Print Friendly and PDF

İsveçlilerin Türk Ataları/ İsveççenin Türkçe İle Benzerlikleri



Çeviren ve Hazırlayan: 
Abdullah Gürgün

18. yüzyılda yaşayan ve İsveç tarihi araştırmalarının kurucusu sayılan Prof. Sven Lagerbring'in bu kitabı, eski İsveç ve Lagerbring kitabında, İsveçlilerin atalarının Türkler olduğunu İsveç masallarına, efsanelerine ve taş yazıtlara dayanarak ortaya koyuyor.

Kitapta İsveççeyle Türkçe karşılaştırılarak Türklerin ve İsveçlilerin ortak tarihsel bir kökene ve dil ortaklığına sahip olduğu gözler önüne seriliyor. Eski İsveç masallarında, İsveççenin Viking Tanrısı Oden tarafından getirildiği ve Oden'in Tirkiar (Türkler) denilen bir kabilenin önderi olduğu ilk kez bu kitapta belgeleriyle açıklanıyor. Lagerbring'in raflarda unutulan bu kitabının, İsveç kökenli olan ve 19. yüzyılın sonlarında Türklüğe ve Müslümanlığa geçen, namı diğer "Osmanlı Vikingi" Ali Nuri Dilmeç tarafından bulunup gün ışığına çıkarılmasının öyküsü de bu kitapta ayrıca yer alıyor.

 **

Sven Lagerbring Kimdir?

Sven Lagerbring (17071787): Güney İsveç’te doğdu. Lund Universite si'nde okudu. 1741'de Lund Akademisi sekreteri, 1742'de tarih profesörü oldu. 1748, 1755 ve 1769 yıllarında Lund Üniversitesi rektörlüğünü yürüttü ve 1769'da asalet verilerek Lagerbring adını aldı. İsveç Tarihi alanında modem eleştirel tarih araştırmasının babası sayılır. En önemli eseri, dört ciltlik İsveç İmparatorluğu Tarihi'dir (Svea Rikes Historia). İsveç Lund Üniversitesi Tarih Enstitüsü'nün ilk tarih profesörüdür ve o nedenle enstitünün logosunda onun bir resmi vardır. Üniversite bahçesinde büstü dikilidir, salonlarında tabloları asılıdır.

Lxigerbring tanınmış, saygın bir tarihçiydi. 24 Şubat 2007 tarihinde doğumunun 300. yılı Lund, Uppsala ve Stockholm’de kutlandı. Pek çok konuda seminerler, konferanslar düzenlendi. 300. doğum günü kutlama programı için hazırlanmış bir tanıtımda şu sözcükler göze çarpıyordu: Belgeleri inceleyerek gerçeği aramak onun parolasıydı. Kaynaklara eleştirel yaklaşmak ve gerçek bugün sonuçlara hizmet edecek, değişik bir içerik kazandı. Lagerbring için sonucu ne olursa olsun gerçeğin kendisi önemliydi. Tarih güvenilir olmalıydı. Aynı zamanda da insanı insan yapacak öğretileri elden ele ulaştırmalıydı. 

Ne var ki, kutlamalar sırasında ilgimi çeken üzücü bir nokta vardı. Profesörün bu küçük kitabından ve Türkçe ile İsveççe arasındaki benzerlikler konusundaki görüşlerinden söz açan olmadı.

Lund Üniversitesi Tarih Enstitüsü’ne bu konuda herhangi bir çalışma olup olmadığını sordum. Yoktu. Ya da bilmiyorlardı. Bense zamanın en saygın kökenbilim (etimoloji) profesörü ve İsveç Bilim Akademisi üyesi olan Johan Ihre'nin, kendisine mektup yazan Sven Lagerbring'e yanıt verdiği kanısındayım. Çünkü o da Sven Lagerbring gibi İsveççe'nin Oden tarafından Kuzeye getirildiğine inanıyordu. Dahası o mektuba çok iyi bir karşılık vermiş olmalı ki, soyadı Sven Bring'e beş yıl sonra asalet unvanı ve bir ek ad verildi; artık Lager Bring idi.

İsveççe ve Türkçe Arasında Benzerlikler Kitabı

Yazıları okuyunca Stockholm’deki Kraliyet kitaplığında aldım soluğu. Ve elimle koymuş gibi buldum. Burada da şansım yaver gitmişti. Burada kitabı bulmama yardımcı olan memur, kitabın yalnız bir adet ve bu kitaplıkta bulunduğunu ve ancak burada okuyabileceğimi söyledi. Küçücük bir kitapçık... 58 sayfa. Kitap 1764 yılının Ekim ayında, gotik ya da fraktur stil harflerle yazılmış. Anlamayı bırakalım, her harf ayrı bir bilmece. Üstelik içinde salt 233 yıl öncesinin İsveççe sözcükleri yoktu. O zamanın Osmanlıcası, Farsçası, Arapçası, Almancası, İngilizcesi, Latincesi, İbranicesi, Grekçesi ve İzlandacası hep bir arada kardeşçe yan yana dizilmişlerdi.

Peki ben şimdi bu işin içinden nasıl çıkacaktım?

Memurdan kitabın her sayfasının kopyasını istedim. Gerekli formu doldurup verdim. Birkaç gün sonra gelip alabileceğimi söyledi. Ben de öyle yaptım. Geri geldiğimde fotokopilerim hazırdı. Ücretini verdim ve sevinçle kitabımı alıp bağrıma bastım. Şimdi tarihin derinliklerine doğru yolculuk başlayacaktı. Kitabı birkaç kez gözden geçirdim, yarım yamalak anlayabildiklerimi anladım, ama bunu çevirebilmek çok zordu. Önce bu tuhaf harfleri kolayca anlayabileceğim harflere dönüştürmek gerekiyordu.

Bu konuda İsveç Radyo ve Televizyonunda müdürüm olan gazeteci dostum Vibeke Bolinder yardıma koştu. 58 sayfalık bilmeceyi çözebildiği kadarıyla çözdü. Ardından bunu bir de arkeolog ve mühendis dostum Björn Lindström gözden geçirdi. Sıra metni Türkçeleştirmeye geldi. Çevirebildiğim ne varsa Türkçeye çevirdim. Ve gerisini, Allah kerim deyip Kaynak Yayınlarına yolladım. Latince, Farsça bölümleri onlar çözdü. Emeği geçenlere teşekkür ediyorum.

Lapon Akrabalarımız

Türk ve İskandinav halklarının yakınlığı sandığımızdan da eskiye dayanır. İskandinavya'nın yerlileri Laponlardır. Bugün de İskandinavya Yarımadasının kuzey bölgelerinde yaşarlar. Düne dek şaman dılar. Yoyka (Jojka) dedikleri şarkıları, Türklerin bazı tür şarkılarına olçlukça benzer. Hele bazı ninnilerini, ağıtlarını Türklerinkilerden ayırmak zordur. Laponlarla Türkler görünüş olarak bugün de birbirlerine pek benzerler. Çekik gözler, yanık, esmer, az sakallı cilt gibi...

 Bir Lapon

Laponya'yı üç kez gezdim. En önemli kentlerinden biri olan Jokmok’ta, doğal ilaçlarla hastaları iyileştiren ve adı "şaman’a çıkmış Henrik Kuhmunen ile tanıştım. Yıl 1985 olsa gerek. Yanımda Jokmok'ta yaşayan ve uçak fotoğrafçılığı, televizyon kameramanlı ğı yapan, toprağı bol olsun, sevgili arkadaşım Bilgen Tufan var. Biraz başı ağrıyor. Henrik'ten onu iyileştirmesini rica ettim. Henrik eşiyle Laponca (Lapça) bir şeyler konuştu. "İlikus" gibi bir şey söylediğini fark ettim. "O ne?" diye sordum. Ilık su demekmiş. İlikus, ılık su. Doğru mu duydum, öyle mi, yıllar sonra bunu kesin savla yaınam. Ne var ki, dillerinin, Ural Altay dil ailesinden, son ekli ve ses uyumlu bir dil olduğunu biliyoruz.

İskandinavya’nın diğer eski bir halkı Finlerdir. Onların dili de Ural Altay ailesindendir. İçinde, Sine: Sen, Mine: Ben, Olla: Olmak gibi bugün de Türkçeye çok yakın olan sözcükler vardır. Türkçede ki "vay" Fincede "voy (voi)" olmuştur. Türkler nasıl, vay, vay, vay diyorlarsa Finler de voy, voy, voy, derler. Fince de, son ekli ve ses uyumlu bir dildir. Finlandiya’nın ikinci büyük kentinin adı Tur ku’dur. Helsinki Üniversitesi’nin Fince dalındaki ilk profesörü olan ve UralAltay dilleri üzerine çalışmalarıyla ün yapan Matthias Ale xander Castren’in konuyla ilgili çalışmaları, bu konuda derinleşmek isteyenlere yardımcı olabilir.

İsveçli, Norveçli, İzlandalı ve DanimarkalI Viking kökenli halklarla yakınlığımız daha serüvenli ve ilginçtir. Bu yakınlık Öden, Odin, Voden, Woden, Wotan gibi isimlerle anılan tanrılaştırılmış öndere dayanır. Onun ve yoldaşlarının nereden geldiğine bağlıdır.

Oden'in İskandinavya'ya geldiği zaman da tartışmalıdır. Kimine göre, İsa'dan önce gelmiştir, kimine göre İsa’dan sonra üçüncü, kimine göre, beşinci kimine göre yedinci, sekizinci ya da daha sonra gelmiştir. Ancak görüş birliğine varılan bir nokta vardır ki, o da Oden’in Asyalı olması ve yanında Asyalı ve Türk yoldaşlarıyla Kuzey’e gelmiş olmasıdır.

Bu görüşün dayanakları İskandinav mitolojisi ve İzlanda masallarıdır. Daha çok da İzlandalı tarihçi, hukukçu, yönetici ve yazar Snorre Sturleson'un Edda’sı (Sııores Edda) ve Kıral Masalları (Kungasagor) kitaplarına dayanılır.

Benim bu kitaba başlamamda da bir bakıma bu kitapların işlevi oldu, ama serüven daha da heyecan vericiydi. Ben yola Türk kökenli bir Viking’ten değil, Viking kökenli bir Türk'ten, Osmanlı Vi king'i Ali Nuri Bey'den yola çıkmıştım. Beni heyecanlandıran şey, insanların ne denli birbirlerine yakın olduklarını, iç içe geçtiklerini gösteren bir örnekle karşı karşıya bulunmamdı.

Her zaman aklıma gelen, sorduğum ve anlatmaya çalıştığım bir konu içinde yer alan örnek Türklerle isveçlilerin, Türkçeyle Isveç çenin akrabalığı ile ilgiliydi. Her zaman sorduğum soru ise şuydu: Neden biz kimiz, onlar kim?

Bu soru, işte bu kitabı gün ışığına çıkaran anahtardır. Kitap bu tür soruları sormak, sordurmak ve üzerinde düşünmek için bir araçtan başka bir şey değildir. Yoksa açıkçası beni kimin ne olduğu hiç ilgilendirmiyor. Amaç ayrı gaynlarımızı değil, ortak yönlerimizi ortaya çıkarmak, göz önüne sermektir. Aralarına nifak tohumları saçılan, birbirlerine kırdırılan, bölünüp parçalanıp yönetilen insanlar arasına köprüler kurma çabalarına omuz vermektir. Çelişki uçurumlarının derinleşmesini engelleme, karşılıklı saygı, hoşgörü ve anlayışı arttırma, insanları güzele, doğruya ve aydınlığa yöneltme çabalarına katkıda bulunabilmektir.

Kim Kimdir?

Biz ve onlar derken kimleri gösteriyoruz. Kimleri ayırıyoruz? Genleri aynı insanları mı? Kanları aynı insanları mı? Renkleri aynı insanları mı? Yurttaşlıkları aynı insanları mı? Doğdukları yer aynı olanları mı? Aynı din ya da mezhebe bağlı olanları mı? Aynı takımı tutanları mı? Aynı ülkeden olanları mı? Aynı ideolojiyi paylaşanları mı? Sorular böyle gidiyor. Bu ayrılık o denli yaygın ki, kankoca birbirlerinin ailelerini beğenmezlik yapabiliyor. İki kardeş ayrı aile kurduklarında birden bizsiz olabiliyor. Öte yandan ellere kız vermemek için de, kendi ailesi ya da aşireti içinden biriyle evlendirme alışkanlığı sürüyor. Bu yakınlık bazen ilginç boyutlara varıyor. Örneğin bir baba kızını, eşinin erkek kardeşine ya da eşinin kardeşinin oğluna vermiyor. Kendi kardeşinin çocuğuyla hatta zorlaevlendi rcbiliyor. Hani bir bakıma baba, eşi tarafını "el” olarak görüyor.

İki aile, iki köy, iki bölge, iki ülke, iki anakara birbirini aşağılayabiliyor. Ne var ki bu, gerçek yaşama karşın yapılıyor. İnsanlar, aileler, soylar, halklar, dinler, diller; her şey harmanlanıyor, birleşiyor.

Bugün İsveç'te 100'den fazla dil temsil ediliyor. Dünyanın her köşesinden, her inançtan insan bu küçük ülkede bir arada yaşıyor. Nüfusu kırk yıldır sekiz ile dokuz milyon arası değişen bu ülkeye dışardan insan gelmese nüfus azalacak, yaşam duracak. Yabancılar sayesinde rengârenk bir insan bahçesine döndü İsveç. Ne var ki, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı sona ermedi. Her yerde yine biz ve onlar var.

İki dazlak genç bir gün bana bağırdılar: "Lap javel! (Şeytan La pon)". Ben şöyle yanıtladım: "Lap javel değil, Turk javel (Türk şeytan).

Başka bir ilginç anım: İçkili bir lokantaya girmek üzereyim, kapıdan dışarı tekme tokat bir delikanlı fırlatıldı. Ben kendisiyle ilgilendim, "ne oldu?" derken, daha sözümü bitirmeden, "kapa çeneni pis kara kafa" küfrünü yedim. O da benim bir Osmanlı tokadımla karşılaştı ve anında toz oldu. İçimden ben de ona "soğan kafa" dedim.

Bu "kara kafa" sözcüğü, bütün yabancılar için kullanılan bir aşağılama sözü. Yalnız İsveç'te değil başka ülkelerde de var.

Irkçılık, yabancı düşmanlığı asıl toplumun alt kesimlerine doğru gittikçe artıyor. İşsiz güçsüzlerde en çok olmak üzere, emekçide, az gelirlide, küçük işyeri sahiplerinde, diye azalarak gidiyor. Büyük kapitalist için ırk, din, dil, ülke önemli değil. Hiç masraf etmeden yetişmiş bir işçi onun işyerine para kazandırıyorsa mesele yok. İstediği ülkeden en ucuz malı satın alıp, malını istediği ülkeye en pahalıya satmaya çalışıyor. Atlas Copco’lar, Volvo’lar, Scania’lar, Ericsson'lar sivil yönetimlerde de Türkiye'de varlar, cunta dönemlerinde de, Ecevit zamanında da ordalar, Tayip Erdoğan döneminde de. Oralarda çalışan Türkler de 1950’li yıllardan beri İsveç'in refahına emek veriyor. İsveçli emekçiyle aynı tezgâhlarda, işyerlerinde ter döküyorlar. O zaman bu aşağılanma, ayrımcılık niye?

Tek yanıt var: Düzenlerini sürdürmek isteyenlerin birlikten korkmaları. Ve. insanlar bu tuzağa düşüyorlar. Yoksa ortak yanlar daha çok. Daha iyi koşullar yaratmanın tek yolu birlikten geçiyor. Pastadan daha fazla değil daha az pay vermek isteyen de bunu engellemek istiyor. İşte onun için insanlar parçalanıyor, ülkeler parçalanıyor, araya çelişkiler sokuluyor.

1971'in Şubat ayında Avusturya'ya, Viyana'ya göçtüm. Türk, Kürt, Asur, Yunan, Ermeni, AvusturyalI vb. hep bir aradaydık. Hel las isimli bir Rum meyhanesinde buluşurduk. Marksist Leninist Öğrenciler Birliği içinde kafa dengi arkadaşlarla çalışırdık. 1974'te İsveç'e Stokholm'a göçtüm, orada da öyleydi. 1967 yılında kurulmuş olan Türk Birliği isimli bir derneğin adını, 12 Mart darbesi sonrası gelen arkadaşlar, İsveç Türkiyeliler Birliği yapmışlar. Tam o sıralar genel kurul yaptık. Orada kısa ama ilginç bir tartışma oldu. İsveç'teki en eski devrimci arkadaşımız Erol Çurmak, Kürtlerin ve Asur/Süryanilerin kendi derneklerini kurma yönüne gittiklerini söyleyerek derneğin adını yine Türk Birliği yapmayı önerdi. Buna en Kürt arkadaşımız, yazar Mahmut Baksı şiddetle karşı çıktı, böyle bir şey gerçekleşirse olayı Göçmen Dairesine şikâyet edeceğini söyledi. Bu durumda Çurmak önerisini geri çekmek zorunda kaldı. Benim başkanlığımda yeni bir yönetim oluşturduk. Gerçekten de baktık ki. Kültler ve Asurlar/Süryaniler ayrı demeklerde örgütleniyorlar. Birlik olayını nasıl gerçekleştirebileceğimizi bilemiyorduk. İlk ış olarak, ilk sayısı 1 Mayıs 1974'te çıkan Birlik dergisini yayımlamaya başladık. O dergiyi daha sonra, Türk İşçi Dernekleri Federasyonu kurulunca, oraya devrettik. Şimdi Yeni Birlik adıyla çıkıyor. O sıralarda bizim takım da Halk Birlikleri olarak örgütleniyordu. 1974 yılı kongresinde biz de demeğin adını Türkiye Halk Birliği yaptık. Yaptık da, aramızdaki Kürt arkadaşlar Kürt demeklerine akmaya devam ediyordu. Sol, 12 Eylül darbesiyle sağlam bir sağ tokat yiyince, bir süre direndik, ancak herkes çil yavrusu gibi dağılmış, kimse kalmamıştı. Kapıya kilidi takmak zorunda kaldık.

Bugün İsveç'te ilginç bir durum ortaya çıkmış durumda. Artık insanlar geldikleri ülkelere göre örgütlenmiyorlar. Etnik ya da dini ve hatta mezhepsel aidiyetlerine göre örgütleniyorlar. Türkiye, Bulgaristan, Kıbrıs, Yugoslavya, Orta Asya, Ortadoğu vb. yerlerden gelen Türkler, Türk derneklerinde Türkiye, Irak, İran, Suriye vb. ülkelerden gelen Kürtler Kürt derneklerinde; Türkiye, Irak, Suriye, Lübnan vb. ülkelerden gelen Asur/Süryaniler kendi derneklerinde örgütleniyorlar. Bunun yanı sıra, Asur dernekleri, Süryani dernekleri, Keldani dernekleri gibi örgütlenmeler de var. Alevi derneklerinin sayısı da arttı.

Özetle söylemek gerekirse bugünkü durum şu: İsveç’te insanlar, ortak sorunlarına çözümler üretmek, ülkeyi herkes için daha güzel yerlere getirmek amacıyla örgütlenmek yerine, İsveç Türkleri, İsveç Kürtleri, İsveç Asurları ve İsveç Süryanileri şeklinde gruplaştılar. Artık bazı grupların derdi "bu ülkede nasıl daha iyi yaşarız "dan çok, birbirleriyle olan çelişkilerini ortaya çıkarmak oldu. Örneğin arkada kalan 2007 yılına damgasını vuran konulardan biri, Asur/Süryanilerin her şeyi bir kıyıya bırakıp, Türklerin 1915 yılında kendilerine soykırım uyguladığının kabul edilmesi için çalışmalar yapması oldu. Asur Federasyonu, 2005 yılında, Erol Sever Araştırma İnceleme Ödülünü kaldırdı. Erol Sever, Asurlar üzerine önemli araştırmalar yapmış, Asurların güven ve saygısını kazanmış değerli bir yazardı. Asurlar onun anısını yaşatmak ve kendisine minnet borçlarını ödemek için böyle bir ödül koymuşlardı. Bu ödül, kendisi Asur olmayan ama Asurlar üzerine önemli çalışma yapmış bir kişiye veriliyordu. Bu aynı zamanda Asurlarla öteki halklardan insanların birbirlerini daha iyi tanımalarına ve yakınlaşmasına hizmet edecekti. Şimdi Asurlar üzerine en iyi araştırmayı yapan bir Asura ödül veriyorlar.

Bırakalım İsveç’te 100'den fazla dili konuşanların birliğini, Türkiye'den gelenler bile birbirleriyle uğraşmaktalar. Ortak yönleri öne çıkarılıp, hoşgörü ve anlayışı güçlendirmek değil, çelişki, çatışma yaratmak, kan davası peşinde koşmak, kin gütmek ve parçalanmak yayılıyor ne yazık ki.

1990’lı yılların sonunda Viyana'da bir Asur demeğinin davetli siydim. Türkiye'de Asur halkının içinde bulunduğu zorlukları ele alan bir konuşma yaptım. Sonunda, bütün zorluklara karşın, Türkiye'ye dönmelerini, ev ve topraklarına sahip çıkmalarını önerdim.

Eşi Ermeni kendisi Asur bir dostumun evinde akşam yemeği yedik. Asurca, Kürtçe, Türkçe ve Ermenice şarkılar eşliğinde bizim hepimizin kebaplarını ve mezelerini yedik ve hepimizin içkisi rakıyı içtik. Bu güzel birliktelikten, hepimiz gibi, çok mutlu olan Süryani bir dostumuz başından geçen bir anısını anlattı: İstanbul'da bir berberde tıraş oluyormuş. Söz dönmüş dolaşmış nasılsa din meselelerine gelmiş. Berber demiş ki, domuzdan post Hıristiyandan dost olmaz. Yahu, dedi, biz de, domuzdan post, Müslümandan dost olmaz, deriz. Ne kadar da birbirimize benziyoruz.

İşte işin püf noktası burada yatıyor. Biz birbirimize benzeriz. İnsan insana benzer. Birbirimize sandığımızdan da yakınız.

Şimdi bu kitabın serüveninde buluşan üç kafa dengi adama bir bakalım:

Gazeteci Abdullah Gürgün, yani ben, 1974'teıı bu yana İsveç'te yaşıyorum, Türk ve Müslüman kökenliyim, hem İsveç hem Türk yurttaşıyım.

Başkonsolos Ali Nuri Dilmcç, İsveç kökenli, Türk ve Müslümanlığa geçmiş değerli bir Osmanlı diplomatı, işadamı, yazar. Namı diğer, "Osmanlı Vikingi".

Profesör Sven Lagerbring, İsveçli, yaptığı çalışmalar nedeniyle kendisine asalet payesi verilmiş, Hıristiyan, tarihçi yazar.

Şimdi bu üç kafadar adam, ortak serüvenleri için yola çıkabilirler...

Bir Kitabın Yazgısı

"iki dil arasındaki benzerlikler Değerli bir kitabın tuhaf yazgısı Ali Nuri Dilmeç"

Kitabın yazgısı bu sözcüklerle başladı. Sözcüklerin yazarı Ali Nuri Dilmeç, başlığın tersine, İsveç kökenli bir Türk. Serüvenli bir yaşamı var. Ali Nuri Bey’in serüvenlerini bir başka kitaba bırakıp, kendisini bu kitaba isim babalığı yaptığı için kısaca tanıtmakla yetineceğim.

Ali Nuri Dilmeç Kimdir?

Gustaf Nuring 1861 yılında Güney İsveç’te, Malmö kentinde doğmuş, on yedi yaşında İstanbul'a gelmiş, Tunuslu Mahmut Paşa’nın kızı Hayriye Hanım'la evlenmiş. Türk ve Müslüman olup Ali Nuri adını almış. Diplomat olmuş ve başkonsolosluğa dek yükselmiş. Roterdam Başkonsolosu iken Abdülhamit’e başkaldırmış, Davul diye bir mizah gazetesi çıkarmış. Geri çağrılmış, dönmeyince 103 yıl hapis cezasına çarptırılmış, yine dönmeyince ceza ömür boyu hapse çevrilmiş. Eşiyle birlikte Ab dülhamit dönemi Osmanlı ülkesinin sorunları üzerine konferanslar vermiş. Zamanın ünlüleriyle ahbaplık etmiş. Siyonizmin babası sayılan Teodor Hertzl'ın kendisine taktığı isim pek yerinde: Fraklı Osmanlı Vikingi...

1908’de Meşrutiyet'in getirdiği af sonucu İstanbul’a geri dönmüş. Çeşitli işlere girmiş, çıkmış. Kurtuluş Savaşı sırasında bir silah fabrikası olan Dilmeç’in, Mustafa Kemal kuvvetlerine silah verdiği gerekçesiyle İngilizlerle başı derde giriyor. Savaş sonrası soyadı yasasıyla, belki Almanca Dolmetsch (çevirmenlik etme) sözcüğünden de esinlenerek çok dil bilen anlamına gelen Dilmeç soyadını almış. Daha sonra da zaten tercüman yerine Dilmaç sözcüğü bulundu. Zeki, çok okumuş, çok dil bilen entelektüel biri. Daha 15 yaşında Şark Meselesi Üzerine Bazı Düşünceler diye kitap yazmış. Değişik dillerde 10'dan fazla kitabı var. Daha İsveç’teyken 5 bin kitaba sahip, okuma meraklısı bir genç. Yaşlılığında da değişik dillerde çeşitli gazetelere yazılar yazıyor.

Değerli Büyükelçi (Türkiye’de de diplomatlık yapmış olan), Türkolog, Profesör Dr. Gunnar Jarring’in, Ali Nuri Bey’le ilgili bir yazısını 1980’li yıllarda okumuştum. Daha sonra kendisiyle tanıştım, kendisiyle İsveç Televizyonu için yaptığım bir program nedeniyle görüştüm. Uppsala Üniversitesi’nde bir Türkçe kürsü açılması konusunda söyleşmiştik. İlginç bir insandı. Türk dünyasına ilgisi çok genç yaşlarda başlamış ve bu nedenle kendisine arkadaşları "Turken (Türk)" adını takmışlardı. Özellikle Uygur Türkçesinin uzmanıydı. Türkiye'de diplomatlık yapmış, Atatürk ve devrimlerinin hayranı bir kişiliği vardı. Birden kaynaşmıştık. Çok ortak ilgi alanlarımız vardı.

Daha sonraları kendisine Ali Nuri Bey konusunda bir belgesel yapma fikrimi açtım, o sıra büyük bir rastlantı sonucu Ali Nuri Bey’in İsveçli bir akrabası da Jarring'e mektup yazmış ve hakkında bilgi istemiş. O zamana dek Jarring de, İsveç'teki ve Türkiye'deki akrabalarıyla görüşmeyi başaramamış. Çok iz sürmüş, ama onlara ulaşamamış. Ne büyük bir rastlantı ki, tam ben konuyla ilgilendiğimde kendiliklerinden ortaya çıkıyorlardı. Bana onun telefonunu, adresini verdi. Ben de böylece Ali Nuri Bey'in izini sürmeye başladım. Hem İsveç'teki hem de Türkiye'deki akrabalarını buldum. Şimdi aramızda olmayan değerli dostum, Ali Nuri Bey’in torunu Profesör Dr. Adnan Kıral (hem astronomi profesör doktoru, hem de Hititoloji doktoruydu) elindeki belge ve bilgileri benimle paylaştı. Bu belgelerin içinde Ali Nuri Bey'in Fransızca gazete yazıları da vardı. Bu yazılardan biri işte bu başlığı taşıyordu: "İSVEÇLİLERİN TÜRK KÖKENİ, İki dil arasındaki benzerlikler, Değerli bir kitabın tuhaf yazgısı, Ali Nuri Dilmeç."

Ne yazık ki, yazar kesip saklamış olduğu yazının bir köşesine, hangi gazetede ve hangi tarihte yayımlandığını yazmamıştı. Ancak Sayın Adnan Kıral, Türkiye'de çıkan La R£publique gazetesinde, 1930'lu yıllarda yayımlandığı görüşündeydi.

Bu yazıları Türkçeye çevirmek de büyük dert oldu kuşkusuz. Türkçeye çeviremeyince, değerli dostlarım çevirmen Birgitta Sved berg ile Profesör Ulla Ehrensvvârd yardımıma koştular, yazıları yavaş yavaş İsveççeye çevirmeye başladılar. Ben bu yazıları okuyunca heyecana kapıldım. İz sürme duygularımın nasıl coştuğunu anlatamam. Hemen yazıları Türkçeye çevirdim. Buyurun okuyun ve hak verin!..

ALİ NURİ DİLMEÇİN SUNUŞU

İSVEÇLİLERİN TÜRK KÖKENİ İki dil arasındaki benzerlikler Değerli bir kitabın tuhaf yazgısı

Çocukluğumdan beri kitapları severim. Henüz 14 yaşıma basmadan oldukça büyük bir kitaplığım olmuştu. Yalnız kitapları toplamakla yetinmedim, onları okudum da.

Tarihi, dil araştırmalarını ve yazın eserlerini üstün tutardım. Türk tarihine özel bir sevdam vardı. Özellikle İsveç'le ilgili, yakın ve uzak, yeni ve eski olaylara. Bu, beni epey uzun bir zaman önce, dolambaçlı uzun bir patikaya getirdi. Bu patika da beni yükseklerde bir yaylaya ulaştırdı. Burada çok eski bir zamanda kurulan ve ortak beşiğimizi koruyan bir çadır vardı...

Bir Kaynakça Bulgusu

Beni bu patikaya, 1764 yılında Lund'da basılmış olan küçücük bir kitap götürdü. Kitabın yazarı, o sıra ülkenin en ünlü üniversitesi olan Lund Universitesi'nde öğretmenlik yapan ve zamanın en ünlü bilim adamlarından olan Sven Bring idi. Bu, "İsveççe ve Türkçe dilleri arasındaki benzerlikler" konusunu işleyen minik bir kitapçıktı. Bu kitapçığın bir öyküsü var.

Bu kitabı, Lund’da kültürlü bir adamın kitaplığı açık arttırmayla satıldığında almıştım. Bunun başlığının uyandırdığı merakı saymazsak kimsenin bunun gerçek değeri hakkında bir düşüncesi yoktu. O nedenle açık artırmalarda görmeye alışık olduğumuz, bulunması pek zor olan yazın eserlerinin kışkırttığı aşırı heyecan ve telaş yoktu. Açık arttırma durgun bir şekilde bitip de kitabı cebime koyduğumda, salt Uppsala Üniversitesi kitaplığında var olan ömek dışında, başka yerde bulunmayan eşsiz bir kitap edinmeyi başardığımı bilmiyordum.

Yıllar boyu bu ilginç eseri, değerini anlayabilecek dostlarıma gösterdim. Ancak şimdi aramızda olmayan Münif Paşa dışında hiçbiri bu bilgilerin değerini anlamadı. Ancak unutmamak gerekir ki, Münif Paşa filolog idi ve Farsça ve Arapçaya olan sevgisini açıkça vurgulasa da her zaman öz Türkçe sözcüklerin peşinde en karmaşık yerlerde iz sürerdi. Bu zor çalışmalarda, Turan dili sözcüklerinin çok zengin bir listesini yapmış olan Şeyh Süleyman Le Boul harien'in ardından gelirdi.

Üzülerek söylemeliyim ki, Münif kendini Türkçülüğe karşı, Os manlı yanlısı, amatör bir çalışmaya verdi. Bu küçük grup içinde yabancı diller içindeki Türkçe sözcükler konusunda tartışmalar çıkar, bunlara çok önemsiz şeyler olarak bakılırdı.

Artık Aramızdan Ayrılmış Olan M. Kolmodin

Sonraları bu kitapçık unutuldu. Ta ki, günün birinde savaş zamanıydı İsveç Büyükelçiliği görevlilerinden, şimdi özlediğimiz, Sayın Kolmodin ile bir konuşmamızda bu kitapçıktan söz edene dek.

Kolmodin'in ülkemiz ve dilimize ne büyük hayranlık beslediği iyi bilinir. Büyük bir aşkla Türkçe öğrenimi görmüş, yorulmak bilmeden bu dilin şekil ve ruhunun derinliklerine inmiştir.

Ona, varlığından habersiz olduğu bu kitapçıktan söz edince incelemek istediğini söyledi. Ben de severek bunu en kısa zamanda kendisine ödünç verdim. Bir süre sonra, kitabın biraz daha kendisinde kalması dileğinde bulundu. Ben de ivedi bir durum olmadığım, kendisinde kalabileceğini, gerektiğinde benim kendisinden isteyeceğimi söyledim. Öylece kaklı.

Böylece o aydın İsveçlinin kitabı Kolmodin ile birlikte Etiyopya’ya gitti. Bu değerli dostumu kaybettikten sonra, kitapseverler açısından çok değerli bu kitabıma yeniden kavuşacağımı aklımdan çıkarabilirdim. Ancak Atatürk'ün koruması ve girişimiyle başlatılan dil temizliği konusunda bazı noktalara açıklık getirmeye yardımcı olabileceğini düşündüm.

İsveç Dürüstlüğü Söylencesi

Ödünç verdiğim bu kitabı kimsenin duygularını incitmeden nasıl geri isteyebileceğim konusunu araştırmaya başladım.

Durumu İsveç’in çok değerli ve sevecen büyükelçisi M. Win ter'e açıkladım. Winter kitapçığın yazgısıyla ilgilenme dostluğunu gösterdi.

Kolmodin'in kitaplığının Uppsala'ya gönderildiğini bildirdiler. Burada üniversite kitaplığında olmayan kitaplar ayrılmış, gerisi Kolmodin'in ailesine geri verilmişti.

Bayan Kolmodin o sıra ülke içinde bir gezideydi. Kitaplık Müdürü Dr. Grape kendisiyle ilişkiye geçti ve kendisi dönünceye dek konuyla ilgilenme izni aldı. Kısa bir süre sonra Bayan Kolmodin gerçekten kitabı M. Grape'ye teslim etti. O da buradaki İsveç Bü yükelçiliği’ne yolladı. M. Kolmodin’e ödünç vermemin üzerinden 20 yıl geçtikten sonra, M. Winter’in değerli yardımlarıyla kitabıma kavuştum. Kendisine çok teşekkür ederim.

Yaşasın İsveç'in dürüstlük söylencesi! Sen iyi ki, böyle mucizeler yaratmak için varsın!

Kitapçık ne ilginç bir serüven yaşadı. İsveç'ten yarım asır önce getirildi. Buradan Adis Ababa'ya gitti. Sonra tekrar ülkesine döndü ve oradan, sanki bir gezi turu tamamlarcasına, yeniden bana gönderildi.

Sven Bring kitapçığını, Johan Ihre'ye gönderilen bir mektup şeklinde kaleme almış. Johan Ilıre de, zamanın adalet bakanının danışmanlığını yapan önemli bir bilim adamıydı. Kendisine asalet verildikten sonra soyadı Lagerbring olan Sven Bring, dil araştırmacısından çok, tanınmış bir tarihçiydi. Dilbilimini, tarih araştırmalarının içini doldurmak ve bu alanda vardığı sonuçlara bir ağırlık kazandırmak için kullandığını savunurdu. Ama tam da bu özelliği, savını, bir dizi belge aracılığıyla teze dönüştürmesinde önemli bir ağırlık oluşturuyor.

Asyalı "Tirkiar (Turkar = Türkler)"

isveçliler Türk kökenlidir, görüşünü bir hipotez olarak değil, tarihi bir gerçeklik olarak sunuyor... Bu savı doğrulayan bir dizi vakayinameden alıntı yapıyor. Teorisini doğrulatıcı kanıtlar çıkarabilmek için gerilere, Kuzey masallarına, İskandinavya ve İzlanda mitolojilerine gidiyor.

Masallar, Viking Tanrısı Odin'in (Oden, Voden, Woden, Wotan) Asya'dan gelip, bütün Avrupa’yı, Danimarka Adaları ve Ylland'ı geçip İsveç'e yerleşen büyük bir Tirkiar (Turkar = Türkler) boyunun önderi olarak tarif edilmesine uygun düşüyor. Eski İsveççenin de burada Odin ve yoldaşları tarafından yaratıldığı söyleniyor.

İskandinav mitolojisinde Odin ya da Asar (Asyalılar A.G.) ve Aşaman (Asya adamı, Asyalı A.G.) gibi etkileyici isimlerle ortaya çıkan bu tanrılar, eski Türk kültürünün egemenliğini savunanlar için ne büyük bir rastlantıdır ki yeni bir belgedir. Çünkü o mükemmel İzlandaİskandinav folkloru en özgün, atılgan destan kahramanlarını boşu boşuna bu uygarlığın taşıyıcıları olarak tanrılaştirdi. Yadsınamayacak tarihi değerdeki tanık ifadeleri onları açıkça Ona Asya'daki yurtlarından göçen Türkler olarak tanımlamaktadır.

Sven Bıing’in bu bağlamda alıntı yaptığı saygın tarihçiler arasında Ptolomee ve Sturleson da var.

Ptolemee, İskandinav Asyalıları (Aşaman) konusunda ayrıntılara hiç girmiyor. Onların geldikleri ülkeyi Tanais'in (Don Nehri) doğusuna yerleştirmekle yetiniyor.

Sturleson, daha titiz ve ayrıntılarda daha cömert. Odin önderliğindeki Türk kabilelerin göçlerini anlatıyor. Ayrıntılara girerek onların Tyrkland’ı (Türklerin ülkesi, Türkiya, Türkiye A.G.) terk ettiklerini söylüyor. Bu ülkenin, Kafkasların ve Hazar Denizinin kuzeyinin hemen hemen tamamında, Rusya ve Almanya üzerinden Hollanda, Danimarka ve İsveç'e doğru ilerlemeye hazır bir şekilde uzandığını söylüyor.

Tezin, İzlanda'daki köklerinin de İzlanda yazarlarının, Büyük İsveç'i Svvithiod Hin Mikla (Karadeniz, Kafkaslar ve Hazar Deni zi'nin kuzeyinde Büyük İsveç A.G.), asıl bugünkü İsveç’i Svvithiod sözcüklerini kullanarak belirtmelerinde olduğunu söylüyor.

Sven Bring, İsveçlilerin Türk kökenleri üzerinde ısrarla dururken, Odin'in kabilesinin getirdiği dilin, yani Türkçenin çok sayıda sözcükle İsveççeyi zenginleştirdiğini de söylüyor. Vardığı sonucun doğruluğunu belgelemek için de yaklaşık 200 kadar sözcük sayıyor.

Araştırılacak Bir Maden

Ama yalnız bu yorumlar bile, iki dil hakkında araştırma yapacak olanlar için ne büyük bir alan oluşturuyor. Kaynakların derinlemesine incelenmesine verilecek olan emek, ne kadar zengin bir verimi yansıtacak. İzlanda vakayinamelerinin incelenmesi, her şeyden önce, bu iki halkın dil ve ırk akrabalıklarını kesinlikle ortaya çıkarabilir.

Deyimlerle tanışıklığı olan biri için, Sven Bring tarafından sunulan sınırlı örnekler bile özetleyici oluyor. Bu zengin tarih ve dil hâzinelerinin gözler önüne serilebilmesi için, İzlandaİskandinavya tarihleri dikkatle araştırılmalı, incelenmeli ve karşılaştırılmalıdır. Böylece kitapçığın yazarının çizdiği şema tamamlanabilir. Kitapçık, içindeki sayısız kaynakla bu çalışmada bize yol gösterici olabilir.

Bring yorumlarında, tartışma üstünlüğü ve cesaretle sunduğu saptamalarla insanı şaşırtıyor. Farsların İskitlere dayandığı, dolayısıyla onların da büyük Türk ailesinin içinde yer aldığı tezini düşünüyorum. Bu tezi güçlendirmek için, Pline ve Ammien Marcelin'in tanıklıklarına başvuruyor.

Buradan, Farsçanın zengin bir Türkçe katkısını özümlediği sonucunu çıkarmak için, çok zeki olmaya gerek yok. Bir yandan da Bring, İran'ın pek çok kez Türk işgaline uğradığı ve Türk egemenliğine girdiğini göz önüne alıyor. Farsçanın bu şekilde, sürekli olarak Türkçe sözcüklerle zenginleştirilmiş olduğunu, bu nedenle de Farsçayı Türkçenin bir lehçesi olarak nitelemenin akla yatkın olabileceğini düşünüyor.

Bring, o zamanki, "Osmanlı Türkçesi" adını verdiği dille karşılaştırıldığında, Farsça ile İsveççe arasında daha çok benzerlikler bulunmasını, tam da Farsçanın Türkçenin daha eski bir lehçesi olmasına bağlıyor.

Bring bir yandan da, İsveççeye Yunancanın yok denecek kadar az bulaştığını vurguluyor. Bunun nedenini İsveçlilerle Yunanlılar arasındaki ilişkilerin çok düşük düzeyde olmasına bağlıyor. Zengin İsveçlilerin, daha sonraları Paris'e gittikleri gibi, 900'lü, 1000'li yıllarda da MYKLAGÂRD'a (İstanbul) gezi yaptıklarını ve geri dönerken getirdikleri birkaç Yunanca sözcüğün İsveççeye sızdığını belirtiyor.

Buna karşılık, savlarını güçlendiren alıntılar yaparak, İsveç'in ilk yerlilerinin Finler olduğunu belirtiyor. İsveççe dilinin zorunlu olarak onların dilinden çok sayıda sözcüğü koruduğunu anımsatıyor. Fince de Türkçe ile aynı köklere bağlıdır ve Türkçenin bir lehçesidir. O nedenle, Türkçe kökenli çok sayıda sözcükle kaynaşıp harmanlanmıştır.

Bu ilginç kitapçığı okuyunca, bu yol gösterici ipuçları yardımıyla ortaya çıkarılabilecek dil ve tarih hâzinelerinin düşünü gördüm.

Diğer Kuzey dilleri gibi Eski İsveççede de kesinlikle Türkçe kökenli çok sayıda deyim ve anlatım var. İskandinavya'nın eski yazınında da kuşkusuz Türkçe deyimlerin yayılıp yerleşmesine izin veren yönergeler var. Şunu da unutmadan söyleyelim ki, Finlandiya'nın Âbo kentinin Fin dilindeki adı TURKU’dur.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar