BİR KOMPLO SÖYLEMİNDEN PARÇALAR: Komplo Zihniyeti, Sıradan Faşizm Ve New Age
Kerem KARAOSMANOĞLU
Yıldız Teknik Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Komplo teorileri
alıştığımız, bildiğimiz bu dünyanın yerine nihai, aşkın bir gerçekliği bize
alternatif olarak sunarlar. Bunu yaparken de belli bir “tarz“a, tartışma biçimine
ve kurgusal temaya bağlı kalmaktan kendilerini alamazlar. Bu anlamda komplo
teorileri sık sık kendi kendilerine gönderme yapma ve aynı söylemsel düzlem
içinde kalma anlamında belli bir “aşinalık" sergilerler. Bu makalede
öncelikli amacım bu hitab-vârî düzlemin nasıl oluşturulduğunu irdelemektir.
Dolayısıyla, çok-satan popüler Türkçe kitaplardan örneklerle komplo
teorilerinin farklı siyasi, kültürel ve toplumsal metinlerle ilişkiye geçip
aynı platformu nasıl paylaştığını, özellikle aşırı-milliyetçi etkilere nasıl
açık olabildiğini inceleyeceğim. Bu bağlamda esneklik unsurunu vurgularken,
komplocu bir söylemin eklektik New Age (Yeni Çağ) akımına bile nasıl
eklemlenebileceğini göstereceğim.
Anahtar sözcükler: Komplo
teorisi, komploculuk, söylem, milliyetçilik, Yeni Çağ, popüler kültür.
Conspiracy theories seek to
reveal an ultimate, transcendental “truth" and portray it as an
alternative to our understanding of the “world". Consiparcy theories have
adopted their own certain style, distinct in their way of argumentation and
their use of specific themes. Often making references to themselves, conspiracy
theories retain an element of “familiarity" in the sense that they speak
from within the same discursive space. In this article, my primary aim is to
analyze the way in which this discursive space is constructed. With special
reference to popular best-seller books in Turkey, I elaborate how these
theories carry a serious potential to attract ultra-nationalist motives and
influences, sharing a common platform and interacting with other political,
social or cultural texts. To highlight this element of flexibility, I
demonstrate how conspiracism can even be intertwined with the eclectic trend of
New Age.
Keywords:
Conspiracy
theory, conspiracism, discourse, nationalism, New Age, popular culture.
kültür ve iletişim • culture &
communication © 2009 • 12(1) • kış/winter: 95-126
Plan'ı ellerimizle
biçimlendiriyorduk; yumuşak kil gibi başparmaklarımıza, kurmaca isteğimize
boyun eğiyordu.
Plan'ın oluşturulması
günlerimizi alıyordu. Bulduğumuz en son bağıntıyı birbirimize iletmek için
çalışmalarımıza ara veriyorduk. Elimize ne geçerse okuyorduk: ansiklopediler,
gazeteler, resimli romanlar, yayınevi katalogları. Olası kestirme yolları
bulabilmek için atlaya atlaya okuyorduk. Her kitap sergisinin önünde durup
kitapları karıştırıyor, gazete kulübelerinde koku almaya çalışıyor, yengi
kazanmışçasına büroya koşup en son buluşumuzu masanın üstüne fırlatıyorduk...
Ama ritm ne olursa olsun, şans ödüllendiriyordu bizi; çünkü insan isterse, her
zaman, her yerde, her şeyle her şey arasında bağıntılar bulur; dünya ansızın
her şeyin her şeye yollama yaptığı, her şeyin her şeyi açıkladığı bir
akrabalıklar ağına dönüşür.
“[Son Tapınakçılar] hâlâ oradalar",
dedi Salon. “Agarttha'da değil, başka geçitlerde. Belki de, tam burada, bizim
altımızda. Milano'da da metro var. Kim karar verdi buna?
Kazıları kim yönetti?"
“Bana kalırsa, uzman mühendisler."
“Görüyor musunuz, siz yumun bakalım
gözlerinizi. Bir de, yayınevinizde ne idüğü belirsiz kişilerin kitaplarını
yayımlıyorsunuz.
Yazarlarınız arasında kaç Yahudi
var?"
“Yazarlarımıza soyağaçlarını
sormuyoruz," diye yanıtladım kuru bir sesle.“Yahudilere karşı olduğumu
sanmayın. En iyi dostlarım arasında Yahudiler de var. Belli bir tür Yahudiyi
düşünüyorum ben... "
“Ne tür?"
“Orasını ben bilirim..."
Umberto
Eco, Foucault Sarkacı (1992: 435, 447, 427-8)
Komplo teorileri bize gizli
saklı bir “hakikati", alternatif olarak sunarlar. Bu sunumu yaparken gizem
unsurunu canlı tutarlar ve belli bir “tarza" bağlı kalmaya çalışırlar.
Komplo teorilerinde kullanılan tartışma biçimleri de bir düzenlilik (regularity)
içerir. Bunun dışında bağlı kalınan kurgusal yapı da teoriden teoriye tematik
benzerlikler gösterir. Dolayısıyla komplo teorileri belli söylemsel sınırların
içinden konuşmak anlamında son derece sıradan, tanıdık ve aşinadırlar, sık sık
birbirlerine gönderme yaparlar. Söylem, burada, dili ve dilin ötesinde olan
alana ait unsurları kapsar. Ne söylendiğiyle olduğu kadar bir şeyin nasıl
söylendiği ile de ilgilidir. Dolayısıyla “değinilmeyenler", “dışarıda
bırakılanlar", “görmezden gelinenler" söylemin dışında değildir.[1]
Konuşmanın (speech) kendisi dışında semboller, metaforlar ve
metinlerarası bir alışveriş de söylemin parçasıdır (Gee, 2005: 21). Sadece
basit olarak dile ait maddi gerçekliği değil toplumsal pratikleri ve zihinsel
algı biçimlerini de içerir (32). Gee'ye göre söylem, soyut bir düzlemde var
olan ve kelimeleri, hareketleri, değerleri, inanışları, sembolleri, araçları,
nesneleri, yerleri ve zamanları kapsayan koordineli bir örüntüdür ve bir dans
gösterisine benzer (28). Bu yönüyle akışkan, değişime açık ve performansa
dayalı bir tarafı vardır. Bu yazıda komplo teorilerini ortak bir söylemin
parçası olarak ele almaya ve söylem analizi yoluyla çözümlemeye çalışacağım.
Van Dijk'in sınıflandırmasıyla söyleme dâhil olan sentaks yapılarından ziyade
söylemin ortak zemininin oluşmasına katkıda bulunan özel lügatlere (lexicon),
temalara (topic), tartışma biçimlerine (argumentation) ve bazı
retoriksel araçların[2]
kullanımına odaklanacağım.
Söylemler birbirlerinden
bağımsız yapılar, kopuk birimler veya soyut “adacıklar" olmadıklarından
geçişkenlik arzederler ve zaman zaman birbirlerine eklemlenme eğilimi
gösterebilirler (Gee, 2005: 28-30). Bu noktadan yola çıkarak komplo söyleminin
milliyetçi zenofobi, paranoya, köken miti, lidere olan ihtiyaç, popülizm ve
ırkçılık gibi faşizan motiflerle nasıl iç içe geçme potansiyeli taşıdığını
incelemeye çalışacağım. Söylemsel akrabalık aynı zamanda Kuzey Amerika'da doğup
Avrupa ve dünyada öne çıkmaya başlayan eklektik New Age (Yeni Çağ)
akımı ile de ilginç noktalarda kurulabiliyor. New Age maddeci bilimsel
paradigmanın yerine Doğu'nun ruhani öğretilerinin yeniden önem kazanmaya
başladığını varsayan bir akım. İnsanlık tarihinin bir ruhani sıçrama gerçekleştireceği
ve “bencil bireyciliğin bireyler-ötesi kozmik bir farkındalıkla yer
değiştireceği" ve yeni bir çağın başlayacağı öngörüsüne dayanıyor[3]
(Zizek, 2006: 84-85). İdeolojik bir tutarlılıktan ziyade New Age,
bünyesine dönüşümlü olarak dâhil olan ve birbirleriyle illa tutarlılık arzetmeyen
unsurların, hippilikten sufiliğe, yogadan astrolojiye, Gaia teorisinden
Atlantis uygarlığına kadar farklı zaman, mekân, sosyal pratik ve metinlerin
kaynaştırılmasıyla anlam kazanıyor. Bu hâliyle popüler kültüre ait birbirine
uzak unsurları kapsayan bir kategori hâline gelmiş gibi görünüyor. Dolayısıyla
söylemler arası sözü edilen geçişkenlikten yola çıkarak özellikle üzerinde
durmak istediğim odak noktası, komplo teorilerinin zaman zaman taşıdıkları
faşizan eğilimlerle beraber nasıl, dünyada ve son zamanlarda Türkiye'de, New
Age'e özgü unsurları kendilerine çekip kullanabildikleri olacak. Bunu
yaparken de komplo teorilerinin popülerleşmesine hayli katkıda bulunan bazı
çok-satanstatüsündeki kitaplara bakacağım. Bu kitapların bir kısmı klasik komplo
kurgusuna sadık kalıyor. Bir kısmı şiddetli ırkçı/faşizan unsurlar içeriyor ve
bazıları da ek olarak Türkiye'ye özgü bir New Age katkısı içeriyor.
Komplo teorileri[4]
hem “teori" olma anlamında metodolojiye ilişkin belirgin bir “form"
arzederler, hem de tarih içinde devamlılık gösteren ortak bir kurguya
dayanırlar. Kurgu hem tematik hem de analitik olarak belirli özellikler
gösterir. Dolayısıyla hem “form" açısından, hem de barındırdıkları
metinsel muhteviyat açısından benzerlikler taşıdıklarından, komplo teorileri
aynı söylemin içinden çıkmış gibi dururlar. Buna göre komplo teorilerini
anlamak için “teorilerin" “gerçek" olup olmadığıyla ilgilenmek,
ontolojik bir iz, bir son nokta aramak yerine, bütün bu “teorileri" aynı
çatı altında birleştiren ve son derece akışkan özellikler gösteren söylemsel
düzleme bakmak faydalı olacaktır.
Her şeyden önce komplo
teorileri “kusursuzluk" üzerinden giden bir mekanizmaya sahiptir. Çoğu
zaman, bir insan veya bir grup tarafından inşa edildiklerine inanmamızı
güçleştirecek “kusursuz" bir plan söz konusudur. İnce düşünülmüş dâhiyane
bir tasarımın varlığı komplo teorilerinin en önemli yapı taşlarından birisidir,
çünkü tüm argümana dinsel boyutlar taşıyan bir gizem, dinleyenlerin ağzını bir
karış açık bırakacak ruhani bir aura katar. “Büyük
plan"
şeytani bir kusursuzluğa gönderme yaptıkça teoriye yabancı olanların doğaüstü
bir olayla karşılaşmışçasına donakalmaları beklenir. Komplo, bu gizem
sayesinde, öğrenenler, dinleyenler, duyanlar veya okuyanlar üzerinde
pornografik bir gözetleme deneyimini andıran bir “haz" bırakır.
Merak duygusunu tetikleyen
gizem, ruhani aura ve kutsal metinleri andıran karanlık/aydınlık dikotomisi,
ortaya “bu dünya" dan çıktığına inanmakta zorluk çekeceğimiz bir “kusursuz"
oyun çıkarır. Bu oyunda hiç şüphesiz iyilerle kötüler ebedi kriterlerle
birbirlerinden ayrılırlar. Moskovici'ye göre (1996) insanları, şeyleri ve
eylemleri ikiye bölen bu köktenci ayrım uzlaşmazdır, zıt-kutupludur. Oyun
genellikle bu iki-kutuplu yapı üzerinden sürdürülür. Düşmanlar bellidir ve
bazen çok farklı noktalarda, tarihlerde ve coğrafyalarda duruyor gibi
gözükseler de birbirlerine gizli bir bağ ile bağlı olabilirler (Yahudiler,
masonlar, solcular, pasifistler, Müslümanlar, Cizvitler gibi). Düşman (ki
bunlar yönetici elit, gizli bir tarikat, bir din, azınlıklar ya da var olduğu
varsayılan bir ırk olabilir) kurgunun önemli bir unsuru olarak süper güçlere
sahiptir. Aşağıdaki iki örnekte görüldüğü gibi düşmana belli bir bütünlük,
mutlak bir tutarlılık ve sahip olmadığı kadar güç vehmedilir (Levin, 2005).
Diktatörlük denilince, bir adamın veya
bir partinin diktatörlüğü olarak algılanan şu zamanlarda bu kitabın amacı,
kendisini özgür sanan bir millete mutlak efendilerinin kimler olduğunu açıkça
göstermektir (Michel, 2007: 200).
Dünya barışı için İsa Mesih'in etrafında
toplanmayı telkin eden egemen güç ve vassalları (köleleri). Tahakküm ve
sömürüyü meşrulaştırmak için politikasını dinselleştiren egemen gücün dil
oyunları. İnsanlıkla dalga geçen özgürlük ve demokrasi havarileri. Yeni
dünyanın vassaları; politik aktörler ve aydınlar. Mesihleri;
misyonerler, ılımlı İslamcılar ve diyalogcular. Gücün dilini ve çıkarını
konuşma ve yayma nispetinde değer kazanan ayartma mekânları; sivil toplum
kuruluşları. Kesintisiz küresel sermayenin sömürücü ve ihtilalci aktörleri; çok
uluslu şirketler. Küresel entrika çemberinin nüfuz alanları; ezoterik
cemaatler. Küresel politikanın parçalama aracı; etnik cemaatler ve tüm
bunların ülkemizdeki görüntüleri (Macit, 2006: 669).
Komplo teorilerinin
“bilimsel" gözükme kaygısı olabilir. Fakat komplo teorileri, kurguda bazen
bilimsel söylemlerden veya terminolojiden yararlanmasına rağmen, bilimsel
olmaktan çok uzaktır. Her şeyden önce komplo teorileri toplumsal ve siyasi
olayları incelerken çok-nedenli (multi-causal) bir analize, farklı
bakış açılarına açık bir çok-yönlülüğe ve eleştirelliğe izin vermezler. Her
şeyin nedeni bellidir ve tektir. Castillon, “komplo
teorileri yazan kişilerin sorunu hiçbir zaman haklı olmamaları değil, haklı
oldukları zaman bile karmakarışık bir dünyayı tek bir boyuta indirme
huylarıdır"
der (2007: 324). Bu tek-yönlülük içinde her kapı “büyük plana" açılır.
Aslında zaman zaman çetrefil, anlaşılmaz ve her ne kadar “uçuk" gözükse de
kullanılan argüman genellikle basittir, basmakalıp varsayımlara dayanır. Bazen
varsayımların sayısı artar ve teori heybetli bir iskambil kulesini andırır.
Ama yine de böyle durumlarda bile komplo teorileri basitliklerinden pek bir
şey kaybetmezler, analize ve “bilimselliğe" pek ihtiyaç duymazlar. Bu
açıdan bakıldığında komplo teorileri, “çocuksu" denebilecek bir naiflikle,
“iyi" ve “kötü" karakterlerden kurulmuş aktörlerinin eylemlerini son
derece basit ve doğrudan açıklamalarla, çok-nedenlilikten uzak bir şekilde,
“büyük oyunun" gerektirdiği tutarlılıkta yorumlarlar. Düşmanın kendisi
“muğlâk", kuklalar ise her yerdedir:
ABD de dâhil olmak üzere dünyanın en
büyük devletlerinin başkanlarının, banka ve şirket yöneticilerinin bu
insanların emrinde olduklarını ve küçük devlet başkanlarının büyük çoğunluğunun
ceplerini doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen sadece birer kukla yönetici
olduklarını duyunca belki bu konuda biraz düşünme ihtiyacı hissedeceksiniz
(Mercan, 2005: 441).
Yani
hemen herkes büyük oyunda bir piyondur, komplonun nesnesidir. Düşmanın kendisi de çoğu
zaman “öznellik" arzetmekten uzaktır, çünkü ezeli ve ebedi bir kötülükle
sarmalanmıştır. Değişmeyen bir niyeti vardır. Sanki o bile daha derin bir
kötülükler dünyasında piyondur. Dolayısıyla kurgunun izin verdiğinin dışında
otonomiye sahip bir özneden söz etmek pek mümkün değildir. Bu kurgusal yapı içinde
özne olarak “birey" hemen hiç var olamaz. “Bireyler" ancak
“kukla" ya da “maşa" olarak hikâyedeki yerlerini alabilirler. Moskovici'ye göre:
Komplo zihniyeti, komplo içinde
sınırlandırılmış boyutu dışında bireyi tanımıyor görünmektedir... Komploda bir
araya getirilen bireyler sadece parçası oldukları topluluğun bir ifadesidirler.
Bir başka deyişle, birey, görülemez bir gövdenin gözle görülür bir üyesidir.
Yahudi birey Siyonizm veya Judaizm anlamına gelir. Mason birey Masonluk
anlamına gelir; Cizvit birey Cizvit düzen anlamına gelir vb. Komplo zihniyeti
kişiler arasında ayrım yapmaz. Tam tersine onları ortak bir özü biçimlendirmek
üzere eritir... Başka bir deyişle bireyler kuklalar gibi oynatılırlar (1996:
4).
Dolayısıyla, hikâyedeki bir
kişinin Yahudiliğini, Ermeniliğini veya Slavlığını kanıtlamak kendinden menkul
bir doğruya gönderme yapar, fazla söze gerek kalmaz. Suskunluk her şeyi
anlatan ezeli-ebedi dinsel, etnik veya ırksal bir hakikatin tescil edildiğini
gösterir.
Komplo teorileri görüldüğü
gibi bilimsel bir duruştan epey uzak olmalarına karşın, “kusursuz plan"ı bilimsellik söyleminden
fragmanlar sunarak açıklamaya çalışırlar. Genellikle sadece veriler üzerinden
giden bir bilimselliktir bu (Bozarslan, 2004: 20). Metodolojik bir çerçeve
içinde kurulan bir argüman ve beraberinde gelen eleştirel bir akıl yürütmeden
söz etmemiz mümkün değildir. Sayısal “gerçeklikle" uğraşmak bilimselliğin
bir nevi somut kanıtı gibidir. Zira “Kur'an'ın şifresi" ancak
“bilimsel" bir zeminde çözülebilir:
Yüzyıllardır süregelen bu ve buna benzer
tartışmalar, kimi bilim-din adamları tarafından eleştirilse de sonuç olarak bu
çalışmaların günümüz pozitif bilim kriterlerinin potasında eritilerek ortaya
çıkarılan sayısal sonuçlarını inkâr edebilecek bir mekanizma henüz oluşmamıştır
(Gündoğdu, 2003: 144).
Işık anlamına gelen “Nur Suresi"nde
Edison'un lambayı bulduğu tarih çıkıyor... Arı anlamına gelen “Nahl
Suresi"nde ise helikopterin icadı... Bilimsel ve astronomik bilgilere de
bu şifre sayesinde ulaşılabilmektedir (Çelakıl, 2002: 342).
Bazen bir belge kullanılır;
açıklayıcı anlamı, geçerliliği ve bütünle ilişkisinden çok “fiziksel"
olarak orada olmasına, varlığına vurgu yapılarak. Önemli olan “korkusuzca Türkiye
düşmanlarının üzerine gidip, onların hiçbir şekilde inkâr edemeyecekleri
belgeleri önlerine koyabilmektir"
(Türk, 2004: 294). Aslında her şey, görmek istenilenin görülmesi, alınmak
istenen mesajın alınması, büyük oyunun açıklanması içindir. Detaya inildiği
zamanlar olur ve uzun açıklamalarla “bilimsellik" pekiştirilir. Bazense
daldan dala atlanarak, kısa yoldan hikâyedeki her öğenin büyük oyunla ilişkisi
tescil edilir ve “çok-yönlü", “bilimsel" bir çaba vasıtasıyla
“kusursuz plan" ortaya çıkarılır.
Komplo
teorileri metafizik bir gramere sahiptir. Zamanlar ve mekânlar üstüdür.
Tarihselliği reddeder ve dolayısıyla belli bir döneme ya da coğrafyaya ait bir
bağlam üzerinden işlemez.
Bunların üstündedir. Bu anlamıyla komplo teorileri anakronik olmaya çok
yatkındır. Belli bir dönemdeki olayları, değerleri, kültürü, insanları başka
dönemdekilerle sorunsuz bir şekilde karşılaştırabilir, ilişkilendirir.
Yahudilik mesela Yahudiliktir, kendinden menkul bir değerdir, bin yıldan uzun
bir süredir değişmemiştir, değişmeyecektir, önemli olan da budur. Buna uygun
olarak “Yahudi
asıllı düşünürlerin Türk ve dünya milletleri üzerindeki yıkıcı tesirleri
eleştirilir" (Tanyu,
2005: 955). Bu türden bir yaklaşım sosyolojiyi, siyaset bilimini, edebiyatı,
antropolojiyi, yüzlerce yıllık insanlık mirasını, kültürel, bilimsel ve tarihi
mirası bir çırpıda silebilir, görmezden gelebilir.
Öne sürülen iddialar
genellikle kanıtlanamazlar, fakat iddiaların aksi de (en azından o anda)
kanıtlanamadığından “bilimsellik" merhalesinde bir basamak daha atlanmış
olur. O kişi Yahudi değil midir? Diğerleri de tabii ki masondur ve bu
konuda belge bile vardır. Ayrıca şu gazetedeki filanca da ermenidir. Ve
biliriz ki bunların hepsi “Türk düşmanıdır". Tartışmalar analitik değildir ve genellikle
bilimsel olamayacak kadar “arkaik" kategoriler ve kavramlar kullanılır.
Mesela
“dönme"den kastedilen tam olarak nedir?
Ya
da “devlet" ne demektir?
Bugünün
Türkiye'sinde ne demektir, Osmanlı'da neydi, Fransız İhtilali sırasında tam
olarak ne anlama geliyordu?
Kavramlar
ne analitik olarak ne de tarihsellikleriyle ele alınırlar. Bütün bunların
önemi yoktur. Siyonist grup dünyayı Siyon Protokolleri'nde iddia
edildiği üzere yüzyıllar boyunca yönetmiştir ve yönetmektedir, onun dışında
olup bitenler ise ayrıntıdır, yüzeyde olandır. İnsanlık tarihi diye (o ana
kadar) bildiğimiz şey bu durumda kaçınılmaz olarak sahnelenen bir tiyatrodur.
Komplo teorilerinin
kusursuzluğu ve gizliliği teoriyi dillendirenler tarafından aslında sekteye
uğratılmıştır, ama işin bu tarafı hikâyenin çekiciliği ve yaşanılan fantazinin
yoğunluğu içinde kaynar. Aslında gerçek hayat bize bu kusursuzluğun aksi
yönünde veriler sunmaktadır. Fakat teoriyi sarsacak bariz gelişmeler veya
kanıtlar bir anda yine “büyük oyun"un bir parçası hâline
getirilebilir:
Emperyalizmin egemenliğini Super NATO, CFR,
Trilateral ve Bilderberg gibi
bir dizi örgüt aracılığıyla sürdürdüğü bilgisi her ortaya çıktığında, bu
sistemin görevlilerince “komplo teorisi" itirazları ile karşılanır.
Bunun en önemli nedeni gizliliği koruma çabasıdır... Bu giz sayesinde
insanlığa karşı faaliyetlerini sürdürebilme olanağına kavuşmaktadırlar
(Bilbilik, 2002: 273).
Hayata “planın"
dışından bakabilmek pek mümkün değildir. Komplo teorileri hakkında film yapan
yönetmenin kendisi acaba Yahudi midir? Sadece sorulmaktadır... Bazen yalnızca
salt gizem ve aura hikâyeyi canlı tutmaya yeter.
Sıfırdan bir komplo teorisi
inşa ederken veya var olan bir teoriye gönderme yaparken veya sadece
“komplovari" analizler yaparken bazı yöntemlere başvurulur. Komplo
teorileri zaman zaman Latince cui bono adı verilen basit bir soru vasıtasıyla
ana bulmacayı yerine oturtmaya çalışırlar (Hepkon, 2007: 106).
Türkiye'de
de son dönemde popüler olan cui bono, “kimin çıkarına" ya da “kimin
yararına" anlamına gelir. Komplonun dayandığı temel kurgusal yapı bu soru
eşliğinde ortaya konur ve pekiştirilir. Cui bono aslında polisiye
vakalarda bazen suçluyu bulmak için başvurulabilecek bir çıkış noktasıdır. Fakat son derece karmaşık,
girift ilişkilere dayanan modern dünyanın toplumsal ve siyasal meselelerini her
yönüyle “bilimsel olarak" kapsayıp hâkim olmamıza, anlamamıza imkân
vermez.[5]
Soru: 11 Eylül kimin çıkarına?
Cevap: Global kapitalistler ve İsrail.
Öyleyse...
Yukarıdaki akıl yürütmeye
ek olarak, ayrıca bir İsrail şirketi 11 Eylül'ün hemen öncesinde Dünya Ticaret
Merkezi'nden çekilmiştir. Başka bir İsrail firmasının iki çalışanı cep
telefonu mesajlarıyla felaketin hemen öncesinde uyarılmıştır. Tüm bunların
haricinde New Jersey'de olay sonrası beş İsrailli sevinirken fotoğraflanmıştır.
Bu beş İsraillinin daha sonra uçakları uzaktan kumanda ile yönettiği bile
iddia edilmiştir (Levin, 2005). Dedikodu düzeyindeki bilgiler, doğru olmayan
veriler, bazı doğru veriler ve cui bono sorusu, bize komployu ayağa
kaldıran arka planı sağlar.
Cui
bono
bizi basit ve ivedi cevaplar vermeye yöneltir. Bunu yaparken de birtakım
varsayımlara dayanır. “Bu iş kimin çıkarına" sorusu en başta,
çevrelerinden bağımsız, kendi kendilerine “doğru" kararı verip bunu en
hızlı şekilde uygulama gücünü elinde bulunduran, rasyonel (akılcı) düşünme
yetisine sahip aktörlerin var olduğu varsayımına dayanır. Rasyonel aktör bir parti,
kişi, örgüt, devlet, elit bir grup veya gizli bir cemaat olabilir. Rasyonel
aktör modeli uluslararası ilişkilerde de yaygın olarak kullanılan bir modeldir.
Buna göre uluslararası arena bu dünyaya ait tüm prangalardan arınmış, rasyonel
aktörlerin “çıkar" peşinde koştuğu ve “fayda" maksimize ettiği bir mücadele
sahasıdır. Hâlbuki yaşadığımız dünyada aktörler ne kadar rasyonel olabilir,
rasyonel düşünebilir veya davranabilir, tartışmalıdır. Kant'tan beri
eleştirilen ve Aydınlanma tartışmalarıyla yeniden tanımlanan rasyonaliteyi bu
dünyaya ait, “afakî" olmaktan uzak, ayakları yere basan bir kategori hâline
getirmeye çalıştığımızda ve bu kategori üzerinden düşünüp politika üreten ve
uygulayan siyasetçilerin varlığını işin içine soktuğumuzda ciddi problemlerle
karşılaşırız. O zaman o her şeyden bağımsız “saf" rasyonalitenin bu
dünyadaki çeşitli unsurlar tarafından engellendiğini ve sınırlandığını
görürüz.
Bir
siyaset adamı ülkesindeki gelmiş geçmiş dış-politika kalıplarından,
geleneklerinden ne kadar sıyrılabilir?
Kültür
bu noktada hiç mi etkili olmaz?
Kamuoylarının
bazen karar verme süreçlerine tesiri olmaz mı?
Baştakilerin
sağlıksız psikolojilere, ruh hâllerine veya kişilik bozukluklarına sahip
olmaları mümkün değil midir?
Bütün bunların dışında
rasyonel aktör modeli “hatalara" ve “kazalara" yaşama fırsatı vermez.
Aslında kusursuz olmaktan epey uzak olan bu dünyada siyasetçiler pekâlâ hata
yapabilirler veya planlanmayan kazalar olayların gelişimine katkıda
bulunabilir. Graham Allison (1971) önemli eseri Kararın Özü'nde (Essence
of Decision) rasyonel aktör modelinin yetersizlikleri üzerinde durur.
Allison'a göre aktörlerin rasyonel davranacaklarını varsaymak bilimsel olarak
hiç de yeterli değildir. Gerçek dünyada rasyonalitenin aksine çalışan birçok
faktör mevcuttur. Siyasi çok-başlılık, bürokrasi, üst kademedeki
anlaşmazlıklar, iletişim sorunları, yanlış anlamalar gibi Allison 1962'deki
Küba Füze Krizi'nde ABD hükümetinin bir rasyonel aktör olarak karar vermesini
ve bu kararı süratle uygulamasını sınırlayan bürokratik ve askeri engellerin
varlığından bahseder. Dolayısıyla, Allison sayesinde problemi oyun teorisi
marifetiyle çocuksu bir saflıkla çözemeyeceğimizi, gerçekte durumun çok daha
karmaşık ve ayrıntılarla dolu olduğunu öğreniriz.
Başkan Kennedy ve Johnson
dönemlerinin tartışmalı Savunma Bakanı Robert S. McNamara bir ölçüde günah
çıkarttığı, Errol Morris'in kendisini konu alan belgeseli The Fog Of War'da (2003) savaşın aslında ne kadar
karmaşık bir olgu olduğunu ve insan aklının savaşı tüm değişkenleriyle
kavrayabilmesinin imkânsızlığını anlatır.[6] McNamara
“bazen yanlış görürüz veya hikâyenin yarısını görürüz... inanmak
istediklerimizi görürüz" der. The Fog of War belgeseli
McNamara'nın ABD dış politikasında sorumluluğu ve rolü olmadığını göstermez.
Aksine o yıllardaki diğer siyasi ve askeri aktörler gibi McNamara da
oluşmasına katkıda bulunduğu süreçlerden ve politikalardan sorumludur. Fakat The
Fog of War'da rasyonalitenin (belki ancak) ideal bir durum olabildiğini,
karar-verme süreçlerini etkileyen yüzlerce faktör bulunduğunu, yanlış
algılamalar silsilesinin nelere yol açabildiğini ve insani hatalara her zaman
yer olduğunu bir kez daha görürüz. Dolayısıyla, iç-yapısı ve çalışma biçimi üç
aşağı beş yukarı belli olan “basit" bir dünyaya kusursuz bir plan
aracılığıyla ve süper güçleri sayesinde hükmeden bir gruptan ziyade, neredeyse
kaotik bir dünyaya, “modern bir aklın" rehberliğinde şekil vermeye
çalışan ve kişisel, siyasal, tarihsel, ekonomik ve hatta kültürel etkilerden
kaçamayan, hata yapmaya müsait karmaşık bir yapıyla karşı karşıya kaldığımız
söylenebilir.[7]
Rasyonel bir aktörün
objektif çıkarları doğrultusunda davrandığı, harekete geçtiği ve politika
ürettiği varsayılır. Fakat rasyonel aktör kadar objektif çıkar kavramı da son
derece problemlidir.
Toplumdan,
insanlardan, kişilerden, çeşitli sınıf veya kesimlerden ve belki de en başta
belli bir dünya görüşünden bağımsız, objektif bir çıkar (peşinde koşan rasyonel
aktörleri bir kenara bırakalım) ne kadar mümkündür, mümkün olabilir?
Objektifliğin
kriteri nedir?
Aslında çıkar meselesi
“toplum için iyi olan nedir ve bunu kim tayin eder" sorusuyla yakından
alakalıdır. Komplo teorileri demokratik bir tahayyülden uzak bir noktada
durduklarından her şeyin bir grup elitin insiyatifinde olduğu savını peşinen,
sorgusuz-sualsiz kabul ederler. Uluslararası ilişkiler analizleri çoğu zaman
çıkarlardan söz ettiklerinde, devletlerin yaptıklarından değil, yapması gerekenlerden
bahsederler ve gerçekle karşılaştırılabilecek bir “idealtip" tanımından
yola çıkarak “bilimsel" bir düzlem içinde kalmayı başarırlar. Komplo
teorileri ise “gereken" ile “olan" arasındaki sınırı çizemezler.
Varsayılmış objektif çıkarlar üzerinden komployu hikâyeleştirirler. Cui bono
sorusu bu eğilimin kendini ifade ediş tarzıdır. Bu çerçevede dünya meseleleri
var olduğu varsayılan “ideal" bir “mantık" silsilesi üzerinden
çözülebilir, anlaşılabilir:
11 Eylül olayının perde arkasında
Amerikan derin devleti mi var?
... Söylendiği gibi ABD ve İngiltere Irak'ta batağa mı saplandı yoksa bu da başka bir planın aşaması mı?
İsrail tüm bu karmaşadan nasıl bir sonuçla çıkmak istiyor?
Dünya bir tarafta, ABD ve Avrupa Birliği; diğer tarafta, Rusya ve Çin diye bloklara mı ayrılıyor?
Türkiye'nin yeni Ortadoğu haritası ve yenidünya düzeninde yeri neresi?
Aklınızı kurcalayan tüm bu sorulara, sıra dışı bir akıl yürütme ve kusursuz bir mantıkla ünlü stratejist Mahir Kaynak cevap veriyor (Kaynak, 2006: 153).
... Söylendiği gibi ABD ve İngiltere Irak'ta batağa mı saplandı yoksa bu da başka bir planın aşaması mı?
İsrail tüm bu karmaşadan nasıl bir sonuçla çıkmak istiyor?
Dünya bir tarafta, ABD ve Avrupa Birliği; diğer tarafta, Rusya ve Çin diye bloklara mı ayrılıyor?
Türkiye'nin yeni Ortadoğu haritası ve yenidünya düzeninde yeri neresi?
Aklınızı kurcalayan tüm bu sorulara, sıra dışı bir akıl yürütme ve kusursuz bir mantıkla ünlü stratejist Mahir Kaynak cevap veriyor (Kaynak, 2006: 153).
Komplo zihniyeti ayrıca
(son derece problemli olduğunu gördüğümüz) rasyonel aktör modelini dini/kutsal
bir söylem içinde kullanarak bize sunabilir. Neticede çıkarları için her şeyi
göze alan ve bu uğurda en iyisini yapmaya muktedir, şeytani bir tasarımla karşı
karşıyayızdır. Karşı taraf sadece akılcı değil, aynı zamanda kötüdür ve
düşmandır. Yapılabilecek en iyi şey, aynı akılcılıkla, yani aynı kurnazlık,
bazen çabukluk ve belki de “kirli" yöntemlerle düşmana karşılık
verebilmektir. Böyle durumlarda öyle fazla düşünmenin, bilimsel analizler
yapmanın, demokratik yöntemlerle filan süreci yavaşlatmanın pek bir anlamı
yoktur. Bunların eninde sonunda kimin işine yarayacağı bellidir.
Dolayısıyla,
“bilimsel" ve “akılcı" bir yolu takip ederek cui bono
sorusunu sormak bazen yaklaşmakta olan bir “akıl tutulmasının" da
habercisi olabilir. İşin içinde şeytani bir grubun, kişinin, düşmanın var
olması komplo teorilerine siyasi anlamda da toplumsal bir hareket alanı
sağlayabilir. Düşman algısı içinde olan herkes bir cadı avının, günah keçisi
arayışının nesnesi hâline gelebilir. Bu süreç tehlikelidir ve cui bononun
her zaman pek de “samimi" bir saikle sorulmadığı izlenimini doğurur. Zira cui
bono, zaten hâlihazırda belli bir komplo kurgusu içinde mimlenmiş düşmanı
bir “cevap" olarak sunma işlevi görür. Yani sorunun cevabı merak edilmemekte,
zaten bilinmektedir. Aslında “objektif" ve “çıkar" kavramları bu
kadar problemliyken, spekülatif cevaplar her zaman bu boşluğu doldurabilir. Bu
şartlar altında pekâlâ “objektiflik" maskesi altında herhangi bir
hadisenin herhangi bir aktörün çıkarına olduğu bir miktar demagoji, bir miktar
varsayım ve bir miktar tarih bilgisiyle “kanıtlanabilir". Cui bono
da bize yardımcı olur hiç şüphesiz ve bu anlamda soru değil, aslında bir
cevaptır ya da istediğimiz cevabı vermemizi sağlayan bir akıl oyununun
parçasıdır.[8]
Cui
bono
ilginç bir şekilde komplo teorilerinin sıkıntıya düştüğü dönemlerde bir nevi
can simidi olarak da kullanılabilir. Bu sayede yaşanan gelişmelere karşı
komplo zihniyetinin bir direnişi olarak bir meta-kurgu da geliştirebilir.
Örneğin bir hadisede suçluların yakalanıp olayların örgüsünün hiç de komplo
teorisinin varsaydığı şekilde gelişmediği kanıtlanmış olsa bile “peki bütün
bunlar kimin çıkarına" sorusuyla komplo mantığı her şeyi içine çekerek bir
kara delik gibi varlığını devam ettirme potansiyeli taşır. Dolayısıyla komplocu
bir ruh hâliyle bir kere işe başladıktan sonra kısır döngüden kurtulmak pek
kolay değildir.[9]
Komplo teorileri tarihine
baktığımızda genel olarak komplo zihniyetinin büyük toplumsal, ekonomik ve
siyasal değişimlere bir direnç mekanizması olarak ortaya çıktığı iddia
edilebilir. Gerçekten de Fransız Devrimi'ne ve onun bazı “ilerici"
kazanımlarına karşı
Avrupa'daki muhafazâkar,
baskıcı rejimlerin ortaya çıkan komplo rivayetlerine katkısı göz ardı edilemez
(Hepkon, 2007: 10, 40; Castillon, 2007: 75-187, 367). McCharty döneminde farklı
düşünenler komünist olmakla suçlanmışlardır. İttihat ve Terakki ve Mustafa Kemal
zaman zaman komplo teorisyenlerinin hedefi olurlar. Türkiye'deki
demokratikleşme çabaları “yabancı güçlerin komplosu" olarak nitelendirilir
sık sık. Keza Ukrayna ve diğer eski Sovyet Bloğu'na dâhil ülkelerdeki
gelişmeler de “Soros
komplosunun parçası"
olarak görülmüştür. Komplo teorisinin ortaya çıktığı psiko-politik düzlem
genellikle muhafazakâr tınılar taşıyan, statükoya paranoyaya varacak ve
değişimden korkacak kadar bağlı bir pozisyona işaret eder. Fakat bundan daha
fazlası vardır. Basit anlamıyla muhafazakârlığın ötesinde komplo teorilerine
gösterilen ilgi ve belki “sadakat", aşırı-milliyetçi ve faşizme kayan bir
hâlet-i ruhiye ile birçok bakımlardan örtüşür.
Aslında komplo teorilerinin
ardında yatan gizem, bağlı olunan söylemin pek de değişmeyen bir parçasıdır.
En yaygın olan, “klasik" diyebileceğimiz komplo kurgusuna göre, dünyayı
yöneten yapı bir piramite benzetilir. Ayrıcalıklı bir grup vardır ve piramidin
tepesine çıkıldıkça daha ufak ve güçlü gruplar belirir. Ta ki, o tepedeki son
taşın bulunduğu en yüksek noktaya gelene kadar. Oradaki “seyreden göz"
çoğu zaman gizeme dayalı komplo anlatım tekniğinin önemli bir parçası olarak
yerinde durur, ne ya da kim olduğu pek telaffuz edilmez. Telaffuz etmemek, tam
telaffuz edecekmiş gibi yapıp suskun kalmak, komplo ifade biçiminin bir
parçasıdır.[10]
Buna karşın bazen nihai düşmanın varlığı uzun ve özellikle dini (Hristiyan) söylevlerde
açıkça deşifre edilir: ezeli-ebedi kötülüğün simgesi Lucifer, yani Şeytan.[11]
Fakat yine de gayet yaygın olan tarz gizemi saklı tutmak ve vurguyu, telaffuz
“etmeyerek" yapmaktır.
Gizem bir yana, aslen eski,
bilindik bir hikâyenin, efsanelerle, geleneksel anlatılar ve masallarla örülmüş
ön yargıların tekrar ısıtılıp sofraya sürülmesi söz konusudur. Bu açıdan
bakıldığında komplo teorileri basit ve tek-yönlüdür, ortak bir form ve kurgusal
yapıya sahiptir ve aslında bir hayli sıradandır:
Zamanında harekete geçmiş olan heyecan
ve inançlara tekrar canlılık verilir. Bunlar herkesin bilinçliliği üzerinde
gizemli bir çekim ve karşı konulmaz bir itki icra ederler. Sanat, efsaneler ve
halk dili bu tür öğelerden öyle çok içerir ki, onların önceki tüm etkililiklerini
vermek için çok az şey gereklidir. Bu, “komplolar"ın zaman içindeki
umutsuz monotonluğunu ve bütün dünyanın aynı arkaik derinliklerden geçip
geldiği gerçeğini açıklar (Moskovici, 1996: 13).
Komplolar
bazen eski efsanelere ait imgelere dayanarak bir topluluğu “yabancılara"
ya da “düşmana" karşı harekete geçirmeyi amaçlar. Yahudiler hakkındaki
yüzyıllardır devam eden efsaneler 20. yüzyıl başlarında Avrupa'da komplo
teorilerine dönüşmüş ve gelmekte olan felakete büyük katkı sağlamıştır. Soğuk
Savaş döneminde Amerika'da komplo zihniyeti McCharty döneminin cadı avına
hizmet etmiş, Stalin'in SSCB'sinde de totaliter rejimin manipülasyon aracı
olarak kullanılmıştır. Bugün dünyada, özellikle Amerika'da işin bilim-kurgusal
tarafını öne çıkartan, nispeten “zararsız" UFO ve NASA
komploları revaçtadır. Buna karşın Neo-Nazilerin katkısıyla Hitler dönemi
hakkındaki soykırım komplolarının ve eski Yahudi efsanelerinin yeniden
piyasaya sürülmesi ve destekçi bulması önemlidir. Komplo teorileri dünyada ve
Türkiye'de hâlâ belli oranda bir popülariteye sahiptir. Ortodoks Papaz Sergey Nilus'un 1905 yılında yayımlanan
kitabı Siyon Protokolleri'nin sahte olduğu artık biliniyor. Protokoller'in
sahte olduğu, yüzyıllar boyunca dünyayı yönetmeye devam eden bir Siyon kliği
tarafından yazılmadığı, ilk defa 1920'de Lucien Wolf tarafından tespit
edilmesine rağmen, kitap etkisini yitirmedi ve Hitler'e ilham verdi (Hür, 2005). Kitabın
sahteliği, cümle kalıplarının nereden çalınıp değiştirildiği bile ortaya çıkmış
ve günümüze gelene kadar bütün bunlar defalarca yazılıp çizilmiş olmasına
rağmen, Protokoller hâlâ Batı'da aşırı sağcı grupların başucu kaynağı
durumunda. Bununla kalmayıp Mısır, Suriye
ve İran gibi Ortadoğu ülkelerinde popülerliğini koruyor. Türkiye'de de yakın
zamanda Hitler'in Kavgam'ı ile birlikte çok-satanlar listesine girmeyi
başarmıştı.
Peki, ama zaman zaman
entelektüel çevrelerde bile etkili olabilen komplo teorilerinin çekiciliği
nereden geliyor? (Hanioğlu, 2006: 2). Bu soruya kesin bir cevap vermek zor. Chomsky'e göre komplo
teorileri bir kişi veya grubun gizli iktidarı ile ilgilidir. Bu anlamda komplo
zihniyeti ile harekete geçirilen yöntem, yapısal ya da kurumsal analizlerle
taban tabana zıttır
(Chomsky, 1995; Rai, 1995: 42). Dolayısıyla komplo mantığı tüm problemlerin
sanki “Wall
Street'deki binaların mahzenlerinden birinde gizlice burbon içen bir grup beyaz
adamın yakalanmasıyla çözülebileceğine işaret eder" (Berlet, 2004: 7). Ama
belki komplo zihniyeti ile faşizm arasındaki muhtemel paralellikler bize bir
ipucu verebilir. Aslında faşizm üzerinde etkili olan reaksiyoner duygusallık,
güdüleri harekete geçiren hınç kültürü ve bir anda ortaya çıkan linç eğilimi,
komplocu bir hâlet-i ruhiyenin çok da uzak durmadığı bir mecraya aittir.
Karmaşık toplumsal ve siyasal hadiseleri komplo teorilerine başvurarak, mevcut
ön yargıları ve efsaneleri de destekleyerek basit olarak açıklayıvermek aynı
zamanda faşizmin düşman yaratma ihtiyacına da cevap verir. Düşman bu sayede
ilk önce kuklalıkla suçlanabilir ve kısa sürede şeytanlaştırılarak kendisine
doğaüstü güçler vehmedilir ve insanlıktan çıkarılır (Moskovici, 1996: 12). Bu
noktada aslında komplo zihniyeti ve faşizmin paralellik arz etmesinde
psikolojik boyutun rolünü göz ardı etmemek gerekir. Castillon, inananların ruh
hâllerine vurgu yapar:
Komplolora inanmak dolu dolu ve
heyecanlı bir yaşam sürmeyi garantiler, bu yaşamda her bir gün kavga günüdür
ve her an tarihi bir andır; fakat heyecanlı da olsa rahatsızlık verici bir
yaşamdır bu. İnananlar, kötünün avantajlı ve kazanmakta olduğunu bilirler
(329).
Komplo zihniyetinin
komploya maruz kalanı (kendisi de dâhil) kurbanlaştıran ve düşman yaratan
özelliği ve ajitasyon üzerinden güdüleri yücelterek harekete geçirme
potansiyeli bizi faşizmin karanlık sularına götürür (Bora, 2007). Burada
korkuyla beslenme, hedef bulma, gösterme ve rahatlama söz konusudur. Çatlak
seslere, farklı olana karşı korku, reaksiyoner bir tepkiyi beraberinde getirir.
Moskovici bunu güzel tasvir eder:
Bir tabuyu çiğnemek, bir anlaşmayı
bozmaktan veya uzlaşma ittifakından sapmaktan her zaman daha ciddi bir şeydir.
Kişiyi sadece zorluklara ve yaptırımlara maruz bırakmakla kalmaz, yakın
ilişkide oldukları arasında bile kendisine yönelik kontrol edilemez heyecanlar
ve genel bir düşmanlık duygusu uyandırır. Bu tür bir eylem, kendisiyle tamamen
orantısız bir tepkiye yol açar; sanki coşkulu bir hayran kitlesinin ortasında
bir aktörü yuhalamıştır (7).
Son yıllarda
milliyetçilikle yükselen bu hâlet-i ruhiyenin izlerini Türkiye'de görebiliriz.
Tanıl Bora'ya göre (2007) bu hâlet-i ruhiye kendini “hıyanet suçlamaları",
“fikri mücadelenin derhal İstiklal Savaşı'na atıflarla kanlı imgelere
boyanması", “anlatılmak istenen lafa bakmadan, mahsurlu sayılan bir
kelime geçtiği anda vaveylayı koparan ve her lafı bir şeylere sadakat
yükümlülüğü talep ederek yarıda kesen hamasi tavır" ile belli ediyor.[12]
Neticede güdülerine göre hareket eden ve aklıselimden uzaklaşan insan şiddete
daha yatkın hâle geliyor.
“İsim
vermek", “liste yayımlamak", “afişe etmek", “tüm çıplaklığıyla
ortaya sermek", “belgelerle açıklamak", bir hedef gösterme ve linç
faaliyetine kapı aralamak anlamına gelebilir. [13]Bu noktada
faşizm ile kurulan yakınlık kendini daha belirgin olarak göstermeye başlar. Dünyayı
Yöneten Gizli Güçler: Son Bilderberg 2007-İstanbul Yorumları ve Listeleriyle
Birlikte (Sayın, 2007) adlı kitapla isim vererek başlayan kampanyanın
“sansasyonel" bir boyutu vardır, “Türkiye'de ilk kez bir giz perdesi
aralanmaktadır":
[Kitap] dünyayı yöneten gizli örgütleri
oluşturan mafyalaşmış büyük sermayenin elebaşlarını konumlarıyla birlikte
ortaya koyuyor. Kitapta ayrıca CFR,
Trilateral, Bilderberg
üyesi 5000 kişinin ve Türk Bilderberg üyelerinin isim listesi yer almaktadır
(Bilbilik, 2002: 273).
Söylemsel olarak
“gizlilik" ve “güç" kavramları beraber ele alınırlar ve gizli
örgütlere bu noktada olduklarının çok ötesinde bir güç vehmedilir.
“Şeffaflık", “demokrasi" ve “kişisel hak ve özgürlükler" gibi
kavramlar “manipülasyon aracı" olmaktan kurtulamazlar. Bu değerlere
bağlılık duyanlar da en iyi ihtimalle “saf" olarak değerlendirilebilir.
Dünya tarihi bu anlamda büyük güçlerin gizli örgütler aracılığıyla
gerçekleştirdiği mücadelelerin toplamıdır. Dolayısıyla direniş de yine ancak
gizli örgütler üzerinden olabilir. Masonların ve Yahudilerin beyaz
Hristiyanlara karşı komplo kurduğuna inanan çeşitli ırkçı, Neo-Nazi gruplar
eleştirdikleri ezoterik yapıyı kendileri kurmuşlardır. Bir nevi şövalyelik
ritüeli ve kutsallık miti üzerinden kurgulanan Ku Klux Klan örgütü
bunun en iyi örneğidir.[14]
Bu minvalde Türklerin de kendilerine karşı kurulmuş büyük komploya karşı gizli
teşkilatlar aracılığıyla mücadele etmesi “doğanın" gereğidir. Sayın'a göre
“Türklerde
ve Müslümanlarda gizli bir örgüt benzeri yapı olarak Ahilik ve Bektaşilik"
üzerinden
Teşkilat-ı Mahsusa'ya uzanan çizgi, ana direniş damarıdır (255). Amerikan,
İngiliz, Rus, Alman ve İsrail derin devletleri mevcutken Türkiye gibi bir ülke
kendini bu küresel saldırıdan nasıl koruyabilir? Direniş üzerine bugünün
Türkiyesi için çıkartabileceğimiz sonuç “Türkiye'nin
bu coğrafyada yaşayabilmek için çok güçlü, ulusalcı ve Türkçü bir derin devlet
inşa etmesi" gereğidir, “aksi takdirde ulus-devlet çökecektir" (482).
Umberto Eco, The New
York Review of Books'da yayımlanan “Kök-Faşizm" (Ur-Fascism)
adlı makalesinde faşizmi aslında çok da tutarlı olmayan, oradan buradan kaptığı
motifler ve fikirlerle senkrektik bir bütünlük yaratmaya çalışan bir
totaliterlik olarak tanımlar (1995: 3-4). Dolayısıyla, duruma göre pozisyon
alan ve çelişkileri içselleştirmiş bir akımla karşı karşıyayızdır. Senkrektik
özellikler göstermesi ve tarihsel ve sosyal bağlam içinde belli bir esnekliğe
sahip olması komplo teorilerinin de önemli bir özelliğidir. Siyon
Protokolleri'ni Neo-Naziler de, köktendinci İslamcılar da, kendine “ilerici"
ya da “solcu" diyen bazı gruplar da, Amerika'daki fanatik Hristiyan
tarikatlar da pekâlâ benimseyip kullanabilir. Bu anlamda komplo zihniyeti
ideoloji, siyasi pozisyon, din, ülke, kültür tanımaz. Herkes bir yerinden
tutabilir, dolayısıyla herkesin kendine göre bir şey bulup komployu
canlandırma, canlı tutma şansı vardır.
Analitik derinlikten uzak
olmak, senkrektik düşünce tarzıyla beraber var olduğunda faşizmle akrabalık
daha bir belirginleşir. Düşman arayışı paranoyak bir ruh hâliyle birleşince son
derece “absürd" ittifaklar ortaya çıkar. Düşman Lucifer imgesinde olduğu
gibi sinsidir, her yere sızmış olabilir ve tabii mutlak kötülüğü temsil eder.
Her yerden çıkabiliyor olması ihtimali, akıldan çok duygulara ve güdülere
hitap ettiğine işaret eder. Dolayısıyla çok temel ve belirgin ayrımları yapmak
zahmeti bile gösterilmeyebilir. Mesela, çoğu zaman Sabetaycılıktan söz ederken
Yahudilik ile aynı şey olmadığı, zaman zaman çelişen ve çatışabilen tarafları
bulunduğu göz ardı edilir. Bazen Amerika'daki Hristiyanlar Türkiye'deki İslamcılarla
aynı kampta yer almakla kalmazlar, aslında aynı “düşmanın"
unsurlarıdırlar (Özakıncı, 2007). Bu bağlamda komplo teorileri “uyuşturucu ile
mücadele edenlerin uyuşturucu tacirlerine, Yahudilerin Nazilere, anti-semitizmin
Yahudileri kendi kendilerinden korumaya yarayan ahlaki bir gerekliliğe"
(Pipes, 1997: 10-14) kolaylıkla dönüşebildiği rüya âlemini andıran gerçeküstü
bir arka plana sahiptir.[15]
Tayyip
Erdoğan'ın “İslamcılığı", onun Yahudi soyundan geldiği iddiası ile
sorunsuz bir şekilde bağdaştırılabilir (Poyraz, 2007). Kürt probleminin PKK ile
beraber Ermeniler ve Büyük İsrail Devleti peşindeki Yahudilerin eseri olduğu
öne sürülebilir (Özoğlu, 2006). Nazi
döneminde ise, kapitalizm ile sosyalizmin aslında aynı kapıya çıktığı, pek de
farklı olmadıkları, ikisinin de arkasındaki gücün Yahudiler olduğu teması
ısrarla işleniyordu
(Hepkon, 2007: 123). Dolayısıyla yerine göre düşman yaratma saiki komplo
zihniyetinin faşizme eklemlenmesini sağlar. Nazi dönemi Almanyası'nın siyaset
kuramcılarından Schmitt'e göre siyasi birlik gerçek bir düşmanın var olduğu
varsayımıyla beslenir (McDonald, 1968: 523).
Eco bu çelişkili çerçeveye
rağmen kök-faşizm adını verdiği faşizmin bazı değişmez özelliklerini vurgular.
Listedeki çoğu özellik komplo teorilerinin arka planını oluşturan yapıyla
benzeşmektedir. Farklı olandan korkma, analitik ve eleştirel düşünceden uzak
durma (bu anlamda entelektüel düşmanlığı), kişisel ve toplumsal tatminsizliklerden
beslenme, düşmanların gücünü vurgulama, aşağılanmış hissetme ve diğerleri. Bu
açıdan “komplo teorileri eşittir faşizm" demek mümkün olmasa da,
yukarıdaki ortak özellikler, komplo zihniyetiyle düşünen bir insanın faşist bir
ruh hâline yakın belirtiler göstermeye çok müsait olduğunu bize işaret ediyor.
Bu noktada psiko-sosyal faktörlerin devreye girdiği söylenebilir. Reich, küçük
adamı homo normalisin dışına çıkamamakla, “ırk, sınıf, ulus gibi
aptallıklara" takılıp kalmakla itham eder (2007: 106). Zira “küçük adam
hastadır" ve “kendinden kaçmaktadır" (27). Aslında bu anlamda
kimlik, “boşluğun" ya da “hiçliğin" tahayyülüyle kolektif
“travma", “unutkanlık" ve “inkâr" gibi psişik mekanizmaların
yardımıyla oluşturulur
(Yörük, 2002: 309-310). Dolayısıyla, toplumsal kriz anlarında yaşanan kitlesel
akıl tutulmaları ve güdülerle birlikte paranoyaların öne çıkması faşizmin
siyasi veçhesinin “sokağı harekete geçirme" isteğiyle örtüşmektedir. Bu
anlamda faşizm, bir “savaş hükümeti" yaratarak ona yaslanma ve daimi bir
seferberlik ruh hâli sağlayarak toplumu harekete geçirme itkisi taşır (Sabine
ve Thorson, 1973: 808). Bunu yaparken komplo teorilerinin işleyiş
mekanizmasını andıran bir şekilde, faşizm bütün problemlerin ve korkuların
kaynağını tek bir merkezde toplamayı amaçlar. Zizek'e göre bu süreç Nazi
Almanyası'nda örneğin, ekonomik kriz, “ahlaki çöküntü" veya savaşta
kaybetmiş olmak gibi problemlerin birleştirilmesi ve sabit bir anlam noktası
üzerine yönlendirilmesiyle sağlanır: Yahudiler (114-115).
Bir siyasi ideoloji olarak
faşizmle doğrudan dirsek teması da söz konusudur. Nazi rejiminin önemli siyasi
mekanizmalarından biri hiç şüphesiz dönemin propaganda bakanlığıydı. Naziler
(kendileri komplolara inanmakla beraber) komplo zihniyetinin manipülatif
doğasını çok önceden keşfetmişlerdi. Uzun süre propaganda bakanlığı yapmış Joseph Goebbels 1928'deki bir konuşmasında “propaganda
için önemli olan başarıdır... propagandanın 'hoş' ya da 'teorik açıdan doğru'
olması gerekmez" demiştir (1999:
7). Basitliğe, her konuyu tek bir noktaya çekmeye ve belli kalıpları usanmadan
tekrar etmenin faydalarına vurgu yapmıştır. Mussolini döneminin
ideologlarından Alfredo Rocco'nun toplumu tasvir ederken yaptığı, Spencer'ın
sosyal darwinizmini çağrıştıran biyolojik analojiler hayli popülerdi
(McDonald, 1968: 523). Faşizmin
yararlandığı demagoji odaklı propaganda tarzının önemli bir öğesi de “halk
kurgusu"dur (Eco, 1995).
Halk adına konuşmak veya halkın “konuşturulması" bilinen bir yöntemdir.
Halk bir yandan dillendirilirken, öbür yandan siyasetçilere ve siyasi olana
güvensizlik hissi had safhadadır.[16]
Komplo üzerinden düşünen bir kitle yaratılmak istenmektedir. Fakat propoganda
araçlarının etkin kullanımına inanan Nazi ideologlarının kendileri de hiç
şüphesiz komplo teorilerinin “aurasından" etkilenmişlerdir.
Faşizan
bir dünya görüşüyle örtüşen bir diğer özellik, komplo teorilerinin son derece
“ilkel" ve içinde belli bir “öz" anlayışı barındıran kategoriler
üzerinden çalışma eğilimi göstermesidir. “Millet", “etnisite",
“din", “ırk" ve hatta bazen “dil" gibi kategoriler hiç sorgulanmadan,
ilkselci (primordialist) bir bakış açısıyla ezelden beri değişmeden var
olmuş gibi algılanırlar; “Türk ırkının kökenlerini araştıran Atatürk hangi
gizli sonuçlara ulaşmıştır?"
(Kuzu, 2006: 204). Özden sapma yaygınlıkla kullanılan bir temadır.
“Karışma", “içeri sızma" ve “kabuk değiştirme" gibi kalıplar son
derece tehlikeli bir sürece, değişime ve öz-benlikten kopuşa işaret eder. Bu
kopuş, homojenliğin ve saflığın yitirilişi eşliğinde, bazen mesela
“devşirmelikle", bazen de farklılığın “ihanet" olarak sunulmasıyla
ilişkilendirilir. Bununla beraber komplo teorilerinin dayandığı bazen muazzam
seviyelere ulaşan anakronizm epistemolojik bir boşluğun habercisi gibidir.
Olayları ve olguları kendi bağlamları dışında değerlendirmek hikâyenin
kolaylıkla, zahmetsizce ortaya çıkartılmasına katkıda bulunur:
Osmanlı devlet düzeninde devşirmelerin
özel bir yeri olmuştur... Zaman zaman devletin en üst makamlarına kadar (sadrazamlık)
yükselmişler ve devleti yönetmişlerdir... Osmanlı döneminin bu zoraki
devşirmelerinin yerini bugün gönüllü devşirmeler almıştır. Bu gönüllü
devşirmeler de Osmanlı'ya ihanet eden zoraki devşirmeler gibi ülkelerine ihanet
içindedirler. Yenidünya düzeni adı altında egemen ülkelerin emperyalist
emellerine hizmeti kendilerine şiar edinmişler ve ulusal politikalarımızı
Amerika Birleşik Devletleri'ne endekslemiş ve ekonomimizi de IMF ve Dünya Bankası'na emanet etmişlerdir
(Dikbaş, 2002: 405).
Kayıp Kıta Mu Atatürk için
neden çok büyük önem arz ediyordu?... Atatürk mason localarını kapatan kararı
imzalarken, kendi idam fermanını da imzaladığını biliyor muydu?... Atatürk'ü
zehirleyerek öldüren katiller ve işbirlikçileri kimlerdi? (Kuzu, 2006: 204).
Daha önce belirtildiği gibi
faşizm bir “daimi savaş", bir “seferberlik ruh hâli" yaratma
peşindedir ve bu da komplo teorilerinin keskin, ilahi tonlar taşıyan kurgusal
yapısıyla, büyük oyunun bir ölüm-kalım meselesi olması ile ilintilidir.
“Ötekileştirme" mekanizması düşmanın gücünü abartır ve fakat bu duygusal
dışavurum şiddet eğilimleri göstermeye başladığında kendine güven seviyeleri
tavana vurur. Bu git-gellerle dolu ruh hâli düşmanın bazen çok güçlü, bazen de
çok zayıf görünmesini sağlar. Eco'ya göre faşist iktidarlar savaş kaybetmeye
mahkûmdur, çünkü düşmanın gücünü objektif olarak değerlendirme kabiliyetine
sahip değillerdir (1995: 7). Protocols of Zion filminin yönetmeni Marc
Levin (2004), Siyon Protokolleri'ni ilk okuduğunda kitabın tarihten
gelen ön yargılarla örülmüş Yahudi imgeleriyle (kemirgen, solucan, böcek,
sürüngen) yazılmadığını düşündüğünü, yani kitabın kurgulanmış düşmanı
aşağı-insan (sub-human) olarak değil, aksine üstün-insan (super-human)
olarak gösterdiğini söyler. Fakat burada karşı tarafın insanlıktan çıkarılması
işin “püf" noktasıdır. Aslında keskin bir “biz" ve “onlar"
ayrımına dayanan aşırı-milliyetçi düşünce biçimi faşizmle dirsek teması
içindedir ve beslediği paranoyak ruh hâli yukarıda da belirtildiği gibi,
düşmanı sub-human ile super-human arasında gidip gelerek
algılar.
Arendt, totaliter toplumun
görünürdeki hissizliğinin ardında sağduyunun (common sense) ötesinde bir
süperduygu (super sense) yattığını söyler (138). Ancak bu şekilde
tarihin anahtarı bulunabilir, evrenin sırları aralanabilir. Bu totaliter
iddialar ciddiye alınmadıkları sürece sorun teşkil etmezler. Fakat birinci
önerme kabul edildiğinde der Arendt, paranoyak bir sistemin
meşrulaştırılmasına benzer bir şekilde size mantıklı ve kendi içinde tutarlı
bir zemin sunarlar (138). Chomsky'e göre (1995) komplo zihniyetine karşı kullanılacak
en önemli metod kurumsal analiz yapabilmek, modern, kapitalist kurumların
(şirket, devlet, medya organları vs.) çalışma mekanizmalarını ve birbirleriyle
olan ilişkiler ağını çözebilmek, anlayabilmektir. Bu aynı zamanda problemin
kişiler veya çok ufak ölçekli gruplarla değil kurumların yapısıyla ilgili
olduğunu anlamak demektir. Fakat bunun yanında özellikle “ulusal kriz"
zamanlarında “farklı olandan korkma", “linç kültürü", “tarihsel
önyargıların tekrar ısıtılması" ve “azınlık düşmanlığı" gibi faşizme
kayan özellikler ortaya çıktığında “çatlak" sesler pek duyulmaz,
duyulmadan bastırılır.
Bazı komplo teorileri
faşizan eğilimler taşımayabilir. UFO'lardan NASA'ya, yemek
endüstrisinden küresel ısınma ve iklim değişikliğine birçok konuda, özellikle
Kuzey Amerika'da başlayan yeni spiritüel akımlardan da alınan ilhamla, komplo
teorileri ortaya çıkmaktadır ve bunlar dünyadaki çeşitli popüler kültürlerin
renkli bir malzemesi hâline gelmişlerdir. Komplo mantığı çerçevesinde üretilen
çeşitli kitaplar ve filmler belli bir estetiğe ve bir “haz" ihtiyacına da
cevap vermektedir. Da
Vinci Şifresi'nden, Tapınak Şövalyeleri ve İlluminati
hakkındaki sayısız kitaba, Matrix'den V for Vendetta'ya pek çok
eser aslında var olan dünyanın, ya da bilinenin sahteliğinden yola çıkarak
gizli bir gerçekliği, bilinmesi gereken kutsal bir hakikati su yüzüne çıkartma
üzerine kurgulanmıştır.
Batı'da New Age
temalı kitaplar, filmler, seminerler ve gruplar son 20 yıldır yaygınlaşmıştır.
Bu popülerlik neticesinde ortak New Age motifleri komplo teorilerine de
sirayet etmiş görünmektedir. Aslında New Age denilen şeyin kendisi de
(tıpkı faşizm ve komplo teorileri gibi) son derece senkrektik bir yapıdan
beslenmektedir. California'daki çeşitli yoga seanslarından, yerkürenin yaşayan
bir Tanrıça olduğunu söyleyen Gaia teorisine, kişisel kendini aşma tekniklerinden,
(yeniden popülerleşen) Sufi anlayışa, insanın her şeye muktedir olduğunu iddia
eden bir insan-tanrı anlayışından, Budizme, ayurvedadan aromaterapiye,
astroloji kitaplarına ve hatta belki alternatif tıbba kadar birçok şey New
Age'in kapsayıcı (catch-all) ve eklektik anlamı içinde bir yer
bulmaktadır. Birbiriyle pek de alakası olmayan felsefeleri, gelenekleri,
bağlamları ve kültürel motifleri sorunsuz bir biçimde toplayan (postmodern)
bir kolajdır; New Age, dolayısıyla gayet bireysel bir saikle herkes
kendi New Age'ini yaratabilir. Bu anlamda New Age belki de kişiye
göre özelleştirilebilen (customizable) ürünlerin sunulduğu bir tüketim
kategorisidir.
New
Age
motiflerin komplo kurgusunun içine yedirilmesi artık Türkiye'de de zaman zaman
yapılmaktadır. Atatürk'ün “Kayıp Kıta Mu'ya karşı olan ilgisi" (Meydan,
2006) ve masonların buna karşı kurdukları komplo aynı filmin kareleri gibidir
(Kuzu, 2006).
Kur'an üzerine yapılan
“numerolojik" çalışmalar dışında (Çelakıl, 2002; Gündoğdu, 2003) Kur'an ve
UFO bağlantısı hakkında bir kitap mevcuttur (Yunak, 2004). Bunun
dışında Atlantis ile “Türklük" arasındaki ilişki de New Age
unsurunun nasıl özcülük (essentialism) ve ilksellik (primordialism)
üzerinden Türkiye'deki tanıdık ulusalcı-milliyetçi hikâyeye eklemlenme
potansiyeli taşıdığını gösteriyor:
Latin alfabesine geçiş Türkçe'nin öz
alfabesine kavuşması mı demek?
Türklerin anayurdu neresi?
Orta Asya mı Atlantis mi? Türkçe bir Atlantis dili mi?
Atlantis yoksa Anadolu mu?...
Güneş Dil Teorisi'ne karşı tek bir bilimsel karşı çıkış olmamasına rağmen neden hep dalga geçilir?
Güneş Dil Teorisi çalışmalarından niçin vazgeçildi?
Türklerin anayurdu neresi?
Orta Asya mı Atlantis mi? Türkçe bir Atlantis dili mi?
Atlantis yoksa Anadolu mu?...
Güneş Dil Teorisi'ne karşı tek bir bilimsel karşı çıkış olmamasına rağmen neden hep dalga geçilir?
Güneş Dil Teorisi çalışmalarından niçin vazgeçildi?
(Batmaz ve Batmaz, 2007: 353).
Ümit
Sayın'ın Dünyayı Yöneten Gizli Güçler kitabı neredeyse uluslararası
komplo teorileri literatüründeki bütün motifleri içermektedir. Gizli örgütlerin tarihsel
arka planı analiz edilerek, masonluk, Kurukafa ve Kemikler Cemiyeti (Skull
and Bones Society), Vatikan, İlluminati, Hasan Sabbah, satanizm, Bilderberg,
Trilateral Komisyon (Trilateral Comission), CFR (Council on Foreign Relations),
Siyon Protokolleri, Echelon gibi komplo teorileri meraklılarının aşina
olduğu unsurların bağlantısı ortaya konmuş, aynı komplo kurgusunun parçası
olarak ele alınmışlardır. Bu
aşinalığın dışında metin Türkiye'ye özgü güncellemeleri de kapsamaktadır:
“Sabetaycılık", “İstanbul Bilderberg toplantısı", “sözde
Ermeni soykırımı tasarıları", “Sorosçu vakıflar", “22 Temmuz 2007
seçimlerinde Sun Microsytems'ın rolü" gibi. Bu potporinin
kapsayıcılığından New Age unsurlar da nasibini alır. Atlantis ve Mu
kıtalarının tarihsel gizemi ve önemi, bu uygarlıkların Türklerle olan ilişkisi
ve Mustafa Kemal'in konuya olan ilgisine değinilmeden geçilmez (2007:
252-253).
Sinan Meydan'ın kitabı Köken
(2008), bazıları New Age zeminine oturan ve birbirinden ilk bakışta
bağımsız iddialar içerir. Buna göre “Türklerin
tarih sahnesine çıkıp devlet kurmaları MÖ ikinci yüzyılda değil, çok daha eski
bir zaman dilimindedir... Atatürk'ün de ifade ettiği gibi bu tarih belki ’en
aşağı 7000 yıldır’"[17](174). Türklerin
Kızılderililer ve Mayalar ile aynı kökenden geldiği ve Pasifik Okyanusu'nda bir
yerlerde batık hâlde bırakılmış kayıp Mu medeniyeti ile bir ilgileri olduğu
söylenir. Dahası Mayalar, Kızılderililer, Türkler, Mısırlılar, Sümerler ve Mu
gibi eski, ileri uygarlıkların ortak bir kökene sahip oldukları tezi kitabın
ana temalarından birini teşkil eder (445-447). Bu uygarlıkların son derece
“ileri" teknolojik seviyeleri dünya-dışı varlıkların denkleme dâhil
olmalarını sağlar (406). Ne var ki “Batı merkezli tarih hep yaptığı gibi"
kendinden olmayan her ileri uygarlığı “barbar" göstermektedir (396). Buna
karşın Atatürk, Mu Uygarlığı ile yakinen ilgilenmiş ve “Türk-İslam
sentezcilerin ve Kemalizmi 'Marksizm' zanneden çevrelerin iddialarının aksine
ölümüne kadar Güneş Dil Teorisi'nden ve Türk Tarih Tezi'nin ana hatlarından
asla ayrılmamıştır" (443). Aynı metin içinde Sümerler, Mayalar, Türkler,
Kızılderililer, uzaylılar, Atatürk, Türk Tarih Tezi, emperyalist Batı ve
Türk-İslam sentezciler yer alır. Birbirinden hayli kopuk bu unsurları aynı
havuzda toplamak ancak New Age, komplo teorileri ve faşizm gibi
alanların söylemsel geçişkenliği ile mümkün olabilir.
Aslında komplo teorileriyle
New Age'in buluşmasının Avrupa'daki enteresan örneklerinden biri, bir
zamanlar İngiltere'de profesyonel futbolculuk yapmış David Icke'dır. Icke
1980'lerdeki bir talk-showda kendini İsa olarak gördüğünü söylemesi
yüzünden alay konusu olmuştur. İngiltere'de
herkesin kendisini parmakla gösterdiği, “deli" muamelesine maruz kaldığı
“acılı" yıllardan sonra 1990'larda üst üste yazdığı kitaplarla bir anda
“gündeme" dâhil olmuş ve binlerce kişiden oluşan fan kitlesini peşinden
koşturarak hatırı sayılır derecede bir popülerlik kazanmıştır. Kitapları sekiz dile
çevrilmiş, hakkında belgeseller çekilmiş, İngiltere dışındaki ülkelere turneye
çıkan bir “yıldız" olmuştur. Alay konusu olduğu geçmişi Icke üzerinde
travmatik bir etki yaratmış ve epey “farklı" ve “aykırı" olmalarına
rağmen kendi düşüncelerine daha çok sarılmıştır. Bu mağduriyet, yalnızlık ve
kendi içine dönme Icke'ın ruhsal dirilişine yardımcı olmuş ve eski tip komplo
hikâyelerinden pek de farklı olmayan kurgusuna bir New Age aroması
katmıştır. Icke bu anlamda bireysellik üzerinde durur. Herkesin gizli elit bir
örgüt marifetiyle hakikatten mahrum bırakıldığını, koparıldığını iddia eder. Bu
örgüt her şeyi yönetmektedir, açık açık fiziksel güç kullanmamakta ve fakat
zihnimizi kontrol etmektedir. Dolayısıyla, bu sayede bize verileni
sorgulamayız ve gerçek olarak kabul ederiz. Icke eğitim sisteminden dini öğretiye,
siyasi söylevlerden medyanın çalışma sistemine kadar her şeyin “tekrar"
mekanizmasına göre işlediğini iddia eder (2006). Her şey bıkıp usanmadan tekrar
edilerek meşrulaştırılmaktadır. Bunu aşmak için ise bireysel bir çaba, araştırma
ve “eleştirel düşünceye dayalı sorgulama" gerekmektedir.
Burada Icke'ın, onu
“klasik" komplo teorisyenlerinden ayıran özelliklerinden söz etmek
gerekir. David Icke, faşizm ve komplo teorileriyle flört eden yaygın söylemsel
temanın aksine bireye vurgu yapar. İngiliz Channel 5 televizyonunda
yayınlanan belgeselde, polislerin kendisini Parlamento Binası (Westminster)
yakınından uzaklaştırmasını “liberal" bir pozisyon alarak eleştirir.
Vatandaşın devlet karşısında “özgür" olması gerektiğini, ama olamadığını
hatırlatır. George
Orwell'in 1984'üne karşı mücadele eden ve hakikati arayan bir birey,
özgürlüğün peşindeki bir kahraman durumuna sokar kendini. Zira düşman her
yerdedir ve kudret sahibidir. “En önemli kontrol mekanizması" der Icke,
“özgür olduğunuzu düşündüğünüz anda ortaya çıkar"[18]
(2006).
Icke, bireye yaptığı
vurguyu popüler olan ve son derece esnek, eklektik özelliklere sahip New Age
söyleminin genel çerçevesine sadık kalarak devam ettirir. Icke'ın kendi hayat
hikâyesi, “spiritüel" bir bireysellik anlaşıyla büyük komplo hikâyesindeki
yerini alır. 1991'de Wogan Show adlı televizyon
programında “Tanrı'nın oğlu" olduğunu iddia ettiği için herkesin
önünde gülünç duruma düş(ürül)en Icke “zor" zamanlar geçirmesine rağmen
bunu hakikatin anlaşılması için bir fırsat olarak görür. “Hayat" der, “bazen
en değerli armağanlarını saklayıp, onları bir kâbus olarak bize sunar"
(2006). Bireyin kendi “ruhsal enerjisiyle" komploya karşı mücadele
etmesi, hakikati araması gerektiğini ima eder. “Dünya ruhsal dengesini
kaybetmiştir ve bu denge ancak sevgiyle yerine getirilebilir" (2001). “Orwellyen İlluminati devleti" der Icke “hareket ettirilemeyen
nesne değildir; oradadır, çünkü biz onu orada tutuyoruz, tutmamayı seçtiğimiz
anda yok olacaktır" (2006). Aynı belgeselde oğluna şu tavsiyede bulunur:
“Hayatını işte böyle kendin çizersin oğlum, hiçbir şey imkânsız değildir,
istersin, bilirsin ve yaparsın" (2006). Annesinin ölümünü “sonsuz bilince (infinite
consciousness) ulaştı" şeklinde yorumlar (2001). Bütün bunlar
“klasik" komplo kurgusunun ultra-şüpheci karakteriyle ve “dünyayı
yöneten efendiler" karşısında sıradan insanları çaresiz gören vizyonuyla
hiç de örtüşüyor gibi gözükmemektedir. Aksine, sıradan insanlar isterlerse bu
kısır döngüden çıkabilirler ve bunun nasıl olacağını da Icke bilmektedir.
Aslında, Icke görüldüğü gibi sık sık popüler New Age terminolojisini
kullanarak bu söylemden esintiler sunmaktadır. Belki “başarısının" sırrı
da buradadır.
David Icke kendisinden önce
defalarca vurgulanan bildik, aşina komplo kurgusunu kullanır. Tapınak
Şövalyeleri'nden İlluminati'ye, masonlardan okkültizme, Bilderberg
toplantılarından Kafatası ve Kemikler (Skull & Bones) gizli
topluluğuna kadar hemen her unsur aynı hikâyenin tarihsel parçalarıymış gibi
sorunsuz bir şekilde kurguya eklemlenir. Fakat Icke burada klasik komplo
teorisyenlerinden biraz daha farklı bir şey yaparak dünyayı yöneten grubun, İlluminati
üyelerinin aslında kim (ya da ne) olduklarını deşifre eder: kan ile beslenen
insan formundaki sürüngenler (humanoid reptillians). İstedikleri zaman
şekil değiştirebilen bu yaratıklar arasında Bush, Clinton, İngiliz Kraliyet
Ailesi mensuplarını gibi sayar. Bununla da kalmayıp sürüngenlerle ilgili
iddiaları UFO meselesi ile birleştirip komploya farklı bir boyut katar.
Icke bu son yaptıkları ile özellikle ABD'de “işlerini ciddiye alan" diğer
komplo teorisyenleri ve araştırmacılarının tepkisini çeker (2001). Kendisi
“ciddi ve temelli komplo araştırmalarını sulandırmakla" suçlanır. Aslında
Icke insan formundaki sürüngenlerin varlığı ile ilgili iddialarını, daha
öncekilerden farklı olmayan bilindik “bilimsel" metodlarla destekler.
Belgeler, tanıklıklar ve biraz da New Age mistisizmi ile hikâyesini
oluşturur.
Aslında bütün bu insan
formundaki sürüngenler meselesinin göründüğünden daha karmaşık ve ciddiye
alınması gereken bazı toplumsal etkileri vardır. Icke kitaplarının tanıtımı ve
konferans için gittiği Kanada'nın Vancouver şehrinde bir grup ırkçılık karşıtı
göstericinin protestosu ile karşılaşır. Icke daha sonra Yahudilere yapılan
ayrımcılıklara karşı mücadele eden Anti Defamation League'in (ADL) de
ilgisine mazhar olur. Protestocuların ve ADL'in iddiası Icke'ın Yahudi
karşıtlığı yaptığıdır. Icke ise aklından bile geçirmediğini söyler ve dünyayı
yöneten ayrıcalıklı elitin “basbayağı" insan formundaki sürüngenler
olduğuna inandığını belirtir. Dünyayı ele geçirmeye çalışan ve uzaydan gelen
sürüngenimsi yaratıkların hikâyesi 1980'li yılların sonunda Ziyaretçiler
(Visitors) adlı diziyle televizyona taşınmış ve hayli popüler olmuştu.
Buraya kadar her şey “masum" gözükse de meselenin karmaşıklığının
söylemsel kurgudan ve onun eklektik yapısından kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Icke daha önce komplo teorilerinde yıllardır kullanılan kurgusal yapıyı tekrar
ederek korumuş, fakat kurgunun içinden çok yaygın olarak yararlanılan bir
unsuru çıkarıvermiştir: Yahudiler. Aslında söylemeyerek, telaffuz etmeyerek ve
hedefi göstermeyerek komplonun gizemli havasına başarıyla katkıda bulunduğu
iddia edilebilir. Telaffuz ettiği kısım, sürüngenlerin varlığı, yüzyıllardır
Yahudiler için kullanılan aşina bir imgedir. “Sinsi", “soğukkanlı" ve
“mutlak kötü" olarak Yahudiler yoğun olarak Nazi döneminde dünyayı sarıp
sarmalayan “sürüngenler" olarak resmedilmişler,
karikatürleştirilmişlerdir. Komplo kurgusunun düşman ontolojisine uygun olarak
“sürüngen", aynı zamanda nihai kötüye, yani Lucifer'e gönderme yapar.
Burada Icke konusunda masumiyetin kaybolduğu noktaya yaklaşırız. Nitekim
yaptığı işi bir anlamda çok “akıllıca" ve “başını belaya sokmayacak"
bir şekilde yaptığı için İngiltere'deki Combat 18 gibi neo-Nazi
örgütlerinin övgüsünü kazanır. Aynı şekilde Icke, konuya girmese bile,
soykırım inkârcılarından da pek uzak dur(a)mamaktadır (Offley, 2000). Açıkça
ırkçılık yapmasa bile içinden konuştuğu söylem faşizme kaymaya yatkın bir
zeminde durduğu sinyalini vermektedir.
“Kendini aşma",
“ruhani yolculuk", “içine dönerek kendini bulma", “hakikate veya
nirvanaya ulaşma", “inisiasyon" popüler New Age söyleminin
kullandığı yaygın kalıplardan bazıları. Bu söylem belirgin sınırlarla ayrılmış
bir orası/burası, içerisi/dışarısı ve gerçek/sahte karşıtlığına dayanıyor.
Sıklıkla yüzeysel olanla aşkın (trancendental) olan arasında keskin bir
ayrım yapıldığını görüyoruz. “Öbür" tarafa geçebilmek için de
spiritüel/bireysel bir bilgi, çaba ve bilinç gerekiyor. Aynı şekilde komplo
mantığına göre de çevremizde gördüklerimizi, sıradan olayları aslında
göründükleri gibi zannetme, oldukları gibi sanma yanılgısına düşeriz. Hâlbuki
hakikat o kadar rahat ulaşılamayacak kadar saklıdır, maskelerimizden kurtulmak
gerekmektedir. Birçok insan bu “bilgiye" ulaşmaktan acizdir. Her ne kadar
komplo teorisini dillendiren kişi bunu başarmış gözükse de bu o kadar kolay
bir iş değildir. Hakikat, derin ve gizli olmasına rağmen aslında keskin ve
basittir de. Çoğu zaman belgelerle, bir resimle, bir isimle, bir şifreyle, bir
alıntıyla, bir cümleyle veya bir veriyle açığa çıkartılabilir. Ayrıcalıklı,
ezoterik ve objektif bir bilgi söz konusudur. Çok-nedenli bir olguyu,
çok-yönlü bir analizle ortaya çıkarma çabasından söz edilemez. Anlamak (verstehen),
hermönetik anlamda yorumlamak filan da söz konusu olamaz. Bunların yerine
dünyayı saran o girift ve karanlık ağın, o ağır ve puslu komplo havasının
arkasında kaçışa yönelik (escapist) bir “hafiflik" söz konusudur.
Bu dünyadan, gerçek insanlardan ve hakikate ulaşmayı gerektirecek insani
çabadan bir kaçış. Kaçışın olduğu yerde gerçeklik tektir, keşfedilivermeyi
bekler, bazen metinlerin içinde, bazen olayların arasında, bazen de şifrelerin
ardında. Özellikle günlük hayat ve popüler kültür söz konusu olduğunda,
söylemin akışkan yapısı her zaman ideolojik bir bütünlük ve tutarlılığa izin
vermez.
Komplo
teorilerinin söylemsel yapısı, faşizmin senkrektik doğasıyla ilişkiye girip,
günümüzde son derece değişik formlar alarak yoluna devam edebilir. Benzer şekilde faşizan
etkilere bir hayli açık komplo kurgusu, yeni bir New Age[19]
havuzundan aynı mantıkla beslenmekte ve ortaya çok daha “renkli" ve yeni
dönemin ruhuna (zeitgeist) uygun bir karışım çıkmaktadır.
Kaynakça
Allison, Graham T. (1971). Essence
of Decision: Explaining the Cuban Missile Crisis. Boston: Little Brown.
Arendt,
Hannah (2003). “Total Domination." The Portable Hannah Arendt.
Peter Baehr (der.) içinde. New York: Penguin. 119-145.
Batmaz,
Veysel ve Cahit Batmaz (2007). Atlantis'in
Dili Türkçe.
İstanbul: Salyangoz.
Bauman,
Zygmunt (2007). Modernite
ve Holokaust.
Çev., Süha Sertabiboğlu. İstanbul: Versus.
Belge, Murat (2006). Milliyetçilik:
Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni.
İstanbul: Agora.
Berlet,
Chip (2004). “Debunking Conspiracy Theories: An Interview with Chip
Berlet." David Barsamian (interview by.). Z Magazine 17(9)
(September). http://www.zcommunications.org/zmag/viewArticle/13597. Erişim tarihi: 12.12.2008.
Bilbilik, Erol (2002). Dünyayı
Yöneten Gizli Örgütler: CFR-Bilderberg-Trilateral. İstanbul: Kaynak.
Bora,
Tanıl (2007). “Tanıl Bora ile Söyleşi." Cem Erciyes (söyleşi). Radikal.
2 Şubat 2007.
Bozarslan,
Hamit (2004). “'Komplo Teorileri' Üzerine Tartışmalara Bir Katkı." Birikim
183: 19-24.
Castillon,
Juan C. (2007). Dünyanın
Efendileri: Bir Komplo Teorileri Tarihi. Çev., Sakıp Murat Yalçın. İstanbul:
Koridor.
Chomsky,
Noam (1995). “Conversations with Noam Chomsky." Michael Albert (interview
by.). Z
Magazine
(October). http://www.zmag.org/ZMag/articles/oct95chomsky.htm.
Erişim tarihi: 12.5.2007.
Çelakıl,
Ömer (2002). Kur'an-ı
Kerim’in Şifresi.
İstanbul: Sınır Ötesi.
Daly,
Steven ve Nathaniel Wice (1995). Alt.culture:
An A-Z of the 90s.
London: Guardian Books.
Dikbaş,
Yılmaz (2002). Gönüllü
Devşirmeler.
İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
Eco,
Umberto (1992). Foucault
Sarkacı.
Çev., Şaban Karadeniz. İstanbul: Can.
Eco,
Umberto (1995). “Ur-Fascism." The
New York Review of Books 22: 1-9.
Fırat, Gökçe (2007). İstila:
Kürt Sorununda Gizlenen Gerçekler ve Kürt İstilası. İstanbul: İleri.
Gee,
James Paul (2005). Discourse
Analysis: Theory and Method. London: Routledge.
Goebbels,
Joseph (1999). “Knowledge and Propaganda." German Propaganda Archive. http://www.calvin.edu/academic/cas/gpa/goeb54.htm/. Erişim tarihi: 6.10.2007.
Gündoğdu, Aydın (2003). Kuranın
Şifresi: Sistemi ve Mukattaa Harflerinin Çözümü.
İstanbul:
Ozan.
Hanioğlu,
Şükrü (2006). “Komplo Kuramları ve İç Düşmanlar." Zaman.
21 Eylül 2006.
Hepkon,
Haluk (2007). Komplo
Teorileri Tarihi.
İstanbul: Kaynak.
Hür,
Ayşe (2005). “Kavgam ve Siyon Protokolleri." Radikal 2.
13 Mart 2005.
Icke,
David (2001). Secret
Rulers of the World: The Lizards and the Jews. Jon Ronson (director).
TV Documentary. Channel 4. April.
Icke,
David (2006). David
Icke: Was He Right?.
Norman Hull (director). TV Documentary. Channel 5. December 26.
Işık,
Nuran Erol (2006). “Milliyetçilik, Popüler Kültür ve Kurtlar Vadisi." Doğu Batı
38: 227-247.
Jaworski,
Adam ve Nikolas Coupland (2006). “Introduction: Perspectives on Discourse
Analysis." The
Discourse Reader.
Jaworski ve Coupland (der.) içinde. London: Routledge. 1-38.
Kavcar, Neval (2007). Sivil
İhanet: Anadolu'dan Türk Mührü Siliniyor. İstanbul: Kabara.
Kaynak,
Mahir (2006). Yeni
Dünya Düzeni.
İstanbul: Profil.
Kuzu,
Ali (2006). Atatürk’ü
Kimler Öldürdü?.
İstanbul: Bilge Karaca Yayınları.
Küçük,
Yalçın (2006). İsimlerin
İbranileştirilmesi.
İstanbul: Salyangoz.
Levin,
Marc (2004). Protocols
of Zion: Some Lies Never Die. Marc Levin (director). Elephant
Films.
Levin,
Marc (2005). “Blog #6." Protocols
of Zion. http://thinkfilm.blogs.com/protocols_of_zion/.
Erişim tarihi: 7.10.2007.
Macit, Nadim (2006). Küresel
Güç Politikaları: Türkiye ve İslam.
Ankara: Fark.
McDonald,
Lee Cameron (1968). Western
Political Theory: Part 3. San Diego: HBJ Publishers.
McNamara,
Robert S. (2003). The
Fog of War.
Errol Morris (director). Sony Pictures.
Mercan,
Şeref (2005). İlluminati:
Piramitte Sona Doğru.
İstanbul: Nokta.
Meydan,
Sinan (2006). Atatürk
ve Kayıp Kıta Mu.
İstanbul: Truva.
Meydan,
Sinan (2008). Köken:
Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2. İstanbul: İnkılap.
Michel,
A.G. (2007). Mason
Diktatörlüğü.
Çev., Ataman Güneş. İstanbul: Karma.
Moskovici,
Serge (1996). “Yabancı Parmağı: Komplo Zihniyeti." Çev., Hacer Harlak.
Birikim
90: 45-59.
Nilus,
Sergey (2005). Siyon
Liderlerinin Protokolleri. Çev., Naim Erdoğan. İstanbul:
Nokta.
Offley,
Will (2000). “David Icke and the Politics of Madness Where the New Age Meets
the Third Reich." PublicEye
29.
http://www.publiceye.org/icke/IckeBackgrounder.htm/.
Erişim tarihi: 11.11.2007.
Özakıncı,
Cengiz (2007). İblisin
Kıblesi / United States of İrtica. İstanbul: Otopsi.
Özoğlu, Ali (2006). Şifre
Çözüldü, Masonlar’dan Türkiye’ye Kanlı Hediye: ASALA PKK. İstanbul: Toplumsal Dönüşüm
Yayınları.
Pipes, Daniel (1997). Conspiracy:
How the Paranoid Style Flourishes and Where It Comes From. New York: Simon &
Schuster.
Poyraz,
Ergün (2007). Musa’nın
Çocukları: Tayyip ve Emine. İstanbul: Togan.
Rai,
Milan (1995). Chomsky’s
Politics.
London: Verso.
Reich,
Wilhelm (2007). Dinle
Küçük Adam.
Çev., Şemsa Yeğin. İstanbul: Payel.
Sabine,
George H. ve Thomas L. Thorson (1973). A History of Political Theory.
Hinsdale: Dryden Press.
Sayın,
Ümit (2007). Dünyayı
Yöneten Gizli Güçler.
İstanbul: Neden.
Sevinç,
Necdet (2007). Pontus’ta
Hesaplaşma.
Ankara: Bilgi.
Shalom,
Stephen R. ve Michael Albert (2002). “Conspiracies or Institutions? 9-11 and
Beyond." Z
Magazine
15(7) (July/August).
http://www.zcommunications.org/zmag/viewArticle/13107.
Erişim tarihi: 12.12.2008
Tanyu,
Hikmet (2005). Tarih
Boyunca Yahudiler ve Türkler. Ankara: Elips.
Türk,
Hakan (2004). Büyük
Oyun: Türkiye Üzerine Oynanan Oyunlar. İstanbul: Akademi Yayıncılık.
Van
Dijk, Teun A. (1995). “Discourse Analysis as Ideology Analysis." Language and Peace.
C.
Schaffner ve A. Wenden (der.) içinde. Aldershot: Dartmouth Publishing. 17-33.
Yalçın,
Soner (2004). Efendi:
Beyaz Türklerin Büyük Sırrı. İstanbul: Doğan Kitapçılık.
Yiğenoğlu,
Çetin (2007). Üç
Bin Yıllık Kavga: Ermeniler Ne İstiyor?. İstanbul: Cumhuriyet.
Yörük,
Zafer (2002). “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği." Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: Milliyetçilik Cilt 4. Tanıl Bora (der.) içinde.
İstanbul: İletişim. 309-324.
Yunak,
Yılmaz (2004). Kurandaki
UFO.
İstanbul: Arıtan.
Zizek,
Slavoj (2006). Interrogating
the Past.
New York: Continuum.
Şeyh Cemâleddin-i Afgâni’yi, İran Şahı Nasreddin
Avrupa’da görmüş, ilmini, irfanını beğenmiş ve İran’ı ıslah etmesi için
Tahran'a davet etmiş. Orada şeyh aleyhine entrikalar olmuş ve neticesinde
şeyhi Osmanlı sınırından Hanekin civarına atmışlar. Şeyh oradan Bağdat’a
gelmiş. Bağdat Valisi Giritli Sırrı Paşa ile görüşmüş, bazı ilmi tartışmalar
yapmışlar. Rivayete göre Sırrı Paşa bu zatı kendisinden daha âlim görerek
Bağdat Vilâyeti’ni terk etmesini emretmiş. Şeyh de Basra’ya gelmiş; Müftü
Efendi’nin evinde misafir olmuş. Epeyce Basra’da kalmış. Hidayet Paşa kendisine
çok hürmet ediyordu. Behiç Bey de, o zaman çok meraklı olduğundan aklınca, coğrafyayla
ilgili bir eser yazmaya başlamıştı. Haftada birkaç gün, yazdığını Şeyh
Cemâleddin Efendi’ye götürüp okutuyordu; o da büyük bir sabır ve tahammül ile
onu dinliyor ve bazı düzeltmeler yapıyordu.
İran Şahı'nın Abdülhamit nezdinde teşebbüsleri
üzerine Babıâli ile Şeyh Cemâleddin hakkında bazı yazılar yazılmaya başlandığından,
Hidayet Paşa kendisini bu işten haberdar ederek Basra’yı terk etmesini ister ve
Şeyh de bir vapurla Bombay’a gider.
1892 Haziranında Hidayet Paşa Basra valiliğinden
alınır. Aile pek sevinmiştir, zira herkes bıkmıştır Basra’dan. Toplanıp yola
çıkarlar. Sıcaktan geceleri ilerliyorlar, gündüzleri çeşitli konaklarda
dinleniyorlardı. Mardin’e geldiklerinde Paşa rahatsızlandı. O sırada Mardin
Belediye Reisi Cemâleddin Efendi büyük bir yakınlık, ilgi ve alaka gösterdi
Paşa’ya. Evinde misafir etti, doktorları seferber etti. Paşa bağırsak iltihabı
olmuştu, ancak oralarda ilaç bulunmuyordu. Diyarbakır’dan ilaç istediler, ama
maalesef Hidayet Paşa ağırlaştı ve vefat etti.
Hidayet Paşa’nın vefatını Behiç Bey ve halasının
imzası ile Sultan Hamid’e bildirdiler.
İstanbul’a gelmişlerdi ve evlerine sürekli
taziye ziyaretlerine gelen giden oluyordu. Bunlardan biri de Sara Hanım’dı. Bu
hanım Sadrazam’m kız kardeşiydi. Sadrazam Cevad Paşa Behiç Bey’in büyükbabası
Müşir Ömer Fevzi Paşa Girit valisi iken onun yanında çalış. Bunun üzerine Behiç
Bey bir gün Teşvikiye Caddesi’ndeki Cevad Paşa Konağı’na gider.
Sadrazam Cevad Paşa ve kardeşi Şakir Paşa, Behiç
Bey ile özel olarak ilgilenirler. Behiç Bey nihayet yakaladığı fırsatı iyi
değerlendirir ve Sadrazam’a yatılı okulda tahsilini yapmak istediğini belirtir
bu görüşme sırasında. Sadrazam,
“Oğlum; ben, kardeşim, sizin büyükbabanız, hep
Harbiye Mektebi’nden feyiz aldık; halanız hanımefendi sizin yatılı bir mektebe
girmenizi istemiyormuş. Harbiye Mektebi’nde gündüz gidilebilen bir zadegân sınıfı vardır; sizi oraya koyacağım, çalışıp
adam olunuz,” der.
Zadegân
sınıfı: Belli ailelerin çocuklarının gittiği özel sınıf demek olsa da
aslında, İkinci Abdulhamit Han’ın garip işlerinden birisi olarak, damatlarının
askeri tahsil görmeleri için Harbiye Mektebi’nde açtığı sınıftır (zadegân
sınıfı). Bu sınıfın ilk mezunları 1892 tarihinde mektepten çıkmışlardı.
Behiç Bey teşekkür eder ve çıkar.
Behiç Bey Harbiye Mektebi’ndeki zadegân sınıfına
başladığında sadece 40 öğrenci vardır, bu 40 öğrenciden sadece ikisi kurmay
olmayı başarır. Bunlardan biri Süreyya Paşa, öteki de Behiç Bey’dir.
Bu esnada Şeyh Cemâleddin Afgâni İstanbul’daydı
ve Behiç Bey ara sıra kendisine gidiyordu.
Behiç Bey, okula Paris’teki askeri ataşelik
görevinden gelen Tevfık Paşa ile görüştü ve aynı yıl içinde iki senenin birden
derslerini alıp sınavlarını vermeyi görüştü. Bu isteği kabul olundu ve Behiç
Bey de o kadar iyi çalıştı ki, tek bir notu dahi kırılmadan tam puanla iki
senenin birden derslerini verdi.
Tekrar Cemâleddin Afgâni’ye gittiği için okulun
ikinci müdürü Rıza Paşa, Behiç Bey’i tutuklatmak istedi, ancak araya Nazır
Zeki Paşa girdi ve mesele halloldu. Behiç Bey Afgâni’nin yakını Mısırlı Georgi
Efendi’ye durumu anlattı. Behiç Bey’i çok seven Cemâleddin Afgâni bu olaya
kızdı, ancak çok hasta olduğundan Behiç Bey’e haber gönderdi:
“Ben iyi olayım, onlara gösteririm. Sabretsin.”
Behiç Bey her perşembe günü okuldan çıkınca
Cemâleddin Afgâni’nin Nişantaşı civarındaki evine gider ve öğle yemeklerini
orada yerdi. Buraya birçok tanınmış kişi gelirdi. Sözünü esirgemeyen
Cemâleddin Afgâni’nin sohbetlerinden çok istifade ederdi. Bir gün ona şu soruyu
sordu:
“Donanmamız
dünyanın ikinci derece bir donanması iken Bahriye Nazırı (bakanı) Haşan Paşa
bunu sıfıra indirdi, fakat Müslüman’dır diye cennete girecek; Pasteur insanlığa
büyük hizmetler etmiş bir adamdır, Müslüman olmadığı için cehenneme girecek.
Bu işe aklım ermiyor.”
Cemâleddin
Efendi’nin buna verdiği cevap ise şöyleydi: “Hayır, iş öyle değildir, iki türlü
kâfir vardır; biri kâfır-i tekvini, diğeri kâfır-i teklifi. Haşan Paşa kâfır-i
tekvinidir, yani Cenâb-ı Hak “kün” (Ol) buyurduğu vakit, o kâfir olarak
tekevvün etmiştir. Pasteur kâfir-i teklifidir, yani zımnen Müslüman olması için
vâki teklifi kabul etmemiş sayılır. Binâenaleyh Haşan Paşa’nın yeri
cehennemdir; Pastör’ün yeri cennettir.”
Behiç Bey bir gün gazetede İran Şahı
Nasreddin’in öldüğünü okudu. O zaman hükümdarlara suikast yapılırsa, bizim gazeteler
bundan hiç söz etmezlerdi. İran şahını da eceli ile ölmüş gibi yazmışlardı.
Behiç Bey, Cemâleddin Efendi düşmanı olan şahın ölmesinden memnun olmuştur diye
düşünerek o akşam okuldan çıkıp Efendi 'nin evine gitti. Anılarında bu olayı
şöyle anlatır:
“Başınız sağ olsun, dostunuz ölmüş,” dedim.
“Hayır eceli ile ölmedi, köpekler gibi
geberttiler,” dedi.
Meğer Cemâleddin Efendi, Behiç Bey’in de şahsen
tanıdığı adamlarından birisini Tahran’a göndermiş; o da, “Cemâleddin-i
aşkına,” diye şahı öldürmüş. İran hükümeti Cemâleddin-i Afgâni’nin
teslimini ister, fakat Sultan Hamid vermez, yahut vermeye cesaret edemez.
Düşününüz; İstanbul’da oturup Tahran’da şahı öldürten Cemâleddin-i Afgâni’den
Sultan Hamid nasıl korkmasın!
Cemâleddin-i Afgâni, Nasreddin Şahı hallettirip
yerine Osmanlı hanedanı prenslerinden birisini İran tahtına oturtmak için
Sultan Hamid’in muvafakatini aldığını ve İran ulemasıyla irtibat kurarak bu işi
temin ettiğini; fakat, sonradan Abdülhamit’in caydığını Behiç Bey’e anlatmış ve
bir torba muhabere evrakını da göstermişti.
Bu esnada Behiç Bey şair Abdülhak Hamid, Mehmet
Emin Yurdakul, Necip Melhame gibi isimlerle tanışmıştı.
Cemâleddin-i Afgâni Behiç Bey’e biyografisini,
bir de fotoğrafım vermişti. Fakat Behiç Bey onun yüzünden okulda problem yaşayınca
korkudan bunları yaktı.
Aradan çok geçmeden de Cemâleddin-i Afgâni
operatör Cemil Paşa’nın yaptığı bir ameliyat esnasında hayatını kaybetti.
Behiç Bey 7 Ocak 1897’de erkânı harp subayı
oldu. Yani kurmay subay. 5 Şubat 1900’de üsteğmen, 29 Kasım 1901 günü de kurmay
yüzbaşı. Sh:19-21
**
Bir gün aralarında Nuri
Conker’in de bulunduğu bir fotoğraf çekimi yapılacaktı. Behiç Bey ikinci sırada
ayakta, diğer subaylar etrafında yerlerini alırlar.
“Herkes burada mı?” diye
sorar Behiç Bey.
“Mustafa eksik
komutanım,” der arkadan bir ses.
Nuri Conker Mustafa
Kemal’in fotoğraf çekimi için postallarım parlatmaya gittiğini söylediği
sırada, onun koşarak geldiğini görürler. Herkes yerini almış olduğundan Mustafa
Kemal’e yer kalmamıştır.
Bunun üzerine Behiç Bey
“Sıkışın!” der.
Arka taraftan biri
Mustafa Kemal’e söylenmektedir:
“Ya neredeydin, geç
kaldın, senin yüzünden yerimizden olduk.”
Behiç Bey bunu duyunca
yüksek sesle , “Siz şimdiden yer hazırlayın ona, o
zamanla hepimizin başına geçecek!” der.
Mustafa Kemal ikinci
sırada, sıra başına geçer, resim çekilir.
Behiç Bey 7 Aralık
1908’de, Selanik’e 15 kilometre mesafede bulunan Sedes Çiftliği civarında
yapılacak topçu atış talimlerinde bulunmak üzere kumlan çadırlı ordugâha
taburuyla gider. Maksat hem küçük manevralar yapmak hem de mevzi almış piyade
üzerinden topçu atışı açmak suretiyle askerleri buna alıştırmaktır.
Ordu kurmayına mensup
Kolağası Mustafa Kemal Bey bir gün Behiç Bey’in misafiri olarak manevraya
gelir. Behiç Bey’in çadırında beraber kalacaklardır. Akşam yemeğinden evvel
Mustafa Kemal, Behiç Bey’den rakı ister. Havalar serin, belki lazım olur diye
ufak bir şişe rakısı vardır Behiç Bey’in. Çantayı açar, içinden küçük bir çanta
daha çıkarır, onu da açar ve rakıyı çıkarır. Bir kadeh ona verir, bir kadeh de
kendine alır; şişeyi tekrar çantaya koyar, çantayı da daha büyük olan çantaya.
Mustafa Kemal yine ister. Velhasıl şişe biter. Mustafa Kemal, Behiç Bey’in
yanından çıkıp subayların çadırına gittiğinde yemek borusu çalar ve Mustafa
Kemal Behiç Bey’den yemeğin yarım saat daha geç yenmesini rica eder. Behiç Bey
de kabul eder. Behiç Bey Mustafa Kemal’den teğmenlerle laubali olmamasını rica
etmiştir. Fakat Mustafa Kemal sofrada bir teğmenle uzun uzadıya münakaşa eder.
Mustafa Kemal çadıra
döndüğünde Behiç Bey ile sabahın üçüne kadar memleketin nasıl kurtulabileceğini
konuşurlar. Behiç Bey ilk defa Mustafa Kemal’in ağzından hanedanlık yerine
Cumhuriyet rejimine geçilmesi gerektiğini dinler. Cevabı nettir Behiç Bey’in,
ama bir de sorusu vardır:
“Doğru söylüyorsun Mustafa, ama kim yapacak bunu?” Mustafa Kemal cevaplar:
“Siz neden fotoğraf çekimi esnasında öyle söylediniz?”
Behiç Bey ertesi gün
Mustafa Kemal’in ilk defa yönettiği geniş çaplı bu manevrayı mutlaka kaleme
almasını tavsiye eder.
“Yaz ki genç zabitanlar ileride bizler gibi
faydalansın,” diyerek aynı zamanda Mustafa Kemal’in üstü, komutanı olmasına rağmen,
ondaki zekâya, bilgiye ve yeteneğe karşı saygısını dile getirir.
“Mustafa Kemal siz zaten
hep okumayı seviyorsunuz, tavsiyenize uyup bunu yazıp müsaade ederseniz size
hediye edeceğim,” der. [Bu eser Mustafa Kemal
Atatürk ’ün ilk eseri olarak bilinir ve ismi “Takımın
Muhabere Talimi"dir. Yazılış tarihi: 10 Şubat 1324 (1908).] sh:36-37
**
Yazlık elbiselerle eksi
30’un üzerinde soğuk! Kar ve zaman zaman tipi fırtınasında yol almayı bırakın,
yürümenin İmkânsız olduğu kar kaplı bir dağda, gündüz ve gece yazlık
elbiselerle ilerlemeye çalışan 100.000 Mehmetçik. Neticede ordumuz için büyük
bir felaket oldu. [Sarıkamış]
3 Ocak’ta her şeyin
bittiği anlayan Enver Paşa derhal Albay Hafız Hakkı’yı “Paşa” yaparak III.
Ordu’nun başına geçirdikten sonra Erzurum’a döndü.
Aralık ayındaki
Sarıkamış faciasından sonra ise ocak ayında hayatta kalan asker sayısı 10.000,
düşmanla çarpışmadan beyaz kefene bürünen şehit Mehmetçiğin sayısı ise
90.000’di.
Enver Paşa Erzurum’dan İstanbul’a
dönüşünde Osmanlı’da benzerine hiç rastlanmamış olan bir sansür uyguladı ve
basında Sarıkamış harekâtı ile ilgili olarak tek bir satır haber, resim
çıkmadı. Sansür öylesine yoğundu ki, halk
Sarıkamış’ta nelerin yaşandığını seneler sonra öğrenebilecekti.
Behiç Bey bir gün bazı
kanunları savunmak için Mebusan Meclisi’ne gitmişti; Sarıkamış hadiseleri
hakkında mebuslar arasında çok dedikodu vardı.
Enver Paşa kürsüye çıktı. Sarıkamış
muharebesini bir zafer olarak anlattı ve bu zafer, “Şevket-meâb efendimizin
bana tevdi ettikleri ordunun vazifesini iyi gördüğüne delalet eder,” tarzında
beyanatta bulundu. Birkaç dakika evvel aleyhte bulunan mebuslar da dâhil olmak üzere herkes
Enver Paşa’yı alkışladı. Behiç Bey, salonda mebusların ön sırasında bir yerde oturmaktaydı;
alkışları duyunca arkasına baktı ve bu karşıtlık karşısında şaşırdı kaldı.
Selmanpak civarında cereyan eden muharebe hakkında da Enver Paşa mecliste “Bu muharebeyi Allah’ın lütfü ile kazandık,” diye beyanda bulunmuştu;
fakat aradan çok geçmeden gerçek ortaya çıktı.
Seferberlikten evvel
III. Ordu’nun mevcudu takriben 100.000 kişi idi. Sarıkamış muharebesini takiben
III. Ordu mıntıkasında silahaltına alınabilecek ne kadar erat varsa hepsi alındı;
ordunun mevcudu harp başladıktan tam 16 ay sonra yine takriben 100.000 kişi
kaldı.
Halbuki o mıntıkada
silah altına alınan efradın toplam sayısı 855.696 kişiydi. Bu hesaba göre,
zayiatımız aşağı yukarı 750.000 ere denk düşüyor demektir. Bunun dörtte birini
kayıt yanlışı diye kabul etsek dahi, yine aşağı yukarı 600 bin kişinin esir
olmuş, donmuş, yaralanmış, ölmüş ve firar etmiş olduğu neticesine varırız.
Behiç Bey bu hesabı Enver Paşa’ya gösterdiği zaman, Enver Paşa Behiç Bey’in
yüzüne baktı: “Bunlar nasıl olsa bir
gün ölmeyecekler miydi?” diyerek meseleyi
halletti.
Behiç Bey de, “Evet,
bunlar bir gün gelecek öleceklerdi; fakat memleketi müdafaa edecek kuvvet de
bunlardı,” diye yanıtladı onu.
Enver Paşa bu gencecik
Mehmetçikler için bu ifadeyi kullanırken, Rus
Kurmay Başkanı Pietroroviç anılarında Sarıkamış’a
ulaşabilen bir avuç kahramanı şöyle anlatacaktı:
“İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına
yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama
aşılamamışlar. Kaput yakaları, Allah ’ın rahmetini o civan delikanlıların
yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı... Hele
bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları! Her biri birer zafer oku gibi
çelik misal. Ya gözler?.. Dinmiş olmasına rağmen, şu kahredici tipinin bile
örtüp kapatamadığı gözleri!.. Apaçık!.. Tabiata da, başkumandana da,
karşısındaki düşmana da isyan eden, ama Allah ’ına teslimiyetle bakan gözler...
Açık, apaçık!..
“Allahuekber Dağlarındaki Türk müfrezesini esir alamadım.
Bizden çok evvel Allah'larına teslim olmuşlardı. ”
Grandük Nikola
kumandasındaki Rus ordusu bir yıllık bir bekleyişten sonra 13 Ocak 1916’da
Erzurum cephesinde harekete geçti. 16 Şubat 1916’da Erzurum, 3 Mart’ta Bitlis
ve Muş, 18 Nisan’da Trabzon, 24 Temmuz’da Erzincan düştü.
Rusya’da 1917’nin Mart
ayında çarlık rejimine karşı başlayan ayaklanma kasım ayında Bolşevik rejimin
kurulması ve 1918 Ocak ayında Rus ordusunun dağılması ile sonuçlandı. Rus
ordusunun dağılıp çekilmesi üzerine, onların boşalttığı alanlarda 1918
başlarında Antranik Ozanyan komutasındaki Ermeni birlikleri “Batı Ermenistan Geçici Hükümeti” ilan ettiler. Ancak
hücuma geçen Türk ordusu karşısında tutunamayarak dağıldılar. 26 Şubat 1918’de
Erzincan, 27 Şubat’ta Trabzon, 12 Mart’ta Erzurum, 2 Nisan’da Van kurtarıldı.
I. Dünya Savaşı’nda,
Sarıkamış faciasının da içinde bulunduğu Ardahan Harekâtı, Köprüköy Savaşı,
Sarıkamış Harekâtı, 1915 Malazgirt Savaşı, Kara Killisse Savaşı, Van Savaşı
gibi Doğu Cephesi’ndeki (Kafkasya Cephesi) Osmanlı-Rus savaşlarının
Osmanlı’ya yaptığı tahribat korkunç boyutlardaydı. Sh:98-100
Kannengiesser Paşa ile Enver Paşa’nın
Alman hayranlığı mevzuunda yaptıkları bir münakaşa sırasında Behiç Bey, Alman
paşaya bir teklifte bulundu:
"Bir tecrübe
yapalım; sizin bir fikrinizi benim fikrim diye ve benim fikrimi de sizin
fikriniz diye Enver Paşa’ya söyleyelim. Göreceksiniz ki, hakikatte sizin olup
benim fikrim diye söyleyeceğiniz fikri kabul etmeyecek, fakat aksini kabul
edecektir.”
Kannengiesser Paşa bunu
gerçekten tecrübe etti ve Behiç Bey’in düşüncesinin doğruluğunu hayretle gördü.
sh:75
**
İzmir
Yunanlılar İzmir’e
saldırmak üzereyken orada olan 17. Kolordu’nun başında Nurettin Paşa (Büyük
Nurettin ya da Sakallı Nurettin) diye gayet sert mizaçlı bir komutan
vardı. Nurettin Paşa hem kolordu kumandanıydı hem de İzmir valisi.
Damat Ferit Paşa bu
vatansever ve şerefli komutam görevden aldı. Yerine,
Balkan Harbi’nde Selanik'i Yunan’a savaşmadan teslim eden,
askerlikten hiç anlamayan ve emekli olan Ali Nadir Paşa’yı yeniden askere alıp
17. Kolordu’nun başına getirdi. İzmir valiliğine ise daha sonra İngiliz casusu olduğu öğrenilen Kanbur
İzzet Paşa’yı atadı.
Fransız ve İngiliz birlikleri
İzmir ve civarındaki birkaç tabyayı işgal ederek Yunanlılara karşı koyulmasını
engelledi.
Bu esnada İngilizler
İstanbul’da Harbiye Nazırı’na, “Yunanlılar İzmir ve çevresini işgal
edecektir,” diye bildirimde bulundu.
Nazırımız “Bu Mondros
Mütarekesi uygulamasıdır, karşı durulmamalıdır,” diye fikir beyan etti!!!
Damat Ferit’in paşası,
Ali Nadir Paşa Yunan askeri geldiğinde çatışma olmasın diye tüm askeri kışlaya
topladı.
Kanbur İzzet valilik
gücünü kullanıp Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin çalışmalarını yasakladı ve böylece
Damat Ferit’in adamları İzmir’i düşmana peşkeş çekmek için gerekli her hazırlığı
tamamlamış oldular.
Bu esnada yörede yaşayan
azınlık Rumlar Trabzon’dan Sinop’a 400 yıl önce tarihin sayfaları arasında yok
olmuş Pontus Rum Devleti’ni kurmak hevesiyle silahlanıp çeteler oluşturma
faaliyetlerine hız veriyorlardı.
Rusya’da devrim
yaşanması nedeniyle, Erzurum’daki Rus ordusu geri çekiliyordu. Bu geri çekilme
esnasında birkaç yıl önce Rus ordusuna katılmış olan Ermenilerin yanı sıra
İngilizlerin bölgede 25.000 silah dağıttığı Ermeniler de Erzurum’dan Kars’a
kadar çok büyük bir vahşet ve katliam gerçekleştiriyordu.
İngilizler doğuda
asayişi sağlaması için Osmanlı yönetimine baskı yapmaya başladı. Osmanlı
yönetimi de o esnada hem boşta olan hem de İttihatçı olmadığı bilinen Mustafa
Kemal Paşa’yı asayişi sağlasın diye doğudaki 9. Kolordu’nun başına geçirip
görevlendirme kararı aldı.
29 Nisan 1919 günü
Harbiye Nazırı Şakir Paşa Mustafa Kemal’i çağırarak 9. Ordu Müfettişliğine
(kumandanlığına) atanmasının kararlaştırıldığını bildirdi.[20]
O esnanda doğudaki 9.
Ordu’nun başında Tuğgeneral Kâzım Karabekir Paşa vardı. (Kâzım Karabekir kıdem
olarak Mustafa Kemal’den 27 ay sonra paşa olmuştur, dolayısıyla Mustafa Kemal
Samsun’a ayak bastığı sırada Anadolu’daki en kıdemli paşaydı.)
İstanbul İngilizler
tarafından işgal edilmiş, 144 vatansever subay Malta’ya sürülmüştü.
Güney Anadolu’da da
Mersin’den Urfa’ya doğru Fransızlar Ermenilerle beraber yürüyüşe geçti.
İşte, Behiç Bey ile
Mustafa Kemal Şişli’deki evde oturup vatanları ile ilgili ne yapmak gerekir
diye kafa kafaya verdiklerinde, memleketin içinde bulunduğu durum buydu.
Her gün Anadolu’nun
başka bir ilinin işgal edildiği haberi geliyordu. Vatan sevgisi olanlar büyük
bir ıstırap çekmekteydiler.
Yunanlıların İzmir’e
çıktığı günün ertesi Mustafa Kemal Paşa da Bandırma vapuru ile Samsun’a
hareket etti.
Mustafa Kemal Paşa
Samsun’a giderken Türk halkı ve İngilizler tarafından nasıl biliniyordu bu çok
önemlidir. İngiliz resmi harp tarihi arşivlerinde aynen şöyle yazar:
Çanakkale’de geleceği
elinde tutan komutan, üstün şahıs Mustafa Kemal’di. Çanakkale muharebelerinde
göstermiş olduğu çok yüksek sevk ve idare, fedakârlık ve feragat her türlü
övgünün üzerindedir ve bu konuda ne söylense azdır. Mustafa Kemal Çanakkale’nin
kaderini tayin etmiştir.
Türkler için Samsun yolundaki Mustafa Kemal, vatan
savunmasında o güne kadar görülmüş en büyük savaşı kazanmış, kahraman bir
paşadır. Sh:141-143
**
20 Mayıs 1919 günü Mustafa
Kemal Atatürk, Damat Ferit’e bir telgraf göndererek onu uyardı:
“İzmir’in Yunan
askerleri tarafından işgali hadisesi, yakından temasta bulunduğum milleti ve
orduyu tasavvur ve tasvir edilemeyecek derecede üzmüştür. Ne millet ne de ordu,
mevcudiyetine karşı yapılan bu haksız tecavüzü kabul edecektir!” Harbiye
Nezareti Mustafa Kemal’e bir telgraf göndererek Diyarbakır’dan Samsun yolu ile
İstanbul’a sevk edilecek olan 198 makineli tüfek, 26 top kaması ve 31.333 sürgü
kolunun nerede olduğunu sordu.
Mustafa Kemal cevap
verdi:
“Sevkıyatı durdurdum!”
General Milne derhal
Mustafa Kemal’in geri çağrılması için Harbiye Nezareti’ne yazı gönderdi.
Aynı gün (6 Haziran
1919) Damat Ferit, Osmanlı’yı parçalayarak kimin nereye sahip olacağı
pazarlıklarında belli anlaşmalara varan emperyalist devletlerin daveti
üzerine, Paris Barış Konferansı’na katılmak üzere Paris’e yola çıktı.
Kendi kafasına göre
hazırladığı iki yazı sunacaktı konferansta, ama onur kırıcı bir yanıt alarak
geri döndü hemen.
Osmanlı Harbiye Nazırı, İngiliz
generalin isteğini hemen yerine getirerek Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırdı.
O günlerde Times gazetesi, “Hindistan Müslümanlarını gücendirme pahasına da olsa
Türkleri İstanbul’dan atmalı,” diye yazıyordu.
ABD Dışişleri Bakanlığı
ise ABD elçilik ve konsolosluklarına bir genelge gönderiyordu:
“Petrol bulunan,
bulunabilmesi olanağı olan her yerde, petrol kaynakları üzerindeki denetim
durumu, gelişme umutları ve bu alanlardaki petrol üretimine Amerika’nın
karışabilme olanaklarının bildirilmesi.”
14 Haziran 1919 günü
Mustafa Kemal Vahdettin’e bir telegraf gönderdi ve eğer zorlanırsa, görevinden
istifa ederek Anadolu’da milletin sinesinde kalacağını yazdı ve İstanbul’a
çağırılma nedenini sordu.
Gelen cevabın başında “İngilizlerin isteği” yazıyordu. Mustafa kemal
derhal Kâzım Karabekir’e bir telgraf gönderdi: “İstanbul’da milli
bağımsızlık zevkinden yoksun bazılarının İngiliz esaretine girmekte sakınca
görmedikleri anlaşılıyor. Merkezi Hükümet (İstanbul) milli girişimlerimize
karşı her ne şekilde tecavüz elini uzatırsa, uygun şekilde hemen karşı harekete
girişilerek milli gayenin gerçekleştirilmesi zorunludur.” İstanbul Hükümeti
Mustafa Kemal’in Vahdettin’e cevabı üzerine kararını açıkladı:
“Mustafa Kemal
Paşa’nın azledilerek hiçbir resmi sıfatı kalmamış olduğundan, bildiri ve
emirlerinin resmi nitelik taşımadığının Dâhiliye Nezaretince (İçişleri
Bakanlığı) gereken illere duyurulması.”
Mustafa Kemal de
Padişah’a ve bağlı bulunduğu Harbiye Nezareti’ne istifa ettiğini bildirdi.
Bir bildiri de orduya,
valilere ve millete yazıp gönderdi:
“İstifa ederek kutsal milli gaye için
çalışmak üzere artık milletin sinesinde bir ferd-i mücahidim.”
Bu gelişmeleri yakından
takip eden İngilizler o esnada Erzurum’da bulunan İngiliz Albay Rawlingson’u
derhal Mustafa Kemal’le görüşmeye gönderdiler. Görüşme kısa sürdü!
İngiliz Albay Mustafa
Kemal’e, “Erzurum’da yapmaya çalıştığınız
kongreyi yapmayın, aksi halde zor kullanarak kongreyi dağıtırız!” dedi.
Mustafa Kemal’den ise, “O halde biz de kuvvete
kuvvetle karşılık verir, milletin kararını yerine getiririz! Ne pahasına
olursa olsun kongre yapılacaktır, görüşmemiz bitmiştir!” cevabını aldı.
Damat Ferit Erzurum
Kongresi’ni yasakladı ve Mustafa Kemal’in derhal tutuklanmasını emretti.
Mustafa Kemal Osmanlının
Doğu Anadolu’daki 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir ile buluştu. Mustafa
Kemal, Kâzım Karabekir’den 27 ay daha önce general olduğu için, daha kıdemli
idi. Ama o artık Osmanlı Ordusu mensubu değil, istifa etmiş bir sivildi. Kâzım
Karabekir ise sivil değil, görevi başında bir Osmanlı komutanı. Mustafa Kemal
ile Kâzım Karabekir buluştular.
Kâzım Karabekir esas
duruşa geçti ve “Ben ve kolordum emrinizdeyiz, bundan
sonra ne emirleriniz varsa, ifayı (yerine getirmeyi) şeref bilirim,” dedi.
İngilizlerin bütün
tehditlerine rağmen Erzurum Kongresi yapıldı (23 Temmuz 1919).
Mustafa Kemal ve Türk
halkı şimdi de Sivas Kongresi’ne hazırlanıyordu. Bu sefer Fransız Jandarma
Müfettişi Brunot kongrenin olmaması için Mustafa Kemal’e haber yolladı. O da
cevabını aldı:
“M. Brunot bilmelidir ki Fransızların Sivas’ı işgale karar vermeleri
kendilerine çok pahalıya mal olacak.”
Bu arada özellikle
İstanbul’da Amerikan mandası olma fikirleri Anadolu’dakilerin kulağına
geliyordu. Mustafa Kemal buna da cevabını verdi:
İstanbul gazetelerinde
de çıkan yazılar halkı yanlış yönlendiriyordu:
“Bütün cihanın kuvvetine karşı milli bir hareket
yaratmak! Ne çocukça bir hayal!” Renin gazetesi (Aslında kapatılan Tanin) (11 Ekim 1919).
“Milli kuvvetler ateş olsalar cürümleri kadar yer
yakarlar.” Ali Kemal, Peyami Sabah, 14 Kasım 1919
Anadolu Kadınları Müdafaa-yı
Vatan Cemiyeti Mustafa Kemal’e bir telgraf gönderir:
“Sizleri kendimize rehber kabul ederek Anadolu
Kadınlan Müdafaa-yı Vatan Cemiyeti adıyla bir demek kurduk. Amaç vatan
müdafaasıdır. Biz hemşireleriniz de siz muhterem kardeşlerimizle beraber olacağız
ve beraber yaşamak hakkını savunacağız.” (12 Aralık 1919)
Mustafa Kemal ertesi gün
Anadolu Kadınları’ndan gelen bu telgrafa cevap verir: sh:144-147
**
Anadolu’da Milli
hükümetin kurulmasına ve vaziyete hâkim olmasına rağmen, İstanbul hükümeti,
Ankara hükümetine karşı verilen fetvalarla, Damat Ferit’in bildirilerini
uçaklarla Anadolu’nun muhtelif yerlerine attırıyordu.
İşin acı tarafı şudur
ki, Türk milletinin Anadolu’da Yunan işgaline karşı harekete geçtiği bir
sırada, başta padişah-halife olduğu halde, İstanbul hükümeti, bu hareketi
bastırmak gayesini güden beyannameleri Anadolu’ya Yunan uçakları vasıtasıyla
attırmak gibi bir haysiyetsizlik ve rezilliği göze almaktan çekinmiyordu.
Gazetecilerden Refı
Cevat Ulunay da 8 Eylül 1920 günkü yazısında,
“Görüyoruz ki Yunanistan kısa zamanda Mustafa Kemal
kuvvetleri denilen çapulcuları tepeleyecektir,” diye yazıyordu.
Damat Ferit 9 Eylül 1920
Pazartesi günü Michel Paillares’i, vatanını müdafaa edenlere karşı Venizelos’la
ortak hareket etmek için anlaşmaya Yunanistan’a gönderdi.
Venizelos’un bütün bu
gelişmeler karşısında iştahı iyice kabarıyordu ve İngiltere Başbakanı Lloyd
George’a yine aynı öneride bulundu:
“Türklerin İstanbul’dan atılması ve Karadeniz
bölgesinde Pontus Devleti’nin kurulması.” (4 Kasım 1920)
Venizelos’un bu
önerisinin üzerinden sadece 12 gün geçmişti ki Yunanistan’da genel seçimler
oldu. Venizelos seçimleri kaybetti, hatta Yunanistan’ı bile terk etmek zorunda
kaldı. Sh:170-171
**
8 Mayıs 1922 günü
itibarı ile Garp Cephesi’nin mevcudu 181.000 askerdi.
12 Mayıs günü
Yunanistan’da Gunaris Hükümeti istifa etti. Türk ulusu Mustafa Kemal
önderliğinde toparlandıkça düşman sarsılmaktaydı. İngilizlerin Hint Birlikleri
de İstanbul’dan ayrıldı.
Anadolu’da kendine
güveni gelen Türk ulusunun, “Düşmanı denize dökeceğiz,” inancına İstanbul’da
gazeteci Ali Kemal, Peyami Sabah gazetesinde 21 Mayıs 1922’de cevap verdi:
“Ankara ’nın Yunan ’ı denize dökeceği, bir kuru vaattir.”
Ali Kemal 10 gün sonra,
2 Haziran 1922 günü bir yazıya daha imza attı:
“Ankara’nın tuttuğu yol çıkmaz, çıkmaz, çıkmaz”
3 Haziran 1922 günü de
General Harrington İngiltere’ye bir rapor yazdı:
“Yunan ordusu daha bir
yıl dayanabilir. ”
Mustafa Kemal 14 Haziran
günü Adapazarı’na annesi Zübeyde Hanım’ın elini öpmeye gitti. Zübeyde Hanım
Binbaşı Baha Bey’in demiryolu istasyonundaki evinde misafir edilmişti. Evin önü
mahşer günü gibiydi.
Mustafa Kemal eve doğru
yürürken annesi dışarı çıkmış, oğlunun güçlükle kendisine doğru gelmesini seyrediyor,
bir yandan da mendiliyle gözlerini siliyordu.
Nihayet Gazi Paşa
annesinin kollarına atıldı. Kalabalık, "Allah ayırmasın!” diye gök
gürültüsü gibi bağırıyor, bütün kadınlar ağlayarak dua ediyorlardı.
Gazi Mustafa Kemal Paşa,
silah arkadaşları, Mehmetçik ve vatanını seven her bir birey “Milli Mücadele”
için çalışırken, vatanı müdafaa edip düşmanı topraklarımızdan kovmaya uğraşırken,
Vahdettin yeğeni Sami ile Yüzbaşı Armstrong’a bir mesaj gönderir. Mesajın özeti:
“M. Kemal ve adamları
ingilizlerin düşmanıdır. Bense dostuyum. Ne isterseniz vermeye hazırım. Halife
olmak haysiyetiyle daima sizin tarafınızı tutanın.”
Vahdettin’in haziran
ayındaki bu açıklamasını, 1 Temmuz günü Ali Kemal’in yazısı takip etti:
“itilaf Devletleri ’nin kararlarına karşı gelmek yerine, itaat etmek
lazımdır.”
Sh:240-241
**
Günün birinde bir
Amerikalı Ankara’ya Behiç Bey’i ziyarete geldi ve şu teklifte bulundu: “Demiryolu inşaatından vazgeçin, müştereken karayolu
yapalım ve motorlu nakil vasıtaları ile (otobüs ve kamyon) yolcu ve eşya
nakledelim dedi.
Behiç Bey Amerikalıya
sordu:
“Bu karayolu malzemesi
ziftten yapılma değil mi?”
“Evet,” dedi Amerikalı.
“Bu zift petrolden elde
edilir değil mi?” diye sordu Behiç Bey.
“Evet,” dedi Amerikalı.
“Peki bu karayolu
üstünde işleyecek vasıtalar mazot ya da benzin kullanacak değil mi?”
“Evet.” dedi Amerikalı.
“Bu mazot ve benzin
petrolden elde edilir değil mi?”
“Evet,”dedi Amerikalı.
“Bu petrol bizde var
mıdır?” diye sordu Behiç Bey.
“Korkarım ki hayır,”
dedi Amerikalı.
“Bu memleket kömürü olduğu halde kullanamamış, ağaç keserek odunla trenlerini işleterek
askerini düşmanın karşısına güçlükle dikip özgürlüğünü kazanmıştır. Bizi bu
petrole bu kadar muhtaç hale getirirseniz, kim bilir vatanı bir daha müdafaa
etmek gerekse ne müşkül durumda kalırız. Bu zorlukları tecrübe etmiş olmam
vesilesi ile milli menfaatler adına, ülkenin her yerini karayolu yapmak
düşüncesini sakıncalı bulurum,” dedi Behiç Bey.
Amerikalı ise bu
girişiminden bir sonuç alamadı.
Bir gün bir İngiliz geldi. Londra-Hindistan Demiryolu
projesi dâhilinde, İstanbul Boğazı’nı bir tünel ile
geçmek hususunda Behiç Bey ile müzakereye girişmek istedi. Tünel, Kâğıthane
civarından başlıyor ve Pendik’ten çıkıyordu. Behiç Bey bu kişiden, temsil ettiği
şirketin salahiyetnamesine (yetki belgesi) haiz olmadığı için, bunu getirmesini
istedi. İngiliz bir daha görünmedi. sh: 307-308
(Tünelden çıkan gazın
kokusunu hissettiniz mi?)
Kaynak:
Emir KIVIRCIK, Cepheye Giden Yol, 2008 İstanbul
Emir KIVIRCIK, Cepheye Giden Yol, 2008 İstanbul
“Ne
olursa olsun, yapılanların bir gün hesabı soruluyor.”
Yönetmen:
Frank Pierson
Ülke:
İngiltere, ABD
Tür:
Dram, Tarihi, Savaş
Vizyon
Tarihi: 19 Mayıs 2001 (ABD)
Süre:
96 dakika
Dil:
İngilizce, Almanca
Oyuncular
Kenneth Branagh, Clare Bullus, Stanley Tucci, Simon Markey , David Glover
2001 yapımı, HBO tarafından TV filmi olarak
çekilmiş, kaliteli bir II.Dünya Savaşı filmi Conspiracy. Filmin temel vurgu
noktası, pek çok diğer filmde olduğu gibi Yahudi Soykırımı. Bu sefer soykırıma,
soykırım kararını alan Nazi bürokratlarının gözünden bakıyoruz. Bu aşamaya
nasıl gelindi, bu karar nasıl alındı, nerelerden itiraz geldi, hangi hususlarda
sıkıntı yaşandı film bize bunu anlatıyor.
Nazi subayları ve SS liderleri Yahudi
sorununa kesin bir çözüm getirmek için 1942 Wannsee Konferansında bir araya
gelirler. Uzun tartışmaların ardından, tarihi Yahudileri Avrupa'dan sürme
planını hayata geçirmeye karar verirler. Kararları, insanlık tarihinin en
korkunç ve utanç verici olaylarından birine gebedir.
1939
yılının Eylül ayında Adolf Hitler, Polonya'yı işgal etti. Böylece 2. Dünya Savaşı başladı. 1942'nin kışına gelindiğinde orduları
Rusya'nın karlarında açlıktan ve soğuktan kırılıyordu. Bir generali de kalp
krizinden ölmüştü ve Amerika savaşa katılmıştı.
İlk defa, Hitler'in bin yıl yaşayacak Alman İmparatorluğu hayalinden
şüphe edilmeye başlanmıştı. Generalleri almak
ve kovmakla uğraşırken, kış iyice sertleşmişti.
15 kurmay ve bakanına emir verilerek Berlin'deki sakin göl evi
Wannsee'ye gelmeleri iletildi. Cephedeki
krizden uzak bir yerdi. İki saat içinde
bu adamlar dünyayı ebediyen değiştirdiler.
Burada olanlar ve söylenenlerle ilgili geriye sadece bir kayıt
kalabildi. Bin Yıllık Reich'ın
enkazından kalan tek şey.
**
Güzel bir ev. Bu amaç için yapılmadı.
Toplantılar için değil. Yerler, çizmeler için uygun değil.
-Burası hususi bir ev mi?
-Hususi ev, evet. Kimin?
Galiba bir Yahudi'ninmiş. O konuda anlaşmazlık
var.
**
Geldiğiniz için teşekkürler. Buyurun.
Beklettiğim için özür dilerim. Ama lezzetli şaraplar içtiğinizden eminim. Kimse
de bunun için daha erken diyemez. Herkes hazır mı?
-Hazır.
-Güzel. Yaz kampının ilk gününde
konuşuyormuş gibi olma riskine rağmen masanın etrafında toplanalım ve kendimizi
tanıtalım. Tanışmayanlar için. Ben en son konuşacağım. General Müller'le
başlayalım.
Tümgeneral Heinrich Müller. SS Gestapo.
Klopfer, parti temsilcisiyim. Onların adına konuşuyorum.
Ben Kritzinger, Reich Mahkemeleri İcra
Direktörü. Çağırıldığım için minnettarım ama sebebini merak ediyorum. Yahudi
meselesinin koordinasyonu halledildi diye biliyorum. Halledilecek. Başbuğ'un,
bana ve üstlerime bildirdiğine göre... Halledilecek.
General Hoffman. Irk ve Yerleşim İdaresi.
Irk ve yerleşim meseleleriyle ilgileniyoruz. Bende mi?
Leibbrandt, elimizdeki ve yönettiğimiz her
şeyin Siyasi Ofisi.
Doğu Polonya'da, Baltık ve Sovyetler
Birliği'nde. Bakanlığın dışişleri sorumlusuyum.
-İsminizi söyleyin.
-Meyer, Doktor. Özür dilerim.
Stuckart, İçişleri Bakanlığı. Martin Luther,
Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı. Hemen hemen herkesle tanıştım.
İsmim Neumann, Dört Yıllık Planlama Ofisi
Direktörüyüm. Lange, Letonya'daki SS Görev Gücü komutan yardımcısıyım. -Başka
şeyler de var. -Hepimizin başka işleri var.
Ben Joseph Bühler. Almanya hakimiyetindeki
Polonya'nın Dışişleri Bakanıyım.
Schöngarth, Genel Vali'ye bağlı SS. Dr.
Freisler, Adalet Bakanlığı. Ayrıca Fırtına Birliği'nde rütbem var. İşte ben
buyum.
Adolf Eichmann, SS Gestapo. Yahudi İşleri
Ofisi ve bu...
Evet, bu kadar. Ben de Heydrich. Reich
Güvenliği'den sorumlu SS Şefi. Bohemya ve Moravya Reich Muhafızı.
**
General Heydrich:
Hoş
geldiniz. Hepinize bazı belgeler verildi. Onlar size özeldir. Kopyalanamayacak,
başkaları tarafından görülmeyecek ve konuşulmayacak. Üstlerimiz hariç. Buradaki
meseleleri ele alışımız düşmanlarımızdan gizlenmeli. Fikirleri kontrol edersek
olayları daha iyi kontrol ederiz. Bugün her birimiz sır taşıyıcı olacağız.
-Katip de sır tutacak.
-Kabul ediyor. Kabul ediyor mu?
Mükemmel.
Bundan sonra aramızdaki iletişim iki yönlü olarak işleyecek. Her türlü Yahudi
meselesi için yardımcım Yarbay Eichmann merkez noktası olacak. Bu Yahudilerin
Almanya'da depolanmaları sorunumuz var. Bir yıldır o Yahudi, bu Yahudi ve
yasanın yasanın karmaşıklığı hakkında konuşmalar yapılıyor. Hepinizin bildiği
gibi bu sorun canımızı sıkıyor. Önce onları, Alman halkı hayatının hiçbir
aşamasında uğraşmak zorunda kalmasın diye kovma işine giriştik. Nürnberg'de
çıkarılan yasalar için onları ortaya koyan Dr. Stuckart'a kadeh kaldırmalıyız.
Ortak yazarım. Ben sadece ortak yazarım. Tüm dünyaya örnek olacak Yahudisiz
toplumun ve ekonominin yaratılması konusunda yasal zemin hazırladılar. Tabii ki
Yahudileri ulusal hayatımızdan sildik. Onun dışında, Yahudiler yaşam alanlarımızdan
fiziksel olarak silinmeliler.
-Açıklayayım.
-Elbette. Onun da zamanı gelecek. Şiddetli
bir göç politikası uygulasak bile daha fazla Yahudi’yi kim kabul eder?
Onları kim ister?
Bu
politikanın kısıtlaması buydu. Avrupa'daki sınırlar onları reddediyor veya
kabul etmek için saldırıyor.
-Amerika.
-Amerika bile, teşekkür ederim. Yahudiler
sürekli Roosevelt'le konuşuyorlar ama onları reddediyor. Polonya'yı alınca da
elimizde 2,5 milyon daha birikti. Geçen Temmuz ayında yeni bir durumla karşılaştık.
Rusya'yı da işgal ettikçe toplamda beş milyon Yahudi daha olacak. Bu sorunun
boyutları inanılmaz derecede arttı. Beş milyon. Sorun tam olarak bu.
Gettolarımız dolu. Bir sürü getto var ve hepsinin Lehçe isimleri var. Hepsi
dolu ama biraz durun. Geçen Temmuz'da bu sorun karşımıza çıkınca Mareşal Göring
bir emir hazırladı. Elinizde bir kopyası var. İzin verirseniz etkili kelimeleri
okuyayım. Size tüm hazırlıkları yapma görevini veriyorum. Organizasyon ve
finans konusunda sorumlu sizsiniz. Yahudi sorununa, Avrupa'daki Alman etkisi
çerçevesinde bir çözüm getirmenizi bekliyorum. Buradan bütün Avrupa kıtasının
temizlenmesini anlıyorum. Temizlenme kelimesi var. Hassas bir kelime. Devam
ediyorum. İkinci paragraf. Hükümetin diğer birimleri nerede olurlarsa olsunlar
sizinle iş birliği yapacaklar. Umarım, falan filan. Yahudi sorununda arzu
edilen başarıya ulaşmak için bu gereklidir. Bu emir, hepimiz için.
**
Dr. Kritzinger: Bir şey söylemek istiyorum.
Yahudi sorunu, benim bölümümün yani Reich İdari İşleri'nin sorumluluğunda ve
bize emir gelmedi. Biraz izin verin lütfen. Belge, klasörünüzde mi?
-Evet, klasörünüzde. Orada olmalı. Sonuç
olarak, o emre ne oldu?
Kısaca, hâlâ Rusya'dayız ve Amerikalılar da
savaşa katıldı. İki olay da askeri,
ekonomik, iş gücü ve erzak stoku açısından bizi daha fazla tüketecek. Bu
Yahudileri barındıramayız. Göç bitti. Kaçınılmaz sonucu da bugün bu masada
tartışacağız. Devam edelim. Avrupa'da kalmış olan Yahudi nüfusuyla ilgili bir
belge bulacaksınız. Bir de SSCB veya Rusya'da. Kalan zamanında ne diyorlarsa.
Dediğim gibi, göç politikası durdurulacak.
Affedersiniz efendim. General Heydrich'e
telefon var.
-Kim olduğunu sor ve başka bağlama.
-Emredersiniz. Biraz ara verelim.
Lütfen oturun Dr. Kritzinger. Hepimizi
rahatlatın.
**
[Dr. Kritzinger'in anlattığı Hikâye]
Adam
babasından nefret edermiş. Annesini acayip severmiş. Anne kendini ona adamış.
Ama baba, onu dövermiş, ona hakaret edermiş, reddedermiş. Neyse, çocuk büyümüş.
Annesi öldüğünde 30'larındaymış. Onu büyüten ve koruyan annesi. Ölmüş. Adam
durmuş ve tabutunu gömerlerken ağlamaya çalışmış. Ama gözyaşı düşmemiş. Adamın
babası uzun yaşamış. Oğlu 50'li yaşlardayken ölmüş. Babasının cenazesinde, çok
şaşkınlık verici bir şekilde oğlu gözyaşlarını kontrol edememiş. Ağlıyor,
zırlıyormuş. Teselli edilemiyormuş. Hatta kendini kaybetmiş.
Açıklaması:
Adam
hayatı boyunca babasına olan nefretiyle kamçılanmış. Annesi öldüğünde, bu bir
kayıpmış. Babası öldüğünde nefreti nesnelliğini kaybedince o zaman adamın
hayatı boş kalmış. Bitmiş. İlginç.
Kritzinger'in
uyarısı buydu.
Ne yani
Yahudilerden nefret etmemeli miyiz?
Hayır, bu hayatımızı kaplamamalı. Onlar
gittiğinde, uğruna yaşayacak bir şeyimiz kalmaz. Hikâyeye göre öyle.
**
Albay Eichmann, toplantının yazılı
kayıtlarını dikkatlice düzeltti. Katılanlara,
okumaları için birer kopya dağıtıldı.
Sonra da yok edilecek.
General Heydrich, Çekoslovakya'daki
merkezine döndü. Birkaç korkunç hafta
sonra ona bir lakap takıldı. Prag
Kasabı. Baharda iki Çek vatansever onu
öldürmek için eğitildi. Bir İngiliz uçağından atladılar. Onu yaralamayı başardılar. Buna misilleme olarak, binlerce Çek toplandı
ve vuruldu. Heydrich'in yarası mikrop
kaptı. Komaya girdi ve öldü. Heydrich'in
Yahudilerle ilişkilerde yardımcısı Eichmann
Wannsee'de başladıklarını bitirmek üzere orada kaldı. Bunu gurur meselesi yaptı.
Gestapo Şefi Heinrich Müller. Savaştan
sonra ortadan kayboldu. Son olarak, 29 Mayıs 1945'te Berlin'de görüldü.
Dr. Gerhard Klopfer. 1945'te savaş suçları
nedeniyle tutuklandı ve 1949'da delil yetersizliğinden salıverildi. 1987'de
ölene kadar vergi danışmanlığı yaptı.
Dr. Wilhelm Kritzinger. 1945'te savaş
suçları nedeniyle tutuklandı ve mahkemede Nazilerin suçlarından utanç duyduğunu
bildirdi. 1947'de serbest bırakıldı. Aynı yıl içinde öldü.
General Otto Hofmann. 1945'te tutuklandı.
İnsanlık suçu nedeniyle 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Altı yıl sonra
salıverildi. Katiplik yaptı ve 1982'de öldü.
Dr. George Liebbrandt. 1945'te savaş
suçları nedeniyle tutuklandı ve 1949'da delil yetersizliğinden salıverildi.
Münih Amerikan Kültürü Enstitüsü'nde aktif rol aldı. 1982'de öldü.
Dr. Alfred Meyer. 1945 baharında intihar
etti. Dr. Wilhelm Stuckart. 1948'de tutuklandı. İnsanlığa karşı işlediği
suçlardan 1949'da mahkum edildi. Cezasını çekmiş sayıldı. Helmstadt'ta belediye
haznedarı oldu. 1953'te trafik kazasında öldü.
Martin Luther, 1944'te Dışişleri Bakanı Von
Ribbentrop'a karşı komplo düzenlemekten Sachsenhausen toplama kampına
gönderildi ve Nisan 1945'te serbest bırakıldı. Mayıs 1945'te kalp krizinden
öldü.
Bakan Erich Neumann. 1945'te savaş suçları
nedeniyle tutuklandı ve 1948'de delil yetersizliğinden salıverildi. Aynı yıl
içinde öldü.
SS Binbaşı Rudolf Lange, Şubat 1945'te
Poznan, Polonya'da görev sırasında öldü.
Dr. Joseph Bühler. 1945'te Polonya halkına
karşı işlediği suçlar nedeniyle tutuklandı ve Ağustos 1948'de Krakov,
Polonya'da idam edildi.
SS Albay Karl Schöngarth. İngiliz Askeri
Mahkemesi tarafından Yetkisi Dışında Terör Programı oluşturmaktan suçlu
bulundu. Şubat 1946'da Hollanda'da idam edildi.
Adalet Bakanlığı'ndan Dr. Roland Freisler.
Şubat 1945'te, Berlin'e yapılan hava saldırısında öldü.
SS Yarbay Adolf Eichmann. İsrail ajanları
tarafından Arjantin'de yakalandı. İnsanlığa karşı işlediği suçlardan mahkum
edildi ve 31 Mayıs 1961'de Kudüs'te asıldı.
Martin Luther'ın Wannsee Konferansı
zabıtları 1947'de Amerikan müfettişler tarafından Alman Yabancılar
İdaresi'nde bulundu. Toplantıdan geriye kalan tek kayıt budur.
Yönetmen: Tom Shadyac
Ülke: ABD
Tür: Komedi, Aile
Vizyon Tarihi: 16 Mayıs
1997 (Türkiye)
Süre: 86 dakika
Dil: İngilizce
Müzik: John Debney
Oyuncular Jim Carrey, Maura Tierney, Justin Cooper , Cary Elwes, Anne Haney
Özet
Fletcher Reede (Jim Carrey) Başarılı bir
şirket avukatıdır. Fakat ailesine ve oğluna sürekli yalan söylemektedir. Oğlu,
doğum gününde babasının bir günlüğüne yalan söyleyememesini dilemiştir. Marifet
yalan söylemek değil, inandırmak...!
Hayatı yalanlar üstüne kurulu bir adam, gün
gelir artık hiç yalan söyleyemez.
Sonrasında ne olur?
Tüm işleri alt üst olur ve komedi başlar..
İlginç senaryo Jim Carrey nin üstün performansıyla keyifli bir hal alıyor ve
bizlere de keyifle izlemek kalıyor
Filmden
Bugün konuşacağımız konu, ebeveynlerimizin mesleği! Benim annem doktor. Benim babam tır
şoförü. Benim annem öğretmen. Peki ya baban?
Babam O bir yalancı.
Yalancı mı?
Bunu demek istemediğinden
eminim.
Takım elbise giyiyor ve mahkemeye gidip yargıçla konuşuyor.
Anlıyorum. Avukat demek istiyorsun.
**
Fred, olabilecek en zor davayı temsil etmen
senin vazifen. Olabilecek en zor dava doğrularım ile bağdaşıyorsa.
Gerçeğe yargıç mı karar versin istiyorsun?
Bunun için maaş alıyorlar. Sen de kazanmak
için maaş alıyorsun. Duruşmaya çıkmamda ısrar edersen Bayan Cole'u agresif ve
ahlak ilkelerine uygun olarak temsil ederim.
Ancak
Miranda, yalan söylemem.
O zaman söyleyecek birini bulmamız gerekecek.
**
Bu şirkette ortaklığa terfi etmem için daha
kaç tane kıç öpmem gerekecek?
**
Söz verdi. Biliyorum, ama seni yarın
görmeye geleceğine söz verdi. Seni yarın okuldan alacak.
Tamam mı?
Hadi öyleyse. Bir dilek tut.
Sadece bir günlüğüne babamın
yalan söyleyememesini diliyorum.
**
- Davanın ertelenmesini talep ediyorum! Bu
dava zaten birkaç kez ertelenmişti Bay Reede. Bunun farkındayım, ama gerçekten
ertelenmesini istiyorum. Geçerli bir neden duymak istiyorum avukat bey. Problem
nedir?
Yalan söyleyemiyorum!
Övgüye değer, ama geçerli bir açıklama
bekliyorum. Var mı, yok mu?
-
Yok.
- Erteleme talebi reddedildi. Davada
uzlaşma olasılığı var mı?
Sanmıyorum.
**
Tek bir yalan bile söyleyemiyorum! O halde yazarım.
**
- Şimdi doğruyu söylüyorum. Benim neyim var
böyle?
Hak ettiğimi buluyorum. Ektiğimi biçiyorum.
**
Doğum günü dileğini, babasının sadece bir
günlüğüne yalan söyleyememesi için tuttu.
Aman Tanrım! Buldum!
Şimdi beni dinle Max. Benim için bir şey
yapmalısın. Dileğini geri almanı istiyorum.
- Yalan söyleyebilmen için mi?
-
Evet. Ancak sana değil. Bak Max bazen
yetişkinler yalan söylemek zorunda kalır. Anlatması güç, ama eğer Güzel bir örnek vereyim. Annen sana
hamileyken 18 kilo birden aldı. Ne
bulduysa yedi. Baban endişeliydi. O "nasıl görünüyorum?" diye
sordu ben de "Tatlım, harika görünüyorsun.
Çok güzelsin. Parlıyorsun" dedim. Bir inek gibi göründüğünü söyleseydim,
onu çok üzmüş olurdum. Öğretmenim gerçek güzellik içimizdedir diyor. Bunu
sadece çirkin insanlar söyler. Max, yetişkinlerin dünyasında yalan söylemeyen
kimse ayakta kalamaz. Davamı kaybedebilirim, terfi edemem, hatta işimi bile
kaybedebilirim. Yardımın gerekiyor Max. Tamam mı?
Tamam.
Dün gece yaptığın gibi dilek tut ama bu sefer tam tersini dile.
Diledim.
Mükemmel! Şimdi küçük bir deneme
yapmalıyım.
- İşe yaradı mı?
-
Umduğum gibi olmadı. Tersini diledin mi?
-
Yalnız
-
Ne?
Yalnız ne?
Dün
dilek tutarken, bunu çok istemiştim. Şimdiki dileği ise sırf sen istiyorsun
diye tuttum. Tamam. Bir daha dene. Ve bu sefer gerçekten iste.
- Bunu yapamam!
- Neden?
- Çünkü yalan söylemeni istemiyorum.
- Bunu açıklamıştım. Yalan söylemeliyim. Herkes söylüyor. Annen
söylüyor. Harika insan Jerry bile söylüyor.
Ama
sen kendimi kötü hissetmeme neden olan tek kişisin.
**
Yapamıyorum.
Cevabın yalan olduğunu bilirsem soruyu soramıyorum.
**
Bu
doğruculuk işi çok hoşuma gitti.
**
Yalan
söyleyemez. Bir dilek tuttum ve bugün babamın söylediği her şey doğru olmak
zorunda.
Max.
Saat 20.45. Sen dileğini saat 20.15'te tutmuştun. Son yarım saattir yalan
söyleyebilirdim.
-
Öyleyse doğru değil
-
Hayır, doğruyu söylüyordum! Sana dürüst davranmak istedim. Sana hep dürüst
davranacağım.
**
[1] Gee
sadece konuşulanları kapsayan küçük harfle yazılan söylem ile konuşmanın
dışında kalanların da dâhil edildiği büyük harfle yazılan Söylemi ayırmak
gereğini vurgular (2005: 20-21).
[2] Van
Dijk'in deyimiyle retoriksel bağlamda abartı (hyperbole), tekrar (repetition), küçültme (mitigation), ironi gibi araçların
kullanılması veya belli metaforlara başvurulması toplumsal inanışlarla olduğu
kadar derinde yatan modellerle de yakından ilintilidir (29).
[3] New Age'i en
iyi açıklayan kavramlardan biri “ruhani aydınlanma"dır. “Kristal küreler,
kendi kendine yardım kitapları, kadın tanrıçalara tapma, ilkelliğe geri çekilme
ve dişil sezgi" gibi unsurlar kullanılır. New Age ismi dünyaya barışın
egemen olduğu bir astrolojik dönemden, Su Çağı'ndan (Age of
Aquarius) gelmektedir (Daly ve
Vice, 1995: 158).
[4] Söylem hem metinlerle hem de toplumsal
pratiklerle ilgili olduğundan (ki bazılarına göre ikisi arasında bir fark
yoktur), söylem analizi disiplinler arası bir yaklaşımı gerektirmektedir
(Jaworski ve Coupland, 2006: 1-6). Bu yaklaşım sayesinde komplo zihniyeti,
faşizm ve New
Age arasında kurulan söylemsel bağ daha iyi
anlaşılabilir.
[5] 27 yaşındaki
cicero'nun bir hukukçu olarak önünün açıldığı ve ününün iyice yayıldığı, sextus
roscius'un savunmasını üstlendiği davanın anahtar sorusudur cui bono? latince
bir deyim olup "kim karlı çıktı?" veya "kimin yararına?"
anlamına gelmektedir.
Roma hukuku'nda cinayetleri çözmekte kullanılan ve bugün de
geçerliliği olan en temel sorudur. cinayetin kimin yararına olduğu, kime fayda
sağlayacağı sorgulandığında, elde edilecek cevaplar katilin uşak mı yoksa eski
sevgili mi olduğunu öğrenmemizde önemli bir rol oynayacaktır...
cicero, müvekkili olan ve babasını öldürüp mallarına sahip
olmakla itham edilen sextus roscius'un suçsuzluğunu bu yolla ispatlayarak Roma’daki
bir devlet-mafya-siyaset üçgenini de açığa çıkarır; bütün deliller sextus'un
aleyhinedir, ayrıca davadaki savcı ise Roma’nın en ünlü savcısı olan
erucius'tur. üstelik kuzeni de aleyhine şahitlik yapmaktadır, öldürülen
babasının çiftliklerine ise chrysogonous (okunuşu:krisogonus) adındaki Roma'nın
en güçlü isimlerinden biri olan, iç savaştan sonra pek çok kişiyi öldürmüş eski
bir yunan köle el koymuştur.
Roma Hukuku'nda babasını öldürmenin cezası ise şudur;
katil, derisi yüzülene kadar kırbaçlanır, ardından deri bir torbaya bir yılan,
bir köpek ve bir maymunla beraber konulup torbanın ağzı dikildikten sonra da Tiber
Nehri'ne atılırdı. yani, anlayacağınız sektus'un başı fena halde belaydaydı.
sektus'un babasının 13 adet çiftliği vardı ve tek varis
kendisiydi lakin banasını öldürmekten tutuklandıktan sonra çiftliklerin 10
tanesini chrysogonous diğer 3 tanesini ise kuzeni capito aldı, daha doğrusu
capito'ya chrysogonous verdi. cui bono? Sorusu sorulduğunda, bu işten
chrysogonous ve işbirlikçi kuzen capito karlı çıkıyordu, zararlı çıkan tek kişi
ise sextus'tu ve bu cicero'nun gözünden kaçmamıştı. geriye kalan iki önemli
unsur vardı, chrysogonous o mallara nasıl el koymuştu ve neden 3 çiftliği
capito'ya vermişti?
Eski Roma'da seçilmişler listesi denen bir liste vardı. Bu
listeye, muhalifler, iç çekişme sırasında iktidar mücadelesinden yenik
ayrılanlar ve kazananla uzlaşmaya niyeti olmayan ya da iktidar için tehlikeli
bulunan isimler girerdi... işte sextus'un babası da bu listeye eklenmişti ama
bu listeye eklenmesi için hiçbir sebep yoktu. "cui bono" diye diye
chrysogonous'tan iyice kıllanan cicero, seçilmişler Listesi’ni Roma arşivine
gizlice girerek inceledi ve o listeye cinayetten sonra eklendiğini gördü, bu
belgeyi de mahkeme jürisine sundu, tabi sunmadan önce de öldürülmek istendi ama
kurtuldu. olay şuydu; chrysogonous, sektus'un babasının çiftliklerine göz
koymuştu, bunun için de capito'yu amcasını öldürmeye azmettirdi ve sus payı
olarak da 3 tane çiftliği ona verdi, cinayeti ise capito'nun yalancı şahitler
kahvesinden iki arkadaşının ihtamıyla birlikte sextus'a yıktılar. oysa akıl
edemedikleri birşey vardı, tek varis olan sextus neden babasını miras için
öldürsündü?
Mahkeme jürilerinden çoğunluk ne derse o olurdu. jüri
üyeleri kararlarını bir tabletin üzerine a veya c harflerini yazarak
bildirirlerdi. a: apsolbo yani suçsuz demekti c: condeimo yani suçlu anlamına
geliyordu. mahkeme sonunda oybirliği ile tabletlerin üzerine a yazıldı yani
sextus suçsuz bulundu... Savcı Erucius, iddianamesinde ve savlarında
yanılmıştı, bunun bedeli ise latincede iftiracı anlamına gelen Calumniater'ın
baş harfi olan c harfinin alnına kızgın damga ile vurulmasıydı.
Mahkeme sonunda hayırsız Kuzen Capito cinayetten suçlu
bulundu, cicero'un namı ve cesareti iyiden iyiye yayılmaya başladı,
kontrgerilla Chrysogonous'a ise hiçbir şey olmadı, Meksika sınırını geçerek
durumdan yırttı. Savcı Erucius ise alnına yemesi gereken kızgın damgayı
yemediği gibi görevine de devam etti.
[6] McNamara
Soğuk Savaş döneminden ders çıkartarak rasyonalitenin bizi kurtaramayacağını anlatır.
Bu duruma 1962 Küba Füze Krizi iyi bir örnektir. McNamara “nükleer savaşın
çıkışını engelleyen sadece şanstı" der. “Hepimiz rasyonel bireylerdik.
Kennedy rasyoneldi, Khrushchev rasyoneldi, Castro rasyoneldi. Rasyonel bireyler
kendi toplumlarının nihai yok oluşuna neden olmak üzereydiler. Bu tehlike bugün
de devam ediyor."
[7] Bu
yapıyı tarihsel olarak modern devletin doğuşuna, “araçsal akla", Weber'in
“demir bir kafes" olarak tanımladığı bürokrasinin çıkışına götürebiliriz.
Bauman (2007) bu modern iradenin Nazi Dönemi Almanyası'nda da etkili olduğunu
belirtir. Holokaust Hitler'in kişisel özellikleri veya Nazi ideolojisinin
“çarpık", anti-modern, ideolojik eğilimlerinden ziyade, “istatistik",
“sayım", “hesap", “mühendislik", “kontrol" gibi unsurlarla
iktidarını oturtmaya ve “efektif" olmaya çalışan modern/bürokratik yapının
bir nevi kendine has (idiosyncratic)
sonucu olarak ortaya çıkar.
[8] 11
Eylül komplosuna dönecek olursak, kim bilir belki olaydan bir hafta ya da bir
ay ya da bir yıl önce kulelerden birinde çalışan bir Arap şirketi ya da
işadamları da kuleyi terk etmiştir. Sevinen insanlar geçerli bir kriterse,
sevinen beş Arap bulmak da sorun olmayacaktır. Aynı formülü belki İngilizler
içinde çalıştırabiliriz, Ruslar ya da Çinliler için de. Bu tarz bir komplo
mantığıyla, 11 Eylül'ün herhangi bir ülkenin çıkarına hizmet ettiği
“kanıtlanabilir".
[9] Shalom
ve Albert'a göre (2002) komplo zihniyeti iddiayı yanlışlayacak aksi bir kanıtı
“uydurulmuş" olarak niteleme eğimi gösterir. Bulunan bu aksi kanıtın doğru
olduğuna dair başka bir kanıt bulunursa, o da “uydurulmuştur".
[10] Komplo
kitaplarında kullanılan bu ifade tekniğini, yani telaffuz edecekmiş gibi
yapmak, telaffuz etmemek, başka bir konuya geçmek, “geçelim" diyerek
cümleyi bağlamak, sessiz kalmak gibi yöntemlerden bazılarını mesela Türkiye'de Efendi adlı kitapta
görebiliriz (Yalçın, 2004).
[11] Castillon'a
göre komplo teorileri şeytanın olmadığı ülkelerde görülmüyorlar. “Kötülüğün bir
irade ürünü olduğunun, bu dünyada yapılanların ölümün ötesinde
ödüllendirileceğinin ya da cezalandırılacağının düşünüldüğü, tabii bunun sonucu
olarak şeytanın var olduğu ülkelerde ortaya çıkıyorlar" (371).
[12] Linç
kültürünün son yıllarda Türkiye'deki tezahürü hakkında bakınız Belge (2006:
1-6). Ayrıca milliyetçilik ve komplocu bakış açısının popüler kültür
metinlerine etkisi hakkında bakınız Işık (2006).
[13] Bu
bağlamda Türkiye'de zaman zaman çok-satan listesine giren zenofobik eğilimli
kitaplarda bir artış var gibi gözükmektedir. Bakınız Fırat (2007), Kavcar
(2007), Küçük (2006), Sevinç (2007), Yiğenoğlu (2007).
[14] Umberto
Eco'nun eseri Foucault
Sarkacında inanıyormuş gibi
yapmakla, gerçekten inanmak arasındaki ince çizgiye vurgu yapılır. “[Casuslar]
düşmanın gizli servislerine sızarlar, onun gibi düşünmeye alışırlar; sağ
kalırlarsa bunu başardıkları içindir. Bir süre sonra karşı tarafa geçerler;
artık onlardan olmuşlardır çünkü" (1992: 451).
[15] Çeşitli şekillere
bürünebilen karşıtlıklar silsilesi çoğu zaman tahmin edilemeyen, şaşırtan,
düşünülmeyen formlarda tezahür eder. Örneğin “Hristiyan inancına karşı okkült
kökleri olan dünya sosyalist diktatörlüğü" (Pipes, 1997: 10-14).
[16] Eco'ya
göre nerede parlementonun sınırlanması ve siyasetçilere olan güvensizlik
gündemdeyse, orada kök- faşizmin kokusu hissedilir (1995).
[17] Vurgu Meydan'a
aittir.
[19] Komplo
teorilerindeki New
Age unsurlar Türkiye'de de bazı komplocu kitapların
konusu olmuştur. Bakınız Meydan (2006), Batmaz ve Batmaz (2007), Gündoğdu
(2003).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar