SON DÖNEM OSMANLI’SINDA BİR MÜHTEDİ: ABDÜLEHAD DAVUD
Hazırlayan: MUHAMMED SALİH SEFİLOĞLU
Reddiye geleneği, Batı’daki
dinsel polemik geleneğinin İslam dünyasındaki karşılığı olarak
adlandırılabilir. Reddiyeler, İslam dininin ilk yıllarından itibaren yaygın
olan metinlerdir. Bu eserler, dine yeni giren kişilerin, bu dine karşı olan
samimiyetini göstermesi yanında, yazarın eski ve yeni dini hakkındaki
fikirlerini aktarması açısından da önemlidir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi
ve sellem] ’in vefatının ardından, İslam dünyasının içerisinde gerçekleşen
görüş ayrılıklarından doğan mezhepler arası reddiyeler bulunmakla birlikte,
farklı din ve inançlara yönelik reddiyeler de mevcuttur.
Farklı dini inançtaki kişilere
yöneltilen reddiye geleneği, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren özellikle
kelamcıların Allah’ın varlığı, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi gibi konularda
Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlere yönelttiği eleştiriler ile başlamıştır.
Ebû Îsâ el-Verrâk (ö.861) ve Ali b. Rabben et-Taberî (ö.861[?]) gibi ilk dönem
reddiye yazarları ile önemli bir etki yaratan İslam reddiye geleneği, İbn Hazm
(ö.1064) ve İbn Teymiyye (ö.1328) tarafından temel formuna kavuşmuştur.
Hıristiyan ve Yahudi karşıtı
reddiye geleneği, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de devam etmiştir. Gerek
İmparatorluk içinden, gerekse de dışından pek çok kişi, farklı zamanlarda
ihtida etmişler ve bunu konu edinen eserler yazmışlardır. Bu olay ise,
kendilerini İslam dininin koruyucusu olarak gösteren devlet tarafından
memnuniyetle karşılanmıştır. Bu çalışma ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun son
döneminde ihtida eden Abdülehad Davud’un, Hıristiyan karşıtı reddiye
eserlerini, dergi ve gazete yazılarını konu edinmektedir.
1904’te Müslüman olan ve
1931’e kadar İslami yönü ağır basan çeşitli dergilerde yazan Abdülehad Davud’un
yazıları dikkate alındığında, onun çok yönlü bir kişi olduğu görülür. Davud her
şeyden önce İslam’ın hakikatinin devam ettiğini eserleri vasıtasıyla göstermeye
çalışır. Bunu yaparken, İslam reddiye geleneğindeki Kitâb-ı Mukaddes’in
tahrifi, Pavlus ve tebşirat gibi temaları ve akıl yürütmeleri kullanır. Bununla
birlikte, İttihat ve Terakki kadroları ile yakın işbirliği içerisinde olan
Davud, eserlerinde bu oluşumu destekler ve bu kişiler tarafından da destek
görür. Öte yandan Davud, İngiliz Devleti ve Yahudiler hakkında gayet olumlu
görüşler ileri sürer ve gelecekte Filistin ve çevresinde Yahudi Devleti
kurulması gerektiği yönündeki fikirlerini açıklar.
Daha önce Abdülehad Davud
hakkında Ömer Faruk Harman tarafından, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisinde bir ansiklopedi maddesi kaleme alınmıştır (Harman, 1988).
Harman, burada Davud’un hayatı hakkındaki bilgilerimizin temel çerçevesini
sunmaktadır. Hasan Darcan ve Sadiye Bakır ise, geçtiğimiz yıllarda Davud
hakkında yüksek lisans tezleri hazırlamışlardır (Darcan, 2008; Bakır, 2019).
Her iki tezde de Abdülehad Davud’un teolojik görüşleri üzerinde durulmaktadır.
Sadiye Bakır tezinde Davud’un Amerika’daki hayatı ile ilgili bazı yeni
bilgilere ulaşmıştır. Aynı zamanda tez danışmanım olan Betül Avcı Sebetci, Christian-Muslim
Relations: A BibliographicalHistory adlı yayın için Davud ile ilgili bir
madde kaleme aldı. Yayın aşamasında olan bu madde sayesinde Davud’un
eserlerinin toplu bir listesini edinebildim.
Bu çalışmada Abdülehad
Davud’un Kudret Büyükcoşkun tarafından sadeleştirmesi yapılan İncîl ve Salîb
adlı eseri, Mehmet Şevket Eygi tarafından yayıma hazırlanan Esrâr-ı Îseviye
adlı eseri, Nusret Çam tarafından Davud’un Islamic Review’de yayımlanan
makalelerinin toplu halde yayımlanmış versiyonunu oluşturan Tevrat ve
İncil’e göre Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] adlı kitaplarını kullandım. Bunlara ek olarak,
yazarın 1908 tarihinden başlayarak 1920 senesine kadar Sebilü’r-Reşad ve
Beyanülhak adlı dergilerde yazdığı yazıları kullandım. Bu nüshaların
incelenmesinde İSAM Veri Tabanındaki oıjinal Osmanlıca dergi nüshalarını temel
aldım.
Bu araştırmada sosyal
bilimlerin pek çok alanında kullanılan içerik analizi yöntemini kullandım.
Yukarıda belirttiğim kaynakları dikkatle incelememin sonunda, Davud’un belirli
aralıklarla bazı önemli konularda görüşlerini açıkladığını ve kendisini
tekrarladığını fark ettim. Davud’un dinsel ve toplumsal hayat hakkındaki bu
görüşlerini, sıklıklarına göre kümelere ayırdım ve farklı eserlerinden elde
ettiğim bu verileri çözümleyerek bazı sonuçlara ulaştım. Bu yöntem sayesinde,
Davud’un eserlerindeki satır arası mesajları daha iyi bir şekilde anlamamın
yanında, Davud’un farklı eserlerdeki konuyu ele alış tarzını da görebildim.
İslam reddiye geleneğini daha
iyi anlayabilmek amacıyla ise, İbn Hazm, Kadî Abdülcebbâr ve İbrahim
Müteferrika’nın reddiye eserlerini inceledim. Bu kitaplarda, Kitâb-ı
Mukaddes’in tahrifi, Pavlus, Konstantin ve tebşirat gibi Abdülehad Davud
tarafından da kullanılan bazı temaların ne şekilde ele alındığını görmeye
çalıştım.
Bu tezdeki öncelikli amacım,
Abdülehad Davud’un reddiye eserlerinde kendisini önceleyen gelenek ile olan
bağlantısını ele almaktır. Zira Abdülehad Davud dini konularda her ne kadar bu
geleneği büyük ölçüde yeniden yorumlayıp tekrarlasa da, Hz. İsa’ya bir kitap
verilmediği şeklinde özetleyeceğimiz görüşlerinde, bu gelenekten ciddi şekilde
ayrılır. Bu nedenle, Davud’un eserleri İslam reddiye geleneğindeki bu gibi
farklı yorumları değerlendirebilmek açısından önemlidir.
Yukarıda değindiğim gibi,
Davud toplum ve siyasal yaşam hakkında Sebilü’r Reşad ve Beyanülhak
adlı dergilerde geniş şekilde değerlendirmeler yapmıştır. Bu tezde ikincil
olarak, Abdülhamid, İttihat ve Terakki Partisi, panislamizm, milliyetçilik ve emperyalizm
gibi çok çeşitli konulara yayılan bu görüşler vasıtasıyla yeni Müslüman olmuş,
İslami değerlere bağlı ve Osmanlı kimliğini benimseyen bir kişinin, İslam
ülkelerinin kurtuluşu ve geleceğine ilişkin bakış açısını anlamlandırmaya
çalışacağım. Bireyin dini kimliğinin toplumdaki yeri ve konumunu belirleyecek
kadar önemli olduğu Osmanlı toplumunda, din değiştirme sonucu yaşanan kimlik
değişimini, yazarın eserleri vasıtası ile değerlendireceğim. Araştırma
esnasında fark edildiği gibi, yazarın, gerek Osmanlı İmparatorluğu, gerekse de
dünya genelindeki sorunlarla ilgili kaygıları (emperyalizm, İslami toplumun
tehdit altında olması vb.) bugün için de geçerliliğini korumaktadır. Bu nedenle
bu araştırma günümüz Müslüman bilincini anlamak için de faydalı olacaktır.
Bu çalışma dört bölüm ve bir
sonuç olmak üzere beş bölümden oluşmaktadır. İkinci bölümde, Abdülehad Davud’un
hayatını genel hatları ile ortaya koymaya çalıştım. Ardından Davud’un Osmanlı
coğrafyasında kaleme aldığı yazılarını sınıflandırdım ve içerikleri hakkında
bilgi verdim. Üçüncü bölümde, Davud’un İslam reddiye geleneğindeki yerini
anlamaya çalıştım. Bu sebeple onun İslam dinine ihtida ediş sebeplerini, eski
dini Hıristiyanlık ve yeni dini İslam arasındaki karşıtlık kurma çabasını, bu
karşıtlığı oluştururken kullandığı akıl yürütme şeklini ele aldım. Ardından Ali
b. Rabben et-Taberî, Kadî Abdülcebbâr, İbn Hazm, İbrahim Müteferrika’nın
görüşleriyle Davud’unkileri karşılaştırıp temel hangi noktalarda
benzeştiklerini, hangi noktalarda ayrıldıklarını göstermeye çalıştım. Dördüncü
bölümde, Davud’un yaklaşık yirmi yıl içerisinde Sebilür-Reşad ve Beyanülhak
adlı dergilerde kaleme aldığı yazılarını analiz ettim ve onun emperyalizmden,
meşrutiyete ve Yahudiler’in Kudüs’e yerleşmesi gibi pek çok tartışmalı konudaki
fikirlerini, dergi yazıları ve ihtida metinlerine dayanarak açıklamaya
çalıştım.
ABDÜLEHAD
DAVUD’UN HAYATI ve ESERLERİ
Abdülehad Davud gayet üretken
bir yazar olmasına rağmen kendi hayat hikayesi konusunda oldukça ketumdu. Fakat
öyle gözüküyor ki, Urmiye'de 1866'da başlayan hayat hikayesi Roma, İngiltere ve
İstanbul gibi pek çok yerde önemli pozisyonlar ile devam etmesine rağmen,
Amerika'da bir düşkünler evinde sona erecek kadar da çalkantılıydı.
Yaşamı konusunda sınırlı
bilgiye sahip olduğumuz, İslam dinine geçmesiyle Abdülehad Davud adını alacak
olan David Benjamin hakkında en detaylı bilgiye, Islamic Review’de
yayımlanan, yazarı belirtilmemiş bir biyografi vasıtasıyla sahibiz. Buna
göre, David Benjamin Urmiye'de 1866'da dünyaya geldi ve hayatının ilk
dönemlerini geçirdiği bu bölgedeki Amerikan Koleji’nde, ilk öğrenimini aldı
(The Islamic Review, 1929: 76).
Abdülehad Davud bunun ardından,
temel amacı Nasturi Hıristiyan halkın durumunu iyileştirmek olan bölgede faaliyet
gösteren İngiliz misyoner teşkilatı Archbishop of Canterbury ’s Mission to
the Assyrian Christians adlı bir misyoner teşkilatına katıldı ve bu misyon
teşkilatında üç yıl öğretmen olarak görev aldı. Abdülehad Davud burada
faaliyetlerini gösterirken bazı dergilerde makaleler kaleme aldı. Özellikle
Abdülehad Davud’un bu misyon teşkilatında yer aldığı sıralarda aktif şekilde
faaliyet gösteren bu misyon teşkilatı yine de düzenli bir organizasyon değildi.
Görevi İngiltere ve Amerika’dan gelen yardımlar ile özellikle Hıristiyan halkın
eğitimini üstlenmek ve bölgede özellikle Hıristiyan halka karşı saldırgan
faaliyetlerde bulunan Kürtlere karşı Hıristiyanları korumaktı (The London
Times, 1889). Ancak bölgede bulunan tek misyoner teşkilatlanması bu değildi ve
Amerikan, Fransız, Alman ve Rus misyonerler arasında bölge Hıristiyanlarını
kendi cemaatlerine katmak için büyük bir çaba söz konusuydu. Ruslar bölgedeki
etki alanlarının getirdiği güç ile de diğer misyon teşkilatlarını geride
bıraktılar ve bölge Hıristiyanlarını görev başındaki hükümete isyan etmeleri
için teşvik ettiler (Davud, 1988: 4)
1892’de
Cardinal Vaughan tarafından felsefe ve teoloji alanında kendisini daha da
geliştirmesi amacıyla Roma’da bulunan Pontificio Collegio Urbano'ya
gönderildi, bu üniversiteye bağlı olan Propaganda Fide College"de
çalışmalarını sürdürdü. Yine bu yıllarda The Tablet gazetesinde
“Assyria,Rome and Canterbury” ve Irish Record’da “Authenticity of the
Pentateuch” adlı makalelerini yayınladı. 1895’te rahip olarak atandı. Aynı yıl
Urmiye’de bulunan
Fransız Lazarist Misyonu’na
katılmak amacıyla ülkesi İran’a tekrar geri döndü. 1897’de Kardinal Perraud
başkanlığında Fransa’da toplanan kongrede Doğu Katoliklerini temsil etmek üzere
bağlı bulunduğu başpiskoposluk tarafından delege olarak gönderildi. Burada
okuduğu tebliğde bölgedeki Nasturiler arasındaki Katolik eğitim sisteminin
düşüklüğünden dert yanıyor ve gelecekte Rus Ortodoks Kilisesi’nin bölgeye olası
etkilerini tartışıyordu (The Islamic Review, 1929: 77-78).
1898’de İran’a tekrar dönüşünün ardından rahiplik
görevinin yanında kendi köyüne yakın bir okul açtı ve burada öğrencilere
ücretsiz eğitim verdi. Büyük Devletlerin güdümündeki misyoner
teşkilatlar ile yerel kilise arasında giderek büyüyen güç savaşı bölgedeki
yaşamın gidişatı için de tehlike arz ediyordu. Zira 1899 yılında bölgeye giren
Rus misyonerleri ile birlikte, bölgede adeta Hıristiyan mezhepleri arasındaki
teolojik bir tartışmanın paravanına saklanmış bir güç mücadelesi yaşanıyordu.
Nitekim 1900 senesinin ilk günü Davud’un Salmas’ta verdiği son hutbesi de
nispeten bu konuya ayrılmıştı ve misyonerlerin sağladıkları pek çok faydaya
rağmen, kendi kimlikleri ve kültürleri için tehlike arz ettiklerini, bu nedenle
bu misyon hareketlerine karşı daha kuşkulu bir şekilde yaklaşılması gerektiği
hakkında idi.
Davud’un Islamic Review ’deki
biyografisine göre, Hıristiyanlığın bu parçalanmışlık durumu kendisine
Hıristiyan dini hakkında bazı sorgulamalara yöneltti. Uzun süreli bir
kararsızlığın ardından ise kilisedeki tüm görevlerinden istifa etti. Devamında
ilkin Posta idaresinde, ardından ise Veliaht Prens Muhammed Ali Mirza’nın
hocası ve tercümanı olarak üç sene çalıştı ve İngiltere’ye gitti (The Islamic
Review, 1929: 78).
İngiltere, Davud’un hayatı için önemli bir dönüm
noktasıydı, çünkü Hıristiyan dinindeki en önemli akide olan teslîsin yok
sayıldığı ve tevhit inancını ihtiva eden İngiliz Üniteryanizmi’ni burada kabul
etti. 1904 yılında kendi cemaatinin görevlendirmesi ile İran’a geçerken
uğradığı İstanbul ise Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile yaptığı görüşmelere
vesile oldu ve burada Müslüman oldu.
1904’teki
ihtidasının ardından Davud, Osmanlı vatandaşlığına kabul edildi. 1905 ile 1906
arasında Darüşşafaka’da öğretmenlik yaptı. Aynı zamanda kısa bir dönem Eğitim
Bakanlığı’na bağlı bulunan Encümen-i Teftiş ve Muayene komitesi’nde bulunduktan
sonra, 1914’te Cerîde-i İlmiyye mecmuasının yazı işleri memurluğuna ve
Şeyhülislamlığa bağlı Fetvahane Mektûbî Kelemi'ne girdi (Harman, 1988;
Bakır, 2019: 9). Kendisini kişisel olarak da tanıyan Zapsu’nun aktardığına göre
ise, Amerika’daki ailesinin yanına gitmiş (Zapsu, 1976: 114-115), 1950 yılında
Amerika’nın New York kentinde bir yaşlılar evinde hayata gözlerini yummuştur
(Bakır, 2019: 9). Ömrünün uzunca bir döneminde farklı kültür ve diller ile etkileşim
içerisinde olan Abdülehad Davud, başta Kitab-ı Mukaddes'in kaynak dilleri olan
Latince, Eski Yunanca, İbranice ve Süryanice olmak üzere İngilizce, Fransızca,
İtalyanca, Farsça, Türkçe, Arapça gibi günümüz dillerini de bilmektedir
(Harman, 1988; Bakır, 2019: 9; Darcan, 2008).
Abdülehad Davud, hayatı
boyunca, bağlı bulunduğu kiliselerin üst düzey pozisyonlarında yer alması ve
eğitiminin Katolik Kilisesinin merkezi Vatikan ve başta İngiltere olmak üzere
diğer Hıristiyan ülkelerde olması, kendisine ayrı bir önem kazandırır.
Hıristiyanlık konusundaki bilgisi, yirminci yüzyıl şartları da göz önüne
alındığında sıradan bir Müslüman ile karşılaştırılamayacak derecede fazladır.
Bu ise yazılarını toplum ve okuyucu önünde çok daha saygıdeğer bir konuma
ulaştırır. Zira Davud’un din değiştirme serüveni, doğup büyüdüğü Keldani
Kilisesi ile başlayıp Uniteryanliğe ve en nihayetinde ise İslam ile
sonuçlanmıştır.
Müslüman Olmadan Önceki Eserleri
Abdülehad Davud Müslüman
olmadan önce, Avrupa ülkeleri ve İran’da yayım yapan bazı gazete ve dergilerde
makaleler ve denemeler kaleme almıştır.
The Tablet:
Roma’da bulunduğu sıralarda bu dergide, “Asur, Roma, Cantenbury” üzerine bir
dizi makaleyi kaleme almıştır.
Irish Record: Bu
dergide Yahudi Kutsal Kitabının ilk beş kitabının güvenilirliği ve otantikliği
üzerine görüşlerini açıklamıştır.
TheLevantHerald:
İstanbul’da günlük olarak İngilizce ve Fransızca yayım yapan bu dergide Doğu
Kiliseleri ve problemleri hakkında 1895’de bir makale kaleme almıştır.
Qala-La-Shara:
1895’deki Fransız misyon görevindeyken bu misyon tarihinde ilk kere Süryanice
bir yazı kaleme aldı.
Tercümeleri: Illustrated
Catholic Mission"da farklı yıllar içerisinde bir dizi makalenin
çevirisini yayımlamıştır.
Müslüman Olduktan Sonra Yazdığı Eserler
Davud özellikle Müslüman
olduktan sonra gerek müstakil eserler, gerekse de farklı gazetelerde dini ve
güncel konuları ihtiva eden makaleler yayımlamıştır.
Müstakil eserlerinden İncîl ve
Salîb, Abdülehad Davud’un Osmanlı İmparatorluğu’nda kaleme aldığı ilk eseridir
ve esas olarak Hıristiyan karşıtı İslam reddiye geleneğinin bir örneği olarak
kaleme alınmıştır. İçerisinde pek çok tartışmalı düşünceyi barındırır ve tüm
bunlar nedeniyle de, bizim için önem taşır. Eser 1913 yılında İstanbul’da
basılmıştır. Her ne kadar Abdülehad Davud, bu kitap içerisinde eserinin on cilt
olacağını belirtse ve eserin üzerinde birinci cilt kaydı bulunsa da, bu eserin
devamı daha sonraki dönemde gelmemiştir.
Kudret Büyükcoşkun tarafından
sadeleştirilerek günümüz Türkçesine kazandırılan metin, on bölümden oluşmakta
ve 239 sayfa içermektedir.
Abdülehad Davud bu eserde
teslîs inancının sapkınlık olduğu, İncil’in İslamiyet’teki kanının aksine,
İsa’ya bir kitap olarak verilmediği, “şifahen” aktarılan bu sözlerin ise
bozularak günümüze kadar geldiği, ancak tüm bunlara rağmen İslam dini ve
peygamberinin bu kitaplar aracılığıyla bulunabileceğini iddia eder. İslam
dininin tek hakiki din olduğunu ekler ve tüm insanları bu dine davet eder.
Kendisini önceleyen klasik İslami ihtida metinlerindeki pek çok dinsel akıl
yürütmeleri kullandıktan sonra, halifelik, Abdülhamit dönemi, yükselen
milliyetçilik ve emperyalizmin İslam toplumlarına etkisi ve siyonizm hakkında
çarpıcı sonuçlara varır.
Eseri bizim için önemli kılan
unsur hiç şüphesiz, Davud’un Hz. İsa’ya Allah tarafından herhangi bir kitap
verilmediği hakkındaki düşüncesidir. Abdülehad Davud bu kitap boyunca her
zaman, İslam terminolojisinde İncil olarak adlandırılan kitabın aslında ona
“şifahen” aktarılan ve içerik olarak Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] ’in geleceği hakkında bilgiler veren bir nitelikte olduğunu ileri
sürer. Buna ek olarak Abdülehad Davud, İslam reddiye geleneğinde olumsuz olarak
ele alınan Pavlus hakkında da eserinin bazı kısımlarında gayet olumlu bir dil
kullanır.
Abdülehad Davud’un 1916
senesinde kaleme aldığı eseridir. Mehmet Şevket Eygi tarafından bir dizi makale
ile birlikte 1966 yılında tekrar yayımlanmış, 2003 yılında Bedir Yayınevi
tarafından Müslüman Olan Papaz adıyla tekrar basılmıştır (Davud, 2003).
Kurgusal mahiyette bir eser
olan Esrâr-ı Îseviye, Afrikalı bir misyonerin İslam'a ihtida edişini ele
alır. Hikâyenin başkahramanı Fano adlı Nijeryalı birisidir, Hacı Abdullah ile
karşılaşması sonucu zaten kendi zihninde cevap bulamadığı soru işaretlerinden
kurtulur ve Müslüman olur. Belli belirsiz şekilde Davud’un kendi
otobiyografisini bir kurgu formatında yazdığı şeklinde bir izlenime
kapılabileceğimiz eser, temelde Hıristiyan devletlerin güdümündeki
misyonerlerin dinlerini daha fazla toprak ele geçirmek amacıyla kullandıkları
şeklinde bir ana temaya sahiptir. Afrika’nın ortasındaki bir kişinin hayat
hikayesini anlatır, fakat buradaki halkın problemleri Osmanlı coğrafyasında
yaşayan halkların sorunlarından hiç de farklı değildir; İslam birliği,
emperyalizm, misyonerlik ve bunlara eşlik eden Hıristiyan dininin içinde
bulunduğu bozulmuşluk durumu bu eser içerisinde ele alınan konuları oluşturur..
Misyonerlerin dünyanın geri kalan bölgelerinde okul ve hastane yapımı ve parasal
yardım gibi tüm faaliyetlerinin amacının, İslam inancı ve toplumunu yok etmek
amacında olduğunu iddia eder.
Tam olarak kurgusal bir metin
ya da tam olarak didaktik bir metin olarak da ifade edilemeyecek bu eseri bizim
için önemli kılan husus eserin, hayali bir kahraman dahi olsa bir ihtidayı konu
alması dolayısıyladır. İki ayrı yazın türünün iç içe geçmiş olmasından dolayı
eser tam olarak bir bütünlük sergilemez, edebi açıdan kötü yapılandırılmıştır,
didaktik açıdan ise sürekli aksar. Fakat Abdülehad Davud’un amacı bizim için
açıktır ve kendisinin diğer yazılarıyla da tam bir bütünlük içerisindedir;
Hıristiyanlık bozulmuştur ve inanlılarının neden olduğu tüm bu açgözlülükler
nedeniyle de dünya tehdit altındadır. Bunun karşısında bulunan İslam ise her açıdan
iyiliği temsil eder. Tarihinde insanları sömürme gibi bir nedenden dolayı asla
suçlanamaz ve ayırt edici niteliği adalettir.
Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
Amerika’ya gidişinden sonra Islamic
Review adlı dergide 1931 yılına kadar yayımlanan makalelerinin, 1980’de
Doha’da tek bir cilt halinde tekrar basılmasından oluşan kitaptır. Kitap, Tevrat
ve Incil’e göre Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] adıyla Nusret Çam tarafından 1988 tarihinde
Türkçeye kazandırılmıştır.
Kitap
genel hatları itibari ile İncîl ve Salîb ’in devamı ve yer yer de onun
bir tekrarıdır. Bu makaleler ölümünden sonra Muhammad in the Bible adı
altında bir kitapta toplanmıştır. İki eser arasındaki temel farklılık ise bu
makalelerde çok az istisna olmak şartıyla aktüel gelişmelerin yer almamasıdır.
Makalelerde Hz.Muhammed’in
kendisini önceleyen Hz. Musa ve Hz. İsa tarafından açık bir şekilde
müjdelendiği üzerinde durulur ve buna ilişkin örnekler getirilir.
Bu eserin ayırt edici
özelliğinin ise Abdülehad Davud’un özel olarak hitabını Yahudi halkına
yöneltmesi olduğunu düşünüyorum. Davud, Islamic Review’deki yazılarında
tıpkı daha önceki yazıları gibi, Hıristiyan inancı hakkında değerlendirmelerde
bulunur. Bununla birlikte; Hz. Davud, Siyon, Filistin, Kudüs gibi Yahudi dini
inancı ile ilişkili terimleri kullanarak hitabını genel olarak Yahudilere
yöneltmeye çalışır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in Yahudilere
Allah tarafından gönderilmesi müjdelenen kişi olduğunu kanıtlamak amacıyla ise,
Tevrat’tan alıntılar yapar. Zannettiğim kadarıyla Davud’un bu kitapta İbrahim
ile yapılan ahit kıssasını kullanmasındaki amacı, ahdin İsmail aracılığıyla Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’e kadar ulaştığını göstermek ve bu
yolla Kudüs bölgesinin Müslümanlarda kalması gerektiğine teolojik zemin
bulmaktır.
Gazete ve Dergilerde Yayımlanan Yazıları
Abdülehad Davud, Osmanlı
İmparatorluğu’nda bulunduğu yıllarda pek çok yazı kaleme almıştır (Avcı, Yayım
Aşamasında). Beyanülhak ve Sebilü’rReşad adlı dergilerde
yayımlanan bu yazıların konusu, büyük çoğunluğu Osmanlı İmparatorluğu’nun
aktüel yaşamını konu edinen yazılardır. Bunun yanı sıra bu gazete yazılarında
çeşitli ülkelerde yaşayan Müslüman halkların sorunları da ele alınmış, bunlar
hakkında çeşitli çözümler sunulmaya çalışılmıştır. Aşağıda bu gazete yazılarını
yayımlandıkları tarihe göre şu şekilde sıralayabiliriz:
“Panislamizm Umumiyye-i İslamiyye”.
“Alem-i İslamiyet: Cava Yahut Yirmi Sekiz Milyon Müslümanı
Havi Bir Cezire”.
“Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-1”.
“Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-2”.
“Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-3”.
“Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-4”.
“Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-5”.
“Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-6”.
“İran’ın Vaziyeti Hazırası-2”.
“İran’ın Vaziyeti Hazırası-3”.
“İran’ın Vaziyeti Hazırası-4”.
“Girit Meselesi ve İngiliz Siyaseti”.
“İran’ın Vaziyeti Hazırası-5”.
“Türkiye İttihat Etmeli Mi ?”.
“Türkiye İttifak Etmeli Mi-2 ?”.
“Kırk İki Bin Katolik Misyoner Cemiyeti”.
“İngiltere’de Din-i İslam’ın İntişarı-1”.
“İngiltere’de Din-i İslam’ın İntişarı-2”.
“Kiliselerin İttihadı Mümkün Müdür?”.
“Katolik ile Ortodoks Kiliselerinin İttihadı Mümkün
Müdür?”.
“Mühim Bir Eser-i Dini Hakkında”.
“Anglikan ile Ortodoks Kiliselerinin İttihadı Mümkün
Müdür?”.
“Kiliselerin Tevhidine Neden Lüzum Görülüyor?”.
“Hıristiyanlık, Filistin’de Bir Yahudi Hükümetinin
Teşekkülüne Müsait Midir?”.
Gözlemlediğim kadarıyla, bu
yazıların içerikleri, 1908’den 1910’a kadar olan süreç içerisinde daha çok,
yeni iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi’ni destekleyici nitelikte olup
buna ek olarak, Osmanlı okuyucusuna dünya Müslümanlarının sosyal, ekonomik
vaziyetleri hakkında bilgi verir. 1910’dan 1920’ye kadar yayımlanan gazete
yazıları ise daha çok Dünya Savaşı’nın da etkisiyle emperyalizm, Kudüs’ün
statüsü, İslam birliği gibi konulara yönelir.
“Hindistan İğtişaşları”: 1908’de
Beyanülhak adlı dergide yayımlanan bu yazı Hindistan’da İngiltere
aleyhine gerçekleşen bazı gelişmeler hakkındadır. Abdülehad Davud bu yazısında
hilafetin önemine dikkat çekerek İngiltere’nin sömürgelerinde sorunsuz bir
yönetim gerçekleşmesini istiyorsa, Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerinin iyi
olması gerektiğini vurgular (Davud, 1908a).
“Panislamizm: Cemiyet-i
Umumiyye-i İslamiyye”: 1908 senesinde yayımlanan bu yazı İngiltere’de
İslam’ı yaymaya çalışan Cemaat-i Umum-uislamiyye ile ilgili bilgiler
verir. Yazı içerisinde İngiliz halkının zekası ve ahlakı ile ilgili gayet
olumlu yorumlar yapan Abdülehad Davud, İngiltere’nin ileride Müslüman olacağına
ilişkin umudunu paylaşır (Davud, 1908b).
“Alem-i İslamiyet: Cava
Yahut Yirmi Sekiz Milyon Müslümana Havi Bir Cezire”, “Cava”, “Sumatra
Müslümanları”: 1909’da yayımlanan bu üç yazı da Abdülehad Davud Endonezya
adalarının ekonomik, sosyal durumu hakkında bilgi verir. Buna ek olarak Davud,
Hollanda sömürge yönetimin uygulamaları ve İslam dünyasındaki eğitimin geri
kalmışlığı hakkında yorumlar yapar (Davud, 1909a; Davud, 1909b).
“Çin Müslümanları-1”, “Çin
Müslümanları-2”, “Çin Müslümanları-3”, “Çin Müslümanları-4”, “Çin
Müslümanları-5”, “Çin Müslümanları-6”: 1910’da Beyanülhak adlı
dergide yayımladığı bu yazılarda Davud, özelde Çin içerisindeki İslam toplumu olmak
üzere Çin’in o günkü durumu, misyonerlerin yaklaşık altıncı yüzyıldan itibaren
Çin içerisinde sürdürdükleri faaliyetler ve Çin felsefesi hakkında bilgi verir
(Davud 1910a, 1910b, 1910c, 1910d, 1910e, 1910f).
“İran’ın Vaziyeti
Hazırası-1”, “İran’ın Vaziyeti Hazırası-2”, “İran’ın Vaziyeti Hazırası-3”,
“İran’ın Vaziyeti Hazırası-4”, “İran’ın Vaziyeti Hazırası-5”, “İran’ın Vaziyeti
Hazırası-6”: 1910’da Beyanülhak adlı dergide yayımlanmak üzere
kaleme alınan bu yazılarda Davud; İran’da yeni geçilmiş olan meşrutiyet
rejimine duyduğu heyecanı dile getirir, bunun aleyhine gerçekleşen mutlakiyetçi
istekleri kınar. Yirminci yüzyılın başında cereyan eden İran üzerindeki Rusya
ve İngiltere’nin hakimiyet savaşları hakkında bilgi verir. Bu noktada Abdülehad
Davud, emperyalizm hakkında olumsuz bir portre çizse de, İngiliz emperyalizmine
karşı bazı olumlu görüşler ileri sürer. Bu yazılarda önemli olan noktanın,
Davud’un Osmanlı’daki meşrutiyet deneyimi ve İran’daki muadili arasındaki
karşılaştırmaları olduğunu düşünüyorum (Davud, 1910g, 1910h, 1910i, 1910j,
1910l).
“Girit Meselesi ve İngiliz
Siyaseti”: Diğer yazılarının aksine İngiltere hakkında daha fazla olumsuz
görüşün dile getirildiği bu yazıda, Girit’te gerçekleşen aktüel gelişmeler ele
alınır. Abdülehad Davud, burada İngiltere’nin İslam karşıtı politikasının
Gladstone hükümeti ile bağlantılı olduğunu, İngiltere ve Osmanlı ülkeleri
arasındaki ilişkinin ilerleyen günlerde düzeleceğini beyan eder (Davud, 1910k).
“Türkiye İttifak Etmeli
Mi”, “Türkiye İttifak Etmeli Mi-2”: 1910’da yayımlanan bu yazılarında
Davud, çok yakında büyük bir dünya savaşının çıkacağına dair fikrini paylaşır.
İmparatorluğun içi ve dışındaki tehlikelere değinen Davud, başta Türki halklar
ve İran olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun ittifaklar yapması gerektiğine
ilişkin kanaatlerini paylaşır (Davud, 1910m, 1910n).
“Kırk İki Bin Katolik
Misyoner Cemiyeti”: Gerek dünya çapında, gerekse de İslam topraklarındaki
misyonerlerin yapılanması hakkında bilgi veren bu yazı, misyoner faaliyetleri
hakkında olumsuz bir dil kullanır. Misyonerlerin bulundukları bölgelerde
huzursuzluklar çıkardıkları ve insanları para karşılığı dinlerine çekmeye
çalıştıkları şeklinde özetleyebileceğimiz görüşler, bu yazının temel hattını
oluşturur (Davud, 1914a).
“İngiltere’de Din-i
İslam’ın İntişarı-1”, “İngiltere’de Din-i İslam’ın İntişarı-2”: On
dokuzuncu yüzyıl itibariyle akılcı düşüncenin İngiltere içerisinde önemli bir
pozisyon kazanması nedeniyle, Hıristiyanlığın inanlılarını kaybettiğini ve
uygun bir irşad faaliyetinin yapılması durumunda bu kişilerin rahatlıkla
Müslüman olabilecekleri bu yazıda savunulur. Diğer yazılarında da rastladığımız
üzere, Davud burada da İngiliz halkına karşı içten sevgisini cümleleri ile
gösterir ve misyoner grupların faaliyetlerini kınar (Davud, 1914b, 1914c).
“Kiliselerin İttihadı
Mümkün Müdür?”: Yukarıda belirtilen yazıdan sonra yaklaşık beş senelik bir
suskunluk dönemine giren Davud, Dünya Savaşı ertesinde 1919’da Sebilü’r
Reşadta yayımlanan yazısında Hıristiyan ülkelerin İslam’a karşı güçlerini birleştirebilmek
amacıyla “Cemaat-i Akvam” adlı bir örgüt kurduklarını söyler. Ancak böyle bir
çabanın, Hıristiyanlığın pek çok mezhebe ayrılması dolayısıyla imkansız bir
gelişme olduğunu vurgulayan Davud; İslam ülkelerinin yine de birleşmesi
gerektiğini belirtir (Davud, 1919a).
“Katolik ile Ortodoks
Kiliselerinin İttihadı Mümkün Müdür?”: Abdülehad Davud’un iddiasına göre,
İslam dini içerisinde hiçbir ayrılık olmamasına rağmen, Hıristiyanlık büyük bir
parçalanmışlık içerisindedir. Yazının önemli olan yönü, Dünya Savaşı’nın
sonunda Müslüman dünyası toplu bir sömürge deneyimi yaşarken, yazarın bu
durumda dahi Hıristiyanlığın bölünmüşlüğünden bahsedebilmesidir (Davud, 1919b).
“Mühim Bir Eser-i Dini
Hakkında”: Abdülehad Davud bu yazısında, İngiltere’de Külliyat-ı Edyan
adı altında bir kitabın hazırlanmakta olduğunu, bunun için hilafetin merkezi
olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan İslam dini ile ilgili temel bilgileri ihtiva
eden, uzman kişiler tarafından hazırlanacak bir kitabın talep edildiğini haber
verir. Davud, İslam’ın doğru bir şekilde anlatılacağı böyle bir kitap sayesinde
İslam’a büyük bir ihtida dalgası başlayabileceğini söyleyerek buna ilişkin
umudunu okuyucuları ile paylaşır (Davud, 1919c).
“Anglikan ile Ortodoks
Kiliselerinin İttihadı Mümkün Mü?” Abdülehad Davud iki Kilise arasında bir
ayrılığın olduğunu söyleyip bunun gerçekleşmesinin imkansız olduğunu dile
getirir (Davud, 1919d).
“Kiliselerin Tevhidine Neden Lüzum Görülüyor?”:
Sebilü’r Reşad'ta yayımlanan bu yazı, Abdülehad Davud’un diğer
yazıları ile karşılaştırıldığında en fazla dini konuları ihtiva eden yazısıdır.
Bu yazının en ilginç bölümü ise, Davud’un Yahudiler ve Müslümanların İbrahim’in
soyundan geldiğini iddia etmesine rağmen, Hıristiyanların putperestlerin
soyundan geldiği şeklindeki görüşleridir (Davud, 1919e).
“Hıristiyanlık, Filistin’de
Bir Yahudi Hükümetinin Teşekkülüne Müsait Midir?”: Kudüs’te İngiltere
öncülüğünde bir Yahudi Devleti kurulması hakkındaki Abdülehad Davud’un
spekülasyonlarını içerir. Davud’a göre, Yahudiler sonsuza kadar vatansız
kalmamaları gerektiği gibi, Kudüs bir İslam toprağıdır. Davud’un bu yazısındaki
görüşleri bir anlamda belirsizdir. Bir yandan, Yahudilerin artık sürgünden
kurtulup bir vatanları olması gerektiğini belirtse de, diğer yandan bu vatanın
Kudüs olmasına karşı kapılarını fazla açık da tutmaz (Davud, 1920).
ABDÜLEHAD
DAVUD’UN TEOLOJİK GÖRÜŞLERİ VE
İSLAM REDDİYE GELENEĞİNDEKİ YERİ
Abdülehad Davud’un Teolojik Görüşleri
Abdülehad Davud’un İslam’a
ihtidasından sonra kaleme aldığı tüm kitapları ve gazete yazıları dinsel
polemik yazınının örneklerinden biri olarak ele alınabilir. Davud, bu
eserlerde, sosyal, politik, kültürel problemler hakkında fikirlerini okuyucuya
açıklasa da, aslında bu eserler; tevhit-teslîs karşıtlığı, Kitab-ı Mukaddes’in
tahrifi ve tebşirat gibi yoğun dinsel içeriğe sahip konuları barındırır. Bu
nedenle tezin bu kısmında, Davud’un teolojiyle ilgili görüşlerini açıklamaya
çalışacağım.
Abdülehad Davud'un eserlerinde
en çok göze çarpan konulardan birisi, hiç kuşkusuz yıllarca benimsediği
Hıristiyan dini ve bu dinin oluşturduğu Hıristiyan kültürüne karşı olan olumsuz
tutumudur. Ona göre, Hıristiyanlık kilisenin ilk dönemde karşılaştığı politik
ve askeri zorlamalar nedeniyle toplu bir tahrife uğramıştır.
Davud, Hz. İsa tarafından
tevhit ilkelerine göre tebliğ edilen Hıristiyan inancının tahrife uğramasında,
birden fazla etmenin rol oynadığını savunur. Ancak ona göre, bunların
içerisinde özellikle bazı faktörler çok daha fazla baskın rol oynamış ve
Hıristiyanlık günümüzdeki şekliyle bize ulaşabilmiştir. Bunlar; Roma
İmparatorluğu tarafından Hıristiyan inancının baskıya uğraması, Hıristiyan
inancının Greko-Romen felsefeden yoğun şekilde etkilenmesi, kilisenin üst düzey
görevlerinde yer alan kişilerin kendi menfaatleri amacıyla dinlerini
değiştirmeleri ve son olarak İncil’in Yunanca ve Latinceye çevrilmesi nedeniyle
içerisindeki hakikati kaybetmesidir.
Tahrifte Roma İmparatorluğu’nun Oynadığı Rol
Davud, Hıristiyanlık
içerisinde olduğunu iddia ettiği tahrifte, en büyük sorumlunun, Roma
İmparatorluğu olduğunu düşünür. Ona göre, Nikya Konsili’ne kadar her ne
kadar
Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu tarafından zulme maruz kalsa ve bu süre
boyunca Hıristiyan inancı içerisine pek çok “batıl itikadlar” girse de,
Hıristiyan inancının sistematik bir şekilde değişmeye zorlanması tam olarak 325
Nikya Konsilinden sonraya tarihlendirilmesi gerekir. Roma
İmparatoru
Konstantin, Hıristiyan dinini kendi siyasi emellerine daha elverişli bir hale
getirmek amacıyla, daha Hıristiyan bile olmamasına rağmen, Nikya Konisili’nin
oturumlarına katılmıştır. Bu konsilde Davud’un iddiasına göre tevhid ilkesini
savunan Arius ve taraftarları zorla bastırılmış ve İmparator Konstantin
tarafından öldürülmüşlerdir (Davud, 1999: 33; 1988: 21). Bunun
sonucunda Athanasios’un
savunduğu teslîs inancı devlet zorlamasıyla Hıristiyan dini içerisine girmiştir
(Davud, 1999: 33; 1988, 198).
Greko-Romen Felsefesinin Tahrifteki Rolü
Abdülehad Davud’a göre,
Hıristiyan inancının tahrife uğramasındaki diğer bir neden ise bu dinin Greko-Romen
gelenek ve felsefeden yoğun şekilde etkilenmesidir. Hıristiyanlık başlangıçta,
tevhit inancı üzerine kurulu, Yahudi dini geleneğinin devamı olmasına rağmen,
başta Yunan felsefesi olmak üzere politeist inançlardan etkilenmiş ve sonuçta
Allah’ın kitabı olmaktan ziyade insan eseri bir duruma düşmüştür. Büyük
İskender’in seferlerinden sonra Yunan felsefesi, Hindistan’a kadar olan
coğrafyada gelişmiş ve zaman içerisinde bu tevhit inancını bozucu şekilde
etkisini göstermeye başlamıştır (Davud, 1988, 266). Aynı zamanda Hıristiyanlık,
yüzyıllarca devlet baskısı altında kalmasının bir sonucu olarak, putperest
inançlar ile ciddi bir etkileşime girmiştir. Tıpkı putperestlerin kendi
tanrılarına yaptığı gibi Hıristiyanlık da Tanrı’yı tanımlamak için baba, oğul
gibi tanımlamalar kullanmıştır (Davud, 1988: 16).
Davud’un
aktarımına göre, özellikle Hıristiyan Kutsal Kitabı, başlı başlına tevhit
dinine aykırı yazılardır ve Yeni Platonculuğun etkisiyle kaleme alınmışlardır
(Davud, 1999: 81). Davud‘un iddiasına göre, dikkatli bir inceleme sonunda
Yahudi olmayan kişiler tarafından Yunan ve Roma kültürünün etkisiyle
yazıldıkları ortaya çıkacaktır (Davud, 1988: 320). Kutsal bir şeye dayanmaması
nedeniyle hiçbir
"umumi din"e hizmet
edemeyecek nitelikte olan bu yazılar; papalar, kardinaller, metropolitler gibi
üst düzey kilise ruhbanının kendi çıkarlarını korumak maksadıyla icat ettikleri
nitelikte eserlerdir. Davud’a göre bu eserler, bu nedenlerle insanlığa ve
ilerlemeye karşı niteliktedir.
Kutsal Kitap’ın Tercümesi ve Tahrifi
İncillerin bu derece tahrife
uğraması ve içerisindeki Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in
tebşiratı gibi gerçeklerin gizli kalmasındaki neden ise, en başta melekler
tarafından Süryanice olarak Hz. İsa’ya vahyedilen İncil’lerin asıl dillerinde
muhafaza edilmeyerek günümüze Yunanca ve Latince halleri ile ulaşmasıdır
(Davud, 1999: 49,59). Abdülehad Davud Kutsal Kitapların başka bir dile
çevrilmemesi gerektiği üzerine eserlerinin farklı bölümlerinde değinmiştir. Ona
göre tercüme her ne kadar iyi bir şekilde yapılırsa yapılsın kaynak metinde
anlatılmak istenen ana düşünceyi tam olarak ifade edemeyecek bir şekilde bize
ulaşır ve temelde tercümelerin hepsi güvenilmezdir (Davud, 1988: 176). Davud bu
nedenle İncil yazarlarının tercüme ettiği ya da kısaltarak özetini bize
sundukları İncillerin gerçek muhtevasına hiçbir zaman sahip olamayacağımızı
belirtir (Davud, 1988: 174).
Abdülehad Davud’a göre, Kilise
Konsilleri aslında Hıristiyanlar arasındaki ayrılıkları azaltmak için
toplanmalarına rağmen, bu ayrılıklar, konsil kararları sonucu artarak devam
etmiştir (Davud, 1999: 187). İslam ile karşılaştırma yapma yoluna giden Davud’a
göre Hıristiyan dininin bu kadar ayrılık ve kargaşa içerisinde bulunmasına
neden olan faktör ise bu konsiller ve İsa’nın toplu bir kitap bırakmamasıdır.
Eğer İncil İsa’nın ardından hemen toparlanmış ve bir kitap şeklinde gelecek
nesillerin eline geçmiş olsaydı, Hıristiyanlık içerisinde bu kadar fazla sayıda
mezhep ortaya çıkmamış olacak, Hıristiyan inancının İslami özü bozulmamış olacaktı
(Davud, 1988: 291). Zira Hıristiyan dünyası bu tahrifin neticesi olarak
vaftizden Hz. Meryem’in statüsüne kadar pek çok konuda büyük bir ihtilaf
içerisindedir (Davud, 1919a; 1919b; 1919c; 1919d; 1919e). Hıristiyan
inancındaki bu ayrılıkların ortadan kalkabilmesi amacıyla, Abdülehad Davud,
Kitab-ı Mukaddes’in filolojik ve bilimsel bir incelemeye tabi tutulması
gerektiğini önerir.
Sonuç olarak Davud’a göre,
Allah’ın vahyinin üzerine seneler içerisinde gerçekleştirilen eklemelerin ve
tahriflerin bir sonucu olarak, Hıristiyan inancı akıl dışı bir hüviyete
bürünmüştür. Tevhit yerine konan teslîs inancı, Abdülehad Davud’a göre en başta
insan aklına, evrenin temel yasalarına karşıtlık içerisinde olan bir inançtır.
Akıl ile çelişen Hıristiyan inancındaki bu iddia, Hıristiyanların, bu üç farklı
Tanrının aslında tek bir tanrı olduğu yönündeki iddiası ile daha da karmaşık
bir hale gelmektedir. Bu durumda ya Hıristiyanlar üç farklı Tanrı’ya
inandıklarını itiraf
edemeyecek
kadar kendi inançlarına güvenememekte ya da üç farklı Tanrı’ya inanmaktadırlar;
bu ihtimallerin dışında bir şey söz konusu değildir. Abdülehad Davud’a göre
seçeneklerden birincisi inanç için en büyük günahlardan biri olurken, ikinci
seçenek ise aklın en temel gerçekleriyle uyumsuzluk sergilemektedir. Zira üç
farklı Tanrı’dan tek bir Tanrı’ya ulaşılamaz (Davud, 1999: 20-21; Davud, 1988:
17; Davud, 1919e). Mantığın temel ilkeleri olan
özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü
halin imkansızlığı gibi en temel yasalara aykırı olan bu düşünceler Hıristiyan
inancını akıl ile karşıtlık içerisindeki bir dine dönüştürür. Hıristiyanlığa
yöneltilen bu suçlamalar Abdülehad Davud’u önceleyen diğer kişiler tarafından
da savunulmuş, kendisi bir anlamda bu suçlamaları güncel eserlerinde de
tekrarlamıştır.
Abdülehad Davud'a göre din
kelimesi, ne Hıristiyanlık ne Yahudilik ne de başka bir kelimeyi tasvir edecek
şekilde kullanılamaz, din sadece ve sadece İslam’a özel bir kavramdır. Din
kelimesi her şeyden önce Kur'an'da kullanılmasından dolayı sadece İslam'a ait,
pek çok gizli hakikati barındıran bir kelimedir. Buna göre, Allah ne
Hıristiyanların ne de Yahudilerin bu kelimeyi işitmelerine bile mâni olmuştur.
Bu nedenle din kelimesi Batı Avrupa dillerinde kullanılan ve Davud’un ifadesine
göre de putperest kaynaklı bir kelime olan “religion” kelimesi ile karşılanamaz
(Davud, 1999: 188).
Abdulehad Davud’a göre, din
kelimesi İslam ile bir bütün olarak aynı olduğundan ve Allah'ın sadece
Müslümanlara bir armağanı olduğundan dolayı Allah tarafından korunan bir
mahiyete sahiptir. Bu nedenle Müslümanlar geleceğe yönelik korkularından
sıyrılmalı ve kendilerinden emin olmalıdırlar. En nihayetinde İslam, Allah
katında tek geçerli dindir ve öyle olmaya da devam edecektir. Her ne kadar
Hıristiyanlar teknolojik, parasal ve askeri üstünlüklere sahip olsalar da
bunların hiçbirisi gelecek üzerinde bir faydası dokunmayacaktır (Davud, 1999:
189). Burada en çok dikkat çeken nokta, “din”in, neredeyse ortaya çıkabilmesi
için Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] 'i beklemiş olması ve Davud’a
göre milli gelişmenin dini gelişme ile eş zamanlı gerçekleşmesidir.
Davud’a göre her millet eş
zamanlı bir şekilde evrim geçirmiş değildir ve bu nedenle hepsi aynı seviyede
değildir. İlk evre, fakirlik ve cahillik içerisinde geçirilen ve esaret altında
yaşanılan dönem; ikincisi bu grup arasında milliyet ve vatanperverlik
düşüncelerinin geliştiği dönem; üçüncüsü ise milli şuura varmış bu halkın tam
bağımsızlık yolunda uğraştığı dönemi oluşturur (Davud, 1999: 78).
Üç safhada gerçekleşen
"milliliğin" bu gelişimine paralel olarak dinde de üç safhalı bir
evrim modeli vardır. Davud’un iddiasına göre "hiçbir yeni din, tam ve
mükemmel olamaz" (Davud, 1999: 79). Buda ve Konfüçyüs din kurucularıdır,
fakat bu dinler daha sonraki dönemlerinde bir gelişim izleyememişler ve bu
nedenle geri planda kalmışlardır ve Abdülehad Davud’un ifadesine göre çocukluk
aşamasındadırlar. Bazı dinler ise belirli bir gelişim gösterebilmişlerdir.
Örneğin, Hıristiyanlık Museviliğin ileri bir formudur, fakat bu sadece ikinci
aşamadır ve daha ileri bir safhaya adım atamadıkları için ise ancak gelişim
safhasındadır. Fakat Davud’un buradaki görüşleri yine tam anlamıyla açık
değildir ve kendisiyle çelişmektedir. Zira en başta eserlerinin geneline
yayılan teslîs karşıtlığı göz önüne alınınca Hıristiyanlığı Yahudiliğin daha
üst versiyonu olarak sunması şaşırtıcıdır. Öte yandan Hıristiyanlığın
Yahudiliğin daha ileri bir evriminin ürünü olduğu yönündeki görüşü iki sayfa
sonra revize edilmiştir. Buna göre Hıristiyanlık aslında bir ilerleme değil,
gerilemedir (Davud, 1999: 81). Davud’a göre dinlerin en gelişmiş formda
karşımıza çıktığı hal ise İslam’dır ve İslam son din olmasının getirdiği bu
ayrıcalıklar ile sonsuza kadar yaşayacaktır.
Abdülehad Davud, Hz. İsa’nın, Mesihlik görevinde
başarısız olduğunu iddia eder. Hz. İsa’nın bu görevde başarısız olmasının
nedenini ise, Yahudilerin yeni fikirlere kapalı insanlar olmasının yanı sıra,
kendisinin üst düzey Yahudi görevliler ile yeteri düzeyde temas kurmaması ve
misyonunu yürütürken güç ve kuvvete başvurmaması olarak gösterir (Davud, 1999:
98). Abdülehad
Davud’a göre, Hz. İsa planlı ve programlı bir misyon yürütmemiştir, çünkü
kendisinin yeni bir din kurmakla görevli olmadığının bilincindedir. Onun tek
görevi, kendisinden sonra Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in
gelmesini müjdelemektir (Davud, 1999: 100).
Hz.
İsa'nın başarısız bir misyon ortaya koyduğu, İslami inançlara aykırı olan başka
bir düşünce ile devam eder. Davud’un farklı tarihlerde hiç değiştirmeden iddia
ettiği bir görüştür bu: Hz. İsa’ya bir kitap verilmemiştir. İncil Hz. İsa'dan
yüzlerce yıl sonra akılda kaldığı kadarıyla yazıya geçirilmiştir ve bu yazıya
geçirme süreci oldukça tartışmalıdır. Hz. İsa yeni bir din getirmekle görevli
değildir, görevi sadece Tevrat'ı tasdik etmek ve kendisinden sonra gelecek olan
Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’i müjdelemektir (Davud, 1999:
185,224; 1988: 174). Davud’a göre İncil’in tahrif edilmesi dahi söz konusu
olamaz, çünkü Hz. İsa geride Hz. Musa ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] gibi bir kitap bırakmamıştır.
Hz. İsa'nın kendisinden sonra bıraktığı şey "şifahi beyanname"dir.
Hz. İsa hiçbir zaman yeni bir din getirmek veya yerleştirmek amacıyla
görevlendirilmemiştir (Davud, 1999: 186). Bu nedenle Abdülehad Davud’a göre
İncil bir kitap değildir. Hz. İsa’nın ve ona verilen bu “şifahi beyanname”nin
amacı, Tevrat kitaplarını gelecek yıllara bozulmadan aktarılmasını sağlamak,
Kur’an ve İslam dinini ise müjdelemektir (Davud, 1999: 185,224).
Abdulehad Davud'un aktarımına
göre, "karşılıklı konuşmalar" ve "umumi vaazlar" şeklinde
Hz. İsa tarafından yapılan ilahi hakikate sahip bu vaazlar, sözlü aktarım
yoluyla diğer insanlara aktarılmış ve bu süreç içerisinde de, hakikatinden
büyük bölümünü yitirerek yazılı halde günümüze ulaşmıştır. Davud’a göre İncil
yazarları "kendi hayal gücüne" dayanarak İsa’yı farklı bir şekilde
yorumlamışlardır (Davud, 1988: 264-265).
Sonuçta, Abdülehad Davud’a
göre, İncil Hz. İsa'ya bir kitap olarak verilmemiştir ve İsa’nın dinler
tarihindeki yeri Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in gelişini haber
vermekten fazlası da değildir. Fakat Abdülehad Davud ilginç bir şekilde
Hıristiyan inancının uğradığı tahriften uzun uzun bahsetmesinin ardından,
yazılarının başka bölümlerinde kendi görüşleriyle ciddi zıtlıklar oluşturacak
başka düşünceler dile getirir. Zira Davud bir kitap olarak Allah tarafından bir
İncil gönderilmediğini iddia etmesine rağmen, farklı yazılarında bir İncil’in
varlığından bahseder ve bunun yanlış yorumlandığına sözü getirir. İncil’in tam
anlamıyla bozulmuş bir niteliğe sahip olmadığını ve "teslîs" gibi
sapkınca inançların aslına bakılırsa bu kitapta tam anlamıyla açık bir şekilde
yazılmadığını söyler (Davud, 1988: 21).
Bu nedenle İncil’de, Kur’an ve
Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’i destekleyen pek çok ayet vardır.
Ona göre bu bölümler ise İncil’in gerçek özünü ortaya koyan bölümlerdir (Davud,
1999: 157,189). Sonuç olarak, defalarca İncil’in sadece “şifahi beyanname”
olduğunu, eldeki İncil’lerin hepsinin Hz. İsa’dan yüzlerce yıl sonra bilinmeyen
kişiler tarafından yazıya geçirilip Hz. İsa ile hiçbir alakasının olmadığını
söylemesine rağmen, Abdülehad Davud nasıl İncilleri tekrardan bir hakikat
kaynağı olarak ele alabilmektedir. Birbiriyle taban tabana çelişen bu iki iddia
nasıl Abdülehad Davud tarafından aynı anda savunulabilmektedir. Bu sorunun
cevabı zannedersem İslam reddiye yazınının en temel iddialarından biri olan
tebşirat’ta aranmalıdır.
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] ’in Tevrat ve İncil’de geleceğinin müjdelenmesi, Kur'an
kaynaklı bir görüştür (Aydın, 1992). İslam inancının inanlıları tarafından
Kuran’da geçmesinden dolayı sorgulanamaz güçte olan bu inanışa göre, önceki
dönemin halkları, daha sonra gelecek büyük peygamberi kabul edeceklerine dair söz
vermişlerdir. Bu iddiaya göre, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] 'in
ismi ve özellikleri bu kitaplarda daha önce açık şekilde aktarılmıştır. Bu
görüş, daha sonraki İslam kaynaklı pek çok dini kitabın ve konumuzu özellikle
ilgilendirdiğinden ihtida metinleri ve reddiyelerin de temel iddialarından
birini oluşturmuştur.
Abdülehad Davud, kendisinden
öncekiler gibi yazılarında İncil'in tahrif edilmesi, Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] 'in son peygamber olduğu ve daha önceki peygamberler tarafından
müjdelendiği gibi temel İslami duruşu tekrarlar. Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] 'in müjdelenmesini kanıtlamak için ise Latince, Eski Yunanca,
Süryanice gibi köklü kültür dillerini kullanır ve tüm eserlerinde bu diller
üzerindeki bilgisinin örneklerini sergiler. Davud bu yöntemi kullanarak
okuyucusu üzerinde daha güçlü bir izlenim bırakmaya çalışır, bu şekilde onları
daha iyi bir şekilde etkileyeceğini düşünür. Bu yöntem aynı zamanda sadece
Davud tarafından kullanılan bir yöntem de olmamıştır. Rahip gibi üst düzey
kilise görevlerinden ihtida eden Taberî, Anselm Turmeda, İbrahim Müteferrika
gibi reddiye yazarları eski dinleri ve klasik diller üzerindeki otoritelerini
kullanarak Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in Kitâb-ı Mukkaddes
içerisinde müjdelendiğini açıklamışlardır.
Kendisini önceleyen diğer mühtediler gibi Abdülehad Davud
da, bu iddiayı güçlü bir şekilde eserlerinde savunmuş, hatta görüşlerinin
temellerini de bu iddialar üzerine kurmuştur. Davud, Kitab-ı Mukaddes'te geçen
“Himda" "Şiloh", "Şalom", "Parakleitos"
kelimelerinin İslam dinini ve peygamberi önceden haber veren kelimeler olarak
göstermeye çalışmıştır.
Bunlardan ilki olan
"Himda" kelimesi Hagay 2:7-9'da geçer. Davud’un verdiği bilgiye
dayanarak bu kelime Aramice'deki "hmd" kökünden türer ve Arapça'daki
"hemida" fiiline karşılık gelir. "Methetmek, övmek ve
hamdetmek" manalarına gelen bu kelime Abdülehad Davud’a göre Hz.Muhammed'den “başkası olamaz”.
Bu kelimenin Yunanca'daki karşılığını ise "perikletos" kelimesi oluşturur.
Yuhanna kitabında karşımıza çıkan bu kelime de "şanı şerefi en yüksek, çok
hamdeden" gibi anlamlardadır. Fakat “perikletos” kelimesi, İsa'nın
ağzından çıktığı şekliyle değil, tercüme edilmiş şekliyle elimize ulaştığından
bu kelimeyi ancak tercüme anlamı yoluyla yorumlayabileceğimizi söyler
(Davud, 1988: 23-25). Buna göre gerek ”Himda” ve gerekse de bu kelimenin
Yunanca tercümesi olan ”perikletos” kelimesi anlam itibariyle ”övmek,
methetmek, hamdetmek” anlamlarına gelir ve bu kelimenin işaret ettiği kişi aynı
adı taşıyan Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’tir. Kendisinde
yüzlerce yıl önce isminin farklı bir formda kitapta yer alması ise Abdülehad
Davud’a göre Hz.Muhammed’in peygamberliğinin en açık kanıtıdır.
Davud’un "Şalom"
kelimesini açıklama yöntemi ise çok daha dolaylıdır. Kendisinin de ifade ettiği
gibi İsa, Yunanca değil Aramice konuşur. Ona göre bu kelimenin Süryanice
karşılığı "şloma", İbranice karşılı ise "şalom"dur. Bu
gayet uzun süren akıl yürütmenin sonucunda Davud’un istediği netice ortaya
çıkabilmiştir, çünkü İbranice "şalom" ile "islam"
kelimeleri aynı kökenden gelir. Ayrıca gerek "eirene" ve gerekse de
şalom" kelimelerinin barış ve selamet anlamlarına gelmesi ise Davud için
bu kelimeler aracılığıyla İslam'ın kastedildiğini düşünmesi için gayet
yeterlidir (Davud, 1999: 52; 1988: 23-29). Çünkü İslam sadece kelime anlamı
itibariyle barış anlamına gelmekle kalmaz aynı zamanda gerçek anlamda getirdiği
yaşam tarzı ve ibadetler aracılığıyla tam anlamıyla barış, sükûnet, esenlik demektir.
Abdülehad Davud kendi görüşlerinin okuyucu üzerinde daha çarpıcı bir boyut
kazanabilmesi amacıyla uzun süreli tarih araştırmalarında bulunduğu ve bu
çalışmalar sonucunda Arabistan tarihinde Hz.Muhammed kadar barışçıl bir
peygamber ile karşılaşmadığını ileri sürer.
Abdülehad Davud’un, İslam
dininin, Kitab-ı Mukaddes kaynaklı izini sürme arayışında kullandığı diğer bir
kelime ise “Şiloh” kelimesidir. "Sulh, sükun, sessiz ve
güvenilir"
anlamına gelen "şalah" fiilinden türeyen "Şiloh, şiloah"
kelimesi ise Davud’un iddiasına göre "el sürçmeleri" sonucu bu günkü
hale gelebilmiştir (Davud, 1988: 64). Bir yoruma göre "Yah'ın Resul"u
anlamına gelen
“şiloh“ kelimesi Hz.Muhammed
için "Allah'ın Resulu" unvanı olarak kullanıldığından tamamen
Hz.Muhammed'e izafe edilen bir kelime olacaktır. Diğer bir yoruma göre bu
kelime ”şaluah” kelimesinin bozulmuş şeklidir. Bu durumda ise kelime
peygamberin unvanlarından biri olan ”resul, haberci” gibi anlamlar ile eş hale
gelecektir.
Sonuç olarak Davud bu
saydığımız kelimeler aracılığıyla İslam ve peygamberinin kendisinden önce
gönderilen kitaplarda açıkça gösterildiğini fakat buna rağmen, Yahudiler’in
Mesihin gelmesini boş yere beklediklerini ve Hıristiyanların ise, yanlış bir
kişinin mesih olduğunu iddia ettiklerini açıkça ortaya serdiğini düşünür
(Davud, 1988: 72).
Pavlus hakkında Kutsal Kitap
kaynaklı tek bildiğimiz, Hıristiyanlara duyduğu derin nefretle Kudüs'e dönüşü
esnasında İsa'yı müşahede etmesi sonucu Hıristiyan olduğu ve sarsılmaz imanıyla
Roma’da şehit olduğudur. Dini açıdan İsa'yı görememesine rağmen havariler
katında kabul edilen Pavlus, dinler tarihi açısından ise "Gentillerin
Havarisi"dir. Görünen o ki Hıristiyan dinini başlangıçtaki Yahudi
karakterinden sistemli bir şekilde soyutlayıp dönemin Helenistik dünyasıyla çok
başarılı bir senkretizmi başardığıdır (Gündüz, 2015; Batuk, 2006). Bu nedenle
Pavlus adı Hıristiyan dinine günümüzdeki temel şeklini veren kişi olarak
geçmiştir.
Abdülehad Davud, haklı
olarak Pavlus'u İsa'yı hayatında görmemiş ve bu nedenle onun hakkında hiçbir
bilgiye sahip olmayan, Hıristiyan olmasının ardından ise Atina'dan Roma'ya
kadar her gittiği yerde öldürülene kadar İsa'nın adını sarsılmaz bir şekilde
anan bir kişi olarak tanıtır. Yine Abdülehad Davud'un belirttiği gibi
Pavlus bu dönemde Yahudi şeriatından tam anlamıyla kopmuş birisi de değildir
(Davud, 1999). Fakat Pavlus bununla birlikte Yeni Ahit’te Yahudi olmayan
ulusların Hıristiyanlığa kabul sürecinde etkin bir şekilde onların savunucusu
olarak gösterilir. Bu nedenle başlangıçtaki güçlü Yahudi karaktere sahip olan
dini, farklı bir mecraya sürükleyen kişi olarak da gösterilir. Abdülehad Davud
bu nedenle Pavlus’un Yeni Ahit’te iki farklı şekilde sunulduğunu vurgular.
Abdülehad
Davud'un Pavlus hakkındaki görüşleri gayet ilginçtir. Çünkü ona göre Pavlus her
ne kadar Hıristiyan Kutsal Kitabında Yahudi şeriatını reddeden bir kişi olarak
gösterilse de bunun nedeni Pavlus'un gerçek anlamda böyle düşünmüş olması
değil, yüzyıllardır Pavlus’un Kilise tarafından bu şekilde gösterilmesidir. Pavlus'un
yazıları bu nedenle esas itibariyle Pavlus tarafından yazılmamış, başka kişiler
tarafından kaleme alınmış niteliktedir. Hıristiyan dininin Yahudi şeriatından
bu kadar soyutlanmasının nedeni Abdülehad Davud'a göre Pavlus’ta değil
Konsillere kadar geçen süre içinde Kilise içinde güçlü pozisyonda olan
kişilerin kendi maddi ve diğer çıkarları için dini sistemli olarak
değiştirmelerinde aranmalıdır. Bu nedenle Davud "Rasul Pavlus"a son
derece saygı gösterdiğini belirtir ve Hz.Pavlus olarak anar (Davud, 1999:
171-172).
Pavlus'un
elimizdeki yazılarının ona ait olamayacağı yönünde görüş bildirmesine ve onun
hakkında Incil ve Salîb 'de olumlu bir portre çizmesini karşın Abdülehad
Davud Islamic Review'de yayınlanan diğer bir makalesinde Pavlus hakkında
bambaşka bir portre çizer (Davud, 1988: 101). Daha önce “Rasul Pavlus” olarak
anılan Pavlus burada insanları sapıklığa yönelten bir kişidir. Yukarıda da
belirtildiği gibi, Davud Yeni Ahit'te, Pavlus hakkında yazılan yazıların Pavlus
ile bir ilişkisi olmadığını fakat bazı menfaat gruplarının ihtiyaçları
doğrultusunda yazıldığını iddia etmişti. Bu yazıda ise Davud Pavlus'un
açıklamalarına karşı görüş bildirmek zorunda olduğunu belirtir. Bu durumda bu
yazılar Pavlus'a mı aittir yoksa değil midir? Zira eğer Pavlus'a ait değilse
neden onun bazı açıklamalarına karşı görüş bildirme zorunluluğunu Abdülehad
Davud kendi üzerinde hisseder. Yazdıkları daha sonra bozuldu ise Pavlus neden
Abdülehad Davud'un eleştirilerine muhatap olmuştur? Bu konuda tam anlamıyla bir
çelişki ve belirsizlik söz konusudur.
Davud aynı zamanda Pavlus'un
geçmiş yaşamı üzerinde de durur. Pavlus, Hıristiyan insanlara sayısız eziyet
yapmış ve Allah'ın gönderdiği peygamberlere karşı küçük düşürücü bir yaklaşım
içerisinde bulunmuştur. Bu sadece İsa ile sınırlı da kalmaz. Davud’un iddiasına
göre Pavlus Hz. İsmail hakkında da hoş olmayan bir dil ile konuşmuştur (Davud,
1988: 38).
Incil ve Salîb'de,
Pavlus hakkındaki eleştirilerin temel merkezi Pavlus'un şeriat ve günah
arasında ortaya koyduğu ilişkidir. Kitab-ı Mukaddes içerisinde Romalılara
Mektup’un ikinci başlığından on birinci başlığının sonuna kadar ve bütün
olarak
Galatyalılara Mektup'ta Pavlus şeriat kaldığı müddetçe buna ilişkin
sorumlulukların da yerinde durduğunu, bu nedenle şeriate boyun eğmenin kurtuluş,
şeriate karşı gelmenin ise helaka sebep olduğunu, şeriat vasıtasıyla sevap ve
günahın birbirinden ayrıldığını belirtir. Ancak İsa’nın gelişiyle birlikte
Pavlus'a göre Yahudi şeriatının yerine gönül ve vicdan artık egemen konumdadır
ve kişi ancak imanı vasıtasıyla aklanacaktır. Fakat Davut'a göre Pavlus bu
çıkarımlarından dolayı Hıristiyanlığı içinde bulunduğu dalaletin merkezine
yerleştirmiştir (Davud, 1999: 173). Pavlus’un Yahudi şeriatını kaldırıp
lanetlemesi (Davud, 1988: 39), bunun yerine iman üzerine yerleşen bir inanç
kurması Abdülehad Davud’un yazılarında Pavlus’un şeriat ve kanun karşıtı bir
insan olduğu şeklinde sunulur. Abdulehad Davud ise Pavlus’a izafe ettiği bu
düşüncelere karşı şeriat ve yasaların insan hayatı ve toplumların sağlıklı bir şekilde
ilerlemelerinde önemli bir yeri olduğunu, Pavlus’un iddia ettiği gibi
kötülüklerin kaynağı olmadığını söyler (Davud, 1999: 174).
Abdülehad Davud’un başlıca
teolojik görüşlerini sıralamanın ardından İslam reddiye geleneği içerisinde
nerede durduğunu, kendisini önceleyen reddiye yazarları ile ne gibi
benzerlikler taşıdığını incelemek önemlidir. Bunun öncesinde İslam reddiye
geleneğinin başlıca özellikleri ve önemli şahısları hakkında bilgi vermek
yerinde olacaktır.
Arapça “kabul etmemek, geri
çevirmek, karşılık vermek” anlamından Osmanlı Türkçesi’nde türetilen bir
kelimedir (Lisanü'l-Arab). Bununla birlikte İslam geleneğinde, karşı dini inanç
hakkında yazılan eserlerin tümü bu şekilde adlandırılmamıştır. Bazı reddiye
kitaplarının “nakz” şekilde isimlendirildiği örnekler olmakla birlikte
Rahmetullah el-Hindi'nin Izharü ’l-Hak adlı eserinde görüldüğü üzere
“red”de ilişkin herhangi bir ismin kullanılmadığı reddiye kitapları da
mevcuttur (Sinanoğlu, 2007).
İslam
reddiye geleneği, iki bölümde incelenebilir: Bunlardan ilki, Hz. Muhammed’in
vefatını takip eden dönemde, İslam dünyasının içerisinde gerçekleşen
Müslümanlar arasındaki görüş ayrılıklarından doğan tartışmalar; ikincisi ise
farklı din ve inançlara yönelik eleştirilerin yer aldığı reddiyelerdir.
Konumuzla alakalı olan farklı dini inançtaki kişilere yöneltilen reddiye
geleneği, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren, Allah’ın varlığı, İsa’nın
çarmıha gerilmesi, tebşirat gibi konularda Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi
dinlere karşı yönelttiği eleştiriler ile başlamıştır. Fakat ilk dönemlerde dahi
yöneltilen eleştiriler, bu iki din ile de sınırlı kalmamış ve bunun dışındaki
Eski Yunan ve Hinduizm gibi gerek tarihsel gerekse de coğrafi açıdan çok
uzaktaki dinlere yönelecek kadar çeşitlenmiştir.
Müslümanlar ve Hıristiyanlar
arasındaki polemiğin sınırlarını en başta Müslüman kutsal kitabı Kur’an
belirler. Tevhit-teslîs karşıtlığı, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmadığı ve çarmıha
gerilmediği, Kitab-ı Mukaddes’in tahrif edilmiş bir kitap olduğu yönündeki
reddiye geleneğinde tekrar edilen unsurların hepsi Kur’an kaynaklı görüşlerdir
(4:157, 171). Farklı dini inançlara karşı özel olarak yazılan reddiyeler ise
özellikle dokuzuncu yüzyıldan sonra yayım olanağı bulmuştur. Kelamcıların
tevhit- teslîs karşıtlığı ve tebşirat ile ilgili görüşleri, bu kitaplarda daha
ayrıntılı şekilde ele alınmış ve geliştirilmiş, bunun yanı sıra Kitab-ı
Mukaddes içerisinde birbiriyle çelişen kısımlar da bu eserlerde ele alınmıştır
(Sinanoğlu, 2007).
Polemik yazını[1] on dokuzuncu yüzyıldan itibaren
ise her iki taraf açısından sömürge deneyimiyle bağlantılı hale gelmiştir. Bu
dönemden itibaren yazılan polemik eserlerinde daha önceki dönemde kullanılan
akıl yürütmelere ek olarak, yüzyılın getirdiği problemler de polemik eserlerinde
yer buldu. Oryantalistler ve misyonerler kendilerini entelektüel ve sosyal
anlamda üstün bir durumda kabul ediyorlar ve bu polemik yazınında da ifadesini
buluyordu. İslam dünyasında da geniş çaplı bir etki yaratan Carl Pfander’in
(ö.1865) İslam karşıtı yazıları, modern dönem ile gündeme gelen bazı
eleştiriler ile birlikte temel olarak Ortaçağ’daki eleştirileri kullandı. İslam
dünyasında ise Avrupa’nın gerek siyasi gerekse kültürel emperyalizmi çeşitli
tepkilerle karşılık buldu. Buna karşın tarih yazımında elde edilen gelişmeler
bu alanda tam anlamıyla etkisini gösteremedi ve Müslüman polemik yazarları da
orta çağ dönemindeki temaları kullanmayı sürdürdüler. Ancak politik ve askeri
şartlar, Müslüman yazınının daha savunmaya dönük bir pozisyon almasına katkıda
bulundu. Muhammed Abduh (ö.1905) ve Cemâleddin Efganî (ö.1897) gibi İslami
düşünceyi modern düşünce ile harmanlayıp yeni bir yorum ile ifade eden kişiler,
Batı-Hıristiyan geleneği tarafından İslam dinine yapılan saldırıları düzeltme
amacına yönelik savunmaya dayalı bir analize imza attılar. Aynı zamanda,
Aydınlanma ile Batı’da gelişen Kitâb-ı Mukaddes metinlerinin içerik, dil ve
tarihsel bağlamda eleştirisi de, bu metinleri kutsal bir metin olmaktan ziyade,
yazıldıkları çağın birer ürünü olarak ele aldı ve “yüksek eleştiri” yöntemi ilk
defa bu yüzyılda kullanılmaya başlandı (Eichhorn, 1888). Bu teze konu olan
Davud gibi on dokuzuncu yüzyıl reddiye yazarları eserlerinin bazı bölümlerinde
Avrupa’da gelişen bu gelişmelere dair okuyucularını haberdar ettiler. Bununla
birlikte modern dönem ile birlikte İslam dünyası, kadının toplumdaki yeri,
devletin yönetim şeklinin ne şekilde olması gerektiği, eğitimin toplumun
ihtiyaçlarını karşılayamaması vb. sosyal hayatı ilgilendiren pek çok konu
üzerinde düşünmek zorunda kaldı. Bunun dolaylı ve doğrudan yansımaları bu
nedenle rahatlıkla dinsel polemik yazınında on dokuzuncu yüzyıl ile birlikte
rahatlıkla izlenebilir hale geldi (Daniel, 1987).
İslam Reddiye Geleneğinin Başlıca Temsilcileri
İslam reddiye geleneği
içerisinde pek çok çeşitli konuda eser kaleme alınmıştır. Konumuz için örnek
oluşturacak başlıca dört reddiye yazarını seçmeyi uygun gördüm. Bunlardan ilki,
ihtida eden bir Müslüman olarak ve reddiye literatüründe kaleme alınan ilk
eserlerden birini vermesinden dolayı Ali b. Rabben et-Taberî (ö. 861’den sonra)
olacaktır. Kadî Abdülcebbâr (ö. 1025), ve İbn Hazm (ö.1064) yazdığı eserler ile
kendisinden sonraki kişilere, bu konu hakkındaki genel çerçeveyi sağlamaları
dolayısıyla ele aldığım diğer kişiler oldular. İbrahim Müteferrika (ö.1745) ise
gerek Osmanlı ülkesinde ihtida edip devlet kademelerinde görev alması gerekse
de kaleme aldığı ihtida metni ile Osmanlı dönemindeki ihtida anlatılarında
önemli bir yer edinmiştir.
Ali b. Rabben et Taberî (Yaklaşık dokuzuncu yüzyıl)
Dokuzuncu yüzyılın ortalarında
eski bir Nasturi Hıristiyan olan Taberî hayatının çok geç bir döneminde
yaklaşık yetmiş yaşındayken Müslüman oldu. Hakkında çok az şey bilinen Taberî
Halife Mutasım zamanında saraya girdi, Halife Mütevekkil’in saltanat döneminde
ise nedimliğe kadar yükseldi (Taylan, 1989). Üst düzey devlet görevlerinde
bulunan bir ailenin soyundan gelen Taberî kendisi de sarayda doktorluk gibi
yüksek bir pozisyonda bulundu. Müslüman olmasının ardından eski dinini hedef
alan iki reddiye kaleme aldı. Kitab al-din wal-dawla'nın kendisine ait
olması konusunda şüpheler bulunsa da genel anlamda ona atfedilir, fakat el-Red
alen Nasara kesinlikle kendisine aittir (Thomas, 2016; Gaudeul, 1984: 42)
Taberî’nin bu kitapları
Hıristiyan karşıtı reddiye geleneğinde tüm Ortaçağ ve Erken Modern döneme
damgasını vuracak kadar geniş bir etki yarattı. Eserinin izlediği genel akış,
daha sonraki ihtida anlatılarının temel örneği haline geldi ve mühtediler
tarafından da örnek alınan kişi oldu. Bundaki önemli sebeplerden ilki eski bir
Hıristiyan olarak Kitab-ı Mukaddes hakkındaki bilgisiyle onu rahatça
alıntılayıp kullanabilmesi, diğeri ise döneminde yazılan diğer reddiyelerden
farklı bir yöntem izlemesidir. Taberî kendi çağının önemli bilginlerinden olan
Kindî (ö. 866[?]) , Ebû Îsâ el-Verrâq (ö.861) ve Mâtürîdî (ö.862[?]) gibi
teslîs ve Yeniden Bedenlenmeyi yazığı eserlerde şiddetle reddetti, fakat
onlardan farklı olarak argümanlarını oluştururken sadece felsefe, mantık ve
kelama başvurmak yerine aynı zamanda teolojik akıl yürütmeyi de eserlerinde
kullandı. Bu şekilde halka daha çok hitap eden eserler yazma fırsatını da elde
etmiş oldu. Her ne kadar Taberî yazdığı bu eserler vasıtasıyla İslam'a büyük
bir ihtida hareketi başlatmasa da İslami düşünce ve doktrinlerin sağlamlaşmasında
çok önemli bir rol oynadı.
Kâdî Abdülcebbâr (yaklaşık
on birinci asrın ilk çeyreği)
Batı İran'daki Hamedan
bölgesinde dünyaya gelen Kâdî Abdülcebbâr'ın doğum tarihi hakkında
belirsizlikler mevcuttur, fakat bu tarihin, 932 ile 937 yılları arasında olması
muhtemeldir. Eğitimine doğduğu şehirde başlayan Kâdî Abdülcebbâr, aldığı
eğitimi ilerletebilmek amacıyla Bağdat'a gider. Dönemin tanınmış Mu'tezile
kelamcılarından burada ders aldıktan sonra Büveyhi Devleti'nin veziri olan
Sahib b. Abbad'ın daveti üzerine İsfahan'a döner. Uzunca bir süre devlet
himayesinde çalışmalarını sürdüren Kâdî Abdülcebbâr, ömrünün son yıllarını
siyasi kargaşanın egemen olduğu bir ortamda sürdürür ve Rey'de 1025 yılında
vefat eder (Yurdagür, 2001; Reynolds, 2010).
Hadis, fıkıh ve kelam gibi
diğer İslami ilimler üzerine de eserleri bulunan Kâdî Abdülcebbâr, farklı
dinler üzerine görüşlerini kaleme aldığı reddiyeler ile de tanınan bir
kişiliktir. El-Muğni ve Tesbitü Dela'ili'n-Nübüvve adlı
eserlerinde İran ve Hint dinleri hakkında da bilgi vermesinin yanı sıra,
görüşlerinin ayırt edici bir bölümünü Hıristiyanlık üzerine ayırır (Çelebi,
2005; Sinanoğlu, 2001). Bu eserlerde Kâdî Abdülcebbâr, Hıristiyan dini üzerine
ayrıntılı bir inceleme vermesinin yanı sıra, Hıristiyan tarihi, Kilise
gelenekleri ve Hıristiyan inancı ve özellikle teslîs ve Hz. İsa’nın yeniden
bedenlenmesi hakkında ayrıntılı bir eleştiride bulunur. Kadî Abdülcebbâr her
iki çalışması için de İslami ve gayri İslami pek çok çalışmaya başvurmuştur
(Reynolds, 2010).
Kadî Abdülcebbâr,
Hıristiyanların Hz. İsa’nın tevhide dayalı dinini tahrif ettiklerini ve
kendilerine yeni bir din icat ettiklerini savunur. Ona göre, Hıristiyanların
elinde bulunan İncil onlara Allah tarafından verilen kitap değildir. Zira,
gerçek İncil’in hiçbir bölümünde İsa’nın çarmıha gerilmesi gibi bölümler mevcut
olmamıştır. Hıristiyanlık başta Pavlus olmak üzere, pek çok Kilise yetkilisinin
kendi dinlerini menfaatleri amacıyla değiştirmesi ve Roma İmparatorluğunun
müdahalesi nedeniyle tahrife uğramıştır (Kadî Abdülcebbâr, 2017).
İbn Hazm (Yaklaşık on birinci asrın ilk
çeyreği)
Hayatının
ilk dönemi hakkındaki bilgilerin sınırlı
olduğu İbn Hazm İspanya’da
Emevi hanedanının otoritesinin ciddi olarak sarsıldığı bir dönemde yaşadı. İbn
Hazm’ın ailesinin Hıristiyanlıktan İslam’a ihtida eden bir aileden geldiğine
yönelik görüşler vardır. Emevi sarayındaki önemli bir kişinin çocuğu olarak
erken yaşlarından itibaren iyi bir eğitim aldı ve İslami ilimlerle ilgilendi,
devrinin yazarları ile tartışma olanağı buldu ve yazım açısından üretken bir
hayat geçirdi. Zahiri İslam düşüncesinin önde gelen savunucusu idi ve teoloji,
felsefe, dinler tarihi ve daha pek çok disiplindeki üretken yazımıyla İslam
düşüncesinin en önde gelen isimlerinden biri olmuştur (Monferrer Sala, 2011)
İbn Hazm’ın doğup büyüdüğü
Kurtuba pek çok din ve farklı görüşten insan çeşitliliğini bir arada
barındırırdı. Bölgedeki pek çok Yahudi ve Hıristiyan tarafından İslam dinine
yönelen eleştiriler karşısında İbn Hazm, gerek bu eserlerin oturduğu temelin
yanlış olduğunu göstermek amacıyla, gerekse de kendi inançlarındaki çelişkileri
göstermek amacıyla eserler kaleme aldı. Bunlardan en önemlisi el- Faslfi’l
milel ve’l ehva ve’n-nihaldir. Bu eserde ağırlıklı olarak Yahudilik ve
Hıristiyanlığı ele alsa da sadece bunlar ile sınırlı kalmadı, Seneviyye,
Mâniyye, Merkûniyye, Mezdekiyye gibi dinler hakkında da yazılar kaleme aldı
(Gürbüzer, 1999).
İbn
Hazm Hıristiyan Müslüman polemik yazın tarihinde ilk defa sistematik bir
şekilde Kitab-ı Mukaddes’i kullanarak kitap içerisindeki mantıksal, tarihsel
uyuşmazlıkları gösterip reddiye yazınına önemli bir hareket
getirdi. İbn Hazm’ın
Hıristiyanlığa yönelik eleştirisi iki temel eksende gelişti. Bunlardan ilki
mantıksal açıdan Hıristiyan dini içindeki çelişkileri göstermek oldu. İbn Hazm
Tanrı’nın bir olduğu yönündeki Hıristiyan iddiasının bizzat kendi dinlerindeki
teslîs ile uyuşamayacak denli çeliştiğini, Aristoteles mantığına dayanarak
açıklamaya çalıştı (İbn Hazm, 2017)
Daha önceki reddiye yazarları
tarafından zaten uygulanan bu yönteme ek olarak İbn Hazm Kutsal Kitap’ta ve
özellikle İnciller’de bulunan tarihsel ve isimsel değişiklikler ve çelişkiler
hakkında İncil’den bazı cümleleri ortaya koyar. Bu tutarsızlıkları gösterme
konusunda özel olarak sayıları ele alır. Yaratılış hakkında geniş bir bilgiye
sahip olduğu belli olan İbn Hazm’ın Yahudi Kutsal Kitabının diğer bölümleri söz
konusu olduğunda bilgisinin zayıf olduğu göze çarpar. Kutsal Kitap'tan yaptığı
alıntılar efsaneler ile karışıktır (İbn Hazm, 2017: 270, 778). İbn Hazm bu
eserinde Yahudiler ve Hıristiyanlar ile bir diyaloğa girmeyi amaçlamaz. Tek
amacı Yahudi ve Hıristiyan Kutsal Kitab’ının tüm saygınlığını yitirmesidir
(Monferrer Sala, 2011; Gaudeul, 1984: 118).
İbn Hazm'a göre Kutsal Kitap
bir bütün olarak peygamberler hakkında söylenilen utanç verici hikayeler,
birbirinden alakasız konuların bir arada bulunması ve Tanrı’nın insan şeklinde
sunulmasından ötürü yüz kızartıcı bir haldedir. Yahudi tarihinde meydana gelen
savaşlar, yenilgiler ve daha pek çok nedenden dolayı bu kitaplar geri
döndürülemeyecek kadar tahrif olmuşlardır ve hiçbir şekilde Müslümanlar
tarafından sahih bir kaynak olarak ele alınmamalı ve onların hayatlarına yön
vermemelidir. Fakat Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in Kutsal Kitap'ta
anıldığı ile ilgili konuya geldiğinde daha önce Kutsal Kitap'ın hiçbir
otoriteye sahip olmadığını iddia etmesine rağmen İbn Hazm Kutsal Kitap'tan
alıntı yapar (İbn Hazm, 2017).
İbrahim Müteferrika (yaklaşık
on yedinci yüzyılın son çeyreği)
İslama geçmeden önceki adını
bilmediğimiz İbrahim Müteferrika bugünkü Romanya sınırları içerisinde kalan
Kolozsver şehrinde doğar. Doğduğu yeri eserinin giriş bölümünde belirten
İbrahim Müteferrika, doğum yılına dair herhangi bir bilgi
vermez
(İbrahim Müteferrika, 2012: 50). Buna rağmen hakkında araştırma yapan kişiler
doğum yılına dair farklı açıklamalarda bulunmuşlardır (Berkes, 1962; Coşan,
2012: 17). Bununla birlikte Müteferrika’nın on yedinci yüzyılın son çeyreğinde
doğduğu kesindir.
İbrahim Müteferrika’nın
İslam’a ihtidasından önceki hayatı hakkında da genel bir belirsizlik söz
konusudur. Yaşanılan bu belirsizlik, onun İslam’a ihtidasından önceki dini
konusunda da geçerlidir. Katolik ve Uniteryan olduğu hakkında çeşitli görüşler
bulunmakla birlikte literatürdeki genel ağırlık Uniteryan olduğu yönündedir
(Afyoncu, 2000; Berkes, 1962; Demiri, L & İnce, S., 2018).
Esas olarak Müteferrika, Risale-i
îslamiyye adlı eserinde, tebşirat konusu, en çok önem verilen bölümlerden
birini oluşturur. Müteferrika’ya göre Allah Adem’den itibaren İsa’ya kadar her
peygambere, Hz.Muhammed’in geleceğini müjdelemiş ve İslam ümmetini övmüştür,
fakat Yahudi ve Hıristiyanlar bu ayetleri değiştirmişlerdir (Müteferrika, 2012:
49). Gizlice saklandıklarını iddia ettiği bu ayetleri Müteferrika kendisinin
okuduğunu iddia eder (Müteferrika, 2012: 38).
Müteferrika, Kitab-ı Mukaddes
her ne kadar değiştirilmiş olsa dahi, yine de içerisinde Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve
getirdiği inancın hakikatini kabul eden ayetler bulunduğunu diğer reddiye
yazarları gibi belirtir.
Pavlus da, Müteferrika’nın
anlatısında önemli bir yer tutar. Yarı kurmaca bir senaryo halinde Pavlus'un
aslında dünya menfaatlerini daha da çok ele geçirmek amacıyla insanları
kandırdığını, Hıristiyanlığı bozmak amacıyla bu dini inanışı benimsemiş
göründüğünü aktarır (Müteferrika, 2012: 74-6).
Abdülehad Davud’un İslam Reddiye Geleneğindeki
Yeri
Yukarıda da ortaya koyduğum
gibi, Abdülehad Davud’un üzerinde durduğu başlıca konular Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in Tevrat ve İncil içerisinde müjdelenmesi,
Kutsal Kitabın Hz. Musa ve Hz. İsa’nın öğretilerinden uzaklaştırılarak
Helenistik felsefe ile iç içe geçmesi ve bu nedenle tahrife uğramasıdır. Davud,
bu konulara ek olarak Pavlus ve onun tahrif konusunda oynadığı rol, ahdin
İsmail yoluyla devam ettiği gibi kendisini önceleyen reddiye kitaplarında
değinilen konulara eserlerinde yer verir.
Tezin
yazım sürecinde dikkatimi çeken konulardan en önemlisi, Abdülehad Davud
tarafından İslam’ın hakikatini kanıtlamak amacıyla seçilen bu konuların
neredeyse benzer şekilde daha önceki reddiye yazarları tarafından ele alınmış
olmasıdır. Abdülehad Davud her ne kadar eserlerinde bu kitapları doğrudan
anmasa da, kendisini önceleyen bu reddiye geleneğini büyük ölçüde tekrarlamıştır.
Polemik yazını için
unutulmaması gereken en önemli nokta, bu yazıların belli zaman ve çevrede
yazıldıkları ve bu nedenden ötürü okunmaya başlandıkları esnada bu eserlerin
yazıldıkları çevre ve doğduğu kültürden soyutlanmaması gerektiğidir. Yaşam
deneyimleri, çevresini saran tüm politik vb. söylem yazar tarafından bilinçli
bir şekilde eser içerisine alınır ya da belli bir amaca hizmet edebilmesi adına
bu görüşler, yazılması için belli kişiler tarafından özel olarak istenebilir
(Kildoo, 2018: 5).
Reddiye
kitapları bu nedenle farklı dinden insanların dini inançları başta olmak üzere
yaşam şekillerine kadar pek çok farklı konuda eleştiri içerir. Çoğu şekilde
kendi dinini savunma ve karşı dindeki aksaklıklara göstermeye odaklanan bu
eserler belli bir noktadan sonra bir hanedanın kutsal kitaplar aracılığıyla
müjdelendiğini iddia edecek noktaya kadar varırlar. Bu nedenle polemik
eserlerinin ortaya çıkışında devrin sosyo- politik durumu önemli bir etken
olabilmektedir (Kerr, 1984: 6). Ben
de Abdülehad Davud’un
eserlerini Taberî, İbn Hazm, İbrahim Müteferrika gibi yazarların reddiye
kitaplarıyla karşılaştırdığım zaman, dört eserde de ortak olarak fark ettiğim
unsur, bu eserlerin yazarların yaşadıkları toplumların siyasal ve kültürel
anlamda bir dönüşüm içerisinde oldukları zamanda yazılmış olduklarıydı.
Bir mühtedi olan Ali b. Rabben
et-Taberî tarafından ilk defa yazılması nedeniyle özel bir önemi olan er-Redale
’n-Nasara Abbasiler’in dış baskılar sonucu ciddi bir baskı içerisinde bulunduğu
ve dönüşüm yaşadığı Halife Mütevekkil zamanında yazılmıştır. Bizzat halife
tarafından teşvik edilen bu eser halifenin gayrimüslimlere yönelik aynı dönem
içerisinde şiddetlenen kısıtlayıcı politikaları ile birlikte okunabilir ve bu
açıdan anlaşılabilir (Aydın, 1994: 36-41).
Risale-i Islamiyye ise
Osmanlı İmparatorluğu’nun on yedinci yüzyılın sonuna doğru Lehistan, Habsburg
İmparatorluğu, Venedik ve Rusya karşısında uğradığı ağır yenilginin sonrasında
İbrahim Müteferrika tarafindan yazılmıştır. Müteferrika bu kitapta ihtida edip
hizmetine girdiği Osmanlı İmparatorluğu’nun tekrar gücünü kazanarak Hıristiyan
Avrupa güçlerini bir daha yeneceğini iddia eder. İbrahim Müteferrika bu şekilde
Müslüman Osmanlı okuyucusunu psikolojik açıdan güçlü kılarak gelecek hakkında
umutlu olmalarını sağlar (Müteferrika, 2012).
Bu tezin konusunu teşkil eden
Abdülehad Davud ise, İslam toplumlarının her açıdan değişim içerisinde olduğu
travmatik bir dönemde İncîl ve Salîb ve Islamic Review’deki
makalelerini kaleme almıştır. İslam dünyasının politik yaşantıdan eğitime kadar
bir bütün olarak Batılı güçlerin sömürgesi durumuna geldiği yirminci yüzyılın
başında Abdülehad Davud bir nevi yukarıda adları zikredilen reddiye yazarları
ve bilhassa İbrahim Müteferrika gibi İslam’ın gelecekteki muzafferiyeti
hakkında okuyucusunu yüreklendirir (Davud, 1999).
Bu açıdan bakıldığında bu
eserlerin yazılmasında her ne kadar yazarların yeni girdikleri İslam dininde
kendi inançlarını yeni din kardeşlerine kanıtlama gibi bir çabaları söz konusu
ise de, bu metinler değişim ve dönüşümün yaşandığı toplumlarına yeni bakış
açıları sunma ve onları gelecek hakkında daha öz güvenli olmaya sevk edici
niteliktedir. Reddiye yazarları bununla da sınırlı kalmayarak içinde
yaşadıkları devletleri evrensel tarih içerisinde konumlandırabilmek amacıyla
sadece Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in değil aynı zamanda bu
imparatorlukların da Allah’ın takdiri sayesinde yeryüzündeki otoritelerini elde
ettiklerini ve meşruiyetlerini de her şeyden önce buna borçlu olduklarını iddia
ederler.
Örneğin Taberî sadece Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in Kutsal Kitaplarda müjdelenmesinden
ziyade, Abbasi hanedanın da müjdelendiğini iddia eder (Gaudeul, 1984: 45).
İbrahim Müteferrika da içinde yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyada
saltanat sahibi olacağına ilişkin haberlerin Kutsal Kitap içerisinde
müjdelendiğini, fakat bu bölümlerin Kilise yetkileri tarafından gizlendiğini
savunur (Müteferrika, 2012: 5253). Abdülehad Davud ise buna ilişkin
yorumlarını reddiyelerde sıklıkla rastladığımız Daniel’in Vizyonu üzerinden
açıklamaya çalışır. Belirli dönemlerde yeryüzünde hüküm süren ve insanlığa ve
dine zulümleri nedeniyle tanınan dört devletten en sonuncusu, yani Roma
İmparatorluğu’nun Fatih Sultan Mehmet tarafından yıkıldığını iddia ederek,
Osmanlı İmparatorluğu’nu Kutsal Kitap’ın ve evrensel dünya tarihinin önemli bir
yerinde konumlandırır (Davud, 1988).
Davud’un kendisini önceleyen
diğer reddiye yazarlarından ayırt edici özelliği, bir önceki bölümde göstermeye
çalıştığım, Davud’un dinin doğası, gelişimi hakkındaki görüşleridir. Abdülehad
Davud’un din hakkındaki görüşleri, fark ettiğimiz üzere, on dokuzuncu yüzyılda
artık devrin Zeitgeisfı niteliğine bürünecek olan evrim düşüncesiyle
fazlasıyla bağlantılı hale gelmiştir. Pozitivist dünya tasavvurundan yoğun
şekilde etkilendiği gazete yazılarındaki sosyal darvinizmi çağrıştırıcı
görüşlerinden de belli olan Abdülehad Davud, gelişmeye ve ilerlemeye dayanan
evrimci bir yaklaşıma sahiptir.
Davud’a göre Budizm,
Konfüçyüsçülük, Zerdüştlük gibi dinler evrimin en aşağı katmanındadır (Davud,
1999: 80). İkinci katmanı oluşturan Yahudilik ve Hıristiyanlık, dinlerin en son
kemale ermiş biçimi olan üçüncü katman İslam ile son bulur. Her ne kadar bu
görüşler belli oranda İslami gelenek içerisindeki dinin gelişimi düşüncesi ile
benzerlikler taşısa ve karşılaştırma yaptığımız reddiye yazarlarının
kitaplarında bulunsa da Abdülehad Davud’un konuya yaklaşım tarzı bu yazarların
hepsinden ciddi şekilde farklılık taşır.
Davud bazı gazete yazılarında
Ernest Renan’ın Hıristiyanlığın politeist dinler ve Yahudilik üzerinden nasıl
yükseldiğini anlatmasını Hıristiyanlığın tahrife maruz kaldığını kanıtlamak
amacıyla kullanır. Her ne kadar bu yazılarda dine pozitivist bakış açısıyla
yaklaşımı eleştirse de on dokuzuncu yüzyılın Viktoryen dünya görüşünden
etkilenmesi kuvvetle muhtemeldir. Gerek çağının getirdiği düşünsel sınırlar
içerisinde düşünmesini yazardan doğal olarak beklediğimizden, gerekse de içinde
bulunduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin pozitivist dünya görüşünü
sürdürdüğünden din hakkında evrime dayalı böyle bir düşünceye sahip olması
kolayca iddia edilebilir.
İslam inancına göre tüm dinler
Allah’ın vahyine yani tek bir kaynağa bağlıdırlar ve bu vahiy Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’e gönderilen vahiyle de son bulmuştur. Bu
inanca göre her ne kadar Hz. Adem’den Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] ’e kadar dinde Allah’ın takdiri neticesinde belirli değişikler bulunsa
da bu inanç özü itibariyle aynı kalmış ve doğal olarak peygamberlik zincirinde
önemli bir yer tutan Hz. İsa da yaşamı boyunca tek Tanrı inancını vaaz
etmiştir. Müslümanlar doğal olarak Hıristiyan dini içerisinde teslîs gibi
inançlardan dolayı İslam ve Hıristiyanlık arasındaki geniş yorum farklılığını
Hıristiyan inancının tahrife uğradığı şeklinde yorumlamışlardır (Hoover, 2009).
Reddiye geleneğinde yer alan
yazarların hepsi, tahrifin Yahudi ve Hıristiyan Kutsal Kitapları üzerinde
gerçekleştiği konusunda hemfikir olmalarına rağmen, tahrifin ne derece Kutsal
Kitap’ta gerçekleştiği konusunda, bir anlaşmazlık içerisindedirler. Taberî
kendisini diğer reddiye yazarlarından daha en başında ayırarak Kutsal Kitap’ın
literal anlamda değiştirilmediğini, fakat yanlış yorumlandığını, tahrifin
yalnızca yorumsal boyutta olduğunu iddia eder. Kadî Abdülcebbâr, İbn Hazm,
İbrahim Müteferrika ve Abdülehad Davud ise Taberî’nin aksine, Kutsal Kitap’ın
farklı bir şekilde yorumlanmasından ziyade kelime kelime değiştirildiğini
düşünürler. Fakat zikredilen bu kişiler de gerçekleşen tahrifin boyutu, bunun
ne şekilde, ne zaman ve nerede gerçekleştiği konusunda bazen ciddi düzeylere
varacak kadar kendi aralarında ayrılmaktadır.
İlk
olarak, Kadî Abdülcebbâr, İbn Hazm, İbrahim Müteferrika ve Abdülehad Davud’un
eserlerinde tahrif konusunda belli temalar tekrar tekrar kullanılır. Bunlardan
ilki Hz. İsa’nın Nasıra’da doğmuş olması gerçeği üzerine kurulan Latince ve
Eski Yunanca dillerinde yazıya geçirilmiş bir Kutsal Kitap’ın ne derece mümkün
olduğu sorusudur. Reddiye yazarları bu nedenle Tevrat ve İncil’in daha sonraki
dönemlerde tercüme edildiklerini ve tercüme esnasında da gerek bilinçli gerekse
de bilinçsiz olarak İncil’in İslami özünün ciddi bir tahrife maruz kaldığını
düşünürler.
İkinci olarak reddiye
yazarları arasında Roma İmparatorluğu’nun ve özellikle İmparator Konstantin’in
Hıristiyan dininin tahrifinde önemli bir rol oynadığı yönündeki iddiası
gelmektedir. Hıristiyanlığın ortaya çıkışını takip eden ilk üç yüz yıllık süre
boyunca Hıristiyan dininin, Roma İmparatorluğu’nun baskısıyla
karşılaştıklarının bilincinde olan reddiye yazarları, Hıristiyanlık içerisindeki
tevhit dini ile bağdaştıramadıkları Helenistik düşüncenin varlığını, bu baskıda
ararlar.
Üçüncü olarak Pavlus reddiye
yazarlarının tahrif konusundaki görüşlerini açıklamalarında belirleyici bir
pozisyonda bulunur. Her ne kadar Abdülehad Davud Pavlus konusunda oldukça
belirsiz bir pozisyonda kalsa da bu durum diğer reddiye yazarları açısından söz
konusu değildir. Pavlus bu yazarlar tarafından tahrifin baş sorumlusu olarak
gösterilir.
İslam reddiye geleneğinde sık
tekrarlanan konulardan başlıcası Yahudi ve Hıristiyan Kutsal Kitaplarının
tercümesi ve oluşan bu tercümenin ne derece sağlıklı olduğu yönündeki
görüşleridir. Tezimize konu olan Abdülehad Davud, eserleri boyunca, hiçbir
eserin tam anlamıyla tercümesinin mümkün olmadığını belirtmekle birlikte Kutsal
Kitaplar söz konusu olduğu zaman, bu tercümenin tam anlamıyla imkânsız olduğu
kanaatindedir. Abdülehad Davud Yahudi ve Hıristiyan Kutsal Kitabının tahrife
uğraması, gerek Helenistik dünya tasavvurunun bu kitaplara girmesi gerekse de
Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in müjdelenmesini belirten
bölümlerin bu kitaplardan çıkarılması konusunda, tercümenin oynadığı rol
hakkında kesin yargılara sahiptir ve bu nedenle Kutsal Kitapların yalnızca asli
dillerinde okunmaları gerektiğini düşünür (Davud, 1999: 49).
Görebildiğim kadarıyla,
bahsettiğimiz diğer reddiye yazarları da tercümenin Kutsal Kitaplar üzerinde
oynadığı olumsuz etki konusunda Abdülehad Davud ile aynı görüşe sahiptirler. En
başta incelediğimiz reddiye yazarlarından Taberî, Kutsal Kitap’ın doğrudan
tahrife uğramak yerine yorumsal açıdan tahrife uğradığını iddia ettiğinden ona
göre Kutsal Kitap’ın İslami boyutundan kopmasındaki etkenlerden en önemlisi
tercümedir (Aydın, 1994). İbrahim Müteferrika ise Kutsal Kitabın başlangıçta
hangi dil olduğunun dahi bilinemediğini, Kilise yetkililerinin insanların
hakiki dini, insanların anlayıp kabul etmelerini zorlaştırmak amacıyla bilinçli
bir şekilde kitabı tercüme ettiklerini iddia eder (Müteferrika, 2012: 54,78).
Reddiye yazarları, gerek
tahrifin gerçekleşmesinde gerekse de tebşirat ile ilgili bölümleri yeteri
derecede elde edemememizdeki ana etkeni, Kutsal Kitap’ın asıl dilinde muhafaza
edilmemiş olmasında görürler. Ancak bu isimler her ne kadar İncillerin
tercümelerini okuduğumuzda görüş birliği içinde olsalar da, İncillerin ilk
yazıldıkları diller hakkında görüş ayrılığı içerisindedirler. Örneğin, Kadî
Abdülcebbâr Hıristiyan Kutsal Kitabının yazıldığı dilin İbranice olduğunu
düşünürken (Kadî Abdülcebbâr, 2017: 304), Abdülehad Davud bu dilin Süryanice
olması gerektiği kanaatindedir (Davud, 1999: 37). İbrahim Müteferrika ise bu
konuda bir belirsizlik olduğunu düşünür.
Tahrifte Roma İmparatorluğu’nun Yeri
Hıristiyanlığın, Roma
İmparatorluğu ve İmparator Konstantin tarafından tahrife uğradığı, reddiye
yazarları tarafından atıf yapılan konulardan bir diğeridir. Bu düşünce,
temellerini, Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı yok edemeyeceğini anlaması
sonucu, gerek Hıristiyanlık içerisine pek çok pagan adet ve ritüeli sokarak içeriksel
anlamda bozduğu, gerekse de bu amaç için pek çok sayıda Hıristiyanı öldürerek
fiziki baskı uyguladığı tezine dayanır.
Bu nedenle Hıristiyanlığı
kabul eden ilk imparator Konstantin, reddiyelerde olumsuz bir şekilde ele
alınır. Taberî er-Red ale’n-Nasara adlı eserinde, Konstantin hakkında
herhangi bir atıfta bulunmaz. Buna karşın Kadî Abdülcebbâr, Konstantin ve Roma
İmparatorluğu'nun o günkü durumu hakkında her ne kadar masalsı bir içeriğe
sahip olsa da geniş şekilde bahseder. Kadî Abdülcebbâr İran doğumlu bir kişi
olarak kendi tarihiyle de harmanladığı Konstantin kurgusunda, Konstantin'i
cüzzam hastası bir kişi olarak karşımıza çıkarır (Kadî Abdülcebbâr, 2017: 190,
314). Hastalığını yenmek için uzun mücadeleler vermek zorunda kalan Konstantin,
en sonunda Hıristiyanlar sayesinde bu hastalıktan kurtulur, fakat daha
sonrasında topladığı İznik Konsili'nde Hıristiyan dininin asli özelliğini
tahrif eder (Stern, 1967; Reynolds, 2004: 171-176).
Kadî
Abdülcebbâr tarafından dile getirilen bu görüşler, belli oranda Abdülehad
Davud’un konu hakkındaki görüşleriyle bağlantılı olsa da, bunun tam tersi
aktarımlar da söz konusudur. Örneğin, İbn Hazm pek çok açıdan daha sonraki
reddiyeleri etkilediği iddia edilen el-Fasl adlı eserinde, Konstantin
hakkında ilgi çekici çok farklı bir hayat hikayesi sunar. İbn Hazm,
Konstantin’in o dönem devam eden Roma İmparatorluğu’ndaki zulüm nedeniyle,
inancını saklamak zorunda kalan annesi tarafından, daha doğumundan itibaren bir
Hıristiyan olarak yetiştirildiğini iddia eder. İbn Hazm'a göre, Konstantin
ancak İmparator olduktan sonra, bu görevin verdiği güçle inancını açıkça ilan
etmiş ve Arius’un tevhide dayalı İslami Hıristiyan dini üzerine yaşamını
sürdürmüştür (İbn Hazm, 2017: 270,778). Hıristiyanlık,
Konstantin’in saltanatı
sürecinde bozulmamış olarak kalmakla birlikte, daha sonra tahta çıkan
imparatorlar, bu dini yeterince koruyamadıklarından dolayı, Hıristiyanlık
bozulmuştur (İbn Hazm, 2017: 1024).
Ancak görünen o ki İbn Hazm,
bu noktada alıntıladığı kaynaklar üzerinde tam olarak bir hakimiyet
kuramamıştır. Öyle ki, Konstantin ve Kontantin’den sonra tahta geçen
Konstantius’un saltanatlarını ve onun döneminde gerçekleşen Roma İmparatorluğu
içerisindeki Arius zaferini birbirine karıştırır (Vasiliev, 2016: 71-73).
Kanaatimce İbn Hazm’ın bu konuda yaptığı bariz tarihsel hata, daha sonraki
reddiye yazarları tarafından, onun bu noktada örnek alınmamasında bir etken
olabilir. Zira Abdülehad Davud örneğinde olduğu gibi, Konstantin hakkındaki
İslam yazınındaki algılayış, onun tevhit inancına bağlı bir Hıristiyan
olmasından ziyade, İslami olan Hıristiyanlığı çarpıttığı yönünde reddiyelerde
yer alır. Kısaca, İbn Hazm kendisinden sonra gelen reddiye geleneğindeki güçlü
pozisyonunu bu konuda koruyamamıştır.
Abdülehad Davud, Kadî
Abdülcebbâr ve İbrahim Müteferrika, Hıristiyanların bu süreç içerisinde
dinlerinin Roma İmparatorluğu tarafından kabul görmesini garanti altına
alabilmek amacıyla, kendi dinleri konusunda bazı ödünler vermek zorunda
kaldıklarından bahseder. Reddiye yazarları tarafından burada takip edilen akıl
yürütme, Kur’an ile de uyum içerisindedir. Kur’an’da, kendilerine kitap
verilenlerin hakiki inancı dünya menfaatleri elde etmek amacıyla göz ardı
ettikleri belirtilir (3.187).
Abdülehad Davud’un yazılarında
en dikkat çekici bölümlerden birisi, onun Pavlus hakkındaki görüşleridir.
İlginç olmasının nedeni, Davud’un bu konu hakkında, esas itibariyle birbiriyle
açıkça çelişen iki farklı düşünceye sahip olmasıdır.
İlk olarak, Abdülehad Davud’un Pavlus hakkındaki düşünceleri,
kendisini önceleyen Taberî, Kadî Abdülcebbâr, İbn Hazm ve İbrahim Müteferrika
gibi diğer reddiye yazarları ile paralellikler taşır. Eserlerinin büyük bir
bölümünü kapsayan bu yazılarda Abdülehad Davud, tıpkı diğerleri gibi, Pavlus’u
İslami olan Hıristiyanlığı bozmakla suçlar.
Diğer yandan ise Pavlus,
Davud’un yazılarında müspet bir karakter olarak yer alır. Davud’un Pavlus
hakkındaki olumsuz olan düşünceleri ile karşılaştırdığımız zaman görece
azınlıkta kalan bu bakış açısı, Pavlus’un gerçekleşen tahrifteki rolünü okuyucu
önünde azaltma amacına yöneliktir. Abdülehad Davud’un kendi aktarımına göre,
Kilise’nin yüzlerce yıl süren tahrifi ve Roma İmparatorluğu’nun baskısının
doğal bir sonucu olarak Pavlus’un görüşleri, Kutsal Kitap içerisinde, tahrife
uğramış bir şekilde karşımıza çıkmıştır. Doğal olarak, Abdülehad Davud’un
kanaatine göre, Pavlus, kendisine Kutsal Kitap’ta izafe edilen bu görüşler
nedeniyle suçlanamaz.
Daha Önceki İslami Gelenek İçerisinde Pavlus
Reddiyelerde yer bulan Pavlus
hakkındaki Hıristiyan dinini tevhit dininden uzaklaştırarak farklı din ve
inançlar ile etkileşime sokma ve teslîs inancını yeni oluşan bu dinin temeli
yapma iddiası, Hıristiyanlık hakkındaki yaklaşık bin beş yüz yıllık İslam
topraklarındaki sözlü ve yazılı geleneğin bir sonucudur (Waardenburg,1999: 89).
Bu nedenle, Abdülehad Davud'un görüşlerini anlamak için, kendisini önceleyen
reddiye geleneğinde, Pavlus’un ele alınış şeklini incelememiz gerekir.
Taberî, eseri er-Red
alen-Nasara* da, Pavlus'a karşı olumsuz herhangi bir açıklamada bulunmaz.
Aksine Taberî, kendi teolojik akıl yürütmelerini destekleyebilmek amacıyla,
İsa’nın yeniden dirilmesi gibi İslam inancıyla uyuşmayan görüşlere sahip
Pavlus’a, eserinde yer verir (Aydın, 1994; Kildoo, 2018: 31).
Hz İsa tarafından vahyedilen
Hıristiyan inancının değiştirilerek bozulmasında Pavlus’u önemli bir etken
olarak gösteren ilk reddiye örneklerinden birisi, Kadî Abdülcebbâr’a aittir.
Oldukça kesin ve net bir şekilde Kadî Abdülcebbâr, Pavlus’u şan ve para hırsı
ile suçlar ve Hz. İsa’nın gerçek İslami öğretisini reddeden bir Yahudi olarak
onu kitabında tanıtır. Pavlus’un bu eylemleri yapmaktaki amacını ise,
Hıristiyan inancını değiştirerek kendisine maddi-manevi refah sağlamak olarak
gösterir (Kadî Abdülcebbâr, 2017: 314).
Kadî Abdülcebbâr’ın
anlatısında Pavlus, gerçekleşen tüm ayrılık ve ihtilafların temel nedeni olarak
gösterilir ve onun yazıları yer yer Yahudi karşıtı bir karaktere dahi bürünür.
Buna göre, bir Yahudi olan Pavlus Hz. İsa’nın İslami öğretisini madden ve zor kullanarak
yok edemediği için daha değişik yollara başvurmak zorunda kalmış, kendi
inancını gizleyerek bu din içerisine girmiş ve bu dini Helenistik dünyanın
felsefesi ile harmanlayarak değiştirmiştir (Kadî Abdülcebbâr, 2017: 314;
Reynolds, 2004: 163-170).
Müteferrika da Kadî
Abdülcebbâr ile aralarında yaklaşık sekiz yüzyıllık bir zaman farkı olmasına
rağmen, bu kurguyu neredeyse aynı şekilde devam ettirir. İsa’nın ölümünden
sonra Hıristiyanlar ile Yahudiler arasında pek çok görüş ayrılıklarının
yaşandığını, Yahudilerin Hıristiyanları zor kullanarak yenemeyeceklerinin
farkına varmalarının ardından, onların arasına kendilerinden birini gönderip
dinlerini bu şekilde değiştirmeye çalıştıklarını belirtir. Bu kurguyu
anlatırken Pavlus’u bir yalancı ve hilebaz bir kişilik olarak göstermesi bir
yana, tıpkı Kadî Abdülcebbâr gibi Yahudi karşıtı bir dil kullanır ve onları
İslam’ın “kölesi” olarak anar (Müteferrika, 2012: 100). İbrahim Müteferrika’nın
kurguladığı bu hikâyede, Pavlus en nihayetinde bu görevinde başarılı olur,
Hıristiyanları pek çok mezhebe ayırır ve Hıristiyan dini içerisine pek çok yeni
inanç ekler (Müteferrika, 2012: 74-78).
Abdülehad Davud’u önceleyen
reddiye yazarları arasında Pavlus hakkında belki de en keskin yorumları veren
İbn Hazm olur. “İnananları delalete götüren”, “lanetlenmiş” bir kişi olduğunu
ileri sürdüğü Pavlus’un kitaplarını “rezillikler ve küfürle dolu” olarak
niteler (İbn Hazm, 2017: 772).
Pavlus reddiyelerden farklı
olarak İslam tarih kitaplarında da ele alınan bir kişidir. Ancak yukarıda
karşılaştığımız reddiye yazarlarının kendi dini inançlarındaki haklılığı
kanıtlamak amacıyla ileri sürdükleri iddialardan farklı olarak, Pavlus bu
yazılarda daha objektif bir şekilde ele alınır. Bu eserlerdeki amaç, hedef
alınan bir kişiden ziyade Pavlus hakkında bilgilerin aktarılmasıdır (Reynolds,
2004: 170).
Abdülehad Davud’un Pavlus’u Ele Alışı
Abdülehad Davud’un Pavlus
hakkındaki görüşlerini, kendisini önceleyen yazarlar ile karşılaştırdığımız
zaman, onun konuyu ele alış şeklinin eşsiz olduğu çok açık bir şekilde
hissedilebilmektedir. İlk olarak, eserlerinin bazı bölümlerinde, yukarıda
bahsettiğimiz kişilerden açık şekilde farklılaşır ve Pavlus hakkında “Hazret”,
“Rasul” gibi olumlu nitelikte kelimeler kullanır ve Kutsal Kitap’ın tahrif
edilmesinde Pavlus’un masum olduğunu ileri sürer. Davud, İncîl ve Salîb adlı
eserinde:
Pavlus tam bir muvahhid
idi!.... Pavlus’u tenkit etmakle ona haksızlıkta bulunmuş olabiliriz. Çünkü
ondokuz asırdan ziyade beka yurduna göçmüş bir Allahın kulunun, arkasında
bırakmış olduğu yazıların ne gibi ellere düşebileceğini dikkate alacak olursak;
herhalde kendisine isnad olunan gerçeğe aykırı talimatın sorumlularını başka
yerlerde aramalıyız (Davud, 1999: 171).
Davud’un Pavlus’u olumsuz bir
şekilde ele aldığı bölümlerde ise, kendisini önceleyen reddiye yazarları
tarafından Pavlus’a yöneltilen “hilekar” suçlamasından açık şekilde
farklılaşır. Onların kullandığı Pavlus’un gerçek inancını saklayarak
Hıristiyanların arasında girdiği gibi bir anlatı, Abdülehad Davud’un eserinde
görülmez.
Abdülehad
Davud’un eleştirilerinin odak noktası, Pavlus’un Kutsal Kitap içerisinde yer
alan Romalılara Mektup’ta söylediği “Şimdiyse biz, daha önce tutsağı olduğumuz
Yasa karşısında ölerek o Yasa'dan özgür kılındık. Öyle ki, yazılı yasanın eski
yolunda değil, Ruh'un yeni yolunda kulluk edelim” (Romalılara Mektup 7:6)
cümlesidir. Abdülehad Davud bu
cümleleri örnek göstererek, Pavlus’un yasa karşıtı bir insan olduğunu iddia
eder (Davud, 1999: 171-177).
Pavlus’un muhakemesine göre
şeriat katildi! Çünkü kendisi “Ben bir vakit şeriatsiz iken diri idim. Velâkin
emr geldikde günah dirildi. Ben dahi öldüm. Ve ol hayata sebep olan emr bana
ölüme sebep oldu” diyor. İşte Hıristiyanlığın dalaletinin kaynağı acizane
fikrime göre Pavlus’un şu ifadelerinde toplanıyor....Halbuki Pavlus’un
muhakemesindeki zanlar, tefekküründeki ölçüler mugalatadan ibarettir (Davud,
1999: 173)
Abdülehad
Davud’un Pavlus hakkındaki eleştirileri daha çok kendi çağının problemleri ve
beklentileri ile iç içedir. Gördüğümüz gibi
Davud’un, Pavlus’a yönelttiği
eleştiriler, karşılaştığımız “yasa”nın ilga edilip yerine sevginin geçtiği
şeklinde özetleyebileceğimiz düşünceleridir. Buna göre Pavlus, yasa ve adalet
karşıtı bir kişidir. Abdülehad Davud Pavlus’un görüşlerini aktarırken, Pavlus
tarafından değinilen “yasa”yı literal olarak alıp Hıristiyanlık’ta ve Batı
ülkelerinde yasa ve adaletin olmadığı şeklinde okuyucuya aktarır.
Kitâb-ı Mukkaddes’in Otoritesi
Abdülehad Davud ve diğer
reddiye yazarları, her ne kadar Kitab-ı Mukaddes’in bir kitap olarak
otoritesini sorgulanır bulsalar da, İslam inancının iddialarını kanıtlayabilmek
amacıyla Kitabı-ı Mukaddes’ten sıklıkla alıntı yaparlar (Reynolds, 2004: 95).
David Thomas'ın aktardığına göre, özellikle İslam medeniyetinin ilk oluşum
döneminde, Kutsal Kitap’tan alıntı yapmak yaygın bir uygulamadır (Thomas,1996:
29-38).
Reddiye
yazarlarında karşılaşılan, Kutsal Kitap'tan yapılan alıntıların amacı, Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in Tevrat ve İncil’de müjdelendiği
yönündeki Kur'an kaynaklı iddiaya temel sağlayabilmektir. Kutsal Kitap’ın
sadece yorumsal açıdan değil, fakat bir bütün olarak tahrife uğradığını iddia
eden reddiye yazarları da, bu nedenle Kutsal Kitap’tan alıntı yapmışlardır.
Örneğin, Taberî Kutsal Kitap’ın sadece yorumsal anlamda tahrife uğradığını
belirttiğinden onun için reddiyesinde Kutsal Kitap’a başvurmak gayet makuldür
ve tutarsız da gözükmez. Fakat bu durum eserlerinde sık sık Kitâb-ı Mukaddes’in
Allah katında hiçbir önemi olmadığını belirten İbn Hazm örneğinde farklı bir boyut
kazanır. İbn Hazm Kutsal Kitap’ın defalarca tahrife uğradığını belirtmesine
(İbn Hazm, 2017: 96-99) rağmen, özellikle Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] ’in
peygamberliğinin daha önceden
haber verildiğini göstermek amacıyla, Kutsal Kitap’a başvurur (Hasanov,
2008:121-122).
ABDÜLEHAD
DAVUD’UN SOSYO-POLİTİK
GÖRÜŞLERİ
Abdülehad Davud gerek dünya,
gerekse de Osmanlı İmparatorluğu’nda meşrutiyet isteklerinin giderek
yükseldiği, İslam topluluklarının, tarihlerindeki Altın Çağ’a özlemle baktıkları
bir dönemde Müslüman oldu. Bu yüzden onun eserleri incelendiğinde, kendisinin
sıradan bir Müslüman olmadığı açıkça fark edilebilir. Yazılarının tamamına
egemen olan, İslam’ın hak din olduğunu kanıtlama çabasına ek olarak o, İttihat
ve Terakki Partisi’ni eserlerinde çeşitli aralıklarla destekler ve meşruti
yönetime olan inancını güçlü şekilde belirtir. Hilafet merkezli bir yönetimi
destekleyen Abdülehad Davud, aynı zamanda İngiliz Devleti’nin neredeyse şaşmaz
bir destekçisidir ve Yahudiler hakkında müspet görüşlere sahiptir.
Gazete yazılarında Abdülehad
Davud, her ne kadar çok çeşitli konular hakkında görüşlerini belirtse de,
özellikle belli başlı konular bu yazılarda belli aralıklar ile tekrarlanmış ve
Davud’un, toplum ve politik dünya hakkındaki sorgulamalarının temelini teşkil
etmiştir. Abdülehad Davud tarafından ifade edilen bu görüşler başlıklar halinde
şu şekilde sıralanabilir:
Davud’un İslam inancının
hakikatini ortaya koyma ve Mesih'in Hz. İsa değil, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi
ve sellem] olduğu yönündeki iddialarını
kanıtlama girişiminde kullandığı en önemli dayanak noktalarından birisi, Kutsal
Kitap kaynaklı bir anlatı olan Daniel'in Vizyonu'dur. Tarihte Yahudilik ve
Hıristiyanlık tarafından da yorumlanma girişimine tabi tutulan, Kutsal Kitap
kaynaklı bu anlatı, aslında her bir dini inancın, tarihsel var oluş çabasında
kullandığı ve kendilerini tarih içine yerleştirmelerine yardımcı olan bir
mahiyete sahiptir.
Kitâb-ı Mukaddes içerisinde
yer alan Daniel anlatısı, Babil Kralı Nebukadnessar tarafından sürgün edilen
Daniel ile birlikte üç Yahudi gencinin Tanrı’ya sadakatle bağlı kalışlarını ve
bu sayede düşmanları karşısında üstünlük elde etmeleri hakkındadır. Bu bölümde
aktarılan Daniel’in Vizyonu ise Tanrı’ya karşı gelen krallıkların yıkılacağı ve
Tanrı’ya inanan kişilerin kurtulacağı müjdelenir.
Abdülehad Davud'a göre, bu
rüyadaki canavarlardan her biri, insanlık tarihindeki bir kralı temsil eder. Bu
canavarları kişileştiren krallıklar, "Şer Kuvvetleri" ya da
"Şeytanın Krallığı"nın temsilidirler. Ona göre bu dört canavardan
ilki Keldani Krallığı, ikincisi Med-Pers İmparatorluğu, üçüncüsü İskender'in
kurduğu krallıktır. En korkunç ve en son olan dördüncü canavar ise Roma
İmparatorluğu'dur (Davud, 1988: 76). Davud’un aktarımına göre:
Daha sonra putperest Roma İmparatorluğu devrinde on
korkunç zalim gelmiş, Büyük Konstantin ve halefleri, Allah’ın birliğine inanan
mü’minlerin ayaklar altında çiğnenmesine gözyummuş, hatta destek olmuştur. İşte
bundan sonra Allah veya onun oğlu olmayıp, sadece “şanı yüce, hamdedilen,
Beşer aleminin en şereflisi ve gerçek Barnaşa olan ” olan Hazreti Muhammed
gelmiş ve bu Canavarı ortadan kaldırmıştır (Davud, 1988: 198).
Abdülehad Davud’un Roma
İmparatorluğu'nu sonuncu ve en tehlikeli devlet olarak göstermesinin iki önemli
nedeni bulunmaktadır. İlk olarak, özellikle Konstantin ve halefleri tarafından
Hıristiyan inancı devlet destekli büyük bir tahrife uğramıştır ve Davud’a göre,
Roma İmparatorluğu bu eylemlerinden dolayı dinsel anlamda büyük bir suç işlemiştir
(Davud, 1988: 79). İkinci olarak ise, Daniel’in Vizyonu’na göre en son
yıkılacak ve yıkılması Tanrı’nın Krallığı’nın da habercisi sayılan bu
imparatorluğun Roma İmparatorluğu olması, Osmanlı İmparatorluğu’nu da bu anlatı
içerisine sokmasına yardım edecektir. Davud’un aktarımına göre: “Bilindiği gibi
bu muhteşem imparatorluğu, MS.V. ve XV. Yüzyılda biri pagan, diğeri Müslüman
iki Türk; yani Atilla ve Fatih Sultan Mehmet tarafından yıkılması için tam 20
asır geçmiştir.” (Davud, 1988; 343).
Abdülehad Davud tarafından
Daniel'in Vizyonu’ndaki bu dördüncü canavarın Roma İmparatorluğu olarak
seçilmesinin, Davud’un üç önemli iddiasını kanıtlamasında özel bir önemi
olduğunu düşünüyorum. Öncelikle, Abdülehad Davud, Roma İmparatorluğu’nu ortadan
kaldıran Fatih Sultan Mehmet’in bunu yaparak İslam dininin son din olduğunu
ortaya çıkardığını gösterir. İkinci olarak, Davud bu yolla patronajından
yararlandığı Osmanlı İmparatorluğu'nu, evrensel tarih içerisinde bir yere
oturtur. Üçüncü olarak, Abdülehad Davud, Hıristiyanların iddiasının aksine, Hz.
İsa’nın değil, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in Mesih olduğunu
kanıtlamış olur. Zira Davud’un iddiasına göre, Hz. İsa’nın “İnsanoğlu” yani
Mesih olabilmesi için öncelikle Roma İmparatorluğu’nu yok edebilmesi gerekmektedir.
Ancak Hz. İsa, Davud’un Kitâb-ı Mukaddes’ten de aktardığı gibi, devlet
iradesine tam olarak boyun eğmeyi öğütlemektedir (Davud, 1988; 298). “Hz.
İsa’nın Ahid’lerde bildirilen “İnsanoğlu” olduğunu iddia eden Hıristiyanlara
şöyle demek istiyorum: Eğer Hz. İsa, İsrailoğulları’nın beklenen Kurtarıcısı
ise, onları Roma boyunduruğundan kurtarmalı değil miydi? Davud, 1988; 344)”
Abdülehad Davud'a göre,
dördüncü canavar olarak Roma İmparatorluğu'nun, İslam'a inanan Fatih Sultan
Mehmet tarafından yıkılması sonucu, onun inandığı Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] ’in "Barnaşa" yani “İnsanoğlu” olduğu kanıtlanmış
olur (Davud, 1988: 8991). Abdülehad Davud bu şekilde, gerçek Mehdi'nin Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
olduğu yönündeki iddialarına gerekçe gösterir ve İslam'ın Hıristiyanlık
ve Yahudilik karşısındaki üstünlüğünü gösterme olanağı bulur.
Halbuki bu Roma Canavarı, Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] tarafından çoktan
ortadan kaldırılmış bulunmaktadır. Bu durumda geriye daha ne kalmıştır? Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
yâni Ahidlerde geçen ismiyle “Barnaşd’”, İslam devletini kurduğu
ve putperestlik canavarına korkunç darbeler indirdiği zaman, Arabistan’da,
Suriye’de ve Mezopotamya’daki Yahudilerin ekserisi, insanlığın bu en büyük
rehberine kendiliklerinden koşup gelmişlerdir (Davud, 1988: 337).
Abdülehad Davud'un gerek Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in peygamberliğini kanıtlamak, gerekse
de Filistin bölgesindeki Müslümanların egemenlik iddialarına gerekli teolojik
desteği sağlayabilmek amacıyla başvurduğu dini referanslardan bir diğeri ise,
Allah'ın Hz. İbrahim ile yaptığı ve üç büyük dine inanan kişiler tarafından da
kabul gören, ahit konusudur.
Kutsal Kitap ve Kur'an'da açık
şekilde bahsedilen, üç büyük dine inanan kişilerin aşina oldukları Hz. İbrahim,
putları yıkmış ve Tanrı'ya sarsılmaz bir inanç ile bağlı kalmıştır. Allah ona
bu sarsılmaz inancı nedeniyle, neslinin gökteki yıldızlar kadar çok olmasını
bahşetmiştir (Tekvin 21:12; 28:13; 49:10).
Ancak Yahudi-Hıristiyan ve
Müslüman aktarımları arasında, peygamberliğin İsmail ya da İshak'tan hangisi
aracılığıyla devam edeceği yönünde farklılıklar mevcuttur. Yahudilere göre bu
ahit, İshak aracılığıyla devam ederken, Müslüman teolojisi ve konumuzu
ilgilendirdiği kadarıyla Abdülehad Davud için İsmail aracılığı ile devam eder.
Müslüman inancına göre, Yahudi halkı, en başta İsmail üzerinden devam eden bu
ahde sadakatsiz kalmaları ve diğer yandan tarih boyu işleri günahlar nedeniyle
Kudüs bölgesi ve çevresinde elde ettikleri ayrıcalıkları da kaybetmişlerdir
(Davud, 1988: 33-42).
Bununla
birlikte Abdülehad Davud'un konu hakkındaki düşüncelerinde ciddi farklılıkların
olduğu görülür. İlk dönem yazılarından olan Incil ve Salih'te,
Yahudilerin Kudüs bölgesine olan yerleşimleri bir nevi teşvik edilir (Davud,
1999: 154157). Islamic Review'daki yazılarında ise, Kudüs bölgesi ve
çevresinde teolojik anlamda hak sahibi olan tarafın, İsmail'in soyundan gelen
ve Dördüncü Canavarı yok ederek, burada hakiki anlamda tevhid inancını
yerleştiren İslam dini olduğunu açıklar (Davud, 1988: 73). Abdülehad Davud'un
Yahudiler'den beklentisi, her ne kadar
Yahudi geleneklerini devam
ettirseler de, İslam'a geçmeleri ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
’in üstünlüğünü kabul etmeleridir. Bu Sebilü-r Reşad ve Beyanülhaktaki
yazıları ve Incil ve Salih’teki yazılarında böyle olduğu gibi, ömrünün
sonuna kadar yazdığı diğer yazılarda da bu şekilde devam etmiştir.
Ahdin
kimin üzerinden devam edeceği problemi modern bir zihin için oldukça önemsiz
gözükebilir. Fakat Abdülehad Davud’un yaşadığı
dönemde Balfour
Deklarasyonu'nun ilan edildiği, güçlenen Siyonizm nedeniyle Filistin bölgesine
ciddi bir Yahudi göçü olduğu ve daha sonrasında Kudüs ve çevresinin İslam
yönetiminden çıktığı hesaba katılırsa, Abdülehad Davud’un ahit konusuna
eserlerinde özel olarak değinmesi açıklık kazanır. Sonuç olarak, Davud’un Hz.
İbrahim ile yapılan ahdin, İsmail üzerinden devam ettiğini belirtmesindeki
neden, İslam’ın son din olduğunu vurgulamak ve Kudüs ve çevresinin Müslümanlara
ait olduğunu göstermek istemesi nedeniyledir. Bu teolojik akıl yürütmeler
vasıtasıyla Abdülehad Davud, Hıristiyan devletlerin dünya üzerinde giderek
güçlendiği bir ortamda, hala daha İslam’ın meşruiyetinin devam ettiğini vurgulamak
ister. Bu şekilde, bu yazıların muhatabı olan Müslüman kamuoyu, geleceğe
yönelik daha umutlu bir bakış açısına sahip olabilir.
Birinci bölümde de gördüğümüz
üzere, Abdülehad Davud, ömrünün uzunca bir bölümünü Hıristiyan olarak
geçirmesine rağmen İslam’a ihtidasını takip eden dönemde yazdığı yazılarda,
Hıristiyan dininin başta Roma İmparatorluğu'nun faaliyetleri olmak üzere, pek
çok nedenden dolayı büyük bir tahrife uğradığını iddia eder. Sebilü’r Reşadda
yayımlanan yazılarında ise Davud, bu akıl yürütmesini sürdürür ve Batı
uygarlığıyla Hıristiyan dini arasında çok kesin ve net bir ilişkiden bahseder.
Genel olarak, Birinci Dünya Savaşı ve öncesinde yazılan bu yazılarda Davud,
dönemin Avrupa devletleri arasındaki ayrılık ve ihtilafların esas nedeni
olarak, Hıristiyan inancının pek çok mezhebe ayrılmasını gösterir (Davud,
1919a; 1919b; 1919c; 1919d; 1919e).
Abdülehad Davud’un
Hıristiyan-Batı uygarlığı karşısındaki olumsuz görüşleri kullandığı örneklerde
de gözlenebilir. Davud, bugünkü Birleşmiş Milletler’in o günlerde, daha yeni
kurulma aşamasında olan öncülü Cemaat-i Akvam adlı teşkilatın temel amacının,
Hıristiyan devletler arasındaki farklılıkları azaltma ve onları İslam
ülkelerine karşı birleştirme olarak gösterir. Buna göre, ileride tekrar bir
savaşın çıkmasına kesin gözüyle bakan bu devletler, mevcut statükoyu korumak
amacıyla kendi aralarındaki ayrılıkları ortadan kaldırıp güçlerini
birleştirmeye dönük bir politika içerisindedirler. Zira bu şekilde daha da
güçlenecek ve çevrelerindeki ülkeleri ve esas olarak İslam ülkelerini daha
rahat egemenlikleri altına alacaklardır (Davud, 1919a).
Abdülehad Davud’a göre,
Hıristiyan dini tahrife uğraması nedeniyle, inanılmaması gereken bir dindir.
Fakat bu dinin asıl tehdit edici yanı, Davud’un kendi deyimiyle “dünyayı
çekirgeler gibi saran” misyonerleridir (Davud, 1909c). Davud’un eserleri ve
gazete yazılarında okuyucusunu sıklıkla uyardığı bu insanlar, ona göre, İslam
coğrafyasında gittikleri yerlerde toplumun siyasi ve ahlaki yapısı için, ciddi
tehdit oluştururlar.
Bu misyoner grupların, halklar
arasında ayrılık çıkardıkları, bunu mümkün kılabilmek için tüm maddi
olanaklarını seferber ettikleri, insanları etkileyebilmek için okullar,
hastaneler, kütüphaneler kurduklarını belirtir (Davud, 1914a). İnsanları kendi
dinlerine çekmekteki en önemli yöntemleri ise para ve güçlerini kullanmaktır
(Davud, 1909a).
Davud’un iddiasına göre,
özellikle Katolik Cizvit misyonerlerinin sayısı tüm dünya üzerinde neredeyse
iki yüz bini aşmış bulunmaktadır. Fazlaca abartılmış olan bu sayının temel
amacı, İslam topraklarının Hıristiyan misyonerlerce ciddi bir tehdit altında
olduğu hakkında, ülkeyi yönetenler ve halkın daha bilinçli olması gerektiği
yönünde uyarmaktır (Davud, 1914a).
Özellikle on dokuzuncu
yüzyıldan sonra Protestan ABCFM (American Board of Commisioners for Foreign
Mission) misyonerlerinin, Anadolu'nun içine yayılıp başta İngiltere ve
Amerika'nın koruması altında imparatorluk içerisinde faaliyetler
gerçekleştirdikleri dikkate alınırsa, Abdülehad Davud’un endişelerinin yersiz
olduğu iddia edilemez. Misyonerler, yönetici elit ve Müslüman halk arasında
hoşnutsuzluk ile karşılanan bu faaliyetlerini, ancak büyük devletlerin koruması
altında sürdürebiliyordu (Kieser, 2018).
Sebilü’r
Reşada yazılan yazının başlığından da görebileceğimiz gibi (Davud, 1914a),
Davud’un misyonerler içerisinde hedef aldığı ve İslam ülkeleri için tehdit
olarak gösterdiği esas kesim, Katolik misyonerlerdir. Davud burada bir ülke
kısıtlaması yapmadan misyonerlik hakkındaki eleştirilerini, Katolik misyonerler
üzerinden devam ettirir. Ancak Kieser’in çalışmasında bahsedildiği gibi, o
dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyetlerini gösteren esas kesim
İngiltere’nin koruması altında görevlerini yerine getiren Protestan misyon
cemiyetleridir, Katolik misyonerler ise sayısal ve nüfuz anlamında oldukça
etkisiz bir pozisyonda bulunmaktadır (Kieser, 2018; 134). Bu durumda, Davud’un
çok daha etkili ve güçlü olan Protestan
misyonerlerini değil, fakat
Katolik misyonerlerini hedef olarak alması sorgulanabilir kalmaktadır.
Zannedersem, bu sorunun cevabı, Davud’un İngiltere yanlısı tutumunda
aranabilir. Zira ilerleyen sayfalarda göreceğimiz üzere, Davud Osmanlı
İmparatorluğu ile İngiltere arasındaki en gergin dönemlerde dahi İngiliz halkına
olan olumlu görüşlerini devam ettirmiştir. Bu nedenle, misyonerlik ile ilgili
yazılarında İngiltere’nin koruması altında bulunan Protestan misyon
faaliyetleri hakkında hiçbir yorumda bulunmamıştır.
Davud’a göre, misyonerlerin
siyasi alandaki en yıkıcı faaliyetlerinden biri ise, bulundukları bölgelerden
gerek kendi ülkeleri olan Amerika Birleşik Devletleri'ne gerekse de
koruyucuları olan İngiliz İmparatorluğu’na, gönderdikleri raporlarla, aralıksız
bir şekilde İslam karşıtı propaganda yapmalarıdır. Abdülehad Davud’un
belirttiğine göre, misyonerler tarafından Osmanlı İmparatorluğu hakkında
gönderilen bu olumsuz raporlar, İngiliz İmparatorluğu’nda özellikle etkili
olmakta ve bu ülkedeki İslam karşıtı atmosferi daha da şiddetlendirmektedir
(Davud, 1910g).
Davud, misyonerlerin bağlı
bulundukları devletlere gönderdikleri Osmanlı karşıtı bu raporların tamamen
yanlış olduğunu belirtir. Aksine Osmanlı İmparatorluğu ile kuracakları iyi
ilişkiler aracılığıyla bu sömürge güçlerinin, meşruiyet kazanacaklarını ve kendi
Müslüman sömürgelerini daha rahat bir şekilde yöneteceklerini iddia eder
(Davud, 1910g).
Abdülehad
Davud’un aktarımına göre, dinlerindeki tevhit inancının da etkisiyle halifeye
gönülden bağlı olan dünya Müslümanları, İslam aleminin tek bir yönetim altında
birleşmesini ister ve Osmanlı-Türk halkı hakkında her zaman sevgi ve merak
içerisindedir (Davud, 1909a; 1909b; 1910k). Hilafet ve İslam birliği vurgusu,
Davud’un eserlerinde önemli
bir yer işgal etmekle birlikte, dünyanın düzeni hiç kuşkusuz İslam birliğinden
bahsetmek için çok uzak bir noktadadır. Zira bu dönemde, Müslüman ülkelerin
çoğu Avrupa devletlerinin sömürgesi altındadır ve İngiliz İmparatorluğunda,
hilafetin merkezi olan Osmanlı İmparatorluğundan daha fazla Müslüman
bulunmaktadır (Karpat, 2019).
Abdülehad Davud dahi, yukarıda
alıntılanan gazete yazılarında, birleşmiş bir İslam ülkesi tasavvurunda
bulunmasına rağmen, bunun gerçekleşebileceğinden şüphelidir. Nitekim, bazı
gazete yazılarında, Osmanlı dış politikasının dünyanın diğer yerlerinde yaşayan
Müslümanları kapsayıcı politika üretememesinden dolayı yakınır. Sumatra’dan
Fas’a kadar geniş bir alanda yaşayan Müslüman halkı korumanın, Osmanlı
İmparatorluğunun görevi olduğunu, aksi takdirde Müslüman Osmanlı halkının din
kardeşlerini korumak amacıyla Osmanlı yöneticilerinden bunun hesabını
soracağını savunur (Davud, 1910l). Davud, İslam dininin hak din olduğunu, bu
nedenle de, Müslümanların Allah’ın yasalarına uymaları durumunda, İslamiyet’in
sonsuza kadar birlik içerisinde kalacağını savunur (Davud, 1910l). Geçmişe
atıfların yoğun olduğu bu gazete yazılarında, İslam ümmetinin tarihinin her
döneminde, felaketlerle karşı karşıya geldiğini, fakat bu tehditleri dinlerine
duydukları güven sayesinde bertaraf ettiklerini okuyucusuna hatırlatır (Davud,
1920).
Abdülehad Davud, eserlerinde
mutlakiyetin toplum ve devlet için zararlı olduğunu belirtir ve meşrutiyetin
İslami anlayış ile uyum içerisinde olan doğru yönetim şekli olduğunu ifade eder
(Davud, 1999: 201, 219). Davud'un, meşrutiyet konusunu ele aldığı bölümler,
çoğunlukla Abdülhamid ve İttihat ve Terakki Partisi ile bağlantılıdır. Davud
her ne kadar İslamcı ideolojiyi savunan ve hilafet yanlısı bir kişi olsa da,
Abdülhamit’i yazılarında iyi bir şekilde anmaz. Yazılarında devleti yozlaştırmak
ve suiistimalle birlikte andığı Abdülhamit’e karşın, ulema çevresinde laik
eğilimlerinden dolayı pek sevilmeyen İttihat ve Terakki yönetimine karşı olumlu
görüşlerini ifade eder. Pek çok yazısına Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden
duyduğu memnuniyetle başlayan Abdülehad Davud, sanılanın aksine Sultan
Abdülhamit’in İslam dünyasının sorunlarıyla ilgilenen bir kişi olmadığını, bu
bölgelere karşı kayıtsızlık içerisinde bulunduğunu iddia eder (Davud, 1910n).
Abdülhamit yönetiminden
bahsettiği her yazıda, yeni görevde olan İttihat ve Terakki Partisi’nin
gelecekte yapacağı başarılı faaliyetlere olan inancını tekrarlar. Din
karşıtlığı, masonluk gibi suçlamalarla anılan İttihat ve Terakki Partisi'nin,
bu ithamlarla bir ilgisinin olmadığını savunur. Yeni yönetime gelen bu partiye,
gelişen emperyalist sömürü düzenine karşı, İslam dünyası ile ortak politikalar
üretmesi gerektiği, Afganistan, İran ve Türki halklar ile dayanışma içerisine
girip ittifaklar kurması gerektiği yönünde telkinde bulunur (Davud, 1910n).
Gördüğümüz gibi, Davud’un
Abdülhamit yönetimi, meşrutiyet ve İslam birliği ile ilgili görüşlerini
açıkladıkları bölümler, birbirleri ile paralellikler taşır. Abdülhamit’in
tahttan indirilmesinin, gerek İslam alemi, gerekse de Osmanlı için iyi bir gelişme
olduğu kanaatinde olan Abdülehad Davud; Meşrutiyet ile iş başına gelen İttihat
ve Terakki Partisi’nin ileride, Osmanlı İmparatorluğunu büyüteceği ve eski
büyük günlerine ulaştıracağı yönünde hiçbir şüphesi olmadığını ifade eder
(Davud, 1910n).
Eğitim Açısından İslam Toplumu
Abdülehad Davud, bilimin önemi
ve İslam dünyasının içine düştüğü cehaletin, toplumu nasıl kötü yönde
etkilediğine gazete yazılarında sıklıkla değinir. İslam alemindeki sekiz ve on
birinci yüzyıllarda gerçekleşen bilim ve felsefeye verilen öneme dair örnekleri
gazete yazılarında sıralayan Abdülehad Davud, bu yüzyıllardan sonra giderek,
özellikle fen bilimleri başta olmak üzere, bilginin her alanında Batı
devletleri ile kıyas kabul edilemeyecek derecede geri planda kalındığını
vurgular.
Müslümanların, başka
coğrafyalarda yaşayan Müslüman halklar hakkında dahi bilgilerinin oldukça
sınırlı olduğunu, ellerindeki bilgileri ise yabancı Hıristiyanlardan
edindiklerini ve bu nedenle onlar tarafından kolaylıkla manipüle
edilebileceklerini belirtir. Avrupalı Hıristiyan güçlerin, Müslümanların
eğitimleri konusunda, ne derece kısıtlayıcı yöntemler uyguladıklarını,
Endonezya örneğiyle gösteren Davud, yine de İslam dünyasındaki geri kalmışlık
konusunda en büyük suçlunun, yine Müslümanların kendileri olduklarını ifade
eder. Bu şekilde devam etmeleri durumunda, güçlünün güçsüzü ezmesi kuralı
gereğince sömürülmeyi de hak edeceklerini çekinmeden belirtir (Davud, 1909a,
1909b, 1909c).
Sosyal Darvinizme İslami
hassasiyetleri yüksek olan bir dergide ve de ihtida etmiş bir Müslümanda
karşılaşmamızın ilginçliği bir yana, Abdülehad Davud bu yazılarında Osmanlı
okuyucusunu adeta emperyalizmle tehdit eder. Ona göre, bilim ile güç eşittir,
eğer Müslümanlar bağımsız bir şekilde yaşamak istiyorlarsa, bunun yolunun eğitimden
geçtiğini belirtir (Davud, 1909a; 1909b).
İslam dünyası içerisinde ilmi
ve düşünsel faaliyetlerin eski gösterişli günlerine dönmesi gerektiğine dair
Davud’un hiçbir kuşkusu yoktur. Fakat görünüşe göre, bunun Batı’da yaşandığı
şekilde, dine karşı gelişen pozitivist yöntem şeklinde oluşmasına da karşıdır.
Ona göre bilimsel yöntemin Avrupa’dan doğrudan alınmaması gerekir, zira bu,
Batı’nın zihinsel hegemonyasına maruz kalmak anlamına gelir. Davud bu noktada
bize “kendi maneviyatımız” ile bilimlere bakmamız gerektiği hakkında bir
açıklama getirir (Davud, 1909c). “Kendi maneviyatımızla” bilimlere nasıl ve ne
şekilde eğilmemiz gerektiği hakkında, Davud’un herhangi bir açıklama
getirmemesi nedeniyle, bu konuda sadece tahmin yürütebiliriz. Hüseyin Cahit,
Abdullah Cevdet gibi kendisiyle aynı dönemde yaşayan ve daha seküler bir eğitim
sisteminin önemini vurgulayanların aksine (Demir, 2004: 326-340) Davud,
yazıları aracılığıyla İslam’ın hala daha geçerliliğini yitirmediğini, toplumsal
ve sosyal yapının İslam diniyle açıklanabileceğini ve anlaşılabileceğini
vurgulamaya çalışmış olmalıdır.
Davud’un İngiltere ve İngiliz
politikaları hakkındaki övücü sözleri ise, dönemin Osmanlı düşmanı İngiliz
siyaset çizgisi göz önüne alınınca dikkat çekici gözükebilir. Davud,
İngilizleri yazılarında zeki, hürriyete ve meşrutiyete bağlı kişiler olarak
gösterir, evrensel insan hakların koruyucusu olarak sunar, İngiliz devletine
olan güvenini tekrarlar (Davud, 1910k; 19101).
Dönemin aktüel gelişmelerine
gazete yazılarında yer veren Davud, bu dönem içerisinde vuku bulan Girit
olayları ve İran’da meydana gelen ihtilali de geniş olarak İngiltere ve İngiliz
emperyalist dünya siyasetinin, İslam ülkelerine yönelik yansımaları olarak ele
alır (Davud, 1910g; 1910h; 1910i; 1910j; 1910k).
İncelediğimiz metinler, farklı
dönemlerde çeşitli gazetelerde yazıldığından, Davud’un bu konudaki görüşleri
pek de net değildir. Her ne kadar İngiltere ve İngiliz halkına karşı saygısını
belirtse de, bu dönemlerde İngiltere’nin, hem vatanı olarak gördüğü Osmanlı’ya,
hem de doğup büyüdüğü İran’a karşı gösterdiği düşmanca politikalar, onun
İngiltere hakkındaki olumlu görüşlerini gözden geçirmesine neden olur. Bu
nedenle bazı yazılarında, evrensel insan haklarının ve meşrutiyetin savunucusu
olarak sunulan İngiltere, Davud’un başka yazılarında ise mücadele edilmesi
gereken bir düşmandır. İngiltere’nin İslam ülkelerine karşı bahsi geçen bu
olumsuz politikaları, Davud’u kaygılandırsa da geleceğe dair olan inancını
yitirmez. Bu politikaları devrin Gladstone hükümetinin politikalarının bir
yansıması olarak yorumlar ve İngiltere’deki gazetelerde yazılan Osmanlı
İmparatorluğu hakkındaki bazı olumlu köşe yazılarından da örnekler gösterip
ilişkilerin düzeleceğine dair umudunu açık tutar.
Ancak halihazırdaki olumsuz siyaset
için de, Davud’un bazı seçenekleri vardır. Alman İmparatorluğu, İngiltere’nin
düşmanca tavrı devam ederse, Abdülehad Davud için iyi bir alternatif teşkil
etmektedir. Osmanlı ve İran gibi İslam ülkelerinin ekonomik açıdan Almanya için
iyi bir kaynak olacağını ve Almanya’nın bu potansiyelden yararlanması
gerektiğini açıklar (Davud, 1910j).
Dünyanın en büyük emperyalist
gücü olması nedeniyle İngiltere, Davud’un emperyalizm hakkındaki görüşlerinin
şekillenmesi için önemli bir konumda bulunur. Bu yazılarda, emperyalizm, farklı
bir ülkedeki meşrutiyet yönetiminin önünü açan bir faktör ise onaylanabilir bir
gelişmedir. Abdülehad Davud’un emperyalizmi desteklemesinin en iyi gözüktüğü
yer, İran’da meşrutiyet sonrasında gerçekleşen olaylara yaklaşımında izlenebilir.
Davud doğup büyüdüğü ülke olan İran’da, meşrutiyetin gelişim sürecinin,
özellikle Batı ile gelişen ilişkiler sayesinde ivme kazandığını belirtir. Fakat
bu durum, Davud’un iddiasına göre, Şah ve ülkenin ekonomik kaynaklarına bel
bağlamış olan ulema tarafından önlenmeye çalışılır. Buna göre, bu grubun
mutlakıyet yönetimini geri getirmeye yönelik çalışmaları, İngiltere’nin
tepkisiyle karşılaşır. Davud’un aktarımına göre, İngiltere, duruma müdahil olur
ve mevcut yönetimi meşrutiyeti kaldırmaması yönünde uyarır. Eğer bu uyarılar
dikkate alınmazsa, ekonomik ve askeri müdahalede bulunma tehdidinde bulunur.
Abdülehad Davud sadece İngiltere’nin bu uyarıları sayesinde İran’da
meşrutiyetin ayakta kaldığını iddia eder (Davud, 1910h).
İngiltere’nin evrensel insani değerlerin
koruyucusu gibi bir rol verilerek yüceltildiği Abdülehad Davud’un bu gazete
yazısı (Davud, 1910h) açık bir şekilde dış müdahaleyi onaylar bir dille
yazılmıştır. Meşrutiyeti neredeyse eksiksiz olarak her yazısında savunan bir
kişi olarak, İngiltere ve Rusya’nın, doğduğu ülke İran’a karşı önce maddi, eğer
işe yaramaz ise de askeri boyuta varacak müdahalesini, bu nedenle onaylar.
Fakat İmparatorluğun her geçen gün bir bölgesinin işgal edildiği bir ortamda,
Abdülehad Davud, bunun tetiklediği yabancı düşmanlığının da etkisiyle, bazı
gazete yazılarında dış devletlerin müdahalelerini kabul edilemez bulur.
Özellikle büyük güçlerin, Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki Müslüman olmayan
kesimin haklarını korumaya yönelik girişimlerini, ülkenin bağımsızlığına atıf
yaparak reddeder. Bu tür eylemler dönemin savunmaya yönelik İslamcı ve
milliyetçi ideolojilerinin de etkisiyle, bazı yazılarında, öteki-Batı
karşıtlığı ve hatta içte onlarla birlikte yaşayan farklı dinden olan insanlara
karşı bir düşmanlığa da dönebilir.
Yahudilerin Kudüs bölgesine
olan yerleşimleri, Davud’un yorumlamakta en çok zorlandığı konu olarak gözükür.
Zira, Abdülehad Davud’un konuyla ilgili görüşleri belirsizdir. Bunun sebebi,
bölgenin Müslümanlar tarafından da kutsal olarak kabul edilmesi ve Osmanlı
İmparatorluğunun bir parçası olmasıdır. Bu nedenle Davud, görüşlerini bazı
yerlerde olabildiğince açık şekilde ifade ederken, bazı yerlerde ise konu
hakkında belirsiz bir dil kullanır.
Daha önce de belirttiğim gibi,
Davud, dünyanın çeşitli bölgelerinde çok uzun yıllar boyunca pek çok yazı
yazdı. Gerek kendi düşüncelerinin zaman içinde gelişmesi ve değişmesi ve
gerekse de bulunduğu ülkenin ihtiyaçlarına göre yazılarını yönlendirme
ihtiyacı, Yahudi halkına ve onların gelecekte Kudüs bölgesine yerleşmelerine
ilişkin düşüncelerinde de belli farklılıklar oluşturabildi. Bununla birlikte
Davud, Yahudilerin tekrar Kudüs’e dönmelerini her zaman yazılarında savundu.
Yerkürenin dört bir yanına dağılmış olan Yahudilerin, sürekli bir şekilde
Hıristiyan komşularının zulmü altında bulunmaları, Davud’un ifadelerine göre
onların kutsal topraklara tekrar geri dönme zorunluluğunun oluşması için en
önemli etkendi (Davud, 1999: 162). Fakat bir Yahudi olarak mı, yoksa Yahudi
asıllı bir Müslüman olarak mı?
Davud konu hakkında en net
ifadelerini ortaya koyduğu İncîl ve Salîb de ikinci şıkkı tercih eder.
Yahudilerin kimliklerini korumasına ek olarak, Eski Ahit kitaplarının dahi
kutsal sayılacağı ve Şabat gibi bazı dinsel uygulamalarının korunabileceğini
taahhüt eder. Kudüs’ün, Müslümanlar için de kutsal olmasını göz ardı ederek, bu
bölgenin Yahudilere terk edilmesini onaylar. Yahudiler bunun karşılığında ise
halifeye sadık kalacak, beş vakitte ezan okuyacak ve de Kur’an’ı kabul
edeceklerdir (Davud, 1999: 157-162). Ancak Davud’un şartları dahilinde Müslüman
olacak bu kişiler, gerçekten ihtida etmiş sayılabilirler mi? Kur’an içerisinde
tıpkı Hıristiyanlar gibi Yahudiler de kutsal kitaplarını tahrif etmekle
suçlanmışlardır. Bu durumda Davud, kendisinde ne gibi bir hak görerek Yahudi
kökenli insanlar için özel olarak Şabat ve Eski Ahit’i İslam içerisine
sokabilmektedir. Bu nedenle, Yahudilerin ne derece Müslüman olup olmayacakları
Davud’un aktarımında belirsizliğini korumaktadır. Kur’an’ı kabul edecek ve
ezanı okuyacak, aynı zamanda Eski Ahit ve Şabat onlar için kutsal olmaya devam
edecektir ve böylece İslam içerisine yeni bir “mezhep” olarak katılacaklardır
(Davud, 1999; 161). Davud’un Yahudilere önerdiği bu sıra dışı şartlar, bir
anlamda onların İslam’a ihtida etmelerinden ziyade, Osmanlı İmparatorluğu’na
itaat şartları olarak ele alınabilir. Ezanı okumaları ve Kur’an’ı kabul
etmeleri dahilinde ve halifeye sadık kalmak şartıyla, Kudüs bölgesinde
dinlerini rahat bir şekilde yaşayacak ve kültürlerini koruyabileceklerdir.
Bu şartlar dahilinde Osmanlı
İmparatorluğu’nun korumasında Filistin bölgesinde bir Yahudi Devleti
kurulabilir. Davud’un iddiasına göre, İslam’ı kabul etmek bu insanlar için tek
çıkar yoldur. Zira Hıristiyanlar onların en büyük düşmanlarıdır ve Avrupa’da
veyahut Dünya’nın herhangi bir yerinde bu durumda kalmaları, gelecekte onların
toplu
olarak yok edilmeleri ile
sonuçlanacaktır (Davud, 1920). Davud’un önerdiği bu çıkış yolu, aslında bu
dönemde iktidarda olan İttihat ve Terakki yönetiminin Yahudilere uyguladığı
iskan politikası ile benzerlikler taşımaktadır (Dündar, 2019: 395).[2]
Davud, Amerika’ya
yerleşmesinden sonraki yıllarda kaleme aldığı yazılarının hiçbirinde, bu
önerilerini tekrarlamaz. Bu yazılarda, Kudüs’ün tarihteki durumu ile ilgili
bilgilerin yanı sıra, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail arasındaki ahdin bir sonucu
olarak, Kudüs’ün İslam’ın yönetimine geçtiği ve bu şekilde kalacağı, bu
topraklar üzerindeki hak sahibi olan kesimin İslam olduğunu vurgulamaya çalışır
(Davud, 1988: 29, 213, 310). Davud’un Amerika’ya geçişinden sonra vardığı bu
söylem değişikliği, bir anlamda politik durumun bir sonucudur; Amerika’da
bulunduğu, Islamic Review için yazılarını yayımladığı bu dönemde Kudüs,
Türkiye haricindeki İslam topraklarının tümü gibi başta İngiliz ve diğer
Avrupalı güçlerin sömürge yönetimine geçmiştir. Davud’un benimsediği bu yeni
söylem, kesin şekilde elden çıkmış olan bu topraklar üzerinde en azından dinsel
anlamda hak sahibi olan kesiminin İslam olduğunu kanıtlamaya yöneliktir. Netice
itibariyle 1913 yılında Davud, Incil ve Salîb’i yayımladığında, her ne
kadar kaybedilme tehlikesi yaşansa da İslam’ın elinde olan ve bu nedenden
dolayı da üzerinde belli şartlar sunarak müzakerelerin yapılabildiği Kudüs,
Davud’un Amerika’da yaşadığı sıralarda önce İngiliz sömürgesi durumunda kalmış,
Davud’un yaşamının son yıllarında ise bağımsız bir devlet olarak kurulmuştur.
Davud, İslam ülkelerinin o günkü ekonomik çaresizliği ve siyasi
parçalanmışlığının da bilincinde olduğundan, bu topraklarda dinsel anlamda
meşruiyet hakkına sahip olan tarafın İslam olduğunu kanıtlamaya çalışır.
Yukarıdaki satırlarda kaleme
aldığım “Son Dönem Osmanlısı’nda Bir Mühtedi: Abdülehad Davud” başlıklı tezimin
ikinci bölümünde Abdülehad Davud’un hayatını genel hatları ile ortaya koymaya
çalıştım. Ardından Davud’un Osmanlı coğrafyasında kaleme aldığı gazete
yazılarını sınıflandırdım ve içerikleri hakkında bilgi verdim. Üçüncü bölümde,
Davud’un İslam reddiye geleneğindeki yerini anlamaya çalıştım. Bu sebeple onun
İslam dinine ihtida ediş sebeplerini, eski dini Hıristiyanlık ve yeni dini
İslam arasındaki karşıtlık kurma çabasını, bu karşıtlığı oluştururken
kullandığı akıl yürütme şeklini ele aldım. Ardından Ali b. Rabben et-Taberî,
Kadî Abdülcebbâr, İbn Hazm, İbrahim Müteferrika’nın görüşleriyle Davud’unkileri
karşılaştırıp temel hangi noktalarda benzeştiklerini, hangi noktalarda
ayrıldıklarını göstermeye çalıştım. Dördüncü bölümde, Davud’un yaklaşık yirmi
yıl içerisinde Sebilür- Reşad ve Beyanülhak adlı dergilerde
kaleme aldığı yazılarını analiz ettim ve onun emperyalizmden, meşrutiyete ve
Yahudiler’in Kudüs’e yerleşmesi gibi pek çok tartışmalı konudaki fikirlerini,
gazete ve dergi yazıları ve ihtida metinlerine dayanarak açıklamaya çalıştım.
Sonuç olarak, Abdülehad Davud,
Müslüman oluşunu takip eden dönemde kaleme aldığı eserlerinde tarih, felsefe ve
güncel siyasetle ilgili pek çok farklı konuyu ele alsa da, bu eserleri
yazmasındaki en büyük amacı, Hıristiyan dininin tahrife uğradığını göstermek ve
İslam’ın daha önceki kitaplarda müjdelendiğini ortaya koymak olmuştur. Bu amaç,
Davud’un başta İncîl ve Salîb adlı eseri olmak üzere çeşitli tarihlerde
yazdığı gazete yazıları ve Esrâr-ı Îseviye adlı uzun öyküsü için de
geçerlidir. Bu nedenle Abdülehad Davud’un eserleri en başta, reddiye
literatürünün örneklerinden biri olarak ele alınır.
Gördüğümüz gibi, kendinden
önceki reddiye yazarları tarafından ısrarla vurgulanan tahrif ve tebşirat’a
dair iddia, Abdülehad Davud tarafından da devam ettirilir. Tezin üçüncü
bölümünde göstermeye çalıştığım üzere, Davud, kendisini önceleyen reddiye
geleneğini büyük ölçüde devralmıştır. Zira karşılaştırdığım Ali b. Rabben
et-Taberî (ö.861 civarı), Kadî Abdülcebbâr (ö.1025), İbn Hazm (ö.1064), İbrahim
Müteferrika (ö.1745) gibi Davud da Hıristiyanlığın tahrife uğradığını düşünür.
O da diğer reddiye yazarları gibi, Roma İmparatorluğu ve özellikle İmparator
Konstantin’in bu tahrifte önemli bir rol oynadığı kanaatindedir. Davud, bu
bölümlerde diğer reddiye yazarları ile aynı örnekleri ve benzer akıl yürütmeyi
kullanır. Bu durum en iyi şekilde Arius’un öldürülmediği tarihi anlamda kesin
olmasına rağmen, Abdülehad Davud’un bunu tamamen göz ardı edip İslam reddiye
geleneğini takip ederek, Arius’un Konstantin tarafından öldürüldüğünü iddia
etmesinde izlenebilir. Davud, bu ve buna benzer pek çok konuda, kesin anlamda
belli sınırlara kavuşmuş ve artık kuramsallaşmış olmasından dolayı reddiye
geleneğinin dışına çıkamamıştır.
Abdülehad Davud, ele aldığı
konular ve görüşleri itibariyle kendinden önceki reddiye yazarlarını büyük
ölçüde takip etmiş olsa da bazı konularda onlardan ayrılır. Davud’un
diğerlerinden ayrıldığı başlıca noktalar, Hz. İsa’ya bir kitap verilmediği
iddiası ve Pavlus hakkındaki ikircikli görüşleridir. Diğer reddiye yazarları,
tıpkı Abdülehad Davud gibi Kitâb-ı Mukaddes’in tahrife uğradığını kabul etseler
de, reddiyelerinde İncil’in Hz. İsa’ya verildiği konusunda herhangi bir şüphe
ortaya koymazlar. Bu nedenle, Abdülehad Davud, İncil’i bir kitap değil, fakat
“şifahi bir beyanname” olarak ele alması sonucu kendisini önceleyen reddiye
yazını ile ciddi bir ayrım içerisine düşmektedir.
Davud’un Pavlus’u ele alış
şekli ise belirsizdir. Eserlerinin büyük bir bölümünde diğer reddiye yazarları
gibi, Pavlus’u eleştirmesine rağmen, yazılarının bazı bölümlerinde onun
hakkında gayet olumlu bir anlatım sunar ve Pavlus’un Hıristiyan inancı
içerisindeki tahrif ile bir bağlantısının olmadığını iddia eder. Bununla
birlikte, Pavlus’u eleştirdiği bölümlerde Davud, diğer reddiye yazarları gibi
ona “maddi ve manevi ihtiras” suçu yüklemez. Davud, Pavlus’u daha çok kanun
karşıtı bir kişi olarak sunar ve eleştirir.
Diğer reddiye yazarlarından
farklı olarak Davud eski bir Hıristiyan olması, Latince, İbranice, Eski
Yunanca, Süryanice gibi dilleri bilmesinin avantajlarından da faydalanarak
derinlikli etimolojik açıklamalara yer verir. Davud bu bölümlerde,
karşılaştırma yaptığımız diğer reddiye yazarlarından farklı olarak
“paraklitos”, “himda”, “şalom” gibi kelimelere uzunca bölümler ayırır, Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’e Yahudi ve Hıristiyan Kutsal
Kitap’larında işaret edildiğini ispatlamaya çalışır. Ele aldığım diğer reddiye
yazılarında Davud ile karşılaştırılabilecek ölçüde etimolojik açıklamalara yer
verilmemiştir.
Bununla birlikte üçüncü
bölümde gösterdiğim gibi, reddiye yazarları, yaşadıkları çağın toplumsal,
siyasal problemlerine eserlerinde yer vermişler ve değişim ve dönüşüm yaşayan
toplumlarına yeni bakış açıları sunmayı denemişlerdir. Taberî ve İbrahim
Müteferrika örneğinde görüldüğü gibi, bu kişiler, bağlı bulundukları devlet ve
hanedanların Kitâb-ı Mukaddes içerisinde müjdelendiğini iddia edecek kadar da
ileri gidebilmektedirler. Tijana Krstic’in de iddia ettiği gibi, Osmanlı dönemi
boyunca yazılan ihtida metinlerinde de görüldüğü üzere, mühtediler kendilerini,
dinsel tercihlerini haklı çıkarmaya zorlanmış halde buldular (Krstic, 2015:
82-116). Bu eserlerde mühtediler kendilerinden önce yazılmış reddiye ve ihtida
anlatısı geleneğini büyük oranda devralarak, içeriksel anlamda kendi amaçlarına
uygun olacak şekilde yeniden gözden geçirerek yazdılar. Bunu yaparken Osmanlı
ve Türk dünyasında belli sembolik değer taşıyan motifleri eserlerinin içine
özel olarak koydular. Bu nedenle reddiyeler esas olarak tahrif, tebşirat gibi
inancı ilgilendiren pek çok konuyu barındırsa da, aynı zamanda kendi çağlarının
bir ürünü olarak ele alınabilir. Bu eserler aracılığıyla, yazılan dönemin
sosyal, siyasi, dini düşünüş tarzı anlaşılabilir.
Abdülehad Davud da tıpkı on
dokuzuncu yüzyılda yaşayan ve eserlerini üreten bir kişi olarak, gerek reddiye
eserlerinde ve gerekse de gazete yazılarında, kendi yaşadığı çağın toplumsal,
siyasal problemlerine ve düşüncelerine yer verir. 1904’te Müslüman olmasına
rağmen, Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar herhangi bir eser kaleme
almayan Davud, 1908 Devrimi sonrası yazdığı eserlerinde, panislamizm,
milliyetçilik, emperyalizm, meşrutiyet gibi Osmanlı kamuoyunu ilgilendiren
problemler hakkında açıklamalarda bulunur. Bunlarla da sınırlı kalmayacak
şekilde, misyon teşkilatlarının faaliyetlerini nasıl gerçekleştirdiğini açıklar,
devleti ve toplumu onların faaliyetleri hakkında bilinçlendirir. İslam
toplumlarındaki eğitim sistemlerini eleştirir ve okuyucularıyla eğitim
sisteminin nasıl olması gerektiği hakkındaki fikirlerini paylaşır. Kısacası
Abdülehad Davud’un gazete yazıları ve reddiyeleri aracılığıyla, on dokuzuncu
yüzyılın İslam düşün tarzı hakkında fikir sahibi olabiliriz.
Abdülehad Davud’un Müslüman
olduğu yıllarda, İslam dünyası bir bütün olarak Batılı güçlerin sömürge
yönetimleri altında bulunmaktadır. Davud’un Birinci Dünya Savaşı boyunca
içerisinde yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu da pek çok şiddet ve ölüme sahne
olmuştur. Bu dönem Davud’un eserlerinde Hıristiyan ve Müslüman milletler
arasında din savaşları şeklinde sunulmaktadır. Bu yazılarda, Hıristiyan ve Batı
devletleri arasında herhangi bir ayrım kalmamış, Hıristiyanlığın bizzat
kendisi, gerek Balkan Savaşları ve gerekse de Birinci Dünya Savaşı süresince
gerçekleşen tüm acı ve vahşetin temel sebebi olarak gösterilmiştir. Davud, bu
nedenle gazete yazıları ve Incîl ve Salîb adlı eserinde İslam dünyasının
birlik ve beraberlik içerisinde olması gerektiğine vurgu yaparak İslam
birliğini güçlü şekilde savunur. Davud, Hıristiyanlığın sadece savaşlar yoluyla
değil, aynı zamanda eğitim, sağlık gibi hizmetler adı altında sürdürdüğünü
iddia ettiği, misyonerlik faaliyetleri nedeniyle de tehlike taşıdığını iddia
eder. Bu dönem içerisinde Osmanlı özelinde Anadolu ve Balkanlar olmak üzere,
genel olarak İslam dünyasındaki misyon teşkilatlarının gücü hatırlandığı zaman
yazarın bu konulardaki endişeleri makul görünmektedir.
Davud, aynı zamanda evrim
düşüncesini de kabullenmiş görünür. İkinci bölümde gösterdiğim üzere, yazarın
dinin tekâmülü hakkında söyledikleri evrim düşüncesi ile iç içe ve hatta ondan
mülhemdir. Davud, burada tıpkı insan kültürü ve toplumsal yapısı gibi dinlerin
de evrime uğradığını ve bunun İslam ile sonuçlandığını iddia eder. Eğitim ve
sosyal gelişmişlik konusundaki düşüncelerini aktardığı bölümlerde ise, yeteri
kadar gelişemeyen toplum ve medeniyetlerin gelişmiş medeniyetler tarafından yok
edilmesi gerektiği yönündeki düşüncelerini paylaşır.
Abdülehad Davud, Osmanlı
İmparatorluğu’nun siyasi yaşamı hakkında da eserlerinde açıklamalarda bulunur.
Davud yazılarında İttihat ve Terakki Partisi’nin hem Osmanlı İmparatorluğu hem de
İslam dünyası için olumlu politikalar üreteceğine olan inancını tekrarlar ve bu
oluşumu destekler. Aynı zamanda Abdülhamid’i otokratik bir şekilde ülkeyi
yönetmesi ve pek çok nedenden dolayı eleştirir. Bu şekilde yeni yönetime gelmiş
olan ve ulema çevresinde de pozitivist eğilimlerinden dolayı sevilmeyen İttihat
ve Terakki Partisi’ne gerekli meşruiyeti sağlamış olur.
Davud’un Kudüs problemi
konusundaki görüşleri ise, oldukça ilginç ve bir o kadar da belirsizdir. Davud,
Incîl ve Salîb"de Kudüs ve çevresinde Osmanlı korumasında bir
Yahudi devletinin kurulması gerektiğini savunurken, özellikle Islamic Review
’deki yazılarında bu konudaki iddialarından göreli olarak vazgeçer. Bu
yazılarda, bölgenin İslam’a ait olduğunu, İbrahim ile yapılan ahdin İsmail
aracılığıyla devam ettiğini gerekçe göstererek kanıtlamaya çalışır. Bununla
birlikte, Davud’un hiç bir eserinde Yahudiler, Hıristiyanlar gibi olumsuz bir
dil ile ele alınmaz, aksine bu kişiler seneler boyunca Hıristiyanlar tarafından
zulme uğramış insanlar olarak tanıtılır ve var olan problemlerin anlaşma
yoluyla çözülmesi önerilir.
Afyoncu, E. (2000). İbrahim
Müteferrika, TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 21, 324-327. ss.).
İstanbul: DİA
Ahmad, F. (1982). Unionist
relations with the Greek, Armenian and Jewish Communities of the Ottoman
Empire, 1908-1914. Christians and Jews in the Ottoman Empire: The
Functioning of a Plural Society. New York: Holmes and Meier.
Avcı Sebetci, B. (Yayım
Aşamasında). ‘Abdu’l Ahad Dawud. Christian-Muslim Relations içinde.
Leiden: Brill.
Aydın, F. (1994). Ali b.
Rabben et-Taberî ve Eseri er-Redale’n- Nasara. Yayımlanmamış yüksek lisans
tezi). Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Aydın, M. (1992).
Beşairü’n-Nübüvve, TDVİslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 5, 549550. ss.).
İstanbul: DİA
Bakır, S. (2019). Yeni
belgeler ışığında Abdulahad Davud’un hayatı ve fikirleri. (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi). Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Batuk, C. (Ed.). 2006). Pavlus’u
Düşünmek. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Berkes, Niyazi. (1962). İlk
Türk Matbaası Kurucusunun Dini ve Fikri Kimliği. Belleten, Cilt: 26,
Sayı: 104
BüyükLarousse. (1986).
İstanbul: Gelişim Yayınları.
Coşan, M.E. (2012). Risale-i
İslamiyye ve Muhtevası. N. Yılmaz (Ed.), Risale- i İslamiyye, Matbaacı
İbrahim-i Müteferrika ve Risale-i İslamiyye Adlı Eserinin TenkidliMetni
içinde (31-46. ss). İstanbul: Server İletişim.
Çelebi, İ. (2005). el-Muğni. TDV
İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 30, 382-384. ss.). İstanbul: DİA
Çelgin, G. (2011). Eski
Yunanca-Türkçe Sözlük. İstanbul: Kabalcı Yayınları.
Daniel, N. (1987). Polemics:
Christian-Muslim Polemics. Encycloedia of Religion
Darcan, H.
(2008). Bir Osmanlı mühtedisi olarak Abdülahad Davud.
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi). Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya.
Abdülehad Davud. (1908a).
Hindistan îğtişaşları. Beyanülhak içinde (Cilt 1, 240-242. ss.).
Abdülehad Davud. (1908b).
Panislamizm: Cemiyet-i Umumiyye-i îslamiyye.
Beyanülhak içinde (Cilt
1, 284-286. ss.).
Abdülehad Davud. (1909a)
Alem-i İslamiyet: Cava Yahut Yirmi Sekiz Milyon Müslümana Havi Bir Cezire. Beyanülhak
içinde (Cilt 1, 514-519. ss.).
Abdülehad Davud. (1909b).
Cava. Beyanülhak içinde (Cilt 1, 540-541. ss.)
Abdülehad Davud. (1909c).
Sumatra Müslümanları. Beyanülhak içinde (Cilt 1, 615617. ss.).
Abdülehad Davud. (1910a).
Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-1. Beyanülhak içinde (Cilt 3,
1206-1207. ss.).
Abdülehad
Davud. (1910b). Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-2. Beyanülhak
içinde (Cilt 3).
Abdülehad
Davud. (1910c). Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-3. Beyanülhak
içinde (Cilt 3.)
Abdülehad
Davud. (1910d). Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-4. Beyanülhak
içinde (Cilt 3)
Abdülehad
Davud. (1910e). Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-5. Beyanülhak içinde
(Cilt 3)
Abdülehad Davud. (1910f).
Alem-i İslamiyet: Çin Müslümanları-6. Beyanülhak içinde (Cilt 3).
Abdülehad Davud. (1910g).
İran’ın Vaziyeti Hazırası. Beyanülhak içinde (Cilt 3).
Abdülehad
Davud. (1910h). İran’ın Vaziyeti Hazırası-2. Beyanülhak içinde (Cilt 3).
Abdülehad
Davud. (1910i). İran’ın Vaziyeti Hazırası-3. Beyanülhak içinde (Cilt 3).
Abdülehad
Davud. (1910j). İran’ın Vaziyeti Hazırası-4. Beyanülhak içinde (Cilt 3).
Abdülehad
Davud. (1910k). Girit Meselesi ve İngiliz Siyaseti. Beyanülhak içinde (Cilt
3, 1314-1317. ss.).
Abdülehad
Davud. (1910l). İran’ın Vaziyeti Hazırası-5. Beyanülhak içinde (Cilt 3).
Abdülehad
Davud. (1910m). Türkiye İttihat Etmeli Mi. Beyanülhak içinde (Cilt 3,
1445-1447. ss.).
Abdülehad
Davud. (1910n). Türkiye İttifak Etmeli Mi-2. Beyanülhak içinde (Cilt 3,
1463-1464. ss.).
Abdülehad
Davud. (1914a). Kırk İki Bin Katolik Misyoner Cemiyeti. Sebilü’r Reşad içinde
(Cilt 12, 103-105. ss.).
Abdülehad
Davud. (1914b). İngiltere’de Din-i İslam’ın İntişarı-1. Sebilü’r Reşad içinde
(Cilt 12, 334-335. ss.).
Abdülehad
Davud. (1914c). İngiltere’de Din-i İslam’ın İntişarı-2. Sebilü’r Reşad içinde
(Cilt 12, 355-356. ss.).
Abdülehad
Davud. (1919a). Kiliselerin İttihadı Mümkün Müdür?. Sebilü’r Reşad içinde
(cilt 16, 88-90. ss.).
Abdülehad
Davud. (1919b). Katolik ile Ortodoks Kiliselerinin İttihadı Mümkün Müdür?. Sebilü’r
Reşad içinde (Cilt 16, 133-135. ss.).
Abdülehad
Davud. (1919c). Mühim Bir Eser-i Dini Hakkında. Sebilü’r Reşad içinde
(Cilt 16, 155-158)
Abdülehad
Davud. (1919d). Anglikan ile Ortodoks Kiliselerinin İttihadı Mümkün Müdür?. Sebilü’r
Reşad içinde (Cilt 16, 171-173. ss.).
Abdülehad
Davud. (1919e). Kiliselerin Tevhidine Neden Lüzum Görülüyor?. Sebilü’r Reşad
içinde (Cilt 16, 208-211. ss).
Abdülehad Davud. (1920).
Hıristiyanlık, Filistin’de Bir Yahudi Hükümetinin Teşekkülüne Müsait Midir?. Sebilü’r
Reşad içinde (Cilt 16, 103-105. ss.).
Abdülehad Davud. (1988). Tevrat
ve Incil’e Göre Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] . (Çev. N.Çam).
İstanbul: Nil Yayınları.
Abdülehad Davud. (1999). İncîl
ve Salîb. (Sad. Kudret Büyükcoşkun). İstanbul: İnkılab Yayınları.
Abdülehad Davud. (2003). Müslüman
Olan Papaz. İstanbul: Bedir Yayınevi.
Demir, A.İ. (2004). Cumhuriyet
Dönemi Aydınlarının İslam'a Bakışı.İstanbul: Ensar Neşriyat.
Demiri, L. & İnce, S.
(2018). İbrahim Müteferrika. Christian-Muslim Relations içinde (Cilt 12,
154-162. ss). Leiden: Brill.
Dündar, F. (2019). Modern
Türkiye ’nin Şifresi. İstanbul: İletişim Yayınları.
Eichhorn, J.G. (1888). The
Study of the Old Testament. (Çev. G.T. Gollof). London: Spottiswoode And
Co.
Gaudeul, J.M. (1984). Encounters
& Clashes: Islam and Christianity in History. Pontificio istituto di
studi arabi e d’islamistica.
Gündüz, Ş. (2015). Pavlus,
Hıristiyanlığın Mimarı. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Gürbüzer, İ. (1999). İbn Hazm.
TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 20, 56-57. ss.) İstanbul: DİA
Harman, Ö.F. (1988). Abdülahad
Davud. TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 1, 177178. ss.). İstanbul:
DİA.
Hasanov, Elder. (2008). Metin
Tahrifi Bağlamında İbn Hazm’ın Tevrat’ı Eleştiri Metodu Üzerine. Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.
Hoover, J. (2009). Islamic
Monotheism and Trinity. The Conrad Grebel Review.
İbn Hazm,
(2017). el-Fasl: Dinler ve Mezhepler Tarihi. (çev. H.İ.
Bulut). İstanbul:Türkiye Yazma
Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları
İbrahim
Müteferrika. (2012). Risale-i Islamiyye. (Sad. N.Yılmaz). İstanbul:
Server İletişim
Kadî
Abdülcebbâr. (2017). Tesbitu Delaili’n-Nübüvve. (Çev.M.Ş.Eroğlu).
İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı.
Karpat,
K. (2019). İslam’ın Siyasallaşması. .İstanbul: Timaş Yayınları
Kerr,
D.A. (1984). Christian witness in relation to Muslim neighbours, Islamo
Christiana.
Kieser,
H.L. (2018). Iskalanmış Barış. (Çev. A. Dirim). İstanbul: İletişim
Yayınları.
Kildoo,
J. (2018). Reading Polemic as Confessional: ‘Alı al-Taban’s Critique of
Christianity. Arts & Sciences Electronic Theses andDissertations.
Krstic,
T. (2015). Osmanlı Dünyasında İhtida Anlatıları. (Çev. A.T. Şen).
İstanbul: Kitap Yayınevi.
Mandel,
N.J. (1974). Ottoman policy and restrictions on Jewish settlement in Palestine:
1881-1908. Middle Eastern Studies.
Monferrer
Sala, J.P. (2011). Ibn Hazm. Christian-Muslim Relations. (Cil 3,
137-139. ss.). Leiden:Brill.
Reynolds,
G.S. (2004). A Muslim Theologian in the Sectarian Milieu. Leiden: Brill.
Reynolds,
G.S. (2010). Abd al-Jabbar. Christian-Muslim Relations içinde (Cilt 2,
594602. ss.). Leiden:Brill.
Sharpe,
E.J. (2013). Dinler Tarihi, Tarihsel Bir Anlatı. (Çev. F.Aydın).
Sakarya. Sakarya Üniversitesi Yayınları.
Sinanoğlu,
M. (2001). Kadî Abdülcebbâr. TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 24,
111-113. ss.). İstanbul: DİA
Sinanoğlu, M. (2007). Reddiye. TDV İslam Ansiklopedisi
içinde (Cilt 34, 516
520.
ss.). İstanbul: DİA
Stern, S.M. (1968). Abd
al-Jabbar's account of how Christ's religion was falsified by the adoption of
Roman customs. Journal of Theological Studies.
Taylan, N. (1989). Ali b.
Rabben et-Taberî. TDVİslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 2, 434-436. ss.)
İstanbul: DİA
Thomas, D. (1996). The Bible
in early Muslim anti-Christian polemic, Islam and Christian-Muslim Relations,
7:1, 29-38, DOI:
10.1080/09596419608721065
Thomas, D. (2008). Ali
l-Taberî. Christian-Muslim Relations içinde (Cilt 1, 669,674. ss.). Leiden:
Brill.
Vasiliev, A.A. (2016). Bizans
İmparatorluğu Tarihi. (Ç.T.Alkaç). İstanbul: Alfa Yayınları.
Waardenburg, J. (1999). Muslim
Perceptions of Other Religions. New York: Oxford University Press.
Yazarı Belirtilmemiş. (1929).
A Short Biographical Sketch of Professor ‘Abdu’l Ahad Dawud, B.D. The
Islamic Review Sayı 17.
Yazarı Belirtilmemiş. (1889).
“Archbishop of Cantenbury’s Mission to the Assyrian Christians. The London
Times.
Yurdagür, M. (2001). Kadî
Abdülcebbâr. TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 24, 103-105. ss.).
İstanbul: DİA
Zapsu, A. (1976). Büyük
İslam Tarihi. İstanbul: Sebil Yayınevi.
ÖZGEÇMİŞ
Ad
ve Soyad:
Muhammed
Salih Sefiloğlu
İletişim
Bilgileri:
E-posta
(1) : salihsefiloglu@gmail.com
E-posta
(2) : salih.sefiloglu@ibnhaldun.edu.tr
Eğitim:
2011 - 2016 Latin Dili ve Edebiyatı, İstanbul Üniversitesi,
Türkiye
2017 - 2020 Din Bilimleri Yüksek Lisans, İbn Haldun
Üniversitesi, Türkiye
[1] Polemik yazını modern döneme
gelinceye kadar, farklı dine inanan insanlar arasında birinin diğerine karşı
üstünlüğünü göstermeye çalışan ya da kendi dininin hakikatini sorgulamaya dönük
çabalara cevap veren Tanrıbilime ait bir yazın türüdür (Larousse, 1986). Polemik
kelimesi, Eski Yunanca “polemios”, “polemikos” kelimelerinden gelmekte olup
savaş, savaşla ilgili, düşman, hasım gibi anlamlara gelmektedir (Çelgin, 2011).
[2] En başta, 1908 Devrimi ile
iktidara gelen İttihat ve Terakki ve Yahudiler arasındaki iyi ilişki sıklıkla
ifade edilen ve bilinen bir olgudur (Ahmad, 1982; Mandel, 1974). Bunda bir
anlamda tarihsel koşullar önemli bir rol oynamış, Balkan milliyetçi
hareketlerinin odağında bulunan Yahudi ve Türkler, bu nedenle İttihat ve
Terakki Cemiyet’i içerisinde geleceklerini ortak bir şekilde çizmeye
çalışmışlardır. Öte yandan on dokuzuncu yüzyılda tüm dünyada gerçekleşen
antisemitik hareketlerin yükselişi, Yahudileri yaşayacakları ortak bir vatan
arayışına yöneltmiştir. 1881’de Çar II. Aleksandr’a karşı girişilen suikast
girişiminin ardından Osmanlı İmparatorluğu’na iltica eden bir milyonu aşkın
Yahudi, bu insanların İmparatorluğun hangi vilayetlerine yerleştirilecekleri
sorusunu da beraberinde getirmiştir. Yükselen siyonizm dalgasının bilincinde
olan İmparatorluk, Osmanlı vatandaşlığına geçmeyen Yahudileri Filistin bölgesi
hariç, Anadolu’nun belli başlı noktalarına yerleştirme niyetindedir, buna göre
Yahudiler, ancak Osmanlı vatandaşlığını kabul etmeleri durumunda Kudüs’te
yaşayabileceklerdir (Dündar, 2019: 373). İttihat ve Terakki Partisi, Kudüs’ün 9
Aralık 1917’deki kaybına kadar bu politikasında diretecektir. Bu nedenle
Filistin’e yönelen göç hareketini kesin şekilde sınırlandırmaya çalışmışlar ve
bu dönemde özellikle Avrupa kamuoyununun sert eleştirilerine hedef olmuşlardır.
(Dündar, 2019; 355-396). Kudüs’ün Osmanlı’nın elinden çıkması ise
İmparatorluk’ta politika değişikliğini de beraberinde getirmiştir. Balfour
Deklarasyonu’nun Yahudilere sunduğu cazip tekliflerin bilincinde olan Osmanlı
yöneticileri, bu tarihten sonra Yahudi sermayesi ve desteğini hedefleyen
açıklamalar yapmaya başlar. Nitekim Talat Paşa 1917 yılında şu açıklamaları
yapar: “Kudüs’e yeniden girdiğimiz gün, Yahudi Sorunu’nu sadece Filistin’de
değil, İmparatorluk bütününde, İsraillileri tatmin edecek bir şekilde çözme
çabasına gireceğiz”; yine başka bir açıklamasında: “Filistin’in İsraillilerin
vatanı olmasını istiyoruz.... Hatta Yahudi kolonilerini, iç ve dış zorluklardan
korkmadan, yerleştirmemiz için bunları garanti eden resmi ve yasal bir anlaşma
yapılmasını istiyoruz.” (Dündar, 2019: 395)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar