Print Friendly and PDF

Hiç İmtihan Olundunuz mu...yine de olmayın

Bunlarada Bakarsınız

 

Hacı Bayram Velî'nin Çadır Menkıbesi Ve Tasavvufta Müridin İmtihan Edilmesi Meselesi

 hzl: Necdet Tosun

 

Rivayete göre Hacı Bayram Velî müridlerinin samimiyetini ölçmek ve bir nevi imtihan etmek için bir çadır kurup kurban olmaya râzı olanların çadıra girmesini istemiş, iki müridi girince önceden çadıra gizlediği koçu kurban etmiştir. Manevî eğitim kurumlan olan tekkelerin zamanla büyüyüp kurumsallaşması, bazı insanların buralara dünyevî menfaat hesabıyla gelmesine sebep olmuş, bu yüzden bazen şeyhler müridlerin samimiyetini imtihan etmek zorunda kalmışlardır. Tasavvuf tarihinde bunun birçok örneği vardır. Meselâ Nakşbendî şeyhlerinden Bâkî Billah Delhi’deki dergâhına mürid olmak için geldiğini söyleyenlere üç gün yemek ikram etmezdi. Samimi niyetle gelmeyen, tekkeye bedava yemek arzusuyla gelenler de terk edip giderdi.

Bu imtihanlar bazen de müridin nefsini terbiye etmek için tasavvufı eğitimin bir parçası olarak kullanılırdı. Şeyh Uftâde, kendisine mürid olmak isteyen Hüdâyî’ye Bursa çarşısında ciğer satmasını teklif etmişti. Hoca Bahâeddin Nakşbend de Alâeddin Attâr’a Buhara pazarında elma sattırmıştı. Abdullah-ı Dehlevî’nin mürid olmak için Irak’tan Delhi’ye gelen büyük âlim Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye önceleri dergâhı süpürme vazifesi vermesi de bir nefs terbiyesi imtihanı idi.

Ancak müridleri imtihan etmek için onlara dînen yasak (haram) olan bir şeyin teklif edilmesi doğru değildir ve kabul edilemez. Böyle bir anlayış, din istismarcılarının işine yarar. Oysa Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem): “(Lidere) Itâat, sadece meşrû (helal) olan konularda olur” buyurmuştur. Tebliğde bu konular ele alınmıştır.

Tasavvuf tarihinde şeyhlerin müridlerini farklı gâyelerle imtihan ettikleri görülmektedir. Bu imtihanlar onların samimiyetini ölçmek, nefsini terbiye etmek, tasavvuf yolundaki kabiliyet ve duygu dünyasını anlamak, bir nasihat ve ders çıkarmasını temin etmek gibi farklı gâyelerle yapılırdı. Bu imtihan çeşitlerine bazı örnekler şunlardır:

a)  Mürîdlerin Samimiyetini Ölçmek İçin İmtihan:

Hacı Bayram Velî’nin çadır menkıbesi bu türden bir imtihandır. Rivayete göre, Osmanlı başkentinin Edirne olduğu dönemde padişah II. Murad’a Ankara’daki Hacı Bayram Velî (ö. 833/1430) hakkında yanlış bazı bilgi ve iftiralar ulaştırılmıştı. İnsanları yanlış yola sevkettiği, saltanat davasına kalkışabileceği vs. söylenince Sultan II. Murad adamlarını Ankara’ya gönderdi ve Hacı Bayram’ı Edirne’ye getirtti. Bu görüşme sonunda şeyhin iyi bir insan olduğunu, hakkında söylenenlerin iftiradan başka bir şey olmadığını anlayan hükümdar Hacı Bayram’dan özür diledi, onun müridlerini vergiden muaf tutacağını söyledi. Hacı Bayram Velî Ankara’ya dönünce vergiden muaf olmak isteyen birçok kişi ona mürid olduğunu iddia etmeye başladı ve devlet Ankara civarından vergi toplayamaz oldu. Bunun üzerine II. Murad, Hacı Bayram’a bir mektupla haber gönderip kaç müridi olduğunu bildirmesini istedi. Bunun üzerine Hacı Bayram Velî müridlerine ziyafet vereceğini ilan etti. Yüksekçe bir yere de çadır kurdu. Halk toplanınca eline keskin bir kılıç aldı ve şöyle seslendi: “Bana mürid olanları bugün Allah yolunda kurban edeceğim”. Bunu duyanlar şaşkınlık içindeyken bir erkek ve bir kadın müridi yaklaşıp: Canımız da malımız da sana fedâ olsun, dediler. Hacı Bayram bu iki müridini çadırın içine aldı. Daha önceden çadır içine gizlediği bir koçu kesti. Koçun kanları çadırın altından dışarı sızmaya başlayınca o iki müridin kesildiğini zanneden halk: “Bu şeyh aklını kaçırmış”, deyip dağıldılar. Bunun üzerine Hacı Bayram padişaha cevap olarak şöyle yazdı: “Sadece birbuçuk dervişim vardır, başka müridim yoktur”[1]

Müridlerin şeyhe bağlılık konusundaki samimiyeti ölçmek için yapılan bir imtihan örneğine de Hoca Ahmed Yesevî’de rastlanır. Rivayete göre bir gün Ahmed Yesevî, müridlerine imam olup namaz kıldırmadan önce gizlice beline (içinde gübre, su veya hava olan) bir koyun barsağı sarmış. Namazda rükûa eğilince sıkışan barsaktan ses çıkmış, secdeye eğilince de su sızmış. Bu durumu gören müridleri “Hoca’nın abdesti bozuldu” zannederek namazdan çıkmışlar. Ahmed Yesevî’nin namaza devam ettiğini gören müridi Hakîm Ata ise namaza devam etmiş. Hakîm Ata’nın devam ettiğini gören diğer mürid Sûfı Muhammed Dânişmend de devam etmiş. Namaz bitince Ahmed Yesevî müridlerine dönüp şöyle demiş: “Namazı niye bozdunuz? Benim abdestim yerindeydi. Demek ki benim bir tam (Hakîm Ata), bir de yarım müridim (Sûfı Muhammed Dânişmend) kemâle ermiş”[2].

Nakşbendî meşâyıhından İmâm-ı Rabbânî’nin şeyhi Bâkî Billah, Delhi’de intisap için tekkeye gelenlerin samîmiyetini ölçmek gâyesiyle bir süre onlardan uzak durur ve yemek vermezmiş. Bu sâyede maddî düşüncelerle tekkeye gelenler ayrılır, samîmî olanlar kalır ve mürîd olurmuş[3]. Bu rivâyetlerde görülen imtihanlar, müridlerin samimiyetini ölçme gâyesine bağlıdır.

b)  Müridlerin Nefsini Terbiye İçin İmtihan:

Tüccar bir ailede doğup büyüyen Alâeddîn Attâr, ağabeyi ve kardeşinin aksine ticaretle meşgul olmayıp Buhara’da dînî ilimleri tahsil için medreseye devam etti. Babasının vefatından sonra mirastan bir şey almayıp yine dînî tahsile ve zühdî hayata devam etti. Bu dönemde Buhara’daki birçok medrese talebesi gibi o da Bahâeddîn Nakşbend’e intisap etti. Bahaeddin Nakşbend, ilmin getirebileceği gururu kırmak için onun çarşılarda elma satmasını istedi. Alâeddîn Attâr bu emre itaat edip elma satmaya başladı. Ancak ağabeyi Hâce Şihâbeddîn ve kardeşi Hâce Mubârek bu durumdan rahatsız oldular. Varlıklı bir aile çocuğunun basit bir iş yapması onurlarına dokunduğu için Alâeddîn’i kınamaya başladılar. Bunu duyan Bahâeddîn Nakşbend, Alâeddîn’e, gidip kardeşlerinin dükkanının önünde elma satmasını söyledi. Alâeddîn tüm tenkidlere aldırmadan bunu da yaptı[4]. Esasen bütün bunlar onun tasavvufî eğitiminin birer parçasıydı. Bu şekilde Alâeddîn hem ilmin verebileceği gururdan korunuyor, hem de kınayanın kınamasından korkmayan[5] melâmet neş’esinde bir süfî olarak yetiştiriliyordu. Yani elma satma imtihanı bir tür nefs terbiyesi idi.

Büyük bir âlim olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin Bağdat’tan Delhi’ye gidip Abdullah Dehlevî’ye mürid olduğu ilk dönemlerde tekkenin temizliği gibi basit bir iş ile meşgul edilmiş olması da, nefs terbiyesi gâyesine bağlı bir imtihan idi.

Mevlânâ Hâlid, bir sene süren yolculuktan sonra Bağdat’tan Delhi’ye varmıştı. Yol için yanına aldığı bütün eşyâyı fakirlere infâk etti. Hânkâh-ı Mazhariyye’deki Şeyh Abdullah Dehlevî’nin huzûruna koştu, müridi oldu. Hâlid-i Bağdâdî’ye ilk zamanlar dergâhı temizleme görevi verilmişti. Bir gün helâ taşlarını temizleme işinde bir hayli yoruldu. Nefsi, bir an onu zayıfbulup gönlüne birtakım vesveseler vermeye başladı:

“-Ey Bağdat ve Şam diyarlarının eşsiz ilim deryâsı! Deli mi, velî mi olduğu belirsiz bir kişinin sözüyle kalktın, nice yollar aşarak tâ buralara kadar geldin. Hani aradığını buldun mu? Baksana ortada ne tâlim terbiye var, ne seyr u sülük! Aylardır gece gündüz sana helâ temizletmekten başka ne yaptılar? Bu muydu senin aradığın ledünnî ilim?”

Bu tehlikeli iğvâ karşısında şiddetle irkilen Hâlid-i Bağdâdî, nefsinin, önüne çekmek istediği gaflet perdesini yırtarak:

“-Ey nefsim! Şayet mübarek hocamın verdiği şu şerefli vazifeyi minnet bilmeyip bir nefes bile ondan uzak duracak olursan, sana yerleri süpürge ile değil, sakalımla süpürtürüm!” dedi.

Onun bu hâlini Abdullah Dehlevî, uzaktan tebessümle seyrediyordu. Bu müstesnâ talebesini yanına çağırdı ve şöyle dedi:

“-Oğlum Hâlid! ilimde eşsiz bir mertebeye ulaşmıştın. Ancak onu maneviyatla süslemengerekliydi. Bunun için de nefs terbiyesi ve kalp tasfiyesine ihtiyacın zarurî idi. Yoksa nefsin seni gurur ve kibir bataklığına sürükleyip helâk edecekti. El-hamdü lillâh ki, şu an nefsini ayaklar altına alarak kemâlâtın zirvesine tırmandın. Artık işini meleklergörür oldu.[6]

Nefs terbiyesi için imtihan etme konusunda başka bir örnek de Hüdâyî’nin hayatında görülür. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin, Bursa kadısı iken Şeyh Üftâde’ye mürid olmak istediğinde ondaki ilim ve unvandan gelen benliği, kibri yok etmek isteyen şeyhi, Bursa pazarında ciğer satmasını istemişti. Bu zor imtihanı başaran Hüdâyi zamanla büyük bir mutasavvıf olmuştur.

c)  Müridlerin Kabiliyet ve Duygu Dünyasını Anlamak İçin imtihan:

Bir bahar mevsimi Hüseyin Hamevî hazretleri talebelerine: “Biraz menekşe toplayıp getirin” buyurmuş. Talebelerin her biri bir tarafa dağılmış. Demet demet menekşe toplayıp hocalarına getirmişler, Eşrefoğlu Rûmî ise hocasının huzûruna elindeki bir tek menekşe ile gelmiş. Hüseyin Hamevî: “Rûmî! Misafir olduğun için menekşenin yerini bulamadın herhalde” deyince, o: “Sultanım, hangi menekşeyi koparmak istediysem, bana: Allah rızâsı için beni koparma, zikir ve ibâdetimden ayırma, dedi. Ben de dolaştım. Bir yerde ibâdeti bitmiş bir menekşe gördüm. Onu koparıp getirdim” demiştir. Bu menkıbenin bir benzeri de Aziz Mahmûd Hüdâyî hakkında anlatılır ki “Onu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların teşbihini anlamazsınız” (İsrâ, 17/44) âyetinin canlı bir örneğidir.[7] Bu menkıbede şeyh, müridlerinin duygu dünyasını ve kâbiliyetlerini anlamak için çiçek toplamalarını istemiş olabilir.

Bu konuda başka bazı rivâyetlere de Bahâeddin Nakşbend’in hayatında rastlanır. Hoca Bahâeddin Nakşbend bazen kendisine mürîd olmak isteyenlerin samimiyetini imtihan ederdi. Bazen de mürid olduktan sonra dünya malına ve paraya karşı zaafı ve kalbî bağlılığı var mı diye deneme yapardı.

Hoca Sekkâ-yı Semerkandî, Bahâeddin Nakşbend’e mürîd olmak niyetiyle Semerkand’dan Buhara’ya doğru yola çıkmıştı. Semerkand’da yola çıkarken annesi ona dört dinar para vermişti. Hoca Sekkâ Buhara’ya

Şâh-ı Nakşbend’in huzuruna gelip onun hizmetinde bulunmak istediğini söyleyince Bahâeddin Nakşbend âdeti olmadığı halde: “Bize dünyevî bir şey vermedikçe seni kabûl etmeyiz”, dedi. Hoca Sekkâ kendisinin çok fakir ve beş parasız bir insan olduğunu ısrarla söyleyince Şâh-ı Nakşbend müridlerine: “Bunun gömleğinin cebinde annesinin verdiği dört dinar var, onu getirin”, diye emretti. Hoca Sekkâ bu durumu hayretle izlerken Hoca Bahâeddin Nakşbend o dinarları almayıp orada oynayan küçük çocuklara verilmesini istedi. Çocuklar paralarla ilgilenmeyip bir kenara fırlatıp attılar. Hoca Sekkâ’nın mahcûbiyeti bir kat daha artmış oldu. Şâh-ı Nakşbend ona: “Cimrilik kadar kötü bir huy yoktur. Hak yoluna talebe olmanın yanında dört dinarın ne değeri var?” dediler ve sonra bu zâtı mürîdliğe kabul ettiler.

Şâh-ı Nakşbend’in mürîdlerinden biri şöyle anlatıyor: Efendi hazretlerine intisap etmiştim. Birgün alım satım yaptığım dükkânıma teşrif buyurdular. O gün çok kazanç elde etmiştim. Efendi hazretleri: “Bugün ne kadar kazandın?” diye sordu. “Bilmiyorum, ama hepsi budur”, diyerek huzurlarına getirdim. Bir önlüğe koydular ve alıp götürdüler. Evime geldiğimde etraftan (âilem) bazı sözler söyleyip dedikodu yaptılar. Ben de bazen onlara muvâfakat ettim. Gece yarısı ansızın Efendi hazretleri bir derviş ile o önlüğü tam olarak geri gönderdiler. Beni büyük bir mahcûbiyet ve sıkıntı sardı. Ama Efendi hazretlerinin keremiyle sıkıntıdan kurtulup huzûra kavuştum.

Bu menkıbelerden anlaşıldığına göre Hoca Bahâeddin Hazretleri, müridlerini dünya malına gönül vermeme konusunda eğitmek için bu şekilde davranmış, ayrıca onların dünya malı karşısındaki duygu ve tutumlarını anlamak için bir tür imtihan etmiştir[8].

d)  Nasihat ve Ders Çıkarmalarını Temin İçin İmtihan:

Menkıbede anlatıldığına göre, Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî adında bir zât, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin ism-i a’zamı bildiğini öğrenince, Mısır’a gitmişti. Huzûruna varınca, önceleri iltifat görmedi. Sonra huzûra kabûl edildi ve Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bir sene hizmet etti. Bir gün ona; “Ey üstâd, sana bir sene hizmet ettim, artık hakkımı vermen gerekir. Senin ism-i a’zamı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emânet edeceğin bir başka kimse olmayacağını bilirsin” dedi. Zünnûn sükût etti. Ona cevap vermedi. Altı ay sonra bir sepete (kutuya) konmuş ve mendile sarılmış bir şey çıkardı. Ona: “Fustat şehrinde bulunan falan dostumuzu bilirsin değil mi?” diye sorunca, “Evet.” dedi. Zünnûn hazretleri ona; “İşte bunu ona götür.” dedi. O da sepeti aldı, giderken: “Zünnûn-i Mısrî gibi bir zât hediye gönderiyor. Acabâ nedir, ne kadar kıymetlidir?” diye düşündü. Merakını yenemeyerek sepeti açtı. İçinden bir fare fırladı ve kaçıp kayboldu. Bu duruma kızarak, Zünnûn-i Mısrî’nin yanına geldi. Zünnûn-i Mısrî ona: “Biz seni denedik. Sana bir fare emânet ettik, ona hıyânet ettin. Hiç sana ism-i a’zamı güvenip teslim edebilir miyim?” dedi[9]. Bu menkıbede, müridin bir ders çıkarması ve ibret alması için imtihan edildiği anlaşılmaktadır.

e)  Yanlış Anlaşılmaya Müsait İmtihan Örnekleri:

Rivâyete göre, ilk dönem sûfîlerinden Ebû Süleyman Dârânî, Ahmed isimli bir müridine “Git, yanan fırına gir” demiş, mürid girmiş ama bir kılı bile yanmamıştır[10].

Başka bir rivayete göre bir şeyh müridine: “Sana ne emretsem yapar mısın?” diye sorunca, o mürid: “Evet, yaparım”, demiş. Şeyh: “Hırsızlık yap desem yapar mısın?” demiş. Mürid: “Hayır, yapmam, çünkü hırsızlık kul hakkıdır”, diye cevap vermiş. Sonra bu şeyh müridleriyle bir eve gitmişler. Şeyh, müridlerine: “Yandaki evin duvarından bir delik açın, içeri girin, evde içinde yolculuk eşyası bulunan bir çuval var, onu alıp getirin”, demiş. Müridler evin duvarını delip içerideki çuvalı almış ve getirmişler. Bir süre sonra o evden köpek sesleri gelmiş. Anlamışlar ki, ev sahibinin o anda bulunmadığı bu evin diğer tarafından hırsızlar başka bir delik açıp girmişler, ancak çalacak bir şey bulamayıp gitmişler. Şeyh müridlerine: “Sabah olunca bu çuvalı ev sahibine verin”, diye tenbih etmiş. Sonra da “hırsızlık yapmam” diyen ilk müride dönüp: “Eğer bu kıssayı baştan kabul etseydin, çok hikmetlere kavuşurdun”, demiş.[11]

Bu iki rivâyetten ilkinde “ateşe girmek”, diğerinde “hırsızlık yapmak” söz konusudur. Şeyhin “kerameti” olarak anlatılan bu rivayetler, bazı câhil sûfîler tarafından “Şeyh efendi ateşe girmek (ki intihar olabilir, intihar da haramdır) ve hırsızlık yapmak gibi dînen haram olan şeyleri bile emretse, bir hikmeti vardır, deyip yapmalıyım”, şeklinde yorumlanırsa, kötü sonuçlara gidebilecek yanlış bir anlayışın önü açılmış olur. Şer’î çizgiler ihlal edilir. Dolayısıyla yanlış anlamaya müsait bu tür menkıbeleri topluma taşımamak, umumî sohbetlerde dile getirmemek daha isâbetli olacaktır. Bu konuda şu hadis, temel referans olmalıdır:

Bir defasında peygamber efendimiz hazırladığı müfrezenin (küçük askerî birliğin) başına Abdullah b. Huzâfe’yi (r.a) komutan tayin etmiş, mücâhidlere de kumandanlarına itaat etmelerini emretmişti. Yolda giderken Abdullah b. Huzâfe askerlerin bazı hareketlerine öfkelendi. Onlara: “Rasûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) bana itaat etmenizi emretmedi mi?” diye sordu. Onlar da: “Evet, emretti” dediler. Bunun üzerine kumandan: “Haydi bana odun toplayıp getirin”, dedi. Mücâhidler odunları toplayıp getirince onları yakmalarını söyledi. Ateş yakılıp da alevler yükselince mücâhidlere ateşe girmelerini emretti. Hepsi de sahâbe olan mücahidlerin bir kısmı duraksadı, bir kısmı ise komutanın emrinin yerine getirmek için hazırlanmaya başladı. Kumandanın bu emrine uymayanlar, arkadaşlarını: “Ne yapıyorsunuz siz, biz cehennem ateşinden kaçarak Rasulullah’a sığınmış kimseleriz, şimdi ateşe nasıl atılırız?” diye uyardılar. Onlar meseleyi tartışırken ateş söndü. Komutanın da sinirleri yatıştı. Medine’ye döndükleri zaman olayı Rasûlüllah Efendimize anlattılar. O zaman Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Eğer mücâhidler o ateşe girselerdi kıyamet gününe kadar oradan çıkamazlardı. Çünkü yöneticiye itaat, ma’rüf (meşru, helal) olan emirler için söz konusudur. (Buhari, Meğazi 59).

“Bir hikmeti vardır” diyerek haram olan şeyleri yapma düşüncesi, sonu gelmeyecek sapkınlıklara kapı aralayacak çok tehlikeli bir anlayıştır. Tasavvufun Kur’an ve sünnet çizgisinden sapmadan istikâmet üzere devam edebilmesi için bu konularda hassas olmak gerekir. Yoksa böyle bir yanlış anlayış, sahte şeyhlerin ve sahte cemaat liderlerinin gayr-i meşrû (hukuksuz) işlerine ve halkı sömürmesine kapı aralayabilir.

 



[1]  Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-fuâd, İstanbul 1288, s. 235, 239-240.

[2]   Kari G. Zaleman, “Legenda Pro Hakim-Ata: Hakîm Ata Risâlesi”, Bulletin de l’Academie Imperiale des Sciences de St. Petersbourg (İzvestiya İmperatorskoy Akademii Nauk), cilt: IX, sayı: 2,(Septembre 1898), s. 109; Münevver Tekcan, Hakîm Ata Kitabı, İstanbul 2007, s. 37-39, 85-86.

[3]   Rüşdî, Melfuzât, Külliyyât-ı Bâkî Billah, Lahor 1967 içinde, s.59.

[4]  Fahreddin Ali Safı, Reşahât, Tahran 1977,1, 141.

[5]  el-Mâide, 5/54.

[6]  Necdet Tosun, Altın Silsile, İstanbul 2017, s. 171-172.

[7]  Necdet Tosun, Derviş Keşkülü, İstanbul 2012, s. 11-12.

[8]  Necdet Tosun, Hoca Bahâeddin Nakşbend, İstanbul 2016, s. 22-23.

[9]  Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (Frs. Nşr. R.A. Nicholson), Leiden 1907, I, 317.

[10]  Alâeddin Ali b. Dervîş Bâyezîd eş-Şîrevî (Sîrevî), Maksadü’s-sâlikîn, İstanbul Belediye Ktp, Bele­diye Yazmaları, K-1287, vr. 17a-17b.

[11]  Salâh b. Mübarek Buhârî, Enîsü’t-tâlibîn ve uddetü’s-sâlikîn (thk. Halil İbrahim Sarıoğlu), Tahran 1371 hş./1992, s. 166-167.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar