YAHYA DÜZENLİ - ŞEHİR VE AİDİYET YAZILARI -
Bir medeniyet ait olduğu “dünya görüşü”nden aldığı
referansla kendisini öncelikle şehir tezyin ve tasarımında gösterir. Şehirde
“görünür” kılınmamış bir medeniyetten bahsedilemez. Çünkü medeniyet,
kültür-sanat-bilim ve teknoloji kadar “şehir ve mimari” demektir. Veya
medeniyet bu insanî ilim ve disiplinlerle kendisini gösterir.
Yaşadığımız topraklar, Cumhuriyetin kuruluşuna kadar
dünya görüşümüzün aynası olan medeniyetle şehirlerimize aksetti, şehirlerimizde
yaşadı, şehirlerimizi yaşattı.
Cumhuriyetle birlikte ‘atıldığımız’ batı uygarlığının
her alanda büyülenmiş meftunu olduğumuz gibi, şehir ve mimaride de mukallit bir
meftunu olarak ‘emir ve ısmarlama’ ile şehirlerimiz batı tarzı talim ve
terbiyenin egemenliğine girdik.
Normal…
Çünkü kaçmak istediğimiz, yok saydığımız, taammüden
hafıza kaybına uğratıldığımız medeniyet geleneğimizi hepten unutarak hızla
şehir yıkımlarına başlandı. Öncelikle de medeniyet şehirlerimizde… İstanbul’dan
başlayarak Konya, Diyarbakır, Sivas, Bursa, Trabzon vs.’de yapılan şehir katliamları
tarihî hafızamızda duruyor…
Türkiye’nin özellikle son on yılda “şehirlerini
külliyen kaybedişi”ne farkında olmadan herkes ortak oluyor, katkı veriyor.
Niçin özellikle son on yılda?
Çünkü; Türkiye 1950’lerden sonra bir türlü bütünüyle
yakalayamadığı siyasî istikrarını 2002-2012 arasında sağlamasına rağmen,
“medeniyet idrakî ve şehir tasavvuru”na sahip bir zihniyet iktidar olmadığı
için şehirlerini bütünüyle kaybediyor.
Özellikle devlet zihniyetinin şehirlerdeki icracı kolu
olan TOKİ aracılığıyla mevcut şehirlerimize yeni bir tasavvur ve tasarım
getirilemedi. Aksine bu kentsel dönüşüm dalgası kötü, çirkin ve yanlış bir
örnek olarak şehir ve mimarî tarihimizin harcanmış, israf edilmiş sayfaları
arasında yer alacak.
“Medeniyet tasavvuru ve şehir idraki” bağlamında şehir
tasarım (daha doğrusu katliam)larımıza
tarihlendirerek bir bakalım.
· 1923 ile 1950 arası, yeni devlet ideolojisi ve tek
parti döneminin tarihî çağrıştıran her şeyi yıkması ve yerine ‘bizim olmayan’
şehir ve mimari adaptasyonları…
· 1960-1983 arası, muvazaacı sağ ve yıkıcı sol
ideolojili iktidarlar eliyle bozulan, çirkinleştirilen, tarihî dokusu daha da
tahrip edilen, bugünkü çarpık şehirleşmenin yakın temellerinin atıldığı dönem…
· 1983-2002 arası, dünyaya açılan Türkiye ve sürekli
değişen siyasî iktidarlar eliyle gene hızla yaşanamaz hale gelen şehirlerimiz
için müthiş bir vurdumduymazlık dönemi…
· 2002-2012, arası büyük bir destekle siyasi
istikrarın sağlandığı, yerli iddialı ancak medeniyet ve şehir idraki hiçbir
zaman oluşmamış, ilgililerin ve sorumluların sadece nutuklarla zaman
kaybettirdiği dönem…
En önemlisi; bu dönem içerisinde devletin ‘şehir inşa
aygıtı’ olan TOKİ marifetiyle (Üstad Necip Fazıl’ın ‘işgal ordularının
yapamayacağı bir cinayet’ deyimine eş ) devletin müthiş imkânlarının
‘şehir idraksizliği’ yüzünden beton silolar şeklinde
tezahür etmesi şehir yıkımlarını hızlandırdı. ‘Kentsel dönüşüm’ gibi muğlak bir
kavramın yol açtığı şehir katliâmları halen TOKİ eliyle sürüyor, sürdürülüyor.
Hem de öğünülerek. Tarihçi Neşrî’nin mısrasıyla: “Ortalıkta bir acep destan
idi. Nice Rüstemler âna hayran idi!”
Geçtiğimiz günlerde bir yayın organında Ankara’nın
büyük bir tepeye serpilmiş bir gecekondu bölgesinde TOKİ’nin başlattığı kentsel
dönüşümün fotoğrafı yer alıyordu. Fotoğrafta ıslah edilecek gecekonduların
üzerinde hayalet gibi dikilen 10-15 beton blok insanı ürpertiyordu. Konuya
duyarlı bir yazar da “TOKİ’nin ufku var mı, ufku?” diyerek faciayı sütunlarına
taşımış, “Çok fantastik bir şey, elle çizilmiş, tezatları abartılmış bir afiş
veya bir animasyon filmi için tasarlanmış gerçeküstü bir film seti gibi
duruyor.” diyerek tezada ve nasıl bir şehir kirliliğine sebep olunduğuna vurgu
yapmıştı. Ancak mitolojideki tasarımlarla yarısı insan yarısı hayvan veya
yarısı başka diğer yarısı başka yaratıklar şeklinde izah edilebilecek bir şehir
manzarası.
Medeniyetimizden koparılmamıza rağmen şehir
halkalarının henüz çürümediği şu 90 yıllık şehir
maceramızda böylesine bir tahribat ancak devlet ve
onun ilgili aygıtları eliyle yapılabilirdi. Ve yapıldı, yapılıyor. Ya devlet
eliyle zorla eskiyi tahrip, istediklerini tahkim ediyorlar. Veya da hiçbir
idrak ve tasavvur olmaksızın rastgele ucubeler inşa ediyorlar.
Bu uygulama bütün şehirlerimizde freni patlamış bir
otomobilin yokuş aşağı hızla savrulması gibi devam ediyor. TOKİ, başta Başbakan
olmak üzere herkesi sanal bir inandırma çevrimine almış ki, “500 bin konut
ürettik” teranesiyle yıkımlarını sürdürmeye devam ediyor.
Devlet ve TOKİ eliyle tarihe, dünya görüşüne,
medeniyete, şehre, mahalleye, eve paydos!
1940’lı yılların tek parti iktidarı’nın şehir
idrakiyle, 2000’li yılların tek parti iktidarı’nın şehir idraki arasında fark
var mı? Var! 40’larda “neyi yıkacaklarını” biliyorlardı! 2000’lerde ise ne
“neyi yıkacağını”, ne de “neyi yapacağını” bilemeyen bir betonarme zihniyet!
Yaptıklarının iddialarıyla çeliştiğini bile göremeyen,
aksine yaptıklarının ‘çokluğu’yla övünen bir zihniyete söyleyeceğimiz tek şey :
“Ne yaptığının farkında bile değilsin!”
Eyvâh, eyvâh ! Mevcut iktidar sanal ve kurgu da olsa
2023’de dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi olacağına kendisini inandırıyor
ve hesap yapabiliyor ancak iki yıl sonrasına ait bir “şehir idraki ve tasarımı”
oluşturabiliyor mu ?
Zannetmiyoruz.
Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in söylediği gibi:
“…Esas mesele şu: Türk insanının kültürel ilgi alanı tamamen saptırılmış
vaziyette. Adeta Türk toplumuna bir ihanet diyebileceğim kadar vahim şekilde
saptırılmış durumda..”
İhanete varmış müthiş bir ilgisizliğin olduğu bir
ülkede şehir ve estetik idraki olanların son on yıldaki yapılanlardan yola
çıkarak herhangi bir şehrimizde ilk bakışta görecekleri şey dehşet bir “katliâm
tablosu”dur.
Devlet aygıtı TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
hiçbir zaman “Nerede hata yaptık ve yapıyoruz?” diye sormamışlardır ve sormak
gibi bir dertleri de yok. Son yaşanan depremin yıkıntılarından yeni bir şehir
modeli ortaya koymak mümkün iken, medeniyet ve şehir idrakinin olmaması
nedeniyle bu fırsat da büyük imkânlarla heba edilecek görünüyor.
Evet, şehirlerimizin bir zamanlar olduğu gibi “masal
şehirler” haline getirilmesi mümkün iken, bu imkân devlet ve TOKİ eliyle heba
ederek şehirlerimiz “maraz şehirler” haline getirildi.
Bu satırlarda her zaman dile getirdiğimiz “Turgut
Cansever İdrak ve İnşası” olmadıkça şehirlerimizin de asla imar ve inşası
mümkün olmayacaktır. İşin “nasıl”ı Cansever’in kitaplarında. Biz burada
kendisinden yapacağımız bir iktibasla yetinelim:
“Mekâna ait meselelerin idraki ve bilinci olmadığı
zaman, diğerleri tamamen boşta, kopuk, tutarsız teşebbüsler olarak kalır. Anlam
bütünlüğünü kapsamazlar ve ortak zemine sahip olamazlar. Mimarinin 20.
yüzyıldaki sefaletinin ana sebeplerinden biri bu..”
Mimarîden önce şehir, şehirden önce medeniyet,
medeniyetten önce dünya görüşü oluşmamış
bir ülkenin şehri de, şehir yöneticileri de, ilgili
Bakanlıkları da “nekropolde yaşayan” canlılardan ibarettir.
Şehirlerimizi kaybettik. Mevcut zihniyetle bundan
sonra “kentsel dönüşüm” ve “marka şehirler”
adına yapılacak herşey “büyük artçı sarsıntılar”la
şehirlerimizi daha da harap hale getirecektir.
Yeter ettiğiniz şehirlerimize!
Biraz insaf, biraz idrak, biraz intibah!
(Günebakış, 18 Ocak 2012)
Kültürümüzde “firkat” ve “vuslat” üzerine yâni,
ayrılık ve kavuşmak üzerine yazılı ve sözlü birikim hiçbir kültürde olmayacak
kadar çoktur. Sadece “bize mahsus” bir varlık idrakinin tezahürleri olarak
firkat ve vuslat, kelimelerin ötesinde bir “hal idraki”dir. Özellikle sûfîlerin
kelâmı, velîlerin halleri firkat ve ayrılığın yakıcı tablolarıyla doludur.
Firkat ve vuslat dile getirilebildiği nisbette ‘hakikati kuşatılamayan’ bir
haldir. Çünkü, dil hâle ne kadar tercüman olabilir ki? Bunu bilen ârifler
“firkat” ve “vuslat” ateşiyle kavrulurlar, bu ateşi dışa vurmazlar. Bu
kavruluştan nefesleri bazen dile dökerler. Dil, ne kadar becerebilirse kalbin
hallerini ifşaya çalışır.
Firkat’in de vuslat’ın da kaynağı Aşk… Onun için dile
dökülmesi zor haller..
Büyük Velî-Ârif Ahmet Gazalî “Sevânihu’l-Uşşak”ın 28.
faslında “Ayrılık, vuslattan bir derece üstündür; zira vuslat olmazsa ayrılık
olmaz, yani ayrılık vuslattan sonra gelir. Gerçekte vuslat bizzat kendinden
ayrılıktır. Öyle ki aslında ayrılık kendine kavuşmadır; ancak bu durum,
olgunlaşmamış âşıkta olmaz; çünkü âşık, henüz tam anlamıyla pişmemiştir…” der.
İndirgemeci bir anlayışa düşmemek kaydıyla, Gazalî’nin
bu hikmetinden pay alarak söyleyelim ki; İnsanın mâsivâ denilen dünya
macerası/hayatı aslında sürekli firkat-vuslat arası geliş gidişlerle doludur.
İnsan niçin firkat ve vuslat arasında yaşar? Çünkü, geçici olarak koptuğu,
ayrıldığı, firkatte olduğu “asıl “ âlemin bu dünyada ‘vuslat’ı üzere yaşar. O
âlemin visali hayatını manalı yapar. İnsan, dünyaya gelmekle “asıl alem”den
ayrı düşmüştür. Oraya kavuşmak ister. Dünyada kendisini geçici görmesi firkat
hali, geçici olmayana duyduğu arzu ve iştiyakı da vuslat halidir.
Karadenizli yaşlı bir kadına “aşk nedir?” diye
sormuşlar. “Seversin alamazsın aşk olur.” demiş. Firkat ve Vuslatın kaynağı
aşkı herhalde anlatabilecek güzel cümlelerden birisi bu olsa gerek.
Firkat ve Vuslat’la şehrimize yaklaştığımızda,
şehrimizi bu iki yakıcı kelimeyle görmek istediğimizde; şehrin hakikatine nüfuz
ederiz. Şehrimizden ayrılığımızda vuslatın, şehrimize yaklaştığımızda firkatin
yükseldiğini görürüz, hissederiz. … İnsanın, yaşamalar âleminde şehrine duyduğu
yakınlık “aşk”a dönüştüğünde “firkat” ve “vuslat” hallerini yaşar..
Hasret, hicran, elem gibi kelimeler de “firkat ve
vuslat”ı yorumlayan, onları hale dönüştüren ifade biçimleridir.
Şehirden ayrılık ve şehre kavuşmak fizikî bir olay
değildir. Bizim şehirle kurduğumuz ilgi kalbîdir. Aşk’ın konusudur. Büyük
Velîlerin, âriflerin ve ediplerin insan vücudunu bir şehre benzetmeleri ve
“kalb”i şehrin merkezine yerleştirmeleri, insanın şehirle olan ilişkisinin
sadece fizikî bir ilişki olmadığına işaret eder. Aziz Mahmut Hüdai Hz.leri “Ey
bu gönlüm şehrini bin lutf ile âbâd eden” diyerek bu manaya dikkat çeker.
Kurban Bayramı vesilesiyle bunlar döküldü kalemimize…
Kurban Bayramı’nda firkat ve vuslat (ayrılık ve
kavuşmak)ı hatırlamak, bu kelimelerle, bu hallerle şehrimize bakmak “şehrin
mânâsı”nı kavrayabilmek için önemlidir. Çünkü Kurban’ın anlamının “yakınlaşma”
olması, bu manâsıyla vuslat (kavuşma)ı hatırlatıyor.
Şehrimizi düşünerek Ahmet Gazali’nin “Ayrılık,
vuslattan bir derece üstündür” sözünü irdelediğimizde, kavuşmanın anlamını
‘ayrılığımızı’n farkına vardığımızda hissedebildiğimiz gerçeğiyle
karşılaşıyoruz. Muhiddin Arabî’nin “Zıdlar birbirine o kadar yakındır ki
birleşselerdi bir daha ayrılmazlardı!” hikmeti, Gazali’nin “Vuslat bizzat
kendinden ayrılıktır. Ayrılık kendine kavuşmadır” ifadesiyle aynı anlama
geliyor.
Gazalî’nin cümlesini şehre uyarlarsak; “Şehre
kavuşmak, şehirden ayrılmaktır. Şehirden ayrılmak da şehre kavuşmaktır.”
Birbirine tezatlı görünen bu ifadelerdeki sırrı anladığımızda kendimizi de,
şehrimizi de anlarız. Ne zaman? Yunus Emre’nin “Hamdım, piştim” dediği kıvama,
Gazalî’nin “tam anlamıyla pişme” dediği kıvama kavuştuğumuz zaman.
Bu kıvam yoksa, firkatten de vuslattan da nasibimiz
olmaz. Olsa olsa (Üstad’ın mısrasıyla) “Var olan yoklukların ömrünü sürüyor”
oluruz.
Sözümüzün burasında Üstad’ın 1946’da yazdığı
“İstanbul” başlıklı yazısından aldığımız bölümle firkat ve vuslatın kaynağı
“aşk”ın şehir gerçekliğine nasıl yansıması gerektiğine bakalım:
“Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım.
Sevmek; ne kolay lâf bu böyle!..-Filân şeyi seviyorum,
filân şeyi sevmiyorum!Diye, en ucuz, keyfî ve insiyakî hükümlerimizi, çok defa
bu lâfla ortaya atarız. Halbuki bana sorarsınız, sevgi kadar basit ve girift,
alelâde ve harikulâde, hiç ve her şey hesabını vermediğimiz ve vermeye mecbur
olduğumuz nesne yok bu dünyada.
Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım…
Ve sevmek fiilinin, alelâdelik içinde harikulâdeliğe
eş olarak, onu ancak en girift tecellisi içinde canlandırabileceğine
inanıyorum.”
Şehrimizi bu anlamda “sevebiliyor” muyuz? Üstad gibi
firkatte vuslatan, vuslatta firkatin farkına varabilenler ancak şehrini
sevebilir. Gerisi şehrin plâstiğine, maddesine tutkunun ötesine geçmez.
Firkat ve Vuslat’ın hakikatinin âriflerin dilinde ne
anlama geldiğinin idrakinde olarak; eğer şehrimiz bize yaşadığımız dünyanın bir
gölge gerçeklik olduğunu ve bu ‘görünüş’ün asıl gerçekliğin basit bir yansıması
olduğunu hissettirebiliyorsa ve böyle ancak bir şehrin “sevilmeye değer”
olduğunu bilebiliyor ve sevebiliyorsak ne mutlu…
Kurban Bayramı vesilesiyle şehirde firkat ve vuslatı
(ayrılık ve kavuşma) hatırlayabilme idraki, kurban idrakidir…
(Günebakış, 17 Kasım 2010)
1911 doğumlu Rus asıllı Romancı Henri Troyat doğduğu
Moskova’dan 1920’lerde ailesiyle birlikte Rusya’dan kaçıp Paris’e yerleştikten
sonra, bir daha memleketine dönmez ve memleketinden çok uzaklarda eserlerini
yazar. Önemli bir edebiyatçı olarak çeşitli kurumlarda görev alır. Kendisine
“Rusya’yı niçin ziyaret etmediği”ni soranlara “her şeyin hatıralardaki gibi
kalmasını istediği”ni ve “rüyalarındaki Rusya’nın karlarının gerçekte
olduğundan çok daha berrak ve beyaz olduğu” cevabını verir. Troyat’ın Türkçeye
çevrilen eserleri okunduğunda, aslında bütün eserlerine, köklerinin bulunduğu
fakat ömrü boyunca ayrı kaldığı memleketinin/şehrinin hasretini, hüznünü
yansıtır. Uzaklığı nisbetinde yakıcı bir yakınlık besler memleketine, doğduğu
şehre.
Troyat, eserleriyle ilgili bir eleştirmenin söylediği
gibi “hep gizli bir ‘sürgün’ olarak yaşadı ve bunun asla iyileşmeyen acısını
çekti. Kendisinin dönemediği, gidemediği ‘vatanındaki’ kişileri kaleme alıp,
onların yaşamlarına kendi özlemlerini katarak acılarını dindirip dayanmaya
çalıştı.”
Bizim gibi doğduğu şehirden uzakta yaşayan fakat
“şehir idraki”ni kaybetmemeye, aksine beslemeye çabalayanların da farkında
olsunlar veya olmasınlar, “ait oldukları yer”in düşüncelerine sinen,
reflekslerine yansıyan izleri, etkileri var. Fizîken “şehirde” olmakla ruhen
“şehirden” olmak arasındaki temel fark budur.
Bu “hal” kimilerine “taşralılık” gelse de, bir
hastalık ifrazatı değil, bir “sıhhat” ifadesidir. Şehrinin mekanik “silüet”ine,
gürültüsüne değil de “ruhaniyeti”ne meftûn olanların farkına varabilecekleri
bir sıhhat alâmeti…
Şehrinden uzakta “gizli bir sürgün” gibi yaşadıkları
hayat ve bu hayatın “iyileşmeyen acısı”nı dindirmenin yolu; hissiz-duygusuz bir
hayat sürmek değil, bu acıyı ‘hayat iksiri’ haline getirebilmektir. Bunu
yapabilmek için de illâ ki Troyat çapında bir edebiyat adamı mı olmak gerekir?
Bir Trabzon türküsünde “Ne dertlere dayandun, buna da
dayan yürek !” şeklinde ifade edilen derîn acıyı biz, şehrinden uzakta olanlara
söylenmiş kabul ediyoruz. Dayanmanın, tahammülün, meşakkatin ‘nasıl’ından çok
‘niçin’idir burada sözkonusu olan.
Bu yazımı yazmaya başladığımda “gizli sürgün”
kavramını okuyan yanımdaki arkadaşım “sanki hapisten yazar gibi olmuş” veya
“hapishane notları mı yazıyorsun?” dedi. Karşılıklı tebessüm ettik. İşte tam da
o “manâ”dır şehrinden uzakta olarak şehrini yazmak ! Şehrinden uzakta yaşamak
bir çeşit hapishane hayatı mı? … Daha da geriye gidersek; aslında insanın
“dünya sürgünü”ne varırız… Dünyada ‘asıl’ âlem için bulunma ne ise, şehrinden
uzakta şehri için bulunmak da o!
H. Keyserling ‘Bir filozofun gezi günlüğü’nde insanın
yeryüzündeki ‘seyahat’ine ve sürekli ‘yeniden keşf’e dair şunları söyler: “..
İnsan, bütün bu deneyimler silsilesinden geçerek, yavaş yavaş aynı noktaya
yaklaşır. Ben dünya seyahatime bu nedenle başlıyorum. Avrupa’nın artık bana
vereceği bir şey kalmadı. Orada yaşam, varlığımı yeni gelişmelere itemeyecek
denli bildik; bunun dışında da, fazlasıyla dar bir alana hapsedilmiş durumda.
Avrupa’nın tamamı aslında aynı ruha sahip. Yaşamımın, varoluşu mümkün kılacak
denli farklılaşacağı, anlayışın kişinin kavrama araçlarında kökten bir yenilenme
gerektireceği, bugüne dek bildiklerimi unutmaya zorlanacağım, vb. enlemlere
gitmek istiyorum. .. Sonunda benden ortaya ne çıktığına bakmak istiyorum. Eğer
tüm koordinatları algılamış olursam, onların merkezini de belirlemiş olmam ve
sonra da tüm zamansal ve mekansal rastlantıların ötesine geçmiş olmam gerekir.
Eğer hayatta, beni kendime götürecek bir şey varsa, bunu ancak, dünyayı gezmek
için vereceğim zaman başarabilir…”
Bu gezi günlüğündeki notlar, bana Wittgenshtein’in
(daha önce de alıntıladığım ) sözünü tekrar hatırlattı: “İlk önce gezginliğe
çıkmak gerek; ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri
anlayabilirsin !”
İnsanın “sürgün” halini bir “ruh hastalığı”na
dönüştürmeden yaşamasının değerini bilerek “geziye çıkmak”, hem yurdunu hem de
ötekileri anlamanın kuralı gibi…
Şehrinizden uzaktaki halinizi bir an için
“hapishanede” imişsiniz gibi düşünün… Şehriniz ruhunuzda nasıl mükemmelleşir,
muhteşemleşir.
Keyserling’in gezi notlarını biraz deforme ederek
yazımızı tamamlayalım: “Kendimi gerçekleştirmeme şehir ne kadar yardım eder?
Bize genellikle, şehrin bunu engellediği söylenir; oysa şehir, uygun
niteliklere sahip olanlara, ruhlarını sürekli yeni oluşumlara zorlayarak yardım
eder. Benim için gerçekten bir şey ifade etmeyen izlenimler edindiğim için,
zihnim, salt yeni maddiyat elde etmekten kazançlı çıkmıyor. Fakat sonra yine,
bir bütün olarak psikolojik varlığım, kendini içinde bulduğu koşullara göre
farklı farklı tepkiler veriyor ve bu farklılıklar, bugüne dek benden saklanmış
olan gerçekliklere gözümü açıyor…”
Şehrimize bu idrakle bakabiliyor muyuz? Bakabiliyorsak
şehir de bize kendisini bu yüzüyle gösterebilir. Aksi halde ne şehrimizi
görebilir, ne de bu şehirde kendimizi bulabiliriz.
(Günebakış, 7 Temmuz 2010)
Şehrin insanı etkilemesi, insanın sadece ‘bakış’ıyla
mı, yoksa insanın şehre sorduğu sorularla ve bu sorulara şehrin verdiği
cevaplarla mı ilgilidir? Her ikisiyle de.
“Şehir nedir?” sorusu, ancak “şehir nasıl olmalıdır?”,
“insanı nasıl etkilemelidir?” sorularıyla birlikte düşünüldüğünde/sorulduğunda
tatmin edici bir cevap bulabilir. Cevap anlamlı olabilir.
Soruları soran ve cevap veren eğer “ârif”lerden ise,
sorularının da cevaplarının da kitaplık çapta muhtevayı ve derinliği
taşıdığından şüphe yok.
Bu bağlamda; aşağıdaki diyalog, bir şehri görmenin,
onu tanımanın, onu hissetmenin, onunla bütünleşmenin ölçüsünü ve ruhunu ortaya
koyar. Şehri “gördüğünü zannetme” ile şehri “hakikatiyle görme” arasındaki
farkın idrak edilmesi, şehrin ne olduğunun hakikati, yâni şehrin gerçekliğidir.
Şehrin bu gerçekliğini görüp, idrak ettikten sonra “demek ki bizim gördüğümüzü
zannettiğimiz şehir değilmiş !” diyebiliyorsak, şehrimizi varolan hakikatiyle
görmüş oluruz.
Büyük Velîlerden Cüneyd-i Bağdadî’nin talebesi,
mektuplarında da bahsettiği Ebubekir Şiblî Hacc’a gidip gelen birisine çeşitli
sorular sorup cevap aldıktan sonra şöyle bir soru daha sorar:
- Mekke'yi gördün mü?
- Evet- Mekke’yi görmekle
değişik bir duyguya, hale büründün mü?
Adamın, “- Hayır” demesi
üzerine, Şiblî:
“- Öyle ise sen Mekke'yi
görmemişsin.” Cevabını verir.
Bu meşhur diyaloğun her sorusuna Şiblî’nin verdiği
muhteşem ve derin cevaplarla birlikte, “Şehrin anlamı ve ruhu”nu
yakalayabileceğimiz zamanüstü bir ölçüyü görüyoruz.
‘Şehirlerin anası” Mekke’yi anlamanın, kavramanın ve
ona aidiyetin en üst ifadesi olan bu diyalog, önemli bir ölçü olarak şehrin
insan üzerindeki tesirine de işaret eder. Bu diyalog, bir şehrin insan üzerindeki
tesirine ve insanın şehirde bulunmakla şehri ‘görme’si arasındaki müthiş farka
işaret ediyor. “Görme”nin ‘bakmak’tan ibaret olmadığı, fizikî bir yönelmeden
başlayarak insan ruhunda bıraktığı iz ve tesir, yâni “hal” olduğuna işaret
eder.
Yeryüzünde ilk inşa edilen şehir olan Mekke’nin ‘hangi
mekânları barındırdığı’na ve üzerinde kimlerin yaşadığından kaynaklanan manâsı,
bütün şehirlerin bürünmesi gereken manâ, muhteva ve ‘şehir karakteri’ne delâlet
eder. Yukarıdaki diyaloğun ruhunu böyle kavramak gerekiyor.
Velî-Ârif’lerin gözünde bu manâya bürünen şehir,
şehrin “ne olması gerektiği”, şehrin insanı nasıl kimyevî bir değişime
uğrattığına dair önemli bir ölçüdür.
Şüphesiz Kâbe ve Mekke’nin mekân ve şehir olarak
sembolik anlamının ötesinde bir ‘ruhu’ ve Hacc’da ifadesini bulan anlamı var.
Şiblî’nin “sen Mekke’yi görmemişsin!” ihtarı, şehri ‘gözle görülenin kalple
idrak’ edilmesi olarak anlamak gerekiyor.
Kendi şehrimize böyle bakabiliyor muyuz? Şehrimizi
böyle görebiliyor muyuz? Böyle görebilmek için kimlere sahiplik ve nelere
yataklık ettiğini bilmemiz gerekiyor..
Şehir kendini hissettirmeli !
Yaşadığımız şehrin de böylesine manalardan pay sahibi
bir şehir olduğunu söyleyebiliyor muyuz?
Üstad Necip Fazıl, 1956’da yazdığı bir yazıda zamanın
şehirlerinden bahsederken “taşını ve kumunu döken bir böbrek gibi en hayırlı
sıhhat şartına kavuşmuş olmakla beraber, böbreğin taş yapma istidadından
tamamen kurtulduğu ve bünyeden (toksin)leri yüzde yüz süzücü bir mükemmeliyet
arzettiği..” diye bahsettiği steril şehirler, Şiblî’nin “görülmesi gereken
şehr”inden pay almış şehirlerdir.
Şehrini arayanlar şehrini anlayanlardır..
Onlar ki; gözle bakıp kalple görenler, yâni
hissedenlerdir…
Şehrini göremeyenler de şehrine bu gözle
bakamayanlardır. Şehrinde şehriyle ‘hallenemeyen’lerdir.
Büyük ârif Yunus Emre “Bu çeşniyi tadana, kim ne
vereler kana” der. Biz de bu anlamda “şehrimizi bir an olsun görüp, bu görmenin
verdiği göz kamaşmasıyla başka bir şehre bakmayacağımız” bir idrak düzeyine
ulaşabilirsek şehrimizden bir çeşni tatmış olacağız.
Ol şehir bizden, biz de ol şehirdeniz !
(Günebakış, 21 Nisan 2010)
Geçtiğimiz günlerde Trabzon/Of doğumlu, üniversite
öğrenimini KTÜ’de tamamlayıp daha sonra Trabzon’dan ayrılan kadîm bir dostumla
Ankara’da sohbet ederken konu şehrimize geldiğinde, mahzunlaşarak “Yıllar sonra
zaman zaman Trabzon’a gittiğimde ürperiyorum. Bıraktığım şehir ortada yok”
diyerek “20’li yaşlarının Trabzon’unu aradığını fakat bulamadı-ğı’nı söyledi…
Devam etti: “Gençlik yıllarımda her gün beklediğim otobüs durağı, sevdiğim bir
insanın sokağını ve evini görüyordu. Ben acaba gene o insanı görebilir miyim?
Düşüncesiyle durağa gittim. Genç yaşlarımın şehrinde her gün beklediğim durağı
bulamadım, O insanın sokağını ve evini göremedim. Yerinde o yılları hatırlatan
hiçbir şey yoktu. Çünkü durak ortada yoktu, yeri değişmişti. Ben gene de
bekledim. Bir güzel de ıslandım. Düşündüm: Niçin durağın yerini
değiştiriyorsunuz? İnsanın azı dişi ile köpek dişinin yeri değiştiriliyor mu?
Artık azı dişi-nin düştüğü yere yenisi gelmiyor. Birçok şehir mekanı gibi
duraklar da insanla, şehirle kopmaz bir bütünlük, bir mana ifade ederler.
Oyun oynadığım yeri bulamıyorum. Her sokağını bildiğim
şehri tanıyamıyorum. Herhalde bazı mekanları yıkmaya, bozmaya yerel
yöneticilerin gücü yetmediği için onlar ayakta kalmış ama içinde hayat olmayan
mekanlar… Bir şehir insanın gözünün önünde böylesine değişir mi? Ha-fızamı
yokladım, önce sevdiğim şeyleri, sonra da şehrimi kaybetmişim.”
Dostumuz daha da derinleşiyor: “Şehrime gitmesem
hatıralarım canlı duracak. Onlar orada var zannedeceğim. Ama gidip de
bulamayınca hatıralarımı mezara gömmüş gibi orada bıra-kıp hüzünle geri
dönüyorum.” diyor. Dostum, hatıralar ile Arkeologların kadîm şehirleri orta-ya
çıkarması arasında ilgi kuruyor: “Tarih doğal olarak, kendiliğinden bir şehri
örtüyor. Sonra kazıyorsunuz şehrin kalıntılarını buluyorsunuz. Ama bugünün
yöneticileri ‘şehir kasapları’na dönmüş. Canlı olan her şeyi öldürüp
parçalamış, dağıtmış. Parçaları da birleştiremiyorsunuz. Doğal afetlerin tahrip
ettiği, örttüğü bir şehri, yıllar, yüzyıllar sonra bile bulabiliyorsunuz ama
ben gittiğimde şehrimi bulamıyorum.”
Şehirle ilgili duyduğum, yaralarımı depreştiren önemli
ifadeler..
Şüphesiz herşey değişiyor, dönüşüyor, mekân
değiştiriyor, yıpranıyor… Şehir de öyle… Ancak değişme canlı olan, hatıralar
taşıyan her şeyi ‘yoketme’yle özdeşleşmişse orada bir katliam var demektir.
İnsan topraktan, mekândan, oralardaki hatıralarından
kopamıyor. “Nisyan ile malûl olsa” da gene unutamıyor. Önemsiz bir ayrıntı, bir
sembol birdenbire hafızasına ok gibi saplanıyor ve onu derinlere götürüyor.
Nostalji bu mudur? Kelimenin kısırlığı “hatıra”yı
karşılayamıyor. “Hatırlama” daha derin bir gerçeklik olarak insanı kuşatıyor.
Benim üç yaşında ayrıldığım fakat kopamadığım, yılda
birkaç kez beni doğduğum topraklara çağıran şehrin sesini, dostumuz belki de
daha derinden duyuyor ve hatıralarına yönlendiri-yor.
Şüphesiz her neslin, “bizim zamanımızda” diye
başlayarak iç çekerek anlatacağı hatıraları var. Her “zaman” ayrı ve farklı bir
zihniyete yataklık ediyor. Bu zaman da öyle. Ancak, İnsanoğlu, yaşadığı şehirde
zamanın insan ve mekân üzerindeki hakimiyetini kaosa dönüştürüyor ve kendisine
geçmişini hatırlatacak şeyleri “niçin tahrip etmemesi gerektiği” sorusunu
soramı-yor. Modern zamanların kaotik şehir hayatı ve tedirgin şehir insanı bu
soruya zaman bulamı-yor, bu soruyu sorduracak zemin bulamıyor! Hoş, sorsa da
alacağı cevap, kendisinin hatırala-rıyla bir anlam ifade edemediği şehir
oluyor.
Mühendis dostumun hesaba-hendeseye sığmayan bu
duyguları beni de etkiledi. Bu duygular-la Ankara’dan Trabzon’a gelirken,
yanımda getirdiğim kitaplar arasında Dostoyevski’nin “Be-yaz Geceler” isimli
küçük ama hissî romanı, dostumun duygularını çağrıştıran, gözlemlerinin başka
coğrafyalardaki yankılarıyla karşılaştırdı beni.
Dostoyevski, “Beyaz Geceler”de çok sevdiği, uzun süre
yaşadığı ve eserlerinden birçoğunu yazdığı Petersburg’u roman kahramanının
diliyle anlatırken şunları söylüyor:
“Neredeyse sekiz yıldır yaşadığım şu Petersburg
kentinde bir tane bile tanıdık edinemedim. Ama tanıdık benim neyime? Zaten
Petersburg’u baştan başa tanırım, onun için bütün kent kalkıp yazlığa gidince
haklı olarak herkesin beni terk ettiğini düşünmeye başladım. Yalnız ba-şıma
kaldığımı görünce de, büyük bir korkuya kapılarak üç gün neye uğradığımı
anlamadın, kentin sokaklarında dolaştım, durdum…. Bütün yıl hep aynı saatte
görmeye alıştığım kimsele-rin tekini bile göremedim. Onlar beni elbet
bilmezler, ama ben onları tanırım, hem de yakın-dan tanırım, hepsinin de yüzü
hatırımdadır. Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim
üzüntümdür….. Evlerle de aram iyidir. Gezinirken birbiri ardından önüme çıkıp
bütün pencereleriyle bana bakarak kimisi, ‘Merhaba! Nasılsınız? Eh, ben çok
şükür iyiyim, mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar’, kimisi; ‘E, nasılsınız
bakalım? Yarın beni onarıyorlar,’, kimisi de, ‘Dün az kalsın yanıyordum. Öyle
korktum ki!’ vs. der gibidirler. Aralarında sevdiklerim vardır, kimisini
oldukça yakından tanırım, bir tanesi de önümüzdeki yaz kendisini mimara te-davi
ettirecek. Tedavi olurken, Tanrı esirgeye, başına bir şey gelmesin diye her gün
uğrayaca-ğım oraya. Hele güzelim pembe bir evin öyküsünü hiç unutamam. Taştan
yapılmış, ufacık, sevimli bir evceğizdi bu; hantal komşularına bakıp
böbürlenmesini, bana bakarken de yüzü-nün gülmesini gördükçe ona karşı içim
sımsıcak olurdu. Geçen hafta yanından geçerken başı-nı kaldırır kaldırmaz:
‘Beni sarıya boyadılar!’ diye acıklı bir ses işittim. Bir de baktım ki, ne
gö-reyim!.. Haydutlar! Barbarlar! Ne sütun bırakmışlar, ne sundurma; hepsini
kanarya sarısına boyamışlar! Kanım beynime sıçradı. Çin İmparatorluğu rengine
boyanarak çirkinleştirilen za-vallı dostuma bakmaya dayanamayacağım için günden
beri de semtine uğramıyorum.
İşte, Petersburg’u ne kadar yakından tanıdığımı artık
anlamış bulunuyorsunuz. Nedenini orta-ya çıkarıncaya kadar bir tedirginliğin üç
gündür içimi kemirdiğini söylemiştim. Sokakta canım sıkılıyor, ‘O yok, bu yok,
öteki ne cehenneme gitti!’ diye evde kendimi yiyordum. Tam iki gece ‘Benim nem
eksik? Burada niçin rahat edemiyorum?’ diye odamda kıvranıp durdum… “
İnsan yeryüzünde hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın,
topraktan, şehirden, hatıralardan kopa-mıyor. Kopunca da ‘hayattan’ kopuyor.
Bıraktığımız şehri bulabilmek istiyorsak, şehrimizle
dertlenmek zorundayız!
Dostoyevski’nin sorusunu şehrimize aidiyet duyanlara
sorarak bitirelim: “Yaşadın mı yoksa yaşadığını mı sanıyorsun?”
(Günebakış, 4 Ağustos 2010)
Geçtiğimiz hafta Pakistan’dan dönen kadîm gönüldaşım
Hüsnü Kılıç’la telefonda görüşürken, oradaki müthiş sel felaketi ve getirdiği
sefalet içerisinde bile insanların son derece tabii bir şekilde hayatlarını
sürdürdüklerini, son derece kötü şartlara karşı nasıl mukavemet ettiklerini,
felaket şartlarında yaşamakla normal şartlarda yaşamak arasında sanki hiçbir
fark yokmuş gibi yaşadık-larını gözlemlediğini ifade etti. Bir yandan
olağanüstü şartlarla mücadele ederlerken diğer taraf-tan davranışlarındaki
insanîliği/tabiliği gördüğünü belirtti. İsyan, panik, huzursuzluk yok. Maddî
hiçbir şeyi kalmamış insanın huzuru ile her şeye sahip insanın
huzursuzluğu/tedirginliği arasındaki müthiş fark gibi… Devamla… Bizim burada
her türlü alet-aygıt çeşitliliği ve teknoloji konforu (cep telefonu,
bilgisayar, vs.) içerisinde nasıl sıkıntılı, kaotik bir günlük hayat
sürdüğümüze vurgu yaptı.
Burada ise; bir saat cep telefonundan ayrı
kaldığımızda hayatımızın nasıl altüst olduğunu, nasıl krizler geçirdiğimizle,
cep telefonumuzun yanımızda olmadığı zaman kendimizi nasıl müthiş bir yalnızlık
ve güvensizlik içerisinde hissettiğimizle ilgili konuştuk. Sözü Şarlo’nun
meşhur “makine örneği”ni hatırlattı. Kimbilir, belki bir gün biz de bu
“teknoloji kuşatılmışlığı”nda üzerimizde-ki/etrafımızdaki teknoloji
aygıtlarının robotu (tutsağı zaten olduk) haline geleceğiz. Şarlo’nun insanın
kontrolünden çıkan teknolojinin nasıl bir traji-komik sonuçlar doğurduğunu
Üstad Necip Fazıl’ın ifadelerinden okuyalım:
“Bugünün en büyük problemi makine meselesidir. Şarlo’nun
makine ile alayı, o kadar zariftir ki, ancak ruhçu telâkkiye yakışabilir.
Meselâ: Bir filminde, bir fabrikada iş tasarrufu için her şey alete
dökülmüştür. Amele, soframsı bir yerde oturur. Makine gelir bir kolla ağzına
yemek verir, son-ra başka bir kolla da ağzını siler. Makinanın yemek veren kolu
bozulur, havada işler ve yemekler yere dökülür. Fakat diğer kol tarafından aç
adamın ağzı silinir. Şimdi bu komiklik midir, yoksa ağlatıcı fikir mi? Tam da
maddeciliğe zıt...”
Aslında teknolojinin muhasarası altında ve his iptali
içerisinde bu hali yaşıyoruz…
Daha sonra gazetelere bakarken birden “Afganistan
kentleri New York’tan daha güvenli!” başlıklı bir haber gözüme takıldı. Haberi
okuduğumda Hüsnü Kılıç’la sabah aramızda geçen konuşmanın sanki devamı mahiyetinde
bir metin gibiydi. BBC ve Reuters’in dünyaya Kabil’den geçtiği haberde NATO
yetkilisi Mark Sedwill, bombaların günlük hayatın doğal bir parçasına dönüştüğü
Afgan kentlerinin çocuklar için Londra ve NewYork’tan daha güvenli olduğunu
belirtiyordu. Sedwill, Kandahar da dahil olmak üzere, Afganistan’ın büyük
kentlerinde yaşayan çocukların ‘muhtemelen Londra, New York, Glasgow ve
dünyanın diğer büyük kentlerinden daha güvenli bir ortamda yaşadığını”
belirtti. Sedwill “Afganistan’ın aile odaklı bir toplum olduğunu ve bu
çerçevede biraz köylerden oluşan bir kent gibi görülebileceğini” söylüyor.
NATO yetkilisinin sözleri aslında Doğu ve Batı
toplumlarının tarihsel genetiklerine kadar uzatıla-bilir. Bu genlerde yatan
“güvenlik” algısı birbirinden çok farklı…
Gerçeklerden çok imajların ‘pazarlandığı’ modern
zamanların batısında doğu imajının, doğu şe-hirlerinin de ‘istedikleri ve
kurguladıkları biçimde pazarlanan’ şehirler olduğunu söylemeye gerek yok. Doğu
şehirleri ve şehir hayatı batının doğuya yönelik ‘kurgu ihtiyacı’nı istediği
zaman giderebilse de NATO yetkilisinin sözü bu kurguları bazen bozuyor.
“Batının doğu imajı”nda “Batı şehirlerinin güvenli,
doğu şehirlerinin ise güvensiz olduğu” sürekli vurgulanır, servis edilir,
zihinler bu yönde şartlandırılır. Bu yargı batı’nın tarihsel genetiğinin
değişmez bir parçasıdır. Hatta batının doğuyla ilgili tarihsel yargıları bu
temellendirme üzerine kurulmuştur. Ancak kimi gezginler ise bu yargının aksine
doğunun son derece insanî olduğunu, gidip gördükleri doğu şehirleri ve
insanlarından bizzat gördükleri yakınlıkla kayda geçirmişlerdir.
Güvenlik, temelde insanî bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaca
gerek duyulmayacak çevre şartları oluşturul-duğunda “güvenlik ihtiyacı” diye
bir şey sözkonusu olmaz. Batı’nın “güvenlik” algısı ile Doğu’nun güvenlik
“algı”sı referanslar temelinde farklılık taşır. “Güvenli Şehir” batıda katil,
uyuşturucu müptelası, sarhoş, psikopatların sürekli kontrol altında tutulduğu,
onların her an suç işleyeceği düşüncesi ile takip edildiği ‘polisiye’ bir anlayış
temeline dayanır.
Doğu’daki “Güvenli şehir” algısı ise; sokaklarında
gece ve gündüz “suç işlemeye meyilli” olma ihtimali olmayan, böyle bir
“güvenlik” algısının idraklerde yer bulamadığı bir anlayıştır. Batı’da müthiş
“bireycilik”ten kaynaklanan ailede sağlanamayan “güven” ve “güvenlik”, Doğu’da
ahlâkın da ötesinde bir “aile değeri”dir.
Üzerine her gün tonlarca bombalar yağmasına rağmen
hayatını sürdüren Doğu toplumundaki insana/çocuğa karşı, Batı toplumunda bir
saat elektriğin kesilmesiyle nasıl bir şehir yağmacılığı yaşandığına sık sık
şahit oluyoruz.
İki zihniyet dünyasının insanı, şehir ve güvenlik
algısı iki farklı dünya oluşturuyor. Farklı çünkü, referansları, kaynakları
farklı.
Batı’nın oluşturmak istediği/oluşturduğu siyasî doğu
imajına rağmen bugün elimizdeki batılı gez-ginlerin not defterleri, gezi
notları Doğu toplumlarının yaşamlarıyla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler
içerir. Doğu şehirlerinde şahit oldukları basit bir davranış biçiminin
kendileri için ne kadar hayret verici olduğunu yazarlar. Sadece insanlar için
değil, hayvanlar için bile son derece güvenli doğu şehirlerine ilişkin
seyyahların notları batı için sadece “ilginç” ve “hayret” edilecek
enstantanelerdir. İşte bir tek örnek: İtalyan roman ve hikâye yazarı Edmondo de
Amicis 1874’te geldiği İstanbul’daki günlük hayat karşısında uğradığı şaşkınlık
ve hayranlığı şöyle anlatır:
“Buradan gelip geçen seyyahların, şehre adım atar
atmaz akılları başlarından gitmiştir. Pertusier’nin dili dolanır, Tournefort
dilin aciz kaldığını söyler, Pouqueville başka bir alemde olduğunu sanır, La
Croix mest olur, Vikont Marcellus kendinden geçer, Lamartine Tanrı’ya
şükre-der, Gautier gördüklerinin gerçek olduğundan şüpheye düşer; her biri
görüntüleri üst üste yığıp üsluplarını parlatarak düşüncelerinin altında
sefilce ezilmeyecek ifadeler bulmak için kendilerine beyhude yere eziyet
ederler…”
Sadece insanlar için değil, tüm canlılar için Doğu
şehirleri Batı şehirlerinden çok daha güvenli ve yaşanılır. Gene Amicis’ten
okuyoruz:
“… serçeler çekinmeden evlere girer çıkar ve
çocukların, kadınların ellerinden yem yer; kırlangıç-lar kahvehane kapılarının
üstüne, çarşıların tonozlarının altına yuva kurar; sultanlar ya da şahıs-ların
katkısıyla beslenen sürüyle güvercin, kubbelerin saçakları boyunca ve minarelerin
şerefelerinin altında beyazlı siyahlı kümeler oluşturur; martılar sevinçle
uçuşur, binlerce kumru mezarlık-lardaki servilerin arasında sevişir… “
Yabancı bir seyyahın İstanbul’daki bu gözlemi bile
batının “kurgulanmış doğu imajı”ndaki vahşiliğe ciddi ve yerinde bir cevaptır.
Sadece İstanbul’da değil, bütün doğu şehirlerinde aynı duyarlılığın varolduğuna
şahit oluyoruz.
Şehirlerimizde aletlerin, aygıtların, teknolojinin
anaforunda kaotikleşen hayatımızda şikayet etmeyi varlık nedeni haline getirmek
için var gücümüzle çabalıyoruz.
Hayatınızı nasıl kurgularsanız finali de o şekilde
oluyor.
(Günebakış, 1 Aralık 2010)
Modern zamanlarda insan şehirde ontolojik-varlığa
ilişkin bir acı mı çekiyor? Yoksa şehrin insanı boğan, ürküten, ezen, insanî
olan her şeyi öğütücü bir ‘değirmen’e dönüşen yapısı mı onu huzursuzluğa
itiyor? Eğer modern zamanlar insanı bunun farkında ise şehirde hâlâ insanî bir
‘hücre’ yaşıyor demektir.
Modern zamanlarda şehirden kaçmanın imkânı yok.
Şehirden korunmanın imkânı var mı? Şehir bir saldırı aygıtına mı dönüştü de
insanın korunması sözkonusu olsun? Evet! Peki nereye sığınacak insan?
Kimseyi şehirden köye tersine göçe davet etmiyoruz.
Köy de şehir de iki ayrı yaşama mekânı olma özelliklerini neredeyse kaybetmiş
durumda. Birinden kaçıp diğerine sığınmak imkân dışı. Kaçsanız da gelip
sığındığınız yer emniyetli değil. O halde ne demek istiyoruz? Zorlama da olsa
nasıl bir koridor açmaya çalışıyoruz?
Bu soru/soruları sorup cevaplar ararken, 1938 yılında
Müslüman olan İngiliz yazar, araştırmacı ve kültür adamı Martin Lings’in
Türkçeye de çevrilen Hz. Peygamber’in hayatını anlattığı eserinin “Çöl”
bölümündeki tesbit ve vurgularıyla karşılaştık. Lings’in yorumları yukarıdaki
sorulara cevap koridorları aralayan bir nitelikte.
Lings, Hz. Peygamber’in doğduğu Mekke şehir şartlarını
anlatırken ilginç yorumlarda bulunuyor. İlk plânda iyice nüfuz edilmeyince fark
edilemeyen yorumlardan bazı kesitleri buraya aktararak, modern zaman
şehirleriyle mukayesesini yapalım:
Şöyle diyor Lings, Hz. Peygamber’in çocukluk
yıllarındaki Mekke’yi ve şehir insanını anlatırken:
“….. onlara Mabed’in etrafında evler
yapmalarını söyleyene dek yarı göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Sabit yerleşme
tabii ki kaçınılmazdı, fakat bu türlü yerleşme sakıncalıydı. Soyluluk ve
özgürlük birbirinden ayrılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü. Çölde bir insan,
mekâna hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme sayesinde de bir bakıma zamanın
baskısından kurtuluyordu denebilir. Çöl insanı, çadır bozarak dünlerini
savabiliyordu; zamanı ve yeri henüz belirlemediği için yarın, bir hüsran olarak
görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu. Onun bir yerde sürekli kalmakta
oluşu her şeyi çürütüyor ve –dün, bugün, yarın- zamanın gayesi haline
getiriyordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şaşırmışlık ve tembellik onların
duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve tetikte oluşunu köreltmek için
hazır bekliyorlardı. Orada her şey, hatta insanın sahip olduğu en önemli
özellik olan dil bile bozuluyordu…. “
Lings’in yorumları-satırları modern dünyanın insanın
hürriyetini nasıl elinden aldığını görmesi, farketmesi için yol gösterici bir
kılavuz gibi. Eski insanın, belki şehirli olmayan ama kendine yeten ‘huzuru’
ile varlığa ve hayatın anlamına nüfuz eden yapısıyla, modern zaman şehirlerinde
yaşayan insanının ‘husursuzluğu’nu bir düşünün!
İlginçtir ki insan modern zaman şehirlerinde mekâna
hükmetme bilincini kaybetmiştir. Bunu kaybedince de mekân ve bütünüyle şehir
insana işkence ederek ölümünü hazırlayan bir düşman haline gelmekte.
İnsan da çaresizlik içinde bu işkenceleri yaşayan
ancak, ‘anestezi altındaki bir hasta’ duygusuzluğuyla tepki veremeyen bir
‘canlı’ olarak hayatını sürdürüyor.
Modern zaman şehirlerinde dün de bugün de yarın da
bütünüyle “hüsran!”.
Lings, “Şehirler bozulma yerleriydi” derken 14 asır
önceyi anlatsa da aslında bugünün modern zaman şehirlerini işaret ediyordu. O
zamanın insanı ‘bozulmuyor’du, özgürlüğün ne olduğunun bilincindeydi ve
özgürlüğüne sahipti. Düne, bugüne ve yarına hakimdi.
Peki ya bugünün insanı ve şehirleri?
Görüntüsü de gerçeği de gayr-i insanî!
Bakın yaşadığınız şehre! Ne göreceksiniz? Ne yazık ki,
bu hız ve ihtirasla insanın şehrin caddelerinde, mekânlar arasında sadece
‘yiyecek arayan’ mikroorganizmalara dönüştüğünü göreceğiz!
Böyle bir akıbetten ancak insanı insana, şehri şehre
iade etmekle kurtulunabilir.
Kâhin değiliz, fütürist hiç değil. Sadece çıktığımız
yolun, yaşadığımız şehrin bizi nereye götürdüğünü miyop olmayan bir gözle
görmeye çalışıyoruz.
(Günebakış, 25 Ocak 2012)
Üstad Necip Fazıl “Hesaplaşma” isimli
konferans-kitabında Şeyh Sâdi’nin insanı hakikatiyle kuşatan “bir damla kan ve
sayısız endişe” tanımına ‘fikir… endişe… harikulâde tarif’ diyerek vurgu yapar.
Büyük âriflerin insana dair bu ve benzeri muhteşem tanımları vardır. Gene
Pascal’ın “yapayalnız ölürüz” sözüne de Üstad bazı eserlerinde vurgu yapar. Bu
sözlerden yola çıkarak, insanın yeryüzünde/yaşadığı şehirde ‘yalnızlığı’nı
idrak eden değil, onu yokluğun ve yoksunluğun avucunda bir nesneye dönüştüren
modern zamanlar, insan-şehir ilişkisinde de insanı hakikatinden koparmıştır.
Bu bağlamda Rus romancı Maksim Gorki ilk defa 1898
yılında yayınlanan ancak bugüne kadar Türkçeye çevrilmeyen “Okuyucu” isimli
hikâyesinde yazılışından 114 yıl sonraki modern zamanların insanını
konuşturuyor ve aynı zamanda ona sesleniyor.
Gorki’nin kahramanı ‘varlığını-ben’ini sorgularken
aslında düştüğü nihilizm bataklığında çırpınıyor. Modern zamanların insanı,
kendi inşası olan şehirde aynı nihilist ruh haliyle mânâ ve hakikatini
unutuyor, kaybediyor.
Gorki’nin hikâyesinden bazı kesitleri Kenan Duru’nun
çevirisinden aktarıyoruz:
“Günümüzün bilinci öyle soğuk ve katı ki, basit ve
açık olana karşı tamamen körelmiş, bir şeyleri ısıtıp yumuşatmaktan o yüzden
mahrumuz: Biz kendimiz de soğuk ve katıyız. Sanırım bizlerin yeniden güzel
düşlere, hayallere ve tuhaflıklara ihtiyacı var, zira berbat renklerle
kurduğumuz hayat cansız ve sıkıcı! Bir zamanlar tutkuyla inşa ettiğimiz
gerçeklik çöktü çünkü. Çökerken bizi de ezdi… Peki, nedir çare? Bir de hayal
gücünden yararlanmayı deneyelim, belki insanın kısa bir süreliğine tekrar
doğrulmasına ve dünyada yitirdiği yeri –yitirmemiş midir?- yeniden gözden
geçirmesine yardımcı olur. Ne yazık ki insan artık dünyanın efendisi değil,
hayatın kölesi, yeryüzünün biricik aslî varlığı olmanın gururunu kaybetmiş,
realitenin dayatmalarına saygıyla boyun eğer hale gelmiştir. Öyle değil midir
sence de? Kendi icad ettiği gerçekliği ise –matah bir şeymiş gibi- değişmez
kanun ilân etmiştir! Bu kanunun boyunduruğuna girmekle insan, hayatın
özgürlüğüne giden yolda önüne engel koyduğunu, özgürlük için onu kırıp
parçalama hakkına sahip olduğunu idrak etmiyor.
Zaten o artık savaşmıyor, sadece
uyum gösteriyor… Hem, ne için savaşacak? Uğruna kendini kahramanca feda
edebileceği idealleri nerede? İşte budur onun can sıkıntısının ve içler acısı
hayatının yegâne sebebi, işte budur insandaki yaratıcı ruhun pörsümesinin
yegâne sebebi… Bazı körler aklı coşturarak bir şeyler arıyorlar, bari
insanlarda yeniden inanç tesis etselerdi…. Ne dersin?
Gorki, kahramanının diliyle devam ediyor:
“..Beni hayata karşı ihtiraslı
kılacak hiçbir şey yoktu, kalbim bir ölü gibi soğuk, zihnim baygın bir uykuda
gibiydi, muhayyilemin sundukları ise sadece birer kâbustu. Nicedir, günler ve
geceler boyu kör, sağır ve dilsiz biri gibi yaşamıştım, ne bir şey arzulamış,
ne de anlamıştım. O an bana öyle geldi ki bir ölüydüm ben, bir yanlış anlama
sonucu halâ gömülmeyi bekleyen bir ölü. Böyle korkunç bir hayat sürmekten daha
beteri ise yaşamanın çok daha güçlü bir iradeyi gerektiriyor olmasıdır. Zira
ölüde daha az anlam, daha çok karanlık vardır… Muhtemelen, nefretin verdiği
hazzı bile terk etmiştir o…”
…
“… İnsanların hafızasını yine
onların hayatlarından çekip çıkardığın yığınla fotoğraf karesiyle doldurup
çöplüğe çevirmekle onlara zarar vermiş olabileceğini hiç düşünmüyor musun?....
İnsan et ve deri giydirilmiş koca bir kemik yığınına dönüşmüş durumda ve bu
iğrenç kütleye hareket veren de ruh değil, şehvet arzusudur. Ona ihtimam
gerekiyor, henüz insanlığını daha tam kaybetmemişken onu hayatta tutmaya
acilen! Bir çare üretmelisiniz! Fakat sizler sadece inleyip sızlanarak, ah vah
çekerek veya onun çürüyüp kokuşmasını kaleminize kayıtsızca dolayarak onu
yaşamaya nasıl iştiyaklı kılabilirsiniz ki? Hayata çürümenin kokusu sinmiş;
korkaklık ve kölelik kalpleri istilâ etmiş… İğrençliğin bu kaos ortamına
katacak neyiniz var?"
Gorki’nin kahramanı hayat ve varlığa ilişkin daha
birçok şey söyledikten sonra;
“- Evet, gidiyorum… gene
görüşeceğiz. Bekle!” der
muhatabına ve gider.
Ve Gorki hikâyenin sonunda konuşur: “Nasıl gitti?
Hiç farkına varmadım. Gidişi ani ve sessizce oldu, kaybolan bir gölge gibi… Ben
ise uzun bir süre daha parkta oturduğum bankta kalmaya devam ettim; ne
dışarıdaki soğuğu hissetmiş ne de parlak ışığıyla donmuş ağaç dalları üstünde
parlayan güneşi fark etmiştim. Aydınlık günü ve her zamanki gibi ışıl ışıl
parlayan güneşi görmek tuhafıma gitmişti. Kar örtüsüne bürünmüş bu yaşlı,
yorgun yeryüzü güneşte göz kamaştırıcı bir parlaklıkla parlıyordu…”
Sâdi’nin “kan ve endişe”diye tarif ettiği insanı Gorki
başka bir yerde konuştururken aynı noktaya mı varıyor? Aynı yerde konuşsalar da
ayrı referanslardan yola çıkıyorlar.
Bakın şehrinize… Şehrinizin yaşlı ve yorgun gövdesinde
barındırdığı modern zamanlar insanının Gorki’nin nihilist objeye dönüşen
insanından farkı kaldı mı?
İfade edemesek de, hissettiklerimizi yoğunlaştıramasak
da aslında şehirde bu haldeyiz. Endişeli değil şaşkın ve çaresiz… Gorki’nin
insanı gibi arayış içindeyiz belki ama neyi aradığımızı bile bilmiyoruz.
Aradığımız bize çok uzakta belki. Belki yanımızda,
yanıbaşımızda. Ama ona uzanacak mecalimiz var mı? Onu anlayacak idrakimiz, onu
görecek ruh gözümüz? Bir çağ depreminin, sarsıntıların, uzayıp giden korkunç
çığlıklarla dolu bir yüzyıl mağarasının içindeyiz. İmanın, vicdanın,
parçalanmamış bir vicdanın bizi terk edip gittiği o korkunç bulamacın içinde
ağrılara, yıkımlara uğramış halde bekliyoruz. Ama neyi?
Çağımızın ve şehrin insanına çok mu ütopik ve ekstrem
yaklaştık?
(Günebakış, 1 Şubat 2012)
Kadîm şehirler tarihî süreçte kaçınılmaz olarak önemli
dönüşümler geçirse de bu şehirlerin ruhu, hafızası, varlıklarını bazı
sokaklarda, bazı mekânlarda, bazı şehir mobilyalarında devam ettirirler. Artık
zamanını kaybetmiş, sahipsiz kalmış öksüz bir çocuk gibi yaşasa da, sessiz ama
bir o kadar güngörmüş bu sokaklar-mekânlar o şehrin tarihî aynasıdır, tarihe
açılan kapısıdır. Aynı zamanda hayata açılan kapısı…
Kendisini modern zamanlara taşıyabilen kadîm
şehirlerimizin hemen hepsinde bu tür tarihî sokaklar-mekanlar varlıklarını
sürdürmektedirler. Bu mekânlar adeta şehrin “gen örneği”dir. İstanbul’da, Bursa’da,
Konya’da, Amasya’da, Manisa’da, Erzurum’da vs. şehrin ‘tarihî gen’lerini
yaşatan örnek mekânları-sokakları-mahal’leri görmek mümkün…
Trabzon da, muhteşem ve zor coğrafyasının verdiği
avantajla bu tür ‘gen örnekleri’ni bugüne taşıyabilmiş ender şehirlerden
birisidir. Bütün tahribat ve yıkımlara rağmen direnen coğrafyası bugünlere
kadar gelmiş fakat artık yorgun düşmüştür. Bu konuda Çömlekçi önemli bir ‘gen
örneği’dir. Trabzon’un tarih-i kadîminden bugüne kadar şehrin hafızasını
taşıyan önemli bir mahalle, önemli bir mekândır. “Çömlekçi Yokuşu” kavramı,
kısa mesafeli bir yokuşun ötesinde bir anlam taşır. Burada kimlerin hatıraları
yok ki? Hangi sanatçının, hangi mütefekkirin, hangi şairin, gezginin hatıraları
yok ki? Yaşlı-genç-çocuk herkesin Çömlekçi’ye dair hatıraları vardır. “Çömlekçi
Yokuşu” adeta Trabzon’un hafıza defteridir.
Şehirler modern zamanlarda kendisini “yenilenmiş
yüz”leriyle gösterebilmeli! Doğru. Ancak bu yenilenmiş yüzlerini onun tabii
organizmasından kesip koparmak ve yerine protez bir organ koymak o bünyeye
sokulmuş bir yok edicidir. Devamla vücudun diğer organlarını da çürütecek bir
etkiye sebep olacaktır.
Çömlekçi yenilenmeli! Şehirde bugünkü haliyle eskimiş,
arkaik bir mekân görüntüsü vermesi hoş değil. Coğrafî varlığı, dokusu, şehrin
tarihî siluetiyle uyumu korunarak dönüştürülebilmeli! Ancak, “dönüşüm” denen o
uğursuz kelime adına işlenen cinayetleri gördükçe insanın şimdiden şehre
‘elveda’ demesi kaçınılmaz. Kanaatim odur ki; yenileme adına yapılacak her şey
artık “eski Çömlekçi”den izler, hatıralar taşımayacaktır.
“Değişim talebi” diye bir kavram var. Çömlekçi bugünkü
yorgun haliyle ‘şifa arayan’ bir organ gibi bu talebini bize iletiyor. İletiyor
da, bu talebi karşılayacak idrak ve inşaya sahip şehir yöneticisi var mı ki bu
talebi karşılayabilsin?
Çömlekçi’yi yok etmek, hatıraları, şehri, insanı yok
etmekle eş anlamlıdır. Ruhuna ve maddesine sadık kalarak yeniden inşa etmek ise
onu ‘ihya etmek’tir. ‘Çömlekçi’ isminin bile Trabzon için nasıl ‘yaşayan’ özel
bir mekân ismi olduğunu söylemeye gerek var mı? Onun için endişe ediyoruz.
Endişemiz Çömlekçi’nin kurtarılması adına yok edilmesi! Çömlekçi’nin yıkımı
Trabzon’un yıkımıdır. Veya şöyle de söyleyebiliriz: Çömlekçi’nin ihyası
Trabzon’un ihyasının ilk adımı olmalıdır. “Yıkım”la “ihya” bu anlamda karmaşık
duygulara sevk ediyor bizi. Endişemiz: Çömlekçi’nin ihya değil imha edileceği
yönündedir!
Bugünkü kaosu, çirkinleştirilmiş, bakımsız, kontrolsüz
ve denetimsiz bırakılan haliyle sanki kasten bu hale düşürüldü diye
düşünüyoruz. “Artık dönüştürmekten başka çare kalmadı!” denilerek bu tarihî
mekânda yeni projeler uygulansın diye bu hale getirilmiş olmasın? TOKİ’nin
himayesinde gerçekleşecek “Çömlekçi Kentsel Dönüşüm Projesi”nden endişe etmekte
haklı olduğumuzu belirtmeye gerek var mı?
Endişemiz odur ki; Çömlekçi’ye “kentsel dönüşüm” adına
girecek ilk kazma, ilk iş makinesi adeta insan vücuduna aniden saplanan hançer
gibi olacaktır! Korkarız ki; bir operatör mahareti ve duyarlılığıyla değil
nobran bir modernist yaklaşımla Çömlekçi bir daha onarılamayacak bir şekilde
tahrip edilecek. Şehirlerimiz bu endişelerimizi haklı çıkaracak uygulamalarla
dolu.
Şehirlerin bir köşesinde garip, sakin ve fakat vakur
bir biçimde varlığını sürdüren, adeta modern zaman mekanlarına karşı şehri
savunan Trabzon’daki Çömlekci gibi mekânların “artık şehre yakışmıyor”
kompleksiyle ‘kentsel dönüşüm’ adına yok edilmesi karşısında herkes sessiz.
Hatta bu tahribatlara aldırmıyor. Karşı çıkanlar ise marjinal tepkiler olarak
görülüyor.
Bizim derdimiz; çömlekçi gibi mekânların pejmürde
durumunu korumak değil, coğrafyayı tahrip etmeden, coğrafyanın yapısına
müdahale etmeden, örselemeden bugüne taşıyabilmek. Uygulanacak projeden
kullanılacak malzemeye kadar müzelik ve sadece ‘görüntü’den ibaret değil,
bugünkü canlılığını yarına taşıyabilecek ‘yaşayan’ bir Çömlekçi ortaya
çıkarabilmek. Yani Çömlekçi’yi ‘kendi kalarak yenileyebilmek’... Bu da işlerin
en zoru veya en kolayı…
İşin faili olan Trabzon Belediye Başkanı “TOKİ ile
görüştüğü”nü ve “Çömlekçi’de kentsel dönüşüm projesi konusunda Trabzon halkına
söz verdiği”ni ve “bu sözünü yerine getireceği”ni, “görev süresinin sonuna
kadar mutlaka Çömlekçi’de yıkımların başlayacağı”nı söylüyor. Kongre merkezi,
beş yıldızlı otel, iş ofisleri ve konutlardan ibaret projenin orijinal bir
tarafının olmayacağı gayet açık.
Belediye Başkanı nasıl bir “şehir sorumluluğu”
taşıması gerektiğinin farkında mıdır, bilmiyorum. Bildiğim ve gördüğüm tek şey;
şehir idrak ve ihyası konusunda “dünya görüşü”ne sahip bir şehir yöneticisine
henüz rastlamadığımızdır. İsterdik ki Trabzon bu konuda adım atsın, çığır
açsın. Canlı bir organizma gibi şehir “nasıl” kendini yeniler ortaya koysun.
Ancak bu konuda da “eyvah!” diyeceğimizden şüpheniz olmasın!
Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan “urbiside: şehir
soykırımı”, 2000’li yıllarda tüm hızıyla devam ediyor. Şehri ‘dönüştürme’
adına!
Rahmetli Muhakkik Mimar Turgut Cansever bu konuya
dikkat çekiyor: “Ülkemizde asır başında var olan Osmanlı mahalle, yol, konut
dokuları, maalesef yanlış bir değerlendirme sonucunda yetersiz, büyük
bulvarlara sahip olmadıkları için imar edilmemiş addedildi ve bu şehirlerin
“mamur”, imar edilmiş hale getirilmesi için yeni şehir planları yapıldı. İmar
planı adı verilen bu planlar ile ilk aşamada şehirdeki topografyaya uyarak
vücuda getirilen yol şebekeleri cetvel ile çizilip, bulvar özentilerine
dönüştürüldü. Bu arada tarihi mimarlık mirasının emsalsiz güzellikteki evler
yıkılıp yolun iki yanına apartmanların inşasını emreden planlar uygulandı...”
Cansever önce “imar planlar” sonra “ıslah planları”na
dikkat çekerek şehirlerimizin nasıl dokularının tahrip edildiği ve
insanlarımızın nasıl gayr-i insanî bir çevreye ve mekânlara mahkûm
edildiklerine işaret ediyor. 2000’li yıllarda da bu katliam ve mahkûmiyet
“kentsel dönüşüm” adı altında yapılıyor.
Bilmek gerekir ki; şehir sadece ekonomi-politikten
ibaret değil. Hatta şehir için en son düşünülecek şey ekonomi-politik. Şehri
böyle görmek ve her şeyi ekonomi-politiğe göre tasarlamak şehri ‘yaşanılır’
olmaktan çıkarmaktır.
Kimileri için sıradan bir mahalle ismi veya yokuş olsa
da Çömlekçi bir mahalleden, bir yokuştan öte bir manâya sahip… Şehirle
bütünleşmiş bir sembol… Bu sembol yok edilmemeli, kentsel dönüşüme kurban
edilmemeli!
Kentsel dönüşüm adına, doğduğumuz, yaşadığımız kente
“ait” olmaktan şüpheye düşeceğiz. Kısa insan ömründe belli bir zaman sonra,
sadece şehrin mekânlarına bakıp ‘acaba bu şehre mi aidim?’ diye dehşetle
soracağız.
(Günebakış, 23 Mart 2011)
Yerli olduğu “zannedilen”, yerli “kıyafetleri”
taşıyan, yerli gibi “konuşmaya çalışan” şehir yöneticilerinin şehirlerine
verdikleri zarar, yaptıkları kötülükler, işgalcilerin-istilâcıların
yaptıklarıyla mukayese edilemeyecek derecede vahimdir. Bu iki tür “istilâcı” arasındaki fark şu ki;
birisi ‘bizden zannedilerek’ tedricen, yavaş yavaş, hissettirmeden, bazı
kavramlarınarkasına sığınarak şehri tahrip ediyor, diğeri ise doğrudan.
Tarih, medeniyet, mimarî, estetik ve yaşanılabilirlik
perspektifinden şehrimize bakabilecek yabancı bir gezginin şehirlerimizin
bugünkü hali için vereceği ilk hüküm; “bu şehirlerin büyük bir istilâya,
tahribata uğradığı” olacaktır. Bir başka hüküm ise; “bu şehirlerin
hiçbir şahsiyetlerinin kalmadığı ve şehir yöneticilerinin şehirlerini
şahsiyetsizleştirmek için elinden geldiğince gayret ettiği”, bir başka
hüküm ise; “bütün bu şehir tahribatlarına-katliamlarına rağmen acaba şehirde
hiç mi yaşayan yok? Hiç mi tepki veren yok? Şehir bütünüyle boşaldı mı yoksa?” şeklinde
hayret dolu ifadeler olacaktır.
Bu üç tamamlayıcı hüküm ışığında yaşadığımız şehre
bakın. Eğer tarih, medeniyet, mimarî, estetik ve bunların tümünün sonucu olan
“yaşanabilirlik” konusunda bir fikriniz ve pratiğiniz varsa bizi bu hale mahkûm
ve mecbur edenlere karşı koymak, şehrimizi ve kendimizi korumak gibi bir
mükellefiyetimizin olduğunu anlarsınız.
Çünkü şehir adına yapılan her şeyin, her türlü
tahribatın yapılandan daha büyük ve dehşetli bir şekilde bize döndüğünü, bizi
boğacak uygulamalar olduğunu düşündüğümüzde hem şehrimizi, hem de kendimizi
‘kurtarma’ adına mevzilenmemizin kaçınılmaz olduğunu görürsünüz.
Nasıl bir mevzilenme? Siyasî iradeye ve onun emrindeki
şehir yöneticileri ve uygulamacılara karşı en azından “yüksek sesle” şehrimize
sahip çıkma adına ne gerekiyorsa o yönde mevzilenmeli, duruş sergilenmelidir.
Hatta şehri korumanın varlığımızla kaim bir ödev olduğu bilinciyle şehre sahip
çıkabilmeliyiz.
Nasıl? İşte bütün mesele de bu…
Şehrimizi bir “ibadet
bilinciyle” korumalıyız. Çünkü tüm
insanî oluşların gerçekleştiği ‘büyük mekân’ şehirdir. Örneğin muharref Tevrat’ın Mezmurlar
Kitabı’nda Küdüs’le ilgili şu cümleler yer alır:
“Ey Yeruşalim, seni unutursam,
Sağ elim kurusun.
Seni anmaz,
Yeruşalimi en büyük sevincimden üstün tutmazsam,
Dilim damağıma yapışsın! “
Bir şehre aidiyetin “yemin”le bağlandığı, şehri bir
“ibadet tutkusu”yla sevmenin, onda yok olmanın, her an onunla vecd halinde
olmanın ifadesidir bu satırlar.
Bir şehre sahip çıkmanın ibadet haline geldiği ve bu
ibadetin vazgeçilemezliğinin ifadesi olan böyle bir yemin aynı zamanda
ertelenemeyen, devredilemeyen bir mükellefiyetin, geri dönüşü olmayan bir
yürüyüşe çıkmanın ifadesidir.
Bizim için de böyle değil mi? Hz. Peygamberin “şehirlerinizi
ihtişamlı yapınız!” ölçüsü bize
şehrin korunması gereken kutsal bir yönünü işaret ediyor, emrediyor!
Bu noktada Muhakkik Mimar Turgut Cansever’e kulak verelim:
“Canlılar içerisinde geleceği en yüksek bir bilinç, bir sorumluluk ile idrak
edebilecek varlık insandır. Tabii şu var, meselâ karıncalar, geleceği
düşünebiliyorlar; ama yalnız yuvalarını düzeltiyorlar. İşte kuşların, çeşitli
canlıların bu tip çabaları var; ama insan, bütün dünyayı biçimlendiriyor,
dünyaya müdahale ediyor. Dolayısiyle bu müdahalenin gerçekte, gelecek için de
geçerli bir müdahale olması, son derece ciddi bir sorumluluk haline geliyor…”
Bugünkü şehircilik ve ilgili bakanlıklarda, şehir
yöneticilerinde böyle bir sorumluluk var mı? Böyle bir sorumluluğu taşıyacak
idrak var mı?
Şehirlerimizi kendilerinin de “ne idüğü”nü
bilmedikleri bir kutsal kelime olan “kentsel dönüşüm” adına tahrip etmekte yarışanlara şu ibret ve
dehşet dolu olayı hatırlatsak acaba biraz olsun “biz ne yapıyoruz?”, diye
kendilerine sorarlar mı?
Bulgar Ordusu 1912’de Balkan Savaşı’nda Edirne’yi
işgal ettiğinde, bir süre sonra Selimiye’yi yıkma kararı alır. Fakat
işgalcilerin komutanı bir türlü yıkma emrini veremiyor. “Bunu Çar
Hazretlerine sormamız lazım” diyor ve yıkmak için izin istiyor. Çar
Ferdinand, tüm siyasetçilerin, bakanların, belediye başkanlarının, valilerin, mimarların, vs. zihinlerine
kazımaları gereken şu muhteşem cevabı veriyor: “Hayır! Tarih karşısında
böyle bir sorumluluğu üzerime alamam”.
Var mı böyle bir idrak şehir yöneticilerinde?
Ne acıdır ki, dünyanın ağızları açık bir şekilde
seyrettiği medeniyet şehirlerimize, üzerimizdeki sigara paketini koruduğumuz
kadar sahip çıkmıyoruz! Bu ayıbın, bu utancın farkında bile değiliz!
Kime ne söylemek istiyoruz? Kimi hangi göreve
çağırıyoruz? Kime hangi suçlamayı
yöneltiyoruz? Bunların hepsinin cevabı Çar’ın cevabının içinde.
İşgalci ve imarcının birbirine karıştığı, artık yerli
“imar”cılar var olduğu sürece yabancı işgalcilerin tenezzül etmeyeceği şehir
istilâlarına karşı, büyük sinemacı Tarkovski’nin “Geldiğimiz yere dönelim,
suyu kirletmediğimiz zamanlara..” cümlesine benzer şekilde, bizim de şehir
katliamlarını gördükçe şöyle mi dememiz gerekecek: “Geldiğimiz yere
dönelim, şehri kirletmediğimiz, yok etmediğimiz, öldürmediğimiz zamanlara!”
Hangi idrak, hangi şehir yöneticileri ve hangi
insanla? Temel soru da bu.
Yaşadığımız hayat ‘gerçek’ mi yoksa ‘sanal’ mı?
Peygamberlerin taşıdığı mesaj ve onların takipçisi
büyük velîlerin, âriflerin ‘hakkel yakîn’ müşahade ettikleri ve bizi sürekli ‘uyardıkları’
gibi yaşadığımız dünyanın gerçekliği, ‘mutlak gerçek’lik olan hayatın bir ön
izlemesi olduğudur. Yâni sanal bir dünyada sanal bir hayatı yaşıyoruz. Bu hayat
“aslı burada var olmayan” gölge bir hayat… Gerçekliğin bizi çoğu kez yanıltan
yansıması… İnsanın mükellefiyeti; bu sanal hayatın pasif bir nesnesi olmaması,
varlığın bilincine varması ve ‘kim’liğini sorgulamasını gerekli kılıyor.
“Varlığın idraki” burada… Gerçek zannettiğimiz sanal âlemin farkına varmak,
insanın en büyük meselesi…
Sanal âlemin kurguları bazen ‘kendimizi’ ve
yaşadığımız hayatı sorgulamaya götürüyor. Kurgular, kurgulayanın farkında
olmadığı bir ‘temel gerçeğe’ idrakleri yöneltiyor… Filmler de ‘hayattan
kesitler’ taşıyan sanal filtreler olmalarına rağmen bazen bizi ‘ben’imizle
‘kendimizi idrak’le karşı karşıya getirirler.
Peter Weir’in “The Truman Show” adlı eseri de bu
türden bir film…
“The Truman Show”u
seyredenler hatırlarlar. 1998 yılında vizyona giren filmin ilginç bir konusu
vardır. Bir TV kurumu, terk edilmiş bir bebeği sahiplenir ve ona Truman adını
verir. Truman’ın etrafında, gerçekte var olmayan, gerçekliği olmayan sanal bir
ada oluştururlar. Truman bu adada büyür, hayata atılır, sigortacılık mesleğini
icra eder. Yaşı ilerlemesine rağmen bulunduğu adada aslında hapis hayatı
yaşadığını, bulunduğu yerin büyük bir stüdyo olduğunu bilmez. Kahramanımızın
tüm hayatı her karesiyle canlı yayında kitlelere seyrettirilir. Adanın adı
“Seahaven”dir. Bu sanal hayatta Truman hariç herkes senaryo gereği rollerini
oynayan oyunculardır. Truman Burbank ise televizyon show’unun ana oyuncusu
olduğunu bilmeden “gerçek zannettiği” hayatını yaşamaya devam eder. Herkes
Truman’a ‘yaşadığı hayatın ne kadar mükemmel bir hayat olduğu”nu telkin eder.
Hayatı 24 saat boyunca tüm dünyaya canlı olarak seyrettirilir. Fakat uzun bir
süre sonra Truman bazı şeylerden şüphelenerek gerçekleri öğrenmeye başlıyor.
Truman yaşadığı
sanal hayatın sonunda adadan kaçmaya çalışır ve denize açılmak üzere harekete
geçtiğinde “gerçek hayat mekânı zannettiği” stüdyonun duvarına çarpar ve müthiş
gerçeği o zaman anlar.
Aslında hepimiz
yaşadığımız dünyada/şehirde, farkında olmadığımız böyle bir senaryonun
oyuncuları mıyız? Figüranları mıyız?
Modern zamanların
metalik ve mekanik şehirleri içerisinde yaşadıklarımız, farkında olalım veya
olmayalım bizi böyle bir hayatı sürdürmeye ‘mahkûm ettiren’ bir atmosfere
sahip.
Öyle şehirlerde yaşıyoruz ki; bu şehirlerin
‘gerçekliğini sorgulama’yı bile aklımızdan geçiremiyoruz. Sorgulamaya kalkışsak
bile, kendini ele vermeyen bir soğuklukla bizden kaçıyor… Aslanda biz bu ‘kurgu
şehir’de gerçek hayatı yaşadığını zanneden Truman Burbank’larız adeta.
Farkımız; şehirden kaçmak için harekete geçtiğimizde şehrin duvarlarına çarpsak
da bir ‘fanus içinde’ olduğumuzu anlayamamamız.
Modern zamanların sanal şehirleri bir TV stüdyosu gibi
bize ‘mutlak gerçeklik’ olarak sunuluyor. Sunumu yapanlar malûm meçhuller…
Senaryoda yerimiz hep aynı. Yüzyılımızın şehir ve insan ‘algı’sı bizi nerede
olursak olalım, hangi tarih-kültür mirasına sahip olursak olalım aynı sona
doğru hızla itiyor. Batılı-Doğulu demeden herkes bulunduğu şehirde gerçek
zannettiği sanal rolleri oynuyor.
Büyük muhakkik mimar Turgut Cansever bunu,
yüzyılımızın “kültür çöküntüsünün belirgin özelliklerinden biri, gayri
insanî tekdüzeleşme”si olarak ifade ediyor.
Truman Burbank’ın yaşadığı hayat aslında hepimizin
yaşadığı hayat… Hatta Truman, bizden daha çok varlık bilincini taşıyor. Biz,
böyle bir hayatın içinde olduğumuzu bilmemize rağmen habersizmişçesine bu
hayatı yaşıyoruz. Sanki “aslolan gerçeklik değil, sanallıktır”a iman etmiş
mü’minleriz. Bu imanı taşıdığımız sürece Truman’ın “Seahaven”inde yaşamaya
devam edeceğiz. Truman dışında her şeyin sahte, kurulup-yıkılabilen yapay bir
dekordan ibaret olduğu hayatı, daha iyi bir hayata tercih edemediğimiz için
burada yaşamaya mahkûmuz.
Yaşadığımız şehir-stüdyo o hale getirildi ki, her
dekoru paslanmış, küflenmiş, dökülmeye yüz tutmuş çehresiyle bize ısrarla
gerçek kimliğini dikte etmeye çalışsa da biz bunu görmek istememekte ısrar
ediyoruz.
Sözün burasında Üstad’ın “Çile”sinden mısraları
hatırlıyoruz:
“Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kainat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.”
Şehirde bize sunulanların baş döndürücü büyüleyiciliği
karşısında sarsıntı geçiriyoruz. Zaten modern zamanların insanı esir alan en
önemli enstrümanları: Hız, renk, ritm ve büyü… Şehir, sesi ve rengini bunlarla
sergiliyor.
The Truman Show filminde bir cümle var ki, insanın
şehirde nasıl aldatıldığını ve sanal bir dekora mahkûm edildiğini ortaya
koyuyor:
“Dışarıda, benim sana sunduğum
dünyadan daha fazla gerçek yok!”
İnsana, kendisine sunulan sanal dünyanın gerçekliği
kabul ettiriliyor. Ve biz, hepimiz şehrimizi de tüm yeryüzünü de Seahaven gibi
zannediyoruz.
“Şehir Stüdyo”ya hapsedildiğimizin farkına vardığımız
zaman insanî gerçekliğimizin de farkına varırız.
Şehrimize bir de The Truman Show’da yaşıyoruz gibi
bakmaya ne dersiniz?
(Günebakış, 23 Şubat 2011)
Canlılar içinde yaşadığı şehrin “farkında” olan sadece
insan mıdır? Çoğu kez insanın yaşadığı fakat ‘farkında’ olmadığı şehrin diğer
canlılar farkındadır. O’nu hissederler. O’ndan etkilenirler, tepki verirler. Bu
canlılar davranışlarıyla ‘’şehrin farkında olması gerektiği’ni insana
hatırlatırlar, ihtar ederler. Sadece “biyoloji”siyle varlığını sürdüren
canlılara karşı insanın ‘idrak edici”, “şehir kurucu” vasfı; şehri “yaşanmaya
değer hayat”a uygun biçimde tanzim ve tezyîn edişi O’nun “şehri inşa eden ruh
idraki”ni yansıtır.
Bitkiler ve böceklerin dahi, yaşadıkları “yer”le olan
‘bağ’ ve ‘ilgi’leri insanı dehşete düşürürken, ne yazık ki insanoğlu ‘yaşadığı
yer’e kayıtsız kalıyor, farkında olamıyor. Şehri göremiyor, şehrin sesini
işitemiyor, şehrin havasını soluyamıyor. İdrakleriyle değil de sindirim
sistemiyle şehre bağlı olanların şehir idraki, midevî ‘hazım kapasiteleri’yle
sınırlı kalıyor. Böylece “idrak sahibi” olmayan diğer canlılarla aynı biyolojik
hayatı sürdürüyor.
Şehir’le ilgili önemli ve ilginç metinlerden birisi
olan “Şehir Kuramı” isimli makalesinde Don Martindale bu konuda şunları söyler:
“Bir yaşam sistemi olarak şehir, yeni kentli-böcek ve
hayvan formları oluşturarak biyolojik evrimin bizzat yapısına müfuz eder.
Gümüşçün, karafatma, tahtakurusu ve hamamböceği gibi böcekler, proleterya kadar
şehre özgü ve bürokrat kadar kentlidirler. Fare ve sokak kedisi; kayıtsızlık ve
inceden inceye işlenmiş ‘sinizm’ kadar şehirli olan bir bakış açısına sahip
şehir sakinleridir. Şehrin kuşlar aleminden de temsilcileri vardır. Geçimlerini
ticaret artıklarından sağlayan serçe, sığırcık kuşu ve güvercin tıpkı diğer
kentliler gibi sang froid (soğukkanlılık) ile trafikten kaçar, meydanlarda
tartışır ve saçaklarda toplantı düzenlerler. Her şehrin şafak vaktinde,
dairelerin, dörtgenlerin, çokgenlerin ve üçgenlerin-şehrin geometrisinin-
yeryüzünden kurtulan insan ruhu gibi buğulu havada, deyiş yerindeyse,
yüzdükleri anlar vardır. Yıldızlı gecelerde, şehrin kulelerinin, hayranlık
uyandırıcı ışık demetinden boşalan karanlığı yırtacakmışçasına göğe taarruz
ettikleri zamanlar vardır. Bu anlarda şehir, insanlığın bizzat zamana karşı
keskin bir meydan okuyuşudur. “
Devam ediyor Martindale: “Geleneksel kanıtlar, eski
insanların, kendi şehirlerine ait özel nitelikleri algılayıp
değerlendirdiklerine tanıklık eder….. Klasik Yunan’da yurttaş, şehrin üyesi
olmaktan gurur duyuyordu ve bu özelliği kendisini barbardan ayırdeden bir fark
olarak görüyordu. Roma sakinleri de benzer bir kent gururu içindeydiler.”
Martindale’nin bu sözleri aslında ‘medeniyet
şehirleri’nin özellikleridir. Tarihsel şehir ve yaşama kültürümüz bize,
şehirleri ortaya çıkaran nedenlerin (kimi Marksist düşünürlerin aksine) insanın
diğer varlıklarla birlikte sadece üretim ilişkilerine bağlı olmadan
‘yaşayabileceği’ ve yaşama nedenlerinin sadece tarihsel şartlara bağlı
olmadığını göstermektedir.
Şehrin insana tevdi edilmiş bir “emanet” olduğunu
düşündüğümüzde, şehre ‘sadakat’in icbar edici, zorlayıcı bir görev olduğunu
anlarız. Ne yazık ki, insan dışındaki canlılar ‘bilinçsizce’ bunun
farkındadırlar da, sadece insan bunun idrakinde değildir.
Şehir sadece “şehir” değildir. Kendisini aşan ancak
kendinden kopmayan mânâların tecelli zeminidir.
Şehir aslında bizi “seçer”! Bu, seçim biyolojik bir
seçim değildir. Kendisini emanet edeceği, kendine liyakat gösterecek insana
yaşama imkânı verir. Gerisi kendilerini “şehirde yaşıyorum” zanneder. Ama asıl
onlar ‘katakomp’larda, yâni yer üstünde yaşadıklarını zannederken yeraltı
mezarlarında yaşarlar. Şehir kendilerinin farkındadır ancak onlar şehrin
farkında değillerdir.
Bir gün şehir bizimle biz de şehirle hesaplaşacak
mıyız acaba?
Şehir idrakimiz varsa evet !
Bir gün kendimize soracağız: Bu şehrin gerçek yüzü
hangisiydi ? Biz yaşarken hangi yüzüyle karşılaştık? Bu sorunun cevabı bizde
gizli. Bizim şehre vereceğimiz cevabın muhtevasında saklı.
Bir gün şehrin biyolojik çeşitliliğinin bir parçası
olmak istemiyorsak o şehre sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Aksi halde, tıpkı
denizin insan cesetlerini kıyıya atması gibi, şehir de kendine sahip çıkmayan
insanı, kendi ruhunun bahçesinden kovar. Kovmasa da o insan, ‘yürüyen ceset’
olarak varlığını sürdürebilir.
Şehrin aklı ve şehrin zekâsı karşısında insan ne
yapmalı? Şehrin zekâsının kendine duyarsız kalanlar için acımasız bir zekâ
olduğunu, aklının ise kendini anlamayanlar için bir cehennem olduğunu
bilmeliyiz.
Şehir, kendisini hangi kollara emanet edeceğini bilir.
Hangi insana “görüneceği”ni bilir!
Siz, bir şehri imha ettiğinizi zannedebilirsiniz. Ama
şehir ‘küllerinden yeniden doğma’yı bilen bir ustadır. Her an yeniden doğmayı
becerebilen o binlerce yıllık ustanın sizi hafızasında işaretlemesinden
korkmanız gerek! Onun için sorumluluğunuzu kuşanın! Şehrin ruhuna sahip çıkın!
Hangi şehir ruhuna? Sizi biyolojik hayata değil,
‘yaşanmaya değer hayat’a çağıran şehir ruhuna!
İnsan hayatı şehir ruhu ve hayatının yanında yalnızca
bir “an”dan ibarettir. İnsan bu “an”ı nasıl değerlendirirse şehir de onu o
şekilde yargılayacak ve hatırlayacaktır. Bir gün hepimiz mezara gireceğiz.
Önemli olan şehrin hafızasında “mevta” olmamaktır.
Şehirde, tüm hayat belirtilerinin ortadan kaybolduğu
biyolojik hayatı yaşamamak için şehrin farkında olmalıyız!
Şehrin hangi karesinde olursak olalım, yukarıdaki
soruları şehrimize sorabiliyor ve tatmin edici cevaplar alabiliyor muyuz?
Sorabiliyor ve alabiliyorsak şehrimizin “farkında”yız. Aksi halde diğer
canlılar gibi biz de “biyolojik” hayata devam ederiz.
Hani şu külhanbeylik meşhur lakırdıyı tepetaklak edip
işe yarayacak şekilde yeniden söyleyelim: “Şehre sadakat şerefimizdir!”
(Günebakış, 6 Temmuz 2011)
Medeniyet seyyahı Evliya Çelebi Seyahatnamesinde
Kudüs’ü anlatırken Hristiyanlarca kutsal sayılan bir mekândan bahseder ve
“Hikmet bu kim bu kadar zib ü ziynet ile ruhaniyet yokdur, gûya bir
temaşagâhdur” der. Yâni “hayret verici olan, o kadar güzel süslemelere karşı
ruhanilikten yoksundur, daha çok seyirliktir” der. Seyahatname’sinde anlattığı
Bursa için ise “Hâsılı Bursa ruhaniyetli bir şehirdir” der. Evliya Çelebi’nin
bu müthiş gözlem-tespitlerini tüm şehirler ve şehir mekânları için ölçü kabul
edebiliriz.
Muhakkik Mimar Turgut Cansever de bir medeniyet mimarı
kimliğiyle “İnsanı insan yapan bakma tavrıdır!” der.
Modern zaman şehirlerine
ve onların neredeyse mabedleri haline gelen AVM’lerine, devlet yapılarına, özel
mekânlarına, okul, sosyal tesis, vs.’lerine Evliya Çelebi’nin bu “ruhanilik”
gözleminden yola çıkarak baktığımızda; bırakın ruhaniliği, ruhanilik diye bir
şeye ihtiyaç hissedilmediği, ruhaniliğin terk edildiği bir yüzyılda şehirde
Kafka’nın (sabah uyandığında kendisini bir böcek gibi gören kahramanı) Gregor
Samsa’sı gibi yaşıyoruz.
Ruhanilik… Yâni eşyanın, şehrin/mekânların size
kendisini hissettirmesi… İnsanın eşya/şehir ile canlı temas kurması… İnsanın
şehir ve mekân karşısında kendisini yabancı hissetmemesi… Şehirle, mekânla
konuşabilmesi… İnsanın şehrin dilini anlaması, şehrin de insanın diline aşina
olması… Varlığın anlamının kavranması, hissedilmesi… Şehirde/eşyada/mekânda
bulunan muhtevanın size kendi kokusunu verebilmesi… Nihayetinde şehir ruhu,
medeniyet kaynaklı olarak ‘yaşanmaya değer’ bir hayat verir şehre…
Ruhanîliğin etimolojisine baktığımızda; nefes, soluk,
rüzgâr, güzel koku gibi anlamları da kuşatıyor. Bu anlamlarıyla bile
şehirlerimizin birçoğu ruhanîliğini kaybetmiştir. Varolan sadece iskeletleri…
Biz ise “bakma tavrı”mızı kaybettikten sonra şehirde hangi mekana, hangi gözle
bakacağımızı da kaybettik. Adeta gördüğümüzü zannediyoruz, ama aslında bakışımız
“körleşmiş”.
İşin bir diğer tarafı: Görme tavrınız, referansınız
bir medeniyet tasavvurundan kaynaklanıyorsa, modern zaman şehirlerinin
hangisine bakarsanız bakın Evliya Çelebi’nin bahsettiği “ruhanîliği” asla
göremeyeceksiniz, göremiyoruz.
Görebilmek için önce görecek idrak, sonra görecek göz,
sonra bakma tavrı gerekli. Devamında gördüğüyle rabıta (içsel bağ) kuracak bir
bünye, yâni ruhanîlik gerekli. Bakma tavrımız olsa bile, bu tavrın yöneleceği
bakılacak ve ruhunu hissedeceğiniz mekân gerekli.
Modern zaman şehirlerinde ve mekânlarında ruhanîlik
yok! Medeniyet şehirlerinin ise “ruha ihtiyacı” yoktu. Çünkü onların dokularına
nüfuz etmiş bir ‘medeniyet ruhu’ vardı.
Şehirlerimiz niçin ruhaniliğini kaybetti? Veya yeni
şehirlerimizde niçin ruhanilik yok? Çünkü medeniyet idraki, şehir telâkkisi,
mekân bilinci ve bunların sürekliliğine ilişkin şehir yöneticilerinde hiçbir
bilgi, birikim, derinlik, estetik, muhteva yok. Kaygıları da yok. Onun için
ortaya çıkan yapılar, insanın üzerine yürüyen, insanın üzerine çöken, adeta
insanı yok etmek için inşa edilen ahir zaman alametleri gibi…
Evliya Çelebi’nin hayret ettiği ve “o kadar güzel
süslemelere karşı ruhanilikten yoksundur, seyirliktir.” cümlesini bugünün şehir
yöneticileri beyinlerine, ruhlarına kazımalılar. Yaptıkları mekânların “nasıl
bir ruha sahip olması” gerektiği üzerinde kafa yormalılar.
Şehir yapılanmalarında yol gösterici kılavuz
niteliğindeki bu cümle, ruhanîliğin tasarımı aşmış bir tasavvurdan
kaynaklandığını da içeriyor.
Üstad Necip Fazıl bir yazısında “satıhta süslenmek
isterken ruhta kuruduk” der. Şehirlerinizi, mekanlarınızı ne kadar görkemli
yaparsanız yapın, ne kadar süslerseniz süsleyin, size ruhanîlik kokusu
vermiyor, sizinle ruhanî bir bağ kuramıyorsa ‘ruhta kuruma’ başlamış demektir.
Peki, “ruhsuz bir dünya”da inşa edilen şehir ve
mekânların nasıl bir ruhu olabilir? Ontolojik çatlama şeklinde çıkış, huruç
olabilir mi? Henüz medeniyet kökleriyle bağlarını bütünüyle koparmamış
şehirlerimizde eski mekânlarla yeni inşa edilecek mekânların ‘ruh yakınlığı’nı,
ruh yansıtıcılığını sağlamak, öncelikle yeni mekânların, eskinin ‘bugün
yaşayan’, bugüne taşınan ruhuna sahip çıkılmalıdır.
Ruhsuz bir şehre ruh taşımak, şehrin tarihselliğinde
yatan ruhaniliğini keşfetmesine bağlıdır.
Hacı Bayram-ı Velî “ben dahi bile yapıldım taş u
toprak arasında” derken şehrin ruhuna işaret ediyordu. Şehrin ruhu, şehrin tüm
mekânlarına işlemiştir, sinmiştir. Tıpkı oksijenin hayatımızı kuşattığı gibi
şehrin ruhu da şehri kuşatır. İnsan gibi şehir de “ruhu” ile vardır. Ruhun terk
ettiği insan nasıl ki “insan” değil “ceset” ise, şehir de ruhunu terk ettiği an
veya ruhu şehri terk ettiği an cesetten ibaret kalır.
Şehrin ruhu varsa dili vardır, sırrı vardır. Dünü ve
yarını vardır.
“Kentsel dönüşüm” denilen istilânın şehirlerimizi
kasıp kavurduğu ve hiçbir tarihsel değer, norm, kural tanımadığı bir dünyada
ruhanîliğin yeri yok. Sadece seyirlik ve metabolitik mekanlardan ibaret bu
dönüşüm ruhanîlik yerine insiyakî (içgüdüsel) bir refleksle izah edilebilir. Ne
yazık ki dönüşe dönüşe kendini tanıyamaz ve yaşanamaz hale gelecek olan
şehirlerimizde sadece ‘yiyecek arayan’ sürüngenlerden başka canlı kalmayacak!
Yaşadığımız şehrin ruhanîliğinin her geçen gün
kaybolmaya başladığı bir zaman diliminde, ‘değişim, dönüşüm’ çılgınlıklarına
kurban edilmesinin önüne maalesef geçilemiyor. Bunun nedeni siyasî olmaktan
önce idrakî’dir. Siyasîlerde ve yerel yöneticilerde tarihsel bilinç, şehir ve
medeniyet idraki olmayınca ortaya ‘kentsel dönüşüm’ denilen, insanın ve şehrin
kıyameti yâni kaosu çıkıyor.
Ne kadar süslenirse süslensin modern zaman
şehirlerinden ve mekanlarından ruhanilik yansımıyor!
Eskilerin “vaaz-ı cedid değil, keşf-i kadîm lazım”
dediği, kadîm ve kalıcı olanı yeniden ortaya çıkarma yönünde zihinleri zorlamak
gerekiyor. Tabii böyle bir zihin varsa!
(Günebakış, 4 Nisan 2012)
Bir şehrin ölümü ve ceset haline gelmesi nasıl bir
şeydir? Bunu tasavvur etmek bile insanı ürpertiyor. İnsanın ölümü ve ceset
haline gelmesi ne ise, şehrin ölümü ile birlikte ceset haline gelmesi de öyle
bir şey. Her ikisinin ortak tarafı, onlara hayatiyet veren ruhlarının
kendilerini terketmesi… Ruh, insanı ve şehri terk edince ortada sadece ceset
kalıyor…
İnsan ve ceset…
Şehir ve ceset… Korkunç…
Şehir ve içinde yaşayanların “ceset” haline gelmeleri,
yâni helâk olmaları Ad, Semud, Ress, Sodom, Gomore, Sebe gibi topluluk ve
şehirler örneğinde Kur’an’da “ibret” olarak anlatılır. Daha sonra Pompei’nin
hikâyesi de bütün dehşetiyle önümüzdedir.
Şehirsiz insan neyse, insansız şehir de o. O kadar
anlamsız. Divan edebiyatında şehrin insan vücuduna benzetilmesi ve merkezinin
“kalp” olması da bu yüzden olsa gerektir… Şehrin ölümü bazan daha da ürpertici.
Çünkü, üzerindekilerle yaşıyorken, zaman içinde ölen ve ceset haline gelen
şehirden daha ürpertici ne olabilir ? Bugünün antik şehirleri böyle bir duygu
verir insana.
Başlık, İtalyan şair ve yazar Giovanni Papini’ye ait.
1920’li yıllarda yazdığı “Gog” isimli meşhur eseri yıllar önce Türkçeye
çevrildiğinde müthiş ilgi uyandırmıştı. “Şehir Cesetleri” de Gog’daki bir
bölümün başlığı.
Ürpertici, kasvet verici bir başlık “şehir cesetleri”.
Ruhun bedenden ayrılmasıyla bedenin hayatiyetini kaybetmesi, ceset haline
gelmesi… Şehrin mekânları, bir vücudun çürümüş veya çürümeye yüz tutmuş
organları… Canlı bir organizma olan şehrin ceset haline gelmesindeki
korkunçluğu düşünebiliyor musunuz?
Papini Şehir cesetleri’ne “Ölü şehirleri gezip görmek
düşüncesiyle eski dünyada yaptığım seyahatin sonlarına yaklaşmıştım. Bir
harabeler ve mezarlıklar yolu takip etmiştim. Canlı insanların yaşadıkları,
canlı şehirlerde duracak yerde ölülerle dolu ölü şehirleri gezdim.” diyerek
başlıyor.
Yarının ruhsuz, biçimsiz şehirlerinde üst üste
istiflenmiş insan topluluklarını düşünen Papini, ‘eski insan kovanlarının taş
iskeletleri’ olan “Şehir Cesetleri”ne hayranlık duyuyor.
Çok fazla yoruma girmeden sözü Papini’ye bırakalım.
Papini, üzerinde artık hiçbir hayat izi kalmamış antik şehirleri anlatıyor:
“Ölü şehirler! Hepsini gördüğümü iddia edemem ama en
ünlülerini gezdim. Bu eski insan kovanlarının taş iskeletleri, beni, yarının
leşlerinin üst üset yığıldıkları bayağı şehirlerden daha çok çekiyor. Kırık
sütunlar artık hiçbir şeyi taşımıyor. Gök anıtların temellerini yeniden
fethediyor. Güneş mahzenlere ve lahitlere girmiş. Evler yıkılmış duvarlardan
ibaret. Araları açılmış taşlarla dolu sokakların üstünden dünyanın güçlüleri,
evlerinin veya vilayetlerinin efendileri değil, ölüm aşıkları ve işçiler
geçiyor. Eskiden eğlenilen, sevişilen odalara şimdi yağmurlar yağıyor. Tiyatro
amfilerinde kertenkelelerle akrepler güneşleniyor. Kralların büyük salonlarına
baykuşlar yuva yapmış.”
“Bu geçmiş debdebelerin yıkıntıları, otlarla sarılı duvarcıklar
haline gelmiş zevk ve gurur başkentlerinin kalıntıları belki başkalarında
hayret uyandırır ama bende değil. Tahrip ve aşağılama duygum bu harabeler
arasında mükemmel bir şekilde tatmin ediliyor. Bazen mağrur bir sevinç
duyuyorum, bu çözülme içinde bir ben yaşıyorum; bazen de alçalmanın şehvetini
tadıyorum. Bizim şehirlerimiz de bunlara benzeyecek, gururumuz aynı sonla
bitecek. Şu veya bu şekilde alışılmış olandan farklı düşünüyorum: Palmir,
Londra’dan daha heyecan verici. “
“Yer altından çıkarılmış veya terk edilmiş şehirler,
yaşayanlarla ölçülemeyecek kadar güzeldir. Çünkü hayalgücü onları yeniden inşa
eder, eksiklerini tamamlar ve daha mükemmel, daha muazzam bir bütün elde eder.
Benim için yarım ya da yok olmak üzere olandan daha harikulâde bir şey yoktur.
Ve ölmesi gerektiğini bilen için ölüm korkusundan daha güçlü bir iksir olamaz.”
“Paestum’e gittiğim gün havada fırtına vardı. Eski
Yunan’ın bütün hayatını ve parlaklığını görebilmem için asırların kemirmesine
rağmen yine de canlı, bal rengi, muazzam sütunlu Neptun anıtını güneşin bir
anlık lütfuyla seyretmek yetti. Ölmüş bir Tanrının bu kocaman ölü evi,
yeşillikler, çiçek açmış çiriş otları, kapkara dağlar arasında homurdayan deniz
ve tabiattan daha canlı ve parlak görünüyordu gözüme. Orada, yanıbaşımda çok
güzel, esmer bir genç kız vardı. Başındaki kırmızı örtü ve gece meleği gözleriyle
anıtın duvarında, ölümün kendisi gibi duruyordu.”
Papini’nin “Şehir Cesetleri”nden kesitler bunlar…
Papini’yi okuyunca Üstad Necip Fazıl’ın “Bir şehir ki
orada insan hayat üstü leş!” mısraını hatırlıyorum. Papini’nin “yarının şehri”
dediği bugünkü modern şehirlerimizde insanlar gerçekten üst üste yığılmış,
giderek cesede dönüşme yolunda… Gene Üstad bir mısrasında “Siz hayat süren
leşler” derken de bu gerçeğe mi işaret ediyor acaba?
İnsan leş, şehir de ceset haline gelmeden, helâk
olmadan yâni mahvolmadan ‘nerede yaşadığı’nı, neye memur ve mecbur olduğunu
hatırlamalı !
Şehrimizin bugününü ve yarınını bir de bu şekilde
düşünmeye ne dersiniz?
(Günebakış, 5 Mayıs 2010)
“Mekân
yabancılaşması” modern zamanlarda olduğu kadar, kadîm dönemlerde de görülen
önemli bir sendromdur. Özellikle bir medeniyetin ruhunun üzerinden çekildiği
şehirlerde ‘münzevi’ bir şekilde yaşayan mekânların muhataplarında bıraktıkları
bir sendrom… Mekân mı insana, insan mı mekâna yabancılaşıyor? Aslında her ikisi
de… İnsanın mekâna yabancılaşması; onu tanıyamaması, ona karşı
‘hissizleşmesi’dir. Mekânın insana yabancılaşması ise, insanla olan ilişkisinde
fonksiyonunu kaybetmesi, ‘duyu kaybı’na uğramasıdır.
“Bize ait” olduğunu zannettiğimiz fakat ruhunu
kaybettiğimiz, onlara yabancılaştığımız, karşısında etkilenmediğimiz tarihî
mekânlarımızın manasını ve hala süregelen çekiciliğini ve etkisini, onları
gören “yabancı”lardan dinlediğimizde/okuduğumuzda biz bile hayret ediyoruz.
“Nasıl olur? Bu mekânlar bize bir şey anlatmazken, onlara nasıl anlatabilir?”
şaşkınlığını yaşadığımız şehrin sakini olan “gerçek sahipleri”, bugün artık
giderek ölüme terk ediliyor… “Gerçek sahipleri” diyorum çünkü, sadece o tarihî
mekânlar şehrin “ne olduğu”nu, “kime ait olduğunu” anlatabiliyor. Şehrin bir
zamanlar sahip olduğu ruhu ancak o mekânlar yansıtabiliyor.
Şaşkınız diyorum. Niçin? Çünkü, medeniyet iklimimizin
tecelligâhı, sergi alanı olan şehirlerimize ve şehir mekânlarına
ilgisizliğimiz, onları tanıyamayışımız, onlarla ‘konuşamayışımız’ giderek
onları ‘gereksiz, anlamsız taş yığınları’ olarak görmeyi beraberinde getirecek,
getiriyor.
Bu “görme biçimi”nin devamında ‘şehirlerimizin
görüntüsü bozuyor” gerekçesiyle, bunların da yok edileceği endişesini
taşıyoruz…
Söz konusu ettiğimiz veya edeceğimiz, hemen hemen
bütün kadîm şehirlerimizde ‘sembolik’ de olsa varlığını sürdüren tarihi
malzemeleri, eşyaları, mekânları, oldukları şekliyle korumaya vurgu yapmak
değil… Bu ayrı bir konu…
Gelmek istediğimiz, daha doğrusu göstermek
istediğimiz; içinde yaşarken bile hissedemediğimiz ‘mekân ruhu’nun insanı nasıl
etkilediğine günümüzün önemli şairlerinden Şili’li Neruda’yı şahit
göstermektir.
Notlarımın arasında bulunan ve birkaç yıl önce bir
yazarımızın da dikkatini çeken Şili’nin önemli şairi Neruda’nın Hindistan
günleri sırasında yaşadıklarını anlattığı cümleleri, sadece mekânların ruhunu
değil, aslında şehirlerin, hem de “bizim şehirlerimizin” ruhunu tam anlamıyla
yansıtacak, muhteşem ifadelerdi.
Bizim göremediğimiz, hissedemediğimiz, duyamadığımız
güzelliği, ruhu, sesleri Neruda hakikatiyle görüyor, hissediyordu.
Ölümünden birkaç yıl önce Paris Büyükelçiliği
sırasında L’Express dergisinin sorularını cevaplandırırken, konu dinlere
gelince Neruda Hindistan’dan söz eder. Der ki: ““Bir gün Rangoon’da bardaktan
boşanırcasına yağmur yağıyordu. Bir tapınağın önünde binlerce kişi toplanmıştı.
Çamurlar içinde diz çökmüş duruyorlardı. Tapınağın içindeki rahiplerle aynı
dindendiler, fakat içeri giremiyorlardı. Ne haksızlık! Buda, gücünü uygulamaya
geçirememişti. Buna mukabil bana Müslümanlığın daha yakın düştüğünü fark
ettim.”
Soru soran Gazeteci şaşırır ve “Nasıl oldu bu?” diye
sorar. Neruda, “Tuhaf bir şekilde..” diyerek anlatmaya başlar. Oldukça sıcak
bir yaz gününde yürürken karşısına beyaz renkli bir camiye rastlar. Biraz
dinlenmek ve serinlemek için camiye girer. İçeride bir süre oturur ve düşünceye
dalar. Caminin içinde kimse yoktur. Biraz sonra birkaç Müslüman gelip Neruda’yı
fark eder ve ona “Müslüman mısınız?”, “Buraya niçin geldiniz?”, “Ne
yapıyorsunuz?” gibi sorular sorarlar. Neruda, Müslüman olmadığını söyler. Biraz
dinlenmek ve düşünmek için camiye girdiğini söyler. Bunun üzerine “Haklısınız,
burası derin düşünceye müsait bir yerdir. Yine gelebilirsiniz.” derler.
Neruda söyleşinin devamında diyor ki: “Doğu’da
geçirdiğim yıllarda beni en çok etkileyen bu olay olmuştur. Bilirsiniz,
fillerle yapılan âyinleri, maşlahlarla, ölü kafalarından kolyelerle süslü
tanrıça Kali’yi… Üç beş kuruşa takla atacak rahipleri; bunları hiçbir zaman
çekici bulmadım. Oysa, susuz bir havuz gibi serin, o aydınlık cami beni çok etkiledi…”
Bu muhteşem hissediş karşısında insanın büyülenmemesi
mümkün değil.
Kendi mabedinin kokusunu alamayan, kendi şehir
mekânlarında haşyet ve huzuru yakalayamayan “yerli”lere nisbetle Neruda’nın bu
derin hissedişi bize kaybettiğimiz şehir ve mekân ruhunu hatırlatabiliyor mu?
Neruda’nın bize verdiği ders veya Neruda’dan
çıkarmamız gereken trajik sonuç: Nasıl bir mekân yabancılaşmasına
tutulduğumuzdur.
Mekânlarımızı ne kadar tanıyorsak, kendimizi de o
kadar tanıyabiliyoruz.
(Günebakış, 28 Mart 2012)
Yüzyılımızın önemli düşünürlerinden Baudrillard’ın
“Amerika” kitabında New York’u anlatırken söylediklerini okuyunca, yaşadığımız
şehrin ve insanların rüyalarını süsleyen modern zaman kentlerini nasıl bir
meş’um akıbetin beklediğini görür gibi oluyoruz. Modernliğin kemalini yaşayan,
ömrünü tamamlamış kentlerin ‘metal yorgunluğu’ yaşadıkları, hız ve ritm içinde
ölümü beklediklerine şahit oluyoruz.
İnsanın modern zaman kentlerinde nasıl yalnızlaştığı,
nasıl atomize olduğuna Baudrillard’ın New York için söylediklerinden kesitler
aktaralım: “Burada sokaklarda tek başına düşünen, tek başına şarkı söyleyen,
tek başına yiyip kendi kendine konuşan insanların sayısı ürkütücü. Ama yine de
bir araya gelmiyor; tersine birbirlerinden kaçıyorlar; dolayısıyla birbirlerine
benzemeleri kuşkulu…
Ancak belli bir yalnızlık var ki başka hiçbir
yalnızlığa benzemiyor. Herkesin önünde, bir duvarın, bir arabanın motor kapağı
üstünde, bir parmaklık boyunca yemeğini tek başına hazırlayan adamın
yalnızlığı. Burada her yerde görülüyor bu; dünyada görülen en üzücü sahne;
yoksulluktan daha üzücü; herkesin içinde yalnız başına yemek yiyen bir kişi,
dilenen bir kişiden daha çok üzücü. Hiçbir şey bundan daha çok insan ya da
hayvan yasalarıyla çelişkili değil, çünkü hayvanlar yiyeceği paylaşmaktan ya da
almak için çekişmekten her zaman onur duyarlar. Tek başına yemek yiyen insan
ölmüştür… ”
İnsanın tek başına dağ başında yaşamasıyla
kalabalıklar içinde yalnız olarak şehirde yaşaması arasında fark var mıdır?
Veya benzerlik var mıdır? Bu soruya Baudrillard New York’tan cevaplar arıyor:
“İnsanlar neden New York’ta yaşıyorlar? Aralarında
hiçbir bağ yok. Ama yalnızca iç içe yaşamanın neden olduğu bir elektriklenme
dışında. Yapay bir merkeziyet için büyük bir yakınlık ve çekim duygusu. New
York’u kendi kendini çekici bir çevre yapan işte bu; bu çevreden çıkmak için de
hiçbir neden yok. Burada bulunmanın hiçbir insani nedeni yok; iç içe, birbirine
yakın yaşamanın verdiği sarhoşluk dışında…”
İnsanın dehşete düştüğü bir durum. Hayatın da ölümün
de hiçbir anlamının olmaması için çıldırmış olmak gerek. Ama modern zaman
kentlerinde çıldırmış olmak sıradan bir olay. Kimse kimsenin farkında değil.
Metallerin birbirine değmesiyle oluşan elektrik, ne yazık ki insanlar arasında
yok. Kentin insanı ‘yaşıyor göstererek’ öldürmesi böyle bir şey olsa gerek.
Baudrillard, modern zaman kentlerinin gelecekte nasıl
yok olacağını bir kâhin üslubuyla belirtiyor: “Gelecekte kentler daha
genişlemiş ve kentlikten çıkmış olacaklar, yine gelecekte kentler toprak
altında yitecek, adları bile kalmayacak. Her şey yapay ışık, yapay enerji ile
dolu altyapıya dönüşecek. Parlak üstyapı, çılgın dikeylik yok olacak. New York
yatay parçalanmanın ve onun ardından gelen yer altı patlamasının
gerçekleşmesinden önce bu barok dikeyliğin, bu merkezkaç tuhaflığın son
sınırıdır…”
“New York, tüm halkın şaşılacak bir suç ortaklığı ile
yakın yıkımını komedi imiş gibi görüyor; ama bu onun çöküşünün bir sonucu
değil, kendi gücünün bir sonucu; bu gücü de üstelik hiçbir şey korkutmuyor;
çünkü korkutan hiçbir şey yok ortada. Yoğunluğu, yapay elektrikliği herhangi
bir savaş düşüncesini yok ediyor. Bir gün önce o kadar çok enerji harcanıyor
ki, ertesi sabah yaşamın yeniden başlaması bir tür mucize…”
Baudrillard “bu ülke umutsuzdur” diyerek Amerikan
kentlerinin vahşiliğine not düşüyor:
“Burada kentler, gezgin çöller gibi. Anıt yok, tarih
yok: Her yerde gezgin çöllerin ve simülasyonun coşkusu. Birçok vadisi bulunan
çorak toprakların bozulmamış sessizliği içinde de, bitmeyen ve aldırmaz
kentlerin içinde de aynı vahşilik… Buralarda her türlü derinlik yok olmuş;
parlak, devingen ve yüzeysel yansızlık; anlama ve derinliğe meydan okuma,
doğaya ve kültüre meydan okuma, kökeni artık belli olmayan, kaynağı olmayan bir
üst-mekân…”
İşte size çağımızın en önemli düşünürlerinden
birisinin gözüyle “dünyanın gıpta ettiği” modern zaman kentinin görünüşü…
Hız içinde huzursuzluğun, ışık altında kasvetin, insan
görünümü içinde eşyalaşmanın, gözleri kamaştıran bir özentiye dönüştüğü
ülkemizin zavallı şehir yöneticileri! Nasıl bir ‘derin şehir’e sahip olduğunuzu
idrak etmemenin cezası olarak; batı insanını bitkisel hayata mahkûm eden
kentlerin çekiciliği size yeter!
Baudrillard’ın cümleleri, “kentsel dönüşüm” cinnetine
tutulmuş şehir yöneticilerine ve “Şehircilik Bakanı”mıza ithaf olunur.
“İşte yolculuk bitti” diyen düşünürümüzün sözünü
soruya dönüştürerek bitirelim: “Şehirlerimizin yolculuğu bitiyor mu? “
(Günebakış, 13 Temmuz 2011)
Filozof Nietzche en önemli eseri olan “Böyle Buyurdu
Zerdüşt”te ‘geçip gitmek üzerine’ başlığıyla Zerdüşt’ün dilinden şunları
söyler:
“Burası büyük kent; burada
bulabileceğin hiçbir şey yok, ama her şeyi yitirebilirsin.. “Neden geçmek
istedin bu çamurun içinden? Ayaklarına acısana! Daha iyisi kentin kapısına
tükür ve geri dön! ...Burada büyük düşünceler canlı canlı haşlanır ve küçük
parçalar halinde pişirilir.
Burada bütün büyük duygular
çürür; burada ancak bir deri bir kemik kalmış duygucukların kemiklerini
takırdatmalarına izin vardır! Şimdiden burnuna gelmiyor mu ruhun
mezbahalarından ve umuma açık mutfaklardan yükselen kokular? Kentin her yanında
boğazlanmış ruhun buharları yok mu?
Ruhların kirli ve buruşuk
paçavralar gibi asılı olduğunu görmüyor musun? Buz kesmişler ve sıcağı
damıtılmış sularda arıyorlar; sıcaktan bunalmışlar ve donmuş ruhlarla
serinlemeye çalışıyorlar; hepsi de artık ölümcül hasta ve kalabalıkların
bağımlısı olmuşlar. Burası her türlü şehvetin ve günahın yuvası; ama burada
erdemli olanlar da var…
İçinde aydınlık, kuvvetli ve iyi
ne varsa hepsi adına tükür bu kente ve geri dön! Tükür bastırılmış ruhların,
zayıf göğüslerin, kısılmış gözlerin ve yapış yapış olmuş parmakların kentine!
Çürümüş, adı kötüye çıkmış, şehvet düşkünü, karanlık, gevşek her yanlarını
urlar kaplamış, hainlik adına ne varsa tümünün aynı kazanda kaynadığı; bu büyük
kente tükür ve geri dön! “
Devam eder Nietzche: “Böyle dedi Zerdüşt; ve büyük
kente baktı, içini çekti ve uzun süre sustu. Sonunda ise şöyle konuştu: …Bu
büyük kent de tiksindiriyor beni. Burada da, orada da ne düzeltilebilecek bir
şey var ne de kötüleştirilebilecek bir şey… Vay haline bu büyük kentin!- ve
isterdim ki, onun içinde yanacağı alev sütununu şimdiden görebileyim! … Büyük
kentin yanından geçip gitti…”
Bir şehrin insan ruhunu yutan mezbahaya dönüşmesini
tahayyül edebiliyor musunuz? Ruhun mezbahası olur mu? Düşünceye konu
olabiliyorsa demek ki oluyor!
İnsanın şehre olan öfkesini böylesine büyük bir
nefrete dönüştüren sebep nedir? Veya yaşadığı şehrin insan ruhunu her an
‘kesime hazır’ hale getirmesinin sebebi nedir? İnsanın da teslimiyet içinde
“şehir mezbahası”nda her an sırasının geleceği endişesini bile kaybetmiş
biçimde boyun eğişi nasıl izah edilebilir? Bu sorulara cevap olabilecek felsefî
bir koridor açmadan, yukarıdaki cümleye küçük bir yorum koridoru açarak devam
edelim…
İnsan şuuraltını ne kadar kontrol altına alsa, ne
kadar terapiye tabi tutsa, bazan kontrolden çıkarak dışavuruyor ve çılgınca
konuşmaya başlıyor. Ne kadar bastırırsanız bastırın, şuuraltı ‘stok’ları
insanın ‘iç gerçekliği’ni oluşturuyor. İslâm büyüklerinin ele aldıkları,
çözümledikleri insanın hakikati ise “şuuraltı refleksleri”yle değil, “nefs veya
ruh”un belirleyiciliğiyle gerçek
yatağına oturur…
Bu konuda özel bir bahis açmadan insanın şehirde kesim
sırasını bekleyen bir yaratığa dönüşmesine vurgu yapalım…
Şehir-insan ilişkilerinde şehrin büyük bir
“mezbaha”ya, insanın da ruhunun kesimini bekleyen bir yaratığa dönüşmesi,
insanı dehşete düşürüyor… Ancak modern zaman şehirlerine “ruh mezbahaları”
demek çok da abartılı değil… Şehir insan ruhunu kemirmenin, öğütmenin ötesinde
onu parçalıyor, kesiyor, yok ediyor.
Aslında şehir de insan da ruhunu kaybedince mezbahaya
dönüşüyor. Şehir bu yok edişin, insan da tedricen yok edilişin farkında
olamıyor. Şehirden tüten eğer “boğazlanmış ruhun buğuları” ise, orada insan
yaşamıyor. Nietzche, herhalde kendi oluşturduğu ‘üstün insan’a nispetle sıradan
insanların şehirde boğazlanmayı bekleyen mezbaha hammaddeleri olduğuna vurgu
yapıyor. Öyle de olsa, insan kendi gerçeğini kaybetmenin verdiği
‘başkalaşma’yla insan görünümlü bir nesne olarak biyolojik gerçekliğiyle varlık
iddiasında bulunuyor.
Nietzche, şehrin insanı boğazlayan mezbaha karakterine
isyan ederken duyduğu kokuyu diğer insanların duymamasına da isyan ediyor.
Nasıl olur da, şehir ruhları boğazlarken bu açık katliama ses çıkaramıyoruz?
Nietzche’nin metaforundan yola çıkarak ve onun
taşıdığı öfke ve nefreti bir kenara bırakarak yaşadığımız şehre bakalım…
Ruhların hayata mı mezbahaya mı daha yatkın olduklarını bir düşünelim… Buradaki
şehrin mezbahacı karakteri “ruh katliamcısı” olması…
Öyle ya… Ruhunu kaybeden bir şehir, insan ruhunu
katleden bir mezbahaya dönüşecek… Bir de şehirde hâlâ erdemli olanları
düşünelim… Erdemli yâni, hâlâ ahlâklı kalabilenleri…
Dehşet olan şu: İnsanın şehirde ‘mezbahalık ruh’
taşımaya şartlandırılması… Daha da vahimi, iliklerimize işleyerek ruhumuzu
yavaş yavaş, hissettirmeksizin mezbahalık kıvama getiren modern zaman şehirleri
yeni bir Sodom ve Gomore olmasın sakın?
(Günebakış, 21 Aralık 2011)
Atasözü haline gelmiş bir Anadolu özdeyişi var: “Kurt
bunalınca şehre iner, kul bunalınca dağa çıkar.” Bu özdeyiş,
modern zaman şehirlerinde insan-şehir ilişkisinin bugün büründüğü hali ifadede
nefis bir referanstır.
Biz özdeyişin “kul” tarafını biraz açalım. Kul için
şehir yaşanamaz hale gelince, bunalım başlayınca, şehrin kaosu insanın varlık
nedenini ortadan kaldırınca yâni, bunalım başlayınca artık şehri terk etmek bir
mecburiyet olarak ortaya çıkıyor. Peki nereye? Başka bir şehre
mi? Modern zamanlarda belki böyle bir tercih söz konusudur. Ancak, modernite
tüm şehirlerin kimyasını bozunca ve hafızasını silince şehirler de birbirini
tanıyamaz hale geldi. Klonlanmış, kopyalanmış ‘nekropoller’e dönüştü.
Bu
özdeyişin ortak hafıza ifadesi haline geldiği, geçerli olduğu ‘eski zamanlar’ı
düşündüğünüzde şehirden kaçıp da sığınılacak tek yer “dağ” idi. Bunalan
insan ‘dağda huzur’ buluyordu.
Şehir
“yaşanamaz” hale gelince ‘kul’ için dağa sığınmaktan başka çare yoktur.
Çünkü dağlar güvenlidir, kendini savunmak için sırt verilecek yerdir. Tıpkı
Dadaloğlu’nun “ferman padişahın dağlar bizimdir” dediği gibi dağlar
insan için çok daha güvenilir, müşfiktir.
Metropollerimiz
nekropole dönüştü. Bunaldık. Ama buna aldırmadık.
Şehirde
bunaldık, ama şehri terkedemiyoruz.
Şehirde bunaldık, ama dağa çıkamıyoruz; elimizde yol
haritamız yok.
Şehirde “huzurlu” değiliz. Şehirde güven kalmadı.
Çünkü “tüfek icad oldu.”
Şehir bize, biz şehre yabancılaştık. Hatta düşman olduk.
Niçin?
İkimiz
de varlık sebeplerimizi unuttuk, yok ettik.
Şehir öyle kuşattı ki bizi, artık “dağa çıkmaya” izin
vermiyor. Verse de dağa çıkmaya korkuyoruz. Ama dağlar kurdun “şehre inme”sine
müdahale edemiyor. Şehre inen kurt geri dönüyor.
Kurt “aç” kalmıştır. Tek derdi “yiyecek bulmak”tır. Dağlar ihtiyacını karşılayamaz, şehre iner ama o gene yurduna geri
döner. İnsanoğlu da vahşileşen şehir hayatının getirdiği “yaşamak için
yoketmek zorundasın!” buyruğuna mahkûmdur artık! Dağa da çıkamıyor!
Dağa
çıkamayan insan şehirde çürüyor. Kurt bizden çok daha hür ve iradeli.
Burada Üstad Necip Fazıl’ın “Dağlarda Şarkı Söyle”
şiirini hatırlıyoruz:
“Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, söyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.
Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”
İşte Üstad’ın mısralarındaki “dağ imajı” “bunalan
kul”un çıkacağı, huzur bulacağı yerdir. Çünkü dağlar insanın kendisini
hissedeceği, varlığını idrak edeceği kirlenmemiş mekânlardır.
Bir zamanlar nasıl ki “bizim şehrimiz” huzur mekânı
idiyse, “bizim dağımız” da huzur mekânıydı. İnsan, hayvan, nebat ve cemadat
‘haddini aşmaz’dı.
Bu bağlamda, “Kurt bunalınca şehre iner, kul
bunalınca dağa çıkar” özdeyişi bana Fransız şair C. Baudlaire’i hatırlattı.
Her büyük şair gibi O’nun da yaşadığı “entelektüel kriz”den Paris Sıkıntısı
adlı eserinde ipuçları verir.
Şehrin verdiği sıkıntıyı, bunalımı derinden hisseden,
yaşayan Baudlaire bu kitabında “Yabancı” başlığı altında şu diyaloğu
verir:
“Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı
mı, babanı mı, bacını mı,
yoksa kardeşini mi?
“Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de kardeşim.”
“Dostlarını mı?”
“Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz
kullandınız.”
“Yurdunu mu?”
“Hangi enlemdedir, bilmem.”
“Güzelliği mi?”
“Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim
kuşkusuz.”
“Altını mı?”
“Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona
öylesine kin beslerim.”
“Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü
yabancı?”
“Bulutları severim… işte şu… şu geçip giden
bulutları… eşsiz bulutları!”
Şehrin insana “varlık nedeni”ni unutturan kaosuna ve
tabiatın verdiği huzura gene Üstad Necip Fazıl’ın 22 yaşında iken yazdığı
“Şehirlerin Dışından” şiirindeki mısralardan bakalım:
“Kalk, arkadaş, gidelim!
Dereler yoldaşımız,
Dağlar omuzdaşımız,
Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından.
………………………..
Sema, deniz ve yeri,
Çepçevre, iklim iklim,
Dolaşalım, gezelim!
Yollar bizden bir izdir,
Ne duysak sesimizdir.
Ne görsek benzer bize.
Hiç şaşmayan bir saat
Gibi işler tabiat,
Uyarak kalbimize.
………………………..
Bir gün gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman, o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler!
Yeter bizi tuttuğu!
Tükensin velveleler!
Kalk arkadaş, gidelim!
İnsanın unuttuğu
Allahı zikredelim;
Gül ve sümbül hırkamız,
Sular, kuşlar, halkamız...
“Kul bunalınca dağa çıkar” ama, artık bunalmış “kul” “nereye
gideceğini” bilemiyor; yürüyor, koşuyor, yokediyor, yokoluyor!
Yaşadığımız şehre bakın! Plazaların, AVM’lerin,
rezidansların “kıyamet alametleri” şeklinde ürkütücü bir biçimde yükseldiği
şehirlere kurt bile inmekten korkar!
“Bunalan kurt”un şehre inmekten bile ürktüğü,
korktuğu; “bunalan insan”ın gidecek yer bulamadığı modern
zamanların nekropolleri haline gelmiş şehirlerin kuşattığı bir dünyanın sonu
hayr olur mu dersiniz?
“Tarihsel
aidiyet zorlayıcıdır” denir. Oysa bizim gibi tarihsel aidiyeti oldukça derin ve
tahkim edilmiş bir kültürden gelen toplumun bugünkü haline baktığımızda
tarihsel aidiyetin artık kaybolduğunu görüyoruz. Zorlayıcılıktan öte, her
alanda tarihsel aidiyetten kaçışın adeta kaybedilmiş bir savaşın sonunda sağ
kalanların son bir çırpınışla ölümden kaçışı gibi “kurtuluş” zannedildiği bir
zamanda yaşıyoruz. Halbuki hangi ihtiyaçla ve nereye kaçarsak kaçalım aslında
“kendimiz”den kaçıyoruz. Bu bir genetik yokoluştur.
Genetiğinizi bozmadıkça, genetik size oldukça geniş
bir gelenek imkânı sunar. Ancak genetiğiniz bir kez bozuldu mu artık
“başkalaşım” sürecini durdurmak, yeni bir genetik, gen haritası oluşturmak
mümkün olamıyor. Bugün genetik bozulmanın vahim sonuçlarının her alanda ortaya
çıktığına şahit oldukça, ‘nasıl bir dünya’ya doğru gittiğimizi ürpererek görmek
için sıradan bir göz yeterli. Ancak görmek için gözü, duymak için kulağı,
anlamak için idraki olmayanlar için “genetik bozulma”nın bir şey ifade
etmediği, aksine yeni “yaşam alanları” sunduğuna da vurgu yapalım…
Şehir ve mekân… Yâni şehir ve yaşadığımız hayat tarzı
genetik bozulmamızın en belirgin göstergeleri. Yaşama biçimimizdeki müthiş
değişimi görmek için şehirlerimizin hızla değişen, dönüşen yâni bozulan ve
başkalaşan mahiyetine bakmak, nasıl bir savrulma içinde olduğumuzu ifade için
yeterli..
Son on yıllardır “kentsel dönüşüm” denilen ‘kutsal
logos’ adına şehirlerimizin nasıl bir tahribata uğradığını gördükçe, Cengiz,
Hülâgü, Haçlılar, vs. gibi istilâcıların şehirlere musallat olmalarındaki
“şehvet ve cinnet”i anlayabiliyoruz.
Şehre tasallutun böyle bir ‘çekici’ tarafı var demek
ki…Bu tasallut ister düşmanca, doğrudan, isterse de “dönüşüm, değişim, kentsel
yapılanma” adı altında olsun, hiç fark etmez… Sonuçları aynı… Tahribat, yıkım
ve adına “şehir” denemeyecek yaşanamaz bir canlılar deposu…
Sözü bugünkü şehir dönüşümlerinin zorunlu bir sonucu
olarak ortaya çıkan “GÜVENLİKLİ SİTE”lere getirmek istiyorum.
“GÜVENLİKLİ SİTE” yeni bir kavram olmanın ötesinde
yeni bir yaşama alanı, hayat tarzı…
Öyle bir hale geldik ki, şehirlerde “tersine inkılâp”
denilen bir yaşama biçiminin vahşice geri döndüğüne, insanın korkudan ibaret
bir varlık ve ‘güvenlik’ ihtiyacının bu korkuya yeni sığınma mekanları aradığı
bir ‘nesne’ haline geldiğini görüyoruz.
Petra Kuppinger Amerikan Antropoloji Derneğinin
dergisindeki “Güvenlikli Siteler”le ilgili yazısında (İdeal Kent dergisinin
çevirisiyle) bu duruma şöyle değiniyor: “Yaşam tarzlarını ve mülklerini
korumak için duvarlar ve kapılar kullanmak fikri yeni bir şey değildir.
Ötekilere ve olası işgalcilere dair somut ya da adı konmamış korkular insanlık
tarihinin değişmez özellikleri olagelmiştir. Ortaçağ Avrupa kentleri ve
çağdaşları, örneğin Çin’de ya da Ortadoğu’da yer alan kentler, yerli ya da
yabancı düşmanlarını engellemek için etkileyici duvarlar ve kapılar inşa
etmişlerdir.”
Şehirlerimizde “mahalle”yi hızla terk edip, daha
doğrusu kaybedip, “GÜVENLİKLİ SİTE”lere kaçmanın artık özenilir ve ideal bir
hal aldığını gördükçe, yeni şehir anlayışı ve yapılanmasının da ŞEHİR DEĞİL
GARNİZON olduğunu söyleyelim… Özellikle hiçbir tarih, medeniyet, şehir idraki
olmayan, böyle bir ontolojik temele ihtiyaç hissetmeyen, sadece “arsa, rant ve
kâr” derdinde olan işadamlarının ilgili devlet kurumları, belediyeler ve bazı
sivil toplum kuruluşları oluru ve aracılığıyla şehirlerimizin genetiğini nasıl
bozduklarını görebiliyor muyuz?
GÜVENLİKLİ SİTE’de oturmak artık bir İMTİYAZ. Surlar
arkasında, korumalar eşliğinde, elektronik gözetim aygıtlarıyla evinizin içine
kadar harici denetime tabi tutulmak, adeta bir kobay gibi gözetim altında
şuursuzca bitkisel hayat sürdürmek… 0, olağanüstü bir güven ve zevk veriyor
günümüz insanına.
Tekrar edelim: En vahimi neye sahip olunduğunun idraki
yok ki, neyin kaybedildiğinin idraki olsun.
P. Kuppinger’in diğer batılı şehircilerin
tesbitleriyle zenginleştirdiği konu ile ilgili yazısından alıntılarla devam
edelim:
“Modern ulus devletin
güçlenmesine paralel olarak küçük çaplı savaş tehditlerinin ve yerel eşkıyalık
korkusunun azalmasıyla birlikte gelişmekte olan modern kentte temel vurgu artık
kenti duvarlarla çevrelemek değil, kentte içsel barışı ve düzeni garantilemek
üzere kamusal alanı korumak ve reformlaştırmaktı. Kentin görece güvenli bir yer
olduğuna dair daha önceleri var olan hissiyat, yerini kent mekanlarının tehlike
ile özdeşleştirilmesine bırakmıştı…”
Modern zamanlarda şehir hayatının ideal biçiminin
“GÜVENLİKLİ SİTE”yle kaim olduğuna neredeyse herkes hemfikir. Bu hal “yaşama”
değil “sığınma” psikolojisinin bir ürünü… Diğer canlı mahlûkların sığınma ve
barınma ihtiyaçlarıyla insanın bugünkü GÜVNENLİKLİ SİTE temelindeki sığınma ve
barınma ihtiyacı arasında neredeyse hiçbir fark kalmadı desek çok mu abartmış
oluruz?
Bugün, “idealinizdeki yaşama mekânı, ev nedir?” diye
bir soru sorulsa verilecek cevap büyük çoğunlukla “Güvenlikli Sitede yaşamak”
olacaktır.
Güvenlikli sitede yaşama arzusu, bastırılmış
“terkedilmişlik duygusu”nun “terk etme ihtiyacı”na dönüşmesi olsa gerek…
İnsan yok, komşu yok, komşuluk ihtiyacı yok, şehir ve
mahalle kültürü yok, tarih ve hatıra yok. Ne mutlu “GÜVENLİKLİ SİTE”lerde
yaşayanlara ‘(!) Öyle ya, oturduğunuz site ne kadar elektro güvenlik
aygıtlarıyla korunursa o derece güvenlikte ve itibarlı oluyorsunuz! Tıpkı
laboratuvarda sayısız deneyler sonucu yeni keşfedilen bir mikroorganizmanın
dondurucuda korumaya alınması gibi (!)
P. Kuppinger bu dönüşümün nedenine ilişkin şunları
söylüyor: “Kent mekanlarında gözlenen bu dramatik dönüşümler, ‘ayrışma ve
güvenlik eğilimli bir topluma’ doğru gidişe işaret eden kapsamlı siyasi ve
toplumsal değişimlerin yansımalarıdır. Başlıca amacı sokakları, kamusal
meydanları ve bu alanları kullanan kalabalıkları denetlemek olan erken dönem
modern kent politikalarının aksine, yeni eğilim mekânlarının tamamiyle
ayrıştırılması, orta ve üst sınıfların kaleleştirilmiş mekanlar arkasında
koruma altına alınması ve kamusal alanlarla onları kullanan alt sınıf kent
sakinlerinin giderek daha fazla göz ardı edilmesidir. İnsanların denetiminden
mekânların denetimine geçiş yönetişim rejiminde gözlenen kapsamlı değişimlerin
işaretçisidir…”
“.. Dahası, kaygı verici bir biçimde,
kentsel ayrışma ve kapalı alanlar seçkinlerin bizatihi kaçmak istedikleri
toplumsal ayrışma süreçlerini yeniden üretmekte ve hatta bunları daha da
hızlandırmaktadır. Sömürge sonrası metropollerde, halihazırda var olan kayda
değer eşitsizlikler bağlamında, yoksul kitleler daha birkaç on yıl önce verili
kabul edilen en temel kamusal hizmetlerden mahrum bırakılmaya başlandıkça, bu
kutuplaşma daha da patlayıcı hale gelmektedir. Bu talihsiz kısır döngü
kırılmadıkça, bu gelişmeler daha yüksek duvarların inşa edilmesini ve daha
gelişmiş güvenlik teknolojilerinin kullanılmasını bir zorunluluk olarak
dayatacaktır..”.
Batıda böyle.. Peki ya bizde? Görmemiş, sonradan
görme, zevksiz, eğitimsiz, estetiksiz şehir yöneticileri, müteahhitler ve
bunlara yol açan siyasilerin marifetiyle birdenbire göğe doğru yükselen bizce
GÜVENLİKSİZ SİTELER’in hali aklımıza tarihî bir olguyu getirdi. O da şu: Hz.
Salih’in Semud kavminin helâki… Teknolojik imkanlar ve varlık
içinde bir hayat süren bu topluluğun varlıklarından kaynaklanan isyanları, Hz.
Salih’in onları uyarılarına aldırmayıp, isyan ederek sapıtmaları ve yüksek
dağlarda yaptıkları ihtişamlı evler-yapılar bugünkü görkemli gökdelenleri,
GÜVENLİKLİ SİTELERİ andırıyordu adeta…Sığındıkları o güvenlikli siteler,
kendilerine yeni bir hayat sunabildi mi? Hayır! Akıbetleri Kur’an’da
anlatılıyor…
Böyle bir akıbetten Allah korusun…
Yabancı unsurları bile bünyesinde eriten, dönüştüren,
yeni bir terkiple orijinalitesine katan, kendine özgü kılan, ‘aidiyet havzası
ve mekanları’ oluşturan bir kültürden gelmemize rağmen, modern zamanlarda
kendini yeniden üretemeyen, ‘şehir idraki’ kaybolmuş bir hale gelmenin sonucu
şehirden kaçarak “GÜVENLİKLİ SİTE”lere sığınmaya mahkûm olduk…
Artık tarihsel kültür ve alışkanlıklarımıza paydos!
Kimse artık “Tanrı misafiri” diye kimsenin kapısını çalamayacak. İkinci
bir emre kadar “komşu komşunun külüne muhtaç olamayacak!”. Özel
üniformalıları “sakıncasız” birisi olduğunuza dair ikna edebilir ve “kimlik
kontrolü”nden geçebilirseniz ‘yüksek güvenlikli surlarla kuşatılmış’ siteye
alınacaksınız.
Modern zamanlarda bu kadar meşakkate katlanmak ve
surları aşmak her fatihe nasip olmaz (!)
Şehirden kaçan insan kendisini Güvenlikli siteye
atıyor! Böylece şehrin koruyamadığı insanı GÜVENLİKLİ SİTE’nin elektronik gözleri
ve kolları koruyacak (!) Güvenlikli sitelere kaçmakla Batı’daki “İnsan
insanın kurdudur” anlayışının testinden de böylece geçmiş oluyoruz. Yâni bu
sözü ispatlamış oluyoruz!
Mahallenin imha edilip güvenlikli sitelerin inşa
edilmesi şehri kaybettiğimizin alenî ilânıdır!
“Şehir aidiyeti”nden kaçıp güvenlikli sitede yer
arayan insan, bu kaçışla varlık zeminini imha ettiğinin farkında mıdır?
Uyarıya gerek yok. Çünkü şehri hızla terk ediyoruz.
Şehir zaten can çekişiyor, kendisi kalmadı. Ruhu, tarihi, mekânları,
insanları değişti. Değişen şey artık eskisinden izler taşımıyor. Eski halinden
eser yok. Onun için yeni “şehr”in yani yeni GÜVENLİKLİ SİTELER’in
mekanik-heyulaî silueti bir an önce şehri boşaltmamız için son ihtarını
yapıyor!
Tarihî süreklilik, medeniyet, şehir ruhu, şehir idrak
ve inşası diye bir şey kalmadı. Adeta kendi nekropollerini hazırlarcasına güvenlikli
siteler inşa ediliyor. Herkesin arzusu güvenlikli sitede yaşamak, yâni
modern dünya nekropollerine gömülmek!
Güvenlikli Site veya nekropol… Güvenlikte olan
ölülerin (güvenlikli ölüler) istif edildiği yer… Korkunç bir akıbet…
Şehirden koptuk, mahalleden koptuk, insandan koptuk.
Daha doğrusu kaçtık! Niçin? Çünkü insanca yaşamayı unuttuk. “Komşuyu komşuya
vâris kılacak” kadar mekânlarıyla birlikte ruhları da yakınlaşmış insanlar
artık birbirinden endişe eden, kendini diğerine karşı güvensiz hisseden, her an
tasalluta maruz kalacağı paranoyasıyla yaşayan insanlar haline geldi. Tek
kurtuluş yeri: Güvenlikli Siteler..
Oralar güvenli mi? Evet! Çünkü nekropolde güvenlik
mutlaktır! Hiç kimse sizi rahatsız etmez. Tüm dünyalılara karşı
güvendesiniz!
Böylesine bir imkânsızı gerçekleştirebilmek için en
uygun zaman modern zamanlar… Yâni kaos zamanları…
Bir Çin bedduasını hatırlıyorum: “İnşallah
değişen zamanlarda yaşarsın!” Bu bedduanın tuttuğu, gerçek olduğu
zamanlardayız. Değişen zamanlar böylesine bir hayat tarzına doğru sürüklüyor
insanı. Daha doğrusu insanoğlu kendisini sürüklüyor.
Bir şehrin (siyasî deyimle) üniter yapısını parçalayıp
güvenlikli sitelere ayırmak, onun bütünlüğünü bozarak başka bir varoluş
ve ‘yaşama biçimi’ne dönüştürmekte yerel yönetimler, müteahhitler ve de kapital
sahipleri adeta yarışıyor. Şehir halkı bu yarışta seyirci. Artık ortada şehir
yok, güvenlikli site var. Bundan sonra büyük ihtimalle “şehir” hem
kavram hem de ruh, muhteva ve mekân olarak kaybolup yerine adı A, B, C, X
Güvenlikli Sitesi olan modern zaman siloları var olacak.
Hatta var oluyor..
Şehir savaşı kaybetti! Güvenlikli Siteler savaştan
galip çıktılar. Artık şehre elvedâ!
Petra Kuppinger Kahire örneğinde incelediği “Yeni
Güvenlikli Siteler” üzerine konuşuyor: “Piyasanın daha üst katmanlarında
daha yüksek fiyatlara sahip ve çoğunlukla kentten daha uzak alanlara kurulmuş
yerleşim yerleri arsalarının en fazla % 8’ini konut alanı olarak
kullanılacağını belirtmektedirler. Öte yandan, yeşil alanın bol olması en
seçkin güvenlikli sitelerin yalnızca bir özelliğidir. Gardenia Park, örneğin,
Piramitlerden 12,5 km. uzakta (kent merkezine değil), ‘6 Ekim Kenti’nin en
güzel yerinde’ konuşlanmıştır. 250 villanın müstakbel ev sahiplerine polis
karakolu, itfaiye, hastaneler (birden fazla!) çeşitli alışveriş ve kültür
merkezleri (yine birden fazla!) olmak üzere baş döndürücü çeşitlilikte
hizmetler vaad etmektedir. Daha detaya girmek gerekirse, proje reklamları 120
kişilik balo odasına sahip bir Kulüp Evi, Olimpik yüzme havuzu, tenis ve duvar
tenisi kortlarından bahsedilmektedir. Gardenia Park, müstakbel sakinlerine ve
‘tek bir giriş kapısı ve profesyonel yönetici grubunun üst düzey mahremiyeti ve
güvenliği temin ettiği’ “büyük titizlikle seçilmiş bir topluluk” vaat
etmektedir… Site ailenizin sağlık ve mutluluğu için gerekli hizmetlerin
eşliğinde yeşillik ve mahremiyet içinde seçkin bir yaşamı garanti eder”. Kısacası
“hizmetler lüks otellerle yarışacak düzeydedir.”
Dünya “küreselleşme” denilen efsanenin boğucu istilası
altında artık tek tip “robotik hayat”ı kabullenmiş biçimde insanları “insanca
hayat”tan uzaklaştırıyor. Her ülkede böyle. Ülkemizde boy boy tam sayfa gazete
ilanlarındaki güvenlikli sitelerde yaşamaya önce hayaller, sonra
zihinler, sonra da bedenler hızla alıştırılıyor. Zaten güvenlikli siteler kimi
batılı yazarlarca “küreselleşmenin başarılı bir sembolü” olarak
nitelendiriliyor. Kuppinger bu bağlamda şöyle devam ediyor: “Bunlar
küreselleşmeci eğilimlerin özgün eklemlenmeleridir. Çok açık ki, öncelikli
olarak karşımızda sermaye, kültürel akımlar, metaların yanı sıra yaşam
tarzlarının her zamankinden daha hızlı bir şekilde dolaşıma girdiği
küreselleşme bağlamı vardır. Bu tür sermayenin ve kültürel akımların dolaşımı
artık sadece belli yerlerle sınırlı değildir. Aksine yerelleşmelerini
sağlayacak kaynak ve irade olan her yerde varlıklarını göstermektedirler. Bu
küresel akımlar hiçbir yerde durmazlar ve nihayetinde hiçbir yere ait
değillerdir… Yatırımlar, diğer küresel kentlerde yaşanan deneyimleri
doğrudan yansıtan bir biçimde, neredeyse istisnasız bir şekilde kâr getirecek
lüks konutlara, lüks eğlence ve boş zaman mekânlarına yöneldi. Bu haliyle
Kahire’de yaşanan, küreselleşen herhangi bir kentte yaşanan hikâyenin tekrarı
gibi görünmektedir...”
Modern dünyanın da efendileri ve köleleri var. Bunlar
Güvenlikli Sitelerde yaşayanlarla, bu sitelerde yaşayamayanlar!
Güvenlikli sitelerde tecrit olma, izole olma günümüz
insanına şehevî bir haz veriyor. Bir yazarımız (Mustafa Özel) gelecek
nesillerin yaşayacakları bu tip sitelere ilişkin endişeleniyor: “…. Ya küçük
çocuklarımız, ya bebekler? Onlar hayatları boyunca yoksullardan uzak, onlardan
korkan, boyuna güvenlik arayan paranoyaklara dönmeyecekler mi? Yoksulların
çocuklarıyla aynı mahallede büyüyüp aynı okulda okumadıkları için onların
dertleriyle dertlenmeyeceklerdir…”
Kendi dünya görüşüne yabancılaşan, tarihî köklerine
bağlı yeni şehir tasarımları ortaya koyamayan bir toplumun akıbeti şehri terk
edip güvenlikli sitelere yâni GÜVENLİKLİ NEKROPOLlere mahkûm
olmaktır. Nekropoller’e… Ölüler kentine…
Bunların adı GÜVENLİKLİ SİTE veya daha da çekici bir
adlandırmayla REZİDANS olmuş ne önemi var. Yeter ki güvenlikli nekropolde
ruhsuz bir biçimde varolun(!)
Şehirleri hızla terk edip Güvenlikli sitelere doğru
koşuyu üç kelimeyle formüle edecek olursak: kaçmak, kapanmak, kapılanmak!
Modern dünyanın gösteri ve tüketim histerisine mahkûm
ettiği insanı tedavi etmenin çaresi var mı? Hayır! Niçin? Çünkü bu yöndeki
susuzluğu bir türlü tatmin olmuyor. Bu hale vücut veren sebeplere ilişkin
bir batılı (M. Featherstone) ‘Postmodernizm ve Tüketim Kültürü” isimli
yazısında şunları söylüyor: “Tüketim kültürünün yeni kahramanları bir hayat
tarzını üzerinde düşünmeksizin gelenek ya da alışkanlık yoluyla benimsemekten
ziyade, hayat tarzını bir hayat projesi haline getirir; bir hayat tarzı
çerçevesinde bir araya getirdikleri ürünlerin, giysilerin, pratiklerin,
tecrübelerin, görünüşlerin ve bedensel özelliklerin tikelliğinde kendi
bireyselliklerini ve üslup anlayışlarını teşhir ederler. Tüketim kültürü
içerisinde modern bireyin sadece elbiseleriyle değil, bir beğeniden yoksun olup
olmadığını gösterecek şekilde evi, mobilyaları, dekorasyonu, otomobili ve diğer
faaliyetleriyle de konuştuğunun bilincine varmasını sağlar…”
Mesele de bu! Modern dünya gerçekler dünyası olmaktan
çok, imajlar, illüzyonlar, fetişler, mitler dünyası. Bu dünyada şehir
kayboluyor, insanın başı dönüyor…
Ya modern dünyanın nekropolleri olan güvenlikli
sitelere karşı şehri yaşatacak yahut da yok olacağız!
NOT: Konu ile ilgilenenlere İdealkent dergisinin son
sayısının (sayı:6) “Güvenlikli Siteler” konusunda yoğun bir muhtevaya sahip
olduğunu haber verelim.
Şehirlerin de insan organizması gibi tabii koruma
mekanizmaları, koruma refleksleri var. Bu refleksler, şehrin tahribine,
kendisine yabancılaştırılma girişimlerine karşı kendiliğinden harekete geçer ve
şehri savunur.
Antik zaman şehirleri gibi surlarla koruma altına
alınmış bir şehir korumasından bahsetmiyoruz. Veya biyolojik bir şehirden mi
bahsediyoruz ki refleksleri olsun. Evet… Şehirler de kendini dış korumadan,
restorasyondan ayrı ve farklı şekilde koruma mekanizmasına sahiptir. Bu
mekanizma şehrin antikorlarıdır. Tıpkı bir canlı mekanizmanın sahip olduğu
antikorlar gibi…
Antikorlar; canlı organizmaların bağışıklık sistemleri
tarafından ‘kendilerine ait olmayan’ organik yapıların saldırılarına karşı
hazır bekleyen, vücudun savunma sistemini oluşturan mikroorganizmalardır. Bu
mikroorganizmalar, bünyeyi yabancı etkilere karşı korur, erken uyarıcılık
görevi görürler ve kendiliğinden harekete geçerler. Her vücut
karşılaştığı-karşılaşacağı yabancı mikroorganizmalara/istilacılara karşı uygun,
onlarla başa çıkabilecek antikorlarını üretebilir.
Şehirler de öyle…
Biz “vücut şehri” kavramından yola çıkarak şehrin
bağışıklık sisteminde mutlaka bulunması gereken antikorlara işaret etmek
istiyoruz.
Büyük Ârifler, insanı derinliğiyle anlatırken kimi
zaman onu “şehir”e benzetirler. Şehrin merkezi kalptir. Vücudun diğer
organları, değişik mikroorganizmalar, vs. şehir bütününü meydana getiren, âhenk
içinde varlığını sürdüren unsurlardır. Yunus Emre’nin “ben bu vücut şehrine bir
dem giresim gelir” demesi bu manâya işaret eder.
İnsan vücudundaki antikorlar ne ise; şehri koruyan
antikorlar da aynı işlevi görür. Şehrin antikorları da insan vücudundaki antikorlar
gibi göze görünmez, şehrin bağışıklık sisteminde varolan, yabancılara,
yabancılaşmaya, saldırılara karşı doğal koruma mekanizması oluştururlar.
Şehir antikorları şehri oluşturan unsurlarda, şehre
ait olan her şeyde, hem de şehir bütününde (eski deyimle) mündemiçtir, içinde
mevcuttur. Diğer bir deyişle, şehrin DNA’sında her an canlı ve teyakkuz
halindedir.
Şehrin bir organizma bütünü olduğunu düşündüğümüzde,
şehrin yabancı etkilere karşı kendisini koruyacak tabii antikorlara sahip
olması, bir bünye özelliği olarak zarurettir. Tarihsel şehirler bu anlamda
tabii antikorlarını üretebilen, bunları sürekli tutabilen, zaman ve mekân
şartlarına göre yenileyebilen şehirlerdi. Bugün, bütünüyle ‘yaşadığı zaman’dan
ayrı düşse, uzaklaşsa bile kendisini modern zaman istilalarına karşı
koruyabilmişlerdir. Ancak, her vücudun dinamizmi ölçüsünde harekete geçirdiği
antikorlar, bu tarihsel şehirlerde de artık zayıfladığı halleriyle şehri
savunabiliyorlar. Çünkü modern zaman yokediciliği tarihî şehirleri kuşatmış,
istila etmiş durumda. Bir istilâcı şehirde ne yaparsa modern zamanların
istilaları/istilacıları da şehirlerimizde onu yaptılar, onu yapıyorlar.
Modern zaman şehirleri; antikorlarını üretmek,
harekete geçirmek yerine, tam aksine antikorları yok olmuş, antikor ihtiyacı
hissetmeyen bir anestezi halini yaşayan bir bünyeye sahiptir.
En önemli antikor: “Şehir kültürü” ve sahiplenilmesi,
bünyeleştirilmesi… Yâni, bir şehrin varoluş nedeni ve muhtevasından
kaynaklanan, duyuş, düşünüş ve davranış biçimi haline gelmiş refleksi şehrin en
önemli antikorudur. Öncelikle şehriyle hemdert olmuş, mensubiyetin ötesinde
şehrine aidiyet bağları olan insanların, şehrin yabancılaşmasına,
yabancılaştırılmasına karşı ortaya koyacakları şehirli refleks, şehrin
antikorlarındaki gücü gösterir.
Bir diğer önemli antikor ise, ne kadar tahrip edilirse
edilsin tarihsel doku ve muhtevadır. Tarihsel doku ve muhteva, modern zaman
şehirlerinin kadim şehirden tevarüs ettiği doğal antikorların en önemlisidir.
Bu antikorların yok edilmesi ve yerine modern şehir mobilyalarının
yerleştirilmesi, vücudun antikor mekanizmasının kaybına yol açar.
Şehrin antikorları, restorasyon görevi görmezler.
Çünkü restorasyon; artık eskimiş, bozulmuş, yok olmaya yüz tutmuş yapıların
ayakta kalması için eski şekline uygun olarak yeniden şekillendirilmesidir.
Tamir işlemidir. Antikorlar ise, zararlı etkilere karşı doğal koruyuculardır.
Zarar, tahribat meydana gelmeden şehri koruma altına alırlar.
Şehrimize baktığımızda, bu anlamda doğal antikorları
olan bir bünye görebiliyor muyuz? Yoksa, her türlü virüsün üzerine çullandığı,
kendi yokoluşuna sebep olsa da virüslerle yaşamaya alışmış bir şehir mi
görüyoruz?
Kendi şehrimize baktığımızda, ne tarihsel
antikorlarının farkında, ne de modern zamanlardaki yapısını koruyacak antikorlara
sahip. Olsa bile, modern zamanlar şehir antikoru tanımıyor.
Şehrimiz kendisini nasıl savunacak? Savunma, her
şeyden önce “sahip”liği gerektirir. Sahiplik ise şehre ait olmayı. Şehre ait
olamayan şehre sahip olamaz.
Şehrimizin bağışıklık sistemi güçlendirilmesi
gerekirken, tam aksine çözülüyor. Şehrimizi istila eden futbol virüsü ve
yapay/zorlama kültür-sanat-folklor yabancılaşmasına karşı şehrimiz henüz
antikor üretemedi. Bünyesi bu tür virüslere o kadar bağışıklık sağladı ki
antikorları harekete geçemiyor.
Şehrin antikorlarının istilacıları etkisiz hale
getirmesi için, şehrin antikorlarının bilincine varması, kendine güven duyması
lazım..
Mevcut şehir yöneticilerinin antikor diye bir
dertleri, meseleleri yok. Çünkü bizzat onlar antikorlarla karşı karşıya !
Antikorları olmayan, antikor ihtiyacı hissetmeyen
şehir ruhsuz-sağlıksız şehirdir.
Böyle şehrin vay haline!
(Günebakış, 29 Aralık 2010)
İstilâcıların bile yapamayacağı bir şekilde, bizden
başka hiçbir ülkenin belki de yaşamadığı “şehir katliamları”nı yaşamış fakat hiçbir
şey olmamışçasına hayata devam etmiş, ne katledilen şehri yeniden inşa etme
tasası taşımış, ne de katledenlerden hesap sorabilmiş bir ülkenin bugün,
istilâcıları aratırcasına yaşadığı hale ne ad vermek gerekir bilemiyorum.
“Kentsel dönüşüm” adına yaşanan ve yaşanacakları görüp düşündükçe yeni
keşfedilen bir hastalığa verilecek ad gibi bu hali nasıl vasıflandırmak
gerekiyor? “Şehir sendromu” veya “şehir travması” denilebilir mi? Denilemez.
Çünkü, sendrom veya travma bünyevî bir rahatsızlığın dışa vurum biçimidir. Rahatsızlığın hastalıklı, patolojik bir
tezahür şeklidir. Bugün yaşadığımız şehir katliâmları karşısında travma
geçirmemiz gerektiği halde tam aksine (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) “his
iptali”ne yakalanmış, onu da aşmış bir biçimde “haz cinneti”ne
tutulmuş durumdayız. Yapılanlar karşısında acı duymamız gerekirken haz
duyuyoruz.
Bu “haz cinneti” içerisinde yıkılan ve yerine
dikilen her şeye karşı müthiş bir hayranlık içerisindeyiz. Dikilenler ne kadar
hacimli, ebatlı ve urlaşmış büyüklükte ise o derece zevk alıyoruz. Son
kalıntılarıyla varoluş savaşı veren şehirlerimizin tarihle olan bağlarının, tarihî renk ve muhtevalarını yansıtan
‘mekanları’nın, şehri kadîm zamanlarına götüren ‘parça’larının yok edilişi
karşısında hiçbir organımız harekete geçemiyor. Niçin? Çünkü ‘bizim’ olan ‘bize
ait’ olan her şeye o kadar yabancılaştık ki artık onları tanıyamıyoruz. Filozof
Heraklit’in cümlesiyle “O onca yakın oldukları şeyden uzaklaşıyorlar ve her
gün rastladıkları şeyler yabancı geliyor onlara.”
Şehir o hale geldi ve biz o hale getirildik ki
yaşadığımız şehir “insanı kendine çeken” bir mekânken, “insanın üzerine çöken”
bir şehir haline geliyor ve bu hale alışıyoruz, üzerimize çöken kasvetin
ağırlığını hissetmiyoruz bile. Yokedilenleri
görmemekle, anlamamakla his iptali içindeyken, şehrin dönüşümü
adıyla yaşanan gayr-i insanî gelişmeler karşısında haz cinneti içindeyiz.
Şehrimiz/şehirlerimiz (A. Perret’in deyimiyle) “kule
kent”lere dönüşüyor. Bu ‘kule kent’ler kendisinden önceki şehirden hiçbir iz
taşımıyor. Böylece artık tarihsizlik, köksüzlük modern zaman şehir inşalarının
eksenine oturuyor. Örnek mi? Yanıbaşınızda yükselen devasa yapılara bakmanız
yeter. Size neyi hatırlattığını, sizi neye/nereye çağırdığını anlayabiliyor ve
hissedebiliyorsanız nasıl bir yabancılaşma içinde olduğunuzu da
anlayabiliyorsunuzdur. Yâni his iptaline yakalandığınızın farkındasınızdır.
İdrakin şehri terk ettiği, aklın dumura uğradığı,
estetiğin kaybolduğu, yaşamanın metabolizmayla özdeşleştiği bir dünyanın insanı
haline gelmek ve bu hali sorgulamamak his iptali, bu halin devamı da haz
cinnetidir.
‘İnsanın etrafında olup bitenleri
görmeme hakkına sahip olmadığı’nı bilenlerin bile çaresizlik içinde köşelerine
çekildiği, şehre dair her şeyin siyasî iradenin kararı ve yönetimi altında
olduğu bir dünyada fikirden, sanattan, estetikten, mimarîden bahsetmek olsa
olsa başka bir galaksinin kavramlarından bahsetmek olur.
Aksine ülkemizden ve şehirlerimizden bahsediyoruz.
Endişe duyuyoruz. Daha doğrusu endişe bile duyamaz hale geliyoruz. Çünkü endişe
sınırı geçildi. Önümüzde ‘yok oluş’ var. Ve bu yokoluş bize hiçbir şey
söylemiyor, hiçbir şey ihtar etmiyor, hiçbir şeyi idrak ettirmiyor!
S. Zweig gezip gördüğü Ypern şehrindeki değişime
ilişkin “Yüzyıllara kafa tutan bir kahraman gibi yükselen yapının yerinde,
şimdi hastalıklı dişleri andıran birkaç kara ve kırık taş sütun duruyor. Kentin
yüreği koparılmış” diyor ve devam ediyor: “Görüntü tüyler
ürpertici.1918 hava bombardımanının ardından, kraterler dolu bir araziyi
andıran, bir moloz yığınından farksız Ypern’i gösteren, uçaktan çekilmiş, şimdi
dükkan vitrinlerinde duran fotoğraflardan daha da ürpertici.”
Bütün şehirlerimizin son on yıldır “kentsel dönüşüm”,
“marka şehirler” adına yaşadıkları, zaten yürekleri epeyce tahrip edilmiş olan
şehirlerimizin artık yüreklerini koparmaktan ibaret. Şehirlerimizin “yeniden inşa”sı için her
alanda imkan ve fırsat yakalanmışken, batıya yaptığı birkaç günlük gezide
gördüklerini kopyalamak adına şehirlerimizi dokularıyla uyuşmayacak yapı
ve mekânlarla istilâ eden siyasîler ve yerel yöneticiler elinde yok edilen
şehirlerimiz… Bu yelteniş (Gene Üstad’ın deyimiyle) “kutup ayısını hurma
ağacı ikliminde beslemek” garabetidir.
Olmayan üç temel haslet: İdrak, inşa, ihya…
Yaşayanların bir şey yapmadığı, her şeye ortak olduğu
şehir katliamları karşısında kadîm bir sözü hatırlamaktan başka bir şey
yapamıyoruz. O müthiş söz şu: “Ölülerin gölgeleri savaş sona erse de
savaşmaya devam eder.” Tarih, şehir,
medeniyet adına toprağın üstündekilerin tıkalı olan idrakleri karşısında yerin
altındakiler mi savaşmaya devam ediyor acaba? Onların gölgeleri, ‘bıraktıkları
şehir ve mekânları öldükten sonra bile korumak için savaşmaları’ metaforu bize
hiç mi bir şey anlatmıyor, hatırlatmıyor?
Başımıza gelen her şey yaptıklarımızın yahut da
yapmaya muktedirken yapmadıklarımızın karşılığıdır.
Hislerimizin iadesi için çok mu geç kaldık?
Değeri, hedefi, anlamı, varlık nedeni kaybolmuş,
insansız bir dünyaya doğru gidiyoruz. Hayat emaresi sadece ‘biyolojik canlılık’
olan insanların işgal ettiği bir dünyaya doğru… Böyle bir dünyada yaşamak
modern zamanların hayat biçimini oluşturuyor. Öyle ki; şehirleri kaosa,
insanları amaçsız bir koşuya iten bir dünya.
Latin Amerika’lı Şair Neruda’nın melânkolik ve
etkileyici şiirlerinden birisinin adı “Plaza Ölüleri”dir. Modern zaman
şehirleri ile insan ilişkisini belki de en iyi tanımlayan bu başlık ürpertici
bir akıbeti de haber veriyor sanki.
Muhtevası farklı olan bu şiirin başlığına bir kelime
daha ekleyelim: “Rezidans ve Plaza Ölüleri”.
Modern zamanların yaşama biçimini belirleyen rezidans
ve plazalar paranın, lüksün, konforun, gücün verdiği tatmini yaşatan, adeta
mitolojik bir hayat gibi ölümsüzlüğün sembolü…
Ülkemizde de herkesin hayalini süsleyen bu yaşama
mekânları, son yıllarda hızla yükselen bir “şehir kutsalı”…
Oysa…
Rezidans ve plazalar modern zaman şehirlerinin “ur”ları, tümörleri…
Bu yüzdendir ki Neruda’nın “Plaza Ölüleri” şiiri bana
Sezai Karakoç’un “Balkon” şiirini hatırlattı. Şairin, günümüzden 55 yıl önce
yazdığı “Balkon” şiirinin gerçekleşmesi midir rezidans hayatı? Bizce öyle. O
şiirindeki mısralar insanı ürpertiyor:
“Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan
mimarların” (1957)'
Şair “insan
rahat etmeyecek öldükten sonra” dese de rezidanslar sunduğu hayat tarzıyla
insana yaşarken de rahat vermiyor. Rezidansların koynunda kendini rahat
zanneden insan, atomize olmuş, yalnızlaşmış, yabancılaşmış bir hayata
sürükleniyor. Her şey mekanik, her şey donuk…
Pazar-piyasa kurallarının egemen olduğu, içeride
dolaşırken ‘potansiyel bir hırsız’ gibi ‘elektronik göz’lerle takip edildiğiniz
plazalar…
İnsandan çok eşyaların ‘hürmete layık’ olduğu, onlara
saygı gösterildiği, göğü delmek için birbiriyle yarışan rezidanslar.
Trajik olan da; insanın şehirden, hayattan,
insanlardan kaçarak bu “göğü delmeye çalışan” hayaletlere sığınması…
Rezidanslar, modern
zaman şehirlerinde bir tür sığınma mekanları. Kale duvarları arkasında yaşamak
gibi. Oysa, toplumla, insanlarla aranıza surlar, güvenlik duvarları çekmek bir
tür “tehlikeli bölge”de yaşamak değil midir?
Evde, işyerinde değil “garnizon”dayız. Kışlalardan
daha güvenlikli (!) araç ve elemanlarla
donatılmış, adeta nükleer depoyu andıran rezidanslar ve plazalar.
Kimilerince kapitalist yaşama biçimi olarak ifade
edilen bu hayat tarzı, tek cümleyle; gayriinsanî bir yaşama biçimi…
Modern zaman şehirleri; ruhunu kaybeden şehirlerimizde
insanın ‘giydirilmiş ölüler’ şeklinde girip çıktığı, bütün değer ve
ilişkilerini rezidans ve plazaların belirlediği bir toplama kampı…
Rezidansların, plazaların kütlesine hitap etmiyoruz,
onlara değil; onları inşa edenlere, onların getirdiği ‘yaşama biçimi’ne işaret
ediyoruz.
Yaşam biçimiyle birlikte ‘dünya görüşü’nüz, hayata
bakışınız, hayatı algılayış biçiminiz de değişiyor. Çünkü içinde bulunduğunuz
mekânlar sizi dönüştürüyor, insanı egemenliği altına girmesi gereken araçların
egemenliğine sokuyor.
“Âh bir rezidansta dairem olsa” ile “bir plazada iş
yerim olsa” hayaliyle yer ve konfor arayan insanoğlunun bu hayalin bedelini
ödemek için “Yaşamak için yok etme”yi göze aldığı bir hayat tarzı…
Rezidans ve plazalarda insan yok,varlığı sadece
biyolojik canlıdan ibaret biyonik yaratıklar var.
Bu hayat tarzını gene Neruda’nın “Ağır Ölüm”ünden
kesitlerle okuyalım:
“Ağır ağır
ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş
biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye
yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.
Ağır ağır
ölür tutkudan ve duygularından kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler,
gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla
duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu
yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.
Ağır ağır
ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler,
bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar,
hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.
Ağır ağır
ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik
barındırmayanlar.
Ağır ağır
ölür kendisine saygısını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine
izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında
bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler,
bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki
soruları cevaplayamayanlar.
Deneyelim
ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, hatırlayalım her zaman: yaşıyor olmak
yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca
ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir huzurun kapısına. “
Şehirden, insandan, hayattan, zamandan, mekândan
kaçmanın adresi olan Rezidans ve Plazalar, modern zamanların zindanları haline geldi. Herkes zindana doğru var
gücüyle koşuyor.
Muhakkik mimar Turgut Cansever de “Dünya, yanlışlar ile malul bir kötü mimari ürünler mezarlığına
dönüştü” diyor.
Peki ama insanlar, bu gayri insani hayata niçin bu
kadar tamah ediyor, arzuluyor? Bunu doğuran ihtiyaçlar var mı? Bu açıdan
bakıldığında, ya rezidanslara koşanlar insani bir hayat yaşamak istemiyor ya da
toplumdaki umumi dejenerasyon veya nizamsızlık insanlara bu hayatı arzulatıyor,
belki de imkanı olanlara dayatıyor. Acaba insanlara rezidanslar dışında
dayatılan hayat çok mu insani? İnsanlar insani bir hayat yaşamaktan mı kaçıyor
yoksa şehirlerimiz yönetilemediği, güvenlik ve kaliteli insani ilişkiler
yaşayamadıkları için mi bir yerlere “sığınma” ihtiyacı hissediyor? Bu sorular
daha geniş bir toplum, insan, kültür ve hayat analizini gerekli kılıyor.
“Ağır ağır
ölmemek” ve “ölülerimizi balkonlara gömmemek” ve şehirlerimizin “kötü mimari ürünler mezarlığı”na dönüşmemesi için var gücümüzle
“şehrimize dönmek” zorundayız.
Nasıl? Ruhu ve varlığı yok edilen şehri yeniden idrak
ve inşa ederek.
Bakalım bu kıyamette insanoğlu nasıl kıyam edecek?
"RANTSAL
DÖNÜŞÜM" TARİHÎ CAMİLERE Mİ UZANDI? -şehir ve tarih cellâdı zihniyet
harekete mi geçiyor? -
Milat Gazetesi’’nin 7.12.2012 tarihli ana manşeti insanı
ürperten türdendi: “Tarihi Kıyım” manşetiyle verilen haber şöyleydi: “
İstanbul’da Fatih Belediyesi hazırladığı yeni şehir planında Sultanahmet’teki
tarihi “Üçler Mescidi”nin yerine otel yapılması için izin verdi. Ayrıca 99
cami, 57 tekke ve medrese, 55 çeşme ve hamamın bulunduğu tarihi alanlar imara
açılıyor ve yerlerine binalar inşa edilecek.”
Haberi okuyunca inanamadım. Gazetenin Ankara
temsilcisi olan dostumuzu aradım. O da
haberi doğruladı ve bu konuda yüzlerce telefon aldıklarını söyledi.
Acaba 1940’ların CHP iktidarı döneminde miyiz?
Hafızamızı yoklayalım: Başbakan Erdoğan’ın bir yıl
önceki genel seçimlerde dilinden düşürmediği, özellikle geçtiğimiz seçim
döneminde ve diğer bazı konuşmalarında CHP’nin ahıra çevirdiği, sattığı
mescitleri dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ve Bakanlar Kurulu üyelerinin
imzası bulunan belgelerle gösteriyordu.
Aradan bir yıl gibi kısa bir süre geçiyor ve bu kez AK
PARTİ’li Fatih Belediyesi 2005 yılında hazırladığı plandaki 212 tarihi yapıyı
17.10.2012 tarihinde askıya çıkarıyor. Bu yeni planda ise 212 tarihî eserin
kaydını yapmıyor. Bu eserlerin yerini ticarî
alan olarak gösteriyor.
Sultanahmet’te İbrahim Paşa Sarayı’nın yanında bulunan
“Üçler Mescidi” yerine Fetih Belediyesi Otel yapılması için imar izni veriyor. Bu
şu demek: Mescid aslına uygun olarak, ihya edilmesi, restore edilmesi
gerekirken yerine otel ve benzeri ticarî mekanlar yapılacak.
Haberden okuduğumuza göre; “Tarihi yarımadada yer alan yapıların üçte biri belediyenin 2012
planında yer almıyor. Son planda 99’u cami olmak üzere 212 tarihi yapı planda
yok. Bu plan uygulanırsa tarihi camilerin, tekkelerin, çeşmelerin, hamamların
yerini beton yapılar alacak. Tarihi yarımadanın “tarihi” yanı eksik olacak.
Gerekli düzenlemelerin yapılması için başvurularda bulunan İstanbul Çevre
Kültür ve Tarihi Eserleri Koruma Derneği (İSTED) konunun göz ardı edildiğini
belirtti. Tarihi caminin yeniden ihya edilmesi için yetkililere birçok itiraz
dilekçesi yazılmasına rağmen, inşaat çalışmaları başlatılıyor.”
Bu bir “AK PARTİ Klasiği mi?” diyecektim ama,
hazırlanan plana ilişkin haberi okuyunca bunun bir klasik değil bir KATLİAM
olduğunu düşündüm.
Bu kez tarih ve medeniyet şehri İstanbul AK PARTİ’li
Belediye tarafından mı katlediliyor? İsmi “Fatih” olan bir belediye “Fatih’in şehri”ndeki
tarihî eserleri yok ediyor.
Sormaktan bile ürperiyoruz: Şehir ve mescit
katliamları tekrar hortluyor mu?
Bu katliam AK PARTİ’nin CHP tipi bir şehir ve mabed
katliamı…
AK PARTİ’nin kentsel dönüşümü bu işte…
Bu zihniyet, olsa olsa CHP küllerinden doğan bir AK
PARTİ zihniyeti olabilir.
Bir taraftan Anadolu’daki vakıf eserlerini restore
ederken diğer taraftan İstanbul gibi tarihî payitahttaki kadîm eser
kalıntılarını ortadan kaldıran bu ZİHNİYETİN CHP zihniyetinden ne far kı var ?
Eğer biraz tarih idrakleri varsa yapılanlar karşısında
AK PARTİ’li Fatih ve Büyükşehir Belediyeleri ve ilgililer yaptıklarından hicap
duyarlar.
Savunma olarak “Bunlar
tarihî eser değil, kalıntı ve harebeler” mi diyecekler? Kimbilir belki de
kamuoyu araştırması yaptırmışlardır ve İstanbul halkının “artık tarihî eser ve mescitlere ihtiyacı kalmamıştır”(!) sonucuna
ulaşmışlardır.
1940’ların CHP’Sİ’nin yaptıkları…
Yâni tıpkı 1945’lerdeki CHP zihniyeti gibi. İşte size
bir örnek: Yıl 1945. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü. Şemsettin Günaltay’ın
Başbakanlığında 3297 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı. Aynen yazıyorum: “Sivas
ilinin Divrik ilçesindeki harap ‘Hacı Recep’ diğer adı Boyalı camii’nin
satılması ….Bakanlar Kurulunca 12/11/1945 tarihinde kabul
olunmuştur.”
Bir örnek de Trabzon’dan: Yıl 1940. Cumhurbaşkanı
İsmet İnönü. Refik Saydam’ın Başbakanlığında 13402 sayılı Bakanlar Kurulu
Kararı: “Yapılan tetkikatta tarihi ve
mimari kıymeti olmadığı anlaşılan Trabzon’da
Molla Mısrî Mescidi’nin satılmasına izin verilmesi… 5 Mayıs 1940 tarihinde
kabul olunmuştur..”
1950’lerin DP’sinin yaptıkları…
Gelelim 1950’li yıllara. Yâni Adnan Menderes’in
Başbakan olduğu DP iktidarı dönemine. Bu dönemde de İstanbul’da İmar
uygulamalarıyla tarihi eserler yok edilmiştir. İşte sadece bir örnek: Yıl 1954.
Tarihi eserler kurulu’nun kararı: “İstanbul Vezneciler’de bulunan Camcı Ali
Camii’nin İmar planında yol güzergahına rastladığı ve Belediyece kaldırılarak
dosyada mevcut planda gösterilen yerde yeniden inşa edilmek istendiği
bildirilmekte ve kaldırılıp kaldırılmayacağı konusunda bir karar verilmesi
istenmektedir.” diye soruluyor. Kurul ise şu cevabı veriyor: “Camcı
Ali Camii eski eser olmadığından muhafazası lüzumlu bulunmadığına karar
verildi.” 1600’lü yıllardan
kalma cami için 1954’de “eski eser değildir”
hükmü veriliyor.
Bu ve benzeri birçok belge arşivlerimizde
duruyor.
Bugünkü Fatih ve Büyükşehir Belediyesi’nin uygulaması
aynen bunların kopyası.
Cinnet halinde bir Belediye için bu “tarihî emanetler”
metruk harabeler sayılır ve satılmasının (bugünkü deyimle imar değişikliğiyle
üzerine ticari, vs. binalar yapılması) hiçbir mahzur yoktur. Aksine “ihtiyaca binaen satılması”(!) gereklidir.
Bugün 1940’lı yılların CHP ceberrutluğu nasıl “lanet
ve dehşet”le hatırlanıyorsa, bu planları uygulamaya koyacak AK PARTİ’li Fatih
ve Büyükşehir Belediyesi de herhalde
HAYIRLA YEDEDİLMEYECEKTİR!
Tarihi eserlerin değil, gökdelenlerin, plazaların,
rezidansların İHTİRAM gördüğü bir ZİHNİYET!
Şehir ve mabed katliamlarının adresi olarak hemen
aklınıza CHP gelmesin. Söyledik ya bu bir zihniyet. İddiası, muhtevası, rengi, dili, siyasî
aidiyeti ne olursa olsun, nerede yaşadığının farkında, nelere sebep olduğunun
şuurunda, nelere muhatap olduğunun
idrakinde olmayan bir ZİHNİYET bu.
Hatırlayın: Trabzon’da CHP’li Belediye Başkanı şehir içindeki hayrat çeşmelerdeki
besmeleleri söktürürken yoğun tepki veren, karşı çıkan AK PARTİ; bu kez hem de
İstanbul’da daha feci bir katliama imza atıyor.
Bu katliama karşı herkes tepki vermeli! Özellikle de
Fatih ve İstanbul halkı! Ve de AK PARTİ’ye oy veren herkes. Belki bu tepkilerle ilgili belediye/ler neye
sebep olacaklarını düşünürler ve kararlarından vazgeçerler.
Ne yazık ki “tarih, kültür ve medeniyet” damarları
iktidarların eğitim ve kültür politikaları eliyle ısrarla ve taammüden
kurutulmaya çalışılan bir halk nasıl tepki verebilir? 10 yıllık AK PARTİ
iktidarının terkettiği 2 önemli alan da Şehir ve Kültür değil midir?
Tarih ve medeniyet idrakinin ne olduğunu anlayamayan
şehir yöneticilerine, Belediye Başkanlarına altını çizerek şunu söylüyoruz:
Herhangi bir tarihî eserin küçük bir parçası bile sizi
tarihî derinliklere götürür, bir tasavvura ulaştırır. Nasıl ki her türlü
objenin çağrışımları, uyaranları farklı ise,
tarihi bir eser karşısında da zihin
ve kalp çağrışımlarınız farklıdır. Özellikle de henüz idrak çağında olan
çocukların gördüğü tarihî eserler, onların zihinlerine o eserlerin ait olduğu kültür ve medeniyetten izler düşüreceğinin
idrakinde iseniz, o eserlerin de idrakindesiniz demektir.
Batı’da çok değil yüz yıl önceye ait küçük bir tarihi
taş parçası veya herhangi bir arkeolojik
kalıntı bile ‘koruma’ya alınırken, İstanbul gibi bir medeniyet şehrinin adeta “tarihî akciğer”leri yok ediliyor. Şehrin tarihi akciğerleri, yâni
tarihin nefes alıp verdiği günümüzdeki tarihî yapılar, anıtlar, eserler…
Yapılanlar karşısında kimden imdat isteyelim?
İstanbul’un tarihî silueti bozuluyor diye harekete
geçen UNESCO’dan mı?
Yoksa CHP’den mi istimdatta bulunalım?
Ey AK PARTİ’li Fatih Belediyesi!
Ey Büyükşehir
Belediyesi!
Üzerini kazımaya çalıştığınız o tarihî mescid,
medrese, tekke, çeşme ve hamamların sizin VARLIK NEDENİNİZ olduğunu hiç
düşündünüz mü?
TARİH’i eserleri KATLEDENLERin, bir gün TARİHİN
KISAS’ına tabi olacağını unutmayın!
Tarihî eserlerden veya kalıntılarından sökülecek bir
taş parçası tarihin bir sayfasını sökmek demektir.
Eyyüb El Ensarî’nin, İstanbul için şehid düşmüş
sahabîlerin ve Fatih’in kabirleri önünde işlenen bu cinayetlere kelime
bulamıyorum.
Size Tanpınar’ın bir cümlesini hatırlatalım da belki nasıl bir cinayet işlediğinizi
anlarsınız:
“CEDLERİMİZ
İNŞA ETMİYOR, İBADET EDİYORLARDI!
Siz ise cedlerinizin İNŞA
ettiklerini İMHA ettiğinizin farkında mısınız?
“Kentsel Dönüşüm”ün “rantsal dönüşüm”e tahvili işte
böylesine netameli bir sonuç getiriyor.
Avrupa’da 1900’lü yılların
sıkışmışlığının, dünya savaşları sonrasının aciliyet teorilerinin öngördüğü
şehirlerden farkı nedir? “Güvenlik”, “yeşil alan”, “sağlık merkezleri”,
“parklar” gibi vaatler modern şehir teorisyenlerinin 100 sene evvel bahsettiği
konulardı. Mesela, meşhur Fransız şehirci-mimar Le Corbusier’in söyledikleri
tamamen bunlardı. Hatta o bile kuzey Afrika ve Osmanlı şehirlerinden çok şey
öğrenmişti.
Sonraki 100 senede geçen tartışmalar,
itirazlar ve bahsi geçen vaatlerin insan-çevre ilişkisinde yeterli olmadığı,
insanın yeni hapishanelere kapatıldığı ve toplumsal mühendisliğin farklı bir
cephesi olarak insanlara yaşayacağı çevreyi dayatma anlamına gelen yeni
mahpuslar yaratma projelerine yönelik uyarılar 2012 Türkiye iktidarının
neredeyse hiç duymadığı, bîhaber olduğu
meseleler.. Batı Avrupa ve Amerika bile bu yetersizliği görerek yeni
yönelişlere girmişken, Türkiye iktidarı güç zehirlenmesini yaşıyor ve kentsel
dönüşümü pragmatik ve mekanik bir meseleye dönüştürüyor; 100 sene öncesinin
toplumsal-çevresel önerilerini dayatıyor. Amerika’nın sadece gökdelenlerini
görenler, oradaki ev stokunun yüzde sekseninin bir ve iki katlı bahçeli ahşap
evlerden oluştuğundan da bîhaberler.
İnsanın eşref-i mahlukat olarak yaşayacağı
çevrenin bir mühendislik meselesi olmadığı, “güvenlik”, “park” gibi
ihtiyaçların insanın çevresini oluşturmada onlarca başlıktan yalnızca ikisi
olduğu aşikar. Uzağa gitmeye gerek yok. Acaba Turgut Cansever yeni yerleşmeler
konusunda ne diyordu? Şimdi tekrar soruyoruz: İktidarın kentsel dönüşümle
ilgili cümlelerinde bir şehir ve medeniyet idraki, ihyası, inşası var mı?
“Güç
zehirlenmesi”ne
tutulmuş bir iktidarın tarih, medeniyet, şehir, irfan, idrak, zevk diye hiçbir
ölçü tanımadığı, elindeki “TOKİ terminatörü”yle bütün tepkileri yok ettiği
“kıyamet zamanları”ndayız.
“Cebimizde olduğu halde farkına varmadığımız,
unuttuğumuz ve bilmediğimiz bir şeyi keşfetmek, başkalarının ceplerindeki
şeyleri keşfetmekten çok daha zor. Gelin de, cebinizdeki delikten astarın dikiş
yerine kaymış kasa anahtarını, dışarıda İstanbul'dan Şimal Kutbuna kadar her
tarafta arayın; hem bulamayacak, hem de her aradıkça bir kat daha kaybetmiş
olacaksınız.
Bizim bütün
davamız ve devamız, bu misal içinde hülasâlanıyor.
Biz, herşeyimizi, herşeyimizi yeni baştan keşfetmek ve
herşeyimizle, herşeyimizle yeni baştan keşfolunmak zorundayız.
…...
Nasrettin Hoca'nın
teker teker üzerlerine işedikten sonra, 'Buna değmiş, buna değmemiş!'diye yine
teker teker yediği meyvalardan, öz meyvalarımızdan, hiçbirine hiçbir şey
değmemiş olduğunu keşfetmek...
Sürek avına çıkar gibi, bütün madde ve ruh
kıymetlerimizi çepçevre sardığımız, bunların tahlilini, terkibini, nisbetini,
mukayesesini yaptığımız ve her şeyi bir kıymet hükmüne bağladığımız gündür ki:
Keşfolunmuş
olacağız!
Keşfolunmanın arkasından da kurtulmuş olmak
gelecektir..”
Mevzumuzla kayıtlı
olarak söyleyelim ki; öncelikle şehrimizi keşfetmek ve kurtarmak… Bu da
“Kentsel Dönüşüm” denen mezalimi önlemekle mümkün.
Başbakan’ın, o her fırsatta şiirlerinden
mısralar okuduğu Üstad’ın bu cümleleri üzerinde biraz da Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı düşünse keşke. “Keşke” diyoruz çünkü, ne Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı, ne de ilgili diğer bakanlıklar, siyasiler, bürokratlar, teknik
adamlar böyle bir idrake sahip değiller.
İçim elvermiyor
ama gene Üstad’ın şu mısraları boğazıma düğümlendi:
“Geçenler geçti seni uçtu pabucun dama!
Çatla Sodom Gomore, patla Bizans ve Roma!”
Böyle bir akıbetten Allah’a sığınıyoruz.
“Artık çok geç
olacak!”, müthiş bir pişmanlığın ifadesi olarak Türkçemize yerleşen bir cümle.
20. yüzyılın batısını şekillendiren büyük mimar Le
Corbusier’in, 1942 yılında yayımladığı ve “bizim şehir”lerimize dair içinde çok
şey bulunan “Mimarlık Öğrencileriyle Söyleşi”sinde şehirlerimizin getirildiği
meş’um zamanları işaret eden şöyle bir trajik uyarısı var:
“İşgal yıllarıydı. Fransa’da çağdaş mimarlık, kötü
düşünceler taşıdığı, karışıklığa neden olduğu gerekçesiyle suçlanıyordu: geleneğe
ihanet etmişti, zararlı ufuklar açmıştı.. Paradan, kendini beğenmişlikten
kurtulan her düşünce, bir çıkış kapısı bulabilir, kendi yolunu çizebilirdi.
Metinler oluşturuldu ve imkan bulunduğunda yayınlandı: “Şehirciliği Düşünme
Biçimi”, “Üç İnsancıl Konum”, vb. Günün birinde Paris Güzel Sanatlar Okulu’ndan
gençler, bir Özgür Atölye açmamı istediler. Öneriyi geri çevirdim. “O zaman
bize bir mesaj verin!” Sonuç: gençlerin istediğini yerine getirmeyi amaçlayan,
oldukça özenli, küçücük bir kitap. Çabucak tükendi ve kitapçılarda bulunmaz
oldu. Aradan birkaç yıl geçti… Güzel Sanatların öğrencileri, yeniden ve ısrarla
bir Le Corbusier atölyesi istediler benden. “Teşekkür ederim sevgili dostlar,
ama cevabım olumsuz. Ne öğretebilirim size? Yetmiş yaşında bir adamın yaşam
felsefesini mi? 1927 yılında Zürih’te, Willy Boesiger “Le Corbusier’in bütün
yapıtlarını yayınlayınca bir “Corbu Öğretisi” kendiliğinden ortaya çıktı...”
Le Corbusier’in bu satırlarını okuduğumda sanki
rahmetli Turgut Cansever büyük bir dağ zirvesinden ülkemizin şehirlerine
bakarak konuşuyor zannettim. Aklıma, Cansever’in her biri “klasik” olan
eserleri geldi. “Eserleri” derken ortaya koyduğu mimarî eserleri kastetmiyorum;
yazılı eserleri, kitapları… Sanki o kitaplarını bize karşı okuyorlar diye hayal
ettim. “Cansever Öğretisi” diyebileceğimiz bir “yaşayan kitaplık” karşımızda
duruyor. Ama ne yazık ki bakan, gören, anlayan, işleyen, uygulayan yok!
Kaderleri aynı mı Le Courbisier ile Turgut
Cansever’in? Hayır! Birisi batıya damgasını vurmuş, sesine herkes kulak vermiş,
batı mimarisini ve şehirlerini yeniden kurmuş, şekillendirmiş, dönüştürmüş, ne
söylediği anlaşılmış bir usta. Diğeri ise “mimarisini, şehirlerini, geleneğini,
yâni medeniyet dilini unutmuş” bir dünyanın insanlarına bir ömür seslenmeye, konuşmaya
çalışmış ama kendi dilini anlamayan bir dünya tarafından fark edilemeyen büyük
bir usta, bir büyük muhakkik-mimar.
Akıbet böyle de olsa biz, zihnimizde Cansever’i mahfuz
ve mevcut tutarak ve Le Corbusier’in “geleneğe ihanet etmişti, zararlı ufuklar
açmıştı…” sözünden hareketle, “artık şehirlerimizde onulmaz yaralar açan” güya
‘yerli’ bir zihniyetin artık şehirciliği terk ettiğine işaret edelim.
Özelikle son 10 yılda şehirlerimizin -bilinçli mi
bilinçsizce mi olduğu meçhul-, katledilmesinde başta TOKİ olmak üzere Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’nın mevcut “zihniyet”iyle geleneğe ihanet ederek zararlı
ufuklar açtığına tekrar vurgu yapalım. Biraz daha ileri giderek söyleyelim ki;
TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı sadece zararlı ufuklar açmakla kalmıyor,
ufukları daraltıyor, mahvediyor. Bilinçli veya bilinçsiz fark etmez, çünkü
sonuç aynı yere çıkıyor. Aynı yere yâni şehir yıkımlarına, şehir harabelerine,
şehir cesetlerine…
Son on yıla (2002-2012) niçin özel bir vurgu
yapıyoruz? Çünkü, her alanda hummalı bir çaba içerisine giren ve siyasî
istikrarı sağlayan bir “tek parti”nin kültür, eğitim ve şehircilikte medeniyet
birikimimize katkı olabilecek ‘hiçbir şey yapmadığı’, yaptıklarının ise bu
birikimle örtüşmeyecek şeyler olduğunu düşünüyoruz. Bu düşüncenin sebebi ise,
hayatî önemdeki bu üç alanın siyasî iktidarca ‘hayatî önemsiz’ addedilmesi ve
‘misyon sahibi olmayan’ siyasîler ve bürokratlar elinde harcanmasıdır.
Son on yıllık kültür ve şehircilik tarihimiz (!) bu
düşüncemizi fazlasıyla ispat eder niteliktedir.
Biz, işin kültür ve eğitim boyutunun şehirciliği de
kuşattığının bilincinde olarak, şehircilikte ‘kötü yola düştüğümüze’ tekrar
işaret edelim. Kötü yola çünkü TOKİ tabutluklarını ‘yaşanabilir mekân’
zanneden, bunların toplamından da şehir çıktığını vehmeden bir anlayış maalesef
tarihî bir dönüşümü kaçırmamış, tam aksine heba etmiştir! Hem de müthiş
imkânlar ve tarihsel şehir birikimimize rağmen!
Bu noktada da Cansever hâlâ okunmamış bir “medeniyet
ve şehircilik kitabı” olarak karşımızda duruyor! Duruyor ama kim görecek, kim
okuyacak, kim anlayacak?
Kim görmeli, kim anlamalı? Öncelikle Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı, sonra TOKİ.
Onların da böyle bir derdi olmadığı ortada. Çünkü
yaptıklarının ne kadar “muhkem ve muhteşem” olduğuna inanıyorlar. Adeta o kadar
kibre kapılmışlar ki adeta bir Aşil kompleksi içindeler.
Tarih bir gün, ‘medeniyet iddiası taşıyan ancak tam
aksine ufuklar açan bir siyasî iktidarı” herhalde şehircilikte “yapmak
istemediler, yetersizdiler ve mahvettiler!” diye yazacaktır!
Le Courbusie’nin deyimiyle “paradan, kendini
beğenmişlikten kurtulan her düşünce, bir çıkış kapısı bulabilir, kendi yolunu
çizebilirdi.” Bu tespit bugünün iktidarı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığını
tarif ediyor sanki.
Paradan ve kendini beğenmişlikten kurtulamayan bir
siyasî irade ve onun ‘şehircilikten sorumlu aygıtları’ çıkış kapısı bulamaz,
kendi yolunu da çizemez. Çünkü çıkış kapısı aramıyorlar ve de kendi yollarından
o kadar eminler ki!..
Bütün bunları kendi şehrimize doğru daraltarak, tahsis
ederek, şehrimizi işaretleyerek söyleyelim ki; bütün şehirlerimizi kuşatan
“kentsel dönüşüm” katliamı ‘marka şehir’ teraneleriyle (Tsunami dalgalarının
şehre doğru hızla yol alan korkunç istilâsı gibi) yavaş yavaş şehrimizi
kuşatıyor.
“Kentsel dönüşüm” denilen bir kutsal(!) kelime adına
neler kurban ediliyor! Tarih, şehir, medeniyet… Yâni insan ve hayat!
Ey kendini mülkün sahibi sananlar ve mülkü dilediğince
tasarruf edenler! Size, bize, hepimize büyük ârif Eşrefoğlu Rumî’nin
mısralarıyla seslenerek sözü tamam eyleyelim ki belki bundan bir pay alırız :
“Kani bunda gelenler, mülk benimdir diyenler.
Şimdi gör nice onlar toprak oluban yatur!
Le Corbusier’le başladık, Cansever’le devam ederek
nereye geldik!
Mülkün ve şehrin akıbeti hayrolur inşallah!
(Günebakış, 7 Mart 2012)
Tarihten ne kadar kaçarsanız kaçın, ne kadar reddederseniz
reddedin, öyle bir an geliyor ki bilinçaltınıza yerleşen ‘tarih kodları’ sizi
bırakmıyor, onlardan sonuna kadar kaçamıyorsunuz. Aslında tarihten değil,
bilinçaltınızdaki ‘saplantılar’dan kaçıyorsunuz. Bilinçaltınız sürekli ‘tarih
sendromu’ yaşarken, siz tarihe karşı verdiğinizi zannettiğiniz savaşın sonunda
yenilgiye uğradığınızı bile fark etmiyorsunuz.
Bu durum herhalde sadece bize mahsus bir “ruh
hastalığı” olsa gerek.
Şehir tarihinde de öyle… Tarihten kalan ne varsa
onları yok etme, kalanlardan da tiksinme ve onları görmeme adına şehirde
yapılanları önce alkışlasanız, onaylasanız da, giderek “insana göre” bir şehir
tasarımı değil, ‘tarihinden intikam alma adına’ bir şehir terziliği-katliamı
yapıldığına şahit oluyorsunuz.
Tarihinden, tarihselliğinden kopartılan şehir sizi
sürekli kovalıyor. Bir süre sonra reddettiğiniz, kaçtığınız tarihin veya tarihî
şehrin silüeti altında eziliyorsunuz, ona izah edemediğiniz bir hayranlık
duymaya çalışıyorsunuz. Ancak bu sadece bir kültür hayranlığıdır. İçselleştirilmiş,
hazmedilmiş bir tarihî kültür değil.
Trabzon da bu anlamda 1930’lu yıllarda ‘büyük
katliam’lar yaşamış bir şehirdir. Şehir katliamı, cumhuriyet ideolojisini ne
pahasına olursa olsun yerleştirme adına yapılmıştır. Konunun ayrıntılarına
girmeyeceğiz. Sadece İmaret külliyesinin yıktırılıp üzerine bugünkü Atapark’ın
inşa edilmesi örneği yeter…
Medeniyet şehirlerinin böyle bir trajik kaderi var.
Tarihte, ‘yaşanmaya değer hayat’a tecelligâh olan şehirlerin muhteşem bir
kemalden müthiş bir zevale uğraması neredeyse kaçınılmaz olmuş.
Cumhuriyet ideolojisinin önemli yazar, edebiyatçı,
siyasetçi ve mübelliğlerinden Falih Rıfkı Atay’ın 1932’de bir gazetede yazdığı
‘alev ve beton’ başlıklı yazısı 79 yıl sonra günümüz şehirlerine, özellikle de
şehrimize yapılan ‘kötülük’leri anlatıyor sanki. Cumhuriyet ideolojisinin şehir
tasarımında, tarihî binaların-mekânların yıkılıp batıdan apartılan
apartmanlarla donatılması karşısında Falih Rıfkı isyan ediyor. Sadece
İstanbul’da yapılanlar karşısında donup kalan yazar, diğer medeniyet
şehirlerinde yapılanları görseydi nasıl tepki verirdi bilemiyoruz. Falih Rıfkı,
kendi tarihine duyduğu nefreti sözkonusu yazısının sonunda “biz maziye bin kere
daha üstün bir istikbale doğru giderken, hiçbir işimizde sevmediğimiz maziye hasret
çektirecek müsamahalara göz yummamalıyız.” diyor. Böylesine bir tarih nefreti
haçlıları bile çıldırtacak türden bir nefrettir.
Falih Rıfkı, 1930’larda İstanbul’daki şehir katliamı
ve şehrin betonlaştırılmasına isyan ediyor: “Kırmızı alevden daha korkunç bir
canavarın, zevksizliğin, bilgisizliğin, kontrolsüzlüğün canavarlaştırdığı
betonun bu sefer İstanbul’un bütün güzelliğini yalnız tahrip değil, yok
ettiğini göreceksiniz…. Hep birbirinden kopya, plan parası verilmemek için yapı
kalfalarının kafasından çıkmış ve kalfa kafası kadar karışık ve berbat
apartmanlar, hep birbirine denizi kapayarak, hep bahçeleri sökerek, müthiş bir
çığ gibi yuvarlanıp duruyorlar… O kadar ki.. bütün şehircilerin ve hijyen
adamlarının ikametgâh hakkındaki bütün kararlarının tersine şehircilik ilmine
taban tabana zıt olarak hiçbir mimarî zevki olmayan san’atın, tabiatın,
hıfzıssıhhanın, ilmin, fennin, düşüncenin ve duygunun aleyhine ve inadına
İstanbul şehri çirkinleştirilmekte ve artık ne alev, ne de zelzele ile
temizlenemeyecek tarzda çirkinleştirilmektedir. Cahil ve san’atsız beton
canavarını çabuk sıkboğaz ediniz.”
Bugün, şehirlerimizde ‘kentsel dönüşüm’ adına
yapılanların bilgisizlik ve zevksizliği aşmış bir ‘şehir ihaneti’ olduğunu
söylemenin bile fantezi olduğu idraksizlik ikliminde yaşıyoruz.
1930’larda “devlet eliyle” yapılan şehir katliamı
2010’larda gene “devlet eliyle” yapılıyor. Devletin sadece şehirlerimize değil,
en ücra kasabalarımıza kadar bir “mızrak” gibi sapladığı “TOKİ” yapıları,
1930’lu yılların cumhuriyet ideoglarının hayallerini süslüyordu. Ömürleri
yetmedi ama tasarladıkları şehirlere ‘devlet eli’ 70 küsür yıl sonra
ulaşabildi. Onlar bile temelini attıkları (daha doğrusu tarihî temelini yok
etmek istedikleri) “cumhuriyetin şehirleri”nin bu derece ‘görkemi’ karşısında
şaşkınlıktan dillerini yutarlardı herhalde!
1930’ların edebiyatçı, sanatçı, siyasetçi, şehir
plancısı, devlet adamı, vs.leri bugünün devlet yöneticileri (özellikle de
TOKİ)’nin marifetiyle şimdi mezarlarında rahat uyuyorlardır (!)
Falih Rıfkı gibi bir “Cumhuriyet İdeologu”nu
1930’larda çıldırtacak şehir katliamları 2010’larda TOKİ’nin “Kentsel
dönüşüm”lerinin muhteşem başarıları olarak karşımıza getiriliyorsa o şehri
idrak terk etmiş, ahlâk ve zevk o şehirden kaçmış demektir.
Bugünün iktidarları, bayındırlık ve imardan sorumlu
bakanları, TOKİ yöneticileri belki Falih Rıfkı’nın sözkonusu yazısını okurlar
da “ne yaptıkları”nı sorgularlar. Yaptığı işin ‘marifet’ olduğunu ve de
‘taltif’ edildiğini, alkışlandığını görenlerin böyle bir sorguya ihtiyaç
duymadıkları da bir gerçek. Problem; dünün medeniyet idrakli mimarı ile bugünün
‘kalfa kafası’ arasındaki farktadır. Tarihî şehirlerimizin inşası ile TOKİ’nin
oluşturduğu şehir siteleri arasındaki ‘idrak’ farkı, problemin kaynağıdır.
Şehirlerimizi “kırmızı alevden daha korkunç bir
canavar”ın zevksizliği, bilgisizliği ve idraksizliğine teslim ederseniz ortaya
gördüğünüz şehir manzarası çıkıyor. TOKİ adeta şehirlerimizin DOKU’suna
musallat olmuş bir kasırga gibi esip yıkmaya devam ediyor.
Büyük Şair Fuzulî’nin meşhur mısraının ilgili
olmamasına rağmen yeri burası: “Ben isterim belâyı, çün ister belâ beni !”
· Doğruyu gösterme imkânına sahipken yanlışla,
· Güzeli inşa etme imkânına sahipken çirkinle
şehirlerimizi istilâ eden ZİHNİYET ancak yeni bir zihniyet ve idrakle yok
edilebilir.
Şehrimiz Trabzon’a da bir ‘fatih’ edasıyla davet
edilen ve giren TOKİ, bakalım daha ne işgallere, ne katliamlara imza atacak?
Bunun hesabını, daha doğrusu faturasını gelecek nesiller hak etmedikleri
biçimde ödeyecekler!
Ne yapalım?
Şehrimize bakıp da Yahya Kemal gibi hüzünlenelim mi?
“Şehirden çıkıp birkaç fersah uzaklaştıktan sonra, bir
dağ tepesinde birkaç saat geçiren insan, bu zamanlarda, fena bir rüyadan uyanır
gibi oluyor. Ruh da tıpkı hava gibi alçaklarda bulanık, yükseklerde saf;
şehirlerden dağlara çıkınca tortusu dibe iniyor…”
Biz de şehrimizden uzakta şehrimizi seyrederken
bunları düşünüyoruz.
(Günebakış, 16 Şubat 2011)
Osmanlı’nın yıkılışından sonra kurulan Cumhuriyetle
birlikte asker, siyasetçi, bürokrat, vs. tüm inkılâpçılar niçin önce tarihe ve
şehirlere saldırmıştır? Niçin kendi kurgularına göre tarihi yazmaya ve tarihî
şehirleri yıkıp-kurmaya girişmişlerdir? Bu sorulara verilecek cevap: Tarih ve
şehir korkusu olsa gerek!
Çünkü şehirler tarihin taşıyıcısıdır, şahitleridir.
Çünkü tarih şehirler üzerinden yazılır. Yönetimi ele geçiren gücün en çok
korktuğu, ürktüğü kendinden önceki tarih ve şehirdir. Onun için istilâcıların
ilk yaptıkları şehri yıkmak, kütüphanelerini yakmak oluyor. Tarihe ve şehre
tahammül edemiyorlar. Çünkü tarihi yeniden yazmak ve yazılana inandırmakla
şehri yeniden kurmak ve insanları o şehre bağlamak ve yeni bir dizayn yapmak,
gerçekleştirilmesi oldukça zor bir proje.
Bir şehrin yıkımı için illâ ki yabancı istilâcılar
gerekmiyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “işgal ordularının da
yapamayacağı bir cinayetle” yerli görünenlerin istilâları da aynı akıbeti
getiriyor.
Yeni kurulan Cumhuriyete uygun bir tarih oluşturmak ve
gelecek nesillerin yaşayacağı şehirler kurmak, bir anlamda öncelikle var olan
tarih ve şehirlerin imhasını zorunlu kılıyordu. Böyle de oldu. Tüm tarihî
şehirlerimizde, medeniyetimizin tarihî eserleri, yapı stokları ve medeniyet
değerlerini hatırlatan ne varsa hepsine yönelik bir imha hareketi başlatıldı.
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte İstanbul’dan başlayan ve bütün tarihi
şehirlerimizi kuşatan “şehir ve tarih katliamları”nın nasıl yapıldığını bugün
dehşetle okuyoruz, anlayabiliyoruz.
Biz bu şehir katliamlarını okurken bile ürperirken, bu
katliamları yapanların ve bu katliamları çaresizce seyredenlerin nasıl bir ruh
halini yaşadıklarını tahmin edemiyoruz.
Trabzon da bu “şehir katliamları”nın yaşandığı tarihi
şehirlerimizden… Önceki yazılarımızda “İmaret-i Hatuniye Külliyesi”nin zamanın
zihniyetince 1930’larda Umumi Müfettiş Tahsin Uzer emriyle nasıl imha
edildiğini bu satırlarda anlatmıştık. Merak edenler olursa Yrd.Doç.Dr.
Ö.İskender Tuluk ve Yrd. Doç.Dr. H.İbrahim Düzenli’nin hazırladığı “Trabzon
Kent Mirası: Yer, yapı, hafıza” isimli eserde ayrıntılarını dehşetle
okuyabilirler.
Bugün anlatacağımız/aktaracağımız olay ise gene böyle
bir “şehir ve tarih katliamı”ndan trajik bir kesit…
Konya, Erzurum, Karaman, Kilis, Aksaray başta olmak
üzere birçok şehrimizin tarihini bir kuyumcu titizliğiyle yazan önemli şehir
tarihçilerimizden rahmetli İbrahim Hakkı Konyalı, hayatını adadığı tarih ve
şehir araştırmacılığında kendi şehri olan Konya’ya ilişkin öyle bir olay
anlatır ki, tam bir “şehir katliamı” denilen türdendir. Hem de Selçuklu
Medeniyetinin taç şehri Konya’da !
Merhum Konyalı’nın şahit olduğu “şehir katliamı”
şehrimiz Trabzon’un 1930’lu yıllarda yaşadığı katliamlarla aynı zaman diliminde
gerçekleşiyor…
Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı merhumun, 1978 yılında
Sebil dergisinde yayınlanan, bizzat şahit olduğu bir hadiseyi ibretle, dehşetle
dikkatlerinize sunalım:
"On ikinci Kolordu Kumandanı Miralay, sonra paşa, Fahrettin Altay
Konya'da sayısız târihî ve mi'mârî âbideleri katili olmuştur. Birçok cami,
mescid, medrese, türbe, hankah, mektep, çeşme ve kabristan yıktırmış, yok
ettirmiştir.
Bu gibi târihî yadigârların yalnız müsamaha edilmeyip horlandığı zamanda
değil, ayrıca Türk ve İslâm târihinin kara lekesi gibi görüldüğü bir zamanda,
Fahrettin Altay elinde bastonuyla Alaaddin Tepesi'ne çıkarak gözüne kestirdiği
herhangi bir mîmârî âbideye işaretle,
'-Yıkın bunu!' derdi. Kimse de itiraz edemezdi. Bunu sözde şehri i'mar
kastiyle yapıyordu...
"Bir gün Şerefeddîn Câmii’nln bitişiğindeki Şerefeddin Türbesinin
yıkımına başlanmıştı. Fahrettin Paşa'nın emir ve kumandasıyla kazmalar ve
kürekler faaliyete geçmişti. Bu Selçuklu devrinin mahrutî kümbetli türbesi
sanki yekpâreleşmiş ve kayalaşmıştı.
Ben bu eski eser cellâdının gölgesi olmuştum. Onu takip ediyordum...
Korkunç yıkım işi devam ediyordu. Mahrutî kubbe erimiş, ikinci ve mescid kısmı
yok olmuştu. Yıkım devam ederken, Selçuklu türbe mimarisinin o vakte kadar
bilinmeyen bir hususiyeti ortaya çıkmıştı.
Cenazeliğe konan cesetlerin neşredecekleri(yayacakları) kötü kokuları
dışarıya atmak için mimar, tâ bodrum kattan itibaren hamam tüfekleri tarzında
hava delikleri yapmıştı. Bu delikler bütün duvar içinden kümbedin üstüne kadar
devam ediyordu. Bunları gördüm ve paşaya da gösterdim.
Dinamitle devam eden yıkma işi bodrum kata gelmişti. Şerefeddin'in tabutu
göründü. İçinde na'şı vardı. Belediyeciler çöp arabasıyla bu büyük Selçuklu'nun
na'şını alarak bir çukura götürüp attılar. Ben yıkım işi başlarken paşadan rica
etmiştim:
"- Paşam, bu türbe Konya'nın en eski Selçuklu eserlerindendir. (Sahibi
de) Camiin ilk bânisidir. Cami yıkılmayacağına göre bu türbe de yıkılmasın!
"Fakat ona kimse mâni olamazdı."
Tam bir sadist ruh!
Fahreddin Altay sadizminin, Kudüs’ün Osmanlı
hakimiyetinden çıkmasıyla Şam’da Selahaddin Eyyubi’nin mezarını tekmeleyerek
“Ey Selahaddin dinle, haçlı seferi şimdi bitti! Biz yine geldik.” diyen Fransız
Generali’nin sadizminden farkı var mı? İlgilinçtir ki her iki olay da aynı
zaman dilimine rast geliyor. Biri Selahaddin Eyyubi’nin kabrini tekmeliyor,
diğeri Konya’da Selçuklu Sultanının naşını çıkarıp çöp arabasıyla bir çukura
attırıyor.
Rahmetli İ.Hakkı Konyalı’nın “eski eser cellâdı”
dediği bu “tarih ve şehir cellâdı”nı takip ederken
yaşadığı dehşeti ve bir şey yapamamanın verdiği
ızdırabı tahmin edemiyoruz…
Başka hiçbir ülkede yaşandığına şahit olamayacağımız
bu hadise, nesillerin kanını donduracak türden… İnkılâpçılığını şehir ve tarih
katliamına endeksleyen bu zihniyet ülkemizde uzun süre hâkim oldu.
Biz işin şehir ve tarih tarafıyla alâkalı olarak
söyleyelim ki; tarihi hatırlatan ne varsa yok edilen şehirlerimizde, 80-90 yıl
sonra gördüklerimiz ve yaşadıklarımız, Konya’da Fahrettin Paşa gibi, Trabzon’da
Tahsin Uzer gibi “şehir celladları”nın yıktığı yerlerde yapılanlar hiç de
onları aratmıyor…
Kentsel dönüşüm adına şehirlerimizde son yıllarda
yapılanları gördükçe, cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan şehir katliamlarıyla
aralarında nasıl bir fark var diye sormak istiyoruz. Onlar neyi imha
ettiklerini iyi biliyorlardı, ama bugünün şehir yöneticileri neyi ihya
edeceklerini bilebiliyorlar mı? Eğer biliyorsalar vebali de aşmış toplu şehir
katliamlarına imza attıklarının farkında olmalılar…
Fahrettin Altay, Tahsin Uzer ve o zihniyette olanlar
“neyi yıkacakları”nı biliyorlardı. Bugünün şehir yöneticileri “ne
yapacaklarını” biliyorlar mı dersiniz.
Ne dünya görüşü, ne medeniyet, ne tarih, ne şehir, ne
zaman, ne mekân, ne de insan derdi olmayanların “şehir yöneticisi” olduğu
zamanlarda şehirlerimizde yapılanlara ‘kıyamet alametleri’ demekten başka bir
şey diyemiyoruz.
Bugünün şehir yöneticilerine yapılacak en önemli
tavsiye herhalde şu olmalı: “Şehir için bir şey
yapmak istiyorsanız; bu zihniyetle şehir için hiçbir
şey yapmayın! Şehre yapacağınız en hayırlı hizmet hiçbir şey yapmamak, şehre
dokunmamaktır!”
Tarihe ve şehre sorumlu olduğunun idrakinde olanların
hatırlamaları gereken “dehşet bir not”a bir de biz şahitlik etmiş olduk.
(Günebakış, 2 Kasım 2011)
12. yüzyıl şairlerinden Genceli Nizamî İskendername
isimli eserinde Büyük İskender’in Doğu seferinde bir şehre uğradığını ve o
şehrin İskender’e olağanüstü ilginç geldiğini anlatırken, kentin sahip olduğu
değer ve ahlâktan kesitler verir. Farabi’nin “Medinet-ül Fâzıla”sı gibi bir
“ideal şehir” tasavvuru olan İskendername’de, İskender Kuzey seferinden
dönerken daha önce hiç kimsenin bilmediği, görmediği çok güzel bir şehre
rastlar. Her tarafı yemyeşil verimli arazilerle dolu, akarsuları bol, meyve ve
bahçeleri muhteşem, sayılamayacak kadar koyun, inek ve atlarla dolu bu şehrin
ilginç bir özelliği vardır: Bahçelerinin etrafında herhangi duvar veya çit
bulunmaz, bekçisi yoktur, sürülerin başında çoban da yoktur.
İskender’in ordusunda bir asker ağacın birinden meyve
koparırken yere düşer ve felç olur. Bir koyunu yakalamaya çalışan diğer bir
asker sıtmaya tutulur. Bunun üzerine İskender hiçbir şeye dokunulmamasını
emreder. Bazı bilge kişileri yanına alan İskender uzaktan görünen şehre doğru
ilerler. Fakat daha da ilginci, zamanın bütün şehirleri surlarla çevrili ve
kapıları varken bu şehrin ne surları ne de kapıları vardır. İskender şehirden
içeri girer, daha da şaşırır çünkü türlü türlü nimetlerle dolu olan dükkanlar-işyerleri
de kilitsizdir, kapıları açıktır.
Şehir halkı İskender’i sevgi ile karşılar ve onu bir
saraya getirirler, sofra kurarak hizmet ederler. Yemekten sonra İskender bu
şehirde gördüklerinin sebebini sorar. Şehrin yaşlıları ona “Bizler kadîm
zamanlardan beri burayı yurt edinmiş bir halkız. En önem verdiğimiz değer;
doğruluktur.” derler. Şehir halkının huzur içinde oluşu da doğruluklarından
kaynaklanmaktadır. Yaşlı bilgeler “Biz kesinlikle yalan söylemez, hiçbir
şeyi sorgulamayız. Allah’tan gelen her şeye şükrederiz. Zor durumdakilere
yardım eder, zarara uğrayanların zararını karşılarız.” derler.
Mülkiyet ihtiraslarının olmadığı şehirde toplumsal
statü savaşları da yoktur. Nizamî’nin bu “ideal kent”inde müthiş bir huzur,
güven ve emniyet ortamı mevcuttur. Nizamî bu şehrin “ilâhi bir güçle
korunduğu”nu ifade eder. Eğer bir yabancı şehrin ‘değer’lerine saldırırsa
kalbine bir ok saplanır ve anında ölür. “Vahşi hayvanlar bile sürülerimize
bir zarar veremezler” der. “Bizler tohumu tarlaya eker ve bir daha hasat zamanı
uğrarız. Bütün işlerimizde Allah’a tevekkül ettiğimiz için tarlalarımız da bire
yediyüz mahsül verirler.”
Bu ideal kentte önemli bir ilginçlik daha vardır. O da
paranın hiçbir değer taşımayışıdır. “Altının, gümüşün bizim için hiçbir
değeri yok. Onun için cimriliğin ne olduğunu bilmez, birisinden zorla hiçbir
şey almayız.” der.
Nizamî, bu ideal kentte halkın tabiatla barışık
yaşadığına da dikkat çekerek, “Gereksiz yere avlanmayız, ihtiyacımız
olduğunda av hayvanları kendileri gelir ve biz de gerektiği kadar avlarız” der.
Gene Nizamî’nin bu ideal kentinde insanlar başlarına
gelen musibetlere karşı rıza içindedir ve “kaza ve kader”e inanmışlardır, onun
için de bunları lütuf sayarlar.
“Şehrimizde ancak yaşlılar ölür
ve biz onlar için yas tutmayız. Çünkü bunun bir işe yaramadığını biliriz.
Birisinin yüzüne karşı söylenmeyecek şeyi onun arkasından söylemez,hiç kimsenin
işine karışmayız” diyerek
ilâhi kadere inançlarını dile getirir.
“Aramızda yaşayacak kişi de
bizim gibi doğru, temiz ve kanaatkâr olmalıdır” diyen Nizamî, bu değerlerin
kentliler için vazgeçilmez nitelikte olduğunu belirtir.
Nizamî’nin “İdeal kent”inde gördükleri ve duydukları
İskender’i öylesine şaşırtır ki artık dünyayı dolaşmaktan vazgeçer. İskender
o zamana kadar böyle bir şehir ve şehir halkını ne işitmiş ne de kitaplarda
okumuştur. Hayatı boyunca aradığı şeyin böyle bir şehir, halk ve değerler
olduğunu anlar ve şehir halkına hazineler bağışlayarak kendi vatanına doğru
tekrar yola çıkar.
Nizamî, 9 yüzyıl önce yazdığı eserde “değer”le
“ahlâk”ın bütünleştiği bir ideal kent tasarımı ortaya koymaktadır.
Nizamî’nin bu “ideal kent”i, genel ve geniş anlamda
iki dünya görüşünün yâni doğu ve batının temel ayrışma çizgilerini, değerlerini
de ortaya koyuyor. Şehir ve ahlâk, şehir ve değer, şehir ve geçicilik gibi
varoluşa ilişkin konu ve sorulara da ışık tutuyor.
Böyle bir şehir gerçekten var mı, demeyin. Çünkü;
olması gereken her şey öncelikle “tasavvur”a muhtaçtır.
Gerek batı gerekse doğu edebiyatında “ideal kent” veya
“kent ütopyaları”nın çok fazla olmadığı göz önüne alındığında Nizamî’nin
İskendername’sinin önemi anlaşılır. Türkçeye hâlâ çevrilmemiş olan bu güzel
eserin, tarihi “şehir ütopyaları”mız arasında önemli bir “klasik” olarak yer
alacağını düşünüyoruz. Gerçi bu konuda bir ilk olan Farabi’nin “Medinetül
Fazıla”sı bile gerekli ilgiyi görmedi ki Nizamî’nin “İskendername”si mi
görecek?
Hayalinizde bir şehir ütopyanız varsa yâni “yaşanmaya
değer” bir şehir tasarımınız varsa, bunu reel kılmak için çabalarsınız. Ütopya
hiçbir zaman “gerçekleştirilmesi mümkün olmayan”, sadece hayale konu olan
değildir. Hayalden hakikate akan bir ‘tasavvur’dur.
Bugünkü şehir yöneticilerimizde olmayan da budur.
Yâni, ‘ideal şehir tasavvuru’nun olmadığı şehir yöneticilerinin mebzûl miktarda
şehirlerimize musallat olduğu, birbiriyle yarıştığı bir ülkede şehirlerimizin
haline acımaktan başka yol bulamıyoruz.
Evet… Bizim şehrimiz yapıların toplamından ibaret
değildir. Değişik mekânların bir coğrafyada düzenli veya düzensiz sergilenişi
şehri meydana getirmiyor. Yâni, yaşayanların “yaşanmaya değer” şehirde (İdeal
kent’te) “değer ve ahlâk”la varoluşlarıdır esas olan.
Medeniyet ve şehir idraki, öncelikle şehre dair
hayalle başlar. Şehre dair hayali olmayanın şehre dair hakikati de olamaz!
Not: Konu ile ilgilenenlere İdeal Kent Dergisi’nin
‘Kent Ütopyaları’ konulu 5. sayısını tavsiye ederim.
Yahya DÜZENLİ, Ol Şehri Yıkılır Gördüm,-
Şehir, Medeniyet ve Katliam-Trabzon Yazıları,Aralık, 2012, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar