Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 10
SEFÎNE-İ EVLİYÂ
Osmânzâde
Hüseyin VASSÂF
(1872-1930)
CİLT : 4
Yayına
Hazırlayanlar:
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ Prof. Dr.
Ali YILMAZ
Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Ankara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Öğretim Üyesi
İstanbul
- 2005
/7/ Hz. ŞA'BÂN-I VELÎ'NİN ECELL-İ HULEFÂSI:
Kastamonulu
Osmân Efendi ile Hayreddîn, Muhyiddîn ve Musihuddîn Vahyî ve İskilipli Abdülbâkî
Efendilerdir. Her biri zâhir ve bâtında kemâlât sâhibi olmuştur. Hz. Pîr
efendimizden sonra sırasıyla Âsitâne'de post-nişîn-i hilâfet oldular ve
mürde-cânları uyandırdılar.
Umûm
hulefâ-yı Hz. Pîr'i bildiren bir eser yoktur. Biz bu beş zâtın tercüme-i
hâllerinden bahsedeceğiz.
1. Şeyh Osmân Efendi
Kastamonulu
şûh ve âşık-meşreb, sehâ ve mürüvvet ile mühezzeb, ahlâk-ı hasene ile
mütehallık idi. Hz. Pîr'in nice zamânlar hizmet-i aliyyelerinde bulunup, nâil-i
hilâfet oldukta, emr-i Pîr ile Tokat'a i'zâm buyurulmuş idi. Şeyhinin
irtihâlini haber alınca hemen Kastamonu'ya şitâbân olup, te'sîr-i hasret ile
pek ziyâde yanmış, yakılmış; nihâyet gördüğü rü'yânın delâletiyle vefâtından
kırk gün evvel ihvân-ı tarîkata ihyâ-yı hakîkat eyleyip, kırkıncı günü cânını
cânânına teslîm eyledi. Na'ş-ı şerîfleri, Hz. Pîr'in yanına defn olundu.
Ricâlu'llâhtan idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
2. Şeyh Hayreddîn Efendi
Kastamonuludur.
Her husûsta ehl-i temyîz; musâhabeti lezîz idi. "Kazancı Hayreddîn"
denilmekle ma'rûftur. Ricâl-i mümtâze-i tarîkattan olup, Hz. Şa'bân-ı Velî'nin
kemâline vâkıf olan eâzımdandır. İlm-i tefsîr ü hadîste yed-i tûlâ sâhibi idi.
On yıl, âsitâne-i Hz. Pîr'de seccâde-nişîn oldu. Etrâf-ı âleme kâmil ve
mükemmil nice mürşidler gönderdiler. Mübârek nefesleri, bi-kudreti'llâhi teâlâ,
bâis-i şîfâ olup, merzâ-yı müslimîn şîfâ-yâb olurlar idi. Hz. Pîr civârında
asûde-nişîn-i rahmettir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
3. Şeyh Abdülbâkî Efendi
İskiliplidir.
Pederlerine "Acem Alisi" derler idi. Böyle denilmesinin sebebini
mahdûmları Muhammed Çelebi[1] naklediyor:
Diyâr-ı Acemden Rûm'a bir nâm-dâr pehlivân gelip, Çorum kazâsında her kimin ile
güreştiyse yendi. Neş'e-i gâlibiyyet ile İstanbul'a giderken Abdülbâkî'nin
pederine rast gelmiş, onunla güreşip mağlup olmuştur. Bundan dolayı "Acem
Alisi" diye şöhret buldu.
/8/ Abdülbâkî Efendi âlim ve ârif idi. Aklî-naklî ulûmda
ihtisâsı fevka'l-âde bir nisbette; ilm-i bâtında da ferîd-i asr olmuş idi. Genç
iken bir gözleri kazâen alîl oldu. Hz.
Pîr-i azîz, müşârünileyhin kuvve-i ilmiyyelerini beyân için, azîzin kalbleri
âleminde olan hâllerini, sûret âleminde olan hâl ile temsîl edip, "Eğer
bizim Abdülbâkî'nin bir gözü daha olsaydı, mütâlaada her maânî-i dakîkayı
istihrâcta kitâbı delip, öte yana geçerdi." buyururlar imiş. Hz.
Pîr'den ahz-ı feyz edip, merâtib-i âliyyeye nâil olmuş ve İskilip kurbunda
Çorum'a irşâd-ı nâsa me’mûren i'zâm buyrulmuştur.
Hayreddîn
Efendi'nin irtihâli üzerine Âsitâne-i Hz. Pîr'de seccâde-nişîn oldular. Cuma
günü ve gecesi tefsîr ve hadîs okuturlar imiş. Avâm ve havâssın anlayacağı
sûrette tefhîm ve tavzîh ettikleri cihetle sâmiînden nice kimselere hâl gelir
imiş.
Etrâfa çok
halîfeler göndermişlerdir. Bi-hakkın kâmil ve mükemmil idi. Menâkıb-ı
şerîfeleri ve ahvâl-i latîfesi zebân-zed olmuş idi. İrtihâl-i dâr-ı bakâ
eyledikleri zamân, civâr-ı Hz. Pîr'de tevdî'-i türâb-ı gufrân kılındılar.
4. Şeyh Muhyiddîn Efendi
Kastamonu
civârında Küre-i Hadîd[2] nâm
kasabadan neş'et etti. Ulûm-ı zâhireyi tahsîl esnâsında takvâsı gâlib gelmekle
berâber hâlet-i ilâhiyye ve cezbe-i hakîkiyye zuhûr edip, aşk-ı hakîkî
sevdâsıyla Hz. Pîr'in hulefâ-yı kirâmından Küre-i Hadîd'de bulunan Mahmûd
Efendi hazretleri yediyle sülûk edip, ilm-i tasavvufta pek ileri gitmiştir.
Mahmûd Efendi'nin âlem-i bakâya irtihâli üzerine "Sen bende Mahmûd
Efendi'nin yâdigârısın." diye Hz. Pîr taht-ı irşâdına almıştır. Atabey
Câmi'-i şerîfinde hitâbet ve imâmet vazîfesi vardı. Hz. Pîr'in hizmetini câna
minnet bildiği cihetle fedâkârâne hıdemât-ı ber-güzîde ibrâzıyla duâ-yı Hz.
Pîr'e mazhar oldu. Ba'dehû halkı berâ-yı irşâd Şam taraflarına hilâfetle i'zâm
olunmuş ve o havâlîde nice cânları uyandırdıktan sonra tekrâr Kastamonu'ya
avdetle Şeyh Abdülbâkî Efendi'nin intikâlinde câ-nişîn olmuş idi. Ashâb-ı
kemâlden olup, menâkıp ve kerâmâtı menkûldür. Rihletleri 1013/(1604-05)
târîhine müsâdiftir.
5. Şeyh Muslihuddîn Vahyî
Kastamonuludur.
Hz. Pîr'in çeşme-i füyûzât-ı ârîfânelerinden sîr-âb olan erbâb-ı kemâldendir. Mi'râcü'l-Beyân isminde hakâyık-ı
tevhîde ve dekâik-i sülûka dâir pek ârîfâne yazılmış manzûm bir eserleri
vardır. Âsitâne-i Pîr'de post-nişîn olmamışlardır. Bu eser, ahîren Post-nişîn-i
Hânkâh-ı Muhammed Atâullâh Efendi delâletiyle tab' olunmuş ve bir nüshası bu
abd-i kemtere ihdâ buyurulmuş idi. Mütâlaasından fevka'l-âde müstefîd oldum,
cidden ârîfâne yazılmış bir te'lîf-i güzîndir. Hz. Pîr ile münâsebetinden bahs
ettiği sırada o sultân-ı tarîkat hakkında diyor ki:
/9/ A'ni sultân-ı meşâyıh rükn-i dîn
Pîrimiz Sultân-ı Kutbu'l-ârifîn
Çün gönülden hizmet itdim
bî-riyâ
Himmet itdi bana kutb-ı evliyâ
Evliyâ tahtına ol sultân idi
Gördüm anı kâmil-i insân idi
Vâsıl-ı Hak ârif-i bi'llâh idi
Kâşif-i sırr-ı kelâmu'llâh idi
Her kime himmet iderdi zerrece
Ol mukarreb olur idi ey hoca
Kutb-ı âlem gavs-ı Hak şettâr
idi
Nakd-i sırr-ı Haydar-i Kerrâr
idi
Ma'den-i nûr-ı velâyet idi ol
Sâhib-i feyz ü kerâmet idi ol
Olmuş idi evliyâ fermân-beri
Evliyânın olmuş idi serveri
Ol idi ilm-i leddünnün mazharı
Kârbân-ı râh-ı Hakk'ın rehberi
Bende idi cân u dil fermân-beri
Çün fenâ tahtının oldur dâveri
Dir idi ilm-i ledünnîden sebak
Tıfl-ı cânım okumuşdu bir varak
Cân içinde bir sebak verdi bana
Hızr-ı ma'nâ sonra oldu
reh-nümâ
Çünki buldum istediğimden nişân
Müşkilim cümle ıyân oldu hemân
Ben "sekâhum"
câmını nûş eyledim[3]
Akl u cânım anda bî-hûş eyledim
Basmışım meyhâne-i aşka kadem
Ehl-i aşka sâki oldum
dem-be-dem
Bir elimde nûr-ı şer'-i Mustafâ
Bir elimde rükn-i sırr-ı evliyâ
Hâdim-i şer'-i Rasûl-i kibriyâ
Sâlik-i nehc-i gürûh-ı evliyâ
Hâk-pâ-yı zümre-i ehl-i fenâ
İbn-i Müftî Musihuddîn bî-riyâ
Vefeyât-ı Ekâbir-i İslâmiyye nâm eserde
bu isimleri gördüm:
Şeyh Vişne
Muhammed Efendi : Hz. Pîr hulefâsındandır. 982/(1574)'de irtihâl eylemiştir.
Şeyh Şa'bân
Efendi. Hz. Pîr'in hulefâsındandır. 1002/(1594)'de irtihâl eylemiştir.
Hadîkatü'l-Cevâmi'de şöyle
yazar ki :
"Fişne Muhammed Efendi, Pîr hulefâsından olup, Üsküdar'da Vâlide-i
Atîk Câmi'-i şerîfinde Cuma va'ziyyesi ibtidâ bunlara tevcîh ve zevâyesine post-nişîn
oldu. 991/(1583)'de bir sene mürûrunda maktûlen şehîd olmuştur. Mahdûmu
Muhammed Efendi, "Fişne-zâde" diye meşhûrdur. Şemsî Ahmed Paşa
Zâviyesi'ne şeyh olan Hızır Efendi, İstanbul'da kâin Muhammed Ağa Zâviyesi'ne
nakl olundukta mûmâileyh Fişne-zâde onun yerine şeyh oldu. Vefâtı
1040/(1630-31) senesindedir. Bir Fişne-zâde de Şeyhü'l-islâm Yahyâ ve Zekeriyyâ
Efendilerin pederleri olup, Çarşamba'da müşârünileyhimânın inşâ eyledikleri
medrese civârında medfûn idi. Cümlesinin mezârı Şehremâneti tarafına kaldırılmıştır
ve yola kalb olunmuştur. Kıymet-nâ-şinâslığın eseri gösterilmiştir."
Şeyh Hayreddîn Efendi
Müşârünileyhimden
Şeyh Osmân Efendi halîfesidir. Ricâlu'llâhtan sâhib-i kerâmet bir sâhib-i irşâd
idi. Tarîk-ı Halvetiyye'yi ihyâ edenlerdendir. Bursa'da Çatalfırın civârında
Ahmed Paşa Câmii Tekkesi civârında türbeleri hâlen kalb-i uşşâk gibi mahrûktur.
eş-Şeyh Hızır b. İlyâs
Hızır b.
Nasûhî hulefâsından Hasan Efendinin eserinde gördüm ki, Yayabaşı-zâde eş-Şeyh
Hızır b. İlyâs, Yeniçeri Ocağı'ndan zuhûr edip, Eyüp'te tevellüd ve tahsîl-i
irfân eyledikte Ma'lûl-zâde Nakîb Efendi
hizmetine girip o esnâda Fişne Efendi'ye vâsıl ve ahz-ı bey'at ile
tahsîl-i kemâlât edip, Orta Câmi'de vâiz oldular.
980/(1572-73)
hudûdunda Üsküdar'da, sâlifü'l-beyân Şemsi Paşa Câmii ve Dârü'l-Hadîs ve
Hânkâhı tamâm oldukta ibtidâ meşîhatı buna verildi. Fâtih Sultân Mehmed Hân ile
Eğri seferine me’mûr oldu. 1005 Rebîu’l-evvelinin dördüncü (26 Ekim 1596) günü
muhârebede sufûf-ı düşmânı yararak nâ-bedîd oldu. Müntesibleri cesedini
buldular. Kabzasında düşmânın perçemini gördüler. Cesedini İstanbul'a
getirirlerken Tatar Pazarcığı'nda vâkıâlarındaki işâret üzerine oraya defn
ettiler. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Sinân Efendi
Kebabcı-zâdedir.
Hayreddîn Efendi halîfesidir. Bursa'da Murâdiye'de neşr-i feyz-i tarîkat
eyledi. 1020/(1611)'de irtihâl
etti. Hamzabey Mahallesi merâkıdında âsûde-nişîn-i rahmettir.
Şeyh Ömerü'l-Fuâdî
Menba-ı
fazl-ı Hâdî bir zât-ı âlî-kadr olup, hâmil-i esrâr-i Hz. Pîr bir şeyh-i
meâlî-semîr idi. Cenâb-ı Pîr'in küçük yaşta iken nazar-ı feyz-eserine mazhar
olmuş ve intikâlinde vâkıa sinni kemâle gelmemiş idi. Fakat o nazarın te'sîri
onda küçük yaşında rû-nümâ olmağa başladı. Ba'dehû Şeyh Muhyiddîn Efendi
tarafından teslîk ve irşâd vâki' olup, nâil-i hilâfet olarak /10/ silsile-i zerrîn-i Şa'bânîyyye'nin
bir rükn-i a'zamı olmuştur. Tercüme-i hâllerini tafsîlen beyân eder bir esere
dest-res olamadım. Muhyiddîn Efendi'den sonra Âsitâne-i Hz. Pîr'de
seccâde-nişîn-i reşâdet olup, otuzüç sene neşr-i feyz-i tarîkat buyurdular.
İrtihâlleri
1046/(1636-37) senesine musâdif olup, Âsitâne-i Hz. Pîr'de defîn-i hâk-i
irfândır.
Alâ-rivâyetin
Hz. Pîr'in mufassal bir menâkıb-nâmesini yazmış; bir de muhtasarını silk-i
tahrîre çekmiştir. Bu ikincisi 1293/(1876) senesinde Kastamonu'da tab'
olunmuştur.
Türbe-nâme'si de vardır ki, mezkûr esere lâhikadır. Bunlardan
başka, Tercüme-i Mi'yâru't-Tarîka,
Vâkıât, Risâle-i Tevhîdiyye, müretteb Dîvân,
Bülbüliyye, Muslihu'n-Nefs, Pend-nâme,
Ta'rîfât, İlm-i Nahv, Risâle-i Dürriyye,
Makâle-i Ferdiyye, Risâle-i Virdiyye,
Tevsîkıyye, Sadefiyye, Şevkıyye fî
Hakkı'd-Devrâni's-Sûfiyye, Şerhu Risâle-i Zenbilî Ali Efendi fî Hakkı
Devrâni's-Sûfiyye, Risâle-i Devrân, Ravzâtu'l-Ulemâ,
Menâkıb-ı Şa'bânîyye, Levâyıhu'l-Envâr,
Şerhu Vird-i Settâr-ı Halvetiyye, Gül-âbiyye, Aseliyye,
Silsile-nâme, Müsellesât cümle-i âsârındandır.
Derece-i
irfânı eserlerinden anlaşılır.
Âsâr-ı
manzûmesinden:
Gitdi cismim
geldi bir cân yerine
Gitdi cânım
geldi cânân yerine
Ölmeden
cânâna cânın virmeyen
Bulmayup
derdine dermân yerine
Sırr-ı cânı
vü fedâsın anla kim
Duymayan bu
râzı her ân yerine
Îyd-i
vaslına Fuâdî İrişüp
Virdi cânın
bunda kurbân yerine
* * *
Ne safâdır
ulemâ tâlib-i irfân olsa
Mürşidi dahi
anın kâmil-i insân olsa
Söylese
keşf-i hakâyıkdan olup hâli kavî
Mahzen-i
ilmi ledün olsa vü sultân olsa
Zerre-veş
gösterüben mâ’nide şems olsa hemân
Zâhiri katre
olup bâtını ummân olsa
Varmayın
nâkıs u nâdân yanına tâlibler
Dervişi
nâkıs ider mürşidi nâdân olsa
Feyz-i
Rahmânî ile kâmil olurdu tâlib
Ey Fuâdî mürşidi
mazhar-ı Rahmân olsa*
* * *
Ey tâlib-i
irfânı kesretde koma cânı
Bülbül gibi
ol dâim vahdet gülü hayrânı
Meclâ-yı dil
ü cânı pâk eyle alâıkdan
Tâ ide
tecellî bir hâlet-i rûhânî*
Hâliyle
kemâliyle tahsîl-i fenâ eyle
Bâkî olup ol
sende ilm-i ledünnün sultânı*
Mefhûm-ı
amâyı bil âmâlini terk eyle
Fehm eyle
şuhûduyla el-ân ke-mâ-kânı*
Esrâr-ı
kemâl-i Hak göründü Fuâdî'de
Feyyâz-ı
ezel virdi çün neş'e-i Rahmânî
* * *
/11/ Gidemezsin
reh-i cânâna bensiz
Varırsın
hazretine lîk sensiz
Dile mahsûs
olan kâli niderler
Ki hâl ehli
anı söyler dehensiz
Resen ile
İrişdi dâra Mansûr
Hüviyyet
ehli İrişir resensiz
Dile
Yûsuf gamından olma hâlî
Ki Ya'kûb'un
evi olmaz hazansız
Bu dem
rûhuyla nefsi ile hem-dem
Fuâdî ârif olmaz
cân bedensiz
* * *
Bir katre-i
nâçîzim benden görünür ummân
Bir zerre-i
bî-haddim şems anda olur pinhân
Bağbân
olarak girdim bir gül-şen ü bustâna
Duymadı beni
hergiz ne gül-şen ü (ne) bustân
Ser hadd-i
hakîkatda cânım bulalı vahdet
Ol berzah-i
ekberdir illâ ne bana meydân
Kesret yüzü
fark itdi ma'şûkla uşşâkı
Vahdet anı
cem itdi mahv oldu kamu a'yân
Kalbine Fuâdî'nin
yâr eyledi çok ikrâm
Bu dergeh-i
a'lâda cânı olalı mihmân
* * *
Zikr-i
Hak'da Hû'ya girmek isteyen
Sâlik olsun
Halvetî erkânına
Hû ile
lâhûta irmek isteyen
Mâlik olsun
Halvetî irfânına
* * *
Ben belâ
sahrâsının Mecnûnuyum el bî-haber
Leyli'yi
Mevlâ'ya tebdîl eyledim el bî-haber
* * *
Görmek
istersen eğer ilm ü kemâlin hâlini
Kendi
âyîneni sâf eyle Fuâdî her zamân[4]
- - -
إبتدأت حالة العشق كعين جالساً
عند عشق كان
أستادى قديماً ليس غيرِ
إعتصمت عونك
بالعشق يا هادى الأنام
رب يسر
لاتعسر رب تمم بالخير[5]
Fârisî
manzûmesi :
در کلستانی کلی جانی بود
او صفايش بوی رحمانی بود
بوی آن کلها طلب مرجان من
چون مشام جان رسد فانی بود
آب و کل را طلب بحر ........ حضر
سر احضر را رسد فانی بود
سر احضر چون رشد در مطلکش
..........
..........
..........[6] *
- - -
Sığın Allâh'a
dervîş hîle-i şeytâna aldanma
İnâdı
münkirin mekr-i Hudâ'dır aslı var sanma
- - -
Hânkâh-ı
dehr içinde ârif-i ehl-i fenâ
İrişir gerçi
Fuâdî kâmil ammâ binde bir
- - -
Nutk :
Halvetîler
bülbül-i irfân olur
Vâsıl-ı
gül-zâr olur hayrân olur
Aşk şarâbın
nûş idüp seyrân olur
Sâki olur
Halvetî devrânına
Halvetîler
halvetinde cân bulur
Cân ile
hıdmet iden cânân bulur
Sıdk ile
hıdmet iden sultân olur
Hân olur hem
Halvetî dîvânına
Anların
Şa'bân Efendi'dir gülü
Aşk ile
hıdmet idendir bülbülü
Bâğ-ı Rahmân'a
açılmışdır yolu
Sen dahi gir
Halvetî bostânına
Dikkat eyle
cân gözün aç kıl nazar
Kalmasın
cisminde cânın bî-haber
Rehber olsun
sana bu Dervîş Ömer
Yapışırsan
Halvetî dâmânına
Risâle-i Muslihu'n-Nefs nâmında bir eser-i
mu'teberleri daha varmış; tesâdüfen elime geçti. Mütâlaa eyledim. Muhtasar Menkabet-nâme'ye zeyl etmiştir. Bunda
yazdığı bir makâleyi aynen nakl ediyorum:
Lâyiha:
قلت ما قلت بالأرتقاب وصرت ما صرت بالأضطراب ولاكن علمت
حقاً بأن الله تعالى هو أعلم بالحق والصواب. وهو أحكم بالحكمة وفصل الحطاب. وإليه
المصير والمرجع والمآب. ومن رجع إليه بدلائل السنة والكتاب. رجع إليه بالشريعة
والطريقة بالأنجذاب. وعاد إليه بالمعرفة والحقيقة بلاإرتياب. وله حسن المآب
والثواب بلطف الله الملك العزيز الوهاب. والحمد لله الملك الرحيم التواب. ومن آوان
عنفوان الشاب إلى زمان وداع الأقراب. والأحباب وإلى دخول الأجسام والأجرام فى عالم
العدم فى القبر والتراب. وإلى حال النجات من الآلام إحراق نار الفراق والعذاب وإلى
دخول الأرواح بالحشر والبعث فى جنة الصفات مع الصالحين والعارفين بلا كدر ولاحجاب.
وفى جنة الذات مع الأولياء والأصفياء وأولى الأبصار والألباب. والصلاة الذاتية
بحسب الذات والتسلبمات الصفاتية بحسب الصفات من أهل اللباب على محمد الزاجر عن حب
ما سوى الله وسائر الأذناب. وعلى الآل والأولاد والأصحاب والحمد لله مفتح الأبواب
ومسبب الأسباب. [7]
Şeyh Kalbî Efendi
Hulâsa-i
kelâm Ömeri'l-Fuâdî zamânının bi-hakkın ferîdi idi. Kalbî isminde bir
mahdûmları olup, onun da âsâr-ı manzûmesi vardır.
Âsitâne-i
aliyyede yerlerine İsmâîl-i Kudsî Efendi seccâde-nişîn olup, neşr-i feyz
etmiştir.
ŞUABÂT-I ŞA'BÂNİYYE
Esâs
i'tibârıyla dörttür:
Karabaşiyye, Nasûhiyye,
Çerkeşiyye, Bekriyye.
Bunların her
birinden müteaddit şu'beler ayrıldığından Tarîk-ı Şa'bânî kesîrü'ş-şuabât bir
minhâc-ı sedâttır.
Halîliyye, İbrâhîmiyye,
Kemâliyye, Hafniyye, Semâniyye, Ticâniyye, Dırdıriyye,
Halvetiyye-i Feyziyye fürûâttır.
Her biri
hakkında beyân-ı hâle şürû' ediyorum.
KARABAŞİYYE
Karabaş Velî
hazretlerine mensûbtur. Silsile-i tarîkatları ber-vech-i âtîdir:
- Hz. Pîr
Şa'bân-ı Velî (Kuddise sırrûhu'l-celî). Sene-i rıhleti :
976/(1568-69).
- Şeyh
Muhyiddîn-i Kastamonî (Kuddise sırrûhû), 1013/(1604-05).
- Şeyh
Ömerü'l-Fuâdî (Kuddise sırrûhû), 1046/(1636-37). Müddet-i meşîhatı
33 sene.
- Şeyh
İsmâîl-i Çorumî (Kuddise sırrûhû), 1057/(1647). Şam'da Hz. Bilâl-i
Habeşî türbesi civârında medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. Müddet-i meşîhatı
11 sene.
- Şeyh
Mustafa Musihuddîn-i Kastamonî (Kuddise sırrûhû), 1073/(1662-63).
Müddet-i meşîhatı 16 sene.
Karabaş Velî
- Hz.
Şeyh Alâeddîn Ali eş-şehîr Ali el-Atvel Karabaş Velî (Kuddise
sırrûhu'l-celî). Beyne'l-meşâyıh, "Ali el-Atvel ve Karabaş Velî"
diye meşhûrdur. Âsitâne-i Nasûhî'de, "Alâeddîn-i Evvel" diye yâd
olunur. 1020 sene-i hicriyyesi evâil-i Muharrem'inde (Mart 1611) Arabgir'de
zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuşlardır.
Tahsîl-i
ibtidâîyi Arabgir'de görüp, ba'dehû Dersaâdet'e gelerek Fâtih Medreselerinin
birinde ikâmetle makâsıd-ı ulûmu tahsîle başlamıştır. Bir eserde müşârünileyhin
Ankara'da tahsîlde bulunduğunu okudum.
/13/ Bu
eserde mezkûrdur ki, Karabaş Velî Ankara'da bulunduğu müddetçe Hz. Bayram-ı
Velî Türbesi'ne gider; burada derse bakarmış. Bir gün nasılsa uyuya kalmış.
Âlem-i menâmda Cenâb-ı Risâlet-penâh (salla'llâhu aleyhi ve selem)
efendimizi görür. Taraf-ı celîl-i Nebevî'den Bayram-ı Velî'ye şeref-vâki' olan
emr ü işâret üzerine Bayram-ı Velî buna iki satır kitap okutmuş. Bundan sonra
hakâyık u dekâyık kendilerinde yüz göstermeye başlamıştır.
Ahmed-i
Buhârî Dergâhı şeyhi Ali Fakrî Efendi hazretleri, Ömerü'l-Fuâdî hazretlerinin
bir eserinden naklen beyân buyurduklarına göre, Karabaş Velî'nin Ankara'da Hz.
Bayram-ı Velî Çile-hânesi'nde halvet-güzîn olduğu ve hattâ galebe-i hâl ile
kafasını duvarlara vurarak akan kanların duvarlarda izleri kaldığı mervîdir. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Ankara'da
hâlaka-i tedrîsinde bulunduğu zât ehl-i keşf olduğundan, bu hâle âgâh olduğunu
Karabaş Velî'ye bi'l-beyân kendisine izin vermiştir. Ba'dehû tarîk-ı tasavvufa
meyl hâsıl olmakla Kastamonu'ya azîmetle âsitâne-i Hz. Pîr'de seccâde-nişîn
olan İsmâîl-i Çorumî hazretlerinin zîr-i terbiye-i reşâdetlerine girip az
vakitte pek çok maârif-i ilâhiyye tahsîl ettiler. Bir aralık mürşid-i
mükerreminin emriyle Çankırı'ya giderek müsterşidîn beyninde tehaddüs eden
mesâil-i sûfiyyeyi hall ü fasl eylediler. Ba'dehû şeyhinin âlem-i cemâle
intikâliyle yerlerine mahdûmları Şeyh Muslihuddîn Mustafa Efendi[8] post-nişîn
olmakla müşârünileyhten tekmîl-i sülûk eylediler. 1080/(1669-70) senesinde
Dersaâdet'e geldiler. Üsküdar'da
Muhammed Paşa Câmi'-i şerîfinde ihtiyâr-ı uzlet buyurdular. O aralık
Üsküdar'da Atîk Vâlide Sultân Câmi'-i şerîfi ittisâlindeki zâviyenin meşîhatı
ibrâm-ı küllî ile kendilerine teklîf edilmekle kabûl buyurmuşlardır.
Burada beş
sene irşâd-ı nâs ile meşgûl olup şöhret-i aliyyeleri şâyi' buldukça müştâkîn
ma'rifet-i Hz. Şeyh'in meclis-i enverlerine cân atmaya başladılar.
Bu zâviye
el-ân mevcûddur. Karabaş Velî hazretlerinin odaları sol tarafındaki köşede
bulunan oda idi. Yakın zamâna kadar kapısı önünde kandil yakarlardı. Sağındaki
oda Hasan Ünsî ve sağ tarafındaki oda Muhammed Nasûhî Efendiler hazerâtının
idi. Bunlar hüsn-i muhâfaza olunurdu. Âtîde bundan uzun uzadıya bahs edeceğim.
Ahîren
medrese hâline kalb olunmuş, medreseler ilgâ edilince muhâcirîn iskânına tahsîs
kılınmıştır. Zevâyâ, esâsen ehl-i tarîkata cilve-gâh olmak üzere yapılmış, ona
göre Vakfiyyeler tertîb ile hazîne-i hükûmete bâr edilmemiş iken bu hâlde
kalmasını gönlüm ârzû etmemektedir. Vâkıâ tahsîl-i ulûm için çalışan evlâd-ı
vatanın gâyesi ve muhâcirîn iskânı yüzünden
ta'kîb edilen fikrin mahsûlü mehâsine
taalluku i'tibârıyla hoş görülmesi tabîî ise de, boş nice medreseler, kâbil-i
iskân nice mesâkin ve var iken bu zâviye-i mübârekenin intikâline zemîn
bulunması, tarîkat âlemînden zevk almayan ve her tarîka düşmân kesilen
alâka-dârların ve zevk-ı ma'nâdan dûr kalmış bî-çârelerin mahsûl-ı i'râzı
olduğunu kabûl etmemek de pek ziyâde saf-derûnluğa mahmûl olunur.
/14/ Hz. Şeyh'in İstanbul'a gelmeleriyle bu zâviye meşîhatine
ta'yînleri arasında beş sene kadar bir zamân geçmiştir. Bu müddet zarfında
kemâlât-ı ârîfâneleri duyulmuş, meşîhata lâyık görülmüş olacağı istidlâl
edilir. Emr-i ta'yîn 1085/(1674)'tedir. Beş sene sonra âtîde tafsîl edeceğim
esbâb-ı mahsûsaya müsteniden 1090/(1679)'da Limni adasında ikâmete me’mûr
edilip, eâzımın başına gelen felâket ona da taalluk etmiştir. Dört sene
Limni'de kaldılar. Çileyi doldurdular. 1094/(1683)'te İstanbul'a avdetine
devletçe müsâade olunmasıyla tekrâr Üsküdar'a geldiler.
İbrâhîm Hâs
hazretleri Menâkıb-nâmesi'nde
yazıyorlar ki:
"Karabaş Velî hazretleri kimseyi reddeylemezlerdi. Nice fâsıklar
gelir, bîat dilerlerdi. Fakat bir müddet sonra tâib ve müstağfir olurlar;
sâhib-i irşâd adamlar sırasına geçerlerdi. Bir de herkes bulunduğu tarîk üzere
terbiye ederlerdi. Hattâ Mevlevî Sîne-çâk Mustafa Efendi hazretleri bir gün,
'Sultânım Mevlevîliği terk edip, sizin hizmetinizde olacağım; bana bîat verin.'
dedi. Hz. Şeyh cevâben, 'Size Mevlevîliği bıraktırmak olmaz. Her bir
tarîkten murâd sûret değildir. Murâd Allâh'ı bilmektir. Her hangi tarîkta
olursanız sizi irşâd mümkündür.' buyurdular ve müşârünileyhi zîr-i
terbiyelerine alıp, mertebe-i irşâda ulaştırmışlardır. Tarîk-ı Kâdirî'den ve
sâir turuk-ı aliyyeden bir çok zevât hazretten bîat isterlerdi. Hazret onlara
bîat vermez ve 'Geliniz sizin ile görüşelim. Bîattan murâd, teslîmdir.
Ba'dehû Allâh Teâlâ'yı bilmektir.' buyururlardı. Bu sûretle çok
kimseleri yetiştirmişlerdir."
Uzun
boyluluğuna binâen beyne'l-meşâyih "Ali
el-Atvel" ve Şa'bânîyye mahsûsâtından olan siyâh imâmeli tâc giymek
i’tiyâdından dolayı "Karabaş"
ve sâhib-i makâmât u kerâmât oluşunu tebcîlen "Velî"; bu ikisi birleştirilerek, "Karabaş Velî" denilmiştir. (Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'den).
Hakk-ı
âlîlerinde ricâl-i devlet ve ba'zı meşâyih ve kûteh-nazar ricâl-i ilmiyye
arasında müşârünileyhin ikbâlinden istirkâb hissi uyanmış ve hattâ pâdişâh-ı
zamânın mükerreren ziyâret kasdıyla Hz. Şeyh'in meclis-i va'zına şitâbân olması
nazar-ı dikkati celb eylemiş idi. Bursalı İsmâîl Hakkî-i Celvetî hazretlerinin
kendi hatlarıyla muharrer bir mecmûada[9]
müşârünileyh hakkında bir makâle görülmüştür ki, sûretini âtîde nakl ediyorum.
Ancak bu mektûbu nakilden maksadım Hz. Şeyh hakkında halktaki nazariyyeyi
bildirmekten ibârettir. Maa-hâzâ bu mektûbu /15/ İsmâîl Hakkı hazretleri
bidâyet-i hâllerinde henüz talebelik neş'esinde iken yazmışlardır.
Karabaş
Velî'nin irtihâli 1097((1686)'dedir. İsmâîl Hakkı'nın irtihâli
1137/(1724-25)'dedir. Arada kırk sene vardır. İsmâîl Hakkı yetmişdört yaşında
irtihâl ettiğinden kırk senesi tenzîl olunursa, otuzdört yaşında iken yazdığı
müstebân olur. Hâlbuki vahdet-i vücûd mes'elesinde, bi'l-âhare kemâlleri zuhûr
ettikte Karabaş Velî'den daha ileri gidip, hattâ Ahmediyye Câmii'nde kürsüde
vahdet-i vücûddan bahsetmesi yüzünden İstanbul'dan iclâ olunmuş idi. Şu hâlde
bidâyet-i hâllerinde yazdıkları muhakkaktır.
Mektûbun Sûreti :
"Bizim zamânımızda Üsküdar'da Karabaş Ali Efendi demekle ma'rûf ve
meşhûr bir şeyh-i gavî ve mülhid-i kavî zuhûr edip, Sultân Muhammed-i râbîin
hareminde ba'zı huddâmını ıdlâl ve hâricte dahi bî-hesâb kimseleri izlâl edip,
te'lîf ettiği risâle-i Türkiyyesinde, 'Herkeste fındık kadar tanrı vardır.'
demiş. Bu kelâmın şuyûundan sonra ulemâ-yı İstanbul katline müşâvere etmişler
ki, ol asırda Şeyhü'l-İslâm bulunan Ali Efendi, şeyh-zâde geçinmek ile onun
dahi ilhâdından nâşî kâil-i mezbûrun himâyesinde olup, nefy-i beled etmekle
iktifâ eyledi. Velâkin vâcip olan katl idi. Zîrâ lafz-ı kabîh-i mezkûr ehl-i
şer' ve erbâb-ı hakâyık katında bâtıl ve menfûrdur. Şol ma'nâdan ki, fındık
tasrîhi cüz'iyyet îhâm eder. Zât-ı Bârî ise tecezzî kabûl etmez. Onun murâdı
hisse ma'nâsı olsa bile merdûddur. Ya'nî hisse ki, nev'in tamâm-ı hakîkatıdır.
Meselâ hayvân-ı nâtık, efrâd-ı nev'i insâna göre tamâm-ı hakîkattır. Bunda dahi
mahzûr budur ki, ma'nâ-yı mezkûr mezheb-i vücûdîyi îhâm eder ki, küllînin vücûdu
cüz'î zımnında mütehakkık olduğu gibi, Hakk'ın vücûdu dahi mahlûkun vücûdu
zımnında mütehakkık olup, vücûd-ı mahlûkun helâki ile, vücûd-ı ilâhînin dahi
zâil olmak lâzım gelir hâşâ! Maa-hâzâ el-ân alâ mâ kâne-aleyh vârid olmuş ve
lafz-ı nebevîden mertebe-i ımâd sudûr bulmuştur. Ve Tenzîl'de gelir: (كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ) Ya'nî 'Vech-i ilâhî bâkî ve mâ-adâsı fânîdir.'[10]
Eğer vücûd-ı ilâhî, küllü şey' zımnında mütehakkık olaydı istisnâ-yı mezkûr
sahîh olmaz idi. İmdi kelâm-ı mezbûr te'vîl dahi olunsa, mesmû' değildir ve
te'vîli nedir demek dahi hatâ-i fâhiştir. Maa-hâzâ kâil huzûr-ı ulemâda te'vîle
tasaddî edemeyip mebhût kalmış ve (المؤل لايكفر)[11] derecesine vusûlden âciz olmuştur.
Elhâsıl kelâmı te'vîle kâdir olsa dahi, te'vîli bâtıldır. Zîrâ bir kimse hâşâ 'Ben
kâfîrim.' dese, ekinciyim ma'nâsına gûş olunmaz. Zîrâ lafz-ı kâfîr örfte
îmânı olmayanda isti'mâl olunur. Örf ki, hakîkat iken luğat-ı mehcûraya adedlik
ma'nâsı kalmaz. "
/16/
Bu mektûbun mâ-ba'dini Hz. Mısrî'ye ait olması hasebiyle onun tercüme-i hâli
bahsinde yazacağım. Sadede rücû' ediyorum :
Hz. Şeyh
(Karabaş-ı Velî) pek ârif, fâzıl, mükemmil bir zât idi. Evâmir-i şerîattan ve
tarîkattan hiç bir dakîkayı fevt etmez idi. Âtîde yazacağım esâmi-i âsârından
ve kendinde ricâlu'llâh hazerâtının bulduğu fezâilden nümâyân olacağı üzere
"Herkeste fındık kadar Cenâb-ı Allâh vardır." diyecek kadar
hakîkattan gâfil bir kimse değildir. O eseri mutlakâ bir garaz-kâr ona isnâden
ortaya atmış; Cenâb-ı İsmâîl Hakkı da o zamân müşârünileyh hakkındaki cereyâna
tâbi' olup, müdâfaaya kalkmıştır. Müstağrak-ı deryâ-yı vahdet olmuş, hakkında
beşyüz sene evvel Hz. Muhyiddîn-i Arabî gibi bir sultân-ı irfân şehâdette
bulunmuş bir zât-ı âlî-kadr, "Hulûlün, ittihâdın, fenânın, bekânın,
zâtu'llâhın, sırr-ı hakîkat-ı ilâhiyyenin ne olduğunu ârif değildir."
gibi bir nazariyye ile mertebe-i kemâlinden iskât edilemez.
Hz. Şeyh,
Cuma günleri Vâlide-i Atîk Câmii'nde va'z ederlerdi. Havâss-ı mahsûsalarından
idi ki, Cuma günleri va'z-ı şerîflerini istimâa şitâbân olan halk ile câmi'-i
şerîf-i mezkûr dolarmış; hattâ yer bulabilmek için kuşluk vakti câmie gelen
halk ancak yer bulabilirmiş. Cuma vaktine bir sâat kala artık yer bulabilmek
imkânı kalmaz imiş. Ba'de edâ-yı salât-ı Cuma kürsüye çıkar va'z ve nasîhata
başlayınca cemâatte öyle bir te'sîr husûle gelir imiş ki, ağlamadık kimse
kalmaz imiş. Sayha edenler, ser-mest olanlar cândan geçenler bulunur imiş.
Pâdişâh-ı
zamân Avcı Sultân Mehmed-i râbi', Cenâb-ı Şeyh'e meftûn olup, sık sık Vâlide
Câmii'ne selâmlık yapmağa başladılar. Esnâ-yı va'zda te'sîr-i mahsûsî netîcesi
ağlarlar imiş. Ve nihâyet-i va'za kadar dinlerler, Hz. Şeyh'e iltîfât ederek,
enfâs-ı kudsiyyelerinden müstefîz olmak için tehâlük gösterirler imiş. Ve
"Bu Şeyh Efendinin va'zı bana o kadar te'sîr ediyor ki, İbrâhîm Edhem
gibi tâc u tahtı terk ile dağlara düşeceğim geliyor." buyururlar imiş.
Hz. Şeyh hakkında ashâb-ı i'râz arasında cereyân eden sözlere fikr-i istirkâb
karışarak nefy olunmalarına bu söz vesîle olmuştur.
Cuma günleri
oldukça, selâmlık nereye diye istîzân edildikte, "Üsküdar'da Vâlide-i
Atîk Câmi'-i şerîfine." diye irâde ederler imiş. Bu ârzûnun tevâlî ve
tekrîri Sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın nazar-ı dikkatini bi'l-celb Hz.
Pâdişâh'ın bu câzibe te'sîriyle muâmelât-ı dünyeviyyeye lâ-kayd kalması korkusuyla
üslûb-ı hakîmâneye tevessül edip, Karabaş Velî hazretlerini İstanbul'dan
uzaklaştırmak çâresini düşünmüş ve bulmuştur. Pâdişâhın haberi olmadan Karabaş
Velî'ye, "Pâdişâhımız sizi Hicâz'a göndermek ârzûsundadır, Masârıf-ı
seferiyye gönderdiler." diye /17/
teklîfte bulundular. Hz. Şeyh ise keşf-i hakîkat buyurup, "A cânım!
Bizden bu kadar niye korktunuz? Biz pâdişâha tâc u tahtı terk ettirmeden
esrâr-ı ma'rifet telkîn edebilirdik." diyerek teklîf-i vâkıa eser-i
icâbet göstererek âzim-i râh-ı Hicâz oldular.
Ba'de'l-hac
Medîne-i Münevvere'ye gelerek Ravza-i Seniyye-i Muhammediyye'ye rû-mâl oldular.
Ve huzûr-ı saâdette hulefâsının sonu olan ve Edirne'de medfûn bulunan Şeyh Mustafa Efendi'yi
istihlâf eyledikten sonra Mısır kâfilesiyle Mısır'a avdet ettiler. Fakat
Mısır'a üç konak mesâfede kırkbin huccâcın nasb-ı hıyâm-ârâm eyledikleri
mahalde hava gâyet açık olduğu hâlde, bir sel geleceğini keşf edip, keyfiyyeti
huccâca bildirip ve huccâc derhâl oradan kalktığı gibi şiddetli bir yağmur
yağarak oraları sel basmış ve huccâc kurtulmuştur. Hz. Şeyh bir kaç gün sonra
cüz'î hastalandılar. Nahil Kalesi civârında irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler ki,
1097 sene-i hicriyyesi şehr-i Saferinin sekizinci Cuma (3 Ocak 1686) günü
beyne's-salâteyn sâat sekizde yetmişyedi yaşında idi. Bu kale civârında Gaylan
karyesi hurmalığına civâr "Şeyh el-Gazzâlî" denilen mazanna-i
kirâmdan bir zâtın kabri yanında vedîa-i hâk-i mağfiret kılındı.
Dörtyüz
seksenbeşinci halîfesi Şeyh Mustafa ile Hicâz'dan avdetinde berâber imiş. Şeyh
Mustafa Efendi anlatıyor ve diyor ki :
Hz. Azîz ile
maan Mısır'a dâhil olmak üzere Medîne-i Münevvere'den azîmet edip Mısır'a üç
konak kala Nahil nâm menzilde kasabaya gelmezden üç dört konak kala bir yerde
huccâc kubeyl-i asırda konup, herkes ziyâde yorgunluktan bî-tâb idi. Azîz
hazretleri murâkıb bulunup murâkabeden baş kaldırıp, "Mustafa! Tez
yetiş, emîr-i hacca benden selâm söyle. Bu anda huccâcı bu mahalden kaldırsın,
yoksa belâ nâzil olacak ki, def'i mümkün değildir. Cümle huccâc-ı Müslimîn ve
kendileri dahi helâk olurlar." diye bu fakîri gönderdiler. Emîr-i
hacca keyfiyyeti teblîğ edince biraz mütereddid bir vaz'iyyet aldılar.
Huccâctan dîğer kimseleri emîr-i hacca göndermişlerdi. Bi’l-ızdırâr i'lân-ı
keyfiyyet olundu. Huccâc toplandı; oradan hareket etti. Li-hikmeti'llâh bir sel
geldi ve o kalktıkları yeri bastı. Huccâc oradan ayrılmış olması hasebiyle o
belâdan kurtuldu. Huccâc çok hedâyada bulundular; cümlesini tasfiye ettiler.
Bir habbe kabûl etmediler. Hz. Şeyh hastalandılar. Bir gün Mustafa Efendi'ye hitâben,
"Cenâb-ı Hak bana buyurur ki, 'Ey Uzun Ali! Ben sana kırk bin
cândan mütecâviz adem bağışladım. Sen de bana bir cânını bağışlamaz mısın?' Bunun
üzerine, 'Allâhım emr ü fermân senindir.' diye teslîm oldum. Vaktim
yakındır. El-hamdüli'llâh Hz. Hakk'a ki beni halkın hizmetinde bulunmaya
muvaffak eyledi." buyurdu. Oğulları Hasan ve Hüseyin Çelebiler
biliyorlardı ve marazları zuhûra geldi. Dem-beste oldu. O gün rahmet-i Rahmân'a
vâsıl oldular. Cuma günü beyne's-salâteyn sâat sekize çeyrek kala bu fakîrin göğsüne
başını dayadılar; âlemleri âlem-i dîğer oldu. Ervâh-ı kudsiyân ictimâ' etmiş
idi; teslîm-i rûh ettiler idi. Huccâc namâzını kıldılar; hizmetini gördüler
Nahil'de Gazzâlî nâmında bir şeyhin türbe-i şerîfesinin sağ cânibinde defn
olundu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Hz.
Nasûhî'ye ihdâ buyurdukları tâc-ı şerîfleri her sene Ramazân-ı şerîfin on
yedinci gecesi ihtirâmât-ı mahsûsa ile ziyâret olunur. Bildiğimiz Şa'bânî
tâcıdır; sarığı siyâh tülbentdendir. Mükerreren ziyâret şerefine mazhar oldum,
el-hamdüli'llâhi teâlâ.
Şeyh
Kerâmettin Efendi buyurdular ki :
"Karabaş
Velî Hicâz'a giderken başından tâcını çıkarıp Hz. Nasûhî'ye giydirmiştir. Bu
tâc, o tâctır. Mürîdân, Karabaş Velî'den sormuşlar ki, 'Efendim! Bizim
ta'bîr ve tesellîmiz ile kim meşgûl olacak?' Cevâben, 'Benim tâcımın
altında kimi görürseniz Karabaş Velî odur.' buyurmuşlardır. Başka
rivâyetlere sahîh nazarıyla bakılamaz. Bu tâc bir mahfaza derûnunda mahfûzdur.
Hz. Nasûhî'nin sandûkasının başındaki tâc, hîn-i hilâfette aldıkları tâctır.
El-ân hüsn-i muhâfaza olunuyor."
Bir eser-i
mu'teberde hakk-ı âlîlerinde şöyle deniliyor:
"Kerâmât-ı ilmiyye vü kevniyyelerinin bir mikdârı Şeyh İbrâhîm-i Hâs
hazretlerinin Tezkire ismindeki
eserlerinde ve Şeyh Mustafa el-Bekrî hazretlerinin Vird-i Seher üzerine olan şerh-i kebirlerinde mezkûr olduğu gibi
zuhûr ve uluvv-ı ka'blarına dâir Şeyhu'l-Ekber (kuddise sırrûhu'l-athar)
efendimiz hazretlerinin Futûhât-ı Mevsile ve Ankâ-yı
Muğrib isimlerindeki âsâr-ı mu'teberede remz ve işâret bulunduğu Şeyh
Mustafa el-Bekrî hazretlerinin cümle-i rivâyâtındandır. Cenâb-ı
Şeyhu'l-Ekber'in kendisinden beşyüz sene sonra gelecek bu zâtın ahvâl ve
kerâmâtından bahs etmesi bir eser-i kerâmettir. Fâtih'te Millet Kütüphânesi'nde
Tezkire-i Safâ gibi Ankâ-yı Muğrib nihâyetinde de bu ibâreyi
gördüm.
Hz. Şeyhu'l-Ekber'in tahrîr buyurdukları ibâre-i aliyye şudur:
بعد النبى المصطفى الأعظم العلى الأطول الأكرم الأجسم غنم وختم وهو يختم
الزمان.[12]
(ختم) : Hatem lafzı adetçe
1040/(1727)'tır. Hilâfetleri târîhidir.
(غنم) : Ganem lafzı adetçe 1090/(1679)'dır.
Nefy olundukları târîhtir.
(الأطول) : el-Atvel lafzı adetçe 77'dir. Müddet-i ömürlerine işârettir.
الأكرم)) :
el-Ekrem, hesâb-ı cifirde
685'tir. Sâhib-i irşâd bu mikdâr halîfesi olup, bunlardan 485'i sâhib-i hânkâh ve icrâ-yı ahkâm-ı
tarîkat ile meşgûl-ı irşâddır. el-Ekrem lafzı adetçe 292'dir. Sâir
turuk-ı şettâdan nâkıs olan fukarâyı tarîkatları üzere terbiye edip, erkânları
vechile irşâd ile hilâfet ihsân eylemişlerdir.
(الأجسم) : el-Ecsem
lafzı adetçe 135'tir. Kendi fukarâsından ol mikdârının dâire-i ricâle dâhil
olup, gaybûbet eylediğine işârettir. el-Ecsem lafzının hesâb-ı cifrîsi
556'dır. Cinnin mü'minlerinden ol mikdâr halîfesi bulunduğuna işârettir.
(وهو يختم الزمان) : Onbirinci
hâtem-i velâyet olduklarına işârettir. Her yüz senede bir zât-ı âlî-kadr,
müceddid-i dîn olmak üzere min-tarafi'llâh me’mûr olduğuna binâen müşârünileyh
hazretleri dahi onbirinci müceddid-i dîn olmak üzere ümmet-i Muhammed'e ihsân
buyurulmuştur.
Istılâh-ı
zâhirîde müceddid-i dîn, lisân-ı ehlu'llâhta hâtem-i velâyet ve hâtem-i zamân
ta'bîr olunur. İnsâf buyurulsun tecezzî ve inkisâm kabûl etmeyen, "Hz.
Allâh'tan herkeste fındık kabuğu kadar bir hisse-i ulûhiyyet vardır."
diye sırf hezeyân edecek bir zât mıdır?
Bir kerre de
esâmî-i âsârına atf-ı nazar edelim:
1- Şerh-i Fusûsu'l-Hikem el-müsemmâ
bi-Kâşifi'l-Esrâri'l-Fusûs.
2-Telhîs-ı Şerh-i Fusûsu'l-Hikem el-müsemmâ
bi-Câmii Esrâri'l-Fusûs.
3- Şerh-i Kasîde-i Aşkıyye
li'ş-Şeyhi'l-Ekber.
4- Şehr-i Metn-i Akâid-i Nesefiyye
bi-lisâni't-tasavvuf. Beyne'l-urefâ pek meşhûr ve mühim bir eserdir.
5- Mi'yâru't-Tarîka.
Arabiyyü'l-ibâredir, gördüm.
6- Tarîkat-nâme.
7- Usûl-i Erbaîn.
8- Risâle fî Cevâzı Deverânı Sûfiyye.
9- Risâletü't-Ta'bîr.
10- Esâsu'd-Dîn.
11- Şerh-i
Hadîs-i (Hubbibe ileyye min
dünyâ ...)
12- Tefsîr-i
Sûre-i Tâhâ.
Bu zât-ı
mükerremden inşiâb eden tarîkat-ı aliyye şuabâtı hakkında Tomâr-ı Turuk-ı
Aliyye'nin cild-i sâlisinde 67. sahîfesinde işârât-ı mahsûsa vardır.
Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şefâatları buyursun. El-hamdü li'llâh Hz. Şeyh'e
îmân edenlerdenim hakkâ.
/19/ Müşârünileyh hazretlerinden Nasûhiyye ve Bekriyye
şu'beleri pek meşhûrdur. Bunlardan bahs etmezden evvel ba'zı halîfelerinin
tercüme-i hâlini yazacağım:
Şeyh Reşâdî Muhammed Efendi
Karabaş Velî
hulefâsındandır. 1116/(1704-05)'da intikâl etmiştir. Müretteb Dîvân'ıyla
tasavvufa müteaallık risâleleri vardır.
Gel habîr ol ey mücâhid fî-sebîl
Mürşid ile erişilir Mevlâ'ya
Bulmamışdır Hakk'ı kimse
bî-delîl
Rehber ile bil varılır Mevlâ'ya
Şeyh Mustafa Ma'nevî Efendi
Karabaş
Velî'nin mahdûmu ve halîfesidir. Kibâr-ı meşâyıh-ı Şa'bânîyyedendir. Pederinden
ve gayrılardan ulûm-ı zâhireyi tahsîl edip, kemâli pederindendir. Vefeyât-nâme'de
"Şehrîdir." deniliyor. 1103 senesi Saferinde (Ekim 1691)
Sokollu Mehmed Paşa Zâviyesi meşîhati tevcîh olunmakla burada câlis-i makâm-ı
irşâd ve Yeni Câmi'-i şerîfi vâizliğiyle de mesrûru'l-fuâd olmuştu. Beş sene
kadar bu hizmetlerde bulunduktan sonra ordû-yı hümâyûn meşîhatine ta'yîn
olunmuş (1108/1696-97) ise de, bir gün esnâ-yı va'zda mizâc-ı pâdişâhîye
muhâlif söz söylediğinden tekrâr İstanbul'a iâde kılınmış ve ke-mâ-kân tekke-i
mezkûre meşîhatinde imrâr-ı evkât
eylemiştir.
1114
senesinde şehr-i Cemâziye'l-âhirde (Ekim 1702) terk-i cihân-ı pür-cefâ ve azm-i
cinân-ı dâr-ı safâ eyledi. "Şeyh-i mukaddes- "Şeyh-i mukaddes" (شيخ مقدس) târîhidir.
Üsküdar'da Hz. Nasûhî Âsitânesi'ndeki mezâristanda defîn-i hâk-i gufrândır. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Fusûs'a şerh yazmıştır.
Kitâbe-i
seng-i mezârı :
"eş-Şeyh
Ma'nevî b. eş-Şeyn Ali Efendi, 1114."
Ârif, kâmil,
doğru sözü söylemekten çekinmez bir şeyh-i pesendîde-etvâr ve bir pîr-i
güzîde-âsâr idi. Güzel manzûmeleri vardır; Dîvân-ı
mürettebi vardır.
Cân u başdan
geçmeyen cânâna olmaz âşinâ
Câm-ı hûdan
içmeyen mestâne olmaz âşinâ
Ma'nevîyâ cân u başın
ver bugün dost yoluna
Cism ü cânın
virmeyen kurbân olmaz âşinâ
Na't-ı şerîf
:
Hamdü
li'llâh kim tulû' itdi yine şems-i duhâ
Rahmeten
li'l-âlemîn geldi Muhammed Mustafâ
Gül cemâli
berk urup doğdu yine bedr-i dücâ
Rahmeten
li'l-âlemîn geldi Muhammed Mustafâ
'Küntü
kenz'in mahzeninden 'lî ma'Allâh' mazharı
Zât-ı pâkin
enveridir enveridir enveri
Ma'nevîyâ ins ü
cinnin rehberidir rehberi
Rahmeten
li'l-âlemîn geldi Muhammed Mustafa
* * *
Sabâ vakt-i
seher ol zülf-i cânâna selâm eyle
Yolun
uğrarsa gûş-ı arş-ı Rahmân'a selâm eyle
Seherde
bülbül-i şeydâyı tahrîk eyledin bildim
İden ol
gulgule feryâd u efgâna selâm eyle
Otur sen
cennetin sahnında sultân-veş iden hükmü
Kerem eyle
lutuf kıl Şâh-ı Rıdvân'a selâm eyle
Bütün eşcâr
u evrâk zikr ider Allâh'ı her dâim
Bütün eşcâr
u evrâk bâğ u bustâna selâm eyle
Nesîm-i subh
eser dirler seher vaktinde her dâim
Dolaşup
kûh-ı sahrâ cümle ekvâna selâm eyle
/20/ Medîne şehrine var Ravza-i
pâke sürüp yüzler
Varıp ol
hâk-pâ-yı rûh-ı Sultân'a selâm eyle
Ebû Bekr u
Ömer Osmân Alî ile Hasan Hüseyn*
Cenâb-ı
Fâtıma ol bint-i cânâna selâm eyle
Süheyb-i Rûm
Ammâr ibn-i Yâsir Hamza vü Abbâs
Bütün ashâb
ile ervâh-ı ihvâna selâm eyle
Bakîa ehline
bir bir erişüp ser-te-ser cümle
Varup her
birine benden fakîrâne selâm eyle
Azîzim
Hazret-i Pîr'im efendim hâkine yüz sür
Derûnî
iştiyâk ile o cânâna selâm eyle
Varup ol
Ka'betu'llâhı ziyâret kıl tavâf eyle
Safâ vü
Merve sa'yin eyle kurbâna selâm eyle
İrişüp İbn-i
Abbâs kabrini bir hoş ziyâret kıl
Bütün ashâba
İbn-i amm-i Sultâna selâm eyle
Oradan uğra
Bağdâd'a sürüp ol hâke hem yüzler
Dahi ol
Kutbu'l-Aktâb Şeyh-i Geylân'a selâm eyle
Eşiğine
yüzüñü sür fedâ kıl cânla başı
Ol
Abdülkâdir'in sen âsitânına selâm eyle
İriş Mûsâ-yı
Kâzım hem eimme zümresine hep
Ferîdü'd-dehr
olan ol ismi Nu'mân'a selâm eyle
Cemî'-i
müctehidler mâ-takaddem mâ-teahhar hep
Kubûrun kıl
ziyâret ehl-i irfâna selâm eyle
Bilâd-ı ehl-i
İslâm’ın cemîisini ol devvâr
Ledünnî
ehline hep pâdişâhâna selâm eyle
Tarîk-ı
Nakşıbendî hâcegân ser-çeşme-i aktâb
O Pîr-i
ekreme o bahr-ı ummâna selâm eyle
Dolaşup Rûm
diyârın hep ziyâret eyle anları
Gelüp Şâm-ı
şerîfe bahr-ı Kur'ân'a selâm eyle
Bilâl ile
nice ashâb u ehlu'llâh makbûrdur
Dahi
Şeyhü'l-Arab hem şeyh-i arslâna selâm eyle
Varup
kırklar makâmına husûsan Hazret-i Yahyâ
Anın ol
ravza-i pâkine rindâne selâm eyle
Dimişler
anda yetmiş bin kadar var enbiyâ cem'an
Salât ile
selâm it cümle yeksâna selâm eyle
Cemî'-i
enbiyânın merkad-i pâkine bir bir var
Mübârek
rûhlarına pek garîkâne selâm eyle
Umûmun
merkadi ma'lûm değildir şübhesiz hakkâ
Umûmun rûh-ı
pâkine habîbâne selâm eyle
Husûsan Şâm
içinde garka-i rahmet olanlardan
Ne denlü var
ise hep ehl-i imâna selâm eyle
İrişüp Tûr-ı
Sînâ'ya münevver kabr-i Mûsâ'ya
Sürüp
akdâmına yüzler kelîmâne selâm eyle
Ne denlü var
ise hep enbiyâ vü evliyâ cem'an
Zebûr İncîl
ü Tevrât ehl-i Kur'âna selâm eyle
"Ve minhüm
men kasasnâ" didi ki ol Hazret-i Mevlâ[13]
Ki Ya'kûb
Yûsuf u Dâvûd u Süleymân'a selâm eyle
Varup ol
sahratu'llâha gör anda cümle ervâhı
Hem İbrâhîm
evlâd-ı Şeyh u şübbâna selâm eyle
Makâm-ı
enbiyâ vü evliyâyı hep ziyâret kıl
Hulûs-ı aşk
ile her ân kerîmâne selâm eyle
Yemen
şehrine var Veys'i ziyâret eyle (ey) cânım
Karen
köyündedir ana firâvâna selâm eyle
Odur
ser-çeşme-i aktâb âlim (ü) ârif-i bi'llâh
Yemen'de ol
nesîm-i feyz-i Rahmân'a selâm eyle
Habeş
iklîmini devr it Cezâyir semtine uğra
Velî Dede
dinilen dürr-i mercâna selâm eyle
Cemî'-i Rûm
Acem Fürs ü Buhârâ kalmasın devr it
Diyâr-ı
Şâm'a gel erbâb-ı hûrâna selâm eyle
Husûsiyle
diyâr-ı Kerbelâ'da aşk ile devr it
Kamuya
sad-hezâr hakkâ hazînâne selâm eyle
Şehîd-i
Kerbelâ'nın rûh-ı pâkinden meded iste
Mecâzî
olmasın va'llâh hakîkâne selâm eyle
/21/ Dolaşup hâssaten gel
Konya şehrine husûsiyle
O
Sultânu's-Selâtîn nûr-ı Yezdân'a selâm eyle
Ki ol gavs-ı
zamânın âsitânına bu efkârdan
Onun aşkı
meyin nûş eyle mestâne selâm eyle
Cenâb-ı Şeyh
Sadreddîn ne işler bir suâl eyle
Kudûmün eyle
takbîl havz-ı Kur'ân'a selâm eyle
Müfessirler
anın tefsîrine hayrân olurlar hep
Sürüp yüzler
türâbına mehîbâne selâm eyle
Hasan Basrî
Cenâb-ı Seyyid Ahmed Seyyid-i Yahyâ
Bütün
erbâb-ı tevhîde mülûkâna selâm eyle
Habîb
Dâvûd-ı Tâî Şeyh Cüneyd'e merkez-i aşka
İrişüp
Bâyezîd'e şeyh-i ekvâna selâm eyle
Ki
Necmeddîn-i Kübrâ'ya varup cândan ziyâret kıl
Dolaşup
Aksaray'ı arz-ı Ken'ãn'a selâm eyle
Varup
Kastamonu şehrine mahsûsî muhabbetle
Cenâb-ı
Gavs-ı A'zam Pîr Şa'bân'a selâm eyle
Onun
dergâh-ı âlîsindeki erbâb-ı tevhîde
Hulûs ile
muhabbetle ferîdâne selâm eyle
İrişüp Hacı
Bektâş âsitânına muhabbetle
Balım
Sultân'a ol meczûb-ı Rahmân'a selâm eyle
Husûsan Hacı
Bayram-ı Velî'ye arz-ı ta'zîm it
Huzûr-ı
evliyâda ehl-i dîvâna selâm eyle
Var ondan
Hazret-i Eşref Emîr Sultân'a yüzler sür
Dolaşup
Bursa şehrini şerîfâna selâm eyle
Mükerrem
şeyh-i âlî Hazret-i Mısrî Niyâzî'ye
Keremler
eyle bi'llâhi kerîmâne selâm eyle
Di kim Yâ
Hazret-i Mısrî sana yüzbin selâm olsun
Kemâl-i
hasret-i aşk ile sûzâna selâm eyle
Dahi ol Şeyh
Üftâde huzûruna saâdetle
Kamu hep
asfiyâya ehl-i îkâna selâm eyle
İrişüp
Üsküdâr'a Hazret-i Pîr Şeyh Hüdâî'ye
Olan ol
suffe-i sadrında mihmâna selâm eyle
Yüzün sür
türbesine aşk ile eyle tahiyyâtı
O
Sultânü'l-meşâyıhdır halîlâna selâm eyle
Oradan Rûm
iline geç Ebû Eyyûbe'l-Ensârî
Huzûr-ı
akdesine var edîbâne selâm eyle
Alem-dâr-ı
Rasûl-i Kibriyâ'dır şüphesiz hakkâ
Şehâdet
şerbetin içmiş şehîdâna selâm eyle
Saîdü'l-Hudri
vü Câbir sürüp yüz(ler) türâbına
Kemâl-i aşk
u şevk ile saîdâne selâm eyle
Yatur Eyyûp
Nişâncısı'nda bir nûr-ı hidâyet kim
Mükerrem
Şeyh Nûrî nûr-ı Sübhân'a selâm eyle
Dolaşup
şehr-i İstanbul içinde cümle sükkânı
Olan aktâb u
eşrâfa vü pinhâna selâm eyle
Dahi ol Hâcı
Evhad şeyhi merhûm kuddise sırrûh
Hüseyn'dir
ism-i pâki şeyh u pîrâna selâm eyle
Husûsan
Hazret-i Ümmî Sinân nâm pîr-i pür-feyze
Edîb-i
nükte-pîrâya o Sultân'a selâm eyle
Varup Sümbül
Sinân-ı Halvetî'nin âsitânına
Kemâl-i
hürmet ü şevkile ol câna selâm eyle
Cemîan şark
ile garbı dolaş hiç kalmasın kimse
Bütün
erbâb-ı tevhîde şüyûhâna selâm eyle
Girüp cennet
sarâyına görüş İdrîs ile anda
Hem ol rûh-ı
musavver Îsi-i câna selâm eyle
Bütün
erbâb-ı cennâta bizi ilhâk ide Allâh
Keremler
eyle var hûrî vü gılmâna selâm eyle
Benim
maksûdum âlemde yegâne Hazret-i Allâh
İlâhî Ma'nevî'ye
sen rahîmâne selâm eyle
/22/ Şeyh Hasan Ünsî Efendi
Karabaş Velî
hulefâsındandır. Tercüme-i hâllerine dâir bir yazma kitap elime geçti ki,
halîfe-i mükerremleri İbrâhîm Has hazretlerinin te'lîf-i behînidir. Bunda
ma'lûmâta göre müşârünileyh hazretlerinin pederi Şeyh Recep Efendi, onun pederi
Şeyh Şehîd Muhammed Efendi'dir. Kendileri Taşköprülü'dür. Ulûm-ı zâhire vü bâtınada mükemmel ve zühd ü takvâ
ile müzeyyen olup, inzivâya meyyâl idi.
1055/(1645)
senesinde dünyâya gelmiştir. İrtihâlleri 1136/(1723) olduğuna göre, sinn-i
şerîfleri seksenbirdir. Zamân-ı irtihâlleri sene-i mezkûre Saferinin onuncu
Pazartesi (9 Kasım) gecesi sâat altıya karîbtir.
Henüz yirmi
yaşına kadem-zen olmadığı bir çağda iken Ayasofya’da Beyzâvî tefsîri okuttuğu
eser-i mezkûrda muharrerdir.
Salı günleri
Mesnevî okuturlar imiş. Meclislerine ulemâdan çok kimseler şitâb ederdi.
Bu esnâda Ayasofya civârında bir medresede oturmuşlar. Meşâyıhı ziyâretten
hoşlanırlar imiş.
Sebeb-i
inâbetleri olmak üzere menkûldür : Medrese arkadaşlarından Ali Efendi,
bidâyeten Üsküdar'da Karabaş Ali Efendi hazretleriyle görüşmüş, ona meftûn
olmuş idi. Bir gün Hasan Ünsî Efendi'nin odasına gidip, "Kastamonu'dan
bir şeyh gelmiş, 'Âlim, fâzıl ve sâhib-i hâldir. Ehl-i tasarruftur. Bir çok
te'lîfâtı vardır.' diyorlar. Sizinle bir def'a gidelim." demesiyle,
Hasan Efendi bi'l-kabûl eski Vâlide Tekkesi'ne gidip, mülâkî olmuşlardır.
Alâ-rivâyetin
ulemâdan ba’zı zevât ile birlikte gitmişler, birçok muğlak suâller sormuşlar ve
pek muvâfık cevâb alarak Hz. Şeyh'in ilm ü kemâlinin mertebe-i bâlâ-terînde
olduğuna îmân etmişlerdir. Karabaş Ali Efendi gördüğü isti'dâd-ı Hudâ-dâd
üzerine derhâl Hasan Efendi'ye hıtâben, "Sizi çoktan beri ârzû
ediyordum; Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun ki, mülâkât müyesser eyledi."
buyurmuşlardır. Hasan Ünsî Efendi'de pek dehşetli bir meclûbiyyet-i kalbiyye
hâsıl olduğundan Hz. Şeyh'in ayaklarına
kapanıp dergâhta kalmış ve her şeyden dest-keş-i ferâğat olmuştur.
Cenâb-ı
Şeyh'e intisâp ile tarîk-ı mücâhedeye girdi. Hz Şeyh, "Otuzikibin adam
benden el aldı. Bu kadar halîfeler vardır. Hasan Ünsî Efendi gibi içlerinde
görmedim." buyurmuşlardır. Alâ-rivâyetin üç senede ikmâl-i sülûk
ederek mazhar-ı hilâfet oldular. Sonra şeyhinin emr-i mahsûsuyla Sultân Mehmed
Hân İbnu Sultân İbrâhîm'in harem-i hümâyûnunda va'za me’mûr oldular. İki sene
bu hizmette bulundular. Ba'de'l-va'z zikr ederler imiş.
Târîh-i
istihlâfları 1085/(1674)'tir. Hz. Şeyh'in işâretiyle Ayasofya'da Acemağa
Câmii'nde bir müddet mütemekkin oldular. İrşâdda bulundular. Bu sırada Karabaş
Velî, Hicâz'a azîmet ettiler.(1096/1685). Dervîşân, Hasan Ünsî Efendi'ye bend
oldular. O zamân ehl-i tarîka /23/ dahl eden erbâb-ı inkâr çoğalıp,
hattâ Hasan Efendi'yi o câmi'den kaldırmak için üzerine hücûm edenler bile
olmuş. Fakat sonra hepsi perîşân bir hâlde terk-i hayât eylemiştir. Hz. Şeyh
bir kaç sene bu câmi'de kaldıktan sonra, 1095/(1684)'te Karahasan oğlu Vezîr
Mustafa Paşa'nın delâletiyle Salkımsöğüt'te Karañı Mahallesi'nde Saçlı Emîr
Zâviyesi ki, "Aydın Dede Tekkesi" denilmekle ma'rûf idi, buranın
meşîhati tevcîh olundu. Ba'dehû teehhül buyurdular. Fatma isminde bir kerîmesi
dünyâya geldi. Nihâyet ömr-i şerîflerine kadar burada ârâm-güzîn oldular.
Türbelerini hayâtlarında kendisi yaptırmıştır.
Vefâtları
târîhini de kendisi söylemiştir:
Bildi ömrü târîhin oldu Hasan gamdan emîn
Be-niam dâr müttekîn evc-i zihî câ-yı hasen
به نعم دار متقين اوج زهى جاى حسن = 1136/(1723-24)
Hâfız
Hüseyn-i Ayvansarâyî Vefeyât-nâme'sinde böyle yazıyor :
"Hz. Şeyh Hasan Ünsî Efendi b. Recep b. Şehîd
Muhammed, ilm-i zâhir ü bâtında kemâl sâhibi idi. Zühd ü takvâ ile dâimâ
hâlâyıktan münkatı' ve münzevî olup, elli seneden mütecâviz dışarı çıkmamıştır.
Âhir ömrüne değin mücâhede ve inzivâ üzere idi. Kâimü'l-leyl ve
müstecâbü'd-da've olup, Alay Köşkü kurbunda Aydınoğlu Tekkesi'nde şeyh idi.
“A'rec Hasan Efendi” denilmekle meşhûrdur. Tarîkatları Kastamonu'da kâin Hz.
Pîr Sultân Şa'bân-ı Velî kolundan Karabaş Ali el-Atvel hazretlerinin
halîfesidir. Seksenbir yıl ömür sürmüştür. İrtihâli,
"en-Nebeül-azîm" (النباء العظيم) 1136 târîhinin şehr-i Saferi onuncu (10 Kasım
1723) Pazartesi gecesi sâat altıdır.
Kendi hânkâhları olan Aydınoğlu Tekkesi'nde taş türbede yalnız müstağrak-ı
envâr-ı likâ olmuştur. Müretteb Dîvân'ı vardır. Eş'ârından bu iki beyit
eser-i tabîatlarıdır.
Tabîb ü şâir u kâtib müneccim
Gerek şâhân içün bu çâr mahrem
Binâ-yı devletin ol çâr erkân
Esâsıdır ol anlarla muhakkem
Biri manzûme yazmış onlar içün
Nizâm Ahmed arûz-ı merd-i a'lem
Cümle-i
kerâmetlerindendir ki, seksenbir yaşına erdiği zamân bu rubâîde vefâtlarını
söylemişlerdir:
Binyüz
otuzaltı senesi vefât
İrişdi sekisen bire
bi'l-ittifâk
Çün ömür bunda tamâm oldu hemân
Hicret itdim düşe bundan
bi'r-rifâk"
Hz. Şeyh
tekkelerinde kahve tütün içmez, içirmezler imiş. Köhne esvâb giymeyi sever;
kıymetli şeylere rağbet buyurmazlar imiş. Hattâ dervîşlerine bile müzeyyen
şeyler giymemelerini ihtâr ederler imiş. İrtihâllerinde na'ş-ı mübâreklerini
gasl eden Seyyid Mustafa Efendi, Ayasofya Câmi'-i şerîfinde namâzını kıldıran
Koca Mustafa Paşa şeyhi Seyyid Nûreddîn Efendi hazretleridir. (Kaddesa’llâhu
esrârahum)
/24/ İbrâhîm Hâs
diyor ki:
"Azîzimin
vech-i şerîfleri münevver idi. Sarışın ve beyâza mâil idi. Hilâl kaşlı, siyâh
gözlü, çekme burunlu, kırmızı yanaklı idi. Dudakları ince idi. Ağızları küçük
idi. Lisân-ı hikmetleri fasîh ve müessir idi. Lihyeleri süt gibi beyâz ve
uzunca, boyları ise orta, vücûdları nahîf, elleri latîf ve mevzûn idi."
Meşrebleri :
Nefs-i
mübâreki her derde devâ ve her sakîme şîfâ idi. Lisân-ı şerîflerinden her ne
ki, sudûr eder ise, elbette vücûd-pezîr olurlardı. Sâhibu's-sır ve
sâhibü't-tasavvuf ve küşûfât-ı ma'nevîyyeye mâlik idi. Dâimâ şerîattan
söylerler, maârif-i ilâhiyyeye müteallık sözü pek açmazlar idi. Meclis-i
şerîflerinde esrâr-ı tevhîdden bir şey söyletmezler idi. Arabî, Fârisî, Türkî
lisânları üzere müdevven bir dîvânları vardır. Fukarâ vü hulefâsına nushan ve
terğîben ve alenen buyurdukları hikemiyyâtın bir nicesi Kelâm-ı Azîz nâmında başka bir
kitap olmuştur. Elsine-i selâse üzerine nazmen ve nesren buyurdukları sözlerden
bir mikdârı da Sırr-ı Ehadiyye
nâmıyla bir kitaba derc edilmiştir.
Yine
İbrâhîm-i Hâs hazretleri beyân buyururlar ki:
"Hz.
Şeyh kırk bir sene bu tekkede sâkin olmuşlar ve bu müddet zarfında üç def'a
tekkeden dışarı çıkmışlardır. Birisi, zelzeleden harâb olunca Ahmed Paşa
Câmii'ne Cuma namâzına çıktılar. İkincisi, Üsküdar'da Hz. Pîr Azîz Mahmûd-ı
Hüdâyî kuddise sırrûhu'l-âlî ziyâretine gitdiler. Üçüncüsü, bâ-fermân-ı hümâyûn
Okmeydanı'nda sûr-ı şâhâneye da'vet olundukları zamân çıktılar. Bundan başka
çıkmadılar."
Sultân Ahmed
Hân-ı sâlis, Hz. Şeyh'e ziyâde râğıb olup, ara sıra dergâha geldikleri ve hattâ
dergâhın karşısında elyevm mevcûd bulunan kale kapısını sûret-i mahsûsada
açtırdıkları ve buradan gelip gitdikleri menkûlâttandır.
Hasan Ünsî,
ecille-i meşâyıh-ı Şa'bânîyye'den bir zât-ı âlî-kadr idi. Bu nutku irtihâllerinden
mukaddem söylemişlerdir :
Kul âmennâ
odur rehber ki olmuş zâta ol mazhar
O Sultân-ı
hayri'l-beşer ki oldu cümleden ekber*
İlâhî rûz-ı
mahşer koyayım kapusuna ben ser
Odur rehber
cin ü inse kul olmayan odur kemter
Ona bağlı
hakâyık hep ona âsâr olup eser
Ki anunla
durur durmuş bu nüh-tâk u hefit-kemer
Şu rütbe
âlidir şânı bu mevcûdâta ol mefhar
Vücûdu ism-i
a'zamdır ki arş oldu ona minber
Çü "mâ
rameyte iz rameyte" ki geldi şânına azhar*[14]
Bir oldu zât
ile zâtı ol eyledi şaku'l-kamer
Olup eflâk
kamu hayrân onun aşkı ile döner
Kamu
âlemlerin fânûs-ı pür-nûru o nûr-ebher
Anun
cezbesile bende olup üryân ki bî-haber
Rahm idüp
bir şerîf kisve bana virdi zü'l-kevser
Bu mevzı'
zarf-ı şerîf ola hem dâim makar*
Bi-hakk-ı
sûre-i Tâhâ ki olmaya ona me’mer
/25/ Gelüp
dû-ferd didi târîh buna hoş düşdü makber
Mubârek bu
libâs ile kabir Ünsî'ye münevver*
(مبارك بو لباس ايله قبر انسىيه منور)
(Bu şiir),
türbesinin kapısı bâlâsında muharrerdir.
Hulefâsı :
Hacı Şeyh İbrâhîm
Efendi, Şeyh İbrâhîm Hâs Efendi, Şeyh Giritli Ahmed Efendi, Şeyh Tatar Selîm Efendi, Şeyh Recep Efendi, Şeyh
Erzincanlı Ali Efendi, Şeyh Kumlalı Mustafa Efendi, Şeyh Hâfız Muhammed Garîb
Efendi, Şeyh Çekmeceli Mahmûd Çelebi, Şeyh Kastamonulu Mustafa Efendi, Şeyh
Abdullâh Kefevî Efendi, Şeyh Ahmed Sâatî Efendi, Şeyh İstanbullu Hâfız Muhammed Efendi, Şeyh Es'ad
Efendi, Şeyh Mustafa Halîfe, Şeyh Hasan Azakî Efendi, Şeyh Üsküdarlı Ahmed Efendi.
Türbe-i
şerîfeleri hâlen ma'mûrdur. Buraya bi'l-âhare şeyh olup, uluvv-i himmetini
ızhâr eden ve Kâdirîler bahsinde tercüme-i hâli yazılmış olan İzzî Efendi
türbenin tezyîninde ve dergâhın ta'mîr ve ihyâsında çok çalışmıştır. Câddenin
tevsîi hâlinde dergâhın bir kısmı yola gidecek ise de türbe-i şerîfe kalıyor. Buradan
geçtikçe Hz. Şeyh'in rûhâniyyeti kalb-i fakîrânemi okşar, Fâtiha okumadan
geçtiğimi bilemem.
İzzî Efendi
merhûm dahi meşîhata ta'yîni gününden i'tibâren irtihâline kadar dergâh-ı
münîften dışarı çıkmayarak yirmi yedi sene Hz. Ünsî'ye pey-rev olmuş idi. (Kaddesa’llâhu
esrârahüm)
Dîvân-ı şerîfleri
zamân-ı âlîlerinde yazılmış ve tashîh-i âlîlerinden geçmiştir ki, bu nüsha-i
münîfe İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi nezdinde mahfûzdur. Ziyâret
olunmuştur. Tashîhât tamâmen surh mürekkeple yazılmıştır.
Şeyh İbrâhîm
Hâs Efendi
Müşârünileyhin
ecell-i hulefâsından ârif, kâmil, mükemmil bir zât-ı âlî-kadrdir. Şeyhinin
dâr-ı cemâle intikâlinde bu dergâhta inzivâ ederek kendini kimseye
tanıttırmamıştır. Rütbe-i irfânına delâlet eden mektûbâtı elime geçmiş idi.
Kemâlinin hayrânı oldum. Hele şeyhine olan irtibâtını takdîrlerle karşıladım.
Bu dergâhta çok zamân ihtîfâ buyurup, murğ-ı rûhu hadâik-ı cinâna pervâz
edince, kitâb-ı irfân-ı vücûdu civâr-ı Hasan Ünsî'de kaldı. İzzî Efendi'nin
meşîhatı zamânında bunun kabr-i enverini aramaya dergâha gitmiş idi. Ararken
İzzî Efendi yanıma geldi. "Evlâdım ne arıyorsun?" dedi.
İbrâhîm Hâs'ın kabrini arıyorum dedim. "Onu ne bilirsin?"
dedi. Mektûbâtı elime geçti, okudum. Müfrit bir aşk ile sevdim. Kabrini bulup,
yazmakta olduğum Sefîne-i Evliyâ'ya işâret edeceğim dedim. Takdîr ederek âh çekti. "Oğlum onun
kabrinin olduğu yer burasıdır." diye Hasan Ünsî hazretlerinin
türbesinin sağ tarafındaki pencere önünü gösterdi. Bu hazreti rü'yâda gördüm.
Nûr-ı mücessemdir. Kabr-i şerîflerinin yanından su geçiyormuş. Daha ba'zı
mahzûrlar varmış. Râhatsız oluyorum, /26/ bir çâresine bak diye emr
etti. Derhâl bîdâr oldum. Hemen kabirlerini taharrîye koyuldum. Vaktiyle burada
şeyh olan Hayâlî Fehmî Efendi ve pederi zamânında dergâhın üst katındaki
helâsından lağıma ittisâl eden yolun ve fi'l-hakîka çirk-âbın burada bir kabir
yanından geçtiğine muttali' oldum. Kabri açtım. Kefeni solmamış bir vücûd-ı
nûrânî âsûde-nişîn-i rahmet-i Rahmân'dır. İbrâhîm Hâs hazretlerinin olduğuna
şübhem kalmadı. Çünkü o da şeyhi gibi inzivâ etmiş, kabrine taş bile
konulmamış. Etrâfındaki çirk-âbı ve muzahrafâtı arabalarla taşıttım. Dergâhtaki
helâyı oradan kaldırttım. Kabirlerinin etrâfı temizlendi. İşte bu parmaklığı
yaptırdım ki, üzerinden kimse geçmesin diye. Garîbtir, âlem-i ma'nâda tekrâr
gördüğümde, beyân-ı hoşnûdî buyurdular. "Fakîriniz de öyle bir hıdmet-i
şerîfelerinde bulunmak için mazhar-ı irşâd olduğuma müteşekkiren mukâbele
eyledim." dediler ve ağladılar. Fakîri de ağlattılar. Duâ buyurdular.
Ayrıca bir mezâr taşı yaptırıp, havludaki taşların yanına ilâve etmişlerdir ki,
kitabesi:
"Kutbu'l-ârifîn bilâ-hafâ Gavsu'l-Vâsılîn
es-Seyyid şeyhu'ş-şuyûh Ünsî Hasan Efendi hazretlerinin muhterem halîfesi
es-Seyyid eş-Şeyh İbrâhîm el-Hâs Efendi hazretlerinin kabr-i enverleridir."
Şeyh Hasan-ı
Kefevî'nin bir halîfesi vardır.
Binbir
ilâhîyi câmi' Dîvân'ı, menâkıb-ı
evliyâyı hâvî Tezkiretü'l-Hâss'ı ve Ünsî hazretlerinin
kelimât-ı âşıkânelerini hâvî Kelâm-ı
Azîz'i ve sâir âsârı vardır. Târîh-i rıhletini, müddet-i ömrünü bilmek
mümkün olamadı.
Çekmece-i
kebîr (Büyükçekmece)'de Nesîmî-zâde Şeyh Mustafa Efendi nâm pîr-daşına yazdığı
mektûbun sûretidir:
"Saâdetlü
kerâmetlü ah-ı esrârım!
Şeyh Mustafa Efendi hazretlerinin huzûr-ı
şerîf-i bî-hemtâlarına ta'zîmât-ı celîle ve tekrîmât-ı cezîle iblâğıyla hâtır-ı
feyz-meâsirleri tefahhus olunur. Hemîşe mesned-i izz ü irfânda müeyyed olup,
tullâb-ı Hudâ ve sâlikân-ı râh-ı Kibriyâ'ya îfâza-i feyzden hâlî olmayalar.
Taraf-ı dil-rîş-i Hâs İbrâhîm dervîşten suâl buyurulursa, bu dertten bağrı pâre
pâre pür-hûn, firâkından perîşan-hâl-i dîger-gûndur. Nice zamândır tarafınızdan
bir mektûb gelmedi. Lisân ile de bir haber alamadık. Dîde-dûz-ı intizâr
üzereyiz.
Bu rütbe
ferâmûş buyurduğunuza bir ma'nâ veremedik. Zîrâ birbirimizi ferâmûş eylemek
ebeden mümkün değildi. Bilirsiniz ki, kırk seneden mütecâvizdir, sizin ile bir
dergâha bende olduk. Bu dergâh ne dergâhtır ki, beyânı akl-ı külden taşradır.
Kendimizi kendimiz ol dergâhta bildik, bulduk. Kendi yüzümüzü onda gördük.
Varlığı onda bitirdik, yokluğu onda âşikâr eyledik. Husûsan sizinle hem-dert
idik. Gıll u gıştan onda pâk olduk ve onda tâze-cân bulduk. /27/
Her müşkil onda feth oldu. Ol ki, ayn-ı mürşidden cârî feyz-i hakîkattır. Nasıl
unutalım. Cümleden kat'-ı nazar bir pınarsız nîstîyiz. Ol pınardan sızıp zuhûr
etmişiz. Ondan birer katreyiz. Mahv u fenâmız yine ol pınarda fenâ bulur. 'Hû
hû' denildiği ayândır. Ol ki kurb-ı hakâyıktır. Nasıl unutalım. Ale'l-husûs
hubb-ı sivâ, hubb-ı Hudâ'ya bu kurbiyyette mübeddel oldu. Bu muhabbet ne muhabbettir
ki, beyân ve îmâsı kâbil değildir. Bu sırr-ı muhabbete melâike dahi ârif olamaz. (وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ
حُبًّا لِّلّهِ)[15] buyurulan
bu letâif-i celîledir ki, tahlîflerinde hubb-ı kadîm ile vücûd-pezîrlerdir.
Hubb-ı ezelîye taallukları cihetiyle ahsen-i takvîmde var olmuşlardır ki,
esmâlarının mazhariyyetleri ef'âlidir. Onun için (إنه جميل)[16]
buyurulmuştur. Bu tâifenin varlıkları zâtında kadîmlerdir, zuhûrlarında
hâdislerdir. Ya'nî ilmu'llâhta kadîmlerdir. Onlarda murâd yoktur. Muhabbetleri murâd
cihetiyle değildir. (أشدَ حباً لله) buyurulan budur.
Şol muhabbet
ki, onda murâd buluna, o muhabbet ârızdır. O yine murâd cihetiyledir. Bir
muhabbet ki ârız ola, elbette onda murâd bulunur. Bu bî-ma'nâ bir emeldir.
Çünkü her murâd ki, vardır, ol fânîdir. İrfân dahi fânîdir. Her vuslat ki,
Hakk'ın gayrıdır, o fenâ iledir. Şükür ol Allâh teâlâya ki, bî-murâd halk
etmiştir. Ya'nî mürîd oldur ki, irâdetinin taalluku kendüden kendü iledir.
Müteallıkı dahi kendü iledir. Çün ü çerâdan berîdir. Merâm-ı berâyâ dahi,
merâm-ı kadîmesi vesîlesiyledir. İnsânda olan irâde-i cüz'iyye, kendi irâdesi
taalluku cihetiyle hâsıl olmuştur. Ne ayrı ne de gayrıdır. Zevkî bir ma'nâdır.
Zevk-ı ma'nevî kendi tecellî-i zâtîsiyle zât-ı kadîmesine merbûtiyyetle
insândan berk urur. Bu tecellîsi vâsıtasıyla insânda zâhirdir. İnsânın gayrıda
ma'dûmdur. Eimme-i esmânın insânda zuhûru, zevk-ı ma'nevînin lem'ası
şu'lesinden zâhirdir. Sırr-ı nübüvvet bunda ma'lûm olur. Hakîkat-ı Muhammediyye
(sala'llâhu aleyhi ve selem), bu dem ile
mübeyyendir.
Sır, uludur.
Mürşidden gayrı sırrı kimse temlîk etmeye kâdir değildir. Zîrâ ukûl ve fehmden
hârictir. Eğer hudûd-ı Hudâ olmayaydı bu sırdan dahi neler söylerdim neler!
Lâkin hudûdu tecâvüz etmek olmaz. Bu sözleri dahi içeriden söyleyeyim desem
olmaz. Bu kadar dahi söylemeyeyim desem yine olmaz. Bi'z-zarûr biraz
söyleniyor. Gâh olur ki, söyleyen ben sanırım ve gâh olur ki, söyleyen ben
değilim. Gâh olur ki, iki cihâna sığmam. Gâh olur ki, ben bende mahv olurum.
Şöyle ki, eserimden bir nişân bulunmaz. Gâh bir karârgâh-ı bî-karârım.
Ben ben
değilem diyeyim sen bensin
Sen sen
değilsin ki dine ben sensin
Kâdir
değilim ki, 'sen bensin yahut ben sensin' demeye. Eğer der isem
ki, 'ben sensin', kâfîr olurum. Eğer dersem ki, 'sen bensin',
müşrik olurum. Bu sırra âşinâ bir kimseye /28/ mülâkî olamadım
ki, onun önünde bu ma'nâyı ortaya getireyim. Nice yıllardır cüst u cû üzerindeyim zât-ı vahdetten âgâh, tahakkuk-ı
tevhîd ile hucb-ı tecellîyyât-ı esmâ vü sıfâttan geçmiş ve kesret-i
taayyünâttan kurtulmuş bir müsâhib-i cânâna tesâdüf edemedim ki, bu râzı onun
huzûrunda gûyâ olayım. Zâlike takdîru'l-Azîzu'l-Alîm!"
İbrâhîm Hâs
Müşârünileyhin üç-dört mektûbu daha elime geçti. Onları Müntehabât-ı Ezhâr-ı İrfân nâm eser-i
fakîrâneme derc eyledim. Kemâlât-ı ârîfânesi yüksektir.
İbrâhîm Hâs hazretleri, azîzi Şeyh Hasan Ünsî
hazretlerinin menâkıbını cem' ve tahrîr eylemiştir. İstanbul'da Fâtih'te Millet
Kütüphânesi'nde Reşîd Efendi kitapları meyânında 479 numarada mukayyed bir
nüshası vardır. Bir de İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi kütübhâne-i
husûsîsinde bir nüsha-i asliyyesini gördüm. Ser-â-pâ Hasan Ünsî hazretlerinin
tashîhâtı surh ile işârâtı vardır. Aslı İbrâhîm
Hâs'ın yazısı olmak muhtemeldir. Dörtyüz sahîfeye yakındır. Bunun bir
nüsha-i dîgerîsini de Pazar Tekkesi kütüphâne-i husûsîsinde merhûm Şeyh
Hüsâmeddîn Efendi yedinde görmüştüm.
Aydınoğlu Dergâhı Hakkındaki Tedkîkâtım :
Aydınoğlu Tekke ve Mescidi nâmıyla
şöhret bulan bu dergâh-ı münîfin bânîsi Saçlı Emîr Muhyiddîn Muhammed b.
Abdullâh Efendi'dir. Tebrizlidir. Sultân Bâyezîd zamânında İstanbul kadısı
olmuştur. "Kâsım Çavuş Mescidi" de denilmesine bakılırsa,
mescidin bânîsi bu zâttır. Minberini vaz'eden Aydınoğlu Şeyh Muhammed
Efendi'dir. Bu zât, ricâl-i Kâdiriyye'den imiş. Tophâne'de Kâdirî-hâne'de
medfûn imiş. Tekkenin kapısında şöyle muharrerdir :
Erenler Şeyh
Şa'bânî tarîk-ı müstakîminden
Açıldı Aydınoğlu Dergehi kim dîdeler rûşen
Hasan Ünsî hazretleri, bu makâm-ı âlîyi sinîn-i medîde
işgâl buyurdular. İbrâhîm Hâs meşîhatta bulunmamıştır. Fakat münzevî olmuştur.
Tîmârhâneci-zâde Şeyh Muhammed Garîb Efendi'nin meşîhatı vardır. İrtihâlinde
meşhûr Köstendil Müfütüsü (Nûreddîn Cerrâhî ve Ahmed-i Rûmî hazerâtının şeyhi)
Ali Efendi hazretlerinin mahdûmu Seyyid Muhyiddîn Efendi şeyh olup,
1174/(1760-61) senesinde âlem-i bakâya rıhletinde Hz. Ünsî civârına defn
olunmuştur.
Ba'dehû şu zevât sırasıyla seccâde-nişîn olmuşlardır.
Dergâh hazîresinde medfûndurlar:
Şeyh Muhammed Rüşdü Efendi: Ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olmuştur. Yirmidokuz sene
meşîhatı vardır. İrtihâli : 1203/(1788-89).
Şeyh Ali Efendi: Ziyâret-i Haremeyn'e mavaffak olup, yedi sene meşîhatı
vardır. İrtihâli : 1210/(1795-96).
Şeyh Sun'u'llâh Efendi : Onsekiz sene meşîhatı vardır.
İrtihâli : 1228/(1813).
Şeyh Esrâr Efendi : Otuzbir sene meşîhatı vardır.
İrtihâli : 1259/(1843).
Son zamânlarda Hayâlî Şeyh Fehmî Efendi, şeyh idi.
İrtihâlinde Şeyh İzzî Efendi'ye tevcîh olunmakla tercüme-i hâli cild-i evvelde
Kâdirîler bahsinde geçti. Müşârünileyh bu dergâhı ve türbe-i Hasan Ünsî'yi
bi-hakkın i'mâr ve tezyîn etmişti. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
/29/ Hânkâh-ı Hz. Pîr'deki Meşâyıh Hakkında :
Üçüncü cildde Âsitâne-i Hz. Şa'bân-ı Velî'de
seccâde-nişîn-i hilâfet olan zevât-ı kirâmın esâmîsini yazmış idim.
1. Çelebi Pîr Mustafa Efendi
13. sahîfede ism-i âliyle tezyîn-i sahîfe eyledim. Şeyh
Muslihuddîn Mustafa Efendi hazretleri, İsmâil Kudsî-i Çorûmî'nin mahdûm-ı
mükerremleridir ki, "Çelebi Pîr
Mustafa Efendi" diye
meşhûrdur. İlm ü kemâlde ferîd-i zamân idi. Karabaş Velî hazretleri gibi bir
reh-nümâ-yı tarîkat onun mekteb-i irfânından yetişmiştir. Karabaş Velî,
İsmâîl-i Kudsî'ye nisbetle bidâyeten feyz-yâb olup, rütbe-i kemâle mazhariyyeti
Çelebi Pîr Mustafa Efendi yedindendir.
Ba'zı silsile-nâmelerde İsmâîl Kudsî ile Karabaş Velî arasında bu zâttan
bahs olunmaması hatâ-yı fâhiştir. Onaltı sene icrâ-yı meşîhattan sonra 1073/(1662-63) senesinde âlem-i cemâle
intikâl eylediler. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
2. Şeyh Abdurrahmân Efendi
Zilelidir. Çelebi Pîr Mustafa Efendi halîfesidir.
1073/(1662-63) senesinde Âsitâne-i Hz.
Pîr'de seccâde-nişîn olmuşlardır. Onüç sene meşîhatı olup, 1086/(1675)
senesinde[17] âzim-i dâr-ı karâr oldular. Kemâlât-ı ârîfâneleri ve müşâhedât-ı
zevkıyyeleri pek yüksektir. Halîfeleri âti't-tercüme Hâfız İbrâhîm Efendi'ye
yazdıkları bir mektûb, Hânkâh-ı Hz. Nasûhî seccâde-nişîni reşâdetlü Seyyid
Ahmed Kerâmeddîn Efendi hazretleri nezdinde görülüp, sûreti buraya derc ile,
tezyîn-i sahîfe kılındı.
"Ey
benim ah-ı azîzim Hâfız İbrâhîm Efendi!
Size dahi malum olsun ki, hacc-ı sûrîye niyyet eyleyüp, hacc-ı
sûrî tedârikine mukayyed iken seher vaktinde hâtiften bir nidâ geldi kim, 'Hâzır ol,
hacc-ı ma'nevîye gitsen gerektir. Hacc-ı sûrî hacc-ı ma'nevîye tebdîl olundu.'
denildikte emr-i Hakk'a muntazır iken 1093 senesi mâh-ı Receb'inin yirmiyedinci
gecesi (1 Ağustos 1682) mi'râc gecesidir. Âlem-i ervâhta seyr ederken, Rasûl-i
Ekrem ve Nebiyy-i muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem mi’râca giderken
Burak'a binmişler. Bizi Burak'ın arkasına alıp maan revân olduk. Levh-ı
Mahfûz'un yanına varınca, 'Siz bunda eğlenin, bundan öte izin yoktur.'
buyurdular. Levh-ı Mahfûz'a nazar eyledik. Kendimizin mâh-ı Şa'bân-ı şerîfte
dâr-ı fenâdan dâr-ı bakâya rihlet etmemizi gördük ve dahi sizin Şa'bân-ı Velî
hazretleri âsitânesinde seccâde-nişîn
olmanızı gördük.
İmdi ey benim kardeşim!
Levh-ı Mahfûz'da yazılan sizsiniz. Hemân fakîri hayır duâ
ile duâdan unutmayıp, âsitâne-i saâdette şuğle ve mücâhedeye meşgûl olup, gayret kemerin yedi yerden
kuşanıp ve benim evlâdlarımı dahi gözden ve gönülden çıkarmayasız. Ve dahi kapı
dervîşi Molla Hasan altı senedir ki, âsitânenin hizmetindedir, makâm-ı sırdan
duâ edilmiştir. Lâkin irşâdı sizden olmakla bu cümle te'hîr olunmuştur. Ricâ
ederiz ki, irşâd ile behre-mend etmedikçe, salıvermeyesiz. Bize lâzım olan
hakkı teblîğ eylemektir. Va'llâhu'l-Hâdî ilâ sebîli'r-reşâd."
/30/ Fi'l-hakîka azîz-i müşârünileyh aynı zamânda
irtihâl etmiş ve yerine Hâfız İbrâhîm Efendi geçmiştir. Yazdıkları Arabça bir
icâzet-nâmenin mütâlaasından kemâlât-ı ilmiyyeleri de nümâyân olmuştur.
(Kuddise sırruhû)
3. Şeyh Hâfız İbrâhîm Efendi
Amasyalıdır. Âsitâne-i Hz. Pîr'de kırk sene
seccâde-nişîn-i reşâdet olmuştur. Her ikisi türbe-i şerîfe-i Hz. Pîr'de
âsûde-nişîn-i rahmettir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
4. Şeyh Hâfız Ahmed Efendi
On sene Âsitâne-i Hz. Pîr'de meşîhat edip, Hicâz'a
azîmetinde orada irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Çelebi Pîr Mustafa Efendi'nin
mahdûmudur. Elyevm post-nişîn Atâullâh Efendi'nin ceddidir. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
5. Şeyh Muhammed Efendi
Hâfız Ahmed Efendi-zâdedir. Onbeş sene meşîhatı vardır.
İrtihâli 1155 veya 1156/(1742 veya 1743)'dadır. Türbe-i Hz. Pîr'de medfûndur. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
6. Şeyh Abdullâh Efendi
Muhammed Efendi-zâdedir. Yirmi sene kadar meşîhatı
vardır. Harameyn-i muhteremeyni ziyâret kasdıyla ol cânib-i âlîye azîmetle kâlıb-ı nâsûttan tecerrüd etmiştir. Süveyş'te
medfûn imiş. 1175/(1761-62) senesine müsâdiftir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
7. Şeyh Hâfız Vahdetî Efendi
Şeyh Abdullâh Efendi-zâdedir. Otuzüç veya otuzdört sene
kadar meşîhatı vardır. İrtihâli 1209/(1794-95) senesine müsâdiftir. Türbe-i Hz.
Pîr'de menfundur. (Kuddise sırrûhû)
8. Şeyh Hâfız Abdurrahmân Efendi
Şeyh Hâfız Vahdetî Efendi-zâdedir. Otuzdört sene meşîhatı
vardır. Pederinin irtihâli târîhine ve kendisinin 1215/(1800-01)'te seccâde-i
meşîhata oturmasına nazaran altı senesi sığar-ı sinni hasebiyle âharının
vekâletiyle güzer etmiş olacak. İrtihâli 1249/(1833-34) târîhine müsâdiftir.
Türbe-i Hz. Pîr'de medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. (Kuddise sırrûhû)
9. Şeyh Hâfız Muhammed Saîd
Efendi
Şeyh Hâfız Abdurrahmân Efendi-zâdedir. Elliyedi sene
meşîhatı vardır. İrtihâli 1305 veya 1306(1887 veya 1888) senesine müsâdiftir.
Türbe-i Hz. Pîr'de defîn-i hâk-i gufrândır. (Kuddise sırruhû)
10. Şeyh Muhammed Atâullâh Efendi
Hâfız Saîd Efendi-zâdedir. Pederinin irtihâlinde sığar-ı
sinde idi. Meşâyıh-ı Şa'bânîyye'den Bolulu İbrâhîm Efendi altı sene niyâbet
edip, 1312/(1894-95) senesinde Atâullâh Efendi fi'len âsitâne-i Hz. Pîr'de
seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. İki mektûbunu cild-i sâlisin sonunda aynen telsîk
etmiş idim. Elyevm irşâd-ı tâlibîn ile meşgûl olup, âsitâne-i Hz. Pîr'de Cuma
geceleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat etmektedirler. İstanbul'u teşrîflerinde
görüşmüş ve bi'l-âhare mektûblaşmış idim. Pek terbiyeli, halûk, mükrim bir
zât-ı âlî-kadrdir. (Tavvela'llâhu omrehû ve zâde'llâhu feyzahû)
11. Şeyh Mahmûd el-Halvetî
eş-Şa'bânî
Gerede-i cedîde'de medfûn olan bu zât-ı muhteremin, Risâle-i Tâciyye nâmıyla bir eser-i
ârîfânesini gördüm, gayr-ı matbû'dur. Silsile-i tarîkatını ve târîh-i hayâtını
elde edemedim. O risâlenin mütâlaasından pek âlim ve ârif ve âşık bir zât
olduğunu anladım. Hiç bir ma'lûmât edinemedim. Burada üç satırcık olsun
hakkında yazmak istedim. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
NASÛHİYYE-Yİ ŞA'BÂNİYYE
/31/ Seyyid
Muhammed Nasûhî Hazretleri
Reîs-i zümre-i ebrâr
Cenâb-ı Pîr Nasûhî'dir
Muhakkak
mazhar-ı esrâr Cenâb-ı Pîr Nasûhî'dir
Mübârek ravza-i irfânına
rû-mâl olur uşşâk
Mükerrem
pîr-i pür-envâr Cenâb-ı Pîr Nasûhî'dir
Gülistân-ı aşk u muhabbette yetişmiş olan bu pîr-i
muhteremin aşk u irfânı önünde hiss-i ihtirâm ile mütehayyir ve mütehassis
olarak ser-fürû ederim. Müctehidîn-i tarîkattan olup, şuabât-ı Şa'bânîyyeden
Nasûhiyye şu'besinin müessis-i muhteremidir.
Üsküdar'da Toygartepesi'nde Bulgurlu Mescid kurbunda
Kuşoğlu Yokuşu karşısındaki hânede tevellüd eylemişlerdir. 1058/(1648) veya
1063/(1653) târîhlerinden birine
müsâdiftir. Peder-i mükerremleri sipâhiyândan Seyyid Nasûh Bey'dir. Sâdât-ı
kirâmdan olup, silsile-i nesebleri ber-vech-i âtîdir:
eş-Şeyh Seyyid Nasûhî Muhammed b. Seyyid Nasûh b. Seyyid
İhtiyâruddîn b. Seyyid Gıyâseddîn b. Seyyid Hızır b. Seyyid Ma'sûm b Seyyid
Ahmed b. Seyyid Mahmûd b. Seyyid Alâeddîn b. Seyyid Murtazâ b. Seyyid Hüseyin
b. Seyyid Ali b. Seyyid İbrâhîm b. Seyyid Ca'fer b. Seyyid Hasan b. Seyyid İshâk
b. Seyyid İbrâhîm b. Seyyid Ahmed b. Seyyid Hüseyin b. Seyyid Mûsâ b. Seyyid
Muhammed b. Seyyid Mûsâ b. Seyyid İbrâhîm b. Seyyid Mûsâ b. Seyyid İmâm Ca'fer
es-Sâdık b. İmam Muhammed el-Bâkır b. İmâm Zeynelâbidin b. Hz. Hüseyin b.
Cenâb-ı Haydar-ı Kerrâr Ali el-Murtazâ. (Radıya'llâhu anhüm)
Hadîkatü'l-Cevâmi'de, "Hz.
Nasûhî, Pîr-i Tarîk-ı Şa'bân-ı Velî hazretlerinin neslindendir." diye
yazılmış ise de hânkâh-ı Nasûhî şeyhi Kerâmeddîn Efendi :
"Hz. Şa'bân-ı Velî efendimizin evlâdı yoktur.
Hattâ teehhül ettikleri de muhtelefün fîhtir. Elyevm post-nişîn bulunan zât,
İsmâîl-i Çorumî hazretlerinin evlâdındandır. Hz. Şa'bân-ı Velî efendimizin
hulefâsından Şeyh Nasûh isminde bir zât vardır. 976/(1568-69) ile 1000/(1592)
arasında olmak muhtemeldir. Gerek Şa'bân-ı Velî efendimizin, gerek Şeyh Nasûh
Efendi ile Hz. Pîr arasında yüz otuz seneden ziyâde müddet vardır. Hadîka müellifi
burada yanılmıştır. Bir tarafta tashîh etmek üzere Hz. Pîr, Nasûhî efendimizin
Hz. Karabaş Velî mahdûmu olduğunu beyân ediyor ki, burası da doğru değildir.
Ve silsile-i tarîkları, Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî, Hz. Muhyiddîn–i Kastamonî,
Hz. Ömer el-Fuâdî, Hz. İsmâîl-i Çorumî, Hz. Mustafa Muslihuddîn, Hz. Karabaş
Velî, Hz. Pîr Seyyid Muhammed Nasûhî (kaddesa'llâhu esrârahum)."
buyurdular.
İş bu tercüme-i hâle ait ma'lûmâtı Fâtih'te Millet
Kütüphânesi'nde kütübü't-tevârîh faslında 863 /32/ numaralı bir eser
vardır ki, Menâkıb-nâme-i Hz. Şeyh
Muhammed Nasûhî el-Üsküdârî nâmındadır. Müellifi Hz. Nasûhî halîfesi Hasan
Efendi-zâde Senâî Efendi merhûmdur. Bir de Hânkâh-ı Hz. Nasûhî'de elyevm
seccâde-nişîn-i reşâdet olan Seyyid Ahmed Muhammed Kerâmeddîn Efendi tarafından
mezkûr eseri tevsîan yazılan Şemsü's-Sabûhî
fî Menâkıbı Pîr Nasûhî nâm te'lîf-i güzîn vardır.
Bu iki eser âcizlerinin me'hazımdır. Bunların beyânına
göre, Hz. Şeyh'in tahsîl-i ulûm ile iştigâl ederek sinleri kemâle gelince,
"Muhammed Bey" diye yâd olunmaya başlamış; Muhammed Bey de tekkelere
incizâb hâsıl olduğundan ihtilâs-ı vakt ettikçe oralardaki hây u hûy-ı aşktan
nasîbe-dâr olmaktan geri durmaz olmuş idi.
Üsküdar'da Mihrimâh Vâlide Sultân Zâviyesi'nde
post-nişîn-i irşâd olan Karabaş Velî hazretlerinin uluvv-ı ka'b u kemâlâtını
işitince Şeyh Mustafa Efendi nâm zât delâletiyle bir gün müşârünileyhin
ziyâretine şitâbân olurlar. Hz. Şeyh, Muhammed Bey'deki isti'dâd-ı
fevka'l-âdeyi görünce ızhâr-ı muhabbet eder. Muhammed Bey de aynı te'sîr
altında kalır. Cenâb-ı Şeyh'e arz-ı nisbet eder. Dâhil-i zümre-i mürîdânı olur.
Alâ-rivâyetin erbaîne girer. Şeyh Kerâmeddîn Efendi'nin beyânına göre, müddet-i
halvet bir haftadan ibârettir. Burada Hz. Nasûhî'nin odası el-ân mevcûddur.
Köşede Karabaş Velî'nin odasının yanındadır, kapısı köşededir. 13. sahîfede
bahsi geçti.
Hz. Nasûhî az zamânda ikmâl-i sülûka muvaffak olup,
1085/(1674) senesinde nâil-i hilâfet oldular ki, yirmiyedi yaşına müsâdiftir.
Hilâfet cem'i'yyeti günü, Hz. Şeyh başındaki tâcını Muhammed Bey'in ser-i
mübâhâtına hümâ-yı devlet gibi koyduğu zamân erbâb-ı hâl u kemâlden olanlar li-hikmeti'llâhi teâlâ Karabaş
Velî hazretlerinin başına gâibten bir tâc-ı dîger konduğunu müşâhede
etmişlerdir. Şeyh Kerâmeddîn Efendi, "Elyevm sandûkalarının başındaki
tâc-ı şerîf bu tâcdır." buyurdular.
Muhammed Bey'de maârif-i ilâhiyye gün-be-gün izdiyâda
başlayarak az vakitte kemâlât-ı sübhâniyyeye
mazhar olmuşlardır ve şeyhi cânibinden pederleri Nasûh Bey'e izâfetle "Nasûhî" diye talkîb edilmişlerdir.
Şeyhinin emriyle Mudurnu'da irşâd-ı ibâda me’mûren azîmet
edip, orada Sun'u'llâh Efendi Zâviyesi'nde neşr-i feyz-i tarîkata başlayıp,
onbir sene kalmışlardır ki, bu esnâda Mudurnu'da Abdullâh Rüşdü hazretlerini ve
esnâ-yı azîmette Zoravî Muhammed Efendi hazretlerini yetiştirmişlerdir.
Ba'dehû şeyhlerinin emriyle İstanbul'a avdet buyurdular
ki, 1096/(1685) târîhine müsâdiftir. /33/ Mudurnu'da bulundukları zamân
azîzleri Limni'de ikâmete me’mûr idi. Bir aralık Hz. Nasûhî Limni'ye azîzini
ziyârete gidiyor. Bunu halîfesi İbrâhîm Ağa'ya bir mektûbunda şöyle nakl
eyliyor :
"Şeyhim Limni'ye nefy edilmiş idi. Ziyâret-i
aliyyelerine iştiyâk hâsıl olduğundan Limni'ye azîmet eyledim. Muvâsalatim günü
şeyhim o zamân Limni'de bulunan Mısrî-i Niyâzî hazretleriyle birlikte hamâma
gitmişler. Haber aldığımda hemen hamâma gidip, bohçalarını açarak her ikisinin
ceplerini para ile doldurdum. Müşârünileyhimâ hamâmdan çıkıp, şeref-i ziyâretleriyle
müşerref olmak için Limni'ye kadar ihtiyâr-ı sefer edişime, husûsuyla ahîren
gösterdiğim âsâr-ı müvâlâta fevka'l-âde mesrûr olarak şeyhim duâ buyurdu. Hz.
Mısrî, ‘Âmin!’ dedi. O dakîkada kalbime rahmet ve füyûzât-ı ilâhiyye oluktan
akan yağmur gibi aktı. Münevver oldum. İş büsbütün değişti."
Bâb-ı defterî hulefâsından Tal'at Efendi, Ferahu'l-Kalb nâm eserinde ber-vech-i
âtî nakl-i beyân ediyor :
"Hz. Mısrî, hamâma teşrîf edip, çıktıktan sonra
yanlarında akça bulunmamış ve ızhâr da etmemişler. Nasûhî Efendi hazretleri
anlayıp, yanlarında ne kadar para var ise ber-takrîb Hz. Mısrî'nin dizleri
altına koymuşlar. O da hamâm ücretini verdikten sonra Nasûhî hazretlerine
teveccüh edip, "Oğlum! Allâhu azîmü'ş-şândan ricâ ederim ki
sana dahi ol derece feyz-i Muhammedî versin ki, sen de ümmet-i Muhammed'e
böylece i'tâ edesin." (buyurdu). Hz. Nasûhî, beyân ederlermiş ki, o
zâtın ol vakit duâsının âsârını ve Hakk'ın lutfunu müşâhede eyledim."
Bu husûsta mektûb-ı şerîf daha etrâflı ma'lûmâtı dîğeri
ise menkûlâtı câmi' olmakla teberrüken nakl olundu. Şemsü's-Sabûhî'de
menkûl olduğuna göre Hz. Nasûhî henüz iki yaşında iken pederi vefât eylemiştir.
Bundan bir müddet sonra Üsküdar'da Kefçedede Mahallesi'nde Ahmediyye Câmi'-i
şerîfi karşısında bir hâneye nakl edip, burada iken Karabaş Velî hazretlerine
intisâb eylemişlerdir.
Mudurnu'dan İstanbul'a avdetlerinde Doğancılar'da Çakırcı
Hasan Paşa ve Süleymân Paşa câmi'lerinde iki sene kadar icrâ-yı âyîn-i tarîkat
buyurdular. Bir gün mürşid-i mükerremlerinin nezdinde Doğancılar'dan geçerken
hânkâhın olduğu mahalli göstererek, "Oğlum!
Burası inşâa'llâh senin yüzünden ma'mûr olup, ilâ yevmi'l-kıyâm Âsitâne-i Nasûhî diye şöhret bulur." sûretinde keşf-i
istikbâl buyurduklarından, fi'l-hakîka bir müddet sonra sebeb-i zuhûruyla Hz.
Nasûhî burada âsitâne te'sîsine muvaffak olmuşlardır. Süleymân Paşa Câmii'ndeki
kürsüleri el-ân mevcûddur.
/34/ Mazbût olduğu üzere Hz. Şeyh'in eazz-ı muhibbânından
Yeniçeri Ağası Hasan Ağa ilk bânîdir. Sonra vâridât-ı vakfiyye dûçâr-ı sekte
olunca Hz. Nasûhî bu yüzden ... kese mikdârı borç edip, bir kaç seneler emr-i
idârede azîm ızdırâb çekmiş ve edâ-yı deyne muvaffak olarak 1116/(1704)
senesinde Vezir-i a’zam ve Sultân Mehmed-i râbiin kerîmesi Hatîce Sultân'ın
zevci Dâmâd Hasan Paşa minber te'sîs ve ba'zı mertebe vâridât temîn eylemiştir.
-
- -
İstidrâd kabilinden arz edeyim: Hasan Paşa ikidir. Birisi
Yeniçeri Ağası Hasan Paşa'dır ki, evvelâ âsitânenin inşâsına başlayan zâttır.
Fakat taahhüdât-ı vakfiyyeyi hüsn-i îfâ edemediğinden Hz. Pîr, nakl olunan
sıkıntıya ma'rûz kalmıştır. Dîğeri Hatîce Sultân'ın zevci Vezîr-i azam Hasan
Paşa'dır.
-
- -
Hz. Nasûhî zamânında dergâhın inşâsı 1099/(1688) senesine
müsâdiftir. Şâir Zamîrî ondört beyitli bir târîh söylemiş, her beytinde
be-hesâb-ı ebced 1099 târîhini çıkarmıştır. Son beyitleri:
(كان تاريخاً علىهذا المقام) = 1099[18]
(مبدأ العرفان وبيت السالكين) = 1099
Resm-i güşâdı leyle-i Kadr'e müsâdiftir. Hz. Nasûhî
burada kırküç sene meşîhat buyurmuşlardır. Ancak eâzım-ı ümmetten ekserine ârız
olan belâ-yı iclâya Cenâb-ı Nasûhî de ma'rûz olmuş ve 1126 senesi
Rebîu’l-âhirinde (Nîsân 1714) Kastamonu'ya azîmet ve Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî
efendimizin hânkâh-ı muallâlarında ihtiyâr-ı ikâmetle Zilhicce 1128 (Kasım
1716) senesinde İstanbul'a avdet buyurdular. Orada onsekiz ay kaldılar ve bir
erbaîn çıkarmışlardır.
Hz. Nasûhî hulefâsından Hasan Efendi kendi zamânında
bulunan meşhûr meşâyıhın tercümelerinden bâhis bir eser yazmış, gördüm. Onda
der ki:
"Hz. Nasûhî, Kastamonu'ya teşrîflerinde zâhiren
nefy ve âlem-i ma'nâya hicret yolunda kayıktan bir çemen-zâr mahalle çıkıp,
orada Hz. Hızır (aleyhi's-selâm)’a mülâkî olarak bir sâat mikdârı sohbet-i
hâssu'l-hâsta muhabbetleri muhakkaktır. Hattâ vedâda üç dört hatveden sonra
gayb olup, ne tarafa gitdiğine kimse vâkıf olmadığından gerek kayıkçılar
gerek sâirler, "Bu devletlü
kimdir?" diye azîzimden suâl eylediklerinde, "Bu azîze Hz.
Hızır derler." cevâbında bulunmuşlardı. "
Hz. Nasûhî'nin fazl u kemâli şâyi' olunca pâdişâh-ı
zamânın ârzûsuyla 1117 senesi Recebinde (Ekim 1705) her salı günü Eyüp Sultân
Câmi'-i şerîfinde va'z etmek üzere uhde-i şerîfelerine kürsü şeyhliği de tevcîh
buyurulmuştur.
Gülşen-i Meşâyıh-ı Selâtîn'de ve el-Âsâru'l-Mecdiyye
fi'l-Menâkıbı'l-Hâlidiyye nâm eserde mestûr olduğu üzere irtihâllerine
kadar bu hıdmet-i şerîfe uhdelerinde kalmıştır. Her salı günü Üsküdar'dan Eyüp
Sultân'a âzim olurlardı. Salât-ı zuhr akabinde hıdmet-i şerîfelerini edâya
mukaddim olurlardı. Hattâ bazan telâtum-ı deryâ olup, Hz. Şeyh kayığa bindikleri
anda li-hikmeti'llâhi teâlâ kayığın her iki tarafından beşer arşın genişlikte
deniz sâkin olup meşakkatsizce azîmet ve avdet buyururlar imiş. Şu hâl Üsküdar
kayıkçılarının ma'lûmu oldukta o gün fırtına hasebiyle İstanbul'a gelip
gidemeyenler Hz. Nasûhî Efendimizi /35/ bekler
ve kayıklarının peşinden kayıklarla ve selâmetle gider gelirler imiş. Hz. Pîr
âsitânesi civârı sâkinlerinden Fâik Bey nâm müsinn bir zât bunu te'yîd ve yakın
vakte kadar kayıkçılar beyninde "Nasûhî Yolu" diye Üsküdar'dan
İstanbul'a bahren bir tarîk-ı mahsûs-ı müştehir olduğunu beyân eylemiştir.
Müstakim-zâde Hülâsatü'l-Hediye
nâm eserinde böyle bir kerâmeti Hz. Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî (kuddise
sırrûhu'l-âlî) hakkında nakl edip, ahîren tab'olunan Külliyyât-ı Hüdâyî nâm eserde Pîr-i müşârünileyh nâmına da böyle
bir kerâmet nakl olunmuştur. Her iki sultân-ı tarîkat için pek basît olan böyle
bir kerâmetin birine tahsîsi taraf-dârı değilim. (Kaddesa'llâhu esrârahümâ)
Çiçek Merâkı :
Nz. Nasûhî'de ilm-i ezhâr mütehassıslığı da vardır.
Sad-berg gülünü ta'mîm eden ve bir de karanfil çiçeği envâını husûsiyle gâyet
makbûl addedilen zühreli beyâz karanfili nemâlandıran müşârünileyh
hazretleridir. İlm-i ezhâr ulemâsı müşârünileyhi kemâl-i ihtirâmla yâd ederler.
Şekl-i riyâzet ve ve mücâhedelerini tasvîren nakl olunur
ki:
"Gurre-i Receb'de halvete girip, îyd-i fıtr gecesi
çıkarlardı. İki erbaîn bir i'tikâf olmak üzere ba'zı kerre bir erbaîn ve bir
i'tikâf ile halvet buyururlardı. Aşr-ı Zilhicce ve aşr-ı Muharremde onar gün
halvet-güzîn olur, Saferin ikinci günü erbaîne girer, Rebîu’l-evvelin on ikinci
gecesi çıkarlardı ki, leyle-i mevlidi'n-Nebî'ye müsâdiftir. 1108/(1696-97)
senesinde kâmilen halvet-güzîn olmuşlar; yirmidört sâatte bir iftâr eylemişlerdir.
Yağlıdan, tuzludan perhiz edip, tuzsuz çorba, tuzsuz poğaça ile iktifâ
ederlerdi. Yirmidört sâatte yedikleri otuz dirhemi tecâvüz etmezdi."
Mülâhaza:
Bu satırları okumak kolaydır. Fakat Hz. Şeyh'in derece-i
riyâzetini düşünmek lâzım gelince, akl-ı beşerin dûçâr-ı hayret olmaması mümkün
değildir. Hz. Şeyh her geceyi kadir bilir, her gece tesbîh namâzı ve yüz rek'at
namâz kılarlar imiş. Elyevm âsitâne-i Hz. Nasûhî'de seccâde-nişîn Kerâmeddîn
Efendi nakl eyledi : Hz. Nasûhî, onbeş sene mütemâdiyen savm-ı Dâvûd ile
dem-güzâr olmuş, arka üstü yatmamış, üzerinden nâfile namâzlardan bir namâz
fevt olmamış, ayak uzatmamış, dâimâ diz üstü otururlar imiş.
İznik'te defîn-i hâk-i ıtır-nâk olan Eşref-zâde
Abdullâh-ı Rûmî hazretlerinin âsitânelerini ziyâret buyurdukları da
anlaşılıyor, Eşref-zâde Asitânesi post-nişîni olan zât iâde-i ziyâret emeliyle
Üsküdar'da Hz. Nasûhî Asitânesi'ne misâfir /36/
olmuşlar ve mektûblarında, (هذا من فضل له الحمد له الشكر)[19] diye misâfir hakkında ızhâr-ı sürûr
eyliyorlar. Ve esbâb-ı ta'zîmiyyeyi nasıl ihzâr edeceğim diye ızhâr-ı endîşe
buyuruyorlar ve dîğer bir mektûblarında, "Ecelden emân mukadder ise inşâa'llâh
îyd-i şerîfe değin..." olacaklarını beyân ile derece-i
riyâzetlerini ızhâr ediyorlar.
Hz. Nasûhî tütün içmezler imiş. Fakat içenlere mümânaat
etmezler, müsâid bulunurlar imiş. Hasan Ünsî ne içer, ne de içirtirmiş. Tütün
içmek isteyenlere, "Hz. Nasûhî Asitânesi'ne gidiniz." diye
serzeniş-kârâne latîfede bulunurlar imiş. Hz. Nasûhî esâsen deryâ-dildir.
İrtihâlleri :
Âsitâne-i Nasûhiyye'de seccâde-nişîn Şeyh Seyyid
Kerâmeddîn Efendi'nin nakl u beyânına göre, Şeyh Abdulehad en-Nûrî hulefâsından
Şehremîni'de medfûn Şeyh Nazmi Efendi hafîdi Şeyh Îsâ Efendi'nin kerîmesi ağır
bir hastalığa dûçâr olup, müdâvât-ı cismâniyyeden bir semere-i âfiyet imkânı
olamayınca Hz. Nasûhî'ye gelip, kerîmesi hakkında Cenâb-ı Şâfi-i hakîkîden
temennyyâtta bulunmasını ricâ eder. Hz. Nasûhî, hastanın levh-i mahfûzdaki
mukadderâtına nazar edip, onun yerine kerîmelerinden birini kurbân verirse hâlâs
mümkün olacağını görür. Hanîfe ve Sâliha ve Râziye isiminde üç kerîmeleri
vardı. Harem dâiresine girer, kerîmelerine hitâben, "Evlâdlarım!
İçinizde kendini Cenâb-ı Hakk'a kurbân verecek hanginizdir?" diye
sorar. Hanîfe Hânım kurbân olmağa atılır. Hz. Nasûhî, Fâtiha buyurur. Îsâ
Efendi'nin kerîmesinde derhâl eser-i şîfâ, Hz. Hanîfe'de ise eser-i vefâ zuhûr
eder. Önce hastalanır, sabâh namâzı vakti ağırlaşır, peder-i muhteremlerini
nezdlerine gelmek ricâsında bulunur. Hz. Nasûhî, sabâh namâzı ile meşgûl iken
haber gelir. "Ziyâretimle iâde-i âfiyeti gayr-ı kâbil. Şimdi ise sabâh
namâzı vaktidir. Farzın te'hîri, bizim için kazâsı câiz olmayan hâlâttandır.
Emîr büyüktür. Selâm söyleyin Allâh Teâlâ hazretleri îmân-ı kâmilden ayırmasın.
Hz. Fahr-i kâinât efendimizin şefâatına mazhar buyursun."
buyurmuşlardır. Hz. Hanîfe'nin rûh-ı pür-fütûhu mele-i a'lâya uçmuştur.
Âsitânede medfûn ve rahmet-i Rahmân'a makrûndur. 1130 senesi Ramazân-ı şerîfi
ibtidâsına (29 Temmuz 1718) müsâdiftir.[20] İrtihâli
şehr-i Ramazân'ın birinci günü olduğunu
naklen Kerâmeddîn Efendi söyledi.
Hanîfe Hânım'ın kabri, dergâhın ilk kapısından girilince
soldaki mezârlığın duvar kenârındadır ve kitâbe-i seng-i mezârı böyledir:
" Allâh sübhânehû ve teâlâ Şeyh Nasûhî Efendi
merhûmun kerîmesi Hanîfe Kadın'ın rûhıçün ve bi'l-cümle mü'minîn ve mü'minâta
rahmet eyleye. el-Fâtiha! 1130."
Hz. Pîr efendimiz pek ziyâde muhabbetleri olan
kerîmelerinin irtihâllerinden bi-hasebi'l-beşeriyye müteessir olduklarından,
"Ya Rab! Kızımın kabri önünden ben kulunu sağ olarak geçirme!"
diye niyâz eylediklerinden 1130 senesi şehr-i Ramazân'ının onyedinci gecesi (14
Ağustos 1718) gül-şen-i lâhûta revân
oldular. Ve hayât-ı sûriye ile kerîmelerinin kabri önünden geçmek nasîb olmaması
ârzûları yerini buldu. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Cenâb-ı hak cümlemizi mazhar-ı şefâatları buyursun âmîn!
/37/ Her sene Ramazân-ı şerîfin onyedinci gecesi hânkâh-ı
şerîfte, âşıkân, ârîfân, muhibbân ve dervîşân cem' olur, cemâat ile salât-ı işâ
ve terâvîh ba'de'l-edâ Hz. Pîr'in türbe-i şerîfesinde mahfûz olan tâc-ı şerîf
teberrüken ziyâret, ba'dehû azîm cem'iyyet ile icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunur;
hatm-i şerîf indirilir; duâlar edilir; istişfâ olunur.
Sandûkalarının üzerindeki tâc-i şerîf hîn-i
hilâfetlerinde Karabaş Velî hazretleri tarafından ihsân olunan tâc-ı şerîftir.
Ziyâret olunan tâc-ı şerîf, yine Karabaş Velî'nin Hz. Nasûhî'ye ihdâ
eyledikleri tâc-ı şerîftir.
Karabaş Velî Hicâz'a giderlerken sâlikân ve müntesibânı,
"Efendim! Biz bundan sonra kimden tesellî bulacağız; kimin etrâfında
toplanacağız." diye suâlde bulununca, "Benim tâcımı kimde
görürseniz, onun etrâfında toplanırsınız." buyurmuşlardır ve tâc-ı
şerîflerini Hz. Nasûhî'ye ihdâ ettiklerinden herkes nûr-ı Hz. Nasûhî'nin
etrâfına toplanmışlardır. İşte ziyâret olunan tâc-ı şerîf budur. Bildiğimiz
Şa'bânî tâcıdır; destârı siyâhtır. Lehü'l-hamd mükerreren ziyâret eyledim.
Hz. Pîr'in hırkaları dahi mahfûz olup, rengi yeşildir.
Boyunun uzunca olmasına göre müşârünileyhin tavîlü'l-kâme oldukları istidlâl
olunmaktadır.
Hîn-i irtihâllerindeki metrûkâtını Şeyh Kerâmeddîn
Efendi, Üsküdar Mahkeme-i Şer'iyyesi'nde kuyûd-ı atîkadan istihrâc
eylediklerinden müfredâtını gördüğümde, Hz. Şeyh'in cidden bu âlem-i fânîye rağbet-kâr olmadıklarına fi'len yakîn hâsıl
eyledim.
Elyevm medfen-i mukaddesleri o zamân dergâhın bahçesi
imiş. Bi'l-âhare üzerine türbe inşâ olunmuştur. Gerek hânkâh gerek türbe
Üsküdar harîk-ı kebîrinde tuğme-i lehîb olup, şimdiki binâ sonradan inşâ
olunmuştur. Elyevm ma'mûr ve müzeyyendir.
"el-Vâizü'l-kâmil" (الواعظ الكامل) ve "rehrev-i tarîkat" (رهرو طريقت) târîhleridir. Hâfız Hüseyn-i Ayvansarayî, Vefeyât-nâme'sinde
"hilkat" (خلقت) diye bir
muammâlı târîh kaydetmiştir. Kabr-i enverlerini ziyâret esnâsında ,
Nasûhî Pîr-i nâsih Ekrem-i aktâb-ı
âlemdir
Anın kalb-i
kerîmi sırr-ı pâk-ı Hakkı hâvîdir
Gel âdâb ile
yüz sür ravza-i irfânına Vassâf
Bu türbe
hâke inmiş beyt-i ma'mûr-ı semâvîdir
diye bir kıt'a sânih olmuş idi. Elyevm levha hâlinde
takdîm olunmuştur.
İrtihâlleri üzerine şuarâ-yı zamânın müteaddit târîhleri
vardır:
Zamîrî fevti târîhin
didim giryân olup hayfâ
Geçüp gitdi
Nasûhî âlemin kutbu bu âlemden
---
/38/ Kutb-ı
âlem gavs-ı ekrem melce-i ilm-i yakîn
Şeyh Muhammed bin Nasûh ol kıble-gâh-ı vâsılîn
Nâmı âlemde Nasûhî olmağa bâdî budur
Vâlidi ismiyle ma'rûf idi ol merd-i güzîn
Ârif-i ilm-i ledünnî
mazhar-ı esrâr-ı hû
Lâ-cerem mekşûf idi ana ulûm-ı mürselîn
Nûr-ı tevhîd ile idüp hem derûnun tasfiye
Aşk-ı Mevlâ ile
olmuşdu cihânda kâm-bîn
İftihârıydı tarîk-ı Halvetî'nin ol azîz
Ehl-i vecdin serveri idi imâmü'l-ârifîn
Nice sâl irşâd ile me’mûr olup bu âlemi
Menzil-i maksûda irdi
sâyesinde sâlikîn
Zâhir u bâhir nice keşf ü kerâmâtı anın
Gam yeme dahl etseler ana gürûh-ı münkirîn
Kadrini ancak zevi'l-kadre suâl it kâmilin
Bilir erbâbı ne denlü olsa cevher nâzenîn
Rûh idi cism içre ol er Üsküdar'a hâsılı
Kâlıb-ı bî-rûh kaldı şehrimiz etsin enîn
Terk idüp kesret libâsın ol vücûd-ı muhterem
Eyledi vahdet makâmın kendine huld-i berîn
Cânib-i "firrû ila'llâh"a azîmet eyleyüp[21]
Da'vet-i Rahmân'a gitdi kıldı ahbâbın hazîn
Evsat-ı mâh-ı sıyâmda eyledi azm-i bakâ
Vuslatı îyd ile ikrâm ide
Rabbu'l-âlemîn
Gark-ı envâr-ı tecellîyyât idüp ânen fe-ân
Hâb-gâhını metâf it kudsiyâna yâ Muîn
Firkatıyla sûze gelsin bu felekler dem-be-dem
Âh u zâr u nâleler itsin gürûh-ı sâlihîn
Sem'-ı cânına İriştikde nidâ-yı “irciî”
Rûh-ı pâkin hû diye teslîm-i Hû kıldı hemîn
Azm-i bâkî eyledi hay rahmetu'llâhi aleyh
O(la) sâl-i rıhleti ol kâmilin bil ey emîn
Cem' olup evlâd u etbâı mubârek kabrine
Didi târîh hâdi-i zühhâd şeyhü'l-ekmelîn
Medfen-i pâkin ziyâret eyleyen âşıkları
Didiler târîhini hay mâte kutbu'l-âşıkîn
İde Mevlâ mehbıt-ı rahmet makâmın dem-be-dem
Bir çıkınca oldu bir târîh-i ra'nâ nâzenîn
Mak'ad-ı sıdk it makâmını anın lafzı dahi
Medd-i âhın hazfi ile oldu târîh-i metîn
Hûr u gılmân hâb-gâhını ziyâret eyleyüp
Didiler bir beyt içinde iki târîh nev-zemîn
İrdi gûş-ı cânıma
çün kim nidâ-yı "irciî"
Cânib-i firdevse gitdi kıldı ahbâbın hazîn
İki ârifler çıkup didi mücevher harf ile
Da'vet-i Rahmân'a gitdi kıble-i ehl-i yakîn
Harf-ı cevherle muammâ gûne bir târîh dahi
Menzil-i bâkîye gitdi tâc-ı re'si'l-ârifîn
İde ol vahdet sarâyında muhalled meskenin
Mısraaynın cevheri de oldu târîh-i mübîn
Çıkdı üçler iki def'a iki târîh didiler
Şeyh-i Ekber rûhuna
el-Fâtiha yâ müslimîn
(شيخ اكبر روحنه الفاتحه يا مسلمين)
---
Vak'a-nüvîs Lutfî Efendi merhûmundur:
Âsitân-ı devletin yâ Hazret-i Kutb-ı
Nasûh
Eylemiş
erbâb-ı hâcâta Hudâ’(mız) bâ-fütûh
Ravza-i
kudsiyyene yüz sürdüğüm günden beri
Artmada
feyz-i muhabbet doğmada nûr-ı sünûh
---
/39/ Bir muammâyı beyân :
- "Şeyh-i
Ekber" (شيخ اكبر) lafzının
miâtı 1100 eder. (ش = 300 + خ = 600 + ر
= 200)
- "Şeyh-i Ekber" (شيخ اكبر) lafzının aded-i hurûfu 7'dir. (Toplam) 1107
olur ki, o sene-i mubârekede kutbiyyet ihsân buyurulmuştur ki, ona remzdir.
- "Şeyh-i Ekber" (شيخ اكبر) lafzının
âhâd u aşerâtı (ى
= 10 + ا
= 1 + ك
= 20 + ب
= 2) cem'an yekün 33, "Şeyh"
(شيخ) lafzı bir ve "ekber"
(اكبر) lafzı bir
ki, cem'an otuzbeş olur. Kendilerinin otuzbeşinci nefs olduklarından
mâ-sadaktır.
Bu rumûz ba'zı rüyâ-yı sâdıka ile mübeşşer olan
bendelerinden me'hûzdur.
- - -
Âsâr-ı
Aliyyeleri :
1. Risâle-i
Rüşdiyye fî Tarîkati'l-Muhammeddiyye. Hulefâsından Abdullâh Rüşdü Efendi için yazmışlardır.
2. Risâle-i
Fahriyye fî Tarîkati'l-Ahmediyye. Şeyh Kerâmeddîn tarafından tercüme
olunmuştur. Hulefâsından Fahreddîn Efendi için yazmışlardır.
3. Risâle-i
Velediyye. Şeyh Zekâî Efendi tarafından şerh edilmiştir.
4. Şuabu'l-İmân.
5.
Mecmûatü'l-Ehâdîs. Hz. Hâlid b. Zeyd (radıya'llâhu anh)'ın
naklettikleri ehâdîs-i şerîfedir.
6. Mev'ize sûretiyle on cilde munkasım, usûl-i müfessirîn
üzere birçok aksâmı hâvî tefsîr-i şerîf. Sûre-i Fâtiha'dan sûre-i Nâs'a
kadardır. Otuzaltı senede yazılmıştır. Müfredâtı, Sûre-i Mü'min, Sûre-i Nûr,
Sûre-i Furkân, Sûre-i Şuarâ, Sûre-i Kasas, Sûre-i Ankebût, Sûre-i Yâsîn, Sûre-i
Sâffât, Sûre-i Sâd, Sûre-i Nahl, Sûre-i Zümer.
7. Şerh-i Gazel-i
Muhammed el-Mısrî. "Yâ câmia'l-Esrâri ve'l-Fezâil" diye başlayan gazeldir.
Şerhi Arabçadır.
8. Mükâşefât-ı
Vâkıât.
9. Risâle-i
Ta'birât li'ş-Şeyh Muhammed en-Nasûhî.
10. Dîvân-ı
İlâhîyyât. Müretteb olan nüshası hânkâhta yoktur. Bir kitapçıda olduğunu
haber alan Şeyh Kerâmeddîn Efendi iştirâya şitâbân olmuş ise de kitapçı ortadan
gâib olmakla elde edilmesi imkânı kalmamıştır. Hânkâhta yüz kadar parça
manzûmât-ı aliyyeleri vardır.
11. Mürâsele-i Pîr. Yüzseksen kıt'a mektûb-ı mürşidânelerini
hâvîdir.
12. Mürâselât.
Enderûn'da Hazîne Kethüdâsı olup, Edirne'de bulunan İbrâhîm Ağa b. Osmân'a dört
tavra ait yolladığı mektûbâttır. Bir nüshası kütüphâne-i fakîrâneme zînet
verir. Dört tavırdan ilerisi müşâfeheten vâki' olup, müşârünileyh o zamân
İstanbul'a gelmiş ve irtihâline kadar burada kalmıştır. Hazretin ayak ucunda defîn-i
hâk-i gufrândır Bir kaç mektûbunu teberrüken yazacağım. Her biri hazine-i
irfândır.
/40/ Mektûbât'ından:
"Müddet-i ömrümde Ravza-i Mutahhara alâ sâhibihâ
efdalü't-tahiyye firâşetinden bir kırata nâiliyyeti ârzû ederdim. Fakat
esbâbına taakkul ve husûlüne âzim olmağa akıl tecvîz etmezdi. Me'yûs bir hâlde
ömrüm geçerdi. Geçenlerde hiç ömrümde görmediğim, bilmediğim bir zât gelip, "Sizin
Hz. Eyup Câmi'-i şerîfinde cemâati muhabbet-i bedr-i kâinât aleyhi
ekmelü't-tahiyyâta teşvîkâtta bulunmaklığınız hasebiyle rûh-ı pür-fütûh-ı
risâlet-penâhîleri hoşnûd olmuş ki, ben kuluna emr ü işâret olunarak, size
ani'l-gıyâb bir berât-ı firâşet-i saâdet istihsâl eyledim, alınız."
diye elime verince, medhûş oldum. Sürûrumdan figânım eflâke çıktı. Cümle fukarâ
şu hâlden vecde geldiler. Lehü'l-hamd, lehü'l-i'tâ, lehü'ş-şükr, lehü'n-ni'mâ."
---
"Benim
oğlum!
Cenâb-ı Hak size
vüs'at-ı maîşet ihsân etsin. (وَاللّهُ
يُضَاعِفُ لِمَن يَشَاء... …).[22] Lâkin benim
oğlum i'tânızın vechen li'llâh olduğu ma'lûmum. Bezl güzel. Eğer şu hediyyeniz
ne derece güzel bir tohumdur. Bilseniz ki, (مَّثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ
أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ
فِي كُلِّ سُنبُلَةٍ مِّئَةُ حَبَّةٍ)[23]
Böylece hüsn-i i'tikâd edip, Cenâb-ı Hakk'a kalbinizi
rabt eyleyiniz. İlâ yevmi'l-kıyâm handân sâhibi olursun. (وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ)[24] (إنما الأعمال بالنيَات)[25] Kasd-ı
kalbiniz vechu'llâh olsun. Nehy-i münker, emr-i bi'l-ma'rûf bize vâciptir.
Eylediğim hediyye tevfîk-i ilâhîdir, meşreb-i İbrâhîm'dir. İki cihân saâdeti
bundadır. Siyyemâ, fukarâ-yı ızâm halvettedir. Fukarâ, ibâdu'llâhtır. Hizmetim
vechen li'llâhtır diye muhkem i'tikâd eyleyesin. Bu kadar tafsîlat yeter.
Nasûhî azîzin hizmetini, mutlaka hıdmet-i tarîkat
bilesiniz. Kırk yıldır lehü'l-hamd hâdimu'l-fukarâyım. Fukarâsız bir lokma
yemedim. Nisâba mâlik olmadım. Ba'zan kese ile geldi, iddihâr etmedim. Bu
pederiniz hizmetkâr-ı tarîkattır ve's-selâm."
- - -
Merhûm Abdülkerîm Efendi'nin tekkesine gitmiş idik.
Be-emr-i Hudâ etrâf-ı melekûttan hıdmet-i duânıza iştigâle âzım olan Şeyh Ahmed
karındaşınız, âlem-i erhâmdan âlem-i nâsûta gelmişlerdir. Lehü'l-i'tâ,
lehü'l-in'âm geldik, eşk-feşân, dîde-giryân bulduk. Hayr-ı mukaddem, âşık
dedik.
Lisân-ı hâl ile şöyle takrîr-i kelâm eyledi ki :
"Âlem-i ıtlâktan, dâr-ı teklîfe gelen ağlamaz mı?
Maahâza bir dâr-ı mihen bu ki, muvânesete enîs yok, mecâlisde enîs yok, safâdan
eser yok, muhabbeti mihnet, râhatı zAhmed, şeb' u cûdan âhir varı yoktan elîm,
encâm-ı kârı sekerât-ı mevt, âlem pür elem, bırakın beni ağlayayım. Yüreğim
derdine merhem koyayım." dedi. Bî-karâr olmasun deyü
kundakladılar; cihânı görmesin deyü duvakladılar.
Âdeti'l-belde irsâlü's-şerbet ile ihvân u ahıbbâdan
istid'â-ı duâ hayr-ı mukaddem ile mübârek elinizi bûs ederler. Bu bâbta dahi
zAhmed mülâhazasında olmazsız. /41/ Sermed-i velâdette duâ müstecâbdır.
Hakkınızda hizmete duâmıza tasdîkiniz matlûbumdur. Gayr değil. Müslüman
Kur'ân'a îmânı olandır.
(وما أنفقتم من خير فهو يخلفه ومن جاء بالحسنة فله عشر
أمثاله) "Eylediğin sadakâtı
Allâh için ettinse, Allâh asdaku'l-kâilîndir. Sen yokluk görmezsin. Acûl olma!
Senin devletin mâ-verâ-i ukûldür. Fe'fhem ve yetefattan. el-Fâtiha."[26]
---
"Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm. El-Hamdü
li-veliyyihî ve's-Salâtu alâ nebiyyihî!
Benim oğlum!
Sünnet-i müekkede ve gayr-ı müekkedeyi zinhâr
terketmeyesiniz. Ve icrâ-yı ahkâm-ı garrâya bezl-i makdûr edesiniz. İhyâ-yı
erkân-ı evliyâu'llâh için fedâ-yı cân kılasınız. Kula Allâh'tan akreb yoktur. Allâh'tan enfa'
yoktur. Bu bâbta ihtimâm üzere olasınız. Nâ-dîde-i âlem olursun. Sâhil-i şekke
uğramayıp, şeyh-i mihrâb-ı rûhânî edip, hulûs üzere teveccüh-i ila'llâh'ta
bulursunuz. Nasûhî, senin hakkında eylediği ictihâdın ecrini zâyi etmeye.
Gördüğünüz rü'yâyı elinizde olan kavânîn-i ta'bîre tatbîk edersiniz. İnsâna bir
din, bir mezheb, bir meşreb, bir kıble, bir teveccüh, bir Allâh kâfîdir,
Hafîz'dir vesselâm."
---
بسم الله الرحمن الرحيم.
والصلاة والسلام عليك يا أول خلق الله وخاتم رسل الله.
الله الله فداك روحى با حبيب الله. عليك أفضل الصلاة أكمل
التحيات.
يا رؤف، يا رحيم! فداك صورى وقلبى يا رسول الله! أنت النبى
الكريم، المطاع عليك أنوار ذات الله. يا عروس مملكة الربانية، أنت سلطان السلاطين
النبوة والرسالة وحملة عرشه وجميع خلقه. صلاة سرمدية وتحية أبدية إلى يوم القيامة.
آمين، والحمد لله رب العالمينز
يا هو من رآنى فقد رأى الحق! آمنا بك وصدقناك![27]
“Görmeyen anı görmez cânânı. (...هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي...)[28] (ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ
مَن يَشَاء ......)[29] (وَفِي ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ
الْمُتَنَافِسُونَ)[30] (فَبِذَلِكَ فَلْيَفْرَحُواْ)[31].
Yine arz-ı
cemâl itdi Yûsuf-ı cânânım*
Fedâ
olsun ana bin cân-ı cânânım
Benim
saâdet-i ezeliyyeye mutavâsıl oğlum! Benim devlet-i ebediyyeye nâil oğlum! Ve
kıymetli veled-i pür-nûrum! Hafezeke'llâhu teâlâ ani'l-a'câbi ve'l-vücûd ve
esbeteke’llâhu fi'l-kerîmi'l-vücûd. Bu saâdeti görmeye heves eyle, tekrâr
tekrâr heves eyle. Sû-i edeb değildir. Rasûl-i ekremîn zât-ı pâkini tahayyül
etmekte yetmişbin hâssa vardır. Evveli imân-ı kâmil ile gitmeğe delâlet eder.
Bu bâbta söz çoktur. Hâzihî katretun min katarâti'l-bihâr. Vasfuhû'l-kerîm.
Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm.
Îydiniz, îyd-ı visâl olsun. Iydiniz, ıyd-i cemâl olsun.
İki cihânda azîz olasınız. Güzel tebrîk-i ıyd-ı tarîkat etmişsiniz.
Feala'llâhu'l-kabûl. Ecr-i cezîl sevâbıyla musâb ve me'cûr olasınız. Bizim de
delâletimize ihlâs mukadder ola. Cevâbını yevmi's-sebt seheri irsâl ederim.
Cânımdan azîzim! Te'hîrimi afv edesiniz. Bir vecihle
vaktim yoktu. İhsân ederseniz, ihmâle havâle etmeyesiniz."
- - -
/42/ Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm.
Eyyedekümu'llâhu teâla bi-rûhi kudsihî ve ebbedeküm
bi-vücûdin li-vücûdihî, âmin.
es-Sâyir ma'a'llâh şuhûdunda ber-dâr olur. (وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُ)[32] Vâkıfı
gayru'llâhtan baîd olur. Cevher-şinâs, peyle-ver-fürûş olmaz. Tıfl-ı tarîkat,
müstedâm-ı zevk olmaz. Eşyâyı mezâhir-i esmâ gören, eşbâh-bîn olmaz. Aşk-bâz, sâhir olur, nâim
olmaz. Seher-hîz, âhenîn ü hanîn u bâkîn olur. Âmâl-i felek, a'dâd-ı mâl-i
hulyâdır. Na'ş-ı büht-i gârât ettirene emâniyyeye şuğl-i lu'be-bâzlıktır.
İfşâ-i sır, cünûndur. Ezhâr-çîn olan, nahl-i tâım-ı asel olmaz. Ya'sûb olan
cümleye mâlik olur. Ya'sûbu kimse görmez, kimse bilmez. Şöhret âfettir. Gurbet,
letâfettir. Âşinâ-yı Hak, menfûr-ı halktır.
تاب دانى هر كه را ايزد بخوان
از
همه كار جهان بى كار ماند
هر
كه را باشد ز يزدان كار بار
يافت
بار انجان بيرون كار ماند
فداوموا على الذكر الملقن وواظبوا على وتيرة واحدة ( يثبت الله
الذين آمنوا بالقول الثابت ... ) فافهموا
وتفطنوا فإن الوقت سيف قاطع.[33] "
- - -
Hz. Nasûhî, bir nâdire-i rûzigâr idi. Gaybûbiyyeti,
meftûn-ı hasâili olanları, daha doğrusu Hz. Şeyh'in hâl u mevkiini tanıyanları
dağ-dâr etmiştir. Kabr-i enverleri şehrimize bir yâdigâr-ı kıymet-dâr-ı
ma'nevîdir. Orası, mehbit-i envâr-ı Sübhânîdir. Dergâh-ı azametinden hâcetini dilemek üzere, o hânkâh-ı
irfân-penâha gidenlerin, o kutb-ı asrın hâmil olduğu esrâr-ı Muhammediyye,
hakâyık-ı tevhîdiyye hürmetine mahrûm kalmayacağına îmânım vardır.
Risâle-i Rüşdiyye'sinden teberrüken bir bahis nakl ediyorum.:
"Esâs-ı
şerîat, cevher-i akl üzerine binâ olundu. Ahkâm-ı ilâhiyye, huccet-i akl
üzerine mevkûfedir. Aklın alâmeti ise, sebât ve bir tarz üzere dîn ü îmânına,
mezheb ü meşrebine ve şeyhine devâmdır.
Erkân-ı tarîk
beştir: Devâm-ı zikr, halvet, devâm-ı
sükût, devâm-ı savm, ibtidâen bi't-tedrîc uykuyu taklîldir.
Tevhîd üçtür: Birincisi, tevhîd-i ef'âldir.
Hâlıkıyyet ve râzıkiyyet ve bunların gayrı ef'âl-i esmâ gibi bu da halkı
masâdır-ı ef'âlde müzmahil ve Hakk'ın irâde ve meşiyyetinde müstağrak
görmektir. Mevcûdâtın küllîsi, âsâr-ı ef'âldir. Bu tevhîde, cennet-i ef'âl
tesmiye olunur ki, cennet-i sûriyyedir. Matâim-i lezîze ve meşârib-i henîe ve
menâkıh-ı behiyye cinsinden âmâl-i sâlihaya savâb olarak. Binâenaleyh ârif olan
kimse /43/ tevhîd-i ef'âl ile vücûdda Hakk'ın filinden başka bir fi’l
görmez. Ârifin fili, Hakk'ın filinde fâni olur.
İkincisi, tevhîd-i sıfâtîdir. Bu tevhîd ehli, vücûdda Hakk'ın sıfatından başka bir
sıfat görmez ve Hakk'ın evsâfında kendi evsâfını fâni kılar.
Üçüncüsü, tevhîd-i zâttır ki, bu Hz. Ehadiyyet'ten ba'zı sıfât u esmâ ve neseb ü
taayyünâtın taaddüdünün intikâsı(?) i'tibârıyla zâttır. Ve bu şuhûd-ı Hak
makâmıdır. Bu makâmın ehli, bahr-ı tevhîdde o derecede müstağraktır ki, nefsinden bile gâfildir. Nerede kaldı ki
gayrıya mülâhaza ede. Nefsinde bunu mülâhaza eden kimse Allâh'a işrâk etmiştir.
Zîrâ, (لايعرف إلاَ الله)[34]. Bu makâm, makâm-ı sükûttur. Söz makâmı değildir.
Muhakkıkların
i'tikâdına gelince, Hak teâlâ bi-zâtihî mevcûddur. Kâinâtından evvel
müteayyendir. Zât u sıfâtı muktezeyâtı üzere
manlûkâtından zâhir olan şeyi âlimdir. Mevcûdât-ı zılliyyeyi, vücûd-ı
nûrîsinde feyziyle ızhâr buyurmuştur. İlmi, mevcûdâttan infikâk etmez. Allâh
teâlâ hazretleri gaybu'l-gayb âlemînde ezel-i âzâlde ebedî kemâlâtını ızhâr
buyurarak kendi nûrundan habîbi nûrunu ızhâr buyurdu. Bu nûr-ı lâhûtî oldu. Ve
ceberûta tenzîlinde esmâ zâhir oldu. Habîbi nûruyla esmânın mezâhirini râh-ı
ahkâm etmek için. Bunun üzerine ervâh, habîbin bunları Allâh'a hidâyetinde
muhâlefet etmemeğe ahdettiler. Vaktâ ki, ahd muhkemleşti. Melekût zâhir oldu,
nâsût zâhir oluncaya kadar, ervâh burada tevakkuf ettiler. Ba'dehû bunların takdîrât u derecâtı
muktezâsınca nâsûta geldiler. Binâenaleyh her şeyin aslı ilm-i ezelîde
sâbittir."
البحر بحر على ما كان فى القدم
إن
الحوادث أنهار وأمواج[35]
Nuût-ı şerîfesinden :
Eyleyen uşşâkı şeydâ dâimâ
Tal'atındır
yâ Rasûla'llâh senin
Derd ile âh
itdiren subh u mesâ
Hasretindir
yâ Rasûla'llâh senin
Rûz u şeb kârım benim efgân iden
Nâr-ı
hasretle dilim sûzân iden
Dem-be-dem bu
gözlerim giryân iden
Firkatindir
yâ Rasûla'llâh senin
Asfiyânın gördüğü lutf u hüdâ
Evliyânın
sürdüğü zevk u safâ
Enbiyânın
bulduğu rif'at şehâ
Devletindir
yâ Rasûla'llâh senin
Merhamet kıl
ben garîb âvâreye
Mücrimim rahmeyle yüzü karaya
Şefkat itmen bî-kes ü bî-çâreye
Âdetindir yâ Rasûla'llâh senin
Ey
şefîa'l-müznibîn nûr-ı ehad
Bir garîbiñdir Nasûhî kıl meded
Bâb-ı lutfundan kerem kıl itme sed
Ümmetindir yâ Rasûla'llâh senin
* *
*
Seniñ hüsnüñ
tecellîsi ider âşıkları nâlân
Yakup cân u dilim aşkıñ bu aklım eyledi tâlân
Arûs-ı
lâ-mekân zâtıñ fedâ olsun saña cânım
Şefâat kıl a sultânım nigâhıñdır baña dermân
Nasûhî hâk ile
yeksân idüp cânın saña kurbân
Terahhum kıl aña her ân bi-hakk-ı sûre-i Furkân
/44/ Bu na't-ı şerîf, halîfe-i güzînleri İbrâhîm Ağa tarafından
pek sanatkârâne bir sûrette bestelenmiştir. El-ân elsine-pîrâ-yı zâkirândır.
Demek ki İbrâhîm Ağa, san'at-ı terennüm dahi tecellî-sâz olmuştur. Cenâb-ı Hak
bu abd-i ahkarı ve bu eser-i dervîşânemi mütâlaa buyuran ihvân-ı bâ-safâyı dahi
anın gibi ehl-i zevk-i tâm ve mazhar-ı irfân u in'âm buyursun âmîn.
İrtihâli :
18 Zi'l-ka'de 1174/(21 Hazîran 1761 ). Hazîrede
medfûndur.
Mahdûmları :
Şeyh Alâeddîn, Şeyh Zuhûrî, Şeyh Ahmed nâmıyla üç erkek.
Alâeddîn Efendi, Hz. Nasûhî'den sonra seccâde-nişîn-i reşâdet
olmuşlardır. Şeyh Ahmed ve Şeyh Zuhûrî Efendiler, daha evvel irtihâl
etmişlerdir. Hazîrede, "Hâzâ kabru Şeyh Zuhûrî b. Muhammed Nasûhî 1130/(1718)"
yazılı bir taş vardır. Hilâfeti ya pederlerinden veya büyük birâderlerindendir.
Kerîmeleri :
Râziye, Sâliha ve Hanîfe isminde üç kız evlâdı vardır.
Râziye'nin irtihâli 1181/(1767-68)'dir ve hazîrede medfûndur.
Hulefâ-yı Kirâmı :
Şeyh Hulûsî Efendi, Şeyh İbrâhîm Efendi, Çiçekçibaşı Şeyh
Sâlih Efendi (İrtihâli 1157/1744'tür ve hazîrede medfûndur.), Şeyh A'mâ Mahmûd
Efendi, Zâkirbaşı Şeyh Ali Çelebi, İstanbullu Şeyh Ahmed Efendi, İstanbullu
Şeyh Veliyyüddîn Efendi, Şeyh Muhammed Tulûî Efendi, Nallıhanlı Şeyh Şa'bân
Efendi, İstanbullu Şeyh Ahmed Efendi
(Takkeci Câmii'nde medfûndur. 1160/1747), Şeyh Hüseyn-i Ankaravî, Arâkiyyeci
Şeyh Mustafa Efendi, Endurûnlu Şeyh İbrâhîm Ağa, Kastamonulu Şeyh Muhammed
Efendi, Çorumlu Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Mustafa Efendi b. Şa'bân, Konrapalı Şeyh Muhammed Efendi, Sirozlu Şeyh
Ömer Efendi, Üsküplü Şeyh Muhammed Efendi (1134/1722), İstanbullu Şeyh Mustafa
Efendi, Kesreci Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Ahmed Samtî Efendi, Enderûnlu Şeyh Burnaz Hasan Ağa[36], Üsküdarlı
Şeyh Ahmed Efendi, eş-Şeyh Alâeddîn Efendi, Şeyh Hasan Senâî Efendi, Çerkeşli
Hasan Efendi, Şeyh Dervîş Abdulkâdir Efendi, Mudurnulu Şeyh Abdullâh Rüşdü
Efendi, Şeyh Mustafa Ma'nevî Efendi, Beşiktaşlı Şeyh Fahreddîn Efendi.
Bunlar ma'ruf olanlarıdır. Şeyh Kerâmeddîn Efendi'nin
menkûlâtına göre halîfelerinin mikdârı üçyüz olup, halîfelerinin halîfeleri
mikdârı ise pek fazla mikdârdadır. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Türbe-i şerîfenin dış penceresi üstündeki taşta:
"Makâm-ı
evliyâdır menba'-ı feyz u fütûhîdir
Edeble dâhil ol
sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir"
beyti mahkûktur. Bu uzun bir medhiyyedir. Kibâr-ı
meşâyıh-ı Şa'bânîyyeden Mustafa Zekâî hazretlerinindir. Üsküdar Mevlevîhânesi
şeyhi Remzi Dede hazretleri bunu tahmîs eylemiştir:
Olanlar
âsitân-ı evliyâya sıdk ile bende
Olur Remzî safâ-yı kalbe mâlik düşmesin derde
Güşâde bâb-ı feyz u himmetinde yoksa da perde
Zekâî'nin riâyet eyleyüp tenbîhine sen de
Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir
/45/ Taraf-ı âcizîden söylenen
nazîredir :
Huzûr-ı kalb
ile dâhil olursañ iş bu dergâha
Hudâ'nıñ râyegândır çünki feyzi bu nazar-gâha
Hemân mazhar olursun feyz-i Hakk'la kalb-i âgâha
Vukûf-ı tâm ile vâkıf olursun "lî-maa'llâh"a
Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir
Kemâl-i aşk
ile dâhil olanlar hep emîn oldu
Aña pîrim Nasûhî himmeti her-dem muîn oldu
Geçüp dünyâ vü mâ-fîhâdan Allâh'a karîn oldu
İrüp tevhîd-i zâta mazhar-ı lutf-ı nevîn oldu
Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir
Eğer ârzû
iderseñ nâil olmak sırr-ı tevhîde
Münevver-sâz-ı aşk ol durma gel tevhîdi te'yîde
Geçüp bûd u ne-bûdundan cihânıñ terk-i takyîde
Yüzüñ sür ravza-i pîre irersin şübhesiz îyde
Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir
Şarâb-ı aşk
meyhânesi bir me'men-i uşşâk
Sunarlar câm-ı vahdetden olursun ehl-i istihkâk
Safâ-yı cân ile dil hânesinden nûr ider işrâk
Saña ma'lûm olur eltâf Hak'ıla enfüs ü âfâk
Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir
Rumûz-ı
alleme'l-esmâya vâkıf olmak isterseñ
Hakâyık sırrını remz ile ârif olmak isterseñ
Hakîkî ka'be-i irfânı tâif olmak isterseñ
Eğer enfâsıñı Allâh'a sârıf olmak isterseñ
Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir
Velâyet
mülkünüñ sultânına ol aşkile Vassâf
O Pîr-i ekremi takdîr iderler cümleten arrâf
Hudâ-yı lem-yezelden bezl olur âşıklara eltâf
Geçüp vâdî-i inkârdan kemâl ile idüp insâf
Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir
Gelenler
nûr-ı aşkı gördüler pertev-feşân bunda
Kemâl ehli kemâli buldular ez-cân (u dil) bunda
Hevâ-yı vuslat-ı cânân ile üftâde-gân bunda
Zekâî'nin riâyet
eyleyüp tenbîhine sen de
Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir
FOTOĞRAFLAR !!!!
1.
Câmi’-i şerîfleri.
2.
Türbe-i şerîfleri,
3.
Nasûhî hazretlerinin türbesi
hazîresidir. Buradaki taşları tedkîkim sırasında hânkâh şeyhi Kerâmeddîn Efendi
yanımda idi, onun da resmi çıkmıştır.
4.
Hz. Nasûhî türbesinin dış
penceresidir. Muharrir-i fakîr dest-ber-sîne-i ta’zîm olarak…”
Enderûnlu
Şeyh İbrâhîm Ağa
İbrâhîm Ağa, Hz. Pîr (Nasûhî)'nin ziyâde mazhar-ı
teveccühü olanlardandır. İlm-i mûsikîde behre-i kâmilesi olduğu okunan
ilâhîleriyle ma'lûmdur. Hz. Pîr'in türbesinin sokak tarafında pencere önünde
defîn-i hâk-i gufrândır. Hz. Pîr'in kendisine yazdığı mekâtîb, varak-ı
mürettebeye âid olmak üzere toplanarak Mürâselât nâmıyla kütüb-hâne-i
irfânı tezyîn eder. Hz. Pâr’in esâmî-i âsârı meyânında îzâhât verilmiştir. Hz.
Pîr'in türbesinin dış tarafında ayak ucunda medfûndur. Taş, hâcegân taşı
tarzındadır. Hz. Nasûhî, bir mektûbunda İbrâhîm Ağa'ya hitâben buyurmuşlardır
ki: "Biz seninle bir yerde birleşeceğiz ki, infikâk kâbil değildir."
Bu söz ma'nâya şâmil olduğu gibi, kabrinin civâr-ı Hz. Nasûhî'de olması ve
aralarında başka kabir bulunmaması da bir hakîkati göstermiştir.
Kitâbesi böyledir:
Fâtiha!
Fezâ-yı
aşkında mevlâya cân idüp teslîm
Ümîd-i lutf ile bu câda oldu abd mukîm
Nisâb-ı mâye-i irşâda oldu kâim-i makâm
Vara vaslile îsâl ide o zât-ı kerîm
Duâ idüp
didi fevtine bu cihân târîh
Makarrın eyle Rahîmâ makâm-ı İbrâhîm
(مقرن ايله رحيما مقام ابراهيم) =1135/(1723)
Demek ki, Hz. Pîr'den sonra onbeş sene daha muammer
olmuşlardır. Acemaşîrândan bestelediği bir tevşîh vardır ki, bir mevlid
cem'iyyetinde Âsitâne-i Nasûhiyye'de okunmuş idi. Zevk-ı istimâından gönlüm
hâlâ cezbe-dârdır.
Âsitâne-i Nasûhî'de zamânımıza kadar post-nişîn olan
zevât-ı kirâm:
1. es-Seyyid eş-Şeyh Ali Alâeddîn Efendi b. Hz. Nasûhî (Kaddesa'llâhu
sırrahû).
2. es-Seyyid eş-Şeyh Fazlullâh Efendi b. Alâeddîn Efendi
(Kaddesa'llâhu sırrahû).
3. es-Seyyid eş-Şeyh Abdurrahmân Muhammed Şemseddîn
Efendi b. Fazlullâh Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû).
4. es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Muhyiddîn Efendi b.
Abdurrahmân Şemseddîn Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû).
5. es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed Muhammed Kerâmeddîn Efendi b.
Muhammed Muhyiddîn Efendi
/46/ İkinci Alâeddîn Efendi
Hz. Nasûhî'nin büyük mahdûmu ve câ-nişînidir. 1102/(1691)
senesinde dünyâya revnak verip, 63 sene muammer olmuş, otuzbeş sene
seccâde-pîrâ-yı meşîhat olup 1165/(1752) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm
eylemiştir. Hilâfeti pederlerindendir. Hz. Sezâî-i Gülşenî ile aralarında
muhabbet cereyân etmiştir. Kerîmesi Şerîfe Fâtıma, Molla hazîresinde medfûndur.
Târîhi 1216/(1801-02) senesidir.
Müstakim-zâde Dîvân-ı Ali Şerhi'nde mütâlaa-güzâr-ı
âcizânem olduğuna nazaran müşârünileyh Alâeddîn Efendi nezdinde bir gün Hz.
Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî ve Galata Mevlevîhânesi şeyhi meşhûr Nâyî Osmân
Dede Efendi ve Üsküdar'da İnâdiye'deki dergâh-ı Celvetî şeyhi Mustafa Hâşim
Efendi hem-sohbet iken Alâeddîn Efendi tarafından huzzâra hitâben bir
mi'râciyye yazılsa da manzûme-i mevlid-i saâdet gibi okunsa diye ızhâr-ı
temenniyyât olunmuş ve bi'l-ittifâk Osmân Dede hazretlerinden ricâ edilmiştir.
O da, kabûl ile bir hafta sonra elyevm okunagelen Mi'râciyye-i ma'lûmeyi
bestesiyle maan ikmâl ederek hey’et huzûrunda okumuş ve fevka'l-âde istihsân
olunmuştur. Ba'dehû bir de regâibiyye yazılsa temennîsine karşı bu hizmet de
bi'l-ittifâk Hz. Salâhî'ye tevcîh edilmiştir ve Hz. Salâhî de, Regâibiyye'yi
yazmış ve okunmuştur.
Bu menkûlâtı âsitâne-i Nasûhiyye şeyhi Seyyid Kerâmeddîn
Efendi'ye hikâye ettiğimde, "Bu naklin bir aslı var ise de, Alâeddîn
Efendi zamânında değildir; biliyorum. Hattâ Mi'râciye'nin ilk def'a
okunduğu kürsü elyevm hânkâhta mevcûddur." dediler ve Mi'râciye'nin
bestesini de Enderunlu İbrâhîm Ağa yapmıştı. Arabça tevşihleri besteleyen de
Hz. Nasûhî'dir diye ilâvâtta bulundular.
Mes'eleyi te'lîfen öyle düşündüm ki, Osmân Dede'nin
irtihâli 1142/(1729-30)'dedir. Hz. Nasûhî'nin irtihâli 1130/(1718)'dadır. Hz.
Salâhî, o zamân sinnen küçük idi. Nasûhî hazretleri, Hâşim Baba'ya pek mültefit
değilmiş. İhtimâl ki, Osmân Dede, Mi'râciyye'yi onun zamanında yapmıştır
ve okumuştur. Alâeddîn Efendi zamânında
da Hz. Salâhî Regâibiyye'yi yazmıştır. Allâhu a'lem bi-hakîkati'l-hâl.
Şeyh Kerâmeddîn Efendi, bu vak'anın Hz. Nasûhî zamânında
ve müşârünileyhin huzûrunda vâki' olduğunu ve hattâ Mi'râciyye'deki
Arabiyyü'l-ibâre beyitleri Hz. Pîr'in ilâve eylediğini naklen beyân
eylemişlerdir. Zamâna karışmış mes'elelerdir. Ortada bir hakîkat varsa böyle
bir vak'anın hudûsudur. Her hâlde şâyân-ı istihsândır.
(Alâeddîn Efendi'nin) kabr-i enverleri Hz. Nasûhî'nin sağ
tarafındadır. Sandûkaları önüñdeki levhada:
"Kutbu'l-ârifîn ve ser-tâci'l-kümmelîn
Nasûhî-zâde Alâeddîn Efendi hazretlerinin i'tilâ-yı a'lâ-yı illiyyîn ve terk-i
mâ-sivâ-yı âlem-i rû-yı zemîn eyledikleri târîhtir. 1165/(1752)."
Şeyh
Fazlullâh Efendi
Şeyh Alâeddîn Efendi-zâdedir. 1144 senesi şehr-i
Şa'bânının üçüncü Cuma günü (31 Ocak 1732) dünyâya zînet verip elliüç sene
irşâd-ı ibâd ile meşgûl olarak 1218 senesi şehr-i Zi'l-hicce'nin yirmiüçüncü
günü (4 Nîsân 1804) terk-i âlem-i nâsût eylemiştir. Müddet-i ömürleri yetmiş
dört senedir. Tabîat-ı şi'riyyeleri vardı.
شكسته جام نشاط نشئهء صفا نا بود
تهى مجالس ياران و اصدقا مفقود[37]
Şikeste
câm-ı neşât neş'e-i safâ nâ-bûd
Tehî mecâlis-i yârân u asdıkâ mefkûd
*
* *
Bir nefes
dûr olma ey dil na'ra-i cân-gâhdan
İste maksûdun hemîşe Hazret-i Allâh'dan
Böyle ahz
itdim bu nushu bir dil-i âgâhdan
Ehl-i derde peyrev ol dûr olma her dem âhdan
*
* *
/47/ İntâc musâvver değil eşkâl-i
emelde
Bî-fâide icrâ-yı hüner cümle suverde
Meslûb vusûlünde bu dehrin hele râhat
Yok cins-i safâ anladığım nev'-i beşerde
*
* *
Zeyd ü Amr'ın ref' u nasbında Hudâ âmil ise
Cebr-i Bekr ile Hudâ'dan insırâf lâyık değil
(Hulefâsı
48. sahîfede muharrerdir.)
Kabri Hz.
Nasûhî'nin sol tarafındadır. Levhasında şöyle yazılıdır:
"Mürşid-i mükemmil ü âgâh ve ârif-i hakîkat
Nasûhî-zâde Şeyh Fazlullâh Efendi hazretlerinin âzim-i halvet-serâ-yı kurb-ı
lî-maa’llâh oldukları târîhtir. 1218/(1803-04)."
Şeyh
Abdurrahmân Şemseddîn Efendi
Şeyh Fazlullâh Efendi-zâdedir. 1173 senesi Şa'bân'ının
onyedinci Cuma günü (4 Nisan 1760) mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olup, 1249 senesi
Zi'l-ka'de'nin yedinci Salı günü (18 Mart 1834) dâr-ı cemâle intikâl
eylemiştir. Müddet-i ömürleri yetmişaltı, müddet-i meşîhatları otuz bir
senedir.
Ulemâ ve urefâ-yı meşâyıhtan bir zât-ı âlî-kadrdir. Vird-i Settâr üzerine Arabiyyü'l-ibâre
şerhi ve yine Arabiyyü'l-ibâre Risâle-i
Sülûkiyye'si ve îmân-ı Fir'avn hakkında Hz. Şeyh-i Ekber'in kavline tebean
Türkçe risâlesi vardır.
(Hulefâsı ve silsile-i tarîkatı 49. sahîfede).
Şemseddîn Efendi'nin kerîmesi, Vefâî Yûsuf Ağa zevcesi
Şerîfe Sâime Hânım 1253/(1837) senesinde irtihâl edip, hazîreye defn
olunmuştur.
Sandûkalarının önündeki levhada şu kıt'a muharrerdir:
Şeyh Şemseddîn Efendi
kutb iken
Eyledi
semt-i bakâya irtihâl
Düşdü
bir târîh-i zîver fevtine
Eyledi Şemsî Efendi irtihâl
(ايلدى شمسى افندى
ارتحال) = 1150 – 1 = 1249/(1834)
Manzûmelerinden:
Neler okur neler söyler haber var mı o
deryâdan
O deryâ içre
gark ol kim bilesin ilm-i Mevlâ'dan
Bu emvâc-ı havâdisdir sakın aldanma ey
zâhid
Nazar kıl
âlem-i gayba ne buldun fâni dünyâdan
Hakîkatda o deryâdır görünen hep
taayyündür
Duyan ol
zevki sırrında geçer dünyâ vü ukbâdan
Özün fehm eyle gel sûfî oku ilm-i ledün
dersin
Netîce Hakk'ı
bilmekdir bu suğrâ ile kübrâdan
İriş bir mürşide zikr-i Hudâ'ya durma
meşgûl ol
Sarâ-yı kalbi
tenvîr idegör envâr-ı esmâdan
İnâyet Hazret-i Bârî teâlâdandır ey Şemsî
Rızâ-yı
Hakk'ı tahsîl eyle tevfîk iste Mevlâ'dan
Şeyh (Üçüncü) Alâeddîn Efendi
Şeyh Fazlullâh Efendi-zâdedir. Tunus'ta neşr-i tarîkata
me’mûr olup, o havâlîde tarîk-ı Şa'bânî'(yi) neşre muvaffak olmuş,
alâ-rivâyetin elyevm yüzbinlerce kimse bu yüzden mazhar-ı feyz-i tarîk olmakta
bulunmuştur.
Şeyh Kerâmeddîn Efendi nakl eyledi ki, bir gün bornozlu
ve evlâd-ı Arabdan bir zât türbe-i şerîfeyi ziyâret kasdıyla gelip, onunla
görüştüğünde Alâeddîn Efendi tarafından neşr edilen tarîkın o havâlîde münteşir
olduğunu ve lâ-yuad mürîdân ve sâlikân bulunduğunu söylemiştir
Kabri, Hz. Nasûhî Türbesi hazîresindedir. Kitâbe-i seng-i
mezârı :
"Kutbu'l-ârifîn Hz. Nasûhî-zâde Fazlullâh Efendi
hazretlerinin mahdûm-ı mükerremleri
merhûm eş-Şeyh Alâeddîn Efendi rûhuna el-Fâtiha 1223/(1808)."
Bir birâderi daha vardır ki, es-Seyyid Muhammed
Atâullâh'dır. 1216 senesi Rebîu’l-evvelinde (Ağustos 1801) irtihâl etmiştir.
Hazîrede medfûndur.
/48/ Kastamonulu Şeyh Abdullâh Efendi
Hz. Nasûhî-zâde Şeyh Alâeddîn Efendi halîfesidir.
Müşârünileyhten yürüyen silsile-i tarîkat:
- Şeyh Abdullâh Efendi, Kastamonulu (1181/1767-68),
- Çorumlu Şeyh Muhammed Efendi,
- Şeyh Muhammed el-Halvetî,
- Akçasulu Şeyh Muhammed Efendi,
- Taşköprülü Şeyh Mustafa Efendi,
- Eğincikli Şeyh Mustafa Efendi,
- Şeyh Hacı Ali-i Simâvî,
- Eğincikli Şeyh Abdullâh Efendi,
- Kastamonulu Şeyh Osmân Efendi,
- Şeyh Hasan es-Simâvî.
Mudurnulu Şeyh Sâlih Efendi
Hz. Nasûhî-zâde Şeyh Alâeddîn Efendi halîfesidir. Şeyh
Sâlih Efendi'den gelen kol:
- Ali-zâde Şeyh Nûreddîn Efendi,
- Şeyh Keşfî İbrâhîm Efendi,
- Eskicumalı Şeyh Ahmed Efendi,
- Şeyh Molla Mustafa Efendi b. Sâlih.
Şeyh Keşfî İbrâhîm Efendi
Müşarünileyh Sâlih Efendi halîfesidir. İstanbul'da
Irgatpazarı'nda sokak üzerindeki medresenin hazîresinde medfûndur.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
"Kutbu'l-ârifîn, gavsu'l-vâsılîn eş-Şeyh el-Hâc
İbrâhîm Keşfî Efendi hazretlerinin rûhuna li'llâhi'l-Fâtiha. 1244/(1828-29)
"
Sicill-i Osmânî, müşârünileyhi, "Hicâz'dan avdetinde irtihâl
eylemiş mübârek bir zât idi." diye kaydetmektedir. Tarîk-ı Halvetî'den
Ramazâneddîn Mahfî hazretlerine dahi ber-vech-i âtî muttasıldır :
Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Rûmî Hüseyin Efendi, Şeyh Lofçalı
Ali Efendi veya Ali er-Rûmî, Şeyh Mesçi-zâde İbrâhîm Efendi, Şeyh Mesçi Ali
er-Rûmî, Hz. Pîr Ramazâneddîn Mahfî (kuddise
sırruhu'l-âlî).
Şeyh Tulûî Muhammed Efendi
Hz. Nasûhî'den ahz-i feyz edenlerdendir. Nalçacı
Dergâhı'na şeyh olmuş idi. Onun zamânında tekkeye Ubeydullâh Paşa tarafından
minber vaz' edilmiş ve cihetler tahsîs olunmuştur. Hz. Nasûhî'den ahz-i feyz
etmekle berâber hilâfeti Pîr-zâde Seyyid Alâeddîn Efendi hazretlerindendir.
Bâlâda isimleriyle tezyîn-i sahîfe eylediğim Fazlullâh Efendi hazretleri dahi
pederleri Alâeddîn Efendi hazretlerinden feyz-yâb-ı kemâl olmakla berâber Tulûî
Efendi'ye dahi hizmetleri sebketmiştir.
Nalçacı Halîl Efendi ve dergâhı hakkında bahis geçmiş
idi. Onu mütemmim olan ma'lûmât âtîde gelecektir.
Şeyh Fazlullâh Efendi hulefâsından yürüyen kol :
- Konrapalı Ali Efendi :
Şeyh Muhammed Rüşdü Efendi (Nalçacı Dergâhı'nda
medfûndur. 1280/(1863-84). Mahdûmu Ahmed Reşîd Efendi (1280), Şeyh Mustafa
Enverî el-Üsküdârî (1288/1871-72).
- Şeyh İbrâhîm b. Abdülkerîm:
Ömer et-Tavîl
Efendi, Muhammed Halvetî ve Abdulkâdir-i Üsküdârî.
Şeyh Abdullâh Rüşdü Efendi
Mudurnuludur. Hz. Nasûhî'nin mazhar-ı feyzi
olanlardandır. Risâle-i Rüşdiyye
bunun nâmına yazılmıştır.
/49/ Hulefâsı:
Şeyh Ahmed b. Şa'bân Efendi, Şeyh Ahmed b. Muhammed
Efendi, Kastamonulu Şeyh Ali Efendi, Mudurnulu Şeyh Hasan Efendi, Mudurnulu
Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Muhammed b. Muharrem Efendi, Mudurnulu Şeyh Osmân
Efendi, Şeyh Hasan Efendi b. Ali, Taşköprülü Şeyh Hasan Efendi, Şeyh Sun'u'llâh
Efendi b. Şeyh Ahmed Efendi.
Şeyh Hacı Muhammed Efendi
Ora vezninde Zoralıdır. Safranbolu kazâsına tâbi' bir
karyedir. Büyük bir Halvetî dergâhı binâ eylemiştir. İrtihâlinde burada defn
olunmuştur. Sülâlesinden ber-vech-i âtî silsile-i meşâyıh teselsül eylemiştir:
Zoralı Şeyh Hacı Muhammed Efendi, mahdûmu Şeyh Ahmed
Feyzullâh Efendi, mahdûmu Şeyh Mustafa Efendi, mahdûmu Şeyh Muhammed Hamdi
Efendi, mahdûmu Şeyh Şa'bân Efendi, birâderi Şeyh Gazi Mustafa Efendi. Bu zâtın
irtihâlinde kudemâ-yı mürîdânından Hüseyin Efendi-zâde, ulemâdan Hüsnü
Efendi'ye meşîhat tevcîh olunmuştur.
Zora Dergâhı'nın bir şu'besi Safranbolu'da bir Halvetî
dergâhı mevcûddur. Zora'da post-nişîn olanlar kışın Safranbolu'ya gelirler,
icrâ-yı âyîn ederlerdi. Zora hânedân-ı meşâyıhına müntesib olanlar, behemehâl
Zora Dergâhı'na gelirler, erbaîn çıkarırlar imiş. Müşârünileyh Hacı Muhammed Efendi'nin
ezberinde binbir hadîs-i şerîf olduğu mervîdir. (Bkz. Sâdık Vicdânî Bey.)
Hulefâsı:
Şeyh Mustafa Efendi (Zoralı), Şeyh Mustafa Efendi
(Çerkeşli), Şeyh Yûsuf Efendi (Tokatlı), Şeyh Muhammed Efendi (Çerkeşli), Şeyh
Hasan Efendi (Küreli), Şeyh Ali Efendi (Zoralı), Şeyh Ali Efendi (Çorumlu),
Şeyh Ahmed Efendi (Kastamonulu), Şeyh Ali Efendi (Taşköprülü), Şeyh Hasan
Efendi (Kastamonulu), Şeyh Hüseyin Efendi (Kastamonulu), Şeyh Seyyid Osmân
Efendi (Kastamonulu), Şeyh Hasan Efendi es-Simâvî, Şeyh Hasan b. Ali, Şeyh
el-Hâc Ahmed Efendi, Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Halîl Rükûî Efendi, Şeyh Ahmed
Halîfe, Şeyh Mustafa Efendi.
Şeyh Mustafa Efendi'nin Hulefâsı:
Karabüzcüklü Şeyh Muhammed Efendi, Karabüzcüklü Şeyh
Halîl Efendi, Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Niksarlı Şeyh Mustafa Efendi,
Kastamonulu Şeyh Ali Efendi, Çerkeşli Şeyh Halîl Efendi, Kastamonulu Şeyh
Abdurrahmân Efendi, Kastamonulu Şeyh Abdurrahîm Efendi, Taşköprülü Şeyh Hasan
Efendi, Nasûhî-zâde Şeyh Abdurrahmân Şemseddîn Efendi.
Nasûhî-zâde Şeyh Abdurrahmân
Şemseddîn Efendi'nin Hulefâsı:
Şeyh Hacı Abdullâh Efendi, Üsküdarî Şeyh Muhammed Emîn
Efendi, Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Saîd Efendi, Şeyh Muhammed Hayrullâh Efendi,
Şeyh Muhammed Emîn Efendi (Tophâneli), Şeyh Abdurrahmân b. Şihâbeddîn Efendi,
Şeyh Ali Efendi (Tekirdağlı), Şeyh Muhammed Efendi-i Üsküdarî, Şeyh Hüseyin
Efendi-i Üsküdarî, Şeyh Ârif Efendi (Tekirdağlı), Şeyh Halîl Fahreddîn Efendi
(1257/1841)
/50/ Şeyh Halîl Fahreddîn Efendi'nin
Hulefâsı:
Şeyh Muhammed Saîd Efendi, Şeyh Muhammed Efendi, Şeyh
Ahmed Esrâr Efendi, Şeyh Ümmî-zâde Muhammed Rızâeddîn Efendi (1272/1856-57).
Şeyh Ümmî-zâde Muhammed
Rızâeddîn Efendi'nin Hulefâsı:
İlk şeyhi Şemseddîn Efendi, Şeyh İzzet b. Süleymân
Efendi, son şeyhi Fahreddîn Efendi.
Şeyh İzzet b. Süleymân Efendi :
Ümmî Ahmed Efendi-zâde Şeyh Muhammed Rızâeddîn Efendi Halîfesidir. Hulefâsı:
Şeyh Necîb-i Üsküdârî, Şeyh İbrâhîm-i Üsküdârî, Şeyh
Muhammed-i Üsküdârî, Şeyh Seyyid Kemâl Efendi, Şeyh Muhammed-i Üsküdârî, Şeyh
Ahmed-i Üsküdârî, Şeyh Muhammed Tâhir-i Üsküdârî, Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh
Hayreddîn-i Üsküdârî, Şeyh Aliyy-i
Üsküdârî.
Şeyh Aliyy-i Üsküdârî Hulefâsı:
Şerîfe Sıddîka Hâtûn, cedd-i a'lâsı Ahmed Efendi'den
ma'nen ahz-ı nisbet eylemiştir.
- -
-
Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi :
Pederleri Şeyh Abdurrahmân Şemseddîn Efendi'den sonra
seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. Üsküdar'da zînet-bahş-ı âlem-i şuhûd olup,
1245 senesi şehr-i Şevvâlinin dördüncü
(29 Mart 1830) Pazar gününe musâdiftir. Pederinin irtihâlinde beş
yaşında idi. Yetmiş sene muammer olup, 1315 senesi şehr-i Zi'l-kâdenin
yirmidokuzuncu (21 Nisan 1898) salı günü dâr-ı Cemâl'e intikâl eylemiştir.
Fevtine Re'fet yazup
târîh-i gevher kıymeti
Göçdü Muhyiddîn huzûr-ı yâra buldu
vuslatı
(كوچدى محىالدين حضور ياره بولدى وصلتى)
Musullu Hâfız Osmân'ın :
Latîfin kudreti Osmân'a
ilhâm eyledi târîh
Muhakkak
hamd ü izzetle cinâna irdi Muhyiddîn
(محقق حمد وعزتله جنانه ايردى محىالدين)[38]
Hâce Emîne Sabîha Hânım nâmında bir kerîmesi vardı. Hacı
Râif Efendi zevcesi idi. 20 Şevvâl 1312/(16 Nisan 1895)'de irtihâl eylemiştir.
Hazîrede medfûnedir. (Rahmetu'llâhi aleyhâ)
Husâmeddîn Efendi isminde, Muhyiddîn Efendi'nin bir oğlu
daha vardır ki, küçük yaşında 1275/(1859) senesinde irtihâl eylemiştir.
Hazîrede medfûndur.
Müşârünileyh (Nasûhî-zâde) Muhyiddîn Efendi, âtîde
tercümeleri yazılacak olan Şeyh Ömerü'l-Fuâdî-i sânî hazretlerinin erşed-i
halîfeleridir. Muhyiddîn Efendi sığar-ı sinninde Kuşadalı İbrâhîm Efendi
hazretlerinden bir tâc-ı şerîf ilbâsıyla taltîf olunmuştur. Bu tâc yol tâcıdır,
hilâfet tâcı değildir. Kuşadalı esâsen kimseye hilâfet tâcı vermemiştir.
Kuşadalı'nın irtihâlinden sonra Ömerü'l-Fuâdî'ye intisâb eylemiştir ve ondan
hilâfet almıştır. Elyevm silsilesi ilâ-mâ-şâa'llâhu teâlâ müteselsildir.
(Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi) Hulefâsı:
Nalçacı Şeyhi Tayyâr Efendi, Şeyh Muhammed Salâhaddîn
Efendi b. Muhyiddîn[39], Yakacık Şeyhi Rüşdü Efendi, Fındıklılı Şeyh Nazîf Bey, Üsküdarlı Şeyh
Hâfız Mustafa Efendi, İstanbullu Şeyh Fehmi Efendi, Şeyh Muhammed Saîd Efendi,
Şeyh Ahmed-i Üsküdârî, Müştâk-zâde Şeyh Cemâl Efendi, Nâzikî-zâde Şeyh Hüsnü
Efendi, Ömerü'l-Fuâdî-zâde Şeyh Ya'kûb ve Şeyh İzzet Efendiler, Nasûhî-zâde
Şeyh Seyyid Ahmed Kerâmeddîn Efendi hazretleri.
Müşârünileyh Muhyiddîn Efendi edîb, halûk, âşık, ârif bir
zât-ı âlî-kadr idi. Türbe-i Pîr'de medfûndur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
/51/ Bekir Rüstem Paşa
Hânkâh-ı şerîf büyük bir harîkta yanmış ise de, Bekir
Rüstem Paşa isminde bir sâhib-i hayr tarafından yeniden inşâ olunmuştur. Bu zât
türbe-i şerîfede medfûn olup, sandûkasının baş tarafındaki levhada şöyle
yazılıdır:
"İş bu türbe-i şerîfe ile ittisâlinde dergâh-ı
feyz-penâha vaz'-ı esâsı himmetle bânî-i
sânî ve delîl-i hüsn-i kabûl olarak civâr-ı Hz. Pîr'e mülâzemet-i şerîfesiyle
dahi şâyeste-i âtıfet-i Rabbânî olan Bekir Rüstem Paşa'nın rûhuna el-Fâtiha!
Sene 1280/(1863-64)".
Şeyh Seyyid Ahmed Kerâmeddîn
Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi sulb-i pâkinden
1274/(1857-58) senesinde gehvâre-zîb-i âlem-i şuhûd olmuşlardır. Üsküdar'da
hânkâh-ı şerîf, maskat-ı re's-i latîfleridir. İbtidâî ve Rüşdî tahsîlinden
sonra Üsküdar'da Vâlide Câmi'-i şerîfinde Hoca Mustafa Efendi'nin mücâzlarından
Osmân Efendi'den ulûm-ı mürettebeyi okuyarak icâzet ahzine muvaffak olmuştur.
Emr-i intiâş-ı dünyâ için bi-hasebi'z-zarûre bir dâireye
intisâb lâzım gelmekle evvelâ Hazîne-i Hâssa'ya devâm edip, bir müddet sonra
1295/(1878) senesinde adliyyede bir hizmete geçmiş ve sinîn-i medîde hıdmet-i
adliyyede bulunmuş, muhâsebe kaleminde mümeyyizliğe irtikâ eylemişti.
Bir aralık Meclis-i Meşâyıh'a a'zâ intihâb ve ta'yîn
olunmuş ve hayli zamân bu hizmeti de hüsn-i îfâya çalışmış ise de bir me’mûrun
iki yerden maâş alması men' edilince hıdmet-i adliyyede aldığı maâşın fazlalığı
hasebiyle a'zâlığı terke mecbûr olmuş ve müddet-i takâüdiyyesi dolasıya kadar
adliyyeye devâm ile bi'l-âhare takâüdü icrâ kılınmıştır.
Bundan sonra tekrâr Meclis-i Meşâyıh a'zâlığına ta'yîn
edilip 1328/(1910) senesine kadar a'zâlıkta bulunup, ondan da dâmen-keş-i
ferâğat olmuştur.
Tarîkaten nisbetleri henüz sığar-ı sinninde iken peder-i
ekremleri Şeyh Muhyiddîn Efendi'yedir. İkmâl-i sülûk ile hilâfetleri de yine
müşârünileyhtendir.
Pederlerinin 1315/(1897-98) senesinde âlem-i cemâle
intikâlinde, emr-i meşîhat kendilerine teveccüh edip, elyevm bu hizmeti îfâ ile
müşerref bulunuyorlar.
1325/(1907) senesinde husûle gelen iştiyâk-ı azîm
te'sîriyle Kastamonu'ya giderek Âsitâne-i Hz. Şa'bân-ı Velî'ye rû-mâl olmuş ve
ziyâret şerefiyle kâm-yâb olarak Üsküdar'a avdet eylemiştir.
Hâlen dergâhta inzivâ hayâtında olup, sâir tekke meşâyıhı
cem'iyyetlerde da'vet ettiklerinde da'vete icâbetle giderler. Kahvede, gazinoda
oturduğunu gören yoktur. Dedikoduya karışmaz, dâimâ kendi hâlini ümmet-i
Muhammed'in selâmetini düşünür, gözü yaşlı, âşık bir reh-nümâ-yı
kerîmü'l-fıtrattır.
/52/ Seyyid Kerâmeddîn Efendi edip, kâmil, sükûtiyyü'l-meşreb
bir zât-ı âlî-kadrdir. Sıfat-ı meşîhatı bi-hakkın muhâfaza eder. Lâubâli hayâta
meyl etmez, her yere gitmez. Hayâtını hânkâh-ı Hz. Pîr'e vakf etmiş, Hz.
Nasûhî'yi pek ziyâde hürmet ve muhabbetle ve ulviyyetle sevmiş bir mefhar-ı
erbâb-ı tarîkattır. Endâmı mütenâsib olup, ale'l-ekser dal arâkıyye üzerine
beyâz sarık sarar. Özü gibi sakalı da ak, gâyet mütevâzı’ bir hâşi'dır. Kendileriyle
mine'l-kadîm müşerref olageldiğim gibi yazmakta oldukları, Şemsü's-Sabûhî fî-Menâkıbı Pîr Muhammed en-Nasûhî nâm eser-i âlî münâsebetiyle, temâsımız daha
yakından ve pek samîmi bir şekilde vâki' olmuş idi. Bu eser esâs i'tibârıyla
Hz. Nasûhî ve sülâle-i kirâmı hakkındadır. Bi'l-münâsebe Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî
efendimizle hulefâsı ve ehl-i silsile hakkında da tedkîkât-ı mahsûsayı
câmi'dir.
Muharrir-i fakîrin Sefîne-i
Evliyâ'da Şa'bânîler hakkında cem' ettiğim ma'lûmâtla karşılaştırmak ve her
iki tarafın beyânında isâbet aramak maksadıyla Sefîne-i Evliyâ'yı kendilerine takdîm eylemiş idim. Tedkîkât-ı
âcizânemi tetebbu' buyurarak ba'zı ilâvât dercine bezl-i inâyât eylemişlerdir.
İş bu eserleri hakkında makâm-ı takrîzda bu manzûmeyi yazıp, kendilerine ihdâ ettim.
Yegâne menfaat-bahşâ eser
Şemsü's-Sabûhî'dir
Hakîkat
ilminin tefsîridir temsîl-i rûhudur
Kerâmeddîn Efendi bezl-i himmet eyleyüp
yazmış
Anıñ mevzûu
mir'ât-ı tecellâ-yı Nasûhî'dir
Hakâyıkdan dakâyıkdan bütün esrâr-ı
tevhîdden
Dürer-pâş
olmada erbâb-ı aşka hak fütûhudur
Muvaffak eylemiş Mevlâ o zât-ı
nükte-pîrâyı
Bu te'lîf-i
behîn el-hak anıñ şekl-i vuzûhudur
Muhibb-i kem-teri Vassâf'ına
ilhâm-ı Hak oldu
Kitâb-ı
sırr-ı vahdet metniniñ şerhu'ş-şurûhudur
Bu da kendilerini temdîhan sünûh etmiştir :
Mükerrem şeyh-i âlî-câh Kerâmeddîn-i
Şa'bânî
Mübeccel
rehber-i hoş-hâh Kerâmeddîn-i Şa'bânî
Nasûhî hânkâhında şeref-bahşâ-yı uşşâkdır
Enîs-i
Hazret-i Allâh Kerâmeddîn-i Şa'bânî
Kerîmü't-tab' selîmü'l-kalb mehâsin
menbaı bir şeyh
Dem-â-dem
kârı zikru'llâh Kerâmeddîn-i Şa'bânî
Nasûhî gül-şeninde bir gül-i hoş-bû-yı
irfândır
Yegâne âşık-ı
evvâh Kerâmeddîn-i Şa'bânî
Dahîl-i bâb-ı ehlu'llâh olan Vassâf'ına
lutfen
İden îsâr-ı
feyzu’llâh Kerâmeddîn-i Şa'bânî
Müşârünileyhin dört mahdûm-ı mükerremleri vardır.
Şemseddîn, dördüncü Alâeddîn, Fazlullâh ve İbrâhîm Rükneddîn beyefendilerdir.
Fazlullâh Efendi harb-i ahîrde nâil-i rütbe-i şehâdet olup, nefes-i münîfi
Çanakkale'den (Keşan'dan)[40] hânkâha
getirilmiştir. Peder-i elem-dîdeleri bu iftirâktan pek dil-hûndur.
/53/ Müşârünileyh bir gün hem-sohbet olduğum sırada âtîdeki
ma'lûmâtı inâyet eylediler :
Tarîk-ı Şa'bânî'de dört nev' tâc vardır:
1. Sarığı yeşil tepesi yeşil. Buna yol tâcı derler. İsm-i
Hû'ya çıkan sâlike çelebiler ile bi'z-zât meşîhatta bulunanlar tarafından
giydirilir.
2. Sarığı yeşil veya beyâz, tepesi beyâz. Bunu dördüncü
esmâya çıkanlar giyerler ki, tarîkaten ta'bîr ve tesellîye muktedir olanlardır.
3. Tepesi beyâz, sarığı beyâz, risâlesi siyâhtır. Tarîkımızda müntehî olanlar giyer.
4. Tepesi beyâz, sarığı siyâh, risâlesi beyâzdır. Nâil-i
rütbe-i velâyet olanlara mahsûstur. Hz. Nasûhî'nin tâc-ı şerîflerinde mücerred
kendilerine mahsûs olmak üzere bir düğme vardır. Sırr-ı vahdete, nokta-i
ehadiyyete işârettir.
Bir de "Dal
arâkıyye" ta'bîr olunur ki, yeşili ve beyâzı vardır. Hz. Pîr
efendimiz esnâ-yı zikr-i şerîfte
giyerlerdi. Bizler de o esere tebean giyiyoruz. İşte bir nümûnesi :
DİKKAT!!! BURADA ŞA'BÂNİ TÂCI VAR
Fakat ortadaki halka iki değil birdir. Hz. Şa'bân-ı
Velî'nin, Hz. Nasûhî'nin, Karabaş Velî'nin arâkıyyelerinin köşelerinin başı
açıktır.
Köşelerin kapanması ya Şeyh Alâeddîn Efendi'nin veya
Çerkez Mustafa Efendi'nin zamânlarında vâki' olmuştur. Çünkü Alâeddîn ve Çerkez
Mustafa Efendilerin tâc-ı Şa'bânî'de ictihâdları olduğunu Ümmî Ahmed Efendi
hazretlerinin dergâhında manzûrum olan bir eserde mütâlaa ettim.
Hulefâsı olup olmadığını sorduğumuzda, "Henüz kendim mazhar-ı irfân olamadım. Nerede
kaldı âhara hilâfet verebileyim. Ancak usûl-i tarîk üzere ilbâs-ı tâc ü hırka eylediğim
ba'zı zevât vardır." diye iltizâm-ı âsâr-ı mahviyyet buyurdular.
Büyük Piyâle Dergâhı şeyhi İbrâhîm Bey, mahdûmları Şeyh
Muhammed Şemseddîn Efendi, Rumeli Hisârı şeyhi Halîl Efendi, Yakacık Tekkesi
şeyhi Reşîd Efendi, Nâzikî-zâde Şeyh Hilmi ve Tahsîn Efendiler(in onun
halîfeleri) olduğunu söylediler.
Kuşadalı hazretlerine nakl-i kelâm olundukta buyurdular
ki :
"Kuşadalı hazretleri, Hz. Pîr Nasûhî (kuddise
sırrûhu'l-âlî)’yi ziyâret kasdıyla bir gün Üsküdar'a âzim olmuşlar.
Berâberlerinde Zeyrek'teki Kilise Câmii kayyımı Hacı Efendi bulunur imiş.
Kayıkla Kız Kulesi civârına geldiklerinde, /54/ "Hacı! Edebiñi takın. Zîrâ Hz. Pîr"in
köyüne yaklaştık." buyurmuşlar. Hânkâh-ı şerîfe vusûllerinde cümle
kapısının önünde ayakkabılarını çıkarıp, mest ile içeri girerler imiş. Ne zamân
Hz. Pîr Nasûhî ve Hz. Mevlânâ'nın esâmî-i mübârekeleri yâd olunsa alınlarında
bir damar zuhûr edip vecd zuhûra gelir imiş ve "Bunların esâmî-i
şerîfesi mesmûum olunca kendimi gâib ederim." buyururlar imiş.
Hz. Fâtih türbedârı Amiş Efendi merhûmda da bu hâli
gördüm. Ziyâretine gitdim. Benim evlâd-ı Pîr'den olduğuma muttali' oldukta,
vecd zuhûra geldi ve bana hitâben, "Sen mîrâsyedisin, senden korkarım."
dediler. Dahası var, fakat bu kadar elverir.
- -
-
Şu na't-ı şerîf ile nutuk kendilerinindir:
Günâh-kârım garîbim dil-harâbım Yâ
Rasûla'llâh
Esîr-i nefs-i
bed-hû pür-hicâbım Yâ Rasûla'llâh
Fakat gönlümde aşk-ı pâk-ı zâtın
müncelîdir hep
Senin
aşkıñladır bu incizâbım Yâ Rasûla'llâh
Göñül dîdâr-ı pür-envârınıñ meftûn u
hayrânı
Ümîd-i
vuslatıñla kâm-yâbım Yâ Rasûla'llâh
Büyüksün şân-ı ulviyyet-nişânıñ pek
muazzamdır
Der-i
ihsânıña var intisâbım Yâ Rasûla'llâh
Fakîriñ ahkarıñ muhtâc-ı lutfuñdur Kerâmeddîn
Kerem kıl
merhamet şefkat-meâbım Yâ Rasûla'llâh
*
* *
Feyz-i pâk-i evliyâu'llâh ile
rûşen-diliz
Âlem-i fânîde
sâhib-intibâh Şa'bânîleriz
Dâimâ Kur'ân u îmân yâr-ı cân olmuş bize
Cân u dilden
aşk ile hem-râh Şa'bânîleriz
Âlem-i fânîye yokdur iltifât u meylimiz
Târik-i dünyâ
fenâ fi'llâh Şa'bânîleriz
Râh-ı Hak'da oldu aşk sermâyemiz ey nûr-ı
ayn
Mazhar-ı
sırr-ı bakâ bi'llâh Şa'bânîleriz
Neş'e-i vahdetle kalben pür-safâyız
âşıkız
Hamdü li'llâh
ârif-i bi'llâh Şa'bânîleriz
Her taraf mir'ât-ı vahdetdir ene'l-Hak
söylüyor
Nükte-dân-ı
"semme vechu'llâh" Şa'bânîleriz[41]
Nefy ü isbâtıñ ledünniyyâtını ârif göñül
Vâkıf-ı
esrâr-ı illâ'llâh Şa'bânîleriz
Peykiyiz hurşîd-i tâbân-ı tarîkıñ dâimâ
Halvetî
erkânına şeh-râh Şa'bânîleriz
Farz u sünnet reh-nümâ-yı hâs olmuşdur
bize
Sâlikân-ı aşk
için cân-gâh Şa'bânîleriz
Halka-i tevhîdimizde cezbe vü hâlât ile
Hizb-i zikre
müşteğıl pür-âh Şa'bânîleriz
Levh-ı dilde rû-nümâ oldu Kerâmeddîn'e
yâr
Sırru'l-esrâra
basîret-gâh Şa'bânîleriz
Hz. Pîr'in Risâle-i
Fahriyyesi'ni Arabçadan Türkçeye tercüme buyurdukları gibi, suâl ve cevâb
tarzında bir de usûl ve âdâb-ı tarîkata dâir eseri vardır.
/55/ Ahmed Kerâmeddîn Efendi'nin ba'zı nutukları vardır. Bir Dîvânçe
hâlinde gördüm. Gerçi şiir nokta-i nazarından şâyân-ı iltîfât değilse de,
bezm-i muhabbete nâzır olarak söylenmiş olması ona bir kıymet verir. Bir iki
misâli :
Sevdim seveli sen güzeli gitdi şuûrum
Bir meh-veş
idiñ yandı tenim bitdi gurûrum
Firkat-zedeyim
nerde benim eski sürûrum
Feryâd iderim
var mı benim bunda kusûrum
Kânûn-ı kazâ böyle imiş hükm-i kaderde
Öyle yazılı
çâresi yok seyr ü seferde
Bir dâr-ı
safâ yok mu aceb baht-ı beşerde
Mahv oldu
bütün râhat-ı esbâb-ı huzûrum
Pür-neş'e idim meclis-i uşşâk-ı vefâda
Böyle kalınır
sanmış idim zevk u safâda
Uyardı felek
tâliimi sahn-ı cefâda
Efsâne imiş
şu görünen cism-i zuhûrum
Arz itdi bütün derdini esrârını Ahmed
Lutf u kerem
it hâlime ey şûh ser-âmed
Eyler mi
güzeller acabâ ehl-i gamı red
Mahşerde beni
şâd idegör ey yüzü nûrum
* *
*
Bir gün geçerek gül-şen-i kasr-ı emelden
Binlerce
safâ kasrı da gam-hâneye dönmüş
Bülbül ötecek sanma göñül bâğ-ı İrem'den
Her dala
hazân irdi ki bum-hâneye dönmüş
Yâdımda bütün eylediğim zevk u safâlar
Ya var imiş
ya yok imiş efsâneye dönmüş
Yıkılsa revâ âhım ile seng ü dırahtı
Berbâd
olacak âhiri vîrâneye dönmüş
Mes'ûd idecek sanma sakın katre-i sahrâ
Neş'e yerine
gam dolu peymâneye dönmüş
Sabrım tükenüp yeter cefâya hedef oldum
Gözler
açılup kanlıca dil-hâneye dönmüş
Bu nazm ile Ahmed yine dil-hûn olacaksın
Gufrân-ı
Hudâ neş'esi kâşâneye dönmüş
- -
-
“Ya'kûb Hân, pederimle mülâkî olduğu sırada, Hz. Pîr
Seyyid Nasûhî efendimizin mektûbât-ı aliyyeleridir ki, beyne'l-ihvân, "Mürâselât-ı
Pîr" diye meşhûr olan eserlerinin
mütâlaasını ârzû etmiş ve pederim de göstermiştir. Hîn-i mütâlaada vecd
zuhûruyla bir mikdâr sonra sükûnet buldukta, "Ben bunun emsâlini görmedim
ve tesâdüf etmedim. Bu mektûbât mecmûa-i irfândır. Meşâyıh-ı ızâm ve sâlik-i
râh-ı Hudâ için bir hazîne-i girân-bahâdır." demiştir.
Kerâmeddîn”
ÇERKEŞİYYE-İ ŞA'BÂNİYYE
Çerkeşli Şeyh Mustafa Efendi
Meşâyıh-ı izâm-ı Şa'bânîyye'dendir. Neş'etleri
Çerkeş'tendir. Şeyh-i mükerremleri Muhammed Efendi'nin (Bkz. s. 49) vâris-i
kemâlâtı olup, ziyâret-i Haremeyn'e dahi muvaffak olarak kemâlât-ı ârîfâneleri
şuyû' bulmuştur. Halka-i irşâddan onüç halîfesi yetişmiş 1224/(1809) senesinde
âzim-i dâr-ı ahiret olmuşlardır. Çerkeş'te medfûndur.
Oldu Şeyh vâsıl-ı cânân Yâ Hû
(اولدى شيخ واصل جنان يا هو) = 1224[42]
İstanbul'da bir silsile-i urefâ vü ulemâ teşkîl eden
Çerkeşli-zâdeler müşârünileyhin ahfâdındandır.
Osmân Vehbî Efendi
Müşârunileyh (Çerkeşli Mustafa)'nın mahdûmudur. Ulemâ-yı
İslâmiyye'dendir. 1277/(1860) târîhinde Ankara'da irtihâl eylemiştir. Erzurum
Mahallesi kenârında "Topraklık" denilen yerde medfûndur.
Âsârı:
Emsile, Kelimât-ı Mutasarrıfa ve Kavâid-i İ'lâl, Âmil
Ma'mûl İ'râb ve Mu’ribât ve Ma'mûlâtu Mevsûle ile'l-Mechûlât, Tercümetü'r-Risâleti'l-Müteallıka
bi-tilke'l-Ma'lûmât, Sultân Mahmûd-ı Sânî-nâme.
Hısnu'l-Hasîn (إن الله يحب العبد
التقى النقى الخفى)[43] hadîs-i
şerîfinin şerhine dâir bir risâle ki, Mısır'da tab' olunmuştur.
Muhammed Tevfîk Efendi
Çerkeşî-zâdelerdendir. Mûmâileyh Osmân Efendi'nin
mahdûmudur. İstanbulludur. Velâdetleri Ankara'da, tefeyyüzleri İstanbul'dadır.
İkmâl-i tahsîlden sonra niyâbetlerde bulunmuştur. 1302/(1885) senesinde
meclis-i tedkîkât-ı şer'iyye a'zâlığı inzimâmıyla Meclis-i Meşâyıh Nâzırlığı'na
ta'yîn olundu. 1319/(1901-02) senesinde irtihâl eyledi. Aksaray'da Sofular'da
Şeyh Ekmeleddîn Dergâhı'nda medfûndur.
Âsâr-ı Matbû'ası:
Meziyyet-i İslâmiyye, Gâyetü'l-Beyân fî
İlmi'l-Mîzân, Behcetü't-Tarf fî İlmi's-Sarf, İcmâlu Nahvi Arabî,
Hediyyetü's-Sıbyân, Miftâhu'l-Akâid, Levâyıhu'l-Kudsiyye fî
Fadâili Şeyh-i Ekber, Mecmûa-i Fadâil, el-İtkân fî Tahkîkı'l-Îmân,
Tahkîk-i İdrâkât, Risâle fî Kabûli't-Tevbe ile, Mısır
mevleviyyetinde iken tab' ettirdiği Dîvânçe'si.
Vücûd Kasîdesi'nden:
Mey gibi virdi safâ halka tecellâ-yı
vücûd
Böyle
pür-neşve midir câm-ı mücellâ-yı vücûd
Oldu dîbâce-tırâz-ı suhuf-ı sun'-ı Kadîr
Cevher-i
harf-i güher-pâre-i esmâ-yı vücûd
Keşf olur dîde-i sâhib-nazara sırr-ı
kader
Çeşm-i
im'ânına dûş olsa mirâyâ-yı vücûd
Zâhir olmazsa n'ola dîde-i zâhir-bîne
Sırr-ı
yek-rengi-i rû-yı gül-i ra'nâ-yı vücûd
Osmanlı Müellifleri'nde, Çerkeşî Mustafa Efendi
hazretlerinin irtihâli 1229/(1814) gösterilmiş ise de yanlıştır. Hz. Şeyh'in
ahvâl ve asnâf-ı tarîkata dâir Risâle-i Türkiyye'lerinin matbû' olduğunu
Osmânlı Müellifleri'nde Tâhir Bey yazmaktadır. Mezkûr risâle ahîren
görüldü, gâyet mühimdir. Teberrüken ve kısmen âtîde naklolundu.
/57/ Çerkeşî Mustafa Efendi hazretlerinin mürîdlerinden olup,
Tokat'ta ikâmet etmekte olan Cebbâr-zâde Süleymân Bey, azîz-i müşârünileyhi
Tokat'a da'vet etmekle, da'vete rû-yı icâbet gösterip Tokat'a şeref-i
muvâsaletlerine müsâdif yevm-i mes'ûdda bütün ahâlî istikbâline çıkmışlar.
Hattâ on dakîkalık yola kadar şal döşemişlerdir. Hz. Şeyh, gâyet
mahviyyet-perver olduğundan Çerkeş'teki dergâh pek harâb olduğunu ve hattâ
binânın bir çok yerleri iplerle bağlı bulunduğu hâlde kimseye bu bâbta teklîfte
bulunmamış idi. Hz. Azîz'in Tokat'a azîmeti sırasında Süleymân Bey kahyası
vâsıtasıyla tevsîan ve müceddeden derhâl bir binâ-yı âlî vücûda getirmiş ve
kimin tarafından yapıldığını kimseye bildirmemiş idi. Hz. Şeyh Çerkeş'e avdet
ettikte binâ-yı cedîdi görünce hayrette kalmış ve fakat bilâ-tereddüt ikâmet
eylemişlerdir. Hakîkat-ı hâli merâk ederek kendilerinden suâlde bulunanlara,
"Cânım biz sormadık. Girip oturduk. Siz niye soruyorsunuz?"
buyururlar imiş.
Bir gün hastalanmışlar. Süleymân Bey, Hıristiyan hekîm
celbedip, Hz. Azîz'i tedâvî eylemek istemiş. Hekîm muâyene edince Hz. Şeyh ona
hitâben, "Hastalığımı teşhîs ettin mi?" diye sorunca o da,
"Onbir de ilâc tertîb eyledim. İçince bi-inâyeti'llâh şîfâ bulacaksınız."
cevâbını vermiş idi. "Öyleyse ben bu işi bir kere hastalığıma danışayım."
deyip yorganı başına çekmiş, bir müddet sonra tabîbe hitâben, "Hastalığım
bana lisân-ı hâl ile dedi ki : 'Vâkıa verilecek ilâcla ben geçerim. Ama
senin ile yirmi beş senedir hem-bezm oldum. Benim yerime hiç tanımadığın bir
hastalık gelir, tedâvîsi bulunmazsa ne yaparsın?' Düşündüm ben o ilâcı
içmekten vazgeçtim." demiştir.
Şeyh Seyyid Kerâmeddîn Efendi, "Şu hastalık ve
tabîb hikâyesi Hz. Pîr Nasûhî'de de aynen vukû' bulmuştur. Demek ki Çerkeşî
hazretleri de, eser-i cenâb-ı Pîr'e imtisâl buyurmuşlardır."
buyurdular. Hastalıkları kesb-i şiddet edince, tâcını Beypazarlı Ali Efendi
hazretlerine ihsân buyurmuşlar. Beypazarlı, azîzinin huzûruna gidince, azîzinin
kucağında yatmakta olan geyik yavrusu hemen firâr edince, "Hâlâ adam olamamışım. Geyik bile beni adam
yerine saymıyor, benden kaçıyor." demiştir.
Hulefâsının en güzîdeleri Geredeli Azîz nâmıyla benâm
Şeyh Hacı Halîl Efendi ile Beypazarlı Şeyh Ali Efendi'dir. Bu iki halîfe-i muhterem
her ma'nâsıyla şeyh-i mükerremlerinin feyz ü kemâlini hâiz idiler. Her
ikisinden teselsül eden silsile-i tarîkat elyevm bâkî olup, ehl-i tarîkatın
melâz-ı uşşâkıdır.
Sultân Mahmûd-ı sânî müşârünileyhe pek ziyâde hürmet
etmiştir. Hattâ emriyle yazdığı risâleden bir bahis teberrüken aynen derc olunmuştur :
Ulemâ ve meşâyıh arasındaki ihtilâf-ı sûrî münâsebetiyle
bunun izâlesine hâdim olmak üzere Sultân Mahmûd-ı sânî'nin ricâsıyla yazdıkları
Risâletün fî-Tahkîkı't-Tasavvuf nâm risâlesinden :
"Ma'lûm ola ki, erbâb-ı kulûbun tahsîl ve
tahsîlinde sa'y-i belîğ eyledikleri tasavvuf ahvâl-i selâseden ibârettir. Onlar
da budur: Tecellî-i ef'âl, tecellî-i sıfât, tecellî-i zât. Lâkin hîn-i ifâdede
ahvâl-i selâse sâhibleri hâlât-ı selâsede fırak-ı dâlleden üç fırka-i bâtılaya
müşâbihlerdir. Tecellî-i ef'âl sâhibleri, Cebriyye'ye; tecellî-i sıfât
sâhibleri, Hulûliyye'ye; Tecellî-i zât, sâhibleri, İlhâdiyye'ye müşâbih
görünür. Lâkin cebr, hulûl ve ilhâddan müberrâdırlar.
Bu tecellîyât-ı selâseye mazhar olan zevât-ı kirâm ile
tavâif-i selâse-i mezkûrenin beynlerini tefrîk eden şer'-i Muhammedî ve erkân-ı
cenâb-ı Ahmedî'dir ki, eğer bir kimse dâire-i şerîatta dâhil ve merkez-i
nâciye-i istikâmette sâbit olur, makâmât-ı selâseden ve tecellîyyât-ı sâbıkadan
tekellüm ederse, irfân-ı ilâhî ve esrâr-ı Rabbânîdir ve kendinden zuhûr eden
hârık-ı âde kerâmettir. Lâkin ında'llâh ve ınde'r-Rasûl ve ınde'l-mürşidîn
mezmûm ve bî-edebliktir. Ve eğer dâire-i şerîattan hâric ve merkez-i ittikâdan
zerre mikdârı mâil olursa kendisi dâll ve kelâmı ilhâd ve ifsâddır. Ve zuhûr
eden hârık-ı âde sihir ve istidrâctır.
Sûfiyyeden melâmiyyûn hazerâtı avâmm-ı nâs ındinde ve
mahcûbîn katında hasebü'z-zâhir şerîata muhâlif akvâl u ef’âl ü etvâr ile
görünürlerse de, lâkin tahkîk ve tedkîk olundukta kat'iyyen ve kâtıbeten ser-i
mû şerîat-ı Muhammediyye'ye muhâlefetleri yoktur. Ancak tabâyı'-i şerîfelerinde
sırr u ahfâ muhabbeti merkûz olmağın mahcûbîn ındinde zâhir-i şerîata muhâlif
ve hakîkatta mutâbık akvâl u ef'âl ü atvâr ile nefislerini mestûr ve mahfî
kılarlar. Zâtlarında bu fırka mestûrîn-i kâmillerdir; mükemmiller değillerdir.
Ve nefsinde râşidler ve fakat gayr-i mürşidlerdir. Onlardan istid'â ve istirşâd
ve iktidâ sahîh değildir. Zîrâ tâlib-i tasfiye olanları şek ve şübheye ilkâ
ederler.
Mürşidiyyet, şek ve şübhe ilkâ etmek değildir. Belki
cemî'-i nâsın reyb u şekkini ihrâc ve izâle etmektir ve emr-i irşâd, Allâhu
zü'l-celâl hazretlerinin inâyet-i ezeliyye ve cezbe-i Rabbânîyyesidir ki, bir
kulunu ef'âlen ve sıfâten ve zâten kendine cezbedip, nice müddet, kasr-ı
cemâlinde mihmân ve taht-ı visâlinde sultân kıldıktan sonra tekmîlen li'l-irşâd
makâm-ı beşeriyyete inzâl u irsâl edip, tavâif-i selâse ki, küffâr, avâm,
havâs; küffârı küfürden îmâna ve avâmmı ma'siyyetten tâata ve havâssı mâ-sivâdan
vuslata da'vetle me’mûr ve taraf-ı Rabbânîden hilâfetle mansûr ve müeyyed
kılınmıştır. Bu abd enbiyâdan ise, nübüvvet-i teşrîiyye ve evliyâdan ise,
nübüvvet-i ta'rîfiyye tesmiye olunur.
Mürşid-i kâmil ve mürebbî-i vâsıl zât-ı akdes-i
peygamberîden hisse-mend olmalarıyla enbiyâ-yı ızâm ne gûnâ ferâiz ve vâcibât
ve sünen ve müstehabâtı ve sâir erkân-ı şerîatı kavmi beyninde iktidâ etmeleri
kasdıyla alenen icrâsıyla me’mûr oldukları gibi, mürşidler dahi evrâd u ezkâr
ve halvet ü uzlet ve ferâiz u nevâfil ve sâir erkân-ı turukun mürîdleri belki
sâir nâs beyninde iktidâları kasdıyla cehren ve alenen icrâsıyla me’mûrlardır.
Ve mahall-i ithâmdan ihtirâzı mültezimlerdir ve ibâdet ü tâatlarında ve sünen-i
Muhammediyye'ye ittibâ'larında ve siyer-i Ahmediyye'ye sülûklarında aslâ ucub u
riyâ olmaz. Onlar bir kavimlerdir ki, (لا أعبد ربا لم أره )[44] ikrâmıyla
mükerrem olmuşlardır. Kavilleri, ayn-ı tevhîd ve fiilleri ayn-ı ihlâstır.
Ammâ gürûh-ı melâhidenin; "İbâdât-ı zâhiriyye, ebrârın; ibâdât-ı
bâtıniyye mukarrabînin hâlidir." diye i'tikâdları küfr ü
ifsâddır. İbâdât-ı zâhiriyyeyi terk ayn-ı ilhâd olduğundan mâ-adâ safha-i
kalbleri, sırf dînden ve nokta-i tasavvuftan hâlî ve lisânlarında nice nice
hurâfât ve şatah ve tâmât ve muîn-i şerîat-ı garrâ olan ulemâ-yı etkıyâya buğz
birle ma'rifet-i Bârî ve tasavvuf iddiâsında olup, tarîkat-ı aliyyeyi, şerîat-ı
garrâdan ayrı bir tarîk addedip, hâl ve zevk ile sudûr eden ehlu'llâhın kelâm-ı
mutlaklarını lisâna getirip, kendilerine kâl ve meşâyıh ve ulemâ beyninde
müttefakunaleyh olan ibâdât u tâati ve riyâzât u mücâhedâtı terk ve
muhtelefunfîhâ olan ba'zı ef'âli vücûb mertebesinde kendilerine âdât u hâl ve
belki ma'siyyete âlât kılan ol zümre-i dâllîn ve ol fırka-i hâsirînden tasavvuf
dûr ve ma'rifet-i Hak onlardan mehcûrdur.
Bu cihetten ulemâ-yı selef ve haleften ba'zısı tahkîkan
ve ba'zısı taklîden ol gürûh-ı melâhideyi zecr u men' husûsunda ârif u kâmili
fark etmeyip, sûret-i ıtlâkta nice resâil tahrîr u tahşiye-i kelimât ile takrîr
eylediler. Lâkin ârifi mahcûbdan ve mukayyedi merdûddan fark etmeyerek zecr ü
red, emr-i metbû' olmadığı ecilden bu bâbda eimme-i sûfiyye dahi nice kitaplar
te'lîf ve nice risâleler tasnîf eylediler. Ulemâ ile meşâyıh meyânında olan
nizâ' lafzîdir. Ma'nâda onlar müttehiddirler. İttihâd-ı ma'nevîyyeyi fehm
etmeyen bî-edeblerin lafızda teksîr-i nizâ'larına ehlu'llâh, kaddesa'llâhu
esrârahum, râzî olmazlar."
Şeyh Hacı Halîl Efendi
Geredelidir ve Gerede'de medfûndur. Tercüme-i hâli buraca
ma'lûm değildir. Hikâye olunduğuna göre şöhret-i şâyia-i reşâdetine binâen
Sultân Mahmûd-ı sânî müşârünileyhi Dersaâdet'e da'vet etmiş, o da, da'vete
icâbet eylemiştir. Esâsen ümmî oldukları hâlde, (إنما الاعمال بالنيات)[45] hadîs-i
şerîfine /58/ verdiği maânî-i adîde-i ârîfâne hayret-bahş-ı Sultân u
ulemâ olmuştu. Fevka'l-âde takdîr ve hürmete mazhar olmuşlardır. Te'sîs
ettikleri şu'beye "Halîliyye-i Şa'bânîyye" derler.
Şeyh Hacı Emîn Efendi
Hacı Halîl Efendi'den teselsül eden kol Safranbolulu Şeyh
Ömer Fuâdî-i sânî ile İstanbul'da şâyi' olmuş ve yine müşârünileyhin efâdıl-ı
hulefâsından ve Safranbolu'nun Yazıköy karyesinden olup "Safranbolulu" demekle ma'rûf Hacı Emîn Efendi vâsıtasıyla
da Safranbolu'da ve Nevrekop taraflarında intişâr etmiştir. Bu feyz ü kemâle
binâen müşârünileyh Hacı Halîl Efendi'den teselsül eden silsileye Şa'bânîlerce,
"Orta kol" denilmektedir.
Emîn Efendi hâmil-i esrâr-ı Rabbâniyye'dir. Sülâlesi
Safranbolu'da elyevm bâkîdir. Şeyhinden aldığı feyz-i tarîkatı Nevrekop
taraflarında neşr etmiş olduğundan hayâtında bütün Nevrekop Halvetîleri
Safranbolu'ya gelirler, müşârünileyhin dergâhında halvet çıkarırlardı.
Safranbolu Halvetîleri de Nevrekop'a gider orada erbaîn çıkarırlardı. Hacı Emîn
Efendi'nin uluvv-ı ka'b u kemâlâtını erbâb-ı irfân tasdîk etmişlerdir.
Mir'âtü'l-Âşıkîn ve Mîzânü'l-Âşıkîn
nâm eser-i âlîleri matbû'dur. Mütâlaa ile
karîrü'l-ayn oldum. Seyr ü sülûka dâir pek makbûl bir eserdir. Tomâr-ı
Turuk-ı Aliyye müellifi müşârünileyh hakkında diyor ki :
"Hacı Emîn Efendi hakîkaten meşâyıh-ı
muhteremeden idi. Kable'l-irtihâl en kıdemli mürîdini istihlâf ettiği ve o
mürîd de Nevrekop'ta tekke-nişîn olduğu cihetle Hacı Emîn Efendi'nin müddet-i
irşâdında oturduğu post, ihtirâm-ı mahsûs ile Nevrekop Dergâh-ı Halvetîsi'ne
nakl edilmiştir. Hacı Emîn Efendi merhûm zamânında Safranbolu'nun üç kutb-ı
tarîkatından biriydi. Dîğer ikisi Zoralı eş-Şeyh Hacı Muhammed Efendi'nin
ahfâdından Muhammed Hamdi Efendi ile eâzım-ı meşâyıh-ı Sa'diyye'den Ali
Baba'dır. Aralarında uhuvvet-i mahsûsa teessüs etmiş bulunan bu üç şeyh-i
muhteremi tanıyan ve onlara ait menâkıbı lisân-ı tebcîl ile hikâye eden
Safranbolulu zevât mevcûddur."
Şeyh Ömer Fuâdî-i Sânî
Safranboluludur. Hacı Halîl Efendi hazretlerinin
hulefâsındandır. "Ömeru'l-Fuâdî-i Sânî" diye şöhreti vardır.
İstanbul'da Sofular'da elyevm mevcûd ve ma'mûr olan dergâhta seccâde-nişîn-i
meşîhat olarak neşr-i feyz etmişlerdir. İrtihâlleri 1274/(1857-58) senesine
müsâdiftir.
Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'de nakl olunduğuna göre hulefâ
vü mürîdânı içinde meşhûr Şeyh Rufey'â ve Şeyhü'l-islâm Ârif ve Sa'deddîn
Efendiler gibi eâzım mevcûddur. İrtihâlinden sonra mahdûmu Şeyh Seyyid Abdullâh
Rüşdü seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. 1299/(1882)'da irtihâli üzerine
birâder-i muhteremleri Şeyh Ya'kûb Sıdkı Efendi câ-nişîn olmuş ve Nasûhî-zâde
Şeyh Muhyiddîn Efendi merhûmdan hilâfet almıştır. Bunun da 1319/(1901-02)'da
irtihâline mebnî dergâh-ı mezkûr meşîhatı bir müddet iki amca-zâde, ya'nî
Seyyid Abdullâh Rüşdü Efendi mahdûmu Şeyh Seyyid Mustafa Sîret Efendi ile
merhûm Ya'kûb Sıdkı Efendi'nin mahdûm-ı âlîleri bulunan /59/ Şeyh Seyyid
Yûsuf Salâhaddîn Efendiler tarafından müştereken idâre olunarak Seyyid Mustafa
Sîret Efendi'nin ahîren Üsküdar'da Vâlide Dergâhı post-nişînliğine ta'yîn
kılınması üzerine Sofular Dergâhı'ndaki hissesini amca-zâdesine terk
eylediğinden dergâh-ı mezkûr meşîhati elyevm Yûsuf Salâhaddîn Efendi
uhdesindedir. Mustafa Sîret Efendi ise elyevm Meclis-i Meşâyıh a'zâsındandır.
Şeyh Hacı Mustafa Efendi
Diyarbakırlıdır. Hacı Ali Efendi halîfesidir.
1263/(1847)'te irtihâl eylemiştir.
Şeyh Abdullâh Efendi
Geredelidir.
Sâatçilik ile iştigâl ederdi. Hacı Mustafa Efendi halîfesidir.
Şeyh Seyyid Halîl Rahmi Efendi
Mudurnuludur. Abdullâh Efendi halîfesi olup, âtîde
tercüme-i hâlleriyle tezyîn-i sahîfe kılınacak olan Necîb Efendi hazretlerinin
şeyhidir 1284/(1867-68). (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Hulefâsı: Şeyh Necîb Efendi 1307/(1889-90), Şeyh İbrâhîm
Efendi 1304/(1886-87), Şeyh Sâlih Efendi, Şeyh Nasrullâh Efendi, Şeyh İbrâhîm
Hilmi Bey 1296/(1879), Şeyh Sâlih Efendi.
Nevrekoplu Şeyh Ahmed Efendi
Hacı Emîn Efendi hulefâsındandır. Yüz yaşına karîb bir
sinde iken 1312/(1894-95) senesinde irtihâl-ı dâr-ı bakâ eylediler Nevrekop'ta
tekkesi vardır. Şimdi Bulgaristan dâhilinde kalmıştır. Hücreleriyle
tevhîd-hânesi esnâ-yı harbte Bulgarlar tarafından ihrâk olunmuştur. Türbe ve câmii
kârgîr olup, harîktan masûn kalmıştır.
Ahmed Efendi eâzım-ı meşâyıh-ı Şa'bânîyye'dendir. Muînü'l-Mürîd
nâmında bir eseri vardır. Yüzbinlerce mürîde mâlik idi. İlm-i zâhire bîgâne,
fakat ilm-i bâtında ferdâne idi. Meslek-i tasavvufîleri çok yüksek idi.
Halîfeleri:
İskeçeli Muhammed Efendi, Şeyh Hacı Ali Efendi,
Nevrekoplu Şeyh Atâ Efendi, Hacı Emîn Efendi dâmâdı Şeyh Muhammed Zühdü Efendi,
Şeyh Necîb Necmeddîn Efendi, Şeyh Süleymân Efendi.
Şeyh Necîb Necmeddîn Efendi
Elyevm Nevrekop Dergâhı'nın şeyhi ise de, Bulgar
mezâliminden kaçarak İstanbul'a gelmiştir. Ârzû-hâlcilik ile te'mîn-i maîşet
eder, ehl-i hâl bir zâttır.
Şeyh Süleymân Efendi
Geçende İstanbul'da vefât etmiştir. Değerli bir zât idi.
Hulefâsı : Darmıdereli Şeyh Ahmed Efendi, İskeçeli Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh
Halîl Edîb Efendi, Elvân-zâde Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Âşık Mustafa Efendi,
Şeyh Muhammed Muhyiddîn Efendi, Şeyh Sâlih Sıdkı Efendi.
Gözlüklü Şeyh Ahmed Efendi
Kibâr-ı meşâyıh-ı Şa'bânîyye'dendir. Rumelikavağı'nda
Sütlüce'de tekkesi ve Hz. Sünbül civârında hânesi vardı. Kısa boylu, beyâz
uzunca sakallı, düz sarık sarar, gözlük takar, yüzyirmi yaşında bir pîr-i fânî
idi. Henüz oniki yaşında iken Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî efendimizi /60/ rü'yâda
görüp, "Ahmed! Bize gel!" diye emirlerini telakkî etmekle,
meşhûr âlim Şeyh İbrâhîm-i Şa'bânî'nin dâhil-i dâire-i intisâbı olmuş, riyâzât
ve mücâhedât ile tekmîl-i etvâr edip, nâil-i hilâfet olmuştur. Sütlüce Tekkesi
melce-i uşşâk idi. Ale'l-ekser gemiciler bulunur, pek âşıkâne zikir olunur idi.
Ziyâretine kasd ettiğim gece âtîdeki rü'yâyı gördüm :
Kavak'a gitmişim. Dergâha vâsıl oldum. Tevhîd-hânede
erbâb-ı aşk zikrediyorlardı. Gulgule-i zikr ortalığı kaplıyordu. Şeyh
Efendi'nin dâiresi ileride bir yerde imiş. Oraya dâhil oldum. Bir köşede
dizlerini dikmiş, oturuyor idi. Dizlerine nazar ettim. Kuru bir kemikten ibâret
idi. Tâc-ı şerîfleri rafta siyâh tül içinde, fakat hâricten görünüyordu.
Mübârek ellerini öptüm. "Gel evlâdım!" diye taltîf buyurdular.
Ziyâreti kasd ederek geldiğimi arz ettim. Izhâr-ı memnûniyyet eylediler, duâ
ettiler. Çıkacağım sırada, "Efendim! Teberrüken bir şey ihsân
buyurunuz, ona devâm edeyim." dedim. "Oğlum! Her gece sûre-i
Mülk oku." buyurdu ve hakkında hadîs-i şerîf olduğunu söyledi. Elini
ayağını öptüm. Yanlarından çıktım. Sütlüce'ye deniz kenârına indim. Sabâh
namâzı vakti idi. Biri ezân okuyordu, gaşy oldum. Saf saf cemâat olduk, namâz
kıldık; uyandım.
Kavak'a gitmek üzere giyindim. Gazeteye bir göz
gezdirdiğimde bir de ne göreyim; "Sütlüce'deki
dergâh-ı şerîfin şeyhi eâzım-ı meşâyıhtan Gözlüklü Ahmed Efendi, dün irtihâl-i
dâr-ı bekâ eylediğinden na'ş-ı münîfleri ihtîfâlât-ı lâyıka ile dergâh-ı
şerîf-i mezkûr hazîresinde ihzâr olunan kabirde defîn-i hâk-i gufrân olmuştur.
(Kaddesa’llâhu sırrahû)"
Bu ibâreyi okuduğum dakîka dünyâ gözüme zindân oldu.
Fakat Hz. Şeyh'in kerâmet-i mahsûsasına ve iltîfâtına karşı kalbimde husûle
gelen hürmet, o teessürü ta'dîle sebeb oldu. Rü'yâdaki işârâta göre, Hz,
Şeyh'in tevhîd-hâneden ayrı bir mahalde münferîd bulunması âlem-i sûrîden mufârakatına,
tâc-ı şerîfinin siyâh tül içinde görülmesi kendilerinin nâil-i mertebe-i
velâyet ve bu âlem-i fâniden mübâadetine ve kendisi fakîri huzûruna kabûlü,
ertesi günü azîmetim hâlinde adem-i mülâkât yüzünden me'yûs olmamaklığıma ve sûre-i Mülk okumağa devâmı emretmesi,
kendinden bu sûretle istîfâza etmiş olmaklığıma, rü'yânın seher vakti
müşâhadesi, (أصدق الرؤيا في الاسحار)[46] hadîs-i
şerîfine; ezân istimâı, cemâatla namâz edâsı, ferah-ı ma'nevîye rumûzu hâvîdir.
Kendilerine, boğazda sâkin olması, düşmân donanmasının
boğazdan geçmemesi için kuvve-i ma'neviyyeye sâhib olması i'tibârıyla, "Boğaz Muhâfızı" ta'bîr-i ma'nevîsi beyne'n-nâs şâyi' olmuş idi.
Bu rü'yâ-yı fakîrânem ve müşârünileyhin irtihâli
1324/(1906) senesine müsâdiftir.
Sütçülük, yoğurtçuluk, medâr-ı maîşetleri idi. Orada
medfûndur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
/61/ Şeyh Ömer Efendi
Gözlüklü Ahmed Efendi-zâde ümmî-i ârif bir pîr-i fânîdir.
İki büklüm olmuş olduğu hâlde esnâ-yı zikirdeki hâlâtı vecd-âverdir. Edip,
cidden sâfî Yûnus-meşreb bir zât-ı âlî-kadrdir. Bunlar da pederleri gibi
sütçülük, yoğurtçuluk ederler. Sütlüce'deki dergâh-ı şerîfin şeyhidir. Bir kaç
def'a meclis-i âlîlerinde bulundum. Bu mertebe saf kalbli kimseye müsâdif
olmadım. Mir'ât-ı mücellâ-yı hakîkat olmuşlardır. Veliyyüddîn Efendi nâmında
bir mahdûmu henüz gençlik çağında terk-i âlem-i fenâ eylemiştir.
Şeyh Muhammed Necîb Efendi
59. sahîfede ism-i şerîfleri geçen Mudurnulu Seyyid Halîl
Rahmi Efendi'nin halîfe-i mükerremleridir. 1232/(1817) sene-i hicriyyesinde
İstanbul'da zînet-sâz-ı âlem-i şühûd olup, peder-i mükerremleri Bileciklidir.
Mebâdî-i ulûm u fünûnu öğrendikten sonra, fudalâ-yı müderrisînden Hâzım
Efendi'nin dersine devâm ederek, iktisâb-ı füyûzât-ı bî-gâyât eylemiştir.
Tarîk-ı tasavvufa meyl hâsıl olunca, âtîde tercüme-i hâlleriyle tezyîn-i sahîfe
kılınacak olan Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerinin taht-ı terbiye-i
reşâdetlerine girip, müşârünileyhin himmetleriyle beşinci esmâya kadar irtikâ
eylemiş, hattâ müşârünileyh ile Şam'a kadar gidip, beynehümâda her ne türlü
esrâr zâhir olduysa olduğundan Necîb Efendi, İbrâhîm Efendi hazretlerinin
intikâline ve sonralara kadar tâm ondört sene hem Bâbıâlî'de kalemine devâm
etmiş, hem de, "Bende Kuşadalı'nın esrâr-ı tâmmı vardır."
diyerek, fakat bu müddet zarfında kimseyi mürîdliğe kabûl etmeyerek nihâyet
ba'zı işârât-ı ma'neviyye üzerine bi-hasebi'l-îcâb Mudurnulu Şeyh Halîl Rahmi
Efendi'nin dâire-i irfânına dehâletle bir müddet sonra nâil-i hilâfet olup,
ilm-i bâtına âşinâ ve bir şeyh-i rûşenâ olmuştur.
Aksaray'da Cellad Çeşmesi kurbundaki hâne-i mahsûslarinda
bir semâ'-hâne te'sîs ederek burada nice mürde-dilleri ihyâ etmiş ve
kendilerinden iktisâb-ı füyûzât eyleyenlerin her biri müşârün bi'l-benân
olmuştur. Necîb Efendi hüsn-i hatta mâlik idi. Hattât Şevki Efendi merhûmdan ketebe
almış idi. Güzel şeyler yazarlar idi. Şîve-i tahrîriyyesi kendine mahsûs idi.
(خير الناس من ينفع الناس)[47] sırrının
zâhiri ve bâtını Necîb Efendi'de mevcûd idi. Devletimize de müddet-i medîde
hizmet etmiştir. Dîvân-ı hümâyûn kaleminin mâ-bihi'l-iftihârı idi, takâüd oldu.
Âhir vakitlerinde ihtiyâr-ı uzlet buyurdular. Mücâhede-i nefste ileri
gidenlerdendir. Halîm, selîm, mütevâzı’, halûk idi. Her bir harekâtını şerîat-ı
mutahharaya, sünnet-i nebeviyyeye tatbîk eder ve mürîdânına pek ziyâde ızhâr-ı
şefkat buyururlardı.
/62/ Sinn-i şerîfleri yetmişbeşe resîde oldukta 21
Cemâziye'l-evvel 1307/(13 Ocak 1890) senesinde terk-i âlem-i nâsût ve vâsıl-ı
ile'l-Hayyi'llezî lâ-yemût oldular. Na'ş-ı münîfleri cemm-i gafîr ile
Kocamustafa Paşa Dergâh-ı münîfine nakl olunup, civâr-ı Hz. Sünbül'de sokağa
nâzır pencerenin önünde defîn-i hâk-ı gufrân oldular. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olmuştur.
Hacı Muhammed Zihni Efendi
Osmanlı Müellifleri'nde cild-i evvelde 310.
sahîfede isimleri ve tercümeleri mezkûr ulemâ-yı asırdan Hacı Muhammed Zihni
Efendi müşârünileyh (Necîb Efendi)'in ehass-ı mürîdânındandır.
Göz yaşlarımla yazdım
târîh-i irtihâlin
Zihnî
Efendi buldu vahdet-sarâ-yı visâli
( ذهنى افندى بولدى وحدت سراى وصالى)
= (1332/1914)
Tercüme-i hâli
sâir âsârda mükemmelen yazılmıştır.
Sûret-i intisâblarına müteallık vak'a ber-vech-i âtîdir :
Zihni Efendi, ahıbbâsından bir zâta misâfir gelmiş. Hâne
sâhibi de o akşam Necîb Efendi Dergâhı'na gitmek mecbûriyyetinde bulunduğundan
Zihni Efendi'yi de götürmek istemiştir. Fakat Zihni Efendi, meşâyıhı
ale'l-ekser cühelâdan addeder; zevk-i ilmîden mahrûm bilirdi. Bu sebeble hâne
sâhibini iknâa, ferâğata sevk eder ise de, ısrâr üzerine gitmeye karâr verir.
Fakat kendisi mütebahhirînden olmakla henüz yüzünü görmediği Necîb Efendi'ye
ehemmiyet vermeyerek gider. Kalbinden hâzırladığı bir mes'ele-i mühimmeyi eğer
Necîb Efendi keşf tarîkıyla bilir ve hallederse kemâline kâni' olmağa meyl
eder.
Dergâha muvâsalalette Şeyh Efendi odasında bir kaç
ihvânıyla hem-sohbet idi. Bunlar da dâhil olurlar. İltîfât eder; otururlar.
Necîb Efendi sevk-i kelâm ile Zihni Efendi'nin kalbindeki mes'eleyi söyler ve
halleder ve Zihni Efendi'ye nazar buyurur. Bu esnâda Zihni Efendi'ye hâl gelir.
"Hâzâ nebiyyün!" diye sayha
eder. Yere kapanır ağlamağa başlar. Herkes bu hâle hayret eder. Onun "Hâzâ nebiyyün!" demesi vâris-i
esrâr-ı Muhammedî olduğuna ızhâr-ı îmândan ibârettir. Yoksa, "Necîb
Efendi peygamberdir." demek değildir.
Rütbe-i ilmiyyeyi tevcîhte âsâr-ı buhl gösteren Zihni
Efendi'nin, "Hâzâ nebiyyün!"
diye bağırması pek mühim mes'eledir. Bi'l-âhare kendisine gelince derhâl
intisâb eder ve ahass-ı mürîdânı sırasına geçer.
Vükelâ-yı devletten merhûm Zihni Paşa dahi müşârünileyhin
mürîdlerinden idi. Dergâhı kârgîr ve müzeyyen olarak yaptırmak istediği hâlde
Hz. Şeyh'in şiddetli muhâlefetine ma'rûz kalmış olduklarını bi'z-zât söylerler.
Ulemâ-yı kirâmdan daha pek çok efâzıl, Hz. Şeyh'e
müntesib idiler. Ecell-i mürîdânından Hoca Abdullatîf-i Harpûtî hazretleriyle,
mütekâidîn-i rüsûmiyyeden Ali Efendi, fıkra-i âtiyeyi nakl eylediler.
Müşârünileyh Necîb Efendi'nin uluvv-ı ka'bına burhân olan şu rü'yâ-yı sâdıka
müşârünileyhimâdan Ali Efendi tarafından görülmüştür. Şöyle ki:
Cellâd Çeşmesi'ndeki dergâha civâr olan Bostan Câmi'-i şerîfine
risâlet-penâh (salla'llâhu aleyhi ve selem) efendimiz hazretleri teşrîf
buyurmuşlar, diye mahallâtta i'lân olunmuş. Herkes ziyâret-i aliyyelerine
şitâbân oluyor. Şeyh Necîb Efendi'nin sevgili mürîdi mûmâileyh Ali Efendi dahi
şeref-i /63/ ziyârete mazhar olmak
emeliyle oraya gitmiş. Câmi'-i şerîfin kapısında çâr-yâr-ı güzîn efendilerimiz
hazarâtını görüp, emirleri üzerine
câmi'-i şerîfe dâhil olmuş. Bakmış ki mihrâbta nûr-ı dîde-i âlem (salla'llâhu
aleyhi ve selem) efendimiz hazretleri yüzlerini cemâata dönmüş ve vech-i
tâbân-ı saâdetlerinin envârına cemâat tahammül edemeyeceğinden nikâb isti'mâl
buyurulmuş. Ali Efendi bu hâli görünce hayrân olarak neş'elenmiş ve "Gel
evlâdım!" hıtâb-ı celîline derhâl icâbetle koşmuş, hâk-pâ-yı hâcet-i
ridâya yüzünü gözünü sürmüştür. Mazhar-ı iltîfât olduktan sonra ref'-i nikâb
vâki' olunca bir de ne görsün, azîzinden başkası değildir.
Uyanmış, hayretlere gark olmuş. Keyfiyyeti azîzine arz
edince, kendisini tebrîk etmiştir. İşte anlaşılıyor ki, hem Necîb Efendi vâris-i
ilm-i Muhammedî olmuş, hem de Ali Efendi mürşidini mertebe-i kemâlde görücek
kâbiliyyete nâil olmakla kesb-i şeref etmiştir.
Mûmâileyh Ali Efendi, muharrir-i fakîre anlattılar :
İhvânının cümlesi erbaîn çıkardığı hâlde kendisi bundan
mahrûm kalınca azîzine arz etmiş, "Evlâdım! Sen me’mûrsun. Her gün
işinin başına gitmeğe mecbûrsun. Hukûk-ı beytü'l-mâl var. Ben sana bir hizmet teklîf edeceğim. Kırk gün
buna devâm edeceksin, erbaîn yerine geçer." buyurup, şu sûretle ta'rîf
ederler:
"Her akşam kalemden evine avdeti müteâkib
levâzım-ı beytiyyeyi ihzâr edersin. Sâat alaturka onbirde yemeği yersin, abdest
alırsın, dergâha gelirsin. Akşam namâzını cemâatla kılarız. Evvâbîn namâzını da
edâdan sonra erbaînde bulunan ihvânın çorbalarını tevzî' edersin. Ba'dehû yatsı
namâzını kılarız. Gece usûlünü yaparız, hânenize dönersin, yatarsın. Sabâhleyin
Şâfiî zamânında kalkar, abdesti alır dergâha gelirsin. Seher vakti Virdü's-Settâr okuruz. Cemâatla sabâh
namâzını kılarız, sabâh usûlünü yaparız. Yine erbaîndeki ihvânın çorbalarını
tevzî' eder, avdet eylersin. Her gün dâire-i devlete gider ibâdu'llâhın işini
görürsün."
Ali Efendi nakl etti : Mevsim kışa müsâdif idi. Çektiğimi
bir ben, bir de Allâh'ım bilir, dedi. Her ne vakit seher zamânı dergâha varsa,
azîzim kapıyı açar, onu abdest alırken görürdüm. O ne metânet, ne mücâhede ve
riyâzet idi. Ta'rîf edemem.
Necîb Efendi, pek melîhü'l-vech idi. Uzunca beyâz
sakallı, Şa'bânî tâclı, asâlı gezerdi. Vâlide Câmi'-i şerîfi'ne Cuma namâzına
gelir. Mihrâb önünde otururdu. Herkesi bir heybet istîlâ ederdi. Esnâ-yı
zikirdeki hâlâtını lisân-ı kâl tavsîfe
muktedir değildir. Şeyh Ferîd ve Şeyh Fahri isminde iki evlâdı vardır. Şeyh
Fahri Efendi, Kanlıca'da Atâullâh Efendi Dergâhı post-nişînidir. Âşık, ârif bir
zâttır.
/64/ (Muhammed Necîb Efendi'nin)
Hulefâsı:
Şeyh Tal'at Efendi
Dâimâ ziyy-i meşâyıhta gezer, uzun boylu, pek yakışıklı
bir zât-ı âlî-kadr idi. Devr-i Abdülhamîd-i sânîde bir iftirânın kurbânı olarak
Medîne-i Münevvere'de ikâmete me’mûr edilmiş ve hakkında mahz-ı ni'met olan bu
saâdet-i celîle içinde orada 1320/(1902) senesinde cânını cânânına teslîm
eylemiştir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Ali Efendi
Mütekâidîn-i rüsûmiyyeden olup, bâlâda ismi geçen zâttır. Çok muttakî, âşık, ârif bir zât idi. Müddet-i
medîde kendilerine hem-sohbet olmuş idim. Azîzinden aldığı icâzet-nâme
teberrüken ve aynen nakl olundu:
الحمد لله حمداً كثيراً والصلاة والسلام على خير خلقه محمد
الذى بعثه بالحق بشيراً ونذيراً وعلى آله وأصحابه الأكرمين الذين كان كل منهم فى
الدين هادياً وسراجاً منيراً.
وبعد : فقد قال الإمام الغزالى فى الإحياء، إن
الناظرين بنور البصيرة علموا أنه لانجاة إلاَ فى لقاء الله تعالى وإنه لاسبيل إلى
اللقاء إلاَ بأن يموت العبد
محباً لله وعارفاً بالله وإن المحبة والأنس لاتحصل الا بدوام الفكر فيه وفى صفاته وأفعاله ولن تيسر
دوام الذكر والفكر إلاَ بوداع الدنيا وشهواتها والإجتزاء منها بقدر البلغة
والضرورة. وكل ذلك لايتم إلاَ باستغراق أوقات الليل والنهار فى وظائف الأذكار
والأفكار ومن الأسباب المعينة على الذكر والفكر الأوراد الشريفة والأحزاب المرتبة
المنيفة ومن المأثور فى طريقتنا العلية الشعبانية المواظبة على قرائة الورد
المنسوب إلى عالم الربَانى الشيخ السيد يحيى الشروانى عقب كل صلاة الفجر وهو : (
والله سلام من كل أمر وباله من ورد ماله ) فيما بين الأوراد نظير دل بقليل اللفظ
مع ماشتمل عليه من الأدعية المأثورة والصلاة المبرورة على المعنى الكثير خليق أن
يسمى كل منها جوامع الكلم وجديد.
وها أنا أجزت بقرائته على النمط المرعى فى سلوكنا العالى
لولدنا المعنوى على افندى – كان الله له تولاَه وأكرمه بلقاء - وقد أجازنى وخلفنى
بذالك شيخى وسندى العزيز المحترم السيد خليل رحمى افندى المدرنى - قدس سره - عن
شيخه العزيز عبد الله افندى كردوى - قدس
سره - عن الشيخ المكرم الحاج مصطفى افندى دياربكرى - قدس سره - عن شيخه المكرم الحاج خليل كردوى - قدس سره
- وهو عن السند الأعظم والمستند المعظم
قدوة الأولياء المتأخرين أحد أكابر الدين المتألهين العزيز المفخم الشيخ مصطفى الجركشى
– قدس الله سره وأفاض علينا نوره – وكان هو المسبب الآمر لجمع سلسلة مشايخنا
العظام المحترمين من لدن خاتم الأنبياء والمرسلين - عليهم صلوات الله وعلى شيوخنا
رحمتاً أجمعين – إلى عهده وهو حدود السنة الأربعين بعد ألف والمأتين بالمقابلة مع
نسخة الفاضل الفخيم ابن المستقيم المصححة في مدت خمسة عشر سنة بمراجعة كتب التراجم
المعتبرة والحمد لله تعالى على صونه طريقتنا السنية عن تطرق الخلل وتخلل صاحب
الزيغ والزلل مشاخنا وأسانيدنا بحمده سبحانه مطصلة ليس فيما بيننا /65/ إنقطاع وأيادينا صحيحة ليس لأحد
من الناس فيها حق النزاع.
والجركشى المشار إليه أخذ الخلافة عن العزيز الكبير ظوره وى
الشيخ محمد افندى عن عبد الله الرشدى المدرنى عن الشيخ ذى الفتوح محمد النصوح
الاسكدارى عن مولانا على الأطول الشهير بقره باش الكنغرى عن مولانا مصطفى مصلح
الدين القسطمونى عن الشيخ إسماعيل الجورومى عن العزيز المعادى مولانا عمر الفؤادى
عن الشيخ العزيز المعزز من الذهب الإبريز محى الدين بن محمد القسطمونى عن الشيخ
الرئيس الجليل الشان مولانا بير سلطان حضرت شعبان القسطمونى عن الأعز الأجل مولانا
خير الدين التوقادى عن العزيز الأفخم محى الدين محمد جمال الخلوتى عن الشيخ المعظم
مولانا بير محمد الارزنجانى عن الشيخ الصاحب المشتهر بين المشارق والمغارب بالفيض
والفتوح والمناقب العالم الربَانى السيد الشيخ يحيى بن بهاء الدين الشروانى.
وكان شيخه فى الطريق مولانا بير صدر الدين الخياوى عن الحاج
عز الدين الخلوتى عن العزيز المحترم أخى مرم الخلوتى عن بير عمر الخلوتى عن أخى
محمد الكيلانى عن الشيخ إبراهيم زاهد الكيلانى عن الشيخ السيد جمال الدين التبريزى
عن شهاب الدين التبريزى عن ركن الدين محمد السنجاشى عن الشيخ أبى الرشيد قطب الدين
الأبهرى عن الشيخ الإمام العارف بالله الفانى فى الله أبى النجيب ضياء الدين عبد
القاهر السهروردى عن الشيخ وجيه الدين القاضى عن محمد عمويه البكرى وعن عمر البكرى
عن أبى محمد أحمد أسود الدينورى عن الولى الكبير ممشاد الدينورى عن سيد الطائفة
جنيد البغدادى عن الولى الجلى سرى السقطى عن الشيخ المعظم أبى محفوظ معروف بن
فيروز الكرخى عن أبى سليمان داود بن نصير الطائى عن الشيخ النجيب حبيب العجمى عن
التابعى الجليل والكامل المكمل أبى سعيد حسن البصرى قدس الله تعالى أسرارهم.
وهو عن تاج الأتقياء وابن عم خاتم الأنبياء أمير المؤمنين
على المرتضى رضى الله عنه وكرم الله وجهه.
وهو عن سيد الأولين ولآخرين خاتم النبيين والمرسلين محمد
الأمين صلى الله عليه وعلى آله وصحبه أجمعين.
وهو عن ذى المرة المتين المطاع الأمين حضرت جبريل عليه
السلام عن خالق السموات والأرضين جل شانه وعمَ نواله ولا إله غيره.
وصلى الله على سيدنا محمد وآله وأصحابه وأتباعه رضوان الله
تعالى عليه أجمعين ورحمة الله على أتباع أتباعه إلى يوم الدين برحمتك يا أرحم
الراحمين.[48]
Harputlu Hoca Abdullatîf Efendi
Müşârünileyh Necîb Efendi müntesiblerindendir. Nevrekoplu
Ahmed Efendi'ye de mülâkî olup, erbaîn çıkarmıştır. Vüzerâdan Zihni Paşa'nın
hocası idi. Mütebahhirîn-i ulemâdan ilmi ile âmil, sülûk-ı tarîkatı ikmâl etmiş bir merd-i kâmil idi. Dersten icâzet
vermiş, birçok muallimliklerde bulunmuştur. Merkez Efendi Kabristan'ında
medfûndur. Mezâr taşında şöyle yazar :
"Tarîkat-ı aliyye-yi Şa'bânîyye-i Halvetiyye
sâlikânından ve ulemâ-yı benâmdan Darü'l-Fünûn ve Medresetü'l-Vâizîn
muallimlerinden Harpûtî el-Hâc Abdullatîf Efendi rûhıçün el-Fâtiha. 3 Eylül
1332/(15 Eylül 1916)."
Müşârünileyh mestûrînden idi.
/66/ eş-Şeyh el-Hâc Mustafa Hulûsî Efendi
Geredeli Şeyh Halîl Efendi hazretlerinden mustahleftir.
İstanbulludur. 1236/(1821) senesinde dünyâya gelmiştir. Pederi Şeyh Hüseyin
Efendi olup, Sultân Ahmed civârında Sokollu Muhammed Paşa Zâviyesi şeyhi idi.
1236 senesi Muharrem'inin onunda (18 Ekim 1820) irtihâl eylemiştir. İsminin
mazharı olarak Hz. Hüseyin'in câm-ı şehâdeti nûş eylediği yevm-i mübârekte o
sultânü'ş-şühedâya peyrev olmuştur. Zâviye hazîresinde medfûndur.
Meşîhat Mustafa Hulûsî Efendi'ye teveccüh etmiş ise de
onsekiz yaşında olduğundan bu zâviyede pîş-kadem Şeyh Osmân Efendi niyâbet
etmiş ve 1252/(1836-37) senesinde irtihâl eylemiştir.
Bu esnâda Hulûsî Efendi onsekiz yaşında idi. Sinleri
kemâle gelince Geredeli Şeyh Halîl Efendi hazretlerinin İstanbul'u teşrîfleri
münâsebetiyle huzûrlarına kabûl olunarak intisâp etmiş ve Gerede'de halvet
çıkarmıştır. Müstahlef olunca seccâde-nişîn-i meşîhat oldular. 1299 senesi
Recebinin onsekizinde (5 Hazîrân 1882) irtihâl-ı dâr-i naîm eylediler. Kırkyedi
sene fiilen meşîhatları vardır. Müddet-i ömürleri altmışüç senedir.
Harâbâtî gezer, mahviyyet-perver, kısa boylu, beyâz,
seyrek ve köse sakallı zaîf bir zât imiş. Dergâh hazîresinde medfûndur. Neslen
siyâdetleri, sülâle-i Kâdiriyye'den teşa''ub eder. Şeyh Osmân Efendi de burada
defîn-i hâk-i gufrândır.
Hulefâsı:
- Üsküdar'da Vâlide -i Atîk Dergâhı şeyhi Şerafeddîn
Efendi. İrtihâli :1312/(1894).
- Beykozlu Şeyh Ahmed Efendi : Selîmiye Dergâhı
civârında medfûn ve alâ-rivâyetin Ayazma Câmii'nin binâ emîni olan Beykozlu
İshâk Ağa'nın oradaki çesmesi yanında tekkesi vardı, yandı. Şahinkaya
Kabristanı’nda medfûndur. Târîh-i irtihâli :1323/(1905).
- Müştâk-zâde Şeyh Ahmed Efendi : Ağa Yokuşu'ndaki
dergâhın şeyhi idi. Tercüme-i hâli gelecektir.
Şeyh
Hayrullâh Efendi
Mustafa Hulûsî Efendi'den sonra zâviye-i mezkûrede
seccâde-nişîn olmuştur. Mahdûmudur. Bir kaç ay icrâ-yı meşîhattan sonra 1299
Zilhicce'sinde (Ekim 1882) irtihâl eyledi. Orada medfûndur.
Şeyh
Atâullâh Efendi
Mustafa Hulûsî Efendi'nin dîğer mahdûmudur. 8 Zilhicce
1300 (11 Ekim 1883) târîhinde seccâde-nişin oldu. Lâübâli meşreb idi. Fakat
sonra nedâmet-i külliyeye mazhar olarak
yedi sene meşîhatı müteâkib Hicâz'a gidip, ba'de'l-hac 1307/(1889) senesinde
Mekke-i Mükerreme'de ârzûsu vechile âzim-i dâr-ı karâr oldu. İrtihâl edeceğini,
İstanbul'a avdet etmeyeceğini, rufekâsına burada iken haber vermişti. (Rahmetu'llâhi
aleyh)
/67/ Şeyh Muhammed Nidâî Efendi
Şeyh Atâullâh Efendi-zâdedir. 1288/(1871) senesinde
dünyâya gelmiş ve tahsîl-i ibtidâîyi mahalle mektebinde ve Soğukçeşme
Rüşdiyesi'nde bi'l-ikmâl Ayasofya'da Malatyalı Hoca Rızâ Efendi'nin dersine
devâma başlayıp, Molla Câmî'ye ve müsteşâr-ı meşîhat Râşid Efendi'den Tasavvurât'a
kadar okuyarak, Araçlı Hacı Kâmil Efendi'den tekmîl-i nüsah etmiş, 1328/(1910)'de
icâzet almıştır. Muhammed Paşa Câmi’-i şerîfi imâm ve hatîbi Köle Hâfız
Efendi'den, 1303/(1886)'te hıfz-ı Kur'ân'a mazhar olduğu gibi ceddinin
halîfesi Beykozlu Ahmed Efendi'den üç senede hilâfet alıp, 1310 senesi
Muharreminde (Temmuz 1892) pederinin makâmına geçmiştir.
Hânkâh-ı Sünbül'de Kutbeddîn Efendi merhûmun irtihâline
değin yedi sene hitâbet vekâletinde bulunup teberrüken Sünbülî tâcı giymiştir.
Musikîye intisâbları olup, Yeniköylü Hasan ve Dîvân-hâne
mümeyyizlerinden Behlül ve Kocamustafa zâkirbaşısı Hâfız Abdi Efendilerden
musiki taallüm etmiştir. İyi durak okur, zikir idâre eder, hüsn-i savta mâlik
bir zâttır.
Seferberlikte Çanakkale hasta-hâne imâmetinde dört sene
kadar hizmet etmiştir.
Mazhar ve Nasûhi isminde iki mahdûmu vardır.
Muhammed Nidâî Efendi kendi hâlinde halûk ve terbiyeli ve
mesleğine sâdık ve âşık bir zâttır. Dergâhının yevm-i mahsûsu perşembedir.
Sokollu Muhammed Paşa merhûm, meşîhatı te'sîs ettiği zamân câmi'de zikr-i şerîf
edilmesini şart koşmuş olmakla vaktiyle bu yolda hareket edilirken bir zamânlar
tarîkat-ı aliyye aleyhine husûle gelen feverân sırasında, "Câmi'de
zikr-i şerîf bid'attır." diye mutaassıpların gösterdiği mümânaata
binâen câmiin mihrâb tarafındaki medrese taâm-hânesi tevhîd-hâneye kalb
edilmiş. Elyevm burada icrâ-yı âyîn-i tarîkat edilmekte bulunmuştur.
Ramazânlarda Cuma geceleri, bayramlarda sabâh namâzı ve
bayram namâzı arasındaki zamân-ı mübârekte câmi'-i şerîfte Vird-i Settâr
okutup, orada elyevm zikru'llâh edilegeldiğini Şeyh Nidâî Efendi nakl ederler. Bu
dergâh-ı şerîfte Hz. Mısrî erbaîn çıkarmışlardır. Hücreleri el-ân mevcûddur.
Tafsîli Hz. Mısrî'nin tekcüme-i hâli sırasında gelecektir inşâa'llâhu teâla.
Karabaş Velî mahdûmu Mustafa Ma'nevî Efendi burada şeyh
olmuştu. Bahsi geçti. (s.19)
Molla Ahmed
Dergâhın bahçesinde mecâzîb-i ilâhiyyeden Yan Molla
medfûndur. Mezârtaşında şu târîh vardır:
Monla Ahmed ya'ni Yan Monla benâm
Rind idi
sûretde mâil zillete
Ârif-i rûşen-dil idi hâsılı
Kesreti terk
itdi erdi vahdete
Nûr-ı mahz idi vücûdu cümleten
Aşkı ile
müstağrak oldu rahmete
/68/ Bâ-işâret
söyledim târîhini
Gitdi Yan
Molla azîzim cennete
(كتدى يان منلا عزيزم جنته ) = 1208/1793-94
Nidâî Efendi'nin ecdâdı bu dergâhta müteselsilen icrâ-yı
meşîhat etmişlerdir. Mezâristanda medfûndurlar. Sırasıyla yazıyorum:
- Mustafa Hulûsî Efendi'nin pederi Şeyh Hüseyin Efendi.
Vefâtı 10 Muharrem 1236/(18 Ekim 1820).
- Şeyh Hüseyin Efendi'nin pederi Şeyh es-Seyyid
Veliyyüddîn Efendi.
Bir nidâ çıkdı mücevher didi Hâtem
târihin
Şeyh
Veliyyüddîn'e firdevs oldu gül-zâr-ı bakâ
(شيخ ولى الدينه فردوس اولدى كلزار بقا) = 1179 – 3 = 1176/(1762)
- Şeyh İbrâhîm Efendi. Veliyyüddîn Efendi'nin
babasıdır.
Seyyid İbrâhîm Efendi rahmetu'llâhi
aleyh
Gelmemişdir
dehre misli ol şeyh-i kâmilin*
Hamdiyâ geldi didi târîh-i
fevtin kudsiyân
Ola cennet
Seyyid İbrâhîm Efendi menzilin
(اوله جنت سيد ابراهيم افندى منزلك) = 1133/(1721)[49]
- Şeyh Seyyid Hüseyin Efendi: Şeyh Veliyyüddîn
Efendi-zâdedir. Hulefâdandır. 1176/(1762).
- Şeyh Seyyid Muhammed Saîd Efendi. Şeyh Veliyyüddîn
Efendi-zâdedir. Hulefâdandır. 1186/(1772)
- Şeyh İbrâhîm Efendi. Şeyh Veliyyüddîn Efendi
hafîdidir. Hulefâdandır. 1206/(1792)
Şeyh Abdülkerîm Efendi
İştipli olup, pederinin ismi Hüsâmeddîn'dir.
Müşârünileyh, "Abdülkerîm Kurt Efendi" diye meşhûrdur. Ricâl-i
Hamzaviyye'den Şeyh Muhammed b. Ömer Efendi'den ahz-ı tarîkat eyledi.
Şeyhü'l-harem olup, avdetinde şeyhi yerine Muhammed Paşa Dergâhı'na
seccâde-nişîn oldu. İlm-i cifirde ve sâir ulûmda mâhir idi. Kabr-i münîfleri
buradadır.
Hâtif-i kudsî didi târîh-i sâl-i
rıhletin
Ola ona
menzil makâm-ı Âsıfâ
(اوله اكا منزل مقام آصفا) = 1016/(1607-08)[50]
Vefeyât-ı Ayvansarâyî'de 1015/(1606-07)'tir.
Mezârtaşında 1016'dır.
Bu güfte müşârünileyhindir:
Kıl tecellî al beni benden sana
Çünkü olduñ
bu diliñ mihmânı sen
Derdliniñ her derdine senden devâ
İştibî'nin
derdiniñ dermânı sen
Osmânlı Müellifleri'nde, "Nûreddîn-zâde'den müstahlef."
deniliyor. Doğrudur. Çünkü o zamân Hamzavîler berâ-yı tesettür müşârünileyhe
ilticâ ve intisâb eylemişlerdir.
Risâletü'l-Hüdâ
Li-üli'l-ihtidâ, Devrân-ı Sûfiyye'nin halline dâir risâle cümle-i
âsârındandır. (Kadessa'llâhu sırrahu)
Kâtip Çelebi Fezleke'sinde
müşârünileyhin tercüme-i hâlinden bahs olunduğu sırada der ki:
"Ol esnâda
hâtır-ı safâ-meyyâli seyâhate mâil olup, arz-ı Yemen ü Hicâz'a dâhil ve kibâr-ı
meşâyıhtan Yûsuf-ı Kürdî hizmetine vâsıl olmuştu. Ba'dehû diyâr-ı Rûm'a hicret
ve sılasında ikâmet eyleyip, el-hâletü hâzihî tarîkat-ı Melâmiyye işâatına âğâz
ve câm-ı melâmdan işrâb-ı rahîk-ı zâr etmişti. Ba'dehû Sofya'da seccâde-nişîn
olan Kurd Efendi hizmetine vâsıl ve nazar-ı iksîr-eseri ile mürşid-i kâmil
olup....." (Hacı Bayram-ı Velî Risâlesi'nden. S. 13.)
/69/ Şeyh Müştâk Efendi
Ahıskalıdır. Kastamonu'da Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî
âsitânesine giderek oradaki Çelebi Efendi'den ahz-ı feyz ile İstanbul'a gelip,
Ağayokuşu'nda kâin Altuncu-zâde Zâviyesi'ni kasr-ı yed tarîkıyla 1230/(1815)
târîhinde alıp, burada icrâ-yı meşîhat etmiştir. İrtihâli 1256/(1840)
senesindedir. Yirmialtı sene icrâ-yı meşîhat ettiği anlaşılır.
Mezârtaşından:
"Hüve'l-Bâkî
Beni kıl
mağfiret ey Rabb-i Yezdân
Bi-hakk-ı arş-ı a'zam nûr-ı Kur'ân
Gelüp kabrim
ziyâret iden ihvân
İdeler rûhuma fâtiha ihsân
Tarîk-ı Şa'bânî meşâyıhından Müştâk Efendi hazretlerinin kabridir. 1256/(1840) "
Dergâh ahîren yanmış ve kabri elyevm Semâ'-hâne olarak
inşâ olunan mahallin altında kalmıştır. Semâ'-hânenin bir köşesine sandûka
konulmuştur. Fakîr, harîk-zede mezârtaşı parçalarını semâ'-hânenin altındaki
bodrumda buldum. Bin müşkilâtla kitâbesini yazdım.
Şeyh Cemâl Efendi
Müştâk-zâdedir. Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi
merhûmun hulefâsındandır. Pederinin irtihâlinde küçük idi. Sinni kemâle gelince
seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. Her nasılsa mesleğinin hilâfı ıskâtçılığa
meyl edip, hattâ karantina-hâneye giderek nerede cenâze olduğu haberini almağa
intizâr, hayâtı kadar zâtını beyne'n-nâs ıskât eylemiştir. İrtihâli 1314 senesi
Recebinin üçüne (8 Aralık 1896) müsâdiftir. Pederinin yanında medfûndur.
Mezârtaşında:
"Tarîkat-ı aliyye-yi Şa'bânîyye meşâyıhından
Müştâk Efendi Dergâhı post-nişîni iken 'irciî' emrine lebbeyk-zen-i
icâbet olarak irtihâl-i dâr-ı bakâ eden merhûm ve mağfûr el-muhtâc ilâ rahmeti
Rabbihi'l-Gafûr eş-Şeyh Müştâk-zâde Cemâl Efendi rûhuna el-fâtiha. 3 Receb
1314/(8 Aralık 1896)."
Şeyh Ahmed Efendi
Sokollu Mehmed Paşa (Dergâhı) şeyhi Mustafa Hulûsî
Efendi'den müstahleftir. Ba'de-baîdin Ahmed Efendi, Kâdirî-hâne şeyhi Meclis-i
Meşâyıh reisi Ahmed Efendi tarafından iclâs edilmiştir. Kerâmeddîn Efendi,
"O cem'iyyette bulundum. Hz. Uşşâkî şeyhi Cemâleddîn Efendi de orada
idi. Bir tuhaf vak'a geçti." buyurdular.
1314/(1896-97) senesinde seccâde-nişîn oldular. Meclis-i
Meşâyıh a'zâlığı vardır. Halîm, selîm, kendi hâlinde bir zât idi. Devrân idâre
etmekte pek müteferrid idi. Yirmibir sene icrâ-yı meşîhatla 1335/(1917)
senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Vasiyyeti mûcibince Hz. Merkez'de Üçler
Kabristan'ına defn olundu.
Uzunca sakallı, altmış yaşlarında, melîhü'l-vech bir zât
idi.
Zamânında dergâhın yeniden inşâsına muvaffak olmuştu. Eski
tevhîd-hânenin yeri bahçe hâline gelmiştir. Yeni tevhîd-hâne sokak cihetine
yapılmış, kabirler ise bu derûnda kalmıştır.
/70/ Sarhoş Balî Efendi burada medfûndur. Cild-i sâlis'te
bahsi geçti.
Şeyh Muhammed Müştâk Efendi
Müştâk-zâde Cemâl Efendi'nin oğludur. Elyevm buranın
şeyhidir. Hilâfeti birâderi Ahmed Efendi'dendir. Meşîhat esâsen, pederinin
irtihâlinde Ahmed Efendi ile müştereken uhdelerine tevcîh olunmuştu. Müsinn bir
zâttır.
19 Recep 1343 - 13 Şubat 1341/(1925) Perşembe günü
füc'eten irtihâl-i dâr-ı bakâ edip, Edirnekapısı hâricindeki makbereye defn
edilmiştir. Son zamânlarda dûçâr-ı fart-ı zarûret olmuş idi. Evkâf idâresinde
ta'kîb eylediği bir işten münkesirü'l-hâl olarak şiddet-i teessürle terk-i
hayât-ı müsteâr eylemiş olduğu haber alınmıştır. Cenâb-ı Hak mekânını cennet
eylesin. Âmin. (Rahmetu'llâhi aleyh)
Şeyh Abdurraûf Efendi
"Gözlüklü Şeyh" diye
meşhûrdur. Kadınlara va'z ederdi. Fünûn-ı cedîdeden ve edebiyyattan da
hisse-dâr-ı feyz olduğundan kudret-i ilmiyyesini ızhâra talâkat-ı lisâniyyesi
de yardım ettiğinden şöhreti müzdâd olmuş idi. Ahmed Efendi kendisine hilâfet
vermiştir. Cem'iyyetinde bulunmuş idi. Bî-çâre verem idi; kurtulmadı gitdi.
1327/(1909). Üsküdar'da Karacaahmed’de medfûndur. (Rahmetu'llâhi aleyh)
Şeyh Hasan Efendi
Nakşıbendî tarîkındandır. Müştâk Efendi'den mukaddem bu
zâviyenin şeyhi idi. Meşîhatı ona kasr-ı
yed etmiş idi. Dergâhın karşısında set üzerinde medfûndur. Belki an-karîb yola
kalbi münâsebetiyle kabrinin dergâh hazîresine nakli mümkündür.
Mezârtaşında şöyle yazılıdır:
"Tarîkat-ı aliyye-yi Nakşıbendiyyeden ârif-i
bi'llâh, mürşid-i dil-âgâh el-Hâc eş-Şeyh Hasan Efendi rûhuna el-fâtiha. Sene
1230/(1815)."
Şeyh Semerci İbrâhîm Efendi
Geredeli olup, semercilik ederdi. Çerkeş şeyhi Mustafa
Efendi hazretlerinden mahzar-ı feyz olup, neşr-i tarîkata me’mûren İstanbul'a
gelmiştir. Zeyrek'te Kilise Câmii ittisâlinde Akşemseddîn Zâviyesi'nde
seccâde-nişîn-i irşâd olup, 1247/(1831-32) senesinde irtihâl eylemiş ve zâviye
bahçesinde defn olunmuştur. Kaviyyü’l-hâl bir sâhib-i kemâl idi. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Vefeyât-nâme'sinde Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî diyor ki:
"Şeyh İbrâhîm Efendi, kaviyyü'l-hâl olup,
Geredelidir, bu nutuk kendilerinindir:
Dervîş dilinde söyleyen kim idüğin
bilir misin
Ya kulağında
diñleyen kim idüğin bilir misin
Sıfâtında zâtında gören mülkünde hükmünü
süren
Ârif gözünde
gözleyen kim idüğin bilir misin
Yerde yüzün yol eyleyen yokluğu kabûl
eyleyen
İbrâhîm'i kul
eyleyen kim idüğin bilir misin"
İBRÂHÎMİYYE-Yİ ŞA'BÂNİYYE
Şeyh Hacı
Ali Efendi
Mustafa el-Çerkeşî hazretlerinin halîfesidir.
Beypazarlıdır. Mahsûl-i harâsetiyle taayyüş edip, tahsîl-i ilimde bulundu.
Ba'dehû cezebât-ı aşk-ı ilâhî ile Mustafa el-Çerkeşî hazretlerine vâsıl olup,
senelerce onun dâire-i irşâdına girdi, nâil-i hilâfet oldu. Şeyhi âzim-i dâr-ı
bakâ olurken Hacı Ali Efendi'ye, "Biz terk-i âlem-i nâsût, azm-i âlem-i
lâhut etmek üzereyiz. Vatan-ı aslîniz olan Beypazarı'na azîmet ile müterakkıb-ı
zuhûrât-ı ilâhiyye olunuz. Nerede seccâde-nişîn olmanıza dâir ne vechile işâret-i
aliyye zuhûr ederse, ona tâbi' olunuz." diye vasiyyet ettiler.
Azîzinin irtihâlinde ber-mûcib-i emr Beypazarı'na avdetle
1227/(1812), târîhinde hacca gitmek niyetiyle bi-hasebi'z-zuhûrât İstanbul'a
gelerek Atpazarı Tekkesi'nde müsâferet eylemiştir. Azîzi kendisine, "Tâbi'-i
zuhûrât ol." diye emir buyurmuştu. O da bu emre tevfîk hareket
ediyordu. Bu esnâda Dâvûd Paşa Câmi'-i şerîfi semtinde ricâl-i tarîkat-ı
Nakşiyye'den Beşikci-zâde Süleymân Efendi[51] terk-i
libâs-ı nâsût etmekle seccâde-nişîn-i irşâd olduğunu dergâh-ı feyz-penâhın
meşîhatı münhâl kaldığından o vakit Şeyhü'l-islâm olan Dürrî-zâde Seyyid
Abdullâh Efendi, Ali Efendi'nin haberi olmaksızın meşîhat-ı mezkûreye
bâ-berât-ı Sultânî Ali Efendi'yi ta'yîn ettirmiştir. O da burada âşıkân ve
sâdıkânı terbiyeye hasr-ı evkât ederek 1234/(1819) senesinde âzim-i
gül-şen-sarâ-yı cinân oldu.
Gonca-i ilm ü irfânları olan Kuşadalı eş-Şeyh es-Seyyid
İbrâhîm Efendi hazretlerini terbiye-i sâlikîne me’mûr edip, ona hilâfet verdi.
Türbe-i şerîfelerini ziyâret ettim. Mezârtaşında:
"قال رسول الله صلى الله عليه وسلم : المؤمنون لايموتون، بل ينقلبون من دار
الفناء إلى دار البقاء. [52]"
Kutbu'l-ârifîn Beypazarî eş-Şeyh Ali Efendi hazretlerinin rûh-ı
pür-fütuhlarıçün el-Fâtiha. 1234/(1819)" yazılıdır. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Kuşadalı es-Seyyid eş-Şeyh İbrâhîm Efendi b. Mustafa
Efendi
Kuşadası'nın Çınar karyesinde 1188/(1774) senesinde
bezm-i şuhûda zînet-fezâ olup, zamân-ı tahsîlleri hulûl edince Denizli
kasabasına bi'l-azîme meşâhîr-i ulemâdan Mûsâ Efendi'den tahsîl-i ilm
eylemiştir. Ba'dehû Dersaâdet'i teşrîf buyurarak Velî Hâce Emîn Efendi'den
durûs-ı âliye görüp, Fâtih civârında tramvay merkezinde elyevm Millet
Kütüphânesi ittihaz olunan Şeyhü'l-islâm Feyzullâh Efendi merhûmun "Feyziyye" nâm medresesinde
sağ tarafta köşedeki odada ikâmetle evkâtını ibâdete hasr eylemiştir. Fakat
fıtrat-ı zâtiyyesinde mevdû' olan envâr-ı ilm ü irfân te'sîriyle
mütâlaa-güzâr-ı hakâyık-ı tefsîr u hadîs iken bir âyet-i kerîmenin ma'nâ-yı
ma'nevîsinde dûçâr-ı ukde-i müşkilât olup, mukaddemen şürekâsından Bolu Dergâhı
şeyhi Hacı Mustafa Efendi o esnâda İstanbul'a gelerek müşârünileyhin hâl-i
istiğrâkını görünce, "O sırada
Atpazarı Tekkesi'nde misâfir bulunan Beypazarlı Ali Efendi'ye /72/ gidelim; senin müşkilini o
halleder."
diye, İbrâhîm Efendi'yi azîz-i müşârünileyhe götürmüş idi.
Ali Efendi, İbrâhîm Efendi'de kâbiliyyeti görüp, onu
dâire-i esrâr-ı ricâle idhâl için bezl-i himmet eylemiştir. Esnâ-yı sohbette
müşkili olan âyet-i kerîmeyi okuyuvermiş, te'vîl ve tefsîrine girişerek, "Zâhir
ma'nâsı bu, bâtın ma'nâsı budur." diye İbrâhîm Efeni'ye keşf-i maânî-i
kelâm-ı Rabbânî eylemiştir.
Ali Efendi ümmî sâf-dil idi. Bu misillü esrâr-ı ilâhiyye
ve envâr-ı nâ-mütenâhiyyenin kendisinden sudûruna karşı İbrâhîm Efendi hall-i
müşkilât ve def'-i harâret-i dil edince, Hz. Şeyh'e meftûn olup, derhâl intisâb
neş'esi zâhir olmuştur. Dört sene Beşikçi-zâde
Dergâhı'nda - ki bu dergâh elyevm mevcûddur - halvet-güzîn olarak
kemâl-i hulûs ile sa'y u mücâhedede bulundular.
Emellerine de muvaffakiyet yüz göstermeye başladı.
Bir gün şeyhinin tenâvül buyurduğu taâmın bakıyyesini
yemek için emir telakkî ettikte İbrâhîm Efendi, "Azîzim! Siz yerken benim karnım doydu." demiş. Ertesi gün de
İbrâhîm Efendi yerken azîzinde şeb' husûle geldiğinden Şeyh hazretleri, "Evlâdım! Artık vücûdlar birleşti. Bendeki
hâl, sende arz-ı cemâl eyledi. Burada durmayıp, Mısır'a gitmeniz, orada neşr-i
feyz etmeniz münâsib olur." diye istihlâf ile, irşâd-ı ibâda me’mûr
buyurmakla derhâl Kâhire'ye azîmetle Gülşenî Dergâh-ı şerîfinde müsâfireten
mukîm olmuş iken, azîzin fıtrat-ı zâtiyyesinde mevdû' vedîa-i Rabbânî'yi derk
ve fehmden âciz bulunan kûteh-nazarânın teşvîkiyle Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa
tarafından Dersaâdet'e avdeti ricâ olunmakla, azîz hazretleri bir sefîneye
râkiben 1235/(1820) senesinde İstanbul'a müteveccih olmuşlardır.
İstanbul'a
vusûlünde azîzinin irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediğine muttali' olunca pek
müteessir olarak yine doğruca Feyziyye Medresesi'ne giderek meşgûl
bi-zikri'llâh oldular.
İstanbul'a avdetlerinin şuyûu hasebiyle herkes ziyâretine
şitâbân oluyordu. Bu sırada Usturacı Halîl Efendi inşâ-kerdesi olan ve
Aksaray'da Sinekli Bakkal'da sokak içinde bulunan dergâhın anahtarı bânî-i
mûmâileyh tarafından Hz. Azîz'e takdîm ve burayı teşrîfleri ahibbâ ve yârân
tarafından ricâ olunmakla 1235/(1820) senesinde burayı teşrîf buyurmuşlardır.
Burada oniki sene kadar nice teşnegân-ı ma'rifeti dil-şâd eylediler. Harîk-ı
kebîrde yanmıştır.
Şeyh Necîb Efendi-zâde Şeyh Fahri Efendi nakl eyledi :
Kuşadalı, dergâhta ba'zı zevât ile otururken harîk
yaklaşmaya başlamış, azîze hitâben: "Efendim! Köşe başındaki ev tutuştu."
demişler. Sohbetine devâm eylemiş, bir müddet sonra, "Efendim!
İttisâlimiz yanıyor." demişler, yine aldırmamışlar. "Efendim!
Dergâh tutuştu." dediklerinde, "Öyleyse /73/ çıkalım."
deyip, çıkmışlar. Yanınca, "El-hamdü li'llâh merâsimden kurtulduk."
buyurmuşlardır. Esâsen mesleklerinde merâsim olmadığından istidlâl olunduğuna
göre, ziyâretlerine gelenlerden pek hoşnut olmamaları i'tibârıyla böyle
söylemişlerdir.
Bu dergâhın yerine yeniden binâ yapılmasına müsâadeleri
istirhâm olunmuş iken, müsâade buyurmamışlar. Sebebi suâl olundukta, "Bizim
nâmımızda bi'l-âhare biri zuhûr edip burayı o ihyâ edecektir. Onun için
muvâfakat etmedim." diye keşf-i istikbâl buyurmuşlardır. Fi'l-hakîka
Şam'dan tarîk-ı Halvetî-i Bekrî Şa'bânî meşâyıhından İbrâhîm Efendi isminde bir
zât gelip, bu dergâhı tecdîden binâ eylemiştir ki, elyevm ma'mûrdur. İbrâhîm
Efendi burada medfûndur.
Bir zamânlar, ihvân-ı tarîkat toplandık. Cuma geceleri
burada icrâ-yı âyîn-i zikru'llâh etmeye karâr verdik. Öyle cem'iyyet olundu ki,
hâlâ onun zevki hâtıra-pîrâdır.
Kuşadalı hazretleri dergâh yanınca, Koska'da bir hâne
istîcâr edip, bir sene ikâmetten sonra Çarşamba Pazarı'nda kâin hâne-i
âlîlerini mübâyaa buyurarak melce-i uşşâk olmuş idi. Burada te'sîr-i enfâs-ı
âteş-engîziyle âhenîn dilleri mum ve cûyende-i râh-ı fenâ ve dil-beste-i semt-i
bakâ olanlara ref'-i perde-i şükûk u vühûm eylerdi
1259/(1843) senesinde îfâ-yı hacc-ı şerîf emeliyle
Mekke-i Mükerreme'ye ve oradan Medîne-i Münevvere'ye gidip, avdetinde Şam'a
geldiler. Kanavât Mahallesi'nde ikâmet ve bir müddet burada ihtiyâr-ı mücâveret
buyurdular.
Hicâz'a azîmetlerinde sermâye-i feyz-i nazar-ı
iksîr-eserleriyle vâsıl-ı cevher-i kemâl olan emîn-i esrâr-ı tarîkat ve
rehnümâ-yı râh-ı hakîkat ser-menzil-i hilâfet Unkapanî merhûm el-Hac Tevfîk
Efendi'ye Der-aliyye'de fukarâ ve dervîşânın rü'yâlarını ta'bîre ve tesellî ve
terbiye teslîklerine bâ-tahrîrât me’mûr ve me'zûn buyurdular. Kendileri bir
müddet Şam'da imrâr-ı vakt ederek sinn-i şerîfleri yetmişaltıya resîde oldukta
tekrâr cânib-i Hicâz'a azîmetle avdette Râbığ nâm merhâleye vusûlünde terk-i
hil'at-ı nâsût eyleyip, mahall-i mezkûrda defîn-i hâk-i gufrândır. Urbân,
müşârünileyhin uluvv-ı kadr u kemâlâtını takdîr eylediklerinden kabirlerinin
etrâfını parmaklıkla çevirip, ziyâret-gâh ittihâz eylemiştir. “Hâzâ murâbıt.” diye hürmet ve ziyâret
ederler. Kâfilemiz uzağından geçtiği sırada haber-dâr olmuş idik. Teveccühle
ziyâret şerefine mazhar oldum, el-hamdü li'llâhi hamden kesîrâ.
Ba'zı zevât, azîzin sinn-i şerîflerini yetmişdört diye
kaydetmişlerse de bu hesâb 1262/(1846) târîhine göredir.
/74/ "Müşârünileyh
Kuşadalı hazretleriyle dîğer zevâtın koleradan vefât eyledikleri, Sayda müşîri
Kâmil Paşa tarafından 15 Safer 1263/(12
Şubat 1846) târîhli tahrîrât ile
Meclis-i vâlâ riyâsetine iş'âr
kılınmıştır. Şu hâlde hazretin irtihâli 1262/(1846) senesidir. "[53]
Bir eserde müşârünileyh hakkında:
"Şerâif-i ilm
ü irfânda fâiku'l-akrân ve dil-beste-i vâm-gâh-ı alâyıktan berî, hânefiyyü'l-mezheb
Cemâleddîn el-Halvetî-meşreb, asrının Sultân Sünbül Sinân muhakkıkı, Pîr-i
dest-gîr-i tarîkat Şa'bân-ı kuddise sırrûhûnun sânîsi, ser-halka-i erbâb-ı terk
ü tecrîd ve sâkî-i hum-hâne-i tevhîd idi." denilmiştir.
Hakk-ı âlîlerinde birçok şey yazmak istiyorum. Nereden
başlayayım, diye makâm-ı hayrette kalıyorum. Kemâlât-ı aliyyelerini tedkîk ve
meslek-i âlîlerini tahkîk vâdisinde hayli tetebbuât-ı fakîrânem olduğu hâlde
heybet-i saltanat-ı irfâniyyeleri karşısında fikrim perîşânlığa, kalemim acze
teveccüh ediyor.
Müşârünileyhin eseri yoktur. Te'lîf-i âsâra rağbet
buyurmamışlar. Kulûb-ı uşşâktaki esrârı te'lîfe gayret-zen olmuşlardır.
Mektûbât-ı aliyyeleri birer hazîne-i irfândır; tamâmen hakâyıkı câmi'dir.
Selîka-i beyâniyyeleri güzeldir. Eazz-ı ihvânım Nazmî Efendi, mektûbât-ı
aliyyelerini cem'a muvaffak olmuş ve âcizleri de onu istinsâh eylmemiş idim.
Elli-altmış kadar vardır, daha da zuhûr etmektedir. Zübdetü'l-hakâık ve
kenzü'd-dakâıktır. Bir mektûbunu numûne
olarak yazıyorum:
"Fazîletli, inâyetli ve mezîd muhabbetli oğlum
es-Seyyid Muhammed Şevki Efendi Hazretleri!
es-Selâmu aleykum ve alâ men zîde nakâveten bi'r-râbıtati
ve'l-ibâdeti hümâ râ mazharu terakkî't-tevfîk ve's-seâde olmaları, bilmeleri
daavâtı bi't-tahiyyât ve't-temâm inhâ olunur ki:
İlimden maksûd amel olduğu gibi, irfândan maksûd rızâdır.
Maksad-ı rızâ kendisinde zuhûr etmeyen sûrî rızâ üzere olmasını artırmalıdır. (ابكوا فإن لم تبكوا فتباكوا)[54]
buyurulmuştur. (أى اظهر البكاء وليس لك بكاء فقس عليه عبادات الباقيات)[55] Bu hâl vara
vara sâliki, lâ-edrî ve indî ve ınâdî vâdilerine düşürür.
Hakîkattan dûr eder. Belki irfânını gâibettirir. Medâr-ı
şerîat nefse muhâlefettir. Varsa var, yoksa yoktur. İhlâsı irfân ile olur.
İhlas da, kemâl-i hakîkata vusûl ile olur.
Bâkî ahvâl ve müşkilât ve râbıtada keyfiyyât gerek var
gerek yok olduğunu tahrîr edesiniz. Ona göre tenezzülü def' edecek kelimât ve
terakkînize işârât tahrîr olunur. İnşâa'llâhu'r-Rahmân."
Müşârünileyh merâsim-i tarîkata iltîfât etmemiştir. Tâc,
hırka, kemere i'tibâr eylememiştir. Kimseye hilâfet vermemiştir. Hilâfet, bir
sırr-ı Muhammedîdir. Kime ihsân olunursa onda /75/ âsârı rû-nümâ olunca sırr-ı hilâfetin hâmili odur. Yoksa bir
kaç sene bir dergâha müdâvemet etmek, hafta günleri merâsim-i zikirde
bulunmakla bir müddet sonra, "Sen artık kesb-i kadem ettin. Sana
ilbâs-ı tâc u hırka zamânı geldi. Haydi bakalım!" diyerek cem'iyyet
teşkîl ile huzûr-ı halkta sun'-ı beşer olan ser-pûş ve biniş ve kemer ve asâyı
teslîm etmekle o kimsenin halîfe addolunmayacağına kâni' olup, öyle bir usûl
te'sîs eylediler ki, bu gibi merâsimden tamâmen mücerreddir.
Kendileri yalnız arâkıyye giymişler ve sarık yerine abânî
sararlar ve asâ kullanırlar imiş. Sırr-ı hilâfet ve nefes-i nefîs sırr-ı
Fâtiha'nın böyle esâsa müsteniden intikâline çok riâyet-kâr olan azîz-i
müşârünileyhe ecell-i mürîdânından olan Hammâmî Tevfîk Efendi vâris
olabilmiştir. Sırr-ı irşâd, sırr-ı hilâfet, nefes-i nefîs, sırr-ı Fâtiha
onlarda zuhûr etmiştir.
Kuşadalı,
irtihâline kadar onlara sâhib iken, irtihâlinden sonra Hammâmî hazretlerinde bu
esrârın zuhûr ve tecellîsine ta'lîk-i hâl eylemişti. Hâl-i hayât-ı sûrîlerinde
mektûbla bu sırrın müşârünileyhte zuhûr edeceğini işrâb ile ta'bîr ve tesellîye
me’mûr buyurmuşlardı. İrşâda me'zûniyyet vermemişlerdi. Çünkü onun nazariyyesi
irşâda ancak cânib-i celîl-i Nebevîden emr ü işâret olunca, bu hıdmet-i celîle
der-uhde olunabilirdi.
Binde bir, onbinde bir, yüzbinde bir denildiği gibi,
hakîkat-bînân bu emr-i mühimmi tasdîkte güçlük çekmezler. Bir mektûblarında,
Sûfîlik tâc ile abâ oldu
Hayf kim
ma'rifet hebâ oldu
buyuruyorlar. Meslek-i mahsûslarına bu nazm ile tercümân
oluyorlar.
Dergâhlarının harîktan müteessir olmasıyla, "el-Hamdü
li'llâh merâsimden kurtulduk." buyurmaları, merâsim-i sûrîden ne kadar
mütevahhiş olduklarını gösterir. Sûretten ziyâde sîreti, zâhirden ziyâde
hakîkatı meslek-i metîn ittihâz eden müşârünileyhin ictihâdlarına itâat-kâr
olan erbâb-ı tarîkat arasında Kuşadalı'nın nesl-i tarîkatı munkatı'dır iddiâsı
vardır. Hâlbuki hakîkat öyle değildir. O neş'eye sâhip olmuş erbâb-ı kemâl
eksik olmamış ve el-ân zamânımızda mevcûd bulunmuştur. Ne çâre ki, halkımız
erbâb-ı kemâli be-heme-hâl tekke şeyhi olmakta ziyy-i meşâyıhı hâmil bulunmakta
farz ederler. Çok yanlıştır. İrfân-ı Muhammedî sûret aramaz, sîret arar. Sûreti
münkir değilim. Sûret mübtedîler için gönül adıdır. Merâsim-perverân için
elzemdir. Dâire-i irfân-ı Muhammedî'ye henüz dâhil, ondaki esrâr-ı zevkıyyeye
vâsıl olamayan mübtediyân için her hâlde sûrete i'tibâr mecbûriyyeti âşikâr ise
de neş'e-i kâmile-i zevkıyyeye müstağrak ve hakîkat-ı tarîkatla muhakkak olan
ma'rifet-perestân için sûrete iltîfât olunmaz. Bu sözlerden âdât u merâsim-i
ehlu'llâhı /76/ inkâr şâibesi istidlâl olunmamalıdır. Maksad, hakîkat
vâdîsinde serd-i mütâlaadan ibârettir.
Kuşadalı hazretlerinden sonra sırr-ı feyz-i Muhammedî,
Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerinde, ondan sonra Mustafa Enverî Efendi
hazretlerinde, ondan sonra Ya'kûb Han hazretlerinde, ondan sonra Hacı Kâmil
Efendi hazretlerinde, ondan sonra Şeyh Mahmûd Celaleddîn Efendi hazretlerinde
şeref-zuhûr ettiği gibi, Kuşadalı mesleğinde yetişen ulemâ ve meşâyıh ve urefâ
arasında da neş'e-i tâmmeye mâlik eâzım eksik olmamış ve el-ân zamânımızda dahi
mevcûd bulunmuştur. Onu hakkıyla gören dîde-i hak-bîn ister.
- - -
Hz. Şeyh, meslek-i tasavvufîyi "Bilmek, bulmak,
olmak." diye ta'yîn ve tavsîf buyururlar imiş ki, ilme'l-yakîn,
ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn mertebelerine işârettir. "İnsân ananın yok olası duâsına mazhar olmalı." buyurmaları da,
mahv-ı vücûda ve "lâ-mevcûde illâ hû"
sırrına remizdir.
Kütüb-i tasavvufiyyeyi mütâlaaya ve inceden inceye
düşünmeğe taraf-dâr değillerdi. Meslekleri kitâb-ı nâtık olan ve hâmil-i
esrâr-ı Kur'âniyye bulunan mürşid-i kâmilin zîr-i terbiyesine girip, onun esrâr-ı
ahvâlini tetebbuun kâfî olduğu nazariyyesini ortaya sürerlerdi.
Menâkıb-ı celîlesi pek çoktur. Bir gün, neş'e-i tâmme
te'sîriyle, "Beni görenler, beni görenleri görenler düdüğü çaldı."
buyurmaları, bu hakîkatı mübeyyin olarak hadîs-i şerîf-i Nebevî esrâr-ı
maânîsinde mazhar-ı tecellî olduklarına işârettir. Kuşadalı'yı göremedim. Fakat
onu gören Hacı Kayyım Efendi'yi gördüm. Duâsını aldım el-hamdü li'llâh.
İnşâa'llâh bizler de o dâire-i beşârette bulunanlardan oluruz.
Tütün içerler imiş. Bir gün huzûr-ı ârîfânelerinde
tütünün hurmeti mes'elesi mevzû'-ı bahs olununca, "Efendim! İçenlere
terki, içmeyenlere içmesi harâmdır." buyurarak büyük bir hakîkat
ortaya koymuşlardır. İbtilâ sâhibi olanlar onun terki yüzünden perîşân-hâl
olup, huzûrları münselib olacağına ve içmeyenlerin ibtilâsı ise muvâfık
olmayacağına işâret buyurmuşlardır.
Vüzerâ vü fuzalâ-yı kirâmdan Cevdet Paşa merhûmdan
naklen, urefâ-yı Mevleviyye'den Cevâd Bey Efendi buyurdular ki:
Cevdet Paşa,
talebeliği zamânında Kuşadalı'nın sıytını işitmiş, berâ-yı tecrübe bir kaç
mes'ele-i gâmıza hâzırlamış, Kovacılar'daki tekkesine gitmiş. Hz. Şeyh'e mülâkî
olduğu sırada o henüz bu mes'eleleri arza vakit bulamadan Kuşadalı sohbet
arasında Cevdet Paşa'ya o müşkilleri halledivermiştir. "Bu tesâdüf
kabilinden oldu." /77/ diye
ikinci def'a aynı sûretle vâki' olan teşebbüsüne Hz. Şeyh aynı sûretle cevâb
verince, "Bundaki ilim, ilm-i ledündür." diye teslîm olmuş ve
cümle-i nâciye-i mürîdâna dehâlet etmiştir. Cevdet Paşa merhûmun nasîbi neş'e-i
tarîkattan ziyâde feyz-i ilimde tecellî eylemiştir.
Şuarâdan ve Kuşadalı'nın mazhar-ı feyzi urefâdan Âlî
Efendi, Vâridâtü'l-Velî fî Menâkıbı Kuşadalı diye bir menâkıb-nâme
yazmıştır. Şu medhiyye onundur ve pek güzeldir:
Ey göñül tahtına sultân-ı cihân
Kuşadalı
Âşıkın hâne-i
kalbinde nihân Kuşadalı
Görünür ârife vech-i ehadiyyet senden
Cân-ı cân
cân-ı cihân cân-ı cinân Kuşadalı
Secde itdim görücek iki kaşıñ mihrâbın
Bülbül-i
sırdan irüp gûşa ezân Kuşadalı
Seyr-i fi'llâha varup kâf-ı fenâ ankâsı
Çağırır derd
ile bâ-savt u zebân Kuşadalı
Külle yevmin hüve fî şe'n ile ıtlâka
varup
Bulamam
senden o vâdîde nişân Kuşadalı
Zîb-i destârım idüp bâğ-ı bakâ güllerini
Olmuşum ben
dahi bir gül-şen-i cân Kuşadalı
Kendimi kendine virdim arada yok Âlî
Cism ü cân kevn
ü mekân çeşm ü lisân Kuşadalı
Kuşadalı hazretlerinin meslekleri ziyâdesiyle sohbete
nâzır idi. Avrupa'da ilk def'a tahsîle gidenlerden meşhûr Müşîr Nâmık Paşa
merhûm dahi ahass-ı mürîdânından idi. Ona yazdığı mektûblar dahi çok mühim
hakâyıkı câmi'dir.
Müşârünileyhi huzûr-ı azîze götürmek istedikleri zamân,
"Cânım, benim onlarla bir işim yok. Ne yapacağım." diye
istinkâf eylediği hâlde, ilk mülâkatta onun dâm-ı saydına düşmüştü. Azîz
hazretleri cemâatla namâza kalkacağı sırada Nâmık Paşa'nın ağır durduğunu
görünce, "Evlâdım! Çizmenin üstüne mesh ver, namâza dur." diye
emr edip, onu bi'l-âhare edâ-yı salâta alıştırıvermiştir.
Nâmık Paşa muâmelât-ı umûmiyyenin bozukluğundan nâşî
gûşe-nişîn-i uzlet olmak istediğini Azîz'e arz edince, "Beytü'l-mâlden para sarfıyla Avrupa'da
tahsîline ikdâm olunmuş, buna mukâbil devlete hizmet mecbûriyyetindesiniz."
diye adem-i muvâfakat eseri göstermiş ve âtîdeki saz hikâyesini yazmıştır.
Şâirin biri bir kahvede asılı sazlar görmüş. Kahveciye
sormuş: "Her hafta şâirler gelir, müşâare ederler, saz çalarlar."
demiş. "Öyleyse bana bir saz ver, ben de çalayım." demiş.
Aldığı sazın kapağını çatlak görünce, "Bunu değiştir". demiş.
Dîğer sazı alınca, "Telinin mandalı eksik." demiş. Üçüncü sazı
almış; "Onun da teli yok." deyince, kahveci, "Be adam.
Şâirler her hafta bu sazları çalıyor. Senin gibi özür bulmuyorlar. Bozuk düzen
sen de çal, eğlen, geç git. Mâdâm ki bunları ıslâha kudretin yok bir şey deme."
diye tevbîh eylemiştir.
Bu hikâyeden alınacak ibretli noktalar vardır. Erbâb-ı kemâle
bırakıyorum.
/78/ Bir gün bir âşıkın biri yine öyle bir kahveye uğramış.
Bir saz istemiş, teline dokundukca çıkan sadâ ile ağlamağa başlamış. Kahveci
bakmış şaşmış. Sabredemeyerek, "Ayol! Bir elinizle de tellere basınız.
Perdeler değişsin, usûlü böyledir." Demesiyle, "Öyle yapanlar
aşağı yukarı nağme aramak için yaparlar. Ben tele dokunur dokunmaz ondaki
nağmeleri buldum. Sen işine bak." cevâbını vermiş. Bu hikâyede pek
büyük nükte vardır. Erbâb-ı irfâna hafî değildir.
Nutuklarından:
Gâfile kelâm nâfile*
Kelâm
kime sâhib-i müşkile*
* * *
Sâhib-i müşkil olmaya lâzım çok
çile
Yumruk
bir işâret yerine geçer gâfile*
* * *
Vech-i yâra
dûş olan âlemde seyrân istemez
Cânını cânâna
teslîm eyleyen cân istemez
Bu müsâfir-hânenin fânîliğin fehm eyleyen
Hâne-i
kalbinde Hak'dan gayri mihmân istemez
Gerçi zâhir ilminin nef'i de vardır
tâlibe
Lîk esrâra
irenler sûri irfân istemez
Zâhidâ ârif neye kılsa nazar Hak görünür
Şekki yokdur
ârifin âyât u bürhân istemez
Cennet ummaz tamudan korkmaz (o) Hak
âşıkları
Hak budur
erbâb-ı cennât hûr u gılmân istemez
'İrciî' âvâzı irdi murg-ı cânım
sem'ine
Bî-karâr
oldum anınçün derd ü handân istemez
Mâ-sivâ'llâhdan mücerred oldu İbrâhîm bu
gün
Varını
dil-dâra virdi vasl u hicrân istemez
Bu nutukları gerek durak, gerek cumhûr sûretinde
bestelenmiş elsine-pîrâ-yı zâkirân bulunmuştur. Edîb-i muhterem İbnü'l-Emîn
Mahmûd Kemâl Beyefendi meclisinde bu gazel hakkında bahis açıldı. Ba'zı zevât,
"Kuşadalı'nın nazmla, şiirle iştigâli yoktu. Bu gazel Üftâde-zâde Kutub
İbrâhîm Efendi'nindir." dediler. Evrenos-zâde Sâmî Bey, "Hz.
Şeyh'indir." diye iddiâ eyledi. Fakîr dahi, meşâyıhtan bir çok
zevâttan, "Kuşadalı'nındır." diye duyduğumu söyledim. Tedkîkât
icrâ olundu. Edîb-i müşârünileyh mütereddit bir vaz'iyyette kalarak "Hz.
Şeyh'in olmasa gerektir.", buyurdular. Bi'l-âhare /79/ âtîdeki fahriyye elime geçti. Kuşadalı lisânından âharı
tarafından söylenmiş olsa gerektir. Bu nutkun müşârünileyh tarafından
söylenmemiş olduğuna o meclis-i edebte karâr verildi. Li-zarûretin âtîde aynen nakl eyliyorum.
Vâkıf-ı sırr-ı Hudâ'yım vâsılın
seyrânıyım
Âşıkıñ aşkı
benim hem ârifiñ irfânıyım
Siz çekin bu çilleyi ben gelmezem şimden geru
Âleme derd
olmuşum hem derdimin dermânıyım
Râh-ı Hakk'a irmeyenler neydüğim bilmez
benim
Aşkla meydâna
geldim âşığın kurbânıyım
Âşıka aynu'l-ayânım sâdıka sırru'l-beyân
Derde dermân
bî-gümân hem derdimin dermânıyım
Çille vü halvet benimdir kabz u bast-ı
bî-gümân
Kâbız u Bâsıt
Hudâ'dır sırrımın Kur'ânıyım
Gel oğul gir göñlüm içre mü'min-i sâdık
iseñ
Cennetiyim
mü'minin hem kâfîriñ zindânıyım
Mâye-i zât olmuşum âlemlere tûbây-veş
Cennet-i
firdevs-i a'lâ sırrının sultânıyım
Âb-ı kevser ister iseñ gel lebimden eyle
nûş
Aşk u
kevserdir derûnum sâkî-i Sübhâniyim
Tercümânımdır Alî takrîr ider
ahvâlimi
Kuşadalı Şeyh
İbrâhîm pîr-i fâniyim
Dikkatle mütâlaa buyurulunca bu nutkun bir çok yerlerinde
ma'nâca, mertebece düşkünlükler vardır. Binâenaleyh azîz-i müşârünileyh böyle
sönük ve dökük bir şey söylemez.
Kuşadalı vâris-i kemâlatı Hammâmî Tevfîk Efendi merhûmun
pek güzîde neseblerinden Ahmed Şemseddîn Efendi defter-i hâtırâtında, bu nutkun
Kuşadalı hazretlerinin olduğu hakkında bir kayıt gördüm. Sonraları hâsıl
ettiğim hissiyyâta göre Kuşadalı'nın demekte bir mahzûr yoktur. (اوليا را هست قوت از اله)[56] sözüne
i'timâden derim ki, bir velî murâd ederse en hassâs bir şâirin sözünden, şekl-i
beyânından daha rengîn ve zengin söz söyleyebilir.
Nasûhî-zâde Seyyid Kerameddîn Efendi, Kuşadalı
hazretlerinden mazhar-ı feyz olanlardan zevât-ı âtîyi kayd eylemiştir:
- Hammâmî Tevfîk Efendi, Fâtih Türbe-dârı Ebubekir
Efendi, Ahmed Amiş Efendi, Nâşîr Efendi, Şeyh İzzet Efendi, Bursalı Şevki
Efendi (Yukarıda yazdığım mektûb sâhibi), Kapânî Hüseyin Efendi, Ali Fethi Efendi,
Keçeci Ali Efendi, Hamdi Efendi, Mustafa Efendi, Ahmed Efendi, Ömer Efendi,
Reşîd Efendi.
Hammâmî Tevfîk Efendi'den, Mustafa Enverî Efendi, ondan
Ya'kûb Hân, ondan Hacı Kâmil Efendi, ondan Şeyh Mahmûd Celaleddîn Efendi.
Kalbimin zînetisin Kuşadalı
Başımın
devletisin Kuşadalı
Seni sevmekle
saâdet buldum
Sırrımın
hikmetisin Kuşadalı
Kuşadalı hazretlerinin Çarşamba'daki hâneleri mahalli,
merhûm ser-asker Ali Sâib Paşa'ının konağı bahçesinde kalıp, oraya ta'zîmen bir
mescid binâ olunmuş, ibâdet-gâh olmuştur. Elyevm mahalli mevcuttur.
Hicâz'da irtihâllerinde metrûkâtını vasiyyetleri üzere
İstanbul'a getiren Fâtih Nişâncısı Dergâhı şeyhi Hâlim Efendi merhûm olduğunu,
Hâlim Efendi'nin hafîdi Şeyh Hâfız Bahreddîn Efendi nakl eylemiştir. Azîz
merhûmun arâkiyyesi parçası Hâfız Tahsîn Efendi merhûm yedinde mahfûzdur.
Mükerreren yüzümü gözümü sürdüm, öptüm. "Pîrâhen-i Yûsuf gibi, bülbül
gülü koklar." misâli kokladım.
(Kaddesa’llâhu sırrahû)
Bosnalı Muhammed Tevfîk Efendi
“Hammâmî Hazretleri” diye ehl-i tarîk beyninde meşhûr-ı
ricâlu'llâhtandır. "Hammâmî"
diye şöhreti Fâtih civârında Zeyrek hamâmının sâhibi olmasından
münbaistir. Ba'zan "Unkapânî" de derler ki, o civârda konakları
bulunmasındandır. Kudvetü'l-ârifîn, umdetü's-sâlihîn bir zât-ı velâyet-simâttır.
An-asıl Bosnalı olup, İstanbul'da Hüsrev Paşa merhûmun kethüdalığında bulunduğu
esnâda bir taraftan umûr-ı mevdûasını hüsn-i îfâ etmekle berâber dîğer taraftan
tasfiye-i derûn için tarîkat-ı aliyyeye intisâbı mülâhaza ederek turuk-ı
aliyyeden sıra ile on şeyhe kadar intisâb etmiştir. Nihâyet onbirinci şeyhi
olmak üzere Etyemez Dergâhı'nda post-nişîn olan meşâyıh-ı Sa'diyye'den bir
zât-ı âlî-kadrden ahz-ı feyz ederek
hizmette ızhâr-ı sebât ile nukabâdan olmuştur. Bir müddet sonra kendilerinde
istiğrak zuhûr ederek yevmî kırkbin “Yâ
Kahhâr” çekmeğe başlayıp,
daha sonraları eşyâdan "ene'l-Hak" sadâsı sâmia-res-i ittilâı
olmakla, bu hâli Etyemez şeyhine anlatmış ise de, "Bizim tarîkımızda
öyle şey yoktur." diye cevâb-ı red almıştır. Fakat dûçâr olduğu düşüncenin
taht-ı te'sîrinde zebûn olduğu cihetle bu hâle âgâh olan Hüsrev Paşa merhûmun
ihzârı üzerine mürşid-i dil-âgâh Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerine mülâkî
olmuştur.
O zamânki paşaların kahyaları pek debdebeli olduğuna
binâen Hammâmî hazretleri sâir tekkelere gittiği zamân sûret-i müdebdebede
gidip, mazhar-ı ihtirâmât olageldiği hâlde, İbrâhîm Efendi hazretlerinin nezd-i
âlîlerine de bu sûretle gittiğinden mazhar-ı hüsn-i kabûl olamayıp, me'yûsen
avdet etmiştir. İkinci def'a iltizâm-ı mahviyyetle gidip, huzûr-ı âlîlerine
kabûl buyurulduğu zamân Hz. Şeyh, "Siz dervîşe benziyorsunuz."
demesiyle Hammâmî, "Evet, bizim dervîşliğimiz ve hilâfetimiz vardır."
diye mâ-cerâyı arz eylemiştir. Bunun üzerine İbrâhîm Efendi, "Ya!
Hilâfetiniz de var mı?" buyurmalarına karşı Hammâmî, "Evet
efendim." dedikte, 'Sırr-ı hilâfet nedir?" suâline, "İnsân
dâimâ tâcıyla bulunmaktır." ve "Tâc ile bulunmanın hikmeti?"
istîzâhına karşı,"Dervîşlerin keşfi açılırsa, çıplak görünmesin."
cevâbını arzeylemiş ise de, bu sözün kendine te'sîrinden nâşî şiddetli bir bükâ
ârız olmakla, İbrâhîm Efendi hazretleri bu hâli temâşa buyurmuşlardır. Ba'dehû
Hz. Şeyh'e arz-ı teslîmiyyet eyledikte, "Sizin bu âna kadar sülûkunuzda
çalıştığınız şeyler, sülûkunuza mahsûp olup, zâyi’ olmadı." cevâb-ı âlîsiyle
dil-şâd buyurmuşlardır.
Etyemez şeyhi bu işten haber-dâr olunca Hammâmî
hazretlerine darılmış, Hammâmî hazretleri de aralarının bulunmasını meşâyıh-ı
zamânın vesâtatına mürâcaatla, bir aralık Kocamustafa Paşa'da hânkâh-ı Hz.
Sünbül'de cümle meşâyıhı da'vet edip, ziyâfet vermiş ve bu ziyâfete Etyemez
şeyhi de getirilmiştir. Hânkâh-ı Sünbülî şeyhi Râzı Efendi hazretleri Etyemez
şeyhinin tatyîb-i hâtırı /81/ maksadıyla,
Etyemez şeyhine hıtâben, "Bu adamın
isti'dâdı gelmekle Kuşadalı hazretlerine gitmiş, darılma, kendisini bırak!"
demesiyle, "Hayır. Ben ona her şeyi
gösterdim; ihtiyâcı yoktur. Râ
Garîbtir ki, Etyemez şeyhi, Hammâmî hazretlerini dûçâr-ı tezelzül etmek üzere seksen kadar
mürîdânını toplayarak ism-i Celîl-i Kahhâr'a
devâm eylemişler ve bunun te'sîrâtıyla gece tâife-i cinnî Hammâmî hazretlerinin
etrâfına halka-vârî cem' olup, fakat mümkün değil halkadan içeri giremezler.
Hammâmî de tâ-be-sabâh ayakta arz-ı nefsânîye karşı İbrâhîm Efendi hazretlerine
henüz râbıta etmeyip, fakat salât ü selâmla iştigâl eylemişlerdir. Ertesi gün
huzûr-ı azîzde bulundukları sırada, "Muhammed Efendi! Şeyhin seni iyice
sıktı. Ama bundan sonra te'sîri olmaz." buyurdular. Fi'l-hakîka hiç
te'sîrât husûle gelmemiştir.
Aradan bir zamân murûrundan sonra İbrâhîm Efendi,
Hammâmî'yi nezd-i âlîlerine celb ederek, "Şeyhiñe git. Eskiden para,
taâmiyye gibi ne avâid varsa onu
ber-sâbık götür. O seni hem sever, hem de sende hakkı vardır."
diye emir buyurmalarıyla, yine eskisi gibi Etyemez Tekkesi'ne müdâvemet edip,
şeyhin vefâtına kadar hizmet etmişlerdir. Şeyhin mahdûmunun hadâset-i sinninden
nâşî meşâyıhın intihâbıyla vekâlet edip, bir kaç sene sonra çocuğun sinn-i
kemâle resîde olmağla posta iclâs eyledi ve beşyüz kuruş maâş bağlayarak âlem-i
inzivâya çekildi. Âhir ömrünü envâ'-i riyâzât u mücâhede ve ibâdetle geçirip,
altmışüç yaşlarında "irciî" emr-i celîli, vâsıl-ı gûş-ı cânı
olmakla 1283 sene-i hicriyyesinde (1866) nefes-i nâtıkaları a'lâ-yı illiyyîne
pervâz eylemiştir. Kabirleri Üsküdar'da İnâdiyye'de Nalçacı Halîl Efendi
Dergâh-ı şerîfi hazîresindedir. Üzeri açık olup, demir şebeke içindedir. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olmuşlardandır.
Hammâmî hazretleri, Kuşadalı'nın irtihâline kadar dâhil-i
dâire-i terbiyetleri olarak kalmış, o sâyede keşfi açılmış vâsıl-ı rütbe-i
hakîkat olmuştur. Zâhir hâlde Etyemez Dergâhı'na merbûtiyyeti, bâtınen
Kuşadalı'dan ahz-ı feyze hâil olmamıştır. Feyz ü irfânı tamâmen İbrâhîm Efendi
hazretlerindendir. Azîzi ile mükâtebâtı vardır. Menâkıb-ı şerîfesi pek çok ve
gâyet latîf olup, müşârünileyhi görmek saâdetine mazhar olan zevâtı lehü'l-hamd
idrâk eyledim. Hakâyık-âmîz bir çok menkabeleriyle tezyîn-i sâmia-i ma'rifet
ettim. Beyne'l-ihvân "Büyük Azîz" nâmıyla yâd olunur. Uluvv-ı ka'b u
kemâlâtını ulemâ, urefâ, fuzelâ, meşâyıh umûmiyyetle tasdîk etmiştir. Gâyet zaîf,
uzun boylu, sakalı seyrek ve beyâza
karîb ve uzunca, vechen /82/ topluca,
elâ gözlü, ince parmaklı, ekser hâlde hilmi ba'zan celâli gâlib idi. Beyâz
arâkiyye üzerine abânî sarık sararlar imiş. Yürürken önüne mâil bir hâlde
bulunurlar imiş. Hîn-i intikâllerinde altmışüç yaşında idi. İrfân-ı celîl-i
ilâhîye mâlik olduklarından meclis-i sohbetlerinde herkes hayret ederler imiş.
Mektûbât-ı aliyyeleri pek mühimdir. Ahîren cem' ve telfîk olunmuştur. Her biri
birer hazîne-i hikmettir. Birini teberrüken nakl ediyorum:
العبد رب والرب
عبد
يا
ليت شعرى من المكلف
إن
قلت عبد فذاك ميت
أو
قلت رب أنى يكلف[57]
Bu kelâm-ı şerîf Muhyiddîn-i Arabî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerinindir. Ma'nâsı zevkan bilinir hâlâttandır.
Mahcûb olanlar bu kelimâtı inkâr ederler ve küfr görürler. Te'vîle muhtâctır.
Zîrâ müteşâbihattândır. (باسم الله : وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ
وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ)[58] âyet-i kerîmesinde şeref-vârid olduğu gibi, bu ilm-i
şerîf vehbîdir. Husûlünde irâde ve
tedebbür fayda etmez. İlhâmât-ı ilâhiyyeye mahsûstur. Yahut kâmilden işitip
i'tikâd etmek ile olur. (باسم الله : إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِأُوْلِي
الْأَلْبَابِ) ilâ-âhiri'l-âye[59]. Bi-hamdihî teâlâ muhakkıkîn ü kâmilînden istimâımız ve isti'dâdımız
hasebiyle zevkimiz şöyledir ki:
Âlem-i gayb u şehâdet i'tibârı, mahcûba göre gayb, ârife göre şehâdettir. (التوحيد إسقاط الإضافات )[60] sırrı açılınca
kulu Hak, Hakk'ı kul görür.
Mahcûbiyyeti hâlinde olan, tatbîk edeyim deyecek olursa, şaşırır kalır.
Mükellef kimdir, diye düşünür. Mükellef kuldur, diyecek olursa, vücûd-ı Hak'tan
gayrîyi yok görür. Zîrâ Sırr-ı tevhîd
açılmış olur da, Rabbimiz teâlâ hazretlerinin şerîki ve nazîri olmadığını
zevkan bilir. Lâkin hicâb-ı hâli bi'l-külliye üstünden ref' olmadığından Hak
teâlâ (celle şânuhû) nice mükellef olabilir, der.
Vahdette açılır, kesrette kapanır. Tecellî-i ehadiyyet zuhûrunda taşırır,
kesrette şaşırır. Hizmetten kaçınır. Sâlike bu hâlde kalmak berzahtır. Çâresi
râbıtaya dikkat ve gayreti artırmaktır. Tâ ki, şirk-i ahfâdan hâlâs-yâb ola
inşâa'llâh. Zîrâ müşrikin yeri cehennemdir. (باسم الله : فَذُوقُوا بِمَا نَسِيتُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ
هَذَا)[61]
Çile zuhûrunda gocunma, tevhîdde kusûrumuzdan gelir. Göreyim sizi, râbıta
üzere güzel azîmet eyleyesiniz. Tâ ki, sizinle görüşenler dahi selâmet bula.
Ve's-selâmü alâ meni't-tebea'l-hüdâ."
İş bu mektûb-ı şerîfi dikkatle okuyan ihvân-ı kirâmım
müşârünileyhin rütbe-i irfânının ne mertebelerde yüksek olduğunu anlarlar.
Hammâmî hazretleri çok büyük bir zât idi. Âtîde dîğer terâcim-i ahvâl sırasında
yine müşârünileyhten bahs edeceğim ki, o bahislerde de bir kat daha hâli tenvîr
eder.
/83/ Kerâmât-ı aliyyeleri hesâbsızdır. Nasûhî-zâde Seyyid
Kerâmeddîn Efendi, pederleri merhûm Seyyid Muhyiddîn Efendi'den naklen beyân
eyledi ki:
Pederinin bir
kerîmesi dünyâya gelmiş. O gün pederinde li-hikmetin dünyâlık yok idi. Şaşırmış
kalmış. Bir takım masârıfın tesviyesine mecbûr idi. Hattâ ebe parası da yok
idi. Bu sırada hânkâhın cümle kapısından Hammâmî Efendi girer. Kemâl-i ta'zîm
ile Hz. Pîr'i ziyâret eder. Ba'dehû Muhyiddîn Efendi'ye teveccühle Çelebi
Efendi hazretleri, "Zannedersem bugün cenâbınıza bir ihtiyâc kapısı
açıldı. Sizin ihtiyâcınız, bizim ihtiyâcımızdır. Sizin varlığınız bizim
varlığımızdır." tarzında ifâdede bulunarak rub'iyye altınları verir. O
para o gün tesviyesine mecbûr olduğu masârıfı tamâmiyle tesviye eyler. Nev-zâda
dahi altın takar.
Kendilerine intisâb etmiş bir zât, delikanlılara mübtelâ
imiş. Birgün hamâmda bir dellâke yıkanırken gayr-ı meşrû' bir hâlin vukûuna
mübâşeret sırasında Hammâmî hazretleri halvetin kapısında zuhûr ile, "Edep
Yâ Hû!" diye ihtâr eder; tagayyüb eyler. O zât korkar. Hz. Şeyh'in o
hamâmda bulunması ihtimâli olmadığından mütehayyir kalır. Hemen dışarı çıkar;
bakar. Azîzden eser yok. Sorar, bilen yok. "Hayâlât imiş."
der. İhtirâsât-ı şahsîsinin teskîni için ikinci bir teşebbüste aynı hâl vâki'
olur. "Bu da hayâlât." der. Üçüncü teşebbüsünde, "Edeb
Yâ Hû, dedik ya!" demesiyle ferâğat eder. Konakta huzûrlarına
vardığında nasîhat buyurup, onu o hâlden vazgeçirir.
Aynı hâl dîger bir zâtta daha olmuş. Onda da halvette
dîğer kurnada azîz-i müşârünileyh yıkanıyor sûretinde temessül buyurmuş. Üç
def'a bu hâl olmuş. Bi'l-âhare huzûruna giren o zâta, "Biz
evlâdlarımızı böyle muhâfaza ederiz." diye tâib ve müstağfir olmasını
emreder.
Nutuklarından:
Rızâdır 'lî-maa'llâh' sırrına
vâsıl iden[62]
Rızâdır 'kâbe
kavseyn'e Habîbi irgüren[63]
Halîl'in
nârını gül-zâr iden Hakk'ın rızâsıdır
Rızâdır
sâlike her dem saâdet gösteren
Rızâ çün çâresiz derdin hakîki bir devâsıdır
Nebîlerin
velîlerin rızâ ancak duâsıdır
Rızâ ile
sırât-ı müstakîmi buldular uşşâk
Rızâdır cümle
eşyâda Hudâ'nın nûrunu gören
Rızâ-yı zâta şâhid oldu Kerbelâ ehli
Bu yolda cân
u başın kıldı fedâ hep evliyâ
Rızâ içün
şehâdet istemişdir hep enbiyâ
Ezel hükmü
olacakdır velîdir hoş gören
Gören ef'âli tevekkül ider Mevlâsına
Sıfat bulan
gece gündüz koşar rızâsına
Fenâ-ender-fenâda
İrişür bakâsına
Ebed Tevfîkıyâ
ister rızâ-yı Hakk'ı bilen[64]
* *
*
Rabbimi gördüm hûb cemâl içinde
Anladım misli
yok misâl içinde
İştiyâk
kalmadı sînemde asla
Vuslat
gösterdi visâl içinde
/84/ Gözüme
görünmez oldu her şey gayrı
Aşk yolunda
çekdiğim cefâlar çok
Ben garîb oldum
hep iyâl içinde
Bulmak için
cemâli cemâl içinde
Âtîdeki târîh müşârünileyhin ahass-ı mürîdânından biri
tarafından verilmiştir. Teberrüken yazıldı. Parmak hesâbıyla söylenmiştir.
Feyz-i akdes menba'-ı mir'ât-ı Hak
Kulların
irşâda me’mûr-ı mutlak
Bu ihsân
zâtına virildi bi’z-zât
Mukallid
kaydını eyledi ıtlâk
Zât-ı şerîfi idi sırr-ı Sübhânî
Vechinde
okunûr seb'u'l-mesânî
Okurlardı
huzûrunda irfânı
Hâce-i âlem
idi zâtı muhakkak
Sâlikleri feyz alırlar yüzünden
Nice insân
irşâd oldu sözünden
Ayrılmazlar
enbiyânın izinden
Olanlar
insân-ı kâmile mülhak
Vâris-i kâmil muhtâr idi zâtı
Geldi bu
âleme açdı mir'âtı
Bakan o
mir'âta görürdü zâtı
Her kim
aldıysa bu menzilden zevk
İsm-i zât-ı pâki Muhammed Tevfîk
Eğer ister
isen olmağa refîk
Kavlin filin
olsun şer'a muvâfık
İbret al
gûşuna cevher küpe tak
Ehl-i zikre sormak lâzım suâli
Zîrâ ehl-i
nazar bilmez bu hâli
Virilmez her
şahsa makâm-ı âlî
Râh-ı
muhabbetten eyleme iftirâk
Muktedâ-yı âlem-i bakâya göçdü
Elem ü firâkı
çok gönül yaktı
Rıhletine ' fe'rğab' tam târîh çıkdı
Tâlibî şu emrin esrârına bak
(فارغب)
Hammâmî hazretlerinin meclis-i sohbetine müdâvim olup,
zamânımıza kadar muammer olan zevât-ı kirâmdan çok menkabeler işittim. Onlar
dahi, Kuşadalı hazretlerinin eserine tebean kimseye ilbâs-ı tâc u hırka
eylememiştir. Fakat sırr-ı hilâfet bi'l-âhare Mustafa Enverî Efendi'de zuhûr
ettiğinden ihvân-ı tarîkat müşârünileyhin nûr-ı irfânı etrâfına toplanmıştır.
Tomâr-ı Turuk-ı Halvetiyye müellifi
Sâdık Vicdânî Bey yazıyor ki:
“Bir şeyh-i
muhteremden dinlediğim dîger bir rivâyete göre Etyemez Dergâhı şeyhi Mustafa
Efendi'den, Hammâmî'nin tarîk-ı Sa'dî'den hilâfeti vardır. Mustafa Efendi'nin
vefâtından sonra Kuşadalı merhûma intisâb ile berâberce Şam'a gitmiş
Kuşadalı'nın irtihâli üzerine İstanbul'a avdetinde müşârünileyhin halîfesi imiş
gibi hareket eylemiş.”
Bu yanlıştır. Tafsîlini bâlâda yazdım. O şeyhin rivâyeti
Hammâmî hazretlerini Sa'dî halîfesi olduğu hâlde kendisine Kuşadalı halîfesi
süsü vermiş gibi bir ma'nâ çıkıyor. Hâşâ sümme hâşâ. Sa'diyye'den hilâfeti var.
Esâsen ilk intisâbında Kuşadalı'ya arz etmiş idi. Kuşadalı'ının sinîn-i medîde
dâhil-i dâire-i irşâdı oldu. Sonra mektûb-ı meşhûruyla ta'bir ve tesellîye /85/
me’mûr edilmesi ve bi'l-âhare sırr-ı hilâfetin kendilerinde zuhûru muhakkaktır.
Râzı Efendi'nin irtihâli Kuşadalı hazretlerinin irtihâlinden dört sene sonra
ya'nî 1268/(1852)'de, Sa'dî şeyhi Mustafa Vehbi Efendi'nin vefâtı on sene sonra
ya'nî 1274/(1858)'tedir. Hammâmî hazretlerinin Kuşadalı'ya intisâbı azîz-i
müşârünileyhin irtihâlinden çok zamân evveldir. Şu hâlde Etyemez şeyhi Mustafa
Efendi'nin vefâtından sonra Kuşadalı'ya intisâbı keyfiyyeti târîhen de hilâf-ı
hakîkattır.
Kuşadalı mesleğine göre merâsim-i sûriyye-i tarîkatı îfâ
ile tâc u hırka giymiş bir zât, şeyhtir.
Fakat kendinde sırr-ı irşâd yok ise, nefes-i nefîse sâhib değilse, mürşid
değildir. Her mürşid, şeyhtir. Fakat her şeyh, mürşid değildir. Hammâmî
hazretleri Sa'dî şeyhi iken mertebe-i irşâdda değildi. O rütbe-i refîa-i
irfâniyyeye mazhariyyet için onun seyr ü sülûkunda boşluklar vardı. İnsân-ı
kâmil ü mükemmil olan azîz-i müşârünileyhe hâlini arzederek o tabîb-i rûhânînin
te'sîrât-ı hayât-bahşâsıyla tâze cân buldu; cân-ı âlem oldu. Zamânın ulemâsı,
fuzelâsı, urefâsı onun şeref-i sohbetine mütelezziz olmağa, ona arz-ı nisbet
yüzünden şerefler hissetmeye başladı. Onun nasîbi Kuşadalı'dan idi; nasîbini
buldu. Ortaya bir Sa'dî şeyhi sıfatıyla değil, Kuşadalı'nın vâris-i esrârı
kuvvetiyle çıktı. Herkese boyun eğdirdi. (Kaddesa’llâhu sırrahû) Ve
nefeana'llâhu bi-berekâtihi ve fuyûzâtihi âmin. Bi-hurmeti seyyidi'l-mürselîn)
el-Hâc Şeyh Hâfız Muhammed Şevki Efendi
Kuşadalı hazretlerinin irşâd-ı enâma me'zûn kıldığı
erlerdendir. Bursalı olup, Çelebi Sultân Muhammed Câmi'-i şerîfi imâmı idi.
Kuşadalı hazretlerinin meftûn-ı hâl u kemâli olup, arz-ı nisbet etmiş ve
mazhar-ı kemâl olarak Bursa'da Setbaşı'nda İshâk Şah Mahallesi'ndeki hâneyi
dergâh hâline kalb edip, başına erbâb-ı muhabbeti cem' eylemiş idi. Bu dergâh
el-ân mevcûd olup, Müftüönü civârındadır. 1268/(1852)'de inşâ olunmuştur.
Kuşadalı'nın ona teveccühü ziyâde idi. Çok mektûb yazmıştır. İki mektûbun
sûretini buraya nakl ettim. Müşârünileyhin yazısıyla muharrer olarak, Bursa'da
görmüştüm.
"Fazîletli, fetânetli ve mezîd muhabbetli oğlum es-Seyyid Muhammed
eş-Şevkî Efendi Hazretleri!
Es-selâmü aleyküm ve alâ men yensıtu li'l-kelâm. Hümâ-râ tevfîk ve selâmet
ve saâdâta mazhar-ı tâm olmaları, bilmeleri daavâtı rükûn (?) ile'z-zâlimînden
îfâkadan hâsıl havf nice göreyim. Muîn'den ayrılma! Tâ ki, iştiyâkın müzdâd
ola. Ve dahi îmâ olunan iki kimseye icâzet-nâme irsâl olunmuştur. Şimdilik
muktezâsı üzere olup, isti'dâdları kuvvet buldukta mülâkât müyesser olup,
râbıtaya şâyeste olurlar inşâa'llâhu teâlâ.
Ba'dehû isti'dâdlarına göre tenbîhât zuhûr eder inşâa'llâhu teâlâ. Onlara
ihlâs yolunu ta'rîf edesiz.
3 Cemâziye’l-âhir 1252/(15 Eylül 1836)
- - -
"es-Selâmü aleyküm Muhammed el-Hâfız!
Ve zâdeküm nekâveten bi-deymûmeti'r-râbıtati ve'l-azîmeti fi'l-istikâmi ve
ziyâdetihâ hasebe't-tâka, hümâ-râ mazharı't-tedkîk ve't-tevfîk ve's-selâmetü
ve's-saâde olmaları, bilmeleri, bulmaları daavâti ba'de't-tahiyyeti'l-vâfiye
bi't-tamâm.
İnhâ olunur ki, ef'âl ü sıfâtı gayr-ı mütenâhiyye olduğu için, bunları ince
ince mülâhaza hayret ve kabza düşürür. Rabbi zidnî fîke tahayyüren, zâtta
hayret ve safâ verir. O da râbıtanı tamâmca hâtırlamakla ve lâubâlîlik
zuhûrunda ve her hâlde mübâlât ve kayırmak yüzünden görünmek ile ve cemî'-i
harekât ve sekenâtıñı rızâ yoluna mahsûb etmekle olur. Ve kabz u hayret-i
bî-safâ hizb-i zikr ile gider. Tevâcüdde isteğini âşikâreye çıkarmak için vecd
ü cezbede olanlarla birlikte çalışıveresiz. Râbıtada iken istiğrak zuhûr
ederse, dokuz yumruk bir işâret yerine tutmasın. Maâş, ya maâd hizmeti üzere
olasız.
Mûsâ Efendi ve Hacı Halîl Efendi ve Nafiz Efendi hazarâtıyla sâirelere
selâm ve duâlar. Bunların rü'yâlarını ta'bîr şerefi Efendi'ye havâle
olunmuştur. Râbıta ile onların hâllerine göre ne doğarsa ta'bîr edesiz.
Tesellîleri zuhûr eder inşâa'llâhu teâlâ.
10
Recep 1255/(19 Eylül 1839)
Kuşadalı
İbrâhîm-i Halvetî
- - -
Şevki Efendi hazretleri 1275 senesi Muharrem'inde
(Ağustos 1858) irtihâl eylemiştir. Emîr Sultân'a giderken yolun sağındaki
mezârlıkta yol üzerinde medfûndur.
Mezârtaşında son beyti:
Oku târîh-i fevtin yazdı Safvet eşk-i
rahmetle
Hacı Şevki
Efendi vâsıl-ı kurb-ı Hudâ oldu
(حاجى شوقى افندى واصل قرب خدا اولدى)
/86/ Şeyh Mustafa Enverî Efendi
"Şeyh Mustafa Bey" diye meşhûrdur. Hicret-i
nebeviyyenin tahmînen 1240/(1824-25) senesinde İstanbul'da zînet-sâz-ı mehd-i
şühûd olmuştur. Bidâyeten Büyük Ayasofya civârında sâkin olmuştur. Zamân-ı
tahsîlin hulûlünde Ayasofya başimâmı merhûm Hacı Abdi Efendi'den Besmele-keş
olup, makâsıd-ı ulûmu tahsîl için şerîki Şevket Efendi merhûm ile Karînâbâdlı
Hâce Abdurrahmân Efendi'nin dâhil-i halka-i tedrîsâtı olup, mûmâileyhin
irtihâlinde Üsküdar müderrislerinden Kara Hüseyin Efendi'den tekmîl-i nüsah ile
icâzet almıştır. Ulûm-ı Arabiyyede yed-i tûlâ sâhibi idi. En çetin ibâreyi en
dakîk manâyı suhûletle okur, anlardı. Lisân-ı Arabîdeki kudret-i tahrîriyyesine
Harîrî-zâde merhûmun, Fethu'l-Esrâr
Şerhu Virdi's-Settâr üzerine Arabiyyü'l-ibâre yazdıkları takrîz-i
belîğ şâhid-i âdildir. Teberrüken ve aynen nakl ediyorum:
الحمد لله الذى طهر السنة المؤمنين بالتوحيد والإقرار وزكَى
نفوس المنيبين بمداومة الأوراد والأذكار ونور قلوب العشقين بلوايح التجليات
والأنوار وشرَح العارفين بموارد الحقايق والأسرار.
والصلاة والسلام على سيدنا محمد الذى أرشد أمته إلى طريق
الأخيار وعلى آله وأصحابه الذين بيَنوا المواصلة إلى الله تعالى بالعجز والإفتقار
والتابعين الذين نالوا بشرف التابعية درجة الأحرار.
و بعد : فإن الطريق الخلوتية أعظم الطرق الصوفية وأقرب
السيرة الأحمدية ورجالهم هم الواصلون إلى الحقيقة بوراثة الولاية المصطفوية
المتفقون بالتصفية والتزكية أثر سلوك المحمدية خصوصاً منهم قطب دائرة المحققين
واصل الشجرة الواصلين صاحب ورد الستار السيد الشيخ يحيى الشروانى – قدس سره الغفار
– كان من أكابر الطريقة الخلوتيه ومنبع السلسلة الشعبانية. لأنه رآى النبى صلى
الله عليه وسلم فى عالم المثال قد أمره وعلَمه أن يقرأ هذه الأوراد فى وقت السحر
فى كل صباح وهى ورد شريف مقبول بين المشايخ الكرام والعلماء العظام وجامع عقائد
أهل السنة وقامع مفاسد أهل البدعة.
وقد شرحه عن مشايخ الطريقة الشعبانية الشيخ محمد كمال الدين
المشهور بحريرى زاده - أكرمه الله بالحسنى وزياده - عباراته العربية باللسان
التركية وواضح إشاراته الغريبة بالسنة اللدنية ليكون نفعها عامَاً ولقارئها أجراً
تاماً. وهذا شرح لطيف وأثر منيف فيحكم أن شارحه من أهل التفتيش والتحقيق لأنه أخرج
درر معانيه من البحر العميق وأوضح سرائر المرام ففتح بصائر الأنام. أرشدنا الله
إلى حقايق الدين وأوصلنا إلى دقايق اليقين.
كتبه العبد الأحقر مصطفى أنور الخادم الطريقة الشعبانى
الساكن فى زاوية نعلجه جى خليل افندى الاسكدارى.[65]
Mustafa Bey böyle bir takrîz-i Arabî
yazacak kadar kudret-i ilmiyye vü irfâniyyeye sâhib olmuştu. /87/ Sinni
henüz oniki râddesinde iken ve Defter-hâne ketebesinden pederi, yanına almakla
hem buraya devâm, hem tahsîle ikdâm ederdi. Mustafa Bey'in kalemde bir refîkı
vardı. Her hafta perşembe günleri gelmediğinden bu hâl Mustafa Bey'in mûcib-i
merâkı olmakla, ba'de'l-istîzâh tekkeye gittiğini anlamış ve ricâsı üzerine
ertesi hafta refâkatine alarak onu da götürmüştür. Gittikleri tekke Üsküdar'da
İnâdiyye ismi mesbûk Nalçacı Halîl Efendi Dergâhı'dır. Bu zât-ı muhterem
Yiğitbaşı Ahmed Efendi hazretlerinin halîfesi Vahhâb Ümmî halîfesidir.
Tercüme-i hâlinden orada bahs edeceğim inşâa'llâh.
Ol vakit şeyhi pîşvâ-yı ârifîn Reşîd Efendi idi. Onun
şeyhi Muhammed Rüşdü Efendi, onun şeyhi Nasûhî hafîdi Şeyh Muhammed Fazlullâh
Efendi'dir. (Bkz. s.48) Reşîd Efendi'nin târîh-i irtihâli 1280/(1863-64)'dir.
Reşîd Efendi tekkeye gelen Mustafa Bey'in kim olduğunu anladıkta, her hafta
getirmesini arkadaşına emr eylemekle ve Mustafa Bey zâten bu yola meyyâl
bulunmakla oniki yaşında iken Reşîd Efendi'den feyz almıştır. Bir zamân sonra
pederlerinin irtihâli üzerine Ayasofya'daki evi satıp, tekkenin yanında bir
hâneye nakl eylemiştir. Alâyık-ı dünyeviyyeden ümîdini kesip, beş vakti tekkede
cemâatla edâya başlamıştır. Sabâhları namâzı tekkede ba'de'l-edâ evrâdını
okuyup, derse çalışır ve salât-ı zuhru edâdan sonra kıra çıkar, boş durmayıp
gezdiği yerde derse çalışır, vakt-i asrın hulûlünde tekkede isbât-ı vücûd edip,
salât-ı mağribten sonra akşam evrâdıyla ba'de'l-iştiğâl salât-ı işâyı edâ ile
hânesine çekilirdi.
Daha sonraları uzleti ihtiyâr etmekle tekkede bir odada
halvet-güzîn olup, bir çok mücâhedât ve riyâzât u ibâdât ile iştigâl
eylemiştir. Bunun üzerine şeyhi hilâfet vermiştir.
Bu sırada Kuşadalı hazretlerinin meslek-i âli'l-âl ve
tercüme-i hâline muttali' olup, zamânı idrâk edemediği bu veliyy-i zî-şânın hiç
olmazsa nâil-i sohbeti olmuş olan Kadıköylü
Çavuşbaşı muâvini Nâşîr Efendi merhûmun sohbetine hayli zamân müdâvemet
ederek ondan da hisse-yâb-ı feyz olmuştur. Nâşîr Efendi ulemâ-yı Mısriyye ve
meşâyıh-ı Nakşiyye'den Şeyh Mustafa Efendi'den Molla Câmî'ye kadar
okumuş, bi-zâtihî onun mazhar-ı feyzi olmuştur. I. cildde ismi geçen Ahmed
el-Buhârî hazretlerinin kabrini keşf eden, müşârünileyh Mustafa Efendi ile, bu
Nâşîr Efendi'dir. Kuşadalı'ya çok hizmeti vardır.
Yevmen mine'l-eyyâm Hammâmî Tevfîk Efendi, Üsküdar'da
ihvânından birinin hânesine misâfir olup, Hz. Nasûhî âsitânesine giderler.
Reşîd Efendi de orada imiş. Hammâmî hazretleriyle sohbetten lezzet-yâb olup,
hâl-i vecde dûçâr olmuş ve ağlaya ağlaya tekkesine avdet etmiştir. Hammâmî
hazretleri bu ülfet üzerine yevm-i mahsûsunda Reşîd Efendi'nin tekkesine gider.
Kendilerini /88/ istikbâl eden Mustafa Bey'e, "Evlâdım! Şeyh
Efendi yok mu?" dedikte, "Efendim! Bir hastayı okumaya gitti."
cevâbını verdikte, Hammâmî hazretleri Mustafa Bey'e hitâben, "Evlâdım!
Bizim matlûbumuz sensin." diyerek, ikisi de bir odaya kapanıp, bir
sâat kadar sohbet ederler. Mustafa Bey, Hammâmî'nin uluvv-ı ka'bını görünce
şeyhinin ma'lûmâtı olmaksızın teslîm olup, bir buçuk sene hafiyyen görüşmüş ise
de şâyi' oldukta Reşîd Efendi, Mustafa Bey'i Nalçacı Tekkesi'nde ve
hulefâsından Hüsnü Efendi'yi de Yakacık'ta bulunan dîger dergâhında posta
oturdup, kendisi gûşe-gîr-i uzlet oldu.
Nasûhî-zâde Seyyid Kerâmeddîn Efendi buyurdular ki:
"Yakacık Dergâhı, esâsen Hz. Pîr Nasûhî-zâde Abdurrahmân Şemseddîn Efendi'nin uhdesinde
iken, vefâtıyla mahlûlünden her nasılsa Reşîd Efendi'ye intikâl etmiş ve
Şemseddîn Efendi'nin hukûkuna riâyet edilmemiştir. Dergâh-ı mezkûr, Seyyid
Abdurrahmân Şemseddîn Efendi tarafından tâ'mîr ve ihyâ edilmiştir ki, şu
manzûme-i âtiye söylenmiştir:
Resimyâ iste me'mûlün nazar-gâh-ı
Hudâ'dır bu
Nasûhî-zâde
şems-i himmetiyle oldu nev-ihyâ "
Hüsnü Efendi'ye gelince : Hizmeti merhûm Reşîd
Efendi'yedir. Hilâfeti Nasûhî-zâde Seyyid Muhammed Muhyiddîn Efendi'dendir.
Hattâ post cem'iyyetinin icrâsında orada bulundular.
Hüsnü Efendi gibi, Köşeli Muhâfız Mustafa dahi
müşârünileyh Muhyiddîn Efendi'den müstahleftir. Bu Mustafa Efendi, Hz. Pîr
Nasûhî Hânkâhı'nda çok zamân imâmet ve hitâbet vekâletinde bulunmuştur.
Mustafa Bey, üçbuçuk sene Hammâmî hazretlerine hizmet ve
ondan iktisâb-ı feyz ü rif'at eylemiştir. Hammâmî'nin irtihâli üzerine, Mustafa
Bey onu Nalçacı Dergâhı hazîresinde ihzâr eylediği kabre defn eylemiştir ki,
elyevm ziyâret-gâhtır. Hammâmî hazretlerine intisâbında sinni kırka karîb idi.
Hammâmî'nin irtihâlinde kırküç yaşında idi. Hammâmî'nin irtihâlinden sonra
Mustafa Bey altı sene kadar muammer olmuştur.
Hammâmî'nin esrârı tamâmen Mustafa Bey'de zuhûr etmekle,
cümle ihvân onun başına toplanmıştır. Hammâmî hazretleri de Kuşadalı'nın
mesleği gibi kimseye ilbâs-ı tâc u kemer eylememiştir. Arz ettiğim gibi Mustafa
Bey'de nefes-i nefîsi şeref-zâhir olmuştur. 1289/(1872) senesine kadar irşâd-ı
ibâd ile meşgûl olup, sene-i mezkûre Receb'inin ondokuzuncu ve 10 Eylül
1288/(22 Eylül 1872) târîhine müsâdif Pazar günü dâr-ı cemâle âzim olmuştur.
Na'ş-ı münîfleri Nalçacı Halîl Efendi türbesinde defn edilmiştir. (Kaddesa'llâhu
esrârahüm)
Mustafa Enverî Efendi, nâm-ı dîğerle Mustafa Bey
hazretleri eâzım-ı sûfiyyedendir. /89/ Uzun boylu, beyâz yüzlü, kara
gözlü, uzunca ve siyâh sakallı, tenâsüb-i endâma mâlik bir insân güzeli idi.
Fevka'l-âde talâket ve selâset-i kelâma mâlik, nâzik, halûk idi. Lakırdıyı
hafif söyler, herkesi meclûb ederdi. Beyâz arâkıyye üzerine ba'zan beyâz,
ba'zan yeşil sarık sararlar; dâimâ siyâh cübbe ve sarı mest giyerler idi.
Usûl-i münâzara ve mübâhese, kuvvet-i kelâmiyyeye sâhib olup, meclis-i
sohbetlerinde erbâb-ı muhabbet lâl olurlardı.
Bu menkûlâtım Hz. Şeyh'in hem-sohbeti olan Şeyh Şuâ' ve
Şeyh Mahmûd Celâleddîn Efendi'lerdendir.
Âsârı:
Üçü bir yerde tab'edilen, Tercüme-i Usûl-i Aşere ve Tercüme-i Kelimât-ı Kümeyl b. Ziyâd ve Tercüme-i Babu'ş-Şuyûh min
Fütûhâti'l-Mekkiyye risâleleriyle, gayr-ı matbû' Mecmûa-i İlâhîyyât.
Şu muhammes-i ârîfâne kendilerinindir.
İştiyâkı böyle mehcûr olmayınca
bilmedim
Kadr-i vasl-ı
yârı ben dûr olmayınca bilmedim
Neş'e-i
dîdârı mestûr olmayınca bilmedim
Câm-ı aşkı
sâf billûr olmayınca bilmedim
Zevk-ı Hakk'ı
zikr-i mezkûr olmayınca bilmedim
Kays'ı hayrân Leyli'yi giryân iden aşk
âteşi
Güllerin
bağrın yakıp elvân iden aşk âteşi
Bülbülü ol
nâr ile sûzân iden aşk âteşi
Mahv idüp
pervâneyi büryân iden aşk âteşi
Cezbe-i zikr
ile tennûr olmayınca bilmedim
Ceyş-i nefse gâlib ü mansûr-ı Yezdân
olmayı
Tâc-ı fakr
ile ser-efrâz-ı cihân-bân olmayı
Mülk-i tende
hükm ider bir özge sultân olmayı
Şehr-i dilde
câlis-i taht-ı Süleymân olmayı
Yok olup bu
darlığım mûr olmayınca bilmedim
Tâlib-i dîdâr olup durdum der-i dîvânda
Feyz-i Mevlâ
vâsıl oldu mecma'-ı irfânda
Sendedir
gâfil ararsan sen seni yabanda
Aradım
envâr-ı lâhûtu dil ü vicdânda
Kayd-ı nâsût
aradan dûr olmayınca bilmedim
Bâyezîd'in cezbesinde 'celle şânî' remzini
Zât-ı
Ahmed'den tecellî 'men raânî' remzini[66]
'İz
rameyte' nassı pâkinde maânî remzini
Ru'yet-i
dîdâr-ı Hak'dan 'len terânî'
remzini[67]
Cism-i zârım
aşkile Tûr olmayınca bilmedim
Sa'y ü gayret eyleyüp anla şerîat sırrını
Bâb-ı
Haydar'dan duhûl it bil inâbet sırrını
Ârif-i remz-i
fenâ ol gör tarîkat sırrını
Kisve-i Âl-i
Abâ Enver hakîkat sırrını
Vuslat-ı
mürşidle mesrûr olmayınca bilmedim
Müşârünileyhin yed-i mürşidânelerinden şarâb-ı hâli
içenler çoktur. Onlar dahi Kuşadalı hazretlerinin mesleğini ta'kîb etmişler,
kimseye sûrî hilâfet vermemişler, Hammâmî hazretlerinden müntakil ihvân,
Mustafa Bey'in kadr ü kıymetini bi-hakkın takdîr, dil ü cân-ı âşıkânelerini
tenvîr eylemişlerdir.
/90/ Müntesiblerinden olup, zamânımıza vâsıl olan hayli
zevât-ı kirâm ile şeref-mülâkî oldum. Müşârünileyhin meclis-i zikr ü
sohbetlerindeki zevk u neş'eyi anlata anlata bitiremezlerdi. Bir gün huzûr-ı
âlîlerinde mutaassıblardan biri, "Tekke mahâllerini kırk arşın
kazmadıkça câmi' yapılıp namâz kılınmaz." dedikte, "Efendi!
Zikru'llâh kırk arşın yene te'sîr ediyor da, sizin kalbinize te'sîr etmediğine
taaccüp olunur." cevâb-ı latîfini vermişlerdir. Kendilerinden "Pîr
nedir?" diye sormuşlar, "Pîr, şeyhin terbiyesiyle sülûk edip,
iktizâ-yı zamân ve sâir hikmete mebnî kendi neş'esi üzerine, ya cânib-i Celîl-i
ilâhîden veya enbiyâ ve evliyâ tarafından kendisine bir âyîn ihsân buyurulan
kimselere derler. Pîrlikte, gavsiyyet şart değildir." buyurmuşlardır.
Henüz genç yaşında denilecek derecede ufûlü bâis-i te'sîr-i azîm olmuştur. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Şeyh Tayyâr Efendi
"Tayyâr Bey" diye meşhûrdur. Mustafa Bey
merhûmun büyük mahdûmudur. Peder-i mükerremlerinin intikâlinden sonra, sinni
kemâle gelince Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi merhûmdan sülûk görüp,
mazhar-ı hilâfet olmuştur. Âtîde tercüme-i hâli ile tezyîn-i sahîfe olunacak
olan ve Mustafa Bey merhûmdan sonra vâris-i esrâr olduğu tahakkuk eden Ya'kûb
Han hazretlerinin şeref-i sohbetine erişmiş ve mazhar-ı feyzi olmuş idi.
Nalçacı Dergâhı'nın meşîhati Tayyâr Bey'e teveccüh edip, fakat hilâfet-i
sûriyye olmayınca ya'nî bir şeyhten icâzet-nâme almadıkca, tâc u hırka
giymedikçe, Meclis-i Meşâyıh kimseye tekke tevcîh etmediğinden Kuşadalı
mesleğine göre bâtınî hilâfete intizâr lâzım gelince tekke meşîhatinin
meşâyıh-ı rüsûmdan birine intikâl etmesi tehlikesine karşı Ya'kûb Han
hazretlerinin müsâadesiyle Tayyâr Bey, müşârünileyh Şeyh Muhyiddîn Efendi'den
sûrî hilâfet almış, meşîhata nâil olmuş idi. Hayli seneler seccâde-nişîn olup,
10 Cemâziye’l-evvel 1328/(20 Mayıs 1910) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm
eylemiştir.
Sinnen elli çağlarında idi. Kumral sakallı,
esmerü'l-levn, mütenâsibü'l-endâm olup, kisve-i meşîhat pek yakışır idi. Nâzik,
halûk, mültefit idi. Peder-i âlîlerinin yanında türbe-i şerîfede defn
olunmuştur.
Şeyh Tayyâr Bey ki azm-i âlem-i lâhût idüp
İftirâkıyla
dil-i yârânı nâlân eyledi
Pek edîb hem ehl-i dil gâyet
sahiyyü't-tab' idi
Şeyh-i
âlî-câh idi îsâr-ı irfân eyledi
Sûretinde sîretinde sâlik-i râh-ı hüdâ
Âkıbet
kendisini cânâna kurbân eyledi
Gül-sitân-ı aşk içinde cezbe ile zâtını
Peyrev-i
pîr-i celîl Sultân Şa'bân eyledi
Söyledi Vassâf'ı mağfûren ona târîh-i tâm
Şübhesiz
vuslat anı handân u şâdân eyledi
(مغفورا )[68]
(Kaddesa’llâhu sırrahû)
/91/ Tayyâr Bey'in zamân-ı meşîhatında dergâh-ı şerîf
cem'iyyetli idi. İhvân-ı tarîkattan Trabzonlu Mahmûd Efendi tarafından mükemmel
sûrette tâ'mîr olunmuştur. Bir gece mevlid-i şerîf cem'iyyetine med'uvv idim.
Umûm-ı ihvân u yârân orada idi. Pek neş'eli bir sûrette mevlid-i şerîf okundu.
Gâyet câzibeli zikr-i şerîf oldu. İhvândaki zevk o mertebeye geldi ki,
nısfu'l-leylden sonra yeniden cem'iyyet-i zikir vücûd buldu. Öyle bir hâlât ile
âşıkâne hizb-i zikir oldu ki, na'ra-i mestâneler tanîn-endâz-ı arş-ı berîn
oldu. Sabâh namâzı vakti hulûl etti. Namâz, kemâl-i huşû' ile kılındı, Vird-i
Settâr okundu. Gündüz oldu. Dergâhtan dağıldık. Şâirin dediği gibi, "O
ne âlemler idi âh o ne âdemler idi" derim. Hâtırıma geldikçe kalbim
teheyyüc eder, gözlerim yaşarır. Zamân-ı harbte işgâl-i askerî te'sîriyle
dergâh, müşrif-i harâb oldu. Cenâb-ı Hak, yeniden i'mârına esbâb ihsân
buyursun. Âmîn.
Şeyh İhsân Efendi
Mustafa Bey merhûmun küçük oğludur. Hilâfeti, birâderi
Tayyâr Bey'dendir. Elyevm Nalçacı Dergâhı şeyhidir. Mesleğine âşık,
mûsikî-şinâs bir zâttır. Defter-i Hâkânî'de
me’mûriyyette bulunuyor. (Zâde'llâhu omrehû)
Ya'kûb Han hazretlerinin dâmâdıdır. Ma'nevî bir işâret
üzerine II. cildde (s.124) tercüme-i hâli mezkûr Hâfız Muhammed Tahsîn
Efendi'ye ilbâs-ı tâc eylemiştir. Hükûmetin karâr-ı ahîri üzerine tekkeler sedd
olunduğu sırada Nalçacı Dergâhı da kapatılmış, zâten asker ikâme olunduğu zamân
ziyâde harâb olduğundan elyevm İhsân Bey burada sâkin değildir.
/92/ Ya'kûb Han Hazretleri
1280/(1863-64) senesinde i'lân-ı istiklâl eden Kaşgar
Emîri Ya'kûb Han'ın hemşîre-zâdesi olup, Buhârâlıdır ve seyyidü'n-nesebdir.
Emîr Ya'kûb Han tarafından Sultân Abdülazîz Han'a arz-ı ma'lûmâta ve ızhâr-ı
ta'zîmâta me’mûren İstanbul'a gelmiştir. Evvelce unvânı Ya'kûb Bey iken hânlığa
tebdîl olunmuş sefâret-i mahsûsa ile 1290 senesi Cemâziye'l-evvelinde (Temmuz
1873) ve 1292 Rebîu’l-evvelinde iki def'a İstanbul'a gelmiş ve nişânla iltîfâta
mazhar olmuştur.
Ya'kûb Han bu resmî gelişinden de mukaddem sûret-i
husûsiyyede İstanbul'a gelmiş idi. İlk teşrîflerinde Fâtih civârında ikâmet
buyurmuşlardır. Kendileri esâsen tarîk-ı Nakşıbendî'den me'zûn olup, maa-mâfih
burada meşâyıh-ı kirâmın ileri gelenleriyle hem-sohbet olmak ârzûsunda bulunmuşlar
ve Fâtih türbe-dârı Bekir Efendi delâletiyle İstanbul'da bulunan mazanne-i
kirâmı ziyâret ve o sırada meşhûr âlim Hacı Feyzullâh Efendi hazretleriyle
sohbet etmişlerdir.
Ya'kûb, başka meşrebte mütekellim bir şeyhe mülâkat ârzû
ettiklerinden, kalbinde ilişkili kalmış ba'zı mesâili halledecek zât ararken
Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerini bulmuşlar ve ilk sohbette o mesâili
hallediverince, "İşte istediğim meşrebte, aradığım şeyh böyle olmalıdır."
diye ona sarılmıştır. Burada bulundukları müddetce meclis-i enverlerinde
mülâzım olup, mazhar-ı feyzleri olmuştur.
Hammâmî hazretlerinin irtihâlinde Ya'kûb Han, İstanbul'da
bulunup iki sene sonra memleketine avdet eylemişti. Bu esnâda Mustafa Bey
hazretleriyle de hem-sohbet olmuşlar ve aralarında sohbet-i kâmile cereyân
etmiştir. Demek ki, Ya'kûb Han'ın İstanbul'a ilk gelişi 1283/(1866-67)'ten
evveldir. İstanbul'dan avdeti 1285/(1868-69) senesindedir. Mustafa Bey merhûmun
irtihâlinde ihvân mütehayyir bir hâlde iken işâret-i ma'neviyye üzerine Ya'kûb
Han üç dört ay sonra İstanbul'u teşrîf eylediler. Âlem-i ma'nâda zuhûr eden bir
hâlin te'sîriyle sırr-ı hilâfete sâhib ve esrâr u kemâlâta vâris oldular.
Tarîkat-i aliyye âdâb ve neş'esiyle umûm ihvânın ta'bir ve tesellîsiyle meşgûl
oldular. İstanbul'a sefâretle gelip gitmeler bu sıralara müsâdiftir. Bir aralık
İstanbul'dan memleketine azîmet lâzım gelerek iki sene sonra avdetle
Sultânahmed ve Mahmutpaşa civârındaki konaklarında ve en sonra Cerrahpaşa'da
kâin konağında irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular.
Burada yedi sene ikâmet edip, fakat Sultân Abdulhamîd-i
sânînin te'sîr-i evhâmıyla icrâ ettiği tazyîkâta tahammül edemeyerek, Hacı
Kâmil Efendi merhûmun tercüme-i hâli bahsinde dermeyân eylediğim sûrette,
İstanbul'dan mufârakat etmiştir. Hindistan'da Dehli'ye gitmiştir. /93/ Orada
yirmi sene kadar tarîk-ı Şa'bânî'yi neşr ederek bir çok insânları mazhar-ı feyz
eyleyerek âkıbet nihâl-i vücûd-ı azîzleri semere-i hayât-ı sûriyyeden tecerrüd
eylemiştir. Dehli'de defîn-i hâk-i gufrândır.
Müşârünileyh bir rivâyete göre tarîkat-ı aliyye-i
Kâdiriyye'nin Hindistan'da münteşir Sâhibiyye
şu'besine mensûb ve bu şu'benin müessisi Abdurrahmân Sâhib hazretlerinden de
hisse-dâr-ı feyzdir.
Ya'kûb Han hazretleri esâsen ulûm-ı Arabiyye ve
edebiyyât-ı Fârisiyye'nin gavâmızına vâkıf bir zât-ı âlî-kadr olup, âşık,
hâşı', hâdı', sâlih bir zât-ı velâyet-simât idi. Bi'l-cümle ahlâk-ı haseneyi
nefsinde cem' etmiş âlim, fâzıl bir mürşid-i kâmil ü mükemmil idi. Buhârâlı
kıyâfetiyle gezerler; dâimâ Buhârâ takkesi üzerine beyâz sarık sararlar; Buhârâ
hırkası giyerlerdi. Huzûr-ı âlîlerine dâhil olanlarda kayd-ı mâ-sivâ mahv
olurdu. Meclis-i sohbetlerinde bulunanlarla görüşdüm. O hâli ve o rûhâniyyeti
anlatmakla bitiremezlerdi. Halîm, selîm, fukarâ-perver, sünnet-i seniyyeye
şiddetle mütemessik idi. Gâyet beşûş olup, görenler âşık olurdu. Dâimâ diz üstü
otururlardı. Cemâatla edâ-yı salât ederlerdi. Halka-i zikirdeki hâlini vasf ede
ede bitiremezler.
Âsâr-ı Aliyyeleri:
- Molla Câmî'nin rubâiyyâtını Tuhfetü'l-İhvân nâmıyla tercüme eylemiştir.
- Rumûz-ı
Şihâbeddîn-i Sühreverdî, Lemeât-ı Irâkî üzerine mükemmel şerhleri.
- Fusûsu'l-Hikem
üzerine şerhleri. Hindistan'da
tab' olunmuştur.
- Kurân-ı Kerîm üzerine yazılmış tefsîrleri.
- Pek mühim Mektûbât-ı
aliyyeleri.
Mektûbât-ı aliyyelerinden:
"Zât-ı Bâri-i teâlâda merâtib-i selâse i’tibâr
olunması beyânı :
Evvelâ, mertebe-i hüviyyet-i mutlaka ki, (Bi-ibâretin uhrâ vahdet-i mutlaka
ta'bir olunur.), zât-ı baht u sırftır. Ya'nî lâ-bi-şart şey' ma'nâsınca
kendisinde hiç bir nisbet ve kuyûd-ı mu'tebere değildir. Lâkin Hâliku'l-vücûd
ve'l-adem olması i'tibârı mertebe-i hüviyyet-i mutlakaya nisbetledir. Zîrâ
mertebe-i ehadiyette adem ıtlâkı sahîhtir. Ve bu cihetle ademe mahlûk denilmesi
câiz olur. Ya'nî mertebe-i ehadiyette adem ıtlâkının sıhhatı bi-şart-ı lâ-şey'
ma’nâsınca hiçbir nisbet ve kuyûd-ı mu'tebere değildir, demek olur. Ve
Hâlıku'l-vücûd olması i'tibârı, mertebe-i vâhidiyyete nazaran olup ve bu
mertebede bi-şart-ı şey' manâsınca neseb ü kuyûd-ı mu'tebere olur. Ve bu
i'tibâr ile mahlûk demek dahi sahîh olur. "
/94/ Âtîdeki
mektûb, müşârünileyhin hatt-ı destiyle muharrer olan ve Millet Kütüphânesi'nde
mahfûz bulunan aslından yazılmıştır:
"Eyyühe't-tâlibü'z-zekî!
Ma'lûmun olsun ki, vücûd-ı Hak sübhânehû ve teâlânın
eseri a'yân-ı sâbitede nisbeten zuhûrdadır. Ya'nî a'yân, ahvâl ile ayn-ı zâhir
eder. Ol keyfiyyet üzere ki, ilimde sâbit idi. Bilâ-ziyâde velâ-noksân. Ve
eser-i a'yân-ı sâbite vücûd-ı Hak'ta zât u sıfâtını ta'yîn ve takayyüdüdür.
Zîrâ ki, vücûd fî nefsihî mutlak ve gayr-ı mukayyed ve gayr-ı müteayyendir. Kezâlik
esmâ vü sıfâtı hem mutlak ve gayr-i mukayyed ve gayr-i müteayyendir. Vaktâ ki
vücûd, a'yân-ı sâbiteden bir ayn-ı ahkâmile munsabığ olsa müteayyen ve mukayyed
olur. Ve onu taayyün ve takayyüdü hasebiyle esmâ vü sıfâtı hem müteayyen ve
mütekayyed olur. Çünkü zuhûr ve esmâ vü sıfât a'yânı isti'dâdı hasebiyledir. Ve
şübhesizdir ki, her aynın isti'dâdı bir nev' taayyün ve takayyüdü iktizâ eder.
Gerek zâtta, gerek esmâ vü sıfâtta olsun. Vaktâ ki, böyle bildin ise yakîn ve
cezm ile ki, mevcûd mümküne müzâhir ve suver-i esmâ vü sıfât ilâhîdirler. Ve
her birerlerinde zâhir mikdâr-ı kâbiliyyetleri üzere esmâ vü sıfât haktır. Pes
heme-i mavcûdâtı merâyâ-yı müteaddide farz eyle ve kemâl ki, onlar da ihsâs
ediyorsan gerek mahsûs, gerek ma'kûl olsun cümlesini suver-i esmâ vü sıfât-ı
ilâhî bil. Belki heme-i âlemi farz kıl. Hak sübhânehû ve teâlâyı esmâ vü sıfât
ile berâber ol âyînede zâhir gör. Bu sûrette ehl-i müşâhededen olursun. Çünân
ki, sûret-i ûlâda ehl-i mükâşefeden idin. Ve bu mülâhazadan hem terakkî eyle ve
böyle fikret ki, kendi zâtın cümle-i âleme muhît ve heme-i âlem anda mürtesim.
İmdi zâtın bir âyîne oldu ki, her bir şey onda zâhirdir.
Zâtın mazhar-ı zât u cümle esmâ vü sıfât-ı ilâhiyye oldu. Mertebe-i sâbıkta Hak
sübhânehû ve teâlânın esmâ vü sıfâtıyla berâber gayrda müşâhede eder idin.
Şimdi kendi zâtında müşâhede ediyorsun. Ve bu endîşeden hem terakkî eyle ve
böyle mülâhaza et ki, tamâmı mümkünât haysiyyet-i mümkünâtlıklarıyla mevcûd
değillerdir. Aradan onları ihrâc ile cümlesini suver-i tecellîyât-ı Hak bil ve
onunla kâim tut ve bu mertebeden hem terakkî eyle ve kendini aradan iskât et.
Müşâhed ve müdreki, hak bil. Fehüve'ş-şâhidü ve'l-meşhûd. Bu âlemde
istikâmet nasîb olursa vusûl-ı dâimî vakit nakittir. Allâh teâlâ hazretleri
cümlemizi fazl u keremiyle rakabe-i taklîdden hâlâs ve mesned-i tahkîkta cümlemize istikâmet ihsân eyleye.
Va'llâhu'l-Hâdî ilâ sırâtı'l-müstakîm. Sırâtı'llezîne
en'ama aleyhim bi'l-fadli ve'l-kerem ve'l-ihsân.
Ve hâzâ mâ ketebehû Ya'kûb Han irşâden li'l-ihvân.
Ve's-Selâmü alâ meni't-tebea'l-hüdâ."
Tevhîd-i zât neş'esiyle yazılmış bir mektûb-ı mühimdir.
Bu neş'eden bî-haber olanlar okurken hiç şübhe yok ki, tevahhuş ederler.
Allâhümme'c'alnâ min ehli'l-keşfi ve't-tahkîk. Lâ tec'alnâ min ehli'l-hicâbi
ve't-taklîd.
Hacı Kâmil Efendi
Edremit civârında Ayvacık kasabasında tahmînen 1240
sene-i hicriyyesinde (1824-25) Mustafa Efendi sulbünden dünyâya şeref verip,
tahsîl zamânı hulûl edince Dersaâdet'e gelerek Küçük Ayasofya Medresesi'nde
sâkin olmuş ve ibtidâ Bâyezîd dersiâmlarından Büyük Kâzım Efendi'den tahsîle
başlayıp, sonraları Fâtih müderrislerinden, tercüme-i hâlinden âtîde bahs
olunacak olan Arnavud Ali Efendi'den ikmâl-i tahsîle ve ahz-ı icâzeye muvaffak
olmuştur.
Arnavud Ali Efendi, "Yakovalı Hoca" diye meşhûr
olup, Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerine intisâb eylemiş idi. İstidlâl
eylediğime göre Kâmil Efendi hazretleri de hocasının eserine tebeıyyet edip,
müşârünileyhten nevâle-çîn-i irfân olmuştur. Meclis-i şerîflerine devâm ile çok
müstefîd olup, irtihâli üzerine Mustafa Bey
merhûmun dergâhına gider gelir idi.
Ya'kûb Han hazretlerinin İstanbul'a ahîren geldiklerinde
Kâmil Efendi ihvân-ı sâire gibi onun şu'le-i irfânına yaklaşmış ise de, nasılsa
kalb-i âlîlerinde müşârünileyhe neş'e-i teslîmiyyet zuhûr etmemiştir. Ya'kûb Han
bu hâli hisseylediğinden bir gün huzûrlarında bulunduğu sırada Kâmil Efendi'nin
kalbinde muzmar olan hâli ifşâ edince Kâmil Efendi'de emniyyet hâsıl olup, ona
râbıta-bend-i tarîkat olmuş ve Ya'kûb Han hazretleri Kâmil Efendi'ye, "Sizin feyziniz bizdendir." buyurması muhabbetini büsbütün artırmağa
sebeb teşkîl etmiştir. Kâmil Efendi, Ya'kûb Han'ın İstanbul'a son geldiğinden
i'tibâren yanından ayrılmamış, hattâ ona bahçıvanlık ve imâmet etmiştir.
Konakta dâimâ bu hizmette bulunurdu. Ya'kûb Han'a mekşûf olan bir işâret-i
ma'neviye üzerine Dersaâdet'ten mufârakatı lâzım gelmekle, fakat Hz. Kâmil'e
bir şey açmamakla, onunla birlikte konaktan çıkmışlar, Eyüp Sultân'a karadan
azîmet etmişler. Bir yerde tevakkuf ettikleri esnâda leylekler havada uçup
giderlerken Ya'kûb Han, "Bunlar
nereye gidiyorlar." diye Kâmil Efendi'ye sormuş, "Efendim! Memleketlerine gidiyorlar."
cevâbını arz ettikte, "Öyleyse biz
ne duruyoruz?" deyip
hemen bir kayıkla doğruca bir büyük posta vapuruna yanaşıp çıkmış, Hz. Kâmil de
maiyyetinde bulunmuş, şakk-ı şefe edecek hâli kalmamış ve bu esrâr-ı hâle
mütehayyir olmuştur. Vapur hareket edince Kâmil Efendi de vapurda kaldığından
İzmir'e vusüllerinde Ya'kûb Han hazretlerinin emriyle avdet etmiştir. Ya'kûb
Han doğruca kanal tarîkiyle Hindistan'a azîmet buyurmuşlardır. Bahsi tercüme-i hâllerinde geçti.
Kâmil Efendi'ye bu iftirâk pek ağır geldiğinden tekrâr
Ayasofya'daki odasına kapanarak inzivâ âlemînde yaşamağa başlamıştır. Beş vakit
namâzı Küçük Ayasofya Câmi'-i şerîfinde
kılarlar, odalarında mütâlaa-i kütüb ve gelenlerle sohbet etmek
sûretiyle dem-güzâr olurlardı.
/96/ Abdulhamîd-i sânî merhûmun ser-karîni Hacı Ali Paşa,
Kâmil Efendi'ye meclûb olanlardandı. Medrese civârında bir arsaya bir ev
yaptırarak her türlü levâzımıyla techîz eyleyerek Kâmil Efendi'ye takdîm ve
ihdâ olunmuş ve müşârünileyh âhir ömürlerinde bu hâneye nakil buyurmuşlardır.
Fakat hâneyi kendisine, irtihâline kadar bakmak şartıyla Hacı Kadri Efendi'ye hibe eylemiştir.
Kâmil Efendi mütevekkilînden bir zât olup, emr-i maîşette,
mukayyeden Hacı Kadri Efendi'ye teklîfât-ı vâkıayı, Kadri Efendi'yi imtinân
altında bırakmamak şartıyla bir tertîb-i insânî idi. Yoksa Kadri Efendi, Kâmil
Efendi sâyesinde müsterîhü'l-hâl olmuş idi. Bu hânede üç sene ihtiyâr-ı ikâmet
buyurmuşlardır.
Küçük Ayasofya'da sol koldaki köşede, odada müddet-i
ikâmetleri altmışaltı seneyi mütecâvizdir. Nûrâniyyü'l-vech bir pîr-i muhterem
idi.
1330 senesi Muharrem'inin ibtidâsında (Aralık 1911)
hastalandılar. Hastalıkları hummâ idi. Bir ay kadar esîr-i firâş oldular.
Şehr-i Muharrem'in yirmisekizinde/28 Kânûn-ı sânî 1328(9 Şubat 1912) Perşembe
gecesi sâat yarımda âzim-i
gül-şen-sarâ-yı cinân oldular.
İhvân u yârân ve kadr-şinâsân tarafından ta'zîmât-ı
lâyıka ve tekrîmât-ı fâyıka ile merâsim-i techîz ve tekfîniyyesi yapıldı. Hâfız
Fehmi Efendi hıdmet-i gasli îfâ eyledi. Fakîr hâzır ulundum. O nûr-ı mücessemîn
letâfet-i vechiyyesine hayrân kaldım ve mübârek ayaklarını öptüm. Meşâmm-ı
cânıma öyle bir râyiha-i tayyibe taalluk etti ki, mest oldum. Ayasofya Câmi'-i
şerîfinde namâzı cemâat-ı kübrâ ile kılındı. Sultân Mehmed Reşâd Han'ın
irâdesiyle Küçük Ayasofya Câmii'ne muttasıl türbede defn edildi ki bu türbe
Dâru's-saâde Ağası Hüseyin Ağa'nın türbesi olup, Hz. Kâmil'de türbe-dârlık
hizmeti vardı. Türbe-dârlık maâşı onbeş kuruş idi. Hafta-ber-tertîb hatm
ederdi. Derhâl câmi'-i şerîfte cemâat toplandı. Hatm-i şerîf ve yetmiş bin
kelime-i tevhîd-i latîf, rûh-ı pür-fütûhuna ihdâ ve feyz-i ma'nevîlerine
mazhariyyetimiz için duâ edildi. İrtihâllerinde sinn-i şerîfleri doksanı
mütecâviz idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Kâmil Efendi'nin altı veya yedi def'a Haremeyn-i
muhteremey'i ziyâreti vâki'dir. Ahîren Kastamonu'ya giderek Hz. Pîr Şa'bân-ı
Velî'yi ziyâretle kâm-yâb olmuşlardır.
Ya'kûb Han, Hindistan'da bulunduğu müddetce Dersaâdet'teki
ihvânın ta'bîr ve tesellîyesine Hacı Kâmil Efendi'yi me’mûren tevkîl eylemişti.
Hân-ı müşârünileyhin irtihâlinden sonra, "Bende sırr-ı vekâlet kalmadı."
diye halktan büsbütün inkıtâ’ etmiştir.
Sultân Abdulhamîd Hân-ı sânî kendisini saraya da'vetle
görüşmüş. Fakat bir daha bu hâleti tekerrür etmemiştir. Ekâbir-i devletin ve
halkın gösterdiği teveccüh, Hz. Kâmil'in mesleğinde bir te'sîr husûle
getirememiştir. /97/ Sünnetleri, nevâfili kat'iyyen terk etmezlerdi.
Evkâtını taksîm etmiş, ona göre hareket ederdi.
Kurân-ı Kerîm tilâvetine ziyâde muvâzıb idi:
Cuma günleri Sûre-i Bakara'dan Sûre-i En'âm'a kadar.
Cumartesi günleri Sûre-i En'âm'dan Sûre-i Yûnus'a kadar.
Pazar günleri Sûre-i Yûnus'tan Sûre-i Tâhâ'ya kadar.
Pazartesi günleri Sûre-i Tâhâ'dan Sûre-i Ankebût'a kadar.
Salı günleri Sûre-i Ankebût'dan Sûre-i Zümer'e kadar.
Çarşamba günleri Sûre-i Zümer'den Sûre-i Vâkıa'ya kadar.
Perşembe günleri Sûre-i Vâkıa'dan âhir-i Kur'ân'a kadar
okurlar, hatm ederlerdi. Ramazân'da günde bir hatim indirirlerdi.
Ziyâret-i âcizânemin perşembe gününe tesâdüfünde Hz.
Kâmil'i hatm indirmekte iken bulur, duâsında - el-hamdü li'llâhi teâla -
bulunurdum.
Zamânımızda Hammâmî hazretlerinden, Mustafa Bey
merhûmdan, Ya'kûb Han'dan kalmış ne kadar ihvân varsa cümlesinin mercii Hz.
Kâmil idi. Hiç gülmez, tebessüm ile iktifâ ederdi. Çok söylemez, mâ-lâya'nîyi
sevmez; dâimâ hakâyıktan herkesin idrâkine göre bahs eder. Her hangi kitâbı
mütâlaa ediyorsa, muhâtabda isti'dâd görürse, ondan okur veya okuturdu. Sükûtu gâlib idi.
Uzunca boylu; beyâz ve uzun sakallı, gözleri küçükce,
başı büyükce, yanak kemikleri iri, mübârek vechi melîh, mütenâsibü'l-a'zâ olup,
muktezâ-yı sinn-i şerîfleri bir az ön tarafa inhinâ peydâ buyurmuşlardı.
İkindiden sonra ale'l-ekser medresenin bahçesine çıkar otururlardı.
Kendilerine arz-ı nisbet emeliyle gelenlere namâza, sünen
ve ferâize, salavât-ı şerîfeye, tilâvet-i Kur'ân'a müdâvemet tavsiye
buyururlardı. Bir zamânlar ahyânen Seyyid Nizâm Dergâhı'na ve Âşıkpaşa'da
Tâhirağa Tekkesi'ne giderler; zikr-i şerîfte bulunurlardı. Seyyid Nizâm şeyhi
Şuâeddîn, Tâhirağa şeyhi Behcet Efendilere teveccüh ve muhabbeti vardı.
Sonraları hiç bir yere çıkmadılar. Hazretin her sene Ramazân-ı şerîfte sofrası
açıktı. At'ıme-i nefîse bulundurur; her gelen yer içerdi. Kendilerinin bu
derece semâhat ızhârına esbâb-ı mâddiyeleri olmadığı hâlde, o saltanata
sûret-perestân akl erdiremezlerdi. Mâl ü menâl-i dünyâya rağbet etmemiş,
teehhül âlemine girmemiş, muhakkık, müdakkık bir zât-ı âlî-kadrdi. Karşısına
a'lem-i ulemâdan gelenler, hiç olurlar; bildiklerini unuturlardı. Çok zamân
huzûrlarına kabûl olunmak şerefine mazhar olanlardanım. Dâimâ fes üzerine sarık
sararlar; ziyy-i ulemâda gezerlerdi.
Bir gün ziyâretimde hiç yüzüme bakmadı. Sâatı sordu.
Cevâb verince, "Gümrükte zamân-ı mesâîniz ne zamândan başlar."
dedi. Söyledim. "Demek ki, şimdi zamân-ı mesâîdir. /98/
Hukûk-ı beytü'l-mâl üzerindedir. Niçin vazîfenizin başında bulunmuyor; burada
vakit geçiriyorsunuz?" deyip, sükût buyurdular. Anladım, bunda bir
hikmet var. Hemen yeri öptüm; vazîfeme koştum. O zamân rüsûmât emîni Hasan
Fehmi Paşa idi. Fakîr fevka'l-âde bir komisyonun kâtibi idim. Paşa, komisyonun
toplanmasını emr etmiş. Bu âcizi aratmış, bulamayınca kızmış, tebdîl-i
me’mûriyyetime emîr vermiş. Arkadaşlarım aramak üzere her tarafa dağılmış. Bu
sırada gümrüğe vâsıl oldum. İşi anladım. Hz. Kâmil'in şiddet-i muâmelesinin
esrârını bildim. Onun rûhâniyyetine sığınarak paşaya ilticâ ve afv talep ettim.
Güç hâl ile mazhar-ı afv oldum.
Bunun gibi lâ-yuad menâkıbı vardır. Hz. Kâmil cidden bir
veliyy-i kâmil idi. O da Kuşadalı mesleğine tâbi' olup, kimseye hilâfet
vermemiştir.
Ser-firâz-ı fuzalâ Hazret-i Kâmil dânâ
Sırr-ı 'mûtû'yu
bulup eyledi ol terk-i sivâ[69]
Vâris-i ilm-i Nebî olduğuna şek yokdur
Sırr-ı
Şa'bân-ı Velî hâmili bir merd-i Hudâ
Rabt-ı kalb eylemiş Allâhu azîmü'ş-şâna
Zikr-i
Hak'dan olamaz gafletile kalbi cüdâ
Zâirânı anı bir kerre görünce derhâl
Feyz ü
irfânına meftûn olur idi hakkâ
Girmek istersen eğer silk-i ricâlu'llâha
Meslek-i
Hazret-i Kâmil sana olsun me'vâ
Zîr ü bâlâ anın emrine olurdu münkâd
Rağbet
itseydi eğer Hazret-i Kâmil cânâ
Menba'-ı feyz ü kerem zât-ı
celîlü'l-kadri
Vasfı bâbında
düşer acze lisân-ı urefâ
Almak isterseñ eğer himmetiñi ey Vassâf
Aşkile
ravzasına sür yüzüñü subh u mesâ
Bir kurbân bayramının ikinci günü ah-ı fi'llâhım Nazmi
Efendi ile huzûruna girmiş idik. İhvânımızdan Şeyh Gâlib Hicâz'da idi. Kâmil
Efendi, bizlere hitâben, "Şeyh Gâlib düdüğü çaldı."
buyurdular. Biz onun Hicâz'da bulunmasından, mazhar-ı in'âm-ı ilâhî olmasından
dolayı böyle buyuruldu zannına düştük. Sonra mektûb geldi. Şeyh Gâlib o gün
vefât etmiş. Tesâdüfen Mekke'yi sel bastığından cenâzesi omuzda olarak huzûr-ı
Beytu'llâh'a getirilip duâ edildikten sonra Cennetü'l-Bakîa'nın[70] selden
masûn üst tabakasında Hz. Âmine[71] ve Hz.
Hatice (radıya'llâhu anhümâ)’nın türbeleri yanına defn olunmuştur. Hz.
Kâmil'in keşfen o saâdeti bize bildirdiği anlaşıldı.
İhvânımızdan matbaa müdürü Sabri Efendi da'vet etmiş,
Kâmil Efendi icâbet buyurmuş. Fakat haremi tesâdüfen o gün apandisit (bağırsak
düğümlenmesi) hastalığına tutulmuş, hâne halkı birbirine girmiş, etıbbâ ve hâne
halkı âciz bir hâlde kalmış, Hz. Kâmil haber-dâr olunca, bir kâse suya okumuş,
hastaya içirilmiş, derhâl îfâkat bulup hıdmet-i şerîfesinde bulunarak kemâl-i
meserretle it'âm vâki' olmuştur. Hâfız Tahsîn Bey bi'z-zât görmüş, anlatmıştır.
/99/ Hazretin bir hâlini daha gördüm ki, ondan da bahs
etmeden geçmeyeceğim:
Hummâdan ağır ve
dalğın hasta idi. Etrâfında bulunuyorduk. Duhâ namâzı vakti olunca, gözlerini
açtı. Oturduğu yerde abdest aldı. Duhâ namâzını oniki rek'at olarak kıldı.
Kendisinin hizmet-kârı, ismi geçen Kadri Efendi dedi ki:
Hazret böyle dalgın yatıyor. Münebbihli sâat gibi beş
vakit namâzına böyle uyandığı gibi nevâfilden her birini ve hattâ geceleri
teheccüdü kat'iyyen terk etmedi. Namâzı müteâkib yatınca yine dalgın oluyor. Bu
hâline etıbbâ şaşdılar, "Bunda ilm-i tıb iflâs eder." dediler,
diye nakl-i hâl eylemiştir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Sandûkasının baş tarafındaki levhadan:
"Tarîkat-ı aliyye-i Halvetiyye ve eâzım-ı ricâl-i
Şa'bânîyye'den kudvetü'l-ulemâi'l-muhakkıkîn, kutbu'l-vâsılîn, gavsu'l-ârifîn,
Küçük Ayasofya Medresesi'nde hücre-nişîn-i takvâ-güzîn, câmiu'l-kemâlât,
zâhiru'l-kerâmât, müstecâbu'd-daavât eş-Şeyh Hacı Kâmil Efendi hazretlerinin
kabr-i münevverleridir ki, rûh-ı kudsîleri 1330 sene-i hicriyye alâ sâhibihâ
ekmeli't-tahiyye, Muharremü'l-harâmının 28. Perşembe gecesi tâir-i âlem-i lâhût
olmuştur. Kaddesa'llâhu sırrahû bi-vahdâniyyetihî ve nefeanâ bi-fuyûzâti rûhâniyyetihî, âmîn!
"
Kutb-ı âlî-i zamân mürşid-i irfândır
bu
Merd-i
meydân-ı Hudâ Kâmil-i devrândır bu
Nûr-ı seyyâlı akar Kuşadalı feyzinden
Mehd-i
irfânda iken çeşme-i ihsândır bu
Bosnevî Hacı Muhammed o veliyy-i eşher
Remz ile dir
idi bu Hazret'e insândır bu
Mazhar-ı sırrı idi Hazret-i Ya'kûb Hân'ın
Masdar-ı
feyz-i Hudâ kıble-i ihvândır bu
İnzivâ-hâne-i âlemde mücerred yaşadı
Zâhir ü bâtın
içün âlim-i zî-şândır bu
İtmedi meyl-i cihân yüz senelik ömründe
Hıdmet it
merkadine ravza-i rıdvândır bu
Kâmeti oldu nihân fevtine gufrân
târîh
Çıkdı Mecdî
ne güzel mâye-i gufrândır bu
(غفران ) =
1331/(1913)
Urefâ-yı irfândan ba'zı zevâttan mesmûum oldu ki:
Fütûhât-ı Mekkiyye’yi mütâlaa etmiş idik. Hz.
Şeyh-i Ekber'in veliyy-i kâmil evsâfına dâir vâki' olan beyânâtını Kâmil Efendi
hazretleri hakkında tatbîk ettiğimizde onu, o evsâftan hâric bulmadık.
Cenâb-ı Hak
cümlemizi mazhar-ı şefâatı buyursun. Âmîn.
/100/ Şeyh Seyyid Şuâeddîn Efendi
Seyyid Nizâmeddîn ve Seyyid Seyfullâh ahfâdından
seyyidü'n-neseb bir zât-ı âlî-kadrdir. Silivri Kapısı dışarısında ve
içerisindeki dergâhların şeyhi ve türbe-dârı idi. İstanbul'da doğmuştur. Pederi
Şeyh Ali Efendi'dir. Seyyid Nizâm Dergâhı, zamânlarında ma'mûr bir hâle
gelmiştir. Meşâyıh-ı ızâm-ı Şa'bânîyye'den Mustafa Bey ve Ya'kûb ve Kâmil
Efendi hazerâtına mülâkî olmuş, Mustafa Bey'e arz-ı nisbet eylemiştir. Mustafa
Bey'e şiddet-i râbıtası ve ziyâde muhabbeti vardı. Tercüme-i hâline ait ba'zı
ma'lûmât istediğim sırada, Mustafa Bey'in şemâil-i aliyyelerini vasf ederken ağlamaya
başlamış, cezbe-dâr olmuş, halkı başımıza üşüştürmüştü. Gâyet güzel yemek,
husûsuyle aşûre pişirir, bağ ve bahçe âleminden anlar idi.
Beyâz arâkıyye üzerine yeşil sarar, entari ve şalvar ve
cübbe iktisâ ederdi. Mesleğine son derecede sâdık, beşûş, ehl-i dil, sâhib-i
sohbet idi.
Her hafta Cuma günleri âtîde tercüme-i hâlini yazacağım
Şeyh Mahmûd Efendi ve cümle ihvân Seyyid Nizâm Dergâhı'nda toplanırlar ve
usûl-i Şa'bânîyye üzere zikr-i şerîfte bulunurlar, hâlât-ı acîbe ile zevk-yâb
olurlar idi. Zikr-i şerîften evvel ve sonra cereyân eden sohbet-i irfâniyyeden
herkes hisse-mend olurlardı.
Şuâeddîn Efendi güzel tanbûr çalardı. İlm-i mûsikîye
âşina idi. Uzuna karîb boylu, kumral sakallı, mütenâsibü'l-endâm, beşûş, melîh,
mültefit, pek muhterem edîb bir şeyh-i câzibe-dâr idi. Sinn-i şerîfleri
altmışyedi râddesinde iken 29 Nisan[72]
1332/Ramazan 1334/(1916) yevm-i perşembe irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Seyyid
Nizâm Hazretlerinin yanındaki kabirde
vedîa-i rahmet-i Rahmân kılındı.
Erkek evlâdı olmadı; kızları vardı. Seyyid Nizâm
Tekkesi'ne Merkez (Efendi) şeyhinin
birâderi Adlî Efendi vaz'iyyet etti. Mahkemelerde senelerce uğraşıldı; Şuâ
Efendi'nin kızının oğluna vekîl addolundu. Fakat, "Bülbül
yuvadan uçtu, gülistânı gam aldı."
denildiği gibi o bezm-i irfân dağıldı. Orada ne zikir, ne fikir kaldı. Ancak
Adlî Efendi'nin haber ve tagallübü hüküm-fermâ oldu.
Elyevm orası erbâb-ı zikre mesdûd bir hâl-i
esef-iştimâldedir.
Şuâ Efendi, Hz. Kâmil ile birlikte Hicâz'a gitmiştir. Hz.
Kâmil'in temkînini ve şiddet-i mücâhedesini
anlata anlata bitiremez idi.
Hz. Kâmil'in mazhar-ı feyzi olanlardandır. Hâtıra-pîrâ
nice âlemlerimiz vardı. Çok mütesennin, müteşerri' ve mücâhid idi. Keşki
bahsimiz hep kıssa-i cânân olsa, esâsına riâyet eder, azîzânın menâkıbından
başka bir şey konuşmak istemez idi.
/101/ Şeyh Seyyid Mahmûd Celâleddîn Efendi
Fâtih Sultân Muhammed Han hazretlerinin dâmâdı Şah Melik
Paşa ahfâdındandır. Müşârünileyhin ahfâdından olmak i'tibârıyla evkâfı
mütevellîsi idi. Pederi, Zecriyye Gümrüğü me’mûrlarından Süleymân Efendi'dir.
1258/(1842) senesinde, Silivrikapı civârında Mecidiye Karakolu sokağında
Bağdatlı Dergâhı karşısında elyevm münhedim olan hânede dünyâya gelmiştir.
Kocamustafapaşa'da Akarca Mekteb-i İbtidâisi'nde, ba'dehû Fâtih Mekteb-i
Rüşdîsi'nde tahsîl edip, Şehrî Ahmed Efendi ile birlikte câmi' dersine devâma
başlayıp, Hekîmoğlu Ali Paşa Câmi’-i şerîfinde tedrîs ile meşgûl Beyâz Osmân
Efendi'ye, onun vefâtıyla Cerrâh Paşa Câmi’-i şerîfi müderrislerinden allâme-i
şehîr Osmân Efendi'nin dersine devâm ve müşârünileyhin de vefâtıyla Bâyezîd
dersiâmlarından meşhûr Tokadî Hacı Ahmed Efendi'den icâzet almıştır. Yine
Bâyezîd dersiâmlarından Sırrî ve Çarşambalı Hacı Ahmed Efendi'lerin ikindi
dersine devâm etmiş ve Şâmî muhaddis Mustafa Efendi'den Nevâdir-i Şermendî'yi
tamâmıyla okumuşlardır. Allâme-i cihân Hâfız Gâlib ve Şevket Efendilerle
Şeyhü'l-islâm-ı esbak merhûm Hüsni Efendilerin füyûzât-ı tedrîsiyyesinden de
müstefîd olmuşlardır. Daha bu kabîl zevâtın her birinden hisse-i irfân
olmuşlardır.
Ehl-i ilm ü irfân ile sohbeti pek severlerdi. Emr-i
maîşet te'mîni için silk-i me’mûriyyete duhûl ile, bâb-ı âlî Mazbata Odası'na
ve Defter-i Hâkânî'ye, bi'l-âhare kırk sene kadar Rüsûmât Emâneti tatbîk
kalemine devâm eylemiştir. Ser-asker-i esbak Ziyâ Paşa'nın arkadaşı olmakla
onun tarafından Harbiye Nezâreti mümeyyizliğine alınmış ise de, inkılâbtan
sonra tahdîd-i sinnî kânûnuna tebean takâüd olmuştur.
Gençliği pek afîfâne bir sûrette geçmiş; arkadaşlarına,
akrânına dâimâ hak ve hakîkat tavsiye edermiş. Eazz-i ihvândan Seyyid Nizâm
(Dergâhı) şeyhi Şuâ Efendi'nin pederi vefât edince dergâha Bektaşîler ârız
olarak Şuâ Efendi'yi ıdlâle başlayınca, büyük bir azm u celâdetle dergâhı ve
mûmâileyhi onlardan kurtarmış, bundan sonra her hafta Cuma günleri Seyyid Nizâm
Dergâhı'na devâma başlayıp, sohbetleriyle erbâb-ı isti'dâdı zevk-yâb ve merhûm
Şuâ Efendi'yi muhabbetleriyle kâm-yâb ederlerdi. Muharrir-i fakîr buraya
sinîn-i merdîde devâm ile müşârünileyhin enfâs-ı kudsiyyesinden müstefîd
olanlardanım. Ba'zı haftalar mübâhasât-ı tasavvufiyye o kadar şiddetlenir idi
ki, hâzırûn mütehayyir kalırlardı.
Mahmûd Efendi onüç, ondört, alâ-rivâyetin onaltı yaşında
iken, Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerine teslîm u arz-ı bey'at ile bahtiyâr
olmuştur. Kocamustafapaşa Medresesi'nde inzivâ-güzîn Tırnovalı Hâfız Efendi
delâlet etmiştir. Ya'kûb Han ve Mustafa Bey ve Hacı Kâmil Efendi hazerâtının
müddet-i medîde meclis-i şerîflerine mülâzim idi. Ya'kûb Han, Şeyh Mahmûd
Efendi'ye "Muhammedî"
lakabını vermiş ve pek ziyâde teveccüh göstermiş olduğu gibi, "Pîş-kadem"
derler imiş. Mustafa Bey merhûm "Ehlu'llâh
Çavuşu" ve Kâmil Efendi "Şeyh" /102/ unvânlarını
vermişlerdir.
Dâimâ azîzân hazerâtının ve Kuşadalı'nın menâkıbıyla
tezyîn-i lisân u cenân ederlerdi. Kâmil Efendi merhûmun intikâlinden sonra sırr-ı
feyz kendilerinde nümâyân olmuştur. Mütâlaadan zevkı ziyâde; sünen-i seniyyeye
temessükü şiddette idi. Vahdet-i vücûd mes'elesinde bülbül-i gülistân-ı vahdet
olurdu. Fusûs ve Fütûhât okutmuştur. Üsküdar'da Vâlide-i
Atîk Dergâhı meşîhatı münhâl olunca Mahmûd Efendi'ye tevcîh olunmuştur.
Mahmûd Efendi bu zamâna kadar meşâyıh-ı rüsûm silkine
dâhil olmamış, ihtîfâ-perverândan iken tevcîh-i meşîhatta mutlaka birinden tâc
ve hırka giymek, hilâfet almak usûl-i resmiyyyesine tebeıyyet îcâb edince, o
sırada tesâdüfen İstanbul'da bulunan
Kastamonu'daki âsitâne-i Hz. Şa'bân-ı Velî seccâde-nişîni Muhammed
Atâullâh Efendi, Mahmûd Efendi'ye Nalçacı Dergâhı'nda bir perşembe günü ilbâs-ı
tâc u hırka eylemişler ve icâzet vermişlerdir. Bunun üzerine Vâlide-i Atîk
Dergâhı'nda seccâde-nişîn olmuştur. Onu posta iclâs merâsiminde Hz. Sünbül Hânkâhı şeyhi Kutbeddîn Efendi, bu
vazîfeyi der-uhde etmişti. Hilâfet cem'iyyetinde bulunmuş idim. Tâ-be-sabâh
erbâb-ı aşkın cezbe ve hâlât ile iştigâlini unutamam. O hâl el-ân hâtırıma
geldikçe kalbim cezbe-dâr olur. Mahmûd Efendi bu sebeble Üsküdar'a nakl-i hâne
eyledi.
Şerâit-i meşîhattan olarak Vâlide-i Atîk Câmi'-i
şerîfinde her Cuma va'z ederlerdi. On sene kadar îfâ-yı meşîhat ettiler.
Hastalandılar; mahdûmları Eşref Bey, Mukri (مقرى ) köyündeki hânesine götürüp, tedâvîsine çalıştılar.
15 Zilhicce 1337 ve 11
Eylül 1335/(1919) târîhlerine müsâdif bir perşembe gecesi azm-i âlem-i
lâhût eylediler. Ertesi günü İkdâm gazetesi ârif-i bi'llâh Şeyh Mahmûd
Celaleddîn Efendi'nin irtihâlini sûzişli
bir lisân ile i'lân etti.
İhvân toplandı. Na'ş-ı şerîfini bahran Samatya'ya, oradan
Hz. Sünbül'e nakl ettiler. Huzûr-ı Hz.
Sünbül'de namâzı edâ ve tezkiyesi icrâ olundu. Seyyid Nizâmeddîn Dergâhı'na
götürüldü. Türbe hâricine defn mukarrer iken, zuhûr eden bir hâlet-i ma'nevîyye
üzerine Hz. Seyyid Nizâmeddîn'in sandûkasının yanında, Şuâ Efendi'nin koynuna
defn olundu. Cenâb-ı Seyyid'in mâddeten de karîbi oldu. Oraya kırk-elli senelik
devâmın mükâfâtını gördü. İhvân derhâl yetmişbin kelime-i tevhîd çektiler;
duâlar ettiler. Kırkıncı gecesi, Mukri köyündeki hânede âyîn-i tarîkat icrâ
olundu. Tâ-be-sabâh zikr-i şerîf oldu. Mevlid-i şerîf okundu. Enfâs-ı
kudsiyyesinden istifâde edildi.
Urefâ-yı ihvânından Tahsîn Bey merhûm onun mufassal
tercüme-i hâlini ve menâkıb-ı âli'l-meâlini yazmıştır. Orada der ki:
"Şeyh Mahmûd, Muhammedî hayât ve mevcûdiyyetini
emru'llâhı ta'zîme ve li-vechi'llâh mahlûkât ve mevcûdâta hizmette hasr ve
in'âmât-ı ilâhiyyeden olan kuvâ-yı mâddiyye vü ma'neviyyesini tamâmen mâ-hulık lehine /103/ sarf eden
selîmü's-sadr, sâdık, müstakîm bir zât idi. Umûmu sever; umûm tarafından
sevilir idi. Hâlî vakitlerini tedrîs, ta'lîm ve müzâkere ile geçirirdi. Kût-ı
lâ-yemût ile te'mîn-i maîşet ederek mâ-melekini li-vechi'llâh sarf ederdi. Sohbeti iksîr gibi te'sîr ederdi. Nufûs-ı gâfile, müşârünileyhin himem ü
irşâdât-ı ilmiyyesinden tebeddülât-ı
külliyyeye uğrardı. Civâr ahâlîsinin ricâsıyla pek çok seneler Hekîmoğlu Ali
Paşa ve Kocamustafa Paşa cevâmi’-i şerîfesinde şehr-i Ramazânnda va'z buyururlardı.
Envâr-ı münîfleri son vakitlerde bir kat daha tezâyüd ederek letâfet ve
safvette tekâmül ettiler. Kâffe-i kuvâsı nûra istihâle eylemiş ve ümmet-i
Muhammed'in saâdet ve selâmetine hasr-ı hıdmetten başka bir ümniyyesi
kalmamıştı.
Sıddîkıyyü'l-meşreb olduğundan kendisinden mübtedî ve
mutavassıt bulunduğu zamânlarda pek nâdir olarak küşûfât-ı kevniyyeye müteallık
ba'zı hâlât zuhûr etmiş ise de, müntehî
bulunduğu zamânlarda avâmm-ı mü'minînden temâyüz edecek ahvâl-i hârika rû-nümâ
olmamış ve sıbğatu'llâh ile münsabığ olarak mestûrâne imrâr-ı hayât eylemiştir.
Hastalığı esnâsında kemâl-i huzûr ile tesbîh ve tehlîle
devâm edip, bir gün evvel irtihâllerini haber vermiştir. İrtihâli günü ise,
nafaka-i dünyâdan tecerrüd ile o gece Vird-i
Yahyâ'yı okuyup, bir müddet sonra “Hû
Hû” ism-i şerîfini tezkâr
ede ede memnûnen mutayyiben rahmet-i
Rahmân'a ulaştı. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Gül-i gül-zâr-ı Şa'bânî mükerrem nûr-ı
Sübhânî
Cenâb-ı Şeyh
Mahmûd vâkıf-ı esrâr-ı Rabbânî
Mücâhid ârif u âlim edîb-i âlem-i irfân
Hakîkî
sâlik-i râh-ı Hudâ bir abd-i Rahmânî
Visâl-i yâr ile dil-şâd olan merdân-ı
Hak'dandır
Fuyûzâtiyle
irşâd eyledi uşşâk-ı irfânı
Bütün âşıklara feyz-i hüdâya reh-nümâ
oldu
Tecellî-i
cemâle mahrem olmuş pîr-i nûrânî
Fuyûz-ı tâm tamâm târîhdir ol hazretin Vassâf
Uluvv-ı ka'bına burhân Hudâ'nın lutf u
ihsânı
(فيوض تام ) =
1337/(1919)
Müşârünileyh uzunca boylu, beyâz orta sakallı,
mütenâsibü'l-endâm, halîm, selîm bir zât-ı kerîm idi. Ara sıra da, mübâhesâtta
mütehevvir oldukları görülürdü. Başlarında bulundurdukları beyâz arâkıyye
Mustafa merhûmun idi. Üzerine beyâz sarık sarar idi. Dâimâ kisve-i sûfiyye ile
gezerdi. Misâfir-perverdir. Mültefit idi. Âdâba fevka'l-âde riâyet-kâr olup,
taazzum, tekebbür nedir bilmezdi. Son zamânlarda kesret-i mütâlaadan gözleri
ağrır idi.
Kendisinden tarîk-ı Şa'bânî'den teberrüken nisbetim
vardır. Üsküdar'da Cuma geceleri sohbetle sabâhlandığı ekseriyyetle vâki'
olurdu. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Tahsîn Bey
Müşârünileyhin telâmîzindendir. Tercüme-i hâlini yazmıştır.
Fusûs ve Fütûhât allâmesi idi. Nâfia Nezâreti'nde mümeyyiz idi.
1345/(1926-27) senesinde irtihâl-i dâr-ı Naîm eyledi. Yeri boş kaldı.
/104/ Ahmed Nazmî b. İbrâhîm Nâmık
b. İsmâîl Efendi
Ya'kûb Han hazretlerinin dâmâd-ı muhteremleridir. "Cerrahpaşalı Nazmi Efendi" diye
meşhûrdur. Hânesi Cerrâhpaşa civârında olmasından nâşî böyle şöhret bulmuştur.
1342/(1923-24) târîhinde tahmînen elliüç yaşında ölmesine göre târîh-i velâdeti
1289/(1872)'dur. İstanbulludur. Sinîn-i medîdeden beri Gümrük’te Muhâsebe ve
Kontrol Kalemlerinde müstahdem olduğu gibi, bir aralık Dîvân-ı Muhâsebât'ta
mümeyyizlikte bulunmuştur. Ders görmüş, icâzet almış, ulûm-ı Arabiyye vü
Fârisîde yed-i tûlâ sâhibi olmuştur. Hacı Kâmil ve Şeyh Mahmûd ve Şeyh Şuâ
Efendiler hazerâtının ve eâzımdan bir çok zevâtın mazhar-ı feyzi olup, ilm-i
tefsîr ve ilm-i hadîste kesb-i kemâl eylemiştir. Hacı Kâmil Efendi onda neş'e-i
kemâli gördüğünden dâimâ emniyyet ve iltîfât ederdi. Dünyâya erkek evlâdı
gelince, onun emriyle "Kâmil" tesmiye etmiştir. Meşgale-i resmiyyeden
hâlâs olunca, geceleri hânesinde mutâlaa-i âsâra bâ-husûs Fusûs ve Futûhât'a
ve Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin sâir âsâr-ı aliyyeleri mutâlaasına vakf-ı cân
eder.
İhvân u yârânına ve ümmet-i İslâmiyye'ye pek müşfik olup,
din-i mübîn-i İslâm'ın ihtivâ eylediği hakâyıka istinâden herkesin atâletten
maâliyâta doğru yürümesini ister, temiz yürekli bir merd-i tarîkattır.
Mahmûd Efendi'nin irtihâlinden sonra ihvân ona teveccüh
etmiştir. Sırr-ı feyz onda müncelî ve mütecellî olup, fakat mahviyyet-i
kâmilesi hasebiyle ihtîfâ-perver olduklarından onu bilmek herkesin kârı
değildir.
Mahmûd Efendi'den inhilâl eden Üsküdar Vâlide-i Atîk
Dergâhı meşîhatine ihvânın ilhâh u ibrâmı üzerine tâlib olup, Meclis-i
Meşâyıh'ta imtihânı icrâ olunarak ehliyyeti tebeyyün etmiş ve meşîhat uhdesine
tevcîh olunmuş iken, o zamân ittihaz olunan usûle göre, me’mûriyyet-i
resmiyyesini terk etmesi îcâb ederek, hâlbuki tekkenin vâridâtı te'mîn-i
maîşete gayr-ı kâfî olduğundan evlâd u iyâlini iâşe mecbûriyyetiyle meşîhati terk
eylemek ızdırârında kalmıştı.
Fahr-i Râzî ve Kâdî Beyzâvî tefsîrlerini müzâkere
sûretiyle ihvânına okutmuş, Tunus kadısından ilm-i hadîs feyzini almıştır. Mesnevî-i
şerîften de nasîbe-dâr-ı feyz ü irfân olup, cümle ihvânının nâil-i füyûzât
olmasına çok temiz yürekle hâhiş-kerdir. Son zamânlarda Futûhât-ı Mekkiyye
okutmaktadırlar. Kendisiyle hukûk-ı kadîmem olup, bir zamânlar berâber çalışmak
sûretiyle Sure-i Bakara ve Sûre-i Yâsîn, Rûhu'l-Beyân'dan tercüme etmiş
ve Sure-i Yâsîn Tefsîri tercümesine bir çok hakâyık daha ilâve etmiş
idik.
Mûmâileyhin âsârı emrâz-ı ictimâiyyemize devâ
külliyyâtından:
1. Ağaç dikmenin dinî ve ictimâî fevâidine dâir âyât-ı
kerîme ve ehâdîs-i nebeviyyeye dâir. Matbû'dur.
2. Hayvânât
yetiştirmenin dinî ve ictimâî fevâidine dâir âyât-ı kerîme ve ehâdîs-i
nebeviyyeye dâir. Matbû'dur.
3. Kesb-i ticaret ve sınâata müteallık, dinî ve ictimâî
fevâidine dâir âyât-ı kerîme ve ehâdîs-i nebeviyyeye dâir. Matbû'dur.
4. Sure-i Bakara Tefsîri Tercümesi,
5. Sure-i Yûsuf Tefsîri Tercümesi,
6. Sure-i Yâsîn Tefsîri Tercümesi,
7. Sure-i Nebe' Tefsîri Tercümesi (Tekmîl cüz'ün
tefsîri tercümesi),
/105/ 8. Sure-i
Rahmân Tefsîri Tercümesi,
9. Sure-i Hadîd Tefsîri Tercümesi,
Bu birçok
tefâsîr-i şerîfeye ve Hz. Şeyh-i Ekber'in âsârına mürâcaatla ve âsâr-ı cedîde-i
fenniye ve ihtirâât-ı sınâiyyenin âlimâne tetebbuuyla yazılmış ve kütüphâne-i
irfânımızda bir ikincisi görülmemiş
eser-i kıymet-dârdır.
10. Sure-i Meryem Tefsîri Tercümesi,
11-13. Zirâata, hayvânâta, kesb-i ticâret ve sınâata
müteallık âyât-ı kerîmeleri câmi' ârîfâne yazılmış eserlerdir.
14. Kuşadalı azretlerinin mektûbâtını cem'a muvaffak
olmuştur.
15. Nazar-ı İslâm'da Zenginliğin Mevkii. 47
hadîs-i şerîfe müsteniddir, matbû'dur..
16. Nazar-ı İslâm'da Tesâül Yoktur. 56 hadîs-i
şerîfe müsteniddir, matbû'dur.
17. Nazar-ı İslâm'da Fakr. Der-dest-i tab'dır.
18. Nazar-ı İslâm'da Emsâl-i Muhammediyye.
Der-dest-i tab'dır.
19. Nazar-ı İslâm'da San'at. Der-dest-i tab'dır.
Nazmî Efendi, mestûrîndendir. Hîn-i mübâhesede nâtıkası
azdır. Fakat her hangi bir mes'ele-i tasavvufiyyeyi sorarsanız sizi iknâ edecek
kudret-i ilmiyyeyi hâizdir. Fukarâ-perver, yârân u ihvânını ziyâde sever, pek
hayır-hâhtır. Tavvala'llâhu omrehû.
Bu abd-i ahkarın bir çok husûsâtta bâis-i feyzidir.
Kendisine karşı minnet-dârlığım vardır. Dîğer sahîfeye rabt ettiğim müsvedde
(aşağıdaki metin), Nâzmî'nin hatt-ı destidir ve Fusûs'tan tercümesidir :
"Nefes-i Celîl-i Hz. Üzeyr - aleyhi's-selâm - olan
Hikmet-i Kaderiyye Beyânındadır.
Hikmet-i Üzeyr -aleyhisselâmın- Kaderiyyeye muhtas olması, Hz. Uzeyr'in
ahkâm ve muktezâ-yı ezelîsi, ma'rifet-i sırr-ı kader cihetine râgıb
olduğundandır. Ve onun mi'râcı kaderden suâl mes'elesindedir. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hak hazâin-i kudretinde olan esrâr-ı rabbânîyyeyi ızhâr için onu
hakîkat-ı dünyeviyye-i vehmiyyeden hayât-ı ebediyye-i hakîkiyye âlemine ref'
eyledi ve refîka-i rûhâniyye Burâk'ıyla seb'-ı tıbâk-ı nufûs-ı beşeriyyesini
ihtirâk eyledi. Ba'dehû onu âlem-i mihnet ve karâr-ı fitneye ircâ eyledi.
Kazâ
ve Kader
Kazâ:
Fazl u adâlet-i muhıkka-i ilâhiyyenin ma'kûl ve mahsûs eşyânın ahvâl-i
câriye-i ebediyyesi hakkındaki hükm-i ezelîsidir. Ve bi'l-cümle eşyâ hakkında
Cenâb-ı Hakk'ın hükmü de, Hakk'ın zevâhir ve bevâtın-ı eşyâya ilmi hadd ü
muktezâsıncadır. Ve eşyâ hakkındaki ilm-i ilâhî de ma'lûmâta ya'nî a'yân ve
hakâyık-ı sâbite-i eşyânın ahvâl ve
ahkâm ve mukteziyâtına tâbi'dir.
Kader:
Hükm-i kazâiyyenin vakt-i zuhûru geldikte ayn-i sâbite, eşyânın mukteziyât
ve ahkâmının ziyâde ve noksân olarak ayniyle zuhûra gelmesidir. Binâenaleyh vakit
ile hüküm kader ve bunun gayrı ahvâl ile hüküm kazâdır.
Ba'zı kerre kazâ hem kendi ve hem kader mevkiinde isti'mâl olunur. Kaderin
de bu yolda mevki-i isti'mâli vardır ve hüküm bi'l-kül ma'nâsına her ikisi
birlikte isti'mâl olunurlar. Şu hâlde kazâ mukaddem ve kader muahhar olur.
Ve'l-hâsıl kazâ, Hakk'ın mine'l-ezel eşyâ hakkındaki hükmü ve bu da eşyânın,
a'yân-ı sâbite-i eşyânın aynıdır ve sırr-ı kader denilen şey de, hükm-i kazâdan
ibârettir.
Keşf-i Sırr-ı Kader:
(لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ
أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ)[73] âyet-i celîlesi
muktezâsınca sırr-ı kader, sâhib-i kalbe
ve yahud zevk u vicdân tarîkıyla ulûm ve maârifte tağallüb eden kalb sâhibine
açılır. Sâhib-i nefsin bunda hazzı
yoktur. Zîrâ kalb, beytu'llâhtır. Yahud sırr-ı kader, Hak sübhânehû ve teâlâ tarafından vürûd eden şey'e
bi-temâmihâ alâ murâd-ı Habîb-i Kibriyâ cânibinden vürûd eden şey'e bi-temâmihâ
alâ murâd-ı Rasûlu'llâh inkiyâd edip, her iki cânibe ilkâ-ı sem' edene açılır.
Ve mukallid olarak li'llâhi ve li-rasûlihî ilkâ-ı sem'de bulunan kimse de şehîddir.
Ya'nî hâzıru'l-kalbtir. Sem'ine vâsıl olan Hakk'ı kabûle müteheyyî ve fehmine
kâbildir. Bu cihetle Hakk'ın ve Rasûlu'llâh'ın emrini, Cenâb-ı Hak'tan ve
Rasûlu'llâh'tan telakkî etmiş gibi olur. Nefs ve fikrin ihtirâına kapılmaz. (قُلْ
فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ)[74]. Ya'nî Cenâb-ı Hakk'ın bi'l-cümle halka karşı huccet-i
bâlığası vardır. Zîrâ onları a'yân-ı sâbitelerine mutâbık olarak halk
buyurmuştur. Saîd ezelde, saîddir. Şakî de ezelde şakîdir ve onlara olan saâdet
ve şekâvet hükmü ancak a'yân-ı sâbite olan şey'e muvâfık olaraktır.
Binâenaleyh yevm-i cezâda kâfîr ve âsî ve câhile amelleri muktezâsınca
mücâzât terettüp ettikte, onlar da, "Yâ
Rab! Küfür ve isyân ve cehli ezelde sen
bize takdîr ettin. Takdîrin ile bizden sâdır olan a'mâl mukâbilinde muâhaze
etmek ve vüs' u tâkat olmayan bir şey'i bizden talebte bulunmak bize zulümdür." dediklerinde, huccet-i bâliğa, Cenâb-ı
azîmü'ş-şân için sâbit olur ki, o zamân onlara eşyânın isti'dâd-ı hâssını,
Cenâb-ı Hakk'ın vermediğini ve onların
gayr-ı mechûl olan isti'dâdları muktezâsınca kazâ-i sâbıkla hüküm buyurduğu
meydana çıkacaktır. Binâen aleyh kâbil-i
hükm olan eşyâ hâkim olan Hak'tan kendi zâtının iktizâ ettiği hükmü lisân-ı edâyile ister. Hâkim de onun ayn-ı
sâbitesindeki zât ve hakîkatının iktizâ
ettiği hükümle hükmeder. Binâenaleyh hakîkatta hâkim, a'yân-ı sâbite eşyâdır.
Mahkûm-ı aleyh ise, kendi zâtında ve kuvvetinde olan hükm
ile hâkim üzere hâkimdir ki, hâkim onun muktezâsıyla hükmeder. Bu cihetle her
hâkim isti'dâd-ı zâtisi ile onda hükm eylemekle mahkûm aleyhtir. Hâkim gerek
Hak ve gerek halk olsun. Zîrâ Hakk'ın bir şey' ile ve bir şey'de hükm etmesi, o
şey'in zâtının iktizâ edip, Hak üzere hükm ettiği ile ve halk dahi Hakk'ın zâtında bir şey'e Hak üzerine
hükmetmez. Ancak Hak o hükmü onun üzerine
hükmeder.
Kezalik zâhirde hâkim olan ister enbiyâ ve rusül ve ister mülûk u selâtîn
ve sâire olsun bunların cümlesinin hükmettiği şey'le mahkûmaleyhtir. Ve onlar o
şey'le hükm etmese, cânib-i Hak'tan mahkûmaleyhim olmak vardır. Ve hâkim olduğu
şey'de o şey'in hâli iktizâ edip, onlar üzere hükm etmesi ki, o hükümle hâkim
olsunlar diye mahkûm olmak vardır."
- - -
/106/ Kuşadalı hazretleri ve Hammâmî Tevfîk Efendi ve Mustafa
Bey ve Ya'kûb Han hazerâtına mülâkî ve onlardan ahz-ı nisbet eden sâir urefâ ve
ulemâdan bahs edelim:
Şeyh Ahmed
İzzet Efendi
Kuşadalı hazretlerinden doğrudan doğruya mazhar-ı feyz
olan ricâl-i Şa'bânîyyedendir. İstanbulludur. Pederi, Sultân Mahmûd-ı sânî
ricâl-i mülkiyyesinden Mengene emîni Emîn Efendi'dir. Onun pederi hâcegân-ı
Dîvân-ı Hümâyûn'dan Saîd Ağa'dır.
Velâdeti 1217/(1802-03) senesine müsâdiftir. İrtihâli
1292/(1875) senesindedir. Müddet-i ömürleri yetmişbeştir. İntisâbı
1240/(1824-25) târîhlerindedir. Yirmiüç sene kadar taht-ı terbiyelerinde
kalmıştır. Pederi Emîn Efendi, Şeh-zâde Câmi'-i şerîfi türbe mezârlığında medfûndur. Onun pederi Saîd Ağa, Eyüp'te
âsûde-nişîn-i rahmettir.
İzzet Efendi, bidâyeten pederinin delâletiyle
Unkapanı'ndaki Şâzelî Dergâhı şeyhi Hüseyin Efendi'ye intisâb etmiş idi ki,
pederinin irtihâlinde oniki yaşında olmasına göre küçük iken arz-ı nisbet
eylemiştir. Sinni kemâle gelince pederinin hizmetine mükâfeten İzzet Efendi'yi
Dâhiliye kalemine çırâğ (çırak) etmişlerdir. Ulemâdan, urefâdan kimselerle
hem-sohbet olurdu. Pederinden kalan ve Sultân Bâyezîd'te Soğanağa Mahallesi'nde
merhûm Midhat Paşa Konağı mahallinde bulunan konağında sâkin idi. Vakt u hâli
müsâid idi.
Bu sırada Kuşadalı hazretleri Sineklibakkal'da dergâhta
neşr-i feyz ediyordu. Şöhreti şâyi' olmuş idi. İzzet Efendi ahıbbâsının
teşvîkiyle ziyârete gitmiştir. İzzet Efendi, Küçük yaşında iken bir rü'yâ
görüp, o zamân bir zâtın ba'zı mertebe irşâdâtına mahzar olmuş idi. Kuşadalı dergâhta namâz kılarken arkasından
görünce o rü'yâ hâtırına gelmiş ve selâm verdiğinde aynı o zât olduğunu
anlayınca zuhûr edecek hâle muntazır kalmıştır Bi'l-âhare yanına oturup,
mübâhasede sözü İzzet Efendi'ye tevcîh ile, onu iyiden iyiye nazar altına almış
ve üzerinde samur kürk bulunan İzzet Efendi
o mertebe terlemiştir ki, kürk sırsıklam olmuştur.
Avdetinde vâlidesine karşı hastalanmış gibi bir tavır
alarak kendisine nefes etmek üzere Kuşadalı'nın da'vet edilmesini ricâ eder.
Haber gönderirler; Kuşadalı teşrîf eder. Meyânelerinde muhabbet-i şedîde
cereyân eder. İzzet Efendi derhâl arz-ı intisâb eyler.
Şâzelî şeyhi Hüseyin Efendi bu sırada irtihâl etmiş idi.
Yerine oğlu geçmiş. İzzet Efendi keyfiyyeti ona anlatmış, "Hanginiz
kuvvetli ise o beni çeker." demiş.
Meyl Kuşadalı'ya dönmüş, fakat bu sırada Sinelikbakkal'daki tekke
yanmıştır. Bir müddet sonra İzzet Efendi'nin de konağı yanınca Kuşadalı
Hazretleri, "İzzet! Mâ-sivâyı yaktın, keyfine bak!" buyurmuşlardır.
Kuşadalı Çarşamba'ya nakl-i mekân eyelediler. İzzet
Efendi ona vakf-ı hayât ederek hizmetine koyuldu. /107/ İzzet Efendi'ye o mertebe muhabbet zuhûr eyledi ki, ilâ
âhiri'l-ömr hıdmet-i aliyyelerine vakf-ı vücûd eyledi. Hattâ terk-i me’mûriyyet
eyledi. Fakat devletçe irtihâline kadar maâşı kat' olunmadı. İzzet Efendi,
Macuncu'da Münâdî Hasan Çelebi Mahallesi'nde bir hâneye nakl-i mesken edip, bu
mahellenin mescidinde imâmet etmiş idi. Temiz giyinirdi. Kuşadalı hazretlerinin
suyunu taşımasından kinâyeten, kendisine "Güzel Saka" nâmı verilmiştir. Azîzinin hüsn-i rızâsına
mazhar ve ekmel-i sülûk müyesser olup, neşr-i tarîkata me'zûn kılınmışlardır.
Hafîdi Şeyh Hacı Tevfîk Bey, hilâfetinden dahi bahs etmiş ise de Kuşadalı
kimseye hilâfet vermediğinden bu noktada tevakkuf ederim.
Çarşamba'da Sebze-hâne kâtibi Mahmûd Efendi Mescidi
vardır. Bunu Kazâsker Hasan Re'fet Efendi müceddeden tâ'mîr ve ihyâ ve meşîhat
vaz' edip, 1267/(1851) senesinde Kuşadalı mensûblarından olup kerâmâtı bâhir,
Hâfız Keçeci Hacı Ali Efendi imâm ta'yîn olunarak üç sene kadar burada zikr-i
şerîfte bulunmuştur. 1270/(1853-54) târîhinde irtihâl eyledi. Mescidi
hazîresine defn olundu ki, elyevm türbe dâhilinde kalmıştır.
Şeyh Hacı Tevfîk Bey nakleyledi:
Kuşadalı dergâhta sabâh namâzı kılıyormuş. Ali Efendi
dâimâ onun arkasında namâz kılarmış. Namâzda Kuşadalı'ya hitâben Ruscuk
taraflarında ihvândan bir zât için, "Azîzim! Niçin kurtarmıyorsunuz?"
diye bağırmış. Meğer o dakîkada o zâtın Ruscuk'ta irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediği
anlaşılmıştır.
Ali Efendi'nin irtihâlinde Re'fet Efendi, İzzet Efendi'yi
da'vet ve meşîhati kabûl için ricâ-yı
keyfiyyet eder. Kabûlüne mebnî, İzzet Efendi burada şeyh olur ki,
1272/(1855-56) senesine müsâdiftir. Re'fet Efendi de kendisine intisâb eyler.
İzzet Efendi civârda bir hânede kira ile oturur.
Birgün dergâha gelirken sokağın darlığı ve oradan yüklü
bir beygirin mürûru hasebiyle dest-i mübâreki oduna çarpıp müteessir olduğundan
bi’l-ızdırâr dergâha nakl-i mesken eylediler. Mal ü menâl nâmına bir şeyleri
kalmamış idi. Câriyelerinin irtihâlinde intikâl eden verâsetten bi’l-istifâde
dergâha muttasıl hâneyi inşâya muvaffak oldular.
Ondokuz sene meşîhattan sonra 1292/(1875) senesinde
terk-i hayât-ı müsteâr eylediler. Hastalıkları idrâr tutukluğu idi. İrtihâline
karîb bendegânını nezdine da'vetle ism-i Celâl zikrine müdâvim oldukları hâlde,
gül-zâr-ı cinâna azm eylediler. Na'ş-ı mübâreklerini Nûreddîn Cerrâhî
tarîkatından Camcılar şeyhi Ali Efendi gasl etmiş ve ulemâ-yı kirâmdan
merhûm Tikveşli Yûsuf Efendi ile Seyyid
Nizâm şeyhi Şuâ' ve Şeyh Mahmûd Celaleddîn Efendiler yardım etmişlerdir. Cenâze
cemm-i gafîr ile Fâtih'e götürülüp namâzı ba'de'l-edâ ihtîfâlât-ı azîme ile
dergâha nakl edildi. Medfen-i mübâreklerinde defn olundu. Bi'l-âhare üzerine
kubbeli bir türbe binâ edildi ki, elyevm ziyâret-gâh-ı erbâb-ı aşktır.
/108/ Mûmâileyhimâ Re'fet ve Keçeci Hacı Efendiler yanında
medfûndur. İzzet Efendi'nin sandûkasının önündeki levhada:
"Kutbu'l-aktâb
Kuşadalı İbrâhîm Efendi (kuddise sırrûhû'l-âlî) hazretlerinin mazhar-ı irfânı
allâme-i asr Âsitâneli es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed İzzet Efendi." yazılıdır. (Kuddise sırrûhû)
Şeyh Hayreddîn Efendi
Müşârünileyh (Ahmed İzzet Efendi)’in mahdûmudur. Yerine
şeyh olmuştur. Velâdeti 1251/(1835-36), müddet-i meşîhatı onsekiz, müddet-i
ömrü ellidokuz senedir. Me’mûrîn-i Adliyye'den edîb bir zât idi. Târîh-i
irtihâli 1310/(1892-93)'dur. (Kuddise sırrûhû)
Şeyh Hacı Tevfîk Efendi
Şeyh Hayreddîn Efendi-zâdedir. 1275/(1858-59) senesinde
tevellüd edip, 1310/(1892-93)'da pederinin yerine posta geçti. Câmi' dersinden
mücâzdır. Hilâfeti büyük pederinin halîfelerinden Şeyh İbrâhîm Efendi'dendir. Otuzdört
sene Bâb-ı Âlî'de mu’tenâ hıdemât-ı Mülkiye'de istihdâm olunmuş ve teftîş
hizmetiyle Musul ve Bağdat'a gidip, eızze-i kirâmı ziyârete muvaffak olup, iki
sene kadar Mekke-i Mükerreme'de Ayn-ı
Zübeyde suyunun ta'mîrine nezâretle Mekke-i Mükereme'de bulunup, bu sırada Medîne-i Münevvere'yi
de ziyâretle kâm-yâb olmuştur.
1347/(1928-29)[75] senesinde
altmış yedi yaşında bulunuyorlardı. Beyâz sakallı, orta boylu elâ gözlü, nâzik,
mültefit, beşûş, mükrim, tarîkına sâlik ve sâdık bir zâttır.
"Hâlîfeniz var mı?"
diye sorduğumda, bir âh çekerek, "Dervîş olamadım. Nerede kaldı ki şeyh
olup, halîfe yetiştireyim." dedi ve eser-i kemâl gösterdi. Her Cuma
günü dergâha erbâb-ı muhabbet cem' olur, hâlât ile hizb-i zikr olunur.
Ceddinin şemâilini sordum: "Kısaca boylu, ahdeb, uzunca sakallı ve bun sîmâda imişler. Asâ ile
gezerlerdi." dediler. Kır sakallı ve hüsn-i cemâle mâlik imiş.
Vaktiyle İzzet Efendi'nin meclisinde bulunanların nakline göre esnâ-yı zikirde
hâlât-ı acîbe ve zevkıyyât-ı latîfe zuhûra gelir imiş.
Dergâha, "Lokmacı Dergâhı" denilmesi sebebini sordum. Şeyh Efendi gülerek:
"Köşe başında
lokmacı dükkanı olup, sokağa Şehremâneti'nce Lokmacı Sokağı tesmiyesinden
kinâyedir. Yoksa tekke, lokmacı tekkesi değildir. Ceddim de lokmacılıkla
münâsebet-dâr değildi."
dediler.
/109/ Hacı Kayyım
yahut Hacı Müezzin Efendi
Zeyrek'te Kilise Câmi'-i Şerîfi'nin kayyım ve müezzini
idi. Kuşadalı hazretlerine yetişmiş, intisâp etmiş, hizmetinde bulunmuş zevât-ı
muhteremedendir. Tûl-ı ömre mazhar olup, 1325/(1907) senesinde sinnen yüz
yaşını mütecâviz olduğu hâlde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Vaktiyle hüsn-i
hattâ behre-yâb olup, güzel yazılar yazmış ve Kasımpaşa'da Okmeydanı'nda
pazartesi ve perşembe günleri ok arayıcılığı hizmetinde bulunmuş ve mektepte
hüsn-i hat muallimliği de etmiştir. Lehü'l-hamd şeref-i ziyâretlerine mazhar
oldum. Mübârek ellerini öptüm. Duâlarıyla taltîf ettiler. Vücûd-ı şerîfleri
onbeş yaşında çocuk vücûdu gibi ufalmış, yeşil sarıklı, kır sakallı,
esmerü'l-levn âşık bir zât idi.
Bir Cuma günü Zeyrek Câmi'-i şerîfinde namâz kıldıktan
sonra ittisâlindeki Şa’bânî Zâviyesi'nde mülâkî olmuş idim. Zikr-i şerîfte
bulundular. Fakîre, bir na't-ı şeîif oku, diye emreylediler. Okudum. Sayha
ederek, ağlayarak katıldı; yere düştü. Vücûd-ı şerîf tecemmüd etti. Neden sonra
açıldı. Kuşadalı hazretlerinin sohbetlerinden sordum. Ah çekerek ağladı. "Derdimi
depreştirme oğlum." dedi. Yine
fakîri mahzûn etmeyerek, "Bir gün
bana azîzim, sen Emsile okudun mu? dedi. Okudum, dedim. Öyle ise haydi
bakalım: Hacce - yahuccu- haccen dediler.
Ben de söyledim. Amma bundan o zamân maksadı ne idi anlayamadım. Azîzim
latîfe buyuruyor zannettim. Meğer bana üç def'a hac nasîb olacak imiş. El-hamdü
li'llâh üç def'a haccettim." dediler; ağladılar.
eş-Şeyh Ali Behcet Efendi pederimizden ve sâir sikadan
mesmû'-ı fakîrânem oldu ki, mûmâileyh Hacı Kayyım, Kuşadalı hazretleriyle
Hicâz'a gittiği zamân Süveyş'ten Sanbuk denilen sefîneye binmişler. Bir gün
sefînenin güvertesinde zikr ederken Hacı Kayyım neş'elenerek semâa kalkmış. Semâ'
ederken muvâzenesini gâib edip, denize düşmüşler. Garîbtir, denizde de semâ'
eylerken Kuşadalı'nın uluvv-ı himmetleriyle tekrâr sefîneye alınmış.
Pek mübârek ehl-i hâl
bir zât-ı kerîmü's-sıfât idi
Hîn-i vedâ'da ellerini öperken, "Beni gördün.
Kuşadalı'yı görmüş gibi oldun. Bahtiyar olursun evlâdım." dedi. Hayır
duâda bulundu. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsia)
İstidrâd:
Bu son sözleri Kuşadalı Hazretlerinin, "Beni
görenler çaldı düdüğü. Beni görenleri görenler de çaldı düdüğü."
buyurmuş olmalarına işârettir. Sırr-ı Muhammedî'nin zuhûruna işârettir. Şerh u tafsîle muhtâc bir kelâm-ı
âlîdir. Erbâb-ı kemâle nihân değildir, el-hamdü li’llâhi hamden kesîra.
/110/ el-Hâc Ahmed Amiş Efendi
Kuşadalı hazretlerinin mazhar-ı irfânı olanlardandır.
Fâtih Türbe-dârı idi. Tûl-i ömre mazhar olup, 1338 senesi şehr-i Şa'bânının
yirmisinde (9 Mayıs 1920) irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Demek ki, azîzinden
sonra yetmişdört sene daha yaşamıştır. Sinn-i mübârekleri yüzü mütecâviz idi. O
da Hacı Müezzin gibi çocuk misâli vücûdca ufalmış idi. Kendilerinde neş'e-i
melâmet gâlib olup, züvvâr-ı kesîrü'l-mikdârı nush u pend ü keşf-i zamâir ile
teshîr ederlerdi. Halîfe bırakmamışlardır.
Sîret ve teslîk cihetiyle dahi kendisine bir şu'be
müessisi nazarıyla bakılacak derecede müteceddidînden olduğunu Sâdık Vicdânî
Bey Tomâr'ında yazmış
ise de, kendilerinden herkes istifâde edebilecek bir meslek ta'kîb buyurmamışlardır.
Mürîdlerini halvet ve riyâzet gibi mücâhedât-ı cismâniyye
ile yormaz, onların ma'neviyyâtlarını terbiye ve i'lâya kendi teveccüh ve
kuvve-i reşâdetini kâfî bulurdu. Hattâ derler imiş ki, "Mücâhedâtın bir
kısmını Kuşadalı kaldırdı, mütebâkîsini de ben ref' ettim.".
Müşârünileyhin bu kabîl şeylerini işitenler, maksad-ı ârîfânelerine nüfûz
edemediklerinden sû-i zanlara düşmüşlerdir.
Trablus nâibü's-sultânı merhûm Şemseddîn Paşa ve urefâ-yı
muharrirînden Baban-zâde Naîm Bey ve Evranos-zâde Süleymân Sâmî Bey,
müşârünileyhin mahzar-ı irfânı olanlardandır. Süleymân Sâmî Bey müşârünileyhin
menâkıbını cem' ederek güzel bir eser vücûda getirmiştir. Kerâmâtından bahs olunmuştur.
Elyevm Fâtih Câmi'-i şerîfi imâm vekîli Hâfız Bekir Efendi nakl
eyledi :
Hazretin irtihâlinden otuz sene evvel müşârünileyhe
Karaman Hamâmı’nda tesâdüf ettim. “Ya ben seni yıkarım; ya sen beni gasl
edersin.” buyurmuş idi. Bu sözün
zuhûr-ı hikmetine müterakkıb oldum. İrtihâlinde beni aradılar; gaslini teklîf
ettiler. Otuz sene evvelki sözün mazmûnunu idrâk ettim. Hıdmet-i gasline şitâb
ettim. Vücûd-ı şerîfi kuş gibi hafif ve nihâyet derecede zaîf ve gâyet nazîf ve
son derece nûrânî ve latîf idi. Ta'zîmât ve tekrîmât ile yıkadım.
Hazret, ufak yapılı, nûr yüzlü, beyâz sakallı idi. Fâtih
hazîresinde medfûndur. Türbesi vardır. Mezâr taşındaki yazılar:
“Hâmil-i emânât-ı Sübhâniyye, câmi'-i makâmât-ı insâniyye,
mürebbî-i sâlikân-ı Rahmâniyye el-Hâc Ahmed Amiş el-Halvetî eş-Şa’bânî –
kuddise sırrûhû- hazretlerinin rûh-ı şerîfleri için el-Fâtiha.
20 Şa'bân
1338/(9 Mayıs 1920)"
Rûh-ı pâk-i
mürşid-i yektâ Cenâb-ı Ahmed’e
Sâye-i arz-ı ilâhîdir muallâ âşiyân
/111/ Matla’-ı feyz-i velâyetdir o
kutbu’l-vâsilîn
Sırr-ı ferdiyyet olurdu vech-i pâkinden ayân
Râh-ı Şa'bân-ı Velî'de ekmel-i devrân olup
Ehl-i hâle kıble-i
irfân idi bir çok zamân
Âh kim yükseldi lâhût muhît-i vahdete
Oldu envâr-ı tecellî-i bakâda bî-nişân
Neşve-bâr oldukça envâr-ı cemâli kalbime
Parlıyor pîşimde eşvâk-ı safâ-yı câvidân
Cezbe-i vahdetle Sâmî söyledim târîh-i tâm
Gitdi gül-zâr-ı cemâle pîr-i efrâd-ı cihân
(كتدى كلزار جماله پير افراد جهان ) = 1337 +1 = 1338
Yakovalı
el-Hâc Ali Fikri Efendi
Meşâhîr-i ulemâ-yı fihâmdan olup, Kuşadalı hazretlerine
yetişen ve mazhar-ı feyzi olan eâzımdandır. Mahdûm-ı mükerremleri Ahmed
Şükrü Efendi’den naklen yazıyorum:
"Saraçhâne Medresesi’nde muabbir Ömer Efendi’ye Kuşadalı
İbrâhîm Efendi hazretleri gelirler imiş. Pederim de orada bulunduğundan onu
istikbâl edenler meyânında bulunmuş ve üns ü muhabbet husûle geldiğinden Azîz
hazretleri pederime bir gün hıtâben:
“Ali Efendi! Teheccüde kalkıyor musun?” diye suâl
buyurunca: “Hayır Efendim. Kalkamıyorum, fakat, sabâh namâzına kalkıyorum.”
cevâbını vermesiyle , “Ben seni kaldırır isem kalkar mısın?” diye sormuş; pederim de, “Maa’t-teşekkür
efendim.” demiştir. Önce pederim Ali Efendi nısfu’l-leylde döşeğinin baş
ucunda İbrâhîm Efendi’yi görür, “Ali Efendi! Kalk!" der. Pederim
kalkar, kandili yakar; kapıya koşar, bakar ki, kapı kilitlidir. Sâata bakar,
tâm teheccüd zamânıdır. Gider abdest alır, teheccüdü kılar. Bu hâl
tevâlî edince azîzin kemâline îmân ederek intisâb eder. İlâ âhiri’l-ömr
nisbetini muhâfaza ve teheccüde devâm eyler.
Büyük azîzin âlem-i bakâya intikâlinden sonra âlem-i
ma’nâda pederime görünür. “Muhammed Tevfîk Efendi’nin meclisine müdâvemet
et.” buyurmalarıyla, onun hem-bezm-i sohbeti olur.”
Fâtih hocalarından ve meşâyıh-ı Gülşeniyye’den Şehrî
Efendi nakl eyledi ki:
“Yakovalı Ali Efendi, belâğat ve fesâhatla ders okutur,
mütebahhirîn-i ulemâ-yı İslâmiyye'den idi. Talebesi kesîr idi. Bir gün dersi
ilm-i akâid üzerinde sıfat bahsinde iken, talebelerden ba'zıları ilm-i zâhir
neş'esiyle halli mümkün olamayacak suâller sorunca, cevâbı ta’lîl ile âdeten
birkaç ders ta'tîl edecek râddeye gelmişler iken, tesâdüfen Hammâmî Muhammed
Tevfîk Efendi’nin konağına uğruyor. Sohbet sırasında Hammâmî hazretleri, Ali
Efendi’de bir durgunluk hisseder. Sebebini sorar: Ali Efendi, Hammâmî’nin o
gibi hakâyık-ı ilmiyyede behresine kâni’ olmadığından hakîkatı anlatmak
istemezse de, ısrârı üzerine mes'eleyi Hammâmî’ye açmış, o da nezdinde bulunan Fütûhât-ı
Mekiyye’yi açarak o bahisten Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin esrâr-ı beyânını
okumaya başlar ve hattâ, “Efendim! Ben belki ibârenin harekelerini yanlış
okudum. /112/ Siz kâlıb-ı elfâza râgıb olmayınız. Ma'nâya
bakalım.” diyerek sıfat bahsine ait her türlü müşkili mükemmelen halleder.
Ali Efendi, bundan pek memnûn kalır. Bir daha meclis-i şerîflerinden ayrılmaz
olur.”
Büyük azîzin işâreti de bu sırada vâki' olmuş ki, Hammâmî
hazretlerinin meclis-i şerîflerine müdâvemet etmişlerdir.
Ali Efendi’nin kemâlât-ı ilmiyyesi çok yüksek idi.
Neş'e-i ilim gâlib gelmiş idi. Yine mahdûmu Ahmed Şükrü Efendi nakl eylediler:
“Pederimden işittim: Biz Arûz-ı Endülüs’ü okuduk,
okuttuk. Bir gün Cevdet Paşa merhûm geldi.,"Sizden Arûz-ı Hazrec’i
okumak isterim." dedi. Ben de, "Düşüneyim de yarın öbür gün size cevâb veririm."
dedim. Azîz-i merhûma gelmiş, hikâye etmiş, o da, "Okut Ali Efendi."
demiş. Pederim de okutmuş. Cevdet Paşa bana dedi ki: Pederiniz öyle bir arûz
okuttu ki, cıcığını çıkarttı. (Rahmetu'llâhi aleyh)
Kabirleri Edirnekapısı hâricinde Hâlebî merhûmun kabri
yakınındadır.
“Hüve'l-Hallâku’l-Bâkî: Meşâhîr-i ulemâ-yı a’lâm u
efâhım esâtize-i kirâmdan üstâdü’l-kül, Mevlânâ el-merhûm Yakovalı el-Hâc Ali
el-Fikrî Efendi’nin rûh-ı pür-fütuhuna el-Fâtiha. 22 Cemâziye’l-evvel 1293/(15
Hazîran 1876)”
Fâtih’te ulûm-ı mürettebeden iki def'a icâzet
vermişlerdir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
el-Hâc Ahmed Şükrü Efendi
Müşârünileyh (Ali Fikri Efendi)’nin necl-i necîbidir.
1269/(1853) sene-i mâliyesinde İstanbul’da tevellüt eylemiştir. Tahsîl-i
ibtidâîden sonra hıfz-ı Kurân’a başlayıp, Sultân Selîm imâm-ı evveli
reîsü’l-kurrâ Hacı İsmâîl Efendi’den muvaffak olduğu gibi, vücûh ve kirâattan
da icâze almıştır. Fâtih Câmi'-i şerîfinde derse devâm ile me'zûn olmuş, Arabî,
Farisî lisânlarında tahrîr ve tekellüme muktedir bir hâle gelip, edebiyyât-ı
Arabiyyede pek ileri gitmiştir.
Henüz çocuk iken pederleriyle birlikte Hammâmî
hazretlerinin huzûrunda bulunup, feyz-i nazarlarına mazhar oldular. 1287
târîhinde on sekiz yaşında Fetvâ-hâne’ye devâma başlayıp 1 Temmuz 1304/(13 Temmuz
1888)’te Fetvâ-hâne Reîsü’l-müsevvidîn’i olduktan başka, Mart 1306/(1890)’da
başkaca Teftîş-i Mesâhif-i Şerîfe Meclisi a'zalığı, uhdesine tevcîh olunmuştur.
1301/(1885) târîhinden i'tibâren fahrî olarak üç sene
kadar Cevdet Paşa merhûmun yanında toplanan meclis kitabetinde îfâ-yı hizmet
edip, 24 Temmuz 1314/(5 Ağustos 1898)’te Adliyye Nezâreti Müsteşarlığı’na
11.500 kuruş maâşla ta'yîn ve rütbe-i ilmiyyesi Anadolu Kazâskerliğine terfî'
edilerek 1324/(1908) senesine kadar on sene bu hizmeti îfâ etmiştir.
/113/ İ'lân-ı Meşrûtiyeti müteâkib tekâüdünü taleb ederek
gûşe-nişîn-i uzlet olmuşlardır. Ders hocaları Üsküdarlı Mezârcı-zâde Hacı Hüsnü
Efendi olup, edebiyyat-ı Arabiyyeyi, Bingazi ulemâsından Şeyh Şitvân Efendi
merhûmdan sûret-i husûsiyyede okumuştur. Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerinden
sonra Hama Nakîbü’l-Eşâfı Seyyid Murtazâ Efendi’ye intisâb edip ondan,
Tarîkat-ı Aliyye-i Kâdiryye’yi almış, irtihâline kadar bu nisbeti muhâfaza
ederek evrâd u ahzâb-ı Kâdiriyye'ye müdâvemet eylemiştir. Tarîk-ı Kâdirîden
hilâfet-nâmeleri vardır. Ziyâret-i Haremeyn-i muhteremeyne muvaffak olmuştur.
Müşarunileyh ders okutmak mesleğini ittihaz etmemiş idi.
Şehrî Hoca Şevket Efendi merhûmun irtihâlinden sonra talebesi ortada kalınca
ulemâ-yı asırdan Tikveşli Hacı Yûsuf Efendi’ye mürâcaat ile ikmâl-i
tahsîllerine inâyet buyurmasını ricâ ederler. O da, "Evlâdlarım! Size
ancak Hoca-zâde Ahmed Şükrü Efendi ders okutabilir. Ona mürâcaat ediniz.”
diye tavsiyede bulunur. Onlar da Ahmed Şükrü Efendi’ye mürâcaat ve ricâ ve
isrâr-ı keyfiyyet ederlerse de, adem-i kabûlüne mebnî Tikveşli merhûm
derslerine devâm edip ikinci def'a icâzet vermişlerdir.
Dâmâd-ı mükerremi Kâzım Bey, Ahmed Şükrü Efendi’ye, “Efendim!
Niçin ders okutmaktan ibâ eylediniz?” diye suâlde bulununca, “Bizim gibi
ten-perver ve nâz u naîm ile yumuşak yataklarda
yatan insânlar ders okutamazlar. Ders okutmak için bu râhatı terk etmek
gerektir. İşte Şevket Efendi merhûm buna bu sebebten dolayı muvaffak olamadı.”
diye söyledikleri nakl edilir.
Ahmed Şükrü Efendi tekâüd olduktan sonra Fâtih civârında
Çırçır’da Hacı Hasan Mahallesi’nde kâin hânelerinde ihtiyâr-ı inzivâ eylediler.
Hâl-i me’mûriyyette iken kesrette vahdeti bulanlardan idi. Fâtih Câmi'-i
şerîfine ikindi namâzına cemâata çıkarlardı. Göztepe’de köşkleri var iken harb-ı
umûmî bidâyetinden i'tibâren sayfiyyeye gitmekten ferâğat eylediler.
Ale’l-ekser Mesnevî-i şerîf gibi âsâr-ı âliye-i
sûfiyyeyi mütâlaaya hasr-ı evkât eylemişlerdi. Son zamânlarında sokağa asâ ile
çıkarlardı. Fâtih’te namâz esnâsındaki âsâr-ı haşyetlerini gördüğüm zamân
kalbime gelen ra’şe-i azîme günlerce devâm eylemişti.
Uzunca boylu, beyâz ve müdevver sakallı, elâ gözlü, beyâz
sîmâlı, bidâyeten gâyet mülahham iken son zamânlarda riyâzât ve ibâdâtın
te'sîriyle nehâfet-i vücûdiyyeye mübtelâ olmuş. Bu nehâfet irtihâllerine âmil-i
müessir olmuştur.
İrtihâlleri 12 Zilhicce 1342 ve 15 Temmuz 1340/(1924)
Salı gecesi sâat yarımdadır. Na’ş-ı şerîflerini Şeyh Hacı Fâik Efendi gasl
edip, cenâzeleri ihtirâmât-ı fâika ile Fâtih Câmi'-i şerîfine nakl ve cenâze namâzı
cemâat-ı kübrâ ile edâ olunarak, Edirnekapısı hâricinde peder-i ekremlerinin
kabri ittisâlinde ihzâr olunan kabre defn olunmuşlardır. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
/114/ Âlim ü fâzıl idi
Hazret-i Ahmed Şükrü
Ârif ü kâmil
idi Hazret-i Ahmed Şükrü
Fıkh u fetvâ vü tasavvufda ser-efrâz oldu
İlm ile âmil
idi Hazret-i Ahmed Şükrü
Vâkıf-ı ilm-i ledün sâhib-i tertîb idi o
Uzlete mâil
idi Hazret-i Ahmed Şükrü
Ona târîh-i visâl oldu Fuyûz-ı tâmme
Vuslata
nâil idi Hazret-i Ahmed Şükrü
(فيوض تامه )
Muhammed
Râşid Efendi
Sultân Abdülhamîd-i sânînin imâm-ı evveli idi. Hammâmî
Muhammet Tevfîk Efendi hazretlerinin nâil-i fayzi olan eâzımdandır. Hâfız-ı
kurrâ idi. Bidâyeten Zeyrek Mektebi’nin muallimi olup, çok hâfız
yetiştirmiştir. Pek âşık, sâdık, mübârek bir zât idi. Ya'kûb Han hazretleri
kendilerini zikre me'zûn kılmış idi. Erenköy’de köşklerinde yârân u ihvân cem'
oldukça rûhâniyyetli âlemler
olurdu.
Beyâz sakallı, esmerü’l-levn, melîhü’l-vech, uzun boylu
idi. Rumeli Kazâskerliği pâyesini hâiz idi. Eyupsultân’da Kırkmerdiven
civârında medfûndur. Ulemâdan Kazâsker Muhyiddîn Efendi merhûmdan mazhar-ı
feyz-i ilm olmuşlardı. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
İsmâîl Hakkı
Efendi
Mustafa Bey ve Ya'kûb Han ve Kâmil Efendi hazerâtının
hem-bezm-i sohbeti olmuş ve ilm-i tasavvufta ve şiddet-i riyâzet vü
mücâhededeki mesleği i'tibârıyla beyne’l-ihvân "Kutub" lakabıyla tesmiye olunmuştu.
1268/(1852) senesinde İstanbul’da dünyâya revnak veren,
hıfzı ve kırâati müşârünileyh Hâfız Muhammed Râşid Efendi’dendir. Ya'kûb Han
müntesiblerinden Dersiâm Ürgüplü Hoca Kâmil Efendi’nin[76] Beyâzid
Câmi'-i şerîfinde dersine devâm ile ahz-ı icâzet eylemiş ve Râşid Efendi,
Hünkar İmâmı oldukta onun yerine Zeyrek Câmi'-i şerîfine imâm ve mektebe
muallim olmuştu. Bi'l-âhare Vâlide Sultân’a imâm olup, İmâm-ı evvel-i Pâdişâhî
Yûsuf Efendi’nin irtihâlinde Râşid Efendi, İmâm-ı evvel olmasıyla Hâfız İsmâîl
Hakkı Efendi İmam-ı sânî ve Râşid Efendi’nin
irtihâlinde İmâm-ı Evvel olmuştur.
Rütbe-i ilmiyyesi Kazâskerliğe irtikâ etmişti.
Abdülhamîd-i sânînin hâl’inde imâmet hizmeti âhâra tefvîz olununca
Nişântaşı’nda Çifte Bakkal’da Bayır Sokağı’nda kâin konaklarında ihtiyâr-ı
inzivâ eylediler.
Yedirmeye, içirmeye, hakkânî sohbet etmeye mâil,
dervîş-meşreb fevka'l-âde müttakî, mutasavvıf, allâme-i dehr idi. Kısa boylu,
kır ve uzunca sakallı, pek melîhü’l-vech, insân güzeli idi.
Bir gece Üsküdar’da Vâlide Dergâhı’nda meclis-i zikirde
cezbe-dâr olmuşlardı. O gece tâ-be-sabâh husûle gelen zevk-ı Bâtınî el-ân
hâtıra-pîrâ-yı fakîrânemdir. Sinn-i şerîfleri altmış üçe resîde olduğu /115/
bir çağda 1331 sene-i arabiyyesi, 1329/(1913) sene-i rûmiyyesi şehr-i
Şubatında bir Cuma günü seretân-ı mi’deden irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi.
Cenâzeleri cemm-i gafîr ile kaldırılıp, Beşiktaş'ta Yahya Efendi, Dergâh-ı
şerîfine nakl ve hazîrede defn olundu. (Rahmetu'llâhi aleyh, kaddesa’llâhu
sırrahû)
Şeyh Hacı
Halîl Âkif Efendi
Ankara'da neşr-i feyz eylemiş meşâyih-ı kirâm-ı
Şa'bâniyye'dendir. Şeyhi Seyyid Efendi nâm zâttır. Âlim, ârif, mücâhit bir
zât-ı kerîmü's-sıfât idi. Ankara'da bir mescidi ihyâ ile orada cem'iyyet-i zikr
teşkîl ederdi. Dervişleriyle maan Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret emeliyle
İstanbul'a gelip, buradan ol cânib-i âlîye azîmet etmiş ve memleketine İzmir
tarîkıyla avdet etmiştir. Sinnen elliyedi, ellisekiz râddesinde iken
1312/(1894-95) senesinde orada azm-i âlem-i bakâ eyledi. (Kuddise sırruhû)
Muallim
Kâzım Bey
Bâlâda tercüme-i hâlini yazdığım Ahmed Şükrü Efendi
hazretlerinin dâmâd-ı muhteremleri ve müşârünileyh Şeyh Hacı Halîl Âkif
Efendi'nin nâil-i feyzidir. Pederi İşkodralı Mustafa Bey'dir. İstanbul'da
Edirne Kapısı Mezâristânında medfûndur.
Kâzım Bey 11 Zi'l-hicce 1288/(20 Şubat 1872) târîhinde
İstanbul'da Fethiye'de Draman Mahallesinde doğmuş, Hâfız Paşa Mekteb-i
İbtidâîsi'nde ve Fâtih Rüşdî-i Askerîsi'nde ve Dârüşşafaka'da ikmâl-i tahsîl
ile 1308/(1890-91)'de neş'et ederek Telgraf Posta Muhâsebe Kalemi'ne ve
bi'l-âhare Mûsikî Istılâhâtı nâm eseri te'lîfinden dolayı Mûsîka-i
Humâyûn'a çırâğ edilmiş, birbuçuk sene sonra 1311/(1893-94)'de Maârif Nezâreti'nde
Meclis-i Kebîr-i Maârif huzûrunda bi'l-imtihân Ankara İ’dâdîsi Türkçe Usûl
Defteri ve Coğrafya muallimliklerine ta'yîn olunmuştur. İşte bu sırada azîz-i
müşârünileyhe intisâb ve ikinci esmâya kadar feyz-yâb olmuştur. Dokuzbuçuk ay
sonra 1312/(1894-95)'de İstanbul'da Topkapı Rüşdîsi Fârisî ve riyâzî
muallimliklerine ta'yîn ve Mercân riyâzî muallimliği de uhdesine tevcîh olundu.
Maârif Mektûbî ve Sicil Kalemlerinde de hizmeti sebk ederek mümeyyizliğe irtikâ
eyledi. Sonra Maârif müfettişi oldu. Ba'de'l-Meşrûtiyye İstanbul, Kabataş,
Üsküdar Bezm-i Âlem zükûr ve inâs sultânîlerinde mûsikî tedrîsâtıyla îfâ-yı
vazîfe eylemiştir. 1312/(1894-95)'de Ahmed Şükrü Efendi'ye dâmâd oldular.
Mûsikî intisâbları, meşhûr âlim Mevlevî Zekâî Dede Efendi merhûmdandır.
Kâzım Beyefendi buyuruyorlar ki :
"Âvân-ı sabâvetimde tahmînen oniki yaşlarında iken
büyük pederimle Küçükmustafapaşa'da kibâr-ı meşâyıh-ı Rufâiyye'den Karasarıklı
İbrâhîm Efendi Dergâhı'na giderdik. O zamân dergâhın şeyhi Ali Efendi idi.
Teberrüken arâkıyye giydim. Mektebde tahsîlim hengâmında, tâ ki mûsikî sınıfına
gelinceye kadar kendimin mûsikî ile alâka-dâr olduğumu bilmezdim. Hocam
merhûmdan gördüğüm kemâlâta hayrân olarak ilm-i mûsikî ameliyyâtıyla iştigâl
etmekte iken dîğer taraftan tahsîl-i ilm ü fendeki terakkiyyâtın ilcââtı
hasebiyle hoca merhûmdan mûsikînin /116/ dahi elbette ibtinâ eylediği
esâsât u nazariyyât hakkında eslâfın yazmış oldukları âsârdan suâl-cevâb
ederek, kendilerinden şifâhen ahz-ı ma'lûmât etmekle berâber kevserî edvârı,
Safiyyüddîn Abdülmü'min'in vücûda getirdiği dîğer bir edvâr ile Yenikapı
Mevlevî-hânesi kütüb-hânesindeki Şeyh Abdülbâkî Dede merhûmun yazdığı dîğer bir
edvâr, üstâd-ı merhûm tarafından nazar-ı ıttılâıma vaz' edilmiştir. Bunun
üzerine 1305/(1887-88) târîhinden i'tibâren gerek hocamdan öğrendiğim, gerek
mezkûr edvârdan gördüğüm hakâyık u dakâyık-ı mûsikıyyeyi yazmak sûretiyle, Hayâtü'l-Ervâh
nâmında bir eser-i mûsikî te'lîf ettim. Mûsikî Istılâhâtı nâm eser-i
dîger, şark u garb mûsikîlerinin nazariyyâtından bâhis mûsikî nazariyyâtı, bir
de her iki mûsikînin yarım perdeleri hakkında dîğer bir risâle-i matbûam
vardır.
Mûsikînin her şu'besinde, ya'nî ilâhiyyât, beste, şarkı
gibi âsâr-ı cedîde vücûda getirmek sûretiyle beste-kârlığa ihtimâm ettim. Fakat
ekser mûsikî-şinâsânın bulunduğu tarzda mecâlis-i tarabdan tevakkî etmek
sûretiyle kendilerinden mehcûr oldum. Bu münâsebetle zamânımızda bulunan
mûsikî-şinâsânın çoğu nâm-ı fakîrânemi işitmek sûretiyle bilirler. Son
zamânlarda gerek esâtize-i kudsiyyenin vücûda getirip, bi'l-âhare kevn-i nâ-bûd
olan gerek hıfz ve kırâat edenleri hemân pek nâdir kalan ve durak denilen
bestelerden beş-altı kadarını vücûda getirdim. Tâhir Ağa Dergâhı'na mülâzemetim
ve orada hâsıl ettiğim neş'enin buna çok te'sîri olmuştu. O besteler meyânında
hüseynî, hüzzâm, uşşâk, evc, beyâtî arabân, araz-bâr gibi makâmâttan bir hayli
ilâhiyyât ve şarkı vardır. Bunlardan başka Musullu Hâfız Osmân Dede merhûmun
iki sene mütemâdiyen vâki’ olan ilhâh u ibrâmı üzerine 1316/(1898) târihinde
sultânî-yegâh makâmından bir de âyîn-i şerîf besteleyerek âlem-i semâ'-ı
Mevlevîye yâdigâr eyledim."
Hulâsa-i kelâm Kâzım Bey gülşen-i Şa'bânî'de
perveriş-yâb-ı feyz u kemâl olmuş bir andelîb-i hoş-elhândır. Bu münâsebetle
kadrini takdîren tercüme-i hâlini yazmağa gayret-kâr oldum. (Tavvela’llâhu
ömrehû ve zâda’llâhu feyzehû)
/117/ Karasarıklı
İbrâhîm Efendi
Kuşadalı hazretlerine yetişmiş bir şeyh-i âlî-kadrdir.
İzzet Efendi merhûmla da hem-bezm omlarak bi'l-âhare Eyüp’te Bahariye civârında
Taşlıburun Dergâhı şeyhi Süleymân Efendi’den Tarîk-ı Sa’diyye’den müstahlef
olmuştur. Müddet-i medîde Mâliye Nezâreti’nde kitâbette bulunmuştur. Bi'l-âhare
ihtiyâr-ı takâüd eyledi.
Beyâz sakallı, beyâz yüzlü, uzunca boylu olup, siyâh
cübbe giyer, beyâz arâkıye üzerine siyâh sarık sarardı. Her gören meclûb ve
meczûb-ı hüsnü olurdu. Sevdiği meşâyıhın dergâhlarına giderdi. Herhangi bir
meclis-i zikirde bulunsa orada derhâl neş'e-i zevk, rûhâniyyet zuhûra gelirdi.
Esnâ-i zikirde kendilerine hâl galebe eylediğinden şiddetli sayhalar vurarak
kendini yerlere atardı. Bu hâl herkeste haşyet vücûda getirirdi. Husûsuyla Hz.
Sünbül Hânkâhı’nda semâ'-hânede tahtanın
üzerinde kendini oradan oraya kaldırır atardı. "Meded Yâ Nebiyya'llâh!"
diye sayha ederdi. Bu sebeble "Sayha-zen İbrâhîm Efendi" diye şöhreti
vardır.
Kendileriyle çok zamân müşerref oldum. Fakîre Tarîk-ı
Şa’bânî’den Vird-i Yahyâ kırâatına me'zûniyyet vermişti. Salavât-ı
şerîfeyi huzûr ile okumayı tavsiye ederdi. Bir gün hasbihâl sırasında buyurdular ki:
Hânkâh-ı Hz. Sünbül’de bir cem'iyyette dûçâr-ı cezbe
oldum. "Aman! Yâ Muhammed!" diye kendimi yere attım. Gaşy
oldum. Bu esnâda sırr-ı rûhâniyyetime dediler ki:
“Muhammed senin ağzının kaşığı mı ikide bir o ism-i
mübâreki yâd ile hareket ediyorsun. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de ta'zîmen, "Yâ Eyyühe’n-Nebî! Yâ
Eyyühe’r-Resûl!" buyuruyor. İsm-i Nebî’yi erbâb-ı kemâl ü edeb doğrudan
doğruya zikr etmezler. Senin "Yâ
Muhammed!" diye sayha edişin
küstâhlıktır; edebini takın.
Bu tevbîh ve irşâd-ı Ma'nevî fakîrde öyle bir te’sîr-i
azîm husûle getirdi ki, bir daha o yolda sayha etmemeğe azm ettim. Bu sebeble
"Aman Yâ Nebiyya'llâh!" benim virdim oldu. Evlâdım siz de bu
hâlimden ibret-bîn olunuz.”
Şehzâdebaşı civârında Bozdoğan Kemeri civârında bir
hânede sâkin idi. Son zamânlarında halktan inkıtâ’ eyledi. Hâlden hâle dûçâr
oldu. Te'sîr-i cezbe ile kendini merdiven sahanlığının parmaklığına salb etmek
sûretiyle cânını cânânına teslîm eyledi. Mazhar-ı zevk-i tâm oldu. Mezkûr
dergâhta defîn-i hâk-i gufrândır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Halîm, selîm, gül yüzlü, pâk özlü, tatlı sözlü idi.
/118/ Şeyh Mustafa Zekâî Efendi
"Zekâî" nâmıyla şöhret bulunan bir zât-ı
âlî-kadr, âlim, ârif, şâir bir mürşid-i dil-âgâhtır. Üsküdar’da dünyâya gelmişlerdir. Pederleri
Üsküdar Muhâfızı, mîr-i mîrândan Bursa Yenişehirli Hacı İbrâhîm Bey’dir.
Mustafa Zekâî Efendi, ibtidâî tahsîlden sonra makâsıd-ı
ulûmu da elde ederek seyâhata çıkmış, Simav kasabasına uğradığı sırada
mazanna-i kirâmdan ve meşâyıh-ı ızâmdan el-Hâc Hasan Efendi’ye mülâkî olup, ona
intisâb ederek hayli zamân hizmetinde bulunarak terbiye-i tarîkat görmüştür.
Hasan Efendi iki koldan Karabaş-ı Velî hazretlerine
merbûttur. Biri: Karabaş-ı Velî, Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Şa'bân Efendi, Şeyh
Simavlı Mahmûd Efendi, Şeyh Hacı Hasan Efendi olup, dîğeri: Karabaş-ı Velî, Hz.
Nasûhî, Şeyh Abdullâh-ı Rüşdü, Şeyh Alâeddîn b. Hz. Nasûhî, Kastamonulu Şeyh
Abdullâh Efendi, Şeyh Hacı Hasan Efendi.
Nasûhî-zâde Seyyid Kerâmeddîn Efendi buyururlar:
Zekâî hazretleri, Üsküdar’da Doğancılar civârında Hacı
Ahmed Paşa Kadınlar Hamâmı karşısında bir evde sâkin imiş. Bir hayli zamân
seyâhat ederek avdet eylemiştir. Avdetinde ailesi tanıyamadıklarından kabûlde
tereddüt göstermişler ise de bi'l-âhare anlaşıldığından ailesiyle hem-dem
olmuştur. O sırada bir Cuma günü Hânkâh-ı Hz. Pîr-i Nasûhî’ye gelip,
zikru'llâhtan sonra kahve ocağına çekilip ol zamân Şeyh bulunan Seyyid
Fazlullâh Efendi hazretlerine intizâr eylemişler. Mülâkî olduklarında ârzû-yı
ma'nevî vukûuyla ona intisâb etmiş ve huzûr-ı şeyhte bir kere oturmayıp dâimâ
kâimen isbât-ı vücûd eylediği hâlde on
beş sene hıdmet-i aliyyelerinde bulundular. Esnâ-yı hıdmette Hankah’ta
müezzinlik ve zâkirlik vazîfesi îfâ eder imiş.
Bir kadına borcu olduğundan Zekâî Efendi’iyi râhatsız
eder olduğundan bir Cuma günü kadın Hânkâh-ı Nasûhî’ye gelerek beklemiş. Zekâî
Efendi mahfilden aşağıya inerken kadını görünce fevka'l-âde mükedder olup, Hz.
Pîr’in rûhâniyyet-i aliyyelerinden istimdâd etmiş. Esnâ-yı zikirde bir zât
zuhûr edip, kadının matlûbu mikdâr akçeyi müşârünileyhe vermiş. O da kadına
borcunu tesviye eylemiş ve kadına hitâben, “Ben bugün Hz. Pîr’den feyz
talebinde bulunacak idim, senin hücûmun mâni’ oldu. Beni Hz. Pîr’den
dilendirdin. Onlar dirîğ buyurmadılar. Parayı al da git.” demiş.
Şeyhinin irtihâliyle Simâvî Şeyh Hacı Hasan Efendi hazretlerinden tekmîl-i tarîkat eylemiştir. Hasan Simâvî’nin
şeyhi de Kastamonulu Abdullâh Efendi hazretleridir. Bir de Çelebi Alâeddîn
Efendi hazretlerinin halîfesidir. Şu hâlde bir taraftan Fazlullâh Efendi, dîğer
taraftan Abdullâh Efendi hazarâtından ahz-ı feyz etmiştir.
“Makâm-ı evliyâdır menba’-ı feyz fütûhudur.”
medhiyyesi onundur.
/119/ Yenikapı Mevlevîhânesi şeyh vekîli Sâdık
Dede Efendi’ye kerîmelerini tezvic buyurdular. 1210/(1795-96) târîhinde
İstanbul’a avdet buyurup, o sırada Topkapı civârında Kürkçübaşı Ahmed Şemseddîn
Mahallesi’ndeki Pîr Ümmî Sinân Dergâhı meşîhatına ta'yîn olundular. (Tarîk-ı
Sinânî’den şeyhi Seyyid Süleymân Efendi’dir. Onun şeyhi Hasan, onun şeyhi
Muslih, onun şeyhi Hüsâm, onun şeyhi Ced Hasan Efendi’dir.)
Bu dergâhta şeyh olan zât Ümmî Sinân ahfâdından allâme-i zamân Hasan Efendi merhûm
idi. Hz. Zekâî on yedi seneden ziyâde bir zamân meşgûl bi-zikri'llâh ve
terbiye-i ibâdu'llâh olup, enfâs-ı ma’dûde-i hayâtlarını tekmîl eylediklerinde
na’ş-ı mağfiret-nakışları dergâh-ı şerîf hazîresine defn olunmuştur ki,
1227/(1812) senesine müsâdiftir
Hû ile ârif
Zekâî azm-i lâhût eyledi
(هو ايله عارف ذكائى عزم لاهوت ايلدى)
târîh-i intikâlidir.
Mezârtaşındaki kitâbe:
“Ârif-i bi'llâh, mürşid-i âgâh, Şeyhü’l-kâmil,
el-âlimü’l-âmil el-müteşerriu’l-mükemmil eş-Şeyh Mustafa Zekâî el-Halvetî
eş-Şa’bânî el-Üsküdâr. Kaddese sırruhu’l-Bârî,
1227.”
Gâyet rûhâniyyetli bir ziyâret-gâhtır.
Matbû' ve müretteb dîvânı olduğu gibi Hz. Nasûhî’nin Risâle-i
Velediyye’si üzerine şerhi vardır. Hatt-ı destiyle bir takım âsâr ve
resâili bir arada yazıp, teksîr-i neshına hizmet etmiş böyle bir kitabını
gördüm. 1186/(1772)’da yazmış. Demek ki irtihâlinden kırk sene evvel bunu
yazmıştır. Yarısı görüldü. Âşık-ı esrâr-ı maârif oldukları o eserin yarısından nümâyândır.
Cidden ve hakîkaten eâzım-ı ricâl-i tarîkattandır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Eş’ârından:
Zekâî bu mirâyâda
gören oldur görünen de
Mezâhir
kesretiyle vahdet-i Zâta halel gelmez
* *
*
Gehî cûş eyleyüp
deryâ-yı bî-pâyân olur gönlüm
Gehî
bir katre içre gizlenüp pinhân olur
gönlüm
* *
*
Bi-hamdi'llâh
müyesser oldu vuslat bezm-i cânâna
Sivâ
hubbu gidüp dilden irişdim kurb-ı Rahmân’a
Rumûz-ı 'alleme’l-esmâ'ya
mazhardır bu gün sırrım[77]
Cülûs
itdim hezârân izz ile taht-ı Süleymân’a
Libâs-ı köhne-i tenden
vücûdum eyledim ârî
Giyüp
bir hil’at-ı zîbâ şehen-şâh oldum ekvâna
Münevverdir gönül nûr-ı
hüviyyetden ki hikmetle
İfâza
eyledi şems-i hakîkat ayn-ı a’yâna
Ledün ilmin
kitâbu'llâh-ı nâtıkdan taallüm kıl
O
bir sırr-ı ilâhîdir yazılmaz levh-i imkâna
Zekâî fazl-ı
Hak’la çeşm-i cânı rûşenâ kıldım
Sürüp
rû-yı siyâhım hâk-pâ-yı Şeyh Şa’bân’a
* *
*
Ham
itdi kaddimi bâr-ı günâhım Yâ Rasûla'llâh
Hacîl
itdi beni rû-yı siyâhım Yâ Rasûla'llâh
Hevâ vâdîlerinde hâke
düşdüm dest-gîrim ol
Garîb
ü bî-kesim yokdur penâhım Yâ Rasûla'llâh
Derûnumda yanar hecr ü
firâkın âteş-i dâim
N’ola
eflâke çıksa dûd-ı âhım Yâ Rasûla'llâh
Eğerçi mücrim isem
bende-i nâçîz-i dergâhım
Seni
tasdîkime hakdır güvâhım Yâ Rasûla'llâh
Türâb-ı makdeminle
çeşm-i cânım rûşenâ ancak
Muallâ
âsitânın kıble-gâhım Yâ Rasûla'llâh
Cebîn-i zâtını Esmâ-i
Hüsnâ hulkunu Kur’ân
Hakâyık
kânısın yok iştibâhım Yâ Rasûla'llâh
/120/ Gözü pür-eşk-i hasretdir Zekâî dem-be-dem ağlama
N’olur
âyâ diyü hâl-i tebâhım Yâ Rasûla'llâh
Şeyh Hasan Azîz Efendi : (Zekâî Efendi’nin)
kabirlerinin yanındaki medfende medfûn olan zât, Hz. Zekâî’nin mahdûmu Hasan
Azîz Efendi hazretleridir. Târîh-i irtihâli 1252/(1836-37)’dir. Kalb-i mübâreki
dâimâ zikirle meşgûl olmakla, yanındakiler zikr-i kalbîsinden haber-dâr
olurlarmış. Şeyh Behcet Efendi naklen söyledi.
Şeyh Mustafa Zekî Efendi : Hasan Azîz
Efendi-zâdedir. Pederinin yanında medfûndur.
Mezâr taşında: "Nâhic-i menâhic-i kudsiyye, metâlibü’l-kutbiyye,
câiz-i meâric-i makâsıd-ı kudsiyye, hâiz-i maârif-i zü’n-nefs-i zekiyye Zekâî
Efendi-zâde eş-Şeyh Hasan Efendi necl-i necîbi es-Seyyid Mustafa Zekî
Efendi.1284/(1867-68) ” yazılıdır.
Şeyh İbrâhîm Efendi : Müşârünileyhin mahdûmudur. O
da pederinin yanında medfûndur. Hoş
sohbet, edîb, kâmil, ârif bir zât idi.
Şeyh Mustafa Aczî Ağa : Bu zât-ı muhterem 1200
sene-i hicriyyesinden (1786) sonra Edremit’te dünyâya gelip, neş’eti yine
oradadır. Ricâl-i sûfiyyedendir. Pederi Edremit ahâlîsi derebeylerinden
Mürîd-zâde Muhammed Ağa’dır. Mebâdî-i ulûmu Edremit’te tahsîl ederek, evvel
emirde tarîkata muhabbeti husûle gelmekle o sırada Biga civârında Bayramiç’te
meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Dombay-zâde Şeyh Ali Efendi’ye mülâkî olmuş ve hayli
zamân bu sâyede neş’e-i ma'nevîyyesini artırmıştır.
Pederi Muhammed Ağa, Hüsrev Paşa merhûmun Kaptan-ı
deryâlığı zamânında Kütahya’ya nefy ile orada şehîd edildi. Mustafa Aczî Ağa
süvârîlik ve nişâncılıkta mahâret sâhibi olarak bir müddet pederinin yerine
derebeylik etmiş imiş. Fakat şeyhi Ali Efendi onu bu vartadan çekip kurtarmış
ve bi'l-âhare Midilli’de şeyhine mülâkî olarak birlikte İstanbul’a gelip, feyz
u irfânı şöhret-gîr-i âlem olan meşâyıh-ı ızâm-ı Şa’bânîyye'den Kuşadalı
İbrâhîm Efendi hazretlerinin şeref-i sohbetine erişip mazhar-ı kemâl olmuştur.
Mustafa Aczî Ağa, zâhirde ümmî olup, fakat bu hâlde iken
âlim-i mütebahhir sırasında görünmüştür. Bi'l-âhare şöhreti şâyi' oldu.
Kendisini sohbet şeyhi ittihâz edenler çoğaldı. Pederlerinden servet-i dünyâ
nâmına bir şey kalmadığından emr-i maîşette muzâyaka içinde kaldığı mervîdir.
Aşkı gâlib idi. Lisân-ı hikmet-beyânından hikemî,
tasavvufî manzûmeler zuhûr eyledi. 1283/(1866-67) senesinde irtihâl-i dâr-ı
bakâ eyledi. Medfeni Edremit’te depo
civârında Karayer nâm mahaldedir.
Müretteb dîvânı ve ehadiyyet, vâhidiyyet mertebelerine
dâir bir risâle-i mu'teberesi vardır. Bir de Hz. Mısrî’nin, “Her neye baksa
gözün bil sırr-ı Sübhân andadır” gazeline ârîfâne bir sûrette yazılmış
şerhi vardır. Her üç nüsha bir arada tab’ olunmuştur.
Eş’ârından:
Hayât-ı
câvidânî neydüğin şeyhden suâl itdim
Ölümden
evvel ölmekdir didikde intikâl itdim
* *
*
/121/ Emîn olma
gel ey dil mekr-i Hak’dan
Celâl-i
satvetinden ictinâb it
Kişi
başdan çıkar dilden durakdan
Edeb
gözle dehânın sedd-i bâb it
* *
*
Gel
ey dil mürg-veş pervâz idüp nefs ü hevâdan geç
Seni
sayd itmeden bâz-ı ecel dâr-ı fenâdan geç
* *
*
Bulmayan
mahv-ı vücûdu Acziyâ dervîş değil
Varlığın
lâ eyleyüp illâ’yı bulmakdır hüner
* *
*
Tabîbâ
derd-i aşkı âşık-ı bi'mâr olandan sor
Zülâlin
iştiyâkın neş’e-i hun-hâr olandan sor
Ne
şundan sor ne bundan sor leb-i esrâr-ı dîdârı
Velî
Aczî visâl-i Yâr ile i’mâr
olandan sor
* * *
Murğ-ı
lâhûtuz şehâ murğ u hevâdan geçmişiz
Âşık-ı
perrendeyiz biz mâ-sivâdan geçmişiz
Nefy
ü isbâtdan ibâret kesret ü vahdet hemân
Zâtı
tecrîd eyleyüp her mâ-cerâdan geçmişiz
Yokluğa
irdik vücûd varlığını kıldık hebâ
Olduk
esbâbdan rehâ fakr u gınâdan geçmişiz
Âsyâbın
çerhını döndürdük Aczî bir zamân
Âb-ı
nâbîz hâliyen hep ibtilâdan geçmişiz
* *
*
Hamdü li'llâh bende-i âl-i abâyız Acziyâ
Pertev-i
nûr-ı Muhammed Mustafâ’dır gönlümüz
* *
*
Âşık-ı
vîrâneyiz vîrânedir âbâdımız
Böyle
ta’lîm-i fenâ itdi bize üstâdımız
* *
*
Bakaydın
çeşm-i uşşâk ile bir dem rû-yı Leylâ’ya
Bilirdin
sen de Mecnûn’u niçün düşmüşdü sahrâya
Nedir
bülbüllerin virdi seherler zikr ider verdi
Ne
vechin ânını gördü bakan mir’ât-ı esmâya
Özündür
sırr-ı Settârî sözündür dürr-i şehvârî
Özün
bil ârif ol Aczî sözün sarf itme ehvâya
Ehadiyyet-Vâhidiyyet
Risâlesi’nden:
“Allâh sübhânehû ve
teâlâ hazretleri bir mü'min bendesini tabakât-ı velâyet-i hâssa ehline
eriştirip, ilhâk buyurmak murâd ettikte evvel emirde o bendesinin gönlüne
sıfat-ı irâdetiyle tecellî buyurur. O bendenin gönlünde muhabbet-i Mevlâ zuhûr
eyler. Gitdikçe mütezâyid bir vaz' alır. Onu nihâyet bî-karâr eyler. Taleb-i
Hak derdine düşürür. Bu makâmda buyururlar ki: Bu âlem-i hilkatten bir kimse
bir şey'in vücûdunu talep etse ibtidâ onu ister, sonra bulur. Lâkin taleb-i Hak
bunun aksinedir. İbtidâ Hakk’ı bulup, sonra tâlib olur. Onun için muhabbet-i
Mevlâ takaddüm eder. Tâlibin talebi ve muhabbeti muahhardır. Nitekim, (يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ )[78] buyurulması bu hikmete müstenittir. Her kimde ki, muhabbet-i ila'llâh var
ise mahbûb-ı Hudâ’dır.”
Hz. Mısrî’nin gazelinin şerhinden:
Her neye
baksan gözün bil sırr-ı Sübhân andadır
“Her neye ya'nî her şey'e, ‘baksa gözün’, ya'nî çeşm-i
zâhirin taalluk ettiği taayyünât, suver-i ayniyye-i mütenevviâtta, sırr-ı
Sübhân andadır : Ya'nî bir sır vardır ki, ona sırr-ı ezel derler. İlm-i ezel-i
Sübhânî’de hakâyık mümkünâtın isti’dâd ile kâbil oldukları keyfiyyeti temennî
edip, ol hâl üzere bu âlem-i ayna gelip, her birisinin ahvâl-i mütenevviât ile
mütekeyyif ve mütelevvin olduklarıdır. Bu hakâyıka, a’yân-ı sâbite diyorlar ki,
onlar şuûn-ı zâtiyyedir.
Eğer hakîkat-ı vücûdun şuûn-ı zâtiyyeye ittisâlini
i'tibâr eylersen ona mertebe-i rubûbiyye derler.” (Kaddesa’llâhu sırrahû)
TARîKAT-I ALİYYE-İ BEKRİYYE-İ ŞA’BÂNİYYE
122/ Şeyh
Mustafa el-Bekrî Hazretleri
Müessisi, es-Seyyid eş-Şeyh Mustafa el-Bekrî es-Sıddîkî
hazretleridir. Sâhibü’l-ahvâl ve’l-kerâmât, kutbu’l-vücûd bir zât-ı
âlî-kadrdir. Bu zât-ı erkemîn delâletiyle tarîkat-ı aliyye-i Şa’bânîyye Suriye,
Mısır, Hicâz, Yemen, Trablusgarb, Tunus, Cezâyir ve Fas’a kadar intişâr
etmiştir. Müşârünileyh, Sıddîkıyyü’n-nesebdir. Sâhibü’l-avârif ve’l-maâriftir.
Te'lîfât-ı kesîresi vardır. Pederleri Kemâleddîn, onun pederi Ali, onun pederi
Kemâleddîn, onun pederi Abdülkâdir Muhyiddîn es-Sıddikî ed-Dimeşkî el-Bekrîdir.
(Kaddesa’llâhu esrârahüm)
Târîh-i Cebertî’nin beyânına
göre, 1099 senesi şehr-i Zilkâde’sinde (Eylül 1688) Kuds-i şerîfte zînet-sâz-ı âlem-i
şuhûd olmuştur. Henüz altı aylık iken peder-i muhteremleri irtihâl eylediğinden
amcası oğlu Ahmed b. Kemâleddîn b. Abdülkâdir Sıddîkî hazretlerinin Şam’da
Hastahâne-i Nûrî kurbundaki hânesinde müşârünileyhin taht-ı vesâyetinde
perveriş-yâb-ı kemâl oldu. Zamân-ı tahsîlin hulûlunda mebâdî-i ulûmu tahsîle
bed’ ile Şeyh Abdurrahmân b. Muhyiddîn es-Sülemî - ki "Mücellid"
nâmıyla meşhûrdur - ile Şeyh Muhammed b. Mevâhibü’l-Hanbelî’den tederrüs ve
Şeyh Muhammed b. İbrâhîm ed-Deldekçi (الدلدكجى) ile müzâkere
etti. Bu esnâda istiârât ve Şerh-i İsâm’ı okuduğu gibi Hâfız İbn-i
Hacer’in Sahîhu Buhârî Şerhi’ni kırâat eyledi.
Ba'dehû Molla İlyâs’tan da ahz-ı ilm ettiği gibi üstâd-ı
ekrem ve şeyh-i mükerrem Abdülganî-i Nablusî’nin meclisinde isbât-ı vücûd etti.
Cevher-i isti'dâd u kâbiliyeti hasebiyle az vakitte makâsıd-ı ulûmu da elde
ederek ilm-i Tefsîr ve Hadîs’te müteferrid oldu. Abdülganî-i Nablusî’den Hz.
Şeyh-i Ekber’in Tedbîrât-ı İlâhiyye’sini ve Füsûs’unu ve Ankâ-i Mugrib’ini
ve Fütûhât-ı Mekkiyye’nin müteferrik mahallerini okudu. Fıkıhtan da
hisse-dâr-ı feyz oldu. Bu arada cezebât-ı aşk-ı ilâhînin zuhûru hasebiyle ilm-i
bâtından feyz almak sırası geldiğinden meşâyıh-ı Halvetiyye’den Şeyh Abdüllatîf
Halebî b. Hüsâmeddîn Halebî-i Halvetî’den feyz aldı. Esmâyı telakkun ve isim
ile müsemmâ beynindeki farkın ehemmiyetini tefattun eyledi. Bu zât Haleblidir.
Sinni kemâle gelince tahsîl-i ulûma koyularak Tefsîr,
Hadîs ve Fıkıh’ta müteferridler sırasına geçti. Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret
eyledi. Mısır’a gelerek, tercüme-i hâli âtîde yazılacak olan ve "Mısrî
Hacı Baba" diye şöhret bulan Şeyh Mustafa el-Edirnevî’ye mülâkî olup, 1103
sene-i hicriyyesinde (1691-92) ona intisâb eyledi. Câmiu’l-Celâd da erbaîn
çıkardı. Seyr ü sülûkunu ikmâle muvaffak olarak hilâfetle kâm-yâb oldu.
Şeyhinin emriyle Şam’a avdetle neşr-i feyz-i tarîkata başladı.
İşte Mustafa el-Bekrî bu sırada ona intisâb etti. Onun
çok büyük bir zât olacağını keşf ederek taht-ı i'tinâya aldı. Onsekiz sene
mesned-nişîn-i reşâdet olup 2 Recep 1121/(6 Eylül 1709)’de irtihâl-i dâr-ı Naîm
eyledi. Şâm-ı şerîfte Mercü’d-Dahdah türbesinde mahfaza-i kabre konuldu. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
/124/ ŞEYH MUSTAFA el-BOLUVÎ
Şeyh Abdullatîf-i Halebî'nin şeyhi Karabaş Velî
hazretlerinin halîfesidir. "Mısrî Şeyh Hacı Baba" diye meşhûrdur.
Mısır'da bulundukları gibi İstanbul’a gelip Doğancılar Ocağı’nda perverde olup,
merhûm Musâhib Paşa’ya Doğancıbaşı olarak Üsküdar’da iken 1083/(1672-73) ile
1084(1673-74) seneleri arasında Karabaş-ı Velî’ye intisâp ile 1087/(1676)’de
Şam’da Kol Kethüdâsı olarak 1094/(1683) senesine kadar orada sâkin oldular.
1096/(1685)’da Karabaş-ı Velî ile Harameyn’e âzim olarak hıdmet-i aliyyelerinde
bulundular. Karabaş Velî’nin dörtyüz seksen beşinci halîfesidir. Ba'dehû
Mısır’a gidip, Karameydân’da azîm hânkâh
yapıp neşr-i tarîkat ettiler. Sonra İstanbul’a geldiler. On iki halîfesi
vardır. Fuzalâ-yı muhaddisînden bir kısmını Kuds-i şerîfe, dîğerini Şam’a
gönderdiler.
1124/(1712)’te Edirne’de idiler. Mısır, Şam, Kudüs ve Haleb’teki
halîfelerinden mektûblar gelirdi. Mısır halkı kendine râm olmuş idi. Dokuz sene
Mısır’da, on sene Edirne’de bulundular. Edirne’de iken Sultân Selîm
Medresesi’nden bir odada ikâmet etmişler. Merhûm İbrâhîm Paşa, zevcesi
kendisine bir tekke inşâ etmiş, 1129/(1717) senesine kadar burada bulunmuştur,
bir sâhib-i esrâr idi.
Edirne'de neşr-i tarîkat eyledikleri sırada semâ'hâne-i âlem-i fânîden
çekilmiştir. Kabirlerini buldum. Lehü'l-hamd ziyâret ettim. Sola (سوله) Câmi'-i şerîfi
Kabristanı'nda medfûndur. Kabirlerinin üstünde türbe yoktur. Yalnız taş vardır.
Şa’bânî tâcı tersîm olunmuştur. Şu beyitler yazılıdır:
Hazret-i Şeyh Mustafâ Pîr-i
tarîk-ı Halvetî
Nice
sâl olmuş idi râh-ı Hak'ta reh-nümâ
Sığmadı
onun kemâli çün cihân-ı fânîye
Anın
içün terk-i dünyâ eyledi azm-i bakâ
Çıkdı
ikilik rüsûmundan didim târîhini
Bu
fenâdan gitdi âlem kutbu Hacı Mustafa
بو فنادن كتدي
عالم قطبي حاجي مصطفى ) ) = 1129/(1717)
Ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olmuş meşâyıh-ı
kirâmdandır. Karabaş-ı Velî
halîfesi olması onun uluvv-i kadrinin burhânıdır. An-asl Bolulu imiş. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Sadede rucû' edelim :
İşte Mustafa el-Bekrî hazretlerinin tarîk-ı Şa'bânî'ye
nisbetleri bu sûretledir. Abdullâtîf-i Halebî'den mazhar-ı hilâfet oldukta
safâ-yı rûhânî te'sîriyle ihtiyâr-ı inzivâ eyledi. Medrese-i Bedriıyye'nin bir
odasında infirâd ve zikr ü evrâd ile iştigâl ve nefsiyle mücâhede eyledi.
Neşr-i tarîkata me'zûn olduğu zamân henüz pek genç idi. Ya'nî 1120/(1708)
târîhinde yirmibir yaşında idi. Şeyhinin irtihâlinde ihvânı Mustafa
el-Bekrî'nin başına toplandılar, tecdîd-i inâbet eylediler. Bu haber şâyi'
olunca Şam halkı dahi feyz-yâb olmağa şitâb ettiler.
1122 senesi Muharreminin ondokuzuncu Perşembe günü (20
Mart 1710) Beytü'l-Makdis'e gitti, nice kimseleri irşâd eyledi. Tarîkı ve evrâd
u ezkârı münteşir oldu. Buradan Yafa'ya gelip sâhil-i bahrda medfûn olan İmâm
Ârif Ali b. Alîl el-Ömerî'yi ziyâret ve tesâdüfen İmâm Necmeddîn b. Hayreddîn
er-Remlî ile musâhabet edip ondan İmâm Mâlik b. Enes hazretlerinin el-Muvatta’
nâm eserinin mukaddimesinden bir parça okudu ve umûm-ı kitâbın tedrîsine
me'zûniyyet aldı ve rivâyet-i hadîse me'zûn oldu.
Birçok yerleri, bâ-husûs kabr-i Hz. Mûsâ aleyhi's-selâmı
ziyâret etti. Kudüs'te iken Fethu'l-Kuds ve'l-Keşfü'l-Üns nâmıyla
müsemmâ Vird-i Seher'i tasnîf buyurdu. Bu virdi nısfu'l-leylden sonra
mürîdânı okurlar.
Buradan Rumeli'ye geçerek Edirne'de Şeyh Mustafa Efendi
hazretlerine - "Mısrî Hacı Baba" denilen ve terceme-i hâli bâlâda
yazılan zâttır. - mülâkî olup onlardan da hırka telebbüs etti. O zât,
Mustafa el-Bekrî'deki yüksekliği görüp, "Siz neyi münâsib görür
yaparsanız makbûlümüzdür." diye ızhâr-ı iltifât eyledi.
1122 senesi Şa'bânında (Ekim 1710) Şâm-ı şerîfe avdetle
Karabaşiyye-i Şa'bâniyye'yi neşre başladı. Burada te'lîf ü ziyârât ile
dem-güzâr oldu. Amca-zâdeleri hubb-ı câh u menâsıba rû-yı iltifât göstermeyip
yine mezkûr medresede hücre-nişîn oldu. Dört sene kaldı, 1126 senesi gurre-i
Şa'bânında (Ağustos 1714) yine Kuds-i şerîfe teveccüh edip, Mescid-i Aksâ'da halvet-güzîn
ve bir sene nâşir-i şer'-i mübîn oldu.
/125/ Şam'a avdetinden bir müddet-i kalîle sonra Haleb
tarîkıyla Bağdâd'a gidip kutbu'l-aktâb Hz. Gavs-ı a'zam Sultân Abdulkâdir kuddise
sırrûhu'z-zâhir efendimizi ziyâretle feyz-yâb oldular ve âsitâne-i aliyyelerinde
iki ay kaldılar. Avdetinde sâhibü'l-keşf ve't-tahkîk İbrâhîm Edhem hazretlerini
ve bilâd-ı Şâmiyye'deki ehlu'llâhı ziyâret ettiler.
Üçüncü def'a Kuds-i şerîfe vusûlünde bir dergâh-ı münîf
inşâ eyledi ki, elyevm ma'mûr ve nâm-ı âlîlerine nisbetle meşhûrdur. Vakfiyyesi
vardır. Fukarâ vü mesâkîn it'âm olunurdu.
1129 senesi Cemâziye'l-âhirinde (Mayıs 1717) Şam'a
avdetinde Seyyid Muhammed b. Ahmed et-Taflâtî ile görüşüp pek çok şey'ler
istimâ' eyledi. 1129 senesi şehr-i Ramazânında (Ağustos 1717) ammi Muhammed
el-Bekrî ile ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak oldu. Şam'a avdetinden sonra tekrâr
diyâr-ı Kuds'e revân olup tezevvüc eyledi. Ba'zı ağniyâ zifâf cem'iyyeti
masrafını der-uhde edip Hz. Şeyh'e arz-ı hizmet ettiler. Burada mücâhedeye ve
va'z u nasîhate devâm ve halkın hüsn-i i'tikâdını celbe ikdâm eyledikten sonra
diyâr-ı Mısr'a âzim oldu. Çok kimselere yed-i mürşidânelerinden şarâb-ı hâli
içirdi. Bu meyânda Muhammed b. Sâlim el-Hafnî hazretleri gibi meşâhîr-i
ulemâdan kimseler vardır. Neşr-i tarîkata bu zât-ı muhterem sebebdir. Hafniyye
tarîkının vâzııdır. Mustafa el-Bekrî'den müstahleftir.
Mısır'da iken Tanta'da Seyyid Ahmed el-Bedevî
hazretlerini ziyârette bulundu. Dimyat'a gelip Câmi'-i Bahîr'de sâkin oldu.
"İbn-i Meyyit" nâmıyla meşhûr olan Şems Muhammed el-Bedîrî hazretleri
müşârünileyhten ahz-ı tarîkat eyledi. O da bu zâttan Kütüb-i Sitte'yi
okudu ve sâir rivâyât ve te'lîfâtı hakkında Mustafa el-Bekrî'ye icâzet-i âmme
verdi.
Beşinci def'a Kudüs'e gelip 1135/(1722) senesine kadar
ikâmet ve ibâdet eyledi. Bahren Trablusşâm'a azîmetli yirmibeş gün ikâmetten
sonra Humus'a gidip Seyfullâh el-Meslûl Hâlid b. Velîd ve Abdullâh b. Ömer ve
Ömer b. Abdülazîz gibi eâzımın medfenlerini ziyâretle Hama'ya geldi. Seyyid
Yâsîn Ali el-Kâdirî el-Geylânî hazretlerinin hânkâhına nâzil oldu. Tarîkat-ı
Kâdiriyye'den hisse-dâr-ı feyz olarak Haleb'e gitti. Haleb'de vâlî-i vilâyet,
erkân u a'yân u a'vâm-ı memleket tarafından istikbâl edildi. Herkes ahz-ı feyz
etti. Bu meyânda Şeyh Ahmed b. Ahmed el-Hatîb-i Hüsreviyye - "Bâlî"
demekle meşhûrdur – mevcûd idi.
Şehr-i Receb evâhirinde İstanbul'a teveccühle onyedi
günde vâsıl ve Fâtih Medreselerinden birine nâzil oldu. Daha birçok
medreselerde ve emâkinde misâfir kaldı ve te'lîfât ve sülûk hakkında nazm ile
meşgûl oldu. Ne erbâb-ı menâsıbdan ne de dünyâlık için hiç kimseye rû-yı rağbet
göstermedi. Halk onun uluvv-ı ka'b u kemâlâtına müttali' olunca duâsını almağa
ve intisâb /126/ eylemeğe şitâb etti. Halkın kesret-i hücûmundan tehâşî
buyurup, sık sık tebdîl-i mekân eder oldu.
1137/(1724-25) senesinde İstanbul'da iken mürîdânına ezâ
vermemek ve bir zararları dokunmamak üzere tâife-i cinden umûmî ahd aldığı ve
bunda kıyâmete kadar tarîkına mensûb mürîdânı da dâhil olduğu Silkü'd-Dürer'de
mütâlaa-güzâr-ı âcizânem olmuştur.
Hz. Şeyh, İstanbul'da müddet-i ikâmetlerinin ahkâm-ı
ilâhiyyeden olduğunu beyân etmiş ve bi'l-âhare evlâd u ıyâliyle görüşmek üzere
Üsküdar tarîkıyla yola çıktılar ki, 13 Muharrem 1139/(10 Eylül 1726) târîhine
müsâdiftir. Safer'de Halebü'ş-şehbâya vâsıl olup Şeyh Ahmed-i Tînî'ye misâfir
oldular.
Şehr-i Rebîu’l-evvelin ikinci günü (28 Ekim) tekrâr
âzim-i Bağdâd olup, Cemâziye'l-âhirede (Ocak 1727) vusûl buldu. Âsitâne-i Hz.
Abdulkâdir'e misâfir oldu. Burada envâr u etvâr-ı kudsiyye-i Kâdiriyye'yi
müşâhede eyledi. Ba'zı esrâr zuhûr etti. Bağdâd'daki eızze-i kirâmın umûmunu
ziyâret kıldı. Bu esnâda Şam'da Abdülganî-i Nablusî hazretlerinden mektûb aldı.
Şam'da vâlidesinin yanına gelmesi tavsiye olunuyordu. Musul ve Haleb tarîkıyla
Şevvâlin sekizinde (29 Mayıs) Şam'a geldi. Bu def'a Şeyh İsmâîl el-Aclûtî
el-Cerrâhî'nin dergâhına nâzil oldu. Bir müddet sonra Medrese-i Bâzerâiyye'ye
gidip onda Abdülganî-i Nablusî hazretleriyle mülâkî oldu. Şeyh-ı Ekber
efendimizin Tedbîrât-ı İlâhiyye nâm te'lîf-i mühimini ikinci def'a okudu.
Sonra altıncı def'a Kuds-i şerîfe geldi. 1140/(1727-28) târîhinde Şeyh Muhammed
Kemâleddîn nâm necl-i necîbi mehd-i şuhûda kadem bastı.
فى ليلة الجمعة من
أنصافها
و ثالث شعبان
أتى غلام
و فيه بشرت
قبل ما أتى
و بعده خسرنى
الأنعام
ختام مسك قد
هواه يقتدى
فأرخوه محمد
ختام 1140[79]
1145/(1732-33)
senesinde ikinci def'a Harameyn-i muhteremeyni ziyâret edip, Kuds-i şerîfde
Şeyh Muhammed b. Ahmed el-Halebî el-Mekînî'ye erbaîn çıkartıp, ba'zı esmâ-i
şerîfe telkîn ve halîfe ta'yîn eyledi.
1148/(1735-36)
senesinde ikinci def'a İstanbul'a gelip, İskenderiye tarîkıyla Mısır'a gitti.
Birçok yerleri ziyâretten sonra Şam'a avdet eyledi. Bir müddet ikâmetten sonra
Diyarbakır'a gitti, Nablus'a uğrayarak avdet etti. Her gezdiği yerde halîfeler
bıraktı.
Üçüncü def'a
Hicâz'a azîmetinde eş-Şeyh İmâm Muhammed b. Ahmed Akîle el-Mekkî ve eş-Şihâb
Ahmed b. en-Nahlî el-Mekkî ve el-Cemâlî Abdullâh b. Sâlim el-Basrî hazerâtından
füyûzât-ı kâmile ahz eylediği gibi, kutbu'l-ârifîn Murâd el-Özbekî el-Buhârî
hazretlerinden tarîkat-ı Nakşiyye'den feyz almıştır.
Tedkîk-i
âcizâneme nazaran Murâd el-Buhârî'nin irtihâli 1132/(1720)'dedir. Mustafa
el-Bekrî hazretlerinin müşârünileyhe nisbeti 1120/(1708)'de Şam'da bulundukları
zamâna âid olmak lâzım gelir.
Hicâz'dan
avdetlerinde altmışüç yaşına resîde oldular. 1162 senesi şehr-i Rebîu’l-evvelin
onuncu Pazartesi gecesi (28 Şubat 1749) ba'de'l-ışâ' "irciî" emr-i
celîline lebbeyk-zen-i /127/ icâbet oldular. Şam'da irtihâl eylediği
menkûl ise de yanlıştır. Mısru'l-Kâhire'de iken âzim-i cinân-ı âliyât oldular.
Türbeleri gâyet mükellef olup, Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye sâhibi Sâdık
Vicdânî Bey tarafından mahsûsan ziyâret olunup, bu keyfiyyet tevsîk olunmuştur.
Türbesi kapısındaki târîh ber-vech-i
âtîdir :
هذا مقام القطب مفرد وقته
أصل
الحقيقة فرعها الحدثانى
هو
مصطفى البكرى سبط محمد
نجل
الصديق الحلوتى الربانى
لازال
يسقى تربه من حبيب
هطل يساق
برحمة الرضوان[80]
Bu kadar zevât-ı kirâmın terceme-i
hâlini yazdım, Mustafa el-Bekrî hazretleri kadar sırr-ı seyâhate sâhib olmuş
bir zâta tesâdüf etmedim. Misli bulunmaz bir zât-ı âlî-kadrdir. İlmen, irfânen
çok yüksektir. Mütâlaası bâis-i kelâl olur korkusuyla seyâhatlerinin birçoğunu
tayyettim. O zamân şahs-ı kıymet-dârına lâyık olduğu ehemmiyyet verilmiş ki,
günü gününe vukû'ât-ı hayâtiyyesi kayd olunmuştur. Bizdeki eâzımın da terceme-i
hâli bu vâdîde yazılsaydı birçok hakîkatler elde edilirdi.
Kütübhâne-i Umûmî'de müşârünileyhin
âsârından Nazmü'l-Kılâde fî-Ma'rifeti Keyfiyeti İclâsi'l-Mürîd ale's-Seccâde
nâm te'lîf-i güzîne tesâdüf etmiş idim. Orada silsile-i tarîkatlarını
yazıyorlar Hz. Pîr'den i'tibâren olan kısmın nakl ediyorum :
"قطب الزمان الشيخ حضرت شعبان ولى قدس سره الجلى و هو لقن
الشيخ محى الدين القسطمونى وهو لقن سيدى عمر الفؤادى و هو لقن و أرشد الشيخ
إسمائيل الجورومى المدفون عندنا فى ديار الشام بالقرب من مرقد سيدى بلال الحبشى
رضى الله غمه و هو لقن و أرشد الشيخ علاء الدين الشهير على الأطول قره باش ولى قدس
سره الجلى وهو لقن وأرشد الشيخ مصطفى مصلح الدين القسطمونى و هو لقن و أرشد الشيخ
مصطفى الادرنوى الفاطن الآن فيها و للشيخ على افندى 446 خليفه و آخر خلفائه
الشيخ هو مصطفى المذكور و يقال له صاحب
السجاوة وله هو أيضا خلفاء كثيرون و مريدون و هو شيخ المشايخ الآن فى البلاد
الرومية صانها رب اليرية و هو لقن و أرشد شيخنا الشيخ عبد اللطيف رحمه الله روحه و
نور ضريحه و هو لقن و أرشد الفقير إلى ربه القدير و لقد كنت و أدرجت لسلسلة الطريق
فى هذه."[81]
Silkü'd-Dürer'de ikiyüzotuziki te'lîfi esâmîsiyle mündericdir.
Onikibun beyite karîb dîvânı vardır. Âsârından meşhûr olanları yazıyorum :
1.
el-Keşfü'l-Üns ve'l-Fethu'l-Kuds.
2.
Şerh alâ-Virdi'l-Vesâil Virdü's-Settâr.
3.
Şerh ale'l-Hemziyye.
4.
Şerh alâ-Hızbi'l-İmâm eş-Şa'rânî.
/128/[82] 5. Şerhu
Salâti'l-Ârif eş-Şeyhu'l-Ekber ve'n-Nûru'l-Ezher.
6.
Şerh alâ-Salâti'l-Üstâz eş-Şeyh Muhammed el-Bekrî.
7.
Şerh alâ-Kasîdeti'l-Münferice li-Ebî Abdillâh
el-Hûy.
8.
Şerh alâ Kasîdeti'l- İmâm Ebî Hâmid el-Gazâlî.
9.
Şerh-i Kasîde-i Tâiyye İbn-i Fârız.
10. Şerh alâ-Sellâf
Şerîkü’ş-Şems li’l-İmâm
Cibâlî
11. Li's-sâlikîn
fi't-Tarîkati'l-Halvetiyye.
12. Ma'rifetü Âdâbı
Kisveti'l-Halvetiyye.
13. Nazmü'l-Kılâde
fî-Ma'rifeti Keyfiyyeti İclâsi'l-Mürîd ale's-Seccâde.
14. Tis'atü Erâcîz
fî-Ulûmi't-Tarîkati.
15. Risâle Semmâhâ
Tebrîd.
16. Kaydü'l-Cemr
fî-Tercemeti'ş-Şeyh Mustafa b. Amr.
17. Merhemü'l-Fuâdi'ş-Şecî
fî-Zikri Yüsr min-Me'ser-i Şeyhınâ ed-Dekdekî.
18. el-Menhelü'l-Azbü's-Sâiğ li-Verrâd fî-Zikri
Salâti't-Tarîkı ve Evrâdihî.
19. er-Ravzâtü'l-Arşiyye
ale's-Salavâti'l-Meşîşiyye.
20. Kerûmu
Arîşi't-Tehânî fi'l-Kelâmi alâ-Salavâti İbni Meşîş ed-Dânî.
21. Feyzu'l-Kuddûsü's-Selâm
alâ-Salavâti Seyyid Abdüsselâm.
22. el-Lemehâtü'r-Râfiât
Ravâşü't-Tedşîş an-Maânî Salâvâtü İbni Meşîş.
23. el-Verdü's-Seherî
Ellezî Şâa ve Zâa Ammet Berekâtühû el-Bukâa ve Sâa Verdü'l-Îzâhî ve Hakâyıkuhû
Lâ-yetenâhî. İki cild.
24. ez-Ziyâü'ş-Şemsî
ale'l-Fethi'l-Kuds Refîu'l-Maânî Semâü'l-Lemhı'n-Neds ale'l-Fethi'l-Kuds.
25. el-Menhu'l-Ünsî
ale'l-Fethi'l-Kudsî.
26. es-Süyûfü'l-Hıdâd
fî-Reddi Ehli'z-Zendakati ve'l-İlhâd.
27. el-Farku'l-Müezzin
bi't-Tarab fi'l-Farkı Beyne'l-Acemi ve'l-Arab.
28. el-Vasiyyetü'l-Ceniyye
li's-Sâlikîne fî-Tarîkı'l-Halvetiyye.
29. en-Nasîhatü'n-Necîbe
fî-Ma'rifeti Âdâbi Kisveti'l-Halvetiyye.
30. el-Havâşi's-Seniyye
ale'l-Vasiyyeti'l-Haleviyye.
31. Bülûğu'l-Merâm
fî-Halvetiyyeti'ş-Şâm.
32. el-Makâmâtü
fi'l-Hakîka. el-Ûlâ
semmâhâ : el-Makâmetü'r-Rûmiyye.
33. el-Müdâmetü'r-Rûmiyye. Ve's-sâniyetü : el-Makâmetü'l-Irâkıyye.
34. el-Müdâmetü'l-İşrâkiyye el-Makâmâtü'ş-Şâmiyye.
35. el-Müdâmetü'ş-Şâfiiyye
es-Samsâmetü'l-Heziyye fi'l-Makâmâti'l-Hindiyye.
36. Etemmu
Nizâmi'l-Fesâha bi-lugati'l-mürîd
ve müntehî mevkıfü's-saîd el-fetiyye. (fi't-tasavvuf).
37. Teşyîdü'l-Mekâne
limen-Hafiza'l-Emâne.
38. Tesliyetü'l-Ahzân
Tasliyetü'l-Eşcân.
39. Reşfü
Kanâniyyü's-Safâ fi'l-Keşfi an-Maâni't-Tasavvufi ve'l-Mutasavvıfi ve's-Safâ.
40. el-Müdâmü'l-Bikr
fî-Ba'zı Aksâmi'z-Zikr.
41. es-Süğru'l-Bessâm
fî-men-Yechelu min-Nefsihi'l-Makâm.
42. el-Ke'sü'r-Râik.
43. et-Tevâsî
bi's-Sabri ve'l-Hak İmtisâlen li-Emri'l-Hak.
44. el-Virdü't-Târık el-Lemhu'l-Fârık.
45. el-Hediyetü'n-Nediyye li'l-Ümmeti'l-Muhammediyye.
46. el-Mevâridü'l-Behiyye fî-Hukmi'l-İlâhiyye
ale'l-Hurûfi'l-Mu'cemeti'ş-Şehiyye.
47. Cem'u'l-Mevârid min-Kulli Şârid.
48. el-Kelimâtü'l-Havâtır ale'z-Zamîmr ve'l-Hâtır.
/130/ 49. el-Cevâbu'ş-Şâfî ve'l-lübâbü'l-Kâfî.
50. Cerîdetü'l-Meârib
ve Harîdetü Küllü Sâribin ve Şârib.
51. Hediyyetü'l-Ahbâb fî-mâli'l-Halveti mine'ş-Şurûti ve'l-Âdâb.
52. el-Kevâkibü'l-Mahmî mine'l-Lems.
53. Risâletü's-Sohbe
Elletî İntecethâ el-Huzmetü ve'l-Mahabbe.
54. Risâletün fî-Ravdati'l-Vücûd.
55. Ref'u's-Setr ve'r-Ridâ an-Kavli'l-Ârifi'r-Rûm.
56. Urcûzetü'l-Emsâli'l-Meydâniyye fi'r-Rütbeti'l-Kiyâniyye.
57. el-Matla’bü'r-Revî alâ-Hızbi İmâmi'n-Nevevî.
58. Şerh alâ-Risâleti Seydî eş-Şeyh Arslan.
59. el-Bastu't-Tâm fî-Nazmi Risâleti's-Suyûtıyyi'l-Mikdâm.
60. ed-Dürerü'l-Fâik fi's-Salâti alâ-Eşrefi'l-Halâik.
61. el-Füyûzâtü'l-Bekriyye ale's-Salâti'l-Bikriyye.
62. es-Salâtü'l-Hâmia bi-Mahabbeti'l-Hulefâi'l-Câmia.
63. Neylü Nübli
Vefâ alâ-Salâti
Seydî Ali Vefâ.
64. el-Mededü'l-Bikrî alâ-Salâti'l-Bekrî.
65. İlâhiyyâtü'l-Enveriyye ale's-Salavâti'l-Ekberiyye.
66. el-Lemhu'n-Nediyye fi's-Salâti'l-Mehdiyye.
67. en-Nevâfihu'l-Karîbiyye
el-Kâşifetü an-Hasâisi'z-Zâti'l-Mehdiyye.
68. el-Hediyytü'n-Nediyye
li'l-İmâmi'l-Muhammediyye fî-mâ-Câe fî Fazli'z-Zâti'l-Mehdiyye.
69. Tefrîku'l-Hümûm
ve Tefrîku'l-Gumûm fi'r-Rıhleti ilâ-Bilâdi'r-Rûm.
70. el-Hamzetü'l-Muhassasiyye
fi'r-Rıhleti'l-Kudsiyye.
71. el-Hulletü'z-Zehebiyye
fi'r-Rıhleti'l-Halebiyye.
72. el-Hullatü'l-Fâniyye.
73. Rusûmü'l-Humûm
ve'l-Gumûm fi'r-Rihleti's-Sâniyeti ilâ-Bilâdi'r-Rûm.
74. es-Sâniyetü'l-Ünsiyye
fi'r-Rihleti'l-Kudsiyye.
75. Keşfü's-Sadâ.
76. Gaslü'r-Râk
fî-Ziyâreti'l-Irâk.
77. el-Feyzu'l-Celîl
fî-Arâdî el-Halîl.
78. en-Nahletü'n-Nasriyye
fi'r-Rihleti'l-Mısriyye.
79. Ber'u Eskâm
fî-Zemzem ve'l-Makâm.
80. Virdü'l-İhsân
fi'r-Rihleti ilâ-Cebeli Lübnân.
81. Lem'u
Berkı'l-Makâmâti'l-Avâl fî-Ziyâreti Seydî Hasan er-Râî ve Veledihî Abdü'l-Âl.
82. Behcetü'l-Ezkiyâ fi't-Tevessüli bi'l-Meşhûri mine'l-Enbiyâ.
83. el-İbtihâlâtü's-Sâmiye.
84. el-Virdü el-müsemmâ bi't-Teveccühi'l-Vâfî
el-Menhelü's-Sâfî.
85. et-Tevessülâtü'l-Muazzama
bi'l-Hurûfi'l-Mu'ceme.
86. el-Feyzü'l-Vâfir.
87. el-Mededü's-Sâfir
fî-Vürûdi'l-Müsâfir.
88. el-Virdü'l-Esnâ
fi't-Tevessüli bi-Esmâi'l-Hüsnâ.
89. Sebîlü'n-Necâ
ve't-Teneccâ fi't-Tevessüli bi-Hurûfi'l-Hecâ.
90. Evrâdu
Eyyâmi's-Seb'ati ve Leyâlîhâ. Bu, tercüme
olunmuştur.
91. el-Kevkebü's-Sâkib
fî-mâ-Şeyhunâ mine'l-Menâkıb.
92. es-Süğru'l-Bâsim
fî-Tercemeti Şeyh Kâsım.
93. el-Fethu't-Tarî
el-Cenî fî-Ba'zı Meâsiri Şeyhunâ Abdülganî.
94. es-Sırâtü'l-Kavîm
fî-Tercemeti eş-Şeyh Abdülkerîm.
95. ed-Dürerü'l-Münteşirât
fi'l-Hadarâti'l-Indiyye fi'l-Gureri'l-Mübeşşirât bi'z-Zât.
96. el-Abdiyyetü'l-Muhammediyye.
97. Dîvânü'r-Rûh
ve'l-Ervâh.
98. Avârifü'l-Cevâd.
/131/ Eş'âr-ı ârifânelerini mahdûm-ı mükerremleri Ebu'l-Fütûh
Muhammed Kemâleddîn el-Bekrî bir araya cem' edip, et-Telhîsâtü'l-Bekriyye
fî-Tercemeti Hulâsati'l-Bekriyye nâmını vermiştir.
Hz. Şeyh'in bu
kadar seyâhatine göre bunca âsârı ne sûretle yazdığı bedâheten anlaşılır
kuvve-i kudsiyye sâhibi olduğuna şübhe yoktur. Birkaç eserini mütâlaa ile
şeref-yâb oldum, her biri bir deryâ-yı ummândır. Ba'zıları pek yüksek bir lisân
ile yazılmıştır. Onları anlamak her hâlde erbâb-ı kemâlden olmağa
mütevakkıftır. Bir nâmı taşıyıp, üç-beş cildi hâvî olanları da vardır.
Mecmû’-ı hulefâsı yirmi kadardır.
Her biri esrâr-ı azîmeye sâhibdir. Muharrir-i fakîr tarîkat-ı aliyye-i
Bekriyye'ye intisâbım ve ondan hilâfetim vardır. Bu tarîkta sâhib-i hilâfet
olmak için vaktiyle Karabaş Velî mesleği gibi seyr ü sülûk şart-ı a'zam iken
Mustafa el-Bekrî hazretlerinden sonra gelen meşâyıh bundan sarf-ı nazarla
intisâbdan (evvel) bir müddet hizmetten sonra hilâfet i'tâsını câiz
görmüşlerdir. Aldığım hilâfet-nâme bu kabîldendir. Yoksa sırr-ı Fâtiha'ya sâhib
olmak netîcesi değildir.
Zamânımıza kadar teselsül eden
meşâyıhdan bahs edeceğim.
Şeyh Kemâleddîn el-Bekrî
Mustafa el-Bekrî hazretlerinin
necl-i ekremidir. 1140 senesi Ramazanının üçüncü Cuması gecesi (13 Nisan 1728)
dünyâyı vücûd-ı mes'ûduyla zînetlendirdi. Kuds-i şerîfde pederinin dergâhından
neş'et etti. Kur'ân-ı azîmü'ş-şânı hıfzına aldıktan sonra doksandokuz ulûmu
es-Seyyid Ali Muhammed b. İbrâhîm el-Gürânî ve Hâlîd Halîlî ve Muhammed b. Gavs
el-Fâsî ve’ş-Şihâb Ahmed el-Arûsî ve en-Necm Muhammed b. Sâlim el-Hanefî ve
Cemâl Yûsuf ve eş-Şihâb Ahmed el-Melevî ve es-Seyyid Muhammed el-Belîdî ve
es-Seyyid Ebu’s-Suûd el-Hanefî ve eş-Şeyh Ahmed el-Cebretî ve es-Seyyid Kâsım
b. Hibetu'llâh el-Hindî ve el-Cemâl Abdullâh b. Muhammed eş-Şîrâvî gibi eâzım-ı
ulemâdan tahsîl etti. İlm-i bâtını da pederlerinden öğrendi. Az vakitte
evliyâu’llâh katarına girdi. Âsâr-ı aliyyeleri kemâline şâhiddir.
1.
el-Cevherü'l-Ferîd . Pederlerinin
bir manzûmesinin şerhidir.
2.
el-Kelimâtü'l-Bekriyye fî Halli Maânî Âlât Curûmiyye.
3.
el-Ukûdu'l-Bekriyye fî Halli'l-Kasîdeti'l-Hemziyye.
4.
Keşfü'l-Lisân. Salât-ı
Meşîşiyye şerhidir.
5.
er-Ravdu'r-Râid fî-İlmi'l-Ferâiz.
6.
ed-Dürretü'l-Bikriyye fî-Nazmi
Ferâidi'l-Bekriyye.
7.
Keşfü'l-Gavâs.
Bâlâdaki eserin şerhidir.
8.
Unvânü'l-Fazâil fî-Telhîsi'ş-Şemâil.
9.
Teşnîfü's-Sem'
fî-Tafdîli'l-Basari ale's-Sem'.
10. Ra'sü'l-Efkâr min-Muhtâriu'l-Eş'âr.
11. Menhecü'l-İlâh fî-Medhi Rasûli'llâh (salla’llâhu aleyhi
ve sellem).
12. el-Menhu'l-İlâhiyye fî-Medhi Hayri'l-Beriyye.
ve sâire.
/132/ Şiirde kemâli ziyâde idi. Bir dîvânı vardır. Şuabât-ı
Bekriyye'den Kemâliyye şu'besinin reîsidir. Pederlerinin esrârına vâris
olmuştur. 1199/(1785) senesinde ellidokuz yaşında olduğu hâlde Gazze'de
irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Türbeleri oradadır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şuabât-ı
Tarîkat-ı Bekriyye :
Hanefiyye,
Semâniyye, Dırdıriyye, Ezheriyye, Ticâniyye, Sâdiyye, Kemâliyye.
Şeyh Muhammed
b. Sâlim el-Hafnî
Hafniyye
şu'besinin müessisidir. Muhammed b. Sâlim b. Ahmed eş-Şâfiî el-Mısrî el-meşhûr
bi'l-Hafnî hazretleridir. Sâdâttandır. "eş-Şeyh, el-âlim, el-muhakkık,
el-müdekkık el-ârif-i bi'llâhi taâlâ, kutb-ı vaktihî, ebu'l-mekârim" diye
tavsîf olunmuştur. Mısır karyelerinden Hafne karyesinde 1101 sene-i
hiciriyyesinde (1689-90) dünyâya kadem basıp Belbîs nâm şehr-i kadîmden neş'et
eyledi. Tahsîli Mısru'l-Kâhire'de Câmiu'l-Ezher'dedir. Muhammed b. Abdullâh
es-Sicilmâsî ve Îd b. Ali el-Mürsî ve Mustafa b. Ahmed el-Azîzî ve eş-Şems
Muhammed b. İbrâhîm ez-Ziyâdî ve Ali b. Mustafa es-Sivâsî ve el-Hanefî ed-Darîr
el-Cemâl Abdullâh el-Şübrâvî ve eş-Şihâbeyn Ahmed el-Melevî ve Ahmed el-Cevherî
ves-Seyyid Muhammed b. Muhammed el-Belbîdî ve eş-Şems Muhammed b. Muhammed
el-Bedîrî ed-Dimyâtî gibi ulemâ ve fuzalâdan makâsıd-ı ulûmu tekmîl eyledi.
Câmiu'l-Ezher'de yirmiiki sene ta'lîm-i ulûm-ı âliye ile meşgûl olmuşlardır.
Hz. Şeyh'in
tab'-ı âlîleri lutf u kerremle meşhûr olup, hutâm-ı dünyânın nezd-i
şerîflerinde aslâ kıymeti yoktur.
Bidâyeten Şeyh
Ahmed-i Şâzelî el-Mağribî hazretlerine intisâb edip, ba'zı evrâd u ahzâb ahz
etmiş; ba'dehû ulûm-ı bâtınadan hakkıyla hisse-dâr-ı zevk olmak sevdâsına
düşüp, 1133/(1721)'te Mustafa el-Bekrî hazretlerinin Mısır'a teşrîflerinde
dâmen-i irfânına yapışıp birlikte Beytü'l-Makdis'e giderek riyâzât u mücâhedât
ile meşgûl olarak az vakit zarfında nâil-i hilâfet oldular ve Hz. Şeyh'in
emriyle Mısır'da tarîk-ı Halvetî'yi neşre başladılar. Birçok kimseleri zirve-i
kemâle ulaştırdılar.
Mısır'da tâm
elli sene neşr-i füyûzât eyledi. Câmiu'l-Ezher'de hem ders okuttu, hem de va'z
u nasîhatle meşgûl oldu.
Hüsn-i takrîre
mâlik, fasîhu'l-lisân ve ehl-i hâl bir zât idi. Dâire-i feyz ü irfânına
girenler bir daha yanından ayrılamaz idi. İlm-i tefsîr, ilm-i hadîs ve ilm-i
fıkıhda hisse-dâr-ı kemâl idi.
Şeyh Muhammed
el-Fectûlî el-Ezherî
(Muhammed b.
Sâlim el-Hafnî) bir çok ulemâ yetiştirdi. İçlerinden halîfesi Şeyh Muhammed b.
Abdurrahmân el-Fectûlî ez-Zevâdî el-Mağribî el-Ezherî en meşhûrudur.
Ezheriyye
şu'besi bu zâttan ayrılmıştır. 1181/(1767-68) senesinde âlem-i âhirete intikâl
eyledi. Mısır'da türbesinde müstağrak-ı envâr-ı tevhîddir. Cenâb-ı Hak
cümlemizi mazhar-ı şefâatleri buyursun. Âmîn.
Âsârı :
1. Hâşiye
alâ-Şerhi'l-Hemziyye li'bni Hacer,
2. Hâşiye
alâ-Şerhi Risâleti'l-Vaz',
3. Hâşiye
alâ-Hâşiyeti'l-Hakkıyye ale’l-Muhtasar,
4. Hâşiye
alâ-Şerhi'l-Mürciyye li'ş-Şenşevî,
5. Hâşiye-i
Câmii's-Sağîr,
6. Hâşiye-i
Risâletü'l-Akd,
7. Hâşiye-i
Cem'u'l-Cevâmi'.
/133/ Mustafa el-Bekrî hazretlerinden gelen silsile :
eş-Şeyh Mustafa
el-Bekrî es-Sıddîkî el-Halvetî, eş-Şeyh Muhammed Sâlim el-Hafnî el-Mısrî, eş-Şeyh
Muhammed b. Abdurrahmân el-Fectûlî, eş-Şeyh Ali b. Îsâ, eş-Şeyh Muhammed
el-Mehdî, eş-Şeyh Alâeddîn b. Âbidîn, eş-Şeyh Muhammed Saîd Efendi b. Alâeddîn,
eş-Şeyh Muhammed Sultân el-Mübârek ed-Dağistânî.
Şeyh Muhammed
Alâaddîn
Müşârünileyhimden
Şeyh Muhammed Alâeddîn, efâhım-ı ulemâdan ve eâzım-ı urefâdandır. 1244
senesinde (1828-29) Şam'da dünyâya gelmiştir. Pederleri Muhammed Emîn eş-şehîr
bi-"İbn-i Âbidîn"dir. Sâdât-ı kirâmdan olup, silsile-i nesebi
ber-vech-i âtîdir :
es-Seyyid Muhammed Alâeddîn b. es-Seyyid
eş-Şerîf Muhammed Emîn Âbidîn b. es-Seyyid eş-Şerîf Ömer Âbidîn b. es-Seyyid
eş-Şerîf Abdulazîz Âbidîn b. es-Seyyid eş-Şerîf Ahmed Âbidîn b. es-Seyyid
eş-Şerîf Abdurrâhmân Âbidîn b. es-Seyyid eş-Şerîf Necmeddîn b. es-Seyyid
eş-Şerîf el-âlim el-fâdıl el-velî es-sâlih el-câmi' beyne'ş-şerîati ve'l-hakîka
imâmü'l-fazl ve't-tarîka Muhammed Salâhaddîn eş-şehîr bi-Âbidîn b. es-Seyyid
eş-Şerîf Muhammed Kemâl b. es-Seyyid eş-Şerîf Nakıyyüddîn el-müderris b.
es-Seyyid eş-Şerîf Mustafa eş-Şihâbî b. es-Seyyid eş-Şerîf Hüseyin b. es-Seyyid
eş-Şerîf Rahmetullâh b. es-Seyyid eş-Şerîf Ahmed es-sânî b. es-Seyyid eş-Şerîf
Ali b. es-Seyyid eş-Şerîf Ahmed es-sâlis b. es-Seyyid eş-Şerîf Mahmûd b.
es-Seyyid eş-Şerîf Ahmed er-râbi' b. es-Seyyid eş-Şerîf Abdullâh b. es-Seyyid
eş-Şerîf İzzeddîn Abdullâh es-sânî b. es-Seyyid eş-Şerîf Kâsım b. es-Seyyid
eş-Şerîf Hasan b. es-Seyyid eş-Şerîf İsmâîl b. es-Seyyid eş-Şerîf Hüseyin
en-Nakîb es-sâlis b. es-Seyyid eş-Şerîf Ahmed el-hâmis b. es-Seyyid eş-Şerîf
İsmâîl es-sânî b. es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed b. es-Seyyid eş-Şerîf İsmâîl
el-A'rec b. el-İmâm el-Ca'fer es-Sâdık b. el-İmâm Muhammed el-Bâkır b. el-İmâm
Zeyne'l-Âbidîn b. el-İmâm Hz. Hüseyin b. el-Betûl hiye ez-Zehrâ Fâtıma bt.
er-Rasûl (salla'llâhu taâlâ aleyhi ve selem ve aleyhâ ve alâ cemî'-i âlihî
ve sahbihî ecmaîn.)
Muhammed
Alâeddîn hazretleri de pederleri gibi zâhir ü bâtında allâme-i cihân oldu.
Vâkıf-ı esrâr-ı Sübhânî bir zât-ı nûrânî idi. Nice âsâr-ı nâfia-i mükemmele
meydâna koydu. Şam'da medfûn Şeyh Muhammed el-Mehdî hazretlerinden tarîkat-ı
Halvetiyye'yi aldı. Nâil-i hilâfet oldular. Kendilerinden esrâr-ı acîbe zuhûra
geldi. Tarîk-ı Halvetî'yi neşre himmet eylediler. Peder-i azîzinin noksân kalan
Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr nâm eserine iki cild ilâve eyledi.
Nâmını Kurretü Uyûni'l-Ahyâr li-Tekmileti Reddi'l-Muhtâr
ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîri'l-Ebsâr tesmiye etti.
Şöhret-gîr olan
fazl u irfânı hasebiyle Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye meclisinde azâ
sıfatıyla bulunmak üzere, 1285/(1868) senesinde İstanbul'a davet olundu. Bir
müddet sonra Şam'a avdet buyurdu, uzlet etti. Onikinci karn-ı hicrî evâhirinde
terk-i âlem-i nâsût etti. Pederinin yanında müstağrak-ı nûrdur. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Muhammed Emîn
Âbidîn
Sâhib-i
tercemenin pederi Muhammed Emîn Âbidîn,
1198/(1784) senesinde Şam'da doğmuştur. İbn-i Âbidîn Medresesi nâmıyla meşhûr
medresede pederlerinin hücresinde meşgûl-i ilm oldu. Hıfz-ı Kur'ân'a muvaffak
olduktan sonra te'mîn-i maîşet için ticârete sülûk ile berâber şeyhü'l-Kurrâ
Saîd el-Hamavî'den ilm-i kırâeti tahsîl
ile me'zûn oldu.
Hz. Kur'ân'ı
pek iyi okurlar imiş. Halk dinlemeye tehâlük gösterirler imiş. Ulemâ-yı
mahalliyyeden makâsıd-ı ulûmu öğrendi. Te'lîfâta başlayarak 1225/(1810)'de el-Ukûdu'l-Leâlî
fi'l-Esânîdi'l-Avâlî ve Şerhu'l-Kâfî fi'l-Arûz ve'l-Kavâfî gibi
kitaplar te'lîf etti.
Yedi senede Ref'u'l-İştibâh
an İbâreti'l-Eşbâh nâm eseri yazdığı gibi Şerhu'n-Nebze üzerine bir hâşiye yazıp Fethu
Rabbi'l-Erbâb alâ Lübbi'llübâb Şerhu Nebzeti'l-İ'râb tesmiye etti. Şeyh
Muhammed Saîd el-Halebî ile mülâkâttan sonra şu eserleri yazdı :
/134/
1.
Ref'u'l-Enzâr ammâ Evradehû'l-Halebî ale'd-Dürri'l-Muhtâr,
2.
Hâşiye ale'l-Beyzâvî,
3.
Hâşiye ale'l-Mutavvel,
4.
Hâşiye alâ Şerhi'l-Mültekâ,
5.
Nüshatü'l-Hâlık
ale'l-Bahri'r-Râik,
6.
Zeylü Târîhi'l-Murâdî,
7.
Menhelü'l-Vâridîn min Bihâri'l-Feyz alâ
Zuhri'l-Müteehhilîn li-Mesâili'l-Hayz,
8.
er-Rahîku'l-Mahtûm Şerhu
Kalâidi'l-Manzûm,
9.
Kitâbu Tenbîhi'l-Vülât ve'l-Hukkâm,
10.
El-Fevâidü'l-Acîbe fî İ'râbi Kelimâti'l-Garîbe,
11.
İsâbetü'l-Gavs fî Ahkâmi'n-Nukebâ ve'n-Nücebâ ve'l-Abdâl
ve'l-Gavs,
12.
el-İlmü'z-Zâhir fî Nefhi'n-Nesebi't-Tâhir,
13.
Tenbîhü'l-Gâfil,
14.
el-Vesenân fî Ahkâmi Hilâli Ramazân,
15.
el-İbâne fi'l-Hıdâne,
16.
Şifâü'l-Alîl,
17.
Ref'u'l-İntikâz ve Def'u'l-İ'tirâz,
18.
İ'lâmu'l-A'lâm fi'l-İkrâri'l-Âm,
19.
Sellü'l-Hüsâmi'l-Hindî,
20.
Gâyetü'l-Matla’b,
21.
el-Fevâidü'l-Muhassasa,
22.
Teceyyürü't-Tahrîr,
23.
Tenbîhu zevi'l-İfhâm,
24.
Ref'u'l-İştibâh,
25.
Tahrîru'n-Nukûl ,
26.
el-Ukûdü'd-Dürriye,
27.
Gâyetü'l-Beyân,
28.
ed-Dürerü'l-Mudî,
29.
Ref'u't-Tereddüd,
30.
el-Akvâlü'l-Vâzıhatü'l-Celiyye ve
İthâfu'z-Zekkiyyü'n-Nebiyye,
31.
Menâhilü's-Sürûr,
32.
Tuhfetü'n-Nâsik fî Ed'ıyyeti'l-Menâsik,
33.
el-Mebâhisü'r-Râika ve'r-Rekâiku'l-Fâika,
34.
Kıssatu'l-Mevlidi'ş-Şerîfi'n-Nebevî (Manzûm).
Elli parça
resâil-i muhtelife.
En büyük eseri Dürr-i
Muhtâr üzerine Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîri'l-Ebsâr
nâmıyla yazdığı altı büyük cild kitaptır.
Zamânını ta'lîm
ü taallüm ve tefhîm ü tefehhüm ile geçirdi. Gündüzleri sâim, geceleri kâim idi.
Tarîkat-ı Kâdiriyyeyi, müftî-i Mısır Şeyh Temîmî hazretlerinden aldı.
Gündüzleri ders okutur, geceleri az uyur, ba’zan hiç uyumaz idi. Halîm, selîm,
beşûş olup, ahlâk-ı cemîleye sâhip idi. 1252/(1836) senesinde âzim-i dâr-ı bakâ
ve nâil-i ni'met-i bakâ oldular. Şam'da Bâbu's-Sağîr'de türbe-i mahsûsalarında
medfûndur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
[1]. Şeyh Muhammed Çelebi:
Abdülbâkî Efendi-zâdedir. Pederlerinin emriyle İstanbul'a gelip, Âsitâne-i Hz.
Sünbülî'de şeyh ve dört kitabın zâhir ve bâtın meânîsini ve esrârını âlim ve
ârif olan Necmeddîn Hasan Efendi hazretlerine intisâb etmiş ve bir müddet sonra
hilâfet almıştır.
[2] Kastamonu’ya bağlı bugünkü Küre ilçesi. (H)
[3] (وَسَقَاهُمْ
رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا) "... Rableri onlara tertemiz bir içecek
içirecektir.” 76. İnsân sûresi, 21. (H )
[4] Buradaki “zamân” kelimesi, vezne uyması için “ân”
kelimesi yerine tarafımızdan konulmuştur. (H)
[5] Otururken aşka bir göz gezdirdem, üstâdımın aşkatan daha
eski olduğunu gördüm.
Yâ Rabbi!
Ben de aşkla yardımına sarıldım. Kolaylaştır bana Rabbim, zorlaştırma! Hayırla
sonuna erdir. (H)
[6] Tamamı okunamadığından tercüme edilmemiştir. (H)
[7] Ben söyleceğimi söyledim, yazacağımı yazdım ve bildim ki,
Allah taâlâ hakikat ve doğru olanı en iyi bilendir. Dönülecek, sığınılacak ve
gidilecek yer, ancak O’nun katıdır. Kim kitap ve sünnetin delilleriyle, şerîat
ve tarîkatla, içinde hiçbir şüphe bulunmadan marifet ve hikmetle O’na dönerse,
Melik-i Azîz olan Allâh’ın lutfuyla en güzel yer ve ecirler o kişinin olur.
Melik, Rahîm ve Tevvâb olan Allâh’a hamd olsun. Kişinin gençlik çağından
başlayıp, dostlarına ve akrabâlarına vedâ ettiği zamânına; cismi ve bedeniyle
kabre ve toprak altına girinceye; azâb ve firâk ateşinin yaktığı elemlerden
kurtuluncaya; yeninden dirilme ve haşr gününde ruhların ârifler ve Sâlihlerle
hiçbir hüzün ve hicâbın olmadığı sıfat
cennetine girinceye; asfiyâ ve evliyâ ile basîret sâhiplerinin bulunduğu zât
cennetine girinceye kadar sürecek olan bu hamd Allâh’a mahsûstur.
Zâtı itibâriyle
salât, sıfatları itibariyle selâm, Allah’tan başkasını sevmekten uzak olan Hz.
Muhammed (aleyhi’s-selâm)’a; onun âline, evlâdına ve ashâbına olsun.
Velhâsıl hamd,
bütün kapıların müfettihi ve bütün sebeplerin müsebbibi Allâh’dır.
[8] 29. sahîfede tafsîlât vardır.
[9] Hz. Mısrî'nin Haseneyn Efendilerimiz hakkında
yazdığı bir mecmûa üzerine İsmâîl Hakkı hazretleri tarafından yazılmıştır ki,
ondan istinsâh olunmuştu.
[10] "...O'nun zâtından başka her şey yok
olacaktır..." 28. Kasas sûresi, 88. (H)
[11] Te’vîl eden tekfîr olunmaz. (H)
[12] “Yüce Peygamber Hz. Muhammed Mustafâ’dan sonar,
çok cömert ve cüsseli olan Ali el-Atvel… O, ganemdir, hatemdir ve zamânı
mühürlemiştir.” (H)
[13] (وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِّن
قَبْلِكَ مِنْهُم مَّن قَصَصْنَا عَلَيْكَ وَمِنْهُم مَّن لَّمْ نَقْصُصْ عَلَيْكَ)
"Andolsun senden önce de
peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız da var,
durumlarını sana bildirmediğimiz de var." 40. Mü'min/Gâfir sûresi, 78. (H)
[14]. (…...وَمَا
رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ) "...Attığın zaman da sen atmadın..." 8.
Enfâl sûresi, 17. (H)
[15]. "... Mü'minlerin Allah'a olan sevgisi daha
güçlü bir sevgidir..." 2. Bakara sûresi, 165. (H)
[16] "O gerçekten güzeldir." (H)
[17] Mektûba nazaran 1093/(1682)'tür. Müddet-i
meşîhat yirmi olmak lâzım gelir. Mektûbtaki târîh doğrusu olacak.
[18] İbârenin hesaplanmasından 1170 çıkmaktadır. (H)
[19] "Verdiği bu fazl u keremden dolayı O (Allah'a) hamd
ve şükür gerekir. " (H)
[20] Muharrir-i fakîr, bu târîhte bir sehv-i
beyân vardır demek isterim. Zîrâ Şeyh Îsâ Mahvî Efendi'nin irtihâli Sefîne-i Evliyâ c.III, s.375'te
1127/(1715) senesine müsâdiftir. Şu hâlde bu târîh her hâlde Îsâ Efendi'nin
hâl-i hayâtına müsâdif olan daha evvelki zamâna müsâdiftir. Bunun te'lîfi de
mümkinâttandır. Ya'nî Îsâ Efendi irtihâlinden üç sene sonra ya mükâşefe ya hâl-i menâmda
Hz. Nasûhî'ye görünmüş ve kerîmesine
bahs etmiştir. Ehlu'llâh için bu hâl zor bir şey değildir.
[21] (فَفِرُّوا
إِلَى اللَّهِ...) "O halde Allah'a koşup (sığının)..." 51.
Zâriyat sûresi, 50. (H)
[22] "... Allah dilediğine kat kat fazlasını
verir..." 2. Bakara sûresi, 261. (H
[23] "Mallarını Allaha yolunda harcayanların
ördeni, her birinde yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tane gibidir."
2. Bakara
sûresi, 261. (H )
[24] "... Allah her şeye kâdirdir." 2.
Bakara sûresi, 284 ve başka ayetler. (H)
[25] "Ameller niyetlere göredir..." Buhârî, Sahîh,
Bed'ül-vahy, 1; Îmân, 41...; Müslim, Sahîh, İmâre 155; Ebû Dâvûd, Sünen,
Talâk, 11; Tirmizî, Sünen, Fezâilü'l-cihâd, 16; Nesâî, Sünen,
Tahâre, 59; Talâk, 24; Îmân, 19; İbn-i Mâce, Sünen, Zühd, 26; Ahmed
İbn-i Hanbel, Müsned, I, 25; II, 60. (H)
[26] 6. En'âm sûresi, 60. (H)
[27] “ Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ey Allah’ın
ilk yarattığı! Ey Allâh’ın rasullerinin sonuncusu!
Allah,
Allah! Ey Allah’ın habîbi! Canım sana fadâ olsun.en güzel salât ü selâm sana
olsun.
Ey Raû f
olan! Ey rahîm olan! Ey Allah’ın Rasûlü! Bedenim de kalbim de sana fedâ olsun.
Sen kere sâhibi nebîsin. Sana Allah’ın nurları verilmiştir. Sen Rabbânî mülkün
yiğidisin; nübüvvet ve risâlet sultanlarının, arşı taşıyanların ve bütün
yaratılmışların sultânısın. Kıyâmet kadar ebedî tahiyyât ve salât ü selâm sana
olsun. Âmîn, ve’l-hamdü rabbi’l-âlemîn.
Ey “Beni gören Hakk’ı görür.” Diyen Rasûl! Sana inandık seni tasdîk ettik.”
(H)
[28] “… Rabbimin bana bir lutfudur…” 27. Neml sûresi, 40. (H)
[29] “… İşte bu Allah’ın lutfudur. Onu dilediğine
verir…” 57. Hadîd sûresi, 21. (H)
[30] “… İşte yarışanlar bunun için yarışırlar.” 83.
Mutaffifîn sûresi, 26. (H)
[31] “… Yalnız bunlarla sevinsinler…” 10. Yûnus
sûresi, 58. (H)
[32] “… Nerede olsanız, O sizinle beraberdir…” 57. Hadîd
sûresi, 4. (H)
[33] “Kendilerine telkîn olunan zikre devam ettiler.
Şu ayette belirtidiği gibi tek bir tarz üzere oldular: (14. İbrahim Sûresi, 27. ) ‘ Allah, iman edenleri hem dünya hayatında
hem de ahirette sâbit bir sözle sağlamlaştırır …..’ O halde iyi anlayın ve
düşünün ki zaman keskin bir kılıç gibidir.”
(H)
[34] "Ancak Allah bilir." (H)
[35] “Deniz eskiden olduğu gibi denizdir. Olaylar ise,
sanki nehirler ve dalgalar gibidir.” (H)
[36] Burnaz Hasan Ağa'nın bir eseri vardır, gayr-i matbû'dur.
Zamânında bulunan ba'zı meşâyıh-ı kirâmın tercümelerini tahkîk ve bir çoğuyla
müşâfeheten görüşüp, hâllerini tedkîk ederek haklarında güzel bir eser
te'lîfine muvaffak olmuştur. Âsitâne-i Nasûhiyye şeyhi Seyyid Kerâmeddîn Efendi
ile görüştüğümde, bu zât-ı muhterem Edirne'de gül-şen-sarâ-yı vahdete âzim
olup, orada medfûn olduğunu ve Hz. Nasûhî hakkında menâkıb-nâme yazan Hasan
Senâî ki, Hulefâ-yı Hz. Nasûhî'dendir, Burnaz Hasan Ağa'nın oğlu bulunduğunu
söylemişti. Her ikisi birer insân-ı kâmil olup, Hz. Nasûhî'nin enfâs-ı
tayyibesine mahzar olmuşlardır. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)
[37] “Zevk veren kadeh kırık, safâ neş’esi yok. Dost ve
sevgili meclisleri boş, kimse yok.” (H)
[38] İbârenin hesaplanmasından 1305 çıkmaktadır. (H)
[39]. Bu zât 16
Zilkâde 1321/(3 Şubat 1904)'de irtihâl eylemiştir. Hazîrede medfûndur.
Kirâmeddîn Efendi'nin küçük birâderidir.
[40] Bu “Keşan’dan” notu yazma nüshaya Sayın Orhan Nasuhoğlu tarafından
günümüz alfabesiyle yazılmıştır. (H)
[41] (فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ)"... Nereye yönelirseniz Allah'ın
vechi (zâtı) işte oradadır..." 2. Bakara sûresi, 115. (H)
[42] Bu ibârenin hesaplanmasından 1145 çıkmaktadır. (H)
[43] Müslim, Sahîh, Zühd, 11. (H)
[44] "Görmediğim rabbe ibâdet etmem." (H)
[45] Sefîne’nin bu cildinin 39. sayfasınki dipnotlara
bakınız. (H)
[46] "Rüyâların en doğru olanları seher
vaktindekilerdir." Tirmizî, Sünen, Rü'yâ, 3; Dârimî, Sünen,
Rü'yâ, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 29, 68.
[47] "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı
olandır." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, I, 393. (H)
[48] Bu silsilenin kısaca tercümesi şöyledir :
“Hamd Allah’a mahsustur. Salât ü selâm,
beşeriyetin en hayırlısı olan ve Cenâb-ı Hakk’ın müjdeleyici ve kötülüklerden
sakındırıcı olrak gönderdiği Hz. Muhammed (a.s.)’e; onun âline ve ashâbına
olsun. Ashâb-ı kirâm ki, onrların her biri İslâm dininin hidâyete erdirici
rehberi, insanlığı aydınlatan lambalarıdır.
İmâm Gazâlî İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn adlı
eserinde şöyle demektedir :
Basîret nazarıyla bakanlar anladılar ki, gerçek
kurtuluş ancak Allah teâlâya kavuşmakla olur. Allâh’a kavuşmak ise, ancak kulun
gerçekten O’nu sevmesi ve O’nu hakkıyla bilmesiyle mümkündür. Muhabbet ve
ünsiyet ise yalnız Allâh’ı ve sıfatlarını devamlı tefekkür ederek elde edilir.
Devamlı tefekkür ve dâimî zikir de dünyâya ve dünyâda bulunan şehvet ve
zevklere vedâ’ ile, mümkün olduğu kadar onlardan uzaklaşmakla olur. Bütün
bunlar, zikrin ve fikrin gece ve gündüzün bütün vakitlerinde devamlılık
arzetmesiyle elde edilir.
Evrâd-ı şerîfe ve müretteb hizibler, zikir ve
fikrin belli vesîleleridir. Bizim tarîkatımız olan Şâbânîlikte her gün sabah
namazının ardından Şeyh Yahyâ-yı Şirvânî’ye ait olan şu vird makbûl
duâlardandır :
والله سلام من كل اصر
وباله من ورد ماله
Bu virdler arasında lafzı az olduğu halde birçok
tesirli dualar gibi daha da şumullü olanları vardır. Yine bunlar arasında
birçok bereketli salavât vardır ki, her birine cevâmiu’l-kelim denilebilir.
İşte ben bizim tarîkımızda mer’î olan salavât metnini okumak üzere mânevî
evlâdımız Ali Efendi’ye icâzet verdim. (Cenâb-ı Hak onunla berâber olsun ve ona
likâsını nasîb etsin. Bana da bu icâzeti azîz ve muhterem şeyhim Mudurnulu
es-Seyyid Halîl Rahmî Efendi (k.s) vermişti.”
Bu silsilede bundan önce yer alan zevâtın isimleri
şöyledir :
Geredeli Abdullâh Efendi (k.s.), Diyarbakırlı
el-Hâc Mustafa Efendi (k.s.), Geredeli el-Hâc Halîl Efendi (k.s.), Çerkeşli
Şeyh Mustafa Efendi (k.s.), Zoravî eş-Şeyh Muhammed Efendi (k.s.), Mudurnulu
Abdullah er-Rüşdî Efendi (k.s.), Üsküdarlı Muhammed Nasûh Efendi (k.s.),
Çankırılı Karabaş Velî Ali el-Atvel Efendi (k.s.), Çorumlu Şeyh İsmâîl Efendi
(k.s.), Ömer el-Fuâdî Efendi (k.s.), Kastamonulu Şeyh Muhyiddîn b. Muhammed
Efendi (k.s.), Karsamonulu Pîr Sultân Şa’bân-ı Velî, Hayreddîn-i Tokâdî,
Muhyiddîn Muhammed Cemâl-i Halvetî, Şeyh Pîr Muhammed el-Erzincânî, Es-Seyyid
eş-Şeyh Yahyâ b. Bahâeddîn-i Şirvânî, Pîr Sadreddîn-i Hıyâvî, el-Hâc İzzeddîn-i
Halvetî, Ahî Mîrim el-Halvetî, Pîr Ömer el-Halvetî, Ahî Muhammed el-Geylânî,
İbrâhîm Zâhid el-Geylânî, Seyyid Şeyh Cemâleddîn et-Tebrîzî, Şihâbeddîn
et-Tebrîzî, Rükneddîn Muhammed es-Sincâsî, Şeyh Ebu’r-Reşîd Kutbeddîn
el-Ebherî, Ebu’n-Necîb Ziyâeddîn Abdülkâdir es-Sühreverdî, Şeyh Vecîhüddîn
el-Kâdî, Muhammed el-Bekrî, Ömer
el-Bekrî, Ebû Muhammed Ahmed Esved ed-Dînevrî, Mimşâd ed-Dîneverî, Cüneyd
el-Bağdâdî, Seriyyü’s-Sakatî, Ebû Mahfûz Ma’rûf b. Fîrûz el-Kerhî, Süleymân
Dâvûd b. Nasîr et-Tâî, Habîb el-Acemî, Ebû Saîd Hasan el-Basrî,
Emîru’l-Mü’minîn Ali el-Murtazâ (r.a.), Muhammedü’l-Emîn (s.a.s.), Cebrâîl
(a.s.). (H)
[49] Bu ibârenin hesaplanmasından 1100 çıkmaktadır.(H)
[50] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır.
(H)
[51] "Şehrîdir. Beşikci-zâde Tekkesi diye şöhret-yâfte ve beher hafta
hatm-i hâcegân eder erenlerden olup, İdris Şeyh Abdullâh-ı Kaşgârî'den ahz-ı
tarîkat ve Seyyid Hamdi'den hüsn-i hattâ sâhib icâzet almıştır. Bidâa-i hâli müsellem, sâlih bir erdir. (Tuhfe-i Hattâtîn, s. 217).
Ahîren Halvetî’ye tahsîs edilmiş idi."
[52] Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor : "Mü'minler
ölmezler, bilakis fenâ yurdundan bakâ yurduna göçederler." (H)
[53] Hüseyin Vassaf bu konuda verdiği bilgilerin üzerini
çizmiş ve bu ibâreyi İbnü'l-Emîn Mahmut Kemâl İnal, sahîfe kenârına kendi
elyazısıyla kaydetmiştir. (H)
[54] “Ağyayınız, ağlayamazsanız da ağlar gibi yapınız.” (H)
[55] “Yani ağlaman olmadığı halde sen ağlamanı açığa vur. Sen
artık kalan ibâdetlerle kıyâs et.” (H)
[56] “Evliyânın azığı Allah’tandır.” (H)
[57] “Kul
Rabdır, Rab da kuldur. Keşke mükellef olsa…
Eğer “kul”
dersen bu ölüdür, eğer “Rab” dersen nasıl muküllf olur?” (H)
[58] "... Onun te'vîlini Allah ve ilimde ruhsat sâhibi
olanlar dışındakiler bilmez..." 3. Âl-i İmrân, 7. (H)
[59] "... Şüphesiz bunda akıl sâhipleri için bir öğüt
vardır.” 39. Zümer sûresi, 21. (H)
[60] "Tevhîd, bir takım bağlantıları düşürmektir."
(H)
[61] "O halde bu gününüze kavuşmayı unutmanıza karşılık
azabı tadınız..." 32. Secde sûresi, 14. (H)
[62] (لى مع الله وقت لايسعنى فيه ملك مقرب ولانبى
مرسل)
"Benim Allah katında öyle bir hâlim vardır ki, benim o hâlime ne bir melek
yaklaşabilir, ne de bir peygamber ulaşabilir." Bu sözün hadis tekniği
açısından değerlendirilmesi ile ilgili olarak bkz. el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ,
c. II, s. 173, bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin
Hadislerdeki Dayanakları, Ankara 2000, s. 79, 80. (H)
[63] (فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ
أَدْنَى) "İşte o zaman araları, iki yay arası kadar, belki
de daha yakın olmuştur...", 53. Necm sûresi, 9. (H)
[64] Bu manzûmenin vezninde bozukluklar çoktur. (H)
[65]
“Mü’minlerin yolunu tevhîd ve ikrâr ile tertemiz kılan, kendi yoluna
girenlerin nefislerini zikir ve virdlerle tezkiye eyleyen, âşıkların kalplerini
tecelliyâtıyla ve nûruyla aydınlatan, âriflerin kalplerini de esrârıyla
genişleten Allah’a hamd olsun.
Sâlât ü selâm ise, ümmetini en güzel yola irşâd
eden efendimiz Muhammed (a.s.)’ın üzerine olsun. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’a vuslat
yollarını beyân eyleyen ashâb-ı kirâmının ve kendi âlinin üzerine olsun. Yine
onun yoluna tâbi olma şerefine nâil olan tâbiîn ehline de duâ ve selâm olsun.
Halvetiyye tarîkatı, sûfî tarîkatlarının en
büyüklerinden ve Hz. Peygamber’in yoluna en yakın olanlardandır. Halvetî ricâli
ise, Hz. Peygamber’in yoluna sülûk ederek tasfiye ve tezkiye ile onun
velâyetinin vârisleri olmak sûretiyle hâkîkate vâsıl olmuşlardır. Bunlar
arasında, özellikle Virdü’s-Settâr sâhibi olan, vuslata ermiş
muhakkıkların kutbu sayılan Şeyh Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî (k.s.), Halvetî
tarîkatının ulularından olup, Şâbânî tarîkatının da menbaıdır. Çünkü Seyyid
Yahyâ-yı Şirvânî, Hz. Peygamber’i rüyâsında görmüş ve kendisine bu Virdü’s-Settâr’ı
öğretip her sabah seher vaktinde okumasını emretmiştir.
Bu vird-i şerîf, ulemâ ve meşâyıhın büyükleri
arasında pek makbûldür. Aynı zamanda bu vird, Ehl-i Sünnet akâidine uygun olup,
bid’at ehlinin mefâsidine de karşı durmuştur. Bu Arapça virdi, Şâbânî tarîkatı
meşâyıhından Harîrî-zâde Şeyh Muhammed Kemâleddîn Efendi, Türkçe olarak şerh
etmiştir. Bu tercümeyi, içerisindeki birtakım garip mânâlardan daha çok kişinin
faydalanması ve okuyanların ettiklerin duâlarına nâil olabilmeleri için
yapmıştır. Bu güzel ve latîf şerhten, şârihinin ehl-i teftîş ü tahkîk olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü o, eserindeki mânâ incilerini, sanki derin denizlerden
elde eder gibi çıkarmış, bazı sırları açıklamış ve halkın gözünü açmıştır.
Cenâb-ı Hak, bizi dînin hakîkatına eriştirip yakîn mertebesine ulaştırsın.
Bu takrîzi Şâbânî tarîkatı hâdimlerinden ve
Üsküdar’daki Nalçacı Halîl Efendi Dergâhı şeyhi Mustafa Enver yazmıştır.”
(H)
[66] (من رآنى فى المنام قد رأى الحق) "Beni
rüyada gören gerçekte görmüş olur." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II,
250; bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun
Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s. 268. (H)
[67] (وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا
وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي ...)
"Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbı onunla konuşunca demişti ki,
"Rabbim! Bana (kendini) göster, Sana bakayım" (Rabbi de ona şöyle
buyurmuştu : Sen Beni aslâ göremezsin..." 7. A'râf sûresi, 143. (H)
[68] Bu ibârenin hesâblanmasından 1327 çıkmaktadır. (H)
[69] (موتوا قبل أن تموتوا) "Ölmeden
önce ölünüz." el-Aclûnî, Keşfü'l-Kafâ, II, 291. (H)
[70] Cennetü'l-Muallâ olmalıdır. (H)
[71] Burada bir yanlışlık olmalı. (H)
[72] Buradaki ay net okunamaktadır. Ramazan ayının karşılığı aslında
Nisan değil, Temmuz sonudur. (H)
[73] "... Aklı olan yahut hazır bulunup kulak
veren kimseler için..." 50. Kâf sûresi, 37. (H)
[74] "De ki : En üstün delil yalnızca
Allah'ındır..." 6. En'âm sûresi, 149. (H)
[75] Doğum
tarihini belirten yukardaki 1275 ile bu tarihlerden birinde yanlışlık olmalı.
İkisinin arasındaki fark 67 değil, 62’dir. (H)
[76] Şeyh Behcet Efendi pederimiz, Fâtih
Dersiâmlarından ders vekîli Hâlis Efendi merhûmun talebesi olduğunu söylediler.
[77] (وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء
كُلَّهَا ...) "Allah
bütün isimleri Âdem'e öğretti..." 2. Bakara sûresi, 31. (H)
[78] "… Allah onları sever, onlar da Allah'ı
sever..." 5. Mâide sûresi, 54.
[79] “3 Şâbân Cuma günü gece yarısı bir çocuk dünyâya
geldi. Daha gelmeden önce müjdelendim. Sonra da beni hüsrâna boğdu. Onun
ölümüne “hıtâm-ı misk” olsun diye, “Muhammed hitâm” diye târih düştüler.”
Tarih ibâresi olan “Muhammed hıtâm”ın
hesaplanmasından 1133 çıkmaktadır. (H)
[80] “Bu
makâm, vaktin nâdir kişilerinden olan kutbun makâmıdır. O, hakîkatın aslı ve
fer’idir.
O, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’ın soyundan gelen Muhammed
el-Halvetî’nin torunu Mustafa el-Bekrîdir.
Onun bulunduğu bu toprak, rahmet-i Rıdvân’dan gelen yağmurla
sulanmaktadır. (H)
[81] Silsilenin bu kısmındaki isimler şunlardır :
-
Kutb-ı zamân Şeyh Hz. Şa’bân-ı Velî (k.s.),
-
Şeyh Muhyiddîn-i Kastamonî (k.s.),
-
Seyyid Ömer el-Fuâdî (k.s.),
-
Şeyh İsmâîl el-Çorumî (k.s.). Şam’da Bilâl-i Habeşî (r.a.)’nin türbesi
yakınında medfûndur.
-
Şeyh Mustafa Muslihuddîn el-Kastamonî (k.s.),
-
Şeyh Alâeddîn Ali el-Atvel (Karabaş Velî) (k.s.),
-
Şeyh Mustafa el-Edirnevî (k.s.).
Şeyh Karabaş Velî’nin 446 halîfesi vardır. Son
halîfesi ise adı geçen Şeyh Mustafa’dır ve seccâde-nişîndir. Onun da birçok
halîfesi ve mürîdi vardır. Hâlen Anadolu’da şeyhu’l-meşâyıh mertebesindedir.
-
Şeyhimiz Şeyh Abdüllatîf Efendi.
[82] Müellif sayfa nımaralarını yazarken 127’den 129’a
geçmiştir. (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar