Print Friendly and PDF

Aşkın Okunmaz Kıyıları

Yazan: Beyaz Arif Akbaş

Şeyh Galip, şüphesiz edebiyatımızın en büyük şairlerinden biridir. O daha henüz yirmi yaşlarında iken ‘Esed’, ‘Galip’ mahlasıyla yazdığı şiirleri bir araya getirerek Osmanlı Şiir’inin zirvesi sayılan “Hüsn-ü Aşk” (Güzellik ve Aşk) mesnevisini oluşturmuştur. Galip Dede bu muhteşem peri masalı ile edebiyatımızda sembolizm benzeri bir üslubun öncüsü olmuş, divan edebiyatına getirdiği yenilikler ile de adından söz ettirmiştir. Bunu yaparken yeni bir söyleyişle söylemiş fakat geleneklerinden de kopmamıştır. Galip Dede’nin eserlerinin en önemli özelliklerinden birisi de tasavvufi bir temele sahip olması ve olayları bu bakış açısıyla değerlendirmesidir. Yahya Kemal’in deyişiyle Şeyh Galip divan edebiyatının son büyük şairidir.

Mevlevi tekkesinden yetişen Şeyh Galip, Mevlana Celaleddin Rumi’nin eserinden ilhamla klasik bir aşk hikâyesi olan Hüsn-ü Aşk’ı adeta tekrar inşa etmiştir. Galip Dede, bu kitabı 1782 yılında girdiği bir iddia üzerine altı ay gibi kısa bir sürede yazmıştır. Bu eserin kahramanları güzellik (hüsn) ve güzelliğe yönelmiş olan aşk’tır. Amerikalı edebiyat uzmanı Victoria R. Holbrook bu durumu ‘Aşkın Okunmaz Kıyıları’ diyerek oldukça çarpıcı bir şekilde tanımlamıştır. Eserin her bir satırı tasavvufi simgelerle ilmik ilmik dokunmuştur. Yer adları, kişi isimleri ve çeşitli benzetmeler hep tasavvufi motiflere yapılan göndermeler ile doludur. Edebi açıdan ise Sebk-i Hindi (Hint üslubu) ile kaleme alınmış olup sanat açısından zirve bir yapıttır.

Hüsn-ü Aşk, kurgusal olarak Mesnevi’de anlatılan bir hikâyeye dayanır. Bu durumdan dolayı döneminde bazıları tarafından büyük şair intihal yapmakla eleştirilmiştir. Fakat Galip Dede bu eleştiriler karşısında “Ne var yani! Çaldıysam miri (devlet) malından çaldım.” demiştir. Burada hikâyenin aslı Mevlana’nın Mesnevi’sinde geçmektedir fakat Mesnevi o derece kabul görmüştür ki adeta herkesin (devlet) malı olmuştur. Galip Dede, konuyu Hazreti Mevlana’dan almıştır fakat yeni bir söyleyişle ve kurguyla bir merhale katarak tekrar söylemiştir. Bu ise bugün Batılı Edebiyatçıların “metinlerarasılık” diye ifade ettikleri edebi yöntemin uygulanışından pekte farklı olmayan bir anlayıştan ileri gelmektedir.

Mesnevide bahsi geçen hikâye kısaca şöyledir; Eskiden dünyanın en güzel masallarının anlatıldığı Arabistan’da, Sevgioğulları diye bilinen bir kabile yaşarmış. Günün birinde bu kabilede nur gibi bir kızla bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Kabilenin ileri gelenleri erkeğe ‘Aşk’ ve kız olana da ‘Hüsn’ adını verirler. Bu iki güzel çocuk eğitim çağına gelince Edep okuluna gitmişler, bu okulda onların üstadı, kılavuzu ise Molla-yı Cünun isimli bir âlim zat olmuştur. İşte tam bu sıralarda Hüsn, Aşk’a derin bir kara sevda ile tutulur. Her âşık’ın yaptığı gibi onlarda zaman zaman ‘Mana’ diyarına gitmekte, burada gezinmekte ve sohbet etmektedirler. Velhasıl âşıkların dili başkadır gören olur ancak anlayan olmaz. Sonra bu gezintiler esnasında Suhan isminde başka arif bir zatla karşılaşırlar. Suhan, onları misafir eder. Bu noktada olaylar biraz daha karışır ortaya Hayret isminde başka bir kişi çıkar ve bu âşıkların bir yerlerde görünmesini engellemeye çalışır. Kısaca âşıkların arasını açmak ister. Âşıklar görüşemeyince bir süre Suhan vasıtasıyla mektuplaşırlar. Aşk’ın Gayret adında bir lalası (mürebbi) vardır ve bu kişi Aşk’a kızı babasından istemesini öğütler. Kabile büyükleri ise Aşk’ın bu arzusuyla alay ederler ve onun için olamayacak bir söylerler, Aşk eğer bu işi


yapabilirse Hüsn’üne kavuşabilecektir. Bu cahil güruh ondan Kalb ülkesine gidip Kimya’yı almasını isterler. Bu yol ise ne denli korkunç müşkülat ve sınavlarla doludur. Bizim sevgili aşığımız bu yolda devlerle, cinlerle, cadılarla ve korkunç yaratıklar vb. karşılaşacak ateş denizinden geçmek zorunda kalacaktır. Gayret ile Aşk en nihayetinde Kalb ülkesine varana dek başlarından birçok badire geçirirler. Yaşadıkları her müşkülatta yardımlarına Suhan koşar. Hikâyenin sonunda Hüsn ve Aşk kavuşur. Aslında Aşk’ın Hüsn’ü kendinden ayrı sayması onu ayrılığa düşüren şeydir. Bu mesnevide aşkın içinde ikiliğe yer olamayacağını ve aşkın kendisinin de bir vahdet (birlik) olduğunu anlıyoruz.

Bu mesnevideki anlamı biraz daha açacak olursak; buradaki Aşk insanın kendisidir. Hüsn yani mutlak Hüsn yüce Allah’tır. Edep okulundan kasıt, dergâhta gördüğümüz öğrendiğimiz şeylerdir. Molla-yı Cünun sonsuz şefkat sahibi Mürşid’tir. Kalb şehri ise, yere göğe sığmayan Allah’ın tahtı olan gönüldür. Buranın temizlenmesi için yapılan yolculuk; tüm çilesi ve sıkıntısıyla bizim hayatımızdır. Aşk, Hüsn’ünden ayrılarak bu dünyaya gelmiştir. Ve Aşk ne zaman mutlak Hüsn’e yani Allah’a kavuşursa işte o zaman huzur bulur. Tüm bu dünya hayatı koca bir yalandır. Gerçek olan sadece ama sadece Allah’ın zatıdır. Aslında Mesnevin ilk 18 beytinde anlatılan şeyde bundan başkası değildir. ‘Dinle neyden, neler anlatır sana! Yakınır hep, ayrılıklardan yana: Beni, kamışlıktan kestikleri an, Kadın erkek, inledi feryadımdan. Geçmek için, aşk derdinin şerhine, İsterim; hicranla yanmış bir sine...’( Dr. Ziya Avşar Çev.)

Galip Dede ile ilgili anlatılan dinlemiş olduğum ilginç bir hikâye ise şöyledir. Şeyh Galip, oldukça genç bir yaşta Galata Mevlevihane’sinin postişinine oturmuş ve bu dönemindeki birçokları tarafından kıskanılmıştır. Hatta bu kıskanmalar sonucu olay padişaha şikâyete kadar varmış ve Galip Dede’nin hakkında çeşitli dedikodular ortaya çıkmıştır. Bazıları O’nun mezhepsel bazı konularda ifrat-tefrik noktasına vardığını söylemişlerdir. Bu söylentilerle o günkü İstanbul ahalisi çalkalanırken Galip Dede ilginç bir şey yapmıştır. Tekkede oturduğu postun üstüne güzel bir hatla ‘Ya Muaviye!’ yazıp astırmıştır. Bir süre sonra buna kızan Hz Ali Meşrepliler dergâhtan ayağını kesmişlerdir. Daha sonra ise bu tabelayı indirtmiş ve yerine bu seferde ‘Ya Ali!’ yazılı bir hat levha astırmıştır. Bu seferde buna Sünni meşrepli olanlar tepki göstermiş ve dergâhı terk etmişlerdir. Sonunda Galip Dede bu iki taraftan da olup; laf anlamaz cahil kesimden kurtulmuştur. Aslında buradan şunu da anlamak gerekir. Galip Dede, dergâhtaki o gün için siyasi sayılabilecek meselelerin ortamı değiştirmesini ve gönül sohbetini bozmasını istemeyişinden dolayı bu işi yaptığı da söylenebilir.

Leyla ve Mecnun, romansı (mesnevisi) gibi Galip Dede’nin Hüsn’ü Aşk’ıda parlak ve ölümsüz bir eser olmuştur. Bir yönüyle Şark-İslam klasikleri diye bildiğimiz külliyatın en nadide parçalarından birisidir. Tanpınar Fuzuli’ye dair yazdığı bir makalede “Sözün kendi mükemmelliğiyle yetinemeyenler, şiiri bir iç ahenginde ve kendi lezzetlerinde aramayanlar daima ıstırabı, onun muhayyilemizdeki sihirli tesirini tercih ederler. Halk muhayyilesindeki şair, bir masalı olan insandır.” demiştir. Gerçekten de Galip Dede büyük bir masalı olan insandır. Şeyh Galip’in eseri olan ‘Hüsn-ü Aşk’ bu masalı besler. Tanpınar’a göre Leyla ve Mecnun’dan iki buçuk asır sonra yazılan Hüsn-ü Aşk, şahsi bir icat sayılması lazım gelen bir tasavvuf istiaresidir. [Metnin başlığı; Victoria R. Holbrook aynı isimli eserinden alıntıdır.]

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar