[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] SEKSEN BEŞİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
ELLİ BEŞİNCİ SORU
Sezgi Nedir? Cevap:
Sezgi (hadis),
duyanın duyduğundan -Rabbi vasıtasıyla
değilkendiliğiyle algıladığı şeydir. İşte bu, -başka bir şey değililhamdır. Onu
Rabbi vasıtasıyla duyarsa, bu ‘hadis’ olmaz. Burada ‘Rabbi vasıtasıyla duydu’
sözü, Allah Teâlâ’nın ‘Ben onun kendisiyle duyduğu kulağı olurum’ ifadesine
işaret eder.
Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nm Semî’
(duyan) diye nitelenmesi, O’nun aynıdır, ilave bir durum değildir. Bunun
açıklaması, her ilahi ismin bir kelam nispeti olmasıdır. İnsan, akıl ve duyuya
göre, hallerin onun üzerinde değiştiği bir yerdir. Çünkü âleme göre bu
nitelikte olan ulûhiyet, özü gereği bunu gerektirir. ‘Göklerde
ve yerde olan herkes O’ndan ister. O her an bir iştedir.’4*4 O halde,
oluştaki her hal, ilahi bir şe’n’dir (iş). İlahi bilgilerde, Allah Teâlâ’nın
iki şahsa bir surette veya bir şahsa iki kez aynı surette tecelli etmeyeceği
sabittir. Her tecellinin bir kelamı vardır. Bu kelam o tecelüden bu Hakk aittir
ve ‘hadis (söz, ilham)’ diye isimlendirilir. Öyleyse hadis, süreklidir. Şu var
ki, insanların bir kısmı onun hadis olduğunu anlarken bir kısmı bunu bilemez.
Bunun yerine ‘bana şöyle şöyle bir şey ortaya çıktı’ der ve onun Hakkın
kendisiyle iç konuşması olduğunu anlayamaz. Çünkü o, düşünce olmasına göre, Allah
Teâlâ’dan anlamaktan mahrum kalmıştır.
Bazı kimseler düşünceleri dörde
taksim etmiştir. Bu taksim hadiste (ilham, iç konuşması) meydana gelmez. Çünkü
ilham, her kısımda bulunur. Bu kısımlar ise, bu söz ile kastedilen şeyi
kendisinden anlayan zâüarda gerçekleşir ve bu bağlamda ‘şeytani düşünce’
denilir. Hakk, onu irade edip ‘ol’ dediğinde ‘rabbani irade’ ve ‘ilahi bir
sözdür.’ Bunun üzerine onu el-Baîd ismi algılar. Nitekim melek kaynaklı
düşüncede de ilahi sözü el-Karib ismi, nefsî düşüncede ilahi sözü el-Mürid
ismi, rabbani düşüncede ilahi sözü, el-Hafîz ismi algılar. Bütün bunlar, Allah
Teâlâ adamlarının farkına varabildiği ilahi sözün sınıflarıdır. .
Öyleyse (farklı) tabakalarına göre
bütün âlem, hadiste (ilham) bulunmayı sürdürür. Allah Teâlâ kime onu anlamayı
nasip eder de ilhamı bilirse, bu kişi, sezgi sahibidir (muhaddes) ve ilham
ehlidir. Bu kişi, duyduğu her şeyin -isimleri değişse bileilham olduğunu bilir.
Bu isimlere örnek olarak, müsamere, münâcât, inilti, işaret gibi isimleri
verebiliriz. Öyleyse sözün tümü, hâdis ve kadimdir. Duymada hâdis duyuranda ise
kadimdir!
ELLİ ALTINCI SORU
Vahiy Nedir? Cevap:
Vahiy, bir ibare
olmaksızın, ibarenin yerini alan işaretin
kendisiyle gerçekleştiği şeydir. Zaten ibare, o işaretten onunla kast edilen
anlama geçiş yapar ve bu (geçiş) nedeniyle ‘ibare’ diye isimlendirilmiştir,
işaret ise -ki vahiydirböyle değildir, çünkü o, işaret edilenin kendisidir. Vahiy
ise, ilk anlaşılan ve ilk anlatımdır. Anlamanın, anlatmanın kendisi olmasından
daha hızh bir şey yoktur. Bu nükteyi anlamadıysan, vahiy sahibi değilsin.
Vahiy, hız demektir ve zikrettiğimizden daha hızlı bir şey de yoktur.
Kelamın bu türü, ‘vahiy5
diye isimlendirilir. Bu konumda olup zâtî tecelli olduğunda ise, bir rivayette
‘Allah Teâlâ’nın vahiyle konuşması, meleklerin bayılmasına yol açan taş
üstündeki yağmur sesine benzer’ denilir.
Rab dağa tecelli ettiğinde, dağ
parçalandı. Bu, Musa’nın perdesiydi. Çünkü Musa, emrine itaat etmek üzere Allah
Teâlâ’ya bakıyordu. Dağın ansızın parçalanması esnasında dağı parçalayan bir
şey parıldamış, Musa bayılıp düşmüştür. ‘Kalplerinden korku gittiğinde ‘ne
dedi?’ derler.’ Söyleyen, Haktır. Melekler ise ‘Hakk’, yani ‘hakikat’ derler.
O, hüviyeti yönünden bu nispette münezzeh ve mütealdir.
Öyleyse vahiy, Hakkın sözünden
kaynaklanan etkinin dinleyenin nefsine hızla ulaşmasıdır. Bunu ise, ilahi
şe’nleri bilen ârifler anlayabilir. Çünkü bu, kendileri fark etmese bile,
âlemdeki ilahi vahyin ta kendisidir. Bazen vahiy, emir’den olan ilahi ruhun
verilen habere inanmayı hızlandırması olabilir. Fıtrî olan, insan gayretinin
bulunmadığı her şeydir ve bu yönüyle fıtrî şeyler de vahiydir. Örnek olarak
annesinin memesini algılayan bebeği verebiliriz. Bu da bebeğe dönük ilahi
vahyin etkisidir. ‘Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz.’ ‘Allah
Teâlâ yolunda öldürülenlere ‘ölü’ demeyiniz, fakat onlar diridir, siz fark
edemezsiniz.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin
arıya dağlardan ve ağaçlardan evler edin diye vahyetti.,44S
Arı Allah Teâlâ’nın vahyini anlamamış olsaydı, ondan meydana
gelen (bal) meydana gelmezdi.
Kelam vahiy olduğunda, ona karşı bir
muhalefet düşünülemez, çünkü onun otoritesi karşı konulamayacak kadar güçlüdür.
‘Musa’nın annesine ‘onu emzir5 diye vahyettik. Korkuya kapıldığında
ise ‘sandala bırak’ dedik.’ Musa’nın annesi de öyle yaptı ve (bir vahiy olan)
emre karşı çıkmadı. Bununla birlikte, içindeki durumu -oğlunu helâke attığınıdile
getirmekteydi. Fakat Musa’nın annesi, buna karşı çıkmamış, tereddüt etmemiş, en
tehlikeli düşüncelerden biri olan oğlunu bir sandal içinde nehre bırakmayla
beşerilik yönü anneyi etkisi altına almamıştı. Bu durum, vahyin vahyedilenin
nefsinde doğasından -ki kendisidirdaha güçlü bir otoriteye sahip olduğunu
gösterir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz
ona şahdamarından daha yakınız.*446 Şah
damarı, onun zâtıdır.
Dostum! Allah Teâlâ’nın sana
vahyettiğini zannettiğinde, tereddüt ve karşı çıkma esnasında nefsine
bakmalısın! Tereddüt kaynaklı bir tedbir ya da açıklama ya da düşünce bulursan,
vahiy almış sayılmazsın. Gelen şey sende hüküm sahibi olup seni köreltir,
sağırlaştırır ve seninle düşüncen arasına girer ve hükmü sende uygulanırsa, o
vahiydir ve bu esnada vahiy sahibisin. Bu durumda yüksekliğinin ve üstün
konumunun senin altında olduğunu söylediğin bitki, hayvan ve donuklara
(cansızlara) katılman olduğunu öğrenirsin.
Çünkü insanın toplamının dışındaki
her şey, toplamıyla Allah Teâlâ’yı bilme üzerinde yaratılmıştır. İnsanın ve
cinlerin toplamı ise böyle değildir. İnsan tafsili halamından diğer
yaratılmışlar gibi Allah Teâlâ’yı bilme üzerinde yaratılmıştır. Bunlara örnek
olarak melek, bitki ve donukları verebiliriz. İnsanda bulunan saç, deri, et,
sinir, kan, ruh, nefis, tırnak ve benzeri şeyler, fıtraten, yani kendisine
tecelli eden vahiyle Allah Teâlâ’yı bilir. İnsan toplamı bakımından ise -ki
toplamının bir hükmü yokturAllah Teâlâ’yı bilemez. Ta ki, inceler, düşünür ve
kendisine döner. Bu durumda onun kendisini yaratan, meydana getiren bir
yaratıcısı olduğunu anlar. Allah Teâlâ derisinin ya da elinin veya dilinin,
ayağının konuşmasını ona duyurmuş olsaydı, onların rablerinin bilgisini
söylediklerini; O’nun şanını tespih ve takdis ettiklerini duyardı. ‘O gün
dilleri ve elleri yaptıklarına tanıklık eder. Onlar derilerine ‘niçin
aleyhlerimize tanıklık yapıyorsunuz?’ derler.’
insan parçaları yönünden Allah Teâlâ’yı
bilirken bütünü ve toplamı yönünden Öğreninceye kadar Allah Teâlâ’yı bilemez.
Başka bir ifadeyle, parçalarında bulunan şey kendisine öğretilir. O halde
insan, âlim ve cahildir. Herhangi bir nefis, onlar adına kendilerinde gizlenmiş
‘göz aydınlığını’ bilmez, insan tafsili yönünden vahiy sahibiyken bütünü
yönünden her vakit vahiy sahibi değildir.
ELLİ YEDİNCİ SORU
Peygamberler İle Sezgi Sahipleri
Arasındaki Fark Nedir!1 Cevap:
Bu fark,
tekliftir. Çünkü nebîlikte teklif bilgisinin
bulunması zorunluyken ilham alanların ilhamında genel olarak teklif yoktur.
Tirmizî bu soruyla şeriat getiren nebileri kastetmişse, cevap budur. Genel nebîlik
sahiplerini kast etmişse, ilham alanlar da ondan bir parçaya sahiptir.
Kendisine gelen vahiyde şeriatm bulunmadığı nebî, velîlerin başı ve makamların
toplayıcısıdır. Söz konusu makamlar, ilahi isimlerin gerektirdiği ve şeriat
peygamberliğinin bulunmadığı makamlardır. Onlar, mülk kaynağından Ruh-u emin
(Cebrail) vasıtasıyla vahiy alır. Sezgi sahibi için sezgiden başka ve hal, amel
ve makamların sonuçlarından başka bir şey yoktur. Her nebî sezgi sahibiyken
her sezgi sahibi nebî değildir. İşte bunlar, velîlerin nebileridir.
Şeriat getiren nebilere gelirsek,
onların kalplerine Ruhların, emir ve yasağı, emir ve yasağın dışındaki başka
hususları indirmeleri gerekir. Örnek olarak ilahi ilimleri, gelecekte olacak iş
ve durumları bildirmeyi verebiliriz. Bu, şeriat nebîliğinin dışında, genel
anlamda nebilerin hallerindendir ve sezgi sahibi de buna ulaşır.
Mutlak nebîlik sahibi birinden şeriat
sahibi nebilerin hükümlerinden bir hüküm ortaya çıkabilir. Örnek olarak
öldürme, malı alma ya da o dönemde yerleşik şeriatın hükmüyle çelişen bir
davranışı verebiliriz. Bilmelisin ki, bu durumda şeriatı olmayan o peygamberin
davranışı, kendisine inip yükümlü olduğu şeriattan kaynaklanmaz. Bilakis bu
velî, hala uyduğu şeriatı getiren peygambere uymaktadır. Fakat tesadüfen kendisine
başka bir peygamberin şeriatına uymak bildirilmiştir. Söz konusu peygamber
diğer peygamberin şeriatından farklı bir hükmü onun adına şeriat yapmıştır. O
şeriatın bu peygamberdeki hükmü, diğer peygamberin hükmüyle çelişir. Bu
konumdaki bir şahıs, Hızır’ın Musa ile biraraya gelmesi gibi, herhangi bir
peygamberle biraraya gelebilir. Bu örnekte Hızır, çocuğu öldürme hükmü verir,
Musa ise şeriatın zâhirine göre masum bir canın kısas olmaksızın öldürülmesine
tepki gösterir. Çünkü böyle bir hüküm onun şeriatına aykırıdır. Bunun üzerine
Musa Hızır’a ‘Kuşkusuz kötü bir şey yaptın’ der. Yani benim şeriatımın
yadırgadığı bir iş yaptın. Hızır da kendisine şöyle der: ‘Ben bu işi
kendiliğimden yapmadım.’ Burada bütün yaptıklarını kast etmektedir. Öyleyse
Hızır, hüküm verirken Musa’dan başka bir peygamberin şeriatına uymakta idi.
Binaenaleyh, uyduğu o peygamberin kendi şeriatına göre verdiği hükme uyarak
hüküm vermişti. Söz konusu peygamberin şeriatının bir hükmü de, bir şahsın
kendi bilgisine göre hüküm vermesiydi. Böylece Hızır, çocuğun kâfir olacağı
hakkındaki bilgisiyle hüküm vermiştir. Dolayısıyla Hızır’ın verdiği hüküm,
indirilmiş bir şeriata sahip olmasından kaynaklanmamıştı. Hızır, tıpkı bir hakimin
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatına göre hüküm vermesi gibi,
çocuk hakkında bir hüküm vermişti. İşte, velîlerin nebilerinden hükümler böyle
ortaya çıkar.
Şöyle sorulabilir: Böyle bir durum,
peygamberlerin bulunduğu dönemde caizdir. Günümüzde ise tek şeriat vardır.
Acaba velîlerin nebileri Muhammed’in şeriatına aykırı hüküm verebilir mi? Bu
soruya cevabımı;; ‘hayır’ ve ‘evettir.’ ‘Hayırdır’, çünkü velî-nebînin kendi
görüşüyle hüküm vermesi caiz değildir. ‘Evettir’, çünkü Şafii’nin Hanefi’nin
hükmüne aykırı hüküm vermesi caizdir. Her ikisi de, Muhammed’in şeriatıdır,
çünkü o, her iki hükmü de onaylamıştır. Böylelikle Muhammed’in şeriatıyla
Muhammed’in şeriatına aykırı davrandın. Velîlerin nebileri, Hakkın kendilerine
bildirdiği Peygamberin şeriatının hükümlerinden haber verebilir. Ya da Peygamberi
görebilir ve Peygamber onlara herhangi bir konuda kendilerine göre sahih olan
bir rivayet nedeniyle Ahmed, Şafii, Malik ve Ebu Hanife’nin söylediğinden
başka bir hüküm bildirebilir. Velîlerin nebileri söz konusu hadisi öğrenir ve
onun rivayet yolundan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının
(mezhep imamlarının verdiği) hükümden farklı olduğunu ve söz konusu hadisin
gerçekte sahih olmadığını öğrenir. Bu durumda zorunlu olarak farklı hükmü
uygulamaları gerekir. Nitekim araştırma sahibi de, bir başka müçtehit aynı
hadisin doğruluğuna delil bulmuş iken, hadisin doğruluğu hakkında kesin bir
kanıt bulamadığında aynı durumdadır. Her İlcisi de, içtihada hakkını vermiştir.
Bu durumda müçtehiderden her birinin kendi nezdinde sabit şeye aykırı
davranması yasaktır. Bunların hepsi, tek şeriattır.
Bu gibi hükümler, Allah Teâlâ’nın bu
hükmün peygamberin şeriatı olduğunu bildirmesiyle, velîlerin nebilerinden
görülür. Konuya yabancı kişi, o insanın nebilik iddiasında bulunduğunu ve bu
davranışıyla peygamberin şeriatını geçersiz kıldığını zanneder ve onu tekfir
eder. Bu durumu devrimizde çokça gördük ve devrimizin bilginlerinden tecrübe
ettik. Biz onları mazur görmekteyiz, çünkü bu gurubun doğruluğu hakkında
onların bir delili yoktur. Onlar, zannı galibe göre hareket etmekle yükümlüdür.
Velîler ise hükümleri bilen ve -Allah Teâlâ’ya hamd olsunzan taşımayan
kimselerdir. Şekilci bilginler araştırmaya hakkını verselerdi, velînin halini
kabul ederlerdi. Nitekim Şafii, Maliki’nin hükmünü kabul eder ve bir hâkim ona
göre hüküm verdiğinde bunu geçersiz saymaz. Bununla birlikte onlar
(müçtehitler), bu kapıyı kendilerine açmış olsalardı, art niyetli iddia
sahiplerinden dine zarar gelirdi. Bu nedenle, kapıyı kapamış ve şöyle
demişlerdir: Kapıyı kapatmak, velîlerden doğru sözlülere bir zarar vermez. Ne
de güzel yapmışlardır!
Biz onların bu davranışını teslim ve
tasvip ediyoruz. Allah Teâlâ nezdinde tam bir ödül alacaklarına da kanaat
getiriyoruz. Fakat bunun böyle olması, kendilerinden farklı düşünen velînin
‘kesinlikle’ yanıldığına hükmetmedikleri sürece böyledir. Fakat kesin kanaat
getirirlerse, bir mazerederi olamaz. Müçtehider söz konusu velîleri (bu gibi
durumlarda) en azından ‘kitap ehli’ konumuna indirmelilerdir: TSIe tasdik
ederiz ne yalanlarız.’ Çünkü bir delil onların doğruluğunu göstermediği gibi
yalan söylediklerini gösteren delil de yoktur. Müçtehider kitap ehline iddiada
bulundukları konulan teslim etmekle birlikteonların nezdinde sabit hükmü
uygulamalıdır. Doğru söylerlerse, lehlerine, yalan söylerlerse aleyhlerinedir.
Velîlerin nebilerinin hükümleri de böyledir. Onlar, şeriat sahibi değil,
zorunlu olarak uyan kimselerdir. Özellikle, Hz. Muhartımed’in otoritesinin
kendisinde ortaya çıktığı zamanda durum böyledir.
Sezgi sahipleri, bu mertebeye sahip
değildir. Onlar sadece sezgi alan, her şeye bakan, o şeyin Hakkın mazharı
olması yönünden her şeyden (bilgi) alan ve genel anlamda Allah Teâlâ’nın
sınırlarını aşmayan kimselerdir. Sınırı aşmak şeklinde gözüken bir davranış
kendilerinden çıkağında, o, sınır sana göre sınır iken ona göre mubahür, fakat
sen bunu bilemezsin. O kişi, bu konuda Rabbinden bir kanıta sahiptir ve haram
işlememiştir. Çünkü o hakkında ‘Dilediğini yap’ denilen kimselerdendir: Bu
kişi, yapması serbest bırakılmış bir işi yapmışür. Bu ayet ‘dilediğinizi
yapınız o yaptıklarınızı görür5447 ayetinde
olduğu gibi tehdit anlamı taşımaz. Ayette geçen ise, bir tehdittir. Biz
hakkında ‘dilediğini yap, günahını bağışladık’ denilenlerden söz ediyoruz. O
da, tam bir keşf ve kesin bilgiye göre davranışını yerine getirmiştir. Bu, hiç
kuşkusuz, şeriatımızda sabittir. Öyleyse ilham ehlinin bu konuda bir yetkisi
vardır. Fakat onlar, buna tahsis edilmemişlerdir. Velîlerden ilham sahibi
olmayanlar da bu konuda onlara ortaktır. Daha önce ilham alanların özelliğini
ve nebilerin özelliğini öğrenmiştin, bu smırda dur! Allah Teâlâ dilediğini
dosdoğru yola ulaşürır.
ELLİ SEKİZİNCİ SORU
Onların Mekânları Neresidir?
Cevap:
Uyanın uyulan karşısındaki yeri, iz üzerinde yürümektir. Şeyhimiz
Muhammed b. Kaid şöyle der: ‘Onun huzuruna girdiğimde, bir ayak izi gördüm ve
şaşırdım. Bana denildi ki ‘Bu senin peygamberinin ayağıdır.’ Bunun üzerine
içimdeki tereddüt dindi.
Bilmelisin ki, Muhammedi devre, bütün
nebi ve resullerin ayaklarını kendinde toplar. Bir velî önünde bir ayak
gördüğünde, varisi olduğu peygamberin ayağıdır. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ayak izine ise, kimse temas edemez. Aynı şekilde kimse onun
‘kalbi’ üzerinde de değildir. Muhammed b. Kaid’in gördüğü -ya da herhangi bir
velînin gördüğüayak varisi olduğu peygamberin ayağıdır. Fakat onu başka bir
şekilde değil, Muhammedi olması yönünden görmüştür. Bu nedenle ona ‘senin
nebînin ayağı denilmiş’, fakat ‘Muhammed’in ayağı’ denilmemiştir. Şeyh
zikrettiğimiz şeyi buradan anlamışsa, o ilham ve kemâl ehlindendir., Bu
ifadeden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ayağını anlamışsa, bu,
onun anlayış gözüne isabet etmiş bir parıltıdır. Bu nedenle soruyu soran kişi,
‘Onların onlar karşısındaki mekânları nerededir’ demiş, ‘Onun karşısında’
dememiştir. Burada mekân mertebe demektir.
Abdülkadir el-Cîlî’ye (Geylanî) bu
şeyhin söylediği aktarıldığında onun şöyle dediği rivayet edilir: ‘Ben mahda’da
idim. Ona benim yanımdan nevale çıkartılırdı.’ Kast edilen, kendisine verilen
hil'attir. Çünkü İbn Kaid’e Abdülkadir sorulmuş, ‘onu mertebede görmedim’
demişti. Bu durum Abdülkadir’e söylendiğinde, ‘Ben mahda’da idim’ demiş ve
nevaleyi adlandırmıştır. Nitekim dediği gibi de olmuştu. Abdülkadir ‘mahda’da
idim’ demiş, saklandığı makamı isimlendirmemiş, onu bu adla belirtmişti.
‘Mahda’ (aldatmak anlamındaki) huda’dan türetildiği için, Allah Teâlâ’nın
Muhammed b. Kaid’i aldattığına işaret edilir. Çünkü Abdülkadir’in bu adı
kullanması, Allah Teâlâ’nın İbn Kaid’i aldattığını ifade eder. Çünkü İbn Kaid,
kendisine karşı yarış duygusuyla, mertebede Abdülkadir’i görmediğine
hükmetmişti. Muhammed b. Kaid’in bu vakıadaki mertebesi, Rabbini bilişi
yönünden kendine özgü mertebesiydi. Yoksa o, Abdülkadir’in ya da büyüklerden
birinin kendisini bildiği yönden Hakkın mertebesi değildi. Bu nedenle Abdülkadir’in
makamı, bir aldatma olarak ondan gizlenmiş, Abdülkadir de bunu anlamış ve ‘Ben
mahda’da idim’ demiştir. Abdülkadir’in ‘benim yanımdan ona nevale çıkarılırdı’ sözü, bu
mertebede Muhammed b. Kaid’in şeyhi olduğuna ve onun vasıtasıyla bu mertebeyi
elde ettiğine kanıttır. Muhammed b. Kaid ise, bunun farkında değildi, çünkü o
vakitte Allah Teâlâ adamları -kendi halinden ve onların hallerinden bize aktarıldığı
kadarıylaAbdülkadir’in kahrı altında idiler. O kendisinden bunu söylemiş, bu
hali ise (başkaları tarafından) teslim edilmişti. Çünkü onun kanıtı, iddiasının
doğruluğuna tanıklık eder. O, hayatı boyunca rabbani bir hal sahibi idi, makam
sahibi değildi. Öğrencisi olsa bile Ebu’s-Suud’un haline ölümü esnasında
ulaşmıştı ki bu, büyük bir haldi. O hal Ebu’s-Suud’a hayatı boyu eşlik
etmişti. Ebu’s-Suud kulluğuna rablığı karıştırmamış saf bir kuldu. Bunu böyle
bil!
Bilmelisin ki, her bir varisin nebîsi
karşısındaki mekânı, takip ettiği yolun onun için meydana getirdiği Hakk göre
ortaya çıkar. Hiç kimse bir peygambere tam anlamıyla varis olamaz. Böyle bir
şey olsaydı, varis olan da onun gibi bir resul ya da kendine özgü şeriat sahibi
bir nebî olur, peygamberin aldığı yerden şeriat alırdı. Halbuki iş böyle değildir.
Peygambere vahiy aktaran Ruh’tan melekî bir bağ varis adamın kalbine -o kişinin
halinin suretine göreuzanır. Bu bağ, zahirinde o meleğin suretiyle karışıktır
ve bu ruhanîyet o meleğin adıyla isimlendirilir. Bu varise hitap eder, varis de
halinin ölçüsüne göre onunla konuşur. Bu bağa o ruhun adı verilir. Bazı
varisler onun o peygambere vahiy aktaran ruhun ta kendisi olduğunu ve ruhun o
olduğunu, suretlerin değiştiğini zannetmiştir. Halbuki iş böyle değildir.
Hitap suret yönündendir, ruh yönünden değildir. Mertebe ise surete göre
belirlenir.
İnsanın kendisini ve mertebesini
bilmesi, sureti yönünden gerçekleşebilir. Buradan ilahi bilgiler hakkında
‘zevk’ yönünden bir sebatı olmayan kişi, nebî olduğunu ya da şeriat getiren
nebiler derecesine ulaştığını zanneder. Bu nedenle Allah Teâlâ adamlarının
efendilerinden birisi, ‘Allah Teâlâ seni sûfı-hadisçi yapsm, hadisçi-sûfı
yapmasın’ demiştir. Çünkü Allah Teâlâ korunmuşluk nasip etmediği sürece, yaygın
olan şey, önceki aslın hükmüne göre olmaktır. Öyleyse nebiler karşısındaki
yerimizi bilmek, bu konuda bir karışıklığa düşenlerden olmamak için, boynumuzun
borcudur. Nitekim Allah Teâlâ ‘Onu melek yapsaydık, bir beşer yapar
ve onları düştükleri şüpheye düşürecektik5448 buyurur.
Başka bir ayette ise ‘Yeryüzünde yürüyen mutmain melekler
olsaydı, onlara gökten bir melek elçi indirirdik*49 buyurur. Amellerinin tezahürü demek
olan amaçlanan şaşırmanın gerçekleşmesi için, peygamber melek suretine girmiş
bir insan olsaydı, yine kendilerine kendilerinden birisi geldiğini
bileceklerdi. Böylelikle amellerinin neticesini devşirirler. Gerçek olan budur
ELLİ DOKUZUNCU SORU
Diğer Velîler Nerededir? Cevap:
Onlar,
zâtın karanlık ve nurdan olan perdelerinin
ardındaki nur içinde bu karanlık ile nur perdeleri arasındaki karışık bir
nurdadırlar. Bu nur, seher aydınlığına benzer ve perdedir. Müminler ise, perde
karanlıklarında gizlenmiş genel nur içindedir. Velîler, ondan bu karışık nura
ulaşır. Büyükleri tecellilerin nurları yakarken büyüklerin seçkinlerini ise
göz nuru yakar.
Velîlerin bilgisi, eserlerin
delillerinin kendilerini göstermesi bakımından değil, kendileriyle nitelenen
Hakka mensup olmaları bakımından zâta ait niteliklerin bilgisini aşamaz.
Dolayısıyla onlar, âlemi Allah Teâlâ’dan bildikleri gibi Allah Teâlâ’yı da Allah
Teâlâ ile bilirler. Onların dışındakiler ise Allah Teâlâ’yı âlemden bilir. Bu
bağlamda âleme gelirsek, âlemi kendisinden bilenler sadece eşyayı ya da
bilinenleri ancak kendilerinden ya da varlıklarından bilen büyük adamlardır.
Onlar, herhangi bir şey ya da bilinen hakkında o şeyin kendisinden başka bir
delil edinmez. Bunun nedeni, münasebetlerin ortadan kalkması ve mutlak birliğin
bilinenlere yayılmasıdır. Bu durumda Allah Teâlâ ile yaratıkları arasında bir
ilişki olmadığı gibi âlemdeki varlıklar (a’yân) ile mazharlar arasında da
ilişki yoktur. Onlar, bir şeyi başka bir şey ile ya da bir bilinen ile bir
bilinmeyeni bilmezler. Diğer velîler ise bu dereceye sahip değildir.
Bir şey başkasıyla nasıl bilinebilir
ki? Delil ve delillendirilen (medlûl) biraraya gelmez. Çünkü her ikisi
diğerinin varlığıyla ortadan kalktığında, tahayyül edilen münasebet bilinemez.
Medlûl kendiliğiyle ortaya çıktığından, onu öğrenebilirsin. Kendi zannınca
delile baktığında ise delilin kendisi hakkında bilgin olamaz. Çünkü onun zâtı
sana kendisini tanıtmıştır, yoksa onu delil yapman yönünden tanınmamıştır.
Kendisini bir delil ile bilirken, medlûlü bilmiş değilsindir. Adamların
büyüklerini bir şeyi başka bir şey için delil edinmekten alı koyan neden budur.
Onlar, her şeyi kendisi ve aynı için delil edinir. Bu insanlar, Allah Teâlâ’yı Allah
Teâlâ ile, âlemi âlem ile, isimleri isimler ile bilir. Diğer velîler için
olduğu gibi, bir şeyin istinbat edilişinde düşünmeleri söz konusu değildir.
Onlar, tam bir müşahede sahibidir. Diğer velîlerin kanıtlar karşısındaki
yerine gelirsek, onlar hiçbir zaman medlûlü göremez ve hükümleri de böyle
sürer.
Kıyametteki mekânlarına gelirsek,
onlar korkmayan ve büyük korkunun ürkütmediği kimselerdir. Çünkü onlara tabi
olanlar olmadığı gibi kendileri hakkında da güvendedirler. Bu nedenle kıyamet
günü bilhassa nebiler kendilerine gıpta eder. Büyük ziyaret günü Kesib’teki
mekânlarına gelirsek, onların üzerlerinde oturdukları kürsüleri vardır.
Başkalarının ise -resul, nebî ve mümin olmaları bakımındanminberleri,
döşelderi ve mertebeleri vardır.
Allah Teâlâ’yı bilmede büyükler,
sırlar içinde halden Hakk girme gücüne sahiptir. Bunun nedeni, tecellinin suretlerdeki
başkalaşmasıdır. Her suretteki bir tecelli için zâdarından sureti olan bir bağ
gönderirler. Bu bağ, cem’ (birlik) ehlinin gördüğü şeyi görür. Onlar, bu
haldeyken köşklerinde doğal cisimlerinin suretleri içinde nimedenir. Onlar, Allah
Teâlâ karşısında zâtın mutlak birliği yönünden kendi hakikatieriyle bulunur.
(Hakla) Görme esnasında Kesib’te ise, tecellinin suretleri için meydana
getirdikleri manevî bağlarıyla bulunurlar. Onların dışındakiler ise, cennetlerde
olduklarında Kesib’te bulunamazlar. Kesib’te olduklarında ise, cennette
bulunmazlar ve cariye ve vildanları onları yitirir. Kavmin büyüklerini ise
mülklerinden hiçbir şey yitirmez. Öyleyse onlar, mülklerinin sahipliğini
ellerinde tutanlardır.
ALTMIŞINCI SORU
Vakfedeki Karmaşa ve Yığılmanın Nedeni
Nedir? Cevap:
Vakfedeki karışıldık, o günün şiddet ve sıkıntısından
kurtulmak arzusuyla insanların birbirlerine girmeleridir. Bir kısmı kendisine
şefaat edecek kimseyi ararken bir kısmı -o günün korkusundan kendisini kurtarmak
üzerekendisine kerem gösterecek kimseyi, bir kısmı lehinde tanıklık edecek
kimseyi arar. Bir kısmı kısas için hasmını arar, bir kısmı hasımlarından
gizlenir ve saklanır. Bir kısmı ise tanıdıklarından utanarak gizlenir.
Şeyhimiz Ebu İmran Musa b. imran el-Mirtûli böyle davranırdı. Bir gün
kendisine ‘tanıdıklarını niçin azaltıyorsun?’ diye sorduğumda, şöyle demişti:
‘Belki kıyamette onunla olmamayım diye! Tanıdıklarımdan hayâ ediyorum.
Tanıdığım kimseyi görmediğimde, bazı haller bana kolaylaşmaktadır.’ Bir kısmı
ise, kâfirleri öfkelendirmek için, Rabbinin nezdinde içinde bulunduğu mertebe
nedeniyle menzilini göstermek ister. Düşündüğünde, Vakfe’de insanlar bu gibi
işlere dalacaklardır. .
Allah Teâlâ’nın ayetlerine dalan
gruba gelirsek, ‘Onlar bu ayederle alay edenlerdir.’ Dünya hayatında kendi
işlerinde oyalanıp durmaları gibi Allah Teâlâ da amellerinin sonuçlarında
onlarla alay eder. Ahiretteki işlerinde ise mahzun olurlar. ‘Günah
işleyenler, iman edenlere gülecektir. Onlara denk geldiklerinde kaş göz işareti
yaparlar. Ailelerine döndüklerinde, neşeli bir şekilde dönerler. Onları
gördüklerinde, işte bunlar saptıranlardır derler.’450 İşte bu,
dünyadaki aldanıştır. ‘Onlara koruyucular gönderilmedi. Bugün iman edenler
kâfirlere gülecektir.’ Burada nasılsa, orada da öyle olacaktır. İşte bu, Vakfe
yerinde onların birbirine girmesinin anlamıdır.
Allah Teâlâ bu nitelikteki kimselerden
sakındırmak üzere tavsiyede bulunurken şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın ayetleriyle alay edenleri
gördüğünde, başka bir sohbete başlayana kadar onlardan yüz çevir. Yüz
çevirmezseniz, onlar ile oturduğunuzda onlar gibi olursunuz.’451 Onlar, kendileriyle aynı sohbete dalınmasa
bile, bu konumdadırlar. Başka bir ayette ise, ‘Allah Teâlâ’nın arzı geniş değil miydi? Oraya
hicret etseydiniz ya!’ 452
denilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman eden kullarım! Arzım geniştir,
bana ibadet ediniz’, İşte bunlar, Vakfe’de sevmeyecekleri şekilde kendileriyle
alay edilenlerdir. Onlar da burada Hakkın razı olmadığı işlerle ilgilenmişlerdi.
Allah Teâlâ doğruyu söyler. Doğruya hidayet eder.
ALTMIŞ BİRİNCİ SORU
O’nun İşi ‘Göz Açıp Kapamak Gibi’
Nasıl Olabilir? Cevap:
‘O’nun işi’
kelimesindeki zamir Vakfe’ye döner.
Bilmelisin ki keyfıyeder,
aktarılamaz, fakat bir teşbih tarzıyla dile getirilebilir. Çünkü ‘O’nun işi
tektir.’ Yani, tıpkı göz açıp kapamak gibi, tek bir kelimedir. Çünkü göz açıp
kapamak, bütün görülenleri kuşatır. Bunlar, görenden Adas feleğine kadar,
gözün bu bakışta algıladığı zâdar, onlarla bilfiil var olan olgu ve renklerden
ibaret arazlardır. İbadederde de tüm namaz kılanlar -bütün yaratıklar namaz
kılandırçağrıldığı yönden tek bir anda Rabbine münâcât eder. Aynı şekilde O’nun
vakfedeki işi de, zamansal miktar bakımından dünya günlerinden elli bin sene
olsa bile, tektir. Söz konusu gün, Zi’l-mearic günüdür. Rabbin günü o güne
göre ellide birdir.
Günlerin miktarları değişse bile, tek
bir güneş günü onları sayar. Çünkü Allah Teâlâ’nın emri, anlatma ve ifadeyi
sağlamak için, onda göz açıp kapatmaya benzer. Azlık bakımından ise, daha da
kısadır. Hatta o, ‘şe'n günü’ olan mevhum fert zamanın ölçüsüdür. Öyleyse Hakka
göre şe’n bir tane iken âlemin kabiliyederine göre bütün âlem şe’nlerdir.
Varlık onları sınırlamamış olsaydı, sonsuz olduklarını söylerdik. Hüküm sahibinin
tek bir hükmüne bakınız! Nasıl çoğalmakta ve âlem yönünden kendisini sınırlayan
bir sayı nasıl da mümkün olmamaktadır? Onu, her şeyi bilgice ihata eden ve her
şeyi sayıca sayan sayabilir.
Elli bin sene bir gün haline geldiği
gibi Hakkın emri de göz açıp kapamak gibi olmuştur. Bunun nedeni, emrin
kendisinden çıktığı kimsenin sınırlanmayışıdır. O, emrettiği her yerde
emredilen içindedir ve
O’nun hükmüyle emir bir defada
uygulanır. Emrin yaratıklarda bu kadar geniş olması yadırganmazken Hakkın emri
hakkında ne zannedersin? Doğal âlemdeki her şeyde havanın hükmü, göz açıp
kapamaktan daha hızlıdır. Hava da, tıpkı bir insan gibi, tektir. Akıllar ve doğal
cisimlerde de Emir kaynaklı Ruh böyledir. Böyle bir şeyi sadece hakikatler ve
gerçekler hakkında bilgisi olmayan kimse yadırgayabilir. Özellikle ‘onun emri’
kelimesindeki zamir, Kamer suresinde zikredilen ‘Bizim emrimiz göz açıp kapamak
gibi tek bir şeydir’ ayetinde geçen zamire döndürüldüğünde durum böyledir. Allah
Teâlâ en iyisini bilir ya, Tirmizî’nin kastı bu olmalıdır. Bununla beraber,
zamirin Vakfe’ye veya toplanmaya dönmesi de mümkündür. Çünkü tek bir zaman
onları biraraya getirir. ‘Allah Teâlâ dilediklerini doğru yola ve hidayete
ulaştırır.’
ALTMIŞ İKİNCİ SORU
Saatin Durumunun Göz Açıp Kapamak
Gibi ya da Ondan Daha Yakın Olmasının Anlamı Nedir?
Cevap:
Saatin
‘saat5 diye isimlendirilmesinin nedeni, nefesleri
ya da mesafeleri kat ederek değil, zamanları kat ederek bize koşmasıdır. Kim
ölürse saati ona ulaşmış ve büyük kıyamet gününe (giden) kıyameti kopmuş
demektir. Söz konusu gün, nefeslerin saaderi için bütün günleri toplayan sene
gibidir. Bu seneleri ise hükümlerinin farklılığıyla mevsimler belirler.
Alemde saatin durumu ve özelliği, göz
açıp kapamaya benzer. Çünkü onun ulaşması hükmün, hüküm ise hükme konu olan
şeye hükmün işlemesinin, hükmün işlemesi tamamlanmasının, tamamlanması iki
diyarın mamur olmasının ta kendisidir. ‘Bir grup cennete, bir grup ateşe...’ Bu
benzerliği, hayal varlığında ve doğal âlemde Allah Teâlâ’nın kudretini bilenler
bilebilir. O kişi, tek nefeste ve göz açıp kapamadaki geniş durumları bilir,
bunun sonucunu hayal gözüyle duyuda görür. Bu durumda söz konusu yakınlığı,
benzerliği ve senelerin dünya hayatı zamanından az bir zamandaki artışını
öğrenir. Cevherî’nin hikâyesini öğrenen kişi, bu konuyla ilgili şaşılacak
hususları öğrenir:
‘Cevherî’nin hikâyesi nedir?’ diye
sorarsan, şöyle deriz: Cevheri elinde hamur olduğu halde fırına gitmiş.
Abdestsiz imiş, Nil’in kenarına yıkanmaya gelmiş. Suyun içindeyken uykudaymış
gibi Bağdat’ta olduğunu, bir kadınla evlendiğini, altı sene onunla
geçirdiğini, kadının çocuklar doğurduğunu -sayılarını bilmiyorumsonra yine
suyun içindeyken kendine döndürüldüğünü görmüş. Yıkanmasını bitirmiş, elbiselerini
giymiş ve fırına dönmüş. Ekmeği almış ve evine gelmiş. Ailesine vakıada
gördüğü şeyleri bildirmiş. Aradan bir ay geçtikten sonra vakıada kendisiyle
evlendiğini gördüğü kadın çıkagelmiş. Adamın evini sormuş. Biraraya
geldiklerinde Cevheri kadını ve çocuklarını tanımış, inkâr etmemiş. Kadına ‘ne
zaman evlendin?’ diye sorulunca, ‘altı seneden beri, bunlar da onun benden
olan çocuklarıdır’ diye yanıt vermiş. Böylelikle hayalde olan şey, duyuda
ortaya çıkmıştır.
İşte bu, Zünnun el-Mısrî’nin aldın
imkânsız sayacağı altı sorusundan biridir. Allah Teâlâ’nın âlemde farklı
hükümlerle yarattığı güçleri vardır. Bu farklılık, sıradan insanlarda, aklın
hükmünün gözünkinden, onun kulağınkinden, onun tatma duyusununkinden
farklılığına benzer. Allah Teâlâ velîlerine bu hükümlere sahip güçler tahsis
etmiştir. Bunları ise, ilahi mertebeye yakışan iktidarı bilmeyenler inkâr
edebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin miracında ise, bu konuda
yeterli husus vardır. O az bir zamanda kat ettiği uzun mesafelerden sonra
miraca çıkmıştır.
ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ SORU
Allah Teâlâ’nın Vakfe Ehlinin Geneline Kelamı Nedir? Cevap:
Onlara
şöyle der: ‘Ne getirdiniz?’ Bu sözü duyanların
kulaklarında hallerinin farklılığına göre değişik şeyler gerçekleşir. Onlarm
halleri ise duyduklarına, duydukları da Vakfe yerindeki hallerine göre değişir.
Onlardan tek birinin kulağına diğerininkine ulaşan şey ulaşmaz. Bu, kendisinde
dürülmüş nefesten soru sormaktır. Bu kelam ise özellikle Vakfe ehli için
olabilir. Onlar, o günün dehşeti içinde bulunanlardır. O günde tasarruf
edenlere gelirsek -ki örnek olarak nebileri, resulleri, Allah Teâlâ’ya davet
edenleri ve büyük korkunun korkutmadığı minberlerde istirahat edenleri,
ünsiyet perdesinin ardında celal döşeklerinde sakındanları verebilirizbu ve
benzerleri, Vakfe ehli değildir. Vakfe ehli, Allah Teâlâ’nın kendilerindeki
hükmünü bekleyen ve bu kelam esnasında her birinin anladığı şekilde cevap
verenlerdir.
ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ SORU
O’nun Birleyenlere Sözü Nedir?
Cevap:
Onlara şöyle der: ‘Beni neyle birlediniz? Beni neyle birlediniz? Beni
birlemek sizin adınıza neyi iktiza etti? Beni zahirde birlemiş iseniz, (bir
şeyin diğerine yerleşmesi anlamındaki) hululü kabul edenlersiniz. Hululü kabul
edenler ise, birleyen değildir. Çünkü onlar, iki şeyi var sayar; hulul eden ve
hulul edilen yer. Beni sıfatlar ve fiil olmaksızın zâtta birlemişseniz,
birlememişsiniz demektir. Çünkü akıllar zâta ulaşamaz. Benden gelen haber ise
size bunu getirmemiştir. Beni taşımış olduğu nispederi farklı fakat hakikati
bir, fiilî ve zâtî niteliklerle ulûhiyette birlemişseniz, neye göre birlediniz?
Akıllarınıza göre mi, bana göre mi? Her nasıl olursa, beni birlememişsiniz
demektir. Benim birliğim, bir birleyenin birlemesine bağlı değildir. Ne
akdarınızla ne de benimle! Çünkü sizin beni benim de birlemeniz, benim
birliğimdir, yoksa sizin birlemeniz veya akdlarınıza göre bir birleme
değildir. Benim yarattığım ve ortaya koyduğum bir şeyle hakkımda nasıl hüküm
verilir ki? ,
Her nasıl olursa ve hangi tarzda
gerçekleşirse gerçekleşsin, beni birleme iddiasında bulunduktan sonra beni
birlemenin sizin adınıza gerektirdiği şey nedir? Varlığınız ise, siz sizden
kaynaklanan bir şeyin gereği altındasınız. Bu durumda benden çıkmış olursunuz.
Öyleyse tevhid nerede kaldı? Onu benim emrim gerektirmiş ise, benim emrim
benden başkası değildir. Öyleyse kimin eliyle size ulaştı? Onu benden görmüş
iseniz, onu sizden gören kimdir? Onu benden görmemiş iseniz, tevhid nerede
kaldı? Ey birleyenler! Siz benim hakikatimin mazharları ve ben ise zuhur eden
iken, böyle bir (tevhid) makam sizin adınıza nasıl gerçekleşebilir ki? Zuhur
eden, hüviyet ile çelişirken tevhid nerede kaldı? Bilinenlerde bir birleme
yoktur: Bilinenler benim, sizin hakikatlerinizdir, imkânsızlardır ve
nispetierdir. Öyleyse bilinenlerde bir tevhid yoktur. ‘Varlıkta’ derseniz,
orada da tevhid yoktur. Varlık, mevcudun aynıdır. Mazharların farklılığı ise,
zuhur edenin varlığının farklılığına delildir. Öyleyse bir bilenin nispeti,
cahil ve öğrenenin nispetiyle bir değildir. Geride, ancak bilinenler ya da
mevcudar vardır!
Şöyle diyebilirsin: ‘Ne bilinen
vardır ne bilinmeyen ne mevcut ne ma’dum! Bu, tevhidin ta kendisidir.’ Sana
şöyle cevap veririz: Daha önce bilinenlerin taksimi hakkında öğrendiğin gibi,
bu niteliği kabul eden kimse, bilinenlerin kısmı altına girmiştir. Öyleyse
tevhid nerededir? Ey birleyenler! Yanılgıyı kavraymız. Allah Teâlâ’dan başkası
yoktur. ‘Oradadır’ sözünde çokluk vardır ve onlar O’ndan başka değildir. Öyleyse
tevhid nerededir? Şöyle diyebilirsiniz: Arzulanan tevhid, çokluğun
kendisindedir. Buna şöyle deriz: İşte bu, çokluk tevhididir. Öyleyse tevhid
nerededir? Çünkü tevhid izâfe edilemeyeceği gibi izâfeye konu da olmaz. Ey
birleyenler, soru sorulduğunda bu sorunun cevabına hazırlanın! Ortak (şirk)
koşanlar bağışlanmayacaksa, bunun nedeni ulaştıkları şeyin hakikatidir.
Bağışlansalardı, ortağı (şerîk) dile getirmezler ve işi bulunduğu hal üzere
kavrarlardı. Şöyle diyebilirsin: Onlar bu konumdayken, bedbahtlık kendilerine
nasıl gelmiştir? Onlar hakkında mağfiretin olmayışı, onlara bir övgüdür. Şöyle
deriz: Onlar ortağı belirlemişlerdir. Belirleme tevhidi, onları bedbaht
yapmıştır. Belirlemeselerdi, Mutlu olacaklardı. Fakat onlar, bilgi derecesi
nedeniyle, birleyenlerden daha umutludur. Allah Teâlâ bizi kendisinin
tevhidiyle birleyenlerden eylesin.
ALTMIŞ BEŞİNCİ SORU
Peygamberlere Ne Diyecektir?
Cevap:
Allah Teâlâ peygamberlere şöyle der: ‘Allah Teâlâ peygamberleri topladığı
gün ‘size nasıl cevap verildi?’ diye sorar. Onlar ‘Bizim bir bilgimiz yoktur’
diye cevap verirler. Görevlendirildiklerinde, ümmetlerini zâhir ve bâtında tek
bir davet ile Allah Teâlâ’ya çağırdıklarını öğrenirler. Zâhir ile yükümlü
olsalardı, ‘bizim bilgimiz yoktur’ sözü bir cevap olmazdı. Münafığın yerine
getirdiği şeriat hükümlerinin ferlerinin geçersizliği buradan kaynaklanır.
Çünkü o, zâhiriyle olduğu gibi, bâtınıyla Peygamberin davetine karşılık
vermemiştir. Öte yandan, bâtınıyla mümin olan günahkârın şeriatm fer’î
hükümlerini yerine getirmesi geçerlidir. Böylelikle, şeriatta maksadın bâtın
olduğunu öğrendik. Bunun böyle olması, özel bir şarta bağlıdır. Bu şart, imanın
bütün hükümleri ve asıllarmı içermiş olmasıdır. İnsan bir kısmına inanır ve bir
kısmını inkâr ederse, böyle bir iman geçerli olmadığı gibi, bu kişi de gerçek
bir kâfirdir.
Allah Teâlâ Peygamberlerine ‘size
nasıl cevap verildi?’ der. Kastedilen, Allah Teâlâ’ya çağırmayla ilgili
yükümlülüklerdir. Soru soran, ‘yakın kullar olmaları yönünden kendilerine özgü
hususlarda peygamberlere ne söyledi’ derse, Allah Teâlâ onlara kendisine yakın
kullarıyla konuştuğu gibi konuşur. Kendisine yakın peygamberlere sözü, ‘kime
yakınlığa inandınız?’ şeklindedir: Acaba bunun bize yakınlığınız olduğuna mı
inandınız? Yoksa muduluğunuza mı? Yoksa zâtlarınızı veya beni bilmeye bir
yakınlık olduğuna mı inandınız? Yakınlığın bize olduğuna inanırsanız, beni
sınırlamış olursunuz. Halbuki ben sınırsızım. Bu bölümde zikrettiğimiz ifade,
basirede Allah Teâlâ’ya davet eden kimseye Hakkın söylediği sözdür. Bir ayette ‘Ben ve
bana uyanlar basiretle Allah Teâlâ’ya davet ederiz5453 denilir.
Bu, kendisine vekil olarak Allah Teâlâ’ya davette ona uyanların dilidir.
Böylelikle o, Allah Teâlâ’ya davette Allah Teâlâ’nın elçisinin elçisidir. O da;
Peygamberin davet ettiği yönden Allah Teâlâ’ya davet eder. Çünkü onlar, varislerdir.
Bunu söylememizin nedeni, Hakkın peygamberlere olan sözünü ancak kendilerinin
bilebilmesidir. Bu konuda bir zevkimiz yoktur. Bildirilmiş olsaydı bile, onu
bilemezdik. Onu bilseydik, biz de onlar gibi peygamber olurduk. Onların
resullük ve nebîliklerinde payımız yoktur. Biz ancak zevkten konuşabiliriz.
Peygamberler kast edildiğinde bu
sorunun cevabı, cevap vermemektir. Biz arkadaşlarımıza (Peygamberin) varisleri
olan elçilere Allah Teâlâ’nın söylediği sözle ilgili cevap vermek istedik.
Onlar, Allah Teâlâ’ya basiretle çağıran peygamberlerin elçileridir. Allah Teâlâ’nın
peygamberi, Allah Teâlâ’ya basirede davet etmede kendisine uyanları kendisine
ortak yaptı. Öyleyse nereden ve kimin hakkında konuştuğumu, kimi açıkladığımızı
bilmelisiniz!
Konumuza dönüp şöyle deriz: Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Sınırım olmadığı halde beni sınırladınız.’ Buna karşı şöyle
deriz: ‘Senin bu söylediğin, bilgi dilidir. Sen ise, iman diliyle bize hitap
ettin, biz de inandık. ‘Bana bir karış yaklaşana bir arşın yaklaşırım, bir arşm
yaklaşana bir kulaç yaklaşırım’ dedin. Biz seni senin sınırınla sınırladık. Sen
ise, kendini bizimle ve bizi kendinle sınırladın. Yoksa biz zâtlarımızı nasıl
sınırlarız ki? Ya da seni nasıl sınırlayabiliriz ki? Sen söylediğimiz hususa
inanmayı kendine yakmlık (vesilesi) yaptın. İşte bu, senin sözündür ve imanın
dilidir. Biz senin söylediğini söylememiz karşılığında günah işlemiş olamayız.’
Bunun üzerine Hakk şöyle der: ‘Haklısınız! Bu, iman dilidir.’
İçlerinden bir grup ‘biz
mutluluğumuza yaklaştık’ derler. Hakk şöyle der: ‘Sizin mutluluğunuz sizinle
vardır ve kendisine yaklaşmayı isterken de sizinle beraberdir. Bunu
bilmiyorsanız, cahilsiniz. Biliyorsanız, doğru söylememiş olursunuz. Öyleyse yakınlık
diye bir şey yok!’ Bir grup şöyle diyebilir: ‘Biz zâtlarımızın bilgisine
yaklaşmaya inandık.’ Hakk onlara şöyle der: ‘Bir şey kendinin cahili olmaz.
Fakat o kendini bildiğini bilmez. Çünkü müşahedenin bilgisi, müşahede edilenin
bilgisinden perdeler. Bu nedenle bilineni bilmeye yakınlık talebiniz geçerli
değildir.’
Bir grup şöyle diyebilir: ‘Senin
şöyle söylemen gerekir: Biz seni bilmeye yaklaşmaya inandık.’ Hakk onlara şöyle
der: ‘Hiçbir şeyin, onun benzeri olmadığı nasıl bilinebilir ki? Bir şey olsaydı,
şeylik o ikisini biraraya getirir ve benzeşme meydana gelirdi. O halde, O’nun
şeyliği yoktur. O bir şey olmadığı gibi ‘bir şey olmayan’ da değildir. ‘Bir
şey olmayan’ ma’dumun niteliğidir. Böyle bir durumda ise, ‘bir şey olmama’da,
ma’dum, O’na benzerdi. O ise benzersizdir. O halde, hiçbir şey O’nun benzeri
olmadığı gibi ‘şey olmayan’ da O’nun benzeri değildir. Böyle biri nasıl
bilinebilir ki? Öyleyse, benim bilgime yaklaşmanız geçersiz olduğu gibi
yakınlardan olmanız da geçersizdir.’ Bunun üzerine onlar şöyle der: ‘Bize
öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen alim ve hakimsin!’ ‘
Onlara şöyle der: ‘Siz resullersiniz!
Resullük gönderen ile gönderilen arasında olmaktır. O, bu risaletin gereğinin
hükmünü öğrenmeleri için elçilik göreviyle onlara taşır. Resulün mertebesi ara
mertebe olduğuna göre, gönderildiği kimselerden daha çok kendini gönderen isme
yakındır. Gönderildiği kimseler de peygamberden daha çok peygamberin getirdiği
şeyi Kabul edici (el-Kâbil) ismine yakındır. Öyleyse hepsi, yakındır. Elçiliği
kabul etmeselerdi, peygamber yakınlaşanlardan, peygamber gönderilen kimseler
ise yakınlıkla nitelenmeyenlerden, yani uzaklaşanlardan olurdu.
ALTMIŞ ALTINCI SORU
Kıyamet Günü Arasat’tan Nereye
Giderler? Cevap:
Onlar
Arş’ın çatısına giderler. Kıyametin pek çok yeri
vardır. Peygamberler kıyamet günü -her yerdeArasat’tan ilahi hükmün o mertebeye
layık şekildeki tecellisinin bulunduğu yere sığınırlar. Bir yer soru için, bir
yer teraziler için, bir yer kitapları almak, bir yer sırat (köprü) ve bir yer
havuz içindir.
Kıyamet yerlerinde peygamberler
Hakkın önünde hükümdarın önündeki görevliler gibidir. Konum bakımından onlarm
en yakını ise yayın iki ucundan daha yakın olan kimsedir. Bu ise dairenin iki
ucunun kesişimidir. Sonra genel soruda ‘Bizim bilgimiz yoktur’ mertebesine
giderler. Özel soruda ise bu sorunun gerektirdiği cevaba yönelirler. Hakkın
kıyamet duraklarından her birisinde bir sorusu vardır, onlar da bu özel sorunun
cevabının içerdiği isme iltica ederler.
ALTMIŞ YEDİNCİ SORU
Ziyaret Günü Nebî ve Velîlerin
Mertebeleri Nasıldır? Cevap:
Allah Teâlâ
beyaz miskin Kesib’i üzerinde insanları topladığında,
onlar için minberler, şerirler, kürsüler ve mertebeler yerleştirir. Burada
nebiler iki rütbeye ayrılır: Birincisi şeriat nebileri, İkincisi tabi olan
nebilerdir. Şeriat nebileri resullere göre ikinci mertebedeyken tabi olan
nebiler üçüncü mertebededir. Bu kısım, iki kısma ayrılır: Biri nebiler, diğeri
velîler diye isimlendirilir. Velîlerin mertebeleri ise genel isimledir.
Ziyaret günü olduğunda her nebî Rabbi
hakkındaki bilgisini Rabbinden inanarak alır. Ona fikrî düşüncesini
karıştırmaz. Çünkü o, Rabbini iman gözüyle müşahede eder. Rabbine imanında
nebîye uyan velî ise, Rabbini peygamberinin aynasıyla görür. Bu velî, kendi
düşüncesiyle Rabbi hakkmdaki bilgisini elde etmiş ve ona imanı bakımından bir
yakınlık edinmişse, ziyaret günü iki görüşü vardır: Bilgi ve iman görüşü. Aynı
şekilde, nebînin Rabbi hakkındaki bilgisinde fikrî bir araştırma varsa, onun da
iki görmesi vardır; bilgi görmesi, iman görmesi.
Velî fetret dönemi velîlerinden
olabilir ve Rabbi hakkındaki bilgisinde peygamberlerin getirdiği ilahi
bilgilerden mahrum kalabilir. Böyle biri Rabbiyle ilgili bilgileri ya
araştırma ya da kalbine gelen bir tecelli ya da her ikisinden elde etmiş
olabilir. Bu gibi velîler, araştırma ehli olmaları bakımından (Hakkı) görmede
‘nazar’ ehlinin mertebesindedir. Marifet keşften kaynaklanırsa, bunların diğer
yaratıklardan sayesinde ayrılacakları müstakil bir nitelikleri olacaktır.
Bu bölümün özeti şudur: Ziyaret günü
(Hakla) görmek, dünyadaki inançlara bağlıdır. Bu bağlamda Rabbi hakkında
araştırmanın verisine inanan, keşfin verisine ve peygamberi taklidin verisine
inanan kişi, Rabbini inancına göre görecektir. Şu var ki insan, peygamberi
taklit ederken Rabbini peygamberin suretiyle görür. Bu ise, Rabbini bilme
hakkında kendisine vahyedilen bilgiyi Peygamberin insana bildirmesiyle
gerçekleşir. Böyle bir kişi ise, tek bir anda üç göz için üç tecelli sahibidir.
Sadece araştırmayla veya sadece keşf veya taklit yoluyla Rabbini bilenin durumu
da böyledir.
Tâbi olan velîlerin mertebeleri,
ziyaret yerinde, nebilerin kendilerinden önce gelmesiyle ayrışır. Nebî ya da
tâbi olan olmayan iki tabaka ise, herhangi bir makamın üzerlerinde hüküm sahibi
olmadığı Allah Teâlâ velîleridir. Onlar Rableriyle olan doğru ilişkileriyle
diğerlerinden ayrılır. Şu var ki onların içinden araştırma sahipleri, mertebe
bakımından keşf sahiplerinin aşağısmdadır. Hakkı görmede onlar ile Hakk
arasında düşünce perdesi vardır. Bu perdeyi her ne zaman kaldırmak isteseler,
bunu başaramazlar. Nebilerin tabi olanları da nebî perdelerini kendilerinden
kaldırıp bu vasıta olmaksızın Hakkı görmek istediklerinde, bunu başaramazlar.
O halde, karışımdan saf görme ancak şeriat getiren nebî ve resuller ile özel
anlamda keşf sahipleri için gerçekleşebilir. Tâbi ya da araştırma sahibi olan
her kimin adına bu makam gerçekleşirse, bin yoldan olsa bile sahip olduğu bütün
yönler onun adına biraraya getirilir.
Bazı adamlar ise kendisine ulaşan her
itikat sahibinin inancını kabul eder, onu öğrenir ve onaylar. Bu kimseler,
ziyaret günü Rablerini bütün itikat gözleriyle görecektir. Kendisine karşı
samimi olan insanın dünyasında bu konuda söylenen bütün sözleri araştırması
gerekir. Bu kişi, herkesin kendi görüşünü hangi yönden ortaya koyduğunu öğrenmelidir.
Bir görüşün sahibinde geçerli Hakk geldiği özel yönü öğrenip inanç sahibi
hakkında onu kabul ettikten sonra, reddetmemeli ve inkâr etmemelidir. Böyle
yaparsa, inanç her ne olursa olsun, ziyaret günü onun ürününü devşirir. İşte
bu, geniş ilahi bilgidir.
Zikrettiğimiz konunun doğruluk
ölçütü, Allah Teâlâ’yı araştıran herkesin O’nun isimlerinden birisinin hükmü
altında bulunmasıdır. Söz konusu isim, o kişiye tecelli eden ve -farkında
olmadığı yöndenbu inancı kendisine veren şeydir. Bütün ilahi isimlerin Hakka
nispeti de geçerli olduğuna göre aradaki farklara göre her inançta Hakkın
görülmesi, doğrudur ve bunda bir yanlışlık yoktur. Tam keşf bunu verir. Öyleyse
hiçbir araştırmacının bakışı Allah Teâlâ’nın dışında kalmadığı gibi dışına çıkması
da geçerli değildir. İnsanlar Haktan sadece Hakkın açıklığı nedeniyle Hakk ile
perdelendi. Allah Teâlâ’yı bilmede bu konumdaki grup, ziyaret günü müstakil bir
safFı teşkil eder. Ziyaretten ayrıldıklarında ise, her inanç sahibi onların
kendilerinden olduğunu zanneder. Çünkü bu kişilerin inançlarını kendi inanç
suretleri gibi görürler. Böyle bir insan, aynı nitelikteki bütün gruplar için
sevilir. Nitekim dünya hayatında da durum böyledir.
Zikrettiğimiz bu görüşü ise, keşf ve
vecd ehlinin derinleri bilebilir. Teorik akılla meseleye bakanlar ise, bundan
bir koku duyamaz. Öyleyse aklını zikrettiğimiz hususa ver ve bu konuda çalış
ki, ulûhiyete hakkını verip kendisini bilmede Rabbine karşı insaf
sahiplerinden olasın. Çünkü Allah Teâlâ, herhangi bir sınır altına girmekten ya
da -biri değil dediğer bir suretle sınırlanmaktan münezzehtir. Buradan Allah
Teâlâ’nın bütün yaratıklarına ait genel mutluluk ve her şeyi kuşatan rahmetin
genişliği öğrenilir.
Seksen beşinci kısım sona erdi, onu
altmış sekizinci soruyla seksen altıncı kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar