[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] OTUZ SEKİZİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
TEŞEHHÜTLER
Teşehhüderden biri, Hz. Ömer’in teşehhüdüdür: cEt-tahiyyâtu lillahi,
ez-zâkiyâtu lillahi, es-selamu aleyke, eyyuhe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve
berekâtuhu, es-selâmu aleyna ve alâ ‘ibadillahi’s-salihin, eşhedü en la ilahe
illAllah Teâlâ ve eşhedü enne Muhammeden ‘abduhu ve rasûluhu.’
‘Selamlar ve temiz şeyler, Allah
Teâlâ’ya aittir. Ey peygamber! Allah Teâlâ’nın selamı, rahmeti, berekederi
senin üzerine olsun! Selam bize ve Allah Teâlâ’nın salih kullarının üzerine
olsun. Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve
peygamberi olduğuna tanıklık ederim.’ Bir grup bunu benimsemiştir.
Abdullah b. Mesud’un teşehhüdü ise
şöyledir: ‘Ettahiyyâtu lillahi, ve’s-selavâtü, ve’t-tayyibâtu, es-selamu aleyke
eyyuhe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtuhu, es-selamu aleyna ve alâ
‘ibadillahi’s-salihin, eşhedü en la ilahe illAllah Teâlâ ve eşhedü enne
Muhammeden ‘abduhu ve rasûluhu. ‘Selamlar, salâdar ve iyi şeyler Allah Teâlâ’ya
aittir. Ey peygamber! Allah Teâlâ’nın selamı, rahmeti, berekederi senin üzerine
olsun. Selam, bize ve Allah Teâlâ’nın salih kullarının üzerine olsun. Allah
Teâlâ’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve peygamberi
olduğuna tanıklık ederim.’ İnsanların çoğu, rivayeti sahih olduğu için bunu
benimsemiştir.
İbn Abbas’ın teşehhüdü ise şöyledir:
‘Ettahiyyatül mübarekâtu, esselavâtüt tayyibâtu lillahi, es-selamu aleyke
eyyuhe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtuhu, es selamu aleyna ve alâ
‘ibadillahi’s-salihin eşhedü en la ilahe illAllah Teâlâ ve enne Muhammeden
abduhu ve rasûluhu. ‘Mübarek selamlar ve iyi salâtlar Allah Teâlâ’ya aittir. Ey
peygamber! Allah Teâlâ’nın selamı, rahmeti, berekederi senin üzerine olsun.
Selam, bize ve Allah Teâlâ’nın salih kullarının üzerine olsun (Bize ve salih
kullarının üzerine selam olsun) . Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in
O'nun kulu ve peygamberi olduğuna tanıklık ederim.’ Bir grup da bunu kabul
etmiştir. Bunların hepsi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden aktarılmış
sözlerdir.
Arif bu teşehhüdü yaparken ya ilahi
bir isim nedeniyle kabz [daralma], heybet ve celal halinde bulunur veya ilahi
bir isim nedeniyle ünsiyet, cemal ve bast [açılma] halindedir; ya da, namazda
kendisine yüklediği ibadetler nedeniyle zatının karşısında murakabe ve huzur
halindedir. Böylece, namazında nefsinin her bir gücünü gerektiği gibi kullanır.
Bunun yanı sıra, bedeninin her bir organını kendisine uygun davranışla namazda
kullanır. Bu davranış, Hakkın o organdan istediği ve her organı ve gücüne
kıyasla namaz kılarken bulunması gereken duruştur. Böylece, ister heybet ister
ünsiyet halinde bulunsun, organı [veya gücü kendi işinde] kullanır. Hallerin en
yetkini budur. Böylece iş, üç makamla sınırlanmıştır: Celal makamı, cemal
makamı ve kemal makamı.
Arif, kemal diliyle teşehhüt
[tanıklık] eder ki, söz konusu olan salik için ilk teşehhüttür. Şöyle der:
‘et-Tahiyyâtü lillâhi.’ Bütün âlemler ve ilahi nispeder içinde selam veren ve
verilen herkesin selamı Allah Teâlâ’ya aittir. Başka bir ifadeyle bunlar, her
şeyin hakikatini kendinde toplayan kuşatıcı Allah Teâlâ isminden doğar.
Alemdeki her selam (ve övgü), ilahi bir hakikatle ilgilidir. İnsan niyetiyle
kalbini birleştirdiği gibi ‘selamlar’ sözüyle de bütün güçleriyle ilahi
hakikatleri toplamış olmalıdır. Böyle yapmayıp selamında sadece kendisi için
şeriat yapılmış ve özel şeriatı olması bakımından da kendisiyle sınırlandığı
tek bir hakikati bulundurursa (kendi övgü anlayışıyla sınırlarsa), namazını
yetkin bir şekilde kılmış sayılmaz. Sonra şöyle der: ‘ez Zakiyyat lillâhi.’
Selamlar, temiz şeyler, iyilikleri söyleyene ulaşan ilahi hakikatlerden meydana
gelen şeyler Allah Teâlâ’ya aittir. İlahi hakikatler, isimlerinin verdiği şeye
göre onları var etmiştir.
Sonra şöyle der: ‘Es-selamu aleyke,
eyyuhe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekatühû (Selam senin üzerine olsun, ey
Peygamber!
Ayrıca Allah Teâlâ’nın rahmeti ve
bereketleri de) !’ Burada belirlilik takısı, bütün cinsi içermek için değil,
cins belirtmek için gelmiştir. Böylece peygambere verilen selam, tıpkı
tahiyyat gibi, genellik ve kapsam bildirir. Başka bir ifadeyle her türlü selam,
senin üzerine olsun. Bu durum, kulun mudaklılığı ya da secdesindeki herhangi
bir durumu tarafından Rabbini müşahededen ‘peygamberde Hakkı müşahede’ye
geçmesine izin verir. Kul bu bilinçle peygamberin yanına geldiğinde, karşısında
bulunan peygambere hitap ederek, onun ‘nebiliğini’ dikkate alarak kendisine
selam verir. Fakat ona resul olarak selam vermez. Çünkü peygamber hakkında
nebilik daha genel ve daha şereflidir. Çünkü nebilik, peygamberin kendisine
özgü şeylerle (özel vahiy) resul olmasını sağlayacak şekilde ümmetine
bildirmek zorunda olduğu şeyleri içerir. Böylece selamlamada ifade genellendi
ve huzurda Allah Teâlâ’nın peygamberine nasıl hitap edilmesi gerektiğini
bildirmiştir, ‘ey-yühe [ey]’, uzaklık bildiren çağırma edatı olmaksızın
zikredilmiştir. Bunun nedeni insanın namazda [peygambere] yakın olmasıdır. Bu
nedenle, ikinci tekil şahıs zamiriyle peygambere hitap etmiştir.
Peygambere selamdan sonra, ihsan ve
zorunluluk rahmetlerini içerdiği için, Allah Teâlâ’nın rahmetini eklemiş.
Rahmeti ise, peygamberi bu makamda üzecek her şeyden uzak tutması yönünden Allah
Teâlâ’ya tamlama yapmıştır [Allah Teâlâ’nın rahmeti]. Ardından da, hüviyet
zamirine izafe edilen bereketler zikredildi. Berekeder, artıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rabbim! Bilgimi artır’364 demesi emredildi. Namaz kılan, bu
selamlamada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme sanki şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın
selamı ve Allah Teâlâ’ya dair senin bilginin artmasını gerektiren rahmeti
üzerine olsun. Bu bilgi Allah Teâlâ katındaki en şerefli haldir.’ Aynı
şekildeki ‘tahiyyat5 ifadesiyle birlikte ‘ez-zakiyat [zekât ve
artışla ilişkili olarak temiz şeyler]’ ifadesi yer aldı. Böylece [zakiyyat’ın
kökü olan] zekât ve bereket arasında uyum sağlandı. Bu nedenle Allah Teâlâ,
birbirine bağlı oldukları için, bereket ve artışı zekâta, yani sadakalara
yerleştirdi. Sadaka, sahip olunan şeyi elden çıkarmaktır ki, o da zekât
demektir. [Verilenle bereket arasındaki ilişkiye gelirsek] Varlık boşluk kabul
etmez. Allah Teâlâ, bir boşluk olsa onu telafi eder ve sadaka veren insanın
ellerini, keramet diyarında (ahiret) bilgi vb. duyulur sevaplar ve iyiliklerle
doldurur. İnsanın yaptığı şeyin karşılığında verilen söz konusu iyiliklerin
değeri takdir edilemez.
Namaz kılan insan şöyle der: ‘Bize ve
Allah Teâlâ’nın salih kullarına selam olsun!’ Daha önce peygambere verdiği
gibi, bütün türleri içermesi yönüyle kendisine ve hemcinslerine de selam
verir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Evlere girerken kendinize selam veriniz.’365
Namazdaki bir Hakk girmek, büyüle bir binadaki odalara girmeye benzer. ‘Bu
selam, Allah Teâlâ katından mübarek ve temiz bir selamdır.”66 [Selamın Allah Teâlâ katından
olduğunu söylemekle] Allah Teâlâ, seni katından kendine bu mübarek selamı
getiren bir elçi yaptı. Selamın mübarek [berekedi] olması, tertemiz iyilikleri
fazlasıyla içermesinden kaynaklanır. Bunları ‘tertemiz’ diye niteledik, çünkü
onlar tadarak elde edilmiş ve bu sayede namaz kılan kişi onları temiz
bulmuştur. Söz konusu şeyler, aynı zamanda, Rahman’m nefesinden yayılmaları
bakımından güzel kokulu şeylerdir.
‘Selam üzerimize olsun’ derken namaz
kılan çoğul zikredildi. Bu durum, selamını özel bir ibadetle sorumlu bütün
parçalarına ulaştırmasına imkân verir, insan, Hakkın katından geldiği için
bedeninin parçalarına selam verir, çünkü Hakk, kendisiyle konuşmak için onu
çağırdığında namaz kılan kendinden geçmiş, bu nedenle ‘yasaklama’ tekbiri getirmişti.
Bu tekbir, davet eden Haktan başka bir şeye bakmaktan insanı alıkoymuştu. Bu
nedenle insan, kendine çoğul zamiriyle [bütün parçalarını ifade ederek] selam
verir.
[Meselenin başka bir yorumu şudur] Bu
kul, kalp evine girer ve Allah Teâlâ’nın bu konudaki ifadesini duymuş olsa bile
[Yerim, göğüm beni sığdıramadı, mümin kulumun kalbi beni sığdırdı] Hakkı oraya
yerleşmiş olmaktan tenzih eder. Çünkü Allah Teâlâ’nın celali ve şanı, zatıyla
yaratıkları arasında herhangi bir ilişkinin olmamasını gerektirir. Kalbini Allah
Teâlâ’dan başka her şeyden boşalmış görür. Hakka ise, selam verilmez. Çünkü O
['nun adı], es-Selam’dır. Sahabe, teşehhütte ‘Allah Teâlâ’ya selam olsun’
dediklerinde, bunu söylemeleri yasaklanmış ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Allah Teâlâ’ya ‘selam olsun’ demeyin, çünkü Allah Teâlâ Selam'dır’
demişti. [Başa dönersek] Kul kalp evine girip orada kimseyi görmeyince, Hakkı
kalbi tarafından içerilmekten tenzih eder. Bu durumda, sadece yükümlü, âlemlerini
[parçalarını] görebilir. Bu âlem ise, insanın kendisinden başkası değildir. Allah
Teâlâ, kimsenin bulunmadığı bir eve girildiğinde, insanın kendisine selam
vermesini emretmişti: ‘Evlere girdiğinizde kendinize selam, veriniz”67 Kul, burada selam verirken Hakkın
tercümanı haline gelir. Çünkü O, ‘Allah Teâlâ katından bir selam olarak...’368 buyurdu. Aynı şey ‘Allah Teâlâ
kendisini öveni duydu’ ifadesinde yer alır. Kul, bu ifadeyi namazda şanı yüce
ve ‘isimleri mukaddes olan’ Hakkın yerine söyler. Çünkü orada girme veya çıkma
fiilinin kendisi adına meydana geleceği hiç kimse yoktur. Bu nedenle selam,
kuldandır ve yine kula dönüktür. Bu durum selamın özel bir tecelli olduğunu
gösterir ki, böyle olması zorunludur. Namazda bu makamın ehli olmak istersen,
bunları anla!
Namaz kılan, lafzını açıkça
zikretmeksizin selamı ‘Allah Teâlâ’nın salih kullarına’ verir. Selam göklerde
ve yerde Allah Teâlâ’nın bütün salih kullarına ulaşsın diye, ‘salih’
kapsamlılık bildiren belirlilik takısıyla geldi. Namaz lalan, ‘sâlihler’ derken
aklına dilde bilinenleri getirmez. Herkes salihtir (iyi). Çünkü Allah Teâlâ ‘her şey
O’nun övgüsünü teşbih eder5369 buyurur.
Öyleyse Rabbini tenzih eden her şey salihtir. Bu, iman ve keşif bilgilerinden
biridir. Böylece kişi, kendisine uygun ve yatkın yaratıldıkları işlerde
kullanılan [bütün] ‘salihleri’ kasteder. Herkesin yatkın olduğu iş ise, teşbih
etmekten başka bir şey değildir. Çünkü Allah Teâlâ, onların bu niteliğe sahip
olduğunu bildirdi. Öyleyse bu ayet, kâfir ya da mümin herkesin organlarım
kapsar. ‘Fakat insanların çoğu bilmez.’370 Çünkü onlar diıymaz ve görmez. Bu
nedenle namaz kılan ldşi, [salihlere selam verirken] ‘selam’ sözünü
yinelememiş ve dikkat çekmek için bağlaç edatıyla yetinmiştir. Çünkü,
zorunluluk yoluyla ya da zorunluluk olmaksızın selamı Hakk eden herkes bu
selama dahildir. Böylece Allah Teâlâ, kullarına olan merhametinin gereği,
selamı Hakk edenlerle etmeyenler ayrışmasın diye [ifadeyi] örttü. Allah Teâlâ ‘örten
ve merhamet edendir.’371
Namaz kılan, kendisine verdiği selamı
peygambere verdiği selama bağlamayıp onu müstakil cümle yaptı. Çünkü nebilik,
yani yasa koyucu nebilik ‘uyulma’ özelliğinden farklı başka bir tavırdır.
Kendisine verdiği selamı peygambere verdiği selama bağlasaydı, hiç kuşkusuz
ortaklık bildiren bağlaç nedeniyle [Vav harfi, ve bağlacı], nebilik bakımından
da kendisine selam yermiş olurdu. Halbuki nebilik kapısı, tıpkı risalet kapısı
gibi, kapalıdır. Burada kastettiğim, yasa koyucu nebiliktir. Geride, kıyamet
gününe kadar sürecek [peygambere] varislik kaldı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurur: ‘Risalet ve nebilik kesilmiştir. Benden sonra ne resul
ne de nebi vardır.’ Bu ifadeyle, bizimle peygamberler arasında bu makamda
hiçbir ilişki olmadığını tespit etmiştir. Öte yandan Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem kesin olarak ilk peygamber iken, sonunculuğu ise kesin olmaksızın
gerçekleşmiştir. Böylece peygamber, ikinci selamla aradaki bağlaç ile Allah
Teâlâ’nın salih kullarının içine girer. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in her bakımından salihlerin arasında bulunduğu kesindir. Öyleyse Peygamber,
bizim layık olmadığımız bir mertebede bulunur. Bu nedenle, kendimize selam
verirken peygambere verdiğimiz selama bağlamadan bağımsız cümle kurduk.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin teşehhüdünde bizim söylediğimiz gibi kendisine ‘es-Selamu aleyke
eyyühe’n-nebiyyü’ deyip demediğiyle ilgili bir rivayet bilmiyoruz. Bu lafzı mı
söylüyordu? Yoksa Hz. İsa’nın ‘doğduğum gün, öldüğüm gün,
diriltileceğim gün bana selam olsun1372 ifadesindeki .gibi başka bir lafzımı
mı söylüyordu? Ya da, bunların hiç birini söylemeyip bizim söylediğimiz ‘selam
bize ve Allah Teâlâ’nın salih kullarının üzerine olsun’ demekle mi
yetiniyordu? Bilemiyoruz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, bize söylemeyi öğrettiği şeyi söylüyor idiyse, bunun iki yorumu
vardır. Birincisi, peygambere selam verenin gerçekte Hakk olmasıdır. Peygamber
ise, O’nun tercümanı ve vekilidir. Benzer bir durum, ‘Allah Teâlâ kendisini
öveni duydu’ ifadesinde geçmişti. İkinci yoruma göre Peygamber, peygamberlik
makamından başka bir makamda bulunup yerleştiği makamdan peygamber olarak
kendisine hitap etmiştir. Böylece bulunduğu makamın diliyle, yani kendisini
orada hazır bulundurarak, tıpkı bir yabancı gibi şöyle der: ‘Ey peygamber!
Selam senin üzerine olsun.’
Sonra şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan
başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve peygamberi olduğuna tanıklık
ederim.’ Şehâdetin anlamı daha önce ilk teşehhütte açıklanmıştı. Buradaki
birleme, genel olarak namaz amelinin, özelde ise namaz kılan her insanın tüm
hallerinin gereği olan şeyin birlenmesidir. Çünkü namaz kılanların namazdaki
halleri, hiç kuşkusuz, her bakımdan farklıdır. Bu farklılık hükümler yönünden
olabileceği gibi makamlar ve zevkler yönünden de olabilir. Hükümler yönünden
farklılık, sözgelimi Hanefî mezhebindeki bir insanın namazının bazı hükümlerde
Maliki ve Şafiî mezhebindeki kişinin namazından farklılığıdır. Makamlar
yönünden farklılık, sözgelimi, tevekkül edenin namazının zühd sahibinin
namazından farklı olmasıdır. Zevkler bakımından farklılık, rıza makamındaki bir
insanın namazının şükür makamındaki bir insanın namazından, sahv [ayıklık] halindeki
bir insanın namazının tatmaya bağlı [bilgi edinme] yolunda sekr [sarhoşluk]
halindeki bir insanın namazından farklı olmasıdır. Sahv ve rıza, [tatmayla elde
edilen] zevk ilimlerindendir.
Namaz kılan, Allah Teâlâ’ya kulluk
ile peygamberlik hakkındaki tanıklığı birleme tanıklığına bağlamıştır. Bunun
amacı, peygambere itaat edenin Allah Teâlâ’ya itaat etmiş olduğunu
bildirmektir. Çünkü Peygamber ‘arzusundan konuşmaz’ ve ‘ona düşen sadece
tebliğdir.’ Tebliğ, [bir haberi] bildirenden bildirilene ulaştıranın
durumudur. Bu atıf ve ortaklık, ilahi yakınlığa imkân verir. Bu yakınlık, Allah
Teâlâ’ya kulluğu içermesi nedeniyle [kulun ya da kölenin] efendiye yakınlık
iken ve [o zamirinin temsiİ ettiği] hüviyete izafe edilen peygamberliğin
[O’nun peygamberi ifadesi] zikredilmesi nedeniyle de peygamber gönderene olan
yakınlıktır. Bu [zamirin işaret ettiği] hüviyet, peygamber gönderilenler için
bilinmez olduğu gibi Cebrail’in Rabbinin katından peygamberliği kendisine getirmesi
bakımından peygamber için de bilinmezdir. Öyleyse o, bizden peygamber gönderene
dönük en yakın bağdır. Allah Teâlâ’nın peygamberi peygamberliği Cebrail’den
kendi kendine değil, Rabbi sayesinde aldığı gibi arifler de âlemdeki şeylerin
dilleri ve hareketleri sayesinde Rablerinden gelen şeyleri böyle alır. Başka
bir ifadeyle onlar da nefislerinin aracılığıyla değil, Rableri vasıtasıyla
alır. Çünkü kendisinde Rabbini gören kimse, hiç kuşkusuz ki, başkasında da
O’nu görür. Nitekim Allah Teâlâ ehli tevekkül sahibi hakkmda şöyle der:
‘Kendisi hakkmda tevekkül edebilen kimse, başkası hakkmda da tevekkül
edebilir.’
Burada
‘kendi kendine değil, Rabbi sayesinde almıştır’ dedik. Bir insan, Rabbinin
emrini ve vahyini Rabbi olmaksızın kendi başma alsaydı, hiç kuşkusuz, bulunduğu
yerde Cebrail’in nurlarının parıltılarından yanardı. Bakınız! Allah Teâlâ
ilahi güçle kendisini desteklemesine rağmen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem eşi Hatice’nin evine gelip korkarak ve titreyerek nasıl da ‘Beni örtün,
beni örtün, beni örtün’ diyordu? Bunun nedeni, sesleri duyulacak şekilde
eklemlerinin titremesi ve ruhsal nurun onun zatının bütün noktalarına yayılmış
olmasıydı. i
Namaz kılan kişi, bu atfı yaptığında
tamkliğa Muhammed ismiyle başlar. Bunun nedeni, bu ismin bütün övgüleri içermiş
olmasıdır. Başka bir ifadeyle peygamber, bu övgüler sayesinde 'ortaklık
bildiren edatla [Allah Teâlâ’ya] atıf yapılmasını Hakk etmiştir. Sonra, ‘Allah Teâlâ’nın
kulu’ demiş ve onu özel kulluğuyla zikretmiştir. Buradan, peygamberin Allah
Teâlâ’dan başka hiçbir şeye bağımlı olmadığı [mutlak hür] ve Allah Teâlâ’ya
kulluğunun ise, saf-halis olduğu anlaşılır. Hiçbir varlık, onun üzerinde bir
etkiye sahip değildir. Sonra peygamberliği, bir yandan kulluğa atfederken başka
bir yönden hüviyet zamirini kullanarak Allah Teâlâ’ya atfetmiştir. Böylece peygamberin
kullukta iki ayrıcalığı ortaya çıktı. Bunlar nebilik ve resullüktür. Burada
nebiliği değil risaleti zikretmiştir. Çünkü nebilik, resul olmayı da içerir.
Yalnız nebiliği zikretseydi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme resullüğün
de tahsis edildiğini belirtmemiz gerekirdi. Bu nedenle, özel niteliklerini
öğrenmemiz için, resullüğün de zikredilmesi gerekirdi. Bu sayede Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ile, nebiyken resullük derecesine sahip olmayan Allah
Teâlâ’nın kullarını ayırt edebiliriz. İşte kemal diliyle (en yetkin) teşehhüd
budur.
Cemal diliyle teşehhüt (Allah Teâlâ’nın
cemal özelliğinin göründüğü), daha önce zikrettiğimiz Abdullah b. Mesud’un
teşehhüdüdür. Bu da, bazı özel ifadelerin dışında, zikrettiğimize benzer. Özel
ifadeler ise, bu makam sahibinin ces-salavat ve't-tayyibat’
demesidir. Böylece, [Allah Teâlâ söz konusu olunca] rahmede ilgili olduğu gibi
[diğer varlıklarda ise] dua ve benzeri halleri genel anlamda içeren salavat [merhamet,
dua] kelimesini zikretti. Bunların hepsi duadır. ‘Allah
Teâlâ ve melekleri size salât [merhamet ve istiğfar] eder.’373 Ardından ‘tayyibat’ niteleme
tarzıyla salavat kelimesine atfedildi. Binaenaleyh bunlar (tayyibat), ‘salavat’
kelimesinin kendisine atfedildiği kimsenin [Hakk] niteliğidir. Allah Teâlâ
onlar vasıtasıyla herhangi bir kimseyi memnun eder.
Teşehhütte kulluk Allah Teâlâ’ya
değil, hüviyete izafe edilerek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in başka
bir ayrıcalığı belirtildi. Bu makam, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
için kıymedi bir makamdır. Çünkü bu ifade, peygamberin Rabbine zatının Hakk
ettiği özellikler yönünden baktığını bildirir. Söz konusu zat, bilgice
kuşatılamaz. Daha doğrü bir ifadeyle, olumlu niteliklerle kesinlikle
bilinemez. Olumlu nitelik [bu yönüyle Allah Teâlâ hakkında] bir tanedir -iki
değil-. Çünkü Allah Teâlâ’nın zatında [hiçbir şekilde bileşik olmadığı için]
ayırıcı özellik (fasıl) söz konusu olamaz. Bu nedenle de, Allah Teâlâ ile yaratıkları
arasında hiçbir ilişki yoktur. ‘Benzeri olmayanın’374
bir şeye benzemesi ya da bir şeyin O’na benzemesi nasıl mümkün olabilir ki? Bu
teşehhüt, ille teşehhütten [kemal teşehhüdü] farklıdır. Birincide kulluk
hüviyete değil, Allah Teâlâ’ya izafe edilmişti [O’nun kulu yerine, Allah
Teâlâ’nın kulu], Birinci teşehhüt, Allah Teâlâ’ya mümkünün talep ettiği ve
Hakka yaraşır yönden bakmaktı ve o, İbn Mesud’un [cemal diliyle yapılan]
teşehhüdünden aşağıdadır.
Bir de ceH
diliyle teşehhüt vardır. Celal diliyle teşehhüt, ilk iki teşehhüdün içeriğine
‘tahiyyat’ kelimesini ‘mübarek’ kelimesiyle nitelemenin eklenmesinden
ibarettir. Anlamı, beraberinde bereketlerin bulunduğu ‘tahiyyat [selamlar]’
demektir. ‘Zakiyat’ ise düşürülmüştür. Nitekim İbn Mesud da onu düşürmüştür.
Çünkü o ikisi [ilk iki teşehhüdün sözlerini aktaran İbn Mesud ve İbn Abbas]
artıştaki ortaklığı gözetmiş, Hz.Ömer ise, bereketle ortak olmasını sağlayan
artış anlamını içermesinin yanı sıra, zekâtın [zekât, arınmışlık] içerdiği
nezihliği ve arınmışlığı dikkate almıştır. Bu nedenle ‘zakiyat’ kelimesiyle
yetinmiştir. Şekilci bilginlerin bir kısmı, teşehhütte ‘zakiyat’ kelimesinin
bulunmasını reddetmiştir. Onlar, zevk ilimleri hakkında bilgisi olmayan ve Allah
Teâlâ peygamberinin hitabının farklı bağlamlarını bilmeyenlerdir. .
Bu ‘celal’ diliyle söylenen
teşehhütte, ‘tahiyat’ı nitelerken bağlaç harfi gelmemiş ve belirsiz olarak
‘selam’ zikredildi. Bu, İbn Abbas’ın teşehhüdüdür. Çünkü o, namaz kılan
herkesin özel halini gözetmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın isimleri, tıpkı
mümkünler gibi, sonsuzdur ve her mümkünün bir niteliği ve özelliği vardır.
Dolayısıyla, her mümkünün Allah Teâlâ’dan kendisine özgü bir ismi vardır. Bir
mümkünün diğerlerinden farklılaşmasını sağlayan özellik, o isimden kendisine
tahsis edilmiştir. Bu konu, Allah Teâlâ ehlinin bildiği en kıymetli bilgilerden
biridir. Söz konusu bilgi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Allah
Teâlâ’m! Kendini isimlendirdiğin ya da yaratıldarından birine öğrettiğin ya da
gaybının ilminde kendine ayırdığın isimlerini bilmeyi senden istiyorum’
hadisinde yer alır. Allah Teâlâ’nın sayısı belli isimleri, doksan dokuzdur.
Bunları tam olarak belirleyen güvenilir bir rivayet gelmediği gibi Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in de ‘onlar şunlardır’ dediği de aktarılmamıştır.
İbn Abbas ‘selam’ı belirsiz
zikretmiştir, bunun yegâne gayesi, namaz kılan herkesin kendisine [tecelli
özel niteliğini] veren isimden [bilgisini] alıp o isim yönünden Hakka münacat
etmesidir. Söz konusu isim [gerçekte] bizim dilimizle Allah Teâlâ’nın
peygamberine, bize ve AJlah’ın iyi kullarına selam verendir. Bu teşehhüdün
başka bir ayırıcı özelliği ise, şehâdet [tanıklık] lafzının tekrarlanmamasıdır.
Bu nedenle şehâdeti bırakmış ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin [Allah
Teâlâ’nın] kulu ve peygamberi olduğuna yeni bir şehadet zikrederek tanıklık
etmemiştir. Bunun yerine, tevhit hakkındaki tanıklığı yeni bir tanıklığı
geçersiz yapmış, içerdiği ortaklık gücü nedeniyle £ve’ bağlacıyla
yetinmiştir. Bu durum, ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilah
olmadığına tanıklık eder ve melekler ile ilim sahipleri de’375
ayetine benzer. Burada Allah Teâlâ, tanıklık fiilini yeniden zikretmeyerek
melekleri ve bilgi sahiplerini şereflendirmiştir. Bununla birlikte ‘O'ndan
başka ilah yoktur’ ifadesiyle söz konusu kimselerin tanıklığını kendi tanıklığından
ayırmıştır. Namaz lalan ise, resullük kendisini içerdiği için, kulluk lafzını
düşürdü.
FASIL-VASIL
Teşehhütte Peygambere Salât ü Selam Getirmek
Bilginler,
teşehhütte peygambere salât getirmek hususunda görüş ayrılığına
düşmüştür. Bazı bilginler, farz olduğunu söylemiştir ki, ben de o görüşteyim.
Bazı bilginler ise, farz olmadığını söylemiştir. Teşehhütte emredilen ve dört
şeyden Allah Teâlâ’ya sığınmayı içeren ifadenin gerekliliği hakkında da görüş
ayrılığına düşülmüştür. Bunlar, namaz kılanın ‘kabir azabından, cehennem
azabından, Deccal fitnesinden, ölülerin ve dirilerin fitnesinden’ Allah
Teâlâ’ya sığınmasıdır. Bazı bilginler, bunu farz kabul ederken bazıları farz
olabileceğini reddetmiştir. Ben farz olduğu görüşündeyim. Şeriat onlardan
sığınmayı emretmeseydi bile, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın peygamberine uymak
daha doğru olurdu. Çünkü bu durumda sığınmak, ‘Allah Teâlâ’nın
peygamberinde sizin için güzel örnek vardır’376 ayetinde geçtiği üzere peygamber onu
yaptığı için gerekli olurdu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de, ‘benim
namaz kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılın’ buyurdu. Hele bir de ümmetine
yapmayı emrettiği bir iş fiiline eklendiğinde durum nasıl olur?
Namazda ve başka durumlarda
peygambere salât ü selam getirmek, namaz kılan kulun Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’e gıyabında dua etmesi demektir. Güvenilir bir rivayette
‘Gıyabında kardeşine dua eden kimseye bir melek ‘bir katı da sana’ diye dua eder’
buyrulur. Başka bir rivayette ise ‘sana da iki katı!’ denilir. Allah Teâlâ’nın
peygamberi gıyabında dua etmeyi emrettiği gibi Allah Teâlâ da ‘Ey
iman edenler! Peygambere salât ve selam getirin’377
_ ayetinde bunu emretmiştir. Bu emrin
hedefi, meleğin duası nedeniyle ümmeti içinden peygambere dua edenlere bu
iyiliğin dönmesini sağlamaktır. Allah Teâlâ ‘ona
selam verin’378 ayetiyle peygambere selam vermeyi • (
. emretmiş, mastarı zikrederek [teslîmâ] emri pekiştirmiştir. Bununla teşehhütte
zikredilen selam kastedilebileceği gibi salât’tan sonraki selamın kastedilmesi
de mümkündür. Bu yoruma göre, salât getirdikten sonra peygambere selam vermek
emredildi. Namazda peygambere salât ve selam getirmeyi zorunlu görenler, bu
yoruma dayanır.
[Dört sıkıntıdan Allah Teâlâ’ya
sığınmayla ilgili kısma gelirsek] ‘Kabir azabından sığınmak’ zikredildi, çünkü
kabir, ahiretin ilk durağıdır. Namaz kılan kişi, teşehhüt esnasında, kabrine
koyduğu ilk adımında Rabbinin azabının kendisini karşılamasını ister. ‘Cehennem
azabından sığınmak’ ise, uzaklıktan sığınmak demektir. Çünkü cehennem, derin
kuyu demektir. Namaz kılan, yakınlık halinde olduğu gibi aynı zamanda bu
yakınlık halinden ayrılmaya da yakındır. [Böyle dua ederek] Namaz kılan ldşi,
bu yakınlık halinden ayrılıp Allah Teâlâ’dan uzaklaştıran başka bir Hakk
düşmekten Allah Teâlâ’ya sığınır ve onun yerine Allah Teâlâ’ya yaklaştıran
başka bir hal ister.
‘Deccal fitnesinden sığınmak’ ise,
Deccal’in ilahlık iddiasını kanıtlamak ve insanı şaşırtmak için adeti aşan bir
takım durumları göstermesinden kaynaklanır. Bunlara örnek olarak ölüleri
diriltmek gibi rivayetlerde yer alan bir takım fiilleri verebiliriz. Deccal,
bunları iddiasının doğruluğuna kanıt yapar. Bu konu oldukça problemlidir. Çünkü
Deccal’in olağan üstü olayları göstermesi, kelamcıların peygamberlik bilgisi
hakkındaki kabullerini zedeler. Böylece bu fitne sayesinde onların ortaya
koyduğu kanıtlar geçersizleşir. Kulların mutluluğunu sağlayan kanıta zarar
veren bir fitneden daha büyük bir fitne olabilir mi? Allah Teâlâ, bizi keşif
ve vücûd ehlinden eylesin! Bizim için iki tarafı, akledilir ve görülen yönleri
birleştirsin!
‘Ölümün ve yaşamın fitnesi’
zikredildi. Dirilerin fitnesi, Deccal fitnesi ile insanı muduğunun bulunduğu
dininden kuşkuya düşüren her şeydir. Ölüm fitnesinin bir kısmı, can çekişme
halinde meydana gelir. Örnek olarak, kişiye daha önce ölmüş ataları, akrabaları
ve kardeşlerinin biçiminde gelip ‘Yahudi ya da Hıristiyan ya da Mecusi ya da
Muattıl olarak öl’ diyen şeytanları görmeyi verebiliriz. Böylece şeytanlar,
kişi ile
İslâm arasına girerler. Ölüm
fitnesinin başka bir yönü ise, kabirdeki sual esnasında meydana gelir. Bu
fitne ise, meleğin ‘bu adam hakkında ne dersin?’ deyip peygamberi gösterdiğinde
gerçekleşir.
Ölü, meleğin peygambere saygılı
davranmadığım görür. Meleğin bu davranışı, dürüst iman sahibi müminin kâfir ve
kuşkucudan ayrışmasını sağlayan bir sınamadır. Mümin ‘o Allah Teâlâ’nın
peygamberi Muhammed’dir, bize kanıt ve hidayetle elçi olarak geldi, biz de
kendisine inandık ve onu doğruladık’ der. Münafık ve kuşkucu -ki kuşkucu, peygamberin
Allah Teâlâ katindan gelen bir elçi olduğunda kuşku duyar ve onu ruhsal
güçlerden biri sayarmeleğin ‘bu adam hakkmda ne dersin’ deyip ‘Allah Teâlâ’nın
peygamberi hakkında ne dersin?’ demediği için peygambere saygı göstermediğini
görür. Bunun üzerine kuşkucu şöyle der: ‘Bu adamın peygamberliğinde iddia
ettiği derecesi olsaydı, melek ona bu şekilde işaret etmezdi.’ Ardından,
‘Bilemiyorum, insanların bir şey dediklerini duymuştum, ben de onların söylediğini
söyledim’ der. Bundan dolayı ise, hiç tahayyül etmediği büyük bir bedbahtlık
yaşar. Ölüm ve kabrin fitnesi budur, bunu bilmelisin!
Teşehhüt konusu, yaklaşık olarak ve
özede tamamlandı.
FASIL-VASIL
Namazda Selam Vermek
Bilginler,
namazdan [sonra] selam vermenin gerekliliği hakkmda
görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler vacip olduğunu söylemiştir ki, bende
bu görüşteyim. Bazı bilginler ise, namazdan sonraki selamın vacip olmadığını
iddia etmiştir. Vacip olduğunu kabul edenler, bu konuda görüş ayrılığına
düşmüştür. Bazı bilginler, cemaatle ya da yalnız kılındığında bir selamın vacip
olduğunu kabul etmiş, bazı bilginler iki, bazı bilginler imamın tek, cemaatin
iki selam vermesini vacip saymıştır. Bu görüş sahibinin şöyle dediği aktarılır:
‘Cemaat üç kez selam verir: Birincisi namazı bozmak, İkincisi imama, iiçüncüsü
ise sağmda bulunan kimseyedir.’
Burada [selam sayısını] sınırlama ve
engelleme itibariyle esas alınacak bir nas yoksa, teorik düşünce üç selama
dördüncü bir selam eklemeyi gerektirir. Bu dördüncü selam, solunda biri varsa
cemaat, için gereklidir. İmamın ise, iki ya da üç selam vermesi gerekir.
Birincisi namazı bozmak, diğer ikisi ise sağında ve solunda bulunan insanlar
içindir. Solunda kimse yoksa, iki selam verir. Birincisini namazı bozmak için,
İkincisini ise, sağındaki insana verir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
rivayete göre, iki kez selam verirdi. Hadiste, namazdan çıkmanın selam vermeyle
olabileceğini belirten bir ifade yoktur.
Bilmelisin ki: Namaz kılanın selam
vermesi, namazda Rabbiyle karşılıklı konuşup Allah Teâlâ’dan başka her
varlıktan ve yanındakilerden habersiz kalması durumunda geçerli olabilir.
Namazdan çıkıp o halden, varlıkları ve cemaati görme haline geçmek isteyince,
onlara selam verir. Bu selam, namaz esnasında kendilerinden uzaklaştığı için,
yanlarına dönen kimsenin verdiği selamdır. Namaz kılan kişi, namazında
varlıklar ve -cemaatle kılıyorsacemaatle olmayı sürdürmüşse, bü haldeki bir insan
nasıl selam verebilir ki? Çünkü onlardan ayrılmış değildir ki! Böyle bir insan,
namazda selam vermesiyle Allah Teâlâ’nın katında olduğu izlenimini yermekten
utanmaz mı?
Arifin namazdaki selamı ise, bir
halden başka bir Hakk intikal etmesi ve geçmesinden kaynaklanır. Bu nedenle iki
selam verir: Birincisi ayrıldığı, İkincisi geldiği kimseye dönüktür. Ancak
namaz kılarken Allah Teâlâ katında olduğu için yanına gittiği kimseye selam
vermez. Çünkü Allah Teâlâ esSelam’dır. Dolayısıyla O’na selam verilmez. .
FASIL-VASIL
. Başım
Rükûdan Kaldıran Ne Der
En yetkin duaları içeren [ifadeyi söyleyen] arif, başını rükûdan
kaldırdığında Rabbinin yerine ve O’ndan aktararak ‘Allah Teâlâ kendisini öveni
duydu’ der. Bu ifade, Rabbinin ifadesidir. Ardından susar. Sonra kendisine
dönerek şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Rabbimiz, övgü sana aittir.’ Böyle demesinin
nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir hadiste
şöyle denmiş olmasıdır: ‘İmam, ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ dediğinde,
siz de ‘Allah Teâlâ’m, Rabbimiz! Övgü sana aittir’ deyiniz. Çünkü Allah Teâlâ,
kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duymuştur’ demiştir.’ Bu nedenle
yalnız namaz kılan insanın rükûda söylediği ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duymuştur’
ifadesiyle ‘Allah Teâlâ’m, Rabbimiz, övgü sana aittir’ ifadesini ayıracak
şekilde belli bir süre durması müstehaptır. İfadenin tamamı şöyledir: ‘Gökleri,
yeri ve bunların arasını ve dilediğin her şeyi dolduran övgü sana aittir. Sen
övgü ve yüceltmeye layıksın. Kulun söylediği doğrudur. Hepimiz de senin
kulunuz. Verdiğini engelleyecek, mahrum bıraktığına ise verecek yoktur. [Bir
şey verip vermemek konusunda] Çalışan kimsenin gayreti senin karşında
faydasızdır.’
Namaz kılan yalnız kılıyorsa veya
cemaat (imama uyan) ise, rükûdayken üç kere ‘Yüce Rabbimi tenzih ederim’ der.
imamlık yapıyorsa, arkasındakilerin kendisine yetişmesi için beş kez söyler.
Bunun ardından ise şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Senin için rükû ettim, sana
inandım ve sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, kemiklerim ve sinirlerim sana boyun
eğer.’ Daha önce, rükû ettiğinde kulun ayakta olmak ile secde arasında ara bir
durumda bulunduğunu belirtmiştim. Arif ise, daha önce belirttiğimiz gibi
Rabbini teşbih ettikten sonra şöyle der:
‘Allah Teâlâ’m! Senin için rükû
ettim.’ Senin izzetin ve büyüklükteki yüceliğin nedeniyle, seni yüceltmek için
sana boyun eğdim. Şöyle devam eder: ‘Ve sadece sana yaraşan kaim kılma
[başkasını var etme, bilfiil varlık verme] özelliğin nedeniyle [boyun eğdim].
Çünkü senin önünde ayakta durduğumda, sırf ‘Allah Teâlâ için
ayağa kalkın’379 dediğin emrine bağlanmak için ayakta
durdum. Bu nedenle ayağa kalktım. Ayaktayken belki aklıma ‘kendim için’ ayağa
kalktım şeklindeki bir düşünce gelir diye, rükûya vardım. Önünde rükû ederek,
senin için rükû ettiğimi ve sana inandığımı itiraf ederim.’ Bunun anlamı
şudur: Kendi gücüm ve kuvvetim sayesinde değil, sen sebep olduğun için, yani
senin yardımınla tasdik ettim. Senden başka kimse, güç ve kuvvet sahibi
değildir. Çünkü iman mahalli kalpler, senin elindedir. ‘Sana teslim oldum.’
Boyun eğmemin nedeni, sensin. Sen olmasaydın, senin karşında ibadetlerimde
halden Hakk girmezdim. Çünkü, söz ve davranış olarak bu ibadeti peygamberinin
diliyle bize farz kılan sensin. O da, bu emir üzerine namaz kıldı ve bunu
zikretti. Sonra bize emredip şöyle dedi: ‘Benim namaz kıldığımı gördüğünüz gibi
namaz kılın.’ Sen ise, ‘Peygamber, arzusundan
konuşmaz>38° buyurdun. Böylece peygamberin bize
emretmek zorunda olduğunu anladık. Gerçekte ise, emir ona değil, saha aittir.
Çünkü sen ‘Peygambere itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir’311 buyurdun.
Sora şöyle der: Kendi sözünle seninle
konuşurken bana söylettirdiğin sözde ‘kulağım sana boyun eğdi.’ Sonra bağlaçla
‘gözüm’ der ve onu da kulağa bağlar. Burada söz konusu olan sadece huşudur [korkuyla
boğun eğmek]. Namaz kılan, adeta şöyle der: Gözüm, utanarak senin karşmda
eğilir. Senin önünde rükû ederken beni gördüğünü biliyorum. Çünkü, sen benim
kıblemdesin. Nitekim peygamberin bunu bana böyle bildirdi. Bu nedenle,
namazımda ‘sanki -seni kendinle, Rabbim!görüyormuş gibi’ görülür yapmamı
emretti. Aklımdan seni gördüğümü tahayyül etsem bile, senin beni gördüğünü
inkar edemem. Öyleyse, utanmamın yegâne sebebi, seni görmem değil, senin beni
gördüğünü bilmemdir. Çünkü ‘göklerde ve yerde hiçbir şey senin bilginden gizli
kalmaz.’ Ey gözlerin göremediği ‘gözleri gören!’
Arif şöyle ekler: ‘Özüm (beyin),
kemiklerim ve sinirlerim de [senin karşmda boyun eğer].’ Çünkü sen, bütün bu
zikrettiklerime varlığımın ayakta durmasını ve bedenimin direncini sağlayan bir
güç yerleştirdin. Nefsim, bu yükümlü bedenin varlığını sürdürmesi için gerekli
bu güçlerle kendisine emrettiğin şeyi elde eder. Nefse emrettiğin ise, seni
bilmektir. Senin karşmda boyun eğen özüm, sinirlerim ve kemiklerim seni
bilmeye sebep oldukları için bunu algıladıklarında kendini beğenme ve
böbürlenme duygusuna kapılabilirler. Bu nedenle, her birinin güç ve
sebeplilikte kudret sahibi olmaktan soyutlanıp sana boyun eğmeleri zorunludur.
Çünkü bilgilerimi kazanmam için varlığımın ayakta durmasını sağlayan ve
sürdüren [o güçler değil] sensin!
Arif rükûdan başını kaldırdığında,
Rabbinin yerine ve Rabbinin sözünü kendisine duyurarak şöyle der: ‘Allah Teâlâ
kendisini öveni duydu.’ Duyulan şey, kulun rükûda ‘Yüce Rabbimi tenzih ederim!’
demesidir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ, namazın başından itibaren kulun yaptığı
bütün övgü ve metihleri işitmiştir. Sonra, Rabbiyle olduğu hakkmdaki bilinciyle,
Rabbiyle Rabbine döner. Bunun anlamı, güç ve kuvvetinde Rabbinin kendisini
desteklemesidir. Şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m, Rabbimiz!’ Burada, nida edatını
[ey] düşürür. Çünkü namaz kılan, yakınlık halindedir. Nida ise, uzaklığa imkân
verir ve [çağıran] çağrılan [ikiliğini] sürdürür. Bu ise, Rabbine yönelik
cevabında kendisinin [fark halinde] varlığını .sürdürmesinden kaynaklanır.
Şöyle der: ‘Övgü sana aittir.’ Özü gereği tam övgü, sana ait olduğu gibi senden
[senin gücünle] meydana gelir. Senden başka öven ve övülen olmadığı gibi âlemde
bütün öven ve övülenlerin sonuçlan da sana döner. ‘Gökler, yer ve bu ikisinin
arası ile dilediğin yerleri dolduracak kadar’ ifadesinin anlamı budur.
Arif şöyle der: Yüksek ve aşağı
âlemde [gökler ve yer], bu ikisinin arasında ve imkân âleminde bulunup var
ettiğin ya da yoklukta ‘sabit hakikat’ olarak bıraktığın varlık ve belirlenim
olarak bilinen her parça, hakikati, biricildiği ve az ya da çok başkasıyla
ortaklığı (cem’) yönünden sana ait bir övgüye sahiptir. Ben, her şeyin ve öven
herkesin diliyle, sana ve başkasına ait övgüyle seni överim. Bu diller ile Allah
Teâlâ’yı öven kişi, dilediği bütün ilahi tecellileri ve bileşik yapısı ve
doğası nedeniyle de duyulur ücretleri elde eder. Çünkü o, Allah Teâlâ’yı
diliyle ve kalbiyle, zâhirî ve bâtını olarak övmüştür.
‘Kulun söylediği en doğru söz şudur.’
Pek çok benzeri olan benim gibi bir kulun -ki hepimiz kuluzsenin gibi bir
efendiye -ki benzerin yoktursöyleyeceği şey şunu gerektirir. Ben, benzerlerimin
-Ki onlar var olanı ve olmayanıyla bütün mümkünlerdirvekiliyim. Onların bir kısmı,
kendi bilgisinde bir bilinçle seninle konuşurken bir kısmı farkında olmaksızın
kendiliğiyle konuşur. Ben seni överken onların hepsinin vekiliyim. Çünkü ben,
bana ihsan ettiğin bilgiyle seni biliyorum. Onlar ise, senin şanına yaraşan
şeyi bilmezler. ‘Senin verdiğini engelleyen yoktur.’ Kast edilen, özel bir
tecelliyi ve özel bilgileri kabul edecek istidat: tır. ‘Vermediğini ise verecek
yoktur,’ Genel bir istidat vermediğinde ise, senin vermediğini verebilecek
herhangi bir efendi yoktur. ‘Çalışan kimsenin gayreti, senin karşında yarar
sağlamaz.’ Başka bir ifadeyle bir hükümdar gibi makamı, imkânı, malı ve
-gerçekte değilse de kendi bilgisine görebaşkasına etkisi olduğunu düşünen hiç
kimseye bu durumu, perde ortadan kalktığında kıyamet günü bir yarar sağlamaz.
FASIL-VASIL
Namazda Secdeler
Kul secde edip daha
önce belirttiğimiz gibi ‘en yüce Rabbini’ teşbih
ettikten sonra, secdesinde şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Senin için secde ettim,
sana inandım, sana teslim oldum, senin yarattığın yüzüm secde etti, gözüm ve
kulağım parçalandı, ‘Yaratanların en güzeli Allah Teâlâ münezzehtir’. Allah
Teâlâ’m! Kalbimde bir nur yarat, kulağımda bir nur yarat, gözümde bir nur
yarat, sağımda bir nur yarat, solumda bir nur yarat, önümde bir nur yarat,
arkamda bir nur yarat, üstümde bir nur yarat, altımda bir nur yarat ve benim
için bir nur yarat! Beni nur yap.’
Arif şöyle der: ‘Yüzüm secde etti.’
Yani, hakikatim secde etti. Bir şeyin yüzü, o şeyin hakikatidir. ‘Kendisini
yaratana.’ Yani, el-Müdebbir isminden onu takdir edip el-Kadir, el-Bari,
el-Musavvir isimlerinden var edene secde etti. Kulağı da ‘kün [ol]’ ifadesini
duyması ve önce söz alınması, ardından yükümlülük nedeniyle ‘parçalandı.’ Göz
ise, görülenlerden [görünmeye] geçmek için algıladığı şeyler nedeniyle
parçalandı. Bu durum, bu yaratılış ve benzeri şeyler hakkındadır. Nitekim Allah
Teâlâ gökleri ve yeri yaratmış, ayrışsınlar diye dürülmüş iken onları parçalamıştır.
Böylece yaratmanın gerçekleşebilmesi için etki eden ve edilen ortaya çıkar. ‘Düşünen
bir topluluk için”82 ayeti geçerli olsun diye hakikatleri
ispat eden [bir ifade olarak], ‘Yaratanların en güzeli olan Allah Teâlâ münezzehtir.’
Ardından, her organındaki nur ile
‘göklerin ve yerin nuruna’ dua eder. Allah Teâlâ o nuru ‘kandillikteki lambaya’
benzetti. Lamba orada duruluğu ifade eder ki, arzulardan uzak durmak demektir.
Kendi teorik düşünceleriyle onun hakkında söz söyleyenlerin görüşleri, yağ ile
tutuşan ve yakınlaşmayla aydınlatan -ki bu ağacın yardımıdırbu lambaya ulaşamaz.
Ağaç, ‘ne doğulu ne batılı’ olarak itidalde yardım edendir. Ağaç, genişlik bakımından
doğuya sapıp bilgice ihata edilemeyeceği gibi batıya sapıp mertebesi de
bilenir Hakk gelmez. ‘Nur üstüne nurdur.’ Başka bir ifadeyle, varlık üstüne
varlık, muhtaç varlık üstüne dış varlıktır.
Secde eden kişi, bütün organlarına
nuru yerleştirmesini Allah Teâlâ’dan ister. [Karanlığı] Ürküten ve kaçırtan
şey, nurdur. Her organ, Allah Teâlâ’nın onda yarattığı güç nedeniyle bir iddia
taşır. Allah Teâlâ, bu gücü o organda meydana getirmişken onu dâ bu güce sahip
yaratmıştır. Allah Teâlâ’nın peygamberi bu durumu bildiği için, Allah
Teâlâ’nın kendisine her iddia sahibinin iddiasının karanlığını yok edecek bir
bilgi ve rehberlik vermesi için dua etti. Duanın konusu budur.
Secde edenin son söylediği şey ise,
‘beni nur yap’ ifadesidir. Burada ‘sen yap’ denilmektedir. Çünkü Allah Teâlâ,
göklerin ve yerin nurudur. Allah Teâlâ, kulu duyduğunda, gördüğünde,
konuştuğunda, tuttuğunda ve yürüdüğünde ‘Ben kulumun kulağı, gözü, ayağı, eli
ve dili olurum’ demişti. Bu kez kul, ‘beni nur yap; bedeninin karanlıklarında
ve nefis denizinde ve bâtınında beni gören herkes benimle doğru yolu bulsun’
der. Allah Teâlâ peygambere Kur'an-ı Kerîm’i, bize ise Kur'an-ı Kerîm’i
anlamayı verdi. Bu bağış, mertebelerin en yükseğinde bağışların en üstünüdür.
Anlamı ‘beni kendimden fani et, benim varlığım ol, böylece gözüm her şeyi seninle
görsün, kulağım her duyulanı seninle duysun’ demektir. Çünkü bir organdaki nur
[nur sahibi olması], onun algılayabilmesidir. Duanın bütün bölümleri için aynı
şey geçerlidir. Fakat [istenilen nur], nurlar arasında farklılığı sağlayacak
bir nurdur. Bu nedenle her organda, nefsinde ve zatında nuru belirsiz olarak
zikretti. Böylece solun nuru sağın nurundan, üstün nuru altın nurundan
ayrıştığı gibi güç ve organların nuru da birbirinden ayrışır. ‘Bundan sonra
beni cem’ ve vücûd [birlik ve varlık] mertebesine yerleştir. Orada hakikatin
birliği nedeniyle nurlar birleşir.’ Orada olmazsam, buıiun nedeni beni nur
yapmış olmandır. Orada olursam, bende bir nur yaratmış olmandan kaynaklanır. O
nur ile dış varlığımın karanlıklarında doğru yolu bulurum.
FASIL-VASIL
İki Secde Arasında Okunacak Dua
Namaz kılan kişi, namazda iki secde arasında oturduğunda şöyle
der: ‘Allah Teâlâ’m! Beni bağışla, bana merhamet et, beni rızıklandır, bana
şifa ver, bana hidayet et, bana afiyet ver ve günahımı affet.’ Arif, şöyle der:
‘Beni ört ve benden dolayı ört. Beni itaatsizliklerden gizle ki, yerimi bilip
bana yönelmesinler. Kendini de benden gizle! Çünkü sen, senin varlığın olsa
bile, varlık ile nitelenen her şeyi tecellilerinin yakacağını söylemiştin.
Varlık bir niteliği olmadığı halde varlık mümküne etki ettiği gibi varlığm
mümküne nispet edilmesi de, yaraülmışlılda smırlansa bile, ona ‘mevcut’ demeyi
sağlar.
Fakat ilahi mertebe, bu iddia
sahibinin iddiası nedeniyle, kendi varlığı hakkmda kıskançtır. Öyle bir iddia
ortaya çıkmasaydı, ona musallat olunmazdı. Perdeler kalktığında ise, gözün
algıladığı her şeyi tecellilerin yakması kaçınılmazdır. Kastedilen, doğal
âlemdir. Çünkü emir âlemi nurlardır, dolayısıyla yanmaz. Bilakis o âlem, en
büyük nura katılır. Çünkü ‘emir’ âleminde [ruhlar] bir iddia yoktur. Doğal âlem
ise yanar ve küle döner. Onu yokluğa katmamıştır. Böylece bu âlem, bir iddia
sahibi olmayan kül olarak kalır. Bu nedenle, istidadı iddiaya yol açan
hakikatin iddiası olmayan başka bir hakikate dönüştürülmesiyle sadece iddia yok
edilmiştir.
‘Bana merhamet et!’ Kast edilen,
zorunluluk rahmetini elde etmeyi sağlayacak amelleri yapmama imkân vermenle,
ihsan rahmetinden sonra meydana gelebilecek olan zorunluluk rahmetiyle
merhamet dilemektir. Böylece ben, rahmetinin kapsadığı ‘her şey5
olurum. Arif, zorunluluk rahmetinde ihsan rahmetini ister. Bu rahmeti elde
etmek ise, özel rahmeti gerektiren iyi davranışları işlemeye muvaffak
kılınmakla gerçekleşir. Böylece İblis ve cin, insanlardan olan yardımcılarının
istediği bu rahmeti bizzat ihsan kaynağından almak ister. Bununla beraber arif,
korunmuşluk ve emre itaatsizlikten ve mahrumiyeti gerektiren sapkınlıktan
korunmuş ve sakınılmıştır.
Sonra, ‘Beni rızıklandır’ der. Yani,
doğal cesedimin ve bedenimin canlı kalmasını sağlayan bedensel besinlerden
rızıklandırdığın gibi kalbime hayat verecek arifin rızkıyla da rızıklandır.
Sonra şöyle der: ‘Bana şifa ver
(benim ezikliğimi telafi et ve onar).’ Onarmak, kırılmaktan sonra olabilir.
Kelime ‘mehiz’ ifadesinden gelir. Mehiz, onarımdan sonra kırılmış şey demektir.
Söz konusu olan ariflerin kırılmasıdır [kırıldığı]. Çünkü kul, esasta mümkün
oluşu nedeniyle kırıktır. Onun onarımı, Allah Teâlâ’nın kendisini zorunluluğa'
ulaştırmasıyla gerçekleşir. Fakat bu zorunluluk, ‘başkası nedeniyle’
zorunluluktur. Allah Teâlâ, onu bu onarımla var ettiğinde kendisine ve Rabbine
dair bilgisi onu kırar ve tekrar imkân haline döndürür. Onarımdan sonra
‘kırılma’ budur. Onarmak, ancak bir kırılmadan sonra olabilir. Bu nedenle
onarmanın ‘mahîz’in karşılığı olduğunu söyledik. Aynı şekilde, [onarmak diye
karşıladığımız cebr’in başka bir yorumuyla] ‘beni zorla’ der. Başka bir ifadeyle,
seçimimde zorunlulukta beni durdur. Çünkü kul, seçiminde zorunludur. ‘Alemlerin
Rabbi Allah Teâlâ dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.’383 Allah Teâlâ şöyle der:
‘Ben, benden dolayı kalpleri kırık olanlarla beraberim.’
Sonra şöyle der: ‘Beni doğru yola
ulaştır.’ Sakınmamız gereken şeyi bana açıkla. Bana ‘cevamiü’l-kelim’den [bütün
hakikatleri kendinde toplayan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem] verdiğin
şeyleri kullarına açıklama imkânı ver ki, Peygamberine (sav.) varis olabileyim.
Çünkü peygamber şöyle buyurdu: ‘Benden önce hiçbir peygambere verilmeyen altı
şey bana verildi.’ Bu altı şeyi zikretti ve ‘Bana cevamiül kelim (bütün hakikatleri
toplama) özelliği verildi’ dedi.
Sonra şöyle der: ‘Bana afiyet ver.’
Beni, beden hastalıklarından değil, kalp hastalıklarından -ki onlar kalplerin
gayeleridirkurtar. Sen bedenini hasta ettiğin kimseye çok yakınsın. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kutsi bir hadiste bize bildirdiğine göre, şöyle
demişsin: ‘Hasta oldum, beni ziyaret etmedin.’ Buna karşı ben ‘Sen âlemlerin
Rabbi iken, nasıl hasta olursun’ dedim. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
senin bana şöyle karşılık verdiğini bildirdi: ‘Falan kulum hastaydı, onu
ziyaret etmedin. Onu ziyaret etseydin, beni yanı başında bulurdun.’ Birinin yanındaki
sen isen, o asla bedbaht olmaz. Sen, kulunu sadece onu ziyaret etmen ve
yanında bulunman için hasta edersin. Seni bulmak isteyen kimse, hastaları
ziyaret etmelidir. Sadece sana yaraşır bir şekilde seni tenzih ederim!
Sonra şöyle der: ‘Beni, bağışla!’
Bana dönük iyiliklerini artır, bana dönük imtihanlarını azalt! Başka bir
ifadeyle, azaltılması gerekenleri azalt, artırılması gerekenleri artır.
Hatalarımı affetmen, bana ulaşıp kendileriyle nitelenmeyeyim diye beni onlardan
gizlemenle gerçekleşir. Af, zıt anlamlar taşır. Bu bağlamda, çokluk ve azlık
karşılığında kullanılabilir. Rabbim! Beni bağışla! Çünkü ben, zamansal bir
varlık olduğum için, yönelmek istesem bile bana yapmayı emrettiğin şeye
yönelmeye güç yetiremiyorum.
FASIL-VASIL
Namazda Kunut Duaları
Bilginler, namazda kunut duası hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı
bilginlere göre sabah namazında kunut okumak müstehap iken, bazı bilginler
bunun sünnet olduğunu kabul etmiştir. Bazı bilginler ise, sabah namazında caiz
olmadığını, onun yerinin vitir namazı olduğunu ileri sürmüştür. Bazı
bilginler, her namazda kunut okunabileceğini söylemiştir. Bazı bilginler ise,
kunutun sadece Ramazan’da, bazı bilginler ise Ramazanın ikinci yarısında,
bazıları Ramazanın ilk yarısında okunabileceğini söylemiştir. .
Kunut, namaz kılanın yaptığı bir
duadır. Bazı bilginler, rükûdan önce, bazı bilginler ise rükûdan sonra okunması
gerektiği kanaatindedir. İnsanların bir kısmı, kunut duasının sadece sıkıntı
halinde okunabileceği kanaatindedir. Ben de bu görüşteyim ve bence kunut
duası, müstehaptır.
Vitir kunutunun nasıl olması
gerektiği hakkında özel bir dua rivayet edilirken sabah namazının kunutu
hakkında özel bir dua aktarılmamıştır. Bu nedenle okumayı benimseyen kimse,
kendi durumuna göre, dilediği şeyle dua etmelidir. Şu var ki insan, kunut
duasında [başkasına] sövmek ve lanet etmekten sakınıp dünya ve ahiret iyiliği, Allah
Teâlâ katında güzel sayılan şeylerle dua etmelidir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in vitir namazındaki kunutta şu duayı okuduğu sabittir: ‘Allah
Teâlâ’m! Hidayet verdiğin kimsenin yoluna beni ulaştır ve beni afiyet
verdiklerine kat. İşlerimi sen üstlen. Bana verdiğin şeyleri mübarek eyle,
belirlediğin şeylerin kötülüğünden koru. Çünkü sen hüküm verirsin, sana karşı
hüküm verilmez. Çünkü senin velisi olduğun kimse, hor ve zelil olmaz; hidayet
ettiğin, sapmaz; sen mübarek ve münezzehsin.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, kunut ve diğer bütün dualarımızda Allah Teâlâ’ya nasıl dua edeceğimizi
bizi böyle öğretmiştir.
Arif, bilinene göre, kendisiyle veya
benzeriyle dua edeceğimiz şeye bakar. Bu bağlamda arif, Allah Teâlâ’dan
kendisini ‘hidayet ettiği kimselere’ katmasını ister. Lafzın niteliğiyle
sınırlı kalsa bile arif, gelecekte geçmiş kimseler içinde olmayı ister. Gelecek,
ikisini birleştiren bir yön bulunmadıkça geçmişte olamaz. Arif bakar ve geçmiş
ile geleceği birleştiren yönün yokluk olduğunu anlar. Çünkü varlık, ancak
şimdiki an içindir ve Allah Teâlâ’ya ait olabilir. Şimdiki anın varlığı, zatî
varlıktır ve onda yolduk bulunamaz, sürekliliğe sahiptir. Arap dilinin
uzmanları da onu böyle nitelemiş, fiillerin taksimi hakkmda şöyle demişlerdir:
‘Şimdiki zamanın fiili sürekli diye isimlendirilir.’ Şimdiki zaman, hiçbir
şekilde varlığın bulunmadığı
yolduğun iki ucu arasında bulunan varlıktır. Bu iki uç, geçmiş ve gelecek
zamandır ki kulun kendisidir. Öyleyse kul, yokluk ile nitelenmiştir. Böylece
zamanı geçmiş -ki geçmiş yoklukturve gelecek ile -ki o da
yokluktursınırlamıştır. ‘Beni ulaştır’ ifadesi gelecek zamana, ‘hidayet
ettiğin kimselere’ ifadesi geçmiş zamana aittir. Yoklukta ise, ayrım bulunmaz.
Bu nedenle arife ‘hidayet ettiğin kimselere beni kat5 vb. demesi
emredildi.
Gerçekleşen hidayet ise, şimdiki
zamanın varlığıdır. Şimdiki zaman [an], gerçek bir zarftır. Bu nedenle ‘içinde’
anlamındaki ‘fi’ edatı gelmiş ve ‘onların içine’ demiştir. Yokluk ise, bir zarf
değildir. Çünkü madum [yok], bir şey değildir. Yokluk ise, la-şeyden [şey
olmayan] ibarettir. La-şey ise, başka bir şey için zarf olamaz. Öyleyse,
‘hidayet ettiklerinin içine’ ifadesine ‘fi’ edatının kattığı anlamdan şunu
anlayabiliriz: Bana hidayet ve himaye elbisesi giydirip bana istediğim şeyi
verdiğinde, bunlar sürekliliğe sahip şimdiki zamanda olsun! Dolayısıyla geçmiş
ile nitelenip yokluğa katılmasınlar. Ya da, gelecek zamanla nitelenip
varlıktan yoksun olmasınlar. Hakk ise, fiillerinde zamanla nitelenmekten münezzehtir.
Yaratılmış kulun özelliği geçmişte
yokluk olduğu gibi gelecekte de yoklukla nitelenir. Zatı bakımından varlıkla
nitelendiği şimdiki anda ise, ‘dır’ özelliği kazanır. Yokluk kul için gerçek
bir şey olup kendisinden ayrılması mümkün olmadığı gibi ‘varlık’ anlamındaki
‘dır’ da gerçek anlamda Hakka aittir. Hakk, onun zıddıyla [yokluk]
nitelenemez. (bel) Varlık O’nun aynıdır. Hakkın, fiili kendisinden soyudayıp
sebebe izafe etmesi, Hakkın varlığına etki etmez. Çünkü kulun yokluk olduğunu,
yokluğa ise hiçbir şeyin nispet edilemeyeceğini kesin olarak öğrendik. Bu
konuda şu mısraları söyledim:
Onlara söylenir ve
kızarsın, peki niye? - ,
Benim hakikatim nedir? Bana söyle: ‘Ne diyorum?’
Onlara söyleniyorum, biliyorlar mı?
Ne söylediğimi onlara.
Ne dediğini bana söyle! .
Bir kul kesin olarak bilirse, bir şey dediğinde i
Onun sözünde söyleyen benim
Onun gibisini kınar mıyım? Adalet benim niteliğimdir
Artık bana söyleyeceğini ve söyleyeceğimizi söyle!
Allah Teâlâ, Firavun’un diliyle ‘Ben
sizin en yüce Rabbinizimnu der. Gerçekte ise, en yüce olan ‘Allah
Teâlâ'tır’, çünkü Allah Teâlâ en yüce Rabbimizdir. Allah Teâlâ ‘onu
dünya ve ahiret için ibret yaptı. Bunda Allah Teâlâ’dan korkan kimse için ibret
vardır.5385 Bundan ibret almak, bilgi sahibi
için mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ bilginleri korkma özelliğiyle nitelemiş ve ‘Allah
Teâlâ’dan, bilen kulları korkar’386 demişti. Bilgili insan, Allah
Teâlâ’nın bildirdiği gibi, Firavun’un cezalandırılmasının nedenini anlar. Bu
yükseklik, Firavun’un diliyle ortaya çıkan Allah Teâlâ’nın niteliğidir. Böylece
bilgili insan, Firavun’un o sözü, namaz kılan insanın ‘Allah Teâlâ kendisini
öveni duydu’ demesi gibi, Allah Teâlâ’nın yerine söylemediğini anlar. Bu sözü
söylerken Firavun Allah Teâlâ’ya vekil olmaktan habersiz kalınca nitelik,
sahibini istemiş. Böylece söz Hakka dönmüş, Firavun ise gerçekte onu asla
‘giymemiş’ bir şekilde bu sözden soyutlanmış olarak kalmıştır. Çünkü Allah
Teâlâ ‘zorba-kibirli bütün insanların kalbini büyüklüğün giremeyeceği şekilde
mühürlemiştir.’ Çünkü büyüklük, sadece sınırlanmayan kimse için olabilir. Başka
bir ifadeyle büyük, sınırlanmayacak kadar yüce olandır.
Bu durumdan
habersiz olduğu için Firavun’un cezası, Allah Teâlâ’nın onu ‘ilk ve sonun
[dünya ve ahiret] nekal’i (ibretlik ceza, İbnü'l-Arabi’ye göre sınırlamak)
olarak cezalandırmasıydı. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, bu niteliğe sahip
olmayacak şekilde sınırlanmasını Firavun’a öğretmişti. ‘İlk’, geçmiş zamana
aittir. Bu ise ‘ben sizin için, benden başka ilah
tanımadım’387
ifadesidir. ‘Son’ gelecek zaman içindir ve ‘Sizin
en yüce Rabbiniz benim [geniş zaman]’388 ifadesidir. Bu ikisi, bize göre, Allah
Teâlâ’nın Firavun’u ilkin içinde ilk ve sonda (şimdi ve gelecek zamanda, dünya
ve ahirette) ‘nekal’ yapması demektir. Allah Teâlâ’nın kendisine bildirmesiyle
Firavun, yaptığı mutlaklık (geçmişte ve gelecekte Rablık) iddiasına karşın
‘sınırlılık’ ile cezalandırıldığını anlamıştı. Sınırlılık, ‘nekal’ demektir.
Çünkü nekal, sözlükte kayıt ve sınır demektir. Allah Teâlâ’nın nekal kelimesini
kullandığını gördüğümüzde, zıddının Firavun’un olumsuzladığı mutlaklık olduğunu
anladık. .
Allah Teâlâ bir yerde ‘bana dua edin’
derken, başka bir yerde ‘hükmü vermiş olduğunu’, ‘O'nun katında hükmün
değişmeyeceğini’, ‘bilgisinin belirlediği şeyin gerçekleşeceğini’, ‘belirlenen
şeyden sakınmanın umulamayacağını’ bildirir. Bu konuda, belirtilen hususa güzel
bir şekilde ima edilen iki mısra dile getirdim!
‘Ey Allah Teâlâ’m!’ dediğimde, ‘niçin dua ediyorsun?’ der.
Dua etmezsem, bu kez ‘niçin dua etmiyorsun?’ der
Dilsiz olan, bütün kazları elde etmiştir.
Rahatlık ise, kulağı olmayan kimseye tahsis edilmiş
Bir kulun Kur'an-ı Kerîm'i okuduğunu
ya da herhangi bir şey söylediğini ya da başkasıyla konuştuğunu ya da herhangi
bir dille konuşan birini gördüğünü düşünelim. BU vesileyle belirtmeliyiz ki,
âlemde asla susma yoktur. Çünkü ‘susma’ yokluk, konuşma ise süreklidir. Çünkü konuşmanın
yararı, maksadarı dinleyenlere anlatmaktır ve [diller sussa bile] haller
açıklayıcıdır ve bu da bir konuşmadır. Öyleyse her varlık mutlaka belirli bir
halde bulunmalıdır. Hal ise, konuşmasının ta kendisidir. Çünkü bir şeyin hali,
o şeye bakana o esnada içinde bulunduğu durumu açıklar. Dolayısıyla, hal
dilinden daha açık bir dil yoktur. Hal karineleri ise, ibareler yoluyla gelen
bilgileri ifade eder [sınırlar olması gerekir]. Bize göre ibareler de, haller
arasındadır. Dilde söz ve kelam, sadece ibarelere ad oldu. Allah Teâlâ’yı bilen
ariflere göre ise, bütün varlık ‘Allah Teâlâ’nın tükenmeyen kelimeleridir.’ [Bu
ara açıklamadan sonra tekrar] Başa dönersek şöyle deriz: Kul bir söz
işittiğinde veya kendisi bir şey söylediğinde bunu Allah Teâlâ adına mı
söylüyor yoksa Allah Teâlâ mı kul adına konuşuyor, bunu ayırt eder. Kul bunu
nitelik sayesinde ayırt eder. Çünkü nitelik, sahibini arar. Bir niteliği
sadece ait olduğu kimse kabul edebilir. Söz, kula yaraşan bir nitelik
içerdiğinde, Hakk o nitelikle kendisini nitelese bile, sözün sahibi kuldur (lâ
tenbeğî). Söz, Allah Teâlâ için uygun olabilecek bir nitelik içerdiğinde, kul
kendisini onunla nitelese bile, sözün sahibi Allah Teâlâ’dır. İster sözle ister
hal diliyle meydana gelsin, herkesin konuşmasını böyle değerlendiririz.
‘Bunda korkan kimse için ibret vardır’389
ayetinin anlamı budur. Burada kast edilen, bilgili kimsedir. ‘Bunda’ derken,
hikâyede daha önce anlatılan kısma gönderme vardır. Daha önce anlatılan kısım
ise, Firavun’un, ‘Ben sizin en büyük Rabbinizim’390 deyip Allah Teâlâ’nın onu ‘ilkin ve
sonun nekali (sınırlananı) olarak cezalandırmasıdır. Başka bir ifadeyle bu
iddia, bu cezalandırmayı gerektirmiş ve nitelik [büyüklük], sahibini -ki Allah Teâlâ’dıristemiştir.
Firavun da, bu nitelikten soyutlanmış bir halde kalakalmıştır. Dolayısıyla, onu
cezalandırmadan koruyacak kimse olmadı.
Allah Teâlâ’nın kendisinden söz
ederek ‘Acıktım, beni doyurmadın’ demesiyse, acıkıp doyurulmayan bir kul yerine
söylenmiş bir sözdür [Allah Teâlâ kulun vekilidir], Böylece nitelik sahibini
aramıştır. Sahip ise, kuldur. Arifler, hakikatleri böyle anlar!
! •
FASILLAR-VASILLAR FASIL-VASIL
Namazda Elleri
Kaldırmak
Bilginler,
namazda elleri kaldırmanın hükmü, nerede
kaldırılacağı ve gerekli olduğu yerde ne kadar kaldırılacağı hususunda görüş
ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda bazı bilginler, namazda elleri kaldırmanın
sünnet, bazıları farz olduğunu iddia etmiştir. Farz olduğunu söyleyenler,
çeşitli kısımlara ayrılır. Bir kısmı, elleri kaldırmanın başlama [yasaklama
veya ihram] tekbirinde vacip, bir kısmı başlama tekbirinde, rükûya giderken ve
rükûdan kalkarken elleri kaldırmanın vacip olduğunu söylemiştir. Bazı
bilginler ise, elleri kaldırmanın bu iki yerde ve secdede vacip olduğunu kabul
etmiştir.
Namazda ellerin kaldırıldığı yerlere
gelirsek, bazı bilginler sadece başlama tekbirinde ellerin kaldırılacağını
söylemiş, bazıları ise ihram tekbirinde, rükûya giderken ve rükûdan kalkarken
kaldırılacağını söylemiştir. Bazı bilginler ise, secdede ve secdeden kalkarken
elleri kaldırmanın gerektiğini söylemiştir. Bu, Vaii b. Hucr’un ifadesidir.
Bazı bilginler ise, ikinci rekâttan kalktığında elleri kaldırmak gerektiği
görüşündedir. Bu da, Malik b. el-Huveyris’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’den aktardığı hadistir. Benim görüşüme gelirsek, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’i salih bir rüyada gördüm. Bana, namazda ihram tekbirinde,
rükûya giderken ve rükûdan kalkarken ellerimi kaldırmamı emretti.
Ellerin ne kadar kaldırılacağına
gelirsek, bazı bilginler iki omuza kadar, bazıları iki kulağa, bazıları ise
göğse kadar kaldırılması gerektiğini kabul etmiştir. Her görüş, karşı
çıkanlara göre daha sağlam sayılan bir hadise dayanır. Elleri iki kulağa kadar
kaldırılmayı söyleyen hadis, göğse kadar kaldırmayı söyleyenden daha sağlamdır.
Benim görüşüm ise, şudur: Bu hususta rivayet edilen hadisler, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin davranışının aktarılmasıdır, yoksa onun böyle
yapmayı emrettiği rivayet edilmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘benim namaz kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılınız’ buyurdu. Namazın bir
takım farz ve sünneder içerdiği malumdur. Dolayısıyla, bu konudaki görüş
birliğiyle çelişeceği için, bu hadisten namazın bütün fiillerinin farz olduğu
sonucu çıkmaz. Bu nedenle namazı kılmalı ve farz veya sünnet olduğu tam olarak
belirlenmeksizin Şari’nin bilgisine göre ellerimizi kaldırmalıyız. Ali b. Ebu
Talib, niçin ihram tekbiri getirdiğini bilmeden peygamberin ihram tekbiriyle
tekbir almış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de onun davranışını
onaylamış ve tepki göstermemiştir. Bu nedenle, şeriatm bu konudaki hükmüne göre
biz de ellerimizi kaldırır ve onu bu hükme göre kabul ederiz.
Elleri kaldırmanın sınırına gelirsek,
benim görüşüm, Peygamberin uygulamasının serbest bırakmayı gerektirdiğidir.
Çünkü hadisler, fiilen farklı sınırların uygulandığını belirtir. İster farz
ister sünnet olsun, namaz kılan kimse ne kadar kaldırırsa kaldırsın
yeterlidir. En uygunu, elleri iki kulağa kadar kaldırmaktır. Fakat ellerin
göğüs üzerine, omuzların paraleline [ya da] kulaklara kadar kaldırılması
uygundur. Böylece üç durum bir arada olur. Ellerin kaldırılacağı yerler de
şunlarla sınırlıdır: Başlama tekbiri, rükuya giderken, rükûdan kalkarken,
secdeye giderken, secdeden kalkarken ve iki rekâttan kalkarken. Böyle yapmak,
rivayette yer aldığı ve namazı geçersiz kılacağı zikredilmediği için, namaza
zarar vermez. Dolayısıyla bu hükümle çelişen bir şey de aktarılmamıştır.
İbn Mesud ve Berra b. Âzib’den
rivayet edilen hadisten anlaşılan, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
ihram tekbirinde ellerini sadece bir kere kaldırdığı ve buna ekleme
yapmadığıydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ellerini bir kez
kaldırırdı ve ‘ihram tekbirinde bunu ikilemezdi.’ ‘Buna ekleme yapmazdı’
ifadesini namazın diğer kısımlarında ellerini bir daha kaldırmazdı şeklinde yorumlamak
mümkündür. Fakat bu, açık bir nas değildir. Çünkü peygamberin rükûya giderken,
kalkarken ve başka yerlerde ellerini kaldırdığıyla ilgili rivayeder vardır.
Güvenilir-adil ravilerin ilavesi ise, makbuldür. Öyleyse en kabul edilebiliri,
hakkında hadis bulunan bütün yerlerde ellerin kaldırılmasıdır.
Arifin bu konudaki değerlendirmesi
şöyledir: Elleri kaldırmak, eldeki şeylerin düşmesine yol açar. Hakk, namaz
kılan kuluna şunu öğretir: ‘Önümde durduğunda, hiçbir şeye sahip olmaksızın
yoksul ve fakir olarak dur. Sahip olduğun her şeyi at ve elinde hiçbir şey
olmasın. Her şeyi ardına at, çünkü ben senin kıblendeyim!’ Bu nedenle namaz
kılan kişi, sahip olduğu her şeyi attığının bilinmesi için, avuçları boş bir şekilde
ayakta durarak kıbleye yönelir. Ellerini indirdiğinde ise, avuçlarının içi
ardına bakarak geri döner. Orası ise, ellerindeki şeyi attığı yerdir.
Allah Teâlâ namazdaki her
davranışının karşılığını her bir halinde insana verir. Kul verilene sahip
olduğunda onu biralar ve ellerini kaldırmakla sahip olduklarını bırakması
gereken yerde bıraktığını Hakka bildirir. Böylece, elleri bomboş bir halde
yoksul bir dilenci olarak ilahi ihsana yönelir. Allah Teâlâ, ona yine verir. O
ise, bomboş bir halde ellerini tekrar kaldırır. Allah Teâlâ’nın peygamberinin
elleri kaldırmayı emrettiği bütün yerlerde aynı yorum geçerlidir.
Namaz kılan kişi, ellerini güç ve
kuvvede ilişkili olarak da kaldırabilir. Çünkü eller, kuvvetin yeridir. Böylece,
gücün kendisine değil Hakka ait olduğunu itiraf ederek, Allah Teâlâ’ya
kaldırır. Ellerini göğse kadar kaldıran kişi, Hakkın kıblesinde bulunduğunu
dikkate almıştır. Kulaklarına kadar kaldıran ise, ‘O,
kullarının üzerinde egemendir’391 ayetinden, Hakkın
onun üzerinde bulunduğunu dikkate almıştır. Elleri her indirme ve kaldırmada
bu yorumu aklında tutar. Ellerini kaldırırken şöyle der: ‘Her düşüklük ve
yükseklikte güç ve kuvvet, bana değil sana aittir. Senden başka ilah yoktur.’
Otuz sekizinci kısım sona erdi. Onu
otuz dokuzuncu kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar