YENİDÜNYA DÜZENİ VE İSLAMÎ HAREKETLER
Hazırlayan:Samî Abdulqader Mustafa
Hakimiyet arzusu/temayülü beşerî bir özelliktir. İnsanoğlu,
yeryüzüne geldiği andan itibaren, hâkimiyetini tesis etmek için diğer insanlara
boyun eğdirme çabası içerisinde olmuştur. İslam coğrafyası, medeniyetin ve
semavî dinlerin beşiği olması hasebiyle bu çekişmelere daha fazla maruz
kalmıştır. İslam’ın zuhûrundan sonra, bu bölgelerde hâkimiyet kuran Fars, Roma
ve Bizans gibi imparatorluklara karşı mücadelede Müslümanların önemli bir rolü
olmuştur. Güçlü oldukları asırlarda Müslümanların hâkimiyeti Avrupa ve Çin’e
kadar uzanmıştır. Müslüman nüfuz, bu bölgelerdeki etkisini zamanla kaybetmiş,
bugün Ortadoğu olarak isimlendirilen bölgede ise hâkimiyetini koruyabilmiştir.
İslam âlemi, özellikle İslam imparatorluğunun zayıflamasından, Osmanlı
saltanatının devrilmesinden, hilafetlerinin ortadan kaldırılmasından ve bu
bölgede çağdaş medeniyetin damarları mesabesinde olan petrol, doğalgaz ve diğer
zenginlik kaynaklarının keşfedilmesinden sonra, dünyayı hükümranlığı altına
almak isteyen Batılı ulusal devletlerin ilgi odağı haline gelmiştir. Bu
merhalede İslamî hareketler olarak isimlendirilen bir takım oluşumlar ortaya
çıkmış ve Ortadoğu’daki müslüman devletlerin siyasî gidişatında, uluslararası
ilişkilerin seyrinde etkili olmuştur. Bu hareketlerin ortaya çıkmasında birçok
faktör etkili olmuştur. Bu hareketlerin tarihi köklerinin ve zemininin
varlığına ilaveten kaybedilen hilafeti geri getirmek, sömürgeci Batıya karşı
koymak; ulusal devletlerin, ideolojik ve siyasi çekişmelerin ortaya çıkması,
savaşlar başta olmak üzere birçok beşeri gelişmeden kaynaklanan göçler bu
faktörlerden bazılarıdır. İslam toplumunda geçmişte meydana gelen bazı tarihî
olaylar, var olan siyasî ve dinî yapı ve bu yapıdan kaynaklanan mevcut durum,
dinî anlayış düzeyinde mezhepsel bölünmüşlük, kabilevi denilebilecek
toplumsal yapı ve bütün bunlardan kaynaklanan fikrî çekişmelerden kaynaklanan
hususlar ve yaşanan iç çatışmalar da bu hareketlerin ortaya çıkışını etkileyen
diğer bazı önemli faktörlerdir.
Ulusal ve
uluslararası siyasi ve ekonomik denklemde yer almak ve bu denklemin
şekillenmesinde etkili olma amacından hareketle ortaya çıkan bu oluşumların
stratejilerinin temeli İslam âlemine hâkim olma ana hedefi üzerinde bina edilmiştir.
Söz konusu hedef doğrultusunda gerçekleştirdikleri mücadeleyle, kurulu dünya
düzenine karşı koymuşlardır. Amerika Birleşik Devletlerinin, yöntem ve
kaynakları farklı bu İslamî hareketlerle ilişkisini soğuk savaş dönemiyle
açıklamak mümkündür. Amerika onları bazen Sovyetler Birliğine bazen de diğer
ülkelere karşı savaşmak için kullanmıştır. Özellikle Komünist blokun çöküp
kapitalist blokun tek başına kalmasından ve Amerika’nın önderliğinde yenidünya
düzeninin ortaya çıkmasından sonra, aralarında var olan dostluk düşmanlığa
dönüşmüştür. el- Kâide’nin ortaya çıkmasının sebebi, Amerika’nın dünya
ekonomisi üzerinde tek süper güç olma çabası karşısında, Rusya ve Çin’in
önderliğinde bir muhalefet ve direniş cephesinin ortaya çıkmasından sonra, bu
mücadelenin radikal İslamî hareketlerle savaş şekline dönüşmesidir.
Ortadoğudaki
bölgesel güçler arasında vekâlet savaşına dönüşmesi için iki cephe arasında bu
hareketleri ulusal ve bölgesel hedefler noktasında birleştirdikten sonra Arap,
Türk ve İran üçgenindeki ilişkiler, sünnîlik ve şiîlik adı altında nüfuz ve
menfaat üzerine kurulmuştur. Bundan dolayı söz konusu üçgende selefîlik, ılımlı
islamcılık ve şiîlikten beslenen ve onlara dayanan bazı hareketler ortaya
çıkmıştır. Bu durumdan faydalanarak ortaya çıkan DAIŞ, bu mücadelede devletleri
ve bölgeyi dengelemede önemli bir unsur olmuştur. Daha sonra DAIŞ, “İslâmî
Devlet”e dönüşmüş ve hilafet ilan etmiştir. Sonuç olarak da dış güçlerin
bölgeye müdahalesi için bir araç ve bir bahane olmuştur.
Son çağda,
özellikle de Amerika’nın tek başına dünya liderliğine göz dikmesinden
sonrasından günümüze gelinceye kadar ki dönemde İslamî Hareketler, İslam
coğrafyasına hâkim olmak isteyen devletlerin ilgi odağı haline gelmiştir. Çünkü
bu hareketler, konjonktürel açıdan önem kazanmışlardır. Bundan dolayı siyasî
bir tahlil yapabilmek için bu hareketlerle Amerika’nın başını çektiği Dünya
Düzeni arasındaki ilişkiyi tespit etmek ve bu ilişkinin niteliğini gözlemlemek
gerekmektedir. Bu gereklilik, söz konusu ilişkinin doğasını anlamak, İslam
dünyası üzerindeki pozitif veya negatif etkilerini tespit etme olanağı
sağlayacak olmasından ileri gelmektedir.
Araştırmanın
zorlukları, iki taraf (Amerika önderliğindeki Yenidünya Düzeni ve İslamî
Hareketler) arasındaki ilişkiyi açık bir şekilde ortaya koyma konusunda
tebellür etmektedir. Bu zorluğun da birçok sebebi vardır. Örneğin Amerika
Birleşik Devletlerinin liderliğinde bir istikrar olmadığı gibi söze konu olan
liderlikte yeni rakiplerin varlığı söz konusudur. Diğer taraftan artık pek çok
İslamî hareket vardır.
Çalışma, esas
olarak Amerika liderliğindeki Yenidünya Düzeninin şimdiki durumunu anlamaya ve
onun Îslamî hareketler üzerindeki etkisini, bu hareketlerle olan ilişkisini ve
İslam âlemine nüfuz etme mücadelesinde bu ilişkinin rolünü açıklamaya
çalışmaktadır. Ayrıca bu ilişkinin siyasî, iktisadî, askerî, fikrî ve mezhebî
yönleri ile uluslararası ilişkilerin geleceği ve Îslamî devletlerle müstakbel
halkları üzerindeki etkisinin sınırlarını bilmek de bu çalışmanın hedefleri
arasındadır. Bu çalışmada ortaya konmak istenen teoriden aşağıdaki pratik
faydaların gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir:
Siyasî tahlil, özellikle de Yenidünya Düzeni ve Îslamî
Hareketler arasındaki ilişkiyi tahlil etmek için malzeme ve araçları çoğaltmak.
Siyasî aktörler ve Îslamî konularla ilgilenenler için
siyasî karar faaliyetlerini artırmak.
İslam dünyasının mevcut kötü gidişatını durdurarak onu
emperyalist güçlerin, diktatörlerin; bölgesel, dinî, kavmî ve ıslahatçı
liderlerin oyuncağı olmaktan kurtarmak.
İslam adı altında çalışan hareketlerin çıkarmaya
çalıştıkları bölgesel dinî ve mezhebî savaşları engellemek.
Yenidünya Düzeninin hedeflerini, Îslamî Hareketlerle var
olan ilişkilerini ve bu alandaki yöntem v etekniklerini analiz ettikten sonra
Yeni Dünya Düzeninin kötülüklerinden sakınmak için onun yapısal özelliklerinden
faydalanmaya çalışmak.
Güzel yönlerinden faydalanmak ve kötü yönlerini bertaraf
etmek için Îslamî hareketlerin ortaya çıkış sebepleri, büyümeleri, gelişim
merhaleleri, iç ve dış krizlerle ilişkileri gibi konularda kavrayışı
güçlendirmek
Akademik pozisyonlardaki siyasetçilerin ulusal ve
uluslararası olaylara yaklaşımlarında, onları anlamada, bu olaylarla ilgili
tahlillerinde ve sorunların çözümünde bakışlarını bu ilişkilerin hesaba
katılması gerektiğine çevirmek.
ARAŞTIRMANIN ZAMAN VE MEKAN AÇISINDAN
SINIRLARI
Çalışmamızda,
Yenidünya Düzeninin sahibi olması hasebiyle Amerika Birleşik Devletlerine
yoğunlaştık. Uluslararası sisteme hükmeden diğer kuvvetlere ise sadece konumuzu
ilgilendirdiği kadarıyla değindik. Yine bu çalışmamızda 20. yüzyılın başında
dünya sahnesine çıkan ve 90’lı yıllarda yenidünya düzenine liderlik etmeye
başlayan Amerika’nın İslamî hareketlerle ilişkisini incelemeye çalıştık.
İslamî
hareketlere gelince, tarihî köklere sahip olup, siyasî alanda etkili olmaya ve
bazı devrimci metotlarla yönetime gelme gayretinde olanları çalışmamızda ele
aldık. Bunun için iki önemli ana grup üzerinde yoğunlaştık. Çünkü bütün İslamî
hareketlerin süreç içerisinde iki temel akıma dönüştüğünü gördük: Şia ve
Selefiyye. İçinde farklı çizgilere sahip akımları barındırdığından dolayı
Selefîyye’ye yoğunlaştık. Farklı çizgilere sahip olan bu akımlar klasik Vehhâbî
Selefîliği ile Islahatçı İhvân veya Ilımlı Selefîliktir. Ayrıca Islahatçı
Selefîliğe veya Ilımlı Selefîliğe veyahut İhvân Selefîliğine işaret eden her
lafız ve ıstılahla, Afgânî çizgisini veya İhvân-ı Müslimîn hareketini ve onun
günümüze kadar gelen uzantılarını kastettik. Sonunda da bu iki çizgiden doğan
DAIŞ ve el-Kaide gibi silahlı terör hareketleri üzerinde durduk. Şia’ya
gelince, bu hususta da İran’ın veya Farslıların rolüne, diğer fırkalarına
girmeksizin İsnâaşeriyye mezhebi ve Şiî siyasî düşüncenin gelişimindeki rolüne
yoğunlaştık. Bu iki gruptan doğan diğer hareketlere ve tasavvufî hareketler
gibi siyasî bir çabası olmayan hareketlere sadece konuyu ilgilendirdikleri
yönüyle değindik. Çünkü bütün bu hareketleri ele almak, gerçekleştirilmesi
mümkün olmayan bir amaçtır ve onlarca çalışmayı gerektirmektedir. Diğer
taraftan ayrıntılı bir şekilde bu hareketlerin literatürlerine, tarihlerine,
metotlarına, ihtilaflarına, aralarındaki farklara değinmedik. Sadece konumuzu
ilgilendiren yönü, yani siyasî yönü üzerinde durduk.
Mekan
açısından ise çalışmamızda sadece Ortadoğu’ya ve birinci dereceden de bu
hareketlerin doğduğu bölgelere yoğunlaştık. Yenidünya Düzeniyle İslamî
hareketler arasındaki ilişkinin yoğunlaştığı bölgeler: Arap körfezi, Mısır,
İran, Türkiye, Irak ve Afganistan’dır.
Konunun
sınırlarını daraltmak ve bu ilişkinin etkisini ayrıntılı bir şekilde bilmek
için, dünyada büyük bir gürültü koparan bu meseleyle ilgili olarak bazı önemli
çalışmaları tahlil etmeye çalıştık. Daha ayrıntılı bilgilere sahip olmak
isteyenler bu kaynaklara başvurabilirler. Çalışmamızda müracaat ettiğimiz
önemli kaynakların bazıları şunlardır:
Nuzuru’l-'Avleme[1]
Bu eser,
Amerika’ya hükmeden asıl gizli hükümete dikkat çeken ve bu meseleyi büyük bir
titizlikle ortaya koymaya çalışan bir çalışmadır. Dr. Abdulhayy Yahyâ Zellûm bu
kitabında, Amerika iş adamlarının Amerika siyasetiyle ilişkisinden bahsederek
son derece heyecan verici gerçekleri açıklamaya çalışmaktadır. İş adamlarının
ve büyük şirket sahiplerinin Amerika siyasetinde oynadıkları büyük role işaret
etmektedir. ABD’ye hükmeden gizli hükümet gerçeğini ve karar alma
mekanizmalarına hükmeden güçleri ortaya koymaya çalışmaktadır.
John Perkins’in La'betun Kadîmetun bi
'Umuri’l-İmbarâturiyye: Tekşif 'ani’l-'Alemi’l-Hafî li’l-Kateleti’l-İktisâdiyîn
ve 'an Şebeketi’L-Fesâdi’l- Ma'avlem Katele İktisâdiyyûn Mermûkûn ve Muhakikûn-
Yesrudûne’r- Rivâyete’l-Muhevvile bi Ekmelihâ, (A Game as Old as Empire) isimli
kitabı[2]
Ekonomik
suikastçiler alemini ve küresel fesat şebekelerini deşifre etmeye çalışan bir
kitaptır. Uluslaarası arenada suikastlar gerçekleştiren bu profesyonel
suikastçilere yüksek meblağlarda ücretler ödenmektedir. Dünyanın ekonomik
kaynaklarının, dev şirketlerin kasasına ve varlıklı ailelerin cebine girmesi
için Dünya Bankasından ve diğer yabancı yardım organizasyonlarından kendilerine
para akıtılmaktadır. Araçları hileli finansal raporlar, seçimler, rüşvet, gasp,
seks ve cinayetlerdir. Onlar imparatorluk tarihi kadar eski bir oyun
oynamaktadırlar. Fakat bu oyun küreselleşmenin bu sürecinde yeni ve korkunç
boyutlara ulaşmıştır[3].
ez-Zâhiretu’s-Selefiyye:
et-Taaddudiyyetu’t-Tanzîmiyye ve’s-Siyasiyye[4].
Selefi
grupların şu andaki bazı Arap devletlerindeki haritası hakkında bilgi veren
önemli bir çalışmadır. Selefi hareketlerin tarihî köklerini incelemede tarih
kaynaklarından beslenerek karşılaştırmalı bir metod kullanmıştır. Sonra bu
hareketlerin fikrî ekollerini, siyasî ve itikadî kaynaklarını analitik bir metotla
ele almıştır. Diğer İslamî cemaatler ile Müslüman Alimler Cemiyetinin
ilişkilerini incelemiştir. Çıkardıkları dergiler, bu dergilerin hedefleri,
içtimaî ve siyasî etkileri, Arap devrim hareketiyle etkileşimleri ve fikrî
metotlarıyla siyasî tavırlarında görülen değişikliğin sınırlarını ortaya
koymaya çalışmıştır[5].
Şeyh Ali Abdurrâzık, el-İslam ve Usûlu’l-Hukm,
Bahsun fi’l-Hilâfe ve’l-Hukûme fi’l-İslâm[6]
Şeyh Ali
Abdurrâzık, Ezher alimlerinden olup şeriat mahkemelerinin kadılarındandır. Onun
bu kitabının hedefi, İslam’ın insanın ruh âlemiyle ilgilenen bir din olduğunu,
siyasetle bir ilişkisinin olmadığını daha doğrusu siyaset alanında bir
teşrîinin olmadığını ortaya koymaktır. Siyaset dünyevî bir iştir. Dolayısıyla
ilkelerinin ve vesilelerinin seçimi insanlara aittir. Ona göre, İslam’a nispet
edilen hilafet düzeninin İslam’da herhangi bir yeri yoktur. Bu, Müslümanların
ortaya koyduğu bir şeydir[7].
Robert Louis Dreyfus, La'betu’ş-Şeytan,
Devru’l-Vilâyâti’l- Muttehide’l-Amerikiyye fî Neş’eti’t-Tetarrufi’l-İslamî[8]
Bu kitap on
iki bölüm ve 400 sayfadan oluşmuştur. Bazı İslamî ceamaat liderleriyle Batı
bankaları arasındaki ekonomik ilişkileri açık bir şekilde ortaya koymaya
çalışan ve bu ilişkinin niteliğine ışık tutan bir kitaptır. ABD’nin Ortadoğu’ya
hâkim olmak için legal gruplarla ilişkisinde nasıl bir politika izlediğini
incelemektedir[9].
Tanzîmu’d-Devleti’l-İslamiyye,
el-Ezmetu’s-Seniyye ve’s-Sirâ' 'ale’l- Cihâdiyeti’l-'Âlemiyye[10]
Kitap DAIŞ
yani “İslam Devleti” örgütü hakkındaki sorulara cevap vermeye çalışmaktadır. Bu
kitap 272 sayfa olup altı bölümden oluşmuştur. Bu hareketin ortaya çıkışını,
gelişimini, dönüşüm merhalelerini, kendisiyle el-Kaide arasındaki benzerlik ve
farklılıkları, el-Kaidenin bölünmesine yol açan sebepleri ve iki akım
arasındaki mücadeleyi tahlil etmektedir.
ed-Devletu’l-İslamîyye, el-Cuzûr, et-Tevehhuş,
el-Mustakbel[11]
Yazar
Abdulbârî 'Atvân, “el-Kâide” hakkındaki bu kitabında DAIŞ’in yani “İslam
Devleti”nin ve bu yapılanma tarafından ilan edilen “Hilâfet”in esaslarını
incelemektedir. Bu devletin dayandığı temelleri, ideolojisini, sahip olduğu
gücün doğasını, birdenbire yükselmesinin sebeplerini, güç kaynaklarını,
zaaflarını ve onunla el-Kaide örgütü arasındaki ilişkiyi incelemektedir[12].
DAIŞ, Mâhiyetuhu, Neş’etuhu, İrhâbuhu,
Ehdâfuhu, İstrâtîciyyetuhu[13]
DAIŞ’in ortaya
çıkmasında etkili olan temel faktörleri ve dayandığı temelleri inceleyen
akademik bir çalışmadır. Ebû Bekir el-Bağdâdî’yi el-Kaide’den ayrılmaya götüren
sebepleri tahlil etmektedir. Ayrılışın Bağdâdî’nin üstadı Ebû Mus'ab ez- Zerkavî
ile ilişkili olarak gerçekleştiği ileri sürmektedir.
Delîlu’l-Harekâti’l-İslamiyyeti’l-Mısriyye[14]
Mısır’da pek
çok İslamî hareket vardır. Bu bakımdan bu kitap sıradan bir okuyucuya,
Mısır’daki İslamî hareketlerin geleceğine dair bir herhangi bir öngörü sunmadan
onların genel mevcut genel durumunu betimlemeye çalışmaktadır[15].
el-Hilâfe ve Neş’etu’l-Ahzâbi’l-İslamiyye[16]
Hilafet,
din-devlet ilişkisi ve İslam’da yönetim felsefesiyle ilgili bir olgudur. Bu
kitap, bir yönüyle eski diğer bir yönüyle de yeni olan bu meselede,
İslamcılarla laikler nezdinde düşünce ve hareket açısından doğru yolu göstermek
amacıyla yeni bir İslamî yaklaşım ortaya koymaktadır. İslam’da yönetim
felsefesinin öneminden dolayı, farklı fırkaları ortak bir söyleme davet
etmektedir.[17]
Merkezu’l-Kâşif
li’l-Mutâba'a ve’d-Dirâsâti’l-İstirâticîyye
Bölgedeki
Amerikan ve Siyonist faaliyetlerini araştıran önemli bir çalışma merkezidir. On
bir tane birimden oluşmaktadır. Bu birimlerde araştırma enstitülerinden
Amerikan siyasetiyle ilgili olarak çıkan vesika ve kararlar hakkında
araştırmalar yapılmaktadır. Burada, özel konularda seriler halinde, 11 bölüm
şeklinde yayınladıkları “el-Hivâr maa’l-İslâmiyyine’l-Mu'tedilîn”
röportajlarından faydalandım.
YENİDÜNYA DÜZENİ VE İSLAMÎ HAREKETLER
YENIDÜNYA DÜZENİ (NEW WORLD ORDER)
Dünyaya
hükmetme temayülü insanlık kadar eskidir. Çünkü insan sosyal bir varlıktır.
Evrimci siyasî bir eğilimi vardır. Bundan dolayı mütefekkir ve araştırmacıların
çoğu, Yenidünya düzenini, fertten başlayıp aileye, oradan kabileye doğru devam
eden siyasî birlikler arasındaki mücadelenin gelişiminin bir tür devamı olarak
görmüşlerdir. Kabileler arasında başlayan ilk mücadele, beşerî ve iktisadî gücü
artırma ve geçim kaynaklarını artırma arzusu gibi sebeplerden kaynaklanmıştır.
Kabile örgütlenmeleriyle birlikte toplumsal yapının ilk birimleri oluşmuştur.
Bu toplumsal yapı birimleri, toplumsal ihtiyaçları yönetmek, korumak ve
artırmak için her türlü imkânı kullanmışlardır.
Sonraki
dönemlerde de bu birimler “şehir devletleri”ne dönüşüncek şekilde
gelişmişlerdir[18]. Şehir devleti olgusu,
Greklerin fikrî uygulamalarından biridir. Polis veya yeni siyasî şekliyle
şehir, siyasi birliğin bir tür ifadesidir. Greklerin en önemli şehirleri Atina,
Isparta, Trojan şehirleridir. Onlar bu şehirlerin içindeki insanları vatandaş,
şehrin dışında kalanları da barbar olarak isimlendirmişlerdir. Bununla da bu
şehirlerle ilişkisi olmayan ve vatandaş olarak görülmeyen kavimleri
kastetmişlerdir. Bu şehirler, site devleti şeklindeki ilk siyasî birliklerdir.
Bu şehir
devletleri arasındaki ilişki, güç, rekabet ve maslahat temelleri üzerine
kurulmuştu. İhtilaflar diplomatik yollarla veya askeri antlaşmalar yapmak
suretiyle çözülüyordu. Birbirleriyle olan savaştıklarında, bugün Batıya
liderlik eden Amerika’nın durumunda olduğu gibi, bu devletlerden daha fazla
nüfuza sahip olanlar, çatışmalı olan devletleri barışmaya ve birleşmeye
zorluyorlardı. Her güçlü devlet, güçsüz devletçikleri kendi kanatları altına
alırdı. Milattan önce 7. ve 6. Yüzyıllar arasında gerçekleştirilen Isparta
antlaşması sonuçları açısından buna örnek olarak gösterilebilir.[19] Bu devletler kendilerine
“Amvuktonaa Kongreleri” denilen bölgesel kongreleri icra etmek için bir yol da
benimsenmişti[20]. Bunlar, devlet denilen
mekanizma tarafından gerçekleştirilen ilk organizasyonlar olarak kabul
edilebilir.
Bu merhaleden
sonra insanlık, devam ede gelen kavga ve mücadele merhalesine geçti. Bu şehir
devletlerinden bazıları, diğerlerine katıldı. Böylece daha merkezî ve alanı
daha geniş siyasî birliklerin ilk nüveleri ortaya çıktı. Bu da Firavun
imparatorluğu, Fars imparatorluğu, Makedonyalı İskender imparatorluğu gibi
imparatorlukların ortaya çıkışına zemin hazırlayan “eyalet devleti” sistemidir.
Bu imparatorluklar da varlıklarını genellikle birkaç asır devam
ettirebilmişlerdir.
Bu
imparatorluklar, güçlerini sahip oldukları kültür, medeniyet ve sahip oldukları
ekonomik imkânlardan alıyorlardı. Kendi nüfuzlarını daha da güçlendirmek için
kültürel ve inançsal alanda da yayılmacı bir politika izliyorlardı. Bu
imparatorlukların en eskisi, Râfidîn vadisi, Nil vadisi, Fars, Hint ve Çin
topraklarında kurulan eski Doğu imparatorluklarıdır. Bunlar insanlığın
uygarlaşması için ilk temelleri atmışlardır. Firavun’un Mısır’ı, eski Doğu
imparatorluklarının örneklerinden biri sayılır. Çünkü bu İmparatorluk, komşu
diğer devletlerle ilişkiler kurmuştu ve bu ilişkiler güç dengesi üzerine bina
edilmişti[21]. Bu merhalede insanlığın
bildiği ilk antlaşma, M.Ö. 1278 yılında Mısır Firavunu II. Ramses ile Hitit
Kralı III. Hattusil arasında yapılan antlaşmadır. Bu antlaşmanın amacı barış ve
yardımlaşmayı sağlamaktı. Böylece iki devlet arasında uzun süre devam eden
savaşlar sona ermişti[22].
Aynı şekilde
sonraki dönemlerde devletlerarası ilişkilerde Roma İmparatorluğunun da büyük
bir etkisi olmuştur. Bu imparatorluğun siyasî hayatının üç merhalesi olmuştur:
Şehir devleti, eyalet devleti ve imparatorluk. Bu imparatorluk, diplomasiden
soyutlanmış bir askerî güç üzerinde kurulmuştu. Bu imparatorluğun sahip olduğu
siyasetin mahiyeti, Harold Nicolson’un “icat ettikleri en güzel şey, inatçı
hasımlarını öldürmek ve kendilerine boyun eğenleri bağışlamak olmuştur”
şeklindeki sözünde ifadesini bulmaktadır.[23]
Bu merhaleden
sonra, yani Roma İmparatorluğunun parçalanmasından itibaren orta çağ başlamıştır.
Bundan sonra iki imparatorluk; Hıristiyan Roma İmparatorluğu ve İslam
İmparatorluğu dönemi başladı. Bizans İmparatorluğunun varlığı Fatih Sultan
Mehmed’in İstanbul’u fethetmesine kadar devam etti. Bu İmparatorluk
merhalesinde siyasî ilişkiler, istikrarlı değildi. Merkezî yönetim güçlü
değildi.[24] Bu dönem, devletlerarası
ilişkiler açısından en kötü dönemlerden bir tanesidir. Kilise, güç kullanarak
otoritesini evrensel kılmaya çalıştı. Dinî ve dünyevî otoriteyi kendinde
birleştirerek ilahî barış nizamını izledi.[25]
Haçlı
savaşlarından sonra, modern anlamda devlet sistemi dönemi başladı. Tarihçiler
tarafından yeniçağın başlangıcı olarak gösterilen Vestfalya Antlaşması yapıldı.
Devletler düzeninin ilk defa ortaya çıkışı, din savaşlarının sona ermesiyle
Avrupa öncülüğünde gerçekleşti. Bu, evrensel ve laik karakterli, ulusal ve
bağımsız devletlerin çokluğu esasına dayanan İlk resmi uluslararası
teşkilattır. Milletler Cemiyeti olarak isimlendirilmiştir (1648). Barışı
gerçekleştirmek için kuvvetler dengesi esası üzerine kurulmuştu. Diplomatik
heyetlere önem vermişti. Bu merhale 1914’te Birinci Dünya Savaşının patlak
vermesiyle sona erdi. Bundan sonra Avrupa’nın
liderliğindeki bu oluşum bütün ülkeleri içine alacak şekilde genişledi.
Akabinde 1919 yılında Birleşmiş Milletler kuruldu. Bu cemiyetin varlığı ülkeler
için barış ve güveni sağlayamadı. İkinci Dünya savaşını getirdi (1938-1945).
Peşinden Amerika ile Sovyetler Birliği arasında iki kutuplu dünya merhalesi
başladı. Bu dönem 1989’a kadar devam etti. 1989’da Sovyetler Birliği, Amerika
karşısında yenilgisini ilan etti. Bundan sonra dünya düzeninde uluslararası
sistemin (international system) yerine yeni bir düzenden ( World order) söz
edilmeye başlandı.
Yenidünya Düzeni Kavramının Ortaya Çıkışı ve
Tarihi Kökleri
Düzen,
“belirli bir zamanda devlet kurumları arasındaki ilişkileri sınırlayarak
düzenleyen kurallar bütünü” olarak bilinir. Aynı zamanda bazıları da dünya
düzenini “mücadale ve yardımlaşma alanlarında uluslararası ilişkiler için
konulan genel kanunlar bütünüdür. Devletler topluluğu için bu kanunları büyük
güçler koyarlar. Tarihin belirli bir döneminde diğer güçleri de bunlarla
yükümlü tutarlar” şeklinde tanımlamışlardır. Bu tanımda devletler düzeniyle
dünya düzeni arasında herhangi bir fark yoktur[26].
Bazıları da
dünya düzenini şöyle tanımlamışlardır: “toplumu yöneten içtimaî, siyasî,
iktisadî ve kültürel düzenlemeler bütünüdür. Bu düzen ittifaklar, kanunlar ve
örflerden doğan davranışlara uygun olarak hareket eder. Üstün bir güç veya
güçler, belirli bir zaman ve mekânda uygulanmasını ve saygı görmesini gözetir”.
Bazıları da yeni kelimesini ekleyerek yenidünya düzenini şöyle
tanımlamışlardır: “İçtimaî, siyasî, iktisadî ve kültürel düzenlemeler
bütünüdür. 1990 yılından itibaren, Sovyetler Birliğinin çökmesi, İkinci Körfez
Savaşının bitmesi ve ABD’nin tek başına dünyanın liderliğine soyunmasının
akabinde ortaya çıkmış ve uygulamaya konmuştur. Devletler topluluğunun
taraflarını, kanunları ve meydana gelen ittifakları yönetmiştir”[27].
Burada bu iki
tanımı (devletler düzeni ve dünya düzeni) bir araya getirerek tek bir tanım
yapanlar olduğu gibi, ikisini birbirinden ayıranlar da olmuştur. Devletler
düzeni ile dünya düzeni arasındaki fark, devletler düzeninde, diğer birlikler
değil devletler vardır. Liderlik birçok devlete veya bloka aittir. Birbiriyle
yarışan veya mücadele eden farklı bloklar bir araya getirilmiştir. Komünist
blok ile kapitalist blok veya komünist blok ortaya çıkmadan önce muhtelif
Avrupa kapitalist blokları arasındaki mücadele gibi... Yenidünya Düzenine
gelince o, tek başına ABD’nin veya ABD kapitalist bloğunun devletler düzenine
liderlik etmesine işaret etmektedir. Yenidünya Düzeni küreseldir. Yani bütün
bir âleme hükmetmek ister. Bu düzende devlet, tek etkili olarak kalmaz. Başka
yapılanmalar da bu konuda bazı roller alırlar. Çok uluslu şirketler (MNC veya
Multinational Corporation), vatanı ve ulusu özgürleştirme hareketleri, medeni
toplum örgütleri, uluslararası bankalar, ticaret örgütleri gibi ekonomik
müesseseler ve dinî örgütler ve hareketler gibi.
Yeni
kelimesinin, kanunlarda veya düzenlemelerde herhangi bir değişikliğin olması
durumunda her ikisine de eklenmesi mümkündür. Fakat sadece dünya düzenine
eklenmesi, Sovyetler Birliğinin çöküş dönemine ve tek başına ABD önderliğindeki
kapitalizmin dünya düzenine hükmetmesine işaret etmektedir.
Bu kavramlara
uygun olarak devletler düzeni, imparatorluklar döneminden sonra Avrupa’da ulus
devletlerin oluşum dönemine işaret eder. Bunun başlangıcı 1648, bitişi de 1789
yılına tekabül eder. Yenidünya düzeninin aksine kendi içinde de bir takım
dönüşümler yaşamıştır. Çünkü yenidünya düzeniyle beraber tek kutuplu bir dönem
başlamıştır ve ABD bütün dünyayı kendi tekeline almıştır. Yenidünya düzeninin
doğuşunu ilan eden ABD eski başkanı (baba) George Bush’tur.
Yenidünya
düzeni kavramını ilk kez ABD başkanı George Bush kongre üyelerine hitaben
yaptığı bir konuşmada kullanmıştır. Yenidünya düzeni kavramı Bush’un
konuşmasında şu şekilde geçmektedir: “Terör tehdidine karşı daha çok özgür olacak
bir dünya düzenine şahit olacağız”. Daha sonra George Bush, Birleşmiş Milletler
Genel Kurulu önünde, ABD’nin yenidünya düzenine bakışını şu sözlerle dile
getirmiştir: “Devletler için yeni bir birliktelik esasına dayanan bir görüşümüz
var. Bu, soğuk savaşı aşan bir birlikteliktir. İstişareye, devletler ve gruplar
arası yardımlaşmaya, özellikle de bölgesel devletler arasındaki örgütlenmelere
dayanır. Görev ve sorumlulukların eşit bir şekilde paylaşılmasıyla desteklenen
ilke ve kanunların üstünlüğünü standartlaştıran bir birlikteliktir. Daha çok
demokrasi, daha çok gelişme, daha çok barış amacı doğrultusunda silahlanmayı
azaltmayı hedeflemektedir” 28.
Fakat peşinden
bu isimlendirmenin geldiği bu merhalede bir ittifakın olmasıyla birlikte, iki
kutuplu bir dünyanın devletler düzeni kanunlarındaki dönüşüm merhaleleri ile
yenidünya düzeni kavramının yayılmasını birbirinden ayıran bir nokta vardır.
Siyaset ve devletlerarası ilişkiler hakkındaki çalışmalar sahasında
analizciler, akademisyenler ve uzmanlar arasında kesin bir ittifak yoktur.
Onların çıkarımlarına göre ABD liderliğindeki tek kutupluluk, iki kutupluluğun
yerine geçmiştir. Bu gerçek, uluslararası ilişkiler hakkındaki bazı verilere
dayanmaktadır.
Bundan dolayı
bu düzenin tabiatı; yani tek kutupluluğu, iki kutupluluğu veya çok kutupluluğu
konusundaki görüşleri birbirinden farklı olmuştur. Bazıları da yenidünya
düzeninin şimdiye kadar bir sınırda durmadığı, bir akış halinde olduğu ve henüz
son şeklini almadığı görüşündedir. Diğer bazıları da onu, ABD liderliğiyle
askerî açıdan tek kutuplu, devletlerin iştirakiyle de iktisadî açıdan çok
kutuplu olarak nitelendirmektedir.
Bu konuda
farklı olan bir diğer görüş de vardır. Bu görüşe göre bu düzenin ilan edilmesi,
ABD’nin hasmı Sovyetler Birliğinin askerî olarak hezimete uğraması
28 Bkz. Hüseyin
Abdulhâlık, Kırae fî Kitâbi Âfâki’l-'Asri’l-Amerîkî, es-Siyâde
ve’n-Nufûz fi’n- Nizâmi’l-'Âlemi’l-Cedîd, http://www.abdulkhaliqhussein.nl/?news=695. (25.12.2016). üzerine ABD’nin gücüne dayanılarak yapılmış
değildir. Aksine Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un ıslahat
çağrısı doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla bu dönüşümün fikir
babası odur. Diğer taraftan Sovyet liderinin, soğuk savaş dönemini bitirmek
için, Sovyetlerin yolunu değiştirmeye cesaretle giriştiği perestroika ve
glasnost politikalarının bir etkisi vardır. Dolayısıyla Sovyetler Birliğinin
tamamen dağılması, çözülmesi ve çökmesi bunların neticesinde gerçekleşmişitir.29
Sovyetlerin bu
girişiminin önemini artıran ve Amerika’nın galibiyetinin önemini azaltan
şeylerden biri şudur: Bu ittifak Amerika’nın, Sovyetlerin şartlarına muvafakat
etmesinden sonra gelmiştir. Bu da yenidünya düzeni şeklindeki dönüşümün,
devletlerin üzerinde ittifak ettiği ilke ve değerler ile devletlerarası idare
ve maslahatlarda güvenliği ve birlikteliği korumada Birleşmiş Milletlerin
kanunlarına uygun olmasını, Rusya’nın ulusal ve nüfuz alanlarının güvenliğini
ihlal eden bölgelere Amerika’nın karışmamasını zorunlu kılmaktaydı.
Bu,
Sovyetlerin konumundan feragat etmesinin kendi arzusuyla olduğunu teyit
etmektedir. İttifak, Amerika’nın onun şartlarını kabul etmesiyle gerçekleşti.
Bu aynı zamanda, bu sistemin ilan edilmesinin tarihini belirlemede
akademisyenlerin başarısız olduklarını da açıklamaktadır. Yenidünya düzeninin
ilan tarihi, Sovyetler Birliğinin soğuk savaş dönemini bitirdiğini ilan ettiği
1989 mu yoksa bu karar çerçevesinde Amerikalılarla müzakerelerde bulunmak
istediği 1987 mi veyahut Sovyetlerin resmi olarak bloğunun bittiğini ilan
ettiği ve bunun otomatik olarak yeni bir düzene işaret ettiği 1990 mı? Tarihini
belirlemede analizcilerin çoğunun ihtilafı 1990, 1991 ve 1992 arasındadır.
Bazıları da
yenidünya düzeninin ilan tarihini, onun için yapmış oldukları “Amerika’nın tek
başına liderlik ettiği düzen” şeklindeki tanımlarına göre 2001 yılına
döndürmektedirler. 2001 yılında oğul Bush, hedeflerini gerçekleştirmek için
teröre karşı savaş vasıtalarını kullanmayı ve Amerika’nın tek başına dünyaya
liderliğini ilan etmiştir.
29 Bkz. Necm
Mufîd, en-Nizâmu’d-Duvelîyyi’l-Cedîd, el-İmkânât ve
Gıyâbu’l-Istirâtîciyye ve’l- Me'âyîr, Mecelletu’l-Fikri’s-Siyâsî,
www.sghtdh.reefnet. gov.sy/booksproj
ect/fikr/4-5/alnetham.pdf. (25.12.2015)
Bazıları da
bunun daha da ötesine geçerler. Bunun Amerika’nın Irak’a girmesinden önce
olduğunu kabul etmezler. Onlara göre Amerika’nın tek başına dünya liderliğini
veya tek kutupluluğu veyahut yenidünya düzenini ilan edişi bu dönemdedir. Çünkü
Amerika’nın gerçekleştirmiş olduğu bütün savaşlar, ister 1991’de Kuveyt savaşı
sırasında Irak’a karşı giriştiği savaş olsun, ister Yugoslavya’ya saldırması
olsun, isterse Afganistan ve diğer yerlere müdahalesi olsun, devletlerin
muvafakatı ve ortaklığıyla olmuştur. Fakat 2003’te Irak’a girişi, liderlik, tek
olma, hâkimiyette ısrar etme gibi iddia ve tutumları uluslararası sözleşmelere,
BM kanunlarına ve ittifaklara saldırı olarak kabul edilmiştir. Tek kutuplu
yenidünya düzeni için bu tarih gerçek tarih olarak kabul edilmektedir. Artık bu
asrın Amerika asrı olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.
Bu merhalenin
ismi, vasıfları, doğuşu, tabiatı ve varlığı etrafındaki bütün ihtilaflara
rağmen, hiç kimse bu merhalenin Amerika merhalesi ile damgalandığını inkâr
edemez. Çünkü ismi, vakti, ilk defa kullananın kim olduğu hakkındaki ihtilaflar
var olsa da, Amerika’nın bu kavramı gasp edip kendi tekeline adığı inkâr
edilemez bir gerçektir.
Bu
isimlendirme, uluslararası muamelelerde artık sadece bir bloğun var olduğuna
işaret etmektedir. Komünist cephenin, çift kutupluluğun rolünün bittiğine ve
Amerika liderliğinde küresel kapitalizmin tek oluşuna işaret etmektedir. Bu
ilanın peşinden gelen sosyalist yapılanmadaki dönüşümler, özellikle Doğu
Avrupa’daki düzenlemelerin kapitalist düzene evrilmesi, Sovyetler birliğindeki
özerk devletlerin dağılması, dünya pazarından faydalanmak için ortaklık ve
rekabete girişmeleri, ancak uluslararası liderlik ve kurumlarda korkunç bir
değişimin oluşuna işaret etmektedir. Bu dönüşümlerde de Amerika’nın önemli bir
rolü vardır.
Sovyetlerin
kendi isteğiyle bu dönüşüme girmesiyle dünya üzerindeki etkisi konusundaki
rolünü azaltması, bu dönüşümün ana sebebi gibidir. Çünkü Sovyetlerin dönüşüme
girmesi askerî bir yenilginin sonucu değildir. Böyle bir görüş eksik bir
görüştür. Zira Sovyetlerin dönüşümü kabul etmesi, ancak uzun bir çekişmenin,
iki devleti zorlayan iki kutup arasındaki nüfuz ve silahlanma üzerindeki
vekâlet savaşının sona ermesinden sonra gerçekleşmiştir. Ancak Amerika’nın bir
üstünlüğünden söz edilebilir. Çünkü direndiğinden dolayı bu dönemi zaferle
bitirmiş, rakibi hezimete uğramış ve bu rakip teslim olmaya mecbur kalmıştır.
Amerika,
2003’teki Irak savaşında tek başına kaldığında, uluslararası kanunları ve
ittifakları küçümseyerek, devletler düzeninde otoritesini güçlendirebilmiş ve
rolünü ortaya koyabilmiştir. Çünkü Amerika askerî ve İktisadî bir güce
sahiptir. Dünya liderliğini üstlenmeye isteklidir. Bu konuda herhangi bir
alternatifi yoktur. Dünyanın ise maslahatlarını korumak için yaslanacak güçlü
bir tarafa ihtiyacı vardır. İki kutuplu dünyada, kutuplardan birisinin
yıkılmasından sonra uluslararası alan kaosa terk edilmiş ve uluslararası toplum
bir liderliğe ihtiyaç duymuştur. Bütün bu hususlar, bu çağın Amerika çağı
olmasını gerektirmiştir. Yenidünya düzeninin varlığı onun varlığına bağlıdır ve
onun liderliğini itiraf etmektedir. Bu düzenin ilkelerini Amerika
kökleştirmektir. Bundan dolayı bu düzeni küresel Amerika düzeni olarak
isimlendirmemiz mümkündür.[28]
Bu düzenle
ilgili olarak bütün bu söylenenler, bu düzen etrafında meydana gelen ihtilaflar
bir tarafa, başlangıçta bu düzeni oluşturanın ve yönetenin Amerika olmasıyla
birlikte, şimdilik bu düzenin istikrarından söz etmek neredeyse imkânsızdır.
Çünkü Amerika bu düzen üzerindeki hâkimiyetini ve otoritesini henüz ispat
edememiştir. Bu, küresel alandaki dönüşümlerin hızlı olmasından, ağır
maliyetlere ihtiyaç duyulmasından, bu düzendeki mücadelenin karakterinin
kapitalist sisteme uygun olarak ideolojik savaştan iktisadî savaşa
dönüşmesinden ve başka araçların rollerinin artmasından kaynaklanmaktadır.
Çünkü askerî müdahaleler, yerini diplomatik müdahalelere bırakmıştır. Demokrasi
ve özgürlük ruhu yaygınlaşmış, ittifak antlaşmaları artmış, rekabet ve mücadele
pazarlarında ve kaynaklarında vekâlet savaşları başlamıştır. Bütün bu durumlar,
antlaşmaları, bloklaşmaları ve ortak yönetimleri gerektirmektedir. Herhangi bir
devletin tek başına bunlara hükmetmesi adeta imkânsızlaşmıştır. Bundan dolayı,
gücü ne kadar artmış, ekonomisi ne kadar gelişmiş olursa olsun, bu durum
Amerika için de geçerlidir.
Bunun için
Amerika’nın rolü, bu düzenin lideri olma gibi hususlarda ortaya çıkmaktadır.
Çünkü onun bu düzen üzerinde hâkimiyet ve otorite kurma gücü vardır.
Ama bu hâkimiyet
ve otoritesinde tek güç de değildir. Çünkü tek güç olmak istediği her durumda
başarısız olmuş ve olumlu neticeler elde edememiştir. Irak’a hâkim olmaya
çalışırken, Hazar Denizi ülkeleri ve Ukrayna’yla işbirliği girişimlerinde, Arap
Baharından faydanlanma çabalarında, İran’la nükleer silah müzakereleri yürütme
konusunda ve son olarak da DAIŞ’le ilişkilerinde tam anlamıyla başarılı
olamamıştır. Bütün bu krizlerin başlangıcında Amerika tek başına hareket etti.
Fakat bu krizleri çözmede başarısız olunca, çözüm için taraf olan devletlerle
müzakerelerde bulunmak ve ortaklık yapmak mecburiyetinde kaldı. Bunun için
Amerika’nın bu düzendeki yeri, sadece onun lideri olmasıdır. Fakat bu
liderliğinde ve bu düzene hükmetmede tek başına değildir.
Yenidünya Düzeninin Tarihî Kökleri
Sovyetler
Birliğinin dağılmasından sonra dünya düzeninde yeni bir merhalenin
başladığından, bu dönemin Amerika çağı olarak isimlendirildiğinden, 1990
yılında Amerika başkanı baba Bush tarafından çift kutupluluğun sona
erdirildiğinden ve yeni bir merhale başlatılarak bunun da yenidünya düzeni
olarak isimlendirildiğinden daha önce söz etmiştik. Böylece Amerika hem
yenidünya düzenini yönetmede hem de kendi kapitalist mantığına ve inancına göre
bu düzeni yönlendirmede nüfuz ve etkisini artırdı.
Ancak bu
düzenin kökleri, ortaya çıkışı ve tarihi, düzenin ilan edildiği bu tarihle
irtibatlı değildir. Bu düzenin kökü, iki büyük dünya savaşı dönemlerine,
Amerika’nın ilk olarak devletler sahnesine çıktığı tarihe kadar uzanmaktadır.
Bu da Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün başlangıç zamanına, Ortadoğu ve Orta
Asya’da Osmanlı Türkiye’sini bölüştürmek için Avrupa Devletlerinin saldırıya
geçtikleri zamana denk gelmektedir. Daha sonra yaşanan bazı iç gelişmeler,
Amerika’nın dışa açılmasına uygun bir zemin hazırlamıştır.
Bazı uzmanlara
göre yenidünya düzeninin kökleri, dünya ekonomisine hükmetmek için ülkelerin
birbirleriyle mücadelelerinin başladığı tarihe kadar uzanmaktadır. Her devlet
kendi düşüncelerini dünyaya hâkim kılmaya, emellerini meşrulaştırmaya ve karşısındakinin
düşünce ve emellerini ise dışlamaya, meşru olmadığını göstermeye çalışmıştır.
Dünya çapında kapitalist sistemin evrenselliğini savunmak ve sosyalist sitemin
evrenselliğini başarısız kılmak için yetkisini Batılı devletlerden aldığı bu
mücadelede, Amerika büyük bir güce sahip olmuştur. Bu da Avrupa reformundan,
sanayi devriminden, sanayi kuruluşlarının ve devletlerinin doğmasından sonra
olmuştur. Avrupa Devletlerinden her biri, diğer devletler üzerinde avantajlı
konuma gelme çabası içerisinde olmuştur. Bu da kendi aralarında bir takım
savaşların çıkmasına sebep olmuştur. Birinci Dünya Savaşı da bu durumun bir
sonucudur. Bu savaş 1919’da imzalanan Versay antlaşmasıyla son bulmuş, fakat
Amerika’nın çekilmesiyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu da Amerika’nın ilk
defa fiili olarak dünya sahnesine çıkışıdır. Bu antlaşmanın başarısızlıkla
sonuçlanması İkinci Dünya Savaşına yol açmıştır.
İkinci Dünya
Savaşından sonra Batı kapitalizmi modelini yöneten Amerika olmuştur. 1947’de
Havana konferansında WTO olarak bilinen genel ticaret ve gümrük vergileri
hususunda malî, ticarî ve iktisadî bir takım düzenlemeleri şekillendirmiştir[29]. Bu, ticaret görüşmeleri ve
kanunları için çıkarılan ilk kanun sayılır. Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki
mücadeleden dolayı bütün dünyayı bu kanuna uymakla yükümlü tutmaya çalışmıştır.
Bu da Amerika liderliğindeki Batı bloğuyla, Sovyetler liderliğindeki Doğu
bloğunu soğuk savaş dönemine sokmuştur.
Kapitalist
model, rekabet içinde kapitalin diktatörlüğünü gerçekleştirmek, ticareti gümrük
bağlarından ve devletin müdahalelerinden kurtarmak, pazarları açmak,
uluslararası kapitalist şirketlerin önünde devletleri sınırlamak isteyen bir
sistemdir. Buna karşılık komünist model, rekabeti kabul etmez, proleterya
diktatörlüğüne çağırır ve işin sonunda devleti ilga etmek ister[30].
Ancak Amerika
başlangıçtan itibaren, ister Avrupalı dostlarıyla olsun ister Sovyetlerle
mücadelesinde olsun, Avrupa’nın zayıflığından ve onların birbirleriyle
mücadelelerinden faydalanarak liderliği kapmaya çalışmıştır. Batı bloğu küresel
kapitalizmi yönetmede, Amerika’nın maslahatına, onun liberalizm anlayışına ve
metoduna uygun olarak hareket etmiştir. Diğer taraftan Amerika, soğuk savaş
olarak isimlendirilen sosyalist blokla çekişmesinde, ona ve dünya çapındaki
nüfuzuna karşı direnmek için, AvrupalIların ortaklığından yararlanmıştır. Bu da
öncelikle sosyalizmin hezimetine, ikinci olarak da Avrupalıların zayıflamasına
yol açmıştır.
Amerika
liderliğindeki yenidünya düzeninin kabulü doksanlı yılların başıdır. Bundan
sonra Amerika tarzı kapitalizme işaret etmek üzere globalleşme veya
küreselleşme kavramı Amerikalılar tarafından çokça kullanılmaya başlanmıştır.
Webster’de küreselleşme şöyle tanımlanmaktadır: “Bir şeyin evrensellik mührünü
kazanmasıdır. Özellikle bir şeyin sınırlarının evrenselleşmesidir. Yani
küreselleşme, global veya küresel bir araç, yol ve tarzı ifade etmektedir.
Yenidünya düzeni tabirini Amerika kapitalist iktisat modeline ve onun
genelleştirilmesine tahsis etmektedir”.[31]
Yenidünya
düzeni (iki kutuplu dünya düzeni) tabiriyle ifade edilen şeyi, “evrendeki ikili
çelişkinin tabiî bir genişlemesi” olarak nitelemek mümkündür. Tek kutuplu
dünya, Amerika’yı, nüfuz alanlarının ve dünyanın anahtarlarının kendisine
teslim edilmesinden sonra tamamen tek kutup olarak görmektir. Bu durum
ihtiyaçlarının, kâr şekillerinin, hâkimiyet ve otorite araçlarının değişmesine
göre değişiklik arzetmektedir. Birkaç antlaşmadan itibaren bu düzenin boruları
döşendi. Belli bir süreçten ve sınırlı bir gizlilik merhalesinden sonra doğum sancılı
bir şekilde doğdu. Sonra doğumu için ona uygun bir ikametgâh bulundu. Daha
sonra İkinci Dünya savaşı üç küresel gücü ortaya çıkardı. Bunlar Sovyetler
liderliğinde sosyalist güç, Amerika liderliğinde kapitalist güç ile ideolojik,
idarî ve ekonomik açılardan bu iki güç arasında duran üçüncü dünyadır. Bu
güçler dünyayı bölgesel, ideolojik, iktisadî, askerî ve kültürel açılardan bir
çatışma alanı haline getirmişlerdir. Bu üçlü yapı, Sosyalist Devletler
organizasyonun hezimetiyle birlikte Amerika’nın kapitalist organizasyonun
dünyada hâkimiyet anahtarlarını teslim alması, küreselleşmesini ve yenidünya
düzenini terennüm etmesiyle ezici bir güç kazanan emperyalizminin galibiyetiyle
sona erdi[32].
Yenidünya Düzeninin Ortaya Çıkışının Sebepleri
Bu sebeplerin
başında, Amerika’yla dünya liderliğini paylaşan Sovyetler Birliği
liderliğindeki komünizmin ve sosyalist bloğun çökmesi gelmektedir. Sosyalist
bloğun ortadan kalkmasından sonra dünyada bir boşluk oluştu. Batı âlemi bu
boşluğun doldurulması vazifesini ABD’ye verdi. Bu boşluğun doldurulmasıyla
birlikte oluşturulan yeni düzen Amerika başkanı George Bush tarafından
yenidünya düzeni olarak isimlendirildi.
Diğer bir
sebep, İslam dünyasının kendi değerlerinden hareketle siyasî, iktisadî ve
askerî bir güç olarak varlık kazanmasından Batılı devletlerin duydukları
endişedir. İngiliz tarihçi Arnold Joseph Toynbee 20. Yüzyılın başında şöyle
demişti: “Biz komünizmden korkmuyoruz. Çünkü bizim namlumuzdan çıkmıştır ve
bize dönecektir. Sarı cinsten de korkmuyoruz. Çünkü onlar Batı medeniyetinin
değerlerine sahiptirler. Fakat asıl korkumuz yeniden bir İslamî uyanışın
gerçekleşmesinden kaynaklanmaktadır”.
Sovyetler
Birliğinin çöküşü, ABD’ye, dünya üzerindeki emellerini gerçekleştirebilmesi
için rahat hareket edebilme imkânı sunmuştur. TIME Magazine’nin 1991 Nisan
sayısında dünya düzeni “Amerika’m mutlak egemenliği” olarak tarif edilmiştir.
Baba Bush da bu düzeni tarif ederken şöyle demiştir: “Yakın gelecekte
liderlikte bizimle çekişecek başka bir ülke olmayacaktır. Buna kesinlikle
müsamaha göstermeyeceğiz”[33].
Yeni Dünya
Düzeninin ortaya çıkmasını tetikleyen temel sebeplerden bir diğeri de Birinci Körfez
savaşıdır. Bush, Uluslararası krize çare bulmaya çalışırken, yeni bir düzenin
yeni liderliğine, metotlarına, araçlarına, hedeflerine ve yollarına işaret
etmiştir.
Bir diğer
sebep, Amerika otoritesinden bağımsızlaşmak için Avrupa’nın birlik oluşturmaya
çalışmasıdır. Bundan dolayı Amerika, oluşturulması planlanan birliğin kendi
etki sahasının içine almak için çalışmalarda bulundu ve yenidünya düzenini ilan
etti.
Avrupa ve onun
bu düzeni desteklemesinin sebeplerine gelince, bu bağlamda birkaç sebepten söz
edilebilir. Savaşlardan dolayı bitkin düşen Batı, karşı karşıya kaldığı askerî,
kültürel ve iktisadî krizlerin derinliğini farketti. Avrupa kendi barış ve
birliğini oluşturma gücü ve siyasi donanımdan yoksun olduğu için iç
parçalanmayı önlemek ve menfaatlerini korumak için Amerika’nın liderliğine
ihtiyaç duydu. Çünkü Amerika ve iktisadî düzeni Batı kapitalizminin bir
parçasıdır. Avrupa onun yardımını aldığında ve önderliğini kabul ettiğinde
herhangi bir şey kaybetmeyeceğini varsaymıştır.
Batı, zengin
tabiî kaynaklara ve yükselen pazarlara sahip olan üçüncü dünya devletleriyle
askerî, kültürel ve iktisadî açıdan karşı koymanın imkânsızlığını anladı. Çünkü
uluslararası oyunun kurallarını gören üçüncü dünya devletlerinin halkları
Batı’nın politikaları hakkında bilinç kazanmışlardı.
Batı, üçüncü
dünya ülkelerinde gerçekleştirilen seçimlere bazı aracı unsurlarla müdahale
edebileceğini ve bu konuda başarılı olabileceğini düşündü. Aynı şekilde askerî
savaşlarla gerçekleştirmede başarısız olduğu hedeflerini, barış ortamında
siyasî ve İktisadî yollarla gerçekleştirmenin daha mümkün olduğunu farketti[34].
Çoğu analizci,
bu düzenin ortaya çıkışını iki Dünya Savaşının sonuçlarına bağlamaktadır.
Birinci Dünya Savaşı ABD’nin aktif bir unsur olarak devletler sahnesine
çıkmasına sebep oldu. İkinci Dünya Savaşından sonra da yıldızı parladı. Bundan
dolayı dünyanın liderliğini eline aldı ve Sovyetler liderliğindeki sosyalist
cepheye karşı mücadelede İngiltere ve Fransa’nın yerini aldı[35].
Bir diğer
sebep, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ve İslam İmparatorluğunun
uluslararası arenada söz sahibi olma statüsnü kaybetmesidir. Zengin İslam
bölgelerinin enerji ve serbest pazar gibi kalkınma faktörlerinin farkına
varılması ve tabiî iktisadî kaynaklarının üzerindeki örtünün kaldırılması da
başka bir sebeptir.
Fakat bu
sebeplerden en önemli olanı, büyük Amerikan şirketlerinin dahilî rekabette
ulaştıkları gelişme merhalesiyle ilgilidir. Ürettiklerinin iç tüketim talebinin
üstüne çıkmasından sonra onları eritmek için kapitalist metod doğrultusunda
yeni pazarlar bulma ihtiyacı da başka faktördür. Yenidünya düzeninin ortaya
çıkmasına zemin hazırlayan bir diğer faktör, ABD’nin İngiltere’den İsrail’i
koruma görevini devraldıktan sonra onunla ilişkilerini geliştirmesidir.
1945’de Arap
Birliğinin oluşturulmasından sonra, 1948’de İsrail Devleti kuruldu. İsrail’in
kurulması Amerika stratejisi için önemlidir. Çünkü Ortadoğu’da bir denge unsuru
işlevi görmektedir. Amerika, Sovyetler Birliğine karşı İsrail’den büyük bir destek görmüş bundan dolayı da İsrail ordusunu bölgede
etkili bir güç haline getirerek kullanmıştır. 1973’te Henry Kissinger, Amerika
ile İsrail arasında bir yardımlaşma ittifakı önermiştir. 1979’da bu ittifak
güçlendi. Washington yönetimi bu ittifak gereğince, dış saldırılara karşı
İsrail’i koruma görevini üstlendi. İran Devriminin başarıya ulaşmasından,
Sovyetlerin Afganistan’a girmesinden ve İslam coğrafyasında İslamî uyanış
hareketlerinin ortaya çıkmasından sonra hem Amerika’nın hem de İsrail’in
çıkarları için ciddi bir tehdit eden unsuru ortaya çıkmış oldu. Bundan dolayı
stratejik ittifakı derinleştirdiler. Bu ittifakın maddelerinden biri, ortak
güvenlik haritasını çıkarmak, İsrail’de askerî malzemeleri stoklamak ve askerî güçlerini
kullanmaktı. İsrail’e askerî malzeme taşımak, Amerika’m onu koruması
karşılığındaydı. Bunun akabinde, 1986’da Amerika, İsrail’de 14 silah fabrikası
inşa etti. 1987’de de Amerika başkanı Ronald Reagan tarafından İsrail’e NATO’ya
üye ülkelerin imtiyazları verildi. Böylece İsrail’in korunması, Amerika
halkının güvenliğiyle irtibatlandırılmış oldu[36].
Yenidünya Düzeninin Hedefleri, Stratejileri ve
Araçları
Aynı şey olması
hasebiyle yenidünya düzeninin çıkarlarıyla Amerika’nın çıkarlarını birbirinden
ayırmak mümkün değildir. Bunların çoğunun, Amerika’nın hedefleriyle ilgili
olduğunu görüyoruz. Bazıları Amerika’nın bu hedeflerini, onun askerî, siyasî,
iktisadî çıkarları ile İsrail’in güvenliği şeklinde sınıflandırmaktadır.
Amerika’da
Cumhuriyetçi Partiyle ilişkisi olan bir heyet bu hedefleri şu şekilde
belirlemiştir: Caydırıcı bir yöntem kullanmak ve geekli caydırıcı güce sahip
olmak, Amerika’ya karşı nükleer saldırı tehdidini azaltmak, Amerika’nın
çıkarlarını garantileyen dünya düzenini mümkün kılmak için müttefiklere yardım
etmek, büyük dünya düzeninin (ticaretin, ekonomik pazarların, enerji
rezervlerinin) istikrarını sağlamak, stratejik olarak hasım olması mümkün olan
Rusya ve Çin gibi ülkelerle, Amerika’nın çıkarlarına uygun bir şekilde
ilişkiler geliştirmek.
Burada Amerika’nın hedef ve çıkarlarını üç kategori şeklinde
tasnif edenler de vardır[37]. Bunların birincisi; Amerika’nın bekasıyla ilgili olan,
Amerikalıların hayatlarını, müttefiklerin himayesini ve iktisadî hedefleri
kapsayan ve temel kaynakları garanti altına alan zorunlu çıkarlardır. Bu
çıkarlara yönelik bir tehdidin olması durumunda, askerî güç kullanımında
herhangi bir tereddüdün olmaması gerekir. İkinci derecedeki çıkarları, Amerika
ve müttefiklerinin var olmalarında herhangi bir etkisi olmayan ama
Amerkalıların refahını etkileyen önemli çıkarlardır. Üçüncü derecedeki
çıkarları ise, insanî ve diğer çıkarlardır[38]. Medeniyetler Çatışması tezinin sahibi Samuel Huntington,
Amerika’nın hedeflerini şu şekilde sınıflandırmaktadır. Birincisi, Dünyanın
birinci gücü olarak Amerika’nın üstünlüğünü korumak, Asya ve Avrupa’da siyasî
ve askerî bir gücün ortaya çıkışını önlemek ve Amerika’nın özellikle
Ortadoğu’daki çıkarlarını korumaktır. Ancak bunlar gerçekleştirildiği takdirde,
Amerika’nın ulusal çıkarlarını korumaktan, imparatorluk olmaktan ve dünyaya
hükmetme stratejisinin başarısından söz edilebilir[39].
Amerika, bu
bölgede hedeflerini gerçekleştirmek için bir takım stratejiler geliştirmiştir.
Bunlardan biri ideolojilerle ilgili olanıdır. Bu stratejiye uygun bir biçimde
Amerika hedeflerine uygun dinî ve felsefî sebeplere dayanmış ve onları
şekillendirmiştir[40].
Amerika’nın
dünyaya karşı yerine getirmekle yükümlü olduğunu varsaydığı ilahî görevler
açısından üzerinde çalıştığı dinî sebepler üç temel ilke üzerine kurulmuştur.
Birincisi, Amerika’nın, yaratılışın başlangıcından itibaren belirli hedefler
için Allah’ın aklında olmasıdır. İkincisi, kâinat için kapsamlı bir planın
olmasıdır. İlahî iradenin bu planı icra etmesinde Tuhûriyyûn denilen
seçilmişler (temizleyiciler, bunlar Amerika’ya ilk hicret eden Protestan
Hıristiyanlardır) bir rol oynamaktadırlar. Bu Protestan Hıristiyanların yeni
bir dünyaya hicret etmeleri önemli bir görevdir. Çünkü onlar Allah’ın seçilmiş
halkıdır. Allah’ın hükümdarlığının yeryüzünde inşası için ilahî inayet onları
seçmiştir[41]. Üçüncüsü ise, uhrevî
kurtuluşu dünyevî çalışmaya bağlamak, onu Amerika’m ilkelerine hasretmek ve
ilahî bir görev gibi âleme yaymaktır.
Felsefî sebebe
gelince, bu Amerika’nın felsefesinde temsil edilir. Amerika, stratejisini
medeniyetler çatışması, tarihin sonu gibi bazı felsefelere bağlamaktadır. Bu da
Amerika’ya gizli bir iş ve sürekli bir hazırlık görevi yüklemektedir. Bundan
dolayı Amerika’nın sürekli olarak tehlikelere karşı hazırlıklı olmasını
gerektirmektedir.
Bu
stratejilerden bazıları, siyasî birlik olarak devletin konumunu ilgilendiren
jeo-stratejik hedeflerle ilgilidir. Ortadoğu, Amerika’nın etki alanındadır.
Amerika, barış ve savaş hallerinde bölgeyle ilgilenmektedir. Amerika’nın
stratejisinde Ortadoğu, zorunlu ve erken bir rağbete layık görülmüştür. Çünkü
Ortadoğu, ister stratejik anlamda olsun isterse Akdeniz’in ve Asya’nın
güneyinde olan bir yer olması hasebiyle olsun, birbiriyle çekişen güçler
arasında stratejik bir hesaplaşma alanıdır[42].
Coğrafî bir
ıstılah olarak Ortadoğu, Amerika’nın görüşüne göre, birbirine geçmiş ve birkaç
alanla irtibatlı olan üç halkadan ibarettir. Birinci halka, Ortadoğu’nun
kalbini veya ana damarını temsil eder. Bu halka Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün,
Filistin ve Mısır’dan oluşur. İkinci halka Suudî Arabistan, Sudan, Libya, İran
ve Türkiye’yi kapsar. Üçüncü halka ise, Mağrip ülkeleri, Tunus, Cezayir, Fas ve
Moritanya’yı kapsar.
Bölgenin uzantılarına
gelince, bunların birincisi Asya’dadır. Bu Arap Yarımadasını kapsar. Bunun
içerisine Yemen, Katar, Bahreyn ve Umman girer. İkinci uzantısı Afrika’dadır.
Bu da Somali ve Etiyopya ülkelerini içine alır. Üçüncüsü ise Küçük Asya’dadır.
Kıbrıs ve Yunanistan bu bölüme girer. Dördüncüsü Orta Asya’dadır. Orta Asya’da
Pakistan ve Afganistan Cumhuriyetleri, Kafkasya’da, Sovyetlerin dağılmasından
sonra bağımsızlıklarını kazanan Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan,
Kırgızistan, Tacikistan ve Azerbaycan gibi ülkelerdir. Bu harita, bölgenin
jeo-siyasî önemine ışık tutmaktadır. Çünkü Ortadoğu bölgesi Asya, Avrupa ve
Afrika kıtalarının tam ortasında yer almaktadır.
Bu
stratejilerden jeo-iktisadî önemiyle ilgili olanları vardır. Osmanlı Devletinin
yıkılışından, kapitalizmin yükselişinden ve sosyalizmle rekabete girmesinden
sonra, özellikle de petrolün bulunmasından ve Amerika’nın petrole olan ihtiyacı
ortaya çıktıktan sonra, bu coğrafyanın Amerika nezdindeki iktisadî önemi arttı.
Bu durum, bir iktisadî rekabetin doğmasına sebep olduğu gibi tek başına dünya
liderliği statüsünü elde etmek amacıyla Ortadoğudaki petrol kaynaklarına hakim
olma konusunda da bir mücadelenin fitilini ateşlemiştir. Çünkü Ortadoğu’nun
petrolüne hâkim olan, dünyaya hâkim olacaktır[43].
Bu stratejilerden
bazıları da bölgenin jeo-askerî önemiyle ilgilidir. Ortadoğu hakkında
zikrettiğimiz önemli yönlerine ek olarak, Amerika için bu bölgenin değerini
artıran iki önemli faktör vardır. Bunlardan biri İsrail ve Kızıl Deniz’in
önemi, diğeri ise Körfez ülkelerinin petrolüdür. Burada Amerika için Orta
Asya’nın öneminden de bahsetmem mümkündür. Çünkü Orta Asya, Ortadoğu’dan daha
az önemli değildir. Hem Ortadoğu hem de Orta Asya, Amerika’nın iktisadî ve
askerî çıkarları açısından büyük bir öneme sahiptir. Bundan dolayı Amerika,
doğalgaz ve petrol deposu olan Hazar denizine ulaşmak için Afganistan üzerinden
Orta Asya’ya, Irak vasıtasıyla da Arap âlemine girmeye çalışmıştır. Böylece
bütün petrol kaynaklarına ve petrol hatlarına hâkim olacaktır. Bütün bunlar,
Amerika’nın karar vericilerinin bu önemli bölgeye yönelmesinin sebeplerini
açıklamaktadır. Bundan dolayı Ortadoğu ve Orta Asya, Amerikan askerî üsleriyle
dolmuştur. Birinci Dünya Savaşından ve akabinde petrolün
bulunmasından sonra bu bölgeler, ABD’nin dünyaya hâkim olmasının meşruiyeti
için esaslı birer halka olmuştur.
ABD, yenidünya düzenini yönetmek ve stratejilerini uygulayarak
hedeflerine ulaşmak için değişik araçlar kullanmıştır. İhtiyacın gerektirdiği
şekilde yumuşak güç araçlarını (siyasî, diplomatik, iktisadî, iletişim,
istihbarat, blokaj, cezalandırma, maddî kışkırtmalar, ittifaklar, BM örgütleri,
devletlerarası ortaklık) kaba güç araçlarını (hava saldırılarıyla askerî güç
kullanma, direk askerî müdahaleler ve kalıcı darbeler) ve aklî güç araçlarını
(yumuşak güçle kaba gücü birleştirme) kullanmıştır[44].
Yenidünya Düzeninin Gelişim Merhaleleri
Amerika
liderliğindeki yenidünya düzeni, stratejisinin dayandığı fikri dayanaklara ve
eğilimlere uygun olarak birkaç merhaleden geçmiştir. Söz konusu dayanakları
şunlardır:
Model dayanak
(Demokrasi ve kapitalizmi yaymaya, devletlerarası ortaklığa, BM ilkelerine ve
uluslar arası antlaşmalara ve çıkarlarını gerçekleştirmek için yumuşak güç
kullanımına dayanma), çatışmacı dayanak ( dünya liderliği adı altında askerî
güç kullanma, askerî müdahaleler, medeniyetler çatışması tezine uygun olarak
Amerika çıkarlarını yönetmek) ve Vakıî dayanak (oluşan taleplere göre model
güçle çatışmacı gücün karışımı).
Bu, Sovyetler
Birliğinin dağılmasından sonra Baba Bush veya model dönem olarak sayılan
dönemdir. Bu stratejinin izlenmesini gerektiren bazı sebepler olmuştur.
Birincisi,
savaşlar ve askerî yenilgiler sonucu değil de karşılıklı konuşma ve antlaşmalar
sonucu iki kutup (Amerika-Sovyetler) arasındaki mücadelenin sona ermesidir. Bu
durumu belirleyen şey ise bir dönemin bittiğini ve devletler liderliğinde yeni
bir dönemin başlamasıdır.
İkincisi, Amerika
liderleri açısından Vietnam sorunundan kaynaklanan psikolojidir[45]. Amerika başkanı Baba George
Bush, bu durumu, Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılmasından sonra açıkça şu sözlerle
ifade etmiştir: “Vietnam sorunu Arap çölüne gömülmüştür”[46].
Bush’un bu sözleri, Vietnam savaşının Amerikalıların psikolojisinde meydana
getirdiği etkiyi göstermektedir. Amerikalılar başka savaşlarda bu zor duruma
düşmek istememektedirler.
Üçüncüsü, bu
liderliği üstlenmeden devletlerarasında yapılan antlaşmaların bağlayıcılığının
ortaya çıkmasıdır.
Dördüncüsü,
başlangıçta Amerika’nın tek başına dünya liderliğini yapabilme gücünü
kendisinde görememesidir. Bu durum, Sovyet bloğuyla mücadelesindeki iktisadî
yorgunluktan kaynaklanmaktaydı. Amerika daha sonra da bu hastalıktan
kurtulamadı.
Beşincisi,
Amerika siyasetinde kökleşen fikrî ve model eğilimi tercih etmesidir. Bu
eğilim, liberalizm ve demokrasinin ilk yayılışını desteklemiştir.
Bütün bunlar
Baba Bush ve sonrasında Clinton’un birinci döneminde Amerika yönetiminin
hedeflerine ulaşmasını engellemiştir. Bundan dolayı Irak’ı Kuveyt’ten
çıkarırken, Somali’ye girerken, başka bölgelere saldırı düzenlerken, devlet
krizleriyle boğuşurken, özgürlükleri, demokrasiyi, insan haklarını
yaygınlaştırmak ve terörizmle savaşmak sloganları altında devletlerin rızasını
ve ittifakını aramıştır. Bazen de hedeflerine ulaşmak için yumuşak gücü
kullanmış ve liderlik rolünü üstlenmek durumunda kalmıştır.
Bu merhale
Clinton döneminin ikinci döneminin ikinci yarısından sonraki merhaledir. Bu
dönemde Amerika askerî açıdan ilerlemeye başladı ve hedeflerini belirlerken,
devletlerin rızasına daha az aradı. Uluslararası düzende ulusların ittifakını
gerçekleştirmede yavaş yavaş daha soyutlayıcı ve daha seçici olmaya yöneldi. Bu
konularda sadece Avrupa’nın rolüne yoğunlaştı ve ona dayandı.
Amerika’nın
ilk müdahalesi, Rusya, Çin ve diğer bazı ülkelerin itirazına rağmen 1999’da
Yugoslavya’ya oldu. Bu Amerika’nın model stratejisinden vazgeçmesinin, ondan
ayrılmasının, çatışma ve askerî çözüme yönelmesinin başlangıcı sayılır. Oğul
Bush’un işbaşına gelmesinden ve 11 Eylül olaylarından sonra bu strateji ve
“fikrî-çatışma” dayanağı, Amerika karar merkezlerine ve liderlerine hatta
halkına hâkim olan bir stratejiydi. Medeniyetler çatışması tezini savunanlar,
Amerika’nın karşı karşıya olduğu bu savaşı tasvir ederken, yakın tehlike
fikrini tedavüle soktular. Bu düşünce revaç bulduktan sonra medeniyetler
çatışmasının özellikle de İslam ile diğer dinler arasındaki savaşın kaçınılmaz
olduğunu dillendirdiler 49.
Bununla Oğul
Bush, dünyayı ikiye ayırmaktadır. Şer âlemi, yani Amerikan sisteme muarız ve
muhalif olan alem ile Amerika ile beraber olan iyilik alemi. Dünyayı ikisinden
birisini tercih etmekle sorumlu tuttu. Buna göre diğer ülkeler ya kendileriyle
beraberdirler veya kendilerine karşıdırlar. İslam’a karşı yürütülen savaş da bu
düşüncenin sonuçlarından birisidir. Bu savaşta, İslâmcı Terörizm tehdidi
bahanesine sığınarak askerî güç kullanma yöntemiyle İslam ülkelerine
müdahalelerde bulunmuştur. Bu duruma maruz kalıp Amerika’nın işgaline uğrayan
bölgelerden birisi de Irak’tır.
Amerika’nın bu tarz müdahaleleri, genel anlamda Batı,
özel anlamda Amerika düşmanlığını körükleyerek radikal İslamcı hareketlerin
canlanmasına yol açmıştır. Özellikle Bush’un Haçlı savaşlarının başladığını
ilan etmesiyle birlikte İslamî hareketlerde mukavemet gösterme ve cihat etme
ruhu uyanmıştır. Sonrasında [47]
ise bölgede kaos dalga dalga yayılmış ve uluslararası güçler Afganistan’a
müdahale etmek zorunda kalmışlardır.
Amerika’nın
emellerinden endişe duyduklarından dolayı onun bölgedeki tasarruflarına ve
uluslararası düzenin idaresindeki sistemine razı olmayan ve bölgedeki varlığına
karşı olan Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya ve İran gibi ülkeler, bu durumu
fırsat bilerek dünyanın ve İslam âleminin Amerika’ya karşı olan öfkesinden
faydalanmışlardır. Bundan dolayı bu ülkeler, bölgede ve dünyada Amerika
yayılmacılığına karşı birer tehdit olarak görülmüştür[48].
Amerika’nın
Orta Asya’da etkili olma planlarını başarısız olmuştur. Bundan dolayı Hazar bölgesinin doğalgaz ve petrolünden mahrum
kalmıştır. Rusya, bölgenin bütün antlaşmalarına ve bu kaynakların Avrupa’ya
taşınma yollarına hâkim olmuştur. Amerika, Irak’ın kaynaklarını kullanmada
yükümlülük altına girmiş ve Amerika’nın varlığına karşı çıkan ülkeler tarafından
desteklenen el-Kaide’yle yorucu ve uzun bir savaştan ve Obama’nın yönetime
gelmesinden sonra, 2011 yılında oradan ayrılmak mecburiyetinde kalmıştır.
Analizcilerin
birçoğu, bu merhalenin Obama’nın başkan olmasından önce başladığı görüşündedir.
Bu merhale, devamlı bir şekilde düşmanla karşı karşıya gelmekten sakınmakla
birlikte Amerika’nın millî çıkarları konusunda tavizsiz olan karar verici
merkezlerin baskısı, görüş sahiplerinin veya fikir-vakıa perspektifinden durumu
değerlendirme eğiliminde olan taraftarlarının üstün geldiği bir merhale olarak
kabul edilmektedir. Yani iç meselelerle uğraşmaktan vazgeçmenin, dış etkilerden
uzaklaşma anlamına gelmediğini; aksine bunun da Amerika’nın çıkarlarını
gerçekleştirmek için kullanılacak araçlar gibi olduğu ortaya konulmaya
çalışılmıştır.
Bu, Amerikan
karar mekanizmalarının, Oğul Bush yönetiminin takip ettiği stratejinin Amerikan
çıkarları gerçekleştirmede başarısız olduğunu anlamalarından ve bu stratejinin
Amerikan çıkarları tehdit ettiğini ispatlamalarından sonradır. Ayrıca
Amerika’nın bu siyaseti, arkasında öfke ve kaos bırakmıştır. Ortadoğu’da
Amerika’nın gelecekteki varlığını ve nüfuzunu tehdit etmeye, uluslararası
piramidin tepesindeki yerini ve liderliğini de sarsmaya başlamıştır.
Obama’nın bu
realiteye göre hareket etme eğilimine yakın olduğu görülmektedir. Çünkü
başkanlık görevini üstlendikten sonra, öncelikle tehlikeye açık olan Amerikan
çıkarları düzenlemeye çalışmış, döneminin başında düşmanlarıyla ilişkilerinde
ve dünyadaki krizleri yönetmede “kadife” güç yöntemini kullanmaya başladı.
Uluslararası problemleri çözerken güç potansiyelini ihmal etmemiştir. Krizleri
çözmede, bölgesel ve uluslararası ittifakları teşvik etmekle birlikte, bu
ittifakların Amerika’nın geleceği için ne derece önemli oldukları üzerinde
yoğunlaştı.
Fakat
Obama’nın kadife güç yöntemi olarak tabir edilen siyaseti ve gerçekçi
stratejisi, Amerikan karar mekanizmaları için arzu edilen sonuçları doğurmadı.
Bunun için “aklî güc”ü kullanmaya sığındı. Aklî güç, kadife güç (siyasî,
iktisadî, ambargo, cezalandırma, demokratik yollarla kurumları değiştirme,
ortaklara yardım, vekâlet savaşı, uluslararası ortaklık yolları) ile kaba gücü
(hava desteği, engelleme ve zorlamayla askerî müdahale veya düşmanı yok etmek)
birleştirmektir. Amerika Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi bu kanunu
teklif etti. 2007’den beri de Amerikan siyaset organları bunu uygulamaya
çalıştı. Fakat fiilî olarak ancak 2011’den sonra uygulanmaya başlandı. Bugüne
kadar da Amerika siyaset organları bu uygulamaya devam etmektedir[49].
Fakat bu
siyasetin bugüne kadar herhangi bir başarısı da görülmüş değildir. Aksine Irak,
Suriye ve Ukrayna’da devam eden savaşlar, terör hareketlerinin hâkimiyeti,
mezhepsel ve etnik savaşların yayılması, bölgesel ve uluslararası çekişme ve
düşmanlıklar, iktisadî çöküşler gibi özellikle Ortadoğu ve Orta Asya’da fiilî
bir kaosa sebep olmuştur.
Amerika’nın
sebep olduğu durumdan ve onun gerçekleştirmeye çalıştığı emellerinden
hoşlanmayan dostlarının hissettikleri, onları son dönemlerde etkisi açık bir
şekilde ortaya çıkan Rusya gibi başka bir müttefikler aramaya yöneltmiştir. Bu
da dünyada iki kutupluluğun bitmediği veya dünyayı etkisi altına almak üzere
tekrar döndüğü hissinin uyanmasına sebep olmuştur.
İSLAMÎ
HAREKETLER
Dinî
ideolojileri, siyasî kurumlarıyla İslamî Hareketler, 20. Asrın başlarından
itibaren Arap İslam toplumlarında ve çevrelerinde ortaya çıkmaya başlamıştır.
Genel olarak İslamî Hareketler, 19. Yüzyılın başında sömürgecilikle beraber
Arap-İslam âleminde siyasî, iktisadî, içtimaî ve kültürel durumların
kötüleşmesine bir reaksiyon olarak olarak olartaya çıkmıştır. Diğer İslam
beldelerinde sömürgeciliğin sürekliliğinin şartları, sonraları Türkiye’de
1924’de halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte lâik bir devlet sisteminin ikâme
edilmesi, dindar Müslüman toplulukların öfkesine yol açmıştır. Bu durum fikrî
ve dinî yönden Müslüman kimliğini korumak için eğitim ve kültür alanlarında
faaliyet gösteren dinî cemaatlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Bu dalga
yıllarca devam etti. Aynı zamanda bu cemaatler örgütlü hareketlere dönüştü. Süreç
içerisinde düşünce alanında bazı değişim ve dönüşümler yaşadılar. Bu
düşüncelerin en önemlisi, dinde, hayatın bütün meseleleriyle ilgili mükemmel
siyasî bir düzenin olduğunun kabul edilmesidir. Bundan dolayı “İslam hem din
hem de devlettir, İslamî bir devletin kurulması gerekir” şiârı yüceltildi. Bu
ideal devleti kurmak için hareket eden bu örgütlerin mücadele stratejilerine
göre, kesin bir hâkimiyetin tesisi için hem kendi ülkelerindeki farklı
yapılanmalara hem de dış güçlere karşı silahlı cihad yönteminin kullanılması
gerekliydi.
2011 yılında,
ulus tartışmalarının ve peşinden egemenlik sistemindeki siyasî dönüşümlerin
başlamasından ve devletlerin sahte egemenliklerinin güç kaybetmesinden sonra
Mısır, Tunus, Yemen, Libya, Irak, Suriye, Nijerya, Mali ve diğer bazı
devletlerde farklı derecelerde güvenlik sorunlarının ortaya çıkması, siyasî
dinî cemaatler için örgütlenme, genişleme, yayılma, harekete geçme ve alenî
olarak çalışma imkânı sağlamıştır.
İslamî Hareketler
Kavramı ve Doğuşu
Üzerinde
ittifak edilen ve bütün hareketleri içine alacak derecede kapsamlı bir “İslamî
Hareketler” tanımı yapmak mümkün değildir. Aynı şekilde farklı siyasî ve dinî
cemaatlerle ilişkisi olanların uygulamalarındaki ihtilaflara bakarak da bu
hareketlerin ortaya çıktıkları zamanı kesin olarak belirlemek imkânsızdır.
Bazıları
İslamî Hareketleri şöyle tanımlamışlardır: “... İslam’ın insan hayatının bütün
yönlerini kapsayan bir düşünce sistemi olduğunu, dolayısıyla İslam âleminin
maruz kaldığı problemlerin çözümünün, bu sistemin esaslarına göre hareket
etmekle mümkün olduğunu düşünlerin müşterek adıdır.”[50].
Bir başkasının
tanımı şöyledir: “İslamî davetin gereğini yerine getiren içtimaî bir
topluluktur. Veya İslam’ı din olarak kabul eden içtimaî bir akımdır. Onlar, bu
dini hâkim kılmak isterler. Öyleyse davet, hareketin mesajıdır. Hareket ise
davetin İçtimaî açıdan cisimleşmesidir”[51].
Abdulvahhâb
Efendî’nin tanımı şöyledir: “İslamî hareket, siyaset alanında çalışan, genel ve
özel hayatta İslam şeriatının tatbikine çağıran hareketler için kullanılan bir
ıstılahtır. Bu, İslamî Hareketlerin kendileri için seçtikleri bir isimdir.
Mutasavvıflar gibi siyasî alanda çalışmayan İslamî cemaatler,
Hizbu’l-İstiklâli’l- Mağribî, Hizbu’l-Ümmeti’s-Sudânî,
er-Râbıtatu’l-İslamiyyetu’l-Pâkistâniyye gibi İslamcılığı tartışmalı olan
partiler için kullanılmaz. Aynı şekilde Suudî Arabistan gibi İslam şeriatını
uygulayan hükümetler için de kullanılmaz. İslamî Hareketler kavramı İranlı
hareket ve partileri de kapsamaz. Çünkü bunlara ıslahatçılık ve muhafazakârlık
hâkimdir. Bu kavram Arap ülkelerindeki Müslüman Kardeşler Örgütünü,
Pakistan’daki Cemaat-i İslamî’yi, Fas’taki Cemaatu’l-Adl ve’l-İhsân’ı,
Sudan’daki el-Cebhetu’l-İslamiyyetü’l-Kavmiyye’yi, Mısır’daki Tanzîmu’l-Cihâd
ve
Cezayir’deki
el-Cebhetu’l-İslâmiyye li’l-İnkâz gibi şiddet yanlısı cemaatleri içine
almaktadır”[52].
Mustafa Tahhân
ise şöyle bir tanım yapar: “İslamî Hareket, İster bölgesel ister yöresel
isterse evrensel olsun, İslam için çalışanların bütünü arasında müşterek bir
adlandırmadır. Sınırlı hedefler için çalışan ıslah hareketleri, İslam’ın
ilkelerinin kökleşmesi ve yayılması için çalışan resmî mekanizmalar, ihtiyaç
sahibi Müslümanlara yardım eden hayır cemiyetleri, İslamî davayı savunan siyasî
hareketler, İslamî çerçevede öğrencileri bir araya toplayan öğrenci hareketleri,
İslamî düşünceyi yaymaya çalışan düşünce hareketleri, Ümmetin akidesiyle meşgul
olan barışsever hareketler, İslam’ı yaymak için çalışan sufî hareketler, daha
doğrusu İslam’a hizmet için gayretlerine göre çalışan bireyler bu kavramın
kapsamı altına girmektedir”[53].
Başkaları da
şöyle tanımlamışlardır: “Arap ve İslamî siyaset alanında çalışan partiler,
cemaatler ve gruplardır. İslam’a inanç, metod, yaşam tarzı ve düşünce olarak
bağlananlardır. Hayatın bütün alanlarında tam bir tecdît ve uyanışın olması için
İslamî siyasî alanda çalışan, İslam’a mensup çeşitli organizasyonlar ve
cemaatlerdir[54].
Bazıları da
şöyle tanımlamışlardır: “Düşünce ve siyaset alanında hareketi esas alan, planlı
ve programlı bir metoda dayanarak belirli hedefleri gerçekleştirmeye çalışan
cemaatlerdir. Bu cemaatler, itikadî ve fikrî bozulma gibi İslam’dan uzaklaşmış
İslam toplumunda gerekli gördükleri değişiklikleri gerçekleştirmek için hareket
kavramını amelî ve taktikî çerçevede ele alırlar. Bu cemaatler düşüncelerini
insan, hayat ve kâinat üzerinde yoğunlaştırırlar”[55].
Başkaları da
şöyle bir tanım yapmışlardır: “İslamî bir akideye sahip olan, İslam’ı din ve
devlet olarak gören İslamî siyasî bir partiden ibarettir. Tanzim edilmiş bir
çatısı olan bir yapılanmadır. Toplum ve devletin tepeden tırnağa İslamlaşmasını
hedefler. Barışçıl ve meşru yollarla yönetime geçmek, İslamî olan programını
uygulamak ve yaymak için siyasî ve içtimaî çalışma araçlarından şer'î kanalları
kullanır. Onlara göre İslam genel, kapsamlı ve mükemmel bir hayat programıdır”[56].
Curşî’nin
tarifi de şöyledir: “İslamî hareket, salt dinî bir hareket değildir.
Mutasavvıfı yol, bazı içtimaî ve kültürel akımlar ve belirli görevleri icra
etmek için oluşturulan birlikler buna örnek olarak gösterilebilir. Siyasî bir
muhalefet partisi de değildir. Bütün bunların farklı oranlarda İslamî hareket
içinde kesişen noktalarını bulabiliriz”[57].
İslamî
hareketlerden birisinin liderine göre İslamî hareketler, ıslah hareketleridir.
Bireyin ve toplumun ıslahını hedefler. İslam toplumunu tekrar kurmak, ihya
etmek ve İslamîleştirmek ister. Bu açıdan bakıldığında, İslam’ın eşitlik ve
toplumsal adalet ilkelerine dayanarak, batılılaşmadan, kültürel batılılaşmadan,
İktisadî suistimalden ve ahlakî çürümeden kurtarmaya çalışan bir özgürleştirme
hareketidir[58].
Bu tanımlara
hareketle şöyle bir sonuç çıkarmamız mümkündür: İslamî hareketler, içinde
herhangi bir şaibe bulunmayan ilkeler üzerinde kapsamlı olarak yoğunlaşan bir
eğilimden ibarettir. Çünkü İslamî hareketler, Hanif dinin kaynakları olan
Kur’ân, Sünnet ve İcmâ’dan beslenmiştir.
Bu tanımlardan
çıkardığımız sonuçlardan biri şudur: İslamî hareketler, çağdaş toplumsal ve
iktisadî meydan okumalara karşı siyasî cevaplar sunmak için İslam’ın temel
kaynaklarını kullanırlar. İslamcılar, aynı şekilde dinin, insanın hayatında
ihtiyaç duyduğu bütün şeyleri kapsadığını kabul ederler.[59].
Yine
çıkardığımız sonuçlardan biri de şudur: Bu kavram, farklı şekillerine rağmen
bütün İslamî hareketleri kapsamaktadır. Bu kapsama dahil olan hareketer bazen
ülke yönetimini değiştirme hedefi etrafında oluşturulmuştur. Örneğin içsavaş
yoluyla gelen Afganistan’daki Taliban, askerî ihtilal yoluyla gelen Sudan
Cumhuriyeti, halk ihtilaliyle gelen İran Devrimi veya seçim yoluyla gelen Fas
hükümeti veyahut gösteri ve protestolarla yönetimdeki hükümetleri devirmek
isteyen v.b. hareketler bu kategoriye dâhildir[60].
Yine gizli ve
illegal bir damga taşıyan İslamî hareketler de vardır. Mesela, el- Kaide, DAIŞ,
büyük Şiî devletini veya dünya için gelişi beklenen Mehdî devletini kurma
idealini gerçekleştirmek için devlet içinde devlet kuran Hizbullah ve Şiî
gruplar ile toplumları kaba kuvvetle dönüştürmeye çalışan şiddet yanlısı siyasî
cihadî örgütler bu kategoriye girer.
Ancak burada
bu hareketleri tanımlamada faydalı olacak başka kavramlar da vardır. Bu
kavramlar daha çok iletişim ve siyaset ile ilgilidir. Biz bu kavramlardan
yaygın olarak kullanılanlarından bazılarını genel bir şekilde arz etmekle
yetineceğiz. Böylece İslamî Hareketler kavramının kendisini diğer kavramlardan
ayıran yön ortaya çıkacaktır.
Bu
kavramlardan biri “İslamî fenomen” kavramıdır. Bununla cemaatler,
örgütler ve belirli partiler değil ümmetin kendisi kastedilir. Diğer bir kavram
ise “İslamî uyanış ve tecdît” kavramıdır. Bu, Müslümanların asırlar boyu
geri kalmışlıklarından sonra uyanışlarına işaret eder. Bu kavram aynı zamanda
Müslümanların ve halkların uyanışıyla da ilgilidir. Bununla belirli bir hareket
veya parti kasedilmemiştir. Diğer bir kavram “Selefî hareket” kavramıdır.
Bununla dinin saf aslına ve ilk kaynağına dönüş kastedilir[61].
Diğer bir kavram “radikal hareketler” kavramıdır. Bu Batı asıllı olup
Amerika’ya ait bir kavramdır. Cârûdî onun tedavüle sokuluşunu şöyle tasvir
eder: Ana oluşumların radikal olarak sınırlandırılmaları her gelişmeye karşı
olmalarından, geçmişe dönmelerinden, miras ve kökleri korumaya çalışmalarından,
mezhebî müsamahaya sahip olmamalarından, savaşçı ve inatçı bir tavır
takınmalarından ileri gelmektedir[62]. “Aşırı/Bağnaz Hareketler” kavramına
gelince, bu kavramın aslı İngilizce’de Katolik esaslara sahip anlamına gelen
dogmatizm (itikadî donukluk ve aklî kapalılık) kavramına dayanmaktadır. Bu,
aşırı/bağnaz olarak isimlendirilen bütün cemaatlerin etrafında toplandığı
fikrin özüdür[63]. Son olarak “Siyasî İslamcı
Hareketler” kavramı, düşünür ve araştırmacılar tarafından siyasetle uğraşan
İslamî Hareketlere işaret etmesi için kullanılan bir kavramdır[64]. Bunlar arasında “İslamî
Hareketler” kavramı, İslamî ortamlarda en çok kullanılan kavramlardan biri
olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu hareketler, kendileri için bu kavramı
kullanmışlardır. Bu kavram, kapsamlılığından dolayı kendilerine diğerlerinden
daha sevimli gelmiştir. Ayrıca bu hareketlerin çoğunu içine almaktadır. “İslamî
Hareketler” kavramı bu hareketlerin dinî ve siyasî hedeflerine işaret etme
açısından da bir inceliğe sahiptir. Aynı zamanda bu kavram, davet ve devleti
programlarına koyan bütün bu hareketler için yapılmış bir isimlendirmedir. Yani
İslam’ın hâkim olması veya yayılması için çalışmayan herhangi bir hareket bu
kavramın kapsamına girmez[65]. Bu açıdan bakıldığında bu
hareketler, mensuplarına göre siyasi sorunlardan kaynaklanan baskılara karşı
bir tür reaksiyondur. Bu durum, özünde devlet meselesiyle ilgilidir[66].
Bir hareketin,
kavramın özüne uygun bir biçimde İslamî Hareket olarak nitelendirilebilmesi
için bazı özelliklere sahip olması gerekmektedir. Bu özellikleri şöyle
sıralayabiliriz: İslamî bir kapsama sahip olması, iktidara gelmeyi hedeflemesi,
bir realitesinin olması için pratik bir organizasyonunun olması[67]. İslamî sahada çalışan İslamî
Hareketlere bir bütün olarak baktığımız zaman, hedeflerine ve çalışmalarının
sonuçlarına ulaşmak için doğrudan veya dolaylı bir metoda sahip olduklarını
göreceğiz. Bu, bütün İslamî Hareketlerin ortak özelliğidir.
Hareket veya
hareketler kelimesinin çağdaş siyaset literatürüne girişi modern dönemlerden
sonradır. Modern dönemlerden önce bu kavram, İslam aleminde siyaset, akademi ve
iletişim alanında bu anlamda kullanılmamıştır. Kavramın bu anlamda ortaya çıkış
tarihi, İslamî her harekete işaret etmek üzere “İslamî” kavramının
yaygınlaşmasından sonradır. Hareket kavramı, bu dönemden önce de bir dinî
harekete işaret etse de, bu kapsamda ve son dönemlerde kendisine yüklenen
anlamda kullanılması, özellikle kendisine “İslamî” kavramının eklenmesinden
sonra olmuştur.
Aynı şekilde
“İslamî” kavramının bu literatürde kullanılışı da yenidir. Çünkü İslam gelişme
ve büyüme dönemindeyken hatta hilafetin kaldırılışından öncesine kadar, İslam
toplumunda ortaya çıkan herhangi bir hareket hakkında böyle bir nitelemede
bulunma ihtiyacı söz konusu değildi. Bu hareket ister siyasî, ister ıslahatçı,
ister içtimaî veya iktisadî olsun durum değişmeyecektir. Çünkü bütün toplum,
özellikle de yönetim siyaseti, devletin kimliği ve sembolü İslam damgasını
taşımaktaydı. “İslamî” kavramının ortaya çıkışı, diğer sebeplerin yanında, bu
sembolün yokluğunu, bu kimliğin kaybedilişini ve İslam’ın garip olduğu
bilincini hissetmekten kaynaklanmaktadır.
İslamî
Hareketler kavramının ortaya çıkışı, sömürgeciliğin ve özellikle Afganî,
Muhammed Abduh, Reşîd Rızâ gibi liderlerin İslamî bir toplum inşa etmek için
davete başlamalarından sonra ortaya çıkmıştır. Fakat bu kavramın siyaset
literatüründe kullanılışı, Osmanlı hilafetinin yıkılışından sonra olmuştur.
Bundan dolayı
bu kavramın ve kendisine izafe edilen diğer nitelemelerin genel olarak bilinçli
bir şekilde hareket veya hareketler, partiler, cemaatler, gruplar vs. için
kullanılmaya başlandığı tarih, Osmanlı hilafetinin yıkıldığı tarihtir. Çünkü
sömürgecilikten kurtulduktan sonra İslam ve hilafet devletinden bahsetmek söz
konusu olmuştur. Devletin İslamî mi laik mi olacağı konusunda, laik eğilimli
ulusal özgürlük hareketleriyle İslamî eğilimli özgürlük hareketleri arasındaki
ihtilaflar belirginleşti. 1924 yılında Misyonerlik hareketlerinin liderleri
tarafından icra edilen Kudüs’teki provokatif kongreden sonra rekabet kızıştı ve
bir mücadeleye dönüştü. Bunlar aynı çağda dünyayı Hıristiyanlaştırma şiarını
yükselttiler[68]. Buna karşın, Batı’ya ve laikliğe
karşı durabilmek için İslamî tecdit örgütleri ve hareketleri ortaya çıktı ve
İslamî alanda “İslamî” kavramı kullanılmaya başlandı. Müslüman Kardeşler
Teşkilatı bu kavramı kullanan ve kendi hareket literatürüne sokan ilk
harekettir. Müslüman Kardeşler bu kavramla, İslam’a düşmanlık eden hareket ve
düşüncelere karşı çıktılar. Böylece bu kavram onların
sembolü haline geldi. Bundan sonra bu kavram, Şiî hareketleri de kapsayacak
şekilde yaygınlaştı.
İslamî Hareketlerin Ortaya Çıkışının Tarihî
Kökenleri
Bu
hareketlerin tarihî kökleri hakkında yapılan tartışmalara rağmen ortaya çıkış
tarihi konusundaki ihtilaflar son bulmuş değildir. Bu konuyu ele alan herkes,
bu hareketlerden ne anladığına uygun olarak bir tarih belirlemeye çalışmıştır[69]. Bu hareketlerin ortaya çıkış
sebeplerine, temel hedeflerine ve eğilimlerine, fikrî dayanaklarına, İslam
tarihindeki benzer hareketlere, hadiselere ve şartlara bakılarak bunlara benzer
olanlarıyla karşılaştırılarak ortaya çıkışlarının gerçek sebepleri ve tarihî
kökleri tespit edilmeye çalışılmıştır.
Bu
hareketlerin tariflerine, kullandıkları kavramlara, içinde doğdukları şartlara
ve çalışmalarının sonuçlarına bakarak tarihî kökleri hakkında birkaç tarih
belirlemek mümkündür. Siyasî hedeflerine bakarak bu hareketlerin köklerinin,
Şia’nın ortaya çıkışına ve onu çevreleyen şartlara dayandığını söyleyebiliriz.
Çünkü ilk İslamî hareket, siyasî sebep ve amaçlarla ortaya çıkmıştır. Bu, din
ve dünyayı ıslah etme gibi siyasî ıslahatları amaçlayan çağdaş İslamî
hareketlerin hedeflerine uygun düşmektedir. Fakat onların iddialarına göre Hz.
Aişe’nin daha sonra da Muâviye’nin Hz. Ali’nin halifeliğine karşı çıkışları,
siyasetin gücünü ıslah etmeyi amaçlayan ilk siyasî harekettir. Aynı şekilde
Haricîlerin tahkim sebebiyle halifeye karşı çıkışları da bu kapsama
girmektedir. Hz. Hüseyin’in kıyamı da bu kapsam da değerlendirilebilir. Daha
sonraları Şii hareketler de ortaya çıkacak ve yönetime karşı mücadele
edecektir.[70].
Yine bu
hareketlerin köklerini, Hz. Osman’a karşı yapılan isyana dayandıranlar olduğu
gibi, bu kökleri Ahmed b. Hanbel döneminde arayanlar da olmuştur.[71] Aynı şekilde bugünkü İslamî
hareketler de Ahmed b. Hanbel’in hareketi gibi İslam toplumlarına sokulan
batılı fikirlere bir reddiye niteliğindedir. Bu hareketler de İslam toplumlarını
asıl köklerine döndürmek istemektedir. Çünkü bütün sünnî hareketler,
metotlarında, fikrî ve eylem planındaki edebiyatlarında selefe
dayanmaktadırlar.
Bu
hareketlerin köklerini, İbn Teymiyye ve onun selefî hareketine dayandırmak da
mümkündür. Çünkü İbn Teymiyye, hilafetin ve İslam devletinin Moğolların ve
kafirlerin eliyle yıkılmasına ve bunların Müslümanları sahih İslamî anlayıştan
uzaklaştırmalarına karşı çıkmıştır. Bu şartlar, Müslümanların kısmen Osmanlı
hilafetinin yıkılmasından önce Batı işgalinin altına girdiği dönemdeki
şartlara, büyük ölçüde de hilafetin yıkılmasından sonra yaşamış oldukları
şartlara benzemektedir. Bu İslamî hareketler de aynı sebeplerden ve aynı
taleplerden dolayı bir daha harekete geçtiler.
İslamî
hareketlerin ortaya çıkışını, 19. yüzyılın başlarına yani çağdaş sömürgecilik
dönemine kadar gerilere götürmek de mümkündür. Bu hareketler, 1839 yılında
dünyaya gelen, düşünce ve eylemleriyle bütün çağdaş siyasî İslamî hareketlerin
fikir babası sayılan Cemaluddîn el-Afgânî’nin hareketiyle de
ilişkilendirilebilir. Afgânî, İslamî bir toplum kurmaya çağıran ilk kişidir.
Muhammed Abduh’un da hocasıdır. Dolayısıyla Reşîd Rızâ ve Hasan el-Bennâ’nın da
hocası sayılır.
İslamî
hareketlerin köklerini Hasan el-Bennâ’ya ve 1928’de kurulan Müslüman Kardeşler
Teşkilatına dayandırmak da mümkündür. Çağdaş araştırmacıların çoğu, muasır
İslamî hareketlerin başlangıç tarihinin bu teşkilatın kurulduğu tarih olduğu
görüşündedir. Çünkü Müslüman Kardeşler, resmî bir şekilde İslamî olarak
isimlendirilen ilk harekettir. Afgânî bu hareketin fikir babası olarak kabul
edilmesine rağmen, bu hareket onun hareketinin aksine siyasî bir teşkilattır.
Çünkü Afgânî’den aktarılan görüşlerin çoğu, onun ıslahatçı bir şahsiyet
olduğuna işaret etmektedir. Onun en büyük amacı, İngiliz sömürgeciliğine karşı
savaşmaktı. Ayrıca yönetimi ele geçirmeye de çalışmadı. O, herhangi bir isim
altında bir teşkilat veya hareket de kurmadı. Ancak onun düşünceleri, Osmanlı
hilafetinin yıkılışından sonra ortaya çıkan birçok harekete ilham kaynağı
olmuştur.
Bu
anlatılanlara uygun olarak, İslamî hareketlerin ortaya çıkış tarihini, Vehhâbî
hareketine dayandırmak da mümkündür. Çünkü İslamî hareketlerin çoğu,
Vehhâbîliğin siyasî hedeflerini kabul etmiş görünmektedir. Vehhâbîliğin ortaya
çıkışı hem hilafetin yıkılışından hem de Afgânî’nin hareketinden öncedir. Zira
bu hareket, 19. yüzyılın ortalarında Suud ailesiyle bir ittifaka içerisine
girdi. Suud ailesi üç tane devlet kurmuştu. Bunlardan iki tanesi başarısız oldu
ve 1932 yılında kurulan bugünkü Suudî devleti ise günümüze kadar ayakta kaldı.
Bundan dolayı Vehhâbîliği, bir İslamî devlet kurma hedefini gerçekleştirmek
amacıyla kurulan ilk siyasî hareket olarak değerlendirmek mümkündür.
Bundan şu
sonucu da çıkarabiliriz: Osmanlı hilafetinin yıkılışından önce Vehhâbîlikte
ortaya çıkan ıslahatçı siyasî bilinç, Osmanlı hilafetini yıkma amacına
yönelikti. Vehhâbîliği, Osmanlı hilafetinin varlığını Arap Yarımadası, Şam ve
Irak’ta bir çeşit sömürgecilik olarak gören Arap ulusal uyanış hareketiyle
karşılaştıranlar da vardır. Vehhâbîlik, İslam hilâfetinin Araplarda olması
gerektiğine inanmaktadır. Bu düşünce, Arapları tek bir çatı altında birleştirme
hedefi doğrultusunda Arap Birliği’ni oluşturmaya çalışan Arap ulusal özgürlük
hareketlerinin istekleriyle örtüşmektedir[72].
Çağdaş İslami
hareketlerin tavırlarını, eylemlerini, düşünce ve hedeflerini gözlemleyerek
köklerini incelendiğimizde, bu hareketlerle birlikte vaki olan olaylarla İslam
tarihinde meydana gelen kadim olaylar arasında şekilsel olarak herhangi bir
farklılık görememekteyiz. Ancak Çağdaş hareketlerle önceki hareketler
arasındaki temel fark, öncekilerin dinin içinden siyaseti, çağdaşların ise
siyasetin içinden dinî ıslah etmeye çalışmasıdır.
İslamî
hareketlerin köklerini araştırdığımızda, Hasan Hanefî’nin ifadesiyle hepsinin
bir şekilde siyasetle ilişkili olduklarını göreceğiz. Hasan Hanefî şöyle der:
“Din, sürekli olarak toplumu, siyaseti, kültürü değiştirmek için bir müracaat
edilen bir merci olmuştur. Din, halkları özgürleştirme aracıdır. Musa’nın eliyle
İsrailoğullarının Firavun’un zulmünden kurtarılması buna örnek olarak
gösterilebilir. Din, Arap Yarımadasında olduğu gibi kabileleri bir araya
toplama ve onları birleştirme aracıdır. Dinin siyasette, siyasetin dinde sözü
yoktur. Şeriata veya kanunu gözetmeksizin siyasî seçimin maslahatına uygun
olarak dilediğini yapman için siyasî düzenlemeleri siyasete bırakman siyasî bir
tavırıdır. Dinî ıslah, siyasî bir amille ortaya çıkmıştır. Osmanlı hilafetinin
zayıflaması, ümmetin topraklarının işgal edilmesi ve parçalanması ve çağdaş
medeniyetten geri kalması gibi kötü sonuçlar doğurmuştur[73].
Her ne kadar İslami Hareketler kavramı modern bir kavramsa da
şu tespitte bulunmamız mümkündür: İslamî hareketleri tesis etme ameliyesi,
birkaç dönemde olmuştur. Bunlardan biri Abbasî dönemidir. Bu dönemde Ahmed b.
Hanbel ortaya çıkmıştır. Kendisinden sonra ise bu ameliyye takipçileri İbn
Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye ve daha sonraları Muhammed b. Abdilvehhâb
tarafından icra edilmiştir. Onların temel düşünceleri Sünnî İslam’ın siyasî
fikrini sağlamlaştırmak, dinin asıllarına sarılmak, her türlü bidati ve her
içtihadı reddetmektir. Diğer bir dönem ise çağdaş dönemdir. Bu, İhvân-ı
Müslimîn Cemaatinin Mısır’da kurulduğu, Ebu’l-A'lâ el-Mevdûdî’nin Pakistan’da
ortaya çıktığı, Seyyid Kutub ve Hasan el- Bennâ’nın çalıştıkları dönemdir. Daha
sonra da Sünnî siyasî İslam’ın fanatik yorumlarına dayanan cihadî örgütler ve
cemaatler ortaya çıkmıştır[74].
İslamî Hareketlerin Gelişme Merhaleleri
İslamî
hareketlerin gelişmelerini incelememiz esnasında, eski ve yeni diğer
hareketlerin ortaya çıkışında bariz bir etkisi olan İslamî hareketleri fazla
ayrıntıl ara girmeden genel hatlarıyla ele almanın gerekli olduğunu gördük.
Çünkü bir çalışmada bu hareketleri bütün yönleriyle ele almak mümkün değildir.
Bu çerçeve, İslam’ın içinde onların birbirleriyle olan ve olması muhtemel
ilişkilerinde en bariz yönlerden oluşur.
Bu genel
çerçevede yere alan hareketlerden biri ilk İslamî hareket olarak kabul edilen Selefîlik
Sünnî bir harekettir. Diğer bütün Sünnî İslamî hareketler ondan
etkilenmiştir. Mezhebî çerçevede ilk siyasî hareket ise Şiî harekettir. Daha
sonra bu hareketlerden çıkardığımız neticelere, şiddet yanlısı cihadî
hareketler olgusuna, DAIŞ ve İslamî Devlet merhalesine
varıncaya kadar geçirdiği aşamalara değineceğiz. Böylece ayrıntılara girmeden
diğer bütün hareketlerin kaynağı, asıl kökleri ve genel tarihleri üzerinde
yoğunlaşmış olacağız.
Selefiyye’nin
amacı ve kendisiyle diğer çağdaş İslamî hareketler arasında ayırt edici niteliklerinin
keyfiyeti hakkında yeterli derecede çalışma yapılmamıştır. Eski Selefiyye ile
Yeni Selefiyye veya çağdaş Selefî hareketler arasındaki fark nedir? Selefiyye
ile diğer İslamî hareketleri birbirinden nasıl ayırt edebiliriz? Çünkü İslam
dünyasında yaygın olarak selefî diye isimlendirilen ve gerçek köklerini
bilmediğimiz onlarca hareket vardır. Ayrıca bu hareketlerin yönelişleri,
çalışmaları, uluslararası arenada ve bölgesel alandaki gelişme ve hadiselere
karşı tutumları birbirinden oldukça farklıdır.
Bundan dolayı
İslamî olmayan laik ve diğer hareketlerle ilgilenenlerin, özellikle de Batılı
araştırmacıların çoğu, bütün İslamî hareketleri tek bir potaya koyarlar ve
onları tek bir kitle sayarlar. Selef kelimesini de eskiye dönüş olarak ifade
ederler. Onlara göre Selefiyye’ye mensup olmak, bütün İslamî hareketleri
kapsamaktadır.
Fakat
Selefiyye’nin tarihî kökleri itibarıyla ehl-i rey ile ehl-i hadis arasındaki
mücadelenin gelişme dönemine kadar uzandığı bilenen bir husustur. Bu merhalede
yani hicrî 2. asırdan 3. asrın ortalarına kadarki dönemde, Mutezile’nin
önderliğindeki aklî akımlarla, Ahmed b. Hanbel’in liderliğini yaptığı alimler
arasında gerçek bir çekişme ve mücadele yaşanmıştı. Bu mücadelenin tarihi Ahmed
b. Hanbel’in Mutezile hareketine karşı çıkmasıyla başlamıştır. Ahmed b.
Hanbel’in onlara karşı söylediği meşhur sözleri şöyledir: “Sizin
söyledikleriniz, selefin söz ve davranışlarına aykırıdır”. Ahmed b. Hanbel ve
taraftarlarının Mutezile hareketine karşı mücadelesi, dinin ve Kur’ân’ın
anlaşılmasında hadise ve Ümmetin selefinin sözlerine dönmekle nasların rolünün
yüceltilmesinin tipik bir örneğidir. Bidat saydıkları her şeyi ve bunları
anlamada akla verilen rolü inkâr etmeleri, kıyası fıkha sokan mezheplere de
karşı da tavır almalarına yol açmıştır. Oysa kıyas Ehl-i Hadis tarafından Ehl-i
rey olan kitlenin fıkhî meselelerde akla güvenme alanını daraltmak için devreye
sokulmuş; onları bazı şartlarla sınırlamak için uygulanmıştı. Bu ihtilaf aynı
zamanda kelamî ekollerin ve ehl-i hadis ile ehl-i kelam arasındaki mücadelenin
ortaya çıkmasının da sebebi olmuştur[75]
Daha sonra
Selefiyye’nin müceddidi olarak kabul edilen İbn Teymiyye (ö. 1328) ortaya
çıktı. Moğol istilası döneminde doğması ve yetişmesi onun karakterini etkiledi
ve siyasî düşüncesinde de yansımaları oldu. Onun metodu, öncekilerden ve Ahmed
b. Hanbel’in ekolünden farklıydı. Moğol istilalarından sonra bölge, bir tarafta
Irak ve İran’a hükmeden Moğollarla, diğer taraftan Kahire’ye taşınan ve Mısır
ile Şam’a şıkıştırılan hilafet devleti arasında paylaşılmıştı. Moğol istilası
sonrası Şiî- Sünnî kavgası, tasavvuf hareketi, siyasî, içtimaî ve iktisadî
birçok problem ortaya çıkmıştı. Bütün bunlar, İbn Teymiyye hareketinin Şiî
harekete, Moğollara, tasavvufa, Eş'arîlik akımına karşı olmasını etkileyen faktörler
olmuştur. İbn Teymiyye’nin fıkhî veya itikadî meselelerdeki anlayışı bunların
anlayışlarından farklıdır. Ümmetin vâki olan kriz durumundan kurtulması için
İbn Teymiyye, nassa ve selef asrına dönmeye çağırdı. Bu açıdan bakıldığında İbn
Teymiyye’nin üslubu ve selefîliği, selefîlerin lafzî anlayışından, ideolojik ve
mezhebî bir harekete dönüşen ve selefin din anlayışını savunan ilk mütekamil
ekol sayılır. Bu dönemde selefilik, sünnet çerçevesinde bağımsız bir
isimlendirmeyi ifade etmektedir. Selefilerle Eş'arîler veya fakihler arasında
herhangi bir husumet de söz konusu olmamıştı. Aksine her ikisi de ehl-i sünnet
ve’l-cemaat adı altında toplanmıştı. Bundan dolayı Sünnî akımlar içinde,
Selefiyye ile diğer grupları kesin çizgilerle birbirinden ayırmak açıklanabilir
bir durum değildir[76].
İbn
Teymiyye’nin selefî metodunun, kendisinden sonrakiler için bir ekol haline
gelmesinden sonra, alimler arasında yeni bazı yanlışlara yol açtı. Özellikle
17. yüzyılın sonunda 18. yüzyılın başında farklı yerlerden ve bölgelerden
farklı mezhepsel merciler tarafından Haremeyn bölgesine gönderilen alimler
arasında farklı anlayışlar daha bariz bir şekilde görüldü. İbrahim b. Hasan
el-Gorânî el-Kurdî (16161689) Mekke’ye gönderilen bu temsilci alimlerin en
önemlilerinden biri sayılır.
Osmanlıların
kutsal yerlere ve Haremeyn’e önem vermeye başlamalarından sonra, buralara
gönderilen öğrencilerin ve alimlerin sayısı arttı. Islahatçı dinî hareket
gelişti ve zamanla büyüdü. Bu hareket Gorânî’den oğlu Muhammed İbrahim
el-Gorânî’ye intikal etti. Ona Muhammed Hayat es-Sindî arkadaşlık etti ve
onların mirası Şah Veliyullah ed-Dehlevî’ye (1703-1762) ve Vehhâbî hareketinin
lideri Muhammed Abdulvehhâb’a (1703-1792) geçti. Bu bakımdan ehl-i hadisin
metodunun Sindî’den Muhammed b. Abdulvehhâb’a geçtiği söylenmektedir[77].
Böylece Selefî
hareket 18. yüzyılın ikinci yarısında farklı eğilimlere sahip iki gruba
bölünmüş oldu. Birincisi, klasik ehl-i hadisin metoduna doğru evrilen
eğilimdir. Bu eğilim yeni gelişmeleri önemsememiştir. Lideri Muhammed b. Abdulvehhâb’dır.
Hint Yarımadasındaki ehl-i hadis cemaati ve Mısır’da Ensâru’s- Sünne cemaati de
bu eğilimdedir.
Birinci Eğilimin, Vehhâbî Selefîliğinin
Gelişmesi
Vehhâbî
hareketi, Arap Yarımadasının ortasında yer alan Necd bölgesinde 18. Yüzyılın
ortalarında ortaya çıktı. Bu hareketin mensupları, kendilerinin Vehhâbi olarak
isimlendirilmesini kabul etmemektedirler. Kendilerini Muvahhidler,
Ashabu’t-Tevhîd veya Selefiyye olarak isimlendirirler. Fakat son zamanlarda bu
isimle anılmaktan herhangi bir rahatsızlık duymadıkları gözlemlenmişitir. Bu
hareket, destekçileri tarafından dinî, siyasî ve ıslahatçı bir hareket olarak
nitelendirilmektedir. Onun Abbasî bir olgu olduğu ve Ahmed b. Hanbel’in
yürüttüğü fikrî bir akımla irtibatlı olduğu söylenmiştir[78].
Muhammed el-Gazzalî ondan şöyle bahseder: O, aklî ve hissi bir yöneliştir.
Çağların en hayırlısıyla irtibatlıdır. Allah’ın kitabına ve Resulünün sünnetine
bağlılığını derinleştirmiştir[79].
Muarızlarına
göre Abdulvehhâb’ın savunduğu fikirler, İbn Teymiyye’nin ortaya koyduğu
fikirlerle aynıdır. Sadece ona bazı ayarlamalar yapmıştır. Çünkü insanların bakış
açılarının darlığı, fikirlerinin keskinliği, duygularının katılığı, kalplerinin
sertliği, akıllarının gafleti artmıştır. İnanç, uygarlığın kalpsizliği
karşısında hayatın herhangi bir türüne uygun olmayan bir hale gelmiştir.
Düşünceler, madde dünyasının tesiri altına girmiştir. Denildiği gibi Selefiyye
ile Vehhabiyye arasında herhangi bir fark yoktur. Aradaki fark şudur:
Vehhabilik, körfezin içinde Hanbelî Vehhabîliktir, dışında ise Selefiliktir[80].
Bu hareket,
Muhammed b. Abdulvehhâb’ın ilim tahsili için Uyeyne, Hicaz ve Basra arasındaki
seyahatleriyle başladı. Muhammed Hayat es-Sindî ve Muhammed Süleyman el-Kurdî,
İbn Abdulvehhâb’ın hocalarıdır ve onun şiddet yanlısı düşüncelerine ve
hareketlerine karşı çıkmışlardır[81]. Her ne kadar Vehhâbilik,
Selefiyye’nin devamı, İbn Teymiyye’nin ve Ahmed b. Hanbel’in fikirlerine ve
metodlarına dönüş olarak kabul ediliyorsa da, hatta Hanbelî Mezhebini takip
etmelerinden dolayı Hanbelî hareketi olarak isimlendirilmişse de, bu metodu
uygulamada şiddet yanlısı bir üsluba sahip olmuştur. Bu hareket daha başlangıç
yıllarında, düşüncelerini yaymak için, başkalarını tekfîr etmeyi, muhaliflerine
karşı şiddet kullanmayı, mallarını ganimet olarak almayı ve kanlarını dökmeyi
mübah görmüştür.
Bu düşüncenin
Necd bölgesinde ortaya çıkmasını hazırlayan sebep ve şartları özellikle de Suud
ailesinin siyasî hedeflere yönelmesini incelediğimizde, bu metoda
başvurmalarının sebebini anlayabiliriz. Muhammed b. Abdulvehhâb ile Suud ailesi
arasındaki ittifak açıktır. Çünkü bu hareketin yolculuğu, Muhammed b.
Abdilvehhâb’ın 1731-1739 yılları arasında Basra’dan Necd’e dönmesi ve
Der’iyye’ye gitmesiyle başladı. Burada 1740 yılında Suud ailesiyle bir ittifak
yaptı. Hasan b. Cemal b. Ahmed er-Reykî bu ittifakın şöyle gerçekleştiğini
aktarır: Muhammed b. Suud, Muhammed b. Abdilvehhâb’ın gelişini duydu. Daha önce
de yeni bir akımın öncüsü olarak ortaya çıktığı duyulmuştu. İbn Suud ona: “Bu
köy senin köyün ve senin mekânındır. Düşmanlarından korkma! Allah’a yemin
ederim ki, bütün Necd halkı üzerimize saldırsa dahi seni buradan
çıkarmayacağız. Bunun üzerine İbn Abdulvehhâb ona: Sen onların büyüğü ve ileri
gelenisin. Bu din uğrunda savaşacağına dair senden bir ahit almak istiyorum.
Riyaset ve imamet senindir ve senden sonra da zürriyetinin olacak. Şeyhlik ve hilafet
de benim ve benden sonrakilerin olacak. Her iş, her barış ve her savaş ancak
bizim uygun görmemizle olacaktır. Eğer bunu kabul edersen, sana haber veriyorum
ki Allah seni daha önce hiçbir melik ve sultanın muttali olmadığı bazı işlere
muttali kılacaktır. Yaptığın işler ve akıbetin Allah katında övgüye layık
olacaktır. Çünkü sen dine tabi oldun ve ona yardım ettin”. Bunun üzerine İbn
Suud, kabul ettim ve sana biat ettim dedi. Bu şekilde her biri şartlarını
ortaya koydu[82].
Böylece
Vehhâbilik, yitirilen Arap liderliğini tekrar ihya etme arzusu için Suud ailesi
öncülüğünde bir ihtirasa dönüştü. Şiddete başvurmalarının nedeni buradan
anlaşılabilir. Çünkü dinî bir zemin hazırlanmadan bunu gerçekleştirmek
imkânsızdı. Bunun için de tekfîr ve ganimet, hem davetin hem de devletin
başarısını garantilemekteydi. Zira Osmanlı ve İran modellerinin birbirleriyle
kapıştığı bu dönemde, bölgede üçüncü bir dinî devlet kurmak adeta imkânsızdı.
Bundan dolayı yeni bir devlet kurma peşinde olan bu insanlar, Osmanlı tasavvufu
ile İran Şiîliğini kendilerine hedef olarak seçtiler. Çünkü kendilerini bu iki
anlayıştan teberri etmedikleri sürece Arapların ve Müslümanların onların
etrafında toplanmaları mümkün değildi. İşte Vehhâbilik bu önemli görevi icra
etmek için yeni bir akım olarak ortaya çıkmıştır.
Alman tarihçi
Dagobert, Abdulazîz isimli kitabında şöyle der: “Şeyh Muhammed b.
Abdilvehhâb’ın kalbi, Arap kuvvetleri için yeni fikirlerle doluydu. O, Arap
kuvvetlerinin başarısızlığa uğrmasından korktu. Çünkü Araplar yabancıların
nüfuzuna boyun
eğmişlerdi. Bu da onları selef-i sâlihinin yolundan uzaklaştırıyor, gruplara
bölüyor ve özlerinden koparıyordu”[83].
Vehhâbilik,
dinî metodunda dört kaynağa dayanmıştır: Kitap, Sünnet, Selefin Sîreti ve İcmâ.
Abdulvehhâb şöyle der: “Hak ve doğru olan, kitap ve sünnetin getirdiğidir.
Ashabın söylediği ve amel ettiğidir. Dört imamın hüküm vermede tercih ettiği
yoldur. İcmâ da onların söylediklerinin doğru olduğunu göstermektedir”[84].
Böylece
Vehhâbiler için dinî uyanış başladı. Vehhâbiler, İslam dinini ekili bir tarla
olarak tasvir ettiler. Onların çizdikleri çerçevenin dışında kalanını ise mahza
küfür olarak gördüler. Dinî hükümleri, korku temelli olarak topluma anlattılar.
İnsanları helak olmakla ve cehennemle uyarıp korkuttular. Hâkimlerin emri konusundaki
dinî müsamahayı kaldırarak onlara yeryüzünde Allah’ın gölgesi payesini
verdiler. Buna göre ümmetin maslahatlarına aykırı olsa da onlara muhalefet
etmek hatta terk ettikleri amellerde onları sorgulamak caiz değildir[85].
Vehhâbilerin
Müslüman bölgelerdeki halklara karşı yaptıkları savaşlarda iş, halkın mallarını
gaspetmeye, sakinlerini öldürmeye, kadınlarını esir almaya, erkeklerini
öldürmeye, evlerini yıkmaya, küfür olarak gördükleri fakihlerin kitaplarını
barındıran kütüphaneleri yakmaya kadar vardı. Bütün bunları yaptıktan sonra
İslamî bir fetihten dönüyorlarmış ve dinî bir vecibeyi yerine getiriyorlarmış,
kafir ve müşriklerle savaşıyorlarmış gibi davrandılar. Ahmed Emîn “Vehhâbiler
bir beldeye hâkim olduklarında, insanların onların davetlerine inanmalarını
beklemeden, öğretilerini zorla uyguluyorlardı” demektedir[86].
Necd
kabilelerinin çoğunun Vehhâbiliğe girmesinden sonra Vehhâbiler Arap
Yarımadasının geniş bir bölümünü ele geçirmeyi başardılar. 1801 yılında
Kerbelâ’yı, 1803 yılında Mekke’yi ve daha sonra Medine’yi işgal ettiler. Fakat
Şiîler, Abdulazîz b. Muhammed b. Suûd’u öldürmekle Kerbelâ’nın intikamını
aldılar. Aynı şekilde Osmanlılar da onlara karşı durdu. Mısır’dan yürütülen
askerî hamlelerle (1811, 1812, 1813, 1815, 1816, 1819) birinci ve ikinci
devletlerine son verildi. Birinci saldırıyı Thomson, ikincisini Mehmet Ali
Paşa, üçüncüsünü oğlu İbrahim Paşa yapmıştı. Sonunda Mekke valisi Ali Abdullah
yakalandı ve 1819’da İstanbul’da idam edildi[87].
Suud
devletiyle ilişkisinden sonra Vehhâbilik, siyasî bir boyut kazandı. Gelişip
yayılması Âl-i Suud’un güçlenmesine bağlı olarak gerçekleşti. İlk iki Suudî
devleti döneminde şiddet yanlısı tavrını sürdürdü. Bu açıdan bakıldığında
metodunda herhangi bir değişimin varlığından söz etmek mümkün değildir.
1932’de Üçüncü
Suud devletinin kurulmasından sonra, devletin Vehhâbî harekete doğru
yönelişlerinde dişe dokunur bir gelişme sağlandı. Suud devleti iç ve dış meydan
okumalara karşı koyabilmek ve bölgedeki gelişmelerin kendi arzuları
doğrultusunda seyredebilmesi gibi sebeplerden dolayı fıkhî mirasla daha çok
barışmak, ona açılmak, dinî bir dayanağa ve desteğe dayanmak gereği duydu. Bu
desteği de Vehhâbî hareketinde gördü. Çünkü Vehhâbilerin hırsları bu genç
devletin hırslarıyla, mücadele mantığı da İngiltere ve Amerika gibi bölgeye
hâkim olan egemen güçlerle ilişkisiyle uyuşuyordu.
Her ne kadar
Vehhâbî literatürü ve akidesinde tekfîr dili hazırda bekletilmişse de siyasî
zeminde bu dil gizlenmeye başlandı. Bundan dolayı Melikler ve Suudlular tekfîr
dilinden kendilerini arındırdılar. Konuşmalarında daha genel dinî bir söylem
geliştirdiler. 1366’da Suud, babası Abdulazîz’i temsilen hacılara şöyle
seslenmişti: “Müslümanlar nerede oturuyorlarsa veya yerleşmişlerse
kardeşlerimizdir”. Bu onların konuşmalarında alışık oldukları bir durum
değildi. Çünkü kendileri gibi düşünmeyenleri Müslüman saymıyorlardı. Buna
Hicaz’ın sakinleri ve Hıristiyanların konumu hakkında 1918’de John Phillby ile
Abdulazîz arasında, geçen bir konuşmadan aktarılanlar örnek olarak verilebilir:
John: Hıristiyanlara karşı konumun nedir? Diye sorar. Buna karşılık Abdulazîz
şöyle cevap verir: Eğer kızını nikahlamam için sunarsan onu nikahlarım. Fakat
Şerifin kızını, Mekke halkının ve diğer Müslümanların kızlarını, müşrik olarak
saydıklarımızla evlendirmeyiz[88].
Ancak fıkhî
bir esnekliğin olmasıyla birlikte, Melik’in “Eğer kızını nikahlamam için
sunarsan onu nikahlarım. Fakat Şerifin kızını, Mekke halkının ve diğer
Müslümanların kızlarını, müşrik olarak saydıklarımızla evlendirmeyiz” sözü
Vehhâbî hareketinin ortaya koyduğu ehl-i hadisin metoduna bir saldırı ve onu
sulandırma olarak görülmüştür. Bunun için bu hareketin içinde bu esnekliğe
karşı direnen, ona karşı koyan ve hadise daha çok sarılan başka bir hareket
ortaya çıktı. Cuheyman el-'Uteybî’nin liderliğinde 1979’da Kabe’ye sığınan
hareket bunlardan biridir. Doksanlı yıllarda I. Körfez savaşından sonra,
ıslahatçı selefî Vehhâbîler, diğer selefi grupları gölgede bırakan şiddet
yanlısı seleflerle anlaşmanın yollarını aradılar. 2. Körfez savaşının patlak
vermesinden sonra da ana selefî akımdan kopan birçok selefî hareket ortaya
çıktı[89].
11 Eylül
2001’den itibaren kendisini radikal olarak tanımlayan Cihadî Selefîlik ve DAIŞ
gibi hareketler, Vehhâbîliğin aslî ve meşru temsilciliğini teşkil etmiştir.
Cihadî Selefilik, Vehhâbiliğin ilk atalarının yapmış oldukları cihadî selefî
mesajlardan yararlanarak savaş yanlısı doğasını korumuştur[90].
İkinci Eğilimin, Islahatçı Selefîliğin
Gelişmesi (Vasat İhvâncı Akım)
Bu ıslahatçı
selefî çizgi İbn Teymiyye ve İbn Kayyim’den, 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın
başında ıslahatçı alimlerin çoğunun kendisine uzandığı İbrahim el- Gorânî’ye
kadar olan alimlerin mirasından yararlanarak gelişti. Bu alimlerin başında
Dehlevî ve ondan sonra da çağdaş İslamî uyanışın lideri ve 20. yüzyılda ortaya
çıkan İslamî hareketlerin fikir babası sayılan Cemaluddîn el-Afgânî (1838-1879)
gelmektedir[91].
Afgânî’den
sonra bu miras Muhammed Abduh ve Muhammed Reşîd Rızâ’ya intikal etti. Onların
düşünceleri, farklı yönlerde İslamî hareketlerin eğilimlerini etkiledi. Onlar,
modern yeniliklerle İslamî değerleri uzlaştırmayı başardılar. Bunu da Kur’ân ve
sünneti anlamada akla ve onun rolüne güvenme, sabiteleri etkilemeksizin yeni
problemlere uygun olarak içtihat ve dirilişe çağırma sayesinde sağladılar.
Bu çizgiyi
inceleyen araştırmacıların çoğu, Afgânî, Abduh ve Reşîd Rızâ dönemiyle Hasan
el-Bennâ ile başlayan ve İhvan Teşkilatı’nın resmî olarak ilan edildiği dönemi
birbirinden ayırırlar. Abdulilah Bılkazîz de el-İslâm ve’s-Siyâse isimli
kitabında ikisini birbirinden ayırma görüşündedir. Zira birincisini siyasete
bulaşmayan ıslahatçı reformist bir çizgi olarak, ikincisini ise bir siyasî
uyanış çizgisi olarak görmektedir. Bılkazîz aralarındaki farka işaret ederken
şöyle der: Reformist çizgi, siyasî uyanış çizgisinden siyasî bilince daha
yakındı. Çünkü birinci çizginin talepleri mütevazi talepler değildi. Bununla
beraber evrensel değişimlere gidişatı bozulan ikinci çizgiden daha çok uygundu[92].
Afgânî ile
öğrencisi Muhammed Abduh dönemlerini birinci merhale sayarak, ikinci merhaleyi
Reşîd Rızâ ile başlatan araştırmacılar da vardır. Onların görüşüne göre
Abduh’un öğrencisi Reşîd Rızâ’nın gelmesiyle birlikte bu çizgi İslamî ıslahatçı
bir hüviyet kazanmaya başladı. Büyük bir değişim gerçekleştirerek yavaş yavaş
yakın geçmişten uzaklaştı. Ondan sonra Hasan el-Bennâ geldi ve çatının
küçülmesine yol açan başka bir değişiklik yaptı. Daha sonra gelen Seyyid Kutup ise
İhvan Teşkilatı’nın çatısının kapsam alanının daha da daralmasına sebep olan
fikirler ortaya koydu.
Reşîd Rızâ
vakıayı teşhis edince, bu onu mirasa geri dönmeye zorladı. Bunun için İbn
Teymiyye ve İbn Kayyim’i hayata geri döndürdü. Tarihî merhalenin ürünü olanı
ihya etmeye çalıştı. Hasan el-Bennâ ise teşhisinde, çözümün gizli askerî
güçlerden oluşmuş özel bir teşkilattan (İhvân’ın gizli askerî yönünü temsil
eden gizli silahlı ve şiddet yanlısı bir güç) geçtiğine inanıyordu[93]. Seyyid Kutub’un teşhisi ise,
tam bir toplumsal seferberlik başlatmıktı. Bunun için, eşsiz Kur’ânî bir
toplumu inşa etmek ve buradan aleme yayılmak için Peygamberin Mekke dönemindeki
davet merhalelerini aşarak yeni bir çabayla işe başlamak gerektiğini ileri
sürdü[94].
Hasan
el-Bennâ (1906-1949) 1928’de Müslüman Kardeşler Teşkilatının
kurulduğunu
ilan etti. Müslüman Kardeşler Hareketi, çağdaş İslamî hareketlerin en büyüğü
sayılır. Bu hareket, İslam Şeriatının hayata uygulanmasına çağırdı. Ortaya
çıkışından itibaren dinin devletten ayrılması siyasetine karşı çıktı. İslam
hilafetini geri getirmeyi en önemli görevlerinden saydı[95].
Bu hareket kendisini ıslahatçı, evrensel, kapsamlı bir hareket olarak
nitelemektedir. Birçok Arap ülkesinde özellikle de Mısır’da en büyük siyasî
muhalefet hareketi olarak kabul edilmektedir. Bu cemaatin düşünceleri çok hızlı
bir şekilde yayıldı. İhvan’ın etkisiyle altı kıtada, Müslüman ve Müslüman
olmayan ülkelerden 72 tanesinde farklı isimler altında birçok cemaat neşet
etti. Hepsi de bu cemaatin misyonunu taşımaktadır. Son zamanlarda gücü
zayıflamasına rağmen Arap Baharından sonra birkaç ülkede iktidara geldi.
Tarihi, henüz istikrar bulmamış iniş ve çıkışlarla doludur[96].
Bu hareket kendisini selefî bir davet, sünnî, gerçek tasavvufî bir yol, siyasî
bir grup, riyazî bir cemaat, ilmî ve kültürel bir birlik, iktisadî bir şirket,
toplumsal bir düşünce olarak nitelemekle şöhret bulmuştur. Aynı zamanda cihat
yolumuzdur, şehadet gayemizdir gibi bazı şiarlara sahiptir.
Hareket,
hedeflerine ulaşmak için yapması gereken işleri şu merhalelere ayırmaktadır:
davet, tebşir ve tebliğ merhalesi, taraftarları donatarak oluşum, hazırlık ve
safları düzenleme merhalesi, uygulama merhalesi, sağlamlaştırma merhalesi.
Teşkilatta
kademeler şu kısımlara ayrılmaktadır: Görevin önemini, ciddiyet ve disiplini
gösteren askerî düzen: Burada rütbeler ve geçişleri bireyin derecesine göre
olur. Asker, komutan, mücahit vs. rütbeleri vardır.
Bu taksim
askerî bir düzene sahiptir. İdarî taksim ve hareketsel tertipler propaganda
merhalesinden sağlamlaştırma merhalesine kadardır. Bütün sosyal ve fikrî
faaliyetler bu harekete, devlet içinde bir devlet ve bir toplum olma imkânı
sağladı. Çünkü aile ve bölümlerden oluşan idarî gruplara uygun olarak bireyleri
dağıttıktan sonra bireyleri başkasına hatta aileye bile muhtaç bırakmamakta,
ona sosyal bir statü vermektedir. Cemaat sınırlı bir alandan başlamakta ve
büyüyerek evrensel bir seviyeye ulaşmaktadır.
Hasan el-Bennâ
ve Seyyid Kutub bu teşkilatı ve çağdaş İslamî hareketleri en çok etkileyen,
siyasî ve fikrî çevrelerde en çok tartışılan şahsiyetlerden sayılırlar. İhvân
liderleri fikrî ve siyasî idrak gücü bakımından hangi dereceye ulaşırsa
ulaşsınlar, çok eleştirilmekle beraber Hasan el-Bennâ ve Kutub’un düşünceleri,
en güçlü ve en önemli kaynak olarak kabul edilmektedir. Şimdiye kadar onların
kitapları bu cemaat temel kaynak olarak kabul edilmiştir.
Hasan el-Bennâ
ve Müslüman Kardeşler’in en çok savundukları ve kendileriyle diğerleri arasında
en çok tartışma konusu olan siyaset teorisi hilafet düşüncesidir. Hasan el-Bennâ
buna işaret etmiş ve takipçileri de bu düşünceyi bugüne kadar ısrarla
sürdürmüşlerdir. Hasan el-Bennâ, cemaatin gelişim merhalelerini açıklarken bu
teoriyi gerçekleştirme metodunu şöyle açıklamaktadır: “Bütün Müslüman halklar
arasında kültürel, içtimaî, iktisadî yardımlaşma ve dayanışma vasıtaları
oluşturulacaktır. Bunu takiben bu devletler arasında ittifak oluşturma,
kongreler ve toplantılar icra edilecektir. Sonra Müslüman milletler federasyonu
oluşturulacaktır. Daha sonra da yeryüzünde Allah’ın gölgesi olan bir imam
üzerinde birleşme gerçekleştirilecektir”[97].
Realiteye
bakıldığında bu birliği gerçekleştirmek zor olduğundan dolayı bu hareket, bu
amacı gerçekleştirmek için bütün İslam devletlerinde yönetime gelme çabası
içine girdi. Fakat şimdiye kadar bu hedefi gerçekleştirmede başarılı olamadı.
Bu başarısızlık, bu amacı gerçekleştirmeye engel olan haricî engellerin dışında
hareket içinde fikrî ve amelî engellerden de kaynaklanmaktadır. Hareket, hiçbir
İslam devleti zemininde şimdiye kadar tecrübelerini ortaya koyma imkânına
kavuşamamıştır. Bu açıdan bakıldığında büyük liderlik idealini gerçekleştirmesi
kolay görünmemektedir. Ümmet devleti fikrînin gerçekleşebilmesi için, bu
devletlere boyun eğdirme imkânına ve gücüne sahip olması gerekmektedir. İdeal birlik
düşünceleri, ancak bu şekilde gerçekleşir. Bu, devletlerin çıkarları ve
ilişkileri farklı olduğundan ve güçler dengesine hükmeden bir dünyada
yaşandığından, gerçekleşmesi güç bir ideal olarak kalmaktan öteye gitmeyen bir
düşüncedir. Nitekim Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların birliği bir
takım tehlikelerle karşı karşıya kalmıştı. Neredeyse Medine’nin Cezîre’den,
Hicâz’ın Şam ve Kûfe’den ayrılması meşru kabul edilmişti. Hz. Peygamber
sonrasında İslam tarihinde İslamî bir birlik sadece şeklen gerçekleşmiştir.
Şimdi de bu birliğin gerçekleşmesi çok güç görünmektedir. Bölgesel bir devletin
gölgesinde güç ve kuvvete yaslanarak böyle bir birliği oluşturmak zordur. Aynı
zamanda bölge devletlerindeki mevcut durum heterojen bir yapı arz etmektedir. Bu
devlet haklarının büyük çoğunluğunun İslamî hassasiyet taşıdıklarını
söylenemez. Diğer taraftan Müslümanlar bir bütün ve tek bir mezhebe de bağlı
değildir. Bu açıdan bakıldığında tek çıkar etrafında birleşemeleri çok zor
görünmektedir.
Evrensel bir
söylemle hareket eden bu teşkilatın gücüne işaret eden, siyasetçi ve
sosyologları anlamada ve çözümlemede aciz bırakan bir muamma karşımızda
durmaktadır. Bu muamma da şudur: İhvân Cemaatinin takipçileri fazla oldukları
ve dünyanın her yerine yayıldıkları halde, bu cemaat içinde çok az çatlama
olmuştur. Onu yok etmek için indirilen öldürücü darbelere rağmen, karşı karşıya
kaldığı meydan okumalarda barışçı bir dile sarılmış ve teşkilat açısından
sağlam yapısını korumuştur. Seksen yıldan fazla bir zamandır değişik teşkilatlarla
girdiği mücadelelerde istikrarını korumayı başarmıştır. Her seferinde kendisini
yineleyebilmiş ve güçlenebilmiştir. Bu teşkilatın içinde herhangi bir
parçalanmanın olmamasının sırrı şu faktörlerde gizlidir.
Kardeşliğin değerinin yüceliğinin cemaate sarılmakla
olması.
Cemaat her ne kadar kendisinin Müslüman, kendisi dışındaki
oluşumların Müslüman olmadığını söylemiyorsa da cemaat bağlıları, İslami
olmayan kesimlerle sıkı ilişkiler kurmayı pek tercih etmemektedir. Çünkü böyle
bir durumda birey, teşkilata aykırı davrandığını ve dolayısıyla yanlış bir
şeyler yaptığını hissetmektedir.
Cemaatin çalışmalarında, çabaların çeşitliliğinin mümkün
oluşu ve farklı görüşlerin cemaat içinde uyumluluk içinde hayat bulma imkanına
sahip olması da bu faktörlerden bir tanesidir.
Toplumsal ilişkiler ağının büyük ölçüde genişlemesine
rağmen her fertle ilgilenebilme becerilerinin olması sayesinde teşkilata giren
fertlerin teşkilattan çıkmak istememesi.
Mazlumiyet bilinci ve yöneticilerin zalimliği söylemleri.
Cemaat içinde özeleştiri kültürünün var olması. Özellikle
bireyler bir takım sıkıntılara uğradıklarında cemaatin saflarını sıklaştırmak
onlar için daha önemli bir hale gelmektedir. Başka bir tabirle zorluklar ve
sıkıntılar onları birleştirmektedir.
Cemaatin İslamî düşünce üreten ve ona alan açan kişi ve
fikirlere karşı hoşgörülü olması.
Cemaatin gelişmesi için bir engel ve zaaf olarak kabul
edilse de el- Bennâ’dan günümüze kadar musibet ve çöküş hallerinde sürekli
olarak vurguladıkları ve başarısızlığı temize çıkaran noktalar şunlar olmuştur:
Biz genişliyoruz, geri dönmeye ihtiyacımız yoktur. Musibet anında da: Biz bir
imtihandayız, geri dönme zamanı değildir diyorlardı. Başarı anında: Başarıyı
görmüyor musunuz? Geri dönmeye ne gerek var diyorlardı. Bu söylemler ferdin
sürekli olarak güzel geleceği bekleyerek yaşamasını ve cemaat içinde kalmasını
sağlamaktadır[98].
Üçüncü Akım: Silahlı, Şiddet Yanlısı Selefi
Hareketlerin Gelişmesi
Bu akım,
birinci ana akımdan yani şiddet yanlısı olan Suudî Vehhâbî Selefî Hareketlerin
karışımından ortaya çıktı. Kökleri 20. yüzyılın başlarına kadar uzanan eski
selefî hareketlerden etkilenen Cem'iyyetu Ensâri’s-Sünne ve el-Cem'iyyetu’ş-
Şer'îyye gibi başka cemaatler de onlara katıldı. Bunlar Selefî ıslahatçı
hareketlerin tarihinden ve Suudluların yardımından faydalandılar. Vehhâbî
hareketi de onlara maddî ve manevî yönden destek verdi. Cem'iyyetu Ensâru’s-Sünne
Mısır’da ortaya çıktı. Müslüman Kardeşler Teşkilatından, Seyyid Kutub’un
düşüncelerinden ve şiddet yanlısı selefî düşüncelerden etkilenen başka
akımlardan kendilerine katılanlar oldu.
Şiddet yanlısı
silahlı selefî hareketlerin bu karışımdan ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu
hareketler kendi fikir çerçevelerini selefi düşünce çizgileriyle çizdiler. Bu
hareketler, Vehhâbî olmamakla ve İhvânı içlerine çekmeyi başaramamakla
birlikte, Afgân cihadı döneminde etkilerini göstermeyi ve daha sonra da cihadî
selefî hareketler için bir merci olmayı başardılar[99].
İslamî
hareketlerin radikalizme yönelmelerinin başlangıcı, İslamî hareketlerin Seyyid
Kutub ve Ebu’l-A'lâ el-Mevdûdî’nin fikirlerinden etkilenmelerine ve Mısır’da
İhvân hareketinin karşılaştığı haksız uygulama dönemlerine kadar gerilere
gitmektedir. İlk silahlı eylem 1974’de, Mısır’daki toplumsal yozlaşmadan
rahatsızlık duyan Şebâb-i Muhammed cemaatinden geldi. Bu hadise diğer
cemaatlerin fikrî yapısını büyük ölçüde etkiledi. İhvân saflarından, Seyyid
Kutub’un hâkimiyet meselesi konusundaki fikirlerinden etkilenerek “el-Hicre
ve’t-Tekfîr” veya “el- Müslimûn” cemaati çıktı. Toplumu İslamî ve cahilî olmak
üzere iki kısma ayırarak toplumu tekfir etti. 1977’de Evkâf Bakanı Muhammed
Hüseyin ez-Zehebî’yi öldürmelerinden sonra etkileri arttı.
Ondan sonra
İsrail ile müzakeresinden dolayı 1981’de Enver Sedât’a suikast düzenleyen cihâd
hareketi ortaya çıktı. Yine burada seksenli yıllardan itibaren Eski Halk
Meclisi Başkanı Dr. Rıfat el-Mahcub ve Ferec Fevde suikastleri gibi Mısır’da
silahlı eylemlerin çoğunu üstlenen Cemaat-i İslâmî ortaya çıktı. En sonuncusu
ise en- Nâcûne mine’n-Nâr cemaatidir. Bunlar da toplumu tekfîr etmekteydiler.
Bütün bu hareketler tekfîrci hareketlerdir. Yöneticilere karşı silahlanmayı
gerekli görürler. Şiddetle toplumu değiştirmeyi ve İslam devletini kurmayı
hedeflerler. Toplumu değiştirmek için diğer yöntemleri kullanmayı reddederler[100].
Afganistan’da
bir İslam devleti kurmak ve Sovyetlerle savaşmak için silahlanmaya eğilimli
olan Suudlu ve Mısırlı Selefîlerin ve diğer cemaatlerin tutkuları, o günkü
şartlarda Amerika’nın da destek verdiği Suudilerin ve Vehhâbî Selefîlerin
arzularıyla birleşti.
Bu
hareketlerin resmî eğitimleri; siyasî seferberlik programları Suudî ve Selefî
hareketler içinde başladı. Bin Ladin ve Şeyh Azzâm’a (Filistin Hamas örgütünün
kurucusu) ABD Başkanı Jimmy Carter döneminde Amerika’nın muhtelif askerî
merkezlerinde eğitim hizmeti verildi[101].
Silahlı
akımların katettiği merhaleleri beş kısma ayırmak mümkündür:
Muhacir cihadı harekete geçirme merhalesi: Şeyh Abdullah
Azzâm, İslamî ümmet cihadının davetçisi ve tabiri caizse “muhacir cihad”ın ilk
teorisyeni sayılır. Abdullah Azzâm’ın 1984’de Hizmet mektebini kurmasıyla
hareket zirvesine ulaştı ve 1989’da onun öldürülmesiyle sona erdi.
Evrensel cihad ve el-Kaide’nin ortaya çıkış merhalesi: Bu
merhaleyi kendi içinde ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi, 1989-2001 tarihleri
arasıdır. İkincisi ise, Kabil’de hilafetin düşmesinden 2 Mayıs 2011’de Üsame b.
Lâdin’in suikasta uğramasına kadar olan zamandır.
Zevâhirî’nin emirliği merhalesi: Bin Lâdin’nin
öldürülmesinden sonra başlamış ve hala devam eder.
DAIŞ merhalesi: 2004 yılından başlamıştır. DAIŞ
merhalesini de kendi içinde bazı merhalelere ayırmak mümkündür. İlki, 2006’da
Zerkâvî’nin öldürülmesiyle biten Zerkâvî merhalesidir. Ondan sonra Ebû Hamza
el-Muhâcir, ondan sonra da Ebû Ömer el-Bağdâdî önderliğindeki merhale
başlamıştır. 2010’da Amerika saldırısında hem Ebû Hamza el-Muhâcir’in hem de
Ebû Ömer el- Bağdâdî’nin öldürülmesiyle bu merhale tamamlandı. Bundan sonra Ebû
Bekir el- Bağdâdî (İbrahim Avvâd el-Bedrî) merhalesi başladı. Daha sonra Ebû
Bekir el- Bağdâdî, el-Kâide ve Zevâhirî’nin ayaklarının altından halıyı çekmek
yani meşruluğu el-Kaide örgütünden almak için hemen kendisini halife, bütün
Müslümanların ve bütün cihadî akımların yetkili makamı olarak ilan etti. Çünkü
hilafet makamı, genel bir emirlik makamıdır. Bu makam “devleti kuran” emire
aittir ve “savaş emiri” makamından yani el-Kâide emiri Zevâhirî’nin makamından
yüksektir. Cihat işlerinin[102] merkezi Musul’a taşındı ve
cihadla ilgili temel yetkiler hilafet makamına yani Ebu Bekir el-Bağdâdî’ye
devredildi.
Ulusal ve bölgesel kutuplaşma merhalesi: Bu merhale en
açık şekliyle
Selefî ve
İhvân hareketlerinin dışında, İslamî hareketlerin kendisinden doğduğu başka bir
ana akım daha vardır. Bu ana akım, tarih boyunca İslam’ın içinde ve dışında
olayları etkileyebildi. Bu, Şiî çizgide hareket eden ana akımdır.
Şiî düşüncenin
oluşumu, imamet meselesi ve Sakîfe’den beri hilafetin etrafında dönen siyasî
ihtilafların kapsamıyla ilgili olarak gelişmiştir. Şiîlik, ortaya çıktığından
beri varlığı siyasî sebeplere bağlı olan ilk dinî harekettir ve tarih boyunca
Sünnî yönetim anlayışıyla çatışmıştır. Ortaya çıkışından itibaren Şiî
düşüncenin müntesipleri var olmuştur. Bu ilk Şiî düşünce bütün siyasî Şiî
hareketlerin zeminidir.
Öte yandan
İdrisîlerden (788-991) Buveyhîlere (934-1062), Hamdânîlere (890-1004),
Fâtımîlere (909-1171), Safevîlere (1501-1785) ve Zendîlere (1750-1794) kadar
Şiîlerin tarihlerinde kurdukları ve hükmettikleri bütün devletler için dinî,
mezhebî ve siyasî bir mercî var olagelmiştir[103].
Bugün İran,
bütün dünyadaki Şiî hareketleri besleyen, destekleyen ve İslam coğrafyasındaki
hasımlarına karşı kullanan tek merci olarak kabul edilmektedir.
Bazı Şiî
kaynaklara göre, Hz. Peygamber’in vefatından sonra meydana gelen bölünme,
Şiîliğin ortaya çıkışının başlangıcıdır. Buna göre Şiî nitelemesi Hz. Ali’nin
takipçilerine verilmiştir. Şiîliğin ortaya çıkışı hakkında çoğu araştırmacının
tercih ettiği tarih, Hz. Ali-Muaviye çekişmesi, tahkîm olayı ve Sıffin
savaşıdır. Bu durumda siyasal anlamda Şiîlik, Hz. Ali döneminde ortaya çıkıp
süreç içerisinde gelişip yayılmıştır.
İtikadi
nitelikli Şiilik ise 10 Muharem 61’de Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in şehit
edilmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Bunlara göre imamet, Hz. Ali ve
zürriyetinin hakkıdır. Şiî itikada göre Hz. Peygamber’in İslam’daki konumu
neyse Hz. Ali’nin konumu da odur.
İslamî
hareketler ve dünya düzeni alanında araştırmalar yapan uzman akademisyenler ve
gazeteciler, Sünnî İslami hareketler üzerinde durdukları kadar Şiî hareketler
üzerinde durmamaktadırlar. Oysaki Sıffin savaşından bugüne kadar Şiî
hareketlerin İslam ve Müslümanların iktisadî, siyasî ve içtimaî hayatlarındaki etkilerinin
boyutları neredeyse bütün Sünnî hareketlerin etkisine denktir. Ayrıca
sömürgecilik, batılılaşma, siyasî, idarî ve iktisadî yozlaşmaya karşı
mukavemette çağdaş İslamî hareketlerin ve İslamî uyanışın gerçekleşmesinde
Şiîlik büyük bir role sahip olmuştur.
Şiîlik, Hz.
Ali’nin ve ehl-i beytinin imametini kabul edenlere verilen özel bir isimdir.
Onlar Hz. Ali’ye yardım edenlerdir.[104].
İtikadi Şiilikte Hz. Ali Hz. Peygamber’in vasisidir. Onların görüşüne göre bu
durum tıpkı Hz. Musa’nın Yuşa b. Nûn’a yaptığı vasiyete ve ondan sonra
kahinlerin onun çocuklarına varis oluşuna benzemektedir. Yine onlara göre Hz.
Ali’nin imameti, Peygamber’den vasiyetle gelen bir nassa dayanmaktadır. Hz.
Ali’nin hilafetinden önce bu makama gelen kimselerin onun hakkını
gaspettiklerini iddia etmektedirler.
Ali b.
Hüseyin’in siyasetten çekilmesinden sonra bu vasiyet Muhammed b.
el-Hanefiyye’ye intikal etmiştir. Ondan sonra da Ebu Hâşim Abdullah b. Muhammed
el-Hanefiyye’ye geçmiştir. Çünkü Ebu Hâşim, hicrî I. asrın sonunda herhangi bir
rakibi olmadığından, genel olarak Şiîlerin imamı kabul edilmiştir. Ondan sonra
Şiî hareket birbiriyle savaşan bir takım gruplara ayrılmıştır. Her biri
vasiyetin kendi kolunda devam ettiğini iddia etmiştir. Fakat hicrî II. asrın
başında, imameti diğerlerine değil de Hüseynî kola hasretme eğilimi
başlamıştır. Bundan sonra imamet düşüncesi ilk defa belirgin olmaya başlamış,
daha sonra ise imamın ismet sıfatına sahip olduğu ve Allah tarafından tayin
edildiği düşüncesi oluşmuştur[105].
Çoğu tarihçi,
ilahî imamet nazariyesinin ve Şiî siyasî düşüncenin, şûrâdan vasiyete,
vasiyetten tayine ve ilahî ismete dönüşümünün hicrî II. asırda olduğu
görüşündedir.[106] Bu, Emevî döneminde
Muaviye’nin oğlu Yezîd’i kendisinden sonra halife tayin etmesinden, halifelerin
kendileri için ismet ve mutlak salahiyet iddia etmelerinden ve hatta Allah’a
isyanda bile Müslümanlardan tam ve kapsamlı bir itaat istemelerinden sonra
verasete dönüşen Sünnî siyaset nazariyesi ve nizamındaki gelişmeye karşı
geliştirilen reaksiyon temelli bir düşüncedir. Çünkü Emevîler siyaset
nazariyelerini cebr ve ilahî meşîet üzere kurmuşlardı. Allah’ın kendilerini
hilafet için seçtiğini, kendilerine mülk verdiğini, O’nun kudretiyle
hükmettiklerini, iradesiyle tasarrufta bulunduklarını, hilafetlerinin kutsal
bir haleye büründüğünü iddia ediyorlardı. Böylece hilafet işini büyütüyor ve
yüceltiyorlardı. Halifelere cehennemi haram görüyorlardı. Çünkü onlara göre
ilahî meşîeti temsil ediyorlardı. Bu, Emevîlere karşı muhalefetin başını çeken Şiîlerde
bir alternatif üretme eğiliminin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bundan dolayı
hüküm ve hilafette ehl-i beytin önceliğini dile getirdiler. Allah’ın onları
tayin ettiğini ve onların masum olduğunu söylediler. Şiîliğin ilahî imamet
nazariyesi bundan dolayı ortaya çıktı.
Fakat imametin
Hasan’ın değil de Hüseyin’in soyundan devam ettirilmesi, kapalı bir durum
olarak kaldı. Şiî fakihlerin buna tatmin edici bir cevaplarının olmadığını
görüyoruz. Sadûk şöyle demiştir: Muhammed b. Ebî Ya'kûb el-Belhî, İmam Rızâ’ya,
hangi sebepten dolayı imametin Hasan’ın değil de Hüseyin’in soyundan olduğunu
sordu. O da şöyle cevap verdi: Çünkü Allah böyle murat etmiştir. Allah
yaptığından dolayı sorguya çekilmez[107].
Daha sonra Şiî siyasî düşüncesi gelişti. On ikinci imam Muhammed Mehdî’nin
gizlendiği hicrî 260 yılı imamlar silsilesinin tamamlandığı yıldır. Şia’nın
iddiasına göre onun gizlenmesiyle masum imamlar silsilesi kesildi. Bundan sonra
Şiîlik, bu imam dönünceye kadar (ric’at) herhangi bir İslam devleti kurmayı
kendisine haram kıldı. Bu imamım gizlenmesinden sonra (gaybet-i suğrâ) İsnâ
Aşeriyye Şiasında intizâr nazariyesi gelişmeye başladı. Bu nazariye, Şia’nın
siyasî yönetime gelmesini haram sayma esasına dayanır. Çünkü Şia’ya göre dinî
ve siyasî kapsamıyla imamet, İslam Şeriatını uygulamak için ilahî bir
tekliftir. İslam Şeriatını ancak günahlardan masum olan imam uygulayabilir.
Masumiyet de Mehdî’nin gizlenmesiyle birlikte soyları devam etmeyen on iki
imama mahsustur.[108]
Bu dönemden
günümüze gelinceye kadar, On İki İmamcı Şiâ, on ikinci imamın döneceğine,
gaybet döneminde herhangi bir devletin meşru sayılamayacağına ve siyasî işlere
karışmanın haram olduğuna inandı. Çünkü bunlar Şiâ şeriatının esaslarına aykırı
kabul edilmektedir. İmametin ortaya çıkışından bugüne kadar Şiâ’ya ve onun
siyaset nazariyesinin gelişimine göz attığımızda, onun Farslılarla derin bir
ilişkisinin olduğunu görürüz. Uzun bir süreç içerisinde gerçekleşen değişimleri
incelediğimizde, masum imamların seçiminin Hz. Hüseyin’in nesliyle
sınırlandırıldığını ve hatta bu seçimin Hz. Hüseyin’in bütün çocuklarını
kapsamadığını da göreceğiz. Üstelik sadece Fars hükümdarının kızı olan eşinin
çocuklarıyla sınırlandırılmıştır. Hz. Hüseyin’in bu eşi, Hz. Ömer döneminde
Müslümanlar tarafından öldürülen Fars hükümdarının kızı olup Müslümanlara esir
düşmüştü. Daha sonra Hz. Hüseyin onunla evlenmişti. On İki İmamcı Şiâ’nın
siyasî düşüncesinin gelişiminde gâip imamın nâibliği ve daha sonraları
Farslıların çıkarlarına hizmet eden velayet-i fakîh makamı da ihdas edilmiştir.
Şiâ’nın siyasî nazariyesinin gelişimine baktığımız zaman, siyasî emellerle
irtibatlı olduğunu göreceğiz. Aynı şekilde sûfî eğilimli Sünnî bölgelerin,
özellikle de On İki İmamcı Şiâ’nın İran’a girmesine zemin hazırlayan Erdebil
Tekkesi gibi tasavvufun yayılmasından sonra, Şiâ mezhebine nasıl dönüştüklerine
de şahit olacağız. İran’daki Fars topluluklarının İslam’a girmesi ile ilgili
yapılan araştırmalar da söylediklerimizi doğrulamaktadır. İranlıların İslam’a
girişi 5./11. yüzyılda tasavvufî hareketler sayesinde olmuştur. Sünnî ve Şiî
unsurların beraber olduğu Safevi tasavvufî hareketlerin yayılması ve etkisi,
kelamî ve fıkhî nazariyelerden bağımsız hareket eden sufîlerle gerçekleşmiştir.
Üç yüz yıl boyunca sûfîlik, İran’da rûhî hayatı şekillendiren en önemli fikrî-amelî
akımlardan biri olmuştur. İmamiyye’deki “imamın gaybeti” inancı, tasavvuf
felsefesindeki daima hazır bulunan “kutup” kavramına benzemektedir. Aynı
zamanda eski İran dinî inançları ile tasavvuf ruhu arasında bir takım
benzerlikler de vardır. Bu da İran’da tasavvufun yayılmasını kolaylaştıran bir
diğer faktör olmuştur. Şah İsmail’in galibiyetinden önce İran’da ruhî hayata
önem veren tasavvuf ile İmamiyye arasındaki bu fikrî harmanlanma, Safeviyye
tarikatının lideri Şeyh Safiyuddîn (1234)’nin öncülük ettiği hareketin
özellikle siyasî hedeflerini gerçekleştirmesi için Şah İsmail tarafından
görevlendirilmesinden sonra, İran’da hızlı bir şekilde yayılmasına zemin
hazırlamıştır. Tarihçiler arasında, Şeyh Safiyuddîn’in Sünnî mi Şiî mi olduğu
konusunda farklı görüşlerin ileri sürülmesinin sebebinin de bu olduğunu
söyleyebiliriz. Özellikle tefsir, kelam ve edebiyat alanındaki Müslüman İranlı
alimlerin çoğunun ise Şiâ’dan değil de Sünnîlerden olduklarını görmekteyiz [109].
Bölgedeki
kültüre hâkim olmasından sonra tasavvuf, Sultânî mezhebin (Sünnî Osmanlı-Şiî
Safevî) Anadolu ve İran’da ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır. Sûfî kültür
hem Anadolu’nun hem de İran’ın ortak kültürüdür. Sufî kültüre sahip olan
Osmanlı, tasavvufî hırsların ortaya çıkmasından önce, kendi topraklarında
Şiîliğin yayılmasında herhangi bir beis görmemişti. Bu durum onun tasavvuf
ruhuyla harmanlanmasından dolayıdır. Şiî isyan olarak ifade edilen Şahkulu’nun
Sultan II. Bayezid’e karşı gerçekleştirdiği isyan, şiddet kullanılarak kontrol
altına alındı. Bundan sonra her iki sultan nezdinde mezheb merkezli ideolojik
kutuplaşma bariz bir hal aldı. Osmanlı alimleri arasında siyasî fıkıh gelişmeye
başladı. Şeyhülislam Ebussuud Efendi döneminde ve sonrasında Osmanlı
şeyhülislamlık kurumunun siyasetteki rolü belirginleşti. İranlı Şiî Safevî
kimliğe karşı Osmanlı Sünnî mezhebî kimlik ortaya çıktı[110].
Ancak miladî
13. yüzyılın sonunda Irak ve İran’da Usulî Şiî düşüncesini ıslah etme ve
yenileme düşüncesi ortaya çıktı. Bu ıslahatçıların en önemlileri Allâme
“İbnu’l-Mutahhar el-Hillî” ile Molla Sadra olarak bilinen “Sadruddîn
eş-Şirâzî”dir. Onların fikirlerinin, Safevî devleti dönemi (1501-1722) boyunca
yapılan ıslah girişimlerinde büyük bir etkisi oldu. Çünkü onlar, intizâr
nazariyesinin oluşturduğu krizden çıkmak için “gaip imam nâibliği” veya “genel
nâiplik” makamını ihdas etmenin meşruiyetine cevaz verdiler. Bu makamın
meşruiyetinden sonra İmam’ım yetkileri, fakihler (din ve fetva işlerini
üstlenen) ve Safevî Şah’ı (devletin siyasî işlerini yürüten) arasında
paylaşıldı. Böylece Safevîler saltanat sistemine geçti. Bu salatanat, 1447’de
Mürşit Safevî Cüneyd eliyle siyasî damga taşıyan bir harekete dönüştü. Şah
İsmail İran’ı birleştirmek için bunu kullandı (1501). Dolayısıyla Anadolu ve
Irak’ı nüfuzu altına almak için ciddi bir çaba içerisine girdi. Bundan dolayı
da Osmanlılar’la çekişme dönemi de başlamış oldu. Daha sonra Şiî fakihler
“genel nâiplik” nazariyesini, “velayet-i fakîh” nazariyesine dönüştürdüler.
Velayet-i fakîh nazariyesi, imamda ismet, nas ve Hüseynî-Alevî bir sülaleye
mensubiyet aramaksızın devletin kurulmasına cevaz verdi. Bu da son dönemde
Farslıların önderliğinde Şiî bir uyanışa ve peşinden de İran’da İslam
Cumhuriyetinin kurulmasına sebep oldu[111].
Velayet-i
fakîh nazariyesinin durumu, ilahî hâkimiyet durumu gibidir. Bu, çağdaş İslamî
hareketlerin ifrazatlarındandır. Her ikisi de eski İslamî söylemden
beslenmektedir. Aynı zamanda çağdaş ve yeni anlamlar, yaklaşımlar ve işaretler
taşımaktadırlar. Her ikisi de İslam dünyasında siyasî meşruiyetle ilgilidir ve
çalışmalarını İslamî bir devlet kurma çabası etrafında yoğunlaştırmaktadır. 20.
yüzyılda ikinci yarısında, çağdaş İslamî hareketlerin projesi doğrultusunda
hareket eden Humeynî ve Seyyid Kutub gibi alimler ortaya çıktı. Aynı zamanda
ilahî hâkimiyet nazariyesi olan genel velayet-i fakîh nazariyesi, hilafet
nazariyesine benzemektedir. Bu, Seyyid Kutub ve Mevdûdî gibi alimler tarafından
da dile getirilmiştir. Bu nazariye İslam siyaset düşüncesinden etkilenmiştir.
İran’ın önde gelen dini liderlerinden Hamaney, yetmişli yıllarda Seyyid
Kutub’un bir kaç eserini Farsçaya tercüme etmiştir. Şüphe yok ki o günkü
şartlarda tercüme işi, sadece bir maharet değil; aynı zamanda Şah dönemindeki
Batılılaştırma siyasetine karşı Seyyid Kutub’un söyleminin belirlediği radikal
İslamî “devrimci hareketin” bir ifadesidir.
Yine bir
İslamî devlet kurmanın zarureti etrafında gelişen bir çalışmanın göstergesidir.
Sünnî söylemde hilâfeti, Şiî söylemde ise velayet-i fakîh’i gerçekleştirme
ameliyesidir. Gaybet zamanında masum imama ait olan “velayet-i 'âmme” veya
“el-hâkimiyyetu’l-'âmme” sıfatını “veliyyu’l-fakih”e devrederek kullanmak,
Seyyid Kutub’un da devlet kurarak batılılaşmaya karşı koyma şeklindeki
düşüncenin hayata geçirilmesini kolaylaştıracaktı. İmam Humeynî bu dönemde
vermiş olduğu derslerden birinde bunu şu sözlerle açıkça dile getirmektedir:
“velayet-i fakih”, “naib-i imam” velayetlerinin alanını ve “taklit merciî”nin
salahiyetlerini genişleten içtihadî bir şeklidir[112].
Kısacası velayet-i fakîh, Şiî siyasî düşüncenin gelişim
sürecinde fakihler arasında imamet, velayet ve salahiyetleri çerçevesinde
tartışılmış fikhî bir nazariye olarak kabul edilmektedir. Yönetimi tek bir
şahsın mülkiyetinde kabul edenlerle onun rolünü ve seçimini ümmete ve hicrî I.
asırda baskın olan şûrâya bırakanlar arasında tartışılmıştır[113].
İslamî Hareketlerin En Önemli Özellikleri
İslamî
Hareketlerin en önemli özelliklerini sağlıklı bir şekilde tespit edebilmemiz
için tarihin derinliklerine gitmek gerekir; zira bu hareketler, son dönemin
ürünü olmayıp tarihî köklere sahiptir. Bu hareketlerin en bariz vasıfları
tecdidtir. İslamî dayanakları vardır. Arındırma ve değiştirme alanında akideye
hizmet ederler ve onun konularını açıklarlar. Hâkimiyetin sadece Allah’a ait
olduğu şeklindeki düşüncenin toplumsal alanda hayat bulması bidatlerden
arındırılmış olan İslam’a dönülmesi ve gerçek bir İslamî devletinin
kurulmasıyla mümkün olur. İslam’ın tüm dünyaya hükmeden gücüne ve eski nüfuzuna
yeniden kavuşması gerekmektedir. Bunun için onların en önemli görevi, İslam’ı
yeniden iktidar yapmaktır. Dolayısıyla bu kutsal bir görevdir. Bu görevi yerine
getirmek için de her aracı kullanmak caizdir[114].
İslamî Hareketlerin Ortaya Çıkış Sebepleri
Müslüman
topluluklar da diğer toplumlar gibi beşeri bir topluluk olduğunu unutmamamız
gerekmektedir. Bu nedenle çıkarlara endeksli rekabetler, değersel
farklılıklardan kaynaklanan çatışmalar, kavmî, kabilevî ve şahsî asabiyetlerden
kaynaklanan çekişmeler İslam toplumlarında da mevcuttur. İslam toplumu,
hadiselerin zamansal ve mekânsal açıdan, birbirinden farklı sonuçlar doğurduğu
bir toplumdur. Bu sonuçlar bazen dinin faydasına, çoğu zaman ise düşünce
akımları ile çevresel taleplerin faydasına olmuştur. İslam toplumu, siyasî
amaçları olmakla birlikte dinî bir toplumdur. Fakat sabit bir dinî şekle
bürünen bir toplum değildir. Raşid Halifelerden sonra, bazı kimseler kendi
hâkimiyetlerini tesis etmek için arzu ve ihtirasları, çıkara dair emelleri v.b.
amaçları din kisvesiyle örterek kendi meşruiyetlerini kabul ettirmeye
çalışmışlardır. Fakat İnsanlar yukarıda zikrettiğimiz hadise ve çekişmelere,
dinî bir mesele olarak değil, tabiî, içtimaî meseleler olarak bakmışlardır.
Ancak Hz. Peygamber’in vefatından sonra, özellikle de Muaviye’nin iktidar
mücadelesi döneminde ve daha sonraki süreçte hadiseler, siyasî mücadelelerde bir
dayanak noktası olarak kullanılmıştır. Bu da İslamî hareketlerin tohumlarının
yeşermesi için verimli bir zemin hazırlamıştır. Daha sonra İslamî hareketler
İslam tarihinin farklı dönemlerinde bu topraklarda büyümüş, yükselmiş, yayılmış
ve günümüze kadar gelmişlerdir. Bütün bu yaşananlar çağdaş İslamî hareketlerin
edebiyatlarında da yoğun bir şekilde yer bulmuştur.
Burada yaşanan
bazı hadiselere işaret etmek yerinde olacaktır.
“Kırtâs” hadisesi[115]: Bu, Müslümanların ayrıntıları hakkında ihtilafa
düştükleri bir hadisedir. Resulullah’ın vefatından önce hastalığı
şiddetlendiğinde, Müslümanlara bir vasiyette bulunmak için kendisine kağıt ve
kalem getirilmesini istemişti. Resulullah (sav), “Bana bir şey
getirin de, sizin için ondan sonra dalalete düşmeyeceğiniz bir yazı yazayım”
demişti. Fakat sahabenin vasiyetin yazılmasına engel olmasının keyfiyeti
hakkında her mezhep hedeflerine hizmet edecek şekilde olayı farklı biçimlerde
rivayet etmiştir. Her grup farklı gerekçelerle diğerini itham etmiştir.
Sakîfe
hadisesi: Resulullah’ın vefatından sonra halifeliğe kimin geçeceği konusu,
Ensar ve Mühacirler ile Resulullah’ın ehl-i beyti yani Hz. Ali arasında
problemli konulardan biri haline gelmiştir. Bu ihtilaf ve onunla ilgili olarak
söylenen sözler, getirilen deliller epeyce tartışılmıştır. Bu hadisenin kalıcı
ihtilaf konusu olarak ortaya çıkışı sahabeden çok sonraları başlamıştır. Ne
varki Müslümanların üzerinde ihtilaf ettiği bir konu olarak kabul edilmiştir.
Siyaset anlayışı, siyasetin din ve toplumla ilişkisi bu hadiseye dayandırılmaya
çalışılmıştır[116].
Daha sonra
hilafet ve masum imamet gibi yönetimle ilgili bazı sorunlar meydana gelmiştir.
Bu alandaki ihtilaflardan dolayı geçmiş dönemlerde Müslümanlar arasında birçok
çatışma yaşanmıştır. Şehristânî bu konuda şöyle der: “Ümmet arasında en büyük
ihtilaf imamet hakkındaki ihtilaftır. İslam tarihi boyunca imamet için kılıçlar
çekildiği kadar, herhangi başka bir dinî kaide için çekilmiş değildir”[117].
Burada,
öneminden dolayı kısaca ismet meselesine de işaret etmek gerekmektedir. Çünkü
ismet, masuma ilahî bir hak vermekte ve hem maruf hem de münkerde mutlak bir
itaatle ona ittiba etmeyi gerektirmektedir. İsmet önlemek, uzak görmek ve
korumak anlamlarına gelir. Müslümanlar İsmet konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Özellikle Sünnîlerin, bir taraftan kendi aralarında, diğer taraftan Şia ile
bazı ihtilafları vardır. Peygamberlerin ismeti konusunda hemen hemen bütün
tarafların icmaı vardır. Peygamberlerin dışındakilerin yani sahabenin ve on iki
imamın ismeti konusunda ise uzun tartışmalar yapılmıştır. İhtilaflarıyla
birlikte Şia’ya göre ismet, Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali ve oğlu Hüseyin’in
neslinden gelenlerden başlayarak sonraki dönemlerde yaşayan fıkhî mercilere
kadar uzanmaktadır. Onlara göre imamlar da günah, hata ve unutkanlıktan masumdur.
Kısaca ismet anlayışları böyledir. Bu konuda Meclisî şöyle der: “ İmamiyye’den
olan arkadaşlarımız, imamların doğumlarından Allah’a kavuşma anlarına kadar
ister kasten, ister hataen ve isterse unutarak olsun büyük ve küçük günahlardan
korundukları konusunda icma etmişlerdir”[118].
İmamların ismeti konusunda Cafer es- Sadık’a şöyle bir rivayet nispet ederler:
“Biz masum insanlarız. Allah bize itaat edilmesini emretmiş, isyan edilmesini
yasaklamıştır”[119].
Ehl-i Sünnet’e
göre ise ismet, Allah’ın nebi ve resullerini günah ve masiyete düşmekten,
münker ve haram işlemekten koruması anlamındadır[120].
Selefîler, özellikle de Vehhâbiler, bazı hadisleri te’vil ederek, sahabe için
de ismet iddiasında bulunmuşlardır. Şeyh Sâlih Fevzân şöyle der: Şeyh yani
Muhammed b. Abdulvehhâb dedi ki: “Sahabe, onun kabri etrafında mescid inşa
edecek değildirler. Çünkü onlar bunu yapmaktan korunmuşlardır. Bu onlar için
kesinlikle mümkün değildir.”[121] ez- Zehebî, Cerh ve Ta'dîl’de
şöyle der: “İsmet, peygamberler, sıddıklar ve adil hâkimler içindir”. Hz. Ebû
Bekir ve Hz. Ömer’in ismetiyle yetinmediği mülahazasında bulunulmuştur. Hatta
hâkimlerin ismeti de iddia edilmiştir[122].
Masumiyet kavramını peygamberler dışındakiler için kullanan ilk Sünnînin Haccâc
olduğu söylenmektedir. Onun Abdulmelik’e gönderdiği bir mektupta şöyle dediği
zikredilir: “Allah’ın kulu müminlerin emiri, alemlerin Rabbinin halifesi,
Allah’ın emrinin sahipleri için gerekli olan kefaletiyle, sözlü ve fiilî
hatalardan korunan (masum) Abdulmelik için[123]”.
Din ve
siyasetin konusu olan irtidat: Sahabenin söz ve fiillerinin teşrî
kaynaklarından biri olarak kabul edilmesinden ve onlara masumiyet verilmesinden
sonra, irtidatın kaynağı, delili, önlemleri, Müslümanların kanının birbirlerine
helal kılınması gibi konular hakkında ihtilaflar çıkmıştır[124].
Bugün bazı aşırı hareketler, kendilerine muhalif olan Müslümanların kanını
helal olarak görmektedirler.
Meşruiyetini
de sahabenin ismetine ve selefe tabi olmaya dayandırmaktadırlar. Bunlara göre
Müslümanların canlarına kıymak, kadınlarını esir almak, mallarını gaspetmek,
sahabenin fiilini tatbik etmektir. Onların mürtet olduklarına hükmetmek için
başka birisinden fetva almaya gerek yoktur. Hatta Hz. Ebû Bekir’in riddet
ehline karşı yapmış olduğu uygulamayı, kendi tasarruflarını kabul etmeyen her müslümana
karşı uygulamaya kalkmışlardır.
Hz. Osman’a
yapılan suikast: Bu hadise önceleri siyasî olarak telakki edilip
değerlendirilmiş daha sonraları ise dinî bir mesele olarak ele alınmaya
başlanmıştır. Hz. Ebû Bekir dönemindeki irtidat olaylarından sonra, İslam
toplumunda yönetime karşı gerçekleştirilen ilk isyan hadisesidir. Peşinden de
Muaviye tarafından Hz. Ali’nin meşru hilafetini reddetme şeklinde yönetime
karşı bir tür isyan sayılan ikinci bir hadise yaşanmıştır. Daha önce de Hz.
Aişe Hz. Ali ihtilafı yaşanmıştı. Bu da Müslümanlar arasında ilk iç savaşa yani
Cemel savaşına yol açmıştı. Daha sonra da Hz. Ali ile Muaviye arasında Sıffîn
savaşı vâki oldu. Hz. Osman hadisesiyle ilgili olarak şunlar aktarılmıştır:
Farklı beldelerden gelen muhalif kuvvetler, onu küfürle itham ettiler. Bu,
İslam toplumundaki ilk yarılmadır. Burada kabilevî, siyasî ve dinî sebepler
birbirine karışmıştır[125].
Fikrî
düzlemde selefi metodun ortaya çıkması ve bu metodun yöntemi meselesi: Bu
akımın ortaya çıkmasıyla sonuçlanan ilk tartışmalar, Hz. Ömer’in vefatından
sonra Hz. Osman ile Hz. Ali’den hangisinin halife olacağı ile ilgili yaşanan
olaylar hakkında yaşanmıştır. Halife ve hilafetin sıhhati için Hz. Ebu Bekir ve
Hz. Ömer’in yoluna tabi olmak, şer'î bir şart olarak ortaya konulmuştu. Hz.
Osman bu şartı kabul etmiş, Hz. Ali ise kabul etmemişti. Selefilere göre bu
hadise hem halifelerin hem de geri kalan bütün sahabilerin masumiyeti için ilk
işaret mesabesindedir. Sahabenin uygulamasıyla amel etmek vaciptir. Bundan
dolayı daha sonraki dönemlerde de seçilecek olan halifenin Kureyş’ten olması
gerekmektedir.
Hz.
Ali-Muaviye çekişmesi: Muaviye’nin Hz. Ali’ye karşı mücadelesinde, tahkîm
olayı ve kabulü, tahkîmi reddedenler arasında ilk tekfîrci grubun ortaya
çıkmasında bir dönüm noktası olmuştur. İlk aşırı grup onların arasından
çıkmıştır. Bu grup Haricî olarak bilinen grubun içinden çıkan Azârika grubudur[126].
Hadisler: Delil
olması, yazılması, toplanması, rivayet edilmesi, dereceleri, ilimleri, Kur’ân’a
karşı konumu, teşrî’de ikinci kaynak sayılması, Peygamber’in Kur’ân’ın şarihi
ve hadislerin ise açıklayıcısı olması, hadissiz Kur’ân’ın anlaşılamaması gibi
konular ihtilafın, fırkaların, siyasî emelllerin ortaya çıkmasında büyük bir
role sahiptir. Bu durum, Müslümanların kendi aralarında ve Müslüman olmayanlara
karşı gerçekleştirdikleri mücadelelerde bir beslenme kaynağı olmuştur.
Fırka
hadisleri: Ahmed b. Hanbel döneminde (h. 240), ortaya çıkmasından ve
metodunun belirlenmesinden itibaren aşırı selefilik düşüncesi, bu hadislerden
hareketle inşa edilmiştir. Halku’l-Kur’ân meselesinde, Mütevekkil döneminde
yıldızının parlamasından sonra, İbn Teymiyye ve günümüzde el-Kâide hareketi
“çağların en hayırlısı”, “fırka-i nâciye” ve “mutlak galip grup” gibi hadisleri
kullanmışlardır. Bu hadislerde ilk üç kuşak, kurtuluşa erenler, kendilerine
yardım edilenler ve çağların en hayırlısı olarak nitelenmiştir. Dolayısıyla
onların yolunu takip edenler kurtuluşa ermişlerdir. Selefiler, asr-ı saadeti
kendilerine model almışlar, sahabeyi masum kabul etmişler ve onların dalalet
üzerinde birleşmelerini imkânsız görmüşlerdir. Yani onlarda en hayırlı çağın
insanları olma, ismet sıfatına sahip olma ve dalalet üzere birleşmeme
özellikleri toplanmıştır. Bunun aksine sonraki nesiller için herhangi bir övgü
yapılmamıştır. Bilakis yerilmişler ve batıl üzere olmakla
nitelendirilmişlerdir. Çünkü hadiste, bu üç kuşaktan sonra, şehadet edip de
şahit göstermeyen, söz verip de kendilerine güvenilmeyen ve yalan söyleyen
kimselerin geleceğinden bahsedilmiştir. Bundan dolayı onları, cehenneme ehli
olan yetmiş iki fırka olarak kabul etmişlerdir. Geriye cennete girecek tek bir
fırka kalmaktadır. Bu da ehl-i selef veya ehl-i cemaat ve onlara tabi
olanlardır[127].
Ahir
zamanda kanlı savaşların çıkacağını haber veren hadisler[128]: Bu savaşlar hayır
ehli ile şer ehli yani ehlullah ile ehluşşeytan arasında olacaktır. Bütün
dinler, bütün gruplar bu savaşlara gireceklerdir. Dinî gruplar ve mezhepler
hatta farklı coğrafyalardaki kavimler bile bu savaşlara gireceklerdir. Bunlar
ya hayır askerleri ya da şer askerleri olacaklardır. Her grubun, kendisini
Allah’ın seçkin halkı olarak kabul etmesini sağlayacak ve dinî, mezhebi, ırkî,
mekânsal ve zamansal ihtilaflarına rağmen diğer insanlarla savaşmaya teşvik
edecek bir yorumu ve rivayeti vardır[129].
Selefî hareketlerde
olduğu gibi aşırılığın kökleri, hicrî III. asra yani Ahmed b. Hanbel’e
dayandırılabilir. Ahmed b. Hanbel’in Mutezile’ye karşı sarfettiği şu sözler
meşhurdur: “Kim Kur’ân’ın mahluk olduğunu söylerse kafirdir. Onun kafir
olduğunu söylemeyen de kafirdir”[130].
Bu çekişme, Halife Mütevekkil’in hilafet görevini üstlenmesi ve İbn Hanbel’i
serbest bırakıp onun başlattığı harekete yardım etmesiyle sona erdi.
Halku’l-Kur’ân meselesinde İbn Hanbel’in mihnesi, özellikle aşırı selefi
bilincin belirginleşmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Sünnîleştirme
Faaliyetleri: 1171’de Mısır’daki Şiî Fatımiler Selahaddîn’nin tarafından
güç kullanılarak Sünnileştirildiler. Bunun sebebi onların Moğollara yardım
etmesi ve Bağdat’ın düşmesidir[131].
İbn Teymiyye’nin Selefiliği yeniden
canlandırması: 1258’de Bağdat’ta
Abbasî Devletinin Moğollar
tarafından yıkılmasıyla birlikte, VII. asırda İbn Teymiyye Selefiliği yeniden
diriltti. Bundan sonra Selefiler, Şiî ve mutasavvıfların ibadet ve inançlarını
hedef tahtasına oturtmuşlardır[132].
Safevî
Devletinin Kuruluşu: 1500-1515 yılları arasında İran’da Şah İsmail
tarafından Safevî Devletinin kurulması da ihtilafları körükleyen durumlardan
biri olmuştur. Bu devletin kurulması, daha önce Sünnîlerin Şiîlere ve Mısır’da
Fatımî devletine karşı yapmış oldukları Sünnîleştirme politikalarına karşı
intikamcı bir reddiye gibidir. Onlar da 1587-1629 yılları arasında I. Abbâs
eliyle Sünnî Şâfiî olan İran halkını Şiîleştirmeye giriştiler[133].
Osmanlıların
ve Arapların, Safevî Devletine, Haçlı sömürgecilerinin çabalarına ve İslam
alemindeki hırslarına karşı Selefi hareketleri desteklemeleri: Bunun
neticesinde Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiyye’nin İslam ve toplumla ilgili
görüşlerinden etkilenen Selefî hareketler ortaya çıktı. Bunların en başta
gelenleri, Osmanlı-Şam Selefî hareketi, Mağrip Selefî hareketi, Arap
Yarımadasında Körfez ve Vehhâbî Selefî hareketidir. Vehhâbî Selefî hareketi
daha sonraları, Suriye, Mısır ve Mağrip’teki Selefî hareketleri de absorbe
etti. Burada şu hususa da işaret etmek gerekmektedir. Selefîler Osmanlılara
düşmanlık yapıp Suud ailesi vasıtasıyla İngilizlerle ittifak yapmakla birlikte[134] Osmanlılar, Selefîlerle
ilişkilerinde başka bir yol kullanmışlardır. Çünkü onları desteklemiş ve
Selefîleri birbirinden ayırmıştır. İbn Teymiyye’nin metodunu takip edenlerin
faaliyetlerine, İmparatorluğun sınırları içinde müsade etmiş, İmparatorluğun
sınırları dışında da siyasî hedefler peşinde olan ve kavmiyetçi sebeplerle
Osmanlılara karşı savaş yürüten Vehhâbî Selefîlerle ilişki kurmamak şartıyla
karışmamıştır. İbn Teymiyye’nin metodunu takip eden Selefîlerin Osmanlı
Devletiyle ilişkileri gelgit şeklinde olmuştur. Fakat Vehhâbiler’e ilaveten
Sûfîler, Safevîler gibi diğer akımlar arasında bir denge kurmak, Osmanlı
yönetimi için önemli bir siyasî manevra olmuştur. Aynı şekilde Batılıların
İslam coğrafyasındaki yayılmacılığına ve tamahlarına karşı koyabilmek için
Kâdızâde Muhammed Efendi (1538-1635) hareketi ortaya çıkmıştır[135]. Kâdızâde, Birgivî’den
etkilenmişti[136]. Onun hareketi dinî bir
harekettir. Selefîlerin metoduna benzer bir metod izlemiştir. Kur’ân ve
sünnetten delillere tabi olmuştur. Bidatlere karşı savaşmıştır. Osmanlı
Devletinin içinde ortaya çıkmış bir harekettir. Vehhâbîlik ise daha önce Suudi
Arabistan’da ortaya çıkmıştı. Selefîliği canlandırmaya ve Osmanlı topraklarında
hayat bulan sufî aşırılıkları Müslümanların hayatından büsbütün uzaklaştırmak
için mücadele ediyordu. Düşmanlara karşı savaşta devlete yardım ediyordu.
Bundan dolayı Körfez Vehhâbîleri hariç, Mısır, Suriye ve Mağrip Selefi
hareketleri gibi diğer İslam bölgelerindeki Selefî hareketlerin, Osmanlı
Devletiyle iyi ilişkileri vardı[137].
Osmanlı
Devletinin zayıflaması: İslamî hareketlerin doğuşunda, Osmanlı Devletinin
zayıflaması, sonra yıkılması ve ona varis olarak kurulan Türkiye’de laik
hareketlerin ortaya çıkması da önemli bir etken olmuştur. Bu hareketler 20.
yüzyılın sonu ila 21. yüzyılın başında bir saygınlık kazanmışlardır. Mezhebî ve
ideolojik devletçikler, birbirleriyle işbirliği yapan veya savaşan, dinî
görevlerle kavmiyetçi hedef ve hırsları birleştiren parti ve hareketler
oluşmuştur. Bunlar güçlerini ve meşruiyetlerini, Müslümanlarla mütecaviz
komşuları arasında acı mücadele ve ihtilaflarla dolu olan tarihten almışlardır.
Kendi düşüncelerini sahabe ve tabiuna nispet etmişlerdir.
Ulus Devletlerin
Başarısızlıkları: Osmanlı Devletinin yıkılışından sonra ulus devletler,
sömürgeci güçleri İslam topraklarından çıkarmada, kendi halklarına onurlu bir
hayat sunmada, adalet, eşitlik ve uyanışı gerçekleştirmede başarısız
olmuşlardır. İslamî hareketler, özellikle İslam dünyasının kalbinde İsrail
devletinin kurulmasından, ulusal ve laik yöneticilerin dışarıdan destek
almasından sonra, sömürgecileri vatanlarından çıkarmak için İslamî geçmişe
özlem duymuşlar ve öze dönüş hareketini şekillendirmişlerdir. Çünkü kendi
yöneticilerinin, himaye görme, şahsî veya ailevî iktidar sürelerini uzatma ve
zalim iktidarlarına karşı haykırılan hak sözleri, istekleri, talepleri bastırma
karşılığında, halklarına diz çöktürmek ve servetlerini sömürgecilerle paylaşmak
veya düşük değerlerle onlara satmak için sömürgecilerle antlaşma yaptıklarını
ve onlarla çalıştıklarını görmüşlerdir.[138].
Tarihin
dinle bütünleşmesi: Dinle bütünleşen küçük ulus devletlerin ortaya
çıkmasıyla kendisini göstermiştir. Bunların mücadeleleri Şiî İran, Suudi
önderliğindeki Selefî Arap ve Türkiye liderliğindeki ılımlı İslam üçgeninde
gösterilmiştir.
İslamî
Hareketlerin istifade etmesi: İslamî hareketler, tarihi mirasa ve eskiyeni
mücadele sebeplerine ve İslam devletlerindeki liderlerin yönelişlerine dinin
hâkim olması için çalışmışlardır. Halklar arasında kavmiyetçilik ve laiklik
ilkelerine olan güvenin kaybolmasından, liderlerin ve tabilerinin arasında
mukavemet ruhunun günden güne öldüğünün anlaşılmasından ve liderlere olan
güvenin kaybolmasından sonra, İslamî ideoloji meşalesini yaktılar. Onu halklar
arasında yayarak emelleri birleştirmeye ve ulusal mücadeleleri donanımlı hale
getirmeye çalıştılar. Verimli bir toprağın ve güçlü bir dadının varlığı İslam
toplumları içinde İslamî hareketlerin yayılmasını ve gelişmesini sağlamıştır.
İslamî
hareketlerin ortaya çıkışında haricî sebeplerin de rolü olmuştur. Bu
sebeplerin köklerini araştırdığımızda, onların Osmanlı Devletinin zayıflayarak
yıkılması ve ulus devletlerin ortaya çıkmasından sonra sömürgecilerin İslam
bölgelerine girdikleri döneme kadar uzandığını göreceğiz. Bunun yanında iki
dünya savaşı, Batı devletlerin desteğiyle bölgede İsrail Devletinin kuruluşu ve
Amerika ile Rusya arasındaki soğuk savaş da bu hareketlerin ortaya çıkmasını
etkileyen faktörler arasındadır.
Bölgedeki laik
iktidarlara ve diktatörlüklere Batılı Devletlerin sınırsız desteği, bölge
halkları nezdinde dinî duyguları tutuşturmuştur. Batılıların İsrail’e sınırsız
destek vermeleri ve buna karşılık Filistin halkının kanının dökülmesine seyirci
kalınması bu hareketlerin oraya çıkışını tetikleyen başka bir faktördür.
Soğuk
savaş dönemindeki Amerika siyaseti ve Sovyetlere karşı İslamî hareketlerle
yaptığı ittifaklara dayanması da haricî sebeplerdendir. 1979’da
Sovyetlerin
Afganistan’a girişi, Irak’ın Kuveyt’e girişi, Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılması
için yapılan Körfez savaşı, doksanlardan sonra terör bahanesiyle Amerika ve
Batılı Devletlerin bölgeye gelişi, Sosyalist bloğun çöküşü gibi faktörlerin de
bir etkisi olmuştur.
el-Kâide’nin
ortaya çıkışı ve 11 Eylül: Hedeflerini gerçekletirmek için Oğul Bush’un
İslam’a karşı topyekün savaş ilan etmesi, Komünist cephe yerine İslamî ideolojiyi
hedefe koyması da bu faktörler arasındadır. Ayrıca bu durum, güvenliğini ve
çıkarlarını tehdit eden bir düşmanın varlığı bahanesiyle Amerika’nın dünyada
başlattığı savaşa halkını ikna etmesini kolaylaştırmıştır.
İslam
coğrafyasının, kalkınmasını sağlacak olan kaynaklar açısından zengin olması da
bir başka sebeptir. İslam dünaysı üç kıtanın ortasında yer almaktadır.
Halklarının büyük bir ekseriyeti, kapitalizm ve sosyalizm gibi başka bir
sisteme ihtiyaç bırakmayacak şekilde başta siyasî ve iktisadî alanlar olmak
üzere hayatın her alanını kapsayan İslam dinine mensupturlar.
Amerika
liderliğinde Afganistan ve Irak’a yapılan saldırılara dinî bir damga vurulmuş
ve bu bölge halklarına haçlı savaşlarını hatırlatmıştır. Bu da onlarda cihad
dürtüsünü ve dinî sorumluluk hissini geliştirmiştir.
Amerika’nın
önce Afganistan’a sonra da Irak’a girmesi, bölge halkları nezdinde aşırı İslamî
eğilimi alevlendirmiştir. Afganistan’dan sonra Irak, Amerika ile İslamî
hareketlerin askerî açıdan karşılaşma sahası olmuştur. Bu, DAIŞ örgütünün
tohumunu eken temel etkendir.
Amerika’nın
müdahalelerine karşı koymak için Afganistan ve Irak’ta aşırı İslamî hareketleri
destekleyen evrensel bir cephe ortaya çıkmıştır.
2007 ve
2010’da Avrupa’da patlak veren ekonomik kriz, onların İslam coğrafyasına askeri
müdahalelerini azalmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı bölgedeki planlarını
uygulamak için belirli örgütleri ve devletleri destekleyerek onların üzerinden
vekâlet savaşına yönelmişlerdir. İslamî hareketler de bu destekten nasiplerini almışlardır.
Mücadelede yer
alan devletler arasındaki çeşitlilik, denge ve direnç, antlaşmalar, güç, usul,
hedefler ve çıkarlar açısından mücadeleler, bütün bu hususlar, gelişmeye müsait
hareketlerin, hedefleri ve aşırılıkları farklı derecelerde olmakla birlikte,
birçok grubun ortaya çıkmasına sebep olmuş, kalıcı olmalarını sağlamış ve hızlı
bir şekilde yayılmalarına yardımcı olmuştur. Bundan dolayı İslam dünyası, uzun
vadede sonucu iyi olmayacak savaşlarla karşı karşıya kalmıştır.
Amerika’nın
stratejileri ve bölgenin yönetiminde idarî hataları: Rusya ve
müttefiklerinin, Sovyetler dönemindeki duruma olan özlemleri arttı. Buna
paralel olarak bu hareketlerin de gücü arttı. İnsanî ve maddî açıdan yardım
kaynakları çeşitlendi. Bundan dolayı her iki taraf da (Amerika-Rusya) onlarla
ilişki kurmak mecburiyetinde kaldı.
Bölgede
savaşı uzatmak için Batılı devletlerin izledikleri siyasetler: Büyük
devletler, kendileri için yapacakları antlaşmaları bölgeye kabul ettirmek
amacıyla maddî ve insanî gücünü sonuna kadar kullandıktan sonra, bölgeyi bölmek
ve ona diz çöktürmek istemişlerdir.
Onlardan
kurtulmak amacıyla dünyanın bütün yerlerinden özellikle de Batılı ülkelerdeki
radikal İslamcıları toplamak için savaş süresini uzatmak ve Ortadoğu’da
tutuşmuş yerlere ulaşmaları için her yolu kolaylaştırmışlardır.
Silah
piyasasını ve silah üreten şirketleri canlandırmak, biriktirdikleri eski
silahlardan kurtulmak, daha gelişmiş ve daha seri silahları üretebilmek için
silah fabrikalarını aktifleştirmek istemişlerdir. Savaş alanı, daha mükemmel ve
daha etkili olanı üretebilmek için bu şirketlerin desteğiyle silah tüccarları
ve müşterileri için bir deney ve rekabet yerine dönüşmüştür[139].
Sosyalizmin
iktisadî düzeni yönetmede, uluslararası alandan ve ortaklıktan çekilmesinden
sonra kapitalist toplumlarda rekabetin tabiatı değişti[140].
Doğalgazın
taşınmasındaki çekişme: Rusya, İran ve bu iki cephenin doğalgaz sevkiyatını
kendi tekellerine almaları, Arap ve Körfez bölgelerinden Türkiye üzerinden
Avrupa’ya taşınacak doğalgaz hattını engellemeye, Nabucco boru hattının
meşruiyetini sorgulamaya ve bölgedeki durumu bozmaya çalışmaları da bir başka
sebeptir. Bu, doğalgaz ve taşınma yolları üzerindeki çekişmede vekâlet savaşı
yürüten Şiî ve Sünnî aşırı hareketleri ortaya çıkarmıştır[141].
Suriye’nin önemi de buradan gelmektedir. Çünkü Katar, Mısır ve İsrail,
doğalgazın ve son zamanlarda Suriye’nin Akdeniz sahilinde ortaya çıkarılan
doğalgazın Suriye üzerinden Türkiye’ye ulaştırılması için boru hattının inşa
edilmesi, Suriye’nin stratejik konumunu ve önemini artırmıştır. Suriye
etrafında bir çözüme ulaşılamamasının nedenlerinden biri de budur. İran, Irak
ve Suriye arasında Nabbuco’ya alternatif olacak bir doğalgaz boru hattı
antlaşması imzalandı[142].
Böylece, İslam
coğrafyasında büyük ölçüde sömürgeciliğin varlığıyla irtibatlı olarak ortaya
çıkan İslamî hareketlerin doğuş sebeplerine baktığımız zaman, bu hareketlerle
yenidünya düzeni arasındaki ilişkinin mahiyetini daha iyi anlamış oluruz.
Bundan dolayı bir takım sonuçlara ulaşabilmemiz için bu ilişkinin köklerini, gelişimini,
boyutlarını, etkilerini ve dönüşümlerini araştırmamız gerekmektedir. Ancak bu
şekilde bu ilişkinin ileriki aşamalardaki geleceğini anlayabilme imkânına
kavuşacağız. Bunu da ikinci bölümde ele almaya çalışacağız.
81 |
YENİDÜNYA DÜZENİNİN İSLAMİ HAREKETLERLE
İLİŞKİSİ
Yenidünya
düzeniyle İslamî hareketketler arasındaki “ilişki”nin bir kısmı taraflar, bir
kısmı da ilişkinin türü, keyfiyeti ve yönetimiyle ilgilidir. Burada akla bir
takım sorular gelmektedir. Bu ilişki olumlu mu olumsuz mu, iradî mi zorunlu mu,
direkt mi dolaylı mı, geçici mi sürekli mi, meşru mu gayri meşru mu; yine bu
ilişki bir denge ve karşılıklı çıkar üzerine mi kurulmuştur yoksa güç mantığı
ve dengesine mi dayanmaktadır. Öte yandan bu iki zıt taraf arasında ideoloji,
yönelişler, konumlar, hedefler açısından farklılıklar söz konusu olduğunda,
taraftarlarının bu ilişkideki konumu ve bu ilişki hakkındaki görüşleri
nelerdir?
Çoğu zaman bu
sorular için, ilk kurulduğu günden itibaren günümüze kadar dünya düzenine
hükmeden güçler ile İslamî hareketler ve ortaya çıkışları arasında tarihi
ilişkiden bahseden farklı yorumların yapıldığını ve değişik cevapların
verildiğini görmekteyiz. Dünya düzenine hükmedenlerle İslamî hareketler
arasında karşılıklı etkilenme söz konusu olmuştur. Bu etkileşim, İslam
toplumlarında siyasî, iktisadî, dinî ve fikrî vakıaya ve evrensel kuramların
seyrine yansımıştır. Ayrıca beklediğimiz uyanış sahnesini koruyarak 21.
yüzyılda rolünü oynamaya devam etmiştir. İslam ile bu evrensel kurumlar
arasındaki ilişkinin geleceği üzerindeki etkisinin bizim için açık ve belirgin
bir hale gelmesi için bunu yakıdan incelememiz gerekmektedir.
İLİŞKİNİN
TARİHÎ KÖKENLERİNİN VE SEBEPLERİNİN TARTIŞILMASI
Yenidünya
düzeninin İslam alemi üzerinde direkt (askerî müdahale gibi) ve dolaylı
(hükümetler, antlaşmalı kurumlar, dinî veya milliyetçi hareketler, farklı
türdeki şirketler, birleşmiş milletler teşkilatları gibi) hegemonya kurma
hedefleri olmuştur.
Yenidünya
düzeni odaklı bir okuma yapıldığında, onun dünyaya yaymak ve kurmak istediği
hedefleri, stratejileri, maddî ve manevî imkânları ve ideolojileri açısından
konumunun belli olduğu görülecektir. Onlara göre ilişkinin kırmızı çizgileri
yoktur. Onlar için ilişki, çıkarları etrafında dönmektedir. Dinî, ideolojik,
milliyetçi ve mezhepsel farklılıklar ilişkilerine engel değildir. Çünkü onlar
için öncelikli amaç, dünyanın ekonomik pazarlarına ve ulaşım yollarına hâkim
olmak ve Amerika liberalizmini yaymaktır. Bunun için çıkarlarını gerçekleştirme
yoluna ve hedeflerine açık bir şekilde ulaşmanın yollarını ararlar. Karşı
tarafın güçsüzlüğünün yanında, onların askerî, iktisadî, ilmî üstünlüğü ve
geniş haberleşme imkânlarına sahip olmaları da hedeflerini gerçekleşmede
işlerini kolaylaştırmaktadır.
Batı
sömürgeciliğinin İslamî uyanışa sebep olduğuna, İslamî hareketleri
teşkilatlanmaya sevkettiğine daha önce işaret etmiştik. İslamî hareketler,
ümmete yapılan bütün kötülükleri ve Müslümanların yaşadığı çöküşün bütün
sebeplerini sömürgeciliğe bağladılar. İdeolojilerini bu düşünce üzerine bina
ettiler. Fakat şimdiye kadar İslam alemi için bir pratik ortaya koyamadılar.
Çünkü onlara göre sömürgeciliğe karşı durmak ve onu İslam topraklarından kovmak
öncelikli bir konudur. Bu hemen hemen bütün İslamî hareketlerin üzerinde ittifak
ettiği bir husustur. Çünkü İslamî hareketlerin literatürüne, metotlarına ve
metotlarının pratik hayatlarındaki yansımalarına baktığımızda, İslamî alanda
zorunlu gördükleri başka şeylere de öncelik verdiklerini göreceğiz. Hatta
sömürgecilikten daha çok onlara savaşma önceliğini verdiklerini görüyoruz.
Dahası sömürgecilikle savaşmak ve onu kovmak şöyle dursun, birbirleriyle
savaşlarında sömürgecilerden yardım bile istemişlerdir. İslamî hareketlerin
üzerine kurulduğu İslam tarihi ve fikrî ve ideolojik dayanakları bu konularda
bellidir. Mesela, Şia ile Ehl-i Sünnet, kendi aralarındaki iktidar mücadelesi,
birbirlerine karşı üstünlük sağlamak ve kendi mezheplerini iktidara getirmek
için giriştikleri savaşlarda, Müslüman olmayan dış güçlerden yardım istemeye ve
kendi davalarına sürekli olarak dinî bir meşruiyet kazandırmaya çalışmışlardır.
Bunun işaretleri İslamî hareketlerde şimdiye kadar açıkça görülmüştür.
Bağdat’ın
düşmesine sebep olmalarından sonra Moğollarla[145]
Şia arasındaki ittifak ve Osmanlı hilafetine karşı Safevî Devletinin[146] Portekizlilere yardım etmesi
bunun göstergelerindendir. Bu gün de kafir olan ve ideolojik olarak inkârcı bir
düşünceyi savunan Rusya’dan yardım isteyebilmektedir. Ehl-i Sünnet’e karşı
onlardan yardım istemekte herhangi bir sakınca görmemektedir. Hatta
iddialarınca, beklenen Mehdî’nin soyundan olan ve kendileri tarafından nebevî
esaslar üzerine kurulacak bir nebevî hilafet devleti tehlikesine karşı
mutasavvıf Sünnî topluluğu zayıflatmak için bunu kutsal ve gerekli bir görev
olarak görmektedirler[147].Aynı şekilde bütün klasik ve
ıslahatçı akımları ve alt kollarıyla Selefî mezhebi de direkt olmasa da,
mücadelelerinde sömürgecilerden yardım istemede herhangi bir sakınca görmezler.
Genel olarak Selefîliğe ve özel olarak da Vehhâbî Selefîliğine ve siyasetle
olan dolaylı ilişkisine baktığımız zaman, bunun Osmanlı hilafetine karşı Suud
ailesi üzerinden sömürgeci İngiltereyle veya Sovyetlere karşı Amerika ile
dolaylı bir ilişki kurması için bir alan açtığını görmekteyiz. Halbuki bir
İsrail Devletinin kurulmasına sebep olan İngilitere’dir. Yine Selefî Vehhâbî
devleti, Şiî İran devletine karşı Irak’ın ve laik sisteminin yanında
durabilmiştir. Aynı zamanda 1991’de Amerika’nın Irak’a girmesini ve 2003’de
Irak’ta ihtilal yapmasını temize çıkarmaya, ihtilal yapan devlete yardım
etmenin caiz ve ona karşı çıkmanın haram olduğunu ispat etmeye çalışmıştır[148].
Geri kalan
Selefîler ise, bu durumu fiilî olarak değil de, sözlü olarak kabul
etmemektedirler. Bu örneklerle, Selefî hareketlerin literatürü ve felsefesinde,
sömürgecilerle yardımlaşmayı temize çıkarmanın kolay bir yolunun bulunduğu
ortaya çıkmış olmaktadır. Ancak şiddet yanlısı silahlı hareketler açısından iç
savaş, dış savaştan daha önceliklidir. Diğer klasik, ılımlı ve barışçıl
hareketlerde ise, iç savaş dış savaştan kurtulmak için zorunlu bir yoldur.
Fakat bunu gerçekleştirmek için şiddet yanlısı silahlı hareketlerin tuttukları
yol diğerlerinden farklı olmuştur. Çünkü onlar, değişim ve kendilerine muhalif
olan herkese karşı şiddet kullanma yolunu tercih etmişlerdir.
Sömürgeciliğe
karşı topraklarında savaşan tek hareket el-Kaide hareketidir. Fakat
el-Kâide’nin bu stratejisinde başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü
İslam coğrafyasında sömürgeci güçlerin askerî varlıklarını yığmasına ve
yoğunlaştırmasına sebep olmuştur. Böylece İslam coğrafyası emperyal güçlerin
mücadele alanına dönüşmüştür. el-Kaide, savaşı İslam coğrafyasının dışına
çekmekte de başarısız olmuştur. Çünkü kendisine muhalif olan, kendisiyle
yarışan veya İslamî ve siyasî işlerinde ve yönelimlerinde kendisine düşman olan
hükümetler, hareketler ve yönelişlerle içerde savaşmaya zorlanmış ve buna
mecbur bırakılmıştır. Bundan dolayı kendisi için bir realite olarak iç savaş,
sömürgecilerle yapılan dış savaştan daha öncelikli bir hal almıştır.
Ilımlı
hareketlere gelince, onlar tecdit hareketlerinin fikir babası sayılan ve İslamî
birlik üzerinden hilafeti geri getirmek isteyen Afganî’den itibaren,
sömürgeciliğe karşı bütün Müslümanları birleştirmek için çalışmış ve onları
kucaklamıştır. Ancak “İslamî birlik” kavramı, sonuçları itibariyle baktığımızda
hala gerçekleşebilmiş değildir. Özellikle küçük ulus devletlerin ortaya
çıkmasından sonra, millî ve bölgesel siyasî hedefler, İslamî ve ümmete ait
hedeflerin önüne geçti.
“İslamî
birlik” hareketinin sürdürülebilir olmasını mümkün kılan güçlü bir projesi
olmadığından, fikrî ve mezhebî kamplaşmaları, engelleri, siyasî, tarihî ve
yorumsal eğilimleri aşmada aciz kaldı. Çünkü bunlar, söz konusu hedefi
gerçekleştirmenin önündeki aşılması çok güç engellerdi.[149].
İslamî
hareketlerin literatüründe hilafet ve İslam devleti tartışması: Devletlerin
ilgisini çeken başka bir mesele de budur. Çünkü bölgede varlığını ispat etmek
için bunu kendisinden faydalanılması gereken önemli bir malzeme olarak
görmüşlerdir. Bütün İslamî hareketler için hilafeti geri getirmek ve İslam
devletini kurmak vazgeçilmez bir hedeftir. Fakat bu hareketler, İslam toplumuna
örnek olabilecek erdemli/ideal bir devlet modeli sunamamışlardır. Bundan dolayı
bu devleti geri getirmenin vücubiyetine Müslümanları ikna edememiş ve onu
zaruri bir ihtiyaç olarak gösterememişlerdir. Ayrıca bu devletin veya hilafetin
şekli ve çerçevesi konusunda Müslümanlar arasında bir görüş birliğinden de söz
edilemez. Zira hilafet devleti, Müslüman liderlerin zihinlerinde teorik bir
düşünce olarak kalmıştır[150].
İdeoloji ve
ilişki tartışması: Amerika’nın arzusuyla, Suud ailesinin gerçekletirmeye
çalıştığı iman hamlesi ve İslam coğrafyası üzerindeki Sovyet nüfuzuna karşı
durmak için yaptığı planlama arasında tam bir mutabakatın olduğunu söylemek
mümkündür. Çünkü Amerika, Hıristiyan dünyasını harekete geçirdi ve orada
Protestanlık ruhunu diriltmeye çalıştı. Aynı şekilde İslam dünyası da
Hıristiyanlarla aynı safta olduğunu gösterdi. Çünkü ikisi de Allah’ı inkâr
cephesine (Doğu Bloku) karşı iman cephesini oluşturduğunu iddia etmektedir.
Böylece, bunun iman ehliyle ateistler arasında bir savaş olduğu ileri
sürülerek, İslamî hareketlerin, sömürgeci güçlerden birisine karşı diğerinin
yanında yer alması sağlandı.
İslamî,
bölgesel ve ulusal hedefler arasındaki ilişki tartışması: İslamî
hareketleri, ulusal, bölgesel ve İslamî öncelikli siyasî hedefler etrafında
toplayacak şer’î bir formülün olmayışı, onları hem birbirleriyle ilişkilerinde
hem de diğer siyasî akımlarla karşılaşmalarında zayıf bir konuma düşürmüştür.
Bu da çoğu zaman dış dünyayla ilişki kurmayı zorunlu bir hale getirmektedir. Bu
durum devletle ilişki kurmasını engellemektedir. Din ile siyaset arasındaki
tartışmalar da bu ilişkinin kurulmasını zorlaştırmaktadır. Bu, İslamî hareketlerin
karşılaştığı en büyük problemlerdendir.
İslam
toplumlarında İslamî ve Batılı ideolojiler arasındaki olumsuz ilişki
tartışması: İslam tarihini incelediğimiz zaman, Selefîlerin, İslamî hareket
ve akımların, ötekini ve Batıdan geleni reddetme anlayışlarının, kendi
yapılarını üzerine bina ettikleri selefin anlayışına aykırı olduğunu göreceğiz.
Bu anlayış, İslam toplumlarında çöküşe, geri kalmaya ve dinî, içtimaî, siyasî,
fikrî, iktisadî krizlerin artmasına sebep olmuştur. İslam aleminde parlak dönemlerin
çoğu, Ehl-i Sünnet tarafından muhalif olarak nitelenen kesimlerin görüşleri
vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Nitekim ilmî ve aklî açıdan parlak dönemlerin
zirvesi, akıl için bir özgürlük alanı açan Kindî, İbn Rüşd, Fârâbî, Câbir b.
Hayyân, İbn Sînâ, İbnu’n-Nefîs, Râzî gibi alimlerin çabalarıyla yakalanmıştır.
İslamî çağlarda en parlak dönem, 800 ile 1100 yılları arasıdır. Bu aklî ve ilmî
özgürlüğün önündeki engellerin kaldırılması ve alanın tamamen açılmasıyla
olmuştur. Bundan dolayı bu asra İslam’ın altın çağı denmiştir[151]. Osmanlı Devletinde ve
İran’da savaş sanayisinin ve siyaset bilimlerinin gelişmesi de Batı
ilimlerinden faydalanma sayesinde olmuştur. Arap İslam bölgelerinde ilimlerin
gelişmesi de Napolyon’un saldırılarından ve Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın Batılı
düzenlemelerinden sonradır. Oysa pek çok öze dönüş hareketlerinin hedeflerini
gerçekleştirmek için çabalarını literal din anlayışı üzerine kurduklarını
görmekteyiz. Bu da geçmşte de günümüzde de kalıcı bir başarı getirememiştir[152]. İslamî hareketler ve
akımlar, başarısız devletlerden başka bir miras bırakmamışlardır. Önce Hint
yarımadasından Pakistan devletinin ondan da
Bengladeş’in
ondan koparak bağımsız bir devlet şeklinde varlık kazanmasına sebep oldular.
Afganistan’ın durumu da ortadadır. Son dönemlerde Türkiye ve Malezya hariç,
Sudan, Cezayir, Somali, Tunus, Mısır ve Libya gibi ülkelerde de durum farklı
değildir. Türkiye ve Malezya devlet yönetiminde Batı modelini esas
aldıklarından bu durumun iki istisnası olmuştur[153].
Bu dönemi de
iki kısma ayırmak mümkündür.
Doğu Batı
arasındaki mücadele bir kaç merhaleden geçmiştir.
Birinci
Merhale: Doğu ile Batı, Farslılar ile Yunanlılar arasındaki mücadele M. Ö.
4. ve 5. asır boyunca devam etmiştir. Başlangıçta Farslıların galibiyetiyle
başlamış, sonuçta ise 333’de Eyessus’ta, 331’de Jomabila’da İskender tarafından
yenilmeleriyle sonuçlanmıştır. Doğuda Fars İmparatorluğu yıkıldı ve onun yerine
Yunan ve Helen İmparatorluğu geçti (333-64)[154].
İkinci
Merhale: Farslılarla Bizanslılar arasındaki mücadeledir (630-611). Bu
dönemde de başlangıçta Farslılar galip gelmişken, sonunda Bizanslılar kontrolü
ellerine aldılar. Savaş putperest Farslılarla Hıristiyan Bizanslılar arasında
gerçekleşti. Tarihçiler bu savaşı Hıristiyan aleminin gerçekleştirdiği ilk dinî
savaş olarak görmektedirler. Kur’ân-ı Kerîm’de Rûm sûresinde bu savaşa işaret
edilmiştir[155].
Üçüncü
Merhale: Bu dönem İslam için bir yükselme dönemi olmuştur. Müslümanların,
Yunan hâkimiyetiyle (333-64) başlayan daha sonra Bizans hâkimiyetiyle (64-633)
devam eden Batı’nın meydan okumasına cevap verdiği bir dönemdir. Bu dönemde
İslam imparatorlukları ortaya çıkmış, Doğuda ve Batıda yayılmışlardır. Bu
merhalede, mücadele arenasından Fars imparatorluğu da yenilgiyle çıkmıştır.
Müslümanlar onu İslam sancağı altına soktuktan sonra Doğudaki liderliği
devralmıştır[156].
İslam, ister
Doğuda İstanbul surları önünde olsun ister Batıda Endülüs sınırlarında olsun
Hıristiyanlık ve Avrupa cephesi önünde bir cephe oldu. Bu dönem, Doğu ile Batı
arasındaki mücadelede dördüncü merhale için bir zemin teşkil etti. Peşinden
Haçlı Savaşları başladı.
Dördüncü
Merhale: İki yüzyıl kadar devam eden (1096-1291) Haçlı Savaşları
merhalesidir. Bu, Doğu dünyasıyla Batı dünyası arasındaki uzun süre devam eden
düşünsel mücadelenin bir uzantısı sayılmaktadır. Mücadele bu dönemde daha önce
şahit olunmayan yeni bir biçime büründü. Bu, bütün devletlerin iştirakiyle olan
“devletler biçimi”dir. Çünkü Katolik Kilisesine bağlı olan Avrupa halklarının
çoğu, Papalığın desteklediği Haçlı Savaşlarına katılmıştı[157].
Tarihçilerin
çoğu müslüman Araplara karşı yapılan bu savaşları bir kaç merhaleye ayırma
konusunda ittifak halindedirler. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Kudüs ve Şam sahili üzerine yapılan Birinci Haçlı Savaşları
(1096-1099), Dımaşk’ın alınması için yapılan İkinci Haçlı Savaşları
(1146-1148), Akkâ üzerine yapılan Üçüncü Haçlı Savaşları (1189-1192), İstanbul
üzerine yapılan Dördüncü Haçlı Savaşları (1202-1204), Mısır üzerineyapılan
Beşinci Haçlı Savaşları (1217-1221), Kudüs’e üzerine yapılan Altıncı Haçlı
Savaşları (1228-1229), Mısır’a üzerine yapılan Yedinci Savaşları (1248-1270),
Tunus ve Mağrib’e üzerine yapılan Sekizinci Haçlı Savaşları (1268-1270)[158] [159].
Osmanlı Devletinin Batıyla Mücadelesi
Merhalesi759
Haçlı
Savaşlarının bitmesinden sonra 13. yüzyılın sonunda Osmanlı’nın yıldızının
parlamasıyla Batı ile Müslüman Doğu arasında yeni bir mücadele safhası başladı.
Osmanlıların İstanbul’u fethedip birçok yere hâkim olmasından sonra, bir kaç
asır devam eden Osmanlı’nın doğu liderliği dönemi başladı. Böylece kendilerini
geniş bir sömürgecilik girişimleri karşısında gördüler. Bu mücadele
Osmanlıların ömrü kadar yani altı asır devam etti. Son üç yüzyılında ise
Osmanlılar zayıflamaya ve Batılı sömürgeciler de İslam topraklarında görünmeye
başladılar. Önceleri Portekiz ve İspanyalılar sonraları da Hollandalılar İslam
topraklarına hâkim olmak için bir takım çabaların içine girdiler. Daha sonra
Birinci Dünya Savaşında Fransa, İngiltere ve Rusya İslam topraklarına girdiler.
Akabinde Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve toprakları sömürgeciler tarafından
işgal edildi. Bu dönemin en bariz özelliği 15. yüzyılın sonu ila 16. yüzyılın
başında Osmanlı devletine karşı Şiî İran Devletinin ortaya çıkmasıdır. 18.
yüzyılın ortasında başka bir isyan hareketi ortaya çıktı. Bu da Arap
topraklarında ortaya çıkan Vehhâbî hareketidir. Aynı zamanda sömürgeci
saldırılar, iç ihtilaflar ve son dönemlerinde Osmanlının zayıflaması, Batıya
karşı başka özgürlük hareketlerinin de ortaya çıkmasıyla sonuçlandı.
İslam alemine
hâkim olmaya çalışan sömürgeciliğe karşı süreç içerisinde dinî ve cihadî
hareketler ortaya çıktı.. Bu hareketlerin ve liderlerinin çoğu hatta milliyetçi
eğilimlere sahip olanları bile sûfî karakterlidirler[160].
Bu merhalede Dünya düzeniyle İslamî hareketler arasındaki ilişkinin kökleri
etrafındaki ihtilafları göz ardı etmek gerekmektedir. Çünkü İslamî uyanış ve
çağdaş İslamî düşünceyi tecdit ve ıslah hareketleri, İslam aleminin çoğu
bölgelerine yayılmıştı. Bu hareketler tarihî derinlikleri olan tecdit
hareketleriydi. Bunlar yeni bir söylemle ortaya çıktılar. Batılı sömürgecilerin
İslam beldelerini işgal etmesine karşı durarak cihat eylemlerine giriştiler. Bu
mücadele 18. yüzyılın sonunda başladı ve 19. yüzyıl boyunca devam etti.
Sömürgeci saldırıların en barizleri şunlardır: Napolyon Bonapart’ın 1798’de
Mısır’a saldırması, Fransa’nın Cezayir’i ele geçirmesi (1830), Rusya’nın
Müslüman Orta Asya ülkeleriyle savaşması, İngiltere’nin Aden’i işgal etmesi
(1839), Fransa’nın Tunus’u tamamen ele geçirmesi (1881), İngiltere’nin Birinci
Dünya Savaşına (19141918) kadar sırasıyla Mısır ve Sudan’ı işgal etmesi (1882,
1899), Irak ve Suriye topraklarının Fransa ve İngiltere arasında paylaşılması.[161] Bu hareketler, aynı zamanda
Osmanlı Devletinin siyasî, askerî ve kültürel kuramlarının başına gelen
zayıflama, geri kalma ve yozlaşmaya karşı çıkan ıslahatçı hareketlerdi. Bu
tarihî vakıalara karşı koyabilmek için İslamî tecdit ve ıslah hareketleri
olarak ortaya çıktılar. Bu hareketleri şu şekilde sıralamamız mümkündür:
Hindistan’da Dehlevî (1702-1762), Arap Yarımadasında Muhammed Abdulvehhâb
(1703), Nijerya’da Dan Fudyu hareketi (1754-1817), Rufâa et-Tahtâvî
(1810-1879), Hindistan’da Mevdûdî ve hareketinden ilham alan Seyyid Ahmed Han
liderliğindeki Diyubândî hareketi (1866)[162],
Kuzey Afrika’da Senûsî hareketi (1859-1878), Sudan’da Mehdî hareketi
(1881-1898), Cemaluddîn Afgânî (1839-1897), Muhammed Abduh (1856-1924),
Abdurrahmân el-Kevâkibî (1854-1902), Muhammed Şükrî el-Âlûsî (1856-1924),
Muhammed Hüseyin en-Nâînî (1857-1936), Abdulhamîd b. Bâdîs (1889-1940),
Muhammed Reşîd Rızâ (1865-1935). Bunlardan başka 18. ve 19. yüzyıllarda
Halvetiyye, İdrisiyye, Ticâniyye, Semâniyye, Hatmiyye gibi tasavvufî
tarikatların oluşturduğu ruhî ve içtimaî hareketler de olmuştur. Nakşibendî,
Şâzelî ve Kadirî gibi kadim tasavvufî tarikatlara bir ruh gelmiş ve yaygın bir
canlanmaya şahit olunmuştur[163].
İki Dünya
Savaşı arasında bazı gelişmeler de yaşanmıştır. Zira Evrensel Siyonizm
rüzgârlarının esmeye başladığı yeni bir döneme girildi. Siyonizm, Filistin’de Yahudiler için
yeniden bir devlet kurulmasına destek veren uluslararası bir Yahudi siyasî
hareketidir. Balfour Deklarasyonu (1917) olarak bilinen ve Filistin’de
bir Yahudi devletinin
kurulmasıyla sonuçlanan girişimin başını çeken oluşumdur. Peşinden 1919’da
Milletler Cemiyeti kuruldu. Mustafa Kemal Atatürk tarafından, Osmanlı
devletinin enkazı üzerinde milliyetçi ve laik Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
1923’de gerçekleştirilen Lozan Barış Antlaşmasından bir yıl sonar, 1924’de
hilafet kaldırıldı. Bu dönüşümlerin İslam alemi üzerinde etkileri oldu. Bu dönem,
hilafeti geri getirmek, batılı sömürgeci devletlere, batılılaştırmaya ve ulus
devletlere karşı koymak amacıyla İslamî hareketlerin ortaya çıkmaya başladığı
bir dönem olmuştur. Bundan sonra ABD’nin rakip bir güç olarak, dünya düzenine
hükmeden Fransa ve İngiltere İmparatorluğunun yerini alarak devletler sahnesine
çıktığını görmekteyiz. Daha sonra da ABD’nin yıldızı parlamaya başladı. Bu
dönemin en bariz özelliklerinden bir tanesi de Afgânî ve Muhammed Abduh
hareketinin ortaya çıkmasıdır. Bu iki şahsiyetin, 20. yüzyılda Dünya düzeniyle
İslamî hareketler arasındaki ilişkiye büyük etkileri olmuştur. Her ikisi de 19.
yüzyılın sonu ila 20. yüzyılın başında aktif olmaya başladılar. Çünkü Osmanlı
hilafetinin yıkılmasından sonra İslam dünyası bastırılmıştı.
Afgânî ve
öğrencisi Muhammed Abduh hareketi ile Vehhâbîlik hareketi arasındaki farkların
en barizi şudur: Vehhâbilik hem dahilî hem de haricî seviyedeki ıslahatçı
metodunda İslamî ıslahatçılıkla damgalanmıştır ve İslamî uyanış üzerinde
olumsuz siyasî bir etkiye sahiptir. Çünkü davetinde tasavvufî ve Şiî metoda
karşı savaş açmıştı. Osmanlı Devletine ve Şiîliğe karşı düşmanca davranmıştı.
Onları haricî bir düşman gibi görmüştü. Dahilî düzlemde de kendi görüşüne ve
metoduna muhalif olan herkese karşı dışlayıcı bir tavır takınmış ve en
yakınlarına karşı bile şiddet kullanmıştı. Yöneticilere her türlü isyanı ve
herhangi bir şekilde siyasete girmeyi haram saymıştı. Yöneticilere itaat
etmenin vacip olduğunu ileri sürmüştü. Bütün bunlar, sömürgecilerle
antlaşmalarında ve istibdatlarına karşı çıkan halka karşı petrol krallarının
siyasi amaçlar için kullanabilecekleri araçlara dönüşmüştü.
Buna
karşın Afgânî ve Abduh hareketi selefi, ıslahatçı, kapsayıcı bir hareketti.
Bütün Müslümanları kapsayan İslamî bir birliğe çağırıyordu. Geri kalmışlığın ve
bozulmanın sebeplerini, Vehhâbî Selefiliğin kendisine davet ettiği İçtimaî ve
dinî sapmalara bağlamaktaydı. Selef alimlerinin görüşlerine dönmeye ve İslamî
hilafeti geri getirmeye çağırıyordu. İlerlemek ve dahilî uyanışı
gerçekleştirmek
için hem Afgânî hem de Abduh siyasî ıslah esası üzerinde
yoğunlaşıyorlardı. Dışarıyla münasebetlerinde ise, geri
kalmışlık ve bozulmayı önleyici ileri derecedeki vasıtaları almaya davet
ediyorlardı. Bütün bu geri kalmışlıkların sebebi olan sömürgecilikten kurtulmak
için, gayret ve çabalarını İslamî birliği gerçekleştirmeye sarfediyorlardı.
Bundan dolayı hareketleri ıslahatçı, siyasi, ilerlemeci, kapsayıcı ve evrensel
bir hareketti. Fakat Abduh, üstadı Afgânî’yi ve metodunu izlemekle beraber,
ıslahatçı selefi stratejisinde ondan ayrılmaktaydı. Çünkü Abduh’un stratejisi,
ıslahatçı ve uyanışçıydı. İslamî alanda kültürel, ilmî, psikolojik ve dinî
uyanış için bütün gereklilikleri hazırlamak amacıyla Batıyla karşılaşmayı bir
süre geciktirmeye çalışıyordu. Bundan dolayı Afgânî’den farklı olarak bir adım
daha öndeydi. Çünkü Afgânî’nin stratejisi devrimci bir stratejiydi.
Sömürgeciliğe karşı bir devrim için ümmetin bütünüyle uyanmasını ve harekete
geçmesini istiyordu. Abduh bazen Mağrip’te Abdulkerîm el-Hattâp, Libya’da Ömer
el-Muhtar, Cezayir’de Abdulkadir, Sudan’da Mehdî hareketi gibi Afgânî’nin
fikirlerinden etkilenen Arap devrimlerinin kapsamlı ve evrensel değil de yerel
ve bölgesel olduklarına işaret ediyordu. Daha sonra Reşîd Rızâ, ondan sonra da
Hasan el-Bennâ ve İhvân hareketi geldi. Yavaş yavaş bu hareket selefi düşünceye
dönmeye başladı[164].
Sömürgecilik Merhalesinde İlişki, Vehhâbî
Devletinin ve Müslüman Kardeşler Hareketinin Ortaya Çıkışı
Osmanlı
Devletinin yıkılışından, bütün İslam coğrafyasının sömürgecilerin hâkimiyetine
girmesinden, çağdaş ulus devletlerin ortaya çıkıp içtimaî hayata hâkim
olmalarından, çağdaş meydan okumaların artmasından ve sömürgeci güçlerin
yardımıyla aşırı laik akımların gelişmesinden sonra, İslam toplumu dünya bakışı
ve ideoloji açısından iki parçaya bölündü: Laikler ve
İslamcılar. Hedefleri ve araçları farklı olmakla birlikte Milliyetçilik duygusu
hepsinin ortak paydasıydı.
Laikçiler: Solcular ve Sağcılar
Laikler,
İslamcılarla aralarındaki mücadelenin şiddetlenmesinden, Sykes Picot
antlaşmasından ve Türkiye’de hilafet devleti yerine bir ulus devletinin ilan
edilmesinden sonra Batı’yı taklit etmeye yöneldiler ve onları adım adım takip
ettiler. İslam dünyasında kültürlü, Batı düşüncesinden etkilenmiş olan ve dini,
kişi ile Allah arasında kişisel bir ilişkiden ibaret gören ve siyasete
karışmaması gerektiğini savunan seçkin bir grup ortaya çıktı. Burada siyaset
nizamında laiklikle ilgili kavramları açıklamak gerekmektedir.
Batıyı taklit ve adımlarını takip etmeye çağıran bu aydınlanmacıların
en önemlilerinden biri Mısırlı edebiyatçı Taha Hüseyin’dir (1889-1973). Taha
Hüseyin Kısasu’l-Kur’ân isimli kitabında buna işaret eder. 1925’te Şeyh Ali
Abdurrâzık, (1887-1966) “el-İslâm ve Usûlu’l-Hukm” isimli kitabını yayınladı.
Bu kitabında İslam’da hilafet ve hükümeti incelemiştir. Bu kitap, şer’î kadılık
makamında olan bir Müslümanın yazdığı ilk kitap kabul edilmektedir. Abdurrâzık
Ezher şehylerindendir. Bu kitapta özellikle İslam’ın “devlet değil, bir din”
olduğunu vurgulamaktadır. Dinî bir sistem olarak kabul etmediği hilafeti geri
getirme çağrısına karşı çıkıyordu. Çünkü ona göre İslam dini, hilafetten
uzaktır. Bu görüşü şöyle savunmaktadır: “Allah’ın kitabı Kur’an, fakihlerin
hilafet, halkın ise halifeler olarak isimlendirdikleri böyle bir hükümet şekli
üzerinde durmamaktadır. Vakıa, Müslümanların dünyadaki salahının buna bağlı
olmadığını göstermektedir. Dünya işlerimiz için böyle bir hilafete ihtiyacımız
da yoktur. Eğer dilesek, bundan daha fazlasını söylerdik. Hilafet, İslam ve
Müslümanlar için sadece bir sıkıntıdır, bir kötülük ve fesat kaynağıdır”[165]. Abdurrâzık sözlerine şöyle devam eder: “Kesinlikle hilafet daima
baskı gücüne dayanmıştır. Tarih, hilafeti bize şununla bağlantılı olarak
hatırlatmaktadır: Kılıçların gölgesinde korunan ve halka silahla korku salan
bir sistemdir.”[166].
Selefi Vehhâbî İslamcılar ve İhvân Hareketi
Vehhâbî
hareket Suudî Devletini kurmak için uzun süre mücadele etti. Osmanlı devletine
karşı eline geçen fırsatları kullandı. Osmanlı devleti, uzun süre bu emellere
ulaşmasını engellemişti. Osmanlı’nın vurucu gücü olan ve 19. yüzyılın sonundan
20. yüzyılın başına kadar devam eden zaman diliminde iki Suudî devletini yere
gömen Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı Devletinden ayrılmasından sonra önüne çıkan ilk
fırsattan yararlandı. Suudîler, İngilizlerin yardımıyla bu rüyayı
gerçekletirebildiler ve 1932’de devletlerini ilan ettiler. Suudîler bu devleti
kurabilmek için Vehhâbî hareketini çevresiyle, özellikle de Şiîlerle, Türkiye
Devletiyle ve kendilerine muhalif olan Araplarla düşman hale getirmiştir. Ancak
onların rolünü ve bölgedeki sömürgecilerin varlığını kabul eden Körfez
devletlerini düşman kategorisine yerleştirmediler. Çünkü bu devletler onların
özel devletçikleri olmuşlardı. Sömürgecilerle Suudîler ve Körfez ülkeleri
arasındaki ilişkiden dolayı, Vehhâbîlerle sömürgeciler arasındaki ilişki
olumsuz bir şekilde seyretmemiştir.[167]
İngilizlerle
Vehhâbîlik arasındaki ilişki, yeni sömürgecilikle İslamî hareketler arasındaki
ilk ilişki olarak sayılabilir. İngilizler için Körfez bölgesinde bir hareket
oluşturma fikri, petrolün bulunmasıyla birlikte bu bölgenin stratejik bir önem
kazanmasından sonra oluşmuştur. Buralar Osmanlı topraklarıydı. İngilizler,
Suudî Arabistan ve Körfezi, Suveyş’ten Hindistan’a kadar uzanan zincirin
halkaları olarak kabul etmişti. Bu ikisi İngiliz İmparatorluğunun iki incisi
olarak görülmüştü. Çünkü İngiltere onlar vasıtasıyla Güney İran, Irak ve
Körfez’deki petrol çıkarlarını kontrol edebilme imkânına sahip olmuştur.
İngilizler bu sevdaya, Fransızlara ve diğer üç güce yani Alman, Rus ve Osmanlı
Devletine karşı savaşa girişmesinden sonra tutulmuştu[168].
İngiltere,
hâkimiyetini bütün Hindistan’a, Afganistan’a, İran’a, Mısır’a, Süveyş Kanalına,
Kıbrıs’tan Kuzey Afrika’ya ve Aden’e kadar uzanan bölgeye yaymıştı. Irak ve
Suudî Arabistan’a da hâkim olabilmek için, büyük bir güce muhtaçtı. Çünkü ancak
bu şekilde bu uzak topraklar üzerinde Osmanlı hâkimiyetine meydan okuyabilirdi.
Mısır ile Osmanlı arasındaki ilişkinin kötüleşmesinden sonra İngiltere Vehhâbilik
ve Suud ailesi vasıtasıyla rüyasını gerçekleştirebildi ve Birinci Dünya
Savaşından sonra da Osmanlı’yı oradan çıkarabildi.
Osmanlı
hilafetinin yıkılmasından sonra İngilizler, 1927’de Suudî Arabistan’ın
bağımsızlığını kabul etti. Şerîf Hüseyin el-Hâşimî, Osmanlı Devleti’ne karşı
isyan etti ve Osmanlının yıkılışından sonra kendisini “Müslümanların halifesi”
ilan etti. 1932’de İngilizlerin himayesinde Suud ailesinin devletinin, “Suudî
Arabistan Krallığı” ismiyle, yeni biçimi tamamlandı[169].
Fakat uzun süren
yıpratıcı savaşlardan sonra İngiltere, yeni bir güç olan ABD karşısında bölgede
yavaş yavaş güç kaybetmeye başladı. ABD, uluslararası liderlikte İngilizlerin
yerine geçti ve Yenidünya Düzeninin idaresinde Suudîler üzerinden ve ona
dayanarak Selefî Vehhâbîlerle yeni bir ilişki dönemini başlattı. İkinci Dünya
Savaşından sonra soğuk savaş olarak isimlendirilen mücadelede, yani Amerika ile
Rusya’nın karşı karşıya geldiği dönemde, Suudî Devletine yeni bir merkezî rol
biçti.
Mısır’da İhvân
açısından durum biraz farklıydı. Çünkü sömürgecilikle olumsuz bir ilişkileri
vardı. Mısır, İngilizlerin gelişinden sonra, Osmanlı himayesinden sömürgeci
İngiliz hâkimiyetine geçti. Bölgede Safevî, Osmanlı ve Vehhâbîlik mücadelesinin
bırakmış olduğu Şia, tasavvuf ve Selefîlik arasındaki mezhebî ve fikrî
bölünmenin etkisiyle ülkedeki müslümanların birliği bozulmuştu. Bir taraftan bu
değişimler karşısında, diğer taraftan İslamî sembolleri laikleştiren veya
Batılılaştıran akımların kışkırtmaları karşısında Müslüman düşünürler, çağın
gelişmelerine ayak uydurabilmek için sahih İslam’ın ilkelerine sarılmanın ve
İslamî düşünceyi yenilemenin zaruretine çağırmaya başladılar. Bu davet Müslüman
Kardeşler Teşkilatı vasıtasıyla vücut buldu. Çünkü bu hareket, Afgânî, Muhammed
Abduh, Reşîd Rızâ’dan Hasan el-Bennâ’ya uzanan bir çizgi olarak kabul
edilmektedir. Hasan el-Bennâ, Teşkilatın Mısır’daki kurucusudur. Laikçilere
karşı İslam’ın hem din hem de devlet olduğunu ilan etmişti. Ürdün’de
Hizbu’t-Tahrîri’l- İslâmî, Irak’ta Hizbu’d-Da’veti’l-İslâmiyye ona tabi
oldular. İslam birliğini ve büyük hilafet devleti rüyasını gerçekleştirebilmek,
sömürgecilere ve laikçilere karşı koyabilmek için, mezhebî ihtilafları bir
kenara bırakmaya ve çağın araçlarını kullanmaya çağırdılar. Hem Ehl-i
Sünnet’ten hem de Şia’dan Müslümanlar onlardan etkilendiler.
Sözkonusu
durum, Selefî metottan ve fikrî usulünden daha canlı, dinamik, çağdaş İslam
toplumunun ihtiyaçlarına cevap verebilen siyasî bir harekete geçişin başlangıcı
oldu. İşin başında İslamcılarla Laikçiler arasındaki karşılaşma verimli bir
takım sonuçlar doğurdu. Aralarında silahlı bir çatışmaya dönüşmeyen fikrî bir
tartışma ve barışçıl bir mücadele ortamı vücut buldu. Her iki taraf da İslamî
sahada iyi çalıştı. Bu barışçıl durumun sebebi, İslam devletinin kendi
evlatlarının elinde değil de mandacıların egemenliği altında olmasındandı.
Bundan dolayı müşterek bir hedef etrafında toplanabilmişlerdi. Bu hedef de
sömürgecilikten kurtulmaktı. Onlardan hiçbiri askerî bir güce veya dış bir
desteğe sahip değildi[170].
Bu durum
İkinci Dünya Savaşına kadar böyle devam etti. 1948’de İsrail ile savaşta
Müslüman Kardeşlerin rolü bariz bir şekilde ortaya çıktı. Faaliyetleri artmaya
başladı. Çünkü Mısır’da İngiliz İktâ sistemine ve azınlık partilerine karşı
çıktılar. Fakat bu dönemde laiklerin terazisi daha ağır basıyordu. Çünkü Batılı
gelişmenin fenomenleri İslam aleminin gözlerini kamaştırmıştı. Yine laik Batılı
hayatın esasları, İslam toprağının derinliklerine tohumlarını ekmişti. Çünkü
Müslümanlar bu topraklarda Batı kültürüyle direkt bir temas içerisinde
bulunuyorlardı ve bütün kurumlarını Batılı tarza göre şekillendirmişlerdi.
Bundan kurtulmak oldukça zordu. İslamcılar onun karşısına başka bir alternatif
çıkarma gücüne de sahip değillerdi. Batılılar, İslamcılara güvenmedikleri için,
bu mirası güvendikleri kimselere bırakmaları işin tabiatı gereğiydi. Çünkü
onlar bu mirası Batılı tarzda muhafaza edeceklerdi[171].
Bu dönem,
İhvân hareketinin tarihinde en önemli dönemlerden biri olarak kabul
edilmektedir. Çünkü bu hareketin temelini teşkil eden fikrî ve nazarî
kaidelerin ortaya konulduğu bir dönemdir. Çünkü bu, tüm dünyada ve İslam
toplumunda yenilikleri karşılamada gerekli bir durumdu. Bu dönemin en belirgin
vasfı, Hasan el- Bennâ’nın konferanslarda ve toplantılarda yapmış olduğu
konuşmalardır. Bu konuşmalar kasetler ve kitaplar vasıtasıyla dağıtılıyordu.
Hasan el-Bennâ bu konuşmalarda siyaset ve İslamî alanla ilgili olan en önemli
sorunlar etrafında bu hareketin kapsamlı hedeflerinin, fikrî temellerinin ve
mücadele yönteminin altını çiziyordu. Hasan el-Bennâ’nın fikirleri ve sözleri
kendisinden sonra bu hareketin başvuru kaynağı oldu. Onların mücadele
hareketlerinde olumlu ve olumsuz etkiler bıraktı.
Bu hareketin
en önemli özelliklerinden biri, İslam birliğine çağırmada, ihtilafları bir
kenara koymada ve gayretleri sömürgecilikten kurtulmaya yönlendirmede, İslamî
uyanışın önceki liderlerinin metodunu takip etmesiydi. Bunun aksine Vehhâbilik,
düşüncelerini Körfez ülkelerinin sömürgecilikle olan iyi ilişkilerinden yararlanarak
terennüm etmişti. Kendi fikrinin ve düşüncesinin sınırlarının dışına çıkan
herkese karşı şiddet yanlısı hitabını ve üslubunu mutad olmayan bir şekilde
değiştirmişti. Kendi hükümetlerinin siyasetlerine, bölgedeki stratejilerine ve
genel olarak sömürgecilerle özel olarak da İngilizlerle daha sonra da Amerika
ile ilişkilerine uygun olması için üslubunu ve fikirlerini yumuşatmıştı.
Fakat İhvân’ın
düşünce yapısını şekillendiren Hasan el-Bennâ’ya göre Batılı düşünce sistemi
bir ayakbağıdır. Geleceğe doğru ilerlemek için buna müsamaha göstermek mümkün
değildir. Diğer taraftan İhvân’ın hasımları da onları hedef gösteriyorlardı.
Çünkü bu tür teşkilatları şiddete teşvik eden, devletin meşruiyetini ortadan
kaldıran ve devlet içinde askerî bir güce sahip olan unsurlar olarak
görüyorlardı. Bunları demokrasiyi tahrip eden bir konumda gördükleri için
çağdaş bir devlette bunlara izin verilmesi beklenemezdi. Onları toplumu zorla
değiştirme hareketi içinde olmakla itham ettiler. Hasan el-Bennâ’nın
düşüncelerini okuduğumuz zaman, bu akımın içeriden bir takım problemlerle
karşılaştığını söyleyebiliriz. Bu düşünceler ve sözler Hasan el-Bennâ’nın 5. ve
6. Kongrede yapmış olduğu konuşmaları bir araya toplayan risalelerinden
oluşturulmuştur. Bunların etrafında geniş bir tartışma yapılmış ve hareket
üzerindeki etkileri günümüze kadar devam etmiştir[172].
Hasan
el-Bennâ’nın hâkim olan düzen hakkındaki görüşleri: Hasan el- Bennâ, 5.
Kongrede gençlere yönelik risalesinde şöyle der: “Biz İslam esasına dayanmayan
veya onun tarafından desteklenmeyen herhangi bir hükümet sistemini tanımıyoruz.
Bu siyasi partileri tanımıyoruz. Küfür ehlinin ve İslam düşmanlarının bizi
kendisiyle hükmetmeye ve amel etmeye zorladığı bu taklidî biçimleri de kabul
etmiyoruz. Bütün yönleriyle İslam nizamını hâkim kılmak ve bu nizama dayanan
İslamî bir hükümeti oluşturmak için çalışıyoruz”[173].
Bu mevcut devleti ve meşruiyetini kabul etmediğine ve onu sonlandırmanın ve
sahte saymanın gerekliliğine bir işarettir.
Hasan
el-Bennâ’nın sözleri, İmparatorluk kurma çabasında olanlara bir eleştiri olarak
da görülebilir. Onun daveti aynı zamanda İslamî bir imparatorluk kurmak için de
bir davettir. 5. Kongrede şöyle der: “Biz Batılı siyasetçilerin bakışlarını
şuna çevirmek istiyoruz: Sömürgecilik geçmişte başarıya ulaşamadığı gibi
gelecekte de kesinlikle başarıya ulaşamayacaktır”. Yine şöyle der: “Mussolini
ve Hitler Roma İmparatorluğunu geri getirme hakkına sahipse, biz de İslam
İmparatorluğunu yüceltme ve geri getirme hakkına sahibiz”. Yine şöyle der:
“Biz, herhangi bir zaman diliminde İslam’la şereflenen her yerde Allah’ın
sancağının tekrar dalgalanmasını istiyoruz. Her yerin müezzinlerin tekbîr ve
tehlîl sesleriyle yankılanmasını istiyoruz”. “Endülüs, Sicilya, Balkanlar,
Güney İtalya, Cezayir Yunan Denizi, hepsi İslam’ın hakimiyeti altındaydı.
Tekrar İslam’ın bağrına dönmesi gerekir. Daha önce olduğu gibi Akdeniz ve
Kızıldeniz’in tekrar İslam’ın iki denizine dönmesi gerekir. Bağlamı farklı olsa
da bunlar, İslam imparatorluğunu geri getirmek için askerî bir seçeneğe davet
olarak kabul edilebilir. Çünkü askerî bir seçenek olmaksızın bunu
gerçekleştirmek mümkün değildir. Mussolini, Hitler ve Oğul Bush tarihi bir
imparatorluğu geri getirme ve dünya haritasını değiştirmeyi düşündüler. Ne elde
ettiler, ne topladılar ve şimdiki durum nedir? Bu konuşma da, Batı’nın
çağırdığı medeniyetler çatışması nazariyesini destekleme ve onu kabul etme
olarak görülebilir. Nitekim Batı da bu düşünceye benzer bir düşünceyi temize
çıkarmaya çalışmıştı[174].
Hasan el-Bennâ
konuşmalarında, silahlı şiddete dayanarak uygulama planlarına ve zamanına da
işaret etmişti. Bu konuda şöyle der: “Ey Kardeşler! Uygulama adımlarımızı ne
zaman atacağız. Siz Müsülüman Kardeşler topluluğu ruhî ve manevî açıdan iman ve
akideyle, fikrî açıdan ilim ve kültürle, bedenî açıdan eğitim ve riyazetle
donanmış üç yüz birlik olduğunuz zaman... Böyle bir zaman geldiğinde benden
isteyin, sizinle beraber denizin dalgalarına dalayım, sizinle göğün bulutlarına
gireyim ve her inatçı ve zorbaya karşı sizinle beraber savaşayım. Allah’ın
izniyle bunu yapacağım”. Bu konuşmanın devamında şöyle der: “ İhvân, başka
seçenekler fayda vermezse fiilî gücü kullanacaktır”. Fiilî gücü kullanmak, güç
ve silah kullanmak anlamına gelmektedir. Bu sözlerden, planlanmış gizli bir
planın olduğu sonucunu çıkarmak da mümkündür. Bunun olgunlaşması
beklenmektedir. Bundan dolayı devletin onlara seyirci kalması düşünülemez. Bu,
bir ordu oluşturup tatbikat yapmak için yazılmış muhtemel bir senaryo değildir.
İleride nasıl kullanılacağını bilmeksizin araçları hazırlamak gibidir. Aynı
zamanda her siyasî aktörün siyasî kanunları çıkarmayı düşünmesi ve bu konuda
adımlar atması onun en tabiî hakkıdır. Ancak sistemi nasıl ve ne şekilde
değiştireceğini ilan etmesi gerekmektedir. Hasan el-Bennâ’nın bu sözleri ise
şiddete ve ötekileştirmeye bir işaret olarak görülebilir[175].
İhvân’ın
kuracağı devletin şekli ve bu devlette vatandaşların ve gayri Müslimlerin
konumu hakkındaki düşüncelerine gelince; o, bu konuda şöyle der: “Zaruret
halinde, genel velayet makamlarının dışında gayri Müslimlerden yardım
istememizde herhangi bir beis yoktur”. 5. Kongre eğitim talimatları
risalesidir. Mesela Mısır’da Hıristiyan vatandaşların devlete karşı konumunun
ne olacağını sorabiliriz. Devlet, geleneksel bir devlet mi olacak yoksa çağdaş
kurumlara sahip bir devlet mi olacak? Bütün bu problemler İhvân açısından 2005
seçimlerine kadar halledilmemiş olarak kaldı. 2005 seçimlerinde, harekette
açılma başladı ve gayri müslim bir reisi kabul ettiler. 2010 yılında Seyyid
Kutupçu kanadın hâkim olmasından sonra hareket bir daha çok hızlı bir şekilde
eski düşüncelerine geri döndü[176].
Dinî açıdan
dönüşümü teşvik etmek konusunda Hasan el-Bennâ şöyle der: “ Otoritenin iki
hedefinin olduğunu hatırlayınız. İslamî vatanı her türlü yabancı sultadan
özgürleştirmek ve bu vatanda bağımsız İslamî bir devlet kurmak. İslamî bir
devlet kurulmadıkça bütün Müslümanlar suçludur ve Allah’ın huzurunda
sorumludurlar”. Bu sözlerde, halka devleti değiştirme sorumluluğu yükleme
durumu söz konusudur. Bu da halkla hükümetleri karşı karşıya getirmektedir.
Bunun yanında herhangi bir yabancı devletin hegemonyasından kurtulmak için
özgürlük çağrısı evrensel bir taleptir. Bu açıdan savunma ve özgürlük onların
da hakkıdır. Fakat bu söylem, bu gizlilikle sadece bir hayalden ibaret
kalmaktadır. Ayrıca sorgulanması gerekmektedir.
Demokratik
metod ve araçları olan siyasî partiler hakkında şöyle der: “İslam particiliği
kabul etmez. Çünkü İslam vahdet dinidir”. “Bunu söyleyene açık ve sarih bir
şekilde şunu derim: Ey Kardeşim! Partici siyasiler ya bir partiye yardımcı olur
veya diğerine mukavemet ederler. Biz ise böyle değiliz. Hiç kimse buna bir
delil veya delile benzer bir şey getiremez”[177].
Burada Hasan el-Bennâ particilikten söz etmektedir. Bazen particiliğin
sakıncalarını ortaya koymakta bazen de bunun İslam’a aykırı olduğunu
söylemektedir ve tek partili bir düzeni önermektedir. Yine o, hareket merkezli
ve hareketin üstünlüğüne vurgu yapan bir dile sahiptir. Bu da sadece
kendilerinin İslamî bir cemaat olduğu şeklinde bir düşünceye sahip olduklarını
göstermektedir. Bu konuda şöyle der: “Ey İnsanlar! Övünmek için söylemiyorum.
Biz Allah Resulünün sahabesiyiz ve sancağının kendisinden sonraki
taşıyıcılarıyız. Sahabe onun sancağını yükselttiği gibi siz de onu yükseltiniz.
Yaydıkları gibi siz de onu yayınız. Kur’ân’ı korudukları gibi siz de onu
koruyunuz. Onun davetiyle müjdeledikleri gibi siz de müjdeleyiniz. Allah’ın
rahmeti alemler içindir”. Arapların durumunu yüceltme, üstün görme ve geri
kalmanın sebeplerini başkalarına yükleme konusunda şöyle der: “Siyaset, asabiyet,
liderlik ve makam ihtilafları geri kalmanın sebeplerindendir.”
İhvân
hareketinin, mevcut durumu tedavi etmede izlediği bu tutum, aslında Batının ve
sömürgeciliğin varlığına karşı bir reddiyedir. Bu sözlerin olumsuzluklarından
biri, devletin iç siyasetinde yaşanan gelişmelere uygun olmamasıdır. Çünkü bu
sözler, isyana ve mutlakiyetçiliğe bir zemin hazırlamaktadır. Devlete ve
topluma belirli bir yaşama biçimini önermektedir. Hasan el-Bennâ’nın
takipçileri bu metod üzere yürümeye devam ettiler. Hasan el-Bennâ’yı
söylediklerinde ve fikirlerinde bir dereceye kadar mazur görebiliriz. Çünkü bu
fikirleri ve ilkeleri ortaya koyduğu zaman İslam alemi sömürgeciliğin işgali
altında bir çöküntü içerisindeydi. Kurumlar sömürgecilerin arzularına göre
oluşturuluyordu.
İhvân
cemaatinde sömürgecilikten kurtulduktan sonra da bir değişiklik olmaksızın aynı
metoda bağlı kalarak hareket etti. Özellikle sömürgecilikten sonra hükümet,
devlet ve kurumlarda aynı metodu uygulamaya ve sadece bir devlette değil bütün
İslam alemine yaymaya çalışmasından dolayı hareketin değeri arttı. Bunu hilafet
ismi altında bir İslam imparatorluğunu kurmak amacıyla yaptı. Muhtemelen bu
değeri, 1948’de İsrail’e karşı yapılan savaşta üstlenmiş oldukları askerî
rolden dolayı da kazandılar. Bu da 1949'da Mısır’da iktidarı ihtilal ile ele
geçiren ihtilalci general Cemal Abdunnasır’ın istihbarat ajanlarının Hasan
el-Bennâ'ya süikast düzenleyip şehit olmasına yol açtı. Bağımsızlıktan sonra
Cemal Abdunnasır’ın bu güçten korkması, cemaati hedef tahtasına oturtmasına
sebep oldu. Bununla beraber cemaatin içinde değişim için sürekli olarak çalışan
bir grup var olagelmiştir. Fakat cemat içinde değişimin getirdiği zorluklar,
cemaatte bu değişime karşı olanların sert muhalefetine sebep oluyordu.
Söz konusu
dönemde İslamî olmayan her şeyin dışlanması söylemi, Hasan el- Bennâ’nın ve
cemaatin şiddet yanlısı selefi düşünceye meyletmekle itham edilmesine sebep
oldu. Bu durum, ötekiyle, Şiî, mutasavvıf ve kendilerine muhalif olan herkesle
mücadelede cemaatin düşünceleriyle Vehhâbîliğin düşünceleri arasındaki
benzerlikten kaynaklanmaktaydı. Zira Vehhâbîler Suud’da devlet kurmaya
çalışırken böyle bir üslup kullanmışlardı.
Hasan el-Bennâ
bu ilkeleri ortaya koyarken bu merhale için bunları en uygun ilkeler olarak
görmüştü. Donukluğun akliliğini savunmuyordu. Onun bu konudaki görüşleri yine
5. Kongre’de yapmış olduğu konuşmadan açıkça anlaşılmaktadır: “Her çağda,
eğitim ve öğretimde, halkının üslubuna uygun olan bir yazı metodu vardır.
İnsanların akılları yenilendiğinden dolayı araştırma, düşünme ve istinbat
yollarının da yenilenmesi gerekir”. Bununla beraber vakıanın kendilerine
dayattığının dışında konumlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır.
Ancak daha sonraki yıllarda İhvân’ın siyasî tavırlarında bir
takım değişiklikler olmuştur. Islahatçı fikirleri daha fazla kapsayıcı bir
hoşgörüye evrilmiştir. Demokrasi, vatandaşlık, kadın hakları, genel seçim gibi
modern devletin şartlarını kabul etme merhalesine varmışlardır. Hatta seçimi
kazanması durumunda Kıptî bir Hıristiyan’ın devlet reisliğini üstlenmesini bile
kabul etmişlerdir. Hükümetlerin yapmış oldukları anayasa ve kanunlara aykırı
uygulamalarına, idarî ve ekonomik bozulmalara, hak ve özgürlük ihlallerine
fitneden kaçınmak ve içeriden ıslaha yönlendirmek amacıyla ses çıkarmamışlardır.
Ancak davanın sabitelerinden bir sapma olarak gördükleri için cemaatin
muhafazakar akımı bu kararları reddetmiştir. Muhafazakarların sertliğiyle
ıslahatçıların müsamahakarlığı cemaatin tavırlarında birbirinden ayrı iki
uygulama şeklini ortaya çıkarmıştı. Birincisi siyasetin dinle olan problemi,
ikincisi ise dinin siyasetle ilgili olan problemidir. Bu iki tavır cemaatin
geleceğini siyasetle din arasında meçhul bir eşiğe yöneltmiştir[178].
Soğuk Savaş Dönemindeki İlişki ve Cihâdî
Hareketlerin Ortaya Çıkışı
Bu merhale
bazı gelişmelerden sonra başladı ve dünya düzeniyle İslamî hareketler
arasındaki ilişkiyi etkiledi. Öncelikle İslam topraklarında ulusal özgürlük
hareketleri başladı ve yönetim aşamasına kadar geldi. Bölgede Fransa ve
İngiltere’nin rolü bir başarı getirmedi. Batıya karşı bir rekabet kutbu olarak
ortaya çıkan Sovyetlere karşı Batı cephesinde ABD’nin yükselmesinin kapısını
açtı. İki güç arasında soğuk savaş olarak isimlendirilen bir süreç başladı.
Arap coğrafyası da ABD’nin himayesine girmeye ve ABD’nin İslamî hareketlerle
ilişkisindeki rolü belirginleşmeye başladı. ABD’nin İslamî hareketlerle
ilişkisini şu bölümlere ayırarak incelemek mümkündür:
Seleflerle Amerika Arasındaki İlişki
Bazı
tarihçilere göre ABD liderliğindeki yenidünya düzeni ile Vehhâbî Selefîlik
arasındaki ilişkinin kökleri, İkinci Dünya Savaşının bittiği tarihe (1945) veya
sonraki yıllara dayanmaktadır. Çünkü ABD ile Suudî Arabistan arasındaki ilk
resmi temas bu yıllarda olmuştur. Fakat bu tarihi daha eskilere götürmek de
mümkündür. Buna göre ilk temas 1933’te gerçekleşmiştir. ABD ile Suudî Arabistan
arasında ilk ticari temas, Osmanlılara karşı yapılan savaşta Suud ailesiyle
Vehhâbî hareketi arasındaki ilişkiyi yürüten İngiliz subay Harry St. John
Bridger Philby aracılığıyla sağlanmıştır[179].
Bundan sonra Philby’in Suud Krallığı sarayında büyük bir değeri oldu. Emekli
olduktan sonra ticarete atıldı ve Suudî petrol sahasında çalışan şirketler
kurdu. Böylece İngiltere’nin ortakları olan Amerikalılarla Suud ailesi arasında
iktisadî ilişkileri güçlendirdi. Bu durum daha sonra Körfez petrolünün
Amerika’nın çıkarlarına uygun olarak işletilmesini sağladı. California, Texaco
ve Exxon gibi dev şirketler bu işe giriştiler. Daha sonra bu şirketler Aramco
olarak isimlendirilen bir şirkette birleştiler. Böylece Suudî devleti,
Amerika’nın himayesine ve korumasına girdi. Amerika Başkanı Franklin Delano
Roosevelt bu hususta şöyle der: “Burada ilan ediyorum ki Suudîleri savunmak,
Amerika’nın savunması için hayatî bir iştir.” Ondan sonra da şimdiye kadarki
bütün Amerika Başkanları bunu tekrarladılar[180].
Amerika ile
Sovyetler arasında soğuk savaş döneminin başlamasıyla birlikte, Amerika’nın
stratejisinde tipik bir değişme görüldü. Doğrudan bölgenin sorunlarına müdahil
olmaya ve gelecekle ilgili programlar çizmeye başladı. Bu; Mısır, Libya, Irak,
Suriye gibi bazı Arap ülkelerinde ve İran’da sol hareketlerin iktidara
gelmesinden sonra oldu. Böylece Körfez, hatta Suudî ve Ürdün krallıkları bile
tehdit edildi. Bütün bunlar, 1950’lilerde Amerika Başkanı Eisenhower’i, bölgede
artan Sovyet nüfuzuna ve sol hareketlere karşı Amerikan nüfuzunu artırmak için
Suudî vasıtasıyla Selefî Vehhâbîleri ve diğer İslamî hareketleri desteklemeye
ikna etmeye yetti. Ancak Amerika’nın bölgeyle olan doğrudan ilişkisi, 1971’de
İngiltere’nin bölgeden çekilmesinden sonra belirginleşti. Amerika, Richard
Nixon ilkeleri veya siyaseti olarak bilinen stratejiye dayanmaya başladı.
Nixon, stratejini İran ve Suudî Arabistan’da temsil edilen iki yardımcı direğe
dayandırdı. Bu, Amerika’nın Sovyetlere karşı direkt bir şekilde dinî
hareketlerle ilişkiye geçmesinin ve onlara dayanmasının başlangıcı oldu. Daha
sonra Vehhâbî ve Şiî taraflarla ilişkilerinde bir takım düzenlemeler yaptı.
İran da dâhil,
Körfez petrol bölgesinin çatışma alanından çıkarıldığının ve Amerika’nın ulusal
güvenliğiyle ilgili bir bölgeye dönüştürüldüğünün ilan edilmesinden sonra
1980’de Carter Doktrini şekillendi. Daha sonra stratejisini bölge ülkelerinin
ulusal güçlerine dayandırmaktan, orada asker bulundurmaya ve gücünü bölgede yaymaya
dönüştürdü. Bölgenin güvenlik ve iktisadî gidişatını Amerika’nın ulvî
çıkarlarına bağladı[181]. Amerika’nın, bölgedeki
hedeflerini gerçekleştirmek için geliştirdiği bu strateji, İslamî hareketlerle
ilişkiye çok önem vermesini gerektirdi.
Suudî
Arabistan, laik ulus devletlerin ortaya çıktığı bu asırda, Orta Doğu’da güçlü
bir meşruiyet elde edememiştir. Bu merhalede Vehhâbîlik, Filistin meselesi,
sömürgecilerle ilişki, ulusal birlik gibi bir çok konuda İhvân gibi İslamî
hareketlere ve diğer siyasî akımlara karşı muhalif bir tavır takındığı için
üstlenmeyi amaçladığı rolü istediği şekilde oynayamamıştır. Arap Körfezi ile
Suudî Arabistan’daki siyasî durum diğer Arap ülkelerinden farklı olmuştur.
Körfez ülkelerinde din ile iktidar arasında bir uyum vardı. Aynı şekilde
kendileriyle sömürgeciler arasında da böyle bir uyumdan söz edilebilir. Çünkü
onlar, devletlerini kurdukları ve yabancı müdahalelerden korudukları için büyük
bir değere sahiptiler. Körfez ülkeleri bir bakıma diğer Arap devletlerinden
soyutlanmışlardı. Bu durum Suudî devleti için altın bir fırsat olmuştur. Çünkü
özellikle 1973’deki birinci petrol krizinden sonra Arap devletleri sahnesine
eski rolüyle çıkmasına ve Vehhâbîlik fikrini dış dünyaya ihraç etmesine vesile
olmuştur. Bundan sonra da değeri artarak devam etmiştir ve petro- dolarlar
sayesinde de Müslüman Alimler Birliği, İslam Kongresi Teşkilatı, gelişim
bankaları, İslamî bankalar, islamî televizyon kanalları gibi ülkedeki bir çok
İslamî teşkilatlara hükmetme ve onları yönlendirme imkânına sahip olmuştur[182].
Böylece
Vehhâbîlik, Körfez ülkelerindeki devletlerin kurulmasından sonra inzivadan
çıktı. Bölgedeki ulusal hareketlerin sloganlarını gerçekleştirmede başarısız
kalmalarından ve bölgenin ekonomik durumunun kötüleşmesinden sonra sol ve
ulusal hareketlere, içeride ve dışarıda Sovyet nüfuzuna karşı Amerika’yla
birlikte cihadî eylemlere girişti. Ulusal diktatörlerin ortaya çıkması ve
1979’da İran’da Şiî hareketin iktidara gelmesi ve nüfuzunun Suudî’yi
korkutması, daha sonra Sovyetler’in Afganistan’a girmesi ve Amerika’nın ona
karşı çıkması, bütün bunlar İslamî hareketlerin önemini artırdı. Burada
liderlik rolü selefî-cihadî hareketlere verildi. İslam aleminde var olan aşırı
fikirler, yönelişler ve hareketler, Afganistan’da cihad ismiyle kabule layık görüldü.
İslam’ın onurunu geri getirmek ve İslamî hilafet devleti hayalini
gerçekleştirmek için, selefîlik şemsiyesi altında şiddete, silaha ve aşırı
fikirlere dayanan silahlı hareketler ortaya çıktı[183].
Enver Sedat
döneminde Mısır’ın Körfez’e açılmasından ve halkları arasındaki ilişkinin
artmasından sonra selefîlik, Mısır’da bütün İslamî hareketler üzerinde
özellikle de selefî hareketler üzerinde bir etki bıraktı. Ticarî faaliyetleri
ve hayır işlerine katılımları arttı. Bu da bütün İslamî hareketlerin toplumsal
konumunu yükseltti.
Suudî
Arabistan ve Körfez ülkeleri, Humeyni’nin 1979’da gerçekleştirdiği devrimden
sonra patlak veren İran-Irak savaşında Saddam Hüseyin’e yardım ettiler. Çünkü
İran devrimini, Araplara ve özellikle de bölgedeki Suudî nüfuzuna karşı bir
tehdit olarak gördüler. Bir yandan Petro-dolarların sıçrama yapması sebebiyle
İran’a karşı İslamî hareketleri finanse ettiler, ekonomiye, mala ve hayır
bankalarına hükmetmeye başladılar. Öte yandan Saddam’ın 1988’de Enfâl[184] ismi altında Halepçe’de
Kürtler’e karşı kimyasal silah kullanması suçuna ortak oldular. Onun yaptığını
İslam’ı ve Müslümanları savunmak olarak gördüler. Kürtleri de Haricîler olarak
nitelediler ve kanlarını helal saydılar[185].
Verilen rakamlara göre 182000’den fazla insanın ölümüyle sonuçlanan
katliamlarına herhangi bir taraftan resmi bir kınamanın gelmemesi için
dünyadaki İslamî heyetleri bile susturabildiler[186].
Bu, Suudî Arabistan’ın İslamî teşkilat ve heyetler üzerindeki hâkimiyetini
gösteren delillerden biridir. Bu da ekonomik güçlerinden kaynaklanmaktadır.
İran-Irak
savaşının bitmesinden sonra Suudî ve Körfez ülkeleri Amerika ile beraber
Saddam’a hıyanet ettiler. Petrol üretimini artırdılar ve dünya piyasalarını
petrole boğdular. Bundan dolayı Irak, savaştan dolayı biriken borçlarını ödeyemez
bir duruma geldi. Halbuki Körfez ülkeleri savaş külfetini yüklenmeyi vaat
etmişlerdi. Fakat bu vaatlerini yerine getirmediler. Üstelik Körfez petrolünü
işleten Amerika şirketlerinin tavsiyesiyle petrol fiyatlarını düşürdüler.
Böylece borcu karşılığında Irak’ı, petrolünü Dünya Bankası gibi bankalarla bu
şirketlerin kontrolüne bırakmaya zorladılar. Yine Irak’ı, Kuveyt’i işgal
tuzağına düşürmek, onu yok etmek ve daha sonra da Irak petrolünü yönetme
projesini tamamlamak için Amerika Körfez ülkelerini teşvik etti.
Suudî
Vehhâbiliği, İran’a karşı yapılan savaşı haklı çıkarmaya çalışmanın yanısıra
Sünnîlerle Şiîler arasında dinî bir savaşı da tahrik etti. Irak’a müdahaleye
ruhsat vermek ve Amerika’ya yardım etmeyi haklı görmekle, şahsî gayretler için
başka bir kapıyı daha açmış oldu. Hatta Müslümanlara karşı gayri Müslimlerle
gizli kararlar aldı. Selefî fetvalar, Suud ve Körfez’de hâkim olan elitlerin
siyasî çıkarlarıyla ilgilidir. Fakat bu merhalede Suudî ve Körfez selefi
hareketlerinde bazı dikkat çekici değişimler oldu. Bu değişimler bölgedeki
yöneticilerin de sorgulanmasını kapsadığından kralların ve muhafazakâr Körfez
toplumunun uykuları kaçtı. Bunun birkaç sebebi vardır.
Birincisi: İhvân
liderlerinin, kendi devletlerindeki hükümetlerden kaçarak krallıklara
sığınmalarından sonra Selefî düşüncenin İhvân metoduyla harmanlanmasıdır. Ki
namaz kılan ehli kıble yöneticlere itaati öngören Selefi ideolojinin aksine;
İhvan, bunun yetmediğini anayasal düzenin de islami ilkelere göre düzenlenmesi
gerektiğini savunmaktaydı. Bu yeni fikirler Selefi çizgide bölgedeki
krallıkların sorgulanması durumunu ortaya çıkardı.
İkincisi: Krallığın,
Batı kültürünü öğrenmeleri amacıyla öğretim burslarıyla gönderdiği öğrencilerin
dönmelerinden sonra Suudî Arabistan’da etkileri artan, tahdîs akımlarını
etkilemeleridir. Bu günbegün artmakta olan selefî şiddeti hafifletmek için
iktidarın attığı bir adımdı.
Üçüncüsü: Bunun
sebeplerinden bir tanesi de selefîliğin yönetimdeki konumunu ve İslam
topraklarında bulunan Batılı kuvvetlerle ilişkilerini kaybetmesidir.
Dördüncüsü:
Bu hareketin, Suudî devleti kurulduğundan beri yönetimi kontrol altında
tutmasını sağlayan aşırı düşüncelerini açığa çıkarması için bir alanın
açılmasıdır. Fakat Suudî-Amerika ittifakına uygun olarak cihadî saldırıları
finanse etmek için, eski söylemine dönmesi ve bölgede önemli bazı hizmetleri
yapması istendi.
Bütün bunlar
Vehhâbî hareketin birkaç akıma ayrılmasına sebep oldu. Bunlardan biri, siyasî
ıslah üzerinde yoğunlaşan Sahavî akımıdır. Bu akım, Vehhâbî ve İhvân karışımıdır.
es-Selefiyyetu’l-Harekiyye olarak isimlendirilmiştir. Muhammed Kutup,
Abdurrahman ed-Dûsirî ve Muhammed Ahmed er-Râşid’den etkilenmiştir. Bu akım
Seyyid Kutub’un hâkimiyet düşüncesini, Abdulvehhâb’ın tevhîd düşüncesiyle
mezcetmiştir. Bunlar iki kısımdır: İhvâniyyûn (Sulayfah, Funeysan, Zebîr,
Hicâz) ve İhvâncı Muhammed b. Surûr Zeynulabidin es-Sûrî’ye nispet edilen
Surûriyyûn. Bunlar sürekli olarak yönetimle ve diğer akımlarla bir çekişme
halindedirler. Diğer bir akım Abdulazîz b. Bâz ve Muhammed b. Useymîn’in
takipçileri olan Taklitçi Selefîlerdir. Emir sahiplerine itaat bu akımın temel
metodunu teşkil etmektedir. Bir diğeri Muhammed Emân el-Câmî’nin cemaati olan
el-Câmîye akımıdır. Buna Rebi'u’l-Medhalî el-Yemenî veya Ali el-Halebî Urdunî
cemaati de denilmiştir. En bariz metotları şöyledir: “İman kalpteki inançtır.
Ameli kapsamaz. Bundan dolayı emire itaat vaciptir. Emirin yaptığı düzenlemeler
şeriata uygundur. Onlara karşı çıkmak caiz değildir”. Yönetim es-Selefiyyetu’l-
Harekiyye veya Sahavî akımına karşı bunlara dayanmaktadır. Bir başka akım el-
Elbânî’nin cemaatidir. Siyasî düzenlemeleri şer’î olarak görmemekle birlikte
İman ve akide konusunda el-Câmîyye ile aynı görüştedir. Fakat yöneticileri
ıslaha çağırmaktadır[187].
Sovyetler’in Afganistan’a girmesi sebebiyle, cihadî hareketler
Afganistan’a geldi. Bu nedenle Afganistan, neredeyse bütün İslamî hareketlerin
bir buluşma yeri oldu. Bu hareketlerin başında da Suudî cemaatler gelmektedir.
Afganistan onların sayesinde Sovyetlerin işgalinden kurtuldu. Ancak Selefî
hareket Afganistan’la sınırlı kalmadı. Seksenli yıllarda Türkmenistan,
Özbekistan, Çeçenistan, Dağıstan, Kazakistan, Kırgızistan gibi Müslüman Sovyet
Cumhuriyetlerinde Sovyetlere bağlı hükümetlere karşı harekete geçti. Bu,
doğalgaz ve petrol kaynakları bakımından zengin olan Orta Asya’yı kontrolü
altına alma durumuydu. Nitekim peşinden İslamî yay olarak isimlendirilen hat
boyunca İslamî Hareketler, Sovyetleri çevreleyip onu kuşatma altına alarak
Karadeniz’deki kara ve deniz taşıma yollarından uzaklaştırmayı amaçlayan bir
strateji geliştidiler[188]. Bu durum aynı zamanda Amerika’nın arzu ettiği bölge stratejisi
ile uyumluydu. Bu nedenle Amerika bu hareketleri desteklemiştir.
İhvânu’l-Müslimîn İle Batı Arasındaki İlişki
ve Seyyid Kutub’un Fikirlerinin Ortaya Çıkışı
Mısır’da
1949’da İngiliz sömürgeciliğine bağlı hükümet tarafından Hasan el- Bennâ’ya
yapılan suikast, İhvân’ın seyrinde bazı gelişmelere sebep oldu. Bu durum
İhvân’ı sömürgeciliğe bağlı olan bu hükümete karşı eyleme ve bağımsızlığa
çağıran milliyetçi sağ hareketlerle yardımlaşmaya yöneltti. Bu dönemde
İngiltere’nin zayıflamasıyla bölgedeki durumu düzenlemek ve Batı’nın
çıkarlarını korumak için Amerika onun yerine geçti. General Muhammed Necip
liderliğindeki Hür Subaylar Hareketi, Mısır’da iktidara gelmek için İhvân’ın
desteğini aldı. Cemal Abdunnasır ve Enver Sedat da bu hareketin generalleri
arasındaydı. Sonunda 1952’de ülkelerinin bağımsızlığını ilan edebildiler.
Fakat Cemal
Abdunnasır, yönetimi devraldıktan sonra milliyetçi yönelimlerle Suriye, Irak,
Libya gibi Arap ülkelerini Arap Birliğini kurmaya ve Sosyalist bloğun yanında
durmaya çağırdı. Bütün bunlar bölgeyi iki çukura düşürdü. Bir tarafta
Suudîlerin başını çektiği Ürdün ve Körfez ülkelerinin oluşturduğu Amerika
mandacıları, diğer taraftan Cemal Abdunnasır liderliğindeki Mısır’ın başını
çektiği Rusya mandacıları.
Bu hadiseler
İhvân hareketini ikinci bir viraja soktu. Hasan el-Bennâ’ya suikast
düzenlendiğinde kendileriyle Cemal Abdunnasır arasında bir mücadele başladı.
Cemal Abdunnasır döneminde İhvân, Mısır’da büyük bir tasfiye yaşadı. Çünkü
Abdunnasır, ihtiraslarını gerçekleştirmeyi Arap birliğinde görmüştü. Ona göre
İhvân’ın gücü ve büyümesi bu ihtirasları gerçekleştirmenin önünde bir engel
olacaktı. Diğer taraftan bu Cemaatin, Suudî-Amerika cephesine katılmak için bir
gedik açacağını düşündü. Abdunnasır’ı korkutan hususlardan biri de Amerika’nın
hedefi haline gelmesiydi. Çünkü Sovyetlerin müttefikiydi. Ancak Abdunnasır’ın
İhvân üyelerine karşı yapmış olduğu uygulamalar, bu korkuları düşünceden
hakikate çevirdi. Çünkü İhvân liderlerinden Abdulkadir Udeh (1954) ve Seyyid
Kutub’un (1966) idam edilmesinden sonra diğer liderler onun baskılarından,
idamlarından ve yakalamasından kurtulmak için Körfez ülkelerine sığındılar.
Bütün bunlar
İhvân’ın Suudîlerin ve Körfez ülkelerinin merhametine ve himayesine girmesini
sağladı. İhvân ile Selefîlik arasında bir yakınlaşmaya sebep oldu. Bu
yakınlaşma da İhvân hareketi içinde selefî çizginin büyümesine yol açtı. Mısır
hapishanelerinin acımasızlığı, Seyyid Kutub’un çektiği sıkıntılar, onun
fikirlerinin ve metodunun ortaya çıkması, cemaati, ortaya çıkan yeni şartlara
uygun olarak Hasan el-Bennâ’nın metodunu değiştirme kanaatine varmasına yol
açtı. Çünkü Hasan el-Bennâ döneminde İslam toplumu sömürgeciler tarafından
yönetilmekteydi. Şimdi ise Müslümanlar kendilerini yönetiyorlar. Bundan dolayı
Cemaatin de bu şartlara göre siyasetini değiştirmesi gerekmektedir. Eğer bir
değişim gerekliyse, bu da halkayı genişletmek değil daraltmaktan geçmektedir.
Bu da Seyyid Kutub’un nazariyesine uygun olarak bu kavramları asıl bağlamlarına
döndürmek, hâkimiyet kavramını tedavüle sokmak, toplumu İslamî ve Cahilî diye
ayırmaktan geçmektedir. Bu Cemaatte görülen bir sapmaydı. Çünkü Cemaatin içinde
şiddet yanlısı bir çizginin büyümesine şiddete yönelen bir akımın doğmasına yol
açacaktı. Bundan sonra soğuk savaş dönemi boyunca Seyyid kutub’un fikirleri,
İslamî hareketlerin en büyük referansları oldu ve bu hareketler üzerinde derin
etkiler bıraktı. Hatta Humeynî’nin fikirlerini özellikle ilahî hâkimiyet
kavramına denk gelen velayet-i fakih düşüncesini bile etkiledi. Aynı zamanda
Selefîlerin fikirlerini de etkiledi. Çünkü Abdulvehhâb’ın tevhîd konusundaki
fikriyle Kutub’un hâkimiyet kavramı hakkındaki fikri birbiriyle paraleldir.
Diğer taraftan Kutub’un fikirleri, İhvân içindeki Seyyid Kutupçu akımla şiddet
yanlısı selefi cihadî akımları da birbirine yaklaştırdı. Çünkü Kutub’un İslamî
toplum, Cahilî toplum, kavramları hakkındaki görüşü, şiddet yanlısı İslamî
hareketlerin dayandıkları daru’l-islam, daru’l-küfr kavramlarıyla benzerlik
arzetmektedir. Soğuk savaşlar ve Sovyetlerin Afganistan’a girmesi sebebiyle
cihat fikrinin yaygınlaşması, bütün İslam aleminde Seyyid Kutub’un fikirlerinin
ilk sıraya yerleşmesini sağladı.
Seyyid
Kutub’un hâkimiyet nazariyesini okuduğumuz zaman, onun hâkimiyet anlayışının
diğer Müslümanların hâkimiyet anlayışından farklı olduğunu göreceğiz. Alimler,
Allah’a karşı çıkanlarla, şüphe, şehvet ve içtihat gibi amillerle haktan
sapanları birbirinden ayırırlar. Fakat Kutub’a göre bunların arasında herhangi
bir fark yoktur. Yine ona göre tarih boyunca bütün İslam toplumları İslamî
toplum olamamışlardır. Çünkü teşrî konusunda Allah’a karşı çıkmışlardır. Emrin
çoğuyla azı arasında fark yoktur. Şüphe ve şehvet dolayısıyla emre karşı
çıkanla emri inkâr eden arasında da bir fark yoktur. Herhangi bir şekilde
ölçüden sapan mümin toplumların mevcudiyeti söz konusu değildir. Bizim çağdaş
toplumumuz da böyledir. Kutub’a göre bir toplum ya tamamen İslam’a boyun
eğmiştir ya da Cahilî bir toplumdur. Ölümünden sonra Kutub’un ve tabilerinin
fikirleri ve metodu, hayatında olduğundan daha fazla bir şekilde yayıldı[189]. Bazıları da Seyyid Kutub ile
Hasan el-Bennâ’nın görüşlerinin birbirleriyle mutabık olduğunu ispat etmeye
çalışmışlardır. Onlara göre Allah’ın şeriatını hakim kılma konusunda Kutub da
Hasan el-Bennâ’nın görüşlerini paylaşmaktadır. Bu konuda el-Bennâ’nın şu
sözlerini delil olarak getirmişlerdir: “Müslüman ıslahatçıların çözümü
istemekten geri durması, İslamî bir suçtur. Direnenlerden başkası onu inkar
etmez. Hanif İslam’ın hükümlerini din edinmeyenlerin elinden infaz gücünü almak
gerekir”. Hasan el-Bennâ’nın bu sözleri Kutub’un görüşlerine mutabıktır. Ayrıca
İhvân’ın 1948’de organize ettiği “Ma'riketu’l-Mushaf’ı da Hasan el-Bennâ ile
Kutub’un görüşlerinin örtüştüğüne delil olarak getirenler olmuştur. Bu
organizedekiler devletin Kur’ân’daki konumunu sınırlamak istemektedirler. Çünkü
Kur’ân teşri ve hükmün kaynağıdır. Hasan el- Bennâ bu zaman diliminde
gazetelerde yayınladığı bazı makaleler yazdı. Bu makalelerde taleplerini
gerçekleştirmemesi durumunda devleti uyarmaktadır. Son bir makalesinde şöyle
demektedir: “ Nasihat ve açıklamadan sonra ayrılmak ve cihattan başka bir şey
yoktur”.
Bazılarına
göre Kutub ile Hasan el-Bennâ’nın görüşleri arasında bir fark vardır. Muhammed
Kutub şöyle der: Seyyid’in düşünceleri, Hasan el-Bennâ’nın düşüncelerinin
gerçek bir açılımıdır. Fakat bir noktada açıkça ondan ayrılmaktadır. Hasan
el-Bennâ der ki: “Biz bir Müslümanı, kelime-i şehadeti söylediğinde ve gereğini
yerine getirdiğinde, işlediği bir günahtan dolayı tekfir etmeyiz”. Fakat
Seyyid, onu “gereğini yerine getirme” şartıyla sınırlandırmaktadır. Seyyid’in
düşüncesi “şehadetin gereğini yerine getirme” etrafında dönmektedir ve şehadeti
tekrarlamakla yetinmemektedir.
Seyyid kutub
akımının gelişmesiyle İhvân liderliği “Du'ât lâ Kudât” kitabını yayınlamaya
girişti. Bunu İhvân’ın ikinci mürşidi Hasan el-Hudaymî, hapisteyken 1969’da
yayınladı ve Cemaatin Seyyid Kutub’un fikirlerine karşı konumunu ilan etti. Bu
kitapta Hudaymî, Teşkilatı Seyyid Kutub’un fikirlerine karşı uyarmaktadır.
Kutub, kelime-i tevhidi hakimiyet anlayışına göre yorumlamıştır. Bu, İslam’a
mensubiyetin yeni bir ölçüsüdür. Kitapta herhangi bir Müslümanı tekfir
etmemeye, daveti sürdürmeye, ümmeti ıslah etme ve ona yol göstermede Hasan
el-Bennâ’nın metodunu takip etmeye ve Yusuf el-Kardavî ve Faysal Mevlevî gibi
hareketin ileri gelenlerine tabi olmaya çağırmaktadır. Tekfir ise onların
özelliği değildi[190].
İhvân’ın
Kutub’un değil de Hasan el-Bennâ’nın metoduna sarılmayı istemesi, onların
metotlarının birbirinden farklı olduğunu göstermektedir. Hasan el-Bennâ,
tekfirin ancak şüpheye yer bırakmayacak şekilde imanın apaçık inkar edildiğinin
ispat edilmesinden sonra olabileceğine işaret eder. Tekfir bireysel bir üslup
ve bir içtihad değildir. Bu Hasan el-Bennâ ile gereğiyle amel etmek olmaksızın
şehadeti söylemeye herhangi bir değer atfetmeyen Kutub’un düşüncesi arasında
apaçık ve büyük bir farktır.
Fakat bununla
beraber Hudaymî’nin kitabı Kutub’a tabi olmanın yularını tutamamış, şiddetli
dalgayı durduramamış veya İslamî sahayı sürükleyen cihadî duyguları ikna
edememiştir. Özellikle 1967’de İsrail’e karşı hezimetinden ve 1970’de ölümünden
sonra Cemal Abdunnasır’ın liderlik ettiği Arap birliği cephesinin başarısız
olmasından sonra Seyyid Kutub’un bu konularla ilgili düşüncelerinin münasip
olmadığını ispat etmiştir. Bu iki hadiseyi, İhvân hareketinin ve onunla beraber
diğer bütün İslamî hareketlerin karakteristik bir modele girmesine neden olan
başka hadiseler takip etmiştir. Çünkü cihadî duyguları onun sahasına
sürüklemiş, hareketi etkilemiş, Kutub’un fikirlerinin yayılmasını artırmış ve
Cemaatin saflarına selefîliğin diğer dalgalarını katmıştır. Böylece Enver Sedat
döneminde selefî akımlar, bu hareketin eklemlerine girmiştir.
Mısır’da Enver
Sedat yönetimi devraldıktan sonra Sovyetler Birliği ekseninden ayrılıp Amerika
cephesine katıldı. Özellikle İsrail ile barış antlaşması imzaladıktan sonra
Amerika’nın yardımını aldı. Petrol fiyatlarının yükselmesinden sonra Suudî’nin
desteğini de kazandı. Körfez ülkelerinin kapıları, çalışmak için Mısırlı
vatandaşlara açıldı. Binlerce Mısırlı İhvân teşkilatlarına katıldı. Enver
Sedat, Nasır taraftarları milliyetçi hasımlarına karşı İslamî hareketlerle
yakınlaşma siyaseti güttü. Bu, Sovyetlere karşı Amerika’nın da istediği bir
siyasetti. Mısır hükümeti ile İhvân arasındaki ilişkinin mecrasına dönmesi
için, Mısır’ın dışına ve Körfez ülkelerine ellili ve altmışlı yıllarda hicret
edip de oralarda oturan İhvân üyeleri ve liderlerinin Mısır’a dönüşleri
kolaylaştırıldı. Bunlar İhvân’la Selefîlerin görüşlerini mezcederek yeni
düşüncelerle döndüler. Bütün bunlar İhvân’ın içinde selefî bir çizginin ortaya
çıkmasına yardım etti. Daha sonraki dönemlerde bu çizgi, Cemaatin siyasî ve fikrî
gidişatı üzerinde derin etkiler bıraktı[191].
Bu durum
Hareketin içinde üç akımın ortaya çıkmasıyla neticelendi.
Birinci akım,
Gazzâlî ve Yusuf el-Kardâvî’nin akımı olan ıslahatçı akımdır. Bu akımı
ıslahatçı ve açılımcı olarak isimlendirmişlerdir. Düzenli müzakere etmişler ve
seçimlere katılmayı kabul etmişlerdir. İhvân’ın yeni kuşağından olan gençlerin
çoğu bu akıma katıldılar.
İkinci akım,
Seyyid Kutupçu İhvâncılar akımıdır. Bunlar da iki kısımdır. Bir kısmı bütün her
şeyiyle Seyyid Kutub’un düşüncelerine sarıldılar ve İhvân saflarından
kovuldular. Abdulmecîd Abdussemî' ve Abdulmecîd eş-Şâzelî bunların
liderlerindendir. Sonunda bu hareket, Tekfir ve’l-Hicre Cemaati ve silahlı
İslamî Cemaat gibi cihadî hareketlere katıldı. Diğer kısım ise, Cuma Emîn ve Sabrî
Arefe el-Kûfî’nin liderliğini yaptığı akımdır. Bunlar İhvân’la, İhvân
çizgisiyle beraber kaldılar ve Cemaatin tavsiyelerine uydular. Hasan
el-Bennâ’nın metodunu takip eden ve hapisten çıkan İhvân’ın eski liderleriyle
beraber yan yana yürüdüler. Fakat askerî çözüm metodu düşüncelerinde gizli
olarak kalmaya devam etti.
Üçüncü akım
ise, Mısır’da esen selefî dalgadan etkilenen Selefî İhvâncılar akımıdır. Bu
akımın çoğunluğu İslamî cemaatlerden İhvân’a geçen gençlerden oluşuyordu.
Bunlar Mevdûdî, Seyyid Kutub ve Vehhâbî İhvâncılar gibi Selefî hareketlerin
düşüncelerini bir araya getirdiler. Fakat hepsi sağlam selefî bir esas
üzereydiler. Daha sonraları bu akım da kendi içinde üçe bölündü.
Birincisi bu
Cemaatin en büyük kitlesi olan akımdır. Bunlar düşüncelerini Islahatçı
İhvâncıların fikirleriyle karıştırdılar. Bunlar fiilî olarak İhvân’a katıldılar
ve Selefî İhvâncılar ismini aldılar.
İkincisi,
Selefî Vehhâbiliği oluşturmak için gidenlerdir.
Üçüncüsü ise,
Mevdûdî ve Seyyid Kutub’un takipçileridir. Bunlar şiddeti benimsediler ve
cihâdi hareketlere katıldılar[192].
Mısır’da
Selefîlerle İhvân gibi İslamî cemaatler arasında meydana gelen bu döllenmenin
mucizesi, hem selefî hem de selefî olmayan kutuplardan pek çok selefî
akımın
doğmasına yol açtı. Asıl döllenme, Körfez ülkelerinde İhvân’la Körfez
Selefîliği arasında meydana geldi ve bu döllenmeden Abdullah Azzâm’ın
liderliğini yaptığı Filistin İhvân’ı ve İhvân’ın genel çalışma düşüncesiyle
Vehhâbî Selefîliğin görüşlerini mezceden Muhammed Surûr Zeynulabidîn’in liderliğindeki
Suriye İhvân’ı içinde Uyanışçı Selefîlik, Suudî Selefîliği içinde ise Cihadî
Selefîlik doğdu[193].
Buradan
hareketle Sedat dönemini, Arap dünyasında farklı yönelişlere sahip olan İslamî
hareketler arasında direk ve en büyük döllenmenin olduğu dönem olarak
isimlendirebiliriz. Arap dünyasında silahlı İslamî hareketler dalgasından daha
sonra cihadî hareketlerin nüvesini teşkil eden hareketler ortaya çıktı. Bu
hareketler, 1979’da Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesinden sonra
Tora Bora dağlarında bir araya geldiler. Aynı şekilde cihadî uyanış büyüdü ve
İslamî sahada gizli olan güç arttı. Özellikle de İslamî hedefleri
gerçekleştirmek için Körfez Ülkeleri, Mısır ve diğer Arap ülkeleri hükümetleri
üzerinde baskıları artanların ve askerî çözüme inananların sayısı çoğaldı.
Daha
sonraları, cihadî hareketlerin cihat ve diğer hareketlerin etkisinin azalması
sebebiyle Müslüman halkların duygularına hakim olmalarından sonra Selefî ve
İhvâncı akımlardan geri kalanlar siyasî işlere katıldılar.
1981’de Enver
Sedat’ın Cemaat-i İslamî tarafından öldürülmesinden sonra Hüsnü Mübarek dönemi
başladı. 1982’de İhvân’a karşı geniş ölçüde tutuklamalar oldu. Sadece bir
gecede otuz bin kişi tutuklandı. Tutuklananların çoğu İhvân’ın Seyyid Kutupçu
akımındandı. Sistem bu hamleyi, zeminin uygun olması nedeniyle şiddet yanlısı
hareketlerin Afganistan’a kaçacağını hissettiği zaman yaptı. İhvân cihada karşı
konumunu belirledi ve uzun tartışma ve ihtilaflardan sonra mücahitlere
katılmamayı sadece maddî ve lojistik destek vermekle yetinmeyi kararlaştırdı.
Bunu da ileride mücahitlerin iş başına geleceği korkusundan dolayı ve cemaatin
kurban olarak seçilmemesi için yaptı. Bu karar onların hedef haline
getirilmelerinin temel sebebidir. Çünkü sistem, onların Mısır’daki varlıklarını
kendileri için bir tehdit olarak görüyordu. Ayrıca Hüsnü Mübarek bu Cemaatin
gücünü biliyordu. Bundan dolayı Enver Sedat döneminde güçlenen yapısına bir
darbe vurmak istedi[194].
Bu iş,
İhvân’ın içindeki Islahatçı akımın yükselişini kolaylaştırdı. Çünkü bir önceki
dönemde İhvân’ın içindeki Selefi Kutupçu akım karşısında rolleri gerilemişti.
Bu akım diğer iki akımla yaptığı uzun tartışmalardan sonra, onları İhvân’ın
siyasî işlere katılması gerektiğine ikna etti. Böylece İhvân, 1984’de ilk
seçimine katılmış oldu. Parlamentoda sandalye kazandılar. Bu durum Sovyetlerin
yıkılışına kadar sürdü.
İhvân’ın
1965’deki hicretinden 1989 yılına kadar olan dönem, İhvân için altın bir dönem
olarak kabul edilmektedir. İhvân 1973’deki petrolün yükselişinden sonra bu
dönemde Körfez ülkeleri sayesinde ticaret ağından faydalandı ve ekonomi
dünyasına girdi. Daha sonraları bu Cemaat ticarî sahaya girdi ve Sedat
döneminde Mısır ekonomisinin dönüşümünden, Batı’ya açılmasından ve kapitalizmin
esaslarının özelleştirme üzerine bina edilmesinden sonra ekonomi dünyasında
büyük bir role sahip oldu. Büyük bankalar ve şirketler kurmak için çalıştı. Bu
da Cemaatin ve takipçilerinin ekonomik durumlarında bir dönüşümün
gerçekleşmesini sağladı.
Batı ile
İslamî hareketler arasındaki ilişkinin ilerlemesi, siyasî İslam ve iktisadî
görüşüyle Amerika ve Batı kapitalizminin esasları arasında bir yakınlaşma
kapısı açtı. İhvân’ın yetmişlerde ilk defa İslam iktisat alanına çıkması, daha
sonra siyasî İslam’ın dünya çapında yayılmasında önemli bir amil olmuştur. Bu oyunda
İhvân önemli ve esaslı bir rol oynamıştır. Böylece Amerika ile İslamcılar
arasındaki bankasal ve ekonomik ilişkiler sağlamlaştı. Çünkü Batı, Körfez
sermayesinin artmasını, Batı bankalarının finanse edilmesinde önemli bir kaynak
olarak görmüştür. Böylece Amerika, inşa ettiği ve dünyaya yaymak istediği
liberal kapitalist sisteme uygun olarak dünya ekonomik toplantılarında onu
kolay bir şekilde kullanma ve istismar etme imkanına kavuştu. İhvân da bu
ekonomik ve malî ilişkiyi sağlamlaştırmada son derece kolay bir şekilde
meşruiyet yollarını icat etti. Şeriata uygun olacak şekilde banka sistemiyle
ilgili olarak kanunî düzenlemeler yapabildi. Böylece İslamî bankalar ve malî
imparatorluklar kurdu. Bu da bu hareketlerle Batı ve Amerika arasında yeni
ticarî ve iletişim kanalları açtı. Bu paraların sahipleri ve kralları Körfez ve
Suudî krallık aileleri olduğu için, onlar İhvân liderleri üzerinde de bir role
sahip oldular. Onlar malî imparatorluklarının idaresinde İhvân üyelerinin
danışmanlıklarına dayandılar. Buna karşılık Selefîler böyle bir muameleyi haram
saymışlar ve faiz olarak kabul etmişlerdir. İhvân, kapitalist sistem ve
ekonomik kaidelerine uygun olacak fetvalar çıkarmıştır. Buna karşılık ekonomik
ilişkilerde sosyalist sistemi yasaklamış ve onu haram saymıştır. Aynı şekilde
İhvân’ın zenginleri, Mısır’ı Rusya’yla ittifakını bozup Amerika’yla müttefik
haline getirmesinden ve Batı ekonomik düzenini kurmada İslamcılara açılmasından
dolayı Sedat’ı da desteklemişlerdi. Burada bu hareketin dünya ekonomik sistemindeki
limiti ortaya çıkmaktadır. 1975’de Cidde’de kurulan İslam Kalkınma Bankası, bu
türde ilk İslamî bankadır ve Mısır İslamî Faysal Bankası gibi bütün İslamî
bankaların temeli sayılmıştır. Mısır Faysal İslam Bankasının Yusuf el-Kardâvî
ve Yusuf Neda gibi üyeleri İhvân’ın ileri gelen üyelerindendi. Bu bankanın
kurucuları arasında Cihadu’l- İslamî’nin ruhî mürşidi olan Ömer Abdurrahman da
vardır. Cihadu’l-İslamî’nin bir üyesi 1981’de Enver Sedat’a suikast
düzenlemişti.
Yusuf Nedâ’nın
idare ettiği et-Takvâ Bankası da, İhvân’ın parasını yöneten temel
bankalarındandır. Dünya çapında şubeleri ve şirketleri vardır. Bu bankanın
uluslararası şubesi, Münih’teki Dünya İslam Merkezinin kurucusu ve finansörü
Hasan el-Bennâ’nın damadı Saîd Ramazan’a bağlıdır. Bu Merkezin kuruluş tarihi,
İhvân’ın dünya teşkilatı için gerçek bir milattır[195].
İslamî sahada etkileri olan Müslüman kadroları bu merkezde yetiştirdiler.[196]. Bu merkez, Sedat’ın
öldürülmesinden sonra İhvân’ın ikinci hicreti için aleme açılma mekanı oldu.
Mısır’daki hadiselerden sonra İhvân’ın liderlerinden Mustafa Meşhur ve Mehdî
Akif kaçıp buraya sığındılar[197].
Ayrıca
Afganistan’daki cihadı, Müslümanların parasıyla finanse eden ve Suudîler ve
Amerika tarafından yönetilen İtimat Bankası vardır. Seksenli yıllarda İhvân ideolojisinin kapitalist iktisatla çiftleşmesiyle dünya
çapında bir harekete ulaştı. Bu yayılmasında Taklitçi Selefiyye’nin de rolü
oldu. Böylece iktisat ağı yoluyla dünyadaki bütün ılımlı hareketleri ve
çabalarını destekleme imkanı elde etti. Diğer taraftan da onları kapitalist
oyuna soktu. Şirketler kurdu ve banka işlerini yürüttü. Türkiye, Mısır,
Pakistan, Sudan, Kuveyt ve Ürdün gibi ülkelerde müesseseler ve bankalar açtılar[198].
Dünya Düzeni-Şiî Hareketler İlişkisi
İran’ın
İngiltere nüfuzu altında olduğu bilinen bir husustu. Fakat ellili yıllardan
itibaren Amerika, İngiliz petrol şirketi BP’nin taahhüdü altında bulunan İran
petrolüne göz dikti. Amerika’nın yardımıyla Muhammed Musaddık iktidara gelince
İran petrolünü millileştirerek İngiliz petrol şirketlerinin nüfuzundan
kurtardı. Amerika bununla İngiliz şirketlerinin yerine geçmek istemişti. Fakat
Musaddık iktidara geldikten sonra Amerika’nın isteğini kabul etmedi. İran’da
petrol sanayisine herhangi bir yabancı şirketi sokmamakta ısrar etti. Soğuk
savaşlar ve Sovyetlerin varlığı İran’a girme konusunda Amerika’yı korkuttu. Bu
merhalede milliyetçilere ve Musaddık’a karşı bölgede planını uygulamak için
Amerika siyaseti, İslamcı hareketlere dayanıyordu. Amerika Musaddık hükümetini
düşürmek için Şiî hareketi eri destekledi[199].
Amerika’nın ve
Batının Şiî devrim hareketine desteği devam etti. Musaddık’a karşı bu harekete
din adamları özellikle Humeynî’nin mürşidi Ayetullah Ebu’l- Kasım el-Kâşânî
liderlik etmişti. Sonunda Musaddık iktidardan düşürüldü ve Şah tekrar yönetime
getirildi. Humeynî, 1959’da Davet partisini sonra da Hizbullah’ı kurarak
reformist çizgisini Irak’tan göstermişti. Daha sonra bu iki parti Hizbullah
ismi altında birleşti.
1968’deki
Arap-İsrail savaşının arkasından ve 1973 petrol krizinden sonra Batı’ya petrol
satışı yasaklandı. Amerika Şah’a baskı uygulaması durumunda Rusya’ya
yöneleceğinden korktu. Şah’ın eliyle İran’ın bütün kurumlarına sirayet eden
bozulmadan dolayı durumun daha da kötüleşmesinden endişe etti. Bundan dolayı
dinî bir liderliğin, İran’la Rusya arasındaki ilişkiyi tamamen keseceğini ve
İran toplumunun öfkesini absorbe edeceğini düşündü. Humeynî 1979’da Şah’ı
devirerek iktidara geldi.
Öte yandan
Suudî ve Körfez ülkelerini Amerika ve Batı’ya katılmaya sevkeden en güçlü
sebep, Arap bölgesinde Şiî dalganın büyümesidir. Bu, Arap bölgesinde,
Afganistan’da ve diğer İslam ülkelerindeki Şiî hareketlerde bir tepkinin
oluşmasına neden oldu. Bundan dolayı Irak’ta ve Bahreyn’de Davet Partisi tekrar
ortaya çıktı. Suriye’de Alevî gruplar, Lübnan’da Hizbullah, İran’ın yardımı ve
desteğiyle kuruldu. Bütün bunlar İran-Irak savaşından sonra meydana geldi.
TEK KUTUPLU DÖNEMDE DÜNYA DÜZENİYLE İSLAMÎ
HAREKETLER ARASINDAKİ İLİŞKİNİN GELİŞMESİ
Doksanlı
yıllarda sosyalist bloğun çökmesi ve Amerika’nın kendisini yenidünya düzeninin
lideri olarak ilan etmesi, geride Amerika’nın yeni staretijisine ve gelecek
hedeflerine uygun olarak çözmesi gereken birçok değişiklik ve hadise bıraktı.
İslamî hareketler ve idolojilerle ilişkisi de bunlar arasındadır. Yenidünya düzeniyle
İslamî hareketler arasındaki ilişkiyi araştırdığımızda, Amerika’nın liderliği
eski düzenden aldığını açıkça göreceğiz. Eski düzenin liderliğini İngiltere ve
Fransa temsil ediyordu. Bu ülkeler soğuk savaş olarak isimlendirilen dönemde,
Sovyetler Birliği liderliğindeki sosyalist bloğa karşı koyabilmek için diğer
Batı ülkelerine de liderlik yapıyorlardı. Büyük ölçüde Sovyetlerin Ortadoğu’ya
inişini engelleyebildiler. Sovyetlerin sadece Suriye’nin Tartus şehri kıyısında
askerî bir üssü vardı. Bunun dışında coğrafî konumlarından ve petrol
kaynaklarına sahip olmalarından dolayı Amerika’nın huzursuzluğundan etkilenen
ve tam olarak onun kontrolüne girmeyen Irak, Suriye, İran, Libya ve kısmen
Yemen gibi ülkeler vardı. Öte yandan Körfez ülkeleri, Sedat ve Mübarek dönemi
Mısır’ı ise Amerika’nın kontrolü altındaydılar.
Amerika,
İslamcılar’a destek vererek Sovyetleri Afganistan’dan çıkarabildi. Daha sonra
Rusya tarafından bu bloğun çöküşü ilan edildi. Bundan sonra 1991’de Amerika’nın
tek kutuplu yenidünya düzeninin resmî liderliği başladı. Bu, onun liderliğinde
Irak’ın Kuveyt topraklarından çıkarıldığı zamana denk geldi.
Diğer taraftan
Soğuk savaş döneminde Amerika siyaseti, İslamî hareketlerle dolaylı da olsa
yardımlaşma ilişkisini zirveye taşımıştı. Sovyetlerin çöküşünden önceki
dönemlerde silahlı İslamî hareketler ortaya çıkmıştı. Sovyetlerin çöküşüyle de
Afganistan’da meyvelerini vermişlerdi. Bu da seksenli yıllarda diğer İslamî
hareketlerin gözünü kamaştırmıştı. Ancak daha sonra bu durum Amerika ve
bölgedeki müttefikleri için büyük bir sorun oldu. İki kutuplu dünya düzeni
döneminde Amerika’nın strateijisi, selefî çizgide devam eden Suudî’nin yanı
sıra Şiî İran, İhvâncı Sudan ve cihatçı Afganistan gibi çıkarları muhtelif ve
birbirine zıt ideolojik İslamî devletlerin ortaya çıkışı sonucunu doğurdu.
Sovyetler
Birliğinin çöküşünden sonra Amerika’nın hedefini gerçekleştirmek ve tek başına
dünya liderliğini ispat etmek için güttüğü stratejiyi şöyle özetlememiz
mümkündür:
Bütün devletler için hayatın atardamarı niteliğinde olan
enerji
kaynakları
üzerinde tam bir hakimiyet kurmak ve Amerika olmadan Avrupa, Rusya, Japonya ve
Hindistan’ın bu kaynaklara erişimini engellemek. Bunlar tek kutuplu dünya
düzeni için muhtemel rakiplerdir. Yaklaşık olarak dünya petrolünün üçte biri
Körfez bölgesinde, bunun %11’i de Irak’ta (%30’a çıkarılması beklenmektedir)
bulunmaktadır. Böylece Irak, 2025’te dünyanın en büyük petrol sahibi olacaktır[200]. Bundan dolayı bu petrole
sahip olmak gerekmektedir. Daha önce işaret ettiğimiz gibi bunun Sovyetlerin
çöküş ve peşinden Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılış zamanına denk gelmesi, bu
kaynakların Amerika şirketlerinin kontrolü altına girmesini kolaylaştırdı. Daha
sonra Amerika, Ortadoğu’yu kendi kontrolü altına almak için İran, Suriye, Libya
gibi kendi çizgisinden sapan ülkelere karşı hareket planları yaptı. Bu Büyük
Ortadoğu Projesinin (BOP) mihverini teşkil etmektedir. Bundan dolayı ana
stratejisini siyasî, İktisadî ve kültürel olmak üzere üç boyut üzerinde
yoğunlaştıracaktır[201].
Yaklaşık olarak dünya petrolünün %20’sine sahip olan ve
petrol ve
doğalgaz
zengini olan Kafkas ve Orta Asya bölgelerine hakim olmak, Rusya’yı çevrelemek
ve muhtemel diğer rakiplerin bu kaynaklara ulaşımını engellemek. Kafkas bölgesi
ve Hazar denizi petrol ve doğalgaz kaynakları bakımından zengin bir bölgedir ve
daima egemen güçlerin çekişme alanı olmuştur. Bu bölge jeo-siyasî ve
jeo-iktisadî öneminden dolayı 7. Yüzyılın sonunda Roma İmparatorluğunun, 13.
Yüzyılda Müslümanların, Moğolların, 15. 18. Yüzyıllar arası Kırım ve İvan
Krallıklarının,
1863-1917 Çarlık Rusyasının ve daha sonra 1991’e kadar Amerika ile Sovyetler
Birliğinin açık bir rekabet alanı olmuştu[202].
Amerika,
Ortadoğu ve Orta Asya’da hedeflerini gerçekleştirmek için birkaç merhale
katetti. Bunlar:
Ortadoğu’da ve Orta Asya’da hedeflerini gerçekleştirmek
için stratejik merkezlere askerî üsler kurmak. Körfez ülkeleri, Irak, Libya,
Fas ve Türkiye bu ülkeler arasındadır. Bunun yanında Afganistan, Batıyla,
petrol ve doğalgaz zengini olan Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan
gibi Hazar denizi ülkeleri arasında bir geçiş yeridir. Aynı şekilde Avrupa’da
da üsler kurmuştu. Zira müttefikleriyle beraber Yuğoslavya’yı vurduktan sonra
en büyük üssünü eski Yuğoslavya bölgesinde kurmuştu. Daha sonra Rusya ve Çin’in
etrafında 130 askerî üs kurdu. Ayrıca bütün Körfez ülkelerinde askerî üsleri
vardı[203].
Müttefiklerinin kazanmasını sağlayacak olan güvenlik veya
seçim demokrasisini yaymak. Bu da Amerika kapitalist sistemini yaymak,
istikrarlı bir dönüşümü koruyarak bazı diktatoryal düzenleri nispeten
değiştirmek ve İslamcıların iktidara gelmesini önlemek içindir.
Amerika ve Batı şirketlerinin önündeki sınırları kaldırmak
ve yeni
pazarlar
açmak.
Soğuk savaş döneminde Amerika stratejisinin ortaya
çıkardığı dinî fanatizmi hafifletmek için öğretim, tedricî özgürlük ve nispeten
iktisadî refah metotlarını değiştirmeye karar vermek. Bu durum, bugün
Amerika’nın İslam aleminde ilkelerini, değerlerini, liberal kapitalist
hegemonyacı tarzını yaymanın önünde bir engeldir[204].
Herhangi bir zaman veya mekanla sınırlamaksızın, hayali
bir düşman yaratmada Amerika’nın çıkarlarına uygun olacak şekilde kolayca
siyasî İslam’la irtibatlandırabileceği terörle savaş araçlarını icat etmek[205]. Amerika dünyanın bu
bölgelerini kontrol etme stratejisinde bu araçlara dayanacaktır[206]. Bu nokta, Amerika
liderliğindeki yenidünya düzeniyle İslamî hareketler arasındaki ilişkinin
sadakat ve ittifaktan düşmanlık ve askerî çatışmaya dönüşmesi için tipik bir
model olmuştur.
Amerika başka
sebeplerden dolayı da İslamî hareketleri hedef haline getirmek istemiştir. Bu
sebepleri şöyle sıralamamız mümkündür:
Ümmet
ideolojisine sahip tek bir gücün, bölgede kapitalizmin geleceği için
sosyalizmden sonra bir tehdit haline gelmesi mümkündür. Amerika stratejisinin
hedefi haline getirilen bölgeler, Müslümanların yaşadıkları bölgelerdir ve
İslamî hareketleri benimseme potansiyeline sahiptirler. Bir başka sebep, dünün
dostları bugünün düşmanları olan cihadî hareketlerden kurtulmak içindir. İslamî
hareketleri hedef olarak seçmesinin bir başka sebebi, temel eksenler arasında
mezhepsel ve grupsal ihtilaflar ve gerilimler üzerinde kendisine oynama ve bu
ülkelerin işlerine karışma imkanını sağlaması içindir.
Rusya ve Çin’i iktisadî ve güvenlik açısından tüketmek ve
zayıflatmak ve istikrarlarını sarsmak için nüfuzları altında olan
cumhuriyetlerdeki İslamî hareketleri kullanmak.
Amerika dünya liderliğini tek başına üstlendikten sonra
stratejik
açıdan
siyasetinin dayandığı başvuru kaynağı olabilecek beş tane kitap yayınladı.
Bunlardan dört tanesi 1991-1997 yılları arasında çıktı. Bunlar Francis
Fukuyama’nın Tarihin Sonu, Brezinski Zbigniew’in Büyük Satranç
Tahtasındaki Taşlar, Henry Kissinger’in Amerika’nın Dış Siyasete
ihtiyacı Var mı?, Samuel Phillips Huntington’un Medeniyetler Çatışması
kitaplarıdır. Bunlara Richard Perle’nin Kötülüğün Sonu kitabı da
eklendi. Bu kitapların temel ekseni şudur: Dünyanın değişik bölgelerinde
çıkarlarını yüceltmek, dünya ve uluslar arası ilişkiler kanalları üzerindeki
hakim konumunu perçinlemek için Amerika’nın önünde altın bir fırsat vardır[207]. Bu kitaplar, İslam’ı, İslamî
hareketleri, İslam coğrafyasını Amerika’nın hareketlerinin ekseni ve
hedeflerinin merkezi yapmakta ve dünyaya hakim olması için bunları bir araç
olarak kullanmayı önermektedirler.
Sözün özü,
Amerika yenidünya düzenini ilan ettikten sonra stratejisindeki değişiklikleri
şu noktalar etrafında yoğunlaşmıştır: Çatışma stratejisindeki değişiklik,
Ortadoğu’ya tamamen hakim olmak için istikrarsız yerleri kontrol etmek,
Sovyetlerin boşalttığı yeri doldurmak, Orta Asya’ya, Petrol’e, doğalgaz’a ve
taşınma yollarına hakim olmak, Avrupa, Çin, Rusya ve Hindistan gibi yeni
rakiplerin ortaya çıkmasını engellemek, Tek taşla iki kuş vurmak (İslamî
hareketler diye bir düşman yaratarak terörizmle savaş), Yenidünya düzeniyle
İslamî hareketler arasındaki ilişkiyi sadakat ve ittifaktan düşmanlık ve askerî
çatışmaya dönüştürmek.
Bundan dolayı
Amerika siyasetinin, Ortadoğu ve İslamî hareketlerle ilişkisi için üç ihtimal
ortaya koyduğunu görmekteyiz.
İslam coğrafyası, müşterek çıkarlar kaidesine göre onun
programını kabul etmesi durumunda Amerika ile İslam alemi arasında ortaklık ve
anlaşmanın imkanı. Bu model akım yapısına göredir.
İslam dünyası onun programını kabul etmediğinde, İslam ve
İslam dünyasındaki devletlerle karşı karşıya gelme imkanı. Bunun da
medeniyetler çatışması kuralınca gerçekleşmesi mümkündür. Bu çatışmacı akım yapısına
göredir.
Amerika-İslam işleri idaresinde İslam’ı teröre bağlama
üslubundan
dönmenin
imkanı ve önleyici savaş ilkesinden vazgeçme, ılımlı İslamî hareketlerle, şiddet
yanlısı silahlı hareketler arasında ayırım yapmaya dönüş, İslam ile terör
arasında bir ilişki kurmama. Bu da vakıî akım yapısına göredir. Bu
varsayımlara göre, tek kutuplu dönemde Amerika’nın İslamî hareketlerle ve İslam
alemiyle ilişkisindeki esas stratejisinin dayanak noktalarını anlamak mümkündür[208].
1990-2001 Yılları Arasında İlişkinin Gelişimi:
el-Kâide’nin Ortaya Çıkışı ve 11 Eyülü Olayları
Amerika’nın
daha önce işaret ettiğimiz hususları gerçekleştirmesi için giriştiği işlere
ilaveten, bu dönemde birkaç gelişme meydana geldi. Bu gelişmeler de Amerika ile
İslamî hareketler arasındaki ilişkiyi etkiledi. Bu gelişmeleri şöyle
sıralayabiliriz: Irak’ın Kuveyt’e girişi, Devletlerin yardımıyla Amerika
tarafından oradan çıkarılışı, Saddam Hüseyin’in iktidarda bırakılması ve
halkına ambargo uygulanması, İslam topraklarında özellikle de Körfez
ülkelerinde Amerika’nın ve Batı’nın askerî varlığının artırılması, Sovyetlerin
dağılmasından sonra Afganistan’da savaşan mücahitlerin kendi ülkelerine
dönmeleri, Amerika’nın, ülkeleri kendi yeni düşüncesine dönmeleri için
sıkıştırması (Yeni döneme daha çok uyum sağlamaları için şiddet yanlısı
fikirlere karşı savaş açması, demokratik açılımlar gibi).
Amerika
yumuşak güçlerle bu dönüşümün sağlanması için yardım etti, stratejisini
sürdürdü ve tarafları bu yeni düzene katılmaya zorladı. Clinton, Amerika
stratejisini gerçekleştirmek için daha ileri adımlar attı. Ortadoğu ve Orta
Asya’yı kontrol altına alabilmek için üslerini genişletti. Peşinden Arap İsrail
çekişmesini düzeltmek için girişimlerde bulundu. Fakat Amerika’nın demokrasi
hakkında propagandasının sahteliği, 1991’de Cezayir’de yapılan demokratik
seçimlerin akabinde gelen askerî darbeyle ortaya çıktı. Bu seçimde kazanan FİS
olmuştu. Batı hemen mazeret aramaya başladı. Daha sonra başka hadiseler
yaşandı. Bütün bun yaşananlar Amerika ile İslamî hareketler arasındaki ilişkiyi
kökten değiştirdi. Bölgede her iki tarafın meşruiyeti konusunda büyük bir
çelişki ortaya çıktı. Amerika’nın bölgedeki siyasetini reddetme konusunda, her
ne kadar her birinin yöntemi farklı olsa da, barışçıl ve cihadî hareketler
arasında herhangi bir fark kalmadı[209].
İslamî
hareketlerle yenidünya düzeninin karşı karşıya gelmesine sebep olan esas yer,
1991’deki İkinci Körfez Savaşıdır. Bu savaşta Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için
devletler ittifakının yapıldığını görmekteyiz. Bu durum, Amerika’yı İslamî
hareketlerin bilincinde İslam ümmetinin ilk düşmanı olduğu konumuna yerleştiren
önemli bir nokta olmuştur. İslamî hareketlerin bilincine, Amerika düşmanlığı
iyice yerleşti. Bu düşmanlık bilinci oradan da İslamî sokağa geçti[210]. Bundan sonra İslamî
hareketler barış görüşmelerine ve bu görüşmelerden çıkan anlaşmalara (Oslo,
Vâdi Arebe gibi) karşı çıktılar. Bu karşılaşma askerî bir karakter kazandı.
Çünkü 1993’de Somali’de bazı cihadî gruplar Amerika güçleriyle çarpıştı.
1995’de Riyad’da, 1996’da Haber’de, 1998’de Nairobi ve Dârusselam’da Amerika
elçiliğine, 2001’de Yemen’de bombalı saldırılar gerçekleştirildi. 1998’de Üsame
b. Ladin, Haçlılarla ve Yahudilerle savaşmak için bir cephenin açıldığını
duyurdu. Amerika iki elçiliğine karşı yapılan bombalı saldırılara karşılık
el-Kâide’nin Afganistan’daki karargahlarını top atışına tuttu. Sudan’da bir
ilaç fabrikasını bombaladı. Arap devletleriyle güvenlik düzenlemeleri yaptı.
Esas kaynaklarını kurutma siyaseti olarak bilinen mâlî ve iktisadî açıdan
el-Kâideyi kuşatma altına aldı[211].
Bu dönemde
İslamî bilinçlenmeyi etkileyen hadiselerin en barizi, Bosna- Hersek savaşında
Müslümanlara karşı yapılan soykırım girişimleri ve Çeçenistan savaşıdır. Bu
gelişmelere bağlı olarak yeni cihadî bilinçlenmede günden güne artan bir
ilerleme yaşandı ve Doğu’da Amerika’ya karşı bir cepheninin oluşturulmasıyla
neticelendi. Savaş, dünyanın asla unutamayacağı 11 Eylül saldırılarıyla
Amerika’nın kalbine kadar taşındı. Bu İslamî hareketlerin, el-Kâide’nin lideri
Üsame b. Ladin üzerinden, yenidünya düzeninin lideri olan Amerika’ya meydan
okumalarının en büyük ispatıdır.
Bu dönemdeki
ilişkiyi incelediğimizde şu sonuçlara ulaşabiliriz: Bu merhalede Amerika model
stratejisini güvenlikten demokrasiye dönüş üzerine bina etmişti. Müslümanların
özellikle ılımlı olanların siyasî işlere katılmaları için geniş bir alan açtı.
Fakat onların iktidara gelmelerine müsamaha göstermedi. Bir yönden bu, İslamî
sokağın öfkesini çekti. Buna karşılık Amerika, liberal demokrasi modelinin
meşruluğu konusunda onları sakinleştirmeye çalıştı, Amerika’nın çıkarlarına
düşman olan hükümetleri değiştirmeye girişti, kendi ve Ortadoğu’daki
müttefiklerinin çıkarları ve istikrarı için tehlike arz eden silahlı İslamî
hareketlere karşı savaş ilan etti. Ancak bu şekilde bölgenin petrol
kaynaklarına hükmeden Amerika şirketleri güvende olabilecekti. Buna karşılık
Rusları Orta Asya ve Kafkas cumhuriyetlerinden uzaklaştırmak ve oralardaki
kargaşayı provoke etmek için o ülkelerdeki İslamî hareketleri destekledi.
Nitekim Türkmenistan’ın istikrarını sarsmak için el-Yağûr olarak isimlendirilen
İslamî hareketi teşvik etmiştir[212]. Amerika’nın güç ve kuvvetine
dayanarak sonuç elde etmeye çalışan bu darbeci, seçici ve sahte siyaseti,
beklenmedik hadiselere, sonuçlara ve gelişmelere yol açtı.
Söz konusu
durum, Amerika yöneticilerinin İslamî hareketlerin ve onların birbirleriyle
ilişkilerinin tabiatını bilmediğini, onların gücünü ve etkisini küçümsediğini
göstermektedir. Sovyetler’e karşı soğuk savaş döneminde Amerika, çoğu zaman bu
hareketler tarafından oyuna getirilmiştir. Yine bu dönemde Amerika, bu
hareketlerin birbirleriyle ve yönetimleriyle hatta Amerika ile olan bütün
ihtilaflarını bir tarafa bıraktıklarını unutmuştur. Çünkü ona göre bu
hareketler, Sovyetlerle karşılaştırıldığında ehven-i şer gibi görünmektedirler.
İslamî hareketler açısından da öncelikle kendisine karşı savaşılması ve cihat
edilmesi gereken, iman cephesine karşı küfür cephesini temsil eden
Sovyetlerdir. Bu tehlikenin bertaraf edilmesinden sonra Amerika ve
yardımcılarının barış içinde yaşayacakları hesaplandı. Zira bu hareketlerin
birinci hedefi, İslam topraklarının işgalcilerden temizlenmesiydi.
Amerika’nın
siyaseti seçmeci bir siyasettir. Çünkü İslamcılardan bazılarını hedef tahtasına
koymakta, bazılarının sınırlı olarak siyasî işlere katılmasına müsaade
etmektedir. Bu durum düşmanlarının artmasına sebep olmuş ve İslam toplumunu
tutuşturmuştur. Amerika’nın ve Batı’nın bugün Ortadoğu’da destekledikleri
yönetimlerin çoğu başarısız diktatör yönetimlerdir. Amerika’nın ve Batı’nın
himayesi sayesinde iktidarda kalmaktadırlar. Bu da Amerika ve Batı’ya karşı
düşman olanların sayısını artırmaktadır. Şiddet yanlısı İslamî hareketlerin
söylemini haklı çıkarmakta ve onlara olan sempatiyi artırmaktadır.
Oğul Bush ve
Clinton yönetiminin siyasî ıslahatlara ve demokrasiye doğru değişimleri üstlenmeleri,
Amerika’ın esas hedefi olan Irak, Suriye, İran ve Libya gibi ülkeleri
korkuttuğu gibi Körfez ülkeleri ve Mısır gibi müttefikleri olan İslamî
hükümetleri de korkutmuştur.
Bütün bu
durumlar, bu devletlerin hükümetlerini, İslamî hareketleri sınırlamaya
yöneltmiştir. Bu hareketlerin başında da ılımlı olanları gelmektedir. Çünkü
onlar potansiyel muhaliflerdir ve kazanılma ihtimalleri vardır. Diğer taraftan
bütün İslamî hükümetler, İhvân gibi siyasî işlere katılan hareketlerle karşı
karşıya getirmek için selefî hareketleri desteklemişlerdir. Bu dönemde İslam
devletlerinde ve toplumlarında görülen en büyük icraat, bir taraftan
selefîlerin, diğer taraftan da değişimden korkan hükümetlerin ılımlı
hareketleri sıkıştırmaları olmuştur.
Oğul Bush ve
Clinton yönetimlerinin İslamcıların iktidara gelmesini kabul etmeyen seçmeci
demokrasi anlayışları, Sudan’daki İslamî hükümete karşı yürüttükleri metotta ve
1991’de Cezayir’de seçimi kazanan FİS’le ilişkisinde kendisini açıkça
göstermiştir. Aynı şekilde Türkiye’de seçime katılan ve seçimlerde birinci
parti olarak çıkan Refah Partisi’nin genel başkanı Necmetin Erbakan, adil
düzen, İslam Ülkeleri Birliği, ortak İslam ekonomik pazarı, İslamî Unesco,
İslamî para fonu, İslam savunma gücü gibi oluşumların teşekkülünü dillendirdiği
zaman, Amerika bunlardan hoşlanmamıştır. Peşinden Refah Partisinin
kapatılmasıyla sonuçlanan bir süreç başlamıştır. Bu da Amerika’ya karşı İslamî
camianın öfkelenmesine yol açmış ve neticede aşırı grupların işine yaramıştır[213].
İhvân,
Kuveyt’ten Irak’ın çıkarılması için Batılıların müdahelesine karşı çıkmıştı.
Selefîler ise bu müdaheleyi desteklemişti. Bu durum Selefîlerle İhvân arasında
başka bir ihtilafa yol açmıştı. Aynı zamanda bu durum İhvân’ın içindeki Selefî,
Seyyid Kutupçu ve Islahatçı akımlar arasında da bir ihtilafın çıkmasına sebep
olmuştu. Irak’a karşı müttefik devletlerle beraber savaşa katılan Körfez
ülkelerinin konumlarından dolayı en yüksek ses, Selefîlerden gelmişti.
Diğer taraftan
Amerika’ya karşı cihadî ve silahlı Selefî hareketlerin sesi ise fiilî olarak
ortaya çıkmıştı. Zira onlar bazı faaliyetlere girişmişlerdi. Üsame b. Ladin
liderliğinde el-Kâide’nin ortaya çıkışı bunun örneklerindendir. Afganistan’a
sığındıktan ve İslam aleminden düşüncesini ve metodunu benimseyen birçok grup
kendisine katıldıktan sonra Amerika, Batı ve kafir olarak isimlendirdiği bütün
İslam ülkelerine karşı cihat ve savaş ilan etti. Bunun sonucu olarak Clinton’un
ikinci döneminde 11 Eylül olayları meydana geldi. Bu da Amerika ile İslamî
hareketler arasındaki mücadelede başka bir perde açtı.
el-Kâide’yi ve
onunla diğer İslamî hareketler arasındaki farkı anlayabilmek için, ona değinmek
gerekmektedir. Çünkü el-Kâide, diğer hareketlerden farklıdır. Onun ortaya
çıkışıyla Amerika’nın bölgedeki varlığı arasında direkt bir ilişki vardır.
Üsame b. Ladin 1957 yılında zengin bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Ailesi
Yemenin Hadramevt bölgesindendir. Babası 1930 yılında Suudî Arabistan’a hicret
etmişti. 1979 yılında patlak veren ve
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’daki mücahitlere karşı
giriştiği
savaşta mücahitlere destek sağlamak amacıyla Pakistan’ın
Karaçi ve Peşaver şehirleri üzerinden Afganistan’a gitti. Afgan cihadıyla
birlikte yeni bir Üsame doğdu. İlk karşılaşması, manevî mürşidi olan Abdullah
Azzâm’la oldu. Bin Ladin, Seyyid Kutup ve kardeşi Muhammed Kutub’un
düşüncelerinden etkilenenlerdendi. Aynı zamanda Muhammed Abdulvehhâb’ın
fikirlerinin takipçilerindendi[214]. Bin Ladin, 1984’de
Merkezu’l-Hidemât olarak isimlendirdiği bir davet teşkilatını, savaş
sanatlarını öğretmek için de Muaskeru’l-Fârûk olarak isimlendirdiği bir kamp
kurdu. Savaşın bitmesinden sonra Suudî Arabistan’a döndü ve zorunlu ikamete
tabi tutuldu. Daha sonra 1990’da Sudan’a gitmesine izin verildi. Sonra oradan çıktı
ve 1998’de Amerika’ya karşı küresel cihad ilan ederek Afganistan’a yerleşti. 11
Eylül saldırısının sorumlusu olarak itham edildikten sonra da el-Kâide ismi
şöhret kazandı. Bu örgüte nispet edilen başka hadiseler de yaşandı. Bunlar 2004
Madrid, 2005 Londra bombalı saldırılarıdır. Daha sonra 2011 yılında Amerika
askerî kuvvetleri kendisine bir suikast düzenledi. Kafasına kurşun sıkılarak
öldürüldü. Öldürüldükten sonra cenazesi alındı ve denize atıldı[215].
Cihadî
cemaatler ve el-Kâide, usul ve kaynak itibarıyla selefî cemaatler
sayılmaktadır. Ancak cihadî selefîlerle cihadî olmayan selefîler arasında fark
vardır. Cihadî olmayan selefîler ilk ve esas akımdır. el-Kâide de metodunda “el-
Umde fî I'dâdi’l-'Idde li’l-Cihâd fî Sebilillah” isimli kitaba dayanmıştır.
Bu kitabın yazarı Mısırlı Abdulkadir b. Abdulazîz’dir. Mısır’da tutukludur.
Onun “el-Irhâb mine’l- Islâm ve men Enkere Zâlike fekadKefere ” isminde
bir kitabı daha vardır.
el-Kâide,
hilafet veya İslam devletini kurmak için mücadele konusundaki düşüncelerinde
diğer İslamî hareketlerin çoğundan farklı olmamasına rağmen, tezat şeklinde
olmasa da aralarında bir takım farklılıklar vardır. Bunu onun doğuşunun ve
ortaya çıkışının tabiatında, hedeflerini gerçekleştirmek için kullandığı
araçlarında ve üslubunda görüyoruz. Bu farkılıkların bir kısmını şöyle
sıralayabiliriz:
İslamî
hareketler açısından var olan problemlerin en büyüğü olarak kabul edilen cihat
konusundaki ihtilaf: Göründüğü kadarıyla el-Kâide’nin metodu Kur’ân ve
sünnet üzerine kâimdir. Bu iki kaynak esas kaynaklardır. Sonra ümmetin üzerinde
ittifak ettiği icma, kıyas, mesâlih-i mürsele, istihsan ve diğer kaynaklar
gelir. el-Kâide doğuşu, metodu, düşünce ve örgütsel yapısı açısından selefî bir
harekettir. Cihat meselesi hakkında onunla diğer hareketler arasındaki fark
şudur: el- Kâide silahlı cihadı, savaş yoluyla hilafet devletini kurmanın,
hasmı ezmenin, düşmanı yok etmenin ilk ve son aracı olarak görmektedir. Cihat,
onların dayandıkları tek üsluptur. Onlara göre cihat en faziletli ibadettir.
Çünkü “el-'Umde” kitabında şöyle geçmektedir: “Cihat, Allah’a yaklaştıran
şeylerin ve bütün nafilelerin en faziletlisidir”[216].
Diğer İslamî
cemaatlerin kitapları incelendiği zaman, İslam’ın var olma esasının cihatla
sınırlandırılamayacağı görülecektir. Cihad düşüncesinin askerî bir savaş
şeklinde eyleme dönüşmesi, Müslümanlarla düşmanları arasındaki mücadelenin
sürekliliğinden kaynaklanmaktadır. Zira Müslümanların varlıklarını devam
ettirebilmesi için, cihadın her Müslümanın kalbinde hayatî bir zaruret olarak
görülmesi gerekmektedir. Burada cihadın aslî ve gerçek manasından
saptırıldığını ve başka bir manaya tevîl edildiğini görüyoruz. Bunun da siyasî,
taktiksel, idarî vb. sebepleri vardır. Bununla beraber cihadın “savaş” manasını
ilga etmek de mümkün değildir. Çünkü İslam alimleri ve mezhep imamları,
İslam’ın cihadı farz kıldığı ve uzak durulması mümkün olmayan bir uygulama
olduğu görüşündedirler. Bu konuda et-Temîmî şöyle der: “Kim cihadın farziyetini
ilga ederse, kesinlikle İslamî daveti ilga etmiştir. Onun farziyetini inkâr
eden kafirdir”. Ancak Muhammed el-Gazzâlî, Mustafa Meşhur, Saîd Havva gibi
İhvân ve çoğu İslamî cemaat liderlerinin kitaplarında cihad, İslam devletine
ulaşabilmek için İslam inancının her Müslümanın kalbinde ve hayatının her
alanında kökleşmesinin sağlanması için başvurulacak bir yöntem olarak tarif
edilmektedir. Cemaatin bundan başka bir şeyle meşgul olmaması gerekir. Çünkü
cihat, İslam toplumunun kurulmasını garantileyen bir metottur. Bunun için ruhî,
bedenî ve aklî terbiye üzerinde yoğunlaşmak gerekir. Bütün bunlar cihat kabul
edilir. Askerî cihat ise bunlardan sonra gelir. Askerî cihat, bütün bu
merhaleleri aştıktan sonradır[217].
Şeyh
Takiyuddîn en-Nebhânî’nin[218] kurmuş olduğu
Hizbu’t-Tahrîri’l-İslamî ise, İhvân’dan farklı bir üslupla İslam devletini
kurmaya çağırarak fikirlerin ıslahı üzerinde yoğunlaşır. Değişimin, düşüncenin
ıslahıyla başladığını, ondan sonra düşünsel mücadelenin, ondan sonra düşünsel
inkılabın, ondan sonra da siyasî inkılabın geldiğini söyler. Pakistan’daki
Cemaat-i İslamî (1941) ve kurucusu Ebu’l- A'lâ el-Mevdûdî ise şöyle der: “Cihat
kapsamlı bir kavramdır. Bütün çabaları ve gayretleri içine almaktadır.
İnsanları kalemle değiştirmek cihattır. Adalet üzere kaim olan yeni bir nizamın
tesisi için cari düzenlemeleri ortadan kaldırmak da cihattır[219]. Cihat konusunda bu
cemaatlerle el-Kâide arasındaki fark açıkça görülmektedir.
el-Kaîde,
menşei, bölgesel ve küresel sahaya çıkış keyfiyeti açısından da diğer İslamî
cemaatlerden ayrılmaktadır. Çünkü diğer İslamî cemaatler, birbirlerinden doğmuşlardır.
Mesela İhvânu’l-Müslimîn, ister cihadî olsun ister Mısır’ın dışındakiler olsun,
Müslüman Arap dünyasındaki İslamî cemaatlerin çoğunun esas kaynağını temsil
etmektedir. Mesela, et-Tekfîr ve’l-Hicre cemaati, İhvân’ın bir üyesi olan Şükrî
Mustafa tarafından kurulmuştur. Cemaatu’l-Cihadi’l- Mısriyye’nin kurucusu da
İhvân’ın bir üyesi olan Filistin asıllı Dr. Salih Seriye’dir.
el-Kâide ve
onun kökenenine gelince o, bu hareket biçimlerinden farklıdır. Herhangi bir
hareketten doğmamış, lideri herhangi bir hareketten ayrılmamıştır. Bu hareketin
erken doğmasında Amerika’nın payı vardır. Çünkü daha önce Amerika’da herhangi
bir terör eylemi olmamıştır. Ama diğer hareketlerin başka ülkelerde bazı
suikastlerde bulunduklarına şahit olmaktayız. Mesela et-Tekfîr ve’l-Hicre
cemaati tarafından işlenen 1981’deki Enver Sedat suikasti, Mısır Vakıflar
Bakanı Muhammed Hüseyin ez-Zehebî suikasti gibi... Yine el-Kâide’nin herhangi
bir cemaatle karşı karşıya geldiğini veya onu tekfir ettiğini veyahut
meşruiyetini sorguladığını veyahut da emirlerine itaati bidat kabul ettiğini
göremiyoruz.
Üsame b.
Ladin, Irak’ın Kuveyt’e girmesinden sonra Suudî yönetimine olan desteğini ve
yardımını göstermiştir. Mücahitleri, kafir olarak nitelediği saldırgana yani
Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’e karşı Haremeyn topraklarını savunmaya
sevketmek için gayret göstermiştir. el-Kâide, Amerika’nın Irak’ı vurmasına
müsamaha göstermelerinden sonra yöneticileri tekfir etmeye başladı.
el-Kâide
örgütü, önce Sovyetlerle daha sonra da Amerika ile savaşında tedricî olarak
silahlı eylemlere yöneldi. Daha sonra da Arap ve Müslüman ülkelerin
yöneticilerine karşı çıktı. Çünkü onların içtihatlarına göre “bu tağutlara
karşı cihat etmek farz-ı ayndır. Cihat bilincinin bütün Müslümanlar arasında
yayılması gerekir. Her Müslüman, kişisel olarak bunlara karşı savaşmakla
emrolunduğunu bilmelidir”[220]. Burada el-Kâide’yi, cihadî
ve cihadî olmayan Selefîlerden ayıran önemli bir nokta vardır. el-Kâide yakın
kafir ile uzak kafir, Sovyetler ile Amerika arasında herhangi bir fark
görmemektedir. Küfrün tek millet olduğuna inanmaktadır.
Cihadî
hareketler yöneticilerin, laik yasalara rıza göstermeleri ve emperyalist
devletlerle ittifak halinde hareket etmeleri karşısında çıkardıkları fetvalar
uyarınca bu tutumların gayr-i meşru olduğunu dile getirmiş, bu gerekçeyle de
onlara karşı çıkmışlardır. Bu yönetimlerle barışık bir şekilde hareket eden
İslam alimlerinin verdikleri fetvaların da geçersiz olduğunu savunmuşlardır.
Fakat el-Kâide lideri, işin başında çabalarını desteklemek için alimlerin
vermiş olduğu fetvalara sığınmıştır. 1997 yılının sonunda Şeyh Usaymin’in ve
kırktan fazla Pakistanlı ve Afganistanlı alimin fetvasını alabilmiştir. Daha
sonra da 1998’de Amerika ve müttefiklerine karşı genel bir cihat çağrısı
yapmıştır. Arap yarımadasında Haremeyn bölgesine girip orayı işgal eden
kafirlere karşı savaşmanın meşruluğunu dünya İslamcılarına duyurmuştur. Bununla
da İslamcıların kendi örgütüne katılımını sağlamış ve desteğini almıştır[221].
Fakat
hadiselerin seyrinden dolayı dünyayı iman kampı ile küfür ve nifak kampı olmak
üzere iki temel kampa ayıran düalist toplum anlayışını ortaya koymaya
başlamıştır. Ona göre Irak ve Afganistan için Amerikalılara karşı savaşmak
konusunda alimlerden fetva almaya gerek yoktur. Sıradan Müslümanlar bile bu
konuda herhangi bir şüphe duymamaktadır.
el-Kâide ile
diğer cihadî cemaatler arasında önemli bir fark daha vardır. Bu farkın önemi
örgütün sebatı, tavizsizliği ve sürekliliğiyle ilgilidir. Önceki cemaatler ise
bunu başaramamışlardır. Bu özellik aynı zamanda metodunun güçlü ve esnek
olmasını da sağlamıştır. Emire itaatin emredilmesi, tartışma ve münakaşalara
girmenin yasaklanmasıyla örgütün bütünsel yapısı korunmaya çalışılmıştır.
el-'Umde kitabında emirin hakkı konusunda şöyle denilmektedir: “Allah’a karşı
isyan durumuna düşmediği sürece emire itaat etmek vaciptir. Yol göstermek emire
aittir.”[222].
“İsyanın
dışında itaat etme” esası, bir takım hatalar yapabileceği, bu hataların ona
karşı çıkmayı meşrulaştırmayacağını ima eder. Ona yol göstermek hatta onu sorgulamak
ise caizdir. Bu da örgüt içindeki isyan ve başkaldırıları büyük ölçüde
önlemektedir. Örgütün metot konusunda esnek olduğuyla ilgili olarak da
söylediklerimizden maksadımız şudur: Hareket hedeflerini ve gayesini
gerçekleştirebilmek için hem fikirlerinde hem de teorisinde esnek yönlere
sahiptir. Burada uygalamadaki esnekliği değil, teorik esnekliği kastediyoruz.
el-Kaide’yi, İhvân’ın ömrü, tecrübeleri, siyasî ve eğitimsel yeterlilikleri ile
karşılaştırdığımızda, onun metot açısından daha üstün olduğunu görürüz. Bütün
dönemler boyunca el- Kâide’nin sahip olduğu sağlam bütünsel yapı ve mensupları
arasındaki güçlü bağlar “dinleme ve itaat etme” nazariyesinin
neticelerindendir. Liderliğin emirleri çok ağır sorumluluklar yüklese bile
fertler bu emirleri yerine getirmekten geri durmazlar. İhvân’da ise durum böyle
değildir. Fethî Yeken, “dinleme ve itaat etme” nazariyesinin İhvân’da birbirine
zıt iki ekolü ortaya çıkardığı görüşündedir. Bu iki ekolden birincisi hataları
temize çıkarma, onlara mazeret üretme ve hata yapanların hatalarını örtme esası
üzerine kaim olan makyavelist ekoldür. Diğeri ise eleştiri üzerine kaim olan,
problemlere ve hastalıklarlara parmak basan eleştirel akımdır. Teşkilat
içerisindeki bu iki akımın da itaat olgusunu zayıflatan tutumları İslamî
faaliyetin tökezlemesine ve çok büyük hataların husule gelmesine sebep
olmaktadır Bu son ekolün mensupları, cemaatin içinde daima itham ediliyorlar,
izleniyorlar, tecrît ediliyorlar ve kendileriyle kavga ediliyor. Şüpheli
görüldükleri için yüksek makamlara gelmeleri mümkün değildir. Çünkü örgütün
önemli makamlarında olan ilk akımın mensuplarıdır. Bu durum beraberinde cemaat
içinde sağlam bir bütünlüğün oluşmasını engellemektedir. Kendisine yer
bulamayan birey ve grupların cemmatten ayrılmasına sebep olmaktadır. Bunun için
İhvân cemaatinin siyasî alanda başarısız olduğunu, yüzeye çıkmasa da saflarında
bölünmeler yaşandığını görmekteyiz. Daima içeriden parçalanmış ve bölünmüştür.
Çatışmalar çıkmış, aynı çizginin veya aynı ekolün çocukları arasında tasfiyeler
yaşanmıştır. Yaygın olan “kalk! yerine oturayım!” deyiminde ifadesini bulan
olguya uygun bir biçimde her iki grup da makam ve mevki uğruna biri diğerinden
kurtulmaya çalışmıştır[223].
el-Kâide’yi,
cihada hazırlık merhalesine ulaşmak için eğitim, hazırlık, tedricilik açısından
diğer hareketlerle kıyasladığımız zaman, onun üyeleriyle arasındaki ilişkinin
azlığına ve iletişim kurma koşullarının zorluğuna rağmen birbirine kenetlenmiş
bir örgüt olduğunu görürüz.
el-Kâide’nin
ortaya çıkışı konusunda zikrettiğimiz sebeplere ilaveten şunları da
söyleyebiliriz. Hem el-Kâide’nin hem de değişim için güçten başka bir çözüm
görmeyen diğer şiddet hareketlerinin çıkışında yöneticilerin büyük bir rolü
olmuştur. Bütün alanlardaki yozlaşmalar, yoksulluk, baskı, zulüm ve işkence
gibi halklarının içinde bulunduğu ve maruz kaldığı kötü koşullar, siyasî
başarısızlık, verilen sözlerin yerine getirilmemesi, dolandırıcılık,
yöneticilerin tahtlarının sağlamlaştırılması için hapishanelerin tutuklularla
doldurulması, hukuksuzluk gibi durumların varlığı karşısında Arap ve Müslüman
halklar tarafından reaksiyon temelli bir takım eylemlerde bulunulması gayet
doğaldır. Esasında bu şiddet ateşini yakanlar halk değil kötü yönetimlerin
kendileridir. Ama bunun acısını herkes tatmaktadır. el-Kâide, yöneticiler
hakkında şöyle demektedir: “Onlara karşı cihat, Yahudilerle cihattan önce
gelmektedir. Aksine Yahudiler, bu tağut ve mürtet yöneticilerin himayeleri
sayesinde Filistin’de kalabiliyorlar”[224].
el-Kâide’nin
stratejisini ve metodunu şu şekilde özetlememiz mümkündür:
“Din ancak
cihatla hakim olur. Aslında İslam ümmeti mücahit bir ümmettir. Cihada engel
olan şey acziyet duygusu ve iktisadî yetersizliktir. Eğitim ve imanî açıdan
hazırlık, cihadın farz oluşunun şartlarından değildirler. Cihat, savaş
meydanlarında öğrenilebilir. Müslümanlarla gayri Müslimler arasındaki ilişki
barış değil savaş ilişkisidir. Kafir ve mürtet olmaları hasebiyle Arapların ve
Müslümanların yöneticilerine karşı savaş farzdır. Hangi gerekçeyle olursa
olsun, cihat ve savaştan geri kalmak büyük bir hıyanettir. Bugün Müslümanların
müptela oldukları zillet ve alçaklıktan kurtulmalarının tek yolu savaştır.
Başka bir yol yoktur. Dışarıdan gelen fesat ancak cihatla, içerideki fesat ise
ameliyatla, düzeltmekle ve bidatçileri yok etmekle bertaraf edilebilir. Yaşayan
tağutlara karşı gelmek, ölü tağutlara karşı gelmekten daha önemlidir. Her ikisi
de cihattır”[225].
el-Kâide cihat
stratejisinde, alandaki fiilî uygulamaları esas almıştır. Başkalarının yaptığı
gibi bunu aşamalara yaymamıştır. Karşı çıkma noktasında iç düşmanla dış düşman
arasında herhangi bir fark görmemiştir. Onlar arasında hiçbir ayırım
yapmaksızın ve aşamaları gözetmeksizin onlarla savaşmak gerektiğini savunur.
Hatta fırsat yakalandığında yakın düşmana karşı harekete geçmek daha
önceliklidir. Çünkü cihada yardım etmek için İslamî bir vatan inşası için belli
bir coğrafyayı elegeçirmek gerekmektedir. Bu, insanları iman kampı ile küfür ve
nifak kampı olmak üzere iki kampa ayırmak için gereklidir. Eğitim ve hazırlık,
cihat bayrağı altında ve mevcut savaş alanlarında olur”. el-Kâide’ye göre en
önemli şey şudur: “İslam şeriatiyle hükmetmeyen mürtet yöneticilere karşı
cihat, bütün Müslümanlara farz kılınmış bir cihattır. Bunun vücubiyeti Yahudi,
Hıristiyan ve Putperestlere karşı yapılması gereken cihattan önce gelmektedir[226].
Cihadî olmayan
Selefîler, yöneticilere karşı gelmeyi caiz görmezler. Onlara göre yöneticilerin
zulmetmeleri durumunda onları uyarmak gerekmektedir. Mukbil b. Hâdî el-Vâdı'î
yöneticilere karşı çıkma konusunda “Yöneticilere karşı çıkmaya izin verilmiş
midir?” şeklinde kendisine sorulan bir soruya karşılık şöyle cevap verir:
“Yöneticilere karşı çıkmak, eskiden beri Müslümanların kendisiyle imtihan
edildiği bir konudur. Allah’ın hamdi sayesinde Ehl-i Sünnet, Müslüman bir yöneticiye
karşı çıkmayı caiz görmez”[227].
el-Kâide
örgütü, Müslümanların yöneticilerinin kafir ve mürtet olduklarına ve iktidarın
ellerinden alınması gerektiğine hükmetmiştir. Cihadî olmayan Selefîler ise
onlara itaati vacip görmektedir. “Müslümanlar onlara itaat etmekle Allah’a
itaat ediyorlar” demektedirler. Üstelik yöneticilere itaati, Allah’ın
kendilerine vacip kıldığı dinî bir görev ve ibadet olarak kabul etmektedirler.
Onlara göre Allah, kıyamet gününde bu itaatten dolayı onları büyük mükafatlarla
mükafatlandıracaktır. Çünkü, sevap, ecir ve salih amel gibi olgular cennete
girmeyi ve nimetleri haketmeyi gerektiren sebeplerdir. İki grubun düşüncedeki
zıtlıkları ortadadır; bir grup, yöneticilere itaat etmeyi Allah’a itaat
sayarken, diğer grup onları öldürmeyi ve hükümlerini sonlandırmayı Allah’a
ibadet saymaktadır[228].
11 Eylül olaylarından sonra el-Kâide ile Amerika arasındaki
savaş devam etti. Amerika, Afganistan ve Irak’ı mahvetmeyi başardı ama
el-Kâide’ye karşı yürüttüğü savaşı kazanamadı. Büyük devletler, küçük
devletleri mahvedebiliriler, fakat el- Kâide’ye karşı zafer kazanmaları zor
görünmektedir. Bundan sonra el-Kâide piramit şeklinden (tepe, orta, temel)
yatay bir şekle dönüşerek yayıldı. Mücadele sahasındaki bağımsız liderleri de
kapsayacak şekilde hareketli bir alana yayıldı. Maddî kayıtlara ve coğrafî
sınırlamalara bağlı kalmayan bir ideolojiye dönüştü. Irak’ta kendisine güvenli
bir sığınak bulduktan sonra eskisinden de daha fazla güçlendi. Üsame b. Ladin
ve Zevâhirî gibi sembol liderlerine Irak topraklarında yeni bir örgütün (Tevdîd
ve Cihad Cemaati) temellerini atan Ebû Musab ez-Zerkâvî’yi de ekledi. Bundan
sonra yeni çocuğu olan DAIŞ doğdu[229].
11 Eylül 2001’den Sonraki İlişkiler ve Ilımlı
Hareketlerin Ortaya Çıkışı
20. yüzyıl
bitmeden el-Kâide 11 Eylül saldırılanlarıyla yeni bir çağ başlattı. Bu
saldırılar Amerika’nın kurulduğu tarihten bu yana kendi topraklarında
karşılaştığı en büyük saldırıydı. Bu saldırıların hemen ardından Amerika, Arap
ve İslam aleminde bir takım savaşlara girişti ve iç işlerine direkt
müdahalelerde bulunmaya başladı. Fakat Amerika’ın bu eylemleri esasen 11 Eylül
hadiselerinden önce “Amerika’nın yeniçağı için” olarak isimlendirdiği bir
belgede kararlaştırmış olduğu ortaya çıktı. Bu belgede “Amerika’nın hakimiyet
azmi”nden söz edilmişti[230]. Bu düzenle İslamî hareketler
arasındaki ilişki ile bu ilişkinin bölgesel ve uluslararası alana etkisini
incelediğimizde şu sonuçlara ulaşıyoruz:
Oğul Bush
dönemindeki Amerika stratejisi, çatışma stratejisine dayanıyordu. Herhangi bir
ayırım yapılmaksızın İslam hedef olarak seçilmişti. Dünyayı kontrol altına alma
stratejisi güdüldü. Sadece İngiltere’nin müttefikliğine itimad edilerek Avrupa
ülkeleri dahil diğer müttefikler terk edildi. Rusya, Çin ve diğerleri ise daha
önce terk edilmişti. Dünya, ya benimlesin ya da karşımdasın anlayışı
doğrultusunda iki zıt kamp şeklinde tasavvur ediliyordu[231].
Bütün bunlardan şu sonuçlar ortaya çıktı: İslam topraklarında Amerika’nın
çıkarlarına ve varlığına karşı olan düşmanlar çoğaldı. Amerika, İslamî
hareketlerin hedefi haline geldi. Bundan dolayı Amerika, bütün islamî
hareketlere karşı savaş ilan etti. Bu uygulama özellikle 2003 yılındaki Irak
işgalinden sonra şiddet yanlısı radikal hareketlerin halk tarafından ilgi ve
sevgi görmesine sebep oldu. İran güçlendi. Sünnî bloğa karşı Şiî bir blok
ortaya çıktı. Çünkü İran’ın, hemen yanıbaşında Irak devleti gibi caydırıcı bir
güç olduğu sürece bölgesel alanı etkilemesi mümkün değildi. Fakat Saddam
düzeninin bertaraf edilmesinden sonra İran’ın yıldızı parladı ve bölgede Suudîlerle
nüfuz yarışına girdi. Özellikle Irak’ta Şiîlerin iktidara gelmesinden sonra
etkisi daha da arttı. İran’dan Irak ve Suriye üzerinden Lübnan, Bahreyn ve
Yemen’e kadar uzanan Şiî hilal başarı ile tamamlandı.
el-Kâide ile
İran arasındaki ilişki, 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika’nın Afganistan’a
saldırmasıyla birlikte ortaya çıktı. Çünkü beş yüzden fazla el-Kâide mensubu
aileleriyle beraber İran’a sığındılar. İran’da güvenilir evlerde ağırlanan el-
Kâide’nin en önemli liderleri şunlardır: Seyfu’l-Adl, Sa'd b. Ladin, Ebû Hafs
el- Morîtânî, Süleyman Ebû Gays, Ebû Abdillah el-Muhacir. Ancak mezhepsel
farklılıklardan kaynaklanan ihtilaflar gerginliklere sebep olacak şekilde devam
etti. İdeolojik farklılıklara rağmen, Amerika ve İsrail düşmanlığında konusundaki
ortak düşünceler onları bir araya getirmişti[232].
Bu liderlerin Irak’taki duruma ve el- Kâide’nin yükselişine büyük bir etkisi
oldu. Özellikle 2005’ten sonra Irak’ta terörün üretilmesinde ve DAIŞ ile
ilişkisinde Suriye’nin bariz bir rolü olmuştur[233].
Amerika’nın
Irak’ta başarısız olması için Rusya’nın onayıyla el-Kaide liderleriyle İran
arasında düzenli bir ittifak oluşturuldu. Ayrıca oradaki Şiî yönetimi teslim
almak için bir takviye yapıldı. Amerika’nın Irak’tan sonra Suriye ve İran’ı
hedef alan yayılmacı politikasının tamamlanması engellendi[234].
Bütün bunlar bölgede Amerika’nın başarısızlığa uğratılması, ayrılmaya
zorlanması; Irak’ın, Iraklı Şiî dostlarına terk edilmesi ve Sünnîlerin
zayıflatılması için yapıldı.
Bush’un
Afganistan’dan sonra doğrudan Irak’ı işgal etme eylemine girişmesi, Çin, Rusya
ve müttefiklerinden oluşan karşı cepheye Fransa, Almanya ve başka devletlerin
de katılmasına sebep oldu. Amerika bunları Afganistan’da bırakıp İngiltere’yle
birlikte Irak’a girince, bu cephe bütün bölgelerde Amerika’nın çıkarları önünde
bir engel olarak dikildi.
Amerika’nın bu
siyaseti, ılımlı İslamî hareketlere sempatisi olan çevrelerde bir etki bıraktı.
Hatta onları İslamî hareketlere çok yaklaştırdı. Özellikle Radikal Arap
hükümetleri Amerika’ya karşı olan düşmanlığı güçlendirmek için bu durumu
değerlendirilmesi gerekli olan bir fırsat olarak gördüler. Bu tutumları
Amerika’nın gazabına uğramalarına sebep oldu. Onlar, Amerika’nın bu
siyasetinden daha çok zarar görmeye başladılar.
Aynı şekilde
Selefîlerin, Şia aleyhindeki teşvik faaliyetleri arttı. Güvenlik açısından
istikrarlı olmayan Sünnî Irak bölgesinde, özellikle köylerde ve uzak yerlerde,
silahlı Selefî güçler bulundukları bölgeleri himaye etme görevini üstlendiler.
Aynı zamanda bazı İslam devletlerinde de etkileri arttı.
Bu sürecin
başlamasıyla birlikte, Bush’un tehlikeli siyasetinin tersine, burada
Amerika’nın çıkarlarına uygun makbul bir İslamcı müttefiğin bulunması için
İslam’la ilgili bazı stratejiler geliştirildi. Bush yönetiminin bölgedeki
planlarının başarısız olmasından sonra İslam coğrafyasında bu müttefiğin
gelecekte bir istikrar unsuru olması mümkündür. Amerika onlara itimad ederek
eski konumunu ve bölge halkları nezdindeki güvenilirliğini tekrar kazanabilir.
Amerika düşmanlığı, doğru bir yola girebilir. Burada mutedil ve ılımlı İslamî
hareketlerle ilgili bazı raporlar ve çalışmalar bakmak faydalı olacaktır.
Değişik zaman
dilimlerinde özellikle de Sovyet cephesine karşı Amerika- İslamî hareketler
ittifakı döneminde kendi yönetimlerinin hakimiyetinden kaçarak Batıya gelen
ılımlı İslamî hareketlerle Batı arasında vâki olan ilişki ve bu ilişkinin
neticesinde elde edilen tecrübe, petrolün yükselişi, İslamî hareket
mensuplarının ekonomik toplantılara, iktisadî müessese ve merkezlere girmeleri,
İktisadî alanda kapitalist düzenin ilkelerine göre hareket etme kabiliyetini
kazanmış olmaları gibi durumlar, Batılı ve Amerikalı stratejist ve yöneticileri
şu şekilde düşünmeye sevk etti: İslamcılar, küçümsenmemesi gereken bir güç
oldular ve onlarla ilişki kurmak gerekir. Özellikle 11 Eylül’den sonra dışarıda
yaşayan toplulukların oynadıkları büyük rolden sonra Batı, ılımlı İslam’ın
siyaset sahasındaki boyutlarını görmeye başladı ve bu duruma şiddete dayalı
siyasetlerinin sebep olduğunu anladı. Bundan dolayı eski siyasetini gözden
geçirmek zorunda kaldı[235].
Silahlı
hareketlerin büyümesi, Şiî İran’ın nüfuzunun ve İslamî câmiânın öfkesinin
artması karşısında Batı bir takım tedbirlere müracaat etmek ve İslamî
hareketler üzerindeki eski siyasetini gözden geçirmek zorunda kaldı. Kendi
çıkarlarını korumak için doğu ülkelerindeki diktatör yönetimleri desteklemeyi
sürdürmekle birlikte İslâmî hareketler konusunda eskisinden farklı bir siyaset
izlemenin kendi menfaatleri için daha doğru olacağına hükmetti. Türkiye
tecrübesi bu yönelimin saiklerinden biri oldu. Bundan dolayı Batı’daki Müslüman
kuşaklar vasıtasıyla ılımlı İslamî hareketler ile oradaki merkezleri üzerinde
bir hareketlenme başladı. Daha sonra Ortadoğu’yu yeni bir aşamaya hazırlamak
için Doğu’ya doğru yola çıkıldı[236]. Hazırlıkları her ne kadar
başlamışsa da, bu dönem henüz deneme safhasındadır. Bu, İslamcıların tekrar
siyasî işlere katılmasına müsamaha anlamına gelmekteydi. Ilımlı İslam projesine
müsamahanın ilk örneği 2002’de Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle başlamış oldu.
Daha önce Refah Partisi’nin parti programı ve Erbakan’ın metodu Batı’yı
korkutmuştu. Çünkü Batı, onu radikal Arap İslamcılığına daha yakın görmüştü.
Ancak Türkiye İslamcılığı Batı’nın gözetimi altındaydı ve deneme aşamasındaydı.
Diğer modelin başarısızlığından sonra bu modelin Ortadoğu’nun bütününde
yayılmasını ve başarılı olmasını istiyordu. Bunun için Arap coğrafyasında
ılımlı islam projesi Obama’nın yönetiminden sonra uygulamaya konuldu.
Nevarki, Bush
siyaseti, Sünnî bloğun önüne güçlü bir Şiî blok çıkardı. Uluslararası toplumun
safında bir başka bir yarılmaya sebep oldu. Çünkü Amerika yönetimi, İngiltere
dışındaki Batılı diğer müttefiklerini ve dostlarını terk etti. Ayrıca
sürdürdüğü politika Irak’ın işgalinden sonra orada DAIŞ’in ilk tohumlarının atılmasına
sebep oldu. Batı politikasında ortaya çıkan söz konusu durum, ılımlı
İslamcılarla antlaşma, onların iktidara gelmesi ve onlarla çalışması için ilk
somut arzusunun tezahürüdür[237]. Amerika’nın 2003’de Irak’a
girişi, bölgede İslamî hareketler için kutuplaşmaların başlangıcı sayılır.
Çünkü Amerika müdahalesi Sünnîlerle Şiîler arasında fitne ateşinin yakılmasına
sebep oldu. Irak’ta İran ve Suudî Arabistan arasında nüfuz elde etme yarışı
başladı.
Obama dış
siyasetinde, Amerika’nın liderlik rolünü koruyacak şekilde çok kutuplu bir
yapıya sahip olan uluslararası toplumun çıkarları arasında bir denge tutturmaya
çalıştı. Bu kutuplar Rusya, Çin, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere’dir. Bu
tarz bir siyaset, çıkarlarını koruması için Amerika’ya büyük bir avantaj sağladı.
Amerika bölgenin en güçlü üç unsuru olan Suudî Arabistan, İran ve Türkiye
vasıtasıyla Ortadoğu’yu yönetmede de aynı yöntemi izledi. Bunu da bu alanda
öteden beri büyük bir etkiye sahip olan Şiîlik ve Selefîlik gibi diğer İslamî
hareketlere karşı Türkiye ile birlikte ılımlı İslam projesini uygulamaya
sokmakla yaptı. Bununla İslamî alandaki en büyük İslamî hareketleri, bölgenin
karakter olarak milliyetçi, model olarak İslamcı olan üç devletin potasında
eritti. Bu üç devlet hem tarihî İslamî mirasa hem de çekişmelerle dolu uzun bir
tarihe sahiptirler[238].
Batı, daha
önceleri diktatör rejimleri ve radikal hareketleri desteklemişti. Fakat daha
sonra, bu yapılanmaların kendisi için büyük bir tehlike olduğunu hissetti.
Bir alternatif
proje arayışına girdi ve ılımlı İslam’ın boyutlarını gördü. Eski siyasetin bu
hadiselere sebep olduğunu anladı. Bütün bunlar, diğer çözümlerin başarısız
olmasından sonra bölgede kalıcılığını sağlayacak bir çıkış yolu bulmak için
Batı’yı bir daha ılımlı hareketlere iltifat göstermeye yöneltti. Bu
hareketlerin başında da İhvân gelmekteydir[239].
Amerikalıların
bölgedeki rolünü geri getirecek ve çıkarlarını koruyacak bir müttefiğe ihtiyacı
vardır. Bunu sağlayacak olan ılımlı hareketlerdir. Çünkü bu hareketler Müslüman
halklarla aşırı hareketler arasında bir engel ve bir alternatif, ayrıca
Rusyan’ın gücünden faydalanan İran nüfuzunun büyümesinin önünde engelleyici bir
set ve dengeleyici bir unsur olacaklardır. Demokrasiyi kökenleştirmek, siyasî
ve iktisadî reformları gerçekleştirmek yükümlüğü altına girmeyen hükümetleri
cezalalandırmak için de böyle bir alternatife ihtiyaç olacaktır. Amerika,
petrol zengini Arap coğrafyasında Rusya’nın olması tehlikesinin artmasından
sonra bu ülkelerin iki ipte oynamak istediğini gördü. Oysa İhvan veya genel olarak
ılımlı İslamcılar daha yenilikçidirler. Amerika için, küresel meseleler,
demokrasi, vatandaşlık, iktisadî pazar, kapitalist sistem etrafında bunlarla
ittifak etmek daha mümkün görünmektedir. Çünkü bu konularda diğer İslamî
hareketlerle de müzakere etmesi mümkündür. Bir gidip gelme, sürekli ve
ayrıntılı çalışma döneminden sonra Batı’dan bu hareketelere doğru bir açılım
başladı ve sonunda kararlı adımlar atıldı[240].
Batılı
devletlerin Türkiye’yi kendilerine müttefik olarak seçmeleri işlerini
kolaylaştırmıştır. Çünkü Türkiye, Batı’nın İslam aleminde ılımlı İslam’la ve
kendisiyle müzakere yapılabilecek bir temsilci ve bir merci gibidir. Türkiye
laik sistemiyle Batılı bir ülkedir ve 1952’den beri Nato üyesidir. Ayrıca
Türkiye’nin Müslüman varlığı Rusya önünde bir engeldir. Onun üzerinden eski
Sovyetlerin Müslüman Cumhuriyetlerini etkilemek de mümkündür. Ayrıca Selefi
Arap ve Şiî İran menşeli hareketlerin önünde de ılımlı İslamî hareketler
bölgesel anlamda dengeleyici birer unsurdur. Diğer taraftan Ak Parti başarısını
kanıtlamış ve Müslüman halkların güvenini kazanmıştır. Bu modelin bölgede
istikrar amili olması da mümkündür. Yine İslamî eğilimli bu Partinin, ilk kez
seçime katılacağını ilan etmesinden sonra Batı’nın güvenini kazanmış ve bundan
dolayı Batı’nın Türkiye’ye ilgisi de artmıştır. Parti, laik, liberal ve
muhafazakar bir parti olup dahili, uluslar arası ve bölgesel siyaset denklemine
uyum sağlamaktadır. Demokrasiye olan bağlılığını teyid etmiş, Nato üyeliğini
sürdüreceğini ve o dönemlerde İsrail ile barışı kabul etmiştir. Uluslararası
Para Fonu’nun özel programını uygulamış ve Avrupa Birliğine katılma konusundaki
ısrarını sürdürmüştür[241].
Batı’nın
Türkiye’ye olan ilgisini artıran şeylerden biri, İhvân’a besledikleri umudu
kaybetmeleridir. Batı, son zamanlarda Mısır’daki İhvân hareketi içinde
muhafazakar akımın kontrolü ele almasından sonra umudunu tamamen kaybetti.
Selefî İhvâncı akım ile Kutupçu akım cemaatin siyasetine hakim oldular.
Özellikle Islahatçılar cemaati 2005 seçimlerine katılmaya zorladılar ve Mısır
Parlamentosundan 88 sandalye kazandılar. Fakat muhafazakarlar, 2007’den sonra
yapılan kongrelerde seçim yoluyla ıslahatçıları partinin yönetiminden
uzaklaştırdılar. 2008’de ise muhafazakarlar yönetimi ve liderliği tamamen ele
aldılar. 2010’da cemaatin 8. mürşidi olan Muhammed Bedî', kutupçu akıma karşı
kazandı. Batı’nın umudunu yitirmesine sebep olan şey, İhvân’ın Arap
devrimindeki tereddüdü ve direnci olmuştur. Batı’nın İhvan’ı gözden
çıkarmasının da etkisiyle iktidar olma fırsatını ele geçiren İhvan, iktidardan
uzaklaştırılmıştır.[242].
Amerika
yönetimi ve Avrupa, Türkiye, Körfez Ülkeleri ve doğalgaz zengini Kafkas Havzası
Ülkeleriyle beraber, iki bölgenin doğalgazını iki hattan taşımak için büyük bir
projeye girişti. Bu hatlardan biri, dünyanın ve bölgenin en büyük doğalgaz
depolamasına sahip olan Katar’dan gelen hattır. Bölgedeki diğer doğalgaz
kaynakları da bu hatta toplanacaktır. Suudî ve Ürdün’den geçerek Suriye’de iki
hata ayrılacaktır. Bir hat Suriye’nin Akdeniz kıyısına çekilecek, diğeri de
Kafkas hattıyla beraber Avrupa’ya taşınması için Türkiye üzerinden Naboccu
hattına boşaltılacaktır[243]. Avrupa ve Türkiye açısından
bu hat, stratejik bir hat olarak kabul edilir. Bu, bölgedeki ılımlı İslamî
siyasetin meşruluğu ve Türkiye Avrupa ilişkisi açısından en önemli projedir. Bu
projenin önemini artıran yönlerden ve tarafların bunda ısrar etmelerinin
sebeplerinden biri de, dünyanın doğalgaz ihtiyacını Rusya’nın tekelinden
kurtaracak olmasıdır. Çünkü Orta Asya’nın doğalgazına hakim olan Rusya’dır.
Avrupa ve Amerika Afganistan’daki Rus hakimiyetini kırmada başarısız oldular.
Avrupa, hayatının atardamarı olan enerjiye ihtiyacını bu iki kaynaktan yani
Kafkas ve Arap kaynaklarından karşılamaktadır. Rusya’nın buna hakim olmasından
sonra, çekişme Arap gazının Avrupa’ya taşınması üzerinde oldu. Rusya’nın
emriyle bunun Beşşâr Esed tarafından engellenmesi, Avrupa, Türkiye ve Amerika
uluslarının güvenliğini tehdit edici, bölgedeki ılımlı İslamî hareketlerin
meşruiyetini sorgulayıcı bir duruma soktu[244].
Aynı şekilde
son yıllarda bu bölgede siyaset yapma, yönlendirme, petrol miktarını ve
fiyatını belirleme ve tasarruf etme özgürlüğüne sahip olan Rusya’nın
yükselişinin sırrı da, bu pazara hakim olmasında yatmaktadır. Doğalgaz için
başka bir pazarın veya kaynağın açılması, Rusya’nın tekelini kıracak ve
ekonomisinin yükselişini tehdit edecektir. Bunun için vargücüyle İran üzerinden
bu tekelin kırılmasını engellemeye çalışmaktadır. İran da son zamanlarda Rusya
ile yapmış olduğu antlaşmada bu stratejiden faydalanmaktadır. Arap, Türk rakiplerine
ve Batı’nın aleyhindeki planlarına karşı o da Rusya’dan faydalanmaktadır.
Şiîlerin Bağdat’ta yönetimi ele almalarından, Beşşâr Esed’i korumayı
üstlenmelerinden ve bu hattın Suriye üzerinden Türkiye’ye geçmesini
engellemelerinden sonra, Rusya İran’ın bölgedeki en güçlü ve en etkili
müttefiği oldu. Bu durum, İran ve Rusya’nın iddialarınca teröre karşı durmak
için Şiîlik örtüsü altında, ölümü göze alarak Beşşâr Esed’i iktidarda
tutmalarının arkasındaki sırrı da açıklamaktadır.
2009’da
Suriye’nin bu projenin kendi topraklarından geçmesini reddetmesinden sonra,
2011’de Arap Baharı olarak isimlendirilen olaylar orada da baş göstermeye
başladı. Ilımlı İslamî hareketlere iktidarı teslim etmek için bölgenin değişim
planına sürüklenmesinden sonra, jeo-iktisadî bir öneme sahip olan ve Arap
baharının başarısızlığa uğradığı Tunus, Libya, Mısır, Yemen ve Suriye gibi
ülkelerde bunun uygulamasına geçildi. İran’ın Rusya ile ittifakını ilan etmesi
ve Beşşâr Esed’in iktidarda kalmasında ısrarcı olması gibi gelişmeler İran’a
bölgedeki nüfuzunu takviye etme fırsatı sunmuştur. İran bunu da Şia’nın ve
Ehl-i Beyt’in Emevîlerle savaşı gibi tarihsel bazı vakıaların arkasına
sığınarak yapmıştır. Türkiye’nin İktisadî ve ideolojik savaşı, Avrupa ve Batı
ile ittifakı, ılımlı hareketlerin yanında savaşa girmek için kendisine bir
fırsat vermiştir. Zira Arap kralları, sadece iktisadî sebepler için değil, aynı
zamanda tahtlarını korumak için de bu projelere karşı Arapçı Selefî İslamcılar
maskesi altında ittifak yapmada herhangi bir zorluk görmemişlerdir. Böylece
Arap Baharını yaşayan devletlerde iktidarda olan İhvâncı hükümetleri düşürmek
için ilk defa Şiî-Selefî ittifakı gerçekleşmiştir[245].
Dünya
düzeniyle İslamî hareketler arasındaki ilişkiyi, bu ilişkinin gelişim
merhalelerine vakıf olarak bölgedeki son durumların sebep olduğu neticeleri ve
vakıayı incelediğimizde, tarihin 21. Yüzyılın üslubuyla tekerrür ettiğini
söylemenin hata olmayacağına inanıyorum. Fakat arada bir fark vardır. Bu
tekerrür, İslam imparatorluğunun oluşumundan itibaren üç kutuplu, İslamî,
bölgesel, birbirleriyle uyuşmaz ve çekişme halinde olan Arap Selefîliği, İran
Safevîliği ve Türkiye sufîliği şeklinde olmuştur. Ancak tasavvufî bir elbiseye
bürünen Türkiye günümzde aynı zamanda ılımlı islam görüşünü benimsemiştir. Bu
bir tesadüf müdür? Yoksa İslamî düşünce ve ideolojinin, büyük İslam devletini
ve birliğini gerçekleştirme çabasından ulusal ve bölgesel hakimiyete geçiş
midir?
Bununla şu
sonuca ulaşıyoruz: Hilafet devletinin yıkılmasından sonra onu tekrar geri
getirmek için, İslamî hareketler dünya düzeniyle ilişkisinde evrensellikten
ayrıldı ve İslam imparatorluğu hayalinden vazgeçti. İslam imparatorluğu, ulus
devletler seviyesine indirgendi. Bölgenin güçlü ülkeleri mezhepsel ihtilaflar
ve tarihî çekişmeler bağlamında Şiî, Selefî ve ılımlı hareketler ve akımlar
üzerinden bölge üzerinde söz sahibi olma rekabetlerini devam ettirdiler. Fakat
bu ülkelerle bağlarından kurtulmuş DAIŞ isminde bir akım ve yönelim varlığını
sürdürmektedir. Bütün ulusal ve bölgesel bağları redderek ümmetçiliğe doğru
hareket etmekte ve ona doğru gitmektedir. Bundan dolayı sınırları ortadan
kaldırmak istemektedir. Kendi görüşüne veya metoduna aykırı olan her sözü, her
sesi ve her eylemi tekfir ile reddetmektedir. Bundan dolayı
DAIŞ’in uluslararası mücadele düzeyinde de bir ağırlığı olmuş, coğrafî,
İktisadî ve siyasî açıdan stratejik dengeyi yeniden kurmada çekişen tarafları
bölgeye bir amil olarak geri getirmiştir.
Bu Dönemdeki Gelişmeler ve DAIŞ’in Ortaya
Çıkması
Son olarak
çağdaş İslamî hareketler zincirinde yeni bir olgu olan DAIŞ’ten ve onun
yenidünya düzeni ile İslamî hareketler arasında var olan ilişkideki rolünden
bahsetmek istiyoruz. Geniş bir şekilde onun ortaya çıkış tarihine, bazı
metotlarına ve şiddet yanlısı üslubuna değineceğiz. Biz burada sadece Daiş’in
İslamî hareketler ile yenidünya düzeni arasındaki ilişkideki etkisiyle ilgili
olan siyasî tarafı üzerinde duracağız. Her İslamî hareketin metodu, düşünce ve
ideolojisinin sınırları, öncekilerin sınırlarının dışına çıkmadığı, zamana ve şartlara
bağlı olarak ufak tefek bazı değişikliklere uğradığı bilinen bir husustur.
el-Kaîde’nin bir uzantısı olarak kabul edilen bu hareketi, öncekilerden ayıran
en önemli özelliği, rolü itibariyla selefi ve az da olsa İhvâncı akımlardan
neş’et eden cihadî hareketlerin bir karışımı olmasıdır.
2002’de
Amerika liderliğindeki müttefik devletlerin Afganistan’da giriştikleri savaştan
sonra, Taliban ve el-Kâide üyeleri üzerinde yoğunlaştırılan şiddetli
saldırılardan dolayı el-Kâide’nin bazı liderleri İran’a göç ettiler. Arap
Afganlar olarak isimlendirilenlerin içinde, bu savaşın Afganistan’a taşınmasını
ve ülkelerinin yok olmasını istemeyenler olmuştur. 2003’de ise Amerika’nın
Irak’a karşı uyguladığı savaştan sonra el-Kâide, Suriye üzerinden Irak’a doğru
harekete geçti. DAIŞ hareketinin fikir babası sayılan Ebû Mus'ab ez-Zerkâvî’nin
yıldızı parlamaya başladı. ez-Zerkâvî, Afgan savaşında dağılan, Batı ve
müttefikleriyle savaşlarında Irak’ın kendileri için yeni bir sığınak olması
için burada toplanan birliklerden ilk savaşçı birlikleri oluşturdu. Onların
yegane amacı Amerika’yı direkt askerî bir savaşa zorlamaktı.
2004’de
Zerkâvî, el-Kâide lideri Üsame b. Ladin’e biat ettiğini ilan etti.
Mezopotamya’da Tevhîd ve Cihad Cemaati isminde bir örgüt kurduğunu duyurdu.
Sonra Mezopotamya’da ismini el-Kâide örgütüne daha sonra da Meclisu Şûrâ el-
Mücahidîn’e dönüştürdü. Amerika’nın 2006’da Zerkavî’ye gizlendiği yerde
saldırmasıyla örgüt bu isimle bitti[246].
Zerkâvî,
öldürülmeden önce el-Kâide örgütünün Irak’ta karşı karşıya olduğu problemleri
gördü. Bunun için Meclisu Şûrâ el-Mücahidîn olarak bilinen ve birkaç birlikten
oluşan örgütü kurdu. Başına da Iraklı Ebû Abdurrahman el-Bağdâdî’yi getirdi.
Gerçekte değişen bir şey olmasa da bu bir ilerlemeydi. Çünkü Meclis, askerî
amaç bakımından el-Kâide’nin bir tür gölgesiydi. Zerkâvî, bu örgüt üzerinden
Şia’yı stratejik bir hedef haline getirerek el-Kâide çizgisinden ayrıldı. Çünkü
Şia’yı işgalcilerle ittifak halinde Sünnîlerle savaşan bir güç olarak görmüştü.
Bu, kendisiyle el-Kâide arasında bir ihtilaftı. Çünkü el-Kâide, Zerkâvî’nin
Şiîleri hedef seçme talebini kabul etmedi. Bu, Irak’ta Amerika’ya karşı
savaşta, el-Kâide ile İran arasındaki ilişkiden kaynaklanmaktaydı. Zerkâvî bu
örgütü kurarak ve başına Iraklı birisini getirerek, bu görevin icrasını ona
havale etti. Bu Zerkavî’nin örgütüyle Sünnî aşiretler ve diğer Sünnî birlikler
arasındaki ilk ihtilaftır. Çünkü Şiî milisler, Sünnî bölgelerin içlerine kadar
girmişlerdi. Daha sonra özellikle Zerkâvî’nin öldürülmesinden, Ebû Hamza
el-Muhâcir’in örgütün lideri olarak seçilmesinden ve onu Üsame b. Ladin’e
biatını duyurmasından sonra Sünnîlerle Şiîler arasında katliamlar başladı.
Ebû Ömer
el-Bağdâdî’nin emirliğinde Irak İslam devletinin kurulmasından sonra, devletin
fiilî lideri olan el-Muhâcir, devletin meşruiyeti için, diğer Iraklı
birliklerdeki Mezopotamyalıları Ebû Ömer el-Bağdâdî’ye biat etmeye zorladı.
Hatta kendisinden ayrılan iki gruba karşı savaşa girişti. Direniş meclisleri
olarak bilinen hareketin ortaya çıkışının temel sebebi, Amerika ve Arapların
yardımıdır. Bu hareket Sünnî aşiretlerden ve daha önce Amerika’ya karşı savaşan
birliklerden oluşan heterojen bir yapıdır. Şu anda Irak’ın sünnî olan orta ve
kuzey bölgelerinde özellikle Enbâr’da, Irak İslam Devleti Örgütüne karşı
savaşmaya başlamıştır. Bu örgüt, sünnî koruyucularını kaybettikten sonra
başarılı olamamıştır. Daha sonra el-Muhâcir ve
Ebû Ömer
el-Bağdâdî, 9 Nisan 2010’da Amerika’nın Selahaddîn şehrine saldırısında
öldürüldüler[247].
Böylece 9
Nisan 2013’de Irak İslam Devletinde teşkilatın halifesi olan Ebû Bekir
el-Bağdâdî’nin dönemi başladı. Ebû Bekir el-Bağdâdî, Suriye Nusra cephesinin,
Irak İslam Devletinin bir uzantısı olduğunu ve el-Kâide’nin bir kolu olan Nusra
cephesinin ilğa edildiğini ilan etti. Irak İslam Devleti, Irak-Şam İslam
Devleti (DAIŞ) ismi altında toplandı. Nusra cephesi, el-Kâide ile el-Bağdâdî
arasında savaşları idare uslübuyla ilgili olarak çıkan ihtilaflardan dolayı bu
birleşimi kabul etmedi. Ayrıca el-Bağdâdî’yi, liderliği ele geçirmeye
çalışmakla itham etti. Bu, Bağdâdî’yi Zevâhirî’den ayrılmaya götüren bir sebep
oldu. Aralarında ayrılık başladı. Hatta Suriye’de işi birbirlerine karşı silah
kullanmaya kadar vardırdılar. DAIŞ, Rakka şehrinin tamamını ele geçirdi ve
orayı kendisine merkez edindi.
Hareket, hızlı
bir şekilde Irak’ın ikinci büyük şehri olan Musul’u ele geçirdi. 2014’de
Irak’ın Selahaddîn ve Enbâr gibi diğer sünnî şehirlerini de ele geçirmeye
girişti. Ebû Muhammed el-Adnânî, DAIŞ ismiyle İslam hilafetini ve Ebû Bekir el-
Bağdâdî’yi de Müslümanların halifesi olarak ilan etti. İslam devleti olması
için Irak- Şam İslam Devletini ilğa ettiğini ve hilafet devletini kurduğunu
duyurdu[248].
Amerika, İslam
Devletine karşı uluslararası bir ittifakın yapıldığını duyurdu. Böylece bu
örgüt bütün sünnî hareketlerin yöneldiği en büyük hareket haline geldi. Irak ve
Suriye’de bütün hareketleri içine alarak bir cazibe merkezine dönüştü.
Yüzölçümü olarak Belçika büyüklüğünde bir alana hükmetmeye başladı.
Pakistan
Taliban örgütü, Cezayir Hilafet Ordusu, Mısır’ın Sina bölgesinde
Ensâru’l-Beyti’l-Mukaddes DAIŞ’e bağlılığını ilan etti. Aynı zamanda Suriye’nin
ve Dımaşk’ın köylerinde cihadî topluluklar, Taliban’dan ayrılan ve Kâsım Ömer
Horâsânî’nin liderlik ettiği Cemaatu’l-Ahrâr, İhsanullah İhsan ve Habîbullah
Habîb gibi Taliban örgütleri de DAIŞ’e tabi oldular[249].
Kabil kaynakları Afganistan’da DAIŞ’e bağlılığını ilan eden cemaatlerin var
olduğunu bildirmektedirler[250]. Gözlemciler Pakistan
Taliban’ının yeniden DAIŞ ile birleştiğini söylemektedirler[251].
DAIŞ’in
metoduna, üslubuna ve kaynaklarına gelince şunu söyleyebiliriz: DAIŞ kendisi
için çok önemli olan bir kaynağa dayanmaktadır. Çünkü DAIŞ, muhetemelen müstear
bir isim olan Ebû Bekir Nâcî’nin telif etmiş olduğu İdâretu’- Tavahhuş
Ahtar Merhale Setemurru bihe’l-Ümme isimli kitaptaki talimatlara,
taktiklere, metotlara ve üsluplara sarılmıştır[252].
Bu kitap 2008’de günyüzüne çıkmış, İngilizce’ye tercüme edilmiş ve Amerika’nın
ilgili dairelerine dağıtılmıştır. DAIŞ ve Irak’taki faaliyetlerinin daha önce
çıkan bu kitaptaki anlatımlara uygun olması dikkat çekmektedir. Bu hareketi
diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerini şu şekilde özetleyebiliriz[253]:
Devlet
Programı: Bu örgüt, devletini kuruncaya kadar aşması mümkün olan merhaleler
konusunda açık görüşlere sahiptir. Bu merhaleleri ortaya koymuş ve her
merhalede nasıl davranacağını belirlemiştir. Bunlardan biri, cezalandırma ve
bitkin düşürme merhalesidir. Bununla herhangi bir yerde bir “kaos bölgesi
oluşturma”yı kastetmektedir. Bu, kaos merhalesi olan ikinci merhaleyi
oluşturmak amacıyla iktisadî ve güvenlik açısından bitkin düşürmeyi
gerçekleştirmek için belirli ama sürekli savaşlarla hükümetleri ve devletleri
parçaladıktan sonra olur. Daha sonra bu kaosu yönetme evresine geçilir. Bunu da
“İdâretu’t-tavahhuş” olarak isimlendirirler. Bu ikinci merhaledir.
Bununla devletleri zayıflatmak ve nasıl olursa olsun yönetemez hale getirmek
için kaos çıkardıkları bu bölgeyi nasıl idare edeceklerini kastederler. Bu
bölgeler ilk çekirdeklerdir. Eğer örgüt bunu zaptedebilir, koruyabilir ve bu
durumu istikrarlı hale getirebilirse, üçüncü merhale olan “temkîn
(sağlamlaştırma)” merhalesine geçmiş olacaktır. Bundan sonra İslam
Devleti’nin kurulma aşaması gelir. Devamında bütün İslam alemini kapsaması için
dördüncü merhale olan devleti genişletme merhalesi gelir.
Düşmanın
belirlenmesi: Bu örgüte göre düşman, metoduna, izlediği yöntemlere ve
hedefine muhalif olan herkestir. Onlara göre bu durumda olan herkes
düşmandır. Fakat düşman hedefleri öncelik sırasına tabi tutmaktadır. Örgüte
bağlılığını ilan etmeyen herkes düşman hedefler kategorsine dâhildir. Ama hedef
üzerinde emrini ne zaman, nerede ve nasıl uygulayacağını güç ve imkana göre
belirlemektedir.
Siyasete
ilgi: Bu örgüt, diğer silahlı örgütlerden daha fazla siyasete ilgi
duymaktadır. Örgüt her üyesinin basit düzeyde de olsa siyaset ilmiyle
ilgilenmesini ısrarla istemektedir. Sahadaki taktiklerin en önemli yanı,
hedefleri seçme ve onlardan birini diğerlerine tercih etmede veya bölgede devam
eden mücadeleleri kazanmada siyaset oyununun kaidelerine göre hareket etmektir.
İster grupsal olsun ister ulusal olsun ister bölgesel olsun isterse küresel
olsun, birbirine muhalif taraflarla çıkar esasına dayalı olarak gizli veya
açık, belli bir vakitle sınırlı veya tedricî ittifakların yapılabileceği
görüşündedir.
Askerî taktik
ve sahadaki çalışmalar: Onu el-Kâide ve diğer hareketlerden ayıran en
önemli nokta, uyguladığı askerî taktiklerdir. Bunları da şöyle sıralayabiliriz:
Düşmanı korkutmak, caydırmak ve savaşma gücünü kırmak
için boğazlayarak öldürmek ve yakmak gibi aşırı şiddet kullanmaları: Buna
delil olarak da Hz. Ali’nin bazı aşırıları yakmasını getiriyorlar. DAIŞ’ın bunu
nasıl uyguladığını, Ürdün’ün DAIŞ’i vurmak için uluslararası ittifaka dahil
olmasından sonra 2015’de Ürdünlü pilot Muaz el-Kessâsibe’yi yakarken gördük[254].
Fidyeyi reddetme siyaseti gütmesi: Bununla intikam
almayı hedeflemektedir. Bizzat yapandan intikam alma şartını da aramamaktadır.
Nitekim Fransa’nın ittifaka dahil olmasından sonra onu kendi evinde vurduğuna
şahit olmaktayız. Aynı şekilde esirleri öldürmekle de savaş alanının dışında
Batılıları vurduğunu da görmekteyiz.
3-
İletişim ağını iyi kullanması: Metodunu, çalışmalarını bütün
dünyaya yaymak
ve taraftar toplamak için başta internet olmak üzere her türlü iletişim ağını
iyi kullanmaktadır.
Dini Argüman:
Hilafet ve hilafet devletini ilan etmekle dini kavramları kullandığını
göstermektedir. Zira bu sembollerin Müslümanlar üzerinde özellikle de zulüm,
fakirlik, mahrumiyet içinde ve diktatör yönetimlerin hükmü altında yaşayan
Müslüman halklar üzerinde bir etkisi olacaktır.
Son zamanlarda
kurulan ilişkilerden hareketle DAIŞ hakkında şunları söyleyebiliriz: Irak
savaşından sonra İslamî hareketlerin gelişimi, bölgesel ve küresel gelişmelere
paralel olarak gerçekleşmiştir. Çünkü Amerika liderliğindeki yenidünya düzeni
ile Batılı müttefikleri arasındaki ilişki bir antipati ilişkisine dönüşmüştür.
Çünkü Amerika, İngiltere ile beraber, devletlerin onayını almadan bu müdahaleye
girişmiş ve böylece bu devletlerin çıkarları tehlikeye maruz kalmıştır. Bu
devletlerin başında Fransa ve Almanya gelmektedir. Çünkü bu ülkelerin ticarî
şirketleri, Irak’la uzun vadeli antlaşmalar ve sözleşmeler yapmışlardır.
Amerika müdahelesi onları, Amerika’nın sadece kendi çıkarlarını korumak ve
diğerlerini uzaklaştırmak istediği düşüncesine sevketmiştir. Rusya’nın bölgede
görünmesi de korkularını artırmıştır. Rusya, Amerika’nın niyetlerinden endişe
ederek, Birleşmiş Milletler’de Amerika’nın liderliğini kabul etmeyen bloklardan
meydana gelen bir mukavemet cephesi oluşturmaya çalışmıştır. Ayrıca Çin ve
Hindistan gibi güçlü devletlerle Balkan, Orta Asya, Hazar denizi ülkeleri,
İran, Batıyla istikrarlı bir ilişkisi olmayan Mısır, Libya, Yemen, Suriye gibi
ülkelerle iktisadî bloklar ve stratejik antlaşmalar yapmaya çalışmıştır. Bu
mücadeleden siyasî, iktisadî ve ideolojik birçok blok ve kutuplaşma çıkmıştır.
Batı’nın Ortadoğu ve Orta Asya’da adımlarını güçlendirme ve bu bölgelerde
Amerika’nın tek güç olmasını engelleme çabalarından, bu iki bölgede nüfuzu
güçlü olan bölgesel devletler ortaya çıkmıştır.
Diğerlerinin
mücadelesinin işaretleri ve yolu açıktır. Çünkü hızlı değişen ve istikrarı
olmayan hedefler ve çıkarlar birbirine karışmıştır. Taraflar arasında güven
ilişkisi kalmamıştır. Görüşler net değildir. Bundan dolayı DAIŞ, hepsinden
faydalanarak onların ifade ettiği dengeyi kontrol eden en büyük dayanak
olmuştur. Arap Baharı boyunca bu çekişmenin sebep olduğu kaos ve neticeleri,
doğum sancılarını geciktirmiştir. Şimdiki haliyle DAIŞ, bu
cepheler arasındaki dengeyi değiştirmek için önce Suriye sonra da Irak
üzerinden oyuna dâhil olmaya başlamıştır. Irak’ın bazı şehirlerine hâkim olmuş,
bölgesel ve küresel denklemde görmezden gelinemeyecek bir güce kavuşmuştur. Bu,
onun “Amerika yapımı ve entrikası olduğu” şeklinde kendisine yöneltilen
ithamları açıklamaktadır. Kendisine yöneltilen diğer bir itham ise Suriye
rejiminin, Arap ve Körfez ülkelerinin, İran, Türkiye, Rusya veya Malikî
Irak’ının bir ürünü olduğu şeklindedir. Fakat tek olan gerçek, bütün bu
devletlerin stratejik hedeflerini gerçekleştirmek için ondan faydalandığıdır.
Ancak onun bu devletlerin ürünü olduğu mutlak anlamda ispatı güçtür. Ancak
bölgesel ve küresel çıkarlar ve ilişkilerin ortaya çıkardığı bu kaostan
faydalanmaksızın ayakta kalması da mümkün görünmemektedir. Bugün dünyanın DAIŞ’e
karşı savaş ilan etmiş olmasına ve ordularını çatışma bölgesinde toplamış
olmasına rağmen, bu savaştaki çıkarları, kulanacakları yöntem ve ulaşmak
istedikleri hedefleri ile savaşı yürütme merhaleleri konusunda taraflar
arasındaki ihtilaflar/rekabet devam etmektedir. Bu rekabettin doğurmuş olduğu
geleceğe dair belirsizlikten en çok DAIŞ ve diğer silahlı hareketler
faydalanmaya devam edeceklerdir.
Yenidünya Düzeniyle İslamî Hareketler
Arasındaki İlişkinin Geleceği
Yenidünya Düzeni Hususundaki Mülahazalar
Akademi ve
siyaset çevrelerinde Amerika’nın rolünün bittiği, devam ettiği veya geleceği
konusunda sürmekte olan müzakere ve tartışmalar, 90’lı yıllarda ilk defa
yenidünya düzeni ortaya çıktığında yapılan müzakere ve tartışmalardan daha az
değildir. Son dönemlerde yenidünya düzeninin geleceği, Amerika’nın bu düzendeki
rolü ve konumuyla ilgili tartışmalar çoğalmıştır.
Bazıları, bu
düzenin son yıllarda Amerika’nın rolünün gerilemesinden sonra çok kutupluluğa
doğru gittiği görüşündedir. Bunlara göre Rusya, Çin, Avrupa Birliği, Japonya,
Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin iktisadî ve askerî konumlarının
yükselmesinden sonra devletlerarası düzeyde meydana gelen hadiselerde bunların
bariz bir rollerinin olduğu görülmektedir.
Bazıları da
dünya meselelerini çözmede bakışların Rusya’ya ve onun Amerika’nın tercihlerine
itirazına çevrildikten sonra iki kutuplu bir dünyaya doğru bir dönüşümün
yaşandığı görüşündedir. Bazılarına göre ise yenidünya düzeni kutupsuzluğa yani
uluslararası ortaklığa ve birleşmeye doğru evrilmektedir.
Bazıları da
devletlerin rollerinin bittiği bir evreye doğru gittiği görüşündedir. Onlara
göre Avrupa Birliği, Şangay ve Brics gibi blokların rolü ortaya çıkmaya
başlamıştır[255].
Yenidünya
düzeninin uluslar arası bir kaos dönemine doğru gittiğini söyleyenler de
vardır. Tahlillerin çoğu Amerika’nın olumsuz rolüyle ilgilidir. Bunlara göre şu
andan itibaren gelecek üç yüzyılda liderlik en asgari orana doğru gitmektedir.
Ama Amerika imtiyazını koruyacaktır. Bunun da birkaç sebebi vardır:
Amerika,
Sovyetlerin çökmesinden sonra yenidünya düzeninin
yapısını,
kendi kapitalist ve liberal sistemine ve demokratik düzenine göre
oluşturmuştur. Ülkeleri de bu tarzı benimsemeye zorlamıştır. Bu yapı
kendiliğinden oluşmamış, Amerika’nın eliyle planlı ve programlı bir şekilde
oluşturulmuştur. Amerika, daima kendi çıkarlarını ve tarzını korumaya
çalışmıştır. Bugün demokrasiyle idare edilen ülkelerin sayısı, dört asır önceki
sayılarıyla kıyaslandığı zaman, tarihî gidişatın Amerika tarzının ve
demokrasisinin çıkarlarına göre işlediği görülecektir. 1977’de diktatörlükle
yönetilen 89 ülke varken 2011’de bu sayı 22’ye gerilemiştir. Bugün dünya
nüfusunun yarısı demokratik hükümetler tarafından yönetilmektedir. 2011’de 193
ülkeden 117’sinde demokratik seçimler yapılmıştı. 1989’da ise 167 ülkeden
69’unda seçimler yapılmıştı. İktisadî yönden ise bazı araştırmacılar,
Amerika’nın üstünlüğünü ispatladığını belirtmektedirler. 2012’de Amerika’nın
toplam üretiminin 15685 trilyon dolar olduğuna işaret etmektedirler. Bu
yaklaşık olarak Çin, Japonya ve Rusyanın toplam üretimine (16200 trilyon dolar)
ve Avrupa Birliğinin (28 ülke) toplam üretimine (16641 trilyon dolar) denk
gelmektedir[256]. Askerî açıdan da Amerika en
üstündür. Amerika’nın askerî üstünlüğünün gerilediğine dair herhangi bir işaret
de yoktur. Dünyada en fazla askerî harcamalar, yılda yaklaşık olarak 645.7
milyon dolarla Amerika tarafından yapılmaktadır.
Amerika ile rekabet eden bütün ülkeler, dünya düzenini
yönetmede onun yerine geçememektedirler. Amerika dışında bütün bu ülkeler kendi
içlerinde siyasî ve etnik, komşularıyla sınır ihtilafları ve bir takım
düşmanlıklar yaşamaktadırlar. Amerika herhangi bir dış tehditle karşı karşıya
değildir. Siyasî düzeni de dünyanın en istikrarlı düzenidir.
Gelişmiş bütün ülkeler hatta geri kalan diğer ülkeler,
mevcut durumlarını ve çıkarlarını korumak için Amerika’ya muhtaçtırlar.
Çin, Rusya ve Hindistan kapitalist sistemden yararlanarak
iktisadî ve askerî açıdan gelişmiş olmalarına rağmen, kapitalist sistemleri,
liberalizm ve demokrasi üzere kaim olan Amerika kapitalist sisteminden
farklıdır. Onun sistemi, toplumlar, devletler, uluslararası kurumlar, çoğu
Amerika’ya ait olan çok uluslu şirketler tarafından desteklenmektedir[257]. Bu şirketler dünya
ekonomisine hükmetmekte, ülke siyasetlerine müdahalede bulunmakta, IMF, Dünya
Bankası ve Uluslararası ticaret kurumlarını yönetmektedirler. Dünya pazarlarını
ele geçirmişler. Nato ittifakıyla ülkelerin ordularına ve askeri güçlerine
sahip olmuşlardır. Amerika’nın çıkarlarının bekçiliğini yapan bu şirketlerin
şubeleri dünyanın her tarafında açılmıştır.
Amerika’nın rolünün bittiği görüşünde olanlar,
tahlillerini şimdiki uluslararası krizlere ve Çin, Rusya, Avrupa Birliği, İran,
Suudî ve Türkiye gibi ülkelerin güçlerinin arttığına ve uluslararası hadiselere
etkilerine dayandırmaktadırlar. Onların bu tahlilleri bir vehimden ibarettir.
Çünkü Amerika, şimdiki stratejisi, demokratik düzeninin tabiatı, seçim
programları ve karar oluşturma merkezleri, İngiltere ve Sovyetler gibi önceki
uluslararası kutupların tecrübeleri, ikinci dünya savaşından sonraki tecrübesi,
dünya savaşının çıkmaması konusundaki başarısı, soğuk savaştan çıkması, bütün
bunlar 90’lı yıllardan beri onun yenidünya düzeninin lideri olmasına yardım
etmektedir. Bütün bunlar küresel ve bölgesel hadiseleri yönetmesinde kendisine
birçok tecrübe kazandırmıştır.
Amerika’nın liderlik konumunda kalmasını sağlayan gücünün
sırrı
izlediği şu
yöntemlerde gizlidir:
Bu liderlikte sadece askerî hamlelere ve asker sayısını
artırmaya itimat etmemektedir. Aksine zor olmayan ve olumlu dönüşümleri olan
alternatifleri devreye sokmaktadır. Özellikle bu hedefler öncelikli
çıkarlarından olmadığı zamanlarda uluslararası ortaklıkta imkanları ölçüsünde
hareket etmektedir. Onun için dünyanın değişik yerlerine yerleştirdiği
askerlerinin sayısı soğuk savaş dönemindekinin yarısıdır. Bu sayı, soğuk savaş
döneminde bir milyon iken bugün onun yarısıdır[258].
Amerika, hedeflerini gerçekleştirmek için müttefiklerini
siyasî, askerî ve iktisadî açıdan desteklemektedir. Kontrolünden çıkan aşırı
tarafları kendi emellerine hizmet etmeleri için teşvik etmek ve umutlandırmak
veya bu teklifi kabul etmemeleri halinde onları tehdit etmek ve onlara boyun
eğdirmek için Birleşmiş Milletler ve kuramlarını, Dünya Bankasını, Dünya
Ticaret Örgütünü kullanmaktadır. Onları kazanmak için onlara borç vermekte veya
ekonomik ambargo uygulamaktadır. Yine de yola gelmemeleri durumunda NATO’yu
devreye sokmaktadır.
Dünyadaki siyasî kuramları yönlendirmede, küresel
pazarları yönetmede, şirketlerinin çıkarlarını korumada ve ülkelerin kaynaklarına
hükmetmede demokratik kurum ve toplumsal dönüşümlerden faydalanmaktadır.
Amerika’nın son stratejisi de kaos üreten bir strateji
olarak kabul edilmektedir. Zira Amerika, bu düzenin geleceğinde konumunu
güçlendirme amacındadır. 24 Ocak 2012’de Obama yaptığı bir konuşmada
Amerika’nın dünyadaki konumu ve gücü konusunda şöyle demektedir: “Amerika’nın
çökmekte olduğunu veya etkileme gücümüzün zayıfladığını söyleyenler ne olup
bittiğini bilmiyorlar”. Düşünürler ve yazarlar arasında yaygın olan düşünce şudur:
Amerika, dünyada karşılaştığı birçok engele rağmen etkileyici bir güç olmaya ve
dünya düzenini kontrol etmeye devam etmektedir[259]
.
Amerika askerî ve iktisadî açıdan güçlüdür. Amerikan tarzı
kapitalist sistem yaygınlık kazanmıştır. Şirketleri dünya ekonomisine hâkimdir.
Demokrasi çağrıları yapmaktadır. Bütün bunlarla bilikte, Amerika’nın iktisadî
kaynaklar bakımından zengin olan İslam coğrafyasına hükmetme şekli, kendisine
birçok devletin çıkarına hükmetme ve bunları kontrol altında tutma gücü ve
imkânı sağlamıştır. Amerika’nın bölgede etkili olan güçler üzerindeki bu
tahakkümünün dört boyutlu olduğunu söyleyebiliriz. Bu boyutları şu şekilde
sıralamak mümkündür:
İsrail’in mutlak güvenliği: İsrail, bölgede önemli
ve caydırıcı bir güç, siyasî ve askerî açıdan bir denge unusuru ve bölgeye
direkt müdahalede bulunmak için vazgeçilmez bir araçtır.
Siyasî gelişmeler: Amerika siyasî gelişmeleri
yönetmede kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmektedir.
Siyasî İslam tecrübesi: Amerika, soğuk savaş dönemi
boyunca siyasî İslam’la uzun süre devam eden ilişkilerinde büyük bir tecrübe
kazanmıştır. Etnik, dinî, mezhebî, kavmî ihtilafları kendi meşruiyeti için
kullanmada da ayrıca bir tecrübe kazanmıştır.
Enerjinin önemi: Arapların doğalgazı olsun petrolü
olsun bütün enerji kaynaklarını Amerika şirketleri işletmektedir. Ayrıca, İran
ve Hazar denizi ülkelerinin enerji kaynaklarına ve bu enerjinin dünya
pazarlarına taşınma yollarına da hakim olmaya çalışmaktadır.
Bununla beraber, hedefler ve çıkarlar çeşitlenmiş,
birbirlerine karışmış ve birbirleriyle kesişmiştir. Güç kaynakları, dereceleri
ve önemleri çeşitlenmiştir. Güç kullanmakla ve askerî müdahaleyle siyasî,
iktisadî ve coğrafî açıdan mutlak boyun eğdirmeye dayanan klasik sömürgecilik
tarzı terk edilmiştir. Yenidünya düzeni liderliğinde, askerî güç kullanımı,
kullanım alanı büyük ölçüde daraltılmakla birlikte en önemli araç olarak
kalmaya devam edecektir. Çünkü onun rolü büyük ihtiyaçlarla sınırlıdır. Bundan
dolayı şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Amerika’nın aşırı güç kullanmaması,
güçsüzlüğünden dolayı ondan vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Bu mevcut halin
karakteriyle ve yönetim araçlarının değişmesi ve çeşitlenmesiyle ilgili bir
durumdur. Bundan dolayı gelecekte, yenidünya düzeninin lideri askerî açıdan tek
başına Amerika olacaktır. Başka bir gücün liderlikte onunla çekişmesi söz
konusu olamayacaktır. Fakat iktisadî açıdan birçok kutbun ortaya çıkması
mümkündür. Bu açıdan liderlik, güçleri farklı oranda olmakla birlikte Amerika,
Avrupa, Rusya, Çin, Japonya, Asya ülkelerinin oluşturacakları birlikler
arasında paylaşılacaktır. Bölgesel çerçevede liderlik ise, şimdi olduğu gibi
Araplar, Türkiye ve İran’da olacaktır. Devletlerin iç siyasetleri çerçevesinde
ise Irak, Suriye ve diğer Arap devletlerinde olduğu gibi muhtemelen karışıklıklar
devam edecektir. Sünnîlerle Şiîler ve şiddet yanlısı İslamî hareketler arasında
olduğu gibi etnik ve mezhebî çatışmalar da sürecektir. Bütün bunlar doğum
öncesi değişim sancıları olarak görülebilir. Gelecek dönemlerde de bu düzenin
yönetiminde Amerika’nın sahip olduğu rolü sürdürmesi de kendi arzusundan daha
ziyade uluslararası bir ihtiyaç gibi görünmektedir[260].
İslamî Hareketler Etrafındaki Çıkarımlarımız
İslamî
hareketler ve gelişim merhaleleri konusundaki çalışmamıza uygun olarak şu
sonuçlara vardığımızı söyleyebiliriz: Gelinen nokta itibariyle İslamî
hareketlerin kökleşmesi ve gelecekteki etkisi tasavvur olunamayacak bir
seviyeye ulaşmıştır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki bu hareketlerin
ihtilaflarını aşıp İslamî vahdet çerçevesinde hedeflerine ulaşmaları da çok zor
görünmektedir. Aynı zamanda İslam coğrafyasında gidişatı ve siyasî geleceği
kurma konusunda da bağımsız hareket edemeyeceklerdir[261].
Vardığımız
diğer bir sonuç ise şudur: İslamî hareketlerin faaliyet durumlarının inişli
çıkışlı olması, birinci derecede dış müdahalelerden, onların bölgedeki
stratejik hırsları ve ideolojik mücadeleden ekonomik mücadeleye evrilen
mücadelenin özelliğinden kaynaklanmaktadır. Dahilî alanda ise İslam ile laiklik
veya batılıştırma mücadelesine, grup, mezhep ve ideolojik mücadeleye, hukuk,
adalet, zulmü engelleme, geri kalma, özgürlük ve son olarak da ulus
mücadelesine bağlıdır.
Bu savrulmada
yenidünya düzeni ile İslamî hareketler arasındaki ilişkinin geleceği:
Küresel ve bölgesel kaos, bu hareketlerin terazilerinin
ağır basmasını sağlayacaktır. Çünkü İslam coğrafyasındaki çıkar ve nüfuz
mücadelesi, bu hareketlerin konumunu daha da güçlendiren vekâlet savaşları,
arkalarında adaletsizlik, zulüm ve fesat bırakacaktır.
Müslüman halkların isteklerini gerçekleştirmede laiklik ve
ulusal ideolojiler başarısız olmuşlardır.
Dinin etkisi ve ilk dönem tarihle desteklenmesi, bu
hareketlerin,
İslamcı
kitleler için bir ilham kaynağı olmaya devam etmelerini sağlayacaktır. Bu da
İslamî hareketlerle yenidünya düzeni arasındaki ilişkiyi devam ettirecek bir
amildir. Çünkü bu hareketler dünyada aktif bir rol oynamaktadırlar.
İleriki aşamalarda söz konusu ilişki, ılımlı hareketlerle
yenidünya düzeni arasında olacaktır. Bu da bölgede nüfuz için çarpışan
tarafların yorulmasından, tükenmesinden ve Müslüman halkların, aşırı ve silahlı
hareketlerin fikirlerinin gölgesinde barış ve İslam için bir gelecek olmadığını
anlamalarından sonra olacaktır.
Devam edecek olan bu ilişki, İslam coğrafyasında sürekli
olarak küresel ve bölgesel savaşların çıkmasına sebep olacaktır. Çünkü
uluslararası ve bölgesel mücadele bu hareketler üzerinden yürütülmektedir.
Bunlar bu hareketlere dayanmakta ve birbirlerine karşı mücadelelerinde dinî
ideolojilere güvenmektedirler.
Uluslararası ve bölgesel durum, önceki uyanışlara benzer
yeni bir uyanışa götürecektir. Bu da Müslümanların problemlerinin çözülmesi ve
İslam âleminin, yaşadığı siyasî, içtimaî, iktisadî ve kaotik durumdan
kurtarılması, ancak mevcut hareketlerin ve diğer aşırı, milliyetçi ve laik
hareketlerin söylemlerinin ve ideolojilerinin başarısızlığa uğramasından,
maddî-manevî yorgunluk ve tükenmişlikten sonra gerçekleşebilir. Savaşlar yeni
bir alternatif aramaya yöneltecektir. Hâkim durumdaki İslamî hareketlerin
gelecekteki alternatiflerinin ise Tasavvufî eğilimlere sahip hareketler
olacağına inanıyorum.
Bir düzenin
Birleşmiş Milletler Teşkilatını yönetebilmesi için İslam coğrafyasında
ayaklarının yere basacağı güçlü bir zemininin olması gerekmektedir. Çünkü bu
coğrafya iktisadî ve coğrafî açıdan büyük bir öneme sahiptir. Nüfusunun
yoğunluğundan dolayı çok uluslu şirketler için de açık bir pazardır.
Eski olsun
yeni olsun bütün İslamî hareketler, esas itibariyle ya devamlı olarak
Sünnîlerin elinde olan iktidara karşı siyasî muhalefet alanında çalışan Şiî
hareketlere yönelmekte ya da bütün Sünnî mezheplerin ihtisarını kendilerinde
toplayan selefî hareketlere yönelmektedir.
Sömürgecilik
dönemlerinde İslamî hareketler dış güçlere karşı doğrudan mücadelelerinde
başarılı olmuşlardır. Çünkü mezhebî ihtilaflarına ve farklı eğilimlerine
rağmen, İslam’ı ve Müslümanları yok etmek isteyen, kafir olarak isimlendirdikleri
düşmana karşı birleşmişlerdir. Ancak bugünkü savaşlarda ve hükmünü vekâletle
icra etmekte olan çağdaş sömürgeciliğe karşı aynı derecede başarılı oldukları
söylenemez. Çünkü çağdaş sömürgecilik, vekâlet savaşlarını ya kendilerine yakın
duran bazı İslamî olduğunu söyleyen kurumlar üzerinden ya da bölgesel, ulusal
ve mezhepsel hedefleri arasındaki bağı koparan İslamî hareketler arasındaki
ihtilaflardan faydalanarak yürütmektedir.
İslamî
hareketlerin faaliyetlerinde ve kendileriyle dünya düzeni arasındaki
mücadelelerindeki başarısızlıkları büyük oranda, sebeplerle hedefler arasındaki
savaş ve mücadele stratejisinin yokluğundan kaynaklanmaktadır. Müslümanların
İslamî hareketlere yönelmesinin nedeni, islam alemindeki zulümler,
haksızlıklar, adaletin kaybolması, diktatör rejimler, özgürlüklerin olmayışı,
hukuk devletinin ortadan kalkması gibi vakıalardır. Çünkü ümmet, bu
hareketlerin bütün bu olumsuzlukları ortadan kaldıracağını umud etmektedir.
Bunları gerçekleştirmeden dış düşmana karşı koyması da mümkün değildir. Ancak
bu hareketler ister sünnî ister şiî ister selefi ister ihvancı ister cihadî
ister tekfirci olsun, dinî, tarihsel, grupsal ve mezhepsel bir takım amillerle
hareket etmektedirler. Haricî düzlemde Batıyla savaşlarını iman ile küfür arasındaki
bir savaş olarak görmektedirler. Oysa devletlerarası mücadele gerek bölgesel ve
gerekse küresel seviyede iktisadî bloklar arasında bir rekabet savaşıdır. Din
ve diğer ideolojilerin onlar için önemi bu hedeflere ve çıkarlara hizmet etme
derecesine göre şekillenmektedir.
Şiî ve Sünnî
hareketler arasındaki faaliyet ve mücadeleye gelince, dış müdahalelerden ve
devletlerarası çekişmeden yararlanmada Şiî hareketler, Sünnî hareketlerden daha
faaldirler. Çünkü ağırlıklı olarak muhalif pozisyondaki Şiî hareketler, dinî ve
dünyevî hedeflerinde Merce-i Taklid’e dayanmaktadırlar. Merce-i Taklid ile
masum olması hasebiyle uyulması vacip olan dinî bir kurum kastedilmektedir.
Şiiler adına karar verme yetkisi nedeniyle Şiî hareketlerin hızlı bir şekilde
yayıldıkları görülmektedir. Nitekim Abbasîlerin ilk dönemlerinde ve bugünkü
İran devletinin himayesi altında hızlıca yayılmışlar ve hedeflerine hızlı ve
mükemmel bir şekilde ulaşmışlardır. Buna karşın Sünnilerin uymaları gereken
dinî ve dünyevî bir mercileri yoktur. Bundan dolayı Sünnî hareketleri tek bir
devlet çatısı altında toplamak mümkün olmamıştır. Aynı zamanda bölgede mücadele
eden devletlerle bir ittifak gerçekleştirmeyi de başaramamışlardır. Bu nedenle
İran’ın desteklediği Şiî hareketler, Sünnîlere nispetle sayıları az olmasına
rağmen bölgede daha hızlı yayılmışlardır. Diğer taraftan bölgede birbirleriyle
mücadele eden devletlerle çeşitli ittifaklar yapabilmişlerdir. İran, Rusya
vasıtasıyla kendisini Amerika’nın hedefi olmaktan korumuş ve Nükleer
silahlarından dolayı Amerika’yı Irak, Suriye ve Yemen’deki problemleri çözmek
için görüşmelere ve DAIŞ’e karşı mücadeleye zorlamıştır. İttifak sözleşmesi
sayesinde de çıkarlarını koruyabilmiştir. Fakat Sünnî devletler bu alanda
başarısız olmuşlardır.
İslamî
hareketlerin ortaya çıkışlarında ve yayılışlarında en etkili amillerden biri de
İslam coğrafyasında sömürgeciliğin varlığı ve birbirleriyle mücadele eden
devletlerin takip ettikleri siyasettir.
Bütün İslamî
hareketlerin arkasında siyasî hedefler ve sebepler vardır. Bunda da
garipsenecek bir durum yoktur. Çünkü İslam özünde insan topluluklarını ıslah
etmek için gelmiş bir dindir. Siyaset de bu önemli görevin yerine getirilmesi
için gerekli bir mekanizmadır. O ıslah edilmeden insan topluluklarının ıslah
edilmesi mümkün değildir. Ancak İslami hareketlerin bir kısmı, yöntem olarak
siyasî, iktisadî, zihnî olmak üzere bütün yönleriyle toplumları İslam’ın ilk
asırlarına uydurmaya çalışmış; geçmişi bugüne taşımayı hedeflemeşlerdir. Öte
yandan bu hareketlerin mazi ve mazide gerçekleşen olaylar hakkında farklı bir
bakış açıları vardır. Her biri kendi görüşünün hakikat, kendi dışındaki
görüşelerin de batıl olduğunu iddia etmektedir. Bununla beraber pek çok ılımlı
hareket dahil olmak üzere bütün İslamî hareketler için, -şimdiki vakıaya aykırı
olsa bile- ilk dönemlerin toplum yapısını canlandırmak temel hedeftir. Sudan
tecrübesinde görüldüğü gibi bazıları güç elde ettikleri zaman otoriterliğe ve
hedeflerini gerçekleştirmek için diktatöryel eğilimlere yönelebilmektedir.
Bölgesel ve
uluslararası mücadeleler, kimi İslamî hareketleri otomatik olarak bölgesel
devletlerin projelerinin hizmetine sokmuştur. Söz konusu hareketlerden
bazıları, bölgesel ve küresel devletler için vekâlet savaşına girişmişlerdir.
Nitekim Muhammed b. Abdulvehhâb döneminden itibaren Selefî hareket, Suudî
Arabistan’ın ve Körfez ülkeleri ile işbirliğine girerek onların siyasî
projelerine uygun olarak hareket etmeye başlamıştır. Öte yandan Şiîler,
Humeyni’nin 1979’da iktidara gelişinden itibaren İran’ın kanatları altına girmiştir.
Yenidünya
düzeniyle İslamî hareketler arasında hali hazırdaki ilişkiye gelince şunu
söyleyebiliriz: Eski savaşlar dinî ve grupsal bir hüviyete bürünmüşlerdir.
İslamî hareketler bölgesel ve ulusal mücadele çerçevesinde bölgesel güçlerle
birlikte hareket ederek birbirleriyle savaşmaktadırlar.
İslam
dünyasının sahip olduğu bazı önemli amiller var olduğu sürece dünyaya hükmetmek
isteyen güçlerle İslam arasındaki mücadele devam edecektir. Bu amillerden biri,
İslam coğrafyasının yeraltı kaynaklarıdır. Ayrıca stratejik coğrafî konumunun
yanı sıra kültürel, beşerî ve iktisadî güç faktörleri açısından da önemli bir
yerde bulunmaktadır. Etnik çeşitlilik, grupsal ve milliyetçi mücadeleler,
siyasî istikrar ve adaletin olmayışı, Müslümanların Batı nazariyelerine ve
hayat tarzına ihtiyaç duymaksızın, bütün siyasî ve iktisadî meselerini çözmek
için İslam’a dönme ve İslam’ın tekrar iktidara gelme korkusu da bu durumu
besleyen amillerdendir. Herhalükarda müslümanların korkacak bir şeyleri yoktur.
Fakat Batılılar, alanın açılması durumunda Müslümanların daha fazla
güçleneceklerinden korkmaktadırlar. Gelecekleriyle ilgili bütün nazariyelerini
dinlerinden çıkarabilme ihtimalinden dolayı endişe etmektedirler. Çünkü İslam,
hayatın bütün yönleriyle ilgilenen bir dindir. Aslında bu anlamda Müslümanların
Batılılara ve medeniyetlerine de ihtiyacı yoktur.
İslam, İslam
toplumunun kurumları ile Batı arasındaki olumsuz ve şiddete dayalı mücadeleyi
barışçıl bir rekabete dönüştürmek için toplumların bir arada yaşamasını
sağlayan bir yapının inşa edilmesi, Birleşmiş Milletler Teşkilatının rolünün
daha etkin bir hale getirilmesi ve çok kutupluluk vasıtasıyla küresel
meselelerin çözülmesi gerekmektedir. Bunun için de İslam’ın olumlu rolünün
devreye girmesi gerekmektedir. Zira insanın yaratılış gayesine ve ilahî sünnete
uygun olarak siyasî meseleleri çözmeden, hukuku, ekonomik ve askerî kurumları
bağımsız hale getirmeden, yasama, yargı ve yürütmeyi tam anlamıyla birbirinden
ayırmadan, insanı özgürleştirmeden bu çekişmeleri ortadan kaldırmak mümkün
görünmemektedir.
Abdulhamîd
Hişâm Kemâl, el-Harbu’l-'Âlemiyyeti’l-Kâdime: el-Melhametu’l- Kubrâ fi’l-İslâm,
Ma'riketu Hermeceddûn fi’t-Tevrât ve’l-İncîl, Dâru’l- Fikri’l-'Arabî,
Kahire, 2011.
Abdulkadir b.
Abdulazîz, el-'ümde fî İ'dâdi’l-'İdde li’l-Cihâd fî Sebilillah, byy.
Trz.
Ahmed Emîn, Zuamâu’l-İslâh
fi’l-Asri’l-Hadîs, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, Trz.
Ahmed Hüseyin
el-Hac Ali, Afganistân, et-Tahavvul mine’l-Cuyûstrâtîcî ile’l- Cuyûskâfî, Mecelletu’l-Mustakbeli’l-Arabî,
2002, sayı, 276.
Ahmerî,
Muhammed Hâmid ve Diğerleri, el-'Arab ve Îrân: Murâce'a fi’t-Târîh
ve’s-Siyâse, Editör: 'Azmî Beşşâre-Mahcûb ez-Zuveyrî, el-Merkezu’l- 'Arabî,
li’l-Ebhâs ve Dirâseti’s-Siyâsât, I. Baskı, Beyrut, Trz.
Ahmerî,
Muhammed Hâmid ve Diğerleri, el-'Arab ve Îrân: Murâce'a fi’t-Târîh
ve’s-Siyâse, Tah. 'Azmî Beşşâre-Mahcûb ez-Zuveyrî, el-Merkezu’l-'Arabî,
li’l-Ebhâs ve Dirâseti’s-Siyâsât, I. Baskı, Beyrut, 2012.
'Akkâbî, Ali
'Avde, el-'Alâkâtu’s-Siyâsiyyeti’d-Devliyye Dirâse fî üsûli’t-Târîh
ve’n-Nazâriyyât, I. Baskı, Dâru’l-Cemâhîr, Libya, 1996.
'Ammâre
Muhammed, el-İslam ve Felsefetu’l-Hukm, 4. Baskı, Dâru’ş-Şurûk, Kahire,
1989.
'Ammâre,
Muhammed, el-Hilâfe ve Neş’etu’l-Ahzâbi’l-İslamiyye, II. Baskı, el-
Muessesetu’l-Arabiyye li’d-Dirâsât ve’n-Neşr, Bağdat, 1984.
Amr
Hamzavî-Sâre Garîbûskî, el-Islâhâtu’s-Siyâsiyye Beyne 2002-2007,
Muessesetu
Kârnîğ li’s-Selâmi’d-Duvelî, sayı: 20, Nisan, 2010.
'Atvân
Abdulbârî, ed-Devletu’l-İslamîyye, el-Cuzûr, et-Tevehhuş, el-Mustakbel,
I. Baskı, Dâru’s-Sâkî, Beyrut, 2015.
'Avâcî, Gâlib
b. Alii el-Havâric Târîhuhum ve Ârâuhumu’l-İ'tikâdiyye ve Mavkifu’l-İslam
minhu, (Yüksek Lisans Tezi), Câmi'atu’l-Melik Abdilazîz Kulliyetu’ş-Şerî'a,
1399.
Belkazîz
Abdulilah, ed-Devlet fi’l-Fikri’l-İslâmîyyi’l-Mu'âsır, II. Baskı,
Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l-'Arabiyye, Beyrut, 2004.
Berrâk,
Vâsık Muhammed, et-Tenâfusu’l-Amerîkî er-Rûsî fi’l-Kavkâz, el-
Harbu’r-Rusya-Curcyâ
Enmûzecen, Mecelletu Ebhâsi Külliyeti
Terbiyyeti’l-Esâs,
Cilt, 9, Sayı, 2, Merkezu’d-Dirâsâti’l-İklîmiyye,
Câmiatu’l-Mûsul,
2009.
Bozan, Metin, İmamiyye’nin
İmamet Nazariyesinin Teşekkül Süreci, İsam, İstanbul: 2009.
Brockelmann,
Karl, Târîhu’ş-Şuûbi’l-İslâmiyye, Ter. Nebîh Emîn-Munîr Ba’lebekkî, V.
Baskı, Dâru’l-Melâyîn, Beyrut, 1968.
Christopher M.
Davidson, ma Ba’de’ş-Şuyûh, el-İnhiyâru’l-Mukbil li’l-Memâliki’l- Halîciyye, I.
Baskı, Merkezu Avâl li’d-Dirâsât ve’t-Tevsîk, Beyrut, 2014.
Curtis, Mark, et-Târîhu’s-Sırrî
li Teâmuri Birîtânyâ maa’l-Usûliyyîn, Ter. Kemal Seyyid, II. Baskı,
Merkezu’l-Kavmî li’t-Tercume, Kahire, 2014.
Darîf
Muhammed, el-İslamu’s-Siyâsî bi’l-Mağrib, I. Baskı, Matba'atu’n-Necâh, Beydâ,
1992.
Dreyfus,
Robert Louis, La'betu’ş-Şeytan, Devru’l-Vilâyâti’l-Muttehideti’l- Amerikiyye
fî Neş’eti’t-Tetarrufi’l-İslamî, Ter. Eşref Refîk, I. Baskı, Merkezu
Dirâsâti’l-İslamî ve’l-Garb, Mısır, 2010.
Ebû Râşid
Abdullah Ahmed, el-'Avleme fi’n-Nizâmi’l-'Âlemî ve’ş-Şarki Avsatiyye, Cuzûru
Halfiyyât, Tahaddiyât, I. Baskı, Dâru’l-Hivâr li’N- Neşr ve’t-Tevzî',
Lazkiye, 1999.
el-Fevzân,
Sâlih Fevzân b. Abdillah, İ'ânetu’l-Mustefîd bi Şerhi Kitâbi’t-Tevhîd, II.
Baskı, Muessesetu’r-Risâle, 2002.
el-Hilâfe
ve Neş’etu’l-Ahzâbi’l-İslâmiyye, II. Baskı, Neşr ve Tevzî' el-
Mektebetu’l-'Âlemiyye, Bağdat, 1984.
el-İslâm
ve’s-Siyâse, Devru’l-Harekâti’l-İslâmiyye fî Savği’l-Mecâli’s- Siyâsî, I.
Baskı, el-Merkezu’s-Sekâfiyyi’l-'Arabî, Beyrut, 2001.
el-Kâide
et-Tanzîmu’s-Sırrî, I. Baskı, Dâru’s-Sâkî, Beyrut, 2007.
Enver Muhammed
Ferec, Nazariyyetu’l-Vâki'iyye fi’l-'Alâkâti’d-Devliyye, Dirâse Nakdiyye
Mukârine fÎ Davi’n-Nazariyyâti’l-Mu'âsira, I. Baskı, Merkezu Kurdistân
li’d-Dirâsâti’l-İstirâticiyye, Süleymaniye, 2007.
Fehmî, Dr.
Abdulkaâdir Muhammed, el-Fikru’s-Siyâsî ve’l-İstirâtîcî li’l-Vilâyâti’l-
Muttehideti’l-Amrîkiyye, Dirâsetun fi’l-Fikr ve’l-Akâid ve Vesâili’l-
Binâi’l-İmparâtorî, Dâru’ş-Şurûk li’n-Neşr ve’t-Tevzî', Amman, 2009.
Frederic
William Engdahl, Karn mine’l-Hurûb, Hafâya’s-Siyâsâti’n-Naftiyye
ve’l-Masrafiyye el-İnclû-Amerîyye ve’n-Nizâmu’d-Duvelî el-Cedîd, I. Baskı,
Ter. Muhammed Zekeriyyâ İsmail, Menşûrâtu Vezâreti’s-Sekâfe, Dımaşk, 2007.
Freidman, B., el-Bâ'isu’l-üsûlî
ve Meşrû'u’l-Hadâse, (Bûmedyen Buzeyd ve Diğerleri, Kadâya’t-Tenvîr
ve’n-Nahda fi’l-Fikri’l-'Arabi’l-Mu'âsır içinde), Merkezu
Dirâsâti’l-Vahdeti’l-'Arabiyye, Beyrut, 1999.
Gazzâlî,
Muhammed, Dustûru’l-Vahdeti’s-Sekâfiyye, Dâru’ş-Şurûk, Kahire, 1992.
Guido
Steinberg ve Diğerleri, el-Hukûmâtu’l-Garbiyye ve’l-İslâmu’s-Siyâsî Ba'de
2001, I. Baskı, Merkezu’l-Misbâr li’d-Dirâsât ve’l-Buhûs, Dubâi, 2013.
Hasan Ebû
Heniyye- Muhammed Süleyman Ebû Rummân, , Tanzîmu’d-Devleti’l- İslamiyye,
el-ezmetu’s-Sunniyye ve’s-Sirâ' 'ale’l-Cihâdiyeti’l- 'Alemiyye, I. Baskı,
Dâru’l-Cîli’l-Arabî li’n-Neşr ve’t-Tevzî', Ammân, 2015.
Hasan Ebû
Heniyye-Dr. Muhammed Ebû Rummân, Tanzîmu’d-Devleti’l- İslamiyye,
el-Ezmetu’s-Sunniye ve’s-Sirâ' ala’l-Cihâdiyyeti’l- 'Alemiyye, I. Baskı,
Muessesetu Friedrich, Ammân, 2015.
Hâşimî,
Doktor Mecd Hâşim, el-'Avlemetu’d-Diplûmâsiyye ve’n-Nizâmu’l-
'Âlemi’l-Cedîd,
I. Baskı, Dâr Usâme li’n-Neşr ve’t-Tevzî', Amman, 2003.
Hâşimî,
Muhammed Sâdık, el-İhtilâlu’l-Amrîkî li’l-'Irâk ve Meşrû'u’ş-Şarki’l-
Avsati’l-Kebîr, Tedâ'iyâtihi ve Netâicihi, I. Baskı, Merkezu’l-'Irâk li’d-
Dirâsât, 2005
Huseynî, Ebû
Ferha Cemâl, el-Hurûc ala’l-Hâkim fi’l-Fikri’s-Siyâsiyyi’l-İslâmî, I.
Baskı, Merkezu Hadâreti’l-'Arabîyye, Kahire, 2004.
Huseynî, Ebû
Ferha Cemâl, el-Hurûc ala’l-Hâkim fi’l-Fikri’s-Siyâsiyyi’l-İslâmî, I.
Baskı, Merkezu Hadâreti’l-'Arabîyye, Kahire, 2004.
İbrahim Fûâd
Dr. el-Akîde ve’s-Siyâsetu’l-Vehhâbiyye ve Âl-i Suûd Misâlen, Dâru’l-Mîzân,
I. Baskı, 2012.
İsa Dervîş, Mecelletu’l-Fikri’s-Siyâsî
ittihâhu Kitâbi’l-'Arab, Rekâizu’l- istirâcîyye fî Hidmeti’l-Emni’l-Kavmî,
Dımaşk, 1999, sayı:5.
Kâtı', Selîm, et-Tevâcudu’l-'Askeriyyi’l-Amerîkî
fi’l-Halîci’l-'Arabî (ed-
Devâfi'u’r-Reîsiyye).
Kâtı’ Ali
Selîm, et-Tevâcudu’l-Askeriyyi’l-Amerîki fi’l-Halîci’l-Arabî, Dirâsâtu
Devliyye, Merkezu’d-Dirâsâti’d-Devliyye, Câmiatu Bağdâd, Sayı: 45.
Kâtip Ahmed, Tatavvuru’l-Fikri’s-Siyâsiyyi’ş-Şi'î
mine’ş-Şûrâ ilâ Velâyeti’l- Fakîh, I. Baskı, Dâru’l-Cedîd, Beyrut, 1988.
Keen David, Harbun
bi lâ Nihaye! Vezâifun Hafiyye li’l-Harb 'ala’l-İrhâb, Ter. el-İmâm Mu'în,
Mektebetu’l-'Ubeykân, Riyâd, 2008.
Kemâl, Îhâb, el-Alâkâtu’l-Hafiyye
beyne Amerîkî ve’d-Duveli’l-Arabiyye, I. Baskı, el-Hurriye li’n-Neşr,
Kahire, 2006.
Keşk, Muhammed
Celâl, es-Su'ûdiyyûn ve’l-Hallu’l-İslâmî, III. Baskı, Teksas, 1982.
Kissinger
Henri, ed-Diblomâsiyye mine’l-Harbi’l-Bâride hattâ Yevminâ Hâzâ, Ter.
Mâlik Fâdıl el-Budeyrî, I. Baskı, el-Ehliyye li’n-Neşr ve’t-Tevzî', Amman,
1995.
Kuleynî,
Muhammed b. Ya'kûb b. İshâk er-Râzî, el-Kâfî, V. Baskı, Dâru’l-Kutubi’l-
İslâmiyye, Tahran, 1363.
Lume'u’ş-Şihâb
fî Sîreti Muhammed b. Abdilvehhâb, Tah. Dr. Ebû Hâkime, 2014.
Mavsılî,
Ahmed, Mevsû'atu’l-Harekâti’l-İslâmiyye fi’l-Vatani’l-'Arabî ve Îrân ve
Turkiyâ, Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l-'Arabiyye, Beyrut, 2004.
Mâzin, Şendeb,
Daiş, Mâhiyetuhu, Neş’etuhu, İrhâbuhu, Ehdâfuhu, İstrâtîciyyetuhu, I.
Baskı, Dâru’l-'Arabiyye li’l-'Ulûm Nâşirûn, Beyrut, 2014.
Me’mûn
Mustafa, Medhal ile’l-Kânûni’d-Duveli’l-'Âmm, Dâr Mecdlâvî, Amman, 2002.
Meclisî,
Muhammed Bakır Muhammed Takî, Bihâru’l-Envâr, el-Câmi'a li Dureri
Ahbâri’L-Eimmeti’l-Athâr, I. Baskı, Muessesetu İhyâi’l-kutubi’l-İslâmiyye, Kum,
1388.
Mecmûa
mine’l-Bâhisîn, ez-Zâhiretu’s-Selefiyye: et-Taaddudiyyetu’t-
Tanzîmiyye
ve’s-Siyasiyye, Thr. Dr. Beşîr Mûsâ Nâfi'- Dr. İzuddîn Abdulvelî,
Dâru’l-Arabiyye li’l-'Ulûm, byy., 2014.
Mecmûatun
Bâhisîn, el-Hukûmâtu’l-Garbiyye ve’l-İslamu’s-Siyâsî Ba'de 2011, I.
Baskı,
Merkezu’l-Misbâr li’d-Dirâsât ve’l-Buhûs, Dubai, 2013.
Mehâsîs Necât
Selîm Mahmûd, Mucemu Meâriki’t-Târîhiyye, I. Baskı, Dâru Zehrân, Ammân,
2011.
Mevdûdî,
Ebu’l-A'lâ, el-Cihâd fî Sebilillah, byy., Trz.
Mukaddem
Muhammed İsmail, Havâtir Havle’l-Vehâbiyye, Dâru’t-Tevhîd li’t-
Turâsiyyeti’l-İskenderiyye, I. Baskı, Mısır, 2008.
Munîb
Abdulmun'im, Delîlu’l-Harekâti’l-İslamiyyeti’l-Mısriyye, I. Baskı,
Mektebetu’l-Medbûlî, Kahire, 2014.
Muvâcehetu’l-İrhâb
em Harbun 'ala’d-Dîn, el-Harekâtu’l-İslamîyye fî Vatani’l- 'Arabî, Neş’etuhâ ve
Tatavvuruhâ ve Mustakbeluhâ, Mulahhasun Hâss min İsdârâtu’l-'Arab, sayı:
22, 2009.
Nâcî Ebû Bekr,
İdâretu’-Tavahhuş Ahtar Merhale Setemurru bihe’l-Ümme, Merkezu’d-Dirâsât
ve’l -Buhûsu’l -İstirâtecîyye.
Nâfi' Beşîr, el-İslâmiyyûn,
el-Unufu’l-'Âbir li’l-Kârrât, Merkezu’l-Cezîre li’d- Dirâsât,
Dâru’l-Arabiyye li’l-'Ulûm Nâşirûn.
Nu'aym
Ahmed Semîr, el-Muhadedâtu’l-İktisâdiyye ve’l-İctimâ'iyye li’t-
Tetarrufi’d-Dînî,
II. Baskı, Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l-'Arabiyye, Beyrut, 2000.
Perkins, John,
La'betun Kadîmetun bi 'Umuri’l-İmbarâturiyye: Tekşif 'ani’l- 'Alemi’l-Hafî
li’l-Kateleti’l-İktisâdiyîn ve 'an Şebeketi’L-Fesâdi’l- Ma'avlem Katele
İktisâdiyyûn Mermûkûn ve Muhakikûn- Yesrudûne’r-Rivâyete’l-Muhevvile bi
Ekmelihâ, I. Baskı, Ter. A. D. Ahmed Saydâvî, Ed. Steven Hiatt,
Şirketu’l-Matbû'ât li’t-Tevzî' ve’n-Neşr, Beyrut, 2008.
Reyhânî Emîn, Târîhu
Necdi’l-Hadîs ve Mulhekâtuhu, el-Matbaatu’l-İlmiyye li Yûsuf Sadır, I.
Baskı, Beyrut, 1928.
Robbins,
Nick, Metâ ve Keyfe Heymene’l-Garbu Ala’l-Âlem, eş-Şirketu’l-letî
Gayyereti’l-Âlem, Keyfe Buniyet Şirketu’l-Hindi’ş-Şarkiyyeti’l-
İmbarâtûriyyeti’l-Birîtâniyye
ve Kaddemeti’l-Muesseseti’l-Âbireti’l- Kârrât, Ter. Kemâl el-Mısrî,
Mektebetu’ş-Şurûk, Kahire, 2009.
Sa'dî
Muhammed, Mustakbelu’l-'Alâkâti’d-Devliyye min Sirâ' ilâ Ensineti’l- Hadâre
ve Sekâfeti’s-Selâm, Silsiletu Utrûhâtu’d-Doktorâh, sayı: 58, Merkezu
Dirâsâti’l-Vahdeti’l-'Arabiyye, Beyrut, 2006.
Sekkâf, Hasan
b. Ali Red alâ Abdilvehhâb min Şeyhihi Muhammed b. Süleyman el-Kurdî, Dâru’l-İmâmi’r-Revvâs,
I. Baskı, Beyrut, Trz.
Selefî,
Abdullah b. Muhammed, Min 'Akâidi’ş-Şî'a, el-Mektebetu’l-Vakfiyye, III.
Baskı, Suudiyye, 2007.
Seyyid Rıdvân,
es-Sirâ' 'ala’l-İslam el-Usûliyye ve’l-İslâh ve’s-Siyâsetu’d- Devliyye, I.
Baskı, Dâru’l-Kitâbi’L-'Arabî, Beyrut, 2005.
Sultân Câsim
Dr., Ezmetu’t-Tanzîmâti’l-İslâmiyye: el-İhvân Enmûzecen, I.
Baskı,
eş-Şebeketu’l-'Arabiyye li’l-Ebhâs ve’n-Neşr, Beyrut, 2015.
Şefîk, Münir, el-Fikru’l-İslâmî
el-Mu'âsır ve’t-Tahaddiyât, III. Baskı, en-Nâşir li’t-Tibâ'a ve’n-Neşr
ve’t-Tevzî', Beyrut, 1991.
Şelbî, Seyydi
Emîn, Mine’l-Harbi’l-Bâride ile’l-Bahs 'an Nizâmin Duveliyyin Cedîd, I.
Baskı, Mektebetu’l-Usre, Kahire, 2005.
Şerîf Mahmûd, et-Teveccuhâtu’l-Garbiyye
Nahve’l-İslâmi’s-Siyâsî fi’ş-Şarki’l- Avsat, I. Baskı, Merkezu
Dirâsâti’ş-Şarki’l-Avsat, Ammân, 2000.
Şeyh Ali
Abdurrâzık, el-İslam ve Usûlu’l-Hukm fi’l-İslam, I. Baskı, Tak. 'Ammâr
Ali Hasan, Dâru’l-Kitâbi’l-Mısriyye-Dâru’l-Kitâbi’l-Lubnânî, Kahire- Beyrut,
2012.
Şuvey'arî,
Muhammed b. Saîd, Târîhu Hatain Târîhiyyin Havle’l-Vehhâbiyye, el-
Câmi’atu’l-İslâmiyye bi’l-Medîneti’l-Munevvere, III. Baskı, es-Suûdiyye, 1419.
Takûş, Dr.
Muhammed Suheyl, Târîhu’d-Devleti’s-Safeviyye fî İrân, I. Baskı,
Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 2009.
Tayyib Ahmed
Temâder, el-İ'timâdu’l-Mutebâdil fi’l-'Alâkâti’d-Devliyye, Dirâse Hâletu’l-
'Alâkâti’d-Devliyyeti’s-Sûdâniyyeti’l-Amerîkiyye 1980-2000, Yüksek Lisans
Tezi, Hartûm Üniversitesi ed-Dirâsâtu’l-İktisâdiyeti’l- İctimâ'iyye Fakültesi,
2002.
Temmâm Husâm, el-İhvânu’l-Müslimîn
Senevât mâ Kable’s-Sevre, I. Baskı, Dâru’ş-Şurûk, Kahire, 2013.
Tesellufu’l-İhvâniyye,
Te’kulu’l-Utrûhetu’l-İhvâniyye ve Su'ûdu’s- Selefiyye fî
Cemâ'ati’l-İhvâni’l-Muslimîn, Silsiletu’l-Merâsid, Sayı, 1, Vahdetu’d-Dirâsâtu’l-Mustakbeliyye,
İskenderiyye, 2010.
Teyârâtu’l-Fikri’l-İslamîyyi’l-Mu'âsır,
Dâru’ş-Şurûk, II. Baskı, Kahire, 1997.
Ubeyd Saîd
Ali, Tanzîmu’l-Kâide, en-Neş’etu ve’l-Halfiyyetu’l-Fikriyyetu’l- İmtidâd, I.
Baskı, Mektebetu Medbûlî, Kahire, 2008.
Vâdı'î, Ebû
Abdirrahmân Mukbil b. Hâdî, Tuhfetu’l-Mucîb 'alâ Es’ileti’l-Hâdır
ve’l-Garîb, I. Baskı, Dâru’l-Âsâr, San'a 2000.
Vuheyb,
Hüseyin Hâfız, İstirâcîyyetu’l-İdâreti’l-Amerîkiyyeti’l-Cedîde İzâe’ş-
Şarki’l-Avsat, Merkezu Dirâsâti’d-Devliyye, sayı: 46, Câmi‘atu Bağdâd.
Yâsîn b. Ali,
Hurûcu’l-Vehhâbiyye ala’l-Hilafeti’l-Osmâniyye: Kırâetun Târîhiyye ve
Munâkeşetun Şeriyye, Mecelletu’z-Zeytûne, 2014. www.azeytuna.net
Yâsîn Seyyid, el-İmbarâtûriyyetu’l-Kevniyye,
es-Sirâ' Dıdde’l-Heymeneti’l- Amerîkiyye, I. Baskı, Dâru’n-Nahdeti Mısır
li’t-Tibâ'a ve’n-Neşr ve’t- Revz', Kahire, 2004.
Zehebî,
Şemsuddîn Muhammed b. Ahmed, el-Mûkize fî 'İlmi Mustalahi’l-Hadîs, Mektebetu’l-Matbû'âti’l-İslâmiyye,
Halep, 1405.
Zekî Muhammed
Fâdıl, ed-Diblûmâsiyye fî 'Âlem Mutagayyer, I. Baskı, Dâru’l- Hikme,
Bağdat, 1992.
Zellûm
Abdulhayy Yahyâ, Nuzuru’l-'Avleme, I. Baskı, el-Muessesetu’l-'Arabiyye
li’d-Dirâse ve’n-Neşr, Beyrut, 1999.
Dr. Yusuf Mahmûd, ez-Zâhiretu’s-Selefiyye
http://studies.aljazeera.net/production/books/2014/04/20144311512409990.html
Ali Abdurrahîm, el-İslam ve Usûlu’l-Hukm,
http://www.islamist-movements.com/4951
es-Sekîne, Delîlu’l-Harekâti’l-İslamiyye,
http://www.assakina.com/news/news1/5366.html
Abdulmevlâ Hâyil, Mukaddime
fi’l-'Alâkâti’d-Devliyye,
http://www.slideshare.net/oussamafalaki3/ss-42159148
Hüseyin
Abdulhalık, Kıraetun fî Kitâb, Âfâku’l-Asri’l-Âmerîkî, es-Siyâde ve’n-
Nufûz fi’n-Nizâmi’l-'Âlemi’l-Cedîd,
http://www.abdulkhaliqhussein.nl/?news=695
Necm Mufîd, en-Nizâmu’d-Duvelîyyi’l-Cedîd,
el-İmkânât ve Gıyâbu’l-
Istirâtîciyye
ve’l-Me'âyîr, Mecelletu’l-Fikri’s-Siyâsî,
www.sghtdh.reefnet.
gov. sy/booksproject/fikr/4-5/alnetham.pdf.
Dr. Begin
Bâhir Merdân, el-İstirâtîciyyetu’l-Amerîkiyye: el-Ehdâf ve’l-Veseâil
ve’l-Muessesât,
http://www.academia.
edu5860056%D8%A7%D9%84%D8%A7%D8%B3%D8%A A%D8%B1%D8%A7%D8%AA%D9%8A%D8%AC%D9%8A%D8%A9
%D8%A7%D9%84%D8%A7%D9%85%D8%B1%D9%8A%D9%83%D9 %8A%D8%A9 ..
%D8%A7%D9%84%D8%A7%D9%87
Yusûf Mahmûd, ez-Zâhiretu’s-Selefiyye,
http://studies.aljazeera.net/production/books/2014/04/20144311512409990.
htm
(15.12.2015).
Kâbilî, Su'ûd Abdulazîz, İ'tirâfâtu Kâtilin
İktisâdî,
http://elgazwi.blogspot.com.tr/2010/12/blog-post
1499.html (10.12.2016).
Delîlu’l-Harekâti’l-İslamiyye,
http://www.assakina.com/news/news1/5366.html.
(15.12.2016).
Abdulmevlâ Hâyil, Mukaddime
fi’l-'Alâkâti’d-Devliyye,
http://www.sldeshare.net/oussamafalaki3/ss-
(25.12.2015).
Şâhir İsmail,
Evleviyyâtu’s-Siyâseti’l-Hâriciyyeti’l-Amerîkî Ba'de 11 September 2001,
http://www.4geography.com/vb/showthread.php?t=5615.
(18.05.2010)
Vuheyb Hüseyin
Hâfız, İstirâcîyyetu’l-İdâreti’l-Amrîkiyyeti’l-Cedîde İzâe’ş- Şarki’l-Avsat,
Merkezu Dirâsâti’d-Devliyye, sayı: 46, Câmi‘atu Bağdâd, s. 50
(.iasj.netiasjfunc=fulltext&aId=607012014\5\20 )
http://rawabetcenter.com/archives/2852.
(20.02.2016)
Şefik el-Muhtâr, el-Hareketu’l-İslamiyye:
el-Mefhûm ve’delâlâtu’l-Mute'addid ev el-İhtilâfu’l-Mutevehhiş,
http://www.aljabriabed.net/n51_05chafik.htm
(23.02.2016). et-Tabîb Tevfîk, el- Harekâtu’l-İslamiyye:
et-Ta'rîf vr’l-Mebde’,
http://alaqsagate.org/vb/showthread.php?t=5635
(23.02.2016).
Celâl Haşşâb,
el-Harekâtu’l-İslamiyye ve’t-Tahavvulu’d-Demokrâtî fi’l-'âlemi’s- Sâlis,
http://intemationalstudiesbridges.blogspot.com/2012/04/1.html
(25.02.2016).
Seyyid Fikret Refik, el-İhtilâf Havle
Mefhûmi’l-Cema'a ledey Ba'di’l-Harekâti’l- İslamiyyeti’l-Mu 'âsıra,
http://www.iasj.net/iasj?func=fulltext&aId=25963(25.02.2016).
Dirâse
Mefâhimiyye Havle’l-Harekâti’l-İslamiyye ve’l-'Ameli’s-Siyâsî,
http://thesis.univbiskra.dz/954/3/%D8%A7%D9%84%D9%81%D8%B5%D9%84%
20%D8%A7%D9%84%D8%A3%D9%88%D9%84.pdf
(25.02.2016).
et-Tabîb Tevfîk, el-Harekâtu’l-İslamiyye:
et-Ta'rîf vr’l-Mebde’
http://alaqsagate.org/vb/showthread.php?t=5635
(23.02.2016)
Belkazîz Abdullah, a.g.e., s. 24;
Ahrişân Ömer, el-Hareketu’l-İslamiyye: Kırae fi’l-Mefhûm ve’l-Vazîfe
ve’s-Siyâk (Yayınlanma tarihi: 8.10.2008)
http://www.aliamaa.net/ar/document/24050.shtml
Ebû Rummân Muhammed, es-Selefiyye
fi’l-Maşriki’l-'Arabî,
http://www.iudran.net/?p=2219
(25.01.2016).
Ahrişân Ömer, el-Hareketu’l-İslamiyye: Kırae
fi’l-Mefhûm ve’l-Vazîfe ve’s-
Siyâk (Yayınlanma tarihi: 8.10.2008)
http://www.aljamaa.net/ar/document/23934.shtml
(27.02.2016)
et-Tabîb Tevfîk, el-Harekâtu’l-İslamiyye:
et-Ta'rîf vr’l-Mebde’
http://alaqsagate.org/vb/showthread.php?t=5635
(23.02.2016)
http://aafaqcenter.com/post/479
(28.12.2016).
http://www.aljabriabed.net/n51
05chafik.htm (28.02.2016).
Mebrûk Şerîf Şa'bân, el-Harekâtu’l-İslamiyye
ve Eseruhâ 'ale’l-İstikrâri’s- Siyâsî,
http://www.asharqalarabi.org.uk/paper/s-akhbar-ha4.htm
(23.02.2016).
Hamû Târık, el-İslâmu’s-Siyâsî:
ez-Zuhûru’l-Vehhâbiyye,
http://nlka.net/index.php/2014-07-10-22-08-10/162-2014-12-09-13-15-13
(28.02.2016)
Yâsîn b. Ali, Hurûcu’l-Vehhâbiyye
ala’l-Hilafeti’l-Osmâniyye: Kırâetun
Târîhiyye
ve Munâkeşetun Şeriyye, Mecelletu’z-Zeytûne, 2014.
Ebû Rummân Muhammed, es-Selefiyye
fi’l-Maşriki’l-'Arabî,
http://www.judran.net/?p=2219
(25.01.2016).
Dirâsetun
Bahsiyye, el-Harekâtu’l-İslamiyye,
Http://thesis.univ- biskra.dz9543%D8%A7%D9%84%D9%81%D8%B5%D9%84%20%D8%
A7%D9%84%D8%A3%D9%88%D9%84.pdf
Mevki'u’l-İtticâh,
Nazratun ile’l-Cuzûri’l-Fikriyye ve’t-Târîhiyye li Teyyâri Dâ'iş,
http://aletejahtv.org/index.php/permalink/44736.html
Ta'me Kemâl, Cemâ'âtu’l- Unufi’d-Dînî el-Muselleh fî Mısr,
http://www.addiyar.com/article
A
Nâfi' Beşîr, el-İslâmiyyûn,
el-Unufu’l-'Âbir li’l-Kârrât, Merkezu’l-Cezîre li’d- Dirâsât, Dâru’l-Arabiyye
li’l-'Ulûm Nâşirûn, s. 205 vd. http://studies.aljazeera.net/files/isil/2014/11/2014112361054982947.htm
Dirâse Mefâhimiyye Havle’l-Harekâti’l-İslamiyye
ve’l-'Ameli’s-Siyâsî,
http://thesis.univ-
biskra.dz/954/3/%D8%A7%D9%84%D9%81%D8%B5%D9%84%20%D8
%A7%D9%84%D8%A3%D9%88%D9%84.pdf
(25.02.2016).
el-Hâdî Sâdık b. Muhammed, el-İsmet,
http://www.alukah.net/sharia/0/6736/#ixzz3ycZzgrVi
el-Elbânî, Ma'na’s-Selefiyye ve ilâ Men Tunseb. http://www.sahab.net/home/?p=617
(28.01.2016).
el-Mutayrî Hâkim, Hadîsu’l-İftirâk beyne’l-Kabûl ve’r-Redd,
http://www.dr-
hakem.com/Portals/Content/?info=TmpJMEpsTjFZbEJoWjJVbU1RPT0rdQ ==.jsp
(25.12.2015).
http://www.sotkurdistan.net/index.php?option=com
(25.12.2015)
es-Sebrî Abdullah, Kufru men lâ
Yekfuri’l-Cehmiyye ve’l-Kâilîne bi Halki’l- Kur’ân,
http://majles.alukah.net/t115305.
(25.12.2015)
Râğıb es-Sercânî, Sukûtu
Bağdâd,
http://islamstory.com/ar/%D8%B3%D9%82%D9%88%D8%B7%D8%A8
%D8%BA%D8%AF%D8%A7%D8%AF
%D9%81%D9%89 %D9%8A% D8%AF%D8%A7%D9%84%D8%AA%D8%AA%D8%A7%D8%B1
(22.12.2012).
https://www.youtube.com/watch?v=7bc0lVltxxM&feature=share
https://www.youtube.com/watch?v=7bc0lVltxxM&feature=share
Kerîm Abdulmecîd, es-Selefiyyetu’l-Osmâniyye
İhyâiyyetu’l-Ummiyye fî Muvâceheti’l-Bidai’s-Sûfiyye,
http://www.masralarabia.com
(23.08.2015)
el-Attâr, Rızâ, Cuzûru’s-Selefiyye ve
Envâ'uhâ,
http://islamicbooks.info/H-27-Arabic-Authors/Ridha%20alattar-7-
Salafi%20Development.htm
https://pietervanostaeyen.files.wordpress.com/2015/02/idarat_al-
tawahhush_-_abu_b akr_naji.pdf
Mansûr Mu’tezz, Memerrâtu’l-Gâzi’l-'Âlemî,
http://www.shaamtimes.net/news-detailz.php?id=27210
Nima
Maleki, Politics and Critical Thought , Turkey’s five year energy plan - https://positivity.wordpress.com/2010/05/14/turkeys-five-year-energy-plan.
eş-Şeyh Ca’fer es-Subhânî, Buhûs
fi’l-Milel ve’n-Nihal, V, 161-170.
https://alkafeel.net/islamiclibrary/aqad/almelal6/almelal6/17.html
eş-Şeyh Ca’fer es-Subhânî,
http://shiastudies.net/article/arabic/Article.php?id=49
http://imamhussain-lib.com/arabic/pages/bohoth021.php
http://www.binbaz.org.sa/node/8345
http://www.binbaz.org.sa/node/8382
www.dorar.net/enc/firq/895
(10.01.2016).
eş-Şeyh Hasan Ferhân
el-Mâlikî,
https://www.facebook.com/hasanalmaliki/photos/a.439066403000.199933.2
18217048000/10153423635553001/?type=3&theater
Âlemu’l-Felekî Âmerikî Yeşrahu Esbâbe
İnhiyâri’l-Hadâreti’l-İslâmiyye,
https://www.youtube.com/watch?v=noHbcmfoYHg
.
www.islamstory.com (30.11.2013).
Muhammed Kutayş,
https://fakkerfree.wordpress.com
(30.11.2013).
el-Cihâd
ve’s-Sûfiyye ve mâ lâ Ta’rifhu ani’s-Sûfiyye,
http://www.sasapost.com/sufı-cihad/?utm
source=sasapost slider small (30.11.2013).
http://www.ahewar.org/debat/show.art.asp?aid=368119
(14.12.2014)
Medhal
Âmm li Fehmi’l-Harekâti’l-İslâmiyyeti’l-Muâsıra,
http://thepersiangful.weebly.com/1047107210831080107410981090-1080-
10571074107710901072/2.
(14.12.2014)
el-Câbirî, Muhammed Âbid,
http://www.aljabriabed.net/terrorism17.htm
(05.11.2015).
http://articles.islamweb.netmediaindex.phppage=article&lang=A&id=33290
www.ikhwanwiki.com/index.php?title=
http://www.daawa-info.net/books1.php?id=5143&bn=195&page=10
https://ar.wikipedia.org/wiki/%D8%AC%D9%88%D9%86%D9%81%D9%8A%D
9%84%D8%A8%D9%8A
Guneym Mes'ad, İslam el-Ceu’s-Siyâsî ve Cuzûri’l-İrhâb
fi’ş-Şarki’l-Avsat, http://www.ouregypt.us/writer/ghonaim/mosad134.html
(05.11.2015).
http://www.qanon302.net/news/2015/04/14/51321.
Saddâm
'Âradat Gazve’l-Kuveyt ve lâkin lem Yekun Hunâke Hallun Âher,
http://archive.aawsat.com/details.asp?section=1&issueno=11178&article=526408#.V
q0saLJ97IU
Bevvâbetu’l-Harekâti’l-İslamiyye,
et-T anzîmu’d-Duvelî li’l-İhvân,
http://www.islamist-movements.com/special/?id=2396#slide1080
(10.11.2015).
Bevvâbetu’l-Harekâti’l-İslamiyye,
el-İhvân ve Amerika el-Halkatu 3,
http://www.islamist-movements.com/special/?id=2450#slide1957
(10.11.2015).
Merkezu’l-Kâşif li’d-Dirâsâti’l-İstirâtîciyye, 2004, s.
6. http://alkashif,org/html/center/1/1.pdf
Ebû Rummân Muhammed Süleyman, Amerîkâ
ve’l-İslam, Sidamu’l-İdeûlûciyyât ve’l-Mesâlih,
http://www.islamtoday.com/nawafeth/artshow-
13-2333.htm (5.01.2016).
Meşru 'u’l-Karni’l-Amerîkiyyi’l-Cedîd, http://www.marefa.org/index.php/%D9%85%D8%B4%D8%B1%D9%88%
D8%B9%D8%A7%D9%84%D9%82%D8%B
1 %D9%86%D8%A7%D9 %84%D8%A3%D9%85%D8%B1%D9%8A%D9%83%D9%8A%D8%A7
%D9%84%D8%AC%D8%AF%D9%8A%D8%AF
http://www.orient-news.net/ar/news
show/95448 (15.12.2015)
Hasan Ebû Heniyye, el-Kâide ve İran Tenâfurun
Îdeyûlûciyye ve Tehâlufun Siyâsî
Tefâsîlu’l-Hivâr ma'a’l-İslamiyyîn, 3. Bölüm vd.
http://alkashif,org/html/center/11/3.pdf (01.01.2016).
el-Hivâr ma'a’l-İslamiyyîne’l-Mu'tedilîn,
http://alkashif,org/html/center/11/3.pdf (01.01.2016).
Mansûr Mu'tez, Memerrâtu’l-Ğâzi’l-'Âlemî, Sirru
Sirâ'i’d-Dâir,
http://www.shaamtimes.net/news-detailz.php?id=27210
(10.01.2016)
er-Reykânî, Sâmî Abdulkâdir, Rûsya ve’l-Ğarb ve’l-Harb
'ala’l-Ğâz
http://www.ahewar.org/debat/show.art.asp?aid=488040
(10.01.2016)
http://www.aljazeera.net/news/arabic/2006/6/8/ (13.01.2016).
Maktelu
Ömer el-Bağdâdî ve Ebû Eyyûb el-Ensârî,
https://www.youtube.com/watch?v=UJsn5HpQTvc
(13.01.2016).
http://goo .gl/AbG1CL
Merkezu
Sinâ'ati’l-Fikr li’d-Dirâsât ve’l-Ebhâs, Tanzîmu’d-Devle, en-Neş'et ve’l-Efkâr,
http://www.fikercenter.eom/ar/p/political
analysis/view/a6zaxn3
Dâ'iş Yuhriku’t-Tayyâr el-Ürdünî Mu'âz el-Kessâsiyye Hayyen
http://elaph.eom/Web/News/2015/2/979967.html
(01.01.2016).
Abdulâti Ömer, el-Âlemu’l-lezî Sane'athu Amerika
http://studies.aljazeera.net/bookrevision/2013/05/20135137202626736.htm
(20.01.2016).
http://www.siyassa.org.eg/NewsContent/3/113/1751
(20.01.2016)
el-Fahrî, Seyf Hişâm Sabbâh, eş-Şirkât
Mute'addidetu’l-Cinsiyyât ve Eb'âduhe’s- Siyâsiyye ve’l-İkitisâdiyye,
https://ar.wikipedia.org/wiki
(20.01.2016)
Hüseyin Abdulhalık, Kırâetun fî Kitâb
Âfâki’l-Asri’l-Amerîkî,
http://www.abdulkhaliqhussein.nl/?news=695
(20.01.2016).
Dâ'iş Yuhriku’t-Tayyâr el-Ürdünî Mu'âz el-Kessâsiyye Hayyen
http://elaph.Com/Web/News/2015/2/979967.html
(01.01.2016).
Nâcî Ebû Bekr, İdâretu’-Tavahhuş Ahtar
Merhale Setemurru bihe’l-Ümme,
https://pietervanostaeyen.files.wordpress.com/2015/02/idarat
al-tawahhush-
[1] Zellûm Abdulhayy Yahyâ, Nuzuru’l-'Avleme,
I. Baskı, el-Muessesetu’l-'Arabiyye li’d-Dirâse ve’n-
Neşr, Beyrut 1999.
[2] John Perkins, La'betun
Kadîmetun bi 'Umuri’l-İmbarâturiyye: Tekşif 'ani’l-'Alemi’l-Hafî li’l-
Kateleti’l-İktisâdiyîn ve 'an Şebeketi’L-Fesâdi’l-Ma'avlem
Katele İktisâdiyyûn Mermûkûn ve Muhakikûn- Yesrudûne’r-Rivâyete’l-Muhevvile bi
Ekmelihâ, I. Baskı, Ter. A. D. Ahmed Saydâvî, Ed. Steven Hiatt,
Şirketu’l-Matbû'ât li’t-Tevzî' ve’n-Neşr, Beyrut 2008.
[3] Kâbilî, Su'ûd Abdulazîz, İ'tirâfâtu
Kâtilin İktisâdî, http://elgazwi.blogspot.com.tr/2010/12/blog-post
1499.html (10.12.2016).
[4] Mecmûa mine’l-Bâhisîn, ez-Zâhiretu’s-Selefiyye: et-Taaddudiyyetu’t-Tanzîmiyye ve’s-
Siyasiyye, Thr. Dr. Beşîr Mûsâ Nâfi'- Dr. İzuddîn
Abdulvelî, Dâru’l-Arabiyye li’l-'Ulûm, byy., 2014.
[5]Yusûf Mahmûd, ez-Zâhiretu’s-Selefiyye,
http://studies.aljazeera.net/production/books/2014/04/20144311512409990.htm
(15.12.2015).
[6] Şeyh Ali Abdurrâzık, el-İslam
ve Usûlu’l-Hukm fi’l-İslam, I. Baskı, Tak. 'Ammâr Ali Hasan,
Dâru’l-Kitâbi’l-Mısriyye-Dâru’l-Kitâbi’l-Lubnânî,
Kahire-Beyrut 2012.
[7] Ali Abdurrahîm, el-İslam
ve Usûlu’l-Hukm,
http://www.islamist-movements.com/4951.
(13.12.2016).
[8] Robert Louis Dreyfus, La'betu’ş-Şeytan,
Devru’l-Vilâyâti’l-Muttehide’l-Amerikiyye fî Neş’eti’t-
Tetarrufi’l-İslamî, Ter.
Eşref Refîk, I. Baskı, Merkezu Dirâsâti’l-İslamî ve’l-Garb, Mısır, 2010.
[9] https://www.facebook.com/slatop/posts/391527784278806
(13.12.2016).
[10] Hasan Ebû Heniyye-
Muhammed Süleyman Ebû Rummân, , Tanzîmu’d-Devleti’l-İslamiyye, el-
ezmetu’s-Sunniyye ve’s-Sirâ' 'ale’l-Cihâdiyeti’l-'Âlemiyye,
I. Baskı, Dâru’l-Cîli’l-Arabî li’n- Neşr ve’t-Tevzî', Ammân 2015.
[11] Abdulbârî 'Atvân, ed-Devletu’l-İslamîyye,
el-Cuzûr, et-Tevehhuş, el-Mustakbel, I. Baskı, Dâru’s-Sâkî, Beyrut 2015.
[12] http://www.daralsaqi.com/book. (15.12.2016)
[13] Şendeb Mâzin, Daiş,
Mâhiyetuhu Neş’etuhu İrhâbuhu Ehdâfuhu İstrâtîciyyetuhu, I. Baskı,
Dâru’l-'Arabiyye li’l-'Ulûm Nâşirûn, Beyrut, 2014.
[14] Munîb Abdulmun'im,
Delîlu’l-Harekâti’l-İslamiyyeti’l-Mısriyye, I. Baskı, Mektebetu’l-Medbûlî,
Kahire, 2014.
[15] Delîlu’l-Harekâti’l-İslamiyye,
http://www.assakina.com/news/news1/5366.html.
(15.12.2016).
[16] Muhammed 'Ammâre, el-Hilâfe
ve Neş’etu’l-Ahzâbi’l-İslamiyye, II. Baskı, el-Muessesetu’l-
Arabiyye li’d-Dirâsât ve’n-Neşr, Bağdat, 1984.
[17] https://www.goodreads.com/book/show/6688869
(20.12.2016).
[18] Ali 'Avde el-'Akkâbî, el-'Alâkâtu’s-Siyâsiyyeti’d-Devliyye
Dirâse fî Usûli’t-Târîh ve’n- Nazâriyyât, I. Baskı, Dâru’l-Cemâhîr, Libya
1996, s. 37.
[19] Mustafa Me’mûn, Medhal
ile’l-Kânûni’d-Duveli’l-'Âmm, Dâr Mecdlâvî, Amman, 2002, s. 12.
[20] Amvuktonaa, dinî-siyasî
bir heyettir. Grekler kurmuşlardır ve Greklerin atalarından birinin ismi
olan bu isimle isimlendirilmiştir. Meclis, birçok şehir
devletinden oluşmuştur. 18 şubeyi geçmektedir. Savaşları önlemek,
anlaşmazlıkları çözmek hedeflerindendir. Her yıl iki defa toplanırdı. Bkz. Dr.
Enver Muhammed Ferec, Nazariyyetu’l-Vâki'iyye fi’l-'Alâkâti’d-Devliyye,
Dirâse Nakdiyye Mukârine fÎ Davi’n-Nazariyyâti’l-Mu'âsira, I. Baskı,
Merkezu Kurdistân li’d-Dirâsâti’l-İstirâticiyye, Süleymaniye, 2007, s. 28.
[21] Ali 'Avde el-'Akkâbî, el-'Alâkâtu’s-Siyâsiyyeti’d-Devliyye
Dirâse fî Usûli’t-Târîh ve’n- Nazâriyyât, s. 36.
[22] Enver
Muhammed Ferec, a.g.e., s. 25-30
[23] Muhammed
Fâdıl Zekî, ed-Diblûmâsiyye fî 'Âlem Mutagayyer, I. Baskı, Dâru’l-Hikmei
Bağdat,
1992, s. 36.
[24] Ahmed
Temâder et-Tayyib, el-İ'timâdu’l-Mutebâdil fi’l-'Alâkâti’d-Devliyye, Dirâse
Hâletu’l-
'Alâkâti’d-Devliyyeti’s-Sûdâniyyeti’l-Amerîkiyye 1980-2000,
Yüksek Lisans Tezi, Hartûm Üniversitesi
ed-Dirâsâtu’l-İktisâdiyeti’l-İctimâ'iyye Fakültesi, 2002, s. 9.
[25] Ahmed
Temâder et-Tayyib, a.g.e., s. 15.
[26] Abdulmevlâ Hâyil, Mukaddime fi’l-'Alâkâti’d-Devliyye,
http://www.sldeshare.net/oussamafalaki3/ss-
(25.12.2015).
[27] Mecd Hâşim el-Hâşimî, el-'Avlemetu’d-Diplûmâsiyye
ve’n-Nizâmu’l-'Âlemi’l-Cedîd, I. Baskı, Dâr Usâme li’n-Neşr ve’t-Tevzî',
Amman, 2003, s. 169.
[28] Seyyid Emîn Şelbî, Mine’l-Harbi’l-Bâride
ile’l-Bahs 'an Nizâmin Duveliyyin Cedîd, I. Baskı, Mektebetu’l-Usre,
Kahire, 2005, s. 179.
[29] Bkz.
Seyf Hişâm Sabâh el-Fahrî, eş-Şirkâtun Mute'additu’l-Cinsiyyât ve Eb'âduhe’s-Siyâsiyye
ve’l-İktisâdiyye, https://ar.wikipedia.org/wiki
(02.01.2016).
[30] Hüseyin
Abdulhâdî, el-'Avlemetu’n-Neyuliberâliyye ve Hiyârâtu’l-Mustakbel, I.
Baskı, Merkezu’r-Râye li Tenmîyyeti’l-Fikriyye, Cidde, 2004, s. 18-19.
[31] Bkz. Hâmid Şâkir el-'Ânî, en-Nizâmu’l-'Âlemiyyu’l-Cedîd,
http://www.alukah.net/culture/0/83008.
(10.01.2016).
[32] Ebû Râşid Abdullah Ahmed,
el-'Avleme fi’n-Nizâmi’l-'Âlemî ve’ş-Şarki Avsatiyye, Cuzûru
Halfiyyât, Tahaddiyât, I.
Baskı, Dâru’l-Hivâr li’N-Neşr ve’t-Tevzî', Lazkiye, 1999, s. 11-12.
Bkz. Ömer Abdul'âtî, el-'Âlemu’l-Lezî Sana'athu Amerîkî,
http://audio.islamweb.net/audio/index.php?page=FullContent&audioid=230726
(15.02.2016)
[34] Bkz. Abdulvehhâb el-Mesîrî, Esbâbu Zuhûri’n-Nizâmi’l-'Âlemiyyi’l-Cedîd,
http://alarabnews.com/alshaab/GIF/16-11-2001/a2.htm
(15.02.2016).
[35] Bkz. Ömer Abdul'âtî, el-'Âlemu’l-Lezî Sana'athu Amerîkî,
http://audio.islamweb.net/audio/index.php?page=FullContent&audioid=230726
(15.02.2016).
[36] Muhammed
Sâdık el-Hâşimî, el-İhtilâlu’l-Amrîkî li’l-'Irâk ve
Meşrû'u’ş-Şarki’l-Avsati’l- Kebîr,Tedâ'iyâtihi ve Netâicihi, I. Baskı,
Merkezu’l-'Irâk li’d-Dirâsât, 2005, s. 25-29.
[37] İsmail eş-Şâhir, Evleviyyâtu’s-Siyâseti’l-Hârieiyyeti’l-Amerîkî
Ba'de 11 September 2001, http://www.
4 geo graphy.com/vb/showthread.php?t=5615. (18.05.2010)
[38] Ahmed Hüseyin el-Hac
Ali, Afganistân, et-Tahavvul mine’l-Cuyûstrâtîcî ile’l- Cuyûskâfî,
Mecelletu’l-Mustakbeli’l-Arabî, 2002, sayı, 276, s. 17.
[39] Muhammed Sa'dî, Mustakbelu’l-'Alâkâti’d-Devliyye
min Sirâ' ilâ Ensineti’l-Hadâre ve Sekâfeti’s-Selâm, Silsiletu
Utrûhâtu’d-Doktorâh, sayı: 58, Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l- 'Arabiyye, Beyrut,
2006, s. 211.
[40] Hüseyin Hâfız Vuheyb, İstirâcîyyetu’l-İdâreti’l-Amrîkiyyeti’l-Cedîde
İzâe’ş-Şarki’l-Avsat, Merkezu Dirâsâti’d-Devliyye, sayı: 46, Câmi‘atu
Bağdâd, s. 50
(.iasj .netiasjfunc=fulltext&aId=607012014\5\20 )
[41] Abdulkâdir
Muhammed Fehmî, el-Fikru’s-Siyâsî ve’l-İstirâtîcî
li’l-Vilâyâti’l-Muttehideti’l- Amrîkiyye, Dirâsetun fi’l-Fikr ve’l-Akâid ve
Vesâili’l-Binâi’l-İmparâtorî, Dâru’ş-Şurûk li’n- Neşr ve’t-Tevzî', Amman,
2009, s. 38.
[42] Abdulkâdir
Muhammed Fehmî, a.g.e., s. 5.
[43] Hüseyin
Hâfız Vuheyb, İstirâcîyyetu’l-İdâreti’l-Amrîkiyyeti’l-Cedîde
İzâe’ş-Şarki’l-Avsat, sayı: 46, s. 58-59.
iasj.netiasjfunc=fulltext&aId=6070.2014\5\20
[44] Hüseyin
Hâfız Vuheyb, a.g.e., s. 59.
[45] Henri Kissinger, ed-Diblomâsiyye
mine’l-Harbi’l-Bâride hattâ Yevminâ Hâzâ, Ter. Mâlik Fâdıl
el-Budeyrî, I. Baskı, el-Ehliyye li’n-Neşr ve’t-Tevzî',
Amman, 1995, s. 328.
[46] Bkz. İdrîs Muhammed Sa'îd, Mustakbelu’n-Nizâmi’l-'Arabî,
http://rawabetcenter.com/archives/2852.
(20.02.2016)
49 David Keen, Harbun bilâ Nihâye Vezâifun
Hafiyyetun li’l-Harb 'ala’l-İrhâb, Ter. Mu'în el- İmâm,
Mektebetu’l-'Ubeykân, Riyâd, 2008, s. 43.
[48] David Keen, a.g.e., s. 62.
[49] David
Keen, a.g.e., s. 84.
https://www.academia.edu (22.02.2016).
[50] Şefîk el-Muhtâr, el-Hareketu’l-İslamiyye:
el-Mefhûm ve’delâlâtu’l-Mute'addid ev el-İhtilâfu’l- Mutevehhiş,
http://www.aljabriabed.net/n51
05chafik.htm (23.02.2016).
[51] Tevfîk et-Tabîb, el-Harekâtu’l-İslamiyye: et-Ta'rîf vr’l-Mebde’,
http://alaqsagate.org/vb/showthread.php?t=5635
(23.02.2016).
[52] Şerîf Şa'bân Mebrûk, el-Harekâtu’l-İslamiyye ve Eseruhâ 'ale’l-İstikrâri’s-Siyâsî,
http://www.asharqalarabi.org.uk/paper/s-akhbar-ha4.htm
(23.02.2016).
[53] Bkz. Celâl Haşşâb, el-Harekâtu’l-İslamiyye
ve’t-Tahavvulu’d-Demokrâtî fi’l-'âlemi’s-Sâlis,
http://internationalstudiesbridges.blogspot.Com/2012/04/1
.html (25.02.2016).
[54] Bkz.
Seyyid Fikret Refik, el-İhtilâf Havle Mefhûmi’l-Cema'a ledey
Ba'di’l-Harekâti’l- İslamiyyeti’l-Mu'âsıra,
http://www.iasj.net/iasj?func=fulltext&aId=25963(25.02.2016).
[55] Bkz.
Seyyid Fikret Refik, el-İhtilâf Havle Mefhûmi’l-Cema'a ledey
Ba'di’l-Harekâti’l- İslamiyyeti’l-Mu'âsıra,
http://www.iasj.net/iasj?func=fulltext&aId=25963
(25.02.2016).
[56] Dirâse
Mefâhimiyye Havle’l-Harekâti’l-İslamiyye ve’l-'Ameli’s-Siyâsî,
http://thesis.univbiskra.dz/954/3/%D8%A7%D9%84%D9%81%D8%B5%D9%84%20%D8%A7%D9
%84%D8%A3%D9%88%D9%84.pdf
(25.02.2016).
[57] Ömer
Ahrişân, el-Hareketu’l-İslamiyye: Kırae fi’l-Mefhûm ve’l-Vazîfe ve’s-Siyâk (Yayınlanma
tarihi: 8.10.2008)
http://www.aljamaa.net/ar/document/23934.shtml
(27.02.2016)
[58] Tevfîk et-Tabîb, el-Harekâtu’l-İslamiyye:
et-Ta'rîf vr’l-Mebde’ http://alaqsagate.org/vb/showthread.php?t=5635
(23.02.2016)
[59] Muhammed Darîf,
el-İslamu’s-Siyâsî bi’l-Mağrib, I. Baskı, Matba'atu’n-Necâh, Beydâ, 1992, s. 5.
[60] Ömer Ahrişân, el-Hareketu’l-İslamiyye:
Kırae fi’l-Mefhûm ve’l-Vazîfe ve’s-Siyâk (Yayınlanma
tarihi: 8.10.2008)
http://www.aliamaa.net/ar/document/24050.shtml
(27.02.2016)
[61] 'Alâl
el-Fâsî, Hadîsu’l-Mağrib fi’l-Maşrik, I. Baskı,
el-Matba'atu’l-'Âlemiyye, Kahire, 1956, s. 3.
[62] B.
Freidman, el-Bâ'isu’l-üsûlî ve Meşrû'u’l-Hadâse, (Bûmedyen Buzeyd ve
Diğerleri, Kadâya’t-
Tenvîr ve’n-Nahda fi’l-Fikri’l-'Arabi’l-Mu'âsır içinde),
Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l- 'Arabiyye, Beyrut, 1999, s. 161.
[63] Ahmed
Semîr Nu'aym, el-Muhadedâtu’l-İktisâdiyye ve’l-İctimâ'iyye
li’t-Tetarrufi’d-Dînî, II.
Baskı, Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l-'Arabiyye, Beyrut,
2000, s. 217.
[64] http://aafaqcenter.com/post/479
(28.12.2016).
[65] Münir Şefîk, el-Fikru’l-İslâmî
el-Mu'âsır ve’t-Tahaddiyât, III. Baskı, en-Nâşir li’t-Tibâ'a ve’n-
Neşr ve’t-Tevzî', Beyrut, 1991, s. 34.
[66] Abdulilah Belkazîz, ed-Devlet
fi’l-Fikri’l-İslâmîyyi’l-Mu'âsır, II. Baskı, Merkezu Dirâsâti’l-
Vahdeti’l-'Arabiyye, Beyrut, 2004, s. 24.
[67] Abdulilah Belkazîz,a.g.e.,
s. 24; Ömer Ahrişân, el-Hareketu’l-İslamiyye: Kırae fi’l-Mefhûm ve’l-
Vazîfe ve’s-Siyâk (Yayınlanma tarihi: 8.10.2008)
[68] Rıdvân es-Seyyid, es-Sirâ'
'ala’l-İslam el-Usûliyye ve’l-İslâh ve’s-Siyâsetu’d-Devliyye, I. Baskı,
Dâru’l-Kitâbi’l-'Arabî, Beyrut, 2005, s. 79.
[69] http://www.aljabriabed.net/n51
05chafık.htm (28.02.2016).
[70] Şia hareketinin
köklerinin her ne kadar Sakîfe’ye dayandığı söyleniyorsa da, bu hareket Hz.
Hüseyin’in şehadetinden sonra belirginleşmeye başladı. Bkz.
Muhammed 'Ammâre, el-İslam ve Felsefetu’l-Hukm, 4. Baskı, Dâru’ş-Şurûk,
Kahire, 1989, s. 70 vd.
[71] Çünkü bu son hareket,
Mutezile’ye karşı bir hareketti. Ona göre Mutezile İslam ve İslam toplumuna
yıkıcı olan birçok düşünce soktu.
[72] Tevfîk
et-Tabîb, el-Harekâtu’l-İslamiyye: et-Ta'rîf vr’l-Mebde’ http://alaqsagate.org/vb/showthread.php?t=5635
(23.02.2016).
[73] Bkz.
Şerîf Şa'bân Mebrûk, el-Harekâtu’l-İslamiyye ve Eseruhâ
'ale’l-İstikrâri’s-Siyâsî, http://www.asharqalarabi.org.uk/paper/s-akhbar-ha4.htm
(23.02.2016).
[74] Târık
Hamû, el-İslâmu’s-Siyâsî: ez-Zuhûru’l-Vehhâbiyye,
http://nlka.net/index.php/2014-07-10-22-08-10/162-2014-12-09-13-15-13
(28.02.2016)
[75] Mecmu'a
mine’l-Bâhisîn, ez-Zâhiretu’s-Selefiyyetu’t-Ta'addudiyetu’s-Siyâsiyye
ve’t-Tanzîmât,
Dâru’l-'Arabiyye li’l-'Ulûm en-Nâşirûn, İsdârâtu
Merkezi’L-Cezîre li’d-Dirâsât, I. Baskı, 2014, s. 13-16.
[76] Daha
fazla açıklama için Bkz. Mecmu'a mine’l-Bâhisîn, ez-Zâhiretu’s-Selefiyyetu’t-
Ta' addudiyetu’s-Siyâsiyye ve’t-Tanzîmât.
[77] Bkz.
Mecmu'a mine’l-Bâhisîn, ez-Zâhiretu’s-Selefiyyetu’t-Ta'addudiyetu’s-Siyâsiyye
ve’t- Tanzîmât, s. 20-24.
[78] Muhammed
'Ammâre, Teyârâtu’l-Fikri’l-İslamîyyi’l-Mu'âsır, Dâru’ş-Şurûk, II.
Baskı, Kahire,
1997, s. 128-130.
[79] Muhammed
el-Gazzâlî, Dustûru’l-Vahdeti’s-Sekâfiyye, Dâru’ş-Şurûk, Kahire, 1992,
s. 114.
[80] Ebû
Ali Hasan, el-Vehhâbiyye Cuzûruhe’t-Târihiyye ve Mevâkifuhâ mine’l-Müslimîn,
Merkezu!l-Ebhâsi’l-Akâidiyye, Kum, 1428, s. 25.
[81] Bkz.
Hasan b. Ali es-Sekkâf, Red alâ Abdilvehhâb min Şeyhihi Muhammed b. Süleyman
el-
Kurdî, Dâru’l-İmâmi’r-Revvâs,
I. Baskı, Beyrut, Trz., s. 25.
[82] Lume'u’ş-Şihâb fî Sîreti Muhammed b. Abdilvehhâb, Tah.
Dr. Ebû Hâkime, 2014, s. 30-31;
Yâsîn b. Ali, Hurûcu’l-Vehhâbiyye
ala’l-Hilafeti’l-Osmâniyye: Kırâetun Târîhiyye ve
Munâkeşetun Şeriyye, Mecelletu’z-Zeytûne, 2014. www.azeytuna.net
[83] Muhammed İsmail
el-Mukaddem, Havâtir Havle’l-Vehâbiyye, Dâru’t-Tevhîd
li’t-Turâsiyyeti’l-
İskenderiyye, I. Baskı, Mısır,
2008, s. 8.
[84] Emîn er-Reyhânî, Târîhu
Necdi’l-Hadîs ve Mulhekâtuhu, el-Matbaatu’l-İlmiyye li Yûsuf Sadır, I.
Baskı, Beyrut, 1928, s. 41.
[85] İbrahim Fûâd, el-Akîde
ve’s-Siyâsetu’l-Vehhâbiyye ve Âl-i Suûd Misâlen, Dâru’l-Mîzân, I.
Baskı, 2012, s. 37.
[86] Ahmed Emîn, Zuamâu’l-İslâh
fi’l-Asri’l-Hadîs, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, Trz., s. 20.
[87] Necât Selîm Mahmûd Mehâsîs, Mucemu Meâriki’t-Târîhiyye, I.
Baskı, Dâru Zehrân, Ammân, 2011, s. 23.
[88] Keşk,
Muhammed Celâl, es-Su'ûdiyyûn ve’l-Hallu’l-İslâmî, III. Baskı, Teksas,
1982, s. 608.
[89] Bkz.
Muhammed Ebû Rummân, es-Selefiyye fi’l-Maşriki’l-'Arabî, http://www.judran.net/?p=2219 (25.01.2016).
[90] Fûâd
İbrahim, el-'Akîde ve’s-Siyâsetu’l-Vehhâbiyye ve Âl-i Su'ûd Misâlen, Dâru’l-Mîzân,
I.
Baskı, 2012, s. 28.
[91] Mecmûa mine’l-Bâhisîn, ez-Zâhiretu’s-Selefiyye: et-Taaddudiyyetu’t-Tanzîmiyye ve’s-
Siyasiyye, s. 21.
[92] Abdulilah Belkazîz,el-İslâm
ve’s-Siyâse, Devru’l-Harekâti’l-İslâmiyye fî Savği’l-Mecâli’s- Siyâsî, s.
158.
[93] Abdulilah Belkazîz,a.g.e.,
s. 148.
[94] Câsim Sultân, Ezmetu’t-Tanzîmâti’l-İslâmiyye:
el-İhvân Enmûzecen, I. Baskı, eş-Şebeketu’l-
'Arabiyye li’l-Ebhâs ve’n-Neşr, Beyrut, 2015, s. 42.
[95] Bkz.Dirâsetun Bahsiyye,
el-Harekâtu’l-İslamiyye,
Http://thesis.univ-
biskra.dz9543%D8%A7%D9%84%D9%81%D8%B5%D9%84%20%D8%A7%D9%84%D8%A3
%D9%88%D9%84.pdf
[96] Ahmed el-Mavsılî, Mevsû'atu’l-Harekâti’l-İslâmiyye
fi’l-Vatani’l-'Arabî ve Îrân ve Turkiyâ,
Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l-'Arabiyye, Beyrut, 2004, s.
132.
[97] Câsim
Sultân, Ezmetu’t-Tanzîmâti’l-İslâmiyye: el-İhvân Enmûzecen,
[98] Husâm Temmâm, el-İhvânu’l-Müslimîn Senevât mâ Kable’s-Sevre,
I. Baskı, Dâru’ş-Şurûk, Kahire, 2013, s. 38.
[99] Mevki'u’l-İtticâh,
Nazratun ile’l-Cuzûri’l-Fikriyye ve’t-Târîhiyye li Teyyâri Dâ'iş, http://aletej
ahtv. org/index.php/permalink/44736.html
[100] Kemâl Ta'me, Cemâ'âtu’l-Unufi’d-Dînî
el-Muselleh fî Mısr, http://www.addiyar.com/article
A
[101] Guneym
Mes'ad, İslam el-Ceu’s-Siyâsî ve Cuzûri’l-İrhâb fi’ş-Şarki’l-Avsat, http://www.
ouregypt.us/writer/ghonaim/mo sad 134. html
[102] Daha fazla bilgi için
Bkz. Beşîr Nâfi', el-İslâmiyyûn, el-Unufu’l-'Âbir li’l-Kârrât, Merkezu’l-
Cezîre li’d-Dirâsât, Dâru’l-Arabiyye li’l-'Ulûm Nâşirûn, s. 205 vd.
http://studies.aljazeera.net/files/isil/2014/11/2014112361054982947.htm
[103] Bkz. Lem tekun Devletu
İrâni’ş-Şi'îyye hiye’l-Ûlâ li’ş-Şi'a 'alâ Merri’t-Târîh, 30 Nisan 2015,
Sasapost.
[104] Abdullah b. Muhammed es-Selefî, Min
'Akâidi’ş-Şî'a, el-Mektebetu’l-Vakfiyye, III. Baskı, Suudiyye, 2007, s. 8.
[105] Muhammed
Hâmid el-Ahmerî ve Diğerleri, el-'Arab ve Îrân: Murâce'a fi’t-Târîh
ve’s-Siyâse, Editör: 'Azmî Beşşâre-Mahcûb ez-Zuveyrî, el-Merkezu’l-'Arabî,
li’l-Ebhâs ve Dirâseti’s-Siyâsât, I. Baskı, Beyrut, 2012, s. 34.
[106] Metin
Bozan, İmamiyye’nin İmamet Nazariyesinin Teşekkül Süreci, İsam,
İstanbul: 2009, s. 79 vd.
[107] Ahmed
el-Kâtip, Tatavvuru’l-Fikri’s-Siyâsiyyi’ş-Şi'î mine’ş-Şûrâ ilâ
Velâyeti’l-Fakîh, s. 13.
[108] Ahmed el-Kâtip, a.g.e., s. 15.
[109] Muhammed Hâmid el-Ahmerî
ve Diğerleri, el-'Arab ve Îrân: Murâce'a fi’t-Târîh ve’s-Siyâse, s.
31-43.
[110] Muhammed Hâmid el-Ahmerî
ve Diğerleri, a.g.e., s. 34.38.
[111] Ahmed el-Kâtip, Tatavvuru’l-Fikri’s-Siyâsiyyi’ş-Şi'î
mine’ş-Şûrâ ilâ Velâyeti’l-Fakîh, s. 433.
[112] Muhammed Hâmid el-Ahmerî
ve Diğerleri, el-'Arab ve Îrân: Murâce'a fi’t-Târîh ve’s-Siyâse, s.
46-47.
[113] Ahmed el-Kâtip, Tatavvuru’l-Fikri’s-Siyâsiyyi’ş-Şi'î
mine’ş-Şûrâ ilâ Velâyeti’l-Fakîh, s. 9.
[114] Bkz. Dirâse Mefâhimiyye
Havle’l-Harekâti’l-İslamiyye ve’l-'Ameli’s-Siyâsî, http://thesis.univ-
biskra.dz/954/3/%D8%A7%D9%84%D9%81%D8%B5%D9%84%20%D8%A7%D9%84%D8%
A3%D9%88%D9%84.pdf
(25.02.2016).
[115] Bkz.
Buhâri, H. No: 6932; Müslim, H. No: 1637.
[116] Muhammed 'Ammâre, el-Hilâfe
ve Neş’etu’l-Ahzâbi’l-İslâmiyye, s. 99.
[117] Ebû Ferha Cemâl Huseynî, el-Hurûc
ala’l-Hâkim fi’l-Fikri’s-Siyâsiyyi’l-İslâmî, s. 9.
[118] Muhammed Bakır Muhammed
Takî el-Meclisî, Bihâru’l-Envâr, el-Câmi'a li Dureri Ahbâri’L-
Eimmeti’l-Athâr, I. Baskı, Muessesetu İhyâi’l-kutubi’l-İslâmiyye, Kum, 1388,
XXV, 350-351.
[119] Muhammed b. Ya'kûb b.
İshâk er-Râzî el-Kuleynî, el-Kâfî, V. Baskı, Dâru’l-Kutubi’l-İslâmiyye,
Tahran, 1363, I, 269-270.
[120] Bkz. Sâdık b. Muhammed
el-Hâdî, el-İsmet,
[121] Sâlih Fevzân b. Abdillah
el-Fevzân, İ'ânetu’l-Mustefîd bi Şerhi Kitâbi’t-Tevhîd, II. Baskı,
Muessesetu’r-Risâle, 2002, s. 294.
[122] Şemsuddîn Muhammed b.
Ahmed ez-Zehebî, el-Mûkize fî 'İlmi Mustalahi’l-Hadîs, Mektebetu’l-
Matbû'âti’l-İslâmiyye, Halep, 1405, s. 84.
[123] Ahmed el-Kâtip, Tatavvuru’l-Fikri’s-Siyâsiyyi’ş-Şi'î
mine’ş-Şûrâ ilâ Velâyeti’l-Fakîh, s. 51.
[124] Bkz. el-Elbânî, Ma'na’s-Selefiyye
ve ilâ Men Tunseb.
http://www.sahab.net/home/?p=617 (28.01.2016).
[125] Abdulilah Belkazîz,el-İslâm ve’s-Siyâse,
Devru’l-Harekâti’l-İslâmiyye fî Savği’l-Mecâli’s- Siyâsî, s. 90.
[126] Bkz. Gâlib b. Ali 'Avâcî,
el-Havâric Târîhuhum ve Ârâuhumu’l-İ'tikâdiyye ve Mavkifu’l-
İslam minhu, (Yüksek Lisans Tezi), Câmi'atu’l-Melik Abdilazîz
Kulliyetu’ş-Şerî'a, 1399, s. 8.
[127] Hâkim el-Mutayrî, Hadîsu’l-İftirâk
beyne’l-Kabûl ve’r-Redd,
http://www.dr-hakem.com/Portals/Content/?info=TmpJMEpsTjFZbEJoWjJVbU1RPT0rdQ==.jsp
(25.12.2015).
[128] Hişâm Kemâl Abdulhamîd, el-Harbu’l-'Âlemiyyeti’l-Kâdime:
el-Melhametu’l-Kubrâ fi’l- İslâm, Ma'riketu Hermeceddûn fi’t-Tevrât ve’l-İncîl,
s. 19.
[129] Bkz.
http://www.sotkurdistan.net/index.php?option=com (25.12.2015)
[130] Abdullah es-Sebrî, Kufru
men lâ Yekfuri’l-Cehmiyye ve’l-Kâilîne bi Halki’l-Kur’ân, http://majles.alukah.net/t115305.
(25.12.2015)
[131] Muhammed b. Saîd
eş-Şuvey’arî, Târîhu Hatain Târîhiyyin Havle’l-Vehhâbiyye, el-Câmi’atu’l-
İslâmiyye bi’l-Medîneti’l-Munevvere, III. Baskı,
es-Suûdiyye, 1419, s. 17.
[132] Bkz. Râğıb es-Sercânî, Sukûtu Bağdâd,
http://islamstory.com/ar/%D8%B3%D9%82%D9%88%D8%B7_%D8%A8%D8%BA%D8%AF%
D8%A7%D8%AF_%D9%81%D9%89_%D9%8A%D8%AF_%D8%A7%D9%84%D8%AA%D8
%AA%D8%A7%D8%B
1 (22.12.2012).
[133] Muhammed Suheyl Takûş, Târîhu’d-Devleti’s-Safeviyye
fî İrân, I. Baskı, Dâru’n-Nefâis, Beyrut,
2009, s. 157.
[135] Kerîm Abdulmecîd, es-Selefiyyetu’l-Osmâniyye
İhyâiyyetu’l-Ummiyye fî Muvâceheti’l- Bidai’s-Sûfiyye, http://www.masralarabia.com
(23.08.2015)
[136] Birgivî, asıl adıyla
Muhammed b. Pîr Ali (d. 1523 Balıkesir, ö.
1573)
Kâdızâde isimli
Selefî
reform
hareketine
ilham kaynağı olmuştur. Eğitimini Birgî ksabasında almıştır ve orada vefat
etmiştir. Bkz. http://www.masralarabia.com
[137] Rızâ el-Attâr,
Cuzûru’s-Selefıyye ve Envâ'uhâ, (Şâkir en-Nablûsî’nin Tehâhufu’l-Usûliyye
kitabından nakledilmiştir).
http://islamicbooks.info/H-27-Arabic-Authors/Ridha%20alattar-7-Salafi%20Development.htm
[138] Nâcî Ebû Bekr, İdâretu’-Tavahhuş
Ahtar Merhale Setemurru bihe’l-Ümme, Merkezu’d- Dirâsât
ve’l-Buhûsu’l-İstirâtecîyye, s. 10.
Bkz. https://pietervanostaeyen.files.wordpress.com/2015/02/idarat_al-tawahhush_-_abu_bakr_naji.pdf
[139] Hişâm Kemâl Abdulhamîd, el-Harbu’l-'Âlemiyyeti’l-Kâdime:
el-Melhametu’l-Kubrâ fi’l- İslâm, Ma'riketu Hermeceddûn fi’t-Tevrât ve’l-İncîl,
s.75.
[140] Nick Robbins, Metâ ve
Keyfe Heymene’l-Garbu Ala’l-Âlem, eş-Şirketu’l-letî Gayyereti’l- Âlem, Keyfe
Buniyet Şirketu’l-Hindi’ş-Şarkiyyeti’l-İmbarâtûriyyeti’l-Birîtâniyye ve
Kaddemeti’l-Muesseseti’l-Âbireti’l-Kârrât, Ter. Kemâl el-Mısrî,
Mektebetu’ş-Şurûk, Kahire, 2009, s. 292.
[141] Mansûr Mu’tezz, Memerrâtu’l-Gâzi’l-'Âlemî,
[142] Nima
Maleki, Politics and Critical Thought , Turkey’s five year energy plan -
https://positivity.wordpress.com/2010/05/14/turkeys-five-year-energy-plan.
[145] Bkz. eş-Şeyh Ca’fer
es-Subhânî, Buhûs fi’l-Milel ve’n-Nihal, V, 161-170. https://alkafeel.
net/islamiclibrary/aqad/almelal6/almelal6/17. html
[146] Bkz. eş-Şeyh Ca’fer
es-Subhânî,
http://shiastudies.net/article/arabic/Article.php?id=49
[149] www.dorar.net/enc/firq/895
(10.01.2016).
[150] Câsim Sultân, Ezmetu’t-Tanzîmâti’l-İslâmiyye:
el-İhvân Enmûzecen, s. 80-83.
[151] Bkz. Âlemu’l-Felekî
Âmerikî Yeşrahu Esbâbe İnhiyâri’l-Hadâreti’l-İslâmiyye, https://www.youtube.com/watch?v=noHbcmfoYHg
[152] Bkz. eş-Şeyh Hasan Ferhân el-Mâlikî,
https://www.facebook.Com/hasanalmaliki/photos/a.439066403000.199933.218217048000/101534
23635553001/?type=3&theater
[153] Câsim
Sultân, Ezmetu’t-Tanzîmâti’l-İslâmiyye: el-İhvân Enmûzecen, s. 10.
[154] Necât
Selîm Mahmûd Mehâsîs, Mucemu Meâriki’t-Târîhiyye, s. 26.
[155] Necât
Selîm Mahmûd Mehâsîs, a.g.e., s. 37.
[156] Karl
Brockelmann, Târîhu’ş-Şuûbi’l-İslâmiyye, Ter. Nebîh Emîn-Munîr
Ba’lebekkî, V. Baskı, Dâru’l-Melâyîn, Beyrut, 1968, s. 629 vd.
[157] Bkz. Kıssatu’l-Hurûbi’s-Salîbiyye, www.islamstory.com (30.11.2013).
[158] Muhammed Kutayş,
https://fakkerfree.wordpress.com (30.11.2013).
[159] Karl Brockelmann, Târîhu’ş-Şuûbi’l-İslâmiyye,
s. 374 vd.
[160] Bkz. el-Cihâd
ve’s-Sûfiyye ve mâ lâ Ta’rifhu ani’s-Sûfiyye,
http://www.sasapost.com/sufi-cihad/?utm
source=sasapost slider small (30.11.2013).
[161] Karl Brockelmann, Târîhu’ş-Şuûbi’l-İslâmiyye,
s. 628 vd.
[162] http://www.ahewar.org/debat/show.art.asp?aid=368119
(14.12.2014)
[163] Bkz. Medhal Âmm li Fehmi’l-Harekâti’l-İslâmiyyeti’l-Muâsıra,
http://thepersiangful.weebly.com/1Q471Q7210831Q8Q1Q741Q981Q9Q-1Q8Q-
10571074107710901072/2.
(14.12.2Q14)
[164] Bkz.
Muhammed Âbid el-Câbirî,
http://www.aljabriabed.net/terrorism17.htm (05.11.2015).
[165] http://articles.islamweb.netmediaindex.phppage=article&lang=A&id=33290
[166] Ali Abdurrâzık, s. 25-26.
[167] Bkz.
Christopher M. Davidson, ma Ba’de’ş-Şuyûh, el-İnhiyâru’l-Mukbil
li’l-Memâliki’l- Halîciyye, I. Baskı, Merkezu Avâl li’d-Dirâsât
ve’t-Tevsîk, Beyrut, 2014.
[168] Mark
Curtis, et-Târîhu’s-Sırrî li Teâmuri Birîtânyâ maa’l-Usûliyyîn, Ter.
Kemal Seyyid, II. Baskı, Merkezu’l-Kavmî li’t-Tercume, Kahire, 2014, s. 33.
[169] Christopher M. Davidson, ma Ba’de’ş-Şuyûh, s. 57.
[170] Mecmûa
mine’l-Bâhisîn, ez-Zâhiretu’s-Selefiyye: et-Taaddudiyyetu’t-Tanzîmiyye ve’s-
Siyasiyye,
[171] Mahmûd
eş-Şerîf, et-Teveccuhâtu’l-Garbiyye Nahve’l-İslâmi’s-Siyâsî
fi’ş-Şarki’l-Avsat, I. Baskı, Merkezu Dirâsâti’ş-Şarki’l-Avsat, Ammân,
2000, s. 40.
[172] Daha fazla bilgi için
Bkz. Câsim Sultân, Ezmetu’t-Tanzîmâti’l-İslâmiyye: el-İhvân Enmûzecen.
[173] Burada
anlattıklarımız 5. Kongre’de söylenenlerin bir özetidir. Daha fazla bilgi için
Bkz. www. ikhwanwiki.com/index.php?title=
[174] Câsim Sultân, Ezmetu’t-Tanzîmâti’l-İslâmiyye:
el-İhvân Enmûzecen, s. 186.
[175] Câsim Sultân, a.g.e., s.
184.
[176] Husâm Temmâm, el-İhvânu’l-Müslimîn
Senevât mâ Kable’s-Sevre, s. 29.
[178] Abdulilah Belkazîz, el-İslâm ve’s-Siyâse,
Devru’l-Harekâti’l-İslâmiyye fî Savği’l-Mecâli’s- Siyâsî, s.102.
[180] Robert Dreyfus, La’betu’ş-Şeytân
Devru’l-Vilâyâti’L-Muttehide fî Neş’eti’t-Tetarrufi’l-
İslamî, Ter. Eşref Refîk, I. Baskı, Merkezu Dirâsâti’l-İslâmî ve’l-Garb,
Mısır, 2010, s. 70 vd.
[181] Ali Selîm Kâtı’, et-Tevâcudu’l-Askeriyyi’l-Amerîki
fi’l-Halîci’l-Arabî, Dirâsâtu Devliyye, Merkezu’d-Dirâsâti’d-Devliyye,
Câmiatu Bağdâd, Sayı: 45, s. 142.
[182] Guneym
Mes'ad, İslam el-Ceu’s-Siyâsî ve Cuzûri’l-İrhâb fi’ş-Şarki’l-Avsat, http://www.ouregypt.us/writer/ghonaim/mosad134.html
(05.11.2015).
[183] Kemâl
Îhâb, el-Alâkâtu’l-Hafiyye beyne Amerîkî ve’d-Duveli’l-Arabiyye, I.
Baskı, el-Hurriye li’n-Neşr, Kahire, 2006, s. 5-10.
[184] Enfâl,
Kur’ân’ın surelerinden biridir. Saddam, Kültlere yönelik olarak yaptığı kanlı
saldırısına dinî bir hüviyet kazandırmak için bu ismi kullanmıştır.
[186] Bkz. Bevvâbetu’l-Harekâti’l-İslâmiyye, http://www.islamist-movements.com/4923
[187] Mecmûa mine’l-Bâhisîn, ez-Zâhiretu’s-Selefiyye: et-Taaddudiyyetu’t-Tanzîmiyye ve’s-
Siyasiyye, s. 46-47.
[188] Kemâl Îhâb, el-Alâkâtu’l-Hafiyye
beyne Amerîkî ve’d-Duveli’l-Arabiyye, s. 27.
[189] Câsim Sultân, Ezmetu’t-Tanzîmâti’l-İslâmiyye: el-İhvân
Enmûzecen, s. 291-293.
[190] Câsim Sultân, a.g.e., s. 294.
[191] Husâm Temmâm, el-İhvânu’l-Müslimîn Senevât mâ Kable’s-Sevre,
s. 17.
[192] Husâm Temmâm, Tesellufu’l-İhvâniyye,
Te’kulu’l-Utrûhetu’l-İhvâniyye ve Su'ûdu’s-Selefiyye fî
Cemâ'ati’l-İhvâni’l-Muslimîn, Silsiletu’l-Merâsid, Sayı, 1, Vahdetu’d-Dirâsâtu’l-
Mustakbeliyye, İskenderiyye, 2010.
[193] Husâm Temmâm, el-İhvânu’l-Müslimîn Senevât mâ Kable’s-Sevre,
s. 121.
[194] Husâm Temmâm, el-İhvânu’l-Müslimîn Senevât mâ Kable’s-Sevre,
s. 160.
[195] Guido
Steinberg ve Diğerleri, el-Hukûmâtu’l-Garbiyye ve’l-İslâmu’s-Siyâsî Ba'de
2001, I.
Baskı, Merkezu’l-Misbâr li’d-Dirâsât ve’l-Buhûs, Dubâi,
2013, s. 225.
[196] Bevvâbetu’l-Harekâti’l-İslamiyye,
et-Tanzîmu’d-Duvelî li’l-İhvân, http://www.islamist-movements.com/special/?id=2396#slide1080
(10.11.2015).
[197] Bevvâbetu’l-Harekâti’l-İslamiyye,
el-İhvân ve Amerika el-Halkatu 3, http://www.islamist-movements.com/special/?id=2450#slide1957
(10.11.2015).
[198] Robert
Dreyfus, La’betu’ş-Şeytân Devru’l-Vilâyâti’L-Muttehide fî
Neş’eti’t-Tetarrufi’l- İslamî, s. 186-192.
[199] Mahmûd
Şerîf, et-Teveccuhâtu’l-Garbiyye Nahve’l-İslâmi’s-Siyâsî fi’ş-Şarki’l-Avsat,
s. 8.
[200] Selîm
el-Kâtı', et-Tevâcudu’l-'Askeriyyi’l-Amerîkî fi’l-Halîci’l-'Arabî (ed-Devâfi'u’r-
Reîsiyye), s. 136-138.
[201] Bkz. Merkezu’l-Kâşif
li’d-Dirâsâti’l-İstirâtîciyye, 2004, s. 6.
[202] Bkz. Vâsık Muhammed el-Berrâk,
et-Tenâfusu’l-Amerîkî er-Rûsî fi’l-Kavkâz, el-Harbu’r- Rusya-Curcyâ
Enmûzecen, Mecelletu Ebhâsi Külliyeti Terbiyyeti’l-Esâs, Cilt, 9, Sayı, 2,
Merkezu’d-Dirâsâti’l-İklîmiyye, Câmiatu’l-Mûsul, 2009, s. 302.
[203] Bkz. Merkezu’l-Kâşif
li’d-Dirâsâti’l-İstirâtîciyye, 2004, s. 22.
[204] Henri
Kissinger, ed-Diblomâsiyye mine’l-Harbi’l-Bâride hattâ Yevminâ Hâzâ, s.
[205] Bkz.
David Keen, Harbun bilâ Nihâye Vezâifun Hafiyyetun li’l-Harb 'ala’l-İrhâb, s.
41-59.
[206] Frederic
William Engdahl, Karn mine’l-Hurûb, Hafâya’s-Siyâsâti’n-Naftiyye
ve’l-Masrafiyye el-İnclû-Amerîyye ve’n-Nizâmu’d-Duvelî el-Cedîd, I. Baskı,
Ter. Muhammed Zekeriyyâ İsmail, Menşûrâtu Vezâreti’s-Sekâfe, Dımaşk, 2007, s.
376.
[207] Bkz. Merkezu’l-Kâşif li’d-Dirâsâti’l-İstirâtîciyye, 2004,
s. 20.
[208] Hüseyin Hâfız Vuheyb, İstirâtîcîyyetu’l-İdâreti’l-Amerîkiyyeti’l-Cedîde
İzâe’ş-Şarki’l-Avsat, s. 50.
[209] Ebû
Rummân Muhammed Süleyman, Amerîkâ ve’l-İslam, Sidamu’l-İdeûlûciyyât
ve’l-Mesâlih, http://www.islamtoday.com/nawafeth/artshow-13-2333
.htm (5.01.2016).
[210] Bkz.
Muvâcehetu’l-İrhâb em Harbun 'ala’d-Dîn, el-Harekâtu’l-İslamîyye fî
Vatani’l-'Arabî, Neş’etuhâ ve Tatavvuruhâ ve Mustakbeluhâ, Mulahhasun Hâss
min İsdârâtu’l-'Arab, sayı: 22, 2009, s. 22.
[211] Ebû
Rummân Muhammed Süleyman, Amerîkâ ve’l-İslam, Sidamu’l-İdeûlûciyyât
ve’l-Mesâlih, http://www.islamtoday.com/nawafeth/artshow-13-2333
.htm (5.01.2016).
[212] Bkz. Muvacehetu’l-İrhâb em Harbun
'ala’d-Dîn, el-Harekâtu’l-İslamiyye fi’l-Vatani’L- 'Arabî Neş’etuhâ Tatavvuruhâ
mustakbeluhâ, fî Mulahhasin Hâss min İsdârâti’l-'Arab, sy., 22, 2009, s.
22.
[213] İsa Dervîş, Mecelletu’l-Fikri’s-Siyâsî
ittihâhu Kitâbi’l-'Arab, Rekâizu’l-istirâcîyye fî Hidmeti’l-
Emni’l-Kavmî,
Dımaşk, 1999, sayı:5, s. 137-138.
[214] Bkz. Abdulbârî 'Atvân, el-Kâide
et-Tanzîmu’s-Sırrî, I. Baskı, Dâru’s-Sâkî, Beyrut, 2007.
[215] Abdulbârî 'Atvân, a.g.e., s. 23.
[216] Saîd Ali
Ubeyd, Tanzîmu’l-Kâide, en-Neş’etu ve’l-Halfiyyetu’l-Fikriyyetu’l-İmtidâd, I.
Baskı, Mektebetu Medbûlî, Kahire, 2008, s. 11.
[217] Saîd Ali
Ubeyd, Tanzîmu’l-Kâide, s. 19.
[218] 1909’da
Kuzey Filistin’in İzcim köyünde doğdu. Hareketi 1953 ’de kurdu. 1972’de vefat
etti.
[219] Ebu’l-A'lâ el-Mevdûdî, el-Cihâd fî Sebilillah, s. 5.
[220] Abdulkadir b. Abdulazîz, el-'Umde
fî İ'dâdi’l-'İdde li’l-Cihâd fî Sebilillah, byy. Trz. s. 279.
[221] Saîd Ali Ubeyd, a.g.e.,
s. 42-43.
[222] Abdulkadir b. Abdulazîz, a.g.e.,
s. 355.
[223] Saîd Ali Ubeyd, a.g.e., s. 16.
[224] Abdulkadir b. Abdulazîz, a.g.e., s. 343.
[225] Saîd Ali Ubeyd, a.g.e.,
s. 83.
[226] Abdulkadir b. Abdulazîz, a.g.e.,
s. 394.
[227] Ebû Abdirrahmân Mukbil b.
Hâdî el-Vâdı'î, Tuhfetu’l-Mucîb 'alâ Es’ileti’l-Hâdır ve’l-Garîb, I.
Baskı, Dâru’l-Âsâr, San'a 2000, s.
227.
[228] Saîd Ali Ubeyd, a.g.e.,
s.99.
[229] Bkz. Abdulbârî 'Atvân, el-Kâide
et-Tanzîmu’s-Sırrî.
[230] Bkz. Meşru'u’l-Karni’l-Amerîkiyyi’l-Cedîd,
http://www.marefa.org/index.php/%D9%85%D8%B4%D8%B1%D9%88%D8%B9
%D8%A7% D9%84%D9%82%D8%B1%D9%86
%D8%A7%D9%84%D8%A3%D9%85%D8%B1%D9%8A %D9%83%D9%8A
%D8%A7%D9%84%D8%AC%D8%AF%D9%8A%D8%AF
[231] Seyyid
Yâsîn, el-İmbarâtûriyyetu’l-Kevniyye, es-Sirâ'
Dıdde’l-Heymeneti’l-Amerîkiyye, I. Baskı, Dâru’n-Nahdeti Mısır li’t-Tibâ'a
ve’n-Neşr ve’t-Revz', Kahire, 2004, s. 11.
[232] Hasan
Ebû Heniyye-Dr. Muhammed Ebû Rummân, Tanzîmu’d-Devleti’l-İslamiyye, el-
Ezmetu’s-Sunniye ve’s-Sirâ' ala’l-Cihâdiyyeti’l-'Alemiyye, I. Baskı,
Muessesetu Friedrich, Ammân, 2015, s. 39.
[233] Bkz. et-Takrîru’l-Cezîre,
http://www.orient-news.net/ar/news
show/95448 (15.12.2015)
[234] Bkz. Hasan Ebû Heniyye, el-Kâide ve İran Tenâfurun
Îdeyûlûciyye ve Tehâlufun Siyâsî http://altagreer.com
[235] Mecmûatun
Bâhisîn, el-Hukûmâtu’l-Garbiyye ve’l-İslamu’s-Siyâsî Ba'de 2011, I.
Baskı, Merkezu’l-Misbâr li’d-Dirâsât ve’l-Buhûs, Dubai, 2013, s. 4-13.
[236] Bkz. Tefâsîlu’l-Hivâr
ma'a’l-İslamiyyîn, 3. Bölüm vd.
[237] Bkz.
el-Hivâr ma'a’l-İslamiyyîne’l-Mu'tedilîn, http://alkashif.org/html/center/11/3.pdf
(01.01.2016).
[238] Mahmûd
Şerîf, et-Teveccuhâtu’l-Garbiyye Nahve’l-İslâmi’s-Siyâsî fi’ş-Şarki’l-Avsat,
s. 113.
[239] Amr Hamzavî-Sâre Garîbûskî,
el-Islâhâtu’s-Siyâsiyye Beyne 2002-2007, Muessesetu Kârnîğ li’s-
Selâmi’d-Duvelî, sayı: 20, Nisan, 2010.
[240] Bu konuda daha fazla
bilgi için Bkz. http://alkashif.Org/html/center/11/3.pdf
(01.01.2016).
[241] Ebû
Rummân Muhammed Süleyman, Amerika ve’l-İslam ve Sidâmu’l-îdeûlûciyyât, http://www.islamtoday.com/nawafeth/artshow-13-2333
.htm (10.01.2016)
[242] Husâm
Temmâm, el-İhvânu’l-Müslimîn Senevât mâ Kable’s-Sevre, s. 29.
[243] Mansûr
Mu'tez, Memerrâtu’l-Ğâzi’l-'Âlemî, Sirru Sirâ'i’d-Dâir, http://www.shaamtimes.net/news-detailz.php?id=27210
(10.01.2016)
[244] Sâmî Abdulkâdir er-Reykânî, Rûsya ve’l-Ğarb ve’l-Harb 'ala’l-Ğâz
http://www.ahewar.org/debat/show.art.asp?aid=488040
(10.01.2016)
[245] Nima Maleki, Politics and Critical
Thought , Turkey’s
five year energy plan https://positivity.wordpress.com/2010/05/14/turkeys-five-year-energy-plan.
[246] Bkz.
Maktelu’z-Zerkâvî
http://www.aljazeera.net/news/arabic/2006/6/8/ (13.01.2016).
[247] Bkz. Maktelu Ömer
el-Bağdâdî ve Ebû Eyyûb el-Ensârî, https://www.youtube.com/watch?v=UJsn5HpQTvc
(13.01.2016).
[248] Şendeb Mâzin, Dâiş
Mâhiyetuhu Neş’etuhu İrhâbuhu Ehdâfuhu İstirâtîciyyetuhu, s. 19.
[249] Dâiş Yağzu Şark Asya,
http://goo .gl/AbG1CL
[250] Merkezu
Sinâ'ati’l-Fikr li’d-Dirâsât ve’l-Ebhâs, Tanzîmu’d-Devle, en-Neş'et ve’l-Efkâr,
http://www.fikercenter.Com/ar/p/political
analysis/view/a6zaxn3
[251] Merkezu
Sinâ'ati’l-Fikr li’d-Dirâsât ve’l-Ebhâs, Tanzîmu’d-Devle, en-Neş'et ve’l-Efkâr,
http://www.fikercenter.com/ar/p/political
analysis/view/a6zaxn3
[252] Daha
fazla bilgi için Bkz. Nâcî Ebû Bekr, İdâretu’-Tavahhuş Ahtar Merhale
Setemurru bihe’l-
Ümme,
https://pietervanostaeyen.files.wordpress.com/2015/02/idarat
al-tawahhush - abu bakr naji.pdf
[253] Daha
ayrıntılı bilgilere sahip olmak isteyenler bu kitaba müracaat edebilirler.
[254] Dâ'iş
Yuhriku’t-Tayyâr el-Ürdünî Mu'âz el-Kessâsiyye Hayyen http://elaph.Com/Web/News/2015/2/979967.html
(01.01.2016).
[255] Brics
terimi Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin
ekonomilerini kastetmek için kullanılmıştır.
[256] Hüseyin
Abdulhalık, Kırâetun fî Kitâb Âfâki’l-Asri’l-Amerîkî, http://www.abdulkhaliqhussein.nl/?news=695
(20.01.2016).
[257] Seyf
Hişâm Sabbâh el-Fahrî, eş-Şirkât Mute'addidetu’l-Cinsiyyât ve
Eb'âduhe’s-Siyâsiyye ve’l- İkitisâdiyye,
https://ar.wikipedia.org/wiki
(20.01.2016)
[258] Bkz. 'Âlem bilâ Aktâb
http://www.siyassa.org.eg/NewsContent/3/113/1751
(20.01.2016)
[259] Ömer Abdulâti, el-Âlemu’l-lezî Sane'athu Amerika
http://studies.aljazeera.net/bookrevision/2013/05/20135137202626736.htm
(20.01.2016).
[260] Abdullah Mîzer, Ard li Kitâbi Zbigniew Brzezinski,
er-Ru’yetu’l-İstirâtîciyye Amerîka ve Ezmetu’l-Kuvveti’l-'Alemiyye,
http://almawqef.com/spip.php?article5883
(05.07.2015).
[261] Muhammed Hayr Bistâmî, Mustakbelu’l-Harekâti’l-İslamiyyeti’s-Siyâsiyye,
http://www.siironline.org/alabwab/arweqat
alketab(20)/208.htm (21.01.2016).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar