Print Friendly and PDF

YAHYA DÜZENLİ - ŞEHİR VE AİDİYET YAZILARI -




 
Bir medeniyet ait olduğu “dünya görüşü”nden aldığı referansla kendisini öncelikle şehir tezyin ve tasarımında gösterir. Şehirde “görünür” kılınmamış bir medeniyetten bahsedilemez. Çünkü medeniyet, kültür-sanat-bilim ve teknoloji kadar “şehir ve mimari” demektir. Veya medeniyet bu insanî ilim ve disiplinlerle kendisini gösterir.
Yaşadığımız topraklar, Cumhuriyetin kuruluşuna kadar dünya görüşümüzün aynası olan medeniyetle şehirlerimize aksetti, şehirlerimizde yaşadı, şehirlerimizi yaşattı.
Cumhuriyetle birlikte ‘atıldığımız’ batı uygarlığının her alanda büyülenmiş meftunu olduğumuz gibi, şehir ve mimaride de mukallit bir meftunu olarak ‘emir ve ısmarlama’ ile şehirlerimiz batı tarzı talim ve terbiyenin egemenliğine girdik.
Normal…
Çünkü kaçmak istediğimiz, yok saydığımız, taammüden hafıza kaybına uğratıldığımız medeniyet geleneğimizi hepten unutarak hızla şehir yıkımlarına başlandı. Öncelikle de medeniyet şehirlerimizde… İstanbul’dan başlayarak Konya, Diyarbakır, Sivas, Bursa, Trabzon vs.’de yapılan şehir katliamları tarihî hafızamızda duruyor…
Türkiye’nin özellikle son on yılda “şehirlerini külliyen kaybedişi”ne farkında olmadan herkes ortak oluyor, katkı veriyor. Niçin özellikle son on yılda?
Çünkü; Türkiye 1950’lerden sonra bir türlü bütünüyle yakalayamadığı siyasî istikrarını 2002-2012 arasında sağlamasına rağmen, “medeniyet idrakî ve şehir tasavvuru”na sahip bir zihniyet iktidar olmadığı için şehirlerini bütünüyle kaybediyor.
Özellikle devlet zihniyetinin şehirlerdeki icracı kolu olan TOKİ aracılığıyla mevcut şehirlerimize yeni bir tasavvur ve tasarım getirilemedi. Aksine bu kentsel dönüşüm dalgası kötü, çirkin ve yanlış bir örnek olarak şehir ve mimarî tarihimizin harcanmış, israf edilmiş sayfaları arasında yer alacak.
“Medeniyet tasavvuru ve şehir idraki” bağlamında şehir tasarım (daha doğrusu katliam)larımıza
tarihlendirerek bir bakalım.
· 1923 ile 1950 arası, yeni devlet ideolojisi ve tek parti döneminin tarihî çağrıştıran her şeyi yıkması ve yerine ‘bizim olmayan’ şehir ve mimari adaptasyonları…
· 1960-1983 arası, muvazaacı sağ ve yıkıcı sol ideolojili iktidarlar eliyle bozulan, çirkinleştirilen, tarihî dokusu daha da tahrip edilen, bugünkü çarpık şehirleşmenin yakın temellerinin atıldığı dönem…
· 1983-2002 arası, dünyaya açılan Türkiye ve sürekli değişen siyasî iktidarlar eliyle gene hızla yaşanamaz hale gelen şehirlerimiz için müthiş bir vurdumduymazlık dönemi…
· 2002-2012, arası büyük bir destekle siyasi istikrarın sağlandığı, yerli iddialı ancak medeniyet ve şehir idraki hiçbir zaman oluşmamış, ilgililerin ve sorumluların sadece nutuklarla zaman kaybettirdiği dönem…
En önemlisi; bu dönem içerisinde devletin ‘şehir inşa aygıtı’ olan TOKİ marifetiyle (Üstad Necip Fazıl’ın ‘işgal ordularının yapamayacağı bir cinayet’ deyimine eş ) devletin müthiş imkânlarının
‘şehir idraksizliği’ yüzünden beton silolar şeklinde tezahür etmesi şehir yıkımlarını hızlandırdı. ‘Kentsel dönüşüm’ gibi muğlak bir kavramın yol açtığı şehir katliâmları halen TOKİ eliyle sürüyor, sürdürülüyor. Hem de öğünülerek. Tarihçi Neşrî’nin mısrasıyla: “Ortalıkta bir acep destan idi. Nice Rüstemler âna hayran idi!”
Geçtiğimiz günlerde bir yayın organında Ankara’nın büyük bir tepeye serpilmiş bir gecekondu bölgesinde TOKİ’nin başlattığı kentsel dönüşümün fotoğrafı yer alıyordu. Fotoğrafta ıslah edilecek gecekonduların üzerinde hayalet gibi dikilen 10-15 beton blok insanı ürpertiyordu. Konuya duyarlı bir yazar da “TOKİ’nin ufku var mı, ufku?” diyerek faciayı sütunlarına taşımış, “Çok fantastik bir şey, elle çizilmiş, tezatları abartılmış bir afiş veya bir animasyon filmi için tasarlanmış gerçeküstü bir film seti gibi duruyor.” diyerek tezada ve nasıl bir şehir kirliliğine sebep olunduğuna vurgu yapmıştı. Ancak mitolojideki tasarımlarla yarısı insan yarısı hayvan veya yarısı başka diğer yarısı başka yaratıklar şeklinde izah edilebilecek bir şehir manzarası.
Medeniyetimizden koparılmamıza rağmen şehir halkalarının henüz çürümediği şu 90 yıllık şehir
maceramızda böylesine bir tahribat ancak devlet ve onun ilgili aygıtları eliyle yapılabilirdi. Ve yapıldı, yapılıyor. Ya devlet eliyle zorla eskiyi tahrip, istediklerini tahkim ediyorlar. Veya da hiçbir idrak ve tasavvur olmaksızın rastgele ucubeler inşa ediyorlar.
Bu uygulama bütün şehirlerimizde freni patlamış bir otomobilin yokuş aşağı hızla savrulması gibi devam ediyor. TOKİ, başta Başbakan olmak üzere herkesi sanal bir inandırma çevrimine almış ki, “500 bin konut ürettik” teranesiyle yıkımlarını sürdürmeye devam ediyor.
Devlet ve TOKİ eliyle tarihe, dünya görüşüne, medeniyete, şehre, mahalleye, eve paydos!
1940’lı yılların tek parti iktidarı’nın şehir idrakiyle, 2000’li yılların tek parti iktidarı’nın şehir idraki arasında fark var mı? Var! 40’larda “neyi yıkacaklarını” biliyorlardı! 2000’lerde ise ne “neyi yıkacağını”, ne de “neyi yapacağını” bilemeyen bir betonarme zihniyet!
Yaptıklarının iddialarıyla çeliştiğini bile göremeyen, aksine yaptıklarının ‘çokluğu’yla övünen bir zihniyete söyleyeceğimiz tek şey : “Ne yaptığının farkında bile değilsin!”
Eyvâh, eyvâh ! Mevcut iktidar sanal ve kurgu da olsa 2023’de dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi olacağına kendisini inandırıyor ve hesap yapabiliyor ancak iki yıl sonrasına ait bir “şehir idraki ve tasarımı” oluşturabiliyor mu ?
Zannetmiyoruz.
Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in söylediği gibi: “…Esas mesele şu: Türk insanının kültürel ilgi alanı tamamen saptırılmış vaziyette. Adeta Türk toplumuna bir ihanet diyebileceğim kadar vahim şekilde saptırılmış durumda..”
İhanete varmış müthiş bir ilgisizliğin olduğu bir ülkede şehir ve estetik idraki olanların son on yıldaki yapılanlardan yola çıkarak herhangi bir şehrimizde ilk bakışta görecekleri şey dehşet bir “katliâm tablosu”dur.
Devlet aygıtı TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı hiçbir zaman “Nerede hata yaptık ve yapıyoruz?” diye sormamışlardır ve sormak gibi bir dertleri de yok. Son yaşanan depremin yıkıntılarından yeni bir şehir modeli ortaya koymak mümkün iken, medeniyet ve şehir idrakinin olmaması nedeniyle bu fırsat da büyük imkânlarla heba edilecek görünüyor.
Evet, şehirlerimizin bir zamanlar olduğu gibi “masal şehirler” haline getirilmesi mümkün iken, bu imkân devlet ve TOKİ eliyle heba ederek şehirlerimiz “maraz şehirler” haline getirildi.
Bu satırlarda her zaman dile getirdiğimiz “Turgut Cansever İdrak ve İnşası” olmadıkça şehirlerimizin de asla imar ve inşası mümkün olmayacaktır. İşin “nasıl”ı Cansever’in kitaplarında. Biz burada kendisinden yapacağımız bir iktibasla yetinelim:
“Mekâna ait meselelerin idraki ve bilinci olmadığı zaman, diğerleri tamamen boşta, kopuk, tutarsız teşebbüsler olarak kalır. Anlam bütünlüğünü kapsamazlar ve ortak zemine sahip olamazlar. Mimarinin 20. yüzyıldaki sefaletinin ana sebeplerinden biri bu..”
Mimarîden önce şehir, şehirden önce medeniyet, medeniyetten önce dünya görüşü oluşmamış
bir ülkenin şehri de, şehir yöneticileri de, ilgili Bakanlıkları da “nekropolde yaşayan” canlılardan ibarettir.
Şehirlerimizi kaybettik. Mevcut zihniyetle bundan sonra “kentsel dönüşüm” ve “marka şehirler”
adına yapılacak herşey “büyük artçı sarsıntılar”la şehirlerimizi daha da harap hale getirecektir.
Yeter ettiğiniz şehirlerimize!
Biraz insaf, biraz idrak, biraz intibah!
(Günebakış, 18 Ocak 2012)
Kültürümüzde “firkat” ve “vuslat” üzerine yâni, ayrılık ve kavuşmak üzerine yazılı ve sözlü birikim hiçbir kültürde olmayacak kadar çoktur. Sadece “bize mahsus” bir varlık idrakinin tezahürleri olarak firkat ve vuslat, kelimelerin ötesinde bir “hal idraki”dir. Özellikle sûfîlerin kelâmı, velîlerin halleri firkat ve ayrılığın yakıcı tablolarıyla doludur. Firkat ve vuslat dile getirilebildiği nisbette ‘hakikati kuşatılamayan’ bir haldir. Çünkü, dil hâle ne kadar tercüman olabilir ki? Bunu bilen ârifler “firkat” ve “vuslat” ateşiyle kavrulurlar, bu ateşi dışa vurmazlar. Bu kavruluştan nefesleri bazen dile dökerler. Dil, ne kadar becerebilirse kalbin hallerini ifşaya çalışır.
Firkat’in de vuslat’ın da kaynağı Aşk… Onun için dile dökülmesi zor haller..
Büyük Velî-Ârif Ahmet Gazalî “Sevânihu’l-Uşşak”ın 28. faslında “Ayrılık, vuslattan bir derece üstündür; zira vuslat olmazsa ayrılık olmaz, yani ayrılık vuslattan sonra gelir. Gerçekte vuslat bizzat kendinden ayrılıktır. Öyle ki aslında ayrılık kendine kavuşmadır; ancak bu durum, olgunlaşmamış âşıkta olmaz; çünkü âşık, henüz tam anlamıyla pişmemiştir…” der.
İndirgemeci bir anlayışa düşmemek kaydıyla, Gazalî’nin bu hikmetinden pay alarak söyleyelim ki; İnsanın mâsivâ denilen dünya macerası/hayatı aslında sürekli firkat-vuslat arası geliş gidişlerle doludur. İnsan niçin firkat ve vuslat arasında yaşar? Çünkü, geçici olarak koptuğu, ayrıldığı, firkatte olduğu “asıl “ âlemin bu dünyada ‘vuslat’ı üzere yaşar. O âlemin visali hayatını manalı yapar. İnsan, dünyaya gelmekle “asıl alem”den ayrı düşmüştür. Oraya kavuşmak ister. Dünyada kendisini geçici görmesi firkat hali, geçici olmayana duyduğu arzu ve iştiyakı da vuslat halidir.
Karadenizli yaşlı bir kadına “aşk nedir?” diye sormuşlar. “Seversin alamazsın aşk olur.” demiş. Firkat ve Vuslatın kaynağı aşkı herhalde anlatabilecek güzel cümlelerden birisi bu olsa gerek.
Firkat ve Vuslat’la şehrimize yaklaştığımızda, şehrimizi bu iki yakıcı kelimeyle görmek istediğimizde; şehrin hakikatine nüfuz ederiz. Şehrimizden ayrılığımızda vuslatın, şehrimize yaklaştığımızda firkatin yükseldiğini görürüz, hissederiz. … İnsanın, yaşamalar âleminde şehrine duyduğu yakınlık “aşk”a dönüştüğünde “firkat” ve “vuslat” hallerini yaşar..
Hasret, hicran, elem gibi kelimeler de “firkat ve vuslat”ı yorumlayan, onları hale dönüştüren ifade biçimleridir.
Şehirden ayrılık ve şehre kavuşmak fizikî bir olay değildir. Bizim şehirle kurduğumuz ilgi kalbîdir. Aşk’ın konusudur. Büyük Velîlerin, âriflerin ve ediplerin insan vücudunu bir şehre benzetmeleri ve “kalb”i şehrin merkezine yerleştirmeleri, insanın şehirle olan ilişkisinin sadece fizikî bir ilişki olmadığına işaret eder. Aziz Mahmut Hüdai Hz.leri “Ey bu gönlüm şehrini bin lutf ile âbâd eden” diyerek bu manaya dikkat çeker.
Kurban Bayramı vesilesiyle bunlar döküldü kalemimize…
Kurban Bayramı’nda firkat ve vuslat (ayrılık ve kavuşmak)ı hatırlamak, bu kelimelerle, bu hallerle şehrimize bakmak “şehrin mânâsı”nı kavrayabilmek için önemlidir. Çünkü Kurban’ın anlamının “yakınlaşma” olması, bu manâsıyla vuslat (kavuşma)ı hatırlatıyor.
Şehrimizi düşünerek Ahmet Gazali’nin “Ayrılık, vuslattan bir derece üstündür” sözünü irdelediğimizde, kavuşmanın anlamını ‘ayrılığımızı’n farkına vardığımızda hissedebildiğimiz gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Muhiddin Arabî’nin “Zıdlar birbirine o kadar yakındır ki birleşselerdi bir daha ayrılmazlardı!” hikmeti, Gazali’nin “Vuslat bizzat kendinden ayrılıktır. Ayrılık kendine kavuşmadır” ifadesiyle aynı anlama geliyor.
Gazalî’nin cümlesini şehre uyarlarsak; “Şehre kavuşmak, şehirden ayrılmaktır. Şehirden ayrılmak da şehre kavuşmaktır.” Birbirine tezatlı görünen bu ifadelerdeki sırrı anladığımızda kendimizi de, şehrimizi de anlarız. Ne zaman? Yunus Emre’nin “Hamdım, piştim” dediği kıvama, Gazalî’nin “tam anlamıyla pişme” dediği kıvama kavuştuğumuz zaman.
Bu kıvam yoksa, firkatten de vuslattan da nasibimiz olmaz. Olsa olsa (Üstad’ın mısrasıyla) “Var olan yoklukların ömrünü sürüyor” oluruz.
Sözümüzün burasında Üstad’ın 1946’da yazdığı “İstanbul” başlıklı yazısından aldığımız bölümle firkat ve vuslatın kaynağı “aşk”ın şehir gerçekliğine nasıl yansıması gerektiğine bakalım:
“Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım.
Sevmek; ne kolay lâf bu böyle!..-Filân şeyi seviyorum, filân şeyi sevmiyorum!Diye, en ucuz, keyfî ve insiyakî hükümlerimizi, çok defa bu lâfla ortaya atarız. Halbuki bana sorarsınız, sevgi kadar basit ve girift, alelâde ve harikulâde, hiç ve her şey hesabını vermediğimiz ve vermeye mecbur olduğumuz nesne yok bu dünyada.
Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım…
Ve sevmek fiilinin, alelâdelik içinde harikulâdeliğe eş olarak, onu ancak en girift tecellisi içinde canlandırabileceğine inanıyorum.”
Şehrimizi bu anlamda “sevebiliyor” muyuz? Üstad gibi firkatte vuslatan, vuslatta firkatin farkına varabilenler ancak şehrini sevebilir. Gerisi şehrin plâstiğine, maddesine tutkunun ötesine geçmez.
Firkat ve Vuslat’ın hakikatinin âriflerin dilinde ne anlama geldiğinin idrakinde olarak; eğer şehrimiz bize yaşadığımız dünyanın bir gölge gerçeklik olduğunu ve bu ‘görünüş’ün asıl gerçekliğin basit bir yansıması olduğunu hissettirebiliyorsa ve böyle ancak bir şehrin “sevilmeye değer” olduğunu bilebiliyor ve sevebiliyorsak ne mutlu…
Kurban Bayramı vesilesiyle şehirde firkat ve vuslatı (ayrılık ve kavuşma) hatırlayabilme idraki, kurban idrakidir…
(Günebakış, 17 Kasım 2010)

1911 doğumlu Rus asıllı Romancı Henri Troyat doğduğu Moskova’dan 1920’lerde ailesiyle birlikte Rusya’dan kaçıp Paris’e yerleştikten sonra, bir daha memleketine dönmez ve memleketinden çok uzaklarda eserlerini yazar. Önemli bir edebiyatçı olarak çeşitli kurumlarda görev alır. Kendisine “Rusya’yı niçin ziyaret etmediği”ni soranlara “her şeyin hatıralardaki gibi kalmasını istediği”ni ve “rüyalarındaki Rusya’nın karlarının gerçekte olduğundan çok daha berrak ve beyaz olduğu” cevabını verir. Troyat’ın Türkçeye çevrilen eserleri okunduğunda, aslında bütün eserlerine, köklerinin bulunduğu fakat ömrü boyunca ayrı kaldığı memleketinin/şehrinin hasretini, hüznünü yansıtır. Uzaklığı nisbetinde yakıcı bir yakınlık besler memleketine, doğduğu şehre.
Troyat, eserleriyle ilgili bir eleştirmenin söylediği gibi “hep gizli bir ‘sürgün’ olarak yaşadı ve bunun asla iyileşmeyen acısını çekti. Kendisinin dönemediği, gidemediği ‘vatanındaki’ kişileri kaleme alıp, onların yaşamlarına kendi özlemlerini katarak acılarını dindirip dayanmaya çalıştı.”
Bizim gibi doğduğu şehirden uzakta yaşayan fakat “şehir idraki”ni kaybetmemeye, aksine beslemeye çabalayanların da farkında olsunlar veya olmasınlar, “ait oldukları yer”in düşüncelerine sinen, reflekslerine yansıyan izleri, etkileri var. Fizîken “şehirde” olmakla ruhen “şehirden” olmak arasındaki temel fark budur.
Bu “hal” kimilerine “taşralılık” gelse de, bir hastalık ifrazatı değil, bir “sıhhat” ifadesidir. Şehrinin mekanik “silüet”ine, gürültüsüne değil de “ruhaniyeti”ne meftûn olanların farkına varabilecekleri bir sıhhat alâmeti…
Şehrinden uzakta “gizli bir sürgün” gibi yaşadıkları hayat ve bu hayatın “iyileşmeyen acısı”nı dindirmenin yolu; hissiz-duygusuz bir hayat sürmek değil, bu acıyı ‘hayat iksiri’ haline getirebilmektir. Bunu yapabilmek için de illâ ki Troyat çapında bir edebiyat adamı mı olmak gerekir?
Bir Trabzon türküsünde “Ne dertlere dayandun, buna da dayan yürek !” şeklinde ifade edilen derîn acıyı biz, şehrinden uzakta olanlara söylenmiş kabul ediyoruz. Dayanmanın, tahammülün, meşakkatin ‘nasıl’ından çok ‘niçin’idir burada sözkonusu olan.
Bu yazımı yazmaya başladığımda “gizli sürgün” kavramını okuyan yanımdaki arkadaşım “sanki hapisten yazar gibi olmuş” veya “hapishane notları mı yazıyorsun?” dedi. Karşılıklı tebessüm ettik. İşte tam da o “manâ”dır şehrinden uzakta olarak şehrini yazmak ! Şehrinden uzakta yaşamak bir çeşit hapishane hayatı mı? … Daha da geriye gidersek; aslında insanın “dünya sürgünü”ne varırız… Dünyada ‘asıl’ âlem için bulunma ne ise, şehrinden uzakta şehri için bulunmak da o!
H. Keyserling ‘Bir filozofun gezi günlüğü’nde insanın yeryüzündeki ‘seyahat’ine ve sürekli ‘yeniden keşf’e dair şunları söyler: “.. İnsan, bütün bu deneyimler silsilesinden geçerek, yavaş yavaş aynı noktaya yaklaşır. Ben dünya seyahatime bu nedenle başlıyorum. Avrupa’nın artık bana vereceği bir şey kalmadı. Orada yaşam, varlığımı yeni gelişmelere itemeyecek denli bildik; bunun dışında da, fazlasıyla dar bir alana hapsedilmiş durumda. Avrupa’nın tamamı aslında aynı ruha sahip. Yaşamımın, varoluşu mümkün kılacak denli farklılaşacağı, anlayışın kişinin kavrama araçlarında kökten bir yenilenme gerektireceği, bugüne dek bildiklerimi unutmaya zorlanacağım, vb. enlemlere gitmek istiyorum. .. Sonunda benden ortaya ne çıktığına bakmak istiyorum. Eğer tüm koordinatları algılamış olursam, onların merkezini de belirlemiş olmam ve sonra da tüm zamansal ve mekansal rastlantıların ötesine geçmiş olmam gerekir. Eğer hayatta, beni kendime götürecek bir şey varsa, bunu ancak, dünyayı gezmek için vereceğim zaman başarabilir…”
Bu gezi günlüğündeki notlar, bana Wittgenshtein’in (daha önce de alıntıladığım ) sözünü tekrar hatırlattı: “İlk önce gezginliğe çıkmak gerek; ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri anlayabilirsin !”
İnsanın “sürgün” halini bir “ruh hastalığı”na dönüştürmeden yaşamasının değerini bilerek “geziye çıkmak”, hem yurdunu hem de ötekileri anlamanın kuralı gibi…
Şehrinizden uzaktaki halinizi bir an için “hapishanede” imişsiniz gibi düşünün… Şehriniz ruhunuzda nasıl mükemmelleşir, muhteşemleşir.
Keyserling’in gezi notlarını biraz deforme ederek yazımızı tamamlayalım: “Kendimi gerçekleştirmeme şehir ne kadar yardım eder? Bize genellikle, şehrin bunu engellediği söylenir; oysa şehir, uygun niteliklere sahip olanlara, ruhlarını sürekli yeni oluşumlara zorlayarak yardım eder. Benim için gerçekten bir şey ifade etmeyen izlenimler edindiğim için, zihnim, salt yeni maddiyat elde etmekten kazançlı çıkmıyor. Fakat sonra yine, bir bütün olarak psikolojik varlığım, kendini içinde bulduğu koşullara göre farklı farklı tepkiler veriyor ve bu farklılıklar, bugüne dek benden saklanmış olan gerçekliklere gözümü açıyor…”
Şehrimize bu idrakle bakabiliyor muyuz? Bakabiliyorsak şehir de bize kendisini bu yüzüyle gösterebilir. Aksi halde ne şehrimizi görebilir, ne de bu şehirde kendimizi bulabiliriz.
(Günebakış, 7 Temmuz 2010)
Şehrin insanı etkilemesi, insanın sadece ‘bakış’ıyla mı, yoksa insanın şehre sorduğu sorularla ve bu sorulara şehrin verdiği cevaplarla mı ilgilidir? Her ikisiyle de.
“Şehir nedir?” sorusu, ancak “şehir nasıl olmalıdır?”, “insanı nasıl etkilemelidir?” sorularıyla birlikte düşünüldüğünde/sorulduğunda tatmin edici bir cevap bulabilir. Cevap anlamlı olabilir.
Soruları soran ve cevap veren eğer “ârif”lerden ise, sorularının da cevaplarının da kitaplık çapta muhtevayı ve derinliği taşıdığından şüphe yok.
Bu bağlamda; aşağıdaki diyalog, bir şehri görmenin, onu tanımanın, onu hissetmenin, onunla bütünleşmenin ölçüsünü ve ruhunu ortaya koyar. Şehri “gördüğünü zannetme” ile şehri “hakikatiyle görme” arasındaki farkın idrak edilmesi, şehrin ne olduğunun hakikati, yâni şehrin gerçekliğidir. Şehrin bu gerçekliğini görüp, idrak ettikten sonra “demek ki bizim gördüğümüzü zannettiğimiz şehir değilmiş !” diyebiliyorsak, şehrimizi varolan hakikatiyle görmüş oluruz.
Büyük Velîlerden Cüneyd-i Bağdadî’nin talebesi, mektuplarında da bahsettiği Ebubekir Şiblî Hacc’a gidip gelen birisine çeşitli sorular sorup cevap aldıktan sonra şöyle bir soru daha sorar:
- Mekke'yi gördün mü?
- Evet- Mekke’yi görmekle değişik bir duyguya, hale büründün mü?
Adamın, “- Hayır” demesi üzerine, Şiblî:
“- Öyle ise sen Mekke'yi görmemişsin.” Cevabını verir.
Bu meşhur diyaloğun her sorusuna Şiblî’nin verdiği muhteşem ve derin cevaplarla birlikte, “Şehrin anlamı ve ruhu”nu yakalayabileceğimiz zamanüstü bir ölçüyü görüyoruz.
‘Şehirlerin anası” Mekke’yi anlamanın, kavramanın ve ona aidiyetin en üst ifadesi olan bu diyalog, önemli bir ölçü olarak şehrin insan üzerindeki tesirine de işaret eder. Bu diyalog, bir şehrin insan üzerindeki tesirine ve insanın şehirde bulunmakla şehri ‘görme’si arasındaki müthiş farka işaret ediyor. “Görme”nin ‘bakmak’tan ibaret olmadığı, fizikî bir yönelmeden başlayarak insan ruhunda bıraktığı iz ve tesir, yâni “hal” olduğuna işaret eder.
Yeryüzünde ilk inşa edilen şehir olan Mekke’nin ‘hangi mekânları barındırdığı’na ve üzerinde kimlerin yaşadığından kaynaklanan manâsı, bütün şehirlerin bürünmesi gereken manâ, muhteva ve ‘şehir karakteri’ne delâlet eder. Yukarıdaki diyaloğun ruhunu böyle kavramak gerekiyor.
Velî-Ârif’lerin gözünde bu manâya bürünen şehir, şehrin “ne olması gerektiği”, şehrin insanı nasıl kimyevî bir değişime uğrattığına dair önemli bir ölçüdür.
Şüphesiz Kâbe ve Mekke’nin mekân ve şehir olarak sembolik anlamının ötesinde bir ‘ruhu’ ve Hacc’da ifadesini bulan anlamı var. Şiblî’nin “sen Mekke’yi görmemişsin!” ihtarı, şehri ‘gözle görülenin kalple idrak’ edilmesi olarak anlamak gerekiyor.
Kendi şehrimize böyle bakabiliyor muyuz? Şehrimizi böyle görebiliyor muyuz? Böyle görebilmek için kimlere sahiplik ve nelere yataklık ettiğini bilmemiz gerekiyor..
Şehir kendini hissettirmeli !
Yaşadığımız şehrin de böylesine manalardan pay sahibi bir şehir olduğunu söyleyebiliyor muyuz?
Üstad Necip Fazıl, 1956’da yazdığı bir yazıda zamanın şehirlerinden bahsederken “taşını ve kumunu döken bir böbrek gibi en hayırlı sıhhat şartına kavuşmuş olmakla beraber, böbreğin taş yapma istidadından tamamen kurtulduğu ve bünyeden (toksin)leri yüzde yüz süzücü bir mükemmeliyet arzettiği..” diye bahsettiği steril şehirler, Şiblî’nin “görülmesi gereken şehr”inden pay almış şehirlerdir.
Şehrini arayanlar şehrini anlayanlardır..
Onlar ki; gözle bakıp kalple görenler, yâni hissedenlerdir…
Şehrini göremeyenler de şehrine bu gözle bakamayanlardır. Şehrinde şehriyle ‘hallenemeyen’lerdir.
Büyük ârif Yunus Emre “Bu çeşniyi tadana, kim ne vereler kana” der. Biz de bu anlamda “şehrimizi bir an olsun görüp, bu görmenin verdiği göz kamaşmasıyla başka bir şehre bakmayacağımız” bir idrak düzeyine ulaşabilirsek şehrimizden bir çeşni tatmış olacağız.
Ol şehir bizden, biz de ol şehirdeniz !
(Günebakış, 21 Nisan 2010)
Geçtiğimiz günlerde Trabzon/Of doğumlu, üniversite öğrenimini KTÜ’de tamamlayıp daha sonra Trabzon’dan ayrılan kadîm bir dostumla Ankara’da sohbet ederken konu şehrimize geldiğinde, mahzunlaşarak “Yıllar sonra zaman zaman Trabzon’a gittiğimde ürperiyorum. Bıraktığım şehir ortada yok” diyerek “20’li yaşlarının Trabzon’unu aradığını fakat bulamadı-ğı’nı söyledi… Devam etti: “Gençlik yıllarımda her gün beklediğim otobüs durağı, sevdiğim bir insanın sokağını ve evini görüyordu. Ben acaba gene o insanı görebilir miyim? Düşüncesiyle durağa gittim. Genç yaşlarımın şehrinde her gün beklediğim durağı bulamadım, O insanın sokağını ve evini göremedim. Yerinde o yılları hatırlatan hiçbir şey yoktu. Çünkü durak ortada yoktu, yeri değişmişti. Ben gene de bekledim. Bir güzel de ıslandım. Düşündüm: Niçin durağın yerini değiştiriyorsunuz? İnsanın azı dişi ile köpek dişinin yeri değiştiriliyor mu? Artık azı dişi-nin düştüğü yere yenisi gelmiyor. Birçok şehir mekanı gibi duraklar da insanla, şehirle kopmaz bir bütünlük, bir mana ifade ederler.
Oyun oynadığım yeri bulamıyorum. Her sokağını bildiğim şehri tanıyamıyorum. Herhalde bazı mekanları yıkmaya, bozmaya yerel yöneticilerin gücü yetmediği için onlar ayakta kalmış ama içinde hayat olmayan mekanlar… Bir şehir insanın gözünün önünde böylesine değişir mi? Ha-fızamı yokladım, önce sevdiğim şeyleri, sonra da şehrimi kaybetmişim.”
Dostumuz daha da derinleşiyor: “Şehrime gitmesem hatıralarım canlı duracak. Onlar orada var zannedeceğim. Ama gidip de bulamayınca hatıralarımı mezara gömmüş gibi orada bıra-kıp hüzünle geri dönüyorum.” diyor. Dostum, hatıralar ile Arkeologların kadîm şehirleri orta-ya çıkarması arasında ilgi kuruyor: “Tarih doğal olarak, kendiliğinden bir şehri örtüyor. Sonra kazıyorsunuz şehrin kalıntılarını buluyorsunuz. Ama bugünün yöneticileri ‘şehir kasapları’na dönmüş. Canlı olan her şeyi öldürüp parçalamış, dağıtmış. Parçaları da birleştiremiyorsunuz. Doğal afetlerin tahrip ettiği, örttüğü bir şehri, yıllar, yüzyıllar sonra bile bulabiliyorsunuz ama ben gittiğimde şehrimi bulamıyorum.”
Şehirle ilgili duyduğum, yaralarımı depreştiren önemli ifadeler..
Şüphesiz herşey değişiyor, dönüşüyor, mekân değiştiriyor, yıpranıyor… Şehir de öyle… Ancak değişme canlı olan, hatıralar taşıyan her şeyi ‘yoketme’yle özdeşleşmişse orada bir katliam var demektir.
İnsan topraktan, mekândan, oralardaki hatıralarından kopamıyor. “Nisyan ile malûl olsa” da gene unutamıyor. Önemsiz bir ayrıntı, bir sembol birdenbire hafızasına ok gibi saplanıyor ve onu derinlere götürüyor.
Nostalji bu mudur? Kelimenin kısırlığı “hatıra”yı karşılayamıyor. “Hatırlama” daha derin bir gerçeklik olarak insanı kuşatıyor.
Benim üç yaşında ayrıldığım fakat kopamadığım, yılda birkaç kez beni doğduğum topraklara çağıran şehrin sesini, dostumuz belki de daha derinden duyuyor ve hatıralarına yönlendiri-yor.
Şüphesiz her neslin, “bizim zamanımızda” diye başlayarak iç çekerek anlatacağı hatıraları var. Her “zaman” ayrı ve farklı bir zihniyete yataklık ediyor. Bu zaman da öyle. Ancak, İnsanoğlu, yaşadığı şehirde zamanın insan ve mekân üzerindeki hakimiyetini kaosa dönüştürüyor ve kendisine geçmişini hatırlatacak şeyleri “niçin tahrip etmemesi gerektiği” sorusunu soramı-yor. Modern zamanların kaotik şehir hayatı ve tedirgin şehir insanı bu soruya zaman bulamı-yor, bu soruyu sorduracak zemin bulamıyor! Hoş, sorsa da alacağı cevap, kendisinin hatırala-rıyla bir anlam ifade edemediği şehir oluyor.
Mühendis dostumun hesaba-hendeseye sığmayan bu duyguları beni de etkiledi. Bu duygular-la Ankara’dan Trabzon’a gelirken, yanımda getirdiğim kitaplar arasında Dostoyevski’nin “Be-yaz Geceler” isimli küçük ama hissî romanı, dostumun duygularını çağrıştıran, gözlemlerinin başka coğrafyalardaki yankılarıyla karşılaştırdı beni.
Dostoyevski, “Beyaz Geceler”de çok sevdiği, uzun süre yaşadığı ve eserlerinden birçoğunu yazdığı Petersburg’u roman kahramanının diliyle anlatırken şunları söylüyor:
“Neredeyse sekiz yıldır yaşadığım şu Petersburg kentinde bir tane bile tanıdık edinemedim. Ama tanıdık benim neyime? Zaten Petersburg’u baştan başa tanırım, onun için bütün kent kalkıp yazlığa gidince haklı olarak herkesin beni terk ettiğini düşünmeye başladım. Yalnız ba-şıma kaldığımı görünce de, büyük bir korkuya kapılarak üç gün neye uğradığımı anlamadın, kentin sokaklarında dolaştım, durdum…. Bütün yıl hep aynı saatte görmeye alıştığım kimsele-rin tekini bile göremedim. Onlar beni elbet bilmezler, ama ben onları tanırım, hem de yakın-dan tanırım, hepsinin de yüzü hatırımdadır. Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim üzüntümdür….. Evlerle de aram iyidir. Gezinirken birbiri ardından önüme çıkıp bütün pencereleriyle bana bakarak kimisi, ‘Merhaba! Nasılsınız? Eh, ben çok şükür iyiyim, mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar’, kimisi; ‘E, nasılsınız bakalım? Yarın beni onarıyorlar,’, kimisi de, ‘Dün az kalsın yanıyordum. Öyle korktum ki!’ vs. der gibidirler. Aralarında sevdiklerim vardır, kimisini oldukça yakından tanırım, bir tanesi de önümüzdeki yaz kendisini mimara te-davi ettirecek. Tedavi olurken, Tanrı esirgeye, başına bir şey gelmesin diye her gün uğrayaca-ğım oraya. Hele güzelim pembe bir evin öyküsünü hiç unutamam. Taştan yapılmış, ufacık, sevimli bir evceğizdi bu; hantal komşularına bakıp böbürlenmesini, bana bakarken de yüzü-nün gülmesini gördükçe ona karşı içim sımsıcak olurdu. Geçen hafta yanından geçerken başı-nı kaldırır kaldırmaz: ‘Beni sarıya boyadılar!’ diye acıklı bir ses işittim. Bir de baktım ki, ne gö-reyim!.. Haydutlar! Barbarlar! Ne sütun bırakmışlar, ne sundurma; hepsini kanarya sarısına boyamışlar! Kanım beynime sıçradı. Çin İmparatorluğu rengine boyanarak çirkinleştirilen za-vallı dostuma bakmaya dayanamayacağım için günden beri de semtine uğramıyorum.
İşte, Petersburg’u ne kadar yakından tanıdığımı artık anlamış bulunuyorsunuz. Nedenini orta-ya çıkarıncaya kadar bir tedirginliğin üç gündür içimi kemirdiğini söylemiştim. Sokakta canım sıkılıyor, ‘O yok, bu yok, öteki ne cehenneme gitti!’ diye evde kendimi yiyordum. Tam iki gece ‘Benim nem eksik? Burada niçin rahat edemiyorum?’ diye odamda kıvranıp durdum… “
İnsan yeryüzünde hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, topraktan, şehirden, hatıralardan kopa-mıyor. Kopunca da ‘hayattan’ kopuyor.
Bıraktığımız şehri bulabilmek istiyorsak, şehrimizle dertlenmek zorundayız!
Dostoyevski’nin sorusunu şehrimize aidiyet duyanlara sorarak bitirelim: “Yaşadın mı yoksa yaşadığını mı sanıyorsun?”
(Günebakış, 4 Ağustos 2010)
Geçtiğimiz hafta Pakistan’dan dönen kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’la telefonda görüşürken, oradaki müthiş sel felaketi ve getirdiği sefalet içerisinde bile insanların son derece tabii bir şekilde hayatlarını sürdürdüklerini, son derece kötü şartlara karşı nasıl mukavemet ettiklerini, felaket şartlarında yaşamakla normal şartlarda yaşamak arasında sanki hiçbir fark yokmuş gibi yaşadık-larını gözlemlediğini ifade etti. Bir yandan olağanüstü şartlarla mücadele ederlerken diğer taraf-tan davranışlarındaki insanîliği/tabiliği gördüğünü belirtti. İsyan, panik, huzursuzluk yok. Maddî hiçbir şeyi kalmamış insanın huzuru ile her şeye sahip insanın huzursuzluğu/tedirginliği arasındaki müthiş fark gibi… Devamla… Bizim burada her türlü alet-aygıt çeşitliliği ve teknoloji konforu (cep telefonu, bilgisayar, vs.) içerisinde nasıl sıkıntılı, kaotik bir günlük hayat sürdüğümüze vurgu yaptı.
Burada ise; bir saat cep telefonundan ayrı kaldığımızda hayatımızın nasıl altüst olduğunu, nasıl krizler geçirdiğimizle, cep telefonumuzun yanımızda olmadığı zaman kendimizi nasıl müthiş bir yalnızlık ve güvensizlik içerisinde hissettiğimizle ilgili konuştuk. Sözü Şarlo’nun meşhur “makine örneği”ni hatırlattı. Kimbilir, belki bir gün biz de bu “teknoloji kuşatılmışlığı”nda üzerimizde-ki/etrafımızdaki teknoloji aygıtlarının robotu (tutsağı zaten olduk) haline geleceğiz. Şarlo’nun insanın kontrolünden çıkan teknolojinin nasıl bir traji-komik sonuçlar doğurduğunu Üstad Necip Fazıl’ın ifadelerinden okuyalım:
“Bugünün en büyük problemi makine meselesidir. Şarlo’nun makine ile alayı, o kadar zariftir ki, ancak ruhçu telâkkiye yakışabilir. Meselâ: Bir filminde, bir fabrikada iş tasarrufu için her şey alete dökülmüştür. Amele, soframsı bir yerde oturur. Makine gelir bir kolla ağzına yemek verir, son-ra başka bir kolla da ağzını siler. Makinanın yemek veren kolu bozulur, havada işler ve yemekler yere dökülür. Fakat diğer kol tarafından aç adamın ağzı silinir. Şimdi bu komiklik midir, yoksa ağlatıcı fikir mi? Tam da maddeciliğe zıt...”
Aslında teknolojinin muhasarası altında ve his iptali içerisinde bu hali yaşıyoruz…
Daha sonra gazetelere bakarken birden “Afganistan kentleri New York’tan daha güvenli!” başlıklı bir haber gözüme takıldı. Haberi okuduğumda Hüsnü Kılıç’la sabah aramızda geçen konuşmanın sanki devamı mahiyetinde bir metin gibiydi. BBC ve Reuters’in dünyaya Kabil’den geçtiği haberde NATO yetkilisi Mark Sedwill, bombaların günlük hayatın doğal bir parçasına dönüştüğü Afgan kentlerinin çocuklar için Londra ve NewYork’tan daha güvenli olduğunu belirtiyordu. Sedwill, Kandahar da dahil olmak üzere, Afganistan’ın büyük kentlerinde yaşayan çocukların ‘muhtemelen Londra, New York, Glasgow ve dünyanın diğer büyük kentlerinden daha güvenli bir ortamda yaşadığını” belirtti. Sedwill “Afganistan’ın aile odaklı bir toplum olduğunu ve bu çerçevede biraz köylerden oluşan bir kent gibi görülebileceğini” söylüyor.
NATO yetkilisinin sözleri aslında Doğu ve Batı toplumlarının tarihsel genetiklerine kadar uzatıla-bilir. Bu genlerde yatan “güvenlik” algısı birbirinden çok farklı…
Gerçeklerden çok imajların ‘pazarlandığı’ modern zamanların batısında doğu imajının, doğu şe-hirlerinin de ‘istedikleri ve kurguladıkları biçimde pazarlanan’ şehirler olduğunu söylemeye gerek yok. Doğu şehirleri ve şehir hayatı batının doğuya yönelik ‘kurgu ihtiyacı’nı istediği zaman giderebilse de NATO yetkilisinin sözü bu kurguları bazen bozuyor.
“Batının doğu imajı”nda “Batı şehirlerinin güvenli, doğu şehirlerinin ise güvensiz olduğu” sürekli vurgulanır, servis edilir, zihinler bu yönde şartlandırılır. Bu yargı batı’nın tarihsel genetiğinin değişmez bir parçasıdır. Hatta batının doğuyla ilgili tarihsel yargıları bu temellendirme üzerine kurulmuştur. Ancak kimi gezginler ise bu yargının aksine doğunun son derece insanî olduğunu, gidip gördükleri doğu şehirleri ve insanlarından bizzat gördükleri yakınlıkla kayda geçirmişlerdir.
Güvenlik, temelde insanî bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaca gerek duyulmayacak çevre şartları oluşturul-duğunda “güvenlik ihtiyacı” diye bir şey sözkonusu olmaz. Batı’nın “güvenlik” algısı ile Doğu’nun güvenlik “algı”sı referanslar temelinde farklılık taşır. “Güvenli Şehir” batıda katil, uyuşturucu müptelası, sarhoş, psikopatların sürekli kontrol altında tutulduğu, onların her an suç işleyeceği düşüncesi ile takip edildiği ‘polisiye’ bir anlayış temeline dayanır.
Doğu’daki “Güvenli şehir” algısı ise; sokaklarında gece ve gündüz “suç işlemeye meyilli” olma ihtimali olmayan, böyle bir “güvenlik” algısının idraklerde yer bulamadığı bir anlayıştır. Batı’da müthiş “bireycilik”ten kaynaklanan ailede sağlanamayan “güven” ve “güvenlik”, Doğu’da ahlâkın da ötesinde bir “aile değeri”dir.
Üzerine her gün tonlarca bombalar yağmasına rağmen hayatını sürdüren Doğu toplumundaki insana/çocuğa karşı, Batı toplumunda bir saat elektriğin kesilmesiyle nasıl bir şehir yağmacılığı yaşandığına sık sık şahit oluyoruz.
İki zihniyet dünyasının insanı, şehir ve güvenlik algısı iki farklı dünya oluşturuyor. Farklı çünkü, referansları, kaynakları farklı.
Batı’nın oluşturmak istediği/oluşturduğu siyasî doğu imajına rağmen bugün elimizdeki batılı gez-ginlerin not defterleri, gezi notları Doğu toplumlarının yaşamlarıyla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler içerir. Doğu şehirlerinde şahit oldukları basit bir davranış biçiminin kendileri için ne kadar hayret verici olduğunu yazarlar. Sadece insanlar için değil, hayvanlar için bile son derece güvenli doğu şehirlerine ilişkin seyyahların notları batı için sadece “ilginç” ve “hayret” edilecek enstantanelerdir. İşte bir tek örnek: İtalyan roman ve hikâye yazarı Edmondo de Amicis 1874’te geldiği İstanbul’daki günlük hayat karşısında uğradığı şaşkınlık ve hayranlığı şöyle anlatır:
“Buradan gelip geçen seyyahların, şehre adım atar atmaz akılları başlarından gitmiştir. Pertusier’nin dili dolanır, Tournefort dilin aciz kaldığını söyler, Pouqueville başka bir alemde olduğunu sanır, La Croix mest olur, Vikont Marcellus kendinden geçer, Lamartine Tanrı’ya şükre-der, Gautier gördüklerinin gerçek olduğundan şüpheye düşer; her biri görüntüleri üst üste yığıp üsluplarını parlatarak düşüncelerinin altında sefilce ezilmeyecek ifadeler bulmak için kendilerine beyhude yere eziyet ederler…”
Sadece insanlar için değil, tüm canlılar için Doğu şehirleri Batı şehirlerinden çok daha güvenli ve yaşanılır. Gene Amicis’ten okuyoruz:
“… serçeler çekinmeden evlere girer çıkar ve çocukların, kadınların ellerinden yem yer; kırlangıç-lar kahvehane kapılarının üstüne, çarşıların tonozlarının altına yuva kurar; sultanlar ya da şahıs-ların katkısıyla beslenen sürüyle güvercin, kubbelerin saçakları boyunca ve minarelerin şerefelerinin altında beyazlı siyahlı kümeler oluşturur; martılar sevinçle uçuşur, binlerce kumru mezarlık-lardaki servilerin arasında sevişir… “
Yabancı bir seyyahın İstanbul’daki bu gözlemi bile batının “kurgulanmış doğu imajı”ndaki vahşiliğe ciddi ve yerinde bir cevaptır. Sadece İstanbul’da değil, bütün doğu şehirlerinde aynı duyarlılığın varolduğuna şahit oluyoruz.
Şehirlerimizde aletlerin, aygıtların, teknolojinin anaforunda kaotikleşen hayatımızda şikayet etmeyi varlık nedeni haline getirmek için var gücümüzle çabalıyoruz.
Hayatınızı nasıl kurgularsanız finali de o şekilde oluyor.
(Günebakış, 1 Aralık 2010)
Modern zamanlarda insan şehirde ontolojik-varlığa ilişkin bir acı mı çekiyor? Yoksa şehrin insanı boğan, ürküten, ezen, insanî olan her şeyi öğütücü bir ‘değirmen’e dönüşen yapısı mı onu huzursuzluğa itiyor? Eğer modern zamanlar insanı bunun farkında ise şehirde hâlâ insanî bir ‘hücre’ yaşıyor demektir.
Modern zamanlarda şehirden kaçmanın imkânı yok. Şehirden korunmanın imkânı var mı? Şehir bir saldırı aygıtına mı dönüştü de insanın korunması sözkonusu olsun? Evet! Peki nereye sığınacak insan?
Kimseyi şehirden köye tersine göçe davet etmiyoruz. Köy de şehir de iki ayrı yaşama mekânı olma özelliklerini neredeyse kaybetmiş durumda. Birinden kaçıp diğerine sığınmak imkân dışı. Kaçsanız da gelip sığındığınız yer emniyetli değil. O halde ne demek istiyoruz? Zorlama da olsa nasıl bir koridor açmaya çalışıyoruz?
Bu soru/soruları sorup cevaplar ararken, 1938 yılında Müslüman olan İngiliz yazar, araştırmacı ve kültür adamı Martin Lings’in Türkçeye de çevrilen Hz. Peygamber’in hayatını anlattığı eserinin “Çöl” bölümündeki tesbit ve vurgularıyla karşılaştık. Lings’in yorumları yukarıdaki sorulara cevap koridorları aralayan bir nitelikte.
Lings, Hz. Peygamber’in doğduğu Mekke şehir şartlarını anlatırken ilginç yorumlarda bulunuyor. İlk plânda iyice nüfuz edilmeyince fark edilemeyen yorumlardan bazı kesitleri buraya aktararak, modern zaman şehirleriyle mukayesesini yapalım:
Şöyle diyor Lings, Hz. Peygamber’in çocukluk yıllarındaki Mekke’yi ve şehir insanını anlatırken:
“….. onlara Mabed’in etrafında evler yapmalarını söyleyene dek yarı göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Sabit yerleşme tabii ki kaçınılmazdı, fakat bu türlü yerleşme sakıncalıydı. Soyluluk ve özgürlük birbirinden ayrılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü. Çölde bir insan, mekâna hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme sayesinde de bir bakıma zamanın baskısından kurtuluyordu denebilir. Çöl insanı, çadır bozarak dünlerini savabiliyordu; zamanı ve yeri henüz belirlemediği için yarın, bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu. Onun bir yerde sürekli kalmakta oluşu her şeyi çürütüyor ve –dün, bugün, yarın- zamanın gayesi haline getiriyordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şaşırmışlık ve tembellik onların duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve tetikte oluşunu köreltmek için hazır bekliyorlardı. Orada her şey, hatta insanın sahip olduğu en önemli özellik olan dil bile bozuluyordu…. “
Lings’in yorumları-satırları modern dünyanın insanın hürriyetini nasıl elinden aldığını görmesi, farketmesi için yol gösterici bir kılavuz gibi. Eski insanın, belki şehirli olmayan ama kendine yeten ‘huzuru’ ile varlığa ve hayatın anlamına nüfuz eden yapısıyla, modern zaman şehirlerinde yaşayan insanının ‘husursuzluğu’nu bir düşünün!
İlginçtir ki insan modern zaman şehirlerinde mekâna hükmetme bilincini kaybetmiştir. Bunu kaybedince de mekân ve bütünüyle şehir insana işkence ederek ölümünü hazırlayan bir düşman haline gelmekte.
İnsan da çaresizlik içinde bu işkenceleri yaşayan ancak, ‘anestezi altındaki bir hasta’ duygusuzluğuyla tepki veremeyen bir ‘canlı’ olarak hayatını sürdürüyor.
Modern zaman şehirlerinde dün de bugün de yarın da bütünüyle “hüsran!”.
Lings, “Şehirler bozulma yerleriydi” derken 14 asır önceyi anlatsa da aslında bugünün modern zaman şehirlerini işaret ediyordu. O zamanın insanı ‘bozulmuyor’du, özgürlüğün ne olduğunun bilincindeydi ve özgürlüğüne sahipti. Düne, bugüne ve yarına hakimdi.
Peki ya bugünün insanı ve şehirleri?
Görüntüsü de gerçeği de gayr-i insanî!
Bakın yaşadığınız şehre! Ne göreceksiniz? Ne yazık ki, bu hız ve ihtirasla insanın şehrin caddelerinde, mekânlar arasında sadece ‘yiyecek arayan’ mikroorganizmalara dönüştüğünü göreceğiz!
Böyle bir akıbetten ancak insanı insana, şehri şehre iade etmekle kurtulunabilir.
Kâhin değiliz, fütürist hiç değil. Sadece çıktığımız yolun, yaşadığımız şehrin bizi nereye götürdüğünü miyop olmayan bir gözle görmeye çalışıyoruz.
(Günebakış, 25 Ocak 2012)
Üstad Necip Fazıl “Hesaplaşma” isimli konferans-kitabında Şeyh Sâdi’nin insanı hakikatiyle kuşatan “bir damla kan ve sayısız endişe” tanımına ‘fikir… endişe… harikulâde tarif’ diyerek vurgu yapar. Büyük âriflerin insana dair bu ve benzeri muhteşem tanımları vardır. Gene Pascal’ın “yapayalnız ölürüz” sözüne de Üstad bazı eserlerinde vurgu yapar. Bu sözlerden yola çıkarak, insanın yeryüzünde/yaşadığı şehirde ‘yalnızlığı’nı idrak eden değil, onu yokluğun ve yoksunluğun avucunda bir nesneye dönüştüren modern zamanlar, insan-şehir ilişkisinde de insanı hakikatinden koparmıştır.
Bu bağlamda Rus romancı Maksim Gorki ilk defa 1898 yılında yayınlanan ancak bugüne kadar Türkçeye çevrilmeyen “Okuyucu” isimli hikâyesinde yazılışından 114 yıl sonraki modern zamanların insanını konuşturuyor ve aynı zamanda ona sesleniyor.
Gorki’nin kahramanı ‘varlığını-ben’ini sorgularken aslında düştüğü nihilizm bataklığında çırpınıyor. Modern zamanların insanı, kendi inşası olan şehirde aynı nihilist ruh haliyle mânâ ve hakikatini unutuyor, kaybediyor.
Gorki’nin hikâyesinden bazı kesitleri Kenan Duru’nun çevirisinden aktarıyoruz:
Günümüzün bilinci öyle soğuk ve katı ki, basit ve açık olana karşı tamamen körelmiş, bir şeyleri ısıtıp yumuşatmaktan o yüzden mahrumuz: Biz kendimiz de soğuk ve katıyız. Sanırım bizlerin yeniden güzel düşlere, hayallere ve tuhaflıklara ihtiyacı var, zira berbat renklerle kurduğumuz hayat cansız ve sıkıcı! Bir zamanlar tutkuyla inşa ettiğimiz gerçeklik çöktü çünkü. Çökerken bizi de ezdi… Peki, nedir çare? Bir de hayal gücünden yararlanmayı deneyelim, belki insanın kısa bir süreliğine tekrar doğrulmasına ve dünyada yitirdiği yeri –yitirmemiş midir?- yeniden gözden geçirmesine yardımcı olur. Ne yazık ki insan artık dünyanın efendisi değil, hayatın kölesi, yeryüzünün biricik aslî varlığı olmanın gururunu kaybetmiş, realitenin dayatmalarına saygıyla boyun eğer hale gelmiştir. Öyle değil midir sence de? Kendi icad ettiği gerçekliği ise –matah bir şeymiş gibi- değişmez kanun ilân etmiştir! Bu kanunun boyunduruğuna girmekle insan, hayatın özgürlüğüne giden yolda önüne engel koyduğunu, özgürlük için onu kırıp parçalama hakkına sahip olduğunu idrak etmiyor.
Zaten o artık savaşmıyor, sadece uyum gösteriyor… Hem, ne için savaşacak? Uğruna kendini kahramanca feda edebileceği idealleri nerede? İşte budur onun can sıkıntısının ve içler acısı hayatının yegâne sebebi, işte budur insandaki yaratıcı ruhun pörsümesinin yegâne sebebi… Bazı körler aklı coşturarak bir şeyler arıyorlar, bari insanlarda yeniden inanç tesis etselerdi…. Ne dersin?
Gorki, kahramanının diliyle devam ediyor:
“..Beni hayata karşı ihtiraslı kılacak hiçbir şey yoktu, kalbim bir ölü gibi soğuk, zihnim baygın bir uykuda gibiydi, muhayyilemin sundukları ise sadece birer kâbustu. Nicedir, günler ve geceler boyu kör, sağır ve dilsiz biri gibi yaşamıştım, ne bir şey arzulamış, ne de anlamıştım. O an bana öyle geldi ki bir ölüydüm ben, bir yanlış anlama sonucu halâ gömülmeyi bekleyen bir ölü. Böyle korkunç bir hayat sürmekten daha beteri ise yaşamanın çok daha güçlü bir iradeyi gerektiriyor olmasıdır. Zira ölüde daha az anlam, daha çok karanlık vardır… Muhtemelen, nefretin verdiği hazzı bile terk etmiştir o…”
“… İnsanların hafızasını yine onların hayatlarından çekip çıkardığın yığınla fotoğraf karesiyle doldurup çöplüğe çevirmekle onlara zarar vermiş olabileceğini hiç düşünmüyor musun?.... İnsan et ve deri giydirilmiş koca bir kemik yığınına dönüşmüş durumda ve bu iğrenç kütleye hareket veren de ruh değil, şehvet arzusudur. Ona ihtimam gerekiyor, henüz insanlığını daha tam kaybetmemişken onu hayatta tutmaya acilen! Bir çare üretmelisiniz! Fakat sizler sadece inleyip sızlanarak, ah vah çekerek veya onun çürüyüp kokuşmasını kaleminize kayıtsızca dolayarak onu yaşamaya nasıl iştiyaklı kılabilirsiniz ki? Hayata çürümenin kokusu sinmiş; korkaklık ve kölelik kalpleri istilâ etmiş… İğrençliğin bu kaos ortamına katacak neyiniz var?"
Gorki’nin kahramanı hayat ve varlığa ilişkin daha birçok şey söyledikten sonra;
“- Evet, gidiyorum… gene görüşeceğiz. Bekle!” der muhatabına ve gider.
Ve Gorki hikâyenin sonunda konuşur: “Nasıl gitti? Hiç farkına varmadım. Gidişi ani ve sessizce oldu, kaybolan bir gölge gibi… Ben ise uzun bir süre daha parkta oturduğum bankta kalmaya devam ettim; ne dışarıdaki soğuğu hissetmiş ne de parlak ışığıyla donmuş ağaç dalları üstünde parlayan güneşi fark etmiştim. Aydınlık günü ve her zamanki gibi ışıl ışıl parlayan güneşi görmek tuhafıma gitmişti. Kar örtüsüne bürünmüş bu yaşlı, yorgun yeryüzü güneşte göz kamaştırıcı bir parlaklıkla parlıyordu…”
Sâdi’nin “kan ve endişe”diye tarif ettiği insanı Gorki başka bir yerde konuştururken aynı noktaya mı varıyor? Aynı yerde konuşsalar da ayrı referanslardan yola çıkıyorlar.
Bakın şehrinize… Şehrinizin yaşlı ve yorgun gövdesinde barındırdığı modern zamanlar insanının Gorki’nin nihilist objeye dönüşen insanından farkı kaldı mı?
İfade edemesek de, hissettiklerimizi yoğunlaştıramasak da aslında şehirde bu haldeyiz. Endişeli değil şaşkın ve çaresiz… Gorki’nin insanı gibi arayış içindeyiz belki ama neyi aradığımızı bile bilmiyoruz.
Aradığımız bize çok uzakta belki. Belki yanımızda, yanıbaşımızda. Ama ona uzanacak mecalimiz var mı? Onu anlayacak idrakimiz, onu görecek ruh gözümüz? Bir çağ depreminin, sarsıntıların, uzayıp giden korkunç çığlıklarla dolu bir yüzyıl mağarasının içindeyiz. İmanın, vicdanın, parçalanmamış bir vicdanın bizi terk edip gittiği o korkunç bulamacın içinde ağrılara, yıkımlara uğramış halde bekliyoruz. Ama neyi?
Çağımızın ve şehrin insanına çok mu ütopik ve ekstrem yaklaştık?
(Günebakış, 1 Şubat 2012)
Kadîm şehirler tarihî süreçte kaçınılmaz olarak önemli dönüşümler geçirse de bu şehirlerin ruhu, hafızası, varlıklarını bazı sokaklarda, bazı mekânlarda, bazı şehir mobilyalarında devam ettirirler. Artık zamanını kaybetmiş, sahipsiz kalmış öksüz bir çocuk gibi yaşasa da, sessiz ama bir o kadar güngörmüş bu sokaklar-mekânlar o şehrin tarihî aynasıdır, tarihe açılan kapısıdır. Aynı zamanda hayata açılan kapısı…
Kendisini modern zamanlara taşıyabilen kadîm şehirlerimizin hemen hepsinde bu tür tarihî sokaklar-mekanlar varlıklarını sürdürmektedirler. Bu mekânlar adeta şehrin “gen örneği”dir. İstanbul’da, Bursa’da, Konya’da, Amasya’da, Manisa’da, Erzurum’da vs. şehrin ‘tarihî gen’lerini yaşatan örnek mekânları-sokakları-mahal’leri görmek mümkün…
Trabzon da, muhteşem ve zor coğrafyasının verdiği avantajla bu tür ‘gen örnekleri’ni bugüne taşıyabilmiş ender şehirlerden birisidir. Bütün tahribat ve yıkımlara rağmen direnen coğrafyası bugünlere kadar gelmiş fakat artık yorgun düşmüştür. Bu konuda Çömlekçi önemli bir ‘gen örneği’dir. Trabzon’un tarih-i kadîminden bugüne kadar şehrin hafızasını taşıyan önemli bir mahalle, önemli bir mekândır. “Çömlekçi Yokuşu” kavramı, kısa mesafeli bir yokuşun ötesinde bir anlam taşır. Burada kimlerin hatıraları yok ki? Hangi sanatçının, hangi mütefekkirin, hangi şairin, gezginin hatıraları yok ki? Yaşlı-genç-çocuk herkesin Çömlekçi’ye dair hatıraları vardır. “Çömlekçi Yokuşu” adeta Trabzon’un hafıza defteridir.
Şehirler modern zamanlarda kendisini “yenilenmiş yüz”leriyle gösterebilmeli! Doğru. Ancak bu yenilenmiş yüzlerini onun tabii organizmasından kesip koparmak ve yerine protez bir organ koymak o bünyeye sokulmuş bir yok edicidir. Devamla vücudun diğer organlarını da çürütecek bir etkiye sebep olacaktır.
Çömlekçi yenilenmeli! Şehirde bugünkü haliyle eskimiş, arkaik bir mekân görüntüsü vermesi hoş değil. Coğrafî varlığı, dokusu, şehrin tarihî siluetiyle uyumu korunarak dönüştürülebilmeli! Ancak, “dönüşüm” denen o uğursuz kelime adına işlenen cinayetleri gördükçe insanın şimdiden şehre ‘elveda’ demesi kaçınılmaz. Kanaatim odur ki; yenileme adına yapılacak her şey artık “eski Çömlekçi”den izler, hatıralar taşımayacaktır.
“Değişim talebi” diye bir kavram var. Çömlekçi bugünkü yorgun haliyle ‘şifa arayan’ bir organ gibi bu talebini bize iletiyor. İletiyor da, bu talebi karşılayacak idrak ve inşaya sahip şehir yöneticisi var mı ki bu talebi karşılayabilsin?
Çömlekçi’yi yok etmek, hatıraları, şehri, insanı yok etmekle eş anlamlıdır. Ruhuna ve maddesine sadık kalarak yeniden inşa etmek ise onu ‘ihya etmek’tir. ‘Çömlekçi’ isminin bile Trabzon için nasıl ‘yaşayan’ özel bir mekân ismi olduğunu söylemeye gerek var mı? Onun için endişe ediyoruz. Endişemiz Çömlekçi’nin kurtarılması adına yok edilmesi! Çömlekçi’nin yıkımı Trabzon’un yıkımıdır. Veya şöyle de söyleyebiliriz: Çömlekçi’nin ihyası Trabzon’un ihyasının ilk adımı olmalıdır. “Yıkım”la “ihya” bu anlamda karmaşık duygulara sevk ediyor bizi. Endişemiz: Çömlekçi’nin ihya değil imha edileceği yönündedir!
Bugünkü kaosu, çirkinleştirilmiş, bakımsız, kontrolsüz ve denetimsiz bırakılan haliyle sanki kasten bu hale düşürüldü diye düşünüyoruz. “Artık dönüştürmekten başka çare kalmadı!” denilerek bu tarihî mekânda yeni projeler uygulansın diye bu hale getirilmiş olmasın? TOKİ’nin himayesinde gerçekleşecek “Çömlekçi Kentsel Dönüşüm Projesi”nden endişe etmekte haklı olduğumuzu belirtmeye gerek var mı?
Endişemiz odur ki; Çömlekçi’ye “kentsel dönüşüm” adına girecek ilk kazma, ilk iş makinesi adeta insan vücuduna aniden saplanan hançer gibi olacaktır! Korkarız ki; bir operatör mahareti ve duyarlılığıyla değil nobran bir modernist yaklaşımla Çömlekçi bir daha onarılamayacak bir şekilde tahrip edilecek. Şehirlerimiz bu endişelerimizi haklı çıkaracak uygulamalarla dolu.
Şehirlerin bir köşesinde garip, sakin ve fakat vakur bir biçimde varlığını sürdüren, adeta modern zaman mekanlarına karşı şehri savunan Trabzon’daki Çömlekci gibi mekânların “artık şehre yakışmıyor” kompleksiyle ‘kentsel dönüşüm’ adına yok edilmesi karşısında herkes sessiz. Hatta bu tahribatlara aldırmıyor. Karşı çıkanlar ise marjinal tepkiler olarak görülüyor.
Bizim derdimiz; çömlekçi gibi mekânların pejmürde durumunu korumak değil, coğrafyayı tahrip etmeden, coğrafyanın yapısına müdahale etmeden, örselemeden bugüne taşıyabilmek. Uygulanacak projeden kullanılacak malzemeye kadar müzelik ve sadece ‘görüntü’den ibaret değil, bugünkü canlılığını yarına taşıyabilecek ‘yaşayan’ bir Çömlekçi ortaya çıkarabilmek. Yani Çömlekçi’yi ‘kendi kalarak yenileyebilmek’... Bu da işlerin en zoru veya en kolayı…
İşin faili olan Trabzon Belediye Başkanı “TOKİ ile görüştüğü”nü ve “Çömlekçi’de kentsel dönüşüm projesi konusunda Trabzon halkına söz verdiği”ni ve “bu sözünü yerine getireceği”ni, “görev süresinin sonuna kadar mutlaka Çömlekçi’de yıkımların başlayacağı”nı söylüyor. Kongre merkezi, beş yıldızlı otel, iş ofisleri ve konutlardan ibaret projenin orijinal bir tarafının olmayacağı gayet açık.
Belediye Başkanı nasıl bir “şehir sorumluluğu” taşıması gerektiğinin farkında mıdır, bilmiyorum. Bildiğim ve gördüğüm tek şey; şehir idrak ve ihyası konusunda “dünya görüşü”ne sahip bir şehir yöneticisine henüz rastlamadığımızdır. İsterdik ki Trabzon bu konuda adım atsın, çığır açsın. Canlı bir organizma gibi şehir “nasıl” kendini yeniler ortaya koysun. Ancak bu konuda da “eyvah!” diyeceğimizden şüpheniz olmasın!
Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan “urbiside: şehir soykırımı”, 2000’li yıllarda tüm hızıyla devam ediyor. Şehri ‘dönüştürme’ adına!
Rahmetli Muhakkik Mimar Turgut Cansever bu konuya dikkat çekiyor: “Ülkemizde asır başında var olan Osmanlı mahalle, yol, konut dokuları, maalesef yanlış bir değerlendirme sonucunda yetersiz, büyük bulvarlara sahip olmadıkları için imar edilmemiş addedildi ve bu şehirlerin “mamur”, imar edilmiş hale getirilmesi için yeni şehir planları yapıldı. İmar planı adı verilen bu planlar ile ilk aşamada şehirdeki topografyaya uyarak vücuda getirilen yol şebekeleri cetvel ile çizilip, bulvar özentilerine dönüştürüldü. Bu arada tarihi mimarlık mirasının emsalsiz güzellikteki evler yıkılıp yolun iki yanına apartmanların inşasını emreden planlar uygulandı...”
Cansever önce “imar planlar” sonra “ıslah planları”na dikkat çekerek şehirlerimizin nasıl dokularının tahrip edildiği ve insanlarımızın nasıl gayr-i insanî bir çevreye ve mekânlara mahkûm edildiklerine işaret ediyor. 2000’li yıllarda da bu katliam ve mahkûmiyet “kentsel dönüşüm” adı altında yapılıyor.
Bilmek gerekir ki; şehir sadece ekonomi-politikten ibaret değil. Hatta şehir için en son düşünülecek şey ekonomi-politik. Şehri böyle görmek ve her şeyi ekonomi-politiğe göre tasarlamak şehri ‘yaşanılır’ olmaktan çıkarmaktır.
Kimileri için sıradan bir mahalle ismi veya yokuş olsa da Çömlekçi bir mahalleden, bir yokuştan öte bir manâya sahip… Şehirle bütünleşmiş bir sembol… Bu sembol yok edilmemeli, kentsel dönüşüme kurban edilmemeli!
Kentsel dönüşüm adına, doğduğumuz, yaşadığımız kente “ait” olmaktan şüpheye düşeceğiz. Kısa insan ömründe belli bir zaman sonra, sadece şehrin mekânlarına bakıp ‘acaba bu şehre mi aidim?’ diye dehşetle soracağız.
(Günebakış, 23 Mart 2011)
Yerli olduğu “zannedilen”, yerli “kıyafetleri” taşıyan, yerli gibi “konuşmaya çalışan” şehir yöneticilerinin şehirlerine verdikleri zarar, yaptıkları kötülükler, işgalcilerin-istilâcıların yaptıklarıyla mukayese edilemeyecek derecede vahimdir.   Bu iki tür “istilâcı” arasındaki fark şu ki; birisi ‘bizden zannedilerek’ tedricen, yavaş yavaş, hissettirmeden, bazı kavramlarınarkasına sığınarak şehri tahrip ediyor, diğeri ise doğrudan.
Tarih, medeniyet, mimarî, estetik ve yaşanılabilirlik perspektifinden şehrimize bakabilecek yabancı bir gezginin şehirlerimizin bugünkü hali için vereceği ilk hüküm; “bu şehirlerin büyük bir istilâya, tahribata uğradığı” olacaktır. Bir başka hüküm ise; “bu şehirlerin hiçbir şahsiyetlerinin kalmadığı ve şehir yöneticilerinin şehirlerini şahsiyetsizleştirmek için elinden geldiğince gayret ettiği”, bir başka hüküm ise; “bütün bu şehir tahribatlarına-katliamlarına rağmen acaba şehirde hiç mi yaşayan yok? Hiç mi tepki veren yok? Şehir bütünüyle boşaldı mı yoksa?” şeklinde hayret dolu ifadeler olacaktır.
Bu üç tamamlayıcı hüküm ışığında yaşadığımız şehre bakın. Eğer tarih, medeniyet, mimarî, estetik ve bunların tümünün sonucu olan “yaşanabilirlik” konusunda bir fikriniz ve pratiğiniz varsa bizi bu hale mahkûm ve mecbur edenlere karşı koymak, şehrimizi ve kendimizi korumak gibi bir mükellefiyetimizin olduğunu anlarsınız.
Çünkü şehir adına yapılan her şeyin, her türlü tahribatın yapılandan daha büyük ve dehşetli bir şekilde bize döndüğünü, bizi boğacak uygulamalar olduğunu düşündüğümüzde hem şehrimizi, hem de kendimizi ‘kurtarma’ adına mevzilenmemizin kaçınılmaz olduğunu görürsünüz.
Nasıl bir mevzilenme? Siyasî iradeye ve onun emrindeki şehir yöneticileri ve uygulamacılara karşı en azından “yüksek sesle” şehrimize sahip çıkma adına ne gerekiyorsa o yönde mevzilenmeli, duruş sergilenmelidir. Hatta şehri korumanın varlığımızla kaim bir ödev olduğu bilinciyle şehre sahip çıkabilmeliyiz.
Nasıl? İşte bütün mesele de bu…
Şehrimizi bir “ibadet bilinciyle” korumalıyız.  Çünkü tüm insanî oluşların gerçekleştiği ‘büyük mekân’ şehirdir.  Örneğin muharref Tevrat’ın Mezmurlar Kitabı’nda Küdüs’le ilgili şu cümleler yer alır:
“Ey Yeruşalim, seni unutursam,
Sağ elim kurusun.
Seni anmaz,
Yeruşalimi en büyük sevincimden üstün tutmazsam,
Dilim damağıma yapışsın! “
Bir şehre aidiyetin “yemin”le bağlandığı, şehri bir “ibadet tutkusu”yla sevmenin, onda yok olmanın, her an onunla vecd halinde olmanın ifadesidir bu satırlar.
Bir şehre sahip çıkmanın ibadet haline geldiği ve bu ibadetin vazgeçilemezliğinin ifadesi olan böyle bir yemin aynı zamanda ertelenemeyen, devredilemeyen bir mükellefiyetin, geri dönüşü olmayan bir yürüyüşe çıkmanın ifadesidir.
Bizim için de böyle değil mi? Hz. Peygamberin “şehirlerinizi ihtişamlı yapınız!”  ölçüsü bize şehrin korunması gereken kutsal bir yönünü işaret ediyor, emrediyor!
Bu noktada Muhakkik Mimar Turgut Cansever’e kulak verelim: “Canlılar içerisinde geleceği en yüksek bir bilinç, bir sorumluluk ile idrak edebilecek varlık insandır. Tabii şu var, meselâ karıncalar, geleceği düşünebiliyorlar; ama yalnız yuvalarını düzeltiyorlar. İşte kuşların, çeşitli canlıların bu tip çabaları var; ama insan, bütün dünyayı biçimlendiriyor, dünyaya müdahale ediyor. Dolayısiyle bu müdahalenin gerçekte, gelecek için de geçerli bir müdahale olması, son derece ciddi bir sorumluluk haline geliyor…”
Bugünkü şehircilik ve ilgili bakanlıklarda, şehir yöneticilerinde böyle bir sorumluluk var mı? Böyle bir sorumluluğu taşıyacak idrak var mı?
Şehirlerimizi kendilerinin de “ne idüğü”nü bilmedikleri bir kutsal kelime olan “kentsel dönüşüm”  adına tahrip etmekte yarışanlara şu ibret ve dehşet dolu olayı hatırlatsak acaba biraz olsun “biz ne yapıyoruz?”, diye kendilerine sorarlar mı?
Bulgar Ordusu 1912’de Balkan Savaşı’nda Edirne’yi işgal ettiğinde, bir süre sonra Selimiye’yi yıkma kararı alır. Fakat işgalcilerin komutanı bir türlü yıkma emrini veremiyor. “Bunu Çar Hazretlerine sormamız lazım” diyor ve yıkmak için izin istiyor. Çar Ferdinand, tüm siyasetçilerin, bakanların, belediye başkanlarının,  valilerin, mimarların, vs. zihinlerine kazımaları gereken şu muhteşem cevabı veriyor: “Hayır! Tarih karşısında böyle bir sorumluluğu üzerime alamam”.
Var mı böyle bir idrak şehir yöneticilerinde?
Ne acıdır ki, dünyanın ağızları açık bir şekilde seyrettiği medeniyet şehirlerimize, üzerimizdeki sigara paketini koruduğumuz kadar sahip çıkmıyoruz! Bu ayıbın, bu utancın farkında bile değiliz!
Kime ne söylemek istiyoruz? Kimi hangi göreve çağırıyoruz?  Kime hangi suçlamayı yöneltiyoruz? Bunların hepsinin cevabı Çar’ın cevabının içinde.
İşgalci ve imarcının birbirine karıştığı, artık yerli “imar”cılar var olduğu sürece yabancı işgalcilerin tenezzül etmeyeceği şehir istilâlarına karşı, büyük sinemacı Tarkovski’nin “Geldiğimiz yere dönelim, suyu kirletmediğimiz zamanlara..” cümlesine benzer şekilde, bizim de şehir katliamlarını gördükçe şöyle mi dememiz gerekecek: “Geldiğimiz yere dönelim, şehri kirletmediğimiz, yok etmediğimiz, öldürmediğimiz zamanlara!”
Hangi idrak, hangi şehir yöneticileri ve hangi insanla? Temel soru da bu.
Yaşadığımız hayat ‘gerçek’ mi yoksa ‘sanal’ mı?
Peygamberlerin taşıdığı mesaj ve onların takipçisi büyük velîlerin, âriflerin ‘hakkel yakîn’ müşahade ettikleri ve bizi sürekli ‘uyardıkları’ gibi yaşadığımız dünyanın gerçekliği, ‘mutlak gerçek’lik olan hayatın bir ön izlemesi olduğudur. Yâni sanal bir dünyada sanal bir hayatı yaşıyoruz. Bu hayat “aslı burada var olmayan” gölge bir hayat… Gerçekliğin bizi çoğu kez yanıltan yansıması… İnsanın mükellefiyeti; bu sanal hayatın pasif bir nesnesi olmaması, varlığın bilincine varması ve ‘kim’liğini sorgulamasını gerekli kılıyor. “Varlığın idraki” burada… Gerçek zannettiğimiz sanal âlemin farkına varmak, insanın en büyük meselesi…
Sanal âlemin kurguları bazen ‘kendimizi’ ve yaşadığımız hayatı sorgulamaya götürüyor. Kurgular, kurgulayanın farkında olmadığı bir ‘temel gerçeğe’ idrakleri yöneltiyor… Filmler de ‘hayattan kesitler’ taşıyan sanal filtreler olmalarına rağmen bazen bizi ‘ben’imizle ‘kendimizi idrak’le karşı karşıya getirirler.
Peter Weir’in “The Truman Show” adlı eseri de bu türden bir film…
“The Truman Show”u seyredenler hatırlarlar. 1998 yılında vizyona giren filmin ilginç bir konusu vardır. Bir TV kurumu, terk edilmiş bir bebeği sahiplenir ve ona Truman adını verir. Truman’ın etrafında, gerçekte var olmayan, gerçekliği olmayan sanal bir ada oluştururlar. Truman bu adada büyür, hayata atılır, sigortacılık mesleğini icra eder. Yaşı ilerlemesine rağmen bulunduğu adada aslında hapis hayatı yaşadığını, bulunduğu yerin büyük bir stüdyo olduğunu bilmez. Kahramanımızın tüm hayatı her karesiyle canlı yayında kitlelere seyrettirilir. Adanın adı “Seahaven”dir. Bu sanal hayatta Truman hariç herkes senaryo gereği rollerini oynayan oyunculardır. Truman Burbank ise televizyon show’unun ana oyuncusu olduğunu bilmeden “gerçek zannettiği” hayatını yaşamaya devam eder. Herkes Truman’a ‘yaşadığı hayatın ne kadar mükemmel bir hayat olduğu”nu telkin eder. Hayatı 24 saat boyunca tüm dünyaya canlı olarak seyrettirilir. Fakat uzun bir süre sonra Truman bazı şeylerden şüphelenerek gerçekleri öğrenmeye başlıyor.
Truman yaşadığı sanal hayatın sonunda adadan kaçmaya çalışır ve denize açılmak üzere harekete geçtiğinde “gerçek hayat mekânı zannettiği” stüdyonun duvarına çarpar ve müthiş gerçeği o zaman anlar.
Aslında hepimiz yaşadığımız dünyada/şehirde, farkında olmadığımız böyle bir senaryonun oyuncuları mıyız? Figüranları mıyız?
Modern zamanların metalik ve mekanik şehirleri içerisinde yaşadıklarımız, farkında olalım veya olmayalım bizi böyle bir hayatı sürdürmeye ‘mahkûm ettiren’ bir atmosfere sahip.
Öyle şehirlerde yaşıyoruz ki; bu şehirlerin ‘gerçekliğini sorgulama’yı bile aklımızdan geçiremiyoruz. Sorgulamaya kalkışsak bile, kendini ele vermeyen bir soğuklukla bizden kaçıyor… Aslanda biz bu ‘kurgu şehir’de gerçek hayatı yaşadığını zanneden Truman Burbank’larız adeta. Farkımız; şehirden kaçmak için harekete geçtiğimizde şehrin duvarlarına çarpsak da bir ‘fanus içinde’ olduğumuzu anlayamamamız.
Modern zamanların sanal şehirleri bir TV stüdyosu gibi bize ‘mutlak gerçeklik’ olarak sunuluyor. Sunumu yapanlar malûm meçhuller… Senaryoda yerimiz hep aynı. Yüzyılımızın şehir ve insan ‘algı’sı bizi nerede olursak olalım, hangi tarih-kültür mirasına sahip olursak olalım aynı sona doğru hızla itiyor. Batılı-Doğulu demeden herkes bulunduğu şehirde gerçek zannettiği sanal rolleri oynuyor.
Büyük muhakkik mimar Turgut Cansever bunu, yüzyılımızın “kültür çöküntüsünün belirgin özelliklerinden biri, gayri insanî tekdüzeleşme”si olarak ifade ediyor.
Truman Burbank’ın yaşadığı hayat aslında hepimizin yaşadığı hayat… Hatta Truman, bizden daha çok varlık bilincini taşıyor. Biz, böyle bir hayatın içinde olduğumuzu bilmemize rağmen habersizmişçesine bu hayatı yaşıyoruz. Sanki “aslolan gerçeklik değil, sanallıktır”a iman etmiş mü’minleriz. Bu imanı taşıdığımız sürece Truman’ın “Seahaven”inde yaşamaya devam edeceğiz. Truman dışında her şeyin sahte, kurulup-yıkılabilen yapay bir dekordan ibaret olduğu hayatı, daha iyi bir hayata tercih edemediğimiz için burada yaşamaya mahkûmuz.
Yaşadığımız şehir-stüdyo o hale getirildi ki, her dekoru paslanmış, küflenmiş, dökülmeye yüz tutmuş çehresiyle bize ısrarla gerçek kimliğini dikte etmeye çalışsa da biz bunu görmek istememekte ısrar ediyoruz.
Sözün burasında Üstad’ın “Çile”sinden mısraları hatırlıyoruz:
“Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kainat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.”
Şehirde bize sunulanların baş döndürücü büyüleyiciliği karşısında sarsıntı geçiriyoruz. Zaten modern zamanların insanı esir alan en önemli enstrümanları: Hız, renk, ritm ve büyü… Şehir, sesi ve rengini bunlarla sergiliyor.
The Truman Show filminde bir cümle var ki, insanın şehirde nasıl aldatıldığını ve sanal bir dekora mahkûm edildiğini ortaya koyuyor:
“Dışarıda, benim sana sunduğum dünyadan daha fazla gerçek yok!”
İnsana, kendisine sunulan sanal dünyanın gerçekliği kabul ettiriliyor. Ve biz, hepimiz şehrimizi de tüm yeryüzünü de Seahaven gibi zannediyoruz.
“Şehir Stüdyo”ya hapsedildiğimizin farkına vardığımız zaman insanî gerçekliğimizin de farkına varırız.
Şehrimize bir de The Truman Show’da yaşıyoruz gibi bakmaya ne dersiniz?
(Günebakış, 23 Şubat 2011)
Canlılar içinde yaşadığı şehrin “farkında” olan sadece insan mıdır? Çoğu kez insanın yaşadığı fakat ‘farkında’ olmadığı şehrin diğer canlılar farkındadır. O’nu hissederler. O’ndan etkilenirler, tepki verirler. Bu canlılar davranışlarıyla ‘’şehrin farkında olması gerektiği’ni insana hatırlatırlar, ihtar ederler. Sadece “biyoloji”siyle varlığını sürdüren canlılara karşı insanın ‘idrak edici”, “şehir kurucu” vasfı; şehri “yaşanmaya değer hayat”a uygun biçimde tanzim ve tezyîn edişi O’nun “şehri inşa eden ruh idraki”ni yansıtır.
Bitkiler ve böceklerin dahi, yaşadıkları “yer”le olan ‘bağ’ ve ‘ilgi’leri insanı dehşete düşürürken, ne yazık ki insanoğlu ‘yaşadığı yer’e kayıtsız kalıyor, farkında olamıyor. Şehri göremiyor, şehrin sesini işitemiyor, şehrin havasını soluyamıyor. İdrakleriyle değil de sindirim sistemiyle şehre bağlı olanların şehir idraki, midevî ‘hazım kapasiteleri’yle sınırlı kalıyor. Böylece “idrak sahibi” olmayan diğer canlılarla aynı biyolojik hayatı sürdürüyor.
Şehir’le ilgili önemli ve ilginç metinlerden birisi olan “Şehir Kuramı” isimli makalesinde Don Martindale bu konuda şunları söyler:
“Bir yaşam sistemi olarak şehir, yeni kentli-böcek ve hayvan formları oluşturarak biyolojik evrimin bizzat yapısına müfuz eder. Gümüşçün, karafatma, tahtakurusu ve hamamböceği gibi böcekler, proleterya kadar şehre özgü ve bürokrat kadar kentlidirler. Fare ve sokak kedisi; kayıtsızlık ve inceden inceye işlenmiş ‘sinizm’ kadar şehirli olan bir bakış açısına sahip şehir sakinleridir. Şehrin kuşlar aleminden de temsilcileri vardır. Geçimlerini ticaret artıklarından sağlayan serçe, sığırcık kuşu ve güvercin tıpkı diğer kentliler gibi sang froid (soğukkanlılık) ile trafikten kaçar, meydanlarda tartışır ve saçaklarda toplantı düzenlerler. Her şehrin şafak vaktinde, dairelerin, dörtgenlerin, çokgenlerin ve üçgenlerin-şehrin geometrisinin- yeryüzünden kurtulan insan ruhu gibi buğulu havada, deyiş yerindeyse, yüzdükleri anlar vardır. Yıldızlı gecelerde, şehrin kulelerinin, hayranlık uyandırıcı ışık demetinden boşalan karanlığı yırtacakmışçasına göğe taarruz ettikleri zamanlar vardır. Bu anlarda şehir, insanlığın bizzat zamana karşı keskin bir meydan okuyuşudur. “
Devam ediyor Martindale: “Geleneksel kanıtlar, eski insanların, kendi şehirlerine ait özel nitelikleri algılayıp değerlendirdiklerine tanıklık eder….. Klasik Yunan’da yurttaş, şehrin üyesi olmaktan gurur duyuyordu ve bu özelliği kendisini barbardan ayırdeden bir fark olarak görüyordu. Roma sakinleri de benzer bir kent gururu içindeydiler.”
Martindale’nin bu sözleri aslında ‘medeniyet şehirleri’nin özellikleridir. Tarihsel şehir ve yaşama kültürümüz bize, şehirleri ortaya çıkaran nedenlerin (kimi Marksist düşünürlerin aksine) insanın diğer varlıklarla birlikte sadece üretim ilişkilerine bağlı olmadan ‘yaşayabileceği’ ve yaşama nedenlerinin sadece tarihsel şartlara bağlı olmadığını göstermektedir.
Şehrin insana tevdi edilmiş bir “emanet” olduğunu düşündüğümüzde, şehre ‘sadakat’in icbar edici, zorlayıcı bir görev olduğunu anlarız. Ne yazık ki, insan dışındaki canlılar ‘bilinçsizce’ bunun farkındadırlar da, sadece insan bunun idrakinde değildir.
Şehir sadece “şehir” değildir. Kendisini aşan ancak kendinden kopmayan mânâların tecelli zeminidir.
Şehir aslında bizi “seçer”! Bu, seçim biyolojik bir seçim değildir. Kendisini emanet edeceği, kendine liyakat gösterecek insana yaşama imkânı verir. Gerisi kendilerini “şehirde yaşıyorum” zanneder. Ama asıl onlar ‘katakomp’larda, yâni yer üstünde yaşadıklarını zannederken yeraltı mezarlarında yaşarlar. Şehir kendilerinin farkındadır ancak onlar şehrin farkında değillerdir.
Bir gün şehir bizimle biz de şehirle hesaplaşacak mıyız acaba?
Şehir idrakimiz varsa evet !
Bir gün kendimize soracağız: Bu şehrin gerçek yüzü hangisiydi ? Biz yaşarken hangi yüzüyle karşılaştık? Bu sorunun cevabı bizde gizli. Bizim şehre vereceğimiz cevabın muhtevasında saklı.
Bir gün şehrin biyolojik çeşitliliğinin bir parçası olmak istemiyorsak o şehre sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Aksi halde, tıpkı denizin insan cesetlerini kıyıya atması gibi, şehir de kendine sahip çıkmayan insanı, kendi ruhunun bahçesinden kovar. Kovmasa da o insan, ‘yürüyen ceset’ olarak varlığını sürdürebilir.
Şehrin aklı ve şehrin zekâsı karşısında insan ne yapmalı? Şehrin zekâsının kendine duyarsız kalanlar için acımasız bir zekâ olduğunu, aklının ise kendini anlamayanlar için bir cehennem olduğunu bilmeliyiz.
Şehir, kendisini hangi kollara emanet edeceğini bilir. Hangi insana “görüneceği”ni bilir!
Siz, bir şehri imha ettiğinizi zannedebilirsiniz. Ama şehir ‘küllerinden yeniden doğma’yı bilen bir ustadır. Her an yeniden doğmayı becerebilen o binlerce yıllık ustanın sizi hafızasında işaretlemesinden korkmanız gerek! Onun için sorumluluğunuzu kuşanın! Şehrin ruhuna sahip çıkın!
Hangi şehir ruhuna? Sizi biyolojik hayata değil, ‘yaşanmaya değer hayat’a çağıran şehir ruhuna!
İnsan hayatı şehir ruhu ve hayatının yanında yalnızca bir “an”dan ibarettir. İnsan bu “an”ı nasıl değerlendirirse şehir de onu o şekilde yargılayacak ve hatırlayacaktır. Bir gün hepimiz mezara gireceğiz. Önemli olan şehrin hafızasında “mevta” olmamaktır.
Şehirde, tüm hayat belirtilerinin ortadan kaybolduğu biyolojik hayatı yaşamamak için şehrin farkında olmalıyız!
Şehrin hangi karesinde olursak olalım, yukarıdaki soruları şehrimize sorabiliyor ve tatmin edici cevaplar alabiliyor muyuz? Sorabiliyor ve alabiliyorsak şehrimizin “farkında”yız. Aksi halde diğer canlılar gibi biz de “biyolojik” hayata devam ederiz.
Hani şu külhanbeylik meşhur lakırdıyı tepetaklak edip işe yarayacak şekilde yeniden söyleyelim: “Şehre sadakat şerefimizdir!”
(Günebakış, 6 Temmuz 2011)
Medeniyet seyyahı Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Kudüs’ü anlatırken Hristiyanlarca kutsal sayılan bir mekândan bahseder ve “Hikmet bu kim bu kadar zib ü ziynet ile ruhaniyet yokdur, gûya bir temaşagâhdur” der. Yâni “hayret verici olan, o kadar güzel süslemelere karşı ruhanilikten yoksundur, daha çok seyirliktir” der. Seyahatname’sinde anlattığı Bursa için ise “Hâsılı Bursa ruhaniyetli bir şehirdir” der. Evliya Çelebi’nin bu müthiş gözlem-tespitlerini tüm şehirler ve şehir mekânları için ölçü kabul edebiliriz.
Muhakkik Mimar Turgut Cansever de bir medeniyet mimarı kimliğiyle “İnsanı insan yapan bakma tavrıdır!” der.
Modern zaman şehirlerine ve onların neredeyse mabedleri haline gelen AVM’lerine, devlet yapılarına, özel mekânlarına, okul, sosyal tesis, vs.’lerine Evliya Çelebi’nin bu “ruhanilik” gözleminden yola çıkarak baktığımızda; bırakın ruhaniliği, ruhanilik diye bir şeye ihtiyaç hissedilmediği, ruhaniliğin terk edildiği bir yüzyılda şehirde Kafka’nın (sabah uyandığında kendisini bir böcek gibi gören kahramanı) Gregor Samsa’sı gibi yaşıyoruz.
Ruhanilik… Yâni eşyanın, şehrin/mekânların size kendisini hissettirmesi… İnsanın eşya/şehir ile canlı temas kurması… İnsanın şehir ve mekân karşısında kendisini yabancı hissetmemesi… Şehirle, mekânla konuşabilmesi… İnsanın şehrin dilini anlaması, şehrin de insanın diline aşina olması… Varlığın anlamının kavranması, hissedilmesi… Şehirde/eşyada/mekânda bulunan muhtevanın size kendi kokusunu verebilmesi… Nihayetinde şehir ruhu, medeniyet kaynaklı olarak ‘yaşanmaya değer’ bir hayat verir şehre…
Ruhanîliğin etimolojisine baktığımızda; nefes, soluk, rüzgâr, güzel koku gibi anlamları da kuşatıyor. Bu anlamlarıyla bile şehirlerimizin birçoğu ruhanîliğini kaybetmiştir. Varolan sadece iskeletleri… Biz ise “bakma tavrı”mızı kaybettikten sonra şehirde hangi mekana, hangi gözle bakacağımızı da kaybettik. Adeta gördüğümüzü zannediyoruz, ama aslında bakışımız “körleşmiş”.
İşin bir diğer tarafı: Görme tavrınız, referansınız bir medeniyet tasavvurundan kaynaklanıyorsa, modern zaman şehirlerinin hangisine bakarsanız bakın Evliya Çelebi’nin bahsettiği “ruhanîliği” asla göremeyeceksiniz, göremiyoruz.
Görebilmek için önce görecek idrak, sonra görecek göz, sonra bakma tavrı gerekli. Devamında gördüğüyle rabıta (içsel bağ) kuracak bir bünye, yâni ruhanîlik gerekli. Bakma tavrımız olsa bile, bu tavrın yöneleceği bakılacak ve ruhunu hissedeceğiniz mekân gerekli.
Modern zaman şehirlerinde ve mekânlarında ruhanîlik yok! Medeniyet şehirlerinin ise “ruha ihtiyacı” yoktu. Çünkü onların dokularına nüfuz etmiş bir ‘medeniyet ruhu’ vardı.
Şehirlerimiz niçin ruhaniliğini kaybetti? Veya yeni şehirlerimizde niçin ruhanilik yok? Çünkü medeniyet idraki, şehir telâkkisi, mekân bilinci ve bunların sürekliliğine ilişkin şehir yöneticilerinde hiçbir bilgi, birikim, derinlik, estetik, muhteva yok. Kaygıları da yok. Onun için ortaya çıkan yapılar, insanın üzerine yürüyen, insanın üzerine çöken, adeta insanı yok etmek için inşa edilen ahir zaman alametleri gibi…
Evliya Çelebi’nin hayret ettiği ve “o kadar güzel süslemelere karşı ruhanilikten yoksundur, seyirliktir.” cümlesini bugünün şehir yöneticileri beyinlerine, ruhlarına kazımalılar. Yaptıkları mekânların “nasıl bir ruha sahip olması” gerektiği üzerinde kafa yormalılar.
Şehir yapılanmalarında yol gösterici kılavuz niteliğindeki bu cümle, ruhanîliğin tasarımı aşmış bir tasavvurdan kaynaklandığını da içeriyor.
Üstad Necip Fazıl bir yazısında “satıhta süslenmek isterken ruhta kuruduk” der. Şehirlerinizi, mekanlarınızı ne kadar görkemli yaparsanız yapın, ne kadar süslerseniz süsleyin, size ruhanîlik kokusu vermiyor, sizinle ruhanî bir bağ kuramıyorsa ‘ruhta kuruma’ başlamış demektir.
Peki, “ruhsuz bir dünya”da inşa edilen şehir ve mekânların nasıl bir ruhu olabilir? Ontolojik çatlama şeklinde çıkış, huruç olabilir mi? Henüz medeniyet kökleriyle bağlarını bütünüyle koparmamış şehirlerimizde eski mekânlarla yeni inşa edilecek mekânların ‘ruh yakınlığı’nı, ruh yansıtıcılığını sağlamak, öncelikle yeni mekânların, eskinin ‘bugün yaşayan’, bugüne taşınan ruhuna sahip çıkılmalıdır.
Ruhsuz bir şehre ruh taşımak, şehrin tarihselliğinde yatan ruhaniliğini keşfetmesine bağlıdır.
Hacı Bayram-ı Velî “ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında” derken şehrin ruhuna işaret ediyordu. Şehrin ruhu, şehrin tüm mekânlarına işlemiştir, sinmiştir. Tıpkı oksijenin hayatımızı kuşattığı gibi şehrin ruhu da şehri kuşatır. İnsan gibi şehir de “ruhu” ile vardır. Ruhun terk ettiği insan nasıl ki “insan” değil “ceset” ise, şehir de ruhunu terk ettiği an veya ruhu şehri terk ettiği an cesetten ibaret kalır.
Şehrin ruhu varsa dili vardır, sırrı vardır. Dünü ve yarını vardır.
“Kentsel dönüşüm” denilen istilânın şehirlerimizi kasıp kavurduğu ve hiçbir tarihsel değer, norm, kural tanımadığı bir dünyada ruhanîliğin yeri yok. Sadece seyirlik ve metabolitik mekanlardan ibaret bu dönüşüm ruhanîlik yerine insiyakî (içgüdüsel) bir refleksle izah edilebilir. Ne yazık ki dönüşe dönüşe kendini tanıyamaz ve yaşanamaz hale gelecek olan şehirlerimizde sadece ‘yiyecek arayan’ sürüngenlerden başka canlı kalmayacak!
Yaşadığımız şehrin ruhanîliğinin her geçen gün kaybolmaya başladığı bir zaman diliminde, ‘değişim, dönüşüm’ çılgınlıklarına kurban edilmesinin önüne maalesef geçilemiyor. Bunun nedeni siyasî olmaktan önce idrakî’dir. Siyasîlerde ve yerel yöneticilerde tarihsel bilinç, şehir ve medeniyet idraki olmayınca ortaya ‘kentsel dönüşüm’ denilen, insanın ve şehrin kıyameti yâni kaosu çıkıyor.
Ne kadar süslenirse süslensin modern zaman şehirlerinden ve mekanlarından ruhanilik yansımıyor!
Eskilerin “vaaz-ı cedid değil, keşf-i kadîm lazım” dediği, kadîm ve kalıcı olanı yeniden ortaya çıkarma yönünde zihinleri zorlamak gerekiyor. Tabii böyle bir zihin varsa!
(Günebakış, 4 Nisan 2012)
Bir şehrin ölümü ve ceset haline gelmesi nasıl bir şeydir? Bunu tasavvur etmek bile insanı ürpertiyor. İnsanın ölümü ve ceset haline gelmesi ne ise, şehrin ölümü ile birlikte ceset haline gelmesi de öyle bir şey. Her ikisinin ortak tarafı, onlara hayatiyet veren ruhlarının kendilerini terketmesi… Ruh, insanı ve şehri terk edince ortada sadece ceset kalıyor…
 İnsan ve ceset… Şehir ve ceset… Korkunç…
Şehir ve içinde yaşayanların “ceset” haline gelmeleri, yâni helâk olmaları Ad, Semud, Ress, Sodom, Gomore, Sebe gibi topluluk ve şehirler örneğinde Kur’an’da “ibret” olarak anlatılır. Daha sonra Pompei’nin hikâyesi de bütün dehşetiyle önümüzdedir.
Şehirsiz insan neyse, insansız şehir de o. O kadar anlamsız. Divan edebiyatında şehrin insan vücuduna benzetilmesi ve merkezinin “kalp” olması da bu yüzden olsa gerektir… Şehrin ölümü bazan daha da ürpertici. Çünkü, üzerindekilerle yaşıyorken, zaman içinde ölen ve ceset haline gelen şehirden daha ürpertici ne olabilir ? Bugünün antik şehirleri böyle bir duygu verir insana.
Başlık, İtalyan şair ve yazar Giovanni Papini’ye ait. 1920’li yıllarda yazdığı “Gog” isimli meşhur eseri yıllar önce Türkçeye çevrildiğinde müthiş ilgi uyandırmıştı. “Şehir Cesetleri” de Gog’daki bir bölümün başlığı.
Ürpertici, kasvet verici bir başlık “şehir cesetleri”. Ruhun bedenden ayrılmasıyla bedenin hayatiyetini kaybetmesi, ceset haline gelmesi… Şehrin mekânları, bir vücudun çürümüş veya çürümeye yüz tutmuş organları… Canlı bir organizma olan şehrin ceset haline gelmesindeki korkunçluğu düşünebiliyor musunuz?
Papini Şehir cesetleri’ne “Ölü şehirleri gezip görmek düşüncesiyle eski dünyada yaptığım seyahatin sonlarına yaklaşmıştım. Bir harabeler ve mezarlıklar yolu takip etmiştim. Canlı insanların yaşadıkları, canlı şehirlerde duracak yerde ölülerle dolu ölü şehirleri gezdim.” diyerek başlıyor.
Yarının ruhsuz, biçimsiz şehirlerinde üst üste istiflenmiş insan topluluklarını düşünen Papini, ‘eski insan kovanlarının taş iskeletleri’ olan “Şehir Cesetleri”ne hayranlık duyuyor.
Çok fazla yoruma girmeden sözü Papini’ye bırakalım. Papini, üzerinde artık hiçbir hayat izi kalmamış antik şehirleri anlatıyor:
“Ölü şehirler! Hepsini gördüğümü iddia edemem ama en ünlülerini gezdim. Bu eski insan kovanlarının taş iskeletleri, beni, yarının leşlerinin üst üset yığıldıkları bayağı şehirlerden daha çok çekiyor. Kırık sütunlar artık hiçbir şeyi taşımıyor. Gök anıtların temellerini yeniden fethediyor. Güneş mahzenlere ve lahitlere girmiş. Evler yıkılmış duvarlardan ibaret. Araları açılmış taşlarla dolu sokakların üstünden dünyanın güçlüleri, evlerinin veya vilayetlerinin efendileri değil, ölüm aşıkları ve işçiler geçiyor. Eskiden eğlenilen, sevişilen odalara şimdi yağmurlar yağıyor. Tiyatro amfilerinde kertenkelelerle akrepler güneşleniyor. Kralların büyük salonlarına baykuşlar yuva yapmış.”
“Bu geçmiş debdebelerin yıkıntıları, otlarla sarılı duvarcıklar haline gelmiş zevk ve gurur başkentlerinin kalıntıları belki başkalarında hayret uyandırır ama bende değil. Tahrip ve aşağılama duygum bu harabeler arasında mükemmel bir şekilde tatmin ediliyor. Bazen mağrur bir sevinç duyuyorum, bu çözülme içinde bir ben yaşıyorum; bazen de alçalmanın şehvetini tadıyorum. Bizim şehirlerimiz de bunlara benzeyecek, gururumuz aynı sonla bitecek. Şu veya bu şekilde alışılmış olandan farklı düşünüyorum: Palmir, Londra’dan daha heyecan verici. “
“Yer altından çıkarılmış veya terk edilmiş şehirler, yaşayanlarla ölçülemeyecek kadar güzeldir. Çünkü hayalgücü onları yeniden inşa eder, eksiklerini tamamlar ve daha mükemmel, daha muazzam bir bütün elde eder. Benim için yarım ya da yok olmak üzere olandan daha harikulâde bir şey yoktur. Ve ölmesi gerektiğini bilen için ölüm korkusundan daha güçlü bir iksir olamaz.”
“Paestum’e gittiğim gün havada fırtına vardı. Eski Yunan’ın bütün hayatını ve parlaklığını görebilmem için asırların kemirmesine rağmen yine de canlı, bal rengi, muazzam sütunlu Neptun anıtını güneşin bir anlık lütfuyla seyretmek yetti. Ölmüş bir Tanrının bu kocaman ölü evi, yeşillikler, çiçek açmış çiriş otları, kapkara dağlar arasında homurdayan deniz ve tabiattan daha canlı ve parlak görünüyordu gözüme. Orada, yanıbaşımda çok güzel, esmer bir genç kız vardı. Başındaki kırmızı örtü ve gece meleği gözleriyle anıtın duvarında, ölümün kendisi gibi duruyordu.”
Papini’nin “Şehir Cesetleri”nden kesitler bunlar…
Papini’yi okuyunca Üstad Necip Fazıl’ın “Bir şehir ki orada insan hayat üstü leş!” mısraını hatırlıyorum. Papini’nin “yarının şehri” dediği bugünkü modern şehirlerimizde insanlar gerçekten üst üste yığılmış, giderek cesede dönüşme yolunda… Gene Üstad bir mısrasında “Siz hayat süren leşler” derken de bu gerçeğe mi işaret ediyor acaba?
İnsan leş, şehir de ceset haline gelmeden, helâk olmadan yâni mahvolmadan ‘nerede yaşadığı’nı, neye memur ve mecbur olduğunu hatırlamalı !
Şehrimizin bugününü ve yarınını bir de bu şekilde düşünmeye ne dersiniz?
(Günebakış, 5 Mayıs 2010)
 “Mekân yabancılaşması” modern zamanlarda olduğu kadar, kadîm dönemlerde de görülen önemli bir sendromdur. Özellikle bir medeniyetin ruhunun üzerinden çekildiği şehirlerde ‘münzevi’ bir şekilde yaşayan mekânların muhataplarında bıraktıkları bir sendrom… Mekân mı insana, insan mı mekâna yabancılaşıyor? Aslında her ikisi de… İnsanın mekâna yabancılaşması; onu tanıyamaması, ona karşı ‘hissizleşmesi’dir. Mekânın insana yabancılaşması ise, insanla olan ilişkisinde fonksiyonunu kaybetmesi, ‘duyu kaybı’na uğramasıdır.
“Bize ait” olduğunu zannettiğimiz fakat ruhunu kaybettiğimiz, onlara yabancılaştığımız, karşısında etkilenmediğimiz tarihî mekânlarımızın manasını ve hala süregelen çekiciliğini ve etkisini, onları gören “yabancı”lardan dinlediğimizde/okuduğumuzda biz bile hayret ediyoruz. “Nasıl olur? Bu mekânlar bize bir şey anlatmazken, onlara nasıl anlatabilir?” şaşkınlığını yaşadığımız şehrin sakini olan “gerçek sahipleri”, bugün artık giderek ölüme terk ediliyor… “Gerçek sahipleri” diyorum çünkü, sadece o tarihî mekânlar şehrin “ne olduğu”nu, “kime ait olduğunu” anlatabiliyor. Şehrin bir zamanlar sahip olduğu ruhu ancak o mekânlar yansıtabiliyor.
Şaşkınız diyorum. Niçin? Çünkü, medeniyet iklimimizin tecelligâhı, sergi alanı olan şehirlerimize ve şehir mekânlarına ilgisizliğimiz, onları tanıyamayışımız, onlarla ‘konuşamayışımız’ giderek onları ‘gereksiz, anlamsız taş yığınları’ olarak görmeyi beraberinde getirecek, getiriyor.
Bu “görme biçimi”nin devamında ‘şehirlerimizin görüntüsü bozuyor” gerekçesiyle, bunların da yok edileceği endişesini taşıyoruz…
Söz konusu ettiğimiz veya edeceğimiz, hemen hemen bütün kadîm şehirlerimizde ‘sembolik’ de olsa varlığını sürdüren tarihi malzemeleri, eşyaları, mekânları, oldukları şekliyle korumaya vurgu yapmak değil… Bu ayrı bir konu…
Gelmek istediğimiz, daha doğrusu göstermek istediğimiz; içinde yaşarken bile hissedemediğimiz ‘mekân ruhu’nun insanı nasıl etkilediğine günümüzün önemli şairlerinden Şili’li Neruda’yı şahit göstermektir.
Notlarımın arasında bulunan ve birkaç yıl önce bir yazarımızın da dikkatini çeken Şili’nin önemli şairi Neruda’nın Hindistan günleri sırasında yaşadıklarını anlattığı cümleleri, sadece mekânların ruhunu değil, aslında şehirlerin, hem de “bizim şehirlerimizin” ruhunu tam anlamıyla yansıtacak, muhteşem ifadelerdi.
Bizim göremediğimiz, hissedemediğimiz, duyamadığımız güzelliği, ruhu, sesleri Neruda hakikatiyle görüyor, hissediyordu.
Ölümünden birkaç yıl önce Paris Büyükelçiliği sırasında L’Express dergisinin sorularını cevaplandırırken, konu dinlere gelince Neruda Hindistan’dan söz eder. Der ki: ““Bir gün Rangoon’da bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Bir tapınağın önünde binlerce kişi toplanmıştı. Çamurlar içinde diz çökmüş duruyorlardı. Tapınağın içindeki rahiplerle aynı dindendiler, fakat içeri giremiyorlardı. Ne haksızlık! Buda, gücünü uygulamaya geçirememişti. Buna mukabil bana Müslümanlığın daha yakın düştüğünü fark ettim.”
Soru soran Gazeteci şaşırır ve “Nasıl oldu bu?” diye sorar. Neruda, “Tuhaf bir şekilde..” diyerek anlatmaya başlar. Oldukça sıcak bir yaz gününde yürürken karşısına beyaz renkli bir camiye rastlar. Biraz dinlenmek ve serinlemek için camiye girer. İçeride bir süre oturur ve düşünceye dalar. Caminin içinde kimse yoktur. Biraz sonra birkaç Müslüman gelip Neruda’yı fark eder ve ona “Müslüman mısınız?”, “Buraya niçin geldiniz?”, “Ne yapıyorsunuz?” gibi sorular sorarlar. Neruda, Müslüman olmadığını söyler. Biraz dinlenmek ve düşünmek için camiye girdiğini söyler. Bunun üzerine “Haklısınız, burası derin düşünceye müsait bir yerdir. Yine gelebilirsiniz.” derler.
Neruda söyleşinin devamında diyor ki: “Doğu’da geçirdiğim yıllarda beni en çok etkileyen bu olay olmuştur. Bilirsiniz, fillerle yapılan âyinleri, maşlahlarla, ölü kafalarından kolyelerle süslü tanrıça Kali’yi… Üç beş kuruşa takla atacak rahipleri; bunları hiçbir zaman çekici bulmadım. Oysa, susuz bir havuz gibi serin, o aydınlık cami beni çok etkiledi…”
Bu muhteşem hissediş karşısında insanın büyülenmemesi mümkün değil.
Kendi mabedinin kokusunu alamayan, kendi şehir mekânlarında haşyet ve huzuru yakalayamayan “yerli”lere nisbetle Neruda’nın bu derin hissedişi bize kaybettiğimiz şehir ve mekân ruhunu hatırlatabiliyor mu?
Neruda’nın bize verdiği ders veya Neruda’dan çıkarmamız gereken trajik sonuç: Nasıl bir mekân yabancılaşmasına tutulduğumuzdur.
Mekânlarımızı ne kadar tanıyorsak, kendimizi de o kadar tanıyabiliyoruz.
(Günebakış, 28 Mart 2012)
Yüzyılımızın önemli düşünürlerinden Baudrillard’ın “Amerika” kitabında New York’u anlatırken söylediklerini okuyunca, yaşadığımız şehrin ve insanların rüyalarını süsleyen modern zaman kentlerini nasıl bir meş’um akıbetin beklediğini görür gibi oluyoruz. Modernliğin kemalini yaşayan, ömrünü tamamlamış kentlerin ‘metal yorgunluğu’ yaşadıkları, hız ve ritm içinde ölümü beklediklerine şahit oluyoruz.
İnsanın modern zaman kentlerinde nasıl yalnızlaştığı, nasıl atomize olduğuna Baudrillard’ın New York için söylediklerinden kesitler aktaralım: “Burada sokaklarda tek başına düşünen, tek başına şarkı söyleyen, tek başına yiyip kendi kendine konuşan insanların sayısı ürkütücü. Ama yine de bir araya gelmiyor; tersine birbirlerinden kaçıyorlar; dolayısıyla birbirlerine benzemeleri kuşkulu…
Ancak belli bir yalnızlık var ki başka hiçbir yalnızlığa benzemiyor. Herkesin önünde, bir duvarın, bir arabanın motor kapağı üstünde, bir parmaklık boyunca yemeğini tek başına hazırlayan adamın yalnızlığı. Burada her yerde görülüyor bu; dünyada görülen en üzücü sahne; yoksulluktan daha üzücü; herkesin içinde yalnız başına yemek yiyen bir kişi, dilenen bir kişiden daha çok üzücü. Hiçbir şey bundan daha çok insan ya da hayvan yasalarıyla çelişkili değil, çünkü hayvanlar yiyeceği paylaşmaktan ya da almak için çekişmekten her zaman onur duyarlar. Tek başına yemek yiyen insan ölmüştür… ”
İnsanın tek başına dağ başında yaşamasıyla kalabalıklar içinde yalnız olarak şehirde yaşaması arasında fark var mıdır? Veya benzerlik var mıdır? Bu soruya Baudrillard New York’tan cevaplar arıyor:
“İnsanlar neden New York’ta yaşıyorlar? Aralarında hiçbir bağ yok. Ama yalnızca iç içe yaşamanın neden olduğu bir elektriklenme dışında. Yapay bir merkeziyet için büyük bir yakınlık ve çekim duygusu. New York’u kendi kendini çekici bir çevre yapan işte bu; bu çevreden çıkmak için de hiçbir neden yok. Burada bulunmanın hiçbir insani nedeni yok; iç içe, birbirine yakın yaşamanın verdiği sarhoşluk dışında…”
İnsanın dehşete düştüğü bir durum. Hayatın da ölümün de hiçbir anlamının olmaması için çıldırmış olmak gerek. Ama modern zaman kentlerinde çıldırmış olmak sıradan bir olay. Kimse kimsenin farkında değil. Metallerin birbirine değmesiyle oluşan elektrik, ne yazık ki insanlar arasında yok. Kentin insanı ‘yaşıyor göstererek’ öldürmesi böyle bir şey olsa gerek.
Baudrillard, modern zaman kentlerinin gelecekte nasıl yok olacağını bir kâhin üslubuyla belirtiyor: “Gelecekte kentler daha genişlemiş ve kentlikten çıkmış olacaklar, yine gelecekte kentler toprak altında yitecek, adları bile kalmayacak. Her şey yapay ışık, yapay enerji ile dolu altyapıya dönüşecek. Parlak üstyapı, çılgın dikeylik yok olacak. New York yatay parçalanmanın ve onun ardından gelen yer altı patlamasının gerçekleşmesinden önce bu barok dikeyliğin, bu merkezkaç tuhaflığın son sınırıdır…”
“New York, tüm halkın şaşılacak bir suç ortaklığı ile yakın yıkımını komedi imiş gibi görüyor; ama bu onun çöküşünün bir sonucu değil, kendi gücünün bir sonucu; bu gücü de üstelik hiçbir şey korkutmuyor; çünkü korkutan hiçbir şey yok ortada. Yoğunluğu, yapay elektrikliği herhangi bir savaş düşüncesini yok ediyor. Bir gün önce o kadar çok enerji harcanıyor ki, ertesi sabah yaşamın yeniden başlaması bir tür mucize…”
Baudrillard “bu ülke umutsuzdur” diyerek Amerikan kentlerinin vahşiliğine not düşüyor:
“Burada kentler, gezgin çöller gibi. Anıt yok, tarih yok: Her yerde gezgin çöllerin ve simülasyonun coşkusu. Birçok vadisi bulunan çorak toprakların bozulmamış sessizliği içinde de, bitmeyen ve aldırmaz kentlerin içinde de aynı vahşilik… Buralarda her türlü derinlik yok olmuş; parlak, devingen ve yüzeysel yansızlık; anlama ve derinliğe meydan okuma, doğaya ve kültüre meydan okuma, kökeni artık belli olmayan, kaynağı olmayan bir üst-mekân…”
İşte size çağımızın en önemli düşünürlerinden birisinin gözüyle “dünyanın gıpta ettiği” modern zaman kentinin görünüşü…
Hız içinde huzursuzluğun, ışık altında kasvetin, insan görünümü içinde eşyalaşmanın, gözleri kamaştıran bir özentiye dönüştüğü ülkemizin zavallı şehir yöneticileri! Nasıl bir ‘derin şehir’e sahip olduğunuzu idrak etmemenin cezası olarak; batı insanını bitkisel hayata mahkûm eden kentlerin çekiciliği size yeter!
Baudrillard’ın cümleleri, “kentsel dönüşüm” cinnetine tutulmuş şehir yöneticilerine ve “Şehircilik Bakanı”mıza ithaf olunur.
“İşte yolculuk bitti” diyen düşünürümüzün sözünü soruya dönüştürerek bitirelim: “Şehirlerimizin yolculuğu bitiyor mu? “
(Günebakış, 13 Temmuz 2011)
Filozof Nietzche en önemli eseri olan “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te ‘geçip gitmek üzerine’ başlığıyla Zerdüşt’ün dilinden şunları söyler:
“Burası büyük kent; burada bulabileceğin hiçbir şey yok, ama her şeyi yitirebilirsin.. “Neden geçmek istedin bu çamurun içinden? Ayaklarına acısana! Daha iyisi kentin kapısına tükür ve geri dön! ...Burada büyük düşünceler canlı canlı haşlanır ve küçük parçalar halinde pişirilir.
Burada bütün büyük duygular çürür; burada ancak bir deri bir kemik kalmış duygucukların kemiklerini takırdatmalarına izin vardır! Şimdiden burnuna gelmiyor mu ruhun mezbahalarından ve umuma açık mutfaklardan yükselen kokular? Kentin her yanında boğazlanmış ruhun buharları yok mu?
Ruhların kirli ve buruşuk paçavralar gibi asılı olduğunu görmüyor musun? Buz kesmişler ve sıcağı damıtılmış sularda arıyorlar; sıcaktan bunalmışlar ve donmuş ruhlarla serinlemeye çalışıyorlar; hepsi de artık ölümcül hasta ve kalabalıkların bağımlısı olmuşlar. Burası her türlü şehvetin ve günahın yuvası; ama burada erdemli olanlar da var…
İçinde aydınlık, kuvvetli ve iyi ne varsa hepsi adına tükür bu kente ve geri dön! Tükür bastırılmış ruhların, zayıf göğüslerin, kısılmış gözlerin ve yapış yapış olmuş parmakların kentine! Çürümüş, adı kötüye çıkmış, şehvet düşkünü, karanlık, gevşek her yanlarını urlar kaplamış, hainlik adına ne varsa tümünün aynı kazanda kaynadığı; bu büyük kente tükür ve geri dön! “
Devam eder Nietzche: “Böyle dedi Zerdüşt; ve büyük kente baktı, içini çekti ve uzun süre sustu. Sonunda ise şöyle konuştu: …Bu büyük kent de tiksindiriyor beni. Burada da, orada da ne düzeltilebilecek bir şey var ne de kötüleştirilebilecek bir şey… Vay haline bu büyük kentin!- ve isterdim ki, onun içinde yanacağı alev sütununu şimdiden görebileyim! … Büyük kentin yanından geçip gitti…”
Bir şehrin insan ruhunu yutan mezbahaya dönüşmesini tahayyül edebiliyor musunuz? Ruhun mezbahası olur mu? Düşünceye konu olabiliyorsa demek ki oluyor!
İnsanın şehre olan öfkesini böylesine büyük bir nefrete dönüştüren sebep nedir? Veya yaşadığı şehrin insan ruhunu her an ‘kesime hazır’ hale getirmesinin sebebi nedir? İnsanın da teslimiyet içinde “şehir mezbahası”nda her an sırasının geleceği endişesini bile kaybetmiş biçimde boyun eğişi nasıl izah edilebilir? Bu sorulara cevap olabilecek felsefî bir koridor açmadan, yukarıdaki cümleye küçük bir yorum koridoru açarak devam edelim…
İnsan şuuraltını ne kadar kontrol altına alsa, ne kadar terapiye tabi tutsa, bazan kontrolden çıkarak dışavuruyor ve çılgınca konuşmaya başlıyor. Ne kadar bastırırsanız bastırın, şuuraltı ‘stok’ları insanın ‘iç gerçekliği’ni oluşturuyor. İslâm büyüklerinin ele aldıkları, çözümledikleri insanın hakikati ise “şuuraltı refleksleri”yle değil, “nefs veya ruh”un belirleyiciliğiyle gerçek
yatağına oturur…
Bu konuda özel bir bahis açmadan insanın şehirde kesim sırasını bekleyen bir yaratığa dönüşmesine vurgu yapalım…
Şehir-insan ilişkilerinde şehrin büyük bir “mezbaha”ya, insanın da ruhunun kesimini bekleyen bir yaratığa dönüşmesi, insanı dehşete düşürüyor… Ancak modern zaman şehirlerine “ruh mezbahaları” demek çok da abartılı değil… Şehir insan ruhunu kemirmenin, öğütmenin ötesinde onu parçalıyor, kesiyor, yok ediyor.
Aslında şehir de insan da ruhunu kaybedince mezbahaya dönüşüyor. Şehir bu yok edişin, insan da tedricen yok edilişin farkında olamıyor. Şehirden tüten eğer “boğazlanmış ruhun buğuları” ise, orada insan yaşamıyor. Nietzche, herhalde kendi oluşturduğu ‘üstün insan’a nispetle sıradan insanların şehirde boğazlanmayı bekleyen mezbaha hammaddeleri olduğuna vurgu yapıyor. Öyle de olsa, insan kendi gerçeğini kaybetmenin verdiği ‘başkalaşma’yla insan görünümlü bir nesne olarak biyolojik gerçekliğiyle varlık iddiasında bulunuyor.
Nietzche, şehrin insanı boğazlayan mezbaha karakterine isyan ederken duyduğu kokuyu diğer insanların duymamasına da isyan ediyor. Nasıl olur da, şehir ruhları boğazlarken bu açık katliama ses çıkaramıyoruz?
Nietzche’nin metaforundan yola çıkarak ve onun taşıdığı öfke ve nefreti bir kenara bırakarak yaşadığımız şehre bakalım… Ruhların hayata mı mezbahaya mı daha yatkın olduklarını bir düşünelim… Buradaki şehrin mezbahacı karakteri “ruh katliamcısı” olması…
Öyle ya… Ruhunu kaybeden bir şehir, insan ruhunu katleden bir mezbahaya dönüşecek… Bir de şehirde hâlâ erdemli olanları düşünelim… Erdemli yâni, hâlâ ahlâklı kalabilenleri…
Dehşet olan şu: İnsanın şehirde ‘mezbahalık ruh’ taşımaya şartlandırılması… Daha da vahimi, iliklerimize işleyerek ruhumuzu yavaş yavaş, hissettirmeksizin mezbahalık kıvama getiren modern zaman şehirleri yeni bir Sodom ve Gomore olmasın sakın?
(Günebakış, 21 Aralık 2011)
Atasözü haline gelmiş bir Anadolu özdeyişi var: “Kurt bunalınca şehre iner, kul bunalınca dağa çıkar.” Bu özdeyiş, modern zaman şehirlerinde insan-şehir ilişkisinin bugün büründüğü hali ifadede nefis bir referanstır.
Biz özdeyişin “kul” tarafını biraz açalım. Kul için şehir yaşanamaz hale gelince, bunalım başlayınca, şehrin kaosu insanın varlık nedenini ortadan kaldırınca yâni, bunalım başlayınca artık şehri terk etmek bir mecburiyet olarak ortaya çıkıyor. Peki nereye? Başka bir şehre mi? Modern zamanlarda belki böyle bir tercih söz konusudur. Ancak, modernite tüm şehirlerin kimyasını bozunca ve hafızasını silince şehirler de birbirini tanıyamaz hale geldi. Klonlanmış, kopyalanmış ‘nekropoller’e dönüştü.
Bu özdeyişin ortak hafıza ifadesi haline geldiği, geçerli olduğu ‘eski zamanlar’ı düşündüğünüzde şehirden kaçıp da sığınılacak tek yer  “dağ” idi. Bunalan insan ‘dağda huzur’ buluyordu.
Şehir “yaşanamaz” hale gelince  ‘kul’ için dağa sığınmaktan başka çare yoktur. Çünkü dağlar güvenlidir, kendini savunmak için sırt verilecek yerdir. Tıpkı Dadaloğlu’nun “ferman padişahın dağlar bizimdir” dediği gibi dağlar insan için çok daha güvenilir, müşfiktir.
Metropollerimiz nekropole dönüştü. Bunaldık. Ama buna aldırmadık.
Şehirde bunaldık,  ama şehri terkedemiyoruz.
Şehirde bunaldık, ama dağa çıkamıyoruz; elimizde yol haritamız yok.
Şehirde “huzurlu” değiliz. Şehirde güven kalmadı. Çünkü “tüfek icad oldu.”
Şehir bize, biz şehre yabancılaştık. Hatta düşman olduk.
Niçin?
İkimiz de varlık sebeplerimizi unuttuk, yok ettik.
Şehir öyle kuşattı ki bizi, artık “dağa çıkmaya” izin vermiyor. Verse de dağa çıkmaya korkuyoruz. Ama dağlar kurdun “şehre inme”sine müdahale edemiyor. Şehre inen kurt geri dönüyor.
Kurt “aç” kalmıştır. Tek derdi “yiyecek bulmak”tır. Dağlar ihtiyacını karşılayamaz, şehre iner ama o gene yurduna geri döner.  İnsanoğlu da vahşileşen şehir hayatının getirdiği “yaşamak için yoketmek zorundasın!” buyruğuna mahkûmdur artık! Dağa da çıkamıyor!
Dağa çıkamayan insan şehirde çürüyor. Kurt bizden çok daha hür ve iradeli.
Burada Üstad Necip Fazıl’ın “Dağlarda Şarkı Söyle” şiirini hatırlıyoruz:
“Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, söyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.
Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”
İşte Üstad’ın mısralarındaki “dağ imajı” “bunalan kul”un çıkacağı, huzur bulacağı yerdir. Çünkü dağlar insanın kendisini hissedeceği, varlığını idrak edeceği kirlenmemiş mekânlardır.
Bir zamanlar nasıl ki “bizim şehrimiz” huzur mekânı idiyse, “bizim dağımız” da huzur mekânıydı. İnsan, hayvan, nebat ve cemadat ‘haddini aşmaz’dı.
Bu bağlamda, “Kurt bunalınca şehre iner, kul bunalınca dağa çıkar” özdeyişi bana Fransız şair C. Baudlaire’i hatırlattı. Her büyük şair gibi O’nun da yaşadığı “entelektüel kriz”den Paris Sıkıntısı adlı eserinde ipuçları verir.
Şehrin verdiği sıkıntıyı, bunalımı derinden hisseden, yaşayan Baudlaire  bu kitabında “Yabancı” başlığı altında şu diyaloğu verir:
“Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı, bacını mı,
yoksa kardeşini mi?
“Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de karde­şim.”
“Dostlarını mı?”
“Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız.”
“Yurdunu mu?”
“Hangi enlemdedir, bilmem.”
“Güzelliği mi?”
 “Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz.”
 “Altını mı?”
 “Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesi­ne kin beslerim.”
 “Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?”
 “Bulutları severim… işte şu… şu geçip giden bulutları… eşsiz bulutları!”
Şehrin insana “varlık nedeni”ni unutturan kaosuna ve tabiatın verdiği huzura gene Üstad Necip Fazıl’ın 22 yaşında iken yazdığı “Şehirlerin Dışından” şiirindeki mısralardan bakalım:
“Kalk, arkadaş, gidelim!
Dereler yoldaşımız,
Dağlar omuzdaşımız,
Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından.
………………………..
Sema, deniz ve yeri,
Çepçevre, iklim iklim,
Dolaşalım, gezelim!
Yollar bizden bir izdir,
Ne duysak sesimizdir.
Ne görsek benzer bize.
Hiç şaşmayan bir saat
Gibi işler tabiat,
Uyarak kalbimize.
………………………..
Bir gün gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman, o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler!
Yeter bizi tuttuğu!
Tükensin velveleler!
Kalk arkadaş, gidelim!
İnsanın unuttuğu
Allahı zikredelim;
Gül ve sümbül hırkamız,
Sular, kuşlar, halkamız...
“Kul bunalınca dağa çıkar” ama, artık bunalmış “kul” “nereye gideceğini” bilemiyor; yürüyor, koşuyor, yokediyor, yokoluyor!
Yaşadığımız şehre bakın! Plazaların, AVM’lerin, rezidansların “kıyamet alametleri” şeklinde ürkütücü bir biçimde yükseldiği şehirlere kurt bile inmekten korkar!
“Bunalan kurt”un şehre inmekten bile ürktüğü, korktuğu; “bunalan insan”ın gidecek yer bulamadığı  modern zamanların nekropolleri haline gelmiş şehirlerin kuşattığı bir dünyanın sonu hayr olur mu dersiniz?
ŞEHİRDEN KAÇIP "GÜVENLİKLİ SİTE"LERE SIĞINMAK...
 “Tarihsel aidiyet zorlayıcıdır” denir. Oysa bizim gibi tarihsel aidiyeti oldukça derin ve tahkim edilmiş bir kültürden gelen toplumun bugünkü haline baktığımızda tarihsel aidiyetin artık kaybolduğunu görüyoruz. Zorlayıcılıktan öte, her alanda tarihsel aidiyetten kaçışın adeta kaybedilmiş bir savaşın sonunda sağ kalanların son bir çırpınışla ölümden kaçışı gibi “kurtuluş” zannedildiği bir zamanda yaşıyoruz. Halbuki hangi ihtiyaçla ve nereye kaçarsak kaçalım aslında “kendimiz”den kaçıyoruz.  Bu bir genetik yokoluştur.
Genetiğinizi bozmadıkça, genetik size oldukça geniş bir gelenek imkânı sunar. Ancak genetiğiniz bir kez bozuldu mu artık “başkalaşım” sürecini durdurmak, yeni bir genetik, gen haritası oluşturmak mümkün olamıyor. Bugün genetik bozulmanın vahim sonuçlarının her alanda ortaya çıktığına şahit oldukça, ‘nasıl bir dünya’ya doğru gittiğimizi ürpererek görmek için sıradan bir göz yeterli. Ancak görmek için gözü, duymak için kulağı, anlamak için idraki olmayanlar için “genetik bozulma”nın bir şey ifade etmediği, aksine yeni “yaşam alanları” sunduğuna da vurgu yapalım…
Şehir ve mekân… Yâni şehir ve yaşadığımız hayat tarzı genetik bozulmamızın en belirgin göstergeleri. Yaşama biçimimizdeki müthiş değişimi görmek için şehirlerimizin hızla değişen, dönüşen yâni bozulan ve başkalaşan mahiyetine bakmak, nasıl bir savrulma içinde olduğumuzu ifade için yeterli..
Son on yıllardır “kentsel dönüşüm” denilen ‘kutsal logos’ adına şehirlerimizin nasıl bir tahribata uğradığını gördükçe, Cengiz, Hülâgü, Haçlılar, vs. gibi istilâcıların şehirlere musallat olmalarındaki “şehvet ve cinnet”i anlayabiliyoruz.
Şehre tasallutun böyle bir ‘çekici’ tarafı var demek ki…Bu tasallut ister düşmanca, doğrudan, isterse de “dönüşüm, değişim, kentsel yapılanma” adı altında olsun, hiç fark etmez… Sonuçları aynı… Tahribat, yıkım ve adına “şehir” denemeyecek yaşanamaz bir canlılar deposu…
Sözü bugünkü şehir dönüşümlerinin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan “GÜVENLİKLİ SİTE”lere getirmek istiyorum.
“GÜVENLİKLİ SİTE” yeni bir kavram olmanın ötesinde yeni bir yaşama alanı, hayat tarzı…
Öyle bir hale geldik ki, şehirlerde “tersine inkılâp” denilen bir yaşama biçiminin vahşice geri döndüğüne, insanın korkudan ibaret bir varlık ve ‘güvenlik’ ihtiyacının bu korkuya yeni sığınma mekanları aradığı bir ‘nesne’ haline geldiğini görüyoruz.
Petra Kuppinger Amerikan Antropoloji Derneğinin dergisindeki “Güvenlikli Siteler”le ilgili yazısında (İdeal Kent dergisinin çevirisiyle) bu duruma şöyle değiniyor: “Yaşam tarzlarını ve mülklerini korumak için duvarlar ve kapılar kullanmak fikri yeni bir şey değildir. Ötekilere ve olası işgalcilere dair somut ya da adı konmamış korkular insanlık tarihinin değişmez özellikleri olagelmiştir. Ortaçağ Avrupa kentleri ve çağdaşları, örneğin Çin’de ya da Ortadoğu’da yer alan kentler, yerli ya da yabancı düşmanlarını engellemek için etkileyici duvarlar ve kapılar inşa etmişlerdir.”
Şehirlerimizde “mahalle”yi hızla terk edip, daha doğrusu kaybedip, “GÜVENLİKLİ SİTE”lere kaçmanın artık özenilir ve ideal bir hal aldığını gördükçe, yeni şehir anlayışı ve yapılanmasının da ŞEHİR DEĞİL GARNİZON olduğunu söyleyelim… Özellikle hiçbir tarih, medeniyet, şehir idraki olmayan, böyle bir ontolojik temele ihtiyaç hissetmeyen, sadece “arsa, rant ve kâr” derdinde olan işadamlarının ilgili devlet kurumları, belediyeler ve bazı sivil toplum kuruluşları oluru ve aracılığıyla şehirlerimizin genetiğini nasıl bozduklarını görebiliyor muyuz?
GÜVENLİKLİ SİTE’de oturmak artık bir İMTİYAZ. Surlar arkasında, korumalar eşliğinde, elektronik gözetim aygıtlarıyla evinizin içine kadar harici denetime tabi tutulmak, adeta bir kobay gibi gözetim altında şuursuzca bitkisel hayat sürdürmek… 0, olağanüstü bir güven ve zevk veriyor günümüz insanına.
Tekrar edelim: En vahimi neye sahip olunduğunun idraki yok ki, neyin kaybedildiğinin idraki olsun.
P. Kuppinger’in diğer batılı şehircilerin tesbitleriyle zenginleştirdiği konu ile ilgili yazısından alıntılarla devam edelim:
“Modern ulus devletin güçlenmesine paralel olarak küçük çaplı savaş tehditlerinin ve yerel eşkıyalık korkusunun azalmasıyla birlikte gelişmekte olan modern kentte temel vurgu artık kenti duvarlarla çevrelemek değil, kentte içsel barışı ve düzeni garantilemek üzere kamusal alanı korumak ve reformlaştırmaktı. Kentin görece güvenli bir yer olduğuna dair daha önceleri var olan hissiyat, yerini kent mekanlarının tehlike ile özdeşleştirilmesine bırakmıştı…”
Modern zamanlarda şehir hayatının ideal biçiminin “GÜVENLİKLİ SİTE”yle kaim olduğuna neredeyse herkes hemfikir. Bu hal “yaşama” değil “sığınma” psikolojisinin bir ürünü… Diğer canlı mahlûkların sığınma ve barınma ihtiyaçlarıyla insanın bugünkü GÜVNENLİKLİ SİTE temelindeki sığınma ve barınma ihtiyacı arasında neredeyse hiçbir fark kalmadı desek çok mu abartmış oluruz?
Bugün, “idealinizdeki yaşama mekânı, ev nedir?” diye bir soru sorulsa verilecek cevap büyük çoğunlukla “Güvenlikli Sitede yaşamak” olacaktır.
Güvenlikli sitede yaşama arzusu, bastırılmış “terkedilmişlik duygusu”nun “terk etme ihtiyacı”na dönüşmesi olsa gerek…
İnsan yok, komşu yok, komşuluk ihtiyacı yok, şehir ve mahalle kültürü yok, tarih ve hatıra yok. Ne mutlu “GÜVENLİKLİ SİTE”lerde yaşayanlara ‘(!) Öyle ya, oturduğunuz site ne kadar elektro güvenlik aygıtlarıyla korunursa o derece güvenlikte ve itibarlı oluyorsunuz! Tıpkı laboratuvarda sayısız deneyler sonucu yeni keşfedilen bir mikroorganizmanın dondurucuda korumaya alınması gibi (!)
P. Kuppinger bu dönüşümün nedenine ilişkin şunları söylüyor: “Kent mekanlarında gözlenen bu dramatik dönüşümler, ‘ayrışma ve güvenlik eğilimli bir topluma’ doğru gidişe işaret eden kapsamlı siyasi ve toplumsal değişimlerin yansımalarıdır. Başlıca amacı sokakları, kamusal meydanları ve bu alanları kullanan kalabalıkları denetlemek olan erken dönem modern kent politikalarının aksine, yeni eğilim mekânlarının tamamiyle ayrıştırılması, orta ve üst sınıfların kaleleştirilmiş mekanlar arkasında koruma altına alınması ve kamusal alanlarla onları kullanan alt sınıf kent sakinlerinin giderek daha fazla göz ardı edilmesidir. İnsanların denetiminden mekânların denetimine geçiş yönetişim rejiminde gözlenen kapsamlı değişimlerin işaretçisidir…”
“.. Dahası, kaygı verici bir biçimde, kentsel ayrışma ve kapalı alanlar seçkinlerin bizatihi kaçmak istedikleri toplumsal ayrışma süreçlerini yeniden üretmekte ve hatta bunları daha da hızlandırmaktadır. Sömürge sonrası metropollerde, halihazırda var olan kayda değer eşitsizlikler bağlamında, yoksul kitleler daha birkaç on yıl önce verili kabul edilen en temel kamusal hizmetlerden mahrum bırakılmaya başlandıkça, bu kutuplaşma daha da patlayıcı hale gelmektedir. Bu talihsiz kısır döngü kırılmadıkça, bu gelişmeler daha yüksek duvarların inşa edilmesini ve daha gelişmiş güvenlik teknolojilerinin kullanılmasını bir zorunluluk olarak dayatacaktır..”.
Batıda böyle.. Peki ya bizde? Görmemiş, sonradan görme, zevksiz, eğitimsiz, estetiksiz şehir yöneticileri, müteahhitler ve bunlara yol açan siyasilerin marifetiyle birdenbire göğe doğru yükselen bizce GÜVENLİKSİZ SİTELER’in hali aklımıza tarihî bir olguyu getirdi. O da şu: Hz. Salih’in Semud kavminin helâki… Teknolojik imkanlar ve varlık içinde bir hayat süren bu topluluğun varlıklarından kaynaklanan isyanları, Hz. Salih’in onları uyarılarına aldırmayıp, isyan ederek sapıtmaları ve yüksek dağlarda yaptıkları ihtişamlı evler-yapılar bugünkü görkemli gökdelenleri, GÜVENLİKLİ SİTELERİ andırıyordu adeta…Sığındıkları o güvenlikli siteler, kendilerine yeni bir hayat sunabildi mi? Hayır! Akıbetleri Kur’an’da anlatılıyor…
Böyle bir akıbetten Allah korusun…
Yabancı unsurları bile bünyesinde eriten, dönüştüren, yeni bir terkiple orijinalitesine katan, kendine özgü kılan, ‘aidiyet havzası ve mekanları’ oluşturan bir kültürden gelmemize rağmen, modern zamanlarda kendini yeniden üretemeyen, ‘şehir idraki’ kaybolmuş bir hale gelmenin sonucu şehirden kaçarak “GÜVENLİKLİ SİTE”lere sığınmaya mahkûm olduk…
Artık tarihsel kültür ve alışkanlıklarımıza paydos! Kimse artık “Tanrı misafiri” diye kimsenin kapısını çalamayacak. İkinci bir emre kadar “komşu komşunun külüne muhtaç olamayacak!”. Özel üniformalıları “sakıncasız” birisi olduğunuza dair ikna edebilir ve “kimlik kontrolü”nden geçebilirseniz ‘yüksek güvenlikli surlarla kuşatılmış’ siteye alınacaksınız.
Modern zamanlarda bu kadar meşakkate katlanmak ve surları aşmak her fatihe nasip olmaz (!)
Şehirden kaçan insan kendisini Güvenlikli siteye atıyor! Böylece şehrin koruyamadığı insanı GÜVENLİKLİ SİTE’nin elektronik gözleri ve kolları koruyacak (!)  Güvenlikli sitelere kaçmakla Batı’daki “İnsan insanın kurdudur” anlayışının testinden de böylece geçmiş oluyoruz. Yâni bu sözü ispatlamış oluyoruz!
Mahallenin imha edilip güvenlikli sitelerin inşa edilmesi şehri kaybettiğimizin alenî ilânıdır!
“Şehir aidiyeti”nden kaçıp güvenlikli sitede yer arayan insan, bu kaçışla varlık zeminini imha ettiğinin farkında mıdır?
Uyarıya gerek yok. Çünkü şehri hızla terk ediyoruz. Şehir zaten can çekişiyor,  kendisi kalmadı. Ruhu, tarihi, mekânları, insanları değişti. Değişen şey artık eskisinden izler taşımıyor. Eski halinden eser yok. Onun için yeni “şehr”in yani yeni GÜVENLİKLİ SİTELER’in mekanik-heyulaî silueti bir an önce şehri boşaltmamız için son ihtarını yapıyor!
Tarihî süreklilik, medeniyet, şehir ruhu, şehir idrak ve inşası diye bir şey kalmadı. Adeta kendi nekropollerini hazırlarcasına güvenlikli siteler inşa ediliyor. Herkesin arzusu güvenlikli sitede yaşamak, yâni modern dünya nekropollerine gömülmek!
Güvenlikli Site veya nekropol… Güvenlikte olan ölülerin (güvenlikli ölüler)  istif edildiği yer… Korkunç bir akıbet…
Şehirden koptuk, mahalleden koptuk, insandan koptuk. Daha doğrusu kaçtık! Niçin? Çünkü insanca yaşamayı unuttuk. “Komşuyu komşuya vâris kılacak” kadar mekânlarıyla birlikte ruhları da yakınlaşmış insanlar artık birbirinden endişe eden, kendini diğerine karşı güvensiz hisseden, her an tasalluta maruz kalacağı paranoyasıyla yaşayan insanlar haline geldi. Tek kurtuluş yeri: Güvenlikli Siteler..
Oralar güvenli mi? Evet! Çünkü nekropolde güvenlik mutlaktır!  Hiç kimse sizi rahatsız etmez. Tüm dünyalılara karşı güvendesiniz! 
Böylesine bir imkânsızı gerçekleştirebilmek için en uygun zaman modern zamanlar… Yâni kaos zamanları…
Bir Çin bedduasını hatırlıyorum: “İnşallah değişen zamanlarda yaşarsın!”  Bu bedduanın tuttuğu, gerçek olduğu zamanlardayız. Değişen zamanlar böylesine bir hayat tarzına doğru sürüklüyor insanı. Daha doğrusu insanoğlu kendisini sürüklüyor.
Bir şehrin (siyasî deyimle) üniter yapısını parçalayıp güvenlikli sitelere ayırmak, onun bütünlüğünü bozarak başka bir varoluş ve ‘yaşama biçimi’ne dönüştürmekte yerel yönetimler, müteahhitler ve de kapital sahipleri adeta yarışıyor. Şehir halkı bu yarışta seyirci. Artık ortada şehir yok, güvenlikli site var. Bundan sonra büyük ihtimalle “şehir” hem kavram hem de ruh, muhteva ve mekân olarak kaybolup yerine adı A, B, C, X Güvenlikli Sitesi olan modern zaman siloları var olacak. Hatta var oluyor..
Şehir savaşı kaybetti! Güvenlikli Siteler savaştan galip çıktılar. Artık şehre elvedâ!
Petra Kuppinger Kahire örneğinde incelediği “Yeni Güvenlikli Siteler” üzerine konuşuyor: “Piyasanın daha üst katmanlarında daha yüksek fiyatlara sahip ve çoğunlukla kentten daha uzak alanlara kurulmuş yerleşim yerleri arsalarının en fazla % 8’ini konut alanı olarak kullanılacağını belirtmektedirler. Öte yandan, yeşil alanın bol olması en seçkin güvenlikli sitelerin yalnızca bir özelliğidir. Gardenia Park, örneğin, Piramitlerden 12,5 km. uzakta (kent merkezine değil), ‘6 Ekim Kenti’nin en güzel yerinde’ konuşlanmıştır. 250 villanın müstakbel ev sahiplerine polis karakolu, itfaiye, hastaneler (birden fazla!) çeşitli alışveriş ve kültür merkezleri (yine birden fazla!) olmak üzere baş döndürücü çeşitlilikte hizmetler vaad etmektedir. Daha detaya girmek gerekirse, proje reklamları 120 kişilik balo odasına sahip bir Kulüp Evi, Olimpik yüzme havuzu, tenis ve duvar tenisi kortlarından bahsedilmektedir. Gardenia Park, müstakbel sakinlerine ve ‘tek bir giriş kapısı ve profesyonel yönetici grubunun üst düzey mahremiyeti ve güvenliği temin ettiği’ “büyük titizlikle seçilmiş bir topluluk” vaat etmektedir… Site ailenizin sağlık ve mutluluğu için gerekli hizmetlerin eşliğinde yeşillik ve mahremiyet içinde seçkin bir yaşamı garanti eder”. Kısacası “hizmetler lüks otellerle yarışacak düzeydedir.”
Dünya “küreselleşme” denilen efsanenin boğucu istilası altında artık tek tip “robotik hayat”ı kabullenmiş biçimde insanları “insanca hayat”tan uzaklaştırıyor. Her ülkede böyle. Ülkemizde boy boy tam sayfa gazete ilanlarındaki güvenlikli sitelerde yaşamaya önce hayaller, sonra zihinler, sonra da bedenler hızla alıştırılıyor. Zaten güvenlikli siteler kimi batılı yazarlarca “küreselleşmenin başarılı bir sembolü” olarak nitelendiriliyor. Kuppinger bu bağlamda şöyle devam ediyor: “Bunlar küreselleşmeci eğilimlerin özgün eklemlenmeleridir. Çok açık ki, öncelikli olarak karşımızda sermaye, kültürel akımlar, metaların yanı sıra yaşam tarzlarının her zamankinden daha hızlı bir şekilde dolaşıma girdiği küreselleşme bağlamı vardır. Bu tür sermayenin ve kültürel akımların dolaşımı artık sadece belli yerlerle sınırlı değildir. Aksine yerelleşmelerini sağlayacak kaynak ve irade olan her yerde varlıklarını göstermektedirler. Bu küresel akımlar hiçbir yerde durmazlar ve nihayetinde hiçbir yere ait değillerdir… Yatırımlar, diğer küresel kentlerde yaşanan deneyimleri doğrudan yansıtan bir biçimde, neredeyse istisnasız bir şekilde kâr getirecek lüks konutlara, lüks eğlence ve boş zaman mekânlarına yöneldi. Bu haliyle Kahire’de yaşanan, küreselleşen herhangi bir kentte yaşanan hikâyenin tekrarı gibi görünmektedir...”
Modern dünyanın da efendileri ve köleleri var. Bunlar Güvenlikli Sitelerde yaşayanlarla, bu sitelerde yaşayamayanlar!
Güvenlikli sitelerde tecrit olma, izole olma günümüz insanına şehevî bir haz veriyor. Bir yazarımız (Mustafa Özel) gelecek nesillerin yaşayacakları bu tip sitelere ilişkin endişeleniyor: “…. Ya küçük çocuklarımız, ya bebekler? Onlar hayatları boyunca yoksullardan uzak, onlardan korkan, boyuna güvenlik arayan paranoyaklara dönmeyecekler mi? Yoksulların çocuklarıyla aynı mahallede büyüyüp aynı okulda okumadıkları için onların dertleriyle dertlenmeyeceklerdir…”
Kendi dünya görüşüne yabancılaşan, tarihî köklerine bağlı yeni şehir tasarımları ortaya koyamayan bir toplumun akıbeti şehri terk edip güvenlikli sitelere yâni GÜVENLİKLİ NEKROPOLlere mahkûm olmaktır. Nekropoller’e… Ölüler kentine… 
Bunların adı GÜVENLİKLİ SİTE veya daha da çekici bir adlandırmayla REZİDANS olmuş ne önemi var. Yeter ki güvenlikli nekropolde ruhsuz bir biçimde varolun(!)
Şehirleri hızla terk edip Güvenlikli sitelere doğru koşuyu üç kelimeyle formüle edecek olursak: kaçmak, kapanmak, kapılanmak!
Modern dünyanın gösteri ve tüketim histerisine mahkûm ettiği insanı tedavi etmenin çaresi var mı? Hayır! Niçin? Çünkü bu yöndeki susuzluğu bir türlü tatmin olmuyor.  Bu hale vücut veren sebeplere ilişkin bir batılı (M. Featherstone) ‘Postmodernizm ve Tüketim Kültürü” isimli yazısında şunları söylüyor: “Tüketim kültürünün yeni kahramanları bir hayat tarzını üzerinde düşünmeksizin gelenek ya da alışkanlık yoluyla benimsemekten ziyade, hayat tarzını bir hayat projesi haline getirir; bir hayat tarzı çerçevesinde bir araya getirdikleri ürünlerin, giysilerin, pratiklerin, tecrübelerin, görünüşlerin ve bedensel özelliklerin tikelliğinde kendi bireyselliklerini ve üslup anlayışlarını teşhir ederler. Tüketim kültürü içerisinde modern bireyin sadece elbiseleriyle değil, bir beğeniden yoksun olup olmadığını gösterecek şekilde evi, mobilyaları, dekorasyonu, otomobili ve diğer faaliyetleriyle de konuştuğunun bilincine varmasını sağlar…”
Mesele de bu! Modern dünya gerçekler dünyası olmaktan çok, imajlar, illüzyonlar, fetişler, mitler dünyası. Bu dünyada şehir kayboluyor, insanın başı dönüyor…
Ya modern dünyanın nekropolleri olan güvenlikli sitelere karşı şehri yaşatacak yahut da yok olacağız!
NOT: Konu ile ilgilenenlere İdealkent dergisinin son sayısının (sayı:6) “Güvenlikli Siteler” konusunda yoğun bir muhtevaya sahip olduğunu haber verelim.
Şehirlerin de insan organizması gibi tabii koruma mekanizmaları, koruma refleksleri var. Bu refleksler, şehrin tahribine, kendisine yabancılaştırılma girişimlerine karşı kendiliğinden harekete geçer ve şehri savunur.
Antik zaman şehirleri gibi surlarla koruma altına alınmış bir şehir korumasından bahsetmiyoruz. Veya biyolojik bir şehirden mi bahsediyoruz ki refleksleri olsun. Evet… Şehirler de kendini dış korumadan, restorasyondan ayrı ve farklı şekilde koruma mekanizmasına sahiptir. Bu mekanizma şehrin antikorlarıdır. Tıpkı bir canlı mekanizmanın sahip olduğu antikorlar gibi…
Antikorlar; canlı organizmaların bağışıklık sistemleri tarafından ‘kendilerine ait olmayan’ organik yapıların saldırılarına karşı hazır bekleyen, vücudun savunma sistemini oluşturan mikroorganizmalardır. Bu mikroorganizmalar, bünyeyi yabancı etkilere karşı korur, erken uyarıcılık görevi görürler ve kendiliğinden harekete geçerler. Her vücut karşılaştığı-karşılaşacağı yabancı mikroorganizmalara/istilacılara karşı uygun, onlarla başa çıkabilecek antikorlarını üretebilir.
Şehirler de öyle…
Biz “vücut şehri” kavramından yola çıkarak şehrin bağışıklık sisteminde mutlaka bulunması gereken antikorlara işaret etmek istiyoruz.
Büyük Ârifler, insanı derinliğiyle anlatırken kimi zaman onu “şehir”e benzetirler. Şehrin merkezi kalptir. Vücudun diğer organları, değişik mikroorganizmalar, vs. şehir bütününü meydana getiren, âhenk içinde varlığını sürdüren unsurlardır. Yunus Emre’nin “ben bu vücut şehrine bir dem giresim gelir” demesi bu manâya işaret eder.
İnsan vücudundaki antikorlar ne ise; şehri koruyan antikorlar da aynı işlevi görür. Şehrin antikorları da insan vücudundaki antikorlar gibi göze görünmez, şehrin bağışıklık sisteminde varolan, yabancılara, yabancılaşmaya, saldırılara karşı doğal koruma mekanizması oluştururlar.
Şehir antikorları şehri oluşturan unsurlarda, şehre ait olan her şeyde, hem de şehir bütününde (eski deyimle) mündemiçtir, içinde mevcuttur. Diğer bir deyişle, şehrin DNA’sında her an canlı ve teyakkuz halindedir.
Şehrin bir organizma bütünü olduğunu düşündüğümüzde, şehrin yabancı etkilere karşı kendisini koruyacak tabii antikorlara sahip olması, bir bünye özelliği olarak zarurettir. Tarihsel şehirler bu anlamda tabii antikorlarını üretebilen, bunları sürekli tutabilen, zaman ve mekân şartlarına göre yenileyebilen şehirlerdi. Bugün, bütünüyle ‘yaşadığı zaman’dan ayrı düşse, uzaklaşsa bile kendisini modern zaman istilalarına karşı koruyabilmişlerdir. Ancak, her vücudun dinamizmi ölçüsünde harekete geçirdiği antikorlar, bu tarihsel şehirlerde de artık zayıfladığı halleriyle şehri savunabiliyorlar. Çünkü modern zaman yokediciliği tarihî şehirleri kuşatmış, istila etmiş durumda. Bir istilâcı şehirde ne yaparsa modern zamanların istilaları/istilacıları da şehirlerimizde onu yaptılar, onu yapıyorlar.
Modern zaman şehirleri; antikorlarını üretmek, harekete geçirmek yerine, tam aksine antikorları yok olmuş, antikor ihtiyacı hissetmeyen bir anestezi halini yaşayan bir bünyeye sahiptir.
En önemli antikor: “Şehir kültürü” ve sahiplenilmesi, bünyeleştirilmesi… Yâni, bir şehrin varoluş nedeni ve muhtevasından kaynaklanan, duyuş, düşünüş ve davranış biçimi haline gelmiş refleksi şehrin en önemli antikorudur. Öncelikle şehriyle hemdert olmuş, mensubiyetin ötesinde şehrine aidiyet bağları olan insanların, şehrin yabancılaşmasına, yabancılaştırılmasına karşı ortaya koyacakları şehirli refleks, şehrin antikorlarındaki gücü gösterir.
Bir diğer önemli antikor ise, ne kadar tahrip edilirse edilsin tarihsel doku ve muhtevadır. Tarihsel doku ve muhteva, modern zaman şehirlerinin kadim şehirden tevarüs ettiği doğal antikorların en önemlisidir. Bu antikorların yok edilmesi ve yerine modern şehir mobilyalarının yerleştirilmesi, vücudun antikor mekanizmasının kaybına yol açar.
Şehrin antikorları, restorasyon görevi görmezler. Çünkü restorasyon; artık eskimiş, bozulmuş, yok olmaya yüz tutmuş yapıların ayakta kalması için eski şekline uygun olarak yeniden şekillendirilmesidir. Tamir işlemidir. Antikorlar ise, zararlı etkilere karşı doğal koruyuculardır. Zarar, tahribat meydana gelmeden şehri koruma altına alırlar.
Şehrimize baktığımızda, bu anlamda doğal antikorları olan bir bünye görebiliyor muyuz? Yoksa, her türlü virüsün üzerine çullandığı, kendi yokoluşuna sebep olsa da virüslerle yaşamaya alışmış bir şehir mi görüyoruz?
Kendi şehrimize baktığımızda, ne tarihsel antikorlarının farkında, ne de modern zamanlardaki yapısını koruyacak antikorlara sahip. Olsa bile, modern zamanlar şehir antikoru tanımıyor.
Şehrimiz kendisini nasıl savunacak? Savunma, her şeyden önce “sahip”liği gerektirir. Sahiplik ise şehre ait olmayı. Şehre ait olamayan şehre sahip olamaz.
Şehrimizin bağışıklık sistemi güçlendirilmesi gerekirken, tam aksine çözülüyor. Şehrimizi istila eden futbol virüsü ve yapay/zorlama kültür-sanat-folklor yabancılaşmasına karşı şehrimiz henüz antikor üretemedi. Bünyesi bu tür virüslere o kadar bağışıklık sağladı ki antikorları harekete geçemiyor.
Şehrin antikorlarının istilacıları etkisiz hale getirmesi için, şehrin antikorlarının bilincine varması, kendine güven duyması lazım..
Mevcut şehir yöneticilerinin antikor diye bir dertleri, meseleleri yok. Çünkü bizzat onlar antikorlarla karşı karşıya !
Antikorları olmayan, antikor ihtiyacı hissetmeyen şehir ruhsuz-sağlıksız şehirdir.
Böyle şehrin vay haline!
(Günebakış, 29 Aralık 2010)
İstilâcıların bile yapamayacağı bir şekilde, bizden başka hiçbir ülkenin belki de yaşamadığı “şehir katliamları”nı yaşamış fakat hiçbir şey olmamışçasına hayata devam etmiş, ne katledilen şehri yeniden inşa etme tasası taşımış, ne de katledenlerden hesap sorabilmiş bir ülkenin bugün, istilâcıları aratırcasına yaşadığı hale ne ad vermek gerekir bilemiyorum. “Kentsel dönüşüm” adına yaşanan ve yaşanacakları görüp düşündükçe yeni keşfedilen bir hastalığa verilecek ad gibi bu hali nasıl vasıflandırmak gerekiyor? “Şehir sendromu” veya “şehir travması” denilebilir mi? Denilemez. Çünkü, sendrom veya travma bünyevî bir rahatsızlığın dışa vurum biçimidir.  Rahatsızlığın hastalıklı, patolojik bir tezahür şeklidir. Bugün yaşadığımız şehir katliâmları karşısında travma geçirmemiz gerektiği halde tam aksine (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) “his iptali”ne yakalanmış, onu da aşmış bir biçimde “haz cinneti”ne tutulmuş durumdayız. Yapılanlar karşısında acı duymamız gerekirken haz duyuyoruz.
Bu “haz cinneti” içerisinde yıkılan ve yerine dikilen her şeye karşı müthiş bir hayranlık içerisindeyiz. Dikilenler ne kadar hacimli, ebatlı ve urlaşmış büyüklükte ise o derece zevk alıyoruz. Son kalıntılarıyla varoluş savaşı veren şehirlerimizin tarihle olan bağlarının, tarihî  renk ve muhtevalarını yansıtan ‘mekanları’nın, şehri kadîm zamanlarına götüren ‘parça’larının yok edilişi karşısında hiçbir organımız harekete geçemiyor. Niçin? Çünkü ‘bizim’ olan ‘bize ait’ olan her şeye o kadar yabancılaştık ki artık onları tanıyamıyoruz. Filozof Heraklit’in cümlesiyle “O onca yakın oldukları şeyden uzaklaşıyorlar ve her gün rastladıkları şeyler yabancı geliyor onlara.”
Şehir o hale geldi ve biz o hale getirildik ki yaşadığımız şehir “insanı kendine çeken” bir mekânken, “insanın üzerine çöken” bir şehir haline geliyor ve bu hale alışıyoruz, üzerimize çöken kasvetin ağırlığını hissetmiyoruz bile. Yokedilenleri  görmemekle, anlamamakla his iptali içindeyken, şehrin dönüşümü adıyla yaşanan gayr-i insanî gelişmeler karşısında haz cinneti içindeyiz.
Şehrimiz/şehirlerimiz (A. Perret’in deyimiyle) “kule kent”lere dönüşüyor. Bu ‘kule kent’ler kendisinden önceki şehirden hiçbir iz taşımıyor. Böylece artık tarihsizlik, köksüzlük modern zaman şehir inşalarının eksenine oturuyor. Örnek mi? Yanıbaşınızda yükselen devasa yapılara bakmanız yeter. Size neyi hatırlattığını, sizi neye/nereye çağırdığını anlayabiliyor ve hissedebiliyorsanız nasıl bir yabancılaşma içinde olduğunuzu da anlayabiliyorsunuzdur. Yâni his iptaline yakalandığınızın farkındasınızdır.
İdrakin şehri terk ettiği, aklın dumura uğradığı, estetiğin kaybolduğu, yaşamanın metabolizmayla özdeşleştiği bir dünyanın insanı haline gelmek ve bu hali sorgulamamak his iptali, bu halin devamı da haz cinnetidir. 
‘İnsanın etrafında olup bitenleri görmeme hakkına sahip olmadığı’nı bilenlerin bile çaresizlik içinde köşelerine çekildiği, şehre dair her şeyin siyasî iradenin kararı ve yönetimi altında olduğu bir dünyada fikirden, sanattan, estetikten, mimarîden bahsetmek olsa olsa başka bir galaksinin kavramlarından bahsetmek olur.
Aksine ülkemizden ve şehirlerimizden bahsediyoruz. Endişe duyuyoruz. Daha doğrusu endişe bile duyamaz hale geliyoruz. Çünkü endişe sınırı geçildi. Önümüzde ‘yok oluş’ var. Ve bu yokoluş bize hiçbir şey söylemiyor, hiçbir şey ihtar etmiyor, hiçbir şeyi idrak ettirmiyor!
S. Zweig gezip gördüğü Ypern şehrindeki değişime ilişkin “Yüzyıllara kafa tutan bir kahraman gibi yükselen yapının yerinde, şimdi hastalıklı dişleri andıran birkaç kara ve kırık taş sütun duruyor. Kentin yüreği koparılmış” diyor ve devam ediyor: “Görüntü tüyler ürpertici.1918 hava bombardımanının ardından, kraterler dolu bir araziyi andıran, bir moloz yığınından farksız Ypern’i gösteren, uçaktan çekilmiş, şimdi dükkan vitrinlerinde duran fotoğraflardan daha da ürpertici.”
Bütün şehirlerimizin son on yıldır “kentsel dönüşüm”, “marka şehirler” adına yaşadıkları, zaten yürekleri epeyce tahrip edilmiş olan şehirlerimizin artık yüreklerini koparmaktan ibaret.  Şehirlerimizin “yeniden inşa”sı için her alanda imkan ve fırsat yakalanmışken, batıya yaptığı birkaç günlük gezide gördüklerini kopyalamak adına şehirlerimizi dokularıyla uyuşmayacak yapı ve mekânlarla istilâ eden siyasîler ve yerel yöneticiler elinde yok edilen şehirlerimiz… Bu yelteniş (Gene Üstad’ın deyimiyle) “kutup ayısını hurma ağacı ikliminde beslemek” garabetidir. 
Olmayan üç temel haslet: İdrak, inşa, ihya… 
Yaşayanların bir şey yapmadığı, her şeye ortak olduğu şehir katliamları karşısında kadîm bir sözü hatırlamaktan başka bir şey yapamıyoruz. O müthiş söz şu: “Ölülerin gölgeleri savaş sona erse de savaşmaya devam eder.”  Tarih, şehir, medeniyet adına toprağın üstündekilerin tıkalı olan idrakleri karşısında yerin altındakiler mi savaşmaya devam ediyor acaba? Onların gölgeleri, ‘bıraktıkları şehir ve mekânları öldükten sonra bile korumak için savaşmaları’ metaforu bize hiç mi bir şey anlatmıyor, hatırlatmıyor?
Başımıza gelen her şey yaptıklarımızın yahut da yapmaya muktedirken yapmadıklarımızın karşılığıdır.
Hislerimizin iadesi için çok mu geç kaldık?
Değeri, hedefi, anlamı, varlık nedeni kaybolmuş, insansız bir dünyaya doğru gidiyoruz. Hayat emaresi sadece ‘biyolojik canlılık’ olan insanların işgal ettiği bir dünyaya doğru… Böyle bir dünyada yaşamak modern zamanların hayat biçimini oluşturuyor. Öyle ki; şehirleri kaosa, insanları amaçsız bir koşuya iten bir dünya.
Latin Amerika’lı Şair Neruda’nın melânkolik ve etkileyici şiirlerinden birisinin adı “Plaza Ölüleri”dir. Modern zaman şehirleri ile insan ilişkisini belki de en iyi tanımlayan bu başlık ürpertici bir akıbeti de haber veriyor sanki.
Muhtevası farklı olan bu şiirin başlığına bir kelime daha ekleyelim: “Rezidans ve Plaza Ölüleri”.
Modern zamanların yaşama biçimini belirleyen rezidans ve plazalar paranın, lüksün, konforun, gücün verdiği tatmini yaşatan, adeta mitolojik bir hayat gibi ölümsüzlüğün sembolü… 
Ülkemizde de herkesin hayalini süsleyen bu yaşama mekânları, son yıllarda hızla yükselen bir “şehir kutsalı”…
Oysa…
Rezidans ve plazalar modern zaman şehirlerinin “ur”ları, tümörleri…
Bu yüzdendir ki Neruda’nın “Plaza Ölüleri” şiiri bana Sezai Karakoç’un “Balkon” şiirini hatırlattı. Şairin, günümüzden 55 yıl önce yazdığı “Balkon” şiirinin gerçekleşmesi midir rezidans hayatı? Bizce öyle. O şiirindeki mısralar insanı ürpertiyor:
“Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların” (1957)'
Şair “insan rahat etmeyecek öldükten sonra” dese de rezidanslar sunduğu hayat tarzıyla insana yaşarken de rahat vermiyor. Rezidansların koynunda kendini rahat zanneden insan, atomize olmuş, yalnızlaşmış, yabancılaşmış bir hayata sürükleniyor. Her şey mekanik, her şey donuk… 
Pazar-piyasa kurallarının egemen olduğu, içeride dolaşırken ‘potansiyel bir hırsız’ gibi ‘elektronik göz’lerle takip edildiğiniz plazalar…
İnsandan çok eşyaların ‘hürmete layık’ olduğu, onlara saygı gösterildiği, göğü delmek için birbiriyle yarışan rezidanslar. 
Trajik olan da; insanın şehirden, hayattan, insanlardan kaçarak bu “göğü delmeye çalışan” hayaletlere sığınması…
Rezidanslar,  modern zaman şehirlerinde bir tür sığınma mekanları. Kale duvarları arkasında yaşamak gibi. Oysa, toplumla, insanlarla aranıza surlar, güvenlik duvarları çekmek bir tür “tehlikeli bölge”de yaşamak değil midir?
Evde, işyerinde değil “garnizon”dayız. Kışlalardan daha güvenlikli (!) araç ve elemanlarla  donatılmış, adeta nükleer depoyu andıran rezidanslar ve plazalar.
Kimilerince kapitalist yaşama biçimi olarak ifade edilen bu hayat tarzı, tek cümleyle; gayriinsanî bir yaşama biçimi…
Modern zaman şehirleri; ruhunu kaybeden şehirlerimizde insanın ‘giydirilmiş ölüler’ şeklinde girip çıktığı, bütün değer ve ilişkilerini rezidans ve plazaların belirlediği bir toplama kampı
Rezidansların, plazaların kütlesine hitap etmiyoruz, onlara değil; onları inşa edenlere, onların getirdiği ‘yaşama biçimi’ne işaret ediyoruz.
Yaşam biçimiyle birlikte ‘dünya görüşü’nüz, hayata bakışınız, hayatı algılayış biçiminiz de değişiyor. Çünkü içinde bulunduğunuz mekânlar sizi dönüştürüyor, insanı egemenliği altına girmesi gereken araçların egemenliğine sokuyor.
“Âh bir rezidansta dairem olsa” ile “bir plazada iş yerim olsa” hayaliyle yer ve konfor arayan insanoğlunun bu hayalin bedelini ödemek için “Yaşamak için yok etme”yi göze aldığı bir hayat tarzı…
Rezidans ve plazalarda insan yok,varlığı sadece biyolojik canlıdan ibaret biyonik yaratıklar var. 
Bu hayat tarzını gene Neruda’nın “Ağır Ölüm”ünden kesitlerle okuyalım:
“Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.
Ağır ağır ölür tutkudan ve duygularından kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.
Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür kendisine saygısını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları cevaplayamayanlar.
Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, hatırlayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir huzurun kapısına. “

Şehirden, insandan, hayattan, zamandan, mekândan kaçmanın adresi olan Rezidans ve Plazalar, modern zamanların zindanları  haline geldi. Herkes zindana doğru var gücüyle koşuyor.
Muhakkik mimar Turgut Cansever de “Dünya, yanlışlar ile malul bir kötü mimari ürünler mezarlığına dönüştü” diyor.
Peki ama insanlar, bu gayri insani hayata niçin bu kadar tamah ediyor, arzuluyor? Bunu doğuran ihtiyaçlar var mı? Bu açıdan bakıldığında, ya rezidanslara koşanlar insani bir hayat yaşamak istemiyor ya da toplumdaki umumi dejenerasyon veya nizamsızlık insanlara bu hayatı arzulatıyor, belki de imkanı olanlara dayatıyor. Acaba insanlara rezidanslar dışında dayatılan hayat çok mu insani? İnsanlar insani bir hayat yaşamaktan mı kaçıyor yoksa şehirlerimiz yönetilemediği, güvenlik ve kaliteli insani ilişkiler yaşayamadıkları için mi bir yerlere “sığınma” ihtiyacı hissediyor? Bu sorular daha geniş bir toplum, insan, kültür ve hayat analizini gerekli kılıyor.
“Ağır ağır ölmemek” ve “ölülerimizi balkonlara gömmemek”  ve şehirlerimizin “kötü mimari ürünler mezarlığı”na dönüşmemesi için var gücümüzle “şehrimize dönmek” zorundayız.
Nasıl? Ruhu ve varlığı yok edilen şehri yeniden idrak ve inşa ederek.
Bakalım bu kıyamette insanoğlu nasıl kıyam edecek?
Milat Gazetesi’’nin 7.12.2012 tarihli ana manşeti insanı ürperten türdendi: “Tarihi Kıyım” manşetiyle verilen haber şöyleydi: “ İstanbul’da Fatih Belediyesi hazırladığı yeni şehir planında Sultanahmet’teki tarihi “Üçler Mescidi”nin yerine otel yapılması için izin verdi. Ayrıca 99 cami, 57 tekke ve medrese, 55 çeşme ve hamamın bulunduğu tarihi alanlar imara açılıyor ve yerlerine binalar inşa edilecek.”
Haberi okuyunca inanamadım. Gazetenin Ankara temsilcisi olan dostumuzu aradım.  O da haberi doğruladı ve bu konuda yüzlerce telefon aldıklarını söyledi.
Acaba 1940’ların CHP iktidarı döneminde miyiz?
Hafızamızı yoklayalım: Başbakan Erdoğan’ın bir yıl önceki genel seçimlerde dilinden düşürmediği, özellikle geçtiğimiz seçim döneminde ve diğer bazı konuşmalarında CHP’nin ahıra çevirdiği, sattığı mescitleri dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ve Bakanlar Kurulu üyelerinin imzası bulunan belgelerle gösteriyordu.
Aradan bir yıl gibi kısa bir süre geçiyor ve bu kez AK PARTİ’li Fatih Belediyesi 2005 yılında hazırladığı plandaki 212 tarihi yapıyı 17.10.2012 tarihinde askıya çıkarıyor. Bu yeni planda ise 212 tarihî eserin kaydını yapmıyor. Bu eserlerin yerini ticarî alan olarak gösteriyor.
Sultanahmet’te İbrahim Paşa Sarayı’nın yanında bulunan “Üçler Mescidi” yerine Fetih Belediyesi Otel yapılması için imar izni veriyor. Bu şu demek: Mescid aslına uygun olarak, ihya edilmesi, restore edilmesi gerekirken yerine otel ve benzeri ticarî mekanlar yapılacak.
Haberden okuduğumuza göre; “Tarihi yarımadada yer alan yapıların üçte biri belediyenin 2012 planında yer almıyor. Son planda 99’u cami olmak üzere 212 tarihi yapı planda yok. Bu plan uygulanırsa tarihi camilerin, tekkelerin, çeşmelerin, hamamların yerini beton yapılar alacak. Tarihi yarımadanın “tarihi” yanı eksik olacak. Gerekli düzenlemelerin yapılması için başvurularda bulunan İstanbul Çevre Kültür ve Tarihi Eserleri Koruma Derneği (İSTED) konunun göz ardı edildiğini belirtti. Tarihi caminin yeniden ihya edilmesi için yetkililere birçok itiraz dilekçesi yazılmasına rağmen, inşaat çalışmaları başlatılıyor.”
Bu bir “AK PARTİ Klasiği mi?” diyecektim ama, hazırlanan plana ilişkin haberi okuyunca bunun bir klasik değil bir KATLİAM olduğunu düşündüm.
Bu kez tarih ve medeniyet şehri İstanbul AK PARTİ’li Belediye tarafından mı katlediliyor? İsmi “Fatih” olan bir belediye “Fatih’in şehri”ndeki tarihî eserleri yok ediyor.
Sormaktan bile ürperiyoruz: Şehir ve mescit katliamları tekrar hortluyor mu?
Bu katliam AK PARTİ’nin CHP tipi bir şehir ve mabed katliamı…
AK PARTİ’nin kentsel dönüşümü bu işte…
Bu zihniyet, olsa olsa CHP küllerinden doğan bir AK PARTİ zihniyeti olabilir.
Bir taraftan Anadolu’daki vakıf eserlerini restore ederken diğer taraftan İstanbul gibi tarihî payitahttaki kadîm eser kalıntılarını ortadan kaldıran bu ZİHNİYETİN CHP zihniyetinden ne far kı var ?
Eğer biraz tarih idrakleri varsa yapılanlar karşısında AK PARTİ’li Fatih ve Büyükşehir Belediyeleri ve ilgililer yaptıklarından hicap duyarlar.
Savunma olarak “Bunlar tarihî eser değil, kalıntı ve harebeler” mi diyecekler? Kimbilir belki de kamuoyu araştırması yaptırmışlardır ve İstanbul halkının “artık tarihî eser ve mescitlere ihtiyacı kalmamıştır”(!) sonucuna ulaşmışlardır.
1940’ların CHP’Sİ’nin yaptıkları…
Yâni tıpkı 1945’lerdeki CHP zihniyeti gibi. İşte size bir örnek: Yıl 1945. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü. Şemsettin Günaltay’ın Başbakanlığında 3297 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı. Aynen yazıyorum: Sivas ilinin Divrik ilçesindeki harap ‘Hacı Recep’ diğer adı Boyalı camii’nin satılması ….Bakanlar Kurulunca 12/11/1945 tarihinde kabul olunmuştur.” 
Bir örnek de Trabzon’dan: Yıl 1940. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü. Refik Saydam’ın Başbakanlığında 13402 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı: “Yapılan tetkikatta tarihi ve mimari kıymeti olmadığı anlaşılan Trabzon’da Molla Mısrî Mescidi’nin satılmasına izin verilmesi… 5 Mayıs 1940 tarihinde kabul olunmuştur..”
1950’lerin DP’sinin yaptıkları…
Gelelim 1950’li yıllara. Yâni Adnan Menderes’in Başbakan olduğu DP iktidarı dönemine. Bu dönemde de İstanbul’da İmar uygulamalarıyla tarihi eserler yok edilmiştir. İşte sadece bir örnek: Yıl 1954. Tarihi eserler kurulu’nun kararı:  “İstanbul Vezneciler’de bulunan Camcı Ali Camii’nin İmar planında yol güzergahına rastladığı ve Belediyece kaldırılarak dosyada mevcut planda gösterilen yerde yeniden inşa edilmek istendiği bildirilmekte ve kaldırılıp kaldırılmayacağı konusunda bir karar verilmesi istenmektedir.” diye soruluyor. Kurul ise şu cevabı veriyor: “Camcı Ali Camii eski eser olmadığından muhafazası lüzumlu bulunmadığına karar verildi.”  1600’lü yıllardan kalma cami için 1954’de “eski eser değildir” hükmü veriliyor.
Bu ve benzeri birçok belge arşivlerimizde duruyor. 
Bugünkü Fatih ve Büyükşehir Belediyesi’nin uygulaması aynen bunların kopyası. 
Cinnet halinde bir Belediye için bu “tarihî emanetler” metruk harabeler sayılır ve satılmasının (bugünkü deyimle imar değişikliğiyle üzerine ticari, vs. binalar yapılması) hiçbir mahzur yoktur. Aksine  “ihtiyaca binaen satılması”(!) gereklidir.
Bugün 1940’lı yılların CHP ceberrutluğu nasıl “lanet ve dehşet”le hatırlanıyorsa, bu planları uygulamaya koyacak AK PARTİ’li Fatih ve Büyükşehir  Belediyesi de herhalde HAYIRLA YEDEDİLMEYECEKTİR!
Tarihi eserlerin değil, gökdelenlerin, plazaların, rezidansların İHTİRAM gördüğü bir ZİHNİYET!
Şehir ve mabed katliamlarının adresi olarak hemen aklınıza CHP gelmesin. Söyledik ya bu bir zihniyet.  İddiası, muhtevası, rengi, dili, siyasî aidiyeti ne olursa olsun, nerede yaşadığının farkında, nelere sebep olduğunun şuurunda,  nelere muhatap olduğunun idrakinde olmayan bir ZİHNİYET bu.
Hatırlayın: Trabzon’da CHP’li Belediye  Başkanı şehir içindeki hayrat çeşmelerdeki besmeleleri söktürürken yoğun tepki veren, karşı çıkan AK PARTİ; bu kez hem de İstanbul’da daha feci bir katliama imza atıyor.
Bu katliama karşı herkes tepki vermeli! Özellikle de Fatih ve İstanbul halkı! Ve de AK PARTİ’ye oy veren herkes.  Belki bu tepkilerle ilgili belediye/ler neye sebep olacaklarını düşünürler ve kararlarından vazgeçerler.
Ne yazık ki “tarih, kültür ve medeniyet” damarları iktidarların eğitim ve kültür politikaları eliyle ısrarla ve taammüden kurutulmaya çalışılan bir halk nasıl tepki verebilir? 10 yıllık AK PARTİ iktidarının terkettiği 2 önemli alan da  Şehir ve Kültür değil midir?
Tarih ve medeniyet idrakinin ne olduğunu anlayamayan şehir yöneticilerine, Belediye Başkanlarına altını çizerek şunu söylüyoruz:
Herhangi bir tarihî eserin küçük bir parçası bile sizi tarihî derinliklere götürür, bir tasavvura ulaştırır. Nasıl ki her türlü objenin çağrışımları, uyaranları farklı ise,  tarihi bir eser karşısında da zihin ve kalp çağrışımlarınız farklıdır. Özellikle de henüz idrak çağında olan çocukların gördüğü tarihî eserler, onların zihinlerine o eserlerin ait olduğu kültür ve medeniyetten izler düşüreceğinin idrakinde iseniz, o eserlerin de idrakindesiniz demektir.  
Batı’da çok değil yüz yıl önceye ait küçük bir tarihi taş  parçası veya herhangi bir arkeolojik kalıntı bile ‘koruma’ya alınırken, İstanbul gibi bir medeniyet şehrinin adeta “tarihî akciğer”leri yok ediliyor. Şehrin tarihi akciğerleri, yâni tarihin nefes alıp verdiği günümüzdeki tarihî yapılar, anıtlar, eserler…
Yapılanlar karşısında kimden imdat isteyelim?
İstanbul’un tarihî silueti bozuluyor diye harekete geçen UNESCO’dan mı?
Yoksa CHP’den mi istimdatta bulunalım?
Ey AK PARTİ’li Fatih Belediyesi!
Ey  Büyükşehir Belediyesi!
Üzerini kazımaya çalıştığınız o tarihî mescid, medrese, tekke, çeşme ve hamamların sizin VARLIK NEDENİNİZ olduğunu hiç düşündünüz mü?
TARİH’i eserleri KATLEDENLERin, bir gün TARİHİN KISAS’ına tabi olacağını unutmayın!
Tarihî eserlerden veya kalıntılarından sökülecek bir taş parçası tarihin bir sayfasını sökmek demektir.
Eyyüb El Ensarî’nin, İstanbul için şehid düşmüş sahabîlerin ve Fatih’in kabirleri önünde işlenen bu cinayetlere kelime bulamıyorum.
Size Tanpınar’ın bir cümlesini  hatırlatalım da belki nasıl bir cinayet işlediğinizi anlarsınız:
“CEDLERİMİZ İNŞA ETMİYOR, İBADET EDİYORLARDI!
Siz ise cedlerinizin İNŞA ettiklerini İMHA ettiğinizin farkında mısınız?
“Kentsel Dönüşüm”ün “rantsal dönüşüm”e tahvili işte böylesine netameli bir sonuç getiriyor.
Avrupa’da 1900’lü yılların sıkışmışlığının, dünya savaşları sonrasının aciliyet teorilerinin öngördüğü şehirlerden farkı nedir? “Güvenlik”, “yeşil alan”, “sağlık merkezleri”, “parklar” gibi vaatler modern şehir teorisyenlerinin 100 sene evvel bahsettiği konulardı. Mesela, meşhur Fransız şehirci-mimar Le Corbusier’in söyledikleri tamamen bunlardı. Hatta o bile kuzey Afrika ve Osmanlı şehirlerinden çok şey öğrenmişti.
Sonraki 100 senede geçen tartışmalar, itirazlar ve bahsi geçen vaatlerin insan-çevre ilişkisinde yeterli olmadığı, insanın yeni hapishanelere kapatıldığı ve toplumsal mühendisliğin farklı bir cephesi olarak insanlara yaşayacağı çevreyi dayatma anlamına gelen yeni mahpuslar yaratma projelerine yönelik uyarılar 2012 Türkiye iktidarının neredeyse hiç duymadığı,  bîhaber olduğu meseleler.. Batı Avrupa ve Amerika bile bu yetersizliği görerek yeni yönelişlere girmişken, Türkiye iktidarı güç zehirlenmesini yaşıyor ve kentsel dönüşümü pragmatik ve mekanik bir meseleye dönüştürüyor; 100 sene öncesinin toplumsal-çevresel önerilerini dayatıyor. Amerika’nın sadece gökdelenlerini görenler, oradaki ev stokunun yüzde sekseninin bir ve iki katlı bahçeli ahşap evlerden oluştuğundan da bîhaberler.
İnsanın eşref-i mahlukat olarak yaşayacağı çevrenin bir mühendislik meselesi olmadığı, “güvenlik”, “park” gibi ihtiyaçların insanın çevresini oluşturmada onlarca başlıktan yalnızca ikisi olduğu aşikar. Uzağa gitmeye gerek yok. Acaba Turgut Cansever yeni yerleşmeler konusunda ne diyordu? Şimdi tekrar soruyoruz: İktidarın kentsel dönüşümle ilgili cümlelerinde bir şehir ve medeniyet idraki, ihyası, inşası var mı? 
“Güç zehirlenmesi”ne tutulmuş bir iktidarın tarih, medeniyet, şehir, irfan, idrak, zevk diye hiçbir ölçü tanımadığı, elindeki “TOKİ terminatörü”yle bütün tepkileri yok ettiği “kıyamet zamanları”ndayız.
“Cebimizde olduğu halde farkına varmadığımız, unuttuğumuz ve bilmediğimiz bir şeyi keşfetmek, başkalarının ceplerindeki şeyleri keşfetmekten çok daha zor. Gelin de, cebinizdeki delikten astarın dikiş yerine kaymış kasa anahtarını, dışarıda İstanbul'dan Şimal Kutbuna kadar her tarafta arayın; hem bulamayacak, hem de her aradıkça bir kat daha kaybetmiş olacaksınız.
Bizim bütün davamız ve devamız, bu misal içinde hülasâlanıyor.
Biz, herşeyimizi, herşeyimizi yeni baştan keşfetmek ve herşeyimizle, herşeyimizle yeni baştan keşfolunmak zorundayız.
…...
Nasrettin Hoca'nın teker teker üzerlerine işedikten sonra, 'Buna değmiş, buna değmemiş!'diye yine teker teker yediği meyvalardan, öz meyvalarımızdan, hiçbirine hiçbir şey değmemiş olduğunu keşfetmek...
Sürek avına çıkar gibi, bütün madde ve ruh kıymetlerimizi çepçevre sardığımız, bunların tahlilini, terkibini, nisbetini, mukayesesini yaptığımız ve her şeyi bir kıymet hükmüne bağladığımız gündür ki:
Keşfolunmuş olacağız!
Keşfolunmanın arkasından da kurtulmuş olmak gelecektir..”
Mevzumuzla kayıtlı olarak söyleyelim ki; öncelikle şehrimizi keşfetmek ve kurtarmak… Bu da “Kentsel Dönüşüm” denen mezalimi önlemekle mümkün.
Başbakan’ın, o her fırsatta şiirlerinden mısralar okuduğu Üstad’ın bu cümleleri üzerinde biraz da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı düşünse keşke. “Keşke” diyoruz çünkü, ne Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ne de ilgili diğer bakanlıklar, siyasiler, bürokratlar, teknik adamlar böyle bir idrake sahip değiller.
İçim elvermiyor ama gene Üstad’ın şu mısraları boğazıma düğümlendi:
“Geçenler geçti seni uçtu pabucun dama!
Çatla Sodom Gomore, patla Bizans ve Roma!”
Böyle bir akıbetten Allah’a sığınıyoruz.
 “Artık çok geç olacak!”, müthiş bir pişmanlığın ifadesi olarak Türkçemize yerleşen bir cümle.
20. yüzyılın batısını şekillendiren büyük mimar Le Corbusier’in, 1942 yılında yayımladığı ve “bizim şehir”lerimize dair içinde çok şey bulunan “Mimarlık Öğrencileriyle Söyleşi”sinde şehirlerimizin getirildiği meş’um zamanları işaret eden şöyle bir trajik uyarısı var:
“İşgal yıllarıydı. Fransa’da çağdaş mimarlık, kötü düşünceler taşıdığı, karışıklığa neden olduğu gerekçesiyle suçlanıyordu: geleneğe ihanet etmişti, zararlı ufuklar açmıştı.. Paradan, kendini beğenmişlikten kurtulan her düşünce, bir çıkış kapısı bulabilir, kendi yolunu çizebilirdi. Metinler oluşturuldu ve imkan bulunduğunda yayınlandı: “Şehirciliği Düşünme Biçimi”, “Üç İnsancıl Konum”, vb. Günün birinde Paris Güzel Sanatlar Okulu’ndan gençler, bir Özgür Atölye açmamı istediler. Öneriyi geri çevirdim. “O zaman bize bir mesaj verin!” Sonuç: gençlerin istediğini yerine getirmeyi amaçlayan, oldukça özenli, küçücük bir kitap. Çabucak tükendi ve kitapçılarda bulunmaz oldu. Aradan birkaç yıl geçti… Güzel Sanatların öğrencileri, yeniden ve ısrarla bir Le Corbusier atölyesi istediler benden. “Teşekkür ederim sevgili dostlar, ama cevabım olumsuz. Ne öğretebilirim size? Yetmiş yaşında bir adamın yaşam felsefesini mi? 1927 yılında Zürih’te, Willy Boesiger “Le Corbusier’in bütün yapıtlarını yayınlayınca bir “Corbu Öğretisi” kendiliğinden ortaya çıktı...”
Le Corbusier’in bu satırlarını okuduğumda sanki rahmetli Turgut Cansever büyük bir dağ zirvesinden ülkemizin şehirlerine bakarak konuşuyor zannettim. Aklıma, Cansever’in her biri “klasik” olan eserleri geldi. “Eserleri” derken ortaya koyduğu mimarî eserleri kastetmiyorum; yazılı eserleri, kitapları… Sanki o kitaplarını bize karşı okuyorlar diye hayal ettim. “Cansever Öğretisi” diyebileceğimiz bir “yaşayan kitaplık” karşımızda duruyor. Ama ne yazık ki bakan, gören, anlayan, işleyen, uygulayan yok!
Kaderleri aynı mı Le Courbisier ile Turgut Cansever’in? Hayır! Birisi batıya damgasını vurmuş, sesine herkes kulak vermiş, batı mimarisini ve şehirlerini yeniden kurmuş, şekillendirmiş, dönüştürmüş, ne söylediği anlaşılmış bir usta. Diğeri ise “mimarisini, şehirlerini, geleneğini, yâni medeniyet dilini unutmuş” bir dünyanın insanlarına bir ömür seslenmeye, konuşmaya çalışmış ama kendi dilini anlamayan bir dünya tarafından fark edilemeyen büyük bir usta, bir büyük muhakkik-mimar.
Akıbet böyle de olsa biz, zihnimizde Cansever’i mahfuz ve mevcut tutarak ve Le Corbusier’in “geleneğe ihanet etmişti, zararlı ufuklar açmıştı…” sözünden hareketle, “artık şehirlerimizde onulmaz yaralar açan” güya ‘yerli’ bir zihniyetin artık şehirciliği terk ettiğine işaret edelim.
Özelikle son 10 yılda şehirlerimizin -bilinçli mi bilinçsizce mi olduğu meçhul-, katledilmesinde başta TOKİ olmak üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın mevcut “zihniyet”iyle geleneğe ihanet ederek zararlı ufuklar açtığına tekrar vurgu yapalım. Biraz daha ileri giderek söyleyelim ki; TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı sadece zararlı ufuklar açmakla kalmıyor, ufukları daraltıyor, mahvediyor. Bilinçli veya bilinçsiz fark etmez, çünkü sonuç aynı yere çıkıyor. Aynı yere yâni şehir yıkımlarına, şehir harabelerine, şehir cesetlerine…
Son on yıla (2002-2012) niçin özel bir vurgu yapıyoruz? Çünkü, her alanda hummalı bir çaba içerisine giren ve siyasî istikrarı sağlayan bir “tek parti”nin kültür, eğitim ve şehircilikte medeniyet birikimimize katkı olabilecek ‘hiçbir şey yapmadığı’, yaptıklarının ise bu birikimle örtüşmeyecek şeyler olduğunu düşünüyoruz. Bu düşüncenin sebebi ise, hayatî önemdeki bu üç alanın siyasî iktidarca ‘hayatî önemsiz’ addedilmesi ve ‘misyon sahibi olmayan’ siyasîler ve bürokratlar elinde harcanmasıdır.
Son on yıllık kültür ve şehircilik tarihimiz (!) bu düşüncemizi fazlasıyla ispat eder niteliktedir.
Biz, işin kültür ve eğitim boyutunun şehirciliği de kuşattığının bilincinde olarak, şehircilikte ‘kötü yola düştüğümüze’ tekrar işaret edelim. Kötü yola çünkü TOKİ tabutluklarını ‘yaşanabilir mekân’ zanneden, bunların toplamından da şehir çıktığını vehmeden bir anlayış maalesef tarihî bir dönüşümü kaçırmamış, tam aksine heba etmiştir! Hem de müthiş imkânlar ve tarihsel şehir birikimimize rağmen!
Bu noktada da Cansever hâlâ okunmamış bir “medeniyet ve şehircilik kitabı” olarak karşımızda duruyor! Duruyor ama kim görecek, kim okuyacak, kim anlayacak?
Kim görmeli, kim anlamalı? Öncelikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, sonra TOKİ.
Onların da böyle bir derdi olmadığı ortada. Çünkü yaptıklarının ne kadar “muhkem ve muhteşem” olduğuna inanıyorlar. Adeta o kadar kibre kapılmışlar ki adeta bir Aşil kompleksi içindeler.
Tarih bir gün, ‘medeniyet iddiası taşıyan ancak tam aksine ufuklar açan bir siyasî iktidarı” herhalde şehircilikte “yapmak istemediler, yetersizdiler ve mahvettiler!” diye yazacaktır!
Le Courbusie’nin deyimiyle “paradan, kendini beğenmişlikten kurtulan her düşünce, bir çıkış kapısı bulabilir, kendi yolunu çizebilirdi.” Bu tespit bugünün iktidarı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığını tarif ediyor sanki.
Paradan ve kendini beğenmişlikten kurtulamayan bir siyasî irade ve onun ‘şehircilikten sorumlu aygıtları’ çıkış kapısı bulamaz, kendi yolunu da çizemez. Çünkü çıkış kapısı aramıyorlar ve de kendi yollarından o kadar eminler ki!..
Bütün bunları kendi şehrimize doğru daraltarak, tahsis ederek, şehrimizi işaretleyerek söyleyelim ki; bütün şehirlerimizi kuşatan “kentsel dönüşüm” katliamı ‘marka şehir’ teraneleriyle (Tsunami dalgalarının şehre doğru hızla yol alan korkunç istilâsı gibi) yavaş yavaş şehrimizi kuşatıyor.
“Kentsel dönüşüm” denilen bir kutsal(!) kelime adına neler kurban ediliyor! Tarih, şehir, medeniyet… Yâni insan ve hayat!
Ey kendini mülkün sahibi sananlar ve mülkü dilediğince tasarruf edenler! Size, bize, hepimize büyük ârif Eşrefoğlu Rumî’nin mısralarıyla seslenerek sözü tamam eyleyelim ki belki bundan bir pay alırız :
“Kani bunda gelenler, mülk benimdir diyenler.
Şimdi gör nice onlar toprak oluban yatur!
Le Corbusier’le başladık, Cansever’le devam ederek nereye geldik!
Mülkün ve şehrin akıbeti hayrolur inşallah!
(Günebakış, 7 Mart 2012)
Tarihten ne kadar kaçarsanız kaçın, ne kadar reddederseniz reddedin, öyle bir an geliyor ki bilinçaltınıza yerleşen ‘tarih kodları’ sizi bırakmıyor, onlardan sonuna kadar kaçamıyorsunuz. Aslında tarihten değil, bilinçaltınızdaki ‘saplantılar’dan kaçıyorsunuz. Bilinçaltınız sürekli ‘tarih sendromu’ yaşarken, siz tarihe karşı verdiğinizi zannettiğiniz savaşın sonunda yenilgiye uğradığınızı bile fark etmiyorsunuz.
Bu durum herhalde sadece bize mahsus bir “ruh hastalığı” olsa gerek.
Şehir tarihinde de öyle… Tarihten kalan ne varsa onları yok etme, kalanlardan da tiksinme ve onları görmeme adına şehirde yapılanları önce alkışlasanız, onaylasanız da, giderek “insana göre” bir şehir tasarımı değil, ‘tarihinden intikam alma adına’ bir şehir terziliği-katliamı yapıldığına şahit oluyorsunuz.
Tarihinden, tarihselliğinden kopartılan şehir sizi sürekli kovalıyor. Bir süre sonra reddettiğiniz, kaçtığınız tarihin veya tarihî şehrin silüeti altında eziliyorsunuz, ona izah edemediğiniz bir hayranlık duymaya çalışıyorsunuz. Ancak bu sadece bir kültür hayranlığıdır. İçselleştirilmiş, hazmedilmiş bir tarihî kültür değil.
Trabzon da bu anlamda 1930’lu yıllarda ‘büyük katliam’lar yaşamış bir şehirdir. Şehir katliamı, cumhuriyet ideolojisini ne pahasına olursa olsun yerleştirme adına yapılmıştır. Konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Sadece İmaret külliyesinin yıktırılıp üzerine bugünkü Atapark’ın inşa edilmesi örneği yeter…
Medeniyet şehirlerinin böyle bir trajik kaderi var. Tarihte, ‘yaşanmaya değer hayat’a tecelligâh olan şehirlerin muhteşem bir kemalden müthiş bir zevale uğraması neredeyse kaçınılmaz olmuş.
Cumhuriyet ideolojisinin önemli yazar, edebiyatçı, siyasetçi ve mübelliğlerinden Falih Rıfkı Atay’ın 1932’de bir gazetede yazdığı ‘alev ve beton’ başlıklı yazısı 79 yıl sonra günümüz şehirlerine, özellikle de şehrimize yapılan ‘kötülük’leri anlatıyor sanki. Cumhuriyet ideolojisinin şehir tasarımında, tarihî binaların-mekânların yıkılıp batıdan apartılan apartmanlarla donatılması karşısında Falih Rıfkı isyan ediyor. Sadece İstanbul’da yapılanlar karşısında donup kalan yazar, diğer medeniyet şehirlerinde yapılanları görseydi nasıl tepki verirdi bilemiyoruz. Falih Rıfkı, kendi tarihine duyduğu nefreti sözkonusu yazısının sonunda “biz maziye bin kere daha üstün bir istikbale doğru giderken, hiçbir işimizde sevmediğimiz maziye hasret çektirecek müsamahalara göz yummamalıyız.” diyor. Böylesine bir tarih nefreti haçlıları bile çıldırtacak türden bir nefrettir.
Falih Rıfkı, 1930’larda İstanbul’daki şehir katliamı ve şehrin betonlaştırılmasına isyan ediyor: “Kırmızı alevden daha korkunç bir canavarın, zevksizliğin, bilgisizliğin, kontrolsüzlüğün canavarlaştırdığı betonun bu sefer İstanbul’un bütün güzelliğini yalnız tahrip değil, yok ettiğini göreceksiniz…. Hep birbirinden kopya, plan parası verilmemek için yapı kalfalarının kafasından çıkmış ve kalfa kafası kadar karışık ve berbat apartmanlar, hep birbirine denizi kapayarak, hep bahçeleri sökerek, müthiş bir çığ gibi yuvarlanıp duruyorlar… O kadar ki.. bütün şehircilerin ve hijyen adamlarının ikametgâh hakkındaki bütün kararlarının tersine şehircilik ilmine taban tabana zıt olarak hiçbir mimarî zevki olmayan san’atın, tabiatın, hıfzıssıhhanın, ilmin, fennin, düşüncenin ve duygunun aleyhine ve inadına İstanbul şehri çirkinleştirilmekte ve artık ne alev, ne de zelzele ile temizlenemeyecek tarzda çirkinleştirilmektedir. Cahil ve san’atsız beton canavarını çabuk sıkboğaz ediniz.”
Bugün, şehirlerimizde ‘kentsel dönüşüm’ adına yapılanların bilgisizlik ve zevksizliği aşmış bir ‘şehir ihaneti’ olduğunu söylemenin bile fantezi olduğu idraksizlik ikliminde yaşıyoruz.
1930’larda “devlet eliyle” yapılan şehir katliamı 2010’larda gene “devlet eliyle” yapılıyor. Devletin sadece şehirlerimize değil, en ücra kasabalarımıza kadar bir “mızrak” gibi sapladığı “TOKİ” yapıları, 1930’lu yılların cumhuriyet ideoglarının hayallerini süslüyordu. Ömürleri yetmedi ama tasarladıkları şehirlere ‘devlet eli’ 70 küsür yıl sonra ulaşabildi. Onlar bile temelini attıkları (daha doğrusu tarihî temelini yok etmek istedikleri) “cumhuriyetin şehirleri”nin bu derece ‘görkemi’ karşısında şaşkınlıktan dillerini yutarlardı herhalde!
1930’ların edebiyatçı, sanatçı, siyasetçi, şehir plancısı, devlet adamı, vs.leri bugünün devlet yöneticileri (özellikle de TOKİ)’nin marifetiyle şimdi mezarlarında rahat uyuyorlardır (!)
Falih Rıfkı gibi bir “Cumhuriyet İdeologu”nu 1930’larda çıldırtacak şehir katliamları 2010’larda TOKİ’nin “Kentsel dönüşüm”lerinin muhteşem başarıları olarak karşımıza getiriliyorsa o şehri idrak terk etmiş, ahlâk ve zevk o şehirden kaçmış demektir.
Bugünün iktidarları, bayındırlık ve imardan sorumlu bakanları, TOKİ yöneticileri belki Falih Rıfkı’nın sözkonusu yazısını okurlar da “ne yaptıkları”nı sorgularlar. Yaptığı işin ‘marifet’ olduğunu ve de ‘taltif’ edildiğini, alkışlandığını görenlerin böyle bir sorguya ihtiyaç duymadıkları da bir gerçek. Problem; dünün medeniyet idrakli mimarı ile bugünün ‘kalfa kafası’ arasındaki farktadır. Tarihî şehirlerimizin inşası ile TOKİ’nin oluşturduğu şehir siteleri arasındaki ‘idrak’ farkı, problemin kaynağıdır.
Şehirlerimizi “kırmızı alevden daha korkunç bir canavar”ın zevksizliği, bilgisizliği ve idraksizliğine teslim ederseniz ortaya gördüğünüz şehir manzarası çıkıyor. TOKİ adeta şehirlerimizin DOKU’suna musallat olmuş bir kasırga gibi esip yıkmaya devam ediyor.
Büyük Şair Fuzulî’nin meşhur mısraının ilgili olmamasına rağmen yeri burası: “Ben isterim belâyı, çün ister belâ beni !”
· Doğruyu gösterme imkânına sahipken yanlışla,
· Güzeli inşa etme imkânına sahipken çirkinle şehirlerimizi istilâ eden ZİHNİYET ancak yeni bir zihniyet ve idrakle yok edilebilir.
Şehrimiz Trabzon’a da bir ‘fatih’ edasıyla davet edilen ve giren TOKİ, bakalım daha ne işgallere, ne katliamlara imza atacak? Bunun hesabını, daha doğrusu faturasını gelecek nesiller hak etmedikleri biçimde ödeyecekler!
Ne yapalım?
Şehrimize bakıp da Yahya Kemal gibi hüzünlenelim mi?
“Şehirden çıkıp birkaç fersah uzaklaştıktan sonra, bir dağ tepesinde birkaç saat geçiren insan, bu zamanlarda, fena bir rüyadan uyanır gibi oluyor. Ruh da tıpkı hava gibi alçaklarda bulanık, yükseklerde saf; şehirlerden dağlara çıkınca tortusu dibe iniyor…”
Biz de şehrimizden uzakta şehrimizi seyrederken bunları düşünüyoruz.
(Günebakış, 16 Şubat 2011)
Osmanlı’nın yıkılışından sonra kurulan Cumhuriyetle birlikte asker, siyasetçi, bürokrat, vs. tüm inkılâpçılar niçin önce tarihe ve şehirlere saldırmıştır? Niçin kendi kurgularına göre tarihi yazmaya ve tarihî şehirleri yıkıp-kurmaya girişmişlerdir? Bu sorulara verilecek cevap: Tarih ve şehir korkusu olsa gerek!
Çünkü şehirler tarihin taşıyıcısıdır, şahitleridir. Çünkü tarih şehirler üzerinden yazılır. Yönetimi ele geçiren gücün en çok korktuğu, ürktüğü kendinden önceki tarih ve şehirdir. Onun için istilâcıların ilk yaptıkları şehri yıkmak, kütüphanelerini yakmak oluyor. Tarihe ve şehre tahammül edemiyorlar. Çünkü tarihi yeniden yazmak ve yazılana inandırmakla şehri yeniden kurmak ve insanları o şehre bağlamak ve yeni bir dizayn yapmak, gerçekleştirilmesi oldukça zor bir proje.
Bir şehrin yıkımı için illâ ki yabancı istilâcılar gerekmiyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “işgal ordularının da yapamayacağı bir cinayetle” yerli görünenlerin istilâları da aynı akıbeti getiriyor.
Yeni kurulan Cumhuriyete uygun bir tarih oluşturmak ve gelecek nesillerin yaşayacağı şehirler kurmak, bir anlamda öncelikle var olan tarih ve şehirlerin imhasını zorunlu kılıyordu. Böyle de oldu. Tüm tarihî şehirlerimizde, medeniyetimizin tarihî eserleri, yapı stokları ve medeniyet değerlerini hatırlatan ne varsa hepsine yönelik bir imha hareketi başlatıldı. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte İstanbul’dan başlayan ve bütün tarihi şehirlerimizi kuşatan “şehir ve tarih katliamları”nın nasıl yapıldığını bugün dehşetle okuyoruz, anlayabiliyoruz.
Biz bu şehir katliamlarını okurken bile ürperirken, bu katliamları yapanların ve bu katliamları çaresizce seyredenlerin nasıl bir ruh halini yaşadıklarını tahmin edemiyoruz.
Trabzon da bu “şehir katliamları”nın yaşandığı tarihi şehirlerimizden… Önceki yazılarımızda “İmaret-i Hatuniye Külliyesi”nin zamanın zihniyetince 1930’larda Umumi Müfettiş Tahsin Uzer emriyle nasıl imha edildiğini bu satırlarda anlatmıştık. Merak edenler olursa Yrd.Doç.Dr. Ö.İskender Tuluk ve Yrd. Doç.Dr. H.İbrahim Düzenli’nin hazırladığı “Trabzon Kent Mirası: Yer, yapı, hafıza” isimli eserde ayrıntılarını dehşetle okuyabilirler.
Bugün anlatacağımız/aktaracağımız olay ise gene böyle bir “şehir ve tarih katliamı”ndan trajik bir kesit…
Konya, Erzurum, Karaman, Kilis, Aksaray başta olmak üzere birçok şehrimizin tarihini bir kuyumcu titizliğiyle yazan önemli şehir tarihçilerimizden rahmetli İbrahim Hakkı Konyalı, hayatını adadığı tarih ve şehir araştırmacılığında kendi şehri olan Konya’ya ilişkin öyle bir olay anlatır ki, tam bir “şehir katliamı” denilen türdendir. Hem de Selçuklu Medeniyetinin taç şehri Konya’da !
Merhum Konyalı’nın şahit olduğu “şehir katliamı” şehrimiz Trabzon’un 1930’lu yıllarda yaşadığı katliamlarla aynı zaman diliminde gerçekleşiyor…
Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı merhumun, 1978 yılında Sebil dergisinde yayınlanan, bizzat şahit olduğu bir hadiseyi ibretle, dehşetle dikkatlerinize sunalım:
"On ikinci Kolordu Kumandanı Miralay, sonra paşa, Fahrettin Altay Konya'da sayısız târihî ve mi'mârî âbideleri katili olmuştur. Birçok cami, mescid, medrese, türbe, hankah, mektep, çeşme ve kabristan yıktırmış, yok ettirmiştir.
Bu gibi târihî yadigârların yalnız müsamaha edilmeyip horlandığı zamanda değil, ayrıca Türk ve İslâm târihinin kara lekesi gibi görüldüğü bir zamanda, Fahrettin Altay elinde bastonuyla Alaaddin Tepesi'ne çıkarak gözüne kestirdiği herhangi bir mîmârî âbideye işaretle,
'-Yıkın bunu!' derdi. Kimse de itiraz edemezdi. Bunu sözde şehri i'mar kastiyle yapıyordu...
"Bir gün Şerefeddîn Câmii’nln bitişiğindeki Şerefeddin Türbesinin yıkımına başlanmıştı. Fahrettin Paşa'nın emir ve kumandasıyla kazmalar ve kürekler faaliyete geçmişti. Bu Selçuklu devrinin mahrutî kümbetli türbesi sanki yekpâreleşmiş ve kayalaşmıştı.
Ben bu eski eser cellâdının gölgesi olmuştum. Onu takip ediyordum... Korkunç yıkım işi devam ediyordu. Mahrutî kubbe erimiş, ikinci ve mescid kısmı yok olmuştu. Yıkım devam ederken, Selçuklu türbe mimarisinin o vakte kadar bilinmeyen bir hususiyeti ortaya çıkmıştı.
Cenazeliğe konan cesetlerin neşredecekleri(yayacakları) kötü kokuları dışarıya atmak için mimar, tâ bodrum kattan itibaren hamam tüfekleri tarzında hava delikleri yapmıştı. Bu delikler bütün duvar içinden kümbedin üstüne kadar devam ediyordu. Bunları gördüm ve paşaya da gösterdim.
Dinamitle devam eden yıkma işi bodrum kata gelmişti. Şerefeddin'in tabutu göründü. İçinde na'şı vardı. Belediyeciler çöp arabasıyla bu büyük Selçuklu'nun na'şını alarak bir çukura götürüp attılar. Ben yıkım işi başlarken paşadan rica etmiştim:
"- Paşam, bu türbe Konya'nın en eski Selçuklu eserlerindendir. (Sahibi de) Camiin ilk bânisidir. Cami yıkılmayacağına göre bu türbe de yıkılmasın!
"Fakat ona kimse mâni olamazdı."
Tam bir sadist ruh!
Fahreddin Altay sadizminin, Kudüs’ün Osmanlı hakimiyetinden çıkmasıyla Şam’da Selahaddin Eyyubi’nin mezarını tekmeleyerek “Ey Selahaddin dinle, haçlı seferi şimdi bitti! Biz yine geldik.” diyen Fransız Generali’nin sadizminden farkı var mı? İlgilinçtir ki her iki olay da aynı zaman dilimine rast geliyor. Biri Selahaddin Eyyubi’nin kabrini tekmeliyor, diğeri Konya’da Selçuklu Sultanının naşını çıkarıp çöp arabasıyla bir çukura attırıyor.
Rahmetli İ.Hakkı Konyalı’nın “eski eser cellâdı” dediği bu “tarih ve şehir cellâdı”nı takip ederken
yaşadığı dehşeti ve bir şey yapamamanın verdiği ızdırabı tahmin edemiyoruz…
Başka hiçbir ülkede yaşandığına şahit olamayacağımız bu hadise, nesillerin kanını donduracak türden… İnkılâpçılığını şehir ve tarih katliamına endeksleyen bu zihniyet ülkemizde uzun süre hâkim oldu.
Biz işin şehir ve tarih tarafıyla alâkalı olarak söyleyelim ki; tarihi hatırlatan ne varsa yok edilen şehirlerimizde, 80-90 yıl sonra gördüklerimiz ve yaşadıklarımız, Konya’da Fahrettin Paşa gibi, Trabzon’da Tahsin Uzer gibi “şehir celladları”nın yıktığı yerlerde yapılanlar hiç de onları aratmıyor…
Kentsel dönüşüm adına şehirlerimizde son yıllarda yapılanları gördükçe, cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan şehir katliamlarıyla aralarında nasıl bir fark var diye sormak istiyoruz. Onlar neyi imha ettiklerini iyi biliyorlardı, ama bugünün şehir yöneticileri neyi ihya edeceklerini bilebiliyorlar mı? Eğer biliyorsalar vebali de aşmış toplu şehir katliamlarına imza attıklarının farkında olmalılar…
Fahrettin Altay, Tahsin Uzer ve o zihniyette olanlar “neyi yıkacakları”nı biliyorlardı. Bugünün şehir yöneticileri “ne yapacaklarını” biliyorlar mı dersiniz.
Ne dünya görüşü, ne medeniyet, ne tarih, ne şehir, ne zaman, ne mekân, ne de insan derdi olmayanların “şehir yöneticisi” olduğu zamanlarda şehirlerimizde yapılanlara ‘kıyamet alametleri’ demekten başka bir şey diyemiyoruz.
Bugünün şehir yöneticilerine yapılacak en önemli tavsiye herhalde şu olmalı: “Şehir için bir şey
yapmak istiyorsanız; bu zihniyetle şehir için hiçbir şey yapmayın! Şehre yapacağınız en hayırlı hizmet hiçbir şey yapmamak, şehre dokunmamaktır!”
Tarihe ve şehre sorumlu olduğunun idrakinde olanların hatırlamaları gereken “dehşet bir not”a bir de biz şahitlik etmiş olduk.
(Günebakış, 2 Kasım 2011)
12. yüzyıl şairlerinden Genceli Nizamî İskendername isimli eserinde Büyük İskender’in Doğu seferinde bir şehre uğradığını ve o şehrin İskender’e olağanüstü ilginç geldiğini anlatırken, kentin sahip olduğu değer ve ahlâktan kesitler verir. Farabi’nin “Medinet-ül Fâzıla”sı gibi bir “ideal şehir” tasavvuru olan İskendername’de, İskender Kuzey seferinden dönerken daha önce hiç kimsenin bilmediği, görmediği çok güzel bir şehre rastlar. Her tarafı yemyeşil verimli arazilerle dolu, akarsuları bol, meyve ve bahçeleri muhteşem, sayılamayacak kadar koyun, inek ve atlarla dolu bu şehrin ilginç bir özelliği vardır: Bahçelerinin etrafında herhangi duvar veya çit bulunmaz, bekçisi yoktur, sürülerin başında çoban da yoktur.
İskender’in ordusunda bir asker ağacın birinden meyve koparırken yere düşer ve felç olur. Bir koyunu yakalamaya çalışan diğer bir asker sıtmaya tutulur. Bunun üzerine İskender hiçbir şeye dokunulmamasını emreder. Bazı bilge kişileri yanına alan İskender uzaktan görünen şehre doğru ilerler. Fakat daha da ilginci, zamanın bütün şehirleri surlarla çevrili ve kapıları varken bu şehrin ne surları ne de kapıları vardır. İskender şehirden içeri girer, daha da şaşırır çünkü türlü türlü nimetlerle dolu olan dükkanlar-işyerleri de kilitsizdir, kapıları açıktır.
Şehir halkı İskender’i sevgi ile karşılar ve onu bir saraya getirirler, sofra kurarak hizmet ederler. Yemekten sonra İskender bu şehirde gördüklerinin sebebini sorar. Şehrin yaşlıları ona “Bizler kadîm zamanlardan beri burayı yurt edinmiş bir halkız. En önem verdiğimiz değer; doğruluktur.” derler. Şehir halkının huzur içinde oluşu da doğruluklarından kaynaklanmaktadır. Yaşlı bilgeler “Biz kesinlikle yalan söylemez, hiçbir şeyi sorgulamayız. Allah’tan gelen her şeye şükrederiz. Zor durumdakilere yardım eder, zarara uğrayanların zararını karşılarız.” derler.
Mülkiyet ihtiraslarının olmadığı şehirde toplumsal statü savaşları da yoktur. Nizamî’nin bu “ideal kent”inde müthiş bir huzur, güven ve emniyet ortamı mevcuttur. Nizamî bu şehrin “ilâhi bir güçle korunduğu”nu ifade eder. Eğer bir yabancı şehrin ‘değer’lerine saldırırsa kalbine bir ok saplanır ve anında ölür. “Vahşi hayvanlar bile sürülerimize bir zarar veremezler” der. “Bizler tohumu tarlaya eker ve bir daha hasat zamanı uğrarız. Bütün işlerimizde Allah’a tevekkül ettiğimiz için tarlalarımız da bire yediyüz mahsül verirler.”
Bu ideal kentte önemli bir ilginçlik daha vardır. O da paranın hiçbir değer taşımayışıdır. “Altının, gümüşün bizim için hiçbir değeri yok. Onun için cimriliğin ne olduğunu bilmez, birisinden zorla hiçbir şey almayız.” der.
Nizamî, bu ideal kentte halkın tabiatla barışık yaşadığına da dikkat çekerek, “Gereksiz yere avlanmayız, ihtiyacımız olduğunda av hayvanları kendileri gelir ve biz de gerektiği kadar avlarız” der.
Gene Nizamî’nin bu ideal kentinde insanlar başlarına gelen musibetlere karşı rıza içindedir ve “kaza ve kader”e inanmışlardır, onun için de bunları lütuf sayarlar.
“Şehrimizde ancak yaşlılar ölür ve biz onlar için yas tutmayız. Çünkü bunun bir işe yaramadığını biliriz. Birisinin yüzüne karşı söylenmeyecek şeyi onun arkasından söylemez,hiç kimsenin işine karışmayız” diyerek ilâhi kadere inançlarını dile getirir.
“Aramızda yaşayacak kişi de bizim gibi doğru, temiz ve kanaatkâr olmalıdır” diyen Nizamî, bu değerlerin kentliler için vazgeçilmez nitelikte olduğunu belirtir.
Nizamî’nin “İdeal kent”inde gördükleri ve duydukları İskender’i öylesine şaşırtır ki artık dünyayı dolaşmaktan vazgeçer. İskender o zamana kadar böyle bir şehir ve şehir halkını ne işitmiş ne de kitaplarda okumuştur. Hayatı boyunca aradığı şeyin böyle bir şehir, halk ve değerler olduğunu anlar ve şehir halkına hazineler bağışlayarak kendi vatanına doğru tekrar yola çıkar.
Nizamî, 9 yüzyıl önce yazdığı eserde “değer”le “ahlâk”ın bütünleştiği bir ideal kent tasarımı ortaya koymaktadır.
Nizamî’nin bu “ideal kent”i, genel ve geniş anlamda iki dünya görüşünün yâni doğu ve batının temel ayrışma çizgilerini, değerlerini de ortaya koyuyor. Şehir ve ahlâk, şehir ve değer, şehir ve geçicilik gibi varoluşa ilişkin konu ve sorulara da ışık tutuyor.
Böyle bir şehir gerçekten var mı, demeyin. Çünkü; olması gereken her şey öncelikle “tasavvur”a muhtaçtır.
Gerek batı gerekse doğu edebiyatında “ideal kent” veya “kent ütopyaları”nın çok fazla olmadığı göz önüne alındığında Nizamî’nin İskendername’sinin önemi anlaşılır. Türkçeye hâlâ çevrilmemiş olan bu güzel eserin, tarihi “şehir ütopyaları”mız arasında önemli bir “klasik” olarak yer alacağını düşünüyoruz. Gerçi bu konuda bir ilk olan Farabi’nin “Medinetül Fazıla”sı bile gerekli ilgiyi görmedi ki Nizamî’nin “İskendername”si mi görecek?
Hayalinizde bir şehir ütopyanız varsa yâni “yaşanmaya değer” bir şehir tasarımınız varsa, bunu reel kılmak için çabalarsınız. Ütopya hiçbir zaman “gerçekleştirilmesi mümkün olmayan”, sadece hayale konu olan değildir. Hayalden hakikate akan bir ‘tasavvur’dur. 
Bugünkü şehir yöneticilerimizde olmayan da budur. Yâni, ‘ideal şehir tasavvuru’nun olmadığı şehir yöneticilerinin mebzûl miktarda şehirlerimize musallat olduğu, birbiriyle yarıştığı bir ülkede şehirlerimizin haline acımaktan başka yol bulamıyoruz.
Evet… Bizim şehrimiz yapıların toplamından ibaret değildir. Değişik mekânların bir coğrafyada düzenli veya düzensiz sergilenişi şehri meydana getirmiyor. Yâni, yaşayanların “yaşanmaya değer” şehirde (İdeal kent’te) “değer ve ahlâk”la varoluşlarıdır esas olan.
Medeniyet ve şehir idraki, öncelikle şehre dair hayalle başlar. Şehre dair hayali olmayanın şehre dair hakikati de olamaz!
Not: Konu ile ilgilenenlere İdeal Kent Dergisi’nin ‘Kent Ütopyaları’ konulu 5. sayısını tavsiye ederim.
Yahya DÜZENLİ, Ol Şehri Yıkılır Gördüm,- Şehir, Medeniyet ve Katliam-Trabzon Yazıları,Aralık, 2012, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar