Print Friendly and PDF

FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN YİRMİNCİ KISMI

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

OTUZ BEŞİNCİ BÖLÜM

Nefesler Menziline Ulaşmış Şahsın Bilinmesi ve Ölümünden Sonraki Sırları:

Kul o kişidir ki yaşarkenki hali

Bedenin ve (hayvanı) ruhun ölümünden sonraki halidir

Kul o kişidir ki, perde halindeki durumu

Yeryüzünün Güneşten (Yühu’dan) aydınlanması gibi aydınlıktır.

Ölüm halinin kendisine eşlik eden bir iddiası yoktur Hayatın ise, açıkça dile getirilen iddiası vardır

Bir grup hakkında; bir grup hakkında ise Bu iddia ima ve işaretle bulunur.

Ona söylediğimizi anladıysan, onunla kalkarsın Eksiklik ve tercihten münezzeh bir ölçüt olarak

Hakikatlerinin tezkiye ettiği kimse olursun Artık kötü söylemeye ve kınamaya yol yoktur

Dediğimizi anlamazsan, sorgu diyarına Ferahlamamış bir gönülle gelmiş olursun

(İman ve Keşif)

Allah Teâlâ sana Ruhu’l-kuds ile yardım etsin! Nefesler menziline ulaş­mış bu şahsın kim olduğunu bilmelisin. Onun ölümden sonraki hali, diğer ölülerin hallerinden farklıdır. Öncelikle, geçen bölümde ortaya koyduğumuz şekilde, Allah Teâlâ ehlinin Allah Teâlâ’dan ilimleri aldıkları kaynakları zikredeceğiz, onlarm sonuçlarını ve bu kaynakların zatlarındaki etkileri­ni belirteceğiz. Şöyle deriz:

Kardeşim! Bilmelisin ki: Keşiften alınmış Allah Teâlâ ehlinin bilgisi, imanın formunda eşittir. Allah Teâlâ ehlinin keşfi, imanın bütün kabullerine dayanır. Çünkü iman, bütünüyle doğrudur ve onu bildiren Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, iman edilecek şeyleri doğru bir keşiften bildirmiştir. Allah Teâlâ’yı bi­lenlerin zadarı ise, Allah Teâlâ’ya dair bilgiyi kendisinden aldıkları şeyin -o şey her ne olursa olsunniteliğine sahiptir.

Bilmelisin ki: Sıfadar, iki türdür: Nefsi sıfatlar, manevi sıfatlar. Manevi sıfatlar, niteliği oldukları zattan kaldırıldıklarında, onlarla nite­lenmiş zatın ortadan kalkmadığı sıfatlardır. Nefsi sıfadar ise, kaldırıldık­larında, onlarla nitelenen zatın da ortadan kalktığı ve ne dış varlıkta ne de akılda varlığının kalmadığı nitelilderdir. Bir şeyin, zatına ilave bir şey olmayan nefsi sıfatlarından her biri, sıfatların birbirlerinden ayrışmasını sağlayan bir anlama sahiptir. Çünkü nitelenenin zatı, İki veya daha fazla nefsi sıfattan (nitelik) meydana gelmiş olabilir. O halde nefsi sıfadar, zatî tanımlardır.

Burada kapalı bir kapı vardır. O kapıyı açsaydılc, akılları gideren ve bilinene güveni yok edecek şeyler ortaya çıkardı. Belki de bu konuda iş, İlk Sebebin bizzat mümkünlerin özelliklerinden biri olmasına döner. Sebebi şardının varlığında şart sayıp, şartı ortadan kaldırdığında hiç kuşkusuz, şardı da ortadan kalktığı halde, bunun tersi gerekmez. Bu durum süreklidir ve tersi doğru değildir. Biz bu meseleyi, anahtarını bulup açacak kimse için kapak bıraktık.

Durum, bize ve her akıllıya göre böyle olunca, sıfadarın kendi baş­larına var olmayan anlamlar olduğunu öğrenmişsin. Onlar, ancak nite­lenenin varhğmda ortaya çıkar. Nefsî sıfadar da, bir takım manalardır. Onlar, nitelenenin aynıdır. Manalar ise, kendi başlarına var olamaz. Nefsi sıfadar, nitelenenin aynı nasıl olabilir ki? Böylece bir şey, kendi­siyle nitelenip hakikati gereği kendi başına bilfiil var olamayan bir şey­den kendi başına bilfiil var olan haline gelirdi. Çünkü nitelenen her şey, kendi nefsi sıfatlarının toplamıdır. Sıfadar ise, kendi başlarına var ola­maz. Öyleyse, burada onları birleştiren ve ortaya çıkaran bir zat vardır.

Böylece, düşünceleri yönünden akıl sahiplerinin bilgisinin neye vardığını öğrenmen için çok önemli bir meseleye dikkatini çektim. Dü­şünce doğru bilgiyi vermediği gibi düşünceleri yönünden akıl sahipleri­nin de onu ortaya koyamadıkları belli olmuştur. Doğru bilgi, Allah Teâlâ’nın bilenin kalbine attığı şeydir. Başka bir ifadeyle o, melek, peygamber, veli, mümin gibi Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına tahsis ettiği ilahi bir nurdur. Keşfi olmayanın bilgisi de yoktur.

Bu nedenle peygamberler ve ilahi bildirim, akılların imkansız say­dığı şeyleri getirmiştir. Akıllar, o bilgileri kabul edebilmek için, bazı meselelerde tevile, hiçbir şekilde tevili kabul etmeyen konularda ise tes­lime ve acizliği itirafa mecbur kalmıştır. Bu gibi ifadelerde söylenebile­cek nihai şey şudur: Bu ayetin bizim akıllarımızın ulaşamadığı, sadece Allah Teâlâ’nın bildiği bir yorumu vardır. Bütün bu teviller, bir bilgi değil, peygamberliğin getirmiş olduğu herhangi bir şeyi reddetmesin diye, nefsi ısındırma faaliyetinden ibarettir. İşte, akıllı müminin hali budur. Mümin olmayan ise, bunlardan hiç birini kabul etmez.

Kuşkusuz akılların imkansız saydığı pek çok haber gelmiştir. Onla­rm bir kısmı, yüce mertebe, bir kısmı ise hakikatler ve zatların değişme­si hakkındadır. Bu bağlamda, Allah Teâlâ’nın Kitabında ve peygamberinin di­linde kendisini nitelediği iman edilmesi gerekli ve zâhiri anlamıyla aldın kabul edemeyip uzak bir teville tevil ederse kabul edebileceği meseleler vardır. Bu durumda İtişi, habere değil, kendi teviline inanmış demektir. Bu tevili yapan mümin için ise, peygamberde olduğu gibi ilahi bir keşif gerçekleşmemiştir Ki, Hakkın bu haberde neyi kastettiğini anlayabilsin. Bu meyanda, Allah Teâlâ kendisini zaman ve mekân içinde bulunmakla nite­lemiş, başta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem olmak üzere bütün peygamberler de O’nu böyle nitelemişlerdir. Onların hepsi, bu konuda tek bir dile sahiptir. Çünkü bütün peygamberler, tek il’den (ilahi kat, mertebe) konuşur.

(Metafizik bahiste aklı esas alan) Düşünce sahibi akılcıların Allah Teâlâ hakkındaki görüşleri, düşünceleri ölçüsünde farklılaşmıştır. İmandan soyut olarak, akılla ibadet edilen Tanrı, adeta bu aldın düşüncesinin vermiş olduğu hükme göre ortaya konulmuş bir Tanrı, hatta tam da odur. Böylece her akıl sahibine göre, onun hakikati farklılaşmış, akıllar karşı karşıya gelmiş, akılcı her bir grup diğerini Allah Teâlâ’yı bilmemekle suç­lamıştır. Akılcılar tevil yapan Müslüman akılcılardan olduklarında ise, bu kez her grup, diğerini tekfir etmiştir.

Hz. Âdem’den Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadar gelen peygamberlerde ise, Allah Teâlâ’ya nispet ettikleri niteliklerde herhangi bir görüş ayrılığı aktarıl­mamıştır. Bilakis onların hepsi, bu konuda tek dile sahiptir. Bütün Peygamberlerin getirmiş olduğu kitaplar, Allah Teâlâ hakkında aynı dille ko­nuşur. Onlardan iki kişi bile, herhangi bir görüş ayrılığına düşmemiş, aralarındaki uzun zamana ve bir araya gelmeyişe rağmen, birbirlerini tasdik etmişlerdir. Akıl sahipleri ise, aralarındaki bölünmeler nedeniyle, hiçbir zaman bir uzlaşıya varamamışlardır.

Peygamberlere basiret üzere inanan mümin ve Müslümanlar, nefis­lerini tevile daldırmadan, onların getirdiği şeyleri kabul eden kimseler iki kısma ayrılır: Birincisi, iman etmiş ve teslim olmuş bir adamdır. Te­vil edilebilecek konulardaki bilgiyi, ölünceye kadar Allah Teâlâ’ya havale etmiş­tir. ikinci kısım ise, hükümlerin ayrıntılarından bildikleriyle amel edip peygamber ve kitapların getirmiş olduğu her şeye inanmış bir adamdır. Allah Teâlâ, onun basiretini açmış, peygamberi, resulü ve ihsanına mazhar olanlara yaptığı gibi onu işinde basiret sahibi yapmıştır. Bu insan (teo­rik konulara dalmadan hükümleri ve ibadetleri uygulayan kimse) keş­fetmiş, görmüş ve basiret üzere Allah Teâlâ’ya dua etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, peygamberi hakkında şöyle bildirmiştir: ‘Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya çağırıyoruz.’208 İşte onlar, peygamber veya nebi olmasalar bile, Allah Teâlâ’yı bilen ariflerdir. Onlar, Rablerini ve O’nun katından gelen şeyleri bilmede açık bir delil üzeredirler.

Gelmek, gitmek, şeylere tecelli etmek, sınırlar, perdeler, yüz, göz, gözler, iki el, razı olmak, kerih görmek, kızmak, sevinmek, neşelenmek vb. gibi Kitap ve Sünnette geçen sahih rivayetlerde Allah Teâlâ kendisini ya­ratılmışların nitelikleriyle nitelemiştir. Tevil etmeden onlara inananın ve inancının dayattığı bir teville kabul eden mümin akılcıların kabul ettiği bu gibi haberler sayılamayacak kadar çoktur.

Burada, müminin mertebesinin ne kadar yüce, keşif ehlinin merte­besinin ne kadar büyüle olduğuna dikkat ediniz! Ben, iman ve keşif eh­lini kendilerine tahsis edilmiş ilahi ilimde peygamber ve nebilere kattım.

Çünkü âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, para veya mal miras bırakmaz, onlar, bilgiyi miras biralar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Biz peygamberler topluluğu, miras bırakmayız. Bizim miras bıraktığımız şey, sadakadır.’ Bu dünyalık herhangi bir şeye sahip olan kimse, onu Allah Teâlâ’ya yakın gördüğü kimselere sadaka vermelidir. Çünkü Allah Teâlâ’ya yakınlık, gerçek nesep bağıdır. Ya da dünyalık karşısında zahit davranır ve insan, peygamberlere katılmak isterse, miras olarak geride herhangi bir şey bırakmaz, kimseyi vâris yapmaz. Bu makamdan bize çok büyüle nasip vermiş, Allah Teâlâ’ya hamd olsun!

İşte bu, Allah Teâlâ’nın nitelilderi hakkında O’ndan gelen şeylerin bir kıs­mıdır.

Hakikatlerin değişmesine (kalbu’l-hakâik) gelince, akıl sahipleri, böyle bir şeyin olamayacağı hususunda görüş birliği içindedir. Salt fikir ve teorik akıl gücü yönünden (gerçeği anlamada) eksik olan aldın delili, -ki iman ve (peygamberin bildirdiği) haberleri kabul etmesi yönünden eksik değildir, çünkü peygamberden ve Allah Teâlâ ehlinden daha akıllı kimse yokturhakikatlerin kendiliklerinde değişmeyeceğine delalet eder. Nite­lik ve arazlar, bunları varolan varlıklar sayan görüşe göre, kendi başla­rınca var olamaz ve onlara kendi başma var olan veya kendi başına var olmasa bile kendi başına var olan bir şeyde bulunan bir mahal gerekir ki, bu zorunludur. Birincinin örneği, söz gelişi, siyah veya herhangi bir renktir. Çünkü siyah, kendisinde bilfiil bulunan siyahlık nedeniyle, ‘siyah’ denilen bir mahalde bulunabilir. İkincinin örneği ise, söz gelişi, ‘aşırı siyahlık’tır. Bu durumda siyah, aşırıdır. Çünkü aşırılık, onun nite­liğidir. İşte bu, ‘kendi başına var olmayan, fakat kendi başına bilfiil var olanda bulunan’ dememin anlamıdır.

Bu mesele, akılcılar arasında görüş ayrılığı bulunan meseledir. Acaba, bir anlam bir anlam ile var olabilir mi? Bazı bilginler, bunu ka­bul etmiş, bazı kimseler ise, böyle bir şeyin olabileceğini reddetmiştir. Bütün amellerin araz olup yok olacakları, bakî kalamayacakları, ortadan kalktıktan sonra mevcut bir hakikatieririin olmadığı, yer değiştirme özelliğiyle nitelenmedikleri, bazı akılcılara göre ölümün ölüde gerçekle­şen bir araz veya birleştikten sonra ayrışma nispeti olduğu sabittir. Bazı akılcıların görüşüne göre, bütün varolanlar böyledir. Bu ise, delilin ge­rektirdiği ve her durumda doğru bir görüştür. Çünkü ölüm, kendi ba­şına bilfiil var olamaz.

Amellerin bir takım araz veya nispetler olduğunda görüş birliğine varmamıza rağmen nebevi haberler, bütün bunlarla çelişen hükümler getirmiştir. Bu bağlamda doğru sözlü, sahih bilgi ve sarih keşif sahibi Şâri’ şöyle demiştir: ‘Ölüm, kıyamet günü sevimli bir koç biçiminde ge­tirilir. Herkes onu tanır ve hiç kimse ondan çekinmez. Bu koç, cennet ile cehennem arasında kurban edilir.’ Bir rivayete göre, onu yatırıp elindeki bıçakla insanların gözleri önünde onu kesecek kimse Yahya’dır. Başka bir rivayette ise, şöyle bildirilir. ‘İnsanın ameli kendisiyle beraber iyi veya kötü biçimde kabrine girer. Sahibi ona kim olduğunu sorar, o da yanıt verir: ‘Ben senin amelinim.’ Bu bağlamda zekât vermeyen kim­seye malı korkunç bir şey olarak gelir. Bu gibi ifadeler, şeriatta sayıla­mayacak kadar çoktur.

Müminler, bütün bunlara tevil etmeden inanır, iman ehli olan akıl­cılar ise, şunu iddia eder: ‘Bu rivayetleri zâhirine göre kabul etmek, akıl bakımından imkansızdır ve mutlaka bir tevili vardır.’ Böylece teşbih an­lamı taşıyan rivayeti, akıllarının bu konudaki verisine göre tevil ederler. İmanlı akılcılar ise tevilin ardından şöyle der: ‘En iyisini bilen Allah Teâlâ’dır.’ Başka bir ifadeyle, söz konusu rivayet hakkında ulaştığı bu özel tevilin Allah Teâlâ’nın kastettiği anlam olup olmadığını en iyi bilen Allah Teâlâ’dır. Bu gibi rivayetlerin zâhiri anlamıyla yorumlanması, söz konusu akılcılara göre bütün olarak imkansızdır, iman ise, özellikle Şâri’nin o konudaki lafzıy­la ilgilidir.

İşte akılcıların inancı budur.

Ele aldığımız konuyla ilgili olmaları dolayısıyla bu meseleleri ve in­sanların bu konulardaki mertebelerini açıkladıktan sonra bilmelisin ki: Sadece Allah Teâlâ’nın bir lütuf olarak var ettiği zadar vardır. Bu zaüar, kendi başlarına bilfiil vardır. Onların nitelendiği her şey, nitelik yönünden, kendileriyle Allah Teâlâ arasındaki nispet ve izafederdir. Yaratan var ettiğin­de, şöyle denilir: O yaratmaya (var etmeye) Kadirdir. Kadir olmasaydı var edemezdi. Allah Teâlâ mümkünü kendisinde bulunabilecek özelliklerden herhangi biriyle var ettiğinde ise, O’na İrade eden denilir. Çünkü Allah Teâlâ irade eden olmasaydı, mümküne başka bir özelliği bırakıp o özelliği tahsis etmezdi. Bütün bunların nedeni, mümkünün hakikatinin Allah Teâlâ’ya (kendisi hakkında verdiği bilgidir). O halde mümkünler bu nispederi vermiştir.

İnce düşünce, ilahi görüş ve Rahmanı keşif sahibiysen, bunu anla!

Bundan önceki bölümde, ilimlerin farklı yollardan geldiğini ortaya koymuştuk. Bunlar duymak, görmek, koklamak, dokunmak, tatmak, zorunlu kabulleri yönünden -ki o başka bir güç olmaksızın kendi başına idrak ettiği şeylerdirve sahih düşüncesi yönünden akıldır. Bu ikinci yönde akıl, duyuların yollarına veya zorunlu ve bedihî öncüllere daya­nır. İşte ‘bilgi’ denilen şey budur.

Bilgilerin kendisinden meydana geldiği arızî durumlar da bu esasla­ra dayanır, onlardan ayrılmaz. Onlar, arazlar diye isimlendirilmiştir. Çünkü âdette, renlderi dokunma gücü değil, göz algılar. Kör, dokunma duyusuyla renlderi algıladığında -Ki bunu gördük-, dokunma duyusu­nun hakikatinin âdette algılaması mümkün olmayan şey ilişmiştir. Âdette algılaması söz konusu olmayan şeyler, kendisine iliştiğinde, di­ğer güçler için de aynı durum söz konusudur. Onlar hakkında da, ‘kendisine ilişti’ denilir.

Kuşkusuz Allah Teâlâ, bunu ilahi iktidarın nüfûz edemediği herhangi bir hakikat bulunmadığına -ki bazı akılcılar aksini zannederdikkatimizi çekmek için yaptı. Her hakikat, Allah Teâlâ’nın kendisini o surette yaratmış olması nedeniyle o surettedir ve idraki kendisine bağlı şeyi -söz gelimi göz olması halamından göz ve benzeri bir güçAllah Teâlâ’nın hükmüyle, hat­ta onu öyle kabul etmemiz nedeniyle algılamıştır, insan, Allah Teâlâ dilerse, bütün ilimleri bu hakikatlerden tek bir hakikatle algılayabilir. Bu neden­le şöyle dedik: ‘Âdette idraki kendisine bağlı olmayan şey ona ilişmiş­tir.’ Böylece, bu güçlere ilişen şeylerden birinin de ‘O’nun benzeri gibi yoktur’ diye bildirileni bilmek ve görmek olduğunu keşin olarak anla­dık. Bununla beraber idrak güçleri, ancak benzeri olan şeyleri idrak edebilir.

Allah Teâlâ, gözden başka herhangi bir gücün kendisini idrak edebilme­sini reddetmedi. Göz hakkında ise, ‘O’nu gözler idrak edemez’209 buyur­muş, dinen bunu imkansız kılmıştır. Allah Teâlâ kulak, akıl veya insanın ken­disiyle nitelendiği başka bir gücün O’nu idrak edemeyeceğini söyleme­diği gibi, gözden başka güçler O’nu idrak eder de dememiş, işi belirsiz bırakmıştır. Bu güçlere ilişen arazları uyarı bağlamında ortaya çıkarmış­tır. Belld de, onu, ‘benzeri gibi olmayan’ı görmemiz için ortaya koydu. Tıpkı ilk görüleni gördüğümüzde, ille duyulanı duyduğumuzda, ilk koklananı kokladığımızda, ille tadılanı tattığımızda, ilk dokunulana do­kunduğumuzda ve ilk aldediliri aldettiğimizde (içine düştüğümüz belir­siz durum gibi). Söz konusu şeylerin gerçekte benzerleri olsa bile bizde (o esnada) örnekleri bulunmaz.

Fakat ilk idrak edişte, Hakkın benzeri olmasını reddetmede bir sır vardır. Kuşkusuz idrak sahibi, kendi nezdinde benzeri bulunup ona kı­yas yapamadığı bir şeyi idrak etmiştir. Bu idrak edilen şeyin özü gereği benzer kabul edip etmemesi ise, -derin kavrayış sahibi isenidrak edilir olmasına ilave ve idrak edilmesinde gerek duyulmayan başka bir yargı­dır.

Hatta şöyle deriz: İlahi genişlik, mevcut hakikatlerde bir benzerin olmayışını ve benzerliğin mevhum-akledilir bir durum olmasını gerekti­rir. Çünkü hakikatlerde benzerlik geçerli olsaydı, bir şey benzeri denilen şeyden farklılaşamazdı. Binaenaleyh bir şeyin başka bir şeyden farklı­laşmasını sağlayan özellik, o şeyin ta kendisi iken başka bir şeyden ay­rışmadığı özellikteyse, o kişi tek bir şey sayılır.

Şöyle iddia edebilirsin: ‘Onu dağınık ve ayrık gördük. Tanım ve hakikatte onun benzeri olmakla beraber, şu bundan ayrıdır.’ Bu kişiye, ‘yanılıyorsun’ denilir. Çünkü ayrımın gerçekleşmesini sağlayan şey, ha­kikat diye ifade edilen bu şeydir. Ayrıma yol açmayan şey ise, benzer ol­duğunu sandığındır. Bu mesele, bu konunun en kapalı hususlarından biridir.

Bir yandan ortada benzer olmadığı gibi başka bir açıdan benzerle­rin inkârı da mümkün değildir. Fakat söz konusu benzerler, sadece ta­nım bakımından benzer olan şeylerdir. Bu nedenle benzerlik, dışta bu­lunmayan akledilir-toplayıcı (tümel) hakikat yönünden kullanılabilecek bir ifadedir. Başka bir ifadeyle benzerler akledilirdir, mevcut değildir. Söz gelimi insana hiç kuşkusuz ‘düşünen canlı’ deriz. Zeyd’in suret ba­kımından Ömer’le aynı olmadığını, insan oluşu yönünden ise aynı olup ondan başka olmadığını söyleriz. Bu ildsi insan olmada birbirlerinden başka değillerse, biri diğerinin benzeri değil, bilakis ta kendisidir. Çün­kü insanlık hakikati, bölünmez. Söz konusu hakikat, parçalarıyla değil, bizzat her insanda bulunur. Binaenaleyh onun asla benzeri yoktur. Bü­tün hakikatler de böyledir.

Böylece, benzerin kendisinden başkası sayıldığında, benzerlik ge­çerli değildir. Zeyd, insanlık yönünden Ömer’in benzeri değil, onun kendisidir, hâlbuki şeklen Ömer’in benzeri değildir. Çünkü aralarındaki ayrım açıktır. Ayrım olmasaydı Zeyd, Ömer’le karışır ve şeyleri bilmek de mümkün olmazdı. Şu halde herhangi bir insan, idrak ettiği herhangi bir şeyi ancak ‘benzeri yoktur210 tarzında idrak edebilir.

Varlığımızda kendisine dayandığımız aslımız, yani Allah Teâlâ, bir ben­zeri olmayandır. Dolayısıyla O’ndan meydana gelen şey de benzersiz meydana gelebilir. Allah Teâlâ, sıfatının gerektirmediği bir şeyi nasıl yaratır ki? Allah Teâlâ’nın hakikati benzer kabul etmez, dolayısıyla âlemdeki her cev­herin benzer kabul etmemesi gerekir. Çünkü İlah’ta benzer kabul ede­cek bir hakikat yoktur. Benzer kabul etmek âlemde gerçekleşmiş olsay­dı, âlem varlığında bu yönden ilahi hakikatten başkasına dayanmış olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka bir yaratıcı yoktur ve O’nun hiçbir benzeri yoktur. Binaenaleyh varlıkta benzeri olan hiçbir şey yoktur. Bi­lakis her şey, zatında bulunduğu hakikatiyle yekdiğerinden ayrıdır. İşte, keşfin ve gerçek ilahi bilginin verdiği hüküm budur.

Şeyler hakkında ‘benzer’ deyimini kullandığımda, bu ifadeyi örfte geçtiği tarzda kullandığımı bilmelisin. Nitekim Allah Teâlâ da ‘Sizin benzeri­niz olan ümmetler2U demiştir. Başka bir ifadeyle, nasıl ki Allah Teâlâ size üm­met adını vermiştir, aynı şekilde her canlıya ve kanatlarıyla uçan kuşlara da ‘ümmet’ adını vermiştir (benzetme yapmıştır). Her ümmet ve varlık­ta Hakkın dışındaki her hakikat, bir var edene muhtaç olduğu için, bu nispet nedeniyle her biri hakkında şöyle deriz: Her şey, Allah Teâlâ’ya muhtaç olmada yekdiğerinin benzeridir. Böylelikle Allah Teâlâ’nın ‘benzeri olmadığı (leyse fee-mislihı şey)’ kesin olarak sahih olmuştur. Burada Kef (‘gibi’ anlamında, benzetme edan) harfi, anlama etki etmeyen bir harf sayıla­bileceği gibi, benzetme edatı da sayılabilir. Çünkü daha önce ifade etti­ğimiz gibi, yaratılmış her şeyin benzer kabul etmeyeceğini öğrendiğine göre, Hakk bu niteliğe öncelikli olarak sahiptir. O halde Kuran’da ve başka yerlerde geçen benzerlik, şeylerin zatlarını yaratan Allah Teâlâ’ya muhtaç olmadaki benzerliktir.

Sonra, konuya dönüp deriz ki: Allah Teâlâ ehlinden her birinin şeyler hakkındaki bilgisi ya Allah Teâlâ tarafından bütün güçlerine verilmiş ya da daha önce belirttiğimiz gibi belirli bir gücüne dayandırılmıştır. Söz gelimi bu güç, koklama gücü olabilir. Bu durumda bilginin sahibi, nefesler ilminin sahibidir; veya bakma gücünde olabilir, bu kişiye ise, nazar sahibi denilir; veya vurma gücünde olabilir. Bu vurma, özel bir dokunma gücüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu ifadeyle (Rahman’ın) parmakla­rın serinliğini duymayı ifade etti. Bu insan hangi gücüyle bilgiyi almışsa ona nispet edilir ve o kişiye ‘falanca kuvvet sahibi’ denilir.

Bu bölümde sıfatın, başka bir ifadeyle nefsî sıfatın kendisiyle nite­lenenin aynı olduğunu belirtmiştik. Kendi başına bilfiil var olamayan mana kendi başına var olan bir surete döndüğü gibi, âlemden ibaret olan suret de bir manaya döner. Çünkü âlem, bu anlam ile özdeşleşmiş ve bu anlamların birleşmesi gibi onunla birleşmiştir. Onların birleşi­minden ise, cisim, insan, at ve bitki denilen kendi başına var olan zat meydana gelmiştir. Anla!

Böylece zevk ilminin sahibi zevk, koku ilminin sahibi ise koku hali­ne gelmiştir. Bunun anlamı, zevk sahibi ise zevkin ya da koku sahibiyse kokunun kendisinde yaptığı şeyi o İçişinin başkasında yaptığıdır. Binae­naleyh bu durumda insan, hükümde anlamına katılmış ve kendiliğinde, idrak edenin sayesinde şeyleri idrak ettiği bir anlam haline gelmiştir. Nitekim insan aynaya baktığında, o esnada sadece aynayla görebileceği şeyleri idrak eder.

Şeyh Ebû Medyen’in küçük-esmer bir çocuğu vardı. Ebû Medyen nazar sahibiydi. Yedi yaşındaki bu çocuk bakar ve şöyle derdi: ‘Şu şu özellikteki bir yerde denizde gemiler görüyorum. Bu gemiler denizde şöyle şöyle gidiyor.’ Günler sonra, o gemiler çocuğun yaşadığı şehre geldiğinde, işin çocuğun söylediği gibi olduğu anlaşılırdı. Çocuğa, ‘ney­le görüyorsun?’ diye sorulmuş, o da, ‘gözümle’ diye cevap vermiş. Son­ra şöyle demiştir: ‘Hayır, kalbimle görüyorum.’ Sonra şöyle demiştir: ‘Hayır, onu babam vasıtasıyla görüyorum. Babam burada bulundu­ğunda ve ona baktığımda size bildirdiğim şeyi görüyorum. Babamı görmediğimde ise böyle bir şey görmüyorum.’

Sahih-kutsi bir hadiste, Allah Teâlâ’nın nafile ibadetlerle kendisine yaklaş­masıyla sevdiği kul hakkında şöyle buyurduğu bildirilmiştir: ‘Onu seveliğimde kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle gördüğü gözü olurum. Böylece Allah Teâlâ vasıtasıyla duyar, görür, konuşur, tutar ve yürür.’ İşte bu, ‘muhakkik, özdeşleştiği anlamın suretine döner’ deyişimizin anlamıdır. İnsanın aynaya gözüyle bakması gibi, Şeyh Ebû Medyen’in oğlu babası vasıtasıyla bakıyordu. Bunu anla! Bu güçlerin sahiplerinden her birinin yolu böyledir. Bir kişi, bazen bunların hepsini kendinde birleştirebilir: Söz konusu kimse, bu sayede her gücüyle duyar, her gücüyle görür ve her gücüyle koklar. Böyle bir insan, topluluğun en yetkinidir.

(Nefesler Menzilinde Muhakkik)

Bu makamdakilerin ölümden sonraki halleri ise, dünyada belirli bir işten veya bir takım işlerden soyutlanabildikleri ölçüdedir. Onlar, ahirette dünyada oldukları gibi olacaklardır. Dünyada sırf kul olan kim­se, ahirette sırf sahip olacağı gibi dünyada tasarruf eden kimse, tasarru­fun konusu kendisine ait organlar olsa bile, dünyada tasarruf ettiği öl­çüde ahiretteki sahipliğinden yoksun kalacaktır. Tasarruf ederken adil davransa ve tasarrufunu sadece Allah Teâlâ’nın emrettiği işlerde kullansa bile, kendisine ulaşan bir gaflet nedeniyle tasarruf ettiği organın sahibi oldu­ğunu düşünür. Kuşkusuz bunun vebali kendisine döner ve ona etki eder.

Şu halde, dünya hayatında Hakkın ve hakikatin mertebesinde horluğun zirvesine ulaşan kimseden ahirette daha aziz olmadığı gibi, dün­yada izzet-i nefsin zirvesine ulaşandan ahirette daha zelil kimse olmaya­caktır. Burada dünyadaki izzetiyle söz gelimi hükümdar olmayı değil, nefsindeki özelliğinin izzet olmasını kastediyorum. Zillet de böyledir. İnsan hükümdar veya başka bir şey olabilir. Şu halde biz, Hakkın kulu hangi makama ve hangi Hakk yerleştirdiğine bakmıyoruz. Burada dikka­te alınan şey, insanın içindeki halidir.

Abdülkerim b. Hevâzin el-Kuşeyrî, bir kitabında salihlerden bir adamı defneden bir insanın hikâyesini anlatır. Adam onu kabre koydu­ğunda, kefeni üzerinden soymuş ve bedenini toprağa yatırmış. Bunun üzerine ölü gözlerini açmış ve şöyle demiş: ‘Be adam! Beni aziz kılanın önünde beni zelil mi edersin?’ Bunun üzerine şaşmış kalmış ve kabirden çıkmış.

Ben de böyle bir olayı arkadaşım Abdullah el-Habeşî’nin defnedili­şinde gördüm. Onu yıkayan adam bunu görmüş ve yıkamaktan kork­muş. Arkadaşım yıkanırken gözlerini açmış ve adama ‘yıka!’ demişti.

Onlarm ölümden sonraki hallerinden biri de, her şeyin (Hakkı) teşbih etmesini sağlayacak şekilde canlı olmalarıdır, ibadet esnasında ibadet ettiği yere karşı himmeti olan kimse ölüp ardından biri ibadet et­tiği yere girip orada onu imar eden sahibinin layık olmadığı bir iş yap­tığında kendisinde bir belirti ortaya çıkar. Bu durum, Ebû Yezid elBestami’den aktarılan bir hikâyede bildirilmiştir. Onun ‘iyilerin evi’ diye adlandırılan ibadet ettiği bir mekânı vardı. Ebû Yezid öldükten sonra ev korunmuş ve hürmet edilen bir yer olarak kalmış, orada sadece mes­cide yaraşır şeyler yapılmıştır. Tesadüfen bir adam gelmiş ve o evde ge­celemiş. Rivayete göre adam cenabetti. Adamın elbisesi, ortada görü­nür bir ateş olmaksızın tutuşmuş, bunun üzerine evden kaçmış. Kuşku­suz öyle bir eve girip oraya yaraşmayan iş yapan herkes böyle bir ‘belirti’ görür.

Böyle bir şahsın etkisi ölümünden sonra devam eder ve hayatında yaptığı şeyi ölümünden sonra da yapmayı sürdürür. Namaza düşkün olan bir adam şöyle demiş: ‘Rabbim! Bir kimseye kabrinde namaz izni vermişsen, bana da bu izni ver.’ Ardından, adamın kabrinde namaz kıl­dığı görülmüş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Isrâ gecesi Hz. Musa’nın kabrine uğ­ramış, onu kabrinde namaz kılarken görmüş. Sonra, onunla birlikte göğe yükseltilmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem İsrâ mucizesini ve onda gerçekleşen peygamberlerle konuşmasını aktarmıştır, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kabrinde namaz kılarken Hz. Musa’yı altıncı kat gökte görmüştür.

Bu şahsın ölümden sonraki hallerinden biri de bu gibi işlerdir. Onun için ölümüyle yaşaması arasında fark yoktur. Çünkü dünyadaki hayatında ölü, hali de ölüm idi. Böylece Allah Teâlâ, uygun bir karşılık ola­rak, ölümden sonra onun halini, yaşayan birinin hali gibi yapmıştır.

Bu makam sahibinin ölümdeki özelliklerinden biri de, ölüyken bir insan yüzüne baktığında onun diri; damarlarına baktığında ise ölü ol­duğunu söylemesidir. Böylece ona bakan kişi şaşırır. Çünkü Allah Teâlâ, can­lıyken ve ölüyken onun adına hayatı ve ölümü birleştirmiştir.

Ben bu olayı babamda gözlemledim. Neredeyse, onu defnederken kuşkuya kapıldık. Bunun nedeni, onun yüzündeki canlılık ile nabzının durmuş, nefesinin kesilmiş olması gibi canlılık ve ölüm özellikleriydi. Babam ölmeden on beş gün önce, bana Çarşamba günü öleceğini bil­dirmişti. Gerçekten de dediği gibi oldu. Ölüm günü geldiğinde, şiddetli bir hastalık içindeyken hiçbir yere dayanmadan doğruldu ve bana şöyle dedi: ‘Evladım! Bugün seyahat ve kavuşma gerçekleşecek.’ Ben de şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ senin bu yolculuğuna selamet yazsın ve kavuşmanı mü­barek kılsın!’ Bunun üzerine sevindi ve bana şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ sana ha­yırlar versin. Senden duyup benim bilmediğim, bazen bir kısmını inkâr ettiğim her ne varsa, şimdi hepsini görüyorum.’

Sonra, alnına beyaz bir nur vurdu. Bu nur, bedeninin ışığından ol­dukça farklıydı. Onun inci (gibi) bir ışığı vardı. Babam ışığın farkına vardı. Sonra bu parlaklık, bütün bedenini kuşatıncaya kadar çehresine yayıldı. Ben de onu öpüp vedalaştım ve yanından çıktım. Ona şöyle de­dim: ‘Haberin bana gelinceye kadar büyüle camiye gidiyorum.’ Babam da şöyle dedi: ‘Hiç kimseyi yanıma solana .’

Ailesi ve kızları toplandı. Öğlen vakti geldiğinde ölüm haberi bana geldi ve hemen yanına gittim. Bu esnada babamı, kendisine bakanın kuşkuya kapılacağı bir şekilde ölümle hayat arasında gördüm. Böylece onu defnettik.

Babamın büyük bir müşahede mertebesi vardı. Rahmetini diledik­lerine tahsis eden Rabbim münezzehtir!

Bu makam sahibinin yaşaması ve ölümü birdir. Bu bölümde ortaya koyduğumuz her bilgi, bu makam sahibinin bilgisidir. Başka bir ifadey­le o, nefesler ilmidir. Söylediklerimizi bunun için söyledik. ‘Allah Teâlâ doğru söyler ve doğru yola ulaştırır.’

OTUZ ALTINCI BÖLÜM

Isevîlerin Bilinmesi, Onların Kutuplan ve Esasları

Hakikatine hayat veren ve de Perde hastalıklarından şifa bulan kişi,

İşte o, İsa’dır. Bize göre ona bulaşmaz,

Herhangi bir kuşku.

. Onun yaratılışı vermiştir                                                                                         .

Bütün mertebelerden daha yüksek bir mertebe                                                      -

Senin bildiğin kutsiyet özellikleriyle

Onları açık vahiyde ve kitaplardan öğrenirsin

Sonraki nesiller içinde ona ulaşan olmadı                                           '

, Nitelik bakımından vârisi olanlardan başka

Onun himmeti oluşa sirayet etti                                                          • -

Acemlerde ve Arap olanlarda

Onun niteliğiyle nefisleri hayat buldu

Kuşkuların ortadan kalkması da ona bağlıdır

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı, önceki bütün şeriatları içermiş, önceki şeriatların sadece Muhammedi şeriatın onayladığı hükümleri bu dünyada sabit kalmıştır. Biz de onları getiren peygamber kendi vaktinde o hükümleri ortaya koyduğu için değil, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in onları onaylaması yönünden söz konusu hü­kümlerle ibadet ettik. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bütün hakikatleri toplama özelliği verilmiştir.

Günümüzde sorumlu bütün insan ve cinler Muhammedi’dir ve ar­tık âlemde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının dışında ilahi bir şeriat olmadı­ğına göre, bir Muhammedi herhangi bir amel işlediğinde, Muhammed ümmetinden olan bu amel sahibi ameli işlerken kalbinde ve yolunda kendisine açılan hususlarda, daha önceki peygamberlerden birinin yo­luna tesadüf etmiş olmalıdır. Muhammedi şeriat, söz konusu yolu içer­miş, onun yolunu onaylamış, Böylelikle sonucu kendisine eşlik etmiştir. Amel sahibine bu ameli nedeniyle bir bilgi geldiğinde, o şeriatın sahi­bine nispet edilir ve İsevî veya Musevî veya İbrahimT denilir. Bunun ne­deni, kendisi için belirginleşen ve ona görünen ilimlerin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının ihatasında olmasıdır.

Böylece Muhammedi, bu nispet veya nispetler sayesinde başkasın­dan ayrışır. Bunun nedeni bu insanın, Hz. Musa veya başka bir pey­gamber yaşayıp kendisine tabi olsaydı Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den miras ala­cağı şeyleri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den tevarüs ettiğinin öğrenmesini sağla­maktır. O peygamberlerin şeriatları, Muhammedi şeriattan önce gelin­ce, o arifi vâris saydık. Çünkü veraset, sonra gelenin önce gelene vâris olmasıdır. Önce olan kişi, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in onayından önce, sabit bir şeriata sahip olmasaydı, (şeriat getirmeyen) nebi ile (bir şeriat getiren) resul denk olurdu. Çünkü hepimizi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının dö­nemi birleştirmiştir. Nitekim bu dönemde İlyas, Hızır ve indiği vakit İsa bize denktir. Çünkü vakit, hükümrandır: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den son­ra şeriat getiren bir peygamberlik olamaz.

Bu yolda, iki şahsın dışında kimseye Muhammedi denilemez: Mu­hammedi denilen iki şahıstan biri, önceki herhangi bir şeriatta bulun­mayan bir hükmün bilgisinin miras yoluyla tahsis edildiği kimsedir. Böylece bu kişiye Muhammedi denilir. İkincisi ise, bütün makamları birleştirip onlardan makamsızlığa çıkan kimsedir. Buna örnek olarak, Ebû Yezid ve benzerlerini verebiliriz. Böyle birine de Muhammedi de­nilebilir. Bu iki şahsın dışındakiler ise, herhangi bir peygambere nispet edilir. Bu nedenle bir rivayette ‘Alimler peygamberlerin vârisleridir’ buyrulmuş ve özel bir peygamberin vârisleridir denilmemiştir. Bu ifa­deyle, bu ümmetin bilginlerine hitap edilmiştir. Aynı lafızlarla aktarılan hadislerde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bu ümmetin bilginleri diğer ümmederin peygamberidir’, başka bir rivayette ise, ‘İsrailoğullarının peygamberleri gibidir’ demiştir.

İlle İsevîler, Hz. İsa’nın takipçileri olan havarilerdir. Günümüzde onlardan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatına yetişip ona iman eden ve uyan, bu şeriattan daha önce Hz. İsa’nın şeriatı olup Böylelikle perde olmak­sızın İsa’dan tevarüs ettiği şeylerin kendisi adına gerçekleştiği kimse bu­lunabilir. Böyle bir insan, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatında o hükümleri yerine getirdiğinde, bu kez uyanın, -uyulandan değilyine uyandan elde ettiği mirası alır. Bu ikisinin arasında zevkte bir fark vardır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle bir şahıs hakkında şunu demiştir: ‘Onun iki kat ücreti vardır.’ Aynı şekilde, o şahsın iki mirası, iki fethi ve iki farklı zevld vardır. Bütün bu İkililerde o kişi, sadece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e nispet edilir.

Bu insanlar, ikinci İsevîlerdir. Onların esasları, (misal) yolundan soyutiamanın tevhididir. Çünkü Hz. İsa bir erkek insandan meydana gelmemiş, ruhun beşer suretinde görünmesinden meydana gelmiştir. Bu nedenle Meryem oğlu İsa ümmetinde, diğer ümmederden farklı olarak, sureti benimsemek bulunmuştur. Onlar, kiliselerinde müsül (ikonlar, suretler) suredendirmiş, onlara yönelerek ibadet etmişlerdir. Çünkü peygamberlerinin aslı, bir ‘suredenme’ idi. Böylece bu hakikat, günümüze değin ümmetine nüfuz etmiştir. Muhammedi şeriat geldi­ğinde ise, suretleri yasaklamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. İsa’nın hakikatini içerdiği gibi şeriatı da onun şeriatını barındırıyordu. Bu nedenle bize ‘Allah Teâlâ’yı görürcesine ibadet etmeyi’ emredip Allah Teâlâ’yı bizim için hayale sokmuştur. İşte, tasvirin anlamı budur. Şu var Ki Muhammedi Şeriat, bu ümmete Allah Teâlâ’yı algılanabilir bir surede tasvir etmeyi yasaklamıştır.

Bu özel şeriatı, başka bir ifadeyle ‘Allah Teâlâ’yı görürcesine ibadet etme­yi’ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bize doğrudan söylemiş değildir. Onu, Hz. İsa’yı meydana getirirken Meryem’e yakışıklı bir adam suretinde görünen Cebrail’e söylemişti. Böylece bu hadisteki durum, ‘Ey Cariye! Dinle’ anlamındaki bir hadiste bildirilen duruma benzemiştir (Allah Teâlâ nerededir sorusuna cariyenin ‘Göktedir’ şeklindeki cevabına atıf). Bu ifadeyle mu­hatap olanlar biziz. Bu nedenle başka bir hadiste şöyle denilir: ‘Bu Ceb­rail’dir. Sormadığınızda, size öğretmek istedi.’ Başka bir rivayette ise, ‘İnsanlara dinlerini öğretmek için gelmiştir.’ Başka bir rivayette ise, ‘Si­ze dininizi öğretmek için gelmiştir’ buyruldu. Bütün rivayeder, öğreti­min hedef kidesinin biz olduğumuz (gerçeğini) değiştirmez.

Hz. İsa’nın şeriatından farklı olarak bize ait olan husus, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu ifadesidir: ‘O’nu görmesen bile, kuşkusuz Allah Teâlâ seni gö­rür.’ İşte bu da, söz konusu adamların ilkelerinden biridir.

Şeyhimiz Ebu’l-Abbas el-Ureybî bu yolda bizim başlangıç merte­bemiz olan son mertebesinde İsevî idi. Sonra biz, Musevî-Şemsî (Musa Peygamber’e ve Güneşe mensup) fedıe aktarıldık. Bundan sonra ise Hud’a, sonra Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e nakledildik. Bu yoldaki işimiz böyleydi. Allah Teâlâ bu yolu bizim için sabit kılmış ve bizi doğru yolundan ayır­madı. Allah Teâlâ bu yolda bizi yarattığı özellik sayesinde her şeyde bulunan Hakkın yüzünü bize verdi. Alemde bulunan her şeyde, bizim mutlak kesinliğe dayanır bir müşahedemiz vardı Ki bu sayede onu yüceltiriz. Böylelikle, varlık âleminde bulunan hiçbir şeyi atmayız.

Günümüzde de, Hz. İsa ve Hz. Yunus’un takipçilerinden bir grup yaşar. Onlar, insanlardan uzaklaşmıştır. Yunus’un kavmine gelince, on­lardan birinin izini sahilde gördüm. Beni biraz geçmişti. Topraktaki ayak izini karışladım, üç buçuk karıştan biraz daha uzun olduğunu gör­düm. Dostum Ebû Abdullah b. Harez et-Tancî bir vesileyle onunla kar­şılaştığını söylemiş, Endülüs’te beş yüz seksen beş senesinde ondan ba­na bir söz aktarmıştı. Bu olay, içinde bulunduğumuz senede gerçekleş­mişti. (Beş yüz) seksen altı yılında da karşılaşmıştı. O, onun söylediği gibiydi ve bir harf bile yanlış söylememişti.

Hz. İsa’nın devrimizde yaşayan takipçisine gelince, onu bize Arapşah b. Muhammed b. Ebu’l-Meâlî el-Alevî en-Nûkî el-Habûşânî yazılı olarak bildirmiştir. Şöyle demiştir: ‘Bize Muhammed b. el-Hasan b. Sehl el-Abbâsî et-Tûsî şöyle demiştir: Bize Ebu’l-Mehâsin Ali b. Ebi’l-Fadl er-Fârmizî şöyle bildirmiş: Bize Ahmed b. Hüseyin b. Ali şöyle bildirmiştir: Bize Ebû Abdullah el-Hâfız şöyle bildirmiştir. Bize Ebû Amr b. Osman b. Ahmed b. es-Semmâk şöyle demiştir: Yahya b. Ebi Talib bize şöyle bildirmiştir: Abdurrahman b. İbrahim er-Râsibî şöyle demiştir: Bize Malik b. Enes Nâfı’den, o da İbn Ömer’den şöyle aktarmıştır:

Ömer b. el-Hattâb, Kadisiye’de bulunan Saad b. Ebi Vakkas’a, ‘Nadla b. Muaviye el-Ensari’yi Irak civarına gönder, o bölgeye hücum etsinler’ diye yazmış. Saad, Nadla’yı üç bin süvariyle Irak’a doğru gön­dermiş. Yola çıkıp Irak civarına gelmişler, bölgeyi fethetmişler, bol miktarda ganimet ve esir elde etmişler. Bunun üzerine, ganimeti ve esirleri taşımaya koyulmuşlar. İkindi vakti ulaşmış, güneş neredeyse ba­tacak.

Nadla, ganimeti ve esirleri dağ eteğine taşımış, sonra kalkmış ezan okumuş ve şöyle demiş: ‘Allah Teâlâu Ekber Allah Teâlâu ekber (Allah Teâlâ en büyük­tür).’Dağdan biri karşılık verir:

               ‘Ey Nadla! Tekbir getirdin.’

Sonra şöyle der: ‘Eşhedü en la-ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına tanıklık ederim).’ Adam:

               ‘İhlas cümlesi, Ey Nadla!’ der.

‘Eşhedü erine Muhammeden ...’ dediğinde ise, adam şöyle der: ‘Hz. İsa’nın bize müjdelediği din budur.’ Onun ümmetinin başına kı­yamet kopacaktır.

Sonra şöyle der: ‘Hayye ale’s-salât (Haydin namaza).’ Adam cevap verir: ‘Namaza koşan ve devam edene ne Mutlu!’ ‘Hayye ale’l-felâh’ de­diğinde ise adam şöyle der: ‘Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e icabet eden kurtulmuş­tur. O ümmetinin beka sebebidir.’ ‘Allah Teâlâü Ekber, Allah Teâlâü ekber’ dedi­ğinde ise, adam ‘tekbir getirdin’ der. ‘La ilahe illAllah Teâlâ’ dediğinde ise, ‘ihlası ifade ettin, Allah Teâlâ senin bedenini ateşe haram etsin’ diye karşılık ve­rir.

Sonra şöyle devam eder: Ezanı bitirdiğinde, ayağa kalktık ve sor­duk: ‘Allah Teâlâ sana merhamet etsin! Sen kimsin? Bir melek misin, yoksa cinlerden veya buraya yerleşmiş Allah Teâlâ’nın kullarından birisi misin? Bize sesini duyurdun, şahsını da göster. Çünkü biz, Allah Teâlâ’nın peygamberinin ve Ömer b. el-Hattâb’ın grubuyuz.’

Şöyle devam eder: ‘Bunun üzerine dağ bir değirmen gibi yarılmış, saçı ve sakalı beyazlamış, yünden bir elbise giymiş bir adam görülmüş ve şöyle selam vermiş:

               ‘Allah Teâlâ’nın selamı rahmeti ve bereketi üzerinize olsun!’

‘Allah Teâlâ’nın selamı, rahmeti ve bereketleri senin de üzerine olsun, Allah Teâlâ sana merhamet etsin, sen kimsin?’ diye karşılık verdik. Cevap verdi:

               Ben Züreyb b. Bersem’la, salih kul Meryem b. İsa’nın takipçisi­yim. Beni bu dağa yerleştirmiş ve gökten ininceye kadar yaşamam için bana dua etmiştir. Gökten inince domuzu öldürecek, haçı kıracak ve Hıristiyanların ortaya koyduğu işlerden yüz çevirecek. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ne yaptı?’

               ‘Vefat etti’ dedik.

Bunun üzerine, sakalları gözyaşıyla ıslanıncaya kadar uzun uzun ağladı. Ardından sordu:

—Ondan sonra başınıza kim geçti?

—‘Ebû Bekir’ dedik.

—‘Ebû Bekir ne yaptı?’ diye sordu. Biz de:

—Vefat etti’ dedik.

—‘Sonra başınıza kim geçti?’ diye sordu. Biz de:

—‘Ömer’ dedik.

Şöyle, devam etti: ‘Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e yetişemedim. Ömer’e sela­mımı söyleyip şöyle deyiniz: ‘Ey Ömer! İşi sıkı tut ve dikkat et. Vakit yaklaştı. Size bildirdiğim şu hususları Ömer’e bildiriniz. Bu özellikler, bu ümmette ortaya çıktığında iş felakettir, felaket! Erkek erkekle, kadın kadınla yetinip mensup olduklarından başkasına nispet edilirler. Köleler efendilerinden başkasına nispet edilir. Büyükler küçüklerine acımaz, kü­çükler büyüklerine saygı göstermez. İyilik emredilmez, kötülükten sa­kındırılmaz ve bu görev terk edilir. Bilenler bilgiyi dinar ve dirhem elde etmek için öğrenir. Yağmur felaket, çocuk öfke haline gelir. Minberler uzatılır, mushaflar süslenir, mescitler tezyin edilir, süslenmeye merak artar, binalar güçlendirilip insanlar arzularına uyar. Dini dünya karşılı­ğında satarlar, cinayet küçümsenir. Akrabayla ilişkiler koparılır. Hü­kümler değiştirilir, faiz yenilir, zorbalık övünç, zenginlik onur haline gelir. Erkek evinden çıkar, oraya daha hayırlısı gelir, kadınlar bineklere biner.’

Şöyle devam etmiş: ‘Sonra adam bizden uzaklaştı.’

Nadla bu olayı Saad’a, Saad da Ömer’e yazmış. Hz. Ömer ise yanıt olarak şunu yazmış: ‘Sen ve yanındaki Muhacir ve Ensar bu dağda konaldayıncaya • kadar gidiniz. Ona ulaştığınızda selamımı söyleyiniz. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Hz. İsa’nın bir vârisi, Irak böl­gesindeki şu dağa yerleşmiştir.’

‘Saad, dört bin muhacir ve ensar ile yola çıkmış, kırk gün dağda konaklamış, her namaz vakti ezan okumuş, fakat onu bulamamış.’

er-Râsibî, ‘Malik b. Enes’ten’ sözüne katılmaz. Bu hadiste tanınan kişi, Malik b. el-Ezher’in Nafı’den rivayetidir. İbn Ezher ise, meçhul­dür. Ebû Abdullah b. el-Hakem şöyle demiştir: ‘İbn el-Ezher adı bun­dan başka bir hadiste duyulmamış. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ve Ebû Bekir’in so­rulması, İbn Lehîa’, o da İbn Ezher’dendir.’ Dedik ki: ‘Bu hadisin isna­dı hakkında söz edilse bile hadis, bizim gibilere göre keşif halamından sahihtir. Adamın mescitlerin tezyini ve Mushafların süslenmesi hakkındald ifadeleri, kötülemek niyeti taşımaz, aksine bu ifade, kıyametin yak­laşmasının ve zamanın bozulmasının belirtileri olarak zikredilmiştir. Bunlar, Hz.'İsa’nın inmesi, Mehdi’nin çıkması, güneşin batıdan doğ­ması gibi diğer kıyamet alametlerine benzer. Bütün bunların kötüleme maksadıyla zikredilmcdiği bellidir. Bir şeye delil olmak, bazen kötü­lenmiş olabileceği gibi bazen övülen bir iş de olabilir.

Hz. İsa’nın vasisi bu İbn Bersemla, halen o dağda ibadet eder, kimseyle görüşmez. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem peygamber olarak gönderildiğin­de, bu rahip Hıristiyanların hükümlerine göre mi yaşamıştır? Hayır, yemin olsun hayır! Çünkü Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı, nesh edicidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Musa yaşasaydı, bana uymaktan başka yapacağı bir şey yoktu.’ Hz. İsa da indiğinde, bize ancak bizden, yani bizim yasamıza göre imamlık edecektir, bizim şeriatımızla aramızda hüküm verir.

Bu rahip, Rabbinden bir delil üzere olan kimselerdendi. Allah Teâlâ’dan âdet edindiği yol üzere, Rabbi kendisine farz kıldığı şeyleri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatından öğretmiştir. Bu durum, bize göre gerçek bir tecrübedir. Çünkü biz de şekilci âlimlere göre Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeria­tında sabit olan ve hakkında bilgimizin bulunmadığı hükümlerin büyük kısmını bu yoldan alırız ve sonra da o hükümlerin şekilci âlimlerde de bizim öğrendiğimiz gibi olduklarını görürüz. Ya da bu yoldan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadislerini tashih ederiz veya Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelme­yip rivayetinin sakat olduğunu gördüğümüzde onları reddederiz. Şeri­at, hata etse bile müçtehidin hükmünü onaylar. Fakat bu yolun ehli, sa­dece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in verdiği hükmü benimser.

İbn Bersemla, Efrad’dan idi. Bilgileri alış yöntemi, Hz. Musa’nın arkadaşı Hızır’ın yoludur, dolayısıyla bizim şeriatımıza uymuştur. Sahih ilme ulaştıran ypl farklı olsa bile, bu durum bilgiye zarar vermez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, istemeden kendisine yöneticilik verilen kimse hakkında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ yönetimde onun yardımcısıdır. Allah Teâlâ ona kendi­sini destekleyecek bir melek gönderir.’ Burada, o kişinin verdiği hü­kümde hatadan korunacağını kastetmektedir. Hızır şöyle demiştir: ‘Ben bunu kendiliğimden yapmadım.™2 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, şöyle buyurmuş­tur: ‘Benim ümmetimin içinde sezgi alanlar var ise, Ömer onlardan bi­ridir.’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘insanlardan uzaklaşmış ve rableriyle baş başa kalan ruhbanları’ öldürmeyi yasakladığı ve şöyle buyurduğu sabittir: ‘Onları yöneldikleriyle baş başa bırakınız.’ Böylece, hadiste kapalı bir ifade gelmiş, bize onları İslam’a davet etmemizi emretmemiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, onların rablerinden bir delile sahip olduklarını biliyor­du. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tebliğ etmekle emroiunmuş, bize de görenin gör­meyene bildirmesi emredilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın Hızır vb. kimselerinki gibi onların öğretim işini üstlendiğini bilmeseydi, bu sözü söylemez ve onu bu dinde neshedilmiş bir şeriata göre onaylamazdı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi, bütün insanlara gönderilmiş olduğu iddiasında haklıdır. Onun risaleti, bütün yaratılmışları kuşatmış­tır. Bu bildirmenin ruhu ise, onun zamanına ulaşıp davetinin ulaştığı herkesin ancak onun şeriatıyla ibadet edebileceğidir. Çünkü biz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kendi devrindeki bütün insanlarla birebir konuşamadığını kesin olarak biliyoruz. O halde geriye sadece belirttiğimiz yol kalmıştır.

Bu rahip Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberlik devrine kadar Hz. İsa’ya vâris olan İsevîlerden biriydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem peygamber olarak gönderildiğinde ise, onun şeriatıyla Allah Teâlâ’ya ibadet etmiş, Allah Teâlâ da ver­diği rahmet ile kendi katından onu bilgilendirmiştir. Bu bilgiye vâris olması, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den İsevî bir hal idi. Şu halde o, iki şeriatta de İsevî olmayı sürdürmüştü. Bu rahibin Hz. İsa’nın ineceğini, indiğinde de domuzu öldürüp haçı kıracağını bildirdiğini görmez misin? Onun domuz etini helal sayma görüşünde kaldığını mı zannedersin? Bu rahip iki şeriatta da İsevî kalmış, iki ücreti olmuştur: Kendi peygamberine uyma ücreti, İkincisi ise Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e uyma ücreti. Bu insan, inin­ceye kadar Hz. İsa’yı belder.

Orada bulunan sahabe Nadla ile beraber onu görmüş, ona Müslü­manlık ve imandaki durumunu ya da hangi şeriatla ibadet ettiğini sor­mamıştır. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, böyle bir şey sormayı emretmemiş­tir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in herhangi bir kimsenin şirkte bulunmasını onay­lamayacağını da kesin olarak biliyoruz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e indirdiği şeyin bilgisini öğretme işini kendi katından üst­lendiği bir takım kullarının bulunduğunu biliyordu. Bu öğretim, Allah Teâlâ’nın onlara bir rahmet ve ihsanıdır. ‘Allah Teâlâ’nın ihsanı büyüktür.’213 Adam cizye verenlerden olsaydı, şöyle diyecektik: ‘Muhammedi şeriat, cizye verdiği sürece dinine müsaade etmiştir.’ Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in risaletinin genelliği ve ortaya çıktığında getirdiğinden başka bir şeriat kalmayacağıyla ilgili ince bir meseledir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının bir yönü de, cizye verdikleri sürece Kitap ehlinin kendi şeriatlarına bağlı kalmalarına izin vermesidir. Yeryüzünde Allah Teâlâ’nın bu gibi nice kulları vardır!

İsevîlerin esası, daha önce ifade ettiğimiz gibi, İsevî ümmette orta­ya çıkan suretlerden ve kiliselerde onlara ait bulunan ikonlardan tevhi­din soyutlanmasıdır. Bunun nedeni, onların Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı­na bağlı olmalarıdır. Fakat sahip oldukları ruhanilik, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kandilinden Hıristiyanlarda İsevî (İsa kaynaklı) Yahudilerde ise Musevî’dir (Musa kaynaklı). Bu durum, ‘O’nu görürcesine Allah Teâlâ’ya iba­det et’, ‘Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesindedir’, ‘Kul namaz kıldığında rab­bine yönelmiştir’ gibi Allah Teâlâ hakkında bu nispetlerin yer aldığı ifadelerde dile getirilmiştir.

Bu ümmetten İsevî olan kimse (İsa meşrebinde) havada yürümek gibi bir keramete sahip değildir. Onlar su üzerinde yürüyebilir. Mu­hammedi olan ise, tabi olması hükmüyle, havada yürüyebilir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, İsrâ gecesinde götürülürken Hz. İsa hakkında şöyle demiştir: ‘İnancı artsaydı, havada yürürdü.’ Hz. İsa’nın kıyaslanamaya­cak ölçüde bizden güçlü ve büyük peygamberlerden biri olduğunda kuşku duymuyoruz. Biz ise (Muhammed ümmetinin seçkinleri), hiç kuşkusuz havada yürürüz. Havada yürüyen pek çok kimse gördük. Bu nedenle havada yürümemizin Hz. İsa’nın inancından daha fazla inan­mamız sayesinde değil, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymamızın doğruluğundan kaynaklandığını kesin olarak anladık. Kuşkusuz ‘herkes kendi meşrebini bilmiştir.’ Böylece bu makama sahip olduğu bu özel yönden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymamız sayesinde havada yürüyebildik, yoksa belirttiğimiz gibi Hz. İsa’dan üstün olabileceğimiz bir inanç gücüyle havada yürü­medik. Böyle bir şey söylemekten Allah Teâlâ’ya sığınırım. Hz. İsa’nın ümmeti de ona tabi olmak sayesinde su üzerinde yürürdü. Yoksa inançları Hz. İsa’nın inancına denk olduğu için yürüyemezler.

Biz, âdetleri aşmada peygamberlerle beraberiz. Adeti aşmak, onlara tahsis edilmiş ve onlara uymak sayesinde de benzerleri bizde gözük­müştür. Bu durumu, Kitâbu’l-Yakîn adlı eserimizde şöyle örneklendir­dik: Yönetici efendilerinin ayakkabılarını tutan gözde köleler, sultanın huzuruna girer, bazı valiler ise, girme izni verilmediği için kapının dı­şında kalır. Bu durumda efendileriyle birlikte huzura giren kölelerin girme izni verilmeyen valilerden daha üstün mertebede olduğunu mu düşünürsün? Köleler, sadece efendilerine uymak sayesinde huzura gir­miş değil midir? Her şahıs, kendi rütbesindedir. Yöneticiler yöneticiler­den üstün olabileceği gibi köleler de kendi cinslerinde kölelerden üstün olabilir. İşte takipçileri için gerçekleşen âdeti aşmalarda (kerametler) peygamber karşısındaki durumumuz budur.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin havada yürümesi bir binici gibi Burak üzerinde veya tahtırevanda taşman kimse gibi Refref üzerinde taşınarak gerçek­leşmişti. Burak ve refref, taşınıyor olması itibarıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kendiliğinde bulunduğu makamın suretini ortaya çıkartmıştı. Ayrıca bu durum, ‘Rahman Arş üzerine istiva etti214 ve ‘Rabbinin Arş’ını taşır’215 ifa­desinden hareketle ilahi bir ilişkiye dikkat çeker. Arş, taşınır. Bu, taşı­yanları şereflendiren bir taşıma; taşınanların rahat ve yüce olduğu bir haldir.

Pek çok yerde, bu ve benzeri yerlerde taşınanın taşınmayandan üs­tün olduğunu, taşıyanlara tahsis edilmiş gücün Allah Teâlâ’dan verildiğini be­lirttik. Bütün yaratıklar taşınsa bile, bu taşınma, herkese gösterilmemiş­tir. Taşıma acizlikten dolap, hakikatin taşınması -ağırlıkların taşınması gibi-, şeref ve övgü taşınması gibi farklı mertebelerde olsa bile, bu grupta olan ihsan, ilgili bölümde ortaya koyduğumuz gibi, onların gö­rünüşte taşınmalarıdır. Nitekim iddiadan arındıkları için, bâtınlarında da durum böyledir.

İsevîlerin etkin himmetleri, kabul edilen duaları, işitilen sözleri var­dır. Onların bir belirtisi şudur: Onlardan birini tanımak istediğinde, âleme karşı merhamet ve şefkat sahibi olan herhangi bir şahsa bakarsın. Onlar, kim olursa olsun, hangi dinde ve mezhepte olursa olsun, herkese karşı şefkatli, herkes hakkında hükmü Allah Teâlâ’ya havale etmiş kimselerdir. Onlar, hiçbir yaratık hakkında, Allah Teâlâ’nın kullarıyla konuşurken gönlü da­raltan bir şey söylemezler.

Onlarm bir belirtisi de her şeyin güzeline bakmaktır. Dil erinden ancak iyilik dökülür. Bu konuda, birinci ve ikinci tabakayla ortaktırlar. Birincisi, Hz. İsa’dan rivayet edilen şu olaya benzer: Hz. İsa, bir domuz görmüş ve şöyle demiş: ‘Selametle geç.’ Sebebi sorulduğunda şöyle ya­nıt vermiş: ‘Dilimi iyi söze alıştırıyorum.’ İkincinin örneği ise şudur: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir leş hakkında şöyle buyurmuştur.: ‘Dişleri ne kadar da parlak!’ Hâlbuki yanında bulunanlar cNe fena kokusu var’ demişler­di.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, belirli bir tarzda yılanların öldürülmesini emret­miş ve ‘Allah Teâlâ yılanı öldürmede bile cesaret sever’ buyurmuş olsa bile, Mina’da mağaradayken kendisine el-Mürselat süresi nazil olmuş -ki dağ günümüze kadar Mürselat adıyla bilinir, ben de teberrüken oraya gir­miştimansızın bir yılan çıkmış, sahabe yılanı öldürmeye kalkışmış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise onları engellemiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ onu sizin kötülüğünüzden sizi de onun kötülüğünden korumuştur.’ Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, emrettiği halde yılanı öldürmeyi kötü diye isimlendirmiştir. Bunun bir örneği, kısas ayetindedir: ‘Kötülüğün cezası, onun gibi bir kötü­lüktür. 216 Allah Teâlâ kısası kötülük diye isimlendirmiş ve affa teşvik etmiştir. Verilen örnekte ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gözü, ölüdeld en güzel şeye ilişmiştir.          .

Allah Teâlâ’nın velileri de, her işte o işin en güzel tarafına bakar. Onlar, kötülükleri değil yaratıkların kötülüklerini görmez. Çünkü kötü işler­den uzak durmak kendilerine emredilmiştir. Nitekim onlar, günahları duymaktan sağır, bazı yerlerde mubah olsa bile kötü söz söylemekten dilsiz olan kimselerdir. Biz, onları böyle tamdık. Onları seçip ve ayırt eden ve dosdoğru yola ulaştıran Allah Teâlâ münezzehtir. ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hi­dayet ettiği kimselerdir ve onların hidayetine uyulur.’217

İşte bu, Hz. Muhammed’de İsa’nın makamıdır. Çünkü Hz. İsa, zaman olarak Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den öncedir ve bu haller ondan nakle­dilmiştir. Allah Teâlâ, Hz. İsa’nın da arasında bulunduğu önceki peygamber­leri zikrederken, peygamberine şöyle hitap etmiştir: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hi­dayet ettiği kimselerdir ve onlarm hidayetine uyulur.’

Bununla birlikte risalet makamı, öğrenilsin diye, güzeli çirkinden ayırt etmeyi gerektirir. Nitekim Allah Teâlâ, ‘insanlara kendilerine indirdiğimiz şeyi açıklayasın diye,2,s buyurdu. O halde peygamber, bir şahsa kötülüğü açıklarsa, bu açıklama vahye göre yapılır. Nitekim bir şahıs için ‘Aşire­tin oğlu ne kötüdür’ demiştir. Hızır da, çocuğu öldürmüş ve şöyle de­mişti: ‘Kâfir olarak yaratılmıştı.’ Ayrıca onu öldürmeseydi, ondan anne­si ye babası adma meydana gelecek kötülüğü bildirmiş ve şöyle demiş­tir: ‘Ben bunu kendiliğimden yapmadım.’

O halde, kendiliklerinden bu adamlara ait olan şey güzel söz, güze­le bakmak, güzeli dinlemektir. Herhangi bir peygamber ve veliden bun­ların dışında bir şey meydana gelirse o, ilahi emirden kaynaklanır ve on­ların sözü değildir.

Bunlar, Allah Teâlâ’nın /sevilerin halleri hakkında zikretmeyi nasip ettiği şeylerdir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’

OTUZ YEDİNCİ BÖLÜM

İsevî Kutupların Bilinmesi, Onlarm Sırları

Allah Teâlâ seni Ruhu’l-kuds ile desteklesin: Bilmelisin ki,

Kutup, işte ayakları sabit olan kimsedir.

İsevî ise, gelişinin kendisini izhar ettiği kimsedir

İsevî gün gelir yükseltilmiş olan kimsedir.

Nebiler arasında tanıklıkta delilleri                                                              .

Babasından ona gelmiştir bütün kokular Burnundaki misk gibi; öğretimi vahiyledir

Hayat ona ait; onunla dilediğine hayat verir Artık ölmez ve günleri onu yok etmez

Onu görürsen, kuşkusuz ki, ayeti ona gelmiştir Varolanlarda hükümleri gözüksün diye koşar.

Dille yönelmiş olarak; onlara dersin ki . ‘Sen Allah Teâlâ’sın’, hâlbuki (böyle dediklerini) öğreten Allah Teâlâ’dır.

Cevabı: Denilen denildi, bağışla!

Bakma onlarm işlediği günaha (İsa’nın kavmi hakkında dediği gibi)

Yaratıkların ilahı, böyle diyenlere merhamet etsin Kendisine ikramda bulunduğu kavme.

(İki Miras: Muhammedi ve İsevî)

Allah Teâlâ sana Ruhu’l-kuds ile yardım etsin, bilmelisin ki: Hz. İsa meş­rebindeki kutup, iki mirasın kendisinde toplandığı kişidir. İki miras, sa­yesinde edilginliğin meydana geldiği ruhsal miras ile Hz. İsa’nın zev­kinden meydana gelen Muhammedi mirastır. Bu zorunludur. Onların makam ve hallerini açıklamış olduk. Bu bölümde ise, sırlarından bir kısmını zikredeceğiz.

İsevî meşrepliler, keşif yoluyla veya Tanrı’nın bildirmesiyle bir şa­hısta yetenek görüp sahip oldukları ve etkileri altındaki hallerden birini ona vermek isteyince, hemen o şahsa temas eder veya ona sarılır veya onu öper veya ona elbiselerinden bir parça verirler veya ‘elbiseni aç’ derler ve vermek istedikleri şeyleri avuçla ona doldururlar. Bakan kişi de, onların havayı avuçladıklarını zanneder. Sonra avuçlayabildikleri miktarda şeyi elbisesine koyarlar ve ona ‘Elbisenin bütün uçlarını göğ­süne doğru topla’ ya da vermek istedikleri halin durumuna göre ‘onu giy’ derler. Bunlardan hangisini yaparlarsa yapsınlar, söz konusu hal, elbiseyi giymesi emredilen ve istenilen o şahsa o andan itibaren gecik­meksizin sirayet eder.

Bu hali bir şeyhimizde gördük. Avamdan insanların yanına gelir ve bana şöyle derdi: ‘Şu şahıs istidatlıdır.’ Ardından ona yaklaşır. Şahsa temas ettiğinde veya göğsüyle sırtına vurduğunda, o hal o kişiye sirayet eder ve içindeki istidat ortaya çıkar ve Rabbine yönelirdi. Bu hal, Mek­ke’de defnedilmiş ve Ezdeşir’in talebesi olan Mekkî el-Vâsitî’de vardı. Bu hal kendisini tuttuğunda, yanmda bulunan kimseye ‘bana sarıl’ der­di. Veya yanında bulunan kişi, onun halini anlayıp o Hakk girdiğini gör­düğünde, kendisiyle kucaklaşırdı. Böylece söz konusu hal, sarılan şahsa nüfûz eder ve onunla kuşanırdı.

Cabir b. Abdullah, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e at sırtında duramadığından şikâyet etmiş. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, eliyle göğsüne vurmuş, artık bir daha at üstünden düşmemiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bir sahabesinin altında bulunan ve en geride kalmasına yol açan tembel bir bineğe eliyle dokunmuş. Dokunur dokunmaz, sahibi artık bineğini durduramamış, bütün bineklerin önüne geçmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bir gün Ebû Talha’ya ait yavaş yürüyen bir ata binmiş, sonra o at hakkında şöyle demiş: ‘Biz onu bir derya olarak gördük. Artık at bir daha hiç geçilmemiş!

Ebû Hureyre, dinlediklerini unutması hakkmda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e serzenişte bulunmuş. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Ebû Hureyre! Elbiseni aç!’ Ebû Hureyre elbisesini yaymış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir veya üç avuç havayı almış, Ebû Hureyre’nin örtüsüne atmış ve ona şöyle demiş: ‘Örtünü sırtına giy.’ Ebû Hureyre elbisesini giydik­ten sonra bir daha duyduğu hiçbir şeyi unutmamış. Bütün bunlar bu makamla ilgilidir.

Bu meseledeki sırra bakınız! Bu olaylardan her biri, Allah Teâlâ’nın ortaya koyduğu sebepleri ispat için, duyulur bir hareketle gerçekleşmiştir. Böylece ilahi emrin geçersiz olmadığı ve onun gerçekte bu tarzda oldu­ğu öğrenilir. Arif ise, buradan ilahi isimlerin nispetlerini (niteliklerini), varlıkların onlarla irtibatını ve bu durumu ilahi mertebenin özü gereği gerektirdiğini öğrenir. Muhakkik bilgin de, bu işlerle ve ilahi uyanlarla hikmetin zuhur eden şeyde olup bu durumun değişmeyeceğini, sebep­lerin ortadan kalkmayacağını öğrenir. Başka bir sebep olmaksızın bir sebebin ortadan kalktığını iddia eden bir insanın, ne kalkan sebep ve ne de kaldırılan sebep haldcında bilgisi vardır. Kula bilgi ve onunla amel etmekten daha değerli bir şey verilmemiştir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın kulların­dan edep sahiplerinin halleridir.

Onlarm sırlarından biri de, belagat bahislerinden konuşmaları ve Kuran’ın ı’caz (benzerini getirmekten aciz bırakma) özelliğini bilmele­ridir. Onlar, edebiyat ldtapları okumak şeklinde alışılagelmiş yöntemle Arapça haldcında bilgi edinmemiş veya da böyle öğrendikleri duyurulmamıştır. Bildikleri şeyleri bu yolla elde ettikleri malum değildir. Bila­kis bildikleri, nefislerinden öğrendikleri özel bir yöntemle, ilahi hibeler­den meydana gelmiştir.

Bu insanlar, güzel yazı yazsalar bile, ümmidir (okuma yazma bil­meyen). Onlar insanların avamıdır ve genellikle (mutat) güçlerinin dı­şındaki şeyleri dile getirirler. Çünkü onlar Arap değildirler. Arap olsalar bile, dil nedeniyle değil, nesep nedeniyle Arap’tırlar. Kuran’m aciz bı­rakma özelliğini böyle bilirler. Buradan, Kuran’m aciz bırakma özelliği ve onun Hakkın sözü olduğu öğrenilir.

Bir vakıamda, bana şöyle denildi: ‘Kuran’m aciz bırakması ne de­mektir, bilir misin?’ ‘Hayır, bilmiyorum’ dedim. Şöyle denildi: ‘Kuran’ın aciz bırakması, onun Haktan haber veriyor olmasıdır. Sen de

Hakka sarıl, sözün susturucu olsun.’ Çünkü Kuran’ın benzerini getir­meye yeltenen kimsenin ilk yalanı, Allah Teâlâ tarafından olmadığı halde ge­tirdiği şeyin Allah Teâlâ’dan geldiğini iddia etmesidir. Böylece Allah Teâlâ hakkında bilmediğini söyler ve hiçbir şey meydana getiremez ve ortaya koyamaz. Çünkü batıl, yok olucudur, sabit değildir. Sonra bu adam, karşı koy­mak istediği sureye lafız itibariyle uygun bir takım işlerden haber verir. Hâlbuki onlar olmamış ve gerçekleşmemiş işlerdir. Dolayısıyla onlar batıldır ve batıl, yokluktur. Yolduk, varlığa karşı koyamaz. Kuran ise, gerçekte doğru (Hakk) olan varlığa mensup bir şeyden haber vermektir. Bu durumda karşı koyanın, onun benzerini yerine getirmekten aciz kalması gerekir. Şu halde fiil, söz ve hallerinde Hakka uyan kimse, dö­nemindeki insanlardan ve kendi yolunu tutmayan herkesten ayrışmış demektir. Böyle bir insan, Hakkın dışında bir şeyle onun makamını ta­savvur etmek isteyeni aciz biralar.

Onların hallerinden biri de, doğalar ve doğaların birleşme ve ay­rışmalarını, değerli taşların yararını keşif yoluyla bilmektir. Şeyhimiz Ebû Abdullah el-Gazzâl, Meriyye’de seyr-i sulûku esnasında şeyhi, dev­rinin edibi Ebû Abbas el-Arîfin meclisinden çıkmıştı. Ebû Abdullah, ormanlık bölgeden mahallesine doğru giderken meradaki bütün bitkile­rin yararlarını kendisine söylediğini görmüştü. Söz gelimi bir bidd veya ot kendisine şöyle der: ‘Beni al, çünkü ben şuna faydalıyım, şu zararı uzaklaştırırım.’ Böylece kendinden geçmiş ve ona sevgi duyarak ve ona yaklaşarak bütün bitkilerin nida edişinden hayrette kalmış.

Ardından şeyhine dönmüş, durumu ona bildirince, şeyhi şöyle de­miş: ‘Bize bunun için hizmet etmedin. Bitkiler sana yarar ve zarar veren olduklarını söylerken, ed-Dâr (zarar veren) ve en-Nâfı’ (fayda veren) aklına gelmedi mi?’ Bunun üzerine şöyle demiş: ‘Efendim, tövbe.’ Şeyhi şöyle der: ‘Allah Teâlâ seni denemiş ve imtihan etmiştir. Ben sana sadece Allah Teâlâ’ya ulaşmayı gösterdim, başkasına değil. Senin tövbenin doğruluk öl­çüsü, tekrar o yere gidip tövbende dürüst isen, daha önce seninle konu­şan bitkilerin artık konuşmamasıdır.’

Ebû Abdullah el-Gazzal sesleri işittiği yere dönmüş, duymuş oldu­ğu seslerden hiç birini duymamış, bunun üzerine Allah Teâlâ’ya şükür secdesi yapmış, şeyhine dönmüş ve durumu ona bildirmiş. Şeyhi şöyle demiş: ‘Seni kendisine seçip, şereflendiğini düşündüğün halbuki gerçekte se­ninle şereflenen varlıklardan benzerin olan bir varlığa seni bırakmayan Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’

Şeyhin himmetine balanız!

Bu makamdaki insan, doğaların sırlarını öğrenip hakikatlerinin bil­gisine ulaştığında, Allah Teâlâ’nın Âdem’e öğrettiği ilahi isimlerin yarısını öğ­renmiş olur. Bunlar şaşılacak ilimlerdir. Allah Teâlâ, bu yollardan bizi onlarm bilgisine ulaştırdığında, hayrete düşüren bir iş gördük. Allah Teâlâ’nın yaratık­larındaki sırrını ve ilahi iktidarın her şeye nüfuz ettiğini öğrendik. Şu halde hiçbir şey, o olmaksızın fayda veya zarar veremez, konuşamaz, hareket edemez.

Allah Teâlâ âlemi suretlerle perdelemiştir. Böylece insanlar, bütün bunla­rı kendilerine ve şeylere nispet etmiştir. Allah Teâlâ ise şöyle buyurur: ‘Ey in­sanlar! Sizler Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız.’219 Allah Teâlâ’nın sözü doğrudur ve o bir ha­berdir. Böyle bir haber, nesh edilemez. O halde sadece Allah Teâlâ’ya muhtaç­lık vardır. Bu ayette Allah Teâlâ, muhtaç olunan her şey diye isimlendirilmiş­tir. Yoksul ise, hiçbir şeyin muhtaç olmadığı ve her şeye muhtaç kimse demektir, insan hikmete göre konuldukları yerlerde sebeplere ulaşır ve onları ihlal etmez.

Bu zevk, çetindir. Gördüğüm hiç kimsenin ona ulaştığına tanık olmadığım gibi önceki ve sonraki nesillerden kimsenin ona ulaştığı da bize bildirilmedi. Fakat bir gruptan ‘sebepleri ispat’ fikri bize ulaşmış ve onları görmüştük, ancak o, bu konuyla ilgili değildir. Çünkü bizim zik­rettiğimiz ve öğrenmek istediğimiz, ulûhiyetin sebeplere sirayeti veya sebeplerin perdesi ardından Hakkın sebeplerin zadarında tecellisi veya sebeplerin ulûhiyette tecellisidir. İşte bu, hiç kimsenin tatmadığı bir bil­gidir. Şu var ki Kuran’da bu konuyla ilgili bir ayet vardır. Bu ayet, Ku­ran’da biriciktir ve değeri bilinmez, çünkü (görünür) bir kıymeti yok­tur. Sabit bir kıymeti olmayan herhangi bir şey, üslubunun nefisliğine inanılsa bile, zorunlu olarak değeri bilinemeyen şeydir.

Onlarm sırlarından biri de, dünyadaki iki yaratılışı bilmektir. Bu iki yaratılış, doğal ve ruhsal yaratılıştır. Bunların aslı nedir? Ayrıca, ahiretteki iki yaratılışı bilmek de onlara ait bilgilerdendir. Bunların ash nedir? iki yaratılışın, yani dünya ve ahiret yaratılışının bilinmesi de. on­larm sırrıdır. Bunlar, bilinmesi gereken altı ilimdir.

Onların sırlarından biri de, içlerinden bir şahıs için bu makam yet­kinleştiğinde, ona altı yüz ilahi gücün verilmesidir. Söz konusu insan, bu güçlere babasına en yalan dedesinden vâris olur. Böylece, o güçlerle onların gereğine göre iş yapar: Dilerse gizler, dilerse ortaya çıkarır. Giz­lemek, ortaya çıkarmaktan daha üstündür. Çünkü kulluk, bu güçlerden Efendisinin emrini veya hakkını ifa etmede yararlanacağı şeyleri alır. Böylece kulluğunun hükmü sabit kalır. Kasıtlı olarak, kendisini bu ma­kamdan çıkaran her güç, Allah Teâlâ ricali için istenilen bir güç değildir. Çünkü onlar, güç ve kuvvet sahibine karşı koymazlar.

Allah Teâlâ, hükümdarlar veya Hz. İsa’yı rab edinenler gibi Ehl-i Kitap’tan bir grubun iddia ettiği üzere, Rabler olarak ortaya çıkmaları için değil, kendisine kulluk etmek için yardım istemelerini onlardan talep etmiştir. Söz konusu kişiler, şöyle iddia etmiştir: ‘Muhammed bizden İsa’ya ibadet ettiğimiz gibi kendisine ibadet etmemizi ister.’ Bunun üzerine Allah Teâlâ şu ayeti indirmiştir: ‘De ki, ey kitap ehli! Bizimle sizin ara­nızda eşit olan bir kelimeye geliniz: Sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmek, hiçbir şeyi O’na ortak koşmamak, Allah Teâlâ’dan başka birbirimizi rabler edinmemek:220

Onların sırlarından biri de, yakın dedelerine yönelmedikleri sürece, babalan yönünden yükselişlerinde üçüncü göğü aşmamaktır. Yalan de­delerine yöneldiklerinde ise, bir kısmı Sidre-i Münteha’ya ulaşır. Orası, kulların amellerinin nihayette vardığı ve kendisini aşamayacağı merte­bedir. Hakk, o amelleri buradan kabul eder. Bu mertebe, sahibinin öl­düğü kıyamet gününe kadar, amellerin berzahıdır.

Bu grubun sırları hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirminci faşım sona ermiştir. Onu yirmi birinci kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar