SON DÖNEM BAZI OSMANLI ÂLİMLERİNE GÖRE MÜSLÜMANLARIN GERİLEME NEDENLERİ
Hazırlayan: Mustafa DERE
Osmanlı
âlimleri diye görüşlerini verdiğimiz kişilerin; şeyhülislamlık, sadrazamlık,
dersiâmlık, müderrislik, milletvekilliği, başbakanlık gibi çeşitli devlet
görevlerinde bulunmuş olmaları sosyolojik açıdan toplumun sorunlarını daha iyi
bilmelerini ve bu problemlere neden olan etkileri yazmış oldukları eserlerde
dile getirmeleri bizim için büyük bir önem arz etmiştir. Her bir âlimin
Müslümanların gerilemesine neden olan sebepler hakkında farklı fikirleri olsa
da genel olarak çoğunun dile getirdiği ortak noktalar mevcuttur. Bunlar:
cehalet ve eğitimin önemi, dine verilen hassasiyetin azalması ile hurafe ve bidatlerle
ortaya çıkan yanlış din algısı, ekonomik açıdan gerileme, özellikle Batı’ya
karşı uygulanan taklitçilik, mezheplere ayrılma, içtihat yapamama,
milliyetçilik ve ırkçılık yapma gibi nedenler neredeyse her âlimin dile
getirdiği nedenlerdir.
Çözüm yolları
aranırken ilk olarak Osmanlıyı bulunduğu durumdan kurtarmak için çeşitli fikir
akımları ortaya atılmış, bazı âlimler ve aydınlar bu farklı fikir akımları
etrafında birleşmişlerdir. Örneğin Avrupa da yaşanan milliyetçilik akımının çok
uluslu bir yapı olan Osmanlı devletine etki etmesi ve bu ulusların fırsat
buldukça milliyetçiliği desteklemeleri ilk olarak din, dil, ırk ayrımı
yapmaksızın Osmanlı devleti içinde yaşayan herkesin bir Osmanlı milleti
sayılması fikrine dayanan Osmanlıcılık anlayışını geliştirmiştir. Ancak bu başarılı
olamamış ve bunu takip eden Milliyetçilik, İslamcılık ve Batıcılık gibi akımlar
da ortaya çıkmıştır. Hepsinin ortak amacı Osmanlı devletini bulunduğu kötü
durumdan kurtarmak olmuştur. Ancak bu fikir akımlarının hepsi başarısız olmuş
ve dolayısıyla Osmanlı devletini yıkılmaktan kurtaramamıştır. Bu akımlar
haricinde Osmanlı’daki âlimler, devlet adamları ve aydınlar olarak
isimlendirilen kişi ve kişiler tarafından yazılan eserlerde yine Osmanlıyı
kurtarmak ve ilerlemesini sağlamak adına dönemin şartları ve gerilemenin neden
yaşandığı gibi hususlar göz önünde bulundurularak, bu doğrultuda düşünce ve
öneriler ortaya çıkmıştır.
Bizde bu
çalışmamızda Osmanlı’nın özellikle son döneminde ki âlimler tarafından dile
getirilen gerilemenin nedenleri üzerinde durmaya çalıştık. Osmanlı devletinin
son döneminde yaşayan bütün âlimleri tespit edip hepsinin görüşlerine yer
vermek çalışmamızın kapsamını aşacağından dolayı tespit ettiğimiz ve daha
önemli gördüğümüz bazı âlimler üzerinden konumuzu tamamlamaya çalıştık. Yine
seçmiş olduğumuz bazı âlimlerin kısa hayatına yer vererek onların görüşlerine
geçmeden önce bilgi sahibi olunmasına yardımcı olacağını düşündük. Bu konuyu
çalışırken temel kaynak olarak bahsi geçen ‘âlimlerin’ Sırat-i Müstakim,
Sebilü’r-Reşad, İslam Mecmuası gibi o dönemin yayın organı olan çeşitli
gazetelerde yazmış oldukları makaleler ile İsmail Kara’nın Türkiye de
İslamcılık Düşüncesi adlı 3 ciltlik eserinin ilk iki cildinden faydalandık.
Burada görüşlerine yer verdiğimiz âlimlerin bazıları hem Osmanlı son dönemi hem
de Cumhuriyetin ilk döneminde yaşayıp eser veren düşünürlerdir. Bu düşünürlerin
hepsinden son dönem bazı Osmanlı âlimleri diye bahsettik.
Yüksek ve
gelişmiş bir İslam medeniyetinin var olduğu ve üç kıtaya hâkim olan Osmanlı
imparatorluğunun gerileme ve yıkılması sadece bizim tespit ettiğimiz bu
maddelere dayanmayacağı gibi ne oldu da koca bir imparatorluk dağıldı? Gibi
soruların cevabı için ayrı bir çalışma yapılabilir. Bizim bu çalışmamız içinde
bulunulan çöküş devrinde Osmanlı bazı âlimlerce bu duruma neden gelindiği
konusunda dile getirilen fikirler ve bundan kurtulmak için neler yapılması
gerektiği hususundaki görüşleri oluşturmaktadır. Yalnız gerileme nedenlerinden
oluşturmuş olduğumuz maddelere bakıldığında görülecektir ki bu nedenler sadece
o dönem için değil çoğunun günümüz içinde geçerli olduğudur. Yani Osmanlı da
başlayan batı karşısında bir geri kalış hâlâ günümüzde devam etmektedir. Bu da
bazı fikirlerin ve gerilemeye çare olacak şekilde önerilen çözüm yollarının
dikkate alınmadığını göstermektedir. Son dönem Osmanlı âlimlerinin bir kısmının
Cumhuriyet döneminin de âlimleri sayılması, yani her iki döneme de tanıklık
edip fikirlerini buna göre oluşturmaları bizim için hem fikri bir zenginlik hem
de konuyu daha iyi anlamamız açısından bir fırsat sayılmaktadır.
Bu konu
hakkında Prof. Dr. Fuat Sezgin’in araştırmaları neticesinde vardığı birkaç
sonuca yer vermemiz yerinde olacaktır diye düşünüyoruz. Sezgin; Müslümanların
XVI. yüzyılın ortalarına kadar bilimde Avrupa’dan ileri olduğunu söylemekle
birlikte Avrupa’nın Müslümanlardan bilimi X. yüzyıldan beri aldığına ve tam 500
yıl birikim yaptıktan sonra XVII. yüzyılın başlarında Müslümanların önüne
geçtiğine dikkat çekmektedir.[1] Bizimde bugün ilerlememiz için
Avrupa’nın yaptığını yapmamız gerektiğini vurgulayan Sezgin, onlar nasıl İslam
bilimlerindeki müspet bilimleri ve pozitif unsurları aldıysa bizde bugün
Avrupa’daki bizde bulunmayan her unsur ve her buluşu almak için yarışa girmemiz
gerekir demiştir. Müslümanlar gibi bilim geçmişi olmayan Japonya’nın bunu
başardığını söyleyerek onları bize örnek göstermiştir.[2]
OSMANLI’NIN
SON DÖNEMİNE KISA BİR BAKIŞ
1699
Karlofça Antlaşmasıyla Batı karşısında gerilemenin resmen kabul edilmesi, altı
yüz yıllık bir çınar olan Osmanlı Devleti’ni tekrar eski gücüne kavuşmak için
birtakım arayışlara yönlendirmiştir. İlk olarak gerilemenin nedeni; ordunun
bozulmasında ve batının askeri alanda güçlenmesinde görülmüştür. Bu nedenle ilk
olarak askeri alanda ıslahatlar yapılmış ve III. Selim döneminde askeriye dışı
ıslahatlar da yapılmaya çalışılmışsa da askerler tarafından bu padişahın
öldürülmesi yenileşme çabalarına vurulmuş bir darbe olmuştur.[3]
Osmanlı
Devleti’nin 1699 Karlofça ve 1700 tarihli İstanbul antlaşmaları ile Macaristan
ve Transilvanya'yı Avusturya'ya, Mora ve Dalmaçya'yı Venedik'e, Azak kalesini
ise Rusya'ya bırakmasıyla düşmana ilk defa toprak verişi derin bir üzüntüyle
karşılanmıştır. Devlet adamları ve aydınlar bu gerileme halinden kurtulmak için
çareler aramaya başlamışlar ve bunun sonucunda değişme fikri ilk olarak devlet
adamları tarafından ortaya atılmıştır.[4]
Batı’nın üstünlüğü fark edilse de; bu durumdan kurtulmak için batılılaşma
çabalarının 17 ve 18. yüzyıllarda devlet adamlarından geldiğini, ama şiddetli
bir gerileme ile karşılaştığını söyleyen Hilmi Ziya Ülken; yenileşme
çabalarının hep üzüntü duyan devlet otoritesinden geldiğini, ama buna karşı
çıkanların ise bütün yabancı etkileri ‘gâvur icadı’ diye karşılayan fanatik
kesim olduğunu söylemiştir.[5]
Avrupa’dan
ilham alınarak hazırlanan ve Batı’ya teslim olmanın belgesi sayılan Tanzimat
Fermanı; aynı zamanda geri kalmışlığın ve çağdaşlaşıp uygarlaşmanın gerekli
olduğunu kabul ettiren ilk resmî belge olmuştur.[6]
Daha sonra ilan edilen Meşrutiyet’in kapatılıp tekrar ikinci kez ilan edilmesi
ve ondan sonra yaşanan 31 Mart olayı gibi etkenler durumun iyiye gitmediğini
göstermiştir. En son Balkan Savaşları ile Almanya’ya güvenip girilen I. Dünya
savaşında alınan ağır yenilgiler sonucu Osmanlı devletinin yıkılış süreci
hızlanmıştır. I. Dünya savaşını bitiren antlaşma olarak da nitelenen Mondros
Ateşkes Antlaşması’nın içermiş olduğu bazı maddeler nedeniyle Anadolu ve
İstanbul yer yer işgale uğramış ve artık Osmanlı neredeyse tamamen dağılmış,
Millî Mücadele dönemi başlamıştır. En sonunda kurtuluş savaşlarıyla düşman
Anadolu’dan kovulmuş ve yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur.[7]
Osmanlı
Devleti bu sürece gelmeden önce gerileme devrinin yaşandığı anlaşılmış ve bazı
çözüm yolları aranmışsa da başarılı olunamamıştır. Özellikle Tanzimat’tan sonra
hem çözüm yolları aranmış hem de gerileme ve bundan kurtulma yollarıyla ilgili
çeşitli fikirler öne sürülmüştür. Giriş kısmında bahsettiğimiz gibi öncelikle
Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık gibi akımlar ortaya çıkmış
bunların başarısız olması ve tam manasıyla uygulanamaması gibi nedenlerden
dolayı etkili olamamıştır.[8]
Bunlar
yaşanmadan önce askeri alanda başlayan ıslahatlar sorunun orduda olduğu
anlayışının ortaya çıktığını göstermişse de Tanzimat ile birlikte siyasi ve
hukuk alanında da bazı ıslahat çalışmaları yapılmıştır. Ancak dış etkenlerin
varlığıyla yaşanan Balkan savaşları ve I. Dünya savaşı sonucunda Anadolu’nun
yer yer işgale uğraması artık hiçbir akımın bu devleti kurtaramayacağını
göstermiştir. Tek çözüm yolunun ilk olarak savaşmak olduğu anlaşılmış ve mili
mücadele dönemi başlamıştır. Millî mücadelede gösterilen başarıyla Anadolu
düşman işgalinden kurtarılmış ve Cumhuriyetin ilan edilmesiyle de yeni Türkiye
devleti kurulmuş ve yaklaşık 600 yıl ayakta kalan aynı zamanda bir imparatorluk
olan Osmanlı devleti resmen yıkılmıştır.
Osmanlı’nın
dağılma döneminin XIX. yüzyılın başlarından itibaren başladığını söyleyen Yusuf
Akçura; dağılmanın birçok nedeni olduğunu belirtmekle birlikte en önemlileri
olarak 22 neden öne sürmüştür.[9] Bunlardan kısaca bahsedecek
olursak;
İlk olarak XV ve XVI. yüzyılda Avrupa da ortaya çıkan
Rönesans ve reform hareketlerinin yayıldığı zaman o dönemde medeniyetçe
Hristiyan Batı’ya üstün olan Müslüman Doğu’nun ve Osmanlı’nın başka dil konuşup
başka mezhebe tabii olması dolayısıyla bu fikri hareketlere ortak olamaması,[10]
XVI. yüzyılda Batı kavimlerinin geniş denizlere açılarak
mal ve servet elde etmesine Osmanlı’nın yine iştirak edememesi,[11]
Biraz önce saydığımız iki sebeple Batı’da oluşan maddi ve
manevi üstünlüğe karşı genel olarak Müslümanların, özel olarak ta Osmanlı’nın
karşı koyamaması,[12]
İmparatorluk olmasından dolayı birçok farklı ırka ve dine
mensup olan vatandaşların bir arada yaşadığı Osmanlı’da bunları birleştirmeye
gücünün yetmemesi,[13]
İmparatorluğun geniş alanlara yayılmasından dolayı tek
merkezden kontrolünün zorlaşması,[14]
O dönemde toplanan vergiler gibi gelirlerin büyük
imparatorluğa yetmemesinden ve savaşı da gelir kaynağı gören devletin sürekli
savaşlara girmesi ve bu savaşların devletin idaresini zorlaştırıp, düzeni
bozması ve aynı zamanda ileride bu savaşların gelir getirmenin aksine
giderlerin daha da artmasına yol açması,[15]
Fransızlara verilen kapitülasyonlar ve diğer devletlere
verilen imtiyazların Osmanlı ekonomisini olumsuz yönde etkilemesi,[16]
İslam şeriatının zaman ve mekâna göre ilerletilip
düzenlenememesinden dolayı devletin toplulukları idare edememesi ile yine
şeriat esas alınarak düzenlenmiş olan mektep ve medreselerin XVII. Yüzyıldan
itibaren Batıdaki ilmi gelişmeleri takip edememenin neticesinde ilim ve irfanda
gerilemesi, [17]
Yine Batı’da
Rönesans’tan sonra gemi inşası, top tüfek yapımı gibi sanat ve zanaatları
öğreten okullar açılmasına karşın Osmanlı’da XVIII. yüzyılın sonlarına kadar
böyle bir girişimin olmaması ve XVIII. yüzyılda Sanayi Devrimi’nin etkisiyle
Doğu’nun Batı karşısında baya gerilemesi[18]
gibi nedenler, Osmanlı Devleti’nin Karlofça antlaşmasıyla resmen başlayan
gerilemenin ilerleyerek devletin dağılıp yıkılmasına yol açmıştır.
Osmanlı
devletinin yenileşmeye dair yaklaşımları üzerine fikirler beyan eden batılı
araştırmacı Miri Shefer; İslami buluşların veya bunların eksikliğinden doğan
tartışmalara bidat kavramı üzerinden yaklaşmanın doğru olacağını söylemiştir.
Müslüman kesimin bir kısmının yeniliğe şeytani şey, bidat ve sapıklık olarak
baktıklarını ve bunu da bu hususta dile getirilen hadise dayandırdıklarını
söylemiştir. [19] Bunun her zaman böyle
olmadığını bidat anlayışının dönemden döneme değiştiğine de vurgu yapmıştır.
Shefer; aynı zamanda XVI. yüzyılın ortalarında Osmanlı sarayındaki Habsburg
büyükelçisinin (Ogier Ghislain de Busbecq) ihtiyaçları için pratik buluşlar
yapmaya hevesli başka bir ulusun bulunmadığını söylemesi örneğini de olumlu bir
bakış açısı olarak vermiştir.[20]
Miri Shefer bu
bilimi ve teknolojiyi benimseyip kendine uyarlama yeteneğinin Osmanlı
Devleti’nin altı yüz yıl süren ömrünün her devrinde aynı olmadığını
söylemiştir. Özellikle XIX. yüzyılda Osmanlı’nın kendine yetme realitesinin
erozyona uğradığını, bazı alanlarda üretmek yerine ithal etmeye başladıklarını
ve bunun sonucunda da devletin zayıflayarak dışa bağımlı hale geldiğine dikkat
çekmiştir.[21]
Sonuç olarak
Osmanlı Devleti’nin dağılmasına dair birçok sebepler ortaya atılmış ve her
fikir sahibi kendince haklı deliller ortaya koymuştur. Bunların bir kısmı doğru
bir kısmı yanlış veyahut hepsi doğru olabilir. Ancak gerçek şu ki sonuç
değişmemiş ve büyük bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti hazin sondan
kaçamamıştır.
OSMANLI’NIN SON DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN FİKİR
AKIMLARI
Batının
ifadesiyle ‘’hasta adam’’ olan Osmanlı Devleti, yine onların gözünden bakacak
olursak, yani onların deyimiyle bu ‘’hastalık’ ’tan kurtulmak için çeşitli
tedavi yöntemlerine başvurmuştur. Dağılmakta olan hep geriye giden Devlet-i
Aliye’yi eski gücüne kavuşturmak veya ilk aşamada bu olmasa da devletin
dağılmasını engellemek için çeşitli fikir akımları ortaya çıkmıştır. Bu fikir
akımları Osmanlı’nın daha çok siyasi kimliğiyle ilişkilendirilmiş ve bu uğurda
gerek padişahlar gerekse de aydın kesimler tarafından çeşitli ve birbirinden
farklı fikirler ortaya çıkmıştır.
Netice olarak söz konusu bu fikir akımlarının hiçbiri
Osmanlıyı gerilemekten kurtaramamıştır. Osmanlının son dönemlerinde içinde
bulunduğu fikir ortamını görmek açısından gerekse söz konusu aydınlardan
bazılarının ne gibi düşünceler içerisinde olduğunu sunmayı, çalışmamıza kaynak
ve rehber olacağını düşünmekteyiz. Bu nedenle ayrıntıya girmeden kısa ve öz
şekilde bu fikir akımlarına değinmemiz yerinde olacaktır. Biz burada temel
olarak dört fikir akımından bahsedeceğiz. Ancak Osmanlı’yı geri kalmışlıktan
kurtarma fikirleri sadece bu dört fikir akımı-Osmanlıcılık, Türkçülük,
İslamcılık ve Batıcılık- ile sınırlı kalmamıştır. Bunların dışında Âdem-i
Merkeziyetçilik ve Sosyalizm gibi ideolojilerde ortaya çıkmıştır. Fakat bunlar
kendilerine pek bir taraftar bulamayıp benimsenmeyince cılız bir etkide
kalmışlardır.[22] O yüzden biz daha çok taraftar bulup devletin siyasi ve toplumsal
yönünü daha çok etkileyen bu dört akımın neleri savunduğuna göz atmak daha
yerinde olacaktır.
Ulusalcılığın
karşısında önce Osmanlıcılığın değil de Osmanlılık adı altında bir yaşam tarzı
ve toplum düzeninin olduğu söylenmektedir. XVIII. yüzyıldan sonra hem
hilafetten hem de resmi İslam’dan beslenerek bir ideolojiye yani Osmanlıcılık
fikir akımına dönüştüğü belirtilmektedir. [23]
Osmanlıcılık,
özellikle 1789 Fransız İhtilali sonucu ortaya çıkan milliyetçilik akımının
olumsuz etkilerini engellemek istemiştir. Bu bağlamda Osmanlı devleti içinde
yaşayan tüm halkı ırk din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin tek bir millet olarak
‘’Osmanlı’’ adı altında birleştirmeyi amaçlamıştır. Bu fikir akımı II. Mahmut
döneminde ortaya çıkmıştır. Söz konusu Osmanlı’nın son dönemlerinde gerilemeye
alternatif bir yol olarak görülmüşse de daha çok Müslüman kesim tarafından
benimsenmiştir. Yeri geldiğinde ve uygun ortamı yakaladıkları zamanda
Arnavutluk ve Arap gibi Türk olmayan unsurlar milliyetçiliği desteklemişlerdir.[24] Osmanlı devletinin ilk siyasi
ideolojisi olan Osmanlıcılık akımının ana ilkesini II. Mahmut’un şu şekilde
dile getirdiği yaygın bir şekilde söylenmektedir: ‘’Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hıristiyan
’ını kilisede, Musevi ’sini havrada fark ederim, aralarında başka bir fark
yoktur.”[25]
Bu sözlerden anlıyoruz ki dili, dini, rengi ve mezhebi her ne olursa olsun hiç
fark etmeksizin Osmanlı çatısı altında yaşayan her vatandaş Osmanlı sayılmakta
ve aralarında hiçbir fark gözetilmemektedir. Tabii fikir olarak güzel duran bu
akım pratikte işe yaramamış ve Osmanlı devletinin gerileyip dağılmasını
engelleyememiştir.
Asıl amaç Osmanlı
imparatorluğunda yaşayan Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki eşitsizliği
kaldırmaktır. Herkese eşit haklar vererek ABD ve Almanya gibi farklı ulusların
eşitliğe dayalı bir arada yaşama örneğini Osmanlı Devleti’ne uygulamak isteyen
II. Mahmut ve onu takip edenler bu teorinin olumlu olacağına güçlü bir şekilde
inanmışlardır.[26] Osmanlı milleti oluşturma
fikri en çok Ali ve Fuad Paşa zamanlarında gündemde olmuştur. Bu paşalar
toplulukların oyları ile millet oluşturmanın temsilcisi olan üçüncü Napolyon’u
kendilerine örnek almışlardır. Sultan Abdülaziz zamanında Fransa örnek alınarak
yapılan ıslahat sonucu oluşturulan Mekteb-i Sultani’de bu dönemin meyvesi
sayılmaktadır.[27] Almanlar tarafından
milliyetçilik ilkesi asıl milletlerin ırkı esas alınarak yorumlanmaya başlanıp,
bunun soncunda 1870-1871 Fransa Prusya savaşı çıkınca buna bağlı olarak
Osmanlılık milleti fikri de gücünü ve desteğini kaybetmiştir.[28]
II.
Meşrutiyetten sonra tekrar revaç bulan Osmanlıcılık akımına deyim yerindeyse en
son darbeyi Balkan Savaşları vurmuştur.[29]
Ve bu savaşlar sonucu din, mezhep ve ırk ayrımı yapmaksızın bir Osmanlı milleti
oluşturma fikrini ülkeyi dağılmaktan ve geri kalmışlıktan kurtarma amacıyla
kendinden sonra oluşmuş olan diğer fikir akımlarına bırakmıştır.
Bu fikir akımının
olumsuz sonuçlanmasının bir diğer nedeni de Tanzimat Fermanı’ndan sonra 1856
yılında ilan edilen Islahat Fermanı’dır. Bu fermanla birlikte Müslüman ve gayri
Müslim arasındaki farklar ortadan kalkmış ve hatta bazı durumlarda gayri
müslimler Müslümanlardan daha avantajlı hale gelmiştir. Bu durum Osmanlı-
Müslüman vatandaşların tepkisine neden olmuştur.[30]
Bu da her şartta eşit bir millet oluşturma fikrini çürüten bir etken olarak
ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak;
kötü bir gidişatta olan Osmanlı imparatorluğunun gerilemesi ile dağılıp
parçalanmasına engel oluşturmak için ortaya attığı ve devletin ilk siyasi
ideolojisi olma özelliğini taşıyan bu fikir akımı başarısızlıkla
sonuçlanmıştır.
İslamcılık,
Osmanlı’nın geri kalışını İslam’dan uzaklaşmaya bağlayarak kurtuluş çaresini
İslam’ın temel esaslarında arayan bir ideolojidir. Osmanlıda ki her sorunun
İslam’dan uzaklaşmaya bağlanmasıyla önem verilen ve ihtiyaç duyulan bir görüş
ve anlayış olmuştur.[31] İslamcılık kavramı II.
Meşrutiyetle beraber kullanılmaya başlanmış ve bu kavramı ilk kullanan kişi ise
Ziya Gökalp olmuştur. II. Meşrutiyetten önce İslamcılık yerine İttihad-ı İslam
kavramı daha çok kullanılmakla beraber bu fikir; tecdid, ıslah, ihya ve
Panislamizm gibi kelime ve terkiplerle de ifade edilmiştir.[32]
İslamcılık;
Osmanlı Devleti’nde modern teknoloji dışındaki bütün müesseseleri İslam’a göre
düzeltmek ve İslam âlemiyle birleşmek olarak tanımlanmıştır. Ancak XIX. ve XX.
yüzyıllarda İslam’ı yeniden hayata hâkim kılma amacı gütmüştür. Tüm bunların
yanında akılcı bir metotla hem Müslümanları hem de İslam dünyasını batı
karşısında geri kalmışlıktan, esaretten, sömürülmekten ve batıyı taklit
etmekten kurtaracak bir fikir ve hareket olarak ortaya çıkmıştır.[33] İsmail Kara’ya göre
İslamcılık; modern, modernleştirici, ideolojik ve seküler bir söylemdir.
Bununla beraber; geleneksel İslam’a ve olumsuz Batı’ya karşı mücadele edip,
gerçek İslam’da ve olumlu Batı’da kurtuluşu amaç edinen bir fikir akımıdır.
Burada olumsuz Batı’dan kasıt sömürgeci, işgalci, kötü, kâfir ve ahlaksız
Batı’dır. Olumlu Batı ise; ilim ve medeniyetin merkezi olan Batı’dır.[34] Her ne kadar İsmail
Kara gibi birçok kişi İslamcılığı bir ideoloji saysa da İslamcılar kendilerini
ideolog değil Müslüman; İslamcılığı ise bir ideoloji değil din olarak savunmuşlardır.[35]
İslamcılığı
genel ve öz bir şekilde tanımlayacak olursak şu tarifi yapabiliriz: İslam’ın
inanç ibadet ve ahlak gibi esaslarını ve bu esaslara İslam’ın felsefi siyasi ve
eğitim hakkındaki görüşlerini de katarak İslam’ı hayata yeniden hâkim kılmaktır.
Bu şekilde hem geri kalmışlık ve sömürüden kurtulmak hem de ilerlemek için
uygun ortam oluşturmak amaçlanmıştır.[36]
İslamcılık; sultan Abdülaziz’in son zamanlarında kullanılmaya başlanmıştır.
Ancak başlı başına bir politika olarak benimsenip, savunulup ve aynı zamanda da
siyasi hareket olarak yürütülmesi sultan II. Abdülhamit döneminde vuku
bulmuştur.[37] İslamcılık bir ideoloji olarak
Tanzimat fermanı ile başlayan batılılaşma hareketinde batıcı aydınlar olarak
nitelendirilen kimselerin İslam aleyhinde yazmış oldukları yazılara bir tepki
olarak ortaya çıkmıştır.[38] İslamcıların temel amacı
aslında batı karşısında geri kalan Müslümanların bu geri kalış problemine
çözümün yine İslam’da bulunduğunu söylemektir. Aslında İslam’ın gerilemeye
neden veya ilerlemeye engel olmadığını ortaya koymaktır. Ve bunları yaparak
İslam ile bütünleşip İslam’ın değer ve hükümlerine uygun kurum ve yapılar
oluşturarak bu sorundan kurtulunabilineceğini göstermektir. Bunun içinde dinin
aslî kaynaklarına yönelip İslam’ın özüne aykırı olan gelenekleri ıslah etmek,
içtihadı yeniden etkin kılmak ve cehaleti yıkmak için kitlesel eğitime ağırlık
vermek gibi düşünceleri gerçekleştirmek gerekmektedir.[39]
İslamcılığın
kuruluşu hakkında farklı görüşler mevcuttur. Bunlardan birisi, İslamcılığın tamamen
olmasa da Islahat Fermanı’nın Müslümanlar aleyhinde oluşturduğu konjonktüre bir
tepki olarak ortaya çıktığı görüşüdür.[40]
Bir diğeri Hindistan’da şekillenip Osmanlı topraklarında 1870’li yıllarda
gücünü kazandığı görüşüdür.[41] Son olarak ta II. Meşrutiyetle tam olarak başlamasa da
gerçek bir fikir akımına bu dönemde ulaştığı görüşü[42]
mevcuttur. Aynı şekilde İslamcılığın kurucusu hakkında da farklı görüşler
ortaya çıkmış, bir kesim Cemaleddin Afgani’yi başka bir kesim de Namık Kemal’i
İslamcılığın kurucusu olarak göstermişlerdir.[43]
İslamcılık
hareketi; Mısır’da Cemaleddin Afgani ve onun talebesi Muhammed Abduh,
Hindistan’da Seyyid Ahmed Han ve Seyyid Emir Ali, Türkiye’de ise; Sırat-ı
Müstakim, Sebilürreşad, Beyânu’l-hak, İslam Mecmuası ve Volkan gibi gazete ve
dergilerde bir araya gelen kişilerin öncülüğünde ortaya çıkıp gelişmiştir.[44]
Ancak
günümüzde de ifade edilen ‘’İslamcılık’’ kavramı XIX. yüzyılda Osmanlı’da
ortaya çıkan akımın devamı veya bir uzantısı saymak doğru değildir. Çünkü ilk
başta İslam’ın ana ve genel esaslarını ön plana çıkartarak, ülkeyi geri
kalmışlıktan kurtarıp ilerlemeye götürecek bir fikir olarak görülmüştür. Ancak
son dönemlerde özellikle de 1970 sonrası dönemde İslamcı diye anılan aydınlar
çağın şartlarının değişmesiyle birlikte bu kavramı demokrasi, insan hakları
gibi siyasal terimlerle birlikte kullanmışlardır. Anlayış ve görüşlerini de bu
terimler etrafında şekillendirmişlerdir. [45]
Türkçülük
denilince ülkemizde çoğu insanın aklına Ziya Gökalp gelse de tarihte bilinen
ilk Türkçü Vani Mehmet Efendi’dir.[46]
Ziya Paşa ve Şinasi gibi Tanzimat edebiyatçıları ile Ali Suavi gibi
edebiyatçılar da Türkçülüğü savunmuşlardır. Ancak tüm bunlarla beraber bu akımı
bir çığır haline getiren Ahmed Vefik Paşa sayılmış, büyük bir etkinliği ile bu fikrin
öncüsü ise Ziya Gökalp olmuştur.[47] Tanzimat fermanının ardından Osmanlıcılık akımının
başarısız olmasıyla ortay çıkan bu akıma edebiyat alanında Mehmet Emin Yurdakul
öncülük etmiştir.[48]
Milliyetçilik akımının etkisiyle Osmanlı’da ortaya çıkan Türkçülük akımı XIX.
Yüzyılın sonlarında Osmanlı aydınları tarafından benimsenmiştir. Hatta
Türkçülük akımının sistemli bir şekilde savunulması 1910’lu yıllarda yani XX.
yüzyılın başlarında vuku bulmuştur. Bu da Osmanlı aydınlarının Avrupa’dan
etkilenmeleri sonucu olmuştur ki Avrupa’da milliyetçilik akımı ortaya çıkmadan
önce Osmanlı topraklarında böyle bir düşünceye rastlanılmamaktadır.[49] Bu alanda biraz önce de
bahsettiğimiz gibi ortaya koymuş olduğu etkinlik sonucu en fazla akla gelen
isim Ziya Gökalp olduğundan dolayı onun bu fikri akım hakkındaki bazı
görüşlerine yer vermemiz daha doğru olacaktır.
Ziya Gökalp’e
göre Türkçülüğün amacının; milliyetçilik duygularını harekete geçirerek dini ve
devleti kurtarmak olduğu söylenmektedir. [50]
Aynı zamanda Gökalp’e göre sömürgeye son verilerek bağımsızlığı kazanmanın ve
ilerlemenin de tek yolu milli bilinci uyandırıp kuvvetlendirmekten geçmektedir.
Gökalp tüm İslam âleminde buna ihtiyacın olduğunu söylemiştir.[51]
Yine ilerlemek
için batı medeniyetine ihtiyaç vardır. Gökalp’e göre dini ve vatani tehlikeler
karşısında ki tek çare ilimde, sanayide, askeri ve hukuki teşkilatlarda Avrupa
kadar ilerlemektir. Medeniyette Avrupa ile eşit dereceye gelmenin gerekli
olduğunu belirten Gökalp, bunun çaresinin de Avrupa medeniyetine tam bir suretle
girmek olduğunu beyan etmiştir. [52]
Doğu
medeniyeti ilerlemeye engel iken batı medeniyeti bunun tam tersi olarak
ilerlemenin sebebidir.[53] Ziya Gökalp’e göre din ve
medeniyet farklı kavramlar olmakla birlikte İslam’ın kendine özgü bir
medeniyeti bulunmamakta ve İslam medeniyeti denilen şeyin aslında genel olarak
Roma medeniyetini kapsayan şark medeniyeti olduğunu söylemektedir.[54] Yani Gökalp, nasılsa İslam
önceden bu medeniyetlerle birleşmiş bugünde batı medeniyetiyle birleşebilir
görüşündedir.
Buradaki İslam’ın
kendine özgü bir medeniyetinin olmaması gibi bazı düşünceler tartışmaya
açıktır. Ancak sonuç olarak anlatmak istediğimiz şey hem Ziya Gökalp hem de
Türkçülüğü savunan diğer isimler bazı farklı düşüncelerle bu akımı uygulamaya
çalışmışlardır. Ortak amaçları da devleti o gün ki durumundan kurtarıp
ilerlemesini sağlamak istemeleridir.
Batıcılık;
(Batılılaşma) genelde batı dışı ülkelerin özelde ise Osmanlı Devleti ve
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin Batı’nın sahip olduğu ileri seviyeye ulaşabilmek
için gerçekleştirmiş olduğu sosyal, siyasal ve kültürel hareketlere verilen
isimdir.[55] Batıcılıkla yakın anlamda
kullanılan batılılaşma tabirini temel olarak açıklayacak olursak; batının sahip
olduğu ve bu sayede ilerleme gösterdiği sistemini kendine örnek alarak geri
kalan ülke veya ulusların bu geri kalmışlığından kurtulma çabası diye
niteleyebiliriz.[56]
Batılılaşma
çabası gösteren ülkelerdeki aydınların bir kısmı batılılaşmayı batıyı olduğu
gibi anlamak olarak algılamış, bir kısmı da batıyı bir medeniyet olarak görüp
sadece onun maddi yönünü almanın yeterli olacağını düşünmüşlerdir. Osmanlı
aydınları da böyle bir ayrım yapmışlardır.[57]
Osmanlı’da batılılaşma hareketleri ilk olarak askeri alanda başlasa da devlet
eliyle yani resmi olarak Tanzimat Fermanı ile 1839 yılında başlamıştır.[58] Daha çok hukuki ve siyasi
alanı ilgilendiren bu fermanı; Islahat Fermanı, Kanun-i Esasi ile birlikte
Meşrutiyetin ilan edilmesi ve o dönemde açılan Mebusan Meclisinde Yahudi ve
Hıristiyan gibi Müslüman olmayan kimselerin yer alması gibi bir devlet
politikası diyebileceğimiz adımlar izlemiştir. [59]
Genç Osman, IV. Murat ve Köprülüler döneminde yapılan ilk ıslahat
girişimlerinde batılılaşmadan söz etmek mümkün değildir. Bu dönemde tamamen
devletin iç düzenine uygun kendine özgün düşüncelerle çözüm yolları aranmış ve
Batı’yı taklit düşüncesi meydana gelmemiştir. Hatta bunun aksine Osmanlı’daki
devlet adamları ve yöneticiler bu dönemde Batı’yı küçümseyici tavırlar
sergilemişlerdir.[60]
Daha çok II.
Meşrutiyet sonrasında ortaya çıkmış olan ve kısaca yenileşme hareketi
diyebileceğimiz batılılaşma o dönemde ‘’Garpçılık’’ olarak da
isimlendirilmiştir. II.
Meşrutiyet sonrasında oluşan serbest ortamda Garpçılık akımı daha fazla yayılma
imkânı bulmuş ve bu akımın öncüleri ise Abdullah Cevdet ve Celal Nuri
sayılmıştır. Bu akımın yayın organı olan ‘içtihat’ dergisinde yazılanlar
daha çok dini eleştiren bir türde olmuş ve bunun sonucunda bu dergi birçok kez
kapatılmıştır.[61]
İçtihat
dergisi yazarlarından olan Celal Nuri, İslam’ın bazı esaslarının değiştirilmesi
taraftarı olmuştur. Mesela faizin Kur’an’da geçen ‘’riba’’ kelimesiyle aynı
olmadığını riba’nın zulüm içerdiğini bu nedenle faizle aynı manada olmayıp
faizin meşru olduğu ve yasaklanmaması gerektiği görüşünü savunmuştur.[62] Kadınların örtünmesi konusunda
da eleştirilere yol açan ve kanaatimizce yanlış olan görüşlere yer vermiştir.
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye ’de Çağdaş Düşünce Tarihi adlı eserinde Celal
Nuri İleri’nin örtünme konusunda ki şu görüşlerine yer vermiştir: Ona göre
örtünme; kadının sosyalliğini engellemekte ve kadının dişi bir yaratık olduğu
anlayışını doğurmaktadır. İlkel devirlerde kadının örtünmesi gereklidir. Çünkü
o zamanlar kadın insan değil bir dişi olarak algılanmaktadır. Yani ona sadece
şehvet gözüyle bakılmaktaydı. Ama bu durum artık geçerli değildir. Kadın manevi
eğitimini aldıktan sonra örtünmesine gerek yoktur.
Çünkü örtünmek
kadını sosyal hayattan uzak tutup eve kapatır. Bunun önüne geçilmesi için
kadının açık gezinmesi ve örtünmemesi gereklidir.[63]
Her ne kadar
İslam medeniyetini batı medeniyeti karşısında geri kalmışlıktan kurtarma
çabaları doğru kabul edilse de bazı aydınlar özellikle Celal Nuri ve Abdullah
Cevdet gibi isimler bu uğurda verdikleri mücadelelerde görüş belirtirken bazı
yanlışlara kaydıkları görülmüştür. Yine batılılaşmayı savunan Rıza Tevfik gibi
diğer aydınlar ile İslamcılar tarafından eleştirilere tabi tutulmuşlardır.[64] Bu eleştirilerde özellikle
bazı konularda haklı gözükmektedirler. Örneğin kadının örtünmesi konusunda
fikir beyan eden Abdullah Cevdet ve Celal Nuri İleri gibi isimler olayı
sosyolojik boyuttan ele almışlardır. Dini boyutu görmezden gelmek haklı olarak
eleştirilmelerine neden olmuştur. Her ne kadar hakkında tartışmalar olsa da
Kur’an-ı Kerimde örtünme konusu geçmektedir. Bunu sadece sosyal hayat üzerinden
açıklamak kanaatimizce yanlış bir tutumdur.
SON
DÖNEM BAZI OSMANLI ÂLİMLERİ VE GERİLEME HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
ŞEYHÜLİSLÂM MUSA KAZIM (1858-1920)
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşamış olan Şeyhülislâm
Musa Kazım Efendi, çöküş dönemini bizzat yaşayan ve bu durumdan kurtulmak için
uğraş veren, aynı zamanda şeyhülislâmlık yapan âlimlerimizden birisidir.[65]
1858 yılında
Erzurum’un Tortum ilçesinde dünyaya gelen ve İbrahim Efendi’nin oğlu olan Musa
Kazım ilk eğitimini memleketinde almıştır. Daha sonra sırasıyla Balıkesir ve
İstanbul’da akrabası Nureddin Efendi ile Selahaddin Ali eş-Şuûri, Ali Lütfi
Efendi, Eşref Efendi, Hoca Şakir Efendi ve diğer hocalardan dersler almıştır.
1888-1889 yılında Ulûm-i Âliye ve Âliyye'den icazet aldıktan sonra Ruus
imtihanını kazanarak müderris olmuş ve Fatih Camiinde dersler vermeye
başlamıştır.[66]
Osmanlı
şeyhülislamlarından olan Musa Kazım, Mekteb-i Hukuk Mecelle muallimliği,
Mekteb-i Sultani akaid muallimliği, Darülfünun ve Darülmuallimin hocalığı gibi
görevlerde bulunmuştur. İttihat ve terakki liderlerinin tutuklanması sırasında
önce hapsedilmiş daha sonra ise sürgüne gönderilmiştir. Sürgün bulunduğu
Edirne’de 1920 yılında vefat edip buraya defnedilmiştir. Musa Kazım, meşrutiyetin
İslam’a uygun, doğru bir yol ve yararlı olduğu görüşündedir. Bu hususlarda
Manastırlı İsmail Hakkı, Mustafa Asım Efendi, İsmail Hakkı İzmirli, Hamdi
Efendi (Elmalılı), Sabri Efendi (Mustafa Sabri Efendi) gibi âlimlerle birlikte
İttihat ve Terakki cemiyetinin ilmiye şubesinde makaleler yazmıştır. Bunun
sonucunda şeyhülislamlıkla ödüllendirilmiştir.[67]
Batı karşısında aldığı tavır ve gerçek medeniyetin hakiki bir dinle ancak
kurulabileceği gibi görüşleri Musa Kazım’ın dönemindeki İslamcılarla aynı
çizgide olduğunu göstermiştir. Ancak şeyhülislamlık yaparken meşrutiyeti
savunması onun muhafazakâr İslamcılardan farklı bir düşüncede olduğunu ortaya
çıkarmıştır.[68]
Konumuzla
ilgisi açısından öncelikle Şeyhülislam Musa Kazım’ın medeniyet hakkındaki bazı
görüşlerine değineceğiz. Medeniyeti; ‘’bir şehirde bir köyde veya neresi
olursa olsun bir mahalde toplu olarak yaşamak”[69] şeklinde tanımlayan
Musa Kazım Efendi’ye göre her asırda bir medeniyet olsa da ‘’Medeniyet-i
Kamile’’ denilen yani tam mükemmel bir medeniyete ulaşmak her kavme nasip
olmamıştır der.[70] Kâmil medeniyeti de sadece bir
toplumun doğal ve matematik ilimlerde ilerlemesi ya da çeşitli teknolojiler
icat ederek büyükşehirlerde geniş caddelerde yüksek binalar yaparak yaşamaları
anlamına gelmediğini belirtmiştir. Medeniyetin asıl amacının ise halkın tümünün
refah ve saadet içerisinde yaşaması olduğunu açıklamıştır.[71]
Bunun yanında ilim fen ve çeşitli teknolojilerin en çok ilerlediği ülkelerde
ise bu medeniyetin asıl amacı olan refah ve saadete nail olanlar toplumun sadece
yüzde birini karşılıyor diyerek geri kalan halkın geçim sıkıntısı altında
ezildiğini anlatmaktadır.[72] Musa Kâzım’a göre gerçek
medeniyet insanlara her türlü mutluluk sebeplerini ve refahiyeti bahşeden bir
medeniyettir. Bu da her işte adaleti doğruluğu, yardımlaşmayı emreden hak din
ile kaim olur.[73]
Yine Musa
Kazım’a göre Yahudiler Hz. Musa'ya gönderilen Tevrat sayesinde Hristiyanlarda
Hz. İsa'ya gönderilen İncil sayesinde çeşitli medeniyet seviyelerini elde
etmişlerdir.[74] Hz. Muhammed de kendisine
gönderilen Kur’an-ı Kerim sayesinde cehaletin karanlığını yok ederek İslam
nuruyla yeryüzünü aydınlattığını anlatır. Kur'an'ı Kerim'in kıyamete kadar
insanların mutluluk ve rahatlığını yani saadet ve refahını sağlayacak hükümler
içerdiğini söyler.[75]
Musa Kazım, ‘’Hami-i
Medeniyet’’ (Medeniyetin Himaye Edicisi) adlı makalesinde, bir medeniyetin
devam edebilmesi ve sahih medeniyet niteliğine kavuşabilmesi için medeniyetin;
ilim, marifet, sanat ve ticaret ile ilişki içinde olması gerektiğini
belirtmiştir.[76] Ancak bu ilmin, marifetin,
sanatın ve ticaretin medeniyetin gelişmesi için tek başına yeterli olmayacağını
da belirtmiştir. Bunların hem semavi bir dinle hem de yüce bir ahlakla beraber
bulunması gerektiğini söylemiştir.[77]
Yani ilimde, fende, sanatta ve ticarette ne kadar başarılı olunursa olunsun,
ilahi bir din ve yüce bir ahlakla taçlandırılmazsa o medeniyetin çökeceğini
anlatmak istemiştir.
Yine
Avrupa'nın bugünkü ilerlemesine yalnızca ilim ve fen sayesinde değil de din ve
ahlak sayesinde ulaştığını belirten Musa Kazım ilerlemenin sadece ilim ve fenle
olmayacağını onu din ile kuvvetlendirerek sağlam ve yıkılmaz bir medeniyet
kurulacağını bizlere anlatmak istemiştir.[78]
Aynı zamanda Avrupa'nın belli bir süreden beri medeniyetin sağlam binası olan
yardımlaşma kuralında, bazı aksaklıkların olduğunu söyleyen Musa Kazım’a göre;
o kuvvetli esas dediği yardımlaşma, tümüyle yok olursa bu ilerleme doğal olarak
gerilemeye doğru inişe geçecektir. Ve yine bugün Avrupa'da dinsizlik etki
alanını çok genişletmemiş, eğer dinsizliğin etki alanı daha da genişlerse
Avrupa halkının ne hale geldiği görülecektir diyerek dinin insanın hem
medeniyet kurmasında hem ilerlemesinde büyük bir etken olduğunu vurgulamıştır.[79]
Medreselerin
ıslahı konusunda da görüş belirten Musa Kazım’a göre öncelikle ulemanın Arapça
öğrenmesi lazımdır. Kuran-ı Kerim’i iyi anlamak ve doğru meal etmek için dilin
önemine vurgu yapan Musa Kazım’a göre Arapçanın dışında batı dillerinden birini
öğrenmek de gereklidir.[80] Yeni ilimlerden medreselere en
az beş altı dersin konulması gerektiğini de söyleyen Musa Kazım, haşiye gibi
şimdiye kadar takip edilen usullerin değiştirilip kaldırılmasını savunmuştur.
Haşiye, Haşiye üzerine notlar gibi usulleri eleştiren Musa Kazım, bunun yerine
öncelikle dilin iyi bilinmesi gerektiğini savunur.[81]
Din ile dil meselesinin birbirine karıştırılmasını eleştiren Musa Kazım;
medreselerde dil öğrenimine yer verilmemesinden şikâyetçidir. Bazı insanların
Arapça dışında ki dilleri caiz olarak görmemelerini cehalet ve taassupla
nitelendirmiştir.[82] Musa Kazım; medreselerde
metinlerle beraber lügat ve edebiyatında okunması gerektiğini belirtir. Ayrıca
fıkıh, hadis ve tefsir gibi ilimlerin layıkıyla okunmadığını, onlara zaman
ayrılmadığını ve önem verilmediğini söyleyerek dert yanmıştır.[83]
günün
şartlarına göre görüşlerini belirten Musa Kazım’ın fikrinin çoğu günümüz içinde
geçerlidir. Bu başlık altında değerlendirecek olursak mesela dil meselesi
oldukça önemlidir. Bizden ileri medeniyetlerin veya ülkelerin iyi yönlerini
almak veya kendi kültürümüze uyarlamak istiyorsak önce onların dilini
öğrenmemiz gereklidir. Yine Arapçayı kutsallaştırıp diğer dilleri hafife almak
Musa Kazım’ın anlattığı gibi taassuba girmektedir. Tabii ki Arapça Kur’an’ın
indiği dil olduğu için önemlidir ve çok zengin ve mükemmel bir dildir. Ancak
diller arasında böyle bir ayrım yapmak Arapçadan başka bir dil öğrenmeme
sonucuna götürecekse işte bu cehalete yol açacaktır. Bu sebepten dolayı gerek
medreselerde gerekse diğer eğitim kuramlarında batı dillerinden en az birine
yer verilmelidir.
Sırat-ı
Müstakim ‘de de birçok makalesi bulunmakla birlikte;[84]
İslam'da Usul-i Meşveret ve Hürriyet, İslam 'da Cihad, Safvetü'l-beyan fi
tefsiri'l-Kur'an (ders verdiği Ahmed Mithat Efendi tarafından yazılarak bir
eser haline getirilmiş ve Bakara suresinin 73. ayetine kadar yapılan tefsiri
içermektedir.)[85] gibi eserleriyle de İslami
düşünceye katkılar sunmuş, Müslümanların neden geri kaldıkları hakkında -
ileride göreceğimiz üzere- çeşitli fikirler beyan etmiş ve bundan dolayı bu
çalışmamızda onun bu görüşlerinden faydalanmamıza neden olmuştur. Bunlar
dışında Şeyhülislam Musa Kazım’ın şu eserleri de mevcuttur:
Külliyât-ı Şeyhülislam Musa Kazım
El-Fetâvâ el-Kâzımiye fi Islâhi’l Fetâvâ
Tahkik-i Vahdet-i Vücûda Dair Bir Risâlenin Tercümesi
ilahiyat Şubesi ikinci Sınıfında Tedris Olunan Usûl-i
Fıkıh: (Hakikat ve Mecaz)
Yukarıda bahsettiğimiz Musa Kazım’ın eserlerinden bir kısmı
basılmış, bir kısmı ise yazma eser şeklindedir. [86]
Şeyhülislâm Musa
Kazım Efendi’ye Göre Müslümanların Gerileme Nedenleri
‘İslam
ilerlemeye engel değil bizzat onu teşvik eden bir dindir.’’ [87] Müslümanların şimdi
bu halde olması İslam’ın mahiyetiyle alakalı değil Müslümanların kendi
tembellik ve bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. İslam’ın ilk devirlerinde
İslam dininin özel bazı esaslarını dikkate alan başta Hz. Peygamber olmak üzere
sahabiler ve onları takip eden tabiindir. Onların önce Arap yarımadasını ve
ardından Çin’den Atlas okyanusuna kadar olan bölgeyi İslam’ın nuruyla nurlandırmalarının
sebebi Musa Kazım’a göre İslam dininin özel esaslarıdır. [88]
Bu esasları göz ardı etmişiz ki bugün veya Osmanlı’nın son dönemindeki geri
kalma durumuna gelmişiz. Bu esaslardan ilk önce ümmetin şurasını dile getiren
Musa Kazım daha sonra eşitlik, kardeşlik, ahlak, hürriyet gibi İslam’ın temel
prensipleri ve üzerinde önemle durduğu ilkeleri saymıştır. Bu esasları şu
şekilde sıralayabiliriz:
Bu husus
Kur’an-ı Kerim’de; ‘’İş konusunda onlarla müşavere et.’’ [89] ve ‘’ işleri aralarında
şûra ile olanlar..’[90]
ayetleriyle emredilmiş ve şûranın meşru oluşu da bu ayetlere dayandırılmıştır.[91]
Bu emre göre
Hz. Peygamber de ümmetin önemli işlerini bu şûra ilkesi gereği meşveret
sistemiyle halledip çözüme kavuşturmaya çalışmıştır. Ve ardından ashapta onun
yolunu takip ederek bu ilahi emre uyma faaliyetini göstermişlerdir. Ancak bu
sistem şimdiki ile aynı değildir. Çünkü o zamanki şûra üyeleri vazifelerini
şimdikiler gibi ücret alarak değil de vatan için bir mesele olarak görüp o
ciddiyetle yapıyorlardı. Şimdiki gibi bencillik ve menfaat olgusu ön planda
değildi.[92]
Aynı zamanda o
zamanın şûra-yı ümmeti şimdiki gibi saltanat hizmetinde özel bir mekânda
hazırlanan ve belli vakitlerde yapılan şura değildi. Bütün mahalle mescitleri,
namazgâhlar, Cuma ve Bayram camileri ve hacıların toplanma yeri olan Arafat
dağı gibi yerlerdi diyen Musa Kazım, o zamanın şûrasının yukarıda saydığı
sebepler ve günümüzdekinden farklı yönleriyle daha kıymetli olduğunu da
belirtmiştir.[93]
İslam’ın Temel Esaslarına Önem Vermeme (Adalet, Eşitlik,
Kardeşlik, Hürriyet)
Musa Kazım’a
göre de istisnası olmadan bütün Müslümanlar mutlak surette ve her hususta
adaleti icra etmeye ve zulümden sakınmaya dinen mecburdurlar. İslam dini
adaleti emretmekle birlikte zulme karşı da şiddet ve nefret göstermiştir. [94]
İslam’a göre
eşitlikten maksadın mutlak eşitlik olmayıp hak ve tüm muamelelerde bütün
insanların eşit sayılmasıdır. Bu da insanların hem mutluluğuna hem de refahına
yol açmasında neden olan bir esası teşkil etmektedir. İnsanlar kanun önünde
eşit olmalıdırlar ki hem hakları kaybolmayıp haklarına tecavüz edilmesin hem de
ilerleme ve medenileşme mümkün olsun. Yine Hz. Peygamber eşitlik ilkesine
tamamen riayet etmiş ve bunu kendinden sonra gelecek olan ümmete de
emretmiştir.[95] Biz de diğer önemli esaslar
gibi eşitlik ilkesini de tam manasıyla sağlarsak gerilemeden kurtulur,
ilerlemeye doğru bir adım daha atmış oluruz.
İslam dini
kardeşlik dinidir. Kur’an da bütün müminler ancak kardeştirler diye zikredilmiş
ve Müslümanların birbirini kardeş olarak görmesi ve bu muhabbetle birbirlerine
sevgi beslemeleri gerektiği belirtilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de; ‘’Mü'minler
ancak kardeştirler. ’’[96]
mealindeki Ayet-i Kerime’den anlaşılacağı üzere İslam dini inananlar arasında
kardeşliği savunmuş ve Hz. Peygamber’de hicret ettikten sonra Medine’de Ensar
ve Muhacirler arasında yaptığı kardeşliğe dayanan antlaşma ile bizlere
dinimizin kardeşlik esasına önem verdiğini göstermiştir.[97]
İslam’ın
hürriyet anlayışını akıl ve hikmette kabul etmekte ve bu hürriyet başkasının hakkına
tecavüz etmemek kaydıyla haksız bir muameleyi reddetmek ve herhangi bir hakkı
müdafaa etmektir. Bu hürriyet Hz. Peygamber zamanında da tam anlamıyla
uygulanmıştır. Herhangi biri haksız bulduğu bir konuyu her zaman Hz.
Peygamber’e sorup onun açıklamasını istiyordu ve bu hemen yapılıyordu. Yani
isteği kabul edilip açıklama gerçekleştiriliyordu. Peygamber’in halifesine de
aynı şekilde sorup cevap alınabiliyordu ve bu da İslam’ın anlayışındaki
hürriyet kavramıyla ilişkilendiriliyordu. Yine Hz. Ali’nin hilafeti sırasında
bir Yahudi Hz. Ali’ye dava açmış ve Hz. Ali ile Yahudi birlikte ayakta durarak
kadı önünde mahkemeleri icra olmuş ve netice Hz. Ali’nin aleyhine verilmiştir.
Bu durum da o zamandaki kimsenin dikkatini çekmemiş, çünkü böyle durumlar sıradan
ve alışılagelmiş işlerden sayılmıştır. [98]
[99]
İşte bizimde
bugün ihtiyacımız olan İslam’ın anlayışındaki hürriyeti toplumumuza aşılamak ve
İslam’ın bu esasına önem vererek ilerlemenin parçalarından birini daha yerine
oturtmak olmalıdır.
İslam’ın yine
özel esaslarından biri de kuvvetli olmaktır ki Kur’an-ı Kerim bunu ‘ ’Onlara
karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın.’’ "
ayeti ile Müslümanlara emretmiştir. Musa Kazım’a göre bu esas bütün
ilerlemelerin sebebi olan önemli bir esastır.[100]
Ve bir şeyin farz oluşu onu gerektiren ve ona bağlı olan şeyleri de farz haline
getirdiğinden kuvvet hazırlamanı farz oluşu onu gerektiren servet kazanmayı ve
yine servet kazanmak için de servet kazanmaya bağlı olan bilgi, sanat ve
ticaret vb. şeylerin farz olmasını beraberinde getirmektedir. Kuvvet zamana
göre değişiklik gösterir.
Düşmanla
mücadele etmek için eskiden yay kılıç ok gerekirken şimdilerde topa tüfeğe
mavzerlere karşı mücadele edemeyiz. Bizimde topa tüfeğe ateşli barutlara ve
ferese (at, beygir) sahip olmamız gerekir.[101]
diyen Musa Kazım; düşmanlarımızda hangi kuvvetler varsa bizimde onları temin
edip hazırlamamız gerektiğini ve bunun mutlak vacip ve farz olduğunu ancak
bunları hazırlamak içinde eğitimin şart olduğunu beyan etmiştir.[102]
Musa Kazım, bu
kuvveti hazırlamak nasıl farz ise bunun için gerekli olan ilim tahsil etmenin
de farz olduğunu belirtmiştir. Ancak bunun herkese değil ümmetin bir kısmının
yerine getirmesiyle yeterli olacağını söyleyerek farz-ı kifaye hükmünü
vermiştir. Fakat bu konuda hükümetin açtığı mektepleri de Avrupalılara gösteriş
olsun diye açtığını, aslında milletin ilerlemesini devletin istemediğini bu
yüzden mekteplerin de faydalı olmadığını dile getirerek hükümeti de
eleştirmiştir.[103]
Musa Kazım’a
göre hükümet baskısını rahatça sürdürmeye devam etmek için mekteplere önem
vermemiş ve milletin ilerlemesi için çalışmamıştır ve bu da dolaylı olarak
ilerlemeye engel olmuştur.[104] Tüm bunlara rağmen mektepleri
çirkin görmeyip yine çirkin göstermememiz gerektiğini söyleyen Musa Kazım;
bunun yerine herkesi mektepler açmaya teşvik etmenin gerektiğini, çünkü yaşanan
felaketlerin ve çekilen çilelerin hep cehalet yüzünde kaynaklandığını beyan
etmiştir.[105]
Düşmana karşı
hazırlanması gereken kuvvetlerden birinin hatta en birincisinin para olduğunu
söyleyen Musa Kazım; en büyük kuvvetin para ve servet olduğunu söyleyerek
servet sahibi olmanın da vacip olduğunu dile getirmiş ve para kazanıp servete
sahip olmanın yolunun da yine eğitimden geçtiğini ifade etmiştir.[106]
Asayişte bir
memlekette kuvvet ve servetin hâsıl olmasına etki eden faktörlerden biridir.
Çünkü asayiş olmazsa hiçbir şey sağlıklı yürümez ve hatta ibadet bile edilemez.
Bizde ne yazık ki bu konuda da eksiklikler vardır ve hiçbir zaman tam manada
asayiş sağlanamamıştır. Çünkü biz asayişin ne olduğunu tam anlamıyla bilmiyoruz
ve var sanıyoruz. Osmanlının her tarafında meydana gelen ihtilaller, dâhili
muharebeler ve eşkıyalık gibi nedenler asayişin tam manasıyla sağlanamadığını
göstermektedir. Yine bu asayişte cehaletten kaynaklanmakta ve bunu yok edecek
tek şey maarif yani eğitimdir. Musa Kazım; ‘’ işte görülüyor ki her şey için
evvela ilim maarif lazım. Ahaliyi bu meskenetten kurtarmak için ilimden,
maarifden başka çare yok. ’’ [107]
diyerek ilerlemenin kaynağını her açıdan eğitime bağlamıştır.
İslam’ın özel
esaslarını saydıktan sonra Musa Kazım; mezheplere ayrılmayı da Müslümanların
gerileme nedenleri arasında göstermiştir. Musa Kazım, Müslümanlar arası
ilişkilerde de her türlü taassuptan kaçınılması gerektiğini savunmuştur.
Müslümanlar arasındaki mezheplerin aslında ayrıntılarda ki farklılıklardan
meydana geldiğini, temel konularda ise bir ihtilafın olmadığını söylemiştir.[108]
Musa Kazım,
mezheplere ayrılmanın ve mezhep taassubu yapmanın Müslümanlar arasında ayrılığa
yol açıp onların gücünü dağıttığını söylemiştir. Eğer tüm Müslümanları
birleştirip ayrılığı engellemez isek Avrupalıların Müslümanları yutup ortadan
kaldıracağına ve tüm Müslümanların mahvolacağına dikkat çekmiştir.[109] Müslümanlar arasında oluşan
çeşitli mezheplerin aslında ayrıntılardaki farklılıktan kaynaklanıp temel
konularda bir ihtilafın olmadığını söyleyen Musa Kazım; bu ayrıntıları
büyütmememiz gerektiğini dile getirmekte buna örnek olarak Şafiileri göstermiş
ve onları kendimize düşman saymamalıyız demiştir.[110]
Bu
ayrılıkların aslında içtihadi konulardan kaynaklandığını her iki tarafında
delillerinin kati olmayıp zânni olduğuna dikkat çeken Musa Kazım, Şiiler ile
Sünniler arasındaki itikâdi ayrılığın bile giderilmesi gerektiğini söylemiştir.
Şiilerle Sünniler arasında düşmanlığın da şiddetli halini alan ayrılıklarının
kaldırılması gerektiğini söyleyerek hepimizin Müslüman olduğunu ister Şii ister
Sünni olsun La ilahe illallah Muhammed Resulullah deyip kendini Müslüman
sayanları ittihat dairesi içine alıp birleşmemiz gerektiğini söylemiştir.[111]
Hepimizin
Müslüman olduğuna dikkat çeken Musa Kazım, aramızdaki bu kavga nedir diye
sorarak bir meclisi münazara oluşturup kafamızdaki ihtilaflı meseleleri konuşup
halledelim deyip Müslümanların ayrılığının onlara zarar vereceğini birleşmenin
ise güçlü kılacağına tekrar vurgu yapmıştır. Allah’ın bize birliği emrettiğini
hatırlatan Musa Kazım Efendi; mezhepler arasındaki birbirini düşman gibi görme
olgusunu yıkmamız gerektiğine dikkat çekmiştir. Özellikle Şiiler hakkında onların
uleması ile görüşüp insanca konuşup anlaşabileceğimizi söylemiştir. İki tarafın
birbirini doğru yoldan çıkma ile itham etmesinin çocukça işler olduğuna dikkat
çekmiş ve bunun böyle şanlı bir ümmete yakışmayacağını dile getirmiştir.[112]
Özellikle
Şiiler ve Sünniler arasındaki ayrılık üzerinden konuyu anlatan Musa Kazım,
Müslümanlar arasında kuvvetin bu şekilde dağıldığını ve bunun da Müslümanların
çöküşüne neden olduğunu savunmuştur. Her iki ekolün de Kur’an okuyup Allah’ın
bir olduğuna ve Hz. Peygamber’e iman ettiğine dikkat çekmiştir. Ancak bunların
yanı sıra her iki mezhebin de birbirini batıl görmesinin faydanın aksine
Müslümanlara zara verdiğini belirtmiştir. Kendisinin Şii âlimlerden biriyle
yaptığı bir konuşmaya eserinde yer veren Musa Kazım, sonunda onun insafa
geldiğini anlatır.[113] İşte böyle saygı çerçevesinde
onlarla tartışarak onların insafa geleceğine eminim diyen Musa Kazım, bu
şekilde ayrılıkların ortadan kalkması gerektiğini savunmuştur. Ayrıca kelam
kitaplarımızın da düzeltilmesi gerektiğini belirterek çağımızdaki filozofların
ekollerini okuyup öğrenmemiz gerektiğini belirtmiştir. Böylece inançlarımıza
aykırı olan şeyleri saygı çerçevesinde tartışıp halletmeli ve ayrılığı ortadan
kaldırmalıyız demiştir.[114] Yoksa bu gerileme daha da
kötüleşecek ve Müslümanların sonunu getirecektir.
Gerileme
nedenleri dışında ilerlememiz için Avrupa’nın ilmini ve sanayisini almamız
gerektiğini belirten Musa Kazım, diğer birkaç âlim gibi bu düşüncesine
Japonya’yı örnek göstermiştir. Onlarda otuz sene önce bizim gibi sanayiden
habersizdi fakat Avrupa’nın sanayi ve ilmini alarak gözlerini açtılar ve kısa
sürede Avrupa ile eşit duruma gelip hatta bazı konularda onların önüne geçerek
herkesi kendilerine hayran bıraktılar demiştir. [115]
Bizimde bu şekilde yaparak ilerleyebileceğimizi söyleyen Musa Kazım; ancak
sadece ilim ve tekniği alıp diğer yönleri almamamız gerektiğini de beyan
etmiştir. Japonya’yı kendimize örnek alarak aynı şeyleri uygulayıp ilerlememiz
gerektiğini belirtirken Avrupa’nın ahlak ve yaşam tarzını almamamız gerektiğini
de vurgulamıştır. Çünkü eğer onların ahlak ve yaşam tarzını taklide kalkışırsak
değil ilerlemek daha da kötüye gidip mahvoluruz diyerek yalnız ilim ve
sanayinin alınması gerektiğine dikkatleri çekmiştir. Bir milletin ilim ve
sanayisini almanın da o kavmin ahlâk ve yaşam tarzını almak anlamına
gelmediğini de hatırlatmıştır.[116]
Bu konuda biz
de gerek eğitim gerekse toplum olarak çoğu ülkeye örnek olan Finlandiya’yı
gösterebiliriz. Kötü ve zor hallerde bulunan bir topluluk, bütün fertleriyle el
ele verip ülkeyi deyim yerindeyse mükemmel bir hale getirmişlerdir. Her Türk
gencinin okuması gereken bu kitap Grigory Petrov’un ‘’Beyaz Zambaklar
Ülkesinde’’ adlı eseridir.[117] Eser okunduğunda görülecektir
ki bir millet el ele verdikten sonra aşılamayacak zorluk kalmaz. Biz bugün hem
ülke olarak hem de Müslümanlar olarak din, dil, ırk, mezhep ve cinsiyet
farklılıklarını taassupla öne çıkartarak bulunmuş olduğumuz zor durumu daha da
güç hale getiriyoruz.
1863 yılında
hayata gözlerini açan Said Halim Paşa, Osmanlı’nın meşhur valilerinden Kavalalı
Mehmet Ali Paşa’nın torunu ve Osmanlı vezirlerinden Halim Paşa’nın oğludur.[118] İngilizce, Fransızca ve
Farsça dillerini öğrenen Said Halim Paşa Şura-yı Devlet üyeliği ve başkanlığı
yapmakla birlikte yaklaşık dört yıl kadar da sadrazamlık görevinde bulunmuştur.[119] Bunun dışında Rumeli
Beylerbeyliği, İstanbul Belediye Genel Meclisi ikinci başkanlığı yapmıştır.
Ayan meclisi üyeliği, İhtiyat-ı Milli adlı bir hayat sigortası şirketinin idare
heyeti başkanlığı, Cemiyet’i Tedrisiye-i İslamiye’nin başkanlığı, İstihlak-ı
Milli Cemiyeti’nin üyeliği, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel sekreterliği,
Hariciye Nazırlığı, Yeniköy Belediye Dairesi başkanı gibi farklı tarihlerde
çeşitli görevleri yerine getirmiştir. Said Halim Paşa; 1903 yılında Jön
Türklerle ilişkisi olduğu gerekçesiyle İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır. İkinci
Meşrutiyet’in ilanından sonra diğer ittihatçılarla birlikte tekrar İstanbul’a
dönmüştür.[120]
Mehmet Akif
Ersoy’un onun için ‘ ’ümmetin en büyük mütefekkirlerinden biri’’, dediği
söylenmekle birlikte yazmış olduğu eserlerden dolayı bu eserler insanı
tefekküre yani düşünmeye sevk eder diyen Celal Nuri ve Celal Bayar’ın tanımıyla
hem İslamcı hem ümmetçi bir devlet ve siyaset adamıdır. Derin bir fikri
düşünceye sahip olan Said Halim Paşa bu fikirlerini yazdığı eserlerle dile
getirmiş ve çoğu düşüncesine bugünde ihtiyacımız olduğunu bizlere göstermiştir.
Hiç savaş taraftarı olmasa da 1919 yılında savaşın sorumlusu olarak Malta’ya
sürgüne gönderilen Said Halim Paşa buradan Roma’ya yerleşmiş ve burada bir
Ermeni terörist tarafından 1921 yılında şehit edilmiştir.[121]
Ahmet Özalp; Celal Nuri’nin görüşlerine göre Avrupa’yı batılılardan daha iyi
bilen Said Halim Paşa’nın İslam toplumunda ki batılılaşma hareketlerine
şiddetle karşı çıktığını belirtmiştir.[122]
Yine Ahmet
Özalp’ın anlattığına göre Celal Nuri, Alafranga yani batı denen şeyin ne kadar
modadan düştüğünü Said Halim Paşa kadar anlayana az rastlanır[123] demiştir. Böylece onun batıyı
ne kadar iyi tanıdığına ve tanımayla kalmayıp onlar gibi olma arzusunun boş ve
gereksiz olduğunu savunduğuna dikkat çekmiştir. Özalp, Said Halim Paşa için o,
İslam dünyasındaki sorunlar üzerinde de durmuş ve bunları hem neden ve
sonuçlarıyla açıklayarak gözler önüne sermiş hem de akılcı ve isabetli çözümler
sunmuştur. Ve günümüzde de gündemi meşgul eden ve çözümsüz gibi görünen,
tartışmalara yol açan meselelere ta o zamandan çözümler üretmesi onun
kişiliğinin dikkat çeken taraflarından biri olmuştur demektedir.[124]
Hacim olarak
küçük olsa da anlattığı şeyler bakımından geniş bir düşünce ortaya çıkaran[125] Said Halim Paşa’nın
eserlerini verirken onları tek tek açıklamadan sadece isimlerini vermekle
yetineceğiz ki bunun nedeni de zaten onun Müslümanların geri kalmasına neden
olan etmenleri maddeler halinde sıralarken bu eserlerden bahsedeceğimiz
içindir. Bu eserler;
İslam Dünyasının Çöküşü Üzerine Bir Deneme
İslam Toplumunda Siyasal Kurumlar
Olmak üzere
bütün eserleri toplanarak, anlaşılır bir dil ve üslupla tek kitap haline
getirilip Ahmet Özalp tarafından Said Halim Paşa Bütün Eserleri adıyla
2015 yılında yayımlanmıştır.[126]
• Bunun dışında tamamlayamadığı, ancak
bir bölümünün Sebilürreşad dergisinin 29 Haziran 1922 tarihli sayısında “Türkiye’nin
Harb-i Umumiye
iştirakindeki
Sebepler ’’ başlığı ile yayınlandığı ‘Hatıraları’’,
Malta’ da sürgünde iken Amerika Birleşik Devletleri Başkanı
Thomas Woodrom Wilson, İngiltere Başbakanı Loyd George ve Fransa Başkanı
Clemencea’ya gönderdiği 38 sayfadan oluşan ‘Mektupları’’,
1933 yılında da ‘’Harp Kabineleri’nin İsticvabı’’
adıyla yayınlanan kitapta bir bölüm olarak yer alan ve birinci Dünya
Savaş’ından Osmanlının yenilgiyle ayrılması üzerine diğer üyelerle birlikte
Yüce Divan’da yargılanmış ve divanın sorduğu sorulara verdiği cevapları içeren;
‘’Dîvân-ı Âlî Suallerine Yazılı Olarak Verilen Cevaplar’’ adlı
eserleride vardır.[127]
Said Halim Paşa’ya Göre Müslümanların Gerileme
Nedenleri
Şeriatın Hâkim Kılınamaması
Said Halim
Paşa, İslam’ın tüm toplumsal yapısının ancak şeriatın egemenliği ilkesi altında
kurulu olduğunu ve gerçek İslam toplumunun da sadece bu egemenliğe boyun eğen
toplum olduğunu dile getirmiştir. Şeriatı da peygamber tarafından bizlere
tebliğ edilen ve insanların mutlu olmasının da buna bağlı olduğu ahlaki ve
toplumsal birtakım doğal gerçeklerin toplamı olarak tanımlamıştır. Şeriatın
egemenliğinin lazım geldiğini söyleyerek; şeriatın egemenliğinin de insanın
keyif ve iradesine bağlı olmadan doğal ve değişmeyen ahlaki ve toplumsal yasaların
egemenliği demek[128] olduğunu beyan etmiştir.
Böylece İslam’da şeriatın egemenliğini kurarak hakiki manada insanlığa eşitlik,
özgürlük gibi kavramların ilkelerini ortaya koymuştur.[129]
Osmanlı’nın
son dönemlerinde ortaya çıkan ve batıdan örnek alınarak uygulanan milli
iradenin de nasıl uygulanması gerektiğini de açıklayan Halim Paşa, milli
iradenin İslam toplumuna aynen batıdaki gibi uymayacağını, milli iradenin
şeriatın emri altında uygulanırsa daha doğru olacağını söylemiştir.[130] Milli irade şeriatın hâkimiyeti
altında varlığını kabul ettirmelidir. Çünkü şeriat Allah’ın Peygamber
aracılığıyla bizlere ilettiği ilahi kanunlardır. Milli irade ise’’kuvvetli bir
azınlığın sesinden başka bir şey değildir.’’[131]
Diyen Halim Paşa aynı zamanda bütün güçlük ve zorluklara rağmen ortaya
çıkarılan milli iradenin yanlış olmadığını ve ona saygı gösterilmesi
gerektiğini söyleyerek şeriatın kendisine gösterdiği kurallara boyun eğmek
zorunda olduğunu da bildirmiştir. Çünkü şeriat öyle bir sosyal yapı oluşturuyor
ki bu yapıda eşitlik adalet hürriyet, kardeşlik, insani dayanışma ve
yardımlaşmanın olduğu bir medeniyet kurup bu düzeni benzeri görülmeyen bir
saadetle yaşatıyor insanları. Nitekim Müslümanlar gerek yükselme gerekse
gerileme dönemlerinde hep şeraite uymaya özen göstermişlerdir. Bu sistemle
asırlarca çeşitli kıtalardaki farklı ırklara mensup insanlardan oluşan yaklaşık
400 milyon insanı İslami bir aile gibi birleştirmiştir. Ve bu şeraite uymada
insanı sürekli ilerlemeye ve gelişmeye emretmekten geri durmamıştır.[132]
Yani sonuç
olarak söyleyecek olursak; Halim Paşa’ya göre birinci sırada şeriat, ikinci
sırada ise milli irade gelmekte ve milli irade de şeriatın hâkimiyeti altında
kendini gerçekleştirmelidir. Çünkü değişmez ve hakiki olan kanunlar şeraitte
mevcut bulunmakta, milli irade ise insana bağlı olduğu için her zaman değişmez
ve hakiki doğruluklar içermemektedir. O yüzden de milli irade şeriatın altında
yani ikinci sırada kendine yer bulmalıdır. Bunun dayanağını, Halim Paşa’nın
yukarıda belirttiğimiz kendi ifadelerinden anlamaktayız. Bu ifadelerin temel
iddiası İslam’ın koymuş olduğu kurallar anlamına da gelen şeraitin daima
insanların iyiliğine, ilerlemesine ve mutluluğuna yol açan kurallar olmasıdır.
Şeriat
konusunda ilerde değineceğimiz üzere Babanzâde Ahmed Naim’de benzer görüşler
içerisindedir. Müslümanların gerilemesini şeriate muhalefet başlığı altında
toplayarak kendi fikrine göre nedenlerini sıralamıştır.
Halim Paşa; ‘'Taklitçiliğimiz’’
başlığı altında kaleme almış olduğu eserde bu mevzuyu güzel bir şekilde
anlatmaktadır. Bizde onun düşüncelerini kısa ve öz olarak vermeye çalışacağız.
Said Halim Paşa’ya göre; bizim batıyı taklitçiliğimiz aslında körü körüne bir
taklitten meydana gelmekte ve bu da bizim ilerlemek için başvurduğumuz batı
medeniyetini örnek alma kaidesinin hem yanlış anlaşılmasına hem de başarısız
olmasına neden olmaktadır. Esasen doğu ve batı medeniyeti birbirinden çok
farklıdır. İslam’ın esaslarına göre yaşayan doğu medeniyeti ile sonradan ortaya
çıkan ilke ve uygulamalarıyla ilerleme gösteren batı medeniyeti arasında mevcut
olan farklılıklar bu iki medeniyetten birinin diğerini taklit ederek aynı
başarıyı yakalayamayacağının nedeni olmaktadır. Bunlar hem toplumsal hem de
siyasal alanda kendini göstermekte ve biz bu ikisine de aynı şeyi uygulayarak
yanlış yapmaktayız. Toplumsal alandan örnek verecek olursak; batının
demokrasisini aynı şekliyle uygulamak bizim yanlışlarımızdan biridir. Çünkü biz
İslam gereği zaten doğuştan demokratik haklara sahip bir milletiz. Ancak batı
kendi içindeki değişimler ve yaşadığı bazı olaylar sonucu demokrasiye kavuşmuş
ve bunu uygulayarak gelişme göstermiştir.[133]
Aynı şekilde
siyasi alan içinde bu geçerlidir. Batı’nın yüzyıllarca derebeylikle yönetilmesi
sonucu siyasal partiler kurulmuş ve bu sayede özgür bir ortama kavuşmuşlardır.
Ancak bizde eşitlik, özgürlük gibi kavramlar zaten var olduğundan siyasi
partiler kurmamız daha çok ayrılığa düşmemize neden olmuştur. Yine Batı’da
milletvekilliği siyasi partilerin kurulması sonucunu oluştururken biz de
milletvekilleri siyasi partiler kurmuş ve durum tam tersine dönüşmüştür. Ayrıca
partiler ve vekiller arasında kin nefret duygusu artarak geleceğimiz için
olumsuz bir sonuç doğurmuştur.[134]
Bizim aslında
batıdan alacağımız şey onların uyguladıkları yöntem değil ortaya koymuş oldukları
ilkelerdir diyen Halim Paşa’ya göre asıl imrenilecek şey batının çalışma
biçimleri, eğitim yöntemleri ve özverili yurtseverlikleridir.[135] Bu ilkeleri belirledikten
sonra kendi yöntemlerimizle onları uygulamak daha yerinde ve doğru bir karar
olacaktır.
Bugünkü
geriliğimizin aslında varmak istediğimiz hedefin ne olduğunu bilmememiz sonucu
kaynaklandığını söyleyen Halim Paşa; yükselmek için Batı medeniyetine ihtiyaç
duyduğumuzu ancak bunun sonucunda mutlaka batılılaşmamız ve her bakımdan
Batı’yı taklit etmeye mecbur olduğumuz gibi yanlış anlayışların ortaya
çıktığını dile getirmiştir.[136] Taklitçiliğin zararlı
sonuçlar doğuracağını sürekli dile getiren Said Halim Paşa, Batı Medeniyetinin
sadece bilimini almamız gerektiğini belirtir. Onların ahlakı, yaşayış şekilleri
gibi kültürümüze uymayan şeyleri almamamız gerektiğini defaatle vurgulamıştır. [137]
Sonuç olarak
diyeceğimiz şey batının dış görünüşüne aldanıp onları olduğu gibi kendi
kültürümüze almak bire bir taklitten başka bir şey olmadığı gibi bunu yapmanın da
bize onlara verdiği aynı sonucu vermeyeceğidir. Yani gerilememizin önüne geçip
bize ilerlemeyi sağlayamayacağıdır. Çünkü her milletin ve devletin bir kültürü,
gelenek ve görenekleri vardır. Bazı şeyleri alırken var olan bu gelenek,
görenek ve kültür içinde harmanlamak, yoğurmak ve ona göre şekil vermek
gerekir. Yoksa direkt olarak almanın bir faydası olmayacak ve tabiri caizse
pişmiş aşa su katmak deyimine yol açıp, yemeğin yani kültürün ve medeniyetin
tadını bozacaktır.
Halim Paşa’ya
göre İslam’a isabet edecek felaketlerin en dehşetlisinin cehalet ve bilgisizlik
olduğunu Hz. Peygamber’in bize haber verdiğini belirterek[138]
şunları söylemiştir: Müslümanların gerilemesinin nedenlerinden biri de son
zamanlarda ilerlemeyle kesin olarak çelişen insana fayda vermeyen boş ilimlerin
ortaya çıkmasıdır. İnsanların da bu ilimlerle ilgilenip buna da Hz.
Peygamber’in bize hiç durmadan ilim ve irfan yolunda araştırma yapmamızı
emretmesini gerekçe olarak gösteriyorlar. Ancak peygamberimizin bize emrettiği
çalışma alanı olacak ilim ve irfan tabiatın sırlarına vakıf olma ve onları
keşfetme açısından aynı zamanda şeriata da uygun düşen ilimlerle meşgul olmak
ve bu yolda durmadan çalışmaktır. Yoksa diğer anlamda insana boş ve fayda
vermeyen ilerlemeyle çelişkili olduğu mutlak olarak görülen ilimler değildir.
Ancak ne yazık ki bu hata, bunu yanlış anlayan bazı âlimlerle birlikte az
zamanda bütün İslam dünyasına yayılıp hâkim oldu. Ve bu nedenle Müslümanlar
istiklallerini müdafaa etmede muhtaç oldukları saadet ve maddi üstünlüklerini
temin etmekten yavaş yavaş uzaklaşmış kendi elleriyle iktisadi ve siyasi
mahrumiyetlerini hazırlamışlardır.[139]
Dün de bugün
de ilerlememiz ve gelişmemizi engelleyen eksikliğimizin bilgisizliğimiz
olduğunu belirten Halim Paşa, bu bilgisizliğimizin bir eski bir de yeni biçimi
olduğunu söyler.[140] Eski biçim bilgisizliğimizin;
düşünce ve deney alanında yapılan ilerlemelere bizim ilgisiz kalmamız olduğunu
tespit eden Halim Paşa, yeni biçim bilgisizliğimizin ise; geçmişte tamamen
ilgisiz kaldığımız bu bilgileri şimdi eksik ve az bir biçimde öğrenmemizden
kaynaklandığını söylemiştir. Şimdiki bu bilgisizliğin ayırt edici özelliği ise
onun yanlış malumatlardan oluştuğu için yanıltıcı bir zarla örtülüp bilgiye
benzemiştir. Halim Paşa, buna sahte bilgi adını verip bu sahte bilginin bizim
yararlı ve gelişmemizi sağlayacak girişimlere engel olduğunu, dünyanın gözünde
değerimizi düşürdüğünü ve yeteneksiz olduğumuz algısına neden olduğunu
belirtmektedir. Yani kısaca bu bilgiye benzeyen sahte bilginin, bilgisizliklerin
en zararlısı olduğunu belirtmiştir.[141]
Müslüman
milletlerin içinde bulunmuş olduğu gerileme ve çökmeye rağmen batılı
milletlerden daha bahtiyar olduklarını söyleyen Halim Paşa, bunu sınıf ve zümre
ayrımından ortaya çıkan kin, milliyetçilik gibi İslam toplumlarında olmayıp
batıda bulunan bu olgulara bağlamıştır. Ancak bununla birlikte maddi açıdan
karşılaştırdığımız zaman aynı durumun tam tersini göreceğimizi söyleyen Halim
Paşa, iktisadi açıdan baktığımızda durumun batının lehine çıkacağını
söylemiştir.[142] ‘ ’Hiç şüphesiz İslam
dünyasının gerilemesi maddi şartlarının sükûtundan ve ortadan kalkmasından
meydana gelmiştir.’’[143]
diyen Halim Paşa, bunu da maddi refahı sağlayacak şeylerin yeteri kadar
bilinmemesine yani dolayısıyla bilgisizliğe bağlamaktadır.
Maddi güç ve
mutluluğa sahip olmak doğanın insanlara sağlamış olduğu sayısız nimetlerden
yararlanma yolunu bilenlerle mümkün olacağını, bunlardan yararlanmak için de
tabiatın kanunlarını bilmek gerektiğini, bunları bilmenin yolunun da ilim ve
fen ile olacağını belirten Halim Paşa’ya göre hem maddi güç hem de saadetin
kaynağı bilgidir. Bu bilgide insanlara sonsuz hizmet veren tabiatı ve onun
kanunlarını bilmektir. Ancak bu kanunlardan çıkan fen ve ilimi tanıyarak
Müslümanlar ilerlemeyi sağlayabilir diyen Said Halim Paşa fenni ilimlere önem
vermenin gerekliliğini anlatarak bu ilimlerin Müslümanları ilerlemeye sevk
edeceğini, bunlardan mahrum kaldığı için onların geri kaldığını dile
getirmiştir.[144]
Peygamberimizin
bizlere verdiği haberde İslamiyet’e isabet edecek en şiddetli felaketin cehalet
ve bilgisizlik olduğunu hatırlatan Halim Paşa, Müslümanların geri kalmasının
nedenlerinden birinin maddi açıdan geri kalmalarını sayarken bunu engellemenin
yolunu da ilim ve fen’e yani cahilliğin ve bilgisizliğin giderilmesine
bağlamıştır. [145]
Batılı
milletlerin ekonomik çıkarlar uğruna ahlaki ve sosyal meselelerden
vazgeçtiklerini belirten Halim Paşa, eskiden insanlığın saadeti için ahlak ve
sosyal meseleler daha önemli iken batı iktisadi meseleleri diğerlerinin zararına
ön plana çıkardığını söylemektedir.[146]
Bizim onlar gibi yapmayarak iktisadi esaslarımızı şeraitin altında yeniden
düzenlememiz gerektiğini ancak bu yolla batının yapmış olduğu yanlış ve hatayı
düzeltebileceğimizi, bunun içinde fıkha başvurmamız gerektiğini belirtmektedir.[147]
ŞEHBENDERZÂDE
FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1865-1914)
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi, Osmanlının son döneminde yetişmiş âlimlerimizden
birisidir. Filibeli, bugün Bulgaristan sınırları içerisinde yer alan ve ismi
Plovdiv olarak bilinen Filibe’de 1865 yılında dünyaya gelmiştir. Filibeli,
babasının bir şehbender olması sebebiyle Şehbenderzâde diye de anılmıştır.[148] Şehbender; ilk zamanlarda
Osmanlılarda tüccarlar arasındaki ihtilafları çözmek için görevlendirilmiş dış
temsilcileri ifade eden bir kavramken daha sonraları dış temsilcilik görevi
yapan ‘’konsolos’’ anlamında kullanılmıştır.[149]
Galatasaray Mekteb-i Sultanisinden mezun olduktan sonra 1890 yılında sırasıyla
Posta ve Telgraf ile Duyun-u Umumiye Nezaretlerinde çalışmaya başlamıştır. Daha
sonra görev için gittiği Beyrut’ta Jön Türklerle temas kurmuş ve ardından
Mısır’a kaçıp oradaki Jön Türklerin kurduğu Terakki-i Osmani Cemiyeti'ne
katılmıştır.[150] ’Çaylak’ adıyla mizahi bir
dergi de çıkaran Filibeli; 1901 yılında İstanbul’a döndüğünde tutuklanıp
Fizan’a sürgüne gönderilmiştir. Sürgünde iken tasavvufa ve Senusilik hareketine
ilgi duyup Arusi tarikatına intisap ettiği söylenmektedir. 1908 yılında
Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle tekrar İstanbul’a dönmüş ve burada Cem'iyyet-i
Tedrisiyye-i İslamiyye üyeliğinde bulunup Daru’l Fünun’da felsefe müderrrisliği
görevinde bulunmuştur. Ayrıca kısa bir süreliğine yayımladığı İttihad-ı İslam
adlı haftalık siyasi gazetede çıkarmıştır.[151]
İttihad-ı
İslam, İkdam, Şehbal, Yeni Tasvir-i Efkâr ve Sırat-ı Müstakim gibi çeşitli
dergi ve gazetelerde siyasi ve felsefi yazılar yazan Filibeli, önceleri İttihat
ve Terakki Cemiyeti’ni desteklese de II. Meşrutiyetten sonra İttihat ve
Terakki’nin yanlış bulduğu yanlarını ağır bir dille eleştirmiştir. Aynı zamanda
bu eleştirilerini muhalefette olan Hürriyet ve İtilaf Fırkasına da
yöneltmiştir. Bunun neticesinde hem bu ağır eleştirileri hem de Siyonizm ve
masonluğa yaptığı tenkitler nedeniyle yayımladığı gazete ve dergiler sık sık
kapatılmıştır. En son ise yayımladığı gazete ve dergilerin basımını yapmak için
kendisinin kurmuş olduğu ‘’Hikmet Matbaa-i İslamiyyesi’’ adlı matbaada
kapatılıp kendisi de önce Kastamonu’ya daha sonra da Bursa’ya sürgüne
gönderilmiştir. Af çıkıp sürgünden İstanbul’a döndükten kısa bir süre sonra ise
30 Ekim 1914 tarihinde vefat etmiştir. Ölümü bakır zehirlenmesi sonucu
gerçekleşti denilse de özellikle masonlara yaptığı eleştirileri yayınlaması
gibi nedenlerden dolayı masonların komplosuyla öldürüldüğünü iddia edenler de
olmuştur.[152]
Filibeli’nin
eserlerine bakacak olursak; başta siyaset olmak üzere felsefe, tasavvuf, kelam,
tarih alanlarında meşgul olmakla birlikte şiir roman, tiyatro türünde eserlerde
yazmıştır. Ancak eserlerinde üzerinde daha çok durduğu konular; Batılılaşma hareketi,
İslam dünyasında da etkisini gösteren batı kaynaklı materyalizm, pozitivizm
gibi inkârcılığa yol açan akımlar ve dini ilimlerde yenilik ile Müslümanlar
arasında siyasi birliğin sağlanması gibi hususlardır.[153]
Bunlar haricinde onun en ünlü ve önemli eserlerini sıralayacak olursak benim
kanaatimce ilk sıraya yerleştireceğimiz eseri ‘ ’Tarih-i Islam’’dır.
Çünkü bu eserin yazılış amacı farklıdır. Hollandalı müsteşrik olan Dozy’nin
yazmış olduğu, Abdullah Cevdet’in de tercüme ettiği, içinde Kur’an ve Hz. Peygamber
hakkında aşağılayıcı ifadeler bulunan ‘Tarih-i İslamiyyet’ adlı kitabı tenkit
etmek amacı gütmektedir. Yine inkârcılarla mücadele bâbında kelam alanıyla da
ilişkilendirilecek eserleri de büyük bir önem teşkil etmektedir. ‘’Allah’ı
Inkâr Mümkün müdür? Yahut Huzur-i Fende Mesalik-i Küfür’ ’, ‘’Huzur-i Akl ü
Fende Maddiyyun Meslek-i Dalaleti’ ’ gibi eserleri buna örnek teşkil
etmektedir.[154] Bu eserleriyle Filibeli o
dönemde inkârcılığa cevaplar vermektedir.
Yayımlanmasından
itibaren büyük ilgi gören ve bir gencin iç huzur arayışıyla yaşadığı tasavvufi
macerayı ve yaptığı manevi seyahati anlatan bir tasavvufi-felsefi roman olan ‘’Amak-ı
Hayal’’ ile Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini anlatan ‘ ’Öksüz
Turgut’’ adlı romanları da mevcuttur.[155]
Filibeli’nin
biraz sonra vereceğimiz eserlerine bakacak olursak bazı eserlerini yazarken; ‘Kalender
Geda’, ‘Şeyh Mihr-i Din Arusi ’, ‘Özdemir’ gibi farklı mahlaslarla
yazdığını görmekteyiz. Bunun nedenini araştırdığımızda genel olarak şu kanaate
vardık. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Filibeli’nin çıkarmış olduğu dergi ve
gazeteler birçok kez kapatılmıştır. O da yayın hayatına devam etmek için yeni
isimlerde dergi ve gazeteler çıkarmıştır. Çıkarmış olduğu bu yayım
organlarındaki yazılarında da farklı mahlaslar kullanmıştır.[156] Mesela Hikmet adlı dergide ki
yazılarında Şeyh Mihr-i Din Arusi mahlasını kullanmıştır. Bunun nedeni yüksek
ihtimalle; Filibeli’nin Şâzeliyye tarikatının Arûsiye koluna intisap etmesinden
kaynaklıdır. Toplamda yüzlerce eseri bulunan Filibeli’nin yayımlanan,
yayımlanmayıp tefrika halinde kalan ve ona nisbet edildiği halde bulunamayan
eserleri mevcuttur. Bunları karışık halde şu şekilde sıralayabiliriz:
Senusiler ve On üçüncü Asrın Büyük Mütefekkir-i
Islamisi Seyyid Muhammed es-Senusi (1325- İkdam Matbaası)
Amak-ı Hayal (1326- Giridi Ahmed Saki Matbaası)
Öksüz Turgut (1326- Hikmet Matbaa-i İslamiyesi)
Vay Kız Bekçiyi Seviyor (1326- Matbaa-i Ebu’z- Ziya-
Kalender Geda mahlasıyla yayımlanmıştır.)
Müslümanlar Dinleyiniz (1326- Matbaa-i Ebu’z- Ziya -
Şeyh Mihr-i Din Arusi mahlasıyla yayımlanmıştır.)
İstibdadın Vahşetleri yahut Bir Fedakarın Ölümü (1326 -
Müşterekü’l- Menfa’a Osmanlı Şirketi Matbaası)
Tarih-i İslam (1326 ve 1327- HikmetMatbaa-i İslamiyesi-
I-II Cilt)
Allah-ı İnkâr Mümkün müdür? YahudHuzur-ı Fende Mesalik-i
Küfür (1327- Hikmet Matbaa-i İslamiyesi)
İlm-i Ahval-i Ruh (1327- Hikmet Matbaa-i İslamiyesi
-Darü’lfünun’da psikoloji ders kitabı olarak okutulmuştur.)
Yirminci Asırda Alem-i İslam ve Avrupa: Müslümanlara
Rehber-i Siyaset (1327- Hikmet Matbaa-i İslamiyesi)
Akvam-ı Cihan (1329 - Matbaa-i Hikmet- iki cüzden
oluşur. Birinci cüzü “Asya” ikinci cüzü “Afrika” akvamı ile ilgilidir. Hikmet
gazetesi tarafından
okuyuculara
verilmiştir.101)
Hangi Meslek-i
Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? Darü ’lfünun Efendilerine Tahriri
Bir
Konferans (1329- Hikmet Matbaa-i İslamiyesi)
13) Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor? (1329- Hikmet Matbaa-i
İslamiyesi - Özdemir mahlasıyla yayımlanmıştır.)
Türk Armağanı (1330- Hikmet Matbaa-i İslamiyesi -
Özdemir mahlasıyla yayımlanmıştır.)
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Nebimizi Bilelim (1331-
Hikmet Matbaa-i İslamiyesi - Şeyh Mihr-i Din Arusi mahlasıyla yayımlanmıştır.)
Muhalefetin İflası (1331- Hikmet Matbaa-i İslamiyesi)
İki Gavs-ıEnam Abdülkadir ve Abdüsselam
(1331-HikmetMatbaa-iİslamiyesi
Şeyh Mihr-i
Din Arusi mahlasıyla yayımlanmıştır.)
Üss-i İslam (1332- Hikmet Matbaa-i İslamiyesi)
Huzur-ı Akl-ü Fende Maddiyyun Meslek-i Dalaleti (1332-
Hikmet Matbaa-i İslamiyesi) [157]
Aşk-ı Bala - Hikmet gazetesinde tefrika edilmiş bir
oyundur. (Eser yarım kalmıştır.)
Melekzade Ailesi - İttihad-ı İslam gazetesinde tefrika
edilmiştir. (Eser yarım kalmıştır.)
Bektaşiler ve Heyet-i İctimaiye-i Osmaniye - Hikmet
gazetesinde tefrika edilmiştir.
Baş Belası Üç Jöntürk yahud Feylesof İbiş- Coşkun
Kalender’de tefrika edilmiştir.
Batıniler, İblis İzzettin Behmen - Hikmet gazetesinde
tefrika edilmiştir. (Eser yarım kalmıştır.)
Tasavvuf-ı İslami ve Fünun-u Cedide ve Felsefe - Hikmet
gazetesinde tefrika edilmiştir.
Yaşasın Bad-ı
Saba - Coşkun Kalender’de tefrika edilmiştir.
Imam-ı Gazzali’nin
Mühim Bir Eseri Kitab-ı Maznun bihi ala gayr-ı ehlihi - Hikmet gazetesinde
tefrika edilmiştir. [158] Bu eserler dışında Filibeli
Ahmed Hilmi’ye nispet edildiği halde bulunamayan eserleri ise;
Yer, Gök, İnsan
adlı eserlerdir.[159]
Ayrıca
kendisinin çıkardığı ve yazılarının yayımlandığı birçok gazetede mevcuttur.
Bunları da şöyle sıralayabiliriz: İkdam, Tonguç, Necat, Yeni Tasvir-i Efkâr,
Sırat-ı Müstakim, Şehbal ve Teşrih. [160]
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’ye Göre
Müslümanların Gerileme
‘’Bir
topluluk, çöküntü ve gerileme sebeplerini bilmedikçe, ilerleme ve yükselme
sebeplerini hazırlayamaz.’’[161]
diyen Filibeli ’ye göre İslam toplumunun bu durumda olmasına etki eden birçok
sebep mevcuttur. Ancak bunu iki önemli kısma ayırmıştır. Birincisi;
‘’durgunluk, ilerlemeye düşmanlık, gelişme fikrine karşı gösterilen cahilce bağnazlık
ve zamana göre gerekli ihtiyaçları anlamamaktır.’’[162]
İkincisi ise; basit bilgilerle yetinmek, sığ bir taklit yaparak bir toplumu
kukla giydirir gibi giydirerek o toplumun irsî ve fıtrî hallerinden sıyrılarak
hemen başka hallere girebileceğini sanmak ve medeni dünyanın iyilikleriyle
kötülüklerini ayıramamak olarak tanımlamıştır.[163]
Yaşadığı
dönemi kastederek bugünkü şartlarla hayat savaşında İslam toplumunun Aryanî
(Hintli-Avrupalı) Medeniyet karşısında dayanıp yaşamaya devam etmesinin mümkün
olmadığını, yaşamaya devam edebilmek için iki çarenin olduğunu bunlardan
birincisi o yüksek medeniyetle hiçbir temasa girmemek -ki bu mümkün değildir-
ikincisi ise yapmamız gereken İslam simasını kaybetmeden medenileşip
yükselmektir demiştir.[164] Bu sebepleri
kendisi bizim verdiğimiz gibi başlıklar halinde değil de çeşitli eser ve
makalelerinde dile getirmiştir. Biz de bunları belirli başlıklar haline
getirerek aşağıdaki şekilde sunmaya çalıştık.
Filibeli’ye
göre de biz batının yanlış şeylerini taklit ediyoruz. Bizim Avrupa’dan
aldığımız ve taklit ettiğimiz şeyler; piyano çalmak, alafranga şarkılar
söylemek, modaya göre kıyafetler giymek, çocuklarımızı milliyet bilinci
haricindeki şeylerle terbiye etmek. İçki, alkol tüketmek, namus ve adetler
hususunda şüpheci ve ilgisiz kalmak, zevk ve sefahati hayatın gayesi bilmek.
Hâlbuki onların ticaret, iktisat ve ziraat usullerine, yardımlaşma ve şefkat,
fazilet-i himaye gibi alınması gereken ve yükselmemize sebep olacak
teşkilatlarına rağbet etmiyoruz. Bunlara rağbet etmemiz gerekirken diğer
şeyleri alıyoruz.[165] Avrupa sergisindeki mallardan
bizim için uygun olanı almalı onun gösterişine aldanmamalıyız diyen Filibeli’ye
göre maalesef gençlerimizin çoğu onun üstündeki cazibe ve albenisine kapılıp
yanlış seçimler yapıyor ve bu seçimleri ilerlemenin gereği olarak görüyor.
İhtiyaç hissedilen şey icat edilir. Avrupa bunu bizden önce yapmıştır. Biz
tekrar aynı şeyleri icat etmek değil de onları doğru bir seçimle iktibas
etmemiz yani onlardan almamız gerekir. Bu da onların şarkıları giyimi kuşamı
gibi şeyler değil ihtiyacımız olan ve ilerlememize neden olacak şeyleri almakla
mümkün olur. Filibeli’ye göre biz Avrupa’yı körü körüne taklit edersek başarılı
olacağımız şüpheli olmakla beraber başarı sağlasak bile milli ve manevi simamızı
başka bir şekle dönüştürmemiz gerekir ki bu da İslam’ın temel kaidelerinden
uzaklaşmamız anlamına gelmektedir.[166]
Burada örnek olarak Japonya’yı vermiştir. Bizden daha kötü yani seviye olarak
daha altlarda olan Japonya yaklaşık yarım asırda Avrupa seviyesine yetişmiş ve
bunu da seçimini doğru yaparak yani Avrupa’dan alacaklarını doğru seçerek
başarmıştır. Biz de Japonya’nın yaptığı gibi yaparsak ilerlemeyi sağlayabiliriz
demiştir.[167]
Filibeli,
çağın şartlarına göre yeni içtihatların yapılması ve bazı içtihatların
değiştirilmesi meselesini anlatırken bunların en önemlisinin mezheplerin
birleştirilmesi olduğunu söyleyerek[168]
konunun önemine dikkat çekmiştir. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki mesela namazda
elini şöyle bağla, dizini şu şekilde koy gibi şekilcilikten ibaret olan bir
anlayış hâkim olmuştur. Bu anlayışında dini hissi öldüreceği için bu tutumların
dine karşı işlenmiş bir cinayet olduğunu dile getirmiştir.[169]
Bunun çaresinin de mezheplerin hepsinin tetkik edilerek, hem Kur'an’ın ruhuna
hem de çağın şart ve ihtiyaçlarına uygun olacak şekilde yeni bir içtihatla
umumi yani herkesin tabi olabileceği genel bir mezhebi ortaya çıkarmakla
olacağını söyler.[170] Ve İslam da ilahi vahdetin
asıl unsuru manasına gelen mekândan münezzeh olma fikrine uymayan ve bu durumda
bile makbul olmuş mezheplerin olduğundan söz eder. Orta Afrika da yayılan ve
sonraki maliki imamlarından birinin yazdığı bir eserde Allah için: ‘’Bütün
mekanlarda ilmiyle mevcud; ve arş fevkinde zatıyla mevcud’’ tabirini gördüğünü
söyleyen Filibeli durumun vahametine dikkat çekmiştir.[171]
Filibeli
burada mezhepleşmenin nasıl bir tehlike arz ettiğini bizlere anlatmak
istemiştir. Orta Afrika’da sözünü ettiği hadiseyi ciddi bir şekilde düşünürsek
olayın ne kadar vahim olduğunu anlarız. Bildiğimiz gibi mekândan münezzeh
kelimesi Allah için kullanılmakta ve ona ait bir mekân atfetmemek anlamına
gelmektedir. Ancak bazı mezheplerin Allah’ın zatıyla, arş dediğimiz gökyüzünde
var olması inancı akıllara zarar bir imandır.
Mezheplere
ayrılmanın böyle tehlikeli sonuçlar doğuracağını ifade eden Filibeli, onların
birleştirilmesi taraftarı olmuştur. Bunu da içtihat bağlamında anlatmıştır.
Çağımızda yeni içtihatlar yapmama ve mezheplere ayrılmanın vermiş olduğu sonuç
diğer birkaç âlim tarafından gerileme nedenleri arasında sayılmıştır.
Filibeliyle birlikte Şeyhülislam Musa Kazım mezheplere ayrılmanın; Ahmed Hamdi
Akseki ve Babanzâde Ahmed Naim milliyetçilik gibi kavramlarla Müslümanların
birlik olamamasını gerileme nedenleri arasında göstermiştir. Bugün de bu birleşmeye
çok ihtiyacımız vardır.
İçtihadın
gerekli olduğu konusunda fikir beyan eden bir başka Osmanlı âlimi ise
Filibeli’dir ki o da İçtihat kapısının kapalı sanılıp içtihat yapılmaması
gerilememizin nedenlerindendir[172] demiştir. İslam âleminde
gerçekten faziletli ve ilim sahibi kırk veya elli âlimden oluşan bir ‘’Meclis-i
Ali-i İçtihat’’ meydana getirmek lazım[173]
deyip hem içtihadın önemli olduğunu söylemiş hem de eski zamanın içtihatlarının
bu zamanın ihtiyaçlarını karşılamadığını dile getirmiştir. Yeni içtihatların
gerekli olduğunu; ‘’Ictihâdât-ı cedîde lazımdır, bunu inkâr etmek, dini bir
içtimaiyatın gıda-yı manevisini inkâr etmek olur... ’’ diyerek beyan
etmiştir.[174] Filibeli bunu şu örnekle
açıklamıştır. Eski toplumu öküz arabasına şimdiki toplumu ise bir şimendifere
benzetmiş, arasında ne kadar fark olduğuna vurgu yapmıştır. Öküz arabası ne
kadar güzel yapılırsa yapılsın ve faydaları artırılsın yine de onun yapıldığı
talimatlar ile bir şimendifer yapmanın veya onu idare etmenin mümkün
olmayacağına dikkat çekerek konunun önemini vurgulamıştır.[175]
Yine bu konuda
da Şemseddin Günaltay Filibeliyle benzer düşünceler içerisindedir. Günaltay’da
içtihat kapısının kapalı sanılıp içtihat yapılmamasını Müslümanların gerileme
nedenleri arasında saymaktadır. İçtihat konusunda peygamberimizin hadislerinden
ve sahabilerin uygulamalarından örnekler vererek mutlaka içtihat kapısının
tekrar açılması gerektiğini vurgulamıştır.
Sonuç olarak
söyleyeceklerimiz değişmenin ve yenileşmenin kaçınılmaz olduğu hayatta, bazı
kaideler eskimekte ve değişen şartlara ayak uyduramamakta veya onun ihtiyacını
karşılayamamaktadır. Böyle durumlarda özellikle dini alanda söyleyecek olursak
-ki konumuz da bu yöndedir- Filibeli’nin beyan ettiği gibi din alanında uzman
kişilerin bir araya gelmelilerdir. Çağın şartlarına uygun ve aynı zamanda
Kur'an ve Sünnet’e yani İslam’ın esasına aykırı düşmemek şartıyla, yeni
hükümler ortaya koymaları gerekmektedir. Bu hem dinimizi hakkıyla yaşamak
bakımından hem de Müslüman toplumunu bulunmuş olduğu gerileme durumundan
kurtarma adına atılacak önemli bir adım olacaktır. Ve bu sadece Osmanlı
âlimlerinin bildirdiği gibi o zaman için değil günümüz açısından da geçerlidir
ve şu anda da buna büyük bir ihtiyaç vardır.
İyi bir ilim,
iyi bir lisan ve bu seviyede bir edebiyata sahip olan bir milletin
ilerlemesinin kolay olacağını söyleyen Filibeli, bunu şu örnekle temellendirir:
‘’Kötü bir şiir okuyan bir kişinin zararı biraz zaman kaybetmiş olmaktır.
Fakat yanlış ve zararlı bir felsefi ve ahlaki kuralı okuyan bir adam, bunu
gerçek sanarak, olabilir ki mutluluğunu ve belki yaşama zevkini ve hatta
hayatını zehirler."^7' diyerek bunu da medeniyeti taklit ederek almanın
en yıkıcı biçimi olarak nitelemiş ve bu durumun karşısında kalanların sadece
lise ve yüksekokulda okuyan gençlerin değil vatanın bütün gençlerinin bu
tehlikeyle karşı karşıya olduğunu belirtmiştir.[176]
[177] Yine bu tehlikenin
giderilmesi ve İslam toplumunun kurtuluşa ermesi için asıl yükün omuzlarında
olduğu iki zümreye dikkat çekmiştir. Bunlardan birinci zümre; öğretmenler,
düşünürler ve teknik elemanlardır. İkinci zümre ise; din hizmetlileridir.[178]
Ancak bu iki
zümrenin görevlerini hakkıyla yerine getirmediğini de belirten Filibeli
özellikle zamanın ihtiyaçları karşısında eksik kaldıklarını belirterek yine
örnekler üzerinden konuya açıklık getirmiştir. İlk örnekte materyalist
düşünceye sahip olan insanlar ile din hizmetlilerinin tartışmaya girecek kadar
ilmi bilgilerinin olmamasını dile getirmiş başka bir örnekte ise çağın ilim ve
tekniğiyle ilgili aklına bir soru takılan mütereddit (kararsız, şüpheli) bir
kişi Orta Çağ’ın mantık, bilgi ve yöntemiyle ikna edilemez demiştir.[179]
İslam’ın ilmi
ve fenni bilgileri engellemeyen bir din olduğunu savunan[180]
Filibeli ’ye göre gerilemenin nedenlerinden birisi de o günün fenni
bilgilerinin öğretilmesi gerekirken bu bilgilerin insanlara zararlı ve yanlış
gibi gösterilmesidir.[181] Eğitimdeki ıslaha gelince;
Filibeli; Avrupa medeniyetinin en açık vasfı olan ilerleme, teşebbüs ve icra da
hızlı olmak olarak tanımlamış ve bizim de bu sürate karşı müdafaa için almamız
gereken bir takım tedbirlerin olduğunu söyleyerek bu tedbirleri iki kısma
ayırmıştır.[182] Bunlardan
birincisi İslam ülkelerinin her birine özel olan mahalli tedbirlerdir ki bunda
bize ait olanlarının içinde o dönemin eğitimini temsil eden medreseler ve
tedrisatın ıslahı vardır.[183] O günün medreselerini; işe
yaramayan sadece eski ile yeni arasındaki farkı gösteren müzelere benzetmiştir.[184]
Tedrisata yeni
fenlerin eklenmesinin zorunlu olduğunu dile getiren Filibeli köy imamlarının
cehaletinin hayret derecesine ulaştığını söylemiştir. Din adı altında İslam’a
sokulan hurafe ve hikâyelerin yayılmasına köy imamlarının sebep olduğunu dile
getirmiştir.[185] Biraz önce söylediğimiz
tedbirlerden ikincisi ise bütün İslam âlemine yani İslam’a ve Müslümanlara ait
olan genel tedbirledir. Bu tedbir kelime olarak küçük fakat mana olarak büyük
bir tedbir diye nitelediği içtihattır [186]
ki bu konuyu ayrı bir başlık altında yukarıda vermiştik.
ŞEYHÜLİSLAM
MUSTAFA SABRİ (1869-1954)
1869 yılında
Tokat’ta doğan Mustafa Sabri Efendi’nin babası ulemadan Ahmed Efendi’dir.
İlköğrenimini memleketinde alıp daha sonra Kayseri’ye gitmiştir. [187]
Osmanlı
döneminde padişahın huzurunda yapılan ‘’Huzur Dersleri’’ne on altı yıl muhatap
olarak katılmıştır. II. Abdülhamid’in kütüphanecilik görevinde de bulunmuştur.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Tokat mebusu olarak meclise girmiştir.
Beyanu’l-hak dergisinde başyazarlık yapan Sabri Efendi bu derginin ilk
sayısında yazmış olduğu makalede Abdülhamit’in baskısına son verdikleri için
İtihat ve Terakki Cemiyet’ine teşekkür etmiş ve bir müddet sonra muhaliflere
katılmıştır. Muhalifler diye nitelendirilen bu kimseler başta İttihad ve
Terakki Fırkası içinde yer almışlardır. Ancak daha sonra düşünce ve konumlarını
değiştirerek muhalifler diye nitelendirilmişlerdir. Muhaliflerin içinde
yukarıda bahsettiğimiz gibi Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Manastırlı İsmail
Hakkı, Said Nursi, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Mehmet Akif Ersoy ve
Babanzâde Ahmed Naim gibi isimler de vardır. [188]
Bab-ı Ali
baskını sonrasında yurt dışına kaçan Sabri Efendi en son Dobruca’da Türk
hocalığı yaparken I. Dünya savaşı çıkmış ve Osmanlı orduları Romanya’ya girince
İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından Bilecik’te ikamet etmesi şartıyla tekrar
yurda gönderilmiştir.[189] Bilecik’teki mecburi ikamet
kararı kaldırıldıktan sonra İstanbul’a dönen Mustafa Sabri Efendi 1919 yılında
kurulan Damat Ferit Paşa hükümetinde şeyhülislamlık yapmıştır. Aynı yıl kabine
düşünce padişah onu Ayan Meclisi üyeliğine getirmiş ve daha sonra tekrar Damat
Ferit Paşa kabinesi kurulunca ikinci kez şeyhülislamlık görevine getirilmiştir.[190] Sevr antlaşmasının
imzalanmasını savunanlar arasında yer alan ve Anadolu’daki Milli Mücadeleye
karşı önlemlerin alınmasını isteyen bu teklifi kabul edilmeyince istifa eden
Mustafa Sabri Efendi; Cumhuriyet’in ilanından sonra hakkında tutuklama kararı
çıkınca Mısır’a kaçmış ve orada Mustafa Kemal ve hükümeti aleyhinde yazılar
yazmıştır.[191]
Daha sonra
Mustafa Sabri’nin de içinde bulunduğu ve 150’likler diye tabir edilen o dönemde
Millî Mücadele karşıtı olup tutuklama kararı çıkarılan kişiler affedilmiş ancak
Mustafa Sabri Mısır’da kalmış ülkeye dönmeyip 1954 yılında burada vefat
etmiştir.[192]
Sonuç olarak
batı medeniyeti karşısında İslam medeniyetinin yıkılmasına göz yummayan Mustafa
Sabri Efendi, bu uğurda mücadelesini eserlerini kaleme alarak göstermiştir.[193]
Kelâm, Fıkıh
ve Siyaset gibi farklı alanlarda kalem tutmuş olan Mustafa Sabri’nin eserlerini
şu şekilde sıralayabiliriz:
Mevkıfu’l-Beşer Tahte Sultani ’l-Kader
Yeni Islâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi
el-Kavlu ’l-Fasl, Beynellezîne Yu’minûne Bi’l-Ğaybi ve
’l-Lezîne La Yu’minûn
Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlim ve’l-Âlim min Rabbi’l-Âlemîn ve
İbâdihi’l Mürselîn
en-Nekîr alâMunkirin-Ni’meti mine ’d-Dîni ve
’l-Hilâfeti ve ’l-Ummeti
İslâm’daİmâmet-iKübrâ YaniHilâfet-iMuazzama-iİslâmiye
Dîn-i İslâm’da Hedef-i Münâkaşa Olan Bazı Mesâil
Kavlî fî’l-Mer’e ve Mukârenetuhû bi Akvâli Mukallidâti’l-Ğarbi
Türk’ün Başına Gelen Şapka Meselesi, Şapka (ve Fötr)
Giymenin Hükmü
iman, Namaz ve Oruç Risalesi [194]
Haşiye alâ kitâbi netâici
’l-efkâr
Kavif fi 'l mer 'eti ve mukâranatuhu bi-akvalin
mukallidetin bi 'lgarbKitabu'r-reddi alâ mâ fi '1-kavli 'l ceyyidi mine
'r-redyi [195]
Şeyhülislam
Mustafa Sabri’ye Göre Müslümanların Gerileme
Nedenleri
İslam’ı
Hakkıyla Yaşamama
Mustafa
Sabri’ye göre; Müslümanların, Müslümanlıktaki düşüş ve gerilemeleri, dünyadaki
gerilemelerinden kat kat fazladır ve hastalık diye tabir ettiği asıl
gerilemenin bunda aranması gerektiğini söylemektedir.[196]
Mustafa Sabri, fenalık diye nitelendirdiği İslam dininin çöküntüye uğrama
sebebini hep Müslümanlarda aramıştır. Ona göre bu fenalığın nedeni
Müslümanların dinlerini ihmal etmelerinden, dinin hem fiili hem de ameli
vazifelerine riayet etmemelerinden ve itikâdi açıdan dine bağlılıklarını
gevşetmelerinden kaynaklamaktadır.[197]
Mustafa Sabri bu konuyla ilgili; kaza, kader ve tevekkül gibi kavramların
Müslümanlar tarafından yanlış anlaşılıp uygulanması örneğini vermiştir.[198]
Müslümanların
kendini ıslah etmesine muhtaç olduğunu dile getiren Mustafa Sabri’ye göre;
hastalık diye nitelendirdiği gerilemenin asıl nedeni din zayıflığından doğan
kalp zayıflığıdır. Ve Müslümanların yapması gereken şey kendi milletlerini
başka her milletten üstün görerek o milletlere benzemeye yol açan her türlü
taklitten kaçınmaktır. Bu kaçınma da Müslümanların katı bir tavır sergilemesi
gerekir.[199] Mustafa Sabri, İslam âlimleri
ve filozoflarından çoğunun kendi memleketlerinde batılı giysiler giymelerinin
manasını anlamadıklarından, kendi şahsiyetlerini bu kıyafetlerle ortaya
koymalarının yabancıları büyütüp İslam’ı küçültmekten başka bir manaya
gelmediğinden ve aynı zamanda bunun İslami gurura vurulan aşağılatıcı bir
ihanet darbesi olduğundan söz ederek taklidin Müslümanlara verdiği zararı dile
getirmiştir.[200]
Müslümanların
kader ve kaza inançlarının onları tembelliğe, uyuşukluğa ve işlerini yapmaktan
alıkoymaya yol açtığı, bu inanç yüzünden Müslümanların geri kaldığı iddiasının
İslam dünyasında kabul gördüğünü belirten Mustafa Sabri, bu fikri ortaya
atanların İslam’a hizmet ettiklerini dile getirse de aslında bunların inançsız
kimseler olduğunu söylemektedir.[201]
Bu fikirlere inanan İslam âlimleri de olmuş ve bunu düzeltmek için kitaplar
yazmışlardır. Bu kitaplarda Müslümanların kaza ve kader inancını yanlış
anladıklarını beyan ederek onu düzeltmek için tevekkül, kaza ve kader
konularını tefsir ederek ıslah etme yoluna gitmişler ve Mustafa Sabri’ye göre
bunu yapmakla da hata etmişlerdir.[202]
Kaza ve kader
inancının Müslümanları tembelliğe ve uyuşukluğa sevk ettiğine inanan kimsenin
Müslümanların kaza ve kaderi gerçek manasıyla anlamadığını bahane edip onu
te’vil etmeye muhtaçtır [203] diyen Mustafa Sabri, kaza ve
kader inancının esasen hiçbir şekilde te’vile gerek olmaksızın tam manasıyla
her şeyi Allah’a havale etmek ve yine her şeyin onun elinde olduğuna boyun
eğmek olduğunu söylemiştir. Fakat bu boyun eğiş elini kolunu bağlayarak oturmak
değil de insanın gücünün yettiği şeylerde başarısız kılınmayacağım ve işlerinin
Allah’tan olduğuna inanmasıdır demiştir.[204]
Mustafa Sabri,
kaza ve kadere iman edip kalplerinde dini fikirlerin etkisi daha fazla olan
önceki Müslümanların diğer milletlere nazaran tembel ve mağlup olmadıklarını
dile getirmiştir. Günümüz Müslümanlarının her şeyi kadere bırakmayıp işleri
Allah’a havale etmeyip, her şeyin kullardan olduğunu düşünüyorlar demiştir. Ve
işleri düşen insanlara yağ çekip her şeyden korkup Allah’tan korkmadıklarını
beyan etmiştir.[205]
Mustafa
Sabri’ye göre din âlimlerine düşen şey kaza ve kaderi açıklarken onu
dinsizlerin saçmalıklarına aldanarak te’vil etmek veya değiştirerek zayıflatmak
değildir. Bu inancı Müslümanların gözünde ihya ederek canlandırmaktır. Ancak
Müslümanların bunu unutup o şekilde yaşamaya devam ettiklerini de ayrıca
belirtir. Din âlimlerinin de aynısını yapıp bu yanlış inançla mücadele edip
dinsiz propagandacılara cevap verecekleri yerde kolay olan geri çekilmeyi
tercih ettiklerini söyler. [206]
Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi’nin Sebilü'r-Reşad dergisinde yazmış olduğu ‘Avrupa
Medeniyetinin Yanlış Telakkisi’ başlıklı yazıda o dönemde çokça yüceltilen
Mithat ve Reşid paşanın amaçlarının iyi olduğunu kabul etmekle beraber
gösterdikleri yolun yanlış olduğunu dile getirmektedir. Müslümanların
ilerlemesini sağlamak niyetiyle gösterdikleri yolun bizi uçurumun kenarına
götürmekle kalmayıp bizzat uçurumun derinliklerine kadar attığını belirten
Mustafa Sabri, yanlış olan bu yolu Avrupa’nın yanlış yönlerini taklit etmemiz
olarak gösteriyor.[207] Hatta o günün aydınlarının
bile yanlış olan bu görüşü kabul etmeye devam ettiklerini belirten Mustafa
Sabri Efendi şunları söylemiştir; ‘Erkekler bıyıklarını keserek yüzlerine
pudra sürmek, sırtlarına arkası köstekli ve bir arşın yırtık paltolar giymek,
kadınlar çıplak kollarında manşon ve şehvâniyeti amîkan tahrik eden mütebâriz
kalçaları üstünde ve billûr gerdanları etrafında rengîn ipek dalgaları taşımak,
hep birden şarap içmek, çalgı çalmak, dans etmek sûretiyle medeniyeti telakki
ediyor!’’ [208] Bu sözlerle Avrupa’nın
yanlış yönünü taklit ettiğimizi belirtmiştir. İlk olarak büyük adamların-yani
aydınlar ve devlet adamlarının- bu davranış tarzlarının millete bir önder
niteliğine büründüğünü söylemiştir. Mustafa Sabri, bunun sonucunda da insanlar
arasında genel bir davranış haline geldiğini belirtmiştir. Devlet adamlarının
bunda payının büyük olduğunu söyleyen Mustafa Sabri, Tanzimat Fermanı, Islahat
Fermanı ve Kanun-i Esasi’yi eleştirerek, bunların saltanatın çöküşüne zemin
hazırladığını belirterek onları bir ağıt’a ve saltanata mezar olmaya
benzetmiştir.[209]
Hicri 1286
yılında Avrupa’dan alınarak uygulanan maarif nizamnamesinin Türkleri asıl
ruhuna döndürmeyip aksine tek dayanakları olan inançlarını da bozduğunu
belirtir. Mustafa Sabri, bu nizamname kapsamında gelişigüzel tercümelerinde
yapıldığını ve tercümesi yapılan bu kitapların kendilerine belirli bir eğitim
fikri verecek nitelikte olmadığını söylemiştir.[210]
Kanun-ı Esasi'nin hazırlanmasında ve I. Meşrutiyet'in ilan edilmesinde öncü
olan Mithat Paşa’nın Kanun-ı Esasi’yi hazırlamakla darbelerin en büyüğünü
yaptığını buna hayretten çok ağlamak istediğini belirten Mustafa Sabri, Mithat
Paşa’nın bu yaptığıyla halkını acayip bir meyve ile zehirlemesine benzetmiştir.[211] Kısaca biz Avrupa
medeniyetini yanlış telakki etmişiz diyen Sabri Efendi, ilerlemek için ilerleme
düşüncesinin başlangıcı sayılan yüksek bir usul-i idareyi memleketimize
uygulamakla uğursuz bir sonuç doğurduğunu söylemiştir. Usul-i idarede olduğu
gibi batı medeniyetinin her ayrıntısını-giyim kuşam, görgü kuralları gibi-
böyle yüzeysel ve yanlış taklit ederek ruhumuzu kaybettiğimizi söylemektedir.
Ayrıca başka milletlerin mahsusatını taklit ede ede kendi kendimizi tanıyamayacak
kadar karaktersiz, soysuz ve çökmeye mahkûm olduğumuzu belirtmiştir. Mustafa
Sabri, Türk-Osmanlı milletinin bu yanlış telakkiye uğramadan önce ihtiyaç
duyduğu şeyleri kendi muhitinde tesviye ederken, taklitten sonra muhtaç olduğu
eşyayı hazırlayan sanatın yavaş yavaş söndüğünü de beyan etmiştir. Bunun
neticesinde tepeden tırnağa kullandığımız eşyaların ve yediğimiz yiyeceklerin
çoğunun bizim değil Avrupa’nın olduğunu dile getirmiştir. [212]
BABANZÂDE
AHMED NAİM (1872-1934)
Babanzâdeler’den
Mustafa Zihni Paşa’nın oğlu olup 1872’de Bağdat’ta doğan Babanzâde Ahmed Naim,
Galatasaray Sultânîsi ve Mülkiye Mektebi’ni bitirdikten sonra Hariciye Nezâreti
Tercüme Kaleminde çalışmıştır. Maarif Nezâreti Yüksek Tedrisat müdürlüğü gibi
görevlerde de bulunmuştur. Galatasaray Sultânîsi’nde Arapça; Dârülfünun
Edebiyat Fakültesi’nde felsefe, mantık, ruhiyat ve ahlâk dersleri veren
Babanzâde, Arapça, Farsça ve Fransızca’yı çok iyi bilmektedir. [213] Ayrıca bir süre Darülfünun’da
rektörlük (müdir-i umumi) görevinde de bulunan Babanzâde, 1933 yılında
Darülfünun’un kapatılmasıyla tasfiye edilmiş daha sonra ise emekliye
ayrılmıştır.[214] Emekli olduktan
bir yıl sonra 1934 yılında da vefat etmiştir.
II.
Meşrutiyet'in ilanından sonra Maarif Nezareti’ne geçen Babanzâde, burada Eylül
1908'de Mec1is-i Kebir-i Maarif İlmi Daire Azalığı, Aralık 1908'de Rüşdiye
Mektebleri İdaresi Müdürlüğü, Ocak 1911'de Tedrisat-ı Aliye Umum Müdürlüğü gibi
görevlerde bulunmuştur. Daha sonra Ekim1915'de Darülfünun Edebiyat ve İlahiyat
şubesi müderrisliği (öğretim üyeliği)'ne atanmış, 1919 yılında A'yan Meclisi'ne
üye olmuştur.[215] Maarif Nezareti Tercüman
Dairesi üyesi olduğu yıllarda lslahat-ı İImiye Encümeni'nin çalışmalarına
katılmış ve bu Encümen'in hazırladığı "Felsefe Istılahları" ve
"Sanat Istılahları" isimli eserlerin hazırlanmasında önemli
katkıları olmuştur. [216]
İlmi birikimi
ve sahip olduğu ahlaki değerlerin çoğunu ailesine borçlu olsa da Eşref Edip,
Mehmet Akif Ersoy, Said Halim Paşa, Said-i Nursi, Emrullah Efendi gibi aynı
düşüncede olduğu kişilerle arkadaşlık etmesi de onun bu ilmine ve ahlakına
katkı sağlamıştır.[217]
Arapçayı kendi
gayretiyle öğrenen Babanzâde, böylece doğu kültürüne de hâkim olmuştur.
Tasavvuf! yönü de bulunan Babanzâde, Halveti tarikatına mensuptur. M. Akif
Ersoy ve Elmalılı M. Hamdi en yakın arkadaşlarından olmakla birlikte vefat
haberini duyan M. Akif; vefat haberi, üzerime dağ gibi yıkıldı.’’ Dediği
söylenmektedir.[218] Doğu kültürü yanında batı
kültürünü de tam manasıyla hazmeden Babanzâde, Arap edebiyatından seçtiği parçaların
tercüme ve şerhlerini Servet-i Fünûn dergisinde Bedâyiu’l-Arab başlığıyla
neşrederek yazı hayatına başlamıştır. Yazacağı konuyu Doğu ve Batı
kaynaklarından inceledikten sonra kaleme alan Babanzâde, aynı zamanda iyi bir
mütercim olduğunu Georges Fonsgrive’in birçok ıstılah ihtiva eden psikoloji
kitabını ‘İlmü’n-nefs’ adıyla Türkçe’ye çevirmekle ispatlamıştır. Kısa
süreliğine bir fikir değişikliğide yaşayan Babanzâde, ilk başlarda ittihat ve
Terakki Cemiyeti’ne paralel fikirler savunurken II. Meşrutiyet’in ilanından bir
sene bile geçmeden bu fikirlerinden vazgeçmiştir.[219]
Tercüme,
tebliğ ve kitaplarından oluşan eserlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Mebâdî-i Felsefeden İlmü’n-nefs:
İsmail Kara, Babanzâde’nin bu
tercümede
geçen Fransızca ıstılahlara karşılık bulmuş olduğu yerli ıstılahları eserin
tamamına dağılmış dipnotları bir araya getirerek 2001 yılında ‘Bir Felsefe Dili
Kurmak’ adıyla yayımlamıştır.[220]
İslâmda Da‘vâ-yı Kavmiyyet: Bu eserde Abdullah
Işıklar tarafından bazı kısımları eksik olarak ‘İslam Irkçılığı Menetmiştir’
adıyla, Ömer Lütfi Zararsız tarafından İslâmda ‘Irkçılık ve Milliyetçilik’
adıyla ve M. Ertuğrul Düzdağ tarafından Türkiye’de İslâm ve Irkçılık Meselesi
adlı çalışmasının içinde yayımlanmıştır.[221]
Sahîh-i BuhârîMuhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve
Şerhi
Sarf-ı Arabî ’ye Mahsus Temrînât
Bunların
dışında dönemin dergilerinden olan Mahfil, Manzara, Darülfünun Edebiyat
Fakültesi Mecmuası ve özellikle Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd’da birçok
makalesi yayımlanmıştır.[222]
Babanzâde Ahmed Naim’e Göre Müslümanların
Gerileme Nedenleri
Osmanlı’yı
çöküntüden kurtarabilmek için çare aranılan dönemde Babanzâde, söz konusu
dönemde tartışılan ve çare olarak düşünülen iki fikirden-ki bunlar ittihad-ı
anasır ve ittihad-ı İslam’dır- ittihad-ı İslam’ı savunan en önemli
temsilcilerden biri olarak sayılmıştır.[223]
Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği sağlama düşüncesine dayanan
ittihad-i İslam’ı amaç olarak gören Babanzâde, bunu bozabilecek en tehlikeli
şeyin asabiyye-i kavmiyye (milliyetçilik) ve cinsiyye (ırkçılık) olarak gördüğü
söylenmektedir.[224]
Müslümanlar
arasında milliyetçilik ve ırkçılık davasının esas itibariyle Meşrutiyetten
itibaren başladığını söyleyen Babanzâde, bunun cehalet sebebiyle Avrupa'dan
aldığımız zararlı bir yabancı bidat olduğunu dile getirmiştir.[225] Zaten bizim Avrupa'nın kötü
şeylerini alıp iyi şeylerin de bozup uygulamamızın en önemli felaketlerimizden
biri olduğuna dikkat çekerken, ırkçılığın Musa Kazım Efendi'nin söylediği gibi
şer'an kötüleyip reddedildiğini dile getirmiştir. Yine şer’i tabire göre
ırkçılığı; Cahiliye Devri'nin davası ve Müslümanların refahına, saadetine
vurulmuş olan müthiş bir darbe diye nitelemiştir. [226]
Hemen hemen
bütün İslam Diyar’ının küfür diyarına dönüştüğünü belirten Babanzâde, geriye
kalan bir avuç Müslümanın da ben Türküm, ben Arabım, ben Lazım, ben Çerkez’im
gibi iddialar sunduğunu belirtmiştir. Bu iddiaların neticesi olarak ta
birbirlerine karşı duymuş oldukları sevgi ve dostluk bağları gevşemiş ve bu da
vatanperverliğe aykırıdır demiştir.[227]
Aynı sebepler aynı neticeleri doğurur kuralına göre milliyetçilik ve ırkçılık
ayrımına devam ettiğimiz sürece Arnavut başına gelen musibetin bizim de er geç
başımıza geleceğini belirterek onlardan bizim için ibret almamız gerektiğini
yoksa İslam’ın son sığınağı olarak nitelendirdiği Osmanlı diyarının Arnavutluk
gibi küfür diyarına dönüşeceğini söylemiştir.[228]
Türkçülüğü
savunanların sağlam bir amaç etrafında birleşemediklerini belirten Babanzâde’ye
göre Türkçülüğün savunucuları, imamları, önderleri ve uluları ikiye bölünmüş
durumdadır. Bunlardan bir kısmı ‘Halis Türkçü’ diğer kısmı ise ‘Türkçü- İslamcı’dır.
Halis Türkçülerin yeni bir düşünce ortaya çıkarma amacında olduğunu söyleyen
Babanzâde bunlar eski ananelerle bağlarını keserek yeni ananeler ortaya çıkarıp
yeni bir iman ile yeni bir kavim ve yeni bir millet meydana getirme iddiasında
olduklarını söylemektedir.[229] Türklük esasına dayalı bir
düşünceye gerek duyulduğunu belirten Halis Türkçülere göre İslam bağı ikinci
derecede kalmakta yani İslam’dan önce Türkçülük gelmektedir. Yeni bir dini
düşünceyi savunan Halis Türkçülere göre eski iman ile kurtulunamaz.
Kurtarılacak bir şey olsaydı zaten bu hale gelmezdik diyerek düşüncelerine bunu
delil olarak göstermektedirler.[230]
Milliyetçilik
akımının Avrupa’dan çıkıp gelen bir sele benzeten halis Türkçüler bunu
durdurmanın mümkün olmadığını söyleyerek; eğer muasırlaşarak terakki edeceksek
Avrupa cemaatinden ayrılamayacaklarını dile getirmişlerdir. Aynı zamanda dini
piramitlerle sınırları çizmenin Avrupa’da çoktan modasının geçtiğini bizde
böyle eski düşüncelerden vazgeçmezsek sadece müzedeki antikalar gibi adımız
tarih sayfalarında okunur diyerek bu halkın önce Türk sonra Müslüman olmaları
gerektiğini dile getirmektedirler. Babanzâde’ye göre halis Türkçüler
Avrupalıların eline düşen İslam ülkelerini birleştirmeye imkânı olmadığını
söylemişler ve içteki İslam unsurları ve İslam kardeşliği de o kadar iyi
değildir demişlerdir. Bunun için onlara göre Türklük düşüncesi ile
Boğaziçi’nden Büyük Okyanus’a kadar aynı ırktan aynı dili konuşan seksen milyon
halkı tek bir bayrak altında toplamak mümkündür ve Halis Türkçüler buna
çalışmaktadırlar. [231]
Halis
Türkçülerin düşüncelerini bu şekilde özetleyen Babanzâde’ye göre bunların asıl
açıklamak istedikleri şey dinsizlik düşüncesidir ve bunlarla dertleşemeyiz bir
konuda uzlaşamayız diyen Babanzâde biz ancak Türkçü- İslamcılarla bu konuyu
konuşup dertleşebiliriz onlar halis Türkçülere göre daha insaflı ve daha
anlayışlıdırlar demektedir.[232]
Babanzâde
Türkçü- İslamcı liderlerle yapılan tartışmaları diğerlerine göre yani Halis
Türkçülere göre daha insaflı olduğunu söyler. Bunların Türk unsurunun zaafından
yardıma muhtaç olduğundan bahsetmelerinin yanında İslam camiasını da kırmak
istemediklerini ve İslam camiasını diğer Müslüman milletlerin ayrılmaması ve
Türkler’in kolaylıkla terbiyesi ve yükselmesi için çok önemli olduğunu söylemiştir.
Ancak bunlar da bir noktada yanılmışlardır ki bu ‘’Türklük camiası İslam
camiasını takviye eder.’’ anlayışıdır ki dini imanın yanında bir de milli iman
ortaya çıkarıyorlar. Hatta bunlardan bazılarına göre milliyet ile övünmek
İslami duyguya zarar vermez aksine bir insan Müslüman da olsa diğer milletlere
karşı varlık gururuyla övünürse yüksek bir terakki mertebesine ulaşır mantığına
inanmaktadırlar.[233]
Sonuç olarak
Babanzâd’ye göre her iki düşüncenin de yanlış tarafları vardır. Birinin daha
çok olsa da sonuçta ikisi de doğru değildir. Yapılması gerekenleri kısaca şöyle
özetleyen Babanzâde: Ey Türk! diyecek yerde Ey Müslüman! diye hitap edilmesini
ve yine birine Müslümanlığından bahsedilip Türklüğünden bahsedilmemesi
gerektiğini söyleyerek İslam gayesinin Türklüğü kurtaracağını ancak Türklük
gayesi ile İslam dairesinin kuşatılamayacağını ve her iki gaye ile de hiçbir
işin görülemeyeceğini söyleyerek her ikisinin de aynı derecede sevilmeyeceğini
belirtmiş ve özet olarak önce Müslüman olmamız gerektiğini vurgulamıştır.[234]
Babanzâde,
hicretin henüz ikinci asrında İslam medeniyetinin dünyanın en ilerlemiş ve
mükemmel, olgun bir medeniyet halini aldığını belirtmiştir. Kısa bir süre
içinde Bağdat, Basra, Mısır, Merv, Belh, Sistan, Semerkant, Kurtuba, İşbiliye,
Kayrevan gibi Müslüman şehirlerin insanları aydınlatan birer medeniyet ocağı ve
ilimlerin yuvası olduğunu söylemiştir. Bulunduğu dönemle o zaman arasında çok
büyük bir farkın olduğunu dile getirmiştir.[235]
İslam’ın geçmiş dönemleri ile o günkü durumu arasında bir tezatlık olduğunu
söyleyen Babanzâde, döneminde çekilen belaların nedeninin bir kısmı ümmetin
bütün fertlerinin diğer kısmının ise siyasetçiler, amirler(idareciler) ve ulema
sınıfının yapmış olduğu kötülüğün neticesi olduğunu dile getirmiştir. Bu
kötülüklerin hepsini şeriata muhalefet adı altında toplayan Babanzâde, Müslüman
toplumların içinde bulunduğu buhranın sosyal sebeplerini bütün ümmet
fertlerinin şeriata yaptığı muhalefetler şeklinde şöyle sıralamıştır:[236]
Babanzade,
Müslümanların gerilemesinin nedenlerinden birini de kuvvet hazırlamada kusur
olarak göstermiştir. Buna Enfal suresindeki (‘ ’Onlara karşı gücünüz yettiği
kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin
düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer
düşmanları korkutursunuz. ’’)[237]
ayetini örnek gösteren Babanzâde, bu ayetin kuvvet hazırlamayı emrettiğini
ancak bu kuvvetin yalnız top tüfek değil, asrımızda bunların bağlı olduğu
ilimler, fenler, sanatlar, ziraat, ticaret ve hatta şecaatin de bunlara dâhil
olduğunu söylemiş ve bunların hepsini tedarik etmenin farz-ı kifaye olduğunu
beyan etmiştir. Aynı zamanda bütün ümmet-i Muhammed’in bu konularda yabancılara
bağlı olmaktan kurtulmadığı müddetçe topluca günahkâr olduklarını ifade
etmiştir. Böyle bir durumda Müslümanların Allah’ın onlara yardım etmesini ve
onları muvaffak kılmasını beklemelerinin gülünç bir durum olduğunu da
söylemiştir.[238]
Babanzâde,
gönlün zaaflığını, kalbin gevşekliğini (vehn-i kalb) bütün ümmetin fertlerinin
şeriata yaptığı muhalefetlerden biri saymıştır. Bunun çaresini ise Allah’ın
adını, kelâmını yaymayı (i’la’-yı kelimetullah) ve din düşmanlarına hem maddi
hem de manevi olarak üstün gelmeyi amaç edinmektir. Ve bu uğurda canını feda
edecek derecede bir iman gücü ve itikat kuvveti kazanmak olduğunu söylemiştir.
Ayrıca kalp gevşekliği hakkında bir hadis-i şerif örneği veren Babanzâde, bu
hadisin içinde bulunduğumuz durumu açık bir şekilde anlattığını ifade etmiştir.[239] Örnek verilen hadis şöyledir:
‘’ Çok sürmez ümmetler, oburlar yemek lengerine birbirini nasıl davet
ederlerse her taraftan size hücum için birbirini davet edeceklerdir. Sorduk ki
ya Resulallah, o zaman biz azlık mı olacağız? Hayır buyurdular o zaman pek çok
olacaksınız. Lakin sel uğrağındaki çerçöp gibi çerçöp türünden olacaksınız.
Düşmanlarınızın kalplerinden mehabet, korku çıkarılır da sizin kalplerinize
vehn sokulur. Vehn nedir? Diye sordular. Buyurdular ki vehn hayatı sevmek ve
ölümü sevmemektir.’’ [240]
Birbirine Buğz Etme ve Karşılıklı Yardımdan
Kaçınma
İslam dininin
karşılıklı olarak birbirini sevmeyi, birbirine muhabbet beslemeyi, karşılıklı
yardımlaşmayı ve dayanışmayı emreder. Bizim bunlardan kaçınıp ancak birbirimize
buğz edip durduğumuzu belirten Babanzâde, yine bu düşüncesini bir hadis-i şerif
ile desteklemiştir. Özet olarak hadiste; Müslümanın Müslümana kardeş
olduğundan, birbirlerine buğz, haset etmemeleri, darılıp yüz çevirmemeleri ve
hakaret etmemeleri gerektiğinden ve Müslümanın Müslümana kanı, malı ve ırzının
haram olduğundan bahsetmektedir.[241]
Babanzâde,
bilgisizliği musibetlerin anası olarak nitelemektedir. Müslümanların
uğradıkları en büyük alçalma dönemleri ve başlarına gelen büyük afetlerin
nedenini onların ilime ve marifete önem vermemelerine dayandırmaktadır. Ne
zaman ilme, marifete önem vermeseler bu afetlerin ve zilletlerin onlara isabet
ettiğinden bahsetmektedir.[242] Müslümanların gerileme
nedenlerinden birini de ilme önem vermemek olarak nitelendirebiliriz.
Babanzade’nin bu düşüncesi günümüz içinde geçerlidir. Küreselleşen dünya diye
nitelendirilen çağımızda artık bilgi çok önemli hale gelmiştir. Aynı zamanda
bilgiye ulaşmakta kolaylaşmıştır. Ancak bilgiye ulaştıran teknolojinin farklı
alanlarda kullanılması da bir o kadar yaygın hale gelmiştir. Örneğin cep
telefonu artık haberleşmeden daha çok oyun oynama, fotoğraf ve video çekme gibi
alanlarda kendini daha fazla göstermektedir. Aynı şekilde interneti ve
televizyonu bilgi sağlamak yerine eğlence ve boşa vakit öldürme amacıyla kullanıyoruz.
Çoğu zaman bunların farkında olmasak ta bilgiye bu kadar kolay ulaşma imkânı
varken bunu değerlendirmeli ve bilgi çağında cahilliği bir tercih olmaktan
çıkarmalıyız.
İnsanların
arasında hıyanetin emanet yerine geçtiğini ve verilen sözün yerine
getirilmediğini söyleyen Babanzâde, insanlar arasındaki bütün işlerde güvenin
kaybolduğunu ve bunun kötü bir neticesi olarak yöneticiler ve yönetilenler
arasındaki bütün işlerin bozulduğunu dile getirir. İç ve dış siyasette,
ticarette, sanatta ve ziraatte de selametin kalmadığını belirten Babanzâde, bu
duruma ne kadar ağlasak da az olacağını beyan etmiştir. Müslümanların başına
gelen musibetlere tercüman olarak; ‘güvensizliğin ortaya çıkacağı, suçsuzluğu
emin olan kişinin itham edilip suçlu olanın emin tutulacağı, merhametin
kaybolacağı işin ehline verilmediği zamanların geleceği’ gibi hadislerden
örnekler gösteren Babanzâde, ancak ne yazık ki bu durumda olanların bu
hadislerden etkilenmediklerini ve buna üzülmediklerini de ayrıca belirtmiştir. [243]
Babanzâde,
yabancıları taklit ederek kendi maneviyatımızı zehirlemeyi, hastalıklarımızdan
tedavisi en zor olanı diye tabir etmiştir. İnsan türünün en mükemmeli olan Hz.
Muhammed’in ahlakını, sünnetini ve adabını bırakıp ta Avrupa’yı taklit etmenin
İsrailoğullarının kudret helvasıyla bıldırcın etini bırakıp soğan ve sarımsak
istemelerine benzetmektedir. İnsanların batıya özentisini ve onları taklit
etmesinin nedenini hürmet ve itibar kazanmak olduğunu dile getiren Babanzâde,
bunun yanlış şüphe ve kuruntulardan kaynaklandığını ve anlamsız bir taklit
olduğunu dile getirmiştir. Hâlbuki Allah Kur’an-ı Kerim’de; ‘’ Andolsun,
Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı
çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır. ’’ [244]
buyurmuştur.[245] Taklitçiliği hemen
hemen bütün âlimlerimiz gerileme nedenlerinden biri olarak saymıştır. Bu konuda
hiç te haksız sayılmazlar. Günümüzde neredeyse her şeyimiz taklitçilikten
ibarettir. Dizilerden yarışma programlarına, filmlerden reklamlara, okuduğumuz
kitaplardan yediğimiz yemeğe kadar hepsi bir taklit barındırmaktadır. Bu
taklitçilik bizim daha da gerilememize yol açmaktadır. Her şeyi taklit etmek
bizi uyuşukluk ve tembelliğe, bunun sonunda da gerilememize neden olmaktadır. İyi
şeyler örnek alınmalı fakat bizim yaptığımız gibi her şey de taklit
edilmemelidir. Örnek almak ilham verir ancak taklit etmek aslını yüceltir. Bu
nedenle biz iyi gördüğümüz şeyleri taklit etmek yerine örnek almayı tercih
edersek gerilememize neden olan sorunlardan birini aşmış oluruz.
Mehmet Akif
Ersoy; 1873 yılında İstanbul’un Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde dünyaya
gelmiştir.[246] ‘’İstiklal Marşı’’nın yazarı
Mehmet Akif, babasından Arapça öğrenimini gördükten sonra ünlü
edebiyatçılarımızdan olan Muallim Naci’den edebiyat dersi almıştır. Babasının
vefatı üzerine kısa yoldan meslek sahibi olmak için Mülkiye Baytar Mektebine
girmiş ve burayı birincilikle bitirmiştir. Anadolu ve Rumeli’yi gezerek çeşitli
hayvan hastalıkları hakkında çalışmalar yapmış ve yine ordunun ihtiyacını
karşılamak üzere Şam ve civarına seyahatler düzenlemiştir. Yapmış olduğu bu
seyahatlerde Anadolu’yu ve köy halkını yakından tanıma imkânı bulmuş ve bu
gözlemlerini ileride yazacağı şiirlere büyük bir başarıyla taşımıştır.[247] Mehmet Akif, Edebiyat
hayatında olduğu kadar fikir hayatında da ahlak ve fazilet timsali, dini iman
sanatkârı ve milli heyecan şairi sıfatını kazanmıştır.[248]
Hafızlığını da
tamamlayan Mehmet Akif, şiir ve yazılarının neredeyse hepsinin yayınlandığı
Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarlığı görevini de üstlenmiştir. Bunun
yanında ayrıca İstanbul Darülfünunu Edebiyat Şubesi'nde Osmanlı edebiyatı
müderrisliği yapmıştır. İttihat ve Terakki'nin Şehzadebaşı Kulübü'nde cemiyetin
Hey'et-i İlmiyye üyesi olmuştur. Bu üyelik sıfatıyla Arap edebiyatı ve tercüme
usulü dersleri de verip Baytar Mekteb-i Alisi Me'zünini Cemiyeti başkanlığı
görevinde de bulunmuştur.[249]
Osmanlı
döneminde yapılan Balkan savaşı sonrası Müdafaa-yı Milliye Heyeti Neşriyat
Şubesi kurulmuş ve bu şubenin azalığına da Mehmet Akif Ersoy tayin edilmiştir.
Birinci Dünya Savaş başlamadan önce Hicaz ve Mısır’ a da giden Mehmet Akif,
savaşın patlak vermesi sonucu Almanya’nın daveti üzerine oradaki Müslüman
esirlerin durumunu görmek için Berlin’e gitmiştir. Tüm bunların yanında
savaştan sonra ülkede işgaller başlamış ve İzmir’in işgali sonucu Anadolu’da
direniş başlatan halkın bu direnişini güçlendirmek için Balıkesir’e giderek
vaazlar vermiş ve bu vaazlarla halkın aydınlanmasını sağlamıştır.[250]
İstanbul
işgale uğrayınca Anadolu’da başlamış olan Milli Mücadeleye katılmaya karar
veren milli şairimiz İstanbul’dan ayrılıp Ankara’ya gitmiş ve burada Burdur
milletvekili olarak meclise girmiştir. Konya’da çıkan isyanı bastırmak için
Konya’ya gönderilmiş ardından da Kastamonu’ya gidip Nasrullah Camii’nde halka
vaazlar vermiştir. Daha sonra Ankara’ya döndüğünde Tacettin Dergâhına yerleşip
burada İstiklal Marşımızı yazmıştır.[251]
İstanbul’da
yüksek maaşla görev yapmasına rağmen Ankara’ya gidip milli mücadeleyi
desteklemesi onun ne kadar vatansever olduğunu gösteren başka bir olaydır.
Milli Mücadele sonrasında hep görmek istediği İslam birliğinin gerçekleşmemesi
ve Büyük Millet Meclisi’nin ikinci döneminde aday gösterilmemesi onu derinden üzmüştür.
Bunun üzerine Mısır’a giden Mehmet Akif, ara ara Türkiye’ye gelse de 1925
yılından sonra vefatına kadar bir daha ülkeye gelmemiş Mısır da kalmıştır.
Hastalanıp ağırlaşınca 1936 yılında İstanbul’a dönmüş ve aynı yılın Aralık
ayında burada vefat etmiştir. [252] Hiçbir resmi makam
onun cenazesine ilgi göstermemiş ancak halk tarafından büyük bir kalabalıkla
cenaze namazı kılınmıştır.[253] Ülkesi için birçok fedakârlık
yapan milli şairimiz son zamanlarında ülkesinden ayrı ve kırgın şekilde bir
hayat geçirmiştir.
Yedi şiir
kitabının toplandığı ve en ünlü eseri olan ‘’ Safahat’’ dışında bazı eserlere
yaptığı tercümeleri de basılıp yayımlanmış olan Mehmet Akif Ersoy, ilmi
kişiliğini yansıtıp dönemin zor koşullarında halkı da işin içine katarak
devletin bulunduğu bu durumdan kurtulmasına elinden geldiğince yardım etmiştir.
Milli bağımsızlığın kazanılmasından sonra da bir yarışmaya katılarak yazdığı
‘’İstiklal Marşı’’ nı bizlere armağan etmiştir.
Akif’in
eserlerini tercümeleri, mektupları, Sırat-i müstakim ve Sebilürreşad da yazdığı
makaleleri, vaazları gibi kısımlara ayırabilmekle beraber bu eserlerden çoğu
kendisinden sonra insanların derleyip düzenlemesi sonucu basılmış eserleri
oluşturmaktadır.[254] Kısaca bunlardan bahsedecek
olursak; yedi kitaptan oluşan safahatta ki yedi şiir kitabının isimleri şu
şekildedir:
ikinci Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde
Dördüncü Kitap: Fatih Kürsüsünde
Tercümeleri
ise;
Hanoto''nun Hücumuna Karşı Şeyh Muhammed Abduh''un
İslamı Müdaafası
İçkinin Hayat-ı Beşerde Açtığı Rahneler
İslamlaşmak (Said Hâlim Paşa’dan, Fransızca’dan
çevrilmiştir, 1919) Ayrıca;
Mehmet Akif’in Kastamonu da Milli Mücadelede iken yaptığı
vaazlar ‘‘Kastamonu Nasrullah Kürsüsünde’’ adıyla,
Sebilürreşadda çıkan ayet ve hadislerle ilgili makaleleri
Ömer Rıza Doğrul tarafından ‘’Kur'an’dan “Ayet ve Nesirler’’adıyla, Suat
Zühtü Özalp tarafından ise ‘’Kur’an-ı Kerimden Ayetler (Meal- Tefsir),
Mevizeler (Vaazlar) ’’ adıyla basılmış, biraz daha düzenli neşirleri A.
Abdulkadiroğlu ve N. Abdulkadiroğlu tarafından ‘’Mehmed Akif Ersoy’un
Makaleleri’’ ‘’Mehmed Akif’in Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri- Mev’iza ve Hutbeleri’ ’
adıyla yapılmış ve Maruf Evren tarafından sadeleştirilerek ‘Hutbeler’’
adıyla basılmıştır.
Sebilürreşad ve Sırat-ı müstakimde çıkan tercümeleri Ziya
Çil tarafından sadeleştirilerek ‘Modernleşmek mi İslamlaşmak mı? ’’
adıyla yayımlanmıştır.
‘’Mehmet
Akif’in Mektupları ’’- ‘ ’Mehmet AkifErsoy’un Aile Mektupları’’
adlarıyla mektupları yayımlanan Akif’in şiir, makale, tercüme,
vaaz ve mektupları topluca neşredilerek M. Ertuğrul Düzdağ ve İ. H. Şengüler
tarafından ‘Açıklamalı ve Lügatçeli Mehmed Akif Külliyatı’’ ismiyle
yayımlanmıştır ve bu eser on ciltten oluşmaktadır.[255]
Mehmet Akif Ersoy’a Göre Müslümanların
Gerileme Nedenleri
Mehmet Akif
Ersoy’a göre İslam âleminin ve Müslümanların geri kalma nedenlerini toplumsal
ve dini nedenler olarak sınıflayabilsek de biz bunları böyle bir ayrım yapmadan
tek tek başlıklar altında vereceğiz. Bu vereceğimiz nedenlerin bir kısmı
toplumsal bir kısmı da dini nedenler olarak görülmektedir. [256]
Müslümanların
geri kalmasında toplumsal nedenlerin başı olarak gördüğü cehaleti aynı zamanda
büyük felaketlerinde başı sayan Mehmet Akif, Osmanlı halkının bu felakete
uğramalarındaki sebebi ise mektepsizlik olarak değerlendirmiştir.[257] Aynı zamanda ülkedeki mektep
ve medreselerin yeterli olmamasından şikâyetçi olan[258]
Mehmet Akif’e göre, bunları etkileyen bir durumda halk ile düşünürlerin
arasının açılması ve bu düşünürlerin taşkınlık yapması sonucu halkın fen okuyan
insanlara olumsuz gözle bakması nedenidir.[259]
Aynı zamanda âlimlerin dertsizliğinden, mektepsiz filozofların türemesi ve
bunların her şeyi para karşılığı yapmasından şikâyetçi olan[260]
Mehmet Akif, düşünürlerin dini doğru anlamamış olmalarını da geri
kalmışlık nedenleri arasında saymıştır. Fennin önemini belirtmek için Süveyş
kanalı örneğini veren Mehmet Akif, artık zamanımızda böyle durumlar için omuz
gücü değil de fen gerekli ancak müçtehitlerimiz bunu düşünmüyor demiştir.[261]
Toplumun
yenilenmesi için Avrupa’ya eğitim için gönderilen insanların da bu konuda
yetersiz olduğunu dile getiren Akif, bu insanların gerilemenin nedeni olarak
dini gördüklerini, kadınlara yönelik topluma uygun olmayan yanlış politikalar
üretip aynı zamanda dini hedef seçip gerilemeni nedenlerini yanlış yerlerde
aradıklarını söylemiştir.[262] Nitekim yenileşme için
Avrupa’ya gönderilen kimseler olumlu gelişme yerine toplumda olumsuz etkiler
bırakmaktadır.[263]
Bizi
kurtaracak şeyin eğitim olduğunu söyleyen Mehmet Akif; ‘ 'memlekete doğru
eğitimi sokarsak kurtuluruz, ancak faydalı olan eğitim hala memlekete girmedi
avam kısmı hiç okumuyor, yazmıyor okuyup yazan kısım ise ne dünyaya ne de
ahirete yaramayan şeylerle uğraşıyorlar. Ancak el birliğiyle çalışılırsa
kurtuluruz yoksa kurtulmanın imkânı yok'' [264]
diyerek Müslümanların gerilemesinin nedenlerinden birinin de eğitimde ki
yetersizlik olduğunu söylemiştir.
Bu konuda
söylemiş olduğu şu sözler eğitimin gelişmek için sahip olduğu önemi bizlere
göstermektedir: “Dünkü çoban Bulgarlar adam oldular da bizi ezdiler. Bu
herifler otuz sene evvel sayı bilmezlerdi! Hesabı yüze kadar hiçbiri
çıkaramazdı! Fakat bugün bakın ne hale geldiler. Askeri, askerimizi perişan
etti. Siyasiyyûnu (politikacıları) siyasiyyûnumuzu bastırdı. Muallimleri bizim
muallimlerimizden fazla yararlık gösterdi. Mağlup olan yalnız ordumuz değil.
Evet, sen bu memlekette hangi mevkide isen, kendi memleketinde senin mevkiini
işgal eden Bulgar sana galip. Bakın, bunlar otuz sene içinde bu hale geldiler.
Dün bir vilâyet iken bugün kral(lık) oldular, yarın imparator(luk) olacaklar!
Metbuların (bağlı oldukları Osmanlıları) çiğnediler, geçtiler. Çünkü çalıştılar.
O sayede insaniyete katıldılar. Biz ise etrafı görmedik, uyumak istedik, onun
için çiğnendik. Bizde vazife hissi yok. Onlar ise vazifelerini îfâ ettikten
başka fedakârlık da gösterdiler. Benim evvelce Edirne vilâyeti dâhilinde
memuriyetim vardı. Ara sıra Bulgaristan'a geçerdim; köylerde heriflerin ne
kadar çalıştıklarını gözümle gördüm. Hatta bir kere köyün birinde çarıklı,
kepeli bir Bulgar gördüm. Çoban zannettim, lâkin azıcık konuştuktan sonra
herifi pek yaman buldum. Sonra bir münasebetle darülfünun mezunu olduğunu
öğrendim. Bakınız tahsîl-i âlî görmüş bir herif çoban kıyafetine giriyor da,
köylüleri irşâd ediyor! işte düşmanlarımız böyle çalıştılar. Biz ne yaptık?
Hiçbir şey. Bundan sonra da yapmazsak yaşamak yok.’’ [265]
Sözlerinden eğitimle toplumların nasıl bir değişim geçirip geliştiğini söyleyip
buna Bulgarları örnek göstermiştir.
Bizimde içinde
bulunduğumuz kötü durumdan kurtulmak için yeterli eğitimle birlikte çalışmamız
gerektiğini bunu yapmazsak mevcut durumdan kurtulunamayacağını hatta yaşamanın
bile mümkün olmayacağını dile getirmiştir.
Milli birlik
ve beraberliği sağlamanın mahalle mektepleriyle mümkün olacağını savunan Mehmet
Akif, eğer mahalle mekteplerinde güzelce eğitim alınmış olsaydı Arnavutlar da
isyana kalkışamazdı demiştir.[266]
Yine okullarda
teorik bilgiden çok pratik bilgiye önem verilmesini söylemiş ve insan ile
toplumun ilerlemesine engel olan baş nedenin cehalet olduğunu bununla savaşmak
gerektiğini, bunu yenmek içinde bilgi edinmenin yeri olarak mektepleri ve
aileyi göstermiştir.[267]
Mehmet Akif’e
göre devletin çökmeye başlamasının nedeni daha beşikteyken çocukların
kulaklarına fısıldanmaya başlayan ve daha sonra öğretmenler, yazarlar ve devlet
adamları tarafından işlenen karamsarlık ile korkak bir hayat ve eğitim
felsefesinin olmasıdır.[268] Mehmet Akif, çocukluğundan
beri hep Avrupa ilerlemiş siz daha kötü günler göreceksiniz gibi sözler
duyduğunu söylemiştir. Oysa bunun yerine çocuklar Avrupa ile aramızda baya
mesafe var. Bu açığı kapatmak mahvolup gitmemek için gece gündüz çalışmalısınız.
Yoksa geride kalmaya devam ederiz. Sakın azminizi de kaybetmeyiniz gibi sözler
söylenmesi gerektiğini belirtmiştir. Yani bu olumsuz durumu engellemek için
gençliğe doğduğu günden itibaren ailesi ve çevresinin ümitsizlik ruhu yerine
istikbal için mücadele ruhunu aşılaması gerektiğini söylemiştir.[269]
Eğitim
kuramlarının yetersizliğiyle birlikte Mehmet Akif’e göre gerilemenin
nedenlerinden biri de medreselerin zamanın ihtiyaçlarına göre hareket etmemesi
ve bunda ısrarcı olmalarıdır.[270] Mülkiye, tıbbiye, bahriye,
baytar mektebi, ziraat mektebi, mühendishane gibi eğitim kuramları yeterli
nitelikte eleman yetiştiremediği için bizim dışa bağımlı hale gelmemize ve
kendi sorunumuzu çözemediğimizden bahseder.[271]
Aynı zamanda ilmiye sınıfının bayağı olduğundan ve fetva veren sınıfında
yetersiz olduğunu da söylemektedir.[272]
Müslümanların
gerilemesinde toplumsal nedenlerden birini de tembellik olarak sayan Mehmet
Akif, toplumun sıkıntısının murdar ataletten kaynaklandığını söylemekte,[273] geleceğe karamsar bakılıp
bunun neticesinde ümitsizliğe kapılıp azmin bırakılmasını da eleştirmektedir.[274] Yine İslam coğrafyasının
tamamında yaşanan olumsuzluklar olmasına rağmen hala bir hareketlenme
olmamasının insanların bu hallerine devam etmesinden de yakınmaktadır ve bunu
da ümmetin kanı sanki uyuşmuş diye tabir etmektedir.[275]
Tembelliğin insan fıtratının hükümlerine aykırı bir davranış, hatta isyan
olduğunu söyleyen Akif, insanın yapması gereken tek şeyin çalışmak olduğunu
ifade eder.[276]
Tembelliğin
nedenlerinden birinin tevekkülün yanlış anlaşılması sonucu oluştuğunu ifade
eden Akif, Safahat’taki ‘Azimden Sonra Tevekkül’ başlıklı şiiriyle bunu şöyle
anlatmıştır:
“Allâh ’a
dayandım!” diye sen çıkma yataktan...
Ma’na-yı
tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını,
zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden
bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt’ada,
yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi
bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
Âlemde
“tevekkül” demek olsaydı “atalet”,
Mîrâs-ı
diyânetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan
kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi;
Kur’an
duramaz, nezd-i Ilâhî’ye dönerdi.’’ [277]
Hiçbir gayret
göstermeden tevekkül edenleri yukarıdaki dizelerle eleştiren Mehmet Akif’e göre
bütün Müslümanlar tembellik içerisindedir ve İslam dünyasında yanlış bir
tevekkül anlayışı mevcuttur. Dizelerde de belirttiği gibi geçmişteki ümmette
bir azim ve gayret mevcut iken günümüz Müslümanlarında bu gayretin olmadığı o
yüzden onlar gibi hâkimiyet kuramadığımız anlaşılmaktadır.[278]
Tembelliği eleştirirken hedefini mahalle kahveleri olarak seçen Akif, mahalle
kahvelerini çalışmayı engelleyip tembelliğe yol açan bir yer olarak
görmektedir. Mahalle kahveleri çalışmanın önünde bir engel ve tembelliğe sebep
olduğu için onu tehlikeli görmekte ve kapatılmalarını istemektedir. Tembelliğin
çözüm önerisini de çalışmak olarak ifade eden Akif, çalışmayla birlikte
milletin bulunduğu zor durumdan kurtularak ilerleyip gelişeceğini ve böylece
bütün sıkıntıların ortadan kalkacağını beyan etmiştir. [279]
Mehmet Akif,
dinin emirlerinin taklit ile ayakta durduğundan yakınmıştır. Bir iki bidatin
birkaç hurafenin miras kalarak büyüdüğünden bahsetmiştir. Bunun sonucunda ise
dini inançların, ibadetlerin ve davranışların hurafeler toplamı ve bidat yığını
haline geldiğini söylemiştir.[280] Artık durum öyle bir hal
almıştır ki Mehmet Akif, bugün dinden kötü bir bidati çıkarıp atmak dinin büyük
esaslarından birini yıkmaktan daha çok tepki çeker diyerek durumun vahametini
ironik bir şekilde ortaya koymuştur.[281]
Taklit
konusunda; dini dünyası, selamı, kelamı, kıyafeti kısacası her şeyi taklit olan
bir milletin fertlerinin de insan taklidi olduğunu ve böyle bir toplumun hakiki
manada sosyal bir topluluğu meydana getiremeyeceğini hatta yaşayamayacağını
ifade etmektedir.[282] Ancak Mehmet Akif taklidi
tamamen reddetmemiş toplumun kurtuluşu için bazı yönlerin taklit
edilebileceğini savunarak buna Japonya örneğini vermiştir. Japonya’nın manevi
kültür ile fenni birbirinden ayırdığını Avrupa’dan sadece fenni alıp, örfüne,
ahlakına ve milli bünyelerine uymayan şeyleri almadıklarını anlatmaktadır.
Ayrıca Japonların varmış oldukları bu seviyeyle İslam’ın esaslarını
yaşadıklarını ancak din olarak Buda’ya mensup olduklarını Müslümanları
eleştirmek için söyler. İslam nurunun adeta Japonya da yayıldığına tekrar
dikkatleri çeken Mehmet Akif, Japonların Müslüman olmaları için bir tek tevhid
inançları eksik demiştir.[283] Yani ahlak ve yaşayış
tarzları sosyal ilişkileri tam Müslümanlarda görülmesi gereken şeyler
olduğundan bu örnek üzerinden Müslümanları iğnelemiştir. Bu tür eleştirilerinde
ise haksız sayılmaz. Mehmet Akif günümüzde yaşasa biz Müslümanları daha sert ve
ağır eleştirilere tabii tutardı. Artık hayatımızın her alanına etki eden özenti
ve taklit her geçen gün Müslümanları etkisi altına almaya devam etmektedir.
Televizyonda ki film ve dizilerden tutunda giyim kuşama kadar hep bir batı
etkisi üzerimize yapışmış vaziyettedir. Bu etki genellikle taklit veya uyarlama
denilen aslında taklitten pek farkı olmayan bir şekilde gerçekleşmektedir.
Ayrıca aşağıda
verdiğimiz Süleymaniye Kürsüsünde başlıklı şiirindeki dizelerinde Japonya
örneği üzerinden bir milletin yükselmesinin sırrını kendinde sakladığını
söylemiştir. [284] Onu başka yerlerde aramaması
gerektiğini, taklidin her zaman işe yaramayacağını, ancak batının fennini
almamız gerektiği gibi tavsiyelerde bulunmuştur. İlerlemenin ancak bu ilkelerle
gerçekleşeceğini ve gerilemenin nedenlerinden birinin de taklit olduğunu
bizlere ifade etmiştir.
‘’Şark 'ı
baştanbaşa yıllarca dolaştım, gezdim;
Hem de
oldukça görürdüm... Kafa gezdirmezdim!
Bu Arabmış,
bu Acemmiş, bu Tatarmış, demedim.
Müslüman
unsurunun hepsini gördüm kendim.
Küçük
âdemlerinin ruhunu tedkik ettim.
Büyük
âdemlerinin fikrini ta 'mik ettim.
istedim
sonra, neden böyle Japonlar yüksek?
Nedir
esbab-ı terakkisi? Yakından görmek.
Bu uzun
boylu mesai; bu uzun boylu sefer,
Bir kanaat
verecekmiş bana dünyada meğer.
kanaat da
şudur:
Sırr-ı
terakkinizi siz,
Başka
yerlerde taharriye heveslenmeyiniz.
Onu
kendinde bulur yükselecek bir millet;
Çünkü her
noktada taklid ile sökmez hareket.
Alınız
ilmini Garb'ın, alınız san'atini;
Veriniz hem
de mesainize son sür ' atini.
Çünkü kabil
değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü
milliyyetiyok san' atin, ilmin; yalnız,
iyi hatırda
tutun ettiğim ihtarı demin:
Bütün
edvar-ı terakkiyi yarııp geçmek için,
Kendi
«mahiyyet-i ruhiyye»niz olsun kılavuz.
Çünkü
beyhudedir ümmid-i selamet onsuz. ’’[285]
Mehmet Akif’te
diğer düşünürlerimiz gibi Müslümanların gerilemesinde dinin yanlış
anlaşılmasının payı olduğunu şu dizelerle anlatmıştır:
“Kadermiş!
Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı
istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu.
Taleb
nasılsa, tabî’î, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin
sana zulmetmek ihtimâli mi var?
“Çalış”
dedikçe Şerîat, çalışmadın, durdun,
Onun
hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir
de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı
dîni çevirdin onunla maskaraya! ” [286]
Mehmet Akif’in
yukarıda verdiğimiz dizelerinden milletimizin bazı dini kavramlara yanlış
anlamlar yüklemeleri ve bu yanlışlığı hayatlarına uygulamaları sonucu hem dinin
hem de insanların bundan olumsuz yönde etkilendiğini anlamaktayız. Bu dizelerde
kader ve tevekkül kavramlarına vurgu yapan Akif, halkın bunları yanlış
anlayarak çalışmayı bırakıp tembelliğe yöneldiklerini anlatmıştır. Cehalet
sonucunu da ortaya çıkaran bu yanlış anlayışla birlikte toplum aslında her şeyi
Allah’a havale etme eğilimi göstermiş ve bunun sonucunda din yanlış
anlaşılmıştır.[287] “Akif’e Dini Sosyolojik
Bir Bakış” adlı makalenin yazarı Hüsnü Ezber Bodur; Mehmet Akif’in ülkenin
hem ruhi hem de sosyal bir bunalım içinde olmasının nedeni olarak milli ruhun
kaynağı niteliğinde olan ulvi duyguların zedelenmesi ile dinsiz bir topluluğun
batıl inançları din sanan başka bir toplulukla karşı karşıya gelmesini
göstermiştir.[288] Bodur’un ifadesiyle Mehmet
Akif’e göre Müslümanların geri kalma nedenleri; yanlış bir kadercilik anlayışı,
İslam’ın aslından ve ruhundan uzaklaşılması ve İslam’ın özünde olmayan bid’at
ve hurafelerin İslam’danmış gibi gösterilmesidir. Ayrıca yine yazara göre
Mehmet Akif; tembellik, atıllık, gevşeklik ve uyuşukluğu da geri kalmışlık nedenleri
arasında saymıştır. [289]
Yine Mehmet
Akif’in kader ve tevekkül anlayışı hakkında makalesi bulunan Hulusi Arslan’ a
göre Mehmet Akif, kader ve tevekkül kavramlarının yanlış anlaşılmasını şiddetle
eleştirmiştir. Çünkü bunların yanlış anlaşılması tembellik ve sorumsuzluk
sonucunu doğurmaktadır.[290] Arslan’a göre geri
kalınmışlıktan kurtulmak için Mehmet Akif, önce ümitsizliğin ortadan
kaldırılması gerektiğini söyler. Bununla birlikte çağın bilim ve
teknolojilerini de öğrenmek kalkınmak için gereklidir. Tüm bunlar yapılsa da
yine yeterli olmaz. Bunları tabiri caizse ahlak içinde yoğurmak gerekir. Yoksa
yarar yerine zarara dönüşebilir. Yani sonuç olarak batıdaki gelişmeleri alıp
bunları kendi erdemlerimizle desteklemeliyiz.[291]
1873 yılında
İzmir’de doğan ve İzmir mebusu Seyyid Bey diye ünlenen Mehmed Seyyid, medrese
eğitimi görmüş Osmanlı âlimlerindendir. Daha sonra Darülfünunun Hukuk
Şubesi’nden mezun olmuş ve yine aynı bölümde müderris olarak görev yapıp
çoğunlukla fıkıh usulü dersleri okutmuştur.[292]
İzmir’de kaldığı yıllarda pek bilgi olmasa da burada iki yıl avukatlık yaptığı
bilinmektedir. II. Meşrutiyet’in ilanıyla siyasete atılıp 1908, 1912 ve 1914
yılındaki seçimlerde İzmir mebusu olarak görev yapmıştır.[293]
Dava vekilliği de yapan Seyyid Bey; II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Meclis-i
Mebusan’da iki dönem İzmir mebusu olarak görev yapıp daha sonra Ayan meclisine
üye seçilmiştir. Cumhuriyet ilan edildikten sonra ikinci TBMM’de yine İzmir
mebusu olarak görev almış, Fethi Okyar ile birinci İsmet İnönü kabinesinde ise
adliye vekilliği görevinde bulunmuştur.[294]
Cumhuriyet döneminin ilk adliye vekili olan Seyyid Bey; ayrıca Osmanlı İttihat
ve Terakki Cemiyeti'nin lider kadrosunda bulunmuş ve 1910 yılında İttihat ve
Terakki Fırkası başkan yardımcılığına, 1911 yılında ise fırka reisliği
görevlerine getirilmekle beraber Teceddüt Fırkası'nın kurucuları arasında da
yer almış bir şahsiyettir.[295] Milli Mücadele sırasında
Mustafa Kemal’in destek amacıyla irtibat kurduğu kişiler arasında yer alan ve
Cumhuriyet’in ilanından sonrada hukuki konularda Mustafa Kemal’e danışmanlık
yapan Seyyid Bey, Mecelle’nin tadili için kurulan Vacibat Komisyonu’na başkan
olarak seçilmiştir.[296]
Meclis’te
hilafetin kaldırılması tartışılırken Seyyid Bey, adliye vekili olarak hilafetin
kaldırılmasının şeriat açısından bir engelin olmadığı hakkında beğenilen bir
konuşma yapmış ve bu konuşması daha sonra “Hilafetin Mahiyeti Şer’iyyesi”
adıyla kitaplaştırılmıştır.[297] Birinci Teşkilatı Esasiye
Kanunu’nun hazırlanmasına büyük katkıları olsa da Medeni Kanun’un hazırlığı
aşamasında yapmış olduğu teklifler ve kanun tasarısı onu gözden düşürmüş ve
uzaklaştırılması için kanuni bir gerekçe öne sürülmüştür.
Gerekçe olarak
Seyyid Bey'in hem milletvekili hem de hukuk fakültesi müderrisi olduğu için
kanunen birini terk etmek zorunda kaldığı bildirilmiş, Seyyid Bey de mecbur
kalarak istifa edip hocalığı tercih etmiş, böylece Ankara'dan ayrılıp
İstanbul’a dönmüş ve kısa bir süre sonra 1925 yılında İstanbul’da vefat
etmiştir.[298] Bu gerekçe Kanun-i Esasi’nin
23. maddesinde yer alan ‘'milletvekillerinin aynı zamanda başka bir
memuriyet almalarının yasaklanması’' ibaresidir.[299]
Görüşlerinin
dönemin İslamcılık anlayışı içinde modern bir bakış açısını temsil ettiği
söylenilen Seyyid Bey; gerek halifeliğin kaldırılması tartışmasında,
halifeliğin dini değil dünyevi bir makam olduğunu savunarak, konuyu tarihi ve
fıkhi temellerle değerlendirmesi, gerekse taklitten ve taassuptan uzak
durulması ve içtihat kapısının açılmasının zorunluluğu gibi söylemleri dönemin
İslamcılık anlayışını desteklemektedir.[300]
Seyyid Bey’in
hukukçu kişiliğini ön plana çıkardığı eserlerini şu şekilde sıralayabiliriz;
Usûl-i Fıkıh Dersleri I (İstanbul 1328-1329).
Usûl-i Fıkıh
Dersleri II (İstanbul 1330).
Usûl-iFıkıh,
Cüz’-iEvvel: Medhal (İstanbul 1333).
Usûl-i Fıkıh
Dersleri Mebâhisinden irâde, Kazâ ve Kader (İstanbul 1338).
Hak Mefhumunun ve
Kuvve-i Müeyyidesinin Sûret-i Telakkisi Hakkında İslâm Felsefe-i Hukukuyla
Avrupa Felsefe-i Hukuku Arasında Bir Mukayese (İstanbul 1338). (Konferans)
Hilâfet ve
Hâkimiyyet-iMilliyye (baskı yeri yok [Ankara], ts. [1923]).
Hilâfetin
Mâhiyyet-i Şer ‘iyyesi: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3 Mart 1340 [1924]
Tarihinde Mün‘akid İkinci İçtimâında Hilâfetin Mâhiyyet-i Şer‘iyyesi Hakkında
Adliye Vekili Seyyid Bey Tarafından Îrad Olunan Nutuk (Ankara, ts.
[1924]).
Târih-i Fıkıh
Dersleri (İstanbul 1340).
“îctihadve Taklid” (İslâm Mecmuası, I/4 [İstanbul,
Rebîülâhir 1332], s. 8-11; I/5 [Cemâziyelevvel 1332], s. 5-10; I/7
[Cemâziyelâhir 1332], s. 2-5).
“Milk, Mal ve Bey’in Mâhiyyet-i Hukukiyyeleri”
(Dârülfünun Hukuk Fakültesi Mecmuası, I/2 [Mayıs 1332], s. 131-141). [301]
Seyyid Bey’e Göre Müslümanların Gerileme
Nedenleri
Medeniyet
dünyasında kendi döneminde en geri kalan toplum olduklarını belirten Seyyid Bey;
bir zamanlar hem marifet hem de medeniyet ışığıyla asırlar boyunca dünyayı
aydınlatan İslam beldelerinin artık nurunu ve ruhunu yitirmiş harap bir halde
olduğunu dile getirmiştir. Zamanımızda dinsiz, hatta Güneş ve Ay’a tapan
milletlerin bile medeniyet olarak yüksek mevkilerde bulunduğunu söyler. Seyyid
Bey, şartının fazilet, esasının vahdaniyet ve rüknünün ilim ve marifet olduğu
fıtri bir dine mensup olan Müslüman milletlerin en geride kalmasından şikâyetçi
olmaktadır.[302] Bu duruma karşı her
Müslümanın üzüleceğini dile getirirken zamanın bunlara üzülmek yerine ilim ve
marifet alanlarında faaliyet göstermek olduğunu belirtmiştir. Batıdan doğuya
doğru akan medeniyeti bir sele benzeten Seyyid Bey; selin giderek şiddetinin
arttığından ona karşı koymanın şu anki ruh haliyle mümkün olmadığından,
zamanında selin önünün açılıp, çevresinin ilim ve marifetle donatılmadığı
takdirde, günü geldiğinde sadece vatanın değil dinin de elden gideceğini
söylemektedir.[303]
Bazı
insanların Müslüman toplumlarının gerilemesini gerekçe göstererek İslam’ın
ilerlemeye engel olduğunu söyleyenlere de karşı çıkan Seyyid Bey, buna karşı
bir tez olarak İslamiyet kadar medeni ilerlemelere hizmet eden başka bir din ve
mezhebin olmadığını, Kur’an-ı Kerim’de ilmi yüceltip cehaleti kötüleyen birçok
ayetin olduğunu delil göstermiştir. Aynı zamanda Avrupa’nın ilerlemiş
medeniyetinin esasını İslam medeniyetinin teşkil ettiğini, hala bugün ilim ve
fende kullanılan birçok terimin Müslüman âlimleri tarafından oluşturulan Arapça
tabirler olduğunu dile getirmiştir.[304]
Sonuç olarak
Seyyid Bey, Müslüman toplumlarında görülen gerileme ve çöküşün nedenlerini
İslam’da değil de başka yerlerde aranması gerektiğini vurgulamıştır.
Müslümanların gerileme nedenlerini;
İç ve dış savaşlar ile uzun süren iç karışıklıklar,
Hükümetlerin uygulamış oldukları baskı ve zulüm,
Siyasi amaçlarla ortaya çıkmış olan ve bazı İslam
fırkalarının yaydığı hurafeler ve bunların sonucu olarak ortaya çıkıp İslam
dünyasını kuşatan cehalet ve taklit olarak belirlemiştir.[305]
Seyyid Bey’in
belirlemiş olduğu bu nedenleri genel olarak cehalet ve taklit başlığı altında
vermenin daha doğru olduğunu düşündük. Her ne kadar hilafetin kaldırılması
hakkında meclise damga vuran bir konuşma yapıp daha çok bu görüşleriyle
beğenilip tanınsa da hilafet meselesi hakkındaki görüşlerinin bizim konumuzla
alakasından daha çok siyasetle ilgili olmasından dolayı bu mevzuda bir başlık
açmadık.
Seyyid Bey,
ortaya çıkan savaşlar ve ihtilaller yüzünden İslam ve medeniyetle ilgili temel
eserlerin hemen hemen hepsinin kaybolup gittiğini belirtmiştir. Batı’da ve
Doğu’da meydana gelen iki büyük istila nedeniyle de Endülüs kütüphanelerinde
bulunan ilmi eserlerin yakılarak; Bağdat’ta ele geçirilen medeni eserlerin ise
Dicle nehrine Moğollar tarafından atılarak yok edildiğini söylemiştir.[306] Zamanımızda yazılı olan
İslami eserlerin daha sonra ki âlimler tarafından yazıldığına dikkat çeken
Seyyid Bey, bunların asıl kaynakları olan ve önceki büyük âlimler tarafından
bin bir zahmetle ortaya çıkarılan binlerce eserin kendisi yerine sadece
isimlerinin bilindiğine bu eserlerin hiçbir yerde bulunmadığına da dikkat
çekmiştir.[307]
Hicretten
sekiz yüz yıl sonraki İslam âlimlerinin ise eser yazmak ve yayma konusunda yeni
bir çığır açtıklarını belirten Seyyid Bey; bunların manadan çok lafza önem
verdiklerini söylemiştir. Açıklamak ve tahlil etmek yerine anlatmak
istediklerini kısa cümlelerle aktardıklarından ve lafızları kısa tutmak için
önemli konuları çıkararak eserlerinin anlaşılmaz olduğunu dile getirerek bir
nevi bu âlimleri eleştirmiştir.[308]
Önceki
âlimlerin eserlerine baktığımızda böyle olmadığını anlayacağımızı söyleyen
Seyyid Bey, o âlimler bir konuyu veya düşünceyi okuyucularının beynine iyice
yerleştirmeden yeteri kadar açıklama yapmadan başka bir konuya geçmediğini
söylemiş ve sonraki âlimlerin bir cilde sıkıştırdıkları meseleleri onların
yirmi, hatta otuz ciltte açıkladıklarını belirtmiştir. [309]
İslam medreselerinde ki ders programlarına da dikkat çeken Seyyid Bey,
eğitim-öğretimle uğraşanların geçimsizlik gibi nedenlerle eski çabalarının
kalmadığını söyleyerek medreselerdeki ders programlarına özet eserlerin
koyularak ayrıntılı bilgi içeren eserlerin ise kütüphane raflarında
unutulduğunu söylemiştir.[310] Hatta bunların yetmediği gibi
en çok gereken ve lazım olan hadis, tefsir, ahlak ve tarih gibi ilimlerin
programın dışına çıkarıldığına dikkat çekmiştir. Eğitim metodunun da verimsiz
olduğunu belirten Seyyid Bey, öğrencilerin eğitimlerini tamamlamak için
okudukları on on beş yılın yedi sekiz yılı Arapça ve mantığın kurallarını öğrenmek
uğruna boşa gittiğini belirtmiş ve sonunda öğrenilmediğine de dikkat çekmiştir.
Artık eskisi gibi hem şer’i hem de fenni ilimlerde tamamen donanımlı ilim
deryası diyebileceğimiz kimselerin yetişmemesini bu nedenlere bağlamıştır. [311]
Seyyid Bey,
işte bu gibi nedenlerle zorunlu olarak ilim ve hakikatin yerine cehalet ve
taklidin geçtiğini ve bunun sonucunda da İslami ilimlerin bir çöküş dönemine
girdiğini belirtmiştir. Bunun yanında önceden hilafet ve imamet kavgaları
sonucu ortaya çıkan mezhepler ve fırkaların bağlı bulunduğu insanlar siyasi
amaçlarla ve kendilerine taraftar toplamak için İslamiyet’te olmayan bidatler
ortaya çıkarmış ve batıl fikirler icat etmiştir. Hatta Hz. Peygamberin adına
binlerce yalan hadis bile uydurmuşlardır ki bu yalan hadisler için âlimler
ciltlerle kitap yazmışlardır. Bir zaman sonra batıl dinlerden bazı hurafeler de
bunlara eklenince cehaletin ve taklidin de etkisiyle bu bidatlerin ve
hurafelerin hepsi İslamiyet’in gerçeklerine karışmış ve asıl şer-i hakikatlerin
gizli olduğu itikâdi karışmalar ortaya çıkmıştır.[312]
İslamiyet’in bu batıl fikirleri ve hurafelere şiddetli bir şekilde reddettiğini
söyleyen Seyyid Bey, buna rağmen cehalet ve taklit sebebiyle bu hurafelerin ve
bidatlerin Müslümanların kalbinde derin kökler saldığını ve onların kalbinden
bu hurafe ve bidatleri tamamıyla çıkarıp atmanın çok zor olduğunu dile
getirmiştir. Seyyid Bey bu hurafe ve bidatlere örnek olarak; kabirlere ve
türbelere mumlar yakmak, kurbanlar adamak, onların başında dualar edip onlardan
yardım dilemek, hastaları şifa bulması için bu türbelerde uyutmak ve orada
bulunan sulardan içirmek gibi davranışları göstermiştir.[313]
Bu
davranışların İslamiyet'in hakikatine ve esasına tamamı ile zıt olduğunu
söyleyen Seyyid Bey; bunların sonradan özel bir amaçla ortaya çıkan batıl
mezheplerin mensupları tarafından icat edildiğini ve bir kısmının da diğer
dinlerden alındığını beyan etmiştir. İslam dininin insanlığı batıl fikirlerden
kurtarmak için geldiğini hatırlatarak bu batıl itikatların çok yaygınlaştığını
ve İslam âleminin hemen hemen her tarafına yayıldığını söylemiştir.[314]
Bunu genel bir
hastalık olarak tarif eden Seyyid Bey kendi fikrince en tehlikeli ve en
öldürücü hastalığımızın bu batıl itikatlar ve hurafeler olduğunu dile
getirmiştir. Hatta bunların diğer kalbi hastalıklarımızı doğurduğunu,
etkilediğini ve aynı zamanda ruhumuzu ve İslami inançlarımızı öldürüp insanları
tembelliğe, uyuşukluğa ve rahatına düşkünlüğe sevk eden bir hastalık olduğunu
söylemiştir.[315] Seyyid Bey bu ruh haliyle
bizim ilerlememizin mümkün olmadığını ve cehalet ve taklit ile de şimdiki
medeniyetin akımlarına karşı dinimizi ve milletimizi muhafaza edemeyeceğimizi;
insanların bu batıl fikirlerden kurtarılmadıkça ve İslam'ın asıl hakikatleri
ortaya çıkarılmadıkça ilerlemenin mümkün olmayacağını söylemiştir. İlerlemenin
esasını da cehaletten ilme taklitten tahkike geçme olarak beyan etmiştir.[316]
Batıyı taklit
veya taklitçilik maddesi olarak verdiğimiz görüşler de âlimlerimizin yarısından
çoğunun değindiği nedenlerden birisidir. Halim Paşayla birlikte; Filibeli Ahmed
Hilmi, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Babanzâde Ahmed Naim, Mehmet Akif Ersoy ve
Seyyid Bey Müslümanların gerileme nedenlerinden birisinin de taklit olduğu
konusunda hemfikirdirler. Ancak bu taklidi hepten reddettikleri anlamına
gelmez. Saydığımız bu isimler Avrupa’yı her şeyiyle körü körüne taklit etmeye
karşı çıkmışlardır. Yoksa işimize yarayan ilim, fen ve teknoloji gibi alanlarda
taklide karşı değillerdir. Bizim işe yaramayan şeyleri almamıza kızan
âlimlerimiz bu konuda haksız gözükmemektedirler. Onlar batının giyim kuşamı ve
kültürünü taklit etmeye karşı olmuşlardır. İlerlemememiz içinde bunlara gerek
yoktur. Osmanlı da olduğu gibi bu husus günümüz içinde geçerlidir. Şu anda da
biz batıyı her şeyiyle taklit etmeye çalışıyoruz. Bir tek onların fennine,
disiplinine, iş ahlakına ve çalışma azimlerini göz ardı ediyoruz. Hâlbuki
işimize yarayacak ve ilerlememizi sağlayacak şeyler bunlardır. Yoksa
istediğimiz kadar yemeklerini, TV programlarını, elbiselerini kısaca yaşayış
tarzlarını taklit edelim. Bunlarla bir arpa boyu yol kat edemeyeceğimiz açıkça
ortadadır. Ancak bunu görmeyişimiz ve halimize bir çekidüzen vermeyişimiz ise
hâlâ can sıkan bir durum olmaya devam etmektedir.
ELMALILI
MUHAMMED HAMDİ YAZIR (1878 -1942)
Meşhur bir
tefsir kitabı olan ‘’Hak Dini Kur’an Dili’’ adlı eserin müellifi olan ve soyadı
kanunundan sonra ‘’Yazır’’ soyadını alsa da daha çok doğduğu yere (Elmalı)
nisbetle Elmalılı diye tanınmıştır. Elmalılı, ilmi kişiliğinin yanında edebi ve
sanatçı bir kişiliğe de sahiptir. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazsa da bu
alanlarda fazla tanınmamış Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tefsir alanında bir
kitap yazılmasına dair aldığı karar sonucu dönemin Diyanet İşleri başkanı
tarafından bu görev ona verilmiş ve o da bu görevi layıkıyla yerine getirerek
Hak Dini Kur’an Dili eserini meydana getirmiştir.[317]
Tasavvuf, felsefe ve edebiyatla da ilgilenen Elmalılı, kelam alanına dair
müstakil bir eser bırakmasa da tefsirinde kelâmi meselelere yer vermiş ve
bunlara çözümler getirmiştir. Ona göre kelam din felsefesi sayılmalı ve İslam
felsefesinin aslını oluşturmaktadır.[318]
Pragmatizm ve Kant’ı eleştiren Elmalılı, kelâmdaki tekâmül nazariyesinin de
doğru olmadığını söylemiş ve felsefe ile de meşgul olup mutlak gerçeğin sadece
akılla bilinemeyeceğini savunmuştur. Kelâmi görüşleri hakkında bilgi verecek
olursak Yusuf Şevki Yavuz’a göre Elmalılı; bilgi problemi, uluhiyet, nübüvvet,
ahiret ve iman-küfür meselesi hakkında görüşler beyan etmiş ve ‘’Nüzûl-u İsa’’
meselesi hakkında da yeni yorumlar getirmiştir.[319]
Elmalılı diğer
birçok İslamcı düşünür gibi kendi döneminde II. Abdülhamit’e muhalif olmuş,
meşrutiyetin zorunluluğuna inanarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilmiye
şubesine üye olmuştur. Beyazıt medresesinde iki yıl dersiamlık görevinde
bulunan Elmalılı, ikinci meşrutiyetin ilanından sonra Antalya mebusu seçilmiş,
bu görevini yaparken Kanun-i Esasi’nin değiştirilmesinde büyük bir rol
oynamıştır. Hatta II. Abdulhamid’in tahttan indirilmesi için rızası olmayan
fetva emini Nuri Efendi’yi ikna ederek hal fetvasını bizzat kendisi yazmıştır.[320] Mebusluk görevinin yanında
üniversitede ki çalışmalarına devam eden Elmalılı; Mekteb-i Nüvvab ve
Medresetü’l Kuzat’ta fıkıh, Medresetü’l Mütehassisin’de fıkıh usulü,
Süleymaniye Medresesi’nde mantık ve Mülkiye
Mektebi’nde
vakıf hukuku dersleri okutmuş, ayrıca saraydaki huzur derslerine de 19151917
yılları arasında muhatap olarak katılmıştır.[321]
Şeyhülislamlığa bağlı olarak kurulan Darü’l Hikmeti’l İslamiye’nin hem
azalığına seçilip daha sonra da başkanlığına atanan Elmalılı, Damat Ferit
Paşa’nın birinci ve ikinci kabinelerinde Evkaf Nazırı olarak görev yapmış, 1919
senesinde Ayan Meclisi üyeliğine atanarak ilmi rütbesi Süleymaniye Medresesi
müderrisliğine yükseltilmiştir. Ancak Cumhuriyet’in ilanından sonra hem görev
yaptığı kurumlar kapatılıp boşta kalmış, hem de İstanbul hükümetinde görev
yaptığı için milli mücadele karşıtı olmamasına rağmen İstiklal Mahkemelerinde
yargılanıp idama mahkûm edilmiştir. Daha sonra suçsuz olduğu anlaşılarak
serbest bırakılmış ve bu olaydan sonra çok üzülen Elmalılı evine kapanmış,
camiye gitmek haricinde evinden dışarı çok çıkmamıştır.[322]
1 872 yılında doğan Elmalılı, 27 Mayıs 1942 yılında tedavi gördüğü kalp
yetmezliği hastalığından dolayı 70 yaşında vefat etmiştir.[323]
Sonuç olarak
hem Osmanlının son dönemine hem de Cumhuriyet’in ilk dönemlerine tanıklık etmiş
ve felsefe, tasavvuf, fıkıh, kelam hakkında çeşitli görüşler belirtmiştir.
Elmalılı; ayrıca Sebilür-reşad, Beyanülhak gibi dergilerde makaleleri
yayımlanmış ve bu makalelerde İslam’ın ilerlemeye engel olmadığı, orduya
yapılan yardımın zekât yerine geçebileceği gibi farklı konularda görüşler beyan
etmiştir.[324]
Elmalılı’nın
eserlerini ise şu şekilde sıralayabiliriz:
İrşadü'l-Ahlaf fi Ahkami'l-Evkaf
Metalib ve Mezahib: Paul Janet ve Gabriel Seailles
tarafından yazılan ve Fransızca felsefi bir eserin tercümesidir. Ancak bu
tercümenin başında ’’Dibace’’ adlı önsöz eklemesi Elmalılı’ya aittir.[325]
Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu
Makaleler I-ll: Sebilü'r-Reşad, Beyanü'l-Hak ve
Ceride-i İlmiye dergilerinde İslam kültürünün muhtelif konularına ilişkin
yazmış olduğu makaleleri içerir.[326]
Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar
Bunların dışında Beyanu’l-hak, Sırat-ı müstakim, Sebillürreşad
dergilerinde
ve Tasvir-i Efkâr, Alemdar gazetelerinde yayımlanan makaleleri de vardır.[327]
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a Göre
Müslümanların Gerileme
Öncelikle
terakki kavramı üzerinde duran Elmalılı, mutlak ve ideal bir terakki kavramının
olmadığını, insanın gayesine göre bu kavramın manasının da değişeceğini söyler.
Kendisine göre terakkinin, faziletlere ve güzelliklere ulaşma ile
gerçekleşeceğini belirterek, İslam’ın ilerlemeye engel olduğunu savunanların
terakki kavramından ‘şehvetlere rahat ulaşma’ manasını anladıklarını ifade
eder.[328] Böyle anlayanlara bakacak
olursak bu kavram bencilliği ve bireyin mutluluğu ve zevkleri için toplumun
feda edilmesini gerektirir. Ancak hem bireyin hem de toplumun terakkisi için
esas olan şeyin faziletleri yaymak ve güzelliklere ulaşmayı kolay kılmak
olduğunu dile getirmiştir. Elmalılı, bunu en iyi yapanın İslam olduğunu
vurgulayarak, İslam dininin insanların ilerlemeye engel değil de insanların
mutluluğunu sağlayan bir din olduğunu ifade etmiştir.[329]
Terakki’yi geçmişe sırt çevirerek birikimleri yok saymak, sahip olunan
değerleri kötülemek değil de bunun aksine mevcut olan değerleri koruyarak
yenilenme ve gelişme olarak tanımlayan Elmalılı, gelişmeyi önceki neslin
servetine sonra gelen kuşağın servetini eklemek olarak tanımlamıştır.[330] Tekâmüle gitmeyen yenileşmeyi
ise külli bir ölüm olarak görmüştür.[331]
Dindeki
terakkiyi ise başkalaşmadan yenilenme olarak dile getiren Elmalılı, dünyevi
işlerde de ilerlemek (terakki etmek) için bazı şartlar olduğunu söylemiştir. Bu
şartları;
Askeri ve sivil ihtiyaçlar için; kışlalar, kaleler,
siperlikler, tabyalar, çarşılar, yollar, kuyu ve çeşmeler ile iç ve dış ticaret
için gemilerin yapılması,
Tarıma uygun olmayan toprakların uygun hale getirilerek
tarımın geliştirilmesi,
Sanayi ile uğraşan insanların bilgi ve tecrübesini
geliştirecek çalışmaların yapılması,
Tıp, matematik, tarih ve coğrafya gibi ilimlerin yaygın
hale getirilerek toplum içinde sağlıklı bir şekilde iletişiminin sağlanması
şeklinde sıralamıştır.
Bunları
yapmanın terakkiye neden olacağını savunan Elmalılı, insanların kendi işini
kurup kazanç sağlayacakları yerde devlet memuriyetini seçmeleri ve devletin
tarımla uğraşanlara ağır vergiler koymasını gerilemenin nedenlerinden saymıştır.[332]
Dini Hassasiyete Önem Verilmemesi
İslam
milletlerinde görülen gerilemenin; dine karşı olan hassasiyetin azalması, aşk
ve zevkin sönmesi ve akidelerin donmuş bir hâle gelmesi yüzündendir demiştir.
Elmalılı aslında akidelerin akla uygun olduğu her zaman sabit olmuş ve dünyada
Müslümanlar kadar inanç sahibi bir milletin bulunmadığını da belirtir. Bu durum
aşikâr olduğu halde bu inançların ameli neticelerden ve ilmi gelişmelerden
mahrum kalmasının nedenini dini hassasiyete dikkat edilmemesi ve akideye aşkı
ilave edecek bir vicdan ile takip edilmemesinden kaynaklandığını söylemiştir.[333]
Elmalılı,
İslam felsefesinin diğer felsefi esaslarla bir ihtilafının olmadığını, bu
nedenle de ilim ile dinin bir çatışma içinde olamayacağını belirtmiştir. Bütün
bunlara rağmen fenlerin karşısında geri kalmış görünmemiz veya gösterilmemizin
sebepleri şunlardır: Dinin his boyutunun iyi bir şekilde takip edilememesi,
inançlarımızla pozitif ilimler arasındaki ilişkinin geliştirilememesi ve
edebiyat ile sanata, toplum vicdanına canlılık kazandıracak bir hassaslığın
sağlanamamasıdır.[334]
İnsan
haklarını kutsal bir ilke yapan dini hükümlerimizi koruyarak geliştirmeye
gayret edersek ve aynı zamanda edebiyat ve toplum çalışmalarına canlılık
getirecek bir din hassaslığı ortaya çıkarırsak gelişebileceğimizi söylemiştir.
Elmalılı Müslümanların gerilemesine yol açan şeylerden birinin dini hassasiyet
olduğunu bizlere anlatmak istemiştir.[335]
İslam’a göre hassaslığı; hak sevgisi, iyiyi seçmek ve öldükten sonra yaşama
zevki diye sınıflandırabileceğimizi söyleyen Elmalılı; ‘’ Biz ne zaman bir
feyiz gördükse onu dinî hassaslığın neşe verici çekiciliğinde gördük.’’[336] diyerek hem dini hassasiyetin
öneminden bahsetmiş hem de ilerlememizin reçetesini sunarak aynı zamanda
gerilememizin nedenini de belirtmiştir.
İslam dininde
insanlar arasındaki en önemli iyi amelin adalet olduğunu söyleyen Elmalılı;
Muğire b. Şu’be, Hz. Ömer ve Ömer b. Abdülaziz gibi sahabilerin hayatlarındaki
adalet anlayışları ve uygulamalarından örnekler vererek İslam dininin adalete
verdiği önemi dile getirmiştir.[337] Bu örneklerin ve adaletin
yanı sıra ilk dönemde ortaya çıkan İslam devletinin kardeşlik hissi ve
günümüzde anlayamayacağımız demokrasi anlayışını koruyan devletler
ilerlemiştir. Diğer milletlerdeki çoğu devletlere baktığımızda mensubu
oldukları dine sarıldıkça gerilediklerini söyler. Elmalılı, bunun aksine İslam
devletlerinde ki ilerlemenin şeriatlarına bağlı olmakla mümkün olduğunu ifade
eder. Gerileyen milletlerin avamın hissine dayalı bir dinleri olduğunu ve bunun
gerilemeye neden olduğunu belirtmiştir. Oysa İslam dininde, sosyal adaleti
gerçekleştirmek kutsal bir amaç sayılmış ve ‘ 'İslam Tarihinde bunun birçok
örneği varken hâlâ İslam dini ilerlemeye engeldir diyebilir misiniz? ’’ [338] diye sorarak İslam’ın asla
ilerlemeye engel olmadığını anlatmıştır. Kısaca dini emirlere uymayan, onları
korumayan milletlerin gerileyeceğini anlatmak istemiştir.
Yine
zamanımızda ileri diye saydığımız hukuk fikrinin İslam’da görülen dereceye
yükselemediğini belirtmiştir. Elmalılı, İslam dininin günümüz medeniyetinin
ruhi yükselmesinden daha büyük örnekleri bilfiil ortaya koyduğunu söylemiştir.
Ancak Elmalılı, bu örneklerin her yere genel olarak yayılamamasının nedenini
İslam dininde değil de insanlarda aramak gerektiğini söyler. Medeniyetin aşırı isteklere
harcadığı çabayı bu kutsal değerlere harcasaydı, İslam dininin gösterdiği
sosyal adalet ve herkesin güvenliğini sağlama amacına doğru tamamen yürürdü
demektedir. Ve yine iyi amellerde parça parça ilerleyerek mükemmel görünen
güzel bir ruha kavuşmuş olurdu demiştir.[339]
İslam dininin
sosyal adaleti sağlamak için emrettiği bir diğer önemli husus da zekâttır.
İslam dini zekât ile zengini fakire borçlu kılmış ve zekâtı fakirin bir hakkı
olarak saymıştır. Böylelikle İslam dininin sosyal adaleti göz önünde bulundurarak
insanlara yaşamaktan ziyade yaşatmak hissini bildirmiştir. Elmalılı, son
zamanlardaki Müslümanların çöküşünün İslam ruhundan uzaklaşmalarıyla ortaya
çıktığını, ancak Müslümanlığın kâmil amacının günümüzdeki insanlığın
ilerlemesinin çok daha ilerisinde yüksek bir medeniyet olduğundan şüphe
olmadığını ifade etmiştir.[340]
Elmalılı’ya
göre Müslümanlar hem geçmişteki hem de sonradan ortaya çıkan ilimlerde geri
kaldığı için batı karşısında zayıf düşmüş ve onları taklit etme tehlikesiyle
karşı karşıya kalmıştır.[341] Müslüman toplumun vazifesinin
döneminin bilim ve fenninin tamamını öğrenmeye çalışmak olduğunu söyleyen
Elmalılı’ya göre bu vazifede ortaya çıkabilecek bir kusurdur. Bu aynı zamanda
Müslüman toplumların çöküşüne yol açacaktır.[342]
Elmalılı, İslam dinin öneminden de bahsederek tarih boyunca Müslümanların dine
sarıldıkça ilerlediklerini İslam’ın ruhundan uzaklaştıkça gerilediklerini
hatırlatmıştır.[343]
Diğer
milletlerin ise kendi dinlerine yapıştıkça alçaldıklarını fakat İslam hükümlerine
yaklaştıkça yükselip ilerlediklerini ifade eden Elmalılı, batılı bilim
adamlarının Kur’an- Kerim’i kendi dillerine tercüme edip ondaki bilgilerden
faydalanmasına karşın bizim onların bilim ve fenninden geri kalmamamız
gerektiğini belirtmiştir.[344] Osmanlı devletinde yaşanan
çöküşün nedeninin de din olmadığını söyleyen Elmalılı; bu çöküşün nedenini
baskıcı siyaset ve kötü yönetim olarak dile getirip, eğer ıslahat yapılacaksa
bunun İslami ilimlerden değil de idari mekanizmalardan başlanması gerektiğine
dikkat çekmiştir.[345]
Bugünkü
ümmetin kendinden öncekilerin ilmini yitirmekle kalmayıp sonra gelenlerin
ilminde de eksik kaldığını belirtir. Elmalılı, bu nedenle İslam’ın
büyüklüğünden nasibini alamamış ümmetin batı karşısında ilmi açıdan geri
kaldığını ve bu geri kalmışlığında onları tamamen taklide kadar götüren bir
tehlike olduğunu beyan etmiştir. Batı dünyasının bizim en kıymetli dini ve Kur
’ani kitaplarımızı tercüme edip onlardan faydalanırken bizim onların
eserlerinden faydalanmayıp geride kalmamızı bir eksiklik olarak görmüştür.[346] Fennin kemale ermesi ve insan
ruhunun ilerlemesi için bir tahaffuz yani koruma gerektiğini bildiren
Elmalılı’ya göre bu korumayı sağlayacak şey felsefe mesleğidir. Felsefe
tarihinin değişmeyi, felsefe mesleğinin ise tahaffuzu (korunma) temsil ettiğini
söyleyen Elmalılı; işte bu tahaffuz sayesinde ilimlerin kemale erip insan
ruhunun da ilerleyeceğini söylemiştir.[347]
ŞEMSEDDİN GÜNALTAY (1883-1961)
1949-1950
yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin on dördüncü başbakanı[348] olan Şemseddin
Günaltay, tek partili dönemin son hükümetinin başkanlığını yapmıştır.[349] Atatürk’ün emriyle
Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurma görevi alan Günaltay, CHP İstanbul il
başkanlığı dışında TBMM’de Sivas ve Erzincan mebusluğu da yapmıştır. Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’nde ordinaryüs olarak dersler veren Günaltay hem ilim hem de siyaset
adamı olarak tanınmıştır. [350]
1883 yılında
Erzincan'a bağlı Kemaliye (Eğin)' de dünyaya gelen Şemseddin Günaltay, huzur
derslerine katılmış olan müderris Ethem Efendi ile Saliha hanımın oğullarıdır.[351] Üsküdar'da Ravza-i Terakki'de
Vefa İdadisi'nde eğitim gören Günaltay, burdan sonra Daru'l-Muallimin-i
Aliye’nin fen kolundan mezun olmuş ve bilimsel araştırmalar yapmak üzere
yurtdışına gidip Lozan Üniversite'si'nin Tabiat (Doğa Bilimleri) bölümünü
bitirmiş ve bir müddette öğretmenlik yapmıştır.[352]
Daru'l-Fünun Edebiyat fakültesinde Türk Tarihi ve İslam Kavimleri müderrisi
olarak dersler veren Şemseddin Günaltay, daha sonra İlahiyat Fakültesi
dekanlığı görevine getirilmiştir.[353]
İttihâd ve Terakki Kongresi ikinci reislik görevi,
Divan-ı Harb’de harp sorumlusu,
Atatürk’ün emriyle İstanbul CHP teşkilatını kurma görevi,
İstanbul ve Ankara üniversitelerinde profesörlük,
CHP İstanbul il başkanlığı vb. farklı görevler [354] üstlenen Şemseddin
Günaltay’ı, İslam dünyasının bulunduğu durumdan kurtarmak için çeşitli fikirler
sunduğundan dolayı diğer Osmanlı âlimleri gibi Müslümanları bulunduğu kötü
durumdan kurtarmak isteyen aydınlar arasında sayabiliriz.
1961 yılında
vefat eden Günaltay 78 yıllık yaşamına birçok eser sığdırmıştır. İslam
düşüncesi ve İslam tarihi üzerine yazıları bulunan Günaltay, Sebilürreşad ve
Sırat- i müstakimde yayımlanan makaleleriyle ve yazmış olduğu diğer eserlerle
birlikte göz önüne alındığında o dönemde modernist İslamcılar arasında
sayılmıştır.[355] Birçok eseri bulunsa da bizi
ve bu çalışmamızı daha çok ilgilendirmesi bakımından özellikle şu iki eserden
bahsetmemiz yerinde olacaktır diye düşünmekteyiz. Bunlardan ilki ‘’Hurafattan
Hakikata’’ adlı eseridir ki bu eser biraz önce de bahsettiğimiz
Sebilürreşad’da yayımlanmış olan bazı yazılarını içermektedir. Bu kitap
İslam’ın asla ilerlemeye engel olmadığını vurgular. Hz. Peygamber’in tebliğ
ettiği din ile Müslümanların benimsedikleri dinin aynı olmadığından bahseder.
İslam adı altında dinimize hurafelerin girdiğini ve İslam’ın bu hurafelerden
arındırılması gerektiğini anlatmaktadır. Diğer eseri ise Mehmed Akif’in
övgüsünü kazanan ‘ZulmettenNur’a’’ adlı eserdir ve halk arasında da
büyük bir ilgi görmüştür. Bu da yine Sebilürreşad’da yayımlanan makaleleri
içermiştir. Şemseddin Günaltay bu kitabında da İslam’ın üstünlüklerini dile
getirmekle beraber İslam dünyasındaki fikri çöküşün üzerinde durarak bunlardan
kurtulmanın yollarını dile getirmiştir.[356]
Arapça, Farsça
ve Fransızca bilen Şemseddin Günaltay’ın diğer eserleri şu şekildedir:
Fennin En Son Keşfiyatından Telsiz, Telgraf, Esir,
Mevcat-ı Esiriye, Röntgen, Radyum, iyotlar, Elektronlar (1912)
Akvam-ı İslamiye Tarihi (1920)
İslam'da Tarih ve
Müverrihler (1923)
Felsefe-i Ûla
İsbat-ı Vacib ve Ruh Nazariyeleri (1923)
Müslümanlığın
Çıktığı ve Yayıldığı Zamanlarda Orta Asya'nın Umumi Vaziyeti (1933)
Mezopotamya-Sümerler,
Akatlar, Gutiler, Amüriler, Kassitler, Asurlular, Mitannîler, II. Babil
İmparatorluğu (1934)
Türk Tarihinin
Ana Hatları Eserinin Müsveddeleri (1934)
LaDecande
duMondeMusulman Est-Elle Due A L'İnvasion des Seldjocides? (1937)
Türk Tarihihin
İlk Devirleri-Uzak Şark, Kadim Çin ve Hind (1937)
Türk Tarihinin
İlk Devirlerinden Yakın Şark, Elam ve Mezopotamya (1937)
Dil ve Tarih
Tezlerimiz Üzerine Gerekli Bazı İzahat (1938)
İbn-i Sina'nın
Şahsiyeti ve Milliyeti Meselesi (1940)
Yakın Şark II-
Anadolu- En Eski Çağlardan Akamenişler İstilasına Kadar (1946)
Yakın Şark III-
Suriye ve Filistin (1947)
İran Tarihi I -
En Eski Çağlardan İskender ’in Asya Seferine Kadar (1948)
Yakın Şark
IV-Perslerden Romalılara Kadar Selevkoslar, Nabatiler, Galatlar, Bitinya ve
Bergama Krallıkları (1951)
İslam Öncesi
Araplar ve Dinleri (1997)
Antik
Felsefenin İslam Dünyasına Girişi (2001) [357]
Şemseddin Günaltay’a Göre Müslümanların
Gerileme Nedenleri
Günaltay;
zamanında Müslümanların ilim ve irfan bakımından dünyaya medeniyet dersi
verdiğinden bahseder. Servet, ticaret, kahramanlık ve cesaret bakımından
dünyanın tek hâkimi olan Müslüman toplulukların bugün sefalet ve esaret altında
yaşadıklarını hatırlatır. Bu durgunluğun sebeplerini araştırmak kadar önceki
yükselmenin anayolunu bulmanın da aynı derecede gerekli olduğunu söyler.
Çöküşün sebeplerini tayin etmedikçe bundan kurtulmak mümkün olmayacağı gibi
yükselmenin anayolu bulunmadıkça da ilerleme ihtimalinin olamayacağını dile
getirir.[358]
Şemseddin
Günaltay’a göre içtimai hastalıklarımızın milli sefaletimizin ve bütün
felaketlerimizin tek nedeni cehalettir. Toplum aydınlatılmadıkça, halkın
düşüncesinin önü açılmadıkça ve yanlış hareketlerin önüne geçilmedikçe kurtuluş
ve huzur ümidine kapılmak abes bir şeydir.[359]
Dünyanın en verimli ovaları, en güzel ve en çok mahsul veren obaları, coşkun
ırmakları bizdeyken cehalet sebebiyle Anadolu bir sefalet harabesi haline
dönmüştür. Yine cehalet sebebiyle dünya deniz ticaretini ihracat merkezi olmaya
müsait olan limanlarımızda Osmanlı bayrakları yerine ecnebi gemileri dolaşıyor
ve onların bayrakları dalgalanıyor.[360]
Cehaletin Osmanlı'nın siyasetini de negatif yönde etkilediğini belirten
Şemseddin Günaltay’a göre cehalet sebebiyle bir zamanlar devlet işleri
saltanatın dizginleri olan insanların, işveli fettan kadınların ellerinde
oyuncak olmuşlardır. Cehalet sebebiyle Şehit Mustafa adında birinin orta camide
kendini ‘seyyid’ ve ‘şeyh’ olarak tanıtıp cahil bir sürü insanın başına geçerek
memleketi harabeye çevirmiştir. Yine bu cehalet sebebiyle Ayasofya vaizliğine
geçen İspirizade adında cahil bir adam saltanatı sarsacak kadar bir güç
kazanmış ve devletin siyaset dengesini alt üst etmiştir.[361]
İstanbul Kadısı olarak seçilen Deli İbrahim adında bir adamın milyonlara mal
olan medeniyet eserlerini ve Sadabâtın rengârenk çiçekli bahçelerini yakıp
yıkmak için fetva vermesi ve dönemin padişahının bile dinden habersiz bu deli
adamın din adına imzaladığı kâğıdı hüküm adı altında yürürlüğe koymak zorunda
kalması da yine cehalet sebebiyledir.[362]
Şemseddin
Günaltay; dünya haritasına baktığımızda esaret altında ezilen milletlerin
çoğunluğunun Müslümanlardan oluştuğunu söyler. Atlas okyanusundan Filipin
adalarına kadar olan her yerde sefalet ve hakaret altında kalıp inleyen
kimseler hep Müslümanlardır. Bunun sebebi de Müslümanların cehalet ve
tembelliğinden kaynaklanmaktadır.[363]
Yine Sibirya, Kafkasya, Kırım, Cezayir, Tunus, Hindistan ve Cava’[364]da yani kısaca Asya, Afrika ve
Avrupa kıtalarıyla Okyanusya adalarındaki Müslümanlar hep bu sebepten
mustariplerdir. Yani cehalet, tembellik ve birlik içinde olamamaktan
kaynaklanan nedenlerle maddi olarak ilerlemiş medeniyetlerin boyunduruğu
altında inlemektedir.[365]
Şemseddin
Günaltay; Müslümanlar için kesinlikle dini bir inkılaba ihtiyaç olduğunu söyler.
Ancak bu inkılap yanlış anlaşılmamalıdır. Bu yeni bir din icat etmek veya
herkesin kendi kafasına göre hareket etmesi değildir. Özellikle hurafelerden
kurtulup hakikate yol alıp, İslam’ın ilk devirleri olan Asr-ı Saadet’e dönmek
amacı gütmektedir. [366] Hurafeler Müslümanları
yaşatmayıp aksine öldürecektir. Balkan ve Trablusgarp savaşlarıyla da
Müslümanların hakiki bir inkılap yapmadığı sürece yaşayamayacakları
anlaşılmıştır. Şemseddin Günaltay; bunun nedenini Müslümanların,
Peygamberimizin getirmiş olduğu dinin esaslarını unutarak mitolojik çağın
hurafelerine sarılmasına bağlamıştır. Bunları ayıklayıp yanlış olduklarını
ispat etmek ve dinin gerçek esaslarını ihya ederek Müslümanlara feyizli bir yol
açmanın gerekli olduğunu söylemiştir.[367]
Şemseddin
Günaltay, din anlayışı yükseldikçe medeniyetin ilerlediğini ve servetin
arttığını belirtmiş. Aynı şekilde bunun tersi olarak din anlayışı gerilemeye
başlayınca ve dini iyi anlayan ilim adamları kalmayınca da din ile beraber
Müslümanlarda tükenmiş ve çökmüşlerdir.[368]
Şemseddin Günaltay’ın tanımlamış olduğu din tarifine bakıldığı takdirde,[369] bir Müslümanın dünyada en
bahtiyar ahiret hayatına ise en ümitli insan olması beklenir. Müslüman
toplumunun da ahlak, servet, medeniyet, adalet ve ilim bakımından en çok
yükselen en çok ilerleyen bir topluluk olması gerekir. Yine bu din tarifine
göre; Müslüman bir insan iç ve dış temizliğinin, gayret ve çalışmanın, ilim ve
irfanın, güzel ahlâkın ve manevi güzelliğin iyi bir örneği olmalıdır. Müslüman
bir toplumda adaletin, hukuka saygının, intizamın ve karşılıklı sevginin üstün
bir örneği haline gelmelidir. Aynı şekilde İslam şehirleri ve Müslüman köyleri
de temizlik açısından pırıl pırıl imar yönünden mükemmel olmalıdır. Ancak
dünyada bulunan -o gün için- insanların en bedbaht ve en miskini
Müslümanlardır. Medeniyette, ilimde, servette, ticaret ve sanatta en çok geri
kalanlar ve birbirine can düşmanı kesilen topluluklar da yine Müslüman
topluluklarıdır.’’ demiştir.[370]
Günaltay
gerçek dini şerefli ve üstün olmakla eş anlamlı tutmuştur. Yukarıda
belirttiğimiz gibi bir din tanımı da yapmıştır. Müslümanların da dini bu
şekilde anladıkları müddetçe ilerlediklerini ancak bu anlayışı unuttukları
günden itibaren gerilemeye başladıklarını belirtmiştir.[371]
Din bize çalışmamızı, dünya nimetlerinden faydalanmamızı, ahlaki faziletler
elde etmemizi, şükretmeyi bilen zengin insanlar olmamızı emreder. Biz dinin bu
emirlerini unutarak ve tembellik ederek bu hâle gelmişiz. Bu konuda Günaltay,
dönemin kahvehanelerini buna örnek gösterip bu mekânları işsizler yuvası olarak
nitelemiştir. Buraların arı kovanı gibi işlemeye devam etmesi halinde
memleketin geleceğinden ümit beklenmesinin faydasız olduğunu da dile
getirmiştir.[372]
Günaltay,
dinin ilerlemeye engel olmadığını aksine ilerlemek için çalışmayı emrettiğine
dikkat çeker. İlerleme ve yükselmemize engel olanın İslam dini değil de
Müslümanların İslam dininden uzak olan hurafelerin karışmış olduğu inançları ve
uydurma ananeleri ile bidatleri olduğunu söyler.[373]
Eğer İslamiyet terakkiye yani ilerlemeye engel olsaydı bu daha İslam’ın ilk
ortaya çıktığı zamanda görülürdü. Şayet böyle olsaydı daha ilk zamanlarda fen
ilerlemez, Bağdat’ta, Semerkant’ta, Şam’da, Endülüs’te, Kudüs’te, Kayravan’da,
Mısır’da ve İstanbul’da ortaya çıkan ve bizleri eşsiz güzelliği karşısında
hayran bırakan medeniyet ve sanat eserleri ortaya çıkmazdı.[374]
İlim ve Fen’de, Astronomi, Geometri, Matematik, Tıp, Kimya gibi ve daha
sayamadığımız birçok alanda sayısız buluşlara imza atan Müslüman bilginlerden
bahseden Günaltay, İslam’ın ilerlemeye engel olmadığına bunları delil
getirmiştir.[375]
Müslümanların
kurtulması için dinin özüne dönülmesi gerektiğini belirten Günaltay,
türbelerden umulan medetler gibi İslam inancına ters düşen hurafe ve
bidatlerden yakınmaktadır. İslam’ın putperestliği yok etmek üzere gönderildiğini
hatırlatarak bir takım insanların İslam’ı tekrar putperestliğe çevirme
gayretinde olduğunu söylemiştir. Kader inancının yanlış yorumlanması insanları
tembelliğe sürüklerken dine sokulan hurafe ve bidatlerde İslam’ı yanlış bir
dinmiş gibi göstermiştir. Bir de Müslümanların bu geri durumda olmalarına yol
açmıştır. Müslümanların dini rehberi Kur’an dünya rehberi akıl ve irfandır
diyen Günaltay’a göre ancak Asr-ı Saadet’e dönülünce hem bu hurafelerden hem de
geri kalmışlıktan kurtulunabilir.[376]
Günaltay, yine
Asr-ı Saadet’teki sadeliğe dönülmediği takdirde Müslümanların ilerleme
kapılarının açılamayacağına da vurgu yapmıştır. İslamiyet’in ilk devrinde yer
alan o saf hale dönmek içinde ilk ışık yakacak, yol açacak olan kaynağın
hilafet merkezi olması gerektiğini belirtmiştir. Günaltay, oradan yayılacak
nuru insanların sabırsızlıkla beklediğini ve bu nurun yayılmadığı takdirde
Müslümanların yaşayabilmelerinin mümkün olmadığını dile getirmiştir.
Müslümanlarda bir uyanış belirtisi olduğunu bunun her taraftan duyulmaya
başladığını söylemiştir. Günaltay, bu ümit veren belirtilerden faydalanıp
Müslümanları tam manasıyla uyanışa geçirme görevinin hilafet merkezindeki büyük
düşünürlere ait olduğunu belirterek bu görevi kutsal ve reddedilemez bir görev
olarak nitelemiştir.[377]
Yanlış din
anlayışı diğer âlimlerimizin de değindiği bir konu olmuştu. Mehmet Akif,
‘’Dinin Yanlış Anlaşılması’’ başlığını verdiğimiz konu altında Müslümanların
tevekkül ve kader gibi kavramları yanlış anladığından bahsetmektedir. Bu
anlayışın İslam âlemini tembelliğe ve uyuşukluğa sevk edip Müslümanların
gerilemesine yol açan bir neden olarak sayar.
Aynı şekilde
dinin yanlış anlaşılması konusunda görüş belirten Şemseddin Günaltay’da dine
sonradan eklenen hurafe ve bidatlerden yakınmıştır. Bunlardan kurtulmadıkça
Müslümanların ilerlemesinin zor gözüktüğünü anlatmak istemiştir. Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır’da dini hassasiyete önem verilmemesini adalet kavramı
üzerinden açıklamıştır.
Sonuç olarak
farklı kavram ve görüşler üzerinden düşüncelerini açıklasalar da bu üç
düşünürümüzün (Mehmet Akif, Şemseddin Günaltay ve Elmalılı M. Hamdi) ortak
savunduğu anlayış din meselesidir. Müslümanların dini anlamada onu hayatlarına
tatbik etmede göstermiş oldukları yanlış anlama ve ihmalin gerilememize neden
olduğu anlayışını savunmuşlardır.
İlim Adamları, Tekkeler ve Medreseler
Günaltay,
gerilememizin ve çöküşümüzün en önemli sebeplerinden birinin âlimlerin
gerilemesi olduğunu söylemektedir. Müslümanların geçmişte bırakılan eşsiz
eserleri okumayı bırakmışlardır. Böylece cehalete sürüklenmişlerdir. Hem
siyasetin hem de kötü niyetli ve cahil kimselerin etkisiyle bu muazzam
eserlerin bazılarının okunmasının günah olduğuna dair hüküm verecek kadar ileri
gidilmiştir. Böylece ilme verilen değer azalmış, Müslümanların düşünme hissi
uyuşmuş ve yeni bir el-Kindi, İbn Sina, İbn Rüşd yetişememiş ilmiye sınıfı
gerilemiştir. Bunun neticesinde ilim adamları da eski gücünü kaybetmiştir.[378]
Tekkelerde
derviş kisvesine bürünen bazı insanlar siyasi ihtirasları uğruna Müslümanlar
arasına nifak tohumu sokarak bir sürü masum insanın kanının akmasına sebep
olmuştur. Pek çok mamureyi harap edip Müslümanların sosyal hayatının çığırından
çıkmasına neden olmuş ve Müslümanların arasında ahlaksızlığın yayılmasına yol
açmıştır.[379] Günaltay’a göre tekkeler
Osmanlı devletinin zayıflamasıyla birlikte etkinliklerini yitirerek atalet,
miskinlik ve asker kaçaklarının sığındıkları mekânlar hâline gelmiştir.
Günaltay, tekkelerin aslında hassas ruhlu, faziletli beyinli, ateşli kalpli ve
temiz ahlaka sahip insanlar yetiştirip millete sosyal bir hayat uyandırıp
toplumun irşadına hizmet etmek amacıyla kurulduğunu belirtmiştir. Ancak zamanla
bu amaçların unutulmasının üzücü olduğuna dikkat çekerek tekkelere bağlı
tarikatların çığırından çıkarıldığını da vurgulamıştır. [380]
Tekkelerdeki
irfan ve nur kaynağının söndüğünü belirten Günaltay, artık tekkeler sosyal
hayatı düzenleyip toplumun yükselmesine hizmet etmemektedir demiştir. Bunun
aksine bu müesseselerin toplumun ve sosyal hayatın bozulup perişan olmasına yol
açmış diye düşünmektedir.[381] Çöküntünün ve buhranın
sebeplerini araştırırken tekkeleri ve tarikatları hatırlamamak mümkün değil
diyen Günaltay, tekkelerin kuruluş amacını unuttuklarını belirtmiştir.
Zamanında Şeyh Galip, Yahya, Sünbül ve Hüdai Efendiler gibi nice ilim adamları
yetiştiren tekkelerin artık çığırından çıktığını ve amacına hizmet etmediğini
söylemiştir. Bu tekkelerin yerine Müslümanlara daha faydalı müesseseler
yapılmasını ya da hiç yoktan bu tekkelerin aydınlanmaya hizmet eden bir şekle
konulamaz mı? diye sorarak onların ıslah edilmesinin gerektiğini vurgulamıştır.
[382]
Aynı zamanda
tekke türbe ve kabir ziyaretlerine eleştiri yapan Günaltay, özellikle tekke ve
türbelere yapılan kurban kesme, mum yakma ve bez bağlama gibi ritüellerin,
İslam dışı din mensuplarının yaptıkları davranışları çağrıştırdığını söyleyerek
şiddetle bunlara karşı çıkmıştır.[383]Medreselerin
ıslah edilmesinin gerektiğini dile getiren Günaltay’a göre medreselerin çöküşü
ondan felsefi ilimlerin kaldırılmasıyla başlamış ve giderek pozitif bilimlerin
hepsi unutulmaya yüz tutar hale gelmişti. Böylece kaliteli öğrenci
yetiştirmenin de mümkün olmayışı ilmiye sınıfını da etkilemiştir. Medreseler,
hakiki manada irfan yurdu diyebileceğimiz zamanlarda memleketin yükselmesine
hizmet etmiş, bu unvanı kaybettiği günden itibaren ise bir tembelhane
seviyesine düşmüştür. [384]
Günaltay’ın
ilk paragrafta verdiğimiz (İlim adamları, Tekkeler ve Medreseler başlığı
altında) görüşlerinin bir benzerini Elmalılı’nın İlimlerde Yaşanan Gerileme
başlığında ki düşüncelerinde de görmekteyiz. Elmalılı da benzer bir şekilde
ilim adamlarının hem geçmişteki hem de kendi zamanında ki ilimleri
kaybettiğinden yakınmaktadır. Aslında bunların hepsini cehalet kapsamına
alabiliriz. İlimlerde yaşanan gerileme, dinin ve dini kavramların yanlış
anlaşılması gibi maddeler bizi dolaylı yoldan hep cehalete ve bilginin değerine
götürmektedir.
İçtihadın her
çağ için gerekli olduğunu söyleyen Günaltay’a göre; içtihat kapısı
kapandığından beri Müslümanların ilerleme kapısı da kapanmıştır.[385] İslam ümmetinin kurtuluşa
ermesi, mutluluk ve refaha ulaşması için mutlaka içtihat gereklidir.[386] İçtihat her asırda
Müslümanların üzerine farz olmuştur. Günaltay, içtihat kapısının kapalı
olduğunu iddia edenleri, onlar eğer zahmet edipte Gazzali, Şehristani, Maverdi,
İbn Salah, Tebrizi, Nevevi, Razi ve Suyuti gibi meşhur olmuş âlimlerin
eserlerini okuyup inceleselerdi dine ihanet ettiklerini -eğer idrakleri varsa-
anlarlardı diyerek eleştirmiştir. Yine bu içtihat kapısının kapalı olduğunu
iddia edenler Şehristani’nin el- Milel ve’n- Nihal adlı eserini dikkatlice
okuyarak İslam ümmetinin şimdiye kadar felakete sürüklendiğine inansınlar
demiştir. Şehristani’nin eserinde ki şu açıklamayı (‘’Şehristani diyor ki: Şer
’i deliller biter, insanların işleri ve cihanın olayları ise sonsuzdur. Biten
şey hiçbir zaman sonsuz olan şeyi içine alıp kapsayamaz. Bununla beraber
içtihat ve kıyasın saygı gösterilmesi ve sürekli olması gerekir ki her olay,
her iş, her hadise üzerine içtihat edilebilsin. Ve bu sayede İslam milleti
saadet ve selamete ulaşsın'") örnek göstermiştir. Hala içtihat
kapısının kapalı olduğunu söyleyenlerin haline gülünmeli mi yoksa ağlanmalı mı
bilemedim diyerek görüşüne örnekle delil getirmiştir.[387]
İçtihadın
gerekli olduğuna dair Peygamberimizin; ‘ ’Bir müçtehit içtihadında hata
ederse bir sevap, isabet ederse on sevaba nail olacağı’ [388] hadisini de delil getirir.
Günaltay, sahabenin yaşayışı, tabiin tarihi ve tebe-i tabiinin devirleri
incelendiği takdirde bunun daha iyi anlaşılacağını söyler. Yine zamanın
ihtiyaçlarına göre içtihat etme hususunda Hz. Ömer, Muaz ibn Cebel ve Ebu Musa
el Eş’ari’nin uygulamalarını örnek verir. Günaltay, içtihat kapısını kapalı
sayanların onlardan daha üstün daha bilgili mi olduklarını sorarak bir
eleştiride daha bulunur.[389]
İçtihadın
hangi hükümlerde olacağı hususunda Günaltay, dini hükümleri; itikat, ibadet,
ahlâk ve muamelat olarak dörde ayırarak cevap vermiştir. İtikadi hükümlerin
çoğu akli delillerle sabit olup Kur’an’la teyit edildiği ve geri kalanının da
yine Kur’an ve mütevatir hadislerde geçtiği için bunlar kesindir ve içtihata
gerek yoktur. İbadetlere gelince, onlarda kanun koyucu tarafından değişmez bir
şekilde hüküm olarak verilmiştir. Ahlaki konulara müçtehidin dokunamamasının
ilerlemeye engel değildir. Bunun değişmez olması aynı zamanda milli birlik ve
eğitim birliği sonucunu doğurur. Bu da kişilerin ahlaki faziletlere sahip
olmalarını sağlar. İçtihadın insanların birbirleriyle ilişkileri anlamına gelen
muamelat hükümlerinde yapılması gerektiğini belirten Günaltay, bunun nedenini
dünya işlerinin örf, adet, zaman ve mekânın değişmesiyle farklılaşmasına
bağlamıştır. Bu konularda her asırda ihtiyaçlara göre içtihatlarda
bulunulmasının zorunlu olduğunu dile getirmiştir.[390]
İçtihat
kapısının tekrar açılması gerektiğini belirten Günaltay, bunun belli şartlarda
olmasını da beyan etmiştir. Her önüne gelen içtihat yapamayacağı için içtihat
yapacak olan müçtehitlerde bazı şartlar aranmalıdır. Usul kitaplarında
belirtilen, bir müçtehitte bulunması gereken şartların hepsini taşıyan kişileri
bulmak mümkün gözükmemektedir. Ancak bir kısmını taşıyan kişileri bulmak ta zor
değil diyen Günaltay, bir heyet oluşturularak içtihat yapılmasını gerekli
görmektedir. Söz konusu bu heyette üyelerin bazılarının fıkıh usulünde, bazılarının
hadis ilminde, bazılarının tefsir ve lügatte ihtisas sahibi olmaları
gerekmektedir. Bazı üyelerin ise zamanın hallerini hakiki manada bilen, asrın
ihtiyaçlarını iyi anlayan, toplum işlerini kavrayıp idari işlerin incelikleri
bilen kişilerin bulunması hem heyetin işini kolaylaştıracak hem de içtihatın
zamanın şartlarına göre yapılmasını sağlayacaktır. Hükümlerde aranacak
özelliklerin ise menfaat sağlaması ve uygulanabilir olması gerektiğini de
ayrıca belirtmektedir. Günaltay, İslam dünyasının her tarafından çağrılacak
insanlardan oluşacak bu heyetin Şeyhülislamlık makamı adı altında toplanarak
İslam Halifesi adına içtihata başlaması gerektiğini belirtmiştir. Önceden
Mecelle için kurulan heyeti buna örnek gösteren Günaltay, milletin kurtuluşu
için bunun bir an önce gerçekleşmesi gerektiğini ifade etmiştir.[391]
Günaltay da
diğer âlimler gibi içtihat konusunda güzel ve bizce makul görüşler ortaya
koymuştur. İfade ettiği şeylerin şu an yapılması mümkündür ve bir o kadar
gereklidir. Günümüzde halifelik olmasa da herhangi biri adına yapılmasına gerek
yoktur. Çünkü şu an her ülke kendi başkanı ve hukuk kurallarına göre
yönetilmektedir. Bütün Müslüman ülkelerden âlimler çağrılıp hakkında hüküm
bulunmayan veya İslam hukukunda farazi fıkıh denilen sonradan ortaya çıkabilecek
meseleler hakkında içtihat yapılabilir.
AHMED HAMDİ AKSEKİ (1887-1951)
Antalya’nın
Akseki kazasına bağlı Sülles (şimdiki adı Güzelsu) nahiyesinde 1887 yılında
dünyaya gelen Ahmed Hamdi Akseki, dini ilimlere dair ilk bilgilerini babasından
almıştır. Fıkıh, siyer ve akaide dair bazı eserleri de babasının
yönlendirmesiyle okumuştur.[392] Doğduğu tarihin I. Meşrutiyet
ve II. Abdülhamid dönemlerine denk gelmesi, onun hem Osmanlı’nın son döneminde
hem de Cumhuriyet döneminde yaşaması ve bu iki dönemde de görevler yapması
dönemin içinde bulunduğu sıkıntıları dile getirmesi hususunda önem arz
etmiştir.[393]
Üçüncü Diyanet
İşleri Başkanı olan Ahmed Hamdi Akseki, (1947-1951 yılları arasında) aynı
zamanda Arapça, Farsça ve İngilizce bilen bir din âlimidir.[394]
Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin üçüne de tanıklık etmiş ve
bunlarla ilgili fikirler ileri sürmüştür. Ahmed Hamdi, bir yandan siyasal,
kültürel, ilmi ve ekonomik açıdan geri kalan Müslümanların her alanda
gelişmeleri için gayret sarf etmiştir. Diğer yandan ise Kur’an ve Hadis’i temel
alarak çağın şartlarına uymayan İslam müesseselerinin yeniden düzenlenmesini
gerekli görmüştür. Dini modası geçmiş bir müessese olarak gösterip İslam’a
saldıranlarla, batıl inançlarla ve hurafelerle mücadele etmiştir.[395] İslam düşüncesinin yanında
ruhiyat ve içtimaiyat başta olmak üzere batı düşüncesiyle de ilgilenmesi Ahmed
Hamdi’nin çok yönlü bir kişiliğinin olduğunu göstermektedir.[396]
1908’de
çıkarılmaya başlanan ve daha sonra adı Sebilürreşad olan Sırat-ı müstakim
dergisinde birçok yazı yazan Ahmed Hamdi, 1925 yılında Tarikat-ı Salahiye
Cemiyeti’ne üye olup faaliyetlerine katıldığı gerekçesiyle tutuklanmış ancak
beraat etmiştir. Bu davada 11 kişi hakkında idam kararı ve birçok kişi hakkında
da ağırlaştırılmış
hapis
cezaları verilmiştir. Mahkemede hâkimin beraat üzerine söylediği şu sözler
Ahmed Hamdi’nin ilmi kişiliği hakkında bizlere önemli bilgiler vermektedir: ‘’Mahkeme
kurulu sizden yararlanacağına inanıyor. Şu şartla ki inkılabın bugünkü esaslarına
en ufak bir uygunsuzluk yapmamalısınız. Durumunuz ve gençliğiniz bakımından
bilhassa Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabülünden sonra daha vatani hizmetlerde
bulunabilirdiniz ve bulunabilirsiniz. Bu bakımdan beraatınıza karar verildi.’’[397] 1 951 yılında ise Ahmed
Hamdi hayata
veda etmiştir.
Ahmed Hamdi Akseki’nin eserlerini basılmış ve basılmamış
olarak sınıflandırabiliriz:
îslâmda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri [398]
Bulgaristan Mektupları (1 Ağustos-l0 Ekim 1912)
Bilinmesi Elzem Olan Meseleler (1916)
Ulema-yı îslamiyeden Bir Sual ve Abdullah Guvilyam
Efendi'nin Cevabı (1916)
Dini Dersler (üç kitap şeklinde oluşan bu eser;
1920, 1921 ve 1923 yıllarında yayımlanmıştır.) [399]
Hatemü'l-Enbiya Hakkında En Çirkin Bir İsnadın
Reddiyesi (1922)
Askere Din Dersleri (1925) Bu kitap daha sonra ‘’Askere
Din Kitabı’’ adıyla DİB tarafından 1944'te yayımlanmıştır.[400]
Ve'l-asr Suresinin Tefsiri (1928)
Müslümanlıkta
iktisadın Ehemmiyeti (1932)
Peygamberimiz Hz.
Muhammed ve• Müslümanlık (1934)
Yavrularımıza Din
Dersleri (1941)
İslam, Tabii,
Fıtri ve Umumi'Bir Dindir (1943)
Peygamberimizin
Vecizeleri (1945)
Namaz Surelerinin
Türkçe Tercüme ve Tefsiri (1949)
Öğretmen ve
Öğrencilere Yardımcı Açıklamalı Din Dersleri (1949)
On dört Asır
Evvel Doğan Güneş Peygamberimiz Hz. Muhammed (1954)
A Study on
Prophet Muhammed (1954)
Yeni Hutbelerim
(iki cilt halinde 1936-1937, tek cilt halinde 1966)
Müslümanlara
Büyük İlmihal (1971)
Sebilü’r-Reşad ve Sırat-ı Müstakim
dergilerinde yayımlanan pek çok makale[401]
Kur'an-ı Kerim
Radyo ve Gramafon
İhlas Tefsiri
(İbn Sina'nın İhlas Tefsiri'nin tercüme ve şerhi)
Kudret-i ilahiye
ve İrade-i Cüziye
Hızır Hakkında
(sağ mıdır, ölmüş müdür?)
Millet Olarak Yaşamanın Şartları
Âlem-i İslam'ın Esbab-ı İnkirazı
Nasraniyet Nüfuzuna Karşı İslam'ın Mukavemeti
Tacu'l-arûs Tercemesi [402]
Verilen
eserlere bakınca Ahmed Hamdi Akseki’nin ne kadar geniş bir bilgi birikimine
sahip olduğunu ve farklı alanlarda bunu kullandığını görmekteyiz. Bu eserlerin
bazıları basılmamış olsa da biz bu ayrımı yapmadan sadece isimlerini vermekle
yetindik. Hangi eserlerin basılıp hangilerinin basılmadığını öğrenmek için
Abdullah Kahraman’ın makalesine bakabilirsiniz. [403]
Ahmed Hamdi Akseki’ye Göre Müslümanların
Gerileme Nedenleri
Müslümanların Birlik Olamaması
Her milletin
kendi başına hareket etmesinin İslam için felaket olduğunu dile getiren[404] ve bu başlıkta Sebilü’r-Reşad
dergisinde bir yazı yazan Ahmed Hamdi ’ye göre Müslümanların gerileme
sebeplerinden biri de birlik olamayışlarından kaynaklanmaktadır. İslam dini
kardeşliğe bir olmaya davet edip bunu desteklerken Müslümanlar maalesef bunu
tam manasıyla uygulayamadıklarından dolayı parçalanma tehlikesiyle karşı
karşıya kalmışlardır. Tarihteki Timur, Cengiz Han ve Hülagü gibi liderlerin
uygulamış oldukları vahşet Müslümanların bir daha birleşememesine neden olup
Müslüman toplumunu parçalamıştır. Bu sebeple de İslam dünyası Avrupalılara
lokma olma potansiyeline gelmiştir.[405]
Bu Osmanlı’nın
son döneminde ve ondan önce de olduğu gibi günümüzde de geçerli bir durumdur.
Farklı ülkelerdeki Müslümanların birleşmesini bırakın, aynı devlet içindeki
Müslümanlar bile mezhep ve tarikata ayrılmış vaziyettedir. Her mezhep veya
tarikat kendini daha doğru yolda olduğunu görmekte, bu nedenle birlik
olamamaktadırlar. Bu birlik olamayış İslam’ın gayri müslimler tarafından kötü
anlaşılmasına ve İslam’ın ruhuna zarar verirken aynı zamanda dışarıdan
gelebilecek veya gelmiş olan saldırılara karşı da yekten bir İslam toplumu
oluşturup karşı koymamıza engel olmaktadır. Konuyu dağıtmadan örnek verecek
olursak; en yakın örneğimizi özel olarak Suriye, genel olarak ta Ortadoğu’ da
ortaya çıkan karışıklık ve iç savaşları gösterebiliriz.
Ahmed Hamdi’ye
göre Müslümanların birlik olamamasının nedenlerinden biri de milliyetçilik
kavramıdır ki bunu daha çok milli asabiyet kavramıyla ifade edip açıklamıştır. Akseki’ye
göre; nasıl olsa Müslümanız Allah bize yardım eder kurtuluruz gibi anlayışıyla
çalışmayıp tembellik etmekteyiz. Aynı zamanda bazı ıslahatçı maskesi altındaki
kimselerin kurtuluşun dinsizlik sayesinde olacağını savunmaları neticesi oluşan
karışıklıklar sonucu İslam toplumu izmihlal çukuruna doğru sürüklenmektedir.[406]
İslam
kalplerde ki mili asabiyet fikrini söküp atmak isteyip bütün inananları kardeş
ilan etmiştir. O yüzden bu akımdan fazlasıyla etkilenip Müslümanlar arasında
tefrikanın oluşması doğru bir durum değildir. Müslümanların ve İslam dünyasının
kurtulması için yapılacak tek şey İslam’ı din adı altında girmiş olan
hurafelerden temizlemektir. Ve milliyetçilik fikrinden vazgeçerek bütün
Müslümanları tek bir çatı altında yani ‘’kardeşlik’’ adı altında toplamak
olacaktır. Müslümanlar arasında halis bir kardeşlik meydana gelirse İslam
dünyası bu felaketten kurtularak kendisine vaat edilen istikbale doğru yol
almaya başlar.[407]
Cumhuriyet’in
ilanıyla birlikte birçok alanda inkılâplar yapılmış ve bunlardan biri de eğitim
alanı olmuştur. Tevhid-i Tedrisat kanunuyla bütün eğitim kuramlarının Millî
Eğitim Bakanlığına bağlanması eğitimde ikiliği kaldırmak adına yapılmıştır.
Dolayısıyla medreselerde bu kanun kapsamında Millî Eğitim Bakanlığına bağlı
hale gelmiştir. Ahmed Hamdi, yapılan bu Türk inkılâplarının amacının dini
eğitim kuramlarını kapatmak olmadığını beyan eder. Kanunun din eğitimine karşı
olmamasına rağmen sonradan ne oldu neden oldu tam manasıyla sebebi belli
olmadan imam hatipler ve medreseler birer birer kapatılmıştır, diyerek teoride
dine karşı olmayan, dini kurumların devamını destekleyen Tevhid-i Tedrisat
kanununun pratikte bunun tam tersini uyguladığını söylemektedir. Bunun
neticesinde de o dönemde din adamı açığı oluşmuş ve bazı köylerde ölüyü
kaldıracak imam bile bulunamadığını dile getirmiştir. Ahmed Hamdi, dini
alandaki eğitim kurumlarının Millî Eğitim Bakanlığı’na değil de Diyanet İşleri
Başkanlığı’na bağlanmasını daha doğru olacağını söylemektedir. Şayet öyle
olsaydı bu kurumlar kapatılamazdı diyerek böylelikle din adamı açığının da
ortaya çıkmayacağını anlatmak istemiştir. Yine oluşan bu eksik dini boşluk
neticesinde batıl ve yalancı tarikatların ortaya çıkarak dine zarar verdiğini
de dile getirmiştir.[408]
Sonuç olarak
diyeceklerimiz ister dini ister fenni alanda olsun eğitim her şeyden önce
gerekli bir olgudur. Eğitimin olmadığı yerde cehalet, bu cehalet sonucu da
huzursuzluk ve kaos ortamları oluşmaktadır. Tabii Müslüman olarak hem dini hem
de fenni alandaki eğitimi birlikte almak ve ikisine de önem vermek gereklidir.
Nitekim tarihe baktığımızda meşhur Müslüman din âlimlerinin sadece dini alanda
değil fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, tarih, coğrafya vb. alanlarda da
araştırma yapıp kendilerini geliştirmişler ve bu sayede İslam medeniyeti
gelişip farklı coğrafyalara yayılmıştır. Bu nedenle bir toplumun veya ülkenin
geri kalmışlıktan kurtulmak için olmazsa olmaz şartlarından biri eğitim
olmalıdır.
Cehalet,
görüşünü verdiğimiz bütün âlimlerimizin (Şeyhülislam Mustafa Sabri dışında)
gerileme nedeni saydıkları bir husustur. Said Halim Paşa, Babanzâde Ahmed Naim,
Mehmet Akif Ersoy, Seyyid Bey ve Şemseddin Günaltay doğrudan cehaleti gerileme
nedeni olarak göstermişlerdir. Aynı zamanda yine Mehmet Akif ile Ahmed Hamdi
Akseki eğitim eksikliğini gerileme nedenlerinden sayarak dolaylı olarak
cehalete vurgu yapmışlardır. Filibeli Ahmed Hilmi ile Elmalılı Hamdi’de
eğitimin ıslahı gereklidir diyerek bilgiye ulaşma yolunun düzeltilerek aynı
zamanda cehaletin giderilmesini kastetmişlerdir. Son olarak Şeyhülislam Musa
Kazım Efendi’de ‘’Kuvvet Hazırlamada Kusur’’ başlığını verdiğimiz görüşlerinde
kuvvetin ancak ilimle olacağını söyler. Yani dolaylı yoldan bu nedeni o da
cehaletin giderilmesine bağlar.
Mustafa
Sabri’de de direkt veya dolaylı yoldan bu başlığı zikretmesek te onun yanlış
kader anlayışı görüşünden dolaylı olarak cehalet sonucunu çıkarabiliriz. Sonuç
olarak ister direkt ister dolaylı yoldan olsun çalışmamızda zikrettiğimiz tüm
âlimler cehaleti Müslümanların gerileme nedenlerinden biri olarak görmüşlerdir.
Ekonomi
alanında görüş belirten Ahmed Hamdi hem iktisadın hem de tasarrufun önemini
belirterek bunları uygulamak için bazı şartlar olduğunu söylemiştir. Ona göre
bunun ilk şartı yerli malı kullanmaktır. Milli paramızın yabancılara akıp
gittiğini gören Ahmed Hamdi, bunu önlemek için yerli malını kullanmaya önem
vermemiz gerektiği görüşündedir.[409]
Özellikle israfın da üzerinde duran Ahmed Hamdi, batıya özenti ve moda adı
altında birçok kişinin israf ettiğini dile getirmektedir. Yerli malı
kullanmanın da öneminin altını çizen Ahmed Hamdi eskiden Avrupa’dan ülkemize
gelen mallara çok rağbet edilmezken -mesela buna boya örneğini vermiş ve
Avrupa’dan gelen boyaya ‘’makam’’ yani adi boya denildiğini söylemiş- günümüzde
bunun tam tersinin olduğuna insanların kendi malları yerine Avrupa’daki mallara
rağbet ettiğine dikkat çekmiştir.[410]
Vatanın ve
milletin yükselmesini isteyen bir insanın öncelikle yerli malı kullanmasını ve
israf etmemesini söylemiştir. Ahmed Hamdi, israfın İslam dininde haram olduğunu
hatırlatarak tasarruf yapmanın gereğini beyan etmiştir. Masrafı gelirden az
tutarak israfı engelleyebileceğimizi belirtmiştir. Borca girmemenin önemini
Peygamberimizin borçlu bir insanın cenazesine gitmek istemediğini dayanak
göstererek tasarruf için borç yapılmaması gerektiğini dile getirmiştir.[411] Yerli malı kullanımında da
her Türkün eline geçen parayı kendi memleketine harcaması gerektiğini
söylemiştir. Kaba bile olsa yerli malı varken yabancı mallara para vermemeyi,
yerli malından başka bir şeye rağbet gösterilmemesi gerektiğini dile
getirmiştir. Türk sanatlarının tekrar eski gücüne ulaşıp tüm dünyaya tanınması
için bizim yerli malına olan teveccühümüzün gerekli olduğunu hatırlatmıştır.
Ahmed Hamdi’ye göre biz kendi mallarımıza önem vermeyip batıyı taklit edersek
başka kimsede bizim mallarımıza önem vermez ve böylece ilerleyemeyiz. Bunu
yapmak içinde bir devlet kanunu beklenmemeli, vatansever her insanın yapması
gereken şey olmalıdır.[412]
Bu görüşleri
verdikten sonra özet olarak şunu söyleyebiliriz: önceki maddelerden biri olan
kuvvet hazırlama başlığında da belirttiğimiz gibi bir ülkenin ileri seviyelere
gelmesi, silah ve sanayi gibi alanlarda başarılı olmasına ve bu da maddi
gücünün yüksek olmasına bağlıdır. Bunu günümüzde de görmekteyiz ki medeniyet
bakımından ileri sayılan günümüz ülkelerinin hepsi maddi açıdan da ileri bir
seviyede bulunmaktadır.
Her halükârda
ilerlemeyi emreden bir din olan İslamiyet’i benimsemiş toplumlar olarak bir
geri kalışımız gözden kaçırılmayacak derecede ortadadır. Bu geri kalışımız üç
cihana asırlar boyu hükmetmiş güzide bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu’nun
son dönemine doğru başlamış ve nitekim devletin yıkılmasına kadar ilerlemiştir.
Devletin de farkında olduğu bu geri kalmışlığın önlenmesi için birtakım
çalışmalar yapılmışsa da neticede olumlu bir sonuç vermemiştir. Devletin ileri
gelenleri ve söz sahibi ilim adamları tarafından bu gerileyiş ve çöküşün
faturası hakiki manada ki İslam’dan uzaklaşan Müslümanlara kesilmiştir ki bu da
doğru bir hükümdür. Önceden yüzyıllar boyu her konuda Avrupa’dan ileri olan
İslam medeniyeti gün gelmiş Avrupa’nın gerisinde kalarak onları takip ve taklit
etmeye başlamıştır. Bu da İslam’ın esas ilkelerinden bazılarına taviz vererek
ve bazı konularda da çağın şartlarına göre yeniden yorum yapamamaktan
kaynaklanmıştır. Osmanlı da başlayan bu gerileme söz konusu devletin hayatını
sonlandırmasına neden olmuş ve bugün hala da neredeyse her alanda Avrupa’dan
geride olmamız hususu varlığını devam ettirmiştir.
İşte bu
çalışmayla, o dönemde yaşayan bizzat çağın gereklerini ve eksiklerini gören
fikir adamlarının bu seviyeye neden gelindiği konusundaki görüşlerini
belirlemek, bizzat gerilemenin yaşandığı toplumun düşüncelerini anlamak ve
günümüze ışık tutması için neler yapılabileceğini hedeflemekteyiz. Çünkü
olumsuz bir durumu ortadan kaldırmak için onun neden olduğu sebepleri bilmemiz
ve ona göre bir yol izleyerek çare bulmamız gerekmektedir. Osmanlı döneminde
bazı âlimlerin ilerlemeye engel veya gerilemeye neden olan sebeplerine
baktığımızda bunların birçoğunun günümüz içinde geçerli olduğunu görmekteyiz.
Bunlara birkaç örnek verecek olursak; en başta gelen nedenlerden biri yeteri
kadar ilim ve fenne önem verilmemesi ve bunun doğurmuş olduğu bilgisizliğin
ekonomi, askeri ve teknoloji gibi diğer alanları da etkilemesiyle birçok konuda
gerilememize neden olmaktadır. Aynı şekilde başka bir örnek verecek olursak
İslam’ın ilk devirlerinden beri uygulana gelen içtihat uygulamasıdır ki birçok
konuda şartları değişen çağa ayak uydurabilmek ve İslam’ı doğru yorumlayabilmek
adına önemli bir meseledir. Mezhep anlayışının doğurmuş olduğu ayrımcılık
fikrini de Müslümanların bir araya gelerek ortak hedefler doğrultusunda beraber
çalışmalarını engelleyen diğer bir neden olarak sunabiliriz.
Çalışmamızda
bahsettiğimiz âlimlerin hepsi cehaleti gerileme nedeni sayma konusunda
hemfikirdirler. Aynı şekilde bunu yok edecek olan eğitimin gerekliğini
savunmakla birlikte eğitimin yetersiz olduğu konusunda da ortak görüştedirler.
Mesela Mehmet Akif ve Ahmed Hamdi Akseki eğitimin yetersiz ve eksik olduğunu
belirtmiş. Aynı şekilde Filibeli Ahmed Hilmi ve Elmalılı da eğitimi yetersiz
bulup ıslah edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Said Halim Paşa; dün de
bugünde ilerlememizi ve gelişmemizi engelleyen eksikliğimizin bilgisizlik
olduğunu dile getirmiştir. Halim Paşa’ya benzer düşüncede olan Şemseddin
Günaltay’da başımıza gelen bütün felaketlerin tek nedenini cehalet olarak
göstermiştir. Yine Seyyid Bey, İslam’da kök salan hurafe ve bidatlerin cehalet
ve taklit sebebiyle ortaya çıktığını söylemiştir. Filibeli Ahmed Hilmi’de bu
hurafe ve hikayelerin yayılmasının nedeni olarak köy imamlarını göstermiştir.
Şeyhülislam Musa Kazım’da ‘’Kuvvet Hazırlama’’ başlığı altında kuvvet
hazırlamaya gerek duyulan gücün eğitim ile olacağını belirtmiştir. Milli
şairimiz olan Mehmet Akif Ersoy ise eğitim kalitesinin artması için mahalle
mekteplerinin gerekliliğine vurgu yapmış, okullarda teorik bilgiden çok pratik
bilgiye yer verilmesi gerektiğini beyan etmiştir.
Yine
taklitçilik konusunda Filibeli, Mustafa Sabri, Babanzâde, M. Akif, Seyyid Bey
ve Said Halim Paşa aynı fikirde olmuşlardır. Mehmet Akif ve Filibeli Ahmed
Hilmi Müslümanların tekrar ilerlemesinin mümkün olduğunu Japonya örneği
üzerinden anlatmışlardır.
Aynı şekilde
dini hassasiyete önem verilmemesi ve dinin ve bazı dini kavramların yanlış
anlaşılması konusunda Mustafa Sabri, M. Akif, Elmalılı ve Şemseddin Günaltay
benzer görüşler ortaya koymuşlardır. Bu konuda en çok vurgu yapılan nokta kader
ve tevekkül anlayışlarıdır. Şeyhülislam Mustafa Sabri ile Mehmed Akif Ersoy,
yanlış kader kaza ve tevekkül anlayışının Müslümanları tembelliğe ve uyuşukluğa
sevk ettiğini dile getirmişlerdir. Elmalılı M. Hamdi; dine bağlandıkça
Müslümanların ilerlediğini belirtmiştir. Şemseddin Günaltay’da din anlayışı
yükseldikçe medeniyetin ilerleyip servetin artacağına dikkat çekmiştir.
Said Halim
Paşa ile Ahmed Hamdi Akseki ekonomik yetersizliği Müslümanların gerilemesindeki
baş nedenlerden biri olarak görmüşlerdir. İlerlememiz için ayette belirtilen
düşmanlara karşı kuvvet hazırlama emrini savunan Şeyhülislam Musa Kazım ve
Babanzâde Ahmed Naim bunu gerileme nedenlerinden biri saymışlardır.
Müslümanların
birlik olamaması ve mezheplere ayrılması konusunda da Musa Kazım, Filibeli,
Ahmed Hilmi, Babanzade Ahmed Naim ve Ahmed Hamdi Akseki benzer görüşler
içerisindedirler. Aynı zamanda Müslümanların birliğine engel teşkil eden şeyin
milliyetçilik ve ırkçılık olduğunu Babanzâde Ahmed Naim ile Ahmed Hamdi
söylemiştir. Yine şeriata muhalefet etme ve şeriatın hâkim kılınamaması
hususunda Said Halim Paşa ve Babanzâde Ahmed Naim görüş belirten âlimler
arasındadır. Müslümanların gerilemesinin tembellik yüzünden kaynaklandığını
söyleyenler; Mehmet Akif, Ahmed Hamdi Akseki ve Şeyhülislam Musa Kazım’dır.
Bu birbirine
benzer ve ortak görüşler haricinde çalışmamızda diğer âlimlerin değinmediği
sadece bir âlimin belirttiği maddeler de bulunmaktadır. Bunlara ilk olarak
Şeyhülislam Musa Kazım’ı örnek gösterebiliriz. Musa Kazım; diğer hiçbir âlimin
değinmediği ümmetin aralarında şura yapmamasını bir gerileme nedeni olarak
belirlemiştir. Aynı şekilde İslam’ın temel esaslarına (adalet, eşitlik,
kardeşlik ve hürriyet gibi) önem vermemeyi diğer bir gerileme nedeni saymıştır.
Babanzâde Ahmed Naim’de Şeriata muhalefet başlığı altında maddeleri sıralarken
diğer âlimlerin bahsetmediği kalp gevşekliği ile Müslümanların birbirine buğzedip
yardım etmekten kaçınmasını bir gerileme nedeni saymıştır. Yine Elmalılı M.
Hamdi, insanların kendi işini kurup kazanç sağlayacakları yerde işin kolayına
kaçıp devlet memurluğunu seçmelerini ve devletin tarımla uğraşanlara ağır
vergiler koymasını bir gerileme nedeni olarak göstermiştir.
Tüm bu
maddelere baktığımızda, her ne kadar o döneme göre ülkemizde birçok alanda
ilerlemeler olsa da genel anlamda Müslüman coğrafya ya bakacak olursak hepsinin
günümüz içinde geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bu âlimler bugün yaşasalardı
yine aynı şeyleri söylerler miydi acaba diye düşünürsek yüksek ihtimalle evet
diyebiliriz. Tamamen aynı şeyler söylenmese de çağımızın getirdiği yeni kavram
ve kurumlar üzerinden benzer düşünceler söylenirdi. Mesela medrese yerine
okullarda ki eğitimden bahsedilirdi. O zamanda bulunmayan internet bilgisayar
ve akıllı telefon gibi araçlar hakkında onları iyiye kullanmak adına yorumlar
yapılabilirdi. O zaman Avrupa’nın dretnotları (büyük savaş gemisi) ve
şimendiferleri (tren) örnek verilirken bugün uzay araçları ile nükleer ve
kimyasal silahlar örnek gösterilirdi. Her ne kavramla veya teknolojik
gelişmeyle ifade edilirse edilsin o günden bugüne değişmeyen tek şey Avrupa’nın
hala gerisinde olmamızdır. Aynı zamanda İslam dini ile ilgili verilen görüşlerin
aynen geçerliliğini koruduğudur. O gün de içtihat gerekliymiş, bugün de
gerekli. Bilgi çağında olmamıza rağmen bugünde cehalet devam etmektedir. Yine
Avrupa’yı taklit etmekten öteye geçemedik. Şu anda da insanları dini mezhebi
dili rengi ve ırkına göre ayırarak birlik olamıyoruz. Kaderi tevekkülü yanlış
anlamakta ısrar ediyoruz. Kısacası Mustafa Sabri’nin ifade ettiği gibi İslam’ı
hakkıyla yaşayamıyoruz.
Bunun gibi
nedenleri çoğaltabilme imkânımız olsa da genel olarak varacağımız sonuç;
İslam’ı hakiki bir şekilde yaşayıp, onun emir ve yasaklarına hakkıyla riayet
etmeliyiz. İlme ve çalışmaya daha fazla önem verip, tıpkı önceden olduğu gibi
yeniden ileri bir medeniyet yakalamalıyız. Bu geri kalmışlıktan kurtulabilmemiz
mümkündür.
İlk bakışta
biraz ütopik gibi gelse de kulağa; bunun ütopik olmadığını tarih bizlere
göstermiştir. Günümüzde veya daha ileride bunu gerçekleştirmek eskiden
olduğundan daha zor görünmekte ve bunun da dünyaya Müslüman algısının hep
olumsuz şekillerde gösterilmesi neden olmaktadır. Ancak bu gibi durumlar doğru
bir metot ve çalışmayla aşılmayacak şeyler değildir. Sonuç olarak bu gibi
konuların daha fazla araştırılıp incelenmesiyle bazı sebeplerin farkına varmalı
ve öncelikle de düşünce yapımızı değiştirip, diğer düşüncelere saygı çerçevesinde
İslam’ın ilkelerini hakkıyla yerine getirmeli ve kaybettiğimiz eski gücümüze
ulaşmalıyız.
Ahmed Naim.
“İslam’da Dava-yı Kavmiyet: Takib ve Tenkid Mecmuası Sahibi Nüzhet Sabit
Beyefendi’ye”. Meşrutiyetten Cumhuriyet’e Yakın Tarihimizin Belgesi
1908-1925 Sebîlürreşâd Mecmuası. ed. M. Ertuğrul Düzdağ. 12/114-129.
İstanbul: Bağcılar Belediyesi, Nisan 2018.
Akbulut,
Ahmed. “Şeyhulislam Mustafa Sabri ve Görüşleri (1869-1954) = Mustafa Sabri and
His Views (1896-1954)”. İslâmî Araştırmalar (Dergi) VI/1 (1992), 32-43.
Akçura, Yusuf.
Osmanlı Devletinin Dağılma Devri. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları,
3. Baskı, 1988.
Akçura, Yusuf.
Üç Tarz-ı Siyâset. İstanbul: Ötüken, 5. Baskı, 2018.
Akseki, Ahmed
Hamdi. “Dinî Müesseler ve Din Eğitiminin Meseleleerine Dair Rapor”. Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 2. 2/897-911. İstanbul: Dergâh Yayınları, 3. Baskı,
2017.
Akseki, Ahmed Hamdi. “Her Kavmin Kendi Başına Hareketi İslam İçin
Felakettir!” Sebilü
’r-Reşad[Sırat-ıMüstakim] XII/290 (20 Mart 1330), 65-66.
Akseki, Ahmed Hamdi. “Her Kavmin Kendi Başına Hareketi İslam İçin
Felakettir”.
Meşrutiyetten Cumhuriyet’e Yakın Tarihimizin Belgesi 1908-1925
Sebîlürreşâd
Mecmuası. 12/65-67. İstanbul: Bağcılar Belediyesi, Nisan 2018.
Akseki, Ahmed Hamdi. “Tasarruf ve
İktisadın Başlıca Şartları”. Türkiye’de
İslamcılık
Düşüncesi 2. 2/838-844. İstanbul: Dergâh Yayınları, 3. Baskı, 2017.
Alperen,
Abdullah. Sosyolojik Açıdan Türkiye’de İslam ve Modernleşme (Çağımız İslam
Dünyasında Modernleşme Hareketleri ve Türkiye’deki Etkileri). Adana:
Karahan Yayınları, 1. Baskı, 2003.
Arslan,
Hulusi. “Mehmet Akif’in Kader ve Tevekkül Anlayışı”. Hikmet Yurdu: Düşünce
Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi 7/13 (2014), 11-27.
Babacan,
Mahmut. “Burdur Milletvekili Mehmet Akif’e Göre Eğitim ve Kalkınma”. Uluslararası
Mehmet Akif Ersoy Milli Birlik ve Bütünlük Sempozyumu. İstanbul: İstanbul
Sabahattin Zaim Üniversitesi Yayınları, 2011.
Babanzade
Ahmed Naim. “İslamiyet’in Esasları, Mazisi ve Hali”. Sebilü’r-Reşad
[Sırat-ıMüstakim] XII [XI]/284 (Şubat 1329), 369-376.
Babanzade
Ahmed Naim. “İslam’da Dava-yı Kavmiyet: Takib ve Tenkid Mecmuası Sahibi Nüzhet
Sabit Beyefendi’ye”. Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim] XII/293 (10 Nisan
1330), 114-128.
Bayram,
İbrahim. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin Dini Düşüncesi. İstanbul:
Klasik Yayınları, 1. Baskı, 2018.
Bektaş, Emine.
II. Meşrutiyet Dönemi Entelektüel Hayatının Önemli Bir Siması: Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi. Ankara: Hacettepe Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi,
2015.
Blog, ILEM.
“Müslümanlık Mân’i Terakki Değil, Zâmin-i Terakkidir”. iLEM BLOG (blog),
14 Nisan 2018. http://blog.ilem.org.tr/muslumanlik-mani-terakki-degil-
zamin-i-terakkidir/
Bodur, Hüsnü
Ezber. “Akif’e Dini Sosyolojik Bir Bakış”. Atatürk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 13 (30 Haziran 1997). https://dergipark.org.tr/tr/pub/atauniilah/36384
Bolay,
Süleyman Hayri. “AKSEKİ, Ahmed Hamdi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi. 2/293-295. İstanbul: TDV Yayınları, 1989.
Bostan, M.
Hanefi. “Said Halim Paşa”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
35/557-560. İstanbul: TDV Yayınları, 2008.
Bostan, M.
Hanefi. “Said Halim Paşa ve Fikirleri”. 21. Yüzyılda Eğitim Ve Toplum Eğitim
Bilimleri Ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 8/22 (15 Nisan 2019), 53-90.
Bulaç, Ali.
“İslâm’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslâmcıların Üç Nesli”. Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce 6: İslamcılık. ed. Tanıl Bora - Murat Gültekingil. İstanbul:
İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2005.
Çağan, Kenan.
“Son Dönem Osmanlı Siyasetinde İslamcılık ve Batılılaşma”. Tezkire, Düşünce,
Siyaset, Sosyal Bilim Dergisi 45 (Aralık 2006), 35-61.
Çakan, İsmail
Lütfi. “Babanzâde Ahmed Naim”. Türkiye Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi.
4/375-376. İstanbul: TDV Yayınları, 1991.
Çetınkaya,
Bayram Ali. M. Şemseddin Günaltay ve Fikriyatı. Ankara: Ankara
Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 1994.
Çetınkaya,
Bayram Ali. “Musa Kazım Efendi’nin Dini, Siyasi ve Felsefi Düşüncesi”. Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 11/2 (15 Aralık 2007), 75-141.
Çetı nkaya, Bayram
Alı. “Tek Parti Döneminin ‘İslamcı’ Başbakanı: M.Şemseddin Günaltay”. Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2 (15 Aralık 1998), 437444.
Demir, Ahmet
İshak. Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı. İstanbul: Ensar
Neşriyat, 2004.
Erbay,
Erdoğan. “Millî Birlik Meselesinde Akif’in İnsana Yüklediği Vazife”. Uluslararası
Mehmet AkifErsoy Milli Birlik ve Bütünlük Sempozyumu. İstanbul: İstanbul
Sabahattin Zaim Üniversitesi Yayınları, 2011.
Erdem, Sami.
“SEYYİD BEY”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 37/54-56.
İstanbul: TDV Yayınları, 2009.
Ergül,
Bahattin. Seyyid Bey ve Usûl-i Fıkha Bakışı. Konya: Selçuk Üniversitesi,
Yüksek Lisans Tezi, 2006.
Erinç, Sırrı.
“CAVA”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 7/170-171. İstanbul:
TDV Yayınları, 1993.
Ersoy, Mehmed
Akif. “Üstad-ı Muhterem Mehmed Akif Beyefendi Tarafından (Üçüncü Mevaiz):
Süleymaniye Kürsüsünde [Sure-i Ankebut, 69]”. Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim]
II-IX/50-232 (Şubat 1328), 405-408.
Ersoy, Mehmed
Akif. “ÜÇÜNCÜ MEV’İZA -Üstâd-ı Muhterem Mehmed Âkif Beyefendi Tarafından
Süleymâniye Kürsüsünde”. Meşrutiyetten Cumhuriyete Yakın Tarihimizin Belgesi
1908-1925 SebilürreşâdMecmuası. ed. M. Ertuğrul Düzdağ. 9/403- 406.
İstanbul: Bağcılar Belediyesi, 2017.
Ersoy, Mehmet
Akif. Safahat. Ankara: Dorlion Yayınları, ts.
Ertekin,
Ferdi. Geç Dönem Osmanlı Düşüncesinde Muhafazakâr Yenileşme Arayışları (1878
1918) Ahmed Cevdet Paşa, Babanzâde Ahmed Naim Elmalılı Hamdi Yazır.
İstanbul: İstanbul Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2014.
Gökalp, Ziya. Türkçülüğün
Esasları. İstanbul: Kültür Bakanlığı Ziya Gökalp Yayınları, 1. Baskı, 1976.
Gökalp,
Ziya. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak. Ankara: Akçağ
Yayınları, 2.
Baskı, 2010.
Günaltay, M.
Şemseddin. “Müslümanlık Aleminde İntibah Emâreleri”. Islâm Mecmuası I/1
(1329), 25-26.
Günaltay, M.
Şemseddin. “Müslümanlık Âleminde İntibâh Emâreleri -II-”. İslâm Mecmuası
I/4 (1330), 110-114.
Günaltay,
Mehmed Şemseddin. Hurafattan Hakikate Hurâfeler ve İslâm Gerçeği. ed.
Ahmet Gökbel. İstanbul: Marifet Yayınları, 2. Baskı, 2015.
Günaltay,
Mehmed Şemseddin. (Zulmetten Nûra) Bunalım Çağından İslâmın Aydınlığına.
İstanbul: Marifet Yayınları, 1998.
Gürkan,
Menderes. “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın ( 1878-1942) İlmi Kişiliği ve Fıkıh
İlmindeki Yerine Bir Bakış”. İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi 6
(2005), 211232.
Hanioğlu, M.
Şükrü. “Batılılaşma”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
5/148-152. İstanbul: TDV Yayınları, 1992.
İleri, Celal
Nuri. “Havaic-i Kanuniyyemiz: La-yünker Tağiyyürü’l-Ahkam bi- Tagiyyürü’l-Ezman”.
İctihad IV/67 (03 Mayıs 1329), 1451-1454.
Janet, Paul -
Seailles, Gabriel. Metalib ve Mezahib: Metafizik ve ilahiyat. çev.
Elmalı’lı M. Hamdi Yazır. İstanbul: Eser Neşriyat, 1978.
http://ktp2.isam.org.tr/detayzt.php?navdil=tr&idno=108382&tarama=metalib+ve
+mezahib
Kahraman,
Abdullah. “Tokat’lı Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi (1869-1954) ve Bazı Fıkhî
Meselelere Yaklaşımı”. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tokat Sempozyumu III/
(2012), 311-328.
Kahraman,
Abdullah. “Zor Zamanda Yapılabileceklerin En İyisini Yapan Bir İslam Alimi:
Ahmed Hamdi Akseki”. İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi 6 (2005), 297312.
Kara, İsmail.
“İslâmcı Söylemin Kaynakları ve Gerçeklik Değeri”. Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce 6: İslamcılık. ed. Tanıl Bora - Murat Gültekingil. İstanbul:
İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2005.
Kara, İsmail. Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1. İstanbul: Dergâh Yayınları, 3. Baskı., 2017.
Kara, İsmail. Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 2. İstanbul: Dergâh Yayınları, 3. Baskı., 2017.
Kılıç, Recep. “Babanzade Ahmed Naim’in
Felsefi Görüşleri”. Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 36/1 (01
Nisan 1997), 297-339.
https://doi.org/10.1501/Ilhfak_0000000863
Koca, Ferhat.
“Mûsâ Kâzım Efendi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
31/221-222. İstanbul: TDV Yayınları, 2006.
Koca, Ferhat. Şeyhülislam
Musa Kazım Efendi ’nin Hayatı ve Fetvaları. Ankara: Araştırma Yayınları, 1.
Baskı, 2018.
Kur’an-ı
Kerim Meâli. çev. Halil Altuntaş - Muzaffer Şahin. Ankara: Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, 12. Baskı, 2011.
Mardin, Şerif. Türkiye’de Din ve Siyaset Makaleler
3. İstanbul: İletişim Yayınları,
Mertoğlu, M. Suat. “Akseki’nin Ahmed Muhammed Şâkir’e Bir
Mektubu: Sebîlürreşâd Yazarı Ahmed Hamdi Akseki’nin İslâm Dünyasına İlgisine
Dair Notlar”. İslam Araştırmaları Dergisi 36 (01 Aralık 2016), 163-177. https://doi.org/10.26570/isad.327252
Mossensohn, Miri Shefer. Osmanlı ’da Bilim Kültürel Yaratı
Ve Bilgi Alışverişi. çev. Kübra Oğuz. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2. Baskı, 2019.
Musa Kazım Efendi. “Hürriyet- Müsavat [-VII]”. Sırat-ı
Müstakim [Sebilü’r- Reşad] I/7 (25 Eylül 1324), 99-101.
Musa Kazım
Efendi. “İslam ve Terakki”. Islâm Mecmuası I/1 (1329), 1-6.
Musa Kazım
Efendi. “İslâm ve Terakkî -III-”. İslâm Mecmuası I/3 (1329), 75-77.
Musa Kazım
Efendi - Fergan, Eşref Edip. “Gece dersleri - II: Kuvvet hazırlamak”. Sırat-ıMüstakim
[Sebilü ’r-Reşad] III/56 (17 Eylül 1325), 52-53.
Musa Kazım
Efendi - Fergan, Eşref Edip. “Gece dersleri - II: Kuvvet hazırlamak (maba’d)”. Sırat-ıMüstakim
[Sebilü’r-Reşad] III/59 (Teşrinievvel 1325), 99-102.
Musa Kazım
Efendi - Fergan, Eşref Edip. “Gece Dersleri: 2 Kuvvet Hazırlamak”. Meşrutiyetten
Cumhuriyet’e Yakın Tarihimizin Belgesi 1908-1925 Sebîlürreşâd Mecmuası. ed.
M. Ertuğrul Düzdağ. C. 3. İstanbul: Bağcılar Belediyesi, 2014.
Musa Kazım
Efendi, Şeyhülislam. Külliyât: Dînî ve İctimâîMakaleler. Ankara: Ankara
Okulu Yayınları, 1. Baskı, 2002.
Mustafa Sabri
Efendi. “Dînî Müceddidler Yahud Türkıyenın Necât Ve İtılâ Yollarında Bir Rehber
Avrupa Medeniyeti’nin Yanlış Telakkisi”. Meşrutiyetten Cumhuriyet’e Yakın
Tarihimizin Belgesi 1908-1925 Sebîlürreşâd Mecmuası. ed. M. Ertuğrul
Düzdağ. 17/82-87. İstanbul: Bağcılar Belediyesi, 2019.
Mustafa Sabri
Efendi. “Dini Müceddidler Yahut Türkiye’nin Necat ve İ’tila Yollarında Bir
Rehber: Avrupa Medeniyetinin Yanlış Telakkisi”. Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı
Müstakim] XVII/427-428 (10 Temmuz 1335), 82-86.
Mustafa Sabri
Efendi. “Terakki Edelim, Fakat Müslüman Kalmak Şartıyla...” Sebilü’r-Reşad[Sırat-ıMüstakim]
XVII/431-432 (24 Temmuz 1335), 113-115.
Nam, Mehmet.
“Tarihin Kırılma Noktasında Son Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi”. Harran
Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi 23/23 (01 Haziran 2010), 95-118.
Okay, M. Orhan
- Düzdağ, M. Ertuğrul. “Mehmed Âkif Ersoy”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi. 28/432-439. Ankara: TDV Yayınları, 2003.
Oral, Özgür.
“Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır”. Modern Türkiye ’de Siyasi Düşünce 6:
İslamcılık. ed. Tanıl Bora - Murat Gültekingil. İstanbul: İletişim
Yayınları, 2. Baskı, 2005.
Ortaylı,
İlber. İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. İstanbul: Timaş Yayınları, 44.
Baskı, 2016.
Öz, Satılmış.
“Mehmet Akif Ersoy’da Geri Kalmışlık ve Kalkınma Problemi (Safahat Örneği)”. Harran
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 30/30 (01 Aralık 2013), 140-161.
Özafşar,
Mehmet Emin vd. (ed.). Hadislerle İslâm 5 Hadislerin Hadislerle Yorumu.
Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2. Baskı., 2013.
Özalp, N.
Ahmet. “Sunuş”. SaidHalim Paşa Bütün Eserleri. ed. N. Ahmet Özalp.
İstanbul: Büyüyenay Yayınları, 1. Baskı, 2015.
Özoğul, Şenel.
Babanzade Ahmed Naim’in Felsefe Algısı ve Ele Aldığı Felsefi Problemler.
Konya: Necmettin Erbakan Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2016.
Petrov,
Grigoriy. Beyaz Zambaklar Ülkesinde. çev. Sabri Gürses. İstanbul: ALFA,
1. Baskı, 2018.
Said Halim
Paşa. “İslam Toplumunda Siyasal Kurumlar”. SaidHalim Paşa Bütün Eserleri.
ed. N. Ahmet Özalp. İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları, 1. Baskı, 2015.
Said Halim
Paşa. “İslâmda Siyasi Teşkilat”. Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1. ed.
İsmail Kara. 1/145-173. İstanbul: Dergâh Yayınları, 3. Baskı, 2017.
Said Halim Paşa.
Said Halim Paşa Bütün Eserleri. ed. N. Ahmet Özalp. İstanbul: Büyüyenay
Yayınları, 1. Baskı, 2015.
Said Halim
Paşa. “Taklitçiliğimiz”. Said Halim Paşa Bütün Eserleri. ed. N. Ahmet
Özalp. İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları, 1. Baskı, 2015.
Said Halim
Paşa - Ersoy, Mehmed Akif. “İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye: Garp Cemiyetleri”. Sebilü’r-Reşad
[Sırat-ı Müstakim/ XX/496 (08 Nisan 1338), 16-17.
Said Halim
Paşa - Ersoy, Mehmed Akif. “İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye: Hakimiyet-i
Şeriyye-i Mebdeinin Netayici”. Sebilü’r-Reşad[Sırat-ıMüstakim] XX/495
(27 Mart 1338), 2-5.
Said Halim
Paşa - Ersoy, Mehmed Akif. “İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye: İslam’ın
İctimaiyyatı”. Sebilü’r-Reşad[Sırat-ıMüstakim] XIX/494 (11 Mart 1338),
275-277.
Seyyid Bey.
“İctihad ve Taklid”. Islâm Mecmuası I/4 (1330), 104-107.
Seyyid Bey.
“İctihad ve Taklid”. Islâm Mecmuası I/5 (1330), 133-138.
Sezgin, Fuat. Bilim
Tarihi Sohbetleri, Söyleşi: Sefer Turan. İstanbul: Timaş Yayınları, 16.
Baskı, 2018.
Şahin, Kamil.
“Günaltay, Mehmet Şemsettin”. Türkiye Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi.
14/286-288. İstanbul: TDV Yayınları, 1996.
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi. Allah ’ı Inkar Mümkün müdür? Atatürk’ün Hayatını
Değiştiren Kitap. çev. Ahmet Almaz. İstanbul: Yakamoz Yayınları, 1. Baskı,
2008.
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi. “Hangi Felsefi Mesleği Kabul Etmeliyiz ?” Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1. 1/92-97. İstanbul: Dergâh Yayınları, 3. Baskı,
2017.
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi. “Islahat ve İstikbal”. Türkiye ’de İslamcılık
Düşüncesi 1. 1/67-77. İstanbul: Dergâh Yayınları, 3. Baskı, 2017.
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi. İslam Tarihi. İstanbul: Huzur Yayınevi, 2011.
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi. “Müslümanlara Siyaset Rehberi”. Türkiye’de İslamcılık
Düşüncesi 1. 1/78-91. İstanbul: Dergâh Yayınları, 3. Baskı, 2017.
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi. Tarih-i İslâm. Kostantiniye : Hikmet Matbaası,
1327.
http://ktp2.isam.org.tr/detayzt.php?navdil=tr&idno=250889&tarama=filibeli+tarih+i+isl
am
Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi. DiniMüceddider. İstanbul: Sebil Yayınevi, 2.
Baskı., 1977.
Şeyhülislâm
Mustafa Sabri Efendi. însan ve Kader. çev. İsa Doğan. İstanbul: Kültür
Basın Yayın Birliği, 1989.
Tekin, Mustafa.
“Ahmed Hamdi Akseki ve Biyografisi”. Ahmed Hamdi Akseki Sempozyumu. ed.
Ahmet Ögke - Sabri Yılmaz. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2013.
Telkenaroğlu,
Merter Rahmi. “M. Hamdi Yazır’da (1878-1942) ‘Reforma Karşı Tecdit’ ya da
‘Başkalaşmadan Yenileşme’ Tasavvuru”. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi 2/3 (01 Aralık 2013), 139-164.
Tunaya, Tarık
Zafer. İslamcılık Cereyanı 1. İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi, 1998.
Tuztaş, Talip.
“Halo Eğilimi Açısından Osmanlı Devleti Gerileme Dönemi Devlet Adamları ve
Aydınlar”. İstanbul Journal of Sociological Studies 25 (14 Eylül 2011),
183218.
Uçman,
Abdullah. “Şehbenderzade Ahmed Hilmi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi. 38/424-425. İstanbul: TDV Yayınları, 2010.
Uyaroğlu,
Nevzat - Teke, Yusuf. “Mehmet Akif’in İttihad-ı İslam (İslam Birliği) İdeali”. Uluslararası
Mehmet Akif Ersoy Milli Birlik ve Bütünlük Sempozyumu. İstanbul: İstanbul
Sabahattin Zaim Üniversitesi Yayınları, 2011.
Ülken, Hilmi Ziya. Türkiye’de Çağdaş Düşünce
Tarihi. İstanbul: Ülken Yayınları,
Yavuz, Yusuf
Şevki. “Elmalılı Muhammed Hamdi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
11/57-62. İstanbul: TDV Yayınları, 1995.
Yavuz, Yusuf
Şevki. “Mustafa Sabri Efendi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
31/350-353. İstanbul: TDV Yayınları, 2006.
Yazır,
Elmalı’lı M. Hamdi. “Dibace”. Metalib ve Mezahib. İstanbul: Eser
Neşriyat, 1978.
Yazır,
Elmalı’lı M. Hamdi. “Dinimiz, Devletimiz”. Meşrutiyetten Cumhuriyete
Makaleler. 199-211. İstanbul: Klasik Yayınları, 3. Baskı, 2019.
Yazır,
Elmalı’lı M. Hamdi. “Metâlib ve Mezâhib Tercümesinin Dibâcesi”. Meşrutiyetten
Cumhuriyete Makaleler. 373-403. İstanbul: Klasik Yayınları, 3. Baskı, 2019.
Yazır,
Elmalı’lı M. Hamdi. “Müslümanlık Mani-i Terakki Değil, Zamin-i Terakkidir”. Sebilü’r-Reşad
[Sırat-ı Müstakim] XXI/544-545 (12 Temmuz 1339), 187189.
Yazır,
Elmalı’lı M. Hamdi. “Müslümanlık Mani-i Terakki Değil, Zamin-i Terakkidir”. Sebilü’r-Reşad
[Sırat-ı Müstakim] XXII/551-552 (16 Ağustos 1339), 36-38.
Yazır, Elmalı’lı
M. Hamdi. “Müslümanlık Mani-i Terakki Değil, Zamin-i Terakkidir”. Sebilü’r-Reşad
[Sırat-ı Müstakim] XXII/553-554 (23 Ağustos 1339), 52-53.
Yazır,
Elmalı’lı M. Hamdi. “Müslümanlık Mani’-i Terakki Değil, Zamin-i Terakkidir”. Meşrutiyetten
Cumhuriyete Makaleler. 261-282. İstanbul: Klasik Yayınları, 3. Baskı, 2019.
Yazır,
Elmalı’lı M. Hamdi. “Siyaset-i Medine”. Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler.
63-66. İstanbul: Klasik Yayınları, 3. Baskı, 2019.
Yetim, Hilal
Çay. Sebilürreşad’daki Makaleleri Işığında Ahmed Hamdi Akseki’ninKelami
Görüşleri. İstanbul: Marmara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2007.
Yıldız, M.
Cengiz. “Osmanlı’nın Son Dönemindeki Üç Düşünce Akımının Sosyolojik Analizi:
Batılılaşma, İslamcılık ve Milliyetçilik”. SDÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal
Bilimler Dergisi 4 (1999), 279-301.
Yılmaz, Yasin.
Filibeli AhmedHilmi’nin Hayatı ve Tarihçiliği. Ankara: Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1994.
Yurdagür,
Metin. Maverâünnehir’den Osmanlı Coğrafyasına Ünlü Türk Kelamcıları.
İstanbul: M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1. Baskı, 2017.
Yürek, Hasan.
“Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat Adlı Eserinde Geri Kalmışlığın Sebepleri ve Çözüm
Önerileri”. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Milli Birlik ve Bütünlük
Sempozyumu. İstanbul: İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Yayınları,
2011.
“Mev’ize:
Üstad-ı Muhterem Mehmed Akif Beyefendi’nin Karasi’de Zağnos Paşa Cami-i
Şerifi’nde İrad Buyurdukları Mev’izenin Hulasası”. Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı
Müstakim] XVIII/458 (Şubat 1336), 183-186.
“Türkiye
başbakanları listesi”. Vikipedi, 06 Aralık 2020.
https://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=T%C3%BCrkiye_ba%C5%9Fbakanlar%C4%
B1_listesi&oldid=24327670
[1] Bkz. Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri,
Söyleşi: Sefer Turan (İstanbul: Timaş Yayınları, 2018), 43.
[2] Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, 46.
[3] Ahmet İshak Demir, Cumhuriyet Dönemi
Aydınlarının İslam’a Bakışı (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2004), 20-40.
[4] Talip Tuztaş, “Halo Eğilimi Açısından Osmanlı
Devleti Gerileme Dönemi Devlet Adamları ve Aydınlar”, İstanbul Journal of
Sociological Studies 25 (14 Eylül 2011), 207.
[5] Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce
Tarihi (İstanbul: Ülken Yayınları, 1992), 20.
[6] Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının
İslam’a Bakışı, 20-40.
[7] Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının
İslam’a Bakışı, 20-40.
[8] Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının
İslam’a Bakışı, 20-40.
[9] Bkz. Yusuf Akçura, Osmanlı Devletinin
Dağılma Devri (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988), 6-9.
[10] Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri,
6.
[11] Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri,
6.
[12] Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri,
6.
[13] Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri,
6.
[14] Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri,
6-7.
[15] Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri,
7.
[16] Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri,
7.
[17] Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri,
8.
[18] Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri,
9.
[19] Miri Shefer Mossensohn, Osmanlı’da Bilim
Kültürel Yaratı Ve Bilgi Alışverişi, çev. Kübra Oğuz (İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 2019), 20-21.
[20] Bkz. Mossensohn, Osmanlı ’da Bilim, 21.
[21] Mossensohn, Osmanlı’da Bilim, 22-23.
[22] Bkz. Kenan Çağan, “Son Dönem Osmanlı Siyasetinde İslamcılık ve
Batılılaşma”, Tezkire, Düşünce, Siyaset, Sosyal Bilim Dergisi 45 (Aralık
2006), 36.
[23] Bkz. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun
Yüzyılı (İstanbul: Timaş Yayınları, 2016), 72.
[24] Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının
İslam’a Bakışı, 64.
[25] Azmi Özcan, “Osmanlıcılık”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2007), 33: 485-487.
[26] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyâset
(İstanbul: Ötüken, 2018), 75-78.
[27] Bkz. Akçura, Üç Tarz-ı Siyâset, 77.
[28] Akçura, Üç Tarz-ı Siyâset, 77.
[29] Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının
İslam’a Bakışı, 64- 65.
[30] Özcan, “Osmanlıcılık’’, 485-486.
[31] Çağan, “İslamcılık ve Batılılaşma”, 35-37.
[32] Çağan, “İslamcılık ve Batılılaşma”, 41.
[33] Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının
İslam’a Bakışı, 65.
[34] Daha geniş bilgi için bkz. İsmail Kara, “İslâmcı Söylemin Kaynakları
ve Gerçeklik Değeri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6: İslamcılık,
ed. Tanıl Bora - Murat Gültekingil (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), 6/41;
Çağan, “Son Dönem Osmanlı Siyasetinde İslamcılık ve Batılılaşma”, 42.
[35] Çağan, “İslamcılık ve Batılılaşma”, 38.
[36] M. Cengiz Yıldız, “Osmanlı’nın Son Dönemindeki Üç Düşünce Akımının
Sosyolojik Analizi: Batılılaşma, İslamcılık ve Milliyetçilik”, SDÜ
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi 4 (1999), 286.
[37] İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi
1 (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017), 1/28.
[38] Yıldız, “Üç Düşünce Akımının Sosyolojik
Analizi”, 286.
[39] İlhan Kutluer, ‘’İslâmcılık’’, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2001), 23: 65.
[40] Ali Bulaç, “İslâm’ın Üç Siyaset Tarzı veya
İslâmcılann Üç Nesli”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6: İslamcılık,
ed. Tanıl Bora - Murat Gültekingil (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), 6/48.
[41] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset
Makaleler 3 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2017), 9.
[42] Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Cereyanı 1
(İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi, 1998), 1/33.
[43] Çağan, “İslamcılık ve Batılılaşma”, 39.
[44] Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1,
1/17.
[45] Kutluer, ‘’İslâmcılık’’, 66-67.
[46] Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının
İslam’a Bakışı, 74.
[47] Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının
İslam’a Bakışı, 74-75.
[48] M. Şükrü Hanioğlu, ‘Türkçülük’’, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2012), 41:
551-554.
[49] Bkz. Yıldız, “Üç Düşünce Akımının Sosyolojik
Analizi”, 294-295.
[50] Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a
Bakışı, 73-82.
[51] Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak,
Muasırlaşmak (Ankara: Akçağ Yayınları, 2010), 112.
[52] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları
(İstanbul: Kültür Bakanlığı Ziya Gökalp Yayınları, 1976), 58-59.
[53] Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 57.
[54] Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 39, 51-52.
[55] M. Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1992), 5/148.
[56] Bkz. Yıldız, “Üç Düşünce Akımının Sosyolojik
Analizi”, 280.
[57] Yıldız, “Üç Düşünce Akımının Sosyolojik
Analizi”, 280-281.
[58] Yıldız, ‘’Üç Düşünce Akımının Sosyolojik
Analizi’’, 281-286.
[59]Yıldız, ‘’Üç Düşünce Akımının
Sosyolojik Analizi’’,281-286.
[60] Bkz. Hanioğlu, “Batılılaşma”, 5/149.
[61] Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının
İslam’a Bakışı, 82-85.
[62] Bkz. Celal Nuri İleri, “Havaic-i Kanuniyyemiz:
La-yünker Tağiyyürü’l-Ahkam bi-Tagiyyürü’l-Ezman”, İctihad IV/67 (03
Mayıs 1329), 1453.
[63] Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi,
401-402.
[64] Yıldız, “Üç Düşünce Akımının Sosyolojik
Analizi”, 286.
[65] Ferhat Koca, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi
’nin Hayatı ve Fetvaları (Ankara: Araştırma Yayınları, 2018), 73.
[66] Bayram Ali Çetınkaya, “Musa Kazım Efendi’nin
Dini, Siyasi ve Felsefi Düşüncesi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 11/2 (15 Aralık 2007), 77.
[67] Ferhat Koca, “Mûsâ Kâzım Efendi”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2006),
31/221-222.
[68] Koca, ‘’Mûsâ Kâzım Efendi’’,31: 221-222.
[69] Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Külliyât:
Dînî ve İctimâîMakaleler (Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2002), 67.
[70] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 67.
[71] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 67.
[72] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 67.
[73] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 67.
[74] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 79-90.
[75] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 90.
[76] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 137.
[77] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 137.
[78] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 137.
[79] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 137-138.
[80] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 361-364.
[81] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 361-364.
[82] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 363-364.
[83] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 363.
[84] Ayrıntılı bilgi için bkz. Koca, Şeyhülislam
Musa Kazım Efendi’nin Hayatı ve Fetvaları, 46.
[85] Koca, ‘’Mûsâ Kâzım Efendi’’,31: 221-222.
[86] Ayrıntılı bilgi için bkz. Koca, Şeyhülislam
Musa Kazım Efendi’nin Hayatı ve Fetvaları, 32-47.
[87] Musa Kazım Efendi, “İslam ve Terakki”, İslâm
Mecmuası I/1 (1329), 3.
[88] Musa Kazım Efendi, “İslâm ve Terakkî -III-”, İslâm
Mecmuası I/3 (1329), 77.
[89] Kur’ân-ı Kerîm Meâli, çev. Halil
Altuntaş - Muzaffer Şahin (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2011),
Âl-i İmrân 3/159.
[90] eş-Şûra 42/38.
[91]Musa Kazım Efendi, “İslam ve
Terakki”, 1-3.
[92] Musa Kazım Efendi, “İslam ve
Terakki”, 1-3.
[93] Musa Kazım Efendi, “İslam ve Terakki”, 2-3.
[94] Musa Kazım Efendi, “İslam ve Terakki”, 4-5.
[95] Musa Kazım Efendi, “İslam ve Terakki”, 6.
[96] el-Hucurât 49/10.
[97] Musa Kazım Efendi, “İslâm ve Terakkî -III-”,
75-77
[98] Musa Kazım Efendi, “İslam ve Terakki”, 4.
[99] el-Enfâl 8/60.
[100] Musa Kazım Efendi - Eşref Edip Fergan, “Gece Dersleri: 2 Kuvvet
Hazırlamak”, Sırat-ı Müstakim [Sebilü’r-Reşad] III/56 (17 Eylül 1325),
52.
[101] Musa Kazım Efendi - Fergan, “Gece Dersleri: 2 Kuvvet Hazırlamak”, 17
Eylül 1325, 52; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/129.
[102] Musa Kazım Efendi - Eşref Edip Fergan, “Gece Dersleri: 2 Kuvvet
Hazırlamak”, Meşrutiyetten Cumhuriyet’e Yakın Tarihimizin Belgesi 1908-1925
Sebîlürreşâd Mecmuası, ed. M. Ertuğrul Düzdağ (İstanbul: Bağcılar
Belediyesi, 2014), 3/53.
[103] Musa Kazım Efendi- Fergan, “Gece Dersleri: 2
Kuvvet Hazırlamak”, 3/53-54.
[104] Ayrıntılı bilgi için bkz. Musa Kazım Efendi -
Fergan, “Gece Dersleri: 2 Kuvvet Hazırlamak”, 3/53-54.
[105] Bkz. Musa Kazım Efendi - Fergan, “Gece Dersleri: 2 Kuvvet
Hazırlamak”, 3/54.
[106] Musa Kazım Efendi - Fergan, “Gece Dersleri: 2 Kuvvet Hazırlamak”,
3/54.
[107] Musa Kazım Efendi - Eşref Edip Fergan, “Gece
dersleri - II: Kuvvet hazırlamak (maba’d)”, Sırat-ı Müstakim
[Sebilü’r-Reşad] III/59 (Teşrinievvel 1325), 100; Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1,
1/129-134.
[108] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 356.
[109] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 356-357.
[110] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 356-357.
[111] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 356-357.
[112] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 356-357.
[113] Konuşmanın ayrıntıları için bkz. Musa Kazım Efendi, Külliyât,
357-360.
[114] Musa Kazım Efendi, Külliyât, 356-360.
[115] Musa Kazım Efendi, “Hürriyet- Müsavat
[-VII]”, Sırat-ıMüstakim [Sebilü’r-Reşad] I/7 (25 Eylül 1324), 100.
[116] Musa Kazım Efendi, “Hürriyet- Müsavat [-VII]”,
100.
[117] Bkz. Grigoriy Petrov, Beyaz Zambaklar
Ülkesinde, çev. Sabri Gürses (İstanbul: ALFA, 2018).
[118] N. Ahmet Özalp, “Sunuş”, Said Halim Paşa
Bütün Eserleri, ed. N. Ahmet Özalp (İstanbul: Büyüyenay Yayınları, 2015),
7-11.
[119] Özalp, “Sunuş”, 7-11.
[120] M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa ve Fikirleri”, 21. Yüzyılda
Eğitim Ve Toplum Eğitim Bilimleri Ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 8/22 (15
Nisan 2019), 53-57.
[121] Bkz. Özalp, “Sunuş”, 7-11.
[122] Özalp, “Sunuş”, 10.
[123] Özalp, “Sunuş”, 10.
[124] Özalp, “Sunuş”, 7-11.
[125] M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2008), 35/558.
[126] Bkz. Said Halim Paşa, Said Halim Paşa Bütün
Eserleri, ed. N. Ahmet Özalp (İstanbul: Büyüyenay Yayınları, 2015).
[127] Bostan, “Said Halim Paşa ve Fikirleri”, 59-62;
Bostan, “Said Halim Paşa”, 35/557-560.
[128] Said Halim Paşa - Mehmed Akif Ersoy, “İslam’da
Teşkilat-ı Siyasiyye: İslam’ın İctimaiyyatı”, Sebilü’r- Reşad [Sırat-ı
Müstakim] XIX/494 (11 Mart 1338), 275-277.
[129] Said Halim Paşa, “İslam Toplumunda Siyasal Kurumlar”, SaidHalim
Paşa Bütün Eserleri, ed. N. Ahmet Özalp (İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları,
2015), 191-192.
[130] Said Halim Paşa, “İslâmda Siyasi Teşkilat”, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, ed. İsmail Kara (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017),
1/152.
[131] Said Halim Paşa, “İslâmda Siyasi Teşkilat”,
1/151.
[132] Said Halim Paşa, “İslâmda Siyasi Teşkilat”,
1/152-153.
[133] Said Halim Paşa, “Taklitçiliğimiz”, Said
Halim Paşa Bütün Eserleri, ed. N. Ahmet Özalp (İstanbul: Büyüyen Ay
Yayınları, 2015), 17-33.
[134] Said Halim Paşa, “Taklitçiliğimiz”, 17-33.
[135] Said Halim Paşa, “Taklitçiliğimiz”, 32.
[136] Said Halim Paşa, “Düşünsel Bunalımımız”, Said
Halim Paşa Bütün Eserleri, ed. N. Ahmet Özalp (İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları,
2015), 120-121.
[137] Said Halim Paşa, “Düşünsel Bunalımımız”,
120-126.
[138]Said Halim Paşa - Mehmed Akif
Ersoy, “İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye: Hakimiyet-i Şeriyye-i Mebdeinin
Netayici”, Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim] XX/495 (27 Mart 1338), 3.
[139] Said Halim Paşa - Ersoy, “İslam’da Teşkilat-ı
Siyasiyye”, 27 Mart 1338, 3-5.
[140] Said Halim Paşa, “Düşünsel Bunalımımız”,
120-121.
[141] Said Halim Paşa, “Düşünsel Bunalımımız”,
120-121.
[142] Said Halim Paşa - Ersoy, “İslam’da Teşkilat-ı
Siyasiyye”, 27 Mart 1338, 3; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1,
1/154.
[143] Said Halim Paşa - Ersoy,
“İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye”, 27 Mart 1338, 3.
[144] Said Halim Paşa - Ersoy,
“İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye”, 27 Mart 1338, 3.
[145] Said Halim Paşa -Ersoy,
“İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye”, 27 Mart 1338, 3.
[146] Said Halim Paşa - Mehmed Akif Ersoy, “İslam’da Teşkilat-ı
Siyasiyye: Garp Cemiyetleri”, Sebilü’r- Reşad [Sırat-ı Müstakim] XX/496
(08 Nisan 1338), 16.
[147] Said Halim Paşa - Ersoy, “İslam’da Teşkilat-ı
Siyasiyye”, 27 Mart 1338, 5.
[148] Bkz. Abdullah Uçman, “Şehbenderzade Ahmed Hilmi”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2010), 38/424.
[149] Metin Yurdagür, Maverâünnehir’den Osmanlı Coğrafyasına Ünlü Türk
Kelamcıları (İstanbul: M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2017), 186.
[150] Uçman, “Şehbenderzade Ahmed Hilmi”, 38/424.
[151] Uçman, “Şehbenderzade Ahmed Hilmi”, 38/424.
[152] Yurdagür, Ünlü Türk Kelamcıları,
186-187.
[153]Yurdagür, Ünlü Türk
Kelamcıları, 188.
[154] Yurdagür, Ünlü Türk
Kelamcıları, 189.
[155]Yurdagür, Ünlü Türk
Kelamcıları, 189.
[156] Bu kanaatimizi destekleyen şu çalışmaya
bakabilirsiniz: Yasin Yılmaz, Filibeli Ahmed Hilmi’nin Hayatı ve Tarihçiliği
(Ankara: Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi,
1994), 40-41.
[157] Bkz. Emine Bektaş, II. Meşrutiyet Dönemi
Entelektüel Hayatının Önemli Bir Siması: Şehbenderzâde Filibeli AhmedHilmi
(Ankara: Hacettepe Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2015), 44-45.
[158] Bektaş, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, 46.
[159] Bkz. Bektaş, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, 46-47.
[160] Gazetelerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.
Bektaş, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, 48-49.
[161] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, İslam
Tarihi (İstanbul: Huzur Yayınevi, 2011), 1-2/487.
[162] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Allah ’ı
İnkar Mümkün müdür? Atatürk’ün Hayatını Değiştiren Kitap, çev. Ahmet Almaz
(İstanbul: Yakamoz Yayınları, 2008), 18.
[163] Filibeli, Allah’ı İnkar Mümkün müdür?,
18.
[164] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/520.
[165] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, “Müslümanlara Siyaset
Rehberi”, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1 (İstanbul: Dergâh Yayınları,
2017), 1/82-83.
[166] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/513.
[167] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, “Hangi Felsefi Mesleği Kabul
Etmeliyiz ?”, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1 (İstanbul: Dergâh
Yayınları, 2017), 1/93.
[168] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/518.
[169] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/518.
[170] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/518; Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, 1/76.
[171] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/518-519;
Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/76-77.
[172] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, “Islahat ve
İstikbal”, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1 (İstanbul: Dergâh
Yayınları, 2017), 1/75.
[173] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/518.
[174] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i
İslâm (Kostantiniye : Hikmet Matbaası, 1327), 2/666.
[175] Filibeli, Tarih-i İslâm, 2/666.
[176] Filibeli, Allah’ı İnkar Mümkün Müdür?,
21.
[177] Filibeli, Allah’ı İnkar Mümkün müdür?,
21.
[178] Filibeli, Allah’ı İnkar Mümkün müdür?,
21.
[179] Filibeli, Allah’ı İnkar Mümkün müdür?,
21-23.
[180] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/511.
[181] Filibeli, Tarih-i İslâm, 2/658.
[182] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/515.
[183] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/515.
[184] Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/516.
[185] Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1,
1/74; Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/516.
[186] Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1,
1/74; Filibeli, İslam Tarihi, 1-2/516.
[187] Ahmet Akbulut, “Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Görüşleri (1869-1954) =
Mustafa Sabri and His Views (1896-1954)”, İslâmî Araştırmalar (Dergi)
VI/1 (1992), 32.
[188] İbrahim Bayram, Şeyhülislam Mustafa Sabri
Efendi’nin Dini Düşüncesi (İstanbul: Klasik Yayınları, 2018), 28.
[189] İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi
2 (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017), 2/915-917.
[190] Yusuf Şevki Yavuz, “Mustafa Sabri Efendi”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2006), 31/351.
[191] Yavuz, ‘’Mustafa Sabri Efendi’’, 351.
[192] Kara, Türkiye ’de İslamcılık Düşüncesi 2, 2/916.
[193] Bkz. Yavuz, ‘’Mustafa Sabri Efendi’’, 351.
[194] Daha geniş bilgi için bkz. Mehmet Nam, “Tarihin Kırılma Noktasında
Son Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi”, Harran Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 23/23 (01 Haziran 2010), 110-115; Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 2, 2/915-917.
[195] Abdullah Kahraman, “Tokat’lı Şeyhulislam
Mustafa Sabri Efendi (1869-1954) ve Bazı Fıkhî Meselelere Yaklaşımı”, Gaziosmanpaşa
Üniversitesi Tokat Sempozyumu III/ (2012), 313-314.
[196] Mustafa Sabri Efendi, “Terakki Edelim, Fakat Müslüman Kalmak
Şartıyla...”, Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim] XVII/431-432 (24 Temmuz
1335), 113.
[197] Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Dini
Müceddider (İstanbul: Sebil Yayınevi, 1977), 17-18.
[198] Mustafa Sabri Efendi, Dini Müceddider, 118.
[199] Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, İnsan ve
Kader, çev. İsa Doğan (İstanbul: Kültür Basın Yayın Birliği, 1989), 298.
[200] Mustafa Sabri Efendi, İnsan ve Kader,
298.
[201] Mustafa Sabri Efendi, İnsan ve Kader,
293.
[202] Mustafa Sabri Efendi, İnsan ve Kader,
293.
[203] Mustafa Sabri Efendi, İnsan ve Kader,
294.
[204] Mustafa Sabri Efendi, İnsan ve Kader,
294.
[205] Mustafa Sabri Efendi, İnsan ve Kader,
295.
[206] Mustafa Sabri Efendi, İnsan ve Kader,
296.
[207] Mustafa Sabri Efendi, “Dini Müceddidler Yahut Türkiye’nin Necat ve
İ’tila Yollarında Bir Rehber: Avrupa Medeniyetinin Yanlış Telakkisi”, Sebilü’r-Reşad
[Sırat-ı Müstakim] XVII/427-428 (10 Temmuz 1335), 82.
[208] Mustafa Sabri Efendi, “Avrupa Medeniyeti’nin
Yanlış Telakkisi”, 82.
[209] Mustafa Sabri Efendi, “Avrupa Medeniyeti’nin
Yanlış Telakkisi”, 82.
[210] Mustafa Sabri Efendi, “Dînî Müceddidler Yahud Türkıyenın Necât Ve
İtılâ Yollarında Bir Rehber Avrupa Medeniyeti’nin Yanlış Telakkisi”, Meşrutiyetten
Cumhuriyet’e Yakın Tarihimizin Belgesi 19081925 SebîlürreşâdMecmuası, ed. M.
Ertuğrul Düzdağ (İstanbul: Bağcılar Belediyesi, 2019), 17/82.
[211] Mustafa Sabri Efendi, “Avrupa Medeniyeti’nin
Yanlış Telakkisi”, 17/82-83.
[212] Mustafa Sabri Efendi, “Avrupa Medeniyeti’nin
Yanlış Telakkisi”, 17/83.
[213] İsmail Lütfi Çakan, “Babanzâde Ahmed Naim”, Türkiye
Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1991), 4/375.
[214] Ferdi Ertekin, Geç Dönem Osmanlı Düşüncesinde Muhafazakâr
Yenileşme Arayışları (1878 1918) Ahmed Cevdet Paşa, Babanzâde Ahmed Naim
Elmalılı Hamdi Yazır (İstanbul: İstanbul Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi,
2014), 77.
[215] Recep Kılıç, “Babanzade Ahmed Naim’in Felsefi Görüşleri”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 36/1 (01 Nisan 1997), 299-300.
[216] Kılıç, “Babanzade Ahmed Naim’in Felsefi Görüşleri”, 300.
[217] Şenel Özoğul, Babanzade Ahmed Naim ’in
Felsefe Algısı ve Ele Aldığı Felsefi Problemler (Konya: Necmettin Erbakan
Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2016), 5.
[218] Kılıç, “Babanzade Ahmed Naim’in Felsefi
Görüşleri”, 300.
[219] Ertekin, Yenileşme Arayışları, 77-78.
[220] Ertekin, Yenileşme Arayışları, 79.
[221] Ertekin, Yenileşme Arayışları, 79.
[222] Daha geniş bilgi için bkz. Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, 1/321-322; Ertekin, Yenileşme Arayışları,
77-80.
[223] Bkz. Kılıç, “Babanzade Ahmed Naim’in Felsefi
Görüşleri”, 334
[224] Bkz. Kılıç, “Babanzade Ahmed Naim’in Felsefi
Görüşleri”, 334
[225] Babanzade Ahmed Naim, “İslam’da Dava-yı
Kavmiyet: Takib ve Tenkid Mecmuası Sahibi Nüzhet Sabit Beyefendi’ye”,
Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim] XII/293 (10 Nisan 1330), 114.
[226] Ahmed Naim, “İslam’da Dava-yı Kavmiyet”, 10
Nisan 1330, 114.
[227] Ahmed Naim, “İslam’da Dava-yı Kavmiyet”, 10
Nisan 1330, 114.
[228] Ahmed Naim, “İslam’da Dava-yı Kavmiyet”, 10
Nisan 1330, 114; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/330.
[229] Babanzade Ahmed Naim, “İslam’da
Dava-yı Kavmiyet: Takib ve Tenkid Mecmuası Sahibi Nüzhet Sabit
Beyefendi’ye”, Sebilü’r-Reşad
[Sırat-ı Müstakim] XII/293 (10 Nisan 1330), 115;
Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, 1/331.
[230] Ahmed Naim, “İslam’da Dava-yı Kavmiyet: Takib ve Tenkid Mecmuası
Sahibi Nüzhet Sabit Beyefendi’ye”, Meşrutiyetten Cumhuriyet’e Yakın
Tarihimizin Belgesi 1908-1925 SebîlürreşâdMecmuası, ed. M. Ertuğrul Düzdağ
(İstanbul: Bağcılar Belediyesi, Nisan 2018), 12/115.
[231] Bkz. Ahmed Naim, “İslam’da Dava-yı Kavmiyet”,
12/116.
[232] Ahmed Naim, “İslam’da Dava-yı Kavmiyet”, 115;
Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/331-332.
[233] Ahmed Naim, “İslam’da Dava-yı Kavmiyet”,
115-116; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/332- 333.
[234] Ahmed Naim, “İslam’da Dava-yı Kavmiyet”, 10
Nisan 1330, 114-118; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/333-337.
[235] Babanzade Ahmed Naim, “İslamiyet’in Esasları,
Mazisi ve Hali”, Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim] XII [XI]/284 (Şubat
1329), 371; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/340-342.
[236] Ahmed Naim, “İslamiyet’in Esasları”, 373;
Ertekin, Yenileşme Arayışları, 103-104; Kara, Türkiye’de İslamcılık
Düşüncesi 1, 1/344.
[237] el-Enfâl 8/60.
[238] Ahmed Naim, “İslamiyet’in Esasları”, 373.
[239] Ahmed Naim, “İslamiyet’in Esasları”, 373; Kara,
Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/344.
[240] Ebu Davud, ‘ ’Melahim’’, 5
[241] Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmed Naim,
“İslamiyet’in Esasları”, 373; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1,
1/344-345.
[242] Ahmed Naim, “İslamiyet’in Esasları”, 373; Kara,
Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/345.
[243] Ahmed Naim, “İslamiyet’in Esasları”, 373; Kara,
Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/345.
[244] el-Ahzâb 33/21.
[245] Ahmed Naim, “İslamiyet’in Esasları”, 374;
Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/345-346.
[246] M. Orhan Okay - M. Ertuğrul Düzdağ, “Mehmed
Âkif Ersoy”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV
Yayınları, 2003), 28/432.
[247]Okay - Düzdağ, “Mehmed Âkif
Ersoy”, 28/432-433.
[248] Bkz. Abdullah Alperen, Sosyolojik Açıdan
Türkiye’de İslam ve Modernleşme (Çağımız İslam Dünyasında Modernleşme Hareketleri
ve Türkiye ’deki Etkileri) (Adana: Karahan Yayınları, 2003), 308.
[249] Okay-Düzdağ,’’Mehmed Âkif Ersoy’’,28/ 432-433.
[250] Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/367.
[251] Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/367.
[252] Okay-Düzdağ,’’Mehmed Âkif Ersoy’’,28/ 434-435.
[253] Okay-Düzdağ,’’Mehmed Âkif Ersoy’’,28/ 434.
[254] Ayrıntılı bilgi için bkz. Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, 1/368-369.
[255] Ayrıntılı bilgi için bkz. Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, 1/368-369.
[256] Bkz. Satılmış Öz, “Mehmet Akif Ersoy’da Geri
Kalmışlık ve Kalkınma Problemi (Safahat Örneği)”, Harran Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi 30/30 (01 Aralık 2013), 145.
[257] Mehmet Akif Ersoy, Safahat (Ankara: Dorlion
Yayınları, ts.), 257.
[258] Ersoy, Safahat, 156.
[259] Ersoy, Safahat, 178.
[260] Ersoy, Safahat, 179.
[261] Ersoy, Safahat, 253.
[262] Ersoy, Safahat, 159-161.
[263] Öz, “Safahat Örneği”, 147.
[264] Mehmed Akif Ersoy, “Üstad-ı Muhterem Mehmed Akif Beyefendi
Tarafından (Üçüncü Mevaiz): Süleymaniye Kürsüsünde [Sure-i Ankebut, 69]”, Sebilü'r-Reşad
[Sırat-ı Müstakim] II-IX/50-232 (Şubat 1328), 407.
[265] Ersoy, “Üçüncü Mevaiz”, 407; Mehmed Akif Ersoy, “Üçüncü Mev’iza
-Üstâd-ı Muhterem Mehmed Âkif Beyefendi Tarafından Süleymâniye Kürsüsünde”, Meşrutiyetten
Cumhuriyete Yakın Tarihimizin Belgesi 1908-1925 SebilürreşâdMecmuası, ed.
M. Ertuğrul Düzdağ (İstanbul: Bağcılar Belediyesi, 2017), 9/405.
[266] Ersoy, Safahat, 256-257.
[267] Ersoy, Safahat, 118-119; Mahmut Babacan, “Burdur Milletvekili
Mehmet Akif’e Göre Eğitim ve Kalkınma”, Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Milli
Birlik ve Bütünlük Sempozyumu (İstanbul: İstanbul Sabahattin Zaim
Üniversitesi Yayınları, 2011), 458.
[268] “Mev’ize: Üstad-ı Muhterem Mehmed Akif
Beyefendi’nin Karasi’de Zağnos Paşa Cami-i Şerifi’nde İrad Buyurdukları
Mev’izenin Hulasası”, Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim] XVIII/458 (Şubat
1336), 184.
[269] “Mev’ize”, 184.
[270] Ersoy, Safahat, 368; Öz, “Safahat Örneği”, 147.
[271] Ersoy, Safahat, 370-371; Öz, “Safahat Örneği”,
147.
[272] Ersoy, Safahat, 156-157; Öz, “Safahat Örneği”,
147.
[273] Ersoy, Safahat, 250-251.
[274] Ersoy, Safahat, 197.
[275] Ersoy, Safahat, 390-391; Öz, “Safahat Örneği”,
149.
[276] Ersoy, Safahat, 138-139; Erdoğan Erbay, “Millî Birlik Meselesinde
Âkif’in İnsana Yüklediği Vazife”, Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Milli
Birlik ve Bütünlük Sempozyumu (İstanbul: İstanbul Sabahattin Zaim
Üniversitesi Yayınları, 2011), 94.
[277] Ersoy, Safahat, 447-448.
[278] Bkz. Ersoy, Safahat, 447-448; Hasan Yürek, “Mehmet Âkif Ersoy’un
Safahat Adlı Eserinde Geri Kalmışlığın Sebepleri ve Çözüm Önerileri”, Uluslararası
Mehmet Akif Ersoy Milli Birlik ve Bütünlük Sempozyumu (İstanbul: İstanbul
Sabahattin Zaim Üniversitesi Yayınları, 2011), 114-115.
[279] Ersoy, Safahat, 104-113; Yürek, “Geri
Kalmışlığın Sebepleri ve Çözüm Önerileri”, 115-116.
[280] Muhammed Abduh - Mehmed Akif Ersoy, “[Tefsir-i Sure-i Bakara, 170]”,
Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim] II-IX/27-209 (23 Ağustos 1328), 4.
[281] Abduh - Ersoy, “[Tefsir-i Sure-i Bakara, 170]”, 4.
[282] Abduh - Ersoy, “[Tefsir-i Sure-i Bakara, 170]”, 4.
[283] Ersoy, Safahat, 164-165.
[284] Ersoy, Safahat, 182-183.
[285] Ersoy, Safahat, 182-183.
[286] Ersoy, Safahat, 241-242.
[287] Ayrıca bkz. Nevzat Uyaroğlu - Yusuf Teke, “Mehmet Akif’in İttihad-ı
İslam (İslam Birliği) İdeali”, Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Milli Birlik
ve Bütünlük Sempozyumu (İstanbul: İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi
Yayınları, 2011), 534.
[288] Hüsnü Ezber Bodur, “Akif’e Dini Sosyolojik Bir
Bakış”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 13 (30 Haziran
1997), 27.
[289] Bkz. Bodur, “Akif’e Dini Sosyolojik Bir Bakış”, 29.
[290] Bkz. Hulusi Arslan, “Mehmet Akif’in Kader ve Tevekkül Anlayışı”, Hikmet
Yurdu: Düşünce Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi 7/13 (2014), 25.
[291] Arslan, “Mehmet Akif’in Kader ve Tevekkül
Anlayışı”, 26.
[292] Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/231.
[293] Sami Erdem, “Seyyid Bey”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2009), 37/54.
[294] Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/231.
[295] Erdem, “Seyyid Bey”, 37/54.
[296] Erdem, “Seyyid Bey”, 37/54-55.
[297] Bkz. Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/231-232.
[298] Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1,
1/231.
[299] Bkz. Erdem, “Seyyid Bey”, 37/55.
[300] Erdem, “Seyyid Bey”, 37/55.
[301] Seyyid Bey’in eserleri hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. Bahattin Ergül, Seyyid Bey ve Usûl-i Fıkha Bakışı (Konya:
Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2006), 17-26; Erdem, “Seyyid Bey”,
37/55.
[302] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, îslâm
Mecmuası I/4 (1330), 104-105; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1,
1/267.
[303] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 105;
Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/267.
[304] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 105-106;
Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/267-268.
[305] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 106; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/268.
[306] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 106; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/268.
[307] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 106; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/268.
[308] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 106; Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, 1/268.
[309] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 106; Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, 1/268-269.
[310] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 107; Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, 1/269.
[311] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 107; Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, 1/269.
[312] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, İslâm
Mecmuası I/5 (1330), 133; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1,
1/269.
[313] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 133-134;
Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/269-270.
[314] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 134;
Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/270.
[315] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 134-135;
Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/270-271.
[316] Seyyid Bey, “İctihad ve Taklid”, 1330, 134-135;
Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/270-271.
[317] Yusuf Şevki Yavuz, “Elmalılı Muhammed
Hamdi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV
Yayınları, 1995), 11/57-62.
[318]Yavuz, ‘’Elmalılı Muhammed
Hamdi’’, 11: 57-62.
[319]Yavuz, ‘’Elmalılı Muhammed
Hamdi’’, 11: 57-62.
[320] Özgür Oral, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazu”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce 6: İslamcılık, ed. Tanıl Bora - Murat Gültekingil
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), 6/185.
[321] Oral, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazıf’, 6/185.
[322] Oral, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazıf’, 6/185.
[323] Yavuz, ‘’Elmalılı Muhammed Hamdi’’, 11: 58.
[324]Yavuz, ‘’Elmalılı Muhammed
Hamdi’’, 11: 57-62.
[325] Bkz. Paul Janet - Gabriel Seailles, Metalib
ve Mezahib : Metafizik ve İlahiyat, çev. Elmalı’lı M. Hamdi Yazır
(İstanbul: Eser Neşriyat, 1978).
[326] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Menderes Gürkan,
“Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın ( 1878-1942) İlmi Kişiliği ve Fıkıh İlmindeki
Yerine Bir Bakış”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi 6 (2005), 216-219.
[327] Ayrıntılı bilgi için bkz. Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, 1/477-478.
[328] Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, “Müslümanlık Mani-i Terakki Değil, Zamin-i
TerakkidiF’, Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim] XXI/544-545 (12 Temmuz
1339), 187; ILEM Blog, “Müslümanlık Mân’i Terakki Değil, Zâmin-i Terakkidir”, İLEMBLOG
(blog), 14 Nisan 2018.
[329] Ayrıntılı bilgi için bkz. Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, “Müslümanlık
Mani’-i Terakki Değil, Zamin-i Terakkidir”, Meşrutiyetten Cumhuriyete
Makaleler (İstanbul: Klasik Yayınları, 2019), 261-282; Blog, “Müslümanlık
Mân’i Terakki Değil, Zâmin-i Terakkidir”.
[330] Elmalı’lı M.
Hamdi Yazır, “Dibace”, Metalib ve Mezahib (İstanbul: Eser Neşriyat, 1978),
XXXIII.
[331]Bkz. Yazır, “Dibace”, XLVIII;
Gürkan, “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın ( 1878-1942) İlmi Kişiliği ve Fıkıh
İlmindeki Yerine Bir Bakış”, 220.
[332] Daha geniş bilgi için bkz. Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, “Siyaset-i
Medine”, Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler (İstanbul: Klasik
Yayınları, 2019), 63-66.; Gürkan, “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın ( 1878-1942) İlmi
Kişiliği ve Fıkıh İlmindeki Yerine Bir Bakış”, 221.
[333] Yazır, “Dibace”, XLV.
[334] Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, “Dibace”, Metalib
ve Mezahib (İstanbul: Eser Neşriyat, 1978), XLV.
[335] Bkz. Yazır, “Dibace”, XLV.
[336] Yazır, “Dibace”, XLV.
[337] Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, “Müslümanlık Mani-i
Terakki Değil, Zamin-i Terakkidib’, Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim]
XXII/551-552 (16 Ağustos 1339), 36-38.
[338] Yazır, “Müslümanlık Mani-i Terakki Değil,
Zamin-i Terakkidir”, 16 Ağustos 1339, 36-38.
[339] Yazır, “Müslümanlık Mani-i Terakki Değil, Zamin-i Terakkidir”, 16
Ağustos 1339, 37-38; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 1/498.
[340] Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, “Müslümanlık Mani-i
Terakki Değil, Zamin-i Terakkidib’, Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim]
XXII/553-554 (23 Ağustos 1339), 52-53.
[341] Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, “Metâlib ve Mezâhib Tercümesinin
Dibâcesi”, Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler (İstanbul: Klasik
Yayınları, 2019), 378.
[342] Yazır, “Müslümanlık Mani’-i Terakki Değil, Zamin-i Terakkidir”, 273;
Merter Rahmi Telkenaroğlu, “M. Hamdi Yazır’da (1878-1942) ‘Reforma Karşı
Tecdit’ ya da ‘Başkalaşmadan Yenileşme’ Tasavvuru”, Recep Tayyip Erdoğan
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2/3 (01 Aralık 2013), 153.
[343] Yazır, “Müslümanlık Mani’-i Terakki Değil,
Zamin-i Terakkidir”, 277.
[344] Yazır, “Metâlib ve Mezâhib Tercümesinin Dibâcesi”, 378-379.
[345] Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, “Dinimiz, Devletimiz”, Meşrutiyetten
Cumhuriyete Makaleler (İstanbul: Klasik Yayınları, 2019), 200-201;
Telkenaroğlu, “M. Hamdi Yazır’da (1878-1942) ‘Reforma Karşı Tecdit’ ya da
‘Başkalaşmadan Yenileşme’ Tasavvuru”, 153.
[346] Yazır, “Dibace”, XXX.
[347] Yazır, “Dibace”, XXXIV.
[348] Kamil Şahin, “Günaltay, Mehmet Şemsettin”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1996), 14/286.
[349] İslam ansiklopedisinde on dördüncü başbakan olarak geçen Şemseddin
Günaltay, wikipedia gibi farklı kaynaklarda dokuzuncu ve sekizinci başbakan
olarak sayılmaktadır. Bu daha kapsamlı ve farklı bir araştırma konusu
olduğundan dolayı durumu belirterek İslam ansiklopedisini kaynak aldık. Diğer
bilgiler için bkz. “Türkiye başbakanları listesi”, Vikipedi, 06 Aralık
2020.
[350] Kara, Türkiye ’de İslamcılık Düşüncesi 2,
2/1059-1060.
[351] Bayram Alı Çetinkaya, “Tek Parti Döneminin
‘İslamcı’ Başbakanı: M.Şemseddin Günaltay”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 2 (15 Aralık 1998), 437.
[352] Çetınkaya, “Tek Parti Döneminin ‘İslamcı’
Başbakanı”, 437.
[353] Çetinkaya, “Tek Parti Döneminin ‘İslamcı’
Başbakanı”, 437-438.
[354] Daha fazla bilgi için bkz. Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 2, 2/1071-1072.
[355]Yurdagür, Ünlü Türk
Kelamcıları, 222-225.
[356]Yurdagür, Ünlü Türk
Kelamcıları, 222-225.
[357] Geniş bilgi için bkz. Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 2, 2: 1072-1073.
[358] M. Şemseddin Günaltay, “Müslümanlık Aleminde
İntibah Emâreleri”, İslâm Mecmuası I/1 (1329), 26.
[359] Mehmed Şemseddin Günaltay, (Zulmetten Nûra)
Bunalım Çağından İslâmın Aydınlığına (İstanbul: Marifet Yayınları, 1998),
24.
[360] Günaltay, Zulmetten Nûra, 24-25.
[361] Günaltay, Zulmetten Nûra, 25.
[362] Günaltay, Zulmetten Nûra, 25.
[363] Günaltay, Zulmetten Nûra, 44.
[364] Cava (Java): Endonezya’nın yüzölçümü bakımından dördüncü, nüfus
bakımından en kalabalık, siyasî bakımdan en önemli ve iktisaden en gelişmiş
adası olup devlet merkezi Cakarta da (Jakarta) burada bulunmaktadır. Daha geniş
bilgi için bkz. Sırrı Erinç, “CAVA”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1993), 7/170-171.
[365] Günaltay, Zulmetten Nûra, 45.
[366] M. Şemseddin Günaltay, “Müslümanlık Âleminde
İntibâh Emâreleri -II-”, İslâm Mecmuası I/4 (1330), 112-113.
[367] Günaltay, “Müslümanlık Âleminde İntibâh
Emâreleri -II-”, 112-113.
[368] Günaltay, Zulmetten Nûra, 68.
[369] ‘’Din, İslamiyet açısından ilâhi bir kanundur ki normal akıl
sahiplerini fazilete, güzel ahlaka, çalışmaya ve gayretli olmaya, kısacası
kendi iradeleriyle dünya ve ahiret hayatında mutluluğa ve selamete ulaştıracak
hedeflere sevk eder.’’ Bkz. Günaltay, Zulmetten Nûra, 67.
[370] Günaltay, Zulmetten Nûra, 67-68.
[371] Günaltay, Zulmetten Nûra, 68.
[372] Geniş bilgi için bkz. Günaltay, Zulmetten
Nûra, 67-79.
[373] Günaltay, Zulmetten Nûra, 96-97.
[374] Günaltay, Zulmetten Nûra, 97-98.
[375] Daha fazla bilgi için bkz. Günaltay, Zulmetten
Nûra, 96-140.
[376] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmed Şemseddin
Günaltay, Hurafattan Hakîkate Hurâfeler ve İslâm Gerçeği, ed. Ahmet
Gökbel (İstanbul: Marifet Yayınları, 2015), 311-324.
[377] Günaltay, “Müslümanlık Âleminde İntibâh
Emâreleri -II-”, 114.
[378] Bkz. Günaltay, Zulmetten Nûra, 141-145.
[379] Günaltay, Zulmetten Nûra, 161-163.
[380] Günaltay, Zulmetten Nûra, 164.
[381] Günaltay, Zulmetten Nûra, 164.
[382] Günaltay, Zulmetten Nûra, 161-165.
[383] Günaltay, Hurafattan Hakîkate, 284-285.
[384] Günaltay, Zulmetten Nûra, 152-160.
[385] Günaltay, Zulmetten Nûra, 307.
[386] Günaltay, Zulmetten Nûra, 297-300.
[387] Günaltay, Zulmetten Nûra, 297-300.
[388] Bu hadis Şemseddin Günaltay’ın eserinde verdiği gibi on sevap değil
de Buhari’nin İ’tisam ve Müslim’in Akdiye bahsinde iki sevap şeklinde
geçmektedir. Hadisin metni şöyledir: ‘’Amr b. Âs"ın işittiğine göre,
Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Hâkim hüküm vereceği zaman ictihad eder
(olanca imkân ve gücü ile hakkı arar) sonra isabetli hüküm verirse, kendisine
iki sevap vardır. Ama hüküm verirken ictihad eder sonra yanılırsa ona bir sevap
vardır. ” (B7352 Buhârî, İ"tisâm, 21; M4487 Müslim, Akdiye, 15). Daha
geniş bilgi için bkz. Mehmet Emin Özafşar vd. (ed.), Hadislerle İslâm 5
Hadislerin Hadislerle Yorumu (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
2013), 5/401.
[389] Günaltay, Zulmetten Nûra, 301-302.
[390] Günaltay, Zulmetten Nûra, 304-305;
Bayram Ali Çetinkaya, M. Şemseddin Günaltay ve Fikriyatı (Ankara: Ankara
Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 1994), 52.
[391] Günaltay, Zulmetten Nûra, 312-314.
[392] Hilal Çay Yetim, Sebilürreşad’daki
Makaleleri Işığında Ahmed Hamdi Akseki ’nin Kelami Görüşleri (İstanbul:
Marmara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2007), 4.
[393] Mustafa Tekin, “Ahmed Hamdi Akseki ve Biyografisi”, AhmedHamdi
Akseki Sempozyumu, ed. Ahmet Ögke - Sabri Yılmaz (Biyografi ve Düşünce
Dünyası, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2013), 35-40.
[394] Süleyman Hayri Bolay, “AKSEKİ, Ahmed Hamdi”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1989), 2/293.
[395] Bolay, “Akseki, Ahmed Hamdi”, 2/294.
[396] M. Suat Mertoğlu, “Akseki’nin Ahmed Muhammed Şâkir’e Bir Mektubu:
Sebîlürreşâd Yazarı Ahmed Hamdi Akseki’nin İslâm Dünyasına İlgisine Dair
Notlar”, İslam Araştırmaları Dergisi 36 (01 Aralık 2016), 163.
[397] Kara, Türkiye ’de İslamcılık Düşüncesi 2,
2/819-820.
[398] Asıl adı’’ Mezahibin Telfîkı ve İslamın Bir Noktaya Cem’i’’ olan ve
1910 yılında Reşid Rıza tarafından tercüme edilen bu eser, 1974 yılında
notlarıyla beraber sadeleştirilerek Hayreddin Karaman tarafından ’ ’İslamda
Birlik ve Fıkhi Mezhepler' olarak yayımlanmıştır. Bkz. Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 2, 2/820.
[399] Bkz. Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi
2, 2/820.
[400] Bkz. Abdullah Kahraman, “Zor Zamanda
Yapılabileceklerin En İyisini Yapan Bir İslam Alimi: Ahmed Hamdi Akseki”, İslam
Hukuku Araştırmaları Dergisi 6 (2005), 300.
[401] Geniş bilgi için bkz. Kahraman, “Ahmed Hamdi
Akseki”, 299-302.
[402] Kara, Türkiye ’de İslamcılık Düşüncesi 2,
2/820-821; Kahraman, “Ahmed Hamdi Akseki”, 299-302.
[403] Daha geniş bilgi için bkz. Kahraman, “Ahmed Hamdi Akseki”, 299-302.
[404] Bkz. Ahmed Hamdi Akseki, “Her Kavmin Kendi Başına Hareketi İslam
İçin Felakettir!”, Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim] XII/290 (20 Mart
1330), 65-66.
[405] Akseki, “Her Kavmin Kendi Başına Hareketi İslam
İçin Felakettir!”, 65-66.
[406] Ahmed Hamdi Akseki, “Her Kavmin Kendi Başına Hareketi İslam İçin
Felaketti^’, Meşrutiyetten Cumhuriyet’e Yakın Tarihimizin Belgesi 1908-1925
SebîlürreşâdMecmuası (İstanbul: Bağcılar Belediyesi, Nisan 2018), 12/65-66.
[407] Akseki, “Her Kavmin Kendi Başına Hareketi İslam
İçin Felakettir!”, 65-66.
[408] Ahmed Hamdi Akseki, “Dinî Müesseler ve Din
Eğitiminin Meselelerine Dair Rapor”, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 2
(İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017), 2/897-911.
[409] Akseki, “Her Kavmin Kendi Başına Hareketi İslam
İçin Felakettir!”, 65-66.
[410] Akseki, “Her Kavmin Kendi Başına Hareketi İslam
İçin Felakettir!”, 65-66.
[411] Ahmed Hamdi Akseki, “Tasarruf ve İktisadın Başlıca Şartları”, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 2 (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017), 2/838-844.
[412]Akseki, “Tasarruf ve İktisadın
Başlıca Şartları”, 2/838-844.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder