Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YETMİŞ DOKUZUNCU KISMI

Bunlarada Bakarsınız




Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

(Allah Teâlâ’nın sınırlarım koruyan velîler)

Velîlerden bir grup Allah Teâlâ’nın sınırlarını koruyan erkek ve kadınlar­dır. Allah Teâlâ, ilahi korumayla onları dost edinmiş, onlar da korumaları ge­reken şeyi bu sayede koruyabilmiştir. Onlar, Allah Teâlâ’nın zikrettiği iki kı­sımdır: Birisi, ‘cinsel organlarım koruyanlardır.’2'5 Böylece Allah Teâlâ belir­lemiş ve anlamı daraltmıştır. Diğerleri ise ‘Allah Teâlâ’nın sınırlarını koruyan­lardır.’2'6 Burada ise genelleştirmiştir. Allah Teâlâ sınırlarını koruyanlar hak­kmda şöyle buyurur: ‘Bu konuda sabredenleri müjdele!’2'7 Onlar nefslerini sınırlarda tutanlar ve sınırları aşmayanlardır. Cinsel organlarını koruyanlar hakkında ise şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ onlara bir mağfiret hazırlamıştır.’2'8 Mağfiret, örtü demektir. Çünkü cinsel organ, örtülme­yi gerektiren avret yeridir. Öyleyse bu ifade, bir gerçeği bildirmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Size ayıp yerlerinizi örten elbise indirdik.’2'9 Onu kıskanarak örter. Ardından şöyle buyurur: ‘Takva elbisesi.’220 Sa­kınma (takva), örtü demektir, çünkü onunla sakınılması gereken şey­den sakınılır. Allah Teâlâ’nın takvayı elbise yapması, onun bir örtü, örtünün de mağfiret olduğuna dikkat çeker. Avret, yönelen demektir: (Bâtınî yorumda) kendinden ve varlığını görmekten Hakka yönelen. Hakk, kendisiyle ilişkilendirilen çirkin özellikler nedeniyle, O’na saygının ge­reği olarak avret mahallinin örtülmesini emretti ve onu örtülü-gizli sır­lardan yaptı. Dikkat ediniz! Nikâh ‘sır’ diye isimlendirildi. Allah Teâlâ ‘onu sır olarak vaadleşmeyin’22' buyurmuştur. Bütün bunlar, örtünmeyi dile getirir. O halde, sınırları korumada sabırlı davranıp onları örten kişiyi Allah Teâlâ, bu hakikatin gereğiyle örtecektir.

Bilmelisin ki, koruma iki türlü olduğu gibi ehli de iki tabakadır. Bazen iki koruma tek bir şahısta biraraya gelebileceği gibi bir koruma


bir grupta meydana gelebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ bu ikisini ayırtederek, bir grup hakkında serbest kullanmış, başka bir grup hakkında ifadeyi daraltmıştır. Sonra Allah Teâlâ’nın sınırlarını korumanın haklarında genel ola­rak kullanıldığı tabaka da genel olarak iki tabakadır. Birisi zâtî sınırları bilir ve orada durur. Böyle bir insan âlim, hakim, müşahede eden, keş­feden ve jelim-göz sahibidir. Bu makamın sahibi, bazen belirli bir yön­tem sahibi olmayabilir, çünkü insanlık bunu gerektirir. Bir kısmı ise, belirlenen sınırları bilir, zâtî sınırları bilemez. Bir kısmı ise, belirlenen sınırları ve zâtî sınırları bilir. Bunlar, nebîler, resuller ve peygamberin takipçilerinden Allah Teâlâ’ya basiret üzere davet edenlerdir. Onlar, kendileri­ne Allah Teâlâ’nın zâtî ve belirlenmiş sınırlarını ‘koruyanlar’ isminin verilme­sinin uygun düştüğü kimselerdir.

Cinsel organlarını koruyanlar iki sınıftır: Bir kısmı cinsel organını koruması emredilmiş şeyden uzak tutar. Fakat bu kısım, ilahi emirler ve Rabbani hikmetler nedeniyle teşvik edilen yerlerde de onu kullan­maz. Söz konusu hikmederin en önemlisi, Allah Teâlâ’ya yaklaşma amacıyla ‘türün korunması’dır. ikinci kısım -aklı doğasına baskın geldiği içinkendini korumak amacıyla cinsel organını korur. Bu kişi, âdet (sünnet) sahiplerinin bu konudaki teşviklerinden de habersizdir. Ona bir göz açılır da cinsel ilişkinin teşvik edilmesindeki gerçek hikmeti öğrenirse, onu işaret ettiğimiz şekilde korumaz. Şeriata göre davranan ise, cinsel organını korur ve dolayısıyla ona da bir açılma meydana gelir. Fakat bunun böyle olması, korumayla birlikte, himmetin de var olmasına bağlıdır. Himmet olmazsa, bazen bu makama ulaşırken bazen ulaşıla­maz. Allah Teâlâ bizi zâtî ve belirlenmiş sınırlarını koruyanlardan eylesin. Her şeyi koruyan Allah Teâlâ’dır.

Velîlerden bir grup ise Allah Teâlâ’yı çok zikreden erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ kendilerine zikri ilham etmekle onları dost edindi. Onlar .Allah Teâlâ’yı zikreder, buna karşı Allah Teâlâ da onları zikreder. Bu durum, el-Ahir ismiyle ilgilidir. Allah Teâlâ’nın kulu zikretmesi, kuluna merhameti demektir. Burada kul ilk, Hakk İkincidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Beni zikredin, ben de sizi zikredeyim’ Kutsi bir hadiste de şöyle denilir: ‘Beni içinden zikredeni, içimden zikrederim, topluluk­ta zikredeni ondan daha hayırh bir toplulukta zikrederim.’ Başka bir kutsi hadiste ise ‘Bana bir karış yaklaşana, bir arşın yaklaşırım’ buyurur. Bir ayette Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin.’222

Öyleyse kevnî bir makamdan sonra gelen her ilahi makam, el-Ahir is­minin tezahürüdür. Allah Teâlâ ‘O size salât (merhamet) eder223 buyu­rur. Burada iş, iki isim arasında gider gelir: el-Evvel ve el-Ahir. Kulun hakikati, bu iki ismin hükmünün mazharıdır. İşte bu Kûfelilerin ‘imad’ diye isimlendirdiği ‘fasıl’ sanandır. Örnek olarak ‘Künte ente rakib aleyhim’ ayetini verebiliriz (‘Sen onların üzerinde vekil idin224 ayetinde ‘sen’kelimesinin ayrı kullanımı).

‘İmad’ sanatı kul üzerinde kullanılmasaydı, iki ismin otoritesi orta­ya çıkmazdı. Çünkü burada hakikat birdir, (iki şeyin bir olması anla­mında) birleşik değildir. Kulda ise bir değil, birleşiktir. Öyleyse mutlak birlik, Allah Teâlâ’ya aittir. Birleşiklik ise Allah Teâlâ’ya değil, kula aittir. Kul kendisiyle değilbaşkasıyla bilinebilir, dolayısıyla onun hiçbir şekilde mutlak birlikte kokusu yoktur. Hakk adına ise, mutlak birlik akledilirdir. Bazen de göreli olarak akledilir, çünkü hepsi O’nundur, hatta hepsi Haktır. Burada ‘çokluk tümlüğü’ (külliyetü cem’) yoktur. Bilakis mut­lak birlik hakikatinden ancak çokluk çıkabilir. Bu ise Hakkın mertebe­sinde geçerlidir. Aklın yargısında ‘birden sürekli bir çıkar.’ Hakkın ' mutlak birliği ise, bundan farklıdır, çünkü çokluk ondan meydana ge­lebilir. O’nun birliği, aklın yargısının ve bilgisinin ardmdadır. Öyleyse aldın birlik anlayışı, ondan bir çıkmasını gerektirir. Hakkın birliği ise bu yargı altına girmez. Hükmü ve hüküm vereni yaratan biri, nasıl olur da hükmün altına girebilir ki? ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur. O, aziz ve hakimdir!’225

Zikir en üstün makamdır. Zikreden ise, diğer makam sahiplerine üstünlüğe sahip bir adamdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Erkekler ka­dınlar üzerinde bir derece sahibidir.’226 Zikir nedeniyle dişiliğin zıddı olan ‘zeker’ (erkek) diye isimlendirildi. Öyleyse erkek etkin, kadın edilgen­dir. Bu ilişki, Âdem karşısında Havva’nın durumuna benzer. Hakkın ikinci (musallî) olması yönünden senin zikrin nedeniyle (seni) zikret­mesine dikkatini çektik!

Havva ise, beşerî bir erkekten meydana geldi. Havva’nın kendin­den meydana geldiği Âdem, dışı bakımından insan, hakikati bakımın­dan ilahidir. İsa ise, beşer sûretine girmiş melekî ve ruhsal bir erkekten meydana geldi. Öyleyse Havva’nın zikri sûret bakımından yetkin, İsa’nın zikri ise, ilahi mertebeye göre yaratılmış beşer sürerinde tecelli eden meleklik nedeniyle yetkindir. İsa sûret ve ruhu birleştirerek tam bir yaratılış olmuştur. Onun dışı beşer, içi melektir. O, Allah Teâlâ’nın ruhu ve kelimesidir. ‘Mesih Allah Teâlâ’ya kul olmaktan ya da diğer melekler Allah Teâlâ’ya kul olmaktan çekinmez-’227 Yani, Allah Teâlâ için izzede zuhur eden kullara! Onlar, Allah Teâlâ için onların izzetinin altında zelil kalırlar. Çünkü zillet, ancak onun ortaya çıkmasıyla gerçekleşir. O halde aziz olan yaratıklar, Hakkın izzetinin mazharıdır. Tevazu sahibi ise yaratıkların otoritesi al­tında tevazu gösterir. Gerçekte yoksul, yaratılmışların zenginlerine muhtaç olan kimsedir. Çünkü yaratılmışın zenginliği Hakkın niteliği­nin bir mazharıdır. Yoksul ise ona muhtaç olan ve mazharın kendisin­den perdelemediği kimsedir. Sadece Allah Teâlâ’ya ait olabilecek bütün ilahi yüce niteliklerin mazharı da yaratılmışlarda ortaya çıkar. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilenler ancak O’nun otoritesi altında ezilebilir. Bunu ise, Allah Teâlâ’yı bilen­ler bilebilir.

Arif olduğunu iddia eden bir insanı ve onun kendinde gördüğü iz­zet ve üstünlükleri nedeniyle hemcinslerine karşı gururlandığını göre­bilirsin. Bilmelisin ki böyle bir insan ârif olmadığı gibi zevk sahibi de değildir. Bu durum ancak Allah Teâlâ’yı çokça zikreden erkek ve kadınlarda meydana gelebilir. Başka bir ifadeyle her durumda Allah Teâlâ’yı çok zikreder­ler. İşte ‘çok’ kelimesinin anlamı budur. Çünkü insanların bir kısmında bu hal belirli vakitlerde ortaya çıkarken sonra perdelenir. Bu perde­lenme onların bu mârifetinin zevkten kaynaklanmadığını gösterir. Bu mârifet tam bir bilme değil, hayal, kuruntu ve taklitten kaynaklanır. Bunu bilmeüsin.

Velîlerden bir grup ise tevbe eden erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ on­lardan razı olsun! Allah Teâlâ, her durumda ya da bütün makamlara yayılan tek bir halde kendisine yönelmeleriyle onları dost edinmiştir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ kendisini et-Taib (dönen) diye değil Tevvab (çokça dönen, tövbeleri çok kabul eden) diye isimlendirmiş, tevbe edenlere duyduğu sevgiyi dile getirerek şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ çok tevbe edenleri sever.’ Onlar Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya dönenlerdir. Başkasından Allah Teâlâ’ya dönen ise, özel anlamda tövbekârdır. Çünkü bu özellikteki bir insan başkasından tek bir hakikatte dönmüştür. Kendisinden kendisine dönen ise, tek bir hakikatteki isimlere döner. İstenilen de budur. Bir insan Allah Teâlâ’yı severse, Allah Teâlâ da ‘onun duyması, görmesi, eli, ayağı ve di­li olur.’ Bunun yanı sıra, ‘bütün güçleri ve güçlerin yerleri haline gelir.’ Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, onun güçleri hatta güçlerinin mekânlarıdır. Öyleyse kulunu severken Allah Teâlâ, gerçekte kendisini sevmiştir. Bu ise, başkasını sevmekten daha güçlü bir sevgidir. Çünkü burada başkasmı sevmek, kendini sevmekten kaynaklanırken kendini sevmek başkasmı sevmekten kaynaklanmaz. O halde asıl sevgi, bir şeyin kendisini sevme­sidir.

Allah Teâlâ ‘tövbe edenleri sever’ ve Allah Teâlâ et-Tevvab’dır. Tövbe edenler, et-Tevvab isminin tecelli ettiği yerdir. Bu isim, kendisini görür ve ken­disini sever. Çünkü O, güzeldir ve dolayısıyla güzeli sever. Alem O’nuiı mazharıdır. O halde Allah Teâlâ’nın sevgisi, sadece kendisine ilişmiştir. Çünkü suretler O’ndan ortaya çıktı. Kulun hakikati ise, ilahi ilgide bo­ğulmuştur. Tövbekâr kul, (emre) muhalefetten Allah Teâlâ’ya dönmüştür. Bin kere bile dönse, yine muhalefetten bir hakikate döner. Kul tövbeyi ka­bul edicidir. Çok tövbe eden ise, her an ve her nefes, emrine uyarak Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya döner. Hatta tövbe gerçekte ancak böyle olabilir. Bu ni­telikteki birinden görünüşte bir itaatsizlik ortaya çıksa bile, bu durum, kendisini kuşkuya düşüren şekle bakan insanm bilgisizliğinden kaynak­lanır. Söz konusu kişi, bu insanm kendisiyle aynı hükümde biraraya geldiğini zanneder. Halbuki o kişinin hakkında ‘dilediğini yap’ denilenlerden olduğundan habersizdir. Böylece başkasına yasaklanan şey, ona mubah kılınmıştır. Sonra bu durum kendisine açıklanır ve şöyle der: ‘Ben seni bağışladım’ denilenlerden olduğundan haberdar değildir. Başkasına yasaklanan, ona mubah kılınmıştır. Sonra bu durum kendi­sine açıklanır ve ‘sana mağfiret ettim’, yani seni yasaklama hitabından gizledim.

et-Tevvab (ve bu ismin mazharı olan kul), sevilen olduğu için, ya­ratıklar içinde bilinmeyendir. Seven, sevdiğini kıskanır ve bu nedenle onu yaratıkların gözlerinden örter. Çünkü Hakk bu insanı kullarına gös­terseydi, kulları onun içinde bulunan güzellik nedeniyle ona bakar ve onu severlerdi. Onu sevdiklerinde ise, himmetlerini ona yöneltir, onun da kendilerine yönelmesine yol açarlardı. Bu durum şu ilahi huydan kaynaklanır. Allah Teâlâ ‘Beni zikredin ki, sizi zikredeyim’, ‘bana uyun ki sizi sevsin’ buyurur. Hakkın kuluna yönelmesinin nedeni, kulun Hakkın emrine yönelmesidir. Yaratan’da böyle ise, yaratılmış hakkında ne. zannedersin? Yaratılmış insanlara daha hızla yönelir. Çünkü o, etki­


ye açık bir yerdir. Kendilerinden çıkan bu kabul nedeniyle, insanlar onu sevebilir diye Allah Teâlâ onu gizlemiş, böylece onu bilememişlerdir. Bunlar, ‘gayret (kıskançlık) perdesi’ altında gizlenmiş gelinlerdir. Onla­ra ‘günahkârlar’ denilir. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, onlar günahkâr değil, korunmuş ve sakınılmış kimselerdir.

Bu makam, ‘tövbeden tövbe’ makamıdır. Başka bir ifadeyle, sahi­bine ‘tevvab (çok tövbe eden)’ denilen bir tövbeyle tövbekâr’ diye hü­küm verilen ‘tövbeden tövbe’ makamıdır. Şair bu konuda şöyle der:

‘Ey ud sahibi! Vur sazının teline Bitkin düşüren sesinden harekete geç

Karanlığın gömleğinin siyahlığına Sabah verir rengiyle rengini.

Pek çok topluluk tövbe etmiştir ama Tövbeden ise bir ben tövbe ettim. ’

Bizim de bu konuda ilkinden daha yetkin işarete sahip bir mısramız vardır:

Tövbeye bir kişi ulaşmıştır:

‘Tövbeden tövbe’ eden; insanlar uyuyor

Kim halkın tövbesinden tövbe ederse Amacına ulaşır, fakat bilmez

Öyleyse tövbekârlar, hakikati söyleyen Kitabın sözleriyle Allah Teâlâ’nın sevgilileridir. O kitaba bâtıl ne önünden ne ardından girebilir. O, elHakim ve el-Hamid’in indirdiği kitaptır.

Velîlerden bir grup, temizlenen erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ onlar­dan razı olsun! el-Kuddûs Allah Teâlâ, temizlemesi nedeniyle onları dost edindi. Onlarm temizlenişi -fiili değilzâti temizliktir. Bu nitelik, bir tenzih niteliğidir ve temizlik için çalışmayla ortaya çıkar. Gerçekte ise bu temizlik çabayla gerçekleşmez. Bu nedenle Allah Teâlâ onları sevmiştir. Çünkü temizlik, el-Kuddûs isminin gösterdiği Allah Teâlâ’ya ait zâtî niteliktir. Bu nedenle Allah Teâlâ, (temiz kullarını severken gerçekte) kendisini sevmiş-

Yetmiş Dokuzuncu Kısım 185

j

tir. Buradaki durum, tövbekârlardakinin aynıdır. Bu nedenle tek bir ayette kendilerini birleştirerek şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.’ Burada Allah Teâlâ, tövbenin temizlenme olmadığı öğ­renilsin diye, sevgisini açıkça dile getirmiştir. Bunun yanı sıra, her iki guruba yönelik Allah Teâlâ’nın davranışı bir olduğu için, bunlar birbirine bitiştirilmiştir. Çünkü her ikisinde de Allah Teâlâ (tövbe edenleri ve temizle­nenleri severken) kendisini sever.

Bilmelisin ki, bu yolda Allah Teâlâ’nın velî kullarından temizlenen kişi, kendisiyle Rabbinin huzuruna girmesinin arasına engel olan nitelikleri temizleyen kimsedir. Bu nedenle, namazda temizlik emredildi. Namaz yakarmak üzere Rabbin huzuruna girmek demektir. Kul ile Rabbinin arasına girmesine engel nitelikler, sadece Allah Teâlâ’ya ait Rabbani nitelikler­dir. Kulu Rabbine ulaştıran ve kendisiyle kulun temizlenebileceği her nitelik, sadece kulun Hakk ettiği niteliklerdir ve bunlar sadece kula ait olabilir. Allah Teâlâ kuluna (seyr ü sülük süresince) kendisine özgü bütün ni­telikleri kazandırsa bile -ki bu kaçınılmazdıryine de Rabbin tecellisi bakımından kulun varlığı kendisine ait niteliklerle nitelenmeyi sürdü­rür. Tecelli ‘zâhir’ olduğunda, kulun üzerindeki niteliklerinin hükmü de ‘zâhir’ olur. Bu tecellinin kulda ortaya çıkan sonuçlarına örnek ola­rak huşu, korku, organların hareketsizleşmesi, uzuvların dinginliği ve zorunlu sarsılma gibi halleri verebiliriz. Tecelli ‘bâtın’ olarak kalbine olduğunda ise, niteliklerinin hükmü de bâtında ortaya çıkar. Kulun bu esnada Rabbani bir nitelilde nitelenip nitelenmemesi önemli değildir. Başka bir ifadeyle onun hükmünün kulun dışında ortaya çıkıp çıkma­ması önemli değildir. Bunlara örnek olarak kahır, istila, kabz, ihsan, sevgi, ilgi gibi durumları verebiliriz.                                                I

Bâtında kulluk nitelikleriyle tecelli, zorunludur ve temizlenenin bâtını bundan hiçbir zaman ayrılmaz. Çünkü kalbin temizliği, kalbin secdesine benzer: Bir kez temizlenip temizlik geçerli olduğunda, hiçbir zaman bozulmaz. Kalbin temizliğinin yinelenmesi gerektiğini ve te­mizliğini bozacak şeylerin kalbe girebileceğini -ki söz konusu şey ‘iç konuşması’dır ve kalbin temizliğini (bozar)kabul edenlerde kalb te­mizlenmiş değildir. Binaenaleyh kalbin temizliği ebedîdir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın sevdiği temiz kimselerdir. Bu temizlik, insanın çabasıyla kaza­nılmış bir haldir. Çünkü tefaul babı (taammül) bir fiilin gayrede ve zorlanarak yapılışıdır. Bu konudaki çabadan tövbe hakkında konuştuğumıız şekilde konuşacağız. Başarı, Allah Teâlâ’dandır. O, doğru yola ulaştı­randır.

Velîlerden bir grup, erkek ve kadın ‘hamd edenlerdir.’ Allah Teâlâ ken­dilerinden razı olsun! Allah Teâlâ, onları hamd niteliğinin gereğiyle dost edindi. Onlar, işlerin sonuçlarının ehlidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İşlerin som Allah Teâlâ’ya aittir.,22S O halde Allah Teâlâ’nın kulları arasında hamd eden kişi, mut­lak hamdde âlemin bütün dilleriyle gerekçeleşen hamdin Allah Teâlâ’ya ait ol­duğunu gören kişidir. Hamd edenlerin Allah Teâlâ ehli olup olmaması ya da hamd edilenin Allah Teâlâ veya -insanların birbirini övmesi gibibaşka bir şey olması, durumu değiştirmez. Gerçekte bütün övgülerin sonuçları, Allah Teâlâ’ya döner. O halde, hamd hangi türde olursa olsun, bilhassa Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ’nın Kur'an’da övdüğü hamd edenler, başlangıçlarında işlerin sonlarını dikkate alanlardır. Onlar öne geçenlerdir. Böylelikle daha başlangıçta perdelilerin hamdinin sonuçta vardığı şeyle başlamış­lardır. İşte bunlar, Hakkın diliyle müşahede üzere hamd edenlerdir.

Velîlerden bir grup ise seyahat eden (erkek-kadınlardır). Onlar, Allah Teâlâ yolunda cihat eden erkek ve kadınlardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Ümmetimin seyahati, Allah Teâlâ yolunda cihattır.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Tövbe edenler, hamd edenler, seyahat edenler..’229 Seyahat, geç­miş toplumların ve yok olmuş eski ümmetlerin izlerini ibrede görmek için dolaşmaktır.

Bunun nedeni şudur: Allah Teâlâ’yı bilenler, yeryüzünün üzerinde Allah Teâlâ’nın zikredilmesiyle iftihar ettiğini ve övündüğünü bilirler. Onlar Allah Teâlâ kendilerinden razı olsunbaşkasını tercih eden ve başkasının ya­rarı için çalışan kimselerdir. Onlar, yeryüzünün yaşanılabilen kısmın­daki insanların genelinin Allah Teâlâ’yı zikreden birisinden yoksun kalamaya­cağını görmüşlerdir. Yaşanabilir olmaktan çıkmış helak olmuş bölge­lerde ise, Allah Teâlâ’yı zikreden bir insan yoktur. Bu nedenle bazı ârifler, sa­dece kendileri gibi olan insanların gidebileceği çöllere, deniz sahilleri­ne, vadi içlerine, dağ tepelerine ve yamaçlarına -kendilerinden bir sa­daka olmak üzereseyahati alışkanlık edinmişlerdir. Ayrıca onlar, Allah Teâlâ’nın birlenmediği ve içlerinde Allah Teâlâ’dan başkalarına tapılan inanç­sızların topraklarına cihadı adet edinmişlerdir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu ümmetin seyahatini cihat yaptı. Çünkü inançsızlığın olma­dığı fakat içinde herhangi bir insanın Allah Teâlâ’yı zikretmediği bir yer, inançsızlığın olduğu ve Allah Teâlâ’dan başkasına tapılan bir yerden daha az üzüntülüdür. İkinci yer, kâfir ve müşriklerin yeridir. Böylece cihat için seyahat etmek, başka bir gayeyle seyahatten üstündür. Bunun şartı, Allah Teâlâ’nın seyahat esnasında zikredilmesidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın cihatta zikre­dilmesi, düşmanla karşılaşıp müminlerin onların, onlarm ise müminle­rin boyunlarını vurmasından daha üstündür. Cihattaki amaç ise, kendi­lerine tapılan Allah Teâlâ’dan başkalarının zikrinin yüceltildiği yerlerde Allah Teâlâ’nın kelimesini yüceltmektir.

Bunlar, seyahat edenlerdir. Onların büyüklerinden Yusuf elMuğavir el-Cellâ ile karşılaştım. Yirmi yıl düşman toprağına mücahit olarak seyahat etmişti. Arkadaşlarımızın arasından düşman kalelerine cihat edenlerden (ribat) biri de, Allah Teâlâ’ya ibadet ederek yetişmiş, Ahmed b. Hümam b. Şekkak denilen Cülmaniyeli bir genç idi. Yaşının küçük­lüğüne rağmen, adamların (ricâl) büyüklerindendi. Henüz buluğ çağı­na ermeden kendisini bu yolda Allah Teâlâ’ya vermiş, ölünceye kadar bu hal üzerinde kalmıştı.

Velîlerden bir grup ‘rükû eden’ erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendi­lerinden razı olsun! Allah Teâlâ onları Kitabında ‘rükû edenler’ diye nitele­miştir. Rükû, hüviyeti yönünden ve izzet ve büyüklüğünün ortaya çık­tığı her yerde Allah Teâlâ için eğilmek ve tevazu göstermektir. Çünkü ârif âleme, onun dış varlığı yönünden değil, Hakkın niteliklerinin mazharı olması yönünden bakar.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ her kibirli ve zorbanın kalbini mü­hürler.’230 Başka bir ayette ise Tat bakalım, (hani) sen aziz ve kerimdin231 der. Kutsi bir hadiste şöyle denilir: ‘Büyüklük örtüm, azamet gömleğimdir. Kim bu ikisinde benimle didişirse onu yok ederim.’ Dış varlık yok olucudur, nitelik ise kalıcıdır. Rükû edenler, dış varhğa değil, nite­liğe rükû eder. Onlar, büyüklüğün kendi nitelikleri değil, Hakkın nite­liği olduğunu öğrenmiştir. Bu nedenle de, o ikisi hakkında didişme or­taya çıkmıştır. Onlar, âlemden âlemin kendisinden bilmediğini bilirler. Büyüklük, ceberut, azamet ve izzet -ki bunları el-Aziz, el-Cebbar, elAzim kullara karşı el-Mütekebbir gibi isimler iddia edergerçekte ken­di nitelikleri olsaydı, Hakk onları kınamaz ve cezalandırmazdı. Nitekim Allah Teâlâ zelil, korkak, hakir ve küçülmüş iken onları cezalandırmaz. Çün­kü değersizlik, zillet ve küçüklük, (Rabbin değil) onların niteliğidir.

Allah Teâlâ kendi niteliğiyle ortaya çıkanı cezalandırmaz. Hakkı olan bir şeyle ortaya çıkanı Allah Teâlâ niçin cezalandırsın ki? Onların ceberut ve bu anlamda bir özellikleri yok iken, kendisiyle zuhur ettiklerinde, Allah Teâlâ kendilerini helak eder. Böylelikle ârifler, söz konusu niteliğin Hakkın niteliği olduğunu ve Allah Teâlâ’nın bedbaht yapmak istediği kimselerde orta­ya çıktığını kesin olarak öğrenmişlerdir. Buna karşın ârifler, âlemdeki kibirli ve zorbalara -onların dış varlıkları bakımından değil, kendilerin­de ortaya çıkan nitelik nedeniyletevazu göstermişlerdir. Çünkü onlar her şeyde Hakkı görür. Hatta karşılaşma esnasında selamlaşmada eği­lirken de durum böyledir. Bazen ârifler, selâmlaşırken kardeşlerine eği­lirler ve önünde eğilinen şahıs da buna sevinir. Mutluluğu ise, kendisi­ni bilmeyişinden kaynaklanır. Çünkü bu cahil insan, onunla karşılaşan ârifin önünde eğilmesinin ve rükû etmesinin kendisinin Hakk ettiği yük­seklikten kaynaklandığını zanneder. Yabancıların geneli ise, farkında olmaksızın, bilgisizliğe bilgisizlikle karşılık vererek, adet ve örf olarak bu davranışı yapar. Arifler ise, karşısında eğilmek gereken Hakkın ceberrutunu müşahede ederek bunu yapar. Çünkü onlar, sadece Allah Teâlâ’yı görür. Şair Lebid şöyle der:

Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey bâtıldır.

Bâtıl olan, hiç kuşkusuz, yokluktur. Varlık, tümüyle gerçektir. O halde rükû eden insan, var olan bir hakikate rükû etmiştir. Onun bâtını ise yokluktur. Bu ise, yaratılmışın dış varlığıdır.

Şöyle sorabilirsin: ‘Rükû eden de varlıktır.’ Şunu deriz: Haklısın! Çünkü Hakk ile ilişkilendirilen ilahi isimler, farklı derecelere sahiptir. Bir kısmı diğerlerine dayanırken bir kısmı diğerleri üzerinde hüküm sahibidir. Bir kısmı ilgi bakımından daha genel ve âlemde diğerlerine göre daha etkindir. Bütün âlem, ilahi isimlerin mazharlarıdır. Bir ismin ihatası altında bulunan isim, üzerinde egemen olan isme rükû eder. Bunun sonucu ise, rükû eden şahısta ortaya çıkar. Böylece (kulların birbirine rükû edişinde gerçekte) Hakk Hakka rükû etmiş olur. Bakınız! Hakkın sevinmesi, tenezzülü, şaşırması ve gülmesiyle ilgili sahih hadis­ler vardır. Bu nitelikler ‘kendisine benzeyen hiçbir şeyin olmadığı’ ya da ‘kulları üzerinde kahredici’ gibi büyüklük niteliklerinin sahibi olan karşısında nerededir? Öyleyse bu nitelilde rükû eden kimse, gerçekte rükû etmiştir. Büyüklenen ise yine bu nitelikle büyüklenmiştir. İşte velîlerden rükû edenlerin rükûları, bu şekildedir.

Velîlerden bir grup, secde eden erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendi­lerinden razı olsun! Allah Teâlâ onları kalp secdesiyle dost edinmiştir. Onlar, dünya veya ahirette başlarını kaldırmaz. Bu hal, yakınlık hali iken aynı zamanda Hakka yakın kimselerin bir niteliğidir. Secde ancak bir tecel­liden ve müşahededen kaynaklanır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘secde et ve yak­laş232 dedi. Başka bir ifadeyle, bu secde, bir ikram, iyilik ve hediye ya­kınlığıdır. Bir hükümdar huzuruna girip önünde secde ederek kendisi­ne yaklaşana ‘yaklaş, yaklaş’ der ve istediği ölçüde yaklaşmasını sağlar. Bu secde esnasında Allah Teâlâ’nın ‘yaklaş’ demesinin anlamı budur. Bu du­rum, kime secde edildiğini ve kimin huzurunda olduğunu bildirmeyi amaçlar. Huzurunda olunan kimse, yakınlığını katmerleştirmek için, kula ‘yaklaş’ demektedir. Kutsi hadiste Allah Teâlâ: ‘Bana bir karış yaklaşana bir arşın yaklaşırım’ der. Kulun Hakka yaklaşması ilahi bir emir nede­niyle olursa, bu, onun iyilik ve ikramında daha büyük ve yetkin bir davranış olur. Çünkü bu esnada kul, keşfe dayalı olarak, Efendisinin emrine uymaktadır.

İşte bu, Allah Teâlâ’nın peygamberine kendileri ve benzerleri için evini temizlemeyi emrettiği ariflerin secdesidir. Allah Teâlâ ‘Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için temizle233 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ise ‘Rabbinin övgüsünü tespih et ve secde edenlerden ol’234 buyurdu. Burada, hiçbir zaman başlarını kaldırmayan kimseler kastedilir ki, böy­le bir şey ancak kalbin secdesinde olabilir. Sözünün ardından ise ‘secde edenlerden ol’ demiş, sözünü tamamlayarak ‘sana yakîn (ölüm ve kesin inanç) gelene kadar Rabbine ibadet et’235 demiştir. ‘Yakîn’ vasıtasıyla sen­den kimin secde ettiğini, kime secde ettiğini öğrendiğin gibi senin her şeye güç yetiren Hakkın elinde amade bir araç olduğunu da öğrenirsin. O, seni seçmiş, temizlemiş, nitelikleriyle süslemiştir. O’nun nitelikleri, (bu secde esnasında) secde ederek O’nu ve O’na nispet edilmeyi talep etmiştir.

Kardeşim! Bu meselede işaret ettiğimiz husususun sırrına dikkat et! Çünkü nispetler ya da nitelikler ya da isimler, özü gereği kendi baş­larına var olamaz. Onlar, kendilerinden kaynaklanan bir arzuyla, kendi­lerinde var olacakları bir varlığı ister. Böylece hükümleri, söz konusu dış varlığın (ayn) kendileriyle nitelenmesiyle ya da onlarla isimlenmekle ya da ona nispet edilmekle ortaya çıkar. Bunlardan herhangi birisini söyleyebilirsin ve ardından şöyle de: ‘Rabbim! Bilgimi artır:’ Aynı şe­kilde, Allah Teâlâ’nın şu ayetine bale ve dikkat et! ‘Ayağa kalkarken ve secde ederken O seni görür.’236 Burada, kendisini bozacak şekilde başı kaldırma olmaksızın, secde halinde insanm halden Hakk girmesine işaret vardır. İnsan başını kaldırır, ayağa kalkar, secdesini ikiler. Namazın her hangi bir halinde -secdeden başkaiki kez yapılan bir eylem yoktur. Bunun nedeni, secdenin kul için olan değeridir. Bu nedenle vacip veya farz ve ancak yerine getirilmekle gerçekleşen bir dayanak olarak, secde iki kez yapılarak pekiştirilir.

Velîlerden bir grup, ma'rufu (iyilik, bilinen, örfe uygun) emreden erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ, onları (insanlara) ‘Allah Teâlâ’yı’ emretmeleri ne­deniyle dost edinmiştir. Çünkü Allah Teâlâ ma'ruftur ve ‘Allah Teâlâ’yı emredenler demek’ ile ‘ma'rufu emreden’ demek arasmda bir fark yoktur. Allah Teâlâ ‘inkâr edilemeyen ma'ruftur.’ ‘Onları kim yarattı diye sorarsan Allah Teâlâ diyeceklerdir?’ Bununla birlikte onlar, Allah Teâlâ’ya ortak koşanlardır. Söz konusu kimseler, ‘Bu ilahlara bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ derler. Bütün yol, mezhep ve akıl sahipleri arasmda görüş ayrılığı olmaksızın, Allah Teâlâ onlarm nezdinde ma'ruf (bilinen, tanı­nan) olan kimsedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kendini bilen, rabbini bilir.’ Allah Teâlâ, ma'ruftur. Kim O’nu emrederse, ma'rufu emretmiş iken kim O’nu yasaklarsa ma'rufu bilmekten yasaklamış olur. Binaenaleyh ma'rufu emredenler, gerçekte Allah Teâlâ’yı emredenlerdir. ‘Allah Teâlâ bir kulu sevdiğinde, onun kendisiyle konuştuğu dili olur.’ Emir, sözün kısımla­rından biridir. Onlar, O’nu emretmektedir, çünkü Allah Teâlâ onlarm dille­ridir. Bu kişiler, ma'rufu emretmede en üstün tabakadır. Ma'rufiın her emri, bu emrin ihatası altındadır, bunu bilmelisin!

Velîlerden bir grup ise, münkerden (kötü, bilinmeyen, yadırga­nan) alıkoyan erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ, onları ma'ruf vasıtasıyla (Allah Teâlâ ile ya da Allah Teâlâ’yı tanıtarak) münkerden alıkoymak özelliğiyle dost edindi. Tanınmayan (münlcer), müşriklerin kendi gayreüeriyle var ettiği ortaktır. Öyleyse ilahi ve mârifet esaslı tevhit, bunu kabul etmez ve yadırgar (münker). Böylece o, ‘yadırganan bir söz ve yalana dönüşür.’ Binaenaleyh dışta varlığı olan bir ortak yoktur. Bilakis ortaklık, mutlak yokluğun altında ortaya çıkmış bir sözdür. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın varlığını birleme bilgisi, onu in­kâr eder ve ‘inkâr edilen söz’ diye isimlendirilir. Çünkü söz, mevcuttur ve inkâr edilen var olan bir şey değildir. Halbuki ortağın bir dış varlığı yoktur, çünkü âlemde gerçekte ortak yoktur. Söz olarak ya da söylem olarak bulunursa, onlar münkerden alıkoyar. Bu, özel olarak sözün ta kendisidir. O halde herhangi bir münkerin dış varhğı yoktur. Bu ne­denle Allah Teâlâ, onları ‘münkerden alıkoyanlar’ diye nitelemiştir. Fakat söz konusu olan, onların bu konuda Ma'ruf vasıtasıyla alıkoymalarıdır.

Velîlerden bir grup ise erkek ve kadın hilim sahipleridir. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Erkeldere ait her nitelikte kadınların bir meş­rebi vardır. Allah Teâlâ onları hilim özelliğiyle dost edindi. Bu, güç var iken, o esnada cezalandırmayı bırakmak ve acele etmemek demektir. Suçun ardından cezalandırmada acele, öfkeye delildir. Hükmü ise, iradeye başlayandadır. Hilim sahibi, gücü olduğu ve engel ortadan kalkmış iken, cezalandırmada acele etmeyendir. Ezeli bilgi bir engeldir ve hilim niteliğiyle nitelenmezden önce kuldan perdelenmiştir. Öyleyse kullar, (cezalandırmak için) imkân buldukları halde, suçun hemen ardından cezalandırmada acele etmediklerinde ‘hilim sahibi’ olurlar. Bu durum­da onlarm cezalandırmanın gerçekleşmesini engelleyecek -gerçekte de­ğil amaezeli bilgileri yoktur. Kulun hilim sahibi olması da ezeli-ilahi ilimdendir, fakat kul hilim niteliğiyle niteleninceye kadar bunu fark edemez. Bu esnada Allah Teâlâ’nın bilgisinin onun hükmündeki eddsini öğre­nir. Dolayısıyla bu konuda bilgi onun önüne geçerse, şereflendirme yönüyle ‘halim’ diye isimlendirilemez.

Hakk, cezalandırmadığı için -şereflendirme yoluyla olmaksızınhilim özelliğiyle nitelenir. Kul da cezalandırmadığı için halim diye ni­telenir, fakat bu nitelendirme, şereflendirme amacı taşır. Çünkü kul, hilim özelliyle nitelenmezden ve -ihmal olmaksızın(cezalandırmayı) geciktirmeden önce Allah Teâlâ’nın bilgisinde bu konuda neyin bulunduğunu bilmemektedir. Öyleyse Hakkın şerefi, hilim göstermesinden değil, bilgiden kaynaklanırken kulun şerefi -gerçeği bilmediği içinbilgiden değil, hilimden kaynaklanır. Hilim niteliği kendisinde bilfiil bulun­mazdan önce kul (Allah Teâlâ’nın bilgisinde bu konuyla ilgili şeyi) bilirse, hilim onun için bir şereflendirme olmazdı. Bu halde kulun hilimdeki durumu, seçiminde mecbur kimseye benzer (çünkü bilgi, cezalandır­manın olmayışını zorunlu kılmaktadır). Bir insanın ‘özgür’ diye övülebilmesi için seçimindeki zorlamayla ilgili bilginin ortadan kalkması ge­rekir. Hilim ile özgürlük bu noktada eşittir. Çünkü seçim, zorlamayla ve cebirle çelişir. Bu esnada insan, seçim derken neyin kastedildiğini bi­lir ve iki varlıkta da -bir isteksizlik (ikrah) olmaksızıncebir bulundu­ğunu görür. Öyleyse kul, mecburdur, fakat isteksiz değildir. Bu, mârifeder alanındaki en kapalı konulardan biridir. Geçmişte ve günür müzde nice insanlar bu meselede helak olmuştur!

Velîlerden bir grup ise, ‘vah eden’ erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ ken­dilerinden razı olsun. Onlardan bir kadın ile Endülüs’ün Mirşanetü’zZeytûn şehrinde karşılaştım. Şems Müsenna diye çağrılırdı. Allah Teâlâ bu sınıftaki kimseleri, kemâl ve etki karşısındaki noksanlıkları nedeniyle gönüllerinde buldukları redde karşı vahlanmaları nedeniyle dost edin­di. Vahlanma ise, bir bilinçten ya da kaybolan hakkındaki bir bilincin varlığından kaynaklanır. Allah Teâlâ dostu İbrahim’i bu özellikle överek şöyle der: ‘İbrahim hilim sahibi ve vahlanan biriydi.’ Başka bir ayette ise ‘vahlanan ve hilim sahibi’ demiştir. Hz. İbrahim kavminin yonttukları­na taptıklarını gördüğünde vahlanmış, (fakat) hilim göstermiş, beddua etme gücü varken kendilerini acele ederek cezalandıramamıştı Bu ne­denle de halim diye isimlendirildi. Allah Teâlâ onları (bedduasının karşılı­ğında) cezalandırma imkânı vermemiş ve buna güç yetirmemiş olsaydı, onu ‘halim’ diye isimlendirmezdi. Fakat Hz. İbrahim, karışım ve bir halden bir Hakk geçiş dünyasında bulunduğunu biliyor, onlar adına ge­lecekte iman umuyordu. Hilim sahibi olmasının nedeni buydu. Burası, kulda değişim ve Allah Teâlâ’dan kabul (ummayı) gerektiren bir yerdir. Kavmi hakkında Nuh’un ‘Onlar ancak fâcir ve kâfir doğurur237 demesine yol açan durumu bilseydi, onlara hilim göstermezdi. Öyleyse vahlanan kişi, sıkıntılara, kendisini üzen gördüğü ve tanık olduğu şeylere karşı vahlanmayı artıran kişidir. Bu da, gayret ve hayret kapsamındadır. Vahlanma, doğal bir eylemdir ve doğa gereği karışımdan soyut olmala­rı bakımından ruhlara girmesi söz konusu değildir.

Velîlerden bir grup ise, ilahi askerlerdir. Onlar, düşmanlara galip gelen erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bizim ordumuz galip gelenlerdir.’238 Allah Teâlâ onları el-Melik ismi yönünden kendisine izâfe etmiştir. Dolayısıyla onlar, el-Melik’in kullarıdır. Burada bir sır vardır: Alem, bir kısmını diğerlerine musallat ettiği O’nun ordularıdır. ‘Rabbinin ordularını sadece O bilir.’ Yani, sa­yılarını ancak O sayabilir. Allah Teâlâ onlardan bir gurubu ilahi inayetiyle dost edinmiş, zâtını ifade eden zamirle kendisine izafe etmiş, hakkında nas bulunan belirli-ilahi bir ismi açıklamaksızın ‘asker’ diye isimlen­dirmekle yetinmiştir. Ordular ise, hükümdarın olabilir. Böylelikle onla­rın silah sahibi olduklarını beyan etmiştir. Çünkü silah düşmana karşı başarıyı sağlayan ordularda bulunması gereken araçtır. Söz konusu or­dunun karşısında bulunan düşmanlar ise, arzular, şeytanlar ve bütün kötü eylemlerdir. Sultanları ise, heva gücüdür. Askerlerin silahları, tak­va, murakabe (nefsi kontrol), hayâ, sabır, korku ve yoksulluktur. Ça­tışma ve karşı karşıya gelmenin gerçekleşme yeri, başka bir ifadeyle iki grup biraraya geldiğinde düşmanla çarpışma yeri ise, bazı ordular hak­kında bilgi, bazıları hakkında ise imandır. Bu orduların üçüncü bir grubu hakkında ise hem bilgi hem de imandır.

Çünkü ‘benim ordularım’ (denilenler) -ki onlar üç tabakaya karşı da galip gelenlerdiryüce ve özel gruptur. Onlar, Allah Teâlâ’nın birliğini bi­len ve kesin-akli kanıttan Allah Teâlâ’nın peygamberinin bilgisinin ehli olan­lardır. Ayrıca onlar, bu bilginin dayanağı olduğu imanın sahipleridir. İkinci tabaka ise Allah Teâlâ’nın birliğini nazarî araştırma yönünden kesin ka­nıttan bilenlerdir. Onlar, içlerinde buldukları zorunlu bir bilgiden bu­nu bilmezler. Çünkü onlar askerdir, dolayısıyla onların savaştıkları düşmanı kendisiyle kovacakları araçları olmalıdır. Zorunlu bilgi sahibi ise, düşmanı uzaklaştıramaz, çünkü o, bir delile sahip olmaksızınbu yönden meseleyi bilmektedir. Düşman, delil ile ve onun düzenlenme­siyle uzaklaştırılır. Zorunluluk yoluyla Allah Teâlâ’yı bileler ise, başka bir gruptur. Onlar, ordular içinde ayrışmaz ya da zararlı bir kuşku düşma­nını kovmakla ilgilenmezler. Üçüncü grup ise -bilgi ehli değiliman ehlidir. Onlar, harikulade olayların kendilerinden meydana geldiği iman ehlidir. Bunlar onlar adına bilenler için deliller yerini alır. Böyle­likle harikulade işler ile Allah Teâlâ düşmanlarını ve kendi düşmanlarını -tıpkı delil sahibinin düşmanı uzaklaştırması gibikovarlar. Böyle bir tabaka ‘ordu’ diye isimlendirilen kimselerdir.

Bir düşmanı kovmak için keramete sahip olmayan müminler ise, mümin olsalar bile, ordu değildir. Bu tabakayı tanımlayan şey şudur: Kendinde bulunan bir araç ile düşmanı uzaklaştırmaya güç yetirebilen her şahıs, baskın ve galip gelen Allah Teâlâ’nın ordusundandır. Bu, onların düşmanlara galip gelmesini sağlayan ilahi yardımdır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik ve onlar galip geldi­ler.’239

Velîlerden bir grup erkek ve kadın hayırlılardır. Allah Teâlâ kendilerin­den razı olsun. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar bizim nezdimizde se­çilmiş hayırlılardır.’240 Allah Teâlâ, onları hayırlı olmak ile dost edinmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar için hayırlar (hayrat) vardır.’241 Hayrât hayrın çoğuludur ve her şeyin en faziletlisi demektir. Ayette geçen ‘On­larda hayırlı huyu güzel kadınlar vardır242 ifadesi buradan gelir. Fazilet, o cinsten olmayanların katılmadığı bir hususta ortaklığın gerçekleştiği şeyi fazlalığı gerektirir. Öyleyse hayırlılar, kendi cinsinin dışındakilerde bulunmayan Allah Teâlâ bilgisiyle, bütün cinslerden fazla bilgi elde edenler­dir. Onlar, bilgiyi sadece o cinstekilerin elde edebildiği özel yoldan el­de eder. O cins içinde bu özel bilgiyi bilip ‘hayırlılar5 diye isimlendiri­lenlerin bir kısmına kendiliğinde bildiğini açıklama gücü verilmiş iken bir kısmına bildiğini açıklama gücü verilmemiştir. Açıklama gücü veri­len, diğer kişiden daha hayırlıdır ve bu ismi almaya daha Hakk sahibidir. Çünkü (aynı kökten türetilmiş) ‘hiyer5 kelimesi, söz demektir. ‘Falancada kerem ve hiyer vardır5 denilir. ‘Cömert ve fesahat sahibidir5 de­mektir. Elde ettiği bilgiyi açıklama gücü verilen kişi, kendisini duyana rehberlik eder. Böylelikle, ondan yararlanılabilir ve başkasından daha faziletli olur. Böyle biri, en-Nafi ismine benzemeye daha yakındır, bu­nu bilmelisin!

Sana hayırlıların mertebelerini açıklamış oldum. Bu nedenle pey­gamberlerin isimleri arasında ‘hayırlılar (ve kelam sahipleri)5 de geç­miştir. Peygamber ‘konuşma5 gücüyle desteklenmiş olmalıdır ki, gön­derildiği kimselere getirdiğini açıklayabilsin! Onlar, hayırlılardır, yani bu erdemin sahibidir.

Velîlerden bir grup, Allah Teâlâ’ya dönen erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ, onları hallerindeki ‘dönme5 nedeniyle dost edindi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O kendisine dönenler için el-Gafur’dur (Örten).’243 Şöyle denilir: ‘Abet eş-şemsu.5 ‘Güneş gizlendi5 demektir. Bu adamlar Allah Teâlâ nezdinde gizlenenlerdir. Allah Teâlâ karşısındaki hallerini Allah Teâlâ’nın hiçbir yaratığı görmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini onlara kar­şı ‘gafur5 olmakla, yani örten, başka bir ifadeyle makamlarını kendinin dışındaki herkesten örten olmakla nitelemiştir. Çünkü onlar, Haktan başkasını görmesinler diye, Allah Teâlâ’nın nezdinde gizlenmeyi talep etmiş­lerdir. (Bu kelimenin ism-i faili olan) Aib, tıpkı gece yıldızı gibi, gece­leyin kavme gelen kişi demektir. Gece örtüdür. Onlar, her yönden ve halde Allah Teâlâ’ya dönerler. Şöyle denilir: ‘Her evbe’den, yani her yönden geldiler.’ O halde evvab (dönen), şeytanın insana geldiği dört yönden Allah Teâlâ’ya dönen kişidir. Şeytanın insana geldiği dört yön, önleri, arkaları, sağları ve sollarıdır. Onlar, övülen ve kınanan her durumda işin başın­da ve sonunda Allah Teâlâ’ya döner. Edep, Allah Teâlâ’nın kınadığı şeylerde Allah Teâlâ’ya dönmemelerini gerektirir. Bu durum, söz konusu kimseler için o halde de Allah Teâlâ’ya dönmesini gerektirir. Bu nedenle Allah Teâlâ, O’na dönenler için kendisini el-Gafur diye isimlendirdi. Yani, başka bir makamdan kendi­lerine eşlik eden saygısızlığın bu kadarını örter. Bu konumdaki ve bu nitelikteki adamlar, ‘evvabin’dir (iyi ve kötü her işte Hakka dönenler).

Velîlerden bir grup ise mutmain kadın ve erkeklerdir (muhbitûn). Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ onları itminan anlamındaki ‘ihbat’ eylemleri nedeniyle dost edindi. İbrahim Peygamber şöyle der: ‘Kalbimin tatmin olması için.’244 Yani dinginleşmesi için. Habt, geniş ve alçak yer demektir. Allah Teâlâ ile tatmin bulan, kalpleri itminan duydukları şey nedeniyle dinginleşen, Refiu’d-derecat (dereceleri yükselten) ismi altında tevazu gösterenler, O’nun izzeti karşısında zelil olanlar, ‘muhbitun’ denilenlerdir. Allah Teâlâ Peygamberine böylelerini müjdeleme­sini emrederek şöyle demiştir: ‘Muhbitun’u müjdele/’245 Kimdir bunlar, diye sorulursa ‘De ki onlar, Allah Teâlâ zikredildiğinde kalpleri titreyen, başları­na gelene sabredenler, namaz kılanlar ve rızıklandırdığımız şeylerden infak edenlerdir.’246

Muhbitun’un nitelikleri bunlardır. Onlar, sakin idi, Allah Teâlâ’nın zikri zikirde ortaya çıkan şeye göreonları harekete geçirdi. Onlar, sabretmiştir, yani nefslerini bu konuda onlara isabet eden şeye karşı engelle­mişlerdir. Bu korku veya hal baskınlığı, namaz kılmaktan on arı alıkoymamıştır. Namaz vakti geldiğinde, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği güç sayesinde en yetkin şekilde kılarlar. Kendilerine ulaşan güçlüğe sabret­melerine rağmen, bu konumdayken bir insan, açlığını kapatmak veya bir ayıbını örtmek için ondan bilgi veya maddî rızık ister. O ise, isteni­len şeyi kendisine verir ve herhangi bir iş kendisini diğerinden ah koy­maz. Allah Teâlâ’nın kendilerini nitelediği muhbitun’un özelliği budur. Onlar, kaderlerin üzerlerinde akışı altında sakindir ve bundan razıdırlar. Bu ifade, alevi söndüğünde ‘habet en-nar’, ‘ateş söndü’ kelimesinden gelir.

Velîlerden bir grup Allah Teâlâ’ya yönelen erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ kendisine yönelmekle onları dost edinmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Kuşkusuz İbrahim halim, evvah ve münîbtir.’247 Allah Teâlâ’ya yönelen adamlar (münîb), Allah Teâlâ’nın kendisine dön­meyi emrettiği her şeyden Allah Teâlâ’ya dönenlerdir. Bununla beraber onlar, o esnada bu dönüşlerinde Allah Teâlâ’nın vekili olduklarını bilirler. Keşfe göre dönüş, yaratıkların perçemlerini elinde tutan ve onları dilediği gibi çe­kip çeviren Allah Teâlâ’ya ait olabilir. Bir insan, tıpkı namaz kılanın ‘Allah Teâlâ hamd edeni duydu’ sözünde ve ayederi okurken Allah Teâlâ’nın vekili olması gibi, bütün hallerinde O’na dönerken kendisini Allah Teâlâ’nın vekili olarak görürse, ‘münib’ diye isimlendirilir. Öyleyse onlar, bu niteliğin sahibi­dir.

Velîlerden bir grup, ‘gören’ erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendilerin­den razı olsun! Onları görmeyle dost edinmiştir. Bu ise takva sahiple­rinin özel niteliklerinden biridir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Takva sa­hiplerine şeytandan bir şey temas ettiğinde, (Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını) hatırlarlar ve bir anda (gerçeği) görürler.’248 Onlar, takva ehlinin bilginle­ridir. Esası şeytan kaynaklı olan güzel bir düşünce kendilerine ilişir ve ancak şeytandan olduğunda kendisini bulabildikleri özel bir zevk bu­lurlar. Bu zevk, onlara o düşüncenin şeytandan olduğunu hatırlatır ve ‘bir anda görüler.’ Yani onu zevk yoluyla müşahede ederler. Bilgi o dü­şünceyi almayı ve şeytanı üzmek için varlığını değiştirmeyi gerektirirse, onu alır ve ondan yüz çevirmezler. Bu durumda da onlar görenlerden sayılır. Böyle bir kişi, o düşünceden neyi ve nasıl alacağını bildiği gibi alması gereken ile bırakması gerekeni ayırt eder.

Hz. İsa ile tanımadığı bir surette kendisine görünen İblis arasında şöyle bir konuşma geçmiş: İblis ‘Ey Allah Teâlâ’nın Ruhu! ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ de.’ İblis kendi sözüne uyması için ondan bunu istemekte­dir ki bu durumda herhangi bir şekilde İsa kendisine itaat etmiş olacak­tı. Bu da, imandır. Hz. İsa ise şöyle demiş: ‘Ben sen söylediğin için de­ğil, kendiliğimden ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ derim.’ Hz. İsa söyle­mek ile şeytanın maksadına karşı çıkmayı biraraya getirerek onun em­rine uymamıştı.

Eşyayı nasıl alacağını bilen kimseye Allah Teâlâ’nın söz konusu şeyi ona kimin eliyle getirdiği zarar vermez. Bilgi bu düşünceyi yüzüne atmayı gerektirirse, onu atar. İşte bu ‘Hatırlarlar5 ayetinin anlamıdır. Hatırla­ma, unutulan bilgi için olabilir. ‘Bir anda görürler.’249 Yani kendilerin­den gitmiş düşünceleri hatırlamayla geri döner.

Velîlerden bir grup ise hicret eden erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ onları kendilerine ilham ettiği ve ulaş­malarını sağladığı hicret nedeniyle dost edinmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine hicret etmek üzere evinden çıkıp ölümün ye­tiştiği kimsenin sevabı Allah Teâlâ’ya kalmıştır.’250 Muhacir, Allah Teâlâ’nın ve peygam­berinin terketmesini istediğini terk eden, bu terkte ise her türlü kuşku­dan uzaklaşarak gönül rahatlığı ve arzusuyla mübalağayla hareket eden kimsedir. Yoksa istemeden ya da zorlanarak ya da bir karşılık bekleye­rek terk etmemişlerdir. Hicret eden insan, bu konuda kendisine karşı çıkanların verdiği zorlu sıkıntılara ve ona duyurdukları doğal olarak nahoş sözlere göğüs gererek, gönül hoşluğuyla hicret eder. O insanla­rın söylediği sözleri duyduğunda ise, (hah) değişir. Bütün bunlar, bil­gide genişliği ve böyle bir niteliği düstur edinmek, bütün bu durumlar karşısında dinin belirlediği şekilde -yoksa nefsinin arzularıyla değilkendini sınırlamaktan kaynaklanır. Bu sayede makamı kemâle erer. Bu niteliklerin toplandığı insan, muhacirdir. Bunlardan bir faslı ve özelliği yitiren ise o hah yitirdiği ölçüde bu makamdan yoksun kalır.

Bütün bunları söyleyip şart koşmamızın nedeni, her şeyi bilen Allah Teâlâ’nın onu ‘muhacir’ diye isimlendirmesidir. Bu kavramın altına girip de kula ait olan ve hicret edenin kendisiyle isimlendirilmesi gereken her türlü güzel özelliğin muhacirde bulunmasını şart koştuk. Bunu ne­deni, söz konusu lafzın anlamının (kelimenin) konuluşunda bu ismin kendisinden türetildiği o anlama yayılmasıdır.

Velîlerden bir grup ise şefkadi (ve endişeli) erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ onları Rablerinin korkusuyla en­dişeli olmaları nedeniyle dost edinmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar Rablerinin korkusundan müşfiktir.’251 Eşfaktü min, ene müşfik de­nilir. Kastedilen, bir şeyden sakınmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rableri­nin azabından sakınırlar. Rablerinin azabı, umulan bir şeydir.’252 Yani Rablerinin azabından çekinirler, emin olmazlar. Başka bir ifadeyle on­lara ulaşmasından emin değillerdir. ‘Eşfaktü minhu (ondan çekindim)’, sadece çekinme durumunda söylenebilir. ‘Eşfaktü aleyhi işfakan (ona şefkat gösterdim)’ ise, şefkate işaret eder. Her ikisi de aynı köktendir. Bu durumda şefkatin anlamı, ona titredim olur. O halde velîlerden müşfik olanlar, nefsi hakkında değişme ve başkalaşmadan korkanlardır. Allah Teâlâ müjdeleyerek onu emin kılarsa, korkusu bu kez Allah Teâlâ’nın yaratık­larına döııer. Bu ise, Peygamberlerin ümmederi ve müjdelenen mü­minler hakkındaki endişelerine benzer.

Onlar, yaş bir ciğer sahibi olan merhamedi ve sevecen kimselerdir. Bir insanın ilahi emre karşı çıktığını gördüklerinde, o kişiye gökten bir bela iner korkusuyla, eklemleri yerlerinden oynar. Böyle bir durumdaki kişiye hâkim olan hal, fiillerinde korunmuşluktur. Dolayısıyla ‘işfak’ özeliğine sahip olduğu için, emre karşı çıkması beklenemez. Işfakın ürünü, Allah Teâlâ’ya itaatte dosdoğru olmaktır. Bu nedenle Allah Teâlâ onları ‘müşfik’ diye övmüştür. Bunun nedeni, kendisini gerektiren bir nedeni gördüklerinde, nefslerindeki başkalaşmadır. Bu kelime, güneş battığın­da ışığının kalan kızıllığı ya da güneşin doğarkenki kızıllığı anlamında­ki ‘şafak’tan türetilmiştir.

Velîlerden bir grup, Allah Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine getiren erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ onları vefalarıyla dost edinmiştir: Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sözleştiklerinde ahitlerini yerine geti­renler.’253 Başka bir ayette de şöyle denilir: ‘Onlar, Allah Teâlâ’ya verdikleri sözü tutan, sözleşmelerini bozmayan, sözleştiklerinde verdikleri sözü bozmayan kimselerdir.’254 Bizans imparatoru Kayser’in Ebu Süfyan b. Harb’a Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in nitelikleri hakkında sorduğu sorulardan biri de ‘Verdiği sözü bozar mı?’ şeklindeydi. Vefa, Allah Teâlâ’nın seçkinlerini düsturlarından biridir. Allah Teâlâ’nın tam olarak yerine getirmeyle yükümlü tuttuğu işleri yerine getiren ve bütün hallerinde bunu çoğaltan kişi vefalıdır ve vefa göstermiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sözünü yerine getiren İbrahim.. ,’255 Başka bir ayette' ise ‘Allah Teâlâ’ya verdiği sözü yerine getiren kişiye Allah Teâlâ büyük ödül verecektir256 denilir.

Bir şey çok ve tamam olduğunda ‘vefFa eş-şey'ü’ denilir. Onlar, Allah Teâlâ’nın gizli sırlarını öğrenen kimselerdir. Bu nedenle bir şeye tanık ol­duğunda ‘evfa ala eş-şey5 denilir. Allah Teâlâ’nın yükümlü tuttuğu işlerde böy­le bir vefaya sahip olan ve Allah Teâlâ’nın kullarından çoğundan gizlediği bil­gileri öğrenen kimse, vefalıdır. Allah Teâlâ bir insanı dünya hayatında öldü­rürse, yani ona can çekişme esnasmda -ki (vefa ile aynı kökten türetil­miş) vefat ölümün gelmesidirölen adama gelen keşfi verir ve kul bu mertebeyi öğrenirse Allah Teâlâ’nın kendisinden aldığı sözleri yerine getirmesi vaciptir. Bazen vefa bu nitelik sahipleri için keşfin sebebi olabilirken belirli bir grup hakkında ise keşf vefanın sebebi olabilir.

Velîlerden bir grup, Allah Teâlâ’nın birleştirmeyi emrettiği şeyi birleştiren (sıla-i rahim, yakın akraba ziyareti) erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ hepsin­den razı olsun! Allah Teâlâ onları birleştirmelerini emrettiği şeyi birleştirdik­leri için dost edinmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın birleştirmesini emrettiği şeyi birleştirirler,’257 Burada kast edilen, sıla-i rahimdir (yakın akraba ziyareti). Ayrıca onlar, kendileriyle ilişkiyi kesen müminlerle de selam vermek ve bunun üzerindeki ihsan davranışıyla ilişkiyi sürdürür­ler. Onlar, göz ardı edilebilecek ve bağışlanabilecek suçu da cezalan­dırmaz, Hakkın kesmeyi emrettiğinin dışında kimseyle (ilişkiyi) kes­mezler. Hakkın emri nedeniyle ise, zâtlarının kesilmesini değil niteliğin kesilmesine inanarak onu keserler. Çünkü nitelik, bu kimseler hakkında sürekli kesilmiştir. Onunla nitelenen nitelenmiştir. Onlar, bununla Allah Teâlâ’nın rahmetinin kendisini kuşatmasını beklerler. Kavuşturma ise; kesmenin zıddıdır.

Varlık vasl’a (bitiştirme, bitişiklik, kavuşma) dayanır. Bu nedenle âlem Allah Teâlâ’ya delildir ve Allah Teâlâ’ya ait varlıkla nitelenmiştir. Öyleyse vasıl, bu noktada esas iken kesme geçici bir durumdur. Bu nedenle Allah Teâlâ onu kendisiyle kulları arasında kendisinden onlara uzanan bir ip yap­mıştır. Allah Teâlâ ile aralarındaki bağ geçerli olsun diye, kullar bu ipe sarılır ve bağlanır. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Rahim Rahman’dan bir daldır.’ Yani bu söz, dış yönü ve görünmeyen kısmı bakı­mından Rahman’dan alınmıştır. ‘Onu birleştiren kimseyi Allah Teâlâ birleşti­rirken onu keseni de Allah Teâlâ keser.’ Hakkın onu kesmesi ise, kulun o ba­ğı kesmesinin aynısıdır, yoksa ilave bir durum değildir. Söz konusu in­sanlar, şunu öğrenmişlerdir: Hakkın onları kendisine davetinin ve ken­disine ulaştıran bir yol belirlemesinin yegâne amacı, O’na ulaşmayla mutlu olmalarını sağlamaktır. Öyleyse onlar, ünsiyet ve vuslat ehli olan erenlerdir.

Onlar var ya onlar el-Kadim’de dostluğun ehlidirler

Bir rivayette şöyle denilir: ‘Hasetleşmeyiniz, birbirinize sırt dön­meyiniz, ilişkilerini kesmeyiniz, Allah Teâlâ’nın kulları kardeş olunuz.’ Böyle­likle müminlere ilişkileri kesmek yasaklanmıştır. Dikkat ediniz! İçeri giren ve çıkan nefeslerin birbirine bitişmeleri, beka ve hayata imkân ve­rir. iki nefes arasındaki bu bitişme ve kavuşma kesilip içeri giren nefes dışarı çıkar da içeriye girecek bir nefesi arar ve bulamazsa, iki nefes ara­sındaki bu ardışıklık kesildiği için insan ölür. Öyleyse Allah Teâlâ’nın birleş­tirmelerini emrettiği şeyi birleştiren insanların bu işi, Allah Teâlâ’ya ermeleri­nin ta kendisidir. Allah Teâlâ da onları övmüştür.

Velîlerden bir grup ise, korkan (havf) erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ hepsinden razı olsun! Allah Teâlâ, kendisinden veya emrine bağlanmak için korkuttuğu şeylerden korkmaları ve çekinmeleriyle onları dost edin­miştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Müminler iseniz, benden korkunuz.,2SS Ayrı­ca Allah Teâlâ ‘kalplerin ve gözlerin kendisinde döndüğü bir günden kork­maları’ nedeniyle de onları övmüştür. Onlar ‘kötü bir hesaptan korkar­lar.’ O’ndan korktuklarında ise, bu nitelikte Yüce Topluluk’a katılırlar. Çünkü Allah Teâlâ onlarm hakkında şöyle der: ‘Üzerlerinden Rablerinden kor­kar ve emredileni yaparlar.’259 Bu konumda olan birisi, Yüce Topluluk ile birlikte farklılaşır.

Onların Allah Teâlâ karşısındaki saygılarının bir yönü, kendisinde ger­çekleşecek işler nedeniyle ‘Gün’den korkmalarıdır. Çünkü Allah Teâlâ onları bu günden korkutmuştur. Bu saygıyı edindiklerinde ise, Allah Teâlâ onları ‘kalplerin ve gözlerin kendisinde döndüğü bir günden’ korkmaları ne­deniyle övmüştür. Bu ise, zaman korkusudur. Hal korkusu ise şu ayet­te dile getirilir: ‘Kötü bir azaptan korkarlar.’260 Onlar Allah Teâlâ karşısında edep sahibi olan kimselerdir. Kendilerini nerede durdurmuşsa, orada O’nun için durmuşlardır. Çünkü Allah Teâlâ ehlinin büyük kısmı, bu saygıyı kavrayamazlar ve kendisiyle korkutuldukları varlıkların korkusuna ula­şamaz, işlerini Allah Teâlâ’ya bağlarlar. Öyleyse bunların ‘korkan’dan başka bir lakapları daha vardır. Bu ismi Hakk eden korkanlar ise, gerçekte edeplilerdir.

Allah Teâlâ peygamberi Musa’ya şöyle vahyetmiştir: ‘Ey Musa! Benden kork, nefsinden kork.’ Kastedilen arzu gücüdür. ‘Ve benden korkma­yandan kork.’ Bunlar Allah Teâlâ düşmanlarıdır. Böylelikle Allah Teâlâ Hz. Mu­sa’ya kendinden korkmayandan korkmayı emretmiştir. Edepliler de, Allah Teâlâ’nın emrine bağlanmış, bu diyarda onlardan korkmuşlardır. Bu du­rum, kendilerine iyilik yapan Allah Teâlâ’dan başkalarına Allah Teâlâ’nın emriyle yoksa onların vasıtasıyla nimederin kendilerine ulaştırılması bakımın­dan değilteşekküre benzer. Bu korkma ve teşekkür esnasında ise, Hakka ibadet içindedirler. Bu ise, ince ve âriflere bile gizli bir köprü­dür. Sıradan insanlar hakkında ne düşünülebilir ki? Ortada bulunan hal sahipleri ise, bunu bilmezler. Çünkü onlar, hallerinin otoritesi altında­dır.

Velîlerden bir grup ‘Allah Teâlâ’nın yüz çevirmeyi emrettiği şeyden yüz çeviren erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ hepsinden razı olsun! Allah Teâlâ onlar­dan yüz çevirmeyle kendilerini dost edinmiştir. Şöyle buyurur: ‘Onlar boş şeyden yüz çevirirler.’261 Başka bir ayette ise ‘Zikrimizden yüz çeviren­den yüz çevir262 buyrulur. Bu tabaka Allah Teâlâ’dan başka kimse olmadığını bilir. Bu nedenle O’nun emriyle O’nun fiilinden yüz çevirirler. Böyle­likle onlar ‘zamanlarının edeplileri’ olmuşlardır. Onlar kendi nefsleriyle (kendi başlarına) yüz çevirmezler, çünkü müminin nefsi yoktur. ‘Allah Teâlâ müminlerden nefislerini ve mallarını satın almıştır.’ iman iddiasında bulunup da sahip olduğu bir nefsi olduğunu zanneden kimse, gerçekte mümin değildir. Allah Teâlâ bu nitelikteki birisine şöyle der: ‘Bu nefisten yüz çevir.’ Yani senden satın aldığımız nefisten yüz çevirmelisin. ‘Onunla zikrimizden yüz çevirenden sen de yüz çevir.’ Kastedilen, mümin olmadığı için, nefsi Allah Teâlâ tarafından satın alınmayan kişidir. Allah Teâlâ ‘Boş işlerden (lağv) yüz çevirirler’ buyurur. Yani, ‘yüz çevi­ren’ olmaktan Allah Teâlâ’nın kendisini düşürdüğü kimselerden yüz çevirirler, çünkü onu Allah Teâlâ düşürmüştür. Borçta dikkate alman bir değeri olma­yan miktar olarak deve yavrusuna ‘lağv’ denilir. Yani, borçtan düşmüş­tür. Yeminin ‘lağv5 diye isimlendirilmesinin nedeni, kefaret ve cezalan­dırmaya uygun olmadığındadır. Allah Teâlâ onları yüz çevirmekle övmüştür. Bununla beraber onlar, Allah Teâlâ’dan başka kimsenin olmadığını hakka’lyakîn bilirler.

Velîlerden bir grup ise kerem sahibi erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ hepsinden razı olsun! Allah Teâlâ onları nefislerinin keremiyle dost edinerek şöyle buyurmuştur: ‘Lağve denk geldiklerinde, keremle yürürler.’263 Yani onlar, Allah Teâlâ’nın bakılabilir olmaktan düşürdüğü şeylere bakmazlar ve onunla herhangi bir şekilde kirlenmezler. Böylelikle kendisine yönelmeksizin ‘keremle’ onun yanından geçerler ve söz konusu şey onlara etki etmez. Halbuki o şey, nefislerin kendisinden haz aldıkları ve nefsin yaratılış özelliği olan itaatsizlik nedeniyle kendisine yöneldikleri şeydir. Yüz çevirenler ise, dirençli nefslerdir. Başka bir ifadeyle onlar, erdem­sizlikleri kabul etmeyen nefslerdir. Binaenaleyh onlar, Allah Teâlâ’nın kulla­rından saygınların nefsleridir. Bu nitelikle ise Allah Teâlâ’nın haklarında ‘Onun defteri yazanların elindedir. Saygın kâtiplerin elinde’ denilen Yüce Töpluluk’a katılırlar. Allah Teâlâ onları ‘kerim (saygın)’ olmakla betim­lemiştir. Öyleyse seni Yüce Topluluk’a katan her nitelik, senin adına bir şereftir.          ’

Allah Teâlâ’nın kullarından ârifler, isimlerle ahlâklanırken Hakkın Yüce Topluluk’u kendisiyle nitelediği keremi kendileriyle Hakkın nitelikleri arasına yerleştirirler. Böylelikle keremi, Hakkın niteliği olması bakı­mından değil, Allah Teâlâ’nın tertemiz kullarından birisinin niteliği olması ba­kımından alırlar. Çünkü onların şerefi, kulluk makamında sürekli kal­maktır. Ariflerde bu zevkin bulunması, çetin bir iştir. Çünkü âriflerin büyük kısmı, zikrettiğimiz yönden değil de, Allah Teâlâ’nın isimleri olmaları bakımından güzel isimlerle (esma-i hüsna) ahlâklanırlar. Bizim zikret­tiğimiz ise, Yüce Topluluk’un kendisine layık tarzda bir isimle ahlâklanması bakımından ilahi isimlerle ahlâklanmaktır. Arif ise, bu isimlerle ancak Yüce Topluluk’un nitelenmesinden kulluk kokuları elde ettikten sonra onlarla ahlâklanabilir. Böyle kimseler, isimlerle ahlâklanışta isimlerin Hakk ettiği Rablığa dönük bir arzu bulamazlar. Belirtti­ğimiz meseleyi anlayıp ona göre hareket eden, ahlâklanmada rablık ta­dını bulanların arasmdan hiç kimsenin tatmadığı tecelli bilgisini tadar.

Allah Teâlâ’nın kitabında ve kelamında dile getirilen velîlerin nitelikleri, çoktur. Övgü ve methin en üstün ve tamı, karşılaştırmalı bir üstünlüğe işaret eden şeyle kendisinde ortaklığın gerçekleştiği husustur. Bundan fazlası ise Hakkın (yaratıklara ve onların özelliklerine) tenezzülüdür. Var olanlar Hakkın mazharları olmasaydı -ki Hakkın inişi kendisinden kendinedirârifler Hakkın kelamını duymaya ve taşımaya güç yetire^ mezdi. Böylece Allah Teâlâ, kendisini kullarına karşı ‘merhametlilerin mer­hametlisi’, hükmünü ayırmada ‘hikmetlilerin en hikmetlisi’, takdiri ba­kımından ‘yaratanların en güzeli’, celalini örtmeyle ‘örtenlerin en hayır­lısı’, gizli ayıpları nedeniyle ‘açanların en hayırlısı’, hikmetini sağlamca yerleştirmesiyle de ‘ayıranların en hayırlısı’ yapmıştır.

Velîler -her ikisiyle birlikte‘emanet ve sözlerine dikkat ederler.’ ‘Tanıklıklarını yerine getirirler.’ Kastedilen, celal yaygısı üzerinde Hak­kın huzurundaki tanıklıktır. ‘O'ndan bir delil ve basiret üzerinde O’na davet ederler.’ Bunu Hakkın kullarını sınamasının güzelliği gerektirir. Onlar ‘emirlerini yapanlardır.’ İmanın diliyle yaptığı tevhidinin tanıklı­ğıyla ‘Bilgide derinleşenlerdir.’ Yaratıkları üzerinde ibret gözüyle dü­şünmeyle de ‘göz sahipleridir.’ Hitabında kendilerini zorladığı işlerle ‘(kendilerini yasaktan uzaklaştıran bir) akla sahip olanlardır.’ Nurunun sürmesi için yardım dilemeyi korumakla onlar ‘derin akıl sahipleridir.’ Onlar, ezeli bilgisini öğrenmekten perdeli olan kulların davranışlarını bağışlayanlardır. Sınırlarını aşmaya karşı ise ‘öfkelerini yutanlardır.’ Onlar, Hakkın kendilerini vekil yaptığı mallardan, dilediği kullarına emaneti ulaştırmak üzere infak edenlerdir. Göğünden tecelli edişi esna­sında seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir. İhsan ettiği nimetleri nedeniyle ‘şükredenlerdir.’ İhsan ettiği mârifederini ‘elde edenlerdir.’ Amel binekleri üzerinde, memnun olduğu işlere ‘koşanlardır.’ İhsanla­rını kendilerini bolca verdiği ‘İyilerdir.’ Büyüklüğünü kendilerine gös­terdiği ‘ihsan sahipleridir.’ O'nun seçimiyle yaratıkların arasından ‘seçi­lenlerdir.’ Düşmanlarının kelimesine karşı Hakkın kelimesini üstün yapmakla ‘üstün olanlardır.’ İsimlerinin ve nebilerinin önünde ‘yakla­şanlardır.’ Hükümlerinde gizlediği gizli hikmetini ‘düşünenlerdir.’ Kendilerinden (ruhlar âleminde, bezm-i Elest) söz alırken Hakkın Rabliğini kabul ettiğini unutanlara (bu sözü) ‘hatırlatanlardır.’ Kendi­siyle kavga etmek arzusuyla -ki bu da Hakkın takdiriyle gerçekleşirkarşı çıkanlara karşı dindaşlarına ‘yardım edenlerdir.’

İşte onlar, Allah Teâlâ’nın kullarıdır. Kimsenin onların üzerinde bir otori­tesi yoktur. Çünkü onlar, kelamında kendisinden vekil olmakla konuş­tuklarında, kesin kanıt sahipleridir. Bu esnada Allah Teâlâ, karanlık ve nurda ‘onların dili, kulağı, gözleri ve elleridir.’

Allah Teâlâ’nın velîlerinin nitelikleri hakkında kitabında zikrettiği bütün hususları ele almaya kalksaydık ve onlara tahsis edilen özellikleri açıklasaydık, hiç kuşkusuz, vaktimiz buna yeterli olmazdı. Bu nedenle özette bile bir ölçü tutmalıyız. Burada zikrettiklerimiz, hem özet, hem ayrıntı, hem zamanlı ve hem zamansız olarak, yeterli sayılmalıdır.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’yı bilmekten bir koku duymuş bir insan, şöyle demez: ‘Niçin bunu yaptı da, şunu yapmadı?’ Allah Teâlâ’yı bilen biri nasıl olur da ‘Allah Teâlâ niçin bunu yaptı?’ diyebilir ki? Halbuki öyle biri, O’nun bütün zuhur edenleri ve zuhur edecekleri, öne geçenleri ve arda kalan­ları ve de düzenlenmiş olanları özü gereği gerektiren Sebep olduğunu bilir. Öyleyse O, Sebebin kendisidir. Bir şeyi kendisinin dışında bir ne­denle var etmeyeceği gibi yok da etmez. ‘Allah Teâlâ, zalimlerin söyledikleri şeyden münezzeh ve mütealdir.’ O'nun meşiyeti (mutlak iradesi), zâtının Arş’ıdır. Nitekim -anlarsanEbu Talib el-Mekki böyle demişti. İlahi isimlerin nispederi (bağ) hakkında bir bilgi açılırsa, işaret ettiği­miz meseleyi öğrenirsin. Söz konusu nispeder, ilahi mazharların müm­künlerin dış varlıklarında ortaya çıkmasıyla ortaya çıkmıştır. Böylelikle de nevilere ve cinslere ayrılmış, şahıs olmuşlardır. ‘Herkes kendi meş­rebini bilmiştir.’ ‘Herkes kendi namazını ve tespihini bildi.’ Bir hük­mün kendi hakikatinde zuhur etmesinin nedeni, (o hükme ait) ilahi ismidir. Hakkın isimleri ise zâti nispederden ibarettir. Artık düşün! ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’

Fütûhât-ı Mekkiyye’nin on birinci sifr’inin bitimiyle, yetmiş doku­zuncu kısım sona erdi, onu bu babtan ‘Bilmelisin ki, iddialar...’ vaslıyla (başlayan) sekseninci kısım takip edecektir:


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar