Print Friendly and PDF

GEORGE ORWELL VE NEDEN YAZIYORUM?



“Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçekleri söyleyebilmek devrimci bir eylemdir.” George Orwell
Eric Blair, ya da yazarlıktaki müstear ismiyle, George Orwell üstüne söz söylemek yürek ister. En başta kendisi çok yürekli biriydi.  İngiliz’di, fakat İngiliz sınıf sisteminden nefret ederdi. İspanyol İç Savaşı'nda sosyalizmin mümkün olduğunu, ama komünistlerin savaşı kaybedeceğini, Stalinist komünist yönetimin kayalara vuracağını, "Big Brother" (Büyük Birader) tehdidini ve daha neler neler. Yaşadığı çağın her oluşumunu inanılmaz zekâsıyla irdeledi, gidişini gördü ve hiç korkmadan, herkesten erken söyledi. Erken de, öldü...
Eserleri totalitarizme, tiranlığa ve dayatmacılığa karşı âdeta birer manifesto haline gelen George Orwell’ın, yazdıklarının aradan geçen yıllara rağmen hâlâ bu denli ilgi görüyor olması, yalnızca etkileyici gözlem gücü ve anlatım yeteneğiyle değil, ele aldığı konuların güncelliğini yitirmemesinden kaynaklanır.
Orwell’ı hem düşünce hem yazım anlamında Orwell yapan süreç nasıldı? Bu konuda hayatının çeşitli dönemlerini anlattığı birçok deneme ile Neden Yazıyorum oluşmuştur. Kitaba adını veren makale, özel olarak Orwell’ın yazın hayatı ve politikaya ilişkin düşünceleri, genel olarak ise yazma eylemi üzerine önemli ipuçları sunuyor. Orwell, edebiyatla bir şekilde uğraşan herkesin ya kendisine sorduğu ya da başkaları tarafından ona sorulan klasik sorunun peşine düşüyor:
Neden yazıyorum?
Yazmaya çok küçük yaşlarda, gün içinde kurduğu hayalleri kâğıda dökme isteğiyle adım attığını söyleyen Orwell, istemsizce sürüklendiği tasvir etme arzusundan dem vurarak yazısına başlıyor. Daha sonra ise yazmayı iyi betimlemelere ve klasik ifade biçimlerine indirgeyen anlayışa karşı çıkarak yazmanın bir zorunluluktan kaynaklandığını iddia ediyor.
Uzun süren gazetecilik deneyiminin kazandırdığı bir itkiyle, yazdıklarına yaşadığı dönemin politik atmosferi ve gerçeklikleriyle ilgili pasajlar da ekleyen Orwell, eleştirmen dostlarının, Katalonya’ya Selam’dan sonra onu nasıl “iyi kitapları gazeteciliğe çevirmekle” ve dolayısıyla iyi edebiyatı kısıtlı bir şeye indirgeyip rezil etmekle suçladığını anlatıp ekliyor: “Söyledikleri doğruydu, ama başka türlüsünü yapamazdım. İngiltere’de çok az insanın bilmesine izin verilen bir şeyi, masum insanların haksız yere suçlandığını biliyordum. Buna sinirlenmemiş olsaydım, kitabı asla yazmamam gerekirdi.”
Orwell’ı dönüştüren etkenler
Bu noktada Orwell’ın hayatına bakmakta fayda var. 1903 yılında Bengal’de doğan Orwell, ilk gençlik yıllarında şiir yazıyor, gazetecilik yapıyor ve başarılı bir öğrenci olarak burslar kazanıyordu. 1922 yılında ise 1927’ye kadar kalacağı Burma’ya polis olarak gider ve bu beş yıllık süre boyunca karakterini ve hayatını derinden etkileyen birçok olay yaşar. Orwell’ın zihinsel –ve dolayısıyla yazınsal– dünyası İspanya İç Savaşı’ndan sonra ise geri dönüşü olmayan bir şekilde değişmiştir. Üretken ve etken olduğu gençlik yılları iki dünya savaşı arasında geçen Orwell İspanyol iç savaşına katılmaya karar verir. Çağdaşı pek çok Avrupalı yazar, şair ve sanatçıda onun gibi yapmıştır. Barselona’ya gitmeden önce son gün Paris’te Henry Miller’le yemek yer ve daha sonra birliğine katılır. İlk sözü “Faşizme karşı savaşmaya geldim.” olmuştur. 1936’dan sonra İspanya İç Savaşı ve diğer olaylar neticesinde, o yıllardan sonra yazdığı ciddi eserlerin her satırının “doğrudan ya da dolaylı olarak, totalitarizme karşı durduğunu ve demokratik sosyalizmi desteklediğini” belirtmiştir.
Çocukluğundan itibaren edebi ve süslü ifadeye meyilli olan Orwell, Neden Yazıyorum’da, yazma eylemine girişen herkesin geçtiği süreçlerden bahsediyor. Eğer bir insan yazıyorsa, Orwell’a göre bunun dört sebebi olabilir:
Geçmişimle ilgili tüm bu bilgileri veriyorum, çünkü bir yazarın dürtülerinin ilk gelişimine dair bir şeyler bilinmeden değerlendirilebileceğine inanmıyorum. Yazarın meselesi yaşa­dığı çağ tarafından belirlenecektir -bu en azından bizimki gibi hareketli ve devrimci çağlar için geçerlidir- fakat yazar, daha yazmaya başlamadan, hiçbir zaman tamamen kurtulamayaca­ğı duygusal bir tutum edinmiş olacaktır. Kuşkusuz, coşkusunu dizginlemek ve olgunlaşmamış bir aşamada, sapkın bir ruh ha­linde takılıp kalmaktan kaçınmakla yükümlüdür; fakat erken dönem etkilerinin hepsinden birden kaçtığında, yazma itkisini de öldürmüş olur. Geçimini sağlama gereksinimini bir kenara bıraktığımızda yazmayı (en azından nesir yazmayı) sağlayan dört temel dürtü vardır. Bu dürtüler, her yazarın içinde farklı derecelerde bulunur ve ölçüleri her yazarda zamana ve içinde bulunduğu ortama göre değişir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1-Katıksız egoizm. Zeki görünme, hakkında konuşulma, ölümden sonra hatırlanma, çocukluğunda kendisini hakir gö­ren yetişkinlerden intikam alma vb. arzular. Bu dürtü yokmuş, güçlü değilmiş gibi davranmak saçmalıktır. Yazarlar bu özel­liği bilim insanları, politikacılar, avukatlar, askerler ve başarılı iş adamlarıyla; kısacası insanlığın üst tabakasıyla paylaşır. İn­sanların büyük çoğunluğu aşırı bencil değildir. Otuz yaşından sonra, birey olma hissini neredeyse tamamıyla terk eder ve genellikle başkaları için yaşar, veya sadece ağır işlerin altında ezilirler. Ancak bir de, sonuna dek kendi hayatlarını yaşamakta kararlı olan iradeli ve yetenekli insanlardan oluşan bir azınlık vardır ve yazarlar bu sınıfa dahildir. Şöyle söyleyebilirim ki, ciddi yazarlar gazetecilere oranla paraya daha az düşkün olsa­lar da, sonuçta daha kibirli ve benmerkezcidirler.
2-Estetik coşku. Dış dünyada ve diğer yandan sözcüklerde ve sözcüklerin doğru bir şekilde düzenlenmelerinde güzelliğin algılanması. Şu ya da bu sesin etkisinden, iyi nesrin sertliğin­den ya da iyi bir hikayenin ritminden zevk duymak. Kişinin de­ğerli bulduğu, kaçırılmaması gerektiğini hissettiği bir deneyi­mi paylaşma tutkusu. Estetik dürtüsü, birçok yazarda oldukça güçsüzdür; ama propaganda ya da ders kitabı yazan bir yazar bile, faydacı olmayan nedenlerle hoşuna giden sözcükleri ya da ifadeleri sevecektir veya tipografiyi, kenarların genişliğini vs. önemseyecektir. Demiryolu kılavuzu seviyesinin üstündeki hiçbir kitap estetik kaygılardan tamamen muaf değildir.
3-Tarihsel Güç. Şeyleri oldukları gibi görme, gerçekleri bul­ma ve gelecek nesillerin kullanımı için saklama arzusu.
4-Politik amaçlar. "Politik" sözcüğü mümkün olan en ge­niş anlamında kullanılarak. Dünyayı belirli bir yöne götürme, diğer insanların uğrunda çabalamaları gereken toplumun nasıl bir şey olduğu hakkmdaki fikirlerini değiştirme. Bir kez daha söylüyorum: Hiçbir kitap politik eğilimlerden gerçekten ba­ğımsız değildir. Sanatın politikayla hiçbir ilgisinin olmaması gerektiği fikrinin kendisi de politik bir tutumdur. (sh:10-11)
Orwell, “politik amaçlar” olarak nitelendirdiği motivasyondan bahsederken şöyle diyor: “Barışçıl bir çağda şatafatlı ya da sadece betimleyici kitaplar yazabilir ve politik bağlılıklarımdan neredeyse bihaber olabilirdim. Ancak şimdi bir tür propagandacı olmak zorunda bırakıldım.” Arka planına savaşı alarak yazılmış bu makalelerde, Orwell’ın savaş yıllarından geri dönüşü olmayan bir zihinsel durum ve politik kimlikle çıktığını görüyoruz.
En çok okunan romanları olan 1984 ve Hayvan Çiftliği’ni düşündüğümüzde bu değişikliği anlamak güç değil. Neden Yazıyorum’daki denemelerde ilk defa her türlü baskıcılığa karşı duruşunun kurgusal bir metne yedirilmemiş halini, Orwell’ın açık seçik ifadelerini görüyoruz.
Yedi yıldır roman yazmıyorum, fakat çok yakında bir tane daha yazmayı umu­yorum. O da bir başarısızlık olmaya mahkum. Her kitap bir başarısızlıktır, fakat ne tür bir kitap yazmak istediğimi açık bir biçimde biliyorum.
Dönüp son birkaç sayfaya baktığımda, sanki yazma dürtüm sadece toplum yararına odaklanan türdenmiş gibi gösterdiği­mi görüyorum. Bıraktığım son izlenim bu olsun istemem. Tüm yazarlar kibirli, bencil ve tembeldir ve dürtülerinin altında bir gizem yatar. Kitap yazmak, acı verici bir hastalığın uzun süren nöbetleri gibi insanı bitiren korkunç bir mücadeledir. Ne karşı koyabileceği ne de anlayabileceği bir iblis tarafından itilmese, insan asla böyle bir işe kalkışmazdı. Biliyoruz ki, bu iblis, her­keste, bir bebeğin ilgi çekmek için ciyak ciyak ağlamasına yol açan içgüdünün aynısıdır. Fakat yine de, sürekli kendi kişiliği­ni gizleme mücadelesi vermediği sürece insanın okunabilir hiç­bir şey yazamayacağı da doğrudur. İyi nesir, pencere camına benzer. Hangi dürtülerimin daha güçlü olduğunu kesin olarak söyleyemem, fakat hangilerinin peşine düşülmesi gerektiğini biliyorum. Ve dönüp eserlerime baktığımda, politik bir amacım olmayınca hep ruhsuz kitaplar yazdığımı ve ağdalı pasajlara, anlamsız cümlelere, süslü sıfatlara ve genel olarak saçmalığa kapıldığımı görüyorum.(sh:15-16)
Dört makaleden oluşan derleme, Orwell’ın yazma süreçleri dışında, İngiliz sömürgesi olan Burma’da yaşadıklarını ve İngiltere hakkındaki düşüncelerini ele alıyor. Onun İngiltere halkı için düşündüğü eylem planına bir örnek olarak Neden Yazıyorum’dan bir pasaj aktaralım.
İngiltere halkının  kendi hedeflerini belirlemesinin zamanı geldi. İstenen şey basit, insanlara benimsetilebilecek ve çevresinde kamuoyu görüşünün şekillenebileceği somut bir eylem planı. Aşağıdaki altı maddelik programın ihtiyaç duyduğu­muz türden bir şey olduğunu düşünüyorum. İlk üç madde İngiltere'nin iç politikasıyla, diğer üçüyse imparatorluk ve dünyayla ilgili:
1-Toprağın, madenlerin, tren yollarının, bankaların ve temel endüstrilerin kamulaştırılması.
2-Britanya'daki en yüksek vergisiz gelirin, en düşük gelirin on katından fazla olamayacağı şekilde gelirlerin sınırlandırıl­ması.
3-Eğitim sisteminin demokratik bir hat çerçevesinde reforme edilmesi.
4-Hindistan'a savaş bitiminde ayrılma hakkıyla beraber hemen Dominyon statüsü (Büyük Britanya İmparatorluğu'nun, anavatanla aynı hakları olan deniz aşırı parçalarından beherine verilen isim) verilmesi.
5-İçinde renkli insanların da yer alacağı bir emperyal genel konseyinin kurulması.
6-Çin, Etiyopya ve faşist güçlerin tüm diğer kurbanlarıyla res­mi müttefiklik ilanı.
Bu programın genel eğilimi âşikar. Oldukça açık bir biçim­de, bu savaşı devrimci bir savaşa, İngiltere'yi ise sosyalist bir demokrasiye dönüştürmeyi hedefliyor. Programa, sıradan in­sanların anlayamayacağı ya da sebebini kavrayamayacağı hiç­bir şeyi özellikle koymadım. Verdiğim haliyle Daily Mirror'm ön sayfasında basılabilir. Ancak bu kitabın amaçları doğrultu­sunda daha ayrıntılı bir açıklamaya ihtiyaç var.
1- Kamulaştırma. Endüstri bir çırpıda "kamulaştırılabilir", fakat esas süreç yavaş ve karmaşıktır. İhtiyaç duyulan şey, tüm temel endüstrilerin mülkiyetinin resmi olarak sıradan insanları temsil eden devletin eline geçmesidir. Bu bir kez yapıldığında, sade­ce tapular ve ortaklık belgelerinin mülkiyeti sayesinde geçinen salt sahipler sınıfının ortadan kaldırılması olanaklı hale gelir. Dolayısıyla, devlet mülkiyeti kimsenin çalışmadan yaşamaya­cağı anlamına gelir. Bunun endüstrinin idaresinde ne kadar hızlı bir değişim anlamına geldiğiyse pek belli değildir. İngilte­re gibi bir ülkede, en azından savaş zamanı tüm yapıyı yerle bir edip silbaştan yeniden inşa edemeyiz. Endüstriyel şirketlerin çoğunluğu, kaçınılmaz olarak aynı personelle devam edecek; bir zamanların mülk sahipleri ile yöneticileri işlerini devlet çalı­şanı olarak sürdürecektir. Küçük kapitalistlerin bu tür düzenle­meleri aslında sevinçle karşılayacağını düşündürecek sebepler var. Direniş; büyük kapitalistlerden, bankerlerden, toprak ağa­larından ve başıboş zenginlerden, kabaca ifade edecek olursak yılda iki bin sterlinden fazla kazanan sınıftan gelecektir; ama el­lerine bakan herkesi saysak bile, bu insanlar İngiltere'de yarım milyondan fazla etmiyor. Tarım alanlarının kamulaştırılması; çiftçilerle sorun yaşamak zorunda kalmadan toprak ağalarını, aşar vergisi toplayanları kesip atmak anlamına geliyor. İngiliz tarımının, çiftliklerin çoğunu (en azından başlangıçta) birer bi­rim olarak korumadan yeniden örgütlenmesini beklemek zor. İşinin erbabı olan bir çiftçi, maaşlı bir müdür olarak devam edecektir. Esas itibarıyla bu çoktan böyledir, ancak ek olarak kâr elde etme ve bankaya sürekli olarak borçlu olma dezavan­tajlarına sahiptir. Küçük ticaretin belirli türleriyle, hatta küçük ölçekli toprak mülkiyetiyle devletin muhtemelen herhangi bir sorunu olmayacaktır. Örneğin, küçük çiftlik sahipleri sınıfını kurban ederek başlamak büyük bir hata olurdu. Bu insanlar ge­rekli ve genel olarak yeterlidir ve çalışma süreleri, "kendi efen­dileri" olma hislerine bağlı. Fakat devlet, toprak mülkiyetine göre kesinlikle bir üst sınır (muhtemelen en fazla 15 dönüm) koyacak ve şehirlerde toprak mülkiyetine hiçbir şekilde izin vermeyecektir.
Bütün üretim araçlarının devlet mülkiyeti ilan edildiği an­dan itibaren, sıradan insanlar, şimdinin aksine, devletin kendile­ri olduğunu hissedeceklerdir. Savaş olsun ya da olmasın bizden beklenen fedakarlıklara katlanmaya hazır olacaklardır. Ve hat­ta İngiltere'nin çehresi hiç değişmiyormuş gibi dursa bile, temel endüstrileri alanlarımızın resmen kamulaştırıldığı gün, tek bir sınıfın egemenliği sona erecektir. O andan itibaren vurgu, mül­kiyetten yönetime, ayrıcalıktan yeterliliğe kayacaktır. Kendi ba­şına devlet mülkiyetinin, savaşın genel zorluklarından daha az toplumsal değişime yol açması gayet mümkün. Fakat bu, her­hangi bir gerçek yeniden yapılanmanın mümkün hale gelmesi için zorunlu olan ilk adım.
2-Gelirler. Gelirlerin sınırlandırılması, var olan tüketim malları­nın miktarına dayalı olarak yönetilen bir iç para biriminin var­lığını imleyen bir asgari ücret saptanması anlamına geliyor. Ve bu da, şimdi yürürlükte olandan daha sıkı bir tayın planlaması demek. Dünya tarihinin bu aşamasında, her insanın tamamen eşit gelire sahip olması zorunluluğuna gerek yok. Belirli işleri yapmak için bir tür maddi karşılıktan başka teşvik edici hiçbir şey olmadığı tekrar tekrar gösterildi. Diğer yandan, maddi kar­şılığın çok büyük olması gerekmiyor. Gelirlerin benim önerdi­ğim kadar katı bir şekilde kısıtlanması uygulamada imkânsız. Aykırılıklar ve yakasını kurtaranlar hep olacaktır. Ancak bire onun maksimum normal fark olmaması için hiçbir sebep yok. Ve eşitlik hissi bu sınırlar dâhilinde olanaklı. Haftada üç sterlini olan adamla yılda bin beş yüz sterlini olan adam, Westminster düküyle rıhtımdaki banklarda uyuyanların aksine, birbirlerini denkleri olarak görebilirler.
3-Eğitim. Eğitim reformu, savaş zamanında başarı göstermek­ten çok geleceğe yönelik bir vaat olmak zorunda. Şu anda okul­dan ayrılma yaşını yükseltecek ya da ilkokullardaki eğitimci­lerin sayısını arttıracak durumda değiliz. Fakat demokratik bir eğitim sistemi yönünde acil olarak atılabilecek adımlar var. Özel okulları ve eski üniversiteleri, özerkliklerini ortadan kal­dırarak, sadece beceri temelinde seçilen ve devlet yardımı alan öğrencilerle doldurabiliriz. Günümüzde özel okul eğitimi; kıs­men sınıfsal önyargı eğitimi, kısmen de orta sınıfın belirli mes­leklere girebilme karşılığında üst sınıfa ödediği bir çeşit vergi. Koşulların değişmekte olduğu doğru. Orta sınıflar, eğitimin pa­halılığına isyan etmeye başladı ve savaş bir iki yıl daha sürerse özel okulların çoğunu batıracak. Boşaltma da belirli küçük de­ğişimlere yol açıyor. Fakat daha eski okullar arasında finansal fırtınaya en uzun dayanabilecek olanların şu ya da bu şekilde var olmayı sürdürerek züppelik merkezleri olarak irin topla­ması tehlikesi var. İngiltere'nin sahip olduğu 10.000 "özel" okul gibi, onların da neredeyse hepsinin baskılandırılması gereki­yor. Bu kurumlar sadece ticari girişimler olmaktan ibaretler ve çoğu durumda eğitim seviyeleri ilkokullarınkinden daha dü­şük. Yalnızca devlet tarafından eğitilmenin utanılacak bir şey olduğu fikri yaygın olduğu için var olmaya devam ediyorlar. Devlet, başlangıçta bir jestten fazlası olmasa da, tüm eğitimden kendisini sorumlu ilan ederek bu fikri bastırabilir. Eylemlere olduğu kadar jestlere de ihtiyacımız var. Zeki bir çocuğun hak ettiği eğitimi alıp almayacağını sadece doğumundaki bir tesa­düf belirlerken, bu noktadaki "demokrasiyi savunma" konuş­malarının saçmalıktan ibaret olduğu fazlasıyla açık.
4-Hindistan. Hindistan'a vermemiz gereken şey, "özgürlük" değil; daha önce de söylediğim gibi bunu vermek imkansız; Hindistan'a daha ziyade müttefiklik, ortaklık, yani eşitlik öner­meliyiz. Fakat aynı zamanda Hintlilere isterlerse ayrılmakta özgür olduklarını da söylemek zorundayız. Bu olmaksızın eşit ortaklık olamaz ve renkli insanlarımızı faşizme karşı koruma iddiamız inanılırlığını yitirir. Ama Hintlilere kendilerini ba­şıboş kılma özgürlüğü verildiği anda bunu yapacaklarını dü­şünmek bir hata. Bir Britanya hükümeti koşulsuz bağımsızlık önerdiğinde onlar bunu reddedeceklerdir. Zira ayrılma hakları olduğu sürece, bunu yapmak için temel nedenleri ortadan kalk­mış olacaktır.
İki ülkenin birbirlerinden bütünüyle ayrılmaları, hem İn­giltere hem de Hindistan için bir felaket olur. Akıllı Hintliler bunu biliyorlar. Şu anda Hindistan yalnızca kendini savunamamakla kalmıyor, aynı zamanda neredeyse kendini beslemekten bile aciz. Ülke idaresinin tamamı, ağırlıklı olarak İngilizlerden oluşan ve beş ya da on yıl içinde yerlerine yenileri konamaya­cak olan uzmanlardan (mühendisler, ormancılar, demiryolu memurları, askerler, doktorlar) oluşan bir kadroya dayanıyor. Dahası, İngilizce ülkenin temel ortak dili ve Hindistan entelijansiyasının neredeyse tamamı son derece İngilizleştirilmiş durumda. Yabancıların egemenliğine girme -zira Britanyalılar çıktığı anda, Japonlar ya da başka güçler Hindistan'a girecek­lerdir- taşlarm inanılmaz biçimde yerlerinden oynamasına yol açacaktır. Ne Japonlar ile Ruslar ne de Almanlar ile İtalyanlar Hindistan'ı Britanya'nın ulaştığı düşük verimlilik seviyesinde dahi idare etmeyi başarabileceklerdir. Hintliler, gerekli olan teknik uzman kitlesine ya da diller ve yerel koşullar hakkındaki bilgilere sahip değiller ve muhtemelen Avrasyalılar gibi vaz­geçilmez arabulucuların güvenini kazanamayacaklardır. Eğer Hindistan yalnızca "özgürleşecek", yani Britanya'nın askeri korumasından azade olacak olursa, bunun ilk sonucu yeni bir yabancı işgali, İkincisiyse birkaç yıl içinde milyonlarca insanın ölümüne yol açacak olan büyük kıtlık dizileri olacaktır.
Hindistan'ın ihtiyacı olan şey, Britanya'nın müdahalesi ol­maksızın, ama askeri koruma sağlamak ve teknik danışmanlığı garanti eden türden bir ortaklık ilişkisinde kendi anayasasını oluşturma hakkına sahip olmaktır Bu, İngiltere'de sosyalist bir hükümet olmadığı sürece, hayal dahi edilemez. İngiltere, Hindistan'ın gelişimini -kısmen Hindistan'da endüstrinin faz­lasıyla gelişmesi durumunda ticari rekabetten duyduğu korku­dan, kısmen geri kalmış insanlar medeni olanlardan daha kolay yönetildiğinden- en azından sekiz yıldır yapay olarak engelle­mekte. Ortalama bir Hintli'nin kendi vatandaşlarından Britanyalılara oranla daha çok çektiği herkesçe biliniyor. Küçük Hint kapitalisti şehirli işçiyi son derece acımasızca sömürüyor, köy­lü doğumundan ölümüne tefecinin kıskacında yaşıyor. Fakat tüm bunlar, Hindistan'ı yarı bilinçli olarak mümkün olduğunca geri bırakmak isteyen Britanya egemenliğinin dolaylı sonuçları. Britanya'ya en sadık olan sınıflar prensler, toprak sahipleri ve iş çevreleri; yani genel olarak statükoda durumu çok iyi olan geri­ci sınıflardır. İngiltere Hindistan'la ilişkisinde sömüren olmayı bıraktığı anda güç dengesi değişecektir. O zaman Britanyalıların, yaldızlı filleri ve yapay ordularıyla gülünç Hint prenslerini methetmesine, Hindistan'da sendikaların büyümesini engellemeli…….(sh:72-77)
Burma Günleri (Aslan ve Unicorn), İngiltere ve İngiliz halkı üzerine düşünceleri ve dönemin politik atmosferi üzerine yorumlarından oluşuyor. Ulusal yaşam standartlarını düşürmek istemeyen Britanya iktidarının karşılaştığı zorluklar ve benimsediği savunmacı anlayış, Nazizm gerçeği, iktidardaki kesimin halktan kopukluğu ve gelmekte olan savaş karşısındaki pragmatist, umursamaz tutum kendine yer buluyor:
“Yaşanan; yaşam tarzlarında bir değişikliğe yönelmekte isteksiz zengin sınıfın tamamının, faşizmin ve modern savaşın doğasına gözlerini kapatmasıydı. Ve reklamlardan geçindiği için ticaret koşullarının normal kalmasında çıkarı olan adi basın tarafından halk kitlelerine suni iyimserlik pompalanıyordu.”
Bir Fili Vurmak başlıklı kısacık makalede ise yaşadığı ilginç bir olayı anlatıyor. Burma’da polis olarak çalışan Orwell’a, bir şekilde kaçıp şehre gelen, pazar yerinde kontrolsüzce “dehşet saçan” bir fil olduğu söyleniyor ve olayı halletmesi isteniyor. Tüfeğini kapıp pazar yerine gelen Orwell’ın, koca bir Hintli topluluğunun karşısında, görevini yapması beklenen bir “İngiltereli” polis olarak âdeta bütün Hint halkıyla, kimliğinden ötürü hesaplaşmasını izliyoruz.
Bir İdam ise Orwell’ın hapishanede görevli olduğu dönemde tanıklık ettiği bir hikâye. Kısacık, yarım saatlik bir zaman diliminde geçiyor ve neredeyse gerçek olduğu unutularak, âdeta bir kurgu gibi okunuyor; Orwell’ın psikolojik gözlem yeteneğini ve gizleyemediği edebi dehasını bir kez daha gözler önüne seriyor. Orwell’ın tüm bu makalelerde usanmadan değindiği, vurguladığı bir şey var. O da, kendi politik söylemini nasıl yıllar içinde kazandığı –maruz kaldığı da diyebiliriz– deneyimleri estetik yetkinlikle birleştirerek sunmaya çalıştığı ve bunun önemi. Ona göre politik tavrın edebi bir söyleme kavuşması ancak belirli bir estetik deneyimi aştıktan sonra mümkün olabilir, bu yüzden daha önce yazdığı bazı metinleri sırf estetik kaygılarla yazılmış, gereksiz arayışlara işaret eden şeyler olarak görüyor.
BURMA'DA BİR İDAM
Burma'da oldu bu anlatacaklarım. Ipıslak bir gündü, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Ölgün, teneke pası gibi sarı yampirik bir ışık, hapishane avlusunun yüksek duvarlarına yansıyordu. İdam mahkûmlarının hücrelerinin dışında bekleşiyorduk. Hayvanların kapatıldığı kafesler gibi, çift parmaklıklı iğrenç barakalardı bunlar. Her hücre, enine boyuna üç buçuk metre kadar genişti. Çıplak bir mekândı, tahta bir döşek ve bir su kabı dışında. Kimi hücrelerin esmer tenli sakinleri, battaniyelerine sarılmış, demir parmaklıkların gerisinden ölgün nazarlarla dışarıyı seyrediyordu. Hepsi idam mahkûmuydu, bir iki haftaya kadar asılacaklardı.
Mahkûmlardan birini hücresinden çıkardılar. Adam Hindu idi. Ufak tefek, zayıf, kavruk biriydi. Başı tıraşlı, sulanmış gözleri bulanık bakıyordu. Çelimsiz vücuduna hiç uymayan, yeni sürgün gibi fışkırmış kalın bir bıyığı vardı. Hani, şu komedi filmlerindeki abartılı, gülünç adamların bıyıkları gibi. Boyu iki metreye yaklaşan, çam yarması gibi Hindu muhafızlar mahkûmu derdest etmiş darağacına hazırlanıyorlardı. İki muhafız ellerinde tüfek ve sürülmüş kasaturaları ile adama vaziyet ederken, öbürleri ellerini kelepçeliyordu. Kelepçeyi zincirlediler ve kollarını da büküp bağladılar. Neredeyse, mahkûma yapışık yürüyorlardı, elleri devamlı onu kavramış, sanki onun yanlarında olduğundan emin olmak ister gibi, adamı sımsıkı tutuyorlardı. Biri balık tutmuş da, henüz canlı balık tekrar suya atlamasın diye elinde hapsetmeye çalışıyor sanırdınız. Ama mahkûm öylece ilgisiz duruyordu, ellerini bağlasınlar diye uzatırken, ne olup bittiğinin farkında değil gibiydi.
Saat sekizi çaldı. Uzaktaki barakalardan. Islak havayı delerek gelen bir boru sesi... Hepimizden ayrı, mesafeli duran canı sıkkın hapishane müdürü, değneğiyle kumu eşelerken, boru sesini duyunca başını kaldırdı. Müdür, askeri doktordu, fırça gibi gri bıyıklı, boğuk sesli biri. Sinirli sinirli, "Tanrı aşkına çabuk ol Francis" dedi. "Bu adamın bu saate kadar ölmüş olması gerekiyordu. Daha hazır değil misin?"
Baş gardiyan Francis, kapkara elini havada sallarken: "Tamam efendim, tamam efendim" diye fokurdadı. Keten bezinden bir elbisesi ve sarı çerçeveli metal gözlükleri vardı. Ama, ş'leri tıslayarak konuşuyordu. "Herşey ayarlandı efendim. Cellat bekliyor. Hemen işe koyuluyoruz."
"İyi, haydi bitirin şunu. Bu iş bitmeden mahkûmlar kahvaltılarını yiyemeyecekler."
Darağacına gidiyoruz. İki muhafız mahpusun iki yanında yürüyor, tüfekler takılı, öbür iki muhafız ise, adamı hem itekliyor, hem de sanki düşmesin diye tutuyordu. Geri kalanımız, hâkimler ve diğerleri, arkadan geliyorduk. Aniden, birkaç metre yürüdükten sonra, hiçbir ikaz ya da emir olmaksızın, tören alayı yarıda kesildi. Berbat bir şey oldu, nereden çıktığı belirsiz bir köpek avluya daldı. Avaz avaz havlayarak aramıza girdi, bir sürü insanı bir arada bulduğu için sevinçli, tüm vücudunu sarsarak etrafımızda atlayıp sıçramaya başladı. Uzun karışık tüylü, yarı teriyer, yarı sokak köpeği bir mahluk. Biraz atladı, zıpladı, sonra, kimsenin durdurmasına kalmadan, mahkûmun üstüne sıçradı ve yüzünü yalamaya çalıştı. Herkes donakaldı, köpeği yakalamayı bile akıl edemedik. "Bu belalı köpeği kim saldı buraya?" diye öfkeyle haykırdı hapishane müdürü.
"Biriniz yakalayın şunu!"
Muhafızın biri kafileden ayrıldı, sarsak bir edayla köpeğin ardından seyirtti. Ama, umursamaz köpek, hiç ele gelmiyor, oyun oynar gibi dans ediyordu. Genç bir melez gardiyan yerden bir avuç çakıl taşı alıp köpeğe fırlattı, ama köpek taşlardan kurtulup tekrar peşimizden geldi. Havlamaları hapishane duvarlarında yankılanıyordu. İki muhafızın tuttuğu mahpus, tüm bunlar infaz formalitesinin olağan bir parçasıymış gibi, ilgisiz bakıyordu. Neden sonra, nihayet biri köpeği yakalayabildi. Mendilimi boynuna dolayıp uzaklaştırdık onu. Ama, köpek hâlâ direniyor ve inliyordu.
Darağacına kırk metre kadar kalmıştı. Önümde yürüyen mahpusun çıplak kahverengi sırtına baktım. Eli kolu bağlı, sarsak yürüyordu. Yine de, Hintlilerin o dizlerini hiç germeden hafif yaylanan yürüyüşü çok istikrarlıydı. Her adımda, adaleleri yerli yerine oturuyor, Bir keresinde, her iki omuzunu yakalamış adamların kıskacına rağmen, bir su birikintisine basmamak için, hafif yana çark etti. Tuhaftır, o ana kadar, sağlıklı, bilinçli bir adamı yok etmenin ne demek olduğunu asla kavrayamamıştım. Mahpusun su birikintisine basmamak için yana çekilişini görünce, yolunda giden bir hayatı kısa kesmenin gizemini, dile getirilemez yanlışlığını gördüm. Bu adam ölmüyordu ki, bizim kadar canlıydı. Vücudunun tüm organları çalışıyordu, bağırsakları sindirdiğini dışarı atıyor, cildi kendini yeniliyor, tırnakları uzuyor, dokuları oluşuyordu. Darağacına çıktığında, sonra da saniyenin onda birinde havada düşerken, tırnakları hâlâ uzuyor olacaktır. Gözleri sarı çakılları ve gri duvarları görüyor, beyni hâlâ her şeyi hatırlıyor, akıl yürütüyor, hatta su birikintilerine bile dikkat ediyordu. O ve biz, bir grup insan, beraberce yürüyor, aynı dünyayı görüyor, hissediyor, anlıyorduk. Ama iki dakika sonra, ani bir kopuşla, içimizden biri gitmiş olacaktı, bir beyin eksik, bir dünya eksik.
Darağacı, hapishane bahçesinden ayrı, her yanını dikenli uzun otların sardığı küçük bir avluda idi. Bir hangarın üç tarafı gibi, tuğladan yapılmış, üstüne kalın bir tahta döşenmiş, onun üstüne de iki direk ve kol demiri oturtulmuştu, en tepede de bir halat sallanıyordu. Hapishanenin beyaz üniformasını giymiş, gri saçlı bir mahkûm olan cellat, cihazının yanında bekliyordu. Avluya girer girmez, köleler gibi yerlere eğilerek hepimizi selamladı. Francis'in bir sözü üzerine, iki muhafız, mahpusu daha da sıkı tutup itekleyerek darağacına doğru götürdüler ve sakarca basamaklardan çıkardılar. Sonra, cellat tırmanıp halatı mahpusun boynuna geçirdi.
Beş metre ötede dikilmiş bekliyorduk. Muhafızlar darağacının etrafında halka olmuştu. Ve sonra, ilmik boynunda sıkıştırıldığında, mahpus tanrısının ismini haykırmaya başladı. Yüksek sesle, nakarat gibi devamlı tekrarlanan bir feryattı bu, "Ram! Ram! Ram! Ram!" Canhıraş, korku dolu, acil bir imdat çağrısı değil, sabit, ritmik, neredeyse çan çalışı gibi bir seslenişti. Köpek bu sese sızlanır gibi karşılık verdi. Darağacında dikilen cellat, hemen un çuvalı gibi keten bir torba çıkarıp mahpusun başına geçirdi. Fakat, kumaşın emmesine rağmen, feryadı hâlâ işitiliyordu: "Ram! Ram! Ram! Ram! Ram!"
Cellat darağacından indi, manivelayı tutarak bekledi. Dakikalar geçti gibi geldi. Mahpusun sabit, soğuk haykırışı sürdü de sürdü: "Ram! Ram! Ram! Ram! Ram!" sesi bir saniye bile duraksamadı. Hapishane müdürü başını çenesine eğmiş, değneğiyle toprağı eşeliyor ve muhtemelen zihninde belli bir sayıya kadar izin vermiş, mahpusun feryatlarını sayıyordu, elli belki de yüz. Herkesin beti benzi attı. Hintliler'in suratları berbat kahve gibi griye dönmüştü ve birkaçının kasaturaları da titriyordu. İpin ucunda bağlı, kukuletalı adama bakıyor ve haykırışlarını dinliyorduk, her feryat, iki saniye daha hayat demekti. Hepimizin kafasında da aynı fikir vardı: Oh, öldür adamı çabucak, bitir şu işi, durdur şu iğrenç gürültüyü!
Aniden, hapishane müdürü kararını Verdi. Başını kaldırdı, değneğiyle hızlı bir hareket yaptı. Neredeyse vahşi bir sesle "Chalo!" diye bağırdı. Madeni bir gürültü ve sonrasında ölüm sessizliği. Mahpus yok olmuştu, ama halat kendi üstüne dönüp duruyordu. Köpeği salıverdim, hayvan hemen dört nala darağacının arkasına koştu, ama oraya varır varmaz aniden durdu, havladı ve sonar avlunun bir köşesine çekilip otların arasında dikildi ve ürkek ürkek bize bakmaya başladı. Ölüye bakmak için darağacının arkasını dolandık. Ayakları dümdüz yere dönük, vücudu yavaş yavaş sallanıyordu, bir taş kadar kaskatı ve cansızdı.
Hapishane müdürü elinde değneğiyle geldi, çıplak vücudu dürttü, ceset sallanınca, belli belirsiz bir sesle, "Bu iş tamam" dedi. Darağacından uzaklaştı ve derin bir nefes aldı. Yüzündeki sıkkın ifade derhal kaybolmuştu. Kol saatine şöyle bir göz attı: "Saat sekizi sekiz geçiyor. Bu sabahlık da bu kadar, tanrıya şükür!"
Muhafızlar kasaturalarını çözüp marş marş uzaklaştılar. Uslanan ve bir hata yaptığının farkında olan kopek, muhafızların peşinden gitti. Biz de, darağacını bırakıp hükümlülerin bekleştiği hücreleri geçtik ve hapishanenin büyük avlusuna geldik. Hükümlüler, muhafızların nezaretinde kahvaltılarına çoktan başlamışlardı. Uzun kuyruklar halinde, ellerinde birer teneke kase çömelmiş bekleşiyor, aralarında dolaşan muhafızlar da pilav dağıtıyordu. İnfaz sahnesinden sonar, çok evcil, neşeli bir manzara gibi göründü. Görev yerine getirildiği için hepimiz müthiş ferahlamıştık. İnsanın içinden şarkı söylemek, koşmak ya da alabildiğine gülmek geliyordu. Herkes birden neşeyle çene çalmaya başladı. Yanımda yürüyen melez delikanlı, geldiğimiz yolu başıyla işaret ederek gülümsedi ve "Biliyor musunuz efendim, arkadaşımız (ölen adamı kastediyordu) temyiz talebinin reddedildiğini öğrendiğinde, hücresine pislemişti.
Korkusundan. Lütfen, bir sigaramı alın, efendim. Yeni gümüş tabakamı beğendiniz mi? İki rupiye aldım. Kaliteli Avrupa tarzı."
Birçoğu güldü, neye güldüklerini bilmeksizin. Francis hapishane müdürünün yanında yürürken, çalçene konuşuyordu: "Şey efendim, her şey mükemmelen tamamlandı, bitti. Şipşak bitirdik işi. İşte böyle. Oooo, hayır. Her zaman böyle olmuyor. Doktorun darağacının altına gidip mahkumun ölümünü garantilemek için bacaklarına asıldığını bilirim. Ne nahoş bir durum!"
"Ayaklarına asılıp buruluyor öyle mi? Çok kötü" dedi hapishane müdürü.
"Ah efendim, mahkûmlar söz dinlemeyip direndiği zaman daha da berbat oluyor. Hatırlıyorum, bir adam, infaz için geldiğimizde hücresinin demir parmaklıklarına yapışıp kalmıştı. Söylediklerime belki inanmayacaksınız, ama adamın ellerini parmaklıklardan kurtarabilmek için, her bir bacağına üç muhafızın asılması gerekmişti. Makul davranması için onu iknaya çabaladık.
"Bak sevgili dostum, dedik, bize yaptığın şu eziyete bak!" Ama, gelin görün ki, adam bize kulak asmadı. Ah, ah, bize büyük sorun çıkarmıştı."
Bir de baktım ki, avaz avaz gülüyorum. Herkes gülüyordu. Hapishane müdürü bile hoşgörülü bir ifadeyle sırıttı. Gülerek, "Haydi hepiniz gelin de birer içki için" dedi. Arabada bir şişe viskim var. Hepimize yeter."
Hapishanenin kocaman çift kapılarından geçip yola çıktık. "Bacaklarına asılmak ha?" dedi Burmalı bir hâkim ve kahkahalarla boğuldu. Hepimiz tekrar gülmeye başladık. O anda, Francis'in öyküsü olağanüstü komik gelmişti. Avrupalılar ve yerliler gayet dostane bir hava içinde, beraberce içki içtik. Ölen adam bizden sadece yüz metre uzaktaydı. ["The Collected Essays, Journalism and Letters of George ORWELL" G.Orwell'in Derlenmiş Denemeleri, Gazete Yazıları ve Mektupları Volume 1, An Age Like This, 1920-40 Cilt 1, İşte Böyle Bir Çağa 1920-40)]
Kaynak:
George Orwell, Neden Yazıyorum, Orjinal isim: Why I Write, trc: Levent Konca, İstanbul, 2013

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar