinde daha fazla yayımlanır.
Fakat yine de farklı çevrelerden dergilerde de görülür. Zaten İkinci Yeni'den
sonra, özellikle de 12 Eylül sonrası giderek apolitikleşen bir toplum hâline
gelen Türkiye’de, edebî topluk ve hareketlerden söz edilmez olur. Her ne kadar
İslamcı, sağcı ve sol gibi kültürel ve edebî çevreler olsa da bu çevrelerin
organik bir bütünlük hâlinde şiir ürettikleri pek söylenemez. Bu ideolojilere
sıkı sıkıya bağlı bir biçimde üretilen eserlerin estetik ve sahih oldukları da
şüphelidir. Sahih eserler, bu dönemde, genelde bireysel ürünler olarak ortaya
çıkar. Burada şiir hareketleri hiç olmamıştır demekten ziyade, şiir
topluluklarının şiir çevrelerini belirlediği kuvvete sahip olmadıklarını
söylemek istiyoruz. Başlangıç ilkelerinden yola çıkan manifestolar yayımlayan
topluluk ve şiir hareketlerinden ziyade bireysel olarak üretim yapan şairlerin
varlığı edebî çevreleri oluşturur. Mesela, her ne kadar bazıları bir dönem
edebî ya da siyasî bazı oluşumları içinde olsalar dahi İsmet Özel, Sezai
Karakoç, Hilmi Yavuz gibi şairler kendi şahsî şiirlerini kurmuş ve
muakkiplerini oluşturmuşlardır. 1980 sonrası, günümüze kadar, dünya
edebiyatlarına paralel biçimde, Türkiye’de de bireysel edebî üretimin
paradigmatik hâle geldiği bir zaman dilimini imler. Günümüzün temel paradigması
bütün alanlarda özgün ve bireysel olma çabasıdır. Dolayısıyla hâkim edebî
hareket, bireysel bir edebiyat ve şiir üretmektir. Bu bağlamda, Koytak şiiri de
kendi köklerini bulmaya yönelik bireysel bir şiirdir; bu anlamda döneminin bireysel
şiir hareketine paraleldir gibi bir yorum geliştirmek mümkün görünmektedir.
Günümüzde topluluklar dönemi neredeyse biter, her ne kadar çeşitli dergiler
etrafında toparlanmalar olsa da, daha ziyade bir tür bireyselleşme meydana
gelir. Koytak da, böylesi bir edebiyat ortamında, kendi poetik sferini kurmaya
çalışır ve bunda başarılı da olur.
Koytak şiiri,
bir bakıma terkip şiirdir; fakat pasif bir araya getirme anlamında terkip
değildir. Beslendiği kaynakları şiir olarak inşa etmek isteyen bir çabanın
sonucu olarak ortaya çıkan bir girişim anlamında terkip şiiridir. Bu bakımdan,
onun şiirinde postmodern bir taraf vardır. Zira postmodernler etkilenme
endişesi yaşamazlar, yazılıp söylenen şeylerin nihayet bir başka kaynağa
dayandığını ve orijinallik çabasının nafile oluğuna inanırlar. Koytak,
postmodern bir söylem kullanmasa dahi, şiirinin geniş bir kültürel art alana
(backround) dayandığını gizlemez. Hem söyleşilerinde hem de yazdığı metinlerde
şairin geniş bir kültürel coğrafya ve art alana sahip olduğu açıkça görülür. Bu
kültürel uzayda, Doğu, Batı, Çin ve Hint’ten izler vardır. Koytak, okuru
sanatın uzayına taşıdığı kültürel fragmanlarla yüz yüze bırakır. Koytak
külliyatını din, sanat, bilim, felsefe, mitoloji gibi birçok alandan tarihî
fragmanların yer aldığı metinlerle inşa eder; onda Batılı ve Doğulu önemli
figürler, özellikle de sanatçı ve filozoflar/düşünürler, ikame ettirir. Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı I-II-III, neredeyse tamamen düşünür ve
sanatçı-figürlere hasredilmiştir. Pre-Sokratik filozoflardan tutun da Eski Çin
ve Hint medeniyetine kadar şairlere, filozoflara, bilgelere rastlamak
mümkündür. Batı ve Modern Türk şiirinin önemli şairlerinin yanı sıra daha
birçok filozof, ressam, müzisyen, sinemacı figür Koytak külliyatında mukimdir.
Sanat dünyasını ihata eden geniş bir tablo ortaya çıkar. Bir anlamda, Koytak
külliyatı, dünya edebiyatından izdüşümlerin yer aldığı bir sanat ve şiir uzamı
gibidir. Burada, Homer, Mevlana, Tolstoy ve Tao aynı düzlemdedirler. Bütün
sanatların önemli figürleri, külliyatta mukimdirler, daha doğrusu “şairane
mukim”dirler. Çünkü, şair olsun olmasın, nerdeyse bütün figürler, bir
şair-figürmüş gibi yeniden kurgulanır; bir tür homopoeticus olarak ikame
edilirler. Yoksulların ve Şairlerin Kitabı Ede, Promethus ve Oidipus
gibi mitolojik kahramanlar, şair promethus ve şair oidipus
olarak, imparator Neron da şair neron olarak kurgulanır. Buna benzer
birçok tarihî figür ve fragmana şiirsel bir zeminde, poetik bir düşünce ve
kurgu bağlamında yer verilir.
Koytak
şiirinde, sivil tarihî bir taraf, şiirin sivil tarihine katılan bir geçmiş
vardır. Gerçek durum ve olaylar, şiirin dolayımına alınarak yeni bir poetik
tarih-yazımına da girişilir. Söz gelimi, ilk Atlas ’ta Kısa Abbasi
Tarihi başlıklı şiir, Cemal Süreya’nın meşhur Kısa Türkiye Tarihi
şiirinin başlığını çağrıştırır.[20] İkinci Yeni şiirinde,
özellikle Ece Ayhan, Cemal Süreya, Edip Cansever ve Turgut Uyar gibi şairler
sivil şiir kavramıyla bazı tarihî fragmanları poetik bir düzlemde sivil bir
tarih okuması biçiminde ele alırlar. Bu, Koytak’ın birçok metni için de söz
konusu edilebilir. Ancak, Koytak’ın İkinci Yeni’de olduğu gibi,
sistematik bir biçimde sistem karşıtı bir şiir yazdığını söylemek pek de mümkün
görünmez. Bu anlamda, Koytak şiiri, birçok reel, tarihî durum üzerine
katlanarak kendi tarih sferini de kurar.
Koytak şiiri,
başlangıçta daha fazla dinî ve geleneksel unsurlarla kurulurken, giderek daha
çok sanatsal öğelerle kurulan bir zemin hâline gelir. Fakat, yine de, Koytak
şiirinde dinî, özellikle İslâmî doğa hiçbir zaman silinmez, ancak dönüşüme
uğrar. İlk Atlas'tan sonra çıkan kitaplardaki şiirlerde, klasik İslâmî
ve geleneksel, dinî ve toplumsal kabullerin şiirde dönüştüğüne şahit oluruz.
Mesela, insanla söz arasında kurulan ontolojik yakınlıkla, her ne kadar mecazî
de olsa klasik kul (abd) kabulü üzerinde oynanır. Şiir, bir Tanrı yaratması
olarak, Kur’an-ı Kerim’deki açık ayetlere rağmen, bir kulluk etme
alameti olarak sunulur. Şairlerin Tanrısı başlıklı şiirde, şu dizeler
yazılır:
“iki ayağı
üzerinde dursun, dedi,
düşünsün,
konuşsun,
rüya görsün
ve şiirler
yaratsın”[21]
Şiir yazmak,
bu anlamda, bir tür kulluktur. Dinle böylesi bir ilişki içine girmesi, şairin,
poetik bir düzlemin kendine verdiği serbestiyet içerisinde dini yeniden ikame
etmesi anlamını taşır. Dinî anlamda, Koytak şiiri İsevî bir karakter de taşır.
Bilhassa İsa figürüne, İncil ve Tevrat’tan kıssa ve pasajlara rastlamak
mümkündür. Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I’de, caius’un ‘yeni incil’ için
kuramsal taslakları ve caius’un ‘yeni incil’ için kuramsal notları
başlıklı şiirleri, şairin incel'e külliyatında ne kadar yer verdiğini
gösterir.[22] Koytak, şiirleri hakkında
konuşmaması ve sessizliği benimsemesi bakımından “İsa-meşrep” bir insan ve şair
izlenimi de uyandırır. Koytak şiirinde, sahip olduğu dinî dokuya rağmen,
gelenekleşmiş bir İslâmî alımlama, kabul söz konusu değildir. İlahî dinlerin
özünde olan temel ilkeler ve tahrif edilmemiş taraflar, Koytak şiirinin dinî
sferinde temel-koyucu dinî öğelerdir.
Koytak
külliyatında tarihî, dinî tema ve fragmanların çok olması; onda aktüel
konuların, gündelik hayattan yansımaların olmadığı anlamına gelmez. Aksine,
Koytak şiirinin bir yanı, aktüel olaylar ve bu olaylarla kurulan ilişki
biçimiyle teşekkül eder. Şair, hem kendi hayatından anekdotları, hem de önemli
olayları poetik bir zemine taşır. Söz gelimi, sadece bir örnek olarak, birçok
şiir kitabında bulunan Şair Bugünden Geçiyor başlıklı şiirler dahi
şiirdeki aktüaliteyi imlemesi bakımından kâfidir. Şair, kendi gündelik
hayatından anı niteliğinde anekdotları serpiştirdiği metinler yazar.
Homopoeticus başlıklı şiirde, “Ben ki,
kimya okumuştum,/Pekâlâ, bellekteki ya da vicdandaki/Lekeleri çıkaran/Bir sabun
formülü icat edebilirdim!” dizeleriyle kendi hayatından fragmanları şiire
taşır.
Bilhassa Taraf
Gazetesfne yazdığı şiirlerde, ülke gündemi ve dünyayı ilgilendiren önemli
olaylara yer verir. Memurun Ölümü şiirinde, 90’lı yıllarda, zor bir
hayat içinde ölen memurların trajedisini ele alırken; Hrant Dink’in öldürülmesi
üzerine yazdığı Hepimiz Hrant'ız bence ne demektir? ile Uludere olayı
için yazdığı Uludere, Uludere başlıklı şiirler şairin tanık olduğu
olayları, şiirsel bir düzleme taşımasına örnektir. Bu tarz şiirler, şairin hem
zamanına kulak kesilmesini hem de temel hak ve hürriyetlerine önem veren bir
özgür şiir kurmaya yönelik çabasını gösterir. Koytak şiiri, bu bağlamda, farklı
din, dil ve ırkların bulunduğu bir zemin olarak demokratik ve hümanist bir
karakter taşır.[23] Bu, her ne kadar, sanat
üzerine oturan, estetik bir şiir olsa da, Koytak külliyatında ideolojik olmayan
toplumsal bir taraf olduğunu gösterir. Bu, Dilthey’ın şairin yaratıcı tahayyülü
bir boşluktan doğmaz; şiir, hayatın temsili ve ifadesidir sözlerine paralel bir
durumdur.
Koytak
kendisini de, bizatihi inşa ettiği şiirine dâhil eder; yapıp ettikleri ve
deneyimledikleriyle, bizzat şiirle varolmaya çabalar. Şair, kendisini
hem yaşadığı aktüel hayatla, hem de yarattığı bir poetik-figür olarak kendi
şiirine koyar. Günlük hayattan birçok olay ve hadise, bazen doğrudan doğruya
müstakil bir şiir olarak, bazen de fragmanlar hâlinde şiirlere serpiştirilerek
metinleştirilir.[24] Daha da önemlisi, Koytak
kendisini, temsil eden “Şair Caius” diye bir Bizanslı karakter yaratır. Bu
karakter, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I’de, Bizanslı Şairler
başlıklı bölümdeki kahramanlardan biridir. Şair Caius, Cahit isminden üretilen
kurmaca bir kişilik, Romalı bir ortaçağ figürüdür. Kendisini de, metinlerinde,
bir anlamda şairine mukim kılan Koytak, dolayısıyla, külliyatında homopoeticus
olarak yer alır.[25] Bu bağlamda şair, kendisini,
hem reel hem de kurcama olarak, bizzat metne koyar.
Koytak
şiirinde, sinematografik bir yapı da mevcuttur. Reel unsurlar, fragmanlar
halinde metne konur. Oldukça kurmaca ve hatta fantastik sayılabilecek şiirlerde
dahi, gerçek hayattan kopup gelen bir fragman bulmak mümkündür. Bu fragmental
yapı, şiiri daha da etkili kılar. Uzun yıllar sinemayla uğraşan şairin,
şiirine, fragmental sahneleri taşıması, bu tecrübesini güçlendirir. Tiyatronun
ve tiyatral unsurların, şairin külliyatında şiir-kurucu öğelerden olduğunu
eklemek gerekir. Hem şiirdeki oyun vurgusu, hem de tiyatro ve sahne kavramının
sürgit tekrarlanması Koytak şiirinin dokusunu meydana getirir.
Koytak
külliyatının kurucu öğelerinden bir diğeriyse önermesel, söylemsel ve
aforizmatik bir söylem tarzıdır. Doğasındaki hikmetli ve felsefî doku, onu
ister istemez, önermesel ve aforizmatik kılmaktadır. Sahip olduğu epistemolojik
karakter, şiiri, bir söylem alanına da çevirir. Elbette, belli bir düşünce ve
ideolojinin emrine verilen söylem anlamında değil, daha çok şiirin bir söylem
biçimi olarak kendini sunması bakımından bir söylemdir söz konusu olan. Bu tarz
bir söylem biçimi de, şiirin bir bilgelik alanı olarak kendini açığa
çıkarmasına hizmet eder. Külliyatta, anlamın teksif edildiği bir söylem alanı
olarak aforizmatik ve önermesel dizelere sıkça rastlanır. Bu tarz bir
şiir-yazımı, şairin bütün kitaplarında mevcuttur. Yeni Başlayanlar için
Metafizikte, “Bilgi, sevdiğini ölü ister.” gibi bir dize doğrudan doğruya
bilginin varlıkla kurduğu ilgi üzerinden inşa edilen felsefî/poetik bir söylemi
içerir. Dudakta Bekletilen Şarkılarda, Dipnotlar başlıklı metinde,
“İnsan
zihninde kozmosa açılan yırtık
Ya da
yarık da dehadır, efendimiz.”
dizeleriyle
dehaya bir tanımlama ve çerçeve sunulur.[26]
Yine, ölüm üzerine yazılan, “İnsanın ölüsü, iki metreküp/mezara sığar
da,/insanın ölüm endişesi/koca kâinata sığmaz.” dizelerinde olduğu gibi,
ölüm ve ölüm endişesinin aforizmatik ve öz bir biçimde, hikmetli bir söylem barındırırcasına,
nazarıitibara sunulduğunu görmek mümkündür.[27]
Şiirin böyle kurulması, Nietzsche-gil bir felsefe tarzını da hatırlatır. Bu
tarz metinler, şiir ve felsefenin olabildiğince yakınlaştığı, iç içe geçtiği;
felsefî/poetik söylemler içeren aforizmatik ve poetik bir dokuya sahip
düzlemler olarak belirirler.
Koytak
şiirinin, kurucu özelliklerinden biri de öykülemeci anlatım biçimidir. Bu
tarzın baskın olduğu metinler, şiirle nesrin yakınlaştığı alanlar olurlar.
Halil Cibran ve Tagore çevirmeni olan şairin, bu iki figürün poetik ve
öykülemeci tarzına benzer bir tutum benimsemiş olduğu da görülür. Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı IIPte, Tolstoy’un Portresi başlıklı şiir,
öykülemeci anlatıma iyi bir örnektir. Şairin geç-dönem metinlerinde,
erken-dönem metinlerine göre daha fazla öykülemeci bir anlatıma yer verdiği
söylenebilir. İlk metinleriyle son metinleri mukayese edildiğinde, Koytak’ın,
geç-dönem metinlerinde daha poetik-düzyazısal bir hava içerisinde olduğu
görülebilir. Nitekim, Cazın Irmakları isimli kitapta, bir bakıma, jazz
müziğinin tarihi ve niteliklerini anlatmaya girişmesi ve Dudakta Bekletilen
Şarkılar isimli kitabının şiir/roman olarak kurgulanıp tasarlanması şairin
geç-dönem metinlerinin nesre yakın düşen doğasını imler. Bu da, şairin, ki neredeyse
hiç nesirle yazmamıştır, şiirsel söylem biçiminden vazgeçemediğini gösterir.
Şiir kitaplarında manzume şeklinde yazılan mektup, günlük ve anı tarzında
metinler de vardır. Bu şiirsel söylem ve poetik düzlemden vazgeçememe, şairi
düzyazısal olanı dahi poetik ifade biçimiyle bir araya getirmeye itmiş gibidir.
Ancak, Koytak’ın ilk metinleriyle son metinleri arasında çok bariz bir farkın
olduğunu söylemek, fazla iddialı bir yargı olur. Şairin önemli bir özelliği de,
şiirindeki bu en başından beri oturmuş üsluptur. Koytak’ın şiirinde öykülemeci
bir üslup kullanması, elbette sadece Tagor ve Cibran etkisiyle izah edilemez.
Koytak’ın Mevlana, Homerus, Dante gibi öykülemeci ve hikmetli anlatımı seven
şairlere özel bir ilgi duyduğu ve bu tarzı benimsediği de, şiirlerine bakılarak
söylenebilir. Özellikle, şiirin zengin bir kültürel coğrafya üzerine oturması
ve tahkiyeli söyleyiş biçimi bakımında Sezai Karakoç’un tesirinden söz etmek
mümkündür. Ancak, Koytak, Karakoç şiirinin art alanını oluşturan Doğu ve
bilhassa İslâmî art alanı -Batı sanat, fikir ve kültürel mirasından
faydalanarak- sanat üzerinden daha evrensel kılar. Böylelikle, şiirini yapan,
zengin art alan da kurar. Koytak şiirinde, nesre yakın duran bir tazın olması;
bir bakıma, türler-arası mesafenin kaybolmasına ve edebî metinlerin bir anlatı
durumu kazanmasına benzer bir durumu da çağrıştırır. Postmodern yazarların
türler arası ayrımı kaldırıp, eserlerini bir anlatı olarak ikame etmeleri gibi,
Koytak da, özellikle son dönem metinlerini poetik-düzyazısal bir düzlemde
kurmuş izlenimi verir. Şairin Tagore ve Cibran tercümelerinin de, geç-dönemlere
tesadüf etmesi, şiir-nesir arası ayrımın azalmasını daha da manidar kılar.
Koytak
külliyatındaki öykülemeci anlatım, ondaki, arka planın sarih bir biçimde
görülmesine imkân verir. Epistemolojik ve didaktik bir karakter barındıran bu
şiirde, metni anlayacak asgarî kültüre sahip olunduğu takdirde, şiirin üstüne
oturduğu katmanlar rahatlıkla görülür. Bu anlamda da, Koytak şiiri, kapalı bir
şiir değildir. Ancak, okurun bu şiiri okuyup anlam üretmesi için, geniş bir
kültüre -dinî, tarihî, mitolojik özellikle de edebî ve sanatsal bir art alan
bilgi ve kültüre- sahip olması gerekir. Aksi takdirde, şiirin, mütemadiyen
telmih ve atıfta bulunulan doğasına katılmak ve kastının ne olduğunu tanıklık
edebilecek kaynaklara ulaşmak pek mümkün olmaz. Bu anlamda, Koytak külliyatı,
zengin bir metinlerarası (intertextual) düzlemdir. Bir metinlerarası düzlem
olarak kurulan bu sferde, sürgit dünya edebiyatına, sanat dünyasındaki metin ve
figürlere göndermeler mevcuttur. Bu göndermelerin kurduğu anlam haritasında,
okur, bir yol tayin eder, bir anlam biçer. Metinlerarasılık (intertextuality)
da, yine, postmodern metinlerin temel metot ve özelliklerindendir.
Koytak
şiirinin çok zengin bir metinlerarası düzlem olarak inşa edilmesi, ondaki,
postmodern edebiyata yakın düşen özelliklerden biridir.
Koytak
külliyatı, bir metinlerarası uzamda, oyuncuların yine bizzat sanatçılar olduğu
bir oyun alanı olarak kurulur. Şaire göre, Oyuncakçı Dükkânı, kâinat
dahi bir “muazzam oyuncakçı dükkânı”dır.[28]
Sanatın sonsuz uzayında, sanatçılar, özgür deneyim ve muhayyileyle bir oyun ve
yaratım içindedirler. Bu oyun sahasında, bütün sanatçılar, oyuncu-figürler
olarak aynı zemin üzerindedirler. Tarihin önemli ve büyük figürleri,
sanatçılar, filozoflar bu oyun alanında şairane mukimlerdir. Homeros,
Dante, Michelangelo, Pieter Bruegel, Tolstoy, Shakespeare, Dante, Kafka,
Derrida, Wittgenstein, Mevlana, Cahit Zarifoğlu, Necip Fazıl, Sezai Karakoç,
Ece Ayhan gibi sanatçı-figürler ve daha birçok ressam, sinemacı, mimar, vs. bu
oyun alanındadırlar. Poetik-figürlerin daha fazla yer aldığı bir düzlem olarak
inşa edilen külliyatta, bilhassa şiirsel söylemin önemli mimarlarına yer
verilir. Bu bakımdan da, bu poetik düzlemde, bir tür şiir tarihi söz konusudur.
Sanatın ve şiirin temel sacayaklarını oluşturan bu önemli figürler, bir oyun
alanı olarak, Koytak külliyatında birer oyuncu-figür hâlinde mevcutturlar,
birer oyun-kurucudurlar. Elbette, oyun Schillerci anlamda yaratmayı gösteren en
özgür, amaçsız irade ve tecrübe biçimini imler. Oyun alanı, güzel ve hakikatin
birbirine katıldığı ve deneyimlendiği bir uzam olarak inşa edilir.
Koytak şiiri,
lirik bir şiir değildir; dolayısıyla, Türkiye’de pek görülmeyen, alışılmadık
bir şiirdir. Roni Margulies, Koytak şiirindeki farklı doğayı belirten “bu şiir
Türkiye’de tutmaz” ifadesini kullanmıştır. Ortalama bir okur, şiirde, ilham ve
duygu yoğunluğu görmeye alışıktır. Koytak şiirinde, ilhamın yoğun olduğu
şiirler pek görülmez. Koytak şiiri, Antik Yunan’daki biçimiyle (poiesis)
kurulan yapılan bir şiirdir ve bir yapma/kurma açığa çıkarma içerir. Şairin
yoğun çalışmaları eseri meydana geldiği anlaşılan şiirlerde, şiirin kurucu
öğeleri tahayyül, his, şuur ve kurgudur. Nitekim şair, bir caius’un ‘yeni
incil’ için kuramsal taslakları IV başlıklı şiirde, “Şair olarak
doğmadım,/ Şiirin içine doğdum belki,” dizeleriyle şiirin doğuştan verilen
bir ihsan olmadığını; fakat, daha çok, çalışma sonucunda insandaki potansiyelin
açığa çıkması olduğuna göndermede bulunur.[29]
Koytak şiiri, bu anlamda, bir bilincin şiiridir. Şiiri, hayal, rüya ve ilhamla
bağdaştıran kuram ve yakıştırmaların aksine, Koytak şiiri, şiirin bilinçle
ayrılmaz bir tarafı olduğunu imleyen bir şiirdir. Bu tarafıyla da, şiir ve şuur
akrabalığının nüksettiği bir şiiridir. Şair, şiirlerinde söz ettiği şiir
yaratımı ve oluşumuna paralel bir biçimde metin ürettiğinden kuram-eylem
birliği içinde olduğu izlenimi de verir.
Koytak şiiri,
şiirin şuurla ilişkisi bağlamında, düşünceyle şuurla yapılan bir şiir olmasının
yanında felsefî bir şiirdir de. Felsefî bir şiir olması, hem felsefî konu ve
fragmanlar içermesi hem de şiirin epistemolojik ve ontolojik bir doğaya sahip
olması itibariyledir. Yeni Başlayanlar için Metafizik ve Ölüme Çare ya da
Şen Maneviyat, felsefî konuların yoğunlaştığı kitaplardır. Külliyat
Wittgenstein, Derrida, Nietzsche, Spinoza gibi filozoflar; Tanrı, yaratma,
metafizik, sanat, varlık, din, ruh, dil, düşünce gibi felsefî konularla bir
bakıma felsefî bir sahne olarak kurulur. Bu felsefî söylem biçiminin yanında,
yine felsefenin kendine ödev bildiği ve çözme endişesi taşıdığı birçok kaygı
vardır. Özellikle, sanat ve şiir üzerine refleksiyonlar üretmesi, ondaki
felsefî tabiata işaret eder. Aksi hâlde, şiirde, sadece felsefî unsurların kullanılması
felsefenin şiirde bir dekordan öteye gitmediği tehlikesini taşır. Koytak şiiri,
hikmetli (hikmet-amiz) bir öz de taşır. Onda, hem İslâm hem de Çin-Hint
bilgeliğinden fragmanlar görmek mümkündür.
Söz gelimi caius’un ‘yeni
incil’ için kuramsal taslakları III’te;
“şair dediğin, şiir ve hikmet
yontularını
dilinin kemiğiyle
kadar ustaca yontmuş olmalıdır
ki,”[30]
şeklinde, şiir
ve hikmetin nasıl bir ilişki biçimiyle bir araya getirilmesi gerektiğini izah
eden dizelere yer verilir. Dolayısıyla, şiirde hikmet/felsefe dekoratif bir
şekilde değil, metne sinmiş ve öz bir biçimde var olmalıdır. Bu anlamda, Koytak
şiiri, Pre-Sokratlar ve kadim bilgelikte olduğu gibi düşünce ve hikmetin
şiirsel bir söylemle poetik bir düşünce biçimi içerisinde geliştiği bir düzlem
olarak arzıendam eder. Şair, mitostan logosa doğru evrilen bir dünyayı yeniden
kat eder; Platoncu ve Hegelci anlayışların hilafına, düşünceyi poetik bir
düzlemde ikame ettirerek, onun şiirsel söylemde kendine yer bulmasını sağlar.
Burada, şiire de düşünceye de yer vardır. Koytak külliyatını böyle bir gözle
üstünkörü taramak bile, ne kadar fazla örneğin olduğunu gösterecektir. Büyük
Sözler başlıklı şiirde, bilgi, hakikat, özgürlük, aşk, iman ve ölüm üzerine
poetik bir düzlemde çerçeveler sunulması şiirin epistemolojik bir alan olarak
kurulmasına iyi bir örnektir. Söz gelimi, özgürlük için “neye benziyor
özgürlük/tam yakaladığım dediğin zaman/kuyruğunu bırakıp kaçan kertenkeleye”
dizeleriyle, özgürlüğün bir türlü tam anlamıyla elde edilemeyen temel niteliği
somutlaştırılır.[31] Bu ve benzeri metinlerde,
poetik bir düzlemde, bilgisel/epistemolojik bir doku örülür, yapı inşa edilir.
Ayrıca, az da olsa rubailerin külliyatta yer alması, ki rubai düşünce ve
felsefenin teksif edildiği tür olarak da bilinir, yine ondaki düşünce ve
felsefeyle olan yakınlığı işaret eden bir gösterge olarak okunabilir.
Koytak şiiri,
bizzat şiir ve sanat üzerine katlanan bir şiir olması itibariyle de, felsefî ve
teorik yanı olan bir şiirdir. Şiirin ne olup olmadığı, külliyat boyunca, sürgit
sorgulanır, söz konusu edilir. Özellikle, Şairlerin ve Yoksulların Kitabı
I-II-III ’te, şiir ve sanat üzerine katlanan metinler üretilir. Böylelikle,
şiirler, sanat ve şiirin ne olduğuna dair bir yüzey olarak inşa edilirler; şiir
ve sanat üzerine düşüncelerin, görüşlerin olduğu düzlemler hâlini alırlar. Bu
özelliği itibariyle, yine, postmodernlerin üstkurmaca (metafiction) dedikleri
tekniğe benzer bir durum belirir. Şiirin bu şekilde bir refleksiyon alanı
olarak kurulması, Türk şiirinde oldukça yeni bir girişimdir. Şiir ve sanat
üzerinde bu kadar fazla durulması, yine şiirde düşüncenin ağır bastığını
imleyen işaretler olarak okunabilir.[32]
Koytak
külliyatı, bir tarafıyla, bir edebiyat ve şiir eleştirisi yüzeyidir de. Birçok
metin, şiir teorisi ve eleştirisi üzerine inşa edilir. Bu metinler, hem şairin
bizzat muhatap kaldığı durumlarla hem de genel olarak eleştiri sanatıyla
ilgilidir. Yoksulların ve Şairlerin Kitabı IIBte, Güncellenmemiş Edebiyat
Dersleri başlıklı hayli uzun müstakil bir bölüm vardır. Bilim-Sanat
Vakfı’nın şiir üzerine dersler vermesini istemesi üzerine, şair, edebiyat ve
şiir üzerine yazdıklarını içeren şiirlerini poetik bir zeminde bir araya
getirir. Burada, şiir üzerine eleştirel ve kuramsal sayılabilecek bilgi ve
görüşler, poetik bir zeminde serimlenir. Bu bölümde, Gelin-Güvey Oyunu
başlıklı şiirde, “şiirin, her şeyden önce,/tanrınn bahçesine/tanklarla
girilemeyeceğini/anlatması gerekiyordu darbeci şairlere” diye devam eden
dizelerde, darbeci şiirlere bir eleştiri getirilir.[33]
Yine, şair, Yeni Başlayanlar için Metafizikte, Kötü Şiir, iyi Şiir
başlıklı metinde,
“Bilgi,
yerinde kullanırsan
Saflığa
dönüşür,
Yerli
yersiz kullanırsan
Bönlüğe,
boşboğazlığa,
Pek Pek
kötü şiire...”[34]
dizeleriyle, şiir ve bilgi ilişkisinin nasıl olması gerektirdiğine
dair fikirlerini serdeder. Epistemolojik bir şiir kuran şair, şiirde bilgi
kullanımının hangi koşullarda iyi ya da kötü şiir yaratacağını, eleştirel bir
tavırla, poetik bir düzlemde ortaya koymaya çalışır. Sanat, edebiyat ve şiire
dair bu tarz eleştirel metinler, Koytak külliyatında temel-koyucu niteliktedir.
Koytak şiiri,
bir Tanrı ve kozmoloji inancı etrafında oluşan bir yapıya sahiptir. Külliyatta,
hem zorunlu bir Tanrı tasavvurunun açık izleri vardır, hem de bir kozmolojik
inancın. Bu iki unsur, şiir-kurucu niteliktedir; şiirin dokusunu oluşturan ve
külliyatta mütemadiyen karşılaşılan iki önemli sacayağıdır. Tanrı, tapınaklara
hapsedilen bir Tanrı tasavvurundan çok, doğa, varlık ve insanla birlikte olan
bir tasavvurla ön plandadır. Kozmoloji de, insanın bir küçük âlem (mikro
cosmos/âlem-i sagir); kâinatın da bir makro insan (âlem-i kebir) olduğu üzerine
oturan, klasik ve tasavvufî bir kozmoloji anlayışıdır. içimizdeki Tanrı
başlıklı şiirde, “içimizdeki Tanrı defalarca,/defalarca
büyüktür/Tapınaktakinden,” dizeleriyle, insanla Tanrı arasında bir ilişki
kurulurken; “Çünkü içimiz defalarca,/defalarca daha büyüktür/Bilinen
kâinattan” dizeleriyle de, insanın büyük bir kozmos olduğunu ima eden
kozmik inancı görmek mümkündür.[35] [36]
Yine insanın Halleri başlıklı şiirde,
“insan
halindeyken insan
insanın
içindeki âlem
insanı
içine alan âlemden
kat kat
daha büyüktür
daha
zengindir dizelerinde, insan hâlinde olma tecrübesinin, evreni ihata
edebileceğine inanan kozmolojik inancın izleri görülür. Bu kozmoloji, şairin
Tanrı tasavvuruyla bütünlenir. “Tapınaklara hapsedilen”, klasik kabullerle
alımlanan ve algılanan bir Tanrı tasavvuru yoktur, daha ziyade panteizme yakın
düşen bir Tanrı tasavvuru söz konusudur. Bu Tanrı ve kozmoloji inancı, Koytak
şiirinin kurucu ögelerindendir. Bu iki önemli nokta, göz ardı edildiğinde
Koytak şiirine nüfuz etmek güçleşir. Zira, Tanrı faal bir tasavvurla sürgit
şiirdedir; insan ise küçük bir âlem potansiyeliyle mevcuttur.
Koytak, şiir
üretimini bir yaratma; ikincil bir yaratma olarak görür. Ona göre, asıl
yaratıcı Tanrıdır. Şiirsel yaratma, Tanrısal yaratma içinde ancak bir imkândır.
Şair, eserini sonsuz bir boşluktan ya da yoktan yaratamaz. Bu bakımdan da,
şiirsel yaratma, ancak mümkünler içinde bir imkândır. Şiirsel yaratım, Tanrısal
yaratımın sonsuzluğu içinde sonlu bir uzamdır. Şiir, Romantiklerdeki anlamıyla,
sonsuz olanın nihayetsizliğini sonlu bir zeminde ihsas ettirir, gösterir. O
hâlde, şiir, bir görme ve gösterme biçimidir, varlığın bir dilidir.
Koytak
şiirinin temel kaynakları; sanat, edebiyat, şiir, felsefe/hikmet, kutsal ve
dinî kaynaklar ile tarih, mitoloji gibi kültürel alanlardır. Bilhassa sanat,
edebiyat ve şiir Koytak külliyatının özellikle kendini üstüne kurduğu alanlar
olarak tebarüz eder. Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I-II-III, neredeyse
tamamen, sanat, edebiyat ve şiir üzerine kurulmuştur. Yoksulların ve
Şairlerin Kitabı I’in hemen başlarında, Kalk Şair! başlıklı şiir, “Kalk
şair, kalk, örtülerini at üzerinden!” mısraıyla başlar.[37]
Bundan itibaren, Koytak şiirinde, sürekli bir şair imgesi dolaşır. İster
doğrudan şiir ve şair üzerine yazılan poetik mahiyetli şiirlerde isterse de
herhangi başka bir şiirde olsun, Koytak külliyatında, sürekli bir şair-figür
dolaşır durur. Hem kurmaca bir kişilik, hem de reel bir kişilik olarak şair
figürü eksik olmaz. Şairler, yazarlar ve roman kahramanları üzerine inşa edilen
metinler üretilir. Söz gelimi, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I’de, Deli
& Dahi başlıklı metinde, Guillaume Apollinaire’nin Mona Lisa tablosunu
çalma gerekçesiyle bir hafta gözaltında tutulması gibi şiir tarihindeki ilginç
anekdotlara yer verilir. Yine, edebiyat tarihlerince yazılan Virginia Woolfun
intiharı, Virginia Woolf’un Dama Taşları başlıklı şiirde yeniden
kurulur. Birçok roman kahramanının, çeşitli vesilelerle, şiirde yer aldığına
tanık olmak mümkündür. Bu kahramanlardan en fazla zikredilenlerden biri Herman
Melville’in filmi de çekilen Moby Dick isimli romanının kahramanı Kaptan
Ahap’tır. Uzun yıllar sinemayla uğraşan Koytak’ın şiirinde, sinema sanatı da
bir kaynak, kurucu bir unsurdur. Sinema tarihine mal olmuş önemli yönetmenler,
filmler ve aktörler onun külliyatını besler. Diğer sanatlar da, resim ve müzik
gibi, şair için zengin kaynaklardandır. Jazz müziğine ayırdığı 405 sayfalık Cazın
Irmakları isimli hacimli kitap, şairin, sanatsal verimlerden hangi kertede
istifade ettiğini göstermesi bakımında kâfidir. Cazın (jazz) Amerikalı siyahlar
arasında doğan bir müzik olması da, şairin bu müziğe verdiği önemde etkilidir.
Bu müziğin nasıl doğduğundan tutun da, hangi evrelerden geçtiği, yetiştirdiği
en önemli müzisyenlere kadar, jazz hakkında neredeyse bilmeniz gereken her şey
poetik bir düzlemde serimlenir. Burada, sayamayacağımız birçok şair, yazar,
ressam, sinemacı, mimar, heykeltıraş, vs. sanatçılar Koytak külliyatını
beslerler.
Koytak
şiirinin göz ardı edilemeyecek ve sürekli referans hâlinde olduğu başka bir
kaynak da, Pre-Sokratlardan başlamak üzere, Batı felsefesidir. Koytak
külliyatı, yeterince felsefe, sanat ve şiir teorisi bilinmeden anlam dünyasını
açmaz. Dolayısıyla, şairin külliyatında, Nietzsche, Wittgenstein, Derrida gibi
önemli figürler hakkında yazdığı müstakil şiirlerin yanında; birçok önemli
filozof ve düşünürü akla getirecek göndermelerin bulunduğu metinler de vardır.
Koytak
külliyatının düşünce ve felsefeyle bu kadar haşir neşir olması, onu, modernizme
ve mutlak akla karşı eleştirel bir yüzey olarak da kurar. Modern şiirin
doğasında bulunan modernizm eleştirisi, şairin metinlerinde belirgindir.
Heidegger’in yoksunluk çağı dediği çağımız için, benzer biçimde Koytak da, Şiir
Bugünden Geçiyor Edebî Yoksunluk Zamanından başlığıyla metinler yazar.
Şiirlerde, özellikle, modern aydınlanmacı aklı hükümferma kılmak isteyen
zihniyete karşı bir tavır söz konusudur. Söz gelimi, Çarmıh başlıklı
şiirde, “bakarsın, akıl senin atın, araban,/tahtın, tahtırevanın olmaktan
çıkar/ve kendi kendini gerdiğin/bir çarmıh oluverir.” dizelerinde, modern
düşüncenin akılla ilişkisi çarmıh metaforuyla somutlaştırılıp anlatılır.23
Böylelikle, çağımızın büyük bir problematiği olan modernizm ve modern
düşünceyle bir şekilde hesaplaşılmaya çalışılır. Bu anlamda da şiir, zamanın
ruhunu (zeitgeist) yansıtmaya yönelik bir yüzey de olur. Modern şiirin zeitgisti
modernizm eleştirisidir, anti-modern bir tutum içinde bulunmaktır. Nitekim, Koytak’ın
Zamanın Ruhu başlığını taşıyan şiirleri (Ölüme Çare ya da Şen
Maneviyat ’ta ‘Zamanın Ruhu’ I-II) vardır.
Koytak
şiirinin dünyaya, varlığa ve çağına bakması şiirin sunduğu zengin bir sferde
farklı bir biçimde düşünme ve görmeyle mevcuttur. Sol Elle Yazı Yazmak
ya da Sol Elle Yazılanlar başlıklı metinler, ki Gazze Risalesi
hariç şairin bütün kitaplarına yayılmış çok sayıda şiirin başlığıdırlar,
dünyayı farklı şekilde deneyimleme ve görme imasında bulunur:
“Sol elinle
yazı yazmayı ihmal etme,
Dünyaya sol
elinle dokun,
Ayın öteki
yüzünü görmeye çalış,
Dağın arka
yamacını hayal etmeyi öğren!
Sadece yeni
şeyler görmezsin,
Daha önce
gördüğünü zannettiğin şeyleri
Aslında hiç
mi hiç görmediğini
Fark
edebilirsin böylece belki.” 24
dizelerinde
olduğu üzere, “sol elle” bir edimde bulunmak farklı bir biçimde ve gündelik
hayatı aşarak ötekini keşfetmeye eğilimli bir tecrübe biçimini gösterir.
Böylesi bir deneyimleme, varlığın aslını silikleştiren genel “sağ elle yazma”
eğiliminin aksine, varlığı bizzat ne ise o olarak görme ve açığa çıkartmaya
yöneliktir. Koytak şiiri de, varlığı alelade, gizlenmiş bir dizgeden varlığın
kendi hakiki varlığını açığa çıkarttığı bir dizgeye taşımayı, koymayı kendine
temel-koyucu bir deneyimleme biçimi olarak seçmiş gibidir. Böylesi bir tecrübe,
Heideggerci anlamda, varlığın gizinden kurtulmasına, açığa çıkmasına göndermede
bulunur.
Koytak
külliyatı, ilahî kitaplar, dinler ve bu dinler etrafında gelişen söylencelerden
istifade etmesi bakımından da mümbit bir zemindir. İslâm dininden birçok
motifin bulanmasından başka özellikle, İncil ve Tevrat etrafında gelişen
söylenceler ve bu iki ilahî kitabın sunduğu verimlerden verimli bir şekilde
istifade edilir. Bu anlamda, İslâmiyet, Yahudî ve Hristiyan ilahiyatı önemli
kaynaklardır. Beslendiği bu geniş dinî art alandan dolayı, Koytak şiirinin,
dinî bir nüvesi olduğu da söylenebilir. Ancak daha önce söylediğimiz gibi, şair
her ne kadar Müslüman da olsa, herhangi bir dinin ya da mezhebin sözcülüğünü
yapmak gibi bir kaygı taşımaz; daha ziyade Tanrı, varlık, insan, sanat ve
yaratma gibi önemli hususlarda dinî kaynaklara müracaat eder ve okuru da yine
bu kaynaklara yönlendirir.
Koytak’ın, Ahmet Ertürk’le birlikte, Muhammed Esed’in The Message of The
Qur’ân isimli mealini Kur’an Mesajı olarak Türkçeye tercüme etmesi
ve yine Halil Cibran’ın Hristiyan ilâhiyatı ve söylencelerinden parçaların
olduğu birçok eserini Türkçeye aktarması, ondaki dinî art alanın varlığının
somut delilleri olarak hatırlatılmalıdır.
Koytak
külliyatında, tarih, tarihî figür ve mekânlar da önemli bir üretim kaynağıdır.
Dinler, mitoloji ve kadim kültürden bahseden bir şiir, dolayısıyla tarihî
unsurlara da yer vermek durumunda kalır. Bu bağlamda, Kule ve Yumurta
başlıklı şiirde, “Babilliler, evreni, semavî ve okyanusa gömülü
bir kuş yumurtasının
içinde tasavvur ediyorlarmış;
arz da,
hangi kuşun olduğunu bilmediğimiz
bu
yumurtanın ortasında,
üst üste
yedi kuleden oluşuyormuş,”
dizelerinde
Babillilerin kozmoloji anlayışı şiire konur.[38]
[39] Dünya tarihinde birçok önemli
ve çığır açan figür, tarihî şehirler ve anlar şiirde yer alır ve şiiri besler.
Özellikle, ilk ve ortaçağlarda birçok tarihi figür ve şehir metnin yapısını
oluşturan temel-koyucu öğeler olarak değerlendirilebilir. Elbette, tarih,
poetik bir düzlemde şiirsel bir tarih-yazımı formundadır.
Koytak
külliyatının besleyici unsurlarından biri de, mitolojidir. Özellikle Yunan
mitolojisinden motif ve figürlerin yoğunlukta olduğu görülür. Bu bağlamda,
Zeus, Hades, Prometheus, Oidipus, Medusa ve Tantalos ilk akla gelen mitolojik
figürlerdir. Yine Divan edebiyatını besleyen Doğu mitolojisinden motiflerin de,
Koytak şiirini, beslediğini söyleyebiliriz. Simurg, Anka, Zümrüdüanka gibi
efsane kuşlar; Zaloğlu Rüstem gibi figürler bunlardan bazılarıdır. Külliyatta,
Çin-Hint edebiyat, tarih ve mitolojisinden de birçok figür, anekdot ve fragman
görmek mümkündür. Bu anlamda, Koytak şiirinde, mitolojik unsurların varlığı ve
kullanımı yaygındır; bu kullanımlar arasında mitik düşüncenin izlerini sürmek
de mümkündür.
Koytak
şiirinin temel kaynak alanlarından bir diğeri, tasavvuf ve tasavvufun kendine
yer bulduğu Divan şiiri literatürüdür. Pir, meyhane, şarap, sevgili gibi
tasavvuf terminolojisinde kullanılan unsurlara, Koytak külliyatında, sık sık
rastlamak mümkündür. Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat isimli kitabın
bölümlerinden birinin adı, Meyhanede Gül Dersi başlığını taşır. Ruh
Üzerine Karışık Tezler II başlıklı şiirdeyse,
“Şarabın,
kadehin, çenginin,
Meyhanenin
öteki yüzü
Ve
meyhanecinin,
Büyük
Meyhaneci ’nin...
Meyhaneyi
mabede
Mabedi
meyhaneye çeviren;
Mabette de,
meyhanede de kaybolup giden,
Şaraba
karışıp giden,
Şarabın da,
sarhoşluğun da ötesine geçen
Büyük
sarhoşluğun öteki yüzü, öteki aklı. ”26 dizeleriyle,
meyhane mazmunu üzerinden, bir şiir kurulur. Büyük Meyhaneci (pir-i
mugan) ibaresi, Tanrıyı ima eder. Bu bağlamda, meyhane mazmunu etrafında
gelişen unsurların, külliyatta, Tanrı tasavvurunu oluşturması bakımından,
anlam-kurucu bir tarafı vardır. Ayrıca, şairin, bazı konulara klasik İslâmî
alımlama ve kabullerden farklı bir biçimde yaklaşması yine ondaki Melâmî ve
Kalenderî doğayı gösterir. Tasavvuf, Koytak şiirinde sadece bir literatürel
kullanım değil, hâl olarak sinmiş izlenimi de verir. Koytak’ın, Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı I’de, Nabi Avcı için yazdığı bir şiirinin adı Homeless’tır.
Bu İngilizce kelime Türkçede evsiz barksız, yersiz yurtsuz, berduş (hane-
ber-duş) gibi anlamlara gelir. Şair gerçek hayatta da, münzevi sayılabilecek
bir yaşam sürer. Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat’ta bir bölümün adı Münzevinin
Aynaları başlığını taşır. Mesela,
“Çıkınımda
şiirler taşıyorum,
Polenler
saçıyorum,
Tanrı ’yı
ekiyorum! ”
dizeleriyle
başlayan Münzevinin Aynaları şiiri, şathiyeleri akla getiren bir
şiirdir.27 “Tanrı ekiyorum” benzeri ifadeler, daha çok, bazı
tasavvufî ve batınî inançları olanların söyleyebileceği türdendir. Normal
koşullarda bu tarz bir ifadenin dillendirilmesi farklı anlamlandırma ve
ithamlarla karşılaşabilir. Fakat, şiirin rindane doğası bunu, en azından ehli
için, anlaşılabilir kılar. Dolayısıyla, Koytak’ın şiirinde, tasavvufî terminoloji
ve kozmolojinin, hayatındaysa dervişane yaşamın izleri sürülebilir.
Koytak’ın
tarih, din, felsefe, sanat ve mitolojiyle bu kadar yüklü bir şiir kurması onun
şiirini, ilginç bir biçimde, çok fazla gelenekçi yapmaz. Gelenek ve kültür
tarihinden bu kadar beslenen bir şairin, bazı konularda geleneksel bir tını
taşıması kaçınılmazdır. Ancak, Koytak, şiirini gelenek ve kültür tarihi üzerine
kursa da, hatta gelenekçi olsa da, metinlerini çattığı düzlem çok fazla klasik
ve geleneksel bir yapı izlenimi vermez. Koytak külliyatı, geleneksel olanın
dönüşüme uğradığı, postmodern bir düzlem izlenimi de uyandırır. Tarihi ve dini
dönüştürme, metinlerarasılık, üstkurmaca, oyun, türler-arası yakınlaşma gibi
özellikler, daha ziyade, postmodern metinlerde görülür. Bu bağlamda, Koytak
şiirini kuran bilinç, Batılı bir bilinç ve görme biçimine daha yakın durur.
Türk şiirinde pek aşina olunmayan, düşünceyle teorik ve felsefî ögelerle
kurulan bir şiir söz konusudur. Lirizm ve duyumsamanın oldukça az bulunduğu bir
düzlem olarak kurulan bu şiir, Batılı anlamda, yapılan/inşa edilen bir şiirdir.
Batı’da birçok şair, Goethe gibi, çok geniş bir kültürel art alan barındıran
zengin içerikli şiirler yazarlar. Türk şiirinde, en azından modern Türk
şiirinde, bilgiyle bu kadar yüklü bir şiire pek rastlanmaz.[40]
Bu bakımdan, Koytak, yeni bir şiir kurar. Her yeni şeyde olduğu gibi, Koytak
şiirinde de, eksiklikler olacaktır. Nitekim, şiirdeki bilgisel yükün fazlalığı,
bazı metinlerde bilgi yeterince teksif edilmediği için, metnin şiiriyetini
nispeten azaltır. Fakat, yine de, bilhassa vurgulamak gerekir ki, şiirin zengin
bir epistemolojiyle kurulması metni zengin ve oylumlu kılar. Böylesi zengin bir
epistemolojiye sahip olunca, Koytak, şiirini kurgulamak için dille oynama
gereksinimi duymaz. Şiirini zengin bir art alanla sade bir düzlemde, tercih
edilmiş bir yalınlıkla kurar. Şairin, ilk metinlerinden başlamak üzere, oturmuş
bir dili vardır. Koytak’ın en gelenekçi olduğu tarafı dil-kullanımıdır.
Koytak’ın sahih bir dile sahip olduğunu, ancak dil-kullanımında zaman zaman
düzyazısal bir forma saptığını da söylemek gerekir. Koytak şiirinin en zayıf
halkası bu zaman zaman nesre yaklaşan dokusudur. Özellikle, son yıllarda gazete
ve internet sitelerinden düzenli şiir yayınlamaya başlaması, ondaki bu düzyazısal
havayı daha da arttırmış gibi görünür. Üretken şairlerde baş gösteren bazı
aksaklıklar, Koytak şiirinde de kendini hissettirir.
Yukarıda
sıraladıklarımız, Koytak’ın poetikası bağlamında sayılabilecek temel,
şiir-kurucu öğelerdir. Bunlar, genel bir biçimde verilmiştir. Daha mikro
düzeyde, farklı anlam ve okuma haritaları çıkarılabilir. Büyük ve hacimli bir
metin olan Koytak külliyatı hakkında, elbette, başka şeyler de yazmak
mümkündür. Fakat, şairin poetikasını yapan, şiirini kuran temel-koyucu ana
özellikler genel olarak, görebildiğimiz kadarıyla, yukarıda saydığımız gibidir.
Bu bağlamda, Koytak şiirine, daha ziyade “metin merkezli” bir görme biçimi ve
görüş etrafında bakılmaya çalışılmıştır. Elbette, başka yaklaşım biçimleri de
mümkündür. Biz, şiirlerde gördüklerimizi alıntılarla serimlemeye çalıştık.
Takdir edileceği üzere, sanat eserleri, hele de şiir farklı biçimlerde görülüp
okunmaya müsait düzlemlerdir. Dolayısıyla, burada çizilen poetik çerçeve,
mümkün okuma biçimleri arasından çıkan bir okuma biçimi ve önerisidir. Eskilerin meşhur nazar
manzarayı yaratır ya da başka bir deyişle nazar olmadan manzara olmaz ilkesi
doğrultusunda metne bir teori, nazar/görme biçimi sağlaması açısından bir
noktainazar tespitine; Koytak şiirinin nasıl bir manzara arz ettiğini
görmek için bir teori/nazar, ya da nazar-gâh, inşa edilmeye çaba gösterildi.
BİRİNCİ
BÖLÜM
ŞİİR VE FELSEFE İLİŞKİSİ ÜZERİNE
BATI’DA
ŞİİR VE FELSEFE İLİŞKİNE DAİR
Şiir ve
felsefe, insanlığın erken dönemlerinden beri varolan, benzer olgu ve
durumlara taalluk ettikleri için de yakın ilişki içerisinde olan iki insanî
uğraşı alanıdır. Bugünkü kadar rafine olmasalar bile, insanlık kendisi ve evren
üzerine düşünmeye başlar başlamaz bu iki tecrübe açığa çıkmıştır. Shelley,
şiirin insanla doğuştan akraba olduğunu söyler. Felsefe ve şiir ancak
günlük/rutin hayat aşıldığında, temel ihtiyaçlar giderildikten sonra açığa
çıkan benzer insanî eğilimlerin iki düzeyde görünmesini sağlarlar. Dolayısıyla,
ortalamanın üstünde bir duruma matufturlar.
Şiire
yaklaşımlara bakıldığında, genel olarak, bunların dönemsel ve paradigmatik
oldukları görülür. Sözlü dönemlerde şiir önemli bir medya ve düşünceyi dolaşıma
sokan bir vasıta işlevi de görür. Antik çağlarda mitostan logosa doğru bir
ivmede, şiir, yeri ve düşünsel boyutu tartışılan ve giderek logos ağırlıklı bir
eğilime doğru istikamet alınan bir atmosferde solumaktadır. Ortaçağlarda şiir
Sokratik ve Platonik, skolastik düşünce biçiminin hâkim olması ve tanrı
merkezli bir dünya algısından dolayı perdelenmiş; aydınlanmayla birlikte
tabiata angaje bir dehanın mahsulü olarak görülmüştür. Nihayet 18. yüzyıldan
sonra, bilhassa romantizmle, en önemli insanî tecrübelerden olan şiirin
yaratıcı bir öze matuf olduğu, yine dehaya ait bir edim olduğu temayülü
baskınlık kazanmıştır. Son bir asırlık dönemdeyse şiirin insanın özüne,
varoluşuna ve hakikatin bizzat ne ise o olduğuna mütedair olduğuna yönelik
kanaatler yaygınlık kazanmıştır. Yine günümüzde, bilhassa modernizme karşı
aksülamellerin içinde varolabildikleri, varkalabildikleri bir vasat
olarak da karakterize olmuştur. Bu açıdan, Dilthey’in şiir nasıl ki insan
yapımı ise, tarih dahi bir sanat eseri kabilindendir tezinde yatan şiirin tarihsel
tini yansıttığı iddiası işlevsel bir perspektif sunmaktadır.
Şiirle felsefe
ilişkisinin, yazılı tarih içinde, en yoğun biçimde gün yüzüne çıktığı dönem
Antik Yunan’a denk düşer. Şiirle felsefe arasındaki karşılıklı ve girift
münasebetten, bu ilişkinin çok eskilere dayandığını ve hatta felsefenin ifade
biçimi olarak şiirsel söylemi kullandığını Platon’un metinleri ve
Pre-Sokratlardan öğrenmek
Raymond Barfield, The Ancient Quareel
between Philosophy and Poetry, Cambridge Universty Press, New York, 2011,
210-225.
mümkündür.
Sokrates ve Platon’un şiire karşı koyuşlarını bu mücadelenin zirve noktası
olarak alırsak, daha sonra, yüzyıllarca şiirin aleyhine, logosun lehine
gelişen bir doğruda ilerlemiş oluruz. Logos, düzyazıyı ve salt aklı bünyesinde
taşıyarak, tahayyül ve şiirsel söyleme adeta yol vermiştir. Şiir, aşılan bir
şey olarak görülmüştür. Alan Baidou, şiirle felsefe ilişkisini Parmenides’çi
anlamda felsefeyle şiirin biraradalığı, Platoncu anlamda şiirle felsefe
arasında bir mesafenin ihdas edilmesi ve Aristotelesçi anlamda şiir bilgisinin
felsefeye dâhil edilmesi ya da şiirin felsefî bir refleksiyon alanı hâline
getirilmesi, felsefenin de asıl bilgi olması şeklinde yine şiirin aleyhine
gelişen bir eğri üzerinden üç düzlemde gösterir.[41]
Bu da yine mitostan logosa, şiirden felsefeye doğru bir dönüşümün, düşünce ve
sanattaki tarihsel izdüşümüne tekabül etmektedir. Fakat bu bir dönüşüm, daha
ziyade, bir devridaimdir ve sırası geldiğinde ters yönde bir ivme belirecek,
insanî bilimlerde poetik görme ve düşünme biçimine ihtiyaç olduğu yine bazı
filozoflarca işaret edilecektir. Bilhassa Alman romantikleri, Nietzsche,
Heidegger gibi filozoflarda bunu görmek mümkündür.
Şiir için
savunmalar da yazılmıştır. Bunlardan biri Sidney’in Şiir için Bir Müdafaa
(An Apology for Poetry) isimli risalesidir. Metin, Stephan Gasson’un,
edebiyatı hurafe olarak nitelemesine karşı şiirin değerini ortaya koyma
hüviyetindedir. Sidney, bunun üzerinden, Platon’a kadar götürür eleştirisini;
şiiri insanlığın kendini ilk anlama tecrübesi sayar. İnsanlık kendini anlamaya
şiirle başlamış, şairler insanlığın ilk öğretmenleri olmuşlardır. Filozof ve
tarihçiler dahi şair kisvesinde ortaya çıkmışlardır. Bu bakımdan şiir, diğer
düşünce alanlarına kaynaklık etmiştir. Sidney, şair için Roma’da (Latincede) vates
yani kâhin; Grekçede ise üreten, yapan kişi (poietes) denildiğine göndermede
bulunur. Dolayısıyla şiir tabiata angaje ya da onun hizmetkarı değildir, fakat
yaratıcı bir edimdir.[42] Şiir için kaleme alınan ikinci
savunma metni, Shelley’in Bir Şiir Savunması (A Defence of Poetry)
başlıklı risaledir. Bu risale, Thomas Love Peacock’un şiiri demir, altın, gümüş
ve tunç çağı olarak tasnif ettikten sonra, şiirin bir nevi miadını doldurduğu
ve şairin artık yerini filozoflara ve devlet adamlarına bırakması gerektiği
tezine bir itiraz kabilindedir. Sidney’in açık etkilerini görmek mümkündür
metinde. Shelley şiiri, insanlıkla akran sayar; Platon’u da özünde şair olarak
görür. Şiir, insan bilgisinin merkezi, tüm düşünce sistemlerinin gözesidir.
Şiir, zihni genişletir; lezzet ve bilgi üretmekten başka var olanları tekrar
üreten hem insan edimlerinin hem de sanatların şahikasıdır. Şiir, yalnız bir
manzum biçim değil, 32
fakat varlığı sıradanlıktan kurtararak açığa çıkaran bir
şeydir de.
Platoncu bir
doğruda ilerleyen düşüncede şiire en fazla kıymet verenler bile onu ancak
felsefenin eşiğine kadar gelebilen bir şey olarak görmüşlerdir. Ta ki insan
aklının, hele de dâhilerin, sanıldığı gibi linear değil de daha ziyade dairesel
ve dolayımsız/ansızın çalıştığı, poetik tahayyül ve imgenin düşünceye ne kadar
ön açacağı görülene kadar. Fakat yine de şiir ve felsefe ilişkisi bütünüyle
homojen değildir. Şiir ve felsefeyi birbirinden kesin olarak ayıran, şiiri
“çerezlik” olarak, felsefeyi ve dolayısıyla salt aklı yegâne düşünüş biçimi
olarak görenler olduğu gibi, her iki alanın ortak diyarında tefekkür ve temaşa
edenler de olmuştur. Yalnız, kesin olan bir şey var ki, o da, Batı düşünce
geleneğinde şiirin nefesinin daima felsefenin ensesinde olduğudur. Dil ve şiir,
neredeyse bütün büyük filozofların gündemindedir. Baumgarten’den başlayarak
sanatları ihata eden bir alan olarak estetik bazen bir bilim, bazen de
güzellik, obje ve subje, güzel ve hakikat ilişkisi üzerine bir refleksiyon
olarak da görülür. Estetik, sanatlara paralel bir alan açar. Estetik, biraz da,
ampirik ve rasyonalist düşüncenin sanata biçtiği bir kalıp olarak sanatın
varlık ve hakikatle ontolojik bağlarının zayıfladığı bir zemin olarak da
belirir. Sanat, daha çok üzerine düşünülmeye ve felsefeye bir alttür olmaya değer bulunulur.
Baumgarten estetik için mantığın kız kardeşi der mesela.
Sanatın, bu
şekilde, estetik bir obje ve düşünce alanına dönüştürülmesi Heidegger’in
şiddetle karşı çıktığı bir durumdur.
Alman
romantikleri, tinin kavranabilir olması için kendini sınırlamaya
ihtiyacı olduğunu, bunun da tinin maddede tezahürü şeklinde vuku
bulabileceğini söylerler. Böylelikle Mutlak, dolayısıyla da hakikat, hem
kavramda hem de sanatta, bilhassa da şiirde kendini farklı biçimlerde görünüme
açar ki sanal sonluda sonsuzun açığa çıkmasına zemin teşkil eder. Bu,
hakikatin inşa edilebileceği yegâne düzlemdir. Sonsuz olanın tecessümü,
somuttan soyuta giderek, en kâmil hâlini en soyutta bulur ki, bu [43] [44]
şiirden başkası değildir. Dünyayı irade ve tasarım olarak gören
Schopenhauer, sanatın dolayısıyla da şiirin ide ’yi gösterdiğini,
herkesin göremediği hakikatleri nazarıitibara sunduğunu ve insan iradesinin bir
objektivasyonu olarak dünya kurduğunu söyler.[45]
Heidegger, sanatın estetiğe ram edilmesine itiraz ederek, eşyanın
hakikatini açığa çıkarma potansiyeline göndermede bulunur ve özellikle şiire
ayrı bir önem atfederek ontolojik bir yaklaşım sergiler ki, bu da felsefenin
yeniden katedilmesini gerektirmiştir.
Bilhassa Alman
romantiklerin metinlerinde şiirle felsefenin bir hayli hemhal olduğunu
söyleyebiliriz. Şiirle felsefe geriliminin en yoğun yaşandığı dönem Antik
Yunan’a tekabül ederken, en fazla hemhal olmalarıysa Romantik Alman edebiyatı
ve felsefesine denk düşer. Alman düşüncesinde, radikal bir biçimde aklı ön
plana çıkaran geleneğe karşı bir aksülamel olarak tinin salt akılla
bihakkın anlaşılamayacağı fakat sanatsal, sezgisel ve muhayyel bilgiye de
ihtiyaç olduğu fikri baskın olmuş ve bu düşünce en fazla şiir ve felsefe
yakınlaşmasında yankı bulmuştur. Birçok filozof şiirle ve benzer biçimde
şairler de felsefeyle iştigal ederek şiirle felsefe arasındaki netameli âlemde
durmaya çalışmışlardır. Romantikler, “felsefenin sınırlarını şiirle
genişletmek” istemişlerdir. Novalis, şairin doğayı bilim adamından daha iyi
anlayacağı iddiasındadır. Daha da önemlisi, romantikler, bilim, felsefe ve
sanat gibi ayrımları yapay bularak organik bütünlüğün parçalanmasına karşı
çıkmışlardır. Hakikatin bütünüyle anlaşılmazlığını estetik bir alan inşa ederek
aşmayı tasarladıkları için de şiirin alegorik doğasına sığınmış, şiire
ayrıcalıklı bir yer vermişlerdir. Doğası itibariyle, romantizm, şiirseldir.
Schlegel, “Bir şair bir filozoftan bir şeyler öğrenebilir fakat bir
filozofun bir şairden öğrenecekleri daha fazladır” diyerek şiire verilen
önceliğe imada bulunur.[46] Şiiri “aklın
tiranlığına karşı bir panzehir olarak” görüp aklın mitleştirilmesine karşı
çıkar.[47]
Alman
romantikleri için felsefe, şiirde yapılan bir etkinliktir. Novalis “Aşkın
şiir, felsefe ve şiir karışımıdır” diyerek bu iki alan arasındaki yakınlığa
göndermede bulunur.[48] Filozof dahi şair olmalıdır
ona göre. Felsefe Mutlakı bihakkın temsil edemez, şiir de edemez. Ancak poisesis,
bir anlamıyla şiir, temsil edilemeyeni temsil eder. Şu halde sanat, felsefe ve
bilim arasındaki sınırlar aşılmalıdır.[49]
Novalis’te felsefe, bir nevi şiire iltica eder gibidir. Bir tür şair-filozof ya
da filozof-şair diyebileceğimiz bu düşüncenin temsilcileri Aydınlanmanın aklı
mitleştirmesine karşı çıkarak mutlak idenin yalnızca akılla mümkün
olamayacağına, sanata da büyük ihtiyaç olacağına, sanatınsa “sonsuz olanın
sonluda tezahürü” biçiminde tecelli edeceğine inanmışlardır. Ampirik bilince
karşı, Novalis’in de belirttiği üzere “koşulsuz olanı” aramışlardır.[50] Dahası hakikat artık dışarda
değil, fakat ancak insanın kendi bireysel deneyimi ile edinebileceği ve yine
insanî bir yaratıcılıkla sonlu formlar içinde serimleyebileceği bir
şeydir. Romantiklerdeki şiirleştirme “ideal ve reel olanın, bilinç ve
bilincin dışında kalanın,..., biçim ve içerik ikileminden sıyrılıp, bu ikisi
arasında bağlar”ın birliği ve tevhididir.[51]
Şiirin edebî
tür olarak bir kurum olan edebiyat kapsamında sayılması, şiirin alanını
daraltmıştır. Onun ontolojik olarak varlık zemini bulması, edebiyatın bugünkü
anlamda teessüsünden çok öncedir. Şiir bu anlamda edebiyatı aşar. Şiirin,
nesrin hükümferma olmasıyla kadim dönemlerdeki ontolojik zemininden kaydığı
söylenebilir. En azında modern şiire kadar böyle bir algı söz konusu
edilebilir. Bu açıdan şiiri, varlıkla ontolojik bir temasa sokarak onun estetik
bir öğe olmadığını ve hakikati açığa çıkaran bir kudrete sahip olduğunu iddia
eden Heidegger olmuştur. Heidegger aletheia kavramını varlığın gizlenmemişliği,
açığa ve görünüme çıkması (inkişaf) olarak anlamıştır.[52]
Sanat, bilhassa şiir, filozof için, mümbit bir zemindir. Bu söylem, Batı
kanonunu aşındıran cinste bir girişim olmuş, şiir üzerine, yeni refleksiyonlara
önaçmıştır.
Dilthey,
sanatı hayatı anlamanın organonu, şiiri de sanatların şahikası olarak
görür. Şiir içsel duyguların bir ifade aracı ya da bir taklit değildir; tarihî
süreçte çağın ruhunu meydana getiren elemanlardan soyutlanmış yahut tamamen
zihinsel ve muhayyel bir şey de değildir; fakat tarihi bir dönemi meydana
getiren öğelerle içsel bağları olan yaşanmış deneyimlerin gün yüzüne çıkmasına,
günlük vasatın dışında anlaşılmasında en yüksek düzeyi oluşturan biçimdir.
Şairin yaratıcı tahayyülü bir boşluktan doğmaz. Şiir, hayatın temsili ve
ifadesidir. Şiir, yaşanmış deneyimleri ifade ve hayatın dış gerçeklerini temsil
eder. Şiir, felsefe ve din arasında derin bir rabıta vardır. Yaşanmış
deneyimler, şiirsel ifadeyle dönüşerek günlük sıradanlıkların üstünde görme
imkânı verir insanlara. Hayatın anlamını daha güçlü ve farkındalıklı bir
biçimde kavratır. Günlük rutinlerle ihata edilmiş bir çevreden, insanın kendi
hayatını yeniden deneyimleme imkânı bulmasında şiirin yaratıcı tahayyülü büyük
iş görmektedir. Bu açıdan Dilthey, şiire felsefeden daha az kıymet biçmez.
Tinsel bilimlerin ilerlemesinde şiirin büyük katkısı olacaktır filozofa göre.[53]
Adorno, lirik
şiirin toplumsal çatışkının öznel bir ifadesi olduğundan, kollektif
bir alt akıntının varlığından bahsederken şiirin ontolojisine insanı
koymuştur.[54] Şiirin toplumsal bir enstrüman
olması, Marksist bir okumadan ziyade, onun insanî bir edim olduğuna yöneliktir.
Derrida, felsefe ve edebiyat arasındaki ilişkide felsefenin öteki olarak
edebiyatı seçtiğini söyler.[55] “Felsefe, tarihi boyunca
şiirsel başlangıcın düşünümü olarak belirlenmektedir.”[56] Felsefeyi edebî bir
tür olarak okuyan Derrida, klasik felsefî algıyı yıkar. Filozofa göre, “Felsefi
hakikatler kurgusallıkları unutulmuş kurgular”dır. Dolayısıyla, edebiyat ve
felsefenin temelinde benzer şeylerin yattığını, ki her ikisi de imkânsız olanı
zorlar, fakat literatürel konvansiyonlar bakımından ayrıştığının özellikle
altını çizer. Böylelikle, Derrida, “ilksel felsefi hakikat ve edebi kurgu
arasındaki yalın karşıtlığı yapıbozuma uğratır. ”[57]
Edebiyat ve felsefeyi kurumsallaşmış yapılarının dışında, daha sahih bir
biçimde görür.
Şiirle felsefe
alaşımı, Batılı birçok cins düşünürde belirgindir. Birçok filozof düşünsel
metinlerini nesrin sınırlılığından kurtarmak için poetik ifade ve düşünceye
başvurmuştur. Şiirin bilgi ve hakikatle ilişkisi, problematik olarak tebarüz
ettiği için de, bir hayli tartışmalı olmuştur. Doğu’da, en azından İslâm
medeniyetinde, şiirin meşruluğu bu kadar tartışılmamıştır. Gerçi felsefeye
mesafe koyan şairler olmuştur, fakat hikmet daima şiirin diyarında mukimdir.
Batı’da birçok şair, felsefenin de yakından ilgilendiği evrensel konulara el
atmıştır. Bilhassa Almanlarda şair-filozof, filozof-şair denilen figürler
çoktur. Nietzsche, Schiller, Hölderlin, Novalis, Goethe bunlardan birkaçıdır.
Söz gelimi Goethe Spinoza, Leibniz ve Kant gibi filozofların el attığı birçok
konu üzerinde kafa yormuş, onları metinlerinde serimlemiştir. Bilhassa
Spinoza’yı elinden düşürmeyen şair, onun tanrı, tabiat ve panteizm kavramları
üzerinde oldukça fazla düşünüp yeni perspektiflerle metinselleştirmiştir.[58] Dolayısıyla, şiir- felsefe
ilişkisi üzerine Doğu’dakine oranla oldukça fazla metin yazılmıştır. Bunda,
rasyonel aklın sanatı, şiiri ontolojik ve epistemolojik zeminden ayırarak salt
estetik bir alanda konumlandırmak istemesinin etkisi büyüktür. Batı’da
rasyonel/irrasyonel, aklî/hissî ayrımı Doğu’ya göre çok daha belirgindir.
Böylesi bir konumlandırmaya da karşı çıkışlar olmuş, dolayısıyla kaçınılmaz
olarak, şiir ve felsefenin karşı karşıya geldiği bazen çatışan bazen de
yakınlaşan vasatlar oluşmuştur. Ortaya çıkan vasatta da oldukça fazla şeyler
söylenip yazılmıştır. Şiir ve felsefenin bu girift münasebeti bir veludiyete
yol açmıştır. Şiirle felsefe ilişkisi ve bu ilişkide açığa çıkan şeyler üzerine
bir hayli tartışmalar olmuş, metinler yazılmıştır. Bu tartışmalar da, yeni
yönelim ve görme biçimlerine önaçmıştır.
Öykünmenin
Bilgisi Olarak Şiir: Platon’un Şiir Üzerine Düşünceleri
Platon’un
doğup büyüdüğü Antik Yunan kültür hayatında, şiirin oldukça başat bir yeri
vardır. Şiirin, bir anlamda, hükümferma olduğu bir vasat söz konusudur.
Platon’un gençliğinde iyi bir sanat eğitimi aldığı, şiirler yazdığı;
Sokrates’le tanıştıktan sonra yani “felsefeye gönül verince şiire ve
musikiye yüz çevir” diği de söylenir.[59]
[60] Platon, müreffeh bir dönemde
şiirin tesiri altında yetişir: “Biz de bu güzel Yunan ülkesinde şiir
sevgisiyle yetiştik, yüreğimizde yeri vardır; onun iyilikten, doğruluktan yana
olduğunu görmek canımıza can katar.”4 İris Murdoch, Platon’un
şiir yerine felsefeyi tercih edişini, “Platon kendisi de şiirler yazmıştır.
iki yeteneğe sahip bir insan bu yeteneklerden birini seçtiğinde (ya da ilgisini
biri üzerine yoğunlaştırdığında) öteki yeteneği kullananlara dudak büker.”[61]
şeklinde, psikolojik bağlamda yorumlamıştır. Dolayısıyla, Platon, her şeyden
evvel, şiiri çok iyi bilen biri olarak onun nelere kadir olabileceğini de
müdriktir.
Nietzsche,
Platon’un sanıldığı gibi şiirden o kadar da uzaklaşmadığını, fakat felsefeye
hizmet için şiirde yeni bir kanal açtığını iddia eder.[62]
Platon’un Diyaloglardı için şiirsel metin oldukları şeklinde yorumlar da
yapılmıştır. “Diyalogların yazarı Platon şairler arasında sayılabilir ve
şiir, bilgelik âşıklarının ellerinde yeni bir kullanıma koşulur.”[63]
[64]
Sokrates düşünceyi bihakkın aksettirmediği için yazıya pek itibar etmez, benzer
biçimde, Platon da konuşmaya en yakın olan yazı biçimi diyaloga müracaat eder.
Bu hakikatin olduğu hâl üzere ve en pür ve aydınlık hâliyle ifade
edilmesine matuf bir çabadır, ki şair ve filozofların iddialaşma ve
zıtlaşmalarına sebep olmuştur. Platon, şiiri en çok da bu sebepten, şiirin
hakikat üzerinde hak iddia etmesinden dolayı, gözden çıkarmıştır.
Şiirle felsefe
arasında Platon’dan çok eskilere giden kadim bir ilişki vardır. Bu ilişki Antik
Yunanda, Sokrates’le birlikte, daha çok çekişme şeklinde belirmiştir. Platon,
mücadele hâlindeki ilişkinin iyice belirmesine ve günümüze tevarüs etmesine
zemin hazırlamıştır. “Platon Devlet’te şiirle felsefe arasında kadim bir
çekişmenin var olduğunu söylediğinde, hakikatten daha fazlasını vazetmiyordu.
Söz konusu çekişmeyi, Platon icat etmedi; zaten var olanı ortaya çıkarttı.”52
Bu, çok daha eskilere giden bir mücadeledir. Devlet te şiirle felsefe
arasındaki mücadelenin yeni olmadığı, çok eskilere dayandığını görmek
mümkündür. Antik Yunan’da şairler de, filozofları, Platon’un kendilerine tevcih
ettiği suçlamalara benzer şeylerle itham etmişlerdir.[65]
Bu suçlamalar daha çok tanrılara kafa tutmak, hürmetsizlik ve doğru düşünceyi,
hakikati parçalamak şeklinde tezahür etmiştir. Platon da, şairlerin tanrılara
olmadık şeyler atfettiklerini dolayısıyla onları faniler gibi gösterdiklerini
söylerken ya da formların silik bir hâli olarak şiiri tanımlarken
şairlerin filozoflar için söylediklerine benzer şeyler söylemiştir.
Platon, genel
olarak, sanata karşı pek sıcak bir tutum içinde değildir. Sanatı, bir taklit ve
öykünmeden (imitation) ibaret, ideaları üçüncü dereceden bir
görünüm hâlinde sunan bir kopyalama olarak görür. Bütün sanatları, aynı
derecede olmasa bile, taklit ve öykünme mahsulü olmaları bakımından, genel bir
kontekste oturtur. Genel olarak, sanata karşı tutumu menfi olmakla birlikte,
Platon’un başı en fazla şiirle dertte olmuştur. Platon’un şiire pek de dostane
olmayan bakışının altında farklı amiller, sebepler yatmaktadır. Platon, şiire
epistemolojik, dinî, siyasî, toplumsal, etik vs. yönleriyle bakmıştır. Fakat
asıl problematize ettiği şey, şiirin ontolojik ve epistemolojik boyutu,
hakikatle girdiği ilişki biçimi ve türevleridir.
Platon’un
yönelttiği esas tenkitlerden biri, şiirin fenomenler dünyasıyla sınırlı olduğu
ve idealara ilişemediğidir. Bir taklit bilgisi olan şiirde, ruhun
rasyonel olmayan kısmına başvurulur.[66]
“Platon’un şiiri suçlamak için ileri sürdüğü diğer ana argüman, şiirin ruhun
yalnızca görünümleri görebilen irrasyonel bölümünün inkişafına dayanmasıdır.”[67]
[68]
Dolayısıyla, taklidî bilgi rasyonel değildir. “îmitasyon, duyuların
yanıltıcılığı tarafından aldatılan yetiye (faculty) başvurur, fenomen türlerini
rasyonel olarak doğrulayabilen yetiye değil.”51 Platon,
irrasyonel olduğu hâlde şiirin neredeyse bütün alanlara taalluk etmesine karşı
çıkar, onu daha spesifik bir konuma oturtmaya çalışır. “Her şeyden
anladığını iddia eden bir adam (şair)”, ancak kaosa ve bilginin tahrifine,
nizamın bozulmasına hizmet eder.[69] îon’da Sokrates, “Şairin
ne demek istediğini anlamadan ozan olunmaz ki... Ozan dediğin, dinleyicilerine
şairin fikrini açıklayabilmeli; bunu başarabilmek için de onun ne demek
istediğini anlamak gerek. ”[70]
[71]
derken de dikkatleri daima bilgi, bilginin mahiyeti ve anlaşılması
üzerine yoğunlaştırır. Nitekim, “Platon’un Grek şiirine saldırmasının
altında yatan varsayım, şiirin Greklerin üniversal bir öğretmeni olarak
tanınmasıdır.”66 Şairle filozofu karşı karşıya getiren temel
ayrım, hakikatin bihakkın izharı ve kimler tarafından temsil edileceği meselesi
üzerine kuruludur.
Platon, şiiri
ve şiirin dolaşıma soktuğu bilgiyi batıl sayarken, ilham ve cünun
(çılgınlık/madness) üzerinde durur. Çünkü ilham eseri olan şiir, diyalektik
akılla değil, ilahî bir ihsan olan ve ancak vecd hâlindeyken, şuurun yitiriliş
anlarında neşvünema bulur. “İyi şair tanrısal esin taşıyan bir
delidir.""6 Sokrates, lon’da şairi, “hafif
kanatlı kutsal bir şey" olarak tarif ederken, bu mecnunun ancak
ilahî bir ilhamla (inspiration) yazabileceğini de ekler: “Şair hafif
kanatlı, kutsal bir şeydir, ilhamını duymadan, kendinden ve aklından öteye
geçmeden yaratamaz şiirini. Bu tanrısal vergiye kavuşamamış insanın şiir
yazmaya, biliciliğe gücü yetmez."[72] [73] Sokrates, her şairin
bir “şiir tanrıçasına" tutulduğunu, Musa’ların tutsağı
olduğunu söyler. İlham, bir demir halka hâlinde şairlerle tanrılar arasındadır.[74]
Şair, ancak
bir çılgınlık/cünun (madness) halindeyken üretebilen, ilahî bir tasarruf
(divine possession) olmadan şiir söyleyemeyen biridir. Bir nevi
kâhindir. Musalardan aldığı ilhamla kendinden geçen şair, bu esnada
bütün aklî melekelerini yitirir. Vecd hâlinde olduğu için söyledikleri tam
anlamıyla hakikat değildir, çelişkili şeyler ve geçici durumlardır. Platon, bu
durumu (çılgınlık/madness) “Musanın üç-ayağına" (tripod), oturmak
şeklinde tasvir eder.
“Buna göre
bir ozan Musa’nın üç-ayağında oturduğu zaman, kendinden geçer, bir pınar gibi
yüreğinden döküleni bırakır aksın diye ve sanatı bir taklit sanatı olduğu için
birbirine karşıt insanlar canlandırarak çoğu kez kendi düşünceleriyle çelişkili
sözler söylemek zorunda kalır, ama bu söylenenlerden hangisinin doğru olduğunu
bilmez."[75]
Homeros’u bir
yorumcu sayan Sokrates, bir rhapsods olan İon’u da yorumcunun
yorumcusu/tercümanı olarak şairlerden çok daha fena bir hâlde gösterir.[76] İon’un Homeros hakkında
yaptığı yorumlar tamamen bir tanrı vergisidir, dolayısıyla sanatla (thekne)
ilgisi yoktur: “Sokrates- Seni tanrısal bir insan olarak tanıyoruz öyleyse,
İon. Homeros üzerindeki güzel sözlerinin sanatla hiçbir ilgisi yok."[77]
Dahası, İon’un şiir hakkında söyledikleri genel olarak şairler hakkında değil,
sadece Homeros’un şiiri hakkındadır. Bu açıdan da şiir küllî olana değil, fakat
ancak cüzî olana göndermede bulunur.
Platon’da
sanat, daha doğrusu Eski Yunan’da, “tekhne” teknik, zanaat olarak
algılanmış; şiir ise teknikten ziyade ilahî bir nefha olarak
görülmüştür.[78] Tehkne, bir
yapma/üretme belirtir, oysa şiirde böyle bir şey söz konusu değildir. “Kahramanlık
şiirlerini yazmış büyük şairlerin, duygu şiirlerini yaratmış büyük şairlerin o
güzel şiirleri, sanatın değil, insanın yüreğine üflenmiş tanrısal bir nefesin
ürünleridir.”[79]
Sokrates, zanaatların belli bir bilgi ve hünere dayandığını, Platon
ise devletinde sadece bunlardan birini icra edebilecek kabiliyete sahip
insanları barındıracağını söyler.[80] Fakat her işten anladığını
iddia eden ve nerdeyse her mesele hakkında söz söyleyen şairlerin Platon’un
düzeninde yeri yoktur:
“-Öyleyse,
her kılığa girmesini, her şeyi ustaca taklit etmesini bilen bir adam, bizim
topluma gelip de şiirlerini halkın önünde söylemek isterse, bu kutsal, bu
eşsiz, bu tadına doyulmaz şairin önünde saygıyla eğilir, deriz ki: Bizim
ülkemizde senin cinsinden insanlar yok, olması da yasak. Böylece başına kokular
sürer, çelenkler takar, onu başka bir ülkeye yollarız.’”[81]
Platon, site
kurallarına uyacak, tanrıların olumlu yanlarını gösterecek, iyi insanları
taklit edecek, askerlerin ve gençlerin eğitimine katkı sağlayacak masallar
anlatan ve şiirler söyleyen şairleri yaptıkları öykünme, eserleri sıradan olsa
dahi bu sürgünün dışında tutar.[82] Böylece, şiiri, günümüz
sistemlerinde de görüldüğü gibi, toplum düzenine hizmet edecek bir eğitim aracı
olarak görmek ister. “Platon’un ideal devletinde gençlerin eğitiminde en
büyük pay belli bir tür şiirin okunmasına dayanır. ”[83] Bu şiirse didaktik
mahiyetli olup belli konularla sınırlı kalacaktır. Bilgelik (wisdom) şairden
alınıp, filozofa verilecektir.
Platon,
ısrarla imitasyon üzerinde durur. Sanatçı, dolayısıyla şair
değişmez gerçekliği değil, fakat yer değiştiren gölgeleri ve yansımaları görür.
Filozof, şairi bir benzetmeci olarak tarif eder, daha doğrusu tahkir eder.
Benzetmeci yani şair, ne yaptığı şeyin aslına vakıftır, ne de onu başkalarından
öğrenir. “Demek ki benzetmeci benzettiği şeylerin aslını ne kendi bilir, ne
de başkalarından öğrenir.”13 Benzetmeci yani sanatçı, özelde
şair, insanı bilgelikten uzaklaştırmaktadır: “...Her benzetmeci sanat
doğrudan uzak kalır, bilgeliğe karşı koyan yanımızla düşer kalkar, sağlam ve
gerçek hiçbir şeyin ardına düşmez.’”7 Platon, taklidi (imitation)
sadece kötülüğü öykündüğü için değil; fakat hakikati kavramada aciz, yetersiz
kaldığı için de mahkûm eder.[84] [85]
[86] [87]
[88] Sokrates, “taklit ettiğinde
sorgulamazsın” der. Diyalektik akla ve ölçüye perestiş eden Platon için
benzetmeci şair mevcut düzeni amorf hâle getirir; fenomenleri dahi bir büyük,
bir küçük gösterir; kuruntular meydana getirir, tutkularımızı besler, fakat
asla akla hizmet edenyanımıza hitap etmez.
Platon şiirin
duyguları, vecdi, taşkınlığı, tutkuları ve acıyı açığa çıkarttığı; ruhumuzun
bastırılması gereken yanlarını dışa vurduğu, akıl ve geleneğin bize yapılmasını
salık verdiği şeyleri devre dışı bıraktığı fikrindedir: “Benzetme bu
duyguları kurutacak yerde sulayıp besler, dizginlenmesi gereken tutkulara
içimizin dizginlerini verir; böylece de iyi ve mutlu olmamızı değil, kötü ve
mutsuz olmamıza yol açar.”11 Şiir, hakikat bilgisinin, insanı
mesut ve ölçülü bir hayata ulaştıracak bilginin, kökünü kurutan onu ölçüsüz
tutku, sevinç ve trajedilerle akamete uğratan muharref bir araç; şair ise,
baştan çıkarıcı bir tahrifçidir.
Alain Badiou,
Platon’un asıl derdinin mimesisten ziyade şiirin kendisini bağlantı
kuran ve sonuç çıkaran düşüncenin (Dianoia) karşısına koyduğuna;
şiirin “yasasız bir önerme” biçimi olduğunu yazar. “Dianoia kateden
düşünmedir, bağlantı kuran ve çıkarım yapan düşünme. Şiir ise, olumlama ve
hazzetmedir; katetmez, eşikte durur. Şiir kurala bağlanmış aşma değil; adaktır,
yasasız önerme ve sunudur.’”7 Bu yasasız bilgiye, yani “şiire
karşı alınacak asıl önlem ‘ölçü, sayı ve tartım’dır.’”19 Platon’un
şiir karşısındaki tavrını eleştiren Badiou, “Platon şiirsel düşünmenin
düşüncenin düşünülmesi olmayacağından endişe ettiği için kovdu şiiri. Bize
gelince, biz şiiri başımızın üstüne buyur edeceğiz.” der.[89] [90]
Aynı Badiou, Felsefe İçin Manifesto’ da, düşünceyi şiire ram ettiği,
felsefeyi şiirin emrine koştuğu gerekçesiyle Heidegger’i eleştirecektir.
Platon,
filozofu, şairin hilafına ahlâklı, sağlam bir belleği olan, bilgisever,
ölçülü ve akla uygun yanımıza hitap eden biri olarak takdim eder.
Filozof, “binde bir yetişen tanrısal bir varlık”tır. Şairlerin bilinç
dışı (unconsciousness) durumlarını kabul etmez Platon, dahası böylesi
bir hâlden (cünun/madness) sadır olacak şeyin kimseye bir fayda
vermeyeceğini, aksine felsefî aklın ve ilahî nizamın ikame ettiği yapıyı amorf
hâle getireceğini ileri sürer. “Gerçek logos, en yüksek (dile getirilemeyen)
hakikat karşısında sessiz kalır; ama sanat objesi kendi gevezeliğini sever...”[91]
Sokrates, şiirin, bilgelikten ziyade ilhamdan sadır olduğunu, hatta şairlerin
tanrı elçileri olduklarını ifade eder; fakat yine de kendisinin, devlet
adamlarından olduğu gibi, kendilerini insanların en bilgesi sanan şairlerden de
üstün olduğunu iddia eder.[92]
Sokrates,
Delfik gelenekte (700-480 M.Ö.) “yerini bilmek, tanrı olmadığını bilmek”
anlamına gelen, Apollon tapınağının üstüne kazılan “kendini bil” sözüne, çok
daha farklı bir yorum getirmiştir.[93]
[94] Şöyle ki: “İnsanî, ilahî
şeylerin bilgisine doğru bir yolculuğa yeltenmenin başlangıç noktası kendini
tanımak/bilmektir; bilenin (knower) kim olduğunu anlamaktır. Ve kendini bilmek
için başlangıç noktası en azından bilmediğini bilmektir.”8
Felsefe ile şiir arasındaki temel çatışma Sokrates’in bu tezinde de kendini
gösterir. İlham ile yazan, kendini bilmeksizin, yazdığını izah edemeyen şairin
her konuda “bilgiçlik taslamasına” Sokrates’in cevaz vermesi mümkün
değildi ve nitekim bu şuur-dışı (unconsciousness) üretime karşı hem
kendisi hem de talebesi Platon mantıksal (logical) ve bilişsel (cognitive)
bilgiyi savunmuşlardır.[95] Sokrates’e göre "şairlerin
asıl tehlikesi bilgelik üzerine hak iddia etmeleridir.” [96] Platon, şiiri zihnin
felce uğraması, tutulması olarak niteler. Şiir, bir tür zihinsel zehirdir ve
bunun panzehiri de bir şeyin hakikatte ne ise o olduğu bilgisinden başka
bir şey değildir.[97]
Şiirle felsefe
arasındaki temel çatışmalardan birini de, güzel ve iyinin Antik Yunan’da benzer
ya da aynı şeyler olarak algılanmasında aramak lazım. Platon, güzelliğin
sanatın eline bırakılmayacak kadar kıymetli olduğunu söyler. Güzellikten, en
yetkin iyiyi anlar.[98] Şairin bilgi ve bilgelik
üzerinde hak iddia etmesi, Sokratik düşüncede, asıl problematiklerden birini
teşkil eder. “Dolayısıyla Sokratik teorinin amacı şiirin değerini tartışmak
değil, fakat daha ziyade şairin (ya da rhapsode) bu değerlerin bilgisi üzerinde
otorite sahibi olduğu fikrine itirazdır. ”[99]
Sokrates’in asıl itirazı şiirsel bilginin kurduğu otoriteye karşıdır ve bu
bilginin bir bilince dayanmadığı, “noncognitive ” olduğudur. Söz gelimi
bir diyalogda Adeimantus, Tanrılara ait bilginin kaynağının şairler olduğunu
söyler Sokrates’e.[100] Dolayısıyla şiir, teolojinin
de kaynağıdır. Sokrates ve Platon şiirin toplumdaki, bilhassa eğitimdeki hâkim
rolünü eleştirirken, dolayısıyla bir paradigmayı da sorgulamışlardır. Şairlerin
bir nevi medya görevi gördükleri, bilgiyi dolaşıma soktukları bir vasatta
şiirin sağladığı bilginin niteliği tartışılmaya açılmış, mantıksal ve
kognitif bilginin gerekliliği ve sahihliği savunulmuştur. Çünkü Platon,
ideaların ancak kavramlarla anlaşılacağı inancındadır. Şiirle yaşanılan bu
çekişmede felsefe mathemeye dayanarak şiirle, dolayısıyla, dolayımsız
düşünceyle arasına mesafe koymuştur.[101]
Bu yaklaşım, bazı istisnalar dışında, yüzyıllarca hükümferma olmuştur. Şiir,
düşünce dünyasından o kadar tard edilmiştir ki, şiir için savunmalar dahi
kaleme alınma gereksinimi hissedilmiştir.
Platon
versus Aristoteles: Mimesis
Kadim Yunanda
şiir ve felsefenin birlikte anılması, etkileşim hâlinde olmaları işgal
ettikleri ortak alanla ilgidir. Henüz bütün düşünce ve bilimlerin mihveri olan
felsefe ve yine kendisi kadar nüfuz sahibi olan şiir, varlık, insan ve
hakikatle kurdukları münasebetten dolayı aynı muhitin iki sakini olarak ister
istemez etkileşimde bulunmuşlardır. Platon’da şiir-felsefe ilişkisi bir gerilim
hâlindeyken, Aristoteles’te şiir, felsefenin üzerine düşünüp taşındığı bir alan
olarak belirmeye başlar. Platon’un semtinden kovmak istediği şiiri, Aristoteles
felsefî bir refleksiyon alanı kılmıştır.
İlk bakışta,
Aristoteles de şiiri Platon gibi taklit mahsulü olarak görmüş gibi bir algı
oluşabilir. Fakat, bu iki filozofun mimesisten ne anladıklarına
dikkatlice bakıldığında Aristoteles’in şiire yaklaşımında Platon’a muhalif
sayılabilecek bir tutum içinde bile olduğu görülür. Platon, daha önce görüldüğü
üzere, şiiri ideaların yansımaları olan fenomenleri taklit etmek ve
müptezellikle suçlamıştı. Fakat Aristoteles, dünyayı reel olarak kabul eder, ki
bu bile şiiri bir derece daha gerçeğe yaklaştırır. Daha da önemlisi
Aristoteles’in şiiri muzır görmemesi, Platon’un aksine, onun müspet taraflarını
izaha girişmesidir. Aristoteles, Platon’a nazaran, şiire bakışında daha
tasnifçi, makul ve bilimsel bir perspektif geliştirmiştir: “Platon şairlere
kendi şiiri ile karşılık verir. Aristoteles şairlere (ve Platon’a) tasnif,
muhakeme ve bilgi ile karşılık verir.”[102] Nitekim, Aristoteles,
bilgiyi teorik, pratik ve poetik olarak tasnif eder ve poetik bilgi (episteme
poietike), oluşturma bilgisi, üretme ve şiir bilgisi anlamını da içerir.[103]
Aristoteles,
şiirin mimetik ve üniversal olduğu şeklinde iki temel argüman
ileri sürer. Bilhassa “mimesis” kavramı, ana argümanını teşkil eder.
Ancak bu kavramın temel referanslarının Aristoteles’te neyi gösterdiği mutlak
biçimde, en azından herkesin üzerinde uzlaşacağı şekilde, tespit edilememiş
yahut tek bir gösterge ile sınırlandırılamamış, tartışmalara sebep olmuş; fakat
muhtelif yorumlarla izaha çalışılmıştır. Yani “mimesis” kavramı salt bir
taklit/öykünme olarak değil, içerdiği farklı ve geniş anlam skalasıyla değişik
perspektiflere zemin olmuştur.
Platon,
şairleri ideal düzenin icaplarını yerine getirmediklerinden, ki bu ideal düzen
filozoflar tarafından yönetilecektir, sürgüne göndermek, kalanları ise sadece
çok cüzî ve basit işlere koşmak ister. Aristoteles ise, şairlerle filozofların
etkileşim, paylaşım içinde olmaları gerektiğinden yanadır. “Aristoteles’in
eserinde, şair ve filozofların bütün insanî ve ilahî şeyler hakkında
birbirlerine söyleyecekleri birçok şey mevcuttur.”9 Aslında, hem
Platon hem de Aristoteles antik dönemde şiir ve felsefe arasındaki müşterek
vasatın farkındadırlar. Badiou, Platon’un şiirle felsefe arasına mesafe
koyduğunu, Aristoteles’inse şiiri felsefenin konusu hâline getirdiğini söyler.
Aristoteles,
her ne kadar araçları farklı da olsa, şiiri diğer sanatlar gibi mimetik olarak
niteler.[104] [105]
Bilgi edinme aracı olan mimesis, Aristoteles’te, şiirin kaynağındaki
içgüdüdür aynı zamanda.[106]
Metafizik, “Bütün insanlar, doğal olarak bilmek ister. ” sözüyle başlar.[107] Mimesis de bir öğrenme
aracıdır. O hâlde, şiir de bir öğrenme aracıdır.[108]
Bir bilgi üretir.
Aristoteles,
şiir üretenlerin yani şairlerin taklitte yetkinleşmiş kimseler olduğunu söyler.[109] O hâlde taklit, alelade bir
eylem değil; gittikçe yetkinleşilen bir edimdir. Şiirse bir eylem taklididir
daha çok: “... Ozanlar, ya ortalama insandan daha iyi ya da daha kötü
olanları yahut ortalama insanların eylemlerini taklit ederler. ”[110]
Nejat Bozkurt, Aristoteles’in mimesisi ikiye ayırdığını ve
şiiri “eylemin (praxsis) taklidi” olarak gördüğünü söyler.”[111] Trajedi ortalamanın
üstündeki, komedi ise ortalamanın altındaki insanların eylemlerini taklit eder.
Aristoteles’e göre şairler, hem olanı hem de olması gerekeni taklit ederler:
“...Ozanın
şu üç olanaktan belli birini zorunlulukla taklit etmesi gerekir. Yani, ya (1)
nesneleri nasıl idiyseler yahut nasılsalar; ya da (2) nesneleri mythos ’lara
yahut insanların inançlarına göre nasılsalar; yahut da (3) nasıl olmaları
gerekiyorsa, o şekilde betimlemelidir.”12
Aristoteles’te
şiir, sadece hâlihazırdakini veya mevcudu değil; fakat mümkün olanı da anlatır:
“Ozanın ödevi, gerçekten olan şeyi değil, tersine, olabilir olan şeyi, yani
olasılık ya da zorunluluk yasalarına göre olanaklı olan şeyi anlatmaktır.”12
Bu bakımdan, şiir tarihten ayrılır. “Tarihçi daha çok gerçek olan’ı, ozansa
olabilir olan’ı anlatır.”1* Aristoteles, şiirle tarih arasında
yaptığı bir kıyaslamayla şiiri daha felsefî ve üstün bulur: “Bunun için
şiir, tarih yapıtına oranla daha felsefi olduğu gibi, daha üstün olarak da
değerlendirilebilir. Çünkü şiir, daha çok genel olanı, tarih tek tek olanı
anlatır.”15 Yani şiir, tümeli (küll); tarih tikeli (cüz) vermeye
yöneliktir. “İşte olayları, olabilirlikleri ve gerçeğe uygunlukları
açısından alıp işleyen kimse, olayların tarihçisi değil, şairidir.”16
Tarihle şiir arasındaki fark bir form işi değil, onların bizzat
fonksiyonlarıyla ilgilidir. Şiir, mümkünler dünyasında imkânlara alan açar;
tarihse olmuşlar arasından seçme yapar. Tarih olup biten gerçekliğe, şiirse
mümkün hakikate göndermede bulunur. Bu bakımdan şiir, esas itibariyle olgusal
gerçeklikten ayrılır. Şiirin gösterdiği hakikat deneyimi aşar ve hiç
gerçekleşmeyebilir de. Dolayısıyla, bu görüş, Platon’un nakilcilikle suçladığı
şairlerin Aristoteles tarafından bu şekilde algılanmadığını; dahası şiirin
mümkünleri, gerçekleşmemiş bile olsa, görünüre sunarak onların inkişafına vasat
oluşturduğunu imler.
Platon, şiir
sanatının kendinden geçme, tecennün/esriklik ürünü olduğunu; Aristoteles ise
kendilerinden kolayca geçenlerin değil, üstün yetenekli kişilerin işi olduğunu
söyler.[112] [113]
[114] [115]
[116] [117]
Şiiri ilham ile kendinden geçmişliğin (cünun/cezbe) ürünü olarak gören
Platon’un aksine Aristoteles, ilahî kıvılcımın bizi daha fazla kendimiz
yaptığını söyler.[118] Böylesi bir yaklaşım, şiiri
bilinçdışı (non-cognitive) bilgi olarak belirleyen Sokratik teoriye pek
uymaz. Platon, her ne kadar ilahî bir ilham ve cünun esnasında şiir söyleyenler
olarak görse de, son tahlilde şairlerin ortalamanın üstünde insanlar olduğunun
bilincindedir. Aristoteles ile en azından bu bağlamda paralel görüşler
taşıdıkları söylenebilir. Yani şair, yaklaşım farklılıkları olsa da, her iki
filozof için de sıradan biri değildir. Bu ortalamanın üstünde insanların (şair)
ürettikleri bilgi, birinde (Aristoteles) sahih, diğerindeyse (Platon)
gayrisahihtir.
Sanatların,
özellikle de şiirin bir mimesis hadisesi olduğunu varsayarsak tartışmayı
bu kavram üzerinden yürütmek, şiirin filozof açısından neliğini daha
sarih kılacaktır. D.W. Lucas, oldukça fazla anlam genişliğine sahip mimesisi
karşılamak için taklit etmek, temsil etmek, göstermek/belirtmek,
önermek/ima etmek, ifade etmek gibi farklı bağlamlara ihtiyaç olduğunu
söyler.[119] Aristoteles’in şiire
bakışında temel rol oynayan mimesis kavramının Platon’un taklit
kavramından farklı olduğu, salt bir kopyalama olmadığı aşikârdır. Mimesisi
şerh edenler, onun Platoncu anlamda bir taklit olmadığı, taklidi aşan bir
yaratma olduğunun altını çizerler. P. Somville, Aristoteles’te imitasyon
kavramının kullanımına çok farklı anlamlar yüklemiş, hatta yaratıcı bir öz bile
atfetmiştir:
“imitasyon
salt nesnenin taklidi anlamında bir kopyalama değil, fakat nesnenin yaratılma
ya da sapmasıdır; doğadaki ve gerçeklikteki verili şeylere eklemlenmeyi ve
sanatçının yaratıcı dehasıyla onların başka şeylere transformasyonunu içerir.”[120]
Cardinal
Newman, imitasyonu bir transformasyon ve üsluplaştırma olarak görür. “Aristoteles’e
göre şiir, idealin temsilidir. (...) Şiir, hayat ve doğa fenomenlerinden
genelleme yaparak bize varolan kalıplardan sonra değil, fakat zihinsel
yaratıştan sonra çizilmiş resimler sağlar.”[121] Şiirin var olan
kalıplardan değil de “zihinsel bir yaratıştan sonra çizilmiş resimler
sağlaması”, onun taklidi aşan yönüne, bir nevi yaratma (ibda) olmasına
işaret eder. Şiirin, tek tek hadiseler ve durumlardan değil, tabiat ve
hayattaki fenomenlerden genellemeler sunması söz konusudur. Böylesi bir bakış
açısına göre, her ne kadar kavramlara dayanmasa da, bir anlamda, şiirin bütün
insanlar için söz konusu olan bazı durumların gün yüzüne çıkmasına katkı
sağladığı ve genel ilkelere değindiği düşünülebilir. Harberg imitasyonu
nesneler arasındaki soyut ilişkinin temsili; Golden ise, gerçekliği kavramak
için bir mekanizma ya da bir öğrenme süreci olarak yorumlar. Golden’in “entelektüel
bir aydınlanma süreci aracı ve hakikati kavrama mekanizması” yorumu,
Platon’un şiiri muharref bir tahrifçi olarak görmesinin tam tersi bir durumu
imler.
Bedrettin
Cömert, gerçekçilerin mimesisi gerçeğin taklidi; idealist yorumcuların
ise mimesis’in gerçekliği aştığı, dolayısıyla bir taklit olamayacağını
düşündükleri bilgisine yer verir ve kendisi de mimesisi yorumlar:
Cömert, mimesisi “geçekleşme halindeki gerçeklik” olarak belirledikten
sonra; “Şair, eğer gerçekten şairse, gerçekliği taklit edişi kopya değil,
yaratıştır. Aristoteles şaire bu özelliği tanımakla, onun öznelliğini ve
yaratıcılığını da olanaklı kılmış oluyor. Gerçeğe uygunluk ve zorunluluk
yasaları, bir yandan sanat eserinin tutarlılığını güvence altına alırken, öte
yandan, şairi kaba gerçeğin egemenliğinden kurtarıyor; ona, kendisini bir özne
olarak gerçekleştirme olanağı tanıyor.”11’ diyerek,
Aristoteles’in taklitten anladığı şeyi Platoncu bir taklit düşüncesinden uzak
bir noktada konumlandırır. Zaten, Estetik başlıklı çalışmasında, mimesis=yaratı
gibi bir başlık açarak mimesisi yaratmayla eşitlemiştir. Nejat
Bozkurt’un mimesisi yorumu ise, onun hem taklit hem yaratma olduğudur.[122] [123]
[124]
Platon ve
Aristoteles’in taklit kavramına yaklaşımları şiire bakışlarıyla doğrudan ve
derinden ilintilidir: “Platon’a göre en iyi tür en az taklit eden türdür
(dithyrambos). Aristoteles’e göre ise, en çok taklit eden tür en iyi türdür
(tragedya).” [125]
Platon’un söz dinleyen, basit işlere koşulan şairine karşı
Aristoteles’in mimesiste yetkinleşen şairi tabiatı, kozmosu bihakkın
“taklit ederek” şeyleri hakikate uygun biçimde görünüre sunar. Aristoteles,
doğru bir taklidin şeyleri neyseler o olarak karşılayacağı inancındadır.[126] Dolayısıyla, Aristoteles için
de iyi ve kötü taklit gibi bir ayrımın olduğunu, taklitte yetkinleşmenin de
nazarıitibara alındığını söyleyebiliriz.
Aristoteles’in
mimesis teorisine yaklaşımlar, onu Platon’un taklit kavramının
karşısında konumlandırır. İnsanın bilgi edinme sürecinde ve tabiatı anlamasında
mimesisin önemli bir yeri olduğuna inanan Aristoteles, şiiri de mimetik
doğası itibariyle Platoncu anlamda menfi bulmamıştır. Aristoteles’e göre trajik
şiir bir arınma sağlar: “Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku
duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir (katharsis).”1"1
Filozof, trajedinin kathartik özelliğine vurgu yapar; dinleyicide bir
arınma meydana getirdiğinin, onu kasılmış kötü duygulardan azade kıldığının
altını çizer.
Platon, şiiri
tahrif edici bulurken; Aristoteles, şiiri mümkünün imkânını gösteren,
dönüştürücü, tabiatı stilize eden ve yaratıcı bir edim (act) olarak
felsefe kadar kıymetli bulur. Şiirin bir bilgisi, üretme bilgisi, olduğu
zorunluluğunu imler. Aristoteles, Platon’a göre doğa bilimleriyle daha fazla
haşır neşir olmasına rağmen, şiire oldukça kıymet biçmiş, şiiri bilgi edinme
teorisi olan mimesis kavramı bağlamında konumlandırmaya çalışmış,
felsefeyle atbaşı gitmesi gerektiğini düşünmüştür. Platon, bilginin menşeine
doğayı değil de idealar âlemini koymasına, hatta şiirin ilahî bir ilham
eseri olduğunu söylemesine karşın, biraz da felsefeyi öncelemek için olsa
gerek, şiiri batıl saymıştır. Bunda Sokrates’in kognitif, mantıksal ve
diyalektik yaklaşımının payını görmemek mümkün değildir. Zira, Antik Yunan’da
paradigmayı dolayısıyla şiirin otoritesini de sorgulayan, şiirin değerini
problematize ederek bir tartışma zemini oluşturan Sokrates’tir. Şiir ve felsefe
arasında dip dalgalar hâlindeki mücadelenin gün yüzüne çıkmasına vasıta olan ve
bu mücadeleyi de öğrencisi Platon’a miras bırakan yine Sokrates’tir. Bu iki
filozof “hakikatin dolaysız ve ani bir tutulma şeklinde Tanrı vergisi olarak
inkişaf etmesi” gibi bir genel yargıya karşı çıkarken, aynı zamanda,
bilginin diyalektik vasıtasıyla bir anımsama olduğunu da ileri sürmüşlerdir.
Platon’un öğrencisi olan Aristoteles’in bilgi edinme ve hakikati belirleme
ilkeleri ve kanonu farklılaşınca şiire olan yaklaşımı da tabiatıyla
farklılaşmıştır. Mimesisin insanın öğrenmesindeki önemi, mimetik
bir sanat olan şiiri de farklı bir bağlama oturtmuştur. Aristoteles, son
tahlilde, şiir ve felsefeyi, yekdiğeriyle etkileşim hâlinde olması kaçınılmaz
olan, insanlığın iki önemli figürü olarak görmüştür.
Şiir, hakkında
tezleri olan filozoflardan biri de Giambattista Vico’dur. Vico, insanlığın iki
ana mecrada geliştiğini ileri sürer. Bunlardan birincisi İbraniler, yani ilahî
inayetle gerçekleşen uygarlık; ikincisi ise “gentil” uygarlıktır.[127] [128]
Vico, esas olarak gentil unsurlar üzerinde durur. Çünkü İnsanî kurumlar,
gentil unsurlar tarafından oluşturulmuştur. Buna göre insanlar kendi
tarihlerini oluşturur, neyi öğrenebilirlerse onu yaparlar. Burada, bizim için
önemli olan “gentil” insanlığın, ilk ifade tarzı ve bilgi ediminin
poetik oluşudur. “Bu dönemde şairler barbar yığınların öğreticisiydiler ve
şiirin amacı da onların yabaniliklerini evcilleştirmekti.”19 Gentil
uluslarda şairler, Grekçe ‘creators’ (yaratıcılar) olarak
adlandırılmışlardır.[129] [130]
Vico’nun şiirsel hikmet (poetic wisdom) dediği şey, henüz bilinç
düzeyine geçmemiş insanlığın, içgüdüye/hayale dayanan bir dünya tasavvuru
meydana getirmesidir. Bütün düşünme biçimlerinin ve bilimlerin başına şiirsel
hikmeti koyan Vico, böylelikle kognitif olmayan bir zihin durumuna vurgu
yapar. Vico’nun Yeni Bilim"deki şiirsel hikmet ve şiirden
anladığının bugünkü anlamda şiirden farklı olduğunun altını çizmek gerekir.
Zira, filozof burada daha çok “akıl gücüyle soyutlama yapamadıkları için
hayal güçleriyle soyutlama yapan” insanları kastetmiştir.[131] Gentil insanlığın ilk
şiirleri teolojik ve mitik karakterli olup tabiat ve korku veren hadiseleri
anlamaya yönelik bir karakter gösterirler. Teolojik şairler, fenomenleri
gözlemlemiş ve adlandırmışlardır. Dolayısıyla, medeniyet ilk olarak bu tarz bir
poetik edimden neşet etmiştir.[132]
Vico’ya
göre, insanlığın ilk bilginleri şairlerdir. “Gentil dünyadaki ilk bilgelik poetiktir
ve teolojik şairlerin bilgisinden oluşmuştur.”[133] Yeni Bilim isimli
kitabının Şiirsel Hikmet başlıklı bölümünde, metafizik, tarih, ekonomi,
mantık gibi alanların doğuşunu ve emekleme dönemini şiirsel olarak niteler.
Metafiziğin kaynağını teşkil eden şiirsel hikmet, soyutlama gücü olmayan
insanların, ilk insanların, kaba his ve hayallerinden doğmuştur.[134]
Vico’ya göre
ilk insanlar, şiirsel bir tabiata sahiptirler. Filozof, gentil
insanlığın meydana getirdiği epistemolojinin başlangıcına şiiri (fabl, mit)
koymuştur. Başlangıçta sadece içgüdüye ve somut düşünceye dayanan bilgi (teolojik
şiir) ve dünyayı tanıma şekli zamanla bilinç düzeyine yükselerek felsefeye
kaynaklık etmiştir. Dolayısıyla, felsefe, şiirden daha kognitif ve işlenmiş bir
zihin durumundan doğmuştur. [135]
Vico’nun şiiri aklın emekleme dönemi, dolayısıyla felsefeye göre daha az
gelişmiş (ilkel), ilk anlamlandırma tecrübesi olarak gördüğü söylenebilir:
“Vico’nun
iddiasına göre, insan, tıpkı çocuklar gibi anlamadan insan olmuştu. Çünkü,
insanın tabiatı, hayal gücü ve somut düşünceden başlayarak, akla ve soyut
düşünceye doğru yükselme göstermekteydi. Üstelik, anlama refleksiyon işiydi.
Anlama, filozofların ortaya çıkmaya başladığı İnsanlar Çağında mümkün
olmuştu."[136]
Felsefenin
daha rafine ve incelmiş bilinç ürünü olduğunu söyleyen Vico, Platoncu bir tavır
takınır. Fakat Vico, şiirle felsefe arasında bir mukayese yapma ihtiyacı
hissetmez, daha ziyade gentil insanlığın epistemolojik gelişimini
göstermeye çalışır. Sema Nakkaş, Vico’nun Descartes’in aksine hayal gücüne önem
verdiğini ve bilginin kaynağını buraya kadar indirip incelemek istediğini ifade
eder.[137] Hilmi Yavuz, Vico’nun şiirin
düşüncenin kaynağında olduğunu ve hakikati temsil ettiğini öne sürdüğünü yazar:
“Vico:‘Dil’in ve dolayısıyla ‘düşünce’nin kökeninde
‘şiir’ olduğunu belirtiyor; dahası, (burası çok önemli!) ‘şiir’in ‘hakikat’i
temsil ettiğini öne sürüyor,- zihinsel modellerin değil! Kısaca Vico, dünyanın
zihinde mantıksal argümanları değil, ‘şiir’le (ya da, onun değişi ile
‘fantezili tümeller’le) inşa edilebileceği kanısındadır.”[138]
Ancak, burada,
bilhassa filozofun, şiirin temsil ettiği ve açığa çıkarttığını savunduğu
gerçekliğin ilkel ve henüz yeterli bir bilinç düzeyine ulaşmamış insanlık
durumunun ürünü olduğunun altı çizilmelidir. Vico’da kavramsal düşünce
dolayısıyla da felsefe poetik düşüncenin daha rafine ve aşılmış halini imler. Yeni
Bilim’de, şiirsel hikmeti daha ziyade gentil insanlığın anlam
veremedikleri hadise ve durumları ilk anlamlandırma çabası olduğu, mantıksal ve
kavramsal düşüncenin ancak daha sonra geldiğini iddia eden Vico’nun söylemek
istediği şey şiirin, poetik düşüncenin, hayatı ve evreni ilk anlama tecrübesi
olduğudur.
Filozofa göre
ilk şiirler teolojiktir. “Merakın annesi olan cehalet, hiçbir şeyden haberi
olmayan bu insanlara her şeyi olağanüstü göstermişti. [184] Onların şiiri,
ilkin tanrısaldı.”[139]
Bunun asıl nedeni ilahî inayetten yoksun olan gentiherin hakkında fikir
sahibi olamadıkları olaylara olağanüstülük atfetmeleridir. Gök gürlemelerinden
korkan bu insanlar, Jove denilen bir tanrı ihdas etmişlerdir.[140] Jove, gentil dünyanın
Tanrısı, şiirden doğmuştur. Gentil insanlık, şiirsel hikmetle evreni
temaşa etmiş ve kendine ilahî olmayan din, Tanrı, metafizik, vs. üretmiştir. “Şiirsel
hikmet, temâşâ hâlindeki bu şiirsel metafizikle başlamıştır. Onlar, teolojik
şair veya tanrıların dilini anlayan bilgeler olarak adlandırılmıştır. ”[141]
[142]
Şiir sadece tanrıyı ihdas etmemiş, yanı sıra insanî kurumların teşekkülüne
de kaynaklık etmiştir. “Şiirin başlangıcında tanrının adı vardır. Şiir,
insanî kurumların başlangıcını işaret eder.”432 İlk hikmet
sahipleri ve tarihçiler de şairlerdir filozofa göre. İlk entelektüel edimlerin
şiirsel bir doğaya sahip olduğunu birçok düşünür dillendirmiştir. Felsefe dahi
Antik Yunan’da, özellikle Sokrates ve Platon’a kadar, poetik bir vasat ve
tınıya sahip olmuştur.
Şairler üç
çağda var olmuşlardır: Teolojik Şairler Çağı, Kahramansal Şairler Çağı ve
Homerik Çağ[143]
Homerik çağda bu teolojik şiirlerin (mit, fabl) değişime ve bozulmaya uğradığı
görülür. Vico, Homeros’un, doğal olarak var olmadığı, meşhur iki eseri olan Odysseia
ve İlyada’nın yazarı değil, fakat nakledicisi olduğunu iddia eder.
Homeros’un bir nevi poetik bilincin mahsulü olduğu, sadece bir birey/şair
olmadığını savunur. “Homer, aslında kendi tarihlerini şarkı olarak söyleyen
Yunanistan halkının bir ideası veya şiirsel karakteridir.”[144]'4 Vico,
Grek halkının Homeros’u kendi hemşerileri olması konusunda birbiriyle
yarışmalarının sebebini “bizzat kendilerinin Homer olması”na bağlar.[145] Filozofun vurgulamak
istediği, şiirsel hikmetin halk hikmeti olduğudur. Vico, Homeros’u bir filozof
olarak görmez. Fakat yine de Homeros’un metinleri Grek filozoflarına ilham
kaynağı olmuştur.[146]
Hilmi Yavuz, “Scienza
Nuova’nın deyişiyle söylersek, ‘zihinde (intellect) olan hiçbir şey yoktur ki,
başlangıçta, duyarlıkta (sensibility) bulunmasın! ” ifadelerine yer verir.[147] Burada şiir, rasyonel
düşüncenin gelişmesine zemin hazırlayan irrasyonel ve içgüdüsel bir
duyarlılığın ürünüdür. “ilkçağların insanı, şiirsel karakteri, düşüncenin
anlaşılır birimlerini ve bunlarla ilgili mitleri ve sonunda temel düşünce
biçimlerini yaratınca, akılcı soyutlamanın önkoşulları da yaratılmış oldu.'”'[148]
Deneyimleme, anlamaya çalışma, soyutu somutlaştırma, göksel olanı izaha girişme
çabaları, soyut ve kavramsal akla taşımıştır insanlığı.
Vico, Platoncu
anlamda, toplumsal yapıyı çözen ve hakikati iptal eden bir şey olarak yaklaşmaz
şiire. Şiirin, poetik düşüncenin, “ilkçağ insanlarının medeniyetle
tanışmasını sağlayan bir sosyal düzen kurduğunu” iddia der. Felsefeyle şiir
arasındaki yapay sınırlara karşı çıkar.[149]
Fakat yine de “şiir ilk konuşmadır. Felsefe sorgulama ile takip eder.”[150]
Dolayısıyla, daha sonra Hegel’de bariz bir biçimde göreceğimiz gibi, poetik
düşüncenin miadını doldurduğu vurgusu, Vico’da da söz konusudur. Şiirsel
düşünce ilk insanî kuramların teşekkülünü sağlamış, fakat aşılmıştır; yerini
felsefî ve kavramsal düşünceye bırakmış ya da ona evrilmiştir. Hegel de sanatın
sonunu ilan ederken felsefî ve mantıksal düşüncenin insanlığın ulaştığı son
evre olduğuna inanmıştır. Dolayısıyla, bu filozoflara göre, insanlığa ancak
felsefî düşünme biçimi hizmet edebilecek, sanat ve şiir ise bir refleksiyon
alanı olacaktır.
Kant:
Deha Ürünü Olarak Şiir
Yargıgücünün
Eleştirisi’nde, İmmanuel Kant, estetik beğeni, güzellik, yücelik, sanatın
deha ürünü olması gibi konular üzerinde durur. Estetiğin bir disiplin olarak
ortaya çıkmasında bu kitabın katkısı büyüktür. Bu kitapta, filozofun şiir
üzerine düşünceleri de mevcuttur. Kant, şiiri daha çok deha ve doğa üzerinden
kurduğu ilişkiyle anlamlandırmaya çalışır. Kant’a göre şiir, sanatların
şahikasıdır. Sanat deha mahsulüdür, deha ise, sanatçının doğasında bulunup
tabiata aittir. Sanat, doğa ve deha arasında bir ilişki söz konusudur. Filozofa
göre, sanat/şiir, deha (sanatçı/şair) ve doğa arasındaki ilişki şöyle
özetlenebilir:
“Şiir en
yüksek sanattır. Deha sanata kural verir. Deha, sanatçının yaradılışında olup,
tabiata aittir. Bundan dolayı, deha tabiatın sanata kuralını verdiği bir
araçtır. Yalnızca doğaya ve doğadaki güzelliklere hayranlık duyabiliriz.
Dolayısıyla, yalnızca deha, doğal olarak, takdir edilebilir güzel sanatları
mümkün kılabilir. Fakat şair dehayı kontrol edemez ve doğa bir kural veren
olduğundan bir deha eserinin hesabını veremez. O hâlde, şimdi, doğa şaire ilham
veren bir sahibiyettir.”[151]
Şair/sanatçı
(deha), ürettiği eserin hesabını veremez, çünkü onda doğanın ilham ve tasarrufu
vardır. Doğanın bu sahibiyet ve belirlenimsizliği dolayısıyla “güzel sanatın
bilimi değil, ancak eleştirisi olur.”[152] [153] Kant, sanatı deha
ürünü olarak görürken, dehayı sanat ile tabiat arasına yerleştirir. O hâlde,
sanata kural verecek olan şey bizzat tabiata ait olan dehadır:
“Deha
(tabiî ihsan) sanata kural veren kabiliyettir. Sanatçının doğuştan gelen
üretici yetisi olarak kabiliyet, bizzat tabiata ait olduğundan ^onu şöyle ifade
edebiliriz: Deha sanata tabiat vasıtasıyla kural veren doğuştan gelen zihnî
istidat (ingeniumftır.”13
Deha, “öncelikle
sanat için bir kabiliyettir, bilim için değil.”[154] Çünkü, deha sanata
özgür bir şekilde kural koyar, kendinden önceki verili kural ve paradigmaları
aşan bir üretim ortaya koyarak yeteneği ile sanata yeni kaideler bahşeder ve en
önemlisi de taklit ve takip edilemez. Fakat bilimde durum farklıdır. Newton’u
örnek veren Kant’a göre, ne kadar yetenekli olsa da bilim adamı kendinden evvel
üretilmiş bilimden hareket ederek, kümülatif ve progresif bir şekilde üretimde
bulunur, bilgileri öğrenebilir ve aktarabilir. Sanatçıysa doğanın kendisine
bahşettiği yetiyle ölür, yeni bir deha için tabiatın anî bir ihsanını beklemek
gerekir.[155] Dolayısıyla deha biriciktir,
bizzat tabiata aittir, bilhassa şiir için söz konusudur.
Kant,
sanat güzelliğini tasarımsal olduğu gerekçesiyle tabiat güzelliğinden ayırır: “Tabiî
bir güzellik güzel bir şeydir; sanat güzelliği bir şeyin güzel
tasarımıdır.”16
Sanat bir yapmadır, tasarlanmış bir şeydir. Bir tasarım olarak da dehanın
ürünüdür. Hegel, sanatı insan ürünü olması bakımından doğa güzelliklerinden
üstün tutarken; Kant şairin doğaya tabi olduğunu ve oradan ilhamla dehanın
sanata form ve kural verdiğini söyler.
Şiir,
sanatların en özgürüdür ve kaynağını neredeyse tamamen dehaya borçludur. “Estetik
ideler yetisinin tüm gücüyle kendisini görünüşe çıkardığı yer, şairin
sanatıdır.”[156] [157]
İdelerin en vazıh şekilde görünüm kazanmaları şiirin önaçtığı özgür muhayyile
vasıtasıyladır. Şiiri sanatların şahikası yapan başka bir nedense, onun
duyumlardan ziyade tahayyüle (imagination) başvurmasıdır. Şiir, diskursif akla
(discursive reason), dil ve idea gibi zihinsel öğelere yakın düşer; zira en
soyut sanat odur. Bu soyutluk, onu maddeden azade kılarak özgürleştirir. Ancak,
bu özgürlük başıboşluk anlamına gelmez. Şair, sensus communis olarak
konuşmalıdır. Sensus communis, burada yaygın kanaat anlamındaki common
sense değildir. Ne bir delilik ne de bir olağanüstülüktür o, fakat bilincin
minimum seviyesidir. Dolayısıyla şair, sonsuz çeşitlilik içindekini dönüştürmek
ve dünyanın geri kalanına iletmek zorundadır. Kant, bu yargıyla, Platon’dan
ayrılır. Zira, Kant, şairlikle delilik arasındaki ayrımı muhayyilenin sonsuz
çeşitliliğini bir sensus communise dönüştürmeyi ölçü alarak yapar. Ancak
bu dönüştürmeyi yapabilenin şair olabileceğini iddia eder.[158]
Yapamadığı takdirde, bu sonsuzluk içinde bir yitime uğrar insan. Platon ise,
şairin ancak bir esriklik ve cezbe neticesinde üretebileceğini ve ürettiği
şeyin ne anlama geldiğinden bihaber olduğunu savunur. Sensus Communis
kavramındaysa şairin minimum bir bilinç düzeyine sahip olması asgarî koşuldur,
ki sonsuz seçenekler arasında bir seçme irade edebilsin, bunu dahi hissedilir
bir biçimde ifade edip insanlara iletebilsin. Bu şekilde sanatlar, öznel içsel
bir deneyim ürünü dahi olsalar, üzerine bir kanaat sahibi olunur. Sensus
communis, Kant estetiğinde, estetik yargıların oluşmasında belirleyici
temel kavramlardan biridir de.[159]
Kant’a göre “ (Kaynağını
neredeyse tamamen dehaya borçlu; kural ve örnekler tarafından yönlendirilmeye
en az hevesli olan) Şiir bütün sanatlar arasında en öncelikli sırayı
tutmaktadır.”15 Şiir, önceden konulmuş kurallar manzumesinden
azade bir sanat olarak, özgür muhayyileyle, zihni estetik biçimde
özgürleştirir, genişletir ve güçlendirir.[160]
[161] Dolayısıyla, muhayyilenin
özgürleştirici ve kavramları aşan tarafıyla “şiir, zihni dile getirilemez
olan düşünce zenginliğine açmak suretiyle, zihni genişletir.”[162]
Sanatın, özelde şiirin deha ürünü olmaklığı, “dehanın tahayyül gücündeki
aktifliği ile düşüncenin genişlemesine imkân vermesi ve bunu üretilmiş bir obje
içinde ifade etmesidir.”[163]
Şairin en dikkat çeken yanı, filozofa göre, fenomenler dünyasını aşan, açık
seçik kavranamayan ve emsali görülemeyen mümkün şeylere hissedilir bir ifade
vermesidir:
“Şair
görülemez varlıkların rasyonel idealarına, Kutsal âleme, cehenneme, ebediyete,
yaradılışa vesaireye hissedilebilir ifadeler vermeye çabalar. Muhayyileyi
kullanarak, şair, emsali olmayan, deneyimin sınırlarını aşan şeylere
hissedilebilir bir ifade vermeyi dener.[164]
Şairin
muhayyileyi kullanarak duyuları aşan şeylere (supersensible) hissedilir
bir ifade vermesi, zihne bir canlılık katar, onu duyuları aşan şeylere karşı
uyanık tutar.[165] Şiirin sanatlar arasında ilk
sırada yer alması, bu özelliğiyle de alakalıdır. Şiir, bir retorik değildir.
Kant, retoriğin şiiri başka amaçlar için araçsallaştırdığını ve dinleyicilerin “zihinsel
özerkliklerini sinsice yok ettiğini” söyler. Şair, bir söylevciye göre
vadettiğinden çok daha fazlasını verir.[166]
Şiirin, aklı
aşan ideleri duyular dünyasıyla ilişkilendirme gibi bir rolü vardır: “Şair kavramları
onun (ve bizim) kognitif güçlerini uyaran ve yalnızca mekanik bir yeti
olmayıp ruhun bir ifadesi olan dil kullanımını sağlayan duyumları aşan ideler
ile ilişkilendirir.[167]
Şair, ideleri hissedilebilir kılmaya teşebbüs eder. Estetik ideleri
sergiler. Hegel’in tinin şiirde tezahür ettiği tezi ile benzerlik
gösteren bir tutumdur bu. Şiir, aklın nakıs kaldığı sınırsız mümkünler
çeşitliği içinde, onlara en uygun ifadeyi biçerek hissedilebilir (fenomenler
dünyası) olarak sunmaya yöneliktir. Şiir, ifade edilemez estetik idelere
biçim ve ses veren bir lisan olarak kendi sınırını zorlar. Sanatların şahikası
olan şiir, diğer sanatlardaki dolayımı da aşarak olabilecek en mümkün araçsız
ve anîliğiyle estetik ideleri sunar.
Kant’a göre “şiir
muhayyilenin özgür bir oyununun ciddi bir kavrama işi gibi iletilme sanatıdır.”15
Dolayısıyla, özgür muhayyile rasyonel aklın aşamadığı sınırlara ulaşabilir ve
onu besler. Bilhassa poetik tahayyül, kavramlara anlam ve hayat vermek için
önemlidir. Poetik tahayyül kavramlara canlılık verir, onları besler. “Poetik
muhayyile fikirlerle oynar, fakat oyun içinde, “[şair] kavramları
anlamak ve hayat vermek için muhayyileyle onlara gıda sağlar. ”[168]
[169]
Filozofa göre, güzel bir şiir gibi, düşünceyi kışkırtan başka bir şey yoktur.
Şiir, düşüncede katıksız bir lezzet bırakır.[170]
[171]
Doğa ve sanat
münasebeti, Kant’ta, taklit olarak formüle edilmez. Tasarım ve tasavvura
dayandığı için, sanat, doğadan ilhamını alsa bile ondan farklıdır. “Sanatın
kendinde varlığı, onun gerçek (real) bir şeyin taklidi olmasında değil;
fakat ikinci bir gerçeklik, “ikinci bir doğa” yaratmasında bulunur.”16
Bu durum, o güne kadar sanatın, dolayısıyla şiirin bir doğa taklidi, yansıması
olduğu tezinden farklıdır. Evet, şiir deha ürünüdür, deha da tabiata angajedir,
fakat şiir asla basit bir doğa taklidi değil, tasarımsal bir şeydir. Tasarımsal
olansa, taklidi aşar.
Kant’ın şiir
hakkındaki düşünceleri şöyle özetlenebilir: Şiir, en soyut ve en özgürü olması
itibariyle, sanatların şahikasıdır. Üretici bir tahayyüle sahip olup en
dolayımsız ve spontane sanat türüdür. Sanatlar arasında en özgürüdür ve kaynağını
neredeyse tamamen dehaya borçludur. Şair dâhidir, doğanın şaire sahibiyeti
vardı. Şiir, deha vasıtasıyla doğadan mülhemdir. Şiir, muhayyile vasıtasıyla
estetik idelere hissedilebilir bir ifade ve ses bahşeder. Kavramların sınırlı
dünyasını aşarak zihne bir canlılık katar, onu kışkırtır ve genişletir; yine
özgür muhayyileyle, zihne özgür, spontane, bağımsız bir belirleme imkânı
sağlayarak onu güçlendirir. Poetik muhayyilenin özgür oyunu ile, şiir,
kavramları anlamak ve onlara hayat vermek için kavramları besler; aklın
yetersiz kaldığı durum ve idelerle ilişkiye girerek onlara hayat bahşeder,
hissedilebilir kılar. Mümkünlerin sonsuz çeşitliliği içerisinde bir seçme
yaparak ifade imkânı kazandırır. Bu anlamda, filozofun görüşleri hesaba
katıldığında, şiirin ifade edebilme ve adlandırmadaki kabiliyetinin felsefeye
kavram üretme noktasında katkı sağlayıp önaçtığı da söylenebilir.
Hegel:
Şiirin Sonundan Felsefenin Başlangıcına
Hegel, sanat
ve şiir üzerine bir hayli kafa yorar. Estetik üzerine verdiği derslerde şiire
büyük bir yer ayırır. Sanatı klasik, romantik ve sembolik çağlar biçiminde üç
döneme ayıran filozof, asıl önemi klasik çağ şiirine, bu çağda da dramatik
şiire atfeder. Mutlak tinin sanat ve şiirdeki tezahürleri üzerine uzun
uzun durur.[172] Şiiri bütün sanatların
sentezi ve en mükemmeli olarak tanımış, tinin sanat dolayımıyla oldukça
dolayımsız ve duyusal biçimde tezahür ettiğine hükmetmiştir. Yunan sanatı ve
şiiri üzerine önemle duran ve düşüncelerini bu dönemdeki sanat üzerine teksif
eden Hegel, sanatın bu çağdan sonra bittiğine kanaat getirmiştir. Artık
sanatın, dolayısıyla sanatın en üst skalasında yer alan şiirin, miadını
doldurduğuna inanmış ve felsefenin sanat ihtiyacını da karşılayacağı
düşüncesini savunmuştur. Sanat bundan böyle, insanlığa bir şey sunmamaktadır.
Sadece kadim sanat eserleri üzerine kafa yorulmakta, felsefi refleksiyonlar
yapılmaktadır. Sanat, artık, bizlerin yüksek beklentilerini yeterince tatmin
etmez; ancak düşünmek ve katlanmak için bir vesile olur. Böylece düşünce ve
refleksiyon güzel sanatları aşar. Hegel, şiirle zirveye ulaşan sanatın öldüğünü
ileri sürmüştür. Dolayısıyla rasyonel, tamamen soyut düşünceden evvelki son
sanatsal merhaledir şiir.[173] “Onun ölümü [şiirin] Dil'in
doğuşudur.” Dil olmadan düşünülmez ve hakikat dilsel bir şeydir. [174] Sanat hakikati görünür kılar,
fakat söze dönüştüremez.
Hegel, Kant’ta
olduğu gibi, sanatçının doğaya angaje bir deha olduğu kanısında değildir. Ona
göre, sanat tasarımsaldır. “Sanatçının yeteneği ve dehâsı kendi içinde doğal
bir öğeye sahip olsa bile, yine de bu öğe, özünde, düşünceyle, üretim tarzı
üzerine düşünümle, ve üretme pratiği ve becerisiyle geliştirilmeye gerek duyar.
”[175]
Filozof, Goethe ve Homeros gibi büyük şairlerin en yetkin eserlerini olgunluk
döneminde verdiklerini, bununsa şairin kabiliyet ve düşüncesinin yetkinleşmesi,
aşırı tutku ve arzulardan sıyrılmasıyla mümkün olduğunu söyler. Bu bakımdan
şiir, aynı zamanda, saf bir temaşadır (pür kontemplasyon) da.[176] Hegel, sanatın kökenine “insanın
düşünen bir varlık olması”nı koyar.[177]
Bu görüş aynı zamanda, sanatın imitasyon olduğu, yani doğayı taklit
ettiği görüşüne de muhaliftir. Sanat objeyi doğadan alsa bile onu mutlaka aşar,
en kötü sanat eseri dahi tabiattaki güzelliklerden daha hakiki ve yetkindir,
zira insanî bir şuurun ve tecrübenin mahsulüdür. O halde sanat asla bir taklit,
kopya değil tinin (geist) bir tezahürüdür. Üretici bir muhayyile gücünün
yanında sanat üretimi tinseldir ve öz-bilinçlidir de.[178]
Hegel’e göre
sanat da, felsefe ve din gibi aynı alana, mutlak tinin alanına aittir.[179] “Şimdi mutlak bilinç
nesnesi olarak hakikat ile uğraşması yüzünden, sanat da mutlak tin alanına
aittir ve dolayısıyla içeriği bakımından sanat din ile (sözcüğün tam anlamıyla
din ile) ve felsefe ile bir ve aynı zemin üzerinde bulunur.”[180]
Mutlak tinin en tekâmül etmiş hâli felsefede neşvünema bulur. Din ve sanat,
felsefede birleşir.[181] O hâlde sanat, sadece bir
zevk nesnesi olarak alınmamalıdır. Sanat, “İnsanlığın en derin ilgilerini ve
tinin en kavranabilir hakikatlerini akıllarımıza yerleştirmek.” gibi bir işleve
de sahiptir.[182] Sanat, hakikati duyumsanır
bir biçimde sunar. “Sanat aslında içinde Hakikat’in ifşa ediliş yollarından
biri olan güzelliği amaçlar. Bu yüzden de Hegel güzelliği, İde’nin ‘duyusal
alandaki görünüşü.’ olarak tanımlar.”[183]
Hegel’in “güzel olan hakiki olandır” sözünü bu bağlamda hatırlamak gerekir.
Sanat tinin cisimleşmesi, hissedilebilir bir hâl almasıdır.
İnsanoğlunun
ilk ve üniversal öğretmeninin şiir olduğunu söyleyen Hegel, Vico gibi, şiirin
milletlerin dillerinin henüz gelişmemişken doğduğunu düşünür.[184] Dil tinselin mülkünden
(property of sprıt) öncelikle şiir olarak doğar.[185]
Şair, milletlerin dudaklarını aralamış, fikirleri kelimelere taşımış ve
milletlerin düşüncelere sahip olmasını sağlamıştır.[186]
Milletlerin ruhu, şairlerin bireysel dehasında süzülür. Şiir, tinsel
(spiritual) bir üretimdir, tin ise ancak bireysel bir bilinç ve
öz-bilinç olarak var olur.[187] Şair, ruhun
mahiyetinin en derinine nüfuz edebilir ve gizli olanı her nerede yatarsa yatsın
bilincin ışığına çıkarabilir.[188] Medeniyetler ve toplumlar
için poetik bir bilinç ve algılayış biçiminden bahsedebiliriz. Mesela, Hegel,
Doğu idrakini (Grekler hariç) Batı’dan daha poetik bulur.[189]
Hegel’e göre tinin
en yetkin ifadesi kendini ancak dilde bulabilir. Sanatta, tinin en
yetkin ifade biçimi olan şiir dilini (poetic language) figüratif olması
bakımından günlük/sıradan (prosaic language) dilden ayırır. Onun şiir
üzerine düşüncelerini anlamada bu ayrım önemlidir. Şiir dili, rutin dilden çok
daha eski ve mahirane bir giriftlik ve detaylandırmaya sahiptir, hakikatin
orijinal bir sunumudur.[190] “Poetik olmak için dilin
ideal bir sfere çıkarılması gerekir.”[191] Ancak yine de imajlı
dil, evrensel ve kavramsal olanı tam olarak veremez; bunun için, imgesiz bir
dile ihtiyaç vardır.[192] [193]
Bu dil ise somutluktan tamamen sıyrılmış ve kavramsal olan felsefenin dilidir.
Hegel, sanatın
mutlak tinin maddede aldığı hissedilebilir (sensible) bir form,
tecessüm olduğunu söyler. Maddeden arınması bakımdan sanatların en tinseli
şiirdir. Sanatta tinin kendini en dolayımsız biçimde sunduğu zemin de
şiirdir. “Mimariden şiire doğru yükseldikçe maddi olanın hafiflediği, ruhun
derinleştiği görülür. Maddesel olandan ruh olana bir yöneliş ve yükseliş
görülür.”13 Sanatların özü itibariyle millî olduğunu söyleyen
Hegel, bunlar arasında en evrensel olanın şiir olduğunu ileri sürer. Şiir, bir
sanat olarak, en dolaysız kavrayıştır, ”Geist’in en yektin ifade
biçimidir.”''4 “Şiir sayesinde biz, ide ’yi genel formu içinde
kavrarız. Şiir, sınırlanmış ve belirlenmiş bir bireyselliğin çizgileri altındaki
bir tür olarak Ide’yi önümüze serer.”18 Fakat tam bir idealleştirme
süreci meydana getiremez ve maddîlikten hiçbir zaman tümüyle kurtulamaz.
Maddeden tamamen kurtulup azade olduğunda artık sanat eseri olmaktan çıkar.
Dolayısıyla, maddeden sıyrılmış bir şiirse artık estetik bir şey değildir.[194] [195]
[196] Bu aşamadan sonra tinin
en soyut formu olan, şiirden sonra ideal biçim olarak, felsefe neşvünema
bulur. Dolayısıyla, felsefe, bir bakıma, en üst skalada bir şiirdir de, bu
yoruma göre. Mutlak tinin tezahüründe maddeden giderek soyutlaşarak
şiire, oradan da felsefeye evrilen insan aklının bu macerası ideali
aksettirmek için girdiği süreçlerdir.
Sanatlar
arasında en üst skalada şiirin olduğunu söyleyen Hegel için “Şiir, aydınlığı
ve zenginliği ile bütün düşünce dünyasının kavranılmasını mümkün kılan bir dil
kullanımı” ile düşünceye derin bir biçimde taalluk eder.[197] Çünkü düşünce, gerçek
mecrasını ancak sözde bulur. “Bütün düşünce, sözün sesleri içinde, yalnız
ruha yönelen işaretlerle ifade olunmaktadır.” [198]
Şiir, aynı zamanda, hakikatin evrensel ve apriori özüne dayanır. Poetik ifadede
tinin yaratması durumu söz konusudur, bu bakımdan “şiir aynı zamanda
pür bir kontemplaysondur. ”[199] Fakat yine de, şiirin
düşünceye iştiraki, felsefenin sınırlarına kadardır. Hakikat, en mutlak
tezahürünü felsefede bulur, şiirse felsefeden evvelki bir duraktır. Hegel için
mutlaklığa doğru hareket, şiirden felsefeye doğru bir harekettir.[200] Şiir, bir nevi imajinatif
diyalektiktir ve felsefe bunu şiirden daha dolayımsız biçimde yerine getirebilir.[201]
Hegel’de
sanatçı ve filozof arasında belli bir ayrım vardır; sanatçının felsefe
yapmasına ihtiyaç ve lüzum yoktur. Şairin progresif bir biçimde yetenek ve
dehasını işlemesi gerekmektedir. Şiir, bir farkındalık ve ayırt etme işidir. “Basiret,
ayırt etme ve eleştiri olmaksızın, sanatçı, şekillendirmek durumunda olduğu
herhangi bir konuya hakim olamaz ve halis sanatçının, yaptığı şeyi bilmediğini
sanmak ahmaklıktır. ”[202]
Bilhassa
deneyimin büyük önemi vardır. Şiir, bir idealden ziyade hayat tecrübelerine
dayanmalıdır. Şiir, ne sadece esin ve deha ürünü, ne de düşüncedir.
Dolayısıyla, salt düşünce ile yani felsefî bir düşünme ile mükemmel bir şiirin
yazılamayacağı gibi bunu sadece esin ve yetenekle yapmak da mümkün görünmez.
Hegel de, birçok filozof gibi şiirin özel bir yetenek ve deha gerektirdiği
kanaatini taşır. Fakat deha tek başına yeterli değildir. Tamamen öğrenmeye
dayalı bir yeterlilikle de sanat eseri vermek söz konusu değildir. Son tahlilde
mükemmel bir sanat eseri için ilham ve dehanın yanında temaşaya/düşünceye de
ihtiyaç vardır.[203]
Hegel’in,
şiiri, sanatın son merhalesi sayması, somuttan soyuta ilerleyerek, sanatın
giderek işlevini yitirdiği ve düşünceye evrildiği anlamını taşır. Sanat, artık
geçmişte kalmış bir şeydir. Sanat felsefesi, filozofa göre, sanattan daha fazla
gereksinim duyulan bir alandır.[204] Sanat, giderek soyutlaşmış ve
düşünceye/felsefeye en yakın hâlini şiirde bulmuş ve nihayet işlevi, felsefe
tarafından devralınmıştır. “Hegel sanatı, zihnin en son formu olarak değil,
ama en son formlarından biri olarak ele aldı. Daha doğrusu, ona göre, zihnin bu
serüveninin en son aşaması felsefedir, sanat ise hakikate giden daha önceki bir
basamaktır.”[205]
Vasıta olarak dili kullanan şiir, sanatın ulaştığı en soyut ve tinsel
zirvedir. Sanat, maddeye dayandığı için tam anlamıyla tinsel olamaz,
bütünüyle soyut bir hâl aldığında ise sanat olmaktan çıkar.[206]
[207] Sanat, zirve ve son noktasını
şiirde bularak, artık tam anlamıyla soyut ve kavramsal bir öze sahip olur,
fakat işlevi bu noktadan sonra biter. Felsefe ise, mutlak tinin en
yüksek skalada tezahürüdür. Dolayısıyla, mutlak tin’in objektivasyonu
anlamında sanat son merhalesi olan şiirle birlikte yerini felsefeye bırakır. En
somut sanattan başlamak üzere aşamalı bir şekilde ilerleyen sanatın son
merhalesi olan şiir “aynı zamanda sanatın erimeye başladığını ve düşüncenin
daha yüksek bir biçime muhtaç olduğunu da bildiriyor.”191 Bu
yüksek biçimse, felsefedir. Böylesi bir yorumun yapılmasında, modern sanatın
içinde bulunduğu durum da belirleyici olmuştur.[208]
Sanat/şiir, mutlak
tinin objektivasyonuna din ve felsefe ile birlikte katılan bir tecrübe
olarak önemlidir, fakat son tahlilde şiirin de bir sınırı vardır ve şiirin
aşama kaydedip bittiği yerde mutlak tinin daha derinden kavranması için
nihayet felsefe işe koyulur. Nitekim, böylece, filozof sanatın yetersiz
kaldığını, bir bakıma sanatın ölümünü ileri sürerek felsefenin
mutlaklığını ilan etmiş olur. Şiirin salt bir imitasyon olduğu konusunda,
Hegel, Platon’a ters düşer. Hele de, şiirin bir rüya hâli ve esriklik olduğunu
da absürt bulur.[209] Fakat yine de, şiirin,
felsefenin başladığı yerde bittiğini ima etmesi yönüyle de Platoncu bir tavır
takınır.[210] Hegel, sanatın/şiirin
ölümüyle onun insanlar için bir ihtiyaç olmaktan tamamen çıktığını iddia etmez
yine de. Sanat, yine var olacaktır; fakat ideali, mutlak tini tam
anlamıyla sunmak bakımından bir bütünlükten yoksun olacak ve yalnızca
hissedilir bir biçimde nazarıitibara sunacaktır.[211]
Bu yönüyle, idenin, kavramın bihakkın ancak felsefeyle yani kavramsal
düşünceyle elde edileceğini düşünür. Fakat daha sonra, yine bir Alman filozofu
olan Martin Heidegger, Hegel’in, sanatın sonu iddiasına karşı çıkar. Her ne
kadar modern sanatın inkıraza girdiğini kabul etse de, sanatın tarihsel
misyonunu yeniden kazanıp kazanamayacağı konusunda Hegel’le çelişir. Modern
çağın içine düştüğü yoksunluğa, nihilizme karşı sanatın, felsefeden daha fazla
göğüs gerebileceğini düşünür.[212] Bilhassa teknolojinin mahrum
bıraktığı bir çağda şiire büyük iş düşmektedir.
Nietzsche:
Hakikatin Yokluğunda Şiir ve Felsefe
Nietzsche’de
şiir ile felsefe ilişkisi, filozofun hakikate bakışı dolayısıyla en başından
farklılık gösterir. Nietzsche’ye göre sonsuz bir olgunun olamadığı gibi mutlak
bir hakikat de yoktur.[213] “Hakikatler yanılsama
oldukları unutulmuş olan yanılsamalardır; aşılıp duyumsal güçlerini yitirmiş
olan metaforlardır. ”[214] [215]
Filozofa göre, “Bizim dışımızda, önceden verilmiş bir dünya yoktur. Sayısız
anlamlar vardır yalnızca. (Gİ, 48). Olgular yoktur yorumlar vardır (PA, III:2.)
Hakikat yoktur (Gİ, 666). Ne kadar göz varsa, o kadar hakikat vardır, yani
hakikat yoktur (Gİ, 534). ””25 Platon ve Kant’ta olduğu gibi
aşkın bir hakikat de yoktur. Nietzsche, bilince de çok pirim vermez. Bilgi
denilen şey de, son tahlilde, pragmatik amaçlar için dünyanın kurgusal basitleştirilmesidir.
Sanat da, güç isteminin (kudret iradesi) öncesiz-sonrasız kaosunda gelip
geçici birlikler kurar ve bu anlamda evren kendi kendini kuran bir sanat
eseridir. “Üst-insan hem sanatçı hem de sanat-ürünüdür” ve her ikisi de
bizzat kendisidir. Sanat, tinsel olmaktan çok fizyolojik ve bedenseldir.[216] Güç istenci için de
oldukça elverişli görünüm ve durumlar kurar. Böylesi bir felsefî anlayışın,
şiire, bilinegelenden farklı bir yaklaşım getirmesi kaçınılmazdır.
Poetik-fragmental
dil kullanımıyla, Nietzsche, daha ilk bakışta klasik felsefî üsluptan ayrıldığı
izlenimi verir. Metaforik, aforizmatik ve peygambervari hitabetiyle fragmental
bir dil frekansı tutturmuştur. Buysa, çıkarımlara dayanan klasik felsefî dilden
hayli farklıdır. Hem şiir yazması, hem üslubunun şiirsel olması ve hem de
hakikate yaklaşımı diğer filozoflardan oldukça farklı bir manzara arz eder. Böyle
Buyurdu Zerdüşt'te büyük filozof ve bilgelerin hakikate değil de batıl
inançlara hizmet ettiğini söyler.[217]
Nietzsche, “çekiçle felsefe” yapar. Ecce Homo'nun ön sözünde “Putları
(ki benim için “ülküler” demektir) devirmek-zanaatım asıl bu benim”der. [218] “Nietzsche gibi
bir filozof, yıkıcı, yıkarak düzen önerici, düşünme hastalıklarını giderici bir
filozoftur.”[219]
Felsefeyi, daha sonra Heidegger’de görüleceği gibi, Sokrates öncesine taşıyarak
bu noktayı, Sokrates’i, bir bozulma ve yanlış anlaşılmanın miladı/başlangıcı
olarak görmüş, bunu yaparken de kuşkusuz poetik söylem ve düşünce biçiminden de
istifade etmiştir.[220]
Deleuze,
filozofun felsefeye iki ifade aracı kazandırdığının altını çizerek şunları
yazar: “Nietzsche felsefeye iki ifade aracı kazandırır: aforizma ve şiir. Bu
biçimlerin kendisi yeni bir felsefe anlayışına, düşünürün ve düşüncenin yeni
bir imgesine işaret ederler. Nietzsche bilgi idealinin ve hakikatin keşfi
yerine, yorumlama ve değerlendirmeyi koyar.”[221] Özellikle kült eseri
olan Böyle Buyurdu Zerdüşt, şiirsel bir tarzda kurulmuş felsefî metin
yahut nesirle kurulu bir şiir (prose-peom) metnidir. Hatta, filozof, “Bir
Goethe, bir Shakespeare bu korkunç tutku içinde, bu yükseklerde bir an bile
soluk alamazlardı; Dante Zerdüşt’ün yanında yalnızca bir insandır (...)
Vedaların ozanları rahiptirler, Zerdüşt’ün eline su bile dökemezler.”
sözleri ile bu metni büyük şairlerle de mukayese ederek, ondaki felsefî yönün
yanı sıra şiirsel öze de göndermede bulunur.[222]
Böyle Buyurdu Zerdüşt, “poetik/felsefik” bir metin olması bakımından bir
nevi arafta kalmıştır. Nietzsche, “ salt bir filozof olmaktan daha ziyade
filozoflar arasında bir sanatçı” olarak da görülmüştür.[223]
Nietzsche, klasik edebî ve felsefî düşünce ayrımının üstüne çıkar, edebiyat ve
felsefenin sınırlarını aşarak poetik- düşünür (poetic thinker) olarak
anılır.[224] Filozofun en önemli çıkışı,
Platon’dan beri revaç bulan felsefe ve bilimin ikna edici, diyalektik tarzına,
şiirin alanına hapsedilmiş, metaforik ve fragmental söylemi dâhil etmesidir. “Şair
ritmin arabası üzerinde şenlikle götürür düşüncelerini” sözleriyle poetik
söylemin düşünceye kattığı insiyakî ve şenlikli doğayı ima eder.[225] Çünkü, saf-akıl “insanın
kendi insiyaklarıyla (derûnî, ‘tabiî/fıtrî’ dünyasıyla) savaşmaya kalkışması”
anlamına gelir, ki insanı sadece bilinç düzeyinde var-tutan sığ ve hastalıklı
bir durumdur.[226]
Nietzsche,
Sokrates’le başlayan, Vico’yla devam edip Hegel’de zirve yapan (sanatın sonu) mitostan
logosa doğru bir gelişmenin olduğu, logosun/felsefenin en üst
düşünme biçimi ve nihaî merhale olduğu tezine iştirak etmiş görünmez. Sokrates,
his ve sezgiye güvenmeyip akla ve kavrama sığınarak insandaki yaratıcı ve diyonizyak
öze ket vurmuştur. Sokratik estetiğin şairi de Euripides olmuştur. Şiire
oldukça mantıkçı bir perspektifle yaklaşarak, dramanın öğelerini düzeltmek ve
ölçülü hale getirmek için rasyonaliteyi kullanmıştır. Buysa trajedinin ölümüne
yol açmıştır, trajedi henüz yeni inkişaf etmişken öldürülmüştür. Şiir ve
felsefe arasındaki mücadele, Sokrates-Dionysos arasında baş göstermiştir.[227] Sokrates ve Platon
diyalektiğe başvurarak, adeta, “sahte- Gerek ve anti-Grekler olarak, asıl
Grek özünün çözülüşünün ve çöküşünün acenteliğini” yapmışlardır.[228]
“Şiir
olmadan insan bir hiçti” der, Nietzsche[229]
Nietzsche de, şiirin kaynağında insanın teolojik gereksinimlerinin olduğuna
inanır. Vico’da olduğu gibi, burada da insanlar arasında bir Tanrı arayışı ve
seslerini Tanrıya işittirme ihtiyacının mitik/poetik söylem için mümbit
bir zemin oluşturduğu söylenebilir.[230]
Dolayısıyla, Nietzsche için de bu yargı değişmez: Bu, şiirin dinî ihtiyaçlarla
birlikte insanlığın ilk tezahür etmiş edimlerinden olduğu yargısıdır. Böylesi
bir yargı, yaklaşım da, filozofun, şiiri iptidaî insanî tecrübelerin gözesi
olarak gördüğünü hissettirir. Nietzsche’de şiir, aslında, bir bilinç ürünü
değildir, ama bu olumlu bir özelliktir şiir için. Çünkü ona göre bilinç “değişme,
oluş, çokçeşitlilik, karşıtlık, çelişki, savaş, gibi maddi bir sürecin üzerine
aldatıcı bir biçimde değişmez ‘varlık ’ damgası basar. ”[231] Mantığın ve var olduğu
zannedilen, fakat aslında, yanılgıdan başka bir şey olamayan hakikatin ötesine
ancak şiirin bilinçdışılıkı, başka bir ifadeyle diyonizyak özü ulaşabilir.
Nietzsche’nin “Bilinç, organik alanın en son ve en geç gelişmemiş ürünüdür
dolayısıyla en bitmemiş, en zayıf durumdadır”[232]
sözlerini hatırlarsak, bilinçdışılıkı Platoncu anlamda yorumlamadığını
daha iyi anlarız. Zira, bilinç bir yanılgı mekanizmasıdır, bir “simülakr” alanı
yaratır.
Nietzsche’ye
göre “Sanatın yanılsatılıcığı, hiçbir hakikatin varolmadığı hakikatini
cisimleştirir.”[233]
Şiire oldukça önem vermesine rağmen, filozof, şairlerin çok fazla “yalan”
söylediklerini iddia eder. Öte yandan bu sözleri söylettiği Zerdüşt de, bir
şairdir. Burada bir paradoks vardır. Bu bağlamda, Epimenides paradoksunu da
hatırlamak gerekir.[234] Yunus Tuncel, bu paradoksun
Nietzsche’de iki anlama geldiğini ileri sürer: Birincisi kelime/gösterge ve
metaforları ilk üretenler şairlerdir, ki bu da büyük oranda keyfi adlandırma
olmasından dolayı yalandır. İkincisi ise, kavramlar “yalan” oldukları
göz ardı edilmiş bu ilk isim ve metaforlardan üretilir. Dolayısıyla, şairler
bir bakıma “yalan” söyler ve onları takip edenler de başka bir şekilde “yalan”
söyler; fakat diğerleri şairlerin yalanlarını söylerler. Dolasıyla bu
aktivitenin doğası gereği, şair bir “yalancı”, uydurucudur.[235]
O hâlde, Nietzsche’de, yalandan kasıt hakikatin tam anlamıyla ifade
edilemezliği ve hiçbir zaman bihakkın ve kalıcı bir şekilde var olamayacağıdır.
Ona göre, düşünceyle varlık farklı şeylerdir. Düşünce, varlığı kavramakta
acizdir.[236] [237]
[238] Şu hâlde, “dünyanın
üzerinde yükseldiği temeller, bir gerçeklikten ziyade, apaşikâr bir
kurmaca/inşa olarak tasarlanmıştır.”221 Zerdüşt için şairlerin
“yalan” söylemelerinin başka bir sebebi de şudur: “Şairler az bilgi
sahibidirler ve bilgisizliklerini telafi etmek için yalanlar icat ederler.”22*
Yalana başvurmak varlık karşısında bir acziyet göstergesidir. Hakikat
bahsinde, sadece şair değil; filozof ve mistik de acizdir.[239]
Felsefenin hakikat diye ihdas ettikleri kavramlar altında kalıcı olurken,
şiirinkiler daha geçicidir.
Nietzsche’nin
ideal şairi aslında Zerdüşt’tür. Zerdüşt bir filozof-şairdir de, aynı zamanda.
Zerdüşt’ü klasik şairlerden ayıran şey onun geleceğin şairi olmasıdır. Eski bir
şair değildir. Zerdüşt, geleceğin şairidir, çığır açıcıdır (epoch-making).
Eski şairler gibi, tanrısal esinle konuştuğunu sanmak bir yana “tanrının
ölümü”nü ilan etmiştir. Ayrıca göz önünde tutulması gereken bir diğer
durum, şairlerin söylediklerinin, ne düşüncelerinin ne de hislerinin derine
nüfuz etmemesidir.[240] Bilimin hakikat olarak
algılanıp kabul edilen yanılgılarının insanlık üzerinde ne kadar nüfuz sahibi
olduğunu hesaba kattığımızda, filozofun burada yüzeysellikle mutlak hakikat
yerine geçmemeyi ve dolayısıyla şairin yarattığı alternatif dünya ile insana
bir avunma bahşettiğini anladığını varsayabiliriz. Platon’un kıyasıya
eleştirdiği şairlerin, hakkında bilgi sahibi olmadıkları, yapmadıkları şeyleri
söylemeleri ve mutlak/ideal hakikat yerine bir gölge, geçici bir yanılsama
koymalarını Nietzsche hiç de olumsuz bir şey olarak görmez. Aslında, temel
olarak, her iki filozofta da şiir hakkında bazı benzer tezler vardır; mesela,
şairlerin aldatıcı oldukları ve şiirin birinde esin mahsulü, diğerinde
bilinçdışı bir edimin mahsulü olduğu gibi, fakat hakikat ve şiire yaklaşım
biçimleri iki filozof arasında oldukça farklı bir izlenimin ortaya çıkmasına
yol açmaktadır. Nietzsche’nin kaplan sırtındaki insan metaforunda, insanın
kaplan sırtında diyonizyak coşkunlukla ilerlediğini gören, hakikat aşkıyla
yanan filozof insanı uyandırmaya çalışırken sanatçının olduğu gibi
bırakılmasından yanadır.[241] Nietzsche, hakikatle sanat
arasında bir uzlaşma kurmaz; sanat tahammülsüz, çirkin olan hakikati
katlanabilir kılması açısından şayanı takdirdir. Sözde hakikatin bataklığından
kurtulmak içinse, filozofa göre, “yalana ihtiyaç” vardır ve bunu
sağlayacak araç olarak da insanlar “sanata sahip”tirler. Hayata karşı irademizi
arttırmasından dolayı sanat “güç istenci’ne hizmet eder, insanın oluşa
ve hayata katılımını sağlar. Bu açıdan, Nietzsche, sanatı hakikate
tercih eder.[242] Güç istencinin -
başına buyrukluğu, sürekli bir devridaim hâlinde, akış içinde cuşuhuruşu,
geçici durumlarla iktifa etmemesiyle- kendini var bulunmaya açması için sanat
iyi bir duraktır.
Nietzsche,
Tanrıların şairlere konuştuğu (şiirin ilahî ilham ile meydana geldiği) tezini
yeniden ele alır ve bunun böyle olmadığını iddia eder. Doğaçlama önemlidir sanat
eserinde, ancak büyük sanatçıların tümü “büyük işçiydiler, sadece buluş
yapmaktan değil, geri çevirmekten, elemekten, yeniden biçimlendirmekten de
yorulmuyorlardı. ”[243]
Bu yorum, şairlerin aşkın bir hakikatin sadece yeryüzündeki
yansımalarını (fenomenleri) taklit ettiği şeklindeki Platoncu sanat/şiir
algısına da ters düşer. “Biz şair olarak, ‘sürekli olarak daha önce ortada
olmayan bir şey oluştururuz” diyerek, şairlerin yaratıcılık ve açığa
çıkarma kudretine vurgu yapar.[244] Şair, tanrısal esinden
ziyade, Diyonizyak özle yaratarak hayata iştirak eden biridir; Platon’da
olduğu gibi, “idealar âlemi”ni taklit eden ve tanrısal esinle yazan biri
değildir. Şiirde, Aristotelesçi anlamda bir taklit, daha doğrusu “mimesis”
vardır; fakat sanat/şiir istifade ettiği realiteyi mutlaka aşmalı ve alternatif
bir hakikat sunmalıdır. Filozof, burada, kurmacayı kast ediyor olsa gerek.
Nietzsche, Kant estetiğinin güzellik merkezli tutumunu da eleştirerek yaratılma
esnasında çirkinliğin kaçınılmaz bir öge olarak sanata katılması ve fakat
tamamlandıktan sonra ise tamamen eser içine sinmiş olması gerektiğinin altını
çizer. Burada sanatın taklit değil, oluşun içinde bir devinim olarak var
olması ve mümkün olana form vermesi durumu söz konusudur. Mutlak hakikatin
olmayışı, doğal olarak, sanata çok geniş bir üretim/yaratma alanı açar.
Nietzsche,
“Tanrının yokluğunda” insanın bir tatminkârlık elde etmesi gerektiğinden
bahseder. Böylesi bir boşluğa da ancak sanatla, şiirle katlanmak mümkündür.
Filozofa göre, bizler kendi hayatımızın şairi olmalıyız.[245]
“Nietzsche burada sanata ontogenetik, yani dünya yaratıcı bir önem
atfetmektedir.”[246]
Dolayısıyla, dünya “tanrının ölümünün yarattığı krizin sonucu olarak”
kendi kendini doğuran bir sanat eseridir.[247]
[248] Metafizik yokluğu sanatı
gerekli kılmaktadır. Yine “Nietzsche ’ye göre sanat dünyanın genel
hakikatdışılığını ve yalancılığını bizim için katlanabilir kılan ‘gerçekdışı
kültü’dür. Bizi kusurlu bir dünyaya karşı koruyan ‘iyi görünüş istemi’dir.”2y&
Nietzsche’ye göre “ Sanatları baş tacı etmeyip de, bu tür hakikat dışı
etkinlik tarzını icat etmeseydik, bugün bilimin sağladığı hakikat dışılığa,
yalancılığa sezgimiz, son derece tahammül edemez olacaktı...”[249]
Hiçbir yerleşik değer ve aşkın hakikatin olamadığına inanan filozof için, şiir,
kurgusal yalanla bize hayatı yaşanır kılar ve bireyin kendi dünyasını
inşa etmesine katkı sunup zemin hazırlar. “Şiir hakikat yoksulluğuna karşı
tek önemli gücümüzdür. Şiirle, doğrusu, manzumeyle dalga geçmesi (56no’lu şiir,
Goethe’ye, Şairin Çağrısı), şiirin önemini (Şifa Şiiri) kurtarıcılığını
yadsımaz. Şiir, acıların cehennemine katlanmayı olanaklı kılar.”[250]
Hakikatin bilinemezliğine karşı yaratılmış, ihdas edilmiş bir hakikat
olarak sanatı ikame etmek denilebilir filozofun burada sanata biçtiği rol.
Hayat, bir illüzyon ve yanılgı ise, sanat da “rüya hâlinde görülen halis bir
manzara”dır adeta. Sanatın bilinçdışı üretimi, varlığı daha dolayımsız
(bilavasıta) ve engelsiz görüp algılamamızı sağlar.[251]
Nietzsche için
trajik şiir Apollon ve Dionysos zıtlığından inkişaf eder. Apollon
ağırbaşlılığın, mantığın, ölçünün bir anlamda da felsefenin temsilidir; Dionysos
ise esrikliğin, vecdin, serbestiliğin, başına buyrukluğun yani bir anlamda
sanatın temsilidir. Bu iki davranış biçimi arasındaki gerilim trajediye alan
açmaktadır. Fakat her iki edim de, kavram ve dolayımı reddederek gerçekliğe
doğrudan ve dolayımsız olarak katılmayı tercih eder.[252]
Burada, hem bir şiir türü olarak trajik şiirin menşei, hem de sahih bilginin
dolayımsız kavranışına atıf vardır. Elbette, bunda, Nietzsche’nin, bilincin
aldatıcı olduğu ve dünyanın “tekil fragmanlardan oluştuğuna” inanması da
rol oynar. Dolayısıyla, “kavramlar bize gerçekliğe ilişkin doğru, sahici bir
bilgi vermezler. Tam tersine, kavramlar gerçekliği çoğulluğundan, insan
deneyiminden, özgün zenginliğinden ve canlılığından yoksun bırakan şemalardır.[253]
Sokratik anlayışın kavramsal ve mantıksal prensipler dâhilinde insana
hakikati bulduracağı tezinin aksi bir argüman söz konusudur. Nietzsche,
Sokrates ve Platon’a eleştiriler yöneltmiştir, salt mantıkçı ve kognitif
tavırlarından dolayı. “Nietzsche’ye göre, Platon’un bize şiirsellikten uzak
modern bir sanat biçimi olan romanı vermiş olan diyalogları, şiire ‘diyalektik
felsefe karşısında, bu felsefenin teoloji karşısında yüzyıllarca tanınmış
olduğu mertebeyi, yani ancilla (cariye) mertebesini ’ tanımaktadır.”[254]
Fakat, Platon her ne kadar gelecek kuşaklara roman tarzını miras bıraksa da
şiiri tamamen terk edememiş, poetik ifadeyi felsefî söylem içinde yeni bir
imkân ve araç olarak kullanmıştır.[255]
Nietzsche’nin
meşhur “Sadece Deli! Sadece Şair!” ditrambosu (dithyrambos) Sokrates’in
aşırı mantıkçı ve akılcı birey tasavvuruna yönelttiği eleştiriler bağlamında
okunmaya elverişlidir. Nietzsche’ye göre, “...Felsefe, Aristoteles’in
inandığı gibi meraktan değil, asi enerjileri kontrol etme çabasından
doğmuştur.”[256]
Yine, Nietzsche’nin, Pre-Soktratik döneme dönüş çabası, “Dionysosçu canlı
enerjiyi baskı altına alan logos tasarımına karşı, yeniden şiirsel başlangıca,
kökendeki logo-poiesis’e (“akıl/söz-şiir”) dönme arzusu”[257] olarak okunabilir.
Nietzsche’de, Dinoysos vecdin, esrikliğin, lirik şiirin ve müziğin
Tanrısıdır, şiirsel özün serazatlığını temsil eder; Apollon ise nizamı,
aklıselimi, aydınlığı, plastik sanatları, temaşayı, bir anlamda da felsefeyi
temsil eder.[258] Bu, Apollon’un insanı
seyirci kıldığı ve taklitçi yaptığı; Dinoysos’un ise daha fazla İnsanî
ve yaratıcı özellikler taşıdığı anlamını taşır. Bu durum, Nietzsche’nin şiiri
felsefeden daha İnsanî ve yaratıcı bulduğu gibi bir yorumu da mümkün kılar.[259] Nitekim, Apollon “rüya
gerçeği”nin, yani bir illüzyon ve kavramsal olan gerçeğin değerli ve mümkün
olduğunu; Dionysos ise “insan varlığının en derin sınırlarını ifşa
etmiş” ve “günün gerçeği”nin daha değerli olduğunu temsil etmiştir.
Birincisinde nizam ve rasyonalite, Platoncu sanat; ikincisindeyse sınır
tanımamazlık, esriklik ve yıkıcılık vardır.[260]
[261] Fakat karşı kutupta bulunan
bu iki Tanrı, trajediyi meydana getirerek en yüksek sanat icrasına zemin
hazırlar.
Nietzsche,
Platon’un şiiri oturttuğu yere ve ona felsefe üzerinden değer biçilmesine karşı
çıkarak felsefeyi “bir şiir biçimi, hatta sürekli kisve değiştirdiği için
daha fazla yalan söyleyen bir biçim” olarak görür.[262]
Bütün göstergeler son tahlilde bir yorumdan ibaret olduğu için, bu donmuş ve
hakikat gibi görünen göstergeler ancak hakikatmiş gibi algılanıp kabul edilen
yanılsamalardan ibarettir. Filozoflar, varlık ve durumları tarihsizleştirmiş,
zamanın dışına atarak “kavramsal mumyalar” ve “kavramsal putlar” hâlinde
nesneleştirmişlerdir.[263] Dolayısıyla, Nietzsche’de,
kavramsal düşünce biçimi olan felsefenin şiirsel düşünce ve ifade biçimi
karşısında üstün olduğunu düşünen teoriler anlamını yitirir. Bir kere, kesin
bir hakikat yoktur, olsa bile onu bihakkın gösterecek bir gösterge yoktur.
Yalnızca yorumlar vardır. “Nietzsche ’ye göre, kökensel bir gösterilen
yoktur. Sözcüklerin kendileri yorumdan başka bir şey değildir.”25
Burada, dille varlık arasında ontolojik bir ilgi kurulur. Kavramlar tarih-dışı
ve canlılığını yitirmiş yorumlardır. Hakikat yokluğunun görece kavram ve
göstergelerle izalesi hayatı yaşanılmaz kılar. Bu anlamda şiir, insana kendi
hayatını kurmayı bahşetmekle, ki filozofa göre insan kendi hayatının şiirini
yazar, bizi bu yoksunluklar dünyasında nispeten tatmin eder.
Heidegger:
Varlığın Açığa Çıkması Olarak Şiir
Martin
Heidegger, varlık sorusunun Batı felsefesi tarafından ihmal edildiğini düşünen
ve onu yeniden ele alan bir filozoftur. Varlık ve metafizik üzerine yeniden
düşünmesi ve yeni yorumlar getirmesi onun felsefesi, sanata bakışı ile doğrudan
alakalıdır.[264] [265]
Dahası Heidegger, Pre-Sokratlara göndermede bulunarak, logosun poetikliğine
ve şiirin düşünceyi tetikte tutan bir şey olarak varlığına dikkatleri
çeker.[266] Heidegger, sanata
ve şiire varlık bağlamında ontolojik bir yaklaşım getirmiştir. Estetiği, sanatı
bir zevk vasatı ve vasıtası olarak görüp ontolojik zemininden uzaklaştırdığı
için ciddi şekilde tenkit etmiştir. Bu bağlamda, Heidegger’in modern çağda
sanatın inkıraza girdiği iddiası, Hegel’in sanatın sonu tezine yakın düşer.[267] Fakat bu, sanatın yeniden
kendi görkemine kavuşamayacağı, onun nihayete erdiği anlamına gelmez. Aksine,
sanata, bilhassa şiire hakikatin inkişafı ve insanlığın yeniden kendini
bulmasında önemli bir rol düşer.[268]
Heidegger,
şiir, dil ve varlık arasında sıkı bir münasebet kurar. Şiirin, Kant ve Hegel’de
olduğu gibi, sanatlar arasında mümtaz bir yeri olduğuna inanan filozof, bütün
sanatların temeli olarak şiiri görür. Zira, “sanat kendini en arı biçimde, ‘poetik
sözler’de açar.”[269]
[270]
“Sanat hakikatin tasarısı olarak şiirdir.”269 Dili varlığın evi,
tezahür ettiği zemin olarak gören Heidegger, lisanın dahi temeline şiiri koyar.
“Şiire, dilin kökeni anlamında yerli-dil (aboriginal language) der.”[271]
Heidegger’in bütün sanatların ve hatta dilin temeline koyduğu ve varlığın
olduğu hâl üzere, ne ise o oluşunu varlığa açan şiirden anladığı şey dar
anlamda bir şiir değildir. “Burada şiiri dil sanatını (sprachkunst) da
kapsayarak tüm sanatın temel koşulu olacak şekilde çok geniş bir şekilde
düşünür.”[272]
Geniş anlamda “şiirleştirmek” varlığın inkişafı ve “var bulunmaya
açılmak” anlamını taşır. “Varolanın aydınlanması ve gizlenmemesi olarak
hakikat, şiirleştirilerek gerçekleşir.”[273] Bir sanat olarak şiir
ise “geniş anlamda şiirleştirmenin aydınlatan taslağının yalnızca bir
tarzıdır.”[274]
Dolayısıyla, “sanat, hakikatin işe koyulması”'dır; sanat eseriyse
hakikatin inkişaf ettiği bir alandır.[275]
Hakikat, daha ziyade, açığa çıkma anlamındadır. Heidegger, Yunanca aletheia
kavramını “açığa çıkmak, kendinden çıkmak, belirmek ve ortaya çıkmak”
anlamları dâhilinde yorumlamıştır.[276]
[277] Dolayısıyla “Şiir, sözle
ve söz içre kurmadır (Stiftung)... Şiir, Varlığın sözle kurulmasıdır. Şiir
tarihi taşıyan temeldir.”261 Bu hâliyle şiir, Daseinın
tebellür etmesine zemin teşkil eder. Dasein kavramı orada-varlık
(being-there) ve şurada- varolmak gibi anlamlara gelir. Dasein
bağlamında “dünya kendi kendini yazan bir şiirdir.”[278]
Sanat eseri, dünya ve yeryüzü çekişmesi sürecinde olan bir şeydir ve “dünyayı
teşkil ederek dünyayı üretir.”[279]
Varlık kendini sanat eserinde, en çok da şiirde görünüme sunar.
Heidegger,
estetiğe karşı çıkarken onun güzel ve gerçekliği birbirinden ayırdığına
göndermede bulunmuş, sanat eserinin kendini doğru ve güzel olarak açtığını
iddia etmiştir. Aletheia, güzel ve hakikatin bir arada görünüme
kavuşması anlamını da taşır. Sanat eseri, hakikatin en güzel biçimde varlığa
açılmasıdır. Dolayısıyla, modern estetik, sanat eserinin gerçeklikle güzelliğin
birlikte açığa çıkarma özelliğini ıskalayarak sanatı sadece estetik haz veren
bir nesneye indirgeyerek yoksulluğa sebep olmuştur.[280]
Sanat eserinin esas özelliklerinden biri, şey’i olmakta olan hâl üzere
ve güzel bir biçimde görünüme sunması/kavuşturmadır. Burada şiire, hakikati
açığa çıkarıcı/aydınlatıcı bir öz yüklendiği açıktır. Heidegger’in bu açılımına
benzer bir yaklaşım Feridüddin Attâr’da da mevcuttur. Nasrullah Pürcevâdî,
Feridüddin Attâr’ın şiiri fuka açmak (açılmak, meydana gelmek, inkişaf
etmek...) kavramıyla izah ettiğini ve bu kavramın Heidegger’in aletheia
nosyonuna yüklediği anlamla benzeştiğini söyler.[281]
[282] [283]
Heidegger,
dile sadece bir ifade ve iletişim aracı olarak bakmaz. Ona göre dil, “Kast
edilmiş olarak, gizli ve açıkları yalnız sözcük ve cümlelerle taşımaz, bilakis
dil, bir var-olan olarak var-olanı açıklığa götürür.”212
Dolayısıyla, “dilin bulunmadığı yerde var-olanın açıklığı yoktur.”212
“Dil esas olarak var-olanı adlandırır, bu adlandırma var-olanı dile getirir ve
onu görünür kılar. Adlandırma, var olanı varlıktaki oluşa atar.”[284] [285]
Heidegger, dil ile varlık arasında ontolojik bir ayniyet olduğuna inanır. “Heidegger’in
gerek felsefe gerekse edebiyat konusunda geldiği son nokta dildir. Dilin
olmadığı yerde insan, insanın olmadığı yerde felsefe ve edebiyattan
bahsedilemez. ”217 Heidegger, şiir ile dili özdeşleştirmeye
çalışmıştır. Dile gelen, varolandır ona göre. [286]
[287] [288]
“Dil esas olarak var-olanı adlandırır, bu adlandırma var-olanı dile
getirir ve onu görünür kılar. Adlandırma, var-olanı varlıktaki oluşa atar.”211
Bu bağlamda varlık, kendini şiirde de bir varolan olarak varlığa açar.
Varlığı
adlandırma, şeyi varlığa çıkarmanın kökeninde şiir olduğu içindir ki,
şiiri Platoncu bağlamda “mimetik olarak” anlamaz Heidegger. Şiir, ne mimetiktir,
ne de Kantçı anlamda tabiata angaje bir deha ürünüdür; daha ziyade varlığı
inkişafa, şeyi varlığa atan, varolanı görünür kılma tecrübesidir. “Edebiyat
varolanın açıklığının söylenmesidir.”21* Sanat eseri, hakikatin
bizzat kendisidir, hakikat ise varlığın bizzat görünürlüğe çıkmasıdır. Yeryüzü
ile dünya arasında bir mücadele alanı olarak sanat eseri, varlığın bir süreç
olarak bulunduğu vasattır. Şiirse bir şeyin ne ise o olarak açığa
çıkmasının vasatıdır. Filozofun varlık felsefesi sanat, şiir ve dil üzerine
düşüncelerinde de belirgin bir şekilde görülür. Dili bir iletişim aracı olarak
değil, “varlığın evi” olarak görmesi açık bir örnektir buna. Sanat eseri, bütün
hakikatleri teşmil etmez; ancak hakikat açılımlarının sadece bir boyutunun,
fakat çok önemli bir boyutunun, tezahürüne zemin teşkil eder. O hâlde, şiir de
bilim ve felsefe gibi varoluşun hakikate (aletheia) açılmasına alan açan
bir düzlemdir ve asla salt bir estetik obje olarak görülmemelidir. Şiir burada,
Schopehanhauer’da olduğu gibi, varlığı bir görme biçimidir.
Heidegger,
şiirle düşünce arasındaki yakınlığı “poetik olana düşünceyle erişilebilmelidir”
sözleriyle izhar eder. Yine ona göre “hem şiirleştirmede hem de düşünmede,
dil içinde ikamet ederiz.”[289] Şiir, dolayısıyla dil ve
düşünce araçsal şeyler değil bizzat ontolojiktirler. Düşüncenin yüceliği ile
şiirin derinliği ancak büyük şairlerin eserlerinde görülen bir haslettir.[290] Hölderlin ve Şiirin Özü
başlıklı yazısında, Hölderlin şiiri bağlamında, şairlerin tanrılar ve insanlar
arasında bir yerde durduklarını söyler.[291]
Yine aynı yazıda “Şiir varoluşa eşlik eden yalnızca bir süs değil,
yalnızca gelgeç bir coşku ya da bir heves ve eğlence değildir. Şiir, tarihi
taşıyan temeldir; bunun için de, kültürün yalnızca bir görünüşü değildir, hele
bir ‘kültür ruhu’nun yalnızca ‘dile gelişi’ hiç değildir.” diyerek, şiiri
bir milli kültürel araç ve estetik haz kaynağı olarak görmenin bir indirgeme
olduğuna vurgu yapar.[292] [293]
[294] Heidegger, belli bir ayrım
koymakla birlikte, şiirle düşünce arasındaki ilişkiye sık sık atıfta bulunur.
Mesele “Şairlik anarak- düşünmedir. Andenken. Anarak-düşünme,
kurmaktır...”28 Alain Badiuo, “Denilebilir ki Heidegger,
Nietzsche ’nin ‘sanatçı-filozof’unu terse katlayarak, düşünür-şair figürünü
ortaya çıkarmıştır.”28 diyerek, Heidegger “şiiri felsefi
bilgiye indirgeyerek, onu hakikate teslim etmek istedi” yorumunda bulunur.[295] Bunlar, filozofun şiir ile
felsefe arasındaki müşterek noktalar ve ortak alanların varlığı üzerinde ne
kadar kafa yorduğunu göstermektedir. Heidegger, “Tüm derin düşünmeler,
şiirdir, ama tüm şiirleştirme de düşünmedir.” demiştir.[296]
Varlığın felsefe ve sanatta unutulduğunu düşünen filozof, “varlık”ın asıl
koruyucu aktörleri düşünürler ve şairler olmalıdır.” der.[297] Aynı şey olmamakla birlikte,
düşünce ve şiir, varlık hususunda paraleldirler. Hatta, hiçlik konusunda
bilimin korkuya kapıldığını iddia eden filozof, farklı olmakla birlikte “felsefe
ve onun düşünmesi ile aynı düzlemde yer alan şey yalnızca şiirdir ” diyerek
bu iki uğraşın müşterek zeminine dikkat çekmiştir.[298]
Heidegger’in,
şiirleri üzerinde düşündüğü şairlerden en önemlisi Alman şair Hölderlin’dir. Bu
şairin, filozofun şiir hakkındaki düşünceleri üzerinde büyük etkisi olmuştur.
Hölderlin şiiri, şiirin esaslarının somutlaşmış hâli olmuştur, Heidegger’in
poetik düşüncesinde.[299] Heidegger, denilebilir ki,
felsefe ve şiir arasında kurduğu ilgi biçimini Nietzsche ve Hölderlin’den miras
alıp kendi düşünce evreninde formülleştirmiştir. 1966 yıllında, Spiegelde
çıkan bir mülakatta düşüncesinin Hölderlin’in şiirine köklü bir şekilde bağlı olduğunu
söyler.[300] Julian Young,
Heidegger’in
Hölderlin’in erken metinlerinde ona bir şairden ziyade bir düşünürmüş gibi
yaklaştığını yazar.[301] Hölderlin ve Şiirin Özü
başlıklı yazısında Hölderlin’den beş kılavuz söz ödünç alarak poetik düşünme
biçimini ilerletir. Şiir hakkındaki tezlerini de daha çok Hölderlin
metinleri üzerinden göstermeye çalışır.[302]
Söz gelimi “bu
yeryüzünde
insanoğlu şairane mukimdir” dizesi insanın bu dünyada şiirsel varoluşu
fikrine ilham vermiş gibidir. Zira filozofa göre, “Hölderlin sembolleri
kullanmaksızın sanat yapıtı oluşturan ve böylece tasarımlayıcı düşünceyi ve
‘gerçek’ ve ‘görünüş’, ‘güzellik’ ve ‘hakikat’ arasındaki ayrımı ortadan
kaldıran ilk sanatçıdır. Hölderlin çağın varlıktan uzaklaşmış yoksunluğunu ve
‘dünyanın karanlığa gömülmüş durumu’nu dile getiren ilk şairdir.”[303]
Heidegger’in, varlığı sorgularken en fazla itiraz ettiği şey, varlığın
hakikatte göründüğü şey olmadığı ve hakikatle güzellik arasındaki yapay
ayrımdır.
Heidegger’e
göre, bilimler mevcudiyetin (Dasein) varlık tarzlarından ancak biridir.
Dünyada, “varlığın varolan olarak varolması” için sanata ve şiire de büyük
ihtiyaç vardır. Filozofun varlık felsefesinde, sanatın ve bilhassa şiirin
varlığı açığa çıkarmasında, olduğu hâl üzere olmasını kazandırmasındaki rolü
(hem genel olarak varlığın görünüme çıkması bağlamında şiiriyet hem de bir
sanat olarak şiir) büyüktür. Bu bağlamda felsefe, sanata ve şiire ihtiyaç
duymuş ve tekrar dönüş yapmıştır.[304]
Varlığın unutulmuşluğu, hem felsefe hem de sanatı ihata ettiği için
burada varlığın koruyucu aktörleri olarak düşünür ve şairlere büyük bir
rol düşer.[305] Sanat, yozlaşmış bir çağda
panzehirdir. Yoksul ve karanlık bir çağda şairlerin, düşünürlerin de elbette,
görevi hakikatin, varlığın dünyada daha fazla görünür kılınmasına yardım
etmektir. Varlığı dilde, dili de şiirde temellendirdiği için şiir doğrudan
doğruya filozofun varlık ve hakikati içine yerleştirdiği bir düzlemdir. Varlık
ancak şiirleşme, şiiriyet neticesinde neşvünema bulup hakikatini tezahür
ettirebilir. Heidegger, şiire verdiği bu yetkinliğe ulaşmada Batı metafizik
tarihini paranteze almış, sonra da onları bir nevi yapısöküme uğratarak
yerinden etmiştir. Alan Badiou, Heidegger’in şiire biçtiği bu rolü aşırı
bularak felsefeyi perdelediğini ima ederek eleştirir. Lucretius’un şiirle
felsefeyi birleştirici bu tavrın hatalı olduğunu gösteren bir örnek olduğunu
ileri sürer.[306] Hatta, ona göre, Batı
Avrupa’da felsefe şiirin hizmetine koşulmuştur. Düşünce Almanya’da şiire,
Fransa’da edebiyata devredilmiştir. Heidegger’de zirve noktasını bulan
felsefenin şiirin hizmetine koşulması durumu, Badiou için eleştirilmesi ve
düzeltilmesi gereken bir durumdur. Fakat bu düşünce biçimi araştırılmadığı
için, çürütülmekten uzaktır.[307] Felsefe, gerekli dört
koşulundan yalnızca biriyle ilişkilendirilerek sistematikliğinden
uzaklaştırılarak tek boyutlu hâle getirilmiştir. Buysa onu bir kuralsızlıklar
manzumesi hâline getirmiştir.
İSLÂM
MEDENİYETİ VE TÜRK EDEBİYATINDA ŞİİR VE FELSEFE İLİŞKİSİNE DAİR
İslâm
Medeniyetinde, Kur’an-ı Kerim’de şiire açıkça mesafe konulmasına karşın,
şiirin tartışılmaz bir yeri vardır. Cahiliye ve Kur’an-ı Kerim’in nazil
olduğu dönemde, şiirin oldukça kıymetli bir yeri vardır. Nitekim, şairlerle
ilgili ayetlerin olması bunun işaretidir. Şairler, İslâmiyetin aleyhine ve
lehine şiirler yazarak kitleleri etkilemeye çalışmışlardır. Şiir bir mücadele
alanı olarak bir hayli revaç kazanır ve mübalağalı bir hâl alır. Şuara
suresinde, şairlerin yapmadıkları şeyleri söylemelerinden dolayı pek de tasvip
edilmediği görülür. Buna rağmen, şiir, İslâm medeniyetinde tartışılmaz bir yer
edinmiştir. Hatta, her ne olduysa, şiiri ilahî bir ihsan olarak görme eğilimi
baş gösterip yaygınlaşmıştır. Fakat, unutmamak gerekir ki, Müslümanların kutsal
kitabı şiirle arasına kesin bir ayrım koyar. Şiir, ilahî bir şey olarak
görülseydi, böylesi kesin bir ayrıma vurgu yapılmazdı. Müslümanların şiiri
Tanrı vergisi olarak görmeleri, bu anlamda, Platoncu bir tavırdır. İlk Müslüman
filozofların şiire bakışları, oldukça objektif ve insanî verilere dayanır,
bunlar şiiri insanî bir edim olarak izaha girişmişlerdir. Şiirin ilahî bir
ihsan olarak görülmesinde, tasavvufî ve hikmetli metinlere zemin olmasından da
ileri gelir. Hikmet, İslâm medeniyetinde, daha çok şiirsel söylem içerisinde
gelişmiştir. Böyle olması, Batı’daki gibi şiirle düşünce arasına keskin
ayrımların girmesine de engel olmuştur. Buysa, şiiri, meşruiyeti tartışılan bir
alan olmaktan çıkartmıştır. Hatta, felsefe muzır görülmesine rağmen, bazı
istisnalar haricinde, şiirde böylesi bir zararlı taraf görülmemiştir.
İslâm
Medeniyetinde şiirin kaynağı üzerine ciddî anlamda ilk düşünenler Farabi , İbn
Sina ve İbn Rüşd gibi Meşşaî filozoflar olmuştur. Bu düşünürler, şiire mantık
sanatları arasında bir yer biçmeye, şiirin bilgisel bir yönü olduğuna
eğilimlidirler. Şiirsel söylem, her ne kadar, bürhanî bilgi gibi ispatlanabilir
olmasa da, son tahlilde bir bilgi biçimidir. Tahayyül, sıradan bir hayale dalma
olayı değil, bir nevi temaşa olarak görülür ki, bir bilgi üretir.[308] Bu ilk filozofların şiiri
ontolojik ve epistemolojik bir zemine oturtma gayretleri oldukça önemlidir,
çünkü bundan sonra ancak modern dönemlerde şiir bilgisinin mahiyeti ciddi
anlamda tartışılmaya başlanmıştır. Aristoteles etkisiyle de şiir üzerine
oldukça erken bir dönemde refleksiyonda bulunan bu filozofların poetika üzerine
bu denli düşünmeleri hem Doğu hem de Batı için oldukça önemlidir. Bilhassa
Doğu’da, en azından Osmanlı edebiyatında, bu girişimlerden sonra ancak modern
dönemlerde yeniden Antik Yunan kaynaklarına dönülmüştür. Daha sonraki
dönemlerde büyük oranda Platoncu bir tutumla şiir ilhamla izah edilmiş ve
şiirin sadece öğeleri üzerinde durulmuş, şiir daha çok “manzum ve mukaffa”
söz olarak görülüp ontolojik ve epistemolojik yönü pek de nazarıitibara
alınmamıştır.
Tasavvufî ve
hikemî şiirsel metinlerdeyse şiir, oldukça kıymetlidir. Ortalama mantık ve
ifadenin eksik kaldığı durumların izharı için şiire başvurulmuş ve ifade
edilmez olana ifade verme çabasında şiirin yol göstericiliğine iltica
edilmiştir. Şiir, ariflerin düşüncelerini perdelemek ve ehline malum olanı
ehline sunmak açısından da büyük bir işlev görmüştür. İbn Arabî’nin şiirde anlamın icmaline dayanarak
“herkese değil sadece ehline söylemek istediği yüksek irfanla alâkalı
konularda şiiri tercih ettiği, ifadesini derhal nesirden nazma çevirdiği
görülür.”2" Transandantal hâllerini günlük dille
ifadeye çalışanların başına neler geldiği İslâm tarihinde bilinmektedir. Bu
bakımdan, şiir, bir dolayım sağlayarak da düşüncenin ehli arasında dolaşıma
girmesini de sağlamıştır. Şiir, bir üst-dildir bu anlamda. Hikmet ve hakikatin
dinî doktrinler ve inançlar bağlamında algılandığı zümrelerde, felsefe de dinî bir
formda devam eder ki, bunun şiiri de dinî ve hikemî bir karakter taşır.
Osmanlı
edebiyatında birçok şiirsel metin hikmetli bir öze de sahiptir. Hikemiyat,
kendine şiirde yol bulmuştur. Daha çok Sadi, Hafız, Mevlana gibi Fars şiirinde
kaynağını bulan bu şiir, Yunus Emre, Fuzulî, Nailî-î Kadim, Nabi, Şeyh Galip
gibi birçok şair hikmetli (hikmet-amiz) metinler üretmişlerdir. Burada şiir,
bir ibda (yaratma)dır. Elbette asıl yaratıcı (mübdi) Allah’tır. Bir hâl yani
bir nevi deneyimleme olan irfanî bilginin aracı ve vasatı şiir olmuştur. Bu
bakımdan şiirle felsefe/hikmet arasında Batı’daki gibi bir çatışma olduğu
söylenemez. Rasyonel bilginin yanında şiirsel söylem de yerini almıştır. Şiir,
marifete ulaştırıcı bir vasıtadır, bilinmeyene göndermede bulunur. Şiir, gaybı
müşahedeye açar, onun alametlerini görünüme sunar.[309]
[310] Tanrının kendini müşahede
etmeyi irade etmesi ve insana nefesinden üflemesi (insanın nefs sahibi olması)
ondaki yaratıcılığın gözesidir. Böylesi bir vasatta, şiir hiç de taklit ya da
serbest hayal değil, fakat hakikati kendi dolayımına alan ve en dolayımsız
biçimde serimleyen bir tecrübedir. Bir temaşa olarak nazarını hakikate tevcih
eder. Hikmetli söyleyiş biçiminde şiir, şuuruna ermektir. Özellikle mantığın
yetersiz kaldığı durumlarda, şiir, önemli bir imkân olmuştur.[311]
Divan
şiirinde, şiir üzerine kuramsal metinler pek yazılmamıştır. Şair tezkireleri
daha çok övücü söz, öznel eleştiri ve şiir örnekleriyle doludur. Osmanlı, şu
ana kadar ulaşılan kaynaklar dikkate alındığında, şiir ve şiir-felsefe ilişkisi
üzerine kuramsal metin bakımından zengin bir döneme denk düşmez. İlk poetik
metinlerse son dönem Osmanlı ve erken dönem Cumhuriyete rastlar. Bir medeniyet
krizi yaşayan Osmanlı aydını, entelektüel hayatın başat elemanlarından olan
şiirde de adeta bir evrilme devresine girmiştir. Bu dönemde entelijansiya aynı
zamanda bürokrattır da. Yeni bir medeniyeti idrak edenler hem şair/düşünür, hem
de devlet adamıydılar. Buysa şiirin, daima düşüncenin ve yeniliğin ileri
karakolu olmasını sağlamıştır. Genellikle Batı menşeli olan yeni düşünce
biçimleri askerî ve teknik yeniliklerle birlikte en erken şiirde belirmeye
başlar. Osmanlıda, özellikle de son asırda, şiirle düşünce atbaşı gider çoğu
zaman. Tanzimat döneminde yenilikçi hareketlerin ilk nüvelerinin neşvünema
bulduğu metinler de şiirseldir. Akif Paşa’nın Adem Kasidesi, Şinasi’nin Münacaat’ı
yeni düşüncelerin belirdiği erken dönem metinlerdendir. Tanzimat’tan itibaren,
manzum ve mensur ayrımı giderek nesrin lehine gelişerek, Cumhuriyet dönemiyle,
bugünkü görünümüne kavuşur.
Osmanlının son
yılları ile Cumhuriyetin erken tarihlerinde şiir üzerine teorik anlamda
refleksiyonlar uç vermeye başlar. Ancak, bu düşünürlerin şiiri bihakkın
anlayarak ondaki varlık ve insana dair özü açık seçik biçimde görüp idrak ettikleri
şüphelidir. Felsefe-i Edebiyat ve Şâ’ir Celîs isimli risalesinde Baha
Tevfik, Platon’a rahmet okutacak bir tavırla edebiyatı bilhassa şiiri, en
azından bazı biçimlerini, değilleme yoluna gider. Baha Tevfik, şiiri ilim ve
terakkiye yeni ümitler bahşeden ve yeni fazlar açmaya yarayacak bir araç olarak
hizmet ettiği takdirde işe yarar, değilse toplumsal yozlaşmanın ürünü olarak
telakki eder.[312] Şiirde ortaya çıkan his ve
hayaldir, hakikatse muhakeme ve tefekküre tabidir. Şiir, düşünce ve akıl
yürütmeye dayanırsa, o zaman şiir olmaktan çıkar.[313]
Dolayısıyla, şiir, ancak bilim ve felsefenin ilke ve verilerini sanatlı bir
dille ifade ettiği takdirde caizdir, yoksa behemehâl aforoz edilmelidir. Rıza
Tevfik, sanatla hüner arasına bir ayrım koyarak sanatı ilham mahsulü olarak
görür. Aslolan sanattır, sanattaysa ilhamdır. Hünerle ancak sanatta açığa çıkan
ilhama güzel bir biçim verilir. Bu bakımdan, şiir ancak ilhamlı olduğu takdirde
okunmaya değerdir.[314] Rıza Tevfik, klasik bir
yaklaşım olarak, ilhamı şiirin ruhu olarak görmektedir.
Şiiri, hakikat
ve düşüncenin mülkünden kovan bir diğer düşünür, Baha Tevfik kadar katı olmasa
da, Cemil Meriç’tir. Şiirden Düşünceye, başlıklı yazısında Hegelyen bir
tavır takınan Meriç, şiiri toplumların çocukluk dili olarak görür: Manzume
düşüncenin emeklemesidir. Rüştünü ispatlamış ve düşünceye erişmiş bir
toplumun dili nesir olmak zorundadır. “Ve nesir, şuurun ifadesi oldu. Sadık
ve kesin ifadesi. ”[315]
Osmanlıda düşüncenin olmadığını birçok vesileyle yazan Cemil Meriç
için tefekkürün anavatanı Batı’dır, vecdin yurduysa Asya. Doğu’da düşünce
şiirin emrindedir, Batı’daysa şiir düşüncenin. Avrupada şiir kelimedir,
bizdeyse müziktir. Yani, coşku ve ahenktir. Bir nevi mâlâyanîliktir de. Meriç
için Osmanlıda düşünce şiirde dal budak salar. Ancak Osmanlıda düşünce yoktur,
iman ve coşku vardır. Tezatlardan azade, inanç ve vecdle yaşayan bir toplumdur.
Cemil Meriç’in düşünceyi, neredeyse tamamen Batı ve nesre mal eden bu
ifadeleri, oldukça ileriye vardırılmış hükümler içerir ve eleştiriye muhtaçtırlar.[316] Bu açıdan Hegel’in sanatın
sonu tezine benzer biçimde, Cemil Meriç de Tanzimatla manzumeden nesre
geçilerek düşüncenin topraklarına ayak basıldığı, bununsa oldukça acemice
olduğu kanaatindedir. Zira, nazım düşüncenin ilk parıltılarının neşvünema
bulduğu bir zeminken, burada Vico’yu hatırlayalım, nesir ihtiyar
medeniyetlerin meyvesidir.[317] Cemil Meriç de Vico’ya benzer
biçimde insanlığın başlangıçta (ibtidaî) düşünce biçimininin şiirsel, yani
ilkel, olduğunu söyler. Cemil Meriç gibi şiir yazmış, hatta şiirsel üslûbuyla
okurları adeta büyüleyen bir düşünür dahi şiiri hakikat ve düşünce bağlamında
ketum ve kekeme bulmuştur. Halbuki şiirsel üslûbuyla tartışmalı olduğu aleni
olan birçok düşünceyi okura empoze eden yine kendisidir.
Türk
edebiyatında, şiir üzerine uzun soluklu sayılabilecek ilk deneme Ahmet Haşim’in
Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar başlıklı poetik metnidir. Bu metin, şiire
birçok bakımdan çerçeve sunar. Şiirle düzyazı arasına keskin bir ayrım koyan
Haşim, nesrin kaynağına akıl ve mantığı, şiirinkine ise kudsî ve isimsiz bir
menba koyar. Şiirin musiki gibi duyulması gerektiğine inanan şair, şiirde
mana aramanın lüzumsuzluğundan söz eder. Çünkü, ona göre, şiirde, konvansiyonel
bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Haşim, bu yaklaşımıyla, şiirsel söylemin
alanını daraltmış, altını oymuş izlenimi de vermektedir. Haşim “Muhayyile,
yarasa kuşu gibi, ancak şiirin nim karanlığında pervâz edebilir” sözleriyle
şiiri muhayyileyle çevrelemiş izlenimi verir. Hegel de, Minerva baykuşu
alacakaranlıkta uçar derken felsefenin doğasına vurgu yapmıştır. Bu iki
metafor arasındaki benzerlik de, manidardır. Haşim, şiirin başat kaynağı olan
muhayyileyle belirsizlik içinde uçan yarasa arasında analoji kurarken, Platoncu
bir tavır takınır. Şiir, ilahîdir, ötelere aittir; nasıllığı izahtan
azadedir. Şiirin, neredeyse müzikle eşitlenmesi ve anlam arayışlarının güzel
öten bir kuşun eti için öldürülmesi anlamını taşıyacağı iddiası, doğrusu
şiiri dekoratif bir şey gibi kılma tehlikesini barındırmaktadır. Şair bir
hakikat habercisi değildir, şiir dili de ancak duyulmak ve hissedilmek
içindir. Bu açıdan şiirdeki üst düzey bilinci, şiirin kendine has mantık ile
hakikatin mülkünde gezinmesi söz konusu bile edilmez. Ancak, şiirin bayağı bir
sözden ziyade dip dalgalar hâlinde bir anlamlar katmanına sahip olmasını
vurgulaması şiirin derinlemesine bir duyumsamadan sonra ancak
algılanabileceğini ima etse de son tahlilde, Haşim, şiirin ontolojisine
belirsizliği koyar.[318] Haşim’e benzer bir tavrı
Ahmet Hamdi Tanpınar, şiire karşı tamamen estetik bir tutumla, gösterir.
Tanpınar da, şiirdeki musiki ve ahenge vurgu yapar. Şiir kendi üzerine kapanan
en ferdî tecrübe olarak görülür, fakat hisler ve derunî hâllerin, istiğrak ve
neşelerin estetik (bediî) ifadesi olarak. Burada şuura ve şiirsel bir bilince pek
yer yoktur.[319] Heidegger, bu tavrı,
sanatı/şiiri estetiğe hapsedip ontolojik köklerinden koparıldığı gerekçesiyle
eleştirmiştir.[320] Erken Cumhuriyetin
ideolojilerin aygıtı olan şairlerini bir tarafa bırakırsak, şiiri tamamen
estetik bir obje olarak gören bu tavır giderek kırılacaktır.
Türk
edebiyatında poetika başlığı altında yazılan derli toplu ilk metin Necip
Fazıl’ındır. Necip Fazıl, şiirle şuuru eşitleyerek onu “mutlak hakikati
arama işi” olarak görür. Şiirde idrak ve fikir oldukça önemlidir. Ona göre “şiirin
usulü, mutlak hakikati aramaya doğru müşahhas tezahür gergefinde tecrit ve
terkiplerin en girift ve en muhteşemlerini örgüleştirerek, kâh onların bütün
düğümlerini çözerek ve kâh yepyeni düğümlere bağlayarak, idrâki tek ân içinde
eşya ve hâdiselerin maverasına sıçratabilmektir.”31 Şiirin
somuttan ve aleladeden sıyrılarak idraki anlık sıçramalarla fenomenlerin
ötesine açmasına yapılan vurgu önemlidir. Şiir, ortalama olanı aşarak idraklere
önaçar. “Şiir, tek kelimeyle üstün idraktir.”31 Ve şiir
sıradan düşünceyi adeta kanatlandırır. Kant da poetik tahayyülün kavramlara
önaçtığını ve zihni genişlettiğini söyler. Şiirde, fikir histe fani olmuştur. “Şiir,
ham ve cılk bir duygu hali değil, üstün mâmul bir idrak işi; ve hiçbir sınırda
durmaksızın mutlak hakikati ebediyyen arama faaliyeti...”31 Şu
hâlde şiir, bayağı duygulanmalardan azadedir. Mütemadiyen hakikati aramakla da
devridaim hâlinde olan hakikate mütealliktir. Necip Fazıl, şiiri, hakikati
arama işi olarak görürken, belki onu kendi hakikatinin emrine koşmuştur; fakat
şairin, son tahlilde, şiirin fenomenlerin ötesine imada bulunduğu, eşyanın
özüne taalluk eden bir şey olduğunun altını çizmesi, çağdaşlarına göre ileri
bir harekettir. Şiirin hakikati görme biçimlerinden biri olduğu, yine birçok
filozofça (Heidegger, Schopenhauer gibi) kabul edilip dillendirilmiştir.
Şiirin ilham
eseri bir tutulma, hadise olarak alımlanması, giderek yerini, en azından bazı
şairlerin nazarında, insanî bir edim olarak görülmeye bırakır. Şairse, kadim
dönemlerdeki kâhin, din adamı, ilahî ihsana mazhar kişi kimliğinden uzaklaşarak
bizzat insanî doğasıyla arzıendam etmeye başlar. Şiir sonradan verilmiş bir şey
değil, bilakis insanda bizzat mevcut olanın inkişafıyla oluşan bir şeydir.
İsmet Özel, şairin insandan daha insan olduğunu söyler. Şair, doğuştan
olağanüstü yetilere sahip biri değildir. Platoncu anlamda bir şair ve şiir
anlayışı olmayan Özel, şiirle varoluş arasında ilgi kurar. Şiir, bilinçli bir
hayat yaşama biçimidir. Bir edebiyat şubesi, edebî tür, retorik şekli değil; “bir
yurt-tutma, dünyayı yurt edinme” tecrübesidir; “gerçekliğe doğru insanın
atılımıdır...”31 Şiirin kendine özgü bir bilgisi vardır. Bu
bilgi, “İnsanın kendi kendisini görmesine engel olan gerçekleri yok eder. Bu
gerçekler insanı tanımlara tıkmaya çalışan yanılsamalardır.”31 Şiir
bilgisi, felsefî ve bilimsel bilgiyi yıkan ve
aşan bir bilgi
türüdür. Şiir, bilim ve felsefede olduğu şekliyle “kaosu kosmosa
dönüştürerek kurmaz, kosmosun kaostan türediğini vurgulayarak kurar.”[321]
[322]
Şiir, hayal ürünü değildir. “Şiir kuramların despotluğuna da, hayallerin
kofluğuna da ayak uydurmaz.” [323]
[324] [325]
[326] Hatta, duygulanıma dahi pek
sıcak bakmaz şair: “Aslında ‘emotion’ şiirin kuyusunu kazar. Çünkü
edilgindir o, ‘receptive ’dir. Şiirse etkin, araştırıcı olmalıdır.”31
Şiir, tek başına taklit yahut tahayyül değildir. Üç evreden geçerek gün yüzüne
çıkar: “Birincisi şiir öncesi duyarlılığı, ikincisi bu duyarlığın yarattığı
imge, >>319 üçüncüsü
imgenin ozanın ussal ve eleştirel gücüyle sınırlanıp şiirleşmesi.
Dolayısıyla
şiir anî bir taklit, duygulanım yahut ilahî bir esin değil; progresif ve
giderek kognitifleşen yahut anlaşılır kılınıp dile yansıtılması için kendisine
müdrike ve eleştirel akılla sınırlar biçilen bir edim, dünyayı yurt edinme ve
gerçekliğe yönelik bir edimdir. Heideggerci anlamda şiirin dünya-kurucu,
hakikati açığa çıkarıcı ve bizzat insanın varoluşuna müteallik olduğu görüşü
İsmet Özel’de de baskındır.
Ahmet İnam,
Heideggerci bir yaklaşımla, “Şiir bir yurt tutma işidir. Heideggere ’e yakın
anlamıyla: Bir oikesis ’dir.”326 der. İnam, bu anlamda
şiiri bir edebî tür olarak anlamaz. Hatta şiirin edebî sanatlara indirgenerek
yoksul kılındığından şikâyet eder. Ona göre, “şiirin iki temel öğesi vardır:
Bilinç ve Söz.”[327]
Buna göre, şiir ne “manzum ve mukaffa söz” ne de esin mahsulüdür. “Bir
yaratıcı evren olarak” logosun kaynağıdır. Hayatın her alanında bir
şiiriyet olduğuna inanan İnam’a göre, şiir Platoncu anlamda göksel değil,
bedenle ve doğayla var olan bir şeydir. Şiirin kaynağı göksel değildir;
yeryüzüdür, topraktır yani insandır. Şiir, kendine has bir zekâ ile yazılır; ne
taklit ne de başıboş bir hayaldir. Hakikatlerin üzerindeki perdeleri aralar.
Şair, noetik körlüğü, bir bakıma algılama ve anlamadaki eksiklikleri,
aşan kişidir. Şiirse ortalama, verili hayatın dar cenderesinde sabit anlamları
aşan, göz önünde olup da görülmeyeni görüp mana biçme, varlığa ve hayata bir
tefsir verme ameliyesidir.[328] Goethe, en büyük sır (sırr-ı
ekber) aşikâr (open secret), herkesin gözü önünde olduğu hâlde neredeyse hiç
kimsenin görmediği şeylerdir der.[329]
İnam, “felsefe kumaşının nakış alanlarıyla önemli ölçüde benzerlik gösteren
şiirin nakış alanları, şiirin felsefeden, felsefenin şiirden beslenebilme
olanaklarını bize yeniden anımsatabiliyor” diyerek, felsefe ve şiir
arasındaki mevcuttan bahseder.[330] Şiirle felsefe arasındaki
ilişkinin felsefe ve şiirine göre değişeceğini, ancak şiirle felsefe arasındaki
makasın kapandığı metinlerin daha yaratıcı olduğunu da belirtmeyi ihmal etmez.
Yücel Kayıran,
özellikle felsefî şiire vurgu yapar. Felsefî şiir, varlık problem ve krizinin buradalığını
gösteren bir zemin olarak anlam kazanır. Kayıran, Heideggerci anlamda, şiiri
bir açığa çıkma, meydana gelme olarak anlar; bu bağlamda, felsefî şiir de,
varlık problem ve krizinin tezahür ettiği bir düzlem olarak inşa eder kendini.
İdeolojik metinlerden farklı olarak bu şiir, insanın varlıkla buluşması, temas
hâlinde olması durumunun alametidir. Şiir de, felsefe ve bilim gibi imkân
dâhilinde olanın bilgisini üretir; mümkün olmayanın ya da vahye dayanan şeylerin
bilgisini vermekle uğraşmaz. “Şiir, varlığı bir görme biçimi”dir.[331] Kayıran, akıl ve ruhu
birbirinden yalıtarak şiir ve felsefeyi yekdiğerine çok uzak düşüren düşünce
biçimiyle arasına mesafe koyar. Şiirle felsefe farklı uğraşlar olsa bile,
şairde “felsefi göz” bulunmalıdır. “Felsefi göz”den kasıt ise “görülen şeyin
‘ne ’ olduğunu, onu o yapan şeyin ne olduğunu görmektir. ”[332] Kayıran,
felsefeden modern anlamda kavram üreten bir alanı değil de, Antik Yunan’daki
anlamıyla “problemle yüz yüze gelme”yi anlar.[333]
Dolayısıyla, hem felsefe hem de felsefî şiir, varlık ve varlık problemiyle yüz
yüze gelmeleri bakımından aynı zeminde bulunmaktadırlar.
İhsan
Fazlıoğlu, şiiri, klasik kavramlarla, Farabî ve İbn Sina’dan da hareket ederek,
bir çerçeveye oturtmaya çalışır. Fazlıoğlu’na göre, şiirin epistemolojik ve
ontolojik boyutlarını önceleyerek özetlemek gerekirse; şiir bir bilgi edimidir,
varoluşa ilişkindir, varlık zemini ise insanın/varlığın “olduğu hâl üzere
oluşu”na dairdir. Şiirsel ifadeler önermeseldir, yani bir yargıda bulunurlar.
Bu önermeler, muhayyilede kurulur, dolayısıyla olgusal değildirler. Görünüşte
muhayyel ve mantıken doğrulanamaz, fakat anlamlıdırlar. Ne küllî, ne
cüzîdirler. Zihnî bir vasatta var olurlar, dolayısıyla zihnîdir de. Muhayyel
olmaları rastgele oldukları anlamına gelmez, zira aşkın bir muhayyile vardır.
En önemlisi ise şiir varlığı, hakikati bir görme biçimidir ve hakikat kadar
derindir. Kestirme bir hakikat yolu da değildir, süreçseldir. Şiirsel ifade,
hakikati mutabakat, ve daha ziyade iltizamî (kinaye) ve tazammun
olarak üç düzlemde serimler.
Şiir, giderek
üzerine düşünülen bir alan olur. Cumhuriyet tarihinde genelde şairler ve şiire
yakın olanlar poetik metinler yazmışlardır. Tamamen felsefeyle ilgilenip de
şiiri bir felsefî refleksiyon alanı ya da estetik bir saha olarak irdelemeye
girişenler neredeyse yok denecek kadar azdır. Hem felsefe hem de şiirle iştigal
edenlerin şiir üzerine, bilhassa şiirin ontolojik ve epistemolojik yönleri
itibariyle, durmuşlardır. Bunlardan biri Hilmi Yavuz’dur.[334]
Şairliği yanında, felsefeci kimliği de oldukça baskın olan Yavuz, şiirin
yapılan/tasarlanan bir şey olduğunda ısrarcıdır. Kadim Yunandaki anlamıyla
yapılan bir şeydir, şiir. Bir bilgi türüdür de aynı zamanda. Aristoteles’in
‘episteme’yi (bilgiyi) kuramsal bilgi, pratik bilgi ve poetik bilgi olarak
ayırdığına atıfta bulunan şair, poetik bilginin yapılan/üretilen bir doğaya
sahip olduğunun altını çizer. Avrupa dillerinde şiir Grekçedeki poiesis’ten
gelir ki yapma/üretme anlamlarını içerir.[335]
Yavuz, şiirin bir düşüncenin temellendirilmesi olmadığını, fakat düşünülerek
yazıldığını söyler. Bu ikisi arasına kesin bir ayrım koyar.[336]
Şiirle felsefe arasında kadim dönemlerde bir yekdiğerindelik olduğunu söyleyen
Yavuz, günümüzde bunların farklı alanlar olduğu; şiirin felsefe yapmak için
açılan bir saha olmadığı, fakat felsefenin verimlerinden istifade edebileceği
kanısındadır. Yavuz, anti-Platoncu bir tavırla şiirin kendine has bir logosu
olduğunu, şiirin ancak uyanıkken yapılabileceğini iddia eder.[337] Yavuz’un vurgusu şiirin
yaratılan bir şey değil de yapılan bir şey olduğu, bununsa bir inşa ameliyesi
içerdiği üzerinedir. Kendine mahsus logosuyla, “şiirin tasarımı
varoluşundan önce gelir.”[338]
Dolayısıyla, tasarlanıp inşa edildikten sonra varolur şiir. Yavuz’un yaklaşımı
şiirin göklerden yere çekilmesine ve onun insanî bir tecrübe olduğuna dairdir.
Şiir ve hakikat bahsini “Epimenides paradoksu” ile izah eden şair, Fuzulî’nin aldanma
ki şair sözü elbette yalandır; Nietzsche’nin şairlerin bilinçli ve istekli
olarak yalan söyleyebildikleri sözüne ve Arapçada şairlerin en iyisi, en iyi
yalan söyleyendir ifadesine yer vererek şairin yalancılığını gerçeği
yeniden üretiyor olmasına bağlar.[339]
Yavuz akıl/akıldışı ve duygusal zihinsel ayrımı ile felsefenin
akılsal sayılıp şiirinse duygusal kabul edilmesine dikkat çeker ve Cumhuriyet
tarihinde de bunların olduğunu ve yapısöküme tabi tutulup aşılması
gerektiğini salık verir.[340] Bu bağlamda Hilmi Ziya Ülken,
“edebî felsefe ve felsefe ezintisi” başlığı altında Doğu ve Batı
hikmetinin mahsulü olan eserlerin felsefe olmadıklarını, tamamen sezgiye ve
ilhama dayandıklarını yazar. [341] Daha ziyade bilimsel bir
felsefeyi savunan Hilmi Ziya, Attar’ın Mevlana’nın eserlerinin felsefe sayılsa
bile “edebî bir felsefe” olarak alınması gerektiğini söyler, hatta Platon’un
bazı diyaloglarını da bu tarz metinler arasında sayar. Bu tarz eserlerde,
hakikatin teksif edilmiş bir biçimde bulunduğuna karşı çıkarak, bunun bir
yanılgı olduğunu; bu tarz eserlerin makul değil, sadece mahsus ve ilham eseri
olduklarını; bir anlamda da, aklın tamamen ilmî bir felsefeye münhasır olduğunu
iddia eder. Dolayısıyla, ona göre, “insanın ‘hikemiyat’a sığınarak asıl
felsefeyi görmemesi, olsa olsa yalnız tesellidir.”[342] Bu tutum, Hilmi
Yavuz’un da belirttiği gibi, akıl/akıldışı ve duygusal/zihinsel gibi bir ayrım
üzerinden şiiri sadece hissî, felsefeyi de sadece aklî kılar ki, Cemil Meriç’in
yaklaşımına benzer biçimde eleştiriye muhtaçtır.
Hilmi Yavuz’un
“şiirin tasarımı varoluşundan önce gelir” yargısına benzer bir yaklaşım Salah
Birsel’de de vardır. Birsel, sanat eserinde bir öndüşüncenin olduğunu
yazar.[343] Şiir, tasarımsaldır ve inşası
için düşünmeye gereksinim duyan bir tecrübenin ürünüdür. Şair, çağının
adamıdır, zamanın ruhunu yakalayarak üretebilir. Hakikatin bir tefsirine
ulaşmış kişidir şair.[344] Salt bir coşkuyla yazmaz,
akılla kavramayı ister.[345] Birsel de, şiirin, inşa
edilen bir tür olduğuna kani olanlardandır. Modern şiirde, şairler şiirin
kurulan/inşa edilen/çatılan ve düşüncenin/temaşanın ve insanın varoluşuna bir
bakma/görme biçimi olduğuna dolayısıyla ontolojik ve epistemolojik boyutlarının
görülmesi gerektiği inancına eğilimlidirler. İlhan Berk, şiirin, bir inşa
ameliyesi olduğunu ima eden “Bir şiirin varoluşu tıpkı bir ağacın varoluşu
gibi bir süreç izler. İyi bir şiir gene bir duvar gibi taş taş üstüne koyarak
kurulur.” sözlerine yer verir.339 [346]
Günümüze
yaklaştıkça şiirle düşünce arasındaki yakınlaşma artar. Alain Badiou, Felsefe
İçin Manifesto başlıklı metninde, özellikle şiirin felsefe ve düşünce
üzerindeki etkisine itirazlarda bulunur. Şiirle felsefe ve düşünce arasındaki
bu geçişimlilik modern şiirde düşüncenin eskiye nazaran oldukça fazla
olmasıdır. Sezai Karakoç, yeni şiirde zekânın ve düşüncenin eskiye oranla çok
baskın olduğunun altını çizer. Şiir, düzyazı mantığıyla başlar ve onu aşar.
Şiirin kendine mahsus mantığına atıfta bulunan Karakoç için “Klasik şiir,
düşünceyle başlıyor, kafiye ve ölçüyle dinlendiriliyordu. Yeni şiirse, en az
düşünceyle başlıyor, bütün oluş jesti harekete geçiriyor, ancak zekâ ile
dinlendiriliyor.”[347]
Şaire göre, şiir, “edebî sanatların gösteri alanı” değildir. Şair, “eşyaya yeni
bir bakış getiren” kişidir. Karakoç’un şairi, bir misyon adamıdır. Her ne kadar
şiiri toplumun hizmetine sunsa da, Karakoç, şiirdeki ontolojik yönü görüp
sadece estetik bir unsur olmadığına yönelik tutumuyla modern düşüncenin şiiri
algılayış biçimine paralel bir izlenim verir.
Özdemir İnce, “Yirminci
yüzyılın şiiri, ana damar olarak us+imgelem+bilinç+bilinçdışı+bilinçaltı
eşgüdümünde çağın gerçeklerini ve anlamını arıyor” der. Şiir, anlam ve
hakikat arayışında insanî bütün enstrümanları işe koşarak verili olana değil,
olması gerekene yönelir. [348] Ahmet Ada, Modern Şiire
Felsefî Teyel başlıklı yazısında “Modern şiir, bu anlamda, varlığa ait
mevcut anlamlandırmalarda yarıklar açarak, varlığın anlamını yeniden üretir.”
dedikten sonra, “şiirin de felsefe gibi bir varlık beyanı olduğunu” söylemenin
mümkün olduğunu yazar. Ada’ya göre “felsefî bağlamsallığıyla modern şiir,
varlığın dile getirildiği bir genişlemeyi, bir açılımı gerçekleştirir. [349] Bu tarz yaklaşımlarda, şiirle
felsefe arasındaki makas oldukça daralır.
Modern
şiir, varlıkla burun buruna gelmiş bir şiirdir. Yaratıcı imgelem, bilinç,
bilinçaltı unsurlarıyla varlığa temas etmek ister. Bu bakımdan, ondaki düşünsel
boyut oldukça ön plandadır. Dilthey, şairin yaratıcı tahayyülünün bir boşluktan
doğmadığını, şiirinse hayatın temsili ve ifadesi olduğunu söyler. Adorno, lirik
şiirin dahi “toplumsal çatışkının öznel bir ifadesi” olduğundan, “kollektif bir
alt akıntı”nın varlığından bahsederken şiirin ontolojisine insanı koyar.[350] Şiirin toplumsal bir
enstrüman olması, Marksist bir okumadan ziyade, şiirin insanî bir edim olduğuna
yöneliktir. Derrida, felsefe ve edebiyat arasındaki ilişkide, felsefenin öteki
olarak edebiyatı seçtiğini söyler.[351]
[352] [353]
“Felsefe, tarihi boyunca şiirsel başlangıcın düşünümü olarak
belirlenmektedir.”34
Felsefeyi edebî bir tür olarak okuyan Derrida, klasik felsefî algıyı yıkar.
Filozofa göre, “Felsefi hakikatler kurgusallıkları unutulmuş kurgular”dır.
Dolayısıyla, Derrida edebiyat ve felsefenin temelinde benzer şeylerin
yattığını, ki her ikisi de imkânsız olanı zorlar, fakat literatürel
konvansiyonlar bakımından ayrıştığının özellikle altını çizer. Böylelikle “ilksel
felsefi hakikat ve edebi kurgu arasındaki yalın karşıtlığı yapıbozuma uğratır.”34''1
Derrida’da söz konusu olan, edebiyat ve felsefenin kurumsallaşmış yapıları
dışında bir konumlandırmadın
Farabi: Şiiri Konumlandırma Endişesi
İlk Müslüman
filozoflardan olan Farabi, şiir üzerine düşünmüş, metinler yazmıştır. Eski
Yunan’dan beri gündemde olan şiirin epistemolojik yönü ve ürettiği bilginin
sahihliği problematiği, Farabi’de de görülür. Filozofun şiir sanatı üzerine
kaleme aldığı metni ise Risâle fi Kavânîni Sınâ'ati'ş-Şi'r isimli
risaledir. Aristoteles’in Poetika"sı üzerine bir yorum olarak
tasarlansa da, Farabi’nin şiir hakkındaki görüşlerini de ihtiva etmektedir.
Farabi, şiiri mantık kapsamında değerlendirmeye çalışmıştır. Aristoteles’in Poetika"sının
Organon külliyatı içerisinde değerlendirilmesinin böylesi bir tasnife yol
açtığı da söylenebilir.[354]
Şiiri
mantıksal formlar içinde değerlendirmek, şiirin epistemolojik olarak belli bir
skalaya oturtulmasıyla ilgidir. Klasik mantıkta, en kesin ve doğrulanabilir
bilgiden başlamak suretiyle bir bilgi hiyerarşisi kurulmuş, şiirse bir kıyas
türü olarak bu şablonda en altta yer almıştır. Farabi’ye göre, bir
kıyas/benzetme türü olan poetik ifade bu türün en zayıf halkasıdır:
“Kıyaslar
(el-kıyasat=benzetmeler) ve genel olarak beyanlar: daha başka bir şekilde de
kısımlara ayrılabilir. (...) Mutlak doğru beyanı burhânî (el- burhâniyye)
olarak adlanır. Ekseriyetle doğru beyan, diyalektiksel (el- cedelliyye) olarak
adlandırılır. Eşit şekilde doğru ve yanlış beyan, hatâbî
(el-hatabiyye=retoriksel) olarak adlandırılır. Ekseriyeti yanlış beyan,
sofistiksel (el-muğâlatiyye) olarak adlandırılır. Tamamen yanlış beyan,
şiirsel (el-şi'iriyye=poetiksel) olarak adlandırılır. ”[355]
Kıyasta en
mutlak beyan bürhan, en zayıfı ise şiirdir. Şiirsel ifadeler,
önermeseldir. Şiir, yanlış (kâzib) önerme/beyandır; burada daha çok formel
olarak kâziptir, anlamsal olarak değil. Şiirsel önermelere muhayyilât
denir.[356] “Şiir, bir şeyin, burhan
gibi gerçek bilgisini değil de, taklidi bilgisini verir. Bu yüzden de, Fârâbî
ve diğer bazı Müslüman filozoflar, şiirin verdiği bilgiye "yalancı"
(kazibe) bilgi olarak bakarlar.”[357] Şiirsel ifadeye
(muhayyel önerme) atfedilen yanlışlık (kâzib), tahayyülün bir nesnenin
hakikatine değil, fakat benzerine karşılık gelmesidir. Bu teoriye göre
muhayyile rastgele yapılan bir hayal eylemi değildir, öyle olsa bir bilgi türü
olarak kabul görmezdi. “Meşşaî okulunda bir düşünür için muhayyile, en yalın
anlamda bir bilgi kaynağını ifade eder.”[358] Tahayyül, aynı
zamanda, tasavvurların oluşmasında da etkili bir edimdir. Şiirsel ifadeler,
mantıken doğrulanıp yanlışlanamasalar dahi anlamlıdırlar. Muhayyilenin
sağladığı bilginin formel mantığa göre sağlamasını yapmak mümkün değildir. Bu
açıdan, şiirin, hem bir mantık sanatı olması, hem de kesin olarak
doğrulanamaması bir tenakuz barındırır izlenimi verir. Ancak bu, şiirin
anlamsal değeri bakımından bir problem teşkil etmez. Burada yanlışlık, esasında
poetik ifadenin doğruluğunun formel olarak kesin biçimde ortaya konulamamasıyla
ilgilidir. Poetik bilgi muhayyel olup ispatı kesin olmadığı için, formel
olarak, yanlış sayılmıştır. Şiirin ürettiği anlam ve bilginin batıllığı
anlamında bir yanlışlık söz konusu değildir, yanlışlık daha ziyade poetik
ifadenin formuyla ilgilidir. Bu yanlışlık, Platon’da doğrudan doğruya şiirsel
ifadenin içeriği ve ürettiği anlamla ilgilidir.
Poetik
söylemdeki yanlışlık, onun hayalî bir doğaya (muhayyel) sahip olmasıyla
ilgilidir.[359] Platon ve Aristoteles
etkileri görülen bu görüşlerde en ayırıcı taraf, Farabi’nin şiirle felsefe
arasında doğrudan bir karşılaştırma yapmamasıdır. Fakat yine de, ideal
Devlet’inde (el-Medinetü’l-Fâzıla), yöneticilerin filozoflar arasından
seçilmesi gerektiğini salık verir. Filozoftan ve felsefeden mahrum kalmış bir
toplumda yıkımın kaçınılmaz olacağının altını çizer.[360]
Şiirin en zayıf mantık sanatı, bürhanî kıyasın ise en mutlak bilgi vasıtası
olarak görülmesi; şiirle felsefe arasındaki hiyerarşinin, en azından
epistemolojik açıdan, ne denli keskin olduğunu gösterir. Dolayısıyla,
Farabî’nin poetik ifadeye bakışı Platon’un mutlak bilgi ile şiirsel bilgi
arasına koyduğu ayrım üzerine oturmaktadır. Platon, doğrudan şiirsel ifadenin
içeriğine; Farabi ise daha çok formel yapısına göre bir değerlendirmede
bulunur.
Şiirsel ifade
bir temsildir ki, şeyleri ya olduğundan büyük ya da küçük göstermek suretiyle
temsil eder.[361] “Şi’iri sözlere gelince,
bu da konuşulan şeyde, herhangi bir hal veya şeyi daha üstün veya daha alçak
tasavvur ettirmeye yarayan şeylerden terkip edilir.”[362] Buna göre de, şiir,
bir taklit olarak kalmaktadır.[363] Şiir, bir eylemin veya şeyin
aslını veya aynısını değil, ancak temsilini verir. O hâlde, Farabi’ye göre,
poetik söylem imajinatif ve analojik bir ifade biçimidir. Ve şiirler de,
objelerin mükemmel bir imajinatif formunu üretmek için icat edilegelmiştir.[364] Aristotelesçi anlamda bir
taklit (mimesis) anlayışına benzer bir durum da söz konusudur. Poetik
tahayyülün dış dünyada seçilemeyen şeylere ilişmesi, mümkün formlara
hissedilebilirlik ve biçim vermesi şiirin formel mantığı aşan yönüdür.
Farabi,
şairleri üç kategoride değerlendirir: Doğuştan kabiliyetli olanlar, şiir sanatı
hakkında bilgi sahibi olanlar ve mukallitler. Bunlardan birincisi deha,
İkincisi yetkinlik, üçüncüsüyse taklitçilik örneğidir.[365]
İkinci tip şairler, şiirin bir literatüre sahip olduğunu ve bunları bilmek ve
yetkinleşme suretiyle şair olunabileceğini gösterir ki, bu, filozofun, şiirin
sadece ilham olmadığını fakat öğrenildiğini ve kognitif yanının olduğunu
düşündüğünü de gösterir. Dolayısıyla, şiirsel ifadenin mantıken yanlış
sayılması anlamsız demek değildir. Ancak poetik ifade, hiçbir zaman bir
doğruluk ölçütü olarak alınmaz. Küllî genellemeler üretse de, ki bunlar
analojik genellemelerdir ve doğrulanamazlar. Şiir, memnuniyet ve haz verici bir
araçtır.[366] Farabi, şiiri mantıken ve
formel olarak yanlış (kâzib) semantik olarak anlamlı bulur. Burada, zımnen de
olsa şiirin klasik mantığı aştığı, her ne kadar kıyasa göre anlamlandırılamasa
da yine bir anlam ürettiği ima edilir. Şiir, son tahlilde bir anlam üretir.
İbn Sina:
Bir Mantık Sanatı Olarak Şiir
Farabi, İbn
Sina ve İbn Rüşd gibi filozoflar bir kıyas türü olarak gördükleri şiiri mantık
kapsamında değerlendirmişlerdir. Farabî başta olmak üzere, İbn Sina ve İbn
Rüşd’de şiir mantık sanatlarındandır. Böylesi bir yorumda Aristoteles’in Poetika"
sının Organon, Aristoteles’in mantık külliyatı içerisinde
değerlendirilmesinin belirleyici olduğu da söylenmiştir. Buna göre kıyas
hiyerarşisinde Poetika en son halkayı oluşturmaktadır.[367] Bir nevi Aristoteles
muakkipleri ve yorumcuları olan bu filozoflar, böylesi bir varsayımla hareket
ederek, muhayyileyi de bir bilgi türü olarak görmüşlerdir. Nitekim, her üç
filozof da Poetika’a üzerine şerhler, değerlendirmeler yazmışlardır.
Fakat, bunlar, Aristoteles’in görüşlerinin birebir tekrarı olmamıştır.
Filozoflar Poetika üzerine yazarken, harfi harfine metne bağlı kalmamış,
onun üzerinde tasarrufta bulunmuş ve kendi görüşlerini de serimlemişlerdir.
Metin, Yunancadan doğrudan tercüme edilmemiştir, Süryaniceden Arapçaya
aktarılmıştır. Bu da, farklı okuma biçimlerine ve değerlendirmelere de yol
açmıştır. Nitekim, şiiri mantık içerisinde önermesel bir bilgi olarak
konumlandırmaya girişmeleri de, bunun bariz göstergesidir. Bu bir yanlış
algılama olarak değerlendirilebileceği gibi, yeni bir alımlama, perspektif
kazandırma ve konumlandırma girişimi olarak da okunabilir.[368]
İbn Sina’ya
göre, şiir, hayale dayalı (muhayyelat) bir önerme, muhayyel bir söylemdir.
Poetik söylem muhayyeldir, muhayyel söylem ise bir kıyas türüdür. Bu kıyas
türü, mantıken yanlış bir önerme biçimine sahip olsa da önermenin mantıken
yanlış olması, şiirsel söylemin anlamsızlığı demek değildir. Bir ifade semantik
olarak anlamlı, mantıken yanlış olabilir. Bu önermeler formel/surî mantığın
parçaları oldukları için, bir önermeyi biçimsel olarak değerlendirirler.
Dolayısıyla, bir önerme formel olarak doğrulanmayabilir; fakat içerik ve
anlamsal olarak, pekala, doğrulanabilir. Poetik ifade mantıken doğrulanamaz,
fakat anlamsal olarak kavranır. Zaten, mantık önermenin gerçeklikle ilişkisiyle
değil, daha ziyade kavramların mutabakatıyla ilgilenir.[369]
İbn Sina,
poetik ifadeyi mantıksal bir araç olarak görse de, şiir ile mantık arasına
birincinin dilinin imajinatif, ikincininse bilimsel olması bakımından bir ayrım
koyar. İspata dayalı (bürhanî) söylem mutlak hakikati amaç edinirken, poetik
ifade ise psikolojik uzlaşma ve imajinatif temsil ile hayret ve haz uyandırır.[370] Dolayısıyla, bir dil sanatı
olarak, ki mantık da bir dil sanatı olması itibariyle şiirle aynı kategoride
değerlendirilmiştir; şiir, ifade ile nesne arasında formel bir mutabakat
hedeflemez.[371] Şiir, formel
olarak kısmen denetlenebilir, belki; ancak anlamsal olarak klasik mantığın
kalıplarını hayli aşar:
“Şi’ri ifadelerdeki ma’nâlar, kümülatif ve terkibidir
(synthtetic); onların nüansları ve çağrışımları, karmaşık inşalara dayanır ve
daha basit olan ilk şekil ifadelerine çevrildiklerinde kaybedileceklerdir.
Dolayısıyla onların ma’nâlarının, yeri doldurulamaz bir şekilde mantikî-olmayan
(non-rational) ma’nâlar olduğu görülür.”[372]
İbn Sina, bir
kıyas türü olarak iki tip analojinin var olduğunu, birincisinin bir çeşit yargı
ürettiğini, ki bunlar diğer kategorileri (bürhan, cedel gibi) içerir;
ikincisini ise
taklit
(muhata) ile karşılar (şiir) ki bunda mantıksal delilin varlığı ve yokluğunun
bir geçerliliği yoktur. Bununla birlikte halk kitleleri mantıksal ispattan çok
hayalî temsile (imaginative representation) eğilim göstermektedirler.[373] Şiirsel ifade, bir nesnenin
harfi harfine mutabakatından ziyade “tasvir ve taklit” olduğu için mantıken
yanlış olması mümkündür.[374] Şiirde muhayyel bir taklit
durumu vardır, bu da, “basit bir kopyalama arayışı değildir.”[375]
[376]
Dahası, bu önermeler stabil değildir ve geçici durumları tasvir ederler. Poetik
söylemin geçici bir durum ve süreç olarak anılması akla Platon’un şairler
hakikati değil, ancak geçici durumları yansıtabilirler iddiasını getirmektedir.
Taklit, zorunlu ve mümkün olan üzerinde yapılır. Filozofa göre, imkânsızın
taklidi mümkün değildir.
Poetik
ifadenin iki temel aracı vardır: Biri analoji, diğeri de tahayyül. îbn Sina
için “tahayyül, kaynağını ruhtan alan; herhangi bir düşünme, muhakeme ve
seçme olmaksızın kabul yahut reddedilen bir söylemdir. Psikolojik aksülameli,
ifade ister ispata dayansın ister dayanmasın, muhakemeden daha fazladır.”316
Dolayısıyla, şiir bir şeyi mantıken üst üste oturtacak biçimde vermez. Bu açıdan
poetik söylem, mantığı aşındırır. Şiir, karmaşık inşasından dolayı, farklı
anlam kombinasyonlarına açıktır ve klasik mantık formuna indirgenemez. Şiirin
mantıkî yanlışlığı (kâzib) tahayyülün rastgele bir seçim olması anlamına gelmez
yine de, öyle olsa bir önerme biçimi olmazdı. Tahayyülü bölümlere ayıran
filozof, rasyonel tahayyülden (rational imagination) söz eder. Şiirsel söylemin
kaynağı olan tahayyül rastgele değildir, bir nevi bilgi devşirme melekesidir.
Poetik ifade,
belli bir harmoni ve düzene bağlı olmalıdır. Hayret ve hazzı oluşturacak olan
da, bu tarz olacaktır. Böylesi bir tahayyülün oluşturacağı haz, bizzat
kendinden kaynaklanır. Haz, okurun asgari oranda anlama ve kanaat sahibi
olmasını da içerir. Estetik haz ile kıyasa dayanan poetik söylem ise ancak
“soylu eserler”de mevcuttur. Bu demektir ki şiir sadece insanın doğasındaki
taklit içgüdüsüyle değil, fakat zevk alma tutkusu ile de alâkalıdır.[377] Poetik üretimin kaynağında
doğal bir hayret ve zevk dürtüsü vardır. Taklit ve tahayyül insanda meydana
gelen hayret (ta’cib) ve hazzın (telezzüz) yansımalarıdır, aynı zamanda.
Aristoteles de insanın tabiatı gereği hayret ettiğini, öğrenmeye tutkulu
olduğunu, mimesisinse bir öğrenme melekesi olduğunu söyler.
İbn Sina’nın
şiiri kıyasa dayanan bir yapıyla aydınlatmaya çalışması, poetik söylem her ne
kadar bütüncül bir anlamı dile getirmese de, okurun bazı merkezî esasları
kavramadan yanlış anlamlandırmalara düşeceği düşüncesinde yatar. Öyle ki, şiir
için birinci derecede önemli olan ritim, kafiye ve armonik unsurlar bile anlam
üretmeye hizmet ederler.[378] Şiire, bilgi hiyerarşisinde
en alt katmanda yer veren filozof, şiirsel söylemi son tahlilde anlamlı ve
kıyasa dayanan bir üretim olarak görür. Bu değerlendirmeler, daha çok
Aristoteles’in, mimessisin salt bir kopyalama olmadığı; fakat bir
dönüştürme süreci olduğu, peyleri olduğundan başka forma ve dahası
mümkünler içerisinde bir imkân açtığı tezine daha yakın durmaktadır. İbn Sina,
şiirin varlığı zorunlu ve mümkün olarak içermesi bakımından tarihten
daha genel ve küllî olduğunu ifade ederek Aristoteles’in şiir ile felsefe
arasına koyduğu ayrımın paralelinde şeyler söyler.[379]
Son tahlilde, İbn Sina’da şiir bir batıllık alameti değil; fakat mantıken
doğrulanabilirliği her ne kadar çok zayıf da olsa, bir anlam üretme ve varlığı
görme biçimi ve edimidir.
İsmet
Özel: Bir İkamet Biçimi Olarak Şiir
Modern dönemde
şairler, hem şiirleri hem de poetik metinleri itibariyle şiirde meydana gelen
değişiklikleri göstermesi açısından önemli ipuçları vermektedirler. Şiirin
algılanışı da ilk ve ortaçağlara göre hayli farklılaşmıştır. Şiir, tek başına
ne bir taklit, ne bir tahayyül, ne de form işidir. Bunların hepsini içerse bile
bunların yekûnu yahut yalnızca herhangi biri değildir. Bazı filozofların şiire
yeni alanlar açması ve farklı bağlamlara oturtması, şiirin idrak edilmesinde
yeni fazlar açar. Şiirin felsefe ve bilimden farklı olsa da, nihayet bir
bilgisinin olduğu ve kendine has bir bilinç işlettiği varsayılır. İsmet Özel’i
de, şiirin kendine haslığını vurgulaması, yine kendine özgü bir bilinç ve
bilgisi olduğunu ileri sürmesi açısından, böyle düşünenler arasında anabiliriz.
Özel, şair olmasının yanı sıra, şiir ve daha birçok konu üzerine kafa yoran bir
figürdür. Şiir Okuma Kılavuzu yazması bırakın şiirin, şiir okurluğunun
dahi rastgele olmadığını, anlık ve tesadüfî duygulanmalarla izah
edilemeyeceğini; fakat bilincine varılarak deneyimlenebileceğini ima eder.
Türkiye’de hem şiir hem de poetik metinleriyle şiirin nevi şahsına münhasırlığı
ve ürettiği bilginin ne olup olmadığını, nasıl bir bilinç süreci nihayetinde
ortaya çıktığının önemini vurgulaması açısından Özel’in doldurulamaz bir yeri
vardır. Yazdığı poetik metinler anlaşılması zor, fakat ufuk açıcı şeylerdir.
Özel’in şiir üzerine kuramsal metinleri daha çok Şiir Okuma Kılavuzu,
Çenebazlık, Sorunca Söylenen ve Waldo Sen Neden Burada Değilsin?
gibi kitaplarında yoğunlaşır.[380]
Sanatçılar,
özellikle de şairler günümüze yaklaştıkça giderek daha insanî ve dünyevî
varlıklar olarak algılanmışlardır. İlk insanların mitik ve dinî şiirlerini
terennüm eden şair, çağlar boyunca insanüstü vasıflara sahip biri olarak kabul
edilmiştir. İsmet Özel, bu bağlamda, şairi doğuştan üstün yeteneklerle mücehhez
olarak görmez, hatta onu “insandan daha insan” olarak görür.[381] Şiir de, bu anlamda, “beşeri
olanı” verir.[382] Yetenekse “insan
bedenine bitişik bir imkân” olarak doğuştan gelen, fakat, ancak işletildiği
takdirde açığa çıkan bir niteliktir.[383]
[384] Böylelikle, şaire göre, şiir
Platoncu anlamda bir esriklik ve cezbe hâli sonucunda ortaya çıkan anlık bir üretim
ya da ortaya çıkma değildir. Şair, şiirin, sadece hisse indirgenmesine
mesafelidir: “Aslında ‘emotion’ şiirin kuyusunu kazar. Çünkü edilgindir o,
‘receptive ’dir. Şiirse etkin, araştırıcı olmalıdır.”™ Şiir, İsmet Özel
için, bilinçli bir hayat yaşama biçimidir. Bir edebiyat şubesi, edebî tür,
retorik biçimi değil; dünyayı yurt edinme tecrübesidir. Hölderlin’in “Bu
yeryüzünde insanoğlu şairane mukimdir” dizesini anımsatan Özel, Heideggerci
anlamda şiirin, varlığın inkişafına ve insanın burada-oluşuna imkân tanıdığı ve
varoluşuna alan açtığının altını çizer.[385]
Dolayısıyla, şair, şairane yaşamaya çalışarak şiirin mümkün kıldığı imkânlar
dâhilinde varolmaya çalışır. Şiir, bir anlamda, Özel’in felsefesi olmuştur.
Özel, şiirin
açığa çıkarma özelliğinden söz eder. Şiir bir gösterme biçimidir, fakat
yalnızca kendisini gösteren bir şeydir. Bu açıdan düzyazıdaki dolayımı aşar. “Şiir
bizi (düzyazıda olduğu gibi) anlama alanına götürmek üzere dilden
uzaklaştırmaz, anlamın dilde nasıl saklı kaldığını bildirerek dilin sırrına
yaklaştırır.”38 Özel, daha da ileri giderek anlam “şiirin
kanatları altındadır. Şiirin veremediği bir şey kaldıysa çare tükenmiş
demektir” der.[386] [387]
Bu hâliyle şiir, bilimin ve felsefenin nakıs kaldığı durumları anlamaya
matuftur. Bu anlam, ne metafizikî, ne de dinidir. Şiirde anlam üretimi, ondaki,
bir şeyin fazla ya da eksik olması ile ilgilidir. “Bu ikisi arasındaki boş
alanda hakikatin inşa edilişini fark ederek şiire olan ilgimizi koruruz.”[388]
Hakikatin çatılması için şiir, bir uzam kurar. Kurulan bu uzamda, bir hakikat
inşası ameliyesine girişilir. Şiirin bıraktığı boşlukta, anlamın okur ile
birlikte kurulması ve okurun şiire müdahil olması da söz konusudur.
Şiirin simgeye
değil de imgeye dayanması, Özel’e göre, onun “bir kopya değil yaratış”
olduğu anlamına gelir.[389] Şiir, tek başına taklit yahut
tahayyül olmayıp üç evreden geçerek gün yüzüne çıkar: “Birincisi şiir öncesi
duyarlılığı, ikincisi bu duyarlığın yarattığı imge, üçüncüsü imgenin ozanın
ussal ve eleştirel gücüyle sınırlanıp şiirleşmesi.”[390] Dolayısıyla, şiir,
anî bir taklit, duygulanım yahut ilahî bir esinin şairde açığa çıkması
değildir; daha çok progresif ve giderek de kognitifleşen ya da anlaşılır
kılınıp dilde ifade ve temsil edilmek için kendisine müdrike ve eleştirel
akılla sınırlar biçilen bir şeydir. Şiir üretmek için öncelikle bir duyum,
duyumsamaya ihtiyaç vardır, ki bu, şiirin fenomenler dünyasından hiç de ayrı
olmadığına işaret eder. İkinci olarak, bu duyumlar zihinde bir izlenim
uyandırır. Felsefede tasavvur/kavram, şiirde imge hâlini alan bir zihin
üretimidir, ki imgelem bilindik düşünme kalıplarını aşındırır. Son olarak da
hissedilen ve imgeleşen şeyin idrak ve eleştirel akılla dile getirilmesi
merhalesi vardır ki "imgenin ussal ve eleştirel güçle sınırlanması”
demektir.[391] Kant’ta olduğu gibi, aklın
formlarını aşan idelere şiirin hissedilebilir bir ifade vermesi için onu yine
aklın ve müdrikenin süzgecinden geçirmesi, insanların anlayabileceği asgarî bir
forma sokması gerekir. Özel de tahayyül, duygu ve duyumların yine dil ve aklın
kalıplarında biçimlenerek mümkün ve anlaşılabilir olabileceklerini imler.
Dolayısıyla, “duygu, us ve dil” şiirin üç ana bileşeni, belli bir süreç
ve etkileşimle, şiirin ortaya çıkmasına zemin hazırlar ve vasıta olurlar. Fakat
bu üç unsur, belli bir düzen ve sırayla işleyerek şiir üreten bir aygıtın
zemberekleri gibi düşünülemez, elbette. Şiirin doğası böylesi bir düzeni
kaldırmaz.
Özel, bir şiir
bilgisi olduğundan bahseder. Bu, ne bir kurum hâline gelmiş edebiyatın
dayattığı şiirin biçimsel yönleri ile ilgili bir bilgidir, ne de bilim ve
felsefedeki bilgidir. Şiir bilgisi, “kendilik bilgisizdir.[392]
[393] Bu bilgi, “İnsanın kendi
kendisini görmesine engel olan gerçekleri yok eder. Bu gerçekler insanı
tanımlara tıkmaya çalışan yanılsamalardır.”31 Şiir bilgisi, verili
bilgiler ve paradigmalar karşısında insanı kendisi kılacak bir zihin durumundan
sadır olur. “insanın kendisini tanımasını mümkün kılan bir imkân” olarak
şiirin sağladığı kendilik bilgisi.[394]
Şiir bilgisi, bilimi ve felsefeyi aşar. Onların kalıplara sokup donuklaştırdığı
gerçekliği yok eder. Nietzsche de paradigmatik ve kanonik gerçekliğe karşı buna
benzer bir aksülamelde bulunmuş ve şiirin “hakikat yoksulluğuna karşı tek
önemli gücümüz” olduğunu haykırmıştır.[395]
[396] [397]
Şiir, insanı kendilik bilgisiyle donatarak, felsefe ve bilimdeki gibi
ispatlama kaygısı taşımaz. Çünkü kanıtlamada bir indirgeme vardır. “Bu
yüzden şiir öğretir, ama kanıtlamaz; gösterir, ama sergilemez.’”19
Bu durum şiirin bir şey ve duruma ne ise o olarak taalluk etmesi, felsefe ve
bilime göre daha az dolayıma girmesine imadır. “Çünkü şiir anlatılmaz bir
şeyin anlatılmaya çabalanmasının sonunda, anlatılabilir bir şeyin yeniden
anlamlı kılınması için gösterilen çabanın sonunda (...) ortaya çıkar.’”9
Şiir, bir bilinçlilik durumu olarak, anlatılmaz olanı kendi anlatım imkânları
içerisinde bir sürece sokar. Ortaya çıkan bilgi, bütüne ulaşma arzusundan
doğmuş bir bilincin ürünü olarak, ne felsefedir, ne de bilim. Şiir bilgisi,
felsefî ve bilimsel bilginin şemsiyesi altında anlamlandırılmak bir yana, onları
yıkan ve aşan bir bilgi türüdür. “Şiir başka anlatım yolları ile varılamayan
bir beşeri alanın sanatıdır.”[398]
Şiir, ne bir ideoloji ne de herhangi bir düşüncenin emrine verilmiş bir
sözcü/ifade aracıdır. Şiir neyse odur, özgünlüğüyse angaje değil bizzat kendisi
olmasındadır. Şiir, mantık dışı değildir, şiirin ortalama mantıktan
ayrılmasıysa kendine
has
bir mantığının olmasındandır. “Şiirde belli ve özgün mantık öylesine
billurlaşmıştır ki metnin kendisi ancak bir şeydir.” [399]
Bu mantığa, şiir okurken meydana gelen bir zihin durumunda anlam verilebilir.
Şiirin ürettiği bilgiye de yine şiir mantığının genel geçer olmayan yollarıyla
varılabilir. Şiir, felsefe ve bilimin kavramlaştırma ve mantık sürecine
girmeden önceki düşünme ve algılama bölgemizdeki bazı şeyleri açığa çıkartır,
açıklar.[400] [401]
Şiirin insana sunduğu doğrudan bir kavrayış söz konusudur, ki bu “doğrudan
kavrayış, kuralları bilinen anlama ve akıl yürütme yollarının ötesinde bir ‘edinme’
yoludur.
İsmet Özel,
şiir bilgisinin teorik bilgiden farklı olduğunu, fakat “kof bir hayal” de
olmadığının altını çizer: “Şiir kuramların despotluğuna da, hayallerin
kofluğuna da ayak uydurmaz.” Şiir bilgisinin özgünlüğü, şiiri teorik ve
kavramsal bilgi, öykünme ve başıboş hayalden farklılaştırır. Şiir, bırakın
keyfî bir hayal olmayı, insanı hayal âleminden uyandıran bir deneyimdir.
Bu anlamda, hayal âleminin en büyük düşmanları şairlerdir.[402]
Şiir, dille
düşünce arasındaki makası kapatan bir doğaya sahiptir. Şiir dille düşünce
arasındaki bağın biçimsel yükünü üzerinden atarak başarıya ulaşır. ”[403]
Böylelikle diğer sözsel faaliyetlerden “onun sözü töze ilişkin bir
biçimi yakalayarak belirgin kılışı” itibariyle ayrılır. “Anlamın kural
koyulamayan alanına geçiş” söz konusudur. Şiir, bilim ve felsefede olduğu
şekliyle “kaosu kosmosa dönüştürerek kurmaz, kosmosun kaostan türediğini
vurgulayarak kurar.” [404] [405]
Bu hâliyle cevheri daha yakından, bir nevi aynel-yakîn olarak, temaşa
edebiliriz şiirde. Dolayısıyla, kavramsallaştırılmış ve ilkeler altına
kümelenmiş gerçek ve eşyanın tabiatının sanıldığı gibi stabil ve kalıplaşmış
olmadığı, aksine tözü itibariyle kaotik ve devingen olduğu daha yakından temaşa
edilebilir. Elbette, bu, pek kolay değildir. Şaire göre, şiirin cevherle
kurduğu bu farklı ilişki biçimi ve hak arama yöntemi onu barbar kılmaktadır.
Şairle barbar arasında bir analoji kurulur. Çünkü hem şair, hem de barbar “asıl
söylenecek şeyin söylenmekte olandan farklı olduğunu işaret ederler.”3"
Şairin neden bir uçbeyi olarak marjinal bir mahalde yaşadığını bu barbarca
tavrıyla izah etmek mümkün görünmektedir. Şaire göre, ister bilim, ister
felsefe ya da sanat olsun bir zihin açıklığı gereksiniyorsa insan, Hölderlin’in
dediği gibi “Bu yeryüzünde insanoğlu şairane mukimdir. ” Şairane
mukimlik, bilimin veremeyeceği insanlık durumudur. Bu açıdan da “gerçekliğe
doğru insanın atılımıdır şiir.”[406] Verili olanın hengâmesi
içinde unutkanlığa duçar olmak istemiyor ve insanlık durumumuzu tayin ermek
istiyorsak, şairane yaşamayı yani uyanıklığı/teyakkuzu da kabul etmişiz
demektir.[407] Özel’in bu yaklaşımıyla,
Heidegger’de olduğu gibi, şiire hayat-yapıcı, dünya-kurucu ontolojik bir
önem atfettiği görülür. Özel, bu dünyada “şairane bir mukim”likle şiirini kurup
bu minval üzere yaşadığı gerçeğini de hesaba katarsak, tam da Platon’un Devletlinden
kapı dışarı etmek istediği türden bir şairdir.
Ahmet
İnam: Şiir ve Felsefenin Nakış Alanları
Modern Türk
edebiyatında, ilk poetik metinlerden birini yazan Ahmet Haşim, neredeyse şiirle
müziği eşitler, şiiri “sözden ziyade musikiye yakın” bulur. Şiir, “anlaşılmak
için değil, fakat duyulmak için”dir. Haşim, şaire olağanüstü bir hava vererek,
şiiri gaiplerden gelen bir nefha gibi anlar.[408]
Diğer bir poetika yazarı Necip Fazıl, şiirin şuur-dışı bir edim olarak
addedilmesinin büyük bir hata olduğunu vurgulayarak anti-Platoncu bir tavır
takınır ki, böylesi bir yaklaşım Haşim’in görüşlerine de muhaliftir. Şair, şuur
sahibidir; “Şiir mutlak hakikati aramak işidir. ”[409] Necip
Fazıl, şiirin ciddi bir bilinç eseri/ürünü olduğunun altını çizer. Bu biraz da,
Romantikler ve Heidegger gibi filozoflarla kırılmaya başlayan Platoncu
yaklaşımın Türkiye’de de etkilerinin görülmesi olarak okunabilir. Necip
Fazıl’ın şiiri şuurla izah etmesinden sonra, şiiri düşünceyle, bilinçle, insan
ontolojisiyle ilişkiye sokarak anlamlandırmaya çalışan teorik metinler
artmıştır. Bu bağlamda, derli toplu yazılar neşreden ve şiire yeni teorik
yaklaşımlar getiren isimlerden biri Ahmet İnam’dır.
İnam,
alışageldiği üzere şiiri salt bir edebî tür olarak görme taraftarı değildir.
Şiirin bir alt tür olarak edebiyata angaje edilmesini şiirin düşüşü,
sınırlandırılması olarak görür. Bu bakımdan Heidegger-vari bir tutum takınır.
Hem Heidegger hem de İnam varoluşun, dünyada oluşun esasını
meydana getiren bir şiiriyetten söz ederler. İnam’a göre, “Şiir bir yurt tutma
işidir. Heideggere’e yakın anlamıyla: Bir oikesis ’dir.”4M
Benzer yaklaşımın, şiirin dünyada bir yurt-tutma/ikâmet olması, İsmet Özel’de
de mevcut olduğunu burada hatırlamalıyız. Elbette bu şiiriyet, insanın dünyada
olmasına, varolmasına, buradalığına kaynak ve vasat oluşturan bir öz olması
itibariyle sadece bir edebî tür olan şiire indirgenemez. Bu bakımdan
şiir/şiiriyet, insanî bütün yön ve edimlere taalluk eden bir şeydir. Fakat yine
de şiirden ayrı değildir, yahut bir edebî tür olarak şiir de bu şiiriyetin
içindedir. Böyle olması itibariyle şiir bir öncelik kesp etmektedir.
İnam şiiri, söze ve logosa
önceler: “Önce şiir vardı.” der. Bunu başlangıçta söz vardı,
söz ise şiirdi şeklinde okumak da olanaklıdır. incik deki “Başlangıçta
söz vardı, söz Tanrı’yla birlikteydi, söz Tanrı’ydı.” şeklindeki ifadeleri
hatırlarsak, İnam’ın önermesinin, Hristiyan teolojisini akla getirdiğini
de söyleyebiliriz. Birçok filozof, Vico mesela hatta Batı kanonu, şiiri bir
anlamdaysa mithosu düşünme ve söyleme bağlamında ilk insanî edimlerden
sayar ve logostan önceki evre olarak görür. İnam içinse şiir, kelama
takaddüm eder. Dolayısıyla, şiir yalnızca dille kurulan bir ifade değil, fakat
bir insanlık durumu, dünyada mevcut olmadır; söz sadece bu durumun
nakledicisidir. Söz ancak “şiirle oluşan dönüşüm sonrasında, şiiri taşıdı,
devamını sağladı.”440 İnam, şiirin söze önceliğini vurgularken
bir nevi henüz dile gelmemişliğin şiirde imkân bulmasını ima eder.
Felsefecilerin, bilim adamlarının erişemediği, dilin sınırlarını aşan bir
şeydir bu.[410] Kant’ın da altını çizdiği
gibi, şiirin, muhayyileyi özgür kılarak, aklın sınırlarını aşan mümkün formları
hissedilebilir/dile getirilebilir kılması durumudur. Bu tarafıyla şiir,
mümkünler için büyük bir imkândır.
İnam’a göre
bilinç ve söz olmak üzere şiirin iki temel öğesi vardır. Buna göre şiir ne “manzum
ve mukaffa söz” ne de esin mahsulüdür. “Bir yaratıcı evren olarak”
logosun kaynağıdır. Logos şiirsiz düşünülemez, “logo-poieesis”
vardır. Logos ise “söz, düşünce akıl, mantık.her zaman devingen, her
zaman oluşum hâlinde, yapımdır. ”[411] Bu
anlamda, şuurla ilgilidir şiir. Nitekim İnam, şiirdeki bilinç durumuna
değinirken şiirin Arapçada şuurla kökteşliğine dikkat çeker, ki ona göre her
ikisi de şe’ere kökünden gelmekte ve şe ’ere ise öğrenmek, anlamak,
sezmek, fark etmek, bilincine varmak, şiir oluşturmak... anlamlarını
içermektedir. Grekçedeki logo-poieesis ’ ibaresiyse şiirin, logos
vasıtasıyla, bir yapma/üretme olduğuna göndermede bulunur. “Batı dillerinde
şiir vurgusu, poiesis sözcüğünden yola çıkarak bakıldığında, üretmek, ortaya
koymakla ilgiliydi; bizde ise, ‘anlamak’, sezmekle.”49 O hâlde,
şiir, Platonik anlamda ne bir esriklik (cünun) ne de bir kopyalamadır; fakat
insanda tabiî olarak neşet eden bir şeydir; sezgiseldir, logos ve şuurla
ilgilidir. İnam’a göre ortalama zekâ ile şiir yazılmaz. Ancak şiirin zekâsı ile
şiir yazılır. Şiirsel zekâ, has şiiri kurar ve onu sıradan ikincil zekâdan
ayırır. İkincil zekâ ile ancak şiirin inceliklerini korursunuz. Sahih şiir
ancak şiir zekâsı ile kurulur.[412] [413]
Şiirsel zekâ, ortalama algı ve bölümlemelere göre çalışmayan, verili tasnifleri
aşan bir zekâdır. Dolayısıyla logos ve mithos gibi ayrımlara göre işlemeyen bir
zekâdır.
İnam’a göre,
şiir Platoncu anlamda gökte değildir, beden ve doğayla vardır. Şiirin
ontolojisinde, onun güç dalgaları ile var olmasına zemin hazırlayan, beden de
vardır.[414] Şiirin ontolojisinde yalnızca
akıl, tabiat vs. yoktur; aynı zamanda, erosa yataklık etmesi bakımından
beden de vardır. Erosunu yitiren beden, şiiri de yitirir.[415] Bu yorum, var olan teorilerle
mukayese edildiğinde, şiiri oldukça dünyevi ve aynı zamanda da insanî
kılmaktadır. Böylesi yaklaşımlar, şiirin ontolojik ve epistemolojik yönlerine
ışık tutması bakımından oldukça verimli tartışma alanları ve fazlar açabilir.
Ahmet İnam,
sözün ilahî bir kelam, şiirin bir edebî sanata dönüştüğünden bahisle asıl
mahiyetlerinin unutulduğundan söz eder. Şiirin, klasik bağlamda alımlanışına
karşı, Heidegger’de olduğu gibi, karşı argüman geliştirmek için kadim
dönemlere, özellikle Antik Yunan’a başvurur. Bu bağlamda, “Şiir, çoğumuzun
sandığı gibi, cilâlı boş lakırdı değil (... ) Söz ve şiir, eko-genetik bir
özelliği insanlığın.’’[416]
Heideggerci anlamda dünya-kurucu bir öğedir şiir. Şiir, Eski
Yunan ve Roma dönemlerinde bir retorik ve tutunma kültürüne; Doğu’da ise “manzum
ve mukaffa söz”e yani manzumeye dönüşerek şiiriyetini kaybetmiştir.[417] Elbette, bu tespit şiir
tamamen yok olmuştur anlamında değil; fakat çok dar bir alanda, kurucu ve
var-kılıcı asıl karakterini kaybetmiş bir şekilde, varolabilmiştir
anlamındadır. Oysa, “şâir hakikat örtülerini kaldıran, hakikat
perdecisidir."4" Tutunma kültürü, onun bu özelliğini
bir nevi perdelemiştir. Bu anlamda İnam şiiri, noetik bilgi
(anlama/kavrama bilgisi) alanı olarak konumlandırır, diğer sanatlarla birlikte.
Şair, “noetik körlüğü” aşan kişidir. Şiirse ortalama, verili hayatın dar
cenderesinde sabit anlamları aşan, göz önünde olup da görülmeyeni görüp mana
biçme, varlığa ve hayatı bir tefsir etme ameliyesidir[418]
[419]
İnsanlar,
İnam’a göre, şiiri kaçmış bir dünyada yaşamaktadırlar. Felsefenin de
şiiri kaçmıştır, aşırı kavramsallaştırmalarla bilhassa. İnsan “homopoesis,
yani ürün ortaya koyan valrık'tır.[420]
[421] [422]
İnsanın, şiir üreten bir varlık olması, aynı zamanda varolması demektir.
İnam bunun için “şiirleme” ifadesini kullanır. Çünkü “Şiirleme salt bilinç
sınırları içinde gerçekleşmez. Yalnızca noetik bir edim de değildir. insanın
onto- etik yapısından kaynaklanır. İnsan aklının bir özelliğidir. İnsan
şiirleyen bir akla sahiptir. Şiirleme, ‘ben varım’ çığlığıdır. Varlığını
duyurmadır."41 “Şiirleme” insanın şiirsel doğası, varlığını
kurma ve ona dünyada alan açmasıyla ilgilidir, ki hakikat- kurucudur.
Hölderlin’in meşhur dizesiyle söylemeye çalışırsak, bu dünyada “şairane mukim”
olmaktır. Böylesi bir argüman, şiirin ilahîlikten (kutsallıktan) dünyeviliğe
evrilişini akla getirir bir şekilde, klasik şiir yorumlarını bir hayli
aşındırır. Bu tutum, Doğu ve bilhassa Batı’da- genel olarak- şiirin hayal ve
taklit ürünü sayılması, bazen de tamamen doğaya angaje edilmesi ve şiirin
bilinç dışına itilerek bilinç alanının tamamen felsefeye hasredilmesinin
oluşturduğu çoraklığa karşı duran radikal ve ontolojik bir karşı çıkışı imler.
Nitekim İnam’ın yazdığı felsefî metinlerde bile, kendisinin de ifade ettiği
üzere, bir şiirsel nüve mevcuttur. Bu bakımdan, şiir ve felsefe elbette
farklılıklara sahip olmakla birlikte, aralarında klasik anlamda keskin
ayrımların olduğu alanlar değildirler. Şiir ve felsefe atbaşı giderler. Şiirini
yitirmiş bir felsefe eksiktir.
Daha özelde,
bir edebî tür olarak şiir ile felsefe ilişkisiyse, İnam’a göre, felsefe ve
şiirine göre değişir. Bu anlamda, şiir ve felsefe ilişkisinde yüzeyde kalan ve
değişken bir durum vardır. “Şiirle felsefenin birbirine yaklaştığı felsefe,
şiirle felsefenin birbirinden uzaklaştığı şiir vardır."4"
Şiir ve felsefe ilişkisini kumaş ve nakış analojisi üzerinden yürüten İnam, bu
iki alanın çok eskiye dayanan kumaşlar olup ancak şiirin daha kadim olduğunu
belirtir. Hatta, şiirin felsefeye omuz verdiğini, şiir kumaşı olmadan felsefe
kumaşının dokunamayacağını savunur. Pre-Soktarik dönem felsefî metinlerdeki
şiirsel öze vurgu yaparak bu iki kumaş türünün (şiir ve felsefe) çok eskilere
dayanan akrabalık ve yekdiğeriyle etkileşimine değinir.[423]
Felsefede dört, şiirde beş nakış alanı belirleyen İnam, “Burada felsefede ve
şiirdeki nakış alanlarının benzerliğine dikkât edilsin: Yaşama dünyasına,
politik düzene, kültüre, kendine olan tavrıyla nakış alanları açabiliyor
filozof da, şâir de. Elbette kumaşlar farklı, nakışlar farklı!’”[424]
ifadeleriyle, şiirle felsefenin benzer nakış alanlarında yapılan farklı
nakışlar olduğunu yazar. Fakat, yine de, iki alanın iştirak ettikleri ortak
alanların varlığı, yöntemler farklı olsa dahi, onları birbirine yakın kılar.
Hatta, bazı büyük şair ve filozoflarda, bu iki nakış yani şiirle felsefe, aynı
zeminde bir araya getirilir. İnam, iki nakış alanı daha açar: Betimleme ve
Anlatım. Anlatım, felsefe ve şiir metinlerinin birbirine yaklaştığı
alandır. Anlatım, üslubun şiirsel ve kuru olmasında belirleyici olmaktadır.
Mesela “Analitik titizlikle yazılmış felsefe metinlerinin (Carnap, Quine!)
nakışlarıyla arkalarında derin düşünce taşıyan aforizmalarla dile getirilmiş
metinlerin (Wittgenstein!) arasındaki farklar” gibi.[425]
Aynı şeyler şiir için de söz konusudur. İnam, “Sonuç olarak, felsefe
kumaşının nakış alanlarıyla önemli ölçüde benzerlik gösteren şiirin nakış
alanları, şiirin felsefeden, felsefenin şiirden beslenebilme olanaklarını bize
yeniden anımsatabiliyor” diyerek, felsefe ve şiir ilişkisine, aynı zamanda,
bu ilişkideki imkânlara ışık tutar.[426]
İnam, şiirle hikmetin birbirini yoğurduğunu da ifade eder.
Yücel
Kayıran: Felsefî Şiir
Yücel Kayıran,
İsmet Özel ve Hilmi Yavuz gibi, hem şiir yazan hem de şiir üzerine düşünen,
diğer taraftan kuramsal metinler yazan bir şairdir. Kayıran’ın bilhassa
üzerinde durduğu konu ise felsefî şiirdir. Felsefî şiirden kastı, daha ziyade
kendi poetikası bağlamında konuştuğunun altını çizse de, şiirde bir imkân
olarak felsefî şiirin varlığıdır. Kayıran, felsefî şiirle şiirin genelini değil,
fakat daha çok bir türünü işaret eder. Şu ana kadar ele aldığımız düşüncelerde,
şair ve filozoflar, şiirle felsefe ilişkisinde şiiri bütün olarak ele
almışlardı. Fakat burada öyle değildir. Kayıran, felsefî şiir derken şiirin
tamamını değil bir türünü kast eder. Kayıran, felsefî şiirden belli bir dünya
görüşü, doktrin ya da ideolojiyi konu edinen şiiri anlamaz. Ona göre, felsefî
şiir, hayat karşısında maruz kaldığı gerilim ve varoluşsal uçurumda insanın
varlık durumunu gösteren bir zihin durumudur. Şiirin salt enformasyonel yahut
epistemolojik olmadığı, aynı zamanda ontolojik de olduğudur. İnsana varlığın
ontolojik boyutlarını gösteren bir şiirdir, felsefî şiir.
Yücel Kayıran,
öncelikle, şiiri Heideggerci anlamda anlar. Şiir, bir yaratma ve yapmadan ziyade
açığa çıkma, meydana gelmedir. “Şiir, açığa çıkma, meydana gelme, hasıl
etmektir, ‘fuka açmaktır’, ‘ferâ âverden’dir (Pürcevâdî); bizim varoluşumuzda
veya gerçekliğimizde varolan varlıksal niteliğin açığa çıkması, meydana gelmesi
durumudur.’”42 Bu yaklaşım paralelinde felsefî şiir, varlık
problem ve krizinin buradalığını gösteren bir zemin olarak anlam
kazanır. Bu sözler, şiirin geçici durumları gösteren, yalnızca hayal mahsulü ya
da taklit ürünü olduğunu savunan görüşlerin hilafınadır. Son yüzyılda, giderek
kabul gören bu tutum, yeni anlam alanları açmaya kapı aralayacak bir
yaklaşımdır da. Şiirin ontolojik boyutu ve varlığa görünüm kazandırabilen
(inkişaf) doğası, Heidegger başta olmak üzere, İsmet Özel ve Ahmet İnam
tarafından da ifade edilmiştir.
Kayıran,
felsefî şiirin dünya görüşü veya bir ideolojik söylem aygıtı olmadığını, hatta
onların karşısında yer aldığını vurgular. Bu şiirde herhangi bir felsefî
doktrinin işlenmesini de bulmak söz konusu değildir. Felsefî şiir, insanın
varoluş durumuyla ilgilidir. "Dolayısıyla, felsefi şiir, insanın
varoluş durumuyla ilgili bir problemi, bir aporia durumunu gösteren bir
şiirdir.”[427]
[428]
Bu durum, insanın dünyada karşı karşıya kaldığı bir çıkmazı belirtir. Bu
anlamda felsefî şiir, insanın içinde bulunduğu çıkmazı kendine asıl mesele
edinen bilincin ürünüdür.[429] [430]
Kayıran,
başlangıçta akıl ile his arasında bugünkü gibi bir ayrımın olmadığını, bu iki
unsurun ruhta (nefs) mevcut olduğunu yazar: “Felsefenin ortaya çıktığı
antikçağı, orada da örneğin Heraklitos ile Aristoteles’i dikkate aldığımızda,
akıl, insanın varlık durumundan, yani onun duygu ve ruh hallerinden bağımsız
değildir.”421 Kayıran, akıl ve ruhu birbirinden yalıtıp şiir ve
felsefeyi yekdiğerine çok uzak düşüren düşünceyle arasına mesafe koyar, ki
böyle bir mesafe felsefî şiirin izahına alan açar. Felsefî şiirde, ortaçağın
bedenle ruhu kati şekilde ayırması, dolayısıyla şiirin bedenden soyutlanarak
tamamen soyut ve aşkın bir edim hâline getirilmesi ve modern çağın aklı
mutlaklaştırmasına karşı bir itiraz da vardır. Bu anlamda, felsefî şiir, akıl
ve ruhla ilgilidir ve bir bilgisi söz konusudur. Bir zihin durumu olan felsefî
şiir, Kartezyen bir bakış açısıyla, ruhla beden, akılla his arasında mutlak bir
ayrım gözetmez.
Kayıran,
felsefî şiirin ontolojik boyutlarının altını çizerken, Antik Yunan’da
ontolojiden ayrı bir epistemolojinin olmadığına dikkat çeker. Burada
“ontolojiden koparılan bir felsefe”yle şiir arasındaki ilişkinin daha çok
karşıtlık biçiminde kurulacağına dikkat çeker. Şair, ruh ile akıl arasında ve daha
çok Kartezyen felsefenin mahsulü olan ayrımın yine şiirle felsefeyi, ruh ve
akıl üzerinden ayrıştırdığını; fakat aslında ruhla aklın birbirini dışarda
bırakan şeyler olmadığını savunur.[431]
Ve salt bilinç ürünü olan bilginin karşısında, şiirin ontolojik bilgisine
dikkat çeker. Bu bilgi, şiirin kendine özgü düşünme biçiminden sadır olur.[432] “Felsefi şiirin hedef
edindiği ve ortaya koyduğu ontik temelli bu bilgi, değişmez, dolayısıyla kesin
bir bilgidir, yani hakikatin varlık durumudur.”[433] [434] İnsanın varlık karşısında
varoluşunun ne ise o olduğunu gösteren felsefî şiir, “insanın tinselliğini
varolanda ne ise öyle ele alan bir anlayışı dile getirmektedir.”430
Bir dolayımsızlık ve sahih bir inkişaf söz konusudur bu bakımdan. Şairliğin özü
gündelik olanı aşar “dolaysız hakikati” hisseder/duyumsar.[435]
Başka türlerin enformatik bilgisini şiire taşıyan epistemolojik ve ideolojik
şiirden de ayrılır, felsefi şiir. Felsefî şiir mantıksal düşünmeyi değil, varlıksal
düşünmew içerir. “Varlıksal düşünmeye dayalı şiirin dile getirdiği bilgi
ise, insanın varlık durumunun tinselliğine ait, dolayısıyla insanın varoluşuna
içkin bir bilgidir.”[436]
Şiir de, felsefe ve bilim gibi imkân dâhilinde olanın bilgisini üretir. Şiir,
mümkün olmayanın ya da vahye dayanan şeylerin bilgisini vermekle uğraşmaz.
Şiirin asıl uğraşı, insanın her zaman görüp yaşadıkları, fakat “bunu
durumlaştırıp dile getiremedikleridir.”[437]
Bu bağlamda, felsefi şiir, mümkün varlık ve durumların tezahürünü sağlar.
Şiir, ne bir
malihulya ne fantezi ne de öykünmedir. “Şiir, varlığı bir görme biçimi”dir.[438]
Felsefî şiir, şiirin hakikati göstermesini de içerir. Şairin ontolojik, insanın
varoluşuyla ilgili durumları şiirleştirmesi hakikate mütealliktir: “Çünkü
şiir hakikati, yani kesin bilgiyi dile getiriyor ise, şair de hakikati keşfeden
kişidir. Başka bir deyişle, şiir, insanın varoluşuyla ilgili bir hakikatin
açığa çıktığı bir tinsellik olduğu ölçüde, şairin varoluşu da, hakikat ile şiir
arasındaki sondaj koridorudur.”[439]
[440]
Kayıran, şiirde aklın sözdizimini düzenlemeye, kelimeleri ekleme ve çıkarmaya
hizmet ettiğini, bunun, işin matematiği olduğunu ve bu yapılmaksızın şiirin bir
imge yığını hâlini alacağını ifade eder. Fakat son tahlilde, bu işin
matematik yönüdür ve şiir bundan ibaret değildir. Akıl, ruhtan yalıtılmış başlı
başına bir işlem görme aygıtı değil, fakat ontolojik olarak ruhla birlikte var
olan ve bu haliyle de şiirde “gelip geçici olanın gerisindeki hakikati
görebilme, varlığı ve oluşu hissetme yetisidir.”431 Felsefî
şiiri, ruhun bir parçası olması açısından “aklın ontolojisinin de şiire
dahil edilmesini gündeme getirmektedir. ”[441]
Dolayısıyla, felsefî şiir “insanın neliği sorununa, onun varlık
durumuna ışık düşürmekle ilgili bir şiirdir.”[442] Bir bakıma, varoluş
zemininde bir yitim yaşayan insanın şiiridir felsefi şiir. Şair, felsefî
şiirdeki ontolojik durumu anlatırken aporia kavramını kullanır. Aporia,
bir varoluşsal çıkmazı, insanî krizi, çıkmazı ve gerilimi gösterir. Felsefî
şiir de, insanın bu varoluşsal çıkmaz ve kriziyle ilgilidir. “Bu
bağlamda, felsefi şiir, bir felsefi durumu, felsefi problemi gösteren bir
şiirdir.” Felsefî bir probleme dair olması, şiirin felsefî argümanları
kullanması anlamına gelemez. Bu şiir bir çözüm de sunmaz, fakat sorunun görünüp
varlık kazanmasına imkân tanır. Bu hâliyle de, felsefî şiir, varoluş
probleminin şiiridir.[443] Kayıran, insanın doğasında Apollon
ve Dionysos karşıtlığının yaşadığını, felsefî şiirin Nietzscheci anlamda
bir Apollon ve Dionysos karşıtlığını da gösterdiğini ve bu
hâliyle bir “yaşamak halinde olmamanın” şiiri olduğunu söyler.[444] Bu açıdan, felsefi şiir,
trajik olanı anlatır.
Felsefî şiirle
felsefe arasında insanın varoluşuna dair müşterekler olmakla birlikte,
Kayıran’a göre, felsefî şiir felsefî bir bilgi üretmeye çalışmaz. Ancak yine
de, şairde, “felsefi göz” bulunmalıdır. Felsefi gözden kasıt ise
“görülen şeyin ‘ne ’ olduğunu, onu o yapan şeyin ne olduğunu görmektir.”[445]
Kayıran, felsefeden modern anlamda kavram üreten bir alanı değil de Antik
Yunan’daki anlamıyla problemle yüz yüze gelmeyi anlar.[446] Bu yorumda daha önce şiirle
felsefe arasına koyduğu mesafe kapanmakta, insanın varoluşuna ve varlık
problemiyle karşılaşmasına vasat olmaları bakımından birbirlerine
yaklaşmaktadırlar. Ancak felsefî şiir, Kayıran’a göre, hiçbir zaman tek başına
felsefî enstrümanların yer aldığı şiir değildir. Hatta, bunun, tersi bir durum
söz konusudur. Aralarında bir ilişki olacaksa bu daha çok şairin keşfedip
meydana, dile getirdiklerini filozofun tanımlaması ve kavramlaştırması
biçiminde olmalıdır.[447] Bu bağlamda, Kayıran,
kelimenin salt bir gösterge olarak alınmasını da indirgeme olarak görür ve
şiirde kelimenin deneyimlenen, kavramınsa tanımlanan bir şey olduğunu söyler.[448] Bu yorum, şiirin varlığa
çıkardığı, gördüğü şeylerle felsefeye, kavramsallaştırma ve tanımlama sahası
oluşturması bakımından, alan açtığını ima eder. Şiirin görme biçiminde
felsefenin varlıkla ilişkiye girmesini öngörür.
İhsan
Fazlıoğlu: Şiire Klasik Bir Yaklaşım
Modern Türk
edebiyatı ve düşüncesinde, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, şiir üzerine Batı
düşüncesiyle paralel sayılabilecek biçimde refleksiyonda bulunulur. Bu düşünüş
biçiminin araçları da, daha çok, yine Batı felsefesi kavramları etrafında
şekillenir. Bilhassa Heideggerci bir anlayışın hissedilir bir nüfuzu söz
konusudur. Bununla birlikte, klasik İslâm felsefesi literatürü dolayımında da
şiir üzerine düşünceler üretme gayretleri olmuştur. İhsan Fazlıoğlu’nun bazı
metinlerini örnek vermek mümkündür bu tarz bir yaklaşıma. Bilim tarihi ve İslâm
felsefiyle iştigal eden Fazlıoğlu, klasik kavramlarla şiir üzerine odaklanır.
İbn Sina ve Farabi gibi filozoflarda görülen şiiri mantık başlığı altında
değerlendirip onun bilgi durumunun ne olup olmadığını anlamaya dönük bir
girişime benzer bir yaklaşım söz konusudur. Ancak, Fazlıoğlu, modern Felsefî
yaklaşımlarla, konuyu daha detaylandırır, şiiri, birçok bakımdan ele almaya
çalışır.
İhsan
Fazlıoğlu’nun esas alacağımız metni “Bir Bilgi Türü Olarak Şiir Üzerine Bir
Taslak” başlığını taşır ve anlaşılacağı üzere “şiirin bir bilgi türü”
olması durumuna göndermede bulunur.[449]
Fazlıoğlu, şiire vücûd, unsur, suret, nazm, hikmet olmak üzere beş
kategorik düzlemde yaklaşım sergiler. Bu farklı veçhelerden ele alınış, şiire
doğru hem cüzî (tikel) hem de küllî (tümel) bir yönelime yol açar. Ancak metin,
bir tür olarak şiir üzerine odaklandığı için şiir kavramı üzerine tümel
değerlendirmeleri de içerir. Söz gelimi Yücel Kayıran’da olduğu gibi felsefî
şiir denerek şiirde bir alan açılmamakta, fakat şiirin bir bilgi durumu olması
imkânı üzerine fikirler serimlenmektedir.
Fazlıoğlu, Vücûd
başlığı altında şiirin varlık zeminini belirlemeye çalışır. İlk ifade “Şiirin
varlık zemîni nefsu’l-emrdir.” önermesidir.[450]
Nefsu’l-emr “kendi olan, kendi kalan, kendiyle olan, kendi içinde kalan,
kısaca kendinde şeydir.”[451]
Bu kavram “olduğu-hal-üzere-oluş/olduğu-şekil-üzere-oluş” şeklinde de
anlamlandırılmıştır.[452] Kendinde şey olan
“nefsu’l-emr”, edimseldir. İnsanın bu bağlamda yapıp ettikleri bir bilgi
tecrübesi dizgesine dâhildir ve şiir dahi edimsel olması itibariyle “bir bilgi
edimidir.”[453] Şiir, “olduğu-hal-üzere-oluş”
bilgisine müteallik olduğu için varlığa değil, fakat varoluşa
ilişkindir. Varoluş ise, devingen ve edimseldir. Bu yaklaşımda, şiir, ontolojik
bir zeminde izah edilir. Fazlıoğlu, varoluşa ait bilginin değer bağımlı
olduğunu söyleyerek değere bağımlı şiirin ancak bir dünya görüşünde anlam
zemini kazanacağını ve bunun da “müevvel bir dünya tasavvuru” üreteceğini ileri
sürer.[454] Müevvel
tevil edilen ve zahirin/görünenin ardındaki anlamı gösteren şeydir sözcük
anlamı
itibariyle. Şiirin varoluşu deneyimleme ve görme biçimi bir müevvel
dünya tasavvuru üretir yargısının anlamını şiirin evvele- burada arkhe
(ilk neden)
hatırlanmalıdır-
erişmedeki çabasında aramalıyız. Ancak bu bapta asıl vurgu şiirin, varolana
değil, fakat varoluşa ilişkin olması; bundan dolayı gerçekliğin dondurulmuş,
paradigmatik düzeyde algılanmasının ötesini deneyimlemesi üzerindedir, ki
şiirin böyle olması varlıkla kendinde şey olarak ya da olduğu-hal-üzere-oluş
biçimiyle ilişki kurması 452
anlamını
taşır. Bu anlamda şiir, bu-ara-da-olan ın dili dir. Bu, aynı zamanda
Heidegger-vari bir ifadedir. Heidegger de, şiirin varlığı varolan olarak açığa
çıkarttığını, “varlığın evi” olan dilin dahi gözesinde şiirin olduğunu
imlemişti. Heidegger’in şiire biçtiği bu dünya-kurucu ve hakikatin dolayısıyla
varlığın açılması/gizinden kurtulması/tezahüründeki faal rol, şiir üzerine
düşünen Cumhuriyet dönemi şair ve düşünürleri üzerinde- en azından bizim bu
çalışmada ele aldıklarımızda- oldukça müessir olmuş, onların şiire ontolojik
bir yaklaşım sergilemelerine önaçmıştır.
Fazlıoğlu’nun
şiiri Unsur başlığı altında ele aldığı ikinci düzlem “Şiir, lafzî
delâlettir.” önermesiyle başlar.[455]
[456] Lafzî delâlet, klasik mantık
ve belâgatte, gösterenle (dâl/signifier) gösterilen (medlûl/signified)
arasındaki delâlet bakımından mutabakat, tazammun, iltizam olmak üzere
üçe ayrılır. Mutabakat hakikat, tazammun mecaz, iltizam da
kinayeye delalet eder. Dolayısıyla, şiirsel lafzın anlamla kurduğu ilişki üç
düzlemde meydana gelir.[457] Lafzî (sözlü) delâlet aklî,
tabiî ve vaz’î olarak da tasnif edilmiştir.[458]
Şiiri zengin kılan şey, ondaki bu varlıkla üç düzlemde anlamsal bir ilişki
kurabilmesidir. Şiir gösterdiği şeye anlamsal olarak doğrudan mutabık olabilir,
mecazî ve kinayeli bir düzlemde de ilişki kurabilir. Varlığın, bir nevi, üç
boyutlu bir düzlemde görülmesini/gösterilmesini ve anlamlandırılmasını sağlar.
Bu bapta, unsur
başlıklı bölümde, diğer önemli bir önerme “şiirî lafız, maddesi itibariyle
hissî ve zihnîdir önermesidir.[459]
Şu hâlde, haricî dünya iki düzlemde, his ve zihinle, şiirsel ifadeye kaynaklık
eder. Sadece his yahut tahayyül değildir. Fakat, şiirsel ifade, sureti
itibariyle tahyîlîdir. Bu görünüşte muhayyel (tahyîlî) olma/aklî
olmama, şiirsel ifadeyi ne küllî (tümel) ne de cüzî (tikel) kılar; fakat
anlamsız da kılmaz. Sureti itibariyle mantığı aşındıran bu ifade biçimi
mahiyeti itibariyle anlamlıdır. Burada îbn Sina’yı hatırlamak gerekir, ki o da
şiiri mantık sanatlarının son halkası ve ispatı mümkün olmayan, ancak anlamlı
olan bir alet olarak görmüştür.
Bir diğer
husussa “Şiirî mahiyetin tahakkuku zorunlu, taayyünü zorunlu değildir.”
önermesinde şiirsel ifadenin mahiyet itibariyle zorunlu varlıkları içerdiği,
ancak bu zorunluluğun fenomenler âleminde belirmesinin zorunlu olmadığının
altının çizilmesidir.[460] [461]
[462] [463]
Bu, şiirin ne ’liğini (mahiyet) teşkil eden, vareden her neyse
onun imkân dâhilinde olduğunu, mümkün olmayan bir şeyin şiirde yeri
olmadığıdır. Bu şeyleri çevremizde görmesek bile, imkânını tasavvur ve tahayyül
edebiliriz. Fazlıoğlu’na göre şiir bir görme biçimi olarak “hakikati muhayyile
yoluyla te’vîl eder.’5 Dolayısıyla, şiir hakikate ilişkindir.
Muhayyel bir söylem olması, klasik gelenekte olduğu gibi, şiirin anlama
delâleti mutabakat yoluyla değil, fakat daha çok tazammun (mecaz)
ve iltizam (kinaye) yoluyladır. Varlıkla böylesi bir düzlemde kurulan
delâlet, doğal olarak, sapmalar gösterecektir.
Suret
başlıklı üçüncü bölümde, şiirsel ifadenin bir önerme olarak mantıktaki konumu
ele alınır. Şiirsel ifade bir önerme biçimidir, bu önermeler muhayyeldir ve
muhayyilede kurulurlar. Şiirsel önermeler tasdik içermezler, olgusal
değildirler, olgusal olmadıkları için de vücûd-ı hariciyeye ilişkin
değildirler. Çünkü şiirsel ifade “vücûd-ı zihnîde vârid olur.’59
Burada vurgu, şiirin olgusal olmadığı, muhayyel ve tasavvura dayandığı için de
zihinsel bir vasatta olduğu üzerinedir. Bir taraftan “muhayyile her şairde
monaddır” diğer taraftan da “şairler-arası müteâl (aşkın) bir muhayyile
vardır.’6 Muhayyile, şaire matuf bir zihin durumu olması
bakımından biricik, fakat şairler-arası olması bakımından da müşterek bir
boyuta sahiptir. Yine bu yargıyı da Meşşaî okulunda, Farabî ve îbn Sina’daki
tahayyülün rastgele bir hayale dalma olmadığı söylemiyle birlikte düşünmek
gerekir. Bu yargı muhayyel bile olsa, şiirsel ifadenin rastgele olmadığı, bir
bilgi ve anlam ürettiğine göndermede bulunur.
Hikmet
başlıklı bölümde, Fazlıoğlu, şiirin hakikatle ilişkisi üzerine yargıda bulunur.
îlk kaziye “fi hi mafih” (içindedir ne varsa)dir. Bu, şiirin kendine
özgünlüğüne vurgudur. Fazlıoğlu, şiiri, “ayıklık” olarak, ayıklıkı
da “hâl üzere olma” olarak anlar. Şiire böylesi bir çerçeve çizme, onun
esriklik ve cezbe üzere olan bir edim olduğu teziyle arasına mesafe koyar.
Şiir, bir ayıklıktır ve hakikati elde etmenin kısa yolu da değildir.
Zira, “hakikati elde etmede kısa yol yoktur”. Hâl böyleyken, hakikat
derinken, şiirin de kaçınılmaz olarak derin olması gerekir. Bu yargılar
paralelinde şiir ya vardır, ya yoktur. Üçüncü bir ihtimal, yani üçüncü hâlin
imkânsızlığı, kötü şiir yoktur. Hakikati imlemesi bakımından, hakikat de derin
olduğundan, zorunlu olarak şiir de derindir; derin olan bir şiirse mutlak
surette kötü değildir. Ve “şiirde kral yolu yoktur”, çünkü şiir bir nevi
patikadır. Bu bağlamda şiir bir zihin durumunu, şairse ayık bir hâl üzere oluşu
gösterir.[464]
Neticede,
Fazlıoğlu’na göre; şiir bir bilgi edimidir, varoluşa ilişkindir, varlık zemini
ise insanın/varlığın olduğu hâl üzere oluşuna mütealliktir. Şiirsel
ifadeler önermeseldir, yani bir yargıda bulunurlar, lafzî (sözel)dirler. Bu
önermeler, muhayyilede kurulurlar, dolayısıyla olgusal değildirler. Görünüşte
muhayyel ve ortalama bir mantıkla doğrulanmazlar, fakat anlamsız da
değildirler. Ne küllî, ne cüzîdirler. Zihnî bir vasatta var olurlar,
dolayısıyla zihnîdirler. Muhayyel olmaları rastgele oldukları anlamına gelmez.
En önemlisiyse, şiir, varlığı, hakikati bir görme biçimidir ve ilişkide
bulunduğu hakikat kadar derindir. Kestirme bir hakikat yolu değildir,
süreçseldir. Şiirsel ifade -hakikati her ne kadar mutabakat yoluyla
değil de, daha çok iltizamî (kinaye) ve tazammun yoluyla
serimlese de- son tahlilde varlığı üç düzlemde de görmemize olanak tanır.
ŞİİR VE
FELSEFE İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA BİR MUKAYESE VE DEĞERLENDİRME
Şiir ve
felsefe ilişkisi, yekdiğerini öteki olarak seçmesi itibariyle, en azından
eldeki kanyaklara göre, Batı’da daha eski tarihlere göndermede bulunur. Bu, hem
felsefî anlamda kavramsal ve mantıksal düşüncenin Antik Yunan’da başlamasıyla,
hem de bugünkü manada bir nesir fikrinin yine burada daha erken dönemlerde
ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla, şiirin etkin olduğu eskiçağlarda
felsefeyle ayrışmaya başlaması ve yine bu iki etkinliğin kendini yekdiğerine
göre konumlandırması başlangıcını, Batı tefekkürüne de kaynaklık eden Antik
Yunan’da bulur. Böylesi bir hareket noktası, her ne kadar indirgemeler içerme
riski taşısa da, bir başlangıç sunması açısından faydalı bir kategorizasyon ve
zemin sunar. Pre-Sokratlardan itibaren henüz kadim bilgeliğin, hem söylem hem
de düşünme biçimi anlamında, tam olarak felsefeye evirilmediği ya da felsefî
etkinliğin (philo-sophia) henüz şekillenmeye başladığı bir vasatta, giderek
belirginleşen bir felsefe ve şiir ilişkisine şahit olmak mümkündür. Bu birlikte
ve yan yana olan etkinlikler, şiir ve felsefe, yekdiğerini kendine öteki olarak
seçmeye başlayınca, ilişkinin varlığı daha somut olarak hissedilmeye, görülmeye
başlanır. Platon, Sokrates’i öne sürerek, şairleri ve şiiri karşısına
aldığında, bir anlamda, şiir ve felsefe ilişkisinin bir çatışma alanı olarak
genişlemesi ve karakterize olmasının da üst-yapısını kuruyordu. Dip dalgalar
hâlinde sürekli mevcut olan bu ilişki, üst-yapı olarak, bir çatışma diliyle
kurulur, gün yüzüne çıkar. Böylelikle, logos/felsefe bir anlamda da nesir,
kendisine alan açmak için poetik (mitik) olanla bir mücadele içine girer ve
doğrusu başarılı da olur. Dolayısıyla, Platon, bir çatışmanın varlığından
bahsettiğinde, nihayet, öteden beri mevcut olan bir ilişkinin en zıtlaştığı
noktayı imliyordu. Aristoteles’le, Baidou’nun tasnifini ölçü alırsak, şiir daha
ziyade felsefenin üzerinde refleksiyonda bulunduğu bir alan hâlini alır. Bu
bağlamda, şiirle felsefe ilişkisi, daima felsefenin yani nesrin öncelendiği, en
azından hakikat ve bilgi bağlamında, bir çizgide ilerler. Şiir ve felsefe
ayırımı, Doğu’da, en azından İslâm medeniyetinde Antik Yunan’dakine benzer
şekilde kesin bir ayırıma düşmez. Bu iki etkinlik, şiirin daha kuvvetli
mevcudiyeti eşliğinde devam eder; ta ki Aristotelesçi bir gelenek İslâm
felsefesinde ortaya çıkıncaya kadar. Bu noktadan itibaren, Aristoteles’in
eserleri, Müslüman filozoflar tarafından alımlanır. Bu alımlama, şiir ve
felsefe ilişkisini de belirler. Farabi ve İbn Sina gibi şiire bir yer biçmek
isteyenler, onu, daha çok Antik Yunan’daki anlamıyla doğru bilgiyle olan
ilişkisi üzerinden konumlandırmaya çalışırlar. Bunun deliliyse, şiiri mantık
sanatları içerisinde, ürettiği bilginin doğrulana-bilirliği üzerinden
konumlandırmaya çalışmalarıdır. Bu anlamda, bürhanî bilgi en sahih bilgiyken,
şiirsel bilgi en doğrulanmaz (kâzib), güvenilmez bilgidir. Bu tarz, daha çok
mantık üzerinden ilerleyen bir mukayese, şiir ve felsefe ilişkisinin İslâm
medeniyetinde ilk belirlenimlerindendir. Bu anlamda, Batı tefekküründe, şiir ve
felsefe ilişkisinin somut bir şekilde metinlere sirayet etmesi Doğu’dakine göre
daha öncedir ve daha kategoriktir. İbn Sina ve Farabi deneyimlerinden sonra,
modern çağlara kadar şiir üzerine nazarî düşüncenin pek yapılmadığı da görülür.
Nihayet, bu da, Batı tefekkürü ve felsefesine yeniden açılmakla mümkün
olmuştur. İlkçağlardan itibaren Batı’da, şiir üzerine daha saçaklanmış bir
düşüncenin izdüşümünü görmek mümkündür. Şiirin tanımı ve niteliği konusunda
Antik Yunan ve İlk Müslüman filozoflar arasında bir paralellik de kendini
hissettirir. Antik Yunan’da şiirin bir “tekhne” olarak görülmesi, İslâm
medeniyetinde şiirin bir “fen (fenn-i şiir)” olarak isimlendirilmesinde etkili
olmuş olabilir. Zira “fen” de, “tekhne”de olduğu gibi marifet, hüner
anlamlarını içerir. Şiir, bir nevi, Antik Yunan’daki anlamıyla bir
teknik/hüner, yapma/inşa ilmi olarak görülmüştür. Nitekim, her iki durumda da,
şiirin ürettiği bilginin sahihliği problematik hâlini almıştır.
İslâm
medeniyetinde, şiir üzerine bu ilk düşünen filozoflardan sonra, ortaçağda
felsefî etkinliklerin azalmasıyla birlikte, şiirin ontolojisi ve epistemolojisi
üzerinde pek durulmamıştır. Oldukça güçlü ve yaygın bir sanat olmasına rağmen,
şiirin nazari boyutları, pek dikkate alınmamıştır. Hatta, şiir, hikmetli
metinler için hayli revaç gören bir kanal olmasına rağmen, şiirle felsefe
arasında teorik bir tartışma zemini oluşmamıştır. Bunda, felsefeye yaklaşım ve
şiirle hikmet arasında bir barışıklığın olması da etkilidir. Ortaçağda yaşayan
ve sosyolojinin kurucu-figürleri olarak görülen İbn Haldun ve Vico üzerinden
bir mukayese yapılırsa, şiir ve poetika üzerine teorik yaklaşımlardaki fark
ortaya çıkar. İbn Haldun, Mukaddime"de, Arap şiirini uzun uzadıya
anlatmasına rağmen poetik düşünceye, genel olarak şiir sanatı üzerine kuramsal
görüşlere, pek değinmez; fakat Vico, Yeni Bilim isimli eserinde, düşünce
ve bilimler üzerine yaptığı incelemede, insanlığın başlangıcına şiirsel düşünme
biçimini koyar.[465] Bu bağlamda, Doğu’da, daha
ziyade tek tek şiir ve şairler söz konusu edilirken, Batı’da şiir kuramsal
olarak daha fazla üzerinde durulan bir alan olur. Bunu da, felsefenin şiiri
kendine rakip görmesinde ya da şiirin felsefeye karşı bir ortaklık isteğine
sahip olmasında aramak mümkündür. Şiire, Batı’da bazı filozoflarca
epistemolojik ve ontolojik olarak, bir gayrisahihlik atfedilmesi ister istemez
şiirin kendini savunması fikrini doğurmuştur. Batı’da, şiir için savunmalar da
yazılır. Dolayısıyla, şiirin felsefeye bir karşı koyuş olarak da belirmesi, bu
iki etkinlik arasında canlı bir alanın cari olmasına yol açmıştır. Böyle
olması, şiir ve felsefe ilişkisini Batı’da, İslâm medeniyetine göre daha canlı
kılmıştır. İslâm medeniyetinde, felsefe, şiire karşı zaten oldukça geri
plandadır; hikemiyat da daha ziyade şiirle birlikte, poetik bir düzlemde
varolur.
Cumhuriyetin
erken yıllarında, hikemî şiir giderek azalmakla birlikte, şiirle düşünce arasına
da mesafe girer. Yahya Kemal, Türk edebiyatının, dolayısıyla şiirinin düşünce
bakımından fakir olduğunu söyler.[466]
[467] Bu yoksulluk, ne yazık ki,
teorik bağlamda da hissedilmektedir. Aslında bu, genel olarak, İslâm
edebiyatlarında olan bir sorun olarak baş göstermiş gibi de görünür. Adonis, Arap
Poetikası isimli kitabında, şiirin anladı, kavradı anlamındaki şaara
kökünden türediğini; fakat daha çok hissetti anlamında duyguyla
ilişkilendirildiğini söyler. Bunu da, şiirin dinle girdiği ilişkiyle izah eder.
Zira, mutlak hakikatin dinle edinildiği, idrâk edildiği bir cemiyette şiir,
ancak dinin imkân verdiği oranda duygunun sınırlarından uzaklaşabilir. Zira, “duygunun
aştığı şey, dine aittir.”6 Bu anlamda, İslâm ortaçağında şiiri
sınırlayan temel faktör dindir; Batı’daysa, her ne kadar din söz konusu
edilebilse de, daha ziyade felsefedir. Osmanlı edebiyatında, şiir üzerine
kuramsal bağlamda pek durulmaz, şiir daha ziyade icra edilir. Şiir üzerine
yazılanlarsa modern anlamda teoriden uzak ve şiirin belli kabuller
doğrultusunda görülmesine dayanır. Batı’da, felsefe karşısında alan kaybeden
şiir, İslâm medeniyetinde benzer durumu dine karşı yaşar. Bu anlamda, Batı’da
şiir felsefenin ensesindedir. Doğu’daysa şiir ve hikmet içiçeliği,
zamanla, felsefe/hikmet ve düşünce bakımında yoksul bir şiire doğru evrilir. Bu
teorik ve felsefî fark hem şiirlerde, hem kuramsal metinlerde belirgin biçimde
görülür. Ortaçağda İslâm medeniyetinde Sadi, Mevlana gibi şair-düşünür
figürlerden, giderek, sadece düşünür ve şair ayrımına doğru gidilir. Hâlbuki,
Avrupa’da, bilhassa Almanlarda filozof-şair/şair-filozof gibi figürler baş
göstermeye başlar. Goethe, Nietzsche, Schiller, Hölderlin, Novalis, Kierkegaard
gibi birçok şair ve düşünür, poetik ve felsefî konularla ilgilidir. Bu figürler,
şair- düşünür, filozof-şair olarak da anılırlar. Dolayısıyla, Doğu’da, şiir ve
hikmet giderek ayrışırken; Batı’da, şiir ve felsefe yakınlaşması tezahür eder.
Bunu, belki, nesrin bizde daha geç dönemlerde oluşmasına bağlamak gerekir.
Şiirle erken dönemlerde hesaplaşan Batı’ya göre, bizde nesir fikri poetik
olanla daha geç dönemlerde yüzleşir. Cemil Meriç’in nesri rüştünü ispatlamış ve
düşünceye erişmiş bir toplumun dili, şiiri de medeniyetin çocuk lisanı olarak
görmesi, aslında bu geç-dönem hesaplaşmayı gösterir. Hâlbuki, bu, Batı’da
Platon’la başlamış Hegel’de en tepe noktasına ulaşmış ve giderek geçerliliğini
yitirmiş bir tartışmadır.
Modern şiirde,
küreselleşen bir dünyada, şiirin felsefeyle ilişkisi genel bir temayül
gösterir. Bu dönemde, hem Batı’da hem de Türkiye’de, şiir ve felsefe
ilişkisinin büyük oranda benzer bir biçimde şekillendiği görülür. Modern
şiirde, felsefeye özgü düşünce kanalları açıktır.
Şiir, İslâm
medeniyetinde en kuvvetli sanat olmasına rağmen üzerinde kuramsal olarak
yeterince durulmamıştır. İlk Müslüman filozofların Aristoteles’in Poetika’
sıyla birlikte şiir üzerine teorik bağlamda katlandığı gibi, Modern Türk
şiirinde de benzer biçimde Batı düşünce mirasından yararlanılır. Batı’da,
şiirin felsefe karşısında taklit ve gayrisahih olduğu algısının kırılmasında
Romantiklerin, Nietzsche ve Heidegger’in katkısı büyüktür. Hâlbuki, Hegel,
şiirle sanatın sonunu ilan emiştir. Bu nokta, felsefenin sanat/şiir karşısında
zirve yaptığını gösterir. Batı’da, şiirle felsefe arasındaki makasın en fazla
açıldığı bu aralıkta, İslâm medeniyetinde şiirle felsefe arasında belirgin bir
çekişme yoktur. Hikmet, şiirsel bir formda varlığını sürdür. Dolayısıyla, yine
Batı, felsefe ve şiir ilişkisi bakımından daha haraketlidir. Nitekim,
Nietzsche’nin poetik bir tarzda felsefe yapması, Hölderlin’in Heidegger’e
kılavuzluk edebilen düzeyde felsefî bir şiir üretmesi bu iki etkinlik alanının
zengin ilişkisini gösterir. Bundan itibaren, bilhassa salt akla karşı Romantik
itirazla, Hegel’de sonu ilan edilen sanat/şiir yeniden düşünce dünyasında
görülür. Heidegger’in dili varlığın evi, şiiri varlığın kendini açığa
çıkarttığı bir zemin olarak doğrudan doğruya hakikatle (aletheia) ilişki içine
sokması şiirin felsefe sahnesinde kuvvetli bir soluk almasını sağlar.
Cumhuriyet döneminde de, Heidegger’in şiir hakkındaki görüşlerinin birçok
poetik metni etkilediğini görmek mümkündür. Yücel Kayıran, İsmet Özel, Ahmet
İnam, İhsan Fazlıoğlu gibi şiir üzerine düşünen figürlerin teorik metinlerinde
Heidegger’in şiire biçtiği “ontolojik” rolün izdüşümlerini görmek mümkündür. Bu
anlamda da, Batının kuramsal mirasından istifade edildiği görülür. Ayrıca,
bundan itibaren, şiire bir ilham ya da sadece hayal ürünü bir şey olarak
bakılmaz. Şiir, yapılan bir şeydir; düşünülen bir edimdir. Şiirin, Antik
Yunan’daki anlamıyla yapılan, üretilen bir şey olması kanaati onun üzerinde
daha fazla durulmasına da meydan vermiştir. Böylelikle, şiir, inşa edilen bir
şey olarak Türkiye’de düşünce ve felsefeyle daha ilgili bir hâle gelir. Ancak,
yine de, Batı şiir mirası karşısında Türk şiirinin düşünceyle arasındaki mesafe
hayli açıktır. Bilhassa, düşünce dünyasında şiir üzerine fazla durulmadığı
görülür. Avrupada, şiir, dil ve sanat üzerine kafa yormamış çığır açıcı bir
filozof bulmak zordur. Ancak, Türkiye’de, şiir üzerine daha ziyade şairler ve
şiir yazan düşünürler (Ahmet İnam, Hilmi Yavuz, Yücel Kayıran, İsmet Özel gibi)
durmaktadır. Aslında, şairler de, şiirin teorik boyutları üzerine pek
durmamaktadırlar. Dolayısıyla, şiir üzerine bu kadar az düşünülmesi, sürgit
Batı’dan fikirler, kuramlar ödünç almaya sebep olmaktadır. Nitekim, Türk şiiri
ve düşüncesi bağlamında teorik çalışmaların daha çok Batı kaynaklı ve
referanslı olduğu da çalışmamız esnasında görülmüştür.[468]
Koytak
külliyatı da, tam da, şiirle felsefe arasında mevcut olan bir aralıkta olması
itibariyle kıymetli ve yenidir. Kıymetlidir, zira, şiirde felsefî ve düşünsel
bir damarın olması şiirin hayrınadır, ona bir derinlik katar. Yenidir, çünkü,
şiir ve felsefe arasındaki münasebet henüz teorik düzlemde dahi yeterince
tartışılmamışken, bu ilişki poetik bir zeminde kendini gösterir. Böylelikle
poetik bir düzlemde sanat, felsefe ve bilhassa şiir üzerinden refleksiyonlar
üretilerek metinler inşa edilir; okura, iştirak etmesi için bir okuma/tartışma
gündemi ve düzlemi açılır. Poetik sayılabilecek metinlerle, şiir üzerine
düşünmemize imkân verilir, bir anlamda çağrıda bulunulur.
İKİNCİ BÖLÜM
ŞİİR VE FELSEFE BAĞLAMINDA CAHİT KOYTAK ŞİİRİ
CAHİT
KOYTAK ŞİİRİNDE SANATIN YERİ
Cahit Koytak
külliyatı, hem zemin hem de konu olarak yine bizzat sanat üzerine oturan
şiirlerden teşekkül eder. Koytak, şiirini, bir sanat olarak, yine içinde
sanatın neşvünema bulduğu metinler olarak kurar/inşa eder. Sanat, şairin
külliyatını varkıldığı bir düzlemken, şairin metinleri de sanatın kendisini
temaşaya sunduğu bir düzlem olarak zuhur eder. Böylelikle bir sanat ve
sanatçılar manzumesi ortaya çıkar. Bu metinler farklı olsa da, onların bir
araya gelmesinde sürekli sanatsal konular etrafında dönmesi etkili bir
faktördür. Dolayısıyla, bu külliyatta hemen bütün sanatlardan emareler ve
işaretler görmek mümkündür. Edebiyat, müzik, resim, sinema, mimari, heykelcilik
gibi sanatlar; Michelangelo, Pieter Bruegel, Mozart, Turgut Cansever, Charlie
Chaplin, Tolstoy, Kafka, Mevlana, Goethe gibi birçok önemli sanatçı-figür bu
külliyatın bileşenleridirler. En önemlisi de, Koytak’ın şiir kitaplarından biri
Cazın Irmakları başlığını taşır. Bu kitap, cazın (jazz) nasıl
doğduğundan tutun da, cazın versiyonları ve önemli figürlerine kadar, bu
sanatın tarihini ve özelliklerini poetik bir zeminde serimleyen şiirlerden
oluşur. Bu eserde, en tipik örneklerden birisi olarak, “caz” (jazz) kelimesinin
etimolojisini içeren bir şiir dahi bulunur:
“’Caz
Sözcüğü’
Caz sözcüğü
Daha caz
maz yokken ortada
Hızı ve
enerjiyi
Simgelermiş
argoda..”[469]
diye devam
eden şiirde, bir müzik sanatı olan, jazzın tarihini öğreniriz. Bu kitabı okuyan
biri, kurmaca bir düzlemde olsa dahi, cazın ne olup olmadığını poetik bir
perspektifte izleyebilme imkânına sahip olabilir. Cazın Irmakları, bu
bağlamda, didaktik bir doğaya da sahiptir. Modern şiirde bu tarz metinleri
görmek pek mümkün değildir, hatta şiir için de pek alışıldık bir durum olduğu
da söylenemez. Sanat üzerinden hayata uzanmak isteyen şair, bir tutamak
yaratmak adına, bunu belki de “caz” üzerinden yapmak istemiştir. Zira, Benzerlikler
başlıklı şiirde;
“Hayat
dediğimiz şeye cazdan daha çok,
Cazdan daha
çok benzeyen
Sanat var
mı, gösterin bana,
Gösterin,
cazdan daha çok benzeyen
Sanat var
mı, doğanın yaptığı işe?”[470]
dizelerine yer
veren şair, bir anlamda, hayatla sanat ve hayatla doğa arasında kurduğu
benzerliği caz üzerinden somutlaştırmak ister. Böylelikle oldukça hacimli bir
eser ortaya çıkar. Hem caz üzerine, hem de cazla hayat arasında kurulan
analojilerle hayat üzerine refleksiyonda bulunmaya davet eden metinler
üretilir. Sadece “caz”a bir kitap hasretmesi, Koytak külliyatında sanatın ne
kadar yer işgal ettiğini göstermesi bakımından hayli önemlidir.
Koytak
külliyatında bir aile benzerliği ve birliği mevcuttur. Bu aile birliği
ve beraberliği külliyatta temel-koyucu bir işleve sahiptir. Wittgenstein’ın
ortaya attığı ve Terry Eaglaton’un edebiyata bir çerçeve sunmak için
hatırlattığı aile benzerliği kuramında olduğu gibi, Koytak külliyatı da
birbiriyle belli benzerlik ve ortaklıkları olan metinler kümesi çerçevesinde
teşekkül eder. Koytak’ın şiir kitaplarında yer verdiği sanatlar ve sanatsal
figürler, bir aile benzerliği/birliği içerisindedir. Aile benzerliği kuramı,
Koytak metinlerini anlamada yardımcı olacaktır. Çünkü, Koytak metinleri aynı
şey olmasalar da çok farklı şeyler de değillerdir. Aile bireyleri, farklı olsa
da yine onları bağlayan başka bir ortak doğa vardır. Koytak metinlerinde
sanatların, Wittgenstein’ın oyun için kastettiği “karmaşık, örtüşen, çakışan
bir benzerlik ağı” dâhilinde oluşturdukları bir kozmos söz konudur.[471] Bir sanat uzayı söz
konusudur. Koytak külliyatında işlenen sanatlar benzer de olabilir, birkaç
noktada kesişip ayrılabilir, hatta herhangi bir benzerlikleri olmaya da bilir.
Fakat, son tahlilde ortada bir aile vardır; sanat bu bakımdan, bir aile olarak,
genel benzerlikler etrafında biçimlenir. Çalışmamızda bu çerçeve esas alınmaya
çalışılacaktır. Tek tek sanatlar veya sanatçılar üzerinde değil; daha ziyade
bir refleksiyon alanı olarak, Koytak metinlerinde, sanatın kaynağı, neliği
ve nasıllığı üzerine durulacaktır. Bu bakımdan, teori kısmında da
öncelik verdiğimiz gibi, şiirin ontolojik ve epistemolojik boyutu bu bölümde de
öncelenecektir. Böylelikle Koytak şiirinin, sanat üzerine, bizlere neleri ima
edip düşündürdüğü gibi hususlara vurgu yapılacaktır. Şiirle felsefe arasındaki
ilişkide, şiirin bizzat işlediği konular üzerinde refleksiyonda bulunması da
vardır. Aksi hâlde, sanatsal ve felsefî konuların sadece dekor olarak
kullanılması, şiirle felsefe arasında bir tartışma alanı açmak için çok da
makul görünmez. Biz de öncelikle şiirin felsefeye en fazla yaklaşan yanlarını-
düzlem kuran, temaşa eden, teorize eden, refleksiyon üreten, soran sorgulayan,
kurcalayan, yeniden inşa eden ve bunlara okuru da davet eden doğasını-
nazarıitibara alacağız. Dolayısıyla Koytak külliyatında, sanat bağlamında,
nelerin işlendiği tek tek gösterilmeyecektir. Bunun yerine, Koytak şiiri, okuru
sanatın ontolojik ve epistemolojik boyutları üzerine katlanmaya ve düşünmeye
davet etmesi dolayımında incelenip tartışmaya açılacaktır.
Cahit Koytak, Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı III kitabına epigraf olarak Michelangelo’nun “En
büyük sanatçılar bile bir mermerin kendi içinde taşımadığı fikri üretemezler”
sözlerine yer verir. Böylesi bir başlangıç, şiir bahsinde de göreceğimiz gibi,
sanatsal üretimin varlığa gelme anlamında ancak mümkünler içinde bir imkân
olması anlamını taşır. Sanatçı, yaratıcılığını, mümkün olan varlıklardan alır.
Asıl sanatçı Tanrıdır; sanatçının yaratması, Tanrının yaratmasına tabi olarak,
mümkün varlıklar içerisinde bir imkânı gözetler. Sanat, Tanrısal bir bağış gibi
görülür: “kendi yaratıcı ruhundan üflediği şeydir, sanat,/çamurumuza yüce
Tanrı’nın.”49 Burada Tanrısal ruh, Platoncu anlamda anlık bir
cezbeye tutulma, sanatçının zincirlerle muselere bağlı olması değil;
özün varoluştan önce gelmesidir. Yani, önce yaratma potansiyeli/sanatsal öz
vardır, sonra sanat vardır. Tanrı bunu insanın cevherine koymuştur, arızî yani
sonradan değildir. Ancak yaratmanın insanda açığa çıkması varlıksal bir
süreçtir. İnsan kendini sanatçı olarak ikame edip yaşamaya başladıktan
sonradır, ki ondaki yaratma cevheri yaratmaya dönüşüp dal budak salar.
Sanatçı
insandır; dolayısıyla da Tanrının çömezi, kalfasıdır (halife). İbrahimce
Sorular balıklı metinde “ve sanatçı dediğimiz şey kim,/çömezi değilse
Yüce Usta’nın?” diye soran Koytak, sanatçının yaratıcılık bakımından
Tanrının çömezi (kalfa/halife) olduğuna göndermede bulunur.[472]
[473] Sanatçı, yaratıcılık ve bir
yaratma potansiyeline sahip olması bakımından Tanrı’nın çömezidir:
“BLUES
ŞAİRİ
Bir
sanatçıyım ben,
Bir
yaratıcı,
Tanrı’nın
çömeziyim yani,
Ve yol
arkadaşı... ”[474]
Yontma
Sanatı başlıklı metinde, Koytak, Michelangelo’nun içinden II. Julius
anıtını yontup çıkaracağı en uygun mermer blokları seçmek için Carra dağlarında
sekiz ay harcadığını yazar. Dolayısıyla, her ne kadar, sanatın öznesi (sanatçı)
üzerinde durulsa da, sanat sadece süje ile olan bir edim/yaratma değildir.
Süjenin, yani öznenin/sanatçının yaratımını gerçekleştirmesi için nesnenin
özneye kendini bulduracak asgarî imkân ve zemini barındırması lâzımdır. Şu
hâlde, Tanrıdan tevarüs eden yaratıcı öz hazır tepsiler içinde sunulmaz, süje
ile obje mütekabiliyeti ister. Sanatsal yaratım, bu bağlamda, sanatçı yetisinin
nesnenin potansiyelini mümkün formlarla tezahürünü de içerir. Fakat nihayet ne
yaparlarsa yapsınlar, sanatçılar, Tanrının “çizdiği resmin içinde ”dirler.[475]
Koytak’a göre,
sanatsal yaratım meşakkatli ve netameli bir eylemdir ve vakit alır. Sanatçının
kendindeki yaratıcı ve sanatçı ruhu açığa çıkartması, Michelangelo örneği ile
somutlaştırılır:
“Mikalenjelo,
kendi sanatçı ruhunu
Ve onu
büyük esinlerle, büyük fikirlerle dolduran
Tanrı ’nın
yaratıcı soluğunu
Balçığın
içinden çıkarmak
Ve görünür
kılmak için
Çıraklık
yıllarından başlayarak, tam seksen yıl harcamış.”[476] [477]
İnsanda özsel
olarak mevcut olan bu yeti, uzun ve meşakkatli bir çalışmayla ortaya çıkar.
Sanatçı kendini göstermek ve Tanrının yaratıcı soluğunu solumak için doğru
vasat ve nesnelere ihtiyaç duyar. Burada, Hegel’de olduğu gibi, tez-antitez
karşıtlığı içinde mutlak tinin kendini tezahür ettirebilmesi için
karşıtını, doğayı gereksinmesi gibi bir durum söz konusudur. Tanrının insana
verdiği bu “tinsel” sayılabilecek yaratıcı özün doğa içinde uygun
mütekabiliyeti bulmasıyla ancak bir sentez, sanat eseri varlığa çıkar,
neşvünema bulabilir.
Tanrı, insana
kendi yaratıcı ruhundan üfleyerek ona da nispeten bir yaratıcılık bahşeder.
Onun ruhunda da “biçimden biçime sokulabilir bir miktar ıslak balçık
bıraktı.” Ta ki yaratabilsin, Tanrısal ruhu deneyimlesin:
“En dipten
konuşan Büyük Dramaturg
sözleriyle
balçığa biçim verdi,
ona ruh
üfledi, can üfledi ama
bazılarımızın
içinde, işlenmeye hazır,
biçimden
biçime sokulabilir
bir miktar
ıslak balçık bıraktı.”414
Tanrının
insana verdiği bu biçim ve kıvam almaya hazır doğa, sanatçı kişiliğin, insanî
yaratıcılığın gözesidir. Bu işlenmeye müsait doğası itibariyle “bir
atölyedir insan”4,15 Burada sanatın bir uğraşı tarafı ve insanın
işlenmeye müsait bir yetisi olduğuna vurgu vardır. Koytak, asıl yaratıcı ve
sanatçının Tanrı olduğunu, insanınsa ancak onun sanatı üzerinde yaratma edimini
gerçekleştirebileceğini sürgit belirtir. Mesela Yakarış isimli şiirin “sen,
gönül denen çalgının virtüözü,/ sen, akıl denen çalgının yapımcısı,/sen,
yaratıcıların şahı!” şeklindeki dizelerinde, Tanrı, sanat eseri insan olan
bir sanatçıdır.[478] [479]
Yaratma bile yaratılmıştır, onu Ustaların Ustası yaratmıştır.[480] Sanatçı da Tanrının
(ustaların ustasının) kalfasıdır (halife). Sanatçı, doğa ve eşyanın
tabiatındaki olası formları açığa çıkartsa dahi nihayet bir tasavvur
üretmektedir. Sanat, sanatçının tasavvurları sonucu ortaya çıkan ikinci bir
tabiat sunmaktadır, ki bu tasavvur eşyanın biçimlenebilir mümkün doğası
üzerinden bir sanatçı olarak insanın yaratmasına doğrudur. Bu kanaat, sanatın
taklit değil; bir tasavvur, yaratma olduğuna yöneliktir. Dolayısıyla Koytak’ta,
Platoncu anlamda, hakikatin çok uzağına düşmez sanat; aksine üstüne oturur ve
ona bir inkişaf düzlemi sağlar.
Yaratmada,
dolayısıyla da sanatta, duygu ve düşünceler tez-antitez gibi birbirini
gereksinip dışlaştıran/tezahür ettiren iki karşılık ve karşıtlıktır. Koytak, Ustalık
isimli şiirinde yaratmayı duyguların ateşinde düşünceleri, düşüncelerinin
ateşindeyse duyguları pişirmek olarak anlar:
“’Yaratma’yıyaratan
Ustaların Ustası”nda
görülen
biçimiyle, yaratmak biraz şudur:
şu
duyguları yakar ve ateşinde
bu
düşünceleri pişirirsiniz;
bu
düşünceleri yakar
ve ateşinde
şu
duyguları pişirirsiniz. ”[481]
Burada
sanatsal yaratıcılık, hem his hem düşünceye matuftur. Bu tarz bir bakış, kuşkusuz,
sanatın sadece bir duygulanım olduğu kabulünü askıya alıp yerinden eder.
Nitekim, Koytak şiiri de daha çok düşünceyle kurulan bir şiir hüviyetindedir;
felsefe ve bilgelik şiirin iç içe olduğu bir düzlem olarak kimlik kazanır, ki
geniş bir kültürel art alan (background) üzerine oturur. Yücel Kayıran’ın şiir
üzerine düşüncelerine değinirken onun, Aristoteles’e de göndermede bulunarak,
ruh ve akıl, dolayısıyla duygu ve düşünce arasına konulan mesafe ve karşıtlığa
karşı çıktığını görmüştük. Bu anlamda, sanatla bilim ve felsefe arasına konulan
ayrımın, sanatın sadece hislerden ibaret olduğu ve bununsa, bilinçdışı olduğu
varsayımı Koytak şiirinde aşılır. Sanat, bir bilgelik alanı olarak
belirginleşir. Modern dönemlerde, sanat, daha çok felsefenin bir alt dalı
olarak, estetik/sanat felsefesi, üstüne refleksiyonda bulunulan bir alan hâline
getirilir. Sanat, felsefe ve bilim, insan ürünüdürler. İnsanı, bilim/felsefe ve
sanat, his ve fikir üzerinden keskin biçimde bölmek onun doğasına aykırıdır.
Heidegger, salt akıl ve bilime dayanan teknolojik çığırın “yoksun bir çağ”
meydana getirdiğini haykırırken, bu mahrumiyeti giderecek yegâne şeylerden
birinin sanat olduğunu da söylemiştir. Koytak, ilginç bir biçimde, yoksunluk
zamanı ifadesini kullanır. Heidegger de çağımızı “yoksunluk çağı” olarak
nitelemiştir, yani teknolojinin hâkim olduğu bir ortam ve döneme göndermede
bulunmuştur. Bu durum, insanla ontolojik bir yakınlığı, birliği olan sanatın
perdelenmesi, bilim ve teknolojinin nobran tahakkümüne sebep olmuştur.
Koytak, Jonglör
başlıklı şiirde, sanatçının bir jonglör gibi akıl, bilgi ve duyguyu sanatın
uzayında dengeli ve maharetli bir biçimde dengede tutması, devindirmesi
gerektiğini yazar. Zira, sanatın uzayında insanın bütün hâlleri vardır. Bunları
görebilen ve mobilize eden sanatçı sahih sanatçıdır. Dolayısıyla;
“şu
duyguları yakar ve ateşinde
bu
düşünceleri pişirirsiniz;
bu
düşünceleri yakar
ve ateşinde
şu
duyguları pişirirsiniz. ”[482]
dizelerinde
olduğu gibi, his ve fikir karşılıklı biri diğerinin ateşinde yakılarak poetik
zemine taşınır. Sanatın meydana gelmesini, biraz da, duygu ve düşüncenin bu
mütekabiliyeti bağlamında izah etmek gerekir. His ve fikirle teşekkül etmesi
anlamında, sanat, insanî bir edimdir. Toprak metaforu üzerinden insanın
balçıktan yaratılışına göndermede bulunan Koytak, toprağın incelip latifleşme
neticesinde düşünce, hayal ve rüyaya dönüştüğünü söyler. Balçığın insanî
özellikleri haiz bir biçiminde form kazanması, Tanrının sanatıdır. Bu insanî
özelliklerin, düşünce, hayal ve rüyanın tekrar dönüştürülmesi ve yaratma edimi
içine sokulması da insanın sanatıdır:
“düşünce,
hayal ve rüya...
bunlar da dile, taşa,
ışığa dönüşüyor
ve şiir oluyor, heykel oluyor, film oluyor: insanın sanatı
da bu.”[483]
İnsanî olması
itibariyle ikincil bir yaratma olan sanatın özünde düşünce, hayal ve rüyaya
dayanan bir bileşimin olmasının altı çizilmelidir. Elbette burada sanat
düşünce, hayal, his veya rüyanın ölçülü tartılı bir biçimde bir araya
getirilmesi anlamını taşımaz. Sanatın insanî özelliklerle uç vermesi, sanat doğa
taklididir gibi tezleri de akim kılmış olur. Kant, sanatı doğaya angaje sayar:
Sanat, deha ürünüdür, dehaya yeteneğini bahşeden de doğadır. Fakat, şair, Kant
gibi düşünmez. Ona göre sanat ve dolayısıyla yaratma insanın doğasında vardır
ve Tanrısaldır. Sanat ve insanın ontolojik olarak bir akrabalığı söz konusudur.
Nasıl ki, Tanrı insanı yaratırken balçığı inceltip latif hâle getirerek insanı
yapan üç önemli unsuru düşünce, hayal ve rüyayı yarattıysa insan da bizzat
Tanrıdan tevarüs eden bu özellikleriyle ontolojik olarak birleşir ve yaratma
ameliyesinde bulunur. Sanat ve insan arasındaki ontolojik yakınlığı, Koytak’ın ilk
Sanatçı başlıklı şiirine “bir gün tek başına ilk insan, ilk sanatçı,”
dizesiyle başlamasında gözlemeyebiliriz.[484]
İlk insan, Tanrının ilk halifesi (kalfa) aynı zamanda ilk sanatçıdır da.
Tabiatla sanat arasında sürekli bir diyalektik kuran kuramların aksine, insan
ve sanat arasında doğrudan kurulan bir münasebet söz konusudur. Hegel, sanatı
insan tasavvuru olması bakımından doğa karşısında daha yetkin görür. Kant da
doğanın insan üzerindeki sahibiyetine vurgu yapar. Koytak ise, insan ve sanat
arasında ontolojik akrabalığa dikkat çeker. Sanatı, tabiat ve insan üzerinden
kurulan bir diyalektik yahut zıtlık üzerinden anlamaya çalışmaz. Şair, insan ve
sanatı ontolojik bir zeminde anlamaya çalışır. Sanat insanî olması itibariyle
insanla, insan da kendini ve özündeki yaratıcılığı temaşa etmek bakımından
sanatla varolur. “Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin/ Çeşm-i âşıktan
dönüp sonra temâşâ eyledin” meşhur beytinde olduğu gibi, ki kendi
yaratmasını temaşa etmek hem Tanrı hem insan için söz konusudur, insanın da
kendini temaşa etmek için yaratmaya dolayısıyla da sanata büyük gereksinimi
vardır.[485] Bu da, insanla sanatı
ontolojik bir düzlemde birlikte varolmaya iter. Tanrı, insana kendi yaratma
yetisinden bahşederken ona sanatı armağan etmiştir bir anlamda. Sanatın insanî
olması bağlamında Koytak külliyatı, daha önce de söylediğimiz gibi, Kartezyen
düşüncenin düşünce/hayal, ruh/beden ayrımı üzerinden belirginleşen çizgisinde
ilerlemez. İnsan bir bütün/bütünlük olarak aynı şekilde sanata da bizzat bu
bütünlüğüyle katılır, ki bilim ve felsefe bile insanın benzer şekilde
katılımıyla mümkün olur. İlham sadece sanat için değil, felsefe ve bilim için
de asgarî bir şarttır.
Sanat,
Koytak’a göre, bir maharet gösterme ya da göz boyama yeri değildir. Bütün
sanatlarda, şiirde olduğu gibi, bilgelik ve sadelik atbaşı gitmektedir. Sanat,
saflık ve bilgeliğin bir arada olması anlamını taşır:
“büyük
sanat, saflığın bilgelikle
uzun bir
tren yolculuğunda
aynı
kompartımana düşmeleri...”[486]
Zamanın
akışında, bilgelik ve saflık sanatın bünyesinde birlikte ilerleyen iki önemli
insanî öğedir. Sahih sanat, bilgelik ve sadelikle niteliklidir ki pıtrak ve
pütürlerinden arınarak saf bir izlenime kavuşur. Koytak şiiri de, sade ve
bilgece bir hava taşır, kadim bilgeliktekine benzer biçimde, sanat ve düşünce
saf/sade bir düzlemde serimlenir.
Heidegger,
sanatın varlığı gizinden kurtaracak biçimde ışıtıp varkıldığını ısrarla
vurgulayarak, teknolojinin yarattığı bu yoksunluk çağında sanatın bir ilticagâh
ve panzehir olduğunu söyler. Sanatın varlıkla girdiği ilişki biçimi, Koytak’a
göre de, varlığın doğasını koruyup gözetlemeye yönelimlidir:
“ama sanat,
bebeğin annesine
baktığı gibi bakar varlığa,
bütünlük,
kusursuzluk ve güven
arar onun bakışlarında;”[487]
Teknolojik
hâkimiyet varlığı parçalar, onun bir yönünü, bütününe teşmil edecek biçimde
yansıtır. Buysa varlığın ciddi anlamda ıska geçilmesine sebep olur. Hâlbuki
sanat, bir anneymiş gibi onu bütüncül bir biçimde sarıp sarmalamaya, görüp
anlamaya çalışır. Heidegger’in de ısrarla vurguladığı gibi, “teknoloji çağın”da
varlığın gözden kaçırılmasının yarattığı yoksunluğun giderilmesi, yine sanatın
varlığı yerli yerine koyması, onu ne ise o olarak görmesinde yatar. Koytak için
de, sanatın hayatın içindeki yeri adeta bir panzehir konumundadır. Hayat
& Sanat başlıklı şiirde, şair, hayatın icat ettiği sorunlara ecza
sunanın sanat olduğunu söyler. Sanat bir nevi buluş hastasıdır, hatta, hayatı
tekrar tekrar icat ederek yeniden kurgular:
“HAYAT& SANAT
hayat
buluşçudur, sorunları icat eder;
çözümü hep
aynı olan,
aynı ilaçla
yatışan yeni ağrılar,
yeni
sızılar, yeni yaralar...
ilacın adı
sanat.
adı ilaca
çıkmıştır, ama
sanatın
kendisi de hastadır, buluş hatası.
yapacak
icat bulamadığı zaman,
hayatı al
baştan yeniden,
yeniden icat etmeye kalkar.”[488]
Bütününü
buraya aldığımız şiirde, hayatın sürekli bir devinim hâlinde olduğu ve
dolayısıyla yeni sorunlar ürettiği söz konusudur. Çünkü, hayat sürekli değişim
hâlinde olduğundan daima yeni sorunlar ortaya çıkar, üretilen çareleri geçersiz
kılar. Bilimsel kanun değişmez, fakat sanat sürekli bir devridaim
içerisindedir. Bu da sürgit mazeret icat eden/üreten hayata karşı mütemadiyen
vaziyet değiştiren bir insanî tecrübe olarak sanatı önemli kılar, ön plana
çıkartır. Hayatın yapbozu içerisinde sanat da, bize her zaman, yeniden
kurgulanmış bir hayat sunar. Sanatın mümeyyiz vasfı da burada açığa çıkar.
Lacan, “bilimsel kanunların evrilebilir olma ihtimalinden” söz eder. Gelecekte,
insanların bu kanunların evrildiğini gözlemleyebilecekleri ihtimalinden söz
eder.[489] Ancak hâlihazırda
insanlık bilimsel kanunların, postulatların, önvarsayımların sabit
olduğu; fakat bir bilimsel devrim olduğunda bunun değişiminin mümkün ve kabul
edilebilir olduğuna inanırlar. Nihayet, sanat söz konusu olunca ve sanatın
hakikati ve hayatı görme biçimi devreye girince evrilmenin ve değişimin mümkün
olduğu kolaylıkla görülür. Değişen dünya, değişen insan ve biçimden biçime
giren hakikatin açığa çıkardığı problemlere yine bunlara paralel biçimde bir
devinimle gelişip evrilen sanat çare sunabilir. Tam da bu bağlamda, Koytak
külliyatı, hakikatin parçalı ve hayatın değişmeli yapısında sanatın insana bir saçakaltı
sunabileceği imasında bulunur.
Nietzsche, sanatın
“Tanrının ölümü” ve “mutlak hakikatsizlik” karşısında yaşamı tahammül
edilebilir kıldığını söyler. Filozofa göre (Tanrı) babanın ölümüyle insanın
dayanak noktaları gevşemiştir. Bu noktada, sanat devreye girer, insana hayat ve
ölüm karşısında bir mukavemet noktası, direnç tutamağı sağlar. Koytak da, Homopoeticus
XX başlıklı şiirde, sanatın ölüm karşısında insana bir direnç
kazandırdığını yazar:
“Demek
ki, sanat, ölüm karşısında
Kuyruğu
dik tutabilmek için
Sahip
olduğumuz
Tek
dayanaktır.”[490]
Sinemanın dâhilerinden
Andrei Tarkovsky, “Sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak”tır der.[491] Sanat burada hem dinin yerine
geçmiş gibi görünür, hem de hakikat karşısında, Nietzscheci anlamda, insanın
tahammülünü sağlar. Sürekli dönüşüm hâlinde olan hakikati kalıplaştıran
zihniyetin karşısına sanatı koyan Nietzsche için hakikat hakkında yapılan
yorumlar, zamanla hakikatin yerini alan hakikatimsilere dönüşür ve insan
için katlanmaz sonuçlara yol açarlar. Fakat sanat, sürekli evrilen ve devinim
hâlinde olan doğasıyla bu yorumlar içinde, hakikatten yoksun vasatta insana bir
soluk aldırır. Koytak, Balmumundan Düşünceler başlıklı metinde, sanatın “geçip
giden’in karşısında/bize aradığımız teselliyi veren/geçici bir yücelme hissi,
...” verdiğini yazar.[492] Bu yoksunluk içinde, mutlak
hakikati bulduğuna bir türlü ikna olmayan insan için, sanat, teselli noktaları
oluşturur. Böylelikle sanat, insanlara hakikatin dairesel ve sürekli değişen
tabiatı karşısında bir insanlık durumu kurar, sağlar. Şiirde Zorlama Yok
başlıklı şiirde, şair, bir sanat olarak edebiyatın insanın cennetten
gönderilişinin telafilerinden biri olduğunu iddia eden dizelere yer verir.
Sanatın bir teselli olarak verilmesi dahi yine Tanrının merhametidir.
“ŞİİRDE
ZORLAMA YOK
bir yoruma
göre, merhametli Tanrı
yeryüzüne
gönderirken insanoğlunu,
telafisi
için yitik cennetin,
ona
gözyaşlarını
-ve benim
fikrime göre
edebiyatı-
bağışladı, çocuklar.”[493]
Nietzsche’de
Tanrısını yitirmiş insan, Koytak’ta cennetten ayrı düşmüş insan için sanat bir
telâfi/teselli imkânı sağlar. Koytak, burada, İslâm inancına göre bir yorum ve
yakıştırma getirmiştir. Zira, Hz. Âdem ve Havva’nın cennetten yeryüzüne
gönderilmesi, daha doğrusu sürülmesi, insanı telâfisi olmayan nihayetsiz bir
arayışa sürüklemiştir. Nietzsche, Hıristiyan Batı’nın, Tanrıyı toplumdan
dışlamasının yarattığı boşlukta, sanatın insana sunduğu tahammüle göndermede
bulunur. İnsanlar, sözde hakikatin bataklığından kurtulmak için, araç olarak
sanata sahiptirler. Koytak ise, daha ziyade insanın sılasından, Tanrı ve
cennetten, ayrı düşmesi bağlamında sanatın verdiği teskin ve tesellinin altını
çizer. Ancak, nihayet, hem Nietzsche hem de Koytak’ta sanatın insana bir
teselli verdiği inancı güçlü bir biçimde mevcuttur. İnsanın dünyaya
gönderilmesi, Batı’da daha ziyade bir boşluk ve ümitsizlik olarak algılanırken;
İslâmî anlayışta bir daüssılayı, telâfi edilmesi gereken bir ayrılığı gösterir.
İnsanın yeryüzüne gönderilmesi, Batı’da, daha ziyade dünyaya bir “atılmışlık,
fırlatışmışlık” olarak; İslâm medeniyetinde bir “iniş, nüzul” olarak algılanır.
Dolayısıyla, bu konuda, Batı medeniyeti daha kötücül bir algıya sahiptir. Bu
anlamda da Koytak, İslâm medeniyetinin iyimser tavrını; Nietzsche ise Batı’nın
karamsar tavrını yansıtır gibi bir yorum geliştirilebilir.
Koytak,
şiirlerinde, sanat üzerine yazılıp çizilen argümanları ve sanat tarihine mal
olmuş bazı tezleri, tartışır ve bu konular üzerine oturan metinler üretir.
Bunlardan biri, Oscar Wilde’ın sanatın hayatı değil, aksine daha çok hayatın
sanatı taklit ettiği tezidir: “Hayat sanatı, sanatın hayatı taklit
ettiğinden çok daha fazla taklit eder.” Wilde göre, düşünce nasıl ki
bağımsız ve kendi çizgisinde gelişiyorsa sanat da öyledir.[494]
Bu, sanatın taklit olmadığı, daha ziyade, kendinden menkul bağımsız bir hayata
sahip olduğuna dönük bir yorum ve tutumdur. Koytak da bu argümanı Balıkçı-
Şair isimli şiirine, sanat ve hayat ilişkisi bağlamında, konu eder:
“böyle biri
insanlık tarihinde,
hiç olmadı
belki de,
ama Oscar
Wilde haklıysa
ve sanat,
hayatı değil, fakat
hayatın,
sanatı taklit ettiği doğruysa eğer”[495]
dizeleri,
Wilde’ın sözünün doğru olma ihtimalini hesap ederek devam eder. Sanatın mı
hayatı, hayatın mı sanatı taklit ettiği düşünce tarihinde oldukça uzun geçmişi
olan bir tartışmadır. Platon’dan başlayarak, sanatın fenomenler dünyasını taklit
ettiği ileri sürülmüştür. Stendhal, sanatın hayatı yansıttığını ifade etmek
için “ayna” metaforunu kullanarak, “roman sokağa tutulan bir aynadır” demiştir.
Eleştirmen kimliği de olan Wilde, bir bakıma Platoncu argümanı tersine
çevirerek, sanatın hayata mukaddem olduğunu ileri sürer. Ancak, Koytak, bu
fikre biraz mesafeli durur gibidir. Çünkü, hayatın sanatı taklit ettiği tezinin
doğru olması hâlinde, “bir şiir yazıldıktan sonra/teknesine oturup
saatlerce/ Tanrı üzerine düşüncelere dalan/filozof balıkçılar/yahut kendine
balıkçı süsü veren/romantik şairler türeyecek demektir. ”[496] Böylesi
bir vasatta, sanatın hayatı biçimlendirmesinde bir rol ve ödev çatışması
doğabileceği beklenebilir. Koytak, sanatın insanı temaşaya bırakan doğasının
onu asıl görevinden, birincil işlevinden alıkoyacağı sorusunu sordurur.
Dolayısıyla, şiirden hayatına rol biçen bir balıkçının küreği ve oltayı
bırakması demek, asıl yapması gerekeni yapmaması anlamını taşır. İnsanlık için
öncelikle balıkçı elzemdir, filozof- balıkçı değil iması da, şiirde, kendini
hissettirir. Bu bağlamda, Wilde’ın tezine bir nevi şerh de düşülmüş olur.
Koytak
külliyatında, oyun kavramının rolü oldukça fazladır ve sanat bir tür oyun
alanıdır. Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III isimli kitapta, Oyunlara
Dönüş diye müstakil bir bölüm vardır. Oyunda çocukluğun, Kant’ın amaçsız
amaçlılık dediği, ne haz ne de fayda hissi ve beklentisi olmadan yapılan
eylemleri kast edilir. Kant’a göre hazda da zevk beklentisi vardır. Fakat,
kendisinde böyle bir beklenti olmadığı içindir ki oyun insanın en beklentisiz
ve ne ise o olarak neşvünema bulmasını sağlayan bir düzlem kurar. Oyun,
Schiller’deki anlamıyla, duyu ve form içtepileri arasındaki
alanda varolan içtepidir ki, aynı zamanda, güzellik ve sanatın ortaya
çıkmasını da sağlar.[497] İnsandaki oyun oynama
içgüdüsü çeşitli biçimlerdedir, ancak sanatta bütün oyunları kapsayan bir oyun
vardır:
“Cahil putlarıyla oynar, Yoksul umutlarıyla, Âşık
yaralarıyla
Ve şair hepsiyle birden oynar;
Bütün oyunları,
Bütün oyuncularıyla...”[498]
Nitekim, bir
şair olarak Koytak da aslında külliyatında bir nevi oyun oynar, oyuncularının
yine sanatçılar olduğu bir oyun. Bir sanatçı olarak, şair de, oyunu en özgür
biçimde oynayan kişidir. Collingwood, sanat ile oyunu özdeş tutarak şunları
yazar:
“Sanat zihnin keskin yüzüdür, düşüncenin sürekli olarak bilinmeyene doğru
uzanması, içinde düşüncenin sonsuza dek kendine yeni bir sorun bulduğu bir
edimdir.”9 Gelenekte düşünce/nazar, aklın bilinenle
bilinmeyen arasındaki
hareketidir.
Sanatta da, bu oyunsu doğası itibariyle, bilinmeyene doğru bir yönelim vardır.
Bilinmeyeni, “gaibi kurcalama”sı bakımından oyunun insana kattıkları önemlidir.
Birçok filozofun en özgür sanatın şiir olduğunu ve tinin en olgun
hâlinin yine şiirde belirdiğini söylediklerini görmüştük. Şiirin kendine özgü
özgür muhayyileyle oyunu deneyimlemesi, şaire özgür irade de bahşeder. Bu
sahnede, şair, kendinde her şeyle oynama ehliyet ve yetkinliğini bulur. Mesela,
Şair Derrida başlıklı şiir tam bir oyun alanıdır. Yine Koytak, kendini
Bizanslı bir şair (Caius) olarak tasavvur edebilmekte, hatta bir İncil yazmak
için taslaklar tasarlamaktadır. Manifesto başlıklı şiirde, sanatçıların
aynı sahnenin oyun kişileri olduğunu ima eden şu dizelere ver verilir: “Homeros’un
Rumî’yle, Tolstoy ’un Tao Yuan Ming’le aynı oyun kişisi olduğunu savunan ve bu
hayalet kişiliği her molada bir başka söz ehlinin kılığına sokarak insanlığın
karşısına çıkartan gezici tiyatro kumpanyamıza...”[499] [500]
Bu sahnenin,
gezici tiyatronun, oyun kişileri farklı kimseler gibi görünse de, aslında kaynağını
hayatın özünden alan bir bilge kişiliği gösterir. Asıl oyun kişileri de, bu
hayatın künhüne vakıf olan bilge ve hünerli sanat kişileridir. Sanatın bize
sağladığı bu özgür oyun uzamı, klasik mantıksal görme biçiminin dar
cenderesinden azadedir. Düşünce Sanatı başlıklı şiirde, yine oyunla
sanat arasındaki yakınlığı gözlemlemek mümkündür:
“Bu iki koldan gelişen ezgilerin Eşleşip uyuma ulaştığı
anlarda Oyunlar oyun olmaktan çıkar Ve katıksız sanat olur”[501]
Burada dünya
bir nevi oyun alnıdır, Tanrının yönettiği bir orkestradır. Koytak
külliyatı sanatın oyunsu uzamına sık sık göndermede bulunur. Aynı şiirin ilk
ünitesi “bizler düşüncelerle oyun oynarız” dizesiyle başlar. Burada
düşünceyle sanat arasındaki ilişki de belirginleşir. Sanatçı, düşünceye
perestiş eden kişi değildir, onunla oyun oynayan kişidir. Düşüncenin sanatta
yer alış biçimi de, bu bakımdan, kognitif düşünce alanlarıyla farkını meydana
getirir. Sanat, düşüncenin ortalama çalışma biçimini kundaklar, çarkları ters
yönde döndürür. Sanatın, bazı felsefî doktrinlere önaçması, başlangıç fikrini
verdiğini savunanlar, ondaki bu alışkanlık haline gelmiş kalıpları kırma
yetisine vurgu yaparlar. Kant’ın yine özgür muhayyilenin zihni genişlettiği
tezini hatırlarsak, tahayyül gücünün aklın kavramakta nakıs kaldığı durumlara
hissedilebilir bir ifade vermesi, tahayyülün, dolayısıyla da sanatın düşünceyle
oyun oynayabilen doğasıyla da alâkalıdır. İsmet Özel, şiir bilgisi felsefî ve
bilimsel bilginin şemsiyesi altında anlamlandırılmak bir yana onları yıkan ve aşan
bir bilgi türüdür mealindeki sözleri serdederken sanatın, özgür muhayyileyle,
düşünceyle oynayabilen doğasına atıfta bulunur. O hâlde düşünce bile sanatçı
için bir oyun uzamıdır. Oyundan kasıt, zevklerin tatminini sağlayan haz verici
bir eğlence değildir; daha ziyade sanatın özgür uzamında, sanatçının özgür
tahayyülü ve deneyimlemesidir. Koytak, “Tanrıy ’la ortak kullandığımız
zamandır, sanat./Tanrı ’yla birlikte kurduğumuz/Ve oyun oynadığımız oyun...”[502]
diyerek, sanatın oyunsal karakterinin yanı sıra Tanrı ile olmaya yönelik bir
tecrübe olmasından da bahseder. Tanrı, sanat ve din bağlamında sanatın daima
dinle birlikte olduğu ilkel dönemler de anılmalıdır. Daha çok imgesel bir
düşünme biçimi olan sanat, dinî ritüellere form biçme konusunda da tarih boyunca
faal olmuştur. Sanatın dinden doğduğunu iddia edenler olduğu gibi, dinin
sanattan doğduğunu savunanlar da olmuştur. Moissej Kagan, “Din dünyanın
sanatsal olarak özümlenişi süreci içinde sanatsal hayalgücünün kendine
özgü bir olumsuzlanışı olarak, sanatın ‘mecazilikten kurtarılışı ’
biçiminde ortaya çıkmıştır.” diyerek sanatı gneseolojik (epistemolojik)
olarak dinin kaynağına koyar.[503] Sanatın dine bir form vermesi
de yine ondaki oyun ve özgür deneyimleme biçimiyle alakalı olarak gelişir.
İnsandaki oyunsu ve sanatsal tabiatın yarattığı şeyler dinle birlikte giderek
ritüel halini alır ve mecazî yani sanatsal doğalarından büyük oranda
sıyrılırlar.
Koytak, Yeni
Başlayanlar için Metafizik isimli kitabında, Sol Elle Yazılanlar başlıklı
metinde, sanatın işleviyle ilgili neler düşündüğünün ipuçlarını verir. Sanatın
sıradan bir yol gösterme, rehberlik olmadığının altını çizen şaire göre sanatın
saflığımızla yakınlık kurması gerekir:
“Sol
Elle Yazılanlar
sanat yol göstermeye kalkmasın,
yolu kolaylaştıracağını
vaat etmesin bize!
sokak sürtüğü kılığına girmiş
bir prensmiş gibi de
dolaşmasın aramızda!
bizi şaşırtsın, duraksatsın, tamam,
ama zekâmızdan çok, saflığımıza yakınlık kurarak yapsın
bunu! ”[504]
[505]
Tamamını aldığımız bu, düzyazısal (mensure/porsaic), parçada,
sanatın uzun geçmişinde bulunan bir tartışmanın izleri okunmaktadır. Sanatın
işlevi tarih boyunca tartışılmıştır. Koytak, daha “sanatyol göstermeye
kalkmasın” diye başlarken, öncelikle sanatın bir toplum aydınlatma aracına
yahut sadece bir faydacı prensibe indirgenmesine karşı çıkar. Öncelikle, sanat,
bir öğüt ve rehberlik işi değildir, böylesi bir vaatte bulunmaya kalkmasın.
Ancak bunu yaparken de bütün kayıtlardan azade, “sokak sürtüğü kılığına
girmiş bir prensmiş” gibi davranması da beklenemez sanattan. Sanatın hem
nitelik hem de amaç olarak sahip olması gereken asgarî bilince işaret vardır.
Böyle olduktan sonra, sanatın asıl mahareti ortaya çıkar: Şaşırtan ve
duraksatan tabiatıyla insanı saflığıyla yüz yüze bırakmasıdır. Burada sanatın kathartik
etkisi de hesaba katılmıştır. Meydana getirdiği atmosferle izleyici ve okuru
zekâdan çok bizzat kendi safiyetiyle baş başa bırakması sanatta bir nitelik
olmalıdır. Sanatın, şaşırtma ve duraksama meydana getirmesinin söylenmesi,
bilgi sağlaması bakımından, epistemolojik olarak da söz konusu edilebilir.
Çünkü hayret etmeksizin bilgi edinilmez. “Platon’a göre felsefe hayretten ve
hayreti çözmek için yapılan zihin gayretinden doğmuştur.”50
Halil Cibran, “Hayret etmek bilginin başlangıcıdır.” demiştir. Dolaysıyla,
sanatın “hayret-amiz” olması, takipçisinde bir bilginin açığa çıkacağının
habercisidir. İnsanı hayrete sokmayan bir sanattan pek bir şey beklenilmez.
Bütün şaheserler (magnum opus) izleyicisinde derin bir hayret ve şaşkınlık
yaratırlar, ki bu eserin alımlanması ve bilgisine ulaşılması bakımından hayatî
öneme sahiptir. Nihayet, hayret ve bilme neticesinde bizi rutin işleyen
zekâmızdan alarak safiyete, adeta maruz bırakan sanatsal etkinliğin bir arınma
(katharsis) meydana getirmesi de beklenebilir.
Aristoteles,
sanatın bir tür arınma sağlayarak insanda meydana getirdiği, açığa çıkarttığı
safiyeti katharsis kavramı ile karşılar.
Koytak, sahih
sanat eserlerinin bir saflık ve doğallık alanı olarak inşa edildiği
inancındadır. İnsanda açığa çıkarttığı safiyet yanında, sanatın bizzat
kendisinin de sahip olması gereken bir saflık/duruluk vardır. Büyük sanat
eserlerinin şaşaasız olması, büyük fikirlerde olduğu gibi, onların niteliksiz
olması demek değildir:
“GÖĞÜN
DİBİ
ilk bakışsa
nasıl da sığ gözükür,
büyük sanat
da, büyük fikir de göze;
vuzuhtan
korkmadan gösterir gibidirler
bu ikisi,
ne varsa diplerinde.” 03
Sanat
eserlerinin göğün dibi gibi içinde ne varsa göstermeleri, büyük fikirler gibi,
büyük sanat olmalarının alametidir. İlk bakışta bihakkın anlaşılamayan sanat
eserleri, içeriklerini sarih bir biçimde göstermeleriyle saflık ve
doğallıklarını gösterirler. Koytak külliyatı da, bir anlamda, burada yaptığı
niteleme doğrultusunda şekillenmiştir; hem metinlerin sade olması hem de
nelerden mürekkep olduğunu açıkça göstermesi bakımından. Bu bağlamda onda, bir
tür kuram eylem birliği de söz konusudur. Eğer bu metinlere kuramsal bir
nitelik atfedersek, ki bu oldukça mümkün, Koytak’ın sanat hakkında
refleksiyonda bulunurken yapmak istediği ile yaptığı arasındaki paralellik
olduğu da sarih bir şekilde ortaya çıkar. Zaten, Koytak külliyatı açık göğüyle “öyle
bir yer ki, herkes oradadır:/pablo picacasso, hazreti ali, hazreti isa,/Edith
piaf, tolstoy ve gandi/ selim ışık, hamlet, Jimmy hendrix, Yusuf, Züleyha...”50
gibi, bir çok hem reel hem de kurmaca kahramanlardan örülü bir uzamdır. Hem
hakikî hem de itibarî bir ağ olarak örülen sanatın uzayı, onda bir şeyler
görmek isteyenler için, ardına kadar açıktır.
Koytak’ın, bir
Müslüman olarak kuşkusuz, sanata yüklediği anlam ve işlevlerden bazıları da
inancı doğrultusunda biçimlenir. Şairin metinlerinde dinî sembol ve imgeler
oldukça fazladır. Bu bağlamda sanatın evrenden çıkaracağı ders de vereceği ders
de her şeyin fani olduğudur:
“DERS
sanatın her
şeyden çıkardığı
ve herkese
verebileceği
ilk ders:
seni de
gömerler, güzel, [506]
[507]
çirkinleri,
geçkinleri
gömdükleri
yere! ”[508]
Bu dizelerin
altında yatan düşünceler Müslümanca bir inancın yansımalarıdır: “Her nefis
ölümü tadacaktır”, bu kaçınılmazdır. Bu dünyadaki düzlemlerin yeri
kalmayacaktır. Herkes eşit ve aynı minval üzere Allah’ın huzuruna gelecektir.
Bunun idrakine varmak ve idrak ettirmek de yine sanatın dersleri arasındadır.
Bu dizelerde sanata bir misyon, ölümün mukadder olduğunu hatırlatması işlevi,
biçilir.
Sanatın
kendine özgü bir varlığı ve hakikati görme biçimi ve temaşası vardır. Nâ’ilî şu
meşhur beytinde "Mestâne nukûş-ı suver-i âleme baktık/Her birini bir
özge temaşâ ile geçtik" der.[509]
[510] Sanat da, bu anlamda, mestane
ve hayretli bir bakış ve bir özge temaşayla varlığı görmemizi sağlar. Koytak şiirlerinde,
buna sürgit bir vurgu vardır. Sanat, bir kof hayal ve fantezi ürünü değildir,
sadece doğaya angaje bir tecrübe de değildir. İnsanı meydana getiren, hem ruhî
hem de fizikî, birçok bileşenden meydana gelen bir tecrübe ve varlığa
katılmadır. Her ne kadar sanat bir hakikat vaatçisi değilse de, bu onun
hakikate bigâne kaldığı ya da tamamen kurmaca olduğu anlamını taşımaz. Koytak, Balmumundan
Düşünceler başlıklı metinde,
“ve
böylece, hakikatle aramızda
bir anlam
ve değer bağı olduğunu
hissettirmeye
çalışır bize.”50
dizeleriyle,
sanatın insanla hakikat arasındaki bir anlam ve değer bağı olduğunu hissettirme
niteliğine göndermede bulunur. Koytak’ın sanat üzerine refleksiyonda bulunulan
metinlerinde sanatın işlevinin nelere dair olduğunu okumak, bir bakıma onun
poetikasına da aşina olmak demektir. Şairin hakikate yaklaşımı dogmatik
değildir. Ona göre kemikleşen ve hiç değişmeden kalan mutlak bir gerçeklikten
ziyade sürekli değişen, gelişerek değişen bir gerçeklik söz konusudur.
“Bu şu
demektir: insan zihniyle tasarlanan hiçbir kap
gerçeği
uzun süre içinde tutamaz.
Kabını
hangi materyalden yapmış olursanız olun,
onu hangi
eczayla sırlamış olursanız olun,
bir
kitabınızı açarsınız ve ‘gerçek ’ sandığınız şeyin,
uçup gitmiş
olduğunu ve size sadece soluk
ve hüzünlü
hatırasını bıraktığını görürsünüz.
Gerçeğin
işte böyle, kabını sık sık değiştirmezseniz,
materyal
ayrımı gözetmeden, konduğu kaptan sızan,
buharlaşan
yahut bunu yapamayacak kadar
sıkı
kapaklar altında ise,
bulunduğu
zihinde kokuşup çürüyen
ve bir süre
sonra yalana, önyargıya, safsataya
dönüşen bir
doğası vardır.” 08
Bu elbette
felsefî soruşturmalara da konu olan, düşünce tarihinin etrafında dönüp durduğu
anlamda bir gerçeklik ve gerçeklik algısıdır. Şaire göre, diğer ilahî anlamda
aşkın (müteal) gerçeklikse zaten bahşedilmiştir, ancak mecazî olarak ifade
edilebilir ve sahibi de kaynağı da bellidir, ki Tanrıdır. Nietzsche, hakikat
sanılan şeylerin aslında hakikat yerine geçmiş yorumlar ve hakikatimsiler
olduğunu söyler. Hakikat denilen şeyin sürgit değişime ve devinime tabi
olduğunu, dolayısıyla onun bu doğasını sabitleştirmeye çalışmanın hakikatin
buharlaşması anlamı taşıyacağının altını çizer, ki bu bağlamda, Koytak da
filozof gibi düşünür. Şairin söyledikleri meşhur filozofun tezini kuvvetli bir
biçimde hatırlatır. Koytak, gerçekliği ilelebet barındıracak nihaî bir formun
olmadığını; bunun yapılması hâlindeyse gerçeklik denilen şeyin dogmaya, zihinde
çürümüş bir şeye ya da safsataya dönüşeceğine inanır. Mütemadiyen değişen
gerçekliğe, sürgit ayak uydurmak isteyen insan için sanat gibi zengin bir imkân
mevcuttur. Şu hâlde, hakikatin izini süren insan için diğer insanî
tecrübelerden farklı bir görme imkânı sağlayan/bahşeden bir zemindir, sanat.
Burada sanat, “Allah’ı aramak işidir” diyen Necip Fazıl ve genel olarak da
İslâmî şiirdeki anlamda tamamen ilahî menşei kurcalayan bir sanat ve gerçeklik
algısı yoktur. Sanat, insana has bir eyleme biçimi olarak kutsal peşinde olmayı
ve her şeyde Tanrının tezahürlerini görmeyi ödev bilmez. Tam da böyle bir
vasatta, herkesin üzerinde uzlaştığı mutlak bir hakikatten söz edilemez.
Dolayısıyla sanat, bu bir türlü tam olarak belirlenemeyen alanla aramızdaki
ontolojik akrabalığı hissettirir. “insan zihniyle tasarlanan hiçbir
kap/gerçeği uzun süre içinde tutamaz.” diyen Koytak, sözlerini her neyle
doldurulursa doldurulsun bu kaplardaki eczaların nihayet uçup gideceği
ifadeleriyle devam ettirir.[511] [512]
Sanatın, insanla hakikat arasında kurduğu ilişkiyi hakikatin bu uçucu doğasında
aramak gerekir. Sorgulayıcı bir hüviyete sahip olan Koytak metinleri, sanatın
neliğini sorgular. Sanat ve hakikat bahsinde anılacak sorgulayıcı bir şiir, Basamak
başlığını taşır. Koytak burada sanatın bütünlükle ilişkisini kurcalar. Sanatta
çıraklıktan ustalığa giden süreçte şairin aklına takılan sorular şöyledir:
“sanat bir
bütünlük rüyası mı?
sanat bir
bütünlük arayışı mı?
sanat bir
bütünlük niyazı mı?”[513]
Bu üç sorunun
ana ekseni bütünlük üzerine kuruludur. Üç soru, bütünlük merkezde olduğu
hâlde, sanatın bütünlükle ilişkisini üç düzlemde (rüya, arayış, niyaz) irdeler.
Aslında sanatın bütünlüğe doğru eğiliminin rüya, arayış, niyaz olarak
belirlenmesi ondaki tahayyül, akıl ve dinî boyutu da imler. Buradan sanatın
insandaki bütünlüğü arama duygularını kaşıdığı sonucuna varmak mümkündür. Fakat
bu bütünlüğe yönelim bir rüya mı, arayış mı, yoksa niyaz mıdır? Belki hepsidir,
belki de hiçbiri. Ancak sanat üzerinden insanın bir bütünlük arayışına yazgılı
olduğunu ima eden sorular dikkat çekicidir. Koytak, sorgulamaya devam eder. Sol
Elle Yazılan başlıklı parçada, bir nevi bütünlük arayışı da sayılacak,
Tanrıya giden yolda sanatın bize uğrak noktaları sunup sunamayacağını irdeler:
“-esin ve
sezgi yoluyla, sanat,
akıl ’dan
Tanrıya giden yolda
uğranacak
yerleri simgelerle gösteren
bir harita
çıkarabilir mi bize?”[514]
Burada sanatın
varlığı imgesel bir tarzda gösterme özelliğinin ışığında, varlığın nirengi
noktalarını simgesel/temsilî bir biçimde gösterme kabiliyetine gönderme vardır.
Sonraki ünitede, Koytak, “Şiiri, Peutinger haritası gibi/ kullanmak mümkün
müdür?” diye sorar.[515] Sanat bize her şeyi harfi
harfine göstermek, belletmek yerine nirengi noktalarını ihsas ettirir; bir
kuşbakışı görüntü sağlar. Belirtilen nirengi noktaları arasında özgür iradenin
deneyim alanları vardır. Sanatın sunduğu anlam ve işaret haritası, bir
göstergeler dünyasıdır ki her alımlayışta farklı rotalar tutabilir. Sanatın
Peutinger haritası olabilme ihtimalinin sorgulanması, ki bir an için öyle
olduğunu var sayarsak, sanatın demokratik yönünü imleyen bir analoji olarak da
okunabilir. Bu, harfi harfine çizilmemiş anlam haritasında mikro anlamlar
üretmek, özgür iradeyle insanın kendini gerçekleştirmesi ihtimali daima vardır.
Sanat eserinde, Peutinger haritasında olduğu gibi, sadece belli noktaların
gösterilmesi, sanatsal bilginin “tikel-olan’da genel- olan’ı anlamlı kıl”masıyla
ilgilidir.[516] Aristoteles sanatın olmuş
bitmiş şeylerden daha çok gerçekleşme imkânı olanları verdiğini söyler ve bu
bakımdan da onu tarihten üstün tutar. Bütün ayrıntılarıyla biçilmiş verili
haritalara ancak tarih ve coğrafya atlaslarında rastlanır. Gerçekleşmiş olan
gerçekleşmiştir, asıl önemli olan gerçekleşme olasılığı olandır. Bu açıdan,
mümkünleri imlemesi bakımından sanat, bir nirengi noktaları haritası sunar.
Koytak’ın sorgulaması da, bu bağlamda, sanatın insanı mümkün, gerçekleşmesi
olası şeylerle yüz yüze bırakıp bırakamayacağı üzerinedir.
Sanatçının
zihni bilim adamınkinden farklı çalışır. Sanat bizzat izler kitlesi tarafından
doldurulması için boşluklar bırakır. Kant, sanatsal dehadan bahsederken ondaki
tevarüs edilmemiş ve edilmeyen yetenekten bahseder. Sanatın doğasında, sanatçı
ortalama bir mantıkla işe girişmez. Sanatın bir anlam haritası biçmesi için
sanatçının verili olanı aşan, ortalama bir zihinden farklı işleyen, bir düşünce
dünyasına ihtiyaç vardır. Yontucu Ölüm başlıklı şiirde, Koytak;
“Sanatçı
olmak için, efendiler,
Aklın bir
karış altından
Önce kuralları uçurmak gerekir”[517]
dizelerine yer
vererek, sanatçı olmanın esas gereklerinden birinin, ortalama akıldan farklı
bir düzlem kurarak, verili kuralları aşmak olduğunu söyler. Böylece sanatla
gerçeklik arasında yeniden bir düzlem, orantı inşa edilir. Sanatçının kendine
has bir bilinç ve zekâ frekansı söz konudur. Bu durumda, sanatın salt bir ilham
olduğu tezi de kuvvetli bir biçimde yadsınmış olur. Sanatçı için esin elbette
gereklidir, ancak bu, Koytak’ın sanatı Platoncu anlamda tamamen bir esriklik
alameti olarak gördüğü anlamına gelmez. Aksine sanatçıda farklı çalışan bir
zihne ve bilince vurgu vardır. Sanatçıyı nevi şahsına münhasır kılan da bu
farklı, ender rastlanan zekâ ve bilinç devinimidir. Daha önce de gördüğümüz
gibi hakikat yeniden inşa edilen bir şeyse, sanatçı da hakikatin bu yeni özünü
yakalamak için verili olanı yıkma eğilimindedir. Mesela, Orta Çağ Resmi
başlıklı bölümün II. kısmında Bruegel üzerine yazılan Fecundation isimli
şiirde sanatın tasavvur ve tasarımsal bir tecrübe olduğu, dolaysıyla da değişen
gerçekliği yeniden kurabileceği anlamı çıkar:
“sonra
Tanrısal görkemi
Ve çürümeyi
Zihninde evirip çevirmek için Uzanıp böceği tersine çevirdi
Kum saatini tersine çevirdi Kuleyi tersine çevirdi
Fazladan
bir mevsim kazandı böylece ”[518]
Bu dizelerde,
sanatın nasıl her şeyi ters yüz ederek kendine alan açtığını resim sanatı ve
ressam Pieter Bruegel örneği üzerinden görürüz. Hegel, sanatı tasavvur olarak
görür. İnsan doğaya göre daha tinsel bir varlık olduğu gibi zihinsel bir
edim olan tasavvur da doğadaki varlıklara göre daha üstün ürünler verir. Sanat
da tasavvura dayandığı ve insanî bir edim olarak da tini doğadan daha
iyi gösterdiği için doğa güzelliklerine göre daha yetkindir. Bu bağlamda
tasavvura dayalı bir şey olan sanat da, tabiatın mevsimlerine bir mevsim daha
ilave edebilir. Elbette nihayet, mevsimler de tabiata insan aklı tarafından
atfedilmiştir. Ancak, yine de bu yüzyıllar alan tecrübe ve gözlemler sonucu
meydana gelen pratik bir periyotlaştırmadır. Şu hâlde, sanat tasavvur üstüne
tasavvurdur da. Bize beşinci bir mevsim sunması sanatın doğasında mündemiçtir.
Koytak
şiirinde, ilhamın da sanattaki yerinden söz edilir. Fakat esin sanatsal
yaratıma yalnızca bir kapı aralar, şiirsel üretimin bütününü teşmil etmez.
Şaire göre, esin Platoncu anlamda bir esriklik de değildir; daha ziyade şairin
doğasındaki potansiyeli tetikleyen, sınırları aşan bir tür ilk muharrik
konumundadır. Koytak şiirlerinde melek ifadesi sıklıkla geçer, ama meleklerin
esin kaynağı olarak geçtiği yerler çok değildir. Sanatta ilhamın yerine değinen
şiirlerden biri, Esin Meleği isimli şiiridir. Bu şiirde, esin meleğinin
limitsizliğine ve sınır tanımazlığına gönderme vardır. Nitekim, sanatçının
sanatın kendine has görme biçimine adım atmasını sağlayan da ilhamın bu sınır
tanımamazlığıdır:
“ESİN
MELEĞİ
Dört yüzlü
meleğim ben,
dört
meleğin yüzüyüm,
dört
kitabın,
altı yönün
birliğim;
Tek bakışla
her yanımı görürüm,
ruhun içini
dışını,
tenin yeraltını,
gönlün gök
katlarını...
Bin kanatlı
meleğim ben,
bütün
adresleri bilirim,
bütün
dilleri konuşurum,
bütün
çalgıları çalarım, ...”[519]
İlk üç
ünitesini aldığımız şiirde, ilk bakışta esin meleğinin sanatı kanatlandırdığı
ve sanatçıya zengin bir görme, bilgi edinme ve deneyimleme imkânı sunduğu
görülür. İlham sayesinde sanatçı, hem içe hem dışa müşahedede bulunabilir.
Sanatı sınır tanımaz kılan ilhamın sanatçıya farklı bir boyuttan görebilme
yeteneği bahşetmesidir. Dolayısıyla, ilham sanatçıya bütün varlıklarla ilgi
kurabilme dürtüsü de verir. Platon, her şeyden anladığını iddia eden, ancak
hiçbirini erbabı gibi yapamayan şairleri ideal düzeninden kovar. Filozof,
sanatın bu tarafını mitik bulunmuştur. Platon, Vico, Hegel çizgisinde gelişen
sanattan felsefeye, mitostan logosa doğru evirilen bir anlayış ekseninde ilham,
buna paralel olarak da sanat düzensiz ve yetersiz bulunmuştur. Bunun yerine
logos ve kavramın daha yetkin olduğuna hükmedilmiştir. Ancak, Koytak için, bu
hiç de öyle değildir. Sanatın esin tarafından tetiklenmesi, yepyeni bir varlığı
görme biçiminin kapılarını aralar. Sanatın ortalama bir mantığın haricinde
konumlanması, tam da ilhamın bu engel tanımaz tarafıyla ilgilidir. Sanatın, en
sürrealist tarafı ilhamdır. Tahayyül kanallarını açan ilham dört yöne bakar,
dört meleğin (Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil) yüzüdür, altı yönünün birliği
yani merkezidir ve en önemlisi de dört kitabın (Kur’an, İncil, Tevrat, Zebur)
birliğidir. İlk üniteden çıkan anlam, ilhamın varlığın birliğini görme olduğu
ve ikincil unsurları aştığıdır. Yoksa, Platoncu anlamda bir kendinden geçme ya
da sadece bir tecennün (madness, çılgınlık) değildir. Bu bağlamda da esin/ilham
duyularımızın farklı gördüğü şeyin esasına, varlığına ve birliğine yönelimi
sağlar. Sanatın kaynağının ne olduğunun bu kadar tartışma konusu edilmesini,
aslında Koytak’ın bu şiirinde ilhama yüklediği özelliklerden çıkarmak
mümkündür. Çünkü esini esas aldığımızda sanatın diller, yönler ve zıtlıklardan
oluşan zengin ve kompleks tabiatı onu anlaşılması zor olan bir şey kılar. Ancak
belirtmek gerekir ki ilham denilen şey sadece sanatlara münhasır değildir.
İnsanî bütün tecrübelerde, ilham, bedende yanan bir ateş gibi insanı tetikler.
Dolaysıyla, bilim ve felsefede de esin olmaksızın ortalamanın üstüne çıkılması
pek mümkün görünmez. Esini, sadece ilahî ve ruhsal bir şey olarak anlamanın,
objektif bir ispatı da yoktur. Ahmet İnam, şiirde ve sanatta beden faktöründen
söz eder. İnam’a göre, eros, insan bedeninde yanan bir meşale gibidir, erosunu
kaybeden şiirini de yitirir. Bu anlamda, esin sadece sanata münhasır değildir;
hayatın bütününü ihata eder ve sadece ruhsal bir şey olmayıp bedenseldir de.
Varlığın şiiriyetine ulaşmak, bedende yanan erosla da ilgilidir. Koytak bu
bağlamda, İnam’a nazaran, daha spiritüel durur. Koytak’ta ilham bir melek
suretindedir, İnam’da ise daha ziyade insan bedeninde yanıp tutuşan erostur. Bu
tarz farklı tasavvurların ilham ve ilhamın niteliği üzerine yeniden düşünme
imkânı sağlamaları bakımından önemlerinin altı çizilmelidir.
Düşünce tarihinde,
daima bilginin sınırlarını belirleme ve kategorize etme çabaları olmuştur.
Bilginin kategorileri arasında sanatsal bilgiye de yer verilmiştir. Baumgarten
estetiği, bir anlamda da sanatsal bilgiyi mantıksal bilgiye göre- mantığın kız
kardeşi ya da aşağı düzeyde aklın bilgisi olarak- daha aşağı seviyede görür.
Yine Robin George Collingwood, Speculum Mentis ya da Bilginin Haritası
isimli kitabında sanat, felsefe ve din gibi bilgi alanlarının nelere tekabül
ettiğini tartışır ve bilgi alanlarına bir harita çizmek ister. Collingwood’a
göre sanat, nesneyi imgesel olarak kavrayan bir zihin durumunu imler. Bu
anlamda sanat dahi zihnin ürettiği bir bilgi olarak görülür. Filozof, sanatla
felsefe ayrımını şu şekilde yapar: İnsan söylediğinin bilincinde olmakla felsefe,
ne dediğini bilmemekle sanat yapar. Bu bağlamda, bilgideki ilk basamak da
söylenilenin bilincinde olmaktır. “...Bu nedenle güzellik hakikatin doğum
yeri, sanat ise, daha önce değindiğimiz gibi, ruhun rahmi ve gecesidir.”[520]
Bu tanımlamada, sanatçının söylediğinin farkında olmaması bakımında filozoftan
ayrılmasında, Platoncu bir yaklaşım söz konusudur. Burada sanat düşüncenin en
gelişmemiş formu olarak algılanır. Dolayısıyla, her ne kadar aşağı görülse de,
düşüncenin diğer formlarıyla organik bağı vardır. “Sanat zihnin keskin bir
yüzüdür, düşüncenin sonsuza dek kendine yeni bir sorun bulduğu bir edimdir”51
Sanatın ilkel bir insan edimi olduğuna yönelik bu teori, Vico ve Hegel gibi
filozoflarda olduğu üzere, insanda mitostan logosa doğru evrilmenin olduğunu
iddia eder. Fakat Collingwood, yine de sanatı miadı dolmuş bir şey olarak
görmez. Benzer biçimde Koytak da, külliyatında, sanatın ne olup olmadığına dair
görüşlerine yer verir. Bunu şiirin ölçüleri ve ürettiği bilgi dâhilinde yapar;
sanatın Tanrı, insan, varlık ve nesneyle ilişkisini kurcalar. Poetik bir
düzlemde sanatsal bilgisinin neye tekabül ettiğine dair bir arayış içerisine
girer. Sanatın varlıkla kurduğu ilgide, sanatçının nasıl bir yaratma içerisinde
olduğu ve bundan nasıl bir üretimin sadır olabileceğini sorgular. Burada
sanatın kendine özgü bir görü, bilinç, zihin işleyişi, tahayyülü, dili olduğunu
ve bu anlamda da yine kendine has bir bilgi ürettiğini görmek mümkündür.
Koytak
külliyatında, sanatın ne olup olmadığına dair ortaya çıkan izlenim ve
düşünceler şu şekilde özetlenebilir: Sanat bir insan yaratmasıdır. Asıl sanatçı
(Sani’-i Kebir) olan Tanrının kendi yaratmasına nispetle insana bahşettiği bir
yaratma/ihsandır. Koytak’ın sanatsal yaratma görüşü, bu açıdan, temelde İslâmî
bir öze sahiptir. Sanatsal yaratma, insanda Tanrısal ve ontolojik bir öz olarak
bil-kuvve mevcuttur. Bu özün ortaya çıkması esinle değil, ya da nispeten esinle
fakat daha çok çalışmak, kendi üstüne katlanmak ve içine dönmekle mümkündür.
Esin olsa olsa bir kıvılcım, ilk muharrik, olabilir ancak. Sanatsal yaratma,
Platoncu anlamda muselerden doğrudan doğruya sanatçıya intikal eden bir
şey değildir. Tanrısal olsa bile, sanat, insanın özünde mevcut bulunan bir
yaratma biçimi olarak da insanîdir. Sanatsal yaratma, aynı zamanda, varoluşçu
doğasıyla insanın dünyada olmasını imler. Sanat, ikincil bir yaratıştır ve bu
yaratım, Tanrısal yaratımı aşamaz; bu bakımdan, mümkünler içinde bir imkândır.
Schopenhauer ve Heidegger’de olduğu gibi sanat, bir varlığı görme biçimidir.
Sanat, değişen hakikat karşısında yeni yaklaşımlar belirleyen bir doğaya da
sahiptir. Sanatsal yaratmanın açığa çıkmasında tahayyül, dil ve düşünce önemli
bileşenlerdir. Bunlar, sanatçı tarafından, çoğu zaman bir jonglör maharetiyle
sanatın uzayında devindirilir. Sanatta düşünce ve tahayyül birbirini
sentezleyen bir tez-antitez olarak yekdiğerini üretirler, ancak asla keskin bir
biçimde tamamen farklı kılınmış şeyler değildirler. Bu anlamda, şairin sanat
görüşü insanı ruh/beden, düşünce/his şeklinde ayıran Kartezyen düşüncenin
hilafına, onların sadır oldukları kaynağı daha bütüncül görmeye yönelimlidir.
Sanat, hem Nietzscheci anlamda hakikat yerine hakikatimsilerin hükümferma
olduğu bir dünya ve ölüm karşısında, hem de cennetten dünyaya gönderilerek asıl
yurdundan ayrı düşmüş insana bir tahammül sağlar. Schiller’in teorisine paralel
biçimde sanat, bir oyun alanı, sanatçılar da en özgür oyunculardır. Sanatçının
özgür iradesini tezahür ettirmesi yine sanatın özgür oyun alanında mümkündür.
Sanat dünyası bir aile benzerliğine dayanır, bütün oyun kişileri bir sanatsal
uzay/oyunun içerisindedir. Bu oyun kişileriyse sanat dünyasının önemli
figürleridir.
Bütün bunlar
gösteriyor ki Koytak, bazen bir sanatçı bazen de bir düşünür gibi, sanat
üzerine bir hayli düşünen, refleksiyonda bulunan bir şairdir. Hem sanat
kuramları ve sanat üzerine refleksiyon üreten düşünürler bağlamında, hem de
bizzat kendisinin sanat üzerine katlanması bağlamında. Şairin metinlerinde,
sanat ve felsefe üzerine düşünen, sanata ve dile yakın düşen filozoflardan
(Shchiller, Nietzsche, Heidegger, Wittgenstein, Derrida gibi) haberdar olduğu;
bu filozofların görüş ve teorilerinden yararlandığı aşikârdır. Zaten, şair,
beslendiği kaynakları gizlemek gibi bir çaba içerisinde değildir. Koytak
külliyatında sanatın salt kendiliğinden açığa çıkan ilahî bir mevhibe; sadece
insanın ruhî/manevî boyutundan his, hayal veya ilham ürünü olarak uç veren bir
şey olduğunu dayatan teorileri askıya alınır. Şairin metinleri, sanatın kaynağı
gösterilmeye çalışıldığı takdirde, bu kaynağın ne kadar da geniş bir anlamlar
coğrafyasına yayıldığını zengin bir içerikle gösterir. İnsanî bütün edim ve
durumlar (tahayyül, tefekkür, tahassüs, vs.) esasında sanatsal olanı da
belirler. Nihayet sanatın, bir bilgi alanı olarak, yeniden gündem kazanması ve
sanatı poetik bir düzlemde tartışmaya açması bakımından Koytak külliyatı
oldukça zengin ve anlamlı bir tablo sunar.
CAHİT
KOYTAK ŞİİRİNDE ŞİİR VE ŞAİR: ŞİİR NEDİR?/ŞAİR KİMDİR?
Cahit Koytak,
şiirini kurarken bunu bizzat şiir üzerine refleksiyonda bulunarak yapar.
Metinler şiirin kaynağı, neliği ve nasıllığının problematize
edildiği düzlemler olarak inşa edilir. Bu bakımdan, Koytak şiiri, daha çok
bilinç ve düşünceyle kurulan bir şiir olarak belirginleşir. Bu bağlamda,
Doğu’daki anlamıyla şiir ve şuurun aynı kökten geldiğine vurgu yapan bir şiir
tarifine yakın düşer. Koytak şiirlerini okurken, salt bir duygulanım yaşamak
yerine metinler üzerine düşünme ve zihnimizin çarklarını döndürmeye davet
ediliriz. Çünkü bu metinler, bilhassa da şiir üzerine düşünceler
üretmektedirler. Bu bakımdan şiir tarihinde pek fazla emsali olmayan bir şiir
olarak da kimlik kazanırlar. Adeta büyük bir metinmiş gibi yazılan şiirler bir
bütüne yöneliktir. Ortada bir bütünlüğe yönelen büyük bir şiir vardır, bu
Koytak’ın külliyatıdır; tek tek şiirlerse bu külliyattan cüzlerdir. Bu
külliyatın üstüne oturduğu zemin, doğrudan doğruya şiir, edebiyat, felsefe,
sinema ve diğer sanatlardan meydana gelmektedir. Koytak külliyatı, kendine
varlık alanı olarak yine şiiri seçer ve şiir üzerinde dal budak salar. İlerde
yapacağımız okumalarda görüleceği üzere bu metinler teorik bir öz de
barındırırlar. Elbette bu teori, felsefe ve modern kuramların aşırı
kavramsallaştırmaları gibi değil, fakat bir şeye kuşbakışı bakıp onu temaşa
etmek, üzerinde düşünmeye dalmak anlamındadır. Hem Doğu hem de Batı
bilgeliğinden izler de bulacağınız bu şiir, hikmetli özü yanında modern ve
avangart bir tarafla da arzıendam eder. Bunun avantajları olacağı gibi,
handikapları da olacaktır. Bir yandan, nevi şahsına münhasır bir şiir ortaya
çıkarken, diğer yandan şiirin sınırlarını düzyazıya doğru oldukça zorlayan ve
Türkiye’de okurun pek aşinası olmadığı bir şiir ortaya çıkar. Ancak her
hâlükarda kendine mahsus bir şiirin söz konusu olduğu aşikârdır.
Cahit Koytak
şiiri, bir “anlatı ormanı” gibidir. Şiirleri, edebiyat ve sanat dünyasının
önemli figürleri arasında bir ağ örer. Homeros’tan başlamak üzere neredeyse
dünya edebiyat ve şiir tarihinde adı anılmağa değer bütün önemli figürleri bu
ağın içinde bulmak ve nasıl konumlandırdıklarını görmek mümkündür. Homeros,
Vergilius, Dante, Shakespeare, Rilke, Goethe, Baudelaire, Valery, Puşkin,
Milton, Yeats, Rimbaud, Tagore, Mevlana, Hafız, Sadi, Necip Fazıl, Karakoç,
Zarifoğlu, vb. gibi ufuk açıcı ve birçoğunun düşünce dünyasında da önemli
duraklar olarak görüldüğü bu şairler, Koytak şiirinin hem konusu hem de bir
anlamda kurucu-figürleri olurlar. Koytak, Türk edebiyatından birçok şaire de
şiirler atfetmiştir. Cahit Zarifoğlu, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Ece Ayhan,
İlhan Berk ve Sezai Karakoç’un da aralarında bulunduğu birçok şaire ithaf
edilmiş şiirler vardır. Ancak, Koytak şiirinde, asıl üstüne eğileceğimiz konu
bu tek tek şairler değil; daha çok, şiir sanatı ve şiir sanatı dolayımında
refleksiyonların olduğu metinlerdir. Böylelikle şairin, şiir üzerine ne kadar
düşündüğünü ve neleri sorunsallaştırıp tartıştığını görebiliriz. Daha önce şiir
üzerine düşünen şair ve filozoflardan derlediğimiz hususları da Koytak’ın
şiirlerinde şiire biçtiği konumu açıklığa kavuşturmak için kullanacağız. Böylelikle,
Koytak’ın şiir sanatına yaklaşımı poetik ve felsefik bir bağlamda ortaya
konmaya çalışılacaktır.
Koytak şiiri,
şiir üzerine düşündürmesi bakımından, okura mümbit bir zemin sunar. Bir tür
olarak şiir, yine şiir sanatı etrafında bir devridaim içerisindedir. Koytak
şiiri, bir kurum olarak edebiyatın sınırlarını da aşındırır. Edebiyatın
kurumsallaşmasıyla (müesseseleşmesi) birlikte şiir de başatlığını edebiyatın
bir “alttürü” olmaya terk etmiştir. Hâlbuki şiir, edebiyata mukaddemdir. Mevcut
edebî teori ve yaklaşımlar bir taraftan edebiyat denilen alanın bir disiplin
olmasına alan açarken, bir yandan da ister istemez bir kurum
oluşturmuşladır. Edebiyat bir kurum olarak şekillenirken dolayısıyla bir kanon
ve şablonlaşma tehlikesini de bünyesinde barındırır hâle gelmiştir. Deha
denilen çığır açıcı figürlere, eskisi kadar pek rastlanmaması da bu
kurumlaşmanın sonuçları olarak yorumlanmaya müsaittir. Sanatın bünyesi,
kodlaştırılmaya müsait değildir. Koytak şiirine, tam da bu açıdan bakılmalıdır.
Zira, kadim gelenekte olduğu gibi, şiir ve bilgeliğin iç içe olduğunu görürüz.
Bu bağlamda da şiir, refleksiyonda bulunmakta, kendi üzerine katlanan bir alan
hâline gelmektedir. Bütün bir külliyatta sürgit şiirden bahsedilmekte, şiir
üzerine durulmaktadır. Okur, şiirin doğasında gezintiye davet edilir. Bu
bakımdan, bir mesele olarak şiir sanatı, Koytak külliyatında anahtar bir rol
oynar. Elbette sadece şiir üzerine durulmaz, genel olarak sanatın bir nevi
anlam haritası da sunulur. Bir sanatçılar ve filozoflar geçidi söz konusudur.
Bu tarafıyla Koytak külliyatı, bir kültürel atmosferdir. Külliyata adım
atıldığı andan itibaren kültürel bir coğrafyada yol alınmaya başlanmış
demektir. Bu tasavvura dayalı, insan tarafından tasarlanmış poetik/kültürel bir
tabiattır. Bu yapma tabiatın sakinleri mahalle arkadaşları, aynı sokağın
çocuğudurlar; şairler, sanatçılar, düşünürlerdir. Koytak, bunu Konstantinos
Kavafis için yazdığı ‘Anakdota Poiima I’ başlıklı şiirde, şairler
üzerinden, söyle anlatır:
“tıpkı Homer gibi, Tagor gibi,
Genceli Nizami gibi, sen de, ben de aynı gezegenin, aynı
krallığın değil, aynı şehrin değil, aynı mahallenin değil, değil, değil, Kosta,
aynı sokağın çocuklarıyız.”[521]
Dolayısıyla
dünyanın bütün büyük şairleri aynı sokağın çocukları olup aynı muhitte
mukimdirler. Bu çevre, Koytak külliyatının üstüne oturduğu manzaradır aynı
zamanda. Şair, sakini olduğu sokakta diğer şairlerle, sokak arkadaşlarıyla, bir
oyun içindedir. Bu şair-figürlerin her biri külliyatta birer oyun kişisidir.
Cahit
Koytak’ın şiir ve şair hakkında metinlerinin özellikle yoğunlaştığı kitapları Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı I-II-IIBtür. Bu üç ciltlik kitapta, Koytak, bir anlamda
“şiir nedir/şair kimdir?” gibi sorulara cevap arar. Bu yanıyla sorgulayan, soru
soran, kurcalayan bir şiir söz konusudur. Tamamen sorularla, felsefede olduğu
gibi, örülmüş metinler de mevcuttur, ki bunlar bir sorgulama ve problematize
etmeyi gösterir. Külliyatta, genel olarak, İbrahimce ve Sofistçe
sorular olmak üzere iki minval üzere soru sorulur. İbrahimce sorular
daha çok tatmini aratır, Sofistçe sorular da şüpheyi ziyadeleştirir.
Sürgit bir sorgulama hâli söz konusudur.
Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı IB de bilhassa şiir üzerine fikirlerin, tefekkürün
arttığını görebiliriz. Henüz eserin başında, epigraf olarak, Paul Claudel’in;
“Bir tanrı değilim, fakat (yaratmak için)
Neyim noksan?”
sözlerine yer
verilmesi, bu kitapta şiir ve sanatın nasıl bir edim olduğuna dair ipuçları
verir.[522] Koytak için sanat/şiir, bir yaratma
ve yapmadır; fakat asıl yaratıcı Tanrıdır. “Tanrı, yokken var eden
tek sanatçıdır.”[523]
Sanatçı, Tanrının yarattıkları içinde ve yine onun kendisine verdiği yaratıcı
özle eserini yapan insandır. Şair, Tanrının çömezidir. Zira, Koytak, “biz
çömezler, biz ölümlü ressamlar (...) ama bütün bileşenleri bize ait/yeni bir
renk yaratabilir miyiz?” diye sorar. Bu sorunun cevabı, zaten, bellidir:
Şairin yaratıcılığı, Tanrının yaratmadığı hiçbir şeye ulaşamaz. Yoktan var
etmek, Tanrısal yaratmadır; insanî yaratma, bu yaratmanın mümkün kıldığı
imkânlara matuftur. Bu, daha ziyade, klasik bir yaklaşımdır. İslâm felsefesi ve
sanatında, asıl yaratıcı ve varedenin (sani-i kebir), dolayısıyla büyük
sanatçının Allah olduğu kabul edildikten sonra ancak sanatçının yaratıcılığı
söz konusu edilebilir. Şairin Tanrının yarattıkları dışında bir şeyi yoktan var
etme kudreti, söz konusu değildir. İnsanın yapıp ettikleri ile yazıp
çizdikleri, Tanrısal şiirin içinde mevcuttur:
“ne çizersen çiz, çizdiklerinle birlikte
O’nun çizdiği resmin içindesin;
ne yazarsan yaz, yazıklarınla birlikte
O’nun yazdığı şiirin içindesin,”[524]
Bu anlamda
şair yaratılmış, Tanrının şiirinde mevcut, mümkünler âleminde olan bir şeyi
yaratabilir. Fakat bu bile şaire büyük bir ayrıcalık verecektir. Zira mümkünler
dünyası o kadar büyüktür ki burada ortalama insan zekâ ve sezgisini aşan
şeyleri görmek bile özel bir yaratıcılık istemektedir. Şairin kabiliyeti de bu
asıl şiir içinde, Tanrının şiiri/yaratılmış mümkünler dâhilinde bir şiir
yaratmak; poetik bir formda, mümkünleri imkâna, yani bir anlamda, bil-kuvve
olanı bil-fiile açmaktır.
Koytak için
şiir dahi yaratılmış bir şeydir ve yaratma anlamını taşır. Tanrının yaratması
bile bir sanat eseri ve şiir kabilindedir. Şairlerin Tanrısı başlıklı
şiirde, Tanrı yaratmasının bir nevi şiir olduğunu görürüz:
“Bir gün Tanrı büyük bir buluş yaptı, Büyük bir şiir
tasarladı Ve Zaman’ı yarattı.”[525]
Koytak, hayatı
büyük bir şiir olarak görür. Zaman da bir şiirdir. Varlık ve zamanı yaratan
kendine bir de kalfa (halife) yaratır. Mecazî anlamda, bu iki ayağı üzerine
duran halifenin çamuru, Tanrı tarafından özenle yoğrulur, ta ki kıvam bulsun.
Bu anlamda, şaire göre, insanın yaradılışında rüya görmek, düşünmek gibi şiir
yazmak da vardır. Poetik anlamda (mecazî) kulluk, dinî kulluktan farklı şeylere
göndermede bulunur.
“iki ayağı
üzerinde dursun, dedi,
düşünsün,
konuşsun,
rüya görsün
ve şiirler
yaratsın”[526]
Hâlbuki Allah,
Kur ’an-ı Kerim’de, insanları kendisine kulluk etsinler diye yarattığını
açıkça söylemiştir.[527] Dolayısıyla Koytak için
düşünmek, konuşmak, rüya görmek ve bilhassa da şiir yazmak da bir nevi
kulluktur. Şiirin, bütün hayatı kapsayıcılığı, dolasıyla da ibadeti de içeren
bir yanının olduğunu ima eden dizelerdir bunlar. Aynı şiirin devamında insana
kendi ruhundan üfleyen Tanrı, “haydi kalk bakalım şimdi!/kalk yürü, düşün,
konuş ve yarat!” der. Kur’an-ı Kerim’de Hazret-i Muhammed’e hitaben “Ey
örtüye bürünen! Ayağa kalk ve insanları uyar!” denir.[528]
Koytak külliyatında, Tanrı, insanlara da benzer biçimde seslenir. Şaire
göre, bu buyruğun birinci muhatabı sanatçılardır, bilhassa şairler. İnsana,
kalk ve şiir yarat denir. Burada Koytak şiiri biraz da rindâne/kalenderî bir
eda taşır. Klasik İslâmî alımlama ve kabullerde, insanın asıl vazifesi Tanrıya
kulluk olup bunlarsa İslâmî gelenekte belirtildiği üzere yapılan birtakım
ibadetler, ritüellerdir. Şiirin bu tarzda algılanması, şiiri insan
ontolojisiyle aynı zemin üzerine oturur. Hâlbuki, her ne kadar şiirle haşir
neşir olsa da, İslâm medeniyetinde, şiire böylesi bir rol biçmek kimsenin
aklına gelmemiş ve kolay kolay da cesaret edilecek bir şey değildir. Zira Kur’an-ı
Kerim’de (Şuara Suresi) şairlere karşı takınılan tutum ortadadır: İstisnaî
hâller söylense de, şairler, “yapmadıkları şeyleri söyleyenler” olarak
kınanmışlardır.
Koytak
şiirinin temel referanslarından biri de kuşkusuz Müslümanların kutsal
kitabıdır. Şairin şiirsel yaratıcılık hakkındaki poetik şiirlerinde, İslâmi
gelenekten birçok izlerin olduğu göz önünde tutmak gerekir. Nitekim “Ol!”
Emrinin Çömezidir, Şiir başlıklı şiirinde;
“ ’Ol! ’ emrinin çömezidir sahici şiir;
ama olmamış olanı değil,
söylenmemiş olanı
527
dile getirmek ister.
mısralarında,
Koytak şiirsel yaratıcılığın en fazla söylenmemiş olanı söylemek ve ifade
edilebilir bir biçimde dile getirmede yattığını söylerken Allah’ın ol (kün/ biz
bir şeye ol deriz o da olur-Kün-fe-yekûn) emrine göndermede bulunur.
Söylenmemiş olanı dile getirmek, Heidegger’in şiire atfettiği role yakın düşer.
Filozof, hakikati aletheia kavramı bağlamında varlığın açığa çıkması
olarak anlıyordu. Hikmet de Şiir de başlıklı şiirinde Koytak,
Heidegger’in “varolanın varlıkta varolan olarak var olması” sözünü
şiirine alır, ki bunun da şairin filozofu okuduğunu göstermesi ve kurduğumuz
paralelliği desteklemesi bakımından altı çizilmedir. Şiirin varlığı açığa
çıkaran özünün altını çizmeleri bakımından her ne kadar paralellik olsa da,
kaynaklar farklıdır: Koytak ilahî kaynağa, İslâmiyete (ol emri/kün); Heidegger,
Kadim Yunana ve aletheia kavramının yanlış yorumlandığını da hesaba
katarak Pre-Sokratlara göndermede bulunur. Yine de hem Koytak (hilkatin
büyük şiiri), hem de Heidegger dünyanın özünde bir şiiriyetin varolduğuna
inanırlar.
Koytak
şiirinde, söz/şiirle insan arasında ontolojik bir ilişki kurulur. Şairlerin
Tanrısı başlıklı şiirde Koytak, Tevrat’ta olduğu gibi Tanrının başlangıçta
sözü yarattığını yazar: “Tanrı, önce “söz olsun!”dedi/ve söz oldu.”52
Şiirin devamında şunlar anlatılır: Söz, her yere dal budak saldığı için
hakikate yer kalmaz. Bunun üzerine Tanrı da sözü budamaya başlar. Sözden açılan
boşluğun yerini de yarattığı yeni varlıklar alır. En sonundaysa insanı yaratır
ve insanla sözü bir birine katar: “ve insanla sözü birbirine kattı bu
ikisinden de şiir yarattı.
insan ve
söz,
balçık ve
logos,
kozmos
içinde kozmos,
kozmos
içinde kozmos... ”[529]
[530]
[531]
Burada, şiir
ve insan kozmos içinde kozmostur. Şiir/logos/söz ile insan/balçık arasında
kurulan bu ontolojik alaka onların aynı gözeden geldiklerini imler. Dolayısıyla
şiir ve insan arasında bir içiçelik, yekdiğerindelik söz konusudur.
Çünkü insan ve söz kozmos içinde kozmostur, iç içe geçmiş âlemler biçimindedirler.
Koytak, Şiire Yer Açmak başlıklı şiirde “bazen, içine insan üflenmiş
şiire,/bazen de, içine şiir üflenmiş insana...” yer açmak gerektiği
dizelerini yazarken de bu içeçeliği vurgular.[532]
Burada söz ve insan birlikte varolan ve yekdiğerini varkılan ontolojik bir
yakınlık içerisindedirler.
İnsanla söz
arasına konulan bu varoluşsal yakınlık, şiire mümtaz bir yer sağlar. Çünkü
şiir, sözün şahikasıdır. İnsana sözün asıl anlamını kavratması bakımından “şiir
sözü şaraba çevirme” sanatıdır.[533]
Peki, şiirin bu özelliğini sağlayan nedir? Şiirin sözü bu kadar güzel
mayalamasını sağlayan formül nasıl olmalıdır? Koytak, bunun cevabını jonglör
analojisiyle verir. Jonglör başlıklı şiirde, şiirin üç sacayağının duygu,
düşünce ve dilin bir jonglör gibi uyum ve ustalıkla havada döndürülmesi
gerektiğini yazar:
“‘JONGLÖR’
‘jonglör’
metaforunu
kullanmaya
doymuyor
güzel
sözlerin cini.
bugün de,
has şiirin,
bir yandan
duyguyu,
düşünceyi,
ve dili
üç anka
kuşu
yumurtasıymış
gibi
tek elde,
yere düşürmeden
uyum ve
ustalıkla havada
atıp
tutarken öyle,
bir yandan
da,
eskrim
yapmak
boşta kalan
eliyle,
yahut
orkestra yönetmek,
kargalara
taş atmak,
ağaçları
budamak,
çiçekleri
sulamak
yahut yârin
saçlarını
taramak
gibi bir şey
olduğunu
söylüyor.”[534]
Tamamını
buraya aldığımız metin, hem Koytak şiirinin anlaşılması hem de şiirin
bilişenlerini ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Şiirin temel-kurucu
öğeleri, duygu, düşünce ve dil üçlüsüdür. Koytak, şairin bir jonglör
gibi şiirin bu üç bileşenini (duygu, düşünce ve dil) hünerli bir biçimde,
herhangi birini yere düşürmeden mobilize etmesinden yanadır. Dolayısıyla, şiir,
bilginin mitostan logosa doğru linear bir gelişme doğrusu üzerinde
ilerlediğini düşünenlerin sandığı gibi, geçmişte kalmış mitik bir şey değildir.
Aksine düşüncenin, hele de poetik düşüncenin dairesel bir devinime sahip olduğu
kanaatini okurda hâsıl eder. Bu dairesel harekette duygu ve düşünce ayrımı
silikleşir. Bu bağlamda da şiiri mitik ve miadı dolmuş bir şey olarak gören
Hegelyen bir tavırdan ziyade Nietzscheci bir tavır söz konusudur. Felsefe
tarihinde de mutlak bilginin deneyimle mi, düşünceyle mi; yoksa hisle mi,
akılla mı elde edileceği konusunda tartışmalar mevcuttur. Ampiristlerle
rasyonalistler arasında uzun tartışmalar olmuştur. Kant ünlü, “Görüsüz
kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.” argümanıyla, eleştirel felsefeyle
birlikte bu iki uzlaşmaz alanı bir nevi birleştirerek devrimsel bir yaklaşım
getirir.[535] Dolayısıyla bilginin açığa
çıkmasında duyum ve kavramlar (aklın kalıpları) birbiri için elzem olan
şeylerdir. Aynı şeyi Koytak metni, Jonglör, için söz konusu edersek;
şiir üretimi, deneyim yahut hisler üzerinde dilsel bir uzamda düşünmeyi,
katlanmayı gerektirir. Şiir bir duygu, düşünce ve dil durumudur; daha doğrusu
her üçünün de iştirak ettiği bir edimdir. Dolayısıyla şiir, duygu ve düşüncenin
dilsel bir dairede devindiği bir uzayda peyda olur. Bu anlamda şiir bilgisi,
açığa çıkmak için, üç düzlemi de gereksinir. Şiir, şairin duygu, düşünce ve dili
bir jonglör maharetiyle devridaime sokabildiği bir düzlemde varolur. Nitekim,
şair, kendi metinlerini de bu minval üzere inşa eder. Deneyimlediği, gördüğü,
tahayyül ve tasavvur ettiği şeyleri daha çok düşünce ve dil maharetiyle poetik
bir forma sokar. Bu bakımdan, şairin şiirinde ve şiir teorisinde sezgi ve ilham
başat rol oynamaz. Bunların şiirde olmadığı söylenemez, fakat varlıkları,
oldukça sınırlı kalır. Koytak şiirinde, daha ziyade şiir üretmeye meyyal bir
bilincin yapıp ettiklerini, hissedip düşündüklerini sürgit şiire dönüştürmesi
durumu söz konusudur.
Her ne kadar
başat role sahip olmasa da, Koytak, şiirde ilhamı göz ardı etmez. Çünkü şiir,
salt örs ve çekiç (işleme) gücüyle olacak bir şey değildir, ilham geldiğinde
örs ve çekice (dil ve düşünce) gereksinim duyan bir tecrübe biçimidir:
“ÖRSLE
ÇEKİÇ ARASINDA
örsle çekiç
arasında duygularını
döve döve şiir yapabileceğini düşünüyorsan, aldanıyorsun.
Bununla birlikte, zincirini kırıp
uğramışsa sana dizginsiz bir esin,
yeni yetme bir şiir,
böyle bir mucizeyi de ancak yine örsle çekiç arasında döve
döve adam edebilirsin.”[536]
Bu anlamda,
şaire ilk kıvılcımı veren/ilk muharrik olarak, şiirin bileşenleri arasında,
esin de vardır. Şiir, duygulanımın kuru kuruya düşünce tarafından
biçimlendirilmesi değildir. Şiirde, ilhama da ihtiyaç vardır. Koytak, Çin
Şiiri Çin Hikâyesi başlıklı şiirde, Çinin Yu-Teng eyaletinde ilham kaynağı
kuruyan yaşlı şairlerin üç kaz yumurtası karşılığında afyonla yirmi saat
uyuttukları deliler, çocuklar ve âşıklardan bir gecelik rüya satın aldıklarını
yazar.[537] Rüya gördürülenlerin âşık,
deli ve çocuk olması, ilhamın hangi durumlarda daha mümbit olduğunu
çağrıştırması bakımından, manidardır. Öncelikle şiirde, ortalamanın üstünde bir
duyarlılık açığa çıktığı zaman örs ve çekiç devreye girer. “Dizginsiz bir
esin ve yeni yetme bir şiir” tek başına şiir, daha doğrusu
bünyesindeki şiiriyeti tekâmül ettirmiş bir metin anlamında şiir olmaya yetmez.
Bunun, çekiçle örs üzerinde dövülmesi ve tavını bulması lazımdır. Burada, ilham
bir tetikleyici amil olarak şairi uyardıktan sonra, şiir işçiliği devreye
girer. Platon, şairleri, yalnızca anlık esin/tutulmalar sonucu şiir söyleyen
mecnunlar olarak görüyordu. Nietzsche, büyük şairlerin aynı zamanda büyük
işçiler olduğunu söyleyerek Platon karşıtı bir görüş ileri sürer. Ahmet Haşim
de, yine, şiirin kaynağı belli olmayan bir gözeden uç verdiği kanaatindedir.
Ancak Koytak, ilhama Haşim kadar önem atfetmez ve yine şiirini şuuruna erdiği
sanatsal bir düzlemde kurar. Evet, şiirsel yaratımda ilham ilk muharriktir, fakat
ondan sonrası daha önemlidir. Burada, şiiri, Necip Fazıl gibi “üstün bir idrak
işi” olarak görme eğilimi baskındır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Koytak,
poetik üretimde şiirin elemanlarının bir jonglör maharetiyle dolaşımda
tutulması gerektiği kanaatindedir. Şair, şiiri meydana getiren unsurlara form
biçmekle şiirin resimlenmesini, varlığa açılmasını sağlar. Aksi hâlde, esin
sadece bir coşkunluk olarak kalır ki bu coşkunluk, Koytak’ın anlattığı hikâyede
olduğu gibi, deliler, çocuklar ve âşıklarda mebzul miktarda vardır. Ancak bu
ilham, cuşuhuruş onları şair kılmaz. Şair olabilmek için aklın/düşüncenin
çekicine, dilin örsüne ihtiyaç vardır. İlham ancak örsle çekiç (dil ve düşünce)
arasında bir zeminde, bilincin onu dilde biçimlendirmesi ve hissedilebilir hâle
getirmesiyle form kazanıp şiirleşir.
Şiirin
bilgiyle ilişkisi, bir hayli tartışılagelen bir konudur. Şiir bilgisi, sorunlu
bir alanı teşkil eder. Epistemolojinin kendisi dahi bilginin kaynağı ve doğru
bilgi bağlamında oldukça sorunlu ve problematik bir alandır. Doğru bilginin
kaynağı konusu, felsefede (epistemoloji) uzun tartışmalara zemin olmuştur.
Akılla, mantıksal formlarla doğrulaması yapılan kavramsal bilginin yanında
ortalama bir mantıkla doğrulanmayan şiir bilgisi, düşünce tarihinde oldukça geri
planda kalmıştır. Fakat son tahlilde, şiir de bir varlığı görme biçimidir,
kendine özgü bir bilgisi vardır. Bu bilgi türü ve biçimi üzerinde, daha önce de
gördüğümüz gibi, tarih boyunca birçok kişi düşünmüştür. Söz gelimi İsmet Özel,
şiir bilgisinin, bilimin ürettiği bilgiyi yıkan bir bilgi olduğunu söyler.
Cahit Koytak içinse şiir sanatı, varlığı bir görme biçimidir:
“Anlı şanlı
şiir sanatıyım ben,
Bakma
sanatıyım, görme sanatıyım,”[538]
[539]
Şiir bir
varlığa bakma ve varlığı görme biçimidir. Klasik gelenekte varlığı üç görme
biçimi vardır: ilme ’l-yakîn, ayne ’l-yakîn, hakke ’l-yakîn. Şiir
bunlardan ilme ’l- yakîni aşan, aşındıran bir görme potansiyeline imkân
tanır. Koytak, Şiir & Bilgi başlıklı şiirine, akıl bilgisine bir
eleştiriyle başlar. Modern dünyada modern aklın yıkıcılığına sıkça getirilen
bir eleştiridir bu. Metinde, şiirin bilgiye getirdiği, kattığı dirimden söz
edilir:
“ama şiir,
bilginin kuru kemiklerinden
geyikler
yapar, karacalar yapar,
ince belli
tazılar yapar;
atlar yapar
ve atların sırtında
yufka
yürekli avcılar,
borazancılar
Bu dizeler,
yine şiirin başlangıcında yer aldığı gibi, modern bilgiye karşı getirilmiş bir
argümanı barındırır. Şiire romantik bir yaklaşım söz konusudur. Şiirin hayata
kattığı dirim, modern dünyada yıkıcı akla karşı insanlığa bir alternatif
sunacaktır. Burada, Heidegger’in modernizm ve teknolojinin ürettiği yoksunluğa
karşı sanat ve şiiri bir panzehir olarak gördüğünü ve önerdiğini hatırlatmakta
da fayda vardır.
Şiir, sahih
bir görme biçemine sahip olmak için, rutinleşmiş ve hakikati perdeleyen
gerçekliği, bir “simulakr” hâline gelmiş dünyayı aşmak zorundadır. Tanrı çömezi
(halife) olan şair, varlığı verili olanın üstünde ve dışında görme yetisini
kazanmak için gönüllü bir körlüğü benimser. Bu körlük, verili olan dünyaya
karşıdır. Bir tür “simülasyon”a dönüşen dünyaya kör ve duyarsız kalmak şiire
olağanüstü bir görme yetisi, bakışlarını asla tevcih etme imkânı kazandırır:
“ÇÖMEZİN
NOTLARI
şiire
duyduğum bağımlılık
dünyaya kör
olmama yol açtı.
ama şiire
gösterdiğim bağımlılık,
taşların
altını, kuyuların dibini,
kitapların
özünü,
insanların
içini
görmeyi
öğretti bana.”[540]
Bu görü
keskinliği varlığın tezahürüne, Heideggerci anlamda, nesnelerin ne iseler o
olarak görünüre çıkmasına yönelik bir imkâna sahiptir. Burada, dil, henüz
devreye girmemiştir. Sadece temaşa edebilme, varlığı ayne ’l-yakîn
görebilme kabiliyetine vurgu yapılmaktadır. Yücel Kayıran, şiirin varlığı
görebilme yeteneğinin altını özellikle çizer. Akıl, ruhtan yalıtışmış başlı
başına bir işlem görme aygıtı değil, fakat ontolojik olarak ruhla birlikte
varolan ve bu haliyle de şiirde “gelip geçici olanın gerisindeki hakikati
görebilme, varlığı ve oluşu hissetme yetisidir.”[541] Dolayısıyla, bu,
varlığı bihakkın görebilme yetisi, varlığa konturlar biçer. Günlük rutinler
içinde perdelenen, üstü örtülen varlık, şiirin keskin görüsü altında yeniden
varlığa/açığa çıkar. Bu hâliyle şiir, insanı hakikat ve varlıkla yeniden yüz
yüze, karşı karşıya getirir.
Şiir, Koytak
külliyatında, modern ve aydınlanmacı akla karşı çıkan Sürrealist ve Dadaist
akımlarda olduğu gibi, aşırı bir bilinçaltı patlaması değildir. Elbette, şiirin
kaynağında bilinçaltı kanalları vardır. Koytak’a göre, bilinçaltı dahi bilinçle
birlikte vardır; şiir için ise bilinçaltından bilince doğru yollar, kanallar
vardır:
“Ve bir
köstebek gibi,
Tüneller,
tüneller kaza kaza
Bilincin
altından vurup
Üstüne
çıkmak
Gerekebilir.”5
40
Bilinçaltının
insan üzerindeki etkisi ancak modern psikolojiyle birlikte kabul gören ve
günümüzde de yaygınlaşan bir olgudur. Bilinçaltı, aydınlanmacı aklın
repertuarında pek yoktur. Bilinçaltı, tahayyülle birlikte sahih bilgi üretmez
gerekçesiyle bilimin gündeminden çıkarılıp sanatın alanına hasredilmiştir, daha
doğrusu hapsedilmiştir. Bu tavra karşı, aşırı bilinçaltıcı edebiyat ve sanat
hareketleri olmuştur. Koytak, bunların ikisine de dâhil edilemez. Evet,
bilinçaltı vardır, şiirin kaynağındadır, kaynaklarındandır; fakat asla tek
başına değildir. Bu anlamda şiir, bilinçaltından bilince doğru baş uzatan
tecrübeyi de imler; aynı zamanda bilinç ve bilinçaltıyla metin yüzeyinde bir
anlam ve bilgi üreterek varolan ve varkılan bir edimdir. Şiir hem
bizatihi kendisi varolurken, hem de bize kendine mahsus bilgisiyle
hayatta nelerin mümkün olabileceğini ima ederek hakikatin başka bir
perspektiften varkılınmasına alan açar.
Şiir,
yalnızlık anlarında, inzivada, içsel bir temaşa hâlinde yapılan bir şeydir. Bu
inzivaya kapanma, temaşa, tahayyül ve tefekkürü barındırır. Kalk Yürü
isimli şiirde, Koytak,
“Yalnızlığı
alıyorum,
Çene kemiğine timsahın;
Ve ona
hayal gücünün
Gözlerini
takıyorum,
Zekânın
dişlerini ”
dizeleriyle
münzeviliği hayal gücünün gözleri, zekanın dişleriyle mücehhez kıldığını
söyler. Yalnızlık (inziva), şiir üretmek için, hayal gücünün gözleri ve zekânın
dişleriyle donatılır. Hayal gücü görür, zekâ dişlemek suretiyle yontar,
biçimlendirir. “Ve ona düşüncenin/Parmak uçlarını takıyorum,/Bilinmeyenin
ürkekliğini,/Ve merakın cüretini...”52 dizeleriyle devam eden
metinde, merakın verdiği cüretle bilinmeyenin ürkekliğine düşüncenin parmak uçlarıyla
temas etme eğilimi vardır. Yalnızlığın, temaşanın bu ambiyansı içinde bireyin
kendi başına kalmışlığı ve içine dönüşüyle hem Nietzscheci anlamda her insanın
kendi şiirini yazması durumu, hem de şiir üretmeye ortam yaratacak koşulların
varlığı söz konusudur. İnsan merakı, bilinmezliğin ürkekliğini parmak uçlarında
zekâ olduğu hâlde yoklar. Poetik düşünce, bu anlamda, yedeğinde tahayyülün
görüsü ve düşüncenin parmak uçları (yoklama kabiliyeti) olduğu hâlde, insan
merakının meçhule doğru bir tür ileri atılışıdır.
Koytak için,
hakikati sunması açısından şiirin önemi oldukça fazladır. Şiir, insanî bir
edimdir. İnsan tahayyül ve düşüncesi de evreni ihata edebilecek kapasitedir. Şiir,
Matematik, Felsefe başlıklı şiirde, şair, insanın evrende çölde bir kum
mesabesinde olduğunu; ancak tahayyül gücüyle de kâinatı kat be kat
aşabileceğini söyler. “Çünkü tasarlayan
zihin/tasarlayabildiği/herşeyden/daha büyüktür.”54 Burada,
tasavvufî düşüncenin insanı mikro âlem (micro cosmos) olarak varsayıp ondaki
zenginliğin altını çizmesi düşüncesi de vardır. Kâinatı kapsayacak kadar
potansiyele sahip insandan sadır olacak şiir de, o oranda büyük olacaktır:
halde bir
tek düşünce,
bir tek
yeni düşünce,
bir tek
özgün dize,
dizede
yerini bulmuş
bir tek
kelime
bütün bir
dilden,
bütün bir
evrenden,
Modern
dilbilimde dille (lisan/language) sözün (lafız/parola) aynı şey olmadığı,
bilhassa Ferdinand de Saussure’ün çalışmalarında, vurgulanmıştır. Bu keşif,
edebiyat incelemeleri ve dile bakışta oldukça verimli getiriler sağlamıştır. Bu
açıdan bakıldığında, dilin kurumsallaşan yapısının düşünceyi zamanla
statikleştirdiği, hatta dogmatikleştirdiği söylenebilir. Burada, şiirin
dolayımı aşan söz (parola) söyleme kabiliyeti, verili dilin (language)
sınırlarını aşındırıp yeni bir uygunluk meydana getirir. Kant, şiirin, aklı
aşan ideleri hissedilebilir kılması bakımından kavramsal akla önaçtığını
söylerken, bir anlamda şiirdeki bu kuşatıcılığı, dilin sınırlarını aşan doğayı
imler; ancak nihayet Kant’ta şiirin yeri bellidir. Koytak, Balmumundan
Düşünceler isimli metinde;
“Akla ve
bilgiye sezginin
Yedi fersah
pabuçlarını,
Hayal
gücünün kanatlarını bahşeden
Şiirler
yazabilirsiniz. ”[544]
diyerek,
şiirin akla ve bilgiye, sezgi ve hayal gücünü eklemleyebileceğini söyler.
Kant’a göre de şiirin muhayyileyi kullanarak duyuları aşan şeylere hissedilir
bir ifade vermesi, zihne bir canlılık katar, onu duyuları aşan şeylere karşı
uyanık tutar. Dolaysıyla, hem sezginin spontane ve sıçramalı doğası, hem de
tahayyülün zihne görü kazandırması, şiirin akla ve bilgiye katacağı
verimlerindendir. Bu anlamda, şiirin bir bilgisi olduğu gündeme gelir. Şiire bu
açıdan, şiirin bir bilgisi olduğu bağlamında, asıl kıymet biçenler, hiç
kuşkusuz Alman Romantikleridir. Onlar için sanat, sonsuz olanın sonlu olanda
tezahürüdür. Şiir de, bu görünümün en eksiksiz biçimde açığa çıktığı
sanatsal zemindir. Böylelikle, sonsuz olan (namütenahi), bize kendi
sonsuzluğunu bir sonluda (mütenahi) göstererek tam anlamıyla idrak
edilemeyeceğini de gösterir. Şiir, bir nevi, sonsuz olanın namütenahiliğini
göstererek insanın anlama sınırlarını imler. Bizi, sonsuz ve hakikatle yüz yüze
gelebileceğimiz, en azından ondaki nihayetsizlik karşısında sınırlarımızı tayin
edebileceğimiz, bir düzleme taşır. Bu anlamda şiir sonsuz içinde, Deleuze’de
kaos, sonlu ve poetik bir düzlem çatar/kurar. Başka bir değişle de sanat,
“kozmosla aramızdaki duvarı tıklatır.”[545] Şimdi, Dudakta
Bekletilen Şarkılar isimli eserindeki Günlük başlıklı metne
bakarsak, Koytak’la Romantikler arasındaki benzerliği daha sarih bir biçimde
görebiliriz:
“beni en şaşırtan, ey Büyük Usta, Allah’ım
şairin zihninde yarattığı bir tek kıvılcımla,
kaosu her yönde, göz açıp kapayıncaya kadar
kateden o mucizevi arkla,
birbirinden habersiz, birbiriyle uyumsuz sonsuz sayıdaki
parçayı, bir anda, -birleşme yerleri, gemi kaynağıyla dikilmiş, kalafatlanmış
olarak hem de-
sonlu bir bütünde bir araya getirmek....” [546]
Bu şekilde
devam eden metinde şiir, sonsuz parçaların, kaosun sonlu bir bütünlük hâlinde
kozmosa dönüştüğü bir düzlemdir. Hatırlarsak Hegel, her ne kadar şiiri
felsefenin sınırlarında terk etse de, şiiri sanatlar arasında tinin en
olgun hâlinin tecessüm ettiği bir zemin olarak görür. Dahası Romantikler tinin
en olgun biçimde sanatta olacağını, sanatlar arasında da şiirde belirebileceğini
iddia ederler. Sonsuz olan tin, hiçbir zaman bihakkın temaşa edilemez,
fakat en temaşa edilebilir olgunluğa da şiirde erişir. Buraya alıntıladığımız
dizeler de bu düşüncelerle paralellik gösterir. Hakikatin sürekli bir
devridaimle değişim ve dönüşüm hâlinde olduğunu ve bunun da hiçbir zaman tam
anlamıyla ihata edilemeyeceğini, fakat buna karşın şiirin insana hakikati
göstermeye yönelik bir bakış ve görü kazandırdığını da Koytak külliyatında
okumak mümkündür.
Şiirin
sıçramalı büyük açılımlarını Hölderlin’in Heidegger üzerindeki etkisinde de
gözlemlemek mümkündür. Heidegger’in hem düşünce hem de estetik anlayışında
Hölderlin’den ödünç aldığı beş kılavuz sözün etkisi açıktır. Yine birçok
filozofun aforizmatik üslûbu benimsemeleri, bilhassa Nietzsche, şiirdeki bu
geniş açığa çıkarma potansiyeliyle doğrudan ilgilidir. Şiirde açığa çıkacak
böylesi bir söz cürufattan arınır, varlığa ve şeylere yeni bir soluk getirir.
Birçok Koytak metninde, şiirin varlığın nefes alıp verebildiği bir düzlem
olarak işaret edildiğini görmek mümkündür.
Koytak
şiirinde tasavvufun etkisi de vardır. Alman Romantiklerine göre şiir sonsuzun
(tin) sonluda tezahür ettiği bir zeminidir. Buradaysa, benzer şeyin tersi yönde
tezahürü söz konusudur. Koytak, Sol Elle Yazılanlar isimli metinde,
tasavvuf literatüründe seyr-i uruç da denilen, bir yükselişle yükselerek
bütünlükle bir olmadan söz eder:
“deha eseri
şiir,
belki bir
anlığına,
halka
halka, iç içe
bütün
zamanları aşarak
zamansız ve
mekânsız bütüne
sıçrama
imkânını
ve bütünde
yok olma erincini
bahşedebilir
bize...”[547]
Alman
Romantikleri duyuları aşan mutlak tinin sonluda tezahür ettiğini
söylerken, onun asla tam anlamıyla görülemeyeceğini, ancak namütenahi olduğunun
böylesi mütenahi zeminler aracılığıyla anlaşılabileceğini iddia etmişlerdir.
Koytak, yukarıya alıntıladığımız parçada, seyr-i uruç kavramına
göndermede bulunur. Buna göre deha eseri olan şiir, anlık sıçramalarla zaman ve
mekândan azade kalarak, bütüne ilişme erincini insana bahşedebilir.
İnsanın dünyevî nakisalardan, bütünle arasındaki cürufattan (masiva) kurtularak
bütüne erişmesi tasavvuf literatüründe fenafillahtır. İnsan seyr-i
nüzul ile Tanrıdan yeryüzüne, çokluklar âlemine (kesret) inmiştir; sery-i
uruç ile tekrar bütünlüğe ulaşmak ister. Tasavvufta insanın dünyevî olandan
(masivallah) sıyrılıp, ilahî olana kavuşma, onda yok olması (fenafillah) isteği
de seyr-i sülük denilen bir yol takibiyle mümkündür. Ancak tasavvufta seyr-i
süluk bir rehber (mürşid, şeyh) kılavuzluğunda yapılırken, Koytak
külliyatında bunu şiir yapar. Asıl sanatkâr olarak Tanrıyı gören Koytak için
sahici şiir: “’ol!’ emrinin Tanrıya/geri dönüşüdür."54 Dolayısıyla
şiirin insanı bütüne eriştirmesi, onun sahih olmasıyla alâkalıdır. Burada,
vahdet-i vücud düşüncesi de söz konusudur. Koytak, varlığın birliğini ima eder.
Şiir de insanın bu birliğe erişmesine, ürettiği bilgi ve açığa çıkardığı
hakikat açısından, hizmet eder.[548] [549]
Edebî Gezgin başlıklı şiirde, Koytak, şiirin gökçe bir gezgin olduğunu,
yeryüzüne inip gezdiğini ve yeniden göğe çekildiğini söyler:
“EDEBÎ GEZGİN
Bir gün denecek ki,
Şiir, gökçe bir gezgindi,
yeryüzüne indi,
insanların arasında
gönülden gönüle,
dudaktan dudağa gezdi dolaştı,
söyleyeceğini söyledi,
dinleyeceğini dinledi
ve geldiği yere
göğün yedinci katına
geri döndü."[550]
Bu metinde de
şiirin bir iniş ve çıkış süreci, bütünden/asıldan kopma ve yeniden
bütüne/aslına dönmesi, söz konusudur. Burada, bir de şiir göğe çekildi esprisi
söz konusudur. Şair, genellikle günümüzde şiirin gayrisahihliği ve şiir diye
yazılan şeylerin niteliksizliğine de göndermede bulunur. Şiirin göksel (ilahî)
olması durumuna da ima vardır. Şiir, sürgit aslına yani ilahî kaynağa doğru bir
kendini bulma arayışı içerisindedir. Şiirde, İslâmî ve tasavvufî düşüncenin
etkilerini okumak mümkündür. İnsan, sılasından, Tanrı katından, dünyaya
gönderilerek ondan ayrı düşmüş ve vuslat arayan bir varlıktır. İnsanla
ontolojik akrabalığı olan bir varlık olarak şiir de aynı minval üzeredir.
Nietzsche,
şiirin, insan için hayatı tahammül edilebilir kıldığını söyler, Schiller’se
hayatın bir oyun olduğunu. Schiller, estetik üzerine yazdığı mektuplarda oyun
kavramından bahseder ve “insan, kelimenin tam anlamıyla ancak insan olduğu
zaman oynar ve ancak oynadığı zaman tam bir insan olur." der.[551] Koytak, bir dizesinde “Ölümü
oyuna çeviren şiir..." der. Bu açıdan şiir, insanı daha da
özgürleştiren ve insanîleştiren bir oyun imkânı sağlar. Koytak külliyatında
oyun, oyun
kişileri
ifadesi oldukça sık geçer, buna benzer başlıkları (Oyun, Oyunların Başı ve
Sonu, Oyunlara Dönüş) taşıyan birçok şiir vardır. Bunlar şairin
külliyatındaki oyun kişileridir. Şiir, bize, dünya ve ölüm karşısında bir oyun
alanı ve imkânı sağlar. Schiller, oyun kuramında şekil içtepisi ile maddeye
bağlı içtepi arasında bir de oyun içtepisi de denebilecek üçüncü bir
içgüdünün olduğunu söyler. Biri sürekliliği, ahengi, ölçüyü (şekil içtepisi);
diğeri de değişimi ve deneyimi (maddeye bağlı içtepi) hedefleyen bu iki
içgüdünün birbirine kast etmemesi ve birlikte idameleri için oyun şarttır. Bu
iki içtepi birbirini tamamlar: Şekilsiz madde olmaz, maddesiz şekil. “Değişiklik
değişmezliği, sınırlı gerçek ise sınırsızlığı ister.” Herhangi bir içtepi
tek başına çalışırsa, insan doğası nakıs kalmış olur. Bu içtepilerin her
ikisinin bir araya gelmesiyle oyun, güzel, meydana gelir; böylelikle hayat fikirle
fikir de hayatla hafifler. Oyun tek başına ne hayat, ne de şekildir; canlı
şekil, yani güzelliktir.[552] Oyun özgür irade sonucu
meydana gelen güzelliktir, yani sanattır. Böylelikle Schiller’de sanat,
Koytak’ta şiir, insanın kendi içinden fışkırdığı bir oyun alanıdır da. Bireyin
içinden fışkıran oyunsuluğuyla şiir, Koytak kişileri için bir oyun alanıdır.
Koytak külliyatının oyun kişileriyse oyun alanının en özgür figürleri olan
sanatçılardır. Oyun kişileri, özgür bir vasat yaratarak Schillerci anlamda bir
oyun düzlemi ve özgür bir alan oluşturup insanın orada hürriyetini idrak
etmesini sağlarlar. Bu bağlamda şiir, insanın özgürlüğünü idrak edebildiği bir
oyun ve oyun düzlemi kurar. Burada bir parantez açıp Schiller’in yaklaşımında,
Romantiklerde olduğu gibi, sanatın, hakikatin en tekâmül etmiş hâli olarak
görüldüğü için dini perdelediğini; ancak aynı şeyin Koytak için söz konusu
olmadığını söylemek gerekir. Koytak metinlerinde hayatı yaşanabilir kılan
şeylerden biri de, dindir. Schiller, sanatı insanın özgür bir edimi olarak
görürken, ondaki amaçsızlığı ve oyunsuluğu vurgular. Koytak için de şiir,
özgürlükten başka yasası olmayan bir krallıktır:
“Şiirse bir
krallık!
ıssız bir
imparatorluk,
özgürlükten
başka yasası olmayan...”[553]
Bu özgür yasa,
hayatın, insan için anlamlandırılabilir ve tahammül edilebilir olmasına katkı
sağlar. Nitekim, şiir, insanlığın en başından beri bir oyunsuluğu da bünyesinde
taşımıştır. Bilhassa ilkel dönemlerde şiirdeki oyunsal öz oldukça belirgindir.
Şiir, burada, estetik bir ögeye indirilip işlevsizleştirilmez. Şiir, estetik
obje olmanın dışında, yarattığı oyun alanıyla zihnin ortalama mantığından daha
farklı bağlar kurar. Johan Huizinga, insanla oyun arasındaki ilişkiyi anlattığı
Homo Ludens isimli kitabında, şiirsel yaratmada zihinsel bir oyunun
mevcut olduğunun altını çizer:
“Poiesis
zihinsel bir oyundur. Zihnin oyunsal bir mekânında zihnin kendine yarattığı
özgür bir evrende, şeylerin ‘gündelik hayat’takinden farklı bir görünüme
büründükleri ve mantık bağlarından farklı bağlarla birbirine bağlandıkları bir
alanda yer almaktadır. Eğer ciddiyet, sadece aklı başında hayat terimleri
içinde ifade edilen şey olarak kavranırsa, şiir bu durumda asla tamamen ciddi
olamaz.”[554]
Koytak
şiirini, içerdiği oyunsuluk bakımından, kadim şiirle yan yana koymak
gerekir. İnsanı ve kültürü yapan üç ana kaynak: şiir, din ve felsefe bu kadim
anlayışta iç içedir. Hiçbiri bugünkü anlamlarıyla sınırlandırılmamıştır. Koytak
için de şiir, asla estetik bir obje ya da edim değildir. Şiir, bizzat hayatın
içinde olan ve hayatla olan bir şeydir. Bu bağlamda, şairin şiirle idame-i
hayat etmesi gerekir. Koytak şiirde maharet sahibi olmak için, altı yedi saat
uyku dışında bütün vaktini ona hasretmek, onunla yaşamak gerektiği
kanaatindedir.[555] [556]
Şiire hayat vermek için onunla hayat sürmek gerekir. Nitekim İsmet Özel, şiir
benim için bir varoluştur; varoluş alanıdır mealinde sözler söyler. Şiirin
sahip olduğu insanla ontolojik komşuluk, onun estetik bir alan olarak
sınırlandırılmasına karşı durur. Şairlerin ve Yoksulların Kitabı II
kitabına aldığı bir mektupta (Yaşlı Bir Şairden Şair Bayana) Koytak,
şiir sadece “bir güzel sözler demeti değil’f...) “bir güzel şeyler uzayıdır”551
derken, yine hem Schiller’in oyun kuramı bağlamında, şiirin bir özgür alan
olarak güzellik uzayı olduğunu ve sadece estetik bir şey olarak
görülemeyeceğini yazar:
“o zaman şiir, belki sadece bir ‘güzel sözler demeti’
değil,
fakat aynı zamanda, burçlarıyla, yıldizeleriarıyla, ayları
ve güneşleriyle; melekleri ve şeytanları ve girecek bir beden bulamayan serseri
ve huzursuz ruhuyla, bir ‘güzel şeyler ’ uzayıdır da.”[557]
Şiirdeki özgür
alan, oyunsuluğuyla, dinî ritüellere ve felsefî düşünceye önaçar. Francis
Bacon, “Şiir, felsefi bir doktrinin düşü gibidir” der.[558] Moıssej Kagan, iptidaî
insanlıkta, sanatın dinden mukaddem olduğunu söyleyerek dinî ritüelleri
biçimlendirdiğini söyler. Şiirin özgür muhayyileye dayanan doğasıyla kavramsal
aklı genişlettiğini söyleyen filozoflar -Kant mesela- olmuştur. Bu anlamda da
şiir çağını aşabilir, geleceğe dair öngörüler ihtiva edebilir. Koytak, büyük
şiirin uygarlığın asırlarca önünde gezinmeyi tahayyül edebildiğini yazar. Büyük
Şiir başlıklı şiirinde;
“büyük
şiir, uygarlığın bir yüzyıl, belki üç, belki beş yüzyıl sonraki yıkıntılarında
dolaşmayı hayal edebilen bir kurttur, yalnız bir kurt... ”[559] diyen
şair, şiirdeki geleceğe dönük hayal edebilme isteği ve yetisine göndermede
bulunur. Bu anlamda şiir, felsefe ve bilimde olduğu gibi, geleceğe dönük
tasavvurları olan bir etkinliktir de.
Aydınlanmacılara
göre insan dünyanın bütün gizemlerini çözecek, bilim bunu sağlayarak ideal
olanı sunacaktır. Fakat beklendiği gibi olmaz. Bütün bilimsel ilerlemelere
rağmen, insanlığın bilinen erken dönemlerinden itibaren sorulan şeyler hâlâ
gizem ve güncelliğini korumaktır. Koytak’a göre şiir, böyle bir iddiada
değildir. Aksine insanların tecessüsünü, açlığını arttırır. “iyi şiir insanı
asla doyurmaz” dizesinde, şiirin tecessüsümüzü beslediği anlamını da
çıkartmak mümkün görünmektedir.[560] Şiirin böylesi bir rolle
karşımıza çıkması, onun doğasında taşıdığı insanla ontolojik akrabalığından,
varlığımıza eklemlenmesi özelliğinden ileri gelir. Koytak, hiçbir zaman, şiirin
varlığı açığa çıkaran yegâne şey olduğunu söylemez. Zira hakikatin sürekli
devingen olması, varlığın da değişime tabi olması bunu mümkün kılmaz. Kaldı ki
dil, âlemin bir parçasıdır ve dilin âlemi birebir, tam anlamıyla ifşa etmesi de
olasılık dışıdır. Dil, Bütün Biçimleriyle.. başlıklı şiirde Koytak, bu
konuyu, dil ve şiirin varlığı ifşa konusunu işler ve şunları yazar;
“öyleyse, yeni bir şiirin, en az olduğu şey, bize ilişkin
yeni bir açıklama, yeni bir betimleme, yeni bir keşif olmasıdır.”[561]
[562]
Şiir, bu dizelerde, insanın kendini keşfi ve varlığa açtığı bir
uzamdır. İnsana dair yeni şeylerin olduğu bir zemin olarak, şiir, acaba “varlığımıza
eklenen yeni bir uzuv/yeni bir göz, yeni bir kulak, yeni bir deri midir?”562
Alında, Koytak’a göre, bu sorunun cevabı bellidir: Şiir, insanın varlığına
eklemlenen bir etkinlik/şeydir. Şairin metinlerinde, şiirin varlığımıza
eklemlendiği ima edilir:
“şiir de
öyle, çıktığı kaynağın, hayatın, insanın
ya da
zihnin bir uzantısıdır,
onların
bire bir ifadesi olamaz.”[563]
Şiir, bu
dizelere göre, bir ifade aracı değildir, bizzat insan ve insanî şeylerin bir
uzantısıdır. Dolayısıyla şiirle insan/varlık arasında, doğrudan doğruya,
ontolojik bir akrabalık teessüs edilir. Şiir, pragmatik bir nesneleştirme ve
araçsallaştırma da değildir. Herkesi hiç kimse kılan alelade bir iletişim
vasıtası ve vasatı hiç değildir. Şiir, bizzat kendisi olan bir şeydir. Bu
açıdan varlığı kendinden menkuldür, başka bir şeye muhtaç değildir. Koytak, Şiir
Bizatihi Bir Şeydir isimli şiirinde, şiirin varlık sebebinin başka bir şeye
muhtaç olmadığını, dolayısıyla bir iletişim kanalına indirgenemeyeceğini
vurgular: “Şiir bizatihi bir şeydir,/bir şeyin ifadesi değil,”[564]
Tıpkı, artık dilin sadece bir iletişim aracı olarak görülmediği gibi şiir de
yalnızca bir ifade biçimi ya da aracı olarak görülmez. Şiirin başka bir şeye
ihtiyaç duymaması, ona bir serbestiyet verir. Platon, bu başına buyrukluğu
gerekçe göstererek her şeye burnunu sokan sanata/şiire, ideal düzeninde yer
vermek istemez. Platon için yegâne bilgi kaynağı, logostur.[565]
Cezbeye kapılma sonucu hâsıl olan muhayyel, diyalektik olmayan bilgi olsa olsa
sahtelikleri, kopyaları çoğaltır. Cahit Koytak, Şiir Sanatı başlıklı
şiirinin ilk bölümünde, Platon’da olduğu gibi, şiir sanatının “her şeye burnunu
sok”tuğuna yer veren dizeler yazar. Ancak, çıkarım Platon gibi olmaz:
“uzun
burnunu her şeye sokuyor
ve sinek
kanatlarıyla, hayal gücünün,
her engeli
aşabileceğini,
her kılığa
girebileceğini;
dokunaklı
sesiyle de
her gönlün
kapısını açabileceğini,
her akla
sığabileceğini sanıyor, şiir.”[566]
Hayal gücünün
sinek kanatlarına benzetilmesi, sinek kanadının ne kadar hızlı uçuşa imkân
tanıdığına atfen, hayalin enginsizliğini imler. Şiir hem her şeye müdahil
olması, hem de tahayyül gücünün süratiyle verili olanı mütemadiyen aşmasıyla
her kılığa ve akla girebileceği iddiasındadır. Platon, ki bu dizelerde Platon’a
bir göndermenin olduğu anlaşılıyor, her kılığa girebilen şairi hünerlerinden
dolayı kutladıktan sonra, ideal düzende yeri olmadığını söyleyerek sürer. Ancak
bu, Koytak şiirinde böyle olmaz. Her ne kadar üstüne vazife olmasa da, kimse
bunu talep etmese de, şiir insanı içine doğru yöneltir:
“kaçırmak
için sizi ruhunuzun ta diplerine,
kendi
şiirinizin sizi beklediği yere! ”[567]
Platon, şiir
ancak silik fenomenleri verebilir, insanın akla hitap etmeyen yanlarını uyarır
diyordu. Koytak’taysa şiir bizzat insanı kendi realitesiyle, ruhuyla ve
varoluşuyla yüzleştirir; hem de ondan hiç de böyle bir talepte bulunulmamasına
rağmen. Böyle olması da şiiri “sinameki” kılar. Titan ya da Güç
istemi Olarak Şiir başlıklı metin, “Önce gözlerini ver bana, sonra da
her şeyini, ey okur!” dizesiyle başlar.[568]
İnsan, okur, kendini şiire teslim ettikten sonra iç dünyasına kapı
aralar. Şiir, bu anlamda, varlığı bir görme ve gösterme biçimidir. Şiirin
görüsüne sığınacak biri, elbette, varlığı ve kendini yeni bir görme biçimiyle
deneyimleyecektir. En önemlisiyse, rutin düşünce/dil/hayatın kendisini sürekli
alıkoyduğu, kendi şiirine ilişecek ve kendi şiirini yazacaktır. Hayatı, bir
şiiriyet/şiirleme olarak tecrübe ve idrak edebilecektir. Hölderlin’in deyişiyle
“bu dünyada şairine mukim yaşa”yacaktır.
Koytak,
metinlerinde, şiir tanımları vermez; daha ziyada şiiri anlatmaya, tarif etmeye
çalışır. Cazın ve Şiirin Kıyıları başlıklı şiirde, VII. bölümde, “Zekâ
caza ve şiire güç verir,/Ama cazı ve şiiri tanımlamaz.” dizeleriyle şiirin
tanım tanımazlığı ve zekânın her ne kadar şiire güç verse dahi şiire bir tanım
getiremeye kadir olmayacağı söylenir.[569]
Dolayısıyla Koytak, şiiri tanımlamaya girmez, fakat daha çok tarif eder.
Bu bağlamda, şairin külliyatında, şiir üzerine odaklanan oldukça fazla metin
vardır. Hatta, bazı metinler tamamen şiiri anlatmaya yöneliktir. Nereye
Ekersen Ek, Biter... başlıklı şiir, yine şiir üzerine refleksiyonda
bulunmamızı sağlayan mısralarla örülmüştür. Bu şiirde, şair sorular sorar.
“şiir hayatın aynası mıdır?” gibi bir soruyla başlayan metin, şiirin ne
olduğuna yönelik sorular sorarak okurda bir anlam uyandırmaya, açığa çıkartmaya
çalışır:
“kökü göğün
dibinde,
dalları
yere doğru saçılmış
baş aşağı yaşayan, baş aşağı düşünen, baş aşağı konuşan,
baş aşağı gömülen bir ağaç mıdır şiir?”[570]
Bu ünitede
sorulan sorular, öncelikle, şiirin bir “baş aşağı” olma durumuyla ilgili
olmasını yani normalin dışında bir doğaya, mantığa ve işleyişe sahip olmasını
imler. Dolayısıyla, şiir, baş aşağı yaşayarak farklı bir deneyimde bulunur; baş
aşağı düşünerek farklı bir mantık işletir; baş aşağı konuşarak farklı bir
söylem biçimini tecrübe eder. Bu anlamda şiirin baş aşağı olması, ondaki
klasik kalıplara gelmeyen, uymayan doğayı gösterir. Bilindiği üzere İslâm
medeniyetinde, kökü gökte dalları yerde olan Tuba ağacının varlığına inanılır.
Müslümanlarca cennette olduğuna inanılan Tuba ağacı, bitimsiz yemişleriyle
uçsuz bucaksız bir ağaçtır; bir nevi hayat ağacıdır. Ağaç metaforu, diğer ilahî
dinler çevresinde gelişen söylencelerde de mevcuttur. Bu eğretileme, şiiri bir
hayat ağacı mertebesine yerleştirir. Şiir, kendine haslığı ve bitimsiz
verimleriyle insana hayatı sunar. Okuyucuya isimli uzun şiirin III.
bölümünde de “Şiirin koltuk altlarına/Kocaman kanatlar sakladığı
doğrudur/Kolay yürüyemez toprakta” diyerek, ondaki kapsayıcılığı ve
devasalığa göndermede bulunur.[571] [572]
Nereye Ekersen Ek, Biter... şiirinin son bölümünde, Koytak’ın şiire
biçtiği rolü daha da sarih kılan şu dizeleri görürüz:
“bir ağaç
ki, sen ona
çıkmaya
başlıyorsun,
sen onu
çözmeye başlıyorsun,
bir de
bakıyorsun ki,
seni ve senin içinden geçenleri almış, yaprağa, çiçeğe,
meyveye dönüştürmüş, rüzgara savurmuş, f’573
kurda kuşa dağıtmış. ”
Heidegger,
sanatın toprağı dünya eylediğinden bahseder. Burada da şiir balçıktan yaratılan
insanı tabiat sahibi kılar, ondan verimler hâsıl olmasını sağlar. Şiir, bu açıdan,
insan için bir neşvünema bulma uzamıdır. İnsan şiiri çözmeye çalışıp onun
doğasında deveran ederken aslında bizzat kendisinin inkişafını, açığa çıkmasını
gerçekleştirir. Bu hâliyle, şiir, bir varlığa açılma ve çıkma düzlemidir. Öz
varoluştan önce gelir, şiir de bu öze varlık kazandırır. Tanrının insana
bahşettiği ya da tabiatta mündemiç olan öz böylelikle poetik bir zeminde
şiirsel olarak açığa çıkar, varlık kazanır. Varlık kazandırmak, Heideggerci
anlamda, bir açığa çıkma ve varlığın örtüsünün açılması ve gizinden
kurtulmasıdır.
Koytak’ın
şiirinde, özetle, doğrudan ya da dolaylı olarak, şiirin ne olduğu şu minval
üzeredir: Şiir, öncelikle, bir yaratma, ikincil bir yaratmadır. Asıl yaratıcı
(şair), Tanırıdır. Şiir dahi Tanrının yaratmasına tabi bir yaratmadır. Hiçbir
şiirsel yaratma yoktur ki Tanrısal yaratmada içerilmesin. Şiir, bu bağlamda,
mümkünlerin imkânını imler. Şiir, varlığı bir görme biçimidir. Şiirle, biz,
varlığı olduğu hâl üzere görürüz. Şiir, aynı zamanda insanın kendine teveccühü,
bizzat kendini temaşasıdır. Bu anlamda, mikro kozmosta makro kozmosu görme ve
tecrübe etme deneyimidir. Şiir, insanla ontolojik bir akrabalığa sahiptir. Bu
ontolojik akrabalık sayesinde, insanın varlıkla organik bir bağ kurmasına
düzlem hazırlar. Varlığın açığa çıkmasında şiir, Deleuzcü anlamda, bir düzlem
kurucudur. Bu manada, şiirin bir hakikati söz konusudur. Şiir, amaçsız bir
boşluktan doğmaz, aksine namütenahi bir boşlukta düzlem kurar. Sonsuz olanın
sonlu bir tezahürünü sunarak, namütenahi olanı nispeten de olsa temaşa etmemize
olanak tanır. Şiir bir bilgi biçimidir, ki ortalama mantık ve verili dili aşar.
Şiirin ontolojisinde insanî olan şeyler vardır. Bunlar duyum, düşünce ve
dildir. Şiir, sanıldığı gibi ilham ya da başına buyruk hayaller değildir. Şiir,
ne bir taklittir, ne salt bir duygulanım ya da sezgidir. Şiir tahayyül, duyum,
düşünce ve dilin ilhama katılmasıyla oluşur, kurulur. İnsanı insan kılan
melekeler, şiirin uzayında insanî olarak varoldukları sürece şiir de mümkündür.
Şiir bir oyun alanıdır, ki insana özgürlük, özgür muhayyile bahşederek onu
özgürleştirir. Şiir yapılan, inşa edilen bir şeydir. Şiir, aynı zamanda şuuruna
erilerek yapılan bir tecrübedir. Bir yapı olarak şiir, şairin/insanın şiire
şuurlu bir katılımıyla yani yaşamını şiirlemesiyle mümkündür. Bu anlamda
şiir, insana evrenin ve hayatın şiirini, şiiriyetini de bahşeder. Şiir, hayata
katılmakla ve şairce bir deneyimle açığa çıkar. Hölderlin’de olduğu gibi,
insanın bu dünyada şairane mukimliği, şiiri mümkün kılar. İnsanî hiçbir
şey yoktur ki şiirsel olmasın.
Şair
Kimdir?
Şair, Koytak metinlerinde
sıklıkla rastladığımız önemli bir figürdür. Peki, kimdir şair? Şair, aslında
insandan fazlası değildir. “insan olmaktan fazlası mı gerekiyor, şaire?”
dizesiyle başlayan Homopoeticus (V) başlıklı şiirde, balçıktan
yaratılmış bir insan olarak, şair kendi varlık ve iç dünyasını görmeye
yönelimlidir; kâğıttan ve bir dünya dolusu laftan oluşan kof bir varlık
değildir.[573]
Şair, Tanrının çömezi,
kalfasıdır (halife):
“BLUES
ŞAİRİ
Bir
sanatçıyım ben,
Bir yaratıcı,
Tanrı ’nın
çömeziyim yani,
Ve yol
arkadaşı... ”[574]
Tanrı, insanı
yaratırken onun balçığına kendi yaratıcılığından katmıştır diyen Koytak için,
şairin yaratması ikincil bir yaratmadır. Şair ancak yaratılmışlar, mümkünler
âleminde bir imkân olarak yaratabilir; olmamış olanı (yaratılmamış) değil,
fakat söylenmemiş olanı söyler. Bu bile büyük bir yaratma ve ihsandır. Zira
evrenin ve varlığın imkânını düşünürsek bu yaratma ameliyesinin ne kadar geniş
boyutlara varacağı tahmin bile edilemez.
Tanrısal yaratıcılığın
ruhuna üflendiği şair, bil-kuvve (potansiyel olarak) yaratıcı bir doğaya
sahiptir. Şair, ancak bu potansiyel mobilize edildiği takdirde neşvünema bulur.
Bu anlamda şair, şiire bütün hayatıyla katılan insandır. Koytak, kendi
hayatından örnek vermiş olmalı ki, bir şairin potansiyelini inkişaf ettirmesi
için ne kadar fazla çalışması gerektiği konusunda şunları yazar: “Şiir
sanatında ustalaşmak/Ve usta kalmak içinse/Kişiden kişiye değişse de/Biraz daha
fazla çalışmak gerekebilir;/Bu da altı yedi saat uyku dışında/Bütün gün
demektir, hemen hemen.”[575] Burada şiirle şair uzvileşmiş
bir hâldedir. Dolayısıyla, Tanrı vergisi bile olsa, şairliğin büyük bir çalışma
sonucunda varoluşsal bir eklenmeyle ortaya çıkan bir etkinlik olduğu görülür.
Şair, bu bağlamda bütün hayatını kendisine bahşedilmiş yaratıcı potansiyele,
onu açığa çıkartmaya endeksleyen insandır.
Şair, homopoeticustur;
üreten, kuran insandır. Koytak külliyatında birçok şiir homopeoticus
başlığını taşır. Bu başlıklar, Koytak’ın kendi metinlerinde de deneyimlediği
gibi, şiiri bir üretim ve kurma ameliyesi olarak görmeye yönelik bir imada
bulunur. Eski Yunanda poetic şiirseli imler; şiir de poiesistir
yani yaratma, üretme; Heideggerci anlamda açığa çıkarma, meydana getirmedir.
Aristoteles, bilgiyi üçe ayırır; bunlardan biri de üretme/yapma bilgisi
anlamında poiesistir. Şair, bir inşacı ve üretici olup şiiri bir inşa
olarak yaratıp kurgular ve bir bilgi açığa çıkarır. Koytak her ne kadar şiiri
bir yaratma olarak görse de, aslında, şair mümkünler âleminde bir yaratıma
sahip olması bakımından Eski Yunandaki şair tanımına yakın düşer. Şair bu
anlamıyla üreten, kurandır. Heideggerci anlamıyla da varlığı gizinden
kurtararak açığa çıkaran, inkişaf ettirendir.
Şair, Koytak’a
göre bir bakıma, “içine şiir üflenmiş insan”dır; sözün neşvünema bulduğu
zemindir. Şiire Yer Açmak başlıklı metin şöyle biter:
“yani şiire
ve insana efendimiz,
bazen içine
insan üflenmiş şiire,
bazen de,
içine şiir üflenmiş insana...”[576]
Koytak’ın
varlığın, bilhassa insanın temeline onu dünyada şairane varkılışıyla sözü
koyması, insan içine üflenmiş şiirledir, yani yaratıcı doğayladır. İnsandaki
şiirsel ve yaratıcı doğa, Tanrısal ruh/nefhadır. Şair, varlığını Heideggerci
anlamda sözle ve söz içre kurar. “Şairim ben, varlığın evinde oturuyorum”
dizesi şairin dilde ikametini imler. Çünkü Heidegger’in meşhur önermesine göre
“dil varlığın evi”dir. [577] Şair, dilde kurulan bir
varlıkta ikamet ederek varlığı, yani ev sahibini silip parlatır, bir bakıma,
açığa çıkması için ışıtır.
Şair, homopeticus,
hâlden hâle girebilen ve varlığa farklı gözle, görme biçimiyle bakabilen
insandır:
“her zaman
biraz şair oldum,
biraz
yalvaç,
biraz şair
oldum,
Şiirin
devamında birçok insanlık durumu ve hâlden bahsedilir. Bu, belli bir varlık
durumuna koşullanmamış insanın varoluşun sürgit devinen şiiriyetiyle bir tür
ilişki ve ilgi kurmasıdır. Dolayısıyla şair, Deleuzecü anlamda, kaosa düzlem
kurarak farklı zemin ve insanlık durumlarında kozmos/düzlem kurar/üretir.
Böylelikle bütün insanlık durumları deneyimlenebilir.
Şair,
ötekidir. Heidegger, her varlık varolan değildir diyerek, varlığın ancak
kendini lisanda kurarak izharı neticesinde bir varolan olarak inkişaf
edebileceği mealinde şeyler söyler. Filozofun eleştirdiği metafizik anlayışta, “varlık
gizlenmiş kalır, unutulmuşlukta kalır.”58 Heidegger, insanın
varlık durumunu da Hölderlin’den ödünç aldığı, “bu yeryüzünde insanoğlu
şairane mukimdir” dizesiyle izah eder.[580]
Dünyada var-bulunmak ve varlığın şiiriyetini açığa çıkarmak için şiirsel bir
var-bulunmaya, yaşama ihtiyaç vardır. Koytak da;
“Ve beni
kendime de,
Kendilerine
de benzetemeyenler
Şair adını
taktılar bana. ”[581]
dizelerinde,
şairin dünyada kendine has bir varoluşla adlandırıldığını söyler. Yine Koytak,
şairin kendine has bir vaoluşla kendisini bizzat varlığa çıkarıp görünür
kıldığını ima eder. Heideggerci bir varlık anlayışına göre bu böyledir. Bu
durum şiirleşmiş (varlığa açılmış, gizinden kurtulmuş) bir mülkte, şairce bir
yaşamla, insan olmaya kadir olabilmiş olmayı imler. Şair kuşkusuz peygamber
değildir, peygamberane özelliklere sahip değildir. Her ne kadar şairlere,
asırlarca olağanüstülükler yakıştırılmışsa da, son tahlilde, İsmet Özel’in
dediği gibi “şair insandan daha insandır” yani en insanî olanın kendisinde cem
olduğu varlıktır.[582]
Daha önce de
değindiğimiz gibi şair, bir jonglördür, yani oyun oynayan kişidir. Şiir
yaratıcı bir oyundur, şair de yaratıcı bir oyuncu.[583]
Oyun oynamaksa bizim en insanî yanlarımızdandır. Bu şairlerin “Gözün
görmediğini görür,/Gördüklerini yeniden yarat”malarına rağmen böyledir.[584] Şair, insanlar için ateşi
çalan Promethus’tur. Üstüne vazife olmadığı hâlde öyledir, ki insanlık ondan
böyle bir şey beklemez. Bu tarafıyla da kendisinden beklenmeyenleri, üstüne
vazife olmayan şeyleri, yapan biridir.
Şair, bir
jonglördür. Akıl, duyum/his ve hayali aynı anda ve zeminde maharetle
kullanabilen insan anlamında jonglördür. Dolayısıyla şair, “...bir yandan
duyguyu,/düşünceyi, ve dili/ üç anka kuşu/yumurtasıymış gibi/tek elde, yere
düşürmeden.” devindiren biridir.[585]
Şairin bir bilinç düzeyi vardır. Şair, şiirini boşluktan üreten biri değildir.
Şair ataları gibi bir nevi toplayıcıdır- toplayıcıdan kasıt bilgi, düşünce ve
tahayyülünü varlıktan devşiren olmasıdır- ve fenomenler âlemiyle ilişki
içerisindedir.
Şair,
aklettiği fikirleri uzvileştirerek organik bir bütünüymüş gibi büyütüp
olgunlaştırarak üretir:
“İyi bir
fikir de, şairin aklına doğmaya görsün,
şair
sarhoşken de ayıkken de,
uykuda,
uyanıkken de, (...)
büyür de
büyür,
bir bütün
olarak
Tanrı ’nın
huzurunda okunacak
bir şiire
dönüşünceye kadar.”[586]
Şairin zihnine
düşen bir şey şiire, poetik bir forma dönüşene kadar sürgit onunladır. Şair,
şiiri ona bütün doğasıyla katılarak üretir. Dolayısıyla şair, anlık tutulma ve
ilham kramplarıyla ansızın eser üreten, Platoncu anlamda, bir mecnun değildir.
Aksine, bir şeylerden mülhem bile olsa, aklına takılan/düşündüğü şeyi kendi
varoluşuna eklemler; varlığını bu fikri olgunlaştırıp şiirleştirecek biçimde
mümbit bir zemin hâline getirir.
Şair,
muhayyilesi en geniş ve enginsiz olan sanatçıdır. Çünkü insanlık, cehennemi
tasarlama işini bir mimara, ressama ya da heykeltıraşa değil de şaire
vermiştir. Dante Cehennemi Tasarlıyor başlıklı şiirde, cehennemin ancak
bir şairin hayalhanesi üzerine inşa edilebileceğinden söz edilerek şairin
zengin muhayyilesine değinilir.[587] Kant da, şairin sınır tanımaz
tahayyül gücüyle aklın algılamada güçlük çektiği şeylere hissedilebilirlik
vererek zihni açtığından dem vururken, aslında şairdeki bu yaratabilme ve
duyulabilir kılma yetisine göndermede bulunmaktan fazlasını yapmıyordu. Birçok
filozof maddeden en azade sanat olan şiiri, soyut düşünceye en yakın bularak
ondaki düşünülür ve hissedilir şeylere somutluk verebilme kabiliyetine vurgu
yaparlar. Dolayısıyla şair, en kavramsal ve soyut düşünebilen ve bu bağlamda da
filozofa en yakın düşen sanatçıdır.
Şair, sadece
salt ilhamla yazan biri değildir. Bir duygu sağanağı yaşasa bile bunları dil ve
düşünceyle, Koytak dil ve düşünce anlamında örs ve çekiç metaforunu kullanır,
olgunlaştırıp tavına getirene kadar işler. Burada, elbette, düşünce ve dil
devreye girer. Şair olabilmek için aklın/düşüncenin çekicine dilin örsüne,
tersi de olabilir elbette, ihtiyaç vardır. Şair örs ve çekici maharetle
kullanan biri olarak, dolayıma aldığı hayal, his ve düşünceleri form sahibi
kılar. Nitekim İsmet Özel, şiirin duygu, akıl ve dilden oluşan üç aşamasından
bahseder. Buna göre duyumlardan sonra, zihin ve dil devreye girer; zihin
duyumları eleştirel bir aşamadan geçirdikten sonra dilde, şiirsel bir formda,
bir anlam üretmeye davet edecek hâle getirir. Bu anlamda, şair, gayriihtiyari
de olsa açığa çıkan coşku, ilham ya da duyumu anlam üretebilecek kıvama
getirebilen insandır. Aksi hâlde beyhude yere bir coşku ve vecd yaşanmış olur.
Kant, şairle deli arasındaki ayrımı tahayyül ve düşüncelerinin açıldığı devasa
boşlukta yitip gideni deli, fakat bu uzayda tamamen kaybolmayan ve en az asgarî
bir anlam üreteni de şair olarak kabul etmek suretiyle yapar. Şair sadece sezen
ve mülhem olan değil sadece, fakat akleden ve şuur erdirendir de. Yahut şair,
önce sezen, duyan sonra da sezip duyduğunun üzerine katlanarak şuuruna erendir.
Şairin bakışı
kendi içine, özüne müteveccihtir. Şair alelade varlığa, sıradan bir rutine
yüzünü döndükten sonra önce kendini, sonra da bu-arada-olanı görüp gösterebilen
insandır. Koytak bunu göstermek için ilginç bir biçimde devekuşu metaforunu, Deve
Kuşu başlıklı şiirde, kullanır. Şair, her ne kadar, devekuşu gibi kafasını
kuma gömmüş gibi görünse de, aslında içini, ruhunun labirentleri ve
dehlizlerini seyretmeye çalışır. Şimdinin ötesini görmeye çalışarak, geleceği
ve geçmişi hâlihazırda temaşa edebilir. Koytak, bunun böyle olmadığını kim
iddia edebilir diye sorar. Evet, bu bir varsayımdır, fakat şairin bu yönünü
perdeleyecek bir iddiayı ortaya atacak birileri de pek yok gibidir.[588] Bu açıdan şair, kendini
temaşa ederek bir görü kazanır. Bu da, ona gelecek hakkında bir kanı ve
öngörebilme kabiliyeti verir.
Şair,
kanıksanmış bir dünyaya yepyeni bir şekilde bakmasını bilen ve bu yeni görme
biçimiyle varlığa parıltısını kazandıran insandır. Koytak, ikinci el bilgiyle
yetinildiği takdirde orta halli bir şair olmanın kaçınılmaz olacağını söyler. Bir
Hırsız Gibi başlıklı şiirde;
“bir hırsız
gibi yaklaşırsan kusursuz bilgiye
ve bir
miras yedi gibi hazır bilgiye,
orta halli
bir şair olursun belki,
iyisi
olmayı sakın bekleme.”[589]
dizeleriyle
Koytak, gayrisahih bir tutumdan sahih bir şiirin, şairin çıkamayacağını söyler.
Bu açıdan şair ikinci elden çıkma bilgilere değil, sahih bilgiye itibar eder ve
onu nazarıitibara sunar. Aynı şiirin ikinci bölümünde, şairin güzeli
görmesi/görebilmesi gerektiğinden bahsedilir. Burada, güzellik ve hakikat
arasında bir yakınlık olmalıdır. Heidegger, düşüncelerine kaynak ve örnek
olarak, Hölderlin’i tercih ederken ona güzellik ve hakikat arasındaki yapay
ayrıma kıymet vermeyen bir şair olarak itibar eder. Bu bakımdan şair, varlığın
güzelliği ve hakikatini birlikte görebilen insandır. Bu anlamda da şair,
gayrisahihin ağlarından sıyrılıp sahih olana ulaşabilir ve sahici şiirler
üretir.
Şair, hakikati
kendine has bakış ve tarzla görür. Bu anlamda da, şair, günlük hayatta
unutulmaya yüz tutmuş hakikatin özünü keskin görüsüyle seçebilen insandır.
Şair, safiyane hayallere dalan fantastik biri değil, bizzat hayatın içinde olan
biri olarak hakikate katılır. Şair, Yücel Kayıran’ın felsefî şiir bağlamında
şairde bulunması gerektiğine inandığı, “felsefî göze” sahiptir. Şairin
olağanüstülükler ve gizlerle işi yoktur, onun işi daha çok sıradanlığa ve
unutulmaya terk edilmiş varlıkları seçip gösterebilmesidir. Şair, her günkü
hayatımızda olup da farkına varamadığımız şeyleri, yeniden varkılacak
bir biçimde görebilir; onların varlığa açılmasına katkıda bulunur.
Koytak
külliyatı, Heideggerci anlamda ve Hölderlin’in meşhur “bu yeryüzünde insanoğlu
şairane mukimdir” dizesinde ifade ettiği üzere, şairane bir yaşayışın insanı
mümkün kıldığını ima eder durur. Her ne kadar Tanrısal bir öz olsa da bu özün
inkişafı insanî bir yaşamı ikame etmekle mümkün olacaktır, ki şair bunu
“şiirleyen” biridir. Şair, kurumsal bir edebî türün icracısı değil;
fakat hayatın ve insanın tezahürüne, inkişafına yönelik yaşayan biridir.
Hakikati vazetmez, ancak hakikate katılır. Bu anlamda şair, İsmet Özel’in de
poetikasında sözünü ettiği, şiirle hayatı aynileştiren ve şiirin mümkün kıldığı
imkânlar dâhilinde yaşayabilen insandır.
Koytak’ın
şiirlerinden çıkarttığımız bu şiir ve şair tarifleri sahih bir şiir ve şair
içindir, kuşkusuz. Bunların hepsini dört başı mamur şekilde bir arada, bir
şairde görmek nadirattandır. Koytak, çalışmamızın ilk bölümünde incelediğimiz
şair ve düşünürlerde olduğu gibi, şiir üzerine bir hayli katlanıp kafa
yormuştur. Bunların bir kısmı doğrudan doğruya başka filozof, şair ve
doktrinlerden alınmış izlenimi verirken; bir kısmıysa şairin kendine has
yaklaşımlarından meydana gelir. Poetik mahiyetli bu şiirleriyle Koytak, okuru,
şiir hakkında teorik bilgisi olduğu zaman, çok farklı kaynaklara gönderecektir.
Şiir, burada, sadece başka şeylerin mecrası değil, bizzat kendisinin de kaynağı
olarak kendi üzerine katlanır. Metnin yine kendi kurgusal dünyası üzerine
katlanıp odaklanmasına üstkurmaca (metaficition) denir. Bilhassa postmodern
edebiyatın karakteristiklerinden biri, metnin bu kendi üzerine katlanan
özelliğidir. Bu anlamda da, Koytak şiiri, bizzat şiir üzerine katlanması
bakımından, postmodern bir karakter gösterir.
Şiir
tarihinde, şiirlerinde bizzat şiirin ne olup olmadığı üzerine bu kadar çok
durmuş başka bir şair saymak pek mümkün görünmemektedir. Birçok şair, şiir
üzerine kuramsal metinler yazmıştır, fakat bizzat şiirde/poetik bir düzlemde
şiir üzerine bu kadar fazla duranlar yoktur. Bu da, Koytak şiirini düzyazıya ve
felsefî bir zemine yaklaştırır. Şiirsel üslupla (manzum/manzume) bilimsel
kitaplar, meseller, hikâyeler, dinî ve felsefî metinler yazılmıştır. Tarihte bu
tarz metinlere rastlamak mümkündür, çünkü nesrin günümüzdeki gibi yaygın ve
hükümferma olması oldukça yenidir. Bu metinler, elbette bugünkü anlamda şiir
değildir, daha ziyade şiirsel ifade biçiminin manzume tarzında farklı alanlara
mecra olmasıdır. Koytak şiiri, bu açıdan farklı bir alana mecra olmaz, bizzat
şiire kanal olur. Şiir ve sanatın, yine bir sanat olan şiirde, şiirin şiiriyeti
ve sanatsallığı korunmaya çalışılarak, bu kadar uzun uzadıya işlenmesi yenidir.
Şiirsel bir zemin ve ifade biçimiyle poetik düşünceye davet ediliriz. Koytak
metinlerinde, zaman zaman nesre yaklaşan gevşek kurgular da görülmüyor
değildir, ancak bu onların şiirsel doğadan uzak manzumeler olduğunu göstermez.
Daha çok şiirin kalıpları zorlanarak, yeni imkânlar deneyimlenir. Elbette her
yeni deneyimin birçok handikabı barındırması mümkün ve biraz da doğaldır. Yeni
bir deneyimleme biçimi olarak Koytak şiirinin en büyük handikabı, bazı
metinlerde düzyazıya yakın düşen bir tınının baş göstermesidir. Bunda Koytak’ın
hayatında deneyimlediği birçok şeyi şiirleştirmesinin de etkisi vardır. Fazla
üretim, ister istemez, mebzuliyet tehlikesini de bünyesinde barındırır. Ancak
Koytak şiirinin, izlenip zenginleştirildiği takdirde, şiire yeni bir soluk
getirmesi mümkündür.
CAHİT
KOYTAK ŞİİRİNDE ŞİİR VE FELSEFE İLİŞKİSİ
Octavio Paz,
bir denemesinde “şiir bir şimdi’nin ve bir burası ’nın arayışıdır.” der.[590] Paz’a göre, insan
tamamlanmamışlığını telafi için sürekli bir arayış içerisindedir. Bu arayışın
kendisi bizzat şiirdir. Sokrates, kendini bil derken, insanın ne olup
olmadığını sorgulamasını salık veriyordu. Şiir ve felsefenin birer insanî edim
olmaları, bizzat ve bil-fiil dünyayı yurt edinme arayış ve çabalarında
mündemiçtir. Bu çaba, insanlığın başlangıcından beri mevcuttur, ki yeni imgesel
ve kavramsal çerçevelerle sürgit yapılan bir döngüdür de. Hölderlin, “bu
yeryüzünde insanoğlu şairane mukimdir” der. Felsefeyi, kavram yaratma sanatı
olarak tanıyan ve tanıtan Deleuze-Guattari çifti, kavramın doğasındaki sürgit
devam eden bir yurtsuzlaştırma ve yeniden yurtlulaştırma etkinliğine
dikkat çekerler. Bu, kavramı yerinden etme ve yeni bir düzlemde yeniden çatma
işidir.[591] İnsanın kendini konumlandırma
ve anlamlandırma çabası ontolojiktir. Bu çaba, kavramsal olarak dile geliyorsa
daha ziyade felsefedir, imgesel olunca da şiir. Koytak külliyatında da şiirin
insana dair bu ontolojik tarafı baskındır. Bütün külliyat büyük bir şiir gibi,
şiir ve sanat üzerinden Tanrının, varlığın, hakikatin, insanın ne olup olmadığı
etrafında döner durur. Merkezde Tanrı olduğu hâlde, insanla çevrili, haleli bu
düzlem, şairin adeta tavaf alanıdır. İnsanı ve varlığı anlamaya dönük bir
şiirde felsefî bir tınının olması da kaçınılmazdır. Koytak, her ne kadar
felsefeye karşı şiiri öncelese de, daha çok düşünceyle kurulan bir şiire,
felsefî karakteri olan bir şiire sahiptir. Külliyatını da daha çok Tanrı,
insan, sanat, varlık, hakikat ve bunların yekdiğeriyle kurduğu ilişki düzlemi
üzerine inşa eder.
Koytak şiiri,
felsefî/hikmetli (hikmet-amiz) bir öz taşır.[592]
Felsefeyle benzer olan, fakat aynı şey olmayan kadim bilgelik de, Koytak
şiirinin anlam haritasını belirginleştiren şeylerdendir. Koytak’ta soru soran
bir şiir söz konusudur; sorgulayan, düşünen, temaşada bulunan, yeri geldiğinde
sükût eden. Koytak şiiri, etrafında döndüğü şeylere mutlak cevaplar bulmuş
izlenimi vermez. Felsefî bir sorgulama gibi sorar/sorgular, gündemimize
düşürür. Sorup/sorguladığı şeylerin birer varlık ve gerçeklik olarak burada
olduğunu hissettirir, üstüne düşmemizi ve düşünmemizi sağlar. Yoksulların ve
Şairlerin Kitabı III kitabında bulunan bir şiirin adı Sorgu Sualdir:
“Şair
misin, filozof mu? yoksa sihirbaz mı?
’kırmızı
’yı tanımlayabilir misin, sözgelimi?
Sadece
sözcükleri kullanarak, tabii?
’Mavi’yiya
da ‘mor’u? ‘Sıfır’ı ya da ‘bir’i?
Dene
görelim, dene görelim hadi! ” [593]
dizeleriyle
başlayan şiir, sorularla devam eder. Şiirde muhataba/okura şair mi, yoksa
filozof mu olduğu sorulur; yine devam eden sorularla, okurun neler yapıp
yapamayacağı sorgu suale tabi tutulur. Bu sürgit soru sorma/sorgulama Koytak
külliyatının temel belirleyicilerindendir.
Metafizik,
varlık, din, bilgi, sanat gibi felsefenin temel alanlarını teşkil eden konular,
Koytak külliyatının üstüne oturduğu sacayaklarıdır. Koytak şiiri, hem tematik
seçim hem de bu temalarla kurduğu ilişki ve ilgi bakımından felsefîdir, başka
bir deyişle hikmetlidir. Şairin şiir kitaplarına ve kitaplarındaki bölümlere
verdiği başlıklara bir göz atıldığında bile ne demek istediğimiz anlaşılır. Yeni
Başlayanlar için Metafizik, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat doğrudan doğruya
hikmetli ve felsefî bir doğaya göndermede bulunurlar. Yoksulların ve
Şairlerin Kitabı III kitabındaki bazı bölümler, "bir atölyedir
insan, ‘ruh’ dediğimiz ne, tanrının şehri, cennetin tavan resimleri”
başlıklarını taşırlar, ki doğrudan doğruya felsefî çağrışımlarda bulunurlar.
Koytak külliyatında, insanlık tarihindeki birçok otantik düşüncenin yansıması
da vardır. Kadim bilgeliktekine benzer şekilde insana, varlığa, sanata, şiire
dair konular poetik bir düzlemde serimlenir. Felsefî bir kimlik taşıyan bu
metinler, günümüzün gittikçe bilimselleşen aşırı kavramsal felsefesiyle pek bir
uyum göstermez. Temaşanın, refleksiyonun bulunduğu şiirler, yalın ve
gösterişsizdir. Bu şiirlerde, dil/söz oyunlarına da pek yer yoktur. Dikkatlice
bakıldığında, temaşa edildiğinde metinlerin dokusunu oluşturan ağlar, nakış
alanları seçilir. Anlam üreten parçalardır bu şiirler; okura bir anlamlar
koridoru kurarlar. Oradan Tanrıya, varlığa, insana, sanat ve bilhassa da şiire
yol bulmak mümkündür.
Felsefe de
şiir de tekil deneyimler olup daha ziyade tek bir kişiden insanlığa yayılırlar
ve her ikisi de yine tekil deneyimlerle edinilebilirler. Wittgenstein Tractatus
Logico-Philosophicus’un önsözünde bu kitap anlayarak okuyan tek bir kişiye
dahi ulaşırsa amacına erişmiş olacaktır, der.[594]
Yahya Kemal, bir şairi gerçek anlamda bir kişinin anlayacağını, ancak bu
kişinin açtığı kapılardan anlamın kitlelere ulaşacağı mealinde sözler söyler.
Ne şiir ne felsefe ansiklopedik malumatla bihakkın neşredilebilir. Oruç Aruoba
felsefe üzerine bir denemesinde, felsefî metin belirgin birinin kurduğu bir
metindir ve asıl felsefe okurunun hep o bir kişiyi görerek metni okuduğunu
yazar.[595] Bu bakımdan felsefe ve şiir,
kitlesel takipçilere sahip değildirler. Tekil deneyimler, yine tekil okur
deneyimleriyle karşılık bulur. Fakat bu, onlardaki tekilden tümele açılan
doğayı kamufle etmez. Bütün ciddi uğraşların serimlenmesi gibi alımlanması da
zor ve enderdir. Dolayısıyla her ne kadar felsefe şiire nispeten kavramsal
bulunup daha makul, rasyonel kabul edilse de son kertede şiir gibi o da, çok az
olan ciddi izleyicisi bir tarafa bırakıldığında, adeta yokluğa mahkûmdur. Hele
de, teknolojinin dört bir yana dal budak saldığı bir çağda. Koytak şiirleri de,
tam da bu sebeplerden çok az sayıda takipçiye ulaşacaktır. Türkiye’de ortalama
bir şiir kitabının bin civarında baskı yaptığı düşünülürse, tablo daha da
somutlaşır.
Şiir ve
felsefe ilişkisini, teorik boyutlarıyla, uzun uzadıya yazmaya çalıştık. Bu
teorik bilgiler, Koytak külliyatında, şiir ve felsefe ilişkisinin nasıl bir
izlenime sahip olduğuna ışık tutacaktır. Elbette, burada, bütün teorik bilgiler
uygulanacak değildir; daha ziyade şiir ve felsefe ilişkisinin nirengi
noktalarını belirgin kılan teorik bilgilerden istifade edilecektir. Dolayısıyla
Koytak külliyatında, şiir ve felsefe ilişkisini karakterize eden metinleri
görmemize ışık tutacak teorik bilgilerden yararlanma yoluna gidilecektir.
Koytak
külliyatında, felsefede olduğu gibi, hakikat problematiği üzerine oturan, inşa
edilen şiirler vardır. Bu şiirler, hakikatin sorgulandığı düzlemler olarak
kurulurlar; özellikle hakikatin doğasındaki devingenlik ve dönüşüme vurgu
yaparlar. Şair, bir mektubunda aşkın (transandantal) hakikatin dışında kalan
küçük harfle yazılan hakikatin sürekli değiştiğinden söz eder:
“Bu şu
demektir: insan zihniyle tasarlanan hiçbir kap gerçeği uzun süre içinde
tutamaz.
Kabınızı
hangi materyalden yapmış olursanız olun,
onu hangi
eczayla sıralamış olursanız olun,
bir gün
kitabınızı açarsınız ve ‘gerçek ’ sandığınız şeyin
uçup gitmiş
olduğunu ve size sadece soluk
ve hüzünlü
hatırasını bıraktığını görürsünüz.”[596]
Şakir
Kocabaş’a, Wittgenstein üzerine yazılan bir şiir (Viyanalı Ermiş Tractatus
Logico Poeticus) münasebetiyle, yazılmış bu mektupta şair hakikatin
doğasını bu şekilde tarif eder. Bu hakikat algısı, Koytak şiirinin temel-koyucu
öğelerindendir. Şair, bu sözlerle, hakikatin belli kalıplar dâhilinde sürekli
aynı kalan şeyler olmadığını, değişen doğası itibariyle ifade ve biçiminin de
değişmesi gerektiğini; aksi hâlde gerçeklik denen şeyin düşünce düzeyinde kalan
dogma ve safsatalara dönüşebileceği tehlikesini barındığını ima eder. Nietzsche
de, “bütün hakikatler hakikat sanılan yorumlardır”, der. Koytak, elbette
Nietzsche gibi bir hakikatsizlik uzayından değildir; ancak aşkın hakikatten
(ilahî gerçek) sonra, küçük harfle yazılan hakikat doğası itibariyle dönüşüm
(tahavvül) ve değişime tabidir. Bunlar nazarıitibara alınmadıkça, sürgit
değişen gerçeklik de bihakkın anlaşılmaz. Dolaysıyla külliyatını anlamak için
Koytak’ın hakikatten ne anladığı oldukça önemlidir. Şiir ve felsefe ilişkisi de
en fazla hakikatle kurulan diyalog ve ilişki düzleminde açığa çıkar. Hakikatle
hangi düzlemde ilişki kurulduğu bu iki alanın karakterini belirleyen en baskın
donelerdendir.
Şiir ve
felsefe arasında yakın bir ilişki mevcuttur. Bu ikisi arasındaki akrabalık, bir
aile ilişkisinde olduğu gibi, ne tam anlamıyla ayniyeti ne de apayrı olmayı
imler. Bu anlamda şiir ve felsefe, “Hem o, hem o değildir” diyalektiğindekine
benzer bir ilişki biçimine sahiplerdir. Her iki tecrübe insanî olmalarıyla
aynı, fakat farklı düzlemlerde kurulmalarıyla da ayrıdırlar. [597] Şiir ve felsefe, insanın
yaratılışından itibaren varolan ve mütemadiyen ilişki içinde olan birer
insanî edimdirler. Bu yaklaşım, Koytak külliyatında da belirgindir.
Wittgenstein üzerine yazdığı Viyanalı Ermiş Tractatus Logico Poeticus
isimli uzun şiir, şiir ve felsefe ilişkiyle başlar. Şiir, tema olarak
felsefeyi, daha doğrusu Wittgenstein dolayımında felsefeyi işlerken, doğası
gereği de felsefîdir, ki şiir ve felsefe ilişkisini de kurcalar. Şiirdeki 694.1
başlıklı ünite şöyle başlar:
“Kaburgalarımdan
birini çıkarıp
Kendime
bir eş yaratmayı düşünmüştüm*
(ki
muhtemelen tıpatıp bana benzeyecekti, bu);
ama bu
sanatın,
şiir yer
yüzüne indirilirken,
felsefeyi
başına sarmış bulanlara
unutturulduğunu
söylediler bana,"[598]
Şiir ve
felsefe arasındaki ilişki Wittgenstein’ın söylediği “kaburgamdan bir eş
yaratma düşüncesi” üzerinden kurgulanır. Öncelikle burada, ilahî dinlerde
olduğu gibi, insanın yaratılışına atıf vardır. Wittgenstein, kaburgadan eş
yaratma sanatının unutulduğunu söyler. Koytak da bu sanatın şiirin başına
felsefeyi saranlara unutturulduğunu düşünür, çünkü ona da öyle söylenmiştir.
Her iki durumda da, kaburgamızdan insan yaratma sanatı unutulmuştur. Koytak,
burada şiire bir öncelik vererek felsefenin yaratıcılığa ket vurduğunu düşünür.
Sanatın yaratıcılığı, ki burada insanın kaburgasından bir eş yaratması olarak
imlenir, başına felsefeyi saranlarca unutturulmuştur. Şu hâlde şiir, bir eşini
yaratma bakımından felsefeye göre öncelikli bir konumdadır. Şiir, felsefeye
göre daha yaratıcı ve veluttur. Yeni Başlayanlar için Metafizikte Yanan
Mumlar isimli şiirde felsefe çöle, şiir sanatı da kervanı Mısır’a
ulaştıracak kervancılara benzetilir. “Akıldenen bu susuz kuyunun dibinden”
çıkartılacak şeyi, Mısır azizine ulaştıracak olanlar şairlerdir.[599] Felsefe burada çöle, uçsuz
bucaksız ve her fırtınada biçim değiştiren bir diyara benzetilir. Bu kurak
çölde, iz yol bilinmediği takdirde ortaya fasit bir daire çıkar, ki netice
biteviye ve beyhude bir dönüştür. Bu fasit daireyi aşıp Yusuf’u kuyudan
çıkararak Mısır azizine ulaştıracak olan kervancılar şairlerdir. Bu metaforlar,
şiirin bilinmezin uzayından gösterge noktaları (Peutinger haritası) bulmasını
imler. Kant, şiir sanatının sınırsız mümkün biçimler arasında dile getirilmez
olanı düşünce dünyasına açma yetisinden söz eder. Bu anlamda şiir, nirengi
noktaları belirleyen bir etkinlik olarak felsefenin önünde durur.
Koytak’ın
Wittgenstein’i seçmesi, kuşkusuz rastgele bir seçim değildir. Hem şair hem de
filozofun dile verdikleri önem, onları birbirine yakın düşürmektedir.
Wittgenstein dile, neyin söylenebilip söylenemeyeceği/düşünülüp
düşünülemeyeceği üzerinden, bir sınır tayin etmek suretiyle bilgi ve anlamı
sınırlandırmaya çalışır.[600] Koytak da sözle
insan arasında ontolojik bir akrabalık ihdas eder, dahası bunun böyle olduğuna
inanır. Elbette burada Wittgenstein’in, Viyanalı Ermiş, şiirsel doğasına
da vurgu vardır. Filozof, yaradılışındaki şiiriyetin başına felsefeyi
sarmıştır. Bu da onun yaratıcılığını, kısırlaştırmış ve incitmiş olabilir. Bu
bağlamda, şiir ve felsefenin yaratıcılık bakımından doğaları sorgulanır, ki
şiir felsefeye nazaran daha yaratıcı bulunur. Wittgenstein, gerçekten de
şairane bir hayat sürmüştür; Hölderlin’in deyişiyle dünyada “şairane mukim” olmuştur.
Aristokrat bir aileden gelen filozof, bütün servetini yakınlarına bırakacak;
bilahare, kitaplarını yayımlatacak yayınevi dahi bulamayacaktır. Norveç
fiyordunda münzevi bir kulübede aylar geçiren filozof, Tractatus Logico-
Philosophicus isimli eserinin taslağını da I. Dünya Savaşında yazar.
Eserini verebilmek için iflah olmaz bir hayat yaşar Wittgentein. Oruç Aruoba, “Felsefe
eninde sonunda, felsefe yapan kişinin kendini tüketmesiyle sonuçlanıyorsa
ancak, birşeye yarar.” derken, galiba, Wittgenstein’in da tecrübe ettiği
“şairane mukim” olmanın can yakıcılığına göndermede bulunmaktadır.[601] Wittgenstein akla- şairane
mukimlik açısından- Nietzsche, Hölderlin, Kleist gibi isimleri getirir.[602] Felsefe ve şiirin kendini
yoğun bir tutkuyla deneyimleyenlerin üzerindeki yıkıcılığı, tüketiciliği hatta
bazen kıyıcılığı felsefe ve şiir tarihine bakıldığında görülecektir. Aynı
şiirin 614.14 başlıklı ünitesinde felsefe ve şiir münasebetine devam
edilir. Burada şiirle felsefenin iç içe geçişinde ortaya çıkacak bir manzarada
neleri görebileceğimiz vardır:
bir şair, kendisini felsefenin içine kıstırarak
büyük bir hata yapabilir ve onun hatası zihninin
derinliklerinde yeni bir galaksi, yepyeni bir yıldız ailesi, hatta başlı başına
bir kozmos yaratacak kadar büyük bir patlamayla sonuçlanabilir.
ama felsefeci, felsefenin içinden biri
tek başına asla bu cesamette
yaratıcı bir hata işleyemez.”[603]
Bu dizelerde
kendini felsefeye hapsetmiş bir şair/şiirin dahi, kısılıp kaldığı alan
içerisinde büyük bir infilak gerçekleştirebileceği düşünülür. Şiir, hem kendi
yaratıcı doğası itibariyle veluttur, hem de felsefi bir doktrinin içinde
yaratacağı düşünsel patlamayla felsefî bir veludiyet doğurur. Hâlbuki, felsefe
böylesi bir cesamette yaratıcılık sergileyemez, hele de çok fazla analitik olan
bir felsefeyse. Bu dizelerin okura çağrıştırdığı düşüncelere bakıldığında,
burada şiir ve felsefe ilişkisi üzerinde ciddi anlamda refleksiyonda
bulunulduğunu görmek mümkündür. Nitekim, poetik bir doğaya sahip felsefelerin,
filozofların aşırı kavramsal bir üslup yerine metafor, eğretileme ve
benzetmelerle zenginleştirdikleri aforizmatik söylem biçiminin daha mümbit bir
zemin sunduğu görülür. Aruoba, “Bütünfelsefi kavramlar, temelde
eğretilemelerdir” dedikten sonra kavramların genel, evrensel; önermelerin de
apodeiktik, diskursif değil, özel türden benzetmeler olduğunu yazar.[604] Eğretilemeli ifadenin en
tipik örneği Nietzsche’dir; Aruoba, Heidegger ve Wittgenstein’in da,
felsefelerinde, eğretilemeye başvurduklarını söyler. Bilhassa son yüzyılda
birçok filozofun, Derrida-Maurice Blanchot, edebiyat ve felsefe arasında
konumlanmalarını da anmak gerekir.
Koytak Şiir,
Matematik, Felsefe başlıklı şiirde, hayal ve tasarlama gücüyle mikrokozmos
ve makrokozmos diyalektiği üzerinde durur. Hayal gücünün evreni nasıl ihata
ettiğini şöyle anlatır:
“Gelgelelim,
insanoğlunun hayal gücü
kâinatı,
içindekilerle beraber
birkaç defa
içine
alabilecek
kadar büyüktür.”[605]
Yukarıda
şiirin başına felsefenin sarılmasından söz edilirken, şiirdeki bu kuşatıcılığa
göndermede bulunulmuştu. Bu sınır tanımaz tasarlama gücü, düşüncede büyük
infilaklara yol açar. İnsanın mikro âlem (âlem-i sagir) olarak makro âlemi
(âlem-i kebir) kuşatabilmesi, bir kum tanesinin içinde bulunduğu çölden daha
büyük olmasıyla temsil edilir. “Çünkü tasarlayan zihin/tasarlayabildiği/her
şeyden/ daha büyüktür.” diye devam eden dizelerde hayal gücünden, zihne
geçilir.[606] Hayal gücüyle zihin arasında
bir ilişki vardır. Bu ilişkide, hayal gücünün şiirde daha önce anılmasını da
göz önünde bulundurursak, tahayyülün insanın tasarlama yetisine işlerlik
kazandırmasına atıfta bulunulur. Öyle ki tasarlayan zihin, tahayyülün sınır
tanımaz önaçıcılığına muhtaçtır. İnsanın evreni kuşatıcılığı argümanı
tahayyülün açtığı engin ufuklardan sonra zihnin formlarında kategorize
olabilir. Kant’ı hatırlarsak, şiir ve felsefe ilişkisinde tahayyülün kavramsal
akla nasıl önaçtığını görebiliriz. Wittgenstein, şiirdeki bu öze vurgu
yapmış olsa gerek ki, “felsefenin aslında şiir olarak kurulması gerek”tiğini
yazar.[607] Şiirin felsefeyle
olabildiğince yakınlaştığı noktalarda, ortaya bir filozof-şair ya da
şair-filozof çıkar. Oruç Aruoba, Nietzsche üzerine yazdığı bir yazıda, “Şair
olma, gerçekten, sürekli bir bilinçlilik, yaşantılarını bilinçli yaşama, hiçbir
şeyi ‘safiyane ’ yapmama, gözünü sürekli kendi üstünde tutma, ‘kendi avucunun
içinde tutma’ ise Nietzsche ’nin ‘felsefe ’ adı altında yaptıkları ‘şiir’ adı
altında yaptıklarıyla aynı niteliktedir.” diyerek, bu yaklaşma noktalarında
şiirle felsefenin düğümlenme ve aynı nakış alanında olmalarını dile getirir.[608] Şiirin refleksiyonda
bulunması ve felsefeyle yakın bir dizgede yer alması şiirsel verimleri daha
küllî ve genel kılar:
“o halde
bir tek düşünce,
bir tek
yeni düşünce,
bir tek
özgün dize,
dizede
yerini bulmuş
bir tek
güzel kelime
bütün bir
dilden,
bütün bir
evrenden,
kat kat
büyüktür.”[609]
Bu mısralarda
görüldüğü gibi, Koytak’ın tasavvurunda şiirin evrensel (cihanşümul), evreni kat
eden bir yanı vardır. Kuşkusuz şiirin evrenselliği konusu oldukça
tartışmalıdır. Şiir, matematiksel yahut bilimsel veriler gibi aksiyomlara
dayanan, genel geçer kabullere sahip değildir; ancak şiirde de, cüzî/tekil
deneyimlerde, küllî olanı yakalamak mümkündür.
Koytak
külliyatında, şiir ve felsefe ilişkisi şiir ve hikmet bağlamında da belirir.
Şiir ve hikmet, anlatılmaz şeyler üzerine benzer tutumlar sergiler. Hikmet
de, Şiir de isimli şiirde;
“Hikmet de,
şiir de ‘anlatılmaz olan’ konusunda susmak, ve sessizliği dil olarak kullanmak,
ama bunu
gösteriye dönüştürmeden yapmaktır.”[610]
dizelerinde
şiir ve felsefenin anlatılmaz olan konusunda iki sükût/susku alanı olarak
varolması, yine şiir ve felsefenin iki önemli figürünü akla getirir: Mevlana ve
Wittgenstein. Mevlana suskun anlamında “hamûş” kavramına şiirlerinde yer verir,
hatta bazı şiirlerinde “hâmûş” mahlasını kullanır. “Hâmûş” Farsçada suskun,
sessiz, sâkit anlamındadır. Mevlana da kendine “hâmûş” diyerek bir nevi susku
uzamı/alanı oluşturur. “Seni anlatmayan bütün kelimeleri susmuştum” der,
bir şiirinde. Bu ifadeler, tam da şiirsel hikmetin belirtileridir: Bu şiirsel
hikmet de söz söyleyemediği şey hakkında sükût etmek, bir sükût lisanı
kullanmak; sözün bir sınırı ve haddi olduğunu bilerek bu sınıra erişildiğinde
de sükût etmektir. Wittgenstein “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı.”
der.[611] “Dilimin sınırları
dünyamın sınırlarını belirler” diyen filozof, anlatılamayan şey üzerine
konuşmak yerine susulması gerektiğini salık verir. Her ne kadar bu meşhur
önermesiyle filozof, dil ve ifade edilebilirlik üzerinden anlam ve bilgininin
sınırları üzerine düşüncelerini teksif etse de, son tahlilde benzer bir
yaklaşım biçiminin varlığı söz konusudur. Şiir ve felsefenin “hikmet”
kavşağında buluşma noktalarında biri, bu susku alanıdır. Böylelikle, şiir ve
felsefenin (hikmetin) safsatadan uzak iki insanlık düzlemi olarak var olduğunu
görürüz. Şiir ve hikmet yalnızca bir söz söyleme zemini değil (kâl), bir hâl
uzamıdır da. Hâlde olmak, bir nevi halveti de gerektirir, ki felsefe ve
şiirdeki inzivaya çekilmeyi de ima eder. Bireysel deneyimlere dayanan tekil
tecrübeler oldukları için şiir ve hikmette, hâl ve tavır oldukça önemlidir.
Onları bilimden ayıran şeyse, bu a priori doğalarıdır. İsmet Özel ve
Ahmet İnam, daha önce söylediğimiz gibi, şiirin insanî deneyime dayanan
doğasının altını çizmişlerdir. Bu bağlamda da, şiir ve felsefenin, ne kadar insanî
olduklarını görmek mümkündür.
Felsefenin
insan tecessüsünü canlı tutan bir etkinlik olduğu bilinir. Felsefeyle ilgili
tanımlamalara bakılırsa, felsefenin yolda olmak, kendini tanımak, merakını
canlı tutmak gibi özellikleri de içerdiği görülür. Aristoteles, insanların
doğaları gereği bilmek istediklerini söyler. Koytak, ‘iyi şiir’ başlıklı
metinde, iyi şiirin insanı asla doyurmayacağını, farklı tatlar vereceğini ve
insanın ağzının tadını bozacağından bahseder:
“iyi şiir insanı asla doyurmaz, tersine açlığını arttırır,
bunu başarmaksa ince, hüner isteyen bir iştir.”[612] Burada,
tam da felsefede olduğu gibi insanın sorgulayıcı doğasının şiirdeki yansımasını
görürüz. İyi bir şiir, okuru tatmin etmek bir yana, farklı insanlık hâllerini
tattırarak ondaki merakı kaşır; dolayısıyla değişik tatlarla dolu bir uzamda
onun ağzının tadını kaçırır, farklılıklarla yüz yüze bırakır. İnsan tecessüsü,
şiirde delişmen bir hâlde, doymak bilmez bir iştihaya sahiptir. Öyle ki,
nihayetsiz bir evrende, insana tattırdıkları onun rahatını dahi bozar. Farklı
şeylerle hemhâl olmak, insandaki konformist insiyakı sarsar. Filozof ve
düşünürlerin paradigmaları sarstıkları, insanları irite ettikleri de bilinir.
Ali Şeriati, okuruna, “sizi rahatsız etmeye geldim” der.[613]
İsmet Özel, bir şirinde (Sevgilime Bir Kefen) “merak/bir devrimcinin
hazırlığıdır” dizelerine yer verir.[614]
Şiir ve felsefe, yakın düzlemlerde, insanın merakını uyanık tutarak insanın
şuurunda olmasını sağlarlar. Oruç Aruoba, Nietzsche’yi “şair-filozof’ olarak
niteler, özellikle felsefe ve şiirdeki insanlık hâllerine karşı uyanık ve açık
bir şuur hâlinde olma niteliğine vurgu yapar. Bu niteliklerin şiir ya da
felsefe olarak anılmasından ziyade, asıl önemli olanın edimin nitelik olarak
bizatihi neye tekabül ettiğidir. Şiir bu hâliyle ilk çağlardaki yerine, yani
insana ve halkın arasına geri döner. Ortaçağda şiir, ilahi özellikler
atfedilerek daha ziyade Tanrısal bir şey olarak görülür. Buradaysa toplumsal ve
insanî bir enstrüman olarak felsefeyle birlikte olması gerektiği yerde konumlanır.
Bu anlamda, Koytak külliyatı, sürekli felsefî ve poetik sorgulamalarla okurun
merakını canlı tutar, tecessüsünü besler, şiir ve felsefeye katılımını sağlar.
Koytak’a göre, bilimsel bilgiye koşulsuz iman, insana dünyayı
düşmanmış gibi algılatır. Heidegger, hakikatin yeniden görünüm kazanması, bu
yoksun çağda insanın yeniden kendini bulması için şiire, sanata iltica etmesi
gerektiğini söyler. Koytak’ın da şiirlerine yansıyan sanatın varlığı görme
biçimi, insanın varlığa karşı nasıl bir tutum içinde olması gerektiğine
göndermede bulunur:
“ama sanat,
bebeğin annesine baktığı gibi bakar varlığa, bütünlük, kusursuzluk ve güven
arar onun bakışlarında;”[615]
Bu dizeler, Bilgi Düşkünlüğü başlıklı şiirden alınmıştır ve
her şeyden pragmatist biçimde bilgi devşirmeye karşı, sanatın naif bir şekilde
varlığa nasıl baktığını gösterir. Şiirle felsefe arasındaki mesafe, biraz da,
varlığa karşı takınılan tavırla ilgilidir. Pragmatist, oldukça analitik olan ve
giderek bir bilim hâline gelen felsefeyle şiir arasında keskin bir ayrım söz
konusudur. Fakat, felsefeyi kadim bilgelikteki kökleri ve şiirle ontolojik
akrabalıklarıyla gören felsefelerde, şiir ve felsefe aynı düzlemdeymiş gibi
yakınlaşırlar. İstiare, mecaz, metafor ve benzetmelerle kendini besleyen
felsefe şiire yakın felsefeyken, aşırı kavramsal ve terimsel felsefe de şiire
uzak felsefedir. Bu açıdan şiire oldukça yakın felsefe de vardır, oldukça uzak
olan da. Felsefe tarihinde, bu iki yaklaşımın örnekleri vardır. Felsefe, her ne
kadar şiire göre daha kavramsal ve tanımlı olsa da, son tahlilde bir felsefeden
değil, ancak felsefelerden söz edilebilir. Felsefe tarihi, şiirde olduğu gibi,
felsefeler ve filozoflardan müteşekkildir. Şiir ve felsefeyi bilimlerden ayıran
da mutlaklıkların olmamasıdır, varsa dahi cüzî kalmasıdır. Bu bağlamda, Koytak
şiiri, daha ziyade kadim felsefeye, hikmete daha yakın düşer. Birçok metin
hikmetli/felsefî bir yüzey olarak kurulur. Mesela Pythagoras başlıklı şirin son
ünitesinde hem şiir ve hikmetin iç içe geçtiğini, hem de Pythagoras’ın aslında
bir şair olduğunu iddia edildiğini görmek mümkündür
“Bu çarpıcı
imgelemle
Kendisinin
de gerçekte
Bir şair
olduğunu görmüyor.
Felsefenin
insana yaptığı kötülük
Bu olmalı
herhalde! ”617
Şiirde
filozofun, Pythagoras, imgelemde bulunarak aslında şair olduğundan; fakat bunu
görmezden gelerek şairlere hınç beslediğinden bahsedilir. Çünkü Pythagoras,
Hesiodos’u cehennemde bronz bir direğe bağlı olarak; Homeros’u da yılanların
sardığı bir dut ağacında baş aşağı salınırken tahayyül eder. Dolasıyla,
imgelemde bulunur. Bu şiir, hem kadim bilgelikte şiirle felsefenin nasıl bir
yakınlık içinde olduğunu gösterir, hem de felsefenin şiiri dışlama çabasını
eleştirilir. Pythagoras’un ilk filozoflardan olması, şiirle felsefe arasındaki
ayrımın başlangıcını göstermesi bakımından da hayli önemlidir. Her ne kadar
Platon’da açık bir biçimde ortaya çıksa da, şiirle felsefe arasındaki ayrım ve
mücadele daha erken dönemlere gider. Dolayısıyla şiir, felsefe ve şiir ilişkisi
üzerine oturması bakımından, poetik/hikmetli bir zeminde kurulur. Bu tarz
metinler şiirle felsefenin iç içe olduğu, yakınlaştığı düzlemlerdir. Tam da bu
özelliği itibariyle, Koytak külliyatı, şiirle felsefenin birbirlerine yakın
düştükleri bir düzlem olarak inşa edilir.
Koytak, şiirde
gereğinden fazla bir zekâ kullanımının ondaki insicama zarar verebileceğinin
akılda tutulmasını ister. Şiirin sadece bir duygulanım olmadığını, zekânın da
gerekli olduğunu söyleyen şair, bir uyarıda bulunmayı da unutmaz: “SOL
ELLE YAZILANLAR
“Biz, zekâ
da gerekli, zekâ da gerekli,
Diyoruz,
ama, Bak, GüzelSözlerinCini,
Dikkat
etmezsek, zekâ,
‘Seviyorum,
öpüyorum! ’ derken,
Timsah gibi
yaralar açacak,
Şiirin
yanağında, dudağında.”[616]
Bu dizeler
ikaz mahiyetindedir. Öncelikle her ne kadar şiirde zekânın olması, şiirin
bilişsel boyutunun ıska geçilmemesi gerektiği söylense de orantısız zekâ
kullanımı şiirin doğasına zarar verebilir. Şiirin türe ait doğası, kendisine
göre daha katı olan zekânın “kemik dudakları ve çelik dişleriyle” zarar
görebilir.[617] Koytak için şiir, en insanî
edimlerdendir. Çünkü şiir de Tanrı tarafından yaratılmış ve yine ona da,
insanda olduğu gibi, Tanrısal ruh üflenmiştir. Tanrısal ruhtan yaratılan
varlığın, oldukça naif bir yaradılışa sahip olması kaçınılmazdır. Nasıl ki,
aşırı aydınlanmacı zihniyet ve teknoloji düşkünlüğü insanlığı inkıraza
sürüklediyse şiirde de aşırıya vardırılmış bir zekâ kullanımı onun doğasında
bazı tahribatlara sebep olabilir. Şiir, anlam üreten bir insanî uğraştır, onu
asgarî düzeyde dahi olsa insanların kendisinden bir şeyler anlayacağı, anlamlar
devşireceği enstrümanlarla kurmak gerekir. En kapalı ve sürrealist şiirlerde
dahi bu böyledir. Şiirle felsefe arasındaki temel ayrım noktalarından biri de,
zekânın kullanımı üzerinden saçaklanır. Felsefenin, zekâyı kullanımı temel
kavramlar üzerinden takipçisinin aşina olduğu ve giderek konvansiyon kazanan
bir zeminde gerçekleşir. Ancak şiir, hele de modern şiir, bizzat şiirin tekil
deneyimler üzerinden üretilmesinden dolayı zekânın verimlerinden birikerek
geçekleşmek yerine daha çok sıçrayarak cereyan eder. Bu tarz zekâ kullanımı
genellikle deha kavramı ile karşılanmaya çalışılmış, bu insanları pek ikna
etmemiş olmalı ki, şaire ilahî bir nefhanın eriştiğine inananlar çıkmıştır.
Şiirde zekâ ve şuur, genellikle görülmeyip hayal, ilham ve rüya kavramlarına
başvurulmuştur. Hâlbuki, şiirde de, felsefe ve bilimde olduğu gibi, zekânın hiç
de yadsınamayacak bir yeri vardır. Hatta, modern şiiri aşırı akılcı bulan
eleştirmenler olmuş, şiirin felsefenin yerini almaya soyunduğunu ima
etmişlerdir. Deleuze-Guattari felsefe, sanat ve bilimin birer düşünce biçimi
olduğunu söylerler. Bu bağlamda, bir sanat olan şiir de kendine özgü bir
düşünce biçimine sahiptir.
Şiir ve
felsefe arasındaki müştereklerden bir diğeri de, öngörü sahibi olabilmeleridir.
Büyük filozoflar, son yüzyıla kadar, genellikle, felsefî bir sistem kurmayı
öncelemişler ve bazıları da ideal düzenler tasavvur etmişlerdir. Ütopik
metinler bir yana, ileriye dönük tahayyül ve akıl yürütmeler söz konusu
olmuştur. Koytak da, ‘Büyük Şiir’ başlıklı metinde şiirin şaheser
(magnum opus) olmasını, çağını hem geçmiş hem de geleceğe yönelik olarak aşması
ve ileriye dönük bir öngörüde bulunmasına bağlar. Şiirin çağını aşabilmeyi
hayal edebilme yetisine göndermede bulunur:
“ ‘Büyük
Şiir’
Büyük şiir,
uygarlığın bir yüzyıl,
belki üç,
belki beş yüzyıl
sonraki
yıkıntılarında
dolaşmayı
hayal edebilen
bir
kurttur,
yalnız bir kurt... ”[618]
Geleceğe dönük
bir hayal ve tasavvur sahibi olması bağlamında şiir, hiç de anlık ve bireysel
başıboş bir duygulanım, malihulya değildir. Aksine, bakışları geleceğe
müteveccih, muhayyilenin yaratıcı atılımıyla insanlığın geleceğine dönük bir
edimdir. İnsan ve uygarlığın geleceği hakkında tasavvur ve tahayyülde bulunmak,
şiir ve felsefenin kendi serbestiyet ve açılımlarına göre yakın düzlemlerde
yaptıkları bir etkinliktir. Octavio Paz, Modernliğin Şiiri başlıklı
denemesinde, teknik üzerinde durarak her ne kadar tekniğin sürekli yenilikler
keşfetse de geleceğe dair bir şey söyleyemeyeceğini yazar. Teknik, ona göre,
geleceği daima tahrip ederek düşlenebilir olmaktan çıkartır, insandaki gelecek
tasavvurunu sekteye uğratır. Heidegger’in de başının teknikle belada olduğu
gibi, Paz da tekniğin insanların varlığı görmelerini engellediğinden şikâyet
eder. Teknik imgelenebilir olmadığından, insana, bir varlık sunmaz.[619] Bu boşlukta, şiir ve felsefe
insanı varlıkla buluşturup gelecek tasavvuruna dâhil eden, onu gelecekte de
yaşatan iki insanî edim ve etkinliktir. Bu etkinlik, gelecek tasavvur ve
tahayyülü, yine bir etkinlik olan şiir ve felsefenin bizzat kendi doğaları gereğidir.
Şiirin bakışı, görüsü yine Şiirinin Gözleri Olsun. başlıklı metinde,
şiirin varlığı görebilme yetisine göndermede bulunularak, serimlenir:
“Şiirinin
Gözleri Olsun
Şiirinin
gözleri olsun istiyorsun;
Peki,
gözleri olsun, olsun ama
ikonların
miyop gözleri gibi değil!
Müzelerin
bakar kör gözleri gibi değil!
Kitapların
uyurgezer gözleri gibi değil”[620]
Bu dizelerde, şair, bir uzağı görememe hastalığı olan miyopluğun, şiirin görme
biçimlerinden olamayacağına; şiirin uzağa, ileriye, geleceğe yöneltilmiş bir bakışının
olması gerektiğine göndermede bulunur. Şu hâlde şiir müzelere, kitaplara
hapsedilmiş ve nesneleşmiş bir standart olamaz. İkonların boş bakan sabit
gözleri, müzelerin bakar kör ve kitapların uyurgezer gözleri, şiirin
gözlerindeki bakışa denk gelemez. Şiirin gözlerinde olması gereken bir
donmuşluk değil, fakat varlığa yönelik bir dirim ve canlılıktır. Heidegger’in,
şiirin estetik bir objeye indirgenmesine ve kültürel bir alana kapatılmasına
karşı yürüttüğü tartışmaya benzer biçimde, burada da sanatın canlılığı ve
devingenliğine halel gelmemesi için ondaki varlığı görme yetisinin canlı
tutulması gerektiği üzerine düşülür. Bu bağlamda şiir, felsefe gibi bir görü
sahibidir; estetik bir sabitlik ya da tüketim nesnesi değil, varlığı bir görme
biçimdir.
Şiir ve
felsefeyi, Koytak külliyatında, yakın kılan başka bir özellik de insanın
söz/dille ontolojik akrabalığı; şiir ve felsefenin iki temel insanî uğraşı
olarak dilde ve dil içre varolmalarıdır. Genesis isimli şiirin ilk
ünitesinde, resullerle başlayan insanlık tarihinden bahseden şair, ikinci
ünitede “her büyük şairle/bir dilin genesis kitabı/baştan sona yeniden
yazılır.” dizelerine yer verir.623 “Genesis” oluş, başlangıç,
yaratılış anlamlarına gelir. Şu halde, her büyük şairin bir dilin, “genesis”
kitabını yeniden yazması; felsefede olduğu gibi, büyük filozofların düşünce
sistemini yeniden kat eden/kuran fikirlerle ortaya çıkmasına benzer. Dil-kurucu
bir şiirde, felsefenin kendine yol bulması mümkündür. Felsefe ve şiir, bu
açıdan, lisanla değil; lisan içre kurulurlar. Şiir ve felsefe, basit anlamda
önce düşünülüp sonra yazılan şeyler değildirler; dilde olgun hâlini bulup dille
birlikte varlığa açılırlar. Gerçek anlamda olgunlaşıp varlığa açılmadıkça da
tam anlamıyla neşvünema bulmazlar. Dilsel bir sferde varolmaları şiirle (genel
anlamda edebiyat) felsefe arasındaki ilişkiyi, felsefeyle diğer sanatlar
arasındaki ilişkiden daha farklı kılar.
Koytak,
doğrudan şiir ve felsefe ilişkisini içeren metinler de yazar. Şair Pythagoras
isimli şiirde, Pre-Sokratlarda, şiir ve felsefenin iç içeliğini gösteren
dizelere yer verir; Antik Yunan’dan beri mevcut olan şiir ve felsefe
ilişkisinin çekişmeyi de içeren bir karaktere sahip olduğunu gösterir.
Bilindiği gibi, şiir ve felsefe çatışmasının zirve yaptığı zamanlar, Sokrates
ve Platon’lu dönemlere rastlar. Bu iki filozof, logosu önceleyerek şiirsel
bilgiye itiraz etmişlerdir. Ancak, Pre-Sokratlarda şiirsel söylem biçimi
bilginin dolaşıma girdiği başat düzlemlerdendir. Bu dönem filozoflarında,
poetik bir ifade ve düşünce biçimi vardır. Koytak da, Pythagoras isimli
şiirinde, hem filozoflarla şairler arasındaki mücadeleyi serimler, hem de bu
filozofların aslında şair hüviyetinde oluğunu ima eder. Şiir, Pythagoras’ın
şairleri kıskandığını, onlara hınç beslediğini söyleyen dizelerle başlar:
“Pythagoras
Zavallı
Pythagoras
Şair
olmadığını,
Kendisine
bu altın postun
Verilmediğini
düşündüğü için olacak,
Şairlere
hınç besliyor.”[621]
Pythagoras’ın
şairlere hınç beslemesi, aslında Platon’la benzer bir gerekçeye dayanır.
Platon, felsefenin, şiirin gölgesinde kalmasına tahammül edememiştir. Bu
dizelerde de Pythagoras, aynı gerekçeyle şairlere hınç beslemektedir.
Pythagoras felsefenin doğmasında katkısı olan önemli figürlerdendir, felsefeye
matematiği dâhil etmiş ve hatta onun felsefe kavramanın bugünkü anlamda
kullanılmasına öncülük ettiği de rivayet edilmiştir.[622]
Alain Badiou, Platon’un matematiği felsefeye dâhil ettiğini, şiiri de
felsefeden kapı dışarı ettiğini söyler. Bu anlamda, Platon’un felsefeye ikame
ettiği, hatta hâkim kıldığı matematiksel, kavramsal düşüncesinin başlangıcına
Pythagoras konulabilir. Böyle olunca da, şiir ve felsefe ilişkisinin olduğu bir
metnin Pythagoras üzerinden kurulması, oldukça manidar kalmakta; dolaysıyla,
şair, felsefe ve şiir ayrışmasının temel başlangıç noktalarını işaret ediyor
izlenimi vermektedir. Fakat, şiirde, ilginç bir biçimde, Pythagoras hâlâ
imgesel düşünür ve aslında yaptığının şiirden farklı olmadığının farkında
değildir. Sonraki iki ünitede, Pythagoras, Hesiodos’u cehennemde bir direğe
bağlı olarak tahayyül eder, görür. Homeros’u da, “Kuru bir dut ağacına/Baş
aşağı asılıyken/Görüyor rüyasında...”[623] Bu tahayyül ve
yakıştırmalar, filozofla şair arasında yaşanan gerilimin nasıl bir düzlemde
cereyan ettiğini somutlaştırır. Ancak, filozof bunu yaparken şairlik yaptığının
farkında değildir. Çünkü, Koytak’a göre, bu kadar çarpıcı bir imgelemi yalnızca
şairler yapabilir; fakat, şair olduğunu görmemek de felsefenin insana, filozofa
yaptığı bir kötülük olabilir:
“Bu çarpıcı
imgelemle
Kendisinin
de gerçekte
Bir şair
olduğunu görmüyor.
Felsefenin
insana yaptığı kötülük
Bu olmalı
herhalde! ”[624]
Metne göre,
Pythagoras’ın yaptıkları şiirdir, çünkü imgeseldir. Henüz logosun baskın
olmadığı, tahayyül ve istiareyi de kullanan bu felsefe akarını şiirsel söylemde
bulur. Bu dönem metinlerini özgün kılan da hem form hem doğaları itibariyle
poetik olmalarıdır. Şiir ve felsefenin aynı düzlemde olduğu bu vasat, daha
sonra, Sokrates ve Platon’la bilhassa, giderek felsefenin lehine
biçimlenecektir. Aristoteles’le birlikte, Badiou’nun tasnifine göre, şiir
felsefenin üstünde refleksiyonda bulunduğu bir alan hâlini alır. Daha sonra da
logos ağırlıklı kavramsal düşünce, Hegel’de finali şiirle olmak üzere, sanatın
sonunu/ölümünü ilan eder. Şiir, son yüzyılda yeniden düşünceyle eskisi kadar
haşir neşir olmaya başlar. Birçok düşünür ve filozof, şiirsel düşüncenin
önaçıcılığına göndermede bulunur. Hatta Badiou, şiire düşünce üzerinde fazla
imtiyaz verilmesini, bilhassa Heidegger’i kast ederek, felsefeyi şiirin emrine
vermek olarak telakki eder ve eleştirir.
Şiir ve
felsefe, hakikatin tezahür ettiği düzlemlerdir yahut hakikati, varlığı
görme/görebilme etkinlikleridir. Hakikatse sonsuz çoğalabilen bir tabiata
sahiptir. Çünkü insan, varlığı ancak cüzler hâlinde görebilir; bu tür bir görme
biçimi varlığı saçaklandırır, hakikatler üretir. Necip Fazıl’a ithaf edilen Jaguar
başlıklı şiirde, Koytak insanın varlığı ve hakikati nasıl gördüğünü, daha
doğrusu görebildiğini yazar:
“ “-Varlığı
cüzler halinde görüyoruz
hakikati,
kırık dökük imgeler,
imalar halinde...”[625]
Bu dizeler,
insanın varlığı tam ve bütün (küll) olarak görmeye güç yetiremeyeceğini
imlerler. İnsanın varlık ve hakikati görebilme potansiyelinin Necip Fazıl’a
ithaf edilen bir şiirde anılması da manidardır. Necip Fazıl, Türkçe edebiyatta
ilk defa poetika başlığı altında şiir üzerine düşüncelerini yazan şairdir.
Neredeyse ilk defa şiiri mutlak hakikati aramakla görevli olarak görüp şuur ve
idrakle yakın ilişki içine sokan şairdir de. Düşüncenin ciddi anlamda şiire
girdiği, varlığın, metafiziğin bir refleksiyon alanı olarak yine şiirde kendine
yer bulduğu ilk verimler de yine Necip Fazıl’a aittir. Varlığı bütüncül bir
biçimde göremediğimize göre, birden fazla varlığı görme biçimi vardır.
Bunlardan biri de şiirdir. Felsefe de varlığa bakışında çok çeşitli
perspektifler geliştirmiş, fakat son tahlilde, varlığı hiçbir zaman tek başına
tam anlamıyla bütüncül olarak görmeye muktedir olamamıştır. Aşkın
(müteal/transcendental) ilahî hakikati bir yana koyan Koytak, “insan
zihniyle tasarlanan hiçbir kap/gerçeği uzun süre içinde tutamaz.” diye
yazar.[626] Burada parçalı, dairevî,
sarmal bir doğası olan hakikatin, ancak cüzî olarak algılanabileceğine gönderme
vardır. İnsanın hakikati ihata etmesi, yine hakikati ve varlığı görebilme gücü
nispetindedir. Nietzsche, “Her hakikat eğridir. Zamanın kendisi bile bir
dairedir.” derken, hakikatin linear olmayan doğasına işaret eder. Burada
da, şiirin varlığı görme biçiminin aslında hakikatin paradoksal doğasına
paralel olduğu yorumunda bulunulabilir. Şiir ve hakikat ilişkisi şöyledir:
“Sonsuza
kadar çoğalabilen “şiir ve hakikat”
dalgaları
üzerinde “sörf”yapan zamâne dervişleri... ”[627]
Ne kadar
hakikat varsa, şiirin de, o kadar çoğalmaya müsait bir doğası vardır. Hakikatin
devingenliğiyle atbaşı giden bir şiirsel devingenlik söz konusudur, bu ancak
şiirsel serbestiyet içerisinde mümkün olacak bir şeydir. Bu açıdan Heidegger’in
meşhur “dil varlığın evidir” önermesinde oluğu gibi, hakikat de en iyi poetik
göstergelerin uzayında soluklanacak alan bulur. Ev Türküsü başlıklı
şiirde, Heidegger’in felsefî görüşlerine benzer şeyler şiirleştirilmiştir:
“şairim
ben, varlığın evinde oturuyorum,
düzgün ve
temiz tutuyorum onu,
her gün
silip süpürüyorum,
havalandırıyorum,
serâzat rüzgarlarla.
Buna
karşılık, Ev Sahibem de
kira
almıyor benden.” [628]
Şair, varlığın
evinde mukimdir. Varlığın eviyse dildir. Dil, şiir ve varlık arasında bir
diyalektik vardır. Heidegger’e göre “dil varlığın evidir”, Koytak’a göre de
varlık şiirin evidir. O hâlde, dil, şiirin de evidir. Dil ve şiir arasındaki
ontolojik bağ hesaba katılınca, varlık ve şiir arasında bir mütekabiliyet
olduğu söylenebilir. Yani, Heideggerci anlamda, varlık şiirde inkişaf eder;
Koytak’taysa şair/şiir, varlıkta ikamet eder. Varlığın kendini şiirde varlığa
atması/çıkartması, aslında şiirin bizatihi kendisinin de neşvünema bulmasıdır.
Şiir, varlıkta bilâ-bedel oturur, çünkü varlığın mütemadiyen gereksinim duyduğu
taraveti/ışımayı (her gün silip süpürüyorum/havalandırıyorum) ona verir.
Varlığın sürgit bir devridaim hâlinde olması, şiirin serazat rüzgârı ile
tazelenir. Varlık için ev sahibem denir, bu da varlığın dişil
(müennes/female) olduğunu imler. Varlığın dişilliği, ondaki türeme (veludiyet),
varyasyon kazanma ve biçim değiştirme özelliğine atıftır. Şiir de, varlığın bu
dokusuna hizmet ederek, onun değişen doğasının görünüre çıkması ve
hissedilebilir bir ifadeye kavuşmasına alan açar. Şiir, felsefede olduğu gibi,
varlıkla bir ilişki kurmak suretiyle, insanla varlık arasında bir uzam
oluşturur. Deleuze ve Guatteri, sanat, felsefe ve bilimin kaosun kızları olarak
kaosa düzlem biçen etkinlikler olduğunu söylerlerken, kaostaki
hercümercin kozmosa yani düzene yöneliminin üç farklı düzlemde cereyan ettiğini
yazarlar.[629] Mümtaz bir sanat olarak şiir
de, kaosa en fazla düzlem biçen sanattır. Mütemadî bir boşluk olan evrende
kaosa katılıp, onu kat ederek, insana duyulur bir düzlem çatansa şairdir.
Neredeyse bütün büyük şairleri anormal kılan, bütün magnum opus şiirleri irite
edici/rahat kaçırıcı kışkırtıcı doğaya sahip yapansa, galiba şairlerin Deleuzcü
anlamda kaosa atılan/katılan ve ona karşı savaşım vererek kaosu ifadenin
mülküne çağıran bir düzlemde yaşama gayretleriyle de alâkalıdır. Bu anlamda,
şiir bütün tutamakların ötesinde ancak kaosun kat edilmesiyle elde edilebilecek
yeni bir tutamak sunar.
Koytak’a göre söz, dolayısıyla şiir, gerçeğe bir hayat,
beden/form verir. Bu anlamda şiir gerçeğe katılarak, gerçeği aramıza davet
eder. Yoksulların ve Şairlerin Kitabı Iirte bulunan Sol Elle
Yazılanlar isimli metinde, Koytak, göstergelerin gerçekliği varlığa çıkarmasından
şu şekilde söz eder:
“kelimeler gerçeğin hayatıdır.
kelimeler gerçeğin bedenidir;
gerçek onlarla doğar,
onlarla
gelişir, serpilir, onlarla katılır aramıza. ”[630] Koytak’ın
bu dizelerde Heideggerci bir tutum takındığı aşikârdır. Heidegger, dilin bir
iletişim aracı olmaktan öte varlığın içinde kendini varlığa açtığı/çıkardığı,
ne ise olduğu, soluduğu bir uzam olarak görür. Bu açıdan şiire oldukça kıymetli
bir rol biçer. Filozofa göre, varlığın bihakkın açığa çıkıp neşvünema bulacağı
zemin sanat eseridir, özellikle de şiirdir. Mümkün bütün gerçeklikler ancak
dilsel bir zeminde varlık bulurlar. Göstergelerle temsil edemediğimiz bir şeyin
varlığını göstermemiz neredeyse imkânsızdır. Mantıksal olarak pek mümkün
değildir. Bir şey, kelimelerle gösterilip hissedilir bir hâle getirildiğinde
varlığını inkişaf ettirir. Şu hâlde, dil, varlığın kendini sarıp sarmaladığı,
yaşamaya imkân bulduğu bir diyardır. Logosun mutlak zaferini ilan edenler de-
Platon, Vico, Hegel- benzer biçimde dilin varlığa konturlar çizen doğasına
göndermede bulunurlar. Bu filozoflar dilin tamamen kavramsal olmasına ideaları,
tini en arı ve olgun biçimde tecelli ettirmesine dayanarak, felsefenin
hakikatin yegâne sözcüsü olduğunu da iddia ederler. Bu anlamda dil gerçekliğin
kendini varlığa açtığı, nazarıitibara sunduğu bir zemindir. Problem daha çok
felsefe mi, yoksa şiir dilinin/formunun mu hakikati bihakkın serimlediği
üzerinedir. Koytak, aynı metnin son ünitesinde dilin farklı düzlemlerde bilim,
sanat, rüya ve oyun olarak temessül ettiğini de ekler:
“ve
karnında ruhumuzun
kelimelerle
dönüşür gerçek
bilgiye,
sanata,
rüyaya,
oyuna,
ve en çok
da yalana.”634
Burada dikkat
çeken asıl şey, olup biten her şeyin nihayet insanî ve ruhî olduğudur. Bilginin
de sanatın da mayalandığı yer ruhtur. Şu hâlde, sanatın ruhsal, felsefenin de
zihinsel olduğu gibi klasik ve bazen de çok mutlak ve keskin bir ayrım burada
geçerliliğini yitirir. Asıl menba ruhtur. Bilgi ruhtan sadır olduktan sonra,
felsefe ya da sanat olur. Buradan gerçekliğin sanat ve bilgi bağlamında taksiminin
sonradan meydana gelen bir vaka olduğu gibi bir hükme varılabilir. Kartezyen
felsefenin mutlak ruh ve beden ayrımı geçerliliğini yitirir. Deleuze-Guattari
sanat, bilim ve felsefenin düşüncenin üç formu olduklarını, ancak kurdukları
düzlemler itibariyle farklılık kesp ettiklerini söyler. Şiirde ruh, nefsi de
imler gibidir. Aristoteles nefsi üçe ayırırken bunların en yetkininin insanın
düşünen nefsi olduğunu belirtir. Düşünce dahi his ve tahayyül gibi, insan
ruhunda (nefs) olan bir şeydir. Dolayısıyla sanat, felsefe ve bilim, insan
ruhundan kaynağını alan üç farklı düzlemdir. İnsanın üç farklı düzlemde
temessülüdür.
Koytak, bir
bakıma, Platon’un şiire karşı tavrıyla hesaplaşır; şiiri yargısız infaza tabi
tutulduğu bir zeminden kendini ifade edebilir bir düzleme taşır ve konuşturur;
şiirin hiç de bir çılgınlık olmadığı, aksine aklı bir maden gibi işlediğini
iddia eder. Bu anlamda, şiir ve felsefenin akla nispetleri görünür kılınır.
Platon’un, bir filozof olarak, şairleri Devletlinden kovma hikâyesi meşhurdur.
Şairlerin neden kovulduklarının sebepleri üzerinde uzun uzadıya duruldu. Koytak
şiirinde, şairlerin bu sürgünlüğü de, bir refleksiyon alanı olarak, yer alır.
Ancak, burada, Platon’un yerini bir Moğol paşası alır. Şiir, Moğol Paşası
& Acem Şairi başlığını taşır. Şiirin ilk ünitesinde Moğol paşası Acem
şaire, Platon’un şairlere yönelttiği suçlamalara benzer şeyler söyler. Moğol
paşasının asıl öğrenmek istediği, şiirin maksadı ve şairin ne yaptığıdır.
Paşaya göre demirci kılıç yapar, saban yapar, kargı yapar; asker savaşır; köylü
ekmek yetiştirir; kavaf potin yapar. Fakat şairin ne yaptığına, Paşa, akıl
erdiremez:
“Peki sen
ne yaparsın, be adam,
Sen,
Allah’ın zincirsiz delisi,
Ne katarsın
dünyaya, söyle bilelim,
Ne alır, ne
satarsın çarşı pazarda?”[631]
Platon her
şeyden anladığını iddia eden şairin yaptıklarını takdir eder, başına da
çiçeklerden yapılma bir taç takarak, ona devletinde yeri olmadığını söyler.
Çünkü, Platon’a göre, ideal bir düzende herkesin ne yapması gerektiği, sanatı
(tekhne/zanaat) bellidir. Fakat şair, bu görev tanımlarının hiçbirine dâhil
olmadığı gibi, hepsinden de anladığını iddia eder. Siyaset teorisyenliğine
soyunan Platon için de bundan daha büyük bir tehlike olamazdı. Filozofun düzeni
idame ettirmek için şairlere mesafe koyması, şiirin neler yapabileceğiyle
ilgilidir. Modern çağlarda şiirin yasa-karşıtlığı, devrimsel yönünü hesaba
katarsak, şiirin nelere kadir olabileceğini ve Platon’un endişesini daha sarih
bir biçimde anlamak mümkündür. Klasik ve bilhassa ortaçağ felsefesinin devletçi
ve ideal sistem kurma arzusu şiirin yasa tanımazlığı ve anayasa karşıtlığıyla
yüz yüze kalır.[632] Acem şairin Moğol paşasına
yanıtı da şiirin ikinci ünitesindedir. Kendisine deli denen şairin, aklı bir
maden gibi işlemesi (Ben, akıl denen madeni alırım önüme') manidardır.
Koytak, anti-Platoncu bir tavırla, şairin aklı madeni işleyen bir
madenciymişçesine işlediğini söyler. Şair bir çömlekçi gibi madeni, yani aklı
biçimlendirir ve yaratımını bunun üzerinden gerçekleştirir:
“Ben mi,
demiş acem şairi, ben ha!
Ben, akıl
denen madeni alırım önüme, amcacım
Onu
çömlekçi çamuru gibi yoğurur, yoğurur,
Demirci
yaparım ondan, asker yaparım, köylü yaparım,
Terzi
yaparım, tüccar yaparım.
Sonra aynı
çamurun artanından,
Onlar ne
kadar aptalsa tam işte o kadar aptal,
Onlar ne
kadar hödükse tam işte o kadar hödük,
Onlar ne
kadar hırsızsa o kadar hırsız,
kadar
yolsuz, o kadar gaddar
Paşalar
musallat ederim onların başına....”[633]
Bu dizelerde
şair, hayatın ne ise kendisinin de onu yaptığını, hiç de beyhude işlerle
uğraşmadığını söyler. Şiir, hayatla bitişik olup Platoncu anlamda bir kopyalama
değildir. Filozofun şiiri kabahatli bulduğu gerekçeler Moğol paşasının ağzından
söyletilir, cevaplarsa Acem şairden gelir. Platon, şairleri akıl dışılıkla
suçlayıp akim bırakmaya çalışmıştır. Burada da aynısını paşa yapar. Antik
Yunan’da filozoflara karşı verilen mücadele, Koytak şiirinde askerlere karşı
verilir. Platon, şairlere kendilerini savunma şansı vermez. Şair, kendisine
yöneltilen ithamlarla kalakalır. Diyalogların kahramanı Sokrates muhataplarını
hep ikna eder, iddialarını onaylatır. Koytak’ın şiirindeyse şaire söz hakkı
verilir. Bu açıdan Platon’un metinlerinde susturulan şaire söz hakkı doğmuş
olur. Burada hiç de halkalarla musaplara bağlı, kendinden geçmiş bir
çılgınla (mecnun) karşılaşmayız; aksine bizzat hayatın içinde olan biriyle,
deli dahi olsa hayatın delisi olan biriyle karşılaşırız. Bu bağlamda, şairin
insan ve hayatla ontolojik bağı mevcuttur. Bu mevcudiyet, filozoflarda olduğu
gibi, hayatı anlamaya dönüktür. Platon’un şiirle felsefe arasına koyduğu
mesafe, bu metinde de görüldüğü üzere, Koytak külliyatında alabildiğine
kapanır. Bu külliyat, insan ve insanî olanın temelinde yatan şiiriyetin, Tanrı
tarafından bahşedildiğine iman eden bir anlayışın gelişip serpildiği bir düzlem
olarak belirir, ki felsefe ve şiir de bunların başlıca iki tanesidir.
Dolayısıyla “her büyük şiir,/ her yeni buluş, her özgün fikir/Tanrı’nın el
yazmalarından kopmuş” gelmiştir.[634]
Bu ontolojik eşitleme, ilişki dili ve düzlemleri üzerinden farklılık kesp eder.
Şiir ve felsefenin en büyük alametifarikası da varlık ve hakikatle kurdukları
ilişki biçiminde tezahür eder. Bu düzlemlerden felsefenin daha mantıklı ve ikna
edici olduğu kabulü yüzyıllarca hükümferma olmuş, günümüzde de büyük çapta
varlığını devam ettirmektedir. Koytak külliyatında bu kanıya dip dalgalar
halinde bir itiraz vardır. Şiirin Kanatları I isimli şiirde bilim,
felsefe ve şiirin üretimleriyle ilişkisi kuluçkaya yatan kuş metaforuyla
somutlaştırılır:
“Olan şu:
kuluçkaya yatıyor bilim
Ve sonra
kalkıp işine gücüne bakıyor;
Kuluçkaya
yatıyor felsefe
Sonra
kalkıp işine gücüne bakıyor;
Peki ya,
sanat
Peki, ya o
kanatlı fil,
Ya o uçan
balina?
Kuluçkaya
yatıyor bu tuhaf kuş da,
Ama kendini
unutuyor orada;” [635]
Şiirde
kuluçkaya yatan bilim ve felsefe, üretimlerini/verimlerini bıraktıktan sonra,
kalkıp işine gücüne bakarlar. Ancak, sanat, dolayısıyla şiir, kendini kuluçkada
unutan tuhaf bir kuştur. Felsefe ve bilimin kuşuna benzemez. Bir ruh sarhoşluğu
içinde, üretimiyle birlikte kalan şiir, hayat verdiği şeye bitişik bir edim
olarak belirir. Şiirin varlıkla ilişkisi, felsefeye göre daha az pragmatiktir;
dolayısıyla, şiir, kendisini varlıkla kurduğu ilişki biçiminde yitirir. Felsefe
ve bilim, sanata göre daha çıkarımsaldır. Üstüne eğildikleri her neyse, ondan
çıkarttıkları sonuçları daha kategorik bir düzlemde ve kendilerinden bağımsız
bir şekilde konumlandırırlar. Fakat sanat/şiir için aynı durum söz konusu
değildir.
Koytak, şairle
Moğol paşasını bir araya getirirken Heidegger ile Hitleri de, Cazın Düşmanları
başlıklı şiirde, bir araya getirir, konuşturur. Metinde, Hitler, sanatı kötücül
şeyleri ortaya çıkaran bir kanal, bir yansıma düzlemi olarak görür. Platon’da
olduğu gibi, sanatın bastırmamız gereken yanlarımızı açığa çıkarttığına inanır.
Heidegger’in “sanat varlığın kendini varlığa açtığı/açığa çıkarttığı bir
zemindir” tezine göndermede bulunmak suretiyle, Hitler’e soru sordurulur.
Hitler, Heidegger’e “caz” (jazz) yer altında yaşayan ruhların, fare ve
solucanların yeryüzüne çıkma çabası değil midir, diye sorar:
“ ‘Caz,
yeraltında yatan bir ruhun,
Bir farenin ya da bir solucanın
Yeryüzüne çıkma çabası
Değil mi, sence de hocam?’
Diye soruyor, Adolf Hitler,
Filozof Heidegger’e.” [636]
Ancak
Heidegger’in cevabı, Acem şair gibi meydan okurcasına olmaz, daha çok felsefî
göndermelerle yüklü olur. Heidegger, Hitler’in tezinin tersinin de mümkün
olacağını anlattıktan sonra, şiirin sonunda, “Çünkü, dil varlığın
eviyse,/Caz da mezarıdır, bilge Führer’imiz” şeklinde felsefî bir söylemde
bulunur.[637] Şair gibi doğrudan doğruya
değil, filozofça, söylemek istediklerini felsefî ve kavramsal bir dille
dolayıma sokarak, söyler. Bu anlamda da, şiirsel ve felsefî söylemin farkları
somutlaşır. Heidegger, Hitler’e, şairin Moğol paşasına verdiği şekilde,
doğrudan ve daha az dolayımsız bir biçimde cevap vermez. Böylece, şiirsel
ifadenin, felsefî söyleme göre daha az dolayıma girdiği de, somut örnekler
üzerinden izlenmiş olur.
Şiir ve
felsefe arasındaki müştereklerden biri de insana, ölüm ve hakikat karşısında
bir vaziyet almayı öğretmeleridir. Platon, "Felsefe yapmak ölmeyi
öğrenmektir." der. Koytak, şiirin ölüm karşısında insana tahammül gücü
bahşettiği inancındadır. Şairin şiir kitaplarından birinin adı, Şen
Maneviyat ya da Ölüme Çare ’dir. Şen maneviyat isminin Nietzsche’nin Şen
Bilim (The Gay Science) kitabını anıştırdığını söylemek gerekir. Şen
Maneviyat ya da Ölüme Çare ’de şiirin, doğrudan doğruya, felsefe gibi
ölümle bir münasebet kurması söz konusudur. Nietzsche, şiirin insana verdiği
teselliden bahseder. Filozofa göre, “Tanrının ölümü”, hakikatin yitiminde
sanat/şiir insana bir teselli sağlar. Koytak da, şiirin ölüme çare
olmasını böylesi bir teselli olarak anlamış gibi görünür. Ölüme en iyi çare,
ona karşı bir tatmin dayanağı bulmaktır. Platon, felsefenin ölmeyi öğrenmek
olduğunu söylerken, felsefe ölüm için bir alıştırma alanıdır. Koytak, sanatın,
şiirin ölüme çare olmasından bahsederken, Nietzscheci anlamda ondan
sadır olacak bir teselli ve tatmine göndermede bulunur. Son tahlilde her iki
etkinlik de, şiir ve felsefe, ölüme karşı bir teselli, saçakaltı olabilirler.
Koytak’ın,
bazı durumlarda, şiire felsefe karşısında bir üstünlük verdiği aşikârdır. Şiir,
felsefeye göre daha yaratıcı, özgür ve insana teselli veren bir edimdir. Evde
Çalışanlar için Metafizik başlıklı şiirde, Koytak, felsefeye adeta yol
verir - Platon’un da şiire yol verdiğini hatırlayalım- şiiri alıkoyar:
“salalım
fukara felsefeyi;
ama bizimle
kalsın şiir,
her zaman
dilimizin altında
ya da
ucunda aklımızın,
kalsın ki, çare
olsun
titreyip
durmasına
böyle alt çenemizin
ölümün
karşısında
ve
kıyısında, sonsuzun;”[638]
Felsefe daha
ziyade yaratıcılık bakımından, şiire göre, yoksul bulunur. Yine, burada da,
şiirin ölüm karşısında bir direnç yarattığına atıf vardır. Asıl önemli olansa,
şairin fukara felsefeyi salalım demesidir. Şairin felsefeyle
hesaplaşmaya çalışması, yine şiir ve felsefe arasındaki yakın ilişkiyi imler.
Onca disiplin ve bilim söz konusuyken, özellikle felsefenin bırakılıp şiirin
tutulması onların aynı zeminde olmalarına tanıklık eder. Buradan, aslında, şiirin
de felsefeyi kendine bir rakip olarak gördüğü yargısına varabiliriz. Bu
bakımdan da, şiir ve felsefe hem karşıtlığı hem de birlikteliği ihtiva eden bir
ilişki diline ve varoluşa sahiptirler. Şiir ve felsefede, daha önce de
belirttiğimiz gibi, “hem o hem o değildir” şeklinde bir ilişki vardır. Her iki
ilgi modunu, karşıtlık ve birliktelik, hesaba katmaksızın yapılan bir ilişki
atfı, eksik bir hükümle sonuçlanır. Bu karşılıklı ve girift ilişkide
taraflardan birini yok saymak, diğerinin de kıymetini yanlış takdir etmek ve
eksiltmek anlamına gelebilir.
Koytak
külliyatında şiirle felsefe ilişkisi bağlamında, benzerlik ve farklılıklarıyla,
doğrudan ya da dolaylı, şöyle bir izlenim ortaya çıkar: Şiirle felsefe
arasındaki ilişki, bir yakınlık olarak var olduğu gibi, bir mücadele alanı
olarak da mevcuttur. Bu ilişki biçimi, hem felsefe hem de şiir için aynı oranda
geçerlidir. Bazı filozofların, şiirsel yaratışın daha velut olmasından dolayı
şiir ve şaire hınçları, önyargıları vardır. Şiir felsefeye göre daha yaratıcıdır.
Felsefe şiiri kısırlaştırma tehlikesi taşır, fakat şiir felsefeden büyük
düşüncelerin sadır olmasını sağlar, ki birçok büyük filozof şair yaradılışlı
olup felsefede bunu gerçekleştirmişlerdir. Şiir ve felsefe, birer insanî edim
olup insanın dünyayı yurt edinme çabalarında mündemiçtirler. Şiir ve felsefeyi
meydana getiren özellikler, insanın ruhundan kaynağını alır. Dolayısıyla
felsefe salt akıl, şiir de sadece tahayyül ve ilham ürünü değildir. Şiir de,
felsefede olduğu gibi zihinsel bir vasatta yaratılır ve asgarî bir anlam
üretmek zorundadır. Şiir ve felsefe, yine insan ve varlığın varlık durumlarını
serimlerler ve dil içre gerçekleşir; dil dahi varlığın evi olduğu içindir ki
şiir ve felsefe varlığın açığa çıktığı düzlemler olarak belirirler. Her iki etkinlik
de, varlığı görme biçimleri olup insana bir görü kazandırırlar. Biri daha çok
kavramsal, diğeri de imgesel bir düzlemde kurar varlıkla ilişkisini. Şiir ve
felsefe/hikmet anlatılmaz olan konusunda susmayı tercih ederler, safsataya
sapmazlar. Şiir ve felsefe, sorgulayıcı doğalarıyla insandaki tecessüsü canlı
tutarlar. İnsan bu şekilde bir tatminsizlik ya da tatmin bulma arzusuyla arayış
içine girer. Bu bakımdan da, şiir de felsefe de hakikat arayışına matufturlar.
Hakikatin sürgit değişmesine yönelik yeni formlar kazandırma ameliyeleridir.
Aralarındaki bunca müştereklere rağmen Koytak’a göre, şiir, felsefeden daha
yaratıcı bir tecrübedir, daha özgürdür, daha deneyimseldir; dünya ve ölüm
karşısında daha fazla mukavemet sağlar. Koytak, felsefeyle hesaplaşır, ancak
şiirle felsefe arasındaki Kartezyen ayrıma da itibar etmez. Şairin birçok
şiirinde, felsefî doktrinler ve filozoflardan izler görmek ve yine metinlerini
çoğu zaman bir refleksiyon alanı olarak da kurduğuna şahit olmak mümkündür. Bu
bakımdan hem felsefe ve şiir ilişkisini konu etmesi hem de şiirini felsefî bir
düzlem gibi inşa etmesi, şairin külliyatını şiir ve felsefe ilişkisinin canlı
olduğu bir zemin hâline getirir. Ancak, Koytak bunu daha çok kadim
felsefe/hikmete yakın durarak yapar. Felsefeye karşı, bazı filozofların şiire
karşı koydukları uzlaşılmaz tavra benzer bir tutum da sergilemez.
BİR
FELSEFÎ SAHNE OLARAK CAHİT KOYTAK ŞİİRİ
Koytak
külliyatı bir “anlatılar ormanı”, sanatçılar, şairler ve filozoflar geçidi
gibidir. Bu külliyatta, felsefe/hikmet poetik bir düzlemde açığa çıkar,
filozoflar da “şairane mukim” olurlar. Felsefe, poetik ve hikmetli bir tabiata
sahiptir; filozoflar şairane bir yaradılış ve varbulunmayla arzıendam
eden figürler olarak tasavvur edilirler. Bu figürler her ne kadar filozof
olsalar da, varlığın şiiriyetine katılırlar. Koytak, Deleuzci anlamda bir
yerinde etmeyle bu filozofları önce yurtsuzlaştırır, sonra tekrar yurtlulaştırır,
yani yeni bir düzlemde ikame eder. Klasik felsefî bağlamlarından alınıp yeniden
üretilen figürler daha çok şair-filozof ya da filozof-şair olarak görünmeye
başlarlar. Poetik bir doğaya sahip filozofların, felsefede, şiirsel varbulunuşlarına
vurgu vardır ve özellikle de bu tarz bir doğaya sahip filozoflara (Nietzsche,
Derrida, Wittgenstein...) yer verildiği de gözden kaçmaz. Söz gelimi filozof
Derrida’dan ziyade şair Derrida vardır; Wittgenstein her şeyi dil ve mantıkla
izaha girişen bir zekâdan çok şair tabiatlı bir ermiştir.
Koytak
metinlerinde, felsefe hem doğrudan filozof-figürler hakkında yazılan şiirlerle
hem de felsefî soruşturmalar, tartışmalar olarak tarihe geçen konular üzerine
eğilmekle belirir. Bir taraftan felsefe tarihine mal olmuş, Spinoza-Nietzsche-
Wittgenstein-Derrida gibi, filozofları konu alan metinler üretilirken; bir
taraftan da Tanrı, metafizik, varlık, ruh, düşünmek-dil-deha-bilgi-sanat nedir?
gibi, felsefî meseleler üzerine refleksiyonda bulunulur. Koytak, bunu bazen
düzyazının sınırlarına yaklaşan bir biçimde yapar. Dolayısıyla, bu tarz nesre
yaklaşan metinlerde tehlike çanları çalmaya başlar. Zira çok ince bir çizgi
üzerinde birazcık daha nesre yaklaşmak, metinleri nesrin aleladeliğine
(prosaic) düşürebilir. Doğrusu Koytak’ın bazı düzyazı tadı veren metinler
ürettiğini de itiraf etmek gerekir. Şair, kalkıştığı iş itibariyle oldukça
netameli bir şeye soyunur. Öncelikle Türk edebiyatında hiç de alışık
olmadığımız epistemolojik bir şiir kurar, sonra da bunu alabildiğine sade bir
düzlemde örer. Kuşku yok ki Koytak, bile isteye bu sadeliği tercih etmiştir.
Ancak bu sadelik, bir süre sonra okuru düzyazı karşısındaymış gibi tekdüze bir
durumla muhatap bırakabilir. Doğu’da lirik şiir oldukça yaygındır, Koytak şiiri
bu karakteriyle daha çok Batı edebiyatlarında görülen bir tınıya sahiptir.
Koytak’ın felsefeyle kurduğu ilişki düzlemini anlamak için biraz da onu
kimlerin etkileyebilmiş olacağına bakmak yerinde olacaktır. Bu soruya
vereceğimiz cevap, şairin metinlerini anlamada yardımcı olacaktır. Bu anlamda
ilk göze çarpan Koytak’ın Tagore ve Halil Cibran çevirmeni olmasıdır. Cibran
metinleri, düzyazı ve şiirin dolaylarında dönüp duran felsefî/hikmetli bir
sarmal gibidir. Cibran’da bilgelik ve meseller öykülemeci bir tarzda esere
konulur. Dolayısıyla Cibran metinleri hem nesre ait özelliklere, hem de şiirsel
bir doğaya sahiptir. Tagore’un da benzer şiirsel metinleri vardır. Bunların
tercümanı olan Koytak, kendi külliyatındaysa bu tarzın bir anlamda yazarı/şairi
olur. Ancak, Koytak, yazarı perdeler, geriye sadece şair kalır. Yine Koytak
külliyatında Mevlana, Homeros gibi kadim şairlerin şiir söyleyiş tarzlarına
yaklaşan, öykülemeci bir şiir-yazımından da bahsedilebilir.
Koytak’ın,
neredeyse şiire dönüştürmediği bir şey kalmaz. Bu dönüştürümler yalnızca klasik
şiir literatüründe kullanılan sözcük hazinesi etrafında oluşmaz; yanı sıra
düşünce içeren felsefî bir terminolojiye de sahiptir. Koytak’ın şiir
kitaplarının içindekiler bölümüne bakılsa bile bilgi, metafor, sofist, felsefe,
sanat, şiir, metafizik, poetik, gerçek, hakikat, deha, varlık, zaman, akıl,
düşünce, dil, vs. gibi daha çok bir felsefe sahnesi, refleksiyon düzlemi
oluşturacak cinsten kavramsal olarak da kullanılan göstergelerden oluştuğu
rahatlıkla görülür. Felsefî kavramlarla kurulan ve Sevan Nişanyan’a ithaf
edilen bir şiir örneği Hiç Yoktan başlığını taşır. Bu şiirde, felsefe
tarihinde önemli yerleri olan nous, aletheia, logos, gibi kavramlara yer
verilir:
“.... ve bu
birleşmeden sezgisel-akıl
ya da kavrayış
(Nous)
ve hakikat
(Aletheia) doğmuş.
kavrayışla
hakikatin birleşmesinden
söz
(logos)
ve hayat
(zoe),
sözle
hayatın birleşmesinden de
insan
(eon) ortaya çıkmış.”[639]
Burada, şair,
felsefî kavramlar kullanmakla yetinmez, metafizik bir yaklaşımla insanın
varoluşuna sözle (logos) hayatın (zeo) birleşmesini koyar. Logos (söz)
hakikatin kavrayışıdır ya da hakikatle kavrayışın birleşmesinden sadır olan bir
şeydir; insan da bu hakikati kavramış söz ve hayattan neşet etmiştir. Çünkü,
şaire göre, sözle hayatın birleşmesinden de insan ortaya çıkmıştır. Şair, daha
sonra göreceğimiz gibi, insanla söz arasında ontolojik bir akrabalık görmektedir.
İnsan varoluşuyla söz/logos sayesinde bir ilgi kurulur. “Eski Grek
felsefesinde Logos, aynı zamanda, varolan olarak bir tanrıdır, Zeus’tur[640]
Şiirin sonunda, şair, metinde diyalog hâlinde olduğu GüzelSözlerinCinine Andaman
yerlilerinin sessizliğiyle gnostiklerin yaratılışla alakalı görüş ve
kavramlarını bir araya getirerek şiirsel bir metnin üretilebileceğini söyletir.
Bu tarz bir şiir üretimi, şairin bazı şiirlerini nasıl ürettiği hakkında
ipuçları da verir.
Koytak
külliyatında zaman zaman varoluştan, epistemolojiden, zaman kavramından,
tasavvuftan, sanat ontolojisi ve estetikle ilgili değinilerden, Hint-Çin
bilgeliğinden söz eden metinler inşa edilir. Bu şiirlerde, nispeten kurgusal
nispeten reel bir düzlem hâlinde örülmüş bir doku söz konudur. Hepsinden önemlisi
Koytak’ın şiir kitaplarından biri Yeni Başlayanlar için Metafizik
başlığını taşır ve kitaba motto olarak Vico’nun metafiziği anlattığı sözlere
yer verilir. Prologdan sonra gelen ilk bölümse Varlığa ve Yokluğa dair
başlığını taşır. Heidegger’in Metafiziğe Giriş isimli eseri de
metafiziğin temel sorusunu sormak babında şu ünlü sualle başlar: “Varolan
genelde, neden [var]dır ve daha ziyade Hiçlik değil?”[641] Koytak, bu anlamda,
tam bir metafizik sorgulamayla başlar kitaba. Metafizik kısaca “Felsefenin,
amacı varolanların gerçek doğasını belirlemek, varolanların anlamını, yapısını
ve ilkelerini ortaya koymak olan temel disiplin” olarak tanımlanır.[642] Dolayısıyla bu başlık bile (Yeni
Başlayanlar İçin Metafizik) şairin doğrudan doğruya varlık, varlığın varolan
olarak ne olduğu, varlığın temel ilkeleri ve gerçekliğine göndermede bulunur.
Koytak şiiri,
sorgulayıcı bir doğaya sahiptir. Bu itibarla sorularla kurulan metinlerle örülü
bir dokuya da sahiptir. İbrahimce Sorular başlığı altında bile birçok
şiir yazılmıştır. Bu başlık altındaki bir şiirde, varlıkla ilgili şu sorular
sorulur:
“İbrahimce
Sorular
baştan alalım,
herşeyi baştan,
niye var
bütün bunlar?
bu yer bu gök?
varlar mı
gerçekten de?
ne demek ‘v a r o l m a k’?[643]
Birçok
filozofun varlık ve hakikat gibi kavramları sorgulamak için felsefe tarihini
yeniden kat ettikleri bilinir. Varlık ve hakikatle ilgili algı ve tanımlamalar
metafizik sayılarak yeni baştan anlamlandırmaya çalışılmıştır. Bu anlamda, şair
de, okura varolmak ne demektir? gibi irdeleyici sorular tevcih eder.
Soruların İbrahimce olması da, bu soruların ne kadar hayatî ve hakikati
bulmaya/buldurmaya yönelik olduklarını gösterir. İbrahim peygamber, Tanrıyı
bulmak için tabiatı ve ilah olarak görülen birçok şeyi sorgulamaya girişir ta
ki mutlak ilahı bulana kadar. Bu sorgulamada birçok durakta oyalanılır, ancak
her durak kuşku ve sorularla geçilir. Külliyattaki sorular da varlığı,
hakikati, insanı, Tanrıyı düşünmeye, hissetmeye müteveccih bir girişim olarak
şiirleri hem poetik bir sorgulama hem de zaman zaman felsefî bir refleksiyon
zemini hâline getirir. Bu zeminde hem düşünür, hem hisseder, hem de tahayyül
ederiz. Koytak, yeri geldiğinde, sofistçe sorular da sorar. Sofistçe
sorularla varlığı hiçbir zaman tam anlamıyla, bihakkın, anlayamayacağımızı
hissettirilir:
“Sofistçe
Varlık
hakkında bir fikre,
Tam ve
doğru bir fikre ulaşmak için,
Ömür çok
kısa,
Akılsa çok
aceleci! ”[644]
Sofistler,
mutlak, nesnel ve evrensel bir bilginin imkânsızlığından bahsederken eleştirel
felsefî bir tutumla hem varlığa karşı bu tarz bir etkileşimle metafizik yapmış,
hem de kendinden sonraki felsefî düşüncelere önaçmışlardır.[645]
Koytak metinlerinde de, “sofistçe” bir tutumun izleri görülür. Eleştirel bir
yerinden etme girişimi olarak okunmaya müsait bu tarz bir tutum, şairin kendi
varlık anlayışına alan açması anlamını taşır. Bu bağlamda da, gerekçesi ne
olursa olsun, insanın varlık hakkında tam bir fikir sahibi olması muhaldir.
Buna ne ömrü vefa eder, ne de aklı ayak uydurabilir. Şiirin devamında iki üç
kat fazla ömürle, dişimiz ve tırnağımızla düşünmeyi öğrendiğimiz takdirde kim
bilir, “Gerçekten var mıyız, yok muyuz,/Varlık mı dolduruyor,/Düşünce mi,
âlemi,” gibi sorular üzerine uzun uzadıya düşünür meseleyi, belki bir
ihtimal, çözerdik denir.650 İbrahimce sorularla mutlak
varlığa göz kırpan şair, sofistçe sorularla varlığın insanlar tarafından
bilinmesinin güçlüğünü sezdirir. Bu farklı sorgulama biçimleri, Koytak şiirinin
iki zıt kutbunu da imler: Birincisi İbrahimî (İbrahimce) sorgulamadır, ki
doğrudan doğruya mutlak hakikati aramaya ve bulmaya yönelik ümitvar bir
tutumdur; ikincisiyse sofistçe olup daha kuşkucu, seküler bir tatminsizlik
hâlidir.
Koytak
külliyatında, birçok filozof üzerinden metinler üretilir. Külliyatta bir gezgin
gibi dolanıp duran filozof ise Nietzsche’dir. Nietzsche, hem birçok metinde
değini olarak karşımıza çıkar, hem de müstakil bir kahraman olarak. ‘Filozof’
başlıklı şiirin kahramanı meşhur filozof Nietzsche’dir. Koytak külliyatında
birçok filozof üzerine (Derrida, Wittgenstein, Spinoza, vs.) metinler kurulsa da
filozof başlığının altında şiirleştirilen filozofun Nietzsche olmasının bir
anlamı olmalıdır. Filozof denince başköşeye oturtulan bir figür olması,
Nietzsche’deki poetik doğayla doğrudan alâkalıdır. Türkiye’de aşırı
bilimselleşmiş felsefeye de filozofa da pek itibar edilmez, hatta birçoğunun
ismi uzmanlar dışında bilinmez dahi. Nietzsche’yi bir de, buradaki filozof
algısıyla nazarıitibara almak gerekir. Nietzsche’nin felsefe için adeta kendi
kendini helak etmesi, tabiri caizse felsefesini, metinlerini kanıyla yazması
hakiki anlamda bir filozof olarak algılanmasında etkili olsa gerek.
Nietzsche’nin şiirdeki karşılığı vatandaşı Hölderlin’dir. Koytak da,
Nietzsche’nin bu ve benzeri nitelikleriyle düşünüp hareket etmiş olmalı ki,
filozof başlığı altına Nietzsche’yi yerleştirir. Diğer bir sebep de, Tanrı
inancı şiirlerine sirayet etmiş şairin, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” teziyle bir
nevi hesaplaşmak istemesi olabilir. Birçok şiirde buna rastlamak mümkündür.
Koytak’ın ‘Filozof’ şiiri daha çok Nietzsche’nin görüşlerinden ve ihdas
edilmiş yeni şiirsel şeylerin eklemlenmesiyle teşekkül eder. Öncelikle,
filozof, aklın kovuğunda Tanrıya sitemde bulunan yaralı bir porsuk ya da
kükreyen bir buzuldur. Heidegger, felsefenin düzen dışında bir düzen-dışı sorma
etkinliği olduğunun altını çizerken Nietzsche’nin “Felsefe,... buzlu ve
yüksek dağ silsilesinde gönüllü yaşamdır.” sözüne değinir bu tezini güçlendirmek
için.[646] Nietzsche’nin kükreyen bir
buzula benzetilmesi, filozofun bu sözünü ve bir düzen-dışı sorma etkinliğini
güçlü biçimde çağrıştırır. Sonraki bölümlerde filozofun “çekişle felsefe
yapmak”, “üstinsan” kavramlarına ve bir tanrı tanımaz olarak tanındığına
göndermeler bulunur. Son ünitede, filozofun başından geçen ve Torino Atı olarak
filmleştirilen bir anekdota yer verilir.[647]
Nietzsche’nin kendisini sahibi tarafından kırbaçlanan bir sütçü beygirinin
önüne atma sahnesi meşhurdur. Şiirde Nietzsche’nin “Tanrın ölümü” tezi,
Freud’un baba katilliği kavramıyla izah edilir.
“Ama Freud’a sorarsanız, yüreğiniz kaldırırsa bunu, örtüyü
kaldırın ve bakın, maktulün yüzünde öfkenin kamçı izleriyle tanınmaz hale
gelmiş babanın yüzünü göreceksiniz, baba katilinin kendi yüzüyle sarmalanmış
olarak, yin ve yang biçiminde.”[648]
Şiirde, Freud’un baba katilliği (Oidipus Kompleksi) kavramına bir gönderme
mevcuttur. Freud, bu kavramla, insanda baba otoritesine karşı bir başkaldırı,
onu devre dışı bırakmaya dönük bir doğa, dürtü olduğuna inanır. Freud,
Shakespeare’in Hamlet ve
Dostoyevski’nin
Karamazov Kardeşler’deki baba katilliğiyle, “oidupus kompleksi” tasavvurunun
sanat eserlerinde de var olduğunu örnekler. Şiirde de Nietzsche’nin “Tanrının
ölümü” tezi baba katilliği kavramıyla izah edilir, şair bir bakıma Freudyen bir
yakıştırmada bulunur. İstiareli, benzetmeli sanatsal dil-kullanımı bir kenara bırakılırsa,
metin daha çok filozof hakkındaki biyografik bilgilerden ödünç alınan
unsurlarla kurulur. Dolayısıyla, felsefe tarihine mal olmuş bazı bilgiler
ışığında şiirsel bir yüzey inşa edilir. Freud’un Nietzsche hakkındaki tezi,
şair tarafından yapılan bir yakıştırma gibi de durur. Böylece, poetik bir
düzlemde, aklımızda ve tasavvurumuzda yer edecek bir Nietzsche imajı yaratılır.
Koytak
şiirlerini hızlı bir biçimde gözden geçirmek bile onda felsefeyle nasıl bir
ilişki biçimi ve dilinin var olduğunu göstermesi bakımından oldukça fikir
verici olacaktır. Çünkü ilk bakışta felsefe tarihinin önemli figürlerini
(Wittgenstein, Derrida, Spinoza) görmek mümkündür. Doğrudan doğruya
filozofların etrafında inşa edilmiş şiirler (Şair Derrida: Bütünü Veren
Detaylar, Viyanalı Ermiş Tractatus Logico Poeticus, Homopoeticus) vardır.
Bu şiirlerde felsefenin bir dekor olarak kullanıldığını söylemek şaire
haksızlık olur. Filozofların biyografik bilgilerinden haberdar olunarak
kurulmuş bu metinler, yeni bir düzlemde tekrar çatılırlar. Felsefe okuyan
birinin yapacağı türden bir yerinden etme ve yeniden bir yer tayin etme durumu,
Deleuzcü anlamda bir tür “yurtsuzlaştıma-yurtlulaştırma”, söz konusudur.
Felsefenin şairler tarafından bile pek dikkate alınmadığı bir toplumda böylesi
bir şiir-yazımı oldukça avangart bir tutumdur. Şiirin kurulurken, ki Koytak
şiiri tam da yapılan, üretilen bir şey olan şiir anlamında poiesis’tir,
yeni bir düzlem-çatıcı doğası filozof kahramanları karşımıza birer şair olarak
çıkartır. Onların şairlikleri poetik bir doğaya, hissediş ve düşünce biçimine
sahip olmaları itibariyledir.
Şair
Derrida: Bütünü Veren Detaylar başlıklı şiirde, Derrida’nın ölümü üzerine
yazıldığı anlaşılan bu metinde, Derrida bir filozof olarak ölmüş; ancak bir
sanatçı olarak yaşamaktadır, aramızdadır. Filozofun ölümü üzerine The Times’ta
çıkan bir habere de yer verilerek (“Dün gece Derrida öldü, ama/onun ölüp
ölmediğinden/tam olarak emin olabilir miyiz?”) onun felsefesindeki
belirsizlik üzerinden bir ironi de yapılmış olur.654 Şiirde dikkat
çeken bir soru vardır: Soru bir insan olarak Derrida ölmüştür; ancak filozof,
mimar, şair Derrida’yı yaratan sanatçı Derrida ölmüş müdür sorusudur. Elbette
ölmemiştir. Sanatçı Derrida düşünceleriyle de maneviyatıyla da sanatta,
felsefede daha birçok alanda arzıendam etmektedir. Bu şiirde de, şair-filozof
Derrida poetik bir zeminde ikamet etmektedir. Böylelikle filozofu yeni bir
düzlemde algılama imkânı doğar. Elbette herhangi bir filozofun değil de
Derrida’nın tercihi rastgele değil; bile isteye, şuurunda bir etkinlik olarak
şiirin düşünce dünyasına ve felsefeye katılımını gösterir. Derrida’nın
yapısökümü/dekonstrüksiyonu (deconstruction) düşünce dünyasına hediye etmesi
hem Avrupa-merkezciliği yerinden etme girişimi olması, hem de herhangi bir
teori ve disiplindeki tahakküm ve mutlakıyetlere karşı mutlak sanılanın
asılında belli tahakkümlerin izdüşümü olduğu ve pekâlâ başka biçimlerde de
olabileceğini yine mutlak sanılan metinlerle hesaplaşarak ortaya koyması
itibariyle şiirseldir. Şiirseldir, çünkü dekonstrüksiyon hiçbir tanımın kabına
sığdırılmaya müsait olmayan ve logos-merkezli Avrupa düşünesiyle çetin bir
hesaplaşma içerisinde olan bir girişimdir. Şiir gibi tanımlanmaz, ancak tarif
edilebilir. Doğrudan yazıyla ilişkiye girmesi itibariyle, poiesis anlamında
yapılan şiirle ilgili olarak, yapısöküm dahi bir kurma/çatma girişimi/ameliyesi
olarak tebarüz etmektedir. Yine yapısökümün, masum gibi duran detaylarda
yuvalanıp larvalarını salan hüküm ve tahakkümleri de yerinden ederek olan
biteni görmemizi sağlaması da poetik bir yerinden etmedir. Bu anlamda poetik
bir düşünceye sahip olan filozof, Koytak şiirinde, şair Derrida olarak karşılık
bulur.
Koytak
şiirinde, sorularla kurulan metinlerin hatırı sayılır bir yeri vardır. Düşünce
dünyasına mal olmuş konular üzerine, dil-düşünce gibi, sorulan bu sorular
metinde okura bir kanal açar. Bazı şiirlerde çok daha spesifik meselelerle
ilgili sorgulamalar da mevcuttur. Söz gelimi Şair Le Corbusier: Mekânın
intikamı başlıklı metinde, düşünce tarihini kurcalayan birçok konu üzerinde
durulurken (korku, şiir ve hakikat) şiirin son ünitesinde Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözü
üzerinde bir sorgulama yapılır:
“ve sen “Tanrı öldü!” diyorsun,
peki, ya melekleri, bay Zerdüşt?
melekler kime kaldı, şeytana mı,
yahut dükkanlarını kapayan
ve evine kapanan şairlere mi?
yüz yıldır kimsenin sormadığı
bir soru bu! ” 655
Kimsenin
sormayı akıl etmediği soruyu, Zerdüşt’e, bir şair sormuştur. Zerdüşt yıllarca
inzivada olduğu mağarasından inerken münzevi bir dervişle karşılaşır, fakat bu
dervişin “Tanrının ölümü”nden bihaber olduğunu görür. Sonra bir kasabada şehre
indiğinde, Zerdüşt kendisiyle dalga geçildiğini görür ve insanların ne kadar da
kör olduklarına şahit olur ve tekrar inzivagahına döner. Söylemlerinin
doğruluğu bir tarafa, Zerdüşt kendisini dinleyecek bir kulak bulamaz. Tam da
burada sorgucu bir şair beliriverir; şöyle bir akıl yürütmeyle sorular ihdas
eder: Pekâlâ, diyelim ki Tanrı öldü, peki şimdi melekler ne olacak? Bu başıboş
kalan melekler şeytana mı ram olacaklar, yoksa evlerine kapanan şairlere mi?
Nietzsche, şiirin bir hakikat yokluğu, -filozofa göre hakikat sandıklarımız
sadece yorumlardır, hakikat sandığımız hakikatimsilerdir- “Tanrının
yokluğu”nda insanlara bir teselli kaynağı olacağından dem vurur. Burada, şiirin
naifliği söz konusu edilerek, meleklerin şairlere kalmış olabileceği şeklinde
bir cevap da verilebilir. Ancak bu soru, meleklerden ziyade, yüz yıldır
sorgulanmayan bir söze dönüktür. Tanrının yokluğunda ilahî birçok şeyin ne
olacağını anlamaya yönelik bir sorgulamadır. Sorgulama, doğrudan doğruya, ilahî
boşlukta yepyeni bir kozmoloji, metafizik ve algı gerektiğini akla getiren
sorular içermesi bakımından farklı bir düşünme kulvarı inşa eder.
Wittgenstein
ise, Koytak şiirinde, Viyanalı Ermiş Tractatus Logico Poeticus başlıklı
uzun şiirde karşımıza çıkar. Filozof poetik bir düzlemde, şiire serpiştirilmiş
biyografik fragmanlar üzerinden, yeni bir anlam saferinde varlık zemini bulur. Tractatus
Logico Poeticus, filozofun kült eseri Tractatus Logico-Philosophicus’
a, Viyanalı Ermiş ibaresi de ondaki derviş/şair doğaya göndermede
bulunur. Koytak, doğrudan doğruya Wittgenstein’in şair yaradılışı üzerinden
kurar metni, anlam haritasını da yine poetik nirengi noktalarıyla belirler.
Filozofun, bu dünyada, “şairine mukim” yaşadığı şiire konur, bu bakımdan
Wittgenstein Viyanalı bir ermiştir; bir şair olabilecekken felsefenin Prens
Mişkin’i olmuştur:
“694.13
Bir şair
olabilirdim;
Ama ancak
felsefenin
Prens
Mişkin’i olabildim.”[649]
Prens Mişkin,
Dostoyevski’nin Budala romanının kahramanıdır. Mişkin hastalıklı, zayıf,
oldukça saf ve temiz biridir. Budala modern anlamda ahmak, embesil ve aptal
(imbecile/stupid) değildir; daha ziyade abdaldır. Mişkin’in Hz. İsa’yı
sembolize ettiği de söylenir.[650] Bu bağlamda budala bugünkü
menfi anlamı, aptalı değil; daha ziyade abdalı imler. Wittgenstein da hem zayıf
bünyesi, hem yaradılışı, hem de servetinden vazgeçen biri olarak bir anlamda
abdaldır, Prens Mişkin’dir. Wittgenstein zengin bir ailede büyür, iyi bir
eğitim alır. Müziğe aileden tevarüs eden bir yeteneği vardır, bu alanda oldukça
da sıkı bir eğitim alır. Cambridge’e mühendislik okumak için giden filozof,
burada felsefe tahsili görür. Cambridge’i ara ara terk edip, Norveç fiyordunda
münzevi bir kulübede inzivaya çekilir. Birinci Dünya Savaşında orduya yazılır,
hem de er olarak. Meşhur kitabı Tractatus Logico-Philosophicus’un
taslağını yine bu savaş yıllarında yazar. Servetini yakınlarına bağışlar, fakat
kitaplarını yayımlayacak yayınevi bulamaz.[651]
Filozof, hayalle hakikat arasında, bir tür gerilim de yaşar. Aslında bütün bu
özellikler, şairane yaşanmış bir hayat, şairlere vergidir; fakat o felsefeyi
tercih etmiştir. Ortalama şartlarda, Koytak’a göre, felsefecinin kendini
felsefeyle kısıtlaması pek de verimli olmayabilir; ancak bir şair ya da şair
meşrepli birinin felsefenin alanına girmesi, orada ikâmet etmesi büyük bir
infilaka sebep olabilir, velev ki hata olsun:
“614.14
bir şair,
kendisini felsefenin içine kıstırarak
büyük bir
hata yapabilir ve onun bu hatası
zihnin
derinliklerinde yeni bir galaksi,
yepyeni bir
yıldız ailesi,
hatta başlı
başına bir kozmos
yaratacak
kadar büyük
bir
patlamayla sonuçlanabilir.”[652]
Bu anlamda,
Wittgenstein, bir nevi, felsefenin rahmini şiirle döllemiştir. Nitekim,
felsefenin doğasında, ancak şair yaradılışlı birinin yapacağı cesamette çığır
açıcı bir yer edinmiştir. Derrida’da da olduğu gibi, Wittgenstein da felsefe
tarihine mal olmuş, önemli bir figür olarak tanınmıştır. Filozof, bütün
çelişkileri ve çıkmazlarıyla şiirde arzı endam eder. “Mantığı
matematiğe/felsefeyi de şiire dönüştürme çabası” artık gençliğinde kalan
bir oyun olarak kalmıştır. Koytak daha birçok noktadan -dil felsefesi/oyunları,
Tanrı ve maneviyat, mantık ve felsefe üzerine düşündükleriyle- bu uzun soluklu
şiirde, sıra dışı hayatını da göz önünde bulundurarak Wittgenstein’ı yeni bir
anlam ve algılar düzleminde serimler. Onu bilindik doğasından alarak yeni
algılar ve duyumlar düzleminde çatılan bir metinde ikâmet ettirir. Bu ikamette
de, felsefe tarihinden daha farklı bir Wittgenstein söz konusudur. Bu metinde
Wittgenstein’ı anlamak isteyenler için, öncelikle felsefeden az çok haberdar
olup filozof hakkında asgari malumat sahibi olmak koşuluyla, incelikli ve
manidar nirengi noktaları vardır.
Koytak
külliyatında bazı felsefî konular üzerine, ki bu konular hakkına elbette farklı
düzlemlerde de yazılıp çizilebilir, refleksiyonel metinler üretilir. Şiir
kendini bir düşünce kurarak yapılandırır. Akla En Büyük Erinci Veren
başlıklı şiirde, düşünmenin hangi türlüsünün insan aklına bir erinç katacağı
üzerinde durulur:
“Akla en
büyük erinci veren,
Düşünmek,
düşünmek, düşünmek değil,
Yeni bir
düşünme yolu bulmaktır!
Yahut eski
bir düşünceye
Yeni bir
ifade biçimi bulmak...”[653]
Şair, sürekli
düşünmekle akla pek bir dirlik verilemeyeceğini, ancak yeni bir düşünme yolu
bulunduğu ya da düşünceyi tekrardan varlığa açabilecek yeni bir ifade biçimi
bulunduğu takdirde düşünmek eyleminin bihakkın ifa edileceğini paylaşır.
Sonraki dizelerde, yeni bir düşünce tarzı “mezardan çıkmak gibi” olarak
somutlaştırılır. Mezardan çıkacak cesede bir dirim katacak düşünce eyleminin
yapacağı şey üstüne yapışan toz toprak, bir bakıma ifadeyle anlam arasına giren
cürufatı temizlemek, düşünceyi yeni bir zeminde varlığa açmaktır. Bir şey
üzerine düşünmemizi engelleyecek en büyük etken, yine o şey hakkında düşünce
olarak kabul edilen cürufat türünden kabullerdir. Kuşkusuz bu yeni düşünce ya
da yeniden dirim/dirilme de aynı sona yazgılıdır. Ancak düşüncenin yazgısı da
her sona yeni bir başlangıç vermek, düşünceyi yeni bir zeminde
filizlendirmektir. Heidegger, Düşünmek Ne Demektir? isimli kitabında “Yunanlar
için söylemek, izhar etmeyi, görünmesini temin etmeyi, zahirde görünmesinde
oluşanı ifade eder.” diye yazarken düşünmenin yeni bir ifade biçimine
başvurmayı ya da yeni bir ifade biçimi icat etmeyi içerdiğini gösterir.[654] Hölderlin’in “Kim
en derin olanı düşünürse, sever en canlı olanı” dizesi üzerinde akıl
yürüten Heidegger, tefekkür esnasında ne kadar derinlere inilirse fikrin yüzeye
o kadar ışıltılı ve parlak bir şekilde yansıyacağını da hatırlatır. Bu durum
karşılığını şu sözde bulur: “İfadenin tarzı, ifade edilenin ancak kendisiyle
ahenk bulduğu vurgudur.”[655]
Koytak, burada, felsefenin kavramsal dille etrafında dönüp durduğu
düşünme fiiline istiareli bir lisanla düzlem açar. Fikirler tarihinden,
mezarlığından düşüncenin iskeleti çıkar, o iskeleti giydirecek olan da yeni bir
yordam, yeni bir ifade biçimidir. Düşünmek için yeni bir yola ihtiyaç vardır,
yeni bir yol da lisanda açığa çıkacak düşüncenin kendinden menkul formudur.
Dolayısıyla, düşünmek, düşüncenin lisan içre yeniden bir varlık zemini bulması
anlamını da taşır.
Dil felsefesi
bağlamında tartışılan konular da Koytak şiirlerinde yer alır. Düşünce ve
ifadenin birbirini ne kadar karşıladığı tartışmalıdır. Bazı düşünür ve
dilbilimciler söylediğimiz şey tam anlamıyla düşündüğümüz şey değildir, diyerek
ifadenin murat edileni tam anlamıyla karşılamada karşı karşıya kaldığı
nakıslığın altını çizerler. Koytak’a göre de lisanın varlığı ve insanı bütüncül
bir biçimde ifşa/ifade etmesi mümkün değildir. Lisan âlemin kapsayıcısı değil,
bir parçasıdır:
“Dil,
Bütün Biçimleriyle...
Dil, bütün
biçimleriyle, âlemin bir parçasıdır;
öyleyse,
âlem onunla kendini bire bir ifşa ediyor,
böylece
kendini anlatıyor olmaz.”[656]
Şiirde olduğu
gibi, şiirin doğasını formlaştırdığı dil dahi uzantısı ve eklentisi olduğu
şeyin ifadesini ancak nispeten görünür ve hissedilebilir kılar. Âlem ve insanın
sahip oldukları organik bütünlük, lisanda tam anlamıyla tezahür edemez. Bütün,
parçadan daha anlamlıdır. Dilin bir parça olarak dile getireceği, kaçınılmaz
olarak küllden ancak bir cüz olacaktır. Dolayısıyla varlığı, olsa olsa,
cüzler hâlinde idrak edebiliriz. İnsan dahi evrenin, varlığın ancak
cüzlerindendir. Metnin son ünitesinde yeni bir şiirin cüzî varlığımıza eklenip
evrene bir düzlem kurması ve dolayısıyla bizi yeni keşiflerle muhatap
bırakmasından söz edilir. Koytak’ın varlığımıza eklemlenen yeni bir uzuv dediği
şey, tam da burada Deleuze hatırlarsak, filozofun sanatın kaosa düzlem kurarak
yeni bir duygulanım (affect) ve algı (perfect) biçimi yarattığı tezine
paraleldir.[657]
Koytak’ın
insan ve söz/dil arasında bulunan ontolojik münasebet üzerine katlanan şiirleri
de vardır. Okur, söz ve insan arasında kurulan düzlem üzerinden düşünmeye davet
edilir. Şiir, bir düşünce biçimi olarak da varlığı görür ve inşa eder. Şiir, bu
anlamda, tam da insan idrak ve şuurunda sadır olan bir etkinliktir. Koytak’ın Caius’un
‘Yeni Incil’ için Kuramsal Notlar X başlıklı şiiri de, söz ve insan
üzerinden, dil felsefesi bağlamında bir algı ve refleksiyon alanı kurar:
“Söz, insanın hem yüzüdür,
Hem ruhudur, hem aklı.
Söz insanın, yüzüyle de,
Tersiyle de kendisidir,
kendisi!”[658]
Burada, ilk
başta Buffon’un Recaizade Mahmud Ekrem’in çevirisiyle, “üslüb-ı beyân
ayniyle insandır” sözü akla gelebilir. Ancak bu ifade, stilistik bir
çıkarımdır, daha ziyade ifadeyle insan niyeti arasında bir ilişki üzerinde
durur. Koytak’ın dizelerindeyse insan söz içre olan bir şeydir. Söz, bir
anlamda, insanın varoluş mecrasıdır. Heidegger, “dil varlığın evidir” derken
lisanı varlığın kendisini açığa çıkardığı, gizlerinden kurtardığı bir neşvünema
alanı/düzlemi olarak tasavvur eder. Koytak’ın şiirindeyse bir özelleşme vardır.
Heidegger’deki dil (language) söze (parola), varlık da insana dönüşür. Dil ve
söz arasında ayrım yapan dilbilimciler dilin toplumsal/konvansiyonel/standart
bir kullanımı; sözün ise özel/dizgesel bir kullanımı imlediğini keşfettikten
sonra söz (parola) ile insan arasında dili de aşan özel bir ilgi olduğuna
hükmetmişlerdir. Dolayısıyla, söz, toplumsal bir uzlaşma alanı olan dili aşarak
daha insanî bir kimlik kazanır. Koytak’ın dizelerindeyse, söz, insanı ne ise
bizzat o olarak, kendisini yine bizzat kendisi olarak varlığa açan bir şey
olarak neredeyse insanla eşitlenir. Buradaki sözler, felsefî olduğu kadar
teolojiktir de. İsminden de anlaşılacağı üzere, yeni bir İncil için kuramsal
bir taslaktır bu şiir. İncil’de “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla
birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. O’ydu başlangıçta Tanrı’yla birlikte olan. Kurulu
düzen O’nun aracılığıyla oluştu ve oluşanlardan bir teki O’nsuz olmadı. ” denir.[659] Kelam/logosun insanın
başlangıcında olması ve ondaki Tanrısallık Koytak metninde şiirselleştirilir.
Modern dilbilim ve dil felsefesine alternatif olabilecek bir yaklaşımla kelamın
insana ilahî bir ihsan olduğunu imleyen bir yaklaşım da sezilir. Kur’an-ı
Kerim"de, ‘Alak Sûresi’nde, Tanrı “[insana] kalemi kullanmayı
öğretendir. İnsana bilmediğini belletenedir, denir.[660]
Kelam/söz ile insan arasında kurulan ilgi açısında teolojik göndermeler bu
ilişkinin nasıl olduğunu ve bu ilişki dilinin hangi mesajları, kodları
taşıdığını anlamamız açısından oldukça yardımcı olacaktır. İncildeki
“Başlangıçta söz vardı.” sözleri ışığında, şu dizelere bakmak meseleyi
anlamamıza yardım edecektir:
“İnsan
sözdür, sözün kısası,
Balçığa
üflenen söz,
Balçığa
üflenen tanrısallık,
Balçığa
üflenen ebediyet...”[661]
Modern dil
teori ve felsefesi, genelde, dili rastgele ve insanî tecrübelerin oluşturduğu
kanallar ve gediklerde yuvalanan anlam haritaları üzerinden izaha girişirler.
Buradaysa İncile, başlangıçta sözün olması, sözün Tanrıyla
olması/Tanrısal olması bağlamında bir gönderme vardır. Sözün kurucu doğasına
göndermede bulunularak insanın söz/logos olduğu söylenir. İnsan balçığa sözün,
Tanrısallığın üflenmesiyle yaratılmıştır. Bu anlamda, İslâm medeniyetinde, insana
ilahî nefesin üflenmiş olduğu kabulünü de hesaba katarsak, söz insandaki
Tanrısallıktır gibi bir algı ve yorum da kendiliğinden ortaya çıkar. Koytak
için insan bir aforizmadır; sözün kısası ve teksif edilmiş özlü hâlidir. İnsan,
Tanrısallığın asıl anlamını bulup kavradığı sözdür; belki, cevher için arazdır.
Romantik düşünürlere göre yorumlandığında, sonsuzun sonluda tezahürüdür.
Tasavvuf âleminde/literatüründe oldukça sık dillendirilen, “ben gizli bir
hazineydim bilinmek istedim ve âlemleri yarattım” şeklindeki hadis-i kutsiyi
hatırlarsak insan sözü, Tanrısal olanı kendinde taşıyan ve ışıtan bir gösterge
kabilindedir. "Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin/Çeşm-i
âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin" meşhur beytinde olduğu gibi insan
bir anlamda Tanrısal sözün temaşa alanı gibidir.[662]
[663] Bu bağlamda da, söz, Tanrısal
olanın kendini insanî olanda açığa çıkarması anlamına da gelir. Sonsuz sonlu
bir zeminde, insanda, söz olarak zuhur eder. Bu anlamda, insan bir sanat
eseridir, ilahî sözün nakış alanıdır.
Koytak
külliyatında, felsefî bir düzlemde olduğu gibi, sanat üzerine katlanan metinler
de üretilir. Sanat üzerine farklı bağlamlarda muhtelif düşüncelerin- şairin
sanat üzerine neler düşündüğü daha önce ayrıntılı olarak işlendiği için burada
kısaca değinilecektir- serimlendiğini görürüz. Balmumundan Düşünceler
başlıklı metinde, sanat üzerine, şunlar yazılır:
“sanat hakikati vaat etmez, mutluluğu da arttırmaz.
Ama sanat, ‘güzel olan’da,
‘acı çekmeye değer olan’da,
çömezleri olarak Tanrı ’nın
bizim de bir payımız olduğunu ve böylece, hakikatle
aramızda bir anlam ve kader bağı olduğunu hissettirmeye çalışır bize.”67 Poetik
bir düzlemde, düşünce ve ifade biçimi üzerinden sanat üzerine refleksiyonda
bulunulur, düşünülür. Sanatın, bilim-din gibi, bir mutlak hakikat vaadi yoktur;
fakat mutluluk arttırmak gibi bir derdi de yoktur. Sanata, bir tür konum tayin
edilmektedir. Sanatın ne sadece mutlak bir hakikat vaatçisine, ne de mutluluk
veren estetik bir nesneye indirgenemeyeceği vurgulanmaktadır. Şairin sanatın
hakikat ve insanla bir anlam ve kader birliği olduğunu söylemesi de orijinal
bir yaklaşımdır. Bu anlam ve kader birliği, aslında insanın hakikate yazgılı
olmasının sanattaki izdüşümleridir. Bu ve benzeri metinler, sanat üzerine
düşünmemizi sağlarlar.
Koytak külliyatında,
Tanrı ve varlık ilişkisi üzerine kurulan metinler de vardır. Bunlardan biri ‘O’na
Dair, başlıklı şiirdir. Metinde Tanrı’nın zorunlu olarak varoluşundan
bahsedilir:
“Olmak zorundasın,
Olmak zorundasın,
Var olmak
zorundasın! ”[664]
Varlığın varolması
için Tanrının olması gerekir, zorunlu olarak varolması gerekir. Koytak
şiiri, hem bir felsefî sorunsal olarak hem de dinî bir gereklilik olarak
Tanrının zorunluluğunda düğümlenir. Spinoza da “Tanrı zorunlu olarak vardır,
Tanrı esas cevher olarak vardır” der.[665]
Koytak, Tanrının zorunluluğunu ve insandaki yansımasını şöyle dile getirir:
“yön
duygumuzdur çünkü o, kendilikgenimizdir ‘tanrı’.” Bu dizelerde,
Tanrının insandaki kendilik geni olarak tasavvur edilmesi insanın nefis
ve ruhunun Tanrısallığını imler. Şairin Tanrıyı zorunlu varlık olarak görmesi
akla Spinoza’yı getirirken, onu kendilik geni olarak tasavvur etmesi de
Tanrının daha çok İslâmî bir perspektifle görüldüğünü akla getirir. İnsandaki
ilahî özün, nefsin varlığına dikkat çekilerek, kendilik/benlik duygularımızdaki
ilahî bir taraf olduğuna imada bulunulur. Yunus Emre’nin meşhur “Bir ben
vardır bende benden içeru” dizesine benzer biçimde, ilahî olanın insandaki
bil-kuvve mevcudiyeti kendilik geni ile somutlaştırılır. Yine Niyazi-î
Mısrî’nin “Sağ vü solum gözler idim dost yüzini görsem diyü/Ben taşra(da)
arar idim ol cân içinde cân imiş” meşhur beytinde olduğu gibi insandaki
ilahî öze vurgu vardır.[666] Elbette bu İslâmî, daha
doğrusu tasavvufî bir bakış açısına göre böyledir.
Romantikler, tinin
yalnızca “sonsuzun sonluda nispeten tezahürü” biçiminde tecelli edebileceğini
ileri sürerler. Bu anlamda, sanat da, sonsuzun nefes aldığı bir sonlu alandır.
Koytak da, metinlerinde, buna benzer felsefî düşüncelere yer verir:
“Onu ‘gelip
geçici olan ’ın içinde hissetmeselerdi
Nasıl resim
yapabilirdi, ressamlar,
Nasıl şiir
yazabilirdi, şairler,
Nasıl
kuleler, mabetler, şehirler,
Yükseltebilirdi
mimarlar,
Dülgerler,
taş ustaları?[667]
Sanatçının tinle,
kaosla kurduğu algı ve duygu düzlemi sonsuz olanın gelip geçici olanda hissedilmesi
ve hissettirilmesiyle mümkündür. Sanatçının görüsü ve varlığı görme biçimi
gelip geçici, sonlu olan (mütenahi) içerisinde sonsuzu (namütenahi)
temaşa/nazar etmek türündendir. Bu, sonsuzu temaşa edebilme, ancak nispeten
olur. Romantiklere göre de bu nispetli hâlin, tinin yalnızca nispeten
tezahür etmesinin, en olgun şekli de yalnızca sanatta mümkün olur. Nitekim,
sanat dahi sonsuz olanın sonluda hissettirilmesi, ifade edilebilir olması
itibariyle mümkündür. Koytak, bu dizeleriyle, Romantiklere iştirak etmiş gibi
görünür. Romantizm, sanatsal olduğu kadar felsefî bir düşünce biçimi ve
hareketidir. Koytak şiirinde de, bir bakıma, Romantiklerin düşünsel tutumuna
benzer bir yaklaşımla sanat üzerine refleksiyonda bulunulur.
Koytak
külliyatında, birçok yerde, İbrahimce sorular sorularak varlık ve
insanın mahiyeti anlaşılmaya çalışılır. Bilhassa insan üzerinde oldukça
durulur. İnsanın ne olup olmadığı, felsefî bir biçimde sorgulanır. Elbette,
şiir ve sanatta da insanın neliğine yönelik sondajlar yapılmıştır. Fakat genel
olarak sanat bunu felsefeye göre örtük, istiareli, imajinatif yapar. Koytak’a
gelince bunu neredeyse felsefî bir platformda olduğu kadar açık bir biçimde
yapar. Şair, insanla alakalı sorular yöneltir:
“İbrahimce
Sorular
İnsan niye
böyle karmakarışık
İnsan niye
böyle
var olan
her şeyin
toplamından
daha karmakarışık?”[668]
İnsan,
tabiatındaki hercümerçle, anlaşılması zor bir varlıktır. Büyük Fars şairi
Sadi-î Şirazî “insan bir damla kan ve binlerce endişeden ibarettir” (İnsan; yek
katre- i hunest, hezar endişe) der. Şiirin devamında, İbrahimce Sorular,
insanın neden kendini daha da kompleks ve girift hâle getirdiği sorulur.
İnsanın düşünen bir hayvan olmasına (Aristoteles) göndermede bulunularak,
düşüncenin insanın ayağına pranga mı olduğu sorgulanır. Çünkü, şaire göre,
insan kendinde taşıdığı karmaşık yapı ve doğayı yine bizzat kendisi daha da
karmaşık kılmaktadır. Hakikaten modernizm, özellikle de postmodernizmle
birlikte birçok belirlenim askıya alınmış, merkezsiz düşünce insan ve anlam
ilişkisini daha da kompleks hâle getirmiştir. İnsan, artık yalnızca düşünen
(hayvan-ı natıka) bir canlı değil, aynı zamanda tarihte hiç olmadığı kadar
anlam arayan bir canlı da olmuştur. İnsanın (mikro kozmos) bu anlam arayışı,
doğasında mevcut olan kaosa bir düzlem kurma girişimi gibidir.
Koytak’ın
insana bakışı da, yine belirgin bir biçimde, bazı belli düşünceler etrafında
oluşur. Bu, kozmolojik bir bakış açısı gerektirir. Koytak için insan küçük bir
âlem (mikro kozmos/âlem-i sagir) âlem de büyük bir insan (makro kozmos/âlem-i
kebir)dır:
“i n s a n
h a l i n d e y k e n i n s a n
i n s a n ı
n i ç i n d e k i â l em
insanı
içine alan âlemden
kat kat
daha büyüktür
daha
zengindir”[669]
dizelerinde,
insanın hâllerine değinilir. Temel insanlık hâlinde olduğu takdirde (eşref-i
mahlûkat) insanın içindeki âlem, büyük âlemden daha şümullüdür. Hz. Ali’ye
atfedilen "Sen kendini küçük bir cisim sanırsın. Ama en büyük âlem sende
gizlidir." sözüne paralel bir tasavvur vardır. Aslında bu dizeler,
Koytak’ın kozmolojik görüşünü de imler. Şairin klasik, tasavvufî kozmolojiye
yakın düşen bir insan ve evren algısına sahip olduğunu söylemek gerekir: İnsan
küçük bir âlemdir, âlem de büyük bir insan. Bunun olabilmesi de temel insanlık
şartına bağlanmıştır.
Koytak
metinlerinde hakikat üzerine, poetik bir düzlemde de olsa, oldukça fazla
durulur. Wittgenstein üzerine yazdığı şiirle ilgili arkadaşına (Şakir Kocabaş)
gönderdiği bir mektupta (Yaşlı Şairden Yaşlı Filozofa) şair, insanın
hakikati hiçbir zaman tam anlamıyla anlayıp ona daimi bir kap/form biçmeye
kudretinin yetemeyeceğini söyler. Benzer biçimde, “Eski Sözler’ başlıklı
şiirde de, hakikatin bitimsizliği ve nihayetsizliği karşısında insanın onu
teşmil etmedeki acziyeti dile getirilir:
“hakikatin
tamamını görmeye
ne bir
insanın,
ne bir
kuşağın,
ne bir
ulusun ömrü yeter.
ne bilgi,
ne zeka,
ne de sanat
kuşatabilir onu.”[670]
Deleuze,
hatırlarsak, düşüncenin üç düzlemi bilim, felsefe ve sanatın kaosa düzlem
çatarak hakikatler ve anlmalar inşa ettiğini ileri sürmüştü. Bu anlamda
hakikat, bir kaos olarak, ancak nispeten ve muvakkaten kozmosa dönüştürülebilen
bir tabiata sahip olduğu içindir ki insanın dahi onu anlaması ancak nispî
oranda olacaktır. Şu hâlde, insan, hakikatin sonsuz uzayında sürekli hakikatler
üreten bir varlık olarak bütünü idrak etmekte eksik kalır. Bu hızlı ve sonsuz
devinim/dönüşüm içinde gerçeklikler hep aynıymış gibi algılanır; hâlbuki durum
daha ziyade gerçekliğin hızlı ve sürgit değişmesiyle ilgilidir, değişmemesiyle
değil. Görüntü ve Gerçeklik isimli şiirde, hakikat ile görünüş/form
ilişkisi ele alınırken, bu değişime de göndermede bulunulur:
“Çok hızlı
değişen
Hep
aynıymış gibi görünür;
Her yerde
var olan
Yokmuş gibi
görünür;”[671]
Dünyanın kendi
ekseni etrafındaki dönüş hızı saatte ortalama 1670 km, güneş etrafındaki
hızıysa saatte ortalama 108 bin km’dir; ancak biz bunu fark etmeyiz; dünyayı,
güneşi ve uzayı sabitmiş gibi algılarız. Gerçeklik de görünüşte değişmeden,
sürekli aynı kalıyor gibi olsa bile görünüşe aldanmamak gerekir. Çok yavaş
değişen bir şeyin değişimi de dikkatli bakılmadığı zaman seçilemez. Mütemadiyen
değişen gerçeklik, sonsuz bir uzayda, kendini daima yeniden kurar. İkinci
beyitte “her yerde olan/yokmuş gibi görünür” denir. Hakikaten
müptezellik, hakikatin yitimi demektir. Gerçekliğinden kuşku duymadığımız ve
sürekli mebzul miktarda olan şeylerin aslında buhar olmuş hakikatlerin ancak
birer posası olduğunun farkına varan insan sayısı çok azdır. Düşünce tarihinde
insanlık adına çığır açan büyük şahsiyetlerin alametifarikası da bu değişen
hakikatin şekline takılıp kalmadan doğasına ilişmeleridir. İnsan için
“herkesleşmek hiçkimseleşmektir”, hakikat için de durağan olarak görülmek
bihakkın görülmemektir. Şiirin devamı gerçeklik ve görüntünün düz bir
gösteren-gösterilen ilişkisi üzerinden okunamayacağına dairdir. Platoncu bir
tutumla fenomenlerin gerçekliği tam anlamıyla veremeyeceği üzerine bir
diyalektik kurulur. Hakikat, sürgit aynı kalan bir şey değildir; dolayısıyla
bilim, felsefe ve sanatın yeni görme biçimlerine ihtiyaç vardır. Koytak
külliyatında, sürekli hakikat üzerine düşülür. Büyük Sözler isimli
şiirde;
“Neye
benziyor hakikat
rüsumları
ödenmediği için
aklın
açığında bekletilen
bir gemi
dolusu
rüzgârdan
hızlı şaraptan keskin
hayat kadar
güzel bir düşünceye ”[672]
dizelerinde
hakikat, formları olmaksızın, vergisi ödenmeksizin açığa çıkmayan ve aklın
açıklarından bekletilen bir şey olarak somutlaştırılır. Şiirin farkı burada
sarih bir biçimde ortaya çıkar. Şiir, söz sanatlarına başvurarak, hakikatin ne
olup olmadığı konusunda doğrudanlığı aşar ve düşünceyi zenginleştirir. Şöyle ki
rüsum kelimesi vergi manasına gelmekle birlikte, usul, merasim
anlamlarına da gelip resm’in çoğulunu da imler. Rüsum göstergesi,
burada, dizgesel olarak vergiyi imler gibi gürünse de dip dalgalar halinde
resim ve formu da çağrıştır. Dolayısıyla, diye biliriz ki, hakikat
diyeti/vergisi ödenmediği veyahut akılda uygun formu bulunmadığı takdirde
sarahat kazanmaz; açıklarda, uzaklarda bekleyen bir gemi gibi seçik olmayan bir
durumda kalır. Böylesi bir durumdaysa hakikatin yalnızca silueti görülebilir.
Dolayısıyla Koytak’ın bu şiiri, hakikatin kendini uygun formlarda açığa
çıkardığı yönündeki bir düşünceyle, felsefî bir etkinlikte de bulunur;
somutlaştırıcı, istiareli ve metaforik bir dil kullanımıyla poetik bir düzlemde
okurun düşünmesine önaçar.
Şiirin
epistemolojik yönünü incelerken mitostan logosa doğru bir eğilimin varlığını ve
mitosun hurafe sayılarak salt akılla hakikatin öğrenileceği kanaatinin hâkim
olduğunu vurgulamıştık. Bu bakımdan mitos tahayyül gücünün mahsulü olup
muhayyel bir yakıştırmadır; duyum bilgisi olarak mantıksal ve diyalektik
bilgiye göre daha aşağı bir konumda görülür. Koytak’ın mit ve hakikat
ilişkisine yaklaşımı farklıdır. Balmumundan Düşünceler başlıklı metinde,
hakikat ve mit ilişkisi işlenir. Mitler, şaire göre, sandığımız gibi
muhayyilenin imgeleştirdiği şeyler değil; fakat aklın, kalbi yormaması için,
hakikate giydirdiği kıyafetlerdir:
“Mitler,
hakikatin, kalbi yormaması,
Gözü
köreltmemesi için,
Sanılanın
tersine,
Hakikate,
muhayyilenin değil,
Aklın
giydirdiği kıyafettir.”[673]
Mitler,
burada, aklın bir yakıştırmasıdır; sadece insan muhayyilesine dayandırılan mit
tanımına muhaliftir. Mitosa yeni bir yaklaşım söz konusudur. Aynı şiirin ikinci
ünitesinde -insanın tabiatı, varlığı, nesneleri keşfetmesiyle- aklın mitolojiyi
bilim, felsefe ve sanatta gizlediği söylenir. Bu yaklaşım mitosun, pekâlâ,
bilim ve felsefede de olabileceğini söyler, ki öyledir. Burada logosun miti
tamamen ortadan kaldırdığı ya da onu yalnızca sanata münhasır kıldığı kabulünün
hilafına, mitolojinin bütün insanî tecrübelerin özünde gizlendiği ima edilir.
Gerçekten de Sokrates ve Platon’dan itibaren, logos ve mitos ayrımı
keskinleşerek logosun aleyhine gelişen bir çizgide ilerlemiş, Vico, Hegel gibi
filozoflarla yakın zamana kadar devam etmiştir. Kartezyen düşüncede, bilhassa
insan doğası ikiye yarılarak, saf aklın baskın olduğu bir paradigma oluşmuştur.
Koytak ise bunun böyle olmadığı, hakikatin can yakıcılığı karşısında mitik
düşüncenin olması gerektiği ve bunun da muhayyel değil, aklî olduğunu söyler.
Aynı metnin sonunda Koytak;
“Bütün bu
tecrübe de, yalanın,
Dil olarak,
form olarak hakikate,
Hakikatin
de ruh olarak yalana
Her zaman
muhtaç olduğunu
Göstermektedir bize.”[674]
dizeleriyle,
yalanın kendini bir form olarak sunması için hakikate, hakikatin de kendine bir
ruh edinmesi için yalana ihtiyacı olduğunu yazar. Mitle (yalan) hakikat
arasında bir diyalektik kurulur. Hakikatin, bir ruh ve muharrik olarak,
karşısında aciz kaldığı durumları anlamlandırmak ve onlara karşı bir direnç
kazanması için mitik düşünceye ve yakıştırmalara hatta yalanlara ihtiyacı
vardır; çünkü insanın hakikati, varlığı, evreni tam anlamıyla kavrayıp anlaması
pek mümkün değildir. Vico, buna poetik düşünme diyordu. Gentil insanlık,
anlamakta yetersiz kaldığı doğa ve evreni poetik bir yaklaşımla tanıma ve
anlamlandırmaya girişmiştir. Bu girişim, insanlığın ilk düşünme çabası olup
prototip ve ilkseldir. Ernst Cassirer, felsefenin esasında mitik düşünceyle
mücadele ederek başladığını söyledikten sonra, “Felsefe teorik dünya
incelemesi ve dünya açıklaması olarak kurulmaya çalışıldığında, kendini,
doğrudan görünen gerçekliğin kendisiyle değil, daha ziyade bu gerçekliğin mitik
kavranışı ve yeniden şekillendirilişiyle karşı karşıya görür.” diye yazar.[675] Felsefî düşüncenin mitik
düşünce ve yakıştırmalarla karşılaşması, onun bir boşluktan doğmadığını
gösterir. Levi-Strauss’un çalışmaları da, mitlerin hiç de tamamen tabiatla
mücadele ve temel ihtiyaçlar muvacehesinde ortaya çıkmadığını söyler. Mitlerin,
insanların diyalektik olmayan bir bilinci olarak, bir anlama/anlamlandırma
çabası olduğunu da imler. Mitle logos arasındaki ayrım da insanlık için yeni
bir şeydir, ki bu ayrışma Antik Yunan’dan itibaren belirgin bir biçimde ortaya
çıkmış gibi görünür. Daha sonra, Vico ve Hegelci anlamda, insan aklı giderek yetkinleşerek
mantıksal (logic) bir karakter kazanarak mitostan, bir anlamda da şiirden
logosa/felsefeye uzanır. Burada, akıl, hakikatin devasalığı karşısında bize
mitik bir saçak altı sunar. Mitik olan da, kendini belirgin kılmak için, bir
forma ihtiyaç duyar. Bu da hakikatin formudur. İnsan aklı, bu ilk anlarda
anlamlı bulmadığı ve idrak etmeye güç yetirmediği şeyleri anlar hâle geldikçe
onlardaki mitik doğayı iyice belirsiz hâle gelecek biçimde perdeler. Bu da,
günümüzde, insanın bugünkü kavrayış gücüne nasıl geldiğini unutturmaktadır.
Fakat bilim tarihine bakılırsa, bugün, mit ve hurafe bulunacak şeylerle
doludur. Kaldı ki Batılı, beyaz ve aydınlanmacı aklın epistemik cemaati ve
uzantıları kendi çerçevesi haricinde kalan bilgi ve düşünme biçimlerini de hurafe
olarak yaftalamaya oldukça eğilimlidir. Bu anlamda hakikat, mit ve bilgi
üretimi arasında bir bağ söz konusudur. Koytak da mitle hakikat arasındaki bu
karmaşık ilişkinin izdüşümlerini metinleştirmiştir. Şiir, adeta bir refleksiyon
alanı olarak mitos üzerine odaklanır, düşünce üretir. Bu ve benzeri metinler
şairin felsefî etkinliğe en fazla yakınlaştığı alanları oluşturur. Mesela yine Dipnotlar
isimli metinde;
“1. Batı:
Dağın öteki yüzü, bireyin melekûtu;
Zeus’un, öz
çocuklarına bıraktığı
bir mitler ülkesi”[676]
dizeleriyle,
Batıyla Eski Yunan arasında mitler üzerinden bir anlamlandırma çabası görürüz.
Bu, şiirin, doğrudan doğruya bir anlam üretmeye yönelik felsefî ve düşünsel bir
çaba olarak okunmasına uygundur. Dipnotlar şiiri, isminden de
anlaşılacağı üzere, bilgilendirme ve çerçeve sunmaya yönelik bir etkinlik
olarak belirir. Batı’nın şiirde, bir mitler ülkesi olarak anılması hiç de
yanlış bir değerlendirme değildir. Hem mitlerin fazla olması, hem de düşünce
tarihinde mite ait olanla ilişkiye girilerek yeni doktrin ve düşünce
sistemlerinin kurgulanması Batı medeniyeti için oldukça bilinen şeylerdir.[677] Nitekim, yukarıda
ifade edildiği gibi düşünce, hele de felsefe boşluktan doğmaz; mitik bilinç ve
düşünceyle karşılaşarak ve onunla ilişkiye girerek kendini kurar. Şiir,
Batı’nın mitik doğasını imlerken, okuru da düşünmeye çağırır. Aynı şiirde
hikmetin alegorik bir biçimde anlatıldığı 3. Hikmet diye bir bölüm de
vardır. Bu tarz şiirler, düşüncenin iştirakiyle kurulur; fakat felsefî kavram
ve bilimsel terimlerinden ziyade istiare, benzetme, imaj, alegori gibi daha çok
poetik düşüncenin enstrümanlarıyla inşa edilen düzlemler olarak kurulurlar.
Şiir, bu tarafıyla da felsefidir. Felsefî olması, şiire didaktik bir karakter
de verir.
Şiir, kuşkusuz
bir bilgiler yığını ya da ansiklopedi maddesi değildir. Fakat yine de şiirin de
bir bilgisi ve bilgi üretimi vardır. Bu anlamda, Koytak şiiri, sürgit bir bilgi
ve anlam üretir. Dipnotlar şiirindeki 6. Deha başlıklı bölümde
deha kavramı üzerine eğilen şair;
“insan
zihninde kozmosa açılan yırtık
Ya da yarık
da dehadır, efendimiz.”
dizeleriyle
bir tanımlama yapar.[678] Şair, bununla da yetinmeyip,
dahi-figürler üzerinden deha açılımları yapar. Mevlana örneğinden hareketle “içe
doğru emilme durumunda” bir dehanın devasa dolup taşma ve cezbeler
gösterebileceğini yazan şair, Nietzsche’nin şahsında da “dışa doğru
emilmelerde ise” büyük inkârların, ıssızlıkların ve infilakların açığa
çıkacağını söyler.[679] Dehanın fenomenlerden,
dâhilerden hareketle belirlenimi ve somutlaştırılması aslında, deha üzerine
uzun uzadıya yapılan tanım ve çerçeve çizme çabalarına göre daha anlaşılır bir
girişim gibi görünür. Şiirin görme biçimi, dehaya bir hissedilebilirlik ve
fenomenal nitelik kazandırır. Koytak’ın bu şiirinde yapılanlar, bir anlamda
Kant’ın şiirin özgür muhayyileyle aklın formlarında karşılığı olmayan,
kavramsal olarak belirlenemeyen şeylere hissedilebilir (sensible) bir ifade
verme ve zihni güçlendirerek refleksiyonda bulunabilme alanı ve kabiliyetine
önaçması şeklinde bahsettiği şeyi akla getirir. Dehanın böylesi bir
şiirleştirilmesi, bizi deha üzerine yeniden ve yeni bir görme biçimiyle
düşünmeye sevk eder. Deha, genellikle, felsefî bir problematik olarak boy
gösterir. Bu şiir de, deha üzerine düşünce üreten tutumuyla, bir tür felsefî
etkinlik içerisindedir. Dolayısıyla bu şiir, felsefî bir sahne olarak nitelik
kazanır.
Koytak
külliyatında bilgi, şüphe gibi düşüncenin temel konuları üzerine katlanan
şiirler de vardır. Yeni Başlayanlar İçin Metafizik isimli kitapta,
doğrudan doğruya bir felsefî göndermede bulunan Bilgiye, İnanca ve Şüpheye
Dair başlıklı bir bölüm mevcuttur. Başlık bile, ilk bakışta, bu bölümün
felsefî konularla ilgili olduğunu göstermektedir. Bu bölümde, Balmumundan
Düşünceler başlıklı giriş metninde, “bilginin azı kaygıyı arttırır,/çoğu
kederi... ” diye bir girizgâh yapılır. Şiirde, doğrudan doğruya, bilgi
üzerine düşünceler serimlenir. Şaire göre, hakkında yeterli bilgi sahibi
olmadığımız durumlar tedirginlik, endişe yaratırken; derinlemesine vakıf
olduğumuz şeyler hakkında da kederimiz ziyadeleşir. Sonraki bölümlerde,
bilginin ölçülü olanının makbul olduğunu ima eden dizelere yer verir.[680] Şairin bilginin ölçülü olması
gerektiği hususundaki tavrı açıktır. Yeni Başlayanlar için Dua isimli
şiirde;
“Allah ’ım,
aklımı koru!
onu açık
seçik bilgiye ulaştır,
az ama
doğru ve seçik bilgiye! ”[681]
dizelerine yer
vererek kararında, açık ve seçik bilginin bir nimet olduğunun altını çizer.
Dolayısıyla, bilgi ve insan arasında bir ilgi kurulur. Şair, orantılı ve ölçülü
bir bilgi tasavvuruna sahiptir. Daha doğrusu, doğru ve seçik bilginin
peşindedir. Bunun da ne kadar güç bir şey olduğu, Koytak külliyatında, sürekli
hatırlatılır. Şairin sorgulamaları, tecessüsü, merakı doğru ve seçik bir
bilgiye doğrudur. Yine Yeni Başlayanlar İçin Dua başlıklı metinde, açık
ve seçik bilgiye doğru bir irade ortaya konur. Dolayısıyla, bu şiirde İbrahimce
bir tavır ve sorgulama, yani doğru ve seçik bilgiye ulaşma arzusu söz
konusudur. Şairin Sofistçe sorgulamalarda bulunduğu metinlerinde ise
aynı manzara ortaya çıkmaz, daha çok bir şüphe ve tatminsizlik hâli sezilir.
Bilgiye,
İnanca ve Şüpheye Dair başlıklı bölümü meydana getiren şiirler, daha çok
bilgiyle insan arasındaki ilişki biçimiyle ilgili metinlerdir. Süleyman’ın
Yüzüğü başlıklı şiirde, koşulsuz imanın ve hakikati kurcalayan şüphenin
meydana getirdiği bilgi düzlemleri ortaya konur:
“sorgusuz
sualsiz iman
iyi havada
denize yelken açtı,
fırtına
çıkınca, dev dalgalarla
alabora
oldu, kaybolup gitti.”[682]
Bu dizelerde,
en iyi şartlarda dahi, koşulsuz imanın yitime ve kaybolup gitmelere neden
olduğu gerçeği gayet sarih şekilde ortaya konulur. Doğmatik, skolastik ve
ortodoks bir bilgi kabulü, en uygun zeminlerde bile insanı düz yolda şaşırtır.
Fakat, hakikaten gerçeğin izini süren biri şüpheden de oldukça verimli bir
biçimde yararlanır. Bu şüphe, septik bir şüphe değil; belki daha çok,
Descartesçi anlamda bize gerçeği buldurana kadar bir metot olarak kullanılan
şüphedir. Şüphe bir gaye değil, fakat araçtır. Aynı şiirin ikinci ünitesinde,
şair, gerçeğin ardına düşenler için şüpheyi denizin dibine dalan birinin gücünü
ve nefesini toplayarak uygun koşullarda dalış yapmasıyla somutlaştırır.
Böylelikle hakikatin dip dalgalarına erişilecek, en ufak bir yüzey akıntıya
kapılıp gidilmeyecektir. Nihayet inci, mercan hatta Süleyman’ın yüzüğü bile
bulunabilecektir. Süleyman peygamberin yüzüğü, tüm hayvanlara hükmetmenin
alametidir. Bu anlamda, şüphe, bir hakikat buldurucu olarak, bilgi ediminde
faal ve başattır. Şair, bilgi ve hakikate ulaşmada, Decartesçi anlamda bir
şüpheye gereksinim olduğunu sarih bir şekilde metne koyar. Şiirde, felsefî bir
düzlemde olduğu gibi, bilgi, iman ve şüphe üçlüsü üzerinde refleksiyonda
bulunulur. Aynı bölümde, Büyük Sözler isimli şiirde, bilginin mahiyeti
üzerine güzel bir tanımlama ve somutlaştırma yapılır: Bilginin neye benzediği
sorulduktan sonra;
“yukarı
tırmandıkça, yere
gömülen
merdivene ”[683]
dizeleriyle
bilginin neye benzediği merdiven metaforuyla somutlaştırılır. Şu hâlde, bilgi,
yukarı çıktıkça yere gömülen bir merdivendir. Bilginin sonsuz (namütenahi)
uzayında kurduğumuz bilgi basamakları, bizi ne kadar mütenahi/sonlu olduğumuzla
yüzleştirir. Bilgi merdiveninin basamaklarına tırmandıkça bilgi uzayının
devasalığı karşısında insanın sahip olduğu sınırlı malumatın nasıl bir manzara
arz ettiği görülür, bu sınırlı bilgi onu dibe çeker. Daha da önemlisi, bilginin
merdivenlerini tırmanmak, bilginin sınırsızlığının arz ettiği manzarayı
nispeten de olsa görme imkânı sağlar. Bu bilgi teorisinde, sonsuzu sonluya
nispetle anlamakla, ancak kısmî bir algı ve anlamla yetinmek zorunda
kaldığımızla yüzleşiriz.
Bilgi bahsinin
ele alındığı Bilgiye, inanca ve Şüpheye Dair başlıklı bölümde, Sol
Elle Yazılanlar isimli metinde, sanatın nasıl bir bilgi üretimine sahip
olduğuna dair dizelere de yer verilir. Sanat bilgisinin mahiyeti üzerine
sorular sorularak okur düşünceye çağrılır. Daha önce ayrıntılı olarak
gördüğümüz için sanatın bilgi durumuna girmeyeceğiz; fakat kısaca bir göz
atıldığında, sanatın bilgi üretiminin nelere kadir olabileceğine dönük
sorularla okurun düşünmeye davet edildiği görülür:
“-esin ve sezgi yoluyla, sanat
akıl ’dan Tanrı ’ya giden yolda
uğranacak yerleri simgelerle
gösteren
bir harita çıkarabilir mi bize?[684]
Şiirde,
sanatın bilgisine iltica edildiği takdirde, insana akıldan Tanrıya gidilecek
bir göstergeler ve simgeler haritası çizmesi mümkün mü, gibi bir soru
dillendirilir. Burada öncelikle sanatın ürettiği bilgiye, sonra da bu bilginin
akla yapacağı muhtemel katkının varlığına göndermede bulunulur. Sanatın ne olup
olmadığı daha çok felsefenin, estetiğin, konusu olarak bilinir. Baumgarten,
estetiği, duyguların bilimi ve mantığın kız kardeşi olarak tanımlarken sanatsal
bilgi ve açığa çıkarmanın kıymetini takdir ediyordu. Burada da, Koytak,
sanatsal bilginin ne olup olmadığını sorgulayıp bir kıymet biçmeye çalışır.
Nitekim, aynı metnin devamında, şiirin Peutinger haritası gibi
kullanılıp kullanılamayacağını sorar. Peutinger haritası, bir
güzergâhtaki nirengi noktalarını gösteren bir haritadır.[685]
Bu anlamda, sanat, insana büyük boşluklarda tutamaklar, Peutinger haritasında
olduğu gibi nirengi noktaları sağlar. Ürettiği bilgi, kaosun kozmosa
dönüşmesinde önaçar. Koytak, bütün bunları şiirlerine koyup düzlem açarak,
felsefenin kavramsal dünyasında görmeye alışık olduğumuz konuları şiirin poetik
düşünceye dayanan sanatlı, muhayyel, imajinatif doğasında gösterir. Koytak
külliyatı, bu bağlamda felsefî bir edaya sahiptir. Başka bir şiirde, şair, yine
sanat üzerine bir tarif ve çerçeveleme çabasına girişerek şunları yazar:
“kendi
yaratıcı ruhundan üflediği şeydir, sanat,
çamurumuza
yüce Tanrı’nın
Tanrıyla
ortak kullandığımız zamandır, sanat.
Tanrıyla
birlikte kurduğumuz
Ve
oynadığımız oyun...”[686]
Bu dizelerde,
bir tür sanat felsefesi yapılır. Sanatın insandaki Tanrısal ruhla mümkün
olduğu, yaratıcı ruhun insandaki tezahürü anlamını taşıdığı söylenir. Sanatın
ontolojisine, Tanrı ve insan konulur. İnsanın Tanrısal ruha katılımının sanatı
mümkün kıldığı ima edilir. Sanat, Tanrıyla birlikte yapılan ve oyunsu bir
karakteri de olan bir edim olarak tarif edilir. Sanattaki özgür ve oyunsu
doğaya göndermede bulunulur. Bu ve daha birçok metinde sanat üzerine
refleksiyonda bulunulur, bir nevi sanat felsefesi yapılır. Tanrı, insan ve
sanatsal yaratma arasında bir ilgi kurularak yaratmanın nasıl bir düzlemde
meydana geldiği metne konulur. Sanatın teorik boyutuyla ilgilenen şairler
nadirdir, ki fazla olsa bile bunu daha ziyade şiirle değil, nesirle yaparlar.
Sanatçı sanatı icra eder, nazariyat boyutu daha çok filozof ve teorisyenlere
düşer; fakat Koytak, şiirini, bir tarafıyla sanat teorisi ve felsefesi üzerine
kurar. Bu şiiri okuyup benimseyen okurda sanat, sanatçı ve sanatsal yaratımın
ne olup olmadığına dair bir kanaat oluşacaktır. Şairin telkinci metinler
ürettiğini ima etmiyoruz, bir tür sanat felsefesi sayılabilecek bir düzlem
kurduğunu/çattığını ileri sürüyoruz. Hem şairin kendi yaklaşımının, hem farklı
görüşlerin yer aldığı metinlerde boşluklar bırakılarak okurun iştiraki
sağlanır; sanat üzerine düşünme ve hissetme noktaları oluşturulur. Bu tarz
şiirlerde, dikkatli bir okur için, pek çok düşündürücü, manidar nokta
mevcuttur.
Koytak,
şiirlerinde, hem dil ve düşünce hem de dil ve düşünce ilişkisi üzerine kafa
yorar. Şair, genel olarak dil ve düşünce üzerinde durması bir yana, Yeni
Başlayanlar için Metafizik isimli kitabında Dile ve Düşünceye Dair
başlıklı bir müstakil bölüm açar. Dil felsefesinde tartışmalı konularının en
fazla düğümlendiği noktalar lisanın mı, fikrin mi önce olduğu; diğer yandan
düşündüğümüzü tam olarak dile getirip getirmediğimiz gibi problematiklerdir.
Özellikle metafiziğin konuları sayılan bazı temel kavramlar üzerinden düşünce
ve dilde bir birlik olup olmadığı tartışma konusudur. Koytak, Dile ve
Düşünceye Dair başlığı altında Sofistçe sorular sorar: Gerçekten
bazı metafizik konularda, aynı sözleri söylesek bile aynı şeyleri mi kast
ederiz?
“senin ‘hayat’ dediğin şeyle,
benim ‘hayat’ dediğim,
senin ‘ölüm ’ dediğin şeyle,
benim ‘ölüm ’ dediğim,
senin ‘gerçek ’ dediğin şeyle
benim ‘gerçek ’ dediğim şey,
aynı sözcükleri kullanıp,
aynı tanımları yapıyor olsak
bile,
bakalım, aynı şeyler mi
gerçekten de?694
Şiirde hayat,
ölüm ve gerçek gibi üç önemli ve farklı anlamsal göndermelere sahip
kavram/gösterge seçilir. Bu üç gösterge, insanların farklı anlamlar devşirdiği
oldukça spesifik konuları imler. Bunların dışında da göstergelerin gösterdiği
şeylerin her insanda aynı şeyi imlemediği, çağrıştırmadığı da söylenebilir.
Dil, en genel tanımıyla, bir göstergeler sistemidir. Bu göstergeler (kelimeler)
üzerinden bir iletişim ve uzlaşım sağlanır. Rutin bir hayatta dilin bu işlevi
pek sekteye uğramaz. Fakat, bir üstdil için aynı şey söz konusu değildir.
Düşünce çetrefilleştikçe, lisan/gösterge indirgemeci bir hâl alır. Bu
indirgemede, gösterilenle gösteren arasında ilgi herkeste aynı olmayabilir.
Koytak da, tam da bu anlamda, ölüm, gerçek ve hayat gibi
kavramların/göstergelerin her ne kadar aynı tanımlar ve sözcüklerle imlendiğini
sansak da farklı şeyleri gösterip göndermede bulunduğunu ima eder. Bu, dil ve
düşüncenin bize oynadığı bir oyundur. Söylediğimizi sandığımız şeyi belki
düşünmeyiz,
düşündüğümüzü
sandığımız şeyi söyleyemeyebiliriz, söylesek bile söylemek istediğimiz tam
olarak söylediğimiz olmayabilir, bu olsa dahi söylediğimiz başkasının
anladığıyla aynı şey olmayabilir. Koytak bu tarafıyla, bölümün başında da
söylediğimiz gibi, şüpheci bir tavır takınır. Dil ve düşünce, yekdiğeriyle
eklemli bir daire olarak, sürgit devam eden bir döngü ve dönüşüm içindedirler.
Kelam/logos sonsuz dönüşüme, tabii akışa kurulmuş setler ve duraklar gibidir.
Hayat, şaire göre, onsuz daha hafif ve hızlıdır:
“Logos
olmasaydı,
Ne kadar
hafif olurdu hayat!
Ne kadar
hızlı dönerdi dünya
İnsanın
etrafında! ”695
Bu dizeler,
hem hüküm hem de soru içeren bir karaktere sahiptir. Logos/kelam olmasaydı,
hayatın ne kadar hafif olduğu sorulur gibi görünse de aslında cevap bellidir.
Logos/kelam/söz hayatı duraksatmaktadır. Aslında burada logos dünyanın
dönüşüne, hayatın akışına uymayan bir ağırlık, yavaşlama noktasıdır. Fakat, bu
yavaşlamaya da insanın ihtiyacı var gibidir. Logos hayatın dönüşüne katılmamızı
önler, ama insanî ve söze ait olanı inşa etmemize de imkân tanır. Deleuzecü
anlamda- filozof sanat, felsefe ve bilginin kaosa kurulan düzlemler olduğunu
söyler- insanın kaosa bir düzlem çatması için logosa ihtiyacı vardır. Evrenin
nihayetsiz dönüşü ve hızına katılmak/kapılmak elbette bir hafiflik ve esriklik
verir, ancak bu aynı zamanda insanın yitimi anlamını taşır. Başlangıçta kaos
varken insan yoktu, ta ki söz olana kadar. Söz/logosla birlikte insan da
kendine bir saçakaltı bulur. Sözün bizi ânın akışından alıkoyup hayata bir
çıkma kurması yaşamı mümkün kılar. Nitekim, son ünitede, şair “söz
olmasaydı, insan olmazdı,” der. Dolayısıyla, logosla yani sözle insan
arasında ontolojik bir akrabalık söz konusudur. Böylesi yaklaşımlar, insanla
lisan arasında ontolojik bir ilgi kurar; dolayısıyla dil felsefesine yapılan
bir katkı izlenimi de verir. Dil üzerine böylesine bir yaklaşımda bulunmak,
aynı zamanda insan ve düşünce üzerine de eğilmektir. Düşüncenin insanda dil
içre ve dille düşüncenin yekdiğerine katılmasıyla açığa çıktığını gösterir.
Dilin, ontolojik olarak, düşünceyle nasıl bir ilişki biçimine sahip olduğu
noktasında poetik bir çerçeve, manzara sunar. Bu bağlamda, Koytak şiirinde bir
felsefî tınının, doğanın var olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerekir.
Koytak, varlık
ve metafizik konusu üzerinde duran metinler de kaleme alır. Şairin bu tarz
şiirleri daha ziyade Yeni Başlayanlar için Metafizik isimli kitapta yer
alır. Kitabın ismi metafiziğin ne kadar zor ve netameli bir alan olduğuna imada
bulunur; aynı zamanda, metafiziğin bir kılavuza ihtiyacı olduğu ve bu kitabın
da bir nevi giriş mahiyetinde şeyler içerdiğini imler. Bu anlamda, kitap, yeni
başlayanları metafiziğe aşina kılmaya yönelik bir girişim olarak da okunabilir.
Nitekim, kitabın başlarında yer alan ‘Metafizik’ isimli şiirin
sonlarında, metafiziğin ne kadar zor bir uğraşı olduğu;
“Saman
çöpüyüm, altın tozuyum,
Yitik
iğneyim samanlıkta,
Metafizik
’im ben, metafizik!
Yani
iğnenin ucu, bilincin dibi,
Demir leblebi, demir leblebi!696
dizeleriyle
dile getirilip somutlaştırılır. Samanlıkta herhangi bir saman çöpünün bütün
saman çöpleri arasında seçilmesi hem sıradandır, hem de oldukça zordur. Zira o
hem bir saman çöpüdür, hem de diğer saman çöplerinden hiçbiri değildir, sadece
kendisidir. Yine samanlıkta altın tozu olmak bir imkânsızlığı hissettirir.
Dolayısıyla, metafizikle uğraşmak samanlıkta iğne aramak gibidir. Metafiziğin
ne kadar netameli bir alan ve uğraşı olduğu yine iğnenin ucu, bilincin dibi,
demir leblebi gibi ifadelerle somutlaştırılır. İğnenin ucu
keskinliği, demir leblebi ağırlığı/sertliği, bilincin dibi ise derinliği
gösterir. Bu üç somutlaştırma düzlemi, keskinlik-ağırlık/setlik-derinlik,
metafiziğin nasıl zor bir şeyi imlediğini sarih bir biçimde gösterir. Hele de
varlığın unutulmuşluğa bırakıldığı bir çağda, Heideggerci anlamda, metafizik
oldukça zor bir uğraştır. Metafizik varlık, evren, kozmoloji ve hakikat gibi
düşüncenin temel ilkeleri üzerine oturur. Dolayısıyla, bir varlık ve gerçeklik
algımız varsa art alanda onları biçimlendiren bir metafiziğimiz var demektir.
Bu bağlamda, metafizik, şairin bu şiirde kast ettiği anlamda, bilincin
dibini imler. Bilinç, metafizik algıya göre de şekillendirilir ve
kullanılır. Bu anlamda, varlığının açığa çıkması bağlamında da, metafiziğe
varlığı kurcalayan sorular sormak düşer. Koytak şiiri de bir bakıma bunu yapar,
metafizikle ilgili sürgit sorular sorar. Mesela, İbrahimce Sorular
başlıklı metinde, doğrudan doğruya varlık ve Tanrıyla ilgili sorular sorulur:
“varlığı, var olduğu gibi ayakta tutan, öncelikle bir ilke
mi, yoksa güç mü? ‘Tanrı ’ inancı, öncelikle, küllî bir uyum ve güzellik
arayışının mı, yoksa bir güç algısının mı sonucu?”[687]
Görüldüğü
gibi, şair, felsefenin temel sorunsalı, varlığın varolmasını sağlayan ilke ve
Tanrı inancının temelde ne olup olmadığını irdeler. Bu bağlamda, birinci
ünitede, varlığa idamei hayat ettiren ve onu evrende ayakta tutan şeyin bir
ilke mi, yoksa güç mü olduğu sorgulanır; ikinci ünitedeyse Tanrı inancının
insandaki güç algısı mı, yoksa bir uyum ya da güzellik arayışına mı matuf olduğu
kurcalanır. Metafiziğin temel soruları, varlık üzerine kurgulanır. Koytak da
bir varlık sorgulamasına girişir ve;
“bu yer, bu
gök?
varlar mı
gerçekten de?
ne demek ‘v a r o lm a k’?”
diye sorar.[688] Şiirde öncelikle varlıkların
(yer, gök) gerçekten varolup olmadıkları, sonra da varolmanın ne
anlama geldiği sorgulanır. Doğrudan doğruya varlık eksenli metafizik bir
sorgulama yapılır. Felsefenin kendisi dahi bizzat varolanın ne olduğunu
sorgulamakla başlar. Heidegger, Metafiziğe Giriş"te uzun uzadıya
varlık, soru sorma ve bilme ilişkisine değindikten sonra şunları yazar: “Öğrenebilme,
sorabilmeyi şart koşar. Sorma, yukarıda açıklanan bilmek-istemedir, yani
Varolanın Açılabilirliğinde-sükûn- edebilme-ye-Açık-kararlı-lıktır.”[689]"
Bu anlamda, Koytak’ın sorgulamaları bilme isteğini imgeleştirir. Bilmek
istediği şeyse varolmak ne demektir? Şair de, bir nevi, varlığın ilk
muharriki, temel prensibi olan genel ilkelerin peşindedir: Yol Türküleri
(III) isimli şiirde, bu bağlamda şu dizeleri yazar:
“ben şairim, işim yollarda iz sürmek,
günlük hayatın içinden,
yüreğin kıyısından geçen Ebediyet’in;”[690]
Şair günlük
hayatın dışında, kıyısında olan daimi varlığın iznini sürer. Kendine özgü
ikametiyle şair, dünyanın ancak kıyısında dönüp durduğu ebediyetin ardı sıra,
kıyı bucak yollardadır. Bu anlamda şairin temel işlerinden biri, varlığın
unutulmuşluğu ve günlük hayatın hayhuyu içinde ebedî olanın izini sürmektir. Bu
dizeler şairin varolana, daimi olana, bir bakıma da metafizik olana bir
yönelim hâlinde olduğu yorumunu da mümkün kılar.
Koytak
şiirinde, metafizik bağlamında değerlendirilebilecek konulardan biri de, şairin
insanın varoluşu ve insanın varlıkla olan ilişkisi üzerine katlanan metinler
kurmasıdır. Yüreğe Yapılan Dövme isimli şiirde, sözle insan arasında
ontolojik bir ilişki düzlemi kurulur:
“sen sözün
açtığı yarasın varlıkta
ey insan
ey insan
kalbi,
sen
yaraların en derini,”[691]
Şair, bu
dizelerle, doğrudan doğruya varlıkla söz arasında insanı teşkil eden bir
diyalektik kurar. Bu bağlamda, insan, sözün varlıkta açtığı/açığa çıkardığı
yarada/yarıkta varlık zemini bulur. İnsan varlıkta neşet eden, açığa çıkan bir
sözdür. Bir bakıma varlık, varoluş insan için dilsel bir varoluş uzamıdır. Bu,
metafizik bir yaklaşımdır. İnsanın varoluşunun neye tekabül ettiğini, poetik
bir düzlemde, ortaya koymaya yönelik ontolojik ve apriori bir tutumdur.
İnsanın balçıktan yaratılmasından ziyade, sözle varlıkta bir varlık zemini ve
imkânına kavuştuğuna vurgu vardır. Varlık burada, Heideggerci anlamda, insanın
kendini varbulunmaya açmasını gösterir; söz/lisan insana bir varoluş
uzayı, açığa çıkarma düzlemi kurar/yaratır. Böylesi bir aralıkta, insan,
Aristotelesçi anlamda bir hayvan-ı natıkadır; yani düşünen ve söz
söyleyen bir varlıktır. İnsanın varlığı, buna göre, asıl kerametini balçıktan
yaratılmasında değil; fakat söz ve idrak sahibi olmasından alır. İncilde
belirtildiği üzere “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı ’yla birlikteydi ve Söz
Tanrı’ydı”. Söz, bu anlamda, tanrısal bir nefhadır. Şair tanrısal olanı- bu
yaklaşım bir tür panteizm olarak da okunabilir- varlık ve nesnelere yansıyan,
onlarda açığa çıkan bir doğa olarak görür. İnsan, “kendini bilmekten
yaratılmıştır/kendisini bilmekten ve kendisi olmaktan” dizeleri de yine
sözün/logosun insanı varlıkta nasıl açığa çıkarttığını gösterir.[692] Koytak varlığın, en azından
insanın başlangıcına sözü, (insan kelimelerden yaratılmıştır) Tanrıdan
bir nefha olmak üzere sözü koyar. Felsefe tarihinde varlığın başlangıcına doğa
filozofları hava, su, ateş, sayı, madde ve sonsuzluk gibi değişmediklerini
düşündükleri şeyleri, ilk muharrikleri (muharrik-i evvel) koymuşlardır. Daha
sonra idealar, mutlak tin gibi kavramlarla da varlığa metafizik boyutta
yaklaşılmıştır. Müslüman filozoflar metafizik için ilahiyat (el-ilâhiyât) ve
ilk felsefe (el-felsefetü’l-ûlâ) gibi ifadeler de kullanırlar. Burada varlığın
ilk sebebi olarak Tanrının görülmesi faaldir. Bu bağlamda, Koytak şiiri de,
metafizikse! karakteriyle, varlığın başlangıcını Tanrıda görür. Tanrısal bir öz
ya da bir imge olarak görülüp okunacak söz/logos ise yine bir “ilk prensip”
gibi insanın varlık ve varoluş zemini bağlamında görülür. İnsanın temeline
sözün/logosun konulması isevî bir imaj verse de, aslında sözle insan ve varlık
arasında kurulan münasebet içeriği zenginleştirilmiş bir metafiziği imler. Tam
da burada Heidegger’in şu sözlerini hatırlamamak mümkün değildir: “insanların
varlığı söz içre temellenmiştir; fakat bu ancak söyleyiş ile gerçekleşir.”
Ve “şiir sözle ve söz içre kurmadır. ”'10'i Dasein’ın
kendini dilde kurduğunu iddia eden filozof (dil varlığın evidir); Varlık ve
Zaman'da, “İnsan söz söyleyen bir varolan olarak kendini aleniyete taşır, yani
kendini gösterir” derken insanın sözle ontolojik yakınlığına atıfta
bulunur.704 Koytak’ın uzun uzun üzerinde durduğu bir mesele olan
söz, insan ve varlık arasındaki ontolojik yakınlık da buna benzer bir durum arz
eder. Şair, insanın temeline sözü, sözün de özüne şiiri koyarken Heidegger’in
dil ve varlıkla kurduğu ilgi biçimine yakın düşer. Burada, varlığı dilde idrak
etmeye yönelik bir etkinlik olarak, şiir ve felsefenin bir şair ve filozofta
farklı düzlemlerde nasıl tezahür edebileceğine de tanıklık etmek mümkündür.
Koytak’ın bu düşüncelerinde, hem dinî hem felsefî bir arka planın olduğunu da
söylemek gerekir. Şairin bu tarz düşüncelerini şerh etmek için hem dinî hem de
felsefî referansları dikkate almak gerekir.
Koytak,
şiirlerinde, yine birçok filozofun hakkında düşünüp fikir ürettikleri ruh
kavramı üzerinde de durur. Ruh Üzerine Tezler ve Ruh Üzerine Tezler
II başlıklı şiirlerde, ruh, bir tür tartışma alanı olarak seçilir. ‘Ruh’
Üzerine Tezler isimli şiir, ruhun en ağır elementten daha ağır olduğuna
dair bir önermeyle başlar:
“‘Ruh’
Üzerine Tezler
Bilinen en ağır elementin ruh olduğunu Ve bu önermenin,
göğün direksiz durduğu, İsa’nın babasız doğduğu ne kadar doğruysa, Tam işte o
kadar doğru olduğunu Söyleyen oldu mu size daha önce hiç?”705 Öncelikle,
bu dizelerde, önermesel ve apriori bir taraf vardır. Bilinen en ağır elementin
ruh olduğu dizesine/önermesine yer verilir. Bu önermenin ispatı da, yine klasik
bir mantıkla, kesin olarak ispatlanamayan başka iki önermeyle yapılır: İsa
peygamber babasız doğar, gök direksiz durur. Bu iki yargı ne kadar doğruysalar,
ruhun [693] [694]
[695] da en ağır element olduğu
aynı oranda doğrudur. Bu anlamda, şiirde, ruhun ne olup olmadığı bir inanç ve
ön kabule göre alımlanır. Dahası poetik bir yerinden etmeyle ruh, yeni bir
zeminde anlamlandırılır ve yeniden kurulur. Ruhun duyumsama gücünün insana ne
kadar ağır ve güç bir durum yaşatabileceğini ima eden bu dizeler, genel olarak
ruhun bir nefes, can olduğu ve insanın en naif tarafına denk geldiği anlayışına
muhalif gibi görünür. Şiirin devamındaysa şair “Yaratılmış en hafif unsurun
da ruh olduğudur ” şeklindeki başka bir dizeye, bir bakıma da poetik bir
önermeye, yer verir. Ruhun bu iki kanatlı tabiatına vurgu yapan şair, onun
dünyevî hesap ve ölçüye gelmemesine rağmen, hissedilebilirlik bakımından başka
bütün varlıklardan daha müessir olduğu kanaatini işler. Şiirde, esasında yeni
bir fikir yoktur, genel olarak ruh üzerine kabullerin metinleştirilip
tartışıldığını görürüz. Ancak, yine de, ruhun poetik bir düzlemde söz konusu
edilmesiyle ruh üzerine yeni bir düzlemde tekrar düşünme imkânı ortayı çıkar.
Poetik bir düzlemde, ruh üzerine, bir tür refleksiyonda bulunulur. Ruh
Üzerine Karışık Tezler başlıklı şiirdeyse ruh ayın öteki yüzüne
benzetilerek somutlaştırılır. Nasıl ki ayın öteki yüzünün varlığından emin olup
nasıl bir şey olduğu hakkında bir fikrimiz yoksa ruhta da benzer bir durum söz
konusudur. Ruh, varlığını mutlak bir biçimde kabul ettirir, fakat niteliği
hakkında kendini yalnızca sezdirir. Ruh hakkında açık seçik ve genel geçer bir
bilgi söz konusu değildir. Ruh, şaire göre, “varlığın öteki yüzü” dür106
Günümüzde, genel olarak sadece insanın ruhu olduğu inancı hâkimdir;
ancak Koytak, şiirde, ruhu bütün varlıkların öteki yüzü sayarak, bu genel
inancın hilafınaymış izlenimi verir. Her varlığın vazgeçilmez parçası, hatta
onu varkılan şey, onun ruhu yani öteki yüzüdür. Aristoteles, insanların
yanı sıra, bitkiler ve hayvanlarda da ruhu (nefs) olduğunu düşünür. Bunlar, “bitkilerin
büyüyen nefsi, hayvanların duyumlayan nefsi ve insanların düşünen nefsi”dir[696] [697]
Aristoteles, beden ve ruh ayrımından çok, ruhu bedenin formu olarak görür.
Koytak da, benzer bir tutum gösterir. Bu açıdan insanın formu olan ruh (nefs),
insandaki şiirsel doğanın da kaynağıdır:
“Bir nefes,
bir esin, bir hayat ki,
İnsan denen
mucizevî şiiri yazdırıyor balçığa.”[698]
Şiirde insanın
Tanrısal nefesle balçıkta açığa çıktığı, balçığın mucizevî şiiri olduğu
söylenir. İnsanın balçıktan yaratılması, balçığa ilahî nefesin üflenmesi
demektir. İlahî nefes ise ruh/nefstir ki insanın formunu teşkil eder. İnsan
düşünen ruh (nefs-i natıka) formuna sahip olduğu için balçıktan mucizevî bir
biçimde sadır olur. Nitekim, ruh ve can tanrısal nefes anlamındadır.
Ruhun/nefsin hafifliği kelime anlamının nefes, rüzgâr olmasıyla da alakalıdır.[699] Koytak, şiirde, ruhun insanın
sadece hisseden duyusal tarafı olmadığını; fakat düşünen tarafını da teşkil ve
teşmil ettiğini ima eder. Bu düşünce, akılla his arasındaki ayrımı kaldırarak
her ikisini de ruha irca eder, ki doğru olan bir tutum gibi durmaktadır.
Düşünce sadece zihinde, his ise yalnızca ruhta gerçekleşen apayayrı şeyler
değildirler. Düşünce/akıl ve his ruhta kaynağını bulan karşılıklı şeylerdir.
Nitekim Koytak,
“Bir esin,
bir şiir, bir sanat ki,
Sarmaş
dolaş olunca
Balçıkla,
balçığın tadıyla, kokusuyla,
Başı
dönüyor, aklı karışıyor, dili dolaşıyor
Ve kendi
olmaktan çıkıp,
Her şeyi
bilen, her şeyi gören olmayı aşıp,
‘Her
Şeyin ’in kendisi oluyor,” [700]
dizeleriyle ilahî
olanın, Tanrısal nefesin, insanî olan her şeyi ihata eden bir doğası olduğunu
ima eder. Şair, Divan edebiyatından ödünç aldığı bir metaforla, Tanrıyı büyük
meyhaneciye (pir-î mugan) benzetir. Ruh da ondan balçığa üflenen, insanın
düşünme ve hissetme hassalarını oluşturan form olarak ondaki yaratıcılık ve
şiiriyete kaynaklık eder. Koytak, şiirdeki bu ruh açılımıyla, ruh ve beden
arasındaki mutlak ayrıma pek itibar etmez gibi görünür. Ruhun, insanın idrak ve
söz söylemeyebilme formunu teşkil eden ilahi bir nefha olarak, insandaki bütün
yönlere taalluk ettiğine dair bir kanaat besler. Aristotelesçi bir ruh algısına
benzer bir tutum sergiler.
Koytak, külliyatını; sanat, şiir,
felsefe, din, şiir ve felsefe ilişkisi, dil-düşünce, Tanrı, varlık, metafizik,
ruh, deha gibi birçok felsefî konu üzerinde durarak poetik bir felsefe sahnesi
olarak kurar. Bunu, hem felsefî kavramlarla hem de şiirsel imgelerle yapar.
Birçok konuyu, şiirsel bir söylem biçimiyle, poetik bir düzlemde yeniden
kurarak düşünmeye davet eder. Bu bağlamda da, felsefî ve hikmetli bir şiir inşa
eder. İnşa ettiği bu felsefî ve hikmetli düzlemde, klasik anlamda şiire konu
olan şeylerden ziyade, düşünce merkezli ve teorik yanı olan metinlere yer
verir. Bu metinlerin art alanlarında felsefî, dinî ve sanatsal bilgiler
mevcuttur. Bu mevcudiyetler, şairin genel olarak felsefe ve sanata bakışı
oranında şiirleştirilir. Bu anlamda, Koytak şiiri, epistemolojik ve didaktik
bir öz barındırır. Bir taraftan felsefî ve düşünsel doğaya sahip şiirlerle
sorgulamalarda bulunulurken, diğer taraftan da epistemolojik ve bilgilendirici
bir zemin inşa edilir. Satır aralarına serpiştirilmiş bilgiler, fragmanlar
şiirleri anlamamızda kurucu bir rol üstlenirler. Şiirin, felsefî bir sahne
olarak kurgulanmasının, anlaşılmasında bu bilgilere vakıf olmak şarttır.
Dolayısıyla, poetik bir felsefe sahnesi olarak inşa edilen Koytak metinlerini
okumak ve anlamak için, şiirlerin üstüne oturduğu felsefî, sanatsal, dinî ve
kültürel art alanlardan haberdar olmak gerekir.
SONSÖZ
Şiir ve
felsefe ilişkisinin nasıl bir mahiyete sahip olduğu, daha çok epistemolojik ve
ontolojik bir bağlamda, ortaya konulmuştur. Koytak şiiri de bu teorik bilgiler
ışığında, şiir ve felsefe bağlamında incelenmiştir. Böylelikle, bir taraftan
şiir ve felsefe ilişkisi, diğer taraftan da Koytak külliyatında, şiir ve
felsefe ilişkisinin nasıl bir manzara arz ettiği ortaya konmaya çalışılmıştır.
Şiir ve felsefenin üzerinde durulmaya, tartışılmaya değer kadim ve girift bir
ilişkisi olduğu; Koytak külliyatının da, şiir ve felsefe/hikmet bağlamlı bir
düzlem olarak inşa edildiği ortaya çıkmıştır.
Şiir ve
felsefe, kadim ve girift bir ilişkiye sahiptir. İnsanlık kendi üstüne
katlanmaya, düşünmeye başladığından itibaren, dünyada bir yurt edinme ve
kendini anlamlandırma gayreti içerisine girmiştir. Bunu, başlangıçtan itibaren,
dinî, felsefî ve sanatsal/poetik düzlemlerde yapmıştır. Birbirine yakın ve
ortak iki insanî etkinlik olarak inşa edilen şiirle felsefe, tarih boyunca,
yakın bir münasebet içerisinde bulunmuştur. Bu münasebetin dili ise, yakınlık
ve mücadeleyi içeren, kompleks bir biçimde tezahür etmiştir. Antik Yunan ve
Doğu hikmetinde, şiirle felsefe, yekdiğerine daha yakın düşen bir dil ve forma
sahip olmuşlardır. Şiir ve felsefe ilişkisini keskin bir ayrım üzerinden ikame
etmeye eğilimli bir algı, eskiçağlarda söz konusu olmamıştır. Dolayısıyla bu
iki etkinliğin müşterekleri, ilkçağlarda, Sokrates ve Platon’a kadar, daha
fazladır. Antik Yunan’da, özellikle Pre-Sokratik dönemde, felsefe/bilgelik,
poetik bir formda da yapılırdı. Henüz, bugünkü anlamda, kavramsal ve mantıksal
bir temele dayanan bir nesir fikri oluşmadığından poetik düşünce daha etkili ve
yaygındır.
Şiir ve
felsefe ilişkisinin en somut hâli, Antik Yunan’da, Sokrates ve Platon’la,
tezahür eder. Poetik düşünce ve ifade (mitos) hâkim konumdayken, felsefî ve
kavramsal akıl (logos) gelişmesini hızlı bir biçimde sürdürür. Platon,
Sokrates’in başlattığı diyalektik ve kavramsal ilerlemeyi, daha üst noktalara
taşır, bir bakıma felsefenin şiir karşısında zafere erişebileceği bir düzlem
inşa eder. Şiirle felsefe ilişkisinin dilini, mücadele formunda kurar. Bundan
itibaren, Derridacı anlamda, Batı’da felsefe öteki olarak kendine şiiri seçmiş
gibi görünür. Felsefe şiire, bilhassa düşünce, bilgi ve hakikat bağlamında,
adeta ipotek koyar. Doğru ve güvenilir bilginin kaynağı felsefe iken, şiir,
ancak taklidî ve batıl bilgi üretebilen bir etkinlik olarak mimlenir. Şiir,
ideaların taklidi olan fenomenler âleminin bir öykünmesi olarak, üçüncü
dereceden gayrisahih bir bilgi üretir. İnsanları idealardan, mutlak bilgiden ve
doğrudan uzaklaştırır; dahası güzel ile hakikat üzerinde hak iddia eder, ki bu
kabul edilemez. Platoncu düşünce, tarih boyunca, bu şekilde tezahür eder.
Fakat, her düşünür Platoncu bir biçimde düşünmez. Platon’a muhalif olarak da
okunabilecek erken dönem bir yaklaşım, Aristoteles’ten gelir.
Aristoteles,
şiiri, felsefenin üstüne katlandığı, kendi bünyesine dâhil ettiği bir alan
hâline getirir. Platon’da sürgüne gönderilen şairler, bu sefer felsefenin hüküm
- ferma olduğu bir mülke, bilgi ve hakikatin mülküne, yeniden çağrılırlar.
Böylesi bir ikâmet, şiirin, aslında muzır olmadığını ima eder. Aristoteles,
şiiri felsefeyle birlikte varoluşa davet eder. Filozof, her ne kadar şiiri
felsefenin üstünde refleksiyonda bulunduğu bir alan olarak tasavvur etse de,
şiir hakkındaki fikirleriyle neredeyse anti- Platoncu bir tavır takınır.
Aristoteles, şiire, hocasına göre daha bilimsel ve makul bir biçimde yaklaşır.
Nitekim, bu yaklaşımıyla, bugün bir disiplin hâlini alan poetikanın kaynağında
yer alır. Dolayısıyla şiir üzerine ve şiirin felsefeyle olan ilişkisi
bağlamında Aristoteles’in eseri daha objektif ve tutarlı görünür. Platon’un
aksine Aristoteles, şiir ve felsefe ilişkisini daha çok felsefî bir düşünme
alanı olarak kurar, her iki etkinliği iştirak ettikleri ortak zeminlerde
konumlandırarak mütalaa eder ve bu bağlamda bir terminoloji kurulmasında da
temel-koyucu bir rol oynar.
Aristoteles’ten
sonra şiirin epistemolojik, tarihî ve bilhassa toplum-kurucu yönü üzerine
eğilen Vico, bu bağlamda, poetik düşünme biçiminden bahseder. Vico’da,
Aristoteles’ten çok Platon’a yakın düşen, bir mitos ile logos mukayesesi görülür.
Filozof, Yeni Bilim isimli eserinde, “gentil” insanlık için, poetik
düşünce ve formun kurucu unsur olduğunu ileri sürer. Bu anlamda, şiir, poetik
(mitik) düşünme insanlığın bir tür temel-koyucu öğesi olarak nitelenir.
Kavramsal düşünmeyse asıl inşa edici, insan aklının olgunlaşmış ve nesri
üretmiş hâlinin göstergesidir. Poetik düşünme, insanın ilkel anlamlandırma ve
algı çabasının; kavramsal düşünme biçimiyse olgun insanlık hâlinin mahsulüdür.
Ancak, yine de şiir, Tanrıyı, doğayı, insanı, varlığı anlamaya dönük bir
tecrübedir. Henüz tekâmül etmemiş ve kavramsal düşünemeyen insanlığın çevresini
ve kendini anlamaya dönük bir çabasıdır. Bu anlamda poetik düşünce, her ne
kadar mitik olsa da, gözleme ve somutlaştırmaya dayanan bir tecrübe ve düşünme
biçimine tekabül eder.
Sanat ve
estetik üzerine yazdıklarıyla felsefenin sanat üzerine düşünme formlarını
belirleyen filozoflardan olan Kant, şiir üzerine de düşünür. Vico’da devam eden
felsefenin, kavramsal aklın üstün olduğu görüşü Kant’ta da mevcuttur. Kant,
sanatları en somuttan en soyuta doğru kategorize eder. Sanatların şahikası
olarak da, en soyut olması itibariyle, şiiri görür. Şiirden daha soyut,
kavramsal ve dolayısıyla yetkin olan da felsefedir. Felsefe, en yetkin düşünme
biçimidir. Kant’a göre, şiir deha ürünüdür; deha da doğaya angajedir. Her ne
kadar doğanın şiire sahabeti olsa da, şair, bir deli (mecnun) değildir; deli
aklının açıldığı sonsuzlukta yiterken, şair buradan asgarî bir anlam üretir.
Şiir, tasavvura dayanır ve özgür muhayyileyle kurulur. Şiir, özgür
muhayyileyle, kavramsal akla önaçar. Kavramsal aklı aşan şeylere,
hissedilebilirlik vererek (mahsus) düşünülebilir (makul) hale getirir.
Dolayısıyla, şiir, mümkünler içinde bir imkân açarak, mümkünü mevcuda/duyuma
getirir, ona bir ifade kazandırır. Felsefe, lisanda ifade edilmiş,
kavramsallaştırılmış kavram ve göstergeler üzerinden ilerler. Bu açıdan, şiir
felsefeye mukaddemdir.
Şiirle
felsefe, yani mitosla logos arasındaki zirve ve kritik kırılma noktası Hegel’de
somutlaşır. Sanat ve şiir üzerine uzun uzadıya duran filozof, sanatın sonunu
ilan eder. Finali de, şiirle yapar. Şiirin bittiği yerdeyse felsefe başlar.
Bütün somutluklardan kurtulmuş, mutlak bir soyutluk ancak kavramlarla düşünen
ve ifade eden felsefede mümkündür. Tin, mümkün olan en kâmil tezahürünü,
felsefede gösterir. Sanat, artık felsefenin üstünde refleksiyonda bulanacağı
bir alan olarak mevcuttur. Hakikat bağlamında sanatın insanlığa söyleyeceği pek
bir şey kalmamıştır. Filozof, somuttan soyuta doğru ilerleyen bir doğru
üzerinden tasnif ettiği sanatın zirvesine ise şiiri koyar. Şiir, kavramsal akla
ve soyut ifadeye en yakın sanat olması itibariyle, sanatın sonunda felsefenin
başlangıcındadır. Sanatla felsefe arasındaki aralıkta, şiir vardır. Hegel,
şiirin ontolojisine tini koyar. Diğer bütün sanatlar ve felsefede olduğu
gibi, mutlak tin, kendini göstermek için sonlu (mütenahi) bir düzlem
gereksinir. Bu sonlu düzlemse, insanî etkinliklerle tezahür eder. Bu anlamda,
insanî yaratımlar, doğadaki yaratılmışlardan üstündür. En nakıs sanat eseri
dahi, tabiattan daha olgundur; zira onda tinin tecessümü söz konusudur.
Tabiat ise, ancak tinin anti-tezi olarak mevcuttur. Tinin kendini
dışlaştırması/tecessümü (objectivation) için tabiata, yani antitezine ihtiyacı
vardır. Hegel, felsefenin şiire göre daha yetkin olduğunu söylerken, felsefenin
tini en maddeden arınmış/saflaşmış bir biçimde, yani kavramla temsil
ettiğine göndermede bulunur. Kavramı (logos) şiirin, poetik düşüncenin üzerinde
tutması bakımından, filozof, Platoncu bir tavır takınır. Fakat, şiirin, bir
esriklik ve rüya sonucu meydana geldiğini düşünmez; daha çok emek ve çalışmakla
açığa çıktığı mülahazasında bulunur. Hegel, şiir ve felsefe ayrımını, daha çok
mitos ve logos üzerinden logosu, yani felsefeyi önceleyecek biçimde yapar.
Hegel’in
sanatın sonunu ilan etmesi, logos-merkezli düşüncenin zirvesidir. Bundan
itibaren, Avrupa düşüncesinde, şiire bakışlar giderek farklı bir boyut kazanır.
Günümüzde neredeyse bütün sosyal düşünce etkinliklerinin başvurduğu bir kaynak
olan Nietzsche, şiir ve felsefe ilişkisi bağlamında da bir kırılma noktasıdır.
Nietzsche, Sokrates’ten başlayarak, logos-merkezli diyalektik ve kavramsal
düşünceye karşı çıkar. Kavramsal düşünce biçimini, hakikatin yerine hakikatimsilerin
konulması olarak algılayan filozof için mutlak, nihaî bir hakikatten söz
edilemez. Dolayısıyla, felsefî kavramsallaştırmalar, hakikat diye aslında bir
tarih-dışılık yaratarak, insanın sürgit devridaim hâlinde olan hakikate
katılımını engeller. Hayata ve hakikate iştiraki bağlamda, şiir daha devingen
ve katılımcıdır, felsefeye göre, daha insanî ve yaratıcıdır. Nietzsche’de,
şiirin Sokratesçi/Platoncu bir gözle görülmesine büyük bir itiraz söz
konusudur: Şiir, bir taklit ve esriklik ürünü değildir, bütün büyük şairler
büyük işçilerdir de. Nietzsche, bir filozoftan ziyade, filozof-şair olarak
görülür. Felsefeye, poetik, metaforik ve fragmental bir söylem biçimi
kazandırır. Diyalektiği, kölelerin metodu olarak görür; şiirsel söylem biçimini
önceler. Şiirsel söylem, sıçramalı ve fragmental doğasıyla diyalektiğe göre
hakikate daha fazla ilişir; varlığı daha dolayımsız kavrar. Filozof, şiir
üzerinden, Sokratik algıya saldırır; doğasındaki poetik özün öldürülerek,
felsefenin kısırlaştırıldığına inanır. Şiirin bilinç ürünü olmadığı şeklinde
Platoncu olarak kabul edilebilecek bir yargıyı, tersinden yorumlayarak, bunun
şiir için olumlu bir nitelik olduğunu iddia eder. Bu anlamda, felsefeyi,
Pre-Sokratik döneme yakın düşen bir biçimde görür, hatta bir tür şiir biçimi
olarak anlar. Filozofa göre, şiir, insana “Tanrının öldüğü” ve hakikatin
olmadığı toplumda bir teselli ve saçakaltı sağlar. Nihilist bir toplum ve
çağda, ilahî ve dinî olan yittiğinden, insanların elinde sanat/şiir gibi bir
araç, imkân mevcuttur.
Nietzsche’nin
önemi, logos-merkezli düşünce biçimine karşı, Romantiklerle birlikte, en büyük
karşı-koyuşun temel figürü olmasıdır. Heidegger düşüncesinin de, Nietzsche’nin
açtığı bu çığırda, kendine yol bulduğunu söylemek mümkündür.
Hölderlin’le
birlikte, Nietzsche’nin Heidegger felsefesinin, özellikle şiir ve sanat
bağlamında, şekillenmesinde katkısı büyüktür. Heidegger de, Nietzsche gibi,
felsefe tarihini yeniden kat ederek “varlık ve varolan nedir?” gibi metafizik
soruları/problematikleri
tekrardan sorgulamaya başlar. Heidegger, bu bağlamda,
hakikati varlığın
gizinden kurtulması, açığa çıkması (aletheia) olarak anlar, yorumlar. Bu yeni
varlık algısında, sanat ve şiir hakikatin tezahür ettiği, varlığın kendini bir
“varolan olarak varlığa açtığı” temel düzlemlerdir. Dolayısıyla, Platon’un
hilafına, şiir doğrudan doğruya hakikatle ilişkiye sokulur. Şiir, ne bir
taklittir, ne de vakit geçirmeye yarayan kültürel, estetik bir objedir. Şiir,
varlığın kendini bir varolan olarak varlığa açtığı, dünyaya katıldığı bir
düzlemdir. Bu anlamda, şiir varlığı bir görme biçimidir. Hele de, teknolojik
bir çağda, varlığın unutulmuşluğa terkedildiği “yoksun bir zamanda” şiir varlık
için bir kurtarıcı, insanlık içinse bir panzehirdir. İnsan, hakikatten ve
varlıktan mahrumiyetini sanat ve şiirle giderebilir. Zira, varlık, poetik ve
sanatsal bir zeminde, kendini bizzat ne ise o olarak varlığa açar. Heidegger,
şiire sanatlar içinde ayrı bir önem atfeder, onu dilin dahi temeline koyar.
Heidegger’de, şiirle düşüncenin yekdiğerine katılımı söz konusudur. Şiirin bir
malihulya, taklit ya da rüya hâli olmadığını, daha ziyade varlığın künhünü
görmeye dönük bir deneyimleme biçimi olduğu okuması söz konusudur. Lisanı,
varlığın evi olarak gören filozof, dilin temeline de şiiri koyar. Düşünce ve
şiirde, insan, dil içinde ikâmet eder. Şiir, “anarak- düşünmedir”. Bu bağlamda,
Heidegger’de, şiir ve felsefe birbirine oldukça yakın düşen ve içiçe geçen
etkinlikler olurlar. Heidegger’in şiire getirdiği bu ontolojik perspektif,
düşünce dünyasında oldukça etkili olur. Platon’la başlayan ve Hegel’de zirvesini
bulan logos-merkezli düşünce biçimi, bir bakıma askıya alınır, yerinden edilir.
Bir tür şair- düşünür profili çizilir. Hatta, Heidegger, şiire atfettiği önemin
felsefeyi gölgelediği gerekçesiyle, Badiou tarafından, eleştirilir.
İslâm
medeniyetinde Antik Yunan’daki anlamda şiir üzerine ilk teorik düşünceler,
Aristoteles’in Poetika’ sının Arapçaya tercüme edilmesiyle baş gösterir.
İlk Müslüman filozoflardan Farabi ve İbn Sina’da, şiirin epistemolojik ve
ontolojik yönünü belirlemeye dönük çabalar görülür. Antik Yunan’dan miras
kalan, şiirin ürettiği bilginin sahih olup olmadığı tartışması, burada bir nevi
tartıya konulur. Şiir bilgisinin neye tekabül ettiği sorgulanır. Bu bağlamda
da, şiir, mantık sanatları arasında sayılır ve bir skalaya oturtulur. Şiir bilgisi,
formel olarak, mantıksal bilginin en alt skalasındadır. Şiirin ürettiği bilgi,
mantıksal olarak yanlıştır (kâzib). Ancak, her ne kadar formel/surî bağlamda
yanlış olsa da, şiir, semantik olarak anlamsız değildir. Şiir, bir anlam
üretir. Meşşaî okulu filozoflarına göre, şiirin kaynağı muhayyiledir; muhayyile
de, nihayet, bir bilgi kaynağıdır. Şiirsel ifade, bir temsiliyettir; Platoncu
anlamda, bir taklit değildir. Bu filozoflarda her ne kadar, şiirde, taklidî bir
doğanın olduğuna gönderme yapılsa da; şiir, daha ziyade Aristotelesçi anlamda
varlıkların ve doğanın bir tahavvülünü içerir. Farabi ve İbn Sina’da, Antik
Yunan’daki anlamda, bir şiir ve felsefe karşıtlığından söz edilemez. Ancak,
burada da, mantıksal düşünme biçimi birincil bir konum işgal eder. Şiirin
apriori ve mantığı aşan doğası, ürettiği bilginin doğruluğu bakımından, bir
kıyas türü olan “bürhan”a göre oldukça zayıftır. “Bürhan”, mantık sanatları
arasında, doğruluğu kesin olan kıyas türüyken; şiir, yanlışlığı kesin olan bir
beyandır. Farabi, Platon’a paralel biçimde, ideal bir devletin filozoflar
tarafından yönetilebileceğini savunur. İbn Sina, şiiri, muhayyel bir önerme
biçimi olarak konumlandırır, sahihliğini daha ziyade mantıksal (logical) bir
dille izaha girişir. Felsefenin akla hitap ettiği, şiirinse, daha çok kaynağını
ruhtan alan bir üretim olarak, insanların duygusal yanlarına seslendiği ima
eder. Bu tarz girişimler, Antik Yunan’dakine benzer biçimde, felsefî/mantıksal
bilgi ile poetik bilgi karşıtlığını da çağrıştırır. Fakat yine de onlara göre,
şiir, Platoncu anlamda, batıl bir bilgi ortaya koymaz; formel olarak mantıksız,
fakat anlamlı bir bilgi üretir. Şiirin mantık ve kavramsal akla uymayan
anti-logos doğası, bu iki filozofta da büyük bir problematiği teşkil eder.
Farabi ve İbn Sina’nın bu erken refleksiyonları, şiir etrafında teorik bir
çerçevenin, düşünme alanlarının kurulması bakımından hayli önemlidir; fakat, bu
nazarî yaklaşımlar devam ettirilmez. Bu iki erken girişimden sonra, şiir
üzerine ontolojik ve epistemolojik bağlamlı teorik okumaların, Cumhuriyet
dönemine denk geldiğini söylemek mümkündür.
Şiirin salt
ilham ya da hayal ürünü olduğuna dair klasik görüşler, giderek, yerini farklı
yaklaşım biçimlerine bırakır. Bu da, şiirin üzerine düşünülmeye değer bir
teorik zemin hâline getirilmesiyle mümkün olur. Bu anlamda, Türkiye’de, İsmet
Özel şiiri yeni bir bağlama oturtur. Şiirin ilahî bir ihsan/ilham olduğu
görüşüne karşı, onu en insanî deneyimleme biçimi olarak görür. Şiir, ne bir
taklit, ne de ilham eseridir; bizzat hayatı bir deneyimleme biçimdir. Bu
anlamda, şiir, kendine has bir bilgi üretir, bu “kendilik bilgisi”dir. İnsanın
dünyada şairine bir yaşam sürmesine dair bir varoluş biçimidir, ontolojiktir.
Heideggerci anlamda, dünya-kurucudur, yurt edinme çabasını içerir. Dolayısıyla,
şiir, bir edebî türe indirgenemez. Şiir, hakikatle ilgilidir ve bir bilgisi
vardır. Şiir bilgisi, farklı bir mantıkla açığa çıkar; felsefî ve bilimsel
bilgiyi yıkar, yerinden eder. Bu bağlamda, kendine özgü bir görme biçimine
sahiptir. Şiir, bir duygulanım değildir, hatta orantısız duygu, duygulanım onun
aleyhinedir. Şiir, yaratıcı bir edimdir; duygu, dil ve akıl üçgeninde,
dolayımında yaratılır. Şairin bizzat hayata, hakikate katılımı ve iştirakiyle
açığa çıkan bir tecrübe ve hayat sürme biçimdir. Bu bağlamda, şiir, insanın
şairane bir hayat sürmesiyle varlığını inkişaf ettiren bir şeydir.
Şiir üzerine,
teorik düzlemde, bir anlama ve tartışma zemini açan düşünürlerden bir diğeri,
Ahmet İnam’dır. İnam, öncelikle, şiiri bir edebî tür olarak görmeyi indirgeme
sayar. Heideggerci anlamda, İsmet Özel’de olduğu gibi, şiiri bir yurt-edinme
çabası olarak görür; yine evrenin özünde mevcut olan bir şiiriyetten söz eder,
ki bu bir sanat olan şiiri de aşar. Şiir, ortalamayı aşan, şiirin kendine özgü
zekâsıyla kurulur. Şiir, Antik Yunan’daki anlamıyla, yapılan/üretilen bir
şeydir; logostan ayrı bir edim de değildir. Doğu’daki anlamıyla da, şuurla,
anlama ve sezmekle ilgilidir. Şiir, Platoncu bir biçimde, idealara
dayanan göksel bir şey değildir; aksine, erosla yaratılan, bedensel de olan bir
tecrübedir. Şiir, felsefeye mukaddemdir; bu anlamda, ona omuz vermiştir. Şiirle
felsefe, aynı nakış alanlarında yer alan etkinliklerdir; fakat kullandıkları
nakış ve kumaşa göre ayrılırlar. Şiirin felsefeye katılımı, şiiri daha da velut
kılar. İnam, Heideggerci anlamda, şiirin varlığı açığa çıkarmasına ve
hakikat-kurucu doğasına vurgu yapar. Bunu da “şiirleme” olarak ifade eder.
“Şiirleme”, hem insanın bizzat kendisinin dünyada yurt-tutmasıdır, hem de
varlığı imkâna/inkişafa açmasıdır.
Yücel Kayıran,
doğrudan, felsefî şiirden bahseder. Kayıran’a göre de, şiir, Heideggerci
anlamda, bir açığa çıkma ve meydana gelmedir; varlığı, bir görme biçimidir.
Şiir, varlık krizinin “buradalığını” görür, dolayısıyla da gösterir. Bu varlığı
görme ve deneyimleme biçimi, insanı varlıkla, varlık kriziyle yüz yüze getirir.
Şiir, ontolojik bir düşünme biçimine sahiptir. Hakikati de, bu ontolojik
durumuyla görür ve anlamaya çalışır. Şiirin ontolojisinde, his ve aklın da
neşet ettiği kaynak vardır. Şiir, ilahî değil, insanîdir; dolayısıyla bilim ve
felsefede olduğu gibi imkân dâhilinde olanın (mümkünün) bilgisini üretir.
Kayıran, şiirle felsefeyi, his ve akıl ayrımı üzerinden ayırmayı insan doğasına
aykırı bulur. Akıl ve his, birbirinden yalıtılmış değildir; daha ziyade aynı
kaynaktan, ruhta, sadır olurlar. Şiirle felsefe, her ne kadar, farklı
etkinlikler de olsa, şiirde bir “felsefî göz” olmalıdır. Görülen şeyin
hakikatte ne olduğuna dönük bir görme biçimi anlamında bu “felsefî göz”
gereklidir. Nihayet, Kayıran’a göre, bu şekilde açığa çıkan ve insanla ilgi
kuran şiir felsefî bir şiirdir.
İhsan
Fazlıoğlu, şiire, İbn Sina ve Farabi’dekine benzer biçimde klasik felsefe,
mantık ve belâgat kavramlarıyla çerçeve çizmeye çalışır. Fakat, yine onda da,
Heideggerci bir tutumun varlığı gözden kaçmaz. Fazlıoğlu, mantık ve belâgat
bağlamında, şiiri bir bilgi skalasında konumlandırmanın yanında; Heidegger’i
hatırlatır biçimde, şiirin varlığı, “bu-arada-olanı” açığa çıkarıcı doğasına da
göndermede bulunur. Dolayısıyla, şiir, hem mantıksal hem de ontolojik ve
epistemolojik bir bağlamda söz konusu edilir. Fazlıoğlu’na göre, şiir, bir
bilgi edimidir, ontolojiktir. Şiir, insanın/varlığın “olduğu hâl üzere oluşuna”
göndermede bulunur. Şiirsel ifadeler, önermeseldir; yani bir yargıda
bulunurlar. Bu önermeler, muhayyilede kurulurlar; dolayısıyla, olgusal
değildirler. Görünüşte, ortalama bir mantıkla doğrulanmazlar, muhayyeldirler;
fakat anlamsız da değildirler. Ne küllî, ne cüzîdirler. Zihnî bir vasatta
varolurlar, dolayısıyla zihnîdirler. Muhayyel olmaları, rastgele oldukları
anlamına gelmez. Şiir, varlığı ve hakikati bir görme biçimidir; bu görme biçimi
de, ilhama dayanan anlık bir şey değil, süreçseldir. Şiirsel ifade, varlığı ve
hakikati üç faklı düzlemde (mutabakat, tazammun, iltizam) algılamamıza ve
görmemize imkân tanır. Poetik düzlem, doğrudan bir mutabakat (hakikat) şeklinde
olacağı gibi, daha ziyade mecazlı (tazammun) ve kinayeli (iltizamî) bir dil ve
delalet biçimine sahiptir.
İslâm
medeniyetinde, Farabi ve İbn Sina gibi filozofların şiir üzerine ilk
refleksiyonlarından sonra, uzun bir süre teorik bir boşluk ve sessizlik
olmuştur. Geç Osmanlı ve erken Cumhuriyetle birlikte, yeniden felsefî bir
bağlamda, şiir üzerine durulmaya başlanır. İlk teorik yaklaşımlar, daha ziyade şiirin
his ve hayale dayandığı yönündedir. Fakat, Batı felsefesine, dolayısıyla da
Antik Yunan’a yönelimler şiir üzerine düşünceyi zenginleştirir. Avrupa düşünce
tarihiyle mukayese edildiğinde, Türkiye’de, düşünürlerin/felsefecilerin şiir
üzerine çok az düşündükleri, katlandıkları da gözden kaçmaz. Şiir ve felsefe
ilişkisinin, analitik ve teorik düşünen Batı’da, daha canlı ve doğurgan
olduğunu söylemek gerekir. Mevcut çalışmaların da, yine daha çok, Batı kaynaklı
oldukları söylenebilir. Cumhuriyet sonrasında şiir üzerine kafa yoranlarda,
özellikle Heideggerci bir yaklaşımın açık etkisi görülür. Bu anlamda,
Türkiye’de, şiir ve felsefe ilişkisine odaklanan çalışmaların eksikliği
hissedilmektedir. Şiir ve felsefe ilişkisine katkı yapacak, onu gündemde
tutacak çalışmalara ihtiyaç vardır.
Cumhuriyet
döneminde, Osmanlıya göre, şiir üzerine teorik anlamda daha fazla durulur.
Fakat, yine de, şiirin felsefeyle ilişkisi pek irdelenmez. Bunda, felsefeye
olan yaklaşım da belirleyici gibidir. Şiirin felsefeye tercih edilmesi bir
yana, felsefe henüz hak ettiği ilgiyi görmez. Felsefî anlamdaki çoraklık, ister
istemez, şiir üzerine düşünmeyi ya da şiirdeki düşünce boyutunu
perdelemektedir. Bu bağlamda, Cahit Koytak şiiri, önemli bir duraktır. Koytak,
şiiri felsefeyle ilişkiye sokarak kurar.
Şiir ve
felsefe bağlamında incelemeye çalıştığımız Cahit Koytak şiiriyse, şiir ve
felsefe ilişkisinin canlı olduğu bir manzara sunar. Şair, şiirini yeni bir
zeminde kurar; şiir ve felsefe bağlamlı bir düzlemde inşa eder. Bu düzlemdeyse
felsefî ve poetik enstrümanlar kullanır. Kurguladığı metinlere, okurun his ve
fikirle iştirakini sağlar. Koytak, sanat ve düşünce dünyasından devşirdiği
şeyleri, poetik bir form ve görme biçimiyle nazarıitibara sunar. Bu sunumda,
felsefî anlamda bir düşünme, poetik ve edebî anlamda bir kurma ve hissediş
mevcuttur. Söylem biçimi ve form itibariyle, poetik ve felsefî olanın birlikte
yer aldığı bir düzlem ortaya çıkar. Şiir ve felsefe ilişkisi, Koytak
külliyatında, dört temel düzlemde kendini gösterir. Bu düzlemlerden birincisi,
sanatın ne olup olmadığı üzerine katlanan metinlerden oluşur. İkincisi, şiirin
ne olup olmadığını ontolojik ve epistemolojik anlamda söz konusu eden
metinlerle kurulur. Üçüncüsü, şiir ve felsefe ilişkisi bağlamında kurulur.
Dördüncüsüyse, bir felsefî metinler sahnesi olarak inşa edilir.
Koytak
külliyatında, sanat dünyası bir “aile benzerliği”ne dayanır; bu ailenin
fertleri sanatsal bir uzamda varolurlar. Bunlar, sanat dünyasının önemli
figürleridir. Sanatın ne olup olmadığı, sanatın ontolojisi üzerine de
durularak, poetik bir düzlemde ortaya konur. Sanatın kaynağı ve sanatsal
üretimin nasıl bir niteliğe sahip olduğu, bahis konusu edilir. Bu anlamda,
Koytak’a göre, sanat temelde insanî bir yaratmadır. Asıl, büyük sanatçı
Tanrıdır. Sanatsal yaratma, kendi yaratmasına nispetle, Tanırının insana bir
ihsanıdır. Sanatsal yaratışın bu şekilde algılanması, İslâmî bir öz ve niteliğe
sahiptir. Sanatsal yaratma, Tanrısal bir öz barındırması bakımından,
ontolojiktir; insanda, bil- kuvve olarak mevcuttur. Bu özün ortaya çıkması, saf
bir esinle değil, bil-fiil deneyimledir; ya da nispeten esinle, fakat daha çok
çalışmak, kendi üstüne katlanmak ve bakışını bizzat kendine tevcih etmekle
mümkündür. Esin, olsa olsa bir ilk tetikleyici amil olabilir. Bu anlamda, sanatın
kendiliğinden açığa çıkan ilahî bir ihsan/ilham; insanın sadece ruhî/duygusal
tarafından his, hayal, rüya veya ilham eseri olarak üretilen bir şey olduğunu
ileri süren teoriler askıya alınır. Sanatsal yaratma, Platoncu anlamda, ilahî
bir ilham olarak doğrudan doğruya sanatçıya intikal eden bir şey değildir.
Tanrısal olsa bile, sanat, deneyimlemeksizin zuhur etmeyen bir yaratma biçimi
olarak insanîdir. Sanatsal yaratma, aynı zamanda, varoluşçu doğasıyla insanın
dünyada olmasını imler. Hölderlin’in ifadesiyle “insanın bu dünyada şairane
mukim olması”nı gösterir. Tahayyül, tefekkür, tahassüs, vs. gibi insanî edim ve
durumlar, aslında sanatsal olanı da belirler. Sanat, ikincil bir yaratmadır ve
Tanrısal yaratımı aşamaz. Sanat, bu anlamda, mümkünler içinde bir imkândır.
Sanatın görüp gösterebildiği şey, olmayan değil, bil- kuvve mevcut olandır.
Sanat, hakikati ve varlığı bir görme biçimidir; sürgit değişen hakikat
karşısında yeni yaklaşımlar ve formlar belirleyen bir doğaya sahiptir. Sanatsal
üretim, ilham ve hayale indirgenemez; tahayyül, rüya, dil, düşünce gibi önemli
bileşenlerin iştirakiyle açığa çıkar. Sanatçı, bu enstrümanları bir jonglör
maharetiyle sanatın uzayında devindirir, dolaşıma sokar. Sanatsal yaratmada,
düşünce ve tahayyül birbirini sentezleyen bir tez-antitez olarak yekdiğerini
üretirler; mutlak bir biçimde birbirinden ayrıştırılmış, farklı kılınmış
değildirler. Koytak külliyatı, insanı ruh/beden, düşünce/his üzerinden ayıran
Kartezyen düşüncenin hilafına, onların sadır oldukları kaynağı daha bütüncül
görmeye yönelimlidir. Koytak’a göre sanat, dünya ve ölüm karşısında insana bir
tahammül sağlar. Sanat, Schillerci anlamda, bir oyun alanı; sanatçılar da,
özgür oyunculardır. Sanatçının özgür tahayyül ve iradesini tezahür ettirmesi,
yine sanatın özgür uzayında mümkündür. Nihayet, Koytak külliyatı, sanatın bir
bilgi alanı olarak yeniden gündem kazanması ve sanatı poetik bir düzlemde
varlığa ve tartışmaya açması bakımından manidar bir tablo sunar.
Şiir ve sanat
bağlamında ortaya çıkan sonuçlar, Koytak külliyatında, paralellik gösterir.
Ancak, yine de, şiirin daha özel bir yeri vardır. Koytak şiirinde, doğrudan ya
da dolaylı göndermeler ışığında, aşağıdaki gibi bir tablo ortaya çıkar: Şiir,
öncelikle bir yaratma, ikincil bir yaratmadır. Asıl yaratıcı (şair), Tanırıdır.
Şiir dahi, Tanrının yaratmasına tabi bir yaratmadır. Hiçbir şiirsel yaratma
yoktur ki, Tanrısal yaratm a dâhilinde olmasın. Bu anlamda, şiir, mümkünlerin
imkânını imler. Şiir, varlığı bir görme biçimidir; varlığı olduğu hâl üzere
görmeye dönük bir görme biçimidir. Şiir, aynı zamanda, insanın bakışlarını
kendine tevcihi, bizzat kendini temaşasıdır da. Bu anlamda, insanda (mikro
kozmosta) âlemi (makro kozmosu) görme ve tecrübe etmeye yönelik bir deneyimi
gösterir. İnsanın sözle/şiirle ontolojik bir akrabalığı vardır. Bu akrabalık,
varlıkla organik bir bağ kurmasına düzlem hazırlar. Şiir, Heideggerci anlamda,
insanın kendini ve varlığı açığa çıkarttığı bir zemindir. Şiir, varlığın açığa
çıkmasında, Deleuzcü anlamda, bir düzlem inşa eder. Şiirin bir hakikati,
ürettiği bir bilgi söz konusudur, amaçsız bir boşluktan doğmaz. Sonsuz olanın
sonluda tezahürüne imkân tanır, namütenahi olanı nispeten de olsa temaşaya
açar. Şiir, bir bilgi ve bilme biçimidir; bu bilgisiyle ortalama mantık ve
verili dili aşar. Ancak, bu ortalamanın üstü olma durumu, şiirin tamamen ilahi,
olağanüstü olduğu anlamına gelmez. Şiirin ontolojisinde duyum, düşünce ve dil
gibi insani olan şeyler vardır. Şiir, sanıldığı gibi, ilham ya da başına buyruk
hayaller değildir. Şiir, ne bir taklittir, ne salt bir duygulanım, ne de
sezgidir. Şiir, daha çok tahayyül, duyum, düşünce, ilhamın iştiraki ve lisanda
kurulmasıyla meydana gelir. İnsanı insan kılan melekeler, şiiri de mümkün
kılar. Şiir, bir oyun alanıdır, özgür muhayyileyle deneyimlenen bir oyun alanı.
İnsana özgür muhayyile bahşederek, onu, özgürleştirir. Şiir, yapılır, inşa
edilir; aynı zamanda, şuurla ilgili olup şuuruna erilerek deneyimlenir. Şiir,
şairin/insanın şiire bilinçli katılımıyla, yani yaşamını şiirlemesiyle
mümkün olur. Bu anlamda, şiir, insana evrenin ve hayatın özünde olan şiiriyeti
de bahşeder. Şiir, şairane bir hayatla mümkün olan bir deneyimdir. Bir anlamda
“insanın bu dünyada şairane mukim” olmasıyla sadır olan insani bir tecrübe ve
üretimdir.
Koytak
külliyatında şair de, önemli, kurucu bir figürdür. Şair, Homopoeticustur; yapan,
kuran/inşa eden anlamında homopoeticustur. Külliyatta, sadece şairler
değil; birçok sanatçı-figür de, şairane var-bulunuşlarıyla homopoeticustur.
Şair, Tanrının hamuruna kendi yaratıcı ruhundan kattığı insan anlamında,
yaratıcıdır. İnsan, potansiyel olarak (bil-kuvve), yaratıcı bir doğaya
sahiptir. Şair de, bu potansiyeli bil-fiil deneyimleyebilen ve açığa çıkaran
insan anlamında yaratıcıdır. Şair, jonglördür; akıl, duyum/his ve hayali şiirin
uzayında maharetle kullanabilen, devindiren insan anlamında jonglördür. Şair,
muhayyilesi en geniş olan sanatçıdır. Şair, saf ilhamla yazmaz; ilham gelse
bile, onu, dil ve düşünceyle işler. Şair, varlığı temaşa eder, görüsüyle onu
yeni bir düzlemde varlığa açar. Şairin bakışı, bizzat kendisine de
müteveccihtir; bu anlamda, kendini de temaşa eder. Şair, günlük rutini aşar;
Heideggerci anlamda, unutulmaya bırakılmış varlığı temaşa eder; yeniden ifade
ederek yeni bir manzarayla nazara sunar. Dolayısıyla, hakikati kendine has bir
biçimde görür. Günlük hayatta unutulmaya yüz tutmuş varlığı, keskin görüsüyle
seçebilir. Şair, saf hayallere dalan biri değil, bizzat hayatın içinde olarak
hakikate katılır. Hayatını, şairane bir ikametle idame ettirir. “Kurumsallaşmış
bir edebî tür”ün, dar anlamda edebiyatın bir alt türü olan bir sanatın icracısı
değil; fakat hayatı, varlığı kendine özgü görme ve idrak etme biçimiyle
deneyimleyen, yaşayan biridir. Şair, bir hakikat vaatçisi değildir, ancak
hakikate ve varlığa katılır. Böylesi bir şair tasavvuru, klasik şair algısını
yerinden eder. Şairi ontolojik bir bağlamda, varlık, insan ve hakikatle kurduğu
yakın ilişki dizgesinde konumlandırarak anlamlandırır. Şiirin varlık, hayat ve
düşünceyle yakın bir ontoloji ve epistemolojisi olduğuna göndermede bulunur.
Koytak
şiirinde, şiir ve felsefe ilişkisi iki şekilde tezahür eder: Bu ilişki, hem
şairin kendi şiirini şiir ve felsefenin yakın düştükleri poetik bir düzlem
olarak kurması anlamında vardır; hem de şiirlerin birçok filozof ve felsefî
doktrinden izler taşıması itibariyle mevcuttur. Koytak külliyatı, şiir ve
felsefe ilişkisinin canlı olduğu somut bir düzlemdir. Şiirle felsefenin yakın
durduğu metinler, hikmetli bir öz de taşırlar. Koytak şiirinde, şiirle felsefe
ilişkisi, genel olarak felsefe ve şiir ilişkisine paralel biçimde, hem bir
yakınlık hem de mücadele alanı olarak tezahür eder. Felsefede var olduğu kabul
edilen özelliklerle, Koytak’ın şiire atfettiği nitelikler arasında benzerlikler
görülür. Bunlar dikkate alındığında, şiirle felsefe arasında, şöyle bir ilgi
kurmak mümkün olur. Öncelikle, şiir ve felsefe, birer temel insanî
tecrübedirler. İnsanın dünyada varolma ve yurt-tutma çabalarını içerirler. Şiir
de felsefe de, bir hakikat arayışına dâhildirler. Sürgit değişen hakikate, yeni
formlar kazandırmaya dönüktürler. Varlığı görme biçimleri olup, insana bir görü
kazandırırlar. İnsan ve varlığın varlık durumlarını serimlemeler ve dil içre
gerçekleşirler. Ontolojik olarak dil/söz, Heideggerci anlamda “varlığın evi”
olduğu için, şiir ve felsefe de varlığın açığa çıktığı düzlemlerdir. Lisanda,
hem kendilerini varlığa koyarlar, hem de varlığın görünürlük kazanmasını
sağlarlar. Şiir ve felsefe, varlığını benzer kaynaklardan alırlar. Dolayısıyla,
Koytak metinlerinde, felsefe salt akıl, şiir de sadece tahayyül ve ilham
ürünüdür gibi bir hüküm boşa çıkarılır. Zira, Koytak, şiirin daha ziyade dil,
düşünce ve duyum üçlüsü dolayımında kurulduğunu ima eden metinler yazar. Bu
anlamda, her iki etkinlik de, zihinsel bir vasatta yaratılır; kendi üst-
dilleri bağlamında anlam üretirler. Felsefe, bunu daha çok kavramsal olarak,
şiir de imgesel bir düzlemde yapar. Şiir ve felsefe/hikmet, bazı durumlarda
susku/sükût lisanı kullanmayı tercih eder, safsataya itibar etmezler.
Sorgulayarak, zihne yeni kapılar aralayarak insandaki tecessüsü canlı tutarlar.
Koytak külliyatı, incelendiğinde, şiire atfettiği özellikler onu felsefeyle bu
tarz bir ilişki biçimine ve müşterek noktaya getirir. Aralarındaki bunca
müşterekliklere rağmen, Koytak, şiiri felsefeden daha yaratıcı, özgür ve
deneyimsel bulur. Bu anlamda, şiir felsefeye göre daha veluttur. Felsefe, şiiri
kısırlaştırma tehlikesi taşır; fakat, yine de, şiir felsefeden büyük
düşüncelerin, infilakların sadır olmasını sağlar. Şiir, dünya ve ölüm
karşısında insana daha fazla mukavemet ve tahammül imkânı sağlar. Koytak,
şiirinde, bir bakıma, felsefeyle hesaplaşır. Şiir ve felsefe ilişkisini,
Platon’un tezlerini değilleyecek bir biçimde somutlaştırır; şiire kendini
savunma ve sunma hakkı tanır; ancak bunu yaparken şiirle felsefe arasında
düşünce ve duygu üzerinden yapılan Kartezyen ayrıma da itibar etmez. Şiire,
Heideggerci anlamda, ontolojik bir öz atfeder, hatta hayatın kendisinde dahi
bir şiiriyetin olduğunu ima eder.
Koytak
şiirinde, felsefe, hem felsefî/hikemî bir sahne olarak, hem de felsefî
kavramların kullanılması dolayısıyla mevcuttur. Metinler, poetik bir düzlemde,
hikmetli/felsefî bir tutumla kurulur. Bu, hem kavramlarla hem de imgelerle
yapılır. Birçok konu, şiirsel bir söylem biçimiyle, poetik bir düzlemde yeniden
üretilir. İnşa ettiği felsefî ve hikmetli düzlemde, Koytak, düşünce merkezli ve
teorik yanı olan metinlere de yer verir. Bu anlamda, Koytak külliyatının art
alanında felsefî, dinî ve sanatsal bilgiler mevcuttur; dolayısıyla, şiirler
epistemolojik ve didaktik bir doğaya sahiptir. Sanat, şiir, felsefe, din,
şiir-felsefe ilişkisi, dil-düşünce, Tanrı, varlık, metafizik, ruh, deha gibi
birçok felsefî konu şairin metinlerini besleyen kültürel ve epistemolojik art
alanlardır. Sanat, edebiyat ve özellikle şiir üzerine katlanması, ondaki
felsefî ve düşünsel yanı imler. Bu konular, şiirsel bir zeminde,
poetik/felsefik bir bağlamda ele alınır. Koytak, bazen bir şair bazen de bir
düşünür gibi, sanat ve şiir üzerine katlanır. Bunu, hem sanat üzerine refleksiyonda
bulunan düşünürler üzerinden, hem de bizzat kendisi sanat üzerine düşünceler
üreterek yapar. Şairin, sanat ve felsefe üzerine düşünen, sanata ve dile yakın
düşen filozoflardan haberdar olduğu ve yararlandığı görülür. Nitekim, Koytak,
beslendiği kaynakları pek gizlemez. Koytak külliyatı, bir felsefî tavır olarak,
sorgulamacı bir doğaya da sahiptir. Şair, hem çeşitli konular üzerine
refleksiyonda bulunulur, hem de sorular sorularak okuru iştirake davet eder.
Koytak şiiri, felsefe tarihine mal olmuş filozoflar ve felsefî konuları
doğrudan ihtiva etmesiyle de felsefîdir, bu anlamda, felsefî/hikmetli bir sahne
hüviyetindedir. Doğrudan meşhur filozoflar (Nietzsche, Wittgenstein, Derrida)
üzerinden metinler üretildiği gibi, satır aralarına serpiştirilmiş felsefî
bilgiler ve fragmanlarla inşa edilmiş şiirler de mevcuttur. Özellikle Antik
Yunan ve Batı felsefesinden, Doğu hikmet ve bilgeliğinden izler bulmak
mümkündür. Bu, Koytak şiirinin Pre-Sokratik döneme ve kadim Doğu bilgeliğine
yakın düşen doğasını da gösterir. Koytak şiirlerinde, birçok felsefî kavrama
rastlamak mümkündür. Dolayısıyla, Koytak külliyatını okumak için şiirlerin
üstüne oturduğu felsefî ve kültürel art alandan haberdar olmak gerekir.
Nihayet, bütün bunlar, şiir ve
felsefenin, yekdiğerini dışarıda bırakamayacak kadar girift ve kadim bir
ilişkiye sahip olduğunu gösterir.
KAYNAKÇA
Koytak, Cahit,
Gazze Risalesi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2009.
Koytak, Cahit,
Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.
Koytak, Cahit,
Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.
Koytak, Cahit,
Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.
Koytak, Cahit,
ilk Atlas, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.
Koytak, Cahit,
Yeni Başlayanlar İçin Metafizik, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.
Koytak, Cahit,
Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat, Timaş Yayınları, İstanbul, 2013.
Koytak, Cahit,
Cazın Irmakları, Timaş Yayınları, İstanbul, 2013.
Koytak, Cahit,
Dudakta Bekletilen Şarkılar, Timaş Yayınları, İstanbul, 2014.
Adonis, Arap
Poetikası, Çev. Emrullah İşler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014.
Adorno,
Theodor W., Edebiyat Yazıları, Çev. S. Yücesoy-O. Koçak, Metis
Yayınları, İstanbul, 2008.
Ahmet Cevdet
Paşa, Mi’yâr-ı Sedât, Haz. H. Tahsin Feyizli, Fecr Yayınları, Ankara,
1998.
Ahmet Haşim, “Şiir
Hakkında Bazı Mülahazalar”, Bütün Kitapları, Oğlak Yayınları, İstanbul,
2004.
Akkaş, Sema Ö.,
Giambattista Vico’nun “Yeni Bilim” Adlı Eserinin Felsefe Tarihindeki Yeri,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Ankara.
Altuğ ,Taylan,
Kant Estetiği, Payel Yayınları, İstanbul, 2007.
Annemarie
Gethmann-Siefert, “Heidegger ve Hölderlin Yoksul Bir Çağda Şairlere
Muhtaciyet”, Heidegger, Çev. Yasemin Çan, Editörler: Ö. Aktok ve M. Bal,
Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2010.
Aristoteles, Metafizik,
Çev. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, İstanbul, 2010.
Aristoteles,
Poetika, Çev. İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2008.
Badiou, Alain,
Felsefe İçin Manifesto, Çev. Murat Erşen, MonoKL Yayınları, İstanbul,
2015.
Badiou, Alain,
Sonsuz Düşünce, Çev. I. Ergüden-T. Birkan, Metis Yayınları, İstanbul,
2012.
Baha Tevfik, Felsefe-i
Edebiyat ve Şâ’ir Celîs, Haz. K. Kahramanoğlu-A. Utku, Çizgi Yayınevi,
Konya, 2014.
Bal, Metin,
Martin Heidegger’in Sanat Anlayışında Varlık, Sanat Yapıtı ve insan Arasındaki
İlişki, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara, 2008.
Barfield,
Raymond, The Ancient Quareel between Philosophy and Poetry, Cambridge
Universty Press, New York, 2011.
Berk, İlhan,
Uzun Bir Adam, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005.
Beyatlı, Yahya
Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 2010.
Biemel,
Walter, “Heidegger’de Şiir ve Varlık”, Heidegger, Çev. Yasemin Çan,
Editörler: Ö. Aktok ve M. Bal, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2010.
Bilgegil,
Kaya, Edebiyat Bilgi ve Teorileri/Belâgât, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1989.
Birsel, Salah,
Şiirin İlkeleri, Adam Yayınları, İstanbul, 2001.
Bozkurt,
Nejat, Hegel’in Estetiği ve Şiir Kuramı, Yayımlanmamış Doktora Tezi,
^(İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1981.
Bozkurt,
Nejat, Sanat ve Estetik Kuramları, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1992.
Cengiz, Halil
Erdoğan, Divan Şiiri Antolojisi, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1983.
Cevizci,
Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2005.
Cevizci, Ahmet,
Thales’ten Baudrillard’aFelsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul, 2011.
Chittick,
William, Hayal Âlemler/İbn Arabî ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi, Çev.
Mehmet
Demirkaya, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999.
Collingwood,
Robin George, Speculum Mentis ya da Bilginin Haritası, Çev. K.
Aysevenler-Z. Eren, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul, 2014.
Cömert,
Bedreddin, Estetik, De Ki Yayınları, Ankara, 2008.
Cündioğlu, Dücane,
Bir Mabedİşçisi, Kapı Yayınları, İstanbul, 2010.
Dahiyat,
İsmail M., Avicenna’s Commentary of the Poetics of Aristotle, Brill
Press, Leiden, 1974.
Deleuze,
Gilles, Nietzsche, Çev. İlke Karadağ, Otonom Yayınları, İstanbul, 2010.
Dellaloğlu,
Besim F., Romantik Muamma, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014.
Dilthey, Willhelm, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, Çev.
Doğan Özlem, Notos Yayınları, İstanbul, 2011.
Dilthey, Willhelm, Poetry and Experience (Seleceted Works
V. 5), Edited By Rudolf A. Makkreel- F. Rodi, Princeton University Press,
New Jersey, 1985.
Eagleton, Terry, “Hakiki Yanılsamalar: Friedrich Nietzsche”,
Estetik İdeoloji, Çev. Hakkı Hünler, Doruk Yayınları, İstanbul, 2010.
Eagleton, Terry, Edebiyat Olayı, Çev. Başak Yüce, Sel
Yayınları, İstanbul, 2012.
Eagleton, Terry,, “Özgür Tikeller”, Estetiğin
İdeolojisi, Çev. Hakkı Hünler, Doruk Yayınları, İstanbul, 2010.
Eren, Işık, Sanat ve Bilgi A. Schopenhauer ve M.
Heidegger'in Sanat Görüşleri, Asa Yayınevi, Bursa, 2006.
Erhat, Azra, “Apollon”, Mitoloji Sözlüğü, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 2011.
Ernst, Cassirer, Sembolik Formlar Felsefesi II/Mitik
Düşünme, Çev. Milay Köktürk, Hece Yayınları, Ankara, 2005.
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, Çev. C. Koytak-A.
Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul, 2002.
Eyuboğlu, İsmet Zeki , “Kant Üstüne”, Pratik Usun
Eleştirisi, Çev. İsmet Zeki Eyuboğlu, Yayınları, İstanbul, 2008.
Fanon, Frantz, Siyah Deri Beyaz Maske, Çev. Cahit
Koytak, Versus Yayınları, İstanbul, 2014.
Farabi, ideal Devlet, Çev. Ahmet Arslan, Divan Kitap,
Ankara, 2010.
Farabi, İhsas’ül-Ulûm İlimlerin Sayımı, çev. Ahmet
Ateş, M.E.B. Yayınları, İstanbul, 1990.
Farabi, Şiir Sanatı ’nın Kanunları, Çev. Mehmet
Bayraktar, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 36, Ankara, 1997.
Fazlıoğlu, İhsan, “Bu-ara-da olan’ın Dili: Şiir”, Işk
İmiş Her Ne Var Âlemde, Klasik Yayınları, İstanbul, 2011.
Fiona, Hughes, Kant’s Critique of Judgement: A Reader’s
Guide, Continuum Press, London, 2010.
Foucault, Michel, Felsefe Sahnesi, Çev. Işık Ergüden,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011.
Gilles,
Deleuze-Felix, Guattari, Felsefe Nedir?, Çev. Turhan Ilgaz, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2013.
Güneş, Yavuz, Cahit
Koytak’ın Hayatı, Poetikası ve Şiirleri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Bozok
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yozgat, 2014.
Gulamrızâ,
Âvânî, Hikmet ve Sanat, Çev. Mehmet Kanar, İnsan Yayınları, İstanbul,
1997.
Halliburton,
David, Poetic Thinking (An Approach to Hiedegger), The University of
Chicago Press, Chicago, 1981.
Havelock, Eric A., Preface to Plato, Hardvard University
Press, London, 1963.
Heath,
Malcolm, Ancient Philosophical Poetics, Cambridge University Press,
Cambrige, 2013.
Hegel, Georg
Wilhelm F., Aesthetics II (Lectures on Fine Arts), Translated by T. M.
Knox, Oxford University Press, London, 1975.
Hegel, Georg Wilhelm
F., Estetik I (Güzel Sanat Üzerine Dersler), Çev. T. Altuğ-H. Hünler,
Payel Yayınları, İstanbul, 1994.
Heidegger,
Martin, Düşünmek Ne Demektir?, Çev. Rıdvan Şentürk, Paradigma Yayınları,
İstanbul, 2009.
Heidegger,
Martin, Hölderlin ve Şiirin Özü, Hölderlin Seçme Şiirler, Çev. Hilmi
Oflazoğlu, İz Yayınları, İstanbul, 2008.
Heidegger,
Martin, Metafiziğe Giriş, Çev. Mesut Keskin, Avesta Yayınları, İstanbul,
2014.
Heidegger,
Martin, Sanat Eserinin Kökeni, Çev. Fatih Tepebaşılı, De Ki Yayınları,
Ankara, 2007.
Heidegger, Martin, Varlık ve Zaman, Çev. Kaan
H. Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul,
2008.
Hesse,
Hermann, Narziss ve Goldmund, Çev. Kamuran Şipal, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 2014.
Huizinga,
Johan, Homo Ludens/Oyunun Toplumsal işlevi Üzerine Bir Deneme, Çev.
Mehmet Ali Kılıçbay, Aytıntı Yayınları, İstanbul, 2006.
İbn Haldun, Mukaddime 2, Çev. Süleyman Uludağ, Dergâh
Yayınları, İstanbul, 2012.
İnam, Ahmet, “Bilginin
Renkleri”, Felsefe Açısından Kültür, Sanat ve Dil, Editör: Ömer Naci
Soykan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul, 2012.
İnam, Ahmet, “Şen
Bilim Şiirlerinde Şen ve Özgür Olan”, Şen Bilim, Çev. Ahmet İnam, Say
Yayınları, İstanbul, 2011.
İnam, Ahmet, “Türkiye ’deki Bir Nietzsche ’den
Devşirilebilecekler Üstüne ”, Ahlakın Soykütüğü Üzerine, Çev. Ahmet İnam,
Say Yayınları, İstanbul, 2011.
İnam, Ahmet, Denemenin Ardında, Hece Yayınları, Ankara,
2003.
İnam, Ahmet, Şiir Bir, Hayal Yayınları, Ankara, 2008.
İnam, Ahmet, Şiir iki, Hayal Yayınları, Ankara, 2009.
İnati, Şems-Umran es-Seyyid, “Edebiyat”, İslam
Felsefesi Tarihi 3, Editörler: S. Hüseyin Nasr-Oliver Leaman, Çev. Ö. Şamil-H.
Tuncay Başoğlu, Açılım Kitap,
2011.
İnce, Özdemir, Tabula Rasa, Can Yayınları, İstanbul,
1992.
İncil, “Yuhanna”, Kutsal Söz Yayınlar, İstanbul, 2004.
Kagan, S. Moissej, Estetik ve Sanat Notları, Çev. Aziz
Çalışlar, Karakalem Kitabevi, İzmir, 2008.
Kant, Immanuel, Critique of Judgement, Translated by J.
C. Meredith, Oxford University Press, New York, 2008.
Karakoç, Sezai, Edebiyat Yazıları I, Diriliş Yayınları,
İstanbul, 1997.
Kasap, Bünyamin, “Önsöz Niyetine-Şiir Savunmaları”, Bir
Şiir Savunması, Çev. B. Kasap, Şule Yayınları, İstanbul, 2011.
Kayıran, Yücel, Felsefi Şiir-Tinsel Poetika, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2007.
Kayıran, Yücel, Kritiğin Toprağında Türk Şiirine Felsefeyle
Bakmak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010.
Kemal, Salim, The Philosophical Poetics of Alfarabi, Avicenna
and Averreos, Routledge Press, New York, 2003.
Kılıç, Mahmut
Erol, Sûfî ve Şiir, İnsan Yayınları, İstanbul, 2005.
Kısakürek,
Necip Fazıl, Poetika, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul,1998.
Koç, Turan, İslâm
Estetiği, İSAM Yayınları, İstanbul, 2010.
Kurtar, Senem,
Heidegger ve PoetikDüşünme, Pharmakon Yayınevi, Ankara, 2014.
Kutluer,
İlhan, İlim ve Bilginin Aydınlığına, İz Yayıncılık, İstanbul, 2012.
Lacan,
Jacques, Dinin Zaferi, Çev. Deniz Kurt, Altıkırkbeş Yayınları, İstanbul,
2015.
Leaman, Oliver, İslam Estetiğine Giriş, Çev.
Nuh Yılmaz, Küre Yayınları, İstanbul,
2010.
Ledbetter, Grace M., Poetics Before Plato, Princeton
University Press, New Jersey, 2003.
Lucas, D. W. , “Mimesis”, Aristotle Poetics, Oxford
University Press, Oxford, 1980.
Lucretius, Evrenin
Ysapısı, Çev. Turgut Uyar-Tomsir Uyar, Norgunk Yayınları, İstanbul, 2011.
Megill, Allan, Aşırılığın
Peygamberleri, Çev. Tuncay Birkan, Ayraç Yayınları, Ankara,
2009.
Monk, Ray, Ludwig Wittgenstein Dâhinin Görevi, Çev. B.
Kılınçer-T. Er, Kabalcı
Yayınları, İstanbul, 2005.
Murdoch, İris, Ateş ve Güneş, Çev. S. Rifat Kırkoğlu,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2008.
Nâ’ilî, Nâ’ilîDivânı, Haz. Haluk İpekten, Akçağ
Yayınları, Ankara, 1990.
Nietzsche, Friederich, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev.
Mustafa Tüzel, İş Bankası
Yayınları, İstanbul, 2011.
Nietzsche, Friederich, Ecce Homo, Çev. Can Alkor,
Türkiye İş Bankası Yayınları,
İstanbul, 2009.
Nietzsche, Friederich, insanca Pek insanca, Çev.
Mustafa Tüzel, İthaki Yayınları,
İstanbul, 2007.
Nietzsche, Friederich, Putların Alacakaranlığında ya da
Çekişle Felsefe Yapmak, Çev.
Yusuf Kaplan, Külliyat Yayınları, İstanbul, 2011.
Nietzsche, Friederich, Tragedyanın Doğuşu, Çev. Mustafa
Tüzel, İthaki Yayınları,
İstanbul, 2005.
Niyazi-i Mısrî, Türkçe Şiirleri, Haz. Turan Alptekin,
Demos Yayınları, İstanbul, 2008.
Novalis, Poetika, Çev. A. Sarı- Ş. Çoraklı, Babil
Yayınları, Erzurum, 2003.
Önal, Sema, “Giriş”, Yeni Bilim, Çev. Sema Önal, Doğu
Batı Yayınları, Ankara, 2007.
Özel, İsmet, “Edebiyatçı Çok, Gerçek Anlamda Ürün Yok”,
Sorulunca Söylenen,
Söyleşiyi: Murat Belge, Tiyo Yayınları, İstanbul, 2014.
Özel, İsmet, Şiir Okuma Kılavuzu, Tiyo Yayınları,
İstanbul, 2014.
Özel, İsmet, Waldo Sen Neden Burada Değilsin, Şule
Yayınları, İstanbul, 2011.
Özkan, Senail, “Mütercimin Takdimi”, Doğu-Batı Divanı,
Çev. Senail Özkan, Ötüken
Yayınlar, İstanbul, 2009.
Özkan, Senail, Nietzsche Kaplan Sırtında Felsefe,
Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004.
Özkan, Senail,
Schopenhauer: Paradokslar Üzerinde Dans, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009.
Özlem, Doğan, Hermeneutik ve Şiir, Notos Yayınları,
İstanbul, 2011.
Paz, Octavio, Modern
insan ve Edebiyat, Çev. Turhan Ilgaz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993.
Percy, Bysshe
Shelley, Şiirin Bir Savunması, Çev. B. Kasap, Şule Yayınları, İstanbul,
2011.
Pinkard,
Terry, Hegel, Çev. M. Barış Albayrak, Türkiye İş Bankası Yayınları,
İstanbul,
2012.
Platon, Devlet X, Çev. S. Eyüboğlu- M. Ali
Cimcoz, İş Bankası Yayınları, İstanbul,
2010.
Platon, İon,
Diyaloglar, Çev. Tacettin Ünlü, Haz. Mustafa Baykara, Remzi Kitabevi, İstanbul,
2011.
Platon, Sokrates’in
Savunması, Diyaloglar, Çev. Teoman Aktürel, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2011.
Platon, Yasalar, Çev. C. Şentuna- S. Babür, Kabalcı
Yayınları, İstanbul, 2007.
Pürcevâdî,
Nasrullah, Can Esintisi-İslam’da Şiir Metafiziği, Çev. Hicabi Kırlangıç,
İnsan Yayınları, 1998.
Rıza Tevfik, Rıza
Tevfik’in Sanat ve Estetikle İlgili Yazıları, Haz. Abdullah Uçman, Kitabevi
Yayınları, İstanbul, 2000.
Saraç, Yekta, Klasik Edebiyat Bilgisi-Belâgat, Bilimevi
Yayınları, İstanbul, 2001.
Schiller,
Friedrich, Estetik Üzerine, Çev. Melahat Özgü, Kaknüs Yayınları,
İstanbul, 1999.
Schlegel,
Friedrich, Philosophical Fragmants, Translated by Peter Firchow,
University of Minnesota Press, Minnesota, 1998.
Sidney, Sir
Phillip, An Apology for Poetry, The Norton Antology of Theory and
Criticism, Norton, 2001.
Spinoza,
Benedictus, Etika, Çev. Hilmi Ziya Ülken, Dost Kitabevi yayınları,
Ankara, 2009
Störig, H.
Joachim, Vedalardan Tractatus’a Dünya Felsefe Tarihi, Çev. Nilüfer
Epçeli, Say Yayınları, İstanbul, 2011.
Süreya, Cemal,
Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar/Toplu Yazılar I, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2012.
Şevki, Abdullah, Poetika ve Felsefe, Kurgu Kültür
Merkezi Yayınları, Ankara, 2011.
Tanpınar,
Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, İstanbul,
1998.
Tarkovski
Andrey, Mühürlenmiş Zaman, Çev. Füsun Ant, Agora Kitaplığı, İstanbul,
2008.
Telli, Murat,
“Şiir Sanatı Üzerine Bir inceleme”, Peri Poetika, Çev. Murat Telli, Özgü
Yayınları, 2010.
Temizyürek,
Mahmut, “Logos, Mithos, Şiir, ” Şiir Sanatı, Haz. Yaşar Nabi Nayır-Salih
Bolat, Varlık Yayınları, İstanbul, 2013.
Uçar, Şahin, Dil
ve Felsefe, Şule Yayınları, İstanbul, 2012.
Uçar, Şahin, Varlığın
Anlamı, Şule Yayınları, İstanbul, 2010.
Uludağ,
Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2001.
Utku, Ali, Ludwig
Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, Doğu-Batı
Yayınları, Ankara, 2009.
Utku, Ali, “Friedrich
Nietzsche Sadece Deli! Sadece Şair!”, Ayraç Dergisi, Sayı 6, İstanbul,
2010.
Utku,
Ali-Erkan, Mukadder, “Jacques Derrida: Edebiyat Sahnesinde Tekillik
Deneyimleri”, Edebiyat Edimleri, Çev. A. Utku - M. Erkan, Otonom
Yayıncılık, İstanbul, 2010.
Ülken, Hilmi
Ziya, Felsefeye Giriş Birinci Kısım, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara, 1963.
Ülken, Hilmi
Ziya, Felsefeye Giriş I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,
2008.
Vico,
Giambattista, Yeni Bilim, Çev. Sema Önal, Doğu Batı Yayınları, Ankara,
2007.
Wilde, Oscar, Sanatçı:
Eleştirmen, Yalancı, Katil, Çev. E. Soğancılar-K. Genç-F. Özgüven-T.
Armaner, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.
Wittgenstein,
Ludwig, Tractatus Logico-Philosophicus, Çev. Oruç Aruoba, Metis
Yayınları, İstanbul, 2008.
Yavuz, Hilmi, “Şiir
Nesneyle Bilinç Arasında Bir Yerdedir”, Şairin Zihin Tarihi, Söyleşi:
Cüneyt Ayral, Granada Yayınları, İstanbul, 2012.
Yavuz, Hilmi, “YanıtlarıylaHilmi Yavuz”, Şairin Zihin
Tarihi, Söyleşi: Mustafa Palan, Yavuz, Hilmi, Edebiyat ve Sanat Üzerine
Yazılar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008. Yavuz, Hilmi, Okuma
Biçimleri, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.
Yetkin, S. Kemal, Estetik Doktrinler, Palme Yayıncılık,
Ankara, 2007.
Yıldızhan,
Pınar, “Homeros”, Giambattista Vico ve Yeni Bilim’in Temel Kavramları,
Der. Levent Yılmaz, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007.
Young, Julian,
Haidegger’s Philosophy of Art, Cambridge Univerty Press, Cambridge,
2001.
Zweig, Stefan,
Kendileriyle Savaşanlar Hölderlin-Klesit-Nietzsche, Çev. Nafer Ermiş, İş
Bankası Yayınları, İstanbul, 2011.
Makaleler,
Veri Tabanları, Elektronik Kaynaklar ve Gazeteler
Ada, Ahmet, Modern Şiire Felsefî Teyel, [http://kenanyucel.blogcu.com],
Yazılıkaya dergisi, Ekim 2007.
Albayrak, M.
Barış, Dinmeyen Özlem: Alman Erken Romantizmi’nde Felsefe ve
Edebiyat
ilişkisi, [http://www.academia.edu/5107078/Alman_Erken_Romantizmi_nde_Fel
sefe_ve_Edebiyat_İlişkisi].
Atay, Hüseyin,
“Nefis”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 37, Ankara,
1997.
Bayraktar,
Mehmet, Farabi'nin “Şiir Sanatının Kanunları” Adlı Risâlesi, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 36, Ankara, 1997.
Bozkurt,
Nejat, Hegel Estetik’ine Genel Bir Bakış, [http://www.journals.istanbul.edu.tr],
Felsefe Arkivi, 22-23, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 1981.
Bozkurt, Nejat, Hegel’in Estetiği ve Şiir Kuramı,
Felsefe Arkivi, 24, İstanbul, 1984.
Bumin, Tülin, “Hegel’de
Sanatın Ölümü Üzerine Bir Deneme”, Yazko, 4, İstanbul, 1982.
Cündioğlu, Dücane, “Budala”, [http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com.tr].
Duran, Recep, “Nefsu’l-Emr
Risaleleri”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Araştırma
Dergisi, C. XIV, Ankara, 1992.
Fazlıoğlu,
İhsan, “Bir Bilgi Türü Olarak Şiir Üzerine Bir Taslak”, [http://www.ihsanfazlioglu.net],
Sarnıç, 1, Kasım 1997.
Fazlıoğlu,
İhsan, “Varlığın Bir Dili Olarak Şiir”, ihsanfazlioglu.net, [
www.ihanfazlı oğlu.net].
Grary,
Shapiro, “Hegel on the Meanings of Poetry”, [Hegel Şiirin Anlamları
Üzerine] Philosophy & Rhetoric, 8, Pen State University Press, Spring 1978,
Jstor.
Greene, W.
Chase, “Plato’s View of Poetry”, Harvard Studies in Classical Philology,
Harvard Üniversity Press, 1918.
Harrie,
Karsten, Hegel on the Future of Art, [Hegel Sanatın Geleceği Üzerine],
The Review of Metaphysics, 27, 1974.
Hoy, David
Couzens, “The Owl and the Poet: Heidegger’s Critique of Hegel”, [Baykuş
ve Şair: Heidegger’in Hegel Eleştirisi] Boundary, 2, Duke University Press,
1976.
Hyman Virginia
Riley, “Sidney's Definition of Poetry”, Studies in English Literature,
10, Rice University, Winter-1970.
İnam, Ahmet, Bir
Ağıt Olarak insan, [http://www.phil.metu.edu.tr/ahmet-
inam/agit.htm].
Koytak, Cahit,
“‘Ruh’ Üzerine Tezler”, Taraf Gazetesi, 16.08. 2010.
Koytak,
Cahit, “Beşik yapan dedenin duası”, Serbestiyet.com,
[http://serbestiyet.com/yazarlar/cahit-koytak/besik-yapan-dedenin-duasi-634370]
Koytak, Cahit, Homopoeticus (V), Taraf Gazetesi,
12.03. 2008.
Laura, Penny, “The
Highest of All the Arts: Kant and Poetry”,[Sanatların Şahikası: Kant ve
Şiir], Philosophy and Literature, V. 32-N. 2, John Hopsky University Press,
2008.
Oruç, Aruoba, “Nietzsche:
Şair-Filozof”, [http://issuu.com/adabeyi/docs/sairfilozof],
Yazı Dergisi, 3, 1978.
Peter,
Sedgwick R., “Nietzsche as Literature/ Nietzsche as ‘German’ Literature”, [Edebiyat
Olarak Nietzsche/ Alman Edebiyatı Olarak Nietzsche], Jurnal of Nietzsche
Studies, 13, Nietzsche and German Literature, Penn State University Press,
Spring/1997.
Price, David
W., “Vico and Nietzsche: On Metaphor, History, and Literature”, [Vico ve
Nietzsche: Metafor, Tarih ve Edebiyat Üzerine], The Personalist Forum,
University of Illinois Press, 10, 1994, Jstor.
Simpson,
Peter, “Aristotle on Poetry and imitation” [Aristoteles Şiir ve
İmitasyon Üzerine], Hermes, Franz Steiner Verlag, 1988.
Tuncel, Yunus, “Why Do Poets Lie Too Much? Nietzsche,
Poetry and the Different Voices of Zarathustra” [Şairler Neden Bu Kadar Çok
Yalan Söylerler? Şiir ve Zerdüşt’ün FarklıSesleri],[http://www.academia.edu/7648765/Why_Do_Poets_Lie_Too_M
uch_Nietzsche_Poetry_and_the_Different_Voices_of_Zarathustra), 2014.
Yazgıç, Kemal Suavi, Yoksul Yitik ve Güzel, [http://www.yenisafak.com/kitap/yoksul-
yitik-ve-guzel-251912]
[16] Koytak’ın yayın hayatı, dergilerde çıkan şiirleri ve
bunların hangi kitaplara alındığı konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Güneş
Yavuz, Cahit Koytak’ın Hayatı, Poetikası ve Şiirleri, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Bozok Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yozgat, 2014.
[17] Aktaran: Kemal Suavi Yazgıç, “Yoksul
Yitik ve Güzel”, [http://www.yenisafak.com/kitap/yoksul-yitik-
ve-guzel-251912]
[18] Cahit Koytak, Yeni Başlayanlar
îçin Metafizik, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, 276.
[19] Cahit Koytak, Gazze Risalesi,
Pınar Yayınları, İstanbul, 2009.
[20] Cahit Koytak, İlk Atlas,
Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, 94.
[21] Cahit Koytak, Yoksulların ve
Şairlerin Kitabı II, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, 226.
[22] Cahit Koytak, Yoksulların ve
Şairlerin Kitabı I, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, 304-321.
[23] Koytak’ın Fransa’da siyahilerin hakkını savunan, Cezayir
bağımsızlık mücadelesini destekleyen Frantz Fanon’un “Peau
noire, masques blancs” isimli eserini “Siyah Deri Beyaz Maske”
ismiyle Türkçeye çevirdiğini de bu bağlamda anmak yerinde olacaktır. Bu, şairin
ezilenlere, sömürülenlere karşı duyarsız kalmadığını gösteren önemli bir
göstergedir. Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, Çev. Cahit Koytak,
Versus Yayınları, İstanbul, 2014.
[24] Söz gelimi Serbestiyet.com’da 8 Ekim 2015’te yazdığı Beşik
yapan dedenin duası başlıklı şiirde yeni doğan torunu için yaptığı beşikten
bahseder. Cahit Koytak, “Beşik yapan dedenin duası'”, [http://serbestiyet.com/yazarlar/cahit-koytak/besik-yapan-dedenin-duasi-634370]
[25] Cahit Koytak, Dudakta Bekletilen Şarkılar,
Timaş Yayınları, İstanbul, 2014, 27.
[26] Koytak, Dudakta Bekletilen Şarkılar,
146.
[27] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
202.
[28] Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat,
Timaş Yayınları, İstanbul, 2013, 144.
[29] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
309.
[30] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
308.
[31] Koytak, Dudakta Bekletilen Şarkılar,
195.
[32] Koytak külliyatında şiir ve sanat üzerine katlanan metinler,
inceleme bölümünde, ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bundan dolayı, burada,
örnek verilmemiştir. Ayrıntılı örnekler için “Cahit Koytak Şiirinde Sanatın
Yeri” ve “Cahit Koytak Şiirinde Şiir ve Şair” başlıklı bölümlere bakılabilir.
[33] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, 311.
[34] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
143.
[35] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
164.
[36] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
173.
[37] Bu mısrada, Hazreti Muhammed’e bir telmihte
bulunulduğunu da vurgulamak gerekir. Kur’an-ı Kerim"de de
Peygambere hitaben “Ey örtüsüne bürünen” (müzzemmil, 73/1) denir. Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı I, 44.
[38] Koytak, Dudakta Bekletilen Şarkılar,
238.
[39] Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat,
56.
[40] Türk şiirinin düşünceyle ilişkisini özetleyen Şahin Uçar’ın şu sözleri
fikir vericidir: “Genel olarak düşünce geleneğimiz zayıf olduğundan şiirimizde
de düşünce unsuru az. Ancak dünyanın bütün büyük şairlerinde düşünce şiiri,
yani felsefe var. Diğer milletlerin, Arapların, İngilizlerin, İranlıların ve
Latinlerin şiirlerini tanıyanlar, bunu hemen fark ederler. Kendi
edebiyatımızdan başkasını bilmeyen ortalama aydın tipi ise, şiir diye sadece
Türk edebiyatındaki numunelere âşinâ olduğundan, ‘şiir böyledir ve felsefesiz
olmalıdır’ zannederler. Bu sadece yanlış değil, şiir kelimesinin ma’nâsına dahi
zıttır; bunu gösterdik. Biz şiir denince, gerekli gereksiz kullanılan acaip
teşbihlerle meydana getirilmiş, bir sunî şiir dili arkasına sığınarak
anlaşılmamayı tercih eden, hatta ‘şiirde anlam olmaz, sadece duygu olur’ diyen
şairler var. Düşünmüyorlar ki duygu da bir ma’nâdır ve kelimelerle ifade
ediliyor. Şahin Uçar, Dil ve Felsefe, Şule Yayınları, İstanbul, 2012,
19.
[41] Alain Badiou, Sonsuz Düşünce, Çev. I.
Ergüden-T. Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2012. 58-59.
[42] Sir Phillip Sidney, An Apology for Poetry, The Norton
Antology of Theory and Criticism , Norton 2001, 323-362.; Virginia Riley Hyman,
“Sidney's Defmition of Poetry”, Studies in English Literatüre, 10, Rice
University, Winter-1970, 49-62. Bünyamin Kasap, “Önsöz Niyetine-Şiir
Savunmaları”, Bir Şiir Savunması, Çev. B. Kasap, Şule Yayınları, İstanbul,
2011.
32 Percy Bysshe Shelley, Şiirin Bir Savunması, Çev. B. Kasap,
Şule Yayınları, İstanbul, 2011.
33
“Estetik, diye
yazmaktadır Baumgarten, mantığın ‘kız kardeşi’dir, bir tür ratio
inferior’dur [aşağı düzeyden akıl-ç.n.] veya duyumsal yaşamın daha alt
düzeyinde, aklın kadınsı benzeridir. Teryy Eagleton,
[45] Senail Özkan, Schopenhauer: Paradokslar
Üzerinde Dans, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009. ; Işık Eren, Sanat ve
Bilgi A. Schopenhauer ve M. Heidegger'in Sanat Görüşleri, Asa Yayınevi,
Bursa, 2006.
[46] Friedrich Schlegel, Philosophical Fragmants,
Translated by Peter Firchow, University of Minnesota Press, Minnesota, 1998,
35.
[47] Besim F. Dellaloğlu, Romantik Muamma,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014, 31-32.
[48] Novalis, Poetika, Çev. A. Sarı- Ş.
Çoraklı, Babil Yayınları, Erzurum, 2003, 17.
[49] Dellaloğlu, 36.
[50] M. Barış Albayrak, Dinmeyen Özlem: Alman
Erken Romantizmi’nde Felsefe ve Edebiyat İlişkisi, [http://www.academia.edu/5107078/Alman_Erken_Romantizmi_nde_Felsefe_ve_Edebiyat_İlişkisi],
1 -8.
[51] Albayrak, 6.
[52] Martin Heidegger, Metafiziğe Giriş, Çev.
Mesut Keskin, Avesta Yayınları, İstanbul, 2014, 73.
[53] Willhelm Dilthey, Poetry and Experience (Seleceted Works V. 5),
Edited By Rudolf A. Makkreel- F. Rodi, Princeton University Press, New Jersey,
1985.; Raymond Berfield, The Ancient Quarrel between Philosophy and Poetry,
Cambridge University Press, New York, 2011. Willhelm Dilthey, Hermeneutik ve
Tin Bilimleri, Çev. Doğan Özlem, Notos Yayınları, İstanbul, 2011.; Doğan
Özlem, Hermeneutik ve Şiir, Notos Yayınları, İstanbul, 2011.
[54] Theodor W. Adorno, Edebiyat Yazıları,
Çev. S. Yücesoy-O. Koçak, Metis Yayınları, İstanbul, 2008, 124-125.
[55]“Felsefenin ötekisi olarak
edebiyatı, felsefe ve onun kavramlarına karşıtlığıyla (hakikat/kurgu,
literal/figüratif) kuruluyken, Derrida hem yeni bir ‘edebiyat’ terimi oluşturur
hem de ‘edebi’ bir şeyin kaçınılmaz biçimde felsefi kavramların oluşumunda
olduğunu tanıtlayarak felsefenin varsayılan üstünlüğünü yapıbozuma uğratır.”
Utku-Erkan, Jacques Derrida: Edebiyat Sahnesinde Tekillik Deneyimleri,
X.
[56] Utku-Erkan, Jacques Derrida: Edebiyat
Sahnesinde Tekillik Deneyimleri, XII.
[57] Utku-Erkan, Jacques Derrida: Edebiyat
Sahnesinde Tekillik Deneyimleri, X-XIII-XIV.
[58] Senail Özkan, “Mütercimin Takdimi”,
Doğu-Batı Divanı, Çev. Senail Özkan, Ötüken Yayınlar, İstanbul, 2009, 58-74.
[59] “Bir akşamüstü bütün arkadaşlarını yemeğe çağırır, şafak sökünceye
kadar yenir içilir ve Eflâtun ani bir hareketle o zamana kadar yazmış olduğu
bütün şiirlerini alev alev yanmakta olan odunların içine fırlatır ve şiire veda
eder. Alevlerden nasılsa kurtulan birkaç mısra onun ne güçlü bir şair olduğunu
göstermeye yeter. Bunlardan bir ikilik, bakınız Atina’lı sevgiliye nasıl
sesleniyor:
Sana
bakmak için gökyüzü olsaydım Göz göz olsaydım, onun gibi
İşte o
gece bir şair ölmüş, bir filozof doğmuştu.” S. Kemal Yetkin, Estetik
Doktrinler, Palme Yayıncılık, Ankara, 2007, 1-2.
[60] Platon, DevletX, Çev. S. Eyüboğlu- M.
Ali Cimcoz, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2010, 352.
[61] İris Murdoch, Ateş ve Güneş, Çev. S.
Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2008, 23.
[62] Barfield, The Ancient Quareel between
Philosophy and Poetry, Cambridge Universty Press, New York, 2011, 17.
[63] Barfield, 26.
[64] W. Chase Greene, “Plato’s View of Poetry”,
Harvard Studies in Classical Philology, Harvard Üniversity Press, 1918, 6.
[65] “Şiirle felsefenin bozuşması yeni bir şey değildir. Bakın işte bir
şair bir filozof için neler söylüyor: Efendisine havlayan bu kancık köpek,
budalaca gevezelik etmede herkesten üstün kişi, Zeus’a kafa tutan bilgin
kafalılar sürüsü, züğürtlüklerinden düşünceleri bölük pörçük eden bu düşünce
adamları.” Platon, Devlet (X), 351.
[66] Malcolm Heath, AncientPhilosophical Poetics,
Cambridge University Press, Cambrige, 2013, 37.
[67] Greene, 53
[68] Greene, 54.
[69] Heath, 18.
[70] Platon, îon, Diyaloglar, Çev. Tacettin
Ünlü, Haz. Mustafa Baykara, Remzi Kitabevi, 2011, İstanbul, 263.
[71] Greene, 29
[72] Murdoch, 44.
[73] Platon, İon, 268.
[74] “Tanrı kendi içindeki değeri, böyle birinden öbürüne geçirerek
insanların ruhunu istediği yere çekip götürür ve o taşa asılı kalan demir
halkalar gibi. Musa’nın dört bir yanına yapışmış halkalara da sıra sıra şairler
asılıdır. Bir şair şu şiir tanrıçasına, bir başka şair başka bir şiir
tanrıçasına bağlıdır, buna biz tutulma diyoruz; çünkü şair, Musa’nın tutsağı
gibidir artık. Sonra bu ilk halkaya, şairlere, başkaları bağlanır ve kimi
birinden, örneğin Orpheus’tan, kimi Musaios’tan, çoğu da Homeros’tan ilham
alır.” Platon, İon, 269.
[75] Platon, Yasalar, Çev. C. Şentuna- S.
Babür, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2007, 178-179.
[76] Barfeld, 19.
[77] Platon, İon, 275.
[78] “Teknik (Tekhne): İnsanın, doğal güç ve gereçleri kendisi
için yararlı kılma sanatı.” Bedia Akarsu, Felsefe Terimler Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1998, 174.
“Tekhne:
Doğada varolan nesneleri hayatta kullanım değeri olan araç ve gereçlere
dönüştürme faaliyeti; amacı bir şey yaratma olan ve doğru bir plâna göre
yönlendirilmiş olan beceri olarak tanımlanan tekhne, doğru bir akıl
yürütmeye dayanan ve insanın kendisi tarafından yaratılmış bir şeyi ortaya
çıkarmasını sağlayabilen yetenek olmak durumundadır.” Ahmet Cevizci, Paradigma
Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2005, 1599-1600.
[79] Kozibantlar nasıl ancak kendilerinden geçtikten sonra dans
edebilirlerse, duygu şairleri de bildiğimiz o güzel eserleri yaratırken
kendilerinde değillerdir, musiki ve ahengin akıntısına kapılmış, onların malı
olmuşlardır, akılları başlarında iken değil, ama kendilerini kaptırınca
ırmaklardan süt akıtan, bal akıtan Bakkhalara benzerler. Platon, İon,
267.
[80] “Bizim kuracağımız devlette, kunduracı kunduracıdır. Kunduracılıktan
başka bir de kaptanlık yapmaz. Çiftçi çiftçidir, çiftçilikten başka bir de
yargıçlık etmez. Asker askerdir, askerlik ederken alım satımla da uğraşmaz.”
Platon, DevletIII, 89.
[81] Platon, Devlet III, 89.
[82] Platon, Devlet III, 89.
[83] Greene, 1.
[84] Platon, DevletX, 344.
[85] Platon, DevletX, 346.
[86] Greene, 52.
[87] “Benzetmeci şair, her insanın içinde kötü bir düzenin
kurulmasına yol açar, akla aykırı yanımızsa üstünlüğümüzle aşağılığımızı ayırt
edemez birbirinden; aynı şeyleri bir büyük görür, bir küçük. Bir sürü
görüntüler, kuruntular yaratır, her zaman alabildiğine uzak kalır doğrudan.”
Platon, DevletX, 349.
[88] Platon, DevletX, 351.
18 Badiou, Başka Bir Estetik, Metis Yayınları, İstanbul, 2010,
28-29.
19 Badiou, Başka Bir Estetik, 29
[90] Badiou, Başka Bir Estetik, 39.
[91] Murdoch, 15.
[92] “O zaman ozanlara da yaratımlarında kılavuzluk edenin bilim
olmadığını, şiirlerini bir çeşit içgüdüyle, kutsal bir esinle yazdıklarını,
onların da birçok güzel şeyler söyleyip de bunların bilincine varmayan
biliciler, tanrı elçileri gibi olduklarını çabucak kavradım. Ozanların durumu
aşağı yukarı buydu. Üstelik ozanlar ozanlık yetenekleriyle kendilerini
insanların en bilgesi sanıyorlar; hiç değiller oysa. Yanlarından ayrılırken
anladım ki, devlet adamlarından nasıl üstünsem, onlardan da öylece üstünüm.”
Platon, Sokrates’in Savunması, Diyaloglar, Çev. Teoman Aktürel, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 2011, 16-11.
[93] Barfıeld, 11.
[94] Barfıeld, 11.
[95] Socrates, “Homer’in tıp hakkında konuştuğunu, fakat
iyileştirmediğini; hükümet hakkında konuştuğunu, fakat idare edemediğini; savaş
hakkında konuştuğunu, fakat liderlik edemediğini söyler.” Barfield, 14.
[96] Barfield, 14.
[97] “Platon (konuya) şiirin etkisini bir nevi zihin tutulması şeklinde
niteleyerek başlar. (Şiir) Panzehirinin bulunması elzem olan bir tür
hastalıktır. ‘Nesnelerin hakikatte ne iseler o oldukları’ bilgisinden oluşmak
zorunda olan bir panzehir. Kısaca, şiir bir nevi zihinsel zehir ve hakikatin
düşmanıdır.” Eric A Havelock., Preface to Plato, Hardvard University
Press, London, 1963, 4.
[98] “Eflâtun’un gerçek düşüncesi güzelliğin iyi ile
aynı olmasıdır.” Yetkin, Estetik Doktrinler, 26-27.
[99] Grace M. Ledbetter, Poetics Before Plato,
Princeton University Press, New Jersey, 2003, 5.
[100] Heath, 19.
[101] “ ‘Geometri bilmeyen girmesin’: Platon düşüncenin belirtik
prosedürü sıfatıyla ya da kendinin ancak düşünme olarak sergileyebilen düşünme
sıfatıyla matematiği ön kapıdan içeri alır. Hal böyle olunca şiir sanatı da
gözden uzak merdivenlerden dışarı çıkmak zorunda kalır.” Badiou, Başka Bir
Estetik, 30.
[102] Barfıeld, 51.
[103] Ahmet İnam, “Bilginin Renkleri”,
Felsefe Açısından Kültür, Sanat ve Dil, Editör: Ömer Soykan Naci, Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul, 2012, 162.
[104] Barfıeld, 51.
[105] Aristoteles, Poetika, Çev.
İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2008, 11.
[106] “1. Şiir sanatı genel olarak varlığını, insan doğasında temellenen
iki temel neden’e borçlu gibi görünüyor. Bunlardan biri taklit içtepi’si olup,
insanlarda doğuştan vardır; insanlar, bütün öteki yaratıklardan özellikle
taklit etmeye olağanüstü yetili olmalarıyla ayrılır ve ilk bilgilerini de
taklit yoluyla elde ederler. İkincisi, bütün taklit ürünleri karşısında duyulan
hoşlanma’dır ki, bu, insan için karakteristiktir.” Aristoteles, Poetika,
13.
[107] Aristoteles, Metafizik, Çev.
Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, İstanbul, 2010, 75.
[108] “Aristoteles’e göre mimesis insanın ana özelliği ve insana ait temel
bir içgüdüdür. İnsanın meydana getirdiği her şeyin ve tüm insan bilgisinin
temelinde mimesis vardır. Çünkü, insan Aristoteles için ‘zoon mimetikataton’
(taklit eden canlı)dur.” Murat Telli, “Şiir Sanatı Üzerine Bir İnceleme”,
Peri Poetika, Çev. Murat Telli, Özgü Yayınları, 2010, 43.
[109] Nejat Bozkurt, Sanat ve Estetik
Kuramları, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1992, 95.
[110] Aristoteles, Poetika, 13.
[111] Bozkurt, Sanat ve Estetik Kuramları, 92.
[112] Aristoteles, Poetika, 76.
[113] Aristoteles, Poetika, 29.
[114] Aristoteles, Poetika, 29.
[115] Aristoteles, Poetika, 30.
[116] Bedreddin Cömert, Estetik, De Ki
Yayınları, Ankara, 2008, 68.
[117] “Şiir sanatı, kendinden-kolayca- geçebilen kişilerden daha çok,
üstün yetili kişilerin işidir; çünkü birincilerin hiçbir bağ ve ölçü
tanımamalarına karşılık, ikinciler kolayca taklit etmesini bilirler.”
Aristoteles, Poetika, 49.
[118] Barfıeld, 36.
[119] D. W. Lucas , “Mimesis”, Aristotle
Poetics, Oxford University Press, Oxford, 1980, 259.
[120] Peter Simpson, “Aristotle on Poetry andİmitation”
[Aristoteles Şiir ve İmitasyon Üzerine], Hermes, Franz Steiner Verlag,
1988, 280.
[121] Simpson, 280.
[122] Simpson, 280.
[123] Cömert, Estetik, 75.
[124] “...Mimesis, sanatçının yaratıcı etkinliği, yani hem taklit
hem yaratmadır. Mimesis, yaratılan şeye uyan, onunla özdeşleşen, yaşamın
akışı içinde onunla tek bir şey olan yaratma eyleminin kendisidir.” Bozkurt, Estetik
Kuramlar, 98.
[125] Telli, “Şiir Sanatı Üzerine Bir İnceleme”,
11.
[126] Barfıeld, 40.
[128] “Vico insanlığı en temelde ikiye ayırır:
İbraniler ve gentiller. O, gentil terimini kitaplı dinlerden habersiz, kendi
tanrılarım kendileri yaratan, putperest; ve tabiat dünyasının ortasında kalmış,
kendi yollarını, kendi doğrularını kendileri bulmuş ve kendi kurumlannı
kendilerini oluşturarak medeni ve sivil hayata kadar yükselmiş olanları
kasteder.” Sema Önal, “Giriş”, Yeni Bilim, Çev. Sema Önal, Doğu Batı
Yayınları, Ankara, 2007.
[129] Pınar Yıldızhan, “Homeros”, Giambattista
Vico ve Yeni Bilim’in Temel Kavramları, Der. Levent Yılmaz, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, 60.
[130] Giambattista Vico, Yeni Bilim, Çev. Sema
Önal, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 156.
[131] Sema Ö. Akkaş, Giambattista Vico’nun “Yeni
Bilim” Adlı Eserinin Felsefe Tarihindeki Yeri, Yayımlanmamış Doktora Tezi,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 105.
[132] David W. Price, “Vico and Nietzsche: On Metaphor, History, and
Literature”, [Vico ve Nietzsche: Metafor, Tarih ve Edebiyat Üzerine], The
Personalist Forum, University of Illinois Press, 10, 1994, 120 - 121, Jstor.
[133] Barfıeld, 130.
[134] “[375]. Böylece, gentil dünyanın ilk hikmeti olan şiirsel hikmet,
şimdiki bilgili insanlarınki gibi rasyonel ve soyut bir metafizikle değil,
rasyonelleşme gücü olmayan, tamamıyla kaba duygu ve güçlü imgeleme sahip bu ilk
insanların hissetmesi ve hayal kurmasına dayalı bir metafizikle başlamış
olmalıydı [185]” Vico, 155.
[135] “Homerik şiirler, bâtınî hikmetin en yüce gizemlerini içerseler
bile bu şiirlerin ortaya konulduğu biçim, bir filozofa uyan dürüst, doğru
sözlü, düzenli ve ciddi bir zihin tarafından kavranmış olamazdı [384].” Vico,
381.
[136] Akkaş, 42.
[137] Akkaş, 82.
[138] Yavuz, Okuma Biçimleri, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2010, 86.
[139] Vico,156.
[140] “379. İlk teolojik şairler yarattıklarının en büyüğü olan ilk
tanrısal fablı bu şekilde vücuda getirdiler. Yani, insanların ve tanrıların
kralı ve babası olan hiddetle gürleyen ve şimşekler fırlatan Jove fablını
yarattılar.” Vico, 158.
[141] Akkaş, 46.
[142] Barfield, 131.
[143] Vico, 397.
[144] Akkaş, 115.
[145] Vico, 391.
[146] “Vico’ya göre filozoflar, felsefelerini Homer’in şiirlerinden
keşfetmemişlerdir, daha çok oraya sokmuşlardır. Platon da, Homer’in şiirlerini
kendi felsefi düşüncelerine çevirmiş ve bütün diğer filozoflar da onun
başlattığı geleneği izlemiştir.” Akkaş, 114-115.
[147] Yavuz, Okuma Biçimleri, 36.
[149] Yazıcı, 54.
[150] Barfield,142.
[151] Barfield, 157.
[152] Immanuel Kant, Critique of Judgement,
Translated by J. C. Meredith, Oxford University Press, New York, 2008, 134.
[153] Kant, Critique of Judgement, 136.
[154] Kant, Critique of Judgement, 146.
[155] Laura Penny, “The Highest of All the Arts:
Kant and Poetry”, [Sanatların Şahikası: Kant ve Şiir], Philosophy and
Literature, V. 32-N. 2, John Hopsky University Press, 2008, 377.
[156] Kant, Critique of Judgement, 140.
[157] Taylan Altuğ, Kant Estetiği, Payel
Yayınları, İstanbul, 2007, 223.
[158] Penny, 374-375.
[159] “O halde, beğeni yargıları, öznel a priori bir ilkeye
dayanır: sensus communis. Bu ilkenin işaret ettiği şey, insanların kendi
içlerinde duyumsadıkları şeyi, kendi ‘iç-ben’lerini, kısaca öznelliklerini
birbirine iletmek suretiyle bir duygunun birliğinden bir araya gelmeleridir.
Altuğ, 141.
[160] Kant, Critique of Judgement, 140.
[161] “Şiir sanatı, hayalgücüne özgürlük vermekle ve verilmiş bir
kavramın sınırları içinde bu kavrama uygun düşen sınırsız mümkün biçimler
arasında, bu kavramın sunumunu hiçbir sözel ifadenin kendisine tamuygun
gelmediği bir düşünce zenginliği ile birleştiren bir biçim sunmakla ve böylece
de estetik olarak idelere yükseltmek suretiyle zihni genişletir.” Altuğ, 224.
[162] Altuğ, 224.
[163] Hughes Fiona, Kant’s Critique of Judgement:
A Reader’s Guide, Continuum Press, London, 2010, 127.
[164] Barfield, 158.
[165] Barfield, 160.
[166] Altuğ, 222-223.
[167] Hughess, 124
[168] Kant, Critique of Judgement, 149.
[169] Barfıeld, 158.
[170] Penny, 382.
[171] Altuğ, 180-181.
[172] Hegel’e göre mutlak tin sanat, din ve felsefe olmak üzere üç
alanda objektivasyona ulaşır. Nejat Bozkurt, Hegel Estetik'ine Genel Bir
Bakış, [http://www.journals.istanbul.edu.tr],
Felsefe Arkivi, 22-23, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 1981, 289.
[173] Karsten Harrie, Hegel on the Future of Art, [Hegel Sanatın
Geleceği Üzerine], The Review of Metaphysics, 27, Jun. 1974, 689.
[174] Tülin Bumin, “Hegel'de Sanatın Ölümü Üzerine
Bir Deneme”, Yazko, 4, İstanbul, 1982, 167.
[175] Georg Wilhelm F. Hegel, Estetik I Güzel
Sanat Üzerine Dersler, Çev. T. Altuğ-H. Hünler, Payel Yayınları, İstanbul,
1994, 27.
[176] Bozkurt, Hegel’in Estetiği ve Şiir Kuramı,
173.
[177] “Sanatın (biçimsel yönüyle) kendisinden çıktığı tümel gereksinim,
kökenini insanın düşünen bir bilinç olmasından yani kendisinin ve başka her
şeyin ne olduğunu kendisinden çıkartmasında ve kendisinin önüne koymasında
bulur.” Hegel, Estetik I, 31.
[178] Hegel, Estetik I, 40.
[179] “1) Tin’in kendi özünü özgürce seyretmesiyle sanat doğar. 2) Tin’in
kendi özünü simgelerle kavramasıyla din doğar. 3) Tin’in kendi özünü
kavramsal-düşünsel olarak kavramasıyla felsefe doğar. Felsefe ‘Geist’in en
üstün gelişme basamağıdır.” Nejat Bozkurt, Hegel’in Estetiği ve Şiir Kuramı,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul, 1981, 5.
[180] Hegel, Estetik I, 100.
[181] Hegel, Estetik I, 104.
[182] Terry Pinkard, Hegel, Çev. M. Barış
Albayrak, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2012, 587.
[183] Bozkurt, Sanat ve Estetik Kuramları,
136.
[184] Georg Wilhelm F. Hegel, Aesthetics II Lectures on Fine Arts,
Translated by T. M. Knox, Oxford University Press, London, 1975, 972.
[185] Barfield, 182.
[186] Hegel, Aesthetics II, 1009.
[187] Barfield, 172-173.
[188] Barfield, 170.
[189] Hegel, Aesthetics II, 978.
[190] Hegel, Aesthetics II, 973.
[191] Nejat Bozkurt, Hegel’in Estetiği ve Şiir
Kuramı, Felsefe Arkivi, 24, İstanbul, 1984, 176.
[192] Bumin, 168.
[193] Yetkin, 110.
[194] Bozkurt, Hegel’in Estetiği ve Şiir Kuramı,
172.
[195] Bozkurt, Hegel’in Estetiği ve Şiir Kuramı,
174.
[196] Bumin, 165.
[197] Yetkin, 118.
[198] Yetkin, 118-119.
[199] Bozkurt, Hegel’in Estetiği ve Şiir Kuramı,
173.
[200] Barfield, 175.
[201] Grary Shapiro, “Hegel on the Meanings of
Poetry”, [Hegel Şiirin Anlamları Üzerine], Philosophy & Rhetoric, 8,
Pen State University Press, Spring 1978, 94-95, Jstor.
[202] Hegel, EstetikI, 282.
[203] Hegel, EstetikI, 280-287.
[204] “Sanat, en yüksek işlevi içerisinde ele alındığında, bizim için
geçmişteki bir şeydir ve öyle kalır. (...) Günümüzde sanat felsefesi,
sanat olarak kendisinden ötürü sanatın tam doyum verdiği günlerde olduğundan
daha büyük bir gereksinimdir.” Hegel, Estetik I, 11-12.
[205] Bozkurt, Sanat ve Estetik Kuramları,
134.
[206] Bumin, 166.
[207] Yetkin, 120.
[208] Klasik sanatın son aşaması olan modern sanat, klasik sanattaki
bütünlüğünü yitirdiği ve sanatçının öznelliği ile ön plana çıktığı için “ideal”
olandan hayli uzaklaşmıştır. Klasik Yunan sanatına dönmenin de hiçbir imkân ve
anlamı olmayacağı için sanatın ölümü gerçekleşmiştir. “Modern normatif
düzenin parçalanmışlığındaki birlik, ancak estetik olmayan bir şeyle
anlaşılabilir ve Hegel’e göre bu felsefedir. ” Pinkard, 587-594.
[209] “Homerik türden şiirlerin, şaire uykuda geldiklerini varsaymak bir
saçmalıktır. Basiret, ayırt etme ve eleştiri olmaksızın, sanatçı,
şekillendirmek durumunda olduğu herhangi bir konuya hâkim olamaz ve halis
sanatçının, yaptığı şeyi bilmediğini sanmak ahmaklıktır.” Hegel, EstetikI,
s. 282.
[210] “Hegel için de sanat rasyonel söylemin doğuşunun öncesinde kalmış
bir şeydir, bir dil-öncesi dönemidir. Ama sanat, Platon'un dediği gibi, var
olanın kötü bir kopyası değildir. Her şeyden önce sanat bir kopya değildir.
Ayrıca sanatsal etkinlik, daha önce gördüğümüz gibi, salt varoluşun, dilsiz
varoluşun, kendinde bulunmayan hakikatini üretmektedir. ” Bumin, s. 169.
[211] Pinkard, s. 595.
[212] David Couzens Hoy, “The Owl and the Poet:
Heidegger’s Critique of Hegel”, [Baykuş ve Şair: Heidegger’in Hegel
Eleştirisi], Boundary, 2, Duke University Press, 1976.
[213] Barfield, 230.
[214] Allan Megill, Aşırılığın Peygamberleri,
Çev. Tuncay Birkan, Ayraç Yayınları, Ankara, 2009, 92.
[215] Ahmet İnam, “Türkiye ’deki Bir
Nietzsche’den Devşirilebilecekler Üstüne”, Ahlakın Soykütüğü Üzerine, Çev.
Ahmet İnam, Say Yayınları, İstanbul, 2011, 123.
[216] Terry Eagleton, “Hakiki Yanılsamalar:
Friedrich Nietzsche”, Estetik İdeoloji, Çev. Hakkı Hünler, s. 307-317.
[217] Friederich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt,
Çev. Mustafa Tüzel, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2011, 99.
[218] Friederich Nietzsche, Ecce Homo, Çev.
Can Alkor, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2009, 2.
[219] İnam, “Türkiye’deki Bir Nietzsche’den
Devşirilebilecekler Üstüne”, 16
[220] “Şiir, bir filozof olarak Nietzsche’nin tavır sivriltmelerinin,
tavır geliştirmelerinin sağlandığı özgürlük alanıdır.” Ahmet İnam, “Şen
Bilim Şiirlerinde Şen ve Özgür Olan”, Şen Bilim, Çev. Ahmet İnam, Say
Yayınları, İstanbul, 2011, 14.
[221] Gilles Deleuze, Nietzsche, Çev. İlke
Karadağ, Otonom Yayınları, İstanbul, 2010, 23.
[222] Nietzsche, Ecce Homo, 87.
[223] Sedgwick R. Peter, “Nietzsche as Literature/ Nietzsche as
‘German’ Literature”, [Edebiyat Olarak Nietzsche/ Alman Edebiyatı Olarak
Nietzsche], Jurnal of Nietzsche Studies, 13, Nietzsche and German Literature,
Penn State University Press, Spring/1997, 60.
[224] Sedgwick, 65.
[225] Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca I, Çev.
Mustafa Tüzel, İthaki Yayınları, İstanbul, 2007, 164.
[226] Friedrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığında ya da Çekişle
Felsefe Yapmak, Çev. Yusuf Kaplan, Külliyat Yayınları, İstanbul, 2011, 23.
[227] Barfield, 228.
[228] Barfield, 236.
[229] Nietzsche, Şen Bilim, 84.
[230] “Bir şiirin sıradan bir konuşmadan daha iyi
akılda kaldığı anlaşıldıktan sonra ritim sayesinde insanın talebinin, Taunları
daha derinden etkileyeceği düşünülüyordu. (...) Ritimli duaların Tanrıların
kulağına daha yakın olacağı sanılıyordu.” Nietzsche, Şen Bilim, 85.
[231] Eagleton, “Hakiki Yanılsamalar: Friedrich
Nietzsche”, 300.
[232] Nietzsche, Şen Bilim, Çev. Ahmet İnam,
Say Yayınları, İstanbul, 2011, 37.
[233] Eagleton, “Hakiki Yanılsamalar: Friedrich
Nietzsche”, 322.
[234] Bir Giritli olan Epimenides, bütün Giritliler
yalancıdır diye bir önermede bulunur. Fakat Epemenides’in kendisi de bir
Giritli’dir, şu hâlde bu önermesi yalan olabilir. Zerdüşt de, bütün şairler
yalancıdır derken kendisi de paradoksal bir biçimde şairdir. Dolayısıyla kesin
bir şekilde doğrulanamaz bir önerme söz konusudur.
[235] Tuncel Yunus, “Why Do Poets Lie Too Much? Nietzsche, Poetry and
the Different Voices of Zarathustra”, [Şairler Neden Bu Kadar Çok Yalan
Söylerler? Şiir ve Zerdüşt’ün Farklı Sesleri], [http://www.academia.edu/7648765/Why_Do_Poets_Lie_Too_Much_Nietzsche_Poetry_and_the_Differe
nt_Voices_of_Zarathustra), 2014, 2-3.
[236] Senail Özkan, Nietzsche Kaplan Sırtında
Felsefe, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004, 37.
[237] Nietzsche, Putların Alacakaranlığında,
33.
[238] Tuncel, 4.
[239] Özkan, s. 42.
[240] Tuncel, 9.
[241] Özkan, Nietzsche Kaplan Sırtında Felsefe,
266.
[242] Özkan, Nietzsche Kaplan Sırtında Felsefe,
221-222.
[243] Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca, 147.
[244] Megill, 145.
[245] Barfıeld, 235.
[246] Megill, 64.
[247] Megill, 66.
[248] Megill, 109.
[249] Nietzsche, Şen Bilim, 102.
[250] İnam, “Şen Bilim Şiirlerinde Şen ve Özgür
Olan”, 14-15.
[251] Özkan, Nietzsche Kaplan Sırtında Felsefe,
256.
[252] Megill, 84.
[253] Megill, 88-89.
[254] Megill, 101.
[255] Barfıeld, s. 228.
[256] Ali Utku, “Friedrich Nietzsche Sadece Deli!
Sadece Şair!”, Ayraç Dergisi, Sayı 6, İstanbul, 2010, 8.
[257] Utku, “Friedrich Nietzsche Sadece Deli!
Sadece Şair!”, 8.
[258] Grekler Apollon’un bir rüya tanrısı olarak görüntüleri
yarattığına inanırlar. Nietzsche, Apollon’un bu görüntüleri gerçekmiş gibi
aksettirip sunduğunu ileri sürer ki, böylelikle görüntü ve illüzyondan ibaret
olan bu dünyayı gerçek olarak idrak etmemize yol açar. (Özkan, 246.) Tam da
burada Nietzsche’nin felsefeyi tarihdışılıkla suçladığını ve varlığı
kavramlaştırarak dondurup, günlük ve devingen/oluş hâlindeki hayatın dışına
ittiği tezini anımsarsak, sanırım felsefenin Apolloncu bir öz taşıdığını
görmemize yardımcı olacaktır.
[259] Apollon ve Dionysos için bkz. Friedrich
Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, Çev. Mustafa Tüzel, İthaki Yayınları,
İstanbul, 2005, 28-32. ; Özkan, Nietzsche Kaplan Sırtında Felsefe,
236-239.; Azra Erhat,
“Apollon”, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul,
2011, 44.
[260] Özkan, Nietzsche Kaplan Sırtında Felsefe,
242.
[261] Hermann Hesse’nin Narziss ve Goldmund isimli romanında
Diyonizyak ve Apolloncu karakterler temsil edilmiştir. Narziss sıkı biçimde
felsefe, mantık, din dersleri alan, zahit, dakik bir rahip olarak manastırda
kalıp başrahip olur ve analitik zekâyı temsil eder (Apollon); Goldmund ise
romantik, hayalperest, kadın ve şaraba tutkusu olan hercaî, sanatçı bir
karakterdir, hakikati bulmak için manastırdan ayrılır ve ebedî hürriyeti temsil
eder (Dionysos). Bir anlamda Narziss verili olanla tayin edilmiş bir
istikamette gayet nizami bir biçimde hareket ederken, Goldmund yeni oluşlar,
hazlar ve keşifler peşindedir. Nietzscheci anlamda sürekli bir anlam arayışının
ve oluşun içinde bulunarak yaşayışın mahsulüdür ikinci karakter, dönüşen ve
asla sabit olmayanının aranışı. Bu iki farklı ve zıt kişilik manastırda
karşılaştıklarında bir birlerinin eksik ve farklı yönlerinin yekdiğerinde
olduğunu hisseder ve yakınlık kurarlar. Ancak Narziss yani felsefe, Goldmund’a
yani sanata rehberlik eder ve onun inkişafını sağlar. Goldmund ise Narziss’in
yapamadıklarını deneyimlemek suretiyle onun sınırlarını aşar ve açar. Narziss
felsefenin/aklın, Goldmund ise sanatın/tahayyülün tecessüm etmiş hâli gibidir.
Hermann Hesse, Narziss ve Goldmund, Çev. Kamuran Şipal, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2014.
[262] Utku, “Friedrich Nietzsche Sadece Deli!
Sadece Şair!”, 9.
[263] Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, 27.
[264] Michel Foucault, Felsefe Sahnesi, Çev.
Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011, 54.
[265] Heidegger’in “varlık” hakkındaki araştırmasının en önemli bulgusu,
çoktandır “varlık sorusu”nun unutulmuş olmasıdır. Ona göre Aristoteles’ten
sonraki tüm felsefe tarihi “varlığın unutulmuşluğu”nun (Seinsvergessenheit)
tarihidir. Metin Bal, Martin Heidegger’in Sanat Anlayışında Varlık, Sanat
Yapıtı ve İnsan Arasındaki İlişki, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2008, 8.
[266] Alain Badio, Sonsuz Düşünce, 56.
[267] Julian Young, Haidegger’s Philosophy of Art,
Cambridge Univerty Press, Cambridge, 2001, 8.
[268] “Hiçbir şeyin kendi olma açıklığına yer bırakmayan Ge-stell’de
yalnızca sanatın açıklığında büyüyen kurtarıcı güce işaret eder.” Senem Kurtar,
Heidegger ve Poetik Düşünme, Pharmakon Yayınevi, Ankara, 2014, 134.
[269] Kurtar, 194.
[270] Bal, Martin Heidegger’in Sanat Anlayışında
Varlık, Sanat Yapıtı ve İnsan Arasındaki İlişki, 98.
[271] Walter Biemel, “Heidegger’de Şiir ve Varlık”, Heidegger, Çev.
Yasemin Çan, Editörler: Ö. Aktok ve M. Bal, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2010,
199.
[272] Biemel, 193.
[273] Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni,
Çev. Fatih Tepebaşılı, De Ki Yayınları, Ankara, 2007, 68.
[274] Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, 69.
[275] Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, 71.
[276] “...Hakikat başka bir deyişle Yunanca’daki “aletheia” varlığın
açıklığıdır, açığa çıkarmadır ve hakiki olanın varlığıdır (UK, 47/48).” Fatih
Tepebaşılı, “Heidegger’e Göre Sanat ve Sanat Eserinin Kökeni”, Sanatı
Eserinin Kökeni, 109.
[277] Megill, 232.
[278] Megill, 250.
[279] Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, 41.
[280] Kurtar, 150-152.
[281] Nasrullah Pürcevâdî, Can Esintisi-İslam’da
Şiir Metafiziği, Çev. Hicabi Kırlangıç, İnsan Yayınları, İstanbul, 1998,
125-126.
[282] Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, 70.
[283] Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, 70.
[284] Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, 70.
[285] Tepebaşılı, 114.
[286] “Heidegger’in dille şiiri sürekli olarak özdeşleştirmeye çalıştığı
göz önünde bulundurulduğunda bu çağrışımlar daha da açıklık kazanacaklardır.
Dil Yolunda’da dil hakkındaki bütün düşünceleri dilin şiirde sergilendiği
şekliyle ele alınmasına dayanır.” Megill, 250.
[287] Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, 70.
[288] Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, 70.
[289] Biemel, 205.
[290] Martin Heidegger, Düşünmek Ne Demektir?,
Çev. Rıdvan Şentürk, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2009, 14.
[291] Martin Heidegger, Hölderlin ve Şiirin Özü,
Hölderlin Seçme Şiirler, Çev. Hilmi Oflazoğlu, İz Yayınları, İstanbul, 2008,
42.
[292] Heidegger, Hölderlin ve Şiirin Özü, 38.
[293]Gethmann-SiefertAnnemarie, “Heidegger
ve Hölderlin Yoksul Bir Çağda Şairlere Muhtaciyet”, Heidegger, 258.
[294] Badiou, Başka Bir Estetik, 17.
[295] Badiou, Sonsuz Düşünce, 59.
Chicago, 1981, 113.
[300] Young, 69.
[301] Young, 72.
[302] Biemel, 199.
[303] Bal, “Martin Heidegger’in Sanat Anlayışında
Varlık, Sanat Yapıtı ve İnsan Arasındaki İlişki”, 199.
[304] Barfıeld, 253.
[305] Bal, “Martin Heidegger’in Sanat Anlayışında
Varlık, Sanat Yapıtı ve İnsan Arasındaki İlişki”, 19.
[306] Badiou, Sonsuz Düşünce, 67. Badiou’nun bahsettiği durum
Lucretius’un Evrenin Yapısı isimli eserinin şiirsel bir ifadeyle
yazılmasıdır. Lucretius, Evrenin Yapısı, Çev. Turgut Uyar-Tomsir Uyar,
Norgunk Yayınları, İstanbul, 2011.
[307] Alan Badiou, Felsefe İçin Manifesto,
Çev. Murat Erşen, MonoKL Yayınları, İstanbul, 2015, 60-61.
[308] “Bu muhayyile kavramı, günümüzde ne biçimde
olursa olsun şeklinde düşünülebilen muhayyileden oldukça farklıdır. Meşşaî
okulunda bir düşünür için muhayyile, en yalın anlamıyla bir bilgi kaynağını
ifade eder.” Oliver Leman, İslam Estetiğine Giriş, Çev. Nuh Yılmaz, Küre
Yayınları, İstanbul, 2010, 135.
[309] Mahmut Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir, İnsan
Yayınları, İstanbul, 2005, 53.
[310] Âvânî Gulamrızâ, Hikmet ve Sanat, Çev.
Mehmet Kanar, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, 211-213; Turan Koç, İslâm
Estetiği, İSAM Yayınları, İstanbul, 2010, 165.
[311] Koç, 167-168.
[312] “Bazı şâ’irler vardır ki, söyledikleri şeyler ilim için ekseriya
birer nokta-i ümîd olmuştur.” Baha Tevfik, Felsefe-i Edebiyât ve Şâ ’ir
Celîs, Haz. K. Kahramanoğlu-A. Utku, Çizgi Yayınevi, Konya, 2014, 38.
[313] Baha Tevfik, 88.
[314] Rıza Tevfik, Rıza Tevfik’in Sanat ve Estetikle İlgili Yazıları,
Haz. Abdullah Uçman, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2000, 41-50.
[315] Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1997, 234.
[316] Cemil Meriç’in Osmanlıda düşüncenin olup olmadığı konusundaki
fikirlerine eleştirel bir okuma ve yaklaşım için Dücane Cündioğlu’nun Bir
Mabet İşçisi isimli kitabına bakılabilir. Dücane Cündioğlu, Bir
Mabedİşçisi, Kapı Yayınları, İstanbul, 2010.
[317] Meriç, Mağaradakiler, 234.
[318] Ahmet Haşim, “Şiir Hakkında Bazı
Mülahazalar”, Bütün Kitapları, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2004.
[319] Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine
Makaleler, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1998, 13-20.
[320] Estetikten kastımız sahih şiir değildir elbette. Heideggerci anlamda
şiirin, sanatın tamamen estetik ve kültürel bir enstrüman olarak görülüp
hakikate ve insanın tabiatına müteallik taraflarının görülmemesi ne karşı bir
eleştirel argümandır. Hâlbuki sanat da, varlığı bir görme biçimidir. Tamamen
estetik bir zevk unsuru olarak görülmesi indirgemedir.
[321] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, Tiyo
Yayınları, İstanbul, 2014, 96.
[322] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 74-75.
[323] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 57-58.
[324] İsmet Özel, “Edebiyatçı Çok, Gerçek Anlamda
Ürün Yok”, Söylenen (içinde), Söyleşiyi Yapan: Murat Belge, Tiyo Yayınları,
İstanbul, 19.
[325] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 115.
[326] İnam, Şiir Bir, Hayal Yayınları, Ankara,
2008, 22.
[327] İnam, Şiir Bir, 7.
[328] Ahmet İnam, “Bilginin Renkleri”, 165.
[329] Şahin Uçar, Varlığın Anlamı, Şule
Yayınları, İstanbul, 2010, 40.
[330] İnam, Şiir İki, 23.
[331] Kayıran, Felsefi Şiir-Tinsel Poetika,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 139.
[332] Kayıran, Felsefi Şiir, 43.
[333] Kayıran, Felsefi Şiir, 44.
[334] “Ben şiirin kuramsal sorunları üzerine düşünmekle şiir yazmak
eylemini birlikte sürdürmeyi yeğleyen bir şairim. Her şiir kitabı, benim için
bir problem, kuramsal bir problemin çözümüdür. Hilmi Yavuz, “Şiir Nesneyle
Bilinç Arasında Bir Yerdedir”, Şairin Zihin Tarihi, Söyleşi: Cüneyt Ayral,
Granada Yayınları, İstanbul, 2012, 25.
[335] Hilmi Yavuz, “YanıtlarıylaHilmi Yavuz”,
Şairin Zihin Tarihi, Söyleşi: Mustafa Palan, 34-35.
[336] Yavuz, “Şiir Nesneyle Bilinç Arasında Bir
Yerdedir”, 26
[337] Hilmi Yavuz, Edebiyat ve Sanat Üzerine
Yazılar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008, 135.
[338] Yavuz, Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar,
135.
[339] Hilmi Yavuz, Okuma Biçimleri, 83-84.
[340] Yavuz, Okuma Biçimleri, 127-129.
[341] Hilmi Ziya’nın Felsefeye Giriş Birinci Kısım başlıklı kitabında,
“Edebî felsefe ve felsefe ezintisi” başlığı, aynı kitabın 2008 yılında İş
Bankası yayınlarında çıkan basımında “Edebi felsefe ve “tefelsüf” olarak
değiştirilmiştir. Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, Türkiye İş
Bankası Yayınları, İstanbul, 2008, 53.
[342] “Hamlet'i herkes okur, ve zahmetsizce bu cümleyi ezberler. Bazı
tasalarına da cevap bulduğuna inanır. Fakat kimse kolay kolay Aristo'yu,
Gazali'yi, Descartes' ı okuyamaz. Okuma kuvvetini, sabrını gösteremez. Her
seviye onların bütününü anlıyamaz. Bunun için ilim ve felsefe büyük çaba ister;
bu çabalardan kaçan, insanın "hikemiyat"a sığınarak asıl felsefeyi
görmemesi, olsa olsa yalnız tesellidir.” Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş
Birinci Kısım, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara,
1963, 29-30.
[343] Salah Birsel, Şiirin İlkeleri, Adam
Yayınları, İstanbul, 2001, 88.
[344] Birsel, 94.
[345] Birsel, 97.
[346] İlhan Berk, Uzun Bir Adam, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2005, 109.
[347] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I,
Diriliş Yayınları, İstanbul, 1997, 82.
[348] Özdemir İnce, Tabula Rasa, Can
Yayınları, İstanbul, 1992, 51-52.
[349] Ahmet Ada, Modern Şiire Felsefî Teyel, [http://kenanyucel.blogcu.com],
Yazılıkaya dergisi, Ekim 2001.
[350] Adorno, Edebiyat Yazıları, 124-125.
[351]“Felsefenin ötekisi olarak
edebiyatı, felsefe ve onun kavramlarına karşıtlığıyla (hakikat/kurgu,
literal/figüratif) kuruluyken, Derrida hem yeni bir ‘edebiyat’ terimi oluşturur
hem de ‘edebi’ bir şeyin kaçınılmaz biçimde felsefi kavramların oluşumunda olduğunu
tanıtlayarak felsefenin varsayılan üstünlüğünü yapıbozuma uğratır.” Ali
Utku-Mukadder Erkan, Jacques Derrida: Edebiyat Sahnesinde Tekillik
Deneyimleri, Edebiyat Edimleri (sunuş yazısı), Çev. A. Utku - M. Erkan,
Otonom Yayıncılık, İstanbul, 2010, X.
[352] Utku-Erkan, Jacques
Derrida: Edebiyat Sahnesinde Tekillik Deneyimleri, XII.
[354] Ayşe Taşkent, Güzelin Peşinde, Klasik
Yayınları, İstanbul, 2021, 240.
[355] Farabi, Şiir Sanatı’nın Kanunları, çev. Mehmet Bayraktar,
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 36, Ankara, 1997, 48-49.
[356] Mehmet Bayraktar, Farabi'nin “Şiir Sanatının Kanunları” Adlı
Risâlesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 36, Ankara, 1997, 63.
[357] Bayraktar, 63.
[358] Oliver Leaman, İslam Estetiğine Giriş,
çev. Nuh Yılmaz, Küre Yayınları, İstanbul, 2010, 135.
[359] Taşkent, 253.
[360] Farabi, İdeal Devlet, Çev. Ahmet Arslan,
Divan Kitap, Ankara, 2010, 104-107.
[361] “Bir beyan ya kategorik olur veya kategorik olmaz. Eğer o
kategorikse; ya bir benzetme (el-kıyas) olur veya benzetme olmaz. Eğer o
benzetme ise, ya kuvve halinde (bi'l-kuvve) veya fiil halinde (bi'l-fi'il)
olur. Kuvve halinde ise, ya tümevarım (istikra) olur veya temsil olur. Temsil,
şiir sanatında en çok kullanılandır. İşte bunun için şiirsel beyanın
(önermenin) biri temsil olduğu açıktır.” Bayraktar, 63. 48.
[362] Farabi, İhsas’ül-Ulûm İlimlerin Sayımı,
Çev. Ahmet Ateş, M.E.B. Yayınları, İstanbul, 1990, 83.
[363] Şems İnati-Es-Seyyid Umran, “Edebiyat”,
İslam Felsefesi Tarihi 3, Editörler: S. Hüseyin Nasr-Oliver Leaman, Çev. Ö.
Şamil-H. Tuncay Başoğlu, Açılım Kitap, 2011, 129.
[364] Salim Kemal, The Philosophical Poetics of
Alfarabi, Avicenna and Averreos, Routledge Press, New York, 2003, 38.
[365] Farabi, Şiir Sanatı’nın Kanunları, 51.
[366] Taşkent, 265-257.
[367] İsmail M. Dahiyat, Avicenna ’s Commentary of
the Poetics of Aristotle, Brill Press, Leiden, 1974, 31.
[368] Dahiyat, Avicenna ’s Commentary of the
Poetics of Aristotle; Kemal, The Philosophical Poetics of Alfarabi, Avicenna
and Averreos; Taşkent, Güzelin Peşinde.
[369] “Mantık içinde doğruluk ve yanlışlık
terimlerinden anlaşılan şey, bir önerme içirişinde yer alan iki kavram arasında
bir özdeşliğin olup olmamasıdır. Eğer kısmî bir özdeşlik varsa o önerme
doğrudur, yoksa yanlıştır. Önermelerin bir dilsel yapı olarak, kendi dışında
bir gerçekliği işaret edip etmediği, önermenin gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı
gibi sorular mantıktan çok ontoloji ve epistemolojiyi ilgilendirir.” Taşkent,
258.
[370] Dahiyat, 29.
[371] Dahiyat, 31
[374] Taşekent, 259.
[375] Kemal, The Philosophical Poetics of
Alfarabi, Avicenna and Averreos, 85
[376] Dahiyat, 34.
[377] Kemal, The Philosophical Poetics of
Alfarabi, Avicenna and Averreos, 89-91; Taşkent, 269; Leaman, İslam
Estetiğine Giriş, 133.
[378] Kemal, The Philosophical Poetics of
Alfarabi, Avicenna and Averreos, 82.
[379] Taşkent, 207-208.
[380] Şiir Okuma Kılavuzu ve Çenebazlık farklı kitaplar
olarak neşredildikten sonra 2014 yılında Tiyo yayınları (şairin kendi kurduğu
yayınevidir) arasında çıkan Şiir Okuma Kılavuzu’nda bir araya
getirilmiştir. Biz de bu iki metnin bir araya getirilmiş hâli olan bu kitaptan
yararlanacağız: İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, Tiyo Yayınları,
İstanbul, 2014.
[381] İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin,
Şule Yayınları, İstanbul, 2011, 18.
[382] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 86.
[383] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 24.
[384] İsmet Özel, “Edebiyatçı Çok, Gerçek Anlamda
Ürün Yok”, Sorulunca Söylenen, Söyleşi: Murat Belge, Tiyo Yayınları,
İstanbul, 19.
[385] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 83.
[386] Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin,
30.
[387] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 107.
[388] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 89.
[389] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 115.
[390] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 115.
[391] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 116.
[392] “Şiirle oluşan kendilik bilgisi insana şunu
söyler: Sen güncel kendiliksin. Bak kendini gör: Hep kendin, hep kendin.” Özel,
Şiir Okuma Kılavuzu, 98.
[394] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 30.
[395] İnam, Şen Bilim Şiirlerinde Şen ve Özgür
Olan, 14.
[396] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 81.
[397] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 21.
[398] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 53.
[399] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 53.
[400] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 53-54.
[401] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 55.
[402] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 57-58.
[403] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 66.
[404] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 74-75.
[405] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 82.
[406] Özel, “Edebiyatçı Çok, Gerçek Anlamda Ürün
Yok”, 18.
[407] Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, 83-84.
[408] Ahmet Haşim, “Şiir Hakkında Bazı
Mülahazalar”, 13-21.
[409] Kısakürek, Poetika, 472.
[410] Ahmet İnam, Denemenin Ardında, Hece
Yayınları, Ankara, 2003, 169.
[411] İnam, Şiir Bir, 7.
[412] İnam, Şiir Bir, 16.
[413] İnam, Şiir Bir, 48-49.
[414] İnam, Şiir Bir, 55.
[415] “Bedenle titreşebilen şiir, şiirine yakışan beden, Eros’un
kapısından girer. Bedendeki cân gücü, doğanın bedendeki magması, beden ayakta
durdukça Eros’u var kılar. Eros’u cinselliğe indirmek yanlıştır. O, cinselliği
içine alan, bedenin yaşam atılımının anlam doğurganlığını taşıyan bir güçtür.”
İnam, Şiir Bir, 55.
[416] İnam, Şiir Bir, 8.
[417] İnam, Şiir Bir, 36-37.
[418] İnam, Şiir Bir, 39.
[419] Ahmet İnam, “Bilginin Renkleri",
165.
[420] Ahmet İnam, Bir Ağıt Olarak İnsan, [http://www.phil.metu.edu.tr/ahmet-inam/agit.htm]
[421] İnam, “Bir Ağıt Olarak İnsan".
[422] İnam Ahmet, Şiir İki, Hayal Yayınları,
Ankara, 2009, 17.
[423] İnam, Şiir İki, 17-18.
[424] İnam, Şiir İki, 21-22.
[425] İnam, Şiir İki, 22-23.
[426] İnam, Şiir İki, 23.
[427] Yücel Kayıran, Felsefi Şiir, 39.
[428] Kayıran, Felsefi Şiir, 9.
[429] Kayıran, Felsefi Şiir, 9.
[430] Kayıran, Felsefi Şiir, 33.
[431] Kayıran, Felsefi Şiir, 16.
[432] “Yani şiirdeki düşünme, bir bilinç veya akıl yürütme veya matematik
anlamında bir düşünme değil, insanın kendi varoluşunu kendi varoluşu yapan
varlık katmanıyla kurduğu bir sondaj ilişkisidir. Bilinçle elde edilmiş olanı
dile getirmek, bir düşünme hali değildir, tam tersine ezberleme hali içinde bir
enformasyonu dile getirmektir.” Kayıran, Felsefi Şiir, 53.
[433] Kayıran, Felsefi Şiir, 54.
[434] Kayıran, Felsefi Şiir, 72.
[435] Kayıran, Felsefi Şiir, 74.
[436] Kayıran, Felsefi Şiir, 102.
[438] Kayıran, Felsefi Şiir, 139.
[439] Kayıran, Felsefi Şiir, 9-10.
[440] Kayıran, Felsefi Şiir, 34.
[441] Kayıran, Felsefi Şiir, 34.
[442] Kayıran, Felsefi Şiir, 35.
[443] Kayıran, Felsefi Şiir, 37-38.
[444] Kayıran, Felsefi Şiir, 49.
[445] Kayıran, Felsefi Şiir, 43.
[446] Kayıran, Felsefi Şiir, 44.
[447] Kayıran, Felsefi Şiir, 98.
[448] Kayıran, Felsefi Şiir, 141.
[449] İhsan Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak Şiir
Üzerine Bir Taslak”, (http://www.ihsanfazlioglu.net),
Sarnıç, 1, Kasım 1997, 16-17.
[450] Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak Şiir
Üzerine Bir Taslak.”
[451] İhsan Fazlıoğlu, “Varlığın Bir Dili Olarak
Şiir”, [www.ihanfazlıoğlu.net.].
[452] Sözcük olarak ‘nefsu’l-emr’ kısaca ‘kendinde’ karşılığıyla çevrilebilir.
Ama biraz daha uzun bir karşılık kullanmaktan kaçınılmazsa
‘olduğu-hal-üzere-oluş’, ‘olduğu-şekil-üzere-oluş’ daha uygun bir karşılıktır.
Gerçi burada bir ‘üstüne dönme’, bir ‘tekrar’ söz konusudur, ancak bu zorunlu
bir ‘üstüne dönüş’tür, bir zarurî ‘teselsül’dür, ama ‘bâtıl’ bir teselsül
değildir. Recep Duran, “Nefsu’l-Emr Risaleleri”, Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Araştırma Dergisi, C. XIV, 1992, Ankara, 97.
[453] Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak Şiir
Üzerine Bir Taslak.”
[454] Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak Şiir
Üzerine Bir Taslak.”
[455] İhsan Fazlıoğlu, “Bu-ara-da olan’ın Dili:
Şiir”, Işk İmiş Her Ne Var Âlemde, Klasik Yayınları, İstanbul, 2011,
131-134.
[456] Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak Şiir
Üzerine Bir Taslak.”
[457] Ahmet Cevdet Paşa, Mi’yâr-ı Sedât, Haz.
H. Tahsin Feyizli, Fecr Yayınları, Ankara, 1998; Kaya Bilgegil, Edebiyat
Bilgi ve Teorileri/Belâgât, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1989.
[458] Gösteren ile gösterilen, dâl ile medlûl, arasında kurulan zorunlu
ve doğudan ilişki aklî delâlet; psikolojik, fizyolojik ilişki tabiî
delâlet; kabul görmüş uzlaşımsal ve müşterek ilişkiyse vaz’î delâlettir.
Yekta Saraç, Klasik Edebiyat Bilgisi-Belâgat, Bilimevi Yayınları,
İstanbul, 2001.
[459] Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak Şiir
Üzerine Bir Taslak.”
[460] Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak
Şiir Üzerine Bir Taslak.”
[461] Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak
Şiir Üzerine Bir Taslak.”
[462] Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak
Şiir Üzerine Bir Taslak.”
[463] Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak
Şiir Üzerine Bir Taslak.”
[464] Fazlıoğlu, “Bir Bilgi Türü Olarak Şiir
Üzerine Bir Taslak.”
[465] İbn Haldun, Mukaddime"de şiir
sanatı üzerine olan bölüme, şöyle başlar: “Bu fen Arap kelâmıyla ilgili
fenlerdendir. Onlar arasında bu fenne şiir (poetry) ismi verilmiştir. Öbür
lisanlarda da bulunmakla beraber biz burada münhasıran Araplara has olan
şiirden bahsedeceğiz.” İbn Haldun, Mukaddime 2, Çev. Süleyman Uludağ,
Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012, 1031-1090.
[466] Yayha Kemal Beyatlı, Edebiyata Dair,
İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 2010, 37.
[467] Adonis, Arap Poetikası, Çev. Emrullah
İşler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014, 57.
[468] Türkiyede şiir teorisi üzerine pek
düşünülmediği, düşülmediğini dile getiren isimlerden biri olan Abdullah Şevki
şunları yazar: “Geçmişte, Fârâbî, İbn-i Sinâ Aristoteles’in Poetika adlı
yapıtından hareketle şiir üzerine kitaplar, risâleler yazmışlar, yorumlar
yapmışlar. Bugün öyle mi? Şiiri kendi halinde bırakmayı yeğliyor
felsefecilerimiz, şiir üzerine de biraz düşünmeliler.” Abdullah Şevki, Poetika
ve Felsefe, Kurgu Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 2011, 194.
[469] Koytak, Cazın Irmakları, 111.
[470] Koytak, Cazın Irmakları, 274.
[471] Terry Eagleton, Edebiyat Olayı, Çev.
Başak Yüce, Sel Yayınları, İstanbul, 2012, 31.
[472] Koytak, Yeni Başlayanlar için Metafizik,
346.
[473] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
86.
[474] Koytak, Cazın Irmakları, 47.
[475] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
177.
[476] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
82.
[477] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
22.
[478] Koytak, Dudaktan Kalbe Şarkılar, 308.
[479] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
19.
[480] Ustalık başlıklı şiir şu dizelerle
başlar: "Yaratma \\ yaratan Ustaların Ustası’ndalgörülen
biçimiyle, yaratma biraz şudur: ...” Koytak, Yoksulların ve Şairlerin
Kitabı III, 40.
[481] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
40.
[482] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
40.
[483] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
70.
[484] Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat,
245.
[485] Halil Erdoğan Cengiz, Divan Şiiri
Antolojisi, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1983, 31.
[486] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
282.
[487] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
310.
[488] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
43.
[489] Jacques Lacan, Dinin Zaferi, Çev. Deniz
Kurt, Altıkırkbeş Yayınları, İstanbul, 2015, 106-107
[490] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
259.
[491] Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman,
Çev. Füsun Ant, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, 32.
[492] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
87.
[493] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
288.
[494] Oscar Wilde, Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı,
Katil, Çev. E. Soğancılar-K. Genç-F. Özgüven-T.
Armaner, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.
[495] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
331.
[496] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
331.
[497] Friedrich Schiller, Estetik Üzerine, Çev.
Melahat Özgü, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999, 61.
[498] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
351.
[499] Sanat bu özelliğine rağmen, Hegel’de olduğu gibi, Colingwood’da da
bilgi edinme sürecinde ilk basamaktır, onu giderek din ve felsefe takip eder.
Robin George Collingwood, Speculum Mentis ya da Bilginin Haritası, Çev.
K. Aysevenler-Z. Eren, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul, 2014, 98.
[500] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
109.
[501] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
76.
[502] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
346.
[503] S. Moissej Kagan, Estetik ve Sanat Notları,
Çev. Aziz Çalışlar, Karakalem Kitabevi, İzmir, 2008, 211.
[504] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
73.
[505] Hilmi Ziya Ülke, Felsefeye Giriş I,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008, 66.
[508] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
75.
[509] Nâ’ilî, Nâ ’ilîDivânı, Haz. Haluk
İpekten, Akçağ Yayınları, Ankara, 1990, 242.
[510] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
87.
[511] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
58.
[512] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
58.
[513] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
88.
[514] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
327.
[515] Peutinger haritası: “Ispanya’dan başlayıp Babil’e kadar uzanan yolu,
yol üzerindeki nirengi noktaları göstererek, tarif eden ve Roma Orta Çağı’ında
kullanılan çizgisel harita.” Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
327.
[516] Kagan, 239.
[517] Koytak, Dudaktan Kalbe Şarkılar, 77.
[518] Koytak, İlk Atlas, 49.
[519] Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat,
25.
[521] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
89.
[522] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
5.
[523] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
144.
[524] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
177.
[525] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
222.
[526] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
226.
[527] “Ve [onlara söyle:] görünmez varlıkları ve insanları yalnızca [Beni
tanımaları ve] bana kulluk etmeleri için yarattım.” Zâriyât: 51/56. Meal: Kur’an
Mesajı, Muhammed Esed, Çev. C. Koytak-A. Ertürk, İşaret Yayınları,
İstanbul, 2002, 1072.
[528] Müddessir: 74/1. Meal: Kur’an Mesajı,
1072.
[529] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
274.
[530] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
44.
[531] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
44.
[532] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
46.
[533] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
30.
[534] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II, 37-38. ;
Koytak’ın Jonglör başlığını taşıyan birden fazla şiiri vardır. Bunlardan biri
de Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III’te yer alır. Koytak, Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı III, 37.
[535] İsmet Zeki Eyuboğlu, “Kant Üstüne”, Pratik
Usun Eleştirisi, Çev. İsmet Zeki Eyuboğlu, Say Yayınları, İstanbul, 2008,
14.
[536] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
191.
[537] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
151.
[538] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
18.
[539] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
118-119.
[540] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
130.
[541] Kayıran, Felsefi Şiir, 34.
[542] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
146.
[543] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
147.
[544] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
78.
[545] Koytak, Dudakta Bekletilen Şarkılar,
146.
[546] Koytak, Dudaktan Kalbe Şarkılar, 225.
[547] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
266.
[548] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
274.
[549] Seyr-i nuzül ve sery-i süluk kavramları için bkz. Süleyman Uludağ, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2001, 311-312.
[550] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
391.
[551] Schiller, Estetik Üzerine, 61.
[552] Schiller, Estetik Üzerine, 44-62;
Yetkin, Estetik Doktrinler, 75-85.
[553] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
295.
[554] Johan Huizinga, Homo Ludens/Oyunun
Toplumsal işlevi Üzerine Bir Deneme, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Aytıntı
Yayınları, İstanbul, 2006, 156-157.
[555] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
339.
[556] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
297.
[557] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
297
[558] Huizinga, Homo Ludens, 157.
[559] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
311.
[560] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
317.
[561] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
320.
[562] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
320.
[563] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
320.
[564] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
346.
[565] Heidegger, başlangıçta bilhassa Pre-Sokratlarda mitosla logosun aynı
şeyi imleyen, aynı düzlemde uç veren şeyler olduğunu, bugünkü anlamda ayrıma
tabi tutulmalarının Platonla birlikte baş gösterdiğini söyleyerek Platon’u
eleştirir. Heidegger, Düşünmek Ne Demektir?, 9-10.
[566] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı
III, 28. ; Dudakta Bekletilen
Şarkılar isimli kitaptaki
Homopoeticus
balıklı şiir de, neredeyse aynı dizelerle yazılmıştır, bu şiirdeki temayı
işler. Koytak, Dudakta Bekletilen Şarkılar, 78-80.
[567] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
29.
[568] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
217.
[569] Koytak, Cazın Irmakları, 227.
[570] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
321.
[571] Koytak, İlk Atlas, 232.
[572] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
232.
[573] Cahit Koytak, Homopoeticus (V), Taraf
Gazetesi, 12.03. 2008.
[574] Koytak, Cazın Irmakları, 47.
[575] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
339.
[576] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
46.
[577] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
41.
[578] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
86.
[579] Heidegger, Metafiziğe Giriş, 28.
[580] İsmet Özel’in “bu yeryüzünde insanoğlu şairane mukimdir” diye
tercüme ettiği bu dizeyi, Turan Oflazoğlu “ozanca barınır insan bu yeryüzünde”
şeklinde çevirmiştir. Heidegger, “Hölderlin ve Şiirin Özü”, Hölderlin
Seçme Şiirler, 29.
[581] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
322.
[582] Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin,
18.
[583] “Biz şairler yaratma oyunun/kıskanç aktörlerim”
Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II, 51.
[584] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
305.
[585] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
37
[586] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
336.
[587] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
194.
[588] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
152.
[589] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
347.
[590] Octavio Paz, Modern İnsan ve Edebiyat,
Çev. Turhan Ilgaz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993, 52.
[591] Gilles Deleuze-Felix Guattari, Felsefe
Nedir?, Çev. Turhan Ilgaz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013, 68-69.
[592] İslam medeniyetinde, hikmet büyük oranda felsefeyi karşılayan bir
kavramdır. Ancak, bu kavram her filozof ve mecrada aynı anlamda kullanılmaz.
Varlığın hakikatine dönük bir edim olarak amelî ve nazarî olan hikmet, sadece
bil-kuvve değil bil-fiildir de. Bir tarafıyla da felsefe gibi sistematik olmayan,
kesbî değil de vehbî olan bir deneyim ve hâli imlemek için kullanılmıştır. Yine
bu anlamda mutlak hikmet sahibi Allah olduğundan, hikmetin mahiyeti insanlar
tarafından tam olarak bilinemez. İşte bu gizil, giderek mertebe mertebe açılan,
oldukça az insanın nispeten/izafi olarak erişebildiği; asıl sahiplerinin
nebiler, veliler ve kâmil kişiler olduğu hâli belirtmek için de felsefeden ayrı
olarak hikmet kavramına başvurmak gerekmektedir. Yine hikmet, bilhassa sebebi
yalnızca Tanrı’da olan şeyi de gösterir. Şiirsel hikmet de en fazla bu insanî
çabanın yanında yöresinde dönüp durduğu, ancak künhüne bihakkın vakıf olamadığı
duruma matuftur. “Şüphesiz şiirlerin bir kısmı da hikmettir” şeklinde
bir hadisin olduğu da rivayet edilmiştir. Hikmetin İslâm medeniyetindeki yerini
felsefeyle olan ilişkisi açısından uzun uzun anlatan bir çalışma için bkz.
İlhan Kutluer, ilim ve Bilginin Aydınlığına, İz Yayıncılık, İstanbul,
2012, 115-173.
[593] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
203.
[594] Ludwig Wittgenstein, Tractatus
Logico-Philosophicus, Çev. Oruç Aruoba, Metis Yayınları, İstanbul, 2008.
[595] Oruç Aruoba, de ki işte, Metis
Yayınları, İstanbul, 2009, 107.
[596] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
58.
[597] İbn Arabi, Tanrıyla doğa ve görünüşler arasında
ilişkiyi, hem o hem o değil şeklinde bir düzlemde anlatmaya çalışır.
“Şeyh görünüşü O/O değil (Hüve la Hüve) ifadesiyle özetler. Âlemdeki herşey
vücud ile hem aynıdır hem ayrıdır.” Bu bakımdan bir şey ne odur, ne de o
değildir. Bu, paradoksal yaklaşım ve karşılıklı girift bir ilişkinin kompleks
mahiyetini belirtmek için oldukça elverişli bir zemin sunar. Böylelikle verilen
hükümlerin zayıflığı muhalif bir teze karşı da güvence altına alınmış olur.
William Chittick, Hayal Âlemler/İbn Arabî ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi,
Çev. Mehmet Demirkaya, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999, 42.
[598] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
61.
*Şiirdeki italik yazılar Wittgenstein’dan alıntılanmıştır.
Wittgenstein’ın bu epizoda esin veren orijinal ifadesi:
“Kaburgalarımdan birini çıkarıp kendime bir eş yaratmayı
düşündüm, ama bana bu sanatın unutulup gittiğini söylediler. ”
(Koytak’ın italikle belirttiği Wittgenstein’in sözleri bold ve
italik olarak gösterilmiştir.)
[599] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
242.
[600] Ali Utku, Ludwig Wittgenstein Erken
Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, Doğu-Batı Yayınları, Ankara, 2009,
15.
[601] Aruoba, de ki işte, 46.
[602] Usta biyograf Stefan Zweig Nietzsche, Hölderlin ve Kleist’in
biyografilerini Kendileriyle Savaşanlar ismiyle kitaplaştırır. Düşünce ve
kültür tarihinin bu üç önemli figürünün trajik hayatları oldukça ibret-
amizdir. Bunlara Wittgenstein’i de rahatlıkla ekleyebiliriz. Bu figürler adeta
kendileriyle savaşmışlardır. Nietzsche’nin tabiriyle kendi hayatının şiirini
yazmışlardır. Stefan Zweig, Kendileriyle Savaşanlar
Hölderlin-Kleist-Nietzsche, Çev. Nafer Ermiş, İş Bankası Yayınları,
İstanbul, 2011.
[603] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
74.
[604] Aruoba, de ki işte, 110.
[605] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
146.
[606] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
146.
[607] Mahmut Temizyürek, “Logos, Mithos, Şiir, ”
Şiir Sanatı, Haz. Yaşar Nabi Nayır-Salih Bolat, Varlık Yayınları, İstanbul,
2013, 62.
[608] Oruç Aruoba, “Nietzsche: Şair-Filozof”,
[http://issuu.com/adabeyi/docs/sairfilozof],
Yazı Dergisi, 3, 1978.
[609] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
147.
[610] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
309.
[611] Wittgenstein, Tractatus
Logico-Philosophicus, 173.
[612] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
317.
[613] Bu söz, Şeriati’nin Fecr Yayınları tarafından
Türkçeye tercüme edilen kitaplarının başına motto olarak konulmuştur.
[614] İsmet Özel, Erbain, Şule Yayınları,
İstanbul, 2005, 81.
[615] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
310.
[616] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
348.
[617] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
348.
[618] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
311.
[619] Paz, Modern İnsan ve Edebiyat, 47-51.
[620] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
340.
[621] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
198.
[622] H. Joachim Störig, Vedalardan Tractatus’a
Dünya Felsefe Tarihi, Çev. Nilüfer Epçeli, Say Yayınları, İstanbul, 2011,
120.
[623] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
98.
[624] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
98.
[625] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
104.
[626] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
58.
[627] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
195.
[628] Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat,
41.
[629] “Düşünceyi, düşüncenin üç büyük formunu, sanat, bilim ve felsefeyi
tanımlayan şey, her zaman kaosla kapışmak, bir düzlem çizmek, kaosun üzerine
bir düzlem çekmektir.” Deleuze-Guattari, Felsefe Nedir?, 186-195.
[630] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı III,
347.
[631] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
143.
[632] Romantik şiirle başlayan başkaldırı duygusu şiirde giderek kök
salar. Komünist, Marksist ve bilhassa anti-modern şairlerde, şiir tam bir
sistem karşıtı yapıya bürünür. Son yüzyılda şiir çağını sorgulayan, düşünsel
boyutu ağır basan bir kimlik de kazanır. Modern şiir anti-modern bir tavırla
belirir. İsmet Özel, şiiri, münhasıran modern dünyayla didişerek gelişip dal
budak salar. Cemal Süreya, Şiir Anayasaya Karşıdır başlıklı denemesinde
şiirin sistemlere, bilhassa baskıcı ve despot yasalara karşı başkaldıran
tavrını özetler. Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine
Yazılar/Toplu Yazılar I, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012, 275-277.
[633] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
143.
[634] Koytak, Şen Maneviyat ya da Ölüme çare,
363.
[635] Koytak, Cazın Irmakları, 323.
[636] Koytak, Cazın Irmakları, 133.
[637] Koytak, Cazın Irmakları, 133.
[638] Koytak, Şen Maneviyat ya da Ölüme çare,
45.
[639] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
25.
[640] Bal, Martin Heidegger’in Sanat Anlayışında
Varlık, Sanat Yapıtı ve İnsan Arasındaki İlişki, 29.
[641] Heidegger, Metafiziğe Giriş, 9.
[642] Cevizci, “Metafizik”, Paradigma Felsefe
Sözlüğü, 1163.
[643] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
35.
[644] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
37.
[645] Cevizci Ahmet, “Sofistler”, Thales’ten
Baudrillard’a Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul, 2011, 65
70.
[646] Martin Heidegger, Metafiziğe Giriş, 22.
[647] Filmin orijinal adı A torinoi lo, (The Turin
Horse)dur. Yönetmenleri ise
Bela Tarr,
Agnes Hranitzky’dir.
[http://www.imdb.com/title/tt1316540/]
[648] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
211.
[649] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
73.
[650] Abdal kavramının Dostoyevski’nin Budala romanı
ve Kurosawa’nın "Hakuchi" filmi bağlamında irdelendiği bir yazı için
bkz. Dücane Cündioğlu, “Budala ”, [http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com.tr].
[651] Wittgenstein hakkında ayrıntılı biyografik
bilgi için bkz. Ray Monk, Ludwig Wittgenstein Dâhinin Görevi, Çev. B.
Kılınçer-T. Er, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2005.
[652] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
74.
[653] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
306.
[654] Heidegger, Düşünmek Ne Demektir?, 9.
[655] Heidegger, Düşünmek Ne Demektir?, 22.
[656] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı II,
320.
[657] Deleuze’ün “percept ve affect” kavramlarını algı ve duygulanımdan
daha öte bir anlamda kullandığını hatırlatmak gerekir. Ancak bu kavramların
Türkçe karşılıkları olmadığı için kavramların karşılığı en yakın biçimde
duygulanım ve algı olarak kullanıldı.
[658] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
319.
[659] İncil, “Yunanna”, Kutsal Söz Yayınlar,
İstanbul, 2004, 176.
[660] ‘Alak 96/4-5. Meal: Kur’an Mesajı, 1287.
[661] Koytak, Yoksulların ve Şairlerin Kitabı I,
320.
[662] Cengiz, Divan Şiiri Antolojisi, 31.
[663] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
87.
[664] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
156.
[665] Benedictus Spinoza, Etika, Çev. Hilmi
Ziya Ülken, Dost Kitabevi yayınları, Ankara, 2009, 42-43.
[666] Niyazi-i Mısrî, Türkçe Şiirleri, Haz.
Turan Alptekin, Demos Yayınları, İstanbul, 2008, 114.
[667] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
158.
[668] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
174.
[669] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
173.
[670] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
313.
[671] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
312.
[672] Koytak, Dudaktan Kalbe Şarkılar, 195.
[673] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
309.
[674] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
309.
[675] Cassirer Ernst, Sembolik Formlar Felsefesi
II/Mitik Düşünme, Çev. Milay Köktürk, Hece Yayınları, Ankara, 2005, 15.
[676] Koytak, Dudakta Bekletilen Şarkılar,
137.
[677] Bu bağlamda, Freud’un oedipus ve elektra kompleksi kavramları,
Nietzsche’nin trajedi hakkındaki görüşleri örnek verilebilir. Bu yaklaşımlar,
membaını doğrudan doğruya Antik Yunan mitolojisinden alırlar.
[678] Koytak, Dudakta Bekletilen Şarkılar,
146.
[679] Koytak, Dudakta Bekletilen Şarkılar,
147.
[680] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
317.
[681] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
353.
[682] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
319.
[683] Koytak, Dudakta Bekletilen Şarkılar,
195.
[684] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
327.
[685] Peutinger haritası: “İspanya’dan başlayıp Babil’e uzanan yolu, yol
üzerindeki nirengi noktaları göstererek, tarif eden ve Roma Orta Çağı’nda
kullanılan çizgisel harita.” Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
327.
[686] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
346.
[687] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
24.
[688] Koytak, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik,
35.
[689] Heidegger, Metafiziğe Giriş, 31.
[690] Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat,
121.
[691] Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat,
48.
[692] Koytak, Yeni Başlayanları İçin Metafizik,
54.
[693] Heidegger, “Hölderlin ve Şiirin Özü”,
36.
[694] Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Çev.
Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, 174.
[695] Cahit Koytak, “‘Ruh’ Üzerine Tezler”,
Taraf Gazetesi, 16.08. 2010.
[696] Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat,
55.
[697] Hüseyin Atay, “Nefis”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 37, Ankara, 1997, 3.
[698] Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat,
56.
[699] Atay, “Nefis”,
[700] Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat,
57.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar