İLÂHÎ NİZAM VE KÂİNAT-Bedri Ruhselman
1959 yılında “Önder” adını verdiğimiz Büyük Vazife
Plânı'ndan gelen bu bilgiler, Bedri Ruhselman tarafından düzenlenmiş, o
tarihten beri noter, banka kasalarında muhafaza edilmiş zamanı geldiği için
54yıl sonra orijinaline sadık kalınarak yayınlanmıştır.
Bu kitap etrafımızda gördüğümüz, hissettiğimiz, yarım olarak
tabiat diye adlandırdığımız ahengin bir parçasıdır. Kâinatımızda, tekâmül diye
adlandırabildiğimiz o nurlu yolun, insanların bilgilerine olan bir köprüsüdür.
İnsanın dar bir madde hayatını, geniş ve idraki olan ileri bir safhaya bağlayan
biricik: yoldur. Bu ne bizim, ne siz insanların, ne de hiçbir kimsenindir. Bu,
İlâhî nizamın, insanlara bir hediyesidir. Yâni tabiattan bir parçadır.
Bu kitap, ünite dediğimiz idrak vahdetinden, insanların
tekâmül ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde, vazifelileri tarafından
dünyaya verilmiştir.
Kâinat bir tane değildir. Kâinatlar sonsuzdur. Ve
kâinatların sonsuzluğu mutlak erişilmezliğin bir zaruretidir. Bu sonsuz
kâinatların hiçbirisi diğerinin mahiyetini taşımaz. Ve her kâinatın karakteri o
kâinatın anası olan esasî cevheri ile taayyün eder. Bizim kâinatımızın esasî
veya aslî cevheri, mutlak hareketsizlik ve amorf olan madde hâlidir.
Aktif ve tekâmül ihtiyacı olan ruh, pasif kâinatlar için bir
gayedir. Yâni ruhlar, davranışlarının akislerini kâinat cevherleri üzerinde
göre göre ihtiyaçlarını giderirler. Şu hâlde kâinatlar, ruhların tekâmül
dediğimiz ihtiyaçlarına cevap veren sahalardır. Sembolik olarak bunu şöyle
ifade ederiz: Kâinatlar, ruhların tatbikatlarına yarayan ve o tatbikatların
neticelerini tekrar ruhlara aksettiren, kendi cevherlerine has birer vasattır.
Aktif olan ruhlar tekâmülleri için, pasif olan çeşitli kâinat cevherlerinin
sonsuz imkânlarını ihtiyaçları nisbetindebilvâsıta kullanarak tekâmül ederler.
Ne kâinatlar mevcut olmazsa ruhların bilemediğimiz kendilerine mahsus yüksek
ihtiyaçları giderilebilir, ne de ruhlar olmazsa kâinatların hikmeti vücudu
ortada kalır. Bunlar birbirleri ile daima başbaşa yürürler. O kadar ki ikisinin
arasında kat'î ve ebedî bir erişilmezliğin mevcudiyetine rağmen, bunlar âdeta
birbiri ile sımsıkı kucaklaşmış ve birbirinin içine girmiş gibidirler.
**
Burada akıllara şu sual gelir: Mademki ruhlarla kâinatlar
arasında bu kadar kat'î bir erişilmezlik vardır, nasıl oluyor da birbirinin
içinde imiş gibi ruhlar kâinatların bütün imkânlarından zerresine varıncaya
kadar istifade edebiliyorlar ve ruhlarla kâinatlar birbiriyle
kucaklaşabiliyorlar?
Evvelâ şunu söyleyelim ki birbirinden kat'î bir erişilmezlikle
ayrılmış bulunan ruhla kâinat arasındaki münasebetler, katiyen direkt olmayıp
endirekt yollardan vukua gelmektedir. Burada büyük bir hakikati dünyaya
bildirmenin lüzum ve zarureti vardır. Bu hakikat şudur: Hem namütenahi bir sıra
takip ederek düzenlenmiş çeşitli ve her birinin mahiyeti başka cevherlerden
müteşekkil, birbirinden daha şümullü ve sonsuz varyeteleri havi kâinatların
üstünde, hem de bu kâinatlarda ebediyen tekâmüllerine devam edecek olan
namütenahi vüs'at ve şümullere sahip ruhların üstünde, her ikisine hâkim yüksek
prensipler vardır ki bunlar ruhların ve kâinatların ileriye ve geriye doğru
olan bütün durum ve mukadderlerini tâyin, takdir ve tensip ederler. Bunların
mahiyetlerini biz ne biliriz, ne de onlar hakkında en küçük bir sezgiye sahip
olabiliriz. Zira bu büyük hakikat sonsuz ruhlar âleminin ve ebedî kâinat
cevherleri zincirinin üstünde, mutlak bir erişilmezlikle onlardan ayrılmış
bulunmaktadır. Aslî prensip dediğimiz bu hakikatin izahına dair bir tek fikir
beyan etmekten, bir tek söz söylemekten âciziz. Zira buna imkân verecek hiçbir
kudret, hiçbir meleke, hiçbir idrak veya sezgi madde kâinatında mevcut değildir
ve olamaz. Yalnız erişilmezliğin erişilmezliği olan bu büyük hakikati, sembolik
bir isimle aslî prensip diye yadedeceğiz. Kâinatlar içinde, kâinatlar üstünde
ve ruhlar arasında bulunan her hakikat aslî prensibin hâkimiyeti ve nizamı
altındadır. Kâinatımızdaki bütün oluşlar, akışlar, her şey ancak onun
icaplarıyla tahakkuk edebilir. Bu husustaki bütün İlâhî mefhumları insanların
idrak derecelerine ve bilhassa sezgi kabiliyetlerine bırakıyoruz.
İşte ruhlarla kâinatların, aralarındaki erişilmezliğe rağmen
birbiriyle kucaklaşmış durum arz etmeleri aslî prensip dediğimiz bu yüksek
prensibin icapları ile gerçekleşmektedir. Aslî prensibin kudreti, bir taraftan
ruhları içine alırken (bu tâbir semboliktir) aynı zamanda kâinatları da içine
almaktadır. Ve ruhlarla kâinatlar bu yüksek prensip muvacehesinde, sanki bir
aynadan aksettiriliyormuş gibi birbirlerine aksettirilirler. Bittabî buradaki
ayna mefhumu da gene bir semboldür. Fakat bu ayna sembolünü de aslî prensip
yerine koymamalıdır. Burada aslî prensibin kâinatlar ve ruhlar münasebetine ait
kudretinin en küçük bir cephesinin ayna sembolü ile ifade edilmesi bahis
mevzuudur ki bunu da ancak bu kadarla anlatabiliriz.
Şimdi, dünya diliyle bu bilgiyi biraz daha açalım. Aslî
prensipten gelen tesirler ruhların ihtiyaçlarına göre, amorf kâinat cevherini
harekete getirirler. Ve orada madde cevherinin sonsuz varyetelerini
şekillendirirler. Demek ki cevherî kıyas bakımından ruh, kâinatın içinde
değildir, ama kâinat cevherinin içinde kendisinin, süptil bir madde varlığı
tarafından temsil ve ifade olunması bakımından da kâinatın içindedir. İşte
gelecek mevzularda tekrar ele alınacağı gibi, maddelerin şekillenme ve
hâllenmelerinin hangi hedefe mâtuf olduğunun ilk bilgisini burada vermiş
bulunuyoruz.
**
Dünyada daima ikilik mevcuttur. Her şeyde, maddenin bütün
radyasyonlarında, maddenin esasında, teferruatında, maddenin varyasyonları olup
da maddeden ar gibi görünen bütün ruhî hâllerde, cansız denilen maddelerde,
canlı denilen maddelerde, fertlerde, fertlerin birbirlerine karşı durumlarında,
kolektivitede, hislerde, fikirlerde velhâsıl müşahede edilebilen ve edilemeyen
dünyanın bütün şartlarında düalite prensibi ve değer farklanması mekanizması
hâkimdir. Ve maddenin vahdet gibi görünen her hâlinde birbirine zıt
karakterde ve muvazene hâlinde iki unsur daima mevcuttur. Bir ünitede bu
zıt unsurların mevcut bulunması şarttır. Zira bu olmaksızın madde teessüs
edemez, yaşayamaz, dağılır. Ve madde mevcut olamayınca da hiçbir şeyin
varlığından bahsedilemez.
Dünyada ve bütün âlemimizde tek, vâhit gibi görünen her şey
aslında birbirine zıt karakterde, birbirinden aslâ tecrit edilemeyen zıt
durumda iki değerden müteşekkildir. Fakat bu zıt değerler birbirinden müstakil,
tamamen ayrı iki unsur değil, bir tek birimin karakterini meydana getiren,
birbirine bağlı fakat zıt görünüşlü iki unsurdur.
Bizim âlemimizi teşkil eden bütün cüzüler ve bu cüzülerden
biri olan dünyanın ilk maddesi dahi düalite prensibinin şümulü dışında kalamaz.
Bu husustaki esaslı bilgiyi hulâsa olarak tekrar ediyoruz:
a Birim, düalitenin ismidir. Onun için buna birim düalite
diyoruz.
b Düalitenin zıtları tek birer değerden ibaret değildirler.
Onlar da gene daha küçük çapta birer birim düalitedirler, yâni beheri birer
düalit e olan birimlerdir.
c Düalite ilk maddenin teşekkülü bahsinde izah edileceği
gibi, hareketin ilk kaynağı ve esasıdır.
d Düalite mekanizması olmaksızın hareket ve hareket
olmaksızın madde hâl ve şekilleri mevcut olamaz.
e Düalite ruh ve madde durumunun dünyadaki aslî görünüşüdür.
Sonuncu bentte geçen fikirler hakkında izahat vermenin
lüzumlu olduğunu hissediyoruz. Madde kâinatında ruhla madde bir arada
bulunamaz, demiştik. Yâni kâinatta birbirine doğrudan doğruya, direkt olarak
tesir eden ruh-madde mefhumu reel bir mefhum olamaz. Ancak, bu ifadeden de
ruhun varlığını inkâr etmek ve yalnız maddenin mevcudiyetini kabul etmek
mânâsını aslâ çıkarmamak lâzım gelir.
Filhakika madde kâinatında direkt olarak aralarında tesir
alıp veren, birbirine kendilerinden bir şeyler gönderen ruh-madde realitesi
yoktur ama kâinatın temelini teşkil eden maddenin mevcudiyeti de gayesiz ve
sebepsiz değildir. Esasen maddenin mevcudiyeti gayesinin, bir ruha hizmet etmek
olduğunu evvelce söylemiştik. Bu hakikatin ifadesi madde düalit esinde
gizlidir. Şöyle ki: Maddenin oluşundaki gaye, onun ruha hizmet etmesidir. Ruha
hizmet etmek ise maddenin her türlü şekil ve hâller içinde, inkişaf
imkânlarının ruh tarafından kullanılmasıyla olur.
Onun bu imkânlarının kullanılabilmesi de ruhtan gelen
endirekt tesirlerle birtakım hareketlerin maddede zuhur edebilmelerine
bağlıdır. Hâlbuki maddedeki her hareketin vukuu imkânı, ancak düalite prensibi
ve değer farklanması mekanizması ile mümkün olur. Yâni düalite prensibi ve onun
ek mekanizması olan değer farklanması olmazsa ruhların maddelerden istifade
edebilmeleri kabil olmaz. Böyle olunca, ruh-madde münasebeti gerçekleşemez.
Demek ki düalite, değer farklanması mekanizması madderuh düalitesi zaruretinin
bir ifadesidir. Daha doğrusu maddedeki düalite prensibi bu cepheden mütalaa
edilince, ruh-madde ikiliğinin kâinattaki aslî görünüşü, yâni yüksek prensipler
karşısında zarureti olur.
**
Şu hâlde bütün maddelerin hayatiyetini ve oluşlarını temin
eden düalite prensibi; maddeyi unsurlara vâzetmek suretiyle esas yapı olarak
aslî prensip tarafından onun bünyesine konulmuştur. Aslî prensip İlâhî bir prensiptir.
İşte böylece düalite, kâinat içinde bulunmayan ruh ile, mahiyeti ondan
tamamıyla ayı olan kâinatımızdaki varlıkların; yâni maddelerin birbirleriyle
olan durumlarını madde bünyesi içinde ifade eder. İşte bir varlık, bir beden bu
suretle anlar ki kendisi bir ruh olmayıp ruhun kâinattaki inikâsıdır ve bütün
hâl ve durumlarıyla, bir ruhun İhtiyacına cevaplar veren ve o ihtiyacı
aksettiren, ruhu temsil eden bir varlıktır. Binaenaleyh varlık deyince bu
bakımdan kastedilen mânâ ruhtur. İşte düalite bu mânâyı mümkün kılmak için
vâzedilmiştir.
**
Düalitenin, varlıklarda en kuvvetli tezahürünü cinsiyet
hâllerinde görürüz. Bir araya gelmiş olan erkekle dişi, bir birim düalite
teşkil eder. Bunlar birbirinin hem zıddı, hem de destekleyicisidir. Bu tarzda
onların karşılıklı durumları ve münasebetleri bir aile ünitesinin her cepheden
yürüyüşünü ve selâmetini sağlar. Bu iki zıt arasındaki muvazenenin tam olarak
bozulması ise ailenin dağılması demektir. Hislerde de düalite vardır:
sempati-antipati, sevgi-nefret, dostluk-düşmanlık, hodkâmlık-diğerkâmlık...
gibi.
Keza mefhumlarda da düalite vardır: iyilik-kötülük,
güzellik-çirkinlik... gibi. Velhâsıl her kaba hâlde düaliteyi görmek ve bulmak
mümkündür. Fakat düaliteyi daha mudil hâllerde görmeye çalışmalıdır.
Eğer düalite prensibi; değer farklanması mekanizmasıyla
desteklenmez, tek başına kalırsa hiçbir işe yaramaz ve kıymetini kaybeder.
Düalite prensibi ve değer farklanması mekanizması, muayyen bir fonksiyonun
ifası için birbirine intibak etmiş, biri diğerinin mevcudiyetiyle faaliyete
girebilen iki mekanizmadır. Daha doğrusu değer farklanması, düalite prensibinin
ek mekanizmasıdır.
**
Bir insan, dünyada tek başına kalırsa görgü ve tecrübe
sahibi olamaz. Görgü ve tecrübe sahibi olamayınca da ruhun tekâmülüne hizmet edemez.
İşte bu noktada, madde kâinatındaki çeşitli mâşerî tekâmül plânlarının zarureti
açık olarak kendisini gösterir. Binaenaleyh bedenli varlıklar inkişaf edebilmek
için, beden dışında bulunan diğer bedenlerle ve maddelerle karşılıklı
alışverişlerde bulunmak zorundadırlar. Onların bu münasebetlerinden sayısız
hâdise kombinezonu meydana gelir. İşte öz varlıktan ruha akseden bu hâdise
kombinezonuna ait idrakler bu safhadaki varlıkların tekâmülünü temin eder.
Demek ki ruh, madde ile iştirak eder. Şuurlu maddeyi, yâni
varlığı kurar. Varlık da kendi ruhunun ve yardımcı varlıkların faaliyetleriyle
kaba maddelerden kendisine ayrıca bir beden yapar. Ve bu beden vâsıtasıyla
maddelere tesir eder. Kullandığı kaba maddelerle de kendi haricindeki diğer
bedenlere tesir etmek suretiyle mâşert plâna adımını atar. Ve hidrojen âleminin
varlık safhasındaki tekâmülü de bu andan itibaren yürümeye başlar.
Bu mühim bilginin hiçbir noktasının müphem kalmaması için
biraz izahatta bulunacağız. Meselâ, sevgiden, vicdandan fakir, çok geri bir
insanın tekâmülü için; düalite prensibi ve değer farklanması mekanizması
gereğince zıt değerlerle karşılaşması, sevgikin, adaletzulüm, iyilikkötülük
gibi mefhumlarla yüzyüze gelmesi te bu suretle otomatik olarak bir kıyas
bilgisi kazanması ve muvazenesini bulabilmesi lâzımdır. Bunun için de onun
diğer bedenlerle münasebete geçmesi icap eder. Bir insan, elinde bulunan bir
kırbaçla bir kaya parçasını kırbaçlasın dursun, bundan ne netice alabilir? Hiç.
Onun sevgi ve vicdan melekelerini işletecek hiçbir zıt değeri, bu kaya
parçasını kırbaçlamasından alacağı neticeler temin edemez. O, karşısında bir
beden bulamayınca etrafına zulüm ve gadir yapamaz, bunu yapamayınca da düalite
prensibi ve değer farklanması mekanizmasına göre lüzumlu hâdiseleri husule getirecek
zıt değerleri kazanamaz ve bunun neticesinde de muhtaç olduğu madde
inkişaflarına kavuşamaz, tekâmül edemez. Buna mukabil, eğer o insan bir çocuğu
kamçılarsa işler değişir. O çocuğun veya etrafındakilerin bu kamçı neticesinde
gösterecekleri çeşitli reaksiyonlar, zıt unsurlar hâlinde karşısına dikilir ve
onu hemen bir kıyas bilgisine götürür. Böylece, birbirini takip eden yüzlerce,
binlerce hâdisenin birbiri üzerine eklenmesiyle kıyas bilgilerinin birikmesi,
onda en basit hâliyle, bir iyilikkötülük mefhumunun doğmasına sebebiyet verir
ve vicdan da böylece toplanmaya ve canlanmaya başlar. Bütün bu işler
neticesinde husule gelecek hâdiseler idrak kanalıyla ruha akseder ve tekâmülü
neticelendirir. Bundan sonra ruhta yeni ve daha ileri ihtiyaçlar belirir. Bu
yeni ihtiyaçlar karşısında kalan ruh; bedeninin, etrafıyla yapacağı daha geniş
sahadaki temaslardan, daha mânâlı reaksiyonlar beklemeye başlar. Onun bu yeni
ihtiyacı da gene evvelkinde olduğu gibi derhal bedene akseder ve bedenden
cevabı alınır, yâni ruha hizmet eden varlık hemen bedeni vâsıtasıyla
etrafındaki kaba maddelere ve bedenlere tesir ederek ruhun bu yeni ihtiyaçları
karşısında lüzumlu hâdiselerin meydana gelmesine sebep olur. İyilik yapar,
kötülük yapar, hırsızlık yapar, adam öldürür, fedakârlık yapar re bunların,
etraftan gelecek karşılıklarını, reaksiyonlarını görür. Bütün bunlar birer
hâdise olur. Ve bu hâdiselerin her birini idrak kanalıyla ruha aksettirerek
tekâmülünü temin eder. Bu suretle, dünyanın son inkişaf merhalesine varmış olan
insan varlığı nihayet, daha ileri safhalara geçmek üzere dünyadan tamamıyla
ayrılır.
**
Bilgiler öz bilgileri beslerken arada yardımcı bâzı
prensiplerden kuvvet alınır ki bunlardan birisi de illiyet prensibidir.
Kâinatta hiçbir hâdise sebepsiz değildir. Kâinatın bütün
olayları, münasebetleri, tesirleşmeleri, kuruluşları, değişişleri, dağılışları
velhâsıl bütün madde kombinezonlarının formasyonları, transformasyonları ve
deformasyonları; büyük tekâmül illetinin zaruretleriyle, birbirinin illeti ve
neticesi hâlinde ve birbirine bağlı olarak vukua gelir. İşte bu, kâinattaki
büyük illiyet prensibinin bir tecellisidir. Zaten bu kitabın her noktasında,
bütün hareketlerin sebeplere dayandığını ve neticelere müncer olduğunu ifade
etmekteyiz. Sebepsiz ve neticesiz hiçbir oluş düşünülemez. Kâinatta bütün
münasebetlerin kuruluş ve dağılışlarına ait mekanizmalar bu prensibe göre
işlemektedirler. Hiçbir hâdise başıboş ve müstakil değildir. Her hâdise direkt
veya endirekt olarak diğer hâdiselere bağlıdır. Böylece bütün kâinat, bütün
cüzüleriyle büyük bir bağ şebekesiyle örülmüştür ki bu bağların düğüm noktaları
illiyet prensibinin sebepnetice zaruretleridir. Her hâdise bir üsttekinin
neticesi te bir alttakinin illetidir. Hangi hâdisenin sebebi görülmüyorsa bu hâl,
o hâdisenin sebebinin bilinmemiş olmasından ileri gelmektedir.
**
İlliyet prensibi; hâdiselerin öz bilgiye inkılâplarında en
mühim rolü alan idrakin kullandığı kıyas bilgisinin kuvvetli bir dayanağıdır.
İlliyet prensibi hakkında yukarıdaki kısa bilgiyi verdikten sonra, idrak ile
kıyas bilgisinin karşılıklı durumlarını belirtmemiz faydalı olur.
Kıyas bilgisi; idrakin illiyet prensibine uyması yoludur.
İdrakler, kâinattaki illiyet prensibine intibak edebildikleri nisbette inkişaf
ederler. İlliyet prensibine yabancı kalan idrakler, kâinattaki namütenahi
kombinezonlar arasında mevcut olan namütenahi münasebetleri tâyin ve takdir
etmekte o nisbette acz gösterirler ve o nisbette de geri ve basit durumlarda
kalırlar. Ateşi eliyle tutarsa elinin yanıp yanmayacağını idrak edemeyen bir
çocuğa ateşle oynamak salâhiyeti verilmez. Çünkü onun idraki henüz böyle bir
işe lâyık duruma gelmemiştir. Onun idraki, bu maddelerin münasebetlerine ait
illiyet prensibine henüz lüzumu kadar intibak etmemiştir. İşte bu intibakı sağlayacak
şey, onun kıyas bilgisi olacaktır. Kıyas bilgisine girmek için o çocuk, eliyle
ateşi birkaç defa tutmak tecrübesini yapacak ve her defasında eli yanacaktır.
Her eli yandığı zaman onun idrakinde el ve ateş münasebetlerine ait sebep ve
neticeler hakkında yavaş yavaş birtakım sezgiler belirecek ve kıyas
bilgilerinin yardımıyla bu sezgiler bilgiye intikal edecektir. Böylece idrak ve
dolayısıyla öz bilgi muhtevası artacaktır. Bu ameliyeye görgü ve tecrübe
diyoruz.
Birisi ve hattâ birincisi hâdisedir. Hâdiselerin içinde
direkt veya endirekt olarak yaşamak lâzım gelmektedir.
Hâdiselerin zuhur etmesi birçok sebebe bağlıdır. Fakat her
şeyden evvel hâdiseler sebep-netice kanunu hükümlerine göre cereyan ederler.
Esasen hâdiselerin öz bilgiyi doğurabilmeleri de onlardaki sebep-netice
münasebetlerine, idraklerin kıyas yoluyla intibak edebilmeleri derecesine
bağlıdır. Ateş çocuğun elini yakar, çocuk bu ıstırabı duymuştur. Onun ateşten
elinin yanması, eliyle ateşi tutmasından ileri gelmiştir. Eğer çocuk bu yanık duygusu
etrafında toplanan hâdiseler arasındaki sebep-netice bağlarını idrak edebilirse
öz bilgi bakımından onun alacağı netice başka olur, edemezse gene başka olur.
Yâni idrakin bu hâdisedeki sebep-netice bağlantılarına intibakı nisbetinde
bilgiler teessüs eder ve ruha akseder. Bilgileri temin eden hâdiseler o
varlığın ihtiyacı ile mütenasip olarak yardımcı varlıklar tarafından
tertiplenir ve insanın önüne konur veya aynı sebeple gene o varlığa, yardımcı
varlıkların gönderecekleri tesirlerle yaptırtılır. O varlık bu hâdiselere
bizzat kendisi, kendi hareketleriyle sebep olur. Zira o insanın bilgisini
hazırlayan bu hâdiselerin tertip ve sıralanışları tekâmülle ilgili bir sürü
ferdî ve mâşerî plânlara ve bir sürü nizama tâbidir ki bu nizamlar da ancak
üstün idrakler ve kudretler tarafından yürütülebilir.
Matlup olan herhangi bir hâdiseyi bir insana yaptırtmak için
icap etiği zaman yardımcı varlıklar, onun vicdanının nefsaniyet unsurlarını
tahrik ederler. Veya onun karşısına kendi ihtiyarı dışında hâdiseler çıkartırlar
ve böylece onu çeşitli hareketlere sevk etmiş olurlar. Bu da nefsanî
hareketlerinin acı neticelerini onlara tattırmak ve bu sayede insanları kıyas
bilgisine götürerek öz bilgilerine o yoldan değerler hazırlamak içindir. Meselâ
bir insan, eğer bir kâtilin duyacağı ıstırapları çekecekse, onun buna ihtiyacı
varsa o insanın önüne öyle hâdiseler çıkartılır ki o, bunların karşısında
kendini tutamaz ve adam öldürür. Demek ki böyle, neticesi çok vahim bir
hâdiseye onun bizzat sebep olması, keyfî veya rasgele vukua gelmiş bir iş
değildir. Zira yavaşlatmış olduğu inkişaf hazırlıklarını tekrar
canlandırabilmesi için lüzumlu olan kıyas bilgisine onun girebilmesi,
hâdiselere ancak bizzat kendisinin liyakat kazandığını idrak edebilmesi
nisbetinde mümkün olur. Bunu da temin edecek olan şey onun, bir adamı
öldürmesidir. O bu adamı öldürsün ki o zamana kadar vicdanının vazife unsuruna,
nefsaniyet unsurundan daha fazla değer vermeyen, daha doğrusu buna kifayet
etmeyecek derecede zayıf olan bilgi ve idrak dağarcığı, bu hâdise yüzünden
gireceği kıyas bilgisi yoluyla kâfi derecede kudret kazansın ve
zenginleşebilsin ve artık ondan sonra da iradesini, vazife unsuruna yöneltmek
suretiyle inkişafında hız almak imkânlarına kavuşabilsin. Varlığın buna benzer
daha binlerce ihtiyacı karşısında bu yardımlar ve müdahaleler vâkı olarak
çeşitli hâdiseler ortaya çıkartılır. İşte vicdan düalitelerinin üst unsurlarına
yönelmeye kâfi gelecek derecede kuvvetlenmemiş, daha doğrusu alt kademe
bilgilerinin tesirlerinden kendilerini kurtaramamış ve vicdanlarının muvazene
seviyelerini yükseltmekten âciz kalmış insanların karşılarına, onların
tekâmülleriyle vazifeli olan yardımcı varlıklar böyle bir sürü hâdise
çıkartırlar ve onlar da bu hâdiselerden mütevellit azap ve ıstırapların tesiri
altında, girdikleri kıyas bilgisinden mühim dersler alırlar ki bu derslerin her
biri onların öz bilgilerinin tohumlarını atmaktadır. Böylece o varlık, idrakini
daha üst kademelerdeki realitelere ait yüksek değerlere hazırlar re inkişaf
eder. Yâni insanüstü safhasının vazife bilgilerine yaklaşır. Onun için, çoktan
beri insanlar arasında imtihan, epröv diye anılan bu ıstıraplı hâdiselere
insanlar pek de mahiyetlerini idrak etmedenbirer kurtarıcı âmil nazarıyla
bakmışlardır ki doğrudur. Nitekim biz de bu imtihan veya eprövlerin veya
tecrübelerin neticelerinden çıkan derslere görgü veya müşahede diyoruz.
Bunların her biri birer tekâmül materyalidir.
**
Gerek illiyet prensibi, gerek bu prensibin ışığı altında
hâdiselerin akışları insanları bu hâdiseler içinde direkt veya endirekt olarak
yaşamak suretiyle bir kıyas bilgisine götürür demiştik. Filhakika öz bilgilerin
artışında kıyas bilgisi mühim bir unsur olarak tebarüz etmektedir.
Kıyas bilgisinin en müessir yardımcısı acı ve ıstıraptır.
Burada, ıstırabın da öz bilgiyi kazanmada mühim rolü olduğunu belirtmek lâzım
gelir. Şurası aşikârdır ki kıyas bilgisi, ekseriya ıstırap yoluyla öz bilgiyi
ve idraki beslemektedir. Spatyomda çekilen ıstıraplar, şuur-dışı bilgilerinin
muhasebeleri sırasında varlıkların girecekleri kıyas bilgilerinin kıymetli
yardımcılarıdır. Buna dair bir dünya misali vereceğiz. Bu misal, bu bahsin
bütün inceliklerini ihtiva etmektedir.
Dünyada en güç yenilen ve birçok safhalara derecesi
nisbetinde şümullenebilen, birçok imtihanların, birçok ilerlemelerin, birçok
gerilemelerin âmili olan cinsiyet hodkâmlığını ele alalım. Bir adam sırf
etinin, sinirlerinin arzularını yerine getirmek için bir kadını sevmektedir. Ve
bu yoldan o, maddî hodkâmlığını atlatma durumundadır. Sevdiği kadın bir gün
ondan bıkar, bir başkasını sever. İşte bu epröm [plan] karşısında bu adam
sevgilisini öldürecek kadar nefsaniyetine mağlup olur. Onun böylece göstereceği
reaksiyonlar derece derece safhanın sonuna kadar değişerek gider. Şimdi,
vicdanın az çok ilerlemiş safhasında aynı durumdaki başka bir adamı alalım.
Sevgilisi onu terk etmiştir. Ve bir başkasını sevmeye başlamıştır. Vicdan
safhasının yukarılarına doğru ilerlemekte bulunan bu adam buna kırılmadan
muvafakat edecek ve belki de o kadına bu hususta elinden gelen yardımı yapmaktan
da çekinmeyecektir. İşte burada bir cinayetle bir faziletin, bir hodkâmlıkla
diğerkâmlığın kıyası karşı karşıyadır. Cinayeti işleyen adam, bu kıyasın
bilgisine eğer kendi idrakiyle varacak durumda değilse (ki mademki bu cinayeti
işledi, değilmiş demektir) o zaman dış müdahalelerin yardımı ona gelmeye
başlayacaktır. Tâ ki o, bu kıyasın idrakine varabilsin. Ve ancak bu kıyas
bilgisiyledir ki netice hâsıl olacak ve o adam hodkâmlık nefsaniyetini yenmek
için lüzumlu olan cehit ve gayreti gösterebilecektir. Şöyle ki: O, cinayetini
bir bıçakla işlemiş olsun. Cinayeti müteakip bir hapishaneye kapatılacaktır.
Burada kıyas eprömlerinin bir zincirini sıralamak istiyoruz. Bu adam evvelâ
hapishanede, cinsî arzularını ve zevklerini tatmin edememek ıstırabıyla zoraki
bir kıyasa girecektir. Ateş karşısında eli yanan bir çocuk gibi, gene ateşe
benzeyen ihtiraslarının ilk acı neticelerini bu şekilde duymaya başlayacaktır.
Böylece ıstıraplarına sebep olan âmilin ne olduğunu kendisine öğreten bir
kıyasla karşılaşacaktır. Bu onu uslandırmadı diyelim. Mahkûm hapishanede
yaşlanacak. Hormonları, iktidarı, cinsî faaliyetleri zayıflayacak ve cinsiyet
fonksiyonunu yapmaktan âciz kalacak. Bu duruma gelince,
bu adam artık sırf etine ve sinirlerine münhasır olan
hodkâmlığını duymayacak ve ancak onu imajine edecektir. Eğer evvelki derslerden
kâfi derecede ibret almadıysa, hâdiselerin verdiği bilgilerden lüzumu kadar
faydalanamadıysa o zaman bu mahkûmu bir kavgada başka bir mahkûm bıçaklayacak
veyahut o öyle bir kaza geçirecek ki bıçak gibi sivri bir cisim onun vücuduna
saplanacak. Ve bundan şiddetli bir maddî ıstırap duyacak. Burada, misalimizin
süjesi gayet tabii olarak zorlu bir kıyasa girecektir. Cinsiyetten mahrum
olduğu için doğrudan doğruya etinin esiri değildir. Artık o realiteden zarurî
olarak geçmiştir. Üstelik bir kâtil eprömünün hâtırasını kıyasen yaşatacak bir
de kaza atlatmıştır. Artık bu durum karşısında bu varlığın bir ders almaması ve
lüzumlu bilgileri kazanmak için cehit ve gayret göstermek teşebbüsüne
girişmemesi mümkün olmaz.
Şimdi bir de yukarıdaki misalin objektif bir müşahedesini
ediyoruz: Orta yaşlı zengin bir adam, seviştiği te oynaştığı genç bir kızın,
kendisinden bıkıp yüz çevirmesi üzerine tekrar iltifatını kazanabilmek için
yaptığı bütün teşebbüslerin boşuna gittiğini görünce işi zorbalığa döktü, kızın
yolunu beklemeye başladı ve yakalayınca da bir bıçak ile vücudunun 2530
yerinden delik deşik ederek onu yere yıktı. Cinayetini müteakip, idamdan
kurtulan bu adam bir tımarhanede câni deliler kısmına ayrılmış olan yere
kapatıldı ve on iki sene orada kapalı kaldı. Bir gün aynı kısımda oturan ve
kendisi ile çok iyi anlaşan azgın bir delinin geçirdiği ruhî bir kriz
esnasında, hücumuna mâruz kaldı ve deli, elindeki bir bahçe çapasıyla onun
vücudunu 2530 yerinden çapalayarak parça parça etti te yere yıktı.
Bu müşahede de gene bütün kıyasların sıralanışlarını
gösteriyor. Elbette, gerek ateşte eli yanan çocuğun, gerek sevgililerini
ihtirasları yüzünden öldüren ve birisi hapishanede, diğeri tımarhanede, evvelce
yapmış oldukları cinayetlerin misilleriyle mukabele görerek can veren bu
delikanlıların derece derece çektikleri ve çekecekleri ıstıraplar ve acılar,
onları kuvvetli birer kıyas bilgisine sokacak ve bu bilgi de yukarıda şemasını
çizdiğimiz yoldan onların ileri kademelere ulaşabilmeleri için lüzumlu olan öz
bilgilerini te idraklerini hazırlayacaktır.
**
Demek ki bilgi ile idrak beraber yürümektedir. Bu bakımdan,
bunların inkişafını birlikte izah etmek lâzım gelir. İdraklerin inkişafında iki
yol vardır. Birincisi, insanın kendi bünyesi dahilindeki durumları tetkik
mevzuu yaparak ilerlemesidir. Buna idrakin direkt olarak inkişafı deriz.
İkincisi idrakin beden dışındaki hâdiseleri müşahede etmesiyle, daha doğrusu
kendisinin sebep olduğu hâdiseleri mütalaa yoluyla olan ilerleyiştir. Buna da
idrakin endirekt olarak inkişafı deriz. İdrakin endirekt inkişafında kullanılan
unsurların başında insanların görgü ve tecrübelerini arttıracak olan
etraflarındaki, kendilerinin bizzat sebebiyet verdiği hâdiseler, işler ve
eserler gelir ki bunların çoğu dış tesirlerin yardımlarıyla meydana getirilmiş
bulunur. Bu hâdiseler bilhassa inkişafın ilk kademelerinde; ağır, zahmetli,
meşakkatli, ıstıraplı ve çok uzun vadeli görünürler. Bitmeyecek ve
tükenmeyecekmiş gibi duygular tevlit ederler. Bu sırada insan güçlükler içinde
çalışır, bir lokma gıdasını temin etmek için bütün hayatı
boyunca tabiatın çeşitli imkânsızlıklarıyla boğuşur,
canavarlarla, kendi cinsleriyle didişir. Bu mücadelede bazan galip gelir,
ekseriya mağlup olur. Bunların azaplarını nefsinde duyar, bu suretle onun
işkenceli hayatı asırlar boyunca sürüp gider. Bütün bu hâdiselerin,
insanlardaki idrak ve öz bilgileri nasıl besleyip arttırdıklarını, inkişaf
mekanizmalarının muvazenelerini hangi yollardan üst seviyelere yükselttiklerini
evvelce söylediğimiz için onları burada tekrara lüzum görmedik. Böylece bu
olaylar, bir taraftan öz bilgilerin artmasına sebep olurken, diğer taraftan da
idrakleri, inkişaf mekanizmalarına müdahaleye sevk ederler. Bu da yeni yeni
hâdiselerin, imtihanların, tecrübe ve müşahedelerin zuhuruna yol açar ve
böylece idrakin yürüyüş temposu yavaş yavaş hızlanır.
İdrak arttıkça, etraftaki hâdiselerin mânâları daha ziyade
belirir. Ve bu sayede insanın beynine ait madde kombinezonlarından süzülen
idrak vibrasyonları bu sayısız hâdiseden çeşitli neticeler çıkarmaya, hâdise
cüzülerinden türlü türlü kombinezonlar kurmaya başlar ki bunlardan da dünya
bilgileri meydana gelir. İdrakler inkişaf ettikçe bu bilgiler de şümullenir ve
artar. Böylece bilgiler çeşitli dallara ayrılır. Sanat, edebiyat, ilim,
tababet, felsefe, müzik, resim, iktisat, siyaset, din gibi bir sürü bilgi kolu
teşekkül
eder. Bütün bunlar inkişaf mekanizmasında artan idrakin,
hâdise maddelerinden kurmuş olduğu yeni madde kombinezonlarının neticeleridir.
Ve bittabî tekâmülün ancak dünyadaki icap ve zaruretlerini yerine getirmek
üzere dünyaya mahsus ve dünyada kalmaya mahkûm olan şeylerdir. Bunlar dünyayı
idare eden vazife plânının tesirleri ve kontrolleri altında cereyan eder. Şu
hâlde, dünyada iken öz idrakin genişlemesi, onun vâsıta olarak kullandığı beyne
bağlı durumlarının mudilleşmesi, zenginleşmesi ve yüksek ince madde hâllerine
doğru yeni teşekküllere sahip olmasıyla alâkalıdır.
Zaten ruhun tekâmülü için hâdise maddelerinin öz varlıkta
husule getirdiği neticelerin, yâni öz bilgilerin, öz idrak kanalıyla ruha
aksetmesi lâzım geldiğini evvelce belirtmiştik. Bunun içindir ki tekâmül
ihtiyacıyla dünyaya gelen bir varlık, dünya hâdiseleri imkânlarından kabil
olduğu kadar fazla istifade etmeye çalışır. İdrakin bu istifadesi hem bedenin
form değiştirmeleri, hem de bedenin yaşadığı âlemin sayısız madde değişmeleri
sayesinde olur. Bunlardan birinciye idrakin direkt, İkinciye endirekt
inkişafları demiştik. Direkt hâllerde idrak doğrudan doğruya bedende formasyon,
transformasyon ve deformasyonlar meydana getirmekle yapmış olduğu tatbikatlar
neticesinde inkişaflar kaydederken, endirekt hâllerde de gene bizzat idrakin
beden vâsıtasıyla yapacağı veya üst vazifelilerin tertipleyeceği sayısız dış
hâdiselerin neticeleri üzerindeki tatbikatlarıyla genişler.
Kâinat içindeki bütün formasyonlar ruhların ihtiyaçlarıyla
ayarlıdır. Ölçü dahilindeki transformasyonlar çeşitli mekanizmalarla vukua
gelir. Dünyada en ince bir madde hâli olan idrak de böylece bu çeşitli
mekanizmalar içinde direkt ve endirekt olarak kendisini, ruha hizmet
edebileceği en uygun tarzda hazırlar. Bunun için de bizzat kendi bedenine ve
bedeni vâsıtasıyla da dış âleme tesir ve müdahale eder. Hem bedeninde, hem dış
maddelerde husule getireceği inkişaflarla kendi inkişafını ve öz bilgisinin
artışını sağlamış olur. Ve unutulmasın ki bütün bu işler, evvelce uzun uzadıya
izah ettiğimiz tesirlerle, mekanizmalarla ve düalite prensibi tekniği ile vukua
gelmektedir. Öz bilgilerin inkişafını hızlandıran ve besleyen unsurlardan bilgiyi
izah etikten sonra, sevgi unsuru üzerinde de bâzı bilgileri vereceğiz.
**
**
Filhakika dünya hayatının birçok hâdiselerine ve
imtihanlarına sebep olan sevgi hem öz bilginin teşekkülünde, hem de vicdanın
inkişafında direkt ve indirekt yollarda rol alan en kudretli âmillerden
birisidir. Sevgi olmasaydı öz bilgiyi kazanma yolları ve vicdan mekanizmasının
müspet veya menfî istikametlerde neticeler meydana getirmesi fırsatları bir
hayli azalmış ve binnetice imtihanlar, tecrübeler, müşahedeler ve kıyas bilgileri
imkânları iyice tahdit edilmiş olurdu. Zira sevgi vicdanın hem üst unsurlarını
destekleyerek müspet yollarda husule getirdiği hâdiselerle doğrudan doğruya,
yâni şuurlu bir idrakle öz bilgilerin çoğalmasına yardım eder, hem de vicdan
mekanizmasının, icabında alt unsurlarını ıahrik edip zuhuruna sebep olduğu
ıstıraplı ve azapl neticelerden doğan kıyas bilgisi yoluyla endirekt ve
otomatik olarak öz bilginin artmasına hizmet eder. Meselâ insanlardan birisini
hapishaneye, diğerini tımarhaneye gönderen ve ikisinin de öldürülmeleri
suretiyle kıyas bilgilerine ve bir sürü ıstıraplara sebep olan yukarıda
bahsettiğimiz sevgiler haddizatında gene müspet olmakla berabermenfî görünen
yoldan vâki tesirleriyle, endirekt inkişaflara misal teşkil ederler. Sevginin
evvelki iki misalinden başka müspet şekilde tesiri görülen bir misalini de
burada veriyoruz: Henüz tecrübesiz bir genç, bir kadını büyük ve temiz
maksatlarla sevmektedir. Kendisi de vicdan safhasında oldukça ilerlemiş bir
durumdadır. Fakat kadın, nedense istediği meziyetleri görmediği için onu
reddetmektedir. Delikanlı kadının takdir ve iltifatını celbetmek azmiyle
meziyetlerini arttırmaya, kendisini değerlendirmeye çalışmak üzere derhal işe
koyulur. Evvelâ bu işleri sevginin otomatizmasıyla yapar. Başarısı arttıkça
sevginin şümulü genişlemeye ve mânâsı değişmeye yüz tutar. Bu sayede kendisini
daha çok yetiştirmek ihtiyacını duyar, insanlığa yararlı eserler meydana
getirmeye çalışır. Herkesi sevmeye, herkes tarafından sevilmeye başlar. Sevgi
umumîleşir ve ilk basit tek cepheli formunu umumî ve şümullü bir alâkanın
sonsuz cepheleri içinde kaybeder ve böylece o, ilk sevgisi yolunda yürürken
karşılaşmış olduğu bir sürü neticelerle öz bilgisini arttırır ve yüksek bir
vicdan muvazenesi seviyesinde aktif ve vazife bilgilerine hazırlanmış bir
varlık hâline girer.
**
Sevgi denince daima onun dar mânâsı üzerinde durmamak lâzım
gelir. İnsanların anladıkları dar mânâdaki sevgi, geniş bir sevgi mefhumunun
inkişaf mekanizmasında almış olduğu büyük rolünün mühim olmakla beraberküçük
bir kısmıdır. Yâni bizim burada kastettiğimiz sevginin sonsuz cepheleri te
şekilleri vardır. Sevginin vicdan mekanizması, daha doğrusu inkişaf mekanizması
karşısındaki rollerini izah ederken bu geniş mânâsı üzerinde durmak lâzım
gelir. Ancak böyle yapılırsa onun tekâmüldeki tam kıymeti belirtilmiş olur. O
hâlde böyle umumî mânâdaki sevgiyi izah edelim.
Sevgi, herhangi bir şeye karşı duyulan incizaptır. Dünyada
her şey, her realite yerine ve adamına göre her inkişaf kademesinde
bulunaninsanları ve varlıkları çeşitli tarzda kendisine çekebilir. Binaenaleyh
her kademede, her şeye karşı sevgi duyulabilir. İşte sevgi bu kadar umumî ve
şümullü bir mevzudur. Maddelerin birbirine karşı göstermiş oldukları
fizikoşimik alâkalar dahi, yüksek varlıklarda görülen sevginin belki en maddî
ve iptidaî bir hazırlığıdır ki bu, o safhadaki varlıkların kendilerine mahsus
ihtiyaç ve zaruretlerinin birer icabıdır. Nebatların, gıdalarını alarak
bünyelerine ithal etmeleri, havanın karbonunu, oksijenini çekerek kendi usarelerine
karıştırmaları ve hattâ bâzılarının güneşe karşı dönmeleri, hayvanları
sinelerine çekip hazmetmeleri ekseriya fizikoşimik çehrelerde görünen bu
incizabın çeşitli insiyaklar mahiyetindeki tezahürleridir.
Sevginin nebatlarda basit ve muhtelif mekanizmalarla tezahür
eden bu incizap hâllerinin, hayvanlarda daha az maddîleşmiş ve az çok
insanlarınkine yaklaşmış durumlarını görmeye başlarız. Hayvanlarda yavru, eş,
aile, arkadaş, hattâ hemcinslerinin dışındakilerle dostluk alâkalarının bazan
tamamen sevgi manzarasını alan varyetelerini müşahede etmek mümkündür.
İnsanlara gelince, oldukça geniş bir idrakle duyulan sevginin yüksek ve zengin
tezahürleri bu safhada meydana çıkar.
**
Sevgi; vicdan mekanizmasına muhtelif varyeteleriyle karışır.
Zira onun bir kısmı vicdanın vazifeye müteveccih, diğer kısmı nefsaniyete
müteveccih olan bir sürü cephesi vardır. Bilhassa insanlığın ilk kademelerinde
sevginin hodkâmlıkla müterafık cepheleri hâkim durumdadır. Bu kaba
kombinezonlarla karışmış sevgi şekillerinden yukarıda biraz bahsetmiştik.
Bunlar bir sürü zahmetlere, sıkıntılara, ıstırap ve azaplara müncer olan
akibetlere yol açarlar. Bazan da sevgi saf ve yüksek tezahürleriyle doğrudan
doğruya üst realitelere insanı ulaştırır. Onun bu cephesinde bilhassa feragat,
fedakârlık, diğerkâmlık, yardım, şefkat gibi inkişafı süratlendirici yüksek,
ince diğer madde kombinezonlarının da tezahürleri vardır. Bunun da misalini
yukarıda vermiştik.
Sevgi müspet yolda diğerkâmlık cephesiyle, vicdanın vazifeye
müteveccih unsurlarını takviye eder ve inkişaf mekanizmasında süratli te
idrakli bir yürüyüşü sağlarken, hodkâmlık cephesiyle de nefsaniyet unsurlarını
tahrik eden menfî kudretleriyle inkişafin yürüyüş temposunu ağırlaştırır. Ve
zahmetli, ıstıraplı şartlar içine insanı sokar. Böylece her iki takdirde de öz
bilginin artmasına birbirine zıt yollardan sebep olur. Meselâ sevgi ile bir
insana yardım edilir, denize düşen birisini kurtarmak için fedakârlık yapılır,
aç kalan bir kimse doyurulur, ağlayan gözyaşları dindirilir ve bütün bunların sonunda
insana bir ferahlık, bir huzur ve hattâ saadet duygusu gelir. Bu da süratli bir
inkişafın şuurdaki tezahürüdür. Buna mukabil; sevgi için birçok kalp kırılır,
bir ihanetin cezası verilir, bir rakibin vücudunun ortadan kaldırılması
düşünülür, başkasına fenalık yapılır ve neticede insanda inkisar, huzursuzluk
ve sıkıntı başlar. Bu da ağırlaşmış bir inkişafın insan üzerindeki baskısını
ifade eder. Birinci gruptakiler, vicdan mekanizmasının nasıl yüksek unsurlarına
müteveccih kudretler ise, ikinci gruptakiler de nefsaniyet realitelerini o
kadar besleyici geri âmillerdir. Bunların her ikisi de inkişaf kademelerine
göre insanlarda bulunabilir. Ve ona göre de neticeler tevlit eder.
Şu hâlde, kademeler ne kadar aşağılarda ise o kademedeki
sevgiye karışan hodkâmlık malzemeleri ve vibrasyonları da o kadar fazla olur.
Bilâkis inkişaf kademeleri ne kadar üst muvazene seviyelerinde ise sevgi unsuru
da o nisbette saf ve fazilet vibrasyonlarıyla zenginleşmiş bulunur. Ve bu
inkişaf hâli nihayet öyle bir duruma gelir ki insanlara karşı duyulan bu
faziletli hisler onlara hizmet etmek, onların iyilikleri, inkişafları hususunda
her türlü yardımda bulunmayı ne pahasına olursa olsungöze almak gibi çok
şümullü ve yüksek derecelere ulaşır. Ve o zaman vicdanın nefsaniyet unsurları
ve realiteleri hodkâmlıktan sıyrılıp diğerkâmlık yollarında yürümeye başlarlar.
Vicdan mekanizmasının muvazene seviyeleri artık, diğerkâmlığın yüksek ve
idrakli sahalarında teessüs eder. O insan başkalarının yükselmeleri için her
türlü fedakârlığa katlanmayı kendisine bir borç, bir vazife telâkki eder. O
zaman ondaki sevgi bir vazife sevgisi hâlini almaya yüz tutar ki bu da artık
onun, vazife plânının eşiğine gelmiş olmasının işaretidir.
İşte, vicdan mekanizmasının bu sahalara kadar ulaşmış yüksek
muvazene seviyesi, dünya mektebinin insana kazandırmış olduğu en yüksek
mertebedir. Bu mertebeye ermiş olan insan dünya mektebinden tam derece ile
diplomasını alacak ve dünyada kazandığı en yüksek öz bilgi kudretiyle vazifeler
kabul ederek daha kudretli ve mesut bir varlık hâlinde yüksek plânlara
geçecektir. Bu duruma geldikten sonra vicdan düalitesi ortada kalmayacak, onun
yerini, daha yüksek tertipte bir vazife düalitesi alacak ve varlık o andan
itibaren hakikî ve objektif bir tekâmül mekanizması içine girmiş bulunacaktır.
Zira ileride söyleyeceğimiz gibi, vazife safhasından evvelki tekâmül seyri,
daha ziyade sübjektif şartlar içinde vâkı olmaktadır.
**
Vazifeliler tarafından medyomlar vâsıtasıyla dünyaya verilen bilgiler,
ekseriya mâşerî plânlarla ilgili çok büyük hareketleri meydana getirirler.
Bazan da vazife plânının yüksek varlıkları pek müstesna hâllerde insanlar
arasında büyük bir hareketi uyandırabilmek ve onlara kütlevî hamleler
kazandırmak, umumî ve mâşerî tertipler, nizamlar re usuller dahilinde
yetiştirici bilgileri insanlara vermek, hulâsa dünyada hızlı inkişafları
sağlamak için bizzat kendileri dünyaya inerler, hem idareci, hem de mürşit
durumlarda faaliyet gösterirler. Bu kudretli varlıklar daimî surette irtibatta
bulundukları yüksek vazife plânından aldıkları üst bilgileri insanlar arasında
yaymak için kurdukları din müesseseleriyle dünyada büyük ve toplu inkılâplara
sebep olmuşlardır.
Böylece kurulan ve mâşerî plânlar dahilinde kudretli
tesirler gösteren büyük dinler, sağlam ve mazbut müeyyideleriyle vicdanların
yüksek seviyelere ulaşmalarını sağlamışlardır.
Dinler bu cepheleriyle; insanları vazife plânlarına
hazırlayan vâsıtalardandır. Dinler dünyanın bugünkü yüksek ve mütekâmİ durumunu
meydana getirmiş ve dünyadaki gelecek büyük intikal devrinin ilk mâşerî
hazırlıklarını temin etmiş ve her biri kendi bünyesinde, zamanlarının çeşitli
ve değişik ihtiyaçlarına zaruretlerine ve icaplarına cevap vererek insanlara,
vazife p\ânına hazırlanmanın en uygun yollarını göstermiştir.
Her din zaman ve icaplara göre direktifler, misaller,
semboller re bilgiler içinde verdiği derin sezgilerle insanları cehaletin
karanlığından kurtarıp büyük İlâhî yola yöneltmiştir. Bütün dinler insanların
vicdan mekanizmalarının realite muvazeneleri hattını; o ana mahsus icapların
müsaadesi dahilindeki idrak imkânlarının en üst seviyelerine
yükseltebilmelerine yardım etmiştir.
Kurulan bir dinin vecibelerini insanlara tebliğ ve talim
etmek ve bu talimata insanların ilk intibaklarını sağlamak için yüksek vazife
plânından vazifeli bir varlık biraz evvel söylediğimiz gibi, dünyada
bedenlenerek insanlar arasına karışmıştır ki insanlar bu vazifeli bedenlilere
peygamber veya kurtarıcı demişlerdir.
Vazife plânına hazırlanmak üzere dünyaya gelmiş olan
insanlar, başları boş bırakılmış değillerdir. Eğer böyle olsaydı insanlar
bugüne kadar olan mütekâmil durumları ile gelemezlerdi. Binaenaleyh fertler
gibi mâşer durumlar da daima yüksek vazife plânının murakabesi ve nezareti
altında yükselmektedir. Kâinatta bu işle mükellef büyük vazifeliler vardır.
İnsanlar bilhassa idrakleri genişledikçe, içinde yaşadıkları
kaba maddelerin dar fizikoşimik kaideleri dışına taşmaya başlamışlar ve daha
şümullü geniş idraklere dayanan birtakım kanun ve nizamların mevcut
olabileceğine dair, öz bilgilerinden şuurlarına sızan sezgiler ve insiyaklarla
varlıklarının illetlerini öğrenebilmek ihtiyacı içinde mütemadiyen çırpınıp
durmuşlardır. Onları ilk işgal eden problem, etraflarında görmekte oldukları
şeylerin ve bu meyanda bizzat kendilerinin kimin tarafından meydana getirilmiş
olması ve mukadderlerinin kimler tarafından idare edilmesi mevzuu idi.
Binaenaleyh Tanrı mefhumu üst vibrasyonların yardımıyla insanların öz
varlıklarından kopup gelmiş bir ihtiyacın, idraklerinde beliren ilk kuvvetli
inikâsıdır. İdrakleri inkişafa yüz tutmaya başladıkları andan itibaren insanlar
bir tanrı aramaya başlamışlardır. Fakat önceleri onların bu ihtiyaçları, değer
bakımından henüz pek zayıf olan idrakleriyle mütenasip basit durumda
bulunuyordu. Binaenaleyh o, tanrısını, ancak beş duyu organının mahdut
imkânları içinde aramaktan daha ileri bir kudret gösteremiyordu. Onların bu
ihtiyaçlarını cevaplandırmaya çalışan yardımcı varlıkların gönderdikleri
sezgiler insanların ancak beş duyu organına hitap edebilecek sembollerle mümkün
olabilirdi. Bu sembollerin asıl delâlet ettikleri mânâları insanlar
anlayabilecek idrak seviyelerine ulaşmış değillerdi. Binaenaleyh İlâhî
mefhumların sezgileri insanlara ancak onların, etraflarında en kudretli olarak
tanıdıkları şeylerle sembolleştirilerek verilmişti. Meselâ ilk zamanlarda
güneş sembolü tanrıyı temsil ederdi, bir ülkeyi ihya eden büyük bir nehir gene
böyle bir semboldü. İlk zamanların basit idraklerine bu semboller bir müddet
kâfi gelebildi. Fakat idrakler gittikçe değerleniyor, değerleri yüksek ince
madde kombinezonlarıyla artan insan idrakleri artık bu sembollerle tatmin
edilemez hâle giriyordu. Bütün bu hâllerin neticesinde, vazife plânından, İlâhî
bilgileri insanlara sunmak için vazifeli varlıklar dünyaya indiler ve kitabî
dinleri dünyada tesis etiler. Bu dinlerin her biri insan topluluklarının eksik
taraflarını tamamladı. Bu kitaplarla sembollerin mânâları biraz daha açıklanmış
oldu. Bu suretle beşeriyeti daha ileri bir inkişaf hâline getirmenin, büyük
mukadderat plânına göre çizilmiş yolları insanlara gösterildi.
Her din , insanların yaşadıkları realitelerinin en son
imkânları hudutları dahilindeki idraklerinin varabileceği en üst sezgi
sınırlarına kadar öğrenmeleri icap eden şeyleri öğretti ve vazifesini
mükemmelen yaptı.
Evvelâ insanları çeşitli ibadet şekilleri ve
mükellefiyetleriyle vazife sezgisi tatbikatının disiplinine hazırlayıcı
durumlara onları otomatikman soktu. İnsanlara birbirlerini sevmesini öğreterek
gene vazifeye doğru yürüyüşün büyük hazırlıklarına ait istikametlerini direkt
talimatla da gösterdi. Vicdanlarının daima üst realitelerine yönelmeleri için
lüzumlu olan her türlü hareketi onlara, faziletin çeşitli yollarını göstermek
suretiyle aşıladı ve insanları vazife sezgisi hazırlığının nurlu imkânlarına
kavuşturmanın çeşitli müeyyidelerle yollarını sağladı.
Hulâsa dinler, bugün artık gelmekte olan dünyanın büyük
intikal devrinin eşiğine insanları yaklaştırdı. Eğer dinler olmasaydı insanlık
bugün bu mertebeden daha pek çok gerilerde bulunurdu. Böylece, insanların
vazife plânına hazırlanmalarını temin etmek için vazifelenmiş varlıklar bu
vazifelerini muvaffakiyetle yapmış oldular.
Fakat ilk zamanlardan orta zamanlara geçmiş olmakla beraber
insanlar, dinlerin kurulduğu devirlerde idraken henüz kâfi derecede teçhiz
edilmiş değillerdi. Binaenaleyh hepsi aynı kaynaktan, yâni vazife plânından
gelen ve hepsi aynı derecede büyük hakikatlerin izinde yürüyen dinler, muhtelif
zamanlarda bu hakikatleri insanlara ancak anlayabilecekleri tarzda, çeşitli
formlar içinde verebilmişlerdir. İşte onun için ki insanlar arasında yayılması
gereken hakikatleri, peygamberler ve kurtarıcılar ancak sembol kullanarak
yayabildiler. Binaenaleyh bütün büyük din kitapları birer hakikatin sezgisini
taşıyan ve zamanlarına göre hesaplanarak tertiplenmiş bulunan kuvvetli sembollerle
doludur. Meselâ, kıyamet sembolü bunlardan birisidir ki büyük bir hakikat olan
dünyanın yakın intikal devresini veyahut bu dünya devresinin kapanışını ifade
etmektedir. Keza, cennet te cehennem mefhumları da mânâları derinlerde olan
bâzı hakikatlerin idraklere yetecek kadar sezgilerinin verilebilmesi için
yüksek icaplara göre vazife plânı tarafından tertiplenerek dünyaya vazifeliler
eliyle sunulmuş birer semboldür. İbadet şekillerinin her biri zamanın
icaplarına, hayat şartlarına, inkişaf durumlarına ve vicdan mekanizmalarının
muvazene seviyelerine göre kılı kılına hesaplanarak insanlara empoze edilmiş ve
böylece otomatik bir tertiple insanların üst vicdan unsurlarına yönelerek bugün
yaklaşmakta oldukları üst plâna elverişli bir hâle gelebilmelerinin hazırlıkları
yapılmıştır.
Bu arada dinlerin emretmiş oldukları sevgi, şefkat,
yardımlaşma, af, müsamaha, feragat, fedakârlık, iyilik, doğruluk, samimilik,
hemcinslerine ve hattâ hemcinslerinin gayrına karşı birtakım mükellefiyetler...
gibi sayısız faziletler, keza bunun aksine olarak menettikleri; hodkâmlık, kin,
haset, düşmanlık, intikam, kötülük, yalancılık, müraîlik, gasıplık, hırsızlık,
cânilik... gibi sayısız reziletler bazan otomatik, bazan dayarı idrakli bir
aydınlık içinde, insanları yüksek idrak plânlarına hazırlamıştır.
Fakat zamanla bu idraklerin üst plâna doğru inkişafları o
kadar arttı ki dinlerin, sembollerle vermiş oldukları sezgileri anlamakve
mânâlandırmak ihtiyacı insanlarda şiddetle belirdi. Bunu da bu dinlerin
muvaffakiyetleri cümlesinden saymak gerekir. Bugün insanlar bu sembollerin,
kendilerinde uyandırmış oldukları yüksek sezgilerin mümkün olduğu kadar açık
bilgilerine susarmışçasına iştiyak duymaktadırlar. Bununla beraber, bu mânâları
din kitaplarının muvaffakiyetle yerleştirmiş oldukları kuvvetli sembollerin
içinden ayırıp çıkarabilmeye insanların ancak yüzde ikisi veya nihayet üçü
muvaffak olabilir.
Fakat direktiflerini daima İlâhî plândan alan yüksek
vazifeliler insanların bugünkü iştiyaklarını ve yüksek ihtiyaçlarını gördüler.
İşte bu kitap, büyük vazife plânının dünya için vazifeli olan
kısmının dünyaya bir hediyesidir. İleri tekâmüllerine devam
etmek ihtiyacı içinde susamış insanların şiddetle aradıkları ve bekledikleri
bilgileri ihtiva etmektedir. Din kitapları tarafından yüksek hakikatlerin,
zaman ve icaplara göre insanlara yetecek kadar kuvvetli semboller içinde
sezgileri verilmiş, bu kitapta da dünya inkılâbını neticelendirecek olan ve ön
sezgileri evvelce verilmiş bulunan hakikatlerin açık bilgileri ve gelecek dünya
üstü âlemlerin de sezgileri yazılmıştır ki bunlar da büyük inkılâbın eşiğinde
bulunan bugünkü dünyanın son realitesi olacaktır.
**
Son zamanlara doğru dünyada iyice tebarüz eden ve büyük din
müesseseleri ile diğer mâşerî bir sürü durumları meydana getiren vazifeli varlıkların
müdahaleleri dünyanın ilk insanlık devresinde bu kadar açık ve şümullü olarak
görülmüyordu. Zira ilk devirlerde insanlığın yeni inkişafa yüz tutmuş idrakleri
içinde böyle büyük mâşerî tekâmüllere pek ihtiyaçları yoktu. İdrakleri henüz
otomatik sezgi kademesinde bulunan ilk insanlar daha ziyade ferdî hayatlar
geçiriyorlardı. Bu arada raslanan küçük topluluklar bugünkü mânâda anlaşılan
büyük mâşerî topluluk mefhumlarından bambaşka idi. O zamanın gelip geçici
toplulukları açlık endişesi, korku insiyakı, cinsiyet ihtiyaçları gibi çok
basit birkaç insiyakî sezgiden mütevellit ihtiyaçlar altında vukua geliyordu.
Bu basit inkişaf kademelerinde insanların şümullü mâşerî hayatları henüz
kurulmuş değildi. Bu da onların idraklerinin, böyle bir durumu meydana getirebilmek
kudretinden mahrum bulunmalarım bir neticesi idi. Yâni fertleri bir araya
getirip muayyen bir hedefe doğru müşterek faaliyetleri kuracak ve onları sevk
ve idare edecek kadar lüzumlu olan toplayıcılık, kuruculuk ve idarecilik
kudretleri idraklerde henüz teessüs etmemiş bulunuyordu. Bu yüzden, daima
vicdan düalitelerinin muvazene seviyeleri nefsaniyet sahalarında kurulan bu ilk
insanlar pek çok zaman boyunca alt realitelerde sürünmek mecburiyetinde
kalmışlardır. Zira insan altı kademelerindeki otomatik yürüyüşlerinden yeni
ayrılmaya başlamış olan ilk insanlar, ileride geniş çaptaki hürriyetlerin
kendilerine kazandıracağı, bedenlerine idrakleriyle direkt olarak müdahale
edebilmek imkânlarina henüz mâlik değillerdi. Eğer hâl hep böyle devam etseydi,
onların inkişaf muvazene seviyelerinin üst kademelere, kendi kendilerine
yükselebilmeleri mümkün olmazdı. Bunun için, ilk inkişafların muvazene
seviyelerini yukarılara ulaştırabilmelerini sağlamak maksadıyla insanların
idraklerine dışarıdan gelecek ferdî müdahalelerin lüzum ve zaruretleri bir
müddet daha devam etmiştir. Tabiîdir ki idrakler kendilerini topladıkça, yâni
insanlık hâlindeki görgü ve tecrübelerle şümullerini genişlettikçe hürriyetleri
artmış, o nisbette de dış müdahaleler idraklerin daha ziyade, kendi inkişaf
mekanizmalarına bizzat kendilerinin müdahale edebilme imkânlarını arttırmak
cihetine yönelmiştir.
**
İdrakin kendi kendisine müdahalesinin, insan hayatı
başlangıcında ancak dış müdahalelerle ve yardımlarla mümkün olabileceğini
evvelce söylemiştik. Bu ilk devrelerde her şey otomatiktir re idraksizcedir.
Onun için insanlar buna insiyak demişlerdir. İlk zamanlarda, üst mâşeri
plânların insanlar üzerinde daima müdahalesi olmuştur. Fakat burada müdahale
tâbirini yanlış anlamamalıdır. Bu müdahaleden maksat; istikametlendirmek,
organize etmek, programlamak demektir. Bundan daha aşırı mânâdaki müdahaleler
insanlık safhası için değildir. İşte ilk zamanlardaki bu dışarıdan gelen
vibrasyonların idrakteki klâsik ifadesi insiyaklardır. Bu insiyakları, hayvanlarda
mevcut olan daha ağır ve kaba otomatizmalardan ayrı tutmak lâzım gelir. Çünkü
bu iki otomatizma arasında geniş mahiyet farkı vardır. Nitekim böyle farklar
nebatlarla hayvanlar arasındaki otomatizmalarda da mevcuttur.
İdrakler inceldikçe bu insiyaklar yavaş yavaş daha zengin
karakterler almaya başlarlar ve insanların sezgi dedikleri şekil ve hâllere
girerler. Sezgi devrinin dünyada başlaması umumî değer bakımından aşağı yukarı
müsâvatla olmuştur. İnsiyakların dolduramadıkları boşluk ve kifayetsizlikler
sezgilerin doğmasıyla yavaş yavaş dolmaya başlamış ve yüksek âlemlerdeki mâşert
plânların simetriği te onların hazırlayıcısı olan dünyadaki içtimaî hayat
kurulmuştur. İşte bu kuruluş sırasında idraklerin inkişaflarına paralel ve aynı
zamanda bu inkişafların neticelerine bağlı olarak bütünün cüzülere ayrılması,
parçalanmalar, organlaşmalar ve organizatör ihtiyacı baş göstermiştir. Bu
suretledir ki mahiyet, ihtiyaç ve zaruret zenginleştikçe bedenler arasındaki
ilk devrelere mahsus benzerlikler ve idraklerdeki muhteva kifayetsizliğinin
husule getirdiği insiyaklar benzerliği ortadan kalkmış ve tekâmülün husule
getirdiği farklı durumlar artık evvelce olduğu gibi, ufak nüanslarla değil,
geniş değer farkları hâlinde bedenlerde tecelli etmiştir.
Bu İçtimaî formasyonlar anından itibaren, gene insan hayatı
için en otomatik mânâsıyla ferdî ve mâşerî topluluklar başlamış, türlü değer
ölçüleri itibarıyla bâzı fertler, bu topluluklara önderlik etmişlerdir: nefsanî
önderlikler, vicdan safhası önderlikleri ve muayyen zamanlarda varılmış büyük
ve umumî inkişaf devreleri önderlikleri gibi.
İşte bu zarurettir ki hassas irtibat kabiliyetlerini bâzı
insanlara kazandırmış, bu yüzden kuvvetli medyomlar gelmiş, muayyen intikal
safhaları olmuş ve kâinatın yüksek yollarına doğru bir bilgi, bir kavrayış ve
uzanış sezgileriyle vazifeye, hissî hazırlanma plânları başlamış ve nihayet
yakın geçmişlere doğru bu plânlar en münkeşif hâllerini almış ve sezişler daha
kuvvetli semboller ve reformlar hâlinde cemaatlerde tecelli etmiştir.
**
Hulâsa ünite, varlıkların kavrayamayacakları ve ancak oraya
girdikten sonra kavuşabilecekleri kâinatın küllî bir idrak, icap ve imkân
vahdetidir. İnsanlara bundan daha ilerisini söylemek imkânsız ve lüzumsuzdur.
MADDE İLE
SEN,
HER ŞEYLE HİÇ
OLAN VE BU HER ŞEYİ AHENGİNE UYABİLEN SEN,
O AHENKTEN
OLACAĞIN ANI ÖZLE.
Dünya, güneş sistemi içinde bir organdır. Onun da diğer
bütün organlar gibi, muayyen hayat devreleri, inkişaf safhaları, inkılâpları,
etraftan ve yukarılardan aldığı sayısız tesirlerle bozulan ve tekrar kurulan
muvazene durumları vardır. İşte dünyanın şimdiye kadar geçirmiş olduğu sayısız
inkılâplardan sonuncusuna, yâni önümüzdeki inkılâba dair burada vereceğimiz
izahat kitabin sonundaki bilgilerin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
**
Bundan takriben yetmiş bin sene evvel dünyada belli başlı
iki büyük kıta vardı. Bunlardan birisi, şimdiki Pasifik denizinin bulunduğu
sahayı dolduruyordu. Bu, kuzey tarafı geniş, güney tarafı sivri büyük bir kara
parçası idi. İnsanlar buna Mu kıtası derler. Diğeri ise Atlantik
okyanusunun bulunduğu yeri işgal eden büyük bir kıta idi. Bu iki büyük kıta
arasını dolduran bir sürü adalar, takım adalar, şimdiki Himalaya'nın bulunduğu
yere tekabül eden kara parçaları ve bunlardan başka bâzı küçük kıtalar vardı. O
zamanki dünyanın manzarası bu idi. Demek ki o zaman, bugünkü coğrafî durum
yerine başka bir dünya sathı teşekkülâtı mevcuttu.
**
Bu kıtalar üzerinde bugünkü dünya insanlarına nazaran, daha
çok müterakki ve medenî insanlar yaşıyordu. Onların dünya ilimlerine ait bilgi
ve teknik kudretleri, bugünkü dünya insanlarınınkinin çok üstünde idi. Meselâ,
onlar bugünkü dünyada yeni yeni keşfedilen radyoaktif maddeleri, radyoları,
televizyonları, elektronik cihazları ve bunlara mümasil teknik vâsıtaları bugün
ü dünya insanlarınınkine nisbetle, dünyalarının batışın da n daha çok evvel
keşfetmişler ve hattâ atom enerjisini kendi inkılâplarından bin sene evvel
bulup kullanmaya başlamışlardı.
Gerçi onların da çok medenî ve müterakki bu toplulukları
yanında, nisbeten basit ve hattâ vahşi kabileleri vardı. Fakat o vahşi insanlar
dahi bugünkü dünyada bulunan vahşilere nazaran daha mütekâmil durumda idi.
Hulâsa, geçen son dünyadaki insanlar her sahada bugünkülerden üstün bir
medeniyet sahibi idiler.
**
Dünyadaki inkişafın zirvesine ulaşan insanların bu hâli,
kendilerinde öyle bir gurur re her şeye kaadir olabildikleri iddiası gibi öyle
aşırı bir durum yaratmış idi ki bu durum onları, hidrojen âleminin kaba
maddeleri içine daha ziyade gömmek suretiyle, dünyanın tabiî şartlarını mûtat
dışı yollardan bozmaya mütemayil birtakım hareketlere sevk eti. Gene bunun
neticesi olarak onlar lükse, zenginliğe, konfora, madde-perestliğe, hodkâmlığa,
her türlü ihtirasa kapıldılar, hidrojen atomunun kaba kombinezonları içine
gömüldüler ve bütün saadetlerini bu kombinezonlardan beklediler ki bu da son
haddine gelmiş maddî terakki ve inkişafların varlıklarda tevlit ettiği
mezbuhane bir çırpınıştı, bir nevi soysuzlaşma idi. Bu soysuzlaşma çok tabiîdir
re vuku bulacak her büyük inkılâbın öncüsüdür.
*
Bir muhitte inkişaf umumî olarak yürür. O muhiti teşkil eden
en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün
varlıklar, kendi derecelerine göre inkişaf ederler ve yükselirler. Meselâ,
insanlar dünyanın en mütekâmil varlıkları hâline gelirken, dünya plânları
dahilinde yaşayan diğer varlıkların her biri de inkişaf imkânlarının üst
kademelerine doğru ilerlerler. Bunun en açık misalini kanserler teşkil eder.
O zamanki dünyanın son devirlerine doğru, sebebi insanlarca
meçhul birtakım hastalıklar başgöstermişti. Bunlardan birisi de kanserdi.
İnsanlar arasında kanser vakalarının çoğalması biraz evvel bahsettiğimiz sebebe
bağlı, hüceyrelerde tezahür eden bir soysuzlaşmadır.
İnsan bedenlerinde bulunan hüceyrelerin, organların her
biri, nisbeten iptidaî varlıkların birer maddî hayat sahasıdır. Onlar bu madde
sahalarında ve o sahaların kendilerine vermiş olduğu imkânlar dahilinde
inkişaflarını yapmaktadırlar. Zamanla inkişaf eden bu basit varlıklar, bir an
gelir ki daha ileri gidebilmek için muhtaç oldukları şeyleri, içinde bulundukları
maddelerden temin edemezler. Yâni bu madde imkânları ve şartları onların ileri
hamleleri kazanmalarına müsaade etmeyecek kadar kısırlaşır. Hâlbuki varlıkların
inkişaf hamleleri durmaz. Ve hiçbir hudut tanımadan daima ileri doğru atılmak
ister. Bu durum, imkânları bol olan vasatlarda normal yürüyüşler hâlinde
tecelli ederken, böyle imkânları kısırlaşmış ve varlıkların daha geniş ve ileri
hamlelerine yetecek sahaları kalmamış madde vasatlarında; onların
çırpınışlarıyla, huzursuzluklarıyla, teşevvüşleriyle müterafık anormal, mûtat
dışı ve soysuzca görünen birtakım hareketlerine sebep olur. İşte Mu dünyasının
batacağı ana tekaddüm eden zamanlarda kanser hâline girmiş madde vasatlarını,
yân hüceyreleri idare eden varlıkların durumları da böyle olmuştu. Beden
organizması içinde bulunan bu varlıkların, kendi hisselerine ait maddî inkişaf
vasatları, daha ileri gidebilmelerine yol vermez hâle gelmişti. Meselâ bedeni
teşkil eden bir deri hüceyresinin nihayet, o bedende kendisine tahsis edilmiş
muayyen bir fonksiyon sahası vardır. Onun üstüne bu hüceyrenin çıkmasına
bedenin somatik durumu müsait değildir. Böyle bir çıkış bedenin ahengine uumaz.
O hüceyreyi kendisine bir inkişaf vasatı yapmış olan basit varlık, ilk
zamanlarında fonksiyonunu mükemmelen yaparken, muhtaç olduğu inkişafını
sağlayabiliyordu. Fakat bir an geldi ki o, bu inkişaf devresini bitirdi. Daha
üst inkişaf vasatlarına hazırlanmak ihtiyacını duymaya başladı. O hüceyrenin,
içinde bulunduğu mûtat biyolojik şartlar ve imkânlar bu ileri faaliyet ihtiyaçlarına
cevap verecek durumda değildiler. Binaenaleyh hüceyre varlığı bedenine sığamaz
oldu. İşte bu durumun neticesi olarak, evvelce normal bir deri hüceyresini
mûtat yollarda usulü ile kullanan o basit varlık şimdi, bedenin nizamı ve
ahengi dışına doğru istikamet almış hâlde çırpınmaya başladı. Bu çırpınış, o
hüceyrenin deri camiası içinde, o camiaya uymayan birtakım hâl ve durumlarına
sebep oldu ki bu da tabiatıyla onun inkişafında kanserleşme denilen müşevveş
bir hâli meydana getirdi. Şurası da muhakkak ki deri hüceyresinin bu
kanserleşmiş ve deri organizması dahilindeki ahenk ve nizam dışı faaliyetlere
yönelmiş hâli, artık bir inkişaf safhasını bitirip, daha üst safhaya geçmek
için çırpınan, fakat bulunduğu şartlar içinde buna imkân bulamayan bir varlığın
mezbuhane hamlelerinden başka bir şey değildir.
Burada mağdur olmuş gibi görünen beden organizmasına
gelince, o da aslında hiçbir şey kaybetmemekte ve başka varlıkların
tekâmüllerine zemin hazırlamak hususunda yüklenmiş olduğu otomatik bir yardımı
ve hizmeti yapmaktadır. Bu vazifesini yapmakla o da kader mekanizması
muvacehesinde, daha üst bir kader tezahürü olan mekânî liyakatleri kazanacak ve
üst plâna geçebilmenin geniş imkânlarından böylece faydalanmış bulunacaktır ki
bu da onun ileri bir merhaleye atlaması, inkişaf etmesi demektir. Binaenaleyh
ortada mağdur olan kimse ve gadir diye bir şey yoktur. Yüz kişilik bir mâşerî
plânın her ferdinin o yüz kişi için çalışarak kendi tekâmülünü sağlamakta
olduğunu evvelce söylemiştik. En küçüğünden en büyüğüne kadar herkes birbirine
dayanarak, birbirinden bir şeyler alıp vererek daima ileriye doğru hamleler
kazanmakta ve yükselmektedir. Bu yükselişe mâtuf olan hareketlerin hiçbirisinde
hiçbir varlık için gadir, ceza, mükâfat, zulüm, felâket diye bir şey mevcut değildir.
Her şey kader mekanizmasının ölçüsü ile kazanılmış liyakatlerin ve bu yolda
gösterilmiş cehitlerin neticesidir.
**
Böylece, evvelki dünya devrinin son zamanlarında, varlıklar
bulundukları madde vasatları içinde, inkişaflarının son hadlerine yaklaşmış
veya gelmiş durumda idiler. Bu hâl, insanların ve diğer yüksek dünya
varlıklarının bedenlerini teşkil eden hüceyrelerden; nebatlara, hayvanlara ve
insanlara kadar her kademedeki madde vasatlarında tekâmül eden varlıklar için
böyle idi. Bu sebepten dolayı kanser hastalıkları çoğalmıştı. Ve gene bu
sebepten dolayıdır ki insanlar kaplarına sığamaz oldular ve ileri hamlelerine
artık cevap veremeyecek duruma gelmiş olan madde şartlarının dışına çıkmak
ihtiyacı ile kıvranmaya başladılar.
Fakat dünya maddesi şartlarının ötelerine taşan yüksek
ihtiyaçlarını tatmin edebilmek için, faaliyetlerini o madde dışı şartlara
yöneltmeleri lâzım gelirken (bu şartların neler olduğu evvelce izah edilmişti)
insanlar bunu yapamadılar ve bu ihtiyaçlarını, gene içinde yaşamakta bulundukları
kaba hidrojen atomu dünyası şartlarında aramaya kalkıştılar. Aradıkları saadeti
orada bulamayınca o maddelerin içine daha ziyade gömülerek kendilerini orada
avutmak için çırpınıp durdular. İşte bu hâl, insanların bir dejeneresansı, bir
kanserleşmesi manzarasını meydana getirdi ki bu da her inkılâbın, her tekâmül
devresi başlangıcının umumiyetle görülen bir icabı ve tabiî karakteristiğidir.
Bunu daha açık izah etmek için bir misal veriyoruz. Milyonları tahayyül eden
ve bütün saadetini bu milyonlardan bekleyen meteliksiz bir insan tasavvur
edilsin. Ve 810 sene sonra bu adam milyonlara sahip olsun. Vaktiyle, ancak para
ile geleceğine inandığı saadetin, şimdiki zenginliğine rağmen gene gelmediğini
görünce bu adam ne yapacaktır? Beklediği ve umduğu saadetin para ile
gelmediğini görünce onun hüsranını paraları içine daha ziyade gömülmekle
unutmaya çalışacak ve bu da onun teşevvüşlerini mucip olacaktır. Hâlbuki o,
artık bu saadetin para ile gelmeyeceğini anlayacak ve onu başka yerlerde
arayacaktı. O, bunu yapmadı. Aradığı saadeti bulamayınca ve ondan büsbütün
uzaklaştığını görünce daha ziyade bedbahtlığa düştü.
Hulâsa dünya maddesinin son imkânlarını da kullanarak
devrelerini bitirmiş geçen dünya devri insanları, varlıklarının daha ileri
inkişaf hamlelerine imkân veremeyecek hâle gelmiş olan dünya maddelerinden
üstün neticeler beklemenin, âdeta mermerden yağ çıkarmaya çalışmak demek
olduğunu bir türlü düşünmek istemediler ve bütün çabalamalarına rağmen
aradıkları saadeti maddelerde bulamadılar, ileri hamle ihtiyaçlarını tatmin
edici, kendilerini ferahlatıcı hiçbir neticeye ulaşamadılar. Bu hâl onları
büsbütün şaşırttı, çözülmez teşevvüşlere düşürdü, huysuzlaştırdı ve madde
içindeki durumlarını soysuzlaştırdı. Öz varlıklarının, mahiyetini bilmedikleri,
bulamadıkları öz ihtiyaçlarını tatmin etmek gayretiyle ve isteğiyle insanlar,
yanlış bir yola saptılar, dünya maddeleri içine saplandılar. Bu hâlin neticesi
olarak kendilerinde husule gelen mânâsız bir gurur, neticesiz iddiakârlıklar,
her teşebbüsün akametle neticelenmesi şeklinde tecelli eden
muvaffakiyetsizlikler onlarda şaşkınlıklar, hayal kırıklıkları yarattı ve
onları bizzat kendileri için dahi anlaşılmaz bir muamma hâline koydu. O zaman
insanlar, ne yapacaklarını idrak etmeksizin nafile yere oraya buraya saldıran
huzursuz varlıklar hâline girdi. Bu gibi durumlarda insanların düştüğü böyle
teşevvüş hâllerinin küçük numunelerini gösteren sayısız günlük misaller içinde
hatırlatacağımız şu küçük müşahede bu hususta basit bir fikir vermeye kâfi
gelir. Birkaç gün evvel sapanı ile kuş avlamaktan zevk duyan bir çocuk,
yolda giderken rastladığı, kendi kendine ölmüş bir kuş cesedi karşısında
ıstırap duyarak onu uzun uzadıya gömmeye kalkışır. Fakat aradan iki gün
geçtikten sonra onun bu ıstırabı, elindeki sapanı ile diğer kuşları öldürmesine
mâni olamaz. Bu küçük misali insanlar arasında şümullendirmek ve böylece
insanlığın içinde bulunduğu şaşkınlık hâlleri hakkında pek geniş müşahede
imkânları elde etmek mümkündür.
İşte bütün bu hâller bir inkılâbın eşiğinde olmanın ifadesi
idi. Zira artık yüksek ihtiyaçlarını duymuş, o ihtiyaçlar içinde çırpınmaya
başlamış varlıkların, elbette kader mekanizmasında ölçülüp biçilmiş ve takdir
edilmiş liyakatlerinin bir karşılığı olacaktı ki bu da onların lâyık oldukları
daha yüksek mekânlara ulaşabilmelerini temin edecek büyük bir dünya inkılâbı
idi ve bu yüzden dünya, büyük bir inkılâbın eşiğine gelmiş bulunuyordu.
**
İnsanların bu çırpınışları da kanser hüceyresi varlığı
hakkında söylediğimiz gibi, mânâsız değildi. Buradaki mânâ, öz varlığın artık
kabına sığmadığını ve daha yüksek inkişaflara, hamlelere, neticelere ve
kazançlara ulaşmak ihtiyacını duymaya başladığını ifade etmekte idi.
Kader mekanizması karşısında hiçbir liyakat gözden kaçmaz,
ileri hamlelere müteveccih ve aslî icaplara uygun hiçbir isteyiş geri
döndürülmez, hiçbir çırpınış ve hiçbir cehit boşuna gitmez, bilhassa öz
varlığın hiçbir ihtiyacı tatmin edilmeden bırakılmaz. Bütün bunlar, kader
mekanizmasında kılı kılına ölçülür, biçilir, hesaplanır ve bu ihtiyaçlara en
uygun gelen yeni imkân sahalarından, yâni inkişaf vasatlarından evvelce izah
etiğimiz tarzda aslî zaman ölçüleriyle mekânlaştırılmış tezahürat meydana
gelir, yâni mukadderat tecelli eder. İşte geçmiş dünya devrinin artık
olgunlaşmış ve dünya maddelerinden istifade edemez duruma gelmiş insanları da
böyle yüksek kaderlerini, ileri ihtiyaçlarını karşılayacak yüksek mekânları,
yüksek âlemleri beklemekte idiler. Henüz bu dereceye gelmemiş olanlar ise kendi
basit durumlarına ve ihtiyaçlarına yetecek vasatları arıyorlardı. Binaenaleyh
bütün bu ihtiyaçların tahakkuku için dünyanın değişmesi ve bunun neticesinde de
yeni ihtiyaçları karşılayacak yeni mekânların, yâni yeni kaderlerin zuhur
etmesi icap ediyordu. Esasen birbirinden büyük farklarla ayrılmış bu iki
gruptaki ihtiyaç sahibi insanların aynı vasatta bulunması da caiz olmazdı.
**
İşte bu yüksek inkişaf icaplarının neticesi olarak dünya bir
inkılâbın, bir intikal gününün tahakkukuna hazırlanıyordu Dünyanın bu inkılâbı
her devrede olduğu gibi, evvelâ onun muvazenesinin bozulması, sonra da yeniden
kurulması şeklinde olacaktı. Bu muvazene bozuluşunun ilk alâmetlerinden olarak,
Mu kıtasının orasında burasında insan gücünün önleyemeyeceği yer yer
sarsıntılar, yer yarılmaları, volkan indifaları görülmeye başladı. Bu hâller gittikçe
artarak, şiddetlenerek ve sıklaşarak 80100 sene kadar sürdü.
Artık mukadder olan intikal günü yaklaşıyor, insanlar lâyık
oldukları kaderlerine koşuyordu. İnsanların büyük bir kısmı, liyakatlerini
yüksek mekânlarda hazırlamışlardı. Ve oraya gideceklerdi. Buna henüz
hazırlanamadan intikal anına girecek olanlar ise inkılâp devri kapandıktan
sonra gene dünyada kalacaklar, yeniden liyakatlerini kazanıncaya kadar az veya
çok uzun bir müddet zarfında bu dünyada geri kalan taraflarını yetiştirmek için
yaşayacaklardı. Artık ihtiyaçları bakımından bir arada yaşaması mümkün olmayan
bu iki sınıf insan kalabalığı birbirinden ayrı yollarda ve mekânlarda
inkişaflarına devam etmek üzere bir çatal ağzına yaklaşıyordu. Zarurî ve
mukadder olan intikal günü gelip çattıktan sonra artık onu hiçbir kuvvet
durduramayacaktı. O zaman her şey bir emri vâki olacak, liyakatlerin ölçüsü
meydana çıkacak, varlıkların kader mekanizması ve aslî zaman muvacehesindeki
müktesebatının neticeleri tahakkuk edecekti. Nihayet intikal günü geldi.
**
Herkes işinde, gücünde çalışırken bir gün bütün kıtalarda
birden, yâni dünyanın her tarafında yerler oynamaya başladı. Bu sallanışın daha
başlangıçlarında iken muazzam binaların, muhteşem mâbetlerin, süslü sarayların
çoğu yıkıldı ve büyük şehirlerin çoğu harap oldu. Yıkılan binaların altında
birçok insan kaldı ve ölü.
Kıtalar allak bullak oldu. Denizler karalara hücum eti.
Yerler çatladı. Korku ve dehşet içinde kaçışan insanlar kütleler hâlinde
öldüler. Bu hengâme üç gün devam eti, üçüncü günü iki kıta birden yerin dibine
gömüldü ve böylece dünyanın iki muazzam kıtasından birisi Pasifik okyanusunun,
diğeri Atlantik okyanusunun dibinde kaybolup gitti. Dünyanın çehresi tamamı ile
değişerek bugünkü coğrafî durumunu aldı.
**
Mu devri kapandıktan sonra dünya iptidaîleşti ve vahşileşti. Dünyada
kalan insanlar iki tesirin altında basitleştiler. Bunlardan birisi büyük
katastrof esnasında husule gelen kendileri içinçok korkunç hâdiselerdi ki
bunlar insanların sinir cümleleri üzerinde şok tesiri yapmış ve onları deli
etmişti. İkincisi, bundan daha mühim ve şümullü idi. Bu da bu işteki büyük
vazifelilerin yüksek icaplara göre hazırladığı bir inkişaf plânının zarureti
idi. Dünya yeni bir devreye başlamıştı. Bu devre dünyanın en iptidaî, amorfa en
yakın ve basit bir hâli idi. Bunun da böyle olması lâzım gelirdi. Zira insan
altı beden inkişaflarını imal edip ilk insanlığın inkişaf kademelerine başlamak
üzere bekleşen sayısız varlıklar mevcuttu. Bunlar en iptidaî birer insan hâli
ile dünyaya inecekler ve inkişaflarına başlayacaklardı. Hâlbuki dünya, böyle
bir inkılâp geçirmeksizin ve yeni geleceklerin ihtiyaçlarına uygun olabilecek
basit hâllere intikal etmeksizin bu iptidaî varlıklara bir melce, bir tekâmül
zemini olamazdı. Meselâ onlar bugünkü gibi mütekâmil bir dünyaya gelselerdi
burada tekâmül etmek şöyle dursun, yaşayamazlardı bile. Binaenaleyh onların,
muhtaç oldukları inkişafları yapabilmeleri için, en basit maddelere ve bu arada
en iptidaî ana ve babalara lüzum vardı. Aklı başında, az çok şuurlu, idrakli
insanlardan böyle bir sürü yamyam ve vahşi çocuklar doğamazdı ve onların
arasında yaşayıp tekâmül edemezdi. Bu hem çocuklar için mümkün değildi, hem de
analar ve babalar için. Bu çocuklar basitlikleri, iptidaîlikleri, görgüsüzlük
ve tecrübesizlikleri ile dünya hayatının insan kademesine ilk adımlarını atmış
varlıklardı. Binaenaleyh ilk insanlık karakteri olan vahşet devrinin bütün
hususiyetlerinde yaşamak ve o devrenin bütün görgü ve tecrübelerini geçirmek
ihtiyacı ile onlar dünyaya
gelmiş bulunuyorlardı. Şu hâlde onlara vahşi maddeler, vahşi muhitler, vahşi
nebatlar, vahşi hayvanlar, vahşi analar ve babalar lâzımdı. İşte kâinatta umumî
tekâmül ve inkişaf mekanizmasının mâşer icaplarına göre, dünyada kalanların
otomatikman üzerlerine yüklenecek olan bu analık ve babalık vazifelerini hakkı
ile yapabilmeleri için onların ilk kademelerdeki insanlar hâline inmeleri ve
basitleşmeleri icap etmekte idi. Dünya, bu basit ve iptidaî devrinden itibaren
çok uzun bir tekâmül seyrine tâbi olarak ve çeşitli inkişaf merhalelerinden
geçerek yetmiş bin sene sonra bugünkü insanlık medeniyetine ve seviyesine
ulaşabildi.
âkıbetleri belli olacak, lâyık olanlar yüksek mekânlara
intikal edecekler, henüz yetişmemiş bulunanlar da ıstıraplı yerlerde
kalacaklardır. İşte kıyamet sembolünün bu açık ifadesi yukarıda anlatmış
olduğumuz dünya âkıbetinin ta kendisidir.
Ancak her din, insanları nefsaniyet düşkünlüklerinden
kurtarıp vazife sezgisine ulaştırmak gayesini taşımaktadır. Bu gayeye ulaşmak
için her din, insanların anlayabilecekleri her vâsıtadan istifade etmiş ve
talimatını ona göre tertiplemiştir.
Bu dünya devrinin din kademelerine erişmiş olan insanlar,
daha evvelki kademelerdekine nazaran çok ilerlemiş bulunmalarına rağmen, henüz
bugünkü anlayış ve görüş seviyelerine ulaşamamışlardı. Bundan başka onların öz
varlıklarında, henüz yakınlığı dolayısıyla, geçmiş katastrofa ait korku
intibaları fazlasıyla bulunmakta idi. Onlar, hâdiseleri bilgi ve idrak
cephesinden ziyade his cephesinden mütalaa ediyorlar, onlardan o yolda
faydalanıyorlardı ki bu his cephesinin de başlıca unsuru dediğimiz gibikorku
idi. Hattâ bugünkü insanların bile birçoğunda cari olan bu duygu o zamanlarda
vicdanlara tam mânâsıyla hâkim durumda bulunuyordu.
İşte dinler, insanların inkişafları için bu korku
insiyaklarından istifade etmişler re bununla mühim bâzı tekâmül
otomatizmalarını kurmuşlardı. Hulâsa, insanlar ilk zamanlarda ancak bu
korkuların tesiri altında vazife bilgisi sezgisine ait hazırlıkları yapmaya
başlamışlar re nihayet bugünkü vazife sezgisi kudretine az çok
erişebilmişlerdir.
Bu sebepten dinler, dünyanın kapanışına ait sembollerin bu
cephesinden, yâni his re korku cephesinden istifade ederek, henüz korku
realitesinde yaşayan insanlara vazife mesuliyetinin otomatik sezgisini
verebilmek için dünya batışını mükâfat re mücazat mahiyeti içinde gösteren Nuh
Tufanı re kıyamet sembolleri ile anlatmayı faydalı re lüzumlu görmüşlerdir. Bu
suretle bir taşla iki kuş vurulmuştur. Bunlardan birisi büyük bir hakikatin,
insanlara hiç olmazsa iptidaî sezgisini vermek, o zaman için daha mühim olan
İkincisi ise insanların inkişaf ahengi içine girmelerinin re birtakım insanlık
vazifelerini ceza korkusu ile dahi olsayarı idrakle benimseyebilmelerini
sağlamaktır.
Bu hâli şu küçük, basit misalle daha iyi anlatabiliriz: Gök
gürlerken annesi, yemeğini yememekte ısrar eden 2,5 yaşındaki çocuğuna: Eğer
yemeğini yemezsen gürgür baba seni kapacak! der. Buna inanan çocuk, gürgür baba
kendisini kapmasın diye, korkudan hemen yemeğini yemeye başlar ve maksat da
hâsıl olur. Burada matlup olan şey çocuğun, lüzum ve zaruretini henüz idrak
edemediği yemek vazifesini, korkutarak ona yaptırtmaktır. O bunu yapar re
faydalanarak büyür, vakti gelince de gürgür babanın ne olduğunu mükemmelen
öğrenir ve o zaman da bu bilgiden daha şümullü neticeler elde eder. İşte
insanlar da böyledir.
Büyük din adamları birçok defa bu anneler gibi hareket etmek
mecburiyetinde kalmışlar ve insanları zamana ve mekâna uygun olan bu
vetirelerle iyiliğe, doğruluğa, diğerkâmlığa, feragate ve bilhassa bir sürü
diğer ibadet formlarını da emretmek suretiyle vazife sezgisi hazırlığına
alıştırmışlardır. Bu alışkanlık sayesinde de insanlar bugünkü vazife sezgisi
seviyesine çıkabilmişlerdir.
Eğer vaktiyle, inkişafta çok kıymetli rol ifa etmiş bu
sembollerle, dinler insanların bu korku duygularından istifade etmemiş olsalar
re hakikatleri bugün yapıldığı gibi, ancak bilgi kadrosunu genişletmek
maksadıyla insanlar arasında yaymaya kalksalardı, insanların henüz sezmeye başladıkları
vazife duygularını bu hâle getirmiş olmaktan çok uzakta kalırlardı. Kaldı ki o
zamanın insanlarının, hakikatleri aynen anlayabilmeleri ve onlara inanmaları da
mümkün olamazdı.
**
Bugün artık korku ve his devri değil, bilgi, mantık ve idrak
devri hâkimdir. Binaenaleyh geçmişte büyük dinlerin, hakikatler karşısında
zaruri olarak kullandıkları semboller, alegorik izahlar ve ifadeler bugünkü
idrakler karşısında matlup olan neticeler vermemektedir. Bugün hakikatleri
dünyaya açıkça, olduğu gibi belirtmemiz lâzım geliyor. Zira insanlar artık
hidrojen atomu âleminin son kemal noktalarına ulaşmışlar ve bu muazzam âlemin
kapısından dışarı çıkmak üzere onun eşiğine adımlarını atmışlardır. Bu eşik ise
ancak idrak ve bilgi olgunluğu ile aşılabilir.
**
İnsanlar nazarında iyilik, kötülük, bozukluk, düzensizlik,
mânâsızlık, alçaklık, yükseklik, münasebetsizlik gibi görünen şeylerin hepsi
İzafîdir. Bunlar, insanların kâinat nizamı ve ahengi hakkındaki görüş
noksanlıklarının neticelendirdiği kısır hükümlerden ibarettir. Bir arslanın,
kendisini müdafaadan âciz bir geyiğe saldırarak onu parçalayıp yavrularına
yedirmesi, büyük balıkların küçük balıkları yutması, nebat, hayvan ve insan
âlemlerinde sayısız kıtallerin ve birbirini yiyişlerin; dünyanın kurulduğu andan
itibaren mütemadiyen tevali etmesi, insanların birbirlerine saldırarak kendi
huzur ve rahatlarını yok etmesi, sayısız azap ve işkence ile dolu olan
günlerini kendi fil ve hareketleriyle bizzat kendileri davet etmesi ve nihayet
dünyayı kendileri için bir cehennem, bir zindan hâline koyması gibi çirkin
görünen hâller haddizatında, büyük ahengin icaplarına uygun idare mekanizmasına
mensup vazifelilerin kontrolleri altında cereyan eden lüzumlu, zarurî ve
muhakkak surette hayırlı durumlardır. Bunlar bütün varlıkların ve insanların
daima yeni inkişaf kademelerini hazırlamak gayesine göre yürüyen âlemin büyük
nizam ve ahengi içinde akıp giderler. İnsanlar bu durumu ancak tekâmülleri
nisbetinde görebilirler ve göreceklerdir. Bunların tekâmül nizamında ve
kâinatın umumî ahengi içinde hiçbirisi lüzumsuz, boş, çirkin ve abes değildir.
Bütün bu çirkinlik ve abeslik mefhumları gene tekâmül ahengi içinde tecelli
eden bir dünya hayatı zaruretiyle, insanlar tarafından kabul ve itibar edilmiş,
tek cepheli görüşlere müstenit izafiyetlerdir. Esasen, hislerinden bir an
ayrılıp dünyayı objektif bir görüşle müşahede edenler o anda bu hakikati bütün
açıklığıyla görebilirler.
Böcekler âlemine baktıkları zaman, aralarındaki bütün
kavgalarına, dövüşlerine rağmen, onların daima neşvünemalarını sağlayan ve
inkişaflarını temin eden büyük bir ahengin mevcut olduğunu ve bu ahenk içinde,
bu dövüşlerin ve kavgaların da büyük mânâlar taşıdığını takdir etmekte
gecikmezler.
Bir karınca yuvası sakinlerinin, kendi meskenlerini korumak
için hemcinsleri ile yaptıkları mücadeleler, dövüşmeler lüzumsuz ve boş
hareketler değildir. Ötekilerin onlara hücum etmesi, bunların da hücum edenlere
mukabelede bulunması, karınca hayatının o varlıklara öğretmesi icap eden bâzı
melekeleri, otomatik olarak onlara kazandıran tertiplerdir. Bütün bu hâller; bu
karıncaların, bu arıların, bu böceklerin teşkilâtlanmak, bir araya toplanmak,
mâşer plânlara liyakat kazanmak ve nihayet günün birinde yüksek vazife plânının
yolunu tutmuş insanlar arasına karışmak durumlarının en basit te otomatik
hazırlıklarını yapabilmeleri için aslî direktiflerden gelen büyük tabiat
nizamının, bu varlıkların hisselerine ayrılmış kısımlarıdır. Onlar, böylece
otomatik olarak kurulmuş teşkilâtları sayesinde hayatlarını idame etmek,
nesillerini üretmek, topluluklarının selâmetini muhafaza etmek ve bütün bu
faaliyetlerin arkasında saklı bulunan inkişaflarını sağlamak uğrunda yüklenmiş
oldukları bir sürü işi ve vazifeyi, birbirlerine zarar vermeden büyük bir
sadakatle yaparlar. Ve bu işlerinde zerre kadar ihmal ve tembellik
göstermezler.
Birbirlerine zarar vermeden bu işi yaparlar dedik. Zira
dünya idrakine göre her an birbirini yiyen dünya bedenleri; bu hareketleriyle,
hakikatte birbirlerine zarar vermeyip bilmeden ve idraksizce
yardımlaşmaktadırlar ve bunun da böyle olması onların mâşer plânları içinde bir
zarurettir. Böylece en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün nebatlar, hayvanlar
ve insanlar âleminde bazan müspet, bazan menfî şekillerde görünen büyük nizam
ve ahengin icaplarına bir uyuş, bir katılış hâli akıp gider.
**
Mâşerî plân icaplarının ahengine uyuş hâlinin insanlarda
daima büyük tabiat nizamının ve tekâmül ahenginin kadrosu içinde kalmak
şartıyla daha çok geniş ve şümullü varyeteleri görülür. Meselâ, insanlar
arasında bâzı yerlerde büyük bir sulh ve sükûnet içinde tecelli eden ahenk,
diğer birçok yerlerde birbirini taciz etmek ve zararlara sokmak, boğmak,
öldürmek tarzında yürüyen ahenkten farklı ve ayrı değildir. İnsanlar nazarında
ahenksiz ve bozuk gibi görünen bütün bu kargaşalıklar, kâinat ahenginin, dünya
nizamına uygun olarak insanların çeşitli yetişme ihtiyaçlarına, kudretlerine,
liyakatleri derecelerine göre tertiplenmiş, ayarlanmış tezahürleridir. Böylece
taşından, toprağından itibaren bütün hayat sahiplerini ve onlara ait hareket ve
olayları muazzam bir tekâmül ahengi içinde sinesine almış dünya hayatı bu
cephesiyle tek bir bütün olarak ele alınmalıdır. 0 öyle muazzam bir orkestradır
ki ayrı ayrı ele alındıkları zaman çeşitli disonan ve hattâ kulak yırtıcı
karakterler göstererek oradan çıkan bâzı sesler, o orkestranın bütünü içinde
dinlendiği zaman, gayet güzel, ahenkli ve hattâ orkestranın mükemmeliyeti için
lüzumlu durumlar ve kıymetler hâlini alır. Kompozisyon ve orkestrasyon
bilgilerinden anlamayan bir insan kalkıp da, kendisine bozuk gelen bir âletin
sesini, gene kendi keyfine göre düzelteyim derse o orkestranın ahengini
bozabilir. Hâlbuki dünyanın bütün hâli böyle alelade bir orkestranın fakir
ahengiyle kıyas edilemeyen sonsuz şümule mâlik bir armoni içindedir. Bu
bakımdan dünya, bütün teşekkülâtıyla, kurulmuş muazzam bir kompozisyondur. Bu
kompozisyonu meydana getirenler de üniteden süzülüp gelen aslî icaplara intibak
etmiş büyük vazifeli sanatkârlardır. Yâni büyük organizatörlerdir.
**
İşte, dünyanın büyük nizam ve ahenginin kudretli tertipleri
içinde bugüne kadar emekleyerek gelen insanlar, artık bugün dünyadaki
tekâmüllerinin zirvelerine ulaşmış bulunmaktadırlar. Büyük kâinat ahenginin
süregelmiş olan tertipleri, şimdiye kadar dünyada bu tertipler içinde yetişmiş
insan varlıklarının artık daha ileri tekâmüllerine müsaade edecek durumda
değildir. Zira insanlar, hidrojen âlemi imkânları içindeki bütün görgü ve
tecrübelerini yapmış, buraya ait bütün inkişaf kademelerini aşmış ve
devrelerini ikmal etmiş durumdadırlar. Onların öz varlıkları yeni ufuklara,
yeni muhitlere, bol hayat ve inkişaf imkânlarıyla dolu aydınlık ülkelere koşmak
ve ulaşmak ihtiyacı içinde çırpınmaktadır. Onlar büyük kâinat ahenginin en
geniş imkânlarina kavuşmak ve o ahenkten olmaya çalışmak iştiyakı ve sezgisi içindedirler.
Gerçi insan hâlindeki durumlarıyla bu sezgilerinin
idraklerine tam olarak varmış bulunmamakla beraber, beşeriyet bugün bu
çırpınışın en ağır ve koyu teşevvüşü, şaşkınlığı içinde yaşamaktadır. O nereye
gideceğini, nereye gitmesi lâzım geldiğini henüz kestiremiyor ama sebebini,
mahiyetini bilmeksizin, kabına sığmayan hareketleriyle muhakkak bir yere
gitmek, bir aydınlığa kavuşmak, ferah bir muhite çıkmak, içinde bulunduğu madde
şartlarının ağırlığını delip geçmek ihtiyacı içinde kıvranıp duruyor. Mahiyetini
idrak edemeyerek, fakat şiddetle isteyerek her an peşinde koştuğu saadetin bir
zerresini dahi çevresinde bulamayınca, o saadetin hüsranı ile kendisini, madde
oyuncaklarının gelip geçici zevkleri içine gömerek avutmaya çalışıyor. Fakat
zâhiren, şaşkınlığını arttırmaktan başka bir işe yaramaz görünen bu
çırpınışları hakikatte, kader mekanizması muvacehesinde gene, o aradığı,
beklediği ve muhtaç olduğu saadet yollarını kendişine hazırlıyor. İşte şiddetle
istedikleri, bekledikleri bu saadete insanların kavuşması için, âlemin büyük
ahengi içinde, lüzumlu tertipler elbette kurulmaktadır. Bu ileri tertipler,
bugünkü dünya nizamının yavaş yavaş değişmesi ve olgunlaşmış hâle gelen yeni
istek ve ihtiyaçlara göre lüzumlu formların meydana gelmesi zaruretiyle, İlâhî
nizamın ahengi içinde takdir ve tesbit edilmiştir.
Şu hâlde, gelecek bütün değişmeler, insan idraki karşısında
ne kadar büyük birer katastrof mahiyetinde görünürse görünsünler, insan
varlıklarının ihtiyaçlarına en uygun ve mükemmel cevaplar verici tertipler ve
nizamlar altında vuku bulacaklardır. Yakında başlayacak olan hâdiseler, dünyada
mümkün olabilen insan tekâmülüne uygun nihaî sahneleri hazırlayacak ve
asırlardan beri süren ıstıraplı bir dünya safhasının son perdesini bu
sahnelerde kapatacaktır.
**
Tabiatta hiçbir varlığın hiçbir ihtiyacı ihmalle
karşılanmaz. Bütün tekâmül ihtiyaç ve isteklerine uygun tertipler, nizamlar ve
düzenler derhal kurulur. Zira kâinat tekâmül içindir ve orada bütün tekâmül
ihtiyaçlarının tatmin edilmesi bir zarurettir. Bu ihtiyaçlar karşısında
kurulacak yeni nizam ve tertiplerin şekil ve istikametlerine gelince; insan
varlıklarının daha üstün hayatlara namzet duruma girdiklerini ve sonsuz parlak
ülkelerin kapısına dayandıklarını söylemiştik. Fakat insanların lâyık oldukları
bu yüksek ve parlak hayatlara kavuşabilmeleri için, bu kapının açılması
lâzımdır. İşte, iştiyakla peşinden kan ter içinde koştukları bu eşsiz saadet
ülkelerine göç edebilmeleri için, insanların yapacakları küçük bir iş daha
kalmıştır ki o da zaten açılmaya hazır bir vaziyette önlerine dikilmiş olan bu
kapıyı, bir fiske vuruşu ile ardına kadar açarak içeriye dalmaktan ibarettir.
Fakat bunun tahakkuku da gene çok tertipli ve ahenkli birtakım hâdiselerin
akışları içinde mümkün olabilecektir. Ve bunun da böyle olması insanların
selâmeti için lüzumludur.
Bu muazzam düzen içindeki ahenkli tertiplerin sağlamış
olduğu büyük hazırlıklardan elbette birçok insan faydalanacak ve bu sayede
büyük bir saadet havası ile, namütenahi imkânlar diyarındaki esin âlemlerin ebedi
hayatları içinde pervaz etmek üzere akıp gitmek fırsatını kaçırmayacaktır.
Yakında, tabiat şartlarında vukua gelmeye başlayacak olan
cezn değişmelerde hiçbir şeyin maksatsız ve körü körüne olmayacağını, en ufak
bir hâdisenin bile ancak üniteden gelen icaplara göre üstün vazifeli varlıklar
tarafından şaşmayan ve aksamayan bir tertip ve ahenk içinde husule
getirileceğini artık iyice belirtmiş bulunuyoruz. İşte biraz yukarıda
bahsettiğimiz kapının açılması demek de bu hakikatin insanlar tarafından idrak
edilmesi, benimsenmesi ve ona göre mevcut düzenlere isteyerek, sevinerek
gidilmesi, uyulması demektir. Şu hâlde, yeryüzündeki tabiat şartlarının
değişmesiyle meydana gelecek yeni ahengin, insanlara bu kurtuluş imkânlarını
bahşetmiş olması bakımından fevkalâde büyük bir kıymeti ve ehemmiyeti vardır.
Zâhiren, bozuk düzen ve sıkıcı, hattâ rahatsız edici gibi durumlarda
görülebilecek olan bu hâllerin hakikatte, insanların yüksek kazançlarını temine
yarayacak kıymetli birer vâsıta olduğunu unutmamak insanların menfaatleri
muktezasındandır. Zira insanlığın değişecek olan çehresi ve yeni tertiplerle
kurulacak ahenk, ancak, ikmal edilmiş bir dünya devresinin kapanışından sonra
olacaktır. İşte bunun için, dünyanın geçireceği son hazırlıklar vardır.
Bu hazırlıkların iki cephesi vardır: Birinci cephesi
insanlara, bu dünyanın artık kendileri için elverişli bir mesken olamayacağını
anlatmak suretiyle, henüz eksik kalan lüzumlu bilgilerini, müşahedelerini ve
imanlarını kazandırmak, diğer cephesi de sonradan gelecek basit bedenlerin
tekâmüllerine elverişli yeni bir dünyayı meydana getirmektir.
**
Takriben eli sene sonra hâdiseler daha ziyade kendilerini
hissettirmeye başlayacaklar ve insanları daha doğrusu kendilerini lüzumu
derecesinde hazırlayamamış olanları çok rahatsız edici, korkutucu, zahmet ve
ıstıraplar içinde bırakıcı karakterler almaya başlayacaklardır. Bununla
beraber, bunlar da gene hakikî mânâlarını insanlara empoze edecek derecede
şiddetlenmemiş olacağından, insanların bir kısmı bu olayların hakikî mânâlarını
anlamaktan uzak kalacak, sadece büyük bir şaşkınlık içinde ne olduğunu, neye
uğradığını bilmeyecektir. Meselâ iklimlerde bâzı acaip değişmeler, evvelâ yavaş
yavaş başlayacak, soğuk yerler tedricen ısınacak, bâzı mıntıkalar mûtat dışı
olarak sıcaktan kavrulmaya başlayacaktır. Bu hâllerin neticesinde, anormal
rüzgârlar bâzı korkunç tayfunları meydana getirecek ve bunlardan birçok
zararlar hâsıl olacaktır. Zelzeleler sıklaşacak ve şiddetlenecek, yer
çatlamaları, indifalar, çöküntüler artacak ve bütün bu hâller seneler
ilerledikçe kendilerini daha açık olarak hissettireceklerdir.
Bâzı şehirler, büyük sarsıntılar neticesinde yok olacak,
yerlerinde büyük çukurlar veya göller meydana gelecek, bâzı yerlerde büyük ve
devamlı kuraklıklar başlayacak, birçok insan ve hayvan telef olacak, ağaçlık,
münbit, mahsuldar yerler; bozkırlar, hattâ susuz çorak çöller hâlini almaya yüz
tutacak, senelerden beri, hattâ asırlardan beri o havalide rahatça yerleşmiş
olan insanlar için buraları, artık yaşanmaz hâllere girecek ve insanlar
oralardan, daha münbit yerler aramak ve bulmak için ayrılacaklar, daha müsait
yerlere göç etmeye başlayacaklardır. Böylece dünyada yer yer büyük göçler
başlayacak, bu hâl insan cemaatleri arasında mühim huzursuzluklar yaratacaktır.
Deniz kabarmaları artacak, dünya maddesi artık insanlara
korkunç çehresini göstermeye başlayarak, kendisinden insanların fazla bir şey
beklememeleri, hattâ artık hiçbir şey beklememeleri lâzım geldiğini lisan1
hâliyle onlara anlatmaktan bir an geri kalmayacaktır. Hulâsa, dünya yavaş
yavaş insanlar için gittikçe kısırlaşacak, tatsızlaşacak ve yaşanmaya salih
karakterlerini kaybedecektir. Zaten evvelce de izah etiğimiz gibi, son
zamanlara doğru büsbütün artacak olan kanser vakalarının çoğalması da artık
dünya maddelerinin, ihtiyaçlara cevap vermediğini insanlara açıkça gösteren
mühim delillerden birisi olacaktır. Hulâsa, ellinci yıldan itibaren gerek
kuraklıkların, gerek bâzı diğer zorlayıcı tabiat hâdiselerinin husule
getireceği neticeler ve yer yer devam edecek büyük çaptaki göçler dünyada büyük
kargaşalıklara sebep olacak ve tabiatın insanlara karşı gittikçe ekşiyen yüzü
ve çetinleşen durumu bu kargaşalığın derecesini süratle arttıracaktır.
**
Bu hâller çoğalarak yüzüncü seneye kadar devam edecek,
yüzüncü seneden sonra hâdiseler ve dünyada başlayan değişiklikler insanlara
bütün bu olayların hakikî mahiyetleri ve delâletleri hakkında bâzı mânâlar
verecektir. Şimdiye kadar basit değişmeler hâlinde devam eden durumlar, artık
tam bir kargaşalık içinde ve eski dünya nizam ve tertiplerinin açıkça
değişmelerini ifade edecek tarzda inkişaf etmeye başlayacaklardır.
Soğuk mıntıkalardaki buzlar erimeye başlayacaklar, bâzı
soğuk bölgeler gittikçe ısınacak, dünya iklimlerinde bâriz değişmeler
başlayacaktır. Görünüşte karmakarışıklık hâli arz eden bu olaylarda, insanlar
için gelecek kurtuluş ve beşaret günlerinin tahakkukunu hazırlayıcı tertipler
ve nizamlar mevcuttur.
Dünya bir taraftan, gittikçe ısınmaya devam ederken diğer
taraftan, bâzı yerlerde büyük mevsim farkları görülmeye başlayacaktır.
Buralarda yazın büyük sıcaklar hüküm sürecek, kışın da oldukça fazla soğuklar
görülecektir. Nihaî günlere doğru iklimler tamamıyla değişecek, hâlen mutedil
olan iklimler, tropikal bölgelerin cehennem gibi yanan durumları hâline
girecek, evvelce soğuk olan iklimler, dünyanın sıcak yerleri hâlini alacaktır.
Böylece birçok şehirler sıcaktan yaşanmaz hâle gelecek, bir tarafta cehennem
gibi sıcak bölgeler, diğer tarafta kurumuş, çöl hâline gelmiş eski muazzam
münbit sahaların tahammül edilmez çoraklığı görülecektir.
Yüzüncü seneyi müteakip büyük tabiat hâdiseleri başlayacak,
bunlar kısım kısım insanların kütleler hâlinde ölmelerine sebep olacak ve
insanlarca büyük felâket denilen hâller birbirini takip edecektir. Bununla
beraber, bu kadar ölümlere rağmen dünyanın nüfusu azalmayacak, bilâkis
artacaktır. Meselâ bugün 2,5 milyarı bulan dünya nüfusu o zamana kadar 67
milyara çıkaçaktır. Bu artışın başlıca sebebi, dünyadan şimdiye kadar ayrılıp
da spatyomda birikmiş varlıkların hepsinin dünyaya dönmesi olacaktır. Spatyomun
bütün varlıkları bu son dünya devrinde yaşamak, o devrin gelecek hayatları
hazırlayıcı büyük imkân ve bilgilerinden istifade etmek için tekrar dünyaya
döneceklerdir. Bu da dünyada yer yer büyük çapta doğum vakalarının meydana
gelmesine sebep olacaktır. Esasen spatyomdakilerin dünyaya hücumu daha şimdiden
başlamış ve insanların nüfusu bugünlerden itibaren artmaya yüz tutmuştur.
Burada şunu da belirtiriz ki bundan evvel bahsettiğimiz Mu
dünyasının son günlerine de o zamanki insanlar aynı yollardan hazırlanmıştı. Bu
bahsettiğimiz alâmetler orada da kendilerini göstermişler ve insanlara birçok
şeyler öğretmişlerdi. İşte aynı tertipler, bugünkü dünya insanları için de
tekrar edilmeye başlanmıştır. Mu dünyasının kapanışından evvelki hâdiseler hakkında
evvelce vermiş olduğumuz bilgilerin, bu son dünya devresi kapanışına ait
hâdiselerle olan paralelizmini mukayese edenler arada hemen hemen hiçbir
değişmenin mevcut olmadığını görürler.
**
Dünyanın kapanışına pek yakın zamanlarda, iklimlerin en son
alacağı durumu hulâsa ederek bildiriyoruz:
Kuzey Rusya kışın fevkalâde soğuyacak (60/70), yazın ise
mutedil iklimlerin suhunet derecelerini gösterecektir (0/+25).
Kuzee Grönland, Skandinavya, Avrupa Kuzee Rusyası,
Kafkaslar, Afganistan, Tibet, Çin, Japonya, Alaska yazın bir hayli sıcak olacak
(+45), kışın bir hayli soğuk olacaktır (50).
Güney Grönland'da, İngiltere'de, Fransa'nın kuzeydoğu
yarısından itibaren bütün Orta Avrupa memleketlerinde: İngiltere'de, Kuzey
Fransa'da, Danimarka'da, Belçika'da, Hollanda'da, Almanya'da, İsviçre'de,
Avusturya'da, Çekoslovakya'da, Macaristan'da, bütün Balkanlar'da, İtalya'nın
kuzeydoğu yarısında, Türkiye'de, Yunanistan'ın kuzey kısmında, İran'da,
Pakistan'da, Hindistan'ın kuzey yarısında, Çin Hindi'nde, Kanada'nın kuzey
kısmında yazın tropikal karakterde sıcaklar olacak (+50/+70), kışı ise sıfırın
altında soğuklar olacaktır (20/8).
Fransa'nın güneybatı yarısında, İspanya'da, İtalya'nın
güneybatı yarısında, Sicilya'da, Yunanistan'ın güney kısımlarında, Akdeniz
havalisinde, bütün Afrika'da, Madagaskar'da, Arabistan Yarımadası'nda,
Hindistan'ın güney kısmında, Malaka'da, Endonezya'da, Yeni Gine'de, Filipin
Adaları'nda, Avustralya'da, Yeni Zelanda'da, Kanada'nın güney yarısında, bütün
Birleşik Amerika'da, Kaliforniya'da, Meksika'da, Venezuela'da, Kolombiya'da,
Bolivya'nın kuzey yarısında yazın ve kışın daimî sıcaklar olacak, bu bölgelerde
suhunet (hararet) dereceleri mütemadiyen (+40/+70) arasında oynayacaktır.
Bu durum dünyanın nihaî safhasına aittir. İklimler bu
durumlara ancak elli yıldan sonra yavaş yavaş girmeye başlayacaklardır. Yâni
dünya iklimleri bu verdiğimiz nihaî suhunet derecelerine birdenbire geçmeyecek,
uzun seneler zarfında yavaş yavaş intikal edecektir.
**
Dünya inkılâbının son anına doğru bütün tabiat olayları
şiddetlenecek, yer sarsıntıları artacak, su baskınları, büyük seller, büyük
kaymalar, yer çatlamaları ve birkaç şehri birden harabeye çevirebilecek büyük
zelzeleler birbirini takiben tevali edecek, insanlar henüz geçmiş bir felâketin
sıcaklığı soğumadan, daha korkunç diğer bir felâketle karşılaşacaklardır. Bu
sırada bittabî kütleler hâlinde ölümler olacak, hastalıklar çoğalacak, dünyada
yaşamak çok ıstıraplı ve zahmetli bir hâle girecek.
Akıllı, bilgili ve iyi hazırlanmış olan insanlar bu hâli
görebildikleri takdirde gayet iyi anlamış olacaklar ki artık dünya insanarı
için, dünya maddesi kâfi gelmemektedir ve dünya, bu hakikati insanların
kafasına vururcasına göstermektedir. Ve böylece bir an gelecek ki insanların
birçoğu artık kendileri için dünyada yaşanacak hiçbir yerin kalmadığını anlamış
bulunacaklardır. İşte bu da insanların, hakikati bütün çıplaklığı ile
görebilmeleri için, dünyanın kurulmuş en mükemmel bir tertibi ve nizamı
olacaktır ki bu nizamın ve tertibin kudretiyle insanların çoğu, yukarıda
bahsettiğimiz iki âlemi birbirinden ayıran kapıyı ardına kadar ve büyük bir
iştiyakla açabilmek kuvvetini kazanacaklar, yâni idraklerinin ışığına kavuşmaya
başlayacaklardır.
**
Bu kargaşalık gittikçe içinden çıkılmaz hâle gelerek arta
arta insanları şaşkına çevirecek ve en nihayet bir an gelecek ki o andan
itibaren, o zamana kadar can çekişmekte olan dünya en kısa zamanda gözlerini
eski hayatına tamamıyla kapayacaktır. Bu durumda iken dünya, tam mânâsıyla
kaynayan bir kazana benzeyecektir. Ancak birkaç gün devam edecek olan bu nihaî
safha esnasında bütün kıtalar ve denizler harekete geçecek. Yer ve gök
sarsılacak.
Bu sırada yerler yarılarak parçalanacak. Bu parçalar muazzam
bir rüzgârın önünde sallanan yapraklar gibi mütemadiyen sarsılacak. Aşağı
yukarı inip kalkacak. Her adımdaki toprak sarsılacak. Çok büyük çatlaklar hâsıl
olacak. Bu çatlaklardan simsiyah dumanlar ve zehirli gazlar çıkacak. Bu
dumanlar yavaş yavaş yeryüzünü örtecek. Ortalık kararacak. Bu dumanlar yer
sathı altı tabakalarında yanan kömürlerin sularla karışmasından ileri gelen
rutubetli ve zehirli gazları havi duman bulutları hâlinde olacak. İnsanları
kütleler hâlinde telef edecek. Yer yer açılmakta olan muazzam uzunluktaki
yer çatlaklarının genişlikleri 30-40 kilometreyi bulacak. Ve zaten çoğu
birer harabe hâlini almış olan şehirleriyle birlikte büyük arazi parçaları,
kocaman dağlar bu açılmış geniş ateş çukurları içine yuvarlanmaya
başlayacaklar. Meselâ İzmit civarında hâsıl olabilecek böyle eli kilometre
genişliğindeki bir yarığa Türkiye, Van gölüne kadar olan bütün kısımlarıyla
birlikte gömülebilecek. Bu muazzam ateş uçurumları yer yer dünyanın her
tarafında açılacak ve buralarda bulunan dağlar, tepeler, vadiler, ovalar, bütün
yıkılmış şehirleriyle ve harap olmuş mamureleriyle birlikte büyük arazi parçaları
bu uçurumların içine yuvarlanacak. Ve oralarda yaşayan insanlardan sağ kalmış
olanları da onunla beraber bu ateş çukurlarına gömülecekler. Bu arada bir kısım
ateş çukurları, etraflarına kızgın küller hâlinde lâvlar püskürtecek ve bunlar
insanların üzerlerine ateş yağmuru hâlinde inecek. Aynı zamanda muazzam ve
kesif bulutlar dünyanın bütün göklerini kaplayacak. Şiddetli gök gürlemeleriyle
inen sayısız şimşekler, kesif siyah duman ve su buharı bulutlarını yararak
mütemadiyen ortalığı aydınlatacak ve dünyanın her tarafına yıldırımlar yağacak.
Bir taraftan insan haykırışlarını boğan gök gürlemeleri,
yeraltı uğultuları, patlayan ve açılan deliklerden ve yarıklardan etrafa
fışkıran ve taşan gaz ve lâv gürültüleri, boğucu ve yakıcı gazlar, yer yer
açılan ateş uçurumları ve çukurları, yapraklar gibi sallanan arazi parçaları,
yıldırımlar, şuursuzca insan haykırışları devam ederken, diğer taraftan
kıtaların etrafını saran okyanuslar hiç görülmemiş şekilde yükselecek,
milyarlarca tonluk su kütlelerini ihtiva eden ve her biri muazzam birer dağ
gibi kabaran deniz parçaları kıtaların üzerine saldırmaya başlayacak. Bu hâl
artık, dünyanın son saatleridir, yeryüzü batmaktadır. Yâni devresini imal etmiş
bir dünya hayatı ebediyen kapanmak üzeredir. Nitekim kıtalara saldıran
okyanuslar bütün karaları; harap olmuş şehirleriyle, açılmış çukurlarıyla,
ormanlarıyla, vâdileriyle, geniş arazileriyle istilâ etmeye başlayacaktır.
Önlerine kattıkları insanları sürüler hâlinde kovalayacaklar ve yutacaklar.
Deniz sularının ateş çukurlarıyla ve yarıklarıyla birleştiği yerlerde büyük
infilâklar ve müthiş su buharları hâsıl olacak. Bu sırada kıtalar baştan başa
çatlayacak ve üzerindeki asırlardan kalma bir medeniyetin harap olmuş bütün
mamureleri ve eserleri ile birlikte bu açılan cehennem çukurlarının içine
yuvarlanıp birkaç saat içinde kaybolacak. Onların gömüldükleri bu ateş
çukurlarının üzerlerini derhal okyanusların muazzam su kütleleri örtecek ve en
kısa zamanda dünyanın bütün kıtaları yok olacak. Onların yerlerinde, binlerce
metre derinliği haiz yeni okyanuslar peyda olacak ve böylece o zamana kadar
ulaşmış olduğu bütün medeniyetiyle ve maddî zenginlikleriyle birlikte bir dünya
devri daha kapanmış ve ebediyen unutulmaya mahkûm maziye karışmış bulunacak.
İşte bu hengâmede insanların çoğu, kendi ihtiyaçlarına cevap
verecek bir âleme gidecek, az miktarda kalanlar ise yeni dünyaya intikal etmek
üzere, büyük katastroftan bakiye kalmış kaya parçaları üzerinde şaşkın hâlde
kalacaklardır. Zira denizlerin dibine gömülen eski kıtaların bâzı yüksek
yerleri, istikbalin küçüklü büyüklü adalarını ve takım adalarını teşkil etmek
üzere büyük kaya parçaları hâlinde denizlerin üstünde kalacaklardır.
**
Yeryüzü batarken karmakarışık olan denizlerin dibinden büyük
kara parçaları yükselecek ve bu suretle bunlardan yeni kıtalar meydana gelecek.
Bu yeni kıtalar, gelecek dünya devrinin coğrafya mütehassıslarına asırlarca
süren yeni birer araştırma mevzuu olacaktır.
Yeni dünya devri
insanlarını, bugünkü dünyanın batışı sırasında, kıtaların yüksek yerlerinde ve
tepelerinde kalan insanlar teşkil edecektir demiştik. Bu
sıralarda denizin dibinden çıkan yeni kıtalarda henüz insan bulunmayacaktır.
Bugünkü dünyadan, gelecek dünyaya intikal edecek olan insanların yaşamaya
mecbur bulunacakları adalarda toprak olmayacağından, bu insanlar sadece
kayalardan ibaret, etrafı denizle çevrilmiş bu adalarda mahsur kalacaklardır.
Böylece birkaç gün içinde olup biten bu işlerden sonra sükûnet avdet edecek,
dünyada senelerden beri bozulmakta olan umumî muvazene, bu son birkaç günlük krizini
atlattıktan sonra yeni dünya şartlarına uygun olarak tekrar kurulacak, her şey
olup bitecek, güneş gene aynı parlaklıkla yeni dünyanın ufuklarından doğarak
onu canlandırmakta devam etmeye başlayacaktır.
*
**
İnsanlara gelince, bu dünyadan, gelecek dünyaya intikal eden
insanlar, her ne kadar beden yapılarını ilk anlarda muhafaza edecek iseler de
bunların zihnî durumlarında, zekâlarında, idraklerinde, duygularında,
hâfızalarında büyük gerilemeler husule gelecektir. Bunlar şuurlarını
kaybedecekler ve deleceklerdir. Bu insanlar geçen dünya devrine, büyük insan
medeniyetlerine, kendi ferdî, ailevî ve mâşer hayatlarına ait bütün bilgileri
ve mefhumları unutacaklardır. Ne geçmiş bilgilerinden, ne ilimle-rinden, ne
tekniklerinden, ne kabiliyetlerinden, ne itiyatlarından, ne de kendi eski
hüviyetlerinden, hafızalarında hiçbir şey kalmayacak, en iptidaî birer insan
hâlinde yalnız insiyaklarıyla hareket edeceklerdir. Onların insiyaklarının
başında korku gelecektir. Büyük dünya inkılâbı sırasında, gözleri önünde günlerce
devam eden katastrofik hâdiseler, dünyanın korkunç ve gürültülü batışı, onların
varlıklarında uzun müddet devam edecek büyük bir korku insiyakına sebep
olacaktır. Fakat bu insanlar, geçmişe ait bütün bilgilerini kaybettiklerinden
hâlihazırda da şuursuzluk ve tam bir idraksizlik içinde bulunduklarından, bu
korkularının ne sebebini, ne de mahiyetini aslâ bilemeyecekler, sadece onun
devamlı tazyiki altında yaşayacaklardır. Bundan başka, yeni girmiş oldukları
dünya vasatının gittikçe vahşileşen ve kabalaşan şartIarı da insanların bu
korku insiyaklarını daha ziyade arttıracak ve kuvvetlendirecektir.
Korku hissi bu iptidaî insanları beşer, onar bir araya
toplayacaktır. Bunlar her şeyden korkacaklar, korktukları zaman birbirlerine
daha ziyade yaklaşacaklar ve sarılacaklardır. Bakışları korkak olacak, her hâl
ve hareketlerinde korkunun bütün tezahürleri görülecektir. Ara sıra ve ekseriya
bir şeyden korktukları zaman mânâsız, şuursuz birtakım sesler çıkararak
bağırışacaklar, düşüncesizce oraya buraya koşuşacaklardır. Zira bunlar henüz
konuşmasını bilmeyecekler ve işaretlerle dahi anlaşabilmek liyakatinden mahrum
bulunacaklardır. Meselâ, bir tanesi bağırmaya başladığı zaman, bilhassa korku
insiyakı ile diğerleri de ona uyarak bağırmaya başlayacaklar, bir müddet birlikte
bağırıştıktan sonra, korkularının biraz yatışması ile hep birden tekrar
susacaklardır.
Evvelki dünyadan yeni dünyaya geçen ve aç, çıplak, âletsiz,
vâsıtasız, hiçbir şeysiz, bilhassa akılsız, düşüncesiz, şuursuz hâlde kalan ve
sadece korku ve açlık insiyaklarıyla hareket eden bu zavallı insanların kayalar
üzerinde, vahşi hayvanlar arasında geçirecekleri anlar pek çetin ve haşin
olacaktır. Bunlar yiyecek bulamayacaklar, giyecekten mahrum kalacaklar,
sığınacak bir tek ağaç kovuğu göremeyecekler ve kayalarla çevrilmiş bir muhitte
tabiatın bütün olaylarıyla karşı karşıya kalacaklar. Güneşin ziyası vücutlarını
yakacak, soğuk rüzgârlar ve havalar çıplak bedenlerini hırpalayacak. Vahşi
hayvanların saldırışlarından kaçışacaklar, beşi, onu bir arada kayaların
aralarına veya taş oyuklarına sığınacaklar. Bütün bu durumlar onlarda esasen
mevcut olan korku insiyakını büsbütün arttıracaktır.
İdrak ve zekâları henüz, taşları yontarak onlardan
kendilerine av veya müdafaa silâhı yapabilecek durumlardan çok uzak olduğundan,
bu insanlar ilk zamanlarda henüz taş devrine bile girmiş olmayacaklardır.
Yalnız kaba insiyaklardan ibaret olan bütün ihtiyaçlarını, çıplak ve hiçbir
âletle mücehhez olmayan bedenleriyle ve bittabî hep insiyakî olarak gidermeye
çalışacaklardır. Meselâ, açlık hissinin kendilerinde uyandırdığı ihtiyaçlarla,
hayvanların en zayıfı gördüklerine müştereken saldıracaklar ve bunlar arasında
gene en zayıf buldukları kendi cinslerine hücum ederek onları parçalayacaklar
ve yiyeceklerdir. Yamyamlık, insanların ilk anlarındaki hayatları için en tabiî
ve zarurî bir hareket olacak ve bu insanlar ilk dünya hayatlarına böylece
birbirlerini yemekle, yâni yamyamlıkla başlayacaklardır.
**
Yeni dünyanın; eski batan kıtaların deniz üzerinde bakiye
kalan kısımlarına ait bâzı adalar ve takım adalarla, denizin dibinden
yükselerek meydana çıkan yeni büyük kıtalardan müteşekkil olacağını
söylemiştik. Keza, geçen dünyadan kalan insanlarla meskûn bu adaların,
kayalıklardan ibaret olacağını, buralarda toprağın bulunmayacağını da belirtmiştik.
Binaenaleyh ilk insanların muhitinde nebat hayatı henüz mevcut olmayacaktır.
İşte bu hâlde bulunan yeni dünyanın ilk durumu kısa bir zamanda vahşileşmeye
başlayacaktır. Her şey basitleşecek, iptidaîleşecek, vahşileşecektir. Eski
dünyada mevcut olan, zirveleri yuvarlak dağlar ve tepeler yeni dünyada
görülmeyecek, onların yerine tepeleri sivri, testere şeklini almış dağlar ve
sıradağlar meydana gelecek, keskin vadiler görülecek, her şey sivrileşecek,
keskinleşecek ve haşin bir çehre alacaktır.
Varlıkların, yaşamakta oldukları muhitlere uymalarının
zaruri olduğundan evvelce bahsetmiştik. Dünyaya gelecek varlıklar ancak, içinde
bulundukları muhitin maddelerinden bedenlerini kuracakları için, yeni dünyaya
intikal etmiş olan insanların ve hayvanların da nesilleri üredikçe
kabalaşacakları, kaba olan muhitlerine uyacakları tabiîdir. Onların bu kaba
muhite intibakları neticesinde, bedenleri süratle kabalaşacaktır. Geçen
dünyadan yeni dünyaya intikal eden hayvanların ve insanların bedenlerinde
görülecek bu kabalaşma hâli, iptidaî muhitlerine ait ihtiyaçlarına bağlı olarak
nesilden nesle artacak ve uzun müddet devam edecektir. Meselâ nesiller
ilerledikçe büyük cüsseli hayvanlar zuhur edecek, bu hayvanlar vahşi olacak,
adalarda toprak ve binnetice nebat olmadığı için, geçen dünyanın ot ve nebat
yiyen mun\s hayvanlarına buralarda tesadüf edilmeyecektir.
Tıpkı bunun gibi bu yeni dünyaya geçen ilk insanların da
nesilleri ilerledikçe, beden teşekkülâtı değişecek, onlarda da bir kabalaşma
hâli başlayacaktır. Haşin ve sert tabiatla, vahşi hayvanlarla ve birbirleriyle
boğuşmak, çarpışmak durumunda kalan bu ilk insanların hayat mücadelelerinin
doğuracağı yeni ihtiyaçlara uygun olarak, beden yapıları ve teşekkülâtı esaslı
değişmelere mâruz kalacaktır. Yâni nesiller ilerledikçe, bu kaba muhite uygun
beden teşekkülâtı bütün karakteristikleriyle tebarüz edecektir. Artık geçmiş
dünyada olduğu gibi, ince uzun insan şekilleri kalmayacak, buna mukabil,
insanların bedenleri yayvanlaşacak, cüsseleri büyüyecek, adaleleri kuvvetlenecek,
göğüsleri genişleyecek, kolları uzayacak, ayaklarında iş görme kabiliyeti
artacak, ayak parmakları da icabında el parmakları gibi çalışacağı için onlar
da büyüyecek, kolları ve ayakları kuvvetlenecek, kafatası da ona göre yeni
şekiller alacaktır. Entelektüel hayattan ziyade, sansüel insiyaklara hizmet
etmek durumunda kalan o günkü beynin yükü, medenî bir insanın zihnî
faaliyetlerinden azade olacağından, mükemmel bir beyne ve bu beynin
muhafazasına hâdım bir kafatasının teşekkülüne lüzum kalmayacak ve bunun
neticesinde de alınlar küçülecek, kafatasının da küçülmesiyle geriye doğru
çekik olacaktır. Buna mukabil, yalnız et yemek zaruretiyle, ağız ve çeneler
gelişecek, dişler sivrileşecek, keskinleşecek, kuvvetlenecek, ağızlar
büyüyecek, kabalaşacak ve öne doğru çıkık olacaktır. Şiddetli hava tesirlerine
karşı korunmak için cilt sathındaki kıllar sıklaşacak ve büyüyecektir.
İntikali müteakip yeni gelecek nesillerle başlayacak olan bu
kabalaşma hâli 300 sene kadar devam edecektir. Bu müddet zarfında dünyaya insan
hâlinde gelecek yeni nesiller, güneş sisteminin başka gezegenlerinde hayvanlık
ve insan altı kademesi hayatlarına ait bütün inkişaf safhalarını imal ederek,
artık birer insan bedenini kurmaya liyakat kazanmış bulunan ve insan hâlinde
dünyaya gelmek ihtiyacında olan varlıklardan teşekkül edecektir. Yâni bu
kabalık devrinde, geçen dünyadan intikal etmiş insanların evlâtları, diğer
gezegenlerin insan altı safhalarını henüz bitirip de bu dünyaya girmekle ilk
insanlık kademesine ayak basmış bulunan varlıkları olacaktır. Zaten bu vahşi
muhit de onlar için hazırlanmıştı. Geçen dünyadan bu yeni dünyaya intikal etmiş
insanların vazifelerinden birisi de bu, hayvanlıktan ve alt kademelerden
insanlığa ilk geçecek varlıkları doğurmak, onlara analık, babalık yapmak olacaktır.
**
İnsanların bu kayalık adalarda geçirecekleri müddet
zarfında, henüz meskûn olmayan yeni kıtalarda toprak mevcut olacak, buralara
günlerce, aylarca muazzam yağmurlar yağacak ve bunun neticesinde de kıtaların
bâzı yerlerinde büyük gövdeli uzun ağaçlardan müteşekkil balta görmemiş vahşi
ormanlar meydana gelecektir.
İşte kayalar üzerinde 300 sene kadar sürecek olan insanların
kabalaşma devrinden sonra, onlar bulundukları kayalık adalardan kalkıp bu
kıtalara gidebilmek kudretine erişecekler ve onların ormanlarından,
nebatlarından ve diğer imkânlarından istifade etmeye başlayacaklardır. Zira
bundan evvel onların, bulundukları yerlerden ayrılabilmelerine ne düşünceleri,
ne kudretleri, ne de içinde bulundukları imkân ve vâsıtaları müsaade
etmeyecektir. Fakat 300 senelik bir kabalaşma devrinden sonra inkişafa doğru
iptidaî ve basit kıpırdanışlarla, insiyaklarında husule gelecek gene basit
olmakla beraberbiraz daha ileri ihtiyaçlar neticesinde, insanlar yavaş yavaş bu
adaları terk edip büyük kıtaların kendilerine en yakın kısımlarına geçmeye
başlayacaklar ve böylece yeni bir dünya kuruluşunun bütün müteakip icaplarını
yerine getirmek üzere bundan sonra çok uzun ve ağır bir inkişaf temposuna
gireceklerdir.
Altmış bin sene sürecek olan yeni dünyanın bu insanlık
inkişafı devresi boyunca insanlar, yeni bir medeniyete ulaşıncaya kadar taş,
demir, tunç devirleri gibi uzun devirler geçirecekler, ilk çağ, orta çağ gibi
birtakım çağlar atlatacaklar velhâsıl Mu dünyasından bu dünyaya devredilen
insanlarda olduğu gibi, bunlarda da yavaş yavaş insiyaklar sezgilere, sezgiler
idraklere intikal ederek idraklerin inkişafıyla, tedricen mâşer ve yüksek mâşer
plânlara geçilecektir.
Eğer bu sırada, geçen dünyanın son intikal safhasına kadar
kendilerini yetiştirmedikleri için, müteakip dünyaya kalmış olanlar arasında,
inkişaflarında büyük bir hız alıp, süratle vazife plânına hazırlanmış olanlar
bulunursa onlar 510 bedenlenmeden sonra, yâni 810 asır zarfında yukarıdan
kendilerine liyakatlerine göre verilecek vazifelerini yapabildikleri takdirde
(vazife plânına geçebilmek için mutlaka bir vazifeyi ifa etmek şarttır)
dünyanın sonunu beklemeden, geçen dünya inkılâbı sırasında yüksek plânlara
giden diğer mesut insanların bulunduğu yerlere ulaşmak üzere dünyayı tamamen
terk edip gideceklerdir. Diğer insanlar ise, dünyanın altmış bin sene sonra
gelecek yeni inkılâp günlerini beklemek ve o günlere hazırlanmak üzere sayısız
ferdî, mâşer imtihanlar, mihnetler, mücadeleler, harpler, kıtaller, ölümler,
cinayetler, hastalıklar, esaretler, hapishaneler, zindanlar, engizisyonlar,
tımarhaneler, hastaneler, ıstıraplar, sıkıntılar, sefaletler, açlıklar, ağır
hizmetler... velhâsıl dünya hayatının insan tekâmülünü hazırlayan ve her dünya
devresi tarihi boyunca geçirilmekte olan sayısız bütün inkişaf materyalleri
içinde tekrar yaşamaya başlayacaklardır. Bu arada birbirine zıt görünen
akideler, realiteler, bilgiler, itikatlar, dinler, mezhepler, ekoller ve
kanaatler içinde bazan otomatik, bazan yarı idrakli cehit ve gayretlerle
boğuşarak, didişerek hakikat diye bir sürü realitenin peşinde koşacaklar, bir
sürü hayal kırıklığına, aldanmalara, hatalara düşmelere ve
muvaffakiyetsizliklere uğrayacaklardır. Bu sırada hayatın çetin mücadeleleriyle
de karşılaşacaklar, çalışacaklar, didinecekler re gelip geçici, fakat kuvvetle
çekici zevklerin aldatıcı cazibeleri peşinde, asıl gaye ve hedeflerini
unutmamaya gayret ederek altmış bin sene sonra gelecek yeni bir dünya
inkılâbının eşiğine çok ağır ve zahmetli yürüyüşlerle ulaşacaklar ve ancak o
zaman, artık bu dünyayı tamamen bırakabilecek kudrete erişmiş bulunacaklardır.
Zira bu yavaş inkişaf temposu içinde insanların çoğu, artık maddenin mânâsını,
imkân hudutlarını, hangi gayeler için olduğunu, insanlara ne dereceye kadar ve
hangi yollardan faydalı olup hizmet edebileceğini anlamış ve öğrenmiş
bulunacaklardır. Hulâsa, dünya mektebi, her inkişaf devresi sonunda,
yetiştirmiş olduğu mezunlarını yüksek müesseseler tevdi etmek üzere, kapılarını
onların arkasından kapayacak, gidenlerin boşalan yerlerine de yetiştirilmek
üzere, yeni geleceklere kapılarını açacak ve bu suretle devri olan namütenahi
fonksiyonlarından bir tanesini daha yapmış bulunacaktır. Bu yalnız dünyanın
değil, bütün dünyaların, bütün âlemlerin ve kâinatın kaderidir.
**
Burada şunu tekrar tebarüz ettirmek isteriz ki ne kadar
gürültülü ve korkunç görünürse görünsünler bu durumlardaki, yâni büyük dünya
inkılâplarının görünüşlerindeki korkunçluk hâl zâhirîdir. Burada, ne korkulacak, ne
ürkülecek, ne kaçınılacak, ne de endişeye kapılacak hiçbir şey yoktur. Zira
bu korkunç manzaralar, ancak dünya maddelerinin tâbi bulunduğu realitelere
aittir. Ve onlarla beraber dünyada kalacaktır. Öbür tarafa, yüksek plânlara
bunların bir zerresinin zerresi dahi geçemeyecektir. Ölüm ise esasen, hiçbir
ıstırap ve acı vermeyen bir an meselesidir. Ölüme sebep olan hâdiselerin
manzaraları haddizatında, öz varlığa ait şeyler değildir. Bedene ve dünyaya ait
durumlardır. Ölenler o an içinde bunların hepsini terk etmiş ve hâtıralarını
bile unutmuş bulunacaklardır. Binaenaleyh, volkan ağızlarının kızgın ateşleri,
su kütlelerinin azgın saldırışları, yer sallantılarının şiddetli hareketleri,
yıldırımların gürültüsü; buradan gitmesi tekarrür etmiş olanlar için ancak
birer oyuncaktan ibaret kalan ölüm vâsıtalarıdır. Çünkü dünyada kopan bu
kıyametin insanlardan tek alabileceği şey, onların zaten burada bırakmayı seve
seve kabullenmiş oldukları kaba bedenleri olacaktır. Buna da insanlar çoktan
razıdırlar. Zira insanların belki o anda bile, sezmeye başlayacakları yüksek,
mesut âlemlerin saadetli atmosferine bir an evvel kavuşabilmeleri, bedenlerini
terk edecekleri ölüm saniyesinin gelişine bağlıdır ve onlar idrak edebildikleri
nisbette, bu saniyenin bir an evvel gelmesini bekleyeceklerdir. Bu, bir saadet,
sevinç ve kurtuluş anıdır. Bu, binlerce senelik ıstıraplı bir mazisi olan dünya
mektebinin, ağır şartlar altında geçirilmiş zahmetli tahsil devrelerinin tam ve
muvaffakiyetle ikmali anıdır. Bu an, muvaffakiyetli, muvaffakiyetsiz hayatların
çeşitli korkuları, ıstırapları ve hattâ azapları içinde bir sürü ümitsizlik ve
inkisarla dolu şartlarının artık son bulduğu ve her şeyin en mesut, en süratli
ve rahat yollardan yürüyerek nurlu, berrak ve kudretli sahalara intikal edeceği
bir andır. Bu, tam mânâsıyla bir kurtuluş anıdır.
O kadar korkunç görünen bu hengâmede, o kadar dehşetli
manzaralar arz eden bu kıyamet gününde on binlerce senelik mihnet ve meşakkatle
dolu zincirli bir mahpusiyet hayatı olan kaba hidrojen âleminden parlak ve
mesut bir üst âleme geçilecektir. Bu geçişi sağlamak için de insanların artık,
bir tek nefes süresi kadar kısa bir zamanı beklemekten ve o tek nefesin
verilişi gibi basit, kolay ve küçük bir ameliyeyi geçirmekten başka bu dünyada
yapacakları iş kalmamış olacaktır. Burada asıl felâket, ölemeyip, daha doğrusu
o anda ölmek liyakatini kaybedip yaşamak ve basitleşmiş bir dünyanın, tekrar
binlerce sene devam edecek bekçiliğini yapmak hükmünü giymiş olan zavallı
insanların başına çökecektir ki bu da ne bir zulümdür, ne de bir gadirdir. Bu
sadece onların, bütün bir dünya hayatı boyunca istedikleri, peşinden koştukları
ve hattâ tapındıkları madde arzu ve ihtiraslarının yüksek kader mekanizması
hükümleri karşısında gerçekleşmiş neticesinden başka bir şey değildir.
Vukua gelecek olan bütün bu hâdiselerin büyük tertip ve
nizamlara tâbi olduğunu, hiçbir şeyin keyfî ve rasgele vukua gelmediğini tekrar
tekrar söylemiştik. Bu sözlerin mânâsı şudur ki dünyada olup bitecek
hâdiselerin hepsi üniteden gelen direktif ve icaplara göre ayarlanmış ve öyle
olmuştur. Her şey, varlıkların bizzat çalışarak kazanmış oldukları liyakat
derecelerine göre, aslî icapların direktifi altında ve aslî zamanın yardımıyla,
kader mekanizmasının ölçüp, takdir ederek hükümlendirdiği tarz ve şekillerde,
vazife plânının alâkalı vazifelileri tarafından yapılmaktadır. Binaenaleyh vuku
bulacak her şey büyük hesaplara, çok ince ve şümullü teknik esaslara
dayanmaktadır.
**
Şurasını aslâ unutmamak gerekir ki bütün bu hareketleri ve
neticeleri meydana getiren tesirler daima tekrarlamış olduğumuz gibi
üniteden süzülerek gelen aslî direktiflere göre, dünyanın muhtaç olduğu
durumları temin etmek vazifesiyle mükellef yüksek plândan direkt veya endirekt
olarak dünyanın manyetik alanına inmektedirler. Bu tesirlerin dozları; ne biraz
fazla, ne de biraz eksik olmamak üzere tam kıymetleriyle gönderilmiş ve böylece
aslî icaplar yerine getirilmiş olur.
Binaenaleyh bütün bu hareketler plânsız değil, muazzam bir
tekâmül plânının tatbikatı gayesine mâtuf olarak muayyen ölçülere göre meydana
getirilmektedir. İşte bütün bunlar, tekâmül yolunda, kâinatın muazzam ahengi ve
nizamı içinde kurulmuş hikmetle dolu tertiplerdir. Bu hercümerç gününde,
göründüğü gibi bir felâket yoktur. Burada olan şeyler bir taraftan; dünyadaki
tekâmül devrelerini başarı ile bitirmiş, sırtlarını artık kendilerini tatmin
etmeyen dünya maddelerine çevirmiş insanların lâyık oldukları âlemlere
intikallerini sağlayacak, diğer taraftan da kaba maddeden bir türlü kendilerini
kurtaramayan ve saadetin ancak o maddeye gömülmekle kazanılacağını sanan hazırlıksız
insanların iştiyak duydukları kaba maddelere dönmeleri ihtiyacını yerine
getirecektir.
Kader mekanizması; insanların tekâmülde esas tutulan
hürriyetleriyle tercih etikleri, istedikleri ve ihtiyaç duydukları mekânlara
kavuşmaları yolundaki cehit ve gayretlerine göre liyakat derecelerini takdir
eder ve ona göre icaplarını yerine getirir. Bu suretle dünyanın kapanış
safhasında, herkes istediğini bulacak, ihtiyacının karşılığını alacak, tekâmül
merdiveninin liyakat basamaklarındaki yerine ulaşacak ve böylece ilerleyen
ilerleyecek, gerileyen ise yerinde kalacaktır.
Binaenaleyh bütün bu korkunç ve dehşetli görünüşlerine
rağmen, dünyanın bu kapanış sahneleri, hazırlanmış insanlar için en büyük
kurtuluş anı, en sevinçli te mesut günün doğuşu, asırlarca beklenen büyük
kurtarıcı şafağın söküşü olacaktır.
Burada göstermiş oluyoruz ki dünya, Mu devrinin kapanışından
bu yana bir inkişaf devresini daha bitirerek, yüz binlerce defa tekrarlanmış
olan bu açılış ve kapanışlarına bir tanesini daha eklemek üzeredir. Yüksek
prensipler muvacehesinde dünya için takdir olunmuş bulunan bu hâl, tekrar
tekrar devam edip gidecek ve böylece dünya, her defasında kendisinin bir
devrelik bütün inkişaf imkânlarından faydalanarak dünyaya mahsus tekâmül
hazırlıklarını bitirdikten sonra liyakatlerini kazanmış oldukları ve muhtaç
bulundukları yüksek âlemlere, insanların kütleler hâlinde intikal etmek üzere
dünyadan tamamıyla kurtulabilmelerine ve ayrılabilmelerine zemin
hazırlayacaktır.
Büyük dünya katastrofunda (afet ve felaket) ölmek suretiyle
dünyadan tamamıyla kurtulduklarını söylemiş olduğumuz insanların, doğruca
gidecekleri yer, yarı süptil dediğimiz, dünyaya nazaran yüksek bir plândır ki
biz buna sevgi plânı diyoruz.
Bu plânda hâkim olan realite sevgidir. Daha doğrusu oraya
intikal edecek olan insanlar o plânda sevginin çeşitli tatbikatını görmek ve bu
sayede vazife plânının yüksek icaplarına tamamıyla intibak edebilecek duruma
gelmek için orada bir müddet yaşayacaklardır. O hâlde, yarı süptil âlem veya
sevgi plânı, her şeyden evvel bir arasat plândır. Yâni basit dünya
realitelerinin ağır yüklerinden kurtulmuş olan insanların, çok süptil bir
vazife plânına intikalini rahat, tatlı ve mesut bir yürüyüşle temin eden bir
ara vasattır.
Maddî inkişafın her safhasının ikmalinden sonra bir üst
safhaya geçebilmek için, nebat, hayvan, insan, bütün varlıkların böyle arasat
plânlardan geçmesi zarurîdir. Zira bu plânların fonksiyonları çok mühimdir. Meselâ,
herhangi bir safhada bulunan varlık, bir hayvan varlığı, çok uzun süren
hayvanlık safhasını hakkıyla imal edip bir üst safhadaki bedeni, yâni insan
bedenini kullanabilecek liyakate erdiği zaman birdenbire hayvanlık
mertebesinden hemen insanlığa atlayamaz. Zira her ne kadar o, kendi çapında,
lüzumu derecesinde inkişaf etmiş olsa bile gene o zamana kadar kullanmış olduğu
bir hayvan bedeniyle insan bedenini kullanmak arasında çok mühim ve derin
farklar vardır. İşte beden realiteleri arasında muayyen intikal kademelerini
geçirdikten sonradır ki o varlık, insanlığın icaplarına tamamıyla uyabilecek ve
insan bedenini bilfiil kullanmaya alışmış olacaktır. O hâlde, onun böyle bir
intikal hazırlığını yapabilmesine imkân verecek bir plânda yaşaması lâzımdır.
İşte bu da onun yarı süptil [ince, narin, dakik ] âlemidir. Burada o varlık,
insanlığın icaplarına kendisini hazırlayıcı birtakım durumlarla karşılaşır ve o
durumlarda bir müddet intikal tatbikatını yaptıktan sonra, en iptidaî
merhalesinden başlamak üzere insanlık âlemine adımını atar. Fakat gene hemen
müstakil bir insan varlığı hâline birdenbire giremez. Evvelâ insan beyninin
elemanlarını kurabilecek duruma gelir, uzun müddet insan beyni hüceyrelerinde
yaşayarak insan bedenini idare etmek tatbikatlarını gördükten sonra lüzumu
derecesinde, yâni bir insan bedenini müstakilen kullanabilecek liyakate ulaştıktan
sonra o bedeni kullanıp müteakip tekâmüllerini yapmak için bir insan bedenine
irtibatlar kurarak dünyaya bağlanır, insan hâlindeki bir bedenle bedenlenir ve
bundan sonra evvelce söylediğimiz gibiinsan bedeniyle bütün tekâmül
kademelerini dünyada ikmal eder.
*
**
İnsanların, insan üstü plâna geçebilmeleri için atlatmaları
lâzım gelen yarı süptil âlem [ince,
narin, dakik]; insan altı âleminden insan kademesine geçilirken yaşanması
icap eden arasat plânlarla kıyaslanamayacak şümul ve vüsattedir. Arasat plânların,
alt plândan üst p\âna varlıkları hazırlamak için, kendilerine mahsus vâsıtaları
vardır. Bu vâsıtalar ne onların terk etmiş oldukları plânların realitelerine,
ne de bir üst plânın realitelerine aittir. Bunlar ancak, alt plândan üst plâna
geçecek varlıkların, bu iki plân arasında mevcut olan farklar karşısında
herhangi bir sarsıntıya mâruz kalmadan geçebilmelerini, diğer tâbirle üst
plânın hiç alışılmamış realitelerine alışabilmelerini, en kestirme yoldan temin
eden vâsıtalardır ki bu vâsıtalar birer cephesiyle, bırakılan plânın
realitelerine temas ederken diğer cepheleriyle de gelecek plâna yakın bâzı
durumlar arz ederler. Fakat haddizatında, onlar ne bırakılmış olan, ne de
intikal edilmek üzere bulunan plânların kendi realiteleri değildir, ancak arasat
plânına mahsus bir hazırlık mekanizmasıdır.
**
İnsanların dünyadan sonra girecekleri yarı süptil âlemin,
yâni arasat plânının hazırlayıcı vâsıtası sevgidir. Buradaki sevgi hiçbir
vakit, dünyada anlaşılan ve duyulan sevginin kendisi olmamakla beraber, bunun
gene dünyadakine yakın bir cephesi vardır. Her ne kadar dünyadaki sevgi, sevgi
plânındaki hakikî sevgi mefhumundan başka ise de gene o sevgiye insanları
hazırlayıcı bir basamak olabilecek kıymeti te mahiyeti haizdir. Binaenaleyh
sevgi âlemine, yâni yarı süptile girmek liyakatini kazanmış olan bir insan
varlığı; dünyada geçirmiş olduğu bu hazırlığı sayesinde, dünyadakinden bambaşka
ve onunla kıyas edilemeyecek bir vüsat ve şümul içindeki bu büyük sevgi
mekanizmasına katılmış bulunacaktır. O varlığın bu piânda yapacağı şey, bu çok
şümullü ve geniş sevginin çeşitli varyetelerini kullanarak, onların daha üst
vazife plânına hazırlayıcı imkânlarından faydalanmak olaçaktır. Demek ki
buradaki sevginin, dünya insanlarınca anlaşılamamış olan mahiyeti, arasat plânındaki
varlıkları vazife plânının yüksek realitelerine intibak ettirici çok kudretli
durumlar arz eder. Zira vazife plânını tam mânâsıyla kabullenmek ve ona intibak
edebilmek pek kolay bir iş değildir. Buradaki muvaffakiyetin de bir hayli cehit
ve gayret gösterilmesini icap ettiren teknik hususları vardır.
**
Sevgi plânındaki cehit ve gayretler, dünyadaki kaba işlerde
gösterilen cehit ve gayretlerden bambaşkadır. Dünyadaki cehit ve gayretler
esnasında insanların karşılarına daima dikilmekte olan zahmetlerin, sıkıntıların,
ıstırapların, azapların, işkencelerin, hastalıkların, ölümlerin hiçbirisi
burada yoktur. Buradaki cehit ve gayret, varlıkların idraklerinin artışı
nisbetinde (bu da sevgi plânında süratle vâki olur) daha çok zevkli te saadet
verici hazlarla dolu olur. Varlıklar bu yoldaki faaliyeti, sevgi faaliyetini
büyük bir iştiyakla özlerler ve ondan sonsuz saadet duyarlar. Nitekim daha
dünyada iken insanların öz varlıklarında beliren bu büyük saadetin sezgi
pırıltıları insanları kendisine çeker. Fakat insanlar bütün iştiyaklarına
rağmen, dünyada iken bu saadeti elde edemezler. Bununla beraber insanlar,
mahiyetini bilmeden, ne olduğunu tarif edemeden, mütemadiyen onun peşinde
koşarlar ve bütün hayatları boyunca onu sayıklar dururlar. İşte onlar
iştiyakını duydukları, asırlarca peşinden koştukları, buna rağmen bir türlü
yakalayamadıkları, hattâ mahiyetini tâyin edemedikleri bu saadetin, dünyayı
terk etikleri andan itibaren, sevgi plânında kucağına atılmış bulunacaklar, o
zaman kendilerini tam mânâsıyla tatmin edecekler, diğer tâbirle dünyada hiçbir
zaman nail olamadıkları tatminkârlığın ne demek olduğunu o zaman
anlayacaklardır.
Bu plânda hâkim olan sevginin ilk iptidaî basamakları, sevgi
adıyla dünyadan itibaren başlamakta, yarı süptil âlemin bütün hayatını işgal
ederek vazife plânının eşiğinde son bulmaktadır. Demek ki bu büyük ve şümullü
sevgi de vazife plânına doğru son merhalesine ulaşmış ve orada fonksiyonunu
bitirmiş olacaktır.
**
Sevginin bu fonksiyonu, varlıkların vazifeye tam intibak
edebilmelerini sağlaması bakımından çok lüzumlu ve mühimdir. Zira vazifeye
girebilmenin büyük imkânlarını bu sevgi fonksiyonu temin eder.
Vazife plânı bambaşka yüksek bir plândır. Evvelce bu plân
hakkında lüzumlu bilgiyi vermiş olduğumuz için onları burada tekrarlamıyoruz.
Ancak şu kadarını söyleyeceğiz ki vazife plânı, baştan başa bir ahenk, bir
nizam, bir beraberlik, tam ve karışıksız bir koordinasyon ve kooperasyon
plânıdır. Orada en küçük bir ahenksizlik, en küçük bir aykırılık veya bir
terslik yoktur. Oraya girecek varlıkların muhakkak ve kat'î olarak bu ahenge
uymuş durumda bulunmaları, hattâ bu ahenkten olmaları şarttır ki bu da bu yolda
geçirilecek olan birçok hazırlık safhalarıyla mümkün olabilir. Zaten vazifeye
hazırlık safhalarının en haşin, en iptidaî, en zor ve ıstıraplı kademelerini,
dünya hayatına ait uzun devreler içinde insanlar geçirmiş bulunmaktadırlar.
Bundan sonra bu hazırlığın doğrudan doğruya vazife plânına ulaştıran yarı
süptil âlemdeki, yâni sevgi plânındaki son kademeleri ise biraz evvel söylediğimiz
gibiçok kolay, rahat ve saadetle dolu olarak sevile sevile imal edilecektir. Bu
suretle bu âlemdeki yüksek sevgi mekanizmasıyla vazife plânının ahengine ve
icaplarına uymak kudreti kazanılacaktır. Şu hâlde bu plândaki yüksek sevgi,
büyük vazife plânına ulaşmanın tatlı ve esaslı bir vâsıtasıdır.
**
Yarı süptil âlemde, sevginin varyetelerinde yaşanırken,
varlıkların karşılarına çıkacak, oranın kendisine mahsus nefsaniyeti de vardır.
Bu nefsaniyetin mahiyetinden biraz aşağıda bahsedeceğiz. Sevgi plânında, varlıkların
büyük vazife plânına hazırlanmalarına engel olan bu nefsaniyetlerini bir an
evvel ortadan kaldırmaları ve ondan kurtulmaları zarurîdir. Bu da söylediğimiz
gibi, dünyadaki kaba nefsaniyetlerin kaldırılması sırasında çekilmesi zarurî
olan zahmet ve sıkıntılardan uzak, bilâkis varlıklar için çok zevkli bir
çalışma ve meşguliyet sahası olan sevginin çeşitli tatbikatıyla temin
edilecektir. Ve bu tatlı meşguliyetler sonunda bu mania da ortadan kalkacak,
varlıklar belirsiz bir akış içinde büyük vazife plânının ilk basamaklarına
adımlarını atmış olacaklardır. Bunun için de dünyada olduğu gibi, büyük
şoklara, kaba gürültülü geçişlere, ölümlere orada lüzum yoktur. Zira esasen
dünyadan ayrıldıktan sonra varlıklar için bu gibi durumlar bahis mevzuu
olmayacaktır. Böylece sevgi plânını ikmal edip vazife plânına geçen varlıklar,
vazife plânının ilk basamaklarına çıkacaklar ve orada hemen
vazifeleneceklerdir.
Şimdi, yarı süptil âlemdeki sevgi mekanizmasının hazırlayıcı
durumu üzerinde duracağız.
İnsanların dünyayı bırakmaları demek, dünyaya ait olan kaba
hidrojen kombinezonlarından ibaret fizik bedenlerini terk etmeleri ve aslî
hâllerine, varlık hâllerine dönmeleri demektir. İnsan bedenlerini kullanan
varlıklar evvelce söylediğimiz gibiinsan anlayışına göre, madde bile
denemeyecek kadar dünya maddesi mefhumundan ve realitesinden uzaklaşmış çok
süptil bir madde hâlidirler. Böyle bir hâl insanlar nazarında bir madde olamaz.
Zira insanların tanıdığı ve kabul ettiği mânâda, bir varlığın hiçbir maddî vasfı
yoktur. Onun içindir ki evvelce varlıklara sadece tesirler mudilesidir
demiştik. Böylece bir tesirler veya enerjiler mudilesi olan varlık dünyayı,
yâni bedenini terk edince, tamamıyla bedensiz hâlde iken, sevgi plânında bir
tesir vâsıtası olarak kullanmak üzere yarı süptil bir madde kombinezonunu
yakalar ve ona bağlanır. O anda bu kombinezon, onun kaba dünyadaki kaba bedeni
yerine geçer. Bu madde, dünya maddeleriyle vazife plânının süptil maddeleri
arasında yarı süptil hâlde bulunur. Fakat o, hem kaba tarafıyla dünyaya, hem de
ince tarafıyla süptil olan vazife plânına yaklaşır. Onun içindir ki buna yarı
süptii madde ve bu maddelerden müteşekkil olan yere de yarı süptil âlem
diyoruz.
Yarı süptil âlemin varlıkları, kullandıkları bu maddelerin
dünya maddelerine yaklaşan tarafından istifade ederek bunlarla dünyadaki zaman
ve mekân mefhumlarına yakın realiteleri orada kurabilirler. Ve kurmuş oldukları
bu reel imajlarda da yaşayabilirler. Bu mekânları kurabilmelerine yardım eden
maddelerin incelik dereceleri, dünyanın pek hassas âletlerine çarpabilecek
ayarda da olabilir.
Bu varlıklar henüz vazife plânına girmedikleri için,
kendilerine hattâ otomatik olarak dahi hiçbir vazife verilmez. Bu yüzden onlar
hiçbir varlığın tekâmülüne müdahale etmezler ve faaliyetlerine karışmazlar.
Kendilerinde henüz böyle bir salâhiyet yoktur.
Yarı süptil âleme girmiş bir varlık için asıl gaye vazife
plânına ulaşmaktır. Hâlbuki varlığın orada bağlanmış olduğu yarı süpt il madde,
onun vazife plânına girmesine engel teşkil eder. Zira vazife plânındaki madde
hâlleri süptil maddelerdir ve o plânda vazife görebilmek için varlıkların yarı
süptil bir tek madde kombinezonuna bağlı kalmaktan kurtulmaları lâzım gelir.
İşte oradaki varlıkların bu engeli aşabilmeleri için, çok
kuvvetli bir vâsıtaları vardır ki o da sevgidir.
Şu hâlde arasat plânındaki sevgi o plânın yarı süptil
maddelerini, her türlü ıstıraptan ve elemden âri tatlı ve mesut mücadelelerle
yenmeye yarayan yüksek bir vâsıtadır.
**
Vazife plânına girmek demek, birtakım vazife mükellefiyetlerini
kabul etmek ve bu vazifelerin icaplarını yerine getirmek kudret ve imkânlarına
sahip olmuş bulunmak demektir. Bunun için de vazife plânındaki varlığın,
vazifelere uygun çeşitli maddeleri kullanması lâzım gelir. Hâlbuki henüz bu
duruma gelmemiş bir varlık, dünyadan ayrılışını müteakip yakalamış olduğu yarı
süptil bir madde kombinezonunu iyice benimser ve ondan ayrılamaz. Bu maddeden
ayrılmayınca çeşitli süptil maddeler kullanmak imkânını elde edemez ve bunun
neticesinde de hiçbir vazifeyi yapamaz. Çünkü o vazifeyi yapabilmesi için
lüzumlu olan çeşitli süptil maddelerden ve vasatlardan istifade etmesi lâzımdır
ki buna, onun bir türlü terk edemediği yarı süptil maddesi engel olmaktadır.
Binaenaleyh oradaki varlıkların vazife plânına geçebilmeleri için, bu ilk
yakaladıkları, yâni kendilerine bir nevi beden gibi kullandıkları yarı süptil
maddeyi bir an evvel terk edebilmeleri şarttır. Bunu yapabilmelidirler ki
ileride kendilerine düşecek herhangi bir vazifenin icaplarını yerine
getirebilmek için, istedikleri değişik süptil veya yarı süptil maddeler
kullanabilsinler ve icaplara göre onları derhal değiştirebilsinler.
İşte onların yarı süptil âleme geçer geçmez yakaladıkları ve
bir türlü bırakamadıkları yarı süptil maddelerini bırakabilmelerine yardım
edecek en kudretli vâsıtaları sevgi olacaktır. Sevginin çeşitli tatbikatını
yapa yapa bu varlıklar artık, bir tek yarı süptii maddeye bağlanmak durumundan
kurtulacaklar, o maddeyi istedikleri zaman terk edebilecekler ve onun yerine
değişik maddeleri kullanabileceklerdir. Demek ki, yukarıda da biraz
bahsettiğimiz gibi, sevgi plânına geçen varlıkların ilk yakaladıkları bu yarı
süptil madde, oradaki hazırlıkların tamamlanması sırasında varlıklar için
yenilmesi gereken, onların bir nevi nefsaniyetleri olur. Onlar bu maddeyi
bertaraf etmekle nefsaniyetlerini yenmiş ve o andan itibaren de vazife plânının
ilk basamaklarına erişmiş olurlar. İşte buradaki muvaffakiyeti sağlamaya yardım
eden vâsıta, sevginin çeşitli varyeteleridir.
**
Bu plânda, başlangıçtan itibaren tam muvaffakiyete
erişinceye kadar muayyen bir müddetin geçmesi lâzım gelmektedir. Bu müddetin
devamı varlıklara göre değişir. Bâzıları için oldukça uzundur, bâzıları için
ise kısa sürebilir. Bu müddetin dünya zamanıyla tâyini güçtür. Zira bu müddet
için ölçü olarak kullanılan zaman, dünya idrakinin üstünde bir zamandır.
Binaenaleyh dünya zamanından çok
şümullüdür. Meselâ orada geçirilecek en çok müddeti dünya zamanıyla 300 sene
kabul edersek bu müddet, oranın idrak zamanıyla 3000 sene veya daha fazla
olabilir. Bunda da katiyet yoktur. Oranın zamanı dünyanınki ile nisbet
edilemez. Zira bu kıymetler idraklere göre daima değişir.
Dünya üstündeki işlerde, idrak zamanı ve idrak mekânı
hâkimdir. Ancak, sevgi plânının varlıkları ilk zamanlarında, yâni yarı süptil
maddeye henüz çok kuvvetli olarak bağlı bulundukları zamanlarda o maddenin
dünyaya yakın cephesini daha çok kullanacaklarından, dünyaya yakın realitelerde
yaşayabilirler. Bunun gibi, dünya dışında tamamıyla idrak mekânı hâkim iken,
yarı süptil maddeleri kullanan varlıklar, bu maddelerin dünyaya yakın
cephelerinden faydalanarak, az çok dünya mekânına benzer mekânlar da
kurabilirler. Ancak, bu varlıklar orada sevgi tatbikatlarını yapa yapa
idraklerini lüzumu derecesinde arttırıp yarı süptil maddeye bağlanmaktan kendilerini
kurtardıkça, zaman ve mekânları da o nisbette idrakî zaman ve mekânın şümullü
karakterlerini almaya başlar ve yarı süptil madde kombinezonundan tamamıyla
kurtuldukları anda da artık onlarda maddî realitelere ait faaliyetler kalmaz ve
alacakları vazifelere göre icap eden yerlerde istedikleri maddeleri kullanmak
suretiyle o maddelerin tâbi oldukları her türlü zaman ve mekân realitelerinden
istifade edebilirler. Zira yarı süptil maddeden kurtulduktan sonra onların
muayyen maddelerle devamlı bağı kalmayacağı için, süptil varlıklarıyla
istedikleri maddeleri kullanıp terk edebilecek kudreti haiz bulunurlar. Şu
hâlde sevgi plânındaki bir varlığın, yarı süptil maddesini bırakabilmesi ve
vazife plânına geçmesi demek, onun hiçbir maddeye bağlı olarak kalmaması, öz
varlık hâlinde, yâni münkeşif bir enerjiler mudilesi hâlinde kalması ve bu
enerji ile istediği zaman, istediği maddeyi kullanabilmesi, kullandığı maddeler
sayesinde de o maddelerin mensup bulunduğu âlemlere tesir re müdahalelerde
bulunabilmesi, oralarda bir sürü işler görebilmesi, vazifeler yapabilmesi
demektir ki yarı süptildeki bir varlık bu imkânlara, ancak tatlı, saadetli haz
ve zevklerle dolu sevginin çeşitli tatbikatını yaparak kavuşacaktır.
Şimdi, yarı süptil âlemi tarif edelim. Yarı süptil âlem,
evvelce izah etmiş olduğumuz, madde âlemimizin nüvesi olan hidrojen atomunun en
yüksek kombinezonlarına ait enerjilerden müteşekkil bir âlemdir. Bugünkü
dünyamızın mûtat realiteleri içinde mevcut olmayan bu yüksek enerjiler, yarı
süptil âlemin en kaba atomlarını teşkil ederler. Bir yanlışlığa meydan vermemek
için burada şu ikazda bulunmayı lüzumlu görüyoruz. Evvelce bahsedilen, henüz
dünya bedenleri realitesinden kurtulamamış varlıkların ölümleriyle doğumları
arasında mûtat olarak geçirecekleri spatyom dediğimiz hâlle, yarı süptil vasatı
birbirine aslâ karıştırmamalıdır. Spatyom bir vasat, bir mekân değildir. Orası
sadece beden rabıtalarından muayyen bir maksatla muvakkaten ayrılan insanın
kendi öz varlığına dönmesi te bu sırada çevresiyle olan bütün alâkalarını ve
münasebetlerini kesmesi hâlidir. O bu hâliyle gene bir insandır ve dünyadan
çıkmış değildir. Ancak öyle bir insan ki dışarısı ile olan bütün alâkalarını
kesmiş, yalnız kendi öz varlığı ile başbaşa kalmış durumdadır. O anda onun için
herhangi bir mekân bahis mevzuu değildir. Onun mekânı evvelce bahsettiğimiz
varlığının temerküz etmiş olduğu idrakî bir noktadan ibaret kalır. Hâlbuki
şimdi bahsettiğimiz yarı süptil âlem, hidrojen âlemi üstü, ona nazaran çok
süptil ve şümullü bir vasattır ve bir mekândır. Burası ancak, dünyadan
definitif olarak kurtulmuş varlıklara mahsustur. Bu vasat dünyanın en üstün ve
mütekâmii hidrojen kombinezonlarının spontane olarak daima yüksek vazifelilerin
kontrolleri altındaneşrettikleri ince enerji partiküllerinden müteşekkil bir
madde hâlidir. Bu âleme geçen varlıkların, ilk kullandıkları ve bağlandıkları
vâsıta söylemiş olduğumuz gibiyarı süptil maddelerden müteşekkil muayyen bir
madde kombinezonudur. Varlıklar, bu kombinezonu hem kullanarak, hem de onunla
sevgi yolunda mücadele ederek ehliyetlerini, liyakatlerini arttırırlar. İşte
dünyadakine benzer kesif maddeler olmadığı için, dünyada olduğu gibi yorucu,
bezdirici, zahmet ve meşakkat verici ağır yürüyen faaliyetler bu piânda yoktur.
Yarı süptil maddelerin imkân genişliği yüzünden, bu âlemdeki varlıkların sarf
edecekleri asgari bir cehitle; dünyada birçok güçlükler, zahmetler ve
yorgunluklar çekilerek senelerce süren çalışmalar sonunda ancak elde edilebilen
neticelerin bir çok misilleri burada kısa bir anda alınabilir. Onun için bu
plânda dünyada olduğu gibi, zahmet, yorgunluk, ıstırap, didinme, mücadele gibi
kaba durumlar yoktur. Burada bütün arzular, ufak bir irade darbesiyle, sadece
bir istekle âdeta otomatikman, kendiliğinden oluyormuş gibi tahakkuk ediverir.
Meselâ varlık, elindeki yarı süptil maddenin zengin imkânları sayesinde
imajinasyonu ile, kendisine bir mekân kurup orada istediği gibi yaşayabilir.
Gene kullandığı aynı madde ile istediği şekilleri basit bir imajinasyon
faaliyetiyle meydana getirebilir ve onları kendisi için objektif kıymetler
hâline sokabilir. Bütün bu ameliyeler esnasında o varlık, insanların yorgunluk
dedikleri şeylerin hiçbirisini duymaz.
Yarı süptil maddenin icaplarından olarak o plânda kaba beden
organlarıyla ilgili; hastalık, sağlık, yorgunluk, tembellik, takatsizlik gibi
malûliyetler, ağrılar, sancılar, keza bedenin yüksek organlarına ait zihin
yorgunlukları, budalalıklar, delirmeler, uyku ve bayılma hâlleri, komalar,
sıkıntılar, kaba ihtiraslar... o âlemin maddelerinin kadrosu içine giremez.
Yarı süptil âlemde böyle şeyler yoktur. Keza orada fizik mânâda anlaşılan
güzellik, çirkinlik, gençlik, ihtiyarlık gibi dünyaya mahsus realiteler de
yoktur. Bilhassa dünya maddelerinin tâbi olduğu en esaslı ve zarurî ölüm
realitesi yarı süptil âlemde tamamıyla meçhuldür. Orada sadece kademeden
kademeye belirsiz ve çok tatlı idrakli geçişler ve istihaleler vardır. Oradaki
varlıkların elerindeki madde imkânları, onlara dünyanın varamadığı mekân ve
zaman idrakini vermektedir. Bu sayede onlar, istedikleri imajları bizzat
kendileri kurabilirler ve dağıtabilirler. Dünyadaki gibi sabit imajların esiri
olarak kalmazlar. Buradaki hayat bir cephesiyle de, insanların esiri diye
anladıkları mânâdaki hayata aşağı yukarı benzer. Fakat bu hayatın esas
bünyesinde hâkim olan unsur sevgidir.
**
Büyük din kitaplarında yarı süptil âlemin sezgilerini
insanlara vermek için cennet sembolü kullanılmıştır. Bu, güzel ve
kuvvetli bir semboldür. Yalnız bütün sembollerde olduğu gibi burada da aslâ
şekillere takılıp kalmamak icap eder. Zira unutulmasın ki her devrin çeşitli
insan idraklerine hitap etmek ve bu yoldan birtakım neticelere ve maksatlara
varılmak için bu semboller vazolunmuştur. İşte din kitaplarında zikredilen
cennet sembolü burada bahsettiğimiz, sevgi realitesinin hâkim olduğu bu yarı
süptil âlemi ifade eder.
Cennette, dünya zaman ve mekânına yakın bir zaman ve mekân
idrakine ait bâzı imajlardan bahsedilmiştir. Buna göre, cennete girenler,
dünyadaki gibi zahmet ve yorgunluk çekmeden istedikleri gibi hareket
edebilirler, istedikleri yerlere gidebilirler, istedikleri şeyleri karşılarında
derhal hazır olarak bulurlar. Bu hâl, şimdi tarif etiğimiz yarı süptil vasatın
imkânlarını ifade etmektedir. Zira dediğimiz gibi, yarı süptil âlemde de
varlıklar istedikleri mekânı, istedikleri imajları yorulmadan ve emek sarf
etmeden derhal yaratabilirler ve istedikleri gibi hareket edebilirler. Onların
istekleri ve düşünceleri âdeta kendiliğinden tahakkuk ediverir. İşte cennet
sembolüyle anlatılmak istenilen mânâlar da bunlardır.
Sevgi plânında mevcut olan, insanların anlayamayacağı
derecede şümullü ve yüksek sevgi varyasyonları, cennet mefhumunda en tecrübesiz
insanların dahi, basit mânâlarda da olsa, bir şeyler sezebilmesine yardım edici
maddî sevgi sembolleriyle izah edilmiştir. Cennet sembolünde yüksek makamlardan
ve bu makamlarda İlâhî sezgilere kavuşulmasından bahsedilmektedir. Bu ifadeler,
yarı süptil âlemin varlıklarının en yüksek sevgi mudillerinden geçtikten
sonraileri kademelerde varacakları vazife plânı dediğimiz yüksek ahenge kavuşmanın
mânâlarını taşır. Oralarda İlâhî hakikatlerle, yâni ahenk dediğimiz ünitenin
nurlarıyla intibaklar, vahdetler, cennet sembolünde İlâhî nurlara kavuşmak
mefhumu ile sembolleştirilmiştir.
**
Sevgi plânındaki hayat; varlıkların, yüksek süptil vazife plânlarına
ulaşabilmelerine engel olan, bağlı bulundukları yarı süpt il maddelerden
onların yavaş yavaş kurtulmalarını sağlar. Bu hedefe ulaşmak için sevgi,
varlıkları gruplar hâlinde birleştirir. Gruplar arasında tedricen tam bir ahenk
ve beraberlik kurulur. Böylece varlıklar, vazife plânının tam mutabakat ve
ahenk icaplarına süratle hazırlanırlar. Artık böyle, varlıkları grup grup bir
araya toplayan, o gruplar arasında tam bir ahenk ve mutabakat sağlayan
sevginin, dünyadaki mânâsından elbette daha çok derin şümulü olacaktır.
**
Sevgi piânı, sevginin insanlarca meçhul kalmış geniş şümulü
içinde, saadetle dolu cehit ve faaliyetleri istilzam eden ve daha yüksek
plânlara varlıkları hazırlayan esirî bir âlemdir. En hayalî peri masallarında
anlatılan madde inceliği bu âlemin yanında pek kaba kalır. Kaldı ki her lüzum
hâsıl oldukça türlü imkânları, varlıkların önüne seren bu madde inceliğinin
onlara vermiş olduğu büyük haz ve zevklerden başka, insanlarca bilinmeyen bir
sevgi şümulünün varlıklara bahşettiği saadet, dünyada hiçbir şeyle kıyas
edilemeyecek kadar yüksek ve derindir. Zira dünyada daima olduğu gibi, saadet
telâkki edilen her zevkin sonunda gelmesi melhuz endişelerin, orada varlıkların
karşısına çıkması bahis mevzuu değildir. Bilâkis burada hakikî bir saadeti daha
büyük bir saadet, varılmış bir huzuru daha mânâlı ve şümullü bir huzur takip
eder.
Sevgi plânının ilk kademelerinde başlayan ve az çok dünya
zamanına ve mekânına yakın tarafları bulunan hâller, varlıkların hazırlıkları
ilerledikçe daha süptilleşir re dünyadaki durumlara yakınlıktan ayrılmaya
başlar. Bu durum, varlıkların bağlı bulundukları yarı süptil maddelerden
gittikçe kurtulmalarının bir ifadesidir. Yarı süptil madde ile olan irtibatlar
gevşedikçe, idrakî zaman ve mekân durumlarına girilir ve yarı süptil âlemin
dünyaya benzer tarafları ortadan kalkar. Grupların vazife plânına yaklaşmaları
artar re vazife plânı icaplarının zaruretleri daha
ziyade tebarüz eder. Sevgi ile birbirine bağlanan gruplarda
sevginin oraya mahsus türlü tezahürleri bu durumu takviye eder. Yarı süptil
madde kombinezonlarından tamamıyla kurtulmuş olan varlıklar büsbütün
serbestleşirler ve çeşitli maddeleri kullanmak üzere istedikleri gibi maddeleri
değiştirmek imkânlarını kazanırlar. Zira o zaman, bu işe mâni olan yarı süptil
bir madde kombinezonuna bağlı kalmak durumu ortadan kalkmış olur.
Böylece vazife plânına doğru gruplar hâlinde hazırlanarak
yürüyen varlıklar beşer, altışar fertlik gruplarıyla birlikte, tam bir vazife
anlayışı içinde ve idrakî zaman ve mekân imkânları dahilinde ilk vazifelerini
alırlar. Bu, onların vazife plânına girmiş olmaları demektir.
Şu hâlde, vazife plânına geçiş dünyadan yarı süptile geçiş
gibi büyük gürültülerle, şiddetli sarsıntılarla, ölümlerle müterafık olmayıp
gayet tatlı bir hazırlanışla, belirsizce ve tedricî bir akış içinde vukua
gelmektedir. Ondan sonra bu varlıklar, gittikçe genişleyecek olan grupları ve
bu grupların genişlemesiyle tev'em olan idraklerin artması sayesinde, vazife
plânının ilk kademelerinden itibaren İlâhî icabı taşıyan ışık konisinin
zirvesine doğru gittikçe büyük bir olgunlaşma hızı ile tırmanarak yükselmeye
başlarlar.
**
Sevgi plânına geçecek olan insanları bekleyen yüksek âkıbet
budur. Binaenaleyh dünyadan yarı süptil âleme bu geçiş asırlar boyunca öz
varlıklarında yaşattıkları ve insan hâliyle bir türlü idrakine varamadan müphem
sezgisi peşinde koşup didindikleri ve aslâ tatmin olunamadıkları saadetin
tatminkârlığına varlıkları kavuşturacaktır. Ve insan varlığının kıymeti te
kudreti de bu geçişte varoluşunu ve Kudreti bilmesindedir.
**
Dünya üzerinde hiçbir millet mücerret ve tek başına
değildir. Hepsi aynı gaye yolunda direkt veya endirekt bağlarla birbirine
bağlanmıştır. Bu teşekküller, dünya üstü vazife plânının istihdaf ettiği
noktalara insanları götürmekte ve büyük bir ahenk içinde aynı elden sevk ve
idare edilmektedir. Varlıklar, bütün mesuliyetlerini müdrik olarak bu işi
yürütürler. İşte bu vazifeliler, millet ve devlet organizasyonu bünyesinde
mevcut diğer toplulukların, organların, ailelerin, fertlerin kendi işlerini
yerli yerince ve dürüstlükle yapmalarını muhtelif vâsıta ile temin etmeye
çalışırlar. Bu topluluğu teşkil eden herhangi bir cüzüde, fertte baş gösteren
aykırı faaliyetler yerine ve ehemmiyetine göre, bütün toplulukta az veya çok
şiddette sarsıntılar yapabilir. Böylece topluluk içinde tekâmül eden gruplar, o
topluluklardan ayrı grupları teşkil ederler.
**
Milletler arasında aynı gayeye müteveccih olmanın hakikî
sezgisine varmak, o gayenin liyakatli yolculuğuna katılmış olmak demektir.
İdrakler bu inkişaf derecelerini bulduktan sonra, tıpkı
vazife plânlarında yükseldikçe küçük organizasyonların idraken birleşerek daha
büyük organizasyonlara irca edilmesi gibi, küçük milletlerin de tekâmül ışığı
altında birleşerek daha geniş ve şümullü işleri yapabilmek ve müşterek gaye
yolunda süratle ilerlemek için daha büyük toplulukları meydana getirmeleri
zarun olur ki bu suretle yüksek ve sağlam bir insanlık idrakini kazanmış küçük
topluluklardan müteşekkil büyük dünya topluluğu, vazife plânlarının daha uygun
bir simetriği olmak liyakatini kazanmış bulunur. Bu ise hakikî vazifelerini
idrak etmiş insanların geniş mâşerî plânlara doğru atılmış kuvvetli hamleleri
sayılır.
*
Kaynak: Bedri Ruhselman, İLÂHÎ NİZAM VE KÂİNAT- Nisan 2013,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar