Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 10

Bunlarada Bakarsınız

SEFÎNE-İ EVLİYÂ

Osmânzâde Hüseyin VASSÂF

(1872-1930)

CİLT : 4

 

Yayına Hazırlayanlar:

Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ                                    Prof. Dr. Ali YILMAZ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi               Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi

Öğretim Üyesi                                                      Öğretim Üyesi

İstanbul - 2005

 

/7/ Hz. ŞA'BÂN-I VELÎ'NİN ECELL-İ HULEFÂSI:

Kastamonulu Osmân Efendi ile Hayreddîn, Muhyiddîn ve Musihuddîn Vahyî ve İskilipli Abdülbâkî Efendilerdir. Her biri zâhir ve bâtında kemâlât sâhibi olmuştur. Hz. Pîr efendimizden sonra sırasıyla Âsitâne'de post-nişîn-i hilâfet oldular ve mürde-cânları uyandırdılar.

Umûm hulefâ-yı Hz. Pîr'i bildiren bir eser yoktur. Biz bu beş zâtın tercüme-i hâllerinden bahsedeceğiz.

1. Şeyh Osmân Efendi

Kastamonulu şûh ve âşık-meşreb, sehâ ve mürüvvet ile mühezzeb, ahlâk-ı hasene ile mütehallık idi. Hz. Pîr'in nice zamânlar hizmet-i aliyyelerinde bulunup, nâil-i hilâfet oldukta, emr-i Pîr ile Tokat'a i'zâm buyurulmuş idi. Şeyhinin irtihâlini haber alınca hemen Kastamonu'ya şitâbân olup, te'sîr-i hasret ile pek ziyâde yanmış, yakılmış; nihâyet gördüğü rü'yânın delâletiyle vefâtından kırk gün evvel ihvân-ı tarîkata ihyâ-yı hakîkat eyleyip, kırkıncı günü cânını cânânına teslîm eyledi. Na'ş-ı şerîfleri, Hz. Pîr'in yanına defn olundu. Ricâlu'llâhtan idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

2. Şeyh Hayreddîn Efendi

Kastamonuludur. Her husûsta ehl-i temyîz; musâhabeti lezîz idi. "Kazancı Hayreddîn" denilmekle ma'rûftur. Ricâl-i mümtâze-i tarîkattan olup, Hz. Şa'bân-ı Velî'nin kemâline vâkıf olan eâzımdandır. İlm-i tefsîr ü hadîste yed-i tûlâ sâhibi idi. On yıl, âsitâne-i Hz. Pîr'de seccâde-nişîn oldu. Etrâf-ı âleme kâmil ve mükemmil nice mürşidler gönderdiler. Mübârek nefesleri, bi-kudreti'llâhi teâlâ, bâis-i şîfâ olup, merzâ-yı müslimîn şîfâ-yâb olurlar idi. Hz. Pîr civârında asûde-nişîn-i rahmettir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

3. Şeyh Abdülbâkî Efendi

İskiliplidir. Pederlerine "Acem Alisi" derler idi. Böyle denilmesinin sebebini mahdûmları Muhammed Çelebi[1] naklediyor: Diyâr-ı Acemden Rûm'a bir nâm-dâr pehlivân gelip, Çorum kazâsında her kimin ile güreştiyse yendi. Neş'e-i gâlibiyyet ile İstanbul'a giderken Abdülbâkî'nin pederine rast gelmiş, onunla güreşip mağlup olmuştur. Bundan dolayı "Acem Alisi" diye şöhret buldu.

/8/ Abdülbâkî Efendi âlim ve ârif idi. Aklî-naklî ulûmda ihtisâsı fevka'l-âde bir nisbette; ilm-i bâtında da ferîd-i asr olmuş idi. Genç iken bir gözleri  kazâen alîl oldu. Hz. Pîr-i azîz, müşârünileyhin kuvve-i ilmiyyelerini beyân için, azîzin kalbleri âleminde olan hâllerini, sûret âleminde olan hâl ile temsîl edip, "Eğer bizim Abdülbâkî'nin bir gözü daha olsaydı, mütâlaada her maânî-i dakîkayı istihrâcta kitâbı delip, öte yana geçerdi." buyururlar imiş. Hz. Pîr'den ahz-ı feyz edip, merâtib-i âliyyeye nâil olmuş ve İskilip kurbunda Çorum'a irşâd-ı nâsa me’mûren i'zâm buyrulmuştur.

Hayreddîn Efendi'nin irtihâli üzerine Âsitâne-i Hz. Pîr'de seccâde-nişîn oldular. Cuma günü ve gecesi tefsîr ve hadîs okuturlar imiş. Avâm ve havâssın anlayacağı sûrette tefhîm ve tavzîh ettikleri cihetle sâmiînden nice kimselere hâl gelir imiş.

Etrâfa çok halîfeler göndermişlerdir. Bi-hakkın kâmil ve mükemmil idi. Menâkıb-ı şerîfeleri ve ahvâl-i latîfesi zebân-zed olmuş idi. İrtihâl-i dâr-ı bakâ eyledikleri zamân, civâr-ı Hz. Pîr'de tevdî'-i türâb-ı gufrân kılındılar.

4. Şeyh Muhyiddîn Efendi

Kastamonu civârında Küre-i Hadîd[2] nâm kasabadan neş'et etti. Ulûm-ı zâhireyi tahsîl esnâsında takvâsı gâlib gelmekle berâber hâlet-i ilâhiyye ve cezbe-i hakîkiyye zuhûr edip, aşk-ı hakîkî sevdâsıyla Hz. Pîr'in hulefâ-yı kirâmından Küre-i Hadîd'de bulunan Mahmûd Efendi hazretleri yediyle sülûk edip, ilm-i tasavvufta pek ileri gitmiştir. Mahmûd Efendi'nin âlem-i bakâya irtihâli üzerine "Sen bende Mahmûd Efendi'nin yâdigârısın." diye Hz. Pîr taht-ı irşâdına almıştır. Atabey Câmi'-i şerîfinde hitâbet ve imâmet vazîfesi vardı. Hz. Pîr'in hizmetini câna minnet bildiği cihetle fedâkârâne hıdemât-ı ber-güzîde ibrâzıyla duâ-yı Hz. Pîr'e mazhar oldu. Ba'dehû halkı berâ-yı irşâd Şam taraflarına hilâfetle i'zâm olunmuş ve o havâlîde nice cânları uyandırdıktan sonra tekrâr Kastamonu'ya avdetle Şeyh Abdülbâkî Efendi'nin intikâlinde câ-nişîn olmuş idi. Ashâb-ı kemâlden olup, menâkıp ve kerâmâtı menkûldür. Rihletleri 1013/(1604-05) târîhine müsâdiftir.

5. Şeyh Muslihuddîn Vahyî 

Kastamonuludur. Hz. Pîr'in çeşme-i füyûzât-ı ârîfânelerinden sîr-âb olan erbâb-ı kemâldendir. Mi'râcü'l-Beyân isminde hakâyık-ı tevhîde ve dekâik-i sülûka dâir pek ârîfâne yazılmış manzûm bir eserleri vardır. Âsitâne-i Pîr'de post-nişîn olmamışlardır. Bu eser, ahîren Post-nişîn-i Hânkâh-ı Muhammed Atâullâh Efendi delâletiyle tab' olunmuş ve bir nüshası bu abd-i kemtere ihdâ buyurulmuş idi. Mütâlaasından fevka'l-âde müstefîd oldum, cidden ârîfâne yazılmış bir te'lîf-i güzîndir. Hz. Pîr ile münâsebetinden bahs ettiği sırada o sultân-ı tarîkat hakkında diyor ki:

/9/            A'ni sultân-ı meşâyıh rükn-i dîn

                 Pîrimiz Sultân-ı Kutbu'l-ârifîn

                 Çün gönülden hizmet itdim bî-riyâ

                 Himmet itdi bana kutb-ı evliyâ

                 Evliyâ tahtına ol sultân idi

                 Gördüm anı kâmil-i insân idi

                 Vâsıl-ı Hak ârif-i bi'llâh idi

                 Kâşif-i sırr-ı kelâmu'llâh idi

                 Her kime himmet iderdi zerrece

                 Ol mukarreb olur idi ey hoca

                 Kutb-ı âlem gavs-ı Hak şettâr idi

                 Nakd-i sırr-ı Haydar-i Kerrâr idi

                 Ma'den-i nûr-ı velâyet idi ol

                 Sâhib-i feyz ü kerâmet idi ol

                 Olmuş idi evliyâ fermân-beri

                 Evliyânın olmuş idi serveri

                 Ol idi ilm-i leddünnün mazharı

                 Kârbân-ı râh-ı Hakk'ın rehberi

                 Bende idi cân u dil fermân-beri

                 Çün fenâ tahtının oldur dâveri

                 Dir idi ilm-i ledünnîden sebak

                 Tıfl-ı cânım okumuşdu bir varak

                 Cân içinde bir sebak verdi bana

                 Hızr-ı ma'nâ sonra oldu reh-nümâ

                 Çünki buldum  istediğimden nişân

                 Müşkilim cümle ıyân oldu hemân

                 Ben "sekâhum" câmını nûş eyledim[3]

                 Akl u cânım anda bî-hûş eyledim

                 Basmışım meyhâne-i aşka kadem

                 Ehl-i aşka sâki oldum dem-be-dem

                 Bir elimde nûr-ı şer'-i Mustafâ

                 Bir elimde rükn-i sırr-ı evliyâ

                 Hâdim-i şer'-i Rasûl-i kibriyâ

                Sâlik-i nehc-i gürûh-ı evliyâ

                 Hâk-pâ-yı zümre-i ehl-i fenâ

                 İbn-i Müftî Musihuddîn bî-riyâ

Vefeyât-ı Ekâbir-i İslâmiyye nâm eserde bu isimleri gördüm:

Şeyh Vişne Muhammed Efendi : Hz. Pîr hulefâsındandır. 982/(1574)'de irtihâl eylemiştir.

Şeyh Şa'bân Efendi. Hz. Pîr'in hulefâsındandır. 1002/(1594)'de irtihâl eylemiştir.

Hadîkatü'l-Cevâmi'de şöyle yazar ki :

"Fişne Muhammed Efendi, Pîr hulefâsından olup, Üsküdar'da Vâlide-i Atîk Câmi'-i şerîfinde Cuma va'ziyyesi ibtidâ bunlara tevcîh ve zevâyesine post-nişîn oldu. 991/(1583)'de bir sene mürûrunda maktûlen şehîd olmuştur. Mahdûmu Muhammed Efendi, "Fişne-zâde" diye meşhûrdur. Şemsî Ahmed Paşa Zâviyesi'ne şeyh olan Hızır Efendi, İstanbul'da kâin Muhammed Ağa Zâviyesi'ne nakl olundukta mûmâileyh Fişne-zâde onun yerine şeyh oldu. Vefâtı 1040/(1630-31) senesindedir. Bir Fişne-zâde de Şeyhü'l-islâm Yahyâ ve Zekeriyyâ Efendilerin pederleri olup, Çarşamba'da müşârünileyhimânın inşâ eyledikleri medrese civârında medfûn idi. Cümlesinin mezârı Şehremâneti tarafına kaldırılmıştır ve yola kalb olunmuştur. Kıymet-nâ-şinâslığın eseri gösterilmiştir."

Şeyh Hayreddîn Efendi

Müşârünileyhimden Şeyh Osmân Efendi halîfesidir. Ricâlu'llâhtan sâhib-i kerâmet bir sâhib-i irşâd idi. Tarîk-ı Halvetiyye'yi ihyâ edenlerdendir. Bursa'da Çatalfırın civârında Ahmed Paşa Câmii Tekkesi civârında türbeleri hâlen kalb-i uşşâk gibi mahrûktur.

 

eş-Şeyh Hızır b. İlyâs

Hızır b. Nasûhî hulefâsından Hasan Efendinin eserinde gördüm ki, Yayabaşı-zâde eş-Şeyh Hızır b. İlyâs, Yeniçeri Ocağı'ndan zuhûr edip, Eyüp'te tevellüd ve tahsîl-i irfân eyledikte Ma'lûl-zâde Nakîb Efendi  hizmetine girip o esnâda Fişne Efendi'ye vâsıl ve ahz-ı bey'at ile tahsîl-i kemâlât edip, Orta Câmi'de vâiz oldular.

980/(1572-73) hudûdunda Üsküdar'da, sâlifü'l-beyân Şemsi Paşa Câmii ve Dârü'l-Hadîs ve Hânkâhı tamâm oldukta ibtidâ meşîhatı buna verildi. Fâtih Sultân Mehmed Hân ile Eğri seferine me’mûr oldu. 1005 Rebîu’l-evvelinin dördüncü (26 Ekim 1596) günü muhârebede sufûf-ı düşmânı yararak nâ-bedîd oldu. Müntesibleri cesedini buldular. Kabzasında düşmânın perçemini gördüler. Cesedini İstanbul'a getirirlerken Tatar Pazarcığı'nda vâkıâlarındaki işâret üzerine oraya defn ettiler. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Sinân Efendi

Kebabcı-zâdedir. Hayreddîn Efendi halîfesidir. Bursa'da Murâdiye'de neşr-i feyz-i tarîkat eyledi. 1020/(1611)'de irtihâl etti. Hamzabey Mahallesi merâkıdında âsûde-nişîn-i rahmettir.

 

Şeyh Ömerü'l-Fuâdî

Menba-ı fazl-ı Hâdî bir zât-ı âlî-kadr olup, hâmil-i esrâr-i Hz. Pîr bir şeyh-i meâlî-semîr idi. Cenâb-ı Pîr'in küçük yaşta iken nazar-ı feyz-eserine mazhar olmuş ve intikâlinde vâkıa sinni kemâle gelmemiş idi. Fakat o nazarın te'sîri onda küçük yaşında rû-nümâ olmağa başladı. Ba'dehû Şeyh Muhyiddîn Efendi tarafından teslîk ve irşâd vâki' olup, nâil-i hilâfet olarak /10/ silsile-i zerrîn-i Şa'bânîyyye'nin bir rükn-i a'zamı olmuştur. Tercüme-i hâllerini tafsîlen beyân eder bir esere dest-res olamadım. Muhyiddîn Efendi'den sonra Âsitâne-i Hz. Pîr'de seccâde-nişîn-i reşâdet olup, otuzüç sene neşr-i feyz-i tarîkat buyurdular.

İrtihâlleri 1046/(1636-37) senesine musâdif olup, Âsitâne-i Hz. Pîr'de defîn-i hâk-i irfândır.

Alâ-rivâyetin Hz. Pîr'in mufassal bir menâkıb-nâmesini yazmış; bir de muhtasarını silk-i tahrîre çekmiştir. Bu ikincisi 1293/(1876) senesinde Kastamonu'da tab' olunmuştur.

Türbe-nâme'si de vardır ki, mezkûr esere lâhikadır. Bunlardan başka, Tercüme-i Mi'yâru't-Tarîka, Vâkıât, Risâle-i Tevhîdiyye, müretteb Dîvân, Bülbüliyye, Muslihu'n-Nefs, Pend-nâme, Ta'rîfât, İlm-i Nahv, Risâle-i Dürriyye, Makâle-i Ferdiyye, Risâle-i Virdiyye, Tevsîkıyye, Sadefiyye, Şevkıyye fî Hakkı'd-Devrâni's-Sûfiyye, Şerhu Risâle-i Zenbilî Ali Efendi fî Hakkı Devrâni's-Sûfiyye, Risâle-i Devrân, Ravzâtu'l-Ulemâ, Menâkıb-ı Şa'bânîyye, Levâyıhu'l-Envâr, Şerhu Vird-i Settâr-ı Halvetiyye, Gül-âbiyye, Aseliyye, Silsile-nâme, Müsellesât cümle-i âsârındandır.

Derece-i irfânı eserlerinden anlaşılır.

Âsâr-ı manzûmesinden:

Gitdi cismim geldi bir cân yerine

Gitdi cânım geldi cânân yerine

Ölmeden cânâna cânın virmeyen

Bulmayup derdine dermân yerine

Sırr-ı cânı vü fedâsın anla kim

Duymayan bu râzı her ân yerine

Îyd-i vaslına Fuâdî İrişüp

Virdi cânın bunda kurbân yerine

                                 *   *   *

Ne safâdır ulemâ tâlib-i irfân olsa

Mürşidi dahi anın kâmil-i insân olsa

Söylese keşf-i hakâyıkdan olup hâli kavî

Mahzen-i ilmi ledün olsa vü sultân olsa

Zerre-veş gösterüben mâ’nide şems olsa hemân

Zâhiri katre olup bâtını ummân olsa

Varmayın nâkıs u nâdân yanına tâlibler

Dervişi nâkıs ider mürşidi nâdân olsa

Feyz-i Rahmânî ile kâmil olurdu tâlib

Ey Fuâdî mürşidi mazhar-ı Rahmân olsa*

                                  *   *   *

Ey tâlib-i irfânı kesretde koma cânı

Bülbül gibi ol dâim vahdet gülü hayrânı

Meclâ-yı dil ü cânı pâk eyle alâıkdan

Tâ ide tecellî bir hâlet-i rûhânî*

Hâliyle kemâliyle tahsîl-i fenâ eyle

Bâkî olup ol sende ilm-i ledünnün sultânı*

Mefhûm-ı amâyı bil âmâlini terk eyle

Fehm eyle şuhûduyla el-ân ke-mâ-kânı*

Esrâr-ı kemâl-i Hak göründü Fuâdî'de

Feyyâz-ı ezel virdi çün neş'e-i Rahmânî

                                                                                                                           *   *   *

/11/                      Gidemezsin reh-i cânâna bensiz

Varırsın hazretine lîk sensiz

Dile mahsûs olan kâli niderler

Ki hâl ehli anı söyler dehensiz

Resen ile İrişdi dâra Mansûr

Hüviyyet ehli İrişir resensiz

Dile Yûsuf  gamından olma hâlî

Ki Ya'kûb'un evi olmaz hazansız

Bu dem rûhuyla nefsi ile hem-dem

Fuâdî ârif olmaz cân bedensiz

                        *   *   *

Bir katre-i nâçîzim benden görünür ummân

Bir zerre-i bî-haddim şems anda olur pinhân

Bağbân olarak girdim bir gül-şen ü bustâna

Duymadı beni hergiz ne gül-şen ü (ne) bustân

Ser hadd-i hakîkatda cânım bulalı vahdet

Ol berzah-i ekberdir illâ ne bana meydân

Kesret yüzü fark itdi ma'şûkla uşşâkı

Vahdet anı cem itdi mahv oldu kamu a'yân

Kalbine Fuâdî'nin yâr eyledi çok ikrâm

Bu dergeh-i a'lâda cânı olalı mihmân

                        *   *   *

Zikr-i Hak'da Hû'ya girmek isteyen

Sâlik olsun Halvetî erkânına

Hû ile lâhûta irmek isteyen

Mâlik olsun Halvetî irfânına

                        *   *   *

Ben belâ sahrâsının Mecnûnuyum el bî-haber

Leyli'yi Mevlâ'ya tebdîl eyledim el bî-haber

                        *   *   *

Görmek istersen eğer ilm ü  kemâlin hâlini

Kendi âyîneni sâf eyle Fuâdî her zamân[4]

                         - - -

                                   إبتدأت حالة العشق كعين جالساً

                                   عند عشق كان أستادى قديماً ليس غيرِ

                                   إعتصمت عونك بالعشق يا هادى الأنام

                                   رب يسر لاتعسر رب تمم بالخير[5]

Fârisî manzûmesi :

در کلستانی کلی جانی بود

او صفايش بوی رحمانی بود

بوی آن کلها طلب مرجان من

چون مشام جان رسد فانی بود

آب و کل را طلب بحر  ........ حضر

سر احضر را رسد فانی بود

سر احضر چون رشد در مطلکش

..........

..........

..........[6]                                                                                                                                                  *                                                                                                                                               

                           - - -

Sığın Allâh'a dervîş hîle-i şeytâna aldanma

İnâdı münkirin mekr-i Hudâ'dır aslı var sanma

                       - - -

Hânkâh-ı dehr içinde ârif-i ehl-i fenâ

İrişir gerçi Fuâdî kâmil ammâ binde bir

-  - -

  

Nutk :

Halvetîler bülbül-i irfân olur

Vâsıl-ı gül-zâr olur hayrân olur

Aşk şarâbın nûş idüp seyrân olur

Sâki olur Halvetî devrânına

Halvetîler halvetinde cân bulur

Cân ile hıdmet iden cânân bulur

Sıdk ile hıdmet iden sultân olur

Hân olur hem Halvetî dîvânına

Anların Şa'bân Efendi'dir gülü

Aşk ile hıdmet idendir bülbülü

Bâğ-ı Rahmân'a açılmışdır yolu

Sen dahi gir Halvetî bostânına

Dikkat eyle cân gözün aç kıl nazar

Kalmasın cisminde cânın bî-haber

Rehber olsun sana bu Dervîş Ömer

Yapışırsan Halvetî dâmânına

Risâle-i Muslihu'n-Nefs nâmında bir eser-i mu'teberleri daha varmış; tesâdüfen elime geçti. Mütâlaa eyledim. Muhtasar Menkabet-nâme'ye zeyl etmiştir. Bunda yazdığı bir makâleyi aynen nakl ediyorum:

Lâyiha:

 

قلت ما قلت بالأرتقاب وصرت ما صرت بالأضطراب ولاكن علمت حقاً بأن الله تعالى هو أعلم بالحق والصواب. وهو أحكم بالحكمة وفصل الحطاب. وإليه المصير والمرجع والمآب. ومن رجع إليه بدلائل السنة والكتاب. رجع إليه بالشريعة والطريقة بالأنجذاب. وعاد إليه بالمعرفة والحقيقة بلاإرتياب. وله حسن المآب والثواب بلطف الله الملك العزيز الوهاب. والحمد لله الملك الرحيم التواب. ومن آوان عنفوان الشاب إلى زمان وداع الأقراب. والأحباب وإلى دخول الأجسام والأجرام فى عالم العدم فى القبر والتراب. وإلى حال النجات من الآلام إحراق نار الفراق والعذاب وإلى دخول الأرواح بالحشر والبعث فى جنة الصفات مع الصالحين والعارفين بلا كدر ولاحجاب. وفى جنة الذات مع الأولياء والأصفياء وأولى الأبصار والألباب. والصلاة الذاتية بحسب الذات والتسلبمات الصفاتية بحسب الصفات من أهل اللباب على محمد الزاجر عن حب ما سوى الله وسائر الأذناب. وعلى الآل والأولاد والأصحاب والحمد لله مفتح الأبواب ومسبب الأسباب. [7]

                                                          

Şeyh Kalbî Efendi

Hulâsa-i kelâm Ömeri'l-Fuâdî zamânının bi-hakkın ferîdi idi. Kalbî isminde bir mahdûmları olup, onun da âsâr-ı manzûmesi vardır.

Âsitâne-i aliyyede yerlerine İsmâîl-i Kudsî Efendi seccâde-nişîn olup, neşr-i feyz etmiştir.


ŞUABÂT-I ŞA'BÂNİYYE

Esâs i'tibârıyla dörttür:

Karabaşiyye, Nasûhiyye, Çerkeşiyye, Bekriyye.

Bunların her birinden müteaddit şu'beler ayrıldığından Tarîk-ı Şa'bânî kesîrü'ş-şuabât bir minhâc-ı sedâttır.

Halîliyye, İbrâhîmiyye, Kemâliyye, Hafniyye, Semâniyye, Ticâniyye, Dırdıriyye, Halvetiyye-i Feyziyye fürûâttır.

Her biri hakkında beyân-ı hâle şürû' ediyorum.

KARABAŞİYYE

Karabaş Velî hazretlerine mensûbtur. Silsile-i tarîkatları ber-vech-i âtîdir:

- Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî (Kuddise sırrûhu'l-celî). Sene-i rıhleti : 976/(1568-69).

- Şeyh Muhyiddîn-i Kastamonî (Kuddise sırrûhû), 1013/(1604-05).

- Şeyh Ömerü'l-Fuâdî (Kuddise sırrûhû), 1046/(1636-37). Müddet-i meşîhatı 33 sene.

- Şeyh İsmâîl-i Çorumî (Kuddise sırrûhû), 1057/(1647). Şam'da Hz. Bilâl-i Habeşî türbesi civârında medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. Müddet-i meşîhatı 11 sene.

- Şeyh Mustafa Musihuddîn-i Kastamonî (Kuddise sırrûhû), 1073/(1662-63). Müddet-i meşîhatı 16 sene.

Karabaş Velî

- Hz. Şeyh Alâeddîn Ali eş-şehîr Ali el-Atvel Karabaş Velî (Kuddise sırrûhu'l-celî). Beyne'l-meşâyıh, "Ali el-Atvel ve Karabaş Velî" diye meşhûrdur. Âsitâne-i Nasûhî'de, "Alâeddîn-i Evvel" diye yâd olunur. 1020 sene-i hicriyyesi evâil-i Muharrem'inde (Mart 1611) Arabgir'de zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuşlardır.

Tahsîl-i ibtidâîyi Arabgir'de görüp, ba'dehû Dersaâdet'e gelerek Fâtih Medreselerinin birinde ikâmetle makâsıd-ı ulûmu tahsîle başlamıştır. Bir eserde müşârünileyhin Ankara'da tahsîlde bulunduğunu okudum.

 /13/ Bu eserde mezkûrdur ki, Karabaş Velî Ankara'da bulunduğu müddetçe Hz. Bayram-ı Velî Türbesi'ne gider; burada derse bakarmış. Bir gün nasılsa uyuya kalmış. Âlem-i menâmda Cenâb-ı Risâlet-penâh (salla'llâhu aleyhi ve selem) efendimizi görür. Taraf-ı celîl-i Nebevî'den Bayram-ı Velî'ye şeref-vâki' olan emr ü işâret üzerine Bayram-ı Velî buna iki satır kitap okutmuş. Bundan sonra hakâyık u dekâyık kendilerinde yüz göstermeye başlamıştır.

Ahmed-i Buhârî Dergâhı şeyhi Ali Fakrî Efendi hazretleri, Ömerü'l-Fuâdî hazretlerinin bir eserinden naklen beyân buyurduklarına göre, Karabaş Velî'nin Ankara'da Hz. Bayram-ı Velî Çile-hânesi'nde halvet-güzîn olduğu ve hattâ galebe-i hâl ile kafasını duvarlara vurarak akan kanların duvarlarda izleri kaldığı mervîdir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Ankara'da hâlaka-i tedrîsinde bulunduğu zât ehl-i keşf olduğundan, bu hâle âgâh olduğunu Karabaş Velî'ye bi'l-beyân kendisine izin vermiştir. Ba'dehû tarîk-ı tasavvufa meyl hâsıl olmakla Kastamonu'ya azîmetle âsitâne-i Hz. Pîr'de seccâde-nişîn olan İsmâîl-i Çorumî hazretlerinin zîr-i terbiye-i reşâdetlerine girip az vakitte pek çok maârif-i ilâhiyye tahsîl ettiler. Bir aralık mürşid-i mükerreminin emriyle Çankırı'ya giderek müsterşidîn beyninde tehaddüs eden mesâil-i sûfiyyeyi hall ü fasl eylediler. Ba'dehû şeyhinin âlem-i cemâle intikâliyle yerlerine mahdûmları Şeyh Muslihuddîn Mustafa Efendi[8] post-nişîn olmakla müşârünileyhten tekmîl-i sülûk eylediler. 1080/(1669-70) senesinde Dersaâdet'e geldiler. Üsküdar'da  Muhammed Paşa Câmi'-i şerîfinde ihtiyâr-ı uzlet buyurdular. O aralık Üsküdar'da Atîk Vâlide Sultân Câmi'-i şerîfi ittisâlindeki zâviyenin meşîhatı ibrâm-ı küllî ile kendilerine teklîf edilmekle kabûl buyurmuşlardır.

Burada beş sene irşâd-ı nâs ile meşgûl olup şöhret-i aliyyeleri şâyi' buldukça müştâkîn ma'rifet-i Hz. Şeyh'in meclis-i enverlerine cân atmaya başladılar.

Bu zâviye el-ân mevcûddur. Karabaş Velî hazretlerinin odaları sol tarafındaki köşede bulunan oda idi. Yakın zamâna kadar kapısı önünde kandil yakarlardı. Sağındaki oda Hasan Ünsî ve sağ tarafındaki oda Muhammed Nasûhî Efendiler hazerâtının idi. Bunlar hüsn-i muhâfaza olunurdu. Âtîde bundan uzun uzadıya  bahs edeceğim.

Ahîren medrese hâline kalb olunmuş, medreseler ilgâ edilince muhâcirîn iskânına tahsîs kılınmıştır. Zevâyâ, esâsen ehl-i tarîkata cilve-gâh olmak üzere yapılmış, ona göre Vakfiyyeler tertîb ile hazîne-i hükûmete bâr edilmemiş iken bu hâlde kalmasını gönlüm ârzû etmemektedir. Vâkıâ tahsîl-i ulûm için çalışan evlâd-ı vatanın gâyesi ve muhâcirîn iskânı  yüzünden ta'kîb edilen fikrin mahsûlü  mehâsine taalluku i'tibârıyla hoş görülmesi tabîî ise de, boş nice medreseler, kâbil-i iskân nice mesâkin ve var iken bu zâviye-i mübârekenin intikâline zemîn bulunması, tarîkat âlemînden zevk almayan ve her tarîka düşmân kesilen alâka-dârların ve zevk-ı ma'nâdan dûr kalmış bî-çârelerin mahsûl-ı i'râzı olduğunu kabûl etmemek de pek ziyâde saf-derûnluğa mahmûl olunur. 

/14/ Hz. Şeyh'in İstanbul'a gelmeleriyle bu zâviye meşîhatine ta'yînleri arasında beş sene kadar bir zamân geçmiştir. Bu müddet zarfında kemâlât-ı ârîfâneleri duyulmuş, meşîhata lâyık görülmüş olacağı istidlâl edilir. Emr-i ta'yîn 1085/(1674)'tedir. Beş sene sonra âtîde tafsîl edeceğim esbâb-ı mahsûsaya müsteniden 1090/(1679)'da Limni adasında ikâmete me’mûr edilip, eâzımın başına gelen felâket ona da taalluk etmiştir. Dört sene Limni'de kaldılar. Çileyi doldurdular. 1094/(1683)'te İstanbul'a avdetine devletçe müsâade olunmasıyla tekrâr Üsküdar'a geldiler.

İbrâhîm Hâs hazretleri Menâkıb-nâmesi'nde yazıyorlar ki:

"Karabaş Velî hazretleri kimseyi reddeylemezlerdi. Nice fâsıklar gelir, bîat dilerlerdi. Fakat bir müddet sonra tâib ve müstağfir olurlar; sâhib-i irşâd adamlar sırasına geçerlerdi. Bir de herkes bulunduğu tarîk üzere terbiye ederlerdi. Hattâ Mevlevî Sîne-çâk Mustafa Efendi hazretleri bir gün, 'Sultânım Mevlevîliği terk edip, sizin hizmetinizde olacağım; bana bîat verin.' dedi. Hz. Şeyh cevâben, 'Size Mevlevîliği bıraktırmak olmaz. Her bir tarîkten murâd sûret değildir. Murâd Allâh'ı bilmektir. Her hangi tarîkta olursanız sizi irşâd mümkündür.' buyurdular ve müşârünileyhi zîr-i terbiyelerine alıp, mertebe-i irşâda ulaştırmışlardır. Tarîk-ı Kâdirî'den ve sâir turuk-ı aliyyeden bir çok zevât hazretten bîat isterlerdi. Hazret onlara bîat vermez ve 'Geliniz sizin ile görüşelim. Bîattan murâd, teslîmdir. Ba'dehû Allâh Teâlâ'yı bilmektir.' buyururlardı. Bu sûretle çok kimseleri yetiştirmişlerdir."

Uzun boyluluğuna binâen beyne'l-meşâyih "Ali el-Atvel" ve Şa'bânîyye mahsûsâtından olan siyâh imâmeli tâc giymek i’tiyâdından dolayı "Karabaş" ve sâhib-i makâmât u kerâmât oluşunu tebcîlen "Velî"; bu ikisi birleştirilerek, "Karabaş Velî"  denilmiştir. (Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'den).

Hakk-ı âlîlerinde ricâl-i devlet ve ba'zı meşâyih ve kûteh-nazar ricâl-i ilmiyye arasında müşârünileyhin ikbâlinden istirkâb hissi uyanmış ve hattâ pâdişâh-ı zamânın mükerreren ziyâret kasdıyla Hz. Şeyh'in meclis-i va'zına şitâbân olması nazar-ı dikkati celb eylemiş idi. Bursalı İsmâîl Hakkî-i Celvetî hazretlerinin kendi hatlarıyla muharrer bir mecmûada[9] müşârünileyh hakkında bir makâle görülmüştür ki, sûretini âtîde nakl ediyorum. Ancak bu mektûbu nakilden maksadım Hz. Şeyh hakkında halktaki nazariyyeyi bildirmekten ibârettir. Maa-hâzâ bu mektûbu /15/ İsmâîl Hakkı hazretleri bidâyet-i hâllerinde henüz talebelik neş'esinde iken yazmışlardır.

Karabaş Velî'nin irtihâli 1097((1686)'dedir. İsmâîl Hakkı'nın irtihâli 1137/(1724-25)'dedir. Arada kırk sene vardır. İsmâîl Hakkı yetmişdört yaşında irtihâl ettiğinden kırk senesi tenzîl olunursa, otuzdört yaşında iken yazdığı müstebân olur. Hâlbuki vahdet-i vücûd mes'elesinde, bi'l-âhare kemâlleri zuhûr ettikte Karabaş Velî'den daha ileri gidip, hattâ Ahmediyye Câmii'nde kürsüde vahdet-i vücûddan bahsetmesi yüzünden İstanbul'dan iclâ olunmuş idi. Şu hâlde bidâyet-i hâllerinde yazdıkları muhakkaktır.

Mektûbun Sûreti :

"Bizim zamânımızda Üsküdar'da Karabaş Ali Efendi demekle ma'rûf ve meşhûr bir şeyh-i gavî ve mülhid-i kavî zuhûr edip, Sultân Muhammed-i râbîin hareminde ba'zı huddâmını ıdlâl ve hâricte dahi bî-hesâb kimseleri izlâl edip, te'lîf ettiği risâle-i Türkiyyesinde, 'Herkeste fındık kadar tanrı vardır.' demiş. Bu kelâmın şuyûundan sonra ulemâ-yı İstanbul katline müşâvere etmişler ki, ol asırda Şeyhü'l-İslâm bulunan Ali Efendi, şeyh-zâde geçinmek ile onun dahi ilhâdından nâşî kâil-i mezbûrun himâyesinde olup, nefy-i beled etmekle iktifâ eyledi. Velâkin vâcip olan katl idi. Zîrâ lafz-ı kabîh-i mezkûr ehl-i şer' ve erbâb-ı hakâyık katında bâtıl ve menfûrdur. Şol ma'nâdan ki, fındık tasrîhi cüz'iyyet îhâm eder. Zât-ı Bârî ise tecezzî kabûl etmez. Onun murâdı hisse ma'nâsı olsa bile merdûddur. Ya'nî hisse ki, nev'in tamâm-ı hakîkatıdır. Meselâ hayvân-ı nâtık, efrâd-ı nev'i insâna göre tamâm-ı hakîkattır. Bunda dahi mahzûr budur ki, ma'nâ-yı mezkûr mezheb-i vücûdîyi îhâm eder ki, küllînin vücûdu cüz'î zımnında mütehakkık olduğu gibi, Hakk'ın vücûdu dahi mahlûkun vücûdu zımnında mütehakkık olup, vücûd-ı mahlûkun helâki ile, vücûd-ı ilâhînin dahi zâil olmak lâzım gelir hâşâ! Maa-hâzâ el-ân alâ mâ kâne-aleyh vârid olmuş ve lafz-ı nebevîden mertebe-i ımâd sudûr bulmuştur. Ve Tenzîl'de gelir: (كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ) Ya'nî 'Vech-i ilâhî bâkî ve mâ-adâsı fânîdir.'[10]

Eğer vücûd-ı ilâhî, küllü şey' zımnında mütehakkık olaydı istisnâ-yı mezkûr sahîh olmaz idi. İmdi kelâm-ı mezbûr te'vîl dahi olunsa, mesmû' değildir ve te'vîli nedir demek dahi hatâ-i fâhiştir. Maa-hâzâ kâil huzûr-ı ulemâda te'vîle tasaddî edemeyip mebhût kalmış ve (المؤل لايكفر)[11] derecesine vusûlden âciz  olmuştur. Elhâsıl kelâmı te'vîle kâdir olsa dahi, te'vîli bâtıldır. Zîrâ bir kimse hâşâ 'Ben kâfîrim.' dese, ekinciyim ma'nâsına gûş olunmaz. Zîrâ lafz-ı kâfîr örfte îmânı olmayanda isti'mâl olunur. Örf ki, hakîkat iken luğat-ı mehcûraya adedlik ma'nâsı kalmaz. "

/16/ Bu mektûbun mâ-ba'dini Hz. Mısrî'ye ait olması hasebiyle onun tercüme-i hâli bahsinde yazacağım. Sadede rücû' ediyorum :

Hz. Şeyh (Karabaş-ı Velî) pek ârif, fâzıl, mükemmil bir zât idi. Evâmir-i şerîattan ve tarîkattan hiç bir dakîkayı fevt etmez idi. Âtîde yazacağım esâmi-i âsârından ve kendinde ricâlu'llâh hazerâtının bulduğu fezâilden nümâyân olacağı üzere "Herkeste fındık kadar Cenâb-ı Allâh vardır." diyecek kadar hakîkattan gâfil bir kimse değildir. O eseri mutlakâ bir garaz-kâr ona isnâden ortaya atmış; Cenâb-ı İsmâîl Hakkı da o zamân müşârünileyh hakkındaki cereyâna tâbi' olup, müdâfaaya kalkmıştır. Müstağrak-ı deryâ-yı vahdet olmuş, hakkında beşyüz sene evvel Hz. Muhyiddîn-i Arabî gibi bir sultân-ı irfân şehâdette bulunmuş bir zât-ı âlî-kadr, "Hulûlün, ittihâdın, fenânın, bekânın, zâtu'llâhın, sırr-ı hakîkat-ı ilâhiyyenin ne olduğunu ârif değildir." gibi bir nazariyye ile mertebe-i kemâlinden iskât edilemez.

Hz. Şeyh, Cuma günleri Vâlide-i Atîk Câmii'nde va'z ederlerdi. Havâss-ı mahsûsalarından idi ki, Cuma günleri va'z-ı şerîflerini istimâa şitâbân olan halk ile câmi'-i şerîf-i mezkûr dolarmış; hattâ yer bulabilmek için kuşluk vakti câmie gelen halk ancak yer bulabilirmiş. Cuma vaktine bir sâat kala artık yer bulabilmek imkânı kalmaz imiş. Ba'de edâ-yı salât-ı Cuma kürsüye çıkar va'z ve nasîhata başlayınca cemâatte öyle bir te'sîr husûle gelir imiş ki, ağlamadık kimse kalmaz imiş. Sayha edenler, ser-mest olanlar cândan geçenler bulunur imiş.

Pâdişâh-ı zamân Avcı Sultân Mehmed-i râbi', Cenâb-ı Şeyh'e meftûn olup, sık sık Vâlide Câmii'ne selâmlık yapmağa başladılar. Esnâ-yı va'zda te'sîr-i mahsûsî netîcesi ağlarlar imiş. Ve nihâyet-i va'za kadar dinlerler, Hz. Şeyh'e iltîfât ederek, enfâs-ı kudsiyyelerinden müstefîz olmak için tehâlük gösterirler imiş. Ve "Bu Şeyh Efendinin va'zı bana o kadar te'sîr ediyor ki, İbrâhîm Edhem gibi tâc u tahtı terk ile dağlara düşeceğim geliyor." buyururlar imiş. Hz. Şeyh hakkında ashâb-ı i'râz arasında cereyân eden sözlere fikr-i istirkâb karışarak nefy olunmalarına bu söz vesîle olmuştur.

Cuma günleri oldukça, selâmlık nereye diye istîzân edildikte, "Üsküdar'da Vâlide-i Atîk Câmi'-i şerîfine." diye irâde ederler imiş. Bu ârzûnun tevâlî ve tekrîri Sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın nazar-ı dikkatini bi'l-celb Hz. Pâdişâh'ın bu câzibe te'sîriyle muâmelât-ı dünyeviyyeye lâ-kayd kalması korkusuyla üslûb-ı hakîmâneye tevessül edip, Karabaş Velî hazretlerini İstanbul'dan uzaklaştırmak çâresini düşünmüş ve bulmuştur. Pâdişâhın haberi olmadan Karabaş Velî'ye, "Pâdişâhımız sizi Hicâz'a göndermek ârzûsundadır, Masârıf-ı seferiyye gönderdiler." diye /17/ teklîfte bulundular. Hz. Şeyh ise keşf-i hakîkat buyurup, "A cânım! Bizden bu kadar niye korktunuz? Biz pâdişâha tâc u tahtı terk ettirmeden esrâr-ı ma'rifet telkîn edebilirdik." diyerek teklîf-i vâkıa eser-i icâbet göstererek âzim-i râh-ı Hicâz oldular.

Ba'de'l-hac Medîne-i Münevvere'ye gelerek Ravza-i Seniyye-i Muhammediyye'ye rû-mâl oldular. Ve huzûr-ı saâdette hulefâsının sonu olan ve Edirne'de  medfûn bulunan Şeyh Mustafa Efendi'yi istihlâf eyledikten sonra Mısır kâfilesiyle Mısır'a avdet ettiler. Fakat Mısır'a üç konak mesâfede kırkbin huccâcın nasb-ı hıyâm-ârâm eyledikleri mahalde hava gâyet açık olduğu hâlde, bir sel geleceğini keşf edip, keyfiyyeti huccâca bildirip ve huccâc derhâl oradan kalktığı gibi şiddetli bir yağmur yağarak oraları sel basmış ve huccâc kurtulmuştur. Hz. Şeyh bir kaç gün sonra cüz'î hastalandılar. Nahil Kalesi civârında irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler ki, 1097 sene-i hicriyyesi şehr-i Saferinin sekizinci Cuma (3 Ocak 1686) günü beyne's-salâteyn sâat sekizde yetmişyedi yaşında idi. Bu kale civârında Gaylan karyesi hurmalığına civâr "Şeyh el-Gazzâlî" denilen mazanna-i kirâmdan bir zâtın kabri yanında vedîa-i hâk-i mağfiret kılındı.

Dörtyüz seksenbeşinci halîfesi Şeyh Mustafa ile Hicâz'dan avdetinde berâber imiş. Şeyh Mustafa Efendi anlatıyor ve diyor ki :

Hz. Azîz ile maan Mısır'a dâhil olmak üzere Medîne-i Münevvere'den azîmet edip Mısır'a üç konak kala Nahil nâm menzilde kasabaya gelmezden üç dört konak kala bir yerde huccâc kubeyl-i asırda konup, herkes ziyâde yorgunluktan bî-tâb idi. Azîz hazretleri murâkıb bulunup murâkabeden baş kaldırıp, "Mustafa! Tez yetiş, emîr-i hacca benden selâm söyle. Bu anda huccâcı bu mahalden kaldırsın, yoksa belâ nâzil olacak ki, def'i mümkün değildir. Cümle huccâc-ı Müslimîn ve kendileri dahi helâk olurlar." diye bu fakîri gönderdiler. Emîr-i hacca keyfiyyeti teblîğ edince biraz mütereddid bir vaz'iyyet aldılar. Huccâctan dîğer kimseleri emîr-i hacca göndermişlerdi. Bi’l-ızdırâr i'lân-ı keyfiyyet olundu. Huccâc toplandı; oradan hareket etti. Li-hikmeti'llâh bir sel geldi ve o kalktıkları yeri bastı. Huccâc oradan ayrılmış olması hasebiyle o belâdan kurtuldu. Huccâc çok hedâyada bulundular; cümlesini tasfiye ettiler. Bir habbe kabûl etmediler. Hz. Şeyh hastalandılar. Bir gün Mustafa Efendi'ye hitâben, "Cenâb-ı Hak bana buyurur ki, 'Ey Uzun Ali! Ben sana kırk bin cândan mütecâviz adem bağışladım. Sen de bana bir cânını bağışlamaz mısın?' Bunun üzerine, 'Allâhım emr ü fermân senindir.' diye teslîm oldum. Vaktim yakındır. El-hamdüli'llâh Hz. Hakk'a ki beni halkın hizmetinde bulunmaya muvaffak eyledi." buyurdu. Oğulları Hasan ve Hüseyin Çelebiler biliyorlardı ve marazları zuhûra geldi. Dem-beste oldu. O gün rahmet-i Rahmân'a vâsıl oldular. Cuma günü beyne's-salâteyn sâat sekize çeyrek kala bu fakîrin göğsüne başını dayadılar; âlemleri âlem-i dîğer oldu. Ervâh-ı kudsiyân ictimâ' etmiş idi; teslîm-i rûh ettiler idi. Huccâc namâzını kıldılar; hizmetini gördüler Nahil'de Gazzâlî nâmında bir şeyhin türbe-i şerîfesinin sağ cânibinde defn olundu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hz. Nasûhî'ye ihdâ buyurdukları tâc-ı şerîfleri her sene Ramazân-ı şerîfin on yedinci gecesi ihtirâmât-ı mahsûsa ile ziyâret olunur. Bildiğimiz Şa'bânî tâcıdır; sarığı siyâh tülbentdendir. Mükerreren ziyâret şerefine mazhar oldum, el-hamdüli'llâhi teâlâ.

Şeyh Kerâmettin Efendi buyurdular ki :

"Karabaş Velî Hicâz'a giderken başından tâcını çıkarıp Hz. Nasûhî'ye giydirmiştir. Bu tâc, o tâctır. Mürîdân, Karabaş Velî'den sormuşlar ki, 'Efendim! Bizim ta'bîr ve tesellîmiz ile kim meşgûl olacak?' Cevâben, 'Benim tâcımın altında kimi görürseniz Karabaş Velî odur.' buyurmuşlardır. Başka rivâyetlere sahîh nazarıyla bakılamaz. Bu tâc bir mahfaza derûnunda mahfûzdur. Hz. Nasûhî'nin sandûkasının başındaki tâc, hîn-i hilâfette aldıkları tâctır. El-ân hüsn-i muhâfaza olunuyor."

Bir eser-i mu'teberde hakk-ı âlîlerinde şöyle deniliyor:

"Kerâmât-ı ilmiyye vü kevniyyelerinin bir mikdârı Şeyh İbrâhîm-i Hâs hazretlerinin Tezkire ismindeki eserlerinde ve Şeyh Mustafa el-Bekrî hazretlerinin Vird-i Seher üzerine olan şerh-i kebirlerinde mezkûr olduğu gibi zuhûr ve uluvv-ı ka'blarına dâir Şeyhu'l-Ekber (kuddise sırrûhu'l-athar) efendimiz hazretlerinin Futûhât-ı Mevsile ve Ankâ-yı Muğrib isimlerindeki âsâr-ı mu'teberede remz ve işâret bulunduğu Şeyh Mustafa el-Bekrî hazretlerinin cümle-i rivâyâtındandır. Cenâb-ı Şeyhu'l-Ekber'in kendisinden beşyüz sene sonra gelecek bu zâtın ahvâl ve kerâmâtından bahs etmesi bir eser-i kerâmettir. Fâtih'te Millet Kütüphânesi'nde Tezkire-i Safâ gibi Ankâ-yı Muğrib nihâyetinde de bu ibâreyi gördüm.

Hz. Şeyhu'l-Ekber'in tahrîr buyurdukları ibâre-i aliyye şudur:

بعد النبى المصطفى الأعظم العلى الأطول الأكرم الأجسم غنم وختم وهو يختم الزمان.[12]

(ختم)         : Hatem lafzı adetçe 1040/(1727)'tır. Hilâfetleri târîhidir.

(غنم)         : Ganem lafzı adetçe 1090/(1679)'dır. Nefy olundukları târîhtir.

(الأطول)      : el-Atvel lafzı adetçe 77'dir. Müddet-i ömürlerine işârettir.

الأكرم))  : el-Ekrem, hesâb-ı cifirde 685'tir. Sâhib-i irşâd bu mikdâr halîfesi olup, bunlardan  485'i sâhib-i hânkâh ve icrâ-yı ahkâm-ı tarîkat ile meşgûl-ı irşâddır. el-Ekrem lafzı adetçe 292'dir. Sâir turuk-ı şettâdan nâkıs olan fukarâyı tarîkatları üzere terbiye edip, erkânları vechile irşâd ile hilâfet ihsân eylemişlerdir.

(الأجسم) : el-Ecsem lafzı adetçe 135'tir. Kendi fukarâsından ol mikdârının dâire-i ricâle dâhil olup, gaybûbet eylediğine işârettir. el-Ecsem lafzının hesâb-ı cifrîsi 556'dır. Cinnin mü'minlerinden ol mikdâr halîfesi bulunduğuna işârettir.

(وهو يختم الزمان) : Onbirinci hâtem-i velâyet olduklarına işârettir. Her yüz senede bir zât-ı âlî-kadr, müceddid-i dîn olmak üzere min-tarafi'llâh me’mûr olduğuna binâen müşârünileyh hazretleri dahi onbirinci müceddid-i dîn olmak üzere ümmet-i Muhammed'e ihsân buyurulmuştur.

Istılâh-ı zâhirîde müceddid-i dîn, lisân-ı ehlu'llâhta hâtem-i velâyet ve hâtem-i zamân ta'bîr olunur. İnsâf buyurulsun tecezzî ve inkisâm kabûl etmeyen, "Hz. Allâh'tan herkeste fındık kabuğu kadar bir hisse-i ulûhiyyet vardır." diye sırf hezeyân edecek bir zât mıdır?

Bir kerre de esâmî-i âsârına atf-ı nazar edelim:

  1- Şerh-i Fusûsu'l-Hikem el-müsemmâ bi-Kâşifi'l-Esrâri'l-Fusûs.

  2-Telhîs-ı Şerh-i Fusûsu'l-Hikem el-müsemmâ bi-Câmii Esrâri'l-Fusûs.

  3- Şerh-i Kasîde-i Aşkıyye li'ş-Şeyhi'l-Ekber.

  4- Şehr-i Metn-i Akâid-i Nesefiyye bi-lisâni't-tasavvuf. Beyne'l-urefâ pek meşhûr ve mühim bir eserdir.

  5- Mi'yâru't-Tarîka. Arabiyyü'l-ibâredir, gördüm.

  6- Tarîkat-nâme.

  7- Usûl-i Erbaîn.

  8- Risâle fî Cevâzı Deverânı Sûfiyye.

  9- Risâletü't-Ta'bîr.

10- Esâsu'd-Dîn.

11- Şerh-i Hadîs-i (Hubbibe ileyye min dünyâ ...)

12- Tefsîr-i Sûre-i Tâhâ.

Bu zât-ı mükerremden inşiâb eden tarîkat-ı aliyye şuabâtı hakkında Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'nin cild-i sâlisinde 67. sahîfesinde işârât-ı mahsûsa vardır. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şefâatları buyursun. El-hamdü li'llâh Hz. Şeyh'e îmân edenlerdenim hakkâ.

/19/ Müşârünileyh hazretlerinden Nasûhiyye ve Bekriyye şu'beleri pek meşhûrdur. Bunlardan bahs etmezden evvel ba'zı halîfelerinin tercüme-i hâlini yazacağım:

Şeyh Reşâdî Muhammed Efendi

Karabaş Velî hulefâsındandır. 1116/(1704-05)'da intikâl etmiştir. Müretteb Dîvân'ıyla tasavvufa  müteaallık risâleleri vardır.

               Gel habîr ol ey mücâhid fî-sebîl

               Mürşid ile erişilir Mevlâ'ya

               Bulmamışdır Hakk'ı kimse bî-delîl

               Rehber ile bil varılır Mevlâ'ya

Şeyh Mustafa Ma'nevî Efendi

Karabaş Velî'nin mahdûmu ve halîfesidir. Kibâr-ı meşâyıh-ı Şa'bânîyyedendir. Pederinden ve gayrılardan ulûm-ı zâhireyi tahsîl edip, kemâli pederindendir. Vefeyât-nâme'de "Şehrîdir." deniliyor. 1103 senesi Saferinde (Ekim 1691) Sokollu Mehmed Paşa Zâviyesi meşîhati tevcîh olunmakla burada câlis-i makâm-ı irşâd ve Yeni Câmi'-i şerîfi vâizliğiyle de mesrûru'l-fuâd olmuştu. Beş sene kadar bu hizmetlerde bulunduktan sonra ordû-yı hümâyûn meşîhatine ta'yîn olunmuş (1108/1696-97) ise de, bir gün esnâ-yı va'zda mizâc-ı pâdişâhîye muhâlif söz söylediğinden tekrâr İstanbul'a iâde kılınmış ve ke-mâ-kân tekke-i mezkûre meşîhatinde imrâr-ı evkât  eylemiştir.

1114 senesinde şehr-i Cemâziye'l-âhirde (Ekim 1702) terk-i cihân-ı pür-cefâ ve azm-i cinân-ı dâr-ı safâ eyledi. "Şeyh-i mukaddes- "Şeyh-i mukaddes" (شيخ مقدس) târîhidir. Üsküdar'da Hz. Nasûhî Âsitânesi'ndeki mezâristanda defîn-i hâk-i gufrândır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Fusûs'a şerh yazmıştır.

Kitâbe-i seng-i mezârı :

"eş-Şeyh Ma'nevî b. eş-Şeyn Ali Efendi, 1114."

Ârif, kâmil, doğru sözü söylemekten çekinmez bir şeyh-i pesendîde-etvâr ve bir pîr-i güzîde-âsâr idi. Güzel manzûmeleri vardır; Dîvân-ı mürettebi vardır.

Cân u başdan geçmeyen cânâna olmaz âşinâ

Câm-ı hûdan içmeyen mestâne olmaz âşinâ

Ma'nevîyâ cân u başın ver bugün dost yoluna

Cism ü cânın virmeyen kurbân olmaz âşinâ

Na't-ı şerîf :

Hamdü li'llâh kim tulû' itdi yine şems-i duhâ

Rahmeten li'l-âlemîn geldi Muhammed Mustafâ

Gül cemâli berk urup doğdu yine bedr-i dücâ

Rahmeten li'l-âlemîn geldi Muhammed Mustafâ

'Küntü kenz'in mahzeninden 'lî ma'Allâh' mazharı

Zât-ı pâkin enveridir enveridir enveri

Ma'nevîyâ ins ü cinnin rehberidir  rehberi

Rahmeten li'l-âlemîn geldi Muhammed Mustafa

                                *   *   *

Sabâ vakt-i seher  ol zülf-i cânâna selâm eyle

Yolun uğrarsa gûş-ı arş-ı Rahmân'a selâm eyle

Seherde bülbül-i şeydâyı tahrîk eyledin bildim

İden ol gulgule feryâd u efgâna selâm eyle

Otur sen cennetin sahnında sultân-veş iden hükmü

Kerem eyle lutuf kıl Şâh-ı Rıdvân'a selâm eyle

Bütün eşcâr u evrâk zikr ider Allâh'ı her dâim

Bütün eşcâr u evrâk bâğ u bustâna selâm eyle

Nesîm-i subh eser dirler  seher vaktinde her dâim

Dolaşup kûh-ı sahrâ cümle ekvâna selâm eyle

/20/                      Medîne şehrine var Ravza-i pâke sürüp yüzler

Varıp ol hâk-pâ-yı rûh-ı Sultân'a selâm eyle

Ebû Bekr u Ömer Osmân Alî ile Hasan Hüseyn*

Cenâb-ı Fâtıma ol bint-i cânâna selâm eyle

Süheyb-i Rûm Ammâr ibn-i Yâsir Hamza vü Abbâs

Bütün ashâb ile ervâh-ı ihvâna selâm eyle

Bakîa ehline bir bir erişüp ser-te-ser cümle

Varup her birine benden fakîrâne selâm eyle

Azîzim Hazret-i Pîr'im  efendim hâkine yüz sür

Derûnî iştiyâk ile o cânâna selâm eyle

Varup ol Ka'betu'llâhı ziyâret kıl tavâf eyle

Safâ vü Merve sa'yin eyle kurbâna selâm eyle

İrişüp İbn-i Abbâs kabrini bir hoş ziyâret kıl

Bütün ashâba İbn-i amm-i Sultâna selâm eyle

Oradan uğra Bağdâd'a sürüp ol hâke hem yüzler

Dahi ol Kutbu'l-Aktâb Şeyh-i Geylân'a selâm eyle

Eşiğine yüzüñü sür fedâ kıl cânla başı

Ol Abdülkâdir'in sen âsitânına selâm eyle

İriş Mûsâ-yı Kâzım hem eimme zümresine hep

Ferîdü'd-dehr olan ol ismi Nu'mân'a selâm eyle

Cemî'-i müctehidler mâ-takaddem mâ-teahhar hep

Kubûrun kıl ziyâret ehl-i irfâna selâm eyle

Bilâd-ı ehl-i İslâm’ın cemîisini ol devvâr

Ledünnî ehline hep pâdişâhâna selâm eyle

Tarîk-ı Nakşıbendî hâcegân ser-çeşme-i aktâb

O Pîr-i ekreme  o bahr-ı ummâna selâm eyle

Dolaşup Rûm diyârın hep ziyâret eyle anları

Gelüp Şâm-ı şerîfe bahr-ı Kur'ân'a selâm eyle

Bilâl ile nice ashâb u ehlu'llâh makbûrdur

Dahi Şeyhü'l-Arab hem şeyh-i arslâna selâm eyle

Varup kırklar makâmına husûsan Hazret-i Yahyâ

Anın ol ravza-i pâkine rindâne selâm eyle

Dimişler anda yetmiş bin kadar var enbiyâ cem'an

Salât ile selâm it cümle yeksâna selâm eyle

Cemî'-i enbiyânın merkad-i pâkine bir bir var

Mübârek rûhlarına pek garîkâne selâm eyle

Umûmun merkadi ma'lûm değildir şübhesiz hakkâ

Umûmun rûh-ı pâkine habîbâne selâm eyle

Husûsan Şâm içinde garka-i rahmet olanlardan

Ne denlü var ise hep ehl-i imâna selâm eyle

İrişüp Tûr-ı Sînâ'ya münevver kabr-i Mûsâ'ya

Sürüp akdâmına yüzler kelîmâne selâm eyle

Ne denlü var ise hep enbiyâ vü evliyâ cem'an

Zebûr İncîl ü Tevrât ehl-i Kur'âna selâm eyle

"Ve minhüm men kasasnâ" didi ki ol Hazret-i Mevlâ[13]

Ki Ya'kûb Yûsuf u Dâvûd u Süleymân'a selâm eyle

Varup ol sahratu'llâha gör anda cümle ervâhı

Hem İbrâhîm evlâd-ı Şeyh u  şübbâna selâm eyle

Makâm-ı enbiyâ vü evliyâyı hep ziyâret kıl

Hulûs-ı aşk ile her ân kerîmâne selâm eyle

Yemen şehrine var Veys'i ziyâret eyle (ey) cânım

Karen köyündedir ana firâvâna selâm eyle

Odur ser-çeşme-i aktâb âlim (ü) ârif-i bi'llâh

Yemen'de ol nesîm-i feyz-i Rahmân'a selâm eyle

Habeş iklîmini devr it Cezâyir semtine uğra

Velî Dede dinilen dürr-i mercâna selâm eyle

Cemî'-i Rûm Acem Fürs ü Buhârâ kalmasın devr it

Diyâr-ı Şâm'a gel erbâb-ı hûrâna selâm eyle

Husûsiyle diyâr-ı Kerbelâ'da aşk ile devr it

Kamuya sad-hezâr  hakkâ hazînâne selâm eyle

Şehîd-i Kerbelâ'nın rûh-ı pâkinden meded iste

Mecâzî olmasın va'llâh hakîkâne selâm eyle

/21/                      Dolaşup hâssaten gel Konya şehrine husûsiyle

O Sultânu's-Selâtîn nûr-ı Yezdân'a selâm eyle

Ki ol gavs-ı zamânın âsitânına bu efkârdan

Onun aşkı meyin nûş eyle mestâne selâm eyle

Cenâb-ı Şeyh Sadreddîn ne işler bir suâl eyle

Kudûmün eyle takbîl havz-ı Kur'ân'a selâm eyle

Müfessirler anın tefsîrine hayrân olurlar hep

Sürüp yüzler türâbına mehîbâne selâm eyle

Hasan Basrî Cenâb-ı Seyyid Ahmed Seyyid-i Yahyâ

Bütün erbâb-ı tevhîde mülûkâna selâm eyle

Habîb Dâvûd-ı Tâî Şeyh Cüneyd'e merkez-i aşka

İrişüp Bâyezîd'e şeyh-i ekvâna selâm eyle

Ki Necmeddîn-i Kübrâ'ya varup cândan ziyâret kıl

Dolaşup Aksaray'ı arz-ı Ken'ãn'a selâm eyle

Varup Kastamonu şehrine mahsûsî muhabbetle

Cenâb-ı Gavs-ı A'zam Pîr Şa'bân'a selâm eyle

Onun dergâh-ı âlîsindeki erbâb-ı tevhîde

Hulûs ile muhabbetle ferîdâne selâm eyle

İrişüp Hacı Bektâş âsitânına muhabbetle

Balım Sultân'a ol meczûb-ı Rahmân'a selâm eyle

Husûsan Hacı Bayram-ı Velî'ye arz-ı ta'zîm it

Huzûr-ı evliyâda ehl-i dîvâna selâm eyle

Var ondan Hazret-i Eşref Emîr Sultân'a yüzler sür

Dolaşup Bursa şehrini şerîfâna selâm eyle

Mükerrem şeyh-i âlî Hazret-i Mısrî Niyâzî'ye

Keremler eyle bi'llâhi kerîmâne selâm eyle

Di kim Yâ Hazret-i Mısrî sana yüzbin selâm olsun

Kemâl-i hasret-i aşk ile sûzâna selâm eyle

Dahi ol Şeyh Üftâde huzûruna saâdetle

Kamu hep asfiyâya ehl-i îkâna selâm eyle

İrişüp Üsküdâr'a Hazret-i Pîr Şeyh Hüdâî'ye

Olan ol suffe-i sadrında mihmâna selâm eyle

Yüzün sür türbesine aşk ile eyle tahiyyâtı

O Sultânü'l-meşâyıhdır halîlâna selâm eyle

Oradan Rûm iline geç Ebû Eyyûbe'l-Ensârî

Huzûr-ı akdesine var edîbâne selâm eyle

 

Alem-dâr-ı Rasûl-i Kibriyâ'dır şüphesiz hakkâ

Şehâdet şerbetin içmiş şehîdâna selâm eyle

Saîdü'l-Hudri vü Câbir sürüp yüz(ler) türâbına

Kemâl-i aşk u şevk ile saîdâne selâm eyle

Yatur Eyyûp Nişâncısı'nda bir nûr-ı hidâyet kim

Mükerrem Şeyh Nûrî nûr-ı Sübhân'a selâm eyle

Dolaşup şehr-i İstanbul içinde cümle sükkânı

Olan aktâb u eşrâfa vü pinhâna selâm eyle

Dahi ol Hâcı Evhad şeyhi merhûm kuddise sırrûh

Hüseyn'dir ism-i pâki şeyh u  pîrâna selâm eyle

Husûsan Hazret-i Ümmî Sinân nâm pîr-i pür-feyze

Edîb-i nükte-pîrâya o Sultân'a selâm eyle

Varup Sümbül Sinân-ı Halvetî'nin âsitânına

Kemâl-i hürmet ü şevkile ol câna selâm eyle

Cemîan şark ile garbı dolaş hiç kalmasın kimse

Bütün erbâb-ı tevhîde şüyûhâna selâm eyle

Girüp cennet sarâyına görüş İdrîs ile anda

Hem ol rûh-ı musavver Îsi-i câna selâm eyle

Bütün erbâb-ı cennâta bizi ilhâk ide Allâh

Keremler eyle var hûrî vü gılmâna selâm eyle

Benim maksûdum âlemde yegâne Hazret-i Allâh

İlâhî Ma'nevî'ye sen rahîmâne selâm eyle

/22/ Şeyh Hasan Ünsî Efendi

 

Karabaş Velî hulefâsındandır. Tercüme-i hâllerine dâir bir yazma kitap elime geçti ki, halîfe-i mükerremleri İbrâhîm Has hazretlerinin te'lîf-i behînidir. Bunda ma'lûmâta göre müşârünileyh hazretlerinin pederi Şeyh Recep Efendi, onun pederi Şeyh Şehîd Muhammed Efendi'dir. Kendileri Taşköprülü'dür. Ulûm-ı  zâhire vü bâtınada mükemmel ve zühd ü takvâ ile müzeyyen olup, inzivâya meyyâl idi.

1055/(1645) senesinde dünyâya gelmiştir. İrtihâlleri 1136/(1723) olduğuna göre, sinn-i şerîfleri seksenbirdir. Zamân-ı irtihâlleri sene-i mezkûre Saferinin onuncu Pazartesi (9 Kasım) gecesi sâat altıya karîbtir.

Henüz yirmi yaşına kadem-zen olmadığı bir çağda iken Ayasofya’da Beyzâvî tefsîri okuttuğu eser-i mezkûrda muharrerdir.

Salı günleri Mesnevî okuturlar imiş. Meclislerine ulemâdan çok kimseler şitâb ederdi. Bu esnâda Ayasofya civârında bir medresede oturmuşlar. Meşâyıhı ziyâretten hoşlanırlar imiş.

Sebeb-i inâbetleri olmak üzere menkûldür : Medrese arkadaşlarından Ali Efendi, bidâyeten Üsküdar'da Karabaş Ali Efendi hazretleriyle görüşmüş, ona meftûn olmuş idi. Bir gün Hasan Ünsî Efendi'nin odasına gidip, "Kastamonu'dan bir şeyh gelmiş, 'Âlim, fâzıl ve sâhib-i hâldir. Ehl-i tasarruftur. Bir çok te'lîfâtı vardır.' diyorlar. Sizinle bir def'a gidelim." demesiyle, Hasan Efendi bi'l-kabûl eski Vâlide Tekkesi'ne gidip, mülâkî olmuşlardır.

Alâ-rivâyetin ulemâdan ba’zı zevât ile birlikte gitmişler, birçok muğlak suâller sormuşlar ve pek muvâfık cevâb alarak Hz. Şeyh'in ilm ü kemâlinin mertebe-i bâlâ-terînde olduğuna îmân etmişlerdir. Karabaş Ali Efendi gördüğü isti'dâd-ı Hudâ-dâd üzerine derhâl Hasan Efendi'ye hıtâben, "Sizi çoktan beri ârzû ediyordum; Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun ki, mülâkât müyesser eyledi." buyurmuşlardır. Hasan Ünsî Efendi'de pek dehşetli bir meclûbiyyet-i kalbiyye hâsıl olduğundan Hz. Şeyh'in ayaklarına  kapanıp dergâhta kalmış ve her şeyden dest-keş-i ferâğat olmuştur.

Cenâb-ı Şeyh'e intisâp ile tarîk-ı mücâhedeye girdi. Hz Şeyh, "Otuzikibin adam benden el aldı. Bu kadar halîfeler vardır. Hasan Ünsî Efendi gibi içlerinde görmedim." buyurmuşlardır. Alâ-rivâyetin üç senede ikmâl-i sülûk ederek mazhar-ı hilâfet oldular. Sonra şeyhinin emr-i mahsûsuyla Sultân Mehmed Hân İbnu Sultân İbrâhîm'in harem-i hümâyûnunda va'za me’mûr oldular. İki sene bu hizmette bulundular. Ba'de'l-va'z zikr ederler imiş.

Târîh-i istihlâfları 1085/(1674)'tir. Hz. Şeyh'in işâretiyle Ayasofya'da Acemağa Câmii'nde bir müddet mütemekkin oldular. İrşâdda bulundular. Bu sırada Karabaş Velî, Hicâz'a azîmet ettiler.(1096/1685). Dervîşân, Hasan Ünsî Efendi'ye bend oldular. O zamân ehl-i tarîka /23/ dahl eden erbâb-ı inkâr çoğalıp, hattâ Hasan Efendi'yi o câmi'den kaldırmak için üzerine hücûm edenler bile olmuş. Fakat sonra hepsi perîşân bir hâlde terk-i hayât eylemiştir. Hz. Şeyh bir kaç sene bu câmi'de kaldıktan sonra, 1095/(1684)'te Karahasan oğlu Vezîr Mustafa Paşa'nın delâletiyle Salkımsöğüt'te Karañı Mahallesi'nde Saçlı Emîr Zâviyesi ki, "Aydın Dede Tekkesi" denilmekle ma'rûf idi, buranın meşîhati tevcîh olundu. Ba'dehû teehhül buyurdular. Fatma isminde bir kerîmesi dünyâya geldi. Nihâyet ömr-i şerîflerine kadar burada ârâm-güzîn oldular. Türbelerini hayâtlarında kendisi yaptırmıştır.

Vefâtları târîhini de kendisi söylemiştir:

  Bildi ömrü târîhin oldu Hasan gamdan emîn

  Be-niam dâr müttekîn evc-i zihî câ-yı hasen

                   به نعم دار متقين اوج زهى جاى حسن = 1136/(1723-24)

Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî Vefeyât-nâme'sinde böyle yazıyor :

"Hz. Şeyh Hasan Ünsî Efendi b. Recep b. Şehîd Muhammed, ilm-i zâhir ü bâtında kemâl sâhibi idi. Zühd ü takvâ ile dâimâ hâlâyıktan münkatı' ve münzevî olup, elli seneden mütecâviz dışarı çıkmamıştır. Âhir ömrüne değin mücâhede ve inzivâ üzere idi. Kâimü'l-leyl ve müstecâbü'd-da've olup, Alay Köşkü kurbunda Aydınoğlu Tekkesi'nde şeyh idi. “A'rec Hasan Efendi” denilmekle meşhûrdur. Tarîkatları Kastamonu'da kâin Hz. Pîr Sultân Şa'bân-ı Velî kolundan Karabaş Ali el-Atvel hazretlerinin halîfesidir. Seksenbir yıl ömür sürmüştür. İrtihâli, "en-Nebeül-azîm"  (النباء العظيم) 1136 târîhinin şehr-i Saferi onuncu (10 Kasım 1723) Pazartesi gecesi sâat altıdır.

Kendi hânkâhları olan Aydınoğlu Tekkesi'nde taş türbede yalnız müstağrak-ı envâr-ı likâ olmuştur. Müretteb Dîvân'ı vardır. Eş'ârından bu iki beyit eser-i tabîatlarıdır.

              Tabîb ü şâir u kâtib müneccim

              Gerek şâhân içün bu çâr mahrem

              Binâ-yı devletin ol çâr erkân

              Esâsıdır ol anlarla muhakkem

              Biri manzûme yazmış onlar içün

              Nizâm Ahmed arûz-ı merd-i a'lem

Cümle-i kerâmetlerindendir ki, seksenbir yaşına erdiği zamân bu rubâîde vefâtlarını söylemişlerdir:

Binyüz otuzaltı senesi vefât

                İrişdi sekisen bire bi'l-ittifâk

                Çün ömür bunda tamâm oldu hemân

                Hicret itdim düşe bundan bi'r-rifâk"

Hz. Şeyh tekkelerinde kahve tütün içmez, içirmezler imiş. Köhne esvâb giymeyi sever; kıymetli şeylere rağbet buyurmazlar imiş. Hattâ dervîşlerine bile müzeyyen şeyler giymemelerini ihtâr ederler imiş. İrtihâllerinde na'ş-ı mübâreklerini gasl eden Seyyid Mustafa Efendi, Ayasofya Câmi'-i şerîfinde namâzını kıldıran Koca Mustafa Paşa şeyhi Seyyid Nûreddîn Efendi hazretleridir. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

/24/ İbrâhîm Hâs diyor ki:

"Azîzimin vech-i şerîfleri münevver idi. Sarışın ve beyâza mâil idi. Hilâl kaşlı, siyâh gözlü, çekme burunlu, kırmızı yanaklı idi. Dudakları ince idi. Ağızları küçük idi. Lisân-ı hikmetleri fasîh ve müessir idi. Lihyeleri süt gibi beyâz ve uzunca, boyları ise orta, vücûdları nahîf, elleri latîf ve mevzûn idi."

Meşrebleri :

Nefs-i mübâreki her derde devâ ve her sakîme şîfâ idi. Lisân-ı şerîflerinden her ne ki, sudûr eder ise, elbette vücûd-pezîr olurlardı. Sâhibu's-sır ve sâhibü't-tasavvuf ve küşûfât-ı ma'nevîyyeye mâlik idi. Dâimâ şerîattan söylerler, maârif-i ilâhiyyeye müteallık sözü pek açmazlar idi. Meclis-i şerîflerinde esrâr-ı tevhîdden bir şey söyletmezler idi. Arabî, Fârisî, Türkî lisânları üzere müdevven bir dîvânları vardır. Fukarâ vü hulefâsına nushan ve terğîben ve alenen buyurdukları hikemiyyâtın bir nicesi Kelâm-ı Azîz nâmında başka bir kitap olmuştur. Elsine-i selâse üzerine nazmen ve nesren buyurdukları sözlerden bir mikdârı da Sırr-ı Ehadiyye nâmıyla bir kitaba derc edilmiştir.

Yine İbrâhîm-i Hâs hazretleri beyân buyururlar ki:

"Hz. Şeyh kırk bir sene bu tekkede sâkin olmuşlar ve bu müddet zarfında üç def'a tekkeden dışarı çıkmışlardır. Birisi, zelzeleden harâb olunca Ahmed Paşa Câmii'ne Cuma namâzına çıktılar. İkincisi, Üsküdar'da Hz. Pîr Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî kuddise sırrûhu'l-âlî ziyâretine gitdiler. Üçüncüsü, bâ-fermân-ı hümâyûn Okmeydanı'nda sûr-ı şâhâneye da'vet olundukları zamân çıktılar. Bundan başka çıkmadılar."

Sultân Ahmed Hân-ı sâlis, Hz. Şeyh'e ziyâde râğıb olup, ara sıra dergâha geldikleri ve hattâ dergâhın karşısında elyevm mevcûd bulunan kale kapısını sûret-i mahsûsada açtırdıkları ve buradan gelip gitdikleri menkûlâttandır.

Hasan Ünsî, ecille-i meşâyıh-ı Şa'bânîyye'den bir zât-ı âlî-kadr idi. Bu nutku irtihâllerinden mukaddem söylemişlerdir :

Kul âmennâ odur rehber ki olmuş zâta ol mazhar

O Sultân-ı hayri'l-beşer ki oldu cümleden ekber*

                                                                                                                                                                                                                                                                                   

İlâhî rûz-ı mahşer koyayım kapusuna ben ser

Odur rehber cin ü inse kul olmayan odur kemter

Ona bağlı hakâyık hep ona âsâr olup eser

Ki anunla durur durmuş bu nüh-tâk u hefit-kemer

Şu rütbe âlidir şânı bu mevcûdâta ol mefhar

Vücûdu ism-i a'zamdır ki arş oldu ona minber

Çü "mâ rameyte iz rameyte" ki geldi şânına azhar*[14]

Bir oldu zât ile zâtı ol eyledi şaku'l-kamer

Olup eflâk kamu hayrân onun aşkı ile döner

Kamu âlemlerin fânûs-ı pür-nûru o nûr-ebher

Anun cezbesile bende olup üryân  ki bî-haber

Rahm idüp bir şerîf kisve bana virdi zü'l-kevser

Bu mevzı' zarf-ı şerîf ola hem dâim makar*

Bi-hakk-ı sûre-i Tâhâ ki olmaya ona me’mer

/25/                      Gelüp dû-ferd didi târîh buna hoş düşdü makber

Mubârek bu libâs ile kabir Ünsî'ye münevver*

        (مبارك بو لباس ايله قبر انسىيه منور)                                                                   

(Bu şiir), türbesinin kapısı bâlâsında muharrerdir.

Hulefâsı :

Hacı Şeyh İbrâhîm Efendi, Şeyh İbrâhîm Hâs Efendi, Şeyh Giritli Ahmed Efendi, Şeyh  Tatar Selîm Efendi, Şeyh Recep Efendi, Şeyh Erzincanlı Ali Efendi, Şeyh Kumlalı Mustafa Efendi, Şeyh Hâfız Muhammed Garîb Efendi, Şeyh Çekmeceli Mahmûd Çelebi, Şeyh Kastamonulu Mustafa Efendi, Şeyh Abdullâh Kefevî Efendi, Şeyh Ahmed Sâatî Efendi, Şeyh  İstanbullu Hâfız Muhammed Efendi, Şeyh Es'ad Efendi, Şeyh Mustafa Halîfe, Şeyh Hasan Azakî Efendi, Şeyh  Üsküdarlı Ahmed Efendi.

Türbe-i şerîfeleri hâlen ma'mûrdur. Buraya bi'l-âhare şeyh olup, uluvv-i himmetini ızhâr eden ve Kâdirîler bahsinde tercüme-i hâli yazılmış olan İzzî Efendi türbenin tezyîninde ve dergâhın ta'mîr ve ihyâsında çok çalışmıştır. Câddenin tevsîi hâlinde dergâhın bir kısmı yola gidecek ise de türbe-i şerîfe kalıyor. Buradan geçtikçe Hz. Şeyh'in rûhâniyyeti kalb-i fakîrânemi okşar, Fâtiha okumadan geçtiğimi bilemem.

İzzî Efendi merhûm dahi meşîhata ta'yîni gününden i'tibâren irtihâline kadar dergâh-ı münîften dışarı çıkmayarak yirmi yedi sene Hz. Ünsî'ye pey-rev olmuş idi. (Kaddesa’llâhu esrârahüm)

Dîvân-ı şerîfleri zamân-ı âlîlerinde yazılmış ve tashîh-i âlîlerinden geçmiştir ki, bu nüsha-i münîfe İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi nezdinde mahfûzdur. Ziyâret olunmuştur. Tashîhât tamâmen surh mürekkeple yazılmıştır.

Şeyh İbrâhîm Hâs Efendi

Müşârünileyhin ecell-i hulefâsından ârif, kâmil, mükemmil bir zât-ı âlî-kadrdir. Şeyhinin dâr-ı cemâle intikâlinde bu dergâhta inzivâ ederek kendini kimseye tanıttırmamıştır. Rütbe-i irfânına delâlet eden mektûbâtı elime geçmiş idi. Kemâlinin hayrânı oldum. Hele şeyhine olan irtibâtını takdîrlerle karşıladım. Bu dergâhta çok zamân ihtîfâ buyurup, murğ-ı rûhu hadâik-ı cinâna pervâz edince, kitâb-ı irfân-ı vücûdu civâr-ı Hasan Ünsî'de kaldı. İzzî Efendi'nin meşîhatı zamânında bunun kabr-i enverini aramaya dergâha gitmiş idi. Ararken İzzî Efendi yanıma geldi. "Evlâdım ne arıyorsun?" dedi. İbrâhîm Hâs'ın kabrini arıyorum dedim. "Onu ne bilirsin?" dedi. Mektûbâtı elime geçti, okudum. Müfrit bir aşk ile sevdim. Kabrini bulup, yazmakta olduğum Sefîne-i Evliyâ'ya işâret edeceğim dedim.  Takdîr ederek âh çekti. "Oğlum onun kabrinin olduğu yer burasıdır." diye Hasan Ünsî hazretlerinin türbesinin sağ tarafındaki pencere önünü gösterdi. Bu hazreti rü'yâda gördüm. Nûr-ı mücessemdir. Kabr-i şerîflerinin yanından su geçiyormuş. Daha ba'zı mahzûrlar varmış. Râhatsız oluyorum, /26/ bir çâresine bak diye emr etti. Derhâl bîdâr oldum. Hemen kabirlerini taharrîye koyuldum. Vaktiyle burada şeyh olan Hayâlî Fehmî Efendi ve pederi zamânında dergâhın üst katındaki helâsından lağıma ittisâl eden yolun ve fi'l-hakîka çirk-âbın burada bir kabir yanından geçtiğine muttali' oldum. Kabri açtım. Kefeni solmamış bir vücûd-ı nûrânî âsûde-nişîn-i rahmet-i Rahmân'dır. İbrâhîm Hâs hazretlerinin olduğuna şübhem kalmadı. Çünkü o da şeyhi gibi inzivâ etmiş, kabrine taş bile konulmamış. Etrâfındaki çirk-âbı ve muzahrafâtı arabalarla taşıttım. Dergâhtaki helâyı oradan kaldırttım. Kabirlerinin etrâfı temizlendi. İşte bu parmaklığı yaptırdım ki, üzerinden kimse geçmesin diye. Garîbtir, âlem-i ma'nâda tekrâr gördüğümde, beyân-ı hoşnûdî buyurdular. "Fakîriniz de öyle bir hıdmet-i şerîfelerinde bulunmak için mazhar-ı irşâd olduğuma müteşekkiren mukâbele eyledim." dediler ve ağladılar. Fakîri de ağlattılar. Duâ buyurdular. Ayrıca bir mezâr taşı yaptırıp, havludaki taşların yanına ilâve etmişlerdir ki, kitabesi:

"Kutbu'l-ârifîn bilâ-hafâ Gavsu'l-Vâsılîn es-Seyyid şeyhu'ş-şuyûh Ünsî Hasan Efendi hazretlerinin muhterem halîfesi es-Seyyid eş-Şeyh İbrâhîm el-Hâs Efendi hazretlerinin kabr-i enverleridir."

Şeyh Hasan-ı Kefevî'nin bir halîfesi vardır.

Binbir ilâhîyi câmi' Dîvân'ı, menâkıb-ı evliyâyı hâvî Tezkiretü'l-Hâss'ı ve Ünsî hazretlerinin kelimât-ı âşıkânelerini hâvî Kelâm-ı Azîz'i ve sâir âsârı vardır. Târîh-i rıhletini, müddet-i ömrünü bilmek mümkün olamadı.

Çekmece-i kebîr (Büyükçekmece)'de Nesîmî-zâde Şeyh Mustafa Efendi nâm pîr-daşına yazdığı mektûbun sûretidir:

"Saâdetlü kerâmetlü ah-ı esrârım!

 Şeyh Mustafa Efendi hazretlerinin huzûr-ı şerîf-i bî-hemtâlarına ta'zîmât-ı celîle ve tekrîmât-ı cezîle iblâğıyla hâtır-ı feyz-meâsirleri tefahhus olunur. Hemîşe mesned-i izz ü irfânda müeyyed olup, tullâb-ı Hudâ ve sâlikân-ı râh-ı Kibriyâ'ya îfâza-i feyzden hâlî olmayalar. Taraf-ı dil-rîş-i Hâs İbrâhîm dervîşten suâl buyurulursa, bu dertten bağrı pâre pâre pür-hûn, firâkından perîşan-hâl-i dîger-gûndur. Nice zamândır tarafınızdan bir mektûb gelmedi. Lisân ile de bir haber alamadık. Dîde-dûz-ı intizâr üzereyiz.

Bu rütbe ferâmûş buyurduğunuza bir ma'nâ veremedik. Zîrâ birbirimizi ferâmûş eylemek ebeden mümkün değildi. Bilirsiniz ki, kırk seneden mütecâvizdir, sizin ile bir dergâha bende olduk. Bu dergâh ne dergâhtır ki, beyânı akl-ı külden taşradır. Kendimizi kendimiz ol dergâhta bildik, bulduk. Kendi yüzümüzü onda gördük. Varlığı onda bitirdik, yokluğu onda âşikâr eyledik. Husûsan sizinle hem-dert idik. Gıll u gıştan onda pâk olduk ve onda tâze-cân bulduk. /27/ Her müşkil onda feth oldu. Ol ki, ayn-ı mürşidden cârî feyz-i hakîkattır. Nasıl unutalım. Cümleden kat'-ı nazar bir pınarsız nîstîyiz. Ol pınardan sızıp zuhûr etmişiz. Ondan birer katreyiz. Mahv u fenâmız yine ol pınarda fenâ bulur. 'Hû hû' denildiği ayândır. Ol ki kurb-ı hakâyıktır. Nasıl unutalım. Ale'l-husûs hubb-ı sivâ, hubb-ı Hudâ'ya bu kurbiyyette mübeddel oldu. Bu muhabbet ne muhabbettir ki, beyân ve îmâsı kâbil değildir. Bu sırr-ı muhabbete melâike dahi  ârif olamaz. (وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ)[15] buyurulan bu letâif-i celîledir ki, tahlîflerinde hubb-ı kadîm ile vücûd-pezîrlerdir. Hubb-ı ezelîye taallukları cihetiyle ahsen-i takvîmde var olmuşlardır ki, esmâlarının mazhariyyetleri ef'âlidir. Onun için  (إنه جميل)[16] buyurulmuştur. Bu tâifenin varlıkları zâtında kadîmlerdir, zuhûrlarında hâdislerdir. Ya'nî ilmu'llâhta kadîmlerdir. Onlarda murâd yoktur. Muhabbetleri murâd cihetiyle değildir. (أشدَ حباً لله) buyurulan budur.

Şol muhabbet ki, onda murâd buluna, o muhabbet ârızdır. O yine murâd cihetiyledir. Bir muhabbet ki ârız ola, elbette onda murâd bulunur. Bu bî-ma'nâ bir emeldir. Çünkü her murâd ki, vardır, ol fânîdir. İrfân dahi fânîdir. Her vuslat ki, Hakk'ın gayrıdır, o fenâ iledir. Şükür ol Allâh teâlâya ki, bî-murâd halk etmiştir. Ya'nî mürîd oldur ki, irâdetinin taalluku kendüden kendü iledir. Müteallıkı dahi kendü iledir. Çün ü çerâdan berîdir. Merâm-ı berâyâ dahi, merâm-ı kadîmesi vesîlesiyledir. İnsânda olan irâde-i cüz'iyye, kendi irâdesi taalluku cihetiyle hâsıl olmuştur. Ne ayrı ne de gayrıdır. Zevkî bir ma'nâdır. Zevk-ı ma'nevî kendi tecellî-i zâtîsiyle zât-ı kadîmesine merbûtiyyetle insândan berk urur. Bu tecellîsi vâsıtasıyla insânda zâhirdir. İnsânın gayrıda ma'dûmdur. Eimme-i esmânın insânda zuhûru, zevk-ı ma'nevînin lem'ası şu'lesinden zâhirdir. Sırr-ı nübüvvet bunda ma'lûm olur. Hakîkat-ı Muhammediyye (sala'llâhu aleyhi ve selem), bu dem ile  mübeyyendir.

Sır, uludur. Mürşidden gayrı sırrı kimse temlîk etmeye kâdir değildir. Zîrâ ukûl ve fehmden hârictir. Eğer hudûd-ı Hudâ olmayaydı bu sırdan dahi neler söylerdim neler! Lâkin hudûdu tecâvüz etmek olmaz. Bu sözleri dahi içeriden söyleyeyim desem olmaz. Bu kadar dahi söylemeyeyim desem yine olmaz. Bi'z-zarûr biraz söyleniyor. Gâh olur ki, söyleyen ben sanırım ve gâh olur ki, söyleyen ben değilim. Gâh olur ki, iki cihâna sığmam. Gâh olur ki, ben bende mahv olurum. Şöyle ki, eserimden bir nişân bulunmaz. Gâh bir karârgâh-ı bî-karârım.

                        

Ben ben değilem diyeyim sen bensin

Sen sen değilsin ki dine ben sensin

Kâdir değilim ki, 'sen bensin yahut ben sensin' demeye. Eğer der isem ki, 'ben sensin', kâfîr olurum. Eğer dersem ki, 'sen bensin', müşrik olurum. Bu sırra âşinâ bir kimseye /28/ mülâkî olamadım ki, onun önünde bu ma'nâyı ortaya getireyim. Nice yıllardır cüst u cû  üzerindeyim zât-ı vahdetten âgâh, tahakkuk-ı tevhîd ile hucb-ı tecellîyyât-ı esmâ vü sıfâttan geçmiş ve kesret-i taayyünâttan kurtulmuş bir müsâhib-i cânâna tesâdüf edemedim ki, bu râzı onun huzûrunda gûyâ olayım. Zâlike takdîru'l-Azîzu'l-Alîm!"

                                                                                              İbrâhîm Hâs

                      

Müşârünileyhin üç-dört mektûbu daha elime geçti. Onları Müntehabât-ı Ezhâr-ı İrfân nâm eser-i fakîrâneme derc eyledim. Kemâlât-ı ârîfânesi yüksektir.

İbrâhîm Hâs hazretleri, azîzi Şeyh Hasan Ünsî hazretlerinin menâkıbını cem' ve tahrîr eylemiştir. İstanbul'da Fâtih'te Millet Kütüphânesi'nde Reşîd Efendi kitapları meyânında 479 numarada mukayyed bir nüshası vardır. Bir de İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi kütübhâne-i husûsîsinde bir nüsha-i asliyyesini gördüm. Ser-â-pâ Hasan Ünsî hazretlerinin tashîhâtı surh ile işârâtı vardır. Aslı İbrâhîm  Hâs'ın yazısı olmak muhtemeldir. Dörtyüz sahîfeye yakındır. Bunun bir nüsha-i dîgerîsini de Pazar Tekkesi kütüphâne-i husûsîsinde merhûm Şeyh Hüsâmeddîn Efendi yedinde görmüştüm.

Aydınoğlu Dergâhı Hakkındaki Tedkîkâtım :

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     Aydınoğlu Tekke ve Mescidi nâmıyla şöhret bulan bu dergâh-ı münîfin bânîsi Saçlı Emîr Muhyiddîn Muhammed b. Abdullâh Efendi'dir. Tebrizlidir. Sultân Bâyezîd zamânında İstanbul kadısı olmuştur. "Kâsım Çavuş Mescidi" de denilmesine bakılırsa, mescidin bânîsi bu zâttır. Minberini vaz'eden Aydınoğlu Şeyh Muhammed Efendi'dir. Bu zât, ricâl-i Kâdiriyye'den imiş. Tophâne'de Kâdirî-hâne'de medfûn imiş. Tekkenin kapısında şöyle muharrerdir :

Erenler Şeyh Şa'bânî tarîk-ı müstakîminden

Açıldı Aydınoğlu Dergehi kim dîdeler rûşen

Hasan Ünsî hazretleri, bu makâm-ı âlîyi sinîn-i medîde işgâl buyurdular. İbrâhîm Hâs meşîhatta bulunmamıştır. Fakat münzevî olmuştur. Tîmârhâneci-zâde Şeyh Muhammed Garîb Efendi'nin meşîhatı vardır. İrtihâlinde meşhûr Köstendil Müfütüsü (Nûreddîn Cerrâhî ve Ahmed-i Rûmî hazerâtının şeyhi) Ali Efendi hazretlerinin mahdûmu Seyyid Muhyiddîn Efendi şeyh olup, 1174/(1760-61) senesinde âlem-i bakâya rıhletinde Hz. Ünsî civârına defn olunmuştur.

Ba'dehû şu zevât sırasıyla seccâde-nişîn olmuşlardır. Dergâh hazîresinde medfûndurlar:

Şeyh Muhammed Rüşdü Efendi: Ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olmuştur. Yirmidokuz sene meşîhatı vardır. İrtihâli : 1203/(1788-89).

Şeyh Ali Efendi: Ziyâret-i Haremeyn'e mavaffak olup, yedi sene meşîhatı vardır. İrtihâli : 1210/(1795-96).

Şeyh Sun'u'llâh Efendi : Onsekiz sene meşîhatı vardır. İrtihâli : 1228/(1813).

Şeyh Esrâr Efendi : Otuzbir sene meşîhatı vardır. İrtihâli : 1259/(1843).

Son zamânlarda Hayâlî Şeyh Fehmî Efendi, şeyh idi. İrtihâlinde Şeyh İzzî Efendi'ye tevcîh olunmakla tercüme-i hâli cild-i evvelde Kâdirîler bahsinde geçti. Müşârünileyh bu dergâhı ve türbe-i Hasan Ünsî'yi bi-hakkın i'mâr ve tezyîn etmişti. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

/29/ Hânkâh-ı Hz. Pîr'deki Meşâyıh Hakkında :

Üçüncü cildde Âsitâne-i Hz. Şa'bân-ı Velî'de seccâde-nişîn-i hilâfet olan zevât-ı kirâmın esâmîsini yazmış idim.

 

1. Çelebi Pîr Mustafa Efendi

13. sahîfede ism-i âliyle tezyîn-i sahîfe eyledim. Şeyh Muslihuddîn Mustafa Efendi hazretleri, İsmâil Kudsî-i Çorûmî'nin mahdûm-ı mükerremleridir ki, "Çelebi Pîr Mustafa Efendi"  diye meşhûrdur. İlm ü kemâlde ferîd-i zamân idi. Karabaş Velî hazretleri gibi bir reh-nümâ-yı tarîkat onun mekteb-i irfânından yetişmiştir. Karabaş Velî, İsmâîl-i Kudsî'ye nisbetle bidâyeten feyz-yâb olup, rütbe-i kemâle mazhariyyeti Çelebi Pîr Mustafa Efendi yedindendir.  Ba'zı silsile-nâmelerde İsmâîl Kudsî ile Karabaş Velî arasında bu zâttan bahs olunmaması hatâ-yı fâhiştir. Onaltı sene icrâ-yı meşîhattan  sonra 1073/(1662-63) senesinde âlem-i cemâle intikâl eylediler. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

2. Şeyh Abdurrahmân Efendi

Zilelidir. Çelebi Pîr Mustafa Efendi halîfesidir. 1073/(1662-63) senesinde  Âsitâne-i Hz. Pîr'de seccâde-nişîn olmuşlardır. Onüç sene meşîhatı olup, 1086/(1675) senesinde[17] âzim-i dâr-ı karâr oldular. Kemâlât-ı ârîfâneleri ve müşâhedât-ı zevkıyyeleri pek yüksektir. Halîfeleri âti't-tercüme Hâfız İbrâhîm Efendi'ye yazdıkları bir mektûb, Hânkâh-ı Hz. Nasûhî seccâde-nişîni reşâdetlü Seyyid Ahmed Kerâmeddîn Efendi hazretleri nezdinde görülüp, sûreti buraya derc ile, tezyîn-i sahîfe kılındı.

"Ey benim ah-ı azîzim Hâfız İbrâhîm Efendi!

Size dahi malum olsun ki, hacc-ı sûrîye niyyet eyleyüp, hacc-ı sûrî tedârikine mukayyed iken seher vaktinde hâtiften bir nidâ geldi kim, 'Hâzır ol, hacc-ı ma'nevîye gitsen gerektir. Hacc-ı sûrî hacc-ı ma'nevîye tebdîl olundu.' denildikte emr-i Hakk'a muntazır iken 1093 senesi mâh-ı Receb'inin yirmiyedinci gecesi (1 Ağustos 1682) mi'râc gecesidir. Âlem-i ervâhta seyr ederken, Rasûl-i Ekrem ve Nebiyy-i muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem mi’râca giderken Burak'a binmişler. Bizi Burak'ın arkasına alıp maan revân olduk. Levh-ı Mahfûz'un yanına varınca, 'Siz bunda eğlenin, bundan öte izin yoktur.' buyurdular. Levh-ı Mahfûz'a nazar eyledik. Kendimizin mâh-ı Şa'bân-ı şerîfte dâr-ı fenâdan dâr-ı bakâya rihlet etmemizi gördük ve dahi sizin Şa'bân-ı Velî hazretleri âsitânesinde  seccâde-nişîn olmanızı gördük.

İmdi ey benim kardeşim!

Levh-ı Mahfûz'da yazılan sizsiniz. Hemân fakîri hayır duâ ile duâdan unutmayıp, âsitâne-i saâdette şuğle ve mücâhedeye  meşgûl olup, gayret kemerin yedi yerden kuşanıp ve benim evlâdlarımı dahi gözden ve gönülden çıkarmayasız. Ve dahi kapı dervîşi Molla Hasan altı senedir ki, âsitânenin hizmetindedir, makâm-ı sırdan duâ edilmiştir. Lâkin irşâdı sizden olmakla bu cümle te'hîr olunmuştur. Ricâ ederiz ki, irşâd ile behre-mend etmedikçe, salıvermeyesiz. Bize lâzım olan hakkı teblîğ eylemektir. Va'llâhu'l-Hâdî ilâ sebîli'r-reşâd."

 

/30/ Fi'l-hakîka azîz-i müşârünileyh aynı zamânda irtihâl etmiş ve yerine Hâfız İbrâhîm Efendi geçmiştir. Yazdıkları Arabça bir icâzet-nâmenin mütâlaasından kemâlât-ı ilmiyyeleri de nümâyân olmuştur. (Kuddise sırruhû)

3. Şeyh Hâfız İbrâhîm Efendi

Amasyalıdır. Âsitâne-i Hz. Pîr'de kırk sene seccâde-nişîn-i reşâdet olmuştur. Her ikisi türbe-i şerîfe-i Hz. Pîr'de âsûde-nişîn-i rahmettir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

4. Şeyh Hâfız Ahmed Efendi

On sene Âsitâne-i Hz. Pîr'de meşîhat edip, Hicâz'a azîmetinde orada irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Çelebi Pîr Mustafa Efendi'nin mahdûmudur. Elyevm post-nişîn Atâullâh Efendi'nin ceddidir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

5. Şeyh Muhammed Efendi

Hâfız Ahmed Efendi-zâdedir. Onbeş sene meşîhatı vardır. İrtihâli 1155 veya 1156/(1742 veya 1743)'dadır. Türbe-i Hz. Pîr'de medfûndur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

6. Şeyh Abdullâh Efendi

Muhammed Efendi-zâdedir. Yirmi sene kadar meşîhatı vardır. Harameyn-i muhteremeyni ziyâret kasdıyla ol cânib-i âlîye azîmetle  kâlıb-ı nâsûttan tecerrüd etmiştir. Süveyş'te medfûn imiş. 1175/(1761-62) senesine müsâdiftir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

7. Şeyh Hâfız Vahdetî Efendi

Şeyh Abdullâh Efendi-zâdedir. Otuzüç veya otuzdört sene kadar meşîhatı vardır. İrtihâli 1209/(1794-95) senesine müsâdiftir. Türbe-i Hz. Pîr'de menfundur. (Kuddise sırrûhû)

8. Şeyh Hâfız Abdurrahmân Efendi

Şeyh Hâfız Vahdetî Efendi-zâdedir. Otuzdört sene meşîhatı vardır. Pederinin irtihâli târîhine ve kendisinin 1215/(1800-01)'te seccâde-i meşîhata oturmasına nazaran altı senesi sığar-ı sinni hasebiyle âharının vekâletiyle güzer etmiş olacak. İrtihâli 1249/(1833-34) târîhine müsâdiftir. Türbe-i Hz. Pîr'de medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. (Kuddise sırrûhû)

9. Şeyh Hâfız Muhammed Saîd Efendi

Şeyh Hâfız Abdurrahmân Efendi-zâdedir. Elliyedi sene meşîhatı vardır. İrtihâli 1305 veya 1306(1887 veya 1888) senesine müsâdiftir. Türbe-i Hz. Pîr'de defîn-i hâk-i gufrândır. (Kuddise sırruhû)

10. Şeyh Muhammed Atâullâh Efendi

Hâfız Saîd Efendi-zâdedir. Pederinin irtihâlinde sığar-ı sinde idi. Meşâyıh-ı Şa'bânîyye'den Bolulu İbrâhîm Efendi altı sene niyâbet edip, 1312/(1894-95) senesinde Atâullâh Efendi fi'len âsitâne-i Hz. Pîr'de seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. İki mektûbunu cild-i sâlisin sonunda aynen telsîk etmiş idim. Elyevm irşâd-ı tâlibîn ile meşgûl olup, âsitâne-i Hz. Pîr'de Cuma geceleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat etmektedirler. İstanbul'u teşrîflerinde görüşmüş ve bi'l-âhare mektûblaşmış idim. Pek terbiyeli, halûk, mükrim bir zât-ı âlî-kadrdir. (Tavvela'llâhu omrehû ve zâde'llâhu feyzahû)

11. Şeyh Mahmûd el-Halvetî eş-Şa'bânî

Gerede-i cedîde'de medfûn olan bu zât-ı muhteremin, Risâle-i Tâciyye nâmıyla bir eser-i ârîfânesini gördüm, gayr-ı matbû'dur. Silsile-i tarîkatını ve târîh-i hayâtını elde edemedim. O risâlenin mütâlaasından pek âlim ve ârif ve âşık bir zât olduğunu anladım. Hiç bir ma'lûmât edinemedim. Burada üç satırcık olsun hakkında yazmak istedim. (Kaddesa’llâhu sırrahû)


 

NASÛHİYYE-Yİ ŞA'BÂNİYYE

/31/ Seyyid Muhammed Nasûhî Hazretleri

                        Reîs-i zümre-i ebrâr Cenâb-ı Pîr Nasûhî'dir

                        Muhakkak mazhar-ı esrâr Cenâb-ı Pîr Nasûhî'dir

                        Mübârek ravza-i irfânına rû-mâl olur uşşâk

                        Mükerrem pîr-i pür-envâr Cenâb-ı Pîr Nasûhî'dir

Gülistân-ı aşk u muhabbette yetişmiş olan bu pîr-i muhteremin aşk u irfânı önünde hiss-i ihtirâm ile mütehayyir ve mütehassis olarak ser-fürû ederim. Müctehidîn-i tarîkattan olup, şuabât-ı Şa'bânîyyeden Nasûhiyye şu'besinin müessis-i muhteremidir.

Üsküdar'da Toygartepesi'nde Bulgurlu Mescid kurbunda Kuşoğlu Yokuşu karşısındaki hânede tevellüd eylemişlerdir. 1058/(1648) veya 1063/(1653) târîhlerinden  birine müsâdiftir. Peder-i mükerremleri sipâhiyândan Seyyid Nasûh Bey'dir. Sâdât-ı kirâmdan olup, silsile-i nesebleri ber-vech-i âtîdir:

eş-Şeyh Seyyid Nasûhî Muhammed b. Seyyid Nasûh b. Seyyid İhtiyâruddîn b. Seyyid Gıyâseddîn b. Seyyid Hızır b. Seyyid Ma'sûm b Seyyid Ahmed b. Seyyid Mahmûd b. Seyyid Alâeddîn b. Seyyid Murtazâ b. Seyyid Hüseyin b. Seyyid Ali b. Seyyid İbrâhîm b. Seyyid Ca'fer b. Seyyid Hasan b. Seyyid İshâk b. Seyyid İbrâhîm b. Seyyid Ahmed b. Seyyid Hüseyin b. Seyyid Mûsâ b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Mûsâ b. Seyyid İbrâhîm b. Seyyid Mûsâ b. Seyyid İmâm Ca'fer es-Sâdık b. İmam Muhammed el-Bâkır b. İmâm Zeynelâbidin b. Hz. Hüseyin b. Cenâb-ı Haydar-ı Kerrâr Ali el-Murtazâ. (Radıya'llâhu anhüm)

Hadîkatü'l-Cevâmi'de, "Hz. Nasûhî, Pîr-i Tarîk-ı Şa'bân-ı Velî hazretlerinin neslindendir." diye yazılmış ise de hânkâh-ı Nasûhî şeyhi Kerâmeddîn Efendi :

"Hz. Şa'bân-ı Velî efendimizin evlâdı yoktur. Hattâ teehhül ettikleri de muhtelefün fîhtir. Elyevm post-nişîn bulunan zât, İsmâîl-i Çorumî hazretlerinin evlâdındandır. Hz. Şa'bân-ı Velî efendimizin hulefâsından Şeyh Nasûh isminde bir zât vardır. 976/(1568-69) ile 1000/(1592) arasında olmak muhtemeldir. Gerek Şa'bân-ı Velî efendimizin, gerek Şeyh Nasûh Efendi ile Hz. Pîr arasında yüz otuz seneden ziyâde müddet vardır. Hadîka müellifi burada yanılmıştır. Bir tarafta tashîh etmek üzere Hz. Pîr, Nasûhî efendimizin Hz. Karabaş Velî mahdûmu olduğunu beyân ediyor ki, burası da doğru değildir. Ve silsile-i tarîkları, Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî, Hz. Muhyiddîn–i Kastamonî, Hz. Ömer el-Fuâdî, Hz. İsmâîl-i Çorumî, Hz. Mustafa Muslihuddîn, Hz. Karabaş Velî, Hz. Pîr Seyyid Muhammed Nasûhî (kaddesa'llâhu esrârahum)." buyurdular.

İş bu tercüme-i hâle ait ma'lûmâtı Fâtih'te Millet Kütüphânesi'nde kütübü't-tevârîh faslında 863 /32/ numaralı bir eser vardır ki, Menâkıb-nâme-i Hz. Şeyh Muhammed Nasûhî el-Üsküdârî nâmındadır. Müellifi Hz. Nasûhî halîfesi Hasan Efendi-zâde Senâî Efendi merhûmdur. Bir de Hânkâh-ı Hz. Nasûhî'de elyevm seccâde-nişîn-i reşâdet olan Seyyid Ahmed Muhammed Kerâmeddîn Efendi tarafından mezkûr eseri tevsîan yazılan Şemsü's-Sabûhî fî Menâkıbı Pîr Nasûhî nâm te'lîf-i güzîn vardır.

Bu iki eser âcizlerinin me'hazımdır. Bunların beyânına göre, Hz. Şeyh'in tahsîl-i ulûm ile iştigâl ederek sinleri kemâle gelince, "Muhammed Bey" diye yâd olunmaya başlamış; Muhammed Bey de tekkelere incizâb hâsıl olduğundan ihtilâs-ı vakt ettikçe oralardaki hây u hûy-ı aşktan nasîbe-dâr olmaktan geri durmaz olmuş idi.

Üsküdar'da Mihrimâh Vâlide Sultân Zâviyesi'nde post-nişîn-i irşâd olan Karabaş Velî hazretlerinin uluvv-ı ka'b u kemâlâtını işitince Şeyh Mustafa Efendi nâm zât delâletiyle bir gün müşârünileyhin ziyâretine şitâbân olurlar. Hz. Şeyh, Muhammed Bey'deki isti'dâd-ı fevka'l-âdeyi görünce ızhâr-ı muhabbet eder. Muhammed Bey de aynı te'sîr altında kalır. Cenâb-ı Şeyh'e arz-ı nisbet eder. Dâhil-i zümre-i mürîdânı olur. Alâ-rivâyetin erbaîne girer. Şeyh Kerâmeddîn Efendi'nin beyânına göre, müddet-i halvet bir haftadan ibârettir. Burada Hz. Nasûhî'nin odası el-ân mevcûddur. Köşede Karabaş Velî'nin odasının yanındadır, kapısı köşededir. 13. sahîfede bahsi geçti.

Hz. Nasûhî az zamânda ikmâl-i sülûka muvaffak olup, 1085/(1674) senesinde nâil-i hilâfet oldular ki, yirmiyedi yaşına müsâdiftir. Hilâfet cem'i'yyeti günü, Hz. Şeyh başındaki tâcını Muhammed Bey'in ser-i mübâhâtına hümâ-yı devlet gibi koyduğu zamân erbâb-ı hâl  u kemâlden olanlar li-hikmeti'llâhi teâlâ Karabaş Velî hazretlerinin başına gâibten bir tâc-ı dîger konduğunu müşâhede etmişlerdir. Şeyh Kerâmeddîn Efendi, "Elyevm sandûkalarının başındaki tâc-ı şerîf bu tâcdır." buyurdular.

Muhammed Bey'de maârif-i ilâhiyye gün-be-gün izdiyâda başlayarak az vakitte kemâlât-ı sübhâniyyeye  mazhar olmuşlardır ve şeyhi cânibinden pederleri Nasûh  Bey'e izâfetle "Nasûhî" diye talkîb edilmişlerdir.

Şeyhinin emriyle Mudurnu'da irşâd-ı ibâda me’mûren azîmet edip, orada Sun'u'llâh Efendi Zâviyesi'nde neşr-i feyz-i tarîkata başlayıp, onbir sene kalmışlardır ki, bu esnâda Mudurnu'da Abdullâh Rüşdü hazretlerini ve esnâ-yı azîmette Zoravî Muhammed Efendi hazretlerini yetiştirmişlerdir.

Ba'dehû şeyhlerinin emriyle İstanbul'a avdet buyurdular ki, 1096/(1685) târîhine müsâdiftir. /33/ Mudurnu'da bulundukları zamân azîzleri Limni'de ikâmete me’mûr idi. Bir aralık Hz. Nasûhî Limni'ye azîzini ziyârete gidiyor. Bunu halîfesi İbrâhîm Ağa'ya bir mektûbunda şöyle nakl eyliyor :

"Şeyhim Limni'ye nefy edilmiş idi. Ziyâret-i aliyyelerine iştiyâk hâsıl olduğundan Limni'ye azîmet eyledim. Muvâsalatim günü şeyhim o zamân Limni'de bulunan Mısrî-i Niyâzî hazretleriyle birlikte hamâma gitmişler. Haber aldığımda hemen hamâma gidip, bohçalarını açarak her ikisinin ceplerini para ile doldurdum. Müşârünileyhimâ hamâmdan çıkıp, şeref-i ziyâretleriyle müşerref olmak için Limni'ye kadar ihtiyâr-ı sefer edişime, husûsuyla ahîren gösterdiğim âsâr-ı müvâlâta fevka'l-âde mesrûr olarak şeyhim duâ buyurdu. Hz. Mısrî, ‘Âmin!’ dedi. O dakîkada kalbime rahmet ve füyûzât-ı ilâhiyye oluktan akan yağmur gibi aktı. Münevver oldum. İş büsbütün değişti."

Bâb-ı defterî hulefâsından Tal'at Efendi, Ferahu'l-Kalb nâm eserinde ber-vech-i âtî nakl-i beyân ediyor :

"Hz. Mısrî, hamâma teşrîf edip, çıktıktan sonra yanlarında akça bulunmamış ve ızhâr da etmemişler. Nasûhî Efendi hazretleri anlayıp, yanlarında ne kadar para var ise ber-takrîb Hz. Mısrî'nin dizleri altına koymuşlar. O da hamâm ücretini verdikten sonra Nasûhî hazretlerine teveccüh edip, "Oğlum! Allâhu azîmü'ş-şândan ricâ ederim ki sana dahi ol derece feyz-i Muhammedî versin ki, sen de ümmet-i Muhammed'e böylece i'tâ edesin." (buyurdu). Hz. Nasûhî, beyân ederlermiş ki, o zâtın ol vakit duâsının âsârını ve Hakk'ın lutfunu müşâhede eyledim."

Bu husûsta mektûb-ı şerîf daha etrâflı ma'lûmâtı dîğeri ise menkûlâtı câmi' olmakla teberrüken nakl olundu. Şemsü's-Sabûhî'de menkûl olduğuna göre Hz. Nasûhî henüz iki yaşında iken pederi vefât eylemiştir. Bundan bir müddet sonra Üsküdar'da Kefçedede Mahallesi'nde Ahmediyye Câmi'-i şerîfi karşısında bir hâneye nakl edip, burada iken Karabaş Velî hazretlerine intisâb eylemişlerdir.

Mudurnu'dan İstanbul'a avdetlerinde Doğancılar'da Çakırcı Hasan Paşa ve Süleymân Paşa câmi'lerinde iki sene kadar icrâ-yı âyîn-i tarîkat buyurdular. Bir gün mürşid-i mükerremlerinin nezdinde Doğancılar'dan geçerken hânkâhın olduğu mahalli göstererek, "Oğlum! Burası inşâa'llâh senin yüzünden ma'mûr olup, ilâ yevmi'l-kıyâm Âsitâne-i Nasûhî  diye şöhret bulur." sûretinde keşf-i istikbâl buyurduklarından, fi'l-hakîka bir müddet sonra sebeb-i zuhûruyla Hz. Nasûhî burada âsitâne te'sîsine muvaffak olmuşlardır. Süleymân Paşa Câmii'ndeki kürsüleri el-ân mevcûddur.

/34/ Mazbût olduğu üzere Hz. Şeyh'in eazz-ı muhibbânından Yeniçeri Ağası Hasan Ağa ilk bânîdir. Sonra vâridât-ı vakfiyye dûçâr-ı sekte olunca Hz. Nasûhî bu yüzden ... kese mikdârı borç edip, bir kaç seneler emr-i idârede azîm ızdırâb çekmiş ve edâ-yı deyne muvaffak olarak 1116/(1704) senesinde Vezir-i a’zam ve Sultân Mehmed-i râbiin kerîmesi Hatîce Sultân'ın zevci Dâmâd Hasan Paşa minber te'sîs ve ba'zı mertebe vâridât temîn eylemiştir.

                                                          -   -   -

İstidrâd kabilinden arz edeyim: Hasan Paşa ikidir. Birisi Yeniçeri Ağası Hasan Paşa'dır ki, evvelâ âsitânenin inşâsına başlayan zâttır. Fakat taahhüdât-ı vakfiyyeyi hüsn-i îfâ edemediğinden Hz. Pîr, nakl olunan sıkıntıya ma'rûz kalmıştır. Dîğeri Hatîce Sultân'ın zevci Vezîr-i azam Hasan Paşa'dır.

                                                          -   -   -

Hz. Nasûhî zamânında dergâhın inşâsı 1099/(1688) senesine müsâdiftir. Şâir Zamîrî ondört beyitli bir târîh söylemiş, her beytinde be-hesâb-ı ebced 1099 târîhini çıkarmıştır. Son beyitleri:

                                   (كان تاريخاً علىهذا المقام) = 1099[18]

                                   (مبدأ العرفان وبيت السالكين) = 1099

Resm-i güşâdı leyle-i Kadr'e müsâdiftir. Hz. Nasûhî burada kırküç sene meşîhat buyurmuşlardır. Ancak eâzım-ı ümmetten ekserine ârız olan belâ-yı iclâya Cenâb-ı Nasûhî de ma'rûz olmuş ve 1126 senesi Rebîu’l-âhirinde (Nîsân 1714) Kastamonu'ya azîmet ve Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî efendimizin hânkâh-ı muallâlarında ihtiyâr-ı ikâmetle Zilhicce 1128 (Kasım 1716) senesinde İstanbul'a avdet buyurdular. Orada onsekiz ay kaldılar ve bir erbaîn çıkarmışlardır.

Hz. Nasûhî hulefâsından Hasan Efendi kendi zamânında bulunan meşhûr meşâyıhın tercümelerinden bâhis bir eser yazmış, gördüm. Onda der ki:

"Hz. Nasûhî, Kastamonu'ya teşrîflerinde zâhiren nefy ve âlem-i ma'nâya hicret yolunda kayıktan bir çemen-zâr mahalle çıkıp, orada Hz. Hızır (aleyhi's-selâm)’a mülâkî olarak bir sâat mikdârı sohbet-i hâssu'l-hâsta muhabbetleri muhakkaktır. Hattâ vedâda üç dört hatveden sonra gayb olup, ne tarafa gitdiğine kimse vâkıf olmadığından gerek kayıkçılar gerek  sâirler, "Bu devletlü kimdir?" diye azîzimden suâl eylediklerinde, "Bu azîze Hz. Hızır derler." cevâbında bulunmuşlardı. "

Hz. Nasûhî'nin fazl u kemâli şâyi' olunca pâdişâh-ı zamânın ârzûsuyla 1117 senesi Recebinde (Ekim 1705) her salı günü Eyüp Sultân Câmi'-i şerîfinde va'z etmek üzere uhde-i şerîfelerine kürsü şeyhliği de tevcîh buyurulmuştur.

Gülşen-i Meşâyıh-ı Selâtîn'de ve el-Âsâru'l-Mecdiyye fi'l-Menâkıbı'l-Hâlidiyye nâm eserde mestûr olduğu üzere irtihâllerine kadar bu hıdmet-i şerîfe uhdelerinde kalmıştır. Her salı günü Üsküdar'dan Eyüp Sultân'a âzim olurlardı. Salât-ı zuhr akabinde hıdmet-i şerîfelerini edâya mukaddim olurlardı. Hattâ bazan telâtum-ı deryâ olup, Hz. Şeyh kayığa bindikleri anda li-hikmeti'llâhi teâlâ kayığın her iki tarafından beşer arşın genişlikte deniz sâkin olup meşakkatsizce azîmet ve avdet buyururlar imiş. Şu hâl Üsküdar kayıkçılarının ma'lûmu oldukta o gün fırtına hasebiyle İstanbul'a gelip gidemeyenler Hz. Nasûhî Efendimizi /35/ bekler ve kayıklarının peşinden kayıklarla ve selâmetle gider gelirler imiş. Hz. Pîr âsitânesi civârı sâkinlerinden Fâik Bey nâm müsinn bir zât bunu te'yîd ve yakın vakte kadar kayıkçılar beyninde "Nasûhî Yolu" diye Üsküdar'dan İstanbul'a bahren bir tarîk-ı mahsûs-ı müştehir olduğunu beyân eylemiştir.

Müstakim-zâde Hülâsatü'l-Hediye nâm eserinde böyle bir kerâmeti Hz. Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî (kuddise sırrûhu'l-âlî) hakkında nakl edip, ahîren tab'olunan Külliyyât-ı Hüdâyî nâm eserde Pîr-i müşârünileyh nâmına da böyle bir kerâmet nakl olunmuştur. Her iki sultân-ı tarîkat için pek basît olan böyle bir kerâmetin birine tahsîsi taraf-dârı değilim. (Kaddesa'llâhu esrârahümâ)

                                                                    

Çiçek Merâkı :

Nz. Nasûhî'de ilm-i ezhâr mütehassıslığı da vardır. Sad-berg gülünü ta'mîm eden ve bir de karanfil çiçeği envâını husûsiyle gâyet makbûl addedilen zühreli beyâz karanfili nemâlandıran müşârünileyh hazretleridir. İlm-i ezhâr ulemâsı müşârünileyhi kemâl-i ihtirâmla yâd ederler.

                                                                           

Şekl-i riyâzet ve ve mücâhedelerini tasvîren nakl olunur ki:

"Gurre-i Receb'de halvete girip, îyd-i fıtr gecesi çıkarlardı. İki erbaîn bir i'tikâf olmak üzere ba'zı kerre bir erbaîn ve bir i'tikâf ile halvet buyururlardı. Aşr-ı Zilhicce ve aşr-ı Muharremde onar gün halvet-güzîn olur, Saferin ikinci günü erbaîne girer, Rebîu’l-evvelin on ikinci gecesi çıkarlardı ki, leyle-i mevlidi'n-Nebî'ye müsâdiftir. 1108/(1696-97) senesinde kâmilen halvet-güzîn olmuşlar; yirmidört sâatte bir iftâr eylemişlerdir. Yağlıdan, tuzludan perhiz edip, tuzsuz çorba, tuzsuz poğaça ile iktifâ ederlerdi. Yirmidört sâatte yedikleri otuz dirhemi tecâvüz etmezdi."

Mülâhaza:

Bu satırları okumak kolaydır. Fakat Hz. Şeyh'in derece-i riyâzetini düşünmek lâzım gelince, akl-ı beşerin dûçâr-ı hayret olmaması mümkün değildir. Hz. Şeyh her geceyi kadir bilir, her gece tesbîh namâzı ve yüz rek'at namâz kılarlar imiş. Elyevm âsitâne-i Hz. Nasûhî'de seccâde-nişîn Kerâmeddîn Efendi nakl eyledi : Hz. Nasûhî, onbeş sene mütemâdiyen savm-ı Dâvûd ile dem-güzâr olmuş, arka üstü yatmamış, üzerinden nâfile namâzlardan bir namâz fevt olmamış, ayak uzatmamış, dâimâ diz üstü otururlar imiş.

İznik'te defîn-i hâk-i ıtır-nâk olan Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerinin âsitânelerini ziyâret buyurdukları da anlaşılıyor, Eşref-zâde Asitânesi post-nişîni olan zât iâde-i ziyâret emeliyle Üsküdar'da Hz. Nasûhî Asitânesi'ne misâfir /36/ olmuşlar ve mektûblarında, (هذا من فضل له الحمد له الشكر)[19]  diye misâfir hakkında ızhâr-ı sürûr eyliyorlar. Ve esbâb-ı ta'zîmiyyeyi nasıl ihzâr edeceğim diye ızhâr-ı endîşe buyuruyorlar ve dîğer bir mektûblarında, "Ecelden emân mukadder ise inşâa'llâh  îyd-i şerîfe değin..." olacaklarını beyân ile derece-i riyâzetlerini ızhâr ediyorlar.

Hz. Nasûhî tütün içmezler imiş. Fakat içenlere mümânaat etmezler, müsâid bulunurlar imiş. Hasan Ünsî ne içer, ne de içirtirmiş. Tütün içmek isteyenlere, "Hz. Nasûhî Asitânesi'ne gidiniz." diye serzeniş-kârâne latîfede bulunurlar imiş. Hz. Nasûhî esâsen deryâ-dildir.

İrtihâlleri :

Âsitâne-i Nasûhiyye'de seccâde-nişîn Şeyh Seyyid Kerâmeddîn Efendi'nin nakl u beyânına göre, Şeyh Abdulehad en-Nûrî hulefâsından Şehremîni'de medfûn Şeyh Nazmi Efendi hafîdi Şeyh Îsâ Efendi'nin kerîmesi ağır bir hastalığa dûçâr olup, müdâvât-ı cismâniyyeden bir semere-i âfiyet imkânı olamayınca Hz. Nasûhî'ye gelip, kerîmesi hakkında Cenâb-ı Şâfi-i hakîkîden temennyyâtta bulunmasını ricâ eder. Hz. Nasûhî, hastanın levh-i mahfûzdaki mukadderâtına nazar edip, onun yerine kerîmelerinden birini kurbân verirse hâlâs mümkün olacağını görür. Hanîfe ve Sâliha ve Râziye isiminde üç kerîmeleri vardı. Harem dâiresine girer, kerîmelerine hitâben, "Evlâdlarım! İçinizde kendini Cenâb-ı Hakk'a kurbân verecek hanginizdir?" diye sorar. Hanîfe Hânım kurbân olmağa atılır. Hz. Nasûhî, Fâtiha buyurur. Îsâ Efendi'nin kerîmesinde derhâl eser-i şîfâ, Hz. Hanîfe'de ise eser-i vefâ zuhûr eder. Önce hastalanır, sabâh namâzı vakti ağırlaşır, peder-i muhteremlerini nezdlerine gelmek ricâsında bulunur. Hz. Nasûhî, sabâh namâzı ile meşgûl iken haber gelir. "Ziyâretimle iâde-i âfiyeti gayr-ı kâbil. Şimdi ise sabâh namâzı vaktidir. Farzın te'hîri, bizim için kazâsı câiz olmayan hâlâttandır. Emîr büyüktür. Selâm söyleyin Allâh Teâlâ hazretleri îmân-ı kâmilden ayırmasın. Hz. Fahr-i kâinât efendimizin şefâatına mazhar buyursun." buyurmuşlardır. Hz. Hanîfe'nin rûh-ı pür-fütûhu mele-i a'lâya uçmuştur. Âsitânede medfûn ve rahmet-i Rahmân'a makrûndur. 1130 senesi Ramazân-ı şerîfi ibtidâsına (29 Temmuz 1718) müsâdiftir.[20] İrtihâli şehr-i Ramazân'ın birinci günü olduğunu  naklen Kerâmeddîn Efendi söyledi.

Hanîfe Hânım'ın kabri, dergâhın ilk kapısından girilince soldaki mezârlığın duvar kenârındadır ve kitâbe-i seng-i mezârı böyledir:

" Allâh sübhânehû ve teâlâ Şeyh Nasûhî Efendi merhûmun kerîmesi Hanîfe Kadın'ın rûhıçün ve bi'l-cümle mü'minîn ve mü'minâta rahmet eyleye. el-Fâtiha! 1130."

Hz. Pîr efendimiz pek ziyâde muhabbetleri olan kerîmelerinin irtihâllerinden bi-hasebi'l-beşeriyye müteessir olduklarından, "Ya Rab! Kızımın kabri önünden ben kulunu sağ olarak geçirme!" diye niyâz eylediklerinden 1130 senesi şehr-i Ramazân'ının onyedinci gecesi (14 Ağustos 1718) gül-şen-i lâhûta  revân oldular. Ve hayât-ı sûriye ile kerîmelerinin kabri önünden geçmek nasîb  olmaması  ârzûları yerini buldu. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Cenâb-ı hak cümlemizi mazhar-ı şefâatları buyursun âmîn!

/37/ Her sene Ramazân-ı şerîfin onyedinci gecesi hânkâh-ı şerîfte, âşıkân, ârîfân, muhibbân ve dervîşân cem' olur, cemâat ile salât-ı işâ ve terâvîh ba'de'l-edâ Hz. Pîr'in türbe-i şerîfesinde mahfûz olan tâc-ı şerîf teberrüken ziyâret, ba'dehû azîm cem'iyyet ile icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunur; hatm-i şerîf indirilir; duâlar edilir; istişfâ olunur.

Sandûkalarının üzerindeki tâc-i şerîf hîn-i hilâfetlerinde Karabaş Velî hazretleri tarafından ihsân olunan tâc-ı şerîftir. Ziyâret olunan tâc-ı şerîf, yine Karabaş Velî'nin Hz. Nasûhî'ye ihdâ eyledikleri tâc-ı şerîftir.

Karabaş Velî Hicâz'a giderlerken sâlikân ve müntesibânı, "Efendim! Biz bundan sonra kimden tesellî bulacağız; kimin etrâfında toplanacağız." diye suâlde bulununca, "Benim tâcımı kimde görürseniz, onun etrâfında toplanırsınız." buyurmuşlardır ve tâc-ı şerîflerini Hz. Nasûhî'ye ihdâ ettiklerinden herkes nûr-ı Hz. Nasûhî'nin etrâfına toplanmışlardır. İşte ziyâret olunan tâc-ı şerîf budur. Bildiğimiz Şa'bânî tâcıdır; destârı siyâhtır. Lehü'l-hamd mükerreren ziyâret eyledim.

Hz. Pîr'in hırkaları dahi mahfûz olup, rengi yeşildir. Boyunun uzunca olmasına göre müşârünileyhin tavîlü'l-kâme oldukları istidlâl olunmaktadır.

Hîn-i irtihâllerindeki metrûkâtını Şeyh Kerâmeddîn Efendi, Üsküdar Mahkeme-i Şer'iyyesi'nde kuyûd-ı atîkadan istihrâc eylediklerinden müfredâtını gördüğümde, Hz. Şeyh'in cidden  bu âlem-i fânîye  rağbet-kâr olmadıklarına fi'len yakîn hâsıl eyledim.

Elyevm medfen-i mukaddesleri o zamân dergâhın bahçesi imiş. Bi'l-âhare üzerine türbe inşâ olunmuştur. Gerek hânkâh gerek türbe Üsküdar harîk-ı kebîrinde tuğme-i lehîb olup, şimdiki binâ sonradan inşâ olunmuştur. Elyevm ma'mûr ve müzeyyendir.

  "el-Vâizü'l-kâmil" (الواعظ الكامل) ve "rehrev-i tarîkat" (رهرو طريقت)  târîhleridir. Hâfız Hüseyn-i Ayvansarayî, Vefeyât-nâme'sinde "hilkat" (خلقت) diye bir muammâlı târîh kaydetmiştir. Kabr-i enverlerini ziyâret esnâsında ,

        Nasûhî Pîr-i nâsih Ekrem-i aktâb-ı âlemdir

        Anın kalb-i kerîmi sırr-ı pâk-ı Hakkı hâvîdir

        Gel âdâb ile yüz sür ravza-i irfânına Vassâf

        Bu türbe hâke inmiş beyt-i ma'mûr-ı semâvîdir

        

diye bir kıt'a sânih olmuş idi. Elyevm levha hâlinde takdîm olunmuştur.

İrtihâlleri üzerine şuarâ-yı zamânın müteaddit târîhleri vardır:

       Zamîrî fevti târîhin didim giryân olup hayfâ

       Geçüp gitdi Nasûhî âlemin kutbu bu âlemden

                                                                   ---

/38/                             Kutb-ı âlem gavs-ı ekrem melce-i ilm-i yakîn

Şeyh Muhammed bin Nasûh ol kıble-gâh-ı vâsılîn

Nâmı âlemde Nasûhî olmağa bâdî budur

Vâlidi ismiyle ma'rûf idi ol merd-i güzîn

Ârif-i ilm-i ledünnî  mazhar-ı esrâr-ı hû

Lâ-cerem mekşûf idi ana ulûm-ı mürselîn

Nûr-ı tevhîd ile idüp hem derûnun tasfiye

Aşk-ı Mevlâ ile  olmuşdu cihânda kâm-bîn

İftihârıydı tarîk-ı Halvetî'nin ol azîz

Ehl-i vecdin serveri idi imâmü'l-ârifîn

Nice sâl irşâd ile me’mûr olup bu âlemi

Menzil-i maksûda irdi  sâyesinde sâlikîn

Zâhir u bâhir nice keşf ü kerâmâtı anın

Gam yeme dahl etseler ana gürûh-ı münkirîn

Kadrini ancak zevi'l-kadre suâl it kâmilin

Bilir erbâbı ne denlü olsa cevher nâzenîn

Rûh idi cism içre ol er Üsküdar'a hâsılı

Kâlıb-ı bî-rûh kaldı şehrimiz etsin enîn

                       

Terk idüp kesret libâsın ol vücûd-ı muhterem

Eyledi vahdet makâmın kendine huld-i berîn

Cânib-i "firrû ila'llâh"a azîmet eyleyüp[21]

Da'vet-i Rahmân'a gitdi kıldı ahbâbın hazîn

Evsat-ı mâh-ı sıyâmda eyledi azm-i bakâ

Vuslatı îyd ile ikrâm ide  Rabbu'l-âlemîn

Gark-ı envâr-ı tecellîyyât idüp ânen fe-ân

Hâb-gâhını metâf it kudsiyâna yâ Muîn

Firkatıyla sûze gelsin bu felekler dem-be-dem

Âh u zâr u nâleler itsin gürûh-ı sâlihîn

Sem'-ı cânına İriştikde nidâ-yı “irciî”

Rûh-ı pâkin hû diye teslîm-i Hû kıldı hemîn

Azm-i bâkî eyledi hay rahmetu'llâhi aleyh

O(la) sâl-i rıhleti ol kâmilin bil ey emîn

Cem' olup evlâd u etbâı mubârek kabrine

Didi târîh hâdi-i zühhâd şeyhü'l-ekmelîn

Medfen-i pâkin ziyâret eyleyen âşıkları

Didiler târîhini hay mâte kutbu'l-âşıkîn

İde Mevlâ mehbıt-ı rahmet makâmın dem-be-dem

Bir çıkınca oldu bir târîh-i ra'nâ nâzenîn

           

Mak'ad-ı sıdk it makâmını anın lafzı dahi

Medd-i âhın hazfi ile oldu târîh-i metîn

Hûr u gılmân hâb-gâhını ziyâret eyleyüp

Didiler bir beyt içinde iki târîh nev-zemîn

İrdi gûş-ı cânıma  çün kim nidâ-yı "irciî"

Cânib-i firdevse gitdi kıldı ahbâbın hazîn

İki ârifler çıkup didi mücevher harf ile

Da'vet-i Rahmân'a gitdi kıble-i ehl-i yakîn

Harf-ı cevherle muammâ gûne  bir târîh dahi

Menzil-i bâkîye gitdi tâc-ı re'si'l-ârifîn

İde ol vahdet sarâyında muhalled meskenin

Mısraaynın cevheri de oldu târîh-i mübîn

Çıkdı üçler iki def'a iki târîh didiler

Şeyh-i Ekber rûhuna  el-Fâtiha yâ müslimîn

     (شيخ اكبر روحنه الفاتحه يا مسلمين)

                                                                 ---

Vak'a-nüvîs Lutfî Efendi merhûmundur:

       Âsitân-ı devletin yâ Hazret-i Kutb-ı Nasûh

       Eylemiş erbâb-ı hâcâta Hudâ’(mız) bâ-fütûh

       Ravza-i kudsiyyene yüz sürdüğüm günden beri

       Artmada feyz-i muhabbet doğmada nûr-ı sünûh

                                                                 ---

/39/     Bir muammâyı beyân :

-  "Şeyh-i Ekber" (شيخ اكبر) lafzının miâtı 1100 eder. (ش  = 300 + خ  = 600 + ر  = 200)

- "Şeyh-i Ekber" (شيخ اكبر)  lafzının aded-i hurûfu 7'dir. (Toplam) 1107 olur ki, o sene-i mubârekede kutbiyyet ihsân buyurulmuştur ki, ona remzdir.

- "Şeyh-i Ekber" (شيخ اكبر)  lafzının âhâd u aşerâtı (ى = 10 + ا = 1 + ك = 20 + ب = 2) cem'an yekün 33, "Şeyh" (شيخ) lafzı bir ve "ekber" (اكبر) lafzı bir ki, cem'an otuzbeş olur. Kendilerinin otuzbeşinci nefs olduklarından mâ-sadaktır.

Bu rumûz ba'zı rüyâ-yı sâdıka ile mübeşşer olan bendelerinden me'hûzdur.

                                                           -   -   -

Âsâr-ı Aliyyeleri :

1. Risâle-i Rüşdiyye fî Tarîkati'l-Muhammeddiyye. Hulefâsından Abdullâh  Rüşdü Efendi için yazmışlardır.

2. Risâle-i Fahriyye fî Tarîkati'l-Ahmediyye. Şeyh Kerâmeddîn tarafından tercüme olunmuştur. Hulefâsından Fahreddîn Efendi için yazmışlardır.

3. Risâle-i Velediyye. Şeyh Zekâî Efendi tarafından şerh edilmiştir.

4. Şuabu'l-İmân.

5. Mecmûatü'l-Ehâdîs. Hz. Hâlid b. Zeyd (radıya'llâhu anh)'ın naklettikleri ehâdîs-i şerîfedir.

6. Mev'ize sûretiyle on cilde munkasım, usûl-i müfessirîn üzere birçok aksâmı hâvî tefsîr-i şerîf. Sûre-i Fâtiha'dan sûre-i Nâs'a kadardır. Otuzaltı senede yazılmıştır. Müfredâtı, Sûre-i Mü'min, Sûre-i Nûr, Sûre-i Furkân, Sûre-i Şuarâ, Sûre-i Kasas, Sûre-i Ankebût, Sûre-i Yâsîn, Sûre-i Sâffât, Sûre-i Sâd, Sûre-i Nahl, Sûre-i Zümer.

7. Şerh-i Gazel-i Muhammed el-Mısrî. "Yâ câmia'l-Esrâri ve'l-Fezâil"  diye başlayan gazeldir. Şerhi Arabçadır.

8. Mükâşefât-ı Vâkıât.

9. Risâle-i Ta'birât li'ş-Şeyh Muhammed en-Nasûhî.

10. Dîvân-ı İlâhîyyât. Müretteb olan nüshası hânkâhta yoktur. Bir kitapçıda olduğunu haber alan Şeyh Kerâmeddîn Efendi iştirâya şitâbân olmuş ise de kitapçı ortadan gâib olmakla elde edilmesi imkânı kalmamıştır. Hânkâhta yüz kadar parça manzûmât-ı aliyyeleri vardır.

11. Mürâsele-i Pîr.  Yüzseksen kıt'a mektûb-ı mürşidânelerini hâvîdir.

12. Mürâselât. Enderûn'da Hazîne Kethüdâsı olup, Edirne'de bulunan İbrâhîm Ağa b. Osmân'a dört tavra ait yolladığı mektûbâttır. Bir nüshası kütüphâne-i fakîrâneme zînet verir. Dört tavırdan ilerisi müşâfeheten vâki' olup, müşârünileyh o zamân İstanbul'a gelmiş ve irtihâline kadar burada kalmıştır. Hazretin ayak ucunda defîn-i hâk-i gufrândır Bir kaç mektûbunu teberrüken yazacağım. Her biri hazine-i irfândır.

/40/ Mektûbât'ından:

"Müddet-i ömrümde Ravza-i Mutahhara alâ sâhibihâ efdalü't-tahiyye firâşetinden bir kırata nâiliyyeti ârzû ederdim. Fakat esbâbına taakkul ve husûlüne âzim olmağa akıl tecvîz etmezdi. Me'yûs bir hâlde ömrüm geçerdi. Geçenlerde hiç ömrümde görmediğim, bilmediğim bir zât gelip, "Sizin Hz. Eyup Câmi'-i şerîfinde cemâati muhabbet-i bedr-i kâinât aleyhi ekmelü't-tahiyyâta teşvîkâtta bulunmaklığınız hasebiyle rûh-ı pür-fütûh-ı risâlet-penâhîleri hoşnûd olmuş ki, ben kuluna emr ü işâret olunarak, size ani'l-gıyâb bir berât-ı firâşet-i saâdet istihsâl eyledim, alınız." diye elime verince, medhûş oldum. Sürûrumdan figânım eflâke çıktı. Cümle fukarâ şu hâlden vecde geldiler. Lehü'l-hamd, lehü'l-i'tâ, lehü'ş-şükr, lehü'n-ni'mâ."

                                                       ---

"Benim oğlum!

 Cenâb-ı Hak size vüs'at-ı maîşet ihsân etsin. (وَاللّهُ يُضَاعِفُ لِمَن يَشَاء... ).[22] Lâkin benim oğlum i'tânızın vechen li'llâh olduğu ma'lûmum. Bezl güzel. Eğer şu hediyyeniz ne derece güzel bir tohumdur. Bilseniz ki, (مَّثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنبُلَةٍ مِّئَةُ حَبَّةٍ)[23]

Böylece hüsn-i i'tikâd edip, Cenâb-ı Hakk'a kalbinizi rabt eyleyiniz. İlâ yevmi'l-kıyâm handân sâhibi olursun. (وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ)[24] (إنما الأعمال بالنيَات)[25] Kasd-ı kalbiniz vechu'llâh olsun. Nehy-i münker, emr-i bi'l-ma'rûf bize vâciptir. Eylediğim hediyye tevfîk-i ilâhîdir, meşreb-i İbrâhîm'dir. İki cihân saâdeti bundadır. Siyyemâ, fukarâ-yı ızâm halvettedir. Fukarâ, ibâdu'llâhtır. Hizmetim vechen li'llâhtır diye muhkem i'tikâd eyleyesin. Bu kadar tafsîlat yeter.

Nasûhî azîzin hizmetini, mutlaka hıdmet-i tarîkat bilesiniz. Kırk yıldır lehü'l-hamd hâdimu'l-fukarâyım. Fukarâsız bir lokma yemedim. Nisâba mâlik olmadım. Ba'zan kese ile geldi, iddihâr etmedim. Bu pederiniz hizmetkâr-ı tarîkattır ve's-selâm."

                                                           -   -   -

Merhûm Abdülkerîm Efendi'nin tekkesine gitmiş idik. Be-emr-i Hudâ etrâf-ı melekûttan hıdmet-i duânıza iştigâle âzım olan Şeyh Ahmed karındaşınız, âlem-i erhâmdan âlem-i nâsûta gelmişlerdir. Lehü'l-i'tâ, lehü'l-in'âm geldik, eşk-feşân, dîde-giryân bulduk. Hayr-ı mukaddem, âşık dedik.

Lisân-ı hâl ile şöyle takrîr-i kelâm eyledi ki :

"Âlem-i ıtlâktan, dâr-ı teklîfe gelen ağlamaz mı? Maahâza bir dâr-ı mihen bu ki, muvânesete enîs yok, mecâlisde enîs yok, safâdan eser yok, muhabbeti mihnet, râhatı zAhmed, şeb' u cûdan âhir varı yoktan elîm, encâm-ı kârı sekerât-ı mevt, âlem pür elem, bırakın beni ağlayayım. Yüreğim derdine merhem koyayım." dedi. Bî-karâr olmasun deyü kundakladılar; cihânı görmesin deyü duvakladılar.

Âdeti'l-belde irsâlü's-şerbet ile ihvân u ahıbbâdan istid'â-ı duâ hayr-ı mukaddem ile mübârek elinizi bûs ederler. Bu bâbta dahi zAhmed mülâhazasında olmazsız. /41/  Sermed-i velâdette duâ müstecâbdır. Hakkınızda hizmete duâmıza tasdîkiniz matlûbumdur. Gayr değil. Müslüman Kur'ân'a îmânı olandır.

(وما أنفقتم من خير فهو يخلفه ومن جاء بالحسنة فله عشر أمثاله) "Eylediğin sadakâtı Allâh için ettinse, Allâh asdaku'l-kâilîndir. Sen yokluk görmezsin. Acûl olma! Senin devletin mâ-verâ-i ukûldür. Fe'fhem ve yetefattan. el-Fâtiha."[26]

                                                           ---

"Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm. El-Hamdü li-veliyyihî ve's-Salâtu alâ nebiyyihî!

Benim oğlum!

Sünnet-i müekkede ve gayr-ı müekkedeyi zinhâr terketmeyesiniz. Ve icrâ-yı ahkâm-ı garrâya bezl-i makdûr edesiniz. İhyâ-yı erkân-ı evliyâu'llâh için fedâ-yı cân kılasınız.  Kula Allâh'tan akreb yoktur. Allâh'tan enfa' yoktur. Bu bâbta ihtimâm üzere olasınız. Nâ-dîde-i âlem olursun. Sâhil-i şekke uğramayıp, şeyh-i mihrâb-ı rûhânî edip, hulûs üzere teveccüh-i ila'llâh'ta bulursunuz. Nasûhî, senin hakkında eylediği ictihâdın ecrini zâyi etmeye. Gördüğünüz rü'yâyı elinizde olan kavânîn-i ta'bîre tatbîk edersiniz. İnsâna bir din, bir mezheb, bir meşreb, bir kıble, bir teveccüh, bir Allâh kâfîdir, Hafîz'dir vesselâm."

                                                           ---

بسم الله الرحمن الرحيم.

والصلاة والسلام عليك يا أول خلق الله وخاتم رسل الله.

الله الله فداك روحى با حبيب الله. عليك أفضل الصلاة أكمل التحيات.

يا رؤف، يا رحيم! فداك صورى وقلبى يا رسول الله! أنت النبى الكريم، المطاع عليك أنوار ذات الله. يا عروس مملكة الربانية، أنت سلطان السلاطين النبوة والرسالة وحملة عرشه وجميع خلقه. صلاة سرمدية وتحية أبدية إلى يوم القيامة. آمين، والحمد لله رب العالمينز

يا هو من رآنى فقد رأى الحق! آمنا بك وصدقناك![27]

Görmeyen anı görmez cânânı. (...هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي...)[28] (ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء ......)[29] (وَفِي ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ)[30] (فَبِذَلِكَ فَلْيَفْرَحُواْ)[31].

 

Yine arz-ı cemâl itdi Yûsuf-ı cânânım*

                        Fedâ olsun ana bin cân-ı cânânım

Benim saâdet-i ezeliyyeye mutavâsıl oğlum! Benim devlet-i ebediyyeye nâil oğlum! Ve kıymetli veled-i pür-nûrum! Hafezeke'llâhu teâlâ ani'l-a'câbi ve'l-vücûd ve esbeteke’llâhu fi'l-kerîmi'l-vücûd. Bu saâdeti görmeye heves eyle, tekrâr tekrâr heves eyle. Sû-i edeb değildir. Rasûl-i ekremîn zât-ı pâkini tahayyül etmekte yetmişbin hâssa vardır. Evveli imân-ı kâmil ile gitmeğe delâlet eder. Bu bâbta söz çoktur. Hâzihî katretun min katarâti'l-bihâr. Vasfuhû'l-kerîm.

Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm. 

Îydiniz, îyd-ı visâl olsun. Iydiniz, ıyd-i cemâl olsun. İki cihânda azîz olasınız. Güzel tebrîk-i ıyd-ı tarîkat etmişsiniz. Feala'llâhu'l-kabûl. Ecr-i cezîl sevâbıyla musâb ve me'cûr olasınız. Bizim de delâletimize ihlâs mukadder ola. Cevâbını yevmi's-sebt seheri irsâl ederim.

Cânımdan azîzim! Te'hîrimi afv edesiniz. Bir vecihle vaktim yoktu. İhsân ederseniz, ihmâle havâle etmeyesiniz."

                                                           -   -   -

/42/     Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm. 

Eyyedekümu'llâhu teâla bi-rûhi kudsihî ve ebbedeküm bi-vücûdin li-vücûdihî, âmin.

es-Sâyir ma'a'llâh şuhûdunda ber-dâr olur. (وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُ)[32] Vâkıfı gayru'llâhtan baîd olur. Cevher-şinâs, peyle-ver-fürûş olmaz. Tıfl-ı tarîkat, müstedâm-ı zevk olmaz. Eşyâyı mezâhir-i esmâ gören,  eşbâh-bîn olmaz. Aşk-bâz, sâhir olur, nâim olmaz. Seher-hîz, âhenîn ü hanîn u bâkîn olur. Âmâl-i felek, a'dâd-ı mâl-i hulyâdır. Na'ş-ı büht-i gârât ettirene emâniyyeye şuğl-i lu'be-bâzlıktır. İfşâ-i sır, cünûndur. Ezhâr-çîn olan, nahl-i tâım-ı asel olmaz. Ya'sûb olan cümleye mâlik olur. Ya'sûbu kimse görmez, kimse bilmez. Şöhret âfettir. Gurbet, letâfettir. Âşinâ-yı Hak, menfûr-ı halktır.

                                                      تاب دانى هر كه را ايزد بخوان

                                                           از همه كار جهان بى كار ماند

                                                           هر كه را باشد ز يزدان كار بار

                                                           يافت بار انجان بيرون كار ماند

فداوموا على الذكر الملقن وواظبوا على وتيرة واحدة  ( يثبت الله الذين آمنوا بالقول الثابت  ... ) فافهموا وتفطنوا فإن الوقت سيف قاطع.[33] "

                                                           -   -   -

Hz. Nasûhî, bir nâdire-i rûzigâr idi. Gaybûbiyyeti, meftûn-ı hasâili olanları, daha doğrusu Hz. Şeyh'in hâl u mevkiini tanıyanları dağ-dâr etmiştir. Kabr-i enverleri şehrimize bir yâdigâr-ı kıymet-dâr-ı ma'nevîdir. Orası, mehbit-i envâr-ı Sübhânîdir. Dergâh-ı  azametinden hâcetini dilemek üzere, o hânkâh-ı irfân-penâha gidenlerin, o kutb-ı asrın hâmil olduğu esrâr-ı Muhammediyye, hakâyık-ı tevhîdiyye hürmetine mahrûm kalmayacağına îmânım vardır.

Risâle-i Rüşdiyye'sinden teberrüken bir bahis nakl ediyorum.:

"Esâs-ı şerîat, cevher-i akl üzerine binâ olundu. Ahkâm-ı ilâhiyye, huccet-i akl üzerine mevkûfedir. Aklın alâmeti ise, sebât ve bir tarz üzere dîn ü îmânına, mezheb ü meşrebine ve şeyhine devâmdır.

Erkân-ı tarîk beştir: Devâm-ı zikr, halvet, devâm-ı  sükût, devâm-ı savm, ibtidâen bi't-tedrîc uykuyu taklîldir.

Tevhîd üçtür: Birincisi, tevhîd-i ef'âldir. Hâlıkıyyet ve râzıkiyyet ve bunların gayrı ef'âl-i esmâ gibi bu da halkı masâdır-ı ef'âlde müzmahil ve Hakk'ın irâde ve meşiyyetinde müstağrak görmektir. Mevcûdâtın küllîsi, âsâr-ı ef'âldir. Bu tevhîde, cennet-i ef'âl tesmiye olunur ki, cennet-i sûriyyedir. Matâim-i lezîze ve meşârib-i henîe ve menâkıh-ı behiyye cinsinden âmâl-i sâlihaya savâb olarak. Binâenaleyh ârif olan kimse /43/ tevhîd-i ef'âl ile vücûdda Hakk'ın filinden başka bir fi’l görmez. Ârifin fili, Hakk'ın filinde fâni olur.

İkincisi, tevhîd-i sıfâtîdir. Bu tevhîd ehli, vücûdda Hakk'ın sıfatından başka bir sıfat görmez ve Hakk'ın evsâfında kendi evsâfını fâni kılar.

Üçüncüsü, tevhîd-i zâttır ki, bu Hz. Ehadiyyet'ten ba'zı sıfât u esmâ ve neseb ü taayyünâtın taaddüdünün intikâsı(?) i'tibârıyla zâttır. Ve bu şuhûd-ı Hak makâmıdır. Bu makâmın ehli, bahr-ı tevhîdde o derecede müstağraktır ki,  nefsinden bile gâfildir. Nerede kaldı ki gayrıya mülâhaza ede. Nefsinde bunu mülâhaza eden kimse Allâh'a işrâk etmiştir. Zîrâ, (لايعرف إلاَ الله)[34]. Bu makâm, makâm-ı sükûttur. Söz makâmı değildir.

Muhakkıkların i'tikâdına gelince, Hak teâlâ bi-zâtihî mevcûddur. Kâinâtından evvel müteayyendir. Zât u sıfâtı muktezeyâtı üzere  manlûkâtından zâhir olan şeyi âlimdir. Mevcûdât-ı zılliyyeyi, vücûd-ı nûrîsinde feyziyle ızhâr buyurmuştur. İlmi, mevcûdâttan infikâk etmez. Allâh teâlâ hazretleri gaybu'l-gayb âlemînde ezel-i âzâlde ebedî kemâlâtını ızhâr buyurarak kendi nûrundan habîbi nûrunu ızhâr buyurdu. Bu nûr-ı lâhûtî oldu. Ve ceberûta tenzîlinde esmâ zâhir oldu. Habîbi nûruyla esmânın mezâhirini râh-ı ahkâm etmek için. Bunun üzerine ervâh, habîbin bunları Allâh'a hidâyetinde muhâlefet etmemeğe ahdettiler. Vaktâ ki, ahd muhkemleşti. Melekût zâhir oldu, nâsût zâhir oluncaya kadar, ervâh burada tevakkuf ettiler.  Ba'dehû bunların takdîrât u derecâtı muktezâsınca nâsûta geldiler. Binâenaleyh her şeyin aslı ilm-i ezelîde sâbittir."

                                                           البحر بحر على ما كان فى القدم

                                                 إن الحوادث أنهار وأمواج[35]

Nuût-ı şerîfesinden :

       Eyleyen uşşâkı şeydâ dâimâ

       Tal'atındır yâ Rasûla'llâh senin

       Derd ile âh itdiren subh u mesâ

       Hasretindir yâ Rasûla'llâh senin

       Rûz u şeb kârım benim efgân iden

       Nâr-ı hasretle dilim sûzân iden

       Dem-be-dem bu gözlerim giryân iden

       Firkatindir yâ Rasûla'llâh senin

       Asfiyânın gördüğü lutf u hüdâ

       Evliyânın sürdüğü zevk u safâ

       Enbiyânın bulduğu rif'at şehâ

       Devletindir yâ Rasûla'llâh senin

Merhamet kıl ben garîb âvâreye

Mücrimim rahmeyle yüzü karaya

Şefkat itmen bî-kes ü bî-çâreye

Âdetindir yâ Rasûla'llâh senin

Ey şefîa'l-müznibîn nûr-ı ehad

Bir garîbiñdir Nasûhî kıl meded

Bâb-ı lutfundan kerem kıl itme sed

Ümmetindir yâ Rasûla'llâh senin

                                                            *    *    *

Seniñ hüsnüñ tecellîsi ider âşıkları nâlân

Yakup cân u dilim aşkıñ bu aklım eyledi tâlân

          

Arûs-ı lâ-mekân zâtıñ fedâ olsun saña cânım

Şefâat kıl a sultânım nigâhıñdır baña dermân

Nasûhî hâk ile yeksân idüp cânın saña  kurbân

Terahhum kıl aña her ân bi-hakk-ı sûre-i Furkân

/44/ Bu na't-ı şerîf, halîfe-i güzînleri İbrâhîm Ağa tarafından pek sanatkârâne bir sûrette bestelenmiştir. El-ân elsine-pîrâ-yı zâkirândır. Demek ki İbrâhîm Ağa, san'at-ı terennüm dahi tecellî-sâz olmuştur. Cenâb-ı Hak bu abd-i ahkarı ve bu eser-i dervîşânemi mütâlaa buyuran ihvân-ı bâ-safâyı dahi anın gibi ehl-i zevk-i tâm ve mazhar-ı irfân u in'âm buyursun âmîn.

İrtihâli  :

18 Zi'l-ka'de 1174/(21 Hazîran 1761 ). Hazîrede medfûndur.

Mahdûmları :

Şeyh Alâeddîn, Şeyh Zuhûrî, Şeyh Ahmed nâmıyla üç erkek.

Alâeddîn Efendi, Hz. Nasûhî'den sonra seccâde-nişîn-i reşâdet olmuşlardır. Şeyh Ahmed ve Şeyh Zuhûrî Efendiler, daha evvel irtihâl etmişlerdir. Hazîrede, "Hâzâ kabru Şeyh Zuhûrî b. Muhammed Nasûhî 1130/(1718)" yazılı bir taş vardır. Hilâfeti ya pederlerinden veya büyük birâderlerindendir.

Kerîmeleri :

Râziye, Sâliha ve Hanîfe isminde üç kız evlâdı vardır. Râziye'nin irtihâli 1181/(1767-68)'dir ve hazîrede medfûndur.

Hulefâ-yı Kirâmı :

Şeyh Hulûsî Efendi, Şeyh İbrâhîm Efendi, Çiçekçibaşı Şeyh Sâlih Efendi (İrtihâli 1157/1744'tür ve hazîrede medfûndur.), Şeyh A'mâ Mahmûd Efendi, Zâkirbaşı Şeyh Ali Çelebi, İstanbullu Şeyh Ahmed Efendi, İstanbullu Şeyh Veliyyüddîn Efendi, Şeyh Muhammed Tulûî Efendi, Nallıhanlı Şeyh Şa'bân Efendi, İstanbullu Şeyh Ahmed  Efendi (Takkeci Câmii'nde medfûndur. 1160/1747), Şeyh Hüseyn-i Ankaravî, Arâkiyyeci Şeyh Mustafa Efendi, Endurûnlu Şeyh İbrâhîm Ağa, Kastamonulu Şeyh Muhammed Efendi, Çorumlu Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Mustafa Efendi b. Şa'bân,  Konrapalı Şeyh Muhammed Efendi, Sirozlu Şeyh Ömer Efendi, Üsküplü Şeyh Muhammed Efendi (1134/1722), İstanbullu Şeyh Mustafa Efendi, Kesreci Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Ahmed Samtî Efendi,  Enderûnlu Şeyh Burnaz Hasan Ağa[36], Üsküdarlı Şeyh Ahmed Efendi, eş-Şeyh Alâeddîn Efendi, Şeyh Hasan Senâî Efendi, Çerkeşli Hasan Efendi, Şeyh Dervîş Abdulkâdir Efendi, Mudurnulu Şeyh Abdullâh Rüşdü Efendi, Şeyh Mustafa Ma'nevî Efendi, Beşiktaşlı Şeyh Fahreddîn Efendi.

Bunlar ma'ruf olanlarıdır. Şeyh Kerâmeddîn Efendi'nin menkûlâtına göre halîfelerinin mikdârı üçyüz olup, halîfelerinin halîfeleri mikdârı ise pek fazla mikdârdadır. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Türbe-i şerîfenin dış penceresi üstündeki taşta:

"Makâm-ı evliyâdır menba'-ı feyz u fütûhîdir

 Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir"                          

 

beyti mahkûktur. Bu uzun bir medhiyyedir. Kibâr-ı meşâyıh-ı Şa'bânîyyeden Mustafa Zekâî hazretlerinindir. Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhi Remzi Dede hazretleri bunu tahmîs eylemiştir:

Olanlar âsitân-ı evliyâya sıdk ile bende

Olur Remzî safâ-yı kalbe mâlik düşmesin derde

Güşâde bâb-ı feyz u himmetinde yoksa da perde

Zekâî'nin riâyet eyleyüp tenbîhine sen de

Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir

/45/     Taraf-ı âcizîden söylenen nazîredir :

Huzûr-ı kalb ile dâhil olursañ iş bu dergâha

Hudâ'nıñ râyegândır çünki feyzi bu nazar-gâha

Hemân mazhar olursun feyz-i Hakk'la kalb-i âgâha

Vukûf-ı tâm ile vâkıf olursun "lî-maa'llâh"a

Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir 

Kemâl-i aşk ile dâhil olanlar hep emîn oldu

Aña pîrim Nasûhî himmeti her-dem muîn oldu

Geçüp dünyâ vü mâ-fîhâdan Allâh'a karîn oldu

İrüp tevhîd-i zâta mazhar-ı lutf-ı nevîn oldu

Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir 

Eğer ârzû iderseñ nâil olmak sırr-ı tevhîde

Münevver-sâz-ı aşk ol durma gel tevhîdi te'yîde

Geçüp bûd u ne-bûdundan cihânıñ terk-i takyîde

Yüzüñ sür ravza-i pîre irersin şübhesiz îyde

Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir 

Şarâb-ı aşk meyhânesi bir me'men-i uşşâk

Sunarlar câm-ı vahdetden olursun ehl-i istihkâk

Safâ-yı cân ile dil hânesinden nûr ider işrâk

Saña ma'lûm olur eltâf Hak'ıla enfüs ü âfâk

Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir 

Rumûz-ı alleme'l-esmâya vâkıf olmak isterseñ

Hakâyık sırrını remz ile ârif olmak isterseñ

Hakîkî ka'be-i irfânı tâif olmak isterseñ

Eğer enfâsıñı Allâh'a sârıf olmak isterseñ

Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir 

Velâyet mülkünüñ sultânına ol aşkile Vassâf

O Pîr-i ekremi takdîr iderler cümleten arrâf

Hudâ-yı lem-yezelden bezl olur âşıklara eltâf

Geçüp vâdî-i inkârdan kemâl ile idüp insâf

Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir 

Gelenler nûr-ı aşkı gördüler pertev-feşân bunda

Kemâl ehli kemâli buldular ez-cân (u dil) bunda

Hevâ-yı vuslat-ı cânân ile üftâde-gân bunda

Zekâî'nin riâyet eyleyüp tenbîhine sen de

Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir

FOTOĞRAFLAR !!!!

1.     Câmi’-i şerîfleri.

2.     Türbe-i şerîfleri,

3.     Nasûhî hazretlerinin türbesi hazîresidir. Buradaki taşları tedkîkim sırasında hânkâh şeyhi Kerâmeddîn Efendi yanımda idi, onun da resmi çıkmıştır.

4.     Hz. Nasûhî türbesinin dış penceresidir. Muharrir-i fakîr dest-ber-sîne-i ta’zîm olarak…”

 

Enderûnlu Şeyh İbrâhîm Ağa

İbrâhîm Ağa, Hz. Pîr (Nasûhî)'nin ziyâde mazhar-ı teveccühü olanlardandır. İlm-i mûsikîde behre-i kâmilesi olduğu okunan ilâhîleriyle ma'lûmdur. Hz. Pîr'in türbesinin sokak tarafında pencere önünde defîn-i hâk-i gufrândır. Hz. Pîr'in kendisine yazdığı mekâtîb, varak-ı mürettebeye âid olmak üzere toplanarak Mürâselât nâmıyla kütüb-hâne-i irfânı tezyîn eder. Hz. Pâr’in esâmî-i âsârı meyânında îzâhât verilmiştir. Hz. Pîr'in türbesinin dış tarafında ayak ucunda medfûndur. Taş, hâcegân taşı tarzındadır. Hz. Nasûhî, bir mektûbunda İbrâhîm Ağa'ya hitâben buyurmuşlardır ki: "Biz seninle bir yerde birleşeceğiz ki, infikâk kâbil değildir." Bu söz ma'nâya şâmil olduğu gibi, kabrinin civâr-ı Hz. Nasûhî'de olması ve aralarında başka kabir bulunmaması da bir hakîkati göstermiştir.

Kitâbesi böyledir:

Fâtiha!

Fezâ-yı aşkında mevlâya cân idüp teslîm

Ümîd-i lutf ile bu câda oldu abd mukîm

Nisâb-ı mâye-i irşâda oldu kâim-i makâm

Vara vaslile îsâl ide o zât-ı kerîm

Duâ idüp didi fevtine bu cihân târîh

Makarrın eyle Rahîmâ makâm-ı İbrâhîm

                 (مقرن ايله رحيما مقام ابراهيم) =1135/(1723)

Demek ki, Hz. Pîr'den sonra onbeş sene daha muammer olmuşlardır. Acemaşîrândan bestelediği bir tevşîh vardır ki, bir mevlid cem'iyyetinde Âsitâne-i Nasûhiyye'de okunmuş idi. Zevk-ı istimâından gönlüm hâlâ cezbe-dârdır.

 

Âsitâne-i Nasûhî'de zamânımıza kadar post-nişîn olan zevât-ı kirâm:

1. es-Seyyid eş-Şeyh Ali Alâeddîn Efendi b. Hz. Nasûhî (Kaddesa'llâhu sırrahû).

2. es-Seyyid eş-Şeyh Fazlullâh Efendi b. Alâeddîn Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû).

3. es-Seyyid eş-Şeyh Abdurrahmân Muhammed Şemseddîn Efendi b. Fazlullâh Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû).

4. es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Muhyiddîn Efendi b. Abdurrahmân Şemseddîn Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû).

5. es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed Muhammed Kerâmeddîn Efendi b. Muhammed Muhyiddîn Efendi

 

/46/ İkinci Alâeddîn Efendi

Hz. Nasûhî'nin büyük mahdûmu ve câ-nişînidir. 1102/(1691) senesinde dünyâya revnak verip, 63 sene muammer olmuş, otuzbeş sene seccâde-pîrâ-yı meşîhat olup 1165/(1752) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Hilâfeti pederlerindendir. Hz. Sezâî-i Gülşenî ile aralarında muhabbet cereyân etmiştir. Kerîmesi Şerîfe Fâtıma, Molla hazîresinde medfûndur. Târîhi 1216/(1801-02) senesidir.

Müstakim-zâde Dîvân-ı Ali Şerhi'nde mütâlaa-güzâr-ı âcizânem olduğuna nazaran müşârünileyh Alâeddîn Efendi nezdinde bir gün Hz. Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî ve Galata Mevlevîhânesi şeyhi meşhûr Nâyî Osmân Dede Efendi ve Üsküdar'da İnâdiye'deki dergâh-ı Celvetî şeyhi Mustafa Hâşim Efendi hem-sohbet iken Alâeddîn Efendi tarafından huzzâra hitâben bir mi'râciyye yazılsa da manzûme-i mevlid-i saâdet gibi okunsa diye ızhâr-ı temenniyyât olunmuş ve bi'l-ittifâk Osmân Dede hazretlerinden ricâ edilmiştir. O da, kabûl ile bir hafta sonra elyevm okunagelen Mi'râciyye-i ma'lûmeyi bestesiyle maan ikmâl ederek hey’et huzûrunda okumuş ve fevka'l-âde istihsân olunmuştur. Ba'dehû bir de regâibiyye yazılsa temennîsine karşı bu hizmet de bi'l-ittifâk Hz. Salâhî'ye tevcîh edilmiştir ve Hz. Salâhî de, Regâibiyye'yi yazmış ve okunmuştur.

Bu menkûlâtı âsitâne-i Nasûhiyye şeyhi Seyyid Kerâmeddîn Efendi'ye hikâye ettiğimde, "Bu naklin bir aslı var ise de, Alâeddîn Efendi zamânında değildir; biliyorum. Hattâ Mi'râciye'nin ilk def'a okunduğu kürsü elyevm hânkâhta mevcûddur." dediler ve Mi'râciye'nin bestesini de Enderunlu İbrâhîm Ağa yapmıştı. Arabça tevşihleri besteleyen de Hz. Nasûhî'dir diye ilâvâtta bulundular.

Mes'eleyi te'lîfen öyle düşündüm ki, Osmân Dede'nin irtihâli 1142/(1729-30)'dedir. Hz. Nasûhî'nin irtihâli 1130/(1718)'dadır. Hz. Salâhî, o zamân sinnen küçük idi. Nasûhî hazretleri, Hâşim Baba'ya pek mültefit değilmiş. İhtimâl ki, Osmân Dede, Mi'râciyye'yi onun zamanında yapmıştır ve okumuştur. Alâeddîn  Efendi zamânında da Hz. Salâhî Regâibiyye'yi yazmıştır. Allâhu a'lem bi-hakîkati'l-hâl.

Şeyh Kerâmeddîn Efendi, bu vak'anın Hz. Nasûhî zamânında ve müşârünileyhin huzûrunda vâki' olduğunu ve hattâ Mi'râciyye'deki Arabiyyü'l-ibâre beyitleri Hz. Pîr'in ilâve eylediğini naklen beyân eylemişlerdir. Zamâna karışmış mes'elelerdir. Ortada bir hakîkat varsa böyle bir vak'anın hudûsudur. Her hâlde şâyân-ı istihsândır.

(Alâeddîn Efendi'nin) kabr-i enverleri Hz. Nasûhî'nin sağ tarafındadır. Sandûkaları önüñdeki levhada:

"Kutbu'l-ârifîn ve ser-tâci'l-kümmelîn Nasûhî-zâde Alâeddîn Efendi hazretlerinin i'tilâ-yı a'lâ-yı illiyyîn ve terk-i mâ-sivâ-yı âlem-i rû-yı zemîn eyledikleri târîhtir. 1165/(1752)."

Şeyh Fazlullâh Efendi          

Şeyh Alâeddîn Efendi-zâdedir. 1144 senesi şehr-i Şa'bânının üçüncü Cuma günü (31 Ocak 1732) dünyâya zînet verip elliüç sene irşâd-ı ibâd ile meşgûl olarak 1218 senesi şehr-i Zi'l-hicce'nin yirmiüçüncü günü (4 Nîsân 1804) terk-i âlem-i nâsût eylemiştir. Müddet-i ömürleri yetmiş dört senedir. Tabîat-ı şi'riyyeleri vardı.

شكسته جام نشاط نشئهء صفا نا بود

تهى مجالس ياران و اصدقا مفقود[37]

Şikeste câm-ı neşât neş'e-i safâ nâ-bûd

Tehî mecâlis-i yârân u asdıkâ mefkûd

                                                  *    *    *

Bir nefes dûr olma ey dil na'ra-i cân-gâhdan

İste maksûdun hemîşe Hazret-i Allâh'dan

Böyle ahz itdim bu nushu bir dil-i âgâhdan

Ehl-i derde peyrev ol dûr olma her dem âhdan

                                                  *    *    *

/47/                      İntâc musâvver değil eşkâl-i emelde

Bî-fâide icrâ-yı hüner cümle suverde

Meslûb vusûlünde bu dehrin hele râhat

Yok cins-i safâ anladığım nev'-i beşerde

                                                *    *    *

Zeyd ü Amr'ın ref' u nasbında Hudâ âmil ise

Cebr-i Bekr ile Hudâ'dan insırâf lâyık değil

            (Hulefâsı 48. sahîfede muharrerdir.)

Kabri  Hz. Nasûhî'nin sol tarafındadır. Levhasında şöyle yazılıdır:

"Mürşid-i mükemmil ü âgâh ve ârif-i hakîkat Nasûhî-zâde Şeyh Fazlullâh Efendi hazretlerinin âzim-i halvet-serâ-yı kurb-ı lî-maa’llâh oldukları târîhtir. 1218/(1803-04)."

Şeyh Abdurrahmân Şemseddîn Efendi

Şeyh Fazlullâh Efendi-zâdedir. 1173 senesi Şa'bân'ının onyedinci Cuma günü (4 Nisan 1760) mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olup, 1249 senesi Zi'l-ka'de'nin yedinci Salı günü (18 Mart 1834) dâr-ı cemâle intikâl eylemiştir. Müddet-i ömürleri yetmişaltı, müddet-i meşîhatları otuz bir senedir.

 

Ulemâ ve urefâ-yı meşâyıhtan bir zât-ı âlî-kadrdir. Vird-i Settâr üzerine Arabiyyü'l-ibâre şerhi ve yine Arabiyyü'l-ibâre Risâle-i Sülûkiyye'si ve îmân-ı Fir'avn hakkında Hz. Şeyh-i Ekber'in kavline tebean Türkçe risâlesi vardır.

(Hulefâsı ve silsile-i tarîkatı 49. sahîfede).

Şemseddîn Efendi'nin kerîmesi, Vefâî Yûsuf Ağa zevcesi Şerîfe Sâime Hânım 1253/(1837) senesinde irtihâl edip, hazîreye defn olunmuştur.

Sandûkalarının önündeki levhada şu kıt'a muharrerdir:

                        Şeyh Şemseddîn Efendi kutb iken

                        Eyledi semt-i bakâya irtihâl

                        Düşdü bir târîh-i zîver fevtine

                        Eyledi Şemsî Efendi irtihâl

                            (ايلدى شمسى افندى  ارتحال) =  1150 – 1 = 1249/(1834)

Manzûmelerinden:

       Neler okur neler söyler haber var mı o deryâdan

       O deryâ içre gark ol kim bilesin ilm-i Mevlâ'dan

       Bu emvâc-ı havâdisdir sakın aldanma ey zâhid

       Nazar kıl âlem-i gayba ne buldun fâni dünyâdan

       Hakîkatda o deryâdır görünen hep taayyündür

       Duyan ol zevki sırrında geçer dünyâ vü ukbâdan

       Özün fehm eyle gel sûfî oku ilm-i ledün dersin

       Netîce Hakk'ı bilmekdir bu suğrâ ile kübrâdan

       İriş bir mürşide zikr-i Hudâ'ya durma meşgûl ol

       Sarâ-yı kalbi tenvîr idegör envâr-ı esmâdan

       İnâyet Hazret-i Bârî teâlâdandır ey Şemsî

       Rızâ-yı Hakk'ı tahsîl eyle tevfîk iste Mevlâ'dan

Şeyh (Üçüncü) Alâeddîn Efendi

Şeyh Fazlullâh Efendi-zâdedir. Tunus'ta neşr-i tarîkata me’mûr olup, o havâlîde tarîk-ı Şa'bânî'(yi) neşre muvaffak olmuş, alâ-rivâyetin elyevm yüzbinlerce kimse bu yüzden mazhar-ı feyz-i tarîk olmakta bulunmuştur.

Şeyh Kerâmeddîn Efendi nakl eyledi ki, bir gün bornozlu ve evlâd-ı Arabdan bir zât türbe-i şerîfeyi ziyâret kasdıyla gelip, onunla görüştüğünde Alâeddîn Efendi tarafından neşr edilen tarîkın o havâlîde münteşir olduğunu ve lâ-yuad mürîdân ve sâlikân bulunduğunu söylemiştir

Kabri, Hz. Nasûhî Türbesi hazîresindedir. Kitâbe-i seng-i mezârı :

"Kutbu'l-ârifîn Hz. Nasûhî-zâde Fazlullâh Efendi hazretlerinin  mahdûm-ı mükerremleri merhûm eş-Şeyh Alâeddîn Efendi rûhuna el-Fâtiha 1223/(1808)."

Bir birâderi daha vardır ki, es-Seyyid Muhammed Atâullâh'dır. 1216 senesi Rebîu’l-evvelinde (Ağustos 1801) irtihâl etmiştir. Hazîrede medfûndur.

/48/     Kastamonulu Şeyh Abdullâh Efendi

Hz. Nasûhî-zâde Şeyh Alâeddîn Efendi halîfesidir. Müşârünileyhten yürüyen silsile-i tarîkat:

- Şeyh Abdullâh Efendi, Kastamonulu (1181/1767-68),

- Çorumlu Şeyh Muhammed Efendi,

- Şeyh Muhammed el-Halvetî,

- Akçasulu Şeyh Muhammed Efendi,

- Taşköprülü Şeyh Mustafa Efendi,

- Eğincikli Şeyh Mustafa Efendi,

- Şeyh Hacı Ali-i Simâvî,

- Eğincikli Şeyh Abdullâh Efendi,

- Kastamonulu Şeyh Osmân Efendi,

- Şeyh Hasan es-Simâvî.

Mudurnulu Şeyh Sâlih Efendi

Hz. Nasûhî-zâde Şeyh Alâeddîn Efendi halîfesidir. Şeyh Sâlih Efendi'den gelen kol:

- Ali-zâde Şeyh Nûreddîn Efendi,

- Şeyh Keşfî İbrâhîm Efendi,

- Eskicumalı Şeyh Ahmed Efendi,

- Şeyh Molla Mustafa Efendi b. Sâlih.

Şeyh Keşfî İbrâhîm Efendi

Müşarünileyh Sâlih Efendi halîfesidir. İstanbul'da Irgatpazarı'nda sokak üzerindeki medresenin hazîresinde medfûndur.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

"Kutbu'l-ârifîn, gavsu'l-vâsılîn eş-Şeyh el-Hâc İbrâhîm Keşfî Efendi hazretlerinin rûhuna li'llâhi'l-Fâtiha. 1244/(1828-29) "

Sicill-i Osmânî, müşârünileyhi, "Hicâz'dan avdetinde irtihâl eylemiş mübârek bir zât idi." diye kaydetmektedir. Tarîk-ı Halvetî'den Ramazâneddîn Mahfî hazretlerine dahi ber-vech-i âtî muttasıldır :

Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Rûmî Hüseyin Efendi, Şeyh Lofçalı Ali Efendi veya Ali er-Rûmî, Şeyh Mesçi-zâde İbrâhîm Efendi, Şeyh Mesçi Ali er-Rûmî, Hz. Pîr Ramazâneddîn  Mahfî (kuddise sırruhu'l-âlî).

Şeyh Tulûî Muhammed Efendi

Hz. Nasûhî'den ahz-i feyz edenlerdendir. Nalçacı Dergâhı'na şeyh olmuş idi. Onun zamânında tekkeye Ubeydullâh Paşa tarafından minber vaz' edilmiş ve cihetler tahsîs olunmuştur. Hz. Nasûhî'den ahz-i feyz etmekle berâber hilâfeti Pîr-zâde Seyyid Alâeddîn Efendi hazretlerindendir. Bâlâda isimleriyle tezyîn-i sahîfe eylediğim Fazlullâh Efendi hazretleri dahi pederleri Alâeddîn Efendi hazretlerinden feyz-yâb-ı kemâl olmakla berâber Tulûî Efendi'ye dahi hizmetleri  sebketmiştir.

Nalçacı Halîl Efendi ve dergâhı hakkında bahis geçmiş idi. Onu mütemmim olan ma'lûmât âtîde gelecektir.

Şeyh Fazlullâh Efendi hulefâsından yürüyen kol :

- Konrapalı Ali Efendi :

Şeyh Muhammed Rüşdü Efendi (Nalçacı Dergâhı'nda medfûndur. 1280/(1863-84). Mahdûmu Ahmed Reşîd Efendi (1280), Şeyh Mustafa Enverî el-Üsküdârî (1288/1871-72).

- Şeyh İbrâhîm b. Abdülkerîm:

Ömer et-Tavîl Efendi, Muhammed Halvetî ve Abdulkâdir-i Üsküdârî.

Şeyh Abdullâh Rüşdü Efendi

Mudurnuludur. Hz. Nasûhî'nin mazhar-ı feyzi olanlardandır. Risâle-i Rüşdiyye bunun nâmına yazılmıştır.

/49/ Hulefâsı:

Şeyh Ahmed b. Şa'bân Efendi, Şeyh Ahmed b. Muhammed Efendi, Kastamonulu Şeyh Ali Efendi, Mudurnulu Şeyh Hasan Efendi, Mudurnulu Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Muhammed b. Muharrem Efendi, Mudurnulu Şeyh Osmân Efendi, Şeyh Hasan Efendi b. Ali, Taşköprülü Şeyh Hasan Efendi, Şeyh Sun'u'llâh Efendi b. Şeyh Ahmed Efendi.

Şeyh Hacı Muhammed Efendi

Ora vezninde Zoralıdır. Safranbolu kazâsına tâbi' bir karyedir. Büyük bir Halvetî dergâhı binâ eylemiştir. İrtihâlinde burada defn olunmuştur. Sülâlesinden ber-vech-i âtî silsile-i meşâyıh teselsül eylemiştir:

Zoralı Şeyh Hacı Muhammed Efendi, mahdûmu Şeyh Ahmed Feyzullâh Efendi, mahdûmu Şeyh Mustafa Efendi, mahdûmu Şeyh Muhammed Hamdi Efendi, mahdûmu Şeyh Şa'bân Efendi, birâderi Şeyh Gazi Mustafa Efendi. Bu zâtın irtihâlinde kudemâ-yı mürîdânından Hüseyin Efendi-zâde, ulemâdan Hüsnü Efendi'ye meşîhat tevcîh olunmuştur.

Zora Dergâhı'nın bir şu'besi Safranbolu'da bir Halvetî dergâhı mevcûddur. Zora'da post-nişîn olanlar kışın Safranbolu'ya gelirler, icrâ-yı âyîn ederlerdi. Zora hânedân-ı meşâyıhına müntesib olanlar, behemehâl Zora Dergâhı'na gelirler, erbaîn çıkarırlar imiş.  Müşârünileyh Hacı Muhammed Efendi'nin ezberinde binbir hadîs-i şerîf olduğu mervîdir. (Bkz. Sâdık Vicdânî Bey.)

Hulefâsı:

Şeyh Mustafa Efendi (Zoralı), Şeyh Mustafa Efendi (Çerkeşli), Şeyh Yûsuf Efendi (Tokatlı), Şeyh Muhammed Efendi (Çerkeşli), Şeyh Hasan Efendi (Küreli), Şeyh Ali Efendi (Zoralı), Şeyh Ali Efendi (Çorumlu), Şeyh Ahmed Efendi (Kastamonulu), Şeyh Ali Efendi (Taşköprülü), Şeyh Hasan Efendi (Kastamonulu), Şeyh Hüseyin Efendi (Kastamonulu), Şeyh Seyyid Osmân Efendi (Kastamonulu), Şeyh Hasan Efendi es-Simâvî, Şeyh Hasan b. Ali, Şeyh el-Hâc Ahmed Efendi, Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Halîl Rükûî Efendi, Şeyh Ahmed Halîfe, Şeyh Mustafa Efendi.

Şeyh Mustafa Efendi'nin Hulefâsı:

Karabüzcüklü Şeyh Muhammed Efendi, Karabüzcüklü Şeyh Halîl Efendi, Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Niksarlı Şeyh Mustafa Efendi, Kastamonulu Şeyh Ali Efendi, Çerkeşli Şeyh Halîl Efendi, Kastamonulu Şeyh Abdurrahmân Efendi, Kastamonulu Şeyh Abdurrahîm Efendi, Taşköprülü Şeyh Hasan Efendi, Nasûhî-zâde Şeyh Abdurrahmân Şemseddîn Efendi.

Nasûhî-zâde Şeyh Abdurrahmân Şemseddîn Efendi'nin Hulefâsı:

Şeyh Hacı Abdullâh Efendi, Üsküdarî Şeyh Muhammed Emîn Efendi, Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Saîd Efendi, Şeyh Muhammed Hayrullâh Efendi, Şeyh Muhammed Emîn Efendi (Tophâneli), Şeyh Abdurrahmân b. Şihâbeddîn Efendi, Şeyh Ali Efendi (Tekirdağlı), Şeyh Muhammed Efendi-i Üsküdarî, Şeyh Hüseyin Efendi-i Üsküdarî, Şeyh Ârif Efendi (Tekirdağlı), Şeyh Halîl Fahreddîn Efendi (1257/1841)

/50/ Şeyh Halîl Fahreddîn Efendi'nin Hulefâsı:

Şeyh Muhammed Saîd Efendi, Şeyh Muhammed Efendi, Şeyh Ahmed Esrâr Efendi, Şeyh Ümmî-zâde Muhammed Rızâeddîn Efendi (1272/1856-57).

Şeyh Ümmî-zâde Muhammed Rızâeddîn Efendi'nin Hulefâsı:

İlk şeyhi Şemseddîn Efendi, Şeyh İzzet b. Süleymân Efendi, son şeyhi Fahreddîn Efendi.

Şeyh İzzet b. Süleymân Efendi : Ümmî Ahmed Efendi-zâde Şeyh Muhammed Rızâeddîn Efendi Halîfesidir. Hulefâsı:

Şeyh Necîb-i Üsküdârî, Şeyh İbrâhîm-i Üsküdârî, Şeyh Muhammed-i Üsküdârî, Şeyh Seyyid Kemâl Efendi, Şeyh Muhammed-i Üsküdârî, Şeyh Ahmed-i Üsküdârî, Şeyh Muhammed Tâhir-i Üsküdârî, Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Hayreddîn-i Üsküdârî,  Şeyh Aliyy-i Üsküdârî.

Şeyh Aliyy-i Üsküdârî Hulefâsı:

Şerîfe Sıddîka Hâtûn, cedd-i a'lâsı Ahmed Efendi'den ma'nen ahz-ı nisbet eylemiştir.

                                                           -    -    -

Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi :

Pederleri Şeyh Abdurrahmân Şemseddîn Efendi'den sonra seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. Üsküdar'da zînet-bahş-ı âlem-i şuhûd olup, 1245 senesi şehr-i Şevvâlinin dördüncü  (29 Mart 1830) Pazar gününe musâdiftir. Pederinin irtihâlinde beş yaşında idi. Yetmiş sene muammer olup, 1315 senesi şehr-i Zi'l-kâdenin yirmidokuzuncu (21 Nisan 1898) salı günü dâr-ı Cemâl'e intikâl eylemiştir.

                        Fevtine Re'fet yazup târîh-i gevher kıymeti

                        Göçdü Muhyiddîn huzûr-ı yâra buldu vuslatı

                        (كوچدى محىالدين حضور ياره بولدى وصلتى)

Musullu Hâfız Osmân'ın :

                        Latîfin kudreti Osmân'a ilhâm eyledi târîh

                        Muhakkak hamd ü izzetle cinâna irdi Muhyiddîn

                        (محقق حمد وعزتله جنانه ايردى محىالدين)[38]

Hâce Emîne Sabîha Hânım nâmında bir kerîmesi vardı. Hacı Râif Efendi zevcesi idi. 20 Şevvâl 1312/(16 Nisan 1895)'de irtihâl eylemiştir. Hazîrede medfûnedir. (Rahmetu'llâhi aleyhâ)

Husâmeddîn Efendi isminde, Muhyiddîn Efendi'nin bir oğlu daha vardır ki, küçük yaşında 1275/(1859) senesinde irtihâl eylemiştir. Hazîrede medfûndur.

Müşârünileyh (Nasûhî-zâde) Muhyiddîn Efendi, âtîde tercümeleri yazılacak olan Şeyh Ömerü'l-Fuâdî-i sânî hazretlerinin erşed-i halîfeleridir. Muhyiddîn Efendi sığar-ı sinninde Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerinden bir tâc-ı şerîf ilbâsıyla taltîf olunmuştur. Bu tâc yol tâcıdır, hilâfet tâcı değildir. Kuşadalı esâsen kimseye hilâfet tâcı vermemiştir. Kuşadalı'nın irtihâlinden sonra Ömerü'l-Fuâdî'ye intisâb eylemiştir ve ondan hilâfet almıştır. Elyevm silsilesi ilâ-mâ-şâa'llâhu teâlâ müteselsildir.

(Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi) Hulefâsı:

Nalçacı Şeyhi Tayyâr Efendi, Şeyh Muhammed Salâhaddîn Efendi b. Muhyiddîn[39], Yakacık Şeyhi Rüşdü Efendi, Fındıklılı Şeyh Nazîf Bey, Üsküdarlı Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, İstanbullu Şeyh Fehmi Efendi, Şeyh Muhammed Saîd Efendi, Şeyh Ahmed-i Üsküdârî, Müştâk-zâde Şeyh Cemâl Efendi, Nâzikî-zâde Şeyh Hüsnü Efendi, Ömerü'l-Fuâdî-zâde Şeyh Ya'kûb ve Şeyh İzzet Efendiler, Nasûhî-zâde Şeyh Seyyid Ahmed Kerâmeddîn Efendi hazretleri.

Müşârünileyh Muhyiddîn Efendi edîb, halûk, âşık, ârif bir zât-ı âlî-kadr idi. Türbe-i Pîr'de medfûndur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

/51/ Bekir Rüstem Paşa

Hânkâh-ı şerîf büyük bir harîkta yanmış ise de, Bekir Rüstem Paşa isminde bir sâhib-i hayr tarafından yeniden inşâ olunmuştur. Bu zât türbe-i şerîfede medfûn olup, sandûkasının baş tarafındaki levhada şöyle yazılıdır:

"İş bu türbe-i şerîfe ile ittisâlinde dergâh-ı feyz-penâha vaz'-ı esâsı himmetle  bânî-i sânî ve delîl-i hüsn-i kabûl olarak civâr-ı Hz. Pîr'e mülâzemet-i şerîfesiyle dahi şâyeste-i âtıfet-i Rabbânî olan Bekir Rüstem Paşa'nın rûhuna el-Fâtiha! Sene 1280/(1863-64)".

Şeyh Seyyid Ahmed Kerâmeddîn  

Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi sulb-i pâkinden 1274/(1857-58) senesinde gehvâre-zîb-i âlem-i şuhûd olmuşlardır. Üsküdar'da hânkâh-ı şerîf, maskat-ı re's-i latîfleridir. İbtidâî ve Rüşdî tahsîlinden sonra Üsküdar'da Vâlide Câmi'-i şerîfinde Hoca Mustafa Efendi'nin mücâzlarından Osmân Efendi'den ulûm-ı mürettebeyi okuyarak icâzet ahzine muvaffak olmuştur.

Emr-i intiâş-ı dünyâ için bi-hasebi'z-zarûre bir dâireye intisâb lâzım gelmekle evvelâ Hazîne-i Hâssa'ya devâm edip, bir müddet sonra 1295/(1878) senesinde adliyyede bir hizmete geçmiş ve sinîn-i medîde hıdmet-i adliyyede bulunmuş, muhâsebe kaleminde mümeyyizliğe irtikâ eylemişti.

Bir aralık Meclis-i Meşâyıh'a a'zâ intihâb ve ta'yîn olunmuş ve hayli zamân bu hizmeti de hüsn-i îfâya çalışmış ise de bir me’mûrun iki yerden maâş alması men' edilince hıdmet-i adliyyede aldığı maâşın fazlalığı hasebiyle a'zâlığı terke mecbûr olmuş ve müddet-i takâüdiyyesi dolasıya kadar adliyyeye devâm ile bi'l-âhare takâüdü icrâ kılınmıştır.

Bundan sonra tekrâr Meclis-i Meşâyıh a'zâlığına ta'yîn edilip 1328/(1910) senesine kadar a'zâlıkta bulunup, ondan da dâmen-keş-i ferâğat olmuştur.

Tarîkaten nisbetleri henüz sığar-ı sinninde iken peder-i ekremleri Şeyh Muhyiddîn Efendi'yedir. İkmâl-i sülûk ile hilâfetleri de yine müşârünileyhtendir.

Pederlerinin 1315/(1897-98) senesinde âlem-i cemâle intikâlinde, emr-i meşîhat kendilerine teveccüh edip, elyevm bu hizmeti îfâ ile müşerref bulunuyorlar.

1325/(1907) senesinde husûle gelen iştiyâk-ı azîm te'sîriyle Kastamonu'ya giderek Âsitâne-i Hz. Şa'bân-ı Velî'ye rû-mâl olmuş ve ziyâret şerefiyle kâm-yâb olarak Üsküdar'a avdet  eylemiştir.

Hâlen dergâhta inzivâ hayâtında olup, sâir tekke meşâyıhı cem'iyyetlerde da'vet ettiklerinde da'vete icâbetle giderler. Kahvede, gazinoda oturduğunu gören yoktur. Dedikoduya karışmaz, dâimâ kendi hâlini ümmet-i Muhammed'in selâmetini düşünür, gözü yaşlı, âşık bir reh-nümâ-yı kerîmü'l-fıtrattır.

/52/ Seyyid Kerâmeddîn Efendi edip, kâmil, sükûtiyyü'l-meşreb bir zât-ı âlî-kadrdir. Sıfat-ı meşîhatı bi-hakkın muhâfaza eder. Lâubâli hayâta meyl etmez, her yere gitmez. Hayâtını hânkâh-ı Hz. Pîr'e vakf etmiş, Hz. Nasûhî'yi pek ziyâde hürmet ve muhabbetle ve ulviyyetle sevmiş bir mefhar-ı erbâb-ı tarîkattır. Endâmı mütenâsib olup, ale'l-ekser dal arâkıyye üzerine beyâz sarık sarar. Özü gibi sakalı da ak, gâyet mütevâzı’ bir hâşi'dır. Kendileriyle mine'l-kadîm müşerref olageldiğim gibi yazmakta oldukları, Şemsü's-Sabûhî fî-Menâkıbı Pîr Muhammed en-Nasûhî  nâm eser-i âlî münâsebetiyle, temâsımız daha yakından ve pek samîmi bir şekilde vâki' olmuş idi. Bu eser esâs i'tibârıyla Hz. Nasûhî ve sülâle-i kirâmı hakkındadır. Bi'l-münâsebe Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî efendimizle hulefâsı ve ehl-i silsile hakkında da tedkîkât-ı mahsûsayı câmi'dir.

Muharrir-i fakîrin Sefîne-i Evliyâ'da Şa'bânîler hakkında cem' ettiğim ma'lûmâtla karşılaştırmak ve her iki tarafın beyânında isâbet aramak maksadıyla Sefîne-i Evliyâ'yı kendilerine takdîm eylemiş idim. Tedkîkât-ı âcizânemi tetebbu' buyurarak ba'zı ilâvât dercine bezl-i inâyât eylemişlerdir. İş bu eserleri hakkında makâm-ı takrîzda bu manzûmeyi yazıp, kendilerine ihdâ ettim.

       Yegâne menfaat-bahşâ eser Şemsü's-Sabûhî'dir

       Hakîkat ilminin tefsîridir temsîl-i rûhudur

       Kerâmeddîn Efendi bezl-i himmet eyleyüp yazmış

       Anıñ mevzûu mir'ât-ı tecellâ-yı Nasûhî'dir

       Hakâyıkdan dakâyıkdan bütün esrâr-ı tevhîdden

       Dürer-pâş olmada erbâb-ı aşka hak fütûhudur

       Muvaffak eylemiş Mevlâ o zât-ı nükte-pîrâyı

       Bu te'lîf-i behîn el-hak anıñ şekl-i vuzûhudur

       Muhibb-i kem-teri Vassâf'ına ilhâm-ı Hak oldu

                                   Kitâb-ı sırr-ı vahdet metniniñ şerhu'ş-şurûhudur

Bu da kendilerini temdîhan sünûh etmiştir :

       Mükerrem şeyh-i âlî-câh Kerâmeddîn-i Şa'bânî

       Mübeccel rehber-i hoş-hâh Kerâmeddîn-i Şa'bânî

       Nasûhî hânkâhında şeref-bahşâ-yı uşşâkdır

       Enîs-i Hazret-i Allâh Kerâmeddîn-i Şa'bânî

       Kerîmü't-tab' selîmü'l-kalb mehâsin menbaı bir şeyh

       Dem-â-dem kârı zikru'llâh Kerâmeddîn-i Şa'bânî

       Nasûhî gül-şeninde bir gül-i hoş-bû-yı irfândır

       Yegâne âşık-ı evvâh Kerâmeddîn-i Şa'bânî

       Dahîl-i bâb-ı ehlu'llâh olan Vassâf'ına lutfen

       İden îsâr-ı feyzu’llâh Kerâmeddîn-i Şa'bânî

Müşârünileyhin dört mahdûm-ı mükerremleri vardır. Şemseddîn, dördüncü Alâeddîn, Fazlullâh ve İbrâhîm Rükneddîn beyefendilerdir. Fazlullâh Efendi harb-i ahîrde nâil-i rütbe-i şehâdet olup, nefes-i münîfi Çanakkale'den (Keşan'dan)[40] hânkâha getirilmiştir. Peder-i elem-dîdeleri bu iftirâktan pek dil-hûndur.

/53/ Müşârünileyh bir gün hem-sohbet olduğum sırada âtîdeki ma'lûmâtı inâyet eylediler :

Tarîk-ı Şa'bânî'de dört nev' tâc vardır:

1. Sarığı yeşil tepesi yeşil. Buna yol tâcı derler. İsm-i Hû'ya çıkan sâlike çelebiler ile bi'z-zât meşîhatta bulunanlar tarafından giydirilir.

2. Sarığı yeşil veya beyâz, tepesi beyâz. Bunu dördüncü esmâya çıkanlar giyerler ki, tarîkaten ta'bîr ve tesellîye muktedir olanlardır.

3. Tepesi beyâz, sarığı beyâz, risâlesi siyâhtır.  Tarîkımızda müntehî olanlar giyer.

4. Tepesi beyâz, sarığı siyâh, risâlesi beyâzdır. Nâil-i rütbe-i velâyet olanlara mahsûstur. Hz. Nasûhî'nin tâc-ı şerîflerinde mücerred kendilerine mahsûs olmak üzere bir düğme vardır. Sırr-ı vahdete, nokta-i ehadiyyete işârettir.

Bir de "Dal arâkıyye" ta'bîr olunur ki, yeşili ve beyâzı vardır. Hz. Pîr efendimiz esnâ-yı  zikr-i şerîfte giyerlerdi. Bizler de o esere tebean giyiyoruz. İşte bir nümûnesi :

DİKKAT!!! BURADA ŞA'BÂNİ TÂCI VAR

Fakat ortadaki halka iki değil birdir. Hz. Şa'bân-ı Velî'nin, Hz. Nasûhî'nin, Karabaş Velî'nin arâkıyyelerinin köşelerinin başı açıktır.

Köşelerin kapanması ya Şeyh Alâeddîn Efendi'nin veya Çerkez Mustafa Efendi'nin zamânlarında vâki' olmuştur. Çünkü Alâeddîn ve Çerkez Mustafa Efendilerin tâc-ı Şa'bânî'de ictihâdları olduğunu Ümmî Ahmed Efendi hazretlerinin dergâhında manzûrum olan bir eserde mütâlaa ettim.

Hulefâsı olup olmadığını sorduğumuzda, "Henüz kendim mazhar-ı irfân olamadım. Nerede kaldı âhara hilâfet verebileyim. Ancak usûl-i tarîk üzere ilbâs-ı tâc ü hırka eylediğim ba'zı zevât vardır." diye iltizâm-ı âsâr-ı mahviyyet buyurdular.

Büyük Piyâle Dergâhı şeyhi İbrâhîm Bey, mahdûmları Şeyh Muhammed Şemseddîn Efendi, Rumeli Hisârı şeyhi Halîl Efendi, Yakacık Tekkesi şeyhi Reşîd Efendi, Nâzikî-zâde Şeyh Hilmi ve Tahsîn Efendiler(in onun halîfeleri) olduğunu söylediler.

Kuşadalı hazretlerine nakl-i kelâm olundukta buyurdular ki :

"Kuşadalı hazretleri, Hz. Pîr Nasûhî (kuddise sırrûhu'l-âlî)’yi ziyâret kasdıyla bir gün Üsküdar'a âzim olmuşlar. Berâberlerinde Zeyrek'teki Kilise Câmii kayyımı Hacı Efendi bulunur imiş. Kayıkla Kız Kulesi civârına geldiklerinde, /54/ "Hacı! Edebiñi takın. Zîrâ Hz. Pîr"in köyüne yaklaştık." buyurmuşlar. Hânkâh-ı şerîfe vusûllerinde cümle kapısının önünde ayakkabılarını çıkarıp, mest ile içeri girerler imiş. Ne zamân Hz. Pîr Nasûhî ve Hz. Mevlânâ'nın esâmî-i mübârekeleri yâd olunsa alınlarında bir damar zuhûr edip vecd zuhûra gelir imiş ve "Bunların esâmî-i şerîfesi mesmûum olunca kendimi gâib ederim." buyururlar imiş.

Hz. Fâtih türbedârı Amiş Efendi merhûmda da bu hâli gördüm. Ziyâretine gitdim. Benim evlâd-ı Pîr'den olduğuma muttali' oldukta, vecd zuhûra geldi ve bana hitâben, "Sen mîrâsyedisin, senden korkarım." dediler. Dahası var, fakat bu kadar elverir.

                                               -    -    -

Şu na't-ı şerîf ile nutuk kendilerinindir:

       Günâh-kârım garîbim dil-harâbım Yâ Rasûla'llâh

       Esîr-i nefs-i bed-hû pür-hicâbım Yâ Rasûla'llâh

      

       Fakat gönlümde aşk-ı pâk-ı zâtın müncelîdir hep

       Senin aşkıñladır bu incizâbım Yâ Rasûla'llâh

       Göñül dîdâr-ı pür-envârınıñ meftûn u hayrânı

       Ümîd-i vuslatıñla kâm-yâbım Yâ Rasûla'llâh

       Büyüksün şân-ı ulviyyet-nişânıñ pek muazzamdır

       Der-i ihsânıña var intisâbım Yâ Rasûla'llâh

       Fakîriñ ahkarıñ muhtâc-ı lutfuñdur Kerâmeddîn

       Kerem kıl merhamet şefkat-meâbım Yâ Rasûla'llâh

                                                           *    *    *

       Feyz-i pâk-i evliyâu'llâh ile rûşen-diliz

       Âlem-i fânîde sâhib-intibâh Şa'bânîleriz

       Dâimâ Kur'ân u îmân yâr-ı cân olmuş bize

       Cân u dilden aşk ile hem-râh Şa'bânîleriz

       Âlem-i fânîye yokdur iltifât u meylimiz

       Târik-i dünyâ fenâ fi'llâh Şa'bânîleriz

       Râh-ı Hak'da oldu aşk sermâyemiz ey nûr-ı ayn

       Mazhar-ı sırr-ı bakâ bi'llâh Şa'bânîleriz

       Neş'e-i vahdetle kalben pür-safâyız âşıkız

       Hamdü li'llâh ârif-i bi'llâh Şa'bânîleriz

       Her taraf mir'ât-ı vahdetdir ene'l-Hak söylüyor

       Nükte-dân-ı "semme vechu'llâh" Şa'bânîleriz[41]

       Nefy ü isbâtıñ ledünniyyâtını ârif göñül

       Vâkıf-ı esrâr-ı illâ'llâh Şa'bânîleriz

       Peykiyiz hurşîd-i tâbân-ı tarîkıñ dâimâ

       Halvetî erkânına şeh-râh Şa'bânîleriz

       Farz u sünnet reh-nümâ-yı hâs olmuşdur bize

       Sâlikân-ı aşk için cân-gâh Şa'bânîleriz

       Halka-i tevhîdimizde cezbe vü hâlât ile

       Hizb-i zikre müşteğıl pür-âh Şa'bânîleriz

       Levh-ı dilde rû-nümâ oldu Kerâmeddîn'e yâr

       Sırru'l-esrâra basîret-gâh Şa'bânîleriz

Hz. Pîr'in Risâle-i Fahriyyesi'ni Arabçadan Türkçeye tercüme buyurdukları gibi, suâl ve cevâb tarzında bir de usûl ve âdâb-ı tarîkata dâir eseri vardır.

/55/ Ahmed Kerâmeddîn Efendi'nin ba'zı nutukları vardır. Bir Dîvânçe hâlinde gördüm. Gerçi şiir nokta-i nazarından şâyân-ı iltîfât değilse de, bezm-i muhabbete nâzır olarak söylenmiş olması ona bir kıymet verir. Bir iki misâli :

       Sevdim seveli sen güzeli gitdi şuûrum

       Bir meh-veş idiñ yandı tenim bitdi gurûrum

       Firkat-zedeyim nerde benim eski sürûrum

       Feryâd iderim var mı benim  bunda kusûrum

       Kânûn-ı kazâ böyle imiş hükm-i kaderde

       Öyle yazılı çâresi yok seyr ü seferde

       Bir dâr-ı safâ  yok mu aceb baht-ı beşerde

       Mahv oldu bütün râhat-ı esbâb-ı huzûrum

       Pür-neş'e idim meclis-i uşşâk-ı vefâda

       Böyle kalınır sanmış idim zevk u safâda

       Uyardı felek tâliimi sahn-ı cefâda

       Efsâne imiş şu görünen cism-i zuhûrum

       Arz itdi bütün derdini esrârını Ahmed

       Lutf u kerem it hâlime ey şûh ser-âmed

       Eyler mi güzeller acabâ ehl-i gamı red

       Mahşerde beni şâd idegör ey yüzü nûrum

                                                         *    *    *

        Bir gün geçerek gül-şen-i kasr-ı emelden

        Binlerce safâ kasrı da gam-hâneye dönmüş

        Bülbül ötecek sanma göñül bâğ-ı İrem'den

        Her dala hazân irdi ki bum-hâneye dönmüş

        Yâdımda bütün eylediğim zevk u safâlar

        Ya var imiş ya yok imiş efsâneye dönmüş

        Yıkılsa revâ âhım ile seng ü dırahtı

        Berbâd olacak âhiri vîrâneye dönmüş

        Mes'ûd idecek  sanma sakın katre-i sahrâ

        Neş'e yerine gam dolu peymâneye dönmüş

        Sabrım tükenüp yeter cefâya  hedef oldum

        Gözler açılup kanlıca dil-hâneye dönmüş

        Bu nazm ile Ahmed yine dil-hûn olacaksın

        Gufrân-ı Hudâ neş'esi kâşâneye dönmüş

                    -    -    -

Ya'kûb Hân, pederimle mülâkî olduğu sırada, Hz. Pîr Seyyid Nasûhî efendimizin mektûbât-ı aliyyeleridir ki, beyne'l-ihvân, "Mürâselât-ı Pîr" diye meşhûr olan eserlerinin  mütâlaasını ârzû etmiş ve pederim de göstermiştir. Hîn-i mütâlaada vecd zuhûruyla bir mikdâr sonra sükûnet buldukta, "Ben bunun emsâlini görmedim ve tesâdüf etmedim. Bu mektûbât mecmûa-i irfândır. Meşâyıh-ı ızâm ve sâlik-i râh-ı Hudâ için bir hazîne-i girân-bahâdır." demiştir.

Kerâmeddîn


 

ÇERKEŞİYYE-İ ŞA'BÂNİYYE

Çerkeşli Şeyh Mustafa Efendi

Meşâyıh-ı izâm-ı Şa'bânîyye'dendir. Neş'etleri Çerkeş'tendir. Şeyh-i mükerremleri Muhammed Efendi'nin (Bkz. s. 49) vâris-i kemâlâtı olup, ziyâret-i Haremeyn'e dahi muvaffak olarak kemâlât-ı ârîfâneleri şuyû' bulmuştur. Halka-i irşâddan onüç halîfesi yetişmiş 1224/(1809) senesinde âzim-i dâr-ı ahiret olmuşlardır. Çerkeş'te medfûndur.

            Oldu Şeyh vâsıl-ı cânân Yâ Hû

(اولدى شيخ واصل جنان يا هو) = 1224[42]                

İstanbul'da bir silsile-i urefâ vü ulemâ teşkîl eden Çerkeşli-zâdeler müşârünileyhin ahfâdındandır.

Osmân Vehbî Efendi

Müşârunileyh (Çerkeşli Mustafa)'nın mahdûmudur. Ulemâ-yı İslâmiyye'dendir. 1277/(1860) târîhinde Ankara'da irtihâl eylemiştir. Erzurum Mahallesi kenârında "Topraklık" denilen yerde medfûndur.

Âsârı:

Emsile, Kelimât-ı Mutasarrıfa ve Kavâid-i İ'lâl, Âmil Ma'mûl İ'râb ve Mu’ribât ve Ma'mûlâtu Mevsûle ile'l-Mechûlât, Tercümetü'r-Risâleti'l-Müteallıka bi-tilke'l-Ma'lûmât, Sultân Mahmûd-ı Sânî-nâme.

Hısnu'l-Hasîn (إن الله يحب العبد التقى النقى الخفى)[43] hadîs-i şerîfinin şerhine dâir bir risâle ki, Mısır'da tab' olunmuştur.

Muhammed Tevfîk Efendi

Çerkeşî-zâdelerdendir. Mûmâileyh Osmân Efendi'nin mahdûmudur. İstanbulludur. Velâdetleri Ankara'da, tefeyyüzleri İstanbul'dadır. İkmâl-i tahsîlden sonra niyâbetlerde bulunmuştur. 1302/(1885) senesinde meclis-i tedkîkât-ı şer'iyye a'zâlığı inzimâmıyla Meclis-i Meşâyıh Nâzırlığı'na ta'yîn olundu. 1319/(1901-02) senesinde irtihâl eyledi. Aksaray'da Sofular'da Şeyh Ekmeleddîn Dergâhı'nda medfûndur.

Âsâr-ı Matbû'ası:

Meziyyet-i İslâmiyye, Gâyetü'l-Beyân fî İlmi'l-Mîzân, Behcetü't-Tarf fî İlmi's-Sarf, İcmâlu Nahvi Arabî, Hediyyetü's-Sıbyân, Miftâhu'l-Akâid, Levâyıhu'l-Kudsiyye fî Fadâili Şeyh-i Ekber, Mecmûa-i Fadâil, el-İtkân fî Tahkîkı'l-Îmân, Tahkîk-i İdrâkât, Risâle fî Kabûli't-Tevbe ile, Mısır mevleviyyetinde iken tab' ettirdiği Dîvânçe'si.

Vücûd Kasîdesi'nden:

       Mey gibi virdi safâ halka tecellâ-yı vücûd

       Böyle pür-neşve midir câm-ı mücellâ-yı vücûd

       Oldu dîbâce-tırâz-ı suhuf-ı sun'-ı Kadîr

       Cevher-i harf-i güher-pâre-i esmâ-yı vücûd

       Keşf olur dîde-i sâhib-nazara sırr-ı kader

       Çeşm-i im'ânına dûş olsa mirâyâ-yı vücûd

       Zâhir olmazsa n'ola dîde-i zâhir-bîne

       Sırr-ı yek-rengi-i rû-yı gül-i ra'nâ-yı vücûd

Osmanlı Müellifleri'nde, Çerkeşî Mustafa Efendi hazretlerinin irtihâli 1229/(1814) gösterilmiş ise de yanlıştır. Hz. Şeyh'in ahvâl ve asnâf-ı tarîkata dâir Risâle-i Türkiyye'lerinin matbû' olduğunu Osmânlı Müellifleri'nde Tâhir Bey yazmaktadır. Mezkûr risâle ahîren görüldü, gâyet mühimdir. Teberrüken ve kısmen âtîde naklolundu.

/57/ Çerkeşî Mustafa Efendi hazretlerinin mürîdlerinden olup, Tokat'ta ikâmet etmekte olan Cebbâr-zâde Süleymân Bey, azîz-i müşârünileyhi Tokat'a da'vet etmekle, da'vete rû-yı icâbet gösterip Tokat'a şeref-i muvâsaletlerine müsâdif yevm-i mes'ûdda bütün ahâlî istikbâline çıkmışlar. Hattâ on dakîkalık yola kadar şal döşemişlerdir. Hz. Şeyh, gâyet mahviyyet-perver olduğundan Çerkeş'teki dergâh pek harâb olduğunu ve hattâ binânın bir çok yerleri iplerle bağlı bulunduğu hâlde kimseye bu bâbta teklîfte bulunmamış idi. Hz. Azîz'in Tokat'a azîmeti sırasında Süleymân Bey kahyası vâsıtasıyla tevsîan ve müceddeden derhâl bir binâ-yı âlî vücûda getirmiş ve kimin tarafından yapıldığını kimseye bildirmemiş idi. Hz. Şeyh Çerkeş'e avdet ettikte binâ-yı cedîdi görünce hayrette kalmış ve fakat bilâ-tereddüt ikâmet eylemişlerdir. Hakîkat-ı hâli merâk ederek kendilerinden suâlde bulunanlara, "Cânım biz sormadık. Girip oturduk. Siz niye soruyorsunuz?" buyururlar imiş.

Bir gün hastalanmışlar. Süleymân Bey, Hıristiyan hekîm celbedip, Hz. Azîz'i tedâvî eylemek istemiş. Hekîm muâyene edince Hz. Şeyh ona hitâben, "Hastalığımı teşhîs ettin mi?" diye sorunca o da, "Onbir de ilâc tertîb eyledim. İçince bi-inâyeti'llâh şîfâ bulacaksınız." cevâbını vermiş idi. "Öyleyse ben bu işi bir kere hastalığıma danışayım." deyip yorganı başına çekmiş, bir müddet sonra tabîbe hitâben, "Hastalığım bana lisân-ı hâl ile dedi ki : 'Vâkıa verilecek ilâcla ben geçerim. Ama senin ile yirmi beş senedir hem-bezm oldum. Benim yerime hiç tanımadığın bir hastalık gelir, tedâvîsi bulunmazsa ne yaparsın?' Düşündüm ben o ilâcı içmekten vazgeçtim." demiştir.

Şeyh Seyyid Kerâmeddîn Efendi, "Şu hastalık ve tabîb hikâyesi Hz. Pîr Nasûhî'de de aynen vukû' bulmuştur. Demek ki Çerkeşî hazretleri de, eser-i cenâb-ı Pîr'e imtisâl buyurmuşlardır." buyurdular. Hastalıkları kesb-i şiddet edince, tâcını Beypazarlı Ali Efendi hazretlerine ihsân buyurmuşlar. Beypazarlı, azîzinin huzûruna gidince, azîzinin kucağında yatmakta olan geyik yavrusu hemen firâr edince, "Hâlâ adam olamamışım. Geyik bile beni adam yerine saymıyor, benden kaçıyor." demiştir.

Hulefâsının en güzîdeleri Geredeli Azîz nâmıyla benâm Şeyh Hacı Halîl Efendi ile Beypazarlı Şeyh Ali Efendi'dir. Bu iki halîfe-i muhterem her ma'nâsıyla şeyh-i mükerremlerinin feyz ü kemâlini hâiz idiler. Her ikisinden teselsül eden silsile-i tarîkat elyevm bâkî olup, ehl-i tarîkatın melâz-ı uşşâkıdır.

Sultân Mahmûd-ı sânî müşârünileyhe pek ziyâde hürmet etmiştir. Hattâ emriyle yazdığı risâleden bir bahis teberrüken  aynen derc olunmuştur :

Ulemâ ve meşâyıh arasındaki ihtilâf-ı sûrî münâsebetiyle bunun izâlesine hâdim olmak üzere Sultân Mahmûd-ı sânî'nin ricâsıyla yazdıkları Risâletün fî-Tahkîkı't-Tasavvuf nâm risâlesinden :

"Ma'lûm ola ki, erbâb-ı kulûbun tahsîl ve tahsîlinde sa'y-i belîğ eyledikleri tasavvuf ahvâl-i selâseden ibârettir. Onlar da budur: Tecellî-i ef'âl, tecellî-i sıfât, tecellî-i zât. Lâkin hîn-i ifâdede ahvâl-i selâse sâhibleri hâlât-ı selâsede fırak-ı dâlleden üç fırka-i bâtılaya müşâbihlerdir. Tecellî-i ef'âl sâhibleri, Cebriyye'ye; tecellî-i sıfât sâhibleri, Hulûliyye'ye; Tecellî-i zât, sâhibleri, İlhâdiyye'ye müşâbih görünür. Lâkin cebr, hulûl ve ilhâddan müberrâdırlar.

Bu tecellîyât-ı selâseye mazhar olan zevât-ı kirâm ile tavâif-i selâse-i mezkûrenin beynlerini tefrîk eden şer'-i Muhammedî ve erkân-ı cenâb-ı Ahmedî'dir ki, eğer bir kimse dâire-i şerîatta dâhil ve merkez-i nâciye-i istikâmette sâbit olur, makâmât-ı selâseden ve tecellîyyât-ı sâbıkadan tekellüm ederse, irfân-ı ilâhî ve esrâr-ı Rabbânîdir ve kendinden zuhûr eden hârık-ı âde kerâmettir. Lâkin ında'llâh ve ınde'r-Rasûl ve ınde'l-mürşidîn mezmûm ve bî-edebliktir. Ve eğer dâire-i şerîattan hâric ve merkez-i ittikâdan zerre mikdârı mâil olursa kendisi dâll ve kelâmı ilhâd ve ifsâddır. Ve zuhûr eden hârık-ı âde sihir ve istidrâctır.

Sûfiyyeden melâmiyyûn hazerâtı avâmm-ı nâs ındinde ve mahcûbîn katında hasebü'z-zâhir şerîata muhâlif akvâl u ef’âl ü etvâr ile görünürlerse de, lâkin tahkîk ve tedkîk olundukta kat'iyyen ve kâtıbeten ser-i mû şerîat-ı Muhammediyye'ye muhâlefetleri yoktur. Ancak tabâyı'-i şerîfelerinde sırr u ahfâ muhabbeti merkûz olmağın mahcûbîn ındinde zâhir-i şerîata muhâlif ve hakîkatta mutâbık akvâl u ef'âl ü atvâr ile nefislerini mestûr ve mahfî kılarlar. Zâtlarında bu fırka mestûrîn-i kâmillerdir; mükemmiller değillerdir. Ve nefsinde râşidler ve fakat gayr-i mürşidlerdir. Onlardan istid'â ve istirşâd ve iktidâ sahîh değildir. Zîrâ tâlib-i tasfiye olanları şek ve şübheye ilkâ ederler.

Mürşidiyyet, şek ve şübhe ilkâ etmek değildir. Belki cemî'-i nâsın reyb u şekkini ihrâc ve izâle etmektir ve emr-i irşâd, Allâhu zü'l-celâl hazretlerinin inâyet-i ezeliyye ve cezbe-i Rabbânîyyesidir ki, bir kulunu ef'âlen ve sıfâten ve zâten kendine cezbedip, nice müddet, kasr-ı cemâlinde mihmân ve taht-ı visâlinde sultân kıldıktan sonra tekmîlen li'l-irşâd makâm-ı beşeriyyete inzâl u irsâl edip, tavâif-i selâse ki, küffâr, avâm, havâs; küffârı küfürden îmâna ve avâmmı ma'siyyetten tâata ve havâssı mâ-sivâdan vuslata da'vetle me’mûr ve taraf-ı Rabbânîden hilâfetle mansûr ve müeyyed kılınmıştır. Bu abd enbiyâdan ise, nübüvvet-i teşrîiyye ve evliyâdan ise, nübüvvet-i ta'rîfiyye tesmiye olunur.

Mürşid-i kâmil ve mürebbî-i vâsıl zât-ı akdes-i peygamberîden hisse-mend olmalarıyla enbiyâ-yı ızâm ne gûnâ ferâiz ve vâcibât ve sünen ve müstehabâtı ve sâir erkân-ı şerîatı kavmi beyninde iktidâ etmeleri kasdıyla alenen icrâsıyla me’mûr oldukları gibi, mürşidler dahi evrâd u ezkâr ve halvet ü uzlet ve ferâiz u nevâfil ve sâir erkân-ı turukun mürîdleri belki sâir nâs beyninde iktidâları kasdıyla cehren ve alenen icrâsıyla me’mûrlardır. Ve mahall-i ithâmdan ihtirâzı mültezimlerdir ve ibâdet ü tâatlarında ve sünen-i Muhammediyye'ye ittibâ'larında ve siyer-i Ahmediyye'ye sülûklarında aslâ ucub u riyâ olmaz. Onlar bir kavimlerdir ki, (لا أعبد ربا لم أره )[44] ikrâmıyla mükerrem olmuşlardır. Kavilleri, ayn-ı tevhîd ve fiilleri ayn-ı ihlâstır.

Ammâ gürûh-ı melâhidenin; "İbâdât-ı zâhiriyye, ebrârın; ibâdât-ı bâtıniyye mukarrabînin hâlidir." diye i'tikâdları küfr ü ifsâddır. İbâdât-ı zâhiriyyeyi terk ayn-ı ilhâd olduğundan mâ-adâ safha-i kalbleri, sırf dînden ve nokta-i tasavvuftan hâlî ve lisânlarında nice nice hurâfât ve şatah ve tâmât ve muîn-i şerîat-ı garrâ olan ulemâ-yı etkıyâya buğz birle ma'rifet-i Bârî ve tasavvuf iddiâsında olup, tarîkat-ı aliyyeyi, şerîat-ı garrâdan ayrı bir tarîk addedip, hâl ve zevk ile sudûr eden ehlu'llâhın kelâm-ı mutlaklarını lisâna getirip, kendilerine kâl ve meşâyıh ve ulemâ beyninde müttefakunaleyh olan ibâdât u tâati ve riyâzât u mücâhedâtı terk ve muhtelefunfîhâ olan ba'zı ef'âli vücûb mertebesinde kendilerine âdât u hâl ve belki ma'siyyete âlât kılan ol zümre-i dâllîn ve ol fırka-i hâsirînden tasavvuf dûr ve ma'rifet-i Hak onlardan mehcûrdur.

Bu cihetten ulemâ-yı selef ve haleften ba'zısı tahkîkan ve ba'zısı taklîden ol gürûh-ı melâhideyi zecr u men' husûsunda ârif u kâmili fark etmeyip, sûret-i ıtlâkta nice resâil tahrîr u tahşiye-i kelimât ile takrîr eylediler. Lâkin ârifi mahcûbdan ve mukayyedi merdûddan fark etmeyerek zecr ü red, emr-i metbû' olmadığı ecilden bu bâbda eimme-i sûfiyye dahi nice kitaplar te'lîf ve nice risâleler tasnîf eylediler. Ulemâ ile meşâyıh meyânında olan nizâ' lafzîdir. Ma'nâda onlar müttehiddirler. İttihâd-ı ma'nevîyyeyi fehm etmeyen bî-edeblerin lafızda teksîr-i nizâ'larına ehlu'llâh, kaddesa'llâhu esrârahum, râzî olmazlar."

Şeyh Hacı Halîl Efendi

Geredelidir ve Gerede'de medfûndur. Tercüme-i hâli buraca ma'lûm değildir. Hikâye olunduğuna göre şöhret-i şâyia-i reşâdetine binâen Sultân Mahmûd-ı sânî müşârünileyhi Dersaâdet'e da'vet etmiş, o da, da'vete icâbet eylemiştir. Esâsen ümmî oldukları hâlde, (إنما الاعمال بالنيات)[45] hadîs-i şerîfine /58/ verdiği maânî-i adîde-i ârîfâne hayret-bahş-ı Sultân u ulemâ olmuştu. Fevka'l-âde takdîr ve hürmete mazhar olmuşlardır. Te'sîs ettikleri şu'beye "Halîliyye-i Şa'bânîyye" derler.

Şeyh Hacı Emîn Efendi

Hacı Halîl Efendi'den teselsül eden kol Safranbolulu Şeyh Ömer Fuâdî-i sânî ile İstanbul'da şâyi' olmuş ve yine müşârünileyhin efâdıl-ı hulefâsından ve Safranbolu'nun Yazıköy karyesinden olup  "Safranbolulu"  demekle ma'rûf Hacı Emîn Efendi vâsıtasıyla da Safranbolu'da ve Nevrekop taraflarında intişâr etmiştir. Bu feyz ü kemâle binâen müşârünileyh Hacı Halîl Efendi'den teselsül eden silsileye Şa'bânîlerce, "Orta kol" denilmektedir.

Emîn Efendi hâmil-i esrâr-ı Rabbâniyye'dir. Sülâlesi Safranbolu'da elyevm bâkîdir. Şeyhinden aldığı feyz-i tarîkatı Nevrekop taraflarında neşr etmiş olduğundan hayâtında bütün Nevrekop Halvetîleri Safranbolu'ya gelirler, müşârünileyhin dergâhında halvet çıkarırlardı. Safranbolu Halvetîleri de Nevrekop'a gider orada erbaîn çıkarırlardı. Hacı Emîn Efendi'nin uluvv-ı ka'b u kemâlâtını erbâb-ı irfân tasdîk etmişlerdir.

Mir'âtü'l-Âşıkîn ve Mîzânü'l-Âşıkîn nâm eser-i âlîleri matbû'dur. Mütâlaa ile  karîrü'l-ayn oldum. Seyr ü sülûka dâir pek makbûl bir eserdir. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye müellifi müşârünileyh hakkında diyor ki :

"Hacı Emîn Efendi hakîkaten meşâyıh-ı muhteremeden idi. Kable'l-irtihâl en kıdemli mürîdini istihlâf ettiği ve o mürîd de Nevrekop'ta tekke-nişîn olduğu cihetle Hacı Emîn Efendi'nin müddet-i irşâdında oturduğu post, ihtirâm-ı mahsûs ile Nevrekop Dergâh-ı Halvetîsi'ne nakl edilmiştir. Hacı Emîn Efendi merhûm zamânında Safranbolu'nun üç kutb-ı tarîkatından biriydi. Dîğer ikisi Zoralı eş-Şeyh Hacı Muhammed Efendi'nin ahfâdından Muhammed Hamdi Efendi ile eâzım-ı meşâyıh-ı Sa'diyye'den Ali Baba'dır. Aralarında uhuvvet-i mahsûsa teessüs etmiş bulunan bu üç şeyh-i muhteremi tanıyan ve onlara ait menâkıbı lisân-ı tebcîl ile hikâye eden Safranbolulu zevât mevcûddur."

Şeyh Ömer Fuâdî-i Sânî

Safranboluludur. Hacı Halîl Efendi hazretlerinin hulefâsındandır. "Ömeru'l-Fuâdî-i Sânî" diye şöhreti vardır. İstanbul'da Sofular'da elyevm mevcûd ve ma'mûr olan dergâhta seccâde-nişîn-i meşîhat olarak neşr-i feyz etmişlerdir. İrtihâlleri 1274/(1857-58) senesine müsâdiftir.

Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'de nakl olunduğuna göre hulefâ vü mürîdânı içinde meşhûr Şeyh Rufey'â ve Şeyhü'l-islâm Ârif ve Sa'deddîn Efendiler gibi eâzım mevcûddur. İrtihâlinden sonra mahdûmu Şeyh Seyyid Abdullâh Rüşdü seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. 1299/(1882)'da irtihâli üzerine birâder-i muhteremleri Şeyh Ya'kûb Sıdkı Efendi câ-nişîn olmuş ve Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi merhûmdan hilâfet almıştır. Bunun da 1319/(1901-02)'da irtihâline mebnî dergâh-ı mezkûr meşîhatı bir müddet iki amca-zâde, ya'nî Seyyid Abdullâh Rüşdü Efendi mahdûmu Şeyh Seyyid Mustafa Sîret Efendi ile merhûm Ya'kûb Sıdkı Efendi'nin mahdûm-ı âlîleri bulunan /59/ Şeyh Seyyid Yûsuf Salâhaddîn Efendiler tarafından müştereken idâre olunarak Seyyid Mustafa Sîret Efendi'nin ahîren Üsküdar'da Vâlide Dergâhı post-nişînliğine ta'yîn kılınması üzerine Sofular Dergâhı'ndaki hissesini amca-zâdesine terk eylediğinden dergâh-ı mezkûr meşîhati elyevm Yûsuf Salâhaddîn Efendi uhdesindedir. Mustafa Sîret Efendi ise elyevm Meclis-i Meşâyıh a'zâsındandır.

Şeyh Hacı Mustafa Efendi

Diyarbakırlıdır. Hacı Ali Efendi halîfesidir. 1263/(1847)'te irtihâl eylemiştir.

Şeyh Abdullâh Efendi

Geredelidir. Sâatçilik ile iştigâl ederdi. Hacı Mustafa Efendi halîfesidir.

Şeyh Seyyid Halîl Rahmi Efendi

Mudurnuludur. Abdullâh Efendi halîfesi olup, âtîde tercüme-i hâlleriyle tezyîn-i sahîfe kılınacak olan Necîb Efendi hazretlerinin şeyhidir 1284/(1867-68). (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Hulefâsı: Şeyh Necîb Efendi 1307/(1889-90), Şeyh İbrâhîm Efendi 1304/(1886-87), Şeyh Sâlih Efendi, Şeyh Nasrullâh Efendi, Şeyh İbrâhîm Hilmi Bey 1296/(1879), Şeyh Sâlih Efendi.

Nevrekoplu Şeyh Ahmed Efendi

Hacı Emîn Efendi hulefâsındandır. Yüz yaşına karîb bir sinde iken 1312/(1894-95) senesinde irtihâl-ı dâr-ı bakâ eylediler Nevrekop'ta tekkesi vardır. Şimdi Bulgaristan dâhilinde kalmıştır. Hücreleriyle tevhîd-hânesi esnâ-yı harbte Bulgarlar tarafından ihrâk olunmuştur. Türbe ve câmii kârgîr olup, harîktan masûn kalmıştır.

Ahmed Efendi eâzım-ı meşâyıh-ı Şa'bânîyye'dendir. Muînü'l-Mürîd nâmında bir eseri vardır. Yüzbinlerce mürîde mâlik idi. İlm-i zâhire bîgâne, fakat ilm-i bâtında ferdâne idi. Meslek-i tasavvufîleri çok yüksek idi.

Halîfeleri:

İskeçeli Muhammed Efendi, Şeyh Hacı Ali Efendi, Nevrekoplu Şeyh Atâ Efendi, Hacı Emîn Efendi dâmâdı Şeyh Muhammed Zühdü Efendi, Şeyh Necîb Necmeddîn Efendi, Şeyh Süleymân Efendi.

Şeyh Necîb Necmeddîn Efendi

Elyevm Nevrekop Dergâhı'nın şeyhi ise de, Bulgar mezâliminden kaçarak İstanbul'a gelmiştir. Ârzû-hâlcilik ile te'mîn-i maîşet eder, ehl-i hâl bir zâttır.

Şeyh Süleymân Efendi

Geçende İstanbul'da vefât etmiştir. Değerli bir zât idi. Hulefâsı : Darmıdereli Şeyh Ahmed Efendi, İskeçeli Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Halîl Edîb Efendi, Elvân-zâde Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Âşık Mustafa Efendi, Şeyh Muhammed Muhyiddîn Efendi, Şeyh Sâlih Sıdkı Efendi.

Gözlüklü Şeyh Ahmed Efendi

Kibâr-ı meşâyıh-ı Şa'bânîyye'dendir. Rumelikavağı'nda Sütlüce'de tekkesi ve Hz. Sünbül civârında hânesi vardı. Kısa boylu, beyâz uzunca sakallı, düz sarık sarar, gözlük takar, yüzyirmi yaşında bir pîr-i fânî idi. Henüz oniki yaşında iken Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî efendimizi /60/ rü'yâda görüp, "Ahmed! Bize gel!" diye emirlerini telakkî etmekle, meşhûr âlim Şeyh İbrâhîm-i Şa'bânî'nin dâhil-i dâire-i intisâbı olmuş, riyâzât ve mücâhedât ile tekmîl-i etvâr edip, nâil-i hilâfet olmuştur. Sütlüce Tekkesi melce-i uşşâk idi. Ale'l-ekser gemiciler bulunur, pek âşıkâne zikir olunur idi. Ziyâretine kasd ettiğim gece âtîdeki rü'yâyı gördüm :

Kavak'a gitmişim. Dergâha vâsıl oldum. Tevhîd-hânede erbâb-ı aşk zikrediyorlardı. Gulgule-i zikr ortalığı kaplıyordu. Şeyh Efendi'nin dâiresi ileride bir yerde imiş. Oraya dâhil oldum. Bir köşede dizlerini dikmiş, oturuyor idi. Dizlerine nazar ettim. Kuru bir kemikten ibâret idi. Tâc-ı şerîfleri rafta siyâh tül içinde, fakat hâricten görünüyordu. Mübârek ellerini öptüm. "Gel evlâdım!" diye taltîf buyurdular. Ziyâreti kasd ederek geldiğimi arz ettim. Izhâr-ı memnûniyyet eylediler, duâ ettiler. Çıkacağım sırada, "Efendim! Teberrüken bir şey ihsân buyurunuz, ona devâm edeyim." dedim. "Oğlum! Her gece sûre-i Mülk oku." buyurdu ve hakkında hadîs-i şerîf olduğunu söyledi. Elini ayağını öptüm. Yanlarından çıktım. Sütlüce'ye deniz kenârına indim. Sabâh namâzı vakti idi. Biri ezân okuyordu, gaşy oldum. Saf saf cemâat olduk, namâz kıldık; uyandım.

Kavak'a gitmek üzere giyindim. Gazeteye bir göz gezdirdiğimde bir de ne göreyim; "Sütlüce'deki dergâh-ı şerîfin şeyhi eâzım-ı meşâyıhtan Gözlüklü Ahmed Efendi, dün irtihâl-i dâr-ı bekâ eylediğinden na'ş-ı münîfleri ihtîfâlât-ı lâyıka ile dergâh-ı şerîf-i mezkûr hazîresinde ihzâr olunan kabirde defîn-i hâk-i gufrân olmuştur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)"

Bu ibâreyi okuduğum dakîka dünyâ gözüme zindân oldu. Fakat Hz. Şeyh'in kerâmet-i mahsûsasına ve iltîfâtına karşı kalbimde husûle gelen hürmet, o teessürü ta'dîle sebeb oldu. Rü'yâdaki işârâta göre, Hz, Şeyh'in tevhîd-hâneden ayrı bir mahalde münferîd bulunması âlem-i sûrîden mufârakatına, tâc-ı şerîfinin siyâh tül içinde görülmesi kendilerinin nâil-i mertebe-i velâyet ve bu âlem-i fâniden mübâadetine ve kendisi fakîri huzûruna kabûlü, ertesi günü azîmetim hâlinde adem-i mülâkât yüzünden me'yûs olmamaklığıma  ve sûre-i Mülk okumağa devâmı emretmesi, kendinden bu sûretle istîfâza etmiş olmaklığıma, rü'yânın seher vakti müşâhadesi, (أصدق الرؤيا في الاسحار)[46] hadîs-i şerîfine; ezân istimâı, cemâatla namâz edâsı, ferah-ı ma'nevîye rumûzu hâvîdir.

Kendilerine, boğazda sâkin olması, düşmân donanmasının boğazdan geçmemesi için kuvve-i ma'neviyyeye sâhib olması i'tibârıyla, "Boğaz Muhâfızı" ta'bîr-i ma'nevîsi beyne'n-nâs şâyi' olmuş idi.

Bu rü'yâ-yı fakîrânem ve müşârünileyhin irtihâli 1324/(1906) senesine müsâdiftir.

Sütçülük, yoğurtçuluk, medâr-ı maîşetleri idi. Orada medfûndur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

/61/ Şeyh Ömer Efendi

Gözlüklü Ahmed Efendi-zâde ümmî-i ârif bir pîr-i fânîdir. İki büklüm olmuş olduğu hâlde esnâ-yı zikirdeki hâlâtı vecd-âverdir. Edip, cidden sâfî Yûnus-meşreb bir zât-ı âlî-kadrdir. Bunlar da pederleri gibi sütçülük, yoğurtçuluk ederler. Sütlüce'deki dergâh-ı şerîfin şeyhidir. Bir kaç def'a meclis-i âlîlerinde bulundum. Bu mertebe saf kalbli kimseye müsâdif olmadım. Mir'ât-ı mücellâ-yı hakîkat olmuşlardır. Veliyyüddîn Efendi nâmında bir mahdûmu henüz gençlik çağında terk-i âlem-i fenâ eylemiştir.

Şeyh Muhammed Necîb Efendi

59. sahîfede ism-i şerîfleri geçen Mudurnulu Seyyid Halîl Rahmi Efendi'nin halîfe-i mükerremleridir. 1232/(1817) sene-i hicriyyesinde İstanbul'da zînet-sâz-ı âlem-i şühûd olup, peder-i mükerremleri Bileciklidir. Mebâdî-i ulûm u fünûnu öğrendikten sonra, fudalâ-yı müderrisînden Hâzım Efendi'nin dersine devâm ederek, iktisâb-ı füyûzât-ı bî-gâyât eylemiştir. Tarîk-ı tasavvufa meyl hâsıl olunca, âtîde tercüme-i hâlleriyle tezyîn-i sahîfe kılınacak olan Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerinin taht-ı terbiye-i reşâdetlerine girip, müşârünileyhin himmetleriyle beşinci esmâya kadar irtikâ eylemiş, hattâ müşârünileyh ile Şam'a kadar gidip, beynehümâda her ne türlü esrâr zâhir olduysa olduğundan Necîb Efendi, İbrâhîm Efendi hazretlerinin intikâline ve sonralara kadar tâm ondört sene hem Bâbıâlî'de kalemine devâm etmiş, hem de, "Bende Kuşadalı'nın esrâr-ı tâmmı vardır." diyerek, fakat bu müddet zarfında kimseyi mürîdliğe kabûl etmeyerek nihâyet ba'zı işârât-ı ma'neviyye üzerine bi-hasebi'l-îcâb Mudurnulu Şeyh Halîl Rahmi Efendi'nin dâire-i irfânına dehâletle bir müddet sonra nâil-i hilâfet olup, ilm-i bâtına âşinâ ve bir şeyh-i rûşenâ olmuştur.

Aksaray'da Cellad Çeşmesi kurbundaki hâne-i mahsûslarinda bir semâ'-hâne te'sîs ederek burada nice mürde-dilleri ihyâ etmiş ve kendilerinden iktisâb-ı füyûzât eyleyenlerin her biri müşârün bi'l-benân olmuştur. Necîb Efendi hüsn-i hatta mâlik idi. Hattât Şevki Efendi merhûmdan ketebe almış idi. Güzel şeyler yazarlar idi. Şîve-i tahrîriyyesi kendine mahsûs idi.

(خير الناس من ينفع الناس)[47] sırrının zâhiri ve bâtını Necîb Efendi'de mevcûd idi. Devletimize de müddet-i medîde hizmet etmiştir. Dîvân-ı hümâyûn kaleminin mâ-bihi'l-iftihârı idi, takâüd oldu. Âhir vakitlerinde ihtiyâr-ı uzlet buyurdular. Mücâhede-i nefste ileri gidenlerdendir. Halîm, selîm, mütevâzı’, halûk idi. Her bir harekâtını şerîat-ı mutahharaya, sünnet-i nebeviyyeye tatbîk eder ve mürîdânına pek ziyâde ızhâr-ı şefkat buyururlardı.

/62/ Sinn-i şerîfleri yetmişbeşe resîde oldukta 21 Cemâziye'l-evvel 1307/(13 Ocak 1890) senesinde terk-i âlem-i nâsût ve vâsıl-ı ile'l-Hayyi'llezî lâ-yemût oldular. Na'ş-ı münîfleri cemm-i gafîr ile Kocamustafa Paşa Dergâh-ı münîfine nakl olunup, civâr-ı Hz. Sünbül'de sokağa nâzır pencerenin önünde defîn-i hâk-ı gufrân oldular. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olmuştur.

Hacı Muhammed Zihni Efendi

Osmanlı Müellifleri'nde cild-i evvelde 310. sahîfede isimleri ve tercümeleri mezkûr ulemâ-yı asırdan Hacı Muhammed Zihni Efendi müşârünileyh (Necîb Efendi)'in ehass-ı mürîdânındandır.

                        Göz yaşlarımla yazdım târîh-i irtihâlin

                        Zihnî Efendi buldu vahdet-sarâ-yı visâli

                        ( ذهنى افندى بولدى وحدت سراى وصالى) = (1332/1914)

                                                                        

Tercüme-i hâli sâir âsârda mükemmelen yazılmıştır.

Sûret-i intisâblarına müteallık vak'a ber-vech-i âtîdir :

Zihni Efendi, ahıbbâsından bir zâta misâfir gelmiş. Hâne sâhibi de o akşam Necîb Efendi Dergâhı'na gitmek mecbûriyyetinde bulunduğundan Zihni Efendi'yi de götürmek istemiştir. Fakat Zihni Efendi, meşâyıhı ale'l-ekser cühelâdan addeder; zevk-i ilmîden mahrûm bilirdi. Bu sebeble hâne sâhibini iknâa, ferâğata sevk eder ise de, ısrâr üzerine gitmeye karâr verir. Fakat kendisi mütebahhirînden olmakla henüz yüzünü görmediği Necîb Efendi'ye ehemmiyet vermeyerek gider. Kalbinden hâzırladığı bir mes'ele-i mühimmeyi eğer Necîb Efendi keşf tarîkıyla bilir ve hallederse kemâline kâni' olmağa meyl eder.

Dergâha muvâsalalette Şeyh Efendi odasında bir kaç ihvânıyla hem-sohbet idi. Bunlar da dâhil olurlar. İltîfât eder; otururlar. Necîb Efendi sevk-i kelâm ile Zihni Efendi'nin kalbindeki mes'eleyi söyler ve halleder ve Zihni Efendi'ye nazar buyurur. Bu esnâda Zihni Efendi'ye hâl gelir. "Hâzâ nebiyyün!" diye sayha eder. Yere kapanır ağlamağa başlar. Herkes bu hâle hayret eder. Onun "Hâzâ nebiyyün!" demesi vâris-i esrâr-ı Muhammedî olduğuna ızhâr-ı îmândan ibârettir. Yoksa, "Necîb Efendi peygamberdir." demek değildir.

Rütbe-i ilmiyyeyi tevcîhte âsâr-ı buhl gösteren Zihni Efendi'nin, "Hâzâ nebiyyün!" diye bağırması pek mühim mes'eledir. Bi'l-âhare kendisine gelince derhâl intisâb eder ve ahass-ı mürîdânı sırasına geçer.

Vükelâ-yı devletten merhûm Zihni Paşa dahi müşârünileyhin mürîdlerinden idi. Dergâhı kârgîr ve müzeyyen olarak yaptırmak istediği hâlde Hz. Şeyh'in şiddetli muhâlefetine ma'rûz kalmış olduklarını bi'z-zât söylerler.

Ulemâ-yı kirâmdan daha pek çok efâzıl, Hz. Şeyh'e müntesib idiler. Ecell-i mürîdânından Hoca Abdullatîf-i Harpûtî hazretleriyle, mütekâidîn-i rüsûmiyyeden Ali Efendi, fıkra-i âtiyeyi nakl eylediler. Müşârünileyh Necîb Efendi'nin uluvv-ı ka'bına burhân olan şu rü'yâ-yı sâdıka müşârünileyhimâdan Ali Efendi tarafından görülmüştür. Şöyle ki:

Cellâd Çeşmesi'ndeki dergâha civâr olan Bostan Câmi'-i şerîfine risâlet-penâh (salla'llâhu aleyhi ve selem) efendimiz hazretleri teşrîf buyurmuşlar, diye mahallâtta i'lân olunmuş. Herkes ziyâret-i aliyyelerine şitâbân oluyor. Şeyh Necîb Efendi'nin sevgili mürîdi mûmâileyh Ali Efendi dahi şeref-i /63/ ziyârete mazhar olmak emeliyle oraya gitmiş. Câmi'-i şerîfin kapısında çâr-yâr-ı güzîn efendilerimiz hazarâtını görüp, emirleri üzerine  câmi'-i şerîfe dâhil olmuş. Bakmış ki mihrâbta nûr-ı dîde-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve selem) efendimiz hazretleri yüzlerini cemâata dönmüş ve vech-i tâbân-ı saâdetlerinin envârına cemâat tahammül edemeyeceğinden nikâb isti'mâl buyurulmuş. Ali Efendi bu hâli görünce hayrân olarak neş'elenmiş ve "Gel evlâdım!" hıtâb-ı celîline derhâl icâbetle koşmuş, hâk-pâ-yı hâcet-i ridâya yüzünü gözünü sürmüştür. Mazhar-ı iltîfât olduktan sonra ref'-i nikâb vâki' olunca bir de ne görsün, azîzinden başkası değildir.

Uyanmış, hayretlere gark olmuş. Keyfiyyeti azîzine arz edince, kendisini tebrîk etmiştir. İşte anlaşılıyor ki, hem Necîb Efendi vâris-i ilm-i Muhammedî olmuş, hem de Ali Efendi mürşidini mertebe-i kemâlde görücek kâbiliyyete nâil olmakla kesb-i şeref etmiştir.

Mûmâileyh Ali Efendi, muharrir-i fakîre anlattılar :

İhvânının cümlesi erbaîn çıkardığı hâlde kendisi bundan mahrûm kalınca azîzine arz etmiş, "Evlâdım! Sen me’mûrsun. Her gün işinin başına gitmeğe mecbûrsun. Hukûk-ı beytü'l-mâl var.  Ben sana bir hizmet teklîf edeceğim. Kırk gün buna devâm edeceksin, erbaîn yerine geçer." buyurup, şu sûretle ta'rîf ederler:

"Her akşam kalemden evine avdeti müteâkib levâzım-ı beytiyyeyi ihzâr edersin. Sâat alaturka onbirde yemeği yersin, abdest alırsın, dergâha gelirsin. Akşam namâzını cemâatla kılarız. Evvâbîn namâzını da edâdan sonra erbaînde bulunan ihvânın çorbalarını tevzî' edersin. Ba'dehû yatsı namâzını kılarız. Gece usûlünü yaparız, hânenize dönersin, yatarsın. Sabâhleyin Şâfiî zamânında kalkar, abdesti alır dergâha gelirsin. Seher vakti Virdü's-Settâr okuruz. Cemâatla sabâh namâzını kılarız, sabâh usûlünü yaparız. Yine erbaîndeki ihvânın çorbalarını tevzî' eder, avdet eylersin. Her gün dâire-i devlete gider ibâdu'llâhın işini görürsün."

Ali Efendi nakl etti : Mevsim kışa müsâdif idi. Çektiğimi bir ben, bir de Allâh'ım bilir, dedi. Her ne vakit seher zamânı dergâha varsa, azîzim kapıyı açar, onu abdest alırken görürdüm. O ne metânet, ne mücâhede ve riyâzet idi. Ta'rîf edemem.

Necîb Efendi, pek melîhü'l-vech idi. Uzunca beyâz sakallı, Şa'bânî tâclı, asâlı gezerdi. Vâlide Câmi'-i şerîfi'ne Cuma namâzına gelir. Mihrâb önünde otururdu. Herkesi bir heybet istîlâ ederdi. Esnâ-yı zikirdeki hâlâtını  lisân-ı kâl tavsîfe muktedir değildir. Şeyh Ferîd ve Şeyh Fahri isminde iki evlâdı vardır. Şeyh Fahri Efendi, Kanlıca'da Atâullâh Efendi Dergâhı post-nişînidir. Âşık, ârif bir zâttır.

/64/  (Muhammed Necîb Efendi'nin) Hulefâsı:

Şeyh Tal'at Efendi

Dâimâ ziyy-i meşâyıhta gezer, uzun boylu, pek yakışıklı bir zât-ı âlî-kadr idi. Devr-i Abdülhamîd-i sânîde bir iftirânın kurbânı olarak Medîne-i Münevvere'de ikâmete me’mûr edilmiş ve hakkında mahz-ı ni'met olan bu saâdet-i celîle içinde orada 1320/(1902) senesinde cânını cânânına teslîm eylemiştir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Ali Efendi

Mütekâidîn-i rüsûmiyyeden olup, bâlâda ismi geçen zâttır. Çok muttakî, âşık, ârif bir zât idi. Müddet-i medîde kendilerine hem-sohbet olmuş idim. Azîzinden aldığı icâzet-nâme teberrüken ve aynen nakl olundu:

الحمد لله حمداً كثيراً والصلاة والسلام على خير خلقه محمد الذى بعثه بالحق بشيراً ونذيراً وعلى آله وأصحابه الأكرمين الذين كان كل منهم فى الدين هادياً وسراجاً منيراً.

وبعد : فقد قال الإمام الغزالى فى الإحياء، إن الناظرين بنور البصيرة علموا أنه لانجاة إلاَ فى لقاء الله تعالى وإنه لاسبيل إلى اللقاء إلاَ بأن يموت العبد محباً لله وعارفاً بالله وإن المحبة والأنس لاتحصل الا بدوام الفكر فيه وفى صفاته وأفعاله ولن تيسر دوام الذكر والفكر إلاَ بوداع الدنيا وشهواتها والإجتزاء منها بقدر البلغة والضرورة. وكل ذلك لايتم إلاَ باستغراق أوقات الليل والنهار فى وظائف الأذكار والأفكار ومن الأسباب المعينة على الذكر والفكر الأوراد الشريفة والأحزاب المرتبة المنيفة ومن المأثور فى طريقتنا العلية الشعبانية المواظبة على قرائة الورد المنسوب إلى عالم الربَانى الشيخ السيد يحيى الشروانى عقب كل صلاة الفجر وهو : ( والله سلام من كل أمر وباله من ورد ماله ) فيما بين الأوراد نظير دل بقليل اللفظ مع ماشتمل عليه من الأدعية المأثورة والصلاة المبرورة على المعنى الكثير خليق أن يسمى كل منها جوامع الكلم وجديد.

وها أنا أجزت بقرائته على النمط المرعى فى سلوكنا العالى لولدنا المعنوى على افندى – كان الله له تولاَه وأكرمه بلقاء - وقد أجازنى وخلفنى بذالك شيخى وسندى العزيز المحترم السيد خليل رحمى افندى المدرنى - قدس سره - عن شيخه العزيز عبد الله افندى كردوى  - قدس سره - عن الشيخ المكرم الحاج مصطفى افندى دياربكرى - قدس سره -  عن شيخه المكرم الحاج خليل كردوى - قدس سره -  وهو عن السند الأعظم والمستند المعظم قدوة الأولياء المتأخرين أحد أكابر الدين المتألهين العزيز المفخم الشيخ مصطفى الجركشى – قدس الله سره وأفاض علينا نوره – وكان هو المسبب الآمر لجمع سلسلة مشايخنا العظام المحترمين من لدن خاتم الأنبياء والمرسلين - عليهم صلوات الله وعلى شيوخنا رحمتاً أجمعين – إلى عهده وهو حدود السنة الأربعين بعد ألف والمأتين بالمقابلة مع نسخة الفاضل الفخيم ابن المستقيم المصححة في مدت خمسة عشر سنة بمراجعة كتب التراجم المعتبرة والحمد لله تعالى على صونه طريقتنا السنية عن تطرق الخلل وتخلل صاحب الزيغ والزلل مشاخنا وأسانيدنا بحمده سبحانه مطصلة ليس فيما بيننا /65/ إنقطاع وأيادينا صحيحة ليس لأحد من الناس فيها حق النزاع.

والجركشى المشار إليه أخذ الخلافة عن العزيز الكبير ظوره وى الشيخ محمد افندى عن عبد الله الرشدى المدرنى عن الشيخ ذى الفتوح محمد النصوح الاسكدارى عن مولانا على الأطول الشهير بقره باش الكنغرى عن مولانا مصطفى مصلح الدين القسطمونى عن الشيخ إسماعيل الجورومى عن العزيز المعادى مولانا عمر الفؤادى عن الشيخ العزيز المعزز من الذهب الإبريز محى الدين بن محمد القسطمونى عن الشيخ الرئيس الجليل الشان مولانا بير سلطان حضرت شعبان القسطمونى عن الأعز الأجل مولانا خير الدين التوقادى عن العزيز الأفخم محى الدين محمد جمال الخلوتى عن الشيخ المعظم مولانا بير محمد الارزنجانى عن الشيخ الصاحب المشتهر بين المشارق والمغارب بالفيض والفتوح والمناقب العالم الربَانى السيد الشيخ يحيى بن بهاء الدين الشروانى.

وكان شيخه فى الطريق مولانا بير صدر الدين الخياوى عن الحاج عز الدين الخلوتى عن العزيز المحترم أخى مرم الخلوتى عن بير عمر الخلوتى عن أخى محمد الكيلانى عن الشيخ إبراهيم زاهد الكيلانى عن الشيخ السيد جمال الدين التبريزى عن شهاب الدين التبريزى عن ركن الدين محمد السنجاشى عن الشيخ أبى الرشيد قطب الدين الأبهرى عن الشيخ الإمام العارف بالله الفانى فى الله أبى النجيب ضياء الدين عبد القاهر السهروردى عن الشيخ وجيه الدين القاضى عن محمد عمويه البكرى وعن عمر البكرى عن أبى محمد أحمد أسود الدينورى عن الولى الكبير ممشاد الدينورى عن سيد الطائفة جنيد البغدادى عن الولى الجلى سرى السقطى عن الشيخ المعظم أبى محفوظ معروف بن فيروز الكرخى عن أبى سليمان داود بن نصير الطائى عن الشيخ النجيب حبيب العجمى عن التابعى الجليل والكامل المكمل أبى سعيد حسن البصرى  قدس الله تعالى أسرارهم.

وهو عن تاج الأتقياء وابن عم خاتم الأنبياء أمير المؤمنين على المرتضى رضى الله عنه وكرم الله وجهه.

وهو عن سيد الأولين ولآخرين خاتم النبيين والمرسلين محمد الأمين صلى الله عليه وعلى آله وصحبه أجمعين.

وهو عن ذى المرة المتين المطاع الأمين حضرت جبريل عليه السلام عن خالق السموات والأرضين جل شانه وعمَ نواله ولا إله غيره.

وصلى الله على سيدنا محمد وآله وأصحابه وأتباعه رضوان الله تعالى عليه أجمعين ورحمة الله على أتباع أتباعه إلى يوم الدين برحمتك يا أرحم الراحمين.[48]         

 

Harputlu Hoca Abdullatîf Efendi

Müşârünileyh Necîb Efendi müntesiblerindendir. Nevrekoplu Ahmed Efendi'ye de mülâkî olup, erbaîn çıkarmıştır. Vüzerâdan Zihni Paşa'nın hocası idi. Mütebahhirîn-i ulemâdan ilmi ile âmil, sülûk-ı tarîkatı ikmâl  etmiş bir merd-i kâmil idi. Dersten icâzet vermiş, birçok muallimliklerde bulunmuştur. Merkez Efendi Kabristan'ında medfûndur. Mezâr taşında şöyle yazar :

"Tarîkat-ı aliyye-yi Şa'bânîyye-i Halvetiyye sâlikânından ve ulemâ-yı benâmdan Darü'l-Fünûn ve Medresetü'l-Vâizîn muallimlerinden Harpûtî el-Hâc Abdullatîf Efendi rûhıçün el-Fâtiha. 3 Eylül 1332/(15 Eylül 1916)."

Müşârünileyh mestûrînden idi.

                                              

/66/ eş-Şeyh el-Hâc Mustafa Hulûsî Efendi

Geredeli Şeyh Halîl Efendi hazretlerinden mustahleftir. İstanbulludur. 1236/(1821) senesinde dünyâya gelmiştir. Pederi Şeyh Hüseyin Efendi olup, Sultân Ahmed civârında Sokollu Muhammed Paşa Zâviyesi şeyhi idi. 1236 senesi Muharrem'inin onunda (18 Ekim 1820) irtihâl eylemiştir. İsminin mazharı olarak Hz. Hüseyin'in câm-ı şehâdeti nûş eylediği yevm-i mübârekte o sultânü'ş-şühedâya peyrev olmuştur. Zâviye hazîresinde medfûndur.

Meşîhat Mustafa Hulûsî Efendi'ye teveccüh etmiş ise de onsekiz yaşında olduğundan bu zâviyede pîş-kadem Şeyh Osmân Efendi niyâbet etmiş ve 1252/(1836-37) senesinde irtihâl eylemiştir. 

Bu esnâda Hulûsî Efendi onsekiz yaşında idi. Sinleri kemâle gelince Geredeli Şeyh Halîl Efendi hazretlerinin İstanbul'u teşrîfleri münâsebetiyle huzûrlarına kabûl olunarak intisâp etmiş ve Gerede'de halvet çıkarmıştır. Müstahlef olunca seccâde-nişîn-i meşîhat oldular. 1299 senesi Recebinin onsekizinde (5 Hazîrân 1882) irtihâl-ı dâr-i naîm eylediler. Kırkyedi sene fiilen meşîhatları vardır. Müddet-i ömürleri altmışüç senedir.

Harâbâtî gezer, mahviyyet-perver, kısa boylu, beyâz, seyrek ve köse sakallı zaîf bir zât imiş. Dergâh hazîresinde medfûndur. Neslen siyâdetleri, sülâle-i Kâdiriyye'den teşa''ub eder. Şeyh Osmân Efendi de burada defîn-i hâk-i gufrândır.

Hulefâsı:

- Üsküdar'da Vâlide -i Atîk Dergâhı şeyhi Şerafeddîn Efendi. İrtihâli :1312/(1894).

- Beykozlu Şeyh Ahmed Efendi : Selîmiye Dergâhı civârında medfûn ve alâ-rivâyetin Ayazma Câmii'nin binâ emîni olan Beykozlu İshâk Ağa'nın oradaki çesmesi yanında tekkesi vardı, yandı. Şahinkaya Kabristanı’nda medfûndur. Târîh-i irtihâli :1323/(1905).

- Müştâk-zâde Şeyh Ahmed Efendi : Ağa Yokuşu'ndaki dergâhın şeyhi idi. Tercüme-i hâli gelecektir.

Şeyh Hayrullâh Efendi

Mustafa Hulûsî Efendi'den sonra zâviye-i mezkûrede seccâde-nişîn olmuştur. Mahdûmudur. Bir kaç ay icrâ-yı meşîhattan sonra 1299 Zilhicce'sinde (Ekim 1882) irtihâl eyledi. Orada medfûndur.

Şeyh Atâullâh Efendi

Mustafa Hulûsî Efendi'nin dîğer mahdûmudur. 8 Zilhicce 1300 (11 Ekim 1883) târîhinde seccâde-nişin oldu. Lâübâli meşreb idi. Fakat sonra  nedâmet-i külliyeye mazhar olarak yedi sene meşîhatı müteâkib Hicâz'a gidip, ba'de'l-hac 1307/(1889) senesinde Mekke-i Mükerreme'de ârzûsu vechile âzim-i dâr-ı karâr oldu. İrtihâl edeceğini, İstanbul'a avdet etmeyeceğini, rufekâsına burada iken haber vermişti. (Rahmetu'llâhi aleyh)

/67/ Şeyh Muhammed Nidâî Efendi

Şeyh Atâullâh Efendi-zâdedir. 1288/(1871) senesinde dünyâya gelmiş ve tahsîl-i ibtidâîyi mahalle mektebinde ve Soğukçeşme Rüşdiyesi'nde bi'l-ikmâl Ayasofya'da Malatyalı Hoca Rızâ Efendi'nin dersine devâma başlayıp, Molla Câmî'ye ve müsteşâr-ı meşîhat Râşid Efendi'den Tasavvurât'a kadar okuyarak, Araçlı Hacı Kâmil Efendi'den tekmîl-i nüsah etmiş, 1328/(1910)'de icâzet almıştır. Muhammed Paşa Câmi’-i şerîfi imâm ve hatîbi Köle Hâfız Efendi'den, 1303/(1886)'te hıfz-ı Kur'ân'a mazhar olduğu gibi ceddinin halîfesi Beykozlu Ahmed Efendi'den üç senede hilâfet alıp, 1310 senesi Muharreminde (Temmuz 1892) pederinin makâmına geçmiştir.

Hânkâh-ı Sünbül'de Kutbeddîn Efendi merhûmun irtihâline değin yedi sene hitâbet vekâletinde bulunup teberrüken Sünbülî tâcı giymiştir.

Musikîye intisâbları olup, Yeniköylü Hasan ve Dîvân-hâne mümeyyizlerinden Behlül ve Kocamustafa zâkirbaşısı Hâfız Abdi Efendilerden musiki taallüm etmiştir. İyi durak okur, zikir idâre eder, hüsn-i savta mâlik bir zâttır.

Seferberlikte Çanakkale hasta-hâne imâmetinde dört sene kadar hizmet etmiştir.

Mazhar ve Nasûhi isminde iki mahdûmu vardır.

Muhammed Nidâî Efendi kendi hâlinde halûk ve terbiyeli ve mesleğine sâdık ve âşık bir zâttır. Dergâhının yevm-i mahsûsu perşembedir. Sokollu Muhammed Paşa merhûm, meşîhatı te'sîs ettiği zamân câmi'de zikr-i şerîf edilmesini şart koşmuş olmakla vaktiyle bu yolda hareket edilirken bir zamânlar tarîkat-ı aliyye aleyhine husûle gelen feverân sırasında, "Câmi'de zikr-i şerîf bid'attır." diye mutaassıpların gösterdiği mümânaata binâen câmiin mihrâb tarafındaki medrese taâm-hânesi tevhîd-hâneye kalb edilmiş. Elyevm burada icrâ-yı âyîn-i tarîkat edilmekte bulunmuştur.

Ramazânlarda Cuma geceleri, bayramlarda sabâh namâzı ve bayram namâzı arasındaki zamân-ı mübârekte câmi'-i şerîfte Vird-i Settâr okutup, orada elyevm zikru'llâh edilegeldiğini Şeyh Nidâî Efendi nakl ederler. Bu dergâh-ı şerîfte Hz. Mısrî erbaîn çıkarmışlardır. Hücreleri el-ân mevcûddur. Tafsîli Hz. Mısrî'nin tekcüme-i hâli sırasında gelecektir inşâa'llâhu teâla.

Karabaş Velî mahdûmu Mustafa Ma'nevî Efendi burada şeyh olmuştu. Bahsi geçti. (s.19)

Molla Ahmed

Dergâhın bahçesinde mecâzîb-i ilâhiyyeden Yan Molla medfûndur. Mezârtaşında şu târîh vardır:

       Monla Ahmed ya'ni Yan Monla benâm

       Rind idi sûretde mâil zillete

       Ârif-i rûşen-dil idi hâsılı

       Kesreti terk itdi erdi vahdete

       Nûr-ı mahz idi vücûdu cümleten

       Aşkı ile müstağrak oldu rahmete

/68/ Bâ-işâret söyledim târîhini

       Gitdi Yan Molla azîzim cennete

       (كتدى يان منلا عزيزم جنته ) = 1208/1793-94

Nidâî Efendi'nin ecdâdı bu dergâhta müteselsilen icrâ-yı meşîhat etmişlerdir. Mezâristanda medfûndurlar. Sırasıyla yazıyorum:

- Mustafa Hulûsî Efendi'nin pederi Şeyh Hüseyin Efendi. Vefâtı 10 Muharrem 1236/(18 Ekim 1820).

- Şeyh Hüseyin Efendi'nin pederi Şeyh es-Seyyid Veliyyüddîn Efendi.

       Bir nidâ çıkdı mücevher didi Hâtem târihin

       Şeyh Veliyyüddîn'e firdevs oldu gül-zâr-ı bakâ

                                   (شيخ ولى الدينه فردوس اولدى كلزار بقا) = 1179 – 3 = 1176/(1762)

- Şeyh İbrâhîm Efendi. Veliyyüddîn Efendi'nin babasıdır.

 

       Seyyid İbrâhîm Efendi rahmetu'llâhi aleyh

       Gelmemişdir dehre misli ol şeyh-i kâmilin*

       Hamdiyâ geldi didi târîh-i fevtin kudsiyân

       Ola cennet Seyyid İbrâhîm Efendi menzilin

                                   (اوله جنت سيد ابراهيم افندى منزلك) = 1133/(1721)[49]

- Şeyh Seyyid Hüseyin Efendi: Şeyh Veliyyüddîn Efendi-zâdedir. Hulefâdandır. 1176/(1762).

- Şeyh Seyyid Muhammed Saîd Efendi. Şeyh Veliyyüddîn Efendi-zâdedir. Hulefâdandır. 1186/(1772)

- Şeyh İbrâhîm Efendi. Şeyh Veliyyüddîn Efendi hafîdidir. Hulefâdandır. 1206/(1792)

Şeyh Abdülkerîm Efendi

İştipli olup, pederinin ismi Hüsâmeddîn'dir. Müşârünileyh, "Abdülkerîm Kurt Efendi" diye meşhûrdur. Ricâl-i Hamzaviyye'den Şeyh Muhammed b. Ömer Efendi'den ahz-ı tarîkat eyledi. Şeyhü'l-harem olup, avdetinde şeyhi yerine Muhammed Paşa Dergâhı'na seccâde-nişîn oldu. İlm-i cifirde ve sâir ulûmda mâhir idi. Kabr-i münîfleri buradadır.

       Hâtif-i kudsî didi târîh-i sâl-i rıhletin

       Ola ona menzil makâm-ı Âsıfâ

                                   (اوله اكا منزل مقام آصفا) = 1016/(1607-08)[50]

 

Vefeyât-ı Ayvansarâyî'de 1015/(1606-07)'tir. Mezârtaşında  1016'dır.

Bu güfte müşârünileyhindir:

       Kıl tecellî al beni benden sana

       Çünkü olduñ bu diliñ mihmânı sen

       Derdliniñ her derdine senden devâ

       İştibî'nin derdiniñ dermânı sen

Osmânlı Müellifleri'nde, "Nûreddîn-zâde'den müstahlef." deniliyor. Doğrudur. Çünkü o zamân Hamzavîler berâ-yı tesettür müşârünileyhe ilticâ ve intisâb eylemişlerdir.

Risâletü'l-Hüdâ Li-üli'l-ihtidâ, Devrân-ı Sûfiyye'nin halline dâir risâle cümle-i âsârındandır. (Kadessa'llâhu sırrahu)

Kâtip Çelebi Fezleke'sinde müşârünileyhin tercüme-i hâlinden bahs olunduğu sırada der ki:

"Ol esnâda hâtır-ı safâ-meyyâli seyâhate mâil olup, arz-ı Yemen ü Hicâz'a dâhil ve kibâr-ı meşâyıhtan Yûsuf-ı Kürdî hizmetine vâsıl olmuştu. Ba'dehû diyâr-ı Rûm'a hicret ve sılasında ikâmet eyleyip, el-hâletü hâzihî tarîkat-ı Melâmiyye işâatına âğâz ve câm-ı melâmdan işrâb-ı rahîk-ı zâr etmişti. Ba'dehû Sofya'da seccâde-nişîn olan Kurd Efendi hizmetine vâsıl ve nazar-ı iksîr-eseri ile mürşid-i kâmil olup....." (Hacı Bayram-ı Velî Risâlesi'nden. S. 13.)

/69/ Şeyh Müştâk Efendi

Ahıskalıdır. Kastamonu'da Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî âsitânesine giderek oradaki Çelebi Efendi'den ahz-ı feyz ile İstanbul'a gelip, Ağayokuşu'nda kâin Altuncu-zâde Zâviyesi'ni kasr-ı yed tarîkıyla 1230/(1815) târîhinde alıp, burada icrâ-yı meşîhat etmiştir. İrtihâli 1256/(1840) senesindedir. Yirmialtı sene icrâ-yı meşîhat ettiği anlaşılır.

Mezârtaşından:

                   "Hüve'l-Bâkî

       Beni kıl mağfiret ey Rabb-i Yezdân

       Bi-hakk-ı arş-ı a'zam nûr-ı Kur'ân

       Gelüp kabrim ziyâret iden ihvân

       İdeler rûhuma fâtiha ihsân

Tarîk-ı Şa'bânî meşâyıhından Müştâk Efendi hazretlerinin kabridir. 1256/(1840) "           

 

Dergâh ahîren yanmış ve kabri elyevm Semâ'-hâne olarak inşâ olunan mahallin altında kalmıştır. Semâ'-hânenin bir köşesine sandûka konulmuştur. Fakîr, harîk-zede mezârtaşı parçalarını semâ'-hânenin altındaki bodrumda buldum. Bin müşkilâtla kitâbesini yazdım.

Şeyh Cemâl Efendi

Müştâk-zâdedir. Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi merhûmun hulefâsındandır. Pederinin irtihâlinde küçük idi. Sinni kemâle gelince seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. Her nasılsa mesleğinin hilâfı ıskâtçılığa meyl edip, hattâ karantina-hâneye giderek nerede cenâze olduğu haberini almağa intizâr, hayâtı kadar zâtını beyne'n-nâs ıskât eylemiştir. İrtihâli 1314 senesi Recebinin üçüne (8 Aralık 1896) müsâdiftir. Pederinin yanında medfûndur.

Mezârtaşında:

"Tarîkat-ı aliyye-yi Şa'bânîyye meşâyıhından Müştâk Efendi Dergâhı post-nişîni iken 'irciî' emrine lebbeyk-zen-i icâbet olarak irtihâl-i dâr-ı bakâ eden merhûm ve mağfûr el-muhtâc ilâ rahmeti Rabbihi'l-Gafûr eş-Şeyh Müştâk-zâde Cemâl Efendi rûhuna el-fâtiha. 3 Receb 1314/(8 Aralık 1896)."

Şeyh Ahmed Efendi

Sokollu Mehmed Paşa (Dergâhı) şeyhi Mustafa Hulûsî Efendi'den müstahleftir. Ba'de-baîdin Ahmed Efendi, Kâdirî-hâne şeyhi Meclis-i Meşâyıh reisi Ahmed Efendi tarafından iclâs edilmiştir. Kerâmeddîn Efendi, "O cem'iyyette bulundum. Hz. Uşşâkî şeyhi Cemâleddîn Efendi de orada idi. Bir tuhaf vak'a geçti." buyurdular.

1314/(1896-97) senesinde seccâde-nişîn oldular. Meclis-i Meşâyıh a'zâlığı vardır. Halîm, selîm, kendi hâlinde bir zât idi. Devrân idâre etmekte pek müteferrid idi. Yirmibir sene icrâ-yı meşîhatla 1335/(1917) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Vasiyyeti mûcibince Hz. Merkez'de Üçler Kabristan'ına defn olundu.

Uzunca sakallı, altmış yaşlarında, melîhü'l-vech bir zât idi.

Zamânında dergâhın yeniden inşâsına muvaffak olmuştu. Eski tevhîd-hânenin yeri bahçe hâline gelmiştir. Yeni tevhîd-hâne sokak cihetine yapılmış, kabirler ise bu derûnda kalmıştır.

/70/ Sarhoş Balî Efendi burada medfûndur. Cild-i sâlis'te bahsi geçti.

Şeyh Muhammed Müştâk Efendi

Müştâk-zâde Cemâl Efendi'nin oğludur. Elyevm buranın şeyhidir. Hilâfeti birâderi Ahmed Efendi'dendir. Meşîhat esâsen, pederinin irtihâlinde Ahmed Efendi ile müştereken uhdelerine tevcîh olunmuştu. Müsinn bir zâttır.

19 Recep 1343 - 13 Şubat 1341/(1925) Perşembe günü füc'eten irtihâl-i dâr-ı bakâ edip, Edirnekapısı hâricindeki makbereye defn edilmiştir. Son zamânlarda dûçâr-ı fart-ı zarûret olmuş idi. Evkâf idâresinde ta'kîb eylediği bir işten münkesirü'l-hâl olarak şiddet-i teessürle terk-i hayât-ı müsteâr eylemiş olduğu haber alınmıştır. Cenâb-ı Hak mekânını cennet eylesin. Âmin. (Rahmetu'llâhi aleyh)

Şeyh Abdurraûf Efendi

"Gözlüklü Şeyh" diye meşhûrdur. Kadınlara va'z ederdi. Fünûn-ı cedîdeden ve edebiyyattan da hisse-dâr-ı feyz olduğundan kudret-i ilmiyyesini ızhâra talâkat-ı lisâniyyesi de yardım ettiğinden şöhreti müzdâd olmuş idi. Ahmed Efendi kendisine hilâfet vermiştir. Cem'iyyetinde bulunmuş idi. Bî-çâre verem idi; kurtulmadı gitdi. 1327/(1909). Üsküdar'da Karacaahmed’de medfûndur. (Rahmetu'llâhi aleyh)

Şeyh Hasan Efendi

Nakşıbendî tarîkındandır. Müştâk Efendi'den mukaddem bu zâviyenin şeyhi idi.  Meşîhatı ona kasr-ı yed etmiş idi. Dergâhın karşısında set üzerinde medfûndur. Belki an-karîb yola kalbi münâsebetiyle kabrinin dergâh hazîresine nakli mümkündür.

Mezârtaşında şöyle yazılıdır:

"Tarîkat-ı aliyye-yi Nakşıbendiyyeden ârif-i bi'llâh, mürşid-i dil-âgâh el-Hâc eş-Şeyh Hasan Efendi rûhuna el-fâtiha. Sene 1230/(1815)."

Şeyh Semerci İbrâhîm Efendi

Geredeli olup, semercilik ederdi. Çerkeş şeyhi Mustafa Efendi hazretlerinden mahzar-ı feyz olup, neşr-i tarîkata me’mûren İstanbul'a gelmiştir. Zeyrek'te Kilise Câmii ittisâlinde Akşemseddîn Zâviyesi'nde seccâde-nişîn-i irşâd olup, 1247/(1831-32) senesinde irtihâl eylemiş ve zâviye bahçesinde defn olunmuştur. Kaviyyü’l-hâl bir sâhib-i kemâl idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Vefeyât-nâme'sinde Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî diyor ki:

"Şeyh İbrâhîm Efendi, kaviyyü'l-hâl olup, Geredelidir, bu nutuk kendilerinindir:

       Dervîş dilinde söyleyen kim idüğin bilir misin

       Ya kulağında diñleyen kim idüğin bilir misin

       Sıfâtında zâtında gören mülkünde hükmünü süren

       Ârif gözünde gözleyen kim idüğin bilir misin

       Yerde yüzün yol eyleyen yokluğu kabûl eyleyen

       İbrâhîm'i kul eyleyen kim idüğin bilir misin"


İBRÂHÎMİYYE-Yİ ŞA'BÂNİYYE

Şeyh Hacı Ali Efendi

Mustafa el-Çerkeşî hazretlerinin halîfesidir. Beypazarlıdır. Mahsûl-i harâsetiyle taayyüş edip, tahsîl-i ilimde bulundu. Ba'dehû cezebât-ı aşk-ı ilâhî ile Mustafa el-Çerkeşî hazretlerine vâsıl olup, senelerce onun dâire-i irşâdına girdi, nâil-i hilâfet oldu. Şeyhi âzim-i dâr-ı bakâ olurken Hacı Ali Efendi'ye, "Biz terk-i âlem-i nâsût, azm-i âlem-i lâhut etmek üzereyiz. Vatan-ı aslîniz olan Beypazarı'na azîmet ile müterakkıb-ı zuhûrât-ı ilâhiyye olunuz. Nerede seccâde-nişîn olmanıza dâir ne vechile işâret-i aliyye zuhûr ederse, ona tâbi' olunuz." diye vasiyyet ettiler.

Azîzinin irtihâlinde ber-mûcib-i emr Beypazarı'na avdetle 1227/(1812), târîhinde hacca gitmek niyetiyle bi-hasebi'z-zuhûrât İstanbul'a gelerek Atpazarı Tekkesi'nde müsâferet eylemiştir. Azîzi kendisine, "Tâbi'-i zuhûrât ol." diye emir buyurmuştu. O da bu emre tevfîk hareket ediyordu. Bu esnâda Dâvûd Paşa Câmi'-i şerîfi semtinde ricâl-i tarîkat-ı Nakşiyye'den Beşikci-zâde Süleymân Efendi[51] terk-i libâs-ı nâsût etmekle seccâde-nişîn-i irşâd olduğunu dergâh-ı feyz-penâhın meşîhatı münhâl kaldığından o vakit Şeyhü'l-islâm olan Dürrî-zâde Seyyid Abdullâh Efendi, Ali Efendi'nin haberi olmaksızın meşîhat-ı mezkûreye bâ-berât-ı Sultânî Ali Efendi'yi ta'yîn ettirmiştir. O da burada âşıkân ve sâdıkânı terbiyeye hasr-ı evkât ederek 1234/(1819) senesinde âzim-i gül-şen-sarâ-yı  cinân oldu.

Gonca-i ilm ü irfânları olan Kuşadalı eş-Şeyh es-Seyyid İbrâhîm Efendi hazretlerini terbiye-i sâlikîne me’mûr edip, ona hilâfet verdi. Türbe-i şerîfelerini ziyâret ettim. Mezârtaşında:

"قال رسول الله صلى الله عليه وسلم : المؤمنون لايموتون، بل ينقلبون من دار الفناء إلى دار البقاء. [52]"

Kutbu'l-ârifîn Beypazarî eş-Şeyh Ali Efendi hazretlerinin rûh-ı pür-fütuhlarıçün el-Fâtiha. 1234/(1819)"   yazılıdır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Kuşadalı es-Seyyid eş-Şeyh İbrâhîm Efendi b. Mustafa Efendi

Kuşadası'nın Çınar karyesinde 1188/(1774) senesinde bezm-i şuhûda zînet-fezâ olup, zamân-ı tahsîlleri hulûl edince Denizli kasabasına bi'l-azîme meşâhîr-i ulemâdan Mûsâ Efendi'den tahsîl-i ilm eylemiştir. Ba'dehû Dersaâdet'i teşrîf buyurarak Velî Hâce Emîn Efendi'den durûs-ı âliye görüp, Fâtih civârında tramvay merkezinde elyevm Millet Kütüphânesi ittihaz olunan Şeyhü'l-islâm Feyzullâh Efendi merhûmun "Feyziyye" nâm medresesinde sağ tarafta köşedeki odada ikâmetle evkâtını ibâdete hasr eylemiştir. Fakat fıtrat-ı zâtiyyesinde mevdû' olan envâr-ı ilm ü irfân te'sîriyle mütâlaa-güzâr-ı hakâyık-ı tefsîr u hadîs iken bir âyet-i kerîmenin ma'nâ-yı ma'nevîsinde dûçâr-ı ukde-i müşkilât olup, mukaddemen şürekâsından Bolu Dergâhı şeyhi Hacı Mustafa Efendi o esnâda İstanbul'a gelerek müşârünileyhin hâl-i istiğrâkını görünce, "O sırada Atpazarı Tekkesi'nde misâfir bulunan Beypazarlı Ali Efendi'ye /72/ gidelim; senin müşkilini o  halleder." diye, İbrâhîm Efendi'yi azîz-i müşârünileyhe götürmüş idi.

Ali Efendi, İbrâhîm Efendi'de kâbiliyyeti görüp, onu dâire-i esrâr-ı ricâle idhâl için bezl-i himmet eylemiştir. Esnâ-yı sohbette müşkili olan âyet-i kerîmeyi okuyuvermiş, te'vîl ve tefsîrine girişerek, "Zâhir ma'nâsı bu, bâtın ma'nâsı budur." diye İbrâhîm Efeni'ye keşf-i maânî-i kelâm-ı Rabbânî eylemiştir.

Ali Efendi ümmî sâf-dil idi. Bu misillü esrâr-ı ilâhiyye ve envâr-ı nâ-mütenâhiyyenin kendisinden sudûruna karşı İbrâhîm Efendi hall-i müşkilât ve def'-i harâret-i dil edince, Hz. Şeyh'e meftûn olup, derhâl intisâb neş'esi zâhir olmuştur. Dört sene Beşikçi-zâde  Dergâhı'nda - ki bu dergâh elyevm mevcûddur - halvet-güzîn olarak kemâl-i hulûs ile sa'y u mücâhedede bulundular.  Emellerine de muvaffakiyet yüz göstermeye başladı.

Bir gün şeyhinin tenâvül buyurduğu taâmın bakıyyesini yemek için emir telakkî ettikte İbrâhîm Efendi, "Azîzim! Siz yerken benim karnım doydu." demiş. Ertesi gün de İbrâhîm Efendi yerken azîzinde şeb' husûle geldiğinden Şeyh hazretleri, "Evlâdım! Artık vücûdlar birleşti. Bendeki hâl, sende arz-ı cemâl eyledi. Burada durmayıp, Mısır'a gitmeniz, orada neşr-i feyz etmeniz münâsib olur." diye istihlâf ile, irşâd-ı ibâda me’mûr buyurmakla derhâl Kâhire'ye azîmetle Gülşenî Dergâh-ı şerîfinde müsâfireten mukîm olmuş iken, azîzin fıtrat-ı zâtiyyesinde mevdû' vedîa-i Rabbânî'yi derk ve fehmden âciz bulunan kûteh-nazarânın teşvîkiyle Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa tarafından Dersaâdet'e avdeti ricâ olunmakla, azîz hazretleri bir sefîneye râkiben 1235/(1820) senesinde İstanbul'a müteveccih olmuşlardır.

            İstanbul'a vusûlünde azîzinin irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediğine muttali' olunca pek müteessir olarak yine doğruca Feyziyye Medresesi'ne giderek meşgûl bi-zikri'llâh oldular.

İstanbul'a avdetlerinin şuyûu hasebiyle herkes ziyâretine şitâbân oluyordu. Bu sırada Usturacı Halîl Efendi inşâ-kerdesi olan ve Aksaray'da Sinekli Bakkal'da sokak içinde bulunan dergâhın anahtarı bânî-i mûmâileyh tarafından Hz. Azîz'e takdîm ve burayı teşrîfleri ahibbâ ve yârân tarafından ricâ olunmakla 1235/(1820) senesinde burayı teşrîf buyurmuşlardır. Burada oniki sene kadar nice teşnegân-ı ma'rifeti dil-şâd eylediler. Harîk-ı kebîrde yanmıştır.

Şeyh Necîb Efendi-zâde Şeyh Fahri Efendi nakl eyledi :

Kuşadalı, dergâhta ba'zı zevât ile otururken harîk yaklaşmaya başlamış, azîze hitâben: "Efendim! Köşe başındaki ev tutuştu." demişler. Sohbetine devâm eylemiş, bir müddet sonra, "Efendim! İttisâlimiz yanıyor." demişler, yine aldırmamışlar. "Efendim! Dergâh tutuştu." dediklerinde, "Öyleyse /73/ çıkalım." deyip, çıkmışlar. Yanınca, "El-hamdü li'llâh merâsimden kurtulduk." buyurmuşlardır. Esâsen mesleklerinde merâsim olmadığından istidlâl olunduğuna göre, ziyâretlerine gelenlerden pek hoşnut olmamaları i'tibârıyla böyle söylemişlerdir.

Bu dergâhın yerine yeniden binâ yapılmasına müsâadeleri istirhâm olunmuş iken, müsâade buyurmamışlar. Sebebi suâl olundukta, "Bizim nâmımızda bi'l-âhare biri zuhûr edip burayı o ihyâ edecektir. Onun için muvâfakat etmedim." diye keşf-i istikbâl buyurmuşlardır. Fi'l-hakîka Şam'dan tarîk-ı Halvetî-i Bekrî Şa'bânî meşâyıhından İbrâhîm Efendi isminde bir zât gelip, bu dergâhı tecdîden binâ eylemiştir ki, elyevm ma'mûrdur. İbrâhîm Efendi burada medfûndur.

Bir zamânlar, ihvân-ı tarîkat toplandık. Cuma geceleri burada icrâ-yı âyîn-i zikru'llâh etmeye karâr verdik. Öyle cem'iyyet olundu ki, hâlâ onun zevki hâtıra-pîrâdır.

Kuşadalı hazretleri dergâh yanınca, Koska'da bir hâne istîcâr edip, bir sene ikâmetten sonra Çarşamba Pazarı'nda kâin hâne-i âlîlerini mübâyaa buyurarak melce-i uşşâk olmuş idi. Burada te'sîr-i enfâs-ı âteş-engîziyle âhenîn dilleri mum ve cûyende-i râh-ı fenâ ve dil-beste-i semt-i bakâ olanlara ref'-i perde-i şükûk u vühûm eylerdi

1259/(1843) senesinde îfâ-yı hacc-ı şerîf emeliyle Mekke-i Mükerreme'ye ve oradan Medîne-i Münevvere'ye gidip, avdetinde Şam'a geldiler. Kanavât Mahallesi'nde ikâmet ve bir müddet burada ihtiyâr-ı mücâveret buyurdular.

Hicâz'a azîmetlerinde sermâye-i feyz-i nazar-ı iksîr-eserleriyle vâsıl-ı cevher-i kemâl olan emîn-i esrâr-ı tarîkat ve rehnümâ-yı râh-ı hakîkat ser-menzil-i hilâfet Unkapanî merhûm el-Hac Tevfîk Efendi'ye Der-aliyye'de fukarâ ve dervîşânın rü'yâlarını ta'bîre ve tesellî ve terbiye teslîklerine bâ-tahrîrât me’mûr ve me'zûn buyurdular. Kendileri bir müddet Şam'da imrâr-ı vakt ederek sinn-i şerîfleri yetmişaltıya resîde oldukta tekrâr cânib-i Hicâz'a azîmetle avdette Râbığ nâm merhâleye vusûlünde terk-i hil'at-ı nâsût eyleyip, mahall-i mezkûrda defîn-i hâk-i gufrândır. Urbân, müşârünileyhin uluvv-ı kadr u kemâlâtını takdîr eylediklerinden kabirlerinin etrâfını parmaklıkla çevirip, ziyâret-gâh ittihâz eylemiştir. “Hâzâ murâbıt.” diye hürmet ve ziyâret ederler. Kâfilemiz uzağından geçtiği sırada haber-dâr olmuş idik. Teveccühle ziyâret şerefine mazhar oldum, el-hamdü li'llâhi hamden kesîrâ.

Ba'zı zevât, azîzin sinn-i şerîflerini yetmişdört diye kaydetmişlerse de bu hesâb 1262/(1846) târîhine göredir.

/74/ "Müşârünileyh Kuşadalı hazretleriyle dîğer zevâtın koleradan vefât eyledikleri, Sayda müşîri Kâmil Paşa tarafından 15 Safer 1263/(12 Şubat 1846) târîhli tahrîrât ile Meclis-i vâlâ  riyâsetine iş'âr kılınmıştır. Şu hâlde hazretin irtihâli 1262/(1846) senesidir. "[53]

Bir eserde müşârünileyh hakkında:

"Şerâif-i ilm ü irfânda fâiku'l-akrân ve dil-beste-i vâm-gâh-ı alâyıktan berî, hânefiyyü'l-mezheb Cemâleddîn el-Halvetî-meşreb, asrının Sultân Sünbül Sinân muhakkıkı, Pîr-i dest-gîr-i tarîkat Şa'bân-ı kuddise sırrûhûnun sânîsi, ser-halka-i erbâb-ı terk ü tecrîd ve sâkî-i hum-hâne-i tevhîd idi." denilmiştir.

Hakk-ı âlîlerinde birçok şey yazmak istiyorum. Nereden başlayayım, diye makâm-ı hayrette kalıyorum. Kemâlât-ı aliyyelerini tedkîk ve meslek-i âlîlerini tahkîk vâdisinde hayli tetebbuât-ı fakîrânem olduğu hâlde heybet-i saltanat-ı irfâniyyeleri karşısında fikrim perîşânlığa, kalemim acze teveccüh ediyor.

Müşârünileyhin eseri yoktur. Te'lîf-i âsâra rağbet buyurmamışlar. Kulûb-ı uşşâktaki esrârı te'lîfe gayret-zen olmuşlardır. Mektûbât-ı aliyyeleri birer hazîne-i irfândır; tamâmen hakâyıkı câmi'dir. Selîka-i beyâniyyeleri güzeldir. Eazz-ı ihvânım Nazmî Efendi, mektûbât-ı aliyyelerini cem'a muvaffak olmuş ve âcizleri de onu istinsâh eylmemiş idim. Elli-altmış kadar vardır, daha da zuhûr etmektedir. Zübdetü'l-hakâık ve kenzü'd-dakâıktır. Bir mektûbunu  numûne olarak yazıyorum:

"Fazîletli, inâyetli ve mezîd muhabbetli oğlum es-Seyyid Muhammed Şevki Efendi Hazretleri!

es-Selâmu aleykum ve alâ men zîde nakâveten bi'r-râbıtati ve'l-ibâdeti hümâ râ mazharu terakkî't-tevfîk ve's-seâde olmaları, bilmeleri daavâtı bi't-tahiyyât ve't-temâm inhâ olunur ki:

İlimden maksûd amel olduğu gibi, irfândan maksûd rızâdır. Maksad-ı rızâ kendisinde zuhûr etmeyen sûrî rızâ üzere olmasını artırmalıdır. (ابكوا فإن لم تبكوا فتباكوا)[54] buyurulmuştur. (أى اظهر البكاء وليس لك بكاء فقس عليه عبادات الباقيات)[55] Bu hâl vara vara sâliki, lâ-edrî ve indî ve ınâdî vâdilerine düşürür.

Hakîkattan dûr eder. Belki irfânını gâibettirir. Medâr-ı şerîat nefse muhâlefettir. Varsa var, yoksa yoktur. İhlâsı irfân ile olur. İhlas da, kemâl-i hakîkata vusûl ile olur.

Bâkî ahvâl ve müşkilât ve râbıtada keyfiyyât gerek var gerek yok olduğunu tahrîr edesiniz. Ona göre tenezzülü def' edecek kelimât ve terakkînize işârât tahrîr olunur. İnşâa'llâhu'r-Rahmân."

Müşârünileyh merâsim-i tarîkata iltîfât etmemiştir. Tâc, hırka, kemere i'tibâr eylememiştir. Kimseye hilâfet vermemiştir. Hilâfet, bir sırr-ı Muhammedîdir. Kime ihsân olunursa onda /75/ âsârı rû-nümâ olunca sırr-ı hilâfetin hâmili odur. Yoksa bir kaç sene bir dergâha müdâvemet etmek, hafta günleri merâsim-i zikirde bulunmakla bir müddet sonra, "Sen artık kesb-i kadem ettin. Sana ilbâs-ı tâc u hırka zamânı geldi. Haydi bakalım!" diyerek cem'iyyet teşkîl ile huzûr-ı halkta sun'-ı beşer olan ser-pûş ve biniş ve kemer ve asâyı teslîm etmekle o kimsenin halîfe addolunmayacağına kâni' olup, öyle bir usûl te'sîs eylediler ki, bu gibi merâsimden tamâmen mücerreddir.

Kendileri yalnız arâkıyye giymişler ve sarık yerine abânî sararlar ve asâ kullanırlar imiş. Sırr-ı hilâfet ve nefes-i nefîs sırr-ı Fâtiha'nın böyle esâsa müsteniden intikâline çok riâyet-kâr olan azîz-i müşârünileyhe ecell-i mürîdânından olan Hammâmî Tevfîk Efendi vâris olabilmiştir. Sırr-ı irşâd, sırr-ı hilâfet, nefes-i nefîs, sırr-ı Fâtiha onlarda zuhûr etmiştir.

 Kuşadalı, irtihâline kadar onlara sâhib iken, irtihâlinden sonra Hammâmî hazretlerinde bu esrârın zuhûr ve tecellîsine ta'lîk-i hâl eylemişti. Hâl-i hayât-ı sûrîlerinde mektûbla bu sırrın müşârünileyhte zuhûr edeceğini işrâb ile ta'bîr ve tesellîye me’mûr buyurmuşlardı. İrşâda me'zûniyyet vermemişlerdi. Çünkü onun nazariyyesi irşâda ancak cânib-i celîl-i Nebevîden emr ü işâret olunca, bu hıdmet-i celîle der-uhde olunabilirdi.

Binde bir, onbinde bir, yüzbinde bir denildiği gibi, hakîkat-bînân bu emr-i mühimmi tasdîkte güçlük çekmezler. Bir mektûblarında,

       Sûfîlik tâc ile abâ oldu

       Hayf kim ma'rifet hebâ oldu

                                          

buyuruyorlar. Meslek-i mahsûslarına bu nazm ile tercümân oluyorlar.

Dergâhlarının harîktan müteessir olmasıyla, "el-Hamdü li'llâh merâsimden kurtulduk." buyurmaları, merâsim-i sûrîden ne kadar mütevahhiş olduklarını gösterir. Sûretten ziyâde sîreti, zâhirden ziyâde hakîkatı meslek-i metîn ittihâz eden müşârünileyhin ictihâdlarına itâat-kâr olan erbâb-ı tarîkat arasında Kuşadalı'nın nesl-i tarîkatı munkatı'dır iddiâsı vardır. Hâlbuki hakîkat öyle değildir. O neş'eye sâhip olmuş erbâb-ı kemâl eksik olmamış ve el-ân zamânımızda mevcûd bulunmuştur. Ne çâre ki, halkımız erbâb-ı kemâli be-heme-hâl tekke şeyhi olmakta ziyy-i meşâyıhı hâmil bulunmakta farz ederler. Çok yanlıştır. İrfân-ı Muhammedî sûret aramaz, sîret arar. Sûreti münkir değilim. Sûret mübtedîler için gönül adıdır. Merâsim-perverân için elzemdir. Dâire-i irfân-ı Muhammedî'ye henüz dâhil, ondaki esrâr-ı zevkıyyeye vâsıl olamayan mübtediyân için her hâlde sûrete i'tibâr mecbûriyyeti âşikâr ise de neş'e-i kâmile-i zevkıyyeye müstağrak ve hakîkat-ı tarîkatla muhakkak olan ma'rifet-perestân için sûrete iltîfât olunmaz. Bu sözlerden âdât u merâsim-i ehlu'llâhı /76/ inkâr şâibesi istidlâl olunmamalıdır. Maksad, hakîkat vâdîsinde serd-i mütâlaadan ibârettir.

Kuşadalı hazretlerinden sonra sırr-ı feyz-i Muhammedî, Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerinde, ondan sonra Mustafa Enverî Efendi hazretlerinde, ondan sonra Ya'kûb Han hazretlerinde, ondan sonra Hacı Kâmil Efendi hazretlerinde, ondan sonra Şeyh Mahmûd Celaleddîn Efendi hazretlerinde şeref-zuhûr ettiği gibi, Kuşadalı mesleğinde yetişen ulemâ ve meşâyıh ve urefâ arasında da neş'e-i tâmmeye mâlik eâzım eksik olmamış ve el-ân zamânımızda dahi mevcûd bulunmuştur. Onu hakkıyla gören dîde-i hak-bîn ister.

                                                           -   -   -

Hz. Şeyh, meslek-i tasavvufîyi "Bilmek, bulmak, olmak." diye ta'yîn ve tavsîf buyururlar imiş ki, ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn mertebelerine işârettir. "İnsân ananın yok olası duâsına mazhar olmalı." buyurmaları da, mahv-ı vücûda ve "lâ-mevcûde illâ hû" sırrına remizdir.

Kütüb-i tasavvufiyyeyi mütâlaaya ve inceden inceye düşünmeğe taraf-dâr değillerdi. Meslekleri kitâb-ı nâtık olan ve hâmil-i esrâr-ı Kur'âniyye bulunan mürşid-i kâmilin zîr-i terbiyesine girip, onun esrâr-ı ahvâlini tetebbuun kâfî olduğu nazariyyesini ortaya sürerlerdi.

Menâkıb-ı celîlesi pek çoktur. Bir gün, neş'e-i tâmme te'sîriyle, "Beni görenler, beni görenleri görenler düdüğü çaldı." buyurmaları, bu hakîkatı mübeyyin olarak hadîs-i şerîf-i Nebevî esrâr-ı maânîsinde mazhar-ı tecellî olduklarına işârettir. Kuşadalı'yı göremedim. Fakat onu gören Hacı Kayyım Efendi'yi gördüm. Duâsını aldım el-hamdü li'llâh. İnşâa'llâh bizler de o dâire-i beşârette bulunanlardan oluruz.

Tütün içerler imiş. Bir gün huzûr-ı ârîfânelerinde tütünün hurmeti mes'elesi mevzû'-ı bahs olununca, "Efendim! İçenlere terki, içmeyenlere içmesi harâmdır." buyurarak büyük bir hakîkat ortaya koymuşlardır. İbtilâ sâhibi olanlar onun terki yüzünden perîşân-hâl olup, huzûrları münselib olacağına ve içmeyenlerin ibtilâsı ise muvâfık olmayacağına işâret buyurmuşlardır.

Vüzerâ vü fuzalâ-yı kirâmdan Cevdet Paşa merhûmdan naklen, urefâ-yı Mevleviyye'den Cevâd Bey Efendi buyurdular ki:

 Cevdet Paşa, talebeliği zamânında Kuşadalı'nın sıytını işitmiş, berâ-yı tecrübe bir kaç mes'ele-i gâmıza hâzırlamış, Kovacılar'daki tekkesine gitmiş. Hz. Şeyh'e mülâkî olduğu sırada o henüz bu mes'eleleri arza vakit bulamadan Kuşadalı sohbet arasında Cevdet Paşa'ya o müşkilleri halledivermiştir. "Bu tesâdüf kabilinden oldu." /77/ diye ikinci def'a aynı sûretle vâki' olan teşebbüsüne Hz. Şeyh aynı sûretle cevâb verince, "Bundaki ilim, ilm-i ledündür." diye teslîm olmuş ve cümle-i nâciye-i mürîdâna dehâlet etmiştir. Cevdet Paşa merhûmun nasîbi neş'e-i tarîkattan ziyâde feyz-i ilimde tecellî eylemiştir.

Şuarâdan ve Kuşadalı'nın mazhar-ı feyzi urefâdan Âlî Efendi, Vâridâtü'l-Velî fî Menâkıbı Kuşadalı diye bir menâkıb-nâme yazmıştır. Şu medhiyye onundur ve pek güzeldir:

       Ey göñül tahtına sultân-ı cihân Kuşadalı

       Âşıkın hâne-i kalbinde nihân Kuşadalı

       Görünür ârife vech-i ehadiyyet senden

       Cân-ı cân cân-ı cihân cân-ı cinân Kuşadalı

       Secde itdim görücek iki kaşıñ mihrâbın

       Bülbül-i sırdan irüp gûşa ezân Kuşadalı

   

       Seyr-i fi'llâha varup kâf-ı fenâ ankâsı

       Çağırır derd ile bâ-savt u zebân Kuşadalı

       Külle yevmin hüve fî şe'n ile ıtlâka varup

       Bulamam senden o vâdîde nişân Kuşadalı

       Zîb-i destârım idüp bâğ-ı bakâ güllerini

       Olmuşum ben dahi bir gül-şen-i cân Kuşadalı

       Kendimi kendine virdim arada yok Âlî

       Cism ü cân kevn ü mekân çeşm ü lisân Kuşadalı

Kuşadalı hazretlerinin meslekleri ziyâdesiyle sohbete nâzır idi. Avrupa'da ilk def'a tahsîle gidenlerden meşhûr Müşîr Nâmık Paşa merhûm dahi ahass-ı mürîdânından idi. Ona yazdığı mektûblar dahi çok mühim hakâyıkı câmi'dir.

Müşârünileyhi huzûr-ı azîze götürmek istedikleri zamân, "Cânım, benim onlarla bir işim yok. Ne yapacağım." diye istinkâf eylediği hâlde, ilk mülâkatta onun dâm-ı saydına düşmüştü. Azîz hazretleri cemâatla namâza kalkacağı sırada Nâmık Paşa'nın ağır durduğunu görünce, "Evlâdım! Çizmenin üstüne mesh ver, namâza dur." diye emr edip, onu bi'l-âhare edâ-yı salâta alıştırıvermiştir.

Nâmık Paşa muâmelât-ı umûmiyyenin bozukluğundan nâşî gûşe-nişîn-i uzlet olmak istediğini Azîz'e arz edince, "Beytü'l-mâlden para sarfıyla Avrupa'da tahsîline ikdâm olunmuş, buna mukâbil devlete hizmet mecbûriyyetindesiniz." diye adem-i muvâfakat eseri göstermiş ve âtîdeki saz hikâyesini yazmıştır.

Şâirin biri bir kahvede asılı sazlar görmüş. Kahveciye sormuş: "Her hafta şâirler gelir, müşâare ederler, saz çalarlar." demiş. "Öyleyse bana bir saz ver, ben de çalayım." demiş. Aldığı sazın kapağını çatlak görünce, "Bunu değiştir". demiş. Dîğer sazı alınca, "Telinin mandalı eksik." demiş. Üçüncü sazı almış; "Onun da teli yok." deyince, kahveci, "Be adam. Şâirler her hafta bu sazları çalıyor. Senin gibi özür bulmuyorlar. Bozuk düzen sen de çal, eğlen, geç git. Mâdâm ki bunları ıslâha kudretin yok bir şey deme." diye tevbîh eylemiştir.

Bu hikâyeden alınacak ibretli noktalar vardır. Erbâb-ı kemâle bırakıyorum.

/78/ Bir gün bir âşıkın biri yine öyle bir kahveye uğramış. Bir saz istemiş, teline dokundukca çıkan sadâ ile ağlamağa başlamış. Kahveci bakmış şaşmış. Sabredemeyerek, "Ayol! Bir elinizle de tellere basınız. Perdeler değişsin, usûlü böyledir." Demesiyle, "Öyle yapanlar aşağı yukarı nağme aramak için yaparlar. Ben tele dokunur dokunmaz ondaki nağmeleri buldum. Sen işine bak." cevâbını vermiş. Bu hikâyede pek büyük nükte vardır. Erbâb-ı irfâna hafî değildir.

Nutuklarından:

              Gâfile kelâm nâfile*

              Kelâm kime sâhib-i müşkile*

                                      *    *   *

              Sâhib-i müşkil olmaya lâzım çok çile

              Yumruk bir işâret yerine geçer gâfile*

                                                          

*    *   *

      

Vech-i yâra dûş olan âlemde seyrân istemez

       Cânını cânâna teslîm eyleyen cân istemez

                  

       Bu müsâfir-hânenin fânîliğin fehm eyleyen

       Hâne-i kalbinde Hak'dan gayri mihmân istemez

       Gerçi zâhir ilminin nef'i de vardır tâlibe

       Lîk esrâra irenler sûri irfân istemez

       Zâhidâ ârif neye kılsa nazar Hak görünür

       Şekki yokdur ârifin âyât u bürhân istemez

       Cennet ummaz tamudan korkmaz (o) Hak âşıkları

       Hak budur erbâb-ı cennât hûr u gılmân istemez

       'İrciî' âvâzı irdi murg-ı cânım sem'ine

       Bî-karâr oldum anınçün derd ü handân istemez

       Mâ-sivâ'llâhdan mücerred oldu İbrâhîm bu gün

       Varını dil-dâra virdi vasl u hicrân istemez

Bu nutukları gerek durak, gerek cumhûr sûretinde bestelenmiş elsine-pîrâ-yı zâkirân bulunmuştur. Edîb-i muhterem İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi meclisinde bu gazel hakkında bahis açıldı. Ba'zı zevât, "Kuşadalı'nın nazmla, şiirle iştigâli yoktu. Bu gazel Üftâde-zâde Kutub İbrâhîm Efendi'nindir." dediler. Evrenos-zâde Sâmî Bey, "Hz. Şeyh'indir." diye iddiâ eyledi. Fakîr dahi, meşâyıhtan bir çok zevâttan, "Kuşadalı'nındır." diye duyduğumu söyledim. Tedkîkât icrâ olundu. Edîb-i müşârünileyh mütereddit bir vaz'iyyette kalarak "Hz. Şeyh'in olmasa gerektir.", buyurdular. Bi'l-âhare /79/ âtîdeki fahriyye elime geçti. Kuşadalı lisânından âharı tarafından söylenmiş olsa gerektir. Bu nutkun müşârünileyh tarafından söylenmemiş olduğuna o meclis-i edebte karâr verildi.  Li-zarûretin âtîde aynen nakl eyliyorum.

       Vâkıf-ı sırr-ı Hudâ'yım vâsılın seyrânıyım

       Âşıkıñ aşkı benim hem ârifiñ irfânıyım

       Siz çekin bu çilleyi  ben gelmezem şimden geru

       Âleme derd olmuşum hem derdimin dermânıyım

       Râh-ı Hakk'a irmeyenler neydüğim bilmez benim

       Aşkla meydâna geldim âşığın kurbânıyım

       Âşıka aynu'l-ayânım sâdıka sırru'l-beyân

       Derde dermân bî-gümân hem derdimin dermânıyım

       Çille vü halvet benimdir kabz u bast-ı bî-gümân

       Kâbız u Bâsıt Hudâ'dır sırrımın Kur'ânıyım

       Gel oğul gir göñlüm içre mü'min-i sâdık iseñ

       Cennetiyim mü'minin hem kâfîriñ zindânıyım

       Mâye-i zât olmuşum âlemlere tûbây-veş

       Cennet-i firdevs-i a'lâ sırrının sultânıyım

       Âb-ı kevser ister iseñ gel lebimden eyle nûş

       Aşk u kevserdir derûnum sâkî-i Sübhâniyim

       Tercümânımdır Alî takrîr ider ahvâlimi

       Kuşadalı Şeyh İbrâhîm pîr-i fâniyim

Dikkatle mütâlaa buyurulunca bu nutkun bir çok yerlerinde ma'nâca, mertebece düşkünlükler vardır. Binâenaleyh azîz-i müşârünileyh böyle sönük ve dökük bir şey söylemez.

Kuşadalı vâris-i kemâlatı Hammâmî Tevfîk Efendi merhûmun pek güzîde neseblerinden Ahmed Şemseddîn Efendi defter-i hâtırâtında, bu nutkun Kuşadalı hazretlerinin olduğu hakkında bir kayıt gördüm. Sonraları hâsıl ettiğim hissiyyâta göre Kuşadalı'nın demekte bir mahzûr yoktur. (اوليا را هست قوت از اله)[56] sözüne i'timâden derim ki, bir velî murâd ederse en hassâs bir şâirin sözünden, şekl-i beyânından daha rengîn ve zengin söz söyleyebilir.

Nasûhî-zâde Seyyid Kerameddîn Efendi, Kuşadalı hazretlerinden mazhar-ı feyz olanlardan zevât-ı âtîyi kayd eylemiştir:

- Hammâmî Tevfîk Efendi, Fâtih Türbe-dârı Ebubekir Efendi, Ahmed Amiş Efendi, Nâşîr Efendi, Şeyh İzzet Efendi, Bursalı Şevki Efendi (Yukarıda yazdığım mektûb sâhibi), Kapânî Hüseyin Efendi, Ali Fethi Efendi, Keçeci Ali Efendi, Hamdi Efendi, Mustafa Efendi, Ahmed Efendi, Ömer Efendi, Reşîd Efendi.

Hammâmî Tevfîk Efendi'den, Mustafa Enverî Efendi, ondan Ya'kûb Hân, ondan Hacı Kâmil Efendi, ondan Şeyh Mahmûd Celaleddîn Efendi.

       Kalbimin zînetisin Kuşadalı

       Başımın devletisin Kuşadalı

       Seni sevmekle saâdet buldum

       Sırrımın hikmetisin Kuşadalı

Kuşadalı hazretlerinin Çarşamba'daki hâneleri mahalli, merhûm ser-asker Ali Sâib Paşa'ının konağı bahçesinde kalıp, oraya ta'zîmen bir mescid binâ olunmuş, ibâdet-gâh olmuştur. Elyevm mahalli mevcuttur.

Hicâz'da irtihâllerinde metrûkâtını vasiyyetleri üzere İstanbul'a getiren Fâtih Nişâncısı Dergâhı şeyhi Hâlim Efendi merhûm olduğunu, Hâlim Efendi'nin hafîdi Şeyh Hâfız Bahreddîn Efendi nakl eylemiştir. Azîz merhûmun arâkiyyesi parçası Hâfız Tahsîn Efendi merhûm yedinde mahfûzdur. Mükerreren yüzümü gözümü sürdüm, öptüm. "Pîrâhen-i Yûsuf gibi, bülbül gülü koklar." misâli kokladım.  (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Bosnalı Muhammed Tevfîk Efendi

“Hammâmî Hazretleri” diye ehl-i tarîk beyninde meşhûr-ı ricâlu'llâhtandır. "Hammâmî"  diye şöhreti Fâtih civârında Zeyrek hamâmının sâhibi olmasından münbaistir. Ba'zan "Unkapânî" de derler ki, o civârda konakları bulunmasındandır. Kudvetü'l-ârifîn, umdetü's-sâlihîn bir zât-ı velâyet-simâttır. An-asıl Bosnalı olup, İstanbul'da Hüsrev Paşa merhûmun kethüdalığında bulunduğu esnâda bir taraftan umûr-ı mevdûasını hüsn-i îfâ etmekle berâber dîğer taraftan tasfiye-i derûn için tarîkat-ı aliyyeye intisâbı mülâhaza ederek turuk-ı aliyyeden sıra ile on şeyhe kadar intisâb etmiştir. Nihâyet onbirinci şeyhi olmak üzere Etyemez Dergâhı'nda post-nişîn olan meşâyıh-ı Sa'diyye'den bir zât-ı âlî-kadrden  ahz-ı feyz ederek hizmette ızhâr-ı sebât ile nukabâdan olmuştur. Bir müddet sonra kendilerinde istiğrak zuhûr ederek yevmî kırkbin “Yâ Kahhâr” çekmeğe başlayıp, daha sonraları eşyâdan "ene'l-Hak"  sadâsı sâmia-res-i ittilâı olmakla, bu hâli Etyemez şeyhine anlatmış ise de, "Bizim tarîkımızda öyle şey yoktur." diye cevâb-ı red almıştır. Fakat dûçâr olduğu düşüncenin taht-ı te'sîrinde zebûn olduğu cihetle bu hâle âgâh olan Hüsrev Paşa merhûmun ihzârı üzerine mürşid-i dil-âgâh Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerine mülâkî olmuştur.

O zamânki paşaların kahyaları pek debdebeli olduğuna binâen Hammâmî hazretleri sâir tekkelere gittiği zamân sûret-i müdebdebede gidip, mazhar-ı ihtirâmât olageldiği hâlde, İbrâhîm Efendi hazretlerinin nezd-i âlîlerine de bu sûretle gittiğinden mazhar-ı hüsn-i kabûl olamayıp, me'yûsen avdet etmiştir. İkinci def'a iltizâm-ı mahviyyetle gidip, huzûr-ı âlîlerine kabûl buyurulduğu zamân Hz. Şeyh, "Siz dervîşe benziyorsunuz." demesiyle Hammâmî, "Evet, bizim dervîşliğimiz ve hilâfetimiz vardır." diye mâ-cerâyı arz eylemiştir. Bunun üzerine İbrâhîm Efendi, "Ya! Hilâfetiniz de var mı?" buyurmalarına karşı Hammâmî, "Evet efendim." dedikte, 'Sırr-ı hilâfet nedir?" suâline, "İnsân dâimâ tâcıyla bulunmaktır." ve "Tâc ile bulunmanın hikmeti?" istîzâhına karşı,"Dervîşlerin keşfi açılırsa, çıplak görünmesin." cevâbını arzeylemiş ise de, bu sözün kendine te'sîrinden nâşî şiddetli bir bükâ ârız olmakla, İbrâhîm Efendi hazretleri bu hâli temâşa buyurmuşlardır. Ba'dehû Hz. Şeyh'e arz-ı teslîmiyyet eyledikte, "Sizin bu âna kadar sülûkunuzda çalıştığınız şeyler, sülûkunuza mahsûp olup, zâyi’ olmadı." cevâb-ı âlîsiyle dil-şâd buyurmuşlardır.

Etyemez şeyhi bu işten haber-dâr olunca Hammâmî hazretlerine darılmış, Hammâmî hazretleri de aralarının bulunmasını meşâyıh-ı zamânın vesâtatına mürâcaatla, bir aralık Kocamustafa Paşa'da hânkâh-ı Hz. Sünbül'de cümle meşâyıhı da'vet edip, ziyâfet vermiş ve bu ziyâfete Etyemez şeyhi de getirilmiştir. Hânkâh-ı Sünbülî şeyhi Râzı Efendi hazretleri Etyemez şeyhinin tatyîb-i hâtırı /81/ maksadıyla, Etyemez şeyhine hıtâben, "Bu adamın isti'dâdı gelmekle Kuşadalı hazretlerine gitmiş, darılma, kendisini bırak!" demesiyle, "Hayır. Ben ona her şeyi gösterdim; ihtiyâcı yoktur. Râledır."ğı Allah'kkesine gitmiş,zı olmam."  cevâbını vermiş ise de, Şeyh Râzı Efendi hazretleri Etyemez şeyhinin ısrârına rağmen Hammâmî hazretlerine, "Var, sen çalışmaya bak! Allâh feyzini artırsın!" buyurmuşlardır.

Garîbtir ki, Etyemez şeyhi, Hammâmî hazretlerini  dûçâr-ı tezelzül etmek üzere seksen kadar mürîdânını toplayarak ism-i Celîl-i Kahhâr'a devâm eylemişler ve bunun te'sîrâtıyla gece tâife-i cinnî Hammâmî hazretlerinin etrâfına halka-vârî cem' olup, fakat mümkün değil halkadan içeri giremezler. Hammâmî de tâ-be-sabâh ayakta arz-ı nefsânîye karşı İbrâhîm Efendi hazretlerine henüz râbıta etmeyip, fakat salât ü selâmla iştigâl eylemişlerdir. Ertesi gün huzûr-ı azîzde bulundukları sırada, "Muhammed Efendi! Şeyhin seni iyice sıktı. Ama bundan sonra te'sîri olmaz." buyurdular. Fi'l-hakîka hiç te'sîrât husûle gelmemiştir.

Aradan bir zamân murûrundan sonra İbrâhîm Efendi, Hammâmî'yi nezd-i âlîlerine celb ederek, "Şeyhiñe git. Eskiden para, taâmiyye gibi ne avâid varsa onu  ber-sâbık götür. O seni hem sever, hem de sende hakkı vardır." diye emir buyurmalarıyla, yine eskisi gibi Etyemez Tekkesi'ne müdâvemet edip, şeyhin vefâtına kadar hizmet etmişlerdir. Şeyhin mahdûmunun hadâset-i sinninden nâşî meşâyıhın intihâbıyla vekâlet edip, bir kaç sene sonra çocuğun sinn-i kemâle resîde olmağla posta iclâs eyledi ve beşyüz kuruş maâş bağlayarak âlem-i inzivâya çekildi. Âhir ömrünü envâ'-i riyâzât u mücâhede ve ibâdetle geçirip, altmışüç yaşlarında "irciî" emr-i celîli, vâsıl-ı gûş-ı cânı olmakla 1283 sene-i hicriyyesinde (1866) nefes-i nâtıkaları a'lâ-yı illiyyîne pervâz eylemiştir. Kabirleri Üsküdar'da İnâdiyye'de Nalçacı Halîl Efendi Dergâh-ı şerîfi hazîresindedir. Üzeri açık olup, demir şebeke içindedir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olmuşlardandır.

Hammâmî hazretleri, Kuşadalı'nın irtihâline kadar dâhil-i dâire-i terbiyetleri olarak kalmış, o sâyede keşfi açılmış vâsıl-ı rütbe-i hakîkat olmuştur. Zâhir hâlde Etyemez Dergâhı'na merbûtiyyeti, bâtınen Kuşadalı'dan ahz-ı feyze hâil olmamıştır. Feyz ü irfânı tamâmen İbrâhîm Efendi hazretlerindendir. Azîzi ile mükâtebâtı vardır. Menâkıb-ı şerîfesi pek çok ve gâyet latîf olup, müşârünileyhi görmek saâdetine mazhar olan zevâtı lehü'l-hamd idrâk eyledim. Hakâyık-âmîz bir çok menkabeleriyle tezyîn-i sâmia-i ma'rifet ettim. Beyne'l-ihvân "Büyük Azîz" nâmıyla yâd olunur. Uluvv-ı ka'b u kemâlâtını ulemâ, urefâ, fuzelâ, meşâyıh umûmiyyetle tasdîk etmiştir. Gâyet zaîf, uzun boylu, sakalı seyrek ve beyâza  karîb ve uzunca, vechen /82/ topluca, elâ gözlü, ince parmaklı, ekser hâlde hilmi ba'zan celâli gâlib idi. Beyâz arâkiyye üzerine abânî sarık sararlar imiş. Yürürken önüne mâil bir hâlde bulunurlar imiş. Hîn-i intikâllerinde altmışüç yaşında idi. İrfân-ı celîl-i ilâhîye mâlik olduklarından meclis-i sohbetlerinde herkes hayret ederler imiş. Mektûbât-ı aliyyeleri pek mühimdir. Ahîren cem' ve telfîk olunmuştur. Her biri birer hazîne-i hikmettir. Birini teberrüken nakl ediyorum:

                                                           العبد رب والرب عبد

                                                           يا ليت شعرى من المكلف

                                                           إن قلت عبد فذاك ميت

                                                           أو قلت رب أنى يكلف[57]

Bu kelâm-ı şerîf Muhyiddîn-i Arabî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerinindir. Ma'nâsı zevkan bilinir hâlâttandır. Mahcûb olanlar bu kelimâtı inkâr ederler ve küfr görürler. Te'vîle muhtâctır. Zîrâ müteşâbihattândır. (باسم الله : وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ)[58] âyet-i kerîmesinde şeref-vârid olduğu gibi, bu ilm-i şerîf vehbîdir. Husûlünde  irâde ve tedebbür fayda etmez. İlhâmât-ı ilâhiyyeye mahsûstur. Yahut kâmilden işitip i'tikâd etmek ile olur. (باسم الله : إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِأُوْلِي الْأَلْبَابِ) ilâ-âhiri'l-âye[59]. Bi-hamdihî teâlâ muhakkıkîn ü kâmilînden istimâımız ve isti'dâdımız hasebiyle  zevkimiz şöyledir ki:

Âlem-i gayb u şehâdet i'tibârı, mahcûba göre gayb, ârife göre şehâdettir. (التوحيد إسقاط الإضافات )[60]  sırrı açılınca kulu Hak, Hakk'ı kul görür.

Mahcûbiyyeti hâlinde olan, tatbîk edeyim deyecek olursa, şaşırır kalır. Mükellef kimdir, diye düşünür. Mükellef kuldur, diyecek olursa, vücûd-ı Hak'tan gayrîyi yok görür.  Zîrâ Sırr-ı tevhîd açılmış olur da, Rabbimiz teâlâ hazretlerinin şerîki ve nazîri olmadığını zevkan bilir. Lâkin hicâb-ı hâli bi'l-külliye üstünden ref' olmadığından Hak teâlâ (celle şânuhû) nice mükellef olabilir, der. Vahdette açılır, kesrette kapanır. Tecellî-i ehadiyyet zuhûrunda taşırır, kesrette şaşırır. Hizmetten kaçınır. Sâlike bu hâlde kalmak berzahtır. Çâresi râbıtaya dikkat ve gayreti artırmaktır. Tâ ki, şirk-i ahfâdan hâlâs-yâb ola inşâa'llâh. Zîrâ müşrikin yeri cehennemdir. (باسم الله : فَذُوقُوا بِمَا نَسِيتُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا)[61]       

Çile zuhûrunda gocunma, tevhîdde kusûrumuzdan gelir. Göreyim sizi, râbıta üzere güzel azîmet eyleyesiniz. Tâ ki, sizinle görüşenler dahi selâmet bula. Ve's-selâmü alâ meni't-tebea'l-hüdâ."

İş bu mektûb-ı şerîfi dikkatle okuyan ihvân-ı kirâmım müşârünileyhin rütbe-i irfânının ne mertebelerde yüksek olduğunu anlarlar. Hammâmî hazretleri çok büyük bir zât idi. Âtîde dîğer terâcim-i ahvâl sırasında yine müşârünileyhten bahs edeceğim ki, o bahislerde de bir kat daha hâli tenvîr eder.

/83/ Kerâmât-ı aliyyeleri hesâbsızdır. Nasûhî-zâde Seyyid Kerâmeddîn Efendi, pederleri merhûm Seyyid Muhyiddîn Efendi'den naklen beyân eyledi ki:

 Pederinin bir kerîmesi dünyâya gelmiş. O gün pederinde li-hikmetin dünyâlık yok idi. Şaşırmış kalmış. Bir takım masârıfın tesviyesine mecbûr idi. Hattâ ebe parası da yok idi. Bu sırada hânkâhın cümle kapısından Hammâmî Efendi girer. Kemâl-i ta'zîm ile Hz. Pîr'i ziyâret eder. Ba'dehû Muhyiddîn Efendi'ye teveccühle Çelebi Efendi hazretleri, "Zannedersem bugün cenâbınıza bir ihtiyâc kapısı açıldı. Sizin ihtiyâcınız, bizim ihtiyâcımızdır. Sizin varlığınız bizim varlığımızdır." tarzında ifâdede bulunarak rub'iyye altınları verir. O para o gün tesviyesine mecbûr olduğu masârıfı tamâmiyle tesviye eyler. Nev-zâda dahi altın takar.

Kendilerine intisâb etmiş bir zât, delikanlılara mübtelâ imiş. Birgün hamâmda bir dellâke yıkanırken gayr-ı meşrû' bir hâlin vukûuna mübâşeret sırasında Hammâmî hazretleri halvetin kapısında zuhûr ile, "Edep Yâ Hû!" diye ihtâr eder; tagayyüb eyler. O zât korkar. Hz. Şeyh'in o hamâmda bulunması ihtimâli olmadığından mütehayyir kalır. Hemen dışarı çıkar; bakar. Azîzden eser yok. Sorar, bilen yok. "Hayâlât imiş." der. İhtirâsât-ı şahsîsinin teskîni için ikinci bir teşebbüste aynı hâl vâki' olur. "Bu da hayâlât." der. Üçüncü teşebbüsünde, "Edeb Yâ Hû, dedik ya!" demesiyle ferâğat eder. Konakta huzûrlarına vardığında nasîhat buyurup, onu o hâlden vazgeçirir.

Aynı hâl dîger bir zâtta daha olmuş. Onda da halvette dîğer kurnada azîz-i müşârünileyh yıkanıyor sûretinde temessül buyurmuş. Üç def'a bu hâl olmuş. Bi'l-âhare huzûruna giren o zâta, "Biz evlâdlarımızı böyle muhâfaza ederiz." diye tâib ve müstağfir olmasını emreder.

Nutuklarından:

       Rızâdır 'lî-maa'llâh' sırrına vâsıl iden[62]

       Rızâdır 'kâbe kavseyn'e Habîbi irgüren[63]

       Halîl'in nârını gül-zâr iden Hakk'ın rızâsıdır

       Rızâdır sâlike her dem saâdet gösteren

       Rızâ çün çâresiz derdin hakîki bir devâsıdır

       Nebîlerin velîlerin rızâ ancak duâsıdır

       Rızâ ile sırât-ı müstakîmi buldular uşşâk

       Rızâdır cümle eşyâda Hudâ'nın nûrunu gören

       Rızâ-yı zâta şâhid oldu Kerbelâ ehli

       Bu yolda cân u başın kıldı fedâ hep evliyâ

       Rızâ içün şehâdet istemişdir hep enbiyâ

       Ezel hükmü olacakdır velîdir hoş gören

       Gören ef'âli tevekkül ider Mevlâsına

       Sıfat bulan gece gündüz koşar rızâsına

       Fenâ-ender-fenâda İrişür bakâsına

       Ebed Tevfîkıyâ ister rızâ-yı Hakk'ı bilen[64]

                                                  *    *    *

       Rabbimi gördüm hûb cemâl içinde

       Anladım misli yok misâl içinde

       İştiyâk kalmadı sînemde asla

       Vuslat gösterdi visâl içinde

/84/                             Gözüme görünmez oldu her şey gayrı

     Aşk yolunda çekdiğim cefâlar  çok

     Ben garîb oldum hep iyâl içinde

     Bulmak için cemâli cemâl içinde

Âtîdeki târîh müşârünileyhin ahass-ı mürîdânından biri tarafından verilmiştir. Teberrüken yazıldı. Parmak hesâbıyla söylenmiştir.

       Feyz-i akdes menba'-ı mir'ât-ı Hak

       Kulların irşâda me’mûr-ı mutlak

       Bu ihsân zâtına virildi bi’z-zât

       Mukallid kaydını eyledi ıtlâk

       Zât-ı şerîfi idi sırr-ı Sübhânî

       Vechinde okunûr seb'u'l-mesânî

       Okurlardı huzûrunda irfânı

       Hâce-i âlem idi zâtı muhakkak

       Sâlikleri feyz alırlar yüzünden

       Nice insân irşâd oldu sözünden

       Ayrılmazlar enbiyânın izinden

       Olanlar insân-ı kâmile mülhak

       Vâris-i kâmil muhtâr idi zâtı

       Geldi bu âleme açdı mir'âtı

       Bakan o mir'âta görürdü zâtı

       Her kim aldıysa bu menzilden zevk

       İsm-i zât-ı pâki Muhammed Tevfîk

       Eğer ister isen olmağa refîk

       Kavlin filin olsun şer'a muvâfık

       İbret al gûşuna  cevher küpe tak

       Ehl-i zikre sormak lâzım suâli

       Zîrâ ehl-i nazar bilmez bu hâli

       Virilmez her şahsa makâm-ı âlî

       Râh-ı muhabbetten eyleme iftirâk

       Muktedâ-yı âlem-i bakâya göçdü

       Elem ü firâkı çok gönül yaktı

       Rıhletine ' fe'rğab'  tam târîh çıkdı

       Tâlibî şu emrin esrârına bak

                                   (فارغب)

Hammâmî hazretlerinin meclis-i sohbetine müdâvim olup, zamânımıza kadar muammer olan zevât-ı kirâmdan çok menkabeler işittim. Onlar dahi, Kuşadalı hazretlerinin eserine tebean kimseye ilbâs-ı tâc u hırka eylememiştir. Fakat sırr-ı hilâfet bi'l-âhare Mustafa Enverî Efendi'de zuhûr ettiğinden ihvân-ı tarîkat müşârünileyhin nûr-ı irfânı etrâfına toplanmıştır.

Tomâr-ı Turuk-ı Halvetiyye müellifi Sâdık Vicdânî Bey yazıyor ki:

“Bir şeyh-i muhteremden dinlediğim dîger bir rivâyete göre Etyemez Dergâhı şeyhi Mustafa Efendi'den, Hammâmî'nin tarîk-ı Sa'dî'den hilâfeti vardır. Mustafa Efendi'nin vefâtından sonra Kuşadalı merhûma intisâb ile berâberce Şam'a gitmiş Kuşadalı'nın irtihâli üzerine İstanbul'a avdetinde müşârünileyhin halîfesi imiş gibi hareket eylemiş.”

Bu yanlıştır. Tafsîlini bâlâda yazdım. O şeyhin rivâyeti Hammâmî hazretlerini Sa'dî halîfesi olduğu hâlde kendisine Kuşadalı halîfesi süsü vermiş gibi bir ma'nâ çıkıyor. Hâşâ sümme hâşâ. Sa'diyye'den hilâfeti var. Esâsen ilk intisâbında Kuşadalı'ya arz etmiş idi. Kuşadalı'ının sinîn-i medîde dâhil-i dâire-i irşâdı oldu. Sonra mektûb-ı meşhûruyla ta'bir ve tesellîye /85/ me’mûr edilmesi ve bi'l-âhare sırr-ı hilâfetin kendilerinde zuhûru muhakkaktır. Râzı Efendi'nin irtihâli Kuşadalı hazretlerinin irtihâlinden dört sene sonra ya'nî 1268/(1852)'de, Sa'dî şeyhi Mustafa Vehbi Efendi'nin vefâtı on sene sonra ya'nî 1274/(1858)'tedir. Hammâmî hazretlerinin Kuşadalı'ya intisâbı azîz-i müşârünileyhin irtihâlinden çok zamân evveldir. Şu hâlde Etyemez şeyhi Mustafa Efendi'nin vefâtından sonra Kuşadalı'ya intisâbı keyfiyyeti târîhen de hilâf-ı hakîkattır.

Kuşadalı mesleğine göre merâsim-i sûriyye-i tarîkatı îfâ ile tâc u hırka giymiş bir zât,  şeyhtir. Fakat kendinde sırr-ı irşâd yok ise, nefes-i nefîse sâhib değilse, mürşid değildir. Her mürşid, şeyhtir. Fakat her şeyh, mürşid değildir. Hammâmî hazretleri Sa'dî şeyhi iken mertebe-i irşâdda değildi. O rütbe-i refîa-i irfâniyyeye mazhariyyet için onun seyr ü sülûkunda boşluklar vardı. İnsân-ı kâmil ü mükemmil olan azîz-i müşârünileyhe hâlini arzederek o tabîb-i rûhânînin te'sîrât-ı hayât-bahşâsıyla tâze cân buldu; cân-ı âlem oldu. Zamânın ulemâsı, fuzelâsı, urefâsı onun şeref-i sohbetine mütelezziz olmağa, ona arz-ı nisbet yüzünden şerefler hissetmeye başladı. Onun nasîbi Kuşadalı'dan idi; nasîbini buldu. Ortaya bir Sa'dî şeyhi sıfatıyla değil, Kuşadalı'nın vâris-i esrârı kuvvetiyle çıktı. Herkese boyun eğdirdi. (Kaddesa’llâhu sırrahû) Ve nefeana'llâhu bi-berekâtihi ve fuyûzâtihi âmin. Bi-hurmeti seyyidi'l-mürselîn)

el-Hâc Şeyh Hâfız Muhammed Şevki Efendi

Kuşadalı hazretlerinin irşâd-ı enâma me'zûn kıldığı erlerdendir. Bursalı olup, Çelebi Sultân Muhammed Câmi'-i şerîfi imâmı idi. Kuşadalı hazretlerinin meftûn-ı hâl u kemâli olup, arz-ı nisbet etmiş ve mazhar-ı kemâl olarak Bursa'da Setbaşı'nda İshâk Şah Mahallesi'ndeki hâneyi dergâh hâline kalb edip, başına erbâb-ı muhabbeti cem' eylemiş idi. Bu dergâh el-ân mevcûd olup, Müftüönü civârındadır. 1268/(1852)'de inşâ olunmuştur. Kuşadalı'nın ona teveccühü ziyâde idi. Çok mektûb yazmıştır. İki mektûbun sûretini buraya nakl ettim. Müşârünileyhin yazısıyla muharrer olarak, Bursa'da görmüştüm.

"Fazîletli, fetânetli ve mezîd muhabbetli oğlum es-Seyyid Muhammed eş-Şevkî Efendi Hazretleri!

Es-selâmü aleyküm ve alâ men yensıtu li'l-kelâm. Hümâ-râ tevfîk ve selâmet ve saâdâta mazhar-ı tâm olmaları, bilmeleri daavâtı rükûn (?) ile'z-zâlimînden îfâkadan hâsıl havf nice göreyim. Muîn'den ayrılma! Tâ ki, iştiyâkın müzdâd ola. Ve dahi îmâ olunan iki kimseye icâzet-nâme irsâl olunmuştur. Şimdilik muktezâsı üzere olup, isti'dâdları kuvvet buldukta mülâkât müyesser olup, râbıtaya şâyeste olurlar inşâa'llâhu teâlâ.

Ba'dehû isti'dâdlarına göre tenbîhât zuhûr eder inşâa'llâhu teâlâ. Onlara ihlâs yolunu ta'rîf edesiz. 

                                                                  3 Cemâziye’l-âhir 1252/(15 Eylül 1836)

                                                           -   -   -

"es-Selâmü aleyküm Muhammed el-Hâfız!

Ve zâdeküm nekâveten bi-deymûmeti'r-râbıtati ve'l-azîmeti fi'l-istikâmi ve ziyâdetihâ hasebe't-tâka, hümâ-râ mazharı't-tedkîk ve't-tevfîk ve's-selâmetü ve's-saâde olmaları, bilmeleri, bulmaları daavâti ba'de't-tahiyyeti'l-vâfiye bi't-tamâm.

İnhâ olunur ki, ef'âl ü sıfâtı gayr-ı mütenâhiyye olduğu için, bunları ince ince mülâhaza hayret ve kabza düşürür. Rabbi zidnî fîke tahayyüren, zâtta hayret ve safâ verir. O da râbıtanı tamâmca hâtırlamakla ve lâubâlîlik zuhûrunda ve her hâlde mübâlât ve kayırmak yüzünden görünmek ile ve cemî'-i harekât ve sekenâtıñı rızâ yoluna mahsûb etmekle olur. Ve kabz u hayret-i bî-safâ hizb-i zikr ile gider. Tevâcüdde isteğini âşikâreye çıkarmak için vecd ü cezbede olanlarla birlikte çalışıveresiz. Râbıtada iken istiğrak zuhûr ederse, dokuz yumruk bir işâret yerine tutmasın. Maâş, ya maâd hizmeti üzere olasız.

Mûsâ Efendi ve Hacı Halîl Efendi ve Nafiz Efendi hazarâtıyla sâirelere selâm ve duâlar. Bunların rü'yâlarını ta'bîr şerefi Efendi'ye havâle olunmuştur. Râbıta ile onların hâllerine göre ne doğarsa ta'bîr edesiz. Tesellîleri zuhûr eder inşâa'llâhu teâlâ.

                                                                                   10 Recep 1255/(19 Eylül 1839)

                                                                                     Kuşadalı İbrâhîm-i Halvetî

                                                           -   -   -

Şevki Efendi hazretleri 1275 senesi Muharrem'inde (Ağustos 1858) irtihâl eylemiştir. Emîr Sultân'a giderken yolun sağındaki mezârlıkta yol üzerinde medfûndur.  Mezârtaşında son beyti:

       Oku târîh-i fevtin yazdı Safvet eşk-i rahmetle

       Hacı Şevki Efendi vâsıl-ı kurb-ı Hudâ oldu

       (حاجى شوقى افندى واصل قرب خدا اولدى)

/86/ Şeyh Mustafa Enverî Efendi

"Şeyh Mustafa Bey" diye meşhûrdur. Hicret-i nebeviyyenin tahmînen 1240/(1824-25) senesinde İstanbul'da zînet-sâz-ı mehd-i şühûd olmuştur. Bidâyeten Büyük Ayasofya civârında sâkin olmuştur. Zamân-ı tahsîlin hulûlünde Ayasofya başimâmı merhûm Hacı Abdi Efendi'den Besmele-keş olup, makâsıd-ı ulûmu tahsîl için şerîki Şevket Efendi merhûm ile Karînâbâdlı Hâce Abdurrahmân Efendi'nin dâhil-i halka-i tedrîsâtı olup, mûmâileyhin irtihâlinde Üsküdar müderrislerinden Kara Hüseyin Efendi'den tekmîl-i nüsah ile icâzet almıştır. Ulûm-ı Arabiyyede yed-i tûlâ sâhibi idi. En çetin ibâreyi en dakîk manâyı suhûletle okur, anlardı. Lisân-ı Arabîdeki kudret-i tahrîriyyesine Harîrî-zâde merhûmun, Fethu'l-Esrâr Şerhu Virdi's-Settâr üzerine Arabiyyü'l-ibâre yazdıkları takrîz-i belîğ şâhid-i âdildir. Teberrüken ve aynen nakl ediyorum:

الحمد لله الذى طهر السنة المؤمنين بالتوحيد والإقرار وزكَى نفوس المنيبين بمداومة الأوراد والأذكار ونور قلوب العشقين بلوايح التجليات والأنوار وشرَح العارفين بموارد الحقايق والأسرار.

والصلاة والسلام على سيدنا محمد الذى أرشد أمته إلى طريق الأخيار وعلى آله وأصحابه الذين بيَنوا المواصلة إلى الله تعالى بالعجز والإفتقار والتابعين الذين نالوا بشرف التابعية درجة الأحرار.

و بعد : فإن الطريق الخلوتية أعظم الطرق الصوفية وأقرب السيرة الأحمدية ورجالهم هم الواصلون إلى الحقيقة بوراثة الولاية المصطفوية المتفقون بالتصفية والتزكية أثر سلوك المحمدية خصوصاً منهم قطب دائرة المحققين واصل الشجرة الواصلين صاحب ورد الستار السيد الشيخ يحيى الشروانى – قدس سره الغفار – كان من أكابر الطريقة الخلوتيه ومنبع السلسلة الشعبانية. لأنه رآى النبى صلى الله عليه وسلم فى عالم المثال قد أمره وعلَمه أن يقرأ هذه الأوراد فى وقت السحر فى كل صباح وهى ورد شريف مقبول بين المشايخ الكرام والعلماء العظام وجامع عقائد أهل السنة وقامع مفاسد أهل البدعة.

وقد شرحه عن مشايخ الطريقة الشعبانية الشيخ محمد كمال الدين المشهور بحريرى زاده - أكرمه الله بالحسنى وزياده - عباراته العربية باللسان التركية وواضح إشاراته الغريبة بالسنة اللدنية ليكون نفعها عامَاً ولقارئها أجراً تاماً. وهذا شرح لطيف وأثر منيف فيحكم أن شارحه من أهل التفتيش والتحقيق لأنه أخرج درر معانيه من البحر العميق وأوضح سرائر المرام ففتح بصائر الأنام. أرشدنا الله إلى حقايق الدين وأوصلنا إلى دقايق اليقين.

كتبه العبد الأحقر مصطفى أنور الخادم الطريقة الشعبانى الساكن فى زاوية نعلجه جى خليل افندى الاسكدارى.[65]

            Mustafa Bey böyle bir takrîz-i Arabî yazacak kadar kudret-i ilmiyye vü irfâniyyeye sâhib olmuştu. /87/ Sinni henüz oniki râddesinde iken ve Defter-hâne ketebesinden pederi, yanına almakla hem buraya devâm, hem tahsîle ikdâm ederdi. Mustafa Bey'in kalemde bir refîkı vardı. Her hafta perşembe günleri gelmediğinden bu hâl Mustafa Bey'in mûcib-i merâkı olmakla, ba'de'l-istîzâh tekkeye gittiğini anlamış ve ricâsı üzerine ertesi hafta refâkatine alarak onu da götürmüştür. Gittikleri tekke Üsküdar'da İnâdiyye ismi mesbûk Nalçacı Halîl Efendi Dergâhı'dır. Bu zât-ı muhterem Yiğitbaşı Ahmed Efendi hazretlerinin halîfesi Vahhâb Ümmî halîfesidir. Tercüme-i hâlinden orada bahs edeceğim inşâa'llâh.

Ol vakit şeyhi pîşvâ-yı ârifîn Reşîd Efendi idi. Onun şeyhi Muhammed Rüşdü Efendi, onun şeyhi Nasûhî hafîdi Şeyh Muhammed Fazlullâh Efendi'dir. (Bkz. s.48) Reşîd Efendi'nin târîh-i irtihâli 1280/(1863-64)'dir. Reşîd Efendi tekkeye gelen Mustafa Bey'in kim olduğunu anladıkta, her hafta getirmesini arkadaşına emr eylemekle ve Mustafa Bey zâten bu yola meyyâl bulunmakla oniki yaşında iken Reşîd Efendi'den feyz almıştır. Bir zamân sonra pederlerinin irtihâli üzerine Ayasofya'daki evi satıp, tekkenin yanında bir hâneye nakl eylemiştir. Alâyık-ı dünyeviyyeden ümîdini kesip, beş vakti tekkede cemâatla edâya başlamıştır. Sabâhları namâzı tekkede ba'de'l-edâ evrâdını okuyup, derse çalışır ve salât-ı zuhru edâdan sonra kıra çıkar, boş durmayıp gezdiği yerde derse çalışır, vakt-i asrın hulûlünde tekkede isbât-ı vücûd edip, salât-ı mağribten sonra akşam evrâdıyla ba'de'l-iştiğâl salât-ı işâyı edâ ile hânesine çekilirdi.

Daha sonraları uzleti ihtiyâr etmekle tekkede bir odada halvet-güzîn olup, bir çok mücâhedât ve riyâzât u ibâdât ile iştigâl eylemiştir. Bunun üzerine şeyhi hilâfet vermiştir.

Bu sırada Kuşadalı hazretlerinin meslek-i âli'l-âl ve tercüme-i hâline muttali' olup, zamânı idrâk edemediği bu veliyy-i zî-şânın hiç olmazsa nâil-i sohbeti olmuş olan Kadıköylü  Çavuşbaşı muâvini Nâşîr Efendi merhûmun sohbetine hayli zamân müdâvemet ederek ondan da hisse-yâb-ı feyz olmuştur. Nâşîr Efendi ulemâ-yı Mısriyye ve meşâyıh-ı Nakşiyye'den Şeyh Mustafa Efendi'den Molla Câmî'ye kadar okumuş, bi-zâtihî onun mazhar-ı feyzi olmuştur. I. cildde ismi geçen Ahmed el-Buhârî hazretlerinin kabrini keşf eden, müşârünileyh Mustafa Efendi ile, bu Nâşîr Efendi'dir. Kuşadalı'ya çok hizmeti vardır.

Yevmen mine'l-eyyâm Hammâmî Tevfîk Efendi, Üsküdar'da ihvânından birinin hânesine misâfir olup, Hz. Nasûhî âsitânesine giderler. Reşîd Efendi de orada imiş. Hammâmî hazretleriyle sohbetten lezzet-yâb olup, hâl-i vecde dûçâr olmuş ve ağlaya ağlaya tekkesine avdet etmiştir. Hammâmî hazretleri bu ülfet üzerine yevm-i mahsûsunda Reşîd Efendi'nin tekkesine gider. Kendilerini /88/ istikbâl eden Mustafa Bey'e, "Evlâdım! Şeyh Efendi yok mu?" dedikte, "Efendim! Bir hastayı okumaya gitti." cevâbını verdikte, Hammâmî hazretleri Mustafa Bey'e hitâben, "Evlâdım! Bizim matlûbumuz sensin." diyerek, ikisi de bir odaya kapanıp, bir sâat kadar sohbet ederler. Mustafa Bey, Hammâmî'nin uluvv-ı ka'bını görünce şeyhinin ma'lûmâtı olmaksızın teslîm olup, bir buçuk sene hafiyyen görüşmüş ise de şâyi' oldukta Reşîd Efendi, Mustafa Bey'i Nalçacı Tekkesi'nde ve hulefâsından Hüsnü Efendi'yi de Yakacık'ta bulunan dîger dergâhında posta oturdup, kendisi gûşe-gîr-i uzlet oldu.

Nasûhî-zâde Seyyid Kerâmeddîn Efendi buyurdular ki:

"Yakacık Dergâhı, esâsen Hz. Pîr Nasûhî-zâde  Abdurrahmân Şemseddîn Efendi'nin uhdesinde iken, vefâtıyla mahlûlünden her nasılsa Reşîd Efendi'ye intikâl etmiş ve Şemseddîn Efendi'nin hukûkuna riâyet edilmemiştir. Dergâh-ı mezkûr, Seyyid Abdurrahmân Şemseddîn Efendi tarafından tâ'mîr ve ihyâ edilmiştir ki, şu manzûme-i âtiye söylenmiştir:

       Resimyâ iste me'mûlün nazar-gâh-ı Hudâ'dır bu

       Nasûhî-zâde şems-i himmetiyle oldu nev-ihyâ "

Hüsnü Efendi'ye gelince : Hizmeti merhûm Reşîd Efendi'yedir. Hilâfeti Nasûhî-zâde Seyyid Muhammed Muhyiddîn Efendi'dendir. Hattâ post cem'iyyetinin icrâsında orada bulundular.

Hüsnü Efendi gibi, Köşeli Muhâfız Mustafa dahi müşârünileyh Muhyiddîn Efendi'den müstahleftir. Bu Mustafa Efendi, Hz. Pîr Nasûhî Hânkâhı'nda çok zamân imâmet ve hitâbet vekâletinde bulunmuştur.

Mustafa Bey, üçbuçuk sene Hammâmî hazretlerine hizmet ve ondan iktisâb-ı feyz ü rif'at eylemiştir. Hammâmî'nin irtihâli üzerine, Mustafa Bey onu Nalçacı Dergâhı hazîresinde ihzâr eylediği kabre defn eylemiştir ki, elyevm ziyâret-gâhtır. Hammâmî hazretlerine intisâbında sinni kırka karîb idi. Hammâmî'nin irtihâlinde kırküç yaşında idi. Hammâmî'nin irtihâlinden sonra Mustafa Bey altı sene kadar muammer olmuştur.

Hammâmî'nin esrârı tamâmen Mustafa Bey'de zuhûr etmekle, cümle ihvân onun başına toplanmıştır. Hammâmî hazretleri de Kuşadalı'nın mesleği gibi kimseye ilbâs-ı tâc u kemer eylememiştir. Arz ettiğim gibi Mustafa Bey'de nefes-i nefîsi şeref-zâhir olmuştur. 1289/(1872) senesine kadar irşâd-ı ibâd ile meşgûl olup, sene-i mezkûre Receb'inin ondokuzuncu ve 10 Eylül 1288/(22 Eylül 1872) târîhine müsâdif Pazar günü dâr-ı cemâle âzim olmuştur. Na'ş-ı münîfleri Nalçacı Halîl Efendi türbesinde defn edilmiştir. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)

Mustafa Enverî Efendi, nâm-ı dîğerle Mustafa Bey hazretleri eâzım-ı sûfiyyedendir. /89/ Uzun boylu, beyâz yüzlü, kara gözlü, uzunca ve siyâh sakallı, tenâsüb-i endâma mâlik bir insân güzeli idi. Fevka'l-âde talâket ve selâset-i kelâma mâlik, nâzik, halûk idi. Lakırdıyı hafif söyler, herkesi meclûb ederdi. Beyâz arâkıyye üzerine ba'zan beyâz, ba'zan yeşil sarık sararlar; dâimâ siyâh cübbe ve sarı mest giyerler idi. Usûl-i münâzara ve mübâhese, kuvvet-i kelâmiyyeye sâhib olup, meclis-i sohbetlerinde erbâb-ı muhabbet lâl olurlardı.

Bu menkûlâtım Hz. Şeyh'in hem-sohbeti olan Şeyh Şuâ' ve Şeyh Mahmûd Celâleddîn Efendi'lerdendir.

Âsârı:

Üçü bir yerde tab'edilen, Tercüme-i Usûl-i Aşere ve Tercüme-i Kelimât-ı Kümeyl b. Ziyâd ve Tercüme-i Babu'ş-Şuyûh min Fütûhâti'l-Mekkiyye risâleleriyle, gayr-ı matbû' Mecmûa-i İlâhîyyât.

Şu muhammes-i ârîfâne kendilerinindir.

       İştiyâkı böyle mehcûr olmayınca bilmedim

       Kadr-i vasl-ı yârı ben dûr olmayınca bilmedim

       Neş'e-i dîdârı mestûr olmayınca bilmedim

       Câm-ı aşkı sâf billûr olmayınca bilmedim

       Zevk-ı Hakk'ı zikr-i mezkûr olmayınca bilmedim

       Kays'ı hayrân Leyli'yi giryân iden aşk âteşi

       Güllerin bağrın yakıp elvân iden aşk âteşi

       Bülbülü ol nâr ile sûzân iden aşk âteşi

       Mahv idüp pervâneyi büryân iden aşk âteşi

       Cezbe-i zikr ile tennûr olmayınca bilmedim

       Ceyş-i nefse gâlib ü mansûr-ı Yezdân olmayı

       Tâc-ı fakr ile ser-efrâz-ı cihân-bân olmayı

       Mülk-i tende hükm ider bir özge sultân olmayı

       Şehr-i dilde câlis-i taht-ı Süleymân olmayı

       Yok olup bu darlığım mûr olmayınca bilmedim

       Tâlib-i dîdâr olup durdum der-i dîvânda

       Feyz-i Mevlâ vâsıl oldu mecma'-ı irfânda

       Sendedir gâfil ararsan sen seni yabanda

       Aradım envâr-ı lâhûtu dil ü vicdânda

       Kayd-ı nâsût aradan dûr olmayınca bilmedim

       Bâyezîd'in cezbesinde 'celle şânî'  remzini

       Zât-ı Ahmed'den tecellî 'men raânî' remzini[66]

       'İz rameyte' nassı pâkinde maânî remzini

       Ru'yet-i dîdâr-ı Hak'dan 'len terânî'  remzini[67]

       Cism-i zârım aşkile Tûr olmayınca bilmedim

       Sa'y ü gayret eyleyüp anla şerîat sırrını

       Bâb-ı Haydar'dan duhûl it bil inâbet sırrını

       Ârif-i remz-i fenâ ol gör tarîkat sırrını

       Kisve-i Âl-i Abâ Enver hakîkat sırrını

       Vuslat-ı mürşidle mesrûr olmayınca bilmedim

Müşârünileyhin yed-i mürşidânelerinden şarâb-ı hâli içenler çoktur. Onlar dahi Kuşadalı hazretlerinin mesleğini ta'kîb etmişler, kimseye sûrî hilâfet vermemişler, Hammâmî hazretlerinden müntakil ihvân, Mustafa Bey'in kadr ü kıymetini bi-hakkın takdîr, dil ü cân-ı âşıkânelerini tenvîr eylemişlerdir.

/90/ Müntesiblerinden olup, zamânımıza vâsıl olan hayli zevât-ı kirâm ile şeref-mülâkî oldum. Müşârünileyhin meclis-i zikr ü sohbetlerindeki zevk u neş'eyi anlata anlata bitiremezlerdi. Bir gün huzûr-ı âlîlerinde mutaassıblardan biri, "Tekke mahâllerini kırk arşın kazmadıkça câmi' yapılıp namâz kılınmaz." dedikte, "Efendi! Zikru'llâh kırk arşın yene te'sîr ediyor da, sizin kalbinize te'sîr etmediğine taaccüp olunur." cevâb-ı latîfini vermişlerdir. Kendilerinden "Pîr nedir?" diye sormuşlar, "Pîr, şeyhin terbiyesiyle sülûk edip, iktizâ-yı zamân ve sâir hikmete mebnî kendi neş'esi üzerine, ya cânib-i Celîl-i ilâhîden veya enbiyâ ve evliyâ tarafından kendisine bir âyîn ihsân buyurulan kimselere derler. Pîrlikte, gavsiyyet şart değildir." buyurmuşlardır. Henüz genç yaşında denilecek derecede ufûlü bâis-i te'sîr-i azîm olmuştur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Tayyâr Efendi

"Tayyâr Bey" diye meşhûrdur. Mustafa Bey merhûmun büyük mahdûmudur. Peder-i mükerremlerinin intikâlinden sonra, sinni kemâle gelince Nasûhî-zâde Şeyh Muhyiddîn Efendi merhûmdan sülûk görüp, mazhar-ı hilâfet olmuştur. Âtîde tercüme-i hâli ile tezyîn-i sahîfe olunacak olan ve Mustafa Bey merhûmdan sonra vâris-i esrâr olduğu tahakkuk eden Ya'kûb Han hazretlerinin şeref-i sohbetine erişmiş ve mazhar-ı feyzi olmuş idi. Nalçacı Dergâhı'nın meşîhati Tayyâr Bey'e teveccüh edip, fakat hilâfet-i sûriyye olmayınca ya'nî bir şeyhten icâzet-nâme almadıkca, tâc u hırka giymedikçe, Meclis-i Meşâyıh kimseye tekke tevcîh etmediğinden Kuşadalı mesleğine göre bâtınî hilâfete intizâr lâzım gelince tekke meşîhatinin meşâyıh-ı rüsûmdan birine intikâl etmesi tehlikesine karşı Ya'kûb Han hazretlerinin müsâadesiyle Tayyâr Bey, müşârünileyh Şeyh Muhyiddîn Efendi'den sûrî hilâfet almış, meşîhata nâil olmuş idi. Hayli seneler seccâde-nişîn olup, 10 Cemâziye’l-evvel 1328/(20 Mayıs 1910) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

Sinnen elli çağlarında idi. Kumral sakallı, esmerü'l-levn, mütenâsibü'l-endâm olup, kisve-i meşîhat pek yakışır idi. Nâzik, halûk, mültefit idi. Peder-i âlîlerinin yanında türbe-i şerîfede defn olunmuştur.

       Şeyh Tayyâr Bey ki  azm-i âlem-i lâhût idüp

       İftirâkıyla dil-i yârânı nâlân eyledi

       Pek edîb hem ehl-i dil gâyet sahiyyü't-tab' idi

       Şeyh-i âlî-câh idi îsâr-ı irfân eyledi

      

       Sûretinde sîretinde sâlik-i râh-ı hüdâ

       Âkıbet kendisini cânâna kurbân eyledi

       Gül-sitân-ı aşk içinde cezbe ile zâtını

       Peyrev-i pîr-i celîl Sultân Şa'bân eyledi

       Söyledi Vassâfmağfûren ona târîh-i tâm

       Şübhesiz vuslat anı handân u şâdân eyledi

                                                                       (مغفورا )[68]

(Kaddesa’llâhu sırrahû)

/91/ Tayyâr Bey'in zamân-ı meşîhatında dergâh-ı şerîf cem'iyyetli idi. İhvân-ı tarîkattan Trabzonlu Mahmûd Efendi tarafından mükemmel sûrette tâ'mîr olunmuştur. Bir gece mevlid-i şerîf cem'iyyetine med'uvv idim. Umûm-ı ihvân u yârân orada idi. Pek neş'eli bir sûrette mevlid-i şerîf okundu. Gâyet câzibeli zikr-i şerîf oldu. İhvândaki zevk o mertebeye geldi ki, nısfu'l-leylden sonra yeniden cem'iyyet-i zikir vücûd buldu. Öyle bir hâlât ile âşıkâne hizb-i zikir oldu ki, na'ra-i mestâneler tanîn-endâz-ı arş-ı berîn oldu. Sabâh namâzı vakti hulûl etti. Namâz, kemâl-i huşû' ile kılındı, Vird-i Settâr okundu. Gündüz oldu. Dergâhtan dağıldık. Şâirin dediği gibi, "O ne âlemler idi âh o ne âdemler idi" derim. Hâtırıma geldikçe kalbim teheyyüc eder, gözlerim yaşarır. Zamân-ı harbte işgâl-i askerî te'sîriyle dergâh, müşrif-i harâb oldu. Cenâb-ı Hak, yeniden i'mârına esbâb ihsân buyursun. Âmîn.

Şeyh İhsân Efendi

Mustafa Bey merhûmun küçük oğludur. Hilâfeti, birâderi Tayyâr Bey'dendir. Elyevm Nalçacı Dergâhı şeyhidir. Mesleğine âşık, mûsikî-şinâs bir zâttır. Defter-i Hâkânî'de  me’mûriyyette bulunuyor. (Zâde'llâhu omrehû)

Ya'kûb Han hazretlerinin dâmâdıdır. Ma'nevî bir işâret üzerine II. cildde (s.124) tercüme-i hâli mezkûr Hâfız Muhammed Tahsîn Efendi'ye ilbâs-ı tâc eylemiştir. Hükûmetin karâr-ı ahîri üzerine tekkeler sedd olunduğu sırada Nalçacı Dergâhı da kapatılmış, zâten asker ikâme olunduğu zamân ziyâde harâb olduğundan elyevm İhsân Bey burada sâkin değildir.

/92/ Ya'kûb Han Hazretleri

1280/(1863-64) senesinde i'lân-ı istiklâl eden Kaşgar Emîri Ya'kûb Han'ın hemşîre-zâdesi olup, Buhârâlıdır ve seyyidü'n-nesebdir. Emîr Ya'kûb Han tarafından Sultân Abdülazîz Han'a arz-ı ma'lûmâta ve ızhâr-ı ta'zîmâta me’mûren İstanbul'a gelmiştir. Evvelce unvânı Ya'kûb Bey iken hânlığa tebdîl olunmuş sefâret-i mahsûsa ile 1290 senesi Cemâziye'l-evvelinde (Temmuz 1873) ve 1292 Rebîu’l-evvelinde iki def'a İstanbul'a gelmiş ve nişânla iltîfâta mazhar olmuştur.

Ya'kûb Han bu resmî gelişinden de mukaddem sûret-i husûsiyyede İstanbul'a gelmiş idi. İlk teşrîflerinde Fâtih civârında ikâmet buyurmuşlardır. Kendileri esâsen tarîk-ı Nakşıbendî'den me'zûn olup, maa-mâfih burada meşâyıh-ı kirâmın ileri gelenleriyle hem-sohbet olmak ârzûsunda bulunmuşlar ve Fâtih türbe-dârı Bekir Efendi delâletiyle İstanbul'da bulunan mazanne-i kirâmı ziyâret ve o sırada meşhûr âlim Hacı Feyzullâh Efendi hazretleriyle sohbet etmişlerdir.

Ya'kûb, başka meşrebte mütekellim bir şeyhe mülâkat ârzû ettiklerinden, kalbinde ilişkili kalmış ba'zı mesâili halledecek zât ararken Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerini bulmuşlar ve ilk sohbette o mesâili hallediverince, "İşte istediğim meşrebte, aradığım şeyh böyle olmalıdır." diye ona sarılmıştır. Burada bulundukları müddetce meclis-i enverlerinde mülâzım olup, mazhar-ı feyzleri olmuştur.

Hammâmî hazretlerinin irtihâlinde Ya'kûb Han, İstanbul'da bulunup iki sene sonra memleketine avdet eylemişti. Bu esnâda Mustafa Bey hazretleriyle de hem-sohbet olmuşlar ve aralarında sohbet-i kâmile cereyân etmiştir. Demek ki, Ya'kûb Han'ın İstanbul'a ilk gelişi 1283/(1866-67)'ten evveldir. İstanbul'dan avdeti 1285/(1868-69) senesindedir. Mustafa Bey merhûmun irtihâlinde ihvân mütehayyir bir hâlde iken işâret-i ma'neviyye üzerine Ya'kûb Han üç dört ay sonra İstanbul'u teşrîf eylediler. Âlem-i ma'nâda zuhûr eden bir hâlin te'sîriyle sırr-ı hilâfete sâhib ve esrâr u kemâlâta vâris oldular. Tarîkat-i aliyye âdâb ve neş'esiyle umûm ihvânın ta'bir ve tesellîsiyle meşgûl oldular. İstanbul'a sefâretle gelip gitmeler bu sıralara müsâdiftir. Bir aralık İstanbul'dan memleketine azîmet lâzım gelerek iki sene sonra avdetle Sultânahmed ve Mahmutpaşa civârındaki konaklarında ve en sonra Cerrahpaşa'da kâin konağında irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular.

Burada yedi sene ikâmet edip, fakat Sultân Abdulhamîd-i sânînin te'sîr-i evhâmıyla icrâ ettiği tazyîkâta tahammül edemeyerek, Hacı Kâmil Efendi merhûmun tercüme-i hâli bahsinde dermeyân eylediğim sûrette, İstanbul'dan mufârakat etmiştir. Hindistan'da Dehli'ye gitmiştir. /93/ Orada yirmi sene kadar tarîk-ı Şa'bânî'yi neşr ederek bir çok insânları mazhar-ı feyz eyleyerek âkıbet nihâl-i vücûd-ı azîzleri semere-i hayât-ı sûriyyeden tecerrüd eylemiştir. Dehli'de defîn-i hâk-i gufrândır.

Müşârünileyh bir rivâyete göre tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye'nin Hindistan'da münteşir Sâhibiyye şu'besine mensûb ve bu şu'benin müessisi Abdurrahmân Sâhib hazretlerinden de hisse-dâr-ı feyzdir.

Ya'kûb Han hazretleri esâsen ulûm-ı Arabiyye ve edebiyyât-ı Fârisiyye'nin gavâmızına vâkıf bir zât-ı âlî-kadr olup, âşık, hâşı', hâdı', sâlih bir zât-ı velâyet-simât idi. Bi'l-cümle ahlâk-ı haseneyi nefsinde cem' etmiş âlim, fâzıl bir mürşid-i kâmil ü mükemmil idi. Buhârâlı kıyâfetiyle gezerler; dâimâ Buhârâ takkesi üzerine beyâz sarık sararlar; Buhârâ hırkası giyerlerdi. Huzûr-ı âlîlerine dâhil olanlarda kayd-ı mâ-sivâ mahv olurdu. Meclis-i sohbetlerinde bulunanlarla görüşdüm. O hâli ve o rûhâniyyeti anlatmakla bitiremezlerdi. Halîm, selîm, fukarâ-perver, sünnet-i seniyyeye şiddetle mütemessik idi. Gâyet beşûş olup, görenler âşık olurdu. Dâimâ diz üstü otururlardı. Cemâatla edâ-yı salât ederlerdi. Halka-i zikirdeki hâlini vasf ede ede bitiremezler.

Âsâr-ı Aliyyeleri:

- Molla Câmî'nin rubâiyyâtını Tuhfetü'l-İhvân nâmıyla tercüme eylemiştir.

- Rumûz-ı Şihâbeddîn-i Sühreverdî, Lemeât-ı Irâkî üzerine mükemmel şerhleri.

- Fusûsu'l-Hikem üzerine şerhleri. Hindistan'da tab' olunmuştur.

- Kurân-ı Kerîm üzerine yazılmış tefsîrleri.

- Pek mühim Mektûbât-ı aliyyeleri.

Mektûbât-ı aliyyelerinden:

"Zât-ı Bâri-i teâlâda merâtib-i selâse i’tibâr olunması beyânı :

Evvelâ, mertebe-i hüviyyet-i mutlaka ki, (Bi-ibâretin uhrâ vahdet-i mutlaka ta'bir olunur.), zât-ı baht u sırftır. Ya'nî lâ-bi-şart şey' ma'nâsınca kendisinde hiç bir nisbet ve kuyûd-ı mu'tebere değildir. Lâkin Hâliku'l-vücûd ve'l-adem olması i'tibârı mertebe-i hüviyyet-i mutlakaya nisbetledir. Zîrâ mertebe-i ehadiyette adem ıtlâkı sahîhtir. Ve bu cihetle ademe mahlûk denilmesi câiz olur. Ya'nî mertebe-i ehadiyette adem ıtlâkının sıhhatı bi-şart-ı lâ-şey' ma’nâsınca hiçbir nisbet ve kuyûd-ı mu'tebere değildir, demek olur. Ve Hâlıku'l-vücûd olması i'tibârı, mertebe-i vâhidiyyete nazaran olup ve bu mertebede bi-şart-ı şey' manâsınca neseb ü kuyûd-ı mu'tebere olur. Ve bu i'tibâr ile mahlûk demek dahi sahîh olur. "

/94/ Âtîdeki mektûb, müşârünileyhin hatt-ı destiyle muharrer olan ve Millet Kütüphânesi'nde mahfûz bulunan aslından yazılmıştır:

"Eyyühe't-tâlibü'z-zekî!

Ma'lûmun olsun ki, vücûd-ı Hak sübhânehû ve teâlânın eseri a'yân-ı sâbitede nisbeten zuhûrdadır. Ya'nî a'yân, ahvâl ile ayn-ı zâhir eder. Ol keyfiyyet üzere ki, ilimde sâbit idi. Bilâ-ziyâde velâ-noksân. Ve eser-i a'yân-ı sâbite vücûd-ı Hak'ta zât u sıfâtını ta'yîn ve takayyüdüdür. Zîrâ ki, vücûd fî nefsihî mutlak ve gayr-ı mukayyed ve gayr-ı müteayyendir. Kezâlik esmâ vü sıfâtı hem mutlak ve gayr-i mukayyed ve gayr-i müteayyendir. Vaktâ ki vücûd, a'yân-ı sâbiteden bir ayn-ı ahkâmile munsabığ olsa müteayyen ve mukayyed olur. Ve onu taayyün ve takayyüdü hasebiyle esmâ vü sıfâtı hem müteayyen ve mütekayyed olur. Çünkü zuhûr ve esmâ vü sıfât a'yânı isti'dâdı hasebiyledir. Ve şübhesizdir ki, her aynın isti'dâdı bir nev' taayyün ve takayyüdü iktizâ eder. Gerek zâtta, gerek esmâ vü sıfâtta olsun. Vaktâ ki, böyle bildin ise yakîn ve cezm ile ki, mevcûd mümküne müzâhir ve suver-i esmâ vü sıfât ilâhîdirler. Ve her birerlerinde zâhir mikdâr-ı kâbiliyyetleri üzere esmâ vü sıfât haktır. Pes heme-i mavcûdâtı merâyâ-yı müteaddide farz eyle ve kemâl ki, onlar da ihsâs ediyorsan gerek mahsûs, gerek ma'kûl olsun cümlesini suver-i esmâ vü sıfât-ı ilâhî bil. Belki heme-i âlemi farz kıl. Hak sübhânehû ve teâlâyı esmâ vü sıfât ile berâber ol âyînede zâhir gör. Bu sûrette ehl-i müşâhededen olursun. Çünân ki, sûret-i ûlâda ehl-i mükâşefeden idin. Ve bu mülâhazadan hem terakkî eyle ve böyle fikret ki, kendi zâtın cümle-i âleme muhît ve heme-i âlem anda mürtesim.

İmdi zâtın bir âyîne oldu ki, her bir şey onda zâhirdir. Zâtın mazhar-ı zât u cümle esmâ vü sıfât-ı ilâhiyye oldu. Mertebe-i sâbıkta Hak sübhânehû ve teâlânın esmâ vü sıfâtıyla berâber gayrda müşâhede eder idin. Şimdi kendi zâtında müşâhede ediyorsun. Ve bu endîşeden hem terakkî eyle ve böyle mülâhaza et ki, tamâmı mümkünât haysiyyet-i mümkünâtlıklarıyla mevcûd değillerdir. Aradan onları ihrâc ile cümlesini suver-i tecellîyât-ı Hak bil ve onunla kâim tut ve bu mertebeden hem terakkî eyle ve kendini aradan iskât et. Müşâhed ve müdreki, hak  bil.  Fehüve'ş-şâhidü ve'l-meşhûd. Bu âlemde istikâmet nasîb olursa vusûl-ı dâimî vakit nakittir. Allâh teâlâ hazretleri cümlemizi fazl u keremiyle rakabe-i taklîdden hâlâs ve mesned-i tahkîkta  cümlemize istikâmet  ihsân eyleye.

Va'llâhu'l-Hâdî ilâ sırâtı'l-müstakîm. Sırâtı'llezîne en'ama aleyhim bi'l-fadli ve'l-kerem ve'l-ihsân.

Ve hâzâ mâ ketebehû Ya'kûb Han irşâden li'l-ihvân. Ve's-Selâmü alâ meni't-tebea'l-hüdâ."

Tevhîd-i zât neş'esiyle yazılmış bir mektûb-ı mühimdir. Bu neş'eden bî-haber olanlar okurken hiç şübhe yok ki, tevahhuş ederler. Allâhümme'c'alnâ min ehli'l-keşfi ve't-tahkîk. Lâ tec'alnâ min ehli'l-hicâbi ve't-taklîd.

Hacı Kâmil Efendi

Edremit civârında Ayvacık kasabasında tahmînen 1240 sene-i hicriyyesinde (1824-25) Mustafa Efendi sulbünden dünyâya şeref verip, tahsîl zamânı hulûl edince Dersaâdet'e gelerek Küçük Ayasofya Medresesi'nde sâkin olmuş ve ibtidâ Bâyezîd dersiâmlarından Büyük Kâzım Efendi'den tahsîle başlayıp, sonraları Fâtih müderrislerinden, tercüme-i hâlinden âtîde bahs olunacak olan Arnavud Ali Efendi'den ikmâl-i tahsîle ve ahz-ı icâzeye muvaffak olmuştur.

Arnavud Ali Efendi, "Yakovalı Hoca" diye meşhûr olup, Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerine intisâb eylemiş idi. İstidlâl eylediğime göre Kâmil Efendi hazretleri de hocasının eserine tebeıyyet edip, müşârünileyhten nevâle-çîn-i irfân olmuştur. Meclis-i şerîflerine devâm ile çok müstefîd olup, irtihâli üzerine  Mustafa Bey merhûmun dergâhına gider gelir idi.

Ya'kûb Han hazretlerinin İstanbul'a ahîren geldiklerinde Kâmil Efendi ihvân-ı sâire gibi onun şu'le-i irfânına yaklaşmış ise de, nasılsa kalb-i âlîlerinde müşârünileyhe neş'e-i teslîmiyyet zuhûr etmemiştir. Ya'kûb Han bu hâli hisseylediğinden bir gün huzûrlarında bulunduğu sırada Kâmil Efendi'nin kalbinde muzmar olan hâli ifşâ edince Kâmil Efendi'de emniyyet hâsıl olup, ona râbıta-bend-i tarîkat olmuş ve Ya'kûb Han hazretleri Kâmil Efendi'ye, "Sizin feyziniz bizdendir."  buyurması muhabbetini büsbütün artırmağa sebeb teşkîl etmiştir. Kâmil Efendi, Ya'kûb Han'ın İstanbul'a son geldiğinden i'tibâren yanından ayrılmamış, hattâ ona bahçıvanlık ve imâmet etmiştir. Konakta dâimâ bu hizmette bulunurdu. Ya'kûb Han'a mekşûf olan bir işâret-i ma'neviye üzerine Dersaâdet'ten mufârakatı lâzım gelmekle, fakat Hz. Kâmil'e bir şey açmamakla, onunla birlikte konaktan çıkmışlar, Eyüp Sultân'a karadan azîmet etmişler. Bir yerde tevakkuf ettikleri esnâda leylekler havada uçup giderlerken Ya'kûb Han, "Bunlar nereye gidiyorlar." diye Kâmil Efendi'ye sormuş, "Efendim! Memleketlerine gidiyorlar." cevâbını arz ettikte, "Öyleyse biz ne duruyoruz?" deyip hemen bir kayıkla doğruca bir büyük posta vapuruna yanaşıp çıkmış, Hz. Kâmil de maiyyetinde bulunmuş, şakk-ı şefe edecek hâli kalmamış ve bu esrâr-ı hâle mütehayyir olmuştur. Vapur hareket edince Kâmil Efendi de vapurda kaldığından İzmir'e vusüllerinde Ya'kûb Han hazretlerinin emriyle avdet etmiştir. Ya'kûb Han doğruca kanal tarîkiyle Hindistan'a azîmet buyurmuşlardır.  Bahsi tercüme-i hâllerinde geçti.

Kâmil Efendi'ye bu iftirâk pek ağır geldiğinden tekrâr Ayasofya'daki odasına kapanarak inzivâ âlemînde yaşamağa başlamıştır. Beş vakit namâzı Küçük Ayasofya Câmi'-i şerîfinde  kılarlar, odalarında mütâlaa-i kütüb ve gelenlerle sohbet etmek sûretiyle dem-güzâr olurlardı.

/96/ Abdulhamîd-i sânî merhûmun ser-karîni Hacı Ali Paşa, Kâmil Efendi'ye meclûb olanlardandı. Medrese civârında bir arsaya bir ev yaptırarak her türlü levâzımıyla techîz eyleyerek Kâmil Efendi'ye takdîm ve ihdâ olunmuş ve müşârünileyh âhir ömürlerinde bu hâneye nakil buyurmuşlardır. Fakat hâneyi kendisine, irtihâline kadar bakmak şartıyla Hacı  Kadri Efendi'ye  hibe eylemiştir.

Kâmil Efendi mütevekkilînden bir zât olup, emr-i maîşette, mukayyeden Hacı Kadri Efendi'ye teklîfât-ı vâkıayı, Kadri Efendi'yi imtinân altında bırakmamak şartıyla bir tertîb-i insânî idi. Yoksa Kadri Efendi, Kâmil Efendi sâyesinde müsterîhü'l-hâl olmuş idi. Bu hânede üç sene ihtiyâr-ı ikâmet buyurmuşlardır.

Küçük Ayasofya'da sol koldaki köşede, odada müddet-i ikâmetleri altmışaltı seneyi mütecâvizdir. Nûrâniyyü'l-vech bir pîr-i muhterem idi.

1330 senesi Muharrem'inin ibtidâsında (Aralık 1911) hastalandılar. Hastalıkları hummâ idi. Bir ay kadar esîr-i firâş oldular. Şehr-i Muharrem'in yirmisekizinde/28 Kânûn-ı sânî 1328(9 Şubat 1912) Perşembe gecesi sâat  yarımda âzim-i gül-şen-sarâ-yı cinân oldular.

İhvân u yârân ve kadr-şinâsân tarafından ta'zîmât-ı lâyıka ve tekrîmât-ı fâyıka ile merâsim-i techîz ve tekfîniyyesi yapıldı. Hâfız Fehmi Efendi hıdmet-i gasli îfâ eyledi. Fakîr hâzır ulundum. O nûr-ı mücessemîn letâfet-i vechiyyesine hayrân kaldım ve mübârek ayaklarını öptüm. Meşâmm-ı cânıma öyle bir râyiha-i tayyibe taalluk etti ki, mest oldum. Ayasofya Câmi'-i şerîfinde namâzı cemâat-ı kübrâ ile kılındı. Sultân Mehmed Reşâd Han'ın irâdesiyle Küçük Ayasofya Câmii'ne muttasıl türbede defn edildi ki bu türbe Dâru's-saâde Ağası Hüseyin Ağa'nın türbesi olup, Hz. Kâmil'de türbe-dârlık hizmeti vardı. Türbe-dârlık maâşı onbeş kuruş idi. Hafta-ber-tertîb hatm ederdi. Derhâl câmi'-i şerîfte cemâat toplandı. Hatm-i şerîf ve yetmiş bin kelime-i tevhîd-i latîf, rûh-ı pür-fütûhuna ihdâ ve feyz-i ma'nevîlerine mazhariyyetimiz için duâ edildi. İrtihâllerinde sinn-i şerîfleri doksanı mütecâviz idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Kâmil Efendi'nin altı veya yedi def'a Haremeyn-i muhteremey'i ziyâreti vâki'dir. Ahîren Kastamonu'ya giderek Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî'yi  ziyâretle kâm-yâb olmuşlardır.

Ya'kûb Han, Hindistan'da bulunduğu müddetce Dersaâdet'teki ihvânın ta'bîr ve tesellîyesine Hacı Kâmil Efendi'yi me’mûren tevkîl eylemişti. Hân-ı müşârünileyhin irtihâlinden sonra, "Bende sırr-ı vekâlet kalmadı." diye halktan büsbütün inkıtâ’ etmiştir.

Sultân Abdulhamîd Hân-ı sânî kendisini saraya da'vetle görüşmüş. Fakat bir daha bu hâleti tekerrür etmemiştir. Ekâbir-i devletin ve halkın gösterdiği teveccüh, Hz. Kâmil'in mesleğinde bir te'sîr husûle getirememiştir. /97/ Sünnetleri, nevâfili kat'iyyen terk etmezlerdi. Evkâtını taksîm etmiş, ona göre hareket ederdi.

Kurân-ı Kerîm tilâvetine ziyâde muvâzıb idi:

Cuma günleri Sûre-i Bakara'dan Sûre-i En'âm'a kadar.

Cumartesi günleri Sûre-i En'âm'dan Sûre-i Yûnus'a kadar.

Pazar günleri Sûre-i Yûnus'tan Sûre-i Tâhâ'ya kadar.

Pazartesi günleri Sûre-i Tâhâ'dan Sûre-i Ankebût'a kadar.

Salı günleri Sûre-i Ankebût'dan Sûre-i Zümer'e kadar.

Çarşamba günleri Sûre-i Zümer'den Sûre-i Vâkıa'ya kadar.

Perşembe günleri Sûre-i Vâkıa'dan âhir-i Kur'ân'a kadar okurlar, hatm ederlerdi. Ramazân'da günde bir hatim indirirlerdi.

Ziyâret-i âcizânemin perşembe gününe tesâdüfünde Hz. Kâmil'i hatm indirmekte iken bulur, duâsında - el-hamdü li'llâhi teâla - bulunurdum.

Zamânımızda Hammâmî hazretlerinden, Mustafa Bey merhûmdan, Ya'kûb Han'dan kalmış ne kadar ihvân varsa cümlesinin mercii Hz. Kâmil idi. Hiç gülmez, tebessüm ile iktifâ ederdi. Çok söylemez, mâ-lâya'nîyi sevmez; dâimâ hakâyıktan herkesin idrâkine göre bahs eder. Her hangi kitâbı mütâlaa ediyorsa, muhâtabda isti'dâd görürse, ondan okur veya okuturdu.  Sükûtu gâlib idi.

Uzunca boylu; beyâz ve uzun sakallı, gözleri küçükce, başı büyükce, yanak kemikleri iri, mübârek vechi melîh, mütenâsibü'l-a'zâ olup, muktezâ-yı sinn-i şerîfleri bir az ön tarafa inhinâ peydâ buyurmuşlardı. İkindiden sonra ale'l-ekser medresenin bahçesine çıkar otururlardı.

Kendilerine arz-ı nisbet emeliyle gelenlere namâza, sünen ve ferâize, salavât-ı şerîfeye, tilâvet-i Kur'ân'a müdâvemet tavsiye buyururlardı. Bir zamânlar ahyânen Seyyid Nizâm Dergâhı'na ve Âşıkpaşa'da Tâhirağa Tekkesi'ne giderler; zikr-i şerîfte bulunurlardı. Seyyid Nizâm şeyhi Şuâeddîn, Tâhirağa şeyhi Behcet Efendilere teveccüh ve muhabbeti vardı. Sonraları hiç bir yere çıkmadılar. Hazretin her sene Ramazân-ı şerîfte sofrası açıktı. At'ıme-i nefîse bulundurur; her gelen yer içerdi. Kendilerinin bu derece semâhat ızhârına esbâb-ı mâddiyeleri olmadığı hâlde, o saltanata sûret-perestân akl erdiremezlerdi. Mâl ü menâl-i dünyâya rağbet etmemiş, teehhül âlemine girmemiş, muhakkık, müdakkık bir zât-ı âlî-kadrdi. Karşısına a'lem-i ulemâdan gelenler, hiç olurlar; bildiklerini unuturlardı. Çok zamân huzûrlarına kabûl olunmak şerefine mazhar olanlardanım. Dâimâ fes üzerine sarık sararlar; ziyy-i ulemâda gezerlerdi.

Bir gün ziyâretimde hiç yüzüme bakmadı. Sâatı sordu. Cevâb verince, "Gümrükte zamân-ı mesâîniz ne zamândan başlar." dedi. Söyledim. "Demek ki, şimdi zamân-ı mesâîdir. /98/ Hukûk-ı beytü'l-mâl üzerindedir. Niçin vazîfenizin başında bulunmuyor; burada vakit geçiriyorsunuz?" deyip, sükût buyurdular. Anladım, bunda bir hikmet var. Hemen yeri öptüm; vazîfeme koştum. O zamân rüsûmât emîni Hasan Fehmi Paşa idi. Fakîr fevka'l-âde bir komisyonun kâtibi idim. Paşa, komisyonun toplanmasını emr etmiş. Bu âcizi aratmış, bulamayınca kızmış, tebdîl-i me’mûriyyetime emîr vermiş. Arkadaşlarım aramak üzere her tarafa dağılmış. Bu sırada gümrüğe vâsıl oldum. İşi anladım. Hz. Kâmil'in şiddet-i muâmelesinin esrârını bildim. Onun rûhâniyyetine sığınarak paşaya ilticâ ve afv talep ettim. Güç hâl ile mazhar-ı afv oldum.

Bunun gibi lâ-yuad menâkıbı vardır. Hz. Kâmil cidden bir veliyy-i kâmil idi. O da Kuşadalı mesleğine tâbi' olup, kimseye hilâfet vermemiştir.

       Ser-firâz-ı fuzalâ Hazret-i Kâmil dânâ

       Sırr-ı 'mûtû'yu bulup eyledi ol terk-i sivâ[69]

       Vâris-i ilm-i Nebî olduğuna şek yokdur

       Sırr-ı Şa'bân-ı Velî hâmili bir merd-i Hudâ

       Rabt-ı kalb eylemiş Allâhu azîmü'ş-şâna

       Zikr-i Hak'dan olamaz gafletile kalbi cüdâ

       Zâirânı anı bir kerre görünce  derhâl

       Feyz ü irfânına meftûn olur idi hakkâ

       Girmek istersen eğer silk-i ricâlu'llâha

       Meslek-i Hazret-i Kâmil sana olsun me'vâ

      

       Zîr ü bâlâ anın emrine olurdu münkâd

       Rağbet itseydi eğer Hazret-i Kâmil cânâ

       Menba'-ı feyz ü kerem zât-ı celîlü'l-kadri

       Vasfı bâbında düşer acze lisân-ı  urefâ

       Almak isterseñ eğer himmetiñi ey Vassâf

       Aşkile ravzasına sür yüzüñü subh u mesâ

           

Bir kurbân bayramının ikinci günü ah-ı fi'llâhım Nazmi Efendi ile huzûruna girmiş idik. İhvânımızdan Şeyh Gâlib Hicâz'da idi. Kâmil Efendi, bizlere hitâben, "Şeyh Gâlib düdüğü çaldı." buyurdular. Biz onun Hicâz'da bulunmasından, mazhar-ı in'âm-ı ilâhî olmasından dolayı böyle buyuruldu zannına düştük. Sonra mektûb geldi. Şeyh Gâlib o gün vefât etmiş. Tesâdüfen Mekke'yi sel bastığından cenâzesi omuzda olarak huzûr-ı Beytu'llâh'a getirilip duâ edildikten sonra Cennetü'l-Bakîa'nın[70] selden masûn üst tabakasında Hz. Âmine[71] ve Hz. Hatice (radıya'llâhu anhümâ)’nın türbeleri yanına defn olunmuştur. Hz. Kâmil'in keşfen o saâdeti bize bildirdiği anlaşıldı.

İhvânımızdan matbaa müdürü Sabri Efendi da'vet etmiş, Kâmil Efendi icâbet buyurmuş. Fakat haremi tesâdüfen o gün apandisit (bağırsak düğümlenmesi) hastalığına tutulmuş, hâne halkı birbirine girmiş, etıbbâ ve hâne halkı âciz bir hâlde kalmış, Hz. Kâmil haber-dâr olunca, bir kâse suya okumuş, hastaya içirilmiş, derhâl îfâkat bulup hıdmet-i şerîfesinde bulunarak kemâl-i meserretle it'âm vâki' olmuştur. Hâfız Tahsîn Bey bi'z-zât görmüş, anlatmıştır.

/99/ Hazretin bir hâlini daha gördüm ki, ondan da bahs etmeden geçmeyeceğim:

 Hummâdan ağır ve dalğın hasta idi. Etrâfında bulunuyorduk. Duhâ namâzı vakti olunca, gözlerini açtı. Oturduğu yerde abdest aldı. Duhâ namâzını oniki rek'at olarak kıldı. Kendisinin hizmet-kârı, ismi geçen Kadri Efendi dedi ki:

Hazret böyle dalgın yatıyor. Münebbihli sâat gibi beş vakit namâzına böyle uyandığı gibi nevâfilden her birini ve hattâ geceleri teheccüdü kat'iyyen terk etmedi. Namâzı müteâkib yatınca yine dalgın oluyor. Bu hâline etıbbâ şaşdılar, "Bunda ilm-i tıb iflâs eder." dediler, diye nakl-i hâl eylemiştir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Sandûkasının baş tarafındaki levhadan:

"Tarîkat-ı aliyye-i Halvetiyye ve eâzım-ı ricâl-i Şa'bânîyye'den kudvetü'l-ulemâi'l-muhakkıkîn, kutbu'l-vâsılîn, gavsu'l-ârifîn, Küçük Ayasofya Medresesi'nde hücre-nişîn-i takvâ-güzîn, câmiu'l-kemâlât, zâhiru'l-kerâmât, müstecâbu'd-daavât eş-Şeyh Hacı Kâmil Efendi hazretlerinin kabr-i münevverleridir ki, rûh-ı kudsîleri 1330 sene-i hicriyye alâ sâhibihâ ekmeli't-tahiyye, Muharremü'l-harâmının 28. Perşembe gecesi tâir-i âlem-i lâhût olmuştur. Kaddesa'llâhu sırrahû bi-vahdâniyyetihî  ve nefeanâ bi-fuyûzâti rûhâniyyetihî, âmîn! "

       Kutb-ı âlî-i zamân mürşid-i irfândır bu

       Merd-i meydân-ı Hudâ Kâmil-i devrândır bu

       Nûr-ı seyyâlı akar Kuşadalı feyzinden

       Mehd-i irfânda iken çeşme-i ihsândır bu

       Bosnevî Hacı Muhammed o veliyy-i eşher

       Remz ile dir idi bu Hazret'e insândır bu

       Mazhar-ı sırrı idi Hazret-i Ya'kûb Hân'ın

       Masdar-ı feyz-i Hudâ kıble-i ihvândır bu

       İnzivâ-hâne-i âlemde mücerred yaşadı

       Zâhir ü bâtın içün âlim-i zî-şândır bu

       İtmedi meyl-i cihân yüz senelik ömründe

       Hıdmet it merkadine ravza-i rıdvândır bu

       Kâmeti oldu nihân fevtine gufrân târîh

       Çıkdı Mecdî ne güzel mâye-i gufrândır bu

                                                           (غفران ) = 1331/(1913)

Urefâ-yı irfândan ba'zı zevâttan mesmûum oldu ki:

Fütûhât-ı Mekkiyye’yi mütâlaa etmiş idik. Hz. Şeyh-i Ekber'in veliyy-i kâmil evsâfına dâir vâki' olan beyânâtını Kâmil Efendi hazretleri hakkında tatbîk ettiğimizde onu, o evsâftan hâric bulmadık.

Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şefâatı buyursun. Âmîn.

/100/ Şeyh Seyyid Şuâeddîn Efendi

Seyyid Nizâmeddîn ve Seyyid Seyfullâh ahfâdından seyyidü'n-neseb bir zât-ı âlî-kadrdir. Silivri Kapısı dışarısında ve içerisindeki dergâhların şeyhi ve türbe-dârı idi. İstanbul'da doğmuştur. Pederi Şeyh Ali Efendi'dir. Seyyid Nizâm Dergâhı, zamânlarında ma'mûr bir hâle gelmiştir. Meşâyıh-ı ızâm-ı Şa'bânîyye'den Mustafa Bey ve Ya'kûb ve Kâmil Efendi hazerâtına mülâkî olmuş, Mustafa Bey'e arz-ı nisbet eylemiştir. Mustafa Bey'e şiddet-i râbıtası ve ziyâde muhabbeti vardı. Tercüme-i hâline ait ba'zı ma'lûmât istediğim sırada, Mustafa Bey'in şemâil-i aliyyelerini vasf ederken ağlamaya başlamış, cezbe-dâr olmuş, halkı başımıza üşüştürmüştü. Gâyet güzel yemek, husûsuyle aşûre pişirir, bağ ve bahçe âleminden anlar idi.

Beyâz arâkıyye üzerine yeşil sarar, entari ve şalvar ve cübbe iktisâ ederdi. Mesleğine son derecede sâdık, beşûş, ehl-i dil, sâhib-i sohbet idi.

Her hafta Cuma günleri âtîde tercüme-i hâlini yazacağım Şeyh Mahmûd Efendi ve cümle ihvân Seyyid Nizâm Dergâhı'nda toplanırlar ve usûl-i Şa'bânîyye üzere zikr-i şerîfte bulunurlar, hâlât-ı acîbe ile zevk-yâb olurlar idi. Zikr-i şerîften evvel ve sonra cereyân eden sohbet-i irfâniyyeden herkes hisse-mend olurlardı.

Şuâeddîn Efendi güzel tanbûr çalardı. İlm-i mûsikîye âşina idi. Uzuna karîb boylu, kumral sakallı, mütenâsibü'l-endâm, beşûş, melîh, mültefit, pek muhterem edîb bir şeyh-i câzibe-dâr idi. Sinn-i şerîfleri altmışyedi râddesinde iken 29 Nisan[72] 1332/Ramazan 1334/(1916) yevm-i perşembe irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Seyyid Nizâm Hazretlerinin  yanındaki kabirde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılındı.

Erkek evlâdı olmadı; kızları vardı. Seyyid Nizâm Tekkesi'ne Merkez (Efendi)  şeyhinin birâderi Adlî Efendi vaz'iyyet etti. Mahkemelerde senelerce uğraşıldı; Şuâ Efendi'nin kızının oğluna vekîl addolundu. Fakat,  "Bülbül yuvadan uçtu, gülistânı gam aldı." denildiği gibi o bezm-i irfân dağıldı. Orada ne zikir, ne fikir kaldı. Ancak Adlî Efendi'nin haber ve tagallübü hüküm-fermâ oldu.

Elyevm orası erbâb-ı zikre mesdûd bir hâl-i esef-iştimâldedir.

Şuâ Efendi, Hz. Kâmil ile birlikte Hicâz'a gitmiştir. Hz. Kâmil'in temkînini ve şiddet-i mücâhedesini  anlata anlata bitiremez idi.

Hz. Kâmil'in mazhar-ı feyzi olanlardandır. Hâtıra-pîrâ nice âlemlerimiz vardı. Çok mütesennin, müteşerri' ve mücâhid idi. Keşki bahsimiz hep kıssa-i cânân olsa, esâsına riâyet eder, azîzânın menâkıbından başka bir şey konuşmak istemez idi.

/101/ Şeyh Seyyid Mahmûd Celâleddîn Efendi

Fâtih Sultân Muhammed Han hazretlerinin dâmâdı Şah Melik Paşa ahfâdındandır. Müşârünileyhin ahfâdından olmak i'tibârıyla evkâfı mütevellîsi idi. Pederi, Zecriyye Gümrüğü me’mûrlarından Süleymân Efendi'dir. 1258/(1842) senesinde, Silivrikapı civârında Mecidiye Karakolu sokağında Bağdatlı Dergâhı karşısında elyevm münhedim olan hânede dünyâya gelmiştir. Kocamustafapaşa'da Akarca Mekteb-i İbtidâisi'nde, ba'dehû Fâtih Mekteb-i Rüşdîsi'nde tahsîl edip, Şehrî Ahmed Efendi ile birlikte câmi' dersine devâma başlayıp, Hekîmoğlu Ali Paşa Câmi’-i şerîfinde tedrîs ile meşgûl Beyâz Osmân Efendi'ye, onun vefâtıyla Cerrâh Paşa Câmi’-i şerîfi müderrislerinden allâme-i şehîr Osmân Efendi'nin dersine devâm ve müşârünileyhin de vefâtıyla Bâyezîd dersiâmlarından meşhûr Tokadî Hacı Ahmed Efendi'den icâzet almıştır. Yine Bâyezîd dersiâmlarından Sırrî ve Çarşambalı Hacı Ahmed Efendi'lerin ikindi dersine devâm etmiş ve Şâmî muhaddis Mustafa Efendi'den Nevâdir-i Şermendî'yi tamâmıyla okumuşlardır. Allâme-i cihân Hâfız Gâlib ve Şevket Efendilerle Şeyhü'l-islâm-ı esbak merhûm Hüsni Efendilerin füyûzât-ı tedrîsiyyesinden de müstefîd olmuşlardır. Daha bu kabîl zevâtın her birinden hisse-i irfân olmuşlardır.

Ehl-i ilm ü irfân ile sohbeti pek severlerdi. Emr-i maîşet te'mîni için silk-i me’mûriyyete duhûl ile, bâb-ı âlî Mazbata Odası'na ve Defter-i Hâkânî'ye, bi'l-âhare kırk sene kadar Rüsûmât Emâneti tatbîk kalemine devâm eylemiştir. Ser-asker-i esbak Ziyâ Paşa'nın arkadaşı olmakla onun tarafından Harbiye Nezâreti mümeyyizliğine alınmış ise de, inkılâbtan sonra tahdîd-i sinnî kânûnuna tebean takâüd olmuştur.

Gençliği pek afîfâne bir sûrette geçmiş; arkadaşlarına, akrânına dâimâ hak ve hakîkat tavsiye edermiş. Eazz-i ihvândan Seyyid Nizâm (Dergâhı) şeyhi Şuâ Efendi'nin pederi vefât edince dergâha Bektaşîler ârız olarak Şuâ Efendi'yi ıdlâle başlayınca, büyük bir azm u celâdetle dergâhı ve mûmâileyhi onlardan kurtarmış, bundan sonra her hafta Cuma günleri Seyyid Nizâm Dergâhı'na devâma başlayıp, sohbetleriyle erbâb-ı isti'dâdı zevk-yâb ve merhûm Şuâ Efendi'yi muhabbetleriyle kâm-yâb ederlerdi. Muharrir-i fakîr buraya sinîn-i merdîde devâm ile müşârünileyhin enfâs-ı kudsiyyesinden müstefîd olanlardanım. Ba'zı haftalar mübâhasât-ı tasavvufiyye o kadar şiddetlenir idi ki, hâzırûn mütehayyir kalırlardı.

Mahmûd Efendi onüç, ondört, alâ-rivâyetin onaltı yaşında iken, Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerine teslîm u arz-ı bey'at ile bahtiyâr olmuştur. Kocamustafapaşa Medresesi'nde inzivâ-güzîn Tırnovalı Hâfız Efendi delâlet etmiştir. Ya'kûb Han ve Mustafa Bey ve Hacı Kâmil Efendi hazerâtının müddet-i medîde meclis-i şerîflerine mülâzim idi. Ya'kûb Han, Şeyh Mahmûd Efendi'ye "Muhammedî" lakabını vermiş ve pek ziyâde teveccüh göstermiş olduğu gibi,  "Pîş-kadem" derler imiş. Mustafa Bey merhûm "Ehlu'llâh Çavuşu" ve Kâmil Efendi  "Şeyh" /102/  unvânlarını vermişlerdir.

Dâimâ azîzân hazerâtının ve Kuşadalı'nın menâkıbıyla tezyîn-i lisân u cenân ederlerdi. Kâmil Efendi merhûmun intikâlinden sonra sırr-ı feyz kendilerinde nümâyân olmuştur. Mütâlaadan zevkı ziyâde; sünen-i seniyyeye temessükü şiddette idi. Vahdet-i vücûd mes'elesinde bülbül-i gülistân-ı vahdet olurdu. Fusûs ve Fütûhât okutmuştur. Üsküdar'da Vâlide-i Atîk Dergâhı meşîhatı münhâl olunca Mahmûd Efendi'ye tevcîh olunmuştur.

Mahmûd Efendi bu zamâna kadar meşâyıh-ı rüsûm silkine dâhil olmamış, ihtîfâ-perverândan iken tevcîh-i meşîhatta mutlaka birinden tâc ve hırka giymek, hilâfet almak usûl-i resmiyyyesine tebeıyyet îcâb edince, o sırada tesâdüfen İstanbul'da bulunan  Kastamonu'daki âsitâne-i Hz. Şa'bân-ı Velî seccâde-nişîni Muhammed Atâullâh Efendi, Mahmûd Efendi'ye Nalçacı Dergâhı'nda bir perşembe günü ilbâs-ı tâc u hırka eylemişler ve icâzet vermişlerdir. Bunun üzerine Vâlide-i Atîk Dergâhı'nda seccâde-nişîn olmuştur. Onu posta iclâs merâsiminde  Hz. Sünbül Hânkâhı şeyhi Kutbeddîn Efendi, bu vazîfeyi der-uhde etmişti. Hilâfet cem'iyyetinde bulunmuş idim. Tâ-be-sabâh erbâb-ı aşkın cezbe ve hâlât ile iştigâlini unutamam. O hâl el-ân hâtırıma geldikçe kalbim cezbe-dâr olur. Mahmûd Efendi bu sebeble Üsküdar'a nakl-i hâne eyledi.

Şerâit-i meşîhattan olarak Vâlide-i Atîk Câmi'-i şerîfinde her Cuma va'z ederlerdi. On sene kadar îfâ-yı meşîhat ettiler. Hastalandılar; mahdûmları Eşref Bey, Mukri (مقرى ) köyündeki hânesine götürüp, tedâvîsine çalıştılar.

15 Zilhicce 1337 ve 11  Eylül 1335/(1919) târîhlerine müsâdif bir perşembe gecesi azm-i âlem-i lâhût eylediler. Ertesi günü İkdâm gazetesi ârif-i bi'llâh Şeyh Mahmûd Celaleddîn Efendi'nin irtihâlini  sûzişli bir lisân ile i'lân etti.

İhvân toplandı. Na'ş-ı şerîfini bahran Samatya'ya, oradan Hz. Sünbül'e nakl ettiler.  Huzûr-ı Hz. Sünbül'de namâzı edâ ve tezkiyesi icrâ olundu. Seyyid Nizâmeddîn Dergâhı'na götürüldü. Türbe hâricine defn mukarrer iken, zuhûr eden bir hâlet-i ma'nevîyye üzerine Hz. Seyyid Nizâmeddîn'in sandûkasının yanında, Şuâ Efendi'nin koynuna defn olundu. Cenâb-ı Seyyid'in mâddeten de karîbi oldu. Oraya kırk-elli senelik devâmın mükâfâtını gördü. İhvân derhâl yetmişbin kelime-i tevhîd çektiler; duâlar ettiler. Kırkıncı gecesi, Mukri köyündeki hânede âyîn-i tarîkat icrâ olundu. Tâ-be-sabâh zikr-i şerîf oldu. Mevlid-i şerîf okundu. Enfâs-ı kudsiyyesinden istifâde edildi.

Urefâ-yı ihvânından Tahsîn Bey merhûm onun mufassal tercüme-i hâlini ve menâkıb-ı âli'l-meâlini yazmıştır. Orada der ki:

"Şeyh Mahmûd, Muhammedî hayât ve mevcûdiyyetini emru'llâhı ta'zîme ve li-vechi'llâh mahlûkât ve mevcûdâta hizmette hasr ve in'âmât-ı ilâhiyyeden olan kuvâ-yı mâddiyye vü ma'neviyyesini tamâmen  mâ-hulık lehine /103/ sarf eden selîmü's-sadr, sâdık, müstakîm bir zât idi. Umûmu sever; umûm tarafından sevilir idi. Hâlî vakitlerini tedrîs, ta'lîm ve müzâkere ile geçirirdi. Kût-ı lâ-yemût ile te'mîn-i maîşet ederek mâ-melekini li-vechi'llâh sarf ederdi.  Sohbeti iksîr gibi te'sîr ederdi.  Nufûs-ı gâfile, müşârünileyhin himem ü irşâdât-ı ilmiyyesinden  tebeddülât-ı külliyyeye uğrardı. Civâr ahâlîsinin ricâsıyla pek çok seneler Hekîmoğlu Ali Paşa ve Kocamustafa Paşa cevâmi’-i şerîfesinde şehr-i Ramazânnda va'z buyururlardı. Envâr-ı münîfleri son vakitlerde bir kat daha tezâyüd ederek letâfet ve safvette tekâmül ettiler. Kâffe-i kuvâsı nûra istihâle eylemiş ve ümmet-i Muhammed'in saâdet ve selâmetine hasr-ı hıdmetten başka bir ümniyyesi kalmamıştı.

Sıddîkıyyü'l-meşreb olduğundan kendisinden mübtedî ve mutavassıt bulunduğu zamânlarda pek nâdir olarak küşûfât-ı kevniyyeye müteallık ba'zı hâlât zuhûr etmiş ise de,  müntehî bulunduğu zamânlarda avâmm-ı mü'minînden temâyüz edecek ahvâl-i hârika rû-nümâ olmamış ve sıbğatu'llâh ile münsabığ olarak mestûrâne imrâr-ı hayât eylemiştir.

Hastalığı esnâsında kemâl-i huzûr ile tesbîh ve tehlîle devâm edip, bir gün evvel irtihâllerini haber vermiştir. İrtihâli günü ise, nafaka-i dünyâdan tecerrüd ile o gece Vird-i Yahyâ'yı okuyup, bir müddet sonra “Hû Hû” ism-i şerîfini tezkâr ede ede memnûnen  mutayyiben rahmet-i Rahmân'a ulaştı. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

       Gül-i gül-zâr-ı Şa'bânî mükerrem nûr-ı Sübhânî

       Cenâb-ı Şeyh Mahmûd vâkıf-ı esrâr-ı Rabbânî

       Mücâhid ârif u âlim edîb-i âlem-i irfân

       Hakîkî sâlik-i râh-ı Hudâ bir abd-i Rahmânî

       Visâl-i yâr ile dil-şâd olan merdân-ı Hak'dandır

       Fuyûzâtiyle irşâd eyledi uşşâk-ı irfânı

       Bütün âşıklara feyz-i hüdâya reh-nümâ oldu

       Tecellî-i cemâle mahrem olmuş pîr-i nûrânî

       Fuyûz-ı tâm  tamâm târîhdir ol hazretin Vassâf

       Uluvv-ı ka'bına burhân Hudâ'nın lutf u ihsânı

       (فيوض تام ) = 1337/(1919)

Müşârünileyh uzunca boylu, beyâz orta sakallı, mütenâsibü'l-endâm, halîm, selîm bir zât-ı kerîm idi. Ara sıra da, mübâhesâtta mütehevvir oldukları görülürdü. Başlarında bulundurdukları beyâz arâkıyye Mustafa merhûmun idi. Üzerine beyâz sarık sarar idi. Dâimâ kisve-i sûfiyye ile gezerdi. Misâfir-perverdir. Mültefit idi. Âdâba fevka'l-âde riâyet-kâr olup, taazzum, tekebbür nedir bilmezdi. Son zamânlarda kesret-i mütâlaadan gözleri ağrır idi.

Kendisinden tarîk-ı Şa'bânî'den teberrüken nisbetim vardır. Üsküdar'da Cuma geceleri sohbetle sabâhlandığı ekseriyyetle vâki' olurdu. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Tahsîn Bey

Müşârünileyhin telâmîzindendir. Tercüme-i hâlini yazmıştır. Fusûs ve Fütûhât allâmesi idi. Nâfia Nezâreti'nde mümeyyiz idi. 1345/(1926-27) senesinde irtihâl-i dâr-ı Naîm eyledi. Yeri boş kaldı.

/104/  Ahmed Nazmî b. İbrâhîm Nâmık b. İsmâîl Efendi

Ya'kûb Han hazretlerinin dâmâd-ı muhteremleridir. "Cerrahpaşalı Nazmi Efendi" diye meşhûrdur. Hânesi Cerrâhpaşa civârında olmasından nâşî böyle şöhret bulmuştur. 1342/(1923-24) târîhinde tahmînen elliüç yaşında ölmesine göre târîh-i velâdeti 1289/(1872)'dur. İstanbulludur. Sinîn-i medîdeden beri Gümrük’te Muhâsebe ve Kontrol Kalemlerinde müstahdem olduğu gibi, bir aralık Dîvân-ı Muhâsebât'ta mümeyyizlikte bulunmuştur. Ders görmüş, icâzet almış, ulûm-ı Arabiyye vü Fârisîde yed-i tûlâ sâhibi olmuştur. Hacı Kâmil ve Şeyh Mahmûd ve Şeyh Şuâ Efendiler hazerâtının ve eâzımdan bir çok zevâtın mazhar-ı feyzi olup, ilm-i tefsîr ve ilm-i hadîste kesb-i kemâl eylemiştir. Hacı Kâmil Efendi onda neş'e-i kemâli gördüğünden dâimâ emniyyet ve iltîfât ederdi. Dünyâya erkek evlâdı gelince, onun emriyle "Kâmil" tesmiye etmiştir. Meşgale-i resmiyyeden hâlâs olunca, geceleri hânesinde mutâlaa-i âsâra bâ-husûs Fusûs ve Futûhât'a ve Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin sâir âsâr-ı aliyyeleri mutâlaasına vakf-ı cân eder.

İhvân u yârânına ve ümmet-i İslâmiyye'ye pek müşfik olup, din-i mübîn-i İslâm'ın ihtivâ eylediği hakâyıka istinâden herkesin atâletten maâliyâta doğru yürümesini ister, temiz yürekli bir merd-i tarîkattır.

Mahmûd Efendi'nin irtihâlinden sonra ihvân ona teveccüh etmiştir. Sırr-ı feyz onda müncelî ve mütecellî olup, fakat mahviyyet-i kâmilesi hasebiyle ihtîfâ-perver olduklarından onu bilmek herkesin kârı değildir.

Mahmûd Efendi'den inhilâl eden Üsküdar Vâlide-i Atîk Dergâhı meşîhatine ihvânın ilhâh u ibrâmı üzerine tâlib olup, Meclis-i Meşâyıh'ta imtihânı icrâ olunarak ehliyyeti tebeyyün etmiş ve meşîhat uhdesine tevcîh olunmuş iken, o zamân ittihaz olunan usûle göre, me’mûriyyet-i resmiyyesini terk etmesi îcâb ederek, hâlbuki tekkenin vâridâtı te'mîn-i maîşete gayr-ı kâfî olduğundan evlâd u iyâlini iâşe mecbûriyyetiyle meşîhati terk eylemek ızdırârında kalmıştı.

Fahr-i Râzî ve Kâdî Beyzâvî tefsîrlerini müzâkere sûretiyle ihvânına okutmuş, Tunus kadısından ilm-i hadîs feyzini almıştır. Mesnevî-i şerîften de nasîbe-dâr-ı feyz ü irfân olup, cümle ihvânının nâil-i füyûzât olmasına çok temiz yürekle hâhiş-kerdir. Son zamânlarda Futûhât-ı Mekkiyye okutmaktadırlar. Kendisiyle hukûk-ı kadîmem olup, bir zamânlar berâber çalışmak sûretiyle Sure-i Bakara ve Sûre-i Yâsîn, Rûhu'l-Beyân'dan tercüme etmiş ve Sure-i Yâsîn Tefsîri tercümesine bir çok hakâyık daha ilâve etmiş idik.

           

Mûmâileyhin âsârı emrâz-ı ictimâiyyemize devâ külliyyâtından:

1. Ağaç dikmenin dinî ve ictimâî fevâidine dâir âyât-ı kerîme ve ehâdîs-i nebeviyyeye dâir. Matbû'dur.

 2. Hayvânât yetiştirmenin dinî ve ictimâî fevâidine dâir âyât-ı kerîme ve ehâdîs-i nebeviyyeye dâir. Matbû'dur.

3. Kesb-i ticaret ve sınâata müteallık, dinî ve ictimâî fevâidine dâir âyât-ı kerîme ve ehâdîs-i nebeviyyeye dâir. Matbû'dur.

4. Sure-i Bakara Tefsîri Tercümesi,

5. Sure-i Yûsuf Tefsîri Tercümesi,

6. Sure-i Yâsîn Tefsîri Tercümesi,

7. Sure-i Nebe' Tefsîri Tercümesi (Tekmîl cüz'ün tefsîri tercümesi),

/105/   8. Sure-i Rahmân Tefsîri Tercümesi,

9. Sure-i Hadîd Tefsîri Tercümesi,

 Bu birçok tefâsîr-i şerîfeye ve Hz. Şeyh-i Ekber'in âsârına mürâcaatla ve âsâr-ı cedîde-i fenniye ve ihtirâât-ı sınâiyyenin âlimâne tetebbuuyla yazılmış ve kütüphâne-i irfânımızda bir ikincisi görülmemiş  eser-i kıymet-dârdır.

10. Sure-i Meryem Tefsîri Tercümesi,

11-13. Zirâata, hayvânâta, kesb-i ticâret ve sınâata müteallık âyât-ı kerîmeleri câmi' ârîfâne yazılmış eserlerdir.

14. Kuşadalı azretlerinin mektûbâtını cem'a muvaffak olmuştur.

15. Nazar-ı İslâm'da Zenginliğin Mevkii. 47 hadîs-i şerîfe müsteniddir, matbû'dur..

16. Nazar-ı İslâm'da Tesâül Yoktur. 56 hadîs-i şerîfe müsteniddir, matbû'dur.

17. Nazar-ı İslâm'da Fakr. Der-dest-i tab'dır.

18. Nazar-ı İslâm'da Emsâl-i Muhammediyye. Der-dest-i tab'dır.

19. Nazar-ı İslâm'da San'at. Der-dest-i tab'dır.

Nazmî Efendi, mestûrîndendir. Hîn-i mübâhesede nâtıkası azdır. Fakat her hangi bir mes'ele-i tasavvufiyyeyi sorarsanız sizi iknâ edecek kudret-i ilmiyyeyi hâizdir. Fukarâ-perver, yârân u ihvânını ziyâde sever, pek hayır-hâhtır. Tavvala'llâhu omrehû.

Bu abd-i ahkarın bir çok husûsâtta bâis-i feyzidir. Kendisine karşı minnet-dârlığım vardır. Dîğer sahîfeye rabt ettiğim müsvedde (aşağıdaki metin), Nâzmî'nin hatt-ı destidir ve Fusûs'tan tercümesidir :

"Nefes-i Celîl-i Hz. Üzeyr - aleyhi's-selâm - olan Hikmet-i Kaderiyye Beyânındadır.

Hikmet-i Üzeyr -aleyhisselâmın- Kaderiyyeye muhtas olması, Hz. Uzeyr'in ahkâm ve muktezâ-yı ezelîsi, ma'rifet-i sırr-ı kader cihetine râgıb olduğundandır. Ve onun mi'râcı kaderden suâl mes'elesindedir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak hazâin-i kudretinde olan esrâr-ı rabbânîyyeyi ızhâr için onu hakîkat-ı dünyeviyye-i vehmiyyeden hayât-ı ebediyye-i hakîkiyye âlemine ref' eyledi ve refîka-i rûhâniyye Burâk'ıyla seb'-ı tıbâk-ı nufûs-ı beşeriyyesini ihtirâk eyledi. Ba'dehû onu âlem-i mihnet ve karâr-ı fitneye ircâ eyledi.

                                   Kazâ ve Kader

Kazâ:

Fazl u adâlet-i muhıkka-i ilâhiyyenin ma'kûl ve mahsûs eşyânın ahvâl-i câriye-i ebediyyesi hakkındaki hükm-i ezelîsidir. Ve bi'l-cümle eşyâ hakkında Cenâb-ı Hakk'ın hükmü de, Hakk'ın zevâhir ve bevâtın-ı eşyâya ilmi hadd ü muktezâsıncadır. Ve eşyâ hakkındaki ilm-i ilâhî de ma'lûmâta ya'nî a'yân ve hakâyık-ı sâbite-i eşyânın  ahvâl ve ahkâm ve mukteziyâtına tâbi'dir.

Kader:

Hükm-i kazâiyyenin vakt-i zuhûru geldikte ayn-i sâbite, eşyânın mukteziyât ve ahkâmının ziyâde ve noksân olarak ayniyle zuhûra gelmesidir. Binâenaleyh vakit ile hüküm kader ve bunun gayrı ahvâl ile hüküm kazâdır.

Ba'zı kerre kazâ hem kendi ve hem kader mevkiinde isti'mâl olunur. Kaderin de bu yolda mevki-i isti'mâli vardır ve hüküm bi'l-kül ma'nâsına her ikisi birlikte isti'mâl olunurlar. Şu hâlde kazâ mukaddem ve kader muahhar olur. Ve'l-hâsıl kazâ, Hakk'ın mine'l-ezel eşyâ hakkındaki hükmü ve bu da eşyânın, a'yân-ı sâbite-i eşyânın aynıdır ve sırr-ı kader denilen şey de, hükm-i kazâdan ibârettir.

Keşf-i Sırr-ı Kader:

(لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ)[73]  âyet-i celîlesi muktezâsınca  sırr-ı kader, sâhib-i kalbe ve yahud zevk u vicdân tarîkıyla ulûm ve maârifte tağallüb eden kalb sâhibine açılır.  Sâhib-i nefsin bunda hazzı yoktur.  Zîrâ kalb, beytu'llâhtır.  Yahud sırr-ı kader, Hak sübhânehû  ve teâlâ tarafından vürûd eden şey'e bi-temâmihâ alâ murâd-ı Habîb-i Kibriyâ cânibinden vürûd eden şey'e bi-temâmihâ alâ murâd-ı Rasûlu'llâh inkiyâd edip, her iki cânibe ilkâ-ı sem' edene açılır. Ve mukallid olarak li'llâhi ve li-rasûlihî ilkâ-ı sem'de bulunan kimse de şehîddir. Ya'nî hâzıru'l-kalbtir. Sem'ine vâsıl olan Hakk'ı kabûle müteheyyî ve fehmine kâbildir. Bu cihetle Hakk'ın ve Rasûlu'llâh'ın emrini, Cenâb-ı Hak'tan ve Rasûlu'llâh'tan telakkî etmiş gibi olur. Nefs ve fikrin ihtirâına kapılmaz. (قُلْ فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ)[74]. Ya'nî Cenâb-ı Hakk'ın bi'l-cümle halka karşı huccet-i bâlığası vardır. Zîrâ onları a'yân-ı sâbitelerine mutâbık olarak halk buyurmuştur. Saîd ezelde, saîddir. Şakî de ezelde şakîdir ve onlara olan saâdet ve şekâvet hükmü ancak a'yân-ı sâbite olan şey'e muvâfık olaraktır.

Binâenaleyh yevm-i cezâda kâfîr ve âsî ve câhile amelleri muktezâsınca mücâzât terettüp ettikte, onlar da, "Yâ Rab! Küfür ve isyân ve cehli  ezelde sen bize takdîr ettin. Takdîrin ile bizden sâdır olan a'mâl mukâbilinde muâhaze etmek ve vüs' u tâkat olmayan bir şey'i bizden talebte bulunmak bize zulümdür." dediklerinde, huccet-i bâliğa, Cenâb-ı azîmü'ş-şân için sâbit olur ki, o zamân onlara eşyânın isti'dâd-ı hâssını, Cenâb-ı Hakk'ın vermediğini  ve onların gayr-ı mechûl olan isti'dâdları muktezâsınca kazâ-i sâbıkla hüküm buyurduğu meydana çıkacaktır.  Binâen aleyh kâbil-i hükm olan eşyâ hâkim olan Hak'tan kendi zâtının iktizâ ettiği hükmü  lisân-ı edâyile ister. Hâkim de onun ayn-ı sâbitesindeki zât ve hakîkatının  iktizâ ettiği hükümle hükmeder. Binâenaleyh hakîkatta hâkim, a'yân-ı sâbite  eşyâdır.

Mahkûm-ı aleyh ise, kendi zâtında ve kuvvetinde olan hükm ile hâkim üzere hâkimdir ki, hâkim onun muktezâsıyla hükmeder. Bu cihetle her hâkim isti'dâd-ı zâtisi ile onda hükm eylemekle mahkûm aleyhtir. Hâkim gerek Hak ve gerek halk olsun. Zîrâ Hakk'ın bir şey' ile ve bir şey'de hükm etmesi, o şey'in zâtının iktizâ edip, Hak üzere hükm ettiği ile ve halk dahi  Hakk'ın zâtında bir şey'e Hak üzerine hükmetmez. Ancak Hak o hükmü onun üzerine  hükmeder.

Kezalik zâhirde hâkim olan ister enbiyâ ve rusül ve ister mülûk u selâtîn ve sâire olsun bunların cümlesinin hükmettiği şey'le mahkûmaleyhtir. Ve onlar o şey'le hükm etmese, cânib-i Hak'tan mahkûmaleyhim olmak vardır. Ve hâkim olduğu şey'de o şey'in hâli iktizâ edip, onlar üzere hükm etmesi ki, o hükümle hâkim olsunlar diye  mahkûm olmak vardır."

 

                                                           -   -   -

/106/ Kuşadalı hazretleri ve Hammâmî Tevfîk Efendi ve Mustafa Bey ve Ya'kûb Han hazerâtına mülâkî ve onlardan ahz-ı nisbet eden sâir urefâ ve ulemâdan bahs edelim:

Şeyh Ahmed İzzet Efendi

Kuşadalı hazretlerinden doğrudan doğruya mazhar-ı feyz olan ricâl-i Şa'bânîyyedendir. İstanbulludur. Pederi, Sultân Mahmûd-ı sânî ricâl-i mülkiyyesinden Mengene emîni Emîn Efendi'dir. Onun pederi hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn'dan Saîd Ağa'dır.

Velâdeti 1217/(1802-03) senesine müsâdiftir. İrtihâli 1292/(1875) senesindedir. Müddet-i ömürleri yetmişbeştir. İntisâbı 1240/(1824-25) târîhlerindedir. Yirmiüç sene kadar taht-ı terbiyelerinde kalmıştır. Pederi Emîn Efendi, Şeh-zâde Câmi'-i şerîfi türbe mezârlığında  medfûndur. Onun pederi Saîd Ağa, Eyüp'te âsûde-nişîn-i rahmettir.

İzzet Efendi, bidâyeten pederinin delâletiyle Unkapanı'ndaki Şâzelî Dergâhı şeyhi Hüseyin Efendi'ye intisâb etmiş idi ki, pederinin irtihâlinde oniki yaşında olmasına göre küçük iken arz-ı nisbet eylemiştir. Sinni kemâle gelince pederinin hizmetine mükâfeten İzzet Efendi'yi Dâhiliye kalemine çırâğ (çırak) etmişlerdir. Ulemâdan, urefâdan kimselerle hem-sohbet olurdu. Pederinden kalan ve Sultân Bâyezîd'te Soğanağa Mahallesi'nde merhûm Midhat Paşa Konağı mahallinde bulunan konağında sâkin idi. Vakt u hâli müsâid idi.

Bu sırada Kuşadalı hazretleri Sineklibakkal'da dergâhta neşr-i feyz ediyordu. Şöhreti şâyi' olmuş idi. İzzet Efendi ahıbbâsının teşvîkiyle ziyârete gitmiştir. İzzet Efendi, Küçük yaşında iken bir rü'yâ görüp, o zamân bir zâtın ba'zı mertebe irşâdâtına mahzar olmuş idi.  Kuşadalı dergâhta namâz kılarken arkasından görünce o rü'yâ hâtırına gelmiş ve selâm verdiğinde aynı o zât olduğunu anlayınca zuhûr edecek hâle muntazır kalmıştır Bi'l-âhare yanına oturup, mübâhasede sözü İzzet Efendi'ye tevcîh ile, onu iyiden iyiye nazar altına almış ve üzerinde samur kürk bulunan İzzet Efendi  o mertebe terlemiştir ki, kürk sırsıklam olmuştur.

Avdetinde vâlidesine karşı hastalanmış gibi bir tavır alarak kendisine nefes etmek üzere Kuşadalı'nın da'vet edilmesini ricâ eder. Haber gönderirler; Kuşadalı teşrîf eder. Meyânelerinde muhabbet-i şedîde cereyân eder. İzzet Efendi derhâl arz-ı intisâb eyler.

Şâzelî şeyhi Hüseyin Efendi bu sırada irtihâl etmiş idi. Yerine oğlu geçmiş. İzzet Efendi keyfiyyeti ona anlatmış, "Hanginiz kuvvetli ise o beni çeker." demiş.  Meyl Kuşadalı'ya dönmüş, fakat bu sırada Sinelikbakkal'daki tekke yanmıştır. Bir müddet sonra İzzet Efendi'nin de konağı yanınca Kuşadalı Hazretleri, "İzzet! Mâ-sivâyı yaktın, keyfine bak!"  buyurmuşlardır.

Kuşadalı Çarşamba'ya nakl-i mekân eyelediler. İzzet Efendi ona vakf-ı hayât ederek hizmetine koyuldu. /107/ İzzet Efendi'ye o mertebe muhabbet zuhûr eyledi ki, ilâ âhiri'l-ömr hıdmet-i aliyyelerine vakf-ı vücûd eyledi. Hattâ terk-i me’mûriyyet eyledi. Fakat devletçe irtihâline kadar maâşı kat' olunmadı. İzzet Efendi, Macuncu'da Münâdî Hasan Çelebi Mahallesi'nde bir hâneye nakl-i mesken edip, bu mahellenin mescidinde imâmet etmiş idi. Temiz giyinirdi. Kuşadalı hazretlerinin suyunu taşımasından kinâyeten, kendisine "Güzel Saka"  nâmı verilmiştir. Azîzinin hüsn-i rızâsına mazhar ve ekmel-i sülûk müyesser olup, neşr-i tarîkata me'zûn kılınmışlardır. Hafîdi Şeyh Hacı Tevfîk Bey, hilâfetinden dahi bahs etmiş ise de Kuşadalı kimseye hilâfet vermediğinden bu noktada tevakkuf ederim.

Çarşamba'da Sebze-hâne kâtibi Mahmûd Efendi Mescidi vardır. Bunu Kazâsker Hasan Re'fet Efendi müceddeden tâ'mîr ve ihyâ ve meşîhat vaz' edip, 1267/(1851) senesinde Kuşadalı mensûblarından olup kerâmâtı bâhir, Hâfız Keçeci Hacı Ali Efendi imâm ta'yîn olunarak üç sene kadar burada zikr-i şerîfte bulunmuştur. 1270/(1853-54) târîhinde irtihâl eyledi. Mescidi hazîresine defn olundu ki, elyevm türbe dâhilinde kalmıştır.

Şeyh Hacı Tevfîk Bey nakleyledi:

Kuşadalı dergâhta sabâh namâzı kılıyormuş. Ali Efendi dâimâ onun arkasında namâz kılarmış. Namâzda Kuşadalı'ya hitâben Ruscuk taraflarında ihvândan bir zât için, "Azîzim! Niçin kurtarmıyorsunuz?" diye bağırmış. Meğer o dakîkada o zâtın Ruscuk'ta irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediği anlaşılmıştır.

Ali Efendi'nin irtihâlinde Re'fet Efendi, İzzet Efendi'yi da'vet ve meşîhati kabûl için  ricâ-yı keyfiyyet eder. Kabûlüne mebnî, İzzet Efendi burada şeyh olur ki, 1272/(1855-56) senesine müsâdiftir. Re'fet Efendi de kendisine intisâb eyler. İzzet Efendi civârda bir hânede kira ile oturur.

Birgün dergâha gelirken sokağın darlığı ve oradan yüklü bir beygirin mürûru hasebiyle dest-i mübâreki oduna çarpıp müteessir olduğundan bi’l-ızdırâr dergâha nakl-i mesken eylediler. Mal ü menâl nâmına bir şeyleri kalmamış idi. Câriyelerinin irtihâlinde intikâl eden verâsetten bi’l-istifâde dergâha muttasıl hâneyi inşâya muvaffak oldular.

Ondokuz sene meşîhattan sonra 1292/(1875) senesinde terk-i hayât-ı müsteâr eylediler. Hastalıkları idrâr tutukluğu idi. İrtihâline karîb bendegânını nezdine da'vetle ism-i Celâl zikrine müdâvim oldukları hâlde, gül-zâr-ı cinâna azm eylediler. Na'ş-ı mübâreklerini Nûreddîn Cerrâhî tarîkatından Camcılar şeyhi Ali Efendi gasl etmiş ve ulemâ-yı kirâmdan merhûm  Tikveşli Yûsuf Efendi ile Seyyid Nizâm şeyhi Şuâ' ve Şeyh Mahmûd Celaleddîn Efendiler yardım etmişlerdir. Cenâze cemm-i gafîr ile Fâtih'e götürülüp namâzı ba'de'l-edâ ihtîfâlât-ı azîme ile dergâha nakl edildi. Medfen-i mübâreklerinde defn olundu. Bi'l-âhare üzerine kubbeli bir türbe binâ edildi ki, elyevm ziyâret-gâh-ı erbâb-ı aşktır.

/108/ Mûmâileyhimâ Re'fet ve Keçeci Hacı Efendiler yanında medfûndur. İzzet Efendi'nin sandûkasının önündeki levhada:

"Kutbu'l-aktâb Kuşadalı İbrâhîm Efendi (kuddise sırrûhû'l-âlî) hazretlerinin mazhar-ı irfânı allâme-i asr Âsitâneli es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed İzzet Efendi."  yazılıdır. (Kuddise sırrûhû)

Şeyh Hayreddîn Efendi 

Müşârünileyh (Ahmed İzzet Efendi)’in mahdûmudur. Yerine şeyh olmuştur. Velâdeti 1251/(1835-36), müddet-i meşîhatı onsekiz, müddet-i ömrü ellidokuz senedir. Me’mûrîn-i Adliyye'den edîb bir zât idi. Târîh-i irtihâli 1310/(1892-93)'dur. (Kuddise sırrûhû)

Şeyh Hacı Tevfîk Efendi

 

Şeyh Hayreddîn Efendi-zâdedir. 1275/(1858-59) senesinde tevellüd edip, 1310/(1892-93)'da pederinin yerine posta geçti. Câmi' dersinden mücâzdır. Hilâfeti büyük pederinin halîfelerinden Şeyh İbrâhîm Efendi'dendir. Otuzdört sene Bâb-ı Âlî'de mu’tenâ hıdemât-ı Mülkiye'de istihdâm olunmuş ve teftîş hizmetiyle Musul ve Bağdat'a gidip, eızze-i kirâmı ziyârete muvaffak olup, iki sene kadar Mekke-i Mükerreme'de Ayn-ı Zübeyde suyunun ta'mîrine nezâretle Mekke-i Mükereme'de  bulunup, bu sırada Medîne-i Münevvere'yi de  ziyâretle kâm-yâb olmuştur.

1347/(1928-29)[75] senesinde altmış yedi yaşında bulunuyorlardı. Beyâz sakallı, orta boylu elâ gözlü, nâzik, mültefit, beşûş, mükrim, tarîkına sâlik ve sâdık bir  zâttır.  "Hâlîfeniz var mı?" diye sorduğumda, bir âh çekerek, "Dervîş olamadım. Nerede kaldı ki şeyh olup, halîfe yetiştireyim." dedi ve eser-i kemâl gösterdi. Her Cuma günü dergâha erbâb-ı muhabbet cem' olur, hâlât ile hizb-i zikr olunur.

Ceddinin şemâilini sordum: "Kısaca boylu, ahdeb, uzunca sakallı ve bun sîmâda imişler. Asâ ile gezerlerdi." dediler. Kır sakallı ve hüsn-i cemâle mâlik imiş. Vaktiyle İzzet Efendi'nin meclisinde bulunanların nakline göre esnâ-yı zikirde hâlât-ı acîbe ve zevkıyyât-ı latîfe zuhûra gelir imiş.

Dergâha, "Lokmacı Dergâhı" denilmesi sebebini sordum. Şeyh Efendi gülerek:

"Köşe başında lokmacı dükkanı olup, sokağa Şehremâneti'nce Lokmacı Sokağı tesmiyesinden kinâyedir. Yoksa tekke, lokmacı tekkesi değildir. Ceddim de lokmacılıkla münâsebet-dâr değildi."  dediler.

/109/  Hacı Kayyım  yahut  Hacı Müezzin Efendi

Zeyrek'te Kilise Câmi'-i Şerîfi'nin kayyım ve müezzini idi. Kuşadalı hazretlerine yetişmiş, intisâp etmiş, hizmetinde bulunmuş zevât-ı muhteremedendir. Tûl-ı ömre mazhar olup, 1325/(1907) senesinde sinnen yüz yaşını mütecâviz olduğu hâlde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Vaktiyle hüsn-i hattâ behre-yâb olup, güzel yazılar yazmış ve Kasımpaşa'da Okmeydanı'nda pazartesi ve perşembe günleri ok arayıcılığı hizmetinde bulunmuş ve mektepte hüsn-i hat muallimliği de etmiştir. Lehü'l-hamd şeref-i ziyâretlerine mazhar oldum. Mübârek ellerini öptüm. Duâlarıyla taltîf ettiler. Vücûd-ı şerîfleri onbeş yaşında çocuk vücûdu gibi ufalmış, yeşil sarıklı, kır sakallı, esmerü'l-levn âşık bir zât idi.

Bir Cuma günü Zeyrek Câmi'-i şerîfinde namâz kıldıktan sonra ittisâlindeki Şa’bânî Zâviyesi'nde mülâkî olmuş idim. Zikr-i şerîfte bulundular. Fakîre, bir na't-ı şeîif oku, diye emreylediler. Okudum. Sayha ederek, ağlayarak katıldı; yere düştü. Vücûd-ı şerîf tecemmüd etti. Neden sonra açıldı. Kuşadalı hazretlerinin sohbetlerinden sordum. Ah çekerek ağladı. "Derdimi depreştirme oğlum." dedi.  Yine fakîri mahzûn etmeyerek, "Bir gün bana azîzim, sen Emsile okudun mu? dedi. Okudum, dedim. Öyle ise haydi bakalım: Hacce - yahuccu- haccen dediler.  Ben de söyledim. Amma bundan o zamân maksadı ne idi anlayamadım. Azîzim latîfe buyuruyor zannettim. Meğer bana üç def'a hac nasîb olacak imiş. El-hamdü li'llâh üç def'a haccettim." dediler; ağladılar.

eş-Şeyh Ali Behcet Efendi pederimizden ve sâir sikadan mesmû'-ı fakîrânem oldu ki, mûmâileyh Hacı Kayyım, Kuşadalı hazretleriyle Hicâz'a gittiği zamân Süveyş'ten Sanbuk denilen sefîneye binmişler. Bir gün sefînenin güvertesinde zikr ederken Hacı Kayyım neş'elenerek semâa kalkmış. Semâ' ederken muvâzenesini gâib edip, denize düşmüşler. Garîbtir, denizde de semâ' eylerken Kuşadalı'nın uluvv-ı himmetleriyle tekrâr sefîneye alınmış. 

Pek mübârek ehl-i hâl  bir zât-ı kerîmü's-sıfât idi

Hîn-i vedâ'da ellerini öperken, "Beni gördün. Kuşadalı'yı görmüş gibi oldun. Bahtiyar olursun evlâdım." dedi. Hayır duâda bulundu. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsia)

İstidrâd:

Bu son sözleri Kuşadalı Hazretlerinin, "Beni görenler çaldı düdüğü. Beni görenleri görenler de çaldı düdüğü." buyurmuş olmalarına işârettir. Sırr-ı Muhammedî'nin zuhûruna  işârettir. Şerh u tafsîle muhtâc bir kelâm-ı âlîdir. Erbâb-ı kemâle nihân değildir, el-hamdü li’llâhi hamden kesîra.

/110/ el-Hâc Ahmed Amiş Efendi

Kuşadalı hazretlerinin mazhar-ı irfânı olanlardandır. Fâtih Türbe-dârı idi. Tûl-i ömre mazhar olup, 1338 senesi şehr-i Şa'bânının yirmisinde (9 Mayıs 1920) irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Demek ki, azîzinden sonra yetmişdört sene daha yaşamıştır. Sinn-i mübârekleri yüzü mütecâviz idi. O da Hacı Müezzin gibi çocuk misâli vücûdca ufalmış idi. Kendilerinde neş'e-i melâmet gâlib olup, züvvâr-ı kesîrü'l-mikdârı nush u pend ü keşf-i zamâir ile teshîr ederlerdi. Halîfe bırakmamışlardır.

Sîret ve teslîk cihetiyle dahi kendisine bir şu'be müessisi nazarıyla bakılacak derecede müteceddidînden olduğunu Sâdık Vicdânî Bey Tomâr'ında yazmış ise de, kendilerinden herkes istifâde edebilecek bir meslek ta'kîb  buyurmamışlardır.

Mürîdlerini halvet ve riyâzet gibi mücâhedât-ı cismâniyye ile yormaz, onların ma'neviyyâtlarını terbiye ve i'lâya kendi teveccüh ve kuvve-i reşâdetini kâfî bulurdu. Hattâ derler imiş ki, "Mücâhedâtın bir kısmını Kuşadalı kaldırdı, mütebâkîsini de ben ref' ettim.". Müşârünileyhin bu kabîl şeylerini işitenler, maksad-ı ârîfânelerine nüfûz edemediklerinden sû-i zanlara düşmüşlerdir.

Trablus nâibü's-sultânı merhûm Şemseddîn Paşa ve urefâ-yı muharrirînden Baban-zâde Naîm Bey ve Evranos-zâde Süleymân Sâmî Bey, müşârünileyhin mahzar-ı irfânı olanlardandır. Süleymân Sâmî Bey müşârünileyhin menâkıbını cem' ederek güzel bir eser vücûda getirmiştir.  Kerâmâtından bahs olunmuştur.

Elyevm Fâtih Câmi'-i şerîfi  imâm vekîli Hâfız Bekir Efendi nakl eyledi  :

Hazretin irtihâlinden otuz sene evvel müşârünileyhe Karaman Hamâmı’nda tesâdüf ettim. “Ya ben seni yıkarım; ya sen beni gasl edersin.” buyurmuş idi.  Bu sözün zuhûr-ı hikmetine müterakkıb oldum. İrtihâlinde beni aradılar; gaslini teklîf ettiler. Otuz sene evvelki sözün mazmûnunu idrâk ettim. Hıdmet-i gasline şitâb ettim. Vücûd-ı şerîfi kuş gibi hafif ve nihâyet derecede zaîf ve gâyet nazîf ve son derece nûrânî ve latîf idi. Ta'zîmât ve tekrîmât ile  yıkadım.

Hazret, ufak yapılı, nûr yüzlü, beyâz sakallı idi. Fâtih hazîresinde medfûndur. Türbesi vardır. Mezâr taşındaki yazılar:

Hâmil-i emânât-ı Sübhâniyye, câmi'-i makâmât-ı insâniyye, mürebbî-i sâlikân-ı Rahmâniyye el-Hâc Ahmed Amiş el-Halvetî eş-Şa’bânî – kuddise sırrûhû- hazretlerinin rûh-ı şerîfleri için  el-Fâtiha.

          20 Şa'bân 1338/(9 Mayıs 1920)"

Rûh-ı pâk-i mürşid-i  yektâ Cenâb-ı Ahmed’e

Sâye-i arz-ı ilâhîdir muallâ âşiyân

/111/                         Matla’-ı feyz-i velâyetdir o kutbu’l-vâsilîn

Sırr-ı ferdiyyet olurdu vech-i pâkinden ayân

Râh-ı Şa'bân-ı Velî'de ekmel-i devrân olup

Ehl-i hâle kıble-i  irfân idi bir çok zamân

Âh kim yükseldi lâhût muhît-i vahdete

Oldu envâr-ı tecellî-i bakâda bî-nişân

Neşve-bâr oldukça envâr-ı cemâli kalbime

Parlıyor pîşimde eşvâk-ı safâ-yı câvidân

Cezbe-i vahdetle Sâmî söyledim târîh-i tâm

Gitdi gül-zâr-ı cemâle pîr-i efrâd-ı cihân

(كتدى كلزار جماله پير افراد جهان )  = 1337 +1 = 1338

                                                            

Yakovalı el-Hâc Ali Fikri Efendi

Meşâhîr-i ulemâ-yı fihâmdan olup, Kuşadalı hazretlerine yetişen ve mazhar-ı feyzi olan eâzımdandır. Mahdûm-ı mükerremleri Ahmed Şükrü  Efendi’den naklen yazıyorum:

"Saraçhâne Medresesi’nde muabbir Ömer Efendi’ye Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretleri gelirler imiş. Pederim de orada bulunduğundan onu istikbâl edenler meyânında bulunmuş ve üns ü muhabbet husûle geldiğinden Azîz hazretleri pederime bir gün hıtâben:

Ali Efendi! Teheccüde kalkıyor musun?” diye suâl buyurunca: “Hayır Efendim. Kalkamıyorum, fakat, sabâh namâzına kalkıyorum.” cevâbını vermesiyle , “Ben seni kaldırır isem  kalkar mısın?” diye sormuş; pederim de, “Maa’t-teşekkür efendim.” demiştir. Önce pederim Ali Efendi nısfu’l-leylde döşeğinin baş ucunda İbrâhîm Efendi’yi görür, “Ali Efendi! Kalk!" der. Pederim kalkar, kandili yakar; kapıya koşar, bakar ki, kapı kilitlidir. Sâata bakar, tâm teheccüd zamânıdır. Gider abdest alır, teheccüdü kılar. Bu hâl tevâlî edince azîzin kemâline îmân ederek intisâb eder. İlâ âhiri’l-ömr nisbetini muhâfaza ve teheccüde devâm eyler.

Büyük azîzin âlem-i bakâya intikâlinden sonra âlem-i ma’nâda pederime görünür. “Muhammed Tevfîk Efendi’nin meclisine müdâvemet et.” buyurmalarıyla, onun hem-bezm-i sohbeti olur.”

Fâtih hocalarından ve meşâyıh-ı Gülşeniyye’den Şehrî Efendi nakl eyledi ki:

“Yakovalı Ali Efendi, belâğat ve fesâhatla ders okutur, mütebahhirîn-i ulemâ-yı İslâmiyye'den idi. Talebesi kesîr idi. Bir gün dersi ilm-i akâid üzerinde sıfat bahsinde iken, talebelerden ba'zıları ilm-i zâhir neş'esiyle halli mümkün olamayacak suâller sorunca, cevâbı ta’lîl ile âdeten birkaç ders ta'tîl edecek râddeye gelmişler iken, tesâdüfen Hammâmî Muhammed Tevfîk Efendi’nin konağına uğruyor. Sohbet sırasında Hammâmî hazretleri, Ali Efendi’de bir durgunluk hisseder. Sebebini sorar: Ali Efendi, Hammâmî’nin o gibi hakâyık-ı ilmiyyede behresine kâni’ olmadığından hakîkatı anlatmak istemezse de, ısrârı üzerine mes'eleyi Hammâmî’ye açmış, o da nezdinde bulunan Fütûhât-ı Mekiyye’yi açarak o bahisten Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin esrâr-ı beyânını okumaya başlar ve hattâ, “Efendim! Ben belki ibârenin harekelerini yanlış okudum. /112/ Siz kâlıb-ı elfâza râgıb olmayınız. Ma'nâya bakalım.” diyerek sıfat bahsine ait her türlü müşkili mükemmelen halleder. Ali Efendi, bundan pek memnûn kalır. Bir daha meclis-i şerîflerinden ayrılmaz olur.”

Büyük azîzin işâreti de bu sırada vâki' olmuş ki, Hammâmî hazretlerinin meclis-i şerîflerine müdâvemet etmişlerdir.

Ali Efendi’nin kemâlât-ı ilmiyyesi çok yüksek idi. Neş'e-i ilim gâlib gelmiş idi. Yine mahdûmu Ahmed Şükrü Efendi nakl eylediler:

“Pederimden işittim: Biz Arûz-ı Endülüs’ü okuduk, okuttuk. Bir gün Cevdet Paşa merhûm geldi.,"Sizden Arûz-ı Hazrec’i okumak isterim." dedi. Ben de, "Düşüneyim de  yarın öbür gün size cevâb veririm." dedim. Azîz-i merhûma gelmiş, hikâye etmiş, o da, "Okut Ali Efendi." demiş. Pederim de okutmuş. Cevdet Paşa bana dedi ki: Pederiniz öyle bir arûz okuttu ki, cıcığını çıkarttı. (Rahmetu'llâhi aleyh)

Kabirleri Edirnekapısı hâricinde Hâlebî merhûmun kabri yakınındadır.

Hüve'l-Hallâku’l-Bâkî: Meşâhîr-i ulemâ-yı a’lâm u efâhım esâtize-i kirâmdan üstâdü’l-kül, Mevlânâ el-merhûm Yakovalı el-Hâc Ali el-Fikrî Efendi’nin rûh-ı pür-fütuhuna el-Fâtiha. 22 Cemâziye’l-evvel 1293/(15 Hazîran 1876)

Fâtih’te ulûm-ı mürettebeden iki def'a icâzet vermişlerdir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

el-Hâc Ahmed Şükrü Efendi

Müşârünileyh (Ali Fikri Efendi)’nin necl-i necîbidir. 1269/(1853) sene-i mâliyesinde İstanbul’da tevellüt eylemiştir. Tahsîl-i ibtidâîden sonra hıfz-ı Kurân’a başlayıp, Sultân Selîm imâm-ı evveli reîsü’l-kurrâ Hacı İsmâîl Efendi’den muvaffak olduğu gibi, vücûh ve kirâattan da icâze almıştır. Fâtih Câmi'-i şerîfinde derse devâm ile me'zûn olmuş, Arabî, Farisî lisânlarında tahrîr ve tekellüme muktedir bir hâle gelip, edebiyyât-ı Arabiyyede pek ileri gitmiştir.

Henüz çocuk iken pederleriyle birlikte Hammâmî hazretlerinin huzûrunda bulunup, feyz-i nazarlarına mazhar oldular. 1287 târîhinde on sekiz yaşında Fetvâ-hâne’ye devâma başlayıp 1 Temmuz 1304/(13 Temmuz 1888)’te Fetvâ-hâne Reîsü’l-müsevvidîn’i olduktan başka, Mart 1306/(1890)’da başkaca Teftîş-i Mesâhif-i Şerîfe Meclisi a'zalığı, uhdesine tevcîh olunmuştur.

1301/(1885) târîhinden i'tibâren fahrî olarak üç sene kadar Cevdet Paşa merhûmun yanında toplanan meclis kitabetinde îfâ-yı hizmet edip, 24 Temmuz 1314/(5 Ağustos 1898)’te Adliyye Nezâreti Müsteşarlığı’na 11.500 kuruş maâşla ta'yîn ve rütbe-i ilmiyyesi Anadolu Kazâskerliğine terfî' edilerek 1324/(1908) senesine kadar on sene bu hizmeti îfâ etmiştir.

/113/ İ'lân-ı Meşrûtiyeti müteâkib tekâüdünü taleb ederek gûşe-nişîn-i uzlet olmuşlardır. Ders hocaları Üsküdarlı Mezârcı-zâde Hacı Hüsnü Efendi olup, edebiyyat-ı Arabiyyeyi, Bingazi ulemâsından Şeyh Şitvân Efendi merhûmdan sûret-i husûsiyyede okumuştur. Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerinden sonra Hama Nakîbü’l-Eşâfı Seyyid Murtazâ Efendi’ye intisâb edip ondan, Tarîkat-ı Aliyye-i Kâdiryye’yi almış, irtihâline kadar bu nisbeti muhâfaza ederek evrâd u ahzâb-ı Kâdiriyye'ye müdâvemet eylemiştir. Tarîk-ı Kâdirîden hilâfet-nâmeleri vardır. Ziyâret-i Haremeyn-i muhteremeyne muvaffak olmuştur.

Müşarunileyh ders okutmak mesleğini ittihaz etmemiş idi. Şehrî Hoca Şevket Efendi merhûmun irtihâlinden sonra talebesi ortada kalınca ulemâ-yı asırdan Tikveşli Hacı Yûsuf Efendi’ye mürâcaat ile ikmâl-i tahsîllerine inâyet buyurmasını ricâ ederler. O da, "Evlâdlarım! Size ancak Hoca-zâde Ahmed Şükrü Efendi ders okutabilir. Ona mürâcaat ediniz.” diye tavsiyede bulunur. Onlar da Ahmed Şükrü Efendi’ye mürâcaat ve ricâ ve isrâr-ı keyfiyyet ederlerse de, adem-i kabûlüne mebnî Tikveşli merhûm derslerine devâm edip ikinci def'a icâzet vermişlerdir.

Dâmâd-ı mükerremi Kâzım Bey, Ahmed Şükrü Efendi’ye, “Efendim! Niçin ders okutmaktan ibâ eylediniz?” diye suâlde bulununca, “Bizim gibi ten-perver ve nâz u naîm ile yumuşak yataklarda  yatan insânlar ders okutamazlar. Ders okutmak için bu râhatı terk etmek gerektir. İşte Şevket Efendi merhûm buna bu sebebten dolayı muvaffak olamadı.” diye söyledikleri nakl edilir.

Ahmed Şükrü Efendi tekâüd olduktan sonra Fâtih civârında Çırçır’da Hacı Hasan Mahallesi’nde kâin hânelerinde ihtiyâr-ı inzivâ eylediler. Hâl-i me’mûriyyette iken kesrette vahdeti bulanlardan idi. Fâtih Câmi'-i şerîfine ikindi namâzına cemâata çıkarlardı. Göztepe’de köşkleri var iken harb-ı umûmî bidâyetinden i'tibâren sayfiyyeye gitmekten  ferâğat eylediler.

Ale’l-ekser Mesnevî-i şerîf gibi âsâr-ı âliye-i sûfiyyeyi mütâlaaya hasr-ı evkât eylemişlerdi. Son zamânlarında sokağa asâ ile çıkarlardı. Fâtih’te namâz esnâsındaki âsâr-ı haşyetlerini gördüğüm zamân kalbime gelen ra’şe-i azîme günlerce devâm eylemişti.

Uzunca boylu, beyâz ve müdevver sakallı, elâ gözlü, beyâz sîmâlı, bidâyeten gâyet mülahham iken son zamânlarda riyâzât ve ibâdâtın te'sîriyle nehâfet-i vücûdiyyeye mübtelâ olmuş. Bu nehâfet irtihâllerine âmil-i müessir olmuştur.

İrtihâlleri 12 Zilhicce 1342 ve 15 Temmuz 1340/(1924) Salı gecesi sâat yarımdadır. Na’ş-ı şerîflerini Şeyh Hacı Fâik Efendi gasl edip, cenâzeleri ihtirâmât-ı fâika ile Fâtih Câmi'-i şerîfine nakl ve cenâze namâzı cemâat-ı kübrâ ile edâ olunarak, Edirnekapısı hâricinde peder-i ekremlerinin kabri ittisâlinde ihzâr olunan kabre defn olunmuşlardır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

/114/                           Âlim ü fâzıl idi Hazret-i Ahmed Şükrü

       Ârif ü kâmil idi Hazret-i Ahmed Şükrü

       Fıkh u fetvâ vü tasavvufda ser-efrâz oldu

       İlm ile âmil idi Hazret-i Ahmed Şükrü

       Vâkıf-ı ilm-i ledün sâhib-i tertîb idi o

       Uzlete mâil idi Hazret-i Ahmed Şükrü

       Ona târîh-i visâl oldu Fuyûz-ı tâmme

       Vuslata nâil idi Hazret-i Ahmed Şükrü

       (فيوض تامه )

Muhammed Râşid Efendi

Sultân Abdülhamîd-i sânînin imâm-ı evveli idi. Hammâmî Muhammet Tevfîk Efendi hazretlerinin nâil-i fayzi olan eâzımdandır. Hâfız-ı kurrâ idi. Bidâyeten Zeyrek Mektebi’nin muallimi olup, çok hâfız yetiştirmiştir. Pek âşık, sâdık, mübârek bir zât idi. Ya'kûb Han hazretleri kendilerini zikre me'zûn kılmış idi. Erenköy’de köşklerinde yârân u ihvân cem' oldukça  rûhâniyyetli âlemler olurdu. 

Beyâz sakallı, esmerü’l-levn, melîhü’l-vech, uzun boylu idi. Rumeli Kazâskerliği pâyesini hâiz idi. Eyupsultân’da Kırkmerdiven civârında medfûndur. Ulemâdan Kazâsker Muhyiddîn Efendi merhûmdan mazhar-ı feyz-i ilm olmuşlardı.  (Kaddesa’llâhu sırrahû)

İsmâîl Hakkı Efendi 

Mustafa Bey ve Ya'kûb Han ve Kâmil Efendi hazerâtının hem-bezm-i sohbeti olmuş ve ilm-i tasavvufta ve şiddet-i riyâzet vü mücâhededeki mesleği i'tibârıyla beyne’l-ihvân "Kutub" lakabıyla  tesmiye olunmuştu.

1268/(1852) senesinde İstanbul’da dünyâya revnak veren, hıfzı ve kırâati müşârünileyh Hâfız Muhammed Râşid Efendi’dendir. Ya'kûb Han müntesiblerinden Dersiâm Ürgüplü Hoca Kâmil Efendi’nin[76] Beyâzid Câmi'-i şerîfinde dersine devâm ile ahz-ı icâzet eylemiş ve Râşid Efendi, Hünkar İmâmı oldukta onun yerine Zeyrek Câmi'-i şerîfine imâm ve mektebe muallim olmuştu. Bi'l-âhare Vâlide Sultân’a imâm olup, İmâm-ı evvel-i Pâdişâhî Yûsuf Efendi’nin irtihâlinde Râşid Efendi, İmâm-ı evvel olmasıyla Hâfız İsmâîl Hakkı Efendi İmam-ı sânî ve Râşid Efendi’nin  irtihâlinde İmâm-ı Evvel olmuştur.

Rütbe-i ilmiyyesi Kazâskerliğe irtikâ etmişti. Abdülhamîd-i sânînin hâl’inde imâmet hizmeti âhâra tefvîz olununca Nişântaşı’nda Çifte Bakkal’da Bayır Sokağı’nda kâin konaklarında ihtiyâr-ı inzivâ eylediler.

Yedirmeye, içirmeye, hakkânî sohbet etmeye mâil, dervîş-meşreb fevka'l-âde müttakî, mutasavvıf, allâme-i dehr idi. Kısa boylu, kır ve uzunca sakallı, pek melîhü’l-vech, insân güzeli idi.

Bir gece Üsküdar’da Vâlide Dergâhı’nda meclis-i zikirde cezbe-dâr olmuşlardı. O gece tâ-be-sabâh husûle gelen zevk-ı Bâtınî el-ân hâtıra-pîrâ-yı fakîrânemdir. Sinn-i şerîfleri altmış üçe resîde olduğu /115/ bir çağda 1331 sene-i arabiyyesi, 1329/(1913) sene-i rûmiyyesi şehr-i Şubatında bir Cuma günü seretân-ı mi’deden irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Cenâzeleri cemm-i gafîr ile kaldırılıp, Beşiktaş'ta Yahya Efendi, Dergâh-ı şerîfine nakl ve hazîrede defn olundu. (Rahmetu'llâhi aleyh, kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Hacı Halîl Âkif Efendi

Ankara'da neşr-i feyz eylemiş meşâyih-ı kirâm-ı Şa'bâniyye'dendir. Şeyhi Seyyid Efendi nâm zâttır. Âlim, ârif, mücâhit bir zât-ı kerîmü's-sıfât idi. Ankara'da bir mescidi ihyâ ile orada cem'iyyet-i zikr teşkîl ederdi. Dervişleriyle maan Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret emeliyle İstanbul'a gelip, buradan ol cânib-i âlîye azîmet etmiş ve memleketine İzmir tarîkıyla avdet etmiştir. Sinnen elliyedi, ellisekiz râddesinde iken 1312/(1894-95) senesinde orada azm-i âlem-i bakâ eyledi. (Kuddise sırruhû)

Muallim Kâzım Bey

Bâlâda tercüme-i hâlini yazdığım Ahmed Şükrü Efendi hazretlerinin dâmâd-ı muhteremleri ve müşârünileyh Şeyh Hacı Halîl Âkif Efendi'nin nâil-i feyzidir. Pederi İşkodralı Mustafa Bey'dir. İstanbul'da Edirne Kapısı Mezâristânında medfûndur.

Kâzım Bey 11 Zi'l-hicce 1288/(20 Şubat 1872) târîhinde İstanbul'da Fethiye'de Draman Mahallesinde doğmuş, Hâfız Paşa Mekteb-i İbtidâîsi'nde ve Fâtih Rüşdî-i Askerîsi'nde ve Dârüşşafaka'da ikmâl-i tahsîl ile 1308/(1890-91)'de neş'et ederek Telgraf Posta Muhâsebe Kalemi'ne ve bi'l-âhare Mûsikî Istılâhâtı nâm eseri te'lîfinden dolayı Mûsîka-i Humâyûn'a çırâğ edilmiş, birbuçuk sene sonra 1311/(1893-94)'de Maârif Nezâreti'nde Meclis-i Kebîr-i Maârif huzûrunda bi'l-imtihân Ankara İ’dâdîsi Türkçe Usûl Defteri ve Coğrafya muallimliklerine ta'yîn olunmuştur. İşte bu sırada azîz-i müşârünileyhe intisâb ve ikinci esmâya kadar feyz-yâb olmuştur. Dokuzbuçuk ay sonra 1312/(1894-95)'de İstanbul'da Topkapı Rüşdîsi Fârisî ve riyâzî muallimliklerine ta'yîn ve Mercân riyâzî muallimliği de uhdesine tevcîh olundu. Maârif Mektûbî ve Sicil Kalemlerinde de hizmeti sebk ederek mümeyyizliğe irtikâ eyledi. Sonra Maârif müfettişi oldu. Ba'de'l-Meşrûtiyye İstanbul, Kabataş, Üsküdar Bezm-i Âlem zükûr ve inâs sultânîlerinde mûsikî tedrîsâtıyla îfâ-yı vazîfe eylemiştir. 1312/(1894-95)'de Ahmed Şükrü Efendi'ye dâmâd oldular. Mûsikî intisâbları, meşhûr âlim Mevlevî Zekâî Dede Efendi merhûmdandır.

Kâzım Beyefendi buyuruyorlar ki :

 

"Âvân-ı sabâvetimde tahmînen oniki yaşlarında iken büyük pederimle Küçükmustafapaşa'da kibâr-ı meşâyıh-ı Rufâiyye'den Karasarıklı İbrâhîm Efendi Dergâhı'na giderdik. O zamân dergâhın şeyhi Ali Efendi idi. Teberrüken arâkıyye giydim. Mektebde tahsîlim hengâmında, tâ ki mûsikî sınıfına gelinceye kadar kendimin mûsikî ile alâka-dâr olduğumu bilmezdim. Hocam merhûmdan gördüğüm kemâlâta hayrân olarak ilm-i mûsikî ameliyyâtıyla iştigâl etmekte iken dîğer taraftan tahsîl-i ilm ü fendeki terakkiyyâtın ilcââtı hasebiyle hoca merhûmdan mûsikînin /116/ dahi elbette ibtinâ eylediği esâsât u nazariyyât hakkında eslâfın yazmış oldukları âsârdan suâl-cevâb ederek, kendilerinden şifâhen ahz-ı ma'lûmât etmekle berâber kevserî edvârı, Safiyyüddîn Abdülmü'min'in vücûda getirdiği dîğer bir edvâr ile Yenikapı Mevlevî-hânesi kütüb-hânesindeki Şeyh Abdülbâkî Dede merhûmun yazdığı dîğer bir edvâr, üstâd-ı merhûm tarafından nazar-ı ıttılâıma vaz' edilmiştir. Bunun üzerine 1305/(1887-88) târîhinden i'tibâren gerek hocamdan öğrendiğim, gerek mezkûr edvârdan gördüğüm hakâyık u dakâyık-ı mûsikıyyeyi yazmak sûretiyle, Hayâtü'l-Ervâh nâmında bir eser-i mûsikî te'lîf ettim. Mûsikî Istılâhâtı nâm eser-i dîger, şark u garb mûsikîlerinin nazariyyâtından bâhis mûsikî nazariyyâtı, bir de her iki mûsikînin yarım perdeleri hakkında dîğer bir risâle-i matbûam vardır.

Mûsikînin her şu'besinde, ya'nî ilâhiyyât, beste, şarkı gibi âsâr-ı cedîde vücûda getirmek sûretiyle beste-kârlığa ihtimâm ettim. Fakat ekser mûsikî-şinâsânın bulunduğu tarzda mecâlis-i tarabdan tevakkî etmek sûretiyle kendilerinden mehcûr oldum. Bu münâsebetle zamânımızda bulunan mûsikî-şinâsânın çoğu nâm-ı fakîrânemi işitmek sûretiyle bilirler. Son zamânlarda gerek esâtize-i kudsiyyenin vücûda getirip, bi'l-âhare kevn-i nâ-bûd olan gerek hıfz ve kırâat edenleri hemân pek nâdir kalan ve durak denilen bestelerden beş-altı kadarını vücûda getirdim. Tâhir Ağa Dergâhı'na mülâzemetim ve orada hâsıl ettiğim neş'enin buna çok te'sîri olmuştu. O besteler meyânında hüseynî, hüzzâm, uşşâk, evc, beyâtî arabân, araz-bâr gibi makâmâttan bir hayli ilâhiyyât ve şarkı vardır. Bunlardan başka Musullu Hâfız Osmân Dede merhûmun iki sene mütemâdiyen vâki’ olan ilhâh u ibrâmı üzerine 1316/(1898) târihinde sultânî-yegâh makâmından bir de âyîn-i şerîf besteleyerek âlem-i semâ'-ı Mevlevîye yâdigâr eyledim."

Hulâsa-i kelâm Kâzım Bey gülşen-i Şa'bânî'de perveriş-yâb-ı feyz u kemâl olmuş bir andelîb-i hoş-elhândır. Bu münâsebetle kadrini takdîren tercüme-i hâlini yazmağa gayret-kâr oldum. (Tavvela’llâhu ömrehû ve zâda’llâhu feyzehû)  

/117/ Karasarıklı  İbrâhîm Efendi

Kuşadalı hazretlerine yetişmiş bir şeyh-i âlî-kadrdir. İzzet Efendi merhûmla da hem-bezm omlarak bi'l-âhare Eyüp’te Bahariye civârında Taşlıburun Dergâhı şeyhi Süleymân Efendi’den Tarîk-ı Sa’diyye’den müstahlef olmuştur. Müddet-i medîde Mâliye Nezâreti’nde kitâbette bulunmuştur. Bi'l-âhare ihtiyâr-ı takâüd eyledi.

Beyâz sakallı, beyâz yüzlü, uzunca boylu olup, siyâh cübbe giyer, beyâz arâkıye üzerine siyâh sarık sarardı. Her gören meclûb ve meczûb-ı hüsnü olurdu. Sevdiği meşâyıhın dergâhlarına giderdi. Herhangi bir meclis-i zikirde bulunsa orada derhâl neş'e-i zevk, rûhâniyyet zuhûra gelirdi. Esnâ-i zikirde kendilerine hâl galebe eylediğinden şiddetli sayhalar vurarak kendini yerlere atardı. Bu hâl herkeste haşyet vücûda getirirdi. Husûsuyla Hz. Sünbül Hânkâhı’nda  semâ'-hânede tahtanın üzerinde kendini oradan oraya kaldırır atardı. "Meded Yâ Nebiyya'llâh!" diye sayha ederdi. Bu sebeble "Sayha-zen İbrâhîm Efendi" diye şöhreti vardır.

Kendileriyle çok zamân müşerref oldum. Fakîre Tarîk-ı Şa’bânî’den Vird-i Yahyâ kırâatına me'zûniyyet vermişti. Salavât-ı şerîfeyi huzûr ile okumayı tavsiye ederdi. Bir gün hasbihâl sırasında  buyurdular ki:

Hânkâh-ı Hz. Sünbül’de bir cem'iyyette dûçâr-ı cezbe oldum. "Aman! Yâ Muhammed!" diye kendimi yere attım. Gaşy oldum. Bu esnâda sırr-ı rûhâniyyetime dediler ki:

Muhammed senin ağzının kaşığı mı ikide bir o ism-i mübâreki yâd ile hareket ediyorsun. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de  ta'zîmen, "Yâ Eyyühe’n-Nebî! Yâ Eyyühe’r-Resûl!" buyuruyor. İsm-i Nebî’yi erbâb-ı kemâl ü edeb doğrudan doğruya zikr etmezler. Senin  "Yâ Muhammed!" diye sayha edişin  küstâhlıktır; edebini takın.

Bu tevbîh ve irşâd-ı Ma'nevî fakîrde öyle bir te’sîr-i azîm husûle getirdi ki, bir daha o yolda sayha etmemeğe azm ettim. Bu sebeble "Aman Yâ Nebiyya'llâh!" benim virdim oldu. Evlâdım siz de bu hâlimden  ibret-bîn olunuz.”

Şehzâdebaşı civârında Bozdoğan Kemeri civârında bir hânede sâkin idi. Son zamânlarında halktan inkıtâ’ eyledi. Hâlden hâle dûçâr oldu. Te'sîr-i cezbe ile kendini merdiven sahanlığının parmaklığına salb etmek sûretiyle cânını cânânına teslîm eyledi. Mazhar-ı zevk-i tâm oldu. Mezkûr dergâhta defîn-i hâk-i gufrândır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Halîm, selîm, gül yüzlü, pâk özlü, tatlı sözlü idi.

/118/ Şeyh Mustafa Zekâî Efendi

"Zekâî" nâmıyla şöhret bulunan bir zât-ı âlî-kadr, âlim, ârif, şâir bir mürşid-i dil-âgâhtır.  Üsküdar’da dünyâya gelmişlerdir. Pederleri Üsküdar Muhâfızı, mîr-i mîrândan Bursa Yenişehirli Hacı İbrâhîm Bey’dir.

Mustafa Zekâî Efendi, ibtidâî tahsîlden sonra makâsıd-ı ulûmu da elde ederek seyâhata çıkmış, Simav kasabasına uğradığı sırada mazanna-i kirâmdan ve meşâyıh-ı ızâmdan el-Hâc Hasan Efendi’ye mülâkî olup, ona intisâb ederek hayli zamân hizmetinde bulunarak terbiye-i tarîkat görmüştür.

Hasan Efendi iki koldan Karabaş-ı Velî hazretlerine merbûttur. Biri: Karabaş-ı Velî, Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Şa'bân Efendi, Şeyh Simavlı Mahmûd Efendi, Şeyh Hacı Hasan Efendi olup, dîğeri: Karabaş-ı Velî, Hz. Nasûhî, Şeyh Abdullâh-ı Rüşdü, Şeyh Alâeddîn b. Hz. Nasûhî, Kastamonulu Şeyh Abdullâh Efendi, Şeyh Hacı Hasan Efendi.

Nasûhî-zâde Seyyid Kerâmeddîn Efendi buyururlar:

Zekâî hazretleri, Üsküdar’da Doğancılar civârında Hacı Ahmed Paşa Kadınlar Hamâmı karşısında bir evde sâkin imiş. Bir hayli zamân seyâhat ederek avdet eylemiştir. Avdetinde ailesi tanıyamadıklarından kabûlde tereddüt göstermişler ise de bi'l-âhare anlaşıldığından ailesiyle hem-dem olmuştur. O sırada bir Cuma günü Hânkâh-ı Hz. Pîr-i Nasûhî’ye gelip, zikru'llâhtan sonra kahve ocağına çekilip ol zamân Şeyh bulunan Seyyid Fazlullâh Efendi hazretlerine intizâr eylemişler. Mülâkî olduklarında ârzû-yı ma'nevî vukûuyla ona intisâb etmiş ve huzûr-ı şeyhte bir kere oturmayıp dâimâ kâimen  isbât-ı vücûd eylediği hâlde on beş sene hıdmet-i aliyyelerinde bulundular. Esnâ-yı hıdmette Hankah’ta müezzinlik ve zâkirlik vazîfesi îfâ eder imiş.

Bir kadına borcu olduğundan Zekâî Efendi’iyi râhatsız eder olduğundan bir Cuma günü kadın Hânkâh-ı Nasûhî’ye gelerek beklemiş. Zekâî Efendi mahfilden aşağıya inerken kadını görünce fevka'l-âde mükedder olup, Hz. Pîr’in rûhâniyyet-i aliyyelerinden istimdâd etmiş. Esnâ-yı zikirde bir zât zuhûr edip, kadının matlûbu mikdâr akçeyi müşârünileyhe vermiş. O da kadına borcunu tesviye eylemiş ve kadına hitâben, “Ben bugün Hz. Pîr’den feyz talebinde bulunacak idim, senin hücûmun mâni’ oldu. Beni Hz. Pîr’den dilendirdin. Onlar dirîğ buyurmadılar. Parayı al da git.” demiş.

Şeyhinin irtihâliyle Simâvî Şeyh Hacı Hasan Efendi  hazretlerinden  tekmîl-i tarîkat eylemiştir. Hasan Simâvî’nin şeyhi de Kastamonulu Abdullâh Efendi hazretleridir. Bir de Çelebi Alâeddîn Efendi hazretlerinin halîfesidir. Şu hâlde bir taraftan Fazlullâh Efendi, dîğer taraftan Abdullâh Efendi hazarâtından ahz-ı feyz etmiştir.

Makâm-ı evliyâdır menba’-ı feyz fütûhudur.” medhiyyesi onundur.

/119/ Yenikapı Mevlevîhânesi şeyh vekîli Sâdık Dede Efendi’ye kerîmelerini tezvic buyurdular. 1210/(1795-96) târîhinde İstanbul’a avdet buyurup, o sırada Topkapı civârında Kürkçübaşı Ahmed Şemseddîn Mahallesi’ndeki Pîr Ümmî Sinân Dergâhı meşîhatına ta'yîn olundular. (Tarîk-ı Sinânî’den şeyhi Seyyid Süleymân Efendi’dir. Onun şeyhi Hasan, onun şeyhi Muslih, onun şeyhi Hüsâm, onun şeyhi Ced Hasan Efendi’dir.)

Bu dergâhta şeyh olan zât Ümmî Sinân  ahfâdından allâme-i zamân Hasan Efendi merhûm idi. Hz. Zekâî on yedi seneden ziyâde bir zamân meşgûl bi-zikri'llâh ve terbiye-i ibâdu'llâh olup, enfâs-ı ma’dûde-i hayâtlarını tekmîl eylediklerinde na’ş-ı mağfiret-nakışları dergâh-ı şerîf hazîresine defn olunmuştur ki, 1227/(1812) senesine müsâdiftir

Hû ile ârif Zekâî azm-i lâhût eyledi

            (هو ايله عارف ذكائى عزم لاهوت ايلدى)

târîh-i intikâlidir.  Mezârtaşındaki kitâbe:

Ârif-i bi'llâh, mürşid-i âgâh, Şeyhü’l-kâmil, el-âlimü’l-âmil el-müteşerriu’l-mükemmil eş-Şeyh Mustafa Zekâî el-Halvetî eş-Şa’bânî el-Üsküdâr. Kaddese sırruhu’l-Bârî,  1227.”

Gâyet rûhâniyyetli bir ziyâret-gâhtır.

Matbû' ve müretteb dîvânı olduğu gibi Hz. Nasûhî’nin Risâle-i Velediyye’si üzerine şerhi vardır. Hatt-ı destiyle bir takım âsâr ve resâili bir arada yazıp, teksîr-i neshına hizmet etmiş böyle bir kitabını gördüm. 1186/(1772)’da yazmış. Demek ki irtihâlinden kırk sene evvel bunu yazmıştır. Yarısı görüldü. Âşık-ı esrâr-ı maârif oldukları o eserin yarısından nümâyândır. Cidden ve hakîkaten eâzım-ı ricâl-i tarîkattandır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Eş’ârından:

                        Zekâî bu mirâyâda gören oldur görünen de

                        Mezâhir kesretiyle vahdet-i Zâta halel gelmez

                                               *    *    *

                        Gehî cûş eyleyüp deryâ-yı bî-pâyân olur gönlüm

                        Gehî bir katre içre  gizlenüp pinhân olur gönlüm

                                               *    *    *

                        Bi-hamdi'llâh müyesser oldu vuslat bezm-i cânâna

                        Sivâ hubbu gidüp dilden irişdim kurb-ı Rahmân’a

                        Rumûz-ı 'alleme’l-esmâ'ya mazhardır bu gün sırrım[77]

                        Cülûs itdim hezârân izz ile taht-ı Süleymân’a

                        Libâs-ı köhne-i tenden vücûdum eyledim ârî

                        Giyüp bir hil’at-ı zîbâ şehen-şâh oldum ekvâna

                        Münevverdir gönül nûr-ı hüviyyetden ki hikmetle

                        İfâza eyledi şems-i hakîkat ayn-ı a’yâna

                        Ledün ilmin kitâbu'llâh-ı nâtıkdan taallüm kıl

                        O bir sırr-ı ilâhîdir yazılmaz levh-i imkâna

                        Zekâî fazl-ı Hak’la çeşm-i cânı rûşenâ kıldım

                        Sürüp rû-yı siyâhım hâk-pâ-yı Şeyh Şa’bân’a

                                               *    *    *

                        Ham itdi kaddimi bâr-ı günâhım Yâ Rasûla'llâh

                        Hacîl itdi beni rû-yı siyâhım Yâ Rasûla'llâh

                        Hevâ vâdîlerinde hâke düşdüm dest-gîrim ol

                        Garîb ü bî-kesim yokdur penâhım Yâ Rasûla'llâh

                        Derûnumda yanar hecr ü firâkın âteş-i dâim

                        N’ola eflâke çıksa dûd-ı âhım Yâ Rasûla'llâh

                        Eğerçi mücrim isem bende-i nâçîz-i dergâhım

                        Seni tasdîkime hakdır güvâhım Yâ Rasûla'llâh

                        Türâb-ı makdeminle çeşm-i cânım rûşenâ ancak

                        Muallâ âsitânın kıble-gâhım Yâ Rasûla'llâh

                        Cebîn-i zâtını Esmâ-i Hüsnâ hulkunu Kur’ân

                        Hakâyık kânısın yok iştibâhım Yâ Rasûla'llâh

            /120/   Gözü pür-eşk-i hasretdir Zekâî dem-be-dem ağlama

                        N’olur âyâ diyü hâl-i tebâhım Yâ Rasûla'llâh

 

Şeyh Hasan Azîz Efendi : (Zekâî Efendi’nin) kabirlerinin yanındaki medfende medfûn olan zât, Hz. Zekâî’nin mahdûmu Hasan Azîz Efendi hazretleridir. Târîh-i irtihâli 1252/(1836-37)’dir. Kalb-i mübâreki dâimâ zikirle meşgûl olmakla, yanındakiler zikr-i kalbîsinden haber-dâr olurlarmış. Şeyh Behcet Efendi naklen söyledi.

Şeyh Mustafa Zekî Efendi : Hasan Azîz Efendi-zâdedir. Pederinin yanında medfûndur.  Mezâr taşında: "Nâhic-i menâhic-i kudsiyye, metâlibü’l-kutbiyye, câiz-i meâric-i makâsıd-ı kudsiyye, hâiz-i maârif-i zü’n-nefs-i zekiyye Zekâî Efendi-zâde eş-Şeyh Hasan Efendi necl-i necîbi es-Seyyid Mustafa Zekî Efendi.1284/(1867-68) ” yazılıdır.

Şeyh İbrâhîm Efendi : Müşârünileyhin mahdûmudur. O da pederinin yanında medfûndur.  Hoş sohbet, edîb, kâmil, ârif bir zât idi.

Şeyh Mustafa Aczî Ağa : Bu zât-ı muhterem 1200 sene-i hicriyyesinden (1786) sonra Edremit’te dünyâya gelip, neş’eti yine oradadır. Ricâl-i sûfiyyedendir. Pederi Edremit ahâlîsi derebeylerinden Mürîd-zâde Muhammed Ağa’dır. Mebâdî-i ulûmu Edremit’te tahsîl ederek, evvel emirde tarîkata muhabbeti husûle gelmekle o sırada Biga civârında Bayramiç’te meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Dombay-zâde Şeyh Ali Efendi’ye mülâkî olmuş ve hayli zamân bu sâyede neş’e-i ma'nevîyyesini artırmıştır.

Pederi Muhammed Ağa, Hüsrev Paşa merhûmun Kaptan-ı deryâlığı zamânında Kütahya’ya nefy ile orada şehîd edildi. Mustafa Aczî Ağa süvârîlik ve nişâncılıkta mahâret sâhibi olarak bir müddet pederinin yerine derebeylik etmiş imiş. Fakat şeyhi Ali Efendi onu bu vartadan çekip kurtarmış ve bi'l-âhare Midilli’de şeyhine mülâkî olarak birlikte İstanbul’a gelip, feyz u irfânı şöhret-gîr-i âlem olan meşâyıh-ı ızâm-ı Şa’bânîyye'den Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerinin şeref-i sohbetine erişip mazhar-ı kemâl olmuştur.

Mustafa Aczî Ağa, zâhirde ümmî olup, fakat bu hâlde iken âlim-i mütebahhir sırasında görünmüştür. Bi'l-âhare şöhreti şâyi' oldu. Kendisini sohbet şeyhi ittihâz edenler çoğaldı. Pederlerinden servet-i dünyâ nâmına bir şey kalmadığından emr-i maîşette muzâyaka içinde kaldığı mervîdir.

Aşkı gâlib idi. Lisân-ı hikmet-beyânından hikemî, tasavvufî manzûmeler zuhûr eyledi. 1283/(1866-67) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Medfeni Edremit’te  depo civârında Karayer nâm mahaldedir.

Müretteb dîvânı ve ehadiyyet, vâhidiyyet mertebelerine dâir bir risâle-i mu'teberesi vardır. Bir de Hz. Mısrî’nin, “Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân andadır” gazeline ârîfâne bir sûrette yazılmış şerhi vardır. Her üç nüsha bir arada tab’ olunmuştur.

Eş’ârından:

                        Hayât-ı câvidânî neydüğin şeyhden suâl itdim

                        Ölümden evvel ölmekdir didikde intikâl itdim

                                              

                                               *    *    *

/121/   Emîn olma gel ey dil mekr-i Hak’dan

                        Celâl-i satvetinden ictinâb it

           

                        Kişi başdan çıkar dilden durakdan

                        Edeb gözle dehânın sedd-i bâb it

                                               *    *    *

                        Gel ey dil mürg-veş pervâz idüp nefs ü hevâdan geç

                        Seni sayd itmeden bâz-ı ecel dâr-ı fenâdan geç

                                               *    *    *

                        Bulmayan mahv-ı vücûdu Acziyâ dervîş değil

                        Varlığın eyleyüp illâ’yı bulmakdır hüner

                                               *    *    *

                        Tabîbâ derd-i aşkı âşık-ı bi'mâr olandan sor

                        Zülâlin iştiyâkın neş’e-i hun-hâr olandan sor

                        Ne şundan sor ne bundan sor leb-i esrâr-ı dîdârı

                        Velî Aczî visâl-i Yâr ile  i’mâr olandan sor

                                              

*    *    *

                        Murğ-ı lâhûtuz şehâ  murğ u hevâdan geçmişiz

                        Âşık-ı perrendeyiz biz mâ-sivâdan geçmişiz

                        Nefy ü isbâtdan ibâret kesret ü vahdet hemân

                        Zâtı tecrîd eyleyüp her mâ-cerâdan geçmişiz

                        Yokluğa irdik vücûd varlığını kıldık hebâ

                        Olduk esbâbdan rehâ fakr u gınâdan geçmişiz

                        Âsyâbın çerhını döndürdük Aczî bir zamân

                        Âb-ı nâbîz hâliyen hep ibtilâdan geçmişiz

                                               *    *    *

                       

Hamdü li'llâh bende-i âl-i abâyız Acziyâ

                        Pertev-i nûr-ı Muhammed Mustafâ’dır gönlümüz

                                               *    *    *

                        Âşık-ı vîrâneyiz vîrânedir âbâdımız

                        Böyle ta’lîm-i fenâ itdi bize üstâdımız

                                               *    *    *

                        Bakaydın çeşm-i uşşâk ile bir dem rû-yı Leylâ’ya

                        Bilirdin sen de Mecnûn’u niçün düşmüşdü sahrâya

                        Nedir bülbüllerin virdi seherler zikr ider verdi

                        Ne vechin ânını gördü bakan mir’ât-ı esmâya

                        Özündür sırr-ı Settârî sözündür dürr-i şehvârî

                        Özün bil ârif ol Aczî sözün sarf itme ehvâya

Ehadiyyet-Vâhidiyyet Risâlesi’nden:

“Allâh sübhânehû ve teâlâ hazretleri bir mü'min bendesini tabakât-ı velâyet-i hâssa ehline eriştirip, ilhâk buyurmak murâd ettikte evvel emirde o bendesinin gönlüne sıfat-ı irâdetiyle tecellî buyurur. O bendenin gönlünde muhabbet-i Mevlâ zuhûr eyler. Gitdikçe mütezâyid bir vaz' alır. Onu nihâyet bî-karâr eyler. Taleb-i Hak derdine düşürür. Bu makâmda buyururlar ki: Bu âlem-i hilkatten bir kimse bir şey'in vücûdunu talep etse ibtidâ onu ister, sonra bulur. Lâkin taleb-i Hak bunun aksinedir. İbtidâ Hakk’ı bulup, sonra tâlib olur. Onun için muhabbet-i Mevlâ takaddüm eder. Tâlibin talebi ve muhabbeti muahhardır. Nitekim, (يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ )[78] buyurulması bu hikmete müstenittir. Her kimde ki, muhabbet-i ila'llâh var ise mahbûb-ı Hudâ’dır.”

Hz. Mısrî’nin gazelinin şerhinden:

Her neye baksan gözün bil sırr-ı Sübhân andadır

“Her neye ya'nî her şey'e, ‘baksa gözün’, ya'nî çeşm-i zâhirin taalluk ettiği taayyünât, suver-i ayniyye-i mütenevviâtta, sırr-ı Sübhân andadır : Ya'nî bir sır vardır ki, ona sırr-ı ezel derler. İlm-i ezel-i Sübhânî’de hakâyık mümkünâtın isti’dâd ile kâbil oldukları keyfiyyeti temennî edip, ol hâl üzere bu âlem-i ayna gelip, her birisinin ahvâl-i mütenevviât ile mütekeyyif ve mütelevvin olduklarıdır. Bu hakâyıka, a’yân-ı sâbite diyorlar ki, onlar şuûn-ı zâtiyyedir.

Eğer hakîkat-ı vücûdun şuûn-ı zâtiyyeye ittisâlini i'tibâr eylersen ona mertebe-i rubûbiyye derler.” (Kaddesa’llâhu sırrahû)


TARîKAT-I ALİYYE-İ BEKRİYYE-İ ŞA’BÂNİYYE

122/ Şeyh Mustafa el-Bekrî Hazretleri

Müessisi, es-Seyyid eş-Şeyh Mustafa el-Bekrî es-Sıddîkî hazretleridir. Sâhibü’l-ahvâl ve’l-kerâmât, kutbu’l-vücûd bir zât-ı âlî-kadrdir. Bu zât-ı erkemîn delâletiyle tarîkat-ı aliyye-i Şa’bânîyye Suriye, Mısır, Hicâz, Yemen, Trablusgarb, Tunus, Cezâyir ve Fas’a kadar intişâr etmiştir. Müşârünileyh, Sıddîkıyyü’n-nesebdir. Sâhibü’l-avârif ve’l-maâriftir. Te'lîfât-ı kesîresi vardır. Pederleri Kemâleddîn, onun pederi Ali, onun pederi Kemâleddîn, onun pederi Abdülkâdir Muhyiddîn es-Sıddikî ed-Dimeşkî el-Bekrîdir. (Kaddesa’llâhu esrârahüm)

Târîh-i Cebertînin beyânına göre, 1099 senesi şehr-i Zilkâde’sinde (Eylül 1688) Kuds-i şerîfte zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Henüz altı aylık iken peder-i muhteremleri irtihâl eylediğinden amcası oğlu Ahmed b. Kemâleddîn b. Abdülkâdir Sıddîkî hazretlerinin Şam’da Hastahâne-i Nûrî kurbundaki hânesinde müşârünileyhin taht-ı vesâyetinde perveriş-yâb-ı kemâl oldu. Zamân-ı tahsîlin hulûlunda mebâdî-i ulûmu tahsîle bed’ ile Şeyh Abdurrahmân b. Muhyiddîn es-Sülemî - ki "Mücellid" nâmıyla meşhûrdur - ile Şeyh Muhammed b. Mevâhibü’l-Hanbelî’den tederrüs ve Şeyh Muhammed b. İbrâhîm ed-Deldekçi (الدلدكجى) ile müzâkere etti. Bu esnâda istiârât ve Şerh-i İsâm’ı okuduğu gibi Hâfız İbn-i Hacer’in Sahîhu Buhârî Şerhi’ni kırâat eyledi.

Ba'dehû Molla İlyâs’tan da ahz-ı ilm ettiği gibi üstâd-ı ekrem ve şeyh-i mükerrem Abdülganî-i Nablusî’nin meclisinde isbât-ı vücûd etti. Cevher-i isti'dâd u kâbiliyeti hasebiyle az vakitte makâsıd-ı ulûmu da elde ederek ilm-i Tefsîr ve Hadîs’te müteferrid oldu. Abdülganî-i Nablusî’den Hz. Şeyh-i Ekber’in Tedbîrât-ı İlâhiyye’sini ve Füsûs’unu ve Ankâ-i Mugrib’ini ve Fütûhât-ı Mekkiyye’nin müteferrik mahallerini okudu. Fıkıhtan da hisse-dâr-ı feyz oldu. Bu arada cezebât-ı aşk-ı ilâhînin zuhûru hasebiyle ilm-i bâtından feyz almak sırası geldiğinden meşâyıh-ı Halvetiyye’den Şeyh Abdüllatîf Halebî b. Hüsâmeddîn Halebî-i Halvetî’den feyz aldı. Esmâyı telakkun ve isim ile müsemmâ beynindeki farkın ehemmiyetini tefattun eyledi. Bu zât Haleblidir.

Sinni kemâle gelince tahsîl-i ulûma koyularak Tefsîr, Hadîs ve Fıkıh’ta müteferridler sırasına geçti. Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret eyledi. Mısır’a gelerek, tercüme-i hâli âtîde yazılacak olan ve "Mısrî Hacı Baba" diye şöhret bulan Şeyh Mustafa el-Edirnevî’ye mülâkî olup, 1103 sene-i hicriyyesinde (1691-92) ona intisâb eyledi. Câmiu’l-Celâd da erbaîn çıkardı. Seyr ü sülûkunu ikmâle muvaffak olarak hilâfetle kâm-yâb oldu. Şeyhinin emriyle Şam’a avdetle neşr-i feyz-i tarîkata başladı.

İşte Mustafa el-Bekrî bu sırada ona intisâb etti. Onun çok büyük bir zât olacağını keşf ederek taht-ı i'tinâya aldı. Onsekiz sene mesned-nişîn-i reşâdet olup 2 Recep 1121/(6 Eylül 1709)’de irtihâl-i dâr-ı Naîm eyledi. Şâm-ı şerîfte Mercü’d-Dahdah türbesinde mahfaza-i kabre konuldu. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

/124/ ŞEYH MUSTAFA el-BOLUVÎ

Şeyh Abdullatîf-i Halebî'nin şeyhi Karabaş Velî hazretlerinin halîfesidir. "Mısrî Şeyh Hacı Baba" diye meşhûrdur. Mısır'da bulundukları gibi İstanbul’a gelip Doğancılar Ocağı’nda perverde olup, merhûm Musâhib Paşa’ya Doğancıbaşı olarak Üsküdar’da iken 1083/(1672-73) ile 1084(1673-74) seneleri arasında Karabaş-ı Velî’ye intisâp ile 1087/(1676)’de Şam’da Kol Kethüdâsı olarak 1094/(1683) senesine kadar orada sâkin oldular. 1096/(1685)’da Karabaş-ı Velî ile Harameyn’e âzim olarak hıdmet-i aliyyelerinde bulundular. Karabaş Velî’nin dörtyüz seksen beşinci halîfesidir. Ba'dehû Mısır’a  gidip, Karameydân’da azîm hânkâh yapıp neşr-i tarîkat ettiler. Sonra İstanbul’a geldiler. On iki halîfesi vardır. Fuzalâ-yı muhaddisînden bir kısmını Kuds-i şerîfe, dîğerini Şam’a gönderdiler.

1124/(1712)’te Edirne’de idiler. Mısır, Şam, Kudüs ve Haleb’teki halîfelerinden mektûblar gelirdi. Mısır halkı kendine râm olmuş idi. Dokuz sene Mısır’da, on sene Edirne’de bulundular. Edirne’de iken Sultân Selîm Medresesi’nden bir odada ikâmet etmişler. Merhûm İbrâhîm Paşa, zevcesi kendisine bir tekke inşâ etmiş, 1129/(1717) senesine kadar burada bulunmuştur, bir sâhib-i esrâr idi.

Edirne'de neşr-i tarîkat eyledikleri sırada semâ'hâne-i âlem-i fânîden çekilmiştir. Kabirlerini buldum. Lehü'l-hamd ziyâret ettim. Sola (سوله) Câmi'-i şerîfi Kabristanı'nda medfûndur. Kabirlerinin üstünde türbe yoktur. Yalnız taş vardır. Şa’bânî tâcı tersîm olunmuştur. Şu beyitler yazılıdır:

                        Hazret-i Şeyh Mustafâ Pîr-i tarîk-ı Halvetî

                        Nice sâl olmuş idi râh-ı Hak'ta reh-nümâ

                        Sığmadı onun kemâli çün cihân-ı fânîye

                        Anın içün terk-i dünyâ eyledi azm-i bakâ

                        Çıkdı ikilik rüsûmundan didim târîhini

                        Bu fenâdan gitdi âlem kutbu Hacı Mustafa

               بو فنادن كتدي عالم قطبي حاجي مصطفى )          ) = 1129/(1717)

Ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olmuş meşâyıh-ı kirâmdandır. Karabaş-ı Velî halîfesi olması onun uluvv-i kadrinin burhânıdır. An-asl Bolulu imiş. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Sadede rucû' edelim :

İşte Mustafa el-Bekrî hazretlerinin tarîk-ı Şa'bânî'ye nisbetleri bu sûretledir. Abdullâtîf-i Halebî'den mazhar-ı hilâfet oldukta safâ-yı rûhânî te'sîriyle ihtiyâr-ı inzivâ eyledi. Medrese-i Bedriıyye'nin bir odasında infirâd ve zikr ü evrâd ile iştigâl ve nefsiyle mücâhede eyledi. Neşr-i tarîkata me'zûn olduğu zamân henüz pek genç idi. Ya'nî 1120/(1708) târîhinde yirmibir yaşında idi. Şeyhinin irtihâlinde ihvânı Mustafa el-Bekrî'nin başına toplandılar, tecdîd-i inâbet eylediler. Bu haber şâyi' olunca Şam halkı dahi feyz-yâb olmağa şitâb ettiler.

1122 senesi Muharreminin ondokuzuncu Perşembe günü (20 Mart 1710) Beytü'l-Makdis'e gitti, nice kimseleri irşâd eyledi. Tarîkı ve evrâd u ezkârı münteşir oldu. Buradan Yafa'ya gelip sâhil-i bahrda medfûn olan İmâm Ârif Ali b. Alîl el-Ömerî'yi ziyâret ve tesâdüfen İmâm Necmeddîn b. Hayreddîn er-Remlî ile musâhabet edip ondan İmâm Mâlik b. Enes hazretlerinin el-Muvatta’ nâm eserinin mukaddimesinden bir parça okudu ve umûm-ı kitâbın tedrîsine me'zûniyyet aldı ve rivâyet-i hadîse me'zûn oldu.

Birçok yerleri, bâ-husûs kabr-i Hz. Mûsâ aleyhi's-selâmı ziyâret etti. Kudüs'te iken Fethu'l-Kuds ve'l-Keşfü'l-Üns nâmıyla müsemmâ Vird-i Seher'i tasnîf buyurdu. Bu virdi nısfu'l-leylden sonra mürîdânı okurlar.

Buradan Rumeli'ye geçerek Edirne'de Şeyh Mustafa Efendi hazretlerine - "Mısrî Hacı Baba" denilen ve terceme-i hâli bâlâda yazılan zâttır. - mülâkî olup onlardan da hırka telebbüs etti. O zât, Mustafa el-Bekrî'deki yüksekliği görüp, "Siz neyi münâsib görür yaparsanız makbûlümüzdür." diye ızhâr-ı iltifât eyledi. 

1122 senesi Şa'bânında (Ekim 1710) Şâm-ı şerîfe avdetle Karabaşiyye-i Şa'bâniyye'yi neşre başladı. Burada te'lîf ü ziyârât ile dem-güzâr oldu. Amca-zâdeleri hubb-ı câh u menâsıba rû-yı iltifât göstermeyip yine mezkûr medresede hücre-nişîn oldu. Dört sene kaldı, 1126 senesi gurre-i Şa'bânında (Ağustos 1714) yine Kuds-i şerîfe teveccüh edip, Mescid-i Aksâ'da halvet-güzîn ve bir sene nâşir-i şer'-i mübîn oldu. 

/125/ Şam'a avdetinden bir müddet-i kalîle sonra Haleb tarîkıyla Bağdâd'a gidip kutbu'l-aktâb Hz. Gavs-ı a'zam Sultân Abdulkâdir kuddise sırrûhu'z-zâhir efendimizi ziyâretle feyz-yâb oldular ve âsitâne-i aliyyelerinde iki ay kaldılar. Avdetinde sâhibü'l-keşf ve't-tahkîk İbrâhîm Edhem hazretlerini ve bilâd-ı Şâmiyye'deki ehlu'llâhı ziyâret ettiler.

Üçüncü def'a Kuds-i şerîfe vusûlünde bir dergâh-ı münîf inşâ eyledi ki, elyevm ma'mûr ve nâm-ı âlîlerine nisbetle meşhûrdur. Vakfiyyesi vardır. Fukarâ vü mesâkîn it'âm olunurdu.

1129 senesi Cemâziye'l-âhirinde (Mayıs 1717) Şam'a avdetinde Seyyid Muhammed b. Ahmed et-Taflâtî ile görüşüp pek çok şey'ler istimâ' eyledi. 1129 senesi şehr-i Ramazânında (Ağustos 1717) ammi Muhammed el-Bekrî ile ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak oldu. Şam'a avdetinden sonra tekrâr diyâr-ı Kuds'e revân olup tezevvüc eyledi. Ba'zı ağniyâ zifâf cem'iyyeti masrafını der-uhde edip Hz. Şeyh'e arz-ı hizmet ettiler. Burada mücâhedeye ve va'z u nasîhate devâm ve halkın hüsn-i i'tikâdını celbe ikdâm eyledikten sonra diyâr-ı Mısr'a âzim oldu. Çok kimselere yed-i mürşidânelerinden şarâb-ı hâli içirdi. Bu meyânda Muhammed b. Sâlim el-Hafnî hazretleri gibi meşâhîr-i ulemâdan kimseler vardır. Neşr-i tarîkata bu zât-ı muhterem sebebdir. Hafniyye tarîkının vâzııdır. Mustafa el-Bekrî'den müstahleftir.

Mısır'da iken Tanta'da Seyyid Ahmed el-Bedevî hazretlerini ziyârette bulundu. Dimyat'a gelip Câmi'-i Bahîr'de sâkin oldu. "İbn-i Meyyit" nâmıyla meşhûr olan Şems Muhammed el-Bedîrî hazretleri müşârünileyhten ahz-ı tarîkat eyledi. O da bu zâttan Kütüb-i Sitte'yi okudu ve sâir rivâyât ve te'lîfâtı hakkında Mustafa el-Bekrî'ye icâzet-i âmme verdi.

Beşinci def'a Kudüs'e gelip 1135/(1722) senesine kadar ikâmet ve ibâdet eyledi. Bahren Trablusşâm'a azîmetli yirmibeş gün ikâmetten sonra Humus'a gidip Seyfullâh el-Meslûl Hâlid b. Velîd ve Abdullâh b. Ömer ve Ömer b. Abdülazîz gibi eâzımın medfenlerini ziyâretle Hama'ya geldi. Seyyid Yâsîn Ali el-Kâdirî el-Geylânî hazretlerinin hânkâhına nâzil oldu. Tarîkat-ı Kâdiriyye'den hisse-dâr-ı feyz olarak Haleb'e gitti. Haleb'de vâlî-i vilâyet, erkân u a'yân u a'vâm-ı memleket tarafından istikbâl edildi. Herkes ahz-ı feyz etti. Bu meyânda Şeyh Ahmed b. Ahmed el-Hatîb-i Hüsreviyye - "Bâlî" demekle meşhûrdur – mevcûd idi.

Şehr-i Receb evâhirinde İstanbul'a teveccühle onyedi günde vâsıl ve Fâtih Medreselerinden birine nâzil oldu. Daha birçok medreselerde ve emâkinde misâfir kaldı ve te'lîfât ve sülûk hakkında nazm ile meşgûl oldu. Ne erbâb-ı menâsıbdan ne de dünyâlık için hiç kimseye rû-yı rağbet göstermedi. Halk onun uluvv-ı ka'b u kemâlâtına müttali' olunca duâsını almağa ve intisâb /126/ eylemeğe şitâb etti. Halkın kesret-i hücûmundan tehâşî buyurup, sık sık tebdîl-i mekân eder oldu.

1137/(1724-25) senesinde İstanbul'da iken mürîdânına ezâ vermemek ve bir zararları dokunmamak üzere tâife-i cinden umûmî ahd aldığı ve bunda kıyâmete kadar tarîkına mensûb mürîdânı da dâhil olduğu Silkü'd-Dürer'de mütâlaa-güzâr-ı âcizânem olmuştur.

Hz. Şeyh, İstanbul'da müddet-i ikâmetlerinin ahkâm-ı ilâhiyyeden olduğunu beyân etmiş ve bi'l-âhare evlâd u ıyâliyle görüşmek üzere Üsküdar tarîkıyla yola çıktılar ki, 13 Muharrem 1139/(10 Eylül 1726) târîhine müsâdiftir. Safer'de Halebü'ş-şehbâya vâsıl olup Şeyh Ahmed-i Tînî'ye misâfir oldular.

Şehr-i Rebîu’l-evvelin ikinci günü (28 Ekim) tekrâr âzim-i Bağdâd olup, Cemâziye'l-âhirede (Ocak 1727) vusûl buldu. Âsitâne-i Hz. Abdulkâdir'e misâfir oldu. Burada envâr u etvâr-ı kudsiyye-i Kâdiriyye'yi müşâhede eyledi. Ba'zı esrâr zuhûr etti. Bağdâd'daki eızze-i kirâmın umûmunu ziyâret kıldı. Bu esnâda Şam'da Abdülganî-i Nablusî hazretlerinden mektûb aldı. Şam'da vâlidesinin yanına gelmesi tavsiye olunuyordu. Musul ve Haleb tarîkıyla Şevvâlin sekizinde (29 Mayıs) Şam'a geldi. Bu def'a Şeyh İsmâîl el-Aclûtî el-Cerrâhî'nin dergâhına nâzil oldu. Bir müddet sonra Medrese-i Bâzerâiyye'ye gidip onda Abdülganî-i Nablusî hazretleriyle mülâkî oldu. Şeyh-ı Ekber efendimizin Tedbîrât-ı İlâhiyye nâm te'lîf-i mühimini ikinci def'a okudu. Sonra altıncı def'a Kuds-i şerîfe geldi. 1140/(1727-28) târîhinde Şeyh Muhammed Kemâleddîn nâm necl-i necîbi mehd-i şuhûda kadem bastı.

                       

                        فى ليلة الجمعة من أنصافها                  

                                   و ثالث شعبان أتى غلام       

                                   و فيه بشرت قبل ما أتى        

                                   و بعده خسرنى الأنعام         

                                   ختام مسك قد هواه يقتدى    

                                   فأرخوه محمد ختام   1140[79]  

1145/(1732-33) senesinde ikinci def'a Harameyn-i muhteremeyni ziyâret edip, Kuds-i şerîfde Şeyh Muhammed b. Ahmed el-Halebî el-Mekînî'ye erbaîn çıkartıp, ba'zı esmâ-i şerîfe telkîn ve halîfe ta'yîn eyledi.

1148/(1735-36) senesinde ikinci def'a İstanbul'a gelip, İskenderiye tarîkıyla Mısır'a gitti. Birçok yerleri ziyâretten sonra Şam'a avdet eyledi. Bir müddet ikâmetten sonra Diyarbakır'a gitti, Nablus'a uğrayarak avdet etti. Her gezdiği yerde halîfeler bıraktı.

Üçüncü def'a Hicâz'a azîmetinde eş-Şeyh İmâm Muhammed b. Ahmed Akîle el-Mekkî ve eş-Şihâb Ahmed b. en-Nahlî el-Mekkî ve el-Cemâlî Abdullâh b. Sâlim el-Basrî hazerâtından füyûzât-ı kâmile ahz eylediği gibi, kutbu'l-ârifîn Murâd el-Özbekî el-Buhârî hazretlerinden tarîkat-ı Nakşiyye'den feyz almıştır.

Tedkîk-i âcizâneme nazaran Murâd el-Buhârî'nin irtihâli 1132/(1720)'dedir. Mustafa el-Bekrî hazretlerinin müşârünileyhe nisbeti 1120/(1708)'de Şam'da bulundukları zamâna âid olmak lâzım gelir.

Hicâz'dan avdetlerinde altmışüç yaşına resîde oldular. 1162 senesi şehr-i Rebîu’l-evvelin onuncu Pazartesi gecesi (28 Şubat 1749) ba'de'l-ışâ' "irciî" emr-i celîline lebbeyk-zen-i /127/ icâbet oldular. Şam'da irtihâl eylediği menkûl ise de yanlıştır. Mısru'l-Kâhire'de iken âzim-i cinân-ı âliyât oldular. Türbeleri gâyet mükellef olup, Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye sâhibi Sâdık Vicdânî Bey tarafından mahsûsan ziyâret olunup, bu keyfiyyet tevsîk olunmuştur.

Türbesi kapısındaki târîh ber-vech-i âtîdir :

                                               هذا مقام القطب مفرد وقته  

                                       أصل الحقيقة فرعها الحدثانى  

                                       هو مصطفى البكرى سبط محمد

                                       نجل الصديق الحلوتى الربانى            

                                       لازال يسقى تربه من حبيب           

                                       هطل يساق برحمة الرضوان[80]    

Bu kadar zevât-ı kirâmın terceme-i hâlini yazdım, Mustafa el-Bekrî hazretleri kadar sırr-ı seyâhate sâhib olmuş bir zâta tesâdüf etmedim. Misli bulunmaz bir zât-ı âlî-kadrdir. İlmen, irfânen çok yüksektir. Mütâlaası bâis-i kelâl olur korkusuyla seyâhatlerinin birçoğunu tayyettim. O zamân şahs-ı kıymet-dârına lâyık olduğu ehemmiyyet verilmiş ki, günü gününe vukû'ât-ı hayâtiyyesi kayd olunmuştur. Bizdeki eâzımın da terceme-i hâli bu vâdîde yazılsaydı birçok hakîkatler elde edilirdi.

Kütübhâne-i Umûmî'de müşârünileyhin âsârından Nazmü'l-Kılâde fî-Ma'rifeti Keyfiyeti İclâsi'l-Mürîd ale's-Seccâde nâm te'lîf-i güzîne tesâdüf etmiş idim. Orada silsile-i tarîkatlarını yazıyorlar Hz. Pîr'den i'tibâren olan kısmın nakl ediyorum :

"قطب الزمان الشيخ حضرت شعبان ولى قدس سره الجلى و هو لقن الشيخ محى الدين القسطمونى وهو لقن سيدى عمر الفؤادى و هو لقن و أرشد الشيخ إسمائيل الجورومى المدفون عندنا فى ديار الشام بالقرب من مرقد سيدى بلال الحبشى رضى الله غمه و هو لقن و أرشد الشيخ علاء الدين الشهير على الأطول قره باش ولى قدس سره الجلى وهو لقن وأرشد الشيخ مصطفى مصلح الدين القسطمونى و هو لقن و أرشد الشيخ مصطفى الادرنوى الفاطن الآن فيها و للشيخ على افندى 446 خليفه و آخر خلفائه الشيخ  هو مصطفى المذكور و يقال له صاحب السجاوة وله هو أيضا خلفاء كثيرون و مريدون و هو شيخ المشايخ الآن فى البلاد الرومية صانها رب اليرية و هو لقن و أرشد شيخنا الشيخ عبد اللطيف رحمه الله روحه و نور ضريحه و هو لقن و أرشد الفقير إلى ربه القدير و لقد كنت و أدرجت لسلسلة الطريق فى هذه."[81]                                                                                                                                

Silkü'd-Dürer'de ikiyüzotuziki te'lîfi esâmîsiyle mündericdir. Onikibun beyite karîb dîvânı vardır. Âsârından meşhûr olanları yazıyorum :

1.     el-Keşfü'l-Üns ve'l-Fethu'l-Kuds.

2.     Şerh alâ-Virdi'l-Vesâil Virdü's-Settâr.

3.     Şerh ale'l-Hemziyye.

4.     Şerh alâ-Hızbi'l-İmâm eş-Şa'rânî.

/128/[82] 5.   Şerhu Salâti'l-Ârif eş-Şeyhu'l-Ekber ve'n-Nûru'l-Ezher.

6.     Şerh alâ-Salâti'l-Üstâz eş-Şeyh Muhammed el-Bekrî.

7.     Şerh alâ-Kasîdeti'l-Münferice li-Ebî Abdillâh el-Hûy.

8.     Şerh alâ Kasîdeti'l- İmâm Ebî Hâmid el-Gazâlî.

9.     Şerh-i Kasîde-i Tâiyye İbn-i Fârız.

10.  Şerh alâ-Sellâf Şerîkü’ş-Şems li’l-İmâm Cibâlî

11.  Li's-sâlikîn fi't-Tarîkati'l-Halvetiyye.

12.  Ma'rifetü Âdâbı Kisveti'l-Halvetiyye.

13.  Nazmü'l-Kılâde fî-Ma'rifeti Keyfiyyeti İclâsi'l-Mürîd ale's-Seccâde.

14.  Tis'atü Erâcîz fî-Ulûmi't-Tarîkati.

15.  Risâle Semmâhâ Tebrîd.

16.  Kaydü'l-Cemr fî-Tercemeti'ş-Şeyh Mustafa b. Amr.

17.  Merhemü'l-Fuâdi'ş-Şecî fî-Zikri Yüsr min-Me'ser-i Şeyhınâ ed-Dekdekî.

18.  el-Menhelü'l-Azbü's-Sâiğ li-Verrâd fî-Zikri Salâti't-Tarîkı ve Evrâdihî.

19.  er-Ravzâtü'l-Arşiyye ale's-Salavâti'l-Meşîşiyye.

20.  Kerûmu Arîşi't-Tehânî fi'l-Kelâmi alâ-Salavâti İbni Meşîş ed-Dânî.

21.  Feyzu'l-Kuddûsü's-Selâm alâ-Salavâti Seyyid Abdüsselâm.

22.  el-Lemehâtü'r-Râfiât Ravâşü't-Tedşîş an-Maânî Salâvâtü İbni Meşîş.

23.  el-Verdü's-Seherî Ellezî Şâa ve Zâa Ammet Berekâtühû el-Bukâa ve Sâa Verdü'l-Îzâhî ve Hakâyıkuhû Lâ-yetenâhî. İki cild.

24.  ez-Ziyâü'ş-Şemsî ale'l-Fethi'l-Kuds Refîu'l-Maânî Semâü'l-Lemhı'n-Neds ale'l-Fethi'l-Kuds.

25.  el-Menhu'l-Ünsî ale'l-Fethi'l-Kudsî.

26.  es-Süyûfü'l-Hıdâd fî-Reddi Ehli'z-Zendakati ve'l-İlhâd.

27.  el-Farku'l-Müezzin bi't-Tarab fi'l-Farkı Beyne'l-Acemi ve'l-Arab.

28.  el-Vasiyyetü'l-Ceniyye li's-Sâlikîne fî-Tarîkı'l-Halvetiyye.

29.  en-Nasîhatü'n-Necîbe fî-Ma'rifeti Âdâbi Kisveti'l-Halvetiyye.

30.  el-Havâşi's-Seniyye ale'l-Vasiyyeti'l-Haleviyye.

31.  Bülûğu'l-Merâm fî-Halvetiyyeti'ş-Şâm.

32.  el-Makâmâtü fi'l-Hakîka. el-Ûlâ semmâhâ : el-Makâmetü'r-Rûmiyye.

33.  el-Müdâmetü'r-Rûmiyye. Ve's-sâniyetü : el-Makâmetü'l-Irâkıyye.

34.  el-Müdâmetü'l-İşrâkiyye el-Makâmâtü'ş-Şâmiyye.

35.  el-Müdâmetü'ş-Şâfiiyye es-Samsâmetü'l-Heziyye fi'l-Makâmâti'l-Hindiyye.

36.  Etemmu Nizâmi'l-Fesâha bi-lugati'l-mürîd ve müntehî mevkıfü's-saîd el-fetiyye. (fi't-tasavvuf).

37.  Teşyîdü'l-Mekâne limen-Hafiza'l-Emâne.

38.  Tesliyetü'l-Ahzân Tasliyetü'l-Eşcân.

39.  Reşfü Kanâniyyü's-Safâ fi'l-Keşfi an-Maâni't-Tasavvufi ve'l-Mutasavvıfi ve's-Safâ.

40.  el-Müdâmü'l-Bikr fî-Ba'zı Aksâmi'z-Zikr.

41.  es-Süğru'l-Bessâm fî-men-Yechelu min-Nefsihi'l-Makâm.

42.  el-Ke'sü'r-Râik.

43.  et-Tevâsî bi's-Sabri ve'l-Hak İmtisâlen li-Emri'l-Hak.

44.  el-Virdü't-Târık el-Lemhu'l-Fârık.

45.  el-Hediyetü'n-Nediyye li'l-Ümmeti'l-Muhammediyye.

46.  el-Mevâridü'l-Behiyye fî-Hukmi'l-İlâhiyye ale'l-Hurûfi'l-Mu'cemeti'ş-Şehiyye.

47.  Cem'u'l-Mevârid min-Kulli Şârid.

48.  el-Kelimâtü'l-Havâtır ale'z-Zamîmr ve'l-Hâtır.

/130/   49. el-Cevâbu'ş-Şâfî ve'l-lübâbü'l-Kâfî.

50.  Cerîdetü'l-Meârib ve Harîdetü Küllü Sâribin ve Şârib.

51.  Hediyyetü'l-Ahbâb fî-mâli'l-Halveti mine'ş-Şurûti ve'l-Âdâb.

52.  el-Kevâkibü'l-Mahmî mine'l-Lems.

53.  Risâletü's-Sohbe Elletî İntecethâ el-Huzmetü ve'l-Mahabbe.

54.  Risâletün fî-Ravdati'l-Vücûd.

55.  Ref'u's-Setr ve'r-Ridâ an-Kavli'l-Ârifi'r-Rûm.

56.  Urcûzetü'l-Emsâli'l-Meydâniyye fi'r-Rütbeti'l-Kiyâniyye.

57.  el-Matla’bü'r-Revî alâ-Hızbi İmâmi'n-Nevevî.

58.  Şerh alâ-Risâleti Seydî eş-Şeyh Arslan.

59.  el-Bastu't-Tâm fî-Nazmi Risâleti's-Suyûtıyyi'l-Mikdâm.

60.  ed-Dürerü'l-Fâik fi's-Salâti alâ-Eşrefi'l-Halâik.

61.  el-Füyûzâtü'l-Bekriyye ale's-Salâti'l-Bikriyye.

62.  es-Salâtü'l-Hâmia bi-Mahabbeti'l-Hulefâi'l-Câmia.

63.  Neylü Nübli Vefâ alâ-Salâti Seydî Ali Vefâ.

64.  el-Mededü'l-Bikrî alâ-Salâti'l-Bekrî.

65.  İlâhiyyâtü'l-Enveriyye ale's-Salavâti'l-Ekberiyye.

66.  el-Lemhu'n-Nediyye fi's-Salâti'l-Mehdiyye.

67.  en-Nevâfihu'l-Karîbiyye el-Kâşifetü an-Hasâisi'z-Zâti'l-Mehdiyye.

68.  el-Hediyytü'n-Nediyye li'l-İmâmi'l-Muhammediyye fî-mâ-Câe fî Fazli'z-Zâti'l-Mehdiyye.

69.  Tefrîku'l-Hümûm ve Tefrîku'l-Gumûm fi'r-Rıhleti ilâ-Bilâdi'r-Rûm.

70.  el-Hamzetü'l-Muhassasiyye fi'r-Rıhleti'l-Kudsiyye.

71.  el-Hulletü'z-Zehebiyye fi'r-Rıhleti'l-Halebiyye.

72.  el-Hullatü'l-Fâniyye.

73.  Rusûmü'l-Humûm ve'l-Gumûm fi'r-Rihleti's-Sâniyeti ilâ-Bilâdi'r-Rûm.

74.  es-Sâniyetü'l-Ünsiyye fi'r-Rihleti'l-Kudsiyye.

75.  Keşfü's-Sadâ.

76.  Gaslü'r-Râk fî-Ziyâreti'l-Irâk.

77.  el-Feyzu'l-Celîl fî-Arâdî el-Halîl.

78.  en-Nahletü'n-Nasriyye fi'r-Rihleti'l-Mısriyye.

79.  Ber'u Eskâm fî-Zemzem ve'l-Makâm.

80.  Virdü'l-İhsân fi'r-Rihleti ilâ-Cebeli Lübnân.

81.  Lem'u Berkı'l-Makâmâti'l-Avâl fî-Ziyâreti Seydî Hasan er-Râî ve Veledihî Abdü'l-Âl.

82.  Behcetü'l-Ezkiyâ fi't-Tevessüli bi'l-Meşhûri mine'l-Enbiyâ.

83.  el-İbtihâlâtü's-Sâmiye.

84.  el-Virdü el-müsemmâ bi't-Teveccühi'l-Vâfî el-Menhelü's-Sâfî.

85.  et-Tevessülâtü'l-Muazzama bi'l-Hurûfi'l-Mu'ceme.

86.  el-Feyzü'l-Vâfir.

87.  el-Mededü's-Sâfir fî-Vürûdi'l-Müsâfir.

88.  el-Virdü'l-Esnâ fi't-Tevessüli bi-Esmâi'l-Hüsnâ.

89.  Sebîlü'n-Necâ ve't-Teneccâ fi't-Tevessüli bi-Hurûfi'l-Hecâ.

90.  Evrâdu Eyyâmi's-Seb'ati ve Leyâlîhâ. Bu, tercüme olunmuştur.

91.  el-Kevkebü's-Sâkib fî-mâ-Şeyhunâ mine'l-Menâkıb.

92.  es-Süğru'l-Bâsim fî-Tercemeti Şeyh Kâsım.

93.  el-Fethu't-Tarî el-Cenî fî-Ba'zı Meâsiri Şeyhunâ Abdülganî.

94.  es-Sırâtü'l-Kavîm fî-Tercemeti eş-Şeyh Abdülkerîm.

95.  ed-Dürerü'l-Münteşirât fi'l-Hadarâti'l-Indiyye fi'l-Gureri'l-Mübeşşirât bi'z-Zât.

96.  el-Abdiyyetü'l-Muhammediyye.

97.  Dîvânü'r-Rûh ve'l-Ervâh.

98.  Avârifü'l-Cevâd.  

/131/ Eş'âr-ı ârifânelerini mahdûm-ı mükerremleri Ebu'l-Fütûh Muhammed Kemâleddîn el-Bekrî bir araya cem' edip, et-Telhîsâtü'l-Bekriyye fî-Tercemeti Hulâsati'l-Bekriyye nâmını vermiştir.

 Hz. Şeyh'in bu kadar seyâhatine göre bunca âsârı ne sûretle yazdığı bedâheten anlaşılır kuvve-i kudsiyye sâhibi olduğuna şübhe yoktur. Birkaç eserini mütâlaa ile şeref-yâb oldum, her biri bir deryâ-yı ummândır. Ba'zıları pek yüksek bir lisân ile yazılmıştır. Onları anlamak her hâlde erbâb-ı kemâlden olmağa mütevakkıftır. Bir nâmı taşıyıp, üç-beş cildi hâvî olanları da vardır.

Mecmû’-ı hulefâsı yirmi kadardır. Her biri esrâr-ı azîmeye sâhibdir. Muharrir-i fakîr tarîkat-ı aliyye-i Bekriyye'ye intisâbım ve ondan hilâfetim vardır. Bu tarîkta sâhib-i hilâfet olmak için vaktiyle Karabaş Velî mesleği gibi seyr ü sülûk şart-ı a'zam iken Mustafa el-Bekrî hazretlerinden sonra gelen meşâyıh bundan sarf-ı nazarla intisâbdan (evvel) bir müddet hizmetten sonra hilâfet i'tâsını câiz görmüşlerdir. Aldığım hilâfet-nâme bu kabîldendir. Yoksa sırr-ı Fâtiha'ya sâhib olmak netîcesi değildir.

Zamânımıza kadar teselsül eden meşâyıhdan bahs edeceğim.

Şeyh Kemâleddîn el-Bekrî 

Mustafa el-Bekrî hazretlerinin necl-i ekremidir. 1140 senesi Ramazanının üçüncü Cuması gecesi (13 Nisan 1728) dünyâyı vücûd-ı mes'ûduyla zînetlendirdi. Kuds-i şerîfde pederinin dergâhından neş'et etti. Kur'ân-ı azîmü'ş-şânı hıfzına aldıktan sonra doksandokuz ulûmu es-Seyyid Ali Muhammed b. İbrâhîm el-Gürânî ve Hâlîd Halîlî ve Muhammed b. Gavs el-Fâsî ve’ş-Şihâb Ahmed el-Arûsî ve en-Necm Muhammed b. Sâlim el-Hanefî ve Cemâl Yûsuf ve eş-Şihâb Ahmed el-Melevî ve es-Seyyid Muhammed el-Belîdî ve es-Seyyid Ebu’s-Suûd el-Hanefî ve eş-Şeyh Ahmed el-Cebretî ve es-Seyyid Kâsım b. Hibetu'llâh el-Hindî ve el-Cemâl Abdullâh b. Muhammed eş-Şîrâvî gibi eâzım-ı ulemâdan tahsîl etti. İlm-i bâtını da pederlerinden öğrendi. Az vakitte evliyâu’llâh katarına girdi. Âsâr-ı aliyyeleri kemâline şâhiddir.

1.     el-Cevherü'l-Ferîd . Pederlerinin bir manzûmesinin şerhidir.

2.     el-Kelimâtü'l-Bekriyye fî Halli Maânî Âlât Curûmiyye.

3.     el-Ukûdu'l-Bekriyye fî Halli'l-Kasîdeti'l-Hemziyye.

4.     Keşfü'l-Lisân. Salât-ı Meşîşiyye şerhidir.

5.     er-Ravdu'r-Râid fî-İlmi'l-Ferâiz.

6.     ed-Dürretü'l-Bikriyye fî-Nazmi Ferâidi'l-Bekriyye.

7.     Keşfü'l-Gavâs. Bâlâdaki eserin şerhidir.

8.     Unvânü'l-Fazâil fî-Telhîsi'ş-Şemâil.

9.     Teşnîfü's-Sem' fî-Tafdîli'l-Basari ale's-Sem'.

10.  Ra'sü'l-Efkâr min-Muhtâriu'l-Eş'âr.

11.  Menhecü'l-İlâh fî-Medhi Rasûli'llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem).

12.  el-Menhu'l-İlâhiyye fî-Medhi Hayri'l-Beriyye.

ve sâire.

/132/ Şiirde kemâli ziyâde idi. Bir dîvânı vardır. Şuabât-ı Bekriyye'den Kemâliyye şu'besinin reîsidir. Pederlerinin esrârına vâris olmuştur. 1199/(1785) senesinde ellidokuz yaşında olduğu hâlde Gazze'de irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Türbeleri oradadır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şuabât-ı Tarîkat-ı Bekriyye :

Hanefiyye, Semâniyye, Dırdıriyye, Ezheriyye, Ticâniyye, Sâdiyye, Kemâliyye.

Şeyh Muhammed b. Sâlim el-Hafnî

 

Hafniyye şu'besinin müessisidir. Muhammed b. Sâlim b. Ahmed eş-Şâfiî el-Mısrî el-meşhûr bi'l-Hafnî hazretleridir. Sâdâttandır. "eş-Şeyh, el-âlim, el-muhakkık, el-müdekkık el-ârif-i bi'llâhi taâlâ, kutb-ı vaktihî, ebu'l-mekârim" diye tavsîf olunmuştur. Mısır karyelerinden Hafne karyesinde 1101 sene-i hiciriyyesinde (1689-90) dünyâya kadem basıp Belbîs nâm şehr-i kadîmden neş'et eyledi. Tahsîli Mısru'l-Kâhire'de Câmiu'l-Ezher'dedir. Muhammed b. Abdullâh es-Sicilmâsî ve Îd b. Ali el-Mürsî ve Mustafa b. Ahmed el-Azîzî ve eş-Şems Muhammed b. İbrâhîm ez-Ziyâdî ve Ali b. Mustafa es-Sivâsî ve el-Hanefî ed-Darîr el-Cemâl Abdullâh el-Şübrâvî ve eş-Şihâbeyn Ahmed el-Melevî ve Ahmed el-Cevherî ves-Seyyid Muhammed b. Muhammed el-Belbîdî ve eş-Şems Muhammed b. Muhammed el-Bedîrî ed-Dimyâtî gibi ulemâ ve fuzalâdan makâsıd-ı ulûmu tekmîl eyledi. Câmiu'l-Ezher'de yirmiiki sene ta'lîm-i ulûm-ı âliye ile meşgûl olmuşlardır.

Hz. Şeyh'in tab'-ı âlîleri lutf u kerremle meşhûr olup, hutâm-ı dünyânın nezd-i şerîflerinde aslâ kıymeti yoktur.

Bidâyeten Şeyh Ahmed-i Şâzelî el-Mağribî hazretlerine intisâb edip, ba'zı evrâd u ahzâb ahz etmiş; ba'dehû ulûm-ı bâtınadan hakkıyla hisse-dâr-ı zevk olmak sevdâsına düşüp, 1133/(1721)'te Mustafa el-Bekrî hazretlerinin Mısır'a teşrîflerinde dâmen-i irfânına yapışıp birlikte Beytü'l-Makdis'e giderek riyâzât u mücâhedât ile meşgûl olarak az vakit zarfında nâil-i hilâfet oldular ve Hz. Şeyh'in emriyle Mısır'da tarîk-ı Halvetî'yi neşre başladılar. Birçok kimseleri zirve-i kemâle ulaştırdılar.

Mısır'da tâm elli sene neşr-i füyûzât eyledi. Câmiu'l-Ezher'de hem ders okuttu, hem de va'z u nasîhatle meşgûl oldu.

Hüsn-i takrîre mâlik, fasîhu'l-lisân ve ehl-i hâl bir zât idi. Dâire-i feyz ü irfânına girenler bir daha yanından ayrılamaz idi. İlm-i tefsîr, ilm-i hadîs ve ilm-i fıkıhda hisse-dâr-ı kemâl idi.

Şeyh Muhammed el-Fectûlî el-Ezherî

(Muhammed b. Sâlim el-Hafnî) bir çok ulemâ yetiştirdi. İçlerinden halîfesi Şeyh Muhammed b. Abdurrahmân el-Fectûlî ez-Zevâdî el-Mağribî el-Ezherî en meşhûrudur.

Ezheriyye şu'besi bu zâttan ayrılmıştır. 1181/(1767-68) senesinde âlem-i âhirete intikâl eyledi. Mısır'da türbesinde müstağrak-ı envâr-ı tevhîddir. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şefâatleri buyursun. Âmîn.

Âsârı :

1. Hâşiye alâ-Şerhi'l-Hemziyye li'bni Hacer,

2. Hâşiye alâ-Şerhi Risâleti'l-Vaz',

3. Hâşiye alâ-Hâşiyeti'l-Hakkıyye ale’l-Muhtasar,

4. Hâşiye alâ-Şerhi'l-Mürciyye li'ş-Şenşevî,

5. Hâşiye-i Câmii's-Sağîr,

6. Hâşiye-i Risâletü'l-Akd,

7. Hâşiye-i Cem'u'l-Cevâmi'.

/133/ Mustafa el-Bekrî hazretlerinden gelen silsile :

eş-Şeyh Mustafa el-Bekrî es-Sıddîkî el-Halvetî, eş-Şeyh Muhammed Sâlim el-Hafnî el-Mısrî, eş-Şeyh Muhammed b. Abdurrahmân el-Fectûlî, eş-Şeyh Ali b. Îsâ, eş-Şeyh Muhammed el-Mehdî, eş-Şeyh Alâeddîn b. Âbidîn, eş-Şeyh Muhammed Saîd Efendi b. Alâeddîn, eş-Şeyh Muhammed Sultân el-Mübârek ed-Dağistânî.

Şeyh Muhammed Alâaddîn

Müşârünileyhimden Şeyh Muhammed Alâeddîn, efâhım-ı ulemâdan ve eâzım-ı urefâdandır. 1244 senesinde (1828-29) Şam'da dünyâya gelmiştir. Pederleri Muhammed Emîn eş-şehîr bi-"İbn-i Âbidîn"dir. Sâdât-ı kirâmdan olup, silsile-i nesebi ber-vech-i âtîdir :

 es-Seyyid Muhammed Alâeddîn b. es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed Emîn Âbidîn b. es-Seyyid eş-Şerîf Ömer Âbidîn b. es-Seyyid eş-Şerîf Abdulazîz Âbidîn b. es-Seyyid eş-Şerîf Ahmed Âbidîn b. es-Seyyid eş-Şerîf Abdurrâhmân Âbidîn b. es-Seyyid eş-Şerîf Necmeddîn b. es-Seyyid eş-Şerîf el-âlim el-fâdıl el-velî es-sâlih el-câmi' beyne'ş-şerîati ve'l-hakîka imâmü'l-fazl ve't-tarîka Muhammed Salâhaddîn eş-şehîr bi-Âbidîn b. es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed Kemâl b. es-Seyyid eş-Şerîf Nakıyyüddîn el-müderris b. es-Seyyid eş-Şerîf Mustafa eş-Şihâbî b. es-Seyyid eş-Şerîf Hüseyin b. es-Seyyid eş-Şerîf Rahmetullâh b. es-Seyyid eş-Şerîf Ahmed es-sânî b. es-Seyyid eş-Şerîf Ali b. es-Seyyid eş-Şerîf Ahmed es-sâlis b. es-Seyyid eş-Şerîf Mahmûd b. es-Seyyid eş-Şerîf Ahmed er-râbi' b. es-Seyyid eş-Şerîf Abdullâh b. es-Seyyid eş-Şerîf İzzeddîn Abdullâh es-sânî b. es-Seyyid eş-Şerîf Kâsım b. es-Seyyid eş-Şerîf Hasan b. es-Seyyid eş-Şerîf İsmâîl b. es-Seyyid eş-Şerîf Hüseyin en-Nakîb es-sâlis b. es-Seyyid eş-Şerîf Ahmed el-hâmis b. es-Seyyid eş-Şerîf İsmâîl es-sânî b. es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed b. es-Seyyid eş-Şerîf İsmâîl el-A'rec b. el-İmâm el-Ca'fer es-Sâdık b. el-İmâm Muhammed el-Bâkır b. el-İmâm Zeyne'l-Âbidîn b. el-İmâm Hz. Hüseyin b. el-Betûl hiye ez-Zehrâ Fâtıma bt. er-Rasûl (salla'llâhu taâlâ aleyhi ve selem ve aleyhâ ve alâ cemî'-i âlihî ve sahbihî ecmaîn.)

Muhammed Alâeddîn hazretleri de pederleri gibi zâhir ü bâtında allâme-i cihân oldu. Vâkıf-ı esrâr-ı Sübhânî bir zât-ı nûrânî idi. Nice âsâr-ı nâfia-i mükemmele meydâna koydu. Şam'da medfûn Şeyh Muhammed el-Mehdî hazretlerinden tarîkat-ı Halvetiyye'yi aldı. Nâil-i hilâfet oldular. Kendilerinden esrâr-ı acîbe zuhûra geldi. Tarîk-ı Halvetî'yi neşre himmet eylediler. Peder-i azîzinin noksân kalan Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr nâm eserine iki cild ilâve eyledi. Nâmını Kurretü Uyûni'l-Ahyâr li-Tekmileti Reddi'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîri'l-Ebsâr tesmiye etti.

Şöhret-gîr olan fazl u irfânı hasebiyle Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye meclisinde azâ sıfatıyla bulunmak üzere, 1285/(1868) senesinde İstanbul'a davet olundu. Bir müddet sonra Şam'a avdet buyurdu, uzlet etti. Onikinci karn-ı hicrî evâhirinde terk-i âlem-i nâsût etti. Pederinin yanında müstağrak-ı nûrdur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Muhammed Emîn Âbidîn

Sâhib-i tercemenin pederi  Muhammed Emîn Âbidîn, 1198/(1784) senesinde Şam'da doğmuştur. İbn-i Âbidîn Medresesi nâmıyla meşhûr medresede pederlerinin hücresinde meşgûl-i ilm oldu. Hıfz-ı Kur'ân'a muvaffak olduktan sonra te'mîn-i maîşet için ticârete sülûk ile berâber şeyhü'l-Kurrâ Saîd el-Hamavî'den ilm-i kırâeti  tahsîl ile me'zûn oldu.

Hz. Kur'ân'ı pek iyi okurlar imiş. Halk dinlemeye tehâlük gösterirler imiş. Ulemâ-yı mahalliyyeden makâsıd-ı ulûmu öğrendi. Te'lîfâta başlayarak 1225/(1810)'de el-Ukûdu'l-Leâlî fi'l-Esânîdi'l-Avâlî ve Şerhu'l-Kâfî fi'l-Arûz ve'l-Kavâfî gibi kitaplar te'lîf etti.

Yedi senede Ref'u'l-İştibâh an İbâreti'l-Eşbâh nâm eseri yazdığı gibi Şerhu'n-Nebze  üzerine bir hâşiye yazıp Fethu Rabbi'l-Erbâb alâ Lübbi'llübâb Şerhu Nebzeti'l-İ'râb tesmiye etti. Şeyh Muhammed Saîd el-Halebî ile mülâkâttan sonra şu eserleri yazdı :

/134/

1.     Ref'u'l-Enzâr ammâ Evradehû'l-Halebî ale'd-Dürri'l-Muhtâr,

2.     Hâşiye ale'l-Beyzâvî,

3.     Hâşiye ale'l-Mutavvel,

4.     Hâşiye alâ Şerhi'l-Mültekâ,

5.      Nüshatü'l-Hâlık ale'l-Bahri'r-Râik,

6.     Zeylü Târîhi'l-Murâdî,

7.     Menhelü'l-Vâridîn min Bihâri'l-Feyz alâ Zuhri'l-Müteehhilîn li-Mesâili'l-Hayz,

8.      er-Rahîku'l-Mahtûm Şerhu Kalâidi'l-Manzûm,

9.     Kitâbu Tenbîhi'l-Vülât ve'l-Hukkâm,

10.  El-Fevâidü'l-Acîbe fî İ'râbi Kelimâti'l-Garîbe,

11.  İsâbetü'l-Gavs fî Ahkâmi'n-Nukebâ ve'n-Nücebâ ve'l-Abdâl ve'l-Gavs,

12.  el-İlmü'z-Zâhir fî Nefhi'n-Nesebi't-Tâhir,

13.  Tenbîhü'l-Gâfil,

14.  el-Vesenân fî Ahkâmi Hilâli Ramazân,

15.  el-İbâne fi'l-Hıdâne,

16.  Şifâü'l-Alîl,

17.  Ref'u'l-İntikâz ve Def'u'l-İ'tirâz,

18.  İ'lâmu'l-A'lâm fi'l-İkrâri'l-Âm,

19.  Sellü'l-Hüsâmi'l-Hindî,

20.  Gâyetü'l-Matla’b,

21.  el-Fevâidü'l-Muhassasa,

22.  Teceyyürü't-Tahrîr,

23.  Tenbîhu zevi'l-İfhâm,

24.  Ref'u'l-İştibâh,

25.  Tahrîru'n-Nukûl ,

26.  el-Ukûdü'd-Dürriye,

27.  Gâyetü'l-Beyân,

28.  ed-Dürerü'l-Mudî,

29.  Ref'u't-Tereddüd,

30.  el-Akvâlü'l-Vâzıhatü'l-Celiyye ve İthâfu'z-Zekkiyyü'n-Nebiyye,

31.  Menâhilü's-Sürûr,

32.  Tuhfetü'n-Nâsik fî Ed'ıyyeti'l-Menâsik,

33.  el-Mebâhisü'r-Râika ve'r-Rekâiku'l-Fâika,

34.  Kıssatu'l-Mevlidi'ş-Şerîfi'n-Nebevî (Manzûm).

Elli parça resâil-i muhtelife.  

En büyük eseri Dürr-i Muhtâr üzerine Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîri'l-Ebsâr nâmıyla yazdığı altı büyük cild kitaptır.

Zamânını ta'lîm ü taallüm ve tefhîm ü tefehhüm ile geçirdi. Gündüzleri sâim, geceleri kâim idi. Tarîkat-ı Kâdiriyyeyi, müftî-i Mısır Şeyh Temîmî hazretlerinden aldı. Gündüzleri ders okutur, geceleri az uyur, ba’zan hiç uyumaz idi. Halîm, selîm, beşûş olup, ahlâk-ı cemîleye sâhip idi. 1252/(1836) senesinde âzim-i dâr-ı bakâ ve nâil-i ni'met-i bakâ oldular. Şam'da Bâbu's-Sağîr'de türbe-i mahsûsalarında medfûndur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

 



[1].     Şeyh Muhammed Çelebi: Abdülbâkî Efendi-zâdedir. Pederlerinin emriyle İstanbul'a gelip, Âsitâne-i Hz. Sünbülî'de şeyh ve dört kitabın zâhir ve bâtın meânîsini ve esrârını âlim ve ârif olan Necmeddîn Hasan Efendi hazretlerine intisâb etmiş ve bir müddet sonra hilâfet almıştır.

[2] Kastamonu’ya bağlı bugünkü Küre ilçesi. (H)

[3] (وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا) "... Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecektir.” 76. İnsân sûresi, 21. (H )

[4] Buradaki “zamân” kelimesi, vezne uyması için “ân” kelimesi yerine tarafımızdan konulmuştur. (H)

[5] Otururken aşka bir göz gezdirdem, üstâdımın aşkatan daha eski olduğunu gördüm.

Yâ Rabbi! Ben de aşkla yardımına sarıldım. Kolaylaştır bana Rabbim, zorlaştırma! Hayırla sonuna erdir. (H)

[6] Tamamı okunamadığından tercüme edilmemiştir. (H)

[7] Ben söyleceğimi söyledim, yazacağımı yazdım ve bildim ki, Allah taâlâ hakikat ve doğru olanı en iyi bilendir. Dönülecek, sığınılacak ve gidilecek yer, ancak O’nun katıdır. Kim kitap ve sünnetin delilleriyle, şerîat ve tarîkatla, içinde hiçbir şüphe bulunmadan marifet ve hikmetle O’na dönerse, Melik-i Azîz olan Allâh’ın lutfuyla en güzel yer ve ecirler o kişinin olur. Melik, Rahîm ve Tevvâb olan Allâh’a hamd olsun. Kişinin gençlik çağından başlayıp, dostlarına ve akrabâlarına vedâ ettiği zamânına; cismi ve bedeniyle kabre ve toprak altına girinceye; azâb ve firâk ateşinin yaktığı elemlerden kurtuluncaya; yeninden dirilme ve haşr gününde ruhların ârifler ve Sâlihlerle hiçbir hüzün ve hicâbın olmadığı  sıfat cennetine girinceye; asfiyâ ve evliyâ ile basîret sâhiplerinin bulunduğu zât cennetine girinceye kadar sürecek olan bu hamd Allâh’a mahsûstur.

    Zâtı itibâriyle salât, sıfatları itibariyle selâm, Allah’tan başkasını sevmekten uzak olan Hz. Muhammed (aleyhi’s-selâm)’a; onun âline, evlâdına ve ashâbına olsun.

    Velhâsıl hamd, bütün kapıların müfettihi ve bütün sebeplerin müsebbibi Allâh’dır. 

[8] 29. sahîfede tafsîlât vardır.

[9]      Hz. Mısrî'nin Haseneyn Efendilerimiz hakkında yazdığı bir mecmûa üzerine İsmâîl Hakkı hazretleri tarafından yazılmıştır ki, ondan istinsâh olunmuştu.

[10]    "...O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır..." 28. Kasas sûresi, 88. (H)

[11]    Te’vîl eden tekfîr olunmaz. (H)

[12] “Yüce Peygamber Hz. Muhammed Mustafâ’dan sonar, çok cömert ve cüsseli olan Ali el-Atvel… O, ganemdir, hatemdir ve zamânı mühürlemiştir.” (H)

[13]    (وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِّن قَبْلِكَ مِنْهُم مَّن قَصَصْنَا عَلَيْكَ وَمِنْهُم مَّن لَّمْ نَقْصُصْ عَلَيْكَ) "Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız da var, durumlarını sana bildirmediğimiz de var." 40. Mü'min/Gâfir sûresi, 78. (H)

[14]. (...وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ) "...Attığın zaman da sen atmadın..." 8. Enfâl sûresi, 17. (H)

[15]. "... Mü'minlerin Allah'a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir..." 2. Bakara sûresi, 165. (H)

[16] "O gerçekten güzeldir." (H)

[17]    Mektûba nazaran 1093/(1682)'tür. Müddet-i meşîhat yirmi olmak lâzım gelir. Mektûbtaki târîh doğrusu olacak.

[18] İbârenin hesaplanmasından 1170 çıkmaktadır. (H)

[19] "Verdiği bu fazl u keremden dolayı O (Allah'a) hamd ve şükür gerekir. " (H)

[20]   Muharrir-i fakîr, bu târîhte bir sehv-i beyân vardır demek isterim. Zîrâ Şeyh Îsâ Mahvî Efendi'nin irtihâli Sefîne-i Evliyâ c.III, s.375'te 1127/(1715) senesine müsâdiftir. Şu hâlde bu târîh her hâlde Îsâ Efendi'nin hâl-i hayâtına müsâdif olan daha evvelki zamâna müsâdiftir. Bunun te'lîfi de mümkinâttandır. Ya'nî Îsâ Efendi irtihâlinden üç sene sonra ya mükâşefe ya hâl-i menâmda Hz. Nasûhî'ye  görünmüş ve kerîmesine bahs etmiştir. Ehlu'llâh için bu hâl zor bir şey değildir.

[21] (فَفِرُّوا إِلَى اللَّهِ...) "O halde Allah'a koşup (sığının)..." 51. Zâriyat sûresi, 50. (H)

[22] "... Allah dilediğine kat kat fazlasını verir..." 2. Bakara  sûresi, 261. (H

[23] "Mallarını Allaha yolunda harcayanların ördeni, her birinde yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tane gibidir." 2. Bakara sûresi, 261. (H )

[24] "... Allah her şeye kâdirdir." 2. Bakara sûresi, 284 ve başka ayetler. (H)

[25] "Ameller niyetlere göredir..." Buhârî, Sahîh, Bed'ül-vahy, 1; Îmân, 41...; Müslim, Sahîh, İmâre 155; Ebû Dâvûd, Sünen, Talâk, 11; Tirmizî, Sünen, Fezâilü'l-cihâd, 16; Nesâî, Sünen, Tahâre, 59; Talâk, 24; Îmân, 19; İbn-i Mâce, Sünen, Zühd, 26; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, I, 25; II, 60. (H)  

[26] 6. En'âm sûresi, 60. (H)

[27] “ Bismillâhirrahmânirrahîm.

Ey Allah’ın ilk yarattığı! Ey Allâh’ın rasullerinin sonuncusu!

Allah, Allah! Ey Allah’ın habîbi! Canım sana fadâ olsun.en güzel salât ü selâm sana olsun.

Ey Raû f olan! Ey rahîm olan! Ey Allah’ın Rasûlü! Bedenim de kalbim de sana fedâ olsun. Sen kere sâhibi nebîsin. Sana Allah’ın nurları verilmiştir. Sen Rabbânî mülkün yiğidisin; nübüvvet ve risâlet sultanlarının, arşı taşıyanların ve bütün yaratılmışların sultânısın. Kıyâmet kadar ebedî tahiyyât ve salât ü selâm sana olsun. Âmîn, ve’l-hamdü rabbi’l-âlemîn.

Ey “Beni gören Hakk’ı görür.” Diyen Rasûl! Sana inandık seni tasdîk ettik.” (H)

[28] “… Rabbimin bana bir lutfudur…” 27. Neml sûresi, 40. (H)

[29] “… İşte bu Allah’ın lutfudur. Onu dilediğine verir…” 57. Hadîd sûresi, 21. (H)

[30] “… İşte yarışanlar bunun için yarışırlar.” 83. Mutaffifîn sûresi, 26. (H)

[31] “… Yalnız bunlarla sevinsinler…” 10. Yûnus sûresi, 58. (H)

[32] “… Nerede olsanız, O sizinle beraberdir…” 57. Hadîd sûresi, 4. (H)

[33] “Kendilerine telkîn olunan zikre devam ettiler. Şu ayette belirtidiği gibi tek bir tarz üzere oldular: (14. İbrahim Sûresi, 27. )  ‘ Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sâbit bir sözle sağlamlaştırır …..’ O halde iyi anlayın ve düşünün ki zaman keskin bir kılıç gibidir.”  (H)

[34] "Ancak Allah bilir." (H)

[35] “Deniz eskiden olduğu gibi denizdir. Olaylar ise, sanki nehirler ve dalgalar gibidir.” (H)

[36] Burnaz Hasan Ağa'nın bir eseri vardır, gayr-i matbû'dur. Zamânında bulunan ba'zı meşâyıh-ı kirâmın tercümelerini tahkîk ve bir çoğuyla müşâfeheten görüşüp, hâllerini tedkîk ederek haklarında güzel bir eser te'lîfine muvaffak olmuştur. Âsitâne-i Nasûhiyye şeyhi Seyyid Kerâmeddîn Efendi ile görüştüğümde, bu zât-ı muhterem Edirne'de gül-şen-sarâ-yı vahdete âzim olup, orada medfûn olduğunu ve Hz. Nasûhî hakkında menâkıb-nâme yazan Hasan Senâî ki, Hulefâ-yı Hz. Nasûhî'dendir, Burnaz Hasan Ağa'nın oğlu bulunduğunu söylemişti. Her ikisi birer insân-ı kâmil olup, Hz. Nasûhî'nin enfâs-ı tayyibesine mahzar olmuşlardır. (Kaddesa'llâhu esrârahüm

[37] “Zevk veren kadeh kırık, safâ neş’esi yok. Dost ve sevgili meclisleri boş, kimse yok.” (H)

[38] İbârenin hesaplanmasından 1305 çıkmaktadır. (H)

[39]. Bu zât 16 Zilkâde 1321/(3 Şubat 1904)'de irtihâl eylemiştir. Hazîrede medfûndur. Kirâmeddîn Efendi'nin küçük birâderidir.

[40] Bu “Keşan’dan” notu yazma nüshaya Sayın Orhan Nasuhoğlu tarafından günümüz alfabesiyle yazılmıştır. (H)

[41] (فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ)"... Nereye yönelirseniz Allah'ın vechi (zâtı) işte oradadır..." 2. Bakara sûresi, 115. (H)

[42] Bu ibârenin hesaplanmasından 1145 çıkmaktadır. (H)

[43] Müslim, Sahîh, Zühd, 11. (H)

[44] "Görmediğim rabbe ibâdet etmem." (H)

[45] Sefîne’nin bu cildinin 39. sayfasınki dipnotlara bakınız. (H)

[46] "Rüyâların en doğru olanları seher vaktindekilerdir." Tirmizî, Sünen, Rü'yâ, 3; Dârimî, Sünen, Rü'yâ, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 29, 68.

[47] "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, I, 393. (H) 

[48] Bu silsilenin kısaca tercümesi şöyledir :

“Hamd Allah’a mahsustur. Salât ü selâm, beşeriyetin en hayırlısı olan ve Cenâb-ı Hakk’ın müjdeleyici ve kötülüklerden sakındırıcı olrak gönderdiği Hz. Muhammed (a.s.)’e; onun âline ve ashâbına olsun. Ashâb-ı kirâm ki, onrların her biri İslâm dininin hidâyete erdirici rehberi, insanlığı aydınlatan lambalarıdır.

İmâm Gazâlî İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn adlı eserinde şöyle demektedir :

Basîret nazarıyla bakanlar anladılar ki, gerçek kurtuluş ancak Allah teâlâya kavuşmakla olur. Allâh’a kavuşmak ise, ancak kulun gerçekten O’nu sevmesi ve O’nu hakkıyla bilmesiyle mümkündür. Muhabbet ve ünsiyet ise yalnız Allâh’ı ve sıfatlarını devamlı tefekkür ederek elde edilir. Devamlı tefekkür ve dâimî zikir de dünyâya ve dünyâda bulunan şehvet ve zevklere vedâ’ ile, mümkün olduğu kadar onlardan uzaklaşmakla olur. Bütün bunlar, zikrin ve fikrin gece ve gündüzün bütün vakitlerinde devamlılık arzetmesiyle elde edilir.

Evrâd-ı şerîfe ve müretteb hizibler, zikir ve fikrin belli vesîleleridir. Bizim tarîkatımız olan Şâbânîlikte her gün sabah namazının ardından Şeyh Yahyâ-yı Şirvânî’ye ait olan şu vird makbûl duâlardandır :

 والله سلام من كل اصر وباله من ورد ماله    

Bu virdler arasında lafzı az olduğu halde birçok tesirli dualar gibi daha da şumullü olanları vardır. Yine bunlar arasında birçok bereketli salavât vardır ki, her birine cevâmiu’l-kelim denilebilir. İşte ben bizim tarîkımızda mer’î olan salavât metnini okumak üzere mânevî evlâdımız Ali Efendi’ye icâzet verdim. (Cenâb-ı Hak onunla berâber olsun ve ona likâsını nasîb etsin. Bana da bu icâzeti azîz ve muhterem şeyhim Mudurnulu es-Seyyid Halîl Rahmî Efendi (k.s) vermişti.”

Bu silsilede bundan önce yer alan zevâtın isimleri şöyledir :

Geredeli Abdullâh Efendi (k.s.), Diyarbakırlı el-Hâc Mustafa Efendi (k.s.), Geredeli el-Hâc Halîl Efendi (k.s.), Çerkeşli Şeyh Mustafa Efendi (k.s.), Zoravî eş-Şeyh Muhammed Efendi (k.s.), Mudurnulu Abdullah er-Rüşdî Efendi (k.s.), Üsküdarlı Muhammed Nasûh Efendi (k.s.), Çankırılı Karabaş Velî Ali el-Atvel Efendi (k.s.), Çorumlu Şeyh İsmâîl Efendi (k.s.), Ömer el-Fuâdî Efendi (k.s.), Kastamonulu Şeyh Muhyiddîn b. Muhammed Efendi (k.s.), Karsamonulu Pîr Sultân Şa’bân-ı Velî, Hayreddîn-i Tokâdî, Muhyiddîn Muhammed Cemâl-i Halvetî, Şeyh Pîr Muhammed el-Erzincânî, Es-Seyyid eş-Şeyh Yahyâ b. Bahâeddîn-i Şirvânî, Pîr Sadreddîn-i Hıyâvî, el-Hâc İzzeddîn-i Halvetî, Ahî Mîrim el-Halvetî, Pîr Ömer el-Halvetî, Ahî Muhammed el-Geylânî, İbrâhîm Zâhid el-Geylânî, Seyyid Şeyh Cemâleddîn et-Tebrîzî, Şihâbeddîn et-Tebrîzî, Rükneddîn Muhammed es-Sincâsî, Şeyh Ebu’r-Reşîd Kutbeddîn el-Ebherî, Ebu’n-Necîb Ziyâeddîn Abdülkâdir es-Sühreverdî, Şeyh Vecîhüddîn el-Kâdî,  Muhammed el-Bekrî, Ömer el-Bekrî, Ebû Muhammed Ahmed Esved ed-Dînevrî, Mimşâd ed-Dîneverî, Cüneyd el-Bağdâdî, Seriyyü’s-Sakatî, Ebû Mahfûz Ma’rûf b. Fîrûz el-Kerhî, Süleymân Dâvûd b. Nasîr et-Tâî, Habîb el-Acemî, Ebû Saîd Hasan el-Basrî, Emîru’l-Mü’minîn Ali el-Murtazâ (r.a.), Muhammedü’l-Emîn (s.a.s.), Cebrâîl (a.s.). (H)   

[49] Bu ibârenin hesaplanmasından 1100 çıkmaktadır.(H)

[50] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[51] "Şehrîdir. Beşikci-zâde Tekkesi diye şöhret-yâfte ve beher hafta hatm-i hâcegân eder erenlerden olup, İdris Şeyh Abdullâh-ı Kaşgârî'den ahz-ı tarîkat ve Seyyid Hamdi'den hüsn-i hattâ sâhib icâzet almıştır.  Bidâa-i hâli müsellem, sâlih bir erdir. (Tuhfe-i Hattâtîn, s. 217). Ahîren Halvetî’ye tahsîs edilmiş idi."

[52] Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor : "Mü'minler ölmezler, bilakis fenâ yurdundan bakâ yurduna göçederler." (H)

[53]    Hüseyin Vassaf bu konuda verdiği bilgilerin üzerini çizmiş ve bu ibâreyi İbnü'l-Emîn Mahmut Kemâl İnal, sahîfe kenârına kendi elyazısıyla kaydetmiştir.  (H)

[54] “Ağyayınız, ağlayamazsanız da ağlar gibi yapınız.” (H)

[55] “Yani ağlaman olmadığı halde sen ağlamanı açığa vur. Sen artık kalan ibâdetlerle kıyâs et.” (H)

[56] “Evliyânın azığı Allah’tandır.” (H)

[57]    “Kul Rabdır, Rab da kuldur. Keşke mükellef olsa…

  Eğer “kul” dersen bu ölüdür, eğer “Rab” dersen nasıl muküllf olur?” (H)

[58] "... Onun te'vîlini Allah ve ilimde ruhsat sâhibi olanlar dışındakiler bilmez..." 3. Âl-i İmrân, 7. (H)

[59] "... Şüphesiz bunda akıl sâhipleri için bir öğüt vardır.” 39. Zümer sûresi, 21. (H)

[60] "Tevhîd, bir takım bağlantıları düşürmektir." (H)

[61] "O halde bu gününüze kavuşmayı unutmanıza karşılık azabı tadınız..." 32. Secde sûresi, 14. (H)

[62] (لى مع الله وقت لايسعنى فيه ملك مقرب ولانبى مرسل) "Benim Allah katında öyle bir hâlim vardır ki, benim o hâlime ne bir melek yaklaşabilir, ne de bir peygamber ulaşabilir." Bu sözün hadis tekniği açısından değerlendirilmesi ile ilgili olarak bkz. el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. II, s. 173, bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ankara 2000, s. 79, 80. (H)

[63] (فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى) "İşte o zaman araları, iki yay arası kadar, belki de daha yakın olmuştur...", 53. Necm sûresi, 9. (H)

[64] Bu manzûmenin vezninde bozukluklar çoktur. (H)

[65]      “Mü’minlerin yolunu tevhîd ve ikrâr ile tertemiz kılan, kendi yoluna girenlerin nefislerini zikir ve virdlerle tezkiye eyleyen, âşıkların kalplerini tecelliyâtıyla ve nûruyla aydınlatan, âriflerin kalplerini de esrârıyla genişleten Allah’a hamd olsun.

Sâlât ü selâm ise, ümmetini en güzel yola irşâd eden efendimiz Muhammed (a.s.)’ın üzerine olsun. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’a vuslat yollarını beyân eyleyen ashâb-ı kirâmının ve kendi âlinin üzerine olsun. Yine onun yoluna tâbi olma şerefine nâil olan tâbiîn ehline de duâ ve selâm olsun.

Halvetiyye tarîkatı, sûfî tarîkatlarının en büyüklerinden ve Hz. Peygamber’in yoluna en yakın olanlardandır. Halvetî ricâli ise, Hz. Peygamber’in yoluna sülûk ederek tasfiye ve tezkiye ile onun velâyetinin vârisleri olmak sûretiyle hâkîkate vâsıl olmuşlardır. Bunlar arasında, özellikle Virdü’s-Settâr sâhibi olan, vuslata ermiş muhakkıkların kutbu sayılan Şeyh Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî (k.s.), Halvetî tarîkatının ulularından olup, Şâbânî tarîkatının da menbaıdır. Çünkü Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî, Hz. Peygamber’i rüyâsında görmüş ve kendisine bu Virdü’s-Settâr’ı öğretip her sabah seher vaktinde okumasını emretmiştir.

Bu vird-i şerîf, ulemâ ve meşâyıhın büyükleri arasında pek makbûldür. Aynı zamanda bu vird, Ehl-i Sünnet akâidine uygun olup, bid’at ehlinin mefâsidine de karşı durmuştur. Bu Arapça virdi, Şâbânî tarîkatı meşâyıhından Harîrî-zâde Şeyh Muhammed Kemâleddîn Efendi, Türkçe olarak şerh etmiştir. Bu tercümeyi, içerisindeki birtakım garip mânâlardan daha çok kişinin faydalanması ve okuyanların ettiklerin duâlarına nâil olabilmeleri için yapmıştır. Bu güzel ve latîf şerhten, şârihinin ehl-i teftîş ü tahkîk olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o, eserindeki mânâ incilerini, sanki derin denizlerden elde eder gibi çıkarmış, bazı sırları açıklamış ve halkın gözünü açmıştır. Cenâb-ı Hak, bizi dînin hakîkatına eriştirip yakîn mertebesine ulaştırsın.

Bu takrîzi Şâbânî tarîkatı hâdimlerinden ve Üsküdar’daki Nalçacı Halîl Efendi Dergâhı şeyhi Mustafa Enver yazmıştır.” (H)       

[66] (من رآنى فى المنام قد رأى الحق) "Beni rüyada gören gerçekte görmüş olur." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 250;  bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s. 268. (H)

[67] (وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي  ...) "Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbı onunla konuşunca demişti ki, "Rabbim! Bana (kendini) göster, Sana bakayım" (Rabbi de ona şöyle buyurmuştu : Sen Beni aslâ göremezsin..." 7. A'râf sûresi, 143. (H)

[68] Bu ibârenin hesâblanmasından 1327 çıkmaktadır. (H)

[69] (موتوا قبل أن تموتوا) "Ölmeden önce ölünüz." el-Aclûnî, Keşfü'l-Kafâ, II, 291. (H)

[70] Cennetü'l-Muallâ olmalıdır. (H)

[71] Burada bir yanlışlık olmalı. (H)

[72] Buradaki ay net okunamaktadır. Ramazan ayının karşılığı aslında Nisan değil, Temmuz sonudur. (H)

[73] "... Aklı olan yahut hazır bulunup kulak veren kimseler için..." 50. Kâf sûresi, 37. (H)

[74] "De ki : En üstün delil yalnızca Allah'ındır..." 6. En'âm sûresi, 149. (H)

[75]    Doğum tarihini belirten yukardaki 1275 ile bu tarihlerden birinde yanlışlık olmalı. İkisinin arasındaki fark 67 değil, 62’dir. (H)

[76] Şeyh Behcet Efendi pederimiz, Fâtih Dersiâmlarından ders vekîli Hâlis Efendi merhûmun talebesi olduğunu söylediler.

[77] (وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ...) "Allah bütün isimleri Âdem'e öğretti..." 2. Bakara sûresi, 31. (H)

[78] "… Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever..." 5. Mâide sûresi, 54.

[79] “3 Şâbân Cuma günü gece yarısı bir çocuk dünyâya geldi. Daha gelmeden önce müjdelendim. Sonra da beni hüsrâna boğdu. Onun ölümüne “hıtâm-ı misk” olsun diye, “Muhammed hitâm” diye târih düştüler.”

Tarih ibâresi olan “Muhammed hıtâm”ın hesaplanmasından 1133 çıkmaktadır. (H)

[80]    “Bu makâm, vaktin nâdir kişilerinden olan kutbun makâmıdır. O, hakîkatın aslı ve fer’idir.

        O, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’ın soyundan gelen Muhammed el-Halvetî’nin torunu Mustafa el-Bekrîdir.

        Onun bulunduğu bu toprak, rahmet-i Rıdvân’dan gelen yağmurla sulanmaktadır. (H)

[81] Silsilenin bu kısmındaki isimler şunlardır :

-        Kutb-ı zamân Şeyh Hz. Şa’bân-ı Velî (k.s.),

-        Şeyh Muhyiddîn-i Kastamonî (k.s.),

-        Seyyid Ömer el-Fuâdî (k.s.),

-        Şeyh İsmâîl el-Çorumî (k.s.). Şam’da Bilâl-i Habeşî (r.a.)’nin türbesi yakınında medfûndur.

-        Şeyh Mustafa Muslihuddîn el-Kastamonî (k.s.),

-        Şeyh Alâeddîn Ali el-Atvel (Karabaş Velî) (k.s.),

-        Şeyh Mustafa el-Edirnevî (k.s.).

Şeyh Karabaş Velî’nin 446 halîfesi vardır. Son halîfesi ise adı geçen Şeyh Mustafa’dır ve seccâde-nişîndir. Onun da birçok halîfesi ve mürîdi vardır. Hâlen Anadolu’da şeyhu’l-meşâyıh mertebesindedir.

-        Şeyhimiz Şeyh Abdüllatîf Efendi. 

[82] Müellif sayfa nımaralarını yazarken 127’den 129’a geçmiştir. (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar