HİDÂYET YILDIZI
Şems-ed-dîn-i Sıvâsî Hazretlerinin Menkıbeleri... NECM-ÜL HÜDÂ
Fî Menâkıb-iş-şeyh Şems-id-dîn Eb-is-senâ
Tercümesi-Yazan: Şeyh
Receb - üs Siyâsi
Tercüme: Hüseyin Şemsi Güneren
Yayına Hazırlayan:
Dr. M. Fatih
Güneren
MÜTERCİMİN ÖNSÖZÜ
Şems-i Sıvâsî
Hazretlerinin hâl tercemesi ve menâkıbı, Abd-ül Ehad Nûrî Hazretlerinin
halîfelerinden Mehmed Nazmi Efendi merhûmun H. 1108 - M. 1696 da yazdığı
“Hediyet-ül İhvân” adlı kıymetli eserinde mufassalan ve Bursalı Mehmed Tâhir
Bey merhûmun “Osmanlı Müellifleri”nde ve “Meşâyih-i Osmâniyeden Sekiz Zâtın
Terâcim-i Ahvâli”adlı risâlesinde ve Hâcezâde Hilmi Bey merhûmun “Ziyâret-i
Evliyâ”sında ve daha başka muhtelif eserlerde de muhtasaran yazılmış ise de,
bunların hepsinin mehâz-ı aslı olan, Şeyh Receb-üs Sıvâsî’nin işbu “Necm-ül
Hüdâ fı Menâkıb-iş Şeyh Şems-id-dîn-i Eb-is Senâ” adlı eseri, Hazretin halîfe
ve kâim-makâmı, ayni zamanda yiğeni ve dâmâdı olmak hasebiyle zâhiren ve
bâtınen en yakını ve en salâhiyet sahibi, bir zât tarafından, Hazretin vefatını
müteakib, ve bilhassa tercemei hâl kısmı hemen tamamen Hazretin kendi
lisânından nakl etmek suretiyle vücûde getirilmiş olması bakımlarından husûsi
bir kıymet taşıdığı halde, Arabca yazılmış olduğundan bugün istifâde edilemez
bir halde kalan bu güzel eseri, kifayetsizliğime bakmayarak tercemeyi lüzumlu
bir hizmet addettim.
Tekkelerin
kapatılmasından sonra mâruz kalman türlü ıztırablar ve muhacirlik perişânlığı
buna aman ve imkân vermedi. Ömrümün sona yaklaşması, devâm edegelen
huzursuzluklar içinde de olsa, beni bu nâçiz hizmetin ifâsına dâvet etti.
Tercemede, bihassa
metnin asâlet ve tahâretini bozmamak, cümlelerin taşıdığı ruhu, yüksek ve ince
mânâları olduğu gibi verebilmek için bazı terkip ve kelimeleri aynen muhâfazaya
lüzûm gördüm. Bunları yeni neslin kolay anlayabilmesi için, âyet-i kerîme ve
hadîs-i şeriflerde olduğu gibi, bazı cümlelerin mânâları (=) işâreti ile
açıklandı. Bir kısım terkip ve kelimeler de birer virgül ile sâdeleştirildi ve
lügatçede de izâh edildi. Muhakkak olan kusûr ve noksanları aczime
bağışlamalarını okuyuculardan diler, inanarak, severek okuyanların da bu
hakîkatlardan nasib almalarını Allahdan niyâz ederim.
Hüseyin
Şemsi
Soğanağa,1952
R:
1368, H: 1371
YAYINA HAZIRLAYANIN ÖNSÖZÜ
Bu eserin mütercimi,
babam merhûm Hüseyin Şemsi Güneren, Sıvas’da Halvetiyye Tarîkatı’nın Şemsiyye
kolunun kurucusu olan ve “ŞEMS-İ
SIVÂSΔ, “ŞEMS-İ AZÎZ” ve “KARA
ŞEMİS” adları ile de bilinen “ŞEYH AHMED
ŞEMSED-DÎN-İ EB-İS SEN” kuddise sırrehû hazretlerinin 10. göbek
torunu olup, tekkelerin kaldırılmasına kadar Hazretin Sıvas’daki dergâhında son
postnişîin olarak hizmet etmiştir. Tekkelerin kapanışını tâkiben, Konya’da
Mevlânâ Müze ve Kütüphâne’sinde Müdür Muavini, daha sonra, emekli olana kadar,
İstanbul, Beyazıt’taki İnkılâp Müze ve Kütüphânesi (sonra Belediye Kütüphânesi
olmuştur) Müdürü olarak memuriyet yapmıştır. Merhûm, içinde bulunduğu maddi,
mânevi imkânsızlıklar ve olumsuzluklar yüzünden, geniş tasavvufî bilgisi,
kültür birikimi ve tasavvuf mûsikîsine olan aşinâlığını ancak ömrünün son bir
kaç yılında bir iki esere yansıtmak imkânını bulabilmiş, ancak bunları
yayınlayamamıştı. Bu görev, ağbeyim Mehmet Behlül Bey erken vefat ettiği için
bana kalmıştı. Benim bu eserleri derleyip toparlayacak ve yayma hazırlayacak
asgarî bilgi ve kültür seviyesine, yeterli zaman ve maddî imkâna ulaşabilmem
ise ancak yaklaşık yanm asır sonra gerçekleşebilmiştir. Aynen merhûm babam
gibi, ancak ömrümün son yıllarına geldiğim, ve ailede benden sonra bu vazifeyi
yapabilecek başka bir kimse kalmadığını gördüğüm için, bütün yetersizliklerime
rağmen bu kitabı ve merhûm pederimin diğer çalışmalarını yayınlamaya cür’et
edebiliyorum.
Kırk sekiz yıl önce,
mütercim Hüseyin Şemsi Bey, “metnin asâlet ve tahâretini” bozmadan ve “yüksek
ve ince mânâları olduğu gibi verebilmek” için bazı terkip ve kelimeleri aynen
muhâfaza etmekle beraber,”yeni neslin kolayca anlaması için” bazı terkip ve
kelimeleri, araya bir virgül koyarak sadeleştirmiş, âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerif metinlerini (=) işareti ile açıklamış, ve bir de lügatçe vermiştir.
Fakat, o zamanki “yeni nesil” in kolayca anlıyabileceği lügat karşılıklarını,
zamanımızın genç kuşaklarının anlaması çok zordur.
Zorlukların başında
tasavvuf terimleri geliyor ki, karşılıkları yeni Türkçemizde mevcut değildir.
Bunları aynen verip, mânâlarını, yeni baştan ve oldukça geniş olarak
düzenlediğim lügatçede verdim.
Tasavvufî terimler
dışında bugünkü kuşakların bilemiyeceği o kadar çok kelime vardı ki, bir ara
metnin tamamını yeniden sadeleştirmeyi ciddî olarak düşündüm. Fakat gerek
konunun özelliği, gerekse bu konuda tam ehliyyet sahibi olmadan yapılacak
sadeleştirmelerin, aynen mütercimin düşündüğü gibi “yüce ve ince mânâları”
olduğu gibi vermeyip anlam kargaşasına yol açabileceğini ve bunun manevi
sorumluluğunun ciddiyetini düşünerek, metni aynen, tercüme edildiği gibi
bırakmayı, buna karşılık geniş bir lügatçe hazırlamayı yeğledim. Bu lügatçede
ayrıca, son yıllarda yaygın şekide dilimize musallat olan yanlış telâffuz
âfetini, hiç olmazsa bu kitabın kısıtlı sayıdaki okuyucusuna yansıtmamak için
özel bir gayret göstermeyi millî ve mânevî bir borç bildim. Gözlemlerime göre,
en sık yapılan yanlışlar, uzun ince veyâ uzun kalın okunması gereken seslilerin
kısa ; kısa okunması gereken seslilerin uzun ve yanlış vurgulamalarla (rakîb’in râkib gibi,
hakem’in hâkem gibi
telâffuzu); ayrıca yukardan kesme işâretli kelimelerin kısa ( te’lif’in -elif der
gibi- telif ,
ta’mim’in -Samim der gibi- tamim şeklinde
) okunmalarıdır. Metinde ve lügatçede, uzun okunması gereken i ve u harflerini î ve û olarak; uzatılarak
ve ince okunan a lan
â şeklinde ( kâr
gibi); uzatılarak fakat kalın okunan a lan
ise â olarak
(gâib gibi) verdim. Sıkça yanlış telâffuz edilenler için lügatçede yazılı
uyarılar da yaptım. Dilde uzman olmadığım için ayni kelimedeki bir harfi bazan â , bazan â şeklinde yazmış
olabilirim. Bu, o andaki sübjektif yanılgımı gösterir ise de, bu harfin sadece
uzun okunması bile, yanlış telâffuzu büyük ölçüde önlemeye yeterli olacaktır.
Tercümede Arapça ve
Farsça yazılmış olarak bırakılan metinlerin okunması ve tercümesinde çok
değerli yardımlarını esirgemiyen Sayın Ümmühani Cerrâhî Hanımefendi ile Sayın
Prof Dr. Muhiddin Serin ve Sayın Prof. Dr. Hüseyin Hâtemî Beyefendilere sonsuz
teşekkür ve minnet duygularımı arzederim.
Azîz okuyucuların,
yetersizliğimden dolayı yapacağım hatâları iyi niyetime bağışlamarım dilerim
Cenâb-ı Hak’dan bu hizmeti başarıyla tamamlayabilmek için mühlet ihsân etmesini
niyâz ederim.
Yardım yalnız
Allah’dandır.
Dr. M.
Fatih Güneren
Teşvikiye,
1998 - 2000
MÜTERCİM HÜSEYİN ŞEMSİ GÜNEREN
Halvetiyye-i
Şemsiyye’nin kurucusu Şems-i Sıvâsî ks. Hazretlerinin 10. göbek torunudur.
Babası Şeyh Mehmet Efendi, annesi Şerife Hanımdır. 1888 Yılında Sıvasda doğdu.
İstanbulda Mekteb-i Hukuk’ ( Hukuk Fakültesi) da okumuş, Merzifonlu öğretmen
Mehmet Hilmi Efendinin kızı Ayşe Sıdıka Hanımla evlenmiş, Nuriye (Simav),
Hatice (Özsan), Mehmet Behlûl Güneren ve Mehmet Fatih Güneren isimli dört
çocukları olmuştur. Babasının H.1332’de vefatından sonra, Sıvas’da, Küçük Minâre
yanındaki tekkede post-nişîn oldu. Tekkelerin kapatılmasını takiben, önce
Ankarada Maarif Vekâleti’ne (M. Eğitim Bakanlığı) ait Umumi Kütüphanede
memûriyet almış, 1934-1939 arasında Konya Mevlânâ Müze ve Kütüphânesi’nde Müdür
Muavini olarak çalışmış, bu görevde iken, Bakanlığın temsilcisi olarak Alman ve
Fransız arkeologları ile Antalya, Kâhta, Boğazköy gibi yerlerdeki kazılara
iştirak etmiştir. Daha sonra, İstanbul, Beyazıt’taki İnkılâp Müze ve
Kütüphanesi (ki, daha sonra Belediye Kütüphanesi ismini almıştır) Müdürlüğünü
yapmış, 1952 te emekli olmuş, 19 Mart 1956 Pazartesi günü vefat etmiştir.
Büyük dedelerimizden
Şeyh Müeyyed Efendinin tesis etiği vakıf yanında ailemizin yeterli maddî
kaynakları da olduğu halde, Hüseyin Şemsi Bey gerek özel mülküne tasarrufda,
gerekse vakıfların tevliyetinde ciddî problemlerle karşılaşmış, ve 2.Cihan
Harbi’nin yokluk, pahalılık ve karaborsa’h günlerinde küçük bir memur maaşı ile
cidden zor günler yaşamıştır. Bavullar dolusu evrâk ile yıllarca mahkemelerde
ailenin emlâk ve vakıflarına yapılan haksız tasarruflara karşı uğraş vermek
zorunda kalmış, yukardaki Önsöz’de belirtildiği gibi en verimli çağlarında
verebileceği eserleri gerçekleştirmek imkânından mahrum olmuştur. Bütün
olumsuzluklar ve bozulan sağlığına rağmen, nisbeten huzûra kavuştuğu 1950’li
yıllarda bu eserin yanında “Fütüvvetnâme” adlı bir başka eseri daha tercüme
etmişti. Bir hayli şiiri varsa da, bunları toparlama fırsatı bulamamıştır. Daha
da önemlisi, Sıvasdaki dergâhta icrâ edilen zikir merâsimlerinde okunan ve
çoğunluğu büyük dedemiz Şeyh Hüseyin Efendi tarafından, dört adedi de Hüseyin
Şemsi Beyin kendisi tarafından bestelenmiş 84 adet İlâhinin güftelerini
derlemiş, bestelerinin notalarını, nefes darlığı çekmesine rağmen, hiç bozmadan
tekrar tekrar okuyarak, uzman kişilere yazdırmıştır.
Hüseyin Şemsi Bey merhûm
daima güler yüzlü, özü sözü bir, doğruluktan şaşmayan, herkese şefkatli,
taassubdan uzak, hakîki bir mü’min, bizlere dâima Allah, Peygamber, Ehl-i Beyt,
vatan ve millet sevgisi aşılayan, geniş tasavvûfî bilgisi ve edebî kültürü olan
bir zâttı. Türkçe, Arapça ve Farsçayı çok iyi bilirdi. Hat san’atının çeşitli
yazı stillerini okumakta mâhir idi ve bu konuda uzman sayılan kişiler
okuyamadıkları kitâbeler için yardımını isterlerdi.
Sıvasda iken Hoca Mustafa
Efendi ve daima “Siyâh Efendim” diye söz ettiği mübârek zatlardan mânevî
terbiye görmüştü. İstanbula gelişinden çok kısa bir süre sonra, kendi çalıştığı
kütüphânenin tam karşısında bulunan Beyazıt Umumî Kütüphânesi’nde Tasnif
Hey’eti Başkanı olan Maraşlı Ahmed Tâhir Memiş Hazretlerinin terbiyyet ve irşâd
dairesine girmek bahtiyârlığına ermiştir. “Hoca Efendi” namı ile de bilinen bu
yüce Zâtın, “Şems-i Sıvâsî Hazretlerinin tâc-ı şerifini bihamdillâh Hüseyin’e
giydirdik ” müjdeli sözleri ile, aziz ceddinin evlâd-ı sulbî’si olmak yanında,
evlâd-ı mânevî’si dahî olmak şerefine erişmiştir. Hüseyin Şemsi bey, 1954
yılında Hoca Efendi Hazretlerinin Beka Âlemi’ne intikâlinden çok derin elem ve
keder duymuş, büyük mürşidinde kokladığı Muhammedi kokuyu Mustafa Özeren Bey
Hazretlerinde duyduğu için onun elini öpmüştür. 19 Mart 1956 Pazartesi günü
ağır hasta olarak Soğanağa’daki evinde yatarken Mustafa Bey kendisini ziyârete
gelmiştir. O ağır hasta adam sanki hasta değilmiş gibi doğrulup oturmuş,
doktorları ve aile fertlerini dışarı çıkarmışlar, bir süre konuştuktan sonra
“Mürşîd kişi niyetine, mürşîd kişi niyetine” diyerek cenâze namâzmı edâ
etmişler, Mustafa Bey evin kapısından çıkarken, Hüseyin Şemsi Bey de, “Hakdan
Hakka” diyerek öbür kapıdan Beka Âlemi’ne yürümüştür.
Allah rahmet eylesin,
Resul-ul-lâh Efendimizin ve Ehl-i Beyt Efendilerimizin şefâatlarım üzerinden
eksik etmesin.
İnnâ lillâhi ve innâ
ileyhi râciûn.
Dr. M.
F. Güneren
MÜELLİF ŞEYH RECEB-ÜS SIVÂSÎ
Müellif Şeyh Receb
Efendi 947 veya 949 tarihlerinde Zilede dünyaya gelmiştir. Önce amcası Hazreti
Şems’den okumuş, bilâhere İstanbulda tahsilini tamamlayıp Sultan Mehmed
Câmiinde ders-i âm olarak nüsha dersleri okutmakta iken, mânevi işâretleri
üzerine Sivas’a Hazret-i Şems’e gelip bey’at ile onun terbiyesinde yetişmiş,
halîfesi ve dâmâdı da olmuştur.
Hazret-i Şems’den sonra
makamında şeyh olan oğlu Pîr Mehmed Efendinin H. 1008 - M. 1599 da vefatında,
hülefanın arzu ve tensipleri ile mürşidinin seccâde-i irşâdına oturmuş, H.1014
veya 1016 tarihlerinde irtihâl edip mürşidinin türbesine defn olunmuştur.
Bu risâleyi, yazdığı
zaman 60 yaşını geçkin olduğu ve gözlerine ânz olan zaaf sebebi ile okuyup
yazamadığından, bir kâtibe söyleyip yazdırmak sureti ile vücûde getirmiştir.
Bu risâleden başka,
Kur’an-ı Kerîm surelerinden müntehâb ayât-ı izâmın cem’i ile “Hatmi Sagir”
adında bir vird de tertib etmiştir. Ayrıca “Nûr-u Hüdâ” isminde mühim bir eseri
daha bulunduğunu ve bunda kendi ahvâlinden de tafsilâtlı şekilde bahsettiğini
Nazmi Efendi “Hediyet-ül İhvân” adlı kitabında yazıyorsa da, bu eserin bir
nüshasını bulamadım.
Hüseyin
Şemsi Güneren
NECM-ÜL-HÜDÂFi menâkıb - iş - şeyh Şems - id - dîn Eb - is - senâ
Tercemesi
Bismillâhirrahmânirrahîm,
Esmâ ve sıfat ashâbını
âli derece ve makâmâta yükselten onlardan ulûm ve türlü mücâhedelere muvafakat
edenleri istediklerine eriştirerek melekût ve ceberût (=mânevi saltanat ve
ululuk) âlemlerinde cevelân ettirip erbâb-ı tecelliyâttan kılan ve bu zevk ve nimetin
kadrini bilerek hazm ve kabul ile mest ve hayrân olduktan sonra ayılanlara da
temkin, kudret ve nusrat ihsân eyleyen Allaha hamd-ü senâ. Ve mucizelerin
sahibi olan Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa'ya ve âl'i evlâdı ve velâyet ve
kerâmet erbâbı olan ashâbına da Allah'dan rahmet ve selâmet duasından sonra, bu
risâlenin müellifi, Şeyh tbrâhim Cemâleddin'in oğlu, bu zayıf kul "Receb-
üs-Sivâsî" der ki: Çocukluğumdan itibaren elli seneye yakın evinde
hizmetinde bulunduğum zevk ve şevk ehlinin delili, âfakda güneş gibi meşhur
olan amucam, üstâdım, veliyün-ni’metim, kayın babam "Şeyh Şems-id-dîn
Sivâsî"- ruhu tâhir ve eserleri kıyâmete kadar dâim ve bâki olsun-,
civâr-ı Rahmâna intikâl ile beni çok karışık ve kötü bir zamanda yalnız ve
garip bırakınca ebedî ve umumî bir hizmet olmak üzere müşârünileyhin menâkıbını
" Necm-ül-Hüdâ , fımenâkıb-iş-şeyh Şems-id- dîn eb-is-senâ" ismi ile
bu risâlecikde cem etmek istedim.
Her ne kadar iktidar ve
liyâkatimin kâfi olmadığını biliyorsam da "hediyyeler, onu verenlerin
miktânnca olur, kannca kaderince" kabilinden buna cesâret ettim.
Kitabım maksadına
nisbetle benzeri yazılmamış yeni bir eser olacağından bu yoldaki te’lifât ve
tasnifatın çokluğu da beni bu arzumdan alıkoymadı.
Risâleyi fasıllara
ayırdım, münâsip düşen bazı yerlerde bazı hikâyeler nakil ve hayli faydalı,
kıymetli izharlar, lâtif tenbihler, gizli işâretler ile bazı meşâyihin
menâkıbından da teberrüken birer nebze bahsettim. Af eden, seven, dilediğini
yapan Cenâb-ı Hak'dan bu eseri ihvân ve dostlar arasında faydalı, uğurlu,
bereketli kılmasını niyâz ederim. Allah kapılar açıcı, karşılıksız bağışlayıcı,
en güzel sahip ve yardımcıdır.Her şey kendisine dönecektir. Kudret, kuvvet
ancak yüce ve azîm Zât-ı Ulûhiyyetinindir.
Bizleri fenâlıklardan
koruyan, işlerimizi rast getirip iyiliklere ulaştıran Allahım! Bize en doğru
yolu göstermeni, ehl-i tahkîk'in gittiği yola gitmekliğimizi nasîb ve müyesser
eylemeni yalvarırım.
Zikrine durduğumuz
evliyâ-yı izâm, medhinde bulunduğumuz asfıyâ-yı kirâm öyle bir kavimdir ki, onlara
muhabbetle meclislerine devam edenler şakî olmaz, azmazlar; onlarla beraber
bulunup yoldaşlık edenler berekâtlarından, iyilik ve saâdetlerinden mahrum
kalmazlar.
Rahmetin, yağmurun
inmesi; güneşin, ayın doğması; semânın bizi himâyesi, toprağın beslemesi
onların yüzü hürmetinedir. Yerde gökte Allahın emîn'leridirler. Hakkın kudreti
ile dilediklerini yaparlar. Tedbir ve tasarruf sahibidirler. Çünki, çeşitli
riyâzat ve mahrümiyetlere katlanıp bihakkın mücâhede ile nefislerini terbiyye
ve ruhlarını sâfîleştirerek zâhirlerini ilim ve iyi amel ve güzel huylarla
bezemiş ve bâtınlarını her türlü şüphe ve fenâlıklardan temizlemişlerdir. Böyle
olduğu için de Cenâb- ı Hak sırlarına tecelli ile kalb gözlerinden perdeyi
kaldırmış, feyz ve ilhâm-ı İlâhisi ile mükâfatlandırmış, taltif etmiştir.
Allahım! Anların (
onların ) iyilik ve saâdetlerinden bizlere de lütuf ve ihsân eyle;
şefâatlerinden, himmetlerinden, himâye ve yardımlarından bizleri de mahrûm
bırakma.
Bu yüce mertebeli kavim:
“...ve
sekaâhüm rabbühüm şarâben tahûrâ ” (İnsan, 21 )
(=Anları Rableri
gıll-ü-gış'dan pâk olan şerâb-ı imân ve irfan ile kandırdı) ya mazhariyetle
Allahın muhabbet havuzlarından içtiler, tertemiz sevgi bahçelerinde âşinâlık
kokularını zevk ve sürür ile koklayarak kendilerinden
geçip hayrân ve sekrân
oldular.
Bunlardan bir kısmı bu
hayranlık ve sarhoşlukla,
“ fîy mak’adi sıdkın inde melîkin muktedîr “ (Kamer, 55 )
(= kâdir-i mutlak olan
Hakkın indinde, beğenilen bir mevkide ve güzel bir makamda) kaldılar.
Bir kısmı ise:, cünd-i İlâhî’ ( Allah
yolunda nefsiyle kavgaya girişen hakikat yolcuları) yi terbiye ve tekmil ile
anları da bu hakâyıka ulaştırmak için ayılarak Hak'dan halk'a seyr ettiler -
halk’a döndüler- ki, bu kısım enbiyâ gidişinde olduğundan evliyânm
efdâllarındandırlar Bunlardan bir kısmı Hakkın esmâ ve sıfatına; bir kısmı da,
ism-i âzam olan "ism-i câmi" e mazhariyetle "zâtiyyûn" dan
(zât ehli) oldular.
Bu zevât-ı kirâmdan da
kavminin çok azgınlığına karşı:
“ Kâle
Nûhun Rabbi lâ tezer alel’ardı minel kâfirine deyyârâ “
(Nuh,26)
(=Yâ Rabbi, kâfirlerden
yeryüzünde dolaşan kimse bırakma) diyen Nuh Peygamber, ve:
“
Fehasefnâ bihî ve bidârihil’ard ...” (Kasas, 81)
(= Şımarıklık ve
kibrinin cezâsı olarak onu ve hâzinelerini yere batırdık) kavli kerîmi üzere
Kârûn'un mal ve mülkü ile yere batırılmasına dua eden ve pek çok harp ve kıtâl
eden Dâvûd aleyhim-üs- selâm gibi bazılarının hâline " Celâl" gâlib
oldu.
Bir kısmının hallerine
dahi:
“...femen
tebi’aniy feinnehü minniy, ve men asâniy feinneke gafûrün rahîm “ (İbrâhim, 36 )
(=Bana tâbi olanlar
benim milletimdendirler, isyân edenleri de Sen af ve merhamete kadirsin) diyen
İbrâhim aleyh-is-selâm; ve:
“ in
tü’azzibhüm feinnehüm ibâdük, ve in tagfirlehüm feinneke entel’aziyzül hakîm“ (Mâide, 118)
(=Onlara azâb edersen
senin kullarındır, af edersen hakîm ve kadir sensin) diyen îsâ Rûh-ul-lâh; ve,
Uhud harbinde mübârek yüzleri yaralanıp dişleri kırılıp kanlar aktığı vakit
bile şefkat ve merhametini esirgemiyerek: “ Allahümme yâ halîmü yâ gaffâr,
ehdi kavmî feinnehüm lem ya’rifunî “
(=Ey halîm ve gaffar
olan Allahım, kavmim beni bilemedikleri için böyle yapıyorlar, Sen anlara doğru
yolu göster) diye merhamet ve şefaat eden Cenâb-ı Habîb-ü Rabb-il-âlemin
Efendimiz Muhammed Mustafa Hazretleri gibi " cemâl"
galip oldu. Hazreti Sıddık cemâl'e, Faruk celâl'e mazhardı. Osman , Ebûbekir;
ve Aliy-yül Murtezâ efendimiz ise Faruk gibi idiler.
Bu risâlecikte menâkıbım
muhtasaran zikredeceğimiz Şeyhimiz merhûm Şems-üd-dîn-i Sivasî de mazhar-ı
cemâl idiler. Bu sebeple kâl ve hâl ehli ve bütün millet, mezhep ve cidâl
erbâbı kendisini severlerdi. Mütevâzı, alçak gönüllü, iyi huylu, güleç yüzlü,
cömert tabiatlı, her hâl ve tavrı makbûl, gidiş ve tarikatı mübârek ve uğurlu
idi. Aslen Zileli olup, bilâhere Sıvasa hicretle yerleşmiş, zâhir ve bâtın
ilimlerini cem'etmişti. Vaaz ve nasîhatlannda hakâyık-ı İlâhiyeyi keşf ve
tefsir eder, fasih, beliğ konuşur, duyulmamış temsil ve teşbihler irâd eylerdi.
Taşa kâr edecek kadar tesirli ve tatlı sözlerinden avam da, havas da
faydalanırdı. Kelimeleri dizilmiş cevherler, ibâreleri saçılmış incilerdi.
Kelimelerinin kadehlerinden içenler kendilerinden geçer, gafiller gaflet
uykusundan uyanır, hayretlere düşerdi. Bilhassa âdet-i kerimeleri olduğu üzere
ramazanlarda Mevlâna Celâleddin'in Mesnevî'sini nakl ederken dinleyenler öldükten
sonra dirilmiş gibi hayrân ve sekrân olurlardı.
Mezhebi Hanefî, meşrebi
Muhammedi, tarîkati Halveti idi.Geniş kalpli,mert, sahi, ihsâm bol, zayıfları,
açları doyurmayı çok severdi. Asrının yegânesi ve erbâb-ı zevkin delili olarak
etrafta meşhûr olmuştu. Hayli eser te’lif etmişlerdi. Ekserisi manzum, bir
kısmı mensûr ve ikisi Arapça diğerleri Türkçe olmak üzere yirmi bire bâliğ olan
müellefâtı şunlardır:
1- Hall-ül-maakıd :Arapça. İbn-i Hişam'ın nahivden
Kavâid-ül-irâb'ına şerh
2- Zübdet-ül-esrâr :Arapça. Usulden Muhtasar - ül
- menar'a şerh.
3- îbretnümâ : Türkçe manzum yüz hikâye (Attar'ın
İlâhinâme'sinden intihâb edilmiştir ). Hikâyelerin sonlarında enfusî tâbîrât ve
tatbîkâtı vardır.
4- Mir'ât-ül-ahlâk min mevâhib-ül-hallâk : Türkçe
manzum kıymetli bir ahlâk kitabıdır. Bununla tefe'ül edenlerin falları halde
vâki olana mutabık zuhûr eder.
5- Behâriyet-üs-sûfıyye = Gülşen âbad : Türkçe, manzumdur . Bu emsâlsiz eserde her
çiçek bir sûfî'ye ve "gül", sâhib-i vakt olan şeyh'e teşbih
edilmiştir. Enfüs ve âfakda zevk isteyenlere istinsahı elzem bir kitaptır.
6- Mevlid-ün-nebiy : Türkçe, zevkî ve ruhânî bir
nazımdır. Kendileri bu eseri hakkında şöyle buyururlar: "Mevlîd-i şerifini
yazmak suretiyle Cenâb-ı Peygamber Efendimize bir hizmette bulunmak için öteden
beri içimde bir helecan yaşardı. Fakat etrafta mevlîd kitaplarının çokluğu
böyle bir eser ibdâma mâni olurdu.Bir gün elime kâğıt, kalem aldım.Teşevvüş ve
elemle lâyıh olanları ( içime sıkıntı ve külfet ile doğanlan) yazarken sırrıma
(mânevi benliğime ) şu nidâ geldi:" Ey Tâlib, bu arzuyu yerine getirmek
için Kâinâtın ulusu, efendisi olan Cenâb-ı Peygamber tarafından sana izin
verildi mi? " dendi. Elimden kâğıt kalem düştü ve içimde bir hararet, bir
ateş hasıl oldu. Başımı yakamın içine çektim. Gözlerimden yaşlar akarak
salâvat-ü- selâma devâm ile Hazret-i Hallâka ve muhibb-i müştâk olan Cenâb-ı
Resül-ü Kibriyâsına teveccüh ettim. Benden ’hiss-i kevnî' ( Bu âleme ait
hisler) ve maddî benliğim gitti, ’îstiğrak-i aynî deryâsı'na ( aynen, açık
şekilde görülen mânevi bir âleme ) daldım. Bu hâlette kendimi bir 'tâk'ın
önünde, ayakta edeple, tevâzu ve zilletle muntazır buldum. 'Tâk'da Cenâb-ı
Nebiyy-i Muhterem ve Ashâb-ı kirâmı bulunuyorlardı. İçlerinden beşûş ( güler
yüzlü ) bir zât-ı kerîm, beşâretle bana doğru geldi. Hazret-i Aliyy-ül Murtezâ
olduğunu anladığım bu muhterem zâtı görünce hüznüm ve kederim gitti,
ferahlandım. Kucağında güzel yüzlü ünsiyet ve kudsiyyet kokan bir çocuk vardı.
Bana hitâben: "Bunu Hazret-i Resûl-i Müctebâ ve Nebiyy-i Mustafâ sana ihsân
etti. Bunun yüzü sahifesinden taze mânâlar oku ve ca'd-ı re'sinden ( güzel
kıvırcık nurlu saçlarından ) mesâni râyihalarını (Hakâyik-i Kur'âniye
kokulannı) kokla" buyurdu. İstiğrâkden ayılıp kendime geldiğimde kalbimi
ilim ve hikmet ve nûr-i mârifetle dolmuş buldum. Allahın bu nimetine hamd ile
te'life başladım.Allah-ü Teâlâ bana bu mevlîd-i şerîfde benden evvel kimseye
açılmamış olan bir kapıyı da açdı. Nâs, mevlîd-i Nebînin yalnız zâhiren ve bir
kerre vâkî olduğunu zannederler. Cenâb-ı Nebiyy-i Zîşân Efendimizin velâdetleri
hem zâhirî hem de mânevîdir. Velâdet-i mâneviyeleri iptidâdan intihâya kadar
daimâ vâki ve bâkidir. Böyle olduğu içindir ki Aleyh-is-selâm Efendimiz : “ Lâ tezalü
tâ’ifetin min ümmeti zâhirine ale’l - hakki ilâ kıyâmi’s - sâ’ati“
(=Ümmetim içinde
Kıyâmete kadar hak ve hakikat üzere zâhir olan bir taife mutlaka eksik olmaz )
buyurmuşlardır. Ulemâ, hükemâ, selâtin, kuzât ümmettendirler. Bir kısmı din
kaidelerini kurar, ömrü boyunca islâmi meselelere çalışır; bir kısmı imânında
'yakîn' hasıl edenlerin mezheplerini, yollarını kuvvetlendirir; bir kısmı
hakikatleri tebliğe; bir kısmı tâ’lim, tedris ve ahkâm-ı diniyyeyi nakle,
rivâyet ve fetvâya sây eder; bir kısmı îslâmı ve İslâm vatanım muhafaza,
müdâfaa ederler. Bunlar din hâmileri ve İslâm gazileridir. Bir kısmı da imâmet,
hitâbet, hüküm ve kazâ ederler.Bunlar şeriatın eminleri ve hâkimleri, enbiyânın
vârisi, temkin sahibi, velâyet ve kerâmet ehlidirler, Hazret-i Sıddık ve
Aliyy-ül Mürtezâ gibi ki, meşâyihin silsilesi ve tahkik ehlinin yollan bu iki
zâta çıkar.Bunlardan sonra Nûr-i Muhammedi karından kama, asırlar boyunca
Tayfurda, Mansurda, Şiblî'de zuhûr ede ede Halvetiyye tâifesinin piri ve ehl-i
zevk ve sürürün ulusu, efendisi olan 'Seyyid Yahyâ-i Şirvânî' ye intikâl
etmiştir. Bu zevât-ı kirâm velâdet ve verâset-i mâneviyye sahibidirler.
Ulemânın ilmi, sâlihlerin salâhı, zâhidlerin zühdü, gazilerin cihâdı hep
Cenâb-ı Peygamberin velâdet-i mâneviyye ve mûcizât-ı kaviyyelerinin eseridir.
Nitekim:
“ Evvelü mâ halakallâhu nûrî “
(=Allahın ilk halk
ettiği benim nûrumdur) ve:
“Ene minallâhi ve’l-halku
minnî“
(= Ben Allahdan ve halk
bendendir) ve:
“ el-Enbiyâu hulikû min nûrî “
(=Enbiyâ benim nûrumdan
halkolundular) buyrulmuştur.
Bundan zâhir olur ki:
Bütün kâinattaki mücerredât ve müvelledât ve enbiyânın mûcizeleri ve geçmiş
gelecek bütün evliyânın kerâmeti, Nûr-i Muhammedi'dendir. Nûr-i Muhammedi
şarkta, garpta her an ve her yerde kıyamete kadar daimâ tulü' ve zuhûr
edegelmektedir " buyururlardı.
7- Heşt-i bihişt : Türkçe, manzumdur. Sultanlar ve Ümerâ ile
fiıkarâ ve zuafâmn münâsebet ve muamelelerinde elzem olan hususlardan bahseder.
8- Süleymâniye : Türkçe manzum eserlerinin ilkidir. Süleyman
Peygamber ile Belkıs kıssasını anlatır.
9- Menâsik-ül-hacc:Türkçe, manzum,çok güzel ve yerinde yazılmış bir
eserdir.
10- Elhiyaz fı menâkıb-il-imâm-il-mürtaz : Türkçe, manzum, İmâm-ı
Âzam Ebû Hanîfe'nin menâkıbıdır.
11- Safayih fı tercemet-il-levâyıh : Türkçe nesirdir. Abdürrahman
Câmî'nin "Levâyıh" ınm tercemesidir. Her kelimesinde ilm-i ledünnî
meselelerinden birine işâret vardır.Tasavvufun özünü beyân eden bu lâtif kitabı
Hazretin hakikat ilmindeki ihâta ve vukûfunun şâhididir.
12- Menâzil-ül-ârifm : Türkçe nesir. Bir hadîs-i şerifin tahkikidir.
13- Menâkıb-ü Hulefa-ir-Râşidin = Menâkıb-ı Cihâr Yâr : Türkçe
nesir, hâtemesinde Hazret-i Aliyy-ül-Murtezâ'dan naklen hakikat ilminden bazı
mesâil zikredilmiştir.
14- Nakd-ül-hâtır : Türkçe nesir. Hazret-i Mûsa ile Hızır
aleyhim-üs- selâm arasındaki muameleden bahseder. Hazretin son te’lifidir.
Bunda kulakların duymadığı tasavvuf bahisleri dere edilmiştir. Dinleyenlerin
zevk alacağı sanâyi-i bediiyye ile musannâ' ve müseccâ' yazılmıştır. Bu da
Hazretin inşâ'daki kudretinin delilidir.
15- Divan: Güzel selika, tabiî bir edâ ile her vâdîde yazılmış
Türkçe İlâhileri, şiirleri
"Müellif Recep Efendinin isimlerini
burada yazmadığı eserler de şunlardır:
16- İrşâd-ül-avam : Türkçe manzum. Avam halka lüzûmlu nasihatlar.
17- Fermân-ı İlâhî : Nesirdir. Nefs-i emmârenin muhâkemesi ile
hakkında sâdır olan ferman.
18- Umdet-ül- elfaz : Nesirdir. Farsça kavâid.
19- Dâiret-ül-usûl
20- Kasîde-i Bürde'nin nazmen tercemesi
21- Sultan Murad'ın gazellerinin şerhi."
***
Fasıl:
Hazretin Neş'etleri
Kendileri terceme-i
hallerini şöyle anlatırlardı:
"Babam Zile'li Şeyh
Mehmed Eb-ül-Berekât, ulemâyı, sulehâyı ve hangi tarîkden olursa olsun
müteverrî (= fenalıklardan ve haramdan çok kaçman) meşâyihi sever, 'Bire
irâdet, bine muhabbet ' diyerek onlara dâvetler, ziyafetler yapar, hediyyeler
verirdi. Ancak irâdet ve bey'at şeyhi, Habîb-i Karamânî' nin halîfesi ve
kâimmakâmı olan, kerâmât-ı âliyye ve cezbe-i kaviyye sahibi Şeyh Hacı
Hızr-ül-Amâsî idi. "
îzah ve
Tenbîh
'Bire irâdet, bine
muhabbet' selefte (eski zamanlarda) câri idi.Şimdi böyle değil, bâzı meşâyıhın
tebaası diğerinin tebaasına, hatta bir tarîkden olsalar da, ihvân ihvâna haset
eder oldular.Bu hâl, Allahın rızâsını isteyenlere câiz ve lâyık değildir,
yakışmaz. Geçmiş büyüklerin zamanındaki gidişe aykırı olan böyle kötü
sıfatlarla maksada nasıl erişilir? Eskiden ihvân arasında muhabbet ve ülfet
vardı. Zulüm ve çevir yayılmamışdı. Böyle olduğu için de ağaçlar bol meyvalı,
mezrûat verimli, hayvânat bereketli, hayat ucuz ve genişdi. Bu sebeple de
köyler, kasabalar ma’mur, halk rahattı. Bu hâl, Sultan Selim'in oğlu, zübde-i
Âl-i Osman Sultan Süleymânın zamanında olduğu gibi emn-ü emânm, adâlet ve
âsâyişin neticesi idi. Çünki adâlet; nebâtat, mezrûat ve hayvânatta bereketi ;
zulüm ve çevir ise bunların noksan ve husrânını mucip olur.
Hikâye
Rivâyet olunur ki Sultan
Mahmud Sebiktekin bir hasad mevsiminde ava çıkar. Rastladığı gâyet büyük bir
göl yatağında kesif ormanlar gibi yetişmiş saz ve kamışları halkın, bölük bölük
gelerek, bacsız, haraçsız kesip götürdüklerini görür. Bunlardan hâzinenin
ihtiyâcını karşılamak üzere resim almaya ve şimdiye kadar bunu düşünüp
yapmadıkan için de ashâb-ı divân ve ümerâsını tekdir ve tevbih etmeye niyet
eder. Akşam olunca o civarda bulunan ihtiyâr fakir bir kadının kulübesine
gider, selâm verip: "Misâfir kabul eder misiniz ?" derler. Fakir
kadm: "Misâfıri severim amma sizin elbiselerinize uygun şiltem, size göre
yemeğim, şerâbınıza lâyık temiz kabım yoktur" der. Sultan: Böyle olsun,
zararı yoktur. Bizler de ana babamızın evlerinde böyle sizin yediğiniz gibi
yiyoruz" deyince, kadın: "Öyle ise hoş geldiniz, buyurunuz" der,
kabul eder. O sırada ocakta kaynamakta olan bir çömleğin içinde ne olduğunu
soran Sultana, kadın "Çocuklarımın fukarâ çorbasıdır" der. Sultan
Mahmud'un "Biz de bundan yeriz " demesi üzerine kadın çok memnûn
olur, içi açılır ve: "Bir ineğim var, şimdi gelir. Onu sağar, temiz ve
lezzetli sütünden size ikrâm ederim" der. İnek gelir, kadın sağmaya
başlar. Bakraç yan dolunca sütün tükenip kesildiğini gören kadın
"Subhânallah" diye hayret ve taaccüb eder. Sebebini sorarlar.
"Her gün bu bakraç dolardı, bugün misafirlerim için daha fazla olmasını
temenni ederdim, bilâkis bakracın ancak yarısı oldu" diye teessür
gösterir. Sultan içinden sıkılarak bu noksanlığın neden ileri geldiğini anlamak
ister, sorar. Kadın: "Büyüklerimizden, ulemâdan işittim ki, padişahlar ve
ümerâ fukarâya zulüm ve çevre niyyet ederlerse bu kötü niyyetlerinin eseri,
nebâtât, mezrûât, meyva ve hayvan mahsullerinden bereketi götürür derlerdi. Her
halde böyle bir sebepten olmalıdır " deyince, Sultan Mahmud kadının zekâ
ve dirâyetine hayran olup reayanın ahvâlini düşünerek yaptığı kötü niyyete
nedâmet ve derhal tövbe ve istiğfar ile içinden kendi kendisine hitaben:"
Geçmiş, pâdişahlar adâlet ettiler, Cenâb-ı Hakdan sevâp ve mükâfat aldı
gittiler. Sana lâyıkmıdır ki omuzlarında günâh ve vebâl ile ölesin " diye
niyyetinden vaz geçer ve kadına: Ana, ineğini tekrar sağ bakalım, ola ki
Cenâb-ı Hak bereket halk eder" der. Kadın parmaklarının yorulduğunu,
ağrıdığını, artık süt çıkmadığını söylerse de Sultanın ısran ile tekrar sağmaya
başlar. Bu defa lüleden akar gibi süt gelir, bakracı dolar da artar da. Bu hali
gören kadm "Elhamd-ü lillâh, Melik çevir ve zulüm niyetinden vaz
geçti" der. Sultan Mahmud da, bu ihtiyâr kadm bize hikmet taâmı ve
mâr,ifet şarâbı ile ziyâfet verdi ve bizi âhıret ateşinden kurtardı diyerek
Allaha hamd ve şükür eder. Bu hikâyede Hakka yüzünü çeviren kullar için büyük
tenbih ve ibret vardır.
Maksada devam edelim.
Hazret buyururlardı ki: "Pederim Şeyh Mehmed Efendi bir gün vâlidem Sultan
Hâtun'a: "Ahmed'in çamaşırlarım yıyka, değiştir ve bize yol azığı, şeyhim
için de hediyye hazırla" dedi. Vâlidem: "Bu soğuk havada çocuğu ne
diye götürüyorsun?" dedi. Pederim: "Şeyhim mübârek nazarlı, duası
makbûl bir pîr'dir,onun himmet nazarına ve duasına mazhar olmasını istiyorum"
deyince, vâlidem, "Böyle ise çok iyi” deyip hazırlık yaptı. Pederim beni
bir merkebe bindirdi ve üstüme geniş bir kürk giydirip, uzun bir iple de beni
merkebin üzerine bağladı. İki konaklık bir mesafe olan Amasya'ya gitmek üzere
yola çıktık. Çok soğuk ve şiddetli bir rüzgâr esiyordu.Tüylerim ürperiyor,
titriyordum,Pederim Kur'an-ı Kerîm okuyarak yola devam ediyorduk. Dâima
Kur'an-ı Kerîm okumak âdetleri idi. Bir özr-ü kavî olmadıkça bunu terk
etmezlerdi.
T e n b
i h
Kalbi uyanık, ilmiyle
âmil, ârif-i billâh olanların âdetleri budur. Gâfıl ve ömürlerini melâhi'ye
(eğlence, oyunlar ) ve fuzûlî sözlere sarf edenler, Kur'anı Kerim tilâvetinin
terkinden endişe etmez ve Resul-ul-lâh'ın :
“ Ve
kâlerresûlü yâ Rabbi inne kavmittehazû hâzelkur’âne mehcûrâ “ (Furkan, 30)
(= Peygamber dedi ki: Yâ
Rab, kavmim Kur'anı okumaz oldu, terk ettiler) kavl-i kerîmindeki şekvâsını
düşünmezler. Ömürlerini böyle tüketenlere azâb indiği vakit çok yazık
olacaktır.
"Nihayet Amasyaya
vardık. Hemen doğruca Azîz'e gittik. Mübârek elini evvelâ pederim, sonra ben
öptük. Azîz, pederime: "Bu çocuk kimdir?" diye sordu. Beni Amasya
halkından zannetti. Babam: "Küçük kulunuz" dedi. "Bu soğuk
mevsimde niçin getirdin ? " diye sordu. Pederim de ; "Himmet
nazarınıza ve ilim berekâtiyle duanıza mazhar olması için getirdim"
deyince, orada bulunanlara Subhânallâh, himmete bakınız " diyerek
gözlerini semâya çevirip rikkat ve hüzün ile inleyerek ağladı ve sonra:
"Bunu annesine kavuşturunuz" diye emretti. Din ve Dünya cihetlerinden
ve te'lif ve tasnifden neye nâil oldumsa hepsinin bu duanın eseri olduğunu
sanıyorum " derlerdi.
Menkıbe
Kerâmât-ı zâhire ve
tasarrufât-ı bâhire sahibi, şeyhlerin şeyhi ve zamanının kutbu Abd-ül-kâdir-i
Geylâni Hazretlerinin menâkıbmda gördüm: 'Avârif- ül-maârif müellifi Şeyh
Şehâb-üd-din Sühreverdî rahmet-ul-lâh-ı aleyh diyorlar ki: "Abd-ül-kâdirin
meclisine vardığımda hâlimden ve ulûm-i zâhire ile ne dereceye kadar meşgul
olduğumdan sordular ve bana acâyib bir bakışla, gözünü benden ayırmayarak,
sanki beni avlayacak, yiyecek gibi baktı ve mübârek elini göğsüme koydular.
Huzûrundan çıktığımda bütün mâsivallah ( Allahtan başka her şey ) benden zâil
oldu, eridi, söküldü gitti. Ben de gücümün yettiği kadar sây' ve gayretle
çalışarak Cenâb-ı Hakka yöneldim. Ne buldumsa bu mübârek nazarın bereketi ile
buldum ve 'Avârif-ül - maârif ’ i te'lif ile tasavvuf ve tarikat tâifeleri
arasında meşhûr oldum". Mevlânâ Celâled-dîni Rûmî'nin:
“ Ânki zî-tebrîz dîb yek
nazar-ı şems-i dîn, ta’ne zened ber çile, sohre koned ber dihe “
(= Tebriz’den din
güneşinin ( Şems-i Tebrîzî) tek bir bakışına eren kimse, kırklığı (çileyi)
kınar, onluğu ( desteyi) da alaya alır) sözleri de bu kabildendir.
Bununla da zâhir olur ki
Allahın velîlerinin himmet nazarları, nefesleri ve rızâları 'İksîr-i âzam ve
kibrît-i ahmer' dir ( bakırı altın edecek kadar tesirli ve kırmızı yakuttan
daha kıymetlidir ). Asla bunlardan gâfıl olmamalı ve şüphe de etmemelidir. Zira
Allah Kerîm'dir, itaat ve inkiyâd ile emir ve rızâsına her veçhile kail olup
uyarak Allah ile kâim, Allah'da seyr eden ve Allah ile söyleyen kullarına her
şeyi ikrâm eder. Bunun aksi de - Allah esirgesin - Hakkın gazâbını ve hışmını
mucib olur.Üstadlara, ülemâ, âbid, zâhid ve sâliklere, büdelâ ve evtâd'a ezâ
eden kimselerin dünya ve âhıret belâlarına uğramalarından korkulur -eğer belâ
inmeden afıv olunmadı ise-. Zirâ, ashâb-ı cemâl tahammül eder amma celâl erbâbı
te'hir etmezler. Kılınçları pek keskin, okları çok işlek ve tesirlidir. Allah
bizi ve cümle ihvânımızı daima bundan esirgesin.
Rivâyet ederler ki,
Celâlüd-din-i Rûmî'nin pederleri Şeyh Bahâüd-din Belhî, âlim, fazıl, mütebahhir
bir zât idi. Besmele-i şerifi üç ay tefsir etmişlerdi ve cezbe-i kaviyye sahibi
idiler. Şeyhin mürid ve muhibleri çoğalınca ülemâ-i rüsûm çekemediler, hased
ile Belh padişâhma şeyhi gamaz ettiler. Cemâati, âvanı, adamları pek
çoğalmıştır. Bir gün sana karşı kıyâm etmesinden korkulur dediler.
İ ş â r
e t
Avâm-ı nâs'ırı ne acâyib
ve bâtıl itikadları ve ne kadar bozuk vehimleri vardır. Melekût, Ceberut ve
daha ileride Allahın ihsân ettiği âlemleri ve makamları cevelân edip
dolaşanlar, ruhanilere, melâikeye karîn olup sonsuz saadete ve kerâmat-ı
indiyye'ye mazhar olan kimselerin nazarında, baştan başa Dünyanın ve onun bütün
meta'ının ne kıymeti olur ? Bir sinek kanadı kadar değeri olur mu? Serçe ve
kargaların yemlendiği çöplüğe şâhinin tenezzül ettiği görülmüş müdür ?
Hikâyemize devam edelim.
Belh padişahı bu telkin üzerine Şeyh'e cefâya başlayınca, Şeyh oradan hicreti,
ayrılmayı kararlaştır. Şeyhin ayrılacağını anlayan padişah yaptığına peşiman
oldu. Külliyetli para ve kıymetli hediyelerin üzerine bir kılınç ile bir kefen
koyarak maiyyeti ile beraber Şeyhe geldi. Yaptığına nâdim olduğunu beyân ve
hicretten vaz geçmesini ricâ etti. Fakat Şeyh kabul ve iltifat etmedi. "Ok
yaydan çıkmıştır" dedi. Ve ehl-ü evlâdı ile Belh'den çıkarak Bağdada,
oradan da Konya'ya yöneldi. Şeyhin geldiğini haber alan Karaman Beyi, erkân,
ümerâ ve askeri ile karşıladı. Fevkalâde hürmet ve ikrâm etti. Hatta atından
inerek Şeyh'in rikâbında, atının yanında yürüdü. Ve kendisine çok güzel bir yer
de tahsîs etti. Hülâsa, mümkün olan hizmeti ve ihsânı yaptı. Bu sebeple de Şeyh
Konya'da yerleşti, kaldı. Şeyh'in Belh'ten hicretinden sonra, Allahın düşmanı
Cengiz Han Horasan üzerine yürüdü. Belh'e musallat oldu. Pâdişâhı ve halkının
çoğunu kılınçtan geçirdi. Katl-i âm etti. Kalan çoluk çocuğu da esir edip emvâl
ve hayvanlarını yağma ve kasaba ve şehirlerini harap etti. Allah böyle husrân,
zillet ve rüsvâ'lıktan esirgesin ve evliyâ-ul-lâha ezâ etmekten hıfz ile,
Kur'an-ı Kerîminde:
“İnnelleziyne
yü’zûnallâhe ve resûlehü le’anehümullâhü fiddünyâ vel’âhıreti ve e’addelehüm
azâben mühiynâ “
(Ahzab, 57)
âyet-i kerîmesinde
bildirdiği üzere: (= Allah ve Resülüne eziyyet edenler dünyâda ve âhırette
mel’un, hayır ve rahmetten matrûd ve mahrûm olurlar) tenbih-i İlâhisini daima
unutmamayı müyesser eylesin.
Menâkıba devam edelim.
Hazret buyururlardı ki:" Vaktâ ki Kur'an-ı Kerîm'i pederimin yanında
okuyup hatm ettim, beni Tokatta tahsilde bulunan biraderlerim Hacı Halîfe ve
Muharrem Efendilerin yanına gönderdiler. Orada Kur'an-ı Kerîm'i tecvid ile
kıraate ve Arapça ilimleri tahsile başladım. Cuma ve sair vakit namazlarını da
cemaatle edâya devam ederdim.Bir gün gayet garip bir rüyâ gördüm.Tokatta
Köstekçi Zâde namında ehl-i tarikden ve rüyâ tâbirinde çok mâhir, İbn-i
Sirin'in sırrına mazhâr olmuş bir zât vardı.Çarşıda at çulu dokurdu. Bu işi
kendisine kubbe ittihaz etmiş, hâlini bununla perdelemişti.Sabah erken bu zâta
gittim. Benim gibi rüyâ görenler etrafına toplanmışlardı.Bekledim, sıram
gelince yanına vardım ve "Dün gece rüyâmda gayet geniş bir sahrada çok
parlak bir nûr içinde oturuyor imişim. Her taraftan genç, ihtiyar insanlar bana
teveccüh edip geliyorlar ve yanıma gelince de etrafıma halka olup beni Kâbe
gibi tavaf ediyorlardı" dedim. Sözümü bitirince elindeki işi bıraktı ve
bana : "Nerelisin, adın nedir , baban kimdir , nerede bulunuyorsun
?", ve "Bir şeyhe yetiştin mi ?" diye sordu. Adımı ve kimin oğlu
olduğumu ve halen biraderlerimin yanında tahsilde bulunduğumu söyledim.
"Tebrîk ederim. Allah mübârek etsin. Eğer beni vefatımdan sonra hayır
duadan unutmazsan rüyânı tâbir ederim" dedi, "bışaallâh unutmam"
dedim. O da: "Ömrün uzun, ihvân ve dostların çok olur. Cenâb-ı Hak sana
çok büyük hayır, ilim ve salâh verecektir. Te'lif ve tasnif erbâbından, hadis
ve tefsirde mâhir, beyân ve tâbirde emsâl ve akrânına faik olursun. Halk
nasihat meclisine koşar, mescidinin etrafına toplanırlar. Duan makbûl, nefesin
mübârek olur" dedi ve dua etti. Allah rahmet etsin, filvâki yirmi seneden
sonra merhûmun dediği zuhûr etti."
İşaret
Bu vakıadan şu faydalan
anlıyoruz: Evvelâ, rüyâ herkese söylenmemelidir.
“
er-Rü’yâ fî minkâri tayrin keyfe üvvile vaka’a aleyhi “
(= Rüyâ kuşun
gagasındadır, nasıl tâbir edilirse öyle zuhûr eder) mantûk-u âlisince rüyâ
nasıl tâbir edilirse, hayra yorulursa hayır, şerre yorulursa şerr vâ'ki olur.
Sâniyen: Rüyâ-yı sâliha
geç de olsa zuhûr eder. Hazreti Yûsuf un rüyâsının -meşhur rivâyete göre-
seksen sene sonra zuhûr ettiği gibi.
Sâlisen: Rüyâ-yı sâliha
mübeşşirâttandır.
“
elleziyne âmenû ve kânû yettekuûn “ “ lehümülbüşrâ filhayâtiddünya ve
fil’âhireh,...” (Yunus,
63, 64 )
(= Onlar imân edip
takvâya ermiş kimselerdir. Dünyâ hayatında da âhırette de onlara müjdeler
vardır,...); ve :
“ men
amile sâlihan min zekerin ve ünsâ ve hüve mü’minün felenuhyiyennehü hayâten
tayyibeh, ve lenecziyennehüm ecrehüm biahseni mâ kânû ya’melûn “ (Nahl, 97 )
(=Erkek, kadın mü'min
olup da fenalıktan da kaçınıp iyi ameller yapanları güzel hayatla yaşatır,
yaptıklarından daha iyi ve güzelleri ile de mükâfatlandırırız) me'âlindeki
vâd-i İlâhi buna delâlet eder.
Allahım sen bizi İslâm
yaşat, imân ile öldür. Kıyâmetde enbiyâ-yı izâm huzûrunda hacil ve mahzûn etme
ve esmâ-i izâmın hürmetine fazl-ü ve keremin ile yanında mükerrem ve muhterem
olanlarla haşr et
Menâkıba gelelim: Hazret
buyururlardı ki;"Tahsile devam ile ilimden hayli zevk alınca
Dâr-üs-saltanaya gittim. Medreselerde usûlü veçhile hareketle akran ve emsâlime
tefevvuk ve aralarında temâyüz ve iştihâr ettim. Ve medâris-i semandan birine
vâsıl oldum. Medresedeki arkadaşlardan çoğunu, Allahın emrini tutmaz, azgın ve
taşkın görüyordum. Murat ve gâyeleri ilim ve irfan değil, zevâhiri süsleyip
geçinmekti. Sevâp ve ecir şöyle dursun, vakit namazlarını te'hirde, Cuma ve
cemâati terk etmekte dahî beis görmez aldırış etmezlerdi.
Bir gün Kadıasker
Divânı'na gitmiştim. Oraya devam eden kadı ve müderrisleri gördüm ki, ipekli
elbiseler giymişler, büyük büyük sarıklar sarmışlar, geniş sof kumaştan
hırkalarını çeke çeke dolaşıyorlar ve onlara kimse iltifât etmiyor, hattâ
selâmlarını bile reddetmiyorlardı (^karşılık vermiyorlardı ). Bu hali görünce
oradan hemen geri döndüm, abdestimi tazeleyip Sultan Mehmet Câmiine girdim.
Hâlî bir köşede namazı kıldıktan sonra her şeyi yakından duyan ve dilekleri
kabul eden Rabbime kemâl-i tezellül ve tazarrû' ile ağlıyarak "Allahım
beni kadıların, zenginlerin, zâlimlerin, ağyârın ve etıbbânın kapılarına muhtâç
etme, beni onlardan müstâğni ve gece gündüz fukarâ ve ahyârla beraber dâima
senin kapına devam edenlerden kıl, sana has ve lâyık olan rahmet ve
mağfiretinden ihsân et ve her işimde bana doğru yolu hazırla ve göster "
diye yalvardım. Cenâb-ı Hak duamı kabul buyurdu, dilediğim gibi oldu.Çok
geçmeden yakın bir dostumla beraber Şam'a gitmek nasib oldu. Orada bir sene
kaldıktan sonra Allah hacc parası ihsân etti. Hacc ederek Zileye döndüm. Kasaba
halkı çok hürmet gösterdi. Artık ihtiyâr-ı tekâütle kasabamızda kalmayı tercih
edip evlendikten sonra, Ezine Pazarı denilen kasabaya giderek pederimin şeyhi,
yukarda zikri geçen El-hâc Hızır'ın halîfelerinden, kâmil bir şeyh olan Muslih-üd-dîn Halîfe' ye
bey'at ettim.Terbiye ve îrşâdım eimme-i esmâdan dördüncü isme gelmişti ki bir
gece acâyip bir vâkıa gördüm. Kesîf ormanlı bir dağda elimde gılâf içersinde
bir Mushâf-ı Şerîf ile yedi tane dalı olan bir ağaca çıkıyorum. Mushâf-ı şerîfı
birinci dala asıyor ve sıra ile ikinci ve daha yukarı dallara çıkıp asmak
istiyorum. Böylece Mushâf-ı Şerîfı dördüncü dala kadar çıkarıp astığım zaman
şiddetli bir rüzgâr esiyor, ağaçlar birden bire devrilip yere kapanıyor.
Taaccüple " bu ne haldir" diyorum. Bir kimse: "Tecelli-i zât
vâki oldu" diyor. Uyanınca düşündüm. Ağacın dört dalını dört esmâ'ya ve
Mushâf-ı Şerîfı Hak yolunu gösteren şeriata ittibâa ve ağaçların devrilip yere
kapanmalarını da şeyhimin vefatıyla benden imdâdımn kesilmesine te'vil ettim.
Arası çok geçmeden şeyhimin hastalığını duyduğum vakit Rabbına rücû' edeceğini
anladım. Nitekim te'vil ettiğim gibi oldu. Allah rahmet eylesin".
Şeyh Muslih-üd-dîn
Efendinin menâkıbından bir nebze:
Büyük babam hikâye
ederdi; merhum şeyhin hâdimlerinden olan ihvândan birisi şöyle anlatmış:
"Şeyhin kasabası yakınında bulunan
Erkilat köyünden bir
cemaat şeyhi köylerine davet etmişlerdi.Oraya gider iken şeyhin ağaçlıklar
arasındaki bir yola saparak büyük bir ağacın arkasına gittiğini gördüm. Abdest
alacak zannı ile ibrik götürdüm. Ağacın yakınına vardığımda gayet hafif bir sesle,
fısıldayarak, inler gibi bir konuşma işittim. Bu konuşma bir az devam etti,
sonra şeyh ağacın arkasından çıkınca ibriği arz ettim. Lüzûmu olmadığını
söyledi.Yüzünün rengi değişmiş, benzi geçmişti. Kimin ile konuştuğunu ve
kendisine ne olduğunu sordum. "Uzak sefere emr olunduk" buyurdular,
ve o davetten sonra da hastalanarak Rabbine sefer ettiler" demiş. Allah
rahmet eylesin.
İşaret
Allahın evliyasına ihsân
buyurduğu nîmet ve rahmetlerden birisi de Hakka rücû'larmdan evvel borçlarını
ödesinler, yanlarında emânet ve hukûk-u ibâd ( kul hakkı ) varsa iade ve
sahiplerine verilmesini vasiyyet etsinler, tevbe ve istiğfarlarım yenileyerek
Rabblarına tertemiz, tâhir olarak rücû' eylesinler diye, ya melek veya rüyâ-yı
sâliha ile kendilerine tenbih olunmalarıdır.
Menâkıba devam edelim:
Hazret buyururlardı ki: "Vaktâ ki şeyhim Muslih-üd-dîn Halîfe vefat etti;
ben, kocası ölmüş, kendisini idare ve himâye edecek kimsesi kalmamış; yüzünden
peçesini, başından çarşafını atmış; dilediği yere gider, istediği yerde sabahlar,
geleni evine kabul eden hayâsız kadınlara döndüm. Bu hâl ile benden her gün bir
az daha feyz-i mânevi kesilerek mârifetim zâil oldu. Gafil ve âtıllara
karıştım. Dağda, sahrâda, bostanda onlarla düşüp kalkar ve hattâ tazı ve
köpekler alarak ava bile gider oldum.
İ ş â r e t
Bir kimsenin mürşîdi
olan şeyhi vefât edince,kendisin irşâd edecek bir şeyh lâzımdır. Çünkü mevtâdan
dirilere imdâd olmaz. Her ne kadar menâkıbında yazılı olduğu üzere yüz elli
sene önce vefat eden Hallâc-ı Mansûr'un, Ferid-üd-dîn-i Attâr'a imdâd ve
terbiye ettiği gibi nefs-el- emirde mümkün ise de bu gibi ahvâl pek nâdirdir.
Herkese vâki' olmaz.
T e n b
i h
Cahil halk bazı
ehliyetsiz ve câhil kimseleri, mücerred, filân zâtın oğludur diye kendilerine
şeyh edinirler. Bunlar, sağı soldan ve semizi arıktan fark ve temyiz edemiyen
kimselerdir. Ancak sadakalan, kurbanları toplarlar, savm, salât, hacc ve zekât
ile mukayyed olmazlar. Himmetleri yiyip içmek; kasıd ve gayeleri güzel elbise
ve kadın; nazarları, zevk ve arzuları yeğin ata binip tazılarla avlanmak gibi
hevesâttan ibarettir. Bu sıfat ile şeyhlik nasıl olur? Daha garibi bu ki: Câhil
halk bu gibi fâsıklann gayb ilimlerini idrâk ettiklerine de itikâd ederler. Bu
onlar için ne kadar uzak ve bu gibilere meyi ve muhabbetle hakikata nâil oldum
sananlara da ne kadar çok yazıktır. Bu gibi hallerden Allaha sığınırız.
Faide
Meşâyıhın iki türlü
evlâdı vardır: Birisi neseb, diğeri mânevi evlâdıdır. Neseb evlâdı malına vâris
ve batnen ba'de batnın (neslinin) bekasını temin; mânevi evlâtları ise asırdan aşıra
sünnet ve irşâdlannı ihyâ ve devam ettirirler. Kendilerinin hilâfet makamına
kâim olmaya lâyık olan efdâl evlât bu sonunculardır. Çünkü bunlar:
“Ve men
yü’te’l - hikmete fekad ûtiye hayran kesîrâ“
“ La
tû’tû’l - hikmete ilâ gayri ehlihâ fetazlemûhâ velâ temne’ûhâ an ehlihim
fetazlemûhun “
“
yü’tilhikmete men yeşâ, ve men yii’tel hikmete fekad ûtiye hayran kesiyrâ, ve
mâ yezzekkerü illâ ûlül’elbâb “(Bakara, 269)
“ Her kime ki hikmet
verilir şüphesiz ona hayr-ı kesîr de verilmiştir. Bunu ancak akl-ı kâmil sahibi
hakikat erbâbı bilir, ve hikmeti ehil olmıyana vermeyiniz ki hikmete zulüm
etmiş olursunuz “ meâlindeki âyet-i kerîme ve hadîs-i Îsevî hükmünce evlâd-ı mânevî
olanlar hikmete vâris ve sahiptirler. Nasıl ki biliyoruz: Hazret-i Sıddık
vefatı yaklaştığı vakit bir çok evlâdı ve bâhusus aralarında yiğitlik, ilim ve
irfan sahibi Abdürrahmân var iken, Hazreti Ömer mertebesinde olmadıkları için
emr-i hilâfeti Hazreti ömere, ve Hazreti Ömer dahî bunca evlâdı ve bilhassa
Ashâb-ı Kirâmın en âlim ve fakîhlerinden Abdullah dururken hilâfeti müşâvereye
bıraktı. Çünkü Hazreti Osman ve Hazreti Ali mertebelerinde değillerdi.
Menâkıba devam edelim:
Hazret buyururlardı ki: " Vaktâ ki tenezzülümü gördüm, bir gece sabaha
kadar hâlimi düşündüm. Kendimi, ışığı sönmüş bir ev; ahâlisi dağılmış bir
belde; suyu kaybolmuş bir kuyu; ağaçları kurumuş,meyvaları dökülmüş bir bahçe;
suyu kesilmiş, devrandan kalmış, un öğütmeyen bir değirmen gibi buldum.
Bâtınından mârifet feyzi kesilmiş sâlik böyle olur. Kalbinde hanîn, tazarrû ve
zârilik, lisânında enîn (inilti) kalmaz. Amma sâlikin kalbine, bâtınına rahmet
ırmağı kuvvetle dökülür. İlâhi vâridât ve gizli işâretler şiddet ve hiddetle
hücum ederse, sâlik nefsine mâlik olamaz. Kalbi gayri ihtiyâri deprenir,
heyecanlanır, çalkanır. Bu hâl kalbden bedene de aks edince sâlik sağa sola
deveran eder. Eğer bu varidât-ı İlâhiye Cemâl tecellisinden gelirse bu halde
sâlik ferâh, zevk ve tarâb duyar, sevinir, ve eğer bu bâd-ı rahmet Celâl'den
eserse, bunda da sâlik ıztırâb ve korku duyar. Bu hallerin eshâbım tâ'yib
etmemelidir. Mâzurlardır. Zira aşkın kuvveti çok dehşetli ve şiddetlidir. Her
şeyin fevkindedir, gâlibdir, ona karşı konamaz. Görülmez mi ki kocaman değirmen
taşı o kadar ağırlığı ile beraber sürür ve bereketle nasıl fırıl fırıl dönüyor,
bu da aynen böyledir.
İ ş â r e t
Burada fukarâ-i tarîkatm
meşrep ve mesleklerini bilmediklerinden onlara tâ'n edenlere işâret vardır.
Fukaranın niyyet ve maksatları Allahın emrine imtisâl ve Cenâb-ı Peygamberin
sünnetine kendilerinden hiç bir şey ilâve etmeyerek ittibâ'dır. Bu halleri, ya
saf "vecd" den ( muhabbet ve iştiyâk ile ihtiyârları elden gidip
kendilerine mâlik olamamak), veyahut sâdık "tevâcüd" den ( vecde
erişmeye çalışmak) dir. Halleri bu iki sebepten olmıyanlar, münâfik, ehl-i riyâ
ve süm'a (iki yüzlü, sahtelikle kendilerini böyle göstermiye çalışanlar)
olanlardır ki, bunların işi Allaha kalmıştır. Kur'an-ı Kerimde Hazreti Nûh'dan
hikâyeten:
“ Kale
ve mâ İlmî bimâ ya’melûn “ “ in hısâbühüm illâ alâ rabbî lev teş’urûn “ “ ve mâ ene bitâridilmü’minîn “ ( Şuarâ, 112,113,114)
(= Onlann amellerinin iç
yüzünü bilemem ancak zâhirine bakarım, onların hesapları yalnız Rabbime
kalmıştır, farkında olsanız bunu bilirdiniz, ve ben bu Mü'minleri tard da
edemem, onlara reziller diye tahkiriniz cehâletinizdendir) buyurulmuştur.
Hâl ve hareketleri
"vecd" ve "tevâcüd"den ileri gelen fukarânın deveranının
helâl olduğu hakkında temiz kalpli, insaf ve itidâl sahibi olan Şeyh-ül-İslâmlardan
Kemâl Paşa Zâde ve Müftü Ali Çelebi ve Mevlâna Sâded-din fetvâlar vermişlerdir.
Cenâb-ı Hak'dan bizi yakîn erbâbından kılmasını ve kalp gözümüzdeki perdeyi
gidermesini niyâz ederiz.
Menâkıba devam edelim :
"Merhûm buyururlardı ki, hâlimin bu tenezzülünü düşündüm, hakikat ve yakîn
ehli bir ârif aramaya azmettim".
İ ş â r
e t
Böyle hâlinin
tenezzülünü görüp mütenebbih olmak ancak Cenâb-ı Hakkın hidâyet-i ezeliyye ve
inâyet-i ebediyyesinin yetişdiği kimselere nasîb olur. Çünki bir kimse hâlinin
tenezzülünü, zevk ve irfanından geri kaldığını bilmezse aldırış etmez ve hâlini
tedârik için kayıtlanmaz. Böylelikle de kalbinde zulmet terâküm eder. Gide gide
şeytanın yakını ve büyük günâh ve isyânlann mürtekibi olup rüsvaylıkla ve
makamından düşmek ile cezâlandırılır. Bu gibiler tarikattan dönmüş, yüz
çevirmiş, mürted sayılırlar ki, tarikatta mürted olmak şeriatta da mürted
olmaya yakındır. Allah cümlemizi esirgesin.
Riyâ hakkında nâzil
olan:
“
Eyeveddü ehadüküm en tekûne lehü cennetiin min nahilin ve a’nâbin tecriy min
tahtıhal’enhârü... “ (Bakara, 266)
(“İçinde ırmaklar akan,
türlü meyvalan ile ihtiyarlıkda, kudretsizlikde sizi geçindiren bir bahçeniz
vardır . Bu çok sevdiğiniz bahçeyi , zehir dolu ateşli bir rüzgâr esip
yakmıştır. Riyâ da amelleri böyle yapar) meâlindeki âyet-i kerîmenin tefsirinde
Kâdı-i Beyzâvi bunun, Âlem-i Nûr'a terâkki ve suûd ettikten sonra Âlem-i Zûr'e
tenezzül edenleri temsîl ettiğini beyân eder.
Hazret devâm ile buyurdular
ki: "Zile'de ehl-i sülük ve esmâ'dan iki şeyh vardı amma bunlar ümmiy
oldukları için, ilim rüûneti ve kalem karası ( bilginlik gururu ) bunlara
gitmeye mâni oldu. Tenezzül telâkki ettim. Tokat'da Şeyh Mustafa El-Kirbâsî namında
yüz yaşına ermiş, âlim, fâzıl, kâmil, takvâ sahibi büyük bir şeyh vardı. Ona
gittim. Huzûruna varınca, hâlimin kötülüğünden, kalbimin müşevvişliğinden
şikâyetle, kendisine bey'at etmek, elini tutmak istedim. Bana:" Evlâdım,
sen kuvvetli bir genç, ben ise mücâhededen kalmış zayıf bir ihtiyânm. İki
tarafın birbirine küfüv ve denk olması ülfetin, ünsiyetin şartıdır. Nasıl ki
genç, güzel, kaviy bir gelin, sahibini, kocasını da kendi gibi ister. Halbuki
ben zayıf ve âcizim. Bu vaziyette aramızda netice nasıl hâsıl olur ?" dedi."
Ben senin irşâd ve terbiyyetine gelmiştim, öyle ise benim hâlim nice
olur?" deyince, Şeyh bana: "Niyetinde hâlis misin?" diye
sordu."Evet, İnşâallâh " dedim." Bu yola tâlib misin, ve bunda
sâdık mısın?" dedi." Evet " dedim. Mübârek başını eğdi. Hayli
zaman sükûttan sonra başını kaldırdı ve: "Allah seni bir kâmilin hizmetine
ulaştıracak veyahut bir kâmili altı aya kadar senin terbiye ve irşâdm için
gönderecektir." diye tebşir ve bana dua etti. Vatanım olan Zile'ye avdet
ve temiz, hâlis niyetle ilim ve amele devam ettim. Altı ay sonra bir iş için
Tokat'a gitmiştim.Tokat 'da Arakiyeci Zâde diye meşhûr olan üstâdım
Şems-üd-dîn-i Nahavî' nin ziyâretine vardım.. Beni görünce: "Şems- üd-dîn,
ben de senin buraya gelmeni arzu ediyordum. Cevdet-i akim vetefâvüt-üfehminvardır
(aklın, anlayışın daha çabuktur, ve her şeyin iyisini takdir edersin). Buraya
Acemistandan, Şirvan Vilâyetinden seccâde sahibi , irfan ehli bir zât geldi.
Va’z ve nasihat ediyor, fakat vaazlarında rüsûm ve hadsiyyattan (herkesin
mâlûmu olan zan ve tahmin ile indiyyâttan ) değil, cevâhir-i kudsiyye ve
hakâyık-ı İlâhiye'den bahs ediyor. Sözlerini avâm ve câhiller şöyle dursun,
ulemâ ve havassımız dahî anlayamıyorlar" dedi. -Şeyh Şirvâni Hazretleri
'zat-ül-ahâdiye' ehli olduğundan, daimâ Lâhut, Ceberût ve Melekût âlemlerinde
cevelân eder, Mülk ve Nâsut' dan nâdiren bahs ederdi-. "Kalk beraber
ziyâretine gidelim " dedi. Ben Şeyh Mustafa El-kirbâsî'nin bana
söylediklerini, aradan hayli zaman geçtiği için unutmuştum. Üstâd ile birlikde
Hazretin ziyâretine vardık. Evvelâ bize ikrâm ve tâzim etti. Sonra hakâyık-ı
İlâhiye ve Kur'aniye deryâlarının derinliklerinden mânâ cevherlerini neşre
başladı. Sanki benim hâlimi târif ve işâretleri ile bana târiz ediyor, ayni
zamanda beşaretleri ile de beni yükseltiyordu. Nihâyet sözlerinin sonunda bana
hitâp ile: "Vatanımı ve emvâlimi terk ile, dağlarda vâdilerde bunca
meşâkkati senin ahvâlin ve senin terbiyyetin için ihtiyâr ettim" deyince
hayrette kaldım. Şeyh Mustafa El-Kirbâsî'nin sözlerini hatırladım. Tâyin ettiği
zamanı zihnen hesap ettim, tam altı ay olmuştu. Derhal kalbimden ağyâr
muhabbeti çıktı, yerine esrâr doldu ve hemen bey'ate ve istiğfara şitâb ettim.
Ve Allahıma hamd ve şükür ile, yitirdiğimi buldum dedim, geçen ömrüme nedâmet
ettim. Allah her şeyi bilici, af edici ve kusurları örtüp bağışlayıcıdır".
F a i d
e
Bu vak'ada iki fayda
görülüyor: Birincisi Şeyh Mustafa El-Kirbâsî' nin kerâmetinin zuhûru ki, altı
ay müddet tayin etmesi ve dediğinin aynen, günü gününe çıkması. İkincisi, Abd-ül Mecîd-i Şirvâni Hazretlerinin,
şeyhimiz Şems-i Sıvâsi'yi terbiye ve irşâd için Allahın emr ve irâdesi ile
Şirvan'dan Rûm vilâyetine gelmesidir. Cenâb-ı Hak ’fâil-i muhtar' dır (
dilediğini yapar ). Bazan hastayı hekimin kapısına, bazan da hekimi hastanın
kapısına gönderir. Bu Cenâb-ı Hakkın sâdık ve müstaid tâliplerini kemâle
erdirmek için fazl ve inâyetinin kemâl-i zuhûrundandır.
Nasıl ki Şems-i Tebrîzî
ile Mevlânâ'da da böyle olmuştur. Rivâyet olunur ki, Şems-i Tebrîzî kuddise
sırrehû, keşf ve keramet sahibi Baba Kemâl'e mülâkatlarında, bir gün huzurda
iken Baba Kemâl bir saat kadar başını eğerek teveccühden sonra, Şems-i
Tebrîzî'ye: " Ey Şemseddin ! Allah sana ve senin terbiyyetine, âlim, fazıl
bir büyük adamı tevdî edecektir ki bu zât, ashâb-ı enfâs'dan olacak ve onun
ırmaklar gibi akan irfânından insanların çoğu içip kanacak, şöhreti etrafa
yayılacak, ledünnî (İlâhî) ilimlerde herkese tefevvuk edecek ve kapalı
hakikatları açacaktır" diye müjdeleyince, Şems-i Tebrîzî; "Efendim bu
zât nerededir?" diye sorar. Baba Kemâl: "Ara, bulursun"
buyururlar. Bunun için Şems-i Tebrîzî seyahata çıkarak üç sene dolaşır, arar,
nihâyet Konya'ya gelince Celâl-üd-dîn-i Rûmî'yi bulur ve bir nazarla onu
terbiye ve tekmîl eder.
T e n b
i h
Evliyânın sözleri,
nefesleri aslâ yanlış çıkmaz. Nitekim hadîsi risâletpenâhîde:
“ Lâ
yezâlü’I - abdu ileyye bin-nevâfili hattâ uhibuhû feizâ ahbebtuhû küntü lehû
sem’an ve lisânen ve yeden febî yubsiru ve bî yesme’u ve bî yabtışu ve bî yemşî
ve küntü veliyyen hâfızan ve nâsıran kaviyyen “
(= Nevâfıl (nâfıleler )
ile bana takarrüb eden ( yakınlaşan ) kulumu severim. Sevince de onun kulağı,
gözü, lisânı ve eli olurum. O kulum benimle görür, benimle işitir, benimle
söyler, benimle tutar, benimle yürür ve ben onun dostu ve sahibi, hıfz edicisi
ve en kavî yardımcısı olurum) buyurulmuştur.
Menâkıba devam edelim:
Merhûm buyururlardı ki: "Vaktâ ki Allah beni Şeyh Şirvâni'ye kavuşturmakla
'Ankâ-yı Müğribin' saydım müyesser etti, herkese nasîb olmıyan bir devlete
eriştirdi, üzerime saâdet ayı ve güneşi doğdu. Muhabbetim arttı. İrâdem
kuvvetlendi.
Hazret-i Şeyh'in bereket
ve cezbesinden, fuyûzâtından ehl-i beyt ve akrabamın da faydalanmaları için
Hazreti Zileye davet ettim. Kasabada öteden beri ileri gelen vâiz ve müderris
olarak akran ve emsâlim arasında yüksek bir mevkide idim. Kasabalı ve hariçten
gelmiş otuz kadar talebem vardı. Mağrur geçinirdim. Şeyhim, Zile' yi
teşrifinden bir zaman sonra, vaaz, nasihat ve dersi terk etmekliğimi ve
zikr-ul-lâh'dan başka konuşmamamı, sumt-ü sükût ile avamdan uzleti, halka
karışmamayı emr buyurdu. Emirlerine imtisâl ettim. Sumt-ü sükût ile kapıda
papuç ve ibrik hizmetine devama başladım. Birgün kasabanın büyükleri toplanmış
bana geldiler ve "Biz senin bu işine şaşıyoruz. Siz bizim vâiz ve
nâsıhımız ve dinimizin ve evlâdımızın muallimi idiniz. Bu ne hâldir ki, herkes
sana hizmet ederken şimdi sen hizmetçi oldun ve meclislerde sen en başta
otururken, ne vaazlarını, ne sözlerini anlamadığımız bu şeyhin papuçluğunda
ayakta duruyorsun" dediler. Cevap verdim: "Kardeşlerim, dostlarım,
Allah size rahmet ve hepimize irfan nasîb etsin. Siz benim ilmimi ve kemâlimi
bilirsiniz değil mi ? O halde bu zât'ta büyük bir kuvve-i galebe ve satvet ve
İlâhî, lâhûtî bir cevher olmasa böyle hizmetini ihtiyâr eder miyim ? Onda misli
görülmemiş öyle acâyib hâlât gördüm ki, ilmimi onun ilmine nisbetle denizden
katre ve cevherimi inciye nisbetle kum gibi buldum da, benim Yemen akiki gibi
olan âdi taşımla onun baha biçilmez cevherini bir arada dizmek, ilmimi onun
ilmine ulaştırarak mültekal-bahreyn olmak (iki denizi birleştirmek) istedim
" deyince şaşırdı, hayret ettiler ve " Hakikaten bu zât bu mertebede
midir ?" dediler. "Evet, daha da üstündür" dedim. Ve hizmetime
sıdkla devam ve temiz, hâlis niyyetle Allaha teveccüh edip, hevesât ve arzuları
kalbimden çıkardım. Hakiki bir tâlib ve râgıb olarak muhabbetle sülûke
başladım.
Sofî'lere sorarlar:
" 'Biz tâlibler, râgıblar ve sâlikleriz' diyorsunuz. Tâlib olanın bir
matlûbu, rağbet edenin mergûbu (bir sevdiği, rağbet edilmiş olanı), sâlikin bir
meslûkü ( bir yola gidenlerin erişmek istedikleri gayesi) olmak lâzımdır. Sizin
sevdiğiniz ve sülük ile varmak arzu ettiğiniz gâye nedir ?" derlerse,
Allahın tevfıki ve hakikatin yardımı ile biz deriz ki: Bizim maksûdumuz Allah' tır. Ve Allah
esmâ-i İlâhiyeden bir isimdir. İsimlerden de maksûd olan müsemmâlarıdır. Burada
müsemmâdan murâd edilen ise, ikilikten mücerred ve münferid, ikilik
düşünülmeksizin, "hakikat-ül
gaybiyye " olan " Zâ’t-ül
ahâdiyye " dir ki, mekân ve keyfiyetten âli, nerede ve nasıl
olduğu tasavvur edilemiyen , nihâyet' lerin nihâyet' i, gâyet' lerin gâyet' i,
ve cem' in cem' idir. Burada fehimler âciz, akıllar hayrettedir. Bu, ancak:
“
Zâlike fadlullâhi yü’tiyhi men yeşâ’ vallahü zülfadlil’azîm “
(Cum’a, 4)
(= Bu peygamberlik
Allahın bir inayetidir. Onu dilediğine verir, Allah büyük bir inâyet sahibidir)
buyrulduğu üzere,
Allahın dilediğine bahş ve ihsân eylediği fazl- ü inâyeti, lütûf ve atıfetidir.
Bu makâmdan söyleyenler, ancak gizli işâretler ve ince remizlerle söylerler.
“ Lâ
tüdrikühül’ebsârü ve hüve yüdrikül’ebsâr, ve hüvellatîfül habîr “ (En’am, 103 )
(= Gözler onu görmez,
ihâta edemez, O cümle gözleri görür ve ihâta eder, O lâtif olandır, haberdâr
olandır.).
Bu âleme " Âlem-i Lâhût = Zât-ı Ulûhiyet Âlemi"
ve ehline de, " ehl-i lâhût"
denir. Bu," tevhîd-i
zât" dır. Bu âlemin aşağısı " tevhîd-i sıfât "dır.
Âlemi: "Âlem-i
Ceberût" = kudret, azamet, celâlet âlemi" dir. Ehline
de, "ehl-i
ceberût" derler. Bunun da aşağısı" tevhid-i ef'âl
"dir. Âlemine " Âlem-i
Melekût" derler ki, saltanat -1
mâneviye, ervâh-ı âliye âlemidir. Bunun aşağısı da : "Âlem-i
Mülk'tür. Bu âlem, âlem-i ecsâm, âlem-i tabiat ve müşâhedâttır ki
bu âlem ehlinin zikr olunan üç tevhîdden, ki tevhîd-i Zât, sıfat ve efâl'den
nasibleri yoktur. Sülükleri, talepleri, hazlan, zevkleri dahî olmaz. Bu âlemin
ehli, zâhîrî ibâdat ve rüsûma kanaat ederler. Âlim ve sâlihlerdir. Bunlar
süadâ-i ebrâr ve ashâb-ı yemîn ve ahyâr' dan sayılırlar, Âlem-i mülk'ün dahî
aşağısı" Âlem-i
Nâsût" tur. Bu âlemin ehli her ne kadar akâid-i sahîha ile
mûtekid olurlarsa da, Allahın emirlerine itâat ve riâyet etmez, nehiy
edilenlerden kaçınmazlar. Şehvet ve tabiatlarının iktizâsına uyarak
dilediklerini işlerler. Bunlar Kitâb-ul-lâh'ın beyânı veçhile zâlim, fasık,
fâcir, habis ve hazeleler, Hak yolundan ayrılıp Allahın emrine muhâlefet eden,
fenalıkla meşgul soysuz alçak ve rezillerdir. Bunlara Allahın inâyeti erişir de
son nefesleri imân ile hatm olunursa işleri Allaha kalmıştır. Cenâb-ı Hak
dilerse fazl-ü keremiyle günâhlarını af eder. Dilerse adâlet-i İlâhiyyesi gereğince
dilediği kadar azâb ettikten sonra yine fazl-ü keremi, lütf-u ihsânı ile
nâr'dan, azâbtan âzâd eder. Bu gibilerden isyânda ısrâr edenlerin:
“ Sümme kâne âkıbetellezîne esâüssûâ... “ (Rûm, 10)
(= Allah ve
peygamberlere isyân edenlerin akıbetini gördükten sonra da âyetleri tekzip ve
istihzâ edenlerin sonları, akıbetlerin en kötüsü olur; ve:
“ Belâ
men kesebe seyyieten ve ehatat bihî hatıy etiihu feülâike ashâbünnâr hüm fîhâ
hâlidûn “ (Bakara,
81)
( = Hayır; kim bir
kötülük işler de günâhı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar ateşin halkıdırlar,
orada süresiz kalacaklardır)
beyân-ı âlîsince musırr
oldukları fenalıklar kendilerini kaplayarak sui - akıbete götürür de, - Allah
esirgesin- son nefesleri şekavet ve küfürle hatm olunursa, " ashâb-ı şimâl
" den olur ve ebedî azâbta kalırlar. Allahın adâletinin icâbı budur.
Allahım, Senin sâhâtmdan (râzı olmadığın şeylerden) rızâna, gazâbından affına,
ve seninle senden sana sığınırız.
"Makâmâtın en
yücesi, "tevhîd-ü
zât-il ahâdiyye"ye vasıl olmaktır" diyorsunuz. Bu çok
güzel bir nimet ve mazhariyyet ve büyük bir safa ve sürürdür. Lâkin buna ermek
mümkün müdür? Kul nerede, Rabb-ül - erbâb nerede ? Buna nasıl erişilir ? "
denilirse, şöyle cevap veririz: Eğer âhırette beşeriyyet ve tabiat hükümlerinin
fenâ ve zevâli ile, âlem-i baka ve safâda Allahın görülmesine inanıyor, itikâd
ediyorsanız, bu âlem-i cefâda hakkıyle mücâhede ve türlü riyâzetler ve
meşâkkatler ihtiyâr edip, iyi yemek, iyi giymek, zînet ve şöhret gibi
nîmetlerin terkiyle mahrûmiyetlere sabır; ve fakrı ganiliğe, meşâkkati rahata
tercih ederek lâhm ve şahmını (vücûdun kesâfetini) aşk ateşi ile eriten, nefis
öküzünü ( hayvanî sıfatlarını ) himmet bıçağı, ile boğazlayıp, şerîat-ı
Muhammediye’ye muvafakatla Allah yolundan azmak ve azdırmak gibi şeytan sıfatlarını
ve bütün kötü huylan, hatta mekrühâtı dahî esasından söküp atan ve nefsini
tabîi ve ıztırâri ölümden evvel ihtiyâriyle öldürüp kıyâmetini dünyâda iken
kopararak:
“ Ve lâ
tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ, bel ahyâün inde rabbihim
yürzekuûn "“
(Âl-i İmrân, 169)
( = Siz Allah yolunda
ölenleri öldü sanmayınız, hayır, onlar Rableri katında diridirler,
rızıklanmaktadırlar)
hükmünce hayât-ı
ebediyyeye nâil olan aşk şehidleri için bu makâma erişmek, Allahı görmek neden
mümkün olmasın ? Böylece ahlâk-ı hamîde ile ittisaf edip kalpleri zikrullâh ile
mutmain, bâtınları envâ-ı ibâdat ile münevver olan, fenalıkları tamamen
iyiliklere tebdil olunduktan sonra cilâ' ve safa ile mücâhede ederek kalp
âyinelerini tozdan, pastan ve televvünden temizliyenlerin ruh-i kudsîleri,
cevelân ile âlem-i ceberûta ve:
" Kabe kavseyni ev ednâ ” (Necm, 9)
(= iki yayın beraberliği
gibi, belki ondan da yakındı)
ve daha ileri, Allahın
dilediği makâmâta vâsıl olup Allahda fanî, Allah ile bâkî olurlar. Nitekim
Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'inde
“
Sübhânellezî esrâ bi’abdihî leylen minelmescidilharâmi
ilelmescidiraksellezî.... “ (îsrâ, 1) (= Allah, kulu ve resûlü Cenâb-ı Muhammed'i bir
gecenin az vaktinde Mescîd-i Harâm’ ( Kâbe ) dan Mescîd-i Aksâ’ (Kudüs) ya
götürdü) buyurmuştur. Muktedây-ı ümmet olan Cenâb-ı Nebiyy-i muhterem için
sâbit olan ümmetine de sâbit olur.
“ Küllü dâ’in yed’û men de’â
ilâ mâ ra’a ve ilâ meblaği ilmihî “
(= Her kes başkasını,
kendi görüşü ve bilgisi ölçüsünde davet eder)
bunun delilidir. Ancak
Bu rü'yet dünyada beden gözü ile değil, kalb gözü ile olur. Bu iyi
anlaşılmalıdır.
Ve, "sülûk'un fayda
ve neticesi ve vusûl'ün alâmeti nedir ?" diyenlere de:
“ Ma’rifet-i elyakiynen
elhakikati “
(= " Hakîkatm
yakînen bilinmesini tahsildir ") deriz.
Bu makamda kul nefsini
kemâl-i acz ve noksan ve zaaf ve husrân ile, ve Rabbini kudret ve kemâl , baka
ve gufrân ile bilip, Cenâb-ı Hakkın satveti, azamet ve heybeti zâhir
olacağından, kul, Hakkın hürmet ve azametini bizzarûre her şeyin üstünde
tutarak, kalbinde hiç bir ıztırab, meşâkkat ve yorgunluk duymadan, Hakkın
ubûdiyet ve tâatma muvâfakat ve edebe riâyetle, gece gündüz kapısına mülâzemet
ve işâretlerine muntazır olur. Böyle bir kula Rabbinin mükâfatı ne olur
denilirse, bunun mükâfatı, faydası çok büyüktür. Zirâ kul bu yüce gâye ve
maksada erişince evliyâ-ul-lâh'dan olur ve Cenâb-ı Hak böylesi kulunu, emrinde
mütevelli ve şânında kâfi kılar. Ve bu kulun cem'i âzâsı Hakkın kudretine
mazhar olur da, Allahın nûru ile görür, Allahtan işitir, Allahtan söyler, Allah
ile tutar, Allahda yürür. Nasıl ki: “..ve mâ remeyte iz remeyte ve
lâkinallâhe remâ...“ (Enfal, 17)
(= (Kâfirlere) o toprağı
attığında atan sen değildin, fakat onu atan Allah idi), ve:
“
innellezine yübâyi’ûneke innemâ yübâi’ûnallah... yedüllahi fevka eydîhim,... (ilâ âhınl âye) “ (Fetih, 10 )
(=Sana bey'at edenler
Allaha bey'at ettiler, Allahın eli onların ellerinin üstündedir... illâ bih )
buyurulmuştur.
Böyle olunca da Cenâb-ı
Hak o kulunun hasmınm hasmı olup, onunla adâvet, düşmanlık edenler, Allah ile
münâzea, muhârebe, mübâreze ederler. Cenâb-ı Hakdan hikâyeten vârid olan :
“ Men
âde lî veliyyen fekad ezintuhû bi’l muhârebeti “
(=Benim velîme, dostlanma
düşmanlık edenlere muhârebe ilân ederim) hadîs-i şerîfı bunun delilidir. Bu
nimete nâil olup,
“
Fe'emmâ in kâne minel mukarrebiyne “ “ ferevhun ve reyhânün ve cenneti naiym “
“ ve emmâ in kâne min ashâbil yemîn “ “ feselâmün leke min ashâbil yemîn “ (Vakıa, 88-91) ,
(= Fakat o (ölen kişi)
mukarrebîn'den ise, ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır. Eğer o
ashâb-ı yeminden ise, ey ashâb-ı yemîn, sana selâm olsun )
ashâb-ı yemîn'e selâm ve
cennet müjdesi vardır, mukarrebîn olanlara ise rahat, huzûr ve hayât-ı dâime-i
tâyyibe vardır tebşîr-i İlâhîsi ile mukarrebîn zümresine dâhil olan bu kullar,
hayat ve memâtlannda safa ve sürür, izzet ve zevk-ü şevk içinde, Arş-ı kerîm'in
mahremi, ilm-i kadîm'in âşinâsı ve hikmet hâzinelerinin hazinedârı, esrâr-ı
İlâhînin vâkıfı olur. Ulviyyat ve süfliyyatta, yerlerde, göklerde tasarruf
ederler. Ve artık bunlar için isim ve resim de kalmaz. Allahın hükmü altında
mahv - i mahz olarak
Allahda fanî ve Allah
ile bâkî olurlar. İşte böyle bir devlet ve kerâmetten daha büyük, daha kıymetli
hangi devlet ve izzet vardır. Bu âlî makama sâhib olanlar, sultanların sultanı
ve Allahın yeryüzünde halîfeleridirler.
Mukarrebînden olan bu
zevât-ı âlîye ile sâlik olmıyan ashâb-ı yemînden " süadâ-is-sâlihîn"
in dereceleri arasında büyük fark vardır. Bu farkı şöyle temsil edebiliriz:
Mesela tanıdığın iki kişiden birisi garibdir, fakirdir. Yatacak evi, yeri,
kendisine bakacak ehli ve kimsesi yoktur. Külhânda yatar, kalkar. Yüzü toz
toprak, elbisesi ve bedeni kir ve pislik içindedir. Ölse kimse iltifat etmez.
Diğeri, neslen bade neslin öteden beri kavminin ulusu, efendisidir. Ümerâ ve
sultanlar yanında makbûldür, mevki sahibidir. Sıhhati yerinde, güzel yüzlü,
fasîh ve tatlı dillidir. Başında devlet tâcı üstünde kerâmet libâsı, belinde şöhret
kılıncı, parmağında kuvvet hâtemi vardır. Türlü nimetlerle dolu sofrası herkese
açık ve hâzır, cennetten çıkmış gibi saf saf gılmanlara mâliktir. Herkes ona
hürmet ve itâat ve emniyyet eder. Her yerde sözü geçer, hâtın sayılır. İşte bu
iki şahıs arasındaki fark ne ise, yukarda tarif ettiğimiz
"ahâdiyet-üz-zâtiyye" ye mazhar olan kâmiller ile
"süadâ-is-sâlihîn" arasındaki fark da böyledir. Ebrâr'ın derecelerine
nisbetle eshâb-ı tecelliyyât'ın mertebelerinin hakikati yazı ile anlatılamaz ve
bunun derinliklerine yetişilemez, tamamen idrâk de edilemez.
Fasıl
Tarîk-i sofiyye'de
gâyeye vusûlün asıllan çok ve fer'ileri de tamamen sayılamazsa da, ekseriyetle
vâki olanı, en mevsûku ve ilmen en kuvvetli ve lüzumlu olanları şunlardır:
Evvelâ kitâb-ul-lâh ve sünnet-i Resûl-ul-lâh' m beyânı ve şimdiye kadar geçen
ehl-i sünnet ve cemâatin üzerinde ittifak ettiği, yakînen hak olan sahih
i’tikaddan sonra : Terbiyeye muktedîr bir mürşîdin elinde tevbe ve geçmiş
günahlarına istiğfarla, riyâsız, süm'asız, gösterişsiz, hâlis muhlis olarak
inâbe ve Allaha rücû' ile, geçen ömründe zâyi ettiklerini telâfiye tedârike
gayret etmek. Şeyhin izniyle sumt - ü sükûta devam edip zarûret olmaksızın
zikr-ul-lâh'dan başka kelâm etmemek, yalandan kaçınıp daima doğruyu, savâbı
söylemek, edeb, hayâ, vekâr ile istikâmetten ayrılmamak. Haram şöyle dursun,
helâli dahî az yemek, az içmek, az uyumak, bilhassa mukarrebîn ve ebrârın
münâcaat ve istiğfar zamanı olan seherlerde behemehâl uyanık bulunup bütün
mevcudiyeti ile Hakka teveccüh ve rabt-ı kalb ile sırren zikre devam etmek,
dâima iki dizi üzerine kıbleye karşı başı önüne eğilmiş, gözleri kapalı oturup,
Allah'dan gayrisini yâd (ağyâr) ve ancak Allah'ı dost ve enîs ittihaz ve mümkün
olduğu kadar halkdan ve hattâ ehil ve evlâdından dahi uzletle, daima kalbine
nâzır ve nefis ve şeytan düşmanlarına rakîb olarak vaktini tefrikadan sıyânet,
kalbini cem'edip sadrını vesvese ve şüphelerden sâlim tutarak tevâzula gâh
ağlayıp gâh münâcat ve dua etmek, sert, kaba kumaşlardan elbise giyinmek, her
vakit abdestli ve temiz bulunup, ibâdet ve namaz vakitlerini muhâfaza ile
cemâatle edâya devam ve bütün işlerinde son derece ciddiyet ve yakîn ile
ihtimâm etmek sâlike behemehal elzemdir. Zirâ hâlis ve muhlis sâlik olanlar
azîmet ashâbından olurlar. Azîmet sahibi olan sülük ehline ise, müstahab,
sünnet; sünnet, vâcib; vâcib dahi farz gibidir. Buna göre artık farz'ın nasıl
olacağı kıyâs edilsin. Zirâ bunlar ruhsat ve fetvâ ile (işin kolay tarafıyla)
değil, takvâ ile ( en küçük noksan ve fenalıklardan dahî sakınarak) amel
ederler. Bunlarda ruhsatla amel hâdis olursa, havada uçarken kanadına ok
değerek düşen kuşlar gibi olurlar.
Bâzı kimseler bunun
hilâfına, gündüzleri oruca, geceleri teheccüde, kıyâm-ı leyl'e mukayyed
olmadıkları ve bütün gece uyuyup hayvanlar gibi yiyip içtikleri halde,
sâliklerin, sâlihlerin rüsûm ve âdetlerini, alâmetlerini taşımakla kanaat
ederek "abâ" giyip, bir elde teşbih, diğerinde asâ tutmakla
kendilerini ehl-i keşif ve felâh'tan sayarlar, şeyhlik satarlar. Câhiller de
bunları büyük adamlar zannederler. Bunlar sâlik, sâlih değil, belki de liâm (
ne kendilerine ne de başkalarına hayırları olmayan ) kimselerdir. Hak'dan bu
gibilere in'âm ve feyz-i tâm olmaz. Allah bizleri gurur ve ücûptan esirgesin.
Sofilerin, sâliklerin bu
uzak yolda azığı, merkebi, kamçısı, yoldaşı, silâh ve libâsı nelerdir diye
soranlara deriz ki: Azıkları,
“...ve
tezevvedû feinne hayrezzâdittakvâ vettekuûni yâ ûlil’elbab“ (Bakara, 197)
(= ...Azık edinin.
Şüphesiz azıkların en hayırlısı takvâ’ (= bütün günahlardan hakkıyla korkup
sakınma) dır. Ey temiz akıl sahipleri, benden sakının ) kavl-i kerîm'i
mucibince takvâ'dır. Merkepleri himmetleridir. Dirre'leri (=kamçılan) aşk, şevk
ve safâlarıdır. Yoldaşları Allahın tevfıki; silâhları zühd ve hüdâ; libâsları
ilm-ü amel; ışık ve meş'aleleri Esmâ-i Hüsnâ; sözleri Cenâb-ı Mevlâ'dır. Bu
" seyr-i
mânevî-i suûdi " ye " seyr-i
il-el-lâh " denir. Allah bize de sahâ-i kudsini nasîb ve
müyesser eylesin.
Hazret-i merhûm devamla
buyurdular ki: "Şeyhimin emrine imtisâl ve ihlâs ve gayretle mücâhedeye
başladım. Bir zaman sonra benden kötü sıfatların kökleri söküldü. Yerlerini
sıfât-ı hamîde, (= iyi sıfatlar) aldı".
T a k r
i b
Sıfât-ı zemîmenin usûlü
çok ise de, başlıcaları, küfür'den sonra, kibir, ücûb ( kendini beğenmek),
hased, şehvet, hevâ ( kötü arzular), hırs, tamâ', tûl-i emel ( zenginlik ve
dünya kuruntusu), gazab, buhul (malını saklamak), şekâ ve emsâli gibidir.
Sıfât-ı hamîde'nin de
usûlü , tevâzû' ( alçak gönüllülük), ihlâs ( temiz kalplilik), sahîlik
(cömertlik), şehveti kökünden atmak, kasr-ı emel ( dünya malı kuruntusunu ve
arzularını bırakmak), kanâat, hilim ( yumuşak tabiatlilik), rızâ ( Hakkın emir
ve kaderine râzı ve ondan hoşnud olmak) gibi sıfatlardır.
Hazret-i merhûm devam
ile : "Kalbim nûr-i İlâhî ile nurlandı ve zikr-i Îlâhî ile itmi'nana,
huzûr ve sükûna kavuştu. Öyle ki, güyâ öldükten sonra dirilmiş; sağır, kör ve
dilsiz olduktan sonra görür, işitir, konuşur; câhil olduktan sonra âlim; sabi
iken bâliğ; deli iken âkil olmuş gibi hayat-ı kalbiyyeye mâlik olmuştum.
Kalbimden hikmet gözeleri kaynamaya başladı ve içim sâf ve mâ'mûr oldu. Artık
büyük lezzetler duymaya başladım. Vatanımda garib ve akrân-ü emsâlimden kaçar
oldum. Ne yaptımsa Allah için yaptım, Allah için seyr ettim, Allah için hareket
ettim. Allah ile dostluk ettim, Allah ile kâim oldum. Bu halde, eşyanın
suretleri kalbimin âyînesinde irtisam etti (nakş oldu), Sanki kalbim envâ-ı
ziynetle müzeyyen, mihrâb ve memberinde hâtif-i gayb'ın vaaz ve zecr ettiği bir
cami, bir mescid veya misk kokulu türlü çiçek ve ağaçlarla bezenmiş, seherlerde
bülbülleri nâğme eden bir bahçe gibi oldu".
Tavzih
Bu makama "makâm-ı kalb" derler.
Allah ile muamele ve ilhâm makâmıdır. Böyle olunca ruhun nûru kalbe, kalbden
nefse, nefisden de âzâ ve cevârihe aks eder. Bu sebebledir ki beden ibâdete
meyi eder. îşi kerem, ihsân ve hayrât olur. Bu hâlâta vâsıl olan sâlik, "tevhîd-i ef âl" ehlinden
olur.
Menâkıba devam edelim:
Merhûm buyururlardı ki: "sonra terâkki ile daha ilerisine, eriştiğime
eriştim, nâil olduğuma nâil oldum". -Hazret bu sözleri ile, "tevhîd-i sıfât" ve
"tevhîd-i zât"a vusûlünü
murad buyurmuştur.- Tevhîd-i efâl ve tevhîd-i sıfat makamına erişen sâlik,
bütün ef'âl ve â'malde câri olanları ve insan ve hayvan ve kâffe-i ulviyyat ve
süfliyyatta sâbit olan sıfatların hepsini Allahdan görür. Çünkü mülk ânındır.
Şeriki yoktur. Vâhid ve Kahhârdır.Bu makama, "makâm-ı
ihsân" derler. “İlm-ül-yakîn“
den sonra "aynül-yakîn"
makamıdır. Sâlik bu makama vasıl olunca, ibâdetlerini vakar,
ta’zim, huzû' ve huşû' ile edâ eder. Ve hizmet edepleri ile de edeblenir.
Nitekim, hadîs-i Ömer'de
vârid olduğu gibi, Hazreti Ömer Cenâb- ı Risâletpenâh Efendimizden "imân"ı sorduklarında:
“ El -
imânü en tü’mine billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî ve’l - yevmi’l
- âhiri “ (=îmân, Allaha, meleklerine,
kitaplarına, Peygamberlerine ve âhıret gününe inanmaktır); ve "İslâm"
dan sorduğunda :
“ En
tııkîme’s - salâte ve tü’tiz - zekâte ve tesûme Ramazâne ve tuhicce’l - beyte
in istetâ’a ileyhi sebîlâ“
(= namaz kılmak, zekât
vermek, Ramazan orucu tutmak ve kudreti varsa hac etmektir), ve
"ihsân"dan haber vermesini rica ettiğinde:
“ En
ta’budallâhe te’âlâ keenneke terâhu feinnehû yerâke “
(=Allahı görür gibi
ibâdet etmektir, sen onu görmesen bile o seni görür) buyurmuşlardır. Sâlik bu
makama erişirse, eşyâ Hakka âyine olur, Allahdan başka görmez.
T e n b
i h
Zamanımızda çoklan bunun
hilâfınadırlar. Allaha muvâfakat ve safa yolunu terk ile muhâlefet ve cefa
yolunu tutmuşlardır. Namazı bir cerime add ile horozlann yem yediği gibi al-el-
acele kılar, rükû'u hazf ve secdeyi belli belirsiz yaparlar. Namazı bu çirkin
hey'ette kılanlan görenlerin ona : " Namaz kılmadın, kalk namaz kıl"
diyeceği gelir.
İzâha devam edelim:
Sâlik, ayn-ül-yakîn'den sonra “hakk-ül-yakîn“e
vâsıl olur. Bu, " tevhîd - i
zât" makamıdır. Bu makama eren sâlik Allahda fâni, Allah ile
bâki olur. Buna" makâm-ı
lâhût" da derler ki yukarıda geçtiği gibi beşinci makamdır.
Fasıl
Sâlikin sülûku tevhîd-i
sıfata erişince, mürşidi olan şeyhin ona hırka ve seccâde, ibrik ve asâ vermesi
câiz olur. Çünkü "ruh-i eclâ" dan (mücellâ olan ruhdan) füyûzât-ı
Rabbâniyye ve maâni-i gaybiyye almaya müstaîd olmuştur. Ve artık Allahın
yardımı ile, "irtidâ’ ve irtidâd" dan emin olarak ( fenalıklardan
geri durabilmekden ve yolundan, dininden dönmemekten emin olarak) daha yukarı
makâmâta terâkkisi ümid olunur. Amma, bu makama bâliğ olmaz, yetişmez, ruh-i
kudsî'ye nüfuz etmez, nefs-i levvâme âleminde kalırsa, ona hilâfet duası câiz
değildir. Zirâ me'luf ve mu'tadı olan şeylere henüz yakın olduğundan, sonunda
irtidâdmdan emin olunmaz. Bunun hâricde misâli şuna benzer: Bir vahşi kuş
(şâhin, av doğanı gibi) tutup ona av yapmayı öğretirler. Fakat sahibi onu, av
yaparken tamamen salıvermez. Büsbütün bırakırsa sahibine tekrar dönmemek
ihtimali vardır. Ava bırakılacağı vakit kaçmasın diye kuşun ayağına bağladığı
ipin diğer ucunu da kendi koluna bağlar. Bu çok dikkat edilecek bir hususdur.
Biz, asâ ve seccâdeyi bırakıp, zikri ve ibâdeti terk ile al-el-âde avâma
karışanları çok gördük.
Menâkıba devam edelim.
Merhûm buyururlardı ki: "Bu hâlet üzere altı ay kadar sâfâ ve lezzet ile
mücâhedeye devam ettim. Nurlanan kalbimde feyz ve zevk gözeleri kaynadı. İlâhî
vâridat ve konuklar nâzil oldu. Bu halde iken bir gün şeyhim Abd-ül-mecîd-i
Şirvâni ile kasabanın Câmi-i kebîr' ine gitmiştik. Bana sükût ile emrettiği
müddetçe burada kendileri vaaza başlamışlardı. Tahiyyât mescid namazını
kıldıktan sonra, hatırıma, hazretin bana vaaz etmekliğimi emir ve teklif
edeceği lâyıh oldu ise de, içimden," bu nasıl olur ki, ben altı aydır ders
ve kitab ile iştigâli terk etmiş bulunuyorum. Hâfızamda, hâtınmda ma’rûf ve
meşhûd hiç bir şey kalmamış olduğunu biliyorlar. Bu muhâli teklif
etmezler" demekle beraber, yine kalbime, mutlaka bu teklifi yapacağı vârid
oluyordu. Ben kalbimle bu münâkaşada iken, şeyhim: "Yâ Şemis, membere çık"
buyurdu. Dizine kapandım. "Efendim, kalbimde hiç bir şey yok ki. Nasıl
çıkarım ?" dedim. Hakikaten de böyle idi. Af diledim. Esasen nerede olursa
olsun, hazret - i şeyhin yanında şân - ü şöhret sahibi ülemâ ve fuzelâ onun
lâhûti ulûm-u bâhiresinin satvetinden mağlûb, makhûr olur, erirlerdi. Tekrar
" Elbette çıkacaksın" diye kat'i emr edince, sanki tepeme kaynar su
döküldü, başım döndü, gözlerim karardı. Muhâlefetten korktuğum için, ister
istemez, tereddütle, sendeleyerek kürsüye çıktım. Fâtiha-i şerîfeyi okuduktan sonra
gözlerimi açtığım vakit, hemen önümde ma’rûfum olan bir zâtı gördüm ve derhal
hatırıma bir hadîs-i şerîf geldi. Kalbim açılmaya, inşirâh bulmaya başladı.
Hatırıma gelen hadîs-i şerif, bende; Cenâb-ı Hakkın kitâb-ı azîzinde:
“...kelimeten
tayyibeten keşeceretin tayyibetin aslühâ sâbitün ve fer’uhâ fiyssemâ “ “ tü’tiy
ükülehâ hıynin bi’izni rabbihâ...” ( İbrâhim, 24, 25 )
(=...güzel bir söz, kökü
yerde, dallan semâya yükselen ve Rabbinin ismiyle her vakit meyva veren güzel
ağaca benzer...)
meâlindeki kavl-i
kerîminde temsil buyurduğu gibi oldu. Vaazı ikmâl ile dua ettikten sonra :
" Bugüne kadar seni dersten, nasihattan men'etmekten murâdım, sana hakikat
kapısının açılması ve "ümm-ül-kitâb"a mazhar olup şeksiz, şüphesiz
lâhûti ilm-i yakîn ile kavlin ve fiilin doğru ve savâb olmak, kıl-ü kâl'e ve
kitaba muhtaç olmadan kalbine minnetsiz ve nihâyetsiz ilim ve hikmet dolmak
içindi" buyurdular. Bu da Hazret-i Şirvâni'nin kerâmetlerindendir.
Dedikleri gibi oldu. Sim mukaddes olsun."
F a i d
e 1 e r
Burada şu faideler
anlaşılıyor:
1-Ehl-i
temkîn olan zevâtm emir ve işâretleri muhakkak “Ayn-ı yakîn” iledir. Çünkü bu
zevât intihâyı ibtidâdan (sonu önden) görürler. Nasıl ki yukanda tafsilâtı
geçtiği veçhile, Zilenin âyân ve eşrâfının, amucam merhuma: "Efendiliğini
bırakıp hizmetçi oldun" diye ayıpladıklannı Şeyh Şirvâni duyunca;
"İşittim ki kasaba halkı seni ayıplıyor, şöyle şöyle diyorlarmış. Sen
onların sözlerine iltifat etme. Onlar sağı soldan fark edemiyen câhillerdir.
Ben sende istidât, kâbiliyyet, kuvvetli zekâ ve iyi anlayış ve kavrayış gördüm.
Fakat ilmin, vaizliğin
rüûneti (bilginlik gururu ) seni tabiattan çıkarmıştı. Sen bu sıfat ile, bizim
yanımızda elindeki levhası renkli, çeşitli mürekkeblerle ve muhtelif yazılarla
dolmuş, beyaz ve temiz bir yeri kalmamış bir karalama tutan mekteb çocuğu gibi
idin. Böyle boyalar ve yazılarla her tarafı dolmuş, karalanmış, boş bir yeri
kalmamış olan bir levhaya esmâ-ul- lâhdan bir isim yazmak nasıl mümkün olurdu ?
İşte bunun için mücâhede ettirerek levhandaki o karışık yazılan, boyalan silip
izâle ve envâr-ı İlâhiyye ile parlattıkdan sonra, ona ism-ul-lâh-ı âzami yazmak
için -efdâl-i ibâdât olduklan halde- dersden ve vaazdan seni men1
ile emrettim. Allahın indinde ebrânn haseneleri, mukarrebînden olan zevâtın seyyieleridir
" buyurmuştu. Hakikatte hâl böyledir.
2-Telmizlerin
üstadlanna bir veçhile muhalefetlerinin; ve bilhassa müridleri üzerindeki
hakları ana ve baba hakkından daha ileride, daha çok sabit olan meşâyih-i
kirâma muhâlefetin asla câiz olamıyacağıdır. Hatta bazı büyükler, bir kimse
zâhirde şeyhine muvâfakat ve fakat bâtında muhâlefet etse, kavmin “mevâcidine“,
meşreblerinden bir zevke nâil olamaz buyurmuşlardır.
3-Evliyânın,
Allahın nûru ile bakıp, onunla görmeleridir. Nitekim :
“Itteku
firâsete’l mü’mini feinnehu yenzuru bi-nûrillâhi “
(= Müminin ferâsetinden
korkunuz ki, o Allahın nûru ile bakar ve sezer) buyurulmuştur.
"Mümin"den murad, kâmil ve vâsıl olan zevâttır.
4-Şeyh
Şirvâni'nin Şems-i Sıvâsî'ye sumt-u sükût için malûm bir vakit ve müddet tâyin
ve tesmiye etmemesi ve ancak mücâhede ve riyâzet emretmekle, tahliye, tezyin ve
tecliye'den ( kalbi boşaltıp temizlemek, sonra süslemek, sonra cilâlandırmak)
maksûd olunan neticenin altı ay zarfında hâsıl olmasıdır. Bundan anlaşılıyor
ki, sumt-u sükût ve mücâhede için te'cil, yani muayyen bir vakit ve zamana
tâ'lik ve tâyin şart değildir. Çünkü bu yolda sıdk ile tâlib olanlardan
bazısına bu hâl, Allahın dilediği kadar bir veya iki senede zuhûr eder.
Bazılarına istidât ve kabiliyyetlerinin mertebelerine göre daha erken ve
bazılarına ise bu nimet ve berekât bir mübârek vakitte ve bir nazarla da hasıl
olur. Çünkü kabiliyyet gayr-i mec'uledir. Bazı kimselerin cevheri pâk ve tâhir
olur. Cevheri sâf olduğu için de mazhariyyet-i asliyyesi kolayca zuhûr eder. Bunun
geç zuhûrundan Şeyh-i Kâmil tâyib olunmaz. Nitekim san'at üstadlarının terbiye
ettiği çıraklarının bazısı san'ati çabuk öğrenir, o da üstad, erbâb olur. Bir
kısmı ise uzun zaman çalışmadıkça öğrenemez.
Hikâye olunur ki:
Ticaret kasdile Necm-üd-din-ül-kübrâ' nın memleketine gelen bir tâcir, şeyhin
evsâf-ı hamîdesini işitince, hâlis ve temiz niyyetle ziyâretine gider. Şeyhin
sözlerini alâka ve hüsn-ü kabul ile benimseyerek dinler. Şeyh tâcirin bu hâlini
görünce ona himmetle bir defa bakar. Ve icâzetnâme yazarak memleketine gidip
oranın halkını Hakka, hakikate dâvet ve irşâd etmesini emreder. Tâcir şeyhin
elini öpüp
“...hâzâ min fadlı
rabbiy, liyeblüveniy e’eşkiir em ekfur, ve men şekere feinnemâ yeşkürü linefsih
ve men kefere feinne rabbî ganiyyiin kerîm “ (Nemi, 40)
(= Bu Allahın bana bir
fazl-u inâyetidir. Buna şükür mü veya küfür mü edeceğim diye beni imtihan
ediyor. Şükreden kendi nefsine şükreder, küfr ederse yine kendisinedir. Allah
âlemlerden ganî ve müstağnidir) diyerek fani ticareti terk ile, hakikat ve nûr
ehli olup ebedi ticarete ve tükenmez hâzineye erişir. Bunu iyi anlamalı, gâfıl
olmamalı. Allahdan bizi sâlihlerin nazarlarına mazhar olan hâlislerden
kılmasını niyâz ederiz.
Menâkıba devam. Merhum
buyururlardı ki: "Bunun üzerine aradan uzun zaman geçti. Bir gün hazreti
şeyhin bir adamı geldi, beni huzuruna istediğini söyledi. Nerede bulunduğunu
sordum. Kasabanın kıble cihetinde sahrâda bulunduklarını bildirdi. Hemen oraya
gittim. Hazret yalnızdı. Terennüm ile deverân ediyordu. Selâm verdim, mübârek
elini öptüm. Beni saâdet ve hilâfetle, asâ ve seccâde ile tebşir etti. Mübârek
ayağına kapandım.
“ Lâ
râdde li-fazlıhî velâ mu’akkıbe li hükmihî ve hüve’l - fettâhu’l - vehhâb ve
yuallimuke’l - hayra ve’s - savâb ve yüsmi’uke’l - hitâbe’l - müstetâb “
(= Allahın fazl-ü
keremine mâni olacak hiç bir kuvvet ve kudret yoktur, kapılar açan ve
bağışlayan, hayır ve savâbı tâ’lim ve hitâb-ı müstetâbı ismâ'e eden , duyuran
ancak kendisidir) diyerek hayır ve bereket ile dua ettiler. Rahmet ve hayırları
indiren, ihsân eden Allaha hamd olsun. Bundan sonra kasaba ve köylerdeki halkı,
fısk ve fesâddan rücû' ile irşâdı ihsân eden Allaha teveccühe dâvete başladım.
Aradan bir zaman geçtikten sonra Sivas âmili Hasan paşa - Allah rahmet eylesin
- Sıvasta yaptırdığı mâruf câmiine âlim, fâzıl bir vaiz aramış. Beni haber
vermişler. "Zileli Şeyh Şems-üd-dîn, şeyh-i rabbânî ve mürşîd-i nurânîdir.
Te'lif ve tahrir erbâbından, hadis ve tefsir naklinde mâhir, işâret ve tâbirde
tam behre sahibidir" demişler. Günlerden bir gün bir münâsebetle Sıvasa
gitmiştim. Hasan Paşa beni görmeye geldi ve pek çok hürmet ve ikrâm ve Sivas'a
gelmekliğimi ısrarla recâ etti. Kasabada (Zilede) bir sürü alâkam olduğunu,
güzel evlerim, lâtif bostanlanm ve bir çok ehibbâ ve akrabalarım bulunduğunu
söyleyerek özür diledim. Fakat Paşa şiddetle arzu gösterip ibrâm edince, “ Pek
muhterem bir şeyhim ve ihtiyâr azız bir pederim vardır. Bu iş onların rızâ ve
muvâfakatlarına bağlıdır14 dedim. Paşa onlara kıymetli hediyyelerle
adamlar gönderdi, izin vermelerini recâ etti. Zile'ye avdetimde şeyhim ve
pederim istihâre et dediler. İstihâre ettim ve sonra düşündüm. Hicret; enbiyâ
ve evliyânın sünnetidir. Sivas Arz-ı Mukaddes’ e daha yakındır dedim. Hasan
Paşaya muvafakat haberi gönderdim. Bizi ve eşyalarımızı almak üzere adamları
ile deve ve katırlar yolladı. Birâderim Şeyh İbrahim ile birlikte Sivas'a
hareket ettik.Yolda bizi götüren Paşanın adamına Sivas'a varınca nereye
ineceğimizi sordum. Adam Gücük Minâre denilen yeşil kubbenin yanında sizin için
güzel bir menzil hazırlandı dedi. Sivas'a varıp bize hazırlanan yeri görünce,
eski bir hâtıra yâdıma geldi. Vaktiyle yolum Sivas'a uğramıştı. Ahâlisi, ülemâ
ve eşrâfı bana ikrâm ve ve hürmet göstermişler, Âl-i Selçuk'tan Sultan Ertana'nın
oğlu Şeyh Hasan Beyin kabri üzerine yapılmış olan bu kubbenin (Halen Güdük
(Küçük) Minare denilen yapı-M.F.G.)) yanında güzel bir bahçeye dâvet
etmişlerdi. İçinde tatlı su gözeleri akıyordu, yetişmiş yüce ve ulu ağaçları
vardı. Havası mûtedil, sabah akşam rûh-i reyhan gibi sabâ rüzgârları esiyor,
Seba' bahçelerine benziyordu. Çok sevmiş, kalbim buraya meyi etmişti ve
içimden, kâşki Sivas'ta bulunsam bu mevkii tercih ile burada otururdum
demiştim. Nice seneler sonra Paşanın bize bu mevkide bir ikâmetgâh kurduğunu
görünce, taaccüble melîk ve habîr olan Cenâb-ı hakkın geçmiş zamanda hatırıma
geleni, fazl-ü keremiyle ihsân buyurduğuna şükrettim. Yerleşip kaldığımız bu
yurt bize çok uğurlu ve hayırlı oldu. Neşr-i ulûm ve ekseri tasnîfatım,
hidmet-i irşâdım hep burada oldu. Atıyyeleri bahşeden Cenâb-ı Allah, lütüf ve
kereminden bu hicret bereketiyle bana çok evlâd ve ahfâd da ihsân buyurdu
" derler ve hamd-ü şükür ederlerdi. Bu yurtta hâlen hazretin mahdûm-u
mükerremleri Hasan Çelebi oturmaktadır. Yeniden güzel binalar yaptırdı ve eski
ebniyeleri de tamir etti. Allah onu doğru yolda salâh ve sebât ile muammer
eylesin.
Hazret Sivas'a hicretle Hasan
Paşa Camiinde neşr-i hakâyık ve ulûme başladı. Çok rağbet gördü. Günden güne
şöhreti arttı, yayıldı. Halk meclisine hücum ederdi. Öyle ki Cuma namazlarında
cemaat birbirinin sırtında secde edecek kadar kalabalık olurdu. Erkek, kadm
bütün halk yürekten sevgi ve çok büyük tâ'zim ve tevkir gösterdiler. Ramazan-ı
şerîfde her gün ve sair vakitlerde Mesnevi-i mânevî nakl ederlerdi. Mübârek
geceleri ibâdet ve ezkâr ile ihyâ ederlerdi. Her gün sabah namazından sonra
kavim toplanır, Esmâ - i Hüsnâ, Yâsin - i şerîf ve sair âyât-ı kerîme
okunduktan sonra halka çevrilip "duhâ-i kübrâ" ya ( kuşluk vaktine)
kadar zikr olunurdu. Esnâ-i zikirde kimi zevk ve neş'e izhâr eyler, kimisi
hararet ve heyecan ile hareketler ederdi. Sonra işrâk namazı kılınır, herkes
derin bir hazz-ı ruhâninin sekrânı içinde dağılırdı. Hasan Paşa, camiinde Cuma
ve pazarertesi günleri vaaz edilmesi için vaktin rayicine göre yirmi dirhem
tâyin etmişti. Câmiinde ilk defa membere çıkan ve ilk vaaz eden Hazret’di.
Câmiin binâ tarihini de Hazretin büyük biraderleri, menkıbesini aşağıda
zikredeceğimiz Şeyh Muharrem-üz-ziyli:
“ Mescidün üssise bünyânuhû alâ takvâ “ (972 H.)
(= Binâsı takvâ üzerine
kurulmuş mescid) cümlesi ile tesbit etmiştir. Hazret otuz dört sene bu camide,
on altı sene de Sivas'a gelmeden olmak üzere elli sene vaaz ve nasihat
etmişlerdir. Seksen sene muammer olmuş, Sivas'a teşriflerinden sonra bütün
ömrünü irşâd, te'lif ve tasnif ile geçirmişlerdir. Sıvas'da bulunduğu müddet
zarfında manzum ve mensur on sekiz eser te'lif etmiştir. Daha evvel de Zile'de
iken üç eseri vardır ki, mecmu' müellefatı yirmi bire bâliğ olur.
Biz de şeyhimize
imtisâlen, bu zikr olunanlara ve yevm-i kıyâmete kadar gelmiş ve gelecek
kâffe-i mü'minîn ve mü'minâta dua ederek geçmiş enbiyâ ve sâlihînin ve bizden
sonra gelecek sulâhanın duası gibi bizim de duamızı kabul buyurmasını Allahdan
niyâz ederiz.
Fasıl : Hazretin Kerâmetleri
Hazretin kerâmetlerinden
birisi: Civar köylüler beni dâvet etmişlerdi. Köye gitmiştim. Kasabaya
döndüğümde ihvândan birisi bana geldi ve, "Bu pazartesi günü hazret-i şeyh
vaaz için kürsüye çıkmıştı. Hadîs-i şerif nakl etti. Tefsir nakline gelince,
hazretin vaziyyeti, hâli değişmeye başladı. Elleri titredi. Vücudu sarsıldı.
Şiddetli bir nefes aldıktan sonra dıvara dayandı. Gözlerini yumdu, kapadı.
Yüzü ve
burnunun ucu bembeyaz oldu. Rûh-u lâtifi beden-i şerifinden çıktı zannettik.
Kimi ağlıyor, kimisi:
“...innâ
li'llâhi ve innâ ileyhi râci’ûn" (Bakara, 156)
( = Biz
Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz) diyorlardı. Cemaat hayrette kalmıştı.
Bazıları kürsüden aşağı indirmek istedi, bir kısmı da "olmaz, bir saat
haline bırakalım" dediler. Bekledik, bir saat kadar geçdikten sonra hazret
teneffüs etmeye başladı ve yavaş yavaş hareket ederek mübârek gözlerini
açtılar. Sanki sarhoş gibi idiler. Bunu görünce Allaha şükr ettik, sevindik, ve
tâ'zim, tekrîm ile kürsüden indirdik. Fakat hiç birimiz bu halden kendisine
sormaya cesaret edemedik" dedi. Bunu işitince hemen Hazrete gittim. Dizini
öptüm ve "Üstâdım, veliyy-ün-nimetim Efendim, geçirdiğiniz hâlden bana
haber vermenizi istirhâm ederim" dedim. Cevâben: " Allaha hamd olsun,
kâmillerin ahvâlinden olan bu hâlet-i azîze bana da ârız oldu. Buna 'insilâh' derler.
Kürsüde vaktâ ki hadîs-i şerifi bitirdim, tefsire şürû' ettim, kendimi âlî bir
makâmda, ruhânilerin büyük bir cemiyetinde gördüm, emsâlsiz bir kitapdan
"Alîm-ül- hakîm" den ders okudum" buyurdu ve ondan sonraki
hâlâtı söylemek istemedi, sakladı, ve:
“...ve
allemeke mâ lem tekün ta’lem, ve kâne fadlullâhi aleyke azimâ “ (Nisa, 113)
(=
Bilmediklerini Allah sana bildirdi, bu sana Allahın büyük bir fazl-ü rahmetidir
) dedi. “Efendim, insilâh nedir, tavsif buyurur musunuz ?“ dedim Cevâben:
" İnsanın bedenindeki ruh hakkında hayli söz vardır. Bunlardan en
kuvvetli, sahih ve sâvâb olanı hülâsaten şudur: Hassas olan rûh-i mükellef
ateşin kömürde, gül suyunun yapraklannda sereyânı gibi insanın bedeninde sâri
olan bir cism-i lâtiftir. Nefs-i hayvânî bu ruhun, ve anâsırdan mürekkep olan
beden dahî nefs-i hayvânî'nin merkebidir. Bu rûh-i sâri, nefsi bedende
bırakarak çıkarsa, nefs-i hayvânî bedende kaldığı için mevt lâzım gelmez. Ancak
his ve hareket sahibi olan ruh çıktığında his ve hareket olmaz. Eğer bu rûh-i
sârî nefis ile beraber çıkarsa, o vakit bedende mevt (ölüm hali) vâki olur ve
avdet mümkün olmaz. Bunun hâricde misâli; bal arısı petekten çıkar, arzın
cevherlerinden bal yapmaya yarayan lüzûmlu hassalan toplar. Ayaklarına, kamına
doldurur. İbretle görüldüğü üzere, ağyâr eli ve toz toprak karışmayan bu çok
taze ve lezzetli maddelerle peteğe döner. Petek ağaçtan yapılmış, çamurla
sıvanmıştır. Arının çıkmasıyla peteğe bir şey olmaz, değişmez. İnsilâhda da
böyledir" buyurdu ve devamla: " Rûh-i kudsî iki şey için çıkar. Bazan
kuşun havada cevelânı gibi avâlimde dolaşır, "Âlem-i Mülk"den,
"Âlem-i Melekût"a; sonra oradan kuvve-i kudsîye ile "Âlem-i
Ceberût"a; ve sonra cenâh-ı İlâhî ile "Âlem-i Lâhût" a dâhil
olup, istidât ve kabiliyetinin mertebesine göre Cenâb-ı Hakkın fazl-ü kereminden
ihsânını dilediği kadar feyz-i akdes alarak bu çok büyük hayr ve bereket, ebedi
saâdet ve izzet ve tadına doyulmaz lezzetlerle mesken ve me'vâsına, bedenine
döndükten sonra mazhar olduğu bu nimet ve lezzetlerden cûd-u sehâ'sı icâbı ile
buna candan tâlib olanlara - arıdan bal sağanlann etrafındaki isteklilere bal
verdikleri gibi - tattırır. Müstağnilere, istemeyen ve kaçınanlara değil. Nasıl
ki müktedâ-yı ümmet olan Cenâb-ı Nebiyy-i muhterem Efendimiz Metâlib-i Â'lâdan
avdetlerinde Sıddıkı Refik'e ve Ali ibn-i ebî Tâlîb'e hikmet ve kerâmet
verdikleri gibi.
Bazan da bu
rûh-u tâhir bir zararın defi veya bir hâdise için Allahın izni ve yardımı ile
bedeninden çıkar, âlem-i cismâni'de zâhir olur. Bazı evliyâ-ul-lâhın Arafatta,
sahralarda, harb ve denizlerde tehlike zamanlarında görüldükleri gibi."
buyurdular.
F
a i d e
Hazretin bu
beyânından anlıyoruz ki bir velînin, mesâfeleri biribirinden çok uzak bulunan
iki mekânda ayni zamanda görülmeleri mümkün ve câiz oluyor. Nitekim bazı
evliyânın Arafatta görünerek orada kendisini tanıyanların kendileri ile
birlikte vakfede bulunduğunu ve beldesi halkının dahî aynı günde o zâtın
memleketinde olduğunu söyledikleri rivâyet olunur.
Lâkin
velînin insilâhında cismi; sâkit, hissiz, hareketsiz, yemez, içmez, gözleri
kapalı olarak görüldüğünden, onu o halde görenler uyuyor zannederler. Çünkü o
hâlette cismi ruhla beraber değildir. Ruh gitmiştir. Beden yerindedir. Amma
rûhu, mücerred olarak görenler, hareket ve cevelân eder, gözleri açık
gördüklerinden onu cismiyle beraber zann ile, bu, filân zattır derler. Halbuki
gördükleri ruh, cisim ile beraber değildir. Cismi, bedeni yerinde bırakarak
insilâh etmiştir. Bunun için yemek, içmek ve saire gibi bedene taâlluk eden,
cisim ve bedenin âlet olduğu şeyler onda olmaz. Cisim, beden başka yerde
bırakılmıştır. Bu çok ciddî ve mühimdir
Bir de,
bedenini yerinde terk etmeden muhtelif şekillerde bir şekilden diğer şekle
teşekkül etmek suretiyle insilâh vardır. Mesela rûh-i kudsî sahibi olan velî,
Bir bakımda bir şekilde, diğer bir bakışta ise başka bir şekilde görünmek
mümkündür. "Kâdib-ül-ban-i" Mûsilî' de olduğu gibi. Mumâileyhi ilhâda
nisbet edenlerin; memleketin kadısına, mülhid, zındık olduğunu söylemeleri
üzerine kati edilmesini murad eden Kadı, bir gün mumâileyhin mâlum sûret ve
şekli ile gelmekte olduğunu görür. Bir az yaklaşınca onu bir a’rabî suretinde
ve daha yakın gelince de bir kürdî suretinde görür. Kâdib-ül-ban, kadıya:
" Ey memleketin kadısı, bunların hangisini kati edeceksin ? Birisini kati
etsen diğer ikisi sağ kalacaktır" der. Bu hale şâhit olan kadı'nm inkâr ve
kararından vaz geçip özür ve af dilediğini rivâyet ederler. Ecsâm-ı latîfe
eshâbı da bu kabildendir. Bunlar da diledikleri şekle girebilirler. Melâikenin
ekseriya güvercin, şâhin, doğan gibi kuş suretinde ve bazan da Hazreti İbrahime
gelen misafirler, Lût' a gelen yakışıklı delikanlılar olarak sûret-i hasenede
göründükleri gibi. Rûh-ül-emîn’ ( Cebrâil’ ) in, Nebiyy-i zişân Efendimize
"Dihye-i kelbî" suretinde gelmesi de böyledir. Çünkü melâike, rûh-i
mahz' ( saf rûh ) dan yaratılmışlardır. Hilkatlerinde küdûret yoktur. Cinnîler
de böyle diledikleri şekillere girebilir amma nefisleri habis ve fasid
olduğundan kötü ve çirkin şeyleri severler. Bundan dolayı da, ekseriya köpek,
yılan ve sair habis hayvanlar suretinde görünürler. Hilkatleri ateştendir.
Ateşde keder vardır. Bunun içindir ki Cenâb-ı Nebiyy-i Muhterem Efendimiz üç
gün istizân etmeden yılanı öldürmeyi nehiy buyurmuşlardır. Ehl-i hadîs arasında
rivâyet edilen kıssa meşhur ve hakikaten güzel bir kıssadır. Menâkıb-ı Evliyâ'da görmüştüm.
Melâmi mertebesinde bulunan bir velîyi beldesi halkı, zındık olduğunu zann ile
vaktin hâkimine gamaz ederler ( koğularlar ). Hâkim de şaiben i'dâmma (
asılmasına) hükm eder. Ellerini bağlarlar, boğazına ipi geçirirler. Direğe, dâr
ağacına astıkları vakit ellerinin bağını çözüp boğazındaki ipi tutarak dâr
ağacının üzerine çıkar ve yükselmeye başlar. Hâdiseyi ağlayarak takib eden
sâdık bir müridi şeyhinin bu hâlini görünce "Üstâdım bu ne hâlettir?"
diye bağırır. Şeyhi: "Sana daha evvel söylemiş olduğum hâldir" der.
Halk bu hâli hayretle seyr ederken şeyh yüksele yüksele gözlerden kaybolur ve
artık ondan bir eser ve alâmet kalmaz, ne olduğunu bilemezler. Bu;
Cenâb-ı Hakkın kudretine göre güç ve acîb bir şey değildir. Bu çeşit insilâh,
rûh-i mücerred'in insilâhından daha efdâldir. Çünkü rûhu, nefis ile cismi ile
uçmuştur. Bu zât ism-i vâsi'a mazhar olmuştur. Bunun hariçde misali, bir kuşu
tutup kendisine nisbetle daha hafif bir kafese koyarlar. Kafes kuşun
kanatlarını oynatacak kadar geniş olursa, kuş vatan-ı aslî'sini yâd ile oraya
gitmek için kanatlannı tahrik edince kafesle beraber uçar. Kafesi de götürür.
Bu ârifin hali de böyledir. Beşeriyyetin hükmünü, kesâfetini gidermiş, tabiatın
zulmetini ref etmiş, rûh-i şerîfı de kuvvetli olduğu için kafesiyle beraber
uçmuştur. İyi anlamak lazımdır. Vefatlarından sonra da tasarruf eden ashâb-ı tasarrufât dahî böyledir.
"Abdülkâdir Geylâni" gibi. Müşârünileyh risâlesinde: "
Vefatımdan sonra da bir kimse korku ve şiddetli ıztırâbı halinde bana teveccüh
eder, çağırırsa, ona yetişir, yardım ederim " diye sarâhaten yazar.
Abdülkâdir'in böyle tasarrufu kavim arasında meşhurdur.
Hikâye
Bir gece
Mevlâna İsmail Efendinin evinde idik. Orada Kızdırmağın öbür yakasındaki Sıvasa
yakın köylerden 'Üveys' adında bir misafir de bulunuyordu. Abdülkâdir
Geylâninin velâyet ve tasarrufundan, zarurette kalıp kendisini çağıranlara
imdâd edip yetiştiğinden bahsedilirken, bu misafir köylü de başından geçen bir
vakıayı şöyle anlattı: "Günlerin en kısa ve kışın çok şiddetli bir
zamanında idi. Köye gitmek üzere ikindiden sonra akşama yakın kasabadan çıktım.
Kızılırmağa geldim. Suda buz parçaları akıyordu. Donumu çıkardım. Suya girip
yüzerek öbür tarafa geçdim. Akşam olmuş, ortalık kararmıştı. Karanlıkdan,
soğuğun şiddetinden yolumu şaşırdım. Donacaktım, ölüm alâmetleri belirmişti.
Hayatımdan ümidimi kesmiş, artık öleceğime kani olmuştum. O sırada İsmail Efendi
Hocanın vaktiyle bana söylediği bir sözü aklıma geldi. Evliyâdan bir zâtın
böyle darda kalıp bunalanlardan kendisine çağıranlara yetişip imdâd ettiğini
ondan işitmiştim. Câhil bir köylü olduğumdan ismini hatırımda tutamadığım o
zâta " Ey İsmail Hocanın medih ettiği zât! Bana yetiş, imdâd et" diye
çağırdım. Bu söz ağzımdan çıkar çıkmaz üstümde kuş kanadı gibi bir şey peydâh
oldu. Kuşların yavrularını örttükleri gibi beni muhâfaza edip koruyordu. O
halde karlar üstünde uyumuşum. Üzerimde kürk maşlah ve pamuklu gibi muhâfaza
edecek bir şey de yoktu. Elhamd-ü-lillâh sabahtan sapa sağlam kalktım, sevindim
ve Allaha şükr ettim" dedi. Bu adam bu vakıadan sonra on sene daha
yaşamıştır.
Yine
hazretin kerametlerinden birisi de, merhum buyurdular ki: "Şarkî
Karahisarlılar beni davet etmişlerdi. Gittim, bir kaç gün kaldım. Halk çok
hürmet ve ikrâm etti, memuru, havass'ı, avâmı, vaaz ve sohbetlerimi dinlediler.
Oradan ayrılırken bana bir hürmet ve tâzim olarak, yolculamak üzere büyük bir
kalabalık benimle beraber kasaba haricine çıkmışlardı. Kasabadan biraz
ayrılınca bir sürü köpeğin tepelerden inerek vâdilerden, dağ yollarından çıkıp
geldiklerini gördüm. Kendi kendime, ne garib hal, bu hayvanlar, kurtlar,
tilkilerle kardaş olmuş gibi dağlarda ne yaparlar ? diye taaccüb ettim.
Hayvanlar bizim yolumuza teveccüh ederek geldiler. Yolun kenarında dizlerini
kırıp kıçları üzerine oturdular. Sanki dertli ve şikâyetçi gibi bir tavır ve
halleri vardı. Orada bulunanlara: "Bu köpeklerin hâli nedir ?" diye
sordum. Beldelerinde taun olduğunu, Kadı Efendinin, köpekler katledilirse bu
belânın defi için faydalı olacağını zu'm ile, öldürülmelerini emrettiğini,
öldürmeye başlayınca da dağlara kaçtıklarını söylediler. Vaktâ ki yanlarına
yaklaştık, hayvanlar hep bir ağızdan feryâd eder gibi ulumaya, ürümeye ve
inlemeye başladılar. Lisân halleri ile şikâyet ediyor ve sanki, " Ey bu
halkın hürmet ve tâ’zim ettiği zât! Bunlar bizim büyüklerimizi öldürüyor,
yavrularımızı zayi' ediyor, meskenlerimizden, efendilerimizin kapılarından bizi
çıkarıyorlar. Bize şefaatçi ol " diyorlardı. Bu hâli görünce
etrafımdakilere : " Sizlerin Cenâb-ı Nebiyy-i Muhtâr'ın :
“ Levlâ enne’l - kilâbe ümmeten
mine’l - ümemi leakrübeküm bi - katlihâ “
(= Şâyet
köpekler ayrı bir millet olsaydı onları öldürmenizi emrederdim)
kavl-i
şerifini işitmediğiniz ve kadınızın da câhil, sözünün doğru ve savâb olmadığı
anlaşılıyor. Bu, akıl işi değildir. Bu bîçârelere merhamet ediniz, acıyınız,
ilişmeyiniz. Cenâb-ı Hak taun ve vebayı inşallah def eder " dedim. Sözüme
itâatla kabul ettiler. Ayrıldıktan sonra işittik ki, halk şehre dönerken
köpekler de peşlerinden kasabaya dönmüşler. Artık kendilerine dokunulmamış ve
Cenâb-ı Hak da taunu ref etmiş.
Bundan da
anlaşılıyorki, köpekler ve yırtıcı hayvanlar da erbâb-ı kemâli tanıyor ve kadrini
biliyorlar. Rivâyet olunur ki: Sahâbeden birisi bir iş için yola çıkmış,
sahrada çok kuvvetli ve heybetli korkunç bir arslanla karşılaşmış. Arslan :
"Benden korkma, Ebu-bekir ve Ömer ne haldedirler. Benim selâmımı onlara
götür, unutma" demiş.
Kerâmetlerinden
birisi de : Hazretin Pir Veli Dede isminde ihtiyâr, emekdâr bir müridi vardı.
Hareme girmeye mezûn idi. Hazret bir tarafa gittiği zaman harem kapısının iç
tarafında yatmak vazifesini almıştı. Hazret yine bir sefere çıkmış ve aradan
bir kaç gün de geçmiş idi. Bir sabah Pîr Veli Dede bana geldi ve "Bu gece
bana bir acayib hâl vâki oldu" dedi. Ne olduğunu sordum. "Dün akşam
evimde bir saat kadar geç kalmıştım. Mutad olan vazifeme yetişmek üzere koşarak
geldim. Harem kapısına vardım, kapı kapalı idi. Vurdum, kimse işitmedi. Tekrar
tekrar, elim acıyıncaya kadar şiddetle vurdum, bir türlü işittiremedim.
Vazifemi bırakıp geri gitmeye de çekindim. Bu, benim, emre, vazifeme gereği
gibi ihtimam etmediğimden, kötü hâlimden olduğunu düşünerek kendi kendime itâb
ile evimde fazla kaldığıma nedâmet ve bir daha böyle yapmamaya azm ile tövbe
ederken, bir ayak tıkırtısı duydum ve "Kapıdaki kimdir ?" diye bir
ses geldi. Bu ses Hazret-i Azîz'in sesi idi. Azîz'in ben gelmeden evvel
seferden dönmüş ve beni evde vazifemde bulamamış olduğundan çok utandım. Af
dileyen bir edâ ile " Kapı kulunuz" dedim. "Kapıcıya kapı
kapatılmaz" buyurdu ve kapıyı açtı. İçeri girdim. Kapıyı kapatıp
kilitledikten sonra baktım, Hazreti göremedim. Kaybolmuş, bir eseri yoktu.
Validelere gidip Hazret-i Şeyh'in ne vakit geldiklerini sordum. Geldiğini
görmediklerini ve işitmediklerini söylediler." diye vak'ayı anlatınca,
" Dede, onların mübârek elleri uzundur, uzaklara yetişir ve uzaklardan
duyar ve işitirler. Dabbeleri, biniytleri çok seri ve himmetleri yücedir.
Hazreti Ömer'in ' yâ Sâriyetel - cebel elcebel' vak'asını işitmedin mi ?"
dedim.
Hikâye
ederler ki Hazret-i Abdülkâdir'in mürîdlerinden birisini Bağdatta bir suç
isnâdı ile tutup Halîfeye götürmüşler. Halîfe dövülmesini emretmiş. Cellâd sopayı
kaldırıp vuracağı sırada mürid şeyhe çağırmış, imdâd dilemiş. Sopa cellâdın
elinde kalmış. Bu vaziyette bir saat beklemişler, bir türlü vuramamış. Bu hâli
hayret ve taaccüble görenler mürîdi salıvermişler.
Kerâmetlerinin
birini dahî, terceme-i hâlini aşağıda yazacağım amucazâdem Müderris Avn-ul-lah
Efendi şöyle hikâye etti: Hazret-i Azîz ile beraber Dâr-üs-saltana' dan Sivas'a
geliyorduk. Bir menzile, (konağa) indik. Ahalisi haşîn, hilekâr, misafire
hürmet ve şefkat bilmez dağ adamları idi. İndikten bir az sonra bunlardan
birisi bir elinde bir ördek, diğerinde bir tavuk, güler yüzle geldi. Bunları
Hazrete hediyye etti. Ne o bizi, ne de biz onu tanıyorduk. Hazret kabul etti,
memnun oldu. Adam gittikten sonra Hazretten bu hediyyenin sebebini sordum. "Yol
meşâkkati bizi çok yorduğu, zaaf ve yübûset verdiğinden, menzile yaklaşınca bir
tavuk satın almayı niyyet etmiştim. Cenâb-ı Hak iki tanesini birden, hem de
zahmetsiz ve parasız ihsân etti" buyurdular
Tenbih
Bu yüce bir
makamdır. Bu makama erişenler, Rabbinin indinde marzî (= Rabbi
kendinden râzı) olur. Buna makâm-ı
murâd ve makâm-ı
mahbûb ve matlûb ' da denir.
Sâlik bu makamdan evvel şiddetli bir irâdet ve mahabbetle mürid ve muhibb '
dir. Tedrîc ile mezmûme'si ( kötülükleri ) mahmûde'ye ( iyiliklere ) tebeddül
eder ve artık Allahın ezelde kendisine kısmet ettiğine râzı ve kani' ve
kader-ul-lâh' dan ne isâbet ederse kalbinde hiç bir ızdırab olmadan ona sâbir
ve hükmüne teslim olur.
Böyle
olunca Cenâb-ı hak da onun hâl ve şânına sâlih ve lâyık olanı ve hatırına
geleni murâd ve izhâr ile kıl-ü-kal' siz ( istemeye hâcet kalmadan ) ihsân
eder. Bu makamda nefis marziyye olur ki,
velâyet ve kerâmet makamıdır. Bundan sonrası nefs-i
kâmile makamıdır. Makâm-ı marziyye'ye erişen
tâlib, Cenâb-ı Hakkın:
“
ya eyyetühennefsülmutmainne “ “ ircı’iy ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh “ “ fedhuliy
fîy ibâdiy “ “vedhuliy
cennetiy “ ( Fecr, 27, 28, 29, 30)
(= Ey emin
ve mutmain olan nefis, sen rabbinden ve rabbin senden râzı olduğumuz halde O'
na rücû' ile sevgili kullarıyla birlikte cennetine gir) hitâb-ı İlâhîsine
mazhar olur.
"Ak
Şems-ed-din" in oğlundan rivâyeten hikâye olunur ki, Kostantiniyyenin
fethinden sonra pederi ile beraber memlekete dönerlerken yolda, iki dağ
arasından çıkıp gelen katı kalbli, azgın yüzlü, leim bir adama rastlarlar.
Altında, görenlerin gönlünü çeken, imrenip hevesleneceği bir at ile gelen bu
haşîn adam, Şeyhe hiç aldırış ve iltifat etmeden, selâm dahî vermeden geçtikten
bir az sonra geri dönerek şeyhe yetişir, hürmetle selâm verip "muhterem
Şeyh Efendi, bu atı sana hediyye ediyorum" diyerek attan inip atı Şeyhe
teslim eder. Şeyh Efendi memnun olur, "Allah sana lika ve burak ve yüce
makamlarda güzel ve mübârek nimetler ikrâm eylesin" diye dua ile, oğluna
hitâben de " oğlum sen atını bu yiğite ver, bu ata da sen zevk-u safâ ile
bin. Bu Allahın atâsıdır, dilediğine verir " der. Atları değişirler.
Ayrıldıktan sonra oğlu Şeyhe, bu adamın önce böyle huşûnet ve cefa gösterdiği
halde, sonradan bu fedakârlığının sebeb ve hikmetini sorar. Akşemseddin buyururlar
ki: "Oğlum, dikkatle dinle: İtâatli, emin, sâdık, işe yarar, ne verilse
ona râzı olup kanaat eder, nimet kadrini bilir bir kul; çok zengin, cömert,
uzakta yakında zengin ve fakirlere garazsız, ivâzsız in'âm ve ihsân etmekte
olan efendisinden küçük bir şey isterse o efendi reddetmez, değil mi ? öyle
olunca Allah-u Taâlâ bu temsil ve tasavvurumuzdan daha çok â'lâ ve yücedir. Ben
otuz senedir elhamd-ü lillâh kendisine itâat ederim. Hiçbir işde isyân da
etmedim. Bu atı görünce kalbim meyl etti, içim çekti. Cenâb-ı Hak bu adamın
kalbini yumuşattı, gılzetini, katılığını giderdi ve hîbeyi ona ilhâm eyledi.
Allah ne güzel efendi, ne güzel dost ve yardımcıdır, bunu unutma " der.
Kerametlerinden
birini dahi; Azîz'in tilmizlerinden, terceme-i hâlini 'Halîfeleri' faslında
zikr edeceğimiz Hacı Sinan'ın mahdûmu Mevlâna İsmail Efendi rivâyet eder:
" Hazretin vaazlarında devamlı bulunur, cevâhir-i elfâzından istifade
ederdim. Tefsir vaazları sure-i Şuarâ'ya gelmişti.
kavl-i
kerîminin tefsîrini Hazretten işitmeyi çok arzu ediyordum. Nasılsa kesret-i
meşgûliyetten bir mâni zuhûru ile bu kavl-i kerîmi tefsîr ettiği vaazında
bulunamamıştım. Çok müteessir olarak gelecek meclisi bekledim. Vaaz günü
gittim. Vaktâ ki Hazret kürsüye çıktı, hadîs-i şerîf naklinden sonra tefsîre
başlamazdan evvel, (kalplerdekini keşf ile), buyurdular ki, "Bazı ihvânın
içinde geçen vaazdaki tefsîri tekrar etmekliğim arzusu, helecânı vardır. Bunun
için yine o dersten başlayacağım " diyerek ta, sin,
mim, kavl-i kerîminin tefsirini çok tatlı bir
edâ ve en güzel misâl ve haberlerle tekrar buyurdular " derdi. Bu, keşif
makûlesindendir. Kalp âyinesini tasfıyye edip mücellâ kılan zevâtın karşısına
gelen kimselerin kalplerinde irtisâm eden (izdüşümü yansıyan) umûr-i gaybiyye;
mücellâ âyinenin karşısındaki eşyâ ve eşkâli aks ettirdiği gibi, bu zevâtın
kalplerinde de zâhir olur.
Birini
dahi, Sivasın meşhur kâtiplerinden Hacı Hüseyin bin Mehmed nakl eder: Bir gece
rüyâsında kendisinden kan aldırdığını ve çok kan aktığını görür. Uyandığında
nasıl tâbir edeceğini bilmez. Tâbimamelere bakar, 'bir kimse rüyâsında kan
aldırırsa ölür' diye yazılı olduğunu görür. Hayret ve endişe içinde Hazretin
va’zına varır. Hazret vaaz arasında, " Bir kimse rüyâsında kan aldırırsa o
kimseden ahlâk-ı zemîmenin bozuk kan gibi zâil olacağına delâlet eder.Öleceğim
diye endişe ve ihtilâca lüzum yoktur" buyururlar. Bunu Hazretten işitince
endişesi gider, sevinip Allaha hamd-ü şükr eder.
Kerametlerinden
birisini de, Hazretin halîfelerinden Hacı Mustafa şöyle nakl eder: " 999
Senesinde Mısırda idim. Hazret-i Şeyhin o sene hacca geleceğini haber aldım.
Hazreti ziyâret kasdiyle Mısır Hacıları ile birlikte çıkıp Hazretten evvel
Mekke-i Mükerremeye vardım. Elbisemi çıkarıp ihrâma girmiştim. Hazretin Şam
hacıları ile geldiğini işitince bir arkadaşımla beraber Hazreti Harem-i Şerîfde
görüp ziyâret etmek etmek üzere giderken yolda üzüm satıyorlardı. Bir miktâr
aldık. Karanlık bir gece idi. Bir dükkânın önündeki perdenin altına oturduk,
üzümü yiyorduk. Baktım ki Hazretin birâderleri İsmail Efendinin elinde bir ışık
ve arkada bir cemaat geliyorlar. Anladım ki bu cem'in. şem'i azîz şeyhimizdir
Cemaat yaklaşınca şeyhim beni bu halde görmesin diye edeben saklandım, görünmek
istemedim. Cemaat birer birer geçiyorlardı. Hazret-i Azîz'de geçerken hizâmıza
gelince cemaattan ayrıldı ve bizim tarafımıza teveccüh ederek geldi. Mübârek
elini başıma koydu ve "Sen elbette Hacı Mustafasın" dedi. Evet
efendim diyerek ayağına kapandım. Beraberce Harem-i Şerîfe gittik. Çok karanlık
bir gecede benim orada saklandığımı keşif buyurduklarından itikadım bir kat
daha arttı" derdi.
Birisini
dahî Hazretin aşçılık hizmetini yapan ve sefere çıktıklarında ekseriya
beraberinde bulunan Mürid-i hassı Hamza Dede nakil eder ki: "Hazretle
hacca gittiğimizde bir gece 'Bedr-il-meymun' dan Beyt-i Şerîfe müteveccihen
giderken Hazret bana: "Hamza Dede, merkebini al, beni takip et" dedi.
Efendim merkebe hacet yok ben peşinizden yürürüm, dedim. Tekrar,
"merkebini al, bana tâbi ol" buyurdular. Kendisi bir dişi katıra binmişti.
Ben merkebimin yularından tutup ittibâ ettim. Kafileden ayrıldık. Çok karanlık
bir gece idi. Bilmediğimiz sahrada hayli uzaklara gittik. Bir yere vardık ki
bir adam yanı üstüne yatıyordu. Hazret katırdan indi. Onunla bizim bilmediğimiz
bir lisânla konuştu. Sonra onu merkebime bindirdi. Dönüp kafileye yetiştik.
Hazret bana: " Hamza Dede, deveye bin ve bize yiyip içecek ve abdest suyu
hazırla" diye emretti. Konak menziline gelince yemek götürdüm. O adamı
göremedim, nereye gittiğini Hazrete sordum. Gülerek, " Bizim vazifemiz onu
kafileye ulaştırmak idi. Ondan sonrası bizi alâkadar etmez " buyurdular.
Bildim ki, Hazret Allahdan kuvvet, ilhâm ve haber almaktadır."
Kerâmetlerinden
birini dahi Müezzin Yâkup Efendi şöyle nakleder: "İhvândan bazıları ile
civar köylere davete gitmiştik. Avdet ederken hazrete kurbanlıklar hediyye
etmişlerdi. Bunları iki sûfı'ye tevdi ettik. Bizi takiben getiriyorlardı. Yolda
deveci göçebelerine rastladık. Zâlim, hunhar adamlardı. Bize fenalık
yapmalarından çok korktuk. Bir az uzaklaştıktan sonra onlann göremiyeceği bir
yere indik, saklandık. Arkadaşlardan bir kısmı henüz uyumuşlardı ki, Hazretin
sesini duydum. " Molla Yâkup, deveciler kurbanların bir kısmını aldılar,
git kurtar "dedi. Hemen koştum. Çok gitmeden arkamdan tekrar nidâ ettiler,
" Gitme, artık hâcet kalmadı, Cenâb-ı Hak halâs etti" dediler. Bir
zaman sonra sûfı'ler kurbanları getirdiler. Hadiseyi sordum. Devecilerin evvelâ
kurbanları aldıklarını ve bir az sonra da geri verdiklerini söylediler. Bu, çok
açık bir keşif ve ilhâmdır. Hazretin sesini uzaklardan duyurması ve devecilerin
kalperinde tasarruf etmesi
Evliyâ-ul-lâhdan
övülmeye lâyık hasletlerdendir.
Vefatından
sonra zuhûr eden kerâmetlerden birisi de, Hazretin Â'mâ Mehmed Dede isminde,
kalbi kaviyy, sâdık ve kalp gözü açık bir müridi vardı. Zevk ve istiğrak ehli,
ferâset sahibi, gayb mânâlarına muttali' olmuş bir zât idi. Hazret hilafetle
dua edip vefatından sonra türbedârlığını buna vasıyyet eylemişti. Bana şöyle
anlattı: "Bir gün türbe-i şerifinde hâtınma 'acabâ merhûm Azîz’im benim
türbesinde bulunduğumu ve türbeye gelenleri bilir mi ?' diye bir hatıra geldi.
Bu düşüncede iken uyumuşum, Hazreti kabrinin üstünde oturuyor gördüm. Geniş ve
beyaz bir elbiseye sarınmış, yüzü ay gibi parlıyordu. Beşâşetle (gülerek) beni
çağırdı. Elimin ayası kadar hâlis bir altın ihsân etti, avucuma koydu ve "
Avlıya çık, analarınız ve hemşireleriniz ziyâret ve duaya geliyorlar"
dedi. Uyandım, hemen avlıya çıktım. Bir ihtiyâr kadın geldi. Azîzin zevce ve
kerîmelerinin Hazretin kabrini ziyârete gelmekte olduklarını söyledi. Vakıamın
rüyâ-yı sâdıka ve bu hâtıramın yersiz olduğu zâhir oldu. Düşündüm. Hazretin
bana hâlis bir altın sikke vermesi, beni ihlâsa irşâd ve yakın hâdiseleri
değil, uzaklardan gelecekleri dahi bildiğine işâret buyurduklarını anladım. Bu,
evliyâ-ul-lâh için taaccüb edilecek büyük bir şey değildir".
“
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l - aliyyi’l - azîm “
(= Güç ve
kuvvet yalnız yüce ve ulu olan Allaha aittir)
Hikâye
Rivâyet olunur ki, mezhebimizin sahibi "
Nûman Bin Sâbit "in tilmizlerinden birisi, "bir meselede müşkülâta
düşersek İmâmın kabrine gideriz, bir saat kadar orada kalırız, bizi tâ'lim ve
irşâd eder, mesele bi-izn-il-lâh bize fetih olur" der imiş. Ve yine bu
kabilden rivâyet olunur ki, bir adamın karısı sar'a illetine mübtelâ olur.
Hekimler tedâvisinden â’ciz kalırlar. Kadın bir gece rüyâsında merhum İmâmı
görür. Kadına : "İki tane balmumu al kabrime gel, sabaha kadar dur,
İnşâ-al-lâh şifâyâb olursun" der. Kadın vakıasını kocasına söyler. İki
balmumu alarak beraberce İmâmın kabrine gidip sabaha kadar kalırlar. Kadın bu
illetten ifâkat bulur.
Bâd-el-vefât
kerametlerinin birisi dahî, müderrislerden ve merhum Azîz'in tilmizlerinden
Ahmed Efendi rivâyet eder ki ; "Bir zâlim beni suç isnâdı ile itham eder.
Bundan çok gamlandım, keder duydum. Hazretin ruhâniyyetinden istimdâd ettim.
Rüyamda merhumu gördüm. Bir katıra binmiş geliyordu. Üzengisini öptüm ve
"efendim, beni bir zâlim suçsuz yere yakaladı, senden imdâd ve yardım ricâ
ediyorum " dedim. "Avn ve imdâd Allahtandır, sen gamlanma, işin olur,
“Yâ
azîzü’l - menîu’l - el- gâlibü alâ emrihî felâ yu’âdülehû şey’ün “
(= Ey Azîz
ve Meni’ ve işinde gâlib olan, hiç bir şey kendisine denk olmayan Allah)
kelimelerine
meşgul ol" buyurdular. Uyandım. Bu kelimeler tamamen hâtırımda idi. Bin
kerre okudum. Cenâb-ı Hak beni kolaylıkla o zâlimin elinden halâs etti"
derdi.
Biri dahi,
küçük yaşından beri Hazretin muhibb ve hâdimlerinden Cemel Zâde Hacı Murad'ın
mahdumu Hacı Ahmed rivâyet eder ki: "Merhûmun vefatından iki sene sonra idi.
Bir gece rüyamda Hazreti kollarını sıvamış, eteklerini beline bağlamış, süratle
geliyor gördüm.Yakın gelince selâm verdi. "Efendim bu acele yürümekten
maksadınız nedir? Nereye teşrif buyuruyorsunuz?" dedim. Mübârek gözleri
yaşarmıştı. "Ahmed Çelebi, duymadın mı oğlum, üstâdın Pîr Mehmed Çelebi
vefat etti. Benimle gel, teçhiz ve tekvin ahvâlini görelim" dedi. İttibâ'
ettim. Hasan Paşa Camiinin avlısma kadar geldik, uyandım. Tüylerim ürpermiş,
vücudum titriyordu. Sabah eder etmez hemen Pîr Mehmed Efendinin huzûruna
gittim. Sağ ve sâlim buldum. Sevindim, hamd ettim. O gün öğle vaktinde
hastalanmış, yedi gün sonra Rabbine rücû' etti. Allah rahmet ve rızvân ihsân
etsin".
Hazretin
bunun gibi daha pek çok kerâmatı vardır. Biz burada bu kadarı ile iktifa ettik.
Takdir edenlere bu kadan kâfi ve az çoğa delîldir.
Fasıl: Hazret'in Evsâf ve Ahlâkı
Hazret, tab'an
kerîm, uysal, mülâyim, taassubdan âzâde, kalbi kaviyy ve cesur, sûreti ve
siyreti güzeldi. Fakir ve zayıfların yardımcısı, yetim ve dul kadınların
hâmisi, düşmüşlerin ilticâgâhı, eli açık, açları doyurur, nimeti bol, kerem ve
atâsı mebzül, minnet ve şükrân istemeden kerem ve ihsân ederdi. Affı, edebi,
hayâyı, sahâyı, ihsânı ve misafiri çok severdi. Daima hayır ve hasenât eder,
kalbi tâhir, temiz, sadrı sâlim, sinesi pâk idi. Halîm, selîmdi. Aslâ gazab
etmezdi. Cismi, gövdesi küçük; kadri çok büyük; bedeni zayıf fakat sıhhatli;
himmeti, kasdı yüce; şecî' ve bahâdır idi.
İlim, salâh, takvâ
ve irfan ile şöhret bulmuştu. Lisânı fasîh (açık, düzgün, kaideye uygun); nazmı
beliğ ve muktezây-ı hale muvafık; edâsı telmihli (nükteli); işâretleri telvihli
(rengâ renk), müzeyyen ve kinâyeli; ehl-i lisân ve sâhib-i beyân idi. Rûm'da,
Şam'da, Hicaz'da kürsü ve memberde akrânma faik olmuştu.
Dâr-üs-saltanat-ı
Kostantiniyye'ye gittiğinde şehir halkı başta Sultan olmak üzere vüzerâsı,
ümerâsı, ülemâ, fukahâ, sulehâ ve hükemâsı büyük hürmet ve ikrâm
göstermişlerdi.
Çocukları,
birâderleri, ihvân ve ehibbâsı ile beraber üç defa hac ettiler.Tafsilâtı
aşağıda zikredileceği veçhile, İslâm gazileri, din ve vatan muhâfızları ile
birlikte gazâ ve cihâda iştirak etmiş, Sultan Mehmed ile Eğri muharebesinde
bulunmuşlardı. Sıyt ve şöhreti âfâka yayılmıştı. Semerkand, Buhara ve
Gıcdüvan'da tanınmıştı. Ben Hicaz'da iken Buharalı zengin bir hacıya tesadüf
ettim. Nereli olduğumu sordu. Sivaslıyım deyince, "Bizim hacılarımız
Sivas'da meşâyihden Şems-ed-din namında bir zâtı çok medh ve senâ ediyorlar.
Gidip gelişlerinde kendilerine çok ikrâm, hürmet gösterdiklerini, misafir edip
yardımda bulunduklarını söylerler ve hayr-ı dua ederler. O zât sağınıdır?"
diye sordu. "O zât benim amcamdır" deyince ayağa kalktı, elimi tuttu
ve boynuma sarıldı, beni okşadı.
Hazret çok
mütevazı' idi. Büyüğe hürmet, küçüğe şefkat, özürleri kabul eder, nasihatleri
dinlerdi. Aslâ kibirlenmez, hiç bir vakit kimseyi burunlamaz, istihkar etmez,
"Hikmet mü'minin yitiğidir nerede bulursa alır. Hazret-i Ali
Kerrem-al-lâh-u vechehû 'söyleyene bakma, söyletene bak' buyurmuştur. Av
bulunmayan orman, güzel bulunmayan köy olmaz" derlerdi. Bunun için
gariblere iltifat eder, güler yüz gösterirdi.
Bu evsâf-ı
hamîdenin menbâ'ı ve asl-il-usûlü:
“ ve inneke le’alâ
hulukın azîm “ (kalem, 4 )
(= Şüphe yok ki sen
ahlâkça en yüksek mertebedesin )
hitâb-ı İlâhîsine
muhâtab olan Cenâb-ı Risâletpenâh efendimizdir. Cemî-i Enbiyâ-i kirâm da,
mütevâzı' ve mekârim-i ahlâkın menbâı idiler.
Hikâye
Rivâyet olunur ki,
dünyâ ve âhıretin şeref ve devletini cem' eden Halîfet-ül-lâh Süleyman bin
Dâvûd Peygamber haşmet ve azametli ordu ve erkâniyle Vâdiy-ün-neml' den
geçerken bir karıncanın kavmine (karıncalara)" Yuvalarınıza giriniz ki
Süleyman ve askerleri sizi bilmeyerek tepeleyip kırmasınlar " dediğini
işitti ve bu söze güldü. Ordu vâdiye inince bu karıncayı huzuruna getirmesini
bir cinni'ye emr etti. Hayli aradılar. Derin bir delikte buldular, Hazret-i
Süleyman'ın emrini tebliğ ettiler. Karınca bir az durdu. Emri tebliğ edenler
"niçin duruyorsun?" diye i'tâb ettiklerinde, "Süleyman Nebi'ye
hediye almak için düşünüyorum" dedi. Ve yuvasına girerek, belini iki yerden
bağlamış, eteklerini beline sokmuş ve ağzına da bir çekirge budu almış olduğu
halde çıktı. İtâat ve inkiyâdma halel getirmemek üzere acele ile Süleyman'ın
karargâhına koştu. Askerin çokluğunu, ordunun heybetini görünce Allahın azamet
ve imdâdına hayretler içinde kaldı. Ve hediyyesini bir toprak keseğinin veya
bir ağacın üstüne koydu.
Süleyman Nebi:
"Bu getirdiğin nedir?" diye sordu. Karınca: "Hediyyemdir.
Küçüklerin büyüklere hediyyesiz gelmesi câiz değildir. Hediyyeler de hediyye
edenlerin mikdarınca olur" diyerek kabulünü diledi. Ve Süleyman Nebi ile
karınca arasında şu muhavere cereyan etti:
Süleyman : Bizim
buna ihtiyâcımız yoktur.
Karınca :
İhtiyâcınız olmadığı malum. Fakat hizmetinizde bir sürü serçeler de vardır,
onlar yerler. Mülûke getirilen hediyyeler onların şanlarına lâyık olursa ne
âlâ, olmazsa maiyyetindekilere ayrılır.
S : Senden bir şey
soracağım, cevap ver.
K: Buyurunuz,
sorunuz.
S : Karıncalan
niçin ' Süleyman ve askerleri sizi tepeler, çiğner, kırar, yuvalannıza giriniz'
diye bizden tahzîr ettin ? Sen benim babamın kim olduğunu bilmiyor musun ?
K : Evet biliyorum.
Sen Allahın nebîsi, emîni ve Dâvûd Peygamberin oğlusun, sizden cevr ve zulüm
olmaz.
S : Öyle ise niçin
kavmini bizden sakındırdın ?
K : İki cevabım
vardır. Birisi:
“ ...lâ
yehtimenneküm süleymânü ve cünûdühü ve hüm lâ yeş’urûn“ (Nemi, 18)
(= ...Süleyman ve
ordusu farkında olmaksızın sizi ezmesinler)
dedim. Mutlaka
bilerek çiğner kırarlar demedim; bilmeyerek çiğnemesinler dedim.
S : İkincisi nedir
?
K: Bunu izhâr
etmekten teeddüp eder, utanırım.
S : Söyle, hak söz
acı da olsa irşâd eder. Faydalanırız.
K : Biz karıncalar
bu boş ve ıssız vadîde ot kökleri, kırıntılarını yiyerek yaşarız ve bunu en iyi
bir maîşet ve refah olduğunu zann ile, hamd ve şükür ederek hâlimizden memnun
geçinirken, sizin müstâkim kametinizi (doğru boylarınızı) ve güzel yüzlerinizi,
birbirinizle ağızdan konuşmanızı, süslü elbiseler, kıymetli binekler, müzeyyen
eğerler, yaldızlı parlak üzengilerinizi, keskin kılıçlarınızı ve lezîz, nefis
yiyeceklerinizi görürler de gözleri kalır ve bizler de hiç bir şey değil
imişiz, böyle olacağımıza kâşki hiç yaratılmasaydık diye hâl ve hayatlarından
me'yûs olmalarından korktuğum için bunları görmesinler diye yuvalarına
çekilmelerini hayırlı buldum.
S : - Karıncanın bu
sözlerine taaccüple - Bu güzel ve nasihat âmiz sözlere devam et.
K : Yâ
Nebiyy-il-lâh, sen ne ile bu ins-ü cinni zabt edip hükmün altına alıyorsun ?
S : - Çok kıymetli
cevherden yapılmış mührünü göstererek - Bununla alıyorum.
K: Bu mühür kaç
dirhem, ne kadardır ?
S : Bir iki dirhem.
K : Bundaki işâreti
biliyormusun ?
S : Sen söyle
bakalım ne imiş ?
K : Baştan başa
hüküm ve zabt ettiğin dünyâ dahî bu mühürdeki taş gibidir. Bir sineğin kanadına
müsâvi olamaz, buna mağrur olma.
S : Nasihatine
devam et.
K : Tahtını taşıyan
nedir ?
S : Rüzgâr taşır.
Öğleye kadar bir ay, öğleden akşama kadar da bir aylık yol alır.
K: Bu taht-ı
âli'den daha ekrem ve âzam olan beden-i lâtifiniz, vücûd-u şerifiniz de bunun
gibidir. Onu da ruh gezdirir. Cisim toprakta kalır. Ruh Allaha rücû' eder.
Süleyman karıncadan
bu sözleri işitince bayılıp düştü. Kendine geldiği vakit, “ Subhân-al-lâh yâ
Rabbi, Senin halkında aslâ bâtıl yoktur “ diye tövbe etti ve karıncaya:
"Biz sana misâfır olacağız" dedi. Karınca, "Merhabâ hoş
geldiniz" diyerek kavminin içine gitti, ve zâhire cem etmelerini emretti.
Karıncalar tepeler gibi arpa yığdılar.
S : Bunları nereden
aldınız ?
K : Mülûk-i
mâziyenin (geçmiş hükümdârların) hayvan yemlerinin artıklarıdır.
S : - Bu hâle ve
karıncanın bu işâretine hayret ve taaccüble - Senin askerin mi benim askerim mi
çoktur ?
K : Yâ
Nebiyy-al-lâh, benim askerime nisbetle senin askerin kara öküzün alnındaki ak
kadardır
dedi ve bir sınıf
askerine yuvalarından çıkmalarını emretti. Vâdi karınca ile doldu. Taşların,
ağaçların üzerlerini karıncalar kapladı. Yer, karıncadan görünmez oldu.
S : Daha var mı ? Hepsi çıktı mı ?
K : Bu, yetmiş
sınıftan birisidir, daha altmış dokuz sınıf yuvalarındadır, çıkmamıştır.
Dedi, Süleyman ,“
Subhân-al-lâh, Yâ Rabbi, senin cünûdunu ancak yine Sen bilirsin “ diyerek
hayret ve taaccübler içinde kaldı.
F a i d e
Bu hikâyeden şu
faydaları anlıyoruz:
1- Karınca hakîr
bir hayvan iken, idâresi altındaki kavminin yuvalarına girmelerini emrederek
Süleyman'ın askerlerinin çiğneyip kendilerini kırmasından koruduğu gibi; bir
kavmin, bir milletin idaresini üzerine almış olan büyüğünün, reisinin de o
kavmin işlerinde faydalı olanlan yaptırıp, zararlı olanlardan tahzîr etmek ve
onları korumakla mükellef olacağı.
2
- Cenâb-ı Peygamberin :
“ Tehâdû
tehâbbû “
(=Hediyeleşmek
muhabbeti artırır) kavl-i nebevîsi, ve Cenâb-ı Hakkın:
“ yâ
eyyühellezîne âmenû izâ nâceytümürresûle fekaddimû beyne yedey necvâküm
sadakah,...” (Mücâdile,
12)
(=Ey müminler,
Resul-ul-lâh'dan gizli bir sual ve ricânız olduğunda -eğer varsa- daha evvel
fukaraya sadaka veriniz ki, bu sizin için hayırlı ve günâhlardan
temizleyicidir) meâlindeki kavl-i kerîmi üzere hediyye takdiminin lüzumu.
3
- Büyüklerin huzûrunda edebe riâyet ve kusuruna özür dilemek vâcib
olduğu.
4
- Süleyman Peygamber, Allahın emîni ve bu derece yüce mertebe ve mansıb
sâhibi iken hakîr ve denîbir karınca ile konuşmaktan ve sözlerini dinlemekten
kibirlenmemesi.
5
- Süleyman ve babası ve dedesi Peygamber, ilim, hikmet menbâı, fıtnat
sahibi ve Allah tarafından vahiy ve kitâb ile te'yid buyurulmuş iken, bir
karıncadan bazı mesaili sorup öğrenmek istemesi ve nasihatlerini ziyâde
kılmasını temenni etmesi. Artık ilim ve hikmet sahibi olmıyanlar için hâlin ne
olacağı kıyâs edilmelidir.
6
- Allahın mahlûkatı ne kadar küçük, kara yüzlü, dilsiz ve hakir de olsa
onu küçümsemenin, ona hakaretle bakmanın câiz olamıyacağıdır. Bunları düşünüp
ibret alarak doğruyu görmeli ve yapmalıyız.
1-Halîfelerinden
birisi: Hazretin mürşîd-i ekremi Şeyh Abdülmecîd Şirvânî'nin büyük oğlu Şeyh Veliy-üd-din Efendi’dir. Peder-i mükerremleri Allah yolunda ehl-ü
emvâlini Şirvânda terk ile Rûm'a hicret ettiklerinde, iki mahdûm-i âlîsi,
Veliy-üd-din ve Mehmed Efendileri de beraber getirmişlerdi. Peder-i âlîlerinin
irtihâlinden sonra Veliy-üd-din Efendiyi şeyhimiz terbiye ve irşâdla icâzet
verip, Zile ve nevahîsi halkını Allaha dâvete memûr ettiler. Âlim, fazıl, son
derece afif, haram ve şüpheli şeylerden çok sakınır, müstakim, kimseden korkup
çekinmez, kavi himmetli, sahî tabiatlı bir zât idi. Zâlim ve fâsıklar
kendisinden korkar, zulüm yapamazlardı. Hazret ile birlikte 'Eğri' gazâsına
iştirâk ve hakkıyla cihâd etmişti. Gazâdan avdetinde Allah onu garib ve şehîd
olarak pederine kavuşturdu. Allah cümlesine rahmet eylesin.
2-Hazretin kibâr-ı
hülefasmdan birisi de, Azîz'in büyük birâderleri amucamız Şeyh Muharrem
Efendi'nin mahdûmu, "Şeyhî"
lakabı ile anılan Şeyh Abd-ül-Mecîd Efendi’dir. Şeyh Şirvânî Hazretlerinin irtihâli
sırasında dünyâya gelmişti. Amucamız merhûm, bu mübârek, uğurlu, kademli ve
nâsiyesinde hayır alâmeti zâhir olan oğluna, Şeyh Şirvânî'nin hayır ve
berekâtma mazhar olması temennisi ile Abd - ül - Mecîd ismini vermişti. Keşif
ve zevke erişmiş, akrânma faik olmuş, te'lif ve tasnîf erbâbındandır. Nazımlan
selîs (tekeffulsüz), tabiî ; kelâmı beliğ, mânidârdır. Meclis-i ilminde
bulunanların kalpleri yumuşar, gam ve kederleri gider, hikmet ve mârifet
şarabıyla kanar, zevk ile hayrân ve sekrân olurlar. Böyle olduğu için, şehirli
ve köylüler, dağlarda, çadırlarda oturan aşiretler bile kendisini cân-ü
gönülden severler. Hülâsa, her bakımdan hepimizin daha yüce ve şereflisidir.
Va’zını dinleyenler Hazret-i Şems' e benzetirler, onun sırrına mazhar olmuştur
derler. Allah ömrünü müzdâd ve mes'ûd eylesin. Kendisi sülûkünün ibtidây-ı
hallerini bana şöyle anlattılar: "Ulûm-i zâhire'yi ikmâlden sonra, bâtın
ve yâkîn ilmini tahsîle döndüm. Amucam Şems-i Sıvasî'nin ve onun fukarasının hizmetini
ihtiyâr ettimse de hazretin müridleri kimi sağa sola sallanır, kimisi yüksek
sesle bağmp çağınr, kimisi elbisesini yırtar, bazıları göğüslerine vurur,
bazısı yıkılıp düşer, türlü türlü evzâ' ve hareketler yaparlardı. İlim rüûneti,
mürekkep karası ( bilginlik gurûru ), onlara karışıp sohbet ve ünsiyyete,
saflarına girmeğe mâni oluyordu. Bu hallerini bir türlü hazım edemiyor,
kalbimden inkârı atamıyordum. Bir gece rüyâmda Hazret-i Nebiyy-i Ekrem
Efendimizi gördüm. Hücre-i hassalanndan çıktılar. Ellerinde, üstünde ağır bir
yükü olan bir devenin yulannı tutuyorlardı. Deve hareket ve deverân ediyor,
Nebiyy-i Zişân Efendimizde sürür ve neş'e ile yuları tutmuş, elinden
bırakmıyorlardı. Uyanınca, deveyi ehl-i tarîk'e, üzerindeki ağır yükü şeriata
ve Cenâb-ı Risâletpenâh Efendimizin de ehl-i tarikatı yedüp, yularını elinde
tuttuğuna te'vil ile, kalbimdeki inkâr bir derece zâil olarak dervişlerin
bulunduğu yere gittim. Kuvvetli bir deverân halkası kurmuşlar, kimi vâcid, kimi
mütevâcid bir halde elbiselerini soyunmuşlar, kendilerinden geçmişler, deverân
ediyorlardı. Bunu görünce yine kalbim daraldı. Çünkü bid'at, dalâlet ve tuğyan
ehline benziyorlardı. Hemen geri döndüm. Hazretin hücresi önüne geldim. Müsaade
alarak huzura girdim. Gördüklerimi söyledim ve "Üstâdım, efendim,
sûfîlerin bu halleri nedir böyle ? İbâdeti bid'ate çevirmişler" dedim.
Hazret gazapla yüzüme baktı ve " İnkânnın izâlesine bu gece gördüğün rüyâ
kâfi gelmedi mi ?" diye i'tâb ederek vakıamı ve inkârımı keşifle tövbe ve
rücû' etmekliğimi işâret buyurdular. Derhal kalbimden inkâr külliyyen gidip
yerine muhabbet kâim oldu. Ve Allaha şükürler olsun, o zevkden bana da tattırıp
hayr-ı kesîr ihsân buyurdu" dediler. Bu da Hazret-i Azîz'in
kerâmetlerinden birisidir. Şeyh Veliyy-üd-din Efendinin vefatından sonra onun
yerine Zile'ye halîfe gönderilmişti. Hâlen orada tâlibleri irşâd ve terbiye
etmektedir. Allah kuvvetini müzdâd etsin.
3- Birisi dahî Muhyiddin Efendi'dir. "Muhy-il-kemâlât" lâkabı ile meşhur olmuştur. Hamideli'
ndendir. Âlim, fazıl, fasîh ve beliğ bir zâttır. Hazrete çok zaman hizmet edip
feyzini ve nasibini almış mecmâ’-ül-bahreyn'dir. Hazret hilâfet vererek
îstanbula gönderdi. Şimdi orada sünnet ve tarikatı ihyâ etmektedir. Bu sebeple
muhy-il-kemâlât lâkabını almıştır.
4- Birisi de Mevlânâ
Abd-ül-hayy-il Kayserî'dir. Kâmil, fazıl,
erbâb-ı fünûndan mütebahhir bir zâttır. Uzun müddet kadılıklarda bulunduktan
sonra, tasavvufa rağbet ve rücû' ile Hazretin hizmetine geldi. Sinninin
ilerlemiş olmasına rağmen mücâhede ile sufıyye libâsını giymişti. Hazret
hilâfet ve irşâda icâzet vererek beldesi olan Kayseri'ye gönderdi. Halen orada
tâlibini irşâd etmektedir. Allah zevkini ziyâde etsin.
5- Birisi dahi Mevlânâ Alâeddin’dir. Âlim, âmil, fâzıl bir zât idi. İlk
halîfelerdendir. Hazret onun zühd ve takvâsından çok memnun idi. Bazen Hazretin
emri ile kürsüsünde va’z eder ve Hazret bir yere gidince makamına onu
bırakırdı. Mevârid-i kavimden tatmış, nasib ve zevk almıştı. Hazretten evvel
irtihâl etti. Allah rahmet eylesin.
6- Birisi de Muhyid-din Dârendevî’dir. Şeyh-i Kâmil Hamid-üd-
dîn'in ahfadındandır. Müttaki, sâlih ve temiz bir zâttır. Hazrete hayli zaman
hizmet etmişti. Hilâfet verip Dârendeye gönderdi. El'ân orada ceddinin
sünnetini ihyâ ve tâlibini irşâd etmektedir. Allah kuvvet versin.
7-Birisi Mevlânâ
Sinan Halîfe'dir. Âlim, fakıh, müteverrî', saf, doğru sözlü, güzel huylu,
"bakiyyet-ül-selef', Hakdan ayrılmaz bir zâttır. Hazrete onsekiz sene
hizmet etti. Hilâfetname yazarak haymenişin ( göçer evli ) Türk aşiret ve
oymaklarını dâvet ve irşada icâzet verdi. Cenâb-ı Hak bu zâta çok sâlih ve zeki
bir evlâd ihsân buyurmuştur ki Hazretin kerâmâtı faslında ismi geçen îsmâil
Efendidir. Küçük yaşta ulûm-i arabiye'yi tahsile çalıştı ve bir çok fenleri
gereği gibi öğrendi. Hazretten de tefsîr ve Muhtasar-ül-menâr şerhi,
"Zübdet-ül -esrâr" kitabını okudu. Âlî ilimleri ve fenleri nefsinde
cem' ile akrân ve emsâline faik oldu. 999 Senesinde Hazretle birlikte hac
ettikten sonra Dâr-üs-saltanat-ı Kostantiniyye'de Sultan Murad'ın hocası
fazıl-ı şehir Mevlânâ Sâdeddin'in meclisine devâm ile ondan mülâzim ve sonra
bazı medârisde müderrislik yaptılar. Şimdi Sivas'da tedrîs-i ulûm ile
meşgullerdir. Allah muvaffak etsin.
8- Biri dahî
Mevlânâ Muslih-üd-dîn-i Sivâsî’dir. Âlim, fazıl, erbâb-ı tasnifdendir.
Hazretten tefsîr okumuştur.Tasavvuf mesleğine sülük ederek Hazrete uzun müddet
hizmetle mevâcide erişmişti. Hazret hilâfetle dua edip Ankara'ya gönderdi.
Orada dokuz sene kadar tâlibleri irşâddan sonra vefat ettiler. Allah rahmet
eylesin.
9-Birisi de Mahmud
Dede'dir. Hayli yaşlı olduğu halde mücâhede etmiş, Hazretin hizmetinde sakalını
ağartmıştı. Hasan Paşa Câmiinde vaaz günlerinde Hazretin kitabını taşır,
Bilâl-i Habeşî gibi önünde yürürdü. Sivasda Bâğiler fitnesinde öldü. Allah
rahmet eylesin.
10-Biri dahi
Merzifonlu Şuayıb Dede'dir. Hazret hilâfetle icâzet vererek Merzifona
göndermişti. Orada vefat etti. Allah rahmet etsin.
11-Birisi de
Divrik'li Mahmud Dede'dir. İcâzet vererek kasabasına göndermişti. Halen orada
irşâd hizmetindedir. Allah kuvvet versin.
12-Birisi de
Hüseyin Dede'dir. Canik'lidir. Caniğe nasb etmişti. Orada vefat etti. Allah
rahmet etsin.
13-Birisi de Mevlânâ Âbid Halîfedir. Turhal'lıdır. Âlim, hakîm, vera'
sahibi, temiz yürekli bir zâttır. Hazrete uzun müddet hizmetle hilâfet ve
icâzete mazhar olarak kasabası olan Turhal'a gönderilmişti. El'ân orada
tâlibleri irşâd etmektedir. Allah kuvvetini ziyâde eylesin.
14-Birisi, Mustafa Dede, Canik'lidir. Hazrete çok zaman hizmetle
tâife-i sûfıyye meşrebinden zevk almıştır. îcâzetle Caniğe gönderilmişti. Şimdi
orada irşâd ile meşguldür. Allah kuvvetini artırsın.
15-Birisi: Â'mâ Mehmed Dede'dir. Zâhiren â'mâ fakat basîreti (kalp gözü )
açık, velâyet sahibi bir zâttır. Hazret hilâfet vermiş ve türbedârlığını buna
vasiyyet buyurmuştu. Hâlen türbesi hizmetindedir.
16-İdris
Dede, Kırşehirlidir.
Hazretin zâviyesinde kalarak uzun müddet hizmet etmiş, icâzete mazhar olup
kasabasına gönderilmiştir. Allah muvaffak etsin.
17-Birisi, Mevlânâ Muhyiddin'dir. Emlâk nahiyesindendir. Âlim, fakıh, çok
seri yazı yazar bir zâttır. Hilâfete icâzetle memleketine gönderildi. Allah
muvaffak eylesin.
18-Birisi Ahmed Dede’dir. Yakacık nahiyesindendir. Hilâfetle icâzete
mazhar olmuştur. Allah muvaffakiyet versin.
19-Birisi, • Kemâl Dede, Karadeniz Ereğlisi'ndendir. Hazretin
zâviyesinde kalarak yıllarca hizmet etmiş, tâifenin meşrebinden de bir nebze
zevk almış, mevâcid'e erişmiştir. Hazret hilâfetle icâzet vererek kasabasına
göndermiştir. Halen irşâd-ı tâlibîn hizmetindedir.
20-Birisi, Hacı Mustafa, Kıbrıs'lıdır. Sivas'da camii yaptıran Hasan
Paşa merhumun âzâdlılanndandır. Paşanın yanında tahsîl-i ilim etmiş, vefatından
sonra Hazrete gelip zâviyesinde kalarak çok zaman hizmet etmişti.Hilâfetle
icâzete mazhar oldu. Hâlen hizmet-i irşâddadır. Allah muvaffakiyet versin.
21-Birisi, Hazretin
mahdumları Pîr
Mehmed Efendi'dir. Âlim, fazıl, selîm
tabiatlı, istihrâcı kuvvetli, ulûm-u arabiye'de yed-i tûlâ sahibi, kemâl-i
mehâret erbâbından idi. Uzun zaman kadılıklarda bulunmuş, bir aralık Sivas
kadısı da olmuştu. Allahın lütûf ve fazlı erişerek kadılığını terk ile peder-i
âlîlerinin mesleğine tâlib ve râgıb oldu. Hazretten terbiye ve teslik gördü.
Libâs-ı sûfıyeye girdi. Hazret hilâfet ve icâzetle dua edip makamına ikâme
etti. Hazretin vefatında iki sene kadar pederlerinin makamında kaldıktan sonra
irtihâl etti. Peder-i muhteremlerinin türbesinde, kubbenin altında, Hazretin
arka tarafında medfûndur.
Şeyhimizin âdet-i
kerîmeleri, halîfelerini imtihan ve tecrübe ederlerdi. Bu âdet sair meşâyihde
de vâkidir. Rivâyet olunur ki, Şeyh Habîb-i Karamânî'nin üç müridi vardı. Üçü
de ehliyyet ve istihkak iddiasıyla hilâfet temenni ve arzusunda idiler. Şeyh
bunlara birer kuş alıp getirmelerini emretti. Getirdiler. Her birisine birer
bıçak vererek : "Gidiniz, bu kuşları bir "hayy" ın (hayat
sahibinin) göremiyeceği hâlî bir yerde boğazlayınız" dedi. Müridlerden
birisi hemen orada bir duvarın, diğer birisi de bir ağacın arkasına gidip
kuşlan boğazlayıp geldiler. Üçüncü - ki, Şeyhin nazarı bunda idi-, elindeki
kuşu boğazlamadan geri geldi. Şeyh ikisine nasıl boğazladıklarını sordu.
"Emr ettiğin gibi hayat sahibinin göremediği bir yerde boğazladık"
dediler. Üçüncüye, "Sen ne için boğazlamayıp diri getirdin?" deyince,
bu müstaîd mürîd, "Efendim, bir "hayy"in, bir hayat sahibinin
göremiyeceği bir yerde kesmekliğimi emir buyurdunuz. Ben, hayy-i lâyemût olan
Cenâb-ı Hak'dan hâlî bir yer bulamadığım için boğazlayamadım" dedi. Şeyh
memnun oldu. "Aferin, Allah mübârek etsin. Sen huzûr ve şuhûd makâmına
vâsıl ve hilâfet ve seccâdeye müstahâk oldun" diyerek ona hilâfet ve
icâzet verip orada hazır olanları da işhâd etti. Kuşlannı boğazlayan iki müride
dahi, "Sizler büutte, gaybettesiniz, mâsiyetten emîn olamazsınız. Çünkü
Hakkın huzuruna ârif olamayanlardan günâh ve kötülük sâdır olması uzak değildir"
buyurdu. Bunlar kusurlarını bilip istiğfar ettiler. Sonra hilâfete mazhar olan
müridin bunlar için de şefaatle himmet, asâ ve seccâde verilmesi ricâsı üzerine
onlara da hilâfet verdi.
Fasıl: Hazretle Aramızdaki Muamelât
Çocukluğumdan
itibaren yirmi sene kadar Hazretin dâhil ve Hâriçteki hizmetlerinde
bulunmuştum. İkmâl - i tahsîl için Dâr-üs -saltanat-ı Kostantiniyye' ye giderek
usûl üzere medreselerde hareket ve bir çok mevâli-i izâm'dan istifade ettim.
Cenâb-ı Hak ilim bereketi ve salâh nasib ettikten sonra Zile'ye, amucamın
hizmetine döndüğümde Allah kolaylık verdi, bustan ve Hazretin hâne-i
saâdetlerine bitişik bir ev ihsân etti. Aramızda bir hâil ve dıvarda yoktu.
Hulûs-i niyyet ve pâk îtikâd ile tövbe ve Hakka rücû' ederek tarikata sülük
ettim. Hazret, kerem ve atıfetinden, büyük kerimeleri Safıyye hâtunu bana
tezvic buyurmak suretile de beni taltif ettiler. Çocuklarımın valdesi olan
mumâileyhânın siyreti siyretime ve hâli hâlime çok muvâfıktı. Tövbekâr, ibâdet
ve tâata müdâvim, itâatli, kanaatli, sabırlı ve gece gündüz kelâm-ul-lâh'ı
okurdu. Allah onu Ezvâc-ı Mutahharât'a ilhâk buyursun. Zile'de yine eski
hizmetime ve Hazretin ehil ve emvâline hâlis muhlis emânet, diyânetle,
istikâmet ve itâatle devâma ve evlâd-ı kirâmını da okutmaya başladım. Gece,
gündüz, ekseri evkatte Hazretle beraber olurdum. Irak, yakın bir yere gitseler,
hâne-i saâdetlerinin umûrunu bana tevdi ve kürsü ve seccâdelerine beni vekil
bırakırlardı. Hayatlarında otuz sene kadar seccâde ve kürsü hizmetlerinde
bulundum. Hiç bir işini benden gizlemez, benimle müşâvere ederdi. Tarikata
sülük edince muhabbetim ve mahremiyyetim daha çok arttı. Bütün rüyâlanmı
Hazretle görürdüm. Ve ne vakit tâbir için arz etsem, "Evlâdım, hayr-ı
kebîre alâmettir" derlerdi. Rüyâlarım pek çoktur. Ez cümle birisinde
Hazret bana bir parlak kutu içinde ördek yumurtası gibi gayet nefîs bir cevher
verdiler. Yine bir rüyâmda Hazret ağzında bir nefîs lokma çiğniyordu. Yanlarına
yaklaşınca ağzındaki lokmayı çıkarıp benim ağzıma koydu. Çiğnemeye başladım,
"Yut" diye emretti. Yuttum. Bu lokmanın berekâtiyla Cenâb-ı Hak bana
inşirâh-ı sadır (gönül ferahlığı, kalp genişliği) sabır ve itmînan ihsân etti.
Huzursuzluk ve gönül darlığı kalmadı. Kalbime yeni ve bâkir mânâlar doğdu.
İlim kuvveti ve
acâib temsiller hâsıl ve lâyıh oldu. Ülemâ' ve büyükler karşısında ilim
bahislerinde, vaazlarda Cenâb-ı Hak öyle tâze manâlar ve hakikatler fetih ve
ilhâm buyurur ki, bir muhkem binâ yapan mimara, binâ için lâzım olan taşı ve
sair malzemeyi çıraklar ve ameleler yerlerine göre yontup, hazırlayıp,
istemeden, artık kâfi, hâcet kalmadı deyinceye kadar getirdikleri gibi, lâzım
olduğundan fazla vâridât-ı kalbiyye hasıl olur. Bu; Allahın beni, şükür mü
veyahut küfür mü edecek diye imtihan için Fazl-ü keremidir. Beni şükür ve hamd
edenlerden kılmasını Allah'dan niyâz ederim. Yine bir rüyâmda, evlâd-ı
Resûl'den imiş, bir büyük şeyh, sırtında dabaklanmış yabani bir koyun derisi
olduğu halde Hazretin zâviyesinde fukaranın odasına geldi. Hazret makâmlannda
oturuyordu. Bir az konuştuktan sonra Hazret hemen yerinden kalktı, ondan bey'at
istedi. Şeyh, "Bârek-el-lâh ( Allah mübârek etsin), sen âlim, fâzıl, kâmil
bir şeyhsin, bana bey'atine sebîl ve hâcet yoktur" dedi. Ben orada kendi
kendime, içimden, eğer bu zât kutub olmasaydı Hazret bey'at murâd etmezdi dedim
ve yakîn hâsıl ettim ki, bu zât-ı şerîf kutb-ül-aktâb'dır. Bu esnâda Hazret
elimi tuttu ve "Sen bey'at et" dedi. Ben bey'at ettim. Allaha hamd
olsun. Ve yine bir rüyâmda etrafı ulu ağaçlarla tezyin edilmiş yukarılı aşağılı
hücreleri bulunan âlî bir medrese gördüm. Yukarı katma çıkmak istedim, kapıyı
bulamadım. Medresede dolaşırken dıvarın ortasında bir pencere gördüm, demirden
kapısı vardı. Müşkülât ile oraya çıktım. Kapı kendi kendine açıldı. Kapının iç
tarafında bir adam vardı. Kutbun kapıcısı imiş. Müsâade etti, girdim. İçerde
Hazret-i Yusuf gibi güzel, yakışıklı, şâb-i emred bir genç, altın kakmalı
atlaslar giymiş, başında mülûk ve sultanların tâcı gibi tâcı vardı. Bey'at
etmek üzere mübârek elini şiddetle tuttum ve bey'at ettim. Medresenin etrafına
baktım ki, bazı ihvân aşağıda sağa, sola dolaşıyor, kapıyı arıyor,
bulamıyorlardı. Bu zât bana, "Seni aşağıda gördüğüm vakit taleb ve
isteğinin çok şiddetli olduğunu bildim, onun için sana içeri girmeye izin verdim"
dedi. Elhamd-ü-lillâh bundan sonra yine bir rüyâmda Seyyîd-ül-enbiyâ Efendimiz
hazretlerini gördüm. Bey'atla şerefyâb olmak istedim. Herkese âm ve şâmil olan
lütf-ü kerem-i nebevisi ile beni de kabul buyurdular. Bey'at ettikten sonra,
sahib-i hâl olan sûfîlerin edebleri üzere iştigâl etmek için bir isim telkinini
istirhâm ettim.
es -
Saîd, es - Saîd, es - Saîd
buyurdular. Ya
Resûl-el-lâh Allahın isimlerinden bir isim dahî telkin buyurunuz dedim.
eş-Şehîd,
eş-Şehîd, eş-Şehîd
Buyurdular. Sonra
iştigâl etmek üzere bir isim daha yalvardım.
es-Sıddîk,
es-Sıddîk, es-Sıddîk
buyurdular. Hepsini
de üçer defa tekrar buyurdular. Bunun vech-i hikmeti: ,
“ ve men
yutı’illâhe verresûle feulâike ma’alleziyne en’amallahü aleyhim minennebiyyiyne
vessıddıkıyne veşşühedâi vessâlihiyn ve hasüne ulâike refiykâ “ (Nisâ, 69)
(= Allah ve
Resûlüne itâat edenler, Allahın nimetlerine nâil olan enbiyâ', ve enbiyâ'yı
tasdik edenler, şühedâ ve Allahın rızâsını tahsîl eden sâlihlerle
beraberdirler. Onlar ne güzel refîkdir)
kelâm-ı İlâhîsinin
tahkikini bilenlere zâhirdir. Cenâb-ı Rabb-i Kerîm'den Alîm ve Hakîm isimleri hürmetine bunlara ilhâk buyurup,
mahrûm ve nevmîd etmemesini recâ ve niyâz ederiz. Ben bunları:
" ve
emmâ bini’meti rabbike fehaddis “ (Duhâ, 11)
( = Fakat Rabbinin
ni’metini gizlemeyip haber ver, halka bildir)
kavl-i kerîmi
üzere, ancak Cenâb-ı Hakkın niâm-ı İlâhîsinin tahdîs ve izhârı için zikr-ü
ihbâr ettim.
Hazret 999
senesinde son defa Hicaz'a giderken bana hilâfet verdiler. Mübârek eliyle
yazdığı hilâfet vesikasının sûreti şudur:
“ Ba’de
hamden lillâhillezî rabbâ şecerate’l - velâyeti fî arzi’l -inâyeti bi mâ’i’l -
hidâyeti ve ezherehâ bi - nuri’l - kerameti ve esmerehâ bi - semri’d - dirâyeti
ilâ yevmi’l - kıyâmeti.
Kâle
resûliinâ ve seyyidünâ ve seyyid - i benî Âdeme aleyhissalâtu ve’s-selâm “ Lâ
tezâlü tâ’ifetün min ümmetî kâ ’imine ale 7 - hakkı ilâ - kıyâmi ’s
- sâ 'ati. ”
Ve ba’du
lemmâ hademeni ibn-i ahî Mevlânâ Receb min âlimi’s - sabâ ve allemtuhû min
ilmi’d dirâseti mâ - teyessera. Sümme hademeni fî ilmi’t - tevhîd ve câhede
fl’l erbaînât ve’I -halevât müddeten kesîrâ hasalel ilme li - hâze’d - daîf.
Ennehû zâka min meşâribi’l - evliyâ ve nekkâ nefsehû min mahzûrâti avâmil amya
Feeceztuhû fî emri’l - hilâfeti husûsan ve umûman hasebünâ ecâze lî şeyhî ve
seyyidî ve hüve men nezelet rûhî fî cesedî eş - Şeyh, el - Âlim, el -Âmil, el -
fâzıl, el - kâmilü’l - mükemmel eş - Şeyh Abdülmecîd Şirvânî fî mesvahu bi’l -
eltâfî’r - rabbânî ve kuddiset esrâruhû ve ubkıyet âsâruhû. Fe-câhede alâ mâ
câhede’s- sâbikûn ve kâbede bimâ kâbedehu’s - sâdıkûn. Feneûzu billâhi min
şurûri enfüsinâ ve min seyyi’âti a’mâlinâ vemâ ürîdü ille’l - hayr. Velâ havle
velâ kuvvete illâ billâhi’l - aliyyi’l - azîm.
Ketebehül
hakîr er - râcî min lütfihi’l hatîr eş - Şeyh Şemseddîn-i Sıvâsî hâdim-ü’l -
fukarâ bi - Sivâs. “
Hazretin büyük
mahdumları ve kâimmakâmlan Şeyh Pîr Mehmed Efendi vefat edince ihvân bana, sen
eskiden beri otuz senedir bizim halîfemiz bulunuyordun, Şeyhin makamına senin
gelmekliğini istiyoruz dediler.
" Lâ
havle velâ kuvvete illâ billâhi’l - aliyyi’l - azîm “
(= Güç ve kuvvet,
yalnız, yüce ve ulu olan Allaha aittir) diyerek, icâbetle merhûmun seccâdesine
oturdum. Allahtan, beni, sevdiği ve râzı olduklarına muvaffak kılmasını niyâz
ederim.
Amucam merhûm gibi,
Şeyh Şirvânî Hazretlerinin de bana nazarları vardı. Şeyh Şirvânî Zile'ye
geldiği vakit ben 17-18 yaşlarında idim. Amucamın kapısında hizmet ederdim.
Hücrem, Hazretin hücresine muttasıl idi. Şeyh Şirvânî teşrif edince benim
hücremi ona münâsib gördüler. Ben yâkınimizdeki bir mescide gittim, orada
kalıyordum. Hazret-i Şirvânî bir gece nısfılleylden sonra teheccüd namazı için
mescîde gelmişlerdi. O gece ben şeyhin teşrifinden evvel kalkmış, ışığı yakmış,
ders çalışıyordum. Hazret teheccüd namazını kıldıktan sonra benim tarafıma
döndüklerinde, benim bütün mevcudiyyetimle meşgul olup mütalâaya daldığımı,
meseleleri incelediğimi göz ucu ile görmüşler. Ertesi günü amucam Hazret-i
Şeyhi beldenin âyâm ile berâber bostana dâvet etmişti. Ben hizmet ediyordum.
Şeyh Şirvânî orada bulunan zevâta; "Dün gece bu çocuğun tam bir himmet ve
ciddiyetle ders ve mütalâa ile meşgul olduğunu gördüm. Manâ ve nasib alacağına
kanâat ettim" dedikten sonra amucama hitâben; "Ya Şemseddin, bu
çocuğu iyi muhâfaza et, sana lâzım olacaktır" buyurmuşlardı. Allaha hamd
olsun, Şeyh Şirvânînin o nazar-ı âlîsi berekâtiyladır ki yaşım altmışa baliğ
olduğu ve altı seneden beri de göz ağrısı ve zaaf-ı basar ârız olmakla okuyup
yazamadığım halde, vaaz ve tezkir günlerinde elime kitap, kalem, kâğıt
almıyorum ve Allahın emr-i kazâsına teslim olarak hiç bir gün inşirâh-ı
sadırdan hâlî kalmamışımdır. Hatta bu risâleyi de kalp sahifesinden nakd-i
hâtır olarak bir kâtibe nakl ile yazdırmak suretiyle cem'ettim. Halbuki halk
beni kitap okuyor zannederler. Bu Allahın fazl-ü inâyet ve in'âmıdır.
Fasıl: Tarîkat Silsilesinin Beyânı
Şeyhimiz Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hikmet ve ulûm-i ledünniyeyi
şeyhlerin şeyhi Abdülmecîd-i Şirvânî'den almışlardır.
Abdülmecid-i
Şirvanî Şeyh Şeyhkubâd-ı Şirvânî'den ;
onlar, Şeyh
Muhammed Rukiyye'den;
onlar, Mevlânâ
Şeyh Mahdûm Yusuf'dan;
onlar da,
şeyhleri, Kutb-ül-aktâb ve seyyid-ül-evtâd vâris-i
Resûl-ul-lâh
ve hayr-ül evlâd Eş-şeyh Seyyid Yahyâ-i
Bâkûyî'den
almıştır ki,
tarîkat-ı halvetiyye'yi ve sîret-i hasene ve
kisvet-i
dâliyye'yi bu zât-ı âlî izhâr etmiştir. Etrafta meşhur
olmuş, halîfeleri
kesretle Rûm (Anadolu) ve Irak'a yayılmıştır.
Seyyid Yahyâ
Hazretlerinin silsile-i tarikatı da şu suretle :
Şeyh
Sadr-ed-dîn;
Şeyh
İzzet-dîn ;
Şeyh Ahî
Mirem;
Şeyh
Zâhid-i Ceylânî;
Şeyh
Cemâl-üd-dîn ;
Şeyh
Şehâb-üd-dîn-i Söhreverdî;
Şeyh
Necâşî;
Şeyh
Kutb-üd-dîn ;
Şeyh
Nüceyd-üd-dîn ;
Şeyh
Mimşâd-i-dî-neverî;
Şeyh-i
Kâmil Cüneyd-i Bağdâdî;
Şeyh
Şerri Pür Nûr-i Sakatî;
Şeyh-ür-Rabbânî
Marûf-i-kerhî;
Şeyh
Davûd-i Tâî;
Şeyh-ün-nurânî
Habîb-i Acemî;
Kutb-ül-aktâb
Gavs-ül-evtâd Şeyh Hasan-ı Basrî'den ; Esed-ül-lâh-il gâlib ve Seyf-ul-lâh-ül
mügâlib Hazret-i Ali Ibn Ebî Tâlib razıy-el-lâh-ü
anh vasıtasıyla ;
Hazret-i
Seyyid-il-Enbiyâ ve Sened-il-Asflyâ' ya
vâsıl olur
Hazret-i
Nebiyy-i Zi-şân Efendimiz deFeyz-i Akdes'i Rûh-ül
- Emin' den ; o
da,
Cenâb-ı
Rabb-il-Âlemîn' den almıştır.
Sırları pâk ve
tâhir ve eserleri kıyamete kadar bâkî olsun.
Fasıl: Hazretin Nesebi, Evlâtları, Akraba ve İhvânı ve bâzı Ahvâli
Beyânındadır
Nesebleri:
Şeyh Şems-üd-dîn-i
Eb-üs-senâ' nın pederleri Eş-Şeyh
Mehmed Eb-ül-Berekât, onun pederi Ârif, ve onun pederi de Hasan'dır. Allah cümlesine rahmet eylesin.
Sultan Selim İbn
Bayazıd Hân’ın oğlu Sultan Süleyman Hân’ın evâil-i saltanatında dünyâya
gelmiştir. Süleyman İbn Davûd Aleyhis-selâm ile Belkis arasındaki kıssayı hâvi
manzum eseri ile kavâid şerhi, "Hall-ül-maakid" kitabını onun zamân-ı
devletinde yazmıştır. Süleyman'ın oğlu Selim Hân zamanında da ilm-i usûlden
muhtasar-ül-menâr şerhi "Zübdet-ül-Esrâr" kitabını te'lif ve ondan
sonraki eserlerinin çoğunu Sultan Murad zamanında tasnif etmiştir.
Mir'at-ül-Ahlâk kitabını Sultan Murad'a ihdâ etmiş, Padişah da, Sivasın
yakınında "İşhanı" denilen köydeki tuzlayı Hazrete hîbe etmişti.
Murad'ın oğlu Sultan Mehmed devrine dahî yetişmiş, çok kıymetli bir eser olan
"Nakd-ül-Hâtır" kitabını da Sultan Mehmed'e ihdâ ve anınla birlikte
aşağıda tafsîl edileceği üzere Eğri Kalesi Gazâsı'na iştirâk etmiştir.
"Nakd-ül-Hâtır" kitabının başında bu zikr edilen geçmiş sultanlara ve
Sultan Mehmed ve ahlâfına, saltanatlarının bakâsına, muvaffakiyet, nusrat ve
galebe ile dua etmiştir.
Hazret, Sivas
nahiyelerinde iki câmi ve kasaba içinde de bir mescid, bir mekteb ve iki köprü
yaptırmış, Sultan Murad'ın verdiği Tuzlanın vâridâtmdan bu vakıflara yevmiyye
yirmi dört dirhem vazife tâyin ve tahsîs etmiştir. Allah bunları kıyâmete kadar
ma’mûr eylesin.
Hazretin pederleri,
büyük babamız Şeyh Mehmed Eb-ul- Berekât, Hızır aleyhis-selâm ve Hazret-i Ali
ibn Ebî Tâlib'i görmüş, her ikisi de kendisine ilim, salâh, hayr ve bereket ve
necât ile doğru yoldan ayrılmayan ve akıl ve hikmet ve mârifet sahibi evlâd ve
ahfâd ile dua etmişlerdir. Böyle olduğu için ceddimiz Eb-ül- Berekât Efendi
merhûm, evlâtlarına ve karnen bâde karnin gelecek ahfadına salâh, ilim, amel ve
takvâ ile vasiyyet etmiştir.
Eb-ül-Berekât
Efendi merhûmun dört oğlu vardı. Hepsi de ülemâ ve sulehâ'dan idiler.Yaş
itibariyle en büyüğü Şeyh
Muharrem-üz Zeylî'dir. Âlim, fâzıl, fakıh,
müstakim ve kanaatkâr, hile ve hud'a bilmezdi. Vefatında kitaplarından başka
bir şey bırakmamıştır. Tasnîfâtından " Hediyyet-üs -sülük fı şerh-i
Tuhfet- ül-mülûk " adlı eseri pek çok faydalı mesâili ihtivâ eden mübârek
bir kitaptır. Bundan başka bir hayli risâleleri de vardır. Câmî' nin
"Nefehât"ını da "Künüz-ül Evliyâ" ismi ile Arapçaya nakl ve
terceme etmiştir. Ellerde okunup istifade edilmektedir. Muharrem Efendi'nin
sinnen büyük oğlu Feyz-ul-lâh
Efendi'dir. Ondan sonra yukarda
fazl-i irfanını tafsîlen zikrettiğimiz, "Şeyhî" lâkabı ile meşhûr olan Abdülmecîd Efendi'dir ki, Hazretin kibâr-ı hülefâ'sındandır.
Siyreti, dünyaya iltifât etmemekte, pederleri gibidir. Diğer iki mahdûmundan Abdülkerîm Efendi Zile Câmii’nin hatibidir. Küçük mahdûmlan Abdürraûf Efendi hâlen tahsîl-i ilim etmektedir.
Eb-ül-berekât
Efendi merhûmun Muharrem Efendiden sonra dünyaya gelen oğlu, merhûm pederim Şeyh İbrâhim Efendi’dir. Sâlih, müttakî, temiz ve kaviyy-el-kalb,
gece, gündüz Kur'an okur, Allah yolunda kimseden korkmaz, çekinmez, büyüğe,
küçüğe tevâzula muâmele ederdi. Hazret ile birlikte Sivas'a hicret etmiş, Hasan
Paşa Câmii’nin imâmet vazifesini yapardı. Sivas kasabasının kenarında Erzani
denilen kabristanda medfündur. Allah rahmet eylesin.
Eb-ül-berekât
Efendinin pederim îbrâhim Efendiden sonra dünyâya gelen üçüncü mahdûmu,
Şeyhimiz Hazret-i
Şems' dir. Hayatının
ibtidâsmdan sonuna kadar izzet ve hürmete mazhar olarak yaşamıştır. Hazretin
sesi de çok güzel ve te'sirli idi. İşitenler ağlarlardı. Cenâb-ı Hak onu her
yerde azîz ve mübârek etmişti. Nereye gitse, hattâ sahrâda, vâdide, dağ
başlarında bile hürmet ve ikrâm görür, her taraftan hediyye ve nimetler gelir,
bunlardan kifayet edecek kadar cüz'i bir mikdârından mütebâkisini muhtâc ve aç
olanlara ibzâl ederdi. Allah ona Cennette de türlü ni’metleri ve likâsını ihsân
buyursun.
Hazretin elli altı
evlâdı olmuştur. Çoğu kendisinden evvel şefî-i âhıret olarak vefat etmişlerdir.
Kendisinden sonra yedi kız ve üç erkek evlâdı kalmıştır. Sinnen ve ilmen en
büyükleri yukarda zikredilen Şeyh Pîr
Mehmed Efendi ’dir. Hazretten
sonra iki sene yaşamıştır. Hâlen iki mahdûm-u mükerremleri vardır. Allah onlara
çok lütûf ve ihsân ve ömürlerini müzdâd buyursun. Büyüğü Hasan Çelebi henüz genç yaştadır. İsmi gibi güzel, âlim,
zeki, fatin, doğru düşünür, kalbi geniş, cömert, sofrası herkese kayıtsız
açıktır. 999 Senesinde Hazretle birlikte hac ettikten sonra Dâr-üs-saltanat-ı
Kostantiniyye'ye gidip Ayasofya medresesinde mevâliden müderris-i fazıl
Seyfullâh Efendinin dört sene devamla muîd ve mülâzımı olmuş ve Sivas'a avdetle
Sahibiyye Medresesinde müderris ve bilâhare de Arabkir'e kadı olduktan sonra
kadılık mesleğini terk ederek peder-i muhtereminin meslek ve siyretini ihtiyâr
etmiştir. Pederlerinin tasarrufundaki arâzi kendisine verilmiştir. Hazretin
mahdumlarından en küçük yaştaki Müeyyed
Çelebi'dir. Hâlen tahsîl-i ilim
etmektedir. Allahtan her ikisinin de pederlerinin meslekine sülük ile onun feyz
kâsesinden dolu dolu içmelerini, hayır ve hasenât üzere sâbit kadem olmalarını
nasîb ve fenâlıklardan, yaramaz şerlerinden hıfz ve himâye buyurmasını niyâz
ederiz.
Ceddimiz
Eb-ül-berekât Efendinin Hazret-i Şems'ten sonra gelen mahdûmu Şeyh İsmail Efendi'dir. Sâlih, temiz, hakdan ayrılmaz,
kâri-ül-Kur'an bir zât idi. Hazretle birlikte Hicaz'a gitmişti. Tahdîs-i nîmet
olarak, "Benden aslâ günâh-ı kebâir sâdır olmamıştır" der idi. İsmail
Efendinin de iki oğlu vardır. Büyüğü, Fazl-ul-lâh
Çelebi, Hasan Paşa
Câmii'nin hatîbi idi. Âlim, müttakî, sâlih, halîm bir zât idi. Sivas'taki
eşkiyâların fitnesinde öldü. Diğeri, yukarda bahsettiğimiz Avn-ul-lâh Efendi’dir. Sâf, temiz, âlim, halîm ve
selîm bir zâttır. Hazretle birlikte Dâr-üs- saltana'ya gitmiş, Sultan Murad'ın
muallimi Mevlânâ Sâd-ed- din'den okumuş, ondan mülâzim, sonra bazı medreselerde
müderris olmuştur. Allah ömrünü müzdâd eylesin.
Fasıl: Hazretin Zamanında Sivas'ta Tanınmış Zevâttan Bazıları
Birisi; Sivas'daki
Cami-i Kebîr hatibinin oğlu memleketin eşrafından Şeyh Mehmed-ül- Hatîb' dir.Âlim, fazıl, fakıh, zekâ ve ferâset
sahibi, sofrası açık, nimeti bol bir zât idi. Kerîmelerini Hazretin mahdûmu
Şeyh Hasan Çelebi ile evlendirdiler. Allah mes'ud etsin. Tarîk-i fukaraya sülük
ile, libâsı sûfıye'ye girerek kavmin meşrebinden zevk almış, makâmâtı kat' ile,
mevâcid ve lezzât'a erişmişti. Hazretten dört sene sonra vefat etti. Câmi-i
Kebîr'in harîmine defn olundu. Allah derecesini âlî kılsın. Vefâtında makâmına
dâmâdı Seyyid Yakûb-üs-sâni halîfe oldu. Halen seccadesinde tâlibleri irşâd
etmektedir.
Birisi; Hazretin
ehibbâsından ve elinde tövbe edip tarikata sülük edenlerden, kâmil, fazıl ve
ilmi ile âmil ülemâdan Mevlânâ
Bünyâd Efendi'dir. Aslen AmasyalIdır.
Müderris olduktan sonra bu meslekte hayli ilerleyip yolunu doğrultarak âlî
mansıblara erişmek üzere iken tekâüdlüğü, amel ve takvâyı ihtiyâr etti.
Kendisine Sivasta şifâiyye medresesinin müderrisliği ile beraber kayd-ı hayat
şârtıyla fetvâ vazifesi de verildi. Genç yaşında başladığı ilm-ü-tedris içinde
yetişerek ömrünü okuyup okutmakla ve iftâ' ile geçirip hizmet-i İslâmda ve
te'yid-i-şerîat-i seyyid-il- enâm'da saçını ağarttı, ihtiyâr oldu. Memleketin
şan ve şöhret, vakar ve haşmet sahibi büyüklerinden olduğu halde, geceleri
kâim, Allahın emrine sâbir ve şâkir olarak sulehâ ve fukarânın ahlâkı ile
ahlâklanmış, onlara karışmıştır. Sivas halkı pek çok severler. Eskiden beri
tarikat yoldaşım ve en sâdık dostumdur. Hazretin vefatından sonra yaşı da hayli
ilerlemiş olduğu halde büyük bir cemiyette benden "tecdîd-i bey'at"
etmiştir. Allah onu bu sağlam ve doğru yolda sâbit kadem ve kalemini hak ve
savâbda câri kılsın.
Birisi de; Mevlânâ Musa Efendi’dir. Sivas'daki tuzlaların, tuz kuyularının
vâkıfı ve imâretlerin bânisi olan sâhib-ül-hayrât Abdülvehhâb Râhetî evlâdından
ve ilmi ile amel eden ülemâdandır. Mükerreren müderrisliklerde ve bir zaman da
kadılıklarda bulunmuştur. Hâlâ ceddinin vakfının tevliyyetini yapmakta, vakfı
i'mâr ve tecdîd etmektedir. Kalbi temiz, tab'ı selîm, özü sözü doğru, beş vakit
namazı taze abdestle kılar, daima Kur'an-ı Kerîm okur, fakirleri, yetimleri ve
dul kadınlan gözetir, onlara in'âm ve ihsânı sever, sofrası herkese açık,
ni'meti bol, Allahın ni'metlerine şâkirdir. Hazretin elinde tevbe ile tarikata
sülük etmişti. Hazret vefat ettikten sonra bizden bey'atını yeniledi. Cenab-ı
Hak salâh ve felâh ile muammer ve evlâtları ile birlikte hıfz ve himâye ve
mesrûr buyursun.
Birisi dahî; Hacı
Bedr-ed-dîn'dir. Âlim-i Rabbânî, âmil, âbid, Allahtan korkar, mütevazı,
kanaatkâr, kalblerde sevilmiş, yer etmiş, herkesin beğeneceği, imreneceği hal
ve hasletleri hâiz bir zât idi. Külfetten ârî olarak bütün günlerini gafletsiz,
nisyânsız, durmadan usanmadan ulûm-u şer'iyye ve furu' fenlerinin tâlimi, iâde
ve tekrân ile geçirirdi. Kavm onu, en doğru ve hayırlı insanlardan sayar,
geçmiş iyi zevâttan bakıyye derlerdi. Hazretten evvel irtihâl etti, Allah
rahmet eylesin.
Birisi de Süleyman
Hoca'dır. Şifaiyye Medresesinin muîdi, âlim, sâlih, müttaki bir zât idi. Buda
Hazretten evvel vefat etti. Allah rahmet etsin.
Birisi; sâhib-i
kerâmât Şeyh Merzübân-i Velî evlâdından Mevlânâ Emir Muhammed'dir. Fakıh, âlim, âmil, âbid, duha
vakitlerinde sünnetler ve revâtib'den başka tetavvu' olarak kırk rik'at namaz
kılardı. îlm-i tarihe ve bilhassa sahâbe-i kirâmın menâkıbına şâyân-ı hayret
bir derecede vâkıftı. Gözlerinde cezbe alâmeti vardı. Sıkıntılı ve ıztıraplı
zamanında onu rüyâsında görenler o sıkıntıdan halâs olurlardı. Bu hâl bir kaç
defa bende de vâki ve câri oldu. Hazretten evvel irtihâl eyledi. Allah rahmet
eylesin.
Birisi dahi; yine
Şeyh Merzübân-i Velî evlâdından Mevlânâ Hasan Çelebi’dir.Âlim, sâlih,
mütedeyyin, müttakî.sâf ve temiz, âbid, zâhid, kanâat ve hayâ sâhibi bir zâttı.
Hâlini ve fakrını gizler, halka çok katılmaz, halk nazarından mestûr kalmıştı.
Sözü hikmet ve sükûtu fikret ve ibretti. Kendisinde cedd-i âlîsinin hâl ve
eseri vardı. Şâhin yuvasını hâlî bırakmaz derler. Eşkiyâlann fitnesinde öldü.
Allah rahmet eylesin.
Birisi; Sâhibiyye
medresesinin muîdlerinden Mevlânâ Sûf! Himmet'tir. Âlim, sâlih bir zâttı.
Hazretten evvel vefât etti. Allah rahmet eylesin.
Birisi; Hacı
Bayram'dır. Sâlih, fakıh, dünyâyı terk etmiş ihtiyâr bir şeyhdi. Yaşının yüze
eriştiğini söylerler. Keşfi açıktı. Aramızda muhabbet ve meveddet olduğundan
hâlini bizden gizlemezdi. Hızır Aleyh-is-selâm ile mülâkat ettiğini ve ehl-i
kubûrun (ölülerin) ahvâline vâkıf olduğunu, onların gördükleri azabtan
çıkardıkları sayhaları, feryâtlannı duyduğunu söylerdi. Bir gün bana tahdîs-i
ni'met olarak şöyle söyledi. "Sultan Bayazıd’ın oğlu Selim Han zamanındaki
isyân ve şekâvet hâdisesinde gürbüz, kuvvetli bir genç idim. Eşkiyânın
korkusundan halkın dağ başlarına kaçtığı karanlık bir gecede ben de bir hayvana
binip giderken, yolda çok güzel, emsâli az bulunur genç bir câriyeye yetiştim.
"Burada ne yapıyorsun?" dedim. "Kardeşlerimi, hemşirelerimi
kaybettim, yolumu şaşırdım" dedi. Benimle gelmesini söyledim. Bir ormana
vardık. İndiğimiz vakit baktım ki vücudu sarsılıyor, elleri titriyordu.
"Bu hâlin nedir ve niçin böyle oluyorsun?" dedim. Cevap verdi. "
Beni her taraftan korku sardı. Düşmanın, ve senin gençliğinin ve Allahın
korkusundan titriyorum" deyince; "Korkma, sen benim hemşirem
makamında ol, ben sana aslâ tâlib ve râgıb değilim. Hâtırına hiç bir şey
getirme, Allahın ismeti ile benden emîn ol" dedim. Emîn ve sâlim olarak
yattı. Sabah olunca onu akraba ve ailesine ulaştırdım ve sâlimen teslim ettim.
İşte bu iffetim berekâtı ile Cenâb-ı Allah bana bu keşfi ihsân ve basarımdan
perdeyi kaldırdı." derdi. Hazretten evvel irtihâl eylemiştir. Allah rahmet
etsin.
Fasıl: Hazretin Sultan Mehraed Hân İle Eğri Gazâsına İştirâki
Sultan Mehmed'in
müşriklerle gazâya hazırlandığı duyulunca Hazret bana müşâvere yolu ile buyurdu
ki, “içimde bir gazâ etmek arzusu dolaşıyor. Bu yaşa geldim, bu zamana kadar
âcizâne erkân-ı İslâmî da yerine getirdim, helâl ve harâmı ta’lim ettim. Ancak
ehl-i küfür ve tuğyân ile cihâd ve gazâ etmek kaldı, onu da yapmak istiyorum
" dediler. "Efendim, emir sizindir, lâkin yaşınız çok ilerilemiştir.
Mücâhede-i nefs ile de cisminiz çok nahîf ve zayıf olmuştur" dedim.
“
...veccehdü vechiye lillezi fetaressemâvâti vel’arda hanîfen...“
(En’am, 79 )
(= Bâtıl
akidelerden arınıp, yeri, gökleri yaratanın vahdâniyetini tasdik ederek ona
yöneldim) buyurdular. "Sem'an ve tâaten emriniz baş üzere" deyip
sefer hazırlığına başlandı. Altı deve satın alındı. Abdülvehhâb Gâzi'nin
sancağım da beraber almayı irâde etti. Abdülvehhâb Gâzi, şâyi olan rivâyete
göre, Hazret-i Resûl-ul-lâh’ın zamanında alemdâr imiş. Bilâhere Rûm'daki
gazâlarda şehîd olmuş, kasabanın kenarında yüksek bir türbe üzerinde defn
olunmuştur. Mezarı, duaların kabul olunduğu mübârek bir makam addolunur. Bütün
halk, hatta küffar ve fesekâ dahî ziyâret eder, kurban keser, mum yakarlar.
Kabri üzerine kârgir bir kubbe ve yanma bir mescid yapılmıştır. Bazı günlerde
çok cemaat toplanır. Kuraklık, kıtlık zamanlarında halk yağmur duasına oraya
çıkarlar. Türbesinde güzel büyük bir sancak ve civarında şühedâ ve sulehâ
kabirleri vardır. Teberrüken bu alem'i de türbedânndan aldılar.
Dâr-üs-saltana'ya geldiklerinde, Şam kıt'aları Alem-i Resûl-ul-lâhı
getirmişlerdi. Sultan Mehmed, Hazrete pek çok ikrâm ve hürmet gösterdi. Sefer
ve yol malzemesini tâyin etti. Eğri Kalesi'ne vardılar. Bu müstâhkem ve
kuvvetli kaleyi Allahın inâyeti ile kolayca fetih edip yerleştiler. Kâfirler
bunu duyunca son derece gamlandı, ıztırablandılar. Kiliselerde toplandı,
buhurlar yaktı, kurbanlar kestiler. Bütün dindaşlarına haberler gönderip
biribirinin dilini anlamayan muhtelif milletlerin ittifakını temin ettiler.
Rivâyete göre otuz fırkalık bir ordu toplandı. Son neferlerine kadar harb
etmeye, ya zafer ya ölüm diye İncil ve haç üzerine yemin ettiler. Çok kalabalık
ve kuvvetli bir ordu toplanmıştı. Gözleri kararmış, başları dönmüş, dağlar gibi
yerinden oynatılmaz safları önünde bayraklarını diktiler. Kibir ve azametle
şiddet ve şevketlerini gösterdiler. İslâm askeri küffarın bu kadar kalabalık
olduğunu, şevket ve azametini bilmiyordu. Bu dehşetli ve azametli hücûm
karşısında imânı kuvvetli olmıyanlar korktu, yüz çevirdiler, geri döndüler,
arslan görmüş eşekler gibi silâhlarını bırakıp kaçtılar. Vak'a, günün ikindi
zamanında dar vakitte cereyân ediyordu. Hazret derlerdi ki: "Vaktâ ki
küffar mü'minlerin kaçtıklarını gördü, hemen taarruzunu şiddetlendirdi,
hücûmunu arttırdı. Hatta mü'minlerin çadırlarına kadar girip yağmaya
başladılar. Yâ Subhânallâh, sen Hak'sın ve kelâmın sâdıktır, va'dinde hilâf
olmaz, Sen:
“ ve
lekad sebekat kelimetünâ li’ibâdinelmürselîn “ “ innehüm lehümülmansûrûn “ “ ve
inne cündenâ lehümülgâlibûn “
( Sâffât, 171, 172,
173 )
(=Peygamber
kullarımıza, şu sözümüz geçmişti. Mutlaka zafere ulaştırılanlar kendileri
olacaktır. Bizim askerimiz elbette gâlib geleceklerdir)
“
hünâlikebtüliyelmü’minûne ve zilzilû zilzâlen şediydâ “
(Ahzâb, 11)
(= İşte orada
mü’minler denenmiş, şiddetli bir surette sarsılmıştılar ) “Küffarın kesretini
gören mü'minlerden bir kısmı korktu, kalpleri boğazlarına geldi. Allaha türlü
zanlarda bulundular. Bir kısmı ise, Allah mü’minlere yardım edecektir dedi,
sebât etti, bu tecrübe ile sâbit kadem olan ve olmayanlar belli oldu”
buyurmadın mı ? Va'd buyurduğun nusret nerede, ne vakit gelecektir ? diye tazarrû'
ettim. İslâm askerine baktım. Semâdaki Süreyyâ yıldızı gibi görünürdü.
Ben bu halde iken
sulehâ kisvesinde, yüzü, hey'eti ve siyreti güzel bir kimse peydâ oldu. Evvelce
görmediğim bu zât müjde getiren bir tavır ile bana: "Yâ Şeyh-ül-İslâm,
şimdi Sultana git, hâzinenin olduğu yerin muhâfızları kaçmıştır, oraya asker
göndermesini söyle." dedi. "Siz niçin gidip söylemiyorsunuz?"
dedim. Cevâben: "Benim Sultan ile ülfetim yoktur, sonra da onu daha
görmeyeceğim. Sen git, söyle" dedi. "Olur, baş üzere" dedim. İkindi
namazı vakti daralmıştı. Hemen abdestimi tazeleyip namazı acele ile kıldım. Ve
Sultana gittim ki, Sultanın ıztırabtan yüzü kıpkırmızı olmuştu. Çok korku ve
sıkıntı içinde idi. "Ne haber yâ şeyh?" diye sordu. "Allahın
inâyeti ile haber hayırlıdır" dedim. Ve bir az evvel gördüğüm zâtı ve
söylediklerini nakil ile, bu zâtın Hızır aleyh-is-selâm olduğunu zannettiğimi
ve işin sonunun hayır ve sevinçli olacağını tebşîr ettiğini söyledim. Bu
sözlerim padişah üzerinde çok iyi tesir yaptı. Derhal kalbi kuvvetlendi,
korkusu ve elemi gitti. Bana "Sen reis ol kumanda et" dedi. Ben,
şimdiye kadar harbde bulunmadığımı ve harb halini tecrübe etmediğimi
söyleyince, yanında bulunan bir zâta," O halde sen reis ol, Şeyh de
seninle bulunup müşîr ve yardımcın olsun" dedi. Beraber çıktık.O zât
oradaki askerlere: " İslâm gayreti, Peygamber ve Sultan gayreti nerede
kaldı" diye haykırdı ve eline yazılı bir kâğıt alarak : "Ben şimdi
burada reis ve kumandanım, murâd isteyenlere murâdlarını vermek elimdedir"
diye bağırdı. Orada hemen etrafına hayli asker toplandı ve düşmana saldırdı. Bu
sırada gür ve yüksek bir ses işittik: " Ey Allahı birleyen askerler ! ve
ey müslüman gaziler ! küffâr askeri, şeytan ordusu bozuldu, dağılıyor,
kaçıyorlar, yetişiniz, takib ediniz, kırınız" diyordu. Bunu işitince
kalbler kuvvetlendi, tüylerimiz dikildi, vücudumuz titredi, hepimiz gazaplanmış
birer arslan kesildik. Düşman çekirgeler gibi dağılıyor, kaçıyor, kırılıyor ve
kökü kurumuş ağaçlar gibi devriliyordu. Âkıbet, müttakilerin ve Allah sabır
edenlerle beraberdir". Orada bulunanlar rivâyet ederler ki, on binlerce
küffâr öldürülmüştü. Hazret buyururlardı ki, "Allah sıkıntıdan sonra
ferahlık, korkudan sonra emniyyet ve mahrûmiyyetten sonra ni'met ihsân
eyledi".
"
...elhamdülillâhillezî ezhebe annelhazen, inne rabbenâ legafûrun şekûr “ (Fâtır, 34 )
(= Allaha hamd
olsun ki, havf ve hüznümüzü giderdi. Allah mağfiret edici ve şükr edenlere
mükâfat edicidir)
deyip, hamd ve
şükür ederek Sultana gittim. "Ya Şeyh, küffann hâli nicedir?" diye
sordu. "Allaha hamd olsun, va'dini yerine getirdi, kuluna yardım etti.
Küffann cemiyyeti dağıldı" dedim. Ve sonra: "Pâdişâhım, sen askerine
güvendin ve zarûret vaktinde bana yardım ederler diye ümerânın zulümlerine göz
yumdun, müsâmaha gösterdin. Bunu iyi bil ki, kuvvet, nusrat ve izzet ancak
Allahtandır. Bundan sonra yalnız askere itimâd ve zulümlerine müsâmaha etmemeni
tavsiye ederim" dedikten sonra: " Pâdişâhım, müsaade edersen sana bir
sözüm daha var. Cedd-i âlânız Kostantiniyye fatihinin ismi Sultan Mehmed Hân'dır.
O vakit fetihde refakat eden Şeyh de Ak Şemseddin idi. Kostantiniyye'nin
fethinden sonra Şeyh, Sultan Fatih'e: "Pâdişâhım, Cenâb-ı Hak yedi iklimde
misli olmıyan güzel bir beldeyi sana bağışladı. Bu büyük ni'metin şükrünü nasıl
edâ edeceksin biliyormusun? Cuma ve cemaat için câmiler; erbâb-ı ilim ve te'lif
için medreseler; ve muhtaç ve açlar için imâretler; hastalar, yaralılar ve
mübtelâlar için hastahaneler yapmalı, fukarâ ve erbâb-ı mesâlih ve ihtiyâca
karşı adâlet temin etmelisin" dedi. Pâdişâh da kabul etti ve dediklerini
yaptı. Şimdi pâdişâhım, senin de adın Sultan Mehmed ve benim ismim de
Şemseddin'dir. İsimlerimiz tevâfuk ediyor. Ben de size adil ve ihsân yapmanızı
tavsiye ederim" dedim. Kabul ettiler" buyurdular.
T e n b i
h
Burada şu faideleri
anlıyoruz. Evvelâ, büyüklerin , ümerânın yanında bulunan kimselerin kalbi temiz
ve çok kuvvetli, cesâretli olmalı. Sabırlı ve temkinli olup her duyup
işittiğini onlara hemen söylememeli. Ve şiddet ve ıztırab zamanlarında
yanlarında aslâ korku, zaaf ve fütûr göstermemeli, bil'akis mümkün olduğu kadar
onların kalblerinden korkuyu gidermeli, kuvvet ve cesâret vermelidirler. Nasıl
ki Kur'ân-ı Kerimde hikâye buyurulduğu üzere Belkis, Süleyman Aleyh-üs-selâm'ın
mektubunu alınca, kavminin ileri gelen büyüklerini çağırıp, “ Bana,
“ innehü
min süleymâne ve innehü bismillâhirrahmânirrahim “
(Nemi, 30)
( = o (mektub)
Süleyman’dandır. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adı ile başlamaktadır)
yazılı bir mektup
geldi. Buna karşı ne yapacağımı bilemiyorum, kat'î bir karar veremedim. Sizin
bu bâbda fikir ve mütalâanız nedir?" diye sorduğu vakit, Belkis'in
ellerinin titrediğini bedeninin sarsılmış, yüzünün sararmış, çok korkmuş
olduğunu gören vüzerâ ve ümerâsı, korkusunu gidermek, kuvvet ve cesâret vermek
için, "Biz çok kuvvetliyiz, harbe ve cidâle kudretimiz vardır. Maahâzâ
emir yine sizindir" dediler. Böyle yapmasalardı, ilk ağızda zaafdan
bahisle, biz Süleyman'a ve onun ordularına karşı koyacak kudrette değiliz diye
izhâr-ı aciz ve havf gösterselerdi, Belkis'in zaafı ve korkusu artacaktı ve
belki de ölmek tehlikesi vardı. Bu sebeble Süleyman'ın kudret ve şevketini
bildikleri halde Belkis'i takviyeye lüzûm gördüler.
Din ülemâ ve
hükemâsı, sây-ü-gayret ve emekleri beyhûde ve sözleri zâyi olmamak için,
sözlerinin te'sir ve nüfûz edecek zaman ve mekânı gözlemeli, ve vakti gelince
de, fırsatı ganîmet bilip fevt etmeden söylemelerinin gerekli olduğu.
Büyüklere ve
ümerâya da, ülemâ ve fuzelânın sözlerini dinleyip nasihatlerini kabûlün elzem olduğudur.
Fasıl: Hazretin Vefâtı
Ordu Eğri fethinden
döndükten sonra Hazret Sivas'a, yol meşâkkati, güz mevsimi soğuğunun te'siri
ile çok zayıf olarak gelmişlerdi. Günden güne zaafı arttı, mübârek bedeni
erimeye başladı. Beni vasıyy tâyin buyurup, cenâze masrafı ve ıskat ve ta’am
karşılığı olarak iki yüz dinâr verdi ve Saîd,Hamîd, Râzî veMarzî olarak 1006
senesinde Rabbi'ne rücû' etti. En son sözü :
“inni
veccehdü vechiye lillezî fetaressemâvâti vel’arda hanîyfen ve mâ ene
minelmüşrikîn “ (Nemi, 79)
(= Bâtıl
akidelerden arınıp, yeri, gökleri yaratanın vahdâniyyetini tasdîk ederek O’na
yöneldim, ben müşriklerden de değilim )
kavl-i kerîmi
olmuştu. Hazretin irtihâlini duyan halk fevc fevc geldiler. Büyük bir galebelik
(kalabalık) cenâzeyi ta’zîm, tekrîm ve tevkîr ile tehlîl sadâları, ağıt ve
feryâdlarla başları üzerinde musallâ'ya koydukları vakit Sıvas'da misli
görülmemiş ve işitilmemiş bir cemaat toplanmıştı. Musallâ meydanı dolmuş, bir
kısım halk damların üzerine çıkmışlardı. Ülemâ, sulehâ, fukahâ, hükkâm, ümerâ
hep gelmişler, münâfık ve mülhidlerden başka bütün kasaba halkı cem olmuşlardı.
Cenâze namâzınm imâmeti Cenâb-ı Hakkın fazl-ü-keremi ile bana nasîb oldu.
Musallâdan yine başlar üzerinde getirilip, Hasan Paşa Câmiinin avlısındaki
kabr-i şerifine defnolundu. Hazret hayatlarında bu yerden gelip geçerken burada
dua etmeyi âdet edinmişlerdi. Birgün kendilerine, "Efendim, siz her ne
vakit buradan geçerseniz durup dua ediyorsunuz, kim için dua ediyorsunuz?"
diye sordum. Cevâben: "Bu yeri bana kabir olmak üzere hîbe etmesini câmi
sahibinden istemiştim. Hîbe ettiler" buyurmuşlardı. Dedikleri gibi oldu.
Vefatından üç sene sonra üzerine çok güzel kârgir bir kubbe yapıldı. Türbe-i
şerifleri, erbâb-ı hâcâtın dualarının kabul olunduğu mübârek bir yerdir. Bilhassa
şiddet, belâ ve musîbet zamanlarında ziyâret ve tevessül olunur. Allahtan bu
makamı mübârek ve kerîm kılmasını ve burada hayır ve salâh için dua edenlerin
dualarını kabul ve mekir ve gam ve elemlerini felâh ve sevinç ve neş'eye tebdil
buyurmasını ve bu makâmın ruhâniyetini artırıp bizi de bu sahaya ilhâk ile
bereketinden nasiblendirmesini niyâz eder, ehibbâ ve ihvânımızdan da
vefâtımızda bizi vifâk ve muhabbetle bu binanın altına koymalarını dileriz.
Mehmed Dedeyi türbedarlığına vasıyyet buyurmuşlardı. Vasıyyetini yerine
getirdim. Türbedârlık vazifesi olarak da îşham Tuzlası hâsılatından yevmiyye
bir dirhem ta’yin edildi. Hâlen bu vazîfeyi yapmaktadır.
Fasıl : Kara Yazıcı Vak'ası
Hazretin
irtihâlinden sonra zamanın ahvâli bozuldu. Bilhassa bütün Rûm vilâyetlerinde (
Anadolu’da) zulüm, çevir ve tuğyan ehli zuhûr etti, ihtilâl ve şekâvet baş
gösterdi. Bu hal 1009 senesinde büsbütün artarak şeâmet baykuşunun sesi
yükseldi. Kara Yazıcı nâmı ile iştihâr eden bir eşkiyâ reisinin başına nerede
fenâ adamlar varsa toplandı. Yirmi bin kadar olduğu rivâyet edilen bu şekâvet
ordusu Çorum kasabasından hareketle Sivas üzerine yürüdüler. Sivaslılar
tefrikaya düştüler. Bir kısmı çoluk çocuklarım ve mallarını alıp kaçtılar. Bir
kısmı da kal'â ve müstâhkem yerlere girip müdâfaa ve muharebeye karar verdiler.
Ben sabr ederek Allaha sığındım. Büyük bir kuvvetle şehre giren eşkiyânın hemen
hepsi genç delikanlı, kalblerinden şefekat ve merhamet hisleri silinmiş,
silâhlan keskin, oklan zehirli, süngüleri uzun, şiddetleri pervâsız,
savletleri, hamleleri âni, kalbleri bozuk, niyyetleri kötü adamlardı. Üç ay
kadar kaldılar. Erkekleri öldürdüler, mallarını ve çocuklannı yağma ettiler,
evleri, dükkânları yaktılar. Ma’mûr yer bırakmadılar. Ağaçları kestiler,
mezrûatı tamamen tahrib ettiler. Hayvanlan boğazladılar, şehir etrafında kaz,
ördek, tavuk, güvercin, serçe bırakmadılar. Onlar gittikten sonra da
insanlarda, hayvanlarda hastalık ve ölüm baş gösterdi. Sivas'tan Kayseri'yi
vurmaya gittiler. Orada Hacı İbrahim Paşa kumandasındaki hükümet kıt'aları ile
karşılaştılar. Şiddetli ve kanlı bir muhârebede, -Allahın hüküm ve kaderi-
eşkiyâ gâlib, Hacı İbrahim paşa kuvvetleri münhezim oldu. Kayseri'den
Elbistan'a yürüyen şakîler Elbistan'da
Mehmed Paşanın oğlu
Hasan Paşa kumandasındaki kıt'alarla karşılaştılar. Cereyân eden amansız bir
harb sonunda eşkiyâ dayanamadı, kısa bir zamanda mağlûb ve münhezim olarak
perişan bir halde dağıldılar, memleketlerine kaçtılar. Aslı Canik'li olan
reisleri Kara Yazıcı, etrafındaki sâdık avenesi ile Canik kasabalarından
Samsun'a kaçtı ve orada öldü. Allah ona ve ona tâbî olup muhabbet edenlere
lânet eylesin.
Bu hâdiseden sonra
Rûm vilâyetlerinde (Anadolu'da) nizâm ve intizâm büsbütün bozuldu. Arz'ı ifsâd
ve cemiyyeti, nesli mahveden ye'cuc me'cuc çıkmış gibi zulüm ve çevir ehli
türedi, her tarafı istilâ etti. Emniyet ve âsâyiş kalmadı. Bilhassa Sivas ve
nahiyelerindeki halk çekirgeler gibi etrafa dağıldı. Issız ve harab olan
köylere kurtlar, vahşî hayvanlar yerleştiler. Arâzi baştan başa sâhipsiz, boş
ve muattal kaldığından açlık baş gösterdi, Fukarâ halk ot yapraklarını, ağaç
köklerini ve kabuklarını, daha sonra çöplük ve yollardaki buldukları cifeleri
yediler ve kurtlar gibi köpek ve kedileri avladılar. Bu feci' durum devam etti.
1012 tarihinde kaht-ü galâ son haddine varmıştı. Kedi ve köpek de kalmayınca
hayvan kanlarını ve İaşelerini ve daha sonra da çocukları boğazlayıp yemeye
başlamışlardı. Hattâ bir gün bir tencerede pişirilmiş çocuk eti bulundu.
Boğazlayanı ateşe atmaya hükmettiler. Bu adam yanarken etrafını çeviren aç
insanlar ateşin alevi hafifleyince bunun büryân gibi kızarmış etini de yemek
için kapıştılar. Bu hâdiseden sonra artık bu feci' hâl men' edilemez de oldu.
Fakirlik, açlık, insanları böyle ne kadar fenâ akıbetlere sevk ediyor. Bu, çok
azîm bir musîbet idi. Kendisine rücû' edeceğimiz hüküm sâhibi Allaha tevbe
eder, mağfiret dileriz. Allah zâlimlere insâf, bizlere ve cümle mü'minlere
tevbe-i nasûh ihsân buyursun.
Fasıl: Sülûke Müteâllik Bazı Mesâil
Mâlum olsun ki sıdk
ile tâlib olan hulûs sahibi sâlike maksadına vâsıl oluncaya kadar durmadan,
gevşemeden, ihmâl etmeden ve usanmadan tam bir azim ile teveccüh etmesi
vâcibdir. Eğer sâlik bundan aşağısına kanâat ederse, keşif ve kerâmet sahibi
olsa dahî, kâmil olamaz, nâkıslardan sayılır. Sâliki terbiye eden mürşide de,
sâlik mevâcid'e erişinceye kadar terbiyye ve tezkiyyesine devam etmek vâcibdir.
Eğer vusûlden evvel terbiyye ve tezkiyye terk edilirse, iyi bir toprağa dikilen
güzel bir meyva fidanı diktikten sonra suyuna, tımarına bakılmayınca kuruyup
yakacak odunu olacağı gibi, sâlikin de, onu terbiyye eden mürşidin de emekleri,
çalışmaları zâyi ve abes olur.
t z â h
Mevâcid : Sâlikin bütün âzâsında mânevi ve ruhânî
bir lezzetin hâsıl olması, duyulmasıdır. Bu, dördüncü ismin tulûunda olur ki
makamı nefs-i mutmainne makamıdır. Âlemine de, Âlem-i Melekût derler. Sâlike bu makama kadar şeyhi
nefsile, ve bu makamdan sonra da Hakkın yardımı ile himmeti ile delîl olur.
Sâlik bu makama erişince "irtidâd"dan emin olur, yani artık bu yoldan
dönmek korkusu kalmaz ve ona ibâdet, meşâkkatsiz, külfetsiz tabiat olur. Çok
büyük bir lezzet ve zevke erişir. Gecesi gündüz ve gündüzü gece olur. Çünkü
sâlik Allahın tükenmez, bitmez hazînelerinden bir hazîne bulmuştur.
Bu, hâricde,
âfakta, şöyle temsil edilebilir: Dünyayı çok seven harîs ve bahil bir adam
zengin olmak için elinde kazma kürekle define ararken tesadüf ettiği sâlih,
dindâr, her şeyi iyi bilen, aklı eren bir zât ona, "Define arıyor isen ben
bir yerde büyük bir define alâmeti gördüm, gel sana göstereyim" diyerek
önüne düşer, oraya götürür ve " işte burasını kaz, inşâallah aradığını
bulursun" der. Define arayan, o yeri tam bir gayretle sabaha kadar kazar,
bir alâmet bulamaz, döner. Delîl olan zâta gelir, bir şey bulamadığını söyler.
O zât, ümidini kesmeyip kazmaya devâm etmesini tavsiye eder, geri gönderir.
Büyük bir himmet ve gayretle tekrar kazmaya başlar. Yine bir şey bulamayınca
me'yûs olarak hırsla delîl olan zâta gelir ve "Benim sana îtikâdım
kalmadı, beni boş yere bu kadar yordun, belâya düşürdün, artık bu işi
bıraktım" der. Delîl, "Hayır, bırakmıyacaksın, muhakkak define
vardır. îhmâl ile ve ağır ve gevşek çalışmakla bulunmaz. Ya define çok
derinlerdedir veyahut sen yerini iyi tâyinde isâbet ettirememişsindir."
diyerek berâberce gider ve definenin yerini tâyin edip gösterir. Adam kazmaya
başlar, delîl de elinde asâ ile başında durur; yorulup, usanıp, kaçacağı vakit
asâ ile vurur, bırakmaz, akşama kadar kazdırır. Artık tâkatı tükenir, bırakmak
ister. Delîl;
“ve en
leyse lil’insâni illâ mâ se’â “ “ ve enne sa’yehü sevfe yürâ “ (Necm, 39, 40 )
(^İnsanlığın icâbı
sây edip çalışmaktır, sây edenler mükâfatlarını göreceklerdir)
diyerek, mücâhede
ile kazmaya devamını emir ve ısrâr eder. Karanlık çöker. Zahmet ve cefa
kemâlini bulur ve adam artık bu işin aslı olmadığına kani' olup vaz geçmeye
karar verir. Fakat delîl yine müsâade etmez. "Dönmek yok, bırakamazsın,
mutlaka kazacak ve bulacaksın" diye icbâr edince, adam son bir gayretle
eşerken, şiddetle vurduğu bir kazmanın ağzında tatlı bir sesle tâze bir altunun
sıçradığını görünce sevinir, ferahlanır. Şevk ve şiddetle kazmayı tekrar vurur,
altunlar çıkmaya başlar. Neş'esi, sevinci artar, kuvveti ve gayreti tâzelenir.
Bütün kuvvet ve gayreti ile kazarken nihâyet definenin kapağı kalkar, üzerlerinde
:
Lâilâhe
illâllah Muhammed resûlâllah
yazılı el değmemiş
altunları görünce hemen üzerine kapanır. Bundan sonra o kimse artık o defineyi
hiç bırakır mı ? Geceyi üzerinde geçirir ve delîl olan zâta da son derece
muhabbetle dua, hürmet ve ikrâm eder, onu ana, baba, evlâd ve ayâlinden daha
ileride tutar. İşte, "mevâcid" i anlatmak için bu çok güzel ve
yerinde bir teşbîh olur. İyi düşün, anla ve doğruyu bul!
Ve yine mürîde,
vaktini tefrikadan koruyup ibâdetle i’mâr ve kalbini ağyârın kederinden ve
teşvişinden muhâfaza ile gece gündüz kalbini cilâlandırmaya gayret etmesi ve
nefs-i emmâre sahibi, hevây-ı nefsine tâbi zâlimlerden, Allahın emrini tutmayan
muhâlefet eden fâsıklardan, facirler ve şerîr adamlardan son derece kaçınması
ve zenginler ve ümerâ ile düşüp kalkmaması vâcibdir. Çünkü bunların sohbetleri
uyuz hastalığı gibi geçer, sâridir. Sâlih ve kerîm, fâzıl, hayırlı kişilerle
oturup kalkmalıdır. Kadın, çocuk ve genç delikanlıların da sohbet ve ülfetinden
ictinâb etmelidir. îmâm-ı Kuşeyrî, gençlerin, delikanlıların sohbetinden tahzîr
ile, bunların sohbetleri hile, hud'a ve rüsvâlığa sebeb olur der.
Rivâyet ederlerki :
Ebu Amr-ül-basrî, zamanında kıraat ilminde en ileride gelen çok kuvvetli bir
hâfız idi. Kasabanın zengin ve büyüklerinin evlâtlarını da okuturdu. Bir gün
talebelerinden temiz giyinmiş çok yakışıklı ve güzel bir genç yalnız olarak
kendisine gelir. Onu görünce içi çeker, meyl eder. Kalbinde hâsıl olan
muhabbeti zabt edemiyerek çocuğu bağrına basar ve öper. Çocuk: "Üstâdım,
bu haram işi nasıl yaptın ? Millet seni İslâmın ulularından, şeyhlerinden
sayarlar iken bu haram iş sana yakışır mı ?" deyince, Ebu Amr müdhiş bir
hicâb duyar, hacâlet içinde kalır. Bu hadiseyi kendisi şöyle anlatıyor:
"Bu hareketimden pek çok nâdim ve peşimân oldum. Benliğim sarsıldı.
Kalbimi yokladım. İlim, hikmet, irfândan eser kalmamış, tamamen boşalmış,
yerlerini cehil, zulmet, hayret, şaşkınlık ve nisyân kaplamış, Kur'an-ı
kerîmden hâfızamda hiç bir şey kalmamıştı. Bu hâdise şâyi oldu. Talebelerim
dağıldı. Şaşırmıştım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Tevbe ve istiğfar ettim.
Birisi; erbâb-ı irfândan kâmil bir şeyh haber verdi. Ona gittim, ellerini,
ayağını öperek vakıayı, bu kötü hal ve hareketimi beyân ve i'tirâf ettim.
Himmetini diledim, beni kovdu. Çok yalvardım, ısrâr ile istirhâm ettim. Bana
işâretle," Çok azîm meşakkat çekmedikçe bu işin olmaz, evvelki hâlini
bulamazsın. Hicaz'a git. Orada Câmi-i Âyîşe'de kâmil ve müstecâb-üd-dâve, duası
makbül bir zât vardır. Ona mürâcaat eder, benim selâmımı da söylersin" dedi.
Derhal yola çıktım, çok zahmet ve meşâkkatten sonra varıp o zâtı buldum. Selâmı
tebliğ ettim. Bana himmet ve dua etti. Allahın fazl-ü kereminden onun duası
berekâtı ile kalbim yine nûr, ilim nûru ve Kur'an ile doldu" diyor.
Kavm (
ehl-i tarîk ), zikir etmekte iki yol tutmuşlardır. Bir kısım tarikat erbâbı,
zikr-i hafi ve kalbî'yi ihtiyâr etmiştir ( sessiz ve kalbden zikrederler). Bu,
Ebû Bekr-üs-sıddık hazretlerinin tarîkidir. Bu tarîkin sâlikleri kıyâfetlerini
tebdil etmez, değiştirmezler, halka kurmazlar, hareket etmez, seslerini izhâr
etmez, bağırıp çağırmazlar. Böyle olduğu için tarikatları inkâr edenler bunlara
dahi ve inkâr için vesile ve cevâz bulamazlar. Bunlarda riyâ ve süm'a sebebleri
de olmadığı için selâmet bir tarikat ise de, bunların menzilleri, tuttukları
yol çok uzun bir yol olduğundan, maksada, gayeye ancak binde birisi vâsıl olur.
Bu tâife ekseriyetle Buhara ve Semerkand taraflarındadır. Başka diyârlarda pek
az bulunurlar.
Diğer bir
kısmı zikr-i cehrî'yi ihfa üzerine tercih etmişlerdir. Zikirlerini sesle,
hareketle yaparlar, halka kurarlar. Bunlar Nebî-i Zîşân Efendimizin:
“ İzâ merartüm biriyâzi’l - cenneti
ferfe’û fîhâ. Kâlû vemâ riyâzu’l - cenneti yâ Resûlullâh fl’d - dünya Kâle :
Halâku’z - zikri ve meclisü’l İlmî “
(= Siz cennet
bağçelerine rastladığınızda ondan mütena'im ve müstefîd olunuz..Yâ Resûl-el-lâh
“Dünyâda cennet bağçesi nerede?" diyenlere, "Zikir halkaları ve ilim
meclisleridir" de) buyurdukları veçhile, sünnet-i Resûl-ul-lâh' da câri
olduğu üzere halka kurmak sünnetini ihtiyâr etmişlerdir.
İbâdete
mahsûs olan temiz ve tâhir bir yerde fasid, fâni, yaramaz ve geçici
meşguliyetlerden fariğ ve hâlî olunduğu bir zamanda birbirine sıkı sıkıya
bitişik, aralarında hiç bir açık yer bırakmadan dizleri üzerine oturarak gözlerini
kapayıp hulûs-i kalb ile fenâlıklardan vaz geçip sıdk ile Allaha meyi ve
teveccüh ederek irşâd ve hidâyet taleb ve niyâz etmek şartıyla kurulan halkada,
temiz bir lisân ve başı önüne eğilmiş mütevâzi bir beden ve tavır; mahviyetkâr,
sâkin ve mutmain bir kalb; içten gelen, inleyen bir sadâ ve güzel bir makâm ve
edâ ile başlayıp sonra hepsinin bir vücut gibi, aslâ birbirine muhâlif olmadan
bir "yay"dan fırlamış ok gibi hareket ederek böyle kemâl-i edeble
yapılan zikirde, halka, aşk ateşi ile tandır gibi yanmıya başlar ve zikrin
kalblerde parlayan ateşi, alevi, bedene sirâyetle cildleri yumuşatır, tüyleri
ürpertir, kalbleri devreder, dolaşır, cesed ve bedenleri değirmen taşının
şiddetle döndüğü gibi tahrik eder, döndürür. Beden hafifler, terler akar, ve böylelikle
bedendeki hayvânî rutûbet ve fenâ buhar çıkar. Sonra bu harâret bedenin, cildin
içine de sirâyetle cisimdeki fazla eti ve yağı eritir, kanı keser, daha sonra
da ciğere, dalağa ve nihayet kalbin "sanev beriyy-üş-şekil" olan
dâhiline vâsıl olup yağını eritince bedenin ağırlığı da gider. Balgam ve kan
halitaları hallolur. Ciğer boşalır, hafifler, temizlenir ve beyazlanır ve artık
beşer tabiatının zulmeti zâil olur, uyku ve gevşeklik gider, içi dışı
dabağlanmış deri gibi pâk olarak kalbler zikr-i cehrinin nûru ile aydınlanır ve
insandaki ahlâk-ı zemîme, şeytan ve yırtıcı hayvanların huyları kalmaz. Çünkü
aşkın ateşi, hicâb (perde) ağaçlarını yakmış, ruhun nûru parlamış, zulmet
gitmiştir. İşte buna böylece sıdk ile, ihlâs ile devam edenlerin Allahın izin
ve keremi ile ahass-ı havâs' dan olmaları kuvvetle me'muldur. Bu hâli haricde
şöyle temsil ve teşbih edebiliriz :
Geniş bir
sahrâda üzerinde uzun kamışlar bitmiş, orman haline gelmiş büyük bir gölün
suları çekilip kuruyunca içine yabânî, vahşî hayvanlar, yılan akreb vesâir
haşerât yerleşerek orada saklanıp, üreyip türerken, kamışlar kuruduğu zaman bir
ateş düşer ve şiddetli bir rüzgâr da eserse, sazlar, kamışlar kısa bir zamanda
içindeki haşerât ile birlikte yanıp, yeri temiz ve pâk olarak her türlü hubûbat,
meyve ağaçlan, gül, çiçek zer'ine sâlih olacağı gibi zikr-i cehrî de sâliki
böyle yapar. Dikkat et, iyi anla.
Ehl-i
tarîkden zikr-i cehrî'yi ihtiyâr edenler, bu yolun maksada en çabuk ulaştıran
kestirme bir yol olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların silsileleri"Cenâb-ı
Aliy-el-Mürtezâ kerrem-al-lâhü vechehû" ya müntehî olur. Hazret-i Ali
ibn-i Ebî Tâlib, Resûl-ul-lâh
Efendimiz’in
zikr-i cehrî'yi:
“ Kul yâ
Alî : Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah “
(= ‘Lâ
ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah’ diye zikret yâ Alî ) emri ile ilk defa
telkin buyurdukları zât-ı âlî'dir.
Erbâb-ı
Halka ( Zikirde halka kurup devrânı tercih edenler ), devrânın şeklinde ihtilâf
etmişlerdir. Bazılarının devrânları "rahâvî" dir. "Semâ"
ettiklerinde değirmen taşı gibi sağ taraflarına devr ederler, bunlar
"Rûşenî" lerdir. Beyt-ül-harâm'daki tavâfa ve sağın soldan hayırlı
olmasına temessük ile bu şekli tercih etmişlerdir. Erbâb-ı halkanın diğer büyük
bir kısmı ise, semâ'da sol tarafa devr ederler. Bunların delilleri de şudur:
"Nefs-i emmâre" nin kuvvetleri olan kalb, ciğer ve dalak sol
taraftadır. Soldan tahrik ederler. "Nefs-i emmâre" ise düşmanların
düşmanı olduğundan sâlike, zâkire vâcib olan, onu kahrve tenkil ve mağlub
edinceye kadar üzerine hücûm etmektir. Düşman solda iken sağa devretmek, ona
hücum değil, ondan yüz çevirmek olur ki, hikmete de muhâliftir" derler. Ve
nasıl ki altındaki âb-ı hayat gibi lezîz bir su membaını meydana çıkarmak için
üzerindeki kayayı kırmak isteyen kimse kayayı sol tarafına ve "külüng"
ü sağa alıp taş parçalanıncaya kadar sağdan sola kuvvetle vurduğunu misâl
getirerek, sola teveccüh lâzımdır derler. Ve Tabakât-ül Evliyâ'da görüldüğü
veçhile, "Ricâl-ul-lâh"tan "Üçler" denilen zevât-ı
âlîye, Hazret-i Kutb-ül-aktâb ile İmâmeyn" dir. İmâmeyn'den birisi kutbun
sağında diğeri solunda kâimdir. Sol tarafındaki zât sağdakinden daha mukaddem
ve hayırlıdır. Çünkü kutbun kalbine nâzırdır. Kutbun kalbinde ne zâhir olursa
kıl-ü-kal'siz onu yapar. Kutbun intikâlinde sol tarafındaki zât makâm-ı
kutbiyyet'e geçer. Sağdaki de sol taraftakinin yerine; "Evtâd" denilen
ricâlden birisi de sağ taraftakinin; "Büdelâ" denilen ricâlden
birisi evtâd'dan olanın; ve "Nücebâ" denilen ricâl-ul-lâhdan
birisi de büdelâdan olanın; "Nükebâ" denilen ricalden birisi
dahi onun yerine kâim olması ile de sol tarafa deverânın müreccâh olduğunu
te'yid ederler.
Fasıl: E v 1 i y â - u 1 -1 â h ı n Tarîkleri
Mâlum
olsun ki, evliyâ-ul-lâhın tarîkleri, yollan:
“El-turuku
ilâllahi bî-adedi enfâsi’l halâyıki“
(= Allaha
giden yollar mahlûkâtm nefesleri sayısıncadır) beyân-ı âlîsi veçhile kısımları
ve sınıfları zabt edilemiyecek, sayılamıyacak kadar çok olmakla beraber, aslı
itibariyle başlıca üç kısımda mütalâa etmek mümkündür.
1-
Birinci kısım: Sülûk'e girmeden, mücâhede ve
riyâzattan evvel kendisine cezbe erişip Allahın hâzinelerinden bir hâzineye
vâsıl olanlardır. Bunlar Allahın sırlanna vâkıf olduklan için evliyâdan
olmuşlardır. Bu kısım velîler Allahın murâdı ve mahbûbudurlar. Çünkü ikâz,
uyarma ve dâvet evvelâ Hak tarafından vâki olmuştur. Bu çok büyük bir nimettir.
Bu nimete nâil olduktan sonra mücâhedeye devam etmeyenlerin hâzinelerinin
tükenerek hallerinin zâil olup evvelki gibi müflis olmalarından korkulur.
2-
İkinci kısım: Bir ni'met-i azîme olan cezbeye
eriştikten sonra, Cenâb-ı Hakkın bu ni'metinin şükrünü edâ ve tarikatın hak ve
icâplannı ifâ için şiddetle mücâhede ederek ubûdiyyet makamında şeriat edepleri
ile edeplenip Mevlâsının emrine muntazır ve riayetkar olanlardır ki, bunların
vâridatlan Allahın inâyeti ile mücâhede tarafından devam ettiğinden,
hâzineleri, mülûk ve salâtîn-i kadîmenin hâzineleri gibi tasarrufla tükenmez,
dâim ve bâki kalır. Bu ikinci kısım, üç kısmın çn kâmil, tam ve güzel olanıdır.
Çünkü evvelâ Allahın murâdı ve mahbûbu olduktan sonra da durmadan, ihmâl
etmeden, azm ile mücâhede etmişlerdir.
3-
Üçüncü kısım: Sâlik evvelâ âhıret azâbı korkusu ile
uyanır. Ya bir kâmil şeyhin nefesi veya nazan, veyahut ilmi ile amel eden bir
âlim-i Rabbânî'nin kelâmı tesiriyle cezbesiz olarak tarikata sülük eder. Hakkın
müridi olur. Hakkı dileyerek, istiyerek ahlâk-ı zemîme ve bütün fenâlıklardan
tamâmen arınıp ahlâk-ı hamîde ile bezeninceye kadar Allah yolunda bihakkın
mücâhede ve edeb-i şeriatta bütün güçlük ve meşakkatlere tahammül ettikten
sonra Mevlâsınm hizmetine lâyık olup cezbeye erişir ve kendisine Allahın
hâzinelerinin kapıları açılır. Bu üçüncü kısım da güzel ve nefsinde tam ise de,
ikinci kısım mertebesinde değildir. Zirâ evvelce Hakkın müridi olmuş, Hakkı
dilemiş, sonra cezbeye erişmiştir. Aralarında büyük fark vardır.
Vâsıl olanlar,
bu yolda gayeye erişenler de, istidatlarına göre her tıe kadar mertebeleri
birbirinden farklı iseler de, başlıca iki kısımdırlar:
Bir kısım
vâsıl'lar, gayeye, maksada erişince, Cenâb-ı Hak onu ind-i İlâhisinde tutar,
halk'a dönmeye, irşâda izin vermez. Bunlar nefsinde kâmil ve makbûl olur."
Vâsıl-ı Makbûl" denilir.
Diğer bir
kısım vâsıl'lar maksada erişince - cezbesi mücâhededen evvel veya sonra olsun -
Cenâb-ı Hak onu halk'a rücû'a ve halkı dâvet ve irşâda me'zun kılmıştır. Bu
gibi zevâta da "Vâsıl-ı Merdûd", ve:
“ Sâyir
anillâh bi - iznillâh “
( =
Hakkın izni ile Hak'tan halk'a seyr edenler) denilir. Bu kısım vâsıllar,
vâsıl-ı makbûl denilen birinci kısımdan daha çok kâmil, tam ve âlâdır. Çünkü
hem nefsinde kâmildir, hem de başkalarını tekmil ederler. Bu makam, Cenâb-ı
Hakkın:
“ yâ
eyyühennebiyyii innâ erselnâke şâhiden ve mübeşşiren ve neziyren ““ ve dâ’ıyen
ilâllâhi bi’iznihî ve sirâcen münîrâ “
(Ahzâb,
45, 46)
( - Ey
Resûlüm ! Seni ümmetlerin tasdîk ve tekzibine şâhid, rahmetimize müjdeci,
azâbımızdan korkutucu ve insanları tevhîde dâvetle, küfür ve şirk karanlığını
aydınlatan parlak bir ışık ve nûr olarak gönderdik)
kavl-i
kerîmi üzere enbiyâ' makamıdır.
Şu da
bilinmek gerekir ki, geçmiş zamanlardaki meşâyih bir beldede şeriata mütemessik
tarikatlardan bir halîfe var iken - ve lev sülük ve etvârları muhtelif de olsa
- oraya diğer bir halîfe göndermezlerdi. Bunu usûl ve edep ittihâz etmişlerdi.
Zirâ hilâfet ve halîfe göndermekten maksad mü'minlerden ahlâk-ı zemîmeyi
gidermek, fenâlıklardan uzaklaştırıp Hakka takrîbdir. Böyle olunca bir beldede
iki halîfe ayni zamanda içtimâ' eder, bulunursa, ihtilâf-1 kelimeyi mûcib olup, emir aksi
neticeyi verir. Bu da hilâfet ve halîfe göndermenin hikmet-i vücûdunu ihlâl
eder. Binâenaleyh, bir beldede sülük ve etvârları ayrı ayrı da olsa iki
halîfenin bulunması maksadı ihlâl ederse, bir şeyhin iki halifesinin aynı
zamanda bir beldede bulunmasının aslâ câiz olamıyacağı aşikârdır. Nitekim iki
şeriat-ı cedîde sahibi bir asırda asla içtimâ' etmemiştir. Biz şimdi maâlesef
bunu bir çok yerlerde görüyoruz ve dediğimiz gibi de buluyoruz. Şu da sûfılerin
âdâbındandır ki, kendisini irşâd edecek olan şeyhi sağ oldukça onu terk etmez
ve başka bir şeyhe de asla gitmezler. Böyle yapmayıp da hayatta şeyhi var iken
diğer bir şeyhe de gidenler, kocasından başka birisini de dost tutup onunla da
münâsebette bulunarak bazan kocasının, bazan dostunun evinde kalan fena
kadınlara benzerler ki, dostundan olan feyz-i mânevi, veled-i zinâ gibi olur.
Böyle bir hareketi ancak tarîkata fâsid garazlar, âdi maksad ve menfaatler için
giren riyâ ve süm'a erbâbı veya sülûküne zaaf ârız olan, fütûra düşenler
veyahut bir fitneye uğrayan, akl-ı selîmini kaybedip dalâlet ve inkâra sapanlar
yaparlar. Böylesi fenâlıklardan Allaha sığınırız. Bu gibiler sokaklarda ciyfe
arayan, çöplüklerde murdar şeyleri yiyen köpeklere benzerler. Ehl-i rüsûmdan
zâlim, fasık, rezil ve alçaklara müdâhene ile (kavuk sallayarak) onların
öldürücü zehir gibi olan haram lokmalarını yerler. Cahil halk da onları hâl
ehli ve esrâr sahibi kimselerdir zannederler. Hayır, aslâ böyle değillerdir.
Onlar ebrâr değil, eşrâr ve yol kesen din hırsızlarıdırlar. Cenâb-ı Allah
cümlemizi bu şeâmetten (uğursuzluklardan) esirgesin.
H â t e m
e
Sivas Kasabası İçinde ve Etrafında Medfûn Olan Velâyet ve Kerâmet Sahibi
Zevâtın Kabirleri
Birisi Abd-ül-Vahab
Gâzi'dir: Halk arasında şâyi' olan rivâyete göre Hazreti Peygambere
yetişmiştir. Menâkıbım yukarda zikr etmiştik. Kabri, Sivasın şarkında, Nehr-i
Sâfı denilen çayın kenarındaki yüksek bir tepenin üstündedir.
Şeyh
Erzurum : Şehrin
kıble tarafında Sultan Çayırı kurbindedir. Rivâyet ederler ki, bu zât Sivasa
geldiği vakit zâviyesinin bulunduğu yerde beyaz bir elbise ile kıbleye teveccüh
etmiş, başını cübbesinin içine çekerek mürâkabe halinde oturur imiş. Bu esnada
kasabadan gezmek ve avlanmak için o semte çıkan bazı kimseler uzaktan bunu
görünce beyaz bir cisim zan ile ok atmaya başlarlar. Atılan okların sağma,
soluna, etrafına düştüğünü, bir türlü isabet etmediğini görürler, hayret
ederler. İçlerinden birisi koşup yanma gider, bakar ki, şâyân-ı hürmet ve
muhabbet bir şeyhdir. Hürmet ve ta’zim ederler. Vefatından sonra da kârgir
kubbeli bir türbe yaptırır ve vakıf ta’yin ederler. Allah ona ve civârında
medfun olan ülemâ, sulehâ ve şühedâya rahmet eylesin.
Şeyh
Çoban: Kasabanın
garb cihetinde medfündur. Mezarı teberrük ve ziyâret olunur. Şehirde ve
köylerde pek çok muhibleri vardır. Rivâyet olunur ki bazı zamanlar, hâlen kendi
evkafından bulunan Sivas'ın yakınındaki Emir Han karyesinde oturur ve orada
ziraat ve hirâset ederken ekin ve buğday dövme işlerinde bir yaban öküzü gelir,
onu çalıştırır imiş. Ben o köye gittiğimde, civarındaki dağın altında çayın
aktığı hâlî ve sâkin bir yer gördüm. Sâlike teveccüh-i tâm hasıl olacak ruhânî
bir yerdi. Rivâyet edilir ki, Abd - ül - kâdir Ceylanî hazretlerinin şeyhi,
yüce himmet ve açık kerâmet sahibi olan " Şeyh eb - ul - Vefa Tâc - ül -
ârifın - il - Bağdâdî", Diyâr-ı Rûm'a üç halîfe göndermiş ve bunlara:
"Bindiğiniz hayvan nerede tevâkkuf eder, durursa, makamınız ve irşâd
yeriniz orasıdır, orada kalınız " diye vasiyyet etmiş. Şeyhlerinin
vasiyyetleri gibi yapmışlar. Bunlardan birisi, bahsettiğimiz Şeyh Çoban'dır.
İkincisi, Sivas Vilâyetinin hududunda medfun bulunan Şeyh Merzübân ' dır ki,
vefatından sonra da tasarrufâtı bâkidir. Menkıbeleri çok ve evlâtları ülemâ ve
sulehâdandır. İçlerinde ehl-i hevâsı yoktur. Mezarı teberrük ve ziyâret olunur.
Üçüncüsü, Şeyh Mehmed Perhevendî' dir. Kabri Tokat civarında meşhur Çöreği
Büyük zâviyesinin yakınındaki bir köydedir. Cümlesine Allah rahmet eylesin.
Şeyh Âdil:
Kırk sene hücresinden zarûret olmadıkça çıkmayarak ibâdetle ömrünü geçirdiğini
rivâyet ederler. Allah rahmet eylesin.
Kadı
Burhan : Âlim, fazıl, tasnîfat sahibi bir zâttır. Kabri kasabanın kenarındadır.
Şeyh
Şehâbeddin : Kabri şehrin şimâlinde, kale kapısı yanındadır. Ferâiz'i şerh
ettiğini söylerler.
Şeyh
Aliyy-ül- Uryân : Keşif ve kerâmet sahibi olduğu rivâyet olunur. Kabri Şeyh
Şehâbeddin'in yakınındadır.
Kadı
Seyyidî : Kale kapısı yanında medfundur. Yukarda zikri geçen Şeyh Merzübân
evlâdındandır. Cedd-i âlîsi gibi tasarruf sahibi olduğunu rivâyet ederler.
Allah rahmet eylesin.
Hacı
Şâhin : Aliyy-ül-Uryân kabri yanında medfundur. Kerâmet ehli bir zât imiş.
Hakkında şöyle rivâyet ederler: Sâlih ve zengin bir adamın kölesi imiş.
Efendisi Hicaza gitmiş. Arife günü efendisinin zevcesi helva pişirir, Hacı
Şâhin'e : "Efendin helvayı çok severdi, keşke burada olsaydı da
'sıcağıyla' yeseydi" der. Hacı Şâhin de hanımına: "Onu bir kaba
koyunuz, Allahın izni ile onu ulaştırırım" diyerek helvayı alıp, şehrin kıble
tarafına gider. Bir müddet sonra eve avdetinde hanımı helvayı ne yaptığını
sorar. Hacı Şâhin efendisine ulaştırdığını söyler ise de, hanım bir türlü
inanmaz. Helvayı kendisi yiyerek böyle söylediğini zanneder. O gün efendisi
Arafat'ta vakfede iken Hacı Şâhin gelip sıcak helvayı kabı ile önüne koyarak
elini öptükten sonra gözden kaybolur. Efendisi de helvayı yer kabını muhafaza
eder. Hicazdan döndüğü vakit helvanın kabı efendinin eşyaları arasında çıkınca
Hacı Şâhinin sıdkı ve kerâmeti zâhir olur. Efendi kendisini tebrike gelenlere,
vakıayı hikâye ile, beni bırakınız da Hacı Şâhinin elini öpünüz der. Bu suretle
hâli şâyi olan Hacı Şâhin'e halk hürmet ve muhabbet eder ve ma’mur vakıf tayin
ederler.
Şeyhimiz
merhum Şemseddin Sıvâsi: Yukarda zikr edildiği gibi, Hasan Paşanın yaptırdığı
câmiin havlisinde kârgir bir kubbe altındaki türbelerinde medfundurlar. Mübârek
mezarlarını, evcâ-ı redîe ve emrâz-ı şedîde'den muztarib ve bilhassa cin tutmuş
olanlar ziyâretle kesb-i şifa ederler. Sivas halkı, hac, gaza ve sair hayırlı
bir sefere çıkmazdan evvel kabirlerini ziyâret etmeyi âdet ittihâz etmişlerdir.
Şeyh
Çükânî: Meşhurdur. Zamanımızda kabrinin üzerine yeni bir bina yaptırılmış,
evkafı vardır.
Hoca İmâm
: Kabri mescidine muttasıldır. Erbâb-ı keşifden bir zât imiş. Derler ki
mescidini yaptırırken mihrâb yerinde mimarla ihtilâf ederler. Hoca, Hrıstiyan
mimara: "Başını kaldır, Allah gözündeki perdeyi refeder" diyip elile
mimarın gözlerini sıvazlayınca, mimarın Beyt-ul-lâh'ı görerek istiğfar ile
islâmı kabul ettiğini ve iyi bir adam olduğunu ve mimarın kabrinin de mescidin
yanındaki dıvarın dibinde olduğunu söylerler.
Akbaş
Dede : Kabri ziyaretgâhdır.
Yusuf
Halîfe : Zayıf Yusuf diye meşhurdur. Kabri, şehrin meşhur Eğri Köprü'ye giden
yolunun uğrağındaki kabristanda Halîfe Künbedi denilen bir kubbe altındadır.
Ali Baba
: Kabri, Abdülvehhâb Gâzi türbesine yakın bir mahalde, çayın kasaba cihetinde,
kendi mescidinin içindedir. Güzel ve güleç yüzlü, tatlı dilli, kerîm tabiatlı,
cömert, yetim ve dul kadınlara yardım ve muavenet eder, sofrası umûma açık bir
zât idi. Allah rahmet eylesin.
Şeref
Saray : Şeyh
Şehâbeddin Söhreverdi'nin halîfelerinden, âlim, fazıl, kâmil bir zâttır.
Mecd-üd-dîn
Harzemî :
Sâd-üd-dîn Hamevî'nin halîfelerinden âlim, ârif, büyük bir şeyhdir.
Şems-üd-dîn
Tiflisî :
Evhâd-üd-dîn Kirmânî'nin halîfelerindendir. Ârif, âlim, kâmil bir şeyhdir.
Bu son üç
zât, Tezkiret-ül-evliyâ'da yazıldığı üzere ashâb-ı tasarrufdan ve kibâr-ı
evliyâdandırlar. Allah cümlesine rahmet eylesin, sırlarını mukaddes ve
eserlerini bâki kılsın.
Hâtemet-ül Hâteme: Müellif Hakirin Bazı Hâlleri
Cenâb-ı
Allahın bana in'âm ve keremindendir ki, pederim merhum Şeyh İbrâhim Efendi ile
989 senesinde Hacca giderken, Şeyh ve üstâdım bana Oğlum, Hazret-i Muhammed'e
Cenâb-ı Ali ne menzilede ise, sen de bana o menziledesin. Makâmât-ı mübârekede
ve büyüklerin mezarlarında, hassaten Seyyid-ül-enbiyâ ve Sened-ül-asfıyâ
Efendimizi ziyârette beni hayır duadan unutma" demişlerdi. Ve yine Allahın
bana ihsân buyurduğu eltâf-ı İlâhiyyesinden birisi de, Hazretin vefatından bu
güne kadar hemen hiç bir gece geçmemiştir ki onu bir veya iki defa görmeyeyim.
Görmediğim günler pek nâdirdir. Bu, Allahın dilediğine bahşettiği
fazl-u-keremi'dir. Hazretin işbu menâkıb-i şerîfesini cem'etmeyi murad
ettiğimde, bir gece rüyâmda, bir tepenin altındaki bir mescid'de bulunuyorum.
Cemaatla beraber Hazret ve pederim mefhum Şeyh İbrâhim Efendi'de oradalar.
Babam ile aramızda bir kimse olduğu halde duruyorum. Hazretin elinde Çükânî bir
asâ var. Beni çağırıyor, yanma varınca bana: "Beyt-ul-lâh-il-harâm’ın
şerifi bizi ziyâret etmek murad ediyor, sen ne dersin ?" diye soruyor. Ben
de: "Fazl-ı kerâmettir" diyorum. "Öyle ise ara, bul, ne vakit
geleceğini anla" diyor. Ben tepenin üstüne çıkmak isterken, üstündeki bir
adam yüksek bir sesle: " Yanmızdakileri bize gönderiniz ki, yemeklerimizi,
taamımızı size götürsünler" diye nidâ ediyordu. Bu halde uyandım. Yanımda
bulunanlara anlattım. "Rüyânız sâlihdir, kitabınızın mübârek olmasına; ve
Beyt-ul-lâh sahibinin taam göndermesi, fazl, rahmet ve mağfiret-i İlâhiyye'ye
işârettir" diye ta’bir ettiler. Ve yine lutf-i İlâhî'den birisi de, Allaha
teveccüh edenler için Kitâb-ul-lâh'dan bir "vird" cem'ine muvaffak
buyurmasıdır. Vird'e, evvelâ seyyid-ül-istiğfar ile başladım. Sonra her kelâm
ve hitâbın hatmi olan Fâtihât-ül-kitâb ile, "velleyl-i izâ yağşâ"
suresine kadar surelerin tertibi üzere, uzun ve kısa bütün surelerde fazileti
hakkında hadîs-i şerif veya Ashâb-ı - kirâmm eseri vârid olan âyât-ı izâmı
intihâb ettim. Velleyl-i suresinden sonraki sureleri de tamamen aldım, ve ondan
sonra da Esmâ-i Hüsnâ okunmak suretile tertibledim ve ismini " Hatm-i
Sagîr" tesmiye ettim. Çünkü az bir zamanda okumak mümkün ve kolaydır.
Bu vird'i okuyanların hatm-i kebîr sevâbma nâil olmalannı Allahdan recâ ve
niyâz eylerim. Gece, gündüz, ne vakit olsa şevâgil-i faside ve avâik-i
kasideden hâlî ve fariğ olunduğu vakitlerde okunur. "Lâ havle ve lâ
kuvvete illâ billâh-il aliyy-il azîm".
Bu
risâle, Âl-i Osman'ın zübdesi Sultan Ahmed Bin Mehmed Han'ın zamanında sona
erdi. Sultanın adalet kılıncı zulmün karanlığını izâle ettiğinden dolayı ona
hayır dua etmek bize vâcib ve belki farz gibi olmuştur. Deverânın âhırına kadar
devletinin payidâr olup ordularının Kaviyy ve Metîn ismine mazhar ve
Rûh-ül-emîn'in, melâike-i kirâm ve ervâh-ı enbiyây-ı izâm ve ricâl-ul-lâh-ı
fihâm'ın imdâdına mazhar olmasını Cenâb-ı Hakdan niyâz ederim. Allahım! İslâmın
livâsını, bayrağını daima mansûb olarak dalgalandır ve altında cem’ olanları
gâlib ve mansûr et ve din düşmanlarının bayrağını da ters çevir ve altında
toplananları mağlûb ve makhûreyle. YâRabbi, vüzerâsım küffara şiddetli,
fukaraya merhametli kıl, yakınlarını sâdık; nedimlerini, kendilerine ilticâ
edenlere kerîm ve şefik kıl. Düşmanlarını Ashâb-ı Fil gibi dağıt, perişân et ve
asker-i İslâmm kılınç ve oklarını Ebâbil Kuşları gibi müessir eyle ve aşikâr
olan hakka müzâhir kıl.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.