TÜRKLERİN VE ANADOLUNUN İSLAMLAŞMASINDA YESEVÎ HAREKETİ VE AHMED YESEVİ’NİN ETKİSİ
Hazırlayan: Ömer ALTUN
Tasavvufi
anlayış, İslam’ın muamelat ile ilgili hükümleriniiçinde barındırmakla beraber
dünyevi yaşantıyı bir araç olarak kullanarak Allah’ın rızasını elde etmeyi
amaçlar. Bu doğrultuda İslam’ın tüm emir ve yasaklarına helal ve haramlarına
özenle riayet edilerek, insanı hem dünyada hem ahirette mutluluğa ulaştırmayı
hedefler. Mutluluk bazen sahip olduklarınla bazen de sahip olduklarını
paylaşmakla olur. İslam, imanı emrettiği gibi başkalarını da imana davet etmeyi
emreder. Buna ıstılahta irşat/tebliğ denir. Müslüman toplumlar bu doğrultuda
İslam’ı anlatmak için kimi zaman çeşitli yerlere göçmüş kimi zaman talebe yani
mürid yetiştirmiş kimi zaman da cihat yoluyla seferler düzenlemiştir.
Anadolu’nun ve
Türk’lerin İslamiyet’le tanışmaları ağırlıklı olarak mutasavvıflarca olmuştur.
Bunun yanı sıra Türk’ler arasında İslamiyet’in yayılmasında, Müslümanlarla
askeri ve ticari ilişkiler de etkili olmuştur. Ancak Anadolu’nun ve Türk’lerin
İslamlaşma’sı tasavvufi cereyanların ve dervişlerin çabalarıyla olmuştur. Bu
konuda ilk akla gelen isim Pir-i Türkistan olarak bilinen Hoca Ahmed Yesevi’dir
(Ö.1166). Hoca Ahmed YeseviDivan-ı Hikmet adlı eserini Türkçe kaleme
almış ve Türk toplumuna İslam’ı anlatırken onların anlayabilecekleri şekilde
açık, anlaşılır bir dil kullanmıştır. Hoca Ahmed Yesevî bu süreçte Kur’an ve
sünnete dayalı ve hurafelerden uzak bir İslam anlayışının bölge halkı üzerinde
etkili olması için çaba sarf etmiştir. Dini ilimler konusunda derin bir bilgisi
olmasına karşın İslamiyet’i halkın anlayabileceği biçimde anlatmıştır. Bu da
Türk toplumlarının İslam’ı kabullenmesinde etkili olmuştur. Bunun yanı sıra
yetiştirdiği müridlerinin İslam’ı anlatmak için Anadolu’ya gelmesi, burada
medreseler açıp mürid yetiştirmeleri de etkili olmuştur.
Hoca Ahmed
Yesevi, yaşadığı dönemde İslâmdünyasında önemli bir etkisi olan, vefatından
sonra ise günümüze kadar etki alanı genişleyen bir mutasavvıftır. İlim ve irşat
ufkunda kendinden sonra gelen nesillere örnek olan bu zatın,Anadolu’nun ve
Türk’lerin İslam’laşmasındaki gayreti, tutumu ve etkisi üzerine düşünmek,
geleceğin yapılandırılmasında istihdamı mukadder olan ilim ve irşat yolcularına
ışık tutacaktır. Bu sebepten dolayı tarafımızdan yapılan bu araştırmanın önemli
olduğu kanaatini taşımaktayız.
Din olgusu,
insanlık tarihiyle eş zamanlı bir gelişim göstermektedir. Din, toplumların
yaşamında önemli bir yer tutmakla birlikte kültürün oluşumunda önemli bir rol
üstlenmektedir.
Din olgusunun
ve inanç kavramının literatürde farklı tanımları yapılmaktadır.Dil âlimleri,
din kelimesinin Arapça deyn kökünden masdar veya isim olduğunu kabul ederler.
Cevheri dinin “âdet, durum; ceza, mükâfat; itaat” şeklinde başlıca üç anlamını
verir ve terim olarak dinin bu son anlamdan geldiğini belirtir (es-Sıhah “dyn”
md.TDVİA) İnanç sözcüğü en genel anlamıyla “bir şeyi güvenle doğru sayma
tutumu” olarak tanımlanabilir. Temelde din ve inanç kavramları birbirinden
farklı olguları ifade etmek için kullanılmaktadır ancak din olgusu bünyesinde,
inanç ve bu inanca uygun davranış ve tutumları barındırmaktadır.
Dini inançlar
ve kabuller toplumsal, ekonomik ve kültürel yaşamı derinden etkilemektedir. Bu
durum Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden önce ve sonra yaşanmıştır.
Toplum,
dinamik bir yapıdadır ve bu nedenle toplumsal değişimler her zaman
yaşanmaktadır. Bu değişimlerden bazıları toplum tarafından çok çabuk
içselleştirilmekte, bazıları ise toplum tarafından daha zor kabul edilmektedir.
Bu değişimler içinde din ve inanıçlara yönelik değişimler her zaman zorlu
olmuştur. Türk’lerin kitleler hâlinde İslamiyet’i kabul etmesi bu nedenle
oldukça dikkat çekicidir.
Eski
Türk’lerin, Orta Asya coğrafyasında var olmaya başlamalarından itibaren farklı
dinlere inandıkları bilinmektedir. Değişik etmenler ile din değiştirdikleri de
yapılan çalışmalarda ortaya konmuştur. Din değişikliği Türk’lerde toplumsal ve
kültürel boyutta derin izler bırakmıştır. Bu derin izlerin yeni bir din kabul
edildikten sonra bile devam ettiği görülmektedir. Türk’lerin din değişiklikleri
tarihi ve kültürel boyutla incelenmelidir.
Türk’lerin
miladi 900 yılından itibaren kitleler hâlinde Müslüman olduğu bilinmektedir.
Ancak “Türkler” ifadesinin belli bir coğrafyada yaşayan ve hatta homojen nitelikler
taşıyan bir kitleyi ifade etmediği unutulmamalıdır. Orta Asya’da geniş bir
coğrafya içinde birbirinden farklı özellikler taşıyan birçok Türk topluluğu
yaşamıştır. Tükler, tarih boyunca çevre halklarla etik ve kültürel bakımdan
etkileşim içinde olmuştur.
Türk’lerin
İslamiyet’i kabulüyle ilgili en çok kabul gören tez Türk’lerin İslamiyet
öncesinde İslamiyet’e yakın bir inanış içinde olduğudur. Yapılan araştırmalar
bu tezin Türk’lerin İslamiyet’i kabulü sürecini anlatmakta yetersiz olduğunu
göstermiştir. Türk’lerin İslamiyet’i kabul süreci karmaşık siyasi, ekonomik ve
sosyal durumları ihtiva etmektedir.
Karahanlıların
10.yy başlarında Sâmânoğulları etkisiyle İslamiyet’e geçişleri Orta Asya’daki
bütün Türk topluluklarının tarihi açısından önemli bir süreç teşkil etmektedir.
İslamiyet’in
Orta Asya’daki Türk toplulukları arasında tasavvufi bir nitelikte yaşandığı ve
yayılmasında bu niteliğin etkili bir rol oynadığı da görülmektedir. Tasavvufun
mistik nitelik taşıması, Türk’lerin İslamiyet öncesi inançlarında mistik
nitelikler olması bu süreci etkilemiştir. Tasavvuf “Allah’ın hakikatine
ulaşabilme yolunda nefsi ve bedeni hazırlama” olarak ifade edilebilir.
Tasavvuf, çoğunlukla İslam inancının bir yorum tatbik yöntemi olarak kabul
edilmiştir.
İslamiyet,
doğuşundan itibaren başta peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) olmak üzere
halifeler ve sahabe efendilerimiz tarafından yayılması ve tüm dünyaya ulaşması
maksadıyla gerek kişilerin teşrifi gerekse mektublar ile tüm dünya İslamiyet’e
davet edilmiştir. Bu amaç ile yola çıkan ve bunu görev edinen tasavvuf ve
tarikat liderlerinin önde gelenlerin den birisi olan Hoca Ahmed Yesevi bu
bağlamda öğrenciler yetiştirmiş eserler ortaya koymuştur.
Yesevi
Hareket’in kurucusu Hoca Ahmed Yesevi, aynı zamanda irşadı yeryüzünün birçok
bölgesine yayılan büyük İslam âlimlerinden biridir. Hoca Ahmed Yesevi, Çin
coğrafyasında Doğu Türkistan bölgesindeki Aksu sancağının Sayram kasabasında
dünyaya gelmiştir.Henüz yedi yaşında yetim kalmış ve küçük yaşta, Türkistan’ın
şehirlerinden biri olan Yesi'ye yerleşmiştir.Bu sebeple de Yesevi lakabıyla
tanınmış ve anılmıştır.
İlk
eğitiminden sonra Hoca Ahmed Yesevi, Buhara'ya geldi ve Şeyh Yusuf Hemedani'ye
(ö. 535 / 1140) bağlandı.Hoca Ahmed Yesevi, 562/1166'de Yesi'de vefat etti.
Onun vefatının ardından yerine geçen her bir mürşidin gayreti neticesinde,
zaman içerisinde Yesevi’liğin adı dünyanın birçok yerinde duyulmaya başlamış,
çeşitli kesimlerden yoğun ilgi görmüştür.
Hoca Ahmed
Yesevi aynı zamanda Türk edebiyatı içinde tekke edebiyatı olarak adlandırılan
dini edebiyatın da kurucusu kabul edilir.Hoca Ahmed Yesevi, Türk’lerin
İslamiyet’i kabul sürecinde önemli bir rol üstlenmiştir. Bu dönemde İslam
öncesi inançların etkisi elbette devam etmekteydi. Eski inanışların bir anda
değişmesi mümkün değildi. Bu geçiş süreci yaşanırken yeni Müslüman olan
Türk’ler arasında dinle alakası olmayan yorumlar, İslamiyet adı altında
yayılmaktaydı.
Hoca Ahmed
Yesevi bu süreçte Kur’an ve sünnete dayalı ve hurafelerden uzak, bir İslam
anlayışının bölge halkı üzerinde etkili olması için çaba sarf etmiştir. Dini
ilimler konusunda derin bir bilgisi olmasına karşın İslamiyet’i halkın
anlayabileceği biçimde anlatmıştır. Halka İslamiyet’i öğretmek için yazdığı
şiirlere “hikmet” adı verilmektedir. Hikmet adlı şiirleri daha sonraki
dönemlerde Anadolu’da şekillenecek tekke edebiyatın ilk örnekleri sayılmakla
birlikte geç dönem örneklerden farklı olarak didaktik bir üslûpla
oluşturulmuştur. Yesevilik’teHoca Ahmed Yesevi’nin öğrencisi olan mutasavvuflar
daha sonra Anadolu sahasına gelerek İslamiyetin bu coğrafyada gelişmesinde
etkili bir rol üstlenmişlerdir.
TÜRK’LERİN
İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇLARI VE TÜRK İSLAM
MEDENİYETİ TASAVVURU
Çalışmanın ilk
bölümünü oluşturan bu kısımda Türk toplumlarının İslamiyet’ten önce kabul ettikleri
inançlara değinilmiştir. Bu bölümde İslamiyet ile henüz tanışmamış olan
Türk’lerin insan doğasının bir gerçeği olan inanç konusundaki boşluğu doldurmak
maksadıyla kabul gördükleri, inandıkları ve gereklerini gerçekletirdikleri ve
kurallarına bağlı kaldıkları İslamiyet öncesi Türk inançlarından
bahsedilmiştir.
Öncesinde,
İslamiyet öncesi inançlardan Türk’lerin nasıl etkilendikleri ve bu inançları
neden terkettikleri konusunda bir örnek vermek gerekirse Uygur Türk’lerinden
bahsetmek uygun olucaktır. İslamiyet önesinde genel olarak çoğu Türk boyları ve
toplulukları tarafından kabul edilmiş olan ve İslamiyet’le benzerlikler
barındıran Gök Tanrı inancından uzaklaşarak Şamanizmi coğrafyaları gereği Çin
topluluklarından etkilenerek tercih etmişlerdir. Ancak Uygur
TürkleriŞamanizm’in Türk yapısıyla uyuşmamasından dolayı terketmişlerdir. Buna
örnek olarak göçebe yaşam süren Türk topluluklarının genel kabülü olan
hayvancılıktan her ne kadar yerleşik hayata geçerek uzaklaşmış olsalarda Şaman
inancının bir gereği olan et yememek türk yapısına ve anlayışına uzak olduğu
için, Uygur Türk’leri bu inançtan uzaklaşmıştır. Bölüm genelinde ise bu gibi
inançlara ve Türk İslam medeniyeti tasavvuruna değinilmiştir.
Bu bölümün
ilerleyen kısımlarında ise İslamiyetin doğuşu ve özelliklede yayılışında büyük
önem arz eden ve İslamiyetin farklı coğrafyalara yayılması için büyük katkılar
sağlayan özeliklede Türk toplulularının İslamiyet ile daha sıkı ve hızlı bir
bütünlük kurmasınısağlayan tasavvuf ve tasavvufun İslamiyetteki yerine
değinilimiştir. Devamında ise yine İslamiyetin hoşgörü dini olduğunun en güzel
şekilde temsil edicilerinden olan Ahilik teşklatı ve ilk dönem tasavvufunda
Horasan ekolü ve Horasan’ın Türk toplulukları ve İslamiyet için öneminden
bahsedilmiştir.
Türklerin İslamiyet Öncesi İnançları
“Türk”
sözcüğü, tarih boyunca farklı anlam ve şekillerde kullanılmıştır. Türklerin
insanlık tarihine dayanan bir geçmişe sahip olması, yazıyı geç tanımaları ve
göçebe yaşam şeklini benimsemelerinden dolayı Türk adının anlamı ve kökeni
hakkında birçok söylentinin ve farklı anlamların ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. İnsan varlığının en temel güdülerinden biri olan inanç Türk tarihi
boyunca farklı temeller ve şekiller ile yaşanmıştır.
Türkler, tarih
boyunca birçok farklı din veya inanç sisteminden etkilenmiştir. Orta Asya'daki
en eski Türk toplumlularının inanç sistemleri, üçlü bir din anlayışından,
ataların kültünden, doğa kültünden ve gökyüzü tanrısı kültünden oluşur.
Bunların arasında ata kültünün, eski Türk gruplarının en eski inançlarından
biri olduğu söylenebilir. Atalarının ölümünden sonra ailesine yardım
edebileceği inancından doğan ata kültü, korku ve saygı ile karıştırılmış,
Budizm ve Manihizm gibi yabancı dinlerin yayılmasının ardından Türkler arasında
güç kaybı olmadan varlığını sürdürmüştür.[1]
Türklerin eski
dinleri üzerine çeşitli tezler üretilmiş ve değerlendirilmiştir. Fuad Köprülü
de dâhil olmak üzere bazı araştırmacılar, Türklerin Çin’lilerin yıllıklarında
belirtilen Türklerin keçeden resimler yapıp, bunların yanında kurda değer verme
bilgileri göz önünde bulundurularak Türklerin totemizmi benimsemesi fikrini
desteklemektedirler.[2]
Eski Türk
Dinlerine ilişkin öne sürülen bir başka tez, Türklerin Şamanizm’i bir din
olarak kabul etmesidir. Buna dair birçok araştırma sürdürülmüş ve bir kısmı
Şamanizm’in Türklerin dini olduğunu savunmuşlardır. Avrupalıların, Türklerin
tüm dini sistemlerine “Şamanizm” diyerek yanlış karara vardıkları
düşünülmektedir.[3]
Totemcilik,
insan ve doğal nesneler arasında bir bağ olduğuna inanılan bir davranış
sistemidir. Bu sistemde, insan, hayvan ve bitki gibi varlıklar arasında bir tür
akrabalık ya da gizemli bir bağ olduğu düşünülmektedir. İnsan ve doğal
varlıklar arasındaki bu bağ mitoloji yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır.[4]
Türk
mitolojisinde Türklerin kurttan ya da kayın ağacından türediklerine dair
anlatılar totemciliğin izlerini taşımaktadır. Totemcilikte insan ve doğa
varlıkları arasındaki bu gizemli bağ bazı doğa varlıklarını kutsal hâle
getirirken diğerlerinin kutsal nitelik taşımadığını göstermektedir.Totem olarak
kabul edilen hayvana ya da bitkiye sadece dinsel törenlerde dokunulabilir.
Başka bir ifade ile totem olarak kabul edilen varlığın herhangi bir zamanda
tüketilmesi mümkün değildir. Dini törenlerde bu varlıkların tüketilmesi bu
totemlerin insanlara sıradan insanlardan üstün güçler vereceği inancından
doğmuştur.
Canlıcılık, Ruhçuluk (Animizm)
İlkel dinlerin
hemen hepsinde karşımıza çıkan Animizm, en temel ifade ile çevrede bulunan her
varlığın bir ruhu olduğu inancıdır. Bu inanca göre ruh canlıdır sadece bedene
bağlıdır. Bu inanç, ruhun bedeni terk ettikten yani öldükten sonra da
yaşadığını ifade etmektedir.
Ölülerin
yaşayanlardan farklı bir ortamda yaşamaya devam ettiği inancı olan animizm,
ölenlerin ebediyen dünyayı terk etmedikleri, bunların ruhlarının
cenazeninçevresinde, ağaçlarda, bitkilerde ve giderek tüm doğada dolaştığı
inancıdır. Bu inanç, doğayı, bu ruhlar sayesinde canlı olarak algılamaktadır.
Şamanizm,
“şam, kam, baksı” olarak adlandırılan din adamları vasıtasıyla gerçekleştirilen
inanç ve uygulamalar bütünü olarak tanımlanmaktadır.[5]
Şamanizm,
sihire dayanan bir kabile dinidir. Eberhard, Şamanizm'in Türklerdeki varlığının
ilk kanıtının 519'daki Cücenlerden olduğunu söylemiştir. Bu dönemde kadın bir
şaman, sonbahar mevsiminde ovada çadır kurarak yedi gün boyunca oruç tutup dua
ettiğini açıklar. Sayyah İbn Fadlan ayrıca, Oğuzlar'daki bazı kurbanlardan ve
onları yöneten yaşlılardan da bahseder. Fadlan'a göre, Oğuzlar bu yaşlı
şamanların sözlerini dikkate alır ve ona uygun eylemleri yapmaktadırlar.[6]
Şaman inancına göre,
evren üç bölümden oluşur:
Gökyüzü: Parlak. İyilik, güzellik ve mutluluk
bulunmaktadır. Gökyüzü 17 kattan oluşur. En büyük Tanrı / ruh olan Ülgen,
eşiyle ve çocuklarıyla birlikte, iyi ruhlarla beraber oturur.
Dünya: İnsanların
yaşadığı yer.
Yer altı: Karanlıktır. 14 kattır. Kötülüğün, tatsızlığın
ve çirkinliğin egemen olduğu yerdir. Bu yüzden cehennemdir. Korkunç bir tanrı /
ruh Erlik ailesi ve ona bağlı şeytani ruhlar yer altında bulunur.[7]
Türk
tabiatının imgesi şamanlıktır. Gökalp, şamanizmi eski Türklerin dini kabul
etmemiş, bir sihir sistemi olarak görmüştür. Dolayısıyla Türkler arasındaki
Şamanizm “Toyunizm” olarak adlandırılır.[8]
Budizm, M.Ö.
VI. yüzyılda Hindistan’da ortaya çıktıktan sonra M.Ö. III. yüzyılda itibaren
diğer coğrafyalarda etkili olmaya başlamıştır. Budizm, Türklerin kabul ettiği
dinler arasında onları en çok etkileyen dinlerden biridir.[9]
Temel inancına göre, tenasüh (ruh göçü), yaratıkları Nirvana'ya (sonsuz
mutluluk) ulaşana kadar defalarca yeniden doğar.[10]
Zerdüşt
tarafından kurulan Zerdüştîlik, M.Ö. 628-551 tarihlerinde Türkistan’da
yayılmıştır. Orta Asya Türk sanatı ve kültürü üzerinde etkili olmuştur.
Zerdüştlüktekiateş kültürü, İran kültüründe tapınma nesnesidir. Hâlbuki
Türklerde ateş, temizleme aracı olarak tanımlanmaktadır. Horasan ve
Maveraünnehir yöresidışında Hazar kıyıları bölgesinde Zerdüştlüğe giren bazı
Türk toplulukları bulunmaktadır.[11]
Maniheizm
216-277 yıllarında Mani tarafından kurulmuş evrensel nitelikte bir dindir.
Özellikle Hıristiyanlık, Mazdeizm, Budizm ve Mezopotamya dinlerinden pek çok
unsur içerir ve bu konuda bir sözdizimsel karaktere sahiptir. Mani dini, iki
ilkeye; iyi-kötülük, karanlık-ışık, dayanır ve buna göre içinde yaşanılan
evren, iyi ve kötü öğelerin birleşiminden meydana gelir. 763'ten bu yana
Uygurların resmi dini Maniheizm kabul edilmiştir.[12]Uygurların
bu dinin etkisiyle savaşçı özelliklerini kaybettikleri bilinmektedir.
Eski Türk’lerde Tek Tanrı İnancı
Eski Türklerin
dini inançlarıyla yaşamları iç içe sürmüştür. Toplumun gelişiminin en önemli
unsuru din olarak görülmüştür. Dinin gelişimine paralel şekilde sosyal
gelişmeler meydana gelmiştir. Türklerin eski dinleri hakkında pek çok tartışma
söz konusudur. Eski Türk dini, Gök dini, Gök Tanrı merkezinde şekillendirilmiş
tamamıyla kendine has monoteizmdir.[13]
Türklerde
Tanrı "Tengri" kelimesinde dile getirilmiştir. Tengri, eski Türk
inancında, din sisteminin merkezinde bulunan tek yaratıcı olarak bilinmektedir.
Eski Türk belgelerinde genellikle "kök-Tengri" olarak anılır. Bu
bağlamda Eski Türk inançları "Kök-Tengri dini" olarak adlandırıldı.[14]
Birçok
araştırmacı, eski Türklerin dini hayatının, tek Tanrılı inanç olduğunu
belirtmektedir. Abdülkadir İnan, ilk Türk imparatorluğunun ardından Eski
Türklerde Tanrı anlayışının, Gök Tanrı olduğunu belirtir.[15]Gök
Tanrı dini, eski Türklerin hüküm süren dini olduğunu söyleyerek, Gök Tanrı'nın
bozkır kabilelerinin inancındaki tek yaratıcı olduğu ve dini inançların
merkezinde bulunduğunu söylemektedir.16
Ögel (1979),
Türklerin Tek Tanrı anlayışı üzerine görüşlerini dile getirirken, Türklerin
disiplinli bir yaşam ve toplumsal düzene sahip olmaları sebebiyle erken
çağlarda Tek Tanrı anlayışına sahip oldukları fikrindedir.17
Tanyu (1980)
ise Tek Tanrı anlayışının Eski Türklerdeki varlığını savunan bir başka
araştırmacıdır.18 Orta Asya gibi muazzam bir coğrafyada yaşayan Türk
toplulukları, zaman içinde çeşitli inanç sistemlerini benimsemiş, bir tanesini
terk etmiş ve diğerine geçmiştir. Önceki inanç sistemi yenisinin gelmesiyle
ortadan kalkmamış, varlığını yeni inanç sistemine sığdırarak devam ettirmiştir.
Türklerin girdiği her yeni din, düşünce ve yaşam tarzlarını, yeni bir şeyler
öğreterek bir dereceye kadar etkilemiştir.19Bunların yanı sıra, dağ,
orman ve ağaç kültüne dayanan Animistler (doğa bilimcileri) olduğunu iddia eden
çalışmalarda bulunmaktadır.
Türkler,
yukarıda bahsedilen inanç sistemleriyle beraber semavî dinlerin de etkisinde
kalmışlardır. Hazarlar Yahudiliği 740'ta kabul ettiler. Hazarlar arasında
Yahudilik hakan ve çevresiyle ya da yönetici ve aristokrat grubuyla sınırlıydı.
Hazar ve Karaylar'a ek olarak, Kaliz, Kabar ve Kıpçak gibi bazı Türk kabileleri
de Yahudiliği kabul etmiştir.20
Türklerin dinsel
tarihlerinin belli bir dönemiyle beraber karşılaştıkları evrensel ve büyük
dinlerden biri de Hristiyanlıktır. Türklerin Hıristiyanlıkla tanışması eski
zamanlara dayanıyor. Orta Asya'da Hıristiyanlığın varlığı hakkında bilgi IV.
yüzyıldan daha ileri gitmiyor.21 Türklerin Hıristiyanlıkla temasları
çoğunlukla doğu kiliseleriyle olmuştur. Ortodoksluk bu bağlamda ilk sırada yer
almaktadır. Türklerin Hıristiyanlığın
Kafesoğlu, İ., a.g.e. s.
199-205.
17Akpınar, T. (1986). '“Eski Türklerin Dini Tek Tanrı İnancı
mıydı?", Tarih ve Toplum, s. 145-149; Ögel, B. (1979). Türk
Kültürünün Gelişme Çağları, Kömen Yayın Dağıtım, Ankara, s. 311.
18Doğan, A. (2002). ““İslamiyet’ten Önceki Türk İnancına
Dair". Türkler, C. III, s. 305-320; Tanyu, H. (1980). İslamlıktan
Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, s.
6.
19Güzel, Abdurrahman, (2007), Ahmet Yesevî’nin Fakr-nâme’si
Üzerine Birİnceleme, Öncü Kitap Yayınları, Ankara, s.73.
20 Kuzgun, Şaban, (2015), Hazar
ve Koray Türkleri, Bilge Kültür Sanat Yayınları, s, 125.
21Bartold V. (1975), “Orta Asya Türk Tarihi Hakkında
Dersler" Kültür Bakanlığı Yayınevi, İstanbul s. 18.
etkisi altına
girmesinin en büyük nedeni, o zamanlar Bizans İmparatorluğu ile yakın bir
ticari ilişki içinde olmalarından dolayıdır. Genel olarak, Hıristiyan Türkler
üç gruba ayrılır;
Şahsen veya küçük
gruplar halinde Hıristiyanlığa geçen Türkler,
Kültürünü din ile
birlikte değiştirenler,
Hıristiyan olan
ancak dil ve kültürlerinin birçok özelliğini muhafaza edenler.
Türk’lerin
İslamiyet’le Tanışmaları
Türkler 751
Talas savaşı ile İslamiyet’le tanışmışlardır ancak bu dönemden önce de Araplar
ve Türkler birbirini tanımaktadır. Türkler, Emevilerin yanlış politikaları
nedeniyle hemen İslamiyet’i kabul etmemişlerdir. Abbasiler döneminde kitleler
hâlinde İslamiyet’in kabul edilmesinde Abbasilerin olumlu politikaları ve
sosyo-ekonomik nedenlerin etkisi yadsınamaz.
Bir toplumun
din değiştirme süreci arayış ile başlamaktadır. Türklerin İslamiyet’i kabul
etmeden önce geleneksel inanç sistemlerinin yanı sıra Budizm, Zerdüştlük,
Maniheizm, Hıristiyanlık Musevilik gibi dinlere inanmışlardır. Farklı dinlere
inanma durumu toplumsal olarak bir arayışın olduğunu göstermektedir. Bir
toplumun din değiştirme sürecinde arayış ve yeni bir dinle karşılaşma evreleri
kadar bu yeni dine mensup toplulukla ilişkileri de önemlidir.[16]
Türk İslâm Medeniyeti Tasavvuru
Birçok alanda
yeni krizlerle karşı karşıya olan insanlığı huzura kavuşturabilecek yeni bir
medeniyet tasavvuru üzerine düşünmek gerekiyor. Dinî ve metafizik değerlerden
arındırılmış seküler, maddeci-pozitivist bilgi, bilim tasavvuru ve bunlar
üzerine kurulu Batı medeniyet anlayışının sosyopolitik alanda küreselleşmesiyle
insan insanın kurdu hâline geldi. Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gönderilen İslâm, bu
bağlamda, ahlâkî ve sosyal bir düstur anlamında sadece bir din vazetmekle
kalmadı, aynı zamanda dünyanın bir kesiminin zihniyetlerini de değiştirdi. Kısa
sürede kendisine özgü ve özgün bir medeniyet oluşturdu.
Dolayısıyla
Sâsânî, Grek-Bizans ve Çin-Hint medeniyetleri ile hesaplaşması ve kısa sürede
kendine özgü bir bilgi, bilim ve medeniyet kurgusu oluşturmasının temelleri
incelenmelidir. Yüzyıllarca farklı dil, ırk ve dinî tasavvurlara sahip
insanlara esenlik ve barışı sağlayan İslâm dini ve medeniyeti, şimdilerde niçin
yitik konumda ve yeniden diriltmek için neler yapabiliriz? Yitik
medeniyetimizin kuruluş kodlarını Atayurt ve Anayurt bağlamında yeniden
keşfetmek ve güncel sorunlara çözümler üretebilecek bir bilgi, bilim ve
felsefesi tasavvuru oluşturmak ve bunları hayata geçirmeye çalışmak gerekir.
Hanefî fıkhı ve Mâtürîdî itikadî yapıyla oluşan resmi İslâm tasavvurunu halka
ulaştırarak onun içselleştirilmesini sağlayan Hoca Ahmed Yesevî’nin yol ve
yöntemini yeniden okunmalıdır.
Tasavvuf
ve Tarikatların Ortaya Çıkışı
Sûfî ve
tasavvuf kelimelerinin kökeni hakkında çeşitli görüşler bulunmaktadır. Kuşeyri
ve Hücviri, kelimenin Arapça kökenli olmadığını iddia ederler. Ancak Arapça
olduğunu iddia edenler de bulunmaktadır.[17]
Tasavvuf
kelimesine kök olarak ileri sürülen başlıca kelimeleri: Ashab-ı Suffe, Sufane
(bir çöl bitkisi), sıfat, saff-ı evvel, yunanca hikmet anlamına gelen Sofia,
Safvet ve Suf vb. şeklinde sıralayabiliriz. Bu ileri sürülen görüşlerden en çok
hüsnü kabul gören dil bilgisi kuralları açısından da uygun olanı, yün anlamına
gelen 'Suf1 tur.[18]
Tasavvufun
subjektif bir tecrübe olması ve yaşandıkça anlaşılan bir ilim olması
dolayısıyla sınırlı kalıplar içinde tanımı oldukça zordur. Sûfîlerin, içinde
bulundukları ruh hallerine ve kabiliyetlerine göre tasavvufun tanımını
yapmaları, tasavvuf tarihindeki gelişim ve sosyokültürel çevrenin etkisiyle
birden çok tasavvuf tanımı ortaya çıkmıştır.[19]
Tasavvuf için
yapılan tariflerin birkaçını şöyle sıralayabiliriz: Tasavvuf; nefsin hoşlandığı
şeyleri bırakmaktır. Tasavvuf, en iyi bir ahlaktır ki o en iyi bir zamanda, en
iyi bir toplulukta, en iyi bir kimseden açığa çıkmıştır. Tasavvuf, her güzel
huyla huylanmak ve her çirkin huydan kaçınmaktır.[20]
Tasavvuf,
Allah’ın seni senliğinde öldürmesi ve kendi benliğinde diriltmesidir.
Mutasavvuflar farklı şekillerde açıklanan tasavvufu ilahi kaynaklı bir hikmetin
bu düşünce sistemine katılmış olan kimseler tarafından yeni gelen kişilere onu
aktarma geleneğinin lügattaki ismidir. Böylelikle tasavvuf, hem zaman içersinde
sürüp gitme hem de sonsuz bir kaynak olması nedeniyle sonu gelmeden kesintiye
uğramadan süregelen bir yenilenmedir.[21]
Tarikatlarda Vuslat;
Allah’a Ulaştırma Yolları
Lügatta;
‘tutulan veya gidilen yol’, “usul”, “hal”[22]
anlamlarına gelen tarikat kelimesi, Arapçada ‘vurmak’ anlamına gelen “Tark”
kökünden gelir. Yürürken ayakla yere vurulduğu için yola “Tarik” denilmiştir.
Sözlükte yol anlamına gelmekle birlikte, tasavvuftaki asıl manası ayrıdır. Bu
yol umumi, avami olmayıp, kutsi ve hususi bir yoldur.[23]
Tarikatlar,
saliki manen temizler, tasfiye ve tezkiye yoluyla kalpleri Allah aşkına hazır
hale getirir. [24]
İnsanın iç
âleminin güzelleşmesi ve huzura kavuşması için ehli gönül kişilerin buldukları
çarelere, yönlendirmelerine ve gösterdikleri yollara tarikat denilmektedir.
Çünkü Allah’a âşık olmanın yolları sonsuzdur. Her bireyin kişisel özellileri ve
benlikleriyle Allah’a ulaşabilmesi için gittiği farklı yol ve usuller tarikat
olarak nitelendirilebilir.[25]
Tarikat
kavramı, daha sonra gelen sufilerce belirli bir şeyhe intisap eden, sülük
konusunda birtakım kuralları kabul eden, zaviye ve tekkelerde belirli gün ve
gecelerde periyodik olarak bir araya gelen, düzenli zikir ve ilim meclisleri
tertipleyen sufilerden oluşan gruplara verilen bir ad olmuştur.[26]
Tarikat, islam
geleneği ile birlikte filizlenen tasavvuf akımının farklı ekoller halinde
kurumsallaşmasıyla söz konusu her bir ekol için kabül gören ve kullanılan bir
kavramdır. Daha geniş bir çerçevede bakılacak olursa sadece İslam’da değil,
İslam dışındaki birçok gelenekte de bulunan ve yaşam tarzı ve mistik düşünceyle
tanrısal bilgiye ulaşmayı, hakikate ulaşıp kurtuluşa ermeyi ya da tanrıda son
bulmayı hedefleyen dini akımları da ifade etmektedir. Tarikat, Allah
dostlarının, kendilerinde görülen veya kendilerine ilham olunan tecelliyat
neticesinde, her birinin kendi meşrebine ayrı ayrı tuttukları, kurdukları ve
gösterdikleri yoldur.[27]
Tarikatın
merkezinde bulunan şeyhin çevresinde onunla her an yan yana olan ve fikir
alışverişi bulunan bir topluluk mevcuttur. Bu halkanın dışında, şeyhi zaman
zaman ziyaret eden, diğer vakitlerde kendi iş ve meslekleri ile uğraşan ve
genellikle zaviyenin gelirinin büyük bir kısmını sağlayan müridlerin
oluşturduğu daha geniş bir halka yer almaktadır.[28]
Tarikatları analiz ederken göz önünde bulundurulması gereken
iki nokta vardır:
İlk nokta
şüphesiz “Esma yolunu” gözeten tarikatlar iken, diğer nokta Zikre gerek
duymadan Allah (c.c.) ulaşılabileceğini savunan tarikatlardır.
Seyr-i Sülûk
usullerine bağlı olarak tarikatlar, ruhanî ve nefsânî olarak iki gruba ayrılmaktadır.
Ruhanî usulde ruh, evrâd ve ezkârla güçlendirilerek kötülük niyetinde olan
nefis etkisiz hale getirilmeye; nefsânî usulde ise nefis, bazı riyazet ve
mücahedelerle direkt olarak etkisiz hale getirilmeye çalışılır. Ruhânî usulde
insanın göğsünde yer aldığı kabul edilen kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ adlı beş
latife ile (letâif-i hamse) birlikte ism-i zât (Allah) zikri
gerçekleştirildikten sonra iki kaş arasında bulunduğu farz edilen nefsin ve
ardından bütün bedenin zikre katılması sağlanır. Nefsânî metodu kabül gören ve
uygulayan tarîkatlarda Allah’ın (c.c) bazı isimleriyle zikre devam edilerek
nefis ilk mertebe olan emmârelik niteliklerinden sırasıyla levvâme, mülhime,
mutmainne, râzıye, marziyye ve kâmile/zekiyye mertebelerine ulaştırılmaya
çalışılır.35
Günümüze kadar
süregelmiş olan tarikatların çoğu bugünkü yapıları ve adlarıyla, kendilerine
özgü ezkâr, âdâb,evrâd, erkân, vakıf ve tekke gibi kurumlan ile VI/XII. yüzyıl
ve devamında sürmüş, zamanla ise her biri birçok kola ayrılarak dünyanın pek
çok farklı coğrafyasına yayılmıştır.36 Kadiriyye, Rifaiyye,
Yeseviyye, Bektaşiyye, Nakşibendiyye, Kübreviyye Mevleviyye, Halvetiyye ve
Şazeliyye bunların en bilindikleridir.37
Tarikat
mensubu kişi, genel olarak serbest ve hür hareket eder, kanaat ve fikirlerini ortaya
koymaktadır. Özellikle edebiyat, şiir, musiki, âdâp ve ahlak bunlar içerisinde
çok gelişmiş, içlerinde büyük hâkimler (hükema) ve düşünürler yetişmiştir.38
İnsanı Allah
(c.c)’a ulaştıran yollar, yaratıklarının nefesleri sayısı kadardır. Çünkü
Allahü Teâla’nın kullarını Zât-ı Ehadiyyetine erdirmek için, bâtıni ve zahiri
olmak üzere mahlûkatın nefesleri adedince sebep halk etmiştir. Tarikat ve
tasavvuf erbabının benimsediği bir geleneğe uygun olarak insanları Allah’a
(c.c) ulaştıran bu yollar, üç kısımda mütalaa edilmektedir: Ahyâr, ebrâr ve
şuttâr yolu olarak bu üç yol isimlendirilmektedir.39
Tarikatların
Toplum Üzerindeki Etkileri
Tarikatlar
genel olarak takvayı bırakmama, lutfa saygılı olma, akraba olan olmayan her
türlü hak sahibine karşı zulümden uzak durma, gerekli tüm şartlarda sünnetten
ayrılmama, yasaklı şeylerden uzaklaşma, şeriat hükümlerine uyma ve bu hükümleri
ilke olarak benimseme olarak nitelendirilebilir.
Mutasavvıfların
sünnete bağlı yaşamak, O’nun yolundan ayrılmamak, geceleri vird çekmek,
teheccüd namazı kılmak, Allah’ı bolca zikretmek onların en güzel
hasletlerindendir. Ancak hayat sadece bunlarla sınırlı değildir veya hayatın
gerçekleri sadece bunlar değildir.
35Öngören, Reşat (2011). “Tarikat”,
TDVİA, c. LX, İstanbul, s. 96.
36Öngören, Reşat (2011). “Tarikat””,
TDVİA, c. LX, İstanbul, s. 96.
37Öngören, Reşat (2011). “Tarikat””,
TDVİA, c. LX, İstanbul, s. 97.
38Uludağ, Süleyman (2005). Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, s. 344.
39 Türer, Osman (1992). “Ahmed Ziyauddin
Gümüşhanevî’ninŞeriat, Tarikat ve Tasavvuf Anlayışı””, AhmedZiyauddin
GümüşhanevîSempozyumu, 11-12 Temmuz, İstanbul, s. 73-88.
Tasavvuf,
kötülük için kullanıldığı vakit etkisi büyük olur. Geçmiş dönemlerde İslâm
âleminde görülen sapmaların birçoğunun temeli yozlaşmış ve İslâma aykırı bazı
tasavvuf fikirleridir' Nitekim
şeytana tapan “Yezîdîler” bile Hasan Basrî (k.s.) hazretlerine bağlı tasavvuf
ehliydiler.[29]
Tasavvufa ve
tarikatlere ilişkin terimlere bakıdığında sosyal yaşamdaki etkileri
küçümsenmeyecek düzeyde olduğu görülmektedir. Bireylerle ve toplumsal yaşamla
doğrudan etkisi olan bir ilim dalı kapsamındaki tarikatler, bu sahaları
etkileyen diğer bilim dallarıyla da yakın bağ içerisindedir. Konular ve
dayanaklar itibariyle İslami bilgilerle yöntemler ve alanları bağlamında da
felsefi, psikolojik sosyal ilimleriyle etkileşim halindedir. Dolayısıyla sosyal
yaşamda arka plana atılmayacak tasavvufi hareketler bireysel ve toplumsal
hayatın her döneminde karşılaşılabilecek düzeyde mühim vakalardır. Tasavvufi
hareketlerin toplum üzerindeki etki düzeyinin geniş olma sebebi aşağıdaki
maddelerle sıralanabilir;
Tasavvufi hareketler, toplumun her üyesini içinde
barındırır, yaş, cinsiyet ve meslek ayrımı yapmaz.
Tasavvuf okulları çok
yönlü sosyal hizmetler sunan kurumlar olmuştur.
Halk eğitim merkezleri olarak konumlarıyla eğitim ve
öğretime katkıda bulunmuşlardır.
İnsanlara ibadet etme ruhunun verildiği ve yüreklere
yerlerine göre hitap ettikleri barışçıl, dervişlerin yetiştirildiği yerlerdir.
Bireyler çalışmaya, bir araya gelmeye, helal rızık yemeye,
Hak'dan daha çok takdir görmeye çalışmaya ya da bir meslek sahibi olmak için
ekonomik yaşamda etkili olmaları için teşvik edilir. Manevi yolda ilerlemenin
temeli helal lokma yemekten geçer.
Kardeşlik, birlik ve dayanışma anlayışı sevgi, hoşgörü vb.
tüm üstün ahlaki değerlerin aşılandığı ve uygulanmaya çalışıldığı yerlerdir.
Mimaride, müzik, hat sanatı ve özellikle edebiyatta,
toplumun kendine özgü eserler meydana getirdikleri, kültür ve medeniyete
zenginlik kattığı görülmektedir.
İslam'ın
yayılmasındaki rolleri çok büyüktür.
Bütün bunlara ek olarak, toplum üzerinde dini, politik,
sosyal, kültürel, askeri ve ekonomik açıdan kötüye kullanılmak istendiğinde
olumsuz etkileri olduğu bir gerçektir.
İslâm
Medeniyetinin Horasan Hareketi
Yesevilik
hareketi Türklüğün yalnızca gönül gözünü duyup, ruhunu manevî değerlerle
süslemekle yetinmemiş, Türklüğe yüzyıllar boyunca yeni amaçlar ve fetihler
yapan bir yol gösterici olarak tesirini günümüze kadar sürdürmüştür. Ahmed
Yesevî’nin Türk yurtlarında kendilerinden önce ve sonra benzeri görülmemiş
kalıcı bir tesir bırakmasında yetiştirdiği ve Türk dünyasının dört bir tarafına
gönderdiği öğrencileri etkili olmuştur. Ahmed Yesevî'nin eseri olan Dîvân-ı
Hikmet, İslâmî Türk edebiyatının Kutadgu Bilig"ten (Kaşgarlı
Mahmut) sonraki en eski ve en önemli örneğidir. Türkçe ile kaleme alınmış
olması lisan ve edebî çalışmaların nadir olduğu bir dönemde çok büyük önem arz
etmektedir. Ayrıca eski halk edebiyatının birçok ögesini kullanarak İslâm’ı
millî şekil ve vezinle ifade eden ilk eser olma özelliğini taşımaktadır.[30]
Bahsi geçen
dönemde ilim dili Arapça ve Farsça’ydı ve Ahmed Yesevi de bu dillere hâkim
olmasına rağmen irşad faaliyetlerinde Türk dilini özellikle tercih etmiştir.
Çevresinde Türkçe bilen ve İslâm’la yeni tanışmış olan göçebe topluma onların
dili ile seslenmesi hem insanların İslâm’ı daha kolay hem de daha anlaşılır bir
şekilde anlatmasına uygun ortam hazırlamıştır. Sonuç olarak Hoca Ahmed Yesevi
Türk edebiyatına ve Türk dünyasına muazzam bir eser bırakmıştır.
Ahmed
Yesevî’nin soyundan gelen ve islâm dünyasının degisik yerlerinde yasadıkları ve
irsad faaliyetinde bulundukları kaydedilen tasavvuf âlimlerinden bir kısmı
çesitli kaynaklarda söylenmiştir.[31]
Hoca Ahmed
Yesevî, yukarıda da anlatıldığı gibi eserlerini Türkçe ile oluşturmuş bir
mutasavvıftır. Arapça ve Farsça dillerini anlamayan bir topluma, kendi dilleri
ile hitab etmesi kısa zamanda İslâm’ın bu bölgede yayılmasına vesile olmuştur.
Etrafında toplanan dervişleri çeşitli memleketlere göndermiş ve yanında
tutmayarak İslâm’ın başka diyarlarda yayılmasına ortam hazırlamıştır. Bugün
Balkanlar’da, Anadolu’da tesirlerinin bütün canlılığı ile sürüyor olması
uyguladığı bu isabetli yöntemin bir sonucudur. Sûfi hareketler özellikle Moğol
istilasının sonrasında, Orta Asya Türk topluluklarının Müslümanlaşmasında
önemli bir rol oynamıştır.[32]
Hoca Ahmed
Yesevî'nin yaşadığı dönemi ve dönemin ihtiyaçlarını görüşü sayesinde, onun
kullanılan dil ve özelliklerini iyi kullanması ve anlaşılır lisan ile hikmetlerini
dile getirerek tasavvuf ve İslâm’ın genel konularını çevresine rahat şekilde
anlatmasına yardımcı olan en büyük etken olmuştur. Bu durum o dönemde ve
kendisinden sonra Türk İslâm dünyasının İslâm ile doğru bir şekilde tanışmasına
ve İslâm’ın Türkler arasında hızla yayılmasına doğrudan tesir etmiş ve yarar
sağlamıştır.
Yesevî,
hikmetleri aracılığıyla dinî ve millî değerleri birleştirerek milli değerlerine
bağlılıkları ile bilinen Türk toplumlarında İslamı yaymak için uygun imkân ve
ortamı oluşturmuştur. Hoca Ahmed Yesevî, Yesi bölgesinde dergâh inşa edip
özellikle bölgenin göçebe Türk topluluklarına yönelik şuurlu bir tebliğ ve
irşat faaliyeti yürütmüştür. Bu faaliyetler tarihî seyir içerisinde dil, kültür
hayatının şekillenmesi açısından önemli sosyo-dini hadiseler olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ayrıca milli kimliğin oluşması noktasında da çok önemli bir hadise
olarak görebiliriz. Bu bağlamda ilkeli, yöntemli bir eğitim anlayışına sahip
olduğu noktasında talebeleriyle arasında sıkı bir bağ kurması Hoca Ahmed
Yesevî’nin güçlü bir liderliğe sahip olduğuna işarettir. Tarihi olaylardan şunu
anlıyoruz ki millet olarak tarihte var olmanın önemli etmenlerinden bir tanesi
maddi gücü temsil eden kesimle manevi gücü temsil eden kesimin ortak bir ülkü
etrafında birleşmesidir. Ortak ideale yürüyen toplumlarda medeniyet inşasının
çok daha muvaffak olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Anadolu ve diğer
bölgelerdeki askeri fetihlerin ardından maneviyatı temsil eden Yesevi gibi dînî
liderler de o medeniyete mana üflemişler, ruh vermişlerdir. Bu iki aşamalı
durumdan biri sarsıldığı zaman medeniyet sıkıntıya düşmüş, toplumun yok olma
tehlikesi vuku bulmuştur.
Vatan
sevgisinin, evrensel bir hususiyet olmakla beraber kimi Türklerde daha fazla
olduğu iddia edilmektedir. Türkler vatan sevgisiyle yoğurulmuş ülkülerine yol
alırken gazi, ahi, abdal, alp, gibi sıfatlarla anılmışlardır. Bu sıfatlarla
ülkülerinin peşinden koşanlar Anadolu’nun ya da diğer gittikleri bölgelerin
Türkleşmesi ve İslamlaşmasında önemli roller oynamışlardır. Anadolu’ya kadar
gelen bu grupların İstanbul’un fethinde dahi görev aldıkları düşünülmektedir.
Yaptıkları
fetihlerin ardından bir kısmı şehirlere yerleşip kurdukları iş yerleri,
dükkânlar, çarşı ve pazarlarla bu yeni fethedilen yerlerin ekonomik hayatına
düzen getirdikleri, bunun yanında kurdukları zaviyelerde bir yandan gelen
gideni barındırdıkları diğer yandan da yolcu ve yoksulun güvencesi olduklarını
görüyoruz. Hoca Ahmed Yesevî’nin gayretleri insanları sadece dini, ruhî ve
ahlakî yönden eğitmekle yetinmemiş, gayretlerinin güvenlik, ticaret ve birlikte
yaşam açısından da önemli katkıları olmuştur. Bu bakımdan onun öğretileri din
ile yaşamı birleştiren bir hayat olmuştur. Böylelikle İslam'ın evrensel mesajı
ile yerel hayatı harmanlamayı bilmiştir.
Hoca Ahmed
Yesevinin müridlerinin aynı zamanda ticaret yollarındaki güvenliğe katkı
sağladıkları bu şekilde de Anadolunun güven ve huzur ortamı içinde çalıştıkları
bilinmektedir. İslamın ilk gazi sahabelerinden beri niyeti olunan ve
İstanbul’un fethi idealiyle süregelen bu İslamın Anadolu’da hâkim olması dileği
Türk toplumu için birer Kızılelma zihniyetinin oluşmasını sağlamıştır.
Hoca Ahmed
Yesevi de Kızılelma’ya giden bu kutlu yolun ilk çalışmalarını yapmış ve bu yolu
hedef belirlemiştir. Gece gündüz bu toplumun inşasına ve dini hareketlilik
meydana getirmeye çalışmıştır. Zamanla artan tesiri gittikçe büyüyen halkalar
halinde önce Yesi çevresini sonra Orta Asya ve kuzey bozkırlarındaki Türkleri
sarmış ve nihayet Batı Türklerine ulaşarak Anadolu'nun ve daha sonra da Rumeli’nin
Türkleşmesinde önemli rol oynamıştır. Fransız araştırmacı Babinger “Anadolu’da
İslamiyet” adlı makalesinde Türklerin cemaat halinde Anadolu’ya
geldiklerini tek bir seferde bu akının gerçekleşmediğini, gruplar halinde
Anadolu’ya akınların yapıldığından bahseder ki evet birçok kaynak da zaten
Fransız yazarı doğrular niteliktedir. Bir de Cengizhan istilasını gözardı
etmemek lazım. Bu istilalarla büyük kitleler Anadolu’ya akın etmişler, bu
kitlelerin arasında şüphesiz Horasan dervişlerinin de olması kaçınılmazdır.
Horasan coğrafyasında ortaya çıkan Türkleşme ve İslamlaşma hareketi Anadolu’dan
Rumeli’ye kadar sürmüş ve hatta balkanlara kadar ulaşmıştır.
Bu müthiş
faaliyetin ana kahramanı Anadolu Rumeli ve Balkanlardaki Türkleşme ve
İslamlaşma membaının ana damarı Hoca Ahmed Yesevî’dir. Hoca Ahmed Yesevî
ideolojisi belli bir topluluğun mutluluğu ve huzuru için değil tüm insanlığın
birlik ve beraberliğini, huzur ve mutluluğunun sağlanması için oluşan bir
anlayıştır. Hoca Ahmed Yesevî’nin yaşamış olduğu bölgede başlattığı hikmetli
söz söyleme geleneği Anadolu ve Balkan coğrafyasında zamanı ve nesilleri
birbiriyle buluşturan “Yunus geleneği, Hacı Bektaş geleneği olarak devam
etmiştir. Bu bakış açısından bakıldığında Hoca Ahmed Yesevî’nin Anadolu’ya
etkisi anlaşılmaktadır.
Hoca Ahmed
Yesevî’nin meydana getirdiği düşünce ekseninin zamanla Türkistan coğrafyasını
aşarak Kafkasya, Anadolu ve Balkanlar'a kadar uzandığı görülmektedir.
Anadolu'nun müslümanlaşmasında ve Osmanlının kuruluş aşamasında Alperen, derviş
ya da gazi adıyla anılan Alperenlerin ruh kaynağı Hoca Ahmed Yesevî’ye
uzanmaktadır. Osmanlı ordusu içerisinde Yeniçeriler olarak adlandırılan ordu
üzerinde manevi etkiye sahip olan Hacı Bektaş-ı Veli’nin Anadolu topraklarına
gelmesinde Yesevî hareketin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Yine Tasavvuf
edebiyatının Anadolu’daki en büyük temsilcilerinden biri olan Yunus Emre'nin
Tapduk Emre’den başlayarak Sarı Saltuk vasıtasıyla Yesevi’ye dayandığını
görmekteyiz. Avrupa'nın doğusuna İslam'ı anlatmak için görevlendirilen Sarı
Saltuk, Hoca Ahmed Yesevî dervişlerindendir. Hoca Ahmed Yesevî ömrünü eğitime
adamış bir mutasavvıftır. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde, Anadolu
ve Balkanlarda ondan fazla Yesevî büyüğünün tekke ve türbesinden
bahsedilmektedir. Ve ayrıca kinaye de olsa etrafında 99.000 müridin toplandığı
rivayet edilmiştir. Buradaki sayının abartı olduğu düşünülebilir. Velev ki
abartı olsa da Yesevi hazretlerinin insan eğitimi, dolayısıyla da toplum
eğitimine verdiği önemi görmekteyiz.44
Onun dini
anlama ve yorumlama anlayışına baktığımız zaman, bu anlayış keskin bir tasavvuf
anlayışının kaidelerini, vazgeçilmez kurallarını ortaya koyup etrafındaki
bireyleri buna zorlamak olmamıştır. Yesevi’yi kendi zamanının ötesine taşıyan
en
44 Cunbur, Müjgân, (1997), Anadolu'nun Bütünleşmesinde
Ahmed Yesevi'nin Yeri, Atatürk Kültür Merkezi Yayınevi, Ankara, s. 852.
büyük özellik
de onun ibadet anlayışıdır. O ibadetin korkuyla yapılmaması gerektiğinden
bahseder. Yesevi: “Korkuyla yapılan ibadet kölenin ibadetidir. İbadet insanı
aşka, irfana ulaştırmalıdır.” diyerek ibadette asıl olanın samimiyet olduğunu
vurgular. Sevgiye, irfana hoşgörüye giden yolu bir kaşık ustasının sabrıyla
yontar ve bunda da oldukça başarılı olur. Hoca Ahmed Yesevi geleneksel yöntemin
hatalarından uzaklaşarak Allah’ın varlığını birliğini hoşgörü çerçevesinde tüm
dünyaya ulatırmayı hedeflemiştir.
Ahilik
teşkilatını tüm yönleriyle ele almak çalışmamız için fazla detaylı bilgi olur
bu sebeple ahilik teşkilatını ve teşkilatın kurallarından bahsederek bu konunun
Hoca Ahmed Yesevi ile ilişkisi incelenecektir.
Ahiliğin
şüphesiz İslamiyet’in yayılışında da etkisi büyüktür buna bağlı en önemli etken
ise Ahiliğin paylaşım ve hoşgörü anlayışıdır.
Ahi
kelimesinin kökeni ile ilgili olarak iki farklı görüş ortaya atılmaktadır.
Bunlardan birincisi; Ahi kelimesinin Arapça “kardeşim” demek olan sözcükten,
ikincisi ise çeşitli kaynaklarda geçen Türkçe “akı” kelimesinden türetildiği
iddialarıdır. Taeschner, bu kelimenin Arapçada erkek kardeşim anlamında olsa da
aslında eski bir Türkçe kelime olduğunu vurgulamaktadır. Ahi kelimesinin akı
şeklinde cömert, asil, alicenap, nezih ve civanmert gibi anlamlara geldiğini,
muhtemelen Türkmence olan bu kelimenin Ahi şeklinin Büyük Selçuklu Devleti
Dönemi’nde İran’a ve oradan da Anadolu Türklerine geçmiş olduğunu iddia
etmiştir.[33]
Her iki
görüşün de haklı olduğu yanlar bulunmaktadır; çünkü Ahilik; el açıklığına,
mertliğe dayanmasının yanında; Ahilik kurumundaki üyelerin birbirlerini kardeş
olarak görmesine de dayanmaktadır. Buradaki kardeşlik cömertliğe ve dostluğa
dayanan bir sevgi bağıdır, aynı anadan doğma gibi bir şart yoktur. Bireyin
Ahilikte cömert olması, birbirlerini kardeş olarak görmesi doğru bulunurken,
yardımda bulunmama gibi bir özellik bulundurulmaz.[34]
Ahilik, köken
olarak konukseverlik, dostluk, kardeşlik, yiğitlik ve dürüstlüktür. Bu
kavramlara bağlı olarak belirli kurallar çerçevesinde esnaf ve sanatkârlar
birliği adı altında Ahilik Teşkilatı oluşturulmuştur.
Ahiliğin Anadolu’da Ortaya Çıkışı
Ahiliğin
Anadolu’da ortaya çıkışı üzerine yapılan çoğu araştırmaya göre, sosyoekonomik
nedenler üzerinde oluştuğu görülmektedir.
Göçebe olan
Türkler XI. yüzyılın ikinci döneminde Mâverâünnehir’nin civarından kalkarak
İran’ı zapt ettiler ve Anadolu’nun doğu sınırına kadar geldiler. Gruplar
halinde Kafkas yolları aşıldı. Alparslan’ın ordusu, Malazgirt Ovası’nda Bizans
ordusunu bozguna uğratıp imparatoru esir aldıktan sonra hızlı bir şekilde
Anadolu’ya yayıldı. Göçebe olan Türkler köylere kasabalara ve şehirlere
yerleştiler.[35]
Anadolu’ya
gelen Müslüman Türkler, kendilerine Anadolu topraklarını ebedi kalacak vatan
yapmak istediler. Bu sebeple, Anadolu‘da yalnızca siyasî açıdan hükmetmek
amacıyla değil aynı zamanda sosyal açıdan yerleşmeyi hedeflendiler. Anadolu’da
yeni bir bölge fetheden Selçuklu sultanları, ilk faaliyetlerini fethettikleri
yerlerde cami, medrese ve zaviyeler inşa ederken aynı zamanda ticaret ve sanat
erbabını da yerleşiyorlardı.[36] Çünkü bir yerde kalıcı olarak
kalmak için sadece o yeri fethetmek yeterli değildir. Orada daimi olarak kalmak
için kendi kültürünü ve düşünce anlayışlarını ticaret ya da yapacağı sanatlarla
gösterebilmek gerekir. Ticaretteki hedef, kendi ekonomi gücünü fethettiği alana
benimsetmektir. Sanattaki hedef ise hem o döneme hem de gelecek kuşaklara güzel
sanat eserlerini göstererek geçmiş dönemini onlara yansıtabilmektir. Böylece
toplum yok olsa da o eserlerle daima anılmış olacaktır. Anadolu’ya gelen
Türkler arasında çok sayıda esnaf ve sanatkârın bulunmasının vesilesiyle
istihdamın hızlandırılması gerekmekteydi. Bundan dolayı, kurulduğu alanda
Bizans Devleti bulunduğundan Bizans ile rekabet edebilecek şekilde güçlenmek
için malın kalitesini korumak, üretimi ihtiyaca göre ayarlamak, sanatkârlarda
sanat ahlâkını yerleştirmek amaçlanmaktaydı. Ayrıca Türk halkının ekonomik
yönde bağımsız hale getirilmesi, ihtiyaç sahiplerine her konuda yardım
edilmesi, ülkede yapılacak her türlü saldırıya karşı askerî yardımın yapılması,
sanatta, edebiyatta, müzikte, gelenek ve göreneklerinde milli heyecanın canlandırılması
gerekmekteydi.[37]
Böylece artık
Anadolu’nun ekonomi kaynakları Türklerin eline geçmiştir. İleriki dönemlerde
Ahi Teşkilatının fonksiyonları ve ilkelerine bağlı kalındığı sürece Türkler ile
rekabet edecek kurum ortaya çıkmamıştır.
Anadolu’da
kitleler halinde yerleşik hayata geçen Türk toplumu için eski ve yeni
değerlerin çatışma ya da uzlaştırmayla sonuçlandıracak biçimde karşı karşıya
gelmesi söz konusu olmuştur. Aynı zamanda iki değişik toplum yapısını ve iki
ayrı medeniyeti ifade eden değerlerin sentezi olarak Ahi birlikleri içerisinde
sağlam bir uzlaştırma ile oluşmuştur.[38]
Ayrıca Ahiliğin Anadolu’da hızla yayılmasını sağlayan vesilelerden biri XII.
yüzyılda Anadolu’nun siyaset durumuna bakıldığında devletin merkeziyeti I.
Alaaddin Keykubad sonrası bozulmuş hanedan üyeleri arasında taht kavgaları
başlamış, daha sonrasında Anadolu, Moğol saldılarına uğraması sonucunda ülkenin
güvenliği kalmamıştır. Bu durumdan bıkan halkın önde gelenleri Ahiliğin
güçlenmesinde yardımcı olmuşlardır.[39]
Tüm bu
durumları özetleyecek olursak, Türklerin Anadolu’ya göç etmesi sonucunda bazı
sorunlar ortaya çıkmıştır. Örnek verecek olursak, yeni gelen halkın değerlerini
orada yaşayanlara kazandırmanın kolay olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu iki
farklı toplumun anlaşmasını kolaylaştıran en önemli etken ise Ahi Teşkilatı
olmuştur; çünkü Ahi teşkilatın düşünce anlayışında ve dünya görüşünde
dayanışma, birliktelik gibi dostane bir hoşgörü mevcuttur. Ahiliğin bunu
sağlaması, gücünün daha fazla arttığını ortaya koyar niteliktedir.
Ahi teşkilatı,
köylere kadar uzanan yapılanmasıyla, milli birliği ve bütünlüğü, sosyal
dayanışma ve yardımlaşmayı temel ilke olarak benimseyen, dostluk ve kardeşlik
havası içinde, toplumsal ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı, bir kurumdur.
Ayrıca yurt ekonomisinde temel ihtiyaç maddelerini en kaliteli, en ucuz biçimde
üretmeyi öngören milli bir teşkilat biçimiydi.[40]
Anadolu’ya göç
eden göçebe Türkler, kendi sanat ve ticaretlerinde yeni bir yaşam ve çalışma
kültürü oluşturmayı çabalamışlardır. Dolayısıyla önce bütün esnaf ve
sanatkârlar tek bir örgüt altında toplanmış ve bunlar ahlâkî, meslekî ve askerî
bir eğitimden geçirilmeye hedeflenebilmiştir.[41]
Teşkilatta
zaman içerisinde alanlarına göre uzmanlaşmaya gidilse de bütün meslekler Ahilik
hedeflerini ortak bir şekilde almışlardır. Ahiliğin temel gayesi insanlar için
bu dünya ve ahirette mululuğu yakalamaları için yardım etmektir. Yani insanın
emeğinin hakkaniyetle adil ve İslami gerekçelere uygun şekilde icra etmesi,
Ahiliğin toplumsal huzur birliği için amaçladığı yegâne gerçektir.[42]
Ahilik
teşkilatı, insanın sadece bu dünyaya bağlı kalıp hırsla çalışıp bencil bir
anlayış içerisinde olmasını engellemiştir; ama bunu yaparken de insanı yalnızca
ahirete yöneltip yaşadığımız dünyadan vazgeçirmek de istememiştir. İki dünya
için de dengeli bir şekilde çalışmamız gerektiğini insanlara kazandırmaya
çalışmıştır, çünkü eğer bunlar arasında denge kurulursa o zaman istenilen
mutluluğa ulaşılabilecektir.
Ahiler her
zaman uzlaştırmacı ve dayanışmacı bir ruh yapısını benimsemiştir. Bu amaçla
ahiler, toplumun her kesiminde adil bir ticaret ve huzurlu bir toplum sağlamayı
kendilerine görev bilmişlerdir. Böylelikle de Ahilik; üretimde ve tükütimde
dengeyi sağlamayı, haksız rekabet ve ticarete engel olmayı hedeflemişdir.[43]
Ahilik
Teşkilatı, İslam inancı ile Türk örf ve adetlerini kaynaştıran bir düşünce
sistemi olarak insanı her şeyin üzerinde tutmuş ve “insan-ı kâmil” denilen bir
ideal insan tipi oluşturmak istemiştir. Dahası üyelerini sanat ve meslekî açıdan
eğitmeyi amaç edinmiştir.56 İnsanoğlu, İslam inanışına göre bütün
canlılardan üstün olarak yaratıldığından dolayı “insan-ı kâmil” olarak
anılmıştır. Diğer canlılar onun hizmetine verilmiştir, ancak bu durum
insanoğlunun kendi ihtiyaçlarına göre hareket edip diğer canlılara zarar
vereceği anlamına gelmemektedir.
Teşkilat, bu
nedenle üretim yaparken doğayı korumak gerektiğini üyelerine kazandırmaya
çalışmıştır; çünkü teşkilat doğanın da canlı olduğunu ve bir gün doğa
olaylarının tükenme ihtimalini düşünmüştür.
Anadolu’ya göç
eden Türkler, sosyo-ekonomik açıdan köklü bir değişikliğe uğradığı için
Ahiliğin sosyo-ekonomik açıdan amaçları olacaktır. Bunlar şunlardı:57
Kişiyi eğitip, üretici ve faydalı bir hale getirebilmek ve
bu suretle onu toplumda layık olduğu en uygun yere ulaştırabilmek,
Ahlâklı, verimli ve üretken bir çalışma ortamı meydana
getirebilmek ve ortamın devamlılığını sağlamak,
Karşılıklı anlayış ve güvene dayalı işbölümü ve
işbirliğini gerçekleştirerek, toplumda sosyo-ekonomik açılardan denge kurabilmektir
Sosyo-ekonomik
açıdan, toplumda çeşitli statülerin ortaya çıkması bazı insanların zengin bazı
insanların fakir olması Ahilik tarafından normal karşılanmaktadır; ancak
teşkilat, güçlülerin zayıfları ezmesine ya da bir kimsenin haksız kazanç elde
ederek zenginleşmesine karşı çıkmaktadır.58
Özetleyecek
olursak Ahilikte amaç; bireyin gereksinimlerini karşılamak için belirli meslek
dâhilinde topluma faydalı “insan-ı kâmil” yetiştirmektir. Onlar bunu yaparken
ne bireyi topluma ne de toplumu bireye ezdirmişlerdir. Dahası, ihtiyaçlar
karşılanırken tabiatı bile koruma altına almışlardır. Amaçlarını
gerçekleştirebilmek için
56Gülerman, A. & Taştekil, S. (1993), Ahi Teşkilatının
Türk Toplumun Sosyal ve Ekonomik Yapısı Üzerinde Etkileri, Feryal Matbası,
Ankara, s. 4
57Soykut, R. H. (1971), Orta Yol Ahilik, Türkiye Esnaf
ve Sanatkârları Konfederasyonu Eğitim Yayınları, Ankara, s. 87.
58Şimşek, M. (2002), Ahilik: TKYve Tarihteki Bir
Uygulaması, Hayat Yayınları, İstanbul, s. 25. insanlara
gerekli eğitim ve meslek ortamları hazırlayarak, insanların dayanışma
içerisinde olmasını sağlamışlardır. Teşkilatın bu faaliyetleri sosyal adalete
bağlı olarak yapılmıştır.
Ahilik
Teşkilatında tek bir düşünce sistemi olmadığından dolayı ilkeler pratik yaşam
altında oluşmuştur. Bu ilkeler iş ve üretim hayatının gereklerini taşıdığından
hayat, düşünce ve uygulama tek bir noktada toplanmıştır.
Bu teşkilat,
Anadolu’nun en ücra köylere kadar yayılan üyeleri sayesinde, millî birliği,
bütünlüğü, sosyal dayanışma, sosyal adaleti ve sosyal yardımı temel ilke olarak
benimsemiştir. İslam dinin ahlâk düzenine göre hareket eden, millî birlik ve
bütünlüğe sahip bir toplum kurmayı hedefleyen ayrıca ekonomide temel
gereksinimleri sağlayarak yaptığı ürünlerin kaliteli ve en ucuz biçimde
üretmeyi ve üretimden doğan ilişkileri sahip olduğu değerler doğrultusunda
düzenlemeyi amaçlamaktadır.[44]
Ahiliğin en
önemli ilkesi “sır” saklamaktır. Bu nedenle Ahiliğe ait ilkeler, yazılı belge
haline getirilmemiştir. Ahilik konularına ilişkin değerlendirmeler, daha çok
Ahi olan kişi ve kurumların tahmin ve incelemelerine dayandırılmıştır.[45]
Ahmed
Yesevi ve Ahilik Teşkilatı
Türk
tarihindeki sosyal hareketlerin en önemlilerinden biri olan Ahilik, günümüzde
gereken itibarı ve önemi ne yazık ki hala görememiştir. Bunun en önemli
nedenlerinden biri de kuşkusuz Ahilik teşkilatının tarihi olaylar sebebiyle
aşınmaya uğramasıdır.
Bu nedenle
Ahilerin ve dönemin Yesevi eğitimi ile yetişmiş mutasavvıfların eserleri o
dönemdeki değişik siyasi ve sosyalolaylar sebebiyle yok olmuş, günümüz
tarihçileri ise bu konuda eldeki az ve kısıtlı kaynaklar ile bu sosyal
hareketinetkisini ve derinliğini keşetmekte zorluk çekmiştir.
Türkçesi
"kardeşlik" olan bu hareketin kökü Hoca Ahmet Yesevi'ye
dayanmaktadır.
Nefs ile
mücadeleetmenin yeryüzüne gelme amacımız ve bu dünyadaki görevimiz olduğunu
Hoca Ahmed Yeseviifade etmiştir. Bu öğretinin temel ilkesi isepaylaşmak ve
kardeşlik kavramları merkezinde buluşmaktadır.
Ahilik yani
kardeşlik örgütünün kurucusu olan bu yüce gönüllü pirin öğretileri, öğrencileri
vasıtasıyla önce Horasan'a, daha sonra ise Anadolu topraklarına yayılmıştır.
Ahilerin bu
yumuşak ve kırıcı olmayan yaklaşımı, yakın çevreleri ve bulundukları
coğrafyadaki farklı din ve kültüre mensup kişilerce olumlu karşılanmış ve
onlarında bu huzur, paylaşma ve barışçıl yapının içinde kendilerini bulmalarına
neden olmuştur. Ahilik, Emevi ve Abbasiler tarafınca kılıç ve fetih zoruyla
benimsedikleri İslamlaştırma politikalarına nazaran daha etkili ve hızlı
olmuştur. Ahiler yaşadaıkları coğrafyada Kur’an merkezli İslamlaşma ve
Müslümanlaştırma tercihleri ve yöntemleri ile arap töresi merkezli İslamlaştıma
politikasından çok daha başarılı olmuşlardır. Bu da İslam’ın daha sağlam
temeller ile yayılmasını sağlamıştır.
1.5. İlk Dönem Tasavvuf Kültüründe Horasan
Ekolü
Horasân'da
tasavvuf, Hint-İran geleneğinin tam ortasında yer alan tarihsel bir doygunluğa
sahiptir. Horasan İslâm’ın ilk yıllarından beri sahabe ve tabiîn nesli ile
tanışmıştır. Bu iki özellik Horasân'daki tasavvufun önemli noktalarındandır.
"Horasan
diyârı" olarak anılan Mâverâünnehr bölgesinin hicrî II. asırdan başlayarak
son devirlere kadar mühim tasavvufî şahsiyetlerle temâyüz ettiği ve pek çok
ekolün kurucusunun bu bölgeden yetiştiği, özellikle Anadolu'nun İslâmlaşması ve
Türkleşmesi olayında hizmet îfâ eden sûfîlerin bu bölgeden geldiği
bilinmektedir.
Horasan
coğrafyası birçok tasavvuf ekolünün kurucusunun yetiştiği ve Anadolunun
İslamlaşmasında rol oyanayan musasavıfların yaşadığı bölgedir. Bu sebeplede
horasan tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahiptir. Fudayl b. İyâd (ö. 802),
İbrahim b. Ethem (ö. 809), Şakîk Belhî (ö.809) bu bölgede yetişen ilk tasavvuf
âlimlerinden birkaçıdır. İlerleyen zamanlarda ise Nişabür ekolünün etkisi ile
birliktede “melâmet ve fütüvvet” konularına önem veren bir ekol haline gelecek
ve Bağdat ekolünden ayrılacaktır. Dönem âlimlerinden Ma’ruf Kerhî (ö. 815)
“ma’rifatullah” kavramını tasavvufun temeli haline getirmiş ve eğitimin manevi
boyutunda “mürşid” sahibi olma geleneğini savunmuştur.[46]
Hicrî II.
asırın sonuna kadar olan dönemde Râbiatü'l Adeviyye "muhabbetullah"ı,
Ma'ruf Kerhî "ma'rifetullah"ı zühdün esası kabul etti. Mânevî
eğitimde mürşid edinme işi de Ma'rufun geliştirdiği hususlar arasındadır.Yine
bu dönemde riyâzat ve mücâhede hayli ileri noktalarda uygulanmıştır. Cezbe,
vecd ve semâ gibi konular henüz pek yaygınlık kazanmış değildir
Nişabur Tâhirî
hanedanlığının etkin olduğu dönemde (820-870), hanedanlığın başkenti Horasan
şehriydi. Nişabur da huzur 9.yy.’dan itibaren başlayan ve dönemine etki eden
mezhep çatışmaları yüzünden yok olmaya başlamıştı. Bağdat şehri Büveyhîler
tarafından eline geçirilince (945), 11.yy ortalarına doğru ehl-i sünnet için
çok önemli bir kent ve merkez olmuştur. Hanefîlik ve Şâfiîlik arasındaki mezhep
çatışması bu dönemde Nişabur ve çevresini merkez alan bir coğrafyada
alevlenmişti. Hanifilik ve Şafilik dışındaki diğer mezhepler ise sayıca az ve
azınlık durumunda olduklarından bu olumsuz ortam ve çatışmadan diğer mezhepler
kadar çok etkilenmemiştir.[47]
Hicri II.
yüzyıldan sonra Horasan mektebinin yerini melamat ve fütüvvet anlaşının aldığı
görülmektedir. Bu asırda Yahyâ b. Muâz er-Râzî, Ebû Hafs Haddâd, Hamdûn
el-Kassâr ve Bâyezidî Bistâmî gibi tasavvuf âlimlerinin dönemin önde gelen
mutasavvıfları olarak bilinmektedir. Öte yandan Nişabur’da gelişen bu tasavvuf
ekolünün liderlerinden biri de Ebû Osman el-Hîrî’ (ö. 915)’dir.[48]
Melamiler,
ortak fikir olarak insani bütün yetilerinin kendi gözlerince riya ve
davranışlarınıda sade bir dava olarak görmedikleri sürece gerçek anlamda bir
sufi olamayacakları savunulmuştur.[49]
İlk zamanlarda meşreb olarak ortaya çıkmış olan Melamilik daha sonralarda ise
bir tarikat yapısına bürünmüş[50] ve Anadolu’da Hacı Bayram
Velî’nin (ö. 1429) halifelerinden olan Ömer Sikkînî (ö. 880/1475), Bayrâmîye
Melâmîliğini kurarak İkinci Dönem Melâmîliğinde ilk tarîkatlaşma sürecini
başlatan tasavvuf lideri olmuştur. Muhammed Nûrü’l-Arabî (ö. 1887) ise Üçüncü
Dönem Melamiliği şeklinde tanımlanan dönemin lideri kabul edilmektedir.
Muhammed Nûrü’l- Arabî çeşitli sûfî üstatlarından ders almış olan ve hayatının
büyük bir kısmını Anadolu ve Rumeli topraklarında yaşamış bir Melami olarak
tarihte yer almıştır.[51]
Horasan
yıllarca Melamilere ev sahipliği yapmıştır bunların bir kaçı şu şekilde
sıralanabilir;
Ebû Osman el-Hîrî ve diğerleri horasan melamileri olarak
tarihe geçmiştir.
Günümüz
tasavvuf araştırmacıları tasavvufu, İslâm’ın son çıkış kapısı, fikrî
donukluktan kurtuluş çaresi,[52] dinin özünü bireyin iç
dünyasında yaşanır hale getirme çabası olarak görmüşlerdir.[53]
Horasan
ekolünü Semâ, Hângâh Âdâbı, Fütüvvet, Şeyhin İrşadı, Şiir, İlm-i Ledünn,
Ehlibeyt Muhabbeti ve Zulme Karşı Tutum ve Melâmet alt başlıkllarıyla açıklamak
doğru olacaktır ki bu özellikler ekolünün genel çerçevesini oluşturmaktadır.
Sema arapça
kökenli bir kelime olup işitme, dinleme anlamlarına gelmektedir.[54] Tasavvufta ise
sema’ duygusal heyecanlar etkisiyle coşma olarak ifade edilebilir. Genel olarak
semâ yaratandan gelen ve kullarını kendine çağıran bir mesaj niteliğindedir. Bu
çağrıyı doğru dinleyen ve idrak eden amacına ulaşacaktır. Sema’,mekân, zaman ve
hallere bağlı olarak vuku bulan bir durumdur.[55]
İlk sûfîler
eserlerinde semâ’ı “sûfînin kendisine gelen vâridi işitmesi ve işittiğini kalbe
aktarması” şeklinde tanımlamıştır. Hücvîrî şeriatı ve dini vâcip kılan şeyin
sem‘ (işitme, vahiy, nakil), şer‘î hükümlerin kabulünün işitmeye bağlı olduğunu
belirtir. Dinî mükellefiyetler sahasında işitmenin görmekten daha üstün bir
nitelik olduğunu, şeriat, tarikat ve mârifetin elde edilmesi için işitmenin
zorunlu bir kabul olduğunu söyleyerek semânın diğer tüm tasavvufî eylem ve
hallerden önde geldiğini dile getirir.[56]
Sema
HorasanTasavvuf Ekolü’nün özelliklerinden biri ve önde geleniydi. Günümüzde ise
topluca yapılan zikirler sema fiiline dayanmaktadır. Türkye’de dervişlerin
geleneksel musiki entsrümanları eşliğinde toplu şekilde dönmesi olarak tarif
etmek yanlış olmayacaktır. SemaH. 500 M. 1100’lü yıllardan günümüze kadar
ulaşan Mevlana Celaleddin-i Rumi sevenleri ve müridleri arasında gittikçe
yaygınlaşan özel adaba ve erkâna bağlı olarak sürdürülen bir ritüeldir.
Horasân
Tasavvuf Ekolü’nün belirgin özelliklerinden bir diğeri olan Hangah adabı
dergâhın eğitim ve öğretimidir. Tarikat salikleri vird, zikir, namaz, oruç,
itikâf, ilmihal, nefis tezkiyesi gibi uygulamaları dergâhın hangahında
gerçekleştirmektedir.[57]
Hangah
kelimesi Farsça hân kervansaray, ev, mâbed, sultan, hân sofra, eyvan ve hâne
ev, oda kelimelerine yer bildiren -gâh ve -geh eklenerek türetilmiştir. Farsça
edebî ve tarihî metinlerde hângâh şekliyle kullanımı gerçekleşmiş ve yaygınlık
kazanmıştır. İlk hangahın Filistin’de Remle’de bir hıristiyan emîr tarafından
kurulduğu söylendiği gibi Basra civarında eski bir yerleşim merkezi olan
Abadan’da Abdülvâhid b. Zeyd’in (ö. 793) bir müridi tarafından kurulduğu da
nakledilir. IX. yüzyıldan itibaren diğer İslâm beldelerinde de hangâhlar
kurulmaya başlanmıştır. Bağdat’ta Ma‘rûf-i Kerhî (ö.
816),
Bistam’da Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 874), Hemedan’da Ebû Tâlib el-Hazrecî (ö. 910)
Hângâhları bunlar içinde en tanınmışlarıdır.[58]
Kabul edilen
dönem adabı gereğince hangah sahipleri gelen misafirlere nereden geldikleri ve
nereye gideceklerine dair sorular sormamalıdır ve misafire seccadesini verip
misafir ile istekli bir şekilde hasbihalde bulunması gerekmektedir.[59]
Hângâhı her
daim temiz tutmak, misafirleri ağırlamak, hângâhın işlerine koşturmak ve
hângâhın manevi havasını her zaman diri tutmak ve bu havayı muhafaza etmek
kurallardandır. Çünkü Hangahlar çok amaçlı kullanım için inşa edilmiştir ve
genellikle yol güzergâhlarında bulunan bu hangahlar yolcular için birer
dinlenme alanı ve uğrak mekânı olmuştur. Bu sebeplede bu mekânlar sadece eğitim
öğretim değil aynı zamanda sınır güvenliği, konukevi işlevi görmüştür.
Arapça kökenli
bir sözcük olan fütüvvet lügatta‘alçakgönüllülük, yiğitlik, eliaçıklık,
başkalarını sevmek, dünya malına önem vermemek, hoşgörü vb. anlamlara
gelmektedir. Fütüvvet’in Anadolu’da karşılığı Ahilik teşkilatıdır. Cömertlik,
hoşgörü ve İslamın yayılmasını görev edinen bu teşkilat fütüvveti doğru şekilde
karşılamaktadır.
Hicrî II.
asırda özellikle Horasân ve Maveraünnehir coğrafyasında etkili ve hızlı şekilde
yaygınlaştığı bilinmektedir.[60] Mutasavvıflar arasından
fütüvvet ilkelerine ilk olarak Horasân'lı Ebû Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin
b. Muhammed es-Sülemi (ö. 1021) Kitabü’l-Fütüvve adlı eserinde
değinmiştir.
Horasânda
gelişen ve yaygınlaşan ilke, “genellikle başkasını kendine tercih etmek, engin
bir mürüvvete sahip olmak” anlamlarına gelmektir. Fütüvvet kavramı, Kur’ân’daki
‘îsâr‘ kavramı ile irtibatlı ve yakın anlamlıdır. Îsâr, ele geçen bir şeyi
tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmek
demektir. Özetle insanın karşısındakini kendi nefsine tercih etmesi anlamına
gelmektedir.[61]
Dolayısıyla
işar, fütüvvet ahlakının temelini oluşturmaktadır. Öyleki Arapçadaki “Feta”,
Farsçadaki “civânmerd” ve Türkçedeki “delikanlı” kelimeleri kardeşinin ihtayıcını
öncelik bilmek ve giderilmesini istemek fütüvvet’in gereğidir.[62] Tüm bu bilgiler ışığında
Horasan Tasavvuf ekolünün temellerinden birine de cömertlik yani fütüvvet
oluşturmaktadır kanısına varmak doğru olacaktır.
Şeyh bir
topluluk veya grubun lideri anlamlarına gelmektedir. Bu tasavvufi kavram
müridlerin liderlerine hitaben kullandıkları bir saygı ibaresidir. Sözlükte
“Yaşlı Kişi” anlamında açıklanan şeyh kelimesi dönemin tasavvuf liderlerine
verilen isim niteliğini taşımaktadır. Şeyh kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde
tekil (Hûd 11/72; Yûsuf 12/78; Kasas 28/23), bir yerde çoğul (Mü’min 40/67)
şekliyle sözlük anlamında kullanılmıştır. Şeyh kelimesi aynı zamanda bir saygı
göstergesi olarak da kullanılmıştır.
Tasavvufdaki
şeyh tanımına gelecek olursak, tarikat liderleri şeyh olarak
adlandırılmaktaydı. Öyleki hângâh’daki etkinliklerde ve müritlerin
yetiştirilerek kişisel gelişimlerinin sağlanmasında şeyhin olmazsa olmaz bir
rolü vardır.Tasavvuf eğitimi bir teori eğitimi değil uygulama esaslı bir nefis
tezkiyesi, kalp tasfiyesidir. Bu sebeplerden dolayı da şeyhin varlığı bir
gerekçe konumundadır. Luizen’e göre de hângâhta şeyhin merkezî bir rolü vardır.
Onsuz faaliyetlerin devamı imkânsızdır.Herkes ondan ta’lîm ve terbiye
almalıdır. Birkaç farklı üstâd ve mürşidikabul görmek müridlik geleneği ile
uyuşmamaktadır. Dolayısıyla Horasân’da şeyhin merkezi rolü çok büyük bir önem
arz etmektedir.[63] Toplu merasimlerde ve
zikirlerde şeyhin rehberliğine ve yönlendirmlerine ihtiyaç vardır. Bu sebeple
de büyük küçük, genç yaşlı herkesçe şeyhin rehberiğinde irşad etmesi ve fikren
tek beden olması büyük önem arz etmektedir.
Çoğu sufi
merasimlerde iç dünyalarını manzum bir şekilde dile getirmiş ve adaba ve
geleneklere dair mesajlarını iletmek için şiirden faydalanmıştır.
Horasân
tasavvuf ekolünün diğer bir özelliği de şiir ve edebiyatın bu gelenekte özel ve
kutsal bir konuma sahip olmasıdır. Nitekim Yeseviliğin kurucusu olan Hoca Ahmed
Yesevî (ö. 1166) de aynı zamanda bir şâirdir. Divân-ı Hikmet adlı eseri
toplumunçeşitli kesimlerine öğütleri içeren, Türkçe manzûm hikmetlerden
oluşmaktadır.[64]
Horasân
ekolünün özelliklerinden bir diğeri ekol liderlenin İlm-i Ledün’e verdikleri
değerdir. Ekol öncüleri duyu organlarımız aracılığıyla algıladığımız zâhirin
yeterli olmayacağını, âlemin ötesinde duyularımız ile algılayamadığımız
hakikatlerin mevcut olduğunu ve bu hakikatlerin ancak kalp ve ruhani yol ile
keşfedileceğini savunurlar.
Ehl-i Beyt Muhabbeti ve Zulme Karşı Tutum
Horasan
Tasavvuf ekolünün en önemli özelliklerinden biri zülme karşı tutumu olmuştur.
Mutasavvıflarca her hali ile zulüm kınanmış ve önüne geçilmeye çalışılmıştır.Bu
duruşu sonucunda bazı âlimler idam, sürgün, hapis gibi durumlara maruz
kalmışlardır. Öyleki Şakîk-i Belhî’nin şehîd edilişi, Bâyezîd-i Bestâmî’nin
defalarca sürgünü, Hakîm-i Tirmîzî’nin Nişabur’da şehid edilişi ve diğerlerinin
bu neviden uğradıkları çile ve mihnetler, örnek verilebilir.[65]
Bununla
beraber Horasan ekolünün bu tutumları yönetimler ve halk tarafından saygınlık kazanmalarını
sağlamış ve kendilerine olan sempatinin giderek artması sonucunu doğurmuştur.
Ancak hakkaniyetsiz yöneticiler tarafından baskı ve zulüm gören halk Horasan
tasavvuf büyüklerine karşı baskı ve şiddet göstermiştir. Bu duruma birçok örnek
Horasan tasavvuf tarinde mevcuttur.
Horasan
ekolünün karakterini oluşturan temel kavramlardan olan melamet levm kökeninden
türemiş arap asıllı bir kelimedir.
Sözlükte
“kınamak, kötülemek, ayıplamak” gibi anlamları bulunan melâmet kelimesi
tasavvufta bir terim, bir makam ve bir tasavvuf anlayışının adı olarak
kullanılmıştır. Horasan’da ortaya çıkıp özellikle Nîşâbur’da yaygınlık kazanan
ve etkisini günümüzde de sürdüren bu tasavvuf anlayışını benimseyenlere ehl-i
melâmet, melâmî, melâmetî isimleri verilirken bu akıma da Melâmetiyye,
Melâmiyye (Melâmetîlik) denilmiştir.
Allah’ın
kendisine yönelenleri halka levmettirdiğini, fakat kınanan kişilerin kalplerini
bu eleştirilerle meşgul olmaktan muhafaza ettiğini söyleyen Hücvîrî, böylece
Cenâb-ı Hak o kişileri başkalarını mülâhaza etmekten koruduğu gibi
kendilerindeki güzellikleri görüp kibirlenme ve kendini beğenme âfetinden de
korumuştur.[66]
1.6.
Bir Yesevi Temsilcisi (Halifesi) Olarak Hacı Bektaş-ı Veli El Horasani
Bektaşî
ananelerinin görüşünce Hacı Bektaş-ı Veli, Hz. Ali soyundan gelmektedir.
İmamların altıncısı olan Musa el-Kazım (öl.183/799) neslinden Horasan’ın dönem
hükümdarı olan Seyyid İbrahim-i Sâni ile Hatem Hatun’dan Nişabur şehrinde
doğmuştur.[67]Daha sonra Anadolu’ya gelelerek
Kırşehir civarındaki Sulucakarahöyük’te yerleşmiş ve burada birçok halife ve
derviş yetiştirmiştir. Bu derviş ve halifelerini çeşitli coğrafyalara irşat
görevi için göndermiş ve Sulucakarahöyük’te vefat etmiştir.[68]
Hacı Bektaş
hakkında sağlıklı bir inceleme yapabilmek için birinci dereceden kaynaklara
müracaat etmek gereklidir. Ancak çağdaş eserlerin yokluğu sebebiyle ikinci ve
üçüncü dereceden eserlere bakma zorunluluğu hâsıl olmaktadır. Bu eserler
arasında; XIV. yüzyılın sufilerinden Elvan Çelebi'nin Menakıbü'l-Kudsiyye’si,
Ahmed Eflaki’nin Menakıbu’l-Arifin adlı Farsça eseri,35 Hacı Bektaş-ı Veli
adına düzenlenen ve XV. yüzyılın son çeyreğinde kaleme alınan Menâkıb-ı Hünkâr
Hacı Bektaş-ı Veli adlı eser, aynı yüzyılda yaşayan Lamii Çelebi'nin Nefehât
Tercümesi, Aşıkpaşazâde'nin Tevârih-i Âl-i Osman adlı eseri ve XVI. yüzyıldan
Taşköprüzâde'nin eş-Şekâyıku'n-Nu'mâniyye adlı eserini zikretmek gerekir.
Horasan’dan Anadolu’ya gelmiş olan Hac-ı Bektaşi Veli (669-1271) burada Ahilik
teşkilatı ile sıkı ilişkilerde bulunmuş ve bu bağlantıları sayesinde fütüvvet
anlayışı ile hem hal olan Ahiler tarafınca faaliyetleri desteklenmiştir. Bu
duruma örnek olarak Hacı Bektaş’ın Velayetname’sinde Ahilerce Pîr kabul
edilen Ahi Evran (ö. 1262) ile Hacı Bektaş’ın yakın arkadaş oldukları
yazılmaktadır.84
İlk Hacı
Bektaş sevenlerinin ahilikle ilgileri sebebiyle Bektaşîlik’teki tarikata giriş
ayini, eşik öpme, kuşak bağlama törenleri, aynı kâseden şerbet içme âdeti,
kıyafetle ilgili teferruat, ayinlerde okunan dualar tamamıyla ahilikten
alınmıştır.85
Hacı Bektaş'tan
bahseden diğer eski bir kaynak da; Aşıkpaşazade Tarihidir. Bu eserde
Hacı Bektaş'ın doğum ve vefat tarihleri için herhangi bir bilgi bulunmamakla
birlikte, seyahatlerinin açıklanması Hacı Bektaş için kayda değer bir bilgi
niteliğindedir. Taşköprüzâde Ahmed (Ö. 1553), "eş-Şakâ-iku'n-Nu'mâniyye
fi Ulemâm Devlet-i Osmaniyye" adlı eserinde onu I. Murad (1362-1389)
devri âlimleri arasında olduğunu söylemektedir.86
Aslı Horasan’a
dayanan ve Nişabur’da doğan Hacı Bektaş’ın Lokman-ı Perende’nin etekleri altında
3 yıllık bir eğitim aldıktan sonra şeyhinden emanetleri ve icazeti alarak
Anadolu’ya yöneldiği bilinmektedir. Şeyhince Hacı Bektaşa "Müjdeler olsun
ki Kutb'ul aktâblık" senindir; kırk yıl hükmün vardır” nasihatı
verilmiştir. Seni Rum diyarına gönderdik ve Sulucakarahöyük’te sana bir yurt
verdik var git ve Rum abdallarına liderlik et diyerek şeyhi Hacı Bektaş’ı
Anadolu’ya uğurlamıştır. Velâyetnâmedeki bu kayıt, tarihî kaynaklarca da
doğrulanmaktadır. Hacı Bektaş'ın Amasya, Kayseri, Sivas şehirlerine gittiği
daha sonra Karacahöyük'e yerleştiği de Aşıkpaşazâde tarafından eserince
belirtilmektedir. Bazı kaynaklarda ise Hacı Bektaş'ın önce Necef, Kerbelâ,
Bağdat ve bazı imamların makamlarını ziyaret ettiği daha sonra da Şam, Kudüs,
Halep, Gaziantep, Elbistan, Tarsus, Bozhöyük, Muğla Kalesi gibi birkaç yeri
ziyarette bulunduğu yazılmaktadır. Hacı Bektaş Veli, Sulucakarahöyük'e 84 Gölpınarlı, Abdulbaki; (2016), ‘Vilâyetname’,İnkılap
Kitap Yayınları, s. 50.
85Coşan, M. Esad, (1993), Hacı Bektaş-ı Veli Makalât,
s. XXVII; Bkz. İslâm Ansiklopedisi, “Selçuklular” mad., İstanbul, s.
402-403.
86Taşköprüzade, Eş-şakâ'iku'n-Nu'mâniyye fi Ulemâ-i
Devleti-i Osmaniyye, inceleme ve notlarla neşreden: Ahmet Subhi Furat,
Edebiyat, s. 21-26.
vardığında
İdris Hoca ile karısı Kutlu Melek (Kadıncık Ana)’in misafiri olmuştur ve Hacı
Bektaş’ın müridleri İdris hoca ve eşi olmuştur.
Hacı Bektaş
Veli'nin vefatı da doğumun da olduğu gibi kesin bilgilerden uzaktır.
Kaynakların birçoğu Hacı Bektaş Veli'nin 63 yıl yaşadığı H.606 (1209)'da doğup
H.669 (1270)de vefat ettiği kanısındadır.[69]
Eserleri
Bilindiği
üzere yakın tarihe kadar Hacı Bektaş’ın eserlerinin günümüze ulaşan ve
bilinenlerinin oldukça az olduğu görülmektedir. Fuat Köprülü, "Anadolu'da
İslâmiyet" adlı makalesinde Hacı Bektaş Veli'nin bir Fatiha
Tefsiri, bir Makâlâtı bir de Farisi bir eseri olduğunu dile
getirmektedir.[70] Daha sonradan arıştırma yapan
kişilerce Hacı Bektaşı Veli’ye ait olduğunu dile getirilen eserler: Kitabü'1-Fevâ'id,
Fatiha Suresi Tefsiri ve Şathiyya'dır. Bunlar dışında da Hacı
Bektaşın eserleri;
Velâyet-nâme-i Hacı
Bektâş-ı Velî
Makalat
- (Arapça)
Makâlât-ı Gaybiyye ve
Kelimât-ı Ayniyye günümüzde bilinen ve kabul görülenlerdir.
AHMED
YESEVİ VE TÜRK İSLAM MEDENİYETİNE ETKİLERİ
Çalışmamın
ikinci bölümünü oluşturan bu kısımda Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi ve
Yesevilik hareketi, ana fikri çerçevesinde Hoca Ahmed Yesevi’nin hayatından
Yesevilik hareketi ve bu hareketin dönem tarihine ve Türk dünyasıyla birlikte
İslamiyete etkisinden bahsedilmiştir. Bu bölümde Hoca Ahmed Yesevi’nin yaşadığı
coğrafya, hayatına dair bilgiler, Yesevilik hareketinin edep ve erkânı ve Hoca
Ahmed Yesevi’den sonra devam eden Yesevilik Kolu’na ilişkin hususlardan
bahsedilecektir.
Yesevilik
hareketi şüphesiz İslam tarihine muazzam bir etki ve dinamizim getirmiştir. Hoca
Ahmed Yesevi yaşamında temel aldığı tasavvufi görüş, ahlak ve fikileri ile
Türkistan topraklarında huzur, mutluluk ve İslami birçok lezzeti bu bölge
toplumu ile paylaşmıştır. Pir-i Türkistan bu bölgesel etki ile yetinmemiş
peygamberimiz Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) İslamiyeti yayma
konusundaki usulünü kendine örnek bilmiş ve bu usül ile tüm dünyaya ulaşmayı
hedeflemiştir. Bu hedefi şüphesiz talebelerine bildiklerinizi öğretmek ve
sizler gibi İslam ehli imanlı kişilere ulaşmak ve yetiştirmek maksadıyla dünyanın
farklı coğrafyalarına ulaşan öğüdüyle özetlemek doğru olacaktır.
Her
medeniyetin fikir ve düşüncelerini ayakta tutan ve medeniyetin devamlılığını
sağlayan yani medeniyeti var eden önemli kişiler bulunmaktadır. Aynı durum
İslam Medeniyeti içinde geçerlidir. Medeniyetler arasında önemli bir yeri olan
Türk ve İslam Medeniyetinin önemli isimlerinden biri Pir-i Türkistan lakaplı
Hoca Ahmed Yesevî’dir.
Kazakistan
sınırları içerisinde bulunan Türkistan’ın batısında Çimkent şehrinin
doğusundaki Sayram kasabasında, Hz. Ali soyundan gelen Şeyh İbrahim’in babası
ve babasının hilafelerinden Musâ Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’un oğlu olarak dünyaya
gelmiştir. Henüz küçük yaşlarda babası tarafından başlatılan dini tedrisatını,
farklı hoca ve mekânlarda devam ettirmiş dini ve İslami bilgi birikimini
arttırmıştır. Özellikle hocası ve şeyhi olan Yusuf Hemedani’nin Hoca Ahmed
Yesevi’nin hayatında önemli bir yeri ve etkisi vardır. Hanefi mezhebine mensup
olan Pir-i Türkistan, Miladi 1166 yılında Türkistan’da vefat etmiştir.
Timur
tarafından yaptırılan türbesinde medfundur. Hoca Ahmed Yesevi’nin Divan-ı
Hikmet ve Fâkrname adlı eserleri bulunmaktadır.[71]
Ahmed
Yesevi'nin Hayatı, Doğduğu ve Yaşadığı Yer ve Yesi
Türk
dünyasında manevi âlemde yüzyıllardır etkisini süren Hoca Ahmed Yesevî,
"Pîr-i Türkistan", "Hazret-i Türkistan" nâmı ile bilinen
bir Türk mutasavvıfıdır. Yesevi, kendi adıyla nisbet edilen“Yesevîyye”
tarikatının hükümlerini saptamış ve günümüzde tüm dünyada geniş bir yaygınlığı
olan Nakşibendiyye tarikatını da farklı biçimlerde etkilemiş bir mürşid-i
kâmildir. Ahmed Yesevi'nin menkıbeyle karıştığı mucizeleri, Türk devletlerinin
her ülkesine Kaşgar'dan Balkanlara kadar yayılmıştır. Günümüzde eskiden “Yesi
ancak Sovyetler Birliği'nde Türkistan olarak değiştirilmiş” şehrindeki türbesi
şimdi Türkistan'ın manevi başkenti ve merkezi olarak kabul görülmektedir.
Hoca Ahmed
Yesevi, Türkistan'da, Aral Gölü, Sirderya, Yedisu, İssik Gölü, Kulca ve Kaşgar
coğrafyası civarında geniş bir bölgede yayılmış durumdadır. Bu coğrafyada
çeşitli dinleri kabul eden ve bu dinlerin mensubu olan Türklerin dışında İran
kökenli insanlar da mevcuttu. Çiğiller Yedisu'nun güneyinde yaşadı ve sonra
Karluklara katıldı. Daha sonra İslam'ı ilk resmi din olarak kabul eden
Abdu'l-Kerim Saltuk Buğra Han (ö. 955) bu yönde büyüdü. İslam'ı kabul etmesi,
Türklerin tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Ancak, Türklerin çoğu, Ahmet
Yesevi zamanına kadar hala diğer dinlere inanmışlardır.[72]
Karahanlı
devletinin ikiye bölünmesinden sonra, dini bilginlerin otoritesi, Batı Karahanlıların
egemen olduğu Buhara, Semerkant ve Taşkent gibi şehirlere yayıldı. Buhara
medreseleri, İslam dünyasında dini âlimleri yetiştiren bilimin merkezi oldu. Bu
dönemde bilim, sanat, kültür ve edebiyatta önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.
Ticaret, kervansarayların artmasıyla gelişti ve oluşan bu yoğunluk ve kargaşa,
bölgede düşünce ve bilginin yayılması için bir ortam oluşturdu. İslam'dan önce
ipek yolunda olan bölge, bu açıdan çok şanslı bir bölgeydi. Dandanakan (1040)
savaşından sonra bölgeye Selçuklular hızla egemen oldu. Melikşah 1089’da Buhara
ve Semerkant’ı ele geçirdikten sonra, Karahanlar, Selçukluların egemenliğine
girmek zorunda kaldı.[73]
İslam, gücünü
İslam'dan alan kahraman Türk savaşçıları için yenigüç haline geldi. Bu dönemde
Türk-İslam devletleri, İslam bilimlerinin gelişmesi için özel çaba sarf
ettiler. Karahanlılar Semerkand ve Buhara döneminde, özellikle Gazne, fen
bilimci, astronom, ekonomist, tarihçi, tıpçı, edebiyatçı, vaiz, hatip vb.
öğrencilerin birçok bilimlerde eğitim aldığı merkez olmuştur. Bu bağlamda,
Sufiler de bu devletlerde hoş görülmüştür ve şeyhler ve tarikat liderleri,
yöneticilerden büyük saygı gördüler. Bu durum, Tasavvufun
tarikatleşmesinikolaylaştırdı. Bunlar; Yesevilik, Kadirîlik, Mevlevîlik,
Nakşibendîlik Bektaşilik.
Hoca Ahmed
Yesevi döneminde, Müslüman halk bölgedeki siyasi sorunların değişen siyasi
idarelerden kaynaklanacağından endişeliydi. Pek çok dinin var olduğu bir
coğrafyada, insanlar dine ve devlete bağlıyken ekonomik sıkıntılara girdiler.
Türkler yabancı düşmanlara karşı birleşmek yerine, gereksiz çatışmalar sonucu
birbirlerine zarar verdiler. İslam'ı ve yeniliklerini henüz kabul edemediler.
Bu karışıklıkta, etkisi yüzyıllar sürecek olan Hoca Ahmet Yesevi, İslam'ı bu
ikilemdeki insanlar arasında yaygın kılmayı başardı.[74]
Orta Asya
coğrafyasında İslam'ın tanıtımında büyük rol oynayan mezhepler arasında
Yeseviyye ve kurucusu Hoca Ahmed Yesevi'nin çok farklı bir yeri vardı. 13.
yüzyılda Yesevi, kendisi gibi bir Sufi Şeyh olan Yusuf Hemedânî'den ders alarak
onun tedrisinden geçti.[75]
Hoca Ahmed
Yesevi'nin Tasavvuf tarihindeki değeri ve önemi, İslam'ın Türk toplumları
arasında yayılmaya başladığında, Türk toplumları arasında bir Tasavvuf
arayıcısının ilk kez ortaya çıkması ile kendini gösterdi. Bu süreçte islam
öncesi inançların etkisi ne yazıkki devam etti ve bununla beraber, din ile
alakası olmayan yorumlar, çoğu göçebe olan ve İslam adı altında tarım ve
hayvancılıkla uğraşan yeni Müslüman olan insanlar arasında yayıldı. İşte bu
noktada Hoca Ahmed Yesevi'nin batıl inançtan uzak olan Kur'an ve Sünnete
dayanan İslam anlayışının bölge halkı üzerinde büyük bir etkisi olmuştur.
Toplumun ihtiyaçlarını görerek bu görevi üstlenmiştir. Ek olarak, dini bilimler
konusundaki derin bilgisi ve yüksek ahlaki anlayışı, onu göçebe halkının çoğuna
İslam'ı anlayabilecekleri bir şekilde aktarırken, bölgedeki en bilinen kişi
olmuştur.[76]
Hoca Ahmed
Yesevi'nin halkla güçlü bir diyalog kurmasının en önemli faktörlerinden biri,
halkın anlayabileceği bir dilde yazı yazması, “Hikmet” adlı şiirlerle canlılık
ve samimiyet yaratmasıdır. İyi bilinen Türk Tasavvuf tarihi, Hoca Ahmed
Yesevi'nin iyi anlaşılmasına da dayanmaktadır. Hoca Ahmed Yesevi'nin yaşamı
boyunca Kur'an ve Sünnete bağlılığı, zamanının insanlarına olduğu kadar, ondan
sonrakilere de derin izler bıraktı. Bu, özellikle Nakşibendilik’i ve
Bektaşilik'i inceleyerek daha iyi anlaşılır.
Kısacası Hoca
Ahmed Yesevi, İslam'ı, Türkler arasındaki göçebe Türklerin duygu dünyalarına
anadilleriyle vermeyi başardı.Öte yandan, Kur'an ve hadis temelli medrese
bölgede faaliyet gösteren tarikatlara ve okullara önemli bir katkı sağladı.
Kurduğu Yesevi tarikatı sayesinde İslam'ın insanlara sistematik olarak
ulaşmasını sağlayarak İslam'ı Müslüman Türk kültürünün bir parçası haline
getirdi.
Türkistan'da
yaşayan Hoca Ahmed Yesevi, hem Türklüğün hem de İslam'ın yayılmasına, ahlakın
ve maneviyatın köküne önemli katkılarda bulunan bilgin, mutasavvıf ve şairdi.
Hoca Ahmed Yesevi, Orta Asya'nın ruhsal yaşamına derin bir etki bırakan önemli
bir Türk mutasavvıfıdır.[77]
Sohbetlerinde
ve aynı zamanda şiirlerinde en çok değindiği konular Allah sevgisi, Peygamber
sevgisi, dini kurallara riayet, fakir ve fukaraları, yetimleri korumak, güzel
ahlak, nefis ile mücadele, zikir, kendini eleştirmek (melamet) ölümü düşünmek,
manevi mertebeler ve bu mertebeleri aşmadan şeyhlik iddiasında bulunmanın
kötülüğü ve yanlışlığı gibi konulardı. Ayrıca vatan aşkı, yeni yurt ve gurbet
gibi konulara da temas ediyordu.
Pir-i
Türkistan’ınbu büyük çabası ve etkisi vasıtasıyla Anadolu’nun bir bütün halinde
Türkleşip İslamlaşmasında oynadığı büyük roldür. Hatta Malazgirt Savaşı’ndan
önce başlayan birçok büyük sufinin, yüzlerce alperen ve Horasan erenlerinin,
yüzbinlerce kılıç eri gazinin, bir o kadar sanat eri ahinin, ağa çerilerinin,
abdalların ve bacıların, çiftçilerin, sürüleriyle çobanların, şairlerin,
bilginlerin Anadolu’ya gelişlerinin arkasında, onları bu yola iten bir elin
bulunduğu, bu elinde Ahmed Yesevi olduğu bilinmektedir.96
“Vatan-ı Asli”
konusu tasavvufta önemli bir bahistir. “Vatan Sevgisi” İslami hükümlerce
“İman”dan gelir, bir anlamda imanla eşit görülür. Ahmet Yesevi çalışmalarında
sadece İslam ve İmanı öğretmekle yetinmemiş aynı zamanda yüreği ve kalbi Allah
sevgisi ve Kur’an ahlakıyla atan bireyler yetiştirmeyi hedeflemiştir. Gönlünde
uçsuz bucaksız bir vatan sevgisini bulunduran Hoca Ahmet Yesevi Allah (c.c.)’ın
emri ile gelmiş olduğu dünyayı gurbet bilmiş ve vatana ulaşmayıda Hakka ulaşmak
olarak tarif etmiştir.
Peki, Yesevî
bu hususta ne yapmıştır: O, çok uzun bir Seyr-i sülük devri, Velâyet-i'
Ahmediyye’nin beratını aldıktan sonra, Yesevîlik adıyla bir Türk Tarikatı
kurmuş ve bundan sonra onun ilâhî nazarları hep Diyâr-ı Rûm üzerine olmuştur.
Türk Şeyhi bununla da yetinmemiştir. O Anadolu'da kendi mürit ve
halifeleritarafından, Türkleşme, İslamlaşma ve Türkçenin çok daha yaygın bir
dil hâline gelmesi için yeni bir hareket başlatmış ve yeni bir altın devir
yaşatmıştır.97
Hoca
Ahmed Yesevi’nin Tasavvufi Görüşleri
Yüzyıllarca
etkisini sürdürmüş olan Hoca Ahmet Yesevi, kimdir neler yapmış ve nasıl
yapmıştır ki bu kadar uzun süre tesiri sürmüş bir görüş ve tarikat yapısı
oluşturmuştur. Pir-i Türkistan Allah(c.c.)’nun emirleri doğrultusunda Hz.
Muhammed(s.a.v.) sünnetleri eşliğinde imanını yaşamış ve bununla da kalmamış
İslamı yaymayı ve İslamiyeti tüm dünya coğrafyasına ulaştırmayı kendine görev
edinmiştir.
Lakin Hoca
Ahmed Yesevi’nin şahsiyetini ve hayat görüşünü açıklamak ve anlamak için dile
getirilmesi gereken birçok konu da mevcuttur. Her şeyden önce Hoca Ahmed
Yesevi’nin büyüklüğü ve bu derece saygı görmesindeki en büyük etken, onun İslam
inancını, imanın gayesini ve tasavvufun özünü gayet iyi anlamış olmasıdır.
Yesevi bu ilkeleri doğrultusunda tarihin önde gelen tasavvuf âlimlerinden biri
olmakla beraber kendinden sonra gelen mutasavvıflar için bir yol gösterici
olmuştur. Tasavvuf anlayışı gereğince ihlasın ve takvanın zirvesine ulaşmakla
kalmamış seyr-i süluk kademelerinide bir bir aşmıştır.
Hoca Ahmed
Yesevi sünnete bağlılığı esas alan ve dünya ahiret dengesini asla göz ardı
etmeyen bir inanca sahiptir. Tarikat ve tasavvufa bu bağlılığı sayesinde
öncelikle Türkistan daha sonra ise diğer Türk coğraylarının dönemin sapkın ve
İslamdışı düşüncelerinden “Kızılbaşlık, Kalenderîlik, Haydarilik v.s.” gibi
düşüncelerinden kurtarıp İslamın sıcak yüzünü ve huzurunu bu coğrafyalara taşımayı
hedeflen bir tasavvufi görüşü benimsemiştir.
Yesevi'ye göre
makamların en kutsallarından olan şeyhlik, son derece önem arz eden ve
mesüliyetli bir makamdır. O makama erişmek de bilakis hiç de kolay bir iş
değildir. Yesevi "Yetmiş ilim bilmeden, yetmiş makam geçmeden şeyhlik
olmaz." demektedir.[78]
Yesevi, dini
ilimleri tahsil etmekle birlikte tasavvuf yoluna girmiş ve aynı zamanda Arslan
Baba ve Yüsuf-ı Hemedani gibi mürşidlerinin terbiyesi ve kontrolü altında
"seyrü sülük" ün bütün mertebelerini katederek "kemal"
derecesine ulaşmıştır. Bununla birlikte diger insanların da tasavvufi anlamda
ruh eğitimi ve nefis terbiyesinden geçerek birer "derviş" olmalarını
istemiştir. Ancak Hoca Ahmed Yesevi, dervişlerin yetişmesini, hem zaman ve
şahsın dini yetisinin ve bilgi birkiminin müsait olmasına, hem de onları
yetiştirecek, mürşidlerin mevcudiyetine bağlar. Bu hususta der ki:
"Mübtedilerin müruru, mutavassıtların sudüru ve müntehilerin zühuru şu
dört esasa dayanır:
Mekân:Ahmed Yesevî’ye göre Salîklerde tefrika-i hatır
olmamak ve evrâd ile meşgul bulunmak için evvela mekânın ma’mur olması
lazımdır.
Zaman: Tasavvufta zaman kavramı çeşitli terimlerle ortaya
çıkmaktadır. Bu terimler zaman, dehr, vakt, ezel ve ebed’dir. Bu terimlerin
ayrı ayrı özellikleri vardır. Ed-Dehr, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir.
Zaman, ed-Dehr isminin işlevini yapması için gereken zarftır. Vakt, zamanın
belirli bir andaki anlamıdır. Ezel ve ebed, Allah adına zaman sayılan şeydir.
Bu terimler birbirleriyle yakından ilgilidir.
İhvan: Bir tarîkatin yaşaması için gerekli şartlardan
ikincisi ihvan (mürîd - kardeşler)’dır. İhvan; Arabça ‘ahî’ kelimesinin çoğulu
olarak ‘kardeşler’ demektir. Kur’an-ı Kerim’in 49. Hucurât sûresinin 10.
âyetinde, “inananların kardeş oldukları” beyan buyurulur. Tarîkatta ise din
kardeşliği üzerine bir de yol kardeşliği katılmıştır ve tarikat ehli, birbirini
kardeşin ötesinde yakın sayarlar.
Rabt-ı Sultan:Hakk’a ulaşma yolundakimüridlerin bir
mürşide bağlanmasıdır.
Ahmed
Yesevî’ye göre, hakikî bir sûfînin riyâzet ve mücâhedeye alışması, yeme-içme
ni’metinden, halvet ve şehvet ve işretten uzak kalması lazımdır; dünya
alâyişini bırakarak, teveccüh ve murakabeyi kendisine san’at kılmalıdır ki,
halis Sûfî olabilsin; bu yüzden, Yesevîyye tarîkatinde salîkler için üç türlü mücâhede
ve riyâzet ta’yin edilmiştir. Onlara göre, nafile orucu üçüncü güne varırsa,
bâtından gubar ve zulmet kalkar; beşinci güne varırsa, mugayyebât-ı cin ve
ervah-ı tayyibe musahhar olur; altıncı güne varırsa, gönül deryalarının
pınarları açılır ve akmağa başlar; eğer dokuzuncu güne varırsa, kalblerin ve
kabirlerin keşfi hâsıl olur; lakin bütün bu riyâzet ve mücâhedeler, şeyhin izin
ve tensibiyle olmalıdır, öyle olmazsa, fayda değil, aksine mazarrat hâsıl olur.[79]
Ahmed Yesevi
tasavvuf ve dini öğretilerini anlatmaya çalıştığı divanın başındaki ilk beyitte
İslama ve özellikle de Hz. Peygamberin sünnetine bağlılığını vurgulamıştır.
Zira Divanın ilk beytinin şu şekilde başlaması oldukça dikkat çekicidir:
Bismillah
dip beyân eyley hikmet aytıp
Taliplere
dürr ü güher saçtım muna
Riyazetni
katiğ tartıp kanlar yutup
Min defter-i sani sözin açtım muna[80]
Çevirilmiş
hali:
Bismillah’la başlayarak hikmet söyleyip
Taliplere inci, cevher saçtım işte
Riyazetini katı çekip, kanlar yutup
Ben defter-i sanî sözün açtım işte
Burada
görüldüğü gibi Hoca Ahmed Yesevi kitabını Kur'an'ın başlangıcına benzetmiş,
yani "Allahın adıyla" başlamış ayrıca Peygamberimizin
"Besmeleyle başlamayan bir işin sonu kesiktir"[81]
emrine binaen besmeleyle başlamıştır. Bu beyitler peygamber sünnetine ne kadar
bağlı olduğuna ispat niteliğindedir.
Hoca Ahmed
Yesevi'nin dünyanın dört bir yanından gelmiş müridleri vardır. Bunun yanında
irşat için çeşitli beldelere gönderdiği halifeleri de vardır. Onun başlıca
halifeleri şunlardır; Sûfî Muhammed Danişmend, Mansûr Ata, Said Ata, Süleyman
Hâkim Ata, İmam Mergazi, Şeyh Osman Mağribi.[82]
Hoca Ahmed
Yesevi'nin en önemli halifelerinden biri olan İmam Mervezi zamanının en
tanınmış müderrisiydi. İmam Mervezi önceleri Ahmed Yesevi hakkında olumsuz
düşünürken, sonradan yaptığı araştırma neticesinde, onun şeriatın emir ve
yasaklarına sıkı sıkıya bağlı bir sufi olduğuna kanaat getirince, ona intisab
etti[83].
Hoca Ahmed
Yesevi, İmam Mervezi'yi diğer beş halifesiyle birlikte Horasan halkını davete
gönderdi. Bunlar Şeyh Muhammed Bağdadi, Seyfeddinü’l-Baharzi, Şeyh
Kemalü'ş-Şeybani, Şeyh Sadeddin, Şeyh Bahaeddin'dir[84].
Hoca Ahmed
Yesevi'nin ilk halifesi Arslan Babanın oğlu Mansur Ata'dır. Mansur Ata’dan
sonra yerine oğlu Abdülmelik Ata, ondan sonra da onun oğlu Tâc Hoca geçmiştir
ki, bu meşhur Zengi Ata'nın babasıdır[85].
Hoca Ahmed Yesevi'nin Türkler arasında en tanınmış halifesi olarak Süleyman
Hâkim Ata'yı gösterebiliriz. Hâkim Ata, Harezm'de oturarak etrafındaki halkı
irşad ile meşgul olurdu. Ahmed Yesevi'nin diğer halifelerinden önce vefat etti
ise de, fazlaca hizmet ettiği için, tarikata mensup müridlerin çoğunluğu onun
etrafında toplanmıştır[86]. Hâkim Ata'nın birçok halifesi
arasında en tanınmış olanı Zengi Ata, Taşkent'te irşadla görevliydi[87]. Yeseviye silsilesi, özellikle
Zengi Ata'nın iki müridinden, Seyyid Ata ile Sadr Ata'dan gelir[88]. Diğer bir kaynakta da Ahmed
Yesevi'nin önde gelen halifeleri şöyle kaydedilir: Süleyman Hâkim Ata, Baba
Maçin, Emir Ali Hâkim, Hasan Bulgani, İmam Mervezi, Şeyh Osman Magribi, Sufi Muhammed
Danışmend, Şeyh Muhammed Bağdadi, Seyfeddin El Baharzi, Şeyh Kemaleddin
eş-Şeybani, Şeyh Sadeddin, Şeyh Bahaeddin'dir[89].
Ayrıca Rum (Anadolu) diyarında, Avşar Baba Pir Dede, Kademli Baba Sultan,
Geyikli Baba, Abdal Musa, Unkapanı'da medfun Horozlu Dede de meşhur
halifelerindendir[90].
Günlük dilde
çile; zorluğa ve sıkıntıya tahammül karşılığı olarak kullanılırken, tasavvuf
terminolojisinde ise kırk günlük halvet eğitiminin adıdır[91].
Bilindiği gibi çile Farsça kırk anlamına gelen çihil kelimesinden alınmıştır.
Tasavvufta çile Sufi'nin manevi eğitiminde ıstırap ve zorluklara katlanarak
olgunlaşması ve Hakka vasıl olması için bir metoddur. Dervişler genellikle kırk
gün süreyle halvet ve yalnızlık eğitimine tabi tutuldukları için kırk gün espirisi
unutulmuş ve zamanla tasavvuf literatürüne" çile çekmek" veya
"çile doldurmak" olarak girmiştir.
Bu şekilde
tasavvufi anlayışa giren çile, şeyhlerin terbiye metodlarına göre değişir. Bu
kırk günlük süreyi ayaklarını hiç uzatmadan tamamlayanların yanında, yemek,
içmek, yatmak gibi bedenin ihtiyaçlarında serbest bırakılan ve bir nevi
"tek başına dinlenen kimse" diyebileceğimiz bir rahatlıkla bu müddeti
dolduranlara da rastlanır[92]. Bu değişik çile şekilleri
tabii olarak şeyhin eğitim metodu ve dervişin meşreb ve gücüne göre değişiklik
gösterir.
Tasavvuf
tarihinde göze çarpan çile çıkarma şekillerinden biri de Hoca Ahmed Yesevi’ye
aittir. Ahmed Yesevi altmış üç yaşına gelir gelmez, Hz. Peygamber bu yaşta
vefat ettiği için kendisi de yer altında inzivaya çekilmek ister[93].
Tekkenin bir
tarafında merdivenle inilen bir kuyu kazdırır. Bir yol açıp ham kerpiçten bir
hücre yapılır. Hoca Ahmed Yesevi orada bir yer kazıp, kendisine orayı makam
ittihaz eder. Lahdi andıran o dar yerde zikrettikçe dizleri göğüslerinesürte sürte
her ikisi de delinir. Hoca Ahmed Yesevi bu çilehanede bir rivayete göre
yüzyirmidiğer bir rivayete göre de yüzyirmibeşyaşına kadar yani ölünceye kadar
kalır.[94]
İlk Türk sufî
akımı diyebileceğimiz Yesevilik’le başlayan bu çile anlayışı tasavvuf tarihi boyunca
değişik şekil ve metotlarla tarikatlarda devam edegelmiştir.
Kelime anlamı,
uzlet, inziva, yalnızIık, tek başına yaşamak olan halvet mefhumu, Tasavvuf
terminolojisinde önemli bir yer tutar.
Tasavvufta
halvet:
herhangi bir
kimsenin bulunmadığı birhalde ve yerde, Hak ile sırren (manen) konuşmak, ruhen
sohbet etmek,
h) masivadan
ilgiyi kesip tamamen Allah'a yönelmek ve kendini ibadete vermek anlamlarına
gelir[95].
Eski
kaynaklara göre halvet Hz. Musa(a.s)'dankalmıştır. Gerçekten Hz. Musa Medyen'de
Hz. Şuayb'in yanında kaldığı sürede çeşitli halvetler yaşamıştır[96]. Yine Peygamber (a.s)’in
peygamberlikten önce inzivaya çekildiği ve bir müddet ibadet ettiği tarihi
kaynaklarda yer almaktadır.[97]
Görüldüğü gibi
sufilerin manevi âlemlerde yol katedebilmeleri için geliştirmiş oldukları
halvet sistemi geçmiş peygamberlerin adetlerinden alınmış ve zamanlabirçok
tasavvufi harekette bir metod olarak devam edegelmiştir.
Hoca Ahmed
Yesevi'nin tasavvuf anlayışında bunun önemli bir yeri ve kendine mahsus bir adabı
vardır. Hoca Ahmed Yesevi’ye göre "Halvet" kelimesindeki harflerde
birçok anlaşılması güç hikmetler vardır. O'na göre Halvet esnasında nefse ve
şeytana ait hazlar yanıp mahvolur[98]
Yesevi
tarikatında halvetin özel bir merasimi vardır. Mürid, mürşidin muvafakati ile
bir gün önceden halvete hazırlık olarak oruç tutar. Halvet arafesinde sabah
namazından sonra tesbih çekilir. O günün ikindi namazından sonra sufi'nin
halvete gireceği mekânın kapısı iyice kapatılır ki, halvete girecek müridin
süluku esnasında hava ve soğukluk bir zarar vermesin. Sonra mürid, mürşidi
tarafından kendine verilen evrad, istiğfar ve zikirleri çekerek, güneş
batıncaya kadar bu şekilde Allah'a yalvararak devam eder. Namazdan sonra yemek
için el yıkanır. İbrikle iftar için sıcak su getirilir. Onunla iftar edilir.
Bundan sonra Hoca Ahmed Yesevi'nin kerametleriyle bitmiş olan karadarıdan
halvet çorbası verilir. Ondan sonra harareti teskin için bir küçük karpuz veya
bir miktar ayran verilir. Yemekten sonra Kur'an-ı Kerim'den bir kaç sure veya
birkaç ayet tilavet olunur. Bundan sonra ayakta durup tekbir getirilir, daha
sonra oturulup gece yarısına kadar zikir çekilir[99].
Bundan sonra başka bir yerde başlar ustura ile traş edilir. Gece ve gündüz
halvet bu şekilde kırk gün devam eder ve tamam olur[100].
Yeseviyye
tarikatının özelliklerinden biri de daha sonraki tarikatlara geçmiş olan
"Zikr-i Erre / Testere Zikri" olarak bilinen zikir şeklidir.
Bilindiği gibi zikir tasavvufta önemli bir yer tutar. Genelde Türk
mutasavvuflarının özelliklerinden biri de Zikr-i Erre adıyla meşhur olan
zikirdir.[101]
Zikrederken
hançerden bıçkı sesine benzer sesler çıktığı için bu adı almıştır. Bu zikrin
Zekeriya (a.s)'dan geldiğine dair rivayetler vardır. Hoca Ahmed Yesevi
divanında bunun Zekeriya (a.s)'dan geldiğini te'yid eder[102]
Has aşkını
göster bana, şükr edeyim;
Bıçkı
konsa, Zekeriyya gibi zikredeyim.
Buradan
anlaşılacağı gibi Ahmed Yesevi'ye göre "Zikri Erre"nin kaynağı
Zekeriya(a.s)'dır. Zikri Erre'nin diğer bir adı da Zikr-i Minşari'dir. Buna
"Minşarî" denmesinin nedeni de; bir marangoz tahtanın üzerinde
bıçkıyı nasıl çekerek seslendiriyorsa, Sufi de zikrederken kalbi düzeltmek için
öylece zikrediyor.
Bu şekilde
açıktan zikr yapılması kabuledildiğinden dolayı Yeseviye tarikatı
"cehriye"[103] denilen tarikatlar kategorisinden
kabul edilir.
Tasavvuf
tarihinin Hz. Rabia (r.a.) ile başlayan aşk motifli tasavvuf anlayışı Hoca
Ahmed Yesevi'de de oldukça yoğun olarak görülür. Bilindiği gibi tasavvuta aşk,
sufinin ulaşabileceği en yüksek mertebedir. Meşhur mutasavvıflardan el-Kuşeyri,
aşkı; aşktan mest olmuş kalbin ebedi isteği, sevgiliyi bütün dostlara tercih
etmesi, sevgilinin hakikatının ortaya konması ve son olarak kalbin Rabbin
arzusuna bağlanması olarak tanımlar
Bazı sufiler
kulun Allah'a âşık olmasının doğru olduğunu ancak Allah'ın kula âşık olmasının
doğru olmayacağını ileri sürmüşlerdir[104].
Ancak Kur'an'da" sevgi" kelimesinin kullanılması ve bazı ayetlerde
"Allah'ın kullarını, kulların Allah'ı sevdiğine" dair ifadelerin[105] bulunması bunun mümkün
olabileceğine delalet eder.
Ayrıca
Kur'an'da kemal noktasına ulaşmış iman aşk olarak tarif edilmiştir.
"İnsanlardan kimileri vardır ki, Allah’tan başka bazı varlıkları Allah’a
denk tanrılar sayar da bunları Allah’ı sever gibi severler. Müminlerin Allah'ı
sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir[106].
Burada dikkat edilirse mü'minlerin"Allah'ı her şeyden güçlü bir sevgiyle
sevmelerinden" bahsediliyor. Biz buna tek kelimeyle aşk diyebiliriz.
Görüldüğü gibi Kur'an-ı Kerim muhabbetin en şiddetlisinden bahsediyor ve bunu
kâmil insanın özelliği sayıyor[107] [108].
Buradan anlaşılacağı gibi tasavvuf literatüründeki aşk mefhumu tamamen Kur'an
kaynaklıdır. Sonradan ortaya çıkmış bir anlayış değildir.
İşte bu
şekilde kaynağını Kur'an'dan alan aşk kavramı Ahmed Yesevi'de de önemli bir yer
tutar. Öyle ki ona göre ilahi aşk varlığın sebebi ve manasıdır. Ahmed Yesevi'ye
göre Marifet-i Mevla, Muhabbet-i Mevla iledir. Yani Allah'ı tanımak, onu
sevmeye bağlıdır. Çünkü o;
Aşk olmasa, tanımak olmaz Mevlam seni;
Her ne kılsan, âşık kıl senperverdigârn8
Diyerek
Allah'ı tanımanın onu sevmekten geçtiğini açıkça ifade eder. Yine Hoca Ahmed
Yesevi"ye göre ilahi aşkın hem can, hem de iman olduğunu şu mısrayla
belirtir.
Işksızların hem canı yok hem imanı
Resulullah sözin aydın ma'na kanı[109]
Hoca Ahmed
Yesevi bu mısra ile sevginin, aşkın, iman olduğunu belirtirken, diğer bir
mısrasında ona göre aşksız kişi insan bile değildir. Hatta şeytan kavmindendir.
Işksız kişi adem irmez anglasangız.
Bi-Muhabbet şeytan kavmi tınlasangız[110]
Diğer bir beytinde aşksız insanı hayvanlar sınıfından sayacak
kadar ileri gider.
Dertsiz
insan, insan değil, bunu anla
Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinle[111]
Gerçekten Ahmed Yesevi aşka çok önem verir. Divan'ı
incelendiği zaman hemen her "hikmet"inde aşktan bahsettiği göze
çarpar. Hoca Ahmed Yesevi aşkın ve âşık olmanın zorluklarından şöyle bahseder:
Aşk yâdını yere salsam, yer kaldırmaz;
Defter kılsam, ta dirisin, bitmek olmaz.[112]
Bunun yanında aşk sırrının ağır olduğunu, âşıkların bile güç
yetiremeyeceğinden bahseder.
Aşk sırrını beyan kılsam aşıklara,
Takat kılmaz, başınz alıp gider dostlar.[113]
Ahmed Yesevi gerçek aşklarla, aşık geçinenleri şu beyideriyle
ayırır:
Aşk davasını bana kılma, sahte aşık;
Aşık olsan, bağmı içinde göz kanı yok.
Muhabbetin şevki ile can vermese,
Boşa geçer ömrü onun, yalan yok.
Aşk bağını minnet ile gögertmesen,
Hor görülüp şol nefsini öldürmesen,
"Allah!" diyip içine nur doldurmasan,
Vallah, billah sende aşkın nişanı yok[114]
Sahte aşığı bu şekilde anlatan Hoca Ahmed Yesevi gerçek aşığın
nefsini terbiye eden ve seher vakti Allah'ı çok zikreden kişi olduğunu şöylece
ifade eder:
Rahatu atıp can mihnetinden hoşlananlar,
Seherlerde can kaynatıp, aş kılanlar,
Boş hevesler, ben-sen fikrini terkedenler,
Gerçek âşıktır, asla onun yalanı yok.[115]
Ona göre
insanın fena fillah makamına ulaşması nefsini terbiye etmesine bağlıdır;
Kul Hace Ahmed nefs tağıdın çıkıp aştı
Fenafillah makamına yaklaştı. 136
Şeriat-Tarikat
İlişkisi Anlayışı
Ahmed
Yesevi'nin dikkat çekici ve en önemli yönlerinden birisi de onun Kur'an ve
sünnete bağlı bir sufi olmasıdır. Ona göre şeriat tarikatten önce gelir,
şeriatsız tarikat olmaz. Günümüzde de karşımıza çıkan ve sık eleştirilen
tasavvufi meselelerin temelinde şeriattan uzaklaşma yatmaktadır. Demekki
tasavvuf gerek ferdi gerekse sosyolojik yöndeki başarılarını şeriate olan
paralelliğine ve uygunluğuna bağlıdır.
Hoca Ahmed
Yesevi’ye göre şeriat ve tarikat birbirinden ayrı şeyler değildir. Şeriate
dayanmayan tarikat anlayışı sağlıklı olamaz ve batıldır:
Tarikata şeriatsız girenlerin
Şeytan gelip imanını alır imiş.137
Yine bir
hikmetinde şeriat olmadan tarikatın anlaşılamayacağını, tarikatın manasının
şeriatla anlaşılabileceğini ifade eder;
Şeriatın şerayitin bilgen aşık
Tarikatını manasını bilur dostlar.138
Ona göre
sufinin hakikate ermesi deyince önce şeriat, sonra tarikatın gereklerini yerine
getirmekle ancak mümkün olabileceğini söyler;
Tarikatını işlerini eda kılıp
Hakikatm deryasığa batar dostlar.139
Hoca Ahmed
Yesevi'ye göre insan hakikati kendi başına bulamaz. Bu nedenle bir mürşide
bağlanmalı ve tarikate intisab etmelidir. Ona göre asıl mürşid Hz.
Peygamberdir.
Pir-i muğan hak Mustafa bi-şek biling
136Eraslan, a.g.e, s, 24.
137Eraslan, a.g.e, s, 217.
138Eraslan, a.g.e, s, 31.
139Eraslan, Divan-ı Hikmet, s, 31.
Kayda
körseng vasfını aytıp ta'zım kılıng.
Görüldüğü gibi
Hoca Ahmed Yesevi'ye göre şeriat ve tarikat farklı şeyler değildir. İmanın dışı
şeriat, özü ve hakikatı da tarikattır. Bu anlayış tüm sûfilerin en belirgin
özelliklerinden birisidir.
Diğer bir şiirine değinecek olursak Hoxa Ahmet Yesevi şöyle
dile getirmiştir.
“Eyâ
dostlar kulak salıng uyduğumga
Ne sebebdin
altmış üçde kirdim yirge
Mirâc üzre
hak mustafâ ruhum kördi
Ol sebebdin
altmış üçde kirdim yirge
Altmış
birde sermende min ilâhımdın
Eyâ dostlar kop korkar min günâhımdın
Candın
kiçip penâh tiley hudâyımdın
Bir ü barın
dîdârıngnı körer min mü
Altmış iki
yaşda Allah pertev saldı
Başdın ayağ
gafletlerini rehâ kıldı
Can u dilim
saki u huşum Allah didi
Bir ü barın
dîdârıngnı kö'rer min mü
Altmış üçde nida kildi kul yirge kir
Hem cânıng min canânıng min cânmgnı bir
Hû şemşîrin kolğa alıp nefsingni kır
Bir ü barın
dîdârıngnı kö'rer min mü”[116]
Hoca Ahmet
Yesevi bu şiiri ile de Türkçeyi akıcı ve doğru kullanarak tasavvus
yolundasanatı aktif ve doğru şekilde kullanmış ayrıca bu şiirinde Allah yolunu
gözetilmesi tarafınca özet edilmiştir.
Tasavvuf
terminolojisinde;
ilahi dinleme veya
makam ve nağme ile okunan dini metinleri dinleme,
dinlenen dini musikinin tesiriyle devran edip, dönme
anlamlarına gelen[117] sema genel bir
tanımla; tarikat müntesiplerinin cezbe haliyle ayakta zikirlerini ifade eden
bir terimdir[118].
Zamanla sema
denilince, özelde mevlevilerin yaptığı ayin akla gelmeye başladı[119]. Diğer tarikatlarda ayakta
zikir yapıldığı halde buna sema değil, devran veya zikir adı verilmiştir[120]. Bu mesele tarih boyunca
medrese ve tekke kavgalarının ana konularından biri olmuş ve her iki tarafta
mesele üzerinde uzlaşma noktalarını pekiyi tetkik etmemişlerdir.[121] Ancak bu konuda sufiler de
kendi aralarında farklı görüşler ileri sürmüşler ve bu konu teorik tasavvuf
kitaplarından ilk dönemden itibaren yer alagelıniştir.
Erken devir tasavvufi kaynaklardan el-Luma'da
konunun detaylı ele alınması[122] meselenin
tasavvufun doğuş dönemine kadar uzandığını gösterir. Zunnun-i Mısri "Sema
haktan gelen bir variddir" [123] demiştir. Bu şekilde,
tasavvuf literatürüne girmiş olan sema'yı, Hoca Ahmed Yesevi'de de görüyoruz.
Yeseviliğin cehri tarikatlardan olması da[124] bunu te'yid etmektedir.
Ayrıca Hoca Ahmed Yesevi hikmetlerinde sema'ı ele almış, sema ile raksı
birlikte zikretmiştir[125]. Buradan sema ile okunan
ilahi veya hikmeti, raks ile de hareket halinde yapılan zikri anlıyoruz.
Hoca Ahmed
Yesevi, sema ve raksın samimiyet istediğini, gösteriş için yapılan semanın
faydadan çok zararlı olacağını söyler:
Kendinden geçmeden raks ve sema kılmak hata;
Sübhan Rabbim ona, ihsan kılmaz ata;
Taat kılsa, gönülleri kılmaz safa;
Riya kılıp raks ve sema kıldı dostlar[126].
Kendinden geçmeden yapılan raksın kişiye ıstırap vereceğini
açıkça ifade eder.
Kendinden geçmeden raks eylese, Allah bizar;
Semaı'ndanyer tepinip çeker azar;
Dua kılayım, göstermesin ona didar,
Dinden geçip raks ve sema kıldı[127]
Buradan
anlaşıldığı gibi Hoca Ahmed Yesevi gösteriş için raks ve sema yapmaya kalkana
beddua eder. Çünkü ona göre sema hassas bir meseledir. Sufinin sema yapması
vecd haline bağlıdır. Hoca Ahmed Yesevi'ye göre samimi olarak yapılan raks ve
semanın dünyayı ve dünyalık herşeyi unutturacak derecede bir zevk verdiğini
anlıyoruz:
Raks ve
sema kılanlara dünya haram
Ehli iyal,
evden, barktan geçti tamam;
Seher vakti
Hakk'a sığınıp ağlar müdam
Ondan sonra
raks ve sema kaldı dostlar[128].
Ahmed Yesevi
Türkler arasında tasavvufun yayılmasında öncü olduğu gibi, zikir, sema, raks
gibi tasavvufi anlayışıylada kendinden sonraki tasavvufi akımlara etki etmiştir.
Anadolu'da rağbet görmüş Mevlevilik, Rıfailik ve Kadirilik gibi tarikatlarda
sema ve cehri zikir esas alınmıştır.
Tasavvufta
sufınin elde edebileceği ilk makam tevbedir. Tevbe bütün makamların aslı ve
özü, bütün hallerin anahtarıdır. Bir bina için arsa, yer nasıl önemliyse
makamlar için de tevbe öyledir[129].
Yeri olmayan
kimsenin binası olmayacağı gibi tevbesi olmayan kişinin hali de makamı da olmaz
demişlerdir[130]. Hoca Ahmed Yesevi de tevbe
ile sûfinin hakka döndüğünü, sûfinin kalbinin nurlanmasının tevbesine bağlı
olduğunu zikreder.
Kulların
cennete girmesi için öncelikle günahlarına tevbe etmeleri gerekmektedir. Ona
göre Allah'ın kulun günahlarını affetmesi için, kulun tevbe etmesi şarttır:
Yüzbin
günah işledin, Ben bilemedin;
Tevbe
kılıp, dergâhına gelemedin;
Himmet
kılıp, iyi dua alamadın;
Günahlardan
seni ne diye kurtarıversin?[131]
Tevbe eden kullara Allah'ın bol ikramıve nimetleri olduğunu
anlatır;
Namaz,
oruç, tevbe üzre varalara,
Hak yoluna
girip ayak koyanlara,
Bu tevbeyle
ahirete varanlara
Bağışlanmış
kullar ile sohbeti var[132]
Anadolu Tasavvuf Geleneğinin Yesevîliğe
Nispeti
Yesevi
Şeyhlerin Anadolu'ya göçü, dervişleriyle küçük gruplar halinde olmuştur ve XIV.
yüzyılda da sürmüştür. Hacı Bektaş ve Sarı Saltuk gibi en bilinen Anadolu
Sufileri gibi Azerbaycan ve Anadolu'da Yesevi dervişlerinin pek çok atası da
20. yüzyılda yaşadı.Dersim’deki bazı Kızılbaş Kurt aşiretlerinin bir bölümü
Ahmed Yesevî’ye bağlılıkları bildirmişlerdir. Yesevi, Anadolu'da Babaî ve
Bektaşi tarikatlarının oluşumunda önemli bir şahsiyetti. Nakşibendi'nin Hoca
AhmedYesevi ile olan ilişkisi onu Nakşibendi tarikatının büyük liderlerinden
biri olarak göstermektedir.[133]
Hoca Ahmed
Yesevi’nin soyundan gelen ve İslâm dünyasının değişik yerlerinde yasadıkları ve
irsad faaliyetinde bulundukları kaydedilen tasavvuf âlimlerinden bir kısmı
şunlardır:
Semerkand
âlimlerinden Sadr-ı Âlem Seyh, Ejderhan yakınlarında katledilen Baba Şeyh,
Bagdat-Kazvin arasındaki Gürgan'da yasayan Seyh Muhammed Dem Tiz bin Ahmed
Yesevi, Kesmir'de medfun bulunan Hoca Hafız Ahmed Yesevi en- Naksibendi
isimlerine rastlanmaktadır. Bu kişilerin Ahmed Yesevi'nin kızı Gevher
Şehnaz’dan gelen bir soy kütüğüne sahip olmaları muhtemeldir.[134]
Ünlü Osmanlı
gezgini Evliya Çelebi de Hoca Ahmed Yesevi’nin soyundan geldiğini
seyahatnamesinde belirtmiştir. Evliya Çelebi, ayrıca gezdiği yerlerde
rastladığı Yesevi dervişlerine ait makamları da eserinde kaydetmiştir. Bu
dervişgaziler arasında Deliorman’daki Demirci Baba, Niyazabad'daki Avşar Baba,
Merzifon’daki Pîr Dede, Karadeniz kenarında Batova’daki Akyazılı, Bursa’daki
Geyikli Baba, Abdal Musa, İstanbul Unkapanı’daki Horoz Dede, Bozok Sancagı
Yozgat'taki Emir Çin Osman, Tokat merkezindeki Gaj-Gaj Dede ve Zile ilçesindeki
Şeyh Nusret Evliya Çelebi’nin tespit edebildiği Yesevi dervişleridir. Ancak
bunlardan hiçbirisi Nevsehir’e yerleşen Hacı Bektaş Veli kadar ün
kazanmamıştır. Rumeli’nin fethinin manevî öncüsü olan ve türbesi Silistre’de
bulunan Sarı Saltık da bir Yesevi dervişidir.[135]
Yeseviyye
tarikatı, önce Seyhun nehri havzasında Taşkent ve çevresinde yerleştikten
sonra, Aral gölünün güneyindeki Harezm bölgesine ve aynı zamanda Seyhun ile
Ceyhun nehrinin sınırlarını çizdiği Mâveraünnehir'de geniş bir kitleye
yayılmıştır. Diğer taraftan Türkistan'ın kuzeybatı bozkırlarından Kıpçak
lehçesinin hâkim olduğu İdil-Ural bölgesine uzanan Yeseviyye tarikatı, Pir-i
Türkistan'ın işareti ile yola çıkan dervişleri tarafından Horasan, Azerbaycan
ve Anadolu’ya kadar ulaşmıştır. Tarihî gelişim sonucu Naksbendiyye tarikatının
daha yaygın hâle geldiği XV-XVI. yüzyıllara kadar Türkistan ve Horasan’ın hemen
her yerinde hatta Kesmir, Kâbil, İstanbul, Temesvar ve Hicaz'da Yesevi
dervişlerine rastlanmaktaydı. Ahmet Yesevi’nin esaslarını belirlediği Yeseviyye
tarikatı, daha sonra Türkistan ve Anadolu’da gelişecek olan Naksibendiyye gibi
diğer büyük tasavvuf ekollerini de derinden etkilemiştir. Naksibendiyye
tarikatının, Ahmed Yesevi ile irtibatı Muhammed Bahaüddin Buhârî veya kısaca
"Şâh-ı Nakşibendi" nâmı ile tanınan tarikatın Pirinin Yesevi şeyhlerinden
"Kasem Şeyh" ve “Halil Ata” ile bir süre birlikte olarak feyz
almasına dayanır. Şah-ı Nakşibend'in devrin hükümdarı olan Halil Ata'nın
yanında zahiren hükümdarın hizmetinde geçen altı yıl boyunca feyz ve süluk
yolunda büyük mesafeler kastettiği kendilerinden rivayet edilmiştir.160
Mutlak
bilginin velayet tarafından sağlanacağına inanan akımların bazıları Hz. Ali,
bazıları Hızır, bazıları ise Mahdî'i bu görevin başında kabul ederler. Ancak,
Türk Tasavvufunun ana çizgisini oluşturan anlayışta mutlak bilginin kaynağı
Allah'tır ve vahiy yoluyla Hz. Peygamber, bu bilginin en doğru şekilde
uygulanmasını, insanların Allah, peygamber ve diğer insanlarla ilişkilerini
belirleyen kuralların uygulaması olarak kabul görmüştür.161
Türkistan’ın
İslâmlaşmasında Yesevilik’in Etkisi
Türkistan
bölgesinin İslamlaşmasında Tarikatların etkisi azımsanamayacak derecededir.
Tasavvufta benimsenen hoşgörü temelli anlayışın etkisi ile İslamın toplumda
yayılması daha kolay ve etkili olmuştur. Bu nedenle de tarikatlar İslamın
hoşgörü, huzur ve mutluluk sembolü oldukları için Türkistan coğrafyası da
İslamın bereketi ve huzurundan nasiplenmiştir.
Coğrafyaya
Mutezile’nin hâkim olmasına rağmen hoşgörüden uzak bir din ve ibadet anlayışı,
bulunan bölgede insana ve insanın ruhani düşüncelerini doğru yönlendirmesi için
gereken davetin doğru adresi tarikatlar olmuştur. Siyasi baskı ile oluşan “akli
ve felsefi” esaslı mezhebin Hind-İran kökenli bir Gulat Şii’liğinin Peygamber
ve sahebe için doğru olmayan kelimeler ve küfre ulaşan hadsizliği sebebiyle
160Köprülü, Fuad (1966), Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı yay., II. Baskı, Ankara, s. 92-93.
161Yesevî, A., (1991), Dîvân-ı
Hikmet, Ankara, s. 233.
bölgedeki
huzurun yok olma seviyesinde olması yine hoşgörü timsali olan tarikatlar için
bir olanak sağlamıştır. Türk toplumları siyasi ve sosyal dağınıktan kurtulmanın
bir yolu olarak İslama sarılmış ve İslamın hoşgörüsü ile tanışmıştır. Bu
durumun kahramanı olan Yesevilik hareketinin izlediği politkalar gereğince
İslam ile kolayca kaynaşan Türk toplumları Hanefilik mezhebinde belirtildiği
gibi “kalp ile tasdik dil ile ikrar” çerçevesinde yegâne kurtuluş olan
“Cennet”e gireceklerini, günahkâr olan kulların tövbe ile Allah’ın affını hak
edecekleri ve yegâne kurtulaşa erecekleri Türk toplumuna anlatılmıştır.
Böylelikle türk toplumlarınca kolayca ve hızlı şekilde İslamiyet kabul görmüş
ve yayılmıştır.[136]
Türk
toplumları o dönem coğrafyasında kabul gören Hulûl ve tenâsüh akidesini
savunarak insanı, Allah’ın tezahürü veya tecellisi saymak suretiyle
ilahlaştıran, Tanrı’yı devlet başkanı veya devlet başkanını tanrılaştıran,
siyâsî ve dünyevi hayatın her alanını belirleyen, Gulat-ı Şî’a’ya ve günahkârı,
ameli olmayan veya eksik olanı cehenneme gönderen ve büyük günah işleyeni de
kâfir ilan eden Mu’tezile'ye yönelmemişlerdir. Yahûdîlik, Hıristiyanlık ve
İslâm’da olduğu gibi en eski inançlarda ve kültürlerde bile, basit ve ilkel de
olsa, bir “kurtarıcı” inancı, etkiliveönemli bir yere sahiptir. Ancak bu
kurtarıcının dinlereve kültürlere göre değişen siyâsî otorite ile dinî
önderliğin ayrıldığı veya birleştiği modeller görüyoruz. Hint-İran kadim
kültüründe, Yahudî ve Hristiyan inancında “Kurtarıcı”nın, dinî kimlikle hatta
bir peygamber olarak gelip, kendine tabi olanları kurtarıp onlara “Dünya Krallığı”nı
temin edecek kişi olarak inanıldığı görülür. Oysa Türk devlet anlayışında
devlet başkanı, her ne kadar “kutlu” ve “bilge” kişi olsa bile ahlâki, dini ve
kültürel liderlik: “Şaman, Baksı, Kam, Ata, Dede veya Baba”dandır. Bilgin sert
yöntemlerine göre, sadeliği ve uygulama kolaylığı, günahkâr insanlara hoşgörü
ve sıkıntılı durumlarda ahlaki destek ve insanlığa umut verici açıklamalar
tasavvuf yoluyla İslam'ı kabul etmenin önemli sebepleri olarak ortaya
çıkmaktadır.[137]
Türkler
arasında İslâmiyet’in yayılmasında, Müslümanlarla askeri ilişkiler haricinde ve
şüphesiz bundan daha da önemlisi, nelerin veya hangi unsurların etkili olduğu
sorusu akla gelir. Diğerlerinin yanında özellikle bölgede İslâmi ilimlerin
okunduğu önemli sayıdaki merkezi, ticari ilişkilerin durumunu, tasavvufi
cereyanların ve dervişlerin çabalarını dikkatle değerlendirmenin önemi
büyüktür. Türkler farklı coğrafyalara yayılsalar da farklı inanışlara sahip
olsalar da farklı lehçelerle konuşsalar da ortak kültür ve geleneklerini
korumayı başarmışlardır. Tasavvuf geleneği ise bu kültürün içerisinde önemli
bir yere sahiptir.164
Horasan ve
Mâverâünnehir’de VIII. Yüzyıldanitibaren sûfî gelenek yayılmaya başlamıştır.
Türk boylarının islamlaşmasında onların Gök Tanrı inancı büyük ölçüde etkili
olmuştur. Türk mistisizmi ile tasavvufun bazı noktaları arasında benzerlik
bulunmaktadır. Eski Türklerde “kam” ve “baba” diye adlandırılan din
önderlerinin yerini dervişlere bırakması pek de zor olmamıştır. Çünkü pek çok
ortak yönleri bulunmaktadır. Hatta Türkler için önemli bir yere sahip olan Dede
Korkut’un da Müslüman olmadan önce bir kam olduğu rivayet edilir. İlk yıllarda
İslam’ı merak etmiş ve Arabistan’a bir yolculuk gerçekleştirmiştir. Bunun
sonunda Hz. Ebu Bekir ile karşılaşarak Müslüman olmuştur. Bu olay ise dilden
dile yayılmış ve günümüze şifahi olarak gelmiştir.165 Ayrıca
kendilerini İslâm dininin yayılmasına adayan sûfî dervişlerin sınır boylarında
konaklama ve barınak yerleri olan ribatlar, önceden daha çok askeri gayelerle
kurulmalarına rağmen, zamanla hudutların genişlemesiyle ve etrafındaki
toprakların İslâm dairesine girmeleriyle bu müesseseler sadece İslâm dinini
yaymaya çalışan sûfîlere hizmet etmeye başlamış ve birer zaviye ve tekkelere
dönüşmüşlerdir.166
Müslümanlar
kendi aralarında adeta bir yarışa girerek bu tür müesseseleri kurmak için
sıraya girmişlerdir. Öncelikle ribatlar kurdurmuşlar ve onları zaviye ve
tekkeler takip etmiştir. Tebliğ ve cihat kavramı o kadar içlerine işlemişti ki,
dervişler zaman zaman Müslüman olmayan Türklerin arasına karışıp onlarla
birlikte göçmüşler, zaman zaman ise onları karşılarına alıp ciddi savaşlar
vermişlerdir.167 Türklerin İslamlaşmasını hızlandıran ve onlara bu
dini sevdirenler işte bu gezgin mutasavvıflar olmuşlardır. Bunların başında
Hallac-ı Mansur, İbrahim b. Edhem, Şakik-i Belhî, Hoca AhmedYesevî gibi
mutasavvıfları sayabiliriz. Hoca AhmedYesevî döneminde M. Fuat Köprülü’nün
dediği üzere göçebe Türkler arasında tasavvufi zemin hazır
164Yazıcı, Nesimi; (1993): “Hoca Ahmed Yesevî Döneminde
Türk-İslâm Kültürünün Oluşumu-Gelişimi”. Diyanet İlmi Dergi 29/4, s. 6-7.
165Köprülü, M. Fuad (1976); “Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar'” Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, s. 12-15.
166Ahmedova, Zamira; (2006); “Türkler Arasında İslâmiyet’in
Yayılmasında Tasavvufun Rolü” Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, s.
55-56.
167 Kitapçı, Zekeriya; (2004); “Türkler Nasıl Müslüman
Oldu?” Yedi Kubbe Yayınları, Konya, s.13. bulunmaktaydı.
Hoca AhmedYesevî sonrasında ise Türk dünyasında tasavvufi faaliyetler devam etmiş
ve birçok tarikat ortaya çıkmıştır. Türk sûfîleri Yesevilik,Nakşibendîlik,
Kadirîlik, Kübreviyye, Mevlevîlik, Bektaşîlik gibi tarikatlar halka İslâm’ı
anlatmışlardır. Büyük ölçüde Türklerin İslamlaşmasını sağlamışlardır. Tasavvuf
alanında tekke merkezli artan faaliyetler, Orta Asya ve Anadolu’da yaşayan
Türklerietkilemeye başlamıştır. Türkler, İslâm dünyasında giderek güçlü bir
toplumsal zemin kazanmaya başlayan tasavvufî hareketlere kayıtsız
kalmamışlardır. Tasavvufî anlayışın geniş bir alanda Türkler arasında hüsnü
kabul görmesi ve tasavvufî düşüncenin hayatın bir parçası haline gelmesinde ise
büyük Türk sûfîsi Hoca Ahmed Yesevî’nin ciddi katkıları bulunmaktadır.
Türklerin İslamlaşmasında ve Türkler arasında tasavvufî düşüncenin yayılmasında
büyük rol oynayan birçok sûfî bulunmasına rağmen Hoca AhmedYesevî kadar Türk
dünyasında kitleleri peşinden sürükleyen ve kendisinden sonra dahi tesir
halkasını bu denli sürdüren başka bir mutasavvıf belki de bulunmamaktadır.
Bunun böyle olmasının sebebiHoca AhmedYesevî’nin dilinin sade olması ve
hikmetlerini halka indirgeyerek sunmasıdır. Dolayısıyla Türk-İslâm tasavvufunun
başlıca mutasavvıf şahsiyetleri arasında ayrıcalıklı bir konuma sahip olan Hoca
AhmedYesevîTürk toplumunun dinî-kültürel altyapısının şekillenmesinde öncü rol
oynamıştır. Onun, Yesi şehrinde başlattığı bu manevî kalkınma ve rûhî arınma
hareketi, Mâverâünnehir bölgesinde yankı bulmuştur. Daha sonra bu hareket
Horasan, Azerbaycan ve Anadolu’daki Yesevî dervişleriyle Türkler arasında
yaygınlık kazanmıştır.[138]
Esaslarını Hz.
Ebû Bekir veya Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Peygamber’e (s.a.v) kadar eriştiren
sûfîliğin yayılması, tekkelerin siyasî kuvvetler tarafından resmen tanınması,
birçok büyükler, devlet adamları ve hatta sultanların şeyhlere riayetleri, onlara
yüksek bir manevi nüfuz veriyordu. Köprülü’nün ifadesine göre: “Şarap içmeyecek
kadar dinî hükümlere bağlı olan Karahanlılar, İslâmiyet’i aşk ve hararetle
savunan ilk Selçuklular, şeyhlere ve âlimlere karşı büyük bir saygı ve riayet
gösteriyorlardı.”[139]
Türk hakanları
da şer’i hükümlere son derece katı bir şekilde bağlıydılar. Hoca
AhmedYesevî’nin ortaya çıktığı dönemde, Türk âlemi tasavvufî fikirlere ve
mutasavvıfların varlıklarına yabancı değildi. Halk, mutasavvıflara ve din
adamlarına saygıda asla kusur etmiyor tam tersine sevgide ileriye gidiyorlardı.
Dediklerinden çıkmıyorlar, onları baş tacı ediyorlardı.[140]
Hoca
AhmedYesevî’de en önemli noktalardan biri, insanın kemâle (insan-ı kâmil)
ulaşmak için çaba göstermesi gerektiğini ifade etmesidir. Bu çaba ise
eğitimdir. Eğitim temellerini içinde yaşadığı toplumun kültüründen alan Hoca
AhmedYesevî Türk töresini, Türk dilini tasavvuf düşüncesi ile birleştirmiş,
bezemiş ve Türk tasavvufunun temeline ilk taşları koymuştur. Bu sebeple
AhmedYesevî tasavvufun hem birinci dönemine hem de ikinci dönemine girebilen
dönüm noktasıdır. Dolayısıyla Yesevî İslâmî değerler ileTürk töresininharman
olduğu ve mükemmelleştiği noktada bulunur. Bir diğer ifadeyle, Türk gözlüğüyle
İslâmiyeti değerlendiren ve yaşayan bir kişidir.[141]
Sonuçta Hoca
AhmedYesevî’den önce de mutasavvıflar halk arasına karışmış ve halkın saygısını
kazanmışlardı. Ancak topluluk arasına karışan bu mutasavvıflar Yesevî’den
farklı olarak kaybolup gitmişlerdir. Diyebiliriz ki Hoca AhmedYesevînin bedeni
ölse de ruhu daha sonraki topluluklara karışan mutasavvıflarla birlikte sürekli
yayılmaya devam etmiştir. AhmedYesevî döneminde Gayrimüslim Türk boyları yok
değildi. O, bu Türk boylarının Müslümanlaşmasındaetkili olmuştur. Fakat
şüphesizki en büyük rolü zaten Müslüman olan toplulukların dinlerine daha da
sıkı sıkıya bağlanmaları noktasında olmuştur. Onun ön gördüğü dinî
algıdahurafelere yer verilmemiştir. Kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. Toplumun en
önemli ihtiyacının doğru yola girmek ve hurafelerden arınmak olduğunu gören
Yesevî, amacına bu doğrultuda ulaşmıştır.[142]
İslâmiyet’in tevhid inancı etrafında birbirine düşman olan toplulukları bile
birleştirmesi Hoca AhmedYesevî’yi etkilemiştir. Onun örnek olarak aldığı tek
isim Rasulullah’tır (s.a.v). O halde diyebiliriz ki Yesevî’nin Hikmetleri,
insanî ilişkilere yeni bir anlam yükleyerek, insanların davranışlarına
ahlakîlik kazandıracak ve toplumun bütünlüğünün korunmasına katkıda
bulunacaktır.[143]
Yesevîliğin
tesiri başlıca şu sahalarda olmuştur:
Anadolu Sahası (Batı Türkleri),
Afganistan Sahası[144]
Yahya Kemal;
“AhmedYesevî’yi iyice incelemek lazım. Bizim milliyetimiz onda gizlidir.[145]” derken aslında tüm
meseleyide özetlemiştir. Şuan da Komünizmin etkisinde boğulan Orta Asya
Türkleri için şüphesiz kurtuluş yeni ve Yesevi modeli olacaktır.
Hoca Ahmed
Yesevî tarikatını tesis ederken birtakım ilkeler benimsemiş ve bu ilkeler
doğrultusunda hareket ederek fikirlerini halka yaymış, bu sayede halk nezdinde
kabul görmüştür. Bu ilkeleri topluma aks ederkende Peygamber(s.a.v.) izlediği
yolları kendine kılavuz bilmiş ve kısa sürede topluma tesir etmiştir.
Tevhid Düşüncesi Üzerine Oturtulmuş Tasavvuf
Anlayışı
Ahmed Yesevî,
tasavvuf ve tarikat anlayışını tevhid üzerine bina etmiştir. Tarikatı’nı
yaydığı dönemde insanlar tarafından kabul gören Şamanizm inancının aksine,
onları Allah’ın bir olduğuna inandırmaya çalışmıştır. Allah inancını tasavvuf
yoluyla pekiştirmek, Hoca Ahmed Yesevî’nin hareket noktasını oluşturmuştur.
O’nun asıl gayesi Allah’ı bulmak ve buldurmaktır.176
Ahmed Yesevî,
“Allah’ımı ararım izine düşüp giderim”177 dizesindeki “izine düşüp
giderim” ifadesiyle hakikati bulmak ve Allah’a ulaşmak için gidilmesi gereken
yol manasına gelen tevhid inancını kastetmektedir. Dolayısıyla Allah’ın
birliğini her zaman ve her yerde söylemenin ve yaşamanın gerektiğini açıklamaya
çalışmıştır. Hoca Ahmed Yesevî, Allah inancını vahdet-i vücûd anlayışına yakın
bir tarzda ele almaktadır. Kendi varlığını, Allah’ın varlığında bulmaktadır.
Ona göre en büyük sevgi ve huzur kendinden geçip, Allah’a yakınlaşmaktır. Hoca
Ahmed Yesevî, tevhid inancından yoksun insanların bunu bilemeyeceğini
söylemektedir. Bu öyle bir yoldur ki, herkesin gitmesi mümkün değildir. Bu yola
ancak ilim ve iman ile girilebilmektedir. Hak ve hakikat ancak akıl ve bilgi
ile idrak edilebilmektedir. Nitekim kendisinin bu yola girdiğini, candan geçmek
anlayışıyla Hakk’ı bulduğunu şöyle belirtmektedir:
“Ene’lHakk”ın manâsını bilmez cahil
Bilge gerek bu yollarda mertlerin denizi
Akıllı kullar Hakk yâdını dedi sevgili
Candan geçip Sevgili’yi sevdim ben işte ”178
Mutasavvıflar,
Allah’ın dışında gerçek olmadığını basarla (gözle) değil, basiret yoluyla
müşahede etmişlerdir. Yesevî, bunun Allah tarafından sadece tevhid inancına
bağlı olanlara verildiği kanaatindedir. Tasavvuf bir hâl ilmidir, kâl (söz)
ilmi değildir kaidesince; bildiğiyle amel etmeyen ve yaşamayan kimselerin bunu
bilemeyeceklerini söylemektedir.
“Bilmediler mollalar
“Ene’l Hakk” manâsını;
Kâl ehline hâl ilmini
Tanrı görmedi münasip” [146]
176Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, Emel Esin Nüshası, (
Müze: No.55 ) Hazırlayan: Faruk Azmun, (İstanbul: Tek-Esin, Türk Kültürünü
Araştırma ve Geliştirme Vakfı Yayınları, 1994, )
177Yesevî, Divan-ı Hikmet,
Haz. Bice, s. 77.
Yesevî,
Divân-ı Hikmet, Haz. Bice, s. 22.
Hoca Ahmed
Yesevî, ilâhî aşk ve manevi zevkle Allah’ın varlığına inanmaktadır. İbâdet,
tâat ve zikirle Allah’a ulaşmaya çalışır. Hadis-i Kudsi’de Allah şöyle
buyurmaktadır: “Kulumun, farz kıldığım şeylerle bana yaklaşmasından iyisi
yoktur. Kulum bana nafilelerle de yaklaşmaya devam eder. Öyle olur ki artık onu
severim. Onu sevdim mi işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü
ayağı olurum.. ,”179 [147] Bu Hadis-i Kudsi’nin manâsına
uygun olarak Yesevî şöyle demektedir:
“Söylesem
ben dilimdesin, gözlesem ben gözümdesin,
Gönlümde
hem canımdasın, bana sen gereksin sen ” [148]
Yesevî, her
şeyin O’ndan geldiğine, her şeyin O’nun gücü ve kudreti dairesinde hareket
ettiğine inanmaktadır. Vahdet-i vücûd zevk itibariyle ve hâl ile idrâk
edilebileceğinden[149] o, bunu hikmetlerinde
ayrıntılı olarak ele almıştır. Fenafillah ( Allah’ın varlığında yok olma)
makamına geçtiğini de ifade etmektedir:
“Adım sanım
kalmadı ben bir hiç oldum;
Allah’ı yâd
eyleyerek yüce oldum;
Pak yürekle
O’na bağlanıp, gör nice oldum;
Fenâfi’llâh
makamına geçtim işte”[150]
Hoca Ahmed
Yesevi, Allah’ın vahdâniyyetine şeksiz-şüphesiz inanırken, O’nun dışında hiç
bir varlığın güç ve kudret sahibi olmadığına yine Allah’ı şahit göstermektedir.
“Heme ez ûst” (ne varsa ondandır) esasına dayanan vahdet düşüncesini şöyle dile
getirmektedir:
“Hiç kimse
yok yerde gökde Sen’sin Kadir
Şüphem
yoktur bu sözümde özün şâhid.
Hem teksin,
bir tanesin şüphesiz hazır
Elimi tutup
yola koy “Ente’l-Hâdi”” [151]
Ahmed Yesevî,
tasavvufi düşüncesinde tevhid fikrini, hayatının her anını kuşatan bir ifadeyle
anlatmaktadır. Allah’ın birliğini dil, akıl ve nefis üçgeninde her zaman ve her
yerde anmanın önemini vurgularken, Allah’ın cemâlini görmenin bununla mümkün
olabileceğini söylemektedir:
“Dile al
“Lâ ilahe illâllah”ı
Akla koy
her nefesde ol uyanık
Pir-i kâmil
nazar eyleyince sana ansızın
Hakk
cemâlini göstermese perişan olunur”8
Ahmed
Yesevî’ye göre, vahdâniyyet, Allah’ın tek oluşudur. Allah, katında,
sıfatlarında ve fiillerinde tektir. O, yaratıklara benzemez. Mahlûkatın
yapmaktan aciz kaldığı ve muhtaç olduğu her şey O’nun yanında vardır. O hiç
kimseye muhtaç değildir. Muhtaç olan insandır. Bu ihtiyaç dairesinde hayatını
devam etme ve istediği şeyi elde etmenin en kesin yolu bir olan Allah’ı
bulmakla mümkündür. Yesevî’nin ele aldığı en önemli unsur insandır. Tevhid
inancının gerektirdiği şekilde insanı yetiştirme, eğitme ve terbiye etme konusu
onun en önemli meselesi olup, insanı gerçek anlamda Allah’ı tanıyacak ve ibadet
edecek dereceye getirmeye çalışmaktadır. İnsan-ı kâmil olma yolunda varılacak
makamları, tarikatında basamak olarak kullanmaktadır.184 [152] [153]
Bu basamağın en önemli temel taşı ise tevhiddir. Yesevî’nin düşüncesinde
tevhid, Allah’a gereği gibi inanmak ve sığınmak anlamını taşımaktadır. “ De ki:
O Allah tektir. Allah her şeyden müstağni ve her şey O’na muhtaçtır. O
doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’na denk değildir.”[154]
“KulHuva’allah,
subhana’llah”ı tekrarlarsam.
Ulu
Tanrı’m, didarını görür müyüm?
Her yerimde
hasretin derdini duysam,
Ulu Tanrı’m
didarını görür müyüm?” [155]
Hoca Ahmed
Yesevî, Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine ve bu hükümlerin ihtiva ettiği temel
düşünce sistemine olduğu gibi sünnete de kuvvetli bir şekilde bağlıdır.[156] Yesevî, Ehl-i
Sünnet ve’l- Cemaat’i esas alan, sünnete ittibâ eden, bir tarikat anlayışına
sahiptir.[157]
İslam Dini’nin
emirlerine bağlılık konusunda, hassas davranmıştır. Ahmed Yesevî, İslamiyet’i
ana unsur olarak ele alışının yanında, Peygamber’in (s.a.v) sünnetine bağlı bir
yaşayışın da temel nokta olduğunu söylemiştir.[158]
Ahmed Yesevî, İslamiyet’i yaşamadan tarikatı yaşamanın mümkün olmadığını
söylemektedir. Ona göre tarikata girmek için İslamiyet’i bilmek gerekmektedir.
Yine Yesevî’ye göre din, uzuvlarla yani zahirle amel etmektir. Uzuvlarla
demekten maksat, farz, vacib ve sünnetlerin tümünü yerine getirmektir. Buna
göre, emredilen her şeyin koşulsuz olarak kabul edilmesi, mümkün olduğu kadar
yaşanması ve yaşatılması gerekir. Yasaklananlardan çekinip, insanları uyarmak
lazımdır. Yesevî, bunları; “küfür, nifak, şüphe, şirk, kendini beğenmek,
gösteriş yapmak, zulmetmek, haram yemek, yalan söylemek, gıybet yapmak, zina
etmek, içki içmek ve müminlere haksız yere zulmetmek” diye sıralamıştır.[159]
Yesevî’ye
göre, İslami esaslara dayanmayan bir tarikatın hak ve gerçek olması
imkânsızdır. İslamiyet’i tam manasıyla yaşamayan birisinin tarikata girmesi
doğru değildir. Yeseviliğin dört temel esası olan şeriat, tarikat, hakîkat ve
marîfet’e ulaşmanın ilk kapısı İslamiyet’i yaşamakla mümkündür:[160]
Şerîatın
işlerini tamam eylemeyince,
Tarîkatın
meydanına girse olmaz.[161]
Şeriattır
âşıkların efsanesi;
Arif olan
âşık tarikatın incisidir[162]
Ahmed Yesevî,
tarîkata gireceklerin “emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’lmünker” (iyilikleri
tavsiye etmek, kötülükleri yasaklamak) çerçevesinde imanî konularda titizlik
isteyen düsturlara riâyet etmenin önemini vurgulamaktadır. Din dışı kurallar ve
hurafelerle İslam’ın özüne ters düşecek, İslâm’la bağdaşmayacak bir anlayışla
tarikat hayatının mümkün olamayacağı inancını taşımaktadır. Cahil kişilerin,
yetki sahibi olmadıkları halde, özellikle tasavvufî meselelerde fikir beyan
etmeleri yarardan çok zarar getirecektir.
Buna mukabil
dinî ilimleri bilen ve yaşayan kişilerin tarikata girmelerine büyük önem vermekte,
tarikata girecek olan birisinin dine göre yaşamasını istemektedir. İslâmî
ilimlerin insana hitap eden bütün meselelerine riâyet edenlerin, tarikata
girebileceğini söylemektedir. İslamiyet’in insana yüklediği sorumluluğu yerine
getirenlerin tarikata girebileceğini, bu dini bilmeden, onu yaşamadan tarikata
girmenin ve tarikat davası gütmenin sakıncalı olduğunu ifade etmektedir:
“Her kim
eylese tarikatın davâsını
İlk adımı
şeriata koymak gerek.
Şeriatın
işlerini tamam eyleyip,
Ondan sonra
bu davâyı kılmak gerek” [163]
Hoca Ahmed
Yesevî, din ile tarikatı birbirinden ayrı tutmamış[164]
din ile tasavvufu sade ve basit anlatımlarla birleştirmiştir.[165] Buna göre din hürmet, tarikat
hizmet, hakikat ise himmettir.[166] Hoca Ahmed Yesevî, tarikatta
dini konuların bilinmesi hususunda o kadar ince ve detaylı düşünmektedir ki,
dini yaşamadan tarikata gireceklerin hata yapma, sapma ihtimalinden ötürü küfre
girmelerinin dahi söz konusu olabiliceğinii ifade etmiştir.
Ahmed
Yesevî’nin hikmetlerinde İslâm’a aykırı bir unsura rastlanmamaktadır. Din ile
tarikatı kolay bir şekilde telif etmesi, Yesevîliğin Türkler arasında hızlı bir
şekilde yayılmasında başlıca sebep olmuştur. Dolayısıyla Ahmed Yesevî aşağıdaki
beyitte Kur’an-ı Kerim’in hükümleri ve Hz. Peygamber’in hadislerinde ifade edilen
hakikatleri dile getirdiğini bildirmiştir:[167]
“Benim
hikmetlerim Sübhân’ınfermânı,
Okuyup
bilsen, hepsi Kur ’ân’ın anlamı”[168]
Yesevî, dini
yaşamadan tarikata girenlerin hiçbir fayda görmeyeceklerini söylemektedir.
İslâmiyet’e uygun olmayan bir tarikat bâtıl olduğu gibi, hakîkate uygun olmayan
tarikat dahi batıl ve gerçek dışıdır. Zira dinî bilgilerle kendini yetiştiren
mürid, hata yapmamaya ve günah işlememeye özen gösterecek, mensubu bulunduğu
tarikatın gereklerini dinî ölçüler içerisinde yerine getirmeye çalışacaktır.
Böylece hakikat makamına ulaşmak için dinin ve tarikatın gereklerine uyma
bilgisini kazanacaktır.[169] [170]
Nitekim
Yeseviyye’nin dine ^bağlılıkta önde gelen tarikat olduğu inancı, yüzyıllar
boyunca tasavvuf çevrelerince kabul edilmiştir. Ahmed Yesevî, İslam dinine ve
Peygamber’in sünnetine bağlı olmayanları kesinlikle reddettiği gibi, “Veli”lik
taslayanların da dine bağlı olup olmadıklarının araştırılmasını istemiştir.
İslamiyet’i yaşamayan şeyhleri, haklı gerekçeyle yalancılıkla itham etmesi, Yeseviyye
öğretisinin ana unsuru sayılmıştır:
“Kâmilolmadan
“Şeyhim” diye iddia eden
Kendi
yapmadan halk içinde vaaz edip söyleyen
Sözü yalan
dünya için amel işleyen
Dünyayı
bırakmayınca “Hal” ilmini bilse olmaz”202
Ahmed
Yesevi’ye göre şeriattan gaye yola girmek, tarikatta gaye ise nefisten
geçmektir. Burada önemli olan ilk önce Allah’ın dinine sıkı sıkıya sarılmaktır:
“Şeriatta maksat odur yola girmek
Tarikatta maksat odur nefsden geçmek'”'10
Tarikat
meselelerinin İslâmiyet ölçüsüne vurulduktan sonra kabul edilebileceğini
söyleyen Ahmed Yesevî, İslam’a muhalif ve sünnete zıt bir hususun, tasavvuf ve
tarikat çevrelerince kabul edilmemesi gerektiği fikrindedir. Ona göre tarikatın
tüm meseleleri dine uygun olmalıdır. Aksi takdirde marifet ve hakikat
düsturları içerisinde temelsiz bir olgudan öteye gidemeyecektir. Çünkü tarikat
ve hakikatin yolu dinden (şeriattan) geçmektedir. Bu bakımdan Yesevî,
“Şeriatsız tarikata geçemedim”[171] [172]demektedir.
Ona göre en
makbul kişi, dini emirlerin tamamını nefsinde yaşayandır. Bunun için de, Hz.
Peygamber’in örnek alınması gerekmektedir. Zira Allah’ın emirlerine ve
Peygamber’in sünnetine inanmayan ve bu emirleri yerine getirmeyen birisi gerçek
ümmet olma şerefine eremeyecektir. Yesevî’nin diliyle: “Ümmet demez Muhammed!”[173]hitabı ile karşılaşacaktır.
Yesevî, tarikat salikinin gece gündüz ibadet içerisinde bulunmasını, Hz.
Peygamber (s.a.s.)’i tazim ile selamlayıp salavat getirmesini telkin etmekte,
bu sayede ümmet olma saadetine erişip, yüzü sevinçli bir halde huzura
varacağını söylemekte; dünya ve ahirette en büyük mutluluğun Hz. Peygamber’in
ümmeti olabilmekle elde edileceğini vurgulamaktadır.
Hoca Ahmed
Yesevî, Divân-ı Hikmet’inde İslâm’a muhalif ve şathiyat tarzında herhangi bir
görüşte bulunmamıştır. Nitekim onun fikirlerinde genel manada itikadı sarsacak
özel ima ve işaretlere rastlanılmamaktadır. Hoca Ahmed Yesevî her manzumesinde
hatalarından bahsederek tevbe ve istiğfarda bulunmuş, Allah’tan af ve mağfiret
dilemiştir. Vahdet-i vücûd felsefesine en fazla daldığı zamanlarda bile din
silahını hiç bir zaman unutmamıştır.[174]
Hoca Ahmed
Yesevî, İslâmî emir ve nehiylerin bütününü kabul eden bir anlayışa sahiptir.
Sâliklere de buna göre hareket etmelerinin asli görevleri olduğunu
söylemektedir. Yesevî, tarikatına giren birisi için, İslâm’ın emirlerinden
namaz ve oruç ibadetinin kesinlikle terkedilmemesi gerektiğini ve Allah’ın
lütfuna kavuşmak isteyenlerin özellikle tevbe üzerinde olmalarını istemektedir:
“Namaz,
oruç, tevbe üzere varanlara
Hak yoluna
girip adım atanlara
Bu tevbe
ile oraya varanlara
Bağışlanmış
kullar ile sohbeti var ”[175]
Ahmed Yesevî,
“ ibâdetleri riyakârlık yaparak yerine getirenlerle, gerçek mürşid olmaksızın
tarikatta irşâd iddiasında bulunanların, imandan nasip alamayacakları”
görüşündedir. İbâdetlerin özürsüz olarak terkedilmemesinin önemi üzerinde
durmaktadır. İbadetlerin, âdâb ve erkâna göre yapılmasının gereğini
vurgulamakta, salîkin, yapacağı zikir ve duadan lezzet almasının ancak bu
şekilde mümkün olacağını yineleyerek belirtmektedir.[176]
Yesevî, kalb-i
selime sahip olunmadan tarikata girmenin doğru olmayacağı fikrindedir. Kalb-i
selime ulaşmak için de dinî emirleri bilmek ve gereği gibi yaşamak icap
etmektedir. Bunun için de bir insanın dört deryadan geçmesi lazımdır.
Yesevî’nin ifadesiyle bunlar; dünya, halk, şeytan ve nefis deryalarıdır. Bu
deryaların her birisi için birer gemi gereklidir. Dünya deryasının gemisi zühd,
yiyeceği kanaat, bilgisi horlanmak, demiri de sabırdır. Halk deryasının gemisi
(halktan) ümidi kesmek ve uzlet, demiri ayrılık, oturuşu da halvettir
(yalnızlık). Şeytan deryasının gemisi zikir, yiyeceği tesbih, demiri korku ve
ümit, oturuşu da muhabbettir. Nefis deryasının gemisi de açlık ve susuzluk,
yiyeceği aşk, oturuşu da şevktir. Bu dört deryadan geçen kalb-i selime ulaşmakta
ve tarikata girme liyakatini elde edebilmektedir.[177]
[178] Çünkü tarikat, kolay
girilebilecek bir yol değildir. Tarikattan önce, dini emir ve nehiyleri yerine
getirmek gerekmektedir. Dini bilmeyen, tarikatı da bilemeyecektir:
“Şeriatın şartlarını bilen âşık
Tarikatın makamını bilir dostlar”111
Dini bilip
yaşamak da din (şeriat), tarikat ve hakikat üçlemesindeki gerçek marifet ve
rızaya ulaşmaya vesile olmaktadır. Çünkü din (şeriat); zahiren uzuvlarla,
tarikat; kalp ile hakikat ise; sır (kalbin içindeki cevher, gönül) ile amel
etmektir.[179] Ahmed Yesevî, dinî
emirleri yaşamadan tarikata geçemediğini açık bir şekilde dile getirmiştir.
Hakikat makamına ulaşmak için de İslâmiyet’e uygun olan tarikat anlayışıyla
hareket etmenin gerektiğini belirtmektedir.[180]
Gerçek mürşid
dinî hayatı yaşayan ve dinin bütün hükümlerini yaşatmaya çalışan kişidir. Zirâ
İslâmiyet eşiğine yüz sürmek, tasavvuf yoluna girmek isteyenin ilk görevidir.[181] Hâsılı Hoca Ahmed Yesevî,
olgun, ileri görüşlü ve muhakemelî bir Türk mutasavvıfıdır. İrşad anlayışı
içinde dinle tarikatı tam anlamıyla kaynaştırmış ve tarikatının en büyük
ilkesini dine bağlı kalmakla tanıtmıştır.[182]
Bir Tarikat Kurucusu Olarak Ahmed Yesevî’nin
Tasavvufla Alakalı Temel İlkeleri
Yesevilik
tarikatının kurucusu olan Hoca Ahmed Yesevi tasavvuf konusunda büyük bir bilgi
ve tecrübeye sahiptir. Pir-i Türkistan ciddi bir tasavvuf ahlakına sahiptir ve
bunu ilkelerce belirtmiştir. Bu ilkelerRiyazet ve Mücahede, Halvet ve
Zikir’dir.
Ahmed Yesevî
riyazet ve mücahedeye büyük önem vermektedir. Ona göre kalp sükûnetine kavuşmak
için riyazet ve çile çekmek gerekmektedir. Riyazet ve mücahede ile nefislerini
Allah sevgisinde eriten kişilerin hak yoldan sapmayacaklarını belirtmektedir.[183] Nefsin, maharet ve
dayanıklılığını artırmak için zorluğa sürmek manasını taşıyan riyâzet, tasavvuf
terimi olarak nefsi, ruhun emrine verme gayreti demektir.[184]
Mücâhede;
cihâd etmek, nefis ile çekişmek, nefsi ezmek, arzularını kırmak, tesirsiz hale
getirmektir. Yine nefsin, Hakk’ın, aklın ve dinin iradesine boyun eğmesini
sağlamak, bu maksatla riyazet, perhiz, idman ve temrin yapmak manasını
taşımaktadır.[185] Mücâhedenin aslı, açlıktır.[186] Öte yandan riyazet, terbiye
etmek, itâat etmek; mücâhede ise içe dönük mücadele etmek ve dövüşmek
anlamlarına gelmektedir. Istılah olarak her ikisi de nefsin isteklerine karşı
durmak, onunla savaşmak, isteklerini yapmamak, yeme içme gibi tabiî ihtiyaçları
en aza indirmek konularını içermektedir.[187]
Ahmed
Yesevî’ye göre, hakiki bir müridin riyâzet ve mücâhedeye alışması için yeme ve
içmeden, şehevî arzularından uzaklaşması gerekir. Dünya sevgisi olarak kabul
edilen dünya ve makam sevgisi esaretinden kurtulmak için, teveccüh ve
murâkabeyi meslek edinmesi lazımdır. Yeseviyye Tarikatı’nda salikler için üç
çeşit oruç riyazeti ve mücâhede şekli vardır. Buna göre üç günlük nafile oruç,
batından gubâr ve zulmetin kalkmasına sebep olur. Nafile oruç beş gün olursa
mugayyebât-ı cin ve temiz ruhlar musahhar olur. Altı gün olursa, gönül
deryalarının pınarları açılır ve akmağa başlar. Dokuzuncu günde ise, kalplerin
ve kabirlerin keşfine mazhar olunur. Yine bütün bu riyazet ve mücâhede usulleri
şeyhin izniyle olmalıdır. Yoksa faydadan çok zarar meydana getirebilir.[188]
Ahmed
Yesevî’de riyâzet ve mücâhede ile nefis terbiyesi başta gelen vazifedir. Zira
nefis, bütün kötülükleri istemesi açısından, onun terbiye edilmesi gerekir.
Nefse muhalefet etmek lazımdır. Nefsin isteklerine gem vurmak ve onu frenlemek
için, nefse ağır gelen şeyler yapılmalıdır.[189]
Yeseviyye
Tarikatı’nın riyâzet ve mücâhede doktrininde az yemek, az uyumak büyük önem
taşır. Cemâlullah sırrına ermek için az uyumak gerekir; “Tek şartı riyâzeti
kabul etmektir.” ifadesinde tasavvufta nefis terbiyesinin ve ıslahının her
zaman riyâzet şuuruyla, uyanık olmakla mümkün olabileceğini söylemektedir.[190]
Yesevî,
nefsin, insanın dünya ve ahirette rezil olması için uğraştığı; insanın da,
nefis ile mücadele etmesi gerektiği görüşündedir. Bunun için de mürid nefsin
kötülüklerinden, rezilliklerinden kurtulmak ve her zaman mücâhede edip, Allah
sevgisine kavuşmak amacıyla izzet ve rahatı horlanma, hakir görülme ile
değiştirmelidir.[191] [192]
Yesevî, zâhidlere amel ve takvayı gerekli görürken, riyâzet ehline de nefsin
arzularını kırmak için seherde kalkıp, ibadet etmek ve taâtta bulunmak
gerektiği yönünde tavsiyede bulunur:
“Has kullar
gibi geceleri ayakta olsam;
Yiğitler
gibi gündüzleri oruçlu olsam.
Geceleri
rahat edemeden “Tanrı’m” desem;
Nasıl
çaresini bulacağımı bilmem dostlar”1,15
Yesevî
Tarikatı’nda önemli yer tutan iki ilke de “ halvet” ve “ zikir” dir. Halvet,
lügatte tenha kalma, tenhaya çekilme, tenhalık, tenha yer, hamamın sıcak bir
bölmesi anlamına gelmektedir. Tasavvuf ıstılahında ise halvet, tarikata intisap
eden bir müridin, belirli bir zaman sonra, şeyhinin isteğiyle, insanlardan
uzaklaşarak, yalnızca bir yerde (tekkelerin özel bölmelerinden birinde)
inzivaya çekilmesi ve bir süre (genellikle kırk gün) devamlı Hakkı
zikretmesidir.[193] Bundan (ilk önce) Suhreverdî “Avârifü’l-
Maârif” adlı eserinde bahsetmiştir.227 Halvet: “çile” olarak da
bilinir. Müridler arasında, “erbain çıkarmak” deyimiyle kırk gün halvete
çekilmek kastedilmektedir.228 Halvetin, Hz. Musa’nın Tûr-i Sinâ’daki
kırk gün kalışından ve Hz. Peygamber’in Hirâ mağarasındaki, itikâfından ilham
alınarak ortaya konduğu ileri sürülür.229 Hz. Davud’un küçük bir
kusurundan dolayı kırk gün ibadet etmesi de halvete mülhem gösterilmektedir.230
Hoca Ahmed
Yesevî’ye nisbet edilen “Yeseviyye” Tarikatı’nda halvetin özel önemi ve kendine
mahsus âdâbı vardır. Yesevi’ye göre “Halvet” kelimesindeki harflerde
anlaşılması zor hikmetler mevcuttur. Halvet kelimesinin “H” harfi hâli’den, “L”
leyl’den, “V” vuslat’tan, “T” hidayet’ten alınmıştır. Halvet sırasında nefis ve
şeytana ait arzu ve istekler yanıp yok olmaktadır. Hakk’ın cezbelerinden, nâr
ve nur meydana gelmektedir. İnsanlık ufkunda bütün kötülükler kalkarak batın
tabakaları nurlanmakta ve temiz olmaktadır.231 Yeseviyye tarikatında
“Şeriat halveti” ve “Tarîkat halveti” olmak üzere iki türlü halvet vardır.
Şeriat halveti olmayınca, tarikat halveti olmaz. Şeriat halveti, “bütün
kötülüklerden, noksanlıklardan ve günahlardan tevbe etmek” demektir. Hoca Ahmed
Yesevî, tarikat halveti hakkında ise mutasavvıfların birtakım görüşlerinin ve
uyulması istenilen kaidelerin bulunduğunu söylemektedir.232 Yeseviyye
tarikatında halvetin nasıl yapıldığını Hazînî şöyle bildirmektedir:
“
Nısfu’l-leyle varınca ve meşâyıh-ı Yeseviyye manzume ve makâlâtları ki,
hikmetdirler -savt-ı hazin ile- telkinât ile hatm olur, tezvik ve teşvik
içün... Ba’de edây-ı tekbirât müselles oturup bir halka halindidülür.
Zikrullah’dan sonra hafız hoş nefeslerden savt-ı hazîn ile Sûre-i Yâsîn tilavet
eder.”133
Menkıbeye
göre: Hızır (a.s) bir gün Ahmed Yesevi ile sohbet etmeye gelmişti. Ahmed
Yesevî’nin gönlü her zaman ferah iken, o gün sıkıntı içindeydi. Bunu gören
İbrahim
Düzen (1961), Aziz Nesefî’’ye Göre Allah, Kâinat ve İnsan, Şanlıurfa
İlahiyat Fakültesini Geliştirme Vakfı Yayınları, Ankara, s. 161
228Cebecioğlu, Ethem; (1991), Hacı
Bayram Veli, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s.150; Rahmi Serin (1984),
İslam Tasavvufunda Halvetilik ve Halvetîler, Petek Yayınevi, İstanbul,
s.67.
Akşemsettin,
Muhammed b. Hamza, Risalet’ün-Nuriyye”, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı
Mahmud Efendi, no: 2863; Mevdudi, Mevlana Ebu’l Âlâ, Hz. Peygamber,
Çeviren: Ahmed Asrar, Pınar Yayınları 1985, İstanbul, C. II-108.
Düzen
(1972), Aziz Nesefî’’ye Göre Allah, Kâinat ve İnsan, 161; Ahmed Bîcan, Envârü’l-Aşıkîn,
Derleyen. Mehmet Faruk Gürtunca, Ülkü Kitap Yurdu Yayınları, İstanbul, 133.
Hazîni,
Cevahirü’l-Ebrâr, vr. 16a.
Hazîni (1990), Cevahirü’l-
Ebrâr, vr. 17b.; Suhreverdî, Avarifü’l-Maarif trc. Hasan Kâmil
Yılmaz, İrfan
Gündüz, Erkam Yayınları, İstanbul, s.
263-287.
Hazîni,
Cevahirü’l- Ebrâr, vr. 27b.
Hızır (a.s)
sebebini sorduğunda, arkadaş ve müridlerinin gönüllerini kesâfetin
kabzettiğini, bundan dolayı üzüntülü olduğunu söyleyince, Hızır (a.s) “Ah, Ah”
diyerek Hakk’ı zikre başlamış. Bundan sonra Yesevî’nin hüzün ve sıkıntısı
gitmiştir. Zikr-i Erre, bu şekilde Yeseviyye’nin virdi olmuştur.[194]
Tasavvufun
temel gayesi vuslattır. Tek varlık olan Allah’ın varlığına kavuşabilme, Ahmed
Yesevî’nin üzerinde durduğu en önemli meseledir. Kurduğu tarikat ile bu
hakikate ulaşabilmenin sınırlarını çizmiştir. Ona göre Allah’ı zikir, dünya
sıkıntılarının insana yüklediği sıkletin altından kalkmasına olanak
sağlayacaktır.[195] Allah’ı bulma
sevdasında olan Hoca Ahmed Yesevî, zikirle Allah’ı bulup, bulamayacağı hakkında
kendini sorgular.
“Kul Hoca
Ahmed, kulluk içre sâbit olsam,
Zikrini
deyip, zâkir olup,
Rabb’im
desem, Zikrinde şevklenerek kavrulup yansam,
Bu iş ile
yâ Rab, seni bulur muyum? ”[196]
Yesevî’de
zikir o kadar önemlidir ki, taharetsiz ve abdestsiz olarak zikir yapılamamakta
olup, “Taharetsiz zikir söyleyene lanet yağar.”, “Taharetsiz zikrini söyleyen
imân etmez.” ve “Mümin olsan taharetsiz zikrini söyleme.” dizeleriyle bunu dile
getirmektedir.[197] Abdestsiz zikir yapanın,
zikrin ehemmiyet ve önemine iman etmediğini söylemektedir. Hoca Ahmed
Yesevî’nin nazarında zikrin lezzetini bilmeyenler, hayvandan beter
yaratıklardır:
“Bu yolun
lezzetini bilmeyenler
Öz yakasını
tutup tevbe etmeyenler
Dünyalığına
mağrur olup yürüyenler
Hayvandır,
belki ondan beter imiş ”[198]
Hâsılı
Yeseviyye’nin kendine özgü bir takım âdâb ve erkânı bulunmaktadır. Yeseviyye,
öteki tarikatlardan usûl ve âdâb bakımından bazı farklılıklar göstermektedir.[199] Yesevîlik âdâbı hakkındaki
temel bilgiler Ahmed Yesevî’nin hikmetleri, kendisine isnâd edilen “Fakrnâme”
adlı risâle ile Hazînî’nin “Cevâhirü’l Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr” adlı
eserine dayanmaktadır.
Söylediği
hikmetlerle Orta Asya bozkırlarındaki insanların kalplerini İslamiyet’e
ısındıran Hoca Ahmed Yesevî’nin kurduğu Yeseviyye’nin belli başlı birtakım
temel ilkeleri vardır. Bu temellerin başında tevhid inancı ve sünnete bağlılık
yer almıştır. Allah’ın varlığına, birliğine imân etme Yeseviyye’nin temel
ilkesidir. Bu gayesinin başında tevhid inancının pekiştirilmesi, sünnet-i
seniyye’ye uyma ve bu doğrultuda yaşama anlayışı gelmiştir. Dîne dayalı bir
tarîkat anlayışıyla ortaya çıkan Yeseviyye’nin irşad halkasında din dışı hiçbir
olguya rastlanmamıştır. Yeseviyye’nin temel hedefi insanları din etrafında
birleştirmek ve kaynaştırmak olmuştur. Tarikata girecek olan müridin ilk önce
din hakkında yeterli bilgiye sahip olması gerektiği vurgulanmıştır. Dini
bilgisi yeterli olmayan bir kişinin tarikata girmesi doğru görülmemiştir.
Yeseviyye,
Allah inancı, Peygamber sevgisi ve İslâm kardeşliği ölçeğinde toplumda
merhamet, sevgi, yardımlaşma ve ahlakı yaygınlaştırmayı hedef edinmiştir. Emr-i
bil-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker ilkesi Yeseviyye’nin ana temasını
oluşturmuştur. Nefis terbiyesi, nefisle mücahede ve mücadeleyi ifade eden
riyazet konusu da Yeseviyye’nin bir başka önemli ilkesidir. Nefsin azgınlığına
ve serkeşliğine set çeken açlık ve uykusuzluk, bütün tarikatlarda olduğu gibi
Yeseviyye mensuplarınca da uyulması gereken bir düstur olarak kabul edilmiştir.
Cemâlullah’a ulaşmak isteyenin riyâzete devam etmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Halvet, yani yalnızlık içinde kendini bulma işlevi de temel ilke olarak ele
alınmıştır. Bunun yanı sıra Yeseviyye’de zikir başlı başına önemli bir
unsurdur. Dünya sıkletlerinden kurtulma ve Allah’a ulaşmak için yapılması
gereken bir esas olarak benimsenmiştir.
Ahmed
Yesevî’nin ardından onun tasavvuf yolu ve düşünceleri müridleri vasıtasıyla
Orta Asya’nın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Bu yolun takipçilerinin mensup
olduğu tarikata Yeseviyye denildiği gibi Ahmed Yesevî’nin “Sultan” lakabına
nisbetle Sultâniyye, cehrî zikir yapmaları sebebiyle Cehriyye ve mensuplarından
çoğunun Türk olması sebebiyle Silsile-i Meşâyih-i Türk de denilmiştir. Hoca
Ahmed Yesevî’nin kimden hilâfet aldığı konusunda kaynaklarda farklı bilgiler
yer almaktadır. İlk hocası ve şeyhi, aynı zamanda akrabası olduğu anlaşılan
Arslan (Baba) Bâb’dır. Onun vefatından sonra kaynaklarda Yûsuf el-Hemedânî,
Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî veya Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî’ye intisap ederek
hilâfet aldığı söylenir. Bu rivayetlerden en çok kabul göreni Yûsuf
el-Hemedânî’den hilâfet aldığı yolundadır. Yûsuf el-Hemedânî’nin halifelerinden
Abdülhâlik-ı Gucdüvânî, Hâcegân tarikatının kurucusu kabul edilir. Hemedânî’nin
bir diğer halifesi sayılan Ahmed Yesevî ise Yeseviyye’nin kurucusudur.
Dolayısıyla Hâcegân ile Yeseviyye birbirinden farklı iki tarikattır.[200]
Ahmed
Yesevî’nin atalarından İshak Bâb’ın İshak Türk ile aynı kişi olduğu ve bu
ailenin Mübeyyiza mezhebine mensup bulunduğu iddiası ise henüz kanıtlanabilmiş
değildir.Ahmed Yesevî’nin en meşhur halifeleri Mansûr Ata, Said Ata, Sûfî
Muhammed Dânişmend ve Hakîm Ata’dır. Bunlardan Mansûr Ata, Arslan Bâb’ın
oğludur. Mansûr Ata’nın oğlu Abdülmelik Ata, torunu Tâc Hoca ve torununun oğlu
Zengi Ata da Yesevî şeyhidir. Yesevî’nin ikinci halifesi Said Ata hakkında
yeterli bilgi yoktur. Üçüncü halifesi Sûfî Muhammed Dânişmend, Otrar şehri
civarında irşad faaliyetinde bulunmuş, şeyhi Ahmed Yesevî’nin ve diğer bazı
sûfîlerin tasavvufî görüşlerini Mir’âtü’l-Kulûb adlı Türkçe eserinde
toplamıştır. Sûfî Muhammed Dânişmend’in halifesi Süzük Ata (Süksük Ata) diye
anılan Şeyh Mustafa’dır. Şeyh Mustafa’nın halifesi İbrâhim Ata, İbrâhim Ata’nın
oğlu İsmâil Ata’dır. Babası öldürüldüğünde on yaşında olan İsmâil Ata zâhir
ilimleri tahsile ve tasavvufî eğitimine Hârizm, Buhara ve Semerkant’ta devam
etmiş, ardından Hucend’de Şeyh Maslahat Hucendî’den hilâfet alıp kendi
memleketi Kazıgurt’ta irşada başlamıştır. Oğlu ve halifesi Hoca İshak, XIV.
yüzyılın ortalarında kaleme aldığı Hadîkatü’l-Arifîn isimli Türkçe
eserinde İsmâil Ata’nın ve diğer bazı sûfîlerin görüşlerine yer vermiştir.
Yeseviyye’nin bu kolunda adı geçen Süksük Ata’nın Tarâz’da yöneticilik yapan
“Melikü’z-zühhâd” lakaplı bir kişiye hilâfet verdiği, bu silsilenin Ebü’n-Nûr
Süleyman Âşık b. Dâvûd, Cemâleddin Muhammed Kâşgarî ve İbrâhim b. Ömer el-Alevî
ez-Zebîdî yoluyla devam ederek önce Yemen’de, daha sonra Kuzey Afrika’da başka
tarikatlarla birleştiği ve nihayet XIX. yüzyılda Senûsiyye’nin içinde eridiği
anlaşılmaktadır.[201]
Ahmed
Yesevî’nin dördüncü ve en meşhur halifesi Hakîm Ata’dır (ö. 582/1186). Asıl adı
Süleyman Bâkırgânî olup tasavvuf eğitimini tamamladıktan sonra Yesi’den
ayrılarak Hârizm bölgesine gitmiş ve orada halkı irşadla meşgul olmuştur. Ahmed
Yesevî gibi hikmet tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hakîm Ata’nın bazı şiirleri
Bakırgan Kitabı adlı bir mecmua içinde günümüze ulaşmıştır. Âhir
Zaman Kitabı, Hazret-i Meryem Kitabı ve Mi‘râcnâme gibi başka manzum
eserleri de bulunan Hakîm Ata’nın hayatı ve menkıbeleri yazarı belli olmayan
Türkçe mensur Hakîm Ata Kitabında toplanmıştır. Hakîm Ata’nın en önemli
halifesi Zengi Ata’dır (ö. 656/1258). Taşkent’te yaşayan Zengi Ata’nın çobanlık
yaparak geçimini sağladığı ve şeyhi Hakîm Ata’nın vefatından sonra dul kalan
hanımı Anber Ana ile evlendiği nakledilir. Zengi Ata’nın meşhur dört halifesi
Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Mâverâünnehir’de ilim
tahsil eden bu dört genç tasavvuf yoluna yönelmeyi arzu edip Zengi Ata’nın
yanına gelmiş ve kendisine intisap ederek hilâfet almıştır. Bunlardan Seyyid
Ata, Hârizm bölgesinde yaşamış ve Hâcegân şeyhlerinden Ali Râmîtenî ile
görüşmüştür. Reşehât müellifi Fahreddin Safî’ye göre yukarıda adı geçen
İsmâil Ata hilâfetini Seyyid Ata’dan almıştır. Zengi Ata’nın tavsiyesiyle
Seyyid Ata ve Sadr Ata’nın Deştikıpçak’taki Sarayçık’a gittiği, orada bulunan
Altın Orda Hükümdarı Özbek Han’ı İslâmiyet’e davet ettiği ve Sadr Ata’nın
gösterdiği keramet neticesinde Özbek Han ile birlikte 70.000 kişinin müslüman
olduğu nakledilir. Sadr Ata’nın ardından Elemîn Baba (bazı kaynaklarda Eymen
veya Almîn), Şeyh Ali Şeyh ve Mevdûd Şeyh halkı irşada devam etmiştir.[202]
Mevdûd Şeyh’ten
sonra Yeseviyye silsilesi iki kola ayrılmıştır. Bunlardan biri Kemal Şeyh
İkanî, diğeri Hâdim Şeyh ile başlamaktadır. Kemal Şeyh’in ardından silsilenin
bu kolu şöyle devam etmektedir: Şeyh Ali Abâdî (Seyyid Ahmed), Şemseddin
Özgendî, Abdal Şeyh (Şeyh Üveys), Şeyh Abdülvâsi ve Şeyh Abdülmüheymin. Son
şeyhin XVI. yüzyılda Taşkent’te yaşadığı bilinmektedir. Bu silsiledeki
Şemseddin Özgendî “Şems-i Âsî” mahlasıyla hikmet tarzında şiirler söylemiştir.
Hâdim Şeyh ile başlayan diğer Yesevî kolu da kendi içinde ikiye ayrılmıştır.
Birinci kol Hâdim Şeyh’in halifelerinden Şeyh Cemâleddin Kâşgarî Buhârî,
Süleyman Gaznevî, Seyyid Mansûr Belhî ile devam ederek II. Selim ve III. Murad
döneminde iki defa İstanbul’u ziyaret eden Nakşibendî ve Yesevî şeyhi Ahmed b.
Mahmûd Hazînî’ye ulaşır (ö. 1002/1593’ten sonra).
Âlim Şeyh’in
halifelerinden M. Şerif Hüseynî (ö. 1109/1697) Farsça kaleme aldığı Hüccetü’z-Zâkirîn
li-Reddi’l-Münkirîn adlı eserinde cehri zikrin meşruluğunu ispatlamak için
deliller getirmiş ve önceki Yesevî şeyhleri hakkında bilgi aktarmıştır.
Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendîlik’ten de icâzet alan Muhammed Şerîfin hikmet
tarzında Türkçe şiirler yazan Kul Şerîf ile aynı kişi olduğu tahmin
edilmektedir. Kendisinden sonra silsile Fethullah Azîzân ve Lutfullah Azîzân
ile devam edip Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî’ye (ö. 1216/1801) ulaşır.
Tasavvufa dair birçok eser kaleme alan Şeyh Hudâydâd, Bostânü’l-Muhibbîn
adlı Türkçe eserinde Yeseviyye tarikatının âdâbı hakkında önemli bilgiler
nakleder ve cehrî zikri savunur. Onun halifesi Ömer Îşân, Yesevîliğin yanında
Nakşibendîliğin Müceddidiyye koluna da bağlıydı. XIX. yüzyılın başlarına kadar
izi sürülebilen ve zayıflamış ya da Nakşibendîliğin içinde erimeye başlamış
olsa da silsilesi takip edilebilen Yesevîlik bu tarihten sonra yazılı
kaynaklarda izlenemez olmuş ve XIX. yüzyılın sonlarında Ruslar’ın Orta Asya’da
hâkimiyet kurmasının ardından gözden kaybolmuştur.[203]
Yukarıda adı
geçen Yesevî şeyhlerinin dışında kaynaklarda hayatı veya silsilesi hakkında
yeterli bilgi bulunmayan Yeseviyye mensupları da mevcuttur. Ahmed Yesevî’nin
halifelerinden Baba Maçin ve Yaşlıg Yûnus Ata, İsmâil Ata’nın müridi Otluğ
Yûnus Ata, Bahâeddin Nakşibend’in kendileriyle görüştüğü Kusem Şeyh, Halil Ata
ve Pehlivan Ata, Emîr Külâl’in oğlu ile görüşen Kök Ata, Türkistanlı Tonguz
Şeyh, yalnız Türkçe konuştuğu için Türkçü Ata diye anılan Taşkentli bir Yesevî
şeyhi bunlardan bazılarıdır. Yaşayan bir şeyhten tasavvuf! eğitim almayıp
rüyasında Ahmed Yesevî’den ya da sonraki Yesevî şeyhlerinden Üveysî yolla
hilâfet aldığını söyleyen kişiler de olmuştur. XV. yüzyılda Şehrisebz
yakınlarında yaşayan ve Hazret Beşîr diye anılan Seyyid Ahmed Beşîrî ile XVI.
yüzyılda Doğu Türkistan’da yaşayan ve Yârkend’de vefat eden Muhammed Şerîf
Büzürgvâr bunlardandır. Seyyid Ahmed Beşîrî’nin hayatı ve menkıbeleri Nâsır b.
Kasım Türkistânî Fergânî’nin Hadâlku’l- cinân (Heşt Hadîka) adıyla
anılan Farsça eserinde toplanmıştır. Muhammed Şerîf Büzürgvâr’ın menkıbeleri
ise Muhammed Sıddîk Zelîlî’nin Türkçe manzum Tezkire-i Hoca Muhammed Şerîf
Büzürgvâr"ı ile aynı adı taşıyan, ancak yazarı bilinmeyen Türkçe
mensur bir eserde bir araya getirilmiştir.[204]
Yesevîler,
Orta Asya’da faaliyet gösteren diğer tarikatlarla bazan dostane ilişkiler
kurmuş, bazan da karşılıklı rekabet ve muhalefete girişmişlerdir. Orta Asya’da
yaygın ve etkin olan Nakşibendîler’den bazıları Yesevîler’i cehrî zikir,
şeyhliğin babadan oğula geçmesi, tekke ve merasimlere fazla önem vermeleri gibi
konularda eleştirmişler, Yesevîler de cehri zikrin câiz olduğunu ispatlamak
amacıyla birçok eser kaleme almışlardır. Ancak Nakşibendiyye’nin Kâsâniyye
kolunda cehrî zikir, semâ ve halvet gibi uygulamalara hoşgörü ile bakıldığı
için bu kola mensup bulunanlar Yesevîler’le genelde iyi ilişkiler kurmuşlardır.
XVI. yüzyıldan itibaren bazı Yeseviyye mensuplarının Nakşibendîliğe de intisap
etmeye başladıkları görülmektedir.[205]
Devlet
yöneticileriyle münasebetler konusunda Yesevîler, Mâverâünnehir’de her zaman
Nakşibendîler’in gerisinde kalmıştır. Şeybânîler’in ilk döneminde bu durum Yesevîler
lehine değişecek gibi olmuşsa da Şeybânî Han’ın önceleri intisap ettiği Yesevî
şeyhi Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’yi Buhara’dan Herat’a sürgün etmesi durumu yine
Nakşibendîler’in lehine çevirmiştir. XVIII. yüzyılda bazı Mangıt hanlarının
Nakşibendîliğin Müceddidiyye koluna bağlı olması ve cehrî zikri yasaklamaları
zaten gücünü yitirmiş olan Yesevîler’i daha da sönük hale getirmiştir.[206] [207]
Yesevî
şeyhlerinden Hoca İshak’ın XIV. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı Hadîkatü’l^arifin'
de (vr. 91b) anlattığına göre intisap merasimi şöyle yapılırdı:
Şeyh mürid olmak niyetiyle gelen kişinin elini tutar, tövbe etmesini ve Allah’a
yönelmesini tavsiye ederek tövbe virdini (Estağfirullahe’llezî lâ ilâhe illâ hû
el-hayye’l- kayyûm ve es’elühü’t-tevbe) üç defa tekrarladıktan sonra eline bir
makas alır ve “Yâ eyyühe’llezîne âmenû tûbû ilallâhi tevbeten nasûhan” âyetini
okur (et-Tahrîm 66/8). Ardından müridin saçından önce sağ, sonra sol, sonra da
orta taraftan ikişer üçer adet kıl keser ve müride nâfile namaz kılmayı, sürekli
zikretmeyi, şeyhinden izinsiz iş 247
yapmamayı tavsiye eder.
Yesevîlik’te
toplu ve sesli olarak icra edilen zikre “zikr-i erre” adı verilir. Zikr-i erre
Farsça’da “testere zikri” demektir. Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler
kaybolup sadece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltı çıktığı için zikre
bu ad verilmiştir. XVI. yüzyılda Semerkant civarında yaşayan Ahmed Kâsânî’ye
göre Hoca Ahmed Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikir yapardı. Ancak Türkistan
bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zikirle yola getiremeyeceğini anlamış
ve zikr-i erre adındaki sesli ve tesirli zikri başlatmıştır. XVII. yüzyıl
Yesevî şeyhlerinden Buharalı Muhammed Şerîf Hüseynî, Yesevî dervişlerinin bazan
“Allah”, bazan “hay”, bazan da “hay, Allah” diye zikrettiklerini, zikir
esnasında şevkin artması üzerine nefes alıp verirken zikir yapan kişilerin
gırtlağından testere sesine benzer bir sesin çıktığını, sanki nefs-i emmârenin
başına testere koyup onun arzularını kesiyormuş gibi bir duygu oluştuğunu,
dervişlerin bazan da “hû” zikriyle meşgul olduklarını ifade etmiştir. Risâle-i
Zikr-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn adıyla bilinen, Çağatay Türkçesi’yle
yazılmış, müellifi meçhul bir eserde Yesevî zikrinin altı türünden bahsedilir.[208]
İsm-i zât zikri: “Allah”. Bu zikir “Allah hû, Allah hû, yâ
hû, Allah hû” şeklinde de icra edilir.
İsm-i sıfat zikri: “Hay âh, hay âh”. Bu zikir öğle
namazından sonra ayakta (kıyâmî) icra edilir, “Hay” ve “âh” derken beş parmak
yumulur.
Dûsere zikri: “Hay, âh, Allah, hay, hû; hay, hayyen, hû
Allah hay, hayyen, hû Allah”.
Zikr-i hû: “Hû hû hû
Allah, hû hû hû Allah”.
Zikr-i çaykun. Zikir sırasında ritim, âhenk ve mûsikinin
bir arada uyum içinde devam etmesi için zâkirin, elinde çıngırak gibi bir aleti
hareket ettirmesi, “çak çak” diye ses çıkartmasıdır.
Çehâr darb: “Hay, âh âh âh, hay, hû; hay, âh âh, âh, hay,
hû”. Bu altı zikir usulünün yanında bir de “zikr-i kebûter” (güvercin zikri)
vardır ki “hû hû” diye icra edilir.
1873’te Orta
Asya’da seyahat ederek bölgenin kültür hayatına dair önemli bilgiler derleyen
Eugene Schuyler, Taşkent’te Îşân Sâhib Hoca Mescidi’nde izlediği bir Yesevî
zikrini anlatırken perşembe akşamı bu mescide gittiğini, genç yaşlı otuz kadar
erkeğin kıbleye doğru diz üstü oturmuş, yüksek sesle ve vücutlarını hızlıca
hareket ettirerek, “Hasbî rabbî cellallah, mâ fî kalbî gayrullah, nûr Muhammed
sallallah, lâ ilâhe illallah” cümlelerini okuduklarını, bu esnada başın sol
omuza ve kalbe, ardından sağ omuza ve oradan tekrar kalbe doğru hareket
ettirildiğini, bu hareketlerin yüzlerce defa tekrarlandığını, sesleri
kısılıncaya kadar farklı zikirleri okuyan dervişlerin daha sonra “hay, hay,
Allah hay” zikrine başladıklarını, ritim hızlanınca ayağa kalkılıp aynı merkez
etrafında birkaç halka oluşturdukları, “hay, Allah hay” zikrinin “hû Allah”
şekline dönüştüğünü, fizik güçleri tükenince halkanın içine oturup şeyh (îşân)
dua okurken murakabe ve tefekküre daldıklarını, Hâfız’ın Dîvânından bazı
beyitler okunduktan sonra sesli ve hareketli zikrin tekrar başladığını, bu
şekilde sabaha kadar devam ettiğini söyler.[209]
Günümüze Doğru Yesevilik Hareketi
Yesevilik
geleneği ve kültürü günümüzde yaşanıyor olsa idi şüphesiz tasavvuf anlamında ve
doğrultusunda bu duruma layık bir geleneğin devamı söz konusu olurdu.
Ahmed Yesevî’ nin
irşad yöntemini incelediğimizde içerisinde yaşadığı topluma, o toplumun
dilinden ve kolayca anlayabilecekleri kavramlar aracılığı ile hitab ettiği
görülür. Sadece neden şiirlerini Türkçe söylediğini izah ettiği hikmetinde
mahşer yerinde mutlu olacak kişilerin Burak’a ata biner gibi binerek, başlarındaki
börkleri de gösterişli bir şekilde takacaklarını ifade eder.[210]
Daha 16.
yüzyılda Yesevî dervişi Sultan Ahmed Hazînî tarafından kaleme alınan
risâlelerde Yesevîyye tarikatının olmazsa olmaz şartları arasında sayılan “mekân
konusunu hatırladığımda Yesevîlik şanına layık bir merkez dergâh-âsitâne teşkil
edileceğini de tahmin ediyorum. Yesevî külliyesinin mimarî ayrıntılarına dikkat
edilirse bu dergâhta zengin bir kütübhane, iyi organize edilmiş bir arşiv-müze
mutlaka bulunacaktır. Halvete girecek dervişler için kırk hücreli bir
halvethane, misafirler için konaklama tesisi, fukaraya hizmet verecek bir
mutfak ile bir sosyal tesis külliyenin bölümleri arasında yer alır. Bu şekilde
çağdaş bir yorum ile ortaya çıkacak maddî yapılanmanın içini dolduracak manevî
etkinlikleri sürdürecek dervişler, bilinçli ve genel kültür düzeyi halk
ortalamasının çok üzerinde kişiler olarak geleceğin mürşidleri olmaya aday,
seçilmişöncüler olarak görülmelidir. Bu dervişlerin eğitiminde asliyetinden
saptırılmadan titizlikle uygulanacak tasavvufî faaliyetler yanında Kur’ an-ı
Kerîm bilgileri başta olmak üzere İslâm ilimleri, uzmanlık düzeyinde
ayrıntılandırılarak gruplar şeklinde çalışılmalıdır.[211]
Ahmed
Yesevi’nin Seyyidliği ve Horasan’da Sahabe ve Tabiin Varlığı
Herkesce kabül
görülen görüşler ışığında doksan dokuz bin Türkistan pîrlerinin sultanı Pir-i
Türkistan Hoca Ahmed YeseviMuhammed Hanefi soyundan, yüce bir seyyiddir.
İmamların
sekizincisi olan Sultan-ı Horasan Ali İbn-i Musayyü’r-Rıza tarafından icazet
almıştır. İcazetini aldıktan sonra Türkistan’ın Yesevi şehrine yerleşmiştir.
Burada dergâhlar kurdu ve velayet ve kerametleri tarifsiz ve benzersizdi.
Öyleki Pir-i Türkistan mahlası Ahmed Yesevi’ye 99 bin halifesinin olmasıyla ve
keramet ve velayetiyle ilişkilendirmek şüphesiz yerinde ve doğru olacaktır. Bu
sebeplerden dolayıda Türkistan’ın tüm pirlerinin başı olarak görülürdü.252
AhmedYesevî’nin
tarihî kişiliğine dair belgeler azdır, mevcut olanlar da menkıbelerle karışmış
haldedir. Bunlardan sağlam bir sonuca varmak oldukça zor ve hatta bazı
konularda imkânsızdır. Buna rağmen “hikmet”lerinden, onunla ilgili tarihî
kaynaklardan, menâkıbnâmelerden varılacak bilgiler ve çıkarılacak dersler,
menkıbevî de olsa, hayatı, kişiliği, eseri ve etkisi hakkında bir fikir
vermektedir.253
İslâm dininin
kısa sürede dünyaya yayılmasında etkili olan unsurların başında Hz.
Peygamber’in (sav) emrinde olan, Kur’ân-ı Kerim’den etkilenen sahabiler
gelmektedir. İslâm kültürünün en önemli parçası olan sahabiler, dinin
yayılması, kuvvetlenmesi, insanlığın kurtuluşu için her türlü
zorluklara,işkencelere katlanan, memleketlerinden göç etmeye zorlanan, malını
mülkünü Allah yolunda feda eden kimselerdir. Horasan da Türk dünyasının İslam'ı
yayma adına en büyük merkezi ve dayanağı konumundadır. 254
Sahâbîler
İslâm’ın ilk yıllarında genellikle Hicaz bölgesinde yaşıyorlardı. Bu dönemde
ashaptan ilim ehli ve liyakat sahibi olanlar Hz. Peygamber tarafından civar
kabile ve bölgelere komutanlık, memurluk, valilik, hocalık gibi görevlerle
gönderiliyorlardı.
Sahâbenin
değişik coğrafyalara dağılmasının doğurduğu sonuçlardan birisi de değişik
bölgelerde, farklı hadis birikimlerinin oluşmasıdır. Bazen bir bölgede bilinen
bir hadis diğerlerinde bilinmeyebiliyordu. Hatta bu durum, o bölgenin fıkhî
hükümlerine de yansımaktaydı. Ancak “er-Rihle fi talebi’l-hadis”
dediğimiz yolculuklarla bu hadis bilgisi farklılıkları azalmış, zamanla tamamen
ortadan kalkmıştır.
Hayati Bice(2016), Pir-i
Türkistan Hoca Ahmet Yesevi, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak
Üniversitesi inceleme-araştırma dizisi, Ankara, s.370-375.
Akgün, Hüseyin; (2013), “Sahabe
Coğrafyasının Oluşumu ve Sonuçlar!”, İslâm Medeniyetinin Kurucu Nesli
Sahâbe Sahâbe Kimliği ve Algısı, Tebliğ ve Müzâkereler, Tartışmalı İlmî
Toplantı 27-28 Nisan 2013, Sakarya Ü. İlahiyat Fakültesi Hakkı Ekşi Konferans
Salonu Adapazarı - Sakarya, İstanbul 39-51.
Akgün Hüseyin; a.g.e, s. 39-51.
Horasan bölgesine fetihler için gelen ve sonrasında buraya
yerleşen sahabiler;
Kusem b. Abbas
el-Hâşimî (ö. 676),
Hakem b. Amr
el-Gıfârî (ö. 669),
Abdurrahman b.
Semüre el-Abşemî (ö. 670) şeklinde sıralanabilir.[212]
Hicri takvime
binayen II. yüzyıldan itibaren Osmanlı devletine kadar geçen süre
içerisindeHorasan coğrafyası sufilerin bulunduğu bir bölge olarak anılmaktadır.
Bir kısmını zikretmek gerekirse;
Ebu’l-Hasan Harakani
(ö. 1033),
Ebû Saîd Ebu’l-Hayr
(ö. 1049),
İmam Muhammed
Gazzâlî (ö. 1111)
Ebü’l-Mecd Hakîm
Mecdûd b. Âdem Senâî-yi Gaznevî (ö. 1140),
Ebû Nasr Ahmed b.
Ebi’l-Hasen en-Nâmeki (ö. 1141),
Hâce Abdullah Ensari
(ö. 1185),
Şeyh Necmeddin-i
Kübra (ö. 1221),
Şeyh Feridüddin-i
Attar (ö. 1221),
Muhammed Bahaüddin
Nakşibendî (ö. 1389),
Seyyid Muhammed
Nurbahş (ö. 1393),
Bahru’l-Ulûm
müellifi Şeyh Ali b. Yahyâ es-Semerkandî (ö. 1456),
Hâce Abdullah Ahrâr
(ö. 1490),
■ • Molla Hüseyin KâşifîSebzivâri (ö. 1505) ve
benzeri birçok ekol liderinden Horasan mutasavvıfları olarak bahsetme doğru
olacaktır.[213]
1400’lü
yıllara kadar uzanan bu sufi İslam hareketi ve yılların getirdiği kadim birikim
çalışma ve tecrübenin eseridir. Horasan’ın bu denli kadim ve zengin bir kültür
merkezi olmasının etkisi ile Horasan’ın aynı zamanda sanatsal ve estetik bir
birikime sahip olmasını sağlamıştr. Bu sebeplerden dolayıda Horasan coğrafyası
birden fazla ve çok farklı gelenekleri bölgesinde barındırması sebebiyle fikri
ve ahlaki bakımdan İslam’ın tasavvuf boyutundaki yorumunu kolaylıkla kavrayıp
ve tebliğini gerçekleştirebilecek birikime ve yeteneğe sahip bir bölge konumundadır.
Horasan’ın
sahip olduğu bu kadim bilgi birikimi ve estetik görüşüne rağmen Horasan
tasavvufunun kaynakları hemen hemen tüm eserlerde de belirttiği gibi Kur’ân-ı
Kerîm ve Sünnet-i Nebeviyye’dir.Nitekim Ebu Haris elMuhasibî (ö. 857) eserine
Hukukullah’a Riayet adını koyar ve Şeriat’ın bir diğer ifadesi olan
“hukukullah”ın, hüsn-i istima’ olduğunu söyler. Bunun ancak duyu ve duyguların
kontrolü ile birlikte kalbin yalnızca Allah (c.c.)’a yönelmesi ve herhangi
başka bir şey ile meşgul olmamasıyla sağlanacağını söylemiştir. Aynı zamanda
kişinin kendisi ve çevresi ile sürekli mahasebe içinde olmasını tavsiye eder.[214]
Tasavvuf
eserleri arasında gerekli ve hak ettiği bir şöhreti bulunan Kuşeyrî’nin
er-Risâle adlı eserinde ise Kur’an’a ve peygamber sünnetine bağlılık bir
esastır ve Tasavvuf-Şeriat dengesinin sağıklı bir şekilde korunmasının gerekli
ve şart olduğunu savunmaktadır. Ele alınan bu konular her zaman ayet ve hadis-i
şerifler ile başlamakta ve Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniye çerçevesinde
konular irdelenmekte ve işlenmektedir.[215]
Mutasavvıflarca
dünyevilikten uzak ve ahirete hizmet esaslı bir yaşam kabul görmüştür. Öyleki
ilk mutasavvıfların davranışları da bu yöndedir ve toplumca olumsuz tepkilerle
de zaman zaman karşılaşmışlardır. Misal vermek gerekirse İbrahim b. Ethem’in
(ö. 777) yüksek bir mal varlığına sahip olmasına rağmen sadece alın teriyle
kazanmayı doğru bulması. Şakîk-ı Belhî (ö. 790)’nin gördüğü zulüm karşısında
şehid edilmesi. Nuriyye’ninpîri olan Ebu’lHüseyinAhmed b. Muhammed-i Nûrî (ö.
908)’nin dostları ve arkadaşları ile birlikte yargılanmış olması ve onlarla
birlikte idama gitmesi.Hamdûn b. Ahmed-i Kassâr (ö. 884)’ın halk arasında
zındık olarak nitelendirilmesine rağmen ehlibeyt muhabbetinden uzak olmaması ve
bu konudaki eylemlerini çekinmeden sürdürmesi örnek verilebilir.[216]
Anadoluve Orta
Asya’da İslamiyet’in etkin ve hızlı yayılmasında Pir-i Türkistan Hoca Ahmed
Yesevi etkili olmuştur. Aynı zamanda kendisinden sonra gelişen tasavvuf
ekolleri üzerinde önemli etkiler bırakmışİslam âlimlerinden biridir. Hoca Ahmed
Yesevi İslamiyet’in etkin ve hızlı şekilde yayılması için doğru yöntem ve
yollar izlemiştir.
İslamiyetin
yayılmasında bir diğer etken Yesevilik hareketi olmuştur. Türk âlemi için Hoca
Ahmed Yesevi ve Yesevilik hareketi İslamın en genel ve etkili şekilde
benimsenmesi ve yayılması konusunda en büyük etkenlerden olmuştur. Hoca Ahmed
Yesevi İslam’ı, yaşadıkları sosyal, kültürel ve politik şartları dikkate alarak
Türk boylarına anlatır.
Yesevi,
dönemin ilim dilleri olan Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Divan-ı Hikmet adlı
eseriniTürkçe kaleme alması kurtuluşun İslamiyet’te olduğu düşüncesiyle,
Horasan’ın islam için bir merkez haline gelmesini sağlamıştır.
Hoca Ahmed
Yesevî, Türk toplumu tarafından benimsenentarîkatiyle Anadolu ve Orta Asya’daki
Türk kavimleriarasında İslâmiyetin yerleşmesi ve gelişmesini sağlayan bir
mutasavvuftur. Müslüman Arap ordularının, hattâ Müslümanlığı kabul eden ilk
Türk’lerin savaş yoluyla yapmaya çalıştıkları işi, Yesevî, tasavvuf sayesinde
çok daha kolay şekilde yapmıştır. Bunun sebebi ise Yesevîliğin, İslâm inancını
Türk’lerin inanç üslûbu ile ve Türk toplumlarının inançlarının yaşayan
hâtıralarıyle birleştirmiş olmasıdır. Bunu yaparken, eski geleneklerin
iyilerini bırakarak ve yeni dine karşı olan kişilere kesin tutumunu belirterek,
seçici ve saygılı tarzını korumuştur. Düzeltici, bütünleştirici ve bağışlayıcı
bir eğilim göstermiştir.
Bu bağlamda
İslamiyetin ışığının yayılmasında etkinliği azımsanmayacak düzeyde olan Hoca
Ahmed Yesevi ve Yesevilik Hareketi geçmişte olduğu gibi günümüzde de dünya
Müslüman Türklerini eteklerinde toplayan manevi yol gösterici olmaya devam
etmektedir.
Ahmedova,
Zamira(2006), “Türkler Arasında İslâmiyet’in Yayılmasında Tasavvufun Rolü”
Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi.
Akçacı,
T.,& Özdemirci, İ. (2014), Ahilik Meslek Kuruluşlarına Yapısal Bir
Dönüşüm, Gümüşhane Üniversitesi Sosyal Bilimler Elektronik Dergisi, 5(10).
Akpınar, T.
(1986). “Eski Türklerin Dini Tek Tanrı İnancı mıydı?”, Tarih ve Toplum,
İstanbul.
Akşemsettin,
Muhammed b. Hamza, “Risalet’ün-Nuriyye””, Süleymaniye Kütüphanesi.
Altıntaş,
Hayrani (1981) “Tasavvuf”, AÜİFD, C: 24.
Altunkaya,
Mustafa (2016). Horasân Tasavvuf Ekolü Ve Özellikleri. Turkish Studies
Dergisi.
Anadol, C.
(2001), Türk-İslâm Medeniyetinde Ahilik Kültürü ve Fütvvetnâmeler, T.C
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Anadolu’da
Yesevilik (Yesevi Menâkıbnâmesi Özelinde Peygamber Tasavvuru)", https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/2555-anadolu-da-
yesevilik-yesevi-menakibnamesi-ozelinde-peygamber-tasavvuru, (Erişim Tarihi:
08.08.2019 )
Annemarie,
Schimmel(1982), “Tasavvufun Boyutları””, Çev. Önder Gürol, Adam
Yayınları, İstanbul.
Bartold V.
(1975), “Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler”” Kültür Bakanlığı
Yayınevi, İstanbul.
Bayram, Mikail
(1996); “Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında Hoca Ahmed Yesevî’nin
Rolü”. Ahmed-i Yesevî Hayatı-Eserleri-Fikirleri-Tesirleri. Edit. M. Esad
Coşan. Seha Neşriyat, İstanbul.
Bayram, S.
(2012), Osmanlı Devleti’nde Ekonomik Hayatın Yerel Unsurları: Ahilik
Teşkilâtı ve Esnaf Loncaları, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi 21.
Bice Hayati (2016),
Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası
Türk-Kazak Üniversitesi inceleme-araştırma dizisi, Ankara, s.370- 375.
Bodur, H.
Ezber(1995): “Hoca Ahmed Yesevî ve Sosyal Bütünleşme”. Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi 2/2.
Buhârî, Ebû
Abdillah Muhammed b. İsmâîl, el-Câmiu’s-Sahîh, Mektebetü’s-Selefiyye, 1.bs.
Kahire: 1980/1400.
Can,
Turan, “Ahmed Yesevi’nin Türk Coğrafyasına Direktifleri ve TlKA’nın Gönül
Coğrafyamıza Etkileri” https://www.altayli.net/ahmed-yesevinin-turk-
cografyasina-direktifleri-ve-tikanin-gonul-cografyamiza-etkileri.html,
10.01.2019,
Erişim Tarihi (07.08.2019).
Cebecioğlu, E.
(Ed.), H.Yaman, M.Aşkar, V.Göktaş; (2013) Tasavvuf Tarihi, Ankuzem,
Ankara.
Cebecioğlu,
Ethem (2000), “Hoca Ahmed-i Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, edit.
CemalKurnaz-Mustafa Tatcı, MEB Yayınları, Ankara.
Ceylan, K.
(2013), Ahilik Türk-Islam Medeniyetinde Dünyevi ve Uhrevi Sistemi, TC.
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Kültür Yayınları, Ankara.
Çetin, Osman;
(2009), “Horasân”, İslam Ansiklopedisi, C. XVIII, İstanbul, Türkiye
Diyanet Vakfı Dergisi.
Danişmend,
Mevlana Sufi Muhammed, (2011')Mirat’ul-Kûlub, Nadirhan Hasan A. Ü.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Erzurum.
Demir, M.
(2004), Ahilik, Ahi Evran-ı Veli ve Kırşehir'de Ahilik Kutlamaları, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Sivas Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas.
Doğan, A.
(2002). “İslamiyet’ten Önceki Türk İnancına Dair”, Türkler, C. III,
İstanbul.
Doğan, H.
(2006), Ahilik ve Örtülü Bilgi Günümüz İşletmecilerine Dersler, Ekin
Kitabevi, Bursa.
Doğan, Mehmet, (1989), Büyük Türkçe Sözlük (6. Baskı),
Beyan Yayınları, İstanbul.
Durak,
İ.,& Yücel, A. (2010), Ahiliğin Sosyo-Ekonomik Etkileri ve Günümüze
Yansımaları. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi Dergisi.
Düzen,
İbrahim, (1961), Aziz Nesefî’’ye Göre Allah, Kâinat ve însan, Şanlıurfa
İlahiyat Fakültesi yay.
Ecer, Ahmet
Vehbi (1993), “Ahmet Yesevî’de Dînî Tolerans ve Anadolu'da Etkileri”, Milletler
Arası HocaAhmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri.
Ekinci, Y. (1990). Ahilik ve Meslek Eğitimi, Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara.
El-Hazini, Cevahiru'l-Ebrar
Min Emvaci'l-Bihar. İ. Ü. Ktp. TY, No: 3893. s. 116- 117'den naklen Doç.
Dr. Turfan Gündüz, "Ahmed-i Yesevi'nin Tarikat ve İrşad Anlayışı",
Him ve Sanat. Sayı: 35-36 Temmuz 1993.
Eraslan, Kemal
(1992), “Hacegan”, TDVİA, İstanbul.
Eraslan, Kemal
(1989), “Ahmet Yesevi’nin Hayatı”, Türk Edebiyatı Dergisi.
Esin, Emel,
(1989), “Ahmed YesevîKülliyesi”, DİA, II, İstanbul.
Eraydın,
Selçuk, (1980), Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları.
Gökalp, Ziya.
(1976). Türk Medeniyeti Tarihi, Haz. İsmail Aka, Kazım Yaşar Kopraman,
Kültür Bakanlığı Yayınları,İstanbul.
Gömeç, S.
(1998). “Şamanizm ve Eski Türk Dini”, PAÜ Eğitim Fakültesi Dergisi,
Sayı: 4.
Gömeç, S.
(2003). “Eski Türk İnancı Üzerine Bir Özet”, Tarih Araştırmaları
Dergisi, Sayı 33.
Gülerman,
A.,& Taştekil, S. (1993), Ahi Teşkilatının Türk Toplumun Sosyal ve
Ekonomik Yapısı Üzerinde Etkileri, Feryal Matbası, Ankara.
Güllülü, S.
(1977), Sosyoloji Açısından Ahi Birlikleri, Ötüken Yayınevi, İstanbul.
Günay, Ünver,
(2011), Din sosyolojisi, (10. Baskı), İnsan Yayınları, İstanbul.
Gündüz, A. Y.,
Kaya, M., & Aydemir, C. (2012), Ahilik Teşkilatında ve Günümüzde
Tüketicilerin korumasına Yönelik Çalışmalar Üzerinde Bir Değerlendirme, Afyon
Kocatepe Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, XIV(II).
Hacı Bektaş
Velî, (1971), Makâlât, Esat Coşan; Sad, Hüseyin Özbay, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara.
Haksever,
Ahmet Cahid (2012), “Tasavvuf Tanımlar!” Tasavvuf El Kitabı,
OttoYayınları, Ankara.
Hazınî,
(1995), Cevahiru'l-Ebrar min Emvâci'l Bihâr, Erciyes Üniversitesi
Yayınları, Kayseri.
Hazinî, (1990),
Cevahirü’l- Ebrâr, vr. 17b.; Suhreverdî, Avarifü’l-Maarif trc.
Hasan Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz,Erkam Yayınları, İstanbul.
Hoca İshak b.
İsmâil Atâ, Hadîkatü’l-arifin, Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî
Şarkiyat Enstitüsü Ktp., nr. 11838, vr. 1b-131a.
İnan, Abdulkadir. (1976). Eski Türk Dini Tarihi, Kültür
Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Kafesoğlu,
İbrahim, (1999). Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul.
Kara, Mustafa, (2002), Günümüzde Tasavvuf Hareketleri,
Dergâh Yayınları, İstanbul.
Kara, Mustafa,
(2013), Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, (11. Baskı), Dergâh Yayınları,
İstanbul.
Kara, Mustafa (1982); “Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi””,
Dergah Yayınları, İstanbul.
Kelâbazi (1992), Taarruf, Hazırlayan. Süleyman Uludağ,
Dergâh Yayınları, İstanbul.
Kenzhetayev,
Dosay, (1999); ”Hoca Ahmed Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve
Tesiri””. Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi.
Kitapçı,
Zekeriya; (2004); “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?” Yedi Kubbe Yayınları,
Konya.
Köksal, Mehmet
Fatih, (2005), Ahi Evran ve Ahilik, Kırşehir Valiliği Yayınları,
Kırşehir.
Köprülü, Fuad;
(1984), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları Ankara
Kuzgun, Şaban,
(2015) Hazar ve Koray Türkleri, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul.
Kutlu, Sönmez; (2006), Alevîlik-Bektaşilik Yazıları,
Ankara Okulu Yyaınları, Ankara.
Küçük, Hasan;
(1976), Osmanlı Devletini Tarih Sahnesine Çıkaran Kuvvetlerden Biri
Tarikatlar ve Türkler Üzerindeki Tesirleri, Türdav Yayınları, İstanbul.
Molla Cami;
(1980), Nefahatü'l Uns Tercemesi Şerhi, Lamii Çelebi, Marifet Yayınları,
İstanbul.
Ocak, Ahmet
Yaşar; (1983), Bektaşî Menakıblarında İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Enderun
Kitabevi, İstanbul.
Ocak,
Ahmet Yaşar; (2000) “Anadolu Sûfîliğinde Ahmed-i Yesevî ve
Yesevîlik”,Yesevîlik
Bilgisi, edit. Cemal Kurnaz, Mustafa Tatcı, MEB Yayınları, Ankara.
Ögel,
Bahaeddin; (1979). Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Kömen Yayın Dağıtım,
Ankara.
Öztürk, Yaşar
Nuri; (1993),Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar. İstanbul, Sidre Yayınları,
1988.
Öztürk, Yaşar
Nuri; (1993), Kur’ân ve Sünnet’e Göre Tasavvuf, Yeni Boyut Yayınları,
İstanbul.
Revnakoğlu, Cemalleddin Server; (2003),
Eski Sosyal Hyatımızda Tasavvuf ve Tarikat
Kültürü, Ed. M. D. Bayın, & İ. Dervişoğlu, İstanbul, Kırkambar
Kitaplığı.
Safiyüddin,
Mevlana; (1998). Nesebnâme, Haz. Kemal Eraslan, Yesevi Yayınları,
İstanbul.
Serin, Rahmi;
(1984), İslam Tasavvufunda Halvetilik ve Halvetileri, Petek Yayınları,
İstanbul.
Soykut, Refik
H.; (1971), Orta Yol Ahilik, Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu
Eğitim Yayınları, Ankara.
Sunar, Cevat;
(1966). “Tasavvuf ve Kur’an”, AÜİFD,C:14, İstanbul.
Şimşek,
Muhittin; (2002), Ahilik: TKY ve Tarihteki Bir Uygulaması, Hayat
Yayınları, İstanbul.
Sûfî Muhammed
Dânişmend; (472), “Mir Atü’l-kulûb”” Uppsala Universitetsbibliotek, vr.
158b-177a.
Tabakoğlu,
Ahmet; (1986), Sosyal ve İktisadi Yönleriyle Ahilik, Araştırma Vakfı
Yayınları, İstanbul.
Taberî,
Muhammed b. Cerîr; (1967); Tarihu’l Ümem ve’lMülûk, C. VI, Daru’l
Maarif, Mısır.
Taftazani,
Ebu-l Vefa; (1997), “Gazzali'nin Tasavvuf Ekollerine Etkisi ve Gazzali'den
Sonra Ortaya Çıkan Tarikatlar1”, (Çev. M. Aşkar), A.Ü.İ.F.D, C:
36.
Tanyu, Hikmet;
(1980). İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı inancı, Ankara Üniversitesi
Basımevi, Ankara.
Tezcan, Mahmut; (1996), Kültürel Antropoloji, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Tezkiretü’l-evliyâ (1984), Haz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, Erkam
Yay., İstanbul.
TDV
İslam Ansiklopedisi, Yesevilik, Muhtelif Necdet Tosun,
https://islamansiklopedisi.org.tr/yeseviyye,
s:487-490.
Tosun Necdet; (1997), “Yesevîliğin
İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l- kulûb””, İLAM
Araştırma Dergisi, II/2, İstanbul.
Turan,
Şerafettin; (1994), Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınları, Ankara.
Türer, Osman;
(1992). “Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî’nin Şeriat, Tarikat ve Tasavvuf
Anlayışı””, Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî Sempozyumu, 11-12 Temmuz, İstanbul.
Türer, Osman;
(2000), “Türk Dünyasında İslâm’ın Yerleşmesi ve MuhafazasındaSûfî Tarikatlar
ve Yesevî’nin Rolü” Yesevîlik Bilgisi, edit. Cemal Kurnaz,Mustafa Tatcı,
MEB Yayınları, Ankara.
Türer, Osman; (1995), Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi,
Ataç Yayınları, İstanbul.
Uludağ, Süleyman; (2005). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Uyanık Mevlüt;
“İslâmî ilim Kavramsallaştırmasi”, İslâmîyat, 2003, c. VI, sy. 4,
Ankara.
Ülker,
Abdullah; (2010), Kültürel Değerlerin Korunmasında Sivil Örgütlerinin Rolü
(Ahilik Kültürü). Uzmanlık Tezi, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli
Kütüphane Başkanlığı, Ankara.
Yakıt,
İsmail;(1994); “Hoca Ahmed Yesevî ve Türk Düşünce Tarihindeki Yeri'”. Süleyman
Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 1.
Yazıcı,
Nesimi; (1993): “Hoca Ahmed Yesevî Döneminde Türk-İslâm Kültürünün
Oluşumu-Gelişimi”. Diyanet İlmi Dergi.
Yesevî, Hoca Ahmet;Fakrnâme,
haz. Kemal Eraslan, AYÜ, Ankara 2016.
Yıldırım, Ahmet; (2014); ””Hoca Ahmed Yesevî: Düşünce
Sistemi, Kaynakları ve Tesirleri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül
Sultanları Buluşması Bildiriler. Edit. Ejder Okumuş, Türk Dünyası Kültür
Başkenti Ajansı Yayınları: Eskişehir.
Yılmaz, Hasan Kamil; (1994); Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve
Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul.
Zerrinkub, Abdulhüseyin; (1369); Costecu der Tasavvuf-i İran,
Emir Kebir, Tahran.
Qarayev, Yasar Vahid; “Yesevîlik ve Türk Millî Kültürünün
Tarihînde O’nun Yeri”, Milletler Arası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, Kayseri,
Ömer ALTUN
1993 yılında Adıyaman Sincik İlçesine bağlı Hüseyinli köyünde doğdu. Adıyaman
İmam Hatib Lisesi’ni 2010 yılında bitirdi. 2012 yılında Diyarbakır Çüngüş
İlçesine bağlı Elmadere Köyünde İmam-Hatib olarak göreve başladı. Dicle
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 2015 yılında mezun oldu. 2015 yılında
İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Ana Bilim
Dalı’nda yüksek lisansa başladı. Adıyaman Çelikhan ilçesine bağlı Mutlu köyünde
İmam- Hatib’lik görevine devam etmektedir.
[1] Turan, Şerafettin (1994), Türk Kültür
Tarihi, Bilgi Yayınları, Ankara s. 110.
[2] İnan, A. (1976). Eski Türk Dini Tarihi,
Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul s. 7.
[3]Gökalp, Ziya. (1976). Türk
Medeniyeti Tarihi, Hz. İsmail Aka; Kazım Yaşar Kopraman, Kültür Bakanlığı
Yayınları, İstanbul s. 40.
[4] Tezcan, Mahmut (1996), Kültürel Antropoloji,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara s. 42.
[5] Tezcan, Mahmut; a.g.e, s. 42.
[6] Ocak,
Ahmet Yaşar; (1983), Bektaşî Menakıblarında İslâm Öncesi İnanç Motifleri,
Enderun Kitabevi, İstanbul, s. 103.
[7] Turan, Şerafettin (1994), Türk Kültür
Tarihi, Bilgi Yayınları, Ankara, s. 103.
[8] Tezcan, Mahmut (1996), Kültürel Antropoloji,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara s. 118.
[9] Turan, Şerafettin (1994), Türk Kültür
Tarihi, Bilgi Yayınları, Ankara, s. 96.
[10] Ocak, Ahmet Yaşar (2000) “Anadolu Sûfiliğinde Ahmed-i Yesevî ve
Yesevîlik”, Yesevîlik Bilgisi, edit. Cemal Kurnaz, Mustafa Tatcı, MEB
Yayınları, Ankara s. 93.
[11] Bartold V. (1975), “Orta Asya Türk Tarihi
Hakkında Dersler” Kültür Bakanlığı Yayınevi, İstanbul s.
18.
[12] Bartold V. a.g.e. s. 19.
[13] Bartold V.; a.g.e. s. 24.
[14] Kafesoğlu, İ., (1999). Türk Milli Kültürü,
Boğaziçi Yayınları, İstanbul, s. 308.
[15] İnan, A. (1976). Eski Türk Dini Tarihi,
Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul s. 18.
[16] Turan, Şerafettin (1994), Türk Kültür
Tarihi, Bilgi Yayınları, Ankara, s. 27.
[17] Haksever, Ahmet Cahid (2012), “Tasavvuf Tanımları” Tasavvuf El
Kitabı, Otto Yayınları, (s. 27-32), Edit. Kadir Özköse, Ankara, Grafiker
Yayınları, s. 13.
[18] Kara, Mustafa, (2013), Tasavvuf ve
Tarikatlar Tarihi, (11. Baskı), Dergâh Yayınları, İstanbul s. 23.
[19] Haksever, Ahmet Cahid, a.g.e., s. 19.
[20] Sunar, Cevat, (1966). '“Tasavvuf ve Kur'anT,
AÜİFD, C:14, s. 53-65.
[21] Altıntaş, Hayrani (1981) “Tasavvuf,
AÜİFD, C: 24, s. 413-423.
[22] Doğan, Mehmet, (1989), Büyük Türkçe Sözlük
(6. Baskı), Beyan Yayınları, İstanbul, s. 1061.
[23] Revnakoğlu, Cemalleddin Server, (2003), Eski
Sosyal Hayatımızda Tasavvuf ve Tarikat Kültürü, Edit.
M. D. Bayın, & İ. Dervişoğlu, İstanbul, Kırkambar
Kitaplığı, s. 37.
[24] Taftazani, Ebu-l Vefa, (1997), “Gazzali'nin Tasavvuf Ekollerine
Etkisi ve Gazzali'den Sonra Ortaya Çıkan Tarikatlar”, Çev. M. Aşkar,
A.Ü.İ.F.D, C: 36, s. 471.
[25] Kara, Mustafa, (2002), Günümüzde Tasavvuf
Hareketleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, s. 16.
[26]Taftazani, Ebu-l Vefa, (1997), “Gazzali'nin
Tasavvuf Ekollerine Etkisi ve Gazzali'den Sonra Ortaya Çıkan Tarikatlar'”,
Çev. M. Aşkar, A.Ü.İ.F.D, C: 36, s. 472.
[27]Revnakoğlu, Cemalleddin Server,
(2003), Eski Sosyal Hyatımızda Tasavvuf ve Tarikat Kültürü, Edit. M.
D. Bayın, & İ. Dervişoğlu, İstanbul, Kırkambar Kitaplığı,
s. 38.
[28]Günay, Ünver, (2011), Din
sosyolojisi, (10. Baskı), İnsan Yayınları, İstanbul s. 307.
[29]Hilmi, Ömer F, (2014), Maddi
ve Manevi Zulüm, İlim Şehri Yayınları, İstanbul, s. 22.
[30] Ecer, Ahmet Vehbi; (1993), “Ahmet Yesevî’de Dînî Tolerans ve
Anadolu'da Etkileri”, Milletler Arası Hoca
Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, Kayseri, s. 101.
[31] Qarayev, Yasar Vahid; “Yesevîlik ve Türk Millî Kültürünün
Tarihînde O’nun Yeri””, Milletler Arası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 131.
[32]Türer, Osman (1992). “Ahmed
Ziyauddin Gümüşhanevî’nin “Şeriat, Tarikat ve Tasavvuf Anlayışı'”, Ahmed
Ziyauddin Gümüşhanevî Sempozyumu, 11-12 Temmuz, İstanbul, s. 362.
[33]Köksal,
Mehmet Fatih (2005), Ahi Evran ve Ahilik. Kırşehir, Kırşehir Valiliği
Yayınları, s. 49-50; Ülker, A. (2010), Kültürel Değerlerin Korunmasında
Sivil Örgütlerinin Rolü (Ahilik Kültürü). Uzmanlık Tezi, T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane Başkanlığı, Ankara, s. 5.
[34]Doğan, Hulusi. (2006), Ahilik
ve Örtülü Bilgi Günümüz İşletmecilerine Dersler, Ekin Kitabevi, Bursa, s.
3.
[35]Anadol, C. (2001), Türk-İslâm
Medeniyetinde Ahilik Kültürü ve Fütüvvetnâmeler, T.C. Kültür Bakanlığı
Yayınları,Ankara, s. 48.
[36]Tabakoğlu, A. (1986), Sosyal
ve İktisadi Yönleriyle Ahilik, Araştırma Vakfı Yayınları, İstanbul, s. 34.
[37]Ceylan, K. (2013), Ahilik
Türk-İslam Medeniyetinde Dünyevi ve Uhrevi Sistemi, T.C. Gümrük ve Ticaret
Bakanlığı Kültür Yayınları, Ankara, s. 15.
[38] Güllülü, S. (1977), Sosyoloji Açısından Ahi
Birlikleri, Ötüken Yayınevi, İstanbul, s. 74.
[39] Demir, M. (2004), Ahilik, Ahi Evran ve Kırşehir'de Ahilik
Kutlamaları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Sivas, s. 44.
[40] Gündüz, A. Y., Kaya, M., & Aydemir, C.
(2012), Ahilik Teşkilatında ve Günümüzde Tüketicilerin korumasına Yönelik Çalışmalar
Üzerinde Bir Değerlendirme, Afyon Kocatepe Üniversitesi İktisadi İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi, XIV(II), s. 39.
[41]Durak, İ.,& Yücel, A.
(2010), Ahiliğin Sosyo-Ekonomik Etkileri ve Günümüze Yansımaları.
Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,
15(2), s. 153.
[42]Gülerman, A.,& Taştekil, S.
(1993), Ahi Teşkilatının Türk Toplumun Sosyal ve Ekonomik Yapısı Üzerinde
Etkileri, Feryal Matbaası, Ankara, s. 4.
[43] Ekinci, Y. (1990). Ahilik
ve Meslek Eğitimi, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s. 22.
[44]Akçacı, T.,& Özdemirci, İ.
(2014), Ahilik Meslek Kuruluşlarına Yapısal Bir Dönüşüm, Gümüşhane
Üniversitesi Sosyal Bilimler Elektronik Dergisi, 5(10), s. 33.
[45] Gülerman, A.,& Taştekil,
S. (1993), Ahi Teşkilatının Türk Toplumun Sosyal ve Ekonomik Yapısı Üzerinde
Etkileri, Feryal Matbaası, Ankara, s. 5.
[46]Yılmaz, Hasan Kamil (2012), Anahatlarıyla
Tasavvuf ve Tarikatler, Ensar Yayınları, İstanbul, s.37.
[47] Sivri, Sara, İlk Dönem Tasavvuf Kültüründe
Melâmetiyye Hareketi ve Hakîm Tirmîzî, çev. Salih Çift, s.
141.
[48] Yılmaz, Hasan Kamil, a.g.e., s. 110.
[49] Yılmaz, Hasan Kamil (1997), Tasavvuf
Mes’eleleri, Erkam Yayınları, İstanbul, s. 74.
[50]Yılmaz, Hasan Kamil (2012), Anahatlarıyla
Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Yayınları, İstanbul, s. 112113.
[51] Algar, Hamid (1997); “The Hamzaviyye: A Daviant Movement in
Bosnian Sıtfism" Islamic Studies, İslâmbad, c.36, Sayı 2-3, s.
243-261.
[52] Cebecioğlu, E. Edit., H.Yaman, M.Aşkar,
V.Göktaş; (2013) Tasavvuf Tarihi, Ankuzem, Ankara, s. 225.
[53]Altunkaya, Mustafa (2016). Horasân
Tasavvuf Ekolü Ve Özellikleri. Turkish Studies s. 127-148.
[54] El-Isfehânî, Rağıb (1430); Müfredât-ı
Elfâzi’l-Kur’ân, Tah. S.A.Davudî, Daru’l-Kalem, Dimeşk, s. 425.
[55] Cebecioğlu, E. Edit. (2009),Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, Ağaç Kitabevi, İstanbul, s.42.
[56] Altunkaya, Mustafa (2016). Horasân Tasavvuf
Ekolü Ve Özellikleri. Turkish Studies s. 127-148.
[57] Altunkaya, a.g.e., s. 127-148.
[58] Uludağ, S., 1997, C. XVI, s. 42-43.
[59]Luizen, Leonard (1384); Miras-ı
Tasavvuf, Neşr-i Merkez, Tahran, s. 245-247.
[60] Köprülü, Fuat (1986); Osmanlı Devleti’nin
Kuruluşu, Ötüken Yayınları, İstanbul, s. 148.
[61] Cebecioğlu, E. Edit. (2013), H.Yaman, M.Aşkar, V.Göktaş; Tasavvuf
Tarihi, Ankuzem, Ankara, s. 187-191.
[62] Yılmaz, a.g.e.,, s.2.
[63] Luizen, Leonard (1384); Miras-ı Tasavvuf,
Neşr-i Merkez, Tahran, s. 216.
[64] Yesevî, Hoca Ahmed (2009). Divân-ı Hikmet. Haz. Hayati Bice.
Ankara: Diyanet Vakfı Yay, c.1, s. 111.
[65] Albayrak, Nurettin; (2009), “Ebû Müslim
Destân” TDVİA, C. X, s. 196.
[66]Azamat, Nihat; (2004), “Melamet"
TDVİA, C. 29, s. 24
[67]Öztürk, Y. Nuri (1991), Tarihi
Boyunca Bektaşîlik, III. Baskı, İstanbul, 1995, s. 55; Köprülü, Fuad, "Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’, Ankara, s. 49-51
[68]Çetinkaya Ali “Bir Anadolu
Ereni Hacı Bektaşı Veli; Hayatı, Eserleri ve İnsan Anlayışı", https://dergipark.org.tr/tr/pub/cuifd/issue/4311/257308,
(Erişim Tarihi 08.07.2019).
[69] Bknz. H. Duran, a.g.e., s. 23-24
[70] Köprülü, Fuat; "Anadolu'da
İslamiyet", Mihrâb, s. 86.
[71] Köprülü, Fuad;
(1984), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları Ankara s. 35; Eraslan, Kemal; (1989), “Ahmet Yesevi’nin Hayatı”
Türk Edebiyatı Dergisi, Ekim, s. 37.
[72]Eraslan, Kemal; (1983J,
Divan-ı Hikmetten Seçmeler, Ankara, s. 101.
[73] Ahmed Yesevi’nin Türk Coğrafyasına
Direktifleri ve Tika’nın Gönül Coğrafyamıza Etkileri”, https://www.altayli.net/ahmed-yesevinin-turk-cografyasina-direktifleri-ve-tikanin-gonul-cografyamiza-
etkileri.html, (Erişim Tarihi 07.08.2019).
[74] Eraslan, Kemal; (1989), “Ahmed Yesevi’nin
Hayatı”, Türk Edebiyatı Dergisi, Ekim, s. 41.
[75] Eraslan, a.g.e., s. 42
[76] Köprülü, Fuad; (1984), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları Ankara s. 47.
[77] Köprülü,Fuad; a.g.e., s. 51.
[78]El-Hazini,
Cevahiru’l-Ebrar Min Emvaci’l-Bihar. İ. Ü. Ktp. TY. No: 3893. s.
116-117'den naklen Doç. Dr. İrfan Gündüz, "Ahmed Yesevi’nin Tarikat ve
İrşad Anlayışı", Bilim ve Sanat. Sayı: 35-36 Temmuz 19931, s. 6-9.
[79]El-Hazini, Cevahiru’l-Ebrar
Min Emvaci’l-Bihar, s. 116-117 den naklen, İrfan Gündüz, a.g. mak.
[80] Eraslan, Kemal; (1989), “Ahmet Yesevi’nin
Hayati”, Türk Edebiyatı Dergisi, Ekim, s. 42.
[81] Kemal, Eraslan; a.g.e., s. 42.
[82] İbn-i Battuta;Seyahatnaıne, c. I, s.
197, Köprülü, İlkMutasavvuflar, s. 174
[83] İbn-i Battuta; a.g.e., s. 174
[84]Köprülü, Fuad; (1984), Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları Ankara
s.76.
[85]Molla Cami, Nefahatü'I Uns
Terceme ve ŞerhiLamii Çelebi, s. 487-488, Istanbul 1270.
[86]Mevlana Ali bin Hüseyin, Reşahat
Tercümesi, s. I, İstanbul 1978
[87]Köprülü, Fuad; (1984), Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları Ankara
s.76.
[88]Köprülü, a.g.e., s. 77.
[89]Vassaf, Hüseyin;Sefine-i
Evliya, c. I, s. 392.
[90] Vassaf, Hüseyin; a.g.e., c. I, s. 392
[91] Serin, Rahmi;İslam Tasavvufunda Halvetilik
ve Halvetiler, İstanbul 1984, s. 68-69.
[92] Serin, Rahmi.; a.g.e, s. 68-69.
[93]Köprülü, Fuad ;(1984), Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Ankara s. 30.
[94]Köprülü, Fuad;a.g.e., s.
30.
[95]Uludağ,
Sü\eyman;Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 206, istanbul 1991.
[96]Serin, Rahmi;a.g.e., s.
67.
[97]İbn-i Hişam; Siyer, c.
1. s. 252.
[98]Köprülü, Fuad; (1984), Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yayınları Ankara, s. 87.
[99]Köprülü, Fuad;a.g.e.,
s. 88.
[100]Köprülü,Fuad;a.g.e., s.
88.
[101]Köprülü, a.g.e., s. 89.
[102]Eraslan, Divan-ı Hikmet,
s. 155.
[103]Köprülü, Fuad (1984), Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar, DİB Yayınları, Ankara, s. 89.
[104] Hucviri, (1982), Keşfu'lMahcub,
Haz: Süleyman Uludağ, İstanbul,s. 450,
[105]Maide 5/54
[106]Bakara 2/165
[107]Öztürk (1990), Kur'an ve
Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul, s. 403.
[108]Eraslan, Divan-ı Hikmet,
s, 155.
[109]Eraslan, a.g.e, s, 23.
[110]Eraslan, a.g.e., s. 23.
[111]Eraslan, a.g.e., s.
127.
[112]Eraslan, a.g.e., s,
129.
[113]Eraslan, a.g.e., s.
163.
[114]Eraslan, a.g.e., s.
167.
[115]Eraslan, a.g.e., s, 13.
[116]Eraslan,
Divan-ı Hikmet, s, 31.
[117]Eraslan, Divan-ı Hikmet,
s, 147.
[118]Uludağ, Süleyman, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, s. 422, İstanbul. 1992
[119]Pakalın, M. Zeki, Osmanlı
Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. III, s. 162, İstanbul 1972
[120]İz, Mahir, Tasavvuf, s.
150, istanbul 1990
[121]Pakalın, M. Zeki a.g.e.,
c. III, s. 162.
[122]İz, Mahir, a.g.e., s.
155.
[123]Es-Serrac, Kitabu'lLuma,
s. 342
[124]Hucviri, Keşfu’lMahcub,
s. 558. , Eraslan, Divan, s. 177
[125]Köprülü, İlkMutasavvuflar,
s. 89, Eraslan, Divan, s. 177
[126]Eraslan, Divan-ı Hikmet,
s, 177.
[127]Eraslan, a.g.e., s.
177.
[128]Eraslan, a.g.e., s.
177.
[129]Hucviri, Keşfu'l-Mahcub, Haz. Süleyman Uludağ,
s. 429, İstanbul 1982; Suhreverdi, Avarifu'I-Maarif, Çev: H. Kamil
Yılmaz-İrfan Gündüz, s. 592, istanbul 1990; Es-Serrac, el-Luma', s. 68,
Mısır 1960,
[130]Sühreverdi, Avarifu’lMaarif,
s. 147
[131]Eraslan, Divan-ı Hikmet,
s. 147.
[132]Eraslan, a.g.e., s.
141.
[133]
"Anadolu’da Yesevilik
(YeseviMenâkıbnâmesi Özelinde Peygamber Tasavvuru",
https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/2555-anadolu-da-yesevilik-yesevi-
menakibnamesi-ozelinde-peygamber-tasavvuru, (Erişim Tarihi:
08.08.2019 )
[134]Köprülü, Fuad; (1966), Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB ayaınları, II. Baskı, Ankara, s. 62.
[135]Köprülü, Fuad; a.g.e, s.
37-45.
[136] Kutlu, Sönmez; (2006), Alevîlik-Bektaşilik
Yazıları, Ankara, s. 145.
[137]Kutlu,Sönmez; a.g.e.,
s. 149.
[138]Bayram,
Mikail; (1996); “Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında Hoca Ahmed-i
Yesevî’nin Rolü”. Ahmed-i Yesevî Hayatı-Eserleri-Fikirleri-Tesirleri. Edit.
M. Esad Coşan. Seha Neşriyat, İstanbul, s. 533-545.
[139]Köprülü, M. Fuad; (1976); “Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara, s. 19-21.
[140]Köprülü, M. Fuad; a.g.e, s.
19.
[141]Yakıt, İsmail; (1994); '“Hoca
Ahmed Yesevî ve Türk Düşünce Tarihindeki Yeri”. Süleyman Demirel
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 1, s. 1-15.
[142] Yıldırım, Ahmet; (2014); ”Hoca
Ahmed Yesevî: Düşünce Sistemi, Kaynakları ve Tesirleri”. Türk Dünyası
Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bildiriler. Edit. Ejder Okumuş. 1,
Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yayınları: Eskişehir, s. 431-444.
[143]Bodur, H. Ezber(1995): '“Hoca
Ahmed Yesevî ve Sosyal Bütünleşme”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli
Araştırma Dergisi 2/2, s. 14-65.
[144]Kenzhetayev, Dosay (1999): ”Hoca
Ahmed Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri”. Tasavvuf:
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, s. 105-129.
[145] Kutlu, Sönmez, (2017), Türk
Müslümanlığı Üzerine Yazılar: Hanefilik - Maturidilik - Yesevilik, Ötüken
Neşriyat, İstanbul, s. 117.
[146] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Esin Nüshası,
XIX, 32b.
[147] Sahih-i Buharî, Rikâk, 38.
[148] Yesevî, Divân-ı Hikmettten Seçmeler, Haz. Kemal Eraslan,
(Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1983), LXI-4-326.
[149] Selçuk Eraydın (1980), Tasavvuf ve
Tarikatler, Marifet Yayınları, İstanbul, s. 117.
[150] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Esin Nüshası,
I.vr.5b.
[151] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Haz. Bice, 21-10-40; Yesevî, Divân-ı
Hikmet, E. Esin, XLVII, 100a; XV, 28a.
[152] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Haz. Bice
95-120.
[153] Muhammed Danişmend (1997), Mir’âtu ’l Kulûb,
sadeleştiren: Necdet Tosun, İsam Araştırma
Dergisi, 2/2, s. 79.
[154] İhlâs, 112/1-4.
[155] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Esin Nüshası,
XLVII, vr.100a; Yesevî, Divân-ı Hikmet, Haz. Bice, 7- 1
15.
[156] Yusuf Ekinci, Hoca Ahmed Yesevi,
(Ankara: Ocak Yayınları, 1995), s. 36.
[157] Türer Osman (1996), Hoca Ahmed Yesevi,
s. 229-230.
[158] Göçgün, Önder (1995), “Destan Rivayetlerine Dayalı Hayatı ve
Hikmet Yüklü Edebi Hüviyeti ile Ahmed Yesevi”, Erdem. Atatürk Tarih Kültür
Merkezi Dergisi Hoca Ahmed Yesevi
Özel Sayısı, 7/21, Ankara, s. 880.
[159] Danişmend, Miratü’l-Kûlub, s. 70.
[160] Yesevî; (1977), Fakrnâme, Haz. Kemal Eraslan, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 22, s.
10-15.
[161] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Haz. Bice, 124,
1-158.
[162]Yesevî, Divân-ı Hikmet,
Esin Nüshası, X, vr. 22b.
[163]Yesevî, Divân-ı Hikmet,
Haz. Bice, 76, 1-96.
[164]Danişmend, Mir’atü’l-Kûlub,
s. 69.
[165]Banarlı, Nihad S.Resimli
Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul,(1971), 1: 279.
[166]Hazîni, Cevâhirü’l- Ebrâr, vr.
65a.
[167]Yesevî, Divân-ı Hikmet,
Haz. Eraslan, s. 29.
[168]Yesevî, Divân-ı Hikmet,
Esin Nüshası, L, vr. 61a.
[169]Hazîni, Cevâhirü’l-Ebrâr,
vr. 70b.
[170]Yesevî, Divân-ı Hikmet,
Haz. Bice, 124-158.
[171]Yesevî, Divân-ı Hikmet,
Haz. Bice, 158.
[172]Yesevî, Divân-ı Hikmet,
Esin Nüshası, XXX, 43b.
[173]Yesevî, Divân-ı Hikmet,
Esin Nüshası, vr.34a.
[174]Köprülü, Fuad; (1987), Türk
Edebiyâtı’nda İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara, s. 76.
[175]Yesevî, Divân-ı Hikmet,
Haz. Bice, 141,5-180.
[176]Hazîni, Cevahirü’l-Ebrâr
vr. 20a.
[177] Danişmend, Mirat’ül-Kûlub, s. 72.
[178] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Esin Nüshası,
XXX, vr. 43b; Yesevî, Divân-ı Hikmet, Haz. Bice, 77, 1
97.
[179] Danişmend, Mirat’ül-Kûlub, s. 69.
[180] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Esin Nüshası,
XXX, vr.43a,43b; Yesevî, Divân-ı Hikmet, Bice, 84, 8
111.
[181] Annemarie, Schimmel; (1982), “Tasavvufun Boyutları”, Çev.
Önder Gürol, Adam Yayınları, İstanbul, s. 94.
[182] Öztürk, Yaşar Nuri (1996);Tasavvufun Ruhu
ve Tarikatlar. İstanbul: Sidre Yayınları, 1988.
Safiyüddin, Mevlana. Nesebnâme. Haz. Kemal Eraslan,
Yesevi Yayınları, İstanbul s. 117.
[183] Danişmend, Mirat’ül-Kûlub, s. 69.
[184] Yaşar Nuri Öztürk (1993), Kur’ân ve Sünnet’e Göre Tasavvuf,
Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, s. 129.
[185] Kelâbazi (1992), Taarruf, Hazırlayan.
Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, s. 202.
[186] Hazîni, Cevahirü’l-Ebrâr, vr. 29b.
[187]Kara, Mustafa; (1982); “Tasavvuf
ve Tarikatlar Tarihi”, Dergâh Yayınları, İstanbul, s. 107.
[188] Hazîni, Cevahirü’l-Ebrâr, vr. 30a-30b;
Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 101.
[189] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Esin Nüshası,
XIII, vr.26b.
[190] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Esin Nüshası,
vr.26b.
[191] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Esin Nüshası,
vr. 24b,25a.
[192] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Esin Nüshası,
vr. 40b.
[193] Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 61.
[194] Hazîni (1995), Cevahirü’lEbrarMin Emvaci-lBihar,
YeseviMenakıbnamesi, trc. Cihan Okuyucu, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe
Tıp Tarihi Araştırma Enstitüsü Yayınları, Kayseri, s. 44.
[195] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Haz. Bice, 55,
1-75.
[196] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Haz. Bice, 77.
[197] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Haz. Bice, 81
[198] Yesevî, Divân-ı Hikmet, Haz. Bice, 137.
[199]Küçük, Hasan; (1976),
Osmanlı Devletini Tarih Sahnesine Çıkaran Kuvvetlerden Biri Tarikatlar ve
Türkler Üzerindeki Tesirleri, Türdav Yayınları, İstanbul, s. 76.
[200]
TDV İslam Ansiklopedisi, Yesevilik, Muhtelif Necdet Tosun,
https://islamansiklopedisi.org.tr/yeseviyye,
s:487-490.
[201]Sûfî Muhammed Dânişmend (472),
“Mir'âtü’l-kulûb” Uppsala Universitetsbibliotek, vr. 158b-177a.
[202]Tosun,Necdet; (1997), “Yesevîliğin
İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, İLAM Araştırma
Dergisi, II/2,
İstanbul.
[203]Tosun,Necdet; (1997), “Yesevîliğin
İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, İLAM Araştırma Dergisi, II/2,
İstanbul.
[204]Tosun,Necdet; (1997), “Yesevîliğin
İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, İLAM Araştırma Dergisi,
II/2, İstanbul.
[205]Tosun,Necdet; (1997), “Yesevîliğin
İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, İLAM Araştırma Dergisi,
II/2, İstanbul.
[206]TDV İslam Ansiklopedisi,
Yesevilik, Muhtelif Necdet Tosun, https://islamansiklopedisi.org.tr/yeseviyye,
s:487-490.
[207]Hoca İshak b. İsmâil Atâ, Hadîkatü’l-
‘Arifin, Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyat Enstitüsü Ktp., nr.
11838, vr. 1-131.
[208]TDV İslam Ansiklopedisi,
Yesevilik, Muhtelif Necdet Tosun, https://islamansiklopedisi.org.tr/yeseviyye,
s:487-490.
[209]Tosun,Necdet; (1997), “Yesevîliğin
İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, İLAM Araştırma Dergisi,
II/2, İstanbul.
[210]Ahmed Yesevî, Dîvân-ı
Hikmet (71. Hikmet), Haz. Dr. Hayati Bice, TDV Yay., Ankara, 2009, s.181.
[211] Hayati Bice(2016), Pir-i Türkistan Hoca
Ahmet Yesevi, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi
inceleme-araştırma dizisi, Ankara, s.370-375.
[212] Çetin, Osman; (2009), “Horasân”, İslam
Ansiklopedisi, C. XVIII, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı, s.
209.
[213]Altunkaya, Mustafa (2016). Horasân
Tasavvuf Ekolü ve Özellikleri. Turkish Studies s. 127-148.
[214]Muhasibî, Ebû Hâris b. Esed
(2010); er-Riâye li Hukukillah, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, s.
28-30.
[215]Altunkaya, Mustafa (2016). Horasân
Tasavvuf Ekolü Ve Özellikleri. Turkish Studies s. 127-148.
[216]Et-Taberî, Muhammed b. Cerîr
(1967); Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, C. VI, Daru’l-Maarif, Mısır, s.
460-580.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar