Print Friendly and PDF

BİR KOMPLO SÖYLEMİNDEN PARÇALAR: Komplo Zihniyeti, Sıradan Faşizm Ve New Age




Kerem KARAOSMANOĞLU
Yıldız Teknik Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Komplo teorileri alıştığımız, bildiğimiz bu dünyanın yerine nihai, aşkın bir gerçekliği bize alternatif olarak sunarlar. Bunu yaparken de belli bir “tarz“a, tartışma biçimine ve kurgusal temaya bağlı kalmaktan kendilerini alamazlar. Bu anlamda komplo teorileri sık sık kendi kendilerine gönderme yapma ve aynı söylemsel düzlem içinde kalma anlamında belli bir “aşinalık" sergilerler. Bu makalede öncelikli amacım bu hitab-vârî düzlemin nasıl oluşturulduğunu irdelemektir. Dolayısıyla, çok-satan popüler Türkçe kitaplardan örneklerle komplo teorilerinin farklı siyasi, kültürel ve toplumsal metinlerle ilişkiye geçip aynı platformu nasıl paylaştığını, özellikle aşırı-milliyetçi etkilere nasıl açık olabildiğini inceleyeceğim. Bu bağlamda esneklik unsurunu vurgularken, komplocu bir söylemin eklektik New Age (Yeni Çağ) akımına bile nasıl eklemlenebileceğini göstereceğim.
Anahtar sözcükler: Komplo teorisi, komploculuk, söylem, milliyetçilik, Yeni Çağ, popüler kültür.
Conspiracy theories seek to reveal an ultimate, transcendental “truth" and portray it as an alternative to our understanding of the “world". Consiparcy theories have adopted their own certain style, distinct in their way of argumentation and their use of specific themes. Often making references to themselves, conspiracy theories retain an element of “familiarity" in the sense that they speak from within the same discursive space. In this article, my primary aim is to analyze the way in which this discursive space is constructed. With special reference to popular best-seller books in Turkey, I elaborate how these theories carry a serious potential to attract ultra-nationalist motives and influences, sharing a common platform and interacting with other political, social or cultural texts. To highlight this element of flexibility, I demonstrate how conspiracism can even be intertwined with the eclectic trend of New Age.
Keywords: Conspiracy theory, conspiracism, discourse, nationalism, New Age, popular culture.
kültür ve iletişim • culture & communication © 2009 • 12(1) • kış/winter: 95-126
Plan'ı ellerimizle biçimlendiriyorduk; yumuşak kil gibi baş­parmaklarımıza, kurmaca isteğimize boyun eğiyordu.
Plan'ın oluşturulması günlerimizi alıyordu. Bulduğumuz en son bağıntıyı birbirimize iletmek için çalışmalarımıza ara veri­yorduk. Elimize ne geçerse okuyorduk: ansiklopediler, gazete­ler, resimli romanlar, yayınevi katalogları. Olası kestirme yol­ları bulabilmek için atlaya atlaya okuyorduk. Her kitap sergi­sinin önünde durup kitapları karıştırıyor, gazete kulübelerin­de koku almaya çalışıyor, yengi kazanmışçasına büroya koşup en son buluşumuzu masanın üstüne fırlatıyorduk... Ama ritm ne olursa olsun, şans ödüllendiriyordu bizi; çünkü insan ister­se, her zaman, her yerde, her şeyle her şey arasında bağıntılar bulur; dünya ansızın her şeyin her şeye yollama yaptığı, her şeyin her şeyi açıkladığı bir akrabalıklar ağına dönüşür.
“[Son Tapınakçılar] hâlâ oradalar", dedi Salon. “Agarttha'da değil, başka geçitlerde. Belki de, tam burada, bizim altımızda. Milano'da da metro var. Kim karar verdi buna?
Kazıları kim yönetti?"
“Bana kalırsa, uzman mühendisler."
“Görüyor musunuz, siz yumun bakalım gözlerinizi. Bir de, yayınevinizde ne idüğü belirsiz kişilerin kitaplarını yayımlı­yorsunuz.
Yazarlarınız arasında kaç Yahudi var?"
“Yazarlarımıza soyağaçlarını sormuyoruz," diye yanıtladım kuru bir sesle.“Yahudilere karşı olduğumu sanmayın. En iyi dostlarım ara­sında Yahudiler de var. Belli bir tür Yahudiyi düşünüyorum ben... "
“Ne tür?"
“Orasını ben bilirim..."
Umberto Eco, Foucault Sarkacı (1992: 435, 447, 427-8)
Komplo teorileri bize gizli saklı bir “hakikati", alternatif olarak sunarlar. Bu sunumu yaparken gizem unsurunu canlı tutarlar ve belli bir “tarza" bağlı kalmaya çalışırlar. Komplo teorilerinde kulla­nılan tartışma biçimleri de bir düzenlilik (regularity) içerir. Bunun dışında bağlı kalınan kurgusal yapı da teoriden teoriye tematik ben­zerlikler gösterir. Dolayısıyla komplo teorileri belli söylemsel sınır­ların içinden konuşmak anlamında son derece sıradan, tanıdık ve aşinadırlar, sık sık birbirlerine gönderme yaparlar. Söylem, burada, dili ve dilin ötesinde olan alana ait unsurları kapsar. Ne söylendi­ğiyle olduğu kadar bir şeyin nasıl söylendiği ile de ilgilidir. Dolayı­sıyla “değinilmeyenler", “dışarıda bırakılanlar", “görmezden geli­nenler" söylemin dışında değildir.[1] Konuşmanın (speech) kendisi dı­şında semboller, metaforlar ve metinlerarası bir alışveriş de söyle­min parçasıdır (Gee, 2005: 21). Sadece basit olarak dile ait maddi gerçekliği değil toplumsal pratikleri ve zihinsel algı biçimlerini de içerir (32). Gee'ye göre söylem, soyut bir düzlemde var olan ve ke­limeleri, hareketleri, değerleri, inanışları, sembolleri, araçları, nes­neleri, yerleri ve zamanları kapsayan koordineli bir örüntüdür ve bir dans gösterisine benzer (28). Bu yönüyle akışkan, değişime açık ve performansa dayalı bir tarafı vardır. Bu yazıda komplo teorile­rini ortak bir söylemin parçası olarak ele almaya ve söylem analizi yoluyla çözümlemeye çalışacağım. Van Dijk'in sınıflandırmasıyla söyleme dâhil olan sentaks yapılarından ziyade söylemin ortak ze­mininin oluşmasına katkıda bulunan özel lügatlere (lexicon), tema­lara (topic), tartışma biçimlerine (argumentation) ve bazı retoriksel araçların[2] kullanımına odaklanacağım.
Söylemler birbirlerinden bağımsız yapılar, kopuk birimler ve­ya soyut “adacıklar" olmadıklarından geçişkenlik arzederler ve za­man zaman birbirlerine eklemlenme eğilimi gösterebilirler (Gee, 2005: 28-30). Bu noktadan yola çıkarak komplo söyleminin milli­yetçi zenofobi, paranoya, köken miti, lidere olan ihtiyaç, popülizm ve ırkçılık gibi faşizan motiflerle nasıl iç içe geçme potansiyeli taşı­dığını incelemeye çalışacağım. Söylemsel akrabalık aynı zamanda Kuzey Amerika'da doğup Avrupa ve dünyada öne çıkmaya başla­yan eklektik New Age (Yeni Çağ) akımı ile de ilginç noktalarda ku­rulabiliyor. New Age maddeci bilimsel paradigmanın yerine Doğu'nun ruhani öğretilerinin yeniden önem kazanmaya başladığını varsayan bir akım. İnsanlık tarihinin bir ruhani sıçrama gerçekleş­tireceği ve “bencil bireyciliğin bireyler-ötesi kozmik bir farkındalıkla yer değiştireceği" ve yeni bir çağın başlayacağı öngörüsüne dayanıyor[3] (Zizek, 2006: 84-85). İdeolojik bir tutarlılıktan ziyade New Age, bünyesine dönüşümlü olarak dâhil olan ve birbirleriyle illa tutarlılık arzetmeyen unsurların, hippilikten sufiliğe, yogadan astrolojiye, Gaia teorisinden Atlantis uygarlığına kadar farklı za­man, mekân, sosyal pratik ve metinlerin kaynaştırılmasıyla anlam kazanıyor. Bu hâliyle popüler kültüre ait birbirine uzak unsurları kapsayan bir kategori hâline gelmiş gibi görünüyor. Dolayısıyla söylemler arası sözü edilen geçişkenlikten yola çıkarak özellikle üzerinde durmak istediğim odak noktası, komplo teorilerinin za­man zaman taşıdıkları faşizan eğilimlerle beraber nasıl, dünyada ve son zamanlarda Türkiye'de, New Age'e özgü unsurları kendile­rine çekip kullanabildikleri olacak. Bunu yaparken de komplo te­orilerinin popülerleşmesine hayli katkıda bulunan bazı çok-satanstatüsündeki kitaplara bakacağım. Bu kitapların bir kısmı klasik komplo kurgusuna sadık kalıyor. Bir kısmı şiddetli ırkçı/faşizan unsurlar içeriyor ve bazıları da ek olarak Türkiye'ye özgü bir New Age katkısı içeriyor.
Komplo teorileri[4] hem “teori" olma anlamında metodolojiye ilişkin belirgin bir “form" arzederler, hem de tarih içinde devamlı­lık gösteren ortak bir kurguya dayanırlar. Kurgu hem tematik hem de analitik olarak belirli özellikler gösterir. Dolayısıyla hem “form" açısından, hem de barındırdıkları metinsel muhteviyat açısından benzerlikler taşıdıklarından, komplo teorileri aynı söylemin içinden çıkmış gibi dururlar. Buna göre komplo teorilerini anlamak için “te­orilerin" “gerçek" olup olmadığıyla ilgilenmek, ontolojik bir iz, bir son nokta aramak yerine, bütün bu “teorileri" aynı çatı altında bir­leştiren ve son derece akışkan özellikler gösteren söylemsel düzle­me bakmak faydalı olacaktır.
Her şeyden önce komplo teorileri “kusursuzluk" üzerinden gi­den bir mekanizmaya sahiptir. Çoğu zaman, bir insan veya bir grup tarafından inşa edildiklerine inanmamızı güçleştirecek “kusursuz" bir plan söz konusudur. İnce düşünülmüş dâhiyane bir tasarımın varlığı komplo teorilerinin en önemli yapı taşlarından birisidir, çün­kü tüm argümana dinsel boyutlar taşıyan bir gizem, dinleyenlerin ağzını bir karış açık bırakacak ruhani bir aura katar. “Büyük plan" şeytani bir kusursuzluğa gönderme yaptıkça teoriye yabancı olan­ların doğaüstü bir olayla karşılaşmışçasına donakalmaları beklenir. Komplo, bu gizem sayesinde, öğrenenler, dinleyenler, duyanlar ve­ya okuyanlar üzerinde pornografik bir gözetleme deneyimini andı­ran bir “haz" bırakır.
Merak duygusunu tetikleyen gizem, ruhani aura ve kutsal me­tinleri andıran karanlık/aydınlık dikotomisi, ortaya “bu dün­ya" dan çıktığına inanmakta zorluk çekeceğimiz bir “kusursuz" oyun çıkarır. Bu oyunda hiç şüphesiz iyilerle kötüler ebedi kriterler­le birbirlerinden ayrılırlar. Moskovici'ye göre (1996) insanları, şeyle­ri ve eylemleri ikiye bölen bu köktenci ayrım uzlaşmazdır, zıt-kutupludur. Oyun genellikle bu iki-kutuplu yapı üzerinden sürdürü­lür. Düşmanlar bellidir ve bazen çok farklı noktalarda, tarihlerde ve coğrafyalarda duruyor gibi gözükseler de birbirlerine gizli bir bağ ile bağlı olabilirler (Yahudiler, masonlar, solcular, pasifistler, Müslümanlar, Cizvitler gibi). Düşman (ki bunlar yönetici elit, gizli bir ta­rikat, bir din, azınlıklar ya da var olduğu varsayılan bir ırk olabilir) kurgunun önemli bir unsuru olarak süper güçlere sahiptir. Aşağıda­ki iki örnekte görüldüğü gibi düşmana belli bir bütünlük, mutlak bir tutarlılık ve sahip olmadığı kadar güç vehmedilir (Levin, 2005).
Diktatörlük denilince, bir adamın veya bir partinin diktatörlü­ğü olarak algılanan şu zamanlarda bu kitabın amacı, kendisi­ni özgür sanan bir millete mutlak efendilerinin kimler olduğu­nu açıkça göstermektir (Michel, 2007: 200).
Dünya barışı için İsa Mesih'in etrafında toplanmayı telkin eden egemen güç ve vassalları (köleleri). Tahakküm ve sömürüyü meş­rulaştırmak için politikasını dinselleştiren egemen gücün dil oyunları. İnsanlıkla dalga geçen özgürlük ve demokrasi hava­rileri. Yeni dünyanın vassaları; politik aktörler ve aydınlar. Mesihleri; misyonerler, ılımlı İslamcılar ve diyalogcular. Gü­cün dilini ve çıkarını konuşma ve yayma nispetinde değer ka­zanan ayartma mekânları; sivil toplum kuruluşları. Kesintisiz küresel sermayenin sömürücü ve ihtilalci aktörleri; çok uluslu şirketler. Küresel entrika çemberinin nüfuz alanları; ezoterik cemaatler. Küresel politikanın parçalama aracı; etnik cemaat­ler ve tüm bunların ülkemizdeki görüntüleri (Macit, 2006: 669).
Komplo teorilerinin “bilimsel" gözükme kaygısı olabilir. Fakat komplo teorileri, kurguda bazen bilimsel söylemlerden veya termi­nolojiden yararlanmasına rağmen, bilimsel olmaktan çok uzaktır. Her şeyden önce komplo teorileri toplumsal ve siyasi olayları ince­lerken çok-nedenli (multi-causal) bir analize, farklı bakış açılarına açık bir çok-yönlülüğe ve eleştirelliğe izin vermezler. Her şeyin ne­deni bellidir ve tektir. Castillon, “komplo teorileri yazan kişilerin sorunu hiçbir zaman haklı olmamaları değil, haklı oldukları zaman bile karmakarışık bir dünyayı tek bir boyuta indirme huylarıdır" der (2007: 324). Bu tek-yönlülük içinde her kapı “büyük plana" açı­lır. Aslında zaman zaman çetrefil, anlaşılmaz ve her ne kadar “uçuk" gözükse de kullanılan argüman genellikle basittir, basma­kalıp varsayımlara dayanır. Bazen varsayımların sayısı artar ve te­ori heybetli bir iskambil kulesini andırır. Ama yine de böyle du­rumlarda bile komplo teorileri basitliklerinden pek bir şey kaybet­mezler, analize ve “bilimselliğe" pek ihtiyaç duymazlar. Bu açıdan bakıldığında komplo teorileri, “çocuksu" denebilecek bir naiflikle, “iyi" ve “kötü" karakterlerden kurulmuş aktörlerinin eylemlerini son derece basit ve doğrudan açıklamalarla, çok-nedenlilikten uzak bir şekilde, “büyük oyunun" gerektirdiği tutarlılıkta yorumlarlar. Düşmanın kendisi “muğlâk", kuklalar ise her yerdedir:
ABD de dâhil olmak üzere dünyanın en büyük devletlerinin başkanlarının, banka ve şirket yöneticilerinin bu insanların emrinde olduklarını ve küçük devlet başkanlarının büyük ço­ğunluğunun ceplerini doldurmaktan başka bir şey düşünme­yen sadece birer kukla yönetici olduklarını duyunca belki bu konuda biraz düşünme ihtiyacı hissedeceksiniz (Mercan, 2005: 441).
Yani hemen herkes büyük oyunda bir piyondur, komplonun nesnesidir. Düşmanın kendisi de çoğu zaman “öznellik" arzetmekten uzaktır, çünkü ezeli ve ebedi bir kötülükle sarmalanmıştır. De­ğişmeyen bir niyeti vardır. Sanki o bile daha derin bir kötülükler dünyasında piyondur. Dolayısıyla kurgunun izin verdiğinin dışın­da otonomiye sahip bir özneden söz etmek pek mümkün değildir. Bu kurgusal yapı içinde özne olarak “birey" hemen hiç var olamaz. “Bireyler" ancak “kukla" ya da “maşa" olarak hikâyedeki yerlerini alabilirler. Moskovici'ye göre:
Komplo zihniyeti, komplo içinde sınırlandırılmış boyutu dı­şında bireyi tanımıyor görünmektedir... Komploda bir araya getirilen bireyler sadece parçası oldukları topluluğun bir ifadesidirler. Bir başka deyişle, birey, görülemez bir gövdenin gözle görülür bir üyesidir. Yahudi birey Siyonizm veya Judaizm anlamına gelir. Mason birey Masonluk anlamına gelir; Cizvit birey Cizvit düzen anlamına gelir vb. Komplo zihniye­ti kişiler arasında ayrım yapmaz. Tam tersine onları ortak bir özü biçimlendirmek üzere eritir... Başka bir deyişle bireyler kuklalar gibi oynatılırlar (1996: 4).
Dolayısıyla, hikâyedeki bir kişinin Yahudiliğini, Ermeniliğini veya Slavlığını kanıtlamak kendinden menkul bir doğruya gönder­me yapar, fazla söze gerek kalmaz. Suskunluk her şeyi anlatan ezeli-ebedi dinsel, etnik veya ırksal bir hakikatin tescil edildiğini göste­rir.
Komplo teorileri görüldüğü gibi bilimsel bir duruştan epey uzak olmalarına karşın, “kusursuz plan"ı bilimsellik söyleminden fragmanlar sunarak açıklamaya çalışırlar. Genellikle sadece veriler üzerinden giden bir bilimselliktir bu (Bozarslan, 2004: 20). Metodo­lojik bir çerçeve içinde kurulan bir argüman ve beraberinde gelen eleştirel bir akıl yürütmeden söz etmemiz mümkün değildir. Sayısal “gerçeklikle" uğraşmak bilimselliğin bir nevi somut kanıtı gibidir. Zira “Kur'an'ın şifresi" ancak “bilimsel" bir zeminde çözülebilir:
Yüzyıllardır süregelen bu ve buna benzer tartışmalar, kimi bilim-din adamları tarafından eleştirilse de sonuç olarak bu ça­lışmaların günümüz pozitif bilim kriterlerinin potasında eriti­lerek ortaya çıkarılan sayısal sonuçlarını inkâr edebilecek bir mekanizma henüz oluşmamıştır (Gündoğdu, 2003: 144).
Işık anlamına gelen “Nur Suresi"nde Edison'un lambayı bul­duğu tarih çıkıyor... Arı anlamına gelen “Nahl Suresi"nde ise helikopterin icadı... Bilimsel ve astronomik bilgilere de bu şif­re sayesinde ulaşılabilmektedir (Çelakıl, 2002: 342).
Bazen bir belge kullanılır; açıklayıcı anlamı, geçerliliği ve bü­tünle ilişkisinden çok “fiziksel" olarak orada olmasına, varlığına vurgu yapılarak. Önemli olan “korkusuzca Türkiye düşmanlarının üzerine gidip, onların hiçbir şekilde inkâr edemeyecekleri belgeleri önlerine koyabilmektir" (Türk, 2004: 294). Aslında her şey, görmek istenilenin görülmesi, alınmak istenen mesajın alınması, büyük oyunun açıklanması içindir. Detaya inildiği zamanlar olur ve uzun açıklamalarla “bilimsellik" pekiştirilir. Bazense daldan dala atlana­rak, kısa yoldan hikâyedeki her öğenin büyük oyunla ilişkisi tescil edilir ve “çok-yönlü", “bilimsel" bir çaba vasıtasıyla “kusursuz plan" ortaya çıkarılır.
Komplo teorileri metafizik bir gramere sahiptir. Zamanlar ve mekânlar üstüdür. Tarihselliği reddeder ve dolayısıyla belli bir dö­neme ya da coğrafyaya ait bir bağlam üzerinden işlemez. Bunların üstündedir. Bu anlamıyla komplo teorileri anakronik olmaya çok yatkındır. Belli bir dönemdeki olayları, değerleri, kültürü, insanları başka dönemdekilerle sorunsuz bir şekilde karşılaştırabilir, ilişkilendirir. Yahudilik mesela Yahudiliktir, kendinden menkul bir de­ğerdir, bin yıldan uzun bir süredir değişmemiştir, değişmeyecektir, önemli olan da budur. Buna uygun olarak “Yahudi asıllı düşünür­lerin Türk ve dünya milletleri üzerindeki yıkıcı tesirleri eleştirilir" (Tanyu, 2005: 955). Bu türden bir yaklaşım sosyolojiyi, siyaset bili­mini, edebiyatı, antropolojiyi, yüzlerce yıllık insanlık mirasını, kül­türel, bilimsel ve tarihi mirası bir çırpıda silebilir, görmezden gele­bilir.
Öne sürülen iddialar genellikle kanıtlanamazlar, fakat iddiala­rın aksi de (en azından o anda) kanıtlanamadığından “bilimsellik" merhalesinde bir basamak daha atlanmış olur. O kişi Yahudi değil midir? Diğerleri de tabii ki masondur ve bu konuda belge bile var­dır. Ayrıca şu gazetedeki filanca da ermenidir. Ve biliriz ki bunların hepsi “Türk düşmanıdır". Tartışmalar analitik değildir ve genellik­le bilimsel olamayacak kadar “arkaik" kategoriler ve kavramlar kullanılır.
Mesela “dönme"den kastedilen tam olarak nedir?
Ya da “devlet" ne demektir?
Bugünün Türkiye'sinde ne demektir, Os­manlı'da neydi, Fransız İhtilali sırasında tam olarak ne anlama ge­liyordu?
Kavramlar ne analitik olarak ne de tarihsellikleriyle ele alı­nırlar. Bütün bunların önemi yoktur. Siyonist grup dünyayı Siyon Protokolleri'nde iddia edildiği üzere yüzyıllar boyunca yönetmiştir ve yönetmektedir, onun dışında olup bitenler ise ayrıntıdır, yüzey­de olandır. İnsanlık tarihi diye (o ana kadar) bildiğimiz şey bu du­rumda kaçınılmaz olarak sahnelenen bir tiyatrodur.
Komplo teorilerinin kusursuzluğu ve gizliliği teoriyi dillendirenler tarafından aslında sekteye uğratılmıştır, ama işin bu tarafı hi­kâyenin çekiciliği ve yaşanılan fantazinin yoğunluğu içinde kaynar. Aslında gerçek hayat bize bu kusursuzluğun aksi yönünde veriler sunmaktadır. Fakat teoriyi sarsacak bariz gelişmeler veya kanıtlar bir anda yine “büyük oyun"un bir parçası hâline getirilebilir:
Emperyalizmin egemenliğini Super NATO, CFR, Trilateral ve Bilderberg gibi bir dizi örgüt aracılığıyla sürdürdüğü bilgisi her ortaya çıktığında, bu sistemin görevlilerince “komplo teorisi" itirazları ile karşılanır. Bunun en önemli nedeni gizliliği koru­ma çabasıdır... Bu giz sayesinde insanlığa karşı faaliyetlerini sürdürebilme olanağına kavuşmaktadırlar (Bilbilik, 2002: 273).
Hayata “planın" dışından bakabilmek pek mümkün değildir. Komplo teorileri hakkında film yapan yönetmenin kendisi acaba Yahudi midir? Sadece sorulmaktadır... Bazen yalnızca salt gizem ve aura hikâyeyi canlı tutmaya yeter.
Sıfırdan bir komplo teorisi inşa ederken veya var olan bir te­oriye gönderme yaparken veya sadece “komplovari" analizler ya­parken bazı yöntemlere başvurulur. Komplo teorileri zaman zaman Latince cui bono adı verilen basit bir soru vasıtasıyla ana bulmacayı yerine oturtmaya çalışırlar (Hepkon, 2007: 106).
Türkiye'de de son dönemde popüler olan cui bono, “kimin çıkarına" ya da “kimin ya­rarına" anlamına gelir. Komplonun dayandığı temel kurgusal yapı bu soru eşliğinde ortaya konur ve pekiştirilir. Cui bono aslında poli­siye vakalarda bazen suçluyu bulmak için başvurulabilecek bir çı­kış noktasıdır. Fakat son derece karmaşık, girift ilişkilere dayanan modern dünyanın toplumsal ve siyasal meselelerini her yönüyle “bilimsel olarak" kapsayıp hâkim olmamıza, anlamamıza imkân vermez.[5]
Soru: 11 Eylül kimin çıkarına?
Cevap: Global kapitalistler ve İsrail.
Öyleyse...
Yukarıdaki akıl yürütmeye ek olarak, ayrıca bir İsrail şirketi 11 Eylül'ün hemen öncesinde Dünya Ticaret Merkezi'nden çekilmiştir. Başka bir İsrail firmasının iki çalışanı cep telefonu mesajlarıyla fela­ketin hemen öncesinde uyarılmıştır. Tüm bunların haricinde New Jersey'de olay sonrası beş İsrailli sevinirken fotoğraflanmıştır. Bu beş İsraillinin daha sonra uçakları uzaktan kumanda ile yönettiği bile iddia edilmiştir (Levin, 2005). Dedikodu düzeyindeki bilgiler, doğru olmayan veriler, bazı doğru veriler ve cui bono sorusu, bize komployu ayağa kaldıran arka planı sağlar.
Cui bono bizi basit ve ivedi cevaplar vermeye yöneltir. Bunu yaparken de birtakım varsayımlara dayanır. “Bu iş kimin çıkarına" sorusu en başta, çevrelerinden bağımsız, kendi kendilerine “doğ­ru" kararı verip bunu en hızlı şekilde uygulama gücünü elinde bu­lunduran, rasyonel (akılcı) düşünme yetisine sahip aktörlerin var olduğu varsayımına dayanır. Rasyonel aktör bir parti, kişi, örgüt, devlet, elit bir grup veya gizli bir cemaat olabilir. Rasyonel aktör modeli uluslararası ilişkilerde de yaygın olarak kullanılan bir mo­deldir. Buna göre uluslararası arena bu dünyaya ait tüm prangalar­dan arınmış, rasyonel aktörlerin “çıkar" peşinde koştuğu ve “fay­da" maksimize ettiği bir mücadele sahasıdır. Hâlbuki yaşadığımız dünyada aktörler ne kadar rasyonel olabilir, rasyonel düşünebilir veya davranabilir, tartışmalıdır. Kant'tan beri eleştirilen ve Aydın­lanma tartışmalarıyla yeniden tanımlanan rasyonaliteyi bu dünya­ya ait, “afakî" olmaktan uzak, ayakları yere basan bir kategori hâli­ne getirmeye çalıştığımızda ve bu kategori üzerinden düşünüp po­litika üreten ve uygulayan siyasetçilerin varlığını işin içine soktu­ğumuzda ciddi problemlerle karşılaşırız. O zaman o her şeyden ba­ğımsız “saf" rasyonalitenin bu dünyadaki çeşitli unsurlar tarafın­dan engellendiğini ve sınırlandığını görürüz.
Bir siyaset adamı ül­kesindeki gelmiş geçmiş dış-politika kalıplarından, geleneklerin­den ne kadar sıyrılabilir?
Kültür bu noktada hiç mi etkili olmaz?
Kamuoylarının bazen karar verme süreçlerine tesiri olmaz mı?
Baş­takilerin sağlıksız psikolojilere, ruh hâllerine veya kişilik bozukluk­larına sahip olmaları mümkün değil midir?
Bütün bunların dışında rasyonel aktör modeli “hatalara" ve “kazalara" yaşama fırsatı vermez. Aslında kusursuz olmaktan epey uzak olan bu dünyada siyasetçiler pekâlâ hata yapabilirler veya planlanmayan kazalar olayların gelişimine katkıda bulunabilir. Graham Allison (1971) önemli eseri Kararın Özü'nde (Essence of Decision) rasyonel aktör modelinin yetersizlikleri üzerinde durur. Allison'a göre aktörlerin rasyonel davranacaklarını varsaymak bilim­sel olarak hiç de yeterli değildir. Gerçek dünyada rasyonalitenin aksine çalışan birçok faktör mevcuttur. Siyasi çok-başlılık, bürokra­si, üst kademedeki anlaşmazlıklar, iletişim sorunları, yanlış anla­malar gibi Allison 1962'deki Küba Füze Krizi'nde ABD hükümeti­nin bir rasyonel aktör olarak karar vermesini ve bu kararı süratle uygulamasını sınırlayan bürokratik ve askeri engellerin varlığın­dan bahseder. Dolayısıyla, Allison sayesinde problemi oyun teorisi marifetiyle çocuksu bir saflıkla çözemeyeceğimizi, gerçekte duru­mun çok daha karmaşık ve ayrıntılarla dolu olduğunu öğreniriz.
Başkan Kennedy ve Johnson dönemlerinin tartışmalı Savun­ma Bakanı Robert S. McNamara bir ölçüde günah çıkarttığı, Errol Morris'in kendisini konu alan belgeseli The Fog Of War'da (2003) sa­vaşın aslında ne kadar karmaşık bir olgu olduğunu ve insan aklının savaşı tüm değişkenleriyle kavrayabilmesinin imkânsızlığını anlatır.[6] McNamara “bazen yanlış görürüz veya hikâyenin yarısını gö­rürüz... inanmak istediklerimizi görürüz" der. The Fog of War belge­seli McNamara'nın ABD dış politikasında sorumluluğu ve rolü ol­madığını göstermez. Aksine o yıllardaki diğer siyasi ve askeri ak­törler gibi McNamara da oluşmasına katkıda bulunduğu süreçler­den ve politikalardan sorumludur. Fakat The Fog of War'da rasyonalitenin (belki ancak) ideal bir durum olabildiğini, karar-verme sü­reçlerini etkileyen yüzlerce faktör bulunduğunu, yanlış algılamalar silsilesinin nelere yol açabildiğini ve insani hatalara her zaman yer olduğunu bir kez daha görürüz. Dolayısıyla, iç-yapısı ve çalışma biçimi üç aşağı beş yukarı belli olan “basit" bir dünyaya kusursuz bir plan aracılığıyla ve süper güçleri sayesinde hükmeden bir grup­tan ziyade, neredeyse kaotik bir dünyaya, “modern bir aklın" reh­berliğinde şekil vermeye çalışan ve kişisel, siyasal, tarihsel, ekono­mik ve hatta kültürel etkilerden kaçamayan, hata yapmaya müsait karmaşık bir yapıyla karşı karşıya kaldığımız söylenebilir.[7]
Rasyonel bir aktörün objektif çıkarları doğrultusunda davran­dığı, harekete geçtiği ve politika ürettiği varsayılır. Fakat rasyonel aktör kadar objektif çıkar kavramı da son derece problemlidir.
Top­lumdan, insanlardan, kişilerden, çeşitli sınıf veya kesimlerden ve belki de en başta belli bir dünya görüşünden bağımsız, objektif bir çıkar (peşinde koşan rasyonel aktörleri bir kenara bırakalım) ne ka­dar mümkündür, mümkün olabilir?
Objektifliğin kriteri nedir?
As­lında çıkar meselesi “toplum için iyi olan nedir ve bunu kim tayin eder" sorusuyla yakından alakalıdır. Komplo teorileri demokratik bir tahayyülden uzak bir noktada durduklarından her şeyin bir grup elitin insiyatifinde olduğu savını peşinen, sorgusuz-sualsiz kabul ederler. Uluslararası ilişkiler analizleri çoğu zaman çıkarlar­dan söz ettiklerinde, devletlerin yaptıklarından değil, yapması ge­rekenlerden bahsederler ve gerçekle karşılaştırılabilecek bir “idealtip" tanımından yola çıkarak “bilimsel" bir düzlem içinde kalmayı başarırlar. Komplo teorileri ise “gereken" ile “olan" arasındaki sını­rı çizemezler. Varsayılmış objektif çıkarlar üzerinden komployu hikâyeleştirirler. Cui bono sorusu bu eğilimin kendini ifade ediş tarzı­dır. Bu çerçevede dünya meseleleri var olduğu varsayılan “ideal" bir “mantık" silsilesi üzerinden çözülebilir, anlaşılabilir:
11 Eylül olayının perde arkasında Amerikan derin devleti mi var?
... Söylendiği gibi ABD ve İngiltere Irak'ta batağa mı sap­landı yoksa bu da başka bir planın aşaması mı?
İsrail tüm bu karmaşadan nasıl bir sonuçla çıkmak istiyor?
Dünya bir taraf­ta, ABD ve Avrupa Birliği; diğer tarafta, Rusya ve Çin diye bloklara mı ayrılıyor?
Türkiye'nin yeni Ortadoğu haritası ve yenidünya düzeninde yeri neresi?
Aklınızı kurcalayan tüm bu sorulara, sıra dışı bir akıl yürütme ve kusursuz bir mantıkla ünlü stratejist Mahir Kaynak cevap veriyor (Kaynak, 2006: 153).
Komplo zihniyeti ayrıca (son derece problemli olduğunu gör­düğümüz) rasyonel aktör modelini dini/kutsal bir söylem içinde kullanarak bize sunabilir. Neticede çıkarları için her şeyi göze alan ve bu uğurda en iyisini yapmaya muktedir, şeytani bir tasarımla karşı karşıyayızdır. Karşı taraf sadece akılcı değil, aynı zamanda kötüdür ve düşmandır. Yapılabilecek en iyi şey, aynı akılcılıkla, ya­ni aynı kurnazlık, bazen çabukluk ve belki de “kirli" yöntemlerle düşmana karşılık verebilmektir. Böyle durumlarda öyle fazla dü­şünmenin, bilimsel analizler yapmanın, demokratik yöntemlerle fi­lan süreci yavaşlatmanın pek bir anlamı yoktur. Bunların eninde sonunda kimin işine yarayacağı bellidir.
Dolayısıyla, “bilimsel" ve “akılcı" bir yolu takip ederek cui bo­no sorusunu sormak bazen yaklaşmakta olan bir “akıl tutulması­nın" da habercisi olabilir. İşin içinde şeytani bir grubun, kişinin, düşmanın var olması komplo teorilerine siyasi anlamda da toplum­sal bir hareket alanı sağlayabilir. Düşman algısı içinde olan herkes bir cadı avının, günah keçisi arayışının nesnesi hâline gelebilir. Bu süreç tehlikelidir ve cui bononun her zaman pek de “samimi" bir saikle sorulmadığı izlenimini doğurur. Zira cui bono, zaten hâlihazır­da belli bir komplo kurgusu içinde mimlenmiş düşmanı bir “ce­vap" olarak sunma işlevi görür. Yani sorunun cevabı merak edilme­mekte, zaten bilinmektedir. Aslında “objektif" ve “çıkar" kavramla­rı bu kadar problemliyken, spekülatif cevaplar her zaman bu boş­luğu doldurabilir. Bu şartlar altında pekâlâ “objektiflik" maskesi al­tında herhangi bir hadisenin herhangi bir aktörün çıkarına olduğu bir miktar demagoji, bir miktar varsayım ve bir miktar tarih bilgi­siyle “kanıtlanabilir". Cui bono da bize yardımcı olur hiç şüphesiz ve bu anlamda soru değil, aslında bir cevaptır ya da istediğimiz ce­vabı vermemizi sağlayan bir akıl oyununun parçasıdır.[8]
Cui bono ilginç bir şekilde komplo teorilerinin sıkıntıya düştü­ğü dönemlerde bir nevi can simidi olarak da kullanılabilir. Bu saye­de yaşanan gelişmelere karşı komplo zihniyetinin bir direnişi ola­rak bir meta-kurgu da geliştirebilir. Örneğin bir hadisede suçluların yakalanıp olayların örgüsünün hiç de komplo teorisinin varsaydığı şekilde gelişmediği kanıtlanmış olsa bile “peki bütün bunlar kimin çıkarına" sorusuyla komplo mantığı her şeyi içine çekerek bir kara delik gibi varlığını devam ettirme potansiyeli taşır. Dolayısıyla komplocu bir ruh hâliyle bir kere işe başladıktan sonra kısır döngü­den kurtulmak pek kolay değildir.[9]
Komplo teorileri tarihine baktığımızda genel olarak komplo zihniyetinin büyük toplumsal, ekonomik ve siyasal değişimlere bir direnç mekanizması olarak ortaya çıktığı iddia edilebilir. Gerçekten de Fransız Devrimi'ne ve onun bazı “ilerici" kazanımlarına karşı
Avrupa'daki muhafazâkar, baskıcı rejimlerin ortaya çıkan komplo rivayetlerine katkısı göz ardı edilemez (Hepkon, 2007: 10, 40; Castillon, 2007: 75-187, 367). McCharty döneminde farklı düşünenler komünist olmakla suçlanmışlardır. İttihat ve Terakki ve Mustafa Kemal zaman zaman komplo teorisyenlerinin hedefi olurlar. Türki­ye'deki demokratikleşme çabaları “yabancı güçlerin komplosu" olarak nitelendirilir sık sık. Keza Ukrayna ve diğer eski Sovyet Bloğu'na dâhil ülkelerdeki gelişmeler de “Soros komplosunun parça­sı" olarak görülmüştür. Komplo teorisinin ortaya çıktığı psiko-politik düzlem genellikle muhafazakâr tınılar taşıyan, statükoya para­noyaya varacak ve değişimden korkacak kadar bağlı bir pozisyona işaret eder. Fakat bundan daha fazlası vardır. Basit anlamıyla mu­hafazakârlığın ötesinde komplo teorilerine gösterilen ilgi ve belki “sadakat", aşırı-milliyetçi ve faşizme kayan bir hâlet-i ruhiye ile birçok bakımlardan örtüşür.
Aslında komplo teorilerinin ardında yatan gizem, bağlı olu­nan söylemin pek de değişmeyen bir parçasıdır. En yaygın olan, “klasik" diyebileceğimiz komplo kurgusuna göre, dünyayı yöneten yapı bir piramite benzetilir. Ayrıcalıklı bir grup vardır ve piramidin tepesine çıkıldıkça daha ufak ve güçlü gruplar belirir. Ta ki, o tepe­deki son taşın bulunduğu en yüksek noktaya gelene kadar. Orada­ki “seyreden göz" çoğu zaman gizeme dayalı komplo anlatım tek­niğinin önemli bir parçası olarak yerinde durur, ne ya da kim oldu­ğu pek telaffuz edilmez. Telaffuz etmemek, tam telaffuz edecekmiş gibi yapıp suskun kalmak, komplo ifade biçiminin bir parçasıdır.[10] Buna karşın bazen nihai düşmanın varlığı uzun ve özellikle dini (Hristiyan) söylevlerde açıkça deşifre edilir: ezeli-ebedi kötülüğün simgesi Lucifer, yani Şeytan.[11] Fakat yine de gayet yaygın olan tarz gizemi saklı tutmak ve vurguyu, telaffuz “etmeyerek" yapmaktır.
Gizem bir yana, aslen eski, bilindik bir hikâyenin, efsanelerle, geleneksel anlatılar ve masallarla örülmüş ön yargıların tekrar ısıtı­lıp sofraya sürülmesi söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında komplo teorileri basit ve tek-yönlüdür, ortak bir form ve kurgusal yapıya sahiptir ve aslında bir hayli sıradandır:
Zamanında harekete geçmiş olan heyecan ve inançlara tekrar canlılık verilir. Bunlar herkesin bilinçliliği üzerinde gizemli bir çekim ve karşı konulmaz bir itki icra ederler. Sanat, efsaneler ve halk dili bu tür öğelerden öyle çok içerir ki, onların önceki tüm etkililiklerini vermek için çok az şey gereklidir. Bu, “komplolar"ın zaman içindeki umutsuz monotonluğunu ve bütün dünyanın aynı arkaik derinliklerden geçip geldiği ger­çeğini açıklar (Moskovici, 1996: 13).
Komplolar bazen eski efsanelere ait imgelere dayanarak bir topluluğu “yabancılara" ya da “düşmana" karşı harekete geçirme­yi amaçlar. Yahudiler hakkındaki yüzyıllardır devam eden efsaneler 20. yüzyıl başlarında Avrupa'da komplo teorilerine dönüşmüş ve gelmekte olan felakete büyük katkı sağlamıştır. Soğuk Savaş dö­neminde Amerika'da komplo zihniyeti McCharty döneminin cadı avına hizmet etmiş, Stalin'in SSCB'sinde de totaliter rejimin manipülasyon aracı olarak kullanılmıştır. Bugün dünyada, özellikle Amerika'da işin bilim-kurgusal tarafını öne çıkartan, nispeten “za­rarsız" UFO ve NASA komploları revaçtadır. Buna karşın Neo-Nazilerin katkısıyla Hitler dönemi hakkındaki soykırım komploları­nın ve eski Yahudi efsanelerinin yeniden piyasaya sürülmesi ve destekçi bulması önemlidir. Komplo teorileri dünyada ve Türki­ye'de hâlâ belli oranda bir popülariteye sahiptir. Ortodoks Papaz Sergey Nilus'un 1905 yılında yayımlanan kitabı Siyon Protokolleri'nin sahte olduğu artık biliniyor. Protokoller'in sahte olduğu, yüz­yıllar boyunca dünyayı yönetmeye devam eden bir Siyon kliği ta­rafından yazılmadığı, ilk defa 1920'de Lucien Wolf tarafından tespit edilmesine rağmen, kitap etkisini yitirmedi ve Hitler'e ilham verdi (Hür, 2005). Kitabın sahteliği, cümle kalıplarının nereden çalınıp değiştirildiği bile ortaya çıkmış ve günümüze gelene kadar bütün bunlar defalarca yazılıp çizilmiş olmasına rağmen, Protokoller hâlâ Batı'da aşırı sağcı grupların başucu kaynağı durumunda. Bununla kalmayıp Mısır, Suriye ve İran gibi Ortadoğu ülkelerinde popüler­liğini koruyor. Türkiye'de de yakın zamanda Hitler'in Kavgam'ı ile birlikte çok-satanlar listesine girmeyi başarmıştı.
Peki, ama zaman zaman entelektüel çevrelerde bile etkili ola­bilen komplo teorilerinin çekiciliği nereden geliyor? (Hanioğlu, 2006: 2). Bu soruya kesin bir cevap vermek zor. Chomsky'e göre komplo teorileri bir kişi veya grubun gizli iktidarı ile ilgilidir. Bu anlamda komplo zihniyeti ile harekete geçirilen yöntem, yapısal ya da kurumsal analizlerle taban tabana zıttır (Chomsky, 1995; Rai, 1995: 42). Dolayısıyla komplo mantığı tüm problemlerin sanki “Wall Street'deki binaların mahzenlerinden birinde gizlice burbon içen bir grup beyaz adamın yakalanmasıyla çözülebileceğine işaret eder" (Berlet, 2004: 7). Ama belki komplo zihniyeti ile faşizm ara­sındaki muhtemel paralellikler bize bir ipucu verebilir. Aslında fa­şizm üzerinde etkili olan reaksiyoner duygusallık, güdüleri hareke­te geçiren hınç kültürü ve bir anda ortaya çıkan linç eğilimi, komp­locu bir hâlet-i ruhiyenin çok da uzak durmadığı bir mecraya aittir. Karmaşık toplumsal ve siyasal hadiseleri komplo teorilerine başvu­rarak, mevcut ön yargıları ve efsaneleri de destekleyerek basit ola­rak açıklayıvermek aynı zamanda faşizmin düşman yaratma ihti­yacına da cevap verir. Düşman bu sayede ilk önce kuklalıkla suçla­nabilir ve kısa sürede şeytanlaştırılarak kendisine doğaüstü güçler vehmedilir ve insanlıktan çıkarılır (Moskovici, 1996: 12). Bu nokta­da aslında komplo zihniyeti ve faşizmin paralellik arz etmesinde psikolojik boyutun rolünü göz ardı etmemek gerekir. Castillon, ina­nanların ruh hâllerine vurgu yapar:
Komplolora inanmak dolu dolu ve heyecanlı bir yaşam sür­meyi garantiler, bu yaşamda her bir gün kavga günüdür ve her an tarihi bir andır; fakat heyecanlı da olsa rahatsızlık veri­ci bir yaşamdır bu. İnananlar, kötünün avantajlı ve kazanmak­ta olduğunu bilirler (329).
Komplo zihniyetinin komploya maruz kalanı (kendisi de dâ­hil) kurbanlaştıran ve düşman yaratan özelliği ve ajitasyon üzerin­den güdüleri yücelterek harekete geçirme potansiyeli bizi faşizmin karanlık sularına götürür (Bora, 2007). Burada korkuyla beslenme, hedef bulma, gösterme ve rahatlama söz konusudur. Çatlak sesle­re, farklı olana karşı korku, reaksiyoner bir tepkiyi beraberinde ge­tirir. Moskovici bunu güzel tasvir eder:
Bir tabuyu çiğnemek, bir anlaşmayı bozmaktan veya uzlaşma ittifakından sapmaktan her zaman daha ciddi bir şeydir. Kişi­yi sadece zorluklara ve yaptırımlara maruz bırakmakla kal­maz, yakın ilişkide oldukları arasında bile kendisine yönelik kontrol edilemez heyecanlar ve genel bir düşmanlık duygusu uyandırır. Bu tür bir eylem, kendisiyle tamamen orantısız bir tepkiye yol açar; sanki coşkulu bir hayran kitlesinin ortasında bir aktörü yuhalamıştır (7).
Son yıllarda milliyetçilikle yükselen bu hâlet-i ruhiyenin izle­rini Türkiye'de görebiliriz. Tanıl Bora'ya göre (2007) bu hâlet-i ruhi­ye kendini “hıyanet suçlamaları", “fikri mücadelenin derhal İstik­lal Savaşı'na atıflarla kanlı imgelere boyanması", “anlatılmak iste­nen lafa bakmadan, mahsurlu sayılan bir kelime geçtiği anda va­veylayı koparan ve her lafı bir şeylere sadakat yükümlülüğü talep ederek yarıda kesen hamasi tavır" ile belli ediyor.[12] Neticede güdü­lerine göre hareket eden ve aklıselimden uzaklaşan insan şiddete daha yatkın hâle geliyor.
“İsim vermek", “liste yayımlamak", “afişe etmek", “tüm çıp­laklığıyla ortaya sermek", “belgelerle açıklamak", bir hedef göster­me ve linç faaliyetine kapı aralamak anlamına gelebilir. [13]Bu nokta­da faşizm ile kurulan yakınlık kendini daha belirgin olarak göster­meye başlar. Dünyayı Yöneten Gizli Güçler: Son Bilderberg 2007-İstanbul Yorumları ve Listeleriyle Birlikte (Sayın, 2007) adlı kitapla isim ve­rerek başlayan kampanyanın “sansasyonel" bir boyutu vardır, “Türkiye'de ilk kez bir giz perdesi aralanmaktadır":
[Kitap] dünyayı yöneten gizli örgütleri oluşturan mafyalaşmış büyük sermayenin elebaşlarını konumlarıyla birlikte ortaya koyuyor. Kitapta ayrıca CFR, Trilateral, Bilderberg üyesi 5000 ki­şinin ve Türk Bilderberg üyelerinin isim listesi yer almaktadır (Bilbilik, 2002: 273).
Söylemsel olarak “gizlilik" ve “güç" kavramları beraber ele alınırlar ve gizli örgütlere bu noktada olduklarının çok ötesinde bir güç vehmedilir. “Şeffaflık", “demokrasi" ve “kişisel hak ve özgür­lükler" gibi kavramlar “manipülasyon aracı" olmaktan kurtula­mazlar. Bu değerlere bağlılık duyanlar da en iyi ihtimalle “saf" ola­rak değerlendirilebilir. Dünya tarihi bu anlamda büyük güçlerin gizli örgütler aracılığıyla gerçekleştirdiği mücadelelerin toplamıdır. Dolayısıyla direniş de yine ancak gizli örgütler üzerinden olabilir. Masonların ve Yahudilerin beyaz Hristiyanlara karşı komplo kur­duğuna inanan çeşitli ırkçı, Neo-Nazi gruplar eleştirdikleri ezoterik yapıyı kendileri kurmuşlardır. Bir nevi şövalyelik ritüeli ve kutsal­lık miti üzerinden kurgulanan Ku Klux Klan örgütü bunun en iyi örneğidir.[14] Bu minvalde Türklerin de kendilerine karşı kurulmuş bü­yük komploya karşı gizli teşkilatlar aracılığıyla mücadele etmesi “doğanın" gereğidir. Sayın'a göre “Türklerde ve Müslümanlarda gizli bir örgüt benzeri yapı olarak Ahilik ve Bektaşilik" üzerinden Teşkilat-ı Mahsusa'ya uzanan çizgi, ana direniş damarıdır (255). Amerikan, İngiliz, Rus, Alman ve İsrail derin devletleri mevcutken Türkiye gibi bir ülke kendini bu küresel saldırıdan nasıl koruyabi­lir? Direniş üzerine bugünün Türkiyesi için çıkartabileceğimiz so­nuç “Türkiye'nin bu coğrafyada yaşayabilmek için çok güçlü, ulu­salcı ve Türkçü bir derin devlet inşa etmesi" gereğidir, “aksi takdir­de ulus-devlet çökecektir" (482).
Umberto Eco, The New York Review of Books'da yayımlanan “Kök-Faşizm" (Ur-Fascism) adlı makalesinde faşizmi aslında çok da tutarlı olmayan, oradan buradan kaptığı motifler ve fikirlerle senkrektik bir bütünlük yaratmaya çalışan bir totaliterlik olarak tanım­lar (1995: 3-4). Dolayısıyla, duruma göre pozisyon alan ve çelişkile­ri içselleştirmiş bir akımla karşı karşıyayızdır. Senkrektik özellikler göstermesi ve tarihsel ve sosyal bağlam içinde belli bir esnekliğe sa­hip olması komplo teorilerinin de önemli bir özelliğidir. Siyon Protokolleri'ni Neo-Naziler de, köktendinci İslamcılar da, kendine “ile­rici" ya da “solcu" diyen bazı gruplar da, Amerika'daki fanatik Hristiyan tarikatlar da pekâlâ benimseyip kullanabilir. Bu anlamda komplo zihniyeti ideoloji, siyasi pozisyon, din, ülke, kültür tanı­maz. Herkes bir yerinden tutabilir, dolayısıyla herkesin kendine göre bir şey bulup komployu canlandırma, canlı tutma şansı vardır.
Analitik derinlikten uzak olmak, senkrektik düşünce tarzıyla beraber var olduğunda faşizmle akrabalık daha bir belirginleşir. Düşman arayışı paranoyak bir ruh hâliyle birleşince son derece “absürd" ittifaklar ortaya çıkar. Düşman Lucifer imgesinde olduğu gibi sinsidir, her yere sızmış olabilir ve tabii mutlak kötülüğü tem­sil eder. Her yerden çıkabiliyor olması ihtimali, akıldan çok duygu­lara ve güdülere hitap ettiğine işaret eder. Dolayısıyla çok temel ve belirgin ayrımları yapmak zahmeti bile gösterilmeyebilir. Mesela, çoğu zaman Sabetaycılıktan söz ederken Yahudilik ile aynı şey ol­madığı, zaman zaman çelişen ve çatışabilen tarafları bulunduğu göz ardı edilir. Bazen Amerika'daki Hristiyanlar Türkiye'deki İs­lamcılarla aynı kampta yer almakla kalmazlar, aslında aynı “düş­manın" unsurlarıdırlar (Özakıncı, 2007). Bu bağlamda komplo te­orileri “uyuşturucu ile mücadele edenlerin uyuşturucu tacirlerine, Yahudilerin Nazilere, anti-semitizmin Yahudileri kendi kendilerin­den korumaya yarayan ahlaki bir gerekliliğe" (Pipes, 1997: 10-14) kolaylıkla dönüşebildiği rüya âlemini andıran gerçeküstü bir arka plana sahiptir.[15] Tayyip Erdoğan'ın “İslamcılığı", onun Yahudi so­yundan geldiği iddiası ile sorunsuz bir şekilde bağdaştırılabilir (Poyraz, 2007). Kürt probleminin PKK ile beraber Ermeniler ve Bü­yük İsrail Devleti peşindeki Yahudilerin eseri olduğu öne sürülebi­lir (Özoğlu, 2006). Nazi döneminde ise, kapitalizm ile sosyalizmin aslında aynı kapıya çıktığı, pek de farklı olmadıkları, ikisinin de ar­kasındaki gücün Yahudiler olduğu teması ısrarla işleniyordu (Hepkon, 2007: 123). Dolayısıyla yerine göre düşman yaratma saiki komplo zihniyetinin faşizme eklemlenmesini sağlar. Nazi dönemi Almanyası'nın siyaset kuramcılarından Schmitt'e göre siyasi birlik gerçek bir düşmanın var olduğu varsayımıyla beslenir (McDonald, 1968: 523).
Eco bu çelişkili çerçeveye rağmen kök-faşizm adını verdiği fa­şizmin bazı değişmez özelliklerini vurgular. Listedeki çoğu özellik komplo teorilerinin arka planını oluşturan yapıyla benzeşmektedir. Farklı olandan korkma, analitik ve eleştirel düşünceden uzak dur­ma (bu anlamda entelektüel düşmanlığı), kişisel ve toplumsal tat­minsizliklerden beslenme, düşmanların gücünü vurgulama, aşağı­lanmış hissetme ve diğerleri. Bu açıdan “komplo teorileri eşittir fa­şizm" demek mümkün olmasa da, yukarıdaki ortak özellikler, komplo zihniyetiyle düşünen bir insanın faşist bir ruh hâline yakın belirtiler göstermeye çok müsait olduğunu bize işaret ediyor. Bu noktada psiko-sosyal faktörlerin devreye girdiği söylenebilir. Reich, küçük adamı homo normalisin dışına çıkamamakla, “ırk, sınıf, ulus gibi aptallıklara" takılıp kalmakla itham eder (2007: 106). Zira “küçük adam hastadır" ve “kendinden kaçmaktadır" (27). Aslında bu anlamda kimlik, “boşluğun" ya da “hiçliğin" tahayyülüyle ko­lektif “travma", “unutkanlık" ve “inkâr" gibi psişik mekanizmala­rın yardımıyla oluşturulur (Yörük, 2002: 309-310). Dolayısıyla, top­lumsal kriz anlarında yaşanan kitlesel akıl tutulmaları ve güdüler­le birlikte paranoyaların öne çıkması faşizmin siyasi veçhesinin “sokağı harekete geçirme" isteğiyle örtüşmektedir. Bu anlamda fa­şizm, bir “savaş hükümeti" yaratarak ona yaslanma ve daimi bir seferberlik ruh hâli sağlayarak toplumu harekete geçirme itkisi ta­şır (Sabine ve Thorson, 1973: 808). Bunu yaparken komplo teorile­rinin işleyiş mekanizmasını andıran bir şekilde, faşizm bütün prob­lemlerin ve korkuların kaynağını tek bir merkezde toplamayı amaçlar. Zizek'e göre bu süreç Nazi Almanyası'nda örneğin, ekono­mik kriz, “ahlaki çöküntü" veya savaşta kaybetmiş olmak gibi problemlerin birleştirilmesi ve sabit bir anlam noktası üzerine yön­lendirilmesiyle sağlanır: Yahudiler (114-115).
Bir siyasi ideoloji olarak faşizmle doğrudan dirsek teması da söz konusudur. Nazi rejiminin önemli siyasi mekanizmalarından biri hiç şüphesiz dönemin propaganda bakanlığıydı. Naziler (ken­dileri komplolara inanmakla beraber) komplo zihniyetinin manipülatif doğasını çok önceden keşfetmişlerdi. Uzun süre propagan­da bakanlığı yapmış Joseph Goebbels 1928'deki bir konuşmasında “propaganda için önemli olan başarıdır... propagandanın 'hoş' ya da 'teorik açıdan doğru' olması gerekmez" demiştir (1999: 7). Basit­liğe, her konuyu tek bir noktaya çekmeye ve belli kalıpları usanma­dan tekrar etmenin faydalarına vurgu yapmıştır. Mussolini döne­minin ideologlarından Alfredo Rocco'nun toplumu tasvir ederken yaptığı, Spencer'ın sosyal darwinizmini çağrıştıran biyolojik analo­jiler hayli popülerdi (McDonald, 1968: 523). Faşizmin yararlandığı demagoji odaklı propaganda tarzının önemli bir öğesi de “halk kurgusu"dur (Eco, 1995). Halk adına konuşmak veya halkın “ko­nuşturulması" bilinen bir yöntemdir. Halk bir yandan dillendirilirken, öbür yandan siyasetçilere ve siyasi olana güvensizlik hissi had safhadadır.[16] Komplo üzerinden düşünen bir kitle yaratılmak isten­mektedir. Fakat propoganda araçlarının etkin kullanımına inanan Nazi ideologlarının kendileri de hiç şüphesiz komplo teorilerinin “aurasından" etkilenmişlerdir.
Faşizan bir dünya görüşüyle örtüşen bir diğer özellik, komplo teorilerinin son derece “ilkel" ve içinde belli bir “öz" anlayışı barın­dıran kategoriler üzerinden çalışma eğilimi göstermesidir. “Millet", “etnisite", “din", “ırk" ve hatta bazen “dil" gibi kategoriler hiç sor­gulanmadan, ilkselci (primordialist) bir bakış açısıyla ezelden beri değişmeden var olmuş gibi algılanırlar; “Türk ırkının kökenlerini araştıran Atatürk hangi gizli sonuçlara ulaşmıştır?" (Kuzu, 2006: 204). Özden sapma yaygınlıkla kullanılan bir temadır. “Karışma", “içeri sızma" ve “kabuk değiştirme" gibi kalıplar son derece tehli­keli bir sürece, değişime ve öz-benlikten kopuşa işaret eder. Bu ko­puş, homojenliğin ve saflığın yitirilişi eşliğinde, bazen mesela “devşirmelikle", bazen de farklılığın “ihanet" olarak sunulmasıyla ilişkilendirilir. Bununla beraber komplo teorilerinin dayandığı bazen muazzam seviyelere ulaşan anakronizm epistemolojik bir boşlu­ğun habercisi gibidir. Olayları ve olguları kendi bağlamları dışında değerlendirmek hikâyenin kolaylıkla, zahmetsizce ortaya çıkartıl­masına katkıda bulunur:
Osmanlı devlet düzeninde devşirmelerin özel bir yeri olmuş­tur... Zaman zaman devletin en üst makamlarına kadar (sad­razamlık) yükselmişler ve devleti yönetmişlerdir... Osmanlı döneminin bu zoraki devşirmelerinin yerini bugün gönüllü devşirmeler almıştır. Bu gönüllü devşirmeler de Osmanlı'ya ihanet eden zoraki devşirmeler gibi ülkelerine ihanet içinde­dirler. Yenidünya düzeni adı altında egemen ülkelerin emper­yalist emellerine hizmeti kendilerine şiar edinmişler ve ulusal politikalarımızı Amerika Birleşik Devletleri'ne endekslemiş ve ekonomimizi de IMF ve Dünya Bankası'na emanet etmişlerdir (Dikbaş, 2002: 405).
Kayıp Kıta Mu Atatürk için neden çok büyük önem arz edi­yordu?... Atatürk mason localarını kapatan kararı imzalarken, kendi idam fermanını da imzaladığını biliyor muydu?... Ata­türk'ü zehirleyerek öldüren katiller ve işbirlikçileri kimlerdi? (Kuzu, 2006: 204).
Daha önce belirtildiği gibi faşizm bir “daimi savaş", bir “sefer­berlik ruh hâli" yaratma peşindedir ve bu da komplo teorilerinin keskin, ilahi tonlar taşıyan kurgusal yapısıyla, büyük oyunun bir ölüm-kalım meselesi olması ile ilintilidir. “Ötekileştirme" mekaniz­ması düşmanın gücünü abartır ve fakat bu duygusal dışavurum şiddet eğilimleri göstermeye başladığında kendine güven seviyele­ri tavana vurur. Bu git-gellerle dolu ruh hâli düşmanın bazen çok güçlü, bazen de çok zayıf görünmesini sağlar. Eco'ya göre faşist ik­tidarlar savaş kaybetmeye mahkûmdur, çünkü düşmanın gücünü objektif olarak değerlendirme kabiliyetine sahip değillerdir (1995: 7). Protocols of Zion filminin yönetmeni Marc Levin (2004), Siyon Protokolleri'ni ilk okuduğunda kitabın tarihten gelen ön yargılarla örülmüş Yahudi imgeleriyle (kemirgen, solucan, böcek, sürüngen) yazılmadığını düşündüğünü, yani kitabın kurgulanmış düşmanı aşağı-insan (sub-human) olarak değil, aksine üstün-insan (super-human) olarak gösterdiğini söyler. Fakat burada karşı tarafın insanlık­tan çıkarılması işin “püf" noktasıdır. Aslında keskin bir “biz" ve “onlar" ayrımına dayanan aşırı-milliyetçi düşünce biçimi faşizmle dirsek teması içindedir ve beslediği paranoyak ruh hâli yukarıda da belirtildiği gibi, düşmanı sub-human ile super-human arasında gi­dip gelerek algılar.
Arendt, totaliter toplumun görünürdeki hissizliğinin ardında sağduyunun (common sense) ötesinde bir süperduygu (super sense) yattığını söyler (138). Ancak bu şekilde tarihin anahtarı bulunabilir, evrenin sırları aralanabilir. Bu totaliter iddialar ciddiye alınmadık­ları sürece sorun teşkil etmezler. Fakat birinci önerme kabul edildi­ğinde der Arendt, paranoyak bir sistemin meşrulaştırılmasına ben­zer bir şekilde size mantıklı ve kendi içinde tutarlı bir zemin sunar­lar (138). Chomsky'e göre (1995) komplo zihniyetine karşı kullanı­lacak en önemli metod kurumsal analiz yapabilmek, modern, kapi­talist kurumların (şirket, devlet, medya organları vs.) çalışma me­kanizmalarını ve birbirleriyle olan ilişkiler ağını çözebilmek, anla­yabilmektir. Bu aynı zamanda problemin kişiler veya çok ufak öl­çekli gruplarla değil kurumların yapısıyla ilgili olduğunu anlamak demektir. Fakat bunun yanında özellikle “ulusal kriz" zamanların­da “farklı olandan korkma", “linç kültürü", “tarihsel önyargıların tekrar ısıtılması" ve “azınlık düşmanlığı" gibi faşizme kayan özel­likler ortaya çıktığında “çatlak" sesler pek duyulmaz, duyulmadan bastırılır.
Bazı komplo teorileri faşizan eğilimler taşımayabilir. UFO'lardan NASA'ya, yemek endüstrisinden küresel ısınma ve iklim deği­şikliğine birçok konuda, özellikle Kuzey Amerika'da başlayan yeni spiritüel akımlardan da alınan ilhamla, komplo teorileri ortaya çık­maktadır ve bunlar dünyadaki çeşitli popüler kültürlerin renkli bir malzemesi hâline gelmişlerdir. Komplo mantığı çerçevesinde üreti­len çeşitli kitaplar ve filmler belli bir estetiğe ve bir “haz" ihtiyacı­na da cevap vermektedir. Da Vinci Şifresi'nden, Tapınak Şövalyeleri ve İlluminati hakkındaki sayısız kitaba, Matrix'den V for Vendetta'ya pek çok eser aslında var olan dünyanın, ya da bilinenin sahteliğin­den yola çıkarak gizli bir gerçekliği, bilinmesi gereken kutsal bir hakikati su yüzüne çıkartma üzerine kurgulanmıştır.
Batı'da New Age temalı kitaplar, filmler, seminerler ve gruplar son 20 yıldır yaygınlaşmıştır. Bu popülerlik neticesinde ortak New Age motifleri komplo teorilerine de sirayet etmiş görünmektedir. Aslında New Age denilen şeyin kendisi de (tıpkı faşizm ve komplo teorileri gibi) son derece senkrektik bir yapıdan beslenmektedir. California'daki çeşitli yoga seanslarından, yerkürenin yaşayan bir Tanrıça olduğunu söyleyen Gaia teorisine, kişisel kendini aşma tek­niklerinden, (yeniden popülerleşen) Sufi anlayışa, insanın her şeye muktedir olduğunu iddia eden bir insan-tanrı anlayışından, Budizme, ayurvedadan aromaterapiye, astroloji kitaplarına ve hatta bel­ki alternatif tıbba kadar birçok şey New Age'in kapsayıcı (catch-all) ve eklektik anlamı içinde bir yer bulmaktadır. Birbiriyle pek de ala­kası olmayan felsefeleri, gelenekleri, bağlamları ve kültürel motif­leri sorunsuz bir biçimde toplayan (postmodern) bir kolajdır; New Age, dolayısıyla gayet bireysel bir saikle herkes kendi New Age'ini yaratabilir. Bu anlamda New Age belki de kişiye göre özelleştirilebi­len (customizable) ürünlerin sunulduğu bir tüketim kategorisidir.
New Age motiflerin komplo kurgusunun içine yedirilmesi ar­tık Türkiye'de de zaman zaman yapılmaktadır. Atatürk'ün “Kayıp Kıta Mu'ya karşı olan ilgisi" (Meydan, 2006) ve masonların buna karşı kurdukları komplo aynı filmin kareleri gibidir (Kuzu, 2006).
Kur'an üzerine yapılan “numerolojik" çalışmalar dışında (Çelakıl, 2002; Gündoğdu, 2003) Kur'an ve UFO bağlantısı hakkında bir ki­tap mevcuttur (Yunak, 2004). Bunun dışında Atlantis ile “Türklük" arasındaki ilişki de New Age unsurunun nasıl özcülük (essentialism) ve ilksellik (primordialism) üzerinden Türkiye'deki tanıdık ulusalcı-milliyetçi hikâyeye eklemlenme potansiyeli taşıdığını gösteriyor:
Latin alfabesine geçiş Türkçe'nin öz alfabesine kavuşması mı demek?
Türklerin anayurdu neresi?
Orta Asya mı Atlantis mi? Türkçe bir Atlantis dili mi?
Atlantis yoksa Anadolu mu?...
Gü­neş Dil Teorisi'ne karşı tek bir bilimsel karşı çıkış olmamasına rağmen neden hep dalga geçilir?
Güneş Dil Teorisi çalışmala­rından niçin vazgeçildi?
(Batmaz ve Batmaz, 2007: 353).
Ümit Sayın'ın Dünyayı Yöneten Gizli Güçler kitabı neredeyse uluslararası komplo teorileri literatüründeki bütün motifleri içer­mektedir. Gizli örgütlerin tarihsel arka planı analiz edilerek, mason­luk, Kurukafa ve Kemikler Cemiyeti (Skull and Bones Society), Vatikan, İlluminati, Hasan Sabbah, satanizm, Bilderberg, Trilateral Komisyon (Trilateral Comission), CFR (Council on Foreign Relations), Siyon Proto­kolleri, Echelon gibi komplo teorileri meraklılarının aşina olduğu un­surların bağlantısı ortaya konmuş, aynı komplo kurgusunun parça­sı olarak ele alınmışlardır. Bu aşinalığın dışında metin Türkiye'ye özgü güncellemeleri de kapsamaktadır: “Sabetaycılık", “İstanbul Bilderberg toplantısı", “sözde Ermeni soykırımı tasarıları", “Sorosçu vakıflar", “22 Temmuz 2007 seçimlerinde Sun Microsytems'ın rolü" gibi. Bu potporinin kapsayıcılığından New Age unsurlar da nasibini alır. Atlantis ve Mu kıtalarının tarihsel gizemi ve önemi, bu uygar­lıkların Türklerle olan ilişkisi ve Mustafa Kemal'in konuya olan il­gisine değinilmeden geçilmez (2007: 252-253).
Sinan Meydan'ın kitabı Köken (2008), bazıları New Age zemini­ne oturan ve birbirinden ilk bakışta bağımsız iddialar içerir. Buna göre “Türklerin tarih sahnesine çıkıp devlet kurmaları MÖ ikinci yüzyılda değil, çok daha eski bir zaman dilimindedir... Atatürk'ün de ifade ettiği gibi bu tarih belki ’en aşağı 7000 yıldır’"[17](174). Türk­lerin Kızılderililer ve Mayalar ile aynı kökenden geldiği ve Pasifik Okyanusu'nda bir yerlerde batık hâlde bırakılmış kayıp Mu mede­niyeti ile bir ilgileri olduğu söylenir. Dahası Mayalar, Kızılderililer, Türkler, Mısırlılar, Sümerler ve Mu gibi eski, ileri uygarlıkların or­tak bir kökene sahip oldukları tezi kitabın ana temalarından birini teşkil eder (445-447). Bu uygarlıkların son derece “ileri" teknolojik seviyeleri dünya-dışı varlıkların denkleme dâhil olmalarını sağlar (406). Ne var ki “Batı merkezli tarih hep yaptığı gibi" kendinden ol­mayan her ileri uygarlığı “barbar" göstermektedir (396). Buna kar­şın Atatürk, Mu Uygarlığı ile yakinen ilgilenmiş ve “Türk-İslam sentezcilerin ve Kemalizmi 'Marksizm' zanneden çevrelerin iddi­alarının aksine ölümüne kadar Güneş Dil Teorisi'nden ve Türk Ta­rih Tezi'nin ana hatlarından asla ayrılmamıştır" (443). Aynı metin içinde Sümerler, Mayalar, Türkler, Kızılderililer, uzaylılar, Atatürk, Türk Tarih Tezi, emperyalist Batı ve Türk-İslam sentezciler yer alır. Birbirinden hayli kopuk bu unsurları aynı havuzda toplamak an­cak New Age, komplo teorileri ve faşizm gibi alanların söylemsel geçişkenliği ile mümkün olabilir.
Aslında komplo teorileriyle New Age'in buluşmasının Avru­pa'daki enteresan örneklerinden biri, bir zamanlar İngiltere'de pro­fesyonel futbolculuk yapmış David Icke'dır. Icke 1980'lerdeki bir talk-showda kendini İsa olarak gördüğünü söylemesi yüzünden alay konusu olmuştur. İngiltere'de herkesin kendisini parmakla gösterdiği, “deli" muamelesine maruz kaldığı “acılı" yıllardan son­ra 1990'larda üst üste yazdığı kitaplarla bir anda “gündeme" dâhil olmuş ve binlerce kişiden oluşan fan kitlesini peşinden koşturarak hatırı sayılır derecede bir popülerlik kazanmıştır. Kitapları sekiz di­le çevrilmiş, hakkında belgeseller çekilmiş, İngiltere dışındaki ülke­lere turneye çıkan bir “yıldız" olmuştur. Alay konusu olduğu geç­mişi Icke üzerinde travmatik bir etki yaratmış ve epey “farklı" ve “aykırı" olmalarına rağmen kendi düşüncelerine daha çok sarılmış­tır. Bu mağduriyet, yalnızlık ve kendi içine dönme Icke'ın ruhsal di­rilişine yardımcı olmuş ve eski tip komplo hikâyelerinden pek de farklı olmayan kurgusuna bir New Age aroması katmıştır. Icke bu anlamda bireysellik üzerinde durur. Herkesin gizli elit bir örgüt marifetiyle hakikatten mahrum bırakıldığını, koparıldığını iddia eder. Bu örgüt her şeyi yönetmektedir, açık açık fiziksel güç kullan­mamakta ve fakat zihnimizi kontrol etmektedir. Dolayısıyla, bu sa­yede bize verileni sorgulamayız ve gerçek olarak kabul ederiz. Icke eğitim sisteminden dini öğretiye, siyasi söylevlerden medyanın ça­lışma sistemine kadar her şeyin “tekrar" mekanizmasına göre işle­diğini iddia eder (2006). Her şey bıkıp usanmadan tekrar edilerek meşrulaştırılmaktadır. Bunu aşmak için ise bireysel bir çaba, araş­tırma ve “eleştirel düşünceye dayalı sorgulama" gerekmektedir.
Burada Icke'ın, onu “klasik" komplo teorisyenlerinden ayıran özelliklerinden söz etmek gerekir. David Icke, faşizm ve komplo te­orileriyle flört eden yaygın söylemsel temanın aksine bireye vurgu yapar. İngiliz Channel 5 televizyonunda yayınlanan belgeselde, po­lislerin kendisini Parlamento Binası (Westminster) yakınından uzaklaştırmasını “liberal" bir pozisyon alarak eleştirir. Vatandaşın devlet karşısında “özgür" olması gerektiğini, ama olamadığını ha­tırlatır. George Orwell'in 1984'üne karşı mücadele eden ve hakikati arayan bir birey, özgürlüğün peşindeki bir kahraman durumuna sokar kendini. Zira düşman her yerdedir ve kudret sahibidir. “En önemli kontrol mekanizması" der Icke, “özgür olduğunuzu düşün­düğünüz anda ortaya çıkar"[18] (2006).
Icke, bireye yaptığı vurguyu popüler olan ve son derece esnek, eklektik özelliklere sahip New Age söyleminin genel çerçevesine sa­dık kalarak devam ettirir. Icke'ın kendi hayat hikâyesi, “spiritüel" bir bireysellik anlaşıyla büyük komplo hikâyesindeki yerini alır. 1991'de Wogan Show adlı televizyon programında “Tanrı'nın oğlu" olduğunu iddia ettiği için herkesin önünde gülünç duruma düş(ürül)en Icke “zor" zamanlar geçirmesine rağmen bunu hakika­tin anlaşılması için bir fırsat olarak görür. “Hayat" der, “bazen en değerli armağanlarını saklayıp, onları bir kâbus olarak bize sunar" (2006). Bireyin kendi “ruhsal enerjisiyle" komploya karşı mücade­le etmesi, hakikati araması gerektiğini ima eder. “Dünya ruhsal dengesini kaybetmiştir ve bu denge ancak sevgiyle yerine getirile­bilir" (2001). “Orwellyen İlluminati devleti" der Icke “hareket ettirilemeyen nesne değildir; oradadır, çünkü biz onu orada tutuyoruz, tutmamayı seçtiğimiz anda yok olacaktır" (2006). Aynı belgeselde oğluna şu tavsiyede bulunur: “Hayatını işte böyle kendin çizersin oğlum, hiçbir şey imkânsız değildir, istersin, bilirsin ve yaparsın" (2006). Annesinin ölümünü “sonsuz bilince (infinite consciousness) ulaştı" şeklinde yorumlar (2001). Bütün bunlar “klasik" komplo kurgusunun ultra-şüpheci karakteriyle ve “dünyayı yöneten efen­diler" karşısında sıradan insanları çaresiz gören vizyonuyla hiç de örtüşüyor gibi gözükmemektedir. Aksine, sıradan insanlar isterler­se bu kısır döngüden çıkabilirler ve bunun nasıl olacağını da Icke bilmektedir. Aslında, Icke görüldüğü gibi sık sık popüler New Age terminolojisini kullanarak bu söylemden esintiler sunmaktadır. Belki “başarısının" sırrı da buradadır.
David Icke kendisinden önce defalarca vurgulanan bildik, aşi­na komplo kurgusunu kullanır. Tapınak Şövalyeleri'nden İlluminati'ye, masonlardan okkültizme, Bilderberg toplantılarından Kafatası ve Kemikler (Skull & Bones) gizli topluluğuna kadar hemen her un­sur aynı hikâyenin tarihsel parçalarıymış gibi sorunsuz bir şekilde kurguya eklemlenir. Fakat Icke burada klasik komplo teorisyenlerinden biraz daha farklı bir şey yaparak dünyayı yöneten grubun, İlluminati üyelerinin aslında kim (ya da ne) olduklarını deşifre eder: kan ile beslenen insan formundaki sürüngenler (humanoid reptillians). İstedikleri zaman şekil değiştirebilen bu yaratıklar arasında Bush, Clinton, İngiliz Kraliyet Ailesi mensuplarını gibi sayar. Bu­nunla da kalmayıp sürüngenlerle ilgili iddiaları UFO meselesi ile birleştirip komploya farklı bir boyut katar. Icke bu son yaptıkları ile özellikle ABD'de “işlerini ciddiye alan" diğer komplo teorisyenleri ve araştırmacılarının tepkisini çeker (2001). Kendisi “ciddi ve te­melli komplo araştırmalarını sulandırmakla" suçlanır. Aslında Icke insan formundaki sürüngenlerin varlığı ile ilgili iddialarını, daha öncekilerden farklı olmayan bilindik “bilimsel" metodlarla destek­ler. Belgeler, tanıklıklar ve biraz da New Age mistisizmi ile hikâye­sini oluşturur.
Aslında bütün bu insan formundaki sürüngenler meselesinin göründüğünden daha karmaşık ve ciddiye alınması gereken bazı toplumsal etkileri vardır. Icke kitaplarının tanıtımı ve konferans için gittiği Kanada'nın Vancouver şehrinde bir grup ırkçılık karşıtı göstericinin protestosu ile karşılaşır. Icke daha sonra Yahudilere ya­pılan ayrımcılıklara karşı mücadele eden Anti Defamation League'in (ADL) de ilgisine mazhar olur. Protestocuların ve ADL'in iddiası Icke'ın Yahudi karşıtlığı yaptığıdır. Icke ise aklından bile geçirmedi­ğini söyler ve dünyayı yöneten ayrıcalıklı elitin “basbayağı" insan formundaki sürüngenler olduğuna inandığını belirtir. Dünyayı ele geçirmeye çalışan ve uzaydan gelen sürüngenimsi yaratıkların hi­kâyesi 1980'li yılların sonunda Ziyaretçiler (Visitors) adlı diziyle tele­vizyona taşınmış ve hayli popüler olmuştu. Buraya kadar her şey “masum" gözükse de meselenin karmaşıklığının söylemsel kurgu­dan ve onun eklektik yapısından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Icke daha önce komplo teorilerinde yıllardır kullanılan kurgusal ya­pıyı tekrar ederek korumuş, fakat kurgunun içinden çok yaygın olarak yararlanılan bir unsuru çıkarıvermiştir: Yahudiler. Aslında söylemeyerek, telaffuz etmeyerek ve hedefi göstermeyerek komp­lonun gizemli havasına başarıyla katkıda bulunduğu iddia edilebi­lir. Telaffuz ettiği kısım, sürüngenlerin varlığı, yüzyıllardır Yahudiler için kullanılan aşina bir imgedir. “Sinsi", “soğukkanlı" ve “mut­lak kötü" olarak Yahudiler yoğun olarak Nazi döneminde dünyayı sarıp sarmalayan “sürüngenler" olarak resmedilmişler, karikatürleştirilmişlerdir. Komplo kurgusunun düşman ontolojisine uygun olarak “sürüngen", aynı zamanda nihai kötüye, yani Lucifer'e gön­derme yapar. Burada Icke konusunda masumiyetin kaybolduğu noktaya yaklaşırız. Nitekim yaptığı işi bir anlamda çok “akıllıca" ve “başını belaya sokmayacak" bir şekilde yaptığı için İngiltere'de­ki Combat 18 gibi neo-Nazi örgütlerinin övgüsünü kazanır. Aynı şe­kilde Icke, konuya girmese bile, soykırım inkârcılarından da pek uzak dur(a)mamaktadır (Offley, 2000). Açıkça ırkçılık yapmasa bile içinden konuştuğu söylem faşizme kaymaya yatkın bir zeminde durduğu sinyalini vermektedir.
“Kendini aşma", “ruhani yolculuk", “içine dönerek kendini bulma", “hakikate veya nirvanaya ulaşma", “inisiasyon" popüler New Age söyleminin kullandığı yaygın kalıplardan bazıları. Bu söy­lem belirgin sınırlarla ayrılmış bir orası/burası, içerisi/dışarısı ve gerçek/sahte karşıtlığına dayanıyor. Sıklıkla yüzeysel olanla aşkın (trancendental) olan arasında keskin bir ayrım yapıldığını görüyo­ruz. “Öbür" tarafa geçebilmek için de spiritüel/bireysel bir bilgi, çaba ve bilinç gerekiyor. Aynı şekilde komplo mantığına göre de çevremizde gördüklerimizi, sıradan olayları aslında göründükleri gibi zannetme, oldukları gibi sanma yanılgısına düşeriz. Hâlbuki hakikat o kadar rahat ulaşılamayacak kadar saklıdır, maskelerimiz­den kurtulmak gerekmektedir. Birçok insan bu “bilgiye" ulaşmak­tan acizdir. Her ne kadar komplo teorisini dillendiren kişi bunu ba­şarmış gözükse de bu o kadar kolay bir iş değildir. Hakikat, derin ve gizli olmasına rağmen aslında keskin ve basittir de. Çoğu zaman belgelerle, bir resimle, bir isimle, bir şifreyle, bir alıntıyla, bir cüm­leyle veya bir veriyle açığa çıkartılabilir. Ayrıcalıklı, ezoterik ve ob­jektif bir bilgi söz konusudur. Çok-nedenli bir olguyu, çok-yönlü bir analizle ortaya çıkarma çabasından söz edilemez. Anlamak (verstehen), hermönetik anlamda yorumlamak filan da söz konusu olamaz. Bunların yerine dünyayı saran o girift ve karanlık ağın, o ağır ve puslu komplo havasının arkasında kaçışa yönelik (escapist) bir “hafiflik" söz konusudur. Bu dünyadan, gerçek insanlardan ve hakikate ulaşmayı gerektirecek insani çabadan bir kaçış. Kaçışın ol­duğu yerde gerçeklik tektir, keşfedilivermeyi bekler, bazen metin­lerin içinde, bazen olayların arasında, bazen de şifrelerin ardında. Özellikle günlük hayat ve popüler kültür söz konusu olduğunda, söylemin akışkan yapısı her zaman ideolojik bir bütünlük ve tutar­lılığa izin vermez.
Komplo teorilerinin söylemsel yapısı, faşizmin senkrektik doğasıyla ilişkiye girip, günümüzde son derece değişik formlar alarak yoluna devam edebilir. Benzer şekilde faşizan etki­lere bir hayli açık komplo kurgusu, yeni bir New Age[19] havuzundan aynı mantıkla beslenmekte ve ortaya çok daha “renkli" ve yeni dö­nemin ruhuna (zeitgeist) uygun bir karışım çıkmaktadır.
Kaynakça
Allison, Graham T. (1971). Essence of Decision: Explaining the Cuban Missile Crisis. Boston: Little Brown.
Arendt, Hannah (2003). “Total Domination." The Portable Hannah Arendt. Peter Baehr (der.) içinde. New York: Penguin. 119-145.
Batmaz, Veysel ve Cahit Batmaz (2007). Atlantis'in Dili Türkçe. İstanbul: Salyangoz.
Bauman, Zygmunt (2007). Modernite ve Holokaust. Çev., Süha Sertabiboğlu. İstanbul: Versus.
Belge, Murat (2006). Milliyetçilik: Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni. İstanbul: Agora.
Berlet, Chip (2004). “Debunking Conspiracy Theories: An Interview with Chip Berlet." David Barsamian (interview by.). Z Magazine 17(9) (September). http://www.zcommunications.org/zmag/viewArticle/13597. Erişim tarihi: 12.12.2008.
Bilbilik, Erol (2002). Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler: CFR-Bilderberg-Trilateral. İstanbul: Kaynak.
Bora, Tanıl (2007). “Tanıl Bora ile Söyleşi." Cem Erciyes (söyleşi). Radikal. 2 Şubat 2007.
Bozarslan, Hamit (2004). “'Komplo Teorileri' Üzerine Tartışmalara Bir Katkı." Birikim 183: 19-24.
Castillon, Juan C. (2007). Dünyanın Efendileri: Bir Komplo Teorileri Tarihi. Çev., Sakıp Murat Yalçın. İstanbul: Koridor.
Chomsky, Noam (1995). “Conversations with Noam Chomsky." Michael Albert (interview by.). Z Magazine (October). http://www.zmag.org/ZMag/articles/oct95chomsky.htm. Erişim tarihi: 12.5.2007.
Çelakıl, Ömer (2002). Kur'an-ı Kerim’in Şifresi. İstanbul: Sınır Ötesi.
Daly, Steven ve Nathaniel Wice (1995). Alt.culture: An A-Z of the 90s. London: Guardian Books.
Dikbaş, Yılmaz (2002). Gönüllü Devşirmeler. İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
Eco, Umberto (1992). Foucault Sarkacı. Çev., Şaban Karadeniz. İstanbul: Can.
Eco, Umberto (1995). “Ur-Fascism." The New York Review of Books 22: 1-9.
Fırat, Gökçe (2007). İstila: Kürt Sorununda Gizlenen Gerçekler ve Kürt İstilası. İstanbul: İleri.
Gee, James Paul (2005). Discourse Analysis: Theory and Method. London: Routledge.
Goebbels, Joseph (1999). “Knowledge and Propaganda." German Propaganda Archive. http://www.calvin.edu/academic/cas/gpa/goeb54.htm/. Erişim tarihi: 6.10.2007.
Gündoğdu, Aydın (2003). Kuranın Şifresi: Sistemi ve Mukattaa Harflerinin Çözümü.
İstanbul: Ozan.
Hanioğlu, Şükrü (2006). “Komplo Kuramları ve İç Düşmanlar." Zaman. 21 Eylül 2006.
Hepkon, Haluk (2007). Komplo Teorileri Tarihi. İstanbul: Kaynak.
Hür, Ayşe (2005). “Kavgam ve Siyon Protokolleri." Radikal 2. 13 Mart 2005.
Icke, David (2001). Secret Rulers of the World: The Lizards and the Jews. Jon Ronson (director). TV Documentary. Channel 4. April.
Icke, David (2006). David Icke: Was He Right?. Norman Hull (director). TV Documentary. Channel 5. December 26.
Işık, Nuran Erol (2006). “Milliyetçilik, Popüler Kültür ve Kurtlar Vadisi." Doğu Batı 38: 227-247.
Jaworski, Adam ve Nikolas Coupland (2006). “Introduction: Perspectives on Discourse Analysis." The Discourse Reader. Jaworski ve Coupland (der.) içinde. London: Routledge. 1-38.
Kavcar, Neval (2007). Sivil İhanet: Anadolu'dan Türk Mührü Siliniyor. İstanbul: Kabara.
Kaynak, Mahir (2006). Yeni Dünya Düzeni. İstanbul: Profil.
Kuzu, Ali (2006). Atatürk’ü Kimler Öldürdü?. İstanbul: Bilge Karaca Yayınları.
Küçük, Yalçın (2006). İsimlerin İbranileştirilmesi. İstanbul: Salyangoz.
Levin, Marc (2004). Protocols of Zion: Some Lies Never Die. Marc Levin (director). Elephant Films.
Levin, Marc (2005). “Blog #6." Protocols of Zion. http://thinkfilm.blogs.com/protocols_of_zion/. Erişim tarihi: 7.10.2007.
Macit, Nadim (2006). Küresel Güç Politikaları: Türkiye ve İslam. Ankara: Fark.
McDonald, Lee Cameron (1968). Western Political Theory: Part 3. San Diego: HBJ Publishers.
McNamara, Robert S. (2003). The Fog of War. Errol Morris (director). Sony Pictures.
Mercan, Şeref (2005). İlluminati: Piramitte Sona Doğru. İstanbul: Nokta.
Meydan, Sinan (2006). Atatürk ve Kayıp Kıta Mu. İstanbul: Truva.
Meydan, Sinan (2008). Köken: Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2. İstanbul: İnkılap.
Michel, A.G. (2007). Mason Diktatörlüğü. Çev., Ataman Güneş. İstanbul: Karma.
Moskovici, Serge (1996). “Yabancı Parmağı: Komplo Zihniyeti." Çev., Hacer Harlak.
Birikim 90: 45-59.
Nilus, Sergey (2005). Siyon Liderlerinin Protokolleri. Çev., Naim Erdoğan. İstanbul: Nokta.
Offley, Will (2000). “David Icke and the Politics of Madness Where the New Age Meets the Third Reich." PublicEye 29.
Özakıncı, Cengiz (2007). İblisin Kıblesi / United States of İrtica. İstanbul: Otopsi.
Özoğlu, Ali (2006). Şifre Çözüldü, Masonlar’dan Türkiye’ye Kanlı Hediye: ASALA PKK. İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
Pipes, Daniel (1997). Conspiracy: How the Paranoid Style Flourishes and Where It Comes From. New York: Simon & Schuster.
Poyraz, Ergün (2007). Musa’nın Çocukları: Tayyip ve Emine. İstanbul: Togan.
Rai, Milan (1995). Chomsky’s Politics. London: Verso.
Reich, Wilhelm (2007). Dinle Küçük Adam. Çev., Şemsa Yeğin. İstanbul: Payel.
Sabine, George H. ve Thomas L. Thorson (1973). A History of Political Theory. Hinsdale: Dryden Press.
Sayın, Ümit (2007). Dünyayı Yöneten Gizli Güçler. İstanbul: Neden.
Sevinç, Necdet (2007). Pontus’ta Hesaplaşma. Ankara: Bilgi.
Shalom, Stephen R. ve Michael Albert (2002). “Conspiracies or Institutions? 9-11 and Beyond." Z Magazine 15(7) (July/August).
Tanyu, Hikmet (2005). Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler. Ankara: Elips.
Türk, Hakan (2004). Büyük Oyun: Türkiye Üzerine Oynanan Oyunlar. İstanbul: Akademi Yayıncılık.
Van Dijk, Teun A. (1995). “Discourse Analysis as Ideology Analysis." Language and Peace.
C. Schaffner ve A. Wenden (der.) içinde. Aldershot: Dartmouth Publishing. 17-33.
Yalçın, Soner (2004). Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırrı. İstanbul: Doğan Kitapçılık.
Yiğenoğlu, Çetin (2007). Üç Bin Yıllık Kavga: Ermeniler Ne İstiyor?. İstanbul: Cumhuriyet.
Yörük, Zafer (2002). “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği." Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik Cilt 4. Tanıl Bora (der.) içinde. İstanbul: İletişim. 309-324.
Yunak, Yılmaz (2004). Kurandaki UFO. İstanbul: Arıtan.
Zizek, Slavoj (2006). Interrogating the Past. New York: Continuum.

Şeyh Cemâleddin-i Afgâni’yi, İran Şahı Nasreddin Avrupa’da görmüş, ilmini, irfanını beğenmiş ve İran’ı ıslah etmesi için Tahran'a davet etmiş. Orada şeyh aleyhine entrikalar olmuş ve netice­sinde şeyhi Osmanlı sınırından Hanekin civarına atmışlar. Şeyh oradan Bağdat’a gelmiş. Bağdat Valisi Giritli Sırrı Paşa ile görüş­müş, bazı ilmi tartışmalar yapmışlar. Rivayete göre Sırrı Paşa bu zatı kendisinden daha âlim görerek Bağdat Vilâyeti’ni terk etmesi­ni emretmiş. Şeyh de Basra’ya gelmiş; Müftü Efendi’nin evinde misafir olmuş. Epeyce Basra’da kalmış. Hidayet Paşa kendisine çok hürmet ediyordu. Behiç Bey de, o zaman çok meraklı oldu­ğundan aklınca, coğrafyayla ilgili bir eser yazmaya başlamıştı. Haftada birkaç gün, yazdığını Şeyh Cemâleddin Efendi’ye götürüp okutuyordu; o da büyük bir sabır ve tahammül ile onu dinliyor ve bazı düzeltmeler yapıyordu.
İran Şahı'nın Abdülhamit nezdinde teşebbüsleri üzerine Babıâli ile Şeyh Cemâleddin hakkında bazı yazılar yazılmaya başlan­dığından, Hidayet Paşa kendisini bu işten haberdar ederek Basra’yı terk etmesini ister ve Şeyh de bir vapurla Bombay’a gider.
1892 Haziranında Hidayet Paşa Basra valiliğinden alınır. Aile pek sevinmiştir, zira herkes bıkmıştır Basra’dan. Toplanıp yola çıkarlar. Sıcaktan geceleri ilerliyorlar, gündüzleri çeşitli konaklarda dinleniyorlardı. Mardin’e geldiklerinde Paşa rahat­sızlandı. O sırada Mardin Belediye Reisi Cemâleddin Efendi büyük bir yakınlık, ilgi ve alaka gösterdi Paşa’ya. Evinde misa­fir etti, doktorları seferber etti. Paşa bağırsak iltihabı olmuştu, ancak oralarda ilaç bulunmuyordu. Diyarbakır’dan ilaç istediler, ama maalesef Hidayet Paşa ağırlaştı ve vefat etti.
Hidayet Paşa’nın vefatını Behiç Bey ve halasının imzası ile Sultan Hamid’e bildirdiler.
İstanbul’a gelmişlerdi ve evlerine sürekli taziye ziyaretlerine gelen giden oluyordu. Bunlardan biri de Sara Hanım’dı. Bu hanım Sadrazam’m kız kardeşiydi. Sadrazam Cevad Paşa Behiç Bey’in büyükbabası Müşir Ömer Fevzi Paşa Girit valisi iken onun yanında çalış. Bunun üzerine Behiç Bey bir gün Teşvikiye Caddesi’ndeki Cevad Paşa Konağı’na gider.
Sadrazam Cevad Paşa ve kardeşi Şakir Paşa, Behiç Bey ile özel olarak ilgilenirler. Behiç Bey nihayet yakaladığı fırsatı iyi değerlendirir ve Sadrazam’a yatılı okulda tahsilini yapmak iste­diğini belirtir bu görüşme sırasında. Sadrazam,
“Oğlum; ben, kardeşim, sizin büyükbabanız, hep Harbiye Mektebi’nden feyiz aldık; halanız hanımefendi sizin yatılı bir mektebe girmenizi istemiyormuş. Harbiye Mektebi’nde gündüz gidilebilen bir zadegân  sınıfı vardır; sizi oraya koyacağım, çalışıp adam olunuz,” der.
Zadegân sınıfı: Belli ailelerin çocuklarının gittiği özel sınıf demek olsa da aslında, İkinci Abdulhamit Han’ın garip işlerinden birisi olarak, damatlarının askeri tahsil görmeleri için Harbiye Mektebi’nde açtığı sınıftır (zadegân sınıfı). Bu sınıfın ilk mezunları 1892 tarihinde mektepten çıkmışlardı.
Behiç Bey teşekkür eder ve çıkar.
Behiç Bey Harbiye Mektebi’ndeki zadegân sınıfına başladı­ğında sadece 40 öğrenci vardır, bu 40 öğrenciden sadece ikisi kurmay olmayı başarır. Bunlardan biri Süreyya Paşa, öteki de Behiç Bey’dir.
Bu esnada Şeyh Cemâleddin Afgâni İstanbul’daydı ve Behiç Bey ara sıra kendisine gidiyordu.
Behiç Bey, okula Paris’teki askeri ataşelik görevinden gelen Tevfık Paşa ile görüştü ve aynı yıl içinde iki senenin birden dersle­rini alıp sınavlarını vermeyi görüştü. Bu isteği kabul olundu ve Behiç Bey de o kadar iyi çalıştı ki, tek bir notu dahi kırılmadan tam puanla iki senenin birden derslerini verdi.
Tekrar Cemâleddin Afgâni’ye gittiği için okulun ikinci mü­dürü Rıza Paşa, Behiç Bey’i tutuklatmak istedi, ancak araya Nazır Zeki Paşa girdi ve mesele halloldu. Behiç Bey Afgâni’nin yakını Mısırlı Georgi Efendi’ye durumu anlattı. Behiç Bey’i çok seven Cemâleddin Afgâni bu olaya kızdı, ancak çok hasta olduğundan Behiç Bey’e haber gönderdi:
“Ben iyi olayım, onlara gösteririm. Sabretsin.”
Behiç Bey her perşembe günü okuldan çıkınca Cemâleddin Afgâni’nin Nişantaşı civarındaki evine gider ve öğle yemekleri­ni orada yerdi. Buraya birçok tanınmış kişi gelirdi. Sözünü esir­gemeyen Cemâleddin Afgâni’nin sohbetlerinden çok istifade ederdi. Bir gün ona şu soruyu sordu:
“Donanmamız dünyanın ikinci derece bir donanması iken Bahriye Nazırı (bakanı) Haşan Paşa bunu sıfıra indirdi, fakat Müslüman’dır diye cennete girecek; Pasteur insanlığa büyük hizmetler etmiş bir adamdır, Müslüman olmadığı için cehenne­me girecek. Bu işe aklım ermiyor.”
Cemâleddin Efendi’nin buna verdiği cevap ise şöyleydi: “Hayır, iş öyle değildir, iki türlü kâfir vardır; biri kâfır-i tekvini, diğeri kâfır-i teklifi. Haşan Paşa kâfır-i tekvinidir, yani Cenâb-ı Hak “kün” (Ol) buyurduğu vakit, o kâfir olarak tekevvün etmiştir. Pasteur kâfir-i teklifidir, yani zımnen Müslüman olması için vâki teklifi kabul etmemiş sayılır. Binâenaleyh Haşan Paşa’nın yeri cehennemdir; Pastör’ün yeri cennettir.”
Behiç Bey bir gün gazetede İran Şahı Nasreddin’in öldüğünü okudu. O zaman hükümdarlara suikast yapılırsa, bizim gazeteler bundan hiç söz etmezlerdi. İran şahını da eceli ile ölmüş gibi yazmışlardı. Behiç Bey, Cemâleddin Efendi düşmanı olan şahın ölmesinden memnun olmuştur diye düşünerek o akşam okuldan çıkıp Efendi 'nin evine gitti. Anılarında bu olayı şöyle anlatır:
“Başınız sağ olsun, dostunuz ölmüş,” dedim.
“Hayır eceli ile ölmedi, köpekler gibi geberttiler,” dedi.
Meğer Cemâleddin Efendi, Behiç Bey’in de şahsen tanıdığı adamlarından birisini Tahran’a göndermiş; o da, “Cemâleddin-i aşkına,” diye şahı öldürmüş. İran hükümeti Cemâleddin-i Afgâni’nin teslimini ister, fakat Sultan Hamid vermez, yahut ver­meye cesaret edemez. Düşününüz; İstanbul’da oturup Tahran’da şahı öldürten Cemâleddin-i Afgâni’den Sultan Hamid nasıl korkmasın!
Cemâleddin-i Afgâni, Nasreddin Şahı hallettirip yerine Osmanlı hanedanı prenslerinden birisini İran tahtına oturtmak için Sultan Hamid’in muvafakatini aldığını ve İran ulemasıyla irtibat kurarak bu işi temin ettiğini; fakat, sonradan Abdülhamit’in caydığını Behiç Bey’e anlatmış ve bir torba muhabere evrakını da göstermişti.
Bu esnada Behiç Bey şair Abdülhak Hamid, Mehmet Emin Yurdakul, Necip Melhame gibi isimlerle tanışmıştı.
Cemâleddin-i Afgâni Behiç Bey’e biyografisini, bir de fo­toğrafım vermişti. Fakat Behiç Bey onun yüzünden okulda problem yaşayınca korkudan bunları yaktı.
Aradan çok geçmeden de Cemâleddin-i Afgâni operatör Cemil Paşa’nın yaptığı bir ameliyat esnasında hayatını kaybetti.
Behiç Bey 7 Ocak 1897’de erkânı harp subayı oldu. Yani kurmay subay. 5 Şubat 1900’de üsteğmen, 29 Kasım 1901 günü de kurmay yüzbaşı. Sh:19-21
**
Bir gün aralarında Nuri Conker’in de bulunduğu bir fotoğraf çekimi yapılacaktı. Behiç Bey ikinci sırada ayakta, diğer subay­lar etrafında yerlerini alırlar.
“Herkes burada mı?” diye sorar Behiç Bey.
“Mustafa eksik komutanım,” der arkadan bir ses.
Nuri Conker Mustafa Kemal’in fotoğraf çekimi için postalla­rım parlatmaya gittiğini söylediği sırada, onun koşarak geldiğini görürler. Herkes yerini almış olduğundan Mustafa Kemal’e yer kalmamıştır.
Bunun üzerine Behiç Bey “Sıkışın!” der.
Arka taraftan biri Mustafa Kemal’e söylenmektedir:
“Ya neredeydin, geç kaldın, senin yüzünden yerimizden ol­duk.”
Behiç Bey bunu duyunca yüksek sesle , “Siz şimdiden yer hazırlayın ona, o zamanla hepimizin başına geçecek!” der.
Mustafa Kemal ikinci sırada, sıra başına geçer, resim çekilir.
Behiç Bey 7 Aralık 1908’de, Selanik’e 15 kilometre mesafe­de bulunan Sedes Çiftliği civarında yapılacak topçu atış talimle­rinde bulunmak üzere kumlan çadırlı ordugâha taburuyla gider. Maksat hem küçük manevralar yapmak hem de mevzi almış piyade üzerinden topçu atışı açmak suretiyle askerleri buna alıştırmaktır.
Ordu kurmayına mensup Kolağası Mustafa Kemal Bey bir gün Behiç Bey’in misafiri olarak manevraya gelir. Behiç Bey’in çadı­rında beraber kalacaklardır. Akşam yemeğinden evvel Mustafa Kemal, Behiç Bey’den rakı ister. Havalar serin, belki lazım olur diye ufak bir şişe rakısı vardır Behiç Bey’in. Çantayı açar, içinden küçük bir çanta daha çıkarır, onu da açar ve rakıyı çıkarır. Bir ka­deh ona verir, bir kadeh de kendine alır; şişeyi tekrar çantaya ko­yar, çantayı da daha büyük olan çantaya. Mustafa Kemal yine ister. Velhasıl şişe biter. Mustafa Kemal, Behiç Bey’in yanından çıkıp subayların çadırına gittiğinde yemek borusu çalar ve Mustafa Kemal Behiç Bey’den yemeğin yarım saat daha geç yenmesini rica eder. Behiç Bey de kabul eder. Behiç Bey Mustafa Kemal’den teğmenlerle laubali olmamasını rica etmiştir. Fakat Mustafa Kemal sofrada bir teğmenle uzun uzadıya münakaşa eder.
Mustafa Kemal çadıra döndüğünde Behiç Bey ile sabahın üçüne kadar memleketin nasıl kurtulabileceğini konuşurlar. Behiç Bey ilk defa Mustafa Kemal’in ağzından hanedanlık ye­rine Cumhuriyet rejimine geçilmesi gerektiğini dinler. Cevabı nettir Behiç Bey’in, ama bir de sorusu vardır:
“Doğru söylüyorsun Mustafa, ama kim yapacak bunu?” Mustafa Kemal cevaplar:
“Siz neden fotoğraf çekimi esnasında öyle söylediniz?”
Behiç Bey ertesi gün Mustafa Kemal’in ilk defa yönettiği geniş çaplı bu manevrayı mutlaka kaleme almasını tavsiye eder.
“Yaz ki genç zabitanlar ileride bizler gibi faydalansın,” diyerek aynı zamanda Mustafa Kemal’in üstü, komutanı olmasına rağmen, ondaki zekâya, bilgiye ve yeteneğe karşı saygısını dile getirir.
“Mustafa Kemal siz zaten hep okumayı seviyorsunuz, tavsi­yenize uyup bunu yazıp müsaade ederseniz size hediye ede­ceğim,” der. [Bu eser Mustafa Kemal Atatürk ’ün ilk eseri olarak bilinir ve ismi “Takımın Muhabere Talimi"dir. Yazılış tarihi: 10 Şubat 1324 (1908).] sh:36-37
**
Yazlık elbiselerle eksi 30’un üzerinde soğuk! Kar ve zaman zaman tipi fırtınasında yol almayı bırakın, yürümenin İmkânsız olduğu kar kaplı bir dağda, gündüz ve gece yazlık elbiselerle ilerlemeye çalışan 100.000 Mehmetçik. Neti­cede ordumuz için büyük bir felaket oldu. [Sarıkamış]
3 Ocak’ta her şeyin bittiği anlayan Enver Paşa derhal Albay Hafız Hakkı’yı “Paşa” yaparak III. Ordu’nun başına geçirdikten sonra Erzurum’a döndü.
Aralık ayındaki Sarıkamış faciasından sonra ise ocak ayında hayatta kalan asker sayısı 10.000, düşmanla çarpışmadan beyaz kefene bürünen şehit Mehmetçiğin sayısı ise 90.000’di.
Enver Paşa Erzurum’dan İstanbul’a dönüşünde Osmanlı’da benzerine hiç rastlanmamış olan bir sansür uyguladı ve basında Sarıkamış harekâtı ile ilgili olarak tek bir satır haber, resim çıkmadı. Sansür öylesine yoğundu ki, halk Sarıkamış’ta nelerin yaşandığını seneler sonra öğrenebilecekti.
Behiç Bey bir gün bazı kanunları savunmak için Mebusan Meclisi’ne gitmişti; Sarıkamış hadiseleri hakkında mebuslar arasında çok dedikodu vardı.
Enver Paşa kürsüye çıktı. Sarıkamış muharebesini bir zafer olarak anlattı ve bu zafer, “Şevket-meâb efendimizin bana tevdi ettikleri ordunun vazifesini iyi gördüğüne delalet eder,” tarzında beyanatta bulundu. Birkaç dakika evvel aleyhte bulunan mebuslar da dâhil olmak üzere herkes Enver Paşa’yı alkışladı. Behiç Bey, salonda mebusların ön sırasında bir yerde oturmaktaydı; alkışları duyunca arkasına baktı ve bu karşıtlık karşısında şaşırdı kaldı.
Selmanpak civarında cereyan eden muharebe hakkında da Enver Paşa mecliste “Bu muharebeyi Allah’ın lütfü ile kazan­dık,” diye beyanda bulunmuştu; fakat aradan çok geçmeden gerçek ortaya çıktı.
Seferberlikten evvel III. Ordu’nun mevcudu takriben 100.000 kişi idi. Sarıkamış muharebesini takiben III. Ordu mın­tıkasında silahaltına alınabilecek ne kadar erat varsa hepsi alın­dı; ordunun mevcudu harp başladıktan tam 16 ay sonra yine takriben 100.000 kişi kaldı.
Halbuki o mıntıkada silah altına alınan efradın toplam sayısı 855.696 kişiydi. Bu hesaba göre, zayiatımız aşağı yukarı 750.000 ere denk düşüyor demektir. Bunun dörtte birini kayıt yanlışı diye kabul etsek dahi, yine aşağı yukarı 600 bin kişinin esir olmuş, donmuş, yaralanmış, ölmüş ve firar etmiş olduğu neticesine varırız.
Behiç Bey bu hesabı Enver Paşa’ya gösterdiği zaman, Enver Paşa Behiç Bey’in yüzüne baktı: “Bunlar nasıl olsa bir gün ölmeyecekler miydi?” diyerek meseleyi halletti.
Behiç Bey de, “Evet, bunlar bir gün gelecek öleceklerdi; fakat memleketi müdafaa edecek kuvvet de bunlardı,” diye yanıtladı onu.
Enver Paşa bu gencecik Mehmetçikler için bu ifadeyi kulla­nırken, Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç anılarında Sarıkamış’a ulaşabilen bir avuç kahramanı şöyle anlatacaktı:
“İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına yasla­dıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama aşılamamışlar. Kaput yakaları, Allah ’ın rahmetini o civan delikan­lıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaska­tı... Hele bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları! Her biri birer zafer oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Dinmiş olmasına rağmen, şu kahredici tipinin bile örtüp kapatamadığı gözleri!.. Apaçık!.. Tabi­ata da, başkumandana da, karşısındaki düşmana da isyan eden, ama Allah ’ına teslimiyetle bakan gözler... Açık, apaçık!..
“Allahuekber Dağlarındaki Türk müfrezesini esir alama­dım. Bizden çok evvel Allah'larına teslim olmuşlardı. ”
Grandük Nikola kumandasındaki Rus ordusu bir yıllık bir bekleyişten sonra 13 Ocak 1916’da Erzurum cephesinde hare­kete geçti. 16 Şubat 1916’da Erzurum, 3 Mart’ta Bitlis ve Muş, 18 Nisan’da Trabzon, 24 Temmuz’da Erzincan düştü.
Rusya’da 1917’nin Mart ayında çarlık rejimine karşı başla­yan ayaklanma kasım ayında Bolşevik rejimin kurulması ve 1918 Ocak ayında Rus ordusunun dağılması ile sonuçlandı. Rus ordusunun dağılıp çekilmesi üzerine, onların boşalttığı alanlarda 1918 başlarında Antranik Ozanyan komutasındaki Ermeni bir­likleri “Batı Ermenistan Geçici Hükümeti” ilan ettiler. Ancak hücuma geçen Türk ordusu karşısında tutunamayarak dağıldılar. 26 Şubat 1918’de Erzincan, 27 Şubat’ta Trabzon, 12 Mart’ta Erzurum, 2 Nisan’da Van kurtarıldı.
I. Dünya Savaşı’nda, Sarıkamış faciasının da içinde bulun­duğu Ardahan Harekâtı, Köprüköy Savaşı, Sarıkamış Harekâtı, 1915 Malazgirt Savaşı, Kara Killisse Savaşı, Van Savaşı gibi Doğu Cephesi’ndeki (Kafkasya Cephesi) Osmanlı-Rus savaşla­rının Osmanlı’ya yaptığı tahribat korkunç boyutlardaydı. Sh:98-100
Kannengiesser Paşa ile Enver Paşa’nın Alman hayranlığı mevzuunda yaptıkları bir münakaşa sırasında Behiç Bey, Alman paşaya bir teklifte bulundu:
"Bir tecrübe yapalım; sizin bir fikrinizi benim fikrim diye ve benim fikrimi de sizin fikriniz diye Enver Paşa’ya söyleyelim. Göreceksiniz ki, hakikatte sizin olup benim fikrim diye söyleyeceğiniz fikri kabul etmeyecek, fakat aksini kabul edecektir.”
Kannengiesser Paşa bunu gerçekten tecrübe etti ve Behiç Bey’in düşüncesinin doğruluğunu hayretle gördü. sh:75
**
İzmir
Yunanlılar İzmir’e saldırmak üzereyken orada olan 17. Kolordu’nun başında Nurettin Paşa (Büyük Nurettin ya da Sakallı Nurettin) diye gayet sert mizaçlı bir komutan vardı. Nurettin Paşa hem kolordu kumandanıydı hem de İzmir valisi.
Damat Ferit Paşa bu vatansever ve şerefli komutam görev­den aldı. Yerine, Balkan Harbi’nde Selanik'i Yunan’a savaş­madan teslim eden, askerlikten hiç anlamayan ve emekli olan Ali Nadir Paşa’yı yeniden askere alıp 17. Kolordu’nun başına getirdi. İzmir valiliğine ise daha sonra İngiliz casusu olduğu öğrenilen Kanbur İzzet Paşa’yı atadı.
Fransız ve İngiliz birlikleri İzmir ve civarındaki birkaç tab­yayı işgal ederek Yunanlılara karşı koyulmasını engelledi.
Bu esnada İngilizler İstanbul’da Harbiye Nazırı’na, “Yunan­lılar İzmir ve çevresini işgal edecektir,” diye bildirimde bulun­du.
Nazırımız “Bu Mondros Mütarekesi uygulamasıdır, karşı durulmamalıdır,” diye fikir beyan etti!!!
Damat Ferit’in paşası, Ali Nadir Paşa Yunan askeri geldiğin­de çatışma olmasın diye tüm askeri kışlaya topladı.
Kanbur İzzet valilik gücünü kullanıp Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin çalışmalarını yasakladı ve böylece Damat Ferit’in adamları İzmir’i düşmana peşkeş çekmek için gerekli her hazır­lığı tamamlamış oldular.
Bu esnada yörede yaşayan azınlık Rumlar Trabzon’dan Sinop’a 400 yıl önce tarihin sayfaları arasında yok olmuş Pontus Rum Devleti’ni kurmak hevesiyle silahlanıp çeteler oluşturma faaliyetlerine hız veriyorlardı.
Rusya’da devrim yaşanması nedeniyle, Erzurum’daki Rus ordusu geri çekiliyordu. Bu geri çekilme esnasında birkaç yıl önce Rus ordusuna katılmış olan Ermenilerin yanı sıra İngilizlerin bölgede 25.000 silah dağıttığı Ermeniler de Erzurum’dan Kars’a kadar çok büyük bir vahşet ve katliam gerçekleştiriyor­du.
İngilizler doğuda asayişi sağlaması için Osmanlı yönetimine baskı yapmaya başladı. Osmanlı yönetimi de o esnada hem boşta olan hem de İttihatçı olmadığı bilinen Mustafa Kemal Paşa’yı asayişi sağlasın diye doğudaki 9. Kolordu’nun başına geçirip görevlendirme kararı aldı.
29 Nisan 1919 günü Harbiye Nazırı Şakir Paşa Mustafa Ke­mal’i çağırarak 9. Ordu Müfettişliğine (kumandanlığına) atan­masının kararlaştırıldığını bildirdi.[20]
O esnanda doğudaki 9. Ordu’nun başında Tuğgeneral Kâzım Karabekir Paşa vardı. (Kâzım Karabekir kıdem olarak Mustafa Kemal’den 27 ay sonra paşa olmuştur, dolayısıyla Mustafa Ke­mal Samsun’a ayak bastığı sırada Anadolu’daki en kıdemli pa­şaydı.)
İstanbul İngilizler tarafından işgal edilmiş, 144 vatansever subay Malta’ya sürülmüştü.
Güney Anadolu’da da Mersin’den Urfa’ya doğru Fransızlar Ermenilerle beraber yürüyüşe geçti.
İşte, Behiç Bey ile Mustafa Kemal Şişli’deki evde oturup va­tanları ile ilgili ne yapmak gerekir diye kafa kafaya verdiklerin­de, memleketin içinde bulunduğu durum buydu.
Her gün Anadolu’nun başka bir ilinin işgal edildiği haberi geliyordu. Vatan sevgisi olanlar büyük bir ıstırap çekmekteydi­ler.
Yunanlıların İzmir’e çıktığı günün ertesi Mustafa Kemal Pa­şa da Bandırma vapuru ile Samsun’a hareket etti.
Mustafa Kemal Paşa Samsun’a giderken Türk halkı ve İngi­lizler tarafından nasıl biliniyordu bu çok önemlidir. İngiliz res­mi harp tarihi arşivlerinde aynen şöyle yazar:
Çanakkale’de geleceği elinde tutan komutan, üstün şahıs Mustafa Kemal’di. Çanakkale muharebelerinde göstermiş oldu­ğu çok yüksek sevk ve idare, fedakârlık ve feragat her türlü övgünün üzerindedir ve bu konuda ne söylense azdır. Mustafa Kemal Çanakkale’nin kaderini tayin etmiştir.
Türkler için Samsun yolundaki Mustafa Kemal, vatan savun­masında o güne kadar görülmüş en büyük savaşı kazanmış, kah­raman bir paşadır.  Sh:141-143
**
20 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal Atatürk, Damat Ferit’e bir telgraf göndererek onu uyardı:
“İzmir’in Yunan askerleri tarafından işgali hadisesi, yakın­dan temasta bulunduğum milleti ve orduyu tasavvur ve tasvir edilemeyecek derecede üzmüştür. Ne millet ne de ordu, mevcu­diyetine karşı yapılan bu haksız tecavüzü kabul edecektir!” Harbiye Nezareti Mustafa Kemal’e bir telgraf göndererek Diyarbakır’dan Samsun yolu ile İstanbul’a sevk edilecek olan 198 makineli tüfek, 26 top kaması ve 31.333 sürgü kolunun nerede olduğunu sordu.
Mustafa Kemal cevap verdi:
“Sevkıyatı durdurdum!”
General Milne derhal Mustafa Kemal’in geri çağrılması için Harbiye Nezareti’ne yazı gönderdi.
Aynı gün (6 Haziran 1919) Damat Ferit, Osmanlı’yı parçala­yarak kimin nereye sahip olacağı pazarlıklarında belli anlaşma­lara varan emperyalist devletlerin daveti üzerine, Paris Barış Konferansı’na katılmak üzere Paris’e yola çıktı.
Kendi kafasına göre hazırladığı iki yazı sunacaktı konferans­ta, ama onur kırıcı bir yanıt alarak geri döndü hemen.
Osmanlı Harbiye Nazırı, İngiliz generalin isteğini hemen ye­rine getirerek Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırdı.
O     günlerde Times gazetesi, “Hindistan Müslümanlarını gücen­dirme pahasına da olsa Türkleri İstanbul’dan atmalı,” diye yazı­yordu.
ABD Dışişleri Bakanlığı ise ABD elçilik ve konsoloslukları­na bir genelge gönderiyordu:
“Petrol bulunan, bulunabilmesi olanağı olan her yerde, petrol kaynakları üzerindeki denetim durumu, gelişme umutları ve bu alanlardaki petrol üretimine Amerika’nın karışabilme olanakla­rının bildirilmesi.”
14 Haziran 1919 günü Mustafa Kemal Vahdettin’e bir telegraf gönderdi ve eğer zorlanırsa, görevinden istifa ederek Anadolu’da milletin sinesinde kalacağını yazdı ve İstanbul’a çağırılma nedenini sordu.
Gelen cevabın başında “İngilizlerin isteği” yazıyordu. Mustafa kemal derhal Kâzım Karabekir’e bir telgraf gönderdi: “İstanbul’da milli bağımsızlık zevkinden yoksun bazılarının İngiliz esaretine girmekte sakınca görmedikleri anlaşılıyor. Merkezi Hükümet (İstanbul) milli girişimlerimize karşı her ne şekilde tecavüz elini uzatırsa, uygun şekilde hemen karşı hare­kete girişilerek milli gayenin gerçekleştirilmesi zorunludur.” İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal’in Vahdettin’e cevabı üzerine kararını açıkladı:
“Mustafa Kemal Paşa’nın azledilerek hiçbir resmi sıfatı kalmamış olduğundan, bildiri ve emirlerinin resmi nitelik taşı­madığının Dâhiliye Nezaretince (İçişleri Bakanlığı) gereken illere duyurulması.”
Mustafa Kemal de Padişah’a ve bağlı bulunduğu Harbiye Nezareti’ne istifa ettiğini bildirdi.
Bir bildiri de orduya, valilere ve millete yazıp gönderdi:
Bu gelişmeleri yakından takip eden İngilizler o esnada Erzu­rum’da bulunan İngiliz Albay Rawlingson’u derhal Mustafa Ke­mal’le görüşmeye gönderdiler. Görüşme kısa sürdü!
İngiliz Albay Mustafa Kemal’e, “Erzurum’da yapmaya çalış­tığınız kongreyi yapmayın, aksi halde zor kullanarak kongreyi dağıtırız!” dedi.
Mustafa Kemal’den ise, “O halde biz de kuvvete kuvvetle kar­şılık verir, milletin kararını yerine getiririz! Ne pahasına olursa olsun kongre yapılacaktır, görüşmemiz bitmiştir!” cevabını aldı.
Damat Ferit Erzurum Kongresi’ni yasakladı ve Mustafa Kemal’in derhal tutuklanmasını emretti.
Mustafa Kemal Osmanlının Doğu Anadolu’daki 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir ile buluştu. Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir’den 27 ay daha önce general olduğu için, daha kıdemli idi. Ama o artık Osmanlı Ordusu mensubu değil, istifa etmiş bir sivildi. Kâzım Karabekir ise sivil değil, görevi başında bir Osmanlı komutanı. Mustafa Kemal ile Kâzım Karabekir buluştular.
Kâzım Karabekir esas duruşa geçti ve “Ben ve kolordum emrinizdeyiz, bundan sonra ne emirleriniz varsa, ifayı (yerine getirmeyi) şeref bilirim,” dedi.
İngilizlerin bütün tehditlerine rağmen Erzurum Kongresi ya­pıldı (23 Temmuz 1919).
Mustafa Kemal ve Türk halkı şimdi de Sivas Kongresi’ne hazır­lanıyordu. Bu sefer Fransız Jandarma Müfettişi Brunot kongrenin olmaması için Mustafa Kemal’e haber yolladı. O da cevabını aldı:
“M. Brunot bilmelidir ki Fransızların Sivas’ı işgale karar vermeleri kendilerine çok pahalıya mal olacak.”
Bu arada özellikle İstanbul’da Amerikan mandası olma fikir­leri Anadolu’dakilerin kulağına geliyordu. Mustafa Kemal buna da cevabını verdi:
İstanbul gazetelerinde de çıkan yazılar halkı yanlış yönlen­diriyordu:
“Bütün cihanın kuvvetine karşı milli bir hareket yaratmak! Ne çocukça bir hayal!” Renin gazetesi (Aslında kapatılan Tanin) (11 Ekim 1919).
“Milli kuvvetler ateş olsalar cürümleri kadar yer yakarlar.” Ali Kemal, Peyami Sabah, 14 Kasım 1919
Anadolu Kadınları Müdafaa-yı Vatan Cemiyeti Mustafa Ke­mal’e bir telgraf gönderir:
“Sizleri kendimize rehber kabul ederek Anadolu Kadınlan Müdafaa-yı Vatan Cemiyeti adıyla bir demek kurduk. Amaç vatan müdafaasıdır. Biz hemşireleriniz de siz muhterem kardeşlerimizle beraber olacağız ve beraber yaşamak hakkını savunacağız.” (12 Aralık 1919)
Mustafa Kemal ertesi gün Anadolu Kadınları’ndan gelen bu telgrafa cevap verir: sh:144-147
**
Anadolu’da Milli hükümetin kurulmasına ve vaziyete hâkim olmasına rağmen, İstanbul hükümeti, Ankara hükümetine karşı verilen fetvalarla, Damat Ferit’in bildirilerini uçaklarla Anado­lu’nun muhtelif yerlerine attırıyordu.
İşin acı tarafı şudur ki, Türk milletinin Anadolu’da Yunan işga­line karşı harekete geçtiği bir sırada, başta padişah-halife olduğu halde, İstanbul hükümeti, bu hareketi bastırmak gayesini güden beyannameleri Anadolu’ya Yunan uçakları vasıtasıyla attırmak gibi bir haysiyetsizlik ve rezilliği göze almaktan çekinmiyordu.
Gazetecilerden Refı Cevat Ulunay da 8 Eylül 1920 günkü yazısında,
“Görüyoruz ki Yunanistan kısa zamanda Mustafa Kemal kuvvetleri denilen çapulcuları tepeleyecektir,” diye yazıyordu.
Damat Ferit 9 Eylül 1920 Pazartesi günü Michel Paillares’i, vatanını müdafaa edenlere karşı Venizelos’la ortak hareket et­mek için anlaşmaya Yunanistan’a gönderdi.
Venizelos’un bütün bu gelişmeler karşısında iştahı iyice ka­barıyordu ve İngiltere Başbakanı Lloyd George’a yine aynı öneride bulundu:
“Türklerin İstanbul’dan atılması ve Karadeniz bölgesinde Pontus Devleti’nin kurulması.” (4 Kasım 1920)
Venizelos’un bu önerisinin üzerinden sadece 12 gün geçmişti ki Yunanistan’da genel seçimler oldu. Venizelos seçimleri kay­betti, hatta Yunanistan’ı bile terk etmek zorunda kaldı. Sh:170-171
**
8 Mayıs 1922 günü itibarı ile Garp Cephesi’nin mevcudu 181.000 askerdi.
12 Mayıs günü Yunanistan’da Gunaris Hükümeti istifa etti. Türk ulusu Mustafa Kemal önderliğinde toparlandıkça düşman sarsılmaktaydı. İngilizlerin Hint Birlikleri de İstanbul’dan ayrıldı.
Anadolu’da kendine güveni gelen Türk ulusunun, “Düşmanı denize dökeceğiz,” inancına İstanbul’da gazeteci Ali Kemal, Peyami Sabah gazetesinde 21 Mayıs 1922’de cevap verdi:
“Ankara ’nın Yunan ’ı denize dökeceği, bir kuru vaattir.”
Ali Kemal 10 gün sonra, 2 Haziran 1922 günü bir yazıya da­ha imza attı:
“Ankara’nın tuttuğu yol çıkmaz, çıkmaz, çıkmaz”
3 Haziran 1922 günü de General Harrington İngiltere’ye bir rapor yazdı:
“Yunan ordusu daha bir yıl dayanabilir. ”
Mustafa Kemal 14 Haziran günü Adapazarı’na annesi Zübeyde Hanım’ın elini öpmeye gitti. Zübeyde Hanım Binbaşı Baha Bey’in demiryolu istasyonundaki evinde misafir edilmişti. Evin önü mahşer günü gibiydi.
Mustafa Kemal eve doğru yürürken annesi dışarı çıkmış, oğ­lunun güçlükle kendisine doğru gelmesini seyrediyor, bir yan­dan da mendiliyle gözlerini siliyordu.
Nihayet Gazi Paşa annesinin kollarına atıldı. Kalabalık, "Allah ayırmasın!” diye gök gürültüsü gibi bağırıyor, bütün kadınlar ağlayarak dua ediyorlardı.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, silah arkadaşları, Mehmetçik ve vatanını seven her bir birey “Milli Mücadele” için çalışırken, vatanı müdafaa edip düşmanı topraklarımızdan kovmaya uğra­şırken, Vahdettin yeğeni Sami ile Yüzbaşı Armstrong’a bir me­saj gönderir. Mesajın özeti:
“M. Kemal ve adamları ingilizlerin düşmanıdır. Bense dos­tuyum. Ne isterseniz vermeye hazırım. Halife olmak haysiyetiyle daima sizin tarafınızı tutanın.”
Vahdettin’in haziran ayındaki bu açıklamasını, 1 Temmuz günü Ali Kemal’in yazısı takip etti:
“itilaf Devletleri ’nin kararlarına karşı gelmek yerine, itaat etmek lazımdır.”
Sh:240-241
**
Günün birinde bir Amerikalı Ankara’ya Behiç Bey’i ziyarete geldi ve şu teklifte bulundu: “Demiryolu inşaatından vazgeçin, müştereken karayolu yapalım ve motorlu nakil vasıtaları ile (otobüs ve kamyon) yolcu ve eşya nakledelim dedi.
Behiç Bey Amerikalıya sordu:
“Bu karayolu malzemesi ziftten yapılma değil mi?”
“Evet,” dedi Amerikalı.
“Bu zift petrolden elde edilir değil mi?” diye sordu Behiç Bey.
“Evet,” dedi Amerikalı.
Peki bu karayolu üstünde işleyecek vasıtalar mazot ya da benzin kullanacak değil mi?”
“Evet.” dedi Amerikalı.
“Bu mazot ve benzin petrolden elde edilir değil mi?”
“Evet,”dedi Amerikalı.
“Bu petrol bizde var mıdır?” diye sordu Behiç Bey.
“Korkarım ki hayır,” dedi Amerikalı.
“Bu memleket kömürü olduğu halde kullanamamış, ağaç ke­serek odunla trenlerini işleterek askerini düşmanın karşısına güçlükle dikip özgürlüğünü kazanmıştır. Bizi bu petrole bu kadar muhtaç hale getirirseniz, kim bilir vatanı bir daha müda­faa etmek gerekse ne müşkül durumda kalırız. Bu zorlukları tecrübe etmiş olmam vesilesi ile milli menfaatler adına, ülkenin her yerini karayolu yapmak düşüncesini sakıncalı bulurum,” dedi Behiç Bey.
Amerikalı ise bu girişiminden bir sonuç alamadı.
Bir gün bir İngiliz geldi. Londra-Hindistan Demiryolu projesi dâhilinde, İstanbul Boğazı’nı bir tünel ile geçmek hususunda Behiç Bey ile müzakereye girişmek istedi. Tünel, Kâğıthane civarından başlıyor ve Pendik’ten çıkıyordu. Behiç Bey bu kişiden, temsil etti­ği şirketin salahiyetnamesine (yetki belgesi) haiz olmadığı için, bunu getirmesini istedi. İngiliz bir daha görünmedi. sh: 307-308
(Tünelden çıkan gazın kokusunu hissettiniz mi?)

Kaynak:
Emir KIVIRCIK, Cepheye Giden Yol, 2008 İstanbul


“Ne olursa olsun, yapılanların bir gün hesabı soruluyor.”
Yönetmen: Frank Pierson       
Ülke: İngiltere, ABD
Tür: Dram, Tarihi, Savaş
Vizyon Tarihi: 19 Mayıs 2001 (ABD)
Süre: 96 dakika
Dil: İngilizce, Almanca
Oyuncular Kenneth Branagh,    Clare Bullus,    Stanley Tucci, Simon Markey , David Glover
2001 yapımı, HBO tarafından TV filmi olarak çekilmiş, kaliteli bir II.Dünya Savaşı filmi Conspiracy. Filmin temel vurgu noktası, pek çok diğer filmde olduğu gibi Yahudi Soykırımı. Bu sefer soykırıma, soykırım kararını alan Nazi bürokratlarının gözünden bakıyoruz. Bu aşamaya nasıl gelindi, bu karar nasıl alındı, nerelerden itiraz geldi, hangi hususlarda sıkıntı yaşandı film bize bunu anlatıyor.
Nazi subayları ve SS liderleri Yahudi sorununa kesin bir çözüm getirmek için 1942 Wannsee Konferansında bir araya gelirler. Uzun tartışmaların ardından, tarihi Yahudileri Avrupa'dan sürme planını hayata geçirmeye karar verirler. Kararları, insanlık tarihinin en korkunç ve utanç verici olaylarından birine gebedir.
1939 yılının Eylül ayında Adolf Hitler, Polonya'yı işgal etti.  Böylece 2. Dünya Savaşı başladı.  1942'nin kışına gelindiğinde orduları Rusya'nın karlarında açlıktan ve soğuktan kırılıyordu. Bir generali de kalp krizinden ölmüştü ve Amerika savaşa katılmıştı.  İlk defa, Hitler'in bin yıl yaşayacak Alman İmparatorluğu hayalinden şüphe edilmeye başlanmıştı.  Generalleri almak ve kovmakla uğraşırken, kış iyice sertleşmişti.  15 kurmay ve bakanına emir verilerek Berlin'deki sakin göl evi Wannsee'ye gelmeleri iletildi.  Cephedeki krizden uzak bir yerdi.  İki saat içinde bu adamlar dünyayı ebediyen değiştirdiler.  Burada olanlar ve söylenenlerle ilgili geriye sadece bir kayıt kalabildi.  Bin Yıllık Reich'ın enkazından kalan tek şey.
**
Güzel bir ev. Bu amaç için yapılmadı. Toplantılar için değil. Yerler, çizmeler için uygun değil.
-Burası hususi bir ev mi?
 -Hususi ev, evet. Kimin?
 Galiba bir Yahudi'ninmiş. O konuda anlaşmazlık var.
**
Geldiğiniz için teşekkürler. Buyurun. Beklettiğim için özür dilerim. Ama lezzetli şaraplar içtiğinizden eminim. Kimse de bunun için daha erken diyemez. Herkes hazır mı?
 -Hazır.
-Güzel. Yaz kampının ilk gününde konuşuyormuş gibi olma riskine rağmen masanın etrafında toplanalım ve kendimizi tanıtalım. Tanışmayanlar için. Ben en son konuşacağım. General Müller'le başlayalım.
Tümgeneral Heinrich Müller. SS Gestapo. Klopfer, parti temsilcisiyim. Onların adına konuşuyorum.
Ben Kritzinger, Reich Mahkemeleri İcra Direktörü. Çağırıldığım için minnettarım ama sebebini merak ediyorum. Yahudi meselesinin koordinasyonu halledildi diye biliyorum. Halledilecek. Başbuğ'un, bana ve üstlerime bildirdiğine göre... Halledilecek.
General Hoffman. Irk ve Yerleşim İdaresi. Irk ve yerleşim meseleleriyle ilgileniyoruz. Bende mi?
 Leibbrandt, elimizdeki ve yönettiğimiz her şeyin Siyasi Ofisi.
Doğu Polonya'da, Baltık ve Sovyetler Birliği'nde. Bakanlığın dışişleri sorumlusuyum.
-İsminizi söyleyin.
-Meyer, Doktor. Özür dilerim.
 Stuckart, İçişleri Bakanlığı. Martin Luther, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı. Hemen hemen herkesle tanıştım.
İsmim Neumann, Dört Yıllık Planlama Ofisi Direktörüyüm. Lange, Letonya'daki SS Görev Gücü komutan yardımcısıyım. -Başka şeyler de var. -Hepimizin başka işleri var.
Ben Joseph Bühler. Almanya hakimiyetindeki Polonya'nın Dışişleri Bakanıyım.
Schöngarth, Genel Vali'ye bağlı SS. Dr. Freisler, Adalet Bakanlığı. Ayrıca Fırtına Birliği'nde rütbem var. İşte ben buyum.
Adolf Eichmann, SS Gestapo. Yahudi İşleri Ofisi ve bu...
Evet, bu kadar. Ben de Heydrich. Reich Güvenliği'den sorumlu SS Şefi. Bohemya ve Moravya Reich Muhafızı.
**
General Heydrich:
 Hoş geldiniz. Hepinize bazı belgeler verildi. Onlar size özeldir. Kopyalanamayacak, başkaları tarafından görülmeyecek ve konuşulmayacak. Üstlerimiz hariç. Buradaki meseleleri ele alışımız düşmanlarımızdan gizlenmeli. Fikirleri kontrol edersek olayları daha iyi kontrol ederiz. Bugün her birimiz sır taşıyıcı olacağız.
-Katip de sır tutacak.
-Kabul ediyor. Kabul ediyor mu?
 Mükemmel. Bundan sonra aramızdaki iletişim iki yönlü olarak işleyecek. Her türlü Yahudi meselesi için yardımcım Yarbay Eichmann merkez noktası olacak. Bu Yahudilerin Almanya'da depolanmaları sorunumuz var. Bir yıldır o Yahudi, bu Yahudi ve yasanın yasanın karmaşıklığı hakkında konuşmalar yapılıyor. Hepinizin bildiği gibi bu sorun canımızı sıkıyor. Önce onları, Alman halkı hayatının hiçbir aşamasında uğraşmak zorunda kalmasın diye kovma işine giriştik. Nürnberg'de çıkarılan yasalar için onları ortaya koyan Dr. Stuckart'a kadeh kaldırmalıyız. Ortak yazarım. Ben sadece ortak yazarım. Tüm dünyaya örnek olacak Yahudisiz toplumun ve ekonominin yaratılması konusunda yasal zemin hazırladılar. Tabii ki Yahudileri ulusal hayatımızdan sildik. Onun dışında, Yahudiler yaşam alanlarımızdan fiziksel olarak silinmeliler.
-Açıklayayım.
-Elbette. Onun da zamanı gelecek. Şiddetli bir göç politikası uygulasak bile daha fazla Yahudi’yi kim kabul eder?
 Onları kim ister?
 Bu politikanın kısıtlaması buydu. Avrupa'daki sınırlar onları reddediyor veya kabul etmek için saldırıyor.
-Amerika.
-Amerika bile, teşekkür ederim. Yahudiler sürekli Roosevelt'le konuşuyorlar ama onları reddediyor. Polonya'yı alınca da elimizde 2,5 milyon daha birikti. Geçen Temmuz ayında yeni bir durumla karşılaştık. Rusya'yı da işgal ettikçe toplamda beş milyon Yahudi daha olacak. Bu sorunun boyutları inanılmaz derecede arttı. Beş milyon. Sorun tam olarak bu. Gettolarımız dolu. Bir sürü getto var ve hepsinin Lehçe isimleri var. Hepsi dolu ama biraz durun. Geçen Temmuz'da bu sorun karşımıza çıkınca Mareşal Göring bir emir hazırladı. Elinizde bir kopyası var. İzin verirseniz etkili kelimeleri okuyayım. Size tüm hazırlıkları yapma görevini veriyorum. Organizasyon ve finans konusunda sorumlu sizsiniz. Yahudi sorununa, Avrupa'daki Alman etkisi çerçevesinde bir çözüm getirmenizi bekliyorum. Buradan bütün Avrupa kıtasının temizlenmesini anlıyorum. Temizlenme kelimesi var. Hassas bir kelime. Devam ediyorum. İkinci paragraf. Hükümetin diğer birimleri nerede olurlarsa olsunlar sizinle iş birliği yapacaklar. Umarım, falan filan. Yahudi sorununda arzu edilen başarıya ulaşmak için bu gereklidir. Bu emir, hepimiz için.
**
Dr. Kritzinger: Bir şey söylemek istiyorum. Yahudi sorunu, benim bölümümün yani Reich İdari İşleri'nin sorumluluğunda ve bize emir gelmedi. Biraz izin verin lütfen. Belge, klasörünüzde mi?
 -Evet, klasörünüzde. Orada olmalı. Sonuç olarak, o emre ne oldu?
 Kısaca, hâlâ Rusya'dayız ve Amerikalılar da savaşa katıldı.  İki olay da askeri, ekonomik, iş gücü ve erzak stoku açısından bizi daha fazla tüketecek. Bu Yahudileri barındıramayız. Göç bitti. Kaçınılmaz sonucu da bugün bu masada tartışacağız. Devam edelim. Avrupa'da kalmış olan Yahudi nüfusuyla ilgili bir belge bulacaksınız. Bir de SSCB veya Rusya'da. Kalan zamanında ne diyorlarsa. Dediğim gibi, göç politikası durdurulacak.
Affedersiniz efendim. General Heydrich'e telefon var.
-Kim olduğunu sor ve başka bağlama. -Emredersiniz. Biraz ara verelim.
Lütfen oturun Dr. Kritzinger. Hepimizi rahatlatın.
**
[Dr. Kritzinger'in anlattığı Hikâye]
Adam babasından nefret edermiş. Annesini acayip severmiş. Anne kendini ona adamış. Ama baba, onu dövermiş, ona hakaret edermiş, reddedermiş. Neyse, çocuk büyümüş. Annesi öldüğünde 30'larındaymış. Onu büyüten ve koruyan annesi. Ölmüş. Adam durmuş ve tabutunu gömerlerken ağlamaya çalışmış. Ama gözyaşı düşmemiş. Adamın babası uzun yaşamış. Oğlu 50'li yaşlardayken ölmüş. Babasının cenazesinde, çok şaşkınlık verici bir şekilde oğlu gözyaşlarını kontrol edememiş. Ağlıyor, zırlıyormuş. Teselli edilemiyormuş. Hatta kendini kaybetmiş.
Açıklaması:
Adam hayatı boyunca babasına olan nefretiyle kamçılanmış. Annesi öldüğünde, bu bir kayıpmış. Babası öldüğünde nefreti nesnelliğini kaybedince o zaman adamın hayatı boş kalmış. Bitmiş. İlginç.
Kritzinger'in uyarısı buydu.
Ne yani Yahudilerden nefret etmemeli miyiz?
 Hayır, bu hayatımızı kaplamamalı. Onlar gittiğinde, uğruna yaşayacak bir şeyimiz kalmaz. Hikâyeye göre öyle.
**
Albay Eichmann, toplantının yazılı kayıtlarını dikkatlice düzeltti.  Katılanlara, okumaları için birer kopya dağıtıldı.  Sonra da yok edilecek. 
General Heydrich, Çekoslovakya'daki merkezine döndü.  Birkaç korkunç hafta sonra ona bir lakap takıldı.  Prag Kasabı.  Baharda iki Çek vatansever onu öldürmek için eğitildi. Bir İngiliz uçağından atladılar.  Onu yaralamayı başardılar.  Buna misilleme olarak, binlerce Çek toplandı ve vuruldu.  Heydrich'in yarası mikrop kaptı. Komaya girdi ve öldü.  Heydrich'in Yahudilerle ilişkilerde yardımcısı Eichmann  Wannsee'de başladıklarını bitirmek üzere orada kaldı.  Bunu gurur meselesi yaptı.
Gestapo Şefi Heinrich Müller. Savaştan sonra ortadan kayboldu. Son olarak, 29 Mayıs 1945'te Berlin'de görüldü.
Dr. Gerhard Klopfer. 1945'te savaş suçları nedeniyle tutuklandı ve 1949'da delil yetersizliğinden salıverildi. 1987'de ölene kadar vergi danışmanlığı yaptı.
Dr. Wilhelm Kritzinger. 1945'te savaş suçları nedeniyle tutuklandı ve mahkemede Nazilerin suçlarından utanç duyduğunu bildirdi. 1947'de serbest bırakıldı. Aynı yıl içinde öldü.
General Otto Hofmann. 1945'te tutuklandı. İnsanlık suçu nedeniyle 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Altı yıl sonra salıverildi. Katiplik yaptı ve 1982'de öldü.
Dr. George Liebbrandt. 1945'te savaş suçları nedeniyle tutuklandı ve 1949'da delil yetersizliğinden salıverildi. Münih Amerikan Kültürü Enstitüsü'nde aktif rol aldı. 1982'de öldü.
Dr. Alfred Meyer. 1945 baharında intihar etti. Dr. Wilhelm Stuckart. 1948'de tutuklandı. İnsanlığa karşı işlediği suçlardan 1949'da mahkum edildi. Cezasını çekmiş sayıldı. Helmstadt'ta belediye haznedarı oldu. 1953'te trafik kazasında öldü.
Martin Luther, 1944'te Dışişleri Bakanı Von Ribbentrop'a karşı komplo düzenlemekten Sachsenhausen toplama kampına gönderildi ve Nisan 1945'te serbest bırakıldı. Mayıs 1945'te kalp krizinden öldü.
Bakan Erich Neumann. 1945'te savaş suçları nedeniyle tutuklandı ve 1948'de delil yetersizliğinden salıverildi. Aynı yıl içinde öldü.
SS Binbaşı Rudolf Lange, Şubat 1945'te Poznan, Polonya'da görev sırasında öldü.
Dr. Joseph Bühler. 1945'te Polonya halkına karşı işlediği suçlar nedeniyle tutuklandı ve Ağustos 1948'de Krakov, Polonya'da idam edildi.
SS Albay Karl Schöngarth. İngiliz Askeri Mahkemesi tarafından Yetkisi Dışında Terör Programı oluşturmaktan suçlu bulundu. Şubat 1946'da Hollanda'da idam edildi.
Adalet Bakanlığı'ndan Dr. Roland Freisler. Şubat 1945'te, Berlin'e yapılan hava saldırısında öldü.
SS Yarbay Adolf Eichmann. İsrail ajanları tarafından Arjantin'de yakalandı. İnsanlığa karşı işlediği suçlardan mahkum edildi ve 31 Mayıs 1961'de Kudüs'te asıldı.
Martin Luther'ın Wannsee Konferansı zabıtları 1947'de Amerikan müfettişler tarafından Alman Yabancılar İdaresi'nde bulundu. Toplantıdan geriye kalan tek kayıt budur.


Yönetmen: Tom Shadyac       
Ülke: ABD
Tür: Komedi, Aile
Vizyon Tarihi: 16 Mayıs 1997 (Türkiye)
Süre: 86 dakika
Dil: İngilizce
Müzik: John Debney     
Oyuncular    Jim Carrey, Maura Tierney,    Justin Cooper ,   Cary Elwes,    Anne Haney

Özet
Fletcher Reede (Jim Carrey) Başarılı bir şirket avukatıdır. Fakat ailesine ve oğluna sürekli yalan söylemektedir. Oğlu, doğum gününde babasının bir günlüğüne yalan söyleyememesini dilemiştir. Marifet yalan söylemek değil, inandırmak...!
Hayatı yalanlar üstüne kurulu bir adam, gün gelir artık hiç yalan söyleyemez.
Sonrasında ne olur?
Tüm işleri alt üst olur ve komedi başlar.. İlginç senaryo Jim Carrey nin üstün performansıyla keyifli bir hal alıyor ve bizlere de keyifle izlemek kalıyor
Filmden
Bugün konuşacağımız konu, ebeveynlerimizin  mesleği! Benim annem doktor. Benim babam tır şoförü. Benim annem öğretmen. Peki ya baban?
 Babam  O bir yalancı.
Yalancı mı?
 Bunu demek istemediğinden eminim.
Takım elbise giyiyor ve mahkemeye gidip yargıçla konuşuyor.
Anlıyorum. Avukat demek istiyorsun.
**
Fred, olabilecek en zor davayı temsil etmen senin vazifen. Olabilecek en zor dava doğrularım ile bağdaşıyorsa.
Gerçeğe yargıç mı karar versin istiyorsun?
 Bunun için maaş alıyorlar. Sen de kazanmak için maaş alıyorsun. Duruşmaya çıkmamda ısrar edersen Bayan Cole'u agresif ve ahlak ilkelerine uygun olarak temsil ederim.
Ancak Miranda, yalan söylemem.
O zaman söyleyecek birini bulmamız gerekecek.
**
Bu şirkette ortaklığa terfi etmem için daha kaç tane kıç öpmem gerekecek?
**
Söz verdi. Biliyorum, ama seni yarın görmeye geleceğine söz verdi. Seni yarın okuldan alacak.
Tamam mı?
 Hadi öyleyse. Bir dilek tut. 
Sadece bir günlüğüne babamın   yalan söyleyememesini diliyorum.
**
- Davanın ertelenmesini talep ediyorum! Bu dava zaten birkaç kez ertelenmişti Bay Reede. Bunun farkındayım, ama gerçekten ertelenmesini istiyorum. Geçerli bir neden duymak istiyorum avukat bey. Problem nedir?
 Yalan söyleyemiyorum!
Övgüye değer, ama geçerli bir açıklama bekliyorum. Var mı, yok mu?
 - Yok.
- Erteleme talebi reddedildi. Davada uzlaşma olasılığı var mı?
 Sanmıyorum.
**
Tek bir yalan bile söyleyemiyorum! O halde yazarım.
**
- Şimdi doğruyu söylüyorum. Benim neyim var böyle?
 Hak ettiğimi buluyorum. Ektiğimi biçiyorum.
**
Doğum günü dileğini, babasının sadece bir günlüğüne  yalan söyleyememesi için tuttu. Aman Tanrım! Buldum!
Şimdi beni dinle Max. Benim için bir şey yapmalısın. Dileğini geri almanı istiyorum.
- Yalan söyleyebilmen için mi?
 - Evet. Ancak sana değil. Bak Max  bazen yetişkinler yalan söylemek zorunda kalır. Anlatması güç, ama eğer  Güzel bir örnek vereyim. Annen sana hamileyken  18 kilo birden aldı. Ne bulduysa yedi. Baban endişeliydi. O "nasıl görünüyorum?" diye sordu  ben de "Tatlım, harika görünüyorsun. Çok güzelsin. Parlıyorsun" dedim. Bir inek gibi göründüğünü söyleseydim, onu çok üzmüş olurdum. Öğretmenim gerçek güzellik içimizdedir diyor. Bunu sadece çirkin insanlar söyler. Max, yetişkinlerin dünyasında yalan söylemeyen kimse ayakta kalamaz. Davamı kaybedebilirim, terfi edemem, hatta işimi bile kaybedebilirim. Yardımın gerekiyor Max. Tamam mı?
 Tamam.
Dün gece yaptığın gibi dilek tut  ama bu sefer tam tersini dile.
Diledim.
Mükemmel! Şimdi küçük bir deneme yapmalıyım.
- İşe yaradı mı?
 - Umduğum gibi olmadı. Tersini diledin mi?
 - Yalnız
 - Ne?
 Yalnız ne?
 Dün dilek tutarken, bunu çok istemiştim. Şimdiki dileği ise sırf sen istiyorsun diye tuttum. Tamam. Bir daha dene. Ve bu sefer gerçekten iste.
- Bunu yapamam!
- Neden?
 - Çünkü yalan söylemeni istemiyorum.
- Bunu açıklamıştım. Yalan söylemeliyim. Herkes söylüyor. Annen söylüyor. Harika insan Jerry bile söylüyor.
Ama sen kendimi kötü hissetmeme neden olan tek kişisin.
**
Yapamıyorum. Cevabın yalan olduğunu bilirsem soruyu soramıyorum.
**
Bu doğruculuk işi çok hoşuma gitti.
**
Yalan söyleyemez. Bir dilek tuttum ve bugün babamın söylediği her şey doğru olmak zorunda.
Max. Saat 20.45. Sen dileğini saat 20.15'te tutmuştun. Son yarım saattir yalan söyleyebilirdim.
- Öyleyse doğru değil 
- Hayır, doğruyu söylüyordum! Sana dürüst davranmak istedim. Sana hep dürüst davranacağım.
**




[1] Gee sadece konuşulanları kapsayan küçük harfle yazılan söylem ile konuşmanın dışında kalanların da dâhil edildiği büyük harfle yazılan Söylemi ayırmak gereğini vurgular (2005: 20-21).
[2] Van Dijk'in deyimiyle retoriksel bağlamda abartı (hyperbole), tekrar (repetition), küçültme (mitigation), ironi gibi araçların kullanılması veya belli metaforlara başvurulması toplumsal inanışlarla olduğu kadar derinde yatan modellerle de yakından ilintilidir (29).
[3] New Age'i en iyi açıklayan kavramlardan biri “ruhani aydınlanma"dır. “Kristal küreler, kendi kendine yardım kitapları, kadın tanrıçalara tapma, ilkelliğe geri çekilme ve dişil sezgi" gibi unsurlar kullanılır. New Age ismi dünyaya barışın egemen olduğu bir astrolojik dönemden, Su Çağı'ndan (Age of Aquarius) gelmektedir (Daly ve Vice, 1995: 158).
[4]  Söylem hem metinlerle hem de toplumsal pratiklerle ilgili olduğundan (ki bazılarına göre ikisi arasında bir fark yoktur), söylem analizi disiplinler arası bir yaklaşımı gerektirmektedir (Jaworski ve Coupland, 2006: 1-6). Bu yaklaşım sayesinde komplo zihniyeti, faşizm ve New Age arasında kurulan söylemsel bağ daha iyi anlaşılabilir.
[5] 27 yaşındaki cicero'nun bir hukukçu olarak önünün açıldığı ve ününün iyice yayıldığı, sextus roscius'un savunmasını üstlendiği davanın anahtar sorusudur cui bono? latince bir deyim olup "kim karlı çıktı?" veya "kimin yararına?" anlamına gelmektedir.
Roma hukuku'nda cinayetleri çözmekte kullanılan ve bugün de geçerliliği olan en temel sorudur. cinayetin kimin yararına olduğu, kime fayda sağlayacağı sorgulandığında, elde edilecek cevaplar katilin uşak mı yoksa eski sevgili mi olduğunu öğrenmemizde önemli bir rol oynayacaktır...
cicero, müvekkili olan ve babasını öldürüp mallarına sahip olmakla itham edilen sextus roscius'un suçsuzluğunu bu yolla ispatlayarak Roma’daki bir devlet-mafya-siyaset üçgenini de açığa çıkarır; bütün deliller sextus'un aleyhinedir, ayrıca davadaki savcı ise Roma’nın en ünlü savcısı olan erucius'tur. üstelik kuzeni de aleyhine şahitlik yapmaktadır, öldürülen babasının çiftliklerine ise chrysogonous (okunuşu:krisogonus) adındaki Roma'nın en güçlü isimlerinden biri olan, iç savaştan sonra pek çok kişiyi öldürmüş eski bir yunan köle el koymuştur.
Roma Hukuku'nda babasını öldürmenin cezası ise şudur; katil, derisi yüzülene kadar kırbaçlanır, ardından deri bir torbaya bir yılan, bir köpek ve bir maymunla beraber konulup torbanın ağzı dikildikten sonra da Tiber Nehri'ne atılırdı. yani, anlayacağınız sektus'un başı fena halde belaydaydı.
sektus'un babasının 13 adet çiftliği vardı ve tek varis kendisiydi lakin banasını öldürmekten tutuklandıktan sonra çiftliklerin 10 tanesini chrysogonous diğer 3 tanesini ise kuzeni capito aldı, daha doğrusu capito'ya chrysogonous verdi. cui bono? Sorusu sorulduğunda, bu işten chrysogonous ve işbirlikçi kuzen capito karlı çıkıyordu, zararlı çıkan tek kişi ise sextus'tu ve bu cicero'nun gözünden kaçmamıştı. geriye kalan iki önemli unsur vardı, chrysogonous o mallara nasıl el koymuştu ve neden 3 çiftliği capito'ya vermişti?
Eski Roma'da seçilmişler listesi denen bir liste vardı. Bu listeye, muhalifler, iç çekişme sırasında iktidar mücadelesinden yenik ayrılanlar ve kazananla uzlaşmaya niyeti olmayan ya da iktidar için tehlikeli bulunan isimler girerdi... işte sextus'un babası da bu listeye eklenmişti ama bu listeye eklenmesi için hiçbir sebep yoktu. "cui bono" diye diye chrysogonous'tan iyice kıllanan cicero, seçilmişler Listesi’ni Roma arşivine gizlice girerek inceledi ve o listeye cinayetten sonra eklendiğini gördü, bu belgeyi de mahkeme jürisine sundu, tabi sunmadan önce de öldürülmek istendi ama kurtuldu. olay şuydu; chrysogonous, sektus'un babasının çiftliklerine göz koymuştu, bunun için de capito'yu amcasını öldürmeye azmettirdi ve sus payı olarak da 3 tane çiftliği ona verdi, cinayeti ise capito'nun yalancı şahitler kahvesinden iki arkadaşının ihtamıyla birlikte sextus'a yıktılar. oysa akıl edemedikleri birşey vardı, tek varis olan sextus neden babasını miras için öldürsündü?
Mahkeme jürilerinden çoğunluk ne derse o olurdu. jüri üyeleri kararlarını bir tabletin üzerine a veya c harflerini yazarak bildirirlerdi. a: apsolbo yani suçsuz demekti c: condeimo yani suçlu anlamına geliyordu. mahkeme sonunda oybirliği ile tabletlerin üzerine a yazıldı yani sextus suçsuz bulundu... Savcı Erucius, iddianamesinde ve savlarında yanılmıştı, bunun bedeli ise latincede iftiracı anlamına gelen Calumniater'ın baş harfi olan c harfinin alnına kızgın damga ile vurulmasıydı.
Mahkeme sonunda hayırsız Kuzen Capito cinayetten suçlu bulundu, cicero'un namı ve cesareti iyiden iyiye yayılmaya başladı, kontrgerilla Chrysogonous'a ise hiçbir şey olmadı, Meksika sınırını geçerek durumdan yırttı. Savcı Erucius ise alnına yemesi gereken kızgın damgayı yemediği gibi görevine de devam etti.
[6] McNamara Soğuk Savaş döneminden ders çıkartarak rasyonalitenin bizi kurtaramayacağını anlatır. Bu duruma 1962 Küba Füze Krizi iyi bir örnektir. McNamara “nükleer savaşın çıkışını engelleyen sadece şanstı" der. “Hepimiz rasyonel bireylerdik. Kennedy rasyoneldi, Khrushchev rasyoneldi, Castro rasyoneldi. Rasyonel bireyler kendi toplumlarının nihai yok oluşuna neden olmak üzereydiler. Bu tehlike bugün de devam ediyor."
[7] Bu yapıyı tarihsel olarak modern devletin doğuşuna, “araçsal akla", Weber'in “demir bir kafes" olarak tanımladığı bürokrasinin çıkışına götürebiliriz. Bauman (2007) bu modern iradenin Nazi Dönemi Almanyası'nda da etkili olduğunu belirtir. Holokaust Hitler'in kişisel özellikleri veya Nazi ideolojisinin “çarpık", anti-modern, ideolojik eğilimlerinden ziyade, “istatistik", “sayım", “hesap", “mühendislik", “kontrol" gibi unsurlarla iktidarını oturtmaya ve “efektif" olmaya çalışan modern/bürokratik yapının bir nevi kendine has (idiosyncratic) sonucu olarak ortaya çıkar.
[8] 11 Eylül komplosuna dönecek olursak, kim bilir belki olaydan bir hafta ya da bir ay ya da bir yıl önce kulelerden birinde çalışan bir Arap şirketi ya da işadamları da kuleyi terk etmiştir. Sevinen insanlar geçerli bir kriterse, sevinen beş Arap bulmak da sorun olmayacaktır. Aynı formülü belki İngilizler içinde çalıştırabiliriz, Ruslar ya da Çinliler için de. Bu tarz bir komplo mantığıyla, 11 Eylül'ün herhangi bir ülkenin çıkarına hizmet ettiği “kanıtlanabilir".
[9] Shalom ve Albert'a göre (2002) komplo zihniyeti iddiayı yanlışlayacak aksi bir kanıtı “uydurulmuş" olarak niteleme eğimi gösterir. Bulunan bu aksi kanıtın doğru olduğuna dair başka bir kanıt bulunursa, o da “uydurulmuştur".
[10] Komplo kitaplarında kullanılan bu ifade tekniğini, yani telaffuz edecekmiş gibi yapmak, telaffuz etmemek, başka bir konuya geçmek, “geçelim" diyerek cümleyi bağlamak, sessiz kalmak gibi yöntemlerden bazılarını mesela Türkiye'de Efendi adlı kitapta görebiliriz (Yalçın, 2004).
[11] Castillon'a göre komplo teorileri şeytanın olmadığı ülkelerde görülmüyorlar. “Kötülüğün bir irade ürünü olduğunun, bu dünyada yapılanların ölümün ötesinde ödüllendirileceğinin ya da cezalandırılacağının düşünüldüğü, tabii bunun sonucu olarak şeytanın var olduğu ülkelerde ortaya çıkıyorlar" (371).
[12] Linç kültürünün son yıllarda Türkiye'deki tezahürü hakkında bakınız Belge (2006: 1-6). Ayrıca milliyetçilik ve komplocu bakış açısının popüler kültür metinlerine etkisi hakkında bakınız Işık (2006).
[13] Bu bağlamda Türkiye'de zaman zaman çok-satan listesine giren zenofobik eğilimli kitaplarda bir artış var gibi gözükmektedir. Bakınız Fırat (2007), Kavcar (2007), Küçük (2006), Sevinç (2007), Yiğenoğlu (2007).
[14] Umberto Eco'nun eseri Foucault Sarkacında inanıyormuş gibi yapmakla, gerçekten inanmak arasındaki ince çizgiye vurgu yapılır. “[Casuslar] düşmanın gizli servislerine sızarlar, onun gibi düşünmeye alışırlar; sağ kalırlarsa bunu başardıkları içindir. Bir süre sonra karşı tarafa geçerler; artık onlardan olmuşlardır çünkü" (1992: 451).
[15] Çeşitli şekillere bürünebilen karşıtlıklar silsilesi çoğu zaman tahmin edilemeyen, şaşırtan, düşünülmeyen formlarda tezahür eder. Örneğin “Hristiyan inancına karşı okkült kökleri olan dünya sosyalist diktatörlüğü" (Pipes, 1997: 10-14).
[16] Eco'ya göre nerede parlementonun sınırlanması ve siyasetçilere olan güvensizlik gündemdeyse, orada kök- faşizmin kokusu hissedilir (1995).
[17] Vurgu Meydan'a aittir.
[18] “The greatest form of control is when you think you are free."
[19] Komplo teorilerindeki New Age unsurlar Türkiye'de de bazı komplocu kitapların konusu olmuştur. Bakınız Meydan (2006), Batmaz ve Batmaz (2007), Gündoğdu (2003).



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar