Print Friendly and PDF

TASAVVUFTA BİLGİ TELAKKİSİ

 


Hazırlayan: Akif DURSUN

 Türkçede bilgi dediğimiz kelime Arapçada ilim ile ifade edilmektedir. İlim, bilmek manasına gelir. Sözlüklerde, “bir şeyin hakikatini bilmek, gerçekle örtüşen kesin inanç (itikad)[1], bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması” gibi değişik şekillerde târif edilmiştir[2]. Kavram olarak da genellikle kaynağına ve bakış açısına göre değişiklik arz etmektedir.

İlmi, “her kimde bulunursa ona düşünülebilen her şeyin açık ve seçik hale gelmesini sağlayan sıfattır”[3] diye tanımlayan Maturîdî (v. 333/944) bilgi kaynaklarından ilk derli toplu bahseden kişidir. O eşyanın hakikatlerine ulaştıracak bilgi kaynaklarını üç olarak sınırlamış ve: “Iyan (duyular), haberler ve nazar (akıl)”[4] olarak sıralamıştır. Ebu’l-Muin en-Nesefi (v. 508/1115), buna daha netlik kazandırmış ve ilim sebeplerini, “selim hisler (sağlam duyu organları), haber-i sadık ve akıl”[5] şeklinde saymıştır. Daha sonraki kelâmcılar ve fıkıh usûlcüleri de bu taksimi kabul etmişlerdir[6]. Mutasavvıflar ise bunların yanında bilgi kaynaklarının içine ilham, keşf ve rüyayı da katmışlardır. Bu kavramları tasavvuf literatürüne göre kısaca açıklayalım:

İlham

Sözlükte “içmek, birden yutmak” anlamındaki lehm (lehem) kökünden türemiş olan ilhâm kelimesi “yutturmak” demektir.[7] Terim olarak ise çeşitli tanımları yapılmıştır:

“Feyz yoluyla gönle atılan şeydir.”[8]

“Bir şeyin kalpte husûle gelmesi ve sadrın onunla mutmain olmasıdır”[9]

“Kalbe melek tarafından atılan düşünce, çağrı.”[10]

İlhamla bağlantılı bazı ıstılahlar vardır. Bunlardan biri “havatır”dır. İnsanın iç âleminde duyulan ses[11] için hatır veya çoğuluyla havatır kullanılmaktadır. Kuşeyrî, havatır’ı kalbe doğan düşünceler diyor ve bunun melekten, şeytandan, nefisten ve Hak Teâlâ’dan kaynaklanabileceğini[12], melekten olana ilham, şeytandan olana vesvese, nefisten olana hevâcis (gizli fısıltı), Allah’tan gelene de hak düşünce (hâtır) deneceğini söylüyor.[13] Hâtır’a yakın kavramlar vaki’ ve kadih’tir. Vaki, sâbit olan hâtır için kullanılır. Kadih de gaflet ehline gelen hâtır diye tanımlanmıştır.[14]

Diğer bir terim vârid (çoğulu vâridât)dir. Vârid, kulun bir kastı olmaksızın kalbe gelen güzel düşüncelerdir. Bazen Hak Teâlâ’dan bazen de ilimden gelir.[15]

“Levâih” “tavâli” ve “levâmi”[16] terimleri de ilhamla ilgilidir. Birbirine yakın manalarda olan bu kelimelerin ortak noktası kalbe doğan parıltılar olmasıdır. Kuşeyrî’ye göre levaih, şimşek gibidir, aniden ortaya çıkar ve hemen kaybolur. Levâmi, levâihten daha kalıcıdır. İki üç vakit devam eder. Tavali ise kalpte uzun süre kalır. Etkisi daha kuvvetli, zulmeti ve kalpte oluşan şüpheleri daha fazla gidericidir[17].

Keşf

Sözlükte “bir şeyi örten perde ve örtü benzeri şeyi kaldırıp gidermekle o şeyi açığa çıkarmak[18], var olan fakat niteliği bilinmeyen şey hakkında bilgi edinmek”[19] gibi anlamlara gelen keşf kelimesini sûfîler hem “perde arkasında ve aklın ötesinde olduğu için gâib olan bazı şeyleri bilme”, hem de “Allah’ın tecellilerini temâşa etme” anlamında kullanmışlardır[20]. İlk sûfîlerden itibaren firâset, feth, inkişaf, müşâhede, muhâdara, muâyene, yak în hatta ilham gibi terimler de buna yakın anlamlarda kullanılmıştır.

Kuşeyrî’ye göre bu hususta ilk makam muhâdaradır. Sonra mükâşefe ve müşâhede gelir. Muhâdara, kalbin Allah ile huzur bulmasıdır. Mükâşefe, kalbin kendisine bildirilen şeylerin hakikatini görmesidir. Bu durumda kalp bir delil düşünmeye ve onu araştırmaya ihtiyaç duymaz. Müşâhede ise herhangi bir şüphenin eseri kalmadan kalbin Hak ile huzur halinde bulunmasıdır.[21]

Serrâc, keşfi, “anlamaya kapalı olan şeyin açıklanması ve kula bunun açılıp onun bunu gözle görür gibi olması”[22] diye tanımlamıştır. Müşâhedeyi yakınlaşma ve muhadara (huzurda bulunma) olarak tanımlayan Serrâc, mükâşefe ile anlamlarının yakın olduğunu ancak keşfin manasının daha tam olduğunu söyler.[23]

Gazzâlî ise müşâhedenin üç çeşit olduğunu söylemektedir: Hak’la müşâhede tevhidin delilleri ile eşyayı görmek; Hak için müşâhede eşyada Hakk’ın görülmesi; Hakk’ın müşâhedesi de şüphesiz yakînin hakikatidir.[24] Gazzâlî’ye göre de mükâşefe müşâhededen daha tamdır. O da üç kısımdır: İlimle mükâşefe anlayışta isabetin gerçekleşmesi; halle mükâşefe halin arttığının görülmesinin tahkiki; tevhidle mükâşefe işaretin sıhhatinin tahkikidir. [25] Ayrıca âhiret ilimlerinden saydığı mükâşefe ilminin ilimlerin son mertebesi ve bâtın ilmi, sıddık ve mukarreblerin ilmi olduğunu, bu ilmin de kalbin kötü huylardan arınmasından sonra kalbe tecelli eden nurdan ibaret olduğunu, kitaplarda yazılmadığını, ehlinden başkasına açıklanmadığını, ehlinin de bunu gizlice müzakere ettiğini söylemiştir. [26] Ona göre bu ilim sayesinde dünya âhiret, cennet cehennem, melek şeytan, Allah’a yaklaşmak, mele-i alâ vb.nin ne olduğu hususundaki örtü kalkar ve bu hususlardaki hakkın gerçek yüzü ortaya çıkar. O kadar ki kişi bunları gözleri ile görüyormuş gibi olur ve şüphe kalmaz.[27]

Keşfe yakın kavramlardan olan firaset, “rey, zan ve idrakte dikkatli olarak isabet etmeye”[28] denir. Mutasavvıflar ise firaseti, “Allah’ın kalplere verdiği ilham sonucu bilgiye ulaşma”[29] manasına kullanmışlardır. Cürcânî, Muhammed el-Kettanî’nin, “kesin bilginin keşif yoluyla elde edilmesi, gaybın görülmesi”[30] şeklindeki tanımını alarak[31] firâsetin terim mânası olarak mutasavvıfların tanımını kabul etmiştir.

"Müminin fıruselınden sakınınız! Çünkü o Allah’ın nuru ile bakar”[32] hadisine istinaden sûfîler, firaset sayesinde kalbin kesin bilgiye sahip olacağı düşüncesine meyletmişlerdir. Kuşeyrî firaseti, “kalbe hücum eden ve zıddını ortadan kaldıran düşünce”[33] olarak târif etmiş ve firaset sahibinin Allah’ın nuru ile baktığı için nurların kalbine doğduğu ve bu sayede manaları idrak ettiğini söylemiştir[34]. Bu imanın özelliklerinden olduğu için firaset imanın kuvvetine göredir ve firasetten en fazla pay sahibi olanlar rab banilerdir[35].

Sözlükte şüpheden ari kesin bilgi manasına gelen yakîn ise mutasavvıflara göre, “gözle görülenleri (ıyan) hüccet ve burhan olmadan iman kuvvetiyle görmektir.”[36] Cüneyd, “yakîn şüphenin ortadan kalkmasıdır,” Nuri, “müşâhededir”, Sehl, “mükâşefedir”[37] demiştir. Zünnûn el-Mısrî’ye göre, “gözün gördüğü her şey ilim, kalbin bildikleri ise yak indir”[38] Serrâc, yakîni, avam ve müridlerin (esağir) yakîni, havassın (evsat) yakîni ve havassü’l- havasın (ekâbir) yakîni olarak üçe ayırmakta ve yakîni bütün hallerin aslı ve sonu olarak görmektedir. Yakînin sonu kişinin her tür şek ve şüpheden kurtularak gaybı tasdik etmesidir.[39] Yakîn ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn olarak üçe ayrılır. Sûfîlere göre ilme’l-yakîn, kesin delile dayanması gereken ilim; ayne’l-yakîn, keşif ile elde edilecek ilim; hakka’l-yakîn de bizzat görmeye dayanan ilimdir.[40]

Rüyâ

Sözlükte “görmek” anlamındaki rü’yet kökünden türeyen rü’yâ kelimesi uyku sırasında zihinde beliren görüntülerin bütününü (düş) ifade eder. Sözlük anlamı aynı olan hulm (çoğulu ahlâm) ise daha çok korkunç düşler için kullanılır. Hz. Peygamber, “Rüya Allah’tan, hulm ise şeytandandır”255, buyurmuştur[41] [42].

Kerâmet çeşitlerinden biri olarak gördüğü rüyayı Kuşeyrî, “kalbe gelen birtakım havatır (düşünceler) ve hayallerde tasavvur olunan haller” olarak târif etmiştir. Ona göre, “insan uykuda şuurunu tamamen kaybetmediği zaman uyandığında uykuda gördüğünü gerçekten görmüş vehmine kapılır. Hâlbuki rüya, insanların kalplerinde yerleşen hayaller ve tasavvurlardan ibarettir.”[43]

İnsan uyuyunca duyu organlarının hissetme özelliklerini kaybedeceğini, bu sebeple duyu organlarından elde edilen bilgilerle meşgul olan muhayyilenin bunlardan sıyrılacağım ve rüyada gördüğü şeylerin gerçek olduğunu sanmanın kuvvetleneceğini, uyandığında ise diğer bilgilere göre zayıflayacağını söyleyen Kuşeyrî’ye göre, uyuyan zifiri karanlıkta lamba ışığında görene, uyanıklık halinde olan kişi ise güneş ışığında görene benzer.[44]

Aynı havâtır gibi rüya halinde de gelen düşünce ve konuşmaların dörde ayrıldığını söyleyen Kuşeyrî bunların, şeytandan, nefsin fısıltısından (hevacis), melekten ve Allah’tan gelebileceğini söylemiştir.[45]

Rüya ile ilgili “ölülerin hallerini uykuda mükâşefe ile bilme” bölümünde bilgi veren Gazzâlî, “Salih rüya nübüvvetin kırk altıda biridir ”[46] hadisine istinaden rüyanın nübüvvet nurlarından biri olduğunu, ancak kalbini temizlemiş salih, sadık kişilerin rüyasına itibar edilebileceğini, fesadı ve günahı çok olan kalbi kararmış kimselerin rüyasına güvenilemeyeceğini söylemiştir[47]. Gazzâlî’ye göre, melekût âleminin en açık delili olan rüyanın hakikati, mükâşefe ilimlerinin inceliklerindendir. İnsan kalbi bir ayna gibidir. Bu ayna uyanıkken çeşitli işlerle meşgul olduğu için bulanık olur. Uyuduğunda ise bu meşguliyetlerden kurtulur. İşte bu sırada levh-i mahfuzu örten örtü bir rüzgârla dalgalanırsa buradan bazı bilgiler kalp aynasına akseder. Burada hayaller şeklinde tezahür eder ve bu hayaller hıfz edilir. Rüya tabircisi de bu hayalleri yorumlar.[48] Uyku ölümün kardeşidir. Ölümle birlikte nasıl gözlerden perde kalkacak gayb âlemindeki her şey açıkça görülecekse, uykuda da daha zayıf olarak bu gerçekleşir[49].

Keşf, İlham ve Rüyanın[50] bilgi değeri

Mutasavvıflar keşf, ilham, rüya ve bunlara dâhil edilebilecek diğer yolların bilgi edinme yolları olduğunda hemen hemen ittifak halindedir. Ancak bu bilgilerin nasıl tahkik edileceği, nasıl kullanılacağı, nasıl kabul edileceği hususunda ihtilaf etmektedirler.

Bazı sûfîler kabul için bir takım şartlar saymış, kimi de ulaşılan mertebeye göre bu bilgilerin farklı olabileceğini kabul etmiş[51], çoğunluk ise bu yollarla elde edilen bilginin şerîatle ölçülmesi gerektiği görüşünü benimsemiştir.

Seriy es-Sekatî (v. 250/864), gerçek sûfîyi târif ederken, “iç âleminde Kur’an ve sünnete ters düşen bir ilimden bahsetmeyeceğini”[52]; Bâyezid-i Bistâmî (v. 234 veya 261), “bir kişinin gösterdiği kerâmetlere aldanılmamasını, Allah’ın emir ve yasaklarına uyup uymadığına, dinin edeplerini koruyup korumadığına bakılması gerektiğini”[53] söylemekte; Cüneyd-i Bağdâdî (v. 297/909), “bizim bu ilmimiz Hz Peygamber’in hadisleriyle

kuşatılmıştır” ve “Bizim bu terbiye yolumuz Kur’an ve sünnetin esaslarına bağlıdır”[54]; Ebu’l-Hüseyin Nûri (v. 295/908) “kendisini din ilminin dışına çıkaracak bir halden bahseden kimseye sakın yaklaşma!”[55]; Ebû Sa'id el-Harraz (v. 277/890) “zâhirî ilme ters düşen bütün bâtınî haller bâtıldır”[56]; İbn Atâ (v. 309/922), “sana Allah hakkında her ne sorulursa, onun cevabını ilim dairesinde ara. Orada bulamazsan hikmet meydanında ara. Orada cevap bulamazsan, onu tevhid terazisiyle ölç! Eğer bu üç yerde bulamamışsan o soruyu şeytanın yüzüne çarp!”[57] demektedir.

Ancak özellikle hicri 200’den sonra çok sayıda mutasavvıftan, onların ifadesiyle, şerîatın zâhirine ters düşen sözler nakledilmesi ve bunları, ilham, keşf gibi yollarla elde ettiklerini söylemeleri, sonra bunların ehline açılmaması, sözün başka manalarının olduğunun söylenmesi, en azından şatahat olarak değerlendirilmesi, mesela bizzat Bayezid-i Bistâmî’den şatahat türü sözler nakledilmesi teorideki bu ifadelere pratikte çok uyulmadığını göstermektedir.

Firaset ve ile rüya ilgili açıklamalardan anlaşılan, önemli sûfîlerden bir bölümünün belli dereceye gelmiş bir sûfînin bu tür keşfi bilgilerinde hata olmayacağı yönündedir. Özellikle rüya ve keşf ile hadis tespiti konusu önemlidir. Her ne kadar ilk beş yüzyıldaki sûfilerde bu husus açık olmasa da Peygamber Efendimizi gördükleri ve ona soru sordukları, hatta zikir aldıkları ile ilgili çok sayıda rüya nakli 275, bununla amel etmeleri, aktardıkları hadislerde ciddi miktarda mevzu, çok zayıf ve zayıf denen hadislerin bulunması bu dönem sûfîlerinin de hadisin sıhhatinin tespitinde ehl-i hadisin koydukları kriterlerin dışına çıktıkları izlenimini vermektedir. Nifferî (v. 354-366/965-977 arası)[58] [59] [60] ve Hakîm et-Tirmizî (v. 320/932)277 gibi mutasavvıfların doğrudan Allah’tan alarak yazdıklarını ve söylediklerini iddia etmeleri, ilham türü bilginin sûfiler arasında erken dönemden itibaren kabul gördüğünü ve bu bilgide hata olmadığını düşündüklerini gösterir.

Bununla birlikte ilhamın nesnel değerlendirme imkânı bulunmaması nedeniyle, dinî konularda başkalarına karşı delil olarak kullanılamayacağını söyleyen sûfîler bulunmaktadır. Hücvîrî (v. 465) bu fikri en fazla savunanlardandır. “Mârifet ilhamdır” diyenlerin görüşlerini reddederken özetle, birden fazla kişinin ilhamla birbirine zıt görüş söyleyebileceğini, bunlardan hangisinin hak olduğunu anlamak için mümeyyiz bir delile ihtiyaç duyulacağını, bu zamanda o hususun delille bilinmiş olacağını, dolayısıyla da ilhamın hükmünün bâtıl olacağını söyleyen Hücvîrî, mârifet hususundaki ilhamın hükmünün her yönden bâtıl olduğunu ifade etmiştir. 278

 



[1]   Asım Efendi, Kâmus Tercümesi, IV, 410.

[2]   İlhan Kutluer, “İlim”, DİA, XXII, 109.

[3]   Ahmet İshak Demir, Mütekaddimin Devri Kelâmcılarına Göre Bilgi Kaynağı Olarak Keşf ve İlham, (basılmamış yüksek lisans tezi), MÜSBE, İstanbul 1993, s. 12.

[4]   Ebû Mansur Maturidî, Kitabu ’t-Tevhid, Dâru Sadır, Beyrut 2010, s. 69. Ayrıca bkz. Kitabu ’t-Tevhid Açıklamalı Tercüme, (terc. Bekir Topaloğlu), İSAM Yayınları, İstanbul 2013, s. 46.

[5]   Ebu’l-Muin en-Nesefi, Tabsıratü’l-Edille fi Usûli ’d-Din, haz. Hüseyin Atay, DİB Yay, Ankara 2004, I, 24.

[6]    Mesela Bkz. Sığnaki (v. 711), el-Kâfi Şerhu’l-Pezdevî, III, 1243; Şemsüddin Ebu’l-Avn Muhammed b. Ahmed, es- Sefarini Hanbeli (v. 1188), Levâmiu ’l-Envar ve Sevatiu’l-Esrar, Müessesetü’l-Hafikine, Dımeşk, 1982, II, 440; Alusi, Ebu’l- Meâlî Mahmud Şükri (1342), Sabbü’l-Azab ala men sebbi’l-ashab, Edvau’s-Selef, Riyad 1997, s. 495.

[7]   Yusuf Şevki Yavuz, “İlham”, DİA, XXII, 98; Asım Efendi, Kâmus Tercümesi, IV, 490.

[8]   Cürcânî (v.816), Ta’rifat, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1983, s. 34.

[9]    Zerkeşî, Teşnîfü’l-Mesamii bi Cem’il-Cevami’, Mektebetü Kurtuba, 1998, III, 458 (Târif Sübki’nindir); Hasen b. Muhammed el-Attar (v. 1250), Hâşiyetü’l-Attar alâ Şerhi’l-Celal el-Mahalli alâ Cemi’l-Cevami’, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, II, 398.

[10]  Kuşeyrî, er-Risâle, s. 84.

[11]  Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf, s. 254.

[12]  Tasnif için bkz. Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf (et-Taarruf), terc. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., 4. Baskı, İstanbul 2014, s. 137.

[13]  Kuşeyrî, er-Risâle, s. 84.

[14]  Serrâc, el-Lümâ, s. 418-419.

[15]  Kuşeyrî, Risale Tercümesi(Sûfîlerin İnanç ve Ahlakları), s. 230.

[16]  Bu terimlere yakın “tavarik, bevadi, badih” gibi terimler de vardır. Bkz. Şihabüddin Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf, s. 685.

[17]  Kuşeyrî, er-Risâle, s. 76-77.

[18]  Asım Efendi, Kâmus Tercümesi, III, 718.

[19]  Süleyman Uludağ, “Keşf”, DİA, XXV, 315.

[20]  Uludağ, “Keşf” , XXV, 315.

[21]  Kuşeyrî, Risale Tercümesi, s. 213-214.

[22]  Serrâc, el-Lümâ, s. 422.

[23]  Serrâc, el-Lümâ, s. 412.

[24]  Gazzâlî, el-İmlâfiİşkâlâti ’l-İhyâ, (İhyâu Ulûmiddin’in sonunda), V, 19.

[25]  Gazzâlî, el-İmlâ, V, 19.

[26]  Gazzâlî, İhyâ, I, 31-32.

[27]  Gazzâlî, İhyâ, I, 31.

[28]  Asım Efendi, Kâmus Tercümesi, II, 978.

[29]  Demir,Mütekaddimin Devri Kelâmcılarına Göre..., s. 34.

[30]  Kuşeyrî, er-Risâle, s. 232; Süleyman Uludağ, “Firaset”,DİA, XIII, 116; Cürcânî, Ta’rıfat, s. 166.

[31]  Cürcânî, Ta’rıfat, s. 166.

[32]  Tirmizî, “Tefsir” 16.

[33]  Kuşeyrî, er-Risâle, s. 231.

[34]  Kuşeyrî, er-Risâle, s. 232.

[35]  Kuşeyrî, er-Risâle, s. 231-232.

[36]  Cürcânî, Ta’rıfat, s. 166.

[37]  Kelâbâzî, et-Taarruf s. 73.

[38]  Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 156.

[39]  Serrâc, el-Lüma’, 103-104.

[40]  Kuşeyrî, Risale Tercümesi, s. 230.

[41]  Buhârî, “Ta’bîr”, 3, 4, 10, 14; Müslim, “Rüyâ”, 2; Tirmizî, “Rüyâ”, 5.

[42]  İlyas Çelebi, “Rüyâ”, DİA, XXXV, 307.

[43]  Kuşeyrî, er-Risâle, s. 365.

[44]  Kuşeyrî, er-Risâle, s. 365.

[45]  Kuşeyrî, er-Risâle, s. 366.

[46]  Buhârî, “Ta’bîr”, 5; İbn Mâce, “Ta’bîr”, 1; Tirmizî, “Rüyâ”, 2-3.

[47]  Gazzâlî, İhyâ, IV, 536.

[48]  Gazzâlî, İhyâ, IV, 537.

[49]  Gazzâlî, İhyâ, IV, 538.

[50]  Burada incelediklerimiz dışında buradakilere yakın manada “feth, hads, hâtif, muhâdese” gibi kavramlar da vardır.

[51]  Kuşeyrî’nin firaset konusundaki açıklamaları bu minvaldedir. Bkz. Kuşeyrî, er-Risâle, s. 231-241.

[52]  Kuşeyrî, Risale Tercümesi, s. 75.

[53]  Kuşeyrî, Risale Tercümesi, s. 91.

[54]  Kuşeyrî, Risale Tercümesi, s. 113.

[55]  Kuşeyrî, Risale Tercümesi, s. 117.

[56]  Kuşeyrî, Risale Tercümesi, s. 131.

[57]  Kuşeyrî, Risale Tercümesi, s. 137.

275 Bkz. Kuşeyrî, er-Risâle, s. 364-377.

276  Bkz. Muhammed b. Abdilcebbâr b. el-Hasen en-Nifferî, Kitabü’l-Mevâkıf ve Muhâtabât, (yay. haz. J. Arberry), Dâru’l- Kütübü’l-İslâmiyye, Beyrut 1997.

[59]   Bkz. Kuşeyrî, Risale Tercümesi, s. 129

[60]   Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 335-336.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar